article
stringlengths
7.34k
10k
Renault S.A., Fransız araç üreticisi. Otomobil, kamyon,traktör, tank, tren, uçak, motosiklet, bisiklet, otobüs gibi birçok farklı boyda araç üretir. Türkiye'de Bursa'da kurulu bulunan Oyak-Renault ortaklığı (%51) ile yatırımı vardır.Ayrıca Nissan otomobil markasının motorlarını üretmektedir. Ayrıca yan kuruluş arasında Roman araba markası Dacia'da bulunur. Abarth Abarth Fiat'ın resmi modifikasyon şirketidir. 1949 yılında Carlo Abarth tarafından kurulmuş 31 Temmuz 1971'de Fiat grubuna katılmıştır. Genelde küçük motorlarıyla ün yapmış olmalarına rağmen büyük hacimli motorlar da üretmişlerdir. 1967 yılında tanıttıkları 6 litre hacimli V12 motoru yarış amaçlı üretilmiş olup 610 HP güç üretebilmektedir. Amiga 500 Amiga 500, 1987 yılında Commodore International firması tarafından piyasaya sürülen bir kişisel bilgisayardır. Çoğunlukla oyun amaçlı kullanılmıştır. Gerçekten birden çok programın aynı anda çalıştırılabilmesine izin veren bir yapısı vardır. Agnus, Denise ve Paula, Amiga çipsetinin temelleridir. Daha sonra çıkartılan A500+ modeli 2.05 kickstart ve ECS çipsetiyle gelir. Bu modelde 512KB yerine 1024KB CHIPRAM vardır. Popüler donanım güncellemeleri 512KB ram kartı A590 harddisk, ve TV bağlantısı sağlayan modülatördür. Daha güçlü işlemciler, yardımcı matematik işlemci ve daha fazla ram takmayı sağlayan turbo kartları mevcuttur. Amiga 500'de video montajı için ucuz genlock'lar üretilmiştir. A500+ modelinin 2.05 kickstart'ı bazı oyunlarda sorun çıkarttığı için bilgisayarı 1.3 kickstart'a döndüren kickswitch donanımı bu modelin kullanıcıları arasında popülerdir. Akl-ı küll Akl-ı küll, tasavvuf düşüncesinde, kendisini yaratanı kavramayı başarmış olan akıldır. Sufizm'de akıl üçe ayrılır: FIOST FIOST (İngilizcedeki "Free In and Out Stowed and Trimmed" teriminden), dış ticaret işlemlerinde kullanılan ve daha çok deniz taşımacılığına ait uluslararası bir nakliye terimidir. Üç bölümden oluşmaktadır; Wachowski Kardeşler Wachowski kardeşler (Lana ve Lily Wachowski), Polonya asıllı yönetmen kardeşler. Lana (önceki adıyla Laurence "Larry" Wachowski) 21 Haziran 1965, Lilly (önceki adıyla Andrew Paul "Andy" Wachowski) 29 Aralık 1967 yılında Chicago'da doğmuştur. Matrix serisinin senaristliği ve yönetmenliğiyle üne kavuştular. 2005 yapımı olan V for Vendetta'nın da senaristliğini üstlendiler. 2008 yılında çıkan Speed Racer adlı film için çalışmalarda bulundular. 2012 yılında Tom Tykwer ile beraber yönettikleri Bulut Atlası (film) vizyona girdi. 2014 yılında vizyona giren Jüpiter Yükseliyor isimli bilim kurgu filmini yönettiler. Ayrıca Sense8 adlı dizinin de yönetmen koltuğuna oturdular. Filmlerinde genellikle toplumsal uyanış, gelecek vurgusu, sürrealizm ve felsefi konular işlenmektedir. Kardeşlerden Lana, 2007 yıllında Larry ismini geride bırakarak geçiş sürecini tamamladı ve trans bir kadın olarak açıldı. Bu ameliyattan sonra filmlerinde LGBT bireyler ve queer temalar hepten görünürlük kazanmaya başladı. 2016 yılında kardeşlerden Lilly de, tıpkı kardeşi gibi trans bir kadın olduğunu dünyayla paylaştı. ETA Bask Yurdu ve Özgürlük ya da ETA (Baskça: "Euskadi Ta Askatasuna"), İspanya ve Fransa sınırları içinde yaşayan Bask kökenli topluluğa ait bağımsız bir devlet kurma amacı güden Marksist-Leninist, ayrılıkçı örgüt. 20 Ekim 2011'de silahlı mücadeleye son verdiğini açıklamıştır. 1959 yılında Franco diktatörlüğüne karşı kurulan örgüt, İspanya'nın kuzeydoğusundaki ve Fransa'nın güney batısındaki Bask bölgesinin bağımsızlığı için 1968 yılından bu yana faaliyetlerde bulundu. ETA, zaman içinde kültürel hakların savunuculuğu düzleminden, silahlı eylem biçimine yönelmiştir. 1979'da hükumet tarafından Bask Bölgesi'nde yaşayan yaklaşık iki milyon kişiye önemli ölçüde özerklik tanınmasına rağmen tam bağımsızlık için silahlı mücadeleye devam etmiştir. Batasuna ismiyle bilinen ve şu an yasaklanmış durumda olan parti de örgütün siyasi kanadını oluşturmaktaydı. Bu parti Bask Bölgesi'nde oyların genelde %10 ile %20'sini toplamaktaydı. Ayrıca 1968'den bu yana düzenlediği kanlı eylemlerle 850 kişinin ölümüne neden olan ETA, İspanya'nın yanı sıra Avrupa Birliği ve ABD tarafından da terör örgütleri listesine alındı. ETA, 24 Mart 2006'da yapılan ateşkesi ihlal etmiş ve 30 Aralık 2006'da Madrid Barajas Uluslararası Havalimanı'nda bir bombalı saldırı gerçekleştirmişti. 9 nisan 2017 de artık tamamen silahları bırakıp silahların bulunduğu 8 adet depoyu soyledi ve süresiz ateskes ilan etti ETA, 1968-2011 yılları arasında toplam 829 kişinin ölümünden sorumlu tutulmaktadır. ETA'nın simgesinde "Bietan jarrai" yazılmaktadır. Buradaki yılan şekli siyaseti, balta da silahlı mücadeleyi simgelemektedir. LILO Lilo, şu anlamlara gelebilir: Domuz Domuz, "Sus" cinsinde bulunan hayvanlara verilen genel isimdir. "Sus" cinsi Suidae familyasına bağlıdır. Memeli bir hayvan türü olan domuzun kökeni Avrasya'dır. Hepçil olan domuzlar hem otobur hem de etoburdurlar. İnsanlar tarafından evcilleştirilmiştir ve çiftlik hayvanı olarak kullanılmaktadır. Ayrıca sert kılları geleneksel olarak fırçalarda kullanılmaktadır. Domuzlar genellikle eğitilebilir, evcilleştirilebilir hayvanlar bu nedenle bazıları evcil hayvan olarak barındırılmaktadır. Bir seferde yaklaşık 6-12 arasında yavru doğuran domuzlar, tutsaklık halinde kendi yavrularını yiyebilirler. Domuzların ter bezleri yoktur, bu nedenle sıcak havalarda kendilerine serin tutabilmek için sürekli olarak su veya çamura erişmeleri gerekir. Ayrıca çamuru derilerini güneş yanıklarından korumak için kullanırlar. Kutsal metin Kutsal metin, herhangi bir din veya mezhepte kutsal kabul edilen ve genellikle merkezî bir önemi haiz olan yazı. Kutsal metinlerin tanrı veya tanrılar tarafından doğrudan gönderildiğine, nebilere vahyedildiğe veya yazarlarına ilham verildiğine inanılır. Kağıt, deri, tablet veya benzeri malzemeler üzerine yazılmış olabilir; Yahudilikteki Tora gibi rulolar halinde olabilir veya Kitâb-ı Mukaddes ve Kur'an'da görüldüğü gibi kitap haline getirilmiş olabilir. Birçok dinin metinleri inananlarınca kutsal olarak görülür. Birçok din ve inanç hareketi kendi kutsal metinlerinin ilahi ya da inançla ilham alınmış olarak görmektedir. Tek Tanrı'ya inanan dinler ise genelde bu metinleri Tanrı'nın sözü olarak görmektedirler, ve bu metinlerin Tanrı'dan ilham aldığına inanırlar. İnanmayanlar bile, kutsal yazılardan bahsederken saygı ve gelenek açısından büyük harfle yazmaktadırlar. Başka bir bakış açısı da "Tanrı'nın sözü"nün Tanrı'nın verdiği söz gücü ile Cennet ve Dünya'nın varoluşuna gelmiştir, ve bu güç dengeyi tutmaktadır. Bu konsept Yunan Logos ve Çin Tao felsefelerinde de mevcuttur. Hinduizm'in RigVeda'sı MÖ 1500 ila MÖ 1300 yıllarında yazılmış, tarihin de en eski kutsal metinlerinden biri olmuştur. Zerdüştlüğün Avesta'sı ise sözel olarak yazı öncesinde kullanılmıştır. Avesta dili ise, araştırmacılar tarafından MÖ 1000 civarlarında yerleştiği öngörülmüştür. İlk basılıp halka topluca dağıtılan metin ise, MÖ 868 yılında yazılan Budizm'in kutsal metni Sutra (ya da "Diamond Sutra")'dır. Selahattin Aixam Aixam Fransa'da mikro otomobil üretimi yapan bir firmadır.1975'de önce Arola markasıyla kurulmuştur. Aixam modellerinden A721 - A741 Avrupa topluluğuna üye ülkelerde ehliyetsiz olarak kullanılabilir. Ancak Türkiye'de tüm modeller için sürücü ehliyeti gereklidir. A721 - A741 - A751 - Aixam Scouty modelleri mevcuttur. Sus Sus şu anlamlara gelebilir:: Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu (İngilizce: "Australian and New Zealand Army Corps", kısaca ANZAC), I. Dünya Savaşı sırasında Britanya İmparatorluğu'nun ordusunda savaşan, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerden oluşan kolordudur. Bu kolordunun askerlerine Anzaklar denir. "Anzak" sözcüğü, "Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu" ("Australian and New Zealand Army Corps") kelimelerinin baş harflerinden meydana gelmiş bir kısaltmadır. I. Dünya Savaşı'nın başlarında bu iki ülkeye ait askerlerden kurulan kolordu, bu kısaltılmış isimle tarihteki yerini almış, her ne kadar Türklere karşı savaştığı ilk cephe olan Çanakkale'de ciddi başarı elde edemese de, daha sonra farklı biçimde organize edilerek Türk kuvvetleriyle Sina-Filistin cephesinde yeniden karşı karşıya gelmiş ve hem bu cephede, hem de Almanlara karşı Batı cephesinde İtilaf Devletleri hesabına önemli başarılar sergilemiştir. Anzak kısaltması, yalnızca o kuvveti değil, aynı zamanda savaş boyunca Avustralya ve Yeni Zelanda birlikleri içerisinde görev yapan tüm askerleri de kapsayan bir anlam kazanarak bir özel isim haline gelmiştir. Jako Jako ya da Afrika gri papağanı Türkiye'deki adıyla gri papağan ("Psittacus erithacus"), papağangiller (Psittacidae) familyasından orta büyüklükte bir papağan türü. Orta büyüklükte papağandır. 30–35 cm boyutlarında gri ve siyah tonlardadır. Kuyruğu kırmızı veya bordodur. Papağan türleri içinde en çok bilinenidir. Uzmanlar tarafından da en zeki tür olarak nitelenir. Romalıların sıkça beslediği söylenir . "Psittacus" cinsinin günümüzdeki tek temsilcisidir. Konuşma yeteneği oldukça gelişmiş olan jakoların iyi bir bakımla bin kelimeye kadar ezberleyebildiği ve sorulan sorulara mantıklı cevaplarla karşılık verebildiği bilinmektedir. Batı ve Orta Afrika'nın birincil ve ikincil yağmur ormanlarının endemik türlerinden olan jako, doğada, palmiye cevizi, tohum, meyve, hatta salyangoz ile beslenir. Esarette 80-90 yıla kadar yaşadıkları bilinmektedir. Papağan türleri arasında en taklitçi tür olarak bilinir. Bu taklitçiliği ("kimi uzmanlar bunu "zeka" belirtisi olarak sunarlar"), onun sevilen bir kafes kuşu olmasını kolaylaştırmış ve yaygın biçimde yetiştilmesine yol açmıştır. Ancak Jako'larda en sık görülen davranış bozukluğu olan tüy yolma eksik ilgi nedeniyle oluşmaktadır. Alex adındaki jako, insan dışında varoluşsal soru soran ilk ve tek hayvandır. Jako türü 2007 yılında Tehdit Altındaki Türler Listesi'ne girmiştir. Evcil hayvan t
icareti başta olmak üzere bir dizi nedenle yabani yaşamdaki Gri Papağan türlerinin nüfusunda ciddi azalmalar görülmüştür. Afrika Gri Papağanı'nın yaşadığı bölge Batı ve Orta Afrika'daki yağmur ormanlarıdır. Gri Papağanlar, barınmak için yağmur ormanlarındaki yaşlı dev ağaçlara gereksinim duymaktadır. Bu bölgelerdeki ormanların insan eliyle azaltılmasıyla, Jako'ların yaşam alanları da azaltılmaktadır. Afrika Gri Papağanı, Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin İkinci Ek Sözleşmesi'nde yer alan alan listede bulunmaktadır. Bu sözleşme, uluslararası ticaretin vahşi yaşamı etkilememesi üzerine alınan önlemleri içermektedir. 1994-2003 yılları arasında gerçekleşen 350 binden fazla ihracat işlemi ile Gri Papağan en çok ihraç edilen vahşi hayvan türlerinden birisidir. ABD'de, 1992 yılında çıkan Kuş Koruma Yasası'yla, vahşi ortamda yakalanan Afrika Gri Papağanlarının ticareti yasaklanmıştır. Avrupa Birliği de, 2007'de çıkarttığı bir yönergeyle vahşi kuş ticaretini önemli ölçüde engellemiştir. Geçmiş şeriatler Şer'ü men kablenâ veya Türkçe karşılığı ile Geçmiş şeriatler, bir İslam hukuku terimidir. En yalın anlamıyla "şer'ü men kablenâ" (geçmiş şeriatler) İslam'da son peygamber kabul edilen Muhammed'den önceki peygamberlerin getirdikleri şeriatleri tanımlayan bir terimdir. İslam dininde peygamberler, kendisine kitap verilen ve kendisine kitap verilmeyen peygamberler olarak iki ana kola ayrılır. İnanca göre Muhammed tüm peygamberlerin sonuncusu, kendisine kitap verilen bir peygamberdir. Kendisine kitap verilen peygamberler yeni bir şeriat getirmişlerdir. İslam dinine göre her peygamberin (kitabı olsun olmasın) getirdiği din ve çağrısı aynı itikadi (dini esaslar) temellere dayanmaktadır, fakat her şeriat bir diğerinden kaynak olarak farklı olmasa da uygulamalar bakımından farklı olabilir. Kısacası, İslam'a göre farklı peygamberlerin getirdiği şeriatlerde ibadet, muamelat ve ceza konularında farklılık olmuştur. Muhammed peygamberin şeriati kendisinden önceki bazı şeriatleri neshetmiş, bir kısmını aynen veya değiştirerek almış, bir kısmını ise alıp almadığı konusunda açıklama yapmamıştır. Önceki şeriatlerin neshedilen bazı hükümlerine örnek olarak Kur'an'da, En’âm Suresi 145-146. ayetlere bakılabilir. İslam dinine göre, örneğin kısâs, namaz ve oruç ile ilgili hükümler eski şeriatlerdeki halleri ile veya değiştirilerek benimsenmiştir. Bu tür hükümlerin şekil ve miktarlarında bir takım değişikliklerin olduğu kabul edilmiştir. Bazı hükümlerinse neshedilip edilmediği belirtilmemiştir; yani bu hükümlerin hâlâ geçerli olup olmadığı belirtilmemiştir. Örneğin Kur'an'da Maide suresi 45. ayette: Fakat bu ayetin yorumlanmasında, acaba bugün Müslümanların bu kısasa itaat edip edemeyeceklerine karar verilememiştir. Zira ayette bu tür bir kısasın Tevrat'ta belirtildiği geçse de, İslam hukuku için geçerliliğini koruyup korumadığına dair bir bilgi yoktur. İşte bu gibi konular, İslam hukukunca Şer'ü men kablena yani "Geçmiş şeriatler" başlığı altında incelenip, değerlendirilmektedir. Hanefi, Şafii ve Maliki mezheplerinin fakihlerinden (İslam hukukçusu) bir kısmı bu hükümlerin Müslümanlar tarafından da uyulması gereken hükümler olduğunu düşünmüş ve kabul etmişlerdir. Bu mezheplerin hukukçularından bir kısmı bazı olaylarda Kur'an'da geçen eski peygamberlerin çeşitli uygulama ve lafızları kısacası şeriatlerine dair bilgileri delil getirerek (eğer bu bilgiler neshedilmemiş yani geçersiz sayılmamışsa) çeşitli uygulamalarda bulunmuş, neticeler çıkarmışlardır yani bunlarla istidlâlde bulunmuşlardır. Setra Setra, köklü bir geçmişe dayanan Alman otobüs üreticisidir. 1998 yılında Daimler AG grubuna dahil olmuştur. İslam hukuku İslam hukuku şu anlamlara gelebilir: Limon Limon ("Citrus" × "limon"); yıl boyunca büyümeyi sürdüren, kışın yapraklarını dökmeyen küçük bir ağaç türü ve bu ağacın meyvesidir. Limonun anavatanı kesin olarak bilinmemektedir. Ilıman iklime sahip bütün memleketlerde kültür şekilleri yetiştirilen yaprak dökmeyen, uçucu yağ taşıyan bu küçük ağaçların meyveleri Türkiye'de çok sevilir. Ege ve Akdeniz gibi bölgelerde neredeyse her evin bahçesinde bir limon ağacı bulunur. Meyve öncelikle suyu için kullanılır, eti ve kabuğu aşçılık ve fırında pişirmede kullanılır. Limon suyu yaklaşık % 5 asittir. pH değeri 2 ile 3 arasındadır. Kolaylıkla elde edilebilen asit bilimsel eğitim deneylerinde kullanılır. Özellikle çorbalarda, yemeklerde, salatalarda, lezzeti artırmak, sindirimi kolaylaştırmak ve vücut direncini kazanmak için kullanılan önemli bir C vitamini kaynağıdır. Limon suyu ile haşlanan tavuk daha lezzetli olur. Günde bir tane limon suyu içmek gribal enfeksiyonu önler. Limon ve misket limonu halihazırda limonata olarak sunulur veya içeceklerde garnitür olarak, buzlu çay veya alkolsüz içeceklerde bir dilim şeklinde bardağın içinde veya kenarında kullanılır. Limon suya tat vermesi için de kullanılır. Oda sıcaklığında uzun süre tutulursa kolayca çürümeye yüz tutar. Limon suyu balık yemeği üzerine sembolik olarak sıkılır. İlave olarak limon suyu salamuraya yatırılmış et pişirilmeden önce bir parça kullanılır. Bazı insanlar limonu bir meyve gibi yemeyi sever. Fakat daha sonra sitrik asit ve şekeri dişlerden temizlemek için su kullanmak gereklidir. Limon kendisi veya misket limonu ile birlikte reçel yapımında kullanılır. Limon bitkisi "ekşi portakal" ya da Turunç olarak da bilinen Citrus × aurantium ile ağaç kavunu olarak bilinen citrus medica'nın çaprazlanması ile elde edilen doğal hibrit olarak kabul edilen bir türdür.İlk olarak limonun nerede ortaya çıktığı hususu muallak olsa da ilk yetiştirilmeye başlanan yerlerin Güney Hindistan,Myanmar ve Çin olduğu tahmin edilmektedir. M.S 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu döneminde Güney İtalya'ya ulaşan öncü limon meyvelerinin ardından; sonrasında M.S 7. yüzyılda Limonun Irak ve Orta Doğu'da tarımı yapılır hale gelmiştir.11. ve 16. yüzyıl arasındaki dönemde ise Avrupa'ya kadar sokulan limon; neredeyse bütün Akdeniz havzasında yetiştirilir hale gelmiştir. 1493'de Kristof Kolomb Amerika'yı fethedince pek çok narenciye türü gibi limonda bu kıtaya getirilmiş ve ABD'de başta Kaliforniya ve Florida eyaletleri olmak üzere Amerika kıtasının çoğunda yetiştirilir hale gelmiştir. 1797'de James Lind denizcilerin iskorbüt hastalığına karşı korunması ve tedavisi için C vitamini de içeren limon suyunun yemeklere katılmasının yararlı olacağı sonucuna ulaşmıştır. Limon kelimesinin ise Ortadoğu kökenli olduğu zannedilmektedir. Limon ve diğer turunçgiller farklı tutarlarda kimyasal içerirler.Bunların sağlığa faydalı olduğu düşünülür."Terpene" (hidrokarbon) olarak adlandırılan D-limone içerirler.Bunlar limonun koku ve tadını verirler.Limonlar önemli miktarda sitrik asit içerirler.Bu nedenle düşük değerde pH ve ekşi tada sahiptirler. Ayrıca onlar C Vitamini(asorbik asit) içerirler. Bunlar insan sağlığı için gereklidirler.100 miliLitre limon suyu yaklaşık olarak 50 miligram C Vitamini (tavsiye edilen günlük değerin % 55'i) ve 5 gram sitrik asit içerirler. Limonlar yağ ve esans özünü çıkartmak için işleme tabi tutulabilirler. Bazı kaynaklar limonun "flavoroid" bileşimlerini içerdiğini ifade ederler.Bunlar antioksidan ve anti-kanser donanımlarına sahiptir.Bunlar kanser hücrelerinin büyümelerini önler.Limonda bulunan "Limoninler" ayrıca anti-kanserojen olabilirler.Yüksek miktarda C Vitamini içermesinden dolayı limon Alternatif tıp da tüyo olarak verilebilir.Tonik olarak Gastrointestional tract sindirim sistemi ilacı, bağışıklık sistemi ve deri için. Ayurveda uygulamalarında bir inanış vardır,bir fincan sıcak limon suyu ciğerleri temizler. Japonların Aromaterapi (alternatif tıbbın bir çeşidi) deki çalışmalarında essential oil in buhar şeklinin farelerde stresi azalttığı görüldü. Bazı kaynaklarda geçen kokteyllerde kullanılan limon,fazla alkol tüketimi ile birlikte alınır ise, ertesi güne baş ağrısı yapabilir. Pek çok diğer bitki limonların ayni tadına sahiptir.Yakın zamanlarda Avustralya'da Lemon Myrtle limonu popüler bir alternatif haline getirdi.Sıkılan ve kurutulan yaprakları yenilebilen karakteristik yağı bir güce sahip olup ve tadı limon tadındadır. Fakat sitrik asit içermez. "Lemon myrtle" yiyecekler içinde popülerdir,limon suyunu pıhtılaştırır, "peynir tatlısı", dondurma gibi. FAO ' ya göre Hindistan yaklaşık olarak dünya limon ve misket limonu üretiminin %18,9 unu tek başına sağlamaktadır, onu Meksika, Arjantin ve Çin takip eder. Türkiye İstatistik Kurumu 2011 sonu verilerine göre Türkiye'nin yıllık üretimi 790.000 Ton olarak gerçekleşmiştir. Horon Horon, Doğu Karadeniz Bölgesi'nde oynanılan geleneksel halk danslarının genel adıdır. Samsun (Doğu Karadeniz göçmenleri tarafından), Ordu (Bolaman ve doğusundaki bölgeler), Giresun, Trabzon, Rize, Artvin, Gümüşhane (Köse ilçesi ve Kelkit'in güneyi hariç), Bayburt'un Aydıntepe ilçesi, Erzurum'un İspir ilçesi (kısmen), Sivas'ın Suşehri, Akıncılar, Gölova ve Koyulhisar ilçeleri, Erzincan'ın Refahiye ilçesi (kısmen) ve Doğu Karadeniz'den göçenlerden dolayı Sakarya'da oynanan çevik hareketli oyunlardır. Yunanca "dans" anlamında horos (χορός) kelimesiyle ilişkili olup, Türkçe içerisinde bilinen ilk kayıt Bahr'ür Garip tarafından yapılmış ve 15 . yüzyılda Rum kadınlarının sıra halinde oynadığı bir halk dansı için kullanılmıştır. Karadeniz bölgesinde Ordu sınırından Gürcistan sınırına kadar olan bölgede, düğün, nişan, asker uğurlaması, yayla şenlikleri gibi toplu eğlencelerde kavalla Of, Sürmene, Aydıntepe, Çaykara, Kemalpaşa'da, klarnetle, Ordu Merkez, Perşembe, Ulubey, Gülyalı, Kabadüz, Fatsa (Bolaman), Piraziz ve Bulancakta, kemençe ile, Artvin ve Çayeli'nin batısındaki Rize ilçelerinde, akordeon ile Borçka ve Şavşat, tulum ile Ardeşen, Fındıklı, Pazar, Çamlıhemşin, Hemşin, İspir, Hopa, Arhavi, Borçka, Şavşatta ve neredeyse bütün yörelerde davul-zurna eşliğinde, yalnız erkekler (erkek horonu), yalnız kadınlar (kız horonu) ya da kız-erkek karışık (karma horon) olarak; türkü eşl
iğinde (sözlü horon) ya da sadece çalgı eşliğinde; düz çizgi, yarım daire ya da halka yapısı formunda; hızlı ve çevik hareketlerle oynanmaktadır. Sivas'ın kuzeyinde ve Giresun'un güneyinde hem Kemençe hem de zurna ile oynanmaktadır. 1990'lı yıllara kadar Sivas ile Giresun'un tam ortasındaki Kılıçkaya Barajı çevresindeki köylerde tulum ile de horonlar oynanmaktaydı. Bölge dışında, savaşlar sonucunda göç edip daha çok Adapazarı, İzmit, Bolu, Bursa gibi illere yerleşen Karadenizli muhacirler ile 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi'nde bölgeden Yunanistan’a gönderilen Hristiyan Rumlar ve Gürcistan’ın Acara bölgesi'nin halkı tarafından, horon milli bir dans olarak oynanmaktadır. Düz Horon (Omal), Deli Horon, Acara Horonu, Hemşin Horonu, Artvin yöresinde oynanan horon çeşitlerinden birkaçıdır. Karadeniz dışında Anadolu ve Yunanistan’da çeşitli halk oyunlarında her iki formda yaygındır. Lucian’ın (MS 125-190) bahsettiği geleneksel oyuncuların zincir oluşturduğu dans aynı isimle halen daha Ege adaları'nda oynanılmakta olup, önce birbirinden ayrı oynayan erkek ve kadın gurupların karışarak oyunu birlikte oynaması Karadeniz horonlarında da izlenmektedir . Düz sıra halinde veya dairesel olarak oynanılan horonda, hangi formun orijinal olduğunu saptamak oldukça güçtür. Artvin horonları, Rize ve Trabzon gibi sahil kesiminde oynanan horonlara göre daha değişik bir yapıdadır. Sahilde oynanan horonlarda, çok hızlı omuz silkme ve ayak sallama figürleri karakteristik iken, Artvin horonlarında hareketler daha çok tüm vücudun hareketi, ayakların sertçe yere basması vb. biçimindedir. Yine sahil horonlarında çalgı kemençe iken, Artvin’de tulum ve akordeon dur. Öztürk'de Trabzon Bölgesi horonlarını daha doğudaki Laz, Hemşin, Gürcü horonlarından ayıran önemli bir farkın Trabzon horonlarında öne çıkarılan omuz silkme figürü olduğunu yazıyor. Artvin de horon Lazlar'ın yaşadığı Hopa, Arhavi ve Borçka (bir kısmı) ve Gürcü köylerinde geleneksel olarak oynanmakta olup Artvin'in iç kesimlerinde artvin kıpçak Türk'leri nin oyunları davul ve zurna eşliğinde bar oyunları ve Ahıska - Kafkas dansı oynanır. En az beş kişi ile oynanan horonlar, oyunları iyi bilen, yaşça büyük, sevilen ve sayılan bir kişi tarafından yönetilir. Oynayanları coşturmak için söylenen “kollar dik”, “dik oyna” “vurdu-çıktı” gibi komut ve “ii-hu ii-hu!” gibi naralarla oyuncular daha da neşelenir ve hareketlenirler. Erkekler tarafından oynanan horonlar ne kadar hızlı ve sert ise, kadınların oynadığı ve “kız horonu” denen horonlar da o kadar yumuşak ve zarif hareketlerle oynanır. Kadın-erkek karışık oynanan horonlarda bu hızlı ve sert hareketlere kadınların da uyum sağladıkları, erkekler kadar ustalıkla oynadıkları görülür. Horonlar, türkü eşliğinde (sözlü horon) ya da sallama, sıksara (Sera), sık horon horonlarında olduğu gibi sadece çalgı eşliğinde, sadece kadınlar (kız horonu), sadece erkekler (erkek horonu) ya da kadın erkek karışık (karma horon) olarak, düz bir sıra halinde ya da halka oluşturularak oynanır. Saygun, Artvin horonlarını genel olarak “koşmalı horonlar” ve “koşmasız horonlar” diye ikiye ayırıyor ve “seyahat esnasında koşmasızlardan bir-ikisini mümkün oldu ise de koşmalı nev’ine hiç tesadüf edemediğim cihetle bu nev’ine ait misâl veremiyeceğim” diyor ve şöyle devam ediyor: “Düz horonlara gelince: Koşmasız horonlar, Artvin’in esas sazı olan “tulum zurna”nın refakati ile icra edilirler. Tulum zurnanın her raksa aid olarak mütemadiyen tekrarlandığı kısa motifleri icra eden sazcının, melodinin ritmine göre ayağını vurması âdettir. Bu oyunların birçok nev’ileri vardır: “Deli horonu”, Sâlyabasa, Titreme oyunu, “Kabak havası” bu cümledendir. Bunlara âid olarak kısa motifleri sazcı icra ederken, oyuncuların teşkil ettiği halkanın ortasında bulunur. Oyuncuların yarım daire halinde raks etmeleri de vakidir" (Saygun, 1937). Doğu Karadenizin Kelkit Vadisi olan Karadeniz dağların güneyi de genellikle kemençe ve davul zurna ile dik, düz, laz, siksara, İsola horonu, al aşağı horonu, güzeller gibi pek çok horonun oynandığı bölgelerden biridir. Kelkit vadisi ilçeleri Giresun'un Çamoluk, Alucra ve Şebinkarahisar ile Sivas'ın Suşehri, Akıncılar, Gölova, Koyulhisar bölgesini kapsar ve bu bölge horonları genellikle Giresun Horonları ile aynı olup hem dik oynanırken hem de bazı bölümler de eğilerek oynanır. Doğu Karadeniz'in kapısı konumunda bulunan Ordu'da oynanan Gürcü horonu, mısıroğlu horonu, milli horon, Boztepe horonu, kol horonu, melet horonu, Perşembe horonu, nalcı horonu, iskilip horonu, eşkıya horonu, Harşit horonu (Cemo) da Karadeniz Bölgesinde oynanan horon türlerine örnektir. Çamlıhemşin’den horon çeşitleri: Rize, Hemşin, Yüksek Hemşin, Papilat, Memetina, Bakos, Çarişka, Aleka, Sırtlı, Mahmutoğlu, Gant, Hevrek, Hanlakıt, Yali ve Çano'dur. Her horonun bir pişme, coşma noktası bulunmaktadır. Oyuncuların elleri yukarıdayken horonbaşının ya da kemençecinin "şimula" ya da "alaşağı" komutuyla horoncular adım atarak omuz titretme hareketini içeren aşağı alma hareketini yaparlar. Horon oynayanlar, kemençeci hatta seyredenler oyun sırasında kendilerinden geçerek anlamsız sesler çıkartabilir, horoncuları gayrete getirmek için naralar atabilir, tıslayabilir ya da gayret sözleri sarfedebilirler. Artvin ili, Borçka ilçesinden bu tür sözlere örnekler (Gürcüce): Şuhto bico (oyna oğlan), şeni celi (senin belin), şeni hdeba (sana yakışır), elias gogonebia (elias kızlar), hehe lamazat lamazat (hehheh güzel güzel), gogonebia ahla (kızlar şimdi), pehpeh suhto suhto (atla atla), hoho çemo hute (sarıl bana), ahla bicebo (şimdi oğlanlar), rcalebi geyhade ahla (geline bak şimdi), malemoooy (çabuk gel)... Horonlar, horonbaşının verdiği komutlarla oynanır. Artvin horonlarında verilen bu tür komutlara örnekler: Deli Horon’da: Başla, başla-işle, işle, işle-kollar üste, kollar siya-kındır oyna, dura dura-kollar çabuk-gel oguna diza-vur orta topuk, gel horo, alasiya, az vur oyna, tek çökme. Hemşin Horonu’nda: Siya, siya-savuş, savuş-geldum, geç-geç-te, dura-geldi Hemşin. Kenan Erim Kenan Tevfik Erim, (13 Şubat 1929 – 3 Kasım 1990), ismi Afrodisias (Aydın'ın Karacasu ilçesi Geyre beldesi) kazıları ile özdeşleşmiş Türk arkeoloğudur. Bir diplomatın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İsviçre'de başladığı eğitiminden sonra, babası Tevfik Erim'in Türkiye'nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliği'nde göreve başlaması nedeniyle 1948'den itibaren New York Üniversitesi'nde devam etmiştir. 1953'te bu üniversiteden Klasik Arkeoloji bilim dalında mezun olduktan sonra, Princeton Üniversitesi'nde yüksek lisans ve doktora yapmıştır. Princeton'dan bir ekip tarafından Sicilya'da Morgantina sitinde yürütülen kazılarda ünlü arkeolog Profesör Karl Erik Sjoquist'in asistanlığını yapmıştır. Afrodisias ekolü olarak tanımlanan heykeltıraş sanatçıların eserlerine duyduğu ilgi zamanla derinleşmiştir. 1961'de şahsi girişimleri ile bizzat organize ettiği bir keşif ve kazı programı ile Afrodisias'ta çağdaş araştırmaların başlamasını sağlamıştır. New York Üniversitesi'nde Klasik Çağ Profesörlüğü ve Afrodisias kazılarının başkanlığı görevlerini ölümüne dek sürdürmüştür. Gezi, yazı ve konuşmaları ile Afrodisias'ın dünya çapında üne kavuşmasında ve kazılar için özellikle ABD kaynaklı finansman temin edilmesinde de en büyük katkıyı sağlamış kişidir. Yine sahsi çabalarıyla New York, Paris, Londra, İzmir ve İstanbul (Geyre Vakfı) Aphrodisias Sevenler Derneklerini kurdurarak çalışmalara katkı sağlamıştır. Günümüzde de Geyre Vakfı Aphrodisias Müzesine ek bir salon yaptırmış ve Sebasteion restorasyonunu parasal olarak desteklemektedir. Kazılarda ortaya çıkarılan yapılar ve buluntular ve özellikle de heykel sanatı ürünleri, göz kamaştırıcıdır ve artık yetersiz kalmaya başladığı için Geyre Vakfının desteğiyle yenilenecek ve büyütülecek olan Geyre Müzesi'nde ve Aydın Müzesi'nde sergilenmektedir. 3 Kasım 1990'da vefat etmiştir. Mezarı, Aphrodias Antik kentinde ölmeden 3 hafta önce restorasyonu bitirilen Anıtsal Tören Kapısı'nın güney tarafındandır. Kendi deyimiyle ""sevgilisinin koynunda"" yatmaktadır. Ömrünün yarısını bu kentin ortaya çıkarılmasına harcayan Kenan Erim'in Aphrodias Müzesi'nde bir büstü bulunmaktadır. Afrodisias kazıları ise günümüzde de sürmektedir. Veteriner sağlık teknikeri Veteriner sağlık teknikeri, bir veterinere çalışmalarında yardımcılık yapan kişi. Temel bilgi teknolojileri, tıbbi biyoloji ve genetik, suni tohumlama, hayvan fizyolojisi, genel mikrobiyoloji ve immünoloji, hayvancılık bilgisi, çevre sağlığı, hayvansal ürünler teknolojisi, genel hayvan hastalıkları, laboratuvar teknikleri gibi konularda eğitim alırlar. Hayvan hastanelerinde, veteriner klinik ve polikliniklerinde, gıda iş yerlerinde, besi çiftliklerinde hayvan sağlığı ile ilgili görevlerde çalışabilecekleri gibi, özel hayvan sağlığı kabinlerini açarak hayvan sağlığına yönelik serbest hizmet verebilirler. Çevrecilik Çevrecilik, çevre hareketini destekleme veya katılmaktır. Doğal kaynakları ve ekosistemleri korumak için lobi faaliyeti yapma, çevre eğitimi, çevreci eylemler ve örnekler geliştirmekle merkezi ve yerel yönetimlerdeki karar alma süreçlerini etkileme arayışında olan sosyal bir harekettir. Çevre ile ilişkili konulardan bazıları; kirlilik, türlerin yok olması, katı atıkların azaltılması, geri dönüşüm, küresel ısınma tehdidi ve genetiği değiştirilmiş ürünler. İnsan ile doğanın birbirinden büsbütün farklı varlık türleri olarak değil aynı "kutsal" kökene sahip varlık alanları olarak görüldüğü kadim dünyanın tersine batıda rönesans ve reform çağından başlayan sanayi toplumuyla devam eden ve sanayi sonrası toplumlarda da hakim olan ve günümüzde de dünyanın hemen her yerinde ortaya çıkabilen ideoloji ve kanaatler doğa ve insanın birbirinden kopuk varlıkları olduğu ve insanın Bacon'cu anlayışta olduğu gibi doğayı kendi menfaatleri doğrultusunda sömürmeye hakkı olduğu şeklinde gelişmiştir. Çevrecilik adı altında ortaya çıkan hareketler doğanın en fazla yıkım altında olduğu dönemlerde bu yıkımın bir ölçüde de olsa
farkına varan kimseler tarafından başlatılmıştır. Bu anlamda "Çevrecilik" Amerika Birleşik Devletleri'nde doğmuş ve çeşitli dönemler geçirmiştir. Bu dönemleri kaynak muhafazası, moral ve estetik doğa koruma ve modern çevrecilik şeklindeki üç başlık altında inceleyebiliriz. Amerika Birleşik Devletleri'nde George Perkins Marsh'ın 1864'te yayınladığı "Man and Nature" (İnsan ve Doğa) kitabının da etkisiyle 1873 yılında ABD'de kurulan ulusal orman alanlarıyla başlamıştır. Theodore Roosevelt ve Gifford Pinchot Faydacı Muhafaza (Utilitarian Conservation) kavramına dayalı 1905'te kurulan yeni Orman Hizmetleri için Marsh'ın esin kaynağı olmuştur. Bu anlayışta insanların faydası için doğal kaynakların kullanımı ve geliştirilmesi amaçlanmıştır. Pinchot ile doğa anlayışları uyuşmayan Sierra Club'ün başkanı John Muir Digerkam Muhafaza (Altruistic Conservation) kavramını kamuoyuna taşımıştır. Bu anlayışta doğa, bize olan faydası düşünülmeksizin bizatihi var olmayı hak etmektedir. Muir Yosemite ve King's Canyon ulusal parklarının kurulması için mücadele etmiştir. Öğrencisi Stephen Maher 1916'da yeni kurulan National Park Service'nin başkanı olmuştur. Rachel Carson'un tarım alanlarında kullanılan ve insanlar ve doğal yaşam için tehdit oluşturan toksik maddelere kamuoyunun dikkatini çektiği "Silent Spring" kitabı modern çevreciliğin başlangıcı kabul edilmektedir. Carson'un kitabı ekoloji ve kimya gibi bilimlerden de yararlanarak küresel sorunlara yol açabilecek çevre kirliliğinin insanlığı ilgilendiren en önemli konular arasına alınması gerektiğini öne süren ilk eserlerden biridir. Carson'un başlattığı hareket "Çevrecilik" (environmentalism) olarak adlandırılmıştır. 1960-70 arasında çevreci gündemde nüfus artışı, nükleer silahlar, geri dönüşüm, hava/su kirliliği, doğal hayatın korunması gibi konular bulunmaktadır. 1970 yılında da ilk ulusal Dünya Günü ilan edilmiştir. Michael Shellenberger ve Ted Nordhaus tarafından 2004 yılında kaleme alınan "The Death of Environmentalism" (Çevreciliğin Ölümü) adlı denemeye göre ABD'li çevreciliği Kuzey Amerika ve Avrupa'daki hava, su ve geniş yabanil yaşamın korunmasında önemli başarılar göstermesine karşın kültürel ve politik değişime yönelik hayati bir güç oluşturamadı. Yazarlara göre 21. yüzyılda insan türünün karşı karşıya kaldığı ekolojik krizler 1960'larda ve 1970'lerdeki çevre hareketinin problemlerinden niteliksel olarak farklılık göstermektedir. Küresel ısınma ve yaşam alanlarının tahribi ("habitat destruction") daha küresel ve daha komplekstir ve ekonomi, kültür ve siyasi hayatın daha derinden dönüşmesini gerektirmektedir. Shellenberger ve Nordhaus ABD'li çevreciliğinin günümüzde, yalnızca mevcut büyük ekolojik krizler için gereken zemini yitirmediğini aynı zamanda Birleşik Devletler başkanı tarafından desteklenen dini ve ekonomik fundamentalistlerin dayanışması karşısında 30-40 yıl öncesi çevreciliğin temel koruma anlayışını bile gittikçe savunamaz duruma düştüğünü iddia etmektedirler. Bu iddialara Sierra Club'dan Carl Pope'dan Michael Gelobter'e çeşitli çevre liderlerinden çok sayıda yanıt gelmiştir. Bir örneği için bkz. Grist.org. Bazı kimseler (Michael Crichton örneğin) çevreciliği cennet, ilahi inayetten uzaklaşma, kurtuluş ve hüküm günü gibi kavramları içeren bir Din ile aynı karakteristiklere sahip olarak görmektedir. Bazı çevreci gruplar duygusal taktikler ve bilimsel kanıtlar kullanmak yerine toplumu yanlış yönlendirmekle suçlanmaktadır. Çevrecilik kimilerince küreselleşme ve şirketleşme karşıtılığını kimilerince de çevresel amaçlarda başarıya ulaşmayı engelleyen bir idealizimi savunmakla suçlanmaktadır. Çevre sorunlarına karşı dünyada giderek büyüyen ilgi uluslararası camianın ve kurumların çevre sorunlarına uluslararası, bölgesel ve yerel kamuoylarının dikkatini çekmek ve çözüm yollarının tartışılmasını sağlamak amacıyla bazı anma, kutlama günlerinin tesis edilmesini sağlamıştır; Bu günlerden bazıları; İbnü'n Nedîm İbnü'n Nedîm () ya da tam adıyla "Ebü'l-Ferec Muhammed bin Ebî Ya'kūb İshâk bin Muhammed bin İshâk en-Nedîm", 935- 990 yılları arasında yaşamış Arap bibliyografya bilgini, "Fihrist" adlı kitabın yazarı. Hayatına dair yeterli bilgi yoktur. Bağdat’ta yaşadığı ve orada öldüğü biliniyorsa da doğum tarihi kesin olarak belli değildir. el-Fihrist’te (s. 330), Hâricî fukahasından olan dostu Berdaî’den söz ederken onu hicri 340’ta (951) gördüğünü ve kitaplarının listesini aldığını belirtir. Anılan tarihte bu âlimle tanışıp dostluk kuracak kadar olgun bir yaşta olduğuna göre 320 (932) yılı civarında doğduğu söylenebilir. Ailesi hakkında bilgi bulunmadığı gibi İbnü’n-Nedîm künyesini alış sebebi de tartışmalıdır. Kendisinin, babasının veya dedelerinden birinin nedim olmasından dolayı bu künyeyi aldığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Babası gibi İbnü’n-Nedîm de “varrâk” idi. “Virâka” (kitap istinsah edip ciltlemek, kitap ticareti yapmak) mesleğini babasından öğrenmiş, bu sayede devrin ilim, kültür ve sanat çevreleriyle ilişki kurma, değişik konularda pek çok kitap tanıma imkânına kavuşmuştur. el-Fihrist’te çeşitli dinler, mezhepler, ilimler ve sanatlar hakkında bilgi verirken, bu alanlarda yazılmış eserleri ve bunların muhtevalarını tanıtırken âdeta her alanın uzmanı gibi sağlam bilgiler aktarmasından çok yönlü ve esaslı bir tahsil gördüğü belli olmaktadır. Yazı, dil, edebiyat, hadis, fıkıh, felsefe, mantık ve Helenistik dönem ilim ve kültürleriyle ilgili geniş bilgisini hocaları arasında yer alan Ebû Saîd es-Sayrafî, Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, İsâ b. Ali, Ebû Abdullah el-Merzübânî, İbnü’l-Hammâr, İbn Kirnîb ve Ebû Süleyman es-Sicistânî gibi âlimlere borçludur. İbnü’n-Nedîm’in bazı Sünnî âlimlerinden söz ederken “Haşev’îyye'dendir” ifadesini kullanması, Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî’yi Cebriyye’den sayması, hoca ve dostları arasında İsmâilî ve Mu'tezilîler’in bulunması gibi hususlar sebep gösterilerek onun Şiî-Mu'tezilî olduğu kabul edilmektedir. Ancak “Haşev’îyye'dendir” şeklindeki iddiası İbn Küllâb gibi nâdir kişilerle ilgili olup bütün Sünnî ulemâyı aynı kategoride saydığı anlamına gelmez. Eş‘arî’ye “Cebriyye” (el-Mücbire) başlığı altında yer vermesi de (a.g.e., s. 257) İbnü’n-Nedîm’in Şiî olduğunu göstermeye yetmez. Esasen müellif, bu başlık altında daha çok Eş‘arî’nin Mu‘tezile’den ayrılışını halkın huzurunda nasıl açıkladığı konusu üzerinde durur. Bununla birlikte onun ılımlı bir Şiî sayıldığını ortaya koyan daha güçlü deliller bulunmaktadır. İlim ve kültür çevresini oluşturan kimseler de genellikle Mu‘tezile kelâmcıları ile Fârâbî okulundan yetişen mantıkçılardı. İbnü’n-Nedîm’in 377 (987) yılında kaleme aldığı, Fihristü’l-kütüb, Fihristü’l-‘ulûm ve Fihristü’l-‘ulemâ’ adlarıyla da bilinen, fakat kısaca el-Fihrist diye tanınan kitabı İslâm dünyasında bibliyografik eserler türünün ilkidir. Zamanla kaybolmuş pek çok eserin adı, konusu ve müellifi hakkındaki bilgiler sadece bu eser sayesinde günümüze ulaşabilmiştir. Buna rağmen İbn Hacer el-Askalânî’nin İbnü’n-Nedîm hakkındaki oldukça menfî görüşlerinden de anlaşılacağı üzere (Lisânü’l-Mîzân, V, 72-73), muhtemelen Şiî ve Mu‘tezilî olduğu şeklindeki yaygın kanaat sebebiyle tarih ve tabakât yazarlarının büyük çoğunluğu müellif ve eserini tamamen ihmal etmiş, bazısı da birkaç satırla anmıştır. İslâm’ın altın çağı olarak kabul edilen ilk dört asırda dinî, fikrî ve ilmî alanlarda yazılmış Arapça te’lif eserlerle tercümeler ve bunların müellifleri hakkında verdiği bilgilerle ilim dünyasına ışık tutan el-Fihrist “makale” adını taşıyan on bölümden oluşmakta ve her bölüm “fen” başlığıyla alt bölümlere ayrılmaktadır. Birinci bölüm çeşitli milletlerin konuştuğu diller, kullandığı yazılar ve bunların özelliklerinin yanı sıra mukaddes kitaplar, Kur'an, kıraat ilmi ve kurrâlara ayrılmıştır. İkinci bölüm dil ve gramer hakkında olup Arap nahvinin teşekkülü, Kûfe ve Basra dil okullarında nahiv ilminin gelişmesi gibi konularla ilgili bilgiler içermektedir. Üçüncü bölümde tarih, siyer, ensâb âlimleri ve bunların eserleriyle kâtipler, divanlar, nedimler, mûsikişinaslar tanıtılmakta ve eğlenceye dair konulara yer verilmektedir. Dördüncü bölüm şiir ve şairler, beşinci bölüm kelâm ve İslâm’da kelâm akımları hakkındadır. Altıncı bölüm fıkha ve fıkhî mezheplere ayrılmış olup eserin en geniş kısmıdır. Yedinci bölüm felsefeye ve Eskiçağ’dan intikal eden ilimlere, sekizinci bölüm sihir, büyü, tılsım, illüzyon ve hurafelere ayrılmıştır. Dokuzuncu bölüm Kaideliler, Sâbiîler, Maniheistler, Mezdekîler gibi eski Mezopotamya ve Pers din ve kültürlerinin uzantısı olarak varlıklarını devam ettiren din, mezhep ve kültürleri, onuncu bölüm de İlkçağ’dan itibaren eski kimya alanındaki çalışmaları içermektedir. Eserde birinci bölümün ikinci kısmında Yahudi ve Hıristiyan kutsal kitaplarına da temas edilmekte, Yahudi âlimlerinden sadece Saîd el-Feyyûmî’ye (Saadia Gaon) yer verilmekte, ayrıca bazı Hıristiyan din âlimleri tanıtılmaktadır. İlim, kültür ve medeniyet tarihi bakımından büyük değere sahip olan el-Fihrist’in ilk ilmî neşrini yapmak üzere Gustav Flügel 1850’de çalışmaya başlamış, onun 1870’te ölümü üzerine Johannes Roediger ve August Mueller eksikleri tamamlayarak neşri gerçekleştirmişlerdir (Leipzig 1871-1872). Bu çalışma ilk olmasına rağmen bazı Grekçe ve Latince isimlerin doğru olarak tespiti ve çeşitli indeksleriyle sonraki neşirlerden daha kullanışlıdır. Ancak sadece Paris, Viyana ve Leiden nüshalarına dayandığı ve el-Fihrist’ten iktibasta bulunan diğer klasik kaynaklarla karşılaştırmadığı için bunda çok sayıda eksik ve okuma hatası mevcuttur. Krasnoperekopsk Rayonu Krasnoperekopsk Rayonu (Kırım Tatarcası: Krasnoperekopsk rayonı, Ukraynaca: Красноперекопський район, Rusça: Красноперекопский район), kuzey Kırım’da bir bölgedir.Perekop yarımadasının güneyinde yer alır.Merkezi Krasnoperekopsk'dir. Krasnoperekopsk Bölgesi 12 Köy Şurası'na ayrılmıştır.Köylerin resmi Rusça adlarını parantez içinde yazılmıştır. Ömer Lütfi Barkan Ömer Lütfi Barkan (1902-1979) Türk iktisat ve hukuk tarihçisi ve Türkiye’de iktisat tarih
i biliminin kurucularındandır. Eski Zağralı İsmail Efendi ile Gülsüm Hanımın oğludur. 1902 senesinde Edirne’de doğdu. İlk tahsilini Edirne Numune Mektebinde gördü. Edirne Muallim Mektebini bitirdikten sonra üç yıl ilkokul öğretmenliği yaptı. 1923’te İstanbul’a giderek Yüksek Muallim Mektebine girdi. Daha sonra Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi. 1927 senesinde Strasbourg Üniversitesi Edebiyat ve Hukuk Fakültelerinde lisansını tamamlayıp yurda dönünce Eskişehir Lisesi Felsefe öğretmenliğine tayin edildi. 1933 senesinde yapılan üniversite reformu sırasında doktora ve doçentlik tezi hazırlamadan, doğrudan Edebiyat Fakültesi Türk İnkılap Tarihi Kürsüsü doçentliğine getirildi. 1937 senesinde bu vazifesi de devam etmek üzere İktisat Fakültesi İktisat Tarihi ve İktisadi Coğrafya Kürsüsüne nakledildi. 1939’da “Osmanlı İmparatorluğunda Kuruluş Devrinde Toprak Meseleleri” konulu tezini bitirerek doçent oldu. 1941 Şubat'ında profesörlüğe yükseltildi. İktisat Fakültesindeki derslerinin yanında, Edebiyat ve Fen Fakültelerinin İnkılap Tarihi derslerini de yürüttü. Ayrıca Hayriye Lisesinde felsefe öğretmenliği, Yüksek Muallim Mektebinde müzakerecilik yaptı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Türk Hukuku Târihi ve Toprak Hukuku, Edebiyat Fakültesinde Türkiye Teşkilat ve Müesseseleri Tarihi dersleri okuttu. 1950’de İktisat Târihi Kürsüsü başkanı oldu. 1950-1952 yılları arasında İktisat Fakültesi dekanlığı yaptı. 1955’te Türk İktisat Târihi Enstitüsünü kurdu. Emekli oluncaya kadar bu enstitünün müdürlüğünü yürüttü. 1957 yılında ordinaryüs profesörlüğe yükseltildi. Aynı yıl Strasbourg Üniversitesi tarafından kendisine “şeref doktoru” ünvânı verildi. 1963-1972 yılları arasında İstanbul Özel İktisâdî ve Ticârî İlimler Okulunda Genel İktisat Târihi dersleri verdi. 1972 senesinde Milletlerarası Oryantalistler Birliğine bağlı Osmanlı ve Osmanlı Öncesi Târih Komitesi başkanı oldu. 1973’te yaş haddinden emekli oldu. 23 Ağustos 1979’da İstanbul’da öldü. Hocanın mezarı Edirnekapı Şehitliği 19. ada müstakil 6 da bulunmaktadır. ve mezarda kimliği belirtmek için herhangi bir taş bulunmamakta yani isim bulunmamaktadır. Ömer Lütfi Barkan yurt içinde Türk Tarih Kurumu, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü üyeliklerinden başka UNESCO Türkiye Millî Komisyonu 5 ve 7. dönem genel kurul üyeliklerinde bulundu. Sırbistan İlimler Akademisine de üye seçilen Barkan, 1967-1973 arasındaki dönemde Milletlerarası Şarkiyatçılar Birliğine bağlı Osmanlı ve Osmanlı Öncesi Tetkikleri Komitesi başkanlığına getirilmiştir. Osmanlı Devletinin iktisadi ve sosyal tarihi, toprak mülkiyeti konularını inceleyen Ömer Lütfi Barkan, 15 ve 16. yüzyıllarla, Tanzimat dönemi toprak meseleleri, Doğu Avrupa’daki tarım ve toprak reformu hareketleri hakkındaki araştırmalarında toprak mülkiyetinin tarihî ve hukuki temellerini inceledi. Osmanlı devlet bütçeleri, bazı imaret, cami ve vakıfların muhasebe bilançoları, tereke defterleriyle ilgili araştırmalarıyla Osmanlı İktisadi hayatının aydınlatılmasına katkıda bulundu. 1546 Tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri ve İslam ansiklopedisine yazdığı “Tımar” maddesi bu yöndeki çalışmalarının ürünüdür. Osmanlı Devletinin 15 ve 16. yüzyıllardaki fiyat hareketlerini de inceleyen Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı Devletinin nüfûsuyla ilgili belgeleri ilk defâ tarayıp ortaya çıkarmış, "Osmanlı târihî demografi araştırmalarının da öncülüğünü yapmıştır". Osmanlıların fethettiği toprakların iskânıyla ilgili vakıf, temlik, sürgün gibi kurumların fonksiyonlarını araştırarak Osmanlı târihî demografisine kaynaklık edecek belgelerin zenginliğine dikkatleri çekti. Osmanlı iktisâdî ve nüfûsuyla ilgili araştırmalarını son kitabı Hüdâvendigâr Livâsı Tahrir Defteri’ne kadar sürdürdü. Süleymâniye Câmii ve İmâreti İnşaatına âit Muhâsebe Defterleri adlı iki ciltlik eserinde inşâatla ilgili teknik ve mâlî bilgilerin yanı sıra 16. yüzyılda inşâat işçilerinin sosyal hayatlarını, Müslüman ve Hıristiyan işçilerle ilgili çok değerli bilgileri ortaya çıkardı. Osmanlı İmparatorluğunda bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler ve Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler adlı makâlelerinde genişleme ve fetih yıllarında nüfus fazlası meselesinin ve bölgeler arası nüfus dengesinin nasıl çözüme bağlandığını belgelerle sergiledi. Ticaret ve ticaret yolları konusunda yazdığı makalelerde Osmanlı Devletinin yükseliş ve çöküşünde milletlerarası ticaret ve iktisadî münasebetlerin oynadığı rolün önemine işaret etti. Batıda kapitalizmin gelişmesi ile Doğu-Batı arasındaki ticâretin uğradığı değişikliğin, Osmanlı Devletinin ticarî hayatındaki zanaatların ve küçük üretimin çökmesindeki etkisini gösteren belgeleri ortaya çıkardı ve yorumladı. Osmanlı arşivini çok iyi bilen Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı belgelerini iktisat tarihi açısından araştırıp değerlendirdi. Osmanlı iktisadına ait çok sayıda belgeyi gün ışığına çıkardı. Bu çalışmaları Türkiye’de iktisat târihi biliminin kurulmasında yurt içinde ve dışında Osmanlı iktisat târihine ilginin artmasında önemli rol oynadı. Ömer Lütfi Barkan, eserlerini çeşitli arşiv belgelerinin yorumuna dayandırmıştır.Tahsîli esnâsında elde ettiği hukuk, sosyoloji, edebiyat ve târih bilgilerinden istifade ederken, din bilgileri ve şer’î hukuk ilmindeki eksikliği sebebiyle bu alandaki yorumları objektif olamamıştır. Osmanlı hukuk ve idâre sisteminin kaynağının şer’î hukuk olmadığını iddia etmek suretiyle uzun yıllar sürecek tartışmalara yol açmıştır. Ömer Lütfi Barkan’ın; 1935 senesinden başlayarak, Siyâsî İlimler, Siyâsal Bilgiler Okulu, Ülkü, Türk Hukuk ve İktisat Târihi Mecmuası, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, İktisat Fakültesi Mecmuası, Vakıflar Dergisi, Belleten ve Belgeler gibi dergilerde yayınlanan 150’den fazla makâlesi vardır. Bunların içinde kitapların sayısı az olmakla berâber, makale olarak yayımlananların çoğu kitap hacmindedir. Ölümünden sonra makâlelerinin toplu olarak yayımlanmasına teşebbüs edilmişse de ancak toprak meselesiyle ilgili olanlar Türkiye’de Toprak Meselesi Toplu Eserler 1 adıyla bir ciltte toplanabilmiştir. Bunlardan başka “15 ve 16. asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukûkî ve Mâlî Esasları I: Kânunları, İktisat Târihi Ders Notları, Ekrem Hakkı Ayverdi ile birlikte yayımladığı İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri adlı eserleri vardır. Osmanlı kuruluş tartışmalarına da Mehmed Fuad Köprülü ekseninde katılır. "Kolonizatör Türk Dervişleri" adlı makalesinde/kitabında bunun etkileri görülür. TOFAŞ TOFAŞ (Türk Otomobil Fabrikası A.Ş.), 1968 yılında Koç Topluluğu'nun kurucusu Vehbi Koç tarafından kuruldu. Şirket 2010 yılı itibarıyla ABD, Rusya, Çin gibi Dünya devi ülkelerin otomobil ihracatlarının tamamını karşılamaktadır. Üretim fabrikası Bursa’da yer alan, Koç Holding ve FCA - Fiat Chrysler Automobiles'ın eşit hissedar olduğu kuruluş, bugün %37,8 Fiat Auto S.P.A, %37,8 Koç Holding A.Ş. ve %24,3 diğer kuruşlara ait ortaklık yapısıyla faaliyetlerine devam etmektedir. Tofaş, hem binek, hem de hafif ticari araç üretebilen tek Türk otomotiv şirketi konumunda yer almaktadır. Türk otomotiv sanayisinin büyük üreticilerinden biri olan Tofaş, yılda 400 bin araçlık üretim kapasitesine ve 10.000'den fazla çalışana sahiptir. 2013’te Fiat Chrysler Automobiles’ın 175 fabrikasında uygulanan WCM - Dünya Klasında Üretim Programı kapsamında “Altın Seviye”ye ulaşan Tofaş’ın Bursa’daki fabrikasında, Fiat’ın yanı sıra Citroen, Peugeot, Opel ve Vauxhall markaları için de üretim yapılmaktadır. Otomotiv sektöründe güçlü ve köklü bir geçmişe sahip olan Tofaş, Türkiye’de Fiat, Lancia, Alfa Romeo, Jeep, Ferrari ve Maserati (Fer Mas) markalarının satış ve satış sonrası operasyonlarını üstlenmektedir. Ayrıca Otoeksper isimli bir ikinci el markası mevcuttur. Günümüzde 80 ülkeye ihracat yapan Tofaş, 2013 yıl sonu verilerine göre 160.000 adet araç ihraç etmiştir. Tofaşı'ın 2013 satış geliri 7 milyar TL, net kârı ise 434 milyon TL'dir. Türkiye’de 240.000 adetle toplam üretimin %22’sini karşılayan Tofaş, ihracat hacmini %4 artırarak 1,6 milyar Euro ihracat gelirine ulaşmıştır. Murat 124 modeli ile seri üretime başlayan Tofaş, daha sonra 1977'de Murat 131'i Kuş Serisi olarak adlandırılan (Fiat Regata bazlı Şahin, Doğan, Kartal, 1983'te Murat 124'ün devamı olan Serçe) ve daha sonra Fiat ile aynı anda olmak üzere 1990'da Tempra üretimine geçti. Bu modelleri sırasıyla Tipo, Uno, Siena, Palio, Marea, Brava, Albea, Doblò, ve Linea modelleri izlemiştir. 2007 yılı sonunda Fiorino modelinin üretimine başlanmış ve bu araç PSA grubu için de üretilmekte olup üretimin büyük kısmı ihraç edilmektedir. Tofaş 2009'da yeni Doblo'nun, 2012'de ise yeni Linea'nın üretimine başlamıştır. Tofaş Ar-Ge faaliyetlerine 1994 yılında başladı. Fikri ve sınai hakları Tofaş’a ait olan Doblo ve Mini Cargo projeleriyle çoklu marka üretimi konusunda Türkiye’de bir ilke imza atan Tofaş Ar-Ge, Doblo ve Mini Cargo’nun ardından Yeni Linea’nın ürün geliştirme sorumluğunu da üstlendi. Bu gelişmeler neticesinde Tofaş Ar-Ge Merkezi; 2008 yılı itibarıyla “5746 Sayılı Araştırma ve Geliştirme Faaliyetlerinin Desteklenmesi” hakkındaki kanun kapsamında Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından Ar-Ge Merkezi olarak tescil edildi. Tofaş, bugün 17 bin metrekare olan Ar-Ge Merkezi’nde, 500’ün üzerinde çalışanıyla birlikte, Fiat-Chrysler’ın Avrupa’daki 2 Ar-Ge merkezinden biri konumuna geldi. Tofaş aynı zamanda, küresel otomotiv markalarının farklı ülkelerdeki müşterileri için ürün ve teknoloji geliştirme yetkinliğine sahip Ar-Ge merkeziyle, tasarımından üretimine kadar, tüm süreçlerini kendisinin yürüttüğü, fikri ve sınai mülkiyet hakları kendisine ait modellere sahip bir üreticiye dönüştü. Patent başvuru sayısı da son 5 yılda artarak toplamda 145 adede yükselen Tofaş, 2013’te Türk Patent ve Marka Kurumu’ne yerli patent başvuru sayısında ilk sıralarda yer aldı. Pamuk Pamuk ("Gossypium hirsitum"), ebegümecigiller (Malvaceae) familyasından anavatanı Hindistan olan kült
ürü yapılan bir bitki türü. Pamuk bitkisi kök, sap, yaprak, çiçek ve tohumdan oluşmaktadır. Tür ve varyetesine göre 60–120 cm, ağaç halinde olanlar ise 5–6 m boylanabilir. Pamuk 30–100 cm derine, 50–80 cm yanlarına uzanan kazık köke sahiptir. Toprak yüzeyinin 8–10 cm altında ilk yan kökler meydana gelir Bunlar yatay olarak büyürler. Yan köklerin sayıları 3-4 tanedir. Her biri tekrar dallanarak etrafa yayılır. Epidermis hücrelerinin dışa doğru uzaması ile sayısız emici tüyler meydana gelir. Genel olarak kök toprakta dik olarak ya da bir süre sonra zigzag çizerek devam eder. Uygun koşullarda kök uzunluğu 1,5 m ye kadar ulaşabilir. Afrika’da, çok yıllık ağaç şeklinde olan pamuk çeşitleri de vardır. Pamuk gövdeleri dik, dallanmış ve çok tüylüdür. Yapraklar uzun saplı, parçalı ve tabanı kalp şeklindedir. Çiçekler saplı ve yaprakların koltuğunda tek tek bulunur. Dış çanak yaprakları üç parçalı, taç yaprakları ise beş serbest parçalıdır. Meyve, olgunlukta açılan veya kapalı kalan, 3-5 gözlü bir kapsüldür. Bu kapsüle koza da denir. Her gözde siyahımsı renkli, oval şekilli ve üzeri uzun, sık ve beyaz renkli tüylerle örtülü 5-10 tohum bulunur. Pamuk tohumu, etrafındaki bu tüy veya liflerle beraber `kütlü` adını alır. Arkeolojik kanıtlar gerek Hindistan gerek Güney Amerika'da birbirinden bağımsız olarak 6000 ila 7000 yıl önce pamuğun değişik türlerinin tarımının yapıldığı ve giyimde kullanıldığını göstermektedir. Eski dünyaya pamuk Hindistan'daki Harappa uygarlığından gelmiştir. Mezopotamya'dan da Eski Mısır'a geçmiştir. Pamuğun Arapça'daki ismi olan "kutun" ('al kutun') İngilizce'ye "cotton", İspanyolca'ya "algodón " olarak geçmiştir. Pamuk için Türkiye'de yerel olarak üreticilerin kullandığı 'pambuk','bambuk' adının da, bugün kuzey Suriye'de yer alan Manbij şehrinin (Hierapolis Bambyce ya da Bambyke) başka dillerdeki değişik söylenişinden geldiği muhtemeldir. (Arnold Toynbee, Turkey: A Past and a Future, dipnot.50) Pamuk, alüvyonlu ve kuvvetli toprakları sever. Derin sürülmüş ve iyi gübrelenmiş topraklara ekilir. Ekim; sıcak bölgelerde şubat, soğuk bölgelerde mart-nisan aylarında yapılır. Ağustos ve eylülde hasat edilir. Pamuk için en büyük tehlike yağmurlardır. Yağmurlar, verimin ve kalitenin düşmesine sebep olur. Türkiye’de MÖ 330 yılına dek geriye giden uzun bir tarihçesi olmasına karşın asıl gelişmesini 11. yüzyılda Selçuklu Türkleri, 14. Yüzyılda Osmanlı Türkleri zamanında olmuştur. Türkiye Cumhuriyetin ilanından sonra ise pamuk tarımına büyük önem verilmiştir. Türkiye'de yetiştirilen pamukların tamamı orta lifli pamuklar olup birçok çeşidi kullanılmaktadır. Yaygın olanları; Gloria, Lydia, 499, Lima, BA373 akala, Stoneville 453, Carolina Quin, Çukurova 1518, Sayar 314, Nazilli 84, Nazilli 87, Maraş/Erşan 92, Ege 7913 Carmen, Flora, Celia, Candia, Julia, Beyaz Altın 119, BA308, Diamond çeşididir. Lejyoner Lejyoner kelimesinin Türkçe karşılığı çarkacıdır. Roma ordusundaki askerlere verilen isimdir. Ayrıca Fransız yabancılar lejyonundaki askerlere ve ünlü Fransız nişanı Légion d'honneur'u alan kişiye denir. İlk yaralı spartaküs ülkeyi savunma görevi 3 aşirete verilmişti(Tatienses, Ramnes ve Luceres). İlk ordu 3 piyade lejyonu ve 3 süvari centuriasından oluşuyordu. Daha uzaktaki savaşlar başlayınca askerlere maaş verilmeye başlandı. Manipulus bölünmesi uygulanmaya başlandı. Askerler yaşlarına göre sınıflanıyordu. En gençler hastati, sonraki princeps ve en deneyimlileri olan triarii. Hastati ve princeps 1200 kişi, triarii ise 600 kişiydi. Lejyon taktik birleşimi, her biri iki centuria'dan oluşan manipuluslara dayanıyordu (120 hastati, 120 princeps, 60 triarii). Manipulusların yanına veles(en genç ve yoksullarda oluşan) birliği veriliyordu. Ayrıca lejyon süvari birliğiyle destekleniyordu. Başkomutanlık imperium sahibi bir magistratusun elindeydi. En yoksullar hiçbir zaman askere alınmıyordu. Gaius Marius bunu değiştirdi. Jugurtha'ya karşı askere ihtiyacı olduğu için gönüllülerin hepsini askere aldı. Alabilecekleri ganimeti düşünen en yoksullar askere yazıldı. Hiçbir şeyleri olmadığı için komutanlarına sıkı sıkı bağlıydılar. Lejyon mevcudu 6000 e çıktı. İmparatorluk döneminde başkomutanlık, imparatoru temsilden ve senato sınıfından olan bir legatus legionis'e verildi. Augustus lejyondaki süvari sayısını 2 katına çıkardı. İç savaşlardan sonra lejyonlar eyalet isimleriyle anılmaya başlanadı. İtalya'dan artık yeterince gönüllü çıkmıyordu. Eyaletlerde yeterince gönüllü hala vardı. Hizmet sonunda verilen yurttaşlık hakkı, dolgun ücretler, primler ve 20 yıllık hizmet sonunda verilen para (veya toprak) onları orduya çekiyordu. 20 yıllık hizmet sonucu lejyonerler, vetenarus oluyor ve diploma alıyorlardı. Geç imparatorluk döneminde toplumdaki genel buhran orduyu da etkiledi. Lejyonlar sınırları korumak yerine imparatoru korumakla görevlendirildiler. Lejyonlar herhangi bir ordu birliği durumuna düşüyor ve nemeri adıyla adlandırılıyorlardı. Centuriolar ortadan kalkıyor ve yerine ducenariusve centanarius oluyordu. Son dönemlerde lejyon sayısı 170 çıkmıştı fakat mevcutları sadece 1000 kişiydi. Askerlerin ana geliriydi. Ayrıca yeni bir imparator tahta çıktığında kazanılan yerlerde yağma hakları vardı. Marius döneminde en düşük asker maaşı 225 denarii, Domitian döndür Journal of Turkish Weekly Ankara araştırma-düşünce merkezi merkezli USAK’ın (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) İngilizce olarak yayınlanan süreli yayınıdır. Kısa adı JTW. halen Journal of Turkish Weekly adresinde internetten de yayınlarına devam etmektedir. İngilizce olarak Türkiye üzerine yayın yapan ve tiraj açısından en önemli 3 portaldan biridir. Diğer iki portal Turkish Daily News ve Today's Zaman'dır. Yayında haberler ve yorumlar dışında akademik makaleler ve kitap tahlilleri de yer almaktadır. Şu ana kadar 50.000'den fazla dosyaya sahip olan JTW, 2007 Ekim ayı itibarıyla günde 45.000'den fazla okur tarafından takip edilmektedir. Özellikle Orta Asya, Orta Doğu, Kafkasya ve Karadeniz havzası üzerine kuvvetli bir arşivi vardır. Çevre Kuruluşları Dayanışma Derneği Çevre Kuruluşları Dayanışma Derneği, kısa adıyla Çekud, “Çevre ve kültür değerlerimizi birlikte korumak ve yaşatmak” gayesi etrafında buluşan “Çevre Gönüllüleri” tarafından, 1999 yılında İstanbul’ da kurulan dernek. Ahmet Ferit Tek Ahmet Ferit Tek (7 Mart 1878, Bursa - 25 Kasım 1971, İstanbul), Türk siyasetçi, diplomat, fikir adamı. Türk Ocağı'nın kurucularından ve derneğin resmi kuruluşundan sonraki ilk genel başkanıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk İçişleri Bakanı'dır. Son Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda, TBMM 1. Dönem ve 2. Dönem'de milletvekilliği, I. ve II. İcra Vekilleri Heyeti'nde ve 1. Hükümet ve 2. Hükümet'te bakanlık, sonrasında diplomatlık yaptı. Fecr-i Ati döneminin kadın yazarlarından Müfide Ferit Tek'in eşi, sanat tarihçisi Emel Esin'in babasıdır. 7 Mart 1878 tarihinde Bursa'da doğdu. İstanbullu bir aileye mensuptur. Babası Maliye muhasebecilerinden Mustafa Reşit Bey, büyük babası kadı Asım Efendi'dir. Annesi Bursalı İbrahim Ağanın kızı Hanife Leyla Hanım'dır. Öğrenimine Darü'l-Feyz Mektebi'nde başladı. Gülhane Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra asker olma isteği ile Kuleli Askeri İdadisi'ne girdi. Askeri eğitime 1894 yılında girdiği Harbiye Mektebi'nde devam etti. 1896 yılında piyade asteğmen rütbesi ile mezun oldu. Bir sene Erkan-ı Harbiye sınıfında çalıştı. 1897 ve 1898 yıllarında meşrutiyetçi öğrencilere karşı soruşturma başlatılmıştı. Arkadaşı Yusuf Akçura'yı korumak istemesi sonucu tutuklandı. 102 gün Taşkışla'da mahkûm olduktan sonra İstanbul’dan Fizan'a sürüldü. 8 Eylül 1897’de İstanbul’dan ayrıldı, sürgün edilen diğer mahkumlarla Şeref isimli vapurla yaptıkları bir haftalık yolculuktan sonra Trablusgarp'a vardı; onları Fizan'a götürecek yol parası temin edilemediğinden Trablusgarp'ta hapsedildiler. Bir yıl boyunca Trabulusgarp'ta zindanda kaldı. 1898 yılında affedildi ve rütbesi iade edildi. Trablusgarp Fırkası Erkan-ı Harbiye’sinde memuriyete başladı. Eşi Müfide Ferit Hanım ile Trablusgarp'ta bulunduğu sırada tanıştı. Yusuf Akçura ile birlikte 1900 yılında Trablusgarp kıyılarından bir kayığa binerek Tunus'a ve oradan Paris'e kaçtılar. Fransa’da bir taraftan siyasi faaliyetlere devam ederken diğer taraftan Paris Siyasi İlimler Mektebi'ne (Ecole Libre des Sciences Politiques) devam ederek, 29 Haziran 1903 tarihinde okulu yedinci olarak ve onur ödülü alarak bitirdi. Öğrenci iken, 4 Şubat 1902 tarihinde toplanan I. Jön Türk Kongresi'ne katıldı. Paris'e gelerek Versailles Lisesi'nde öğrenime başlamış olan Müfide Ferit ile 1907’de evlendi. Bu evlilikten 1914 yılında bir kızı (Emel Esin) dünyaya geldi. 1903-1908 yılları arasında kesin olarak belli olmayan bir tarihte Kazan'a gitti ve arkadaşı Yusuf Akçura'yı ziyaret etti. Ziyaretinin ardından, Türkiye’ye dönemediği için Mısır'a yerleşti. Kahire'de yayınlanan Türk gazetesinde yazılar yazdı. II. Meşrutiyet'in ilanı üzerine 1908 yılında İstanbul'a döndü. Şura-yı Ümmet Gazetesi'nde yazılar yazdı. Mekteb-i Mülkiye'de "18. Asır Siyasi Tarihi" dersleri verdi. 1913 yılında İstanbul'dan uzaklaştırılıncaya kadar bu görevini sürdürdü. Ayrıca 1909 yılında Ahmet Rıza Bey'in teklif ettiği Meclis-i Mebusan başkatipliği görevine atandı. Kütahya mebusu Saffet Paşa'nın istifası üzerine Kütahya mebusu seçilerek 18 Kasım 1909 tarihinde itibaren Meclis-i Mebusan'da mebus olarak yer aldı. Mecliste İttihat ve Terakki Fırkası’nı açıkça eleştirmesi, 1909 yılında partiden ihraç edilmesine neden oldu. 1912 seçimlerinde meclis dışında kaldı. 5 Temmuz 1912 tarihinde Millî Meşrutiyet Fırkası’nı kurdu. Parti kuruluşunda yer alan diğer arkadaşları Yusuf Akçura, Müderris Zühdü Bey, Mehmed Ali ve Cami Beyler idi. Partinin programında şu fikirler yer alıyordu: "Türkler yüzyıllardır İmparatorluğun hudutlarında çarpıştı. Kendi illerini ihmal etmek durumunda kaldılar. Türk illerinin kalbi olan Anadolu bakımsızdır. Türklerin de kendi millî kaderlerini düşünmesi saati çalmıştır." 22 Eylül 1912 tarihinde partinin yayın organı
olan İfham Gazetesini yayına çıkarmaya ve "İfham Kütüphanesi" adı altında bir dizi kitap basmaya başladı. Gazetede ateşli yazılar yazdı. Yazılarında Türklük ve İslamiyet dayanışmasına büyük önem verdi. Milliyet fikri ve milliyetçilik ülküsünü gerçeklik şuuru ile dengelemeye, her türlü siyasi düşüncenin üstünde değişmez prensip olarak yerleşmesine büyük önem vermiştir. Türk Ocağı adlı derneğin Askeri Tıbbiyeliler arasında 1911 yılında başlayan kuruluş çalışmaları sırasında Mehmet Emin Bey (Yurdakul) başkanlığında geçici bir idare heyeti kurulmuştu. Resmi olarak 25 Mart 1912 tarihinde kurulan Türk Ocağı'nın ilk Genel Başkanı Mehmet Emin Bey oldu. Balkan Savaşı sırasında Çatalca'daki genel karargahta yüzbaşı rütbesiyle bir süre görev yaptı ancak Londra Antlaşması'nın imzalanması üzerine yeniden gazetesinin başına döndü. Gazete, Mahmud Şevket Paşa'nın katli hakkındaki bir haber nedeniyle 13 Haziran 1913 günü kapatıldı. Mehmet Emin, önce Sinop’a iki yıl sonra Bilecik’e sürgün edildi. Bu yıllarda en yakın arkadaşı Refik Halit (Karay) oldu. I. Dünya Savaşı, o sürgünde bulunduğu sırada patlak verdi. Savaş sırasında bağımsızlığını kazanan Ukrayna’nın merkezi Kiev’e 1918 yılında başkonsolos tayin edildi. Bir yıl sonra ülke Bolşevik işgaline uğrayınca İstanbul’a döndü. Bir süre Damat Ferit Paşa kabinesinde Nafia Nazırı (Bayındırlık Bakanı) olarak görev yaptı ve Maliye Nezareti’ne vekalet etti. Millî Meşrutiyet Fırkası’ndaki arkadaşlarıyla Millî Türk Fırkası adında yeni bir milliyetçi siyasi parti kurdu. 12 Ocak 1920 tarihinde toplanacak Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na tekrar Kütahya mebusu olarak girmek üzere seçimlerde aday oldu, İstanbul mebusu seçildi. Birkaç ay sonra meclis, işgal güçlerinin baskısıyla kapatılınca millî mücadelenin yürütüldüğü Ankara’ya geçti. 30 Mayıs 1920 tarihinde Ankara'ya geldi ve İstanbul mebusu olarak 1. TBMM’de yerini aldı. Birkaç ay sonra Maliye Bakanı oldu ancak bütçe görüşmelerinde çıkan bir anlaşmazlık sonucu diğer bakanlarla birlikte 16 Mayıs 1921 tarihinde istifa etti. 26 Ekim 1921 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından TBMM Paris temsilcisi olarak atandı, milletvekilliğinden izinli sayıldı. 1923 yılında Lozan görüşmelerine katıldı. 30 Ekim 1923 tarihinde İsmet Paşa tarafından kurulan ilk cumhuriyet kabinesinde yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) olarak yer aldı. Görevini, ikinci kabinede de sürdürdü. Bakanlığı sırasında Cumhuriyet tarihinin ilk Köy Kanununu oluşturdu. O devir Anadolu’da yaygın olan eşkıyaya karşı mücadeleye girerek asayişi temin edebildi. Dâhiliye Vekilliği sırasında gerçekleştirdiği diğer önemli icraatı ise Yüzellilikler listesini hazırlamış olmasıdır. 1925 yılından sonra tamamen Hariciye’nin hizmetine girdi. 6 Mayıs 1925 tarihinde Londra’ya büyükelçi olarak atandı. İngiltere'nin Ankara Büyükelcisi Sir Percy Loraine'e göre, Bolşevik yanlısıydı. Ayrıca Fırsatçı ve prensipsiz biri olarak tanımladığı Tek'in karısının Londra Büyükelçiliği'ndeki başarısında büyük bir etken olduğunu söylemektedir. Yedi yıl bu görevi sürdürdükten sonra 1932’de Varşova büyükelçiliğine atandı. Bu görevine de aralıksız yedi yıl devam etti. Bu arada 1934 yılında Soyadı Kanunu'nun çıkması ile "Tek" soyadını aldı. 1939’da merkezde görevlendirildi. Son olarak 5 Aralık 1939 tarihinde Tokyo Büyükelçiliği görevinde bulundu. Yaş haddi gelince, görev süresi bir yıl uzatıldı. 1943 yılında emekliye ayrıldı. 25 Kasım 1971 tarihinde vefat etti. Ahmet Ferit Tek, Fransızca ve İngilizce bilmekteydi. İstiklal Madalyası ile Lehistan Devleti Beyaz Kartal Nişanının Büyük Kordonu’na sahipti. Mekteb-i Mülkiye’de ders verirken okuttuğu takrirleri "“Tarih-i Siyasi”" (Mekteb-i Mülkiye 1. sınıf için, 1327/1911, 276 s. taşbaskı), "“Tarih-i Medeniyet”" (Mekteb-i Mülkiye 3. sınıf için, 856 s. taşbaskı) adı altında basılmıştır. Her ikisi de sahalarında yazılmış ilk kitaplar arasındadır ve ders teksiri olduklarından çok az sayıda basılmışlardır. Sinop’ta sürgün olarak bulunduğu sırada yazıp İstanbul’da yayımlattığı "“Turan”" (1330/1914) isimli bir de kitabı vardır. Bunların dışında 1912 tarihinde "“Kuvvet ve Siyaset Muharebesi”" ile "“Kanun-u Esasi-yi Vilayet”" isimli iki önemli makalesi, Türk Ocakları yayın organı olan Türk Yurdu Dergisinde çıkmıştır. "“Türk Ocağı”" adlı makalesi 1914 tarihli Nevsal-i Milli’de yayımlanmıştır. Türk Edebiyatı Dergisinin 1973 Ekim sayısında ise "“1972 Başında Dünya Umumi Siyaseti ve Türkiye”" isimli yarım kalmış bir makalesi kızı Emel Esin tarafından yayımlanmıştır. Alfredo Versace Alfredo Versace, İtalyan Briç millî takımının başlıca oyuncularından biridir. Düzenli olarak ortağı Lorenzo Lauria ile oynamaktadır. Bridge Base Online'da kullandığı takma isim nevaio'dur. Çekingenlik Çekingenlik veya Utangaçlık, bazı insanların diğerleriyle beraberken, konuşurken veya yardım isterken yaşadığı güven yetersizliğidir. Zooloji'de ise çekingen, genel olarak "insanlardan kaçınmaya eğilimli olmak" anlamına gelir. Çekingenlik, alışılmadık durumlarda meydana gelir. Pek çok çekingen insan, rahatsız edici ve yakışıksız hissetmekten kaçınmak amacıyla, bu durumlardan kaçındığı için, durum alışılmadık kalmakta ve çekingenlik kendisini sürdürmektedir. Ancak, çekingenliğin başlangıçının sebebi çeşitlendirilebilir. Bazen, fiziksel kaygı tepkimesine sahip olan konulardan meydana geldiği görümektedir. Bazen de çekingenliğin önceden edinildiği ve sonradan fiziksel kaygı bulgularına yol açtığı görülmektedir. Bilimadamları, çekingenliğin en azından kısmen kalıtımsal olduğunu belirten hipotezi destekleyen bazı genetik bilgilerin yerini saptamışlardır. Bununla birlikte, aynı zamanda, içedönük ve dışadönüklüğün, yalnızca çocuğun genetik özyapı ile değil de bir çocuğun yetiştiği çevreyle de ilgisi olduğu kanıtlanmıştır . Yabancılara karşı ürkek olan bir çocuk, örneğin, er ya da geç bu kişisel özelliğini yaşlandığında kaybedebilir. Çekingen insanlar, muhakkak tüm insanlara karşı aynı derecede utangaçlık hissetmezler. Örneğin, bir insan arkadaşlarıyla çıkıyor olabilir, ama aynı zamanda karşı cinsten çekinebilir. Bir aktör sahnede cesur ve gürültülü fakat bir röportajda çekingen olabilir. Çekingen insanlar kendi çekingenliklerini olumsuz bir kişisel özellik olarak algılamaya eğimlidirler ve özellikle bireyselliğe ve sorumluluk almaya değer veren toplumlarda, pek çok insan çekingenliklerinden tedirgindir. Diğer taraftan, çekingen insanların çoğunun iyi bir dinleyici olduğu ve konuşmadan önce düşünmelerinin diğer insanlara göre daha olası olduğu görülmektedir. Ayrıca, çekingenliğin karşıtı olan utanmazlık, tıpkı laubalilik ve uygunsuz davranış gibi problemlere yolaçabilir. Bu aynı anda utangaçlığın telafisi olarak da kullanılan, gözüpek davranmayı da içermektedir. Utangaçlık doğrudan içedönüklükle ilgili değildir. İçine kapanık kişiler, kendilerinden ödül almadıkları için, sosyal durumlardan kaçmayı seçerler ve aşırı duyumsal düşünceleri ezici bulabilirler. Çekingen insanlar böyle durumlardan korkarlar ve kaçınmaları gerektiklerini hissederler. Halepçe Halepçe (Arapça: حلبجة , Kürtçe: Helebce), Irak'ın kuzeyinde, İran sınırının 15 km batısında, Süleymaniye'nin 61 km güneydoğusunda, başkent Bağdat'ın 241 km kuzeydoğusunda bulunan şehir. 57.000'lik nüfusunun çoğu Kürtlerden oluşmaktadır. 2014'ün Mart ayında oluşturulan Halepçe ilinin başkenti olup, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin bir parçasıdır. İran-Irak Savaşı sırasında 16 Mart 1988 tarihinde Saddam Hüseyin yönetimindeki iktidar tarafından gerçekleştirilen ve 3 saat süren zehirli gaz bombardımanı sonrası çoğu çocuk ve kadın olan 6.357 kişi zehirlenerek ya da yanarak öldü, 14.765 kişi ağır derecede yaralandı. WHO’nun raporuna göre bu kimyasal saldırı, günümüze kadar 43.753 kişinin ölümüne, 61.200 kişinin de sakat kalmasına sebep oldu. Her yıl dünyanın birçok yerinde demokratik kurum ve kuruluşlar Halepçe katliamıyla ilgili anma törenleri ve kınamalar gerçekleştirir. Bebek (anlam ayrımı) Bebek, insan veya hayvan yavrusudur. Şu anlamlara da gelebilir: Baltalimanı, Sarıyer Baltalimanı, İstanbul'un Sarıyer ilçesine bağlı, Boğaziçinde bir semttir. Adını Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı donanmasının başında bulunan Kaptan-ı Derya Baltacıoğlu Süleyman Bey'den almıştır. Kaptan-ı Derya olarak bulunan Baltacıoğlu Süleyman Bey’in İstanbul'un fethine çok büyük katkı sağlayan gemileri burada hazırladığı için liman Baltacıoğlu'nun ismiyle anılır olmuştur. Burada hazırlanan gemiler Beşiktaş tarafına sevk edilerek oradan karadan halice indirilmiştir. Baltalimanı Reşit Paşa zamanında yazlık ve av köşkünün kurulduğu ve lale devrinde yurt dışından gelen misafirlerin ağırlandığı bir semttir. Av köşkü olarak kullanılan yapı şu anda hala ayakta olup Baltalimanı Kemik hastalıkları hastanesi olarak değerlendirilmektedir. Emirgan ve Rumelihisarı semtlerinin arasında kalmaktadır. Emirgân Emirgân, İstanbul'un Sarıyer ilçesine bağlı, Boğaziçinde bir semttir. Sahilde çay bahçeleri, arka sırtlarda büyük şehir parkı ile ünlü olan semt, yeşillerle örtülüdür. Sahildeki Şerifler Yalısı, Park içinde kafe olarak kullanılan köşkler değişik çağlardaki Osmanlı mimarisinin örneklerindendir Osmanlı Padişahlarından I. Abdülhamit, bugün Emirgan'ın bulunduğu bölgeyi iskana açmıştır. IV. Murat, İran seferi sırasında Erivan'ı kuşatmıştı. Kaleyi korumakla görevli Emir Güne Han, şehri savaşsız bir şekilde Osmanlı Devleti'ne teslim etti. Kale komutanının bu davranışı hoşuna giden IV. Murat, kaleyi Osmanlı Devleti'ne savaşsız bir biçimde teslim etmesinden dolayı haklı olarak 'vatan haini' damgasını yiyeceği İran'a dönme olanağını artık yitirmiş bulunan Emir Güne'yi alıp İstanbul'a getirdi ve o zamana kadar "Feridun Bey Bahçeleri" adıyla anılan bugün Emirgan'ın yer aldığı semti kendisine bağışladı. Bu eski Boğaz semtine 'Emirgân' denmesinin sebebi işte yukarıda anlattılanlardan kaynaklanmaktadır. Emirgan parkı son yıllarda yerleştirilen spor aletleri ve yapılan koşu parkuruyla 'sadece piknik yapılmaya gelinen yer' kimliğinden kurtul
muş, hem sahili hem parkıyla sağlıklı yaşam tutkunları için yeni bir merkez konumuna gelmiştir. Emirgân'ın en büyük problemi ise hızlı kentleşme sonucu oluşan betonlaşmadır. Gerek bitmeyen, inşaat halinde kalan çalışmalar, gerek biten ama bölgeyle doku uyuşmazlığı gösteren yapılar bölgenin tarihi dokusuna zarar vermektedir. Kireçburnu Kireçburnu, İstanbul'un Sarıyer ilçesine bağlı, İstanbul'un en eski semtlerinden birisidir. Hemen üstünde Cumhuriyet mahallesi bulunmaktadır. Cumhuriyetin kuruluşu yıllarında Atatürk'ün Hacıosman bayırından indiği bilinmektedir. Mahallenin kurucusu 4 dönem muhtarlık yapmış olan Dursun Çoban'dır. Kireçburnu'nun adı Fatih Sultan Mehmet'in Rumeli Hisarı'nı yaptırmak için gereksinim duyduğu kirecin buradaki kireç ocaklarından çıkarttırması ve bu semtteki coğrafi yapının bir burun görünümünde olması ile oluşmuştur. Bunun yanında Kireçburnu küçük bir balıkçı semtidir ve balık restaurantlarıyla tanınır. Bunlardan en eskisi Tarihi Ali Baba Balık Restaurant'ıdır. Tarihi Kireçburnu Fırını da burada bulunur. Kireçburnu Spor Kulübü ise yalnızca Futbol şubesi olarak hizmet vermekle beraber Amatör Ligde oynayan bir takımdır. Kulüp aynı zamanda yaz aylarında semtin çocukları için futbol kursları vermektedir. Günümüzde de TRT -1 isimli kanalda Leyla ile Mecnun dizisi ile meşhur olmuştur. Dizi setini görmek isteyen dizi hayranlarının uğrak yeri olması ile tanınmaya başlamıştır.Dizi ile birlikte bu semtin güzel mekanları tanıtılıyor. Büyükdere, Sarıyer Büyükdere, İstanbul'un Sarıyer ilçesine bağlı, Boğaziçi'nde bir semttir. Deniz kıyısında birbirinden güzel çay bahçeleri ve sedirlerin bulunduğu,kliması ve oksijen kalitesi ve çok güzel suları ile İstanbul'un güzel semtlerinden birisidir. Buram buram tarih kokan Büyükdere'de 3 Ermeni kilisesi bir Rum kilisesi ve okulu ayrıca bir camii ve ilköğretim okulu ayrıca kız meslek lisesi mevcuttur.Mahallenin İlköğretim okulu merhum eski Milli Eğitim Bakanı Mehmet İpgin'in adını taşımaktadır. Sarıyer Belediye Başkanlığı vergi dairesi maliye ve Sarıyer itfaiyesi Büyükdere sınırları içerisindedir. Mahallenin futbol takımına bir dönem türkücü Nihat Doğan teknik direktörlük yapmıştır. Mahalle muhtarlığı görevini ALİ YAZICI devam ettirmektedır.Büyükdere semti Ali Yavuz ve Engin Çınar gibi önemli futbolcuları yetiştirmiştir. Alsit ve Sedatkent siteleri bulunur, yalıları çok güzeldir. Büyükdere'de eskiden Türklerle birlikte Rumlarda yoğun olarak yaşamaktaydı.Bunların yanında ermeni azınlıkta vardı.Rumların Yunanistan'a göçünden sonra Rum sayısı yok deninceye kadar azaldı.Yaklaşık 40 yıl önce Anadolu'dan göçler alınmaya başlandı.Bu göçlerin çoğu Karadeniz'den alındı.Semtin balıkçılık imkanı ve ağaçlık yapısı Karadenizlilere gurbeti yaşatmadı.Trabzon-Tonya,Giresun-Şebinkarahisarlılar yoğun olarak yaşarlar. Yeme/İç, Ayrıca Sarıyer'in en güzel simgelerinden biri olan Sadberk Hanım Müzesi de Büyükdere sınırları içerisinde bulunmaktadır Büyükdere'de eskiden Türklerle birlikte Rumlarda yoğun olarak yaşamaktaydı.Bunların yanında ermeni azınlıkta vardı.Rumların Yunanistan'a göçünden sonra Rum sayısı yok deninceye kadar azaldı.Yaklaşık 40 yıl önce Anadolu'dan göçler alınmaya başlandı.Bu göçlerin çoğu Karadeniz'den alındı.Semtin balıkçılık imkanı ve ağaçlık yapısı Karadenizlilere gurbeti yaşatmadı.Trabzon-Tonya,Giresun-Şebinkarahisarlılar yoğun olarak yaşarlar. Letnik Letnik, özellikle Slav dünyasında 14 Mart'ta kutlanan bahar bayramıdır. Abdullah Öcalan Abdullah Öcalan (d. 4 Nisan 1949, Halfeti) veya zaman zaman kullanılan kısa adıyla Apo, PKK'nın kurucularından biri ve bilinen ilk lideri. 1999 yılında Nairobi'de Kenya güvenlik birimlerince yakalanması sonrasında, 15 Şubat 1999 günü Türk güvenlik görevlilerine teslim edilerek Türkiye'ye getirildi. 28 Nisan 1999'da, Türk Ceza Kanunu'nun 125. maddesine göre vatana ihanet suçu gereğince hakkında idam cezası istendi. 29 Haziran 1999'da "silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek" suçuyla idama mahkûm edilse de, Avrupa Birliği uyum yasaları gereğince cezası ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. Günümüzde İmralı Cezaevi'nde hapis yatmaktadır. Kendi söylemine göre annesi Türk, babası Kürt kökenlidir. Şanlıurfa'nın Halfeti ilçesi Ömerli (Amara) köyünde Ömer ve Üveyş Öcalan'ın dört çocuğundan biri olarak doğdu. 1966-68 döneminde Ankara'da Anadolu Tapu ve Kadastro Meslek Lisesi'nde okudu, ardından 1969 yılında Diyarbakır'da kadastro memurluğu yapmaya başladı. Diyarbakır'daki görevinden, Bakırköy Tapulama Müdürlüğü'ne atanıp İstanbul'a geldi. 1971 yılında da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırdı. Öcalan aynı yıl Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne yatay geçiş yaptı. 1970 yılında İstanbul'da Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) şubesi üyesi olarak politik faaliyetlere başladı, 1971 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kayıt yaptırdı, yine bu yıllarda Mahir Çayan çizgisindeki THKP/C örgütü ile ilgilendi, Nisan 1972 tarihinde Şafak Grubunun bildirilerini dağıtırken yakalanarak 7 ay Mamak Askeri Cezaevinde tutuklu kaldı. 1975 yılında bir grup öğrenci arkadaşı ile birlikte Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği'ni kurdu. Ankara'da kurulan dernek, kısa bir süre içinde Güneydoğu Anadolu'ya taşınmış ve bölgedeki gençler arasında propaganda faaliyetlerinde bulunmuştur. Derneğin kurucuları arasında, şu an KCK Yürütme Kurulunda bulunan ve PKK'nın kurucu isimlerinden olan Cemil Bayık, Duran Kalkan, Rıza Altun, Mustafa Karasu ve örgütün hayatını kaybeden öncülerinden Kemal Pir, Mazlum Doğan, Haki Karer, Mehmet Hayri Durmuş gibi isimler bulunmaktaydı. Kesire Yıldırım ile 24 Mayıs 1978 günü Ankara'da evlendiyse de daha sonra ondan boşandı. 27 Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır'ın Lice ilçesi Fis köyünde; Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletlerinin bir kısım toprakları üzerinde yer alan ve Kürdistan olarak anılan bölgede Marksist-Leninist ilkelere dayalı bağımsız bir devlet kurmayı amaçlayan ve daha sonra çeşitli ülke ve uluslararası kuruluşlar tarafından terör örgütü olarak tanımlanacak olan Kürdistan İşçi Partisi (PKK)'nin kurucuları arasında yer aldı. Ardından gerçekleşen 12 Eylül Darbesi döneminde örgütün 60 kadar yöneticisi öldürüldü ve birçok taraftarı tutuklandı. Bunun üzerine örgüt geri kalan güçlerini Türkiye’nin sınırları içinde tutmanın tehlikeli olacağına karar vererek Suriye’ye çekti ve Abdullah Öcalan bu süreçte örgütün eylemlerini buradan yönetmeye başladı. Türkiye'nin baskıları sonucu 1998'de Suriye, Öcalan'ı topraklarından çıkarmak zorunda kaldı. Suriye'den Rusya'ya, oradan İtalya'ya geçen Öcalan, İtalyan Hükümeti tarafından da ülkeden çıkarılınca Kenya'nın Yunanistan Büyükelçiliği'nde saklandı. Kenya'daki Yunanistan Büyükelçiliğinden çıkarıldıktan sonra, Kenya güvenlik birimlerince yakalanıp, Türk güvenlik görevlilerine 15 Şubat 1999 günü teslim edildi. 16 Şubat 1999 tarihinde Engin Alan'ın komutanlığında Bordo Bereliler tarafından uçakla Kenya'dan Türkiye'ye getirildi. Türkiye Cumhuriyeti'ne getirildikten sonra görevliye söylediği ilk sözleri "Ben ülkemi severim. Annem de Türk'tü. Bir hizmet imkânım olursa yaparım. Onun dışında bana bir şey söylemeyin. Hizmet gerekirse yaparım. Türkiye'ye dönünce hizmet edeceğim. Fırsat verirseniz, hizmet ederim." olmuştu. Öcalan'ın üzerinden "Lazaros Mavros" adına düzenlenmiş bir Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu çıktı. Türkiye'ye varıldıktan sonra Bursa açıklarında bordo bereliler tarafından Deniz Kuvvetleri'ne ait bir hücumbota getirildi ve İmralı adasındaki özel hapishaneye konuldu. 31 Mayıs 1999 tarihinde hapsedildiği İmralı adasında yargılanmasına başlanan Öcalan suçluluk savunması yaptı ve PKK'yı kendisinin kurduğunu, örgütü sevk ve idare ettiğini, yakalandığı ana kadar örgütün kendisinin liderliği ve komutası altında faaliyetlerini sürdürdüğünü itiraf etti. 29 Haziran 1999'da yapılan son duruşmada Ankara 2 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından kurduğu silahlı örgütü PKK'yı, aldığı kararlar ve verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare ederek, devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemleri gerçekleştirdiği sabit görüldü. Abdullah Öcalan, oybirliği ile idama mahkûm edildi. Karar Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından da onandı. Mahkemenin gerekçeli kararında, Öcalan'ın, eylemlerinin şiddeti, yoğunluğu ve sürekliliği ve içinde bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınların da bulunduğu binlerce insanın öldürülmüş olması ve ülke genelinde ciddi tehlike oluşturması nedeniyle Türk Ceza Kanunu'nun 59. maddesinde düzenlenen "cezai sorumluluğu kaldıran veya azaltan nedenlerden" yararlandırılmasının uygun görülmediği açıklandı. Mahkemenin verdiği idam kararı, Yargıtay tarafından 25 Kasım 1999 tarihinde onandı, fakat idam cezası yerine getirilmedi, AB uyum yasaları ile idam cezası kaldırıldığı için İmralı Cezaevi'nde hapis yatmaktadır. Öcalan, kaldığı İmralı Adası'ndaki cezaevinde ""esnek, çok kültürlü, anti-tekelci ve uzlaşma odaklı"" olarak tarif ettiği Demokratik Konfederalizm adlı bir politik kuram geliştirmiştir. Klasik Marksist-Leninist görüşlerin, Murray Bookchin'in komünalizme dair fikirleri ile ekoloji ve feminizm gibi konuların harmanlanması sonucu oluşan ve devlete dayanmayan sosyalizm anlayışını içeren bu doktrine göre, Orta Doğunun toplumsal yapısına en uygun model konfederal bir yapıdır. Öcalan, 22 Arap devletinin kendi arasında bu durumun gerçekleştirebileceğini, buna benzer olarak Türklerin de kendi aralarında "Türk demokratik konfederalizmi" kurabileceğini ifade etmiştir. Çünkü Öcalan'a göre bu ulusların ayrı ayrı bağımsız milli devletleri bulunduğu için tek devlet bayrağı altında toplanamayacaktır. Yine Öcalan'a göre Marksist-Leninist bir ilke olan ulusların kendi kaderini tayin hakkı, salt devlet kurma ilkesi olarak ele alındığı için tarihi felaketlere yol açmıştır. Buna karşın Demokratik Konfederalizm ilkesinin demokratik ulus seçeneğinin yönetme şekli olarak bir halkın kendi geleceğini özgür ve demokratik yollarla belirleyebilmesinde bir biçim olarak ke
ndini tarif ettiğini belirtmiştir. Öcalan, Demokratik Konfederalizm ilkesini aynı isimli eserinde şu şekilde tanımlamıştır; Öcalan'ın İmralı Adası'nda kaldığı hücrenin küçük ve genel cezaevi koşullarının kötü olduğu iddia edilerek serhildan adı verilen protesto gösterileri gerçekleşmiştir. Heyet-i Temsiliye Heyet-i Temsiliye (Temsil Heyeti,Temsil Kurulu, Temsilciler Heyeti), Mondros Mütarekesi’nden sonra Anadolu topraklarının İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmesi üzerine başlayan ulusal direniş sırasında, ulusal bir meclisin (TBMM) kuruluşuna dek Millî Mücadelenin yürütme organı olarak görev yapmış kuruldur. İlk olarak Erzurum Kongresi delegeleri arasından doğu illerini temsil etmek ve kongrenin kararlarını uygulamak üzere seçilen 9 kişilik kurula Sivas Kongresi’nden sonra tüm yurdu temsil etmek görevini verilmiş ve üye sayısı 16 kişiye çıkarılmıştır. İstanbul hükümetine alternatif bir geçici hükümet olarak çalışan Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki kurul, 27 Aralık 1919'dan itibaren faaliyetlerini Ankara'da sürdürmüş ve Millet Meclisi’nin kurulmasında aktif rol oynamıştır. 23 Temmuz – 7 Ağustos tarihlerinde toplanan Erzurum Kongresi dağılmadan önce tüzüğü gereği 9 kişilik bir temsilci kurul seçti. Bu kurul “"Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti"”'nin temsilcisi idi. Dernekler Kanunu uyarınca verilmesi gerekli dilekçe olarak, Erzurum valiliğine sunulan 24 Ağustos 1919 tarihli bildiride, Temsilci Kurul üyelerinin isim ve kimlikleri şöyle yazılmıştı: Kongre başkanı Mustafa Kemal, temsil kurulunun da başkanı idi. Kurulun üyesi dokuz kişi hiçbir vakit bir araya gelip birlikte çalışmadı. Rauf Bey ile Bekir Sami Bey Osmanlı Mebuslar Meclisi'ne katılmalarına kadar Mustafa Kemal ile birlikte bulundular. Mustafa Kemal ve beraberindeki Heyet-i Temsiliye üyeleri Sivas Kongresi’ne katılmak üzere 29 Ağustos 1919’da Erzurum’dan ayrıldı; 2 Eylül 1919’da Sivas’a ulaştı. Temsil Heyeti, Sivas’a geldiğinde Refet Bey onuncu kişi olarak diğer üyeler tarafından heyet üyeliğine kabul edildi. Sivas Kongresi, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında gerçekleşti. Kongre’de Heyet-i Temsiliye, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti"'nin temsil kurulu haline geldi. 11 Eylül’deki oturumda Heyet-i Temsiliye seçimi yapıldı; Erzurum Kongresi’nde seçilen eski heyet üyeleri aynen korundu; temsilcileri bulunmayan yörelerden seçilen yeni üyelerle heyetin üye sayısı 16’ya çıkarıldı. Başkanlık görevi Mustafa Kemal’e verildi. Heyete geçici hükümet kurma görevi verildi. Sivas Kongresi ile Temsil Heyeti’ne katılan üyeler şunlardır: Heyet-i Temsiliye’nin üye sayısı 16 kişiye çıkmış olsa da toplantılar ve kararlar 5-6 e n fazla 10 kişi ile gerçekleşmiştir Heyet, kongreden sonra 108 gün Sivas’ta kaldı. Ankara’da oluşturulacak millet meclisi için tüm yurtta seçimlerin yapılması ile ilgilendi. 20-22 Ekim tarihinde Ali Rıza Paşa hükümeti ile Amasya’da görüşme yaptı; bazı isteklerini İstanbul hükümetine kabul ettirdi; meclisin Ankara’da toplanmasını karara bağladı. 18 Aralık 1919’da Ankara’ya gitmek üzere Sivas’tan ayrıldı. Sivas’tan Ankara’ya 27 Aralık 1919’da varan Heyet-i Temsiliye kafilesi, beşi Heyeti-i Temsiliye üyesi (Mustafa Kemal Paşa, Hüseyin Rauf Bey, Mazhar Müfit Bey, Hakkı Behiç Bey, Şeyh Fevzi Efendi) olan 19 kişiden oluşuyordu .. Ankara’da kendilerine tahsis edilen Ziraat Mektebi’ne yerleştiler. Heyet-i Temsiliye’nin geçici merkezinin Ankara olduğunu duyuran bir bildiri yayımlandı. Keçiören tepesi yamacındaki Ziraat Mektebi, bir süre için Heyet-i Temsiliye’nin kararagahı oldu. Heyet, yeniden açılan Osmanlı Mebusan Meclisi’ne üye olarak İstanbul’a gidecek olan mebuslarla görüşmeler yaptı. Misak-ı Milli’yi hazırladı ve Mebusan Meclisi’nde kabul edilmesini sağladı. TBMM’nin açılmasından kısa süre önce Heyet-i Temsiliye, Ankara Garı’ndaki “"Direksiyon binası"” adlı yapıya taşındı. TBMM’nin açılması ile Heyet-i Temsiliye’nin görevi sona erdi. Mecliste Mustafa Kemal Ankara Milletvekili ve meclis başkanı oldu. Diğer Heyeti Temsiliye üyelerinden Hüseyin Rauf Bey Sivas, Bekir Sami Bey Amasya, Refet Bey İzmir, Kara Vasıf Bey Sivas, Mazhar Müfit Bey Hakkari, Ömer Mümtaz Bey Ankara, Hüsrev Sami Bey Eskişehir, Hakkı Behiç Bey Denizli, Ratipzade Mustafa Bey Niğde delegesi olarak mecliste yer aldı. Heyeti-i Temsiliye’nin Sivas’ta çalışmalarını sürdürdüğü dönemde halkı ve dünyayı çıkmak üzere olan savaş hakkında bilgilendirmek üzere haftada iki gün İrade-i Milliye adlı gazete çıkarılmıştır. Sivas Kongresi’nde basın konusunun tartışıldığı 11 Eylül 1919 günü alınan kararla kurulmasına karar verilen gazete, ilk sayısını 14 Eylül 1919’da yayımladı. 10 Ocak 1920’de Hakimiyete- Milliye Gazetesi yayına başlayıncaya Milli Mücadelenin yayın organı olma vasfını yitiren gazete, yayın hayatını 1922 sonuna kadar devam ettirdi. Heyet-i Temsiliye Ankara’ya taşındıktan sonra kurulun yayın organı olarak Hakimiyet-i Milliye gazetesi çıkarıldı. Haftada iki gün dört sayfa yayımlanan gazetenin ilk sayısı 10 Ocak 1920’de yayımlandı. Perforasyon Perforasyon Tıpta içi boş bir organın anormal olarak açılması. Lümenli bir organın belirli bir noktadan delinerek muhteviyatını periton boşluğuna sızdırmasıdır. Perforasyona ilişkin en önemli komplikasyon peritonitis'dir. İşkodra İşkodra, (Arnavutça: "Shkodra") Arnavutluk cumhuriyetinin en eski yerleşim merkezlerinden biri olan İşkodra aynı zamanda ülkenin kuzey kesiminin en önemli sanayi ve kültür merkezidir. İşkodra vilayetinin merkezi olan şehrin nüfusu 90.000'dir. Osmanlı İmparatorluğu'na ilk kez 1392'de yapılan akınlar sonucu bölgeye hakim prensin Yıldırım Bayezid'e bağlılığını bildirmesiyle bağlanan İşkodra, kısa süre sonra Macaristan Krallığı’nın eline geçtiyse de, Niğbolu Savaşı'ndan (1396) sonra yeniden Türk egemenliğine girdiyse de 1401'de Prens tarafından şehir Venediklilere satıldı. 1409'da Macar Kralı Zsigmond (Sigismund) tarafından işgal edildi. 1444 yılında Firuz Bey tarafından Venedik Cumhuriyeti hesabına ele geçirilen kent bu devlete teslim edildi. 1455'te Evrenosoğlu İsa Bey tarafından İşkodra bir kez daha Osmanlı topraklarına katıldı ise de, şehir birkaç kez daha el değiştirdi. Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-81) 1467 yılında Rumeli Beylerbeyi Mahmud Paşa büyük bir ordu ile gelerek şehri kesin olarak fethetti. 1468'de tüm Kuzey Arnavutluk'ta Türk egemenliğinin kurulmasıyla İşkodra Rumeli Beylerbeyliği'ne bağlı bir sancak haline getirildi. Arnavutluk'la süregelen savaşlar sonunda bölgede İslamiyet (Bektaşi) geniş ölçüde yayıldı ve birkaç boy hariç İşkodra ve çevresi halkı Bektaşi İslamiyet'i kabul etmeye başladı. Arnavutluk müslümanlarının ağırlıklı bir bölümü Bektaşi olup şehirde ve civarda birçok Bektaşi tekkesi mevcuttur. Osmanlı Devleti’nin Kutsal İttifak’a karşı 1683-99 yılları arasındaki savaştan yenilgi ile ayrılmasıyla bölgedeki Türk egemenliği zayıflama emareleri göstermeye başladı. 1706'da isyan eden Karacadağ halkından bir kısmı dağlık yerlerden aldırılarak, ovalık yerlere yerleştirildiler. Bu asilerden Buşet köyünden Mehmed Bey bölgeye hakim oldu ve Osmanlı Devleti kendisine vezirlik vererek İşkodra Valiliği'ne atadı. Böylece Kuzey Arnavutluk’a hakim olan Buşuatlar, Avusturya ve Venedik ile siyasi ilişkiler kurmaya başladılar. Mehmed Paşa'nın yerine geçen Mahmud Paşa Ruslarla siyasi ilişki kurmaya başladı ve Katerina II’nin teşvikiyle bölgede isyan etti. Ancak Gazi Hasan Paşa'nın müdahalesiyle 1779'da ayaklanma bastırıldı. Yapılan anlaşmaya göre Mahmut Paşa İşkodra Valiliği görevinde bırakıldı. 7 yıl sonra ise bşr başka buhran patlak verdi. 1786'da Venedik topraklarına saldırıya kalkışması Mahmud Paşa'nın idamını gerektiren bir sebep oldu. Bunun gereğini yapmak için harekete geçen Elbasanlı Kurt Ahmed Paşa, İşkodra'yı kuşattıysa da, yenilgiye uğrayınca çekilmek zorunda kaldı. Mahmud Paşa'nın 1788'de Karadağ'da öldürülmesiyle İşkodra yeniden Osmanlı İmparatorluğu'na bağlandı. 1810 yılında bölgedeki Sırplar Rusların teşvikiyle yeniden isyan etiler. Bunun üzerine Bosna tarafından asker toplanarak isyancıların üzerine gidildi ve isyan bastırıldı. Padişahlığının ilk döneminde Rumeli’deki yerel ayanlara birçok ödün vermiş olan II. Mahmut orduda gerekli ıslahatı yaptıktan sonra, merkezle bağı iyice gevşemiş bölgelerin tekrar merkezi idare altına alınması siyasetin hız verdi. Bu çerçevede, 1832 yılında Reşid Mehmed Paşa'nın Vali Mustafa Paşa'yı teslim alışıyla İşkodra bölgesinde yerel valilerin yönetimine son verildi. 1871 yılında İşkodra'da bulunan askeri kuvvetlerin azaltılmasına karar verildi. Kent, 24 Haziran 1867 tarih ve 1474 sayılı Meclis-i Mebusan iradesiyle Üsküp vilayetiyle birleştirilerek, Merkez, Prizren ve Debre sancaklarından ibaret bir vilayet merkezi oldu. Klementi, Hotti, Skrielli, Kastrati ve Pilati kabilelerinn yaşadığı merkez ilçede 4.140 hane Müslüman, 1.730 hane Katolik ve 370 hanede Ortodoks vardı. İşkodra şehrinde ise 2.500 hane Müslüman, 900 hane Katolik ve 100 hane de Ortodoks idi. 1876'de yılında İşkodra önemli karargahlardan biri haline getirildi. 1876’da Midritlilerin çıkardıkları isyanlar bastırıldı; sonra da Karadağ Savaşı'nda (1876-78) önemli merkezlerden biri oldu. 1877'de İşkodra vilayeti küçültüldü, ufak bir vilayet haline getirildi. Aynı yıl Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına milletvekili gönderen 29 seçim bölgesinden biri oldu. 1881 yılında ilçe yapıldı.1908 yılında teşkilatında ise, merkez ve Draç sancaklarından meydana gelen bir vilayet haline getirildi. Balkan Savaşı'nda İşkodra’daki Türk birlikleri Hasan Rıza Paşa komutasında kenti kuşatan Sırp ve Karadağ birliklerine karşı uzun süre savundu ise de 13 Nisan 1913'te teslim oldu. Kent, aynı yıl, 1912’de bağımsızlığını ilan etmiş bulunan Arnavutluk devletine bırakıldı. İşkodra, Birinci Dünya Savaşı'nda 27 Haziran 1915 Avusturya - Macaristan birlikleri, İkinci Dünya Savaşı'nda ise İtalyanlar tarafından işgal edildi ise de her defasında Arnavutluk'a geri verildi. II. Dünya Savaşından sonra Arnavutluk'ta komünist yönetim kuruldu. 1967 yılında İşkodra'daki camilerin biri dışında heps
i yıkıldı. Komünist yönetimin yıkılmasından sonra şehirdeki tek cami olan Kurşunlu Camii tekrar ibadete açıldı. Günümüzde önemli bir eğitim ve sanayi merkezi olan şehirde bakır tel ve deri fabrikaları bulunmaktadır. Burada üretilen bakır telin büyük bir kısmı ihraç edilmektedir. Rozafa Kalesi'nde Fatih Sultan Mehmet Camii bulunmaktadır. Naproksen Naproksen bir non-steroidal anti-enflamatuvar ilaçtır (NSAİİ). Hafiften orta seviyeye kadarki ağrı, ateş, enflamasyon ve osteoartrit, romatoid artrit, psoriyatik artrit, gut, yaralanma, aybaşı krampları ve tendinit gibi durumların yol açtığı sertliklerin tedavisinde kullanılır. Ayrıca birincil dismenore tedavisinde de kullanılır. Vücutta ağrı ve enflamasyona neden olan mediatörleri azaltarak çalışır. Her ne kadar diğer Nsaii'lara oranla daha büyük bir dozaja ihtiyaç duysa da naproksen albumine kuvvetlice bağlanır ve böylece diğer ilaçlara oranla kanda daha uzun bir yarılanma süresine sahiptir. Naproksen'in sodyum tuzu, Naproksen sodyum, gastroinstestinal yoldan daha hızlı emilir. Naproksen ilk kez 1976'da, reçete ilacı olarak "Naprosyn" adıyla satılmaya başlandı. Naproksen sodyum ise ilk kez 1980'de Anaprox ismiyle satılmaya başlandı. ABD'deki Food and Drug Administration (FDA - Gıda ve İlaç Dairesi) 1991'de ilacın reçetesiz olarak da satılmasını onaylasa da, Kanada dahil dünyanın diğer birçok ülkesinde ilaç halen reçete ilacıdır. Naproksen Nsaii'ların arilasetik asit ailesinin bir üyesidir. Beyaz kristalize bir madde olan naproksenin moleküler ağırlığı 230.2628'dir. Kokusuzdur. Ayrıca naproksen lipid çözünürdür; pratik anlamda düşük pH (pH 4'ten düşük) seviyesindeki suda çözünmez. pH seviyesi 6 veya daha yüksek olan suda çözünebilir. Erime noktası 153 °C'dır. Diğer NSAİİ'lar gibi naproksen de gastrointestinal yolda rahatsızlık yaratabilir. İlacı yiyecek ile birlikte almak en sık karşılaşılan bu yan etkiyi gidermeye yardımcı olabilir. Yine diğer NSAİİ'ler gibi, naproksen sodyum ve lityum çıkartımını engelleyebilir. Lityum ilavesi (supleman) kullananlarda naproksen kullanımına dikkat edilmelidir. Ayrıca, NSAİİ'ların salisilat ailesindeki ilaçlarla veya antikoagülanlarla beraber kullanılmaması önerilir. Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Mondros Mütarekesi'nden sonra Anadolu'nun ve Rumeli'nin çeşitli şehirlerinde, işgallere karşı kurulan milli cemiyetlerin 7 Eylül 1919 tarihinde Sivas Kongresi'nde birleştirilmesinden sonra oluşan yeni cemiyete verilen isimdir. Kurucusu, ilk ve tek Umumî Reisi Mustafa Kemal Paşa'dır. 13 Ekim 1919 tarihinde "Müdafaa-i Hukuk Teşkilâtına Dair Nizamname" hazırlandı ve bu nizamname tüm Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine gönderildi. Buna nizamnameye göre Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, "vatanın maruz kaldığı olaylar ile ve tamamen aynı maksatla millî vicdandan doğmuş olup her türlü fırka cereyanının dışındadır." Cemiyetin amacı, "Osmanlı vatanının bütünlüğünü, Saltanat ve Hilâfetin makamı ile Millî bağımsızlığın korunmasında Kuva-yı Milliye'yi etkin ve İrade-i Milliye'yi hâkim kılmaktır." Bütün İslâm vatandaşları cemiyetin doğal üyesidirler. Örgütlenme, köy ve mahallelerden başlayarak nahiye, kaza, liva, vilâyet, müstakil liva taksimatına bağlı olacaktır. Müdafaa-i Hukuk hareketi, İstanbul hükümetince İttihatçılıkla, Bolşeviklikle, Saltanata ve Hilâfete isyankârlıkla, Cumhuriyetçilikle, Asilikle suçlandı. Sivas Kongresi'nde Fırkacılıkla ilgili uzun tartışmalardan sonra, Meclis-i Millî toplanıncaya kadar geleneksel İttihatçı yörüngesinde gelişen siyasetten uzak durularak, halkın birliğini bütünlüğünü sağlamanın zorunluluğu benimsendi ve 5 Eylül 1919 tarihinde "İttihat ve Terakki Cemiyetini yeniden canlandırmaya çalışmayacaklarına, mevcut siyasî partilerden hiçbirinin siyasî amaçlarına hizmetçi olmayacaklarına" ilişkin yemin metni hazırlandı. Heyet-i Temsiliye Anadolu'da geçici hükümet rolünü oynadı. Çünkü, Heyet-i Temsiliye ulusal örgütlerin amaç ve ilkelerini eldeki araçlarla yurdun her tarafına yayıyor halka açıklıyor, örgüte güç kazandırmaya çalışıyor, mevcut ulusal örgütlerin varlığını ve devamlılığını sağlamak için çaba gösteriyor, bu örgütleri bir noktada birleştirmeye, bunlar arasında uyumlu bir bağ kurmaya özen gösteriyordu. Cemiyet bir yandan ulusal eylemi halka indirici çalışmalar yaparken öbür yandan da Müdafaa-i Hukuk karşıtı olan Damat Ferit Paşa hükümetine karşı yoğun bir eyleme girişti ve bu hükümetin yıkılmasını sağladı. 21 Mart 1921 tarihinde tüm vilâyet ve mutasarrıflıklara gönderilen bir genelgede ARMHC'nin ülke ve millete yönelik görevlerini daha iyi yapabilmek için bu örgütlerin Meclis Başkanlığı ile daha iyi ve düzenli ilişki kurmaları istendi ve MH Merkez Heyetini oluşturan kişilerin ad ve şöhretlerinin Meclis Başkanlığına bildirilmesi belirtildi. Cemiyet, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Halk Fırkası'na dönüştü. Flurbiprofen Günümüzde reçetesiz olarak da sık satılan popüler ilaçlardan olan flurbiprofen, Türkiye'de Majezik (Sanovel), Maxaljin(MeCom) ve Maximus ticari adı ile 15 adet 100 mg tablet formunda satılan, fenilalkanoik asit türevi güçlü bir steroid olmayan antienflamatuar ilaçtır. Dünya'da Ansaid (Pfizer) ve Froben(Abbott) olarak satılmaktadır. Bazı boğaz pastillerinde de bulunmaktadır. Etken maddenin R-enantiyomeri (tarenflurbil) metastatik prostat kanseri ve Alzheimer hastalığında kullanılmak üzere klinik deneme aşamasındadır. Flurbiprofen, analjezik, antipiretik ve antienflamatuar etkilere sahip fenilalkanoik asit türevi güçlü bir nonsteroidal antienflamatuar ilaçtır. Antienflamatuar etkilerinin görülebilmesi için analjezik etki amacıyla kullanılan dozlardan daha yüksek dozlarda verilmesi gerekir. Analjezik etkisi siklooksijenaz enzimini bloke ederek prostaglandin sentezini inhibe etmesine bağlıdır. Aynı zamanda lökosit migrasyonunu da inhibe eder. Diğer benzer ilaçlar gibi bu da Tromboksan A2 yapımını engelleyerek geçici antiagregan etkiler gösterir. In vitro trombin ve kollajene karşı trombosit yanıtını inhibe eder. Adenozin difosfat ve adrenalinin yaptığı trombosit agregasyonunu ikinci fazda durdurur. Flurbiprofenin ilgi çeken bir özelliği plazma denge derişiminin oldukça altında bile etkili olduğunun gösterilmiş olmasıdır. Flurbiprofen kullanımına bağlı olarak gözlenen yan etkilerin insidansı oldukça düşüktür. Çoğu hafif ve geçici yan etkilerdir. Sağlıklı deneklerde renal fonksiyon üzerine çok az etkilidir. Flurbiprofen ya da diğer nonsteroidal antienflamatuar ilaçlar gastrik prostaglandin sentezinin inhibisyonuna bağlı olarak gastrik ve duodenal ülserlerin oluşmasına yol açabilirler. Flurbiprofen, oral yolla alındıktan sonra hızlı bir şekilde gastrointestinal sistemden absorbsiyona uğrar ve yaklaşık 1.5 saat içinde kan doruk seviyelerine ulaşır. Gıda ile birlikte alınması ilacın biyoyararlanımını değiştirmez. Eliminasyon yarıömrü yaklaşık 6 saati bulur. %99'dan fazla oranda plazma proteinlerine bağlanmaktadır. Karaciğerde CYP2C9 enzimi ile metabolize edilir. %20'si serbest ya da konjuge formda,yaklaşık %50'si ise hidroksillenmniş metabolitleri halinde idrarla atılır. Tavsiye edilen günlük doz; bölünmüş dozlar halinde 150–200 mg'dır. Semptomların şiddetine göre günlük doz toplam 300 mg'a çıkarılabilir. Adet sancılarında, semptomların başlangıcında 100 mg, bunu takiben 4-6 saatte bir 50 mg-100 mg. Maksimum günlük doz 300 mg'dır.Çocuklarda etkinliği ve güvenliği kanıtlanmadığı için 15 yaşın altındaki çocuklarda kullanılmamalıdır. Flurbiprofenin spesifik bir antidotu yoktur, doz aşımı sırasında genellikle solunum depresyonu,uyuşukluk,bulantı,epigastrik ağrı,baş ağrısı,baş dönmesi olabilmektedir.Kusturma ya da lavaj yoluyla müdahale edilir.Gerektiğinde destekleyici tedavi uygulanır. Romatoid artrit, osteoartrit, ankilozan spondilit, bursit, tendinit, yumuşak doku yaralanmalrı ve dismenorede endikedi Kronik olarak nonsteroidal antienflamatuvar ilaçlarla tedavi edilen hastalarda, önemli gastrointestinal yan etkilerin görülebileceği düşünülerek hastalar dikkatle takip edilmelidir. Diğer nonsteroidal antienflamatuvar ilaçlarda olduğu gibi Flurbiprofen de renal ve hepatik fonksiyon bozukluğu bulunan; geçmişte böbrek veya karaciğer hastalığı geçirmiş kişilerde dikkatle kullanılmalıdır. Flurbiprofen, kardiyak dekompansasyonu, hipertansiyon ve benzeri hastalıkları bulunan kişilerde sıvı retansiyonu ve ödem görülme ihtimaline karşı dikkatle kullanılmalıdır. Yapılan çalışmalarda 12 aydan fazla sürede günde 200 mg'lık dozda alınan Flurbiprofen'in kanama süresini uzatmadığı bildirilmiş olmasına rağmen, özellikle anormal kanama potansiyeli bulunan hastalarda dikkatli olunmalıdır. Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalarda Flurbiprofen'in teratojenik etkisinin bulunmadığı gösterilmiş olmasına rağmen insanlar üzerindeki çalışmaların yetersizliğinden dolayı Flurbiprofen'in hamilelerde kullanılması tavsiye edilmez. Prostaglandin inhibitörü ilaçların yeni doğanlar üzerindeki olası yan etkileri nedeniyle Flurbiprofen'in laktasyonda kullanılması tavsiye edilmez. Flurbiprofenin çocuklarda etkinliği ve güvenilirliği ile iligli henüz yeterli bulgu yoktur. Bu yüzden çocuklarda kullanılması tavsiye edilmez. Flurbiprofenin gebelik kategorisi C fakat 3. trimesterde D'dir. Flurbiprofenin araç ve makine kullanımı üzerine etkileri araştırılmamıştır fakat farmakodinamik profili göz önüne alınarak bir etki oluşturması beklenmez. Flurbiprofen tedavisi ile seyrek olarak görülen yan etkiler hafif şiddette, doza bağlı ve geçicidirler. Dispepsi, mide bulantısı, kusma, abdominal ağrı, gaz şikayetleri, diyare, konstipasyon, ürtiker, baş dönmesi, sinirlilik, kulak çınlaması, bulanık görme, rinit, vücut ağırlığı değişimleri (sıvı retansiyonu),Solunum yetmezliği, Hipertansiyon (taşikardi. Oftalmik yan etkiler : Korneal yara iyileşmesinde yavaşlama,gözde hfif batma, kaşıntı, yanma ve irritasyon Flurbiprofen furosemid gibi diüretiklerin etkisini azaltabilir. Flurbiprofen'in diğer nonsteroidal antienflamatuvar ilaçlar gibi kanama parametrelerini etkileyebi
leceği düşünülerek antikoagülan ilaç kullanan hastalarda dikkatle uygulanmalıdır. Flurbiprofen ve aspirinin birlikte uygulanması durumunda Flurbiprofen'in serum konsantrasyonunda yaklaşık %50 düşüş olduğu bildirilmiştir: Bu nedenle bu iki ilacın bir arada kullanılması tavsiye edilmez. Flurbiprofen; lityum,metotreksat,kardiak glikozidlerin serum düzeylerini yükseltebilir. Flurbiprofen, anjiyotensin dönüştürücü enzim (ADE) inhibitörleri, siklosporin ve diüretiklerle birlikte kullanıldığında nefrotoksisite riski artabilir. Flurbiprofen, anjiyotenzin dönüştürücü enzim inhibitörleri, beta blokerler, diüretikler gibi antihipertansiflerin etkisini azaltabilir. Flurbiprofen, fenitoin ve sülfonilüre gibi antidiabetiklerin etkilerini artırabilir. Flurbiprofen, diğer nonsteroidal antienflamatuar ilaçlarla, kortikosteroidler, alkol, bifosfonatlar ve oksipentifilinle birlikte eşzamanlı alındığında gastrik kanama ve gastrik mukozada irritasyon riski katlanır. Antiagregan aktiviteye sahip şu bitkilerle birlikte alınması bu etkinliği artırabilir: Kebere otu, hayıt meyvası, çuhaçiçeği, gümüşdüğme, sarımsak, zencefil, ginkgo, at kestanesi, yeşil çay, ginseng, kızıl yonca Erdem Türetken Erdem Türetken, (5 Nisan 1979, Merzifon), Türk basketbolcudur. Kısa forvet pozisyonunda görev almaktadır. Erdem Türetken, basketbola Anadolu Üniversitesi’nin yıldız takımında başladı. Daha sonra Marmara Koleji ile Türkiye 2. Basketbol Ligi’nde mücadele etti. Ardından Darüşşafaka’da 3 yıl başarı ile görev yaptı. 2005 yılında İzmir'de gerçekleştirilen Universiade 2005 İzmir'de Türkiye millî basketbol takımında önemli görev aldı. 2005-06 sezonu başında Beşiktaş Cola Turka’ya transfer oldu. 2007 yılında Galatasaray Café Crown ile sözleşme imzaladı. 2009 yılını Kepez Belediyespor'da geçirdi. 2010-11 sezonu için Aliağa Petkim ile anlaştı. 2011-12 sezonunda Konya ekibi Torku Selçuk Üniversitesi'nde forma giydi. Bir sezon sonra Medical Park Trabzonspor'a transfer oldu. Trabzonsor ile 2012-13 sezonunda TB2L'yi şampiyon olarak noktaladılar. 2013-14 sezonu başında TB3L takımlarından Sakarya Büyükşehir Belediyespor'a transfer oldu. Limni Limni, (Yunanca: Λήμνος, Lemnos) Kuzeydoğu Ege Yunan adaları grubuna giren, Gökçeada'nın güneybatısında bulunan Yunan adasıdır. Osmanlı kaynaklarında ismi Ilımlı ada olarak da geçer. En önemli yerleşimleri adanın batısında aynı zamanda merkezi de olan Myrina, ateşkes mütarekesinin imzalandığı Mondros (Moudros), Kaspakas, Kandiya (Kodias) ve Tigani'dir. Bu ada misak-ı milli sınırları içerisinde olmasına,Türkiye Cumhuriyeti ana karasına daha yakın olmasına rağmen Lozan Antlaşması'nda Yunanistan'a bırakılmıştır. Yüzölçümü 476 km², nüfusu 17.000 kadardır. Bozbaba (Agios Efstratios), Gökçeada (Imvros), Bozcaada (Tenedos) ve Semadirek (Samothrake) adaları ile birlikte Boğazönü adalarını oluşturur. Adanın dört belediyesi vardır; toplamda 30 kadar yerleşimi vardır. Güneydoğusunda yer alan küçük Bozbaba adası ve Midilli adası ile birlikte Lesbos yönetim birimini oluştururlar. Yönetim merkezi Midilli'dedir. Limni tüm Kuzey Ege adaları gibi sessiz, sakin ama tertemiz bir adadır. Birkaç güzel plajı vardır. Avrupa'daki tek çöl bu adadadır. Ilık iklimi, sade güzelliği, muhteşem mutfağı, yavaş hayat tarzı ve güleryüzlü insanlarıyla turistleri cezbeden bir ada olmasına karşın Güney Ege'deki adalar kadar fazla turistik değildir. İklimi genelde Akdeniz'dir ve kışları sert geçer. Yalnız ada sonbaharda çok rüzgar alır. Ada stratejik bir yerde bulunduğundan, adada büyük bir askeri üs de yer almaktadır. Mondros körfezi Ege'nin ve hatta Akdeniz'in en güvenli sığınaklarından biridir. Demircilik tanrısı Hephaistos'un adası olarak bilinir. Kaynaklara göre Antikçağ döneminde bu adada, Etrüsklerin diline benzer bir dil konuşan bir topluluğun yaşadığı belirtilir. Fakat bu kişilerin muhtemelen Etruria'dan gelen tüccarlar olduğu da söylenir. Bir başka kaynağa göre de tıpkı komşu Semadirek (Samothrake), Gökçeada (Imvros) ve Bozcaada (Tenedos) gibi, Limni'deki yaşayanlar da İÖ 5.yy civarına tarihlenebilen Helen yerleşimi öncesi Pelasg dili kullanmışlardır. Ne yazık ki çözülememiştir henüz bu dil. Ada Fatih Sultan Mehmet zamanında 1456 yılında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Elden çıkış tarihi ise 21 Ekim 1912'dir. Trablusgarb Harbi'nden hemen sonra başlayan Balkan Harbi sırasında Yunanistan, Menteşe Adaları'nın kuzeyinde kalan Doğu Ege Adaları bölgesinde Osmanlı egemenliğindeki adaları işgal stratejisini uygulamaya koydu. Osmanlı donanmasından oldukça ileri bir durumda bulunan Yunan donanması, Osmanlı donanmasının Ege Denizi'ne çıkmaya zorlandığı bir dönemde Kuzey Ege'de deniz kontrolü ve hâkimiyetini tesis etmekte zorlanmadı. Başlıca hedefi Ege Denizi'ndeki Osmanlı adaları olan Yunanistan, Taşoz'dan Ahikerya'ya kadar uzanan ve Anadolu sahillerini kuzeyden güneye bir dizi halinde kapatan toplam 8 adayı işgal etti. Midilli Ahikerya ve Sakız Sisam adaları hariç, diğer adaların işgalleri sırasında Yunanlar ciddi bir mukavemetle bile karşılaşmadı. İşgal edilen adaların bazılarındaki Osmanlı mülkî ve askerî personelinin daha önce tahliye edilmiş olması ve adalarla haberleşme imkânlarının bulunmayışı nedeniyle; tıpkı İtalyan işgalinde olduğu gibi bazı adaların işgal bilgileri zamanında alınamadı ve kaderlerine terkedilmiş bu adaların işgal edildikleri ise daha sonra öğrenilebildi. 21 Ekim 1912'de Limni Adası'nın işgali ile başlayan Yunanistan'ın adalar harekatı neticesinde; 31 Ekim'de Gökçeada (İmroz), Taşoz ve Bozbaba, 1 Kasım'da Semadirek, 4 Kasım'da İpsara, 7 Kasım'da Bozcaada ve 17 Kasım'da Ahikerya adaları işgal edildi. Limni'nin işgalinden bir ay sonra, 21 Kasım 1912'de başlayan Midilli'nin işgali 21 Aralık 1912'de, 25 Kasım 1912'de başlayan Sakız'ın işgali ise 3 Ocak 1913'te tamamlandı. Sakız Adası'nın işgali sırasında Yunanlar Sığacık sahiline giderek oradaki kayıkların Sakız'a getirilmesi talimatını sahiplerine verdikleri gibi, Çeşme civarındaki bütün kayıkları da başka mahallere sevk ettiklerinden Sakız'a cephane, malzeme ve personel nakli imkânsız hale geldiği için yardım yapılamadı. Son olarak Sisam Adası 15 Mart 1913'te işgal edildi. Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında Limni adasının Mondros Limanında 30 Ekim 1918'de imzalanmıştır. Haftada her gün Midilli, Sakız, Sisam ve Kavala'dan, haftada birkaç gün ise Pire, Selanik, Dedeağaç ve Rafina'dan feribot ve deniz otobüsü (hydrofoil) seferleri yapılmaktadır. Bunun yanı sıra Atina ve Selanik üzerinden havayolu ile de ulaşılabilmektedir adaya. Avrupa'dan da doğrudan charter uçuşları vardır.Şu anda Çanakkale'den Limni adasına düzenli seferler başlamıştır. Son zamanlarda Gökçeada'nın Uğurlu kasabası - Gizli Liman ile Limni adası arasında da feribot seferleri yapılması için planlar yapılmaktadır. Endorfin Endorfin, Endorphin ("endogenous morphine"), vücutta bulunan morfin; opiat benzeri etki gösteren peptit yapıda hormonlardır. Hipofiz bezi ön lobu tarafından sentezlenir ve salgılanırlar. İnsan vücudunda ağrıyan dokularda ağrının azalması için beyin dokuları tarafından üretilen hormonlara verilen isimdir. Hormonun işlevi, ağrının şiddetini azaltmak ve vücuda daha az rahatsızlık vermesini sağlamak için sinirleri uyuşturmaktır. Endorfinlerin ağrı kesici etkisi morfinden yaklaşık 30 kat daha fazladır. Mutluluk hormonu olarak da anılır. Heyecan, ağrı, egzersiz, baharatlı yiyecek tüketimi, seks ve orgazm gibi durumlarda salınımı artış gösterir. Altın Orda Devleti Altın Orda, Altın Ordu Devleti (Tatarca: Алтын Урда"Altın Urda", Moğolca: Алтан Орд "Altan Ord"), bir Türk-Moğol hanlığıdır. Cengiz Han ölmeden önce topraklarını oğulları arasında paylaştırmıştı. Seyhun Irmağı ile Balkaş Gölü'nün batısındaki yerleri büyük oğlu Cuci Han'a vermişti. Cuci Han'ın küçük oğlu Batu Han, batıya doğru giriştiği seferlerle bu toprakları genişletti. Cuci'nin toprakları sonradan Batu Han ile ağabeyi Orda Han arasında paylaşıldı. Balkaş ile Aral gölleri arasındaki ve Seyhun Irmağı'nın güneyindeki yerler Orda'ya verildi. Harezm ve yeni alınan topraklar Batu'un yönetimine bırakıldı. Orda'nın yönetimindeki doğu bölgesine Ak Orda, Batu'un yönetimindeki batı bölgesine de Gök Orda adı verildi. Gök Orda sonradan Altın Orda olarak adlandırıldı. 1242'de Altın Orda Devleti'ni kuran Batu Han, İdil Nehri'nin aşağı havzasındaki Saray kentini kendine başkent edindi ve topraklarını genişletti. 1256’da Batu Han öldüğünde devletin sınırları Kıpçak Bozkırı'nı (Deşt-i Kıpçak), İdil'in aşağı ve orta havzasını, Seyhun ve İdil ırmakları arasındaki Aral Gölü yöresini, Kafkaslar'ın Azerbaycan'a kadar olan kesimini kapsıyordu. Altın Orda Devleti, Lehistan (Polonya) ve Litvanya'yı vergiye bağlamıştı. Batu Han'ın yerine Berke Han geçti. Berke Han, İslam dinini benimsedi ve Moğolların bir başka kolu olan İlhanlılarla savaştı. Bulgaristan'da Bizans ordusunu yendi. 1260'ta, ortaçağın en büyük kentlerinden biri sayılan Saray Berke kentini kurdu. Berke Han'ın ölümünden sonra Mengü Timur Han, Özbek Han ve Canıbek Han Altın Orda Devleti’nin gücünü korudular. Canıbek Han'ın ölümünden sonra taht kavgaları başladı. Toktamış Han 1380'de Timur'un desteğiyle tahta çıkarak bu çatışmalara son verdi. Daha sonra Timur’un Altın Orda topraklarına sefer düzenlemesi ve taht kavgalarının yeniden başlaması Altın Orda Devleti'ni güçsüz düşürdü. Bu kavgalarla parçalanan Altın Orda Devleti topraklarında Kazan Hanlığı, Kırım Hanlığı, Astrahan Hanlığı, Nogay Hanlığı, Sibir Hanlığı kuruldu ve daha sonra Rusya Çarlığı olacak Moskova Knezliği bağımsız kaldı. Moskova Knezliği dışında kalan toprakları Kırım Hanlığı ele geçirdi ve 1502'de Altın Orda Devleti tarihten silindi. Altın Orda Devleti'de yönetsel konular soyluların oluşturduğu Kurultay'da görüşülür ve karara bağlanırdı. Topraklar ve otlaklar Moğol soylularının elindeydi. Halk bu toprakları işler, ürünlerin belirli bir bölümünü bağlı oldukları beye verirdi. Göçebe bir toplumdan gelen Altın Orda hükümdarları, göçebeleri yerleşik düzene geçirmeye çalıştıl
ar. Aşağı İdil'de 20'den çok kent kurdular. Bu kentlerin en büyüğü olan Saray Berke’nin nüfusunun 100 binden daha fazla olduğu sanılır. Günümüz Avrupa Rusyası, Karadenizin kuzeyi, Gürcistan, Ukrayna ve Kazakistanın Avrupa yakası Cengiz Han'ın 1227'de ölümünden sonra büyük hanlık makamına Ögedey seçildi. Onun hâkimiyeti, Moğol Hanlığı'nın teşkilâtlandırılması bakımından mühimdir. Bu maksatla kurultaylar toplanmış ve bazı umumî kurallar konulmuş, Cengiz'in "yasa"sı tatbik edilmekle beraber, şehirli ve köylü ahalinin ihtiyacına göre bir idare kurulmuştu. 1235'te devlet işlerini alakadar eden yeni meseleler münasebetiyle toplanan büyük kurultayda Batı Seferi, yani Doğu Avrupa'nın istilâsı kararlaştırıldı. Bu muazzam ordunun başında Cengiz'in torunu, Batu (Çoçi Oğlu) bulunuyordu. Aslında Harezm, Kafkasya ve İrtiş'in batısı büyük oğlu Cuci'ye düşmüştü (1224). Fakat Cuci, Cengiz Han'dan az önce öldü ve ona ayrılan yerler oğlu Batu Han'a verildi. Ona verilen bölgede kurulan devletin adı "Altınordu", asıl kurucusu da Batu Han'dır.Hanların ordugahında han çadırının üzeri altın kaplama olduğu için, bu çadıra "Altınorda" deniliyordu. Zamanla bu kelime Türkçede "Altınordu" şeklinde yazılır. Hem Altınordalılar, hem de "kral sarayı" ve "ordugah" anlamlarında kullanılır. Batu Han'a ait olan yerlere, babasının adından dolayı "Cuci Ulusu" deniyordu. Ulus, "Birleşik İller" anlamında, yani yer adı olarak kullanıyordu. Sefere, ondan başka birçok Çingiz oğulları (prensleri) de iştirak edeceklerdi. Ön kıtaların kumandanı olarak da en meşhur generallerden biri olan Sübedey görülmektedir. İlk darbe Bulgarlar üzerine oldu. Bu hareket 1224'de Bulgarlar'ın Don boyundan dönen Moğol kıtalarına hücumların öcünü almak için yapılmıştı. Bulgarlar az bir zaman içinde yenildiler; başta Bulgar olmak üzere şehirleri tahrip edildi. Şehirlerden ve büyük yollardan uzakta kalan halkın, bu istilâdan zarar görmediği muhakkaktır; şehirli ve köylü ahaliden birçoğunun da kaçarak, ormanlarda saklandığı anlaşılmaktadır. Bu suretle Moğol istilâsından sonra Orta İdil sahasındaki Bulgar unsuru ortadan kaldırılmış olmadı; yok olan şey: müstakil bir Bulgar devletiydi. Nitekim, çok geçmeden bu bölgede Bulgar beylerinin yeniden faaliyette bulunduklarını görüyoruz. 1237 sonunda kış mevsimi olmasına rağmen, Moğol ordusu Rus bölgesinin istilâsına başladı. Bu sıralarda Rus yurdu birçok knezliklere bölünmüştü. Ryurik sülâlesine mensup olmak üzere, muhtelif mıntıkalarda, knezleri, müstakil birer beylik halinde hükümet etmekte idiler; artık Kiyef merkez olmaktan çıkmıştı; onun yerine Suzdal Rusyası (Merkezi Vladimir) yükselmişti; batıda da Haliç knezleri kuvvet bulmuşlardı. Altın Orda'da diğer Moğol devletlerindeki gibi tek ilah inancı vardı. Tanrı adına tabiat kuvvetlerine hükmediyorlardı, içtikleri suyun bir kısmını ateş için güneye, hava için doğuya, su için batıya ve ölüleri yad etmek için kuzeye serperlerdi. Altın Orda'da Tanrı resmine çok nadir rastlanır. Moğollarda hükümdarın tanrılaşma eğilimi yoktur. Batu da, Cengiz Han ve Ögedey gibi halkının şamanist inancını paylaşıyordu. Hristiyanlık İdil boyunda önemli rol oynamıştır. Hristiyanlığın tesiri, Batu'nun oğlu Sartak'ın kısa süreli hakimiyeti döneminde (1256-1257) biraz önem kazanmıştır. Ondan sonra tahta geçen Berke ise Müslümandır, bunda Seyfettin el-Buhari'nin büyük rolü vardır. Berke Müslümanlığı kabul edince Müslümanlık Altın Orda'da hızla yayılmıştır. Hatta Mısır'da askerlik yapan Altın Ordalı askerler bile bu olaydan sonra Müslümanlığa girmişlerdir. Tatarlar arasında İslamiyet bu kadar hızla yayılmasına rağmen, eski inançlarına sadık kalan bir hayli Türk ve Moğol vardır. Tohtu (Tokta), kendisi şamanist iken oğlu Müslümandı, bunun Altın Ordu'daki hoşgörüyü gösterdiği iddia edilir. On İki Ada On İki Ada, Ege Denizi'nde bulunan bir grup adaya verilen isimdir. Menteşe Adaları olarak da geçer. On İki Ada ismini, Osmanlı Devleti’nın gayrimüslim bölgelerde uyguladığı yönetim şeklinden almıştır. 12’li denen bu sisteme göre her on hane birer temsilci çıkarır, bu temsilciler de aralarından bölgeyi yönetecek "12 kişilik bir ihtiyar heyeti" seçerdi. Türkçe "On İki Ada" ismi ilk önce Yunancaya daha sonra birebir çevirilerek diğer batı dillerine girmiştir. "On İki Ada" denilen adalar grubunda, isminin çağrıştırdığı gibi sadece 12 adet ada yoktur. 12 ada olarak adlandırılan bu ada grubunun sadece büyük olanlarını sayarsanız 14 ada, büyüklü küçüklü hepsini sayarsanız 20'den fazla ada ve adacık vardır. Bunlara "Güney Sporat adaları", "Güney Sporatlar" denilmektedir. Ayrıca her adanın kendi ismi vardır. Buradaki 12 sayısı adaların sayısını ifade etmek için değil; "12 üyeli meclisle yönetilen adalar" anlamındadır. Osmanlılarda ise, önceleri "Ege Adaları" denilmiş, sonra ise Cezayir-i Bahr-i Sefid (Akdeniz Adaları)" ve "Cezair-i isna aşer" denilmiştir. Daha sonra yönetim vilayeti olan Akdeniz Adaları, Sisam ve Sakız Adası gibi On İki Ada'nın dışında kalan adaları da içine almaktaydı. Türkler bu adların bazılarını Türkçenin hançeresine uydurmuş, bazılarına ise Türkçe isimler vermişlerdir. Rodos ismi olduğu gibi kalmış. Kasos, Kaşot olmuş; Karpethos, Kerpe; Aliminya, Limoniye; Simi, Sömbeki; Tilos, İlyaki; Nisiros, İncirli; Mandraki, Yalı; Kos, İstanköy; Astropalya, Koçbaba; Kalimnos, Kilimli; Kharki, Herke olmuş; Patmos, Meis, Chalke, Lipos, Leros ise olduğu gibi söylenmiştir. Avrupa kaynaklarında ise, söz konusu adalar grubu için "Güney Sporatlar Adaları" veya "Güney Sporatlar" ifadeleri kullanılmıştır. "On İki Ada" tabiri, Yunanlar tarafından, Balkan Savaşı öncesinde, adaların İtalyanlar tarafından işgalinden sonra kullanılmıştır. 1- Astypalaia - İstanbulya 2- Halki - Herke, Hereke, Herkit 3- Kalymnos - Kilimli, Kelemez 4- Karpathos - Kerpe 5- Kasos - Kaşot, Çoban 6- Kos - İstanköy 7- Leros - İleriye, İleryoz 8- Nisyros - İncirli 9- Patmos - Batnaz 10- Rhodes - Rodos 11- Symi - Sömbeki 12- Tilos - İlyaki, İlleki, Papazlık, Piskopi, İlkil 13- Kastellórizo/Megisti - Meis, Kızılhisar Adelfoi Syrnas Islets - Kızkardaşlar Anditilos - Askino Armathia - Ermeniya, Akça Alimia - Limoniye, Alimniye, Hırmanlu Astakidonisia - İstakida adaları Avgo - Yumurta Chamili - Kamulin, Kamelya Divounia (Ouanianisia) - İkikardaşlar Gialesíno - Yavalsa Glaros - Laros Gyali - Sakarcılar, Sakarcalar, Yalı Kalolimnos - Kalolimni, Kalolimnoz, Kaldimnos Kandelioussa - Çerte, Kandilli Kinaros - Ardıçcık, Zenari Lipsi - İlipsi, Eşekler Levitha - Koçbaba, Koçpapaz Liadi Islets - Kendiroz Marmarás - Marmar, Marmara, Mermer Mavra - Mavra Nimos - Miskin Ofidoussa - Yaban, Yılan Pachia - Pakya Pergousa - Pergusa Plati - Plati Saria - Doğancık, Sariye, Saros, Misarya Sesklio - Seskili Sofrano Islets - Safran adaları (Büyük Safran & Küçük Safran & Soka) Stroggyli - Birgöz Syrna - Ardacık, Sirina Telendos - Telendos Trianisia - Üçadalar Rho - Karaada, Aya Yorgi Strongyli - Çamada, İpsili Antik Çağ'da Yunan dünyasının bir parçası olan adalardan özellikle Rodos ve İstanköy (Kos) köklü tarihleriyle öne çıkarlar. Helenistik dönemde ve Roma döneminde siyasal ya da coğrafi bir birim oluşturmayan adalar, Bizans yönetimi altında Kyklad Adaları'nı da içine alan Dhodhekanisos Theması olarak düzenlendi. Bunu izleyen Osmanlı yönetimi sırasında, Rodos ve İstanköy dışındaki adalara belirli ayrıcalıklar tanındı. Rodos ve On İki Adalar Osmanlı hakimiyetine Hospitalier Şövalyeleri mağlup edildikten sonra, 1522'de Rodos'un Fethi ile geçmiştir. Özellikle Rodos'a Türk aileler yerleştirilmiştir. Başlangıçta yönetim açısından Midilli sancakbeyliği içinde yer alan adalar daha sonra Kaptanpaşa Eyaleti'ne, 1867'de de Cezayir-i Bahr-i Sefid Eyaletine bağlandı. Bu düzenleme, İtalyan kuvvetlerinin Trablusgarp Savaşı sırasında adaların büyük bölümünü ele geçirmesine (Mayıs 1912) değin sürdü. Aynı dönemde İkaria Yunan kuvvetlerinin eline geçerken, Meis Osmanlıların elinde kaldı. 1912 yılında imzalanan Ouchy (Uşi) Antlaşmasına göre İtalya On İki Ada'yı Osmanlı İmparatorluğu'na verecekti. Ancak adaların, Yunanlar tarafından işgal edilebileceği düşüncesiyle Balkan Savaşı'nın sonuna kadar İtalyanlarda kalmasına karar verildi. Ancak İtalya bu adaları Osmanlı İmparatorluğu'na vermekten vazgeçerek kendi topraklarına kattı. I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı'ya dayatılan Sevr Planı ile On İki Ada ve Meis'in İtalya'ya bırakılması amaçlanmıştı. Sevr Planı'nın hayata geçirilememesinin ardından Lozan Antlaşması'nda da On İki Ada'nın İtalyan yönetiminde kalması teklif edilmiş ve bu madde kabul edilmiştir. II. Dünya Savaşı'nda İtalya'nın 1943'te teslim olmasından sonra İngilizlerin adaları alma girişimleri başarısızlığa uğradı. Denetimi ele geçirmiş olan Alman birlikleri Mayıs 1945'te adalardan çıkarılabildi. Adaların yönetimi ise ancak 1947'de Paris Antlaşmasıyla resmen Yunanistan'a geçti. Nalan Altınörs Nalan Altınörs, (d. 1961, Ankara) Türk şarkıcı. Eğitimini Ankara ve İzmir'de tamamladı. 1981'de TRT tarafından Türkiye genelinde açılan sınavı kazanarak birçok Türk Müziği sanatçısının yanı sıra Ferit SIDAL (Türk Müziği nazariyatı), Kutlu PAYASLI (repertuar), Yılmaz YÜKSEL ve Ahmet HATİPOĞLU (solfej) ile eğitim gördü. İki yıllık staj döneminden sonra 1983'de İzmir Radyosu'nda ses sanatçısı olarak göreve başladı ve 1992'de de bu görevinden ayrıldı. Bugüne kadar sayısız konserler veren Nalan ALTINÖRS 'ün repertuarında genellikle neo-klasik eserler bulunmakta ve seslendirdiği besteciler arasında Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Dramalı Hasan, Şükrü TUNAR , Yesari Asım ARSOY ve Avni ANIL 'ın besteleri önemli bir yer tutmaktadır. 7 adet albüm çalışması yapmış yurt içinde ve yurt dışında pek çok konserler vermiştir. Endülüs Endülüs (Arapça: "al-andalus"), 711-1492 yılları arasında İber Yarımadası'nda Arapların etkisi altında bulunan bölgelere verilen isimdir. Endülüs kelimesinin Vandallardan geldiğine inanırlar. Ancak tarihî dayanağı yoktur. Müslümanların İber Yarımadası'ndaki varlığı en son Moriskoların 1609 yılında İspanya'dan s
ınır dışı edilmesiyle son bulmuştur. Başkenti Şam'da bulunan Emevî Devleti daha İslâmiyetin ilk yüzyılı olan 7. yüzyılda Kuzey Afrika'nın tümünü eline geçirmişti. 8. yüzyılın başında Emevî Devleti'nin Kuzey Afrika'daki valisi olan Musa Bin Nusayr, Emevî Halifesi Velid Bin Abdülmelik'in desteğiyle bir Berberî kumandan olan Tarık bin Ziyad'ı Cebelitarık Boğazı'nı geçerek İber Yarımadası'na gönderdi. O zamanlar İber Yarımadası Germen asıllı bir ulus olan Vizigotların elindeydi ve başkentleri Toledo kentinde bulunuyordu. Tarık bin Ziyad'ın savaşta ricat olmaması için geri dönüş olasılığını kaldırmak üzere kendi gemilerini yaktırdığı belirtilir. Tarık Bin Ziyad, Vizigot kralı Rodrigo'yu ağır bir yenilgiye uğrattı. Vizigot krallığı parçalandı ve bütün İber Yarımadası kısa bir süre içinde Müslümanların eline geçti. 750 yılına kadar Endülüs Emevîleri'nin gönderdiği valiler tarafından yönetildi. 750 yılında Abbasîler Bağdat'ta halifeliklerini ilan ettiler ve Emevî hanedanından Abdurrahman bin Muaviye, Endülüs'e kaçarak kendisini Emevî emiri ilan etti ve Kurtuba (Córdoba) kentini kendine başkent yaptı. Bu dönem Endülüs'ün en parlak dönemi olarak bilinir. Kurtuba şehri, Bağdat ve Kahire'den sonra Dünya'nın üçüncü önemli bilim merkezi haline geldi. Bu dönemde günümüz Avrupa bilim ve sanatının bâzı temelleri Endülüs'te atıldı. Yine o dönemde Avrupa'nın genelinde sadece papazlar ve liderler okuma yazma bilirken Endülüs'te halkın neredeyse tamamı okuma yazma biliyordu. Şehircilik ve şehir kültürü döneminin çok önüne geçmiştir. Kültürel farklılıkların zenginlik olarak algılandığı bir çağdır. Endülüslerin egemenliği altındaki topraklarda Sefarad Yahudileri bugün "İspanya’daki Yahudi kültürünün altın çağı" (Golden age of Jews "(eng. wikipedia)") olarak adlandırılan çağlarını yaşamışlardır. 10. yüzyıl başlarında Abbasilerin gücü azalmaya başladı. Mısır'daki Fatımîler de kendilerini halife ilan ettiler. Böylece İslâm dininin önderliği bölünmüş oldu. Bu ortamda Endülüs Emiri III. Abdurrahman, 16 Ocak 929 tarihinde kendisini halife ilan etti. Endülüs Emevîlerinin başarıları 11. yüzyıl başlarına kadar devam etti. 1031 yılında halifelik sona erdi. Endülüs Emevî Devleti'nin son halifesi olan III. Hişâm, 1031 yılında öldüğünde Endülüs toprakları çok sayıda bağımsız devletçiklere bölündü. Bu devletçikler hem kendi aralarında çarpışmaya başladılar, hem de İspanya'nın Hristiyan devletçiklerinin de saldırılarıyla karşı karşıya kaldılar. Bâzı tavfa devletleri para karşılığı Hristiyan şövalyeleri de ordularında kullandılar. Örneğin El Cid (Arapça'daki El-Seyid adından gelir) adıyla tanınan Rodrigo Díaz de Vivar, bunların en ünlüleri arasında yer alır. Bu karmaşık durum, Reconquista'yı hızlandırdı ve İspanya'da İslâm'ın yaygınlığını zayıflattı. Aslen Kuzey Afrika kökenli bir hanedan olan Murabıtlar, Endülüs Emevîlerinin parçalanmasını izleyen karışıklık döneminde düzenli bir askerî güce sahip olmalarının da verdiği avantajla kısa sürede İber Yarımadasının Müslüman bölgelerinin neredeyse tamamını ele geçirdiler. 1090 ve 1147 yılları arasında bugünkü İspanya'nın büyük bölümü ve Kuzey Afrika'daki bâzı toprakları denetimleri altında tutarak güçlü bir devlet düzeni teşkil ettiler. İlk başlarda güçlerini korusalar da sonraları Hristiyan İber halklarının saldırıları ve Kuzey Afrikalı diğer toplulukların çıkarttığı ayaklanmalar yüzünden güçleri gün geçtikçe tükenen Murabıtlar, kendileri gibi Kuzey Afrika kökenli bir halk olan Muvahhidlerin saldırıları sonucu onların egemenliği altına girerek siyasî hâkimiyetlerini kaybettiler. Muvahhidler gene Kuzey Afrika kökenli bir Müslüman hanedan olup Murabıtlar Devletini yıkarak onların yerine geçtiler. 1146 ve 1248 yılları arasında bugünkü İspanya topraklarının bir kısmının yanı sıra Kuzey Afrikadaki bazı toprakları da denetimi altında tuttular. Hıristiyan saldırıları ve bazı iç karışıklıklar sonucu 1248'de yıkıldılar. İber Yarımadası üzerinde hüküm sürmüş son büyük devlettir. Bu devletin yıkılışının ardından egemenliğindeki topraklarda bağımsız emirliklerden başka bir şey kalmamıştır. 1492'de Beni Ahmer Devletinin yıkılışı ile İspanya'daki 781 senelik İslâm egemenliği sona erdi. İspanya kralı III. Felipe 22 Eylül 1609 tarihli bir fermanla 1610-1614 yılları arasında Müdeccenleri İspanya'dan kovdu. Çoğu cami, kümbet, medrese, köşk, saray ve eşsiz yapılar yıkıldı veya tahrip edildi. Müslümanlar kadın, çocuk fark etmeksizin katledildi veya İspanya dışına göç etmeye zorladı. 300.000 kadar Müdeccen, vatanlarını terkettiler. Böylece Müslümanların İspanya'daki izi büyük oranda silinmiş oldu. Endülüs medeniyeti, birçok açıdan çağını ve sonrasını etkilemiştir. Endülüs dönemi aynı zamanda İspanya'daki Yahudi kültürünün altın çağının da var olmasını sağlamıştır. Döneminde Dünya'nın en önemli kütüphanelerinden biri hâline gelen Grenada'daki kitaplar Babü'r-Remle Meydanı'nda 1 milyon cilt kitap yakılmıştır. Rivayete göre, ünlü fransız fizikçi Pierre Curie, aşağıdaki sözleri söylemiştir. Bu sözle ilgili tek kaynak 1979'da öykü yazarı Erol Toy'un Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazısıdır. Yazıda bu sözün kaynağı belirtilmemiştir. Sözün Fransızca orijinali de bulunmamaktadır. Mora Yarımadası Mora Yarımadası veya Peloponez, bugünkü Yunanistan'ın güneyinde, ülkenin bir kısmını oluşturan, Avrupa kıtasına bağlı olan ve Ege Denizi'nde bulunan yarımadadır (1893'ten beridir teknik olarak ada). Adanın ismi Batı dilleri ve Yunanca'da Peloponnesos (Πελοπόννησος) 'tur. Aynı zamanda Antik Dönemlerde Sparta Yunan savaşlarına ismini vermiş yarımadadır. 1893'te yarımada Korint Kanalı ile anakaradan ayrılmıştır yani insan eliyle adaya dönüştürülmüştür. Mora Yarımadası Fatih Sultan Mehmet zamanında fethedilerek Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmıştır. Richard Brautigan Richard Gary Brautigan (d. 30 Ocak 1935 - ö. 14 Eylül 1984), Amerikalı yazar. Tacoma, Washington’da doğdu. Zor bir çocukluk geçiren Brautigan, bundan pek bahsetmezdi. Söylentiye göre, babasının kim olduğunu bilmiyordu. Babası ise, Brautigan’ın ölüm haberi duyulana kadar onun babası olduğunun farkında değildi. Başka bir söylentiye göre, Brautigan 20’li yaşlarında, bir polis karakolunun penceresine taş attığı için Oregon Eyalet Hastanesi’ne gönderildi. Burada kendisine paranoyak-şizofren teşhisi kondu ve şok terapisi uygulandı. 1955’te San Francisco'ya taşındı ve burada “beat” hareketinin bir parçası oldu. 8 Haziran 1957’de Reno, Nevada’da Virginia Dionne Adler ile evlendi. Bilinen ilk şiiri “The Second Kingdom” 1956’da yayımlandı. Bunu 1959’da, 24 şiirden oluşan ilk kitabı “Lay The Marble Tea” izledi. 1960’ların sonuna doğru Brautigan’ın işleri popülerlik kazanmaya başladı. En bilinen eserlerinden “Trout Fishing in America” (Amerika’da Alabalık Avı/6.45/Çev: Zekeriya S. Şen), “Willard and his Bowling Trophies” (Willard ve Onun Bowling Kupaları/6.45/Çev: Zekeriya S. Şen), “Sombrero Fallout” (/6.45/Çev: Zekeriya S. Şen)ve “In Watermelon Sugar” (Karpuz Şekerinde/YKY) bu dönemde yayımlandı. Brautigan, 1972’de Yellowstone National Park’ın kuzeyindeki Pine Creek (Montana)’e taşındı ve iddiaya göre 8 yıl boyunca dinleti ve röportaj isteklerini geri çevirdi. 1961 yılında karısı ve çocuğuyla birlikte ikinci elden satın aldığı bir Plymouth'ın arkasına taktığı karavanla, Idaho nehirlerinin kıyılarında kurduğu kamplarda yazmaya başladı. Doğaya duyduğu derin saygı ve doğanın bağrında münzevi hayatı seçişi, onu Amerikan pastoral geleneğine bağlayacaktı. 60'larda yazdığı ve dönemin ruh halini yansıtan romanlarıyla karşı kültürün en popüler yazarlarından biri oldu. Beat Kuşağı'nınKuzeybatılılar diye adlandırılan kolu içerisinde değerlendirilen Brautigan'ın romanlarını diğerlerinden ayrımlı kılan, çok duyarlı ve kolay kırılan kahramanlarının dünyaya hükmeden kaos karşısında yalnızlığa çekilmeleridir. 1979 Aralık’ında, The Modern Language Association’ın San Francisco’daki bir toplantısında; Gary Snyder, Philip Whalen, Robert Bly ve Lucien Stryk ile birlikte “Zen ve Çağdaş Şiir” konulu bir panele katıldı. Son kitabı “So the Wind Won’t Blow It All Away” (Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek/6.45)’i 1982’de yayımladı. 70'lerin sonlarında büyük ölçüde okur kaybına uğramış ve ruhsal bir bunalımla birlikte alkol dozunu artırmaya başlamıştı. O dönemde sadece Japonya'da popülerliğini koruyordu ve sözü geçen yılların büyük bölümünü Tokyo'da ve Montana'daki çiftliğinde geçirecekti. 1984 yılında küçük bir balıkçı köyü olan Bolinas'a yerleşti. Evine kapandı, uyuyamıyor ve sınırsızca içiyordu. Duyarlılığı bu hayatı kaldıramayacak kadar keskinleşmişti. Dostlarıyla "ava çıkıyorum" diye vedalaştıktan üç hafta sonra 25 Ekim 1985 günü Brautigan’ın Bolinas, Kaliforniya’daki evine giren arkadaşları, bedenini 1 şişe alkol ve 44 kalibrelik bir tabancanın yanında buldular. Brautigan’ın intihar ettiği varsayıldı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (Güncel Türkçesi: İlerici Cumhuriyet Partisi), Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk muhalefet partisidir. Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'nın eski silah ve dava arkadaşları olan Kâzım Karabekir, Rauf (Orbay) Bey, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Refet (Bele) Paşa ve Adnan (Adıvar) Bey’in öncülüğünde, 17 Kasım 1924’te kurulmuştur. Parti tüzüğünde cumhuriyet ilkesinin, liberalizmin ve demokrasinin benimsendiği belirtilirken aynı zamanda dini inançlara da saygılı olunduğu açıklanmıştır (Mustafa Kemal Paşa "Nutuk"ta bu durumu "dini siyasi çıkarlara alet etmek" olarak yorumlamıştır.). Rauf Orbay'ın parti kurulmadan önce cumhuriyet ile ilgili eleştirileri ve parti kurulduktan kısa bir süre sonra bazı rejim muhaliflerinin parti etrafında toplanması ile beraber dini duyguların propaganda olarak kullanıldığı Şeyh Said İsyanı'nın patlak vermesi sonucunda parti kapatılmıştır. Daha sonra Mustafa Kemal Paşa'ya düzenlenen İzmir Suikastı olayından TCF kurucularının bir bölümü yargılanmıştır. Amasya Tamimi ile Kurtuluş Savaşı'nı başlatan beş veya yedi kişilik kadronun Mustafa Kemal Paşa ve İsmet (İnönü) Paşa hariç tüm üyeleri, Terakk
iperver Fırka'nın kurucu ve liderleri arasında yer almıştır. Mustafa Kemal Paşa, "Nutuk"ta Terakkiperver Fırka kurucularını cumhuriyet düşmanlığı, saltanatçılık, halifecilik, İngiliz yandaşlığı, isyan kışkırtıcılığı ve vatan hainliği ile suçlar. Partinin kurulmasına yol açan olaylar zincirinin ilk halkasını, Kâzım Karabekir, Nisan 1923 seçimlerinin hazırlık aşamasına dayandırır: 'Ben muhalif istemiyorum' diyerek, kendisine kavlen ve tahriren en çok sadakat gösterenleri ve Birinci Meclis'te fiiliyatıyla bu emniyeti kazananları ve hemen bütün karargâhının mensuplarını namzet gösteriyordu. Ben de böyle emre uyan bir meclisle, dünyaya hakim İtilaf devletlerinin emniyetini kazanamayacağımızı ve dahilde de hürriyet mefhumunu kaldıracağımızı ve belki daha şiddetli bir muhalefete yol açılacağını söyleyerek seçim komitesinden ayrıldım. Rauf Bey'in Cumhuriyet'in ilanından bir gün sonra İstanbul basınına verdiği ve Cumhuriyetin ilanında izlenmiş olan yöntemi eleştiren demeci, Halk Fırkası içindeki yol ayrımının dönemeç noktasıdır. Orbay İttihat ve Terakki deneyimine gönderme yaparak, 1908'in özgürlük umutlarının 1913'te bir parti despotizmine dönüşmesinin ülkeye getirdiği felaketli sonuçları vurgulamıştır. Ali Fuat Paşa'ya göre, 1924 Eylülünde yeni partinin kurulması kararının alındığı toplantıda şu hususlarda anlaşmaya varılmıştır: "[...] 3- İnkılapların hepsine taraftar olmakla beraber, bunların herhangi bir şahsa veya zümreye imtiyaz vermek için değil, bütün memlekete ve halkımıza mal edilmek emriyle yapılmış olduğu hakkında müttefik kalmıştık. [...] 4- Devlet şeklimiz olan Cumhuriyetin bir şahıs veya zümrenin idaresine alet olmasına mani olmaya elimizden geldiği kadar çalışacaktık." TCF 17 Kasım 1924'te İçişleri Bakanlığına verilen bir dilekçeyle resmen kuruldu. Kuruluş dilekçesinde partinin amaçları şöyle tanımlanmıştı: TCF üzerine en ciddi ve kapsamlı araştırmanın yazarı olan Erik-Jan Zürcher, partinin programını, "içinde belirgin bir Batı Avrupa çeşnisi taşıyan bir liberalizm programı" olarak tanımlar. Parti beyannamesinin başında, milletin "mukadderatını bizzat tayin ve idare etmek rüşd ve kabiliyetini izhar" ettiği vurgulanarak ülkenin demokrasiye hazır olmadığı görüşü reddedilir. En büyük tehlike, milleti "hakimiyet ve hükümranlık hakkından kâmilen mahrum edecek bir istibdat şeklinin teessüs etmesidir." Bireysel özgürlük ilkesi, toplumu zaaftan ve yozlaşmaktan, bireyi de keyfi yönetimden koruyacak bir toplumsal zorunluk olarak tanımlanır. "Umumi hürriyetlerin şiddetle taraftarıyız," "hürriyet-i şahsiyeyi her sahada mukaddes addedeceğiz" ve "fırkamız, tahakkümlerin şiddetle aleyhtarı[dır]" ifadeleri, liberal düşüncenin temel ilkelerini yansıtırlar. Parti programının genel esaslar bölümünde, devlet şekli "halkın hakimiyetine müstenit bir cumhuriyet" olarak tanımlanır (madde 1). Partinin "meslek-i esasisi [...] hürriyetperverlik (liberalizm) ve halkın hakimiyeti (demokrasi)"dir (madde 2; parantez içindeki Fransızca kelimeler orijinal metindedir). "Mebusan seçiminde bir dereceli halk oyu usulü kabul edilecek" (madde 8) ve "devletin vazifeleri asgari hadde indirilecektir" (madde 9). Yasaların çıkarılmasında "halkın temayülatının" gözetilmesi (madde 3) ve "milletin açık vekâleti alınmadıkça" anayasanın değiştirilmemesi (madde 5) şeklindeki talepler, CHF'nin bu konulardaki tavrına yönelik örtülü bir eleştiriyi barındırırlar. "Hakimlerin her türlü nüfuz ve tesirden azade kalmaları için, değişmezliklerini sağlayan hükümler vazedilmesi" (madde 10), cumhurbaşkanının meclis üyeliğinden ayrılması (madde 12) ve bütçeden maaş alan devlet görevlilerinin hiçbir siyasi partiye üye olamamaları (madde 13), kuvvetler ayrılığı ilkesini korumaya yönelik önlemler olarak değerlendirilebilir. İç politikaya ilişkin ilkeler arasında, "idari adem-i merkeziyet esası kabul edilecektir" (madde 14), "bilumum devlet muamelatı sadeleştirilecektir" (madde 22) ve "ilk mekteplerin idareleri mahallerine ait olacaktır" (madde 52) ibareleri göze çarpar. Ekonomik konular arasında, Halk Fırkası'nın sadece iç kaynaklarla kalkınmayı öngören iktisat anlayışına karşı serbest ticaret ilkeleri savunulur ve ihracatın önemi vurgulanır (madde 30-32); sadece iç mali kaynaklara dayanarak kalkınma görüşü eleştirilir (madde 40-41). "Fırka, efkâr ve itikadat-ı diniyyeye hürmetkardır" ifadesi (madde 6), "kişi özgürlüklerini her alanda kutsal saymak" ilkesinin bir uzantısı olarak gösterilir. Tevhid-i tedrisat ilkesi savunulur (madde 49). Partinin kurulduğu gün basına verilen demeçte, "kamu hakimiyeti, hürriyetperverlik, cumhuriyetçilik" esasları üzerinde anlaşmak koşuluyla, gerekirse CHF ile işbirliği yaparak "her nevi irticai hareketlere mukavemet" edileceği belirtilir. Partinin en çok eleştirildiği noktalardan biri parti programının açıklanırken "Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır" ilkesinin vurgulanmasıdır. Hatta bu durumu Mustafa Kemal Paşa "Nutuk"ta şu şekilde eleştirmiştir: "...'Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır' ilkesini bayrak olarak eline alan kimselerden iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak, yüzyıllardan beri cahilleri, bağnazları ve hurafelere inananları kandırarak özel çıkarlar sağlamaya kalkmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, yüzyıllardan beri, sonu gelmeyen felâketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakârlıkların gerekli olduğu pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi: Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirmek isteyenlerin, yine bu bayrakla ortaya atılmaları, dinî bağnazlığı coşturarak, milleti, Cumhuriyet'e, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi?" Tunaya'ya göre 28, Tunçay'a göre 29 milletvekili TCF'ye katılmıştır. Partiye katılan milletvekillerinin listesini Tunçay verir: Ali Fuat Cebesoy (Ankara), Osman Nuri Özpay, Necati Kurtuluş (Bursa), Feridun Fikri Düşünsel (Dersim), Cafer Tayyar Eğilmez (Edirne), İhsan Hamit Tiğrel (Ergani), Sabit Sağıroğlu (Erzincan), Halet Sağıroğlu (Erzurum), Münir Hüsrev Göle, Rüştü Paşa (Erzurum), Halil Işık (Ertuğrul), Miralay Arif Bey (Eskişehir), Zeki Kadirbeyoğlu (Gümüşhane), Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Kâzım Karabekir, İsmail Canbulat, Refet Bele (İstanbul), Hoca Kâmil Efendi (Karahisar-ı Sahip), Abdullah Hulusi Zarplı (Karesi), Halit Akmansü (Kastamonu), Ahmet Şükrü Bey (Kocaeli), Abidin Bey (Manisa), Ahmet Besim Özek (Mersin), Ahmet Faik Günday (Ordu), Halis Turgut (Sivas), Bekir Sami Kunduh (Tokat), Ahmet Muhtar Cilli, Mehmet Rahmi Eyüboğlu (Trabzon). TCF'nin kuruluşunun hemen ardından 6-7 mebus daha Halk Fırkası'ndan istifa etmiş, ancak (eldeki belgelerden anlaşılabildiği kadar) Terakkiperver Fırka'ya girmeden bağımsız kalmıştır. TCF kurucularının tümünün eski İttihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarından olması, aralarında Kara Vasıf, İsmail Canbulat, Halis Turgut, Rahmi Beyler gibi eski parti militanlarının bulunması, TCF'nin ilk günlerden itibaren "İttihatçılıkla" suçlanmasına neden olmuştur. Parti liderleri bu iddiayı ısrarla reddetmişlerdir. Bazı tarihçilere göre parti, Mustafa Kemal Paşa'ya 1919'dan beri kuşku ile bakan eski İttihatçıların yeni bir kadrolaşma ile iktidarı ele geçirme denemesidir. TCF liderlerinin İzmir Suikastı dolayısıyla 1926'da yargılanmaları esnasında da özellikle İttihat ve Terakki bağlantıları üzerinde durulmuştur. TCF'yi İstanbul basınının büyük bir bölümü destekledi. Özellikle "Vatan", "Tevhidi Efkar", "Son Telgraf" ve "İstiklal" TCF lehine yayında bulundular. CHF'yi ise bu sırada resmi yayın organı "Hakimiyeti Milliye" ile "Cumhuriyet" ve "Akşam" destekliyordu. Hüseyin Cahit'in "Tanin"'i iki parti arasında net bir tavır almadı. TCF'nin kuruluşundan 5 gün sonra "sertlik yanlısı" olarak tanınan İsmet Paşa hükümeti istifa ederek, daha ılımlı bir politikadan yana olan Fethi Okyar hükümeti kuruldu. TCF, Aralık 1924'teki ara seçimlere katılamadı. Seçimi CHF kazandı, sadece Bursa ve Kırkkilise'de (Kırklareli) TCF destekli bağımsızlar kazandı. Ancak, hükümet Bursa'da kazanan Ferik (Korgeneral) Nurettin Paşa'nın mazbatasını iptal etti. İkinci defa yapılan seçimi yine Nurettin Paşa kazandı. Şubat 1925'te baş gösteren Şeyh Said İsyanı dolayısıyla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası iktidar tarafından eleştirilere maruz kalmıştır. Dönemin başbakanı Ali Fethi Okyar istifa etmiş ve güvenoyu alarak başbakan olan İsmet Paşa Takrir-i Sükun kanununu yürürlüğe koyarak basına ciddi cezalar kesilmesinin yolunu açmıştır. Bu arada TCF'nin kapatılması süreci hızlanır ve fırka 5 Haziran 1925'te kapatılır. 14 Haziran 1926'da İzmir Suikastı sonrasında bazı paşalar tutuklanır ve idam hükmüyle yargılanır. Fakat içlerinde Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşa gibi İstiklal Savaşı'na katılanların da bulunduğu bu komutanlar, Türk ordusu subaylarının protesto gösterileri sonucu, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın "özel affı" ile idamdan kurtulmuşlardır. 13 Şubat'ta Şeyh Sait İsyanı başladı. 15 isyan bölgesinde hükümet sıkıyönetim ilan etti: Elaziz, Genç, Muş, Ergani, Dersim, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van, Hakkari, Kiğı ve Hınıs. TCF'nin bu yerlerde dini propaganda yaptığı iddia edildi. Ali Fethi Bey başvekillikten istifa etti, CHF içindeki aşırı kanat sertlik yanlısı İsmet Paşa'yı başa getirdi. 4 Mart'ta Takrir-i Sükun Kanunu kabul edildi. "Tevhidi Efkar", "Son Telgraf", "İstiklal", "Sebilürreşad", "Aydınlık", "Orakçekiç" gibi gazete ve dergiler kapatıldı. İstiklal Mahkemeleri kuruldu. TCF, yasa dışı faaliyetlerinden dolayı yargılandı ve 3 Haziran 1925'te bütün şubeleri kapatıldı. Mondros Bediüzzaman Mirza Bediüzzaman Mirza, (d. 1469 - ö. 12 Ağustos 1515), Herat'ta Timurlar Devleti hukumdari Hüseyin Baykara'nın oğlu ve son Timurlar Devleti hükümdarı. Hüseyin Baykara 1457'de Horasan'da ortaya çıkan karmaşık durumda uzun süren bir dönem biraz ıstikrar kazandırmak için büyük çabalar harcadıktan sonra 1469'da Horasan'ın merkezi Herat'ı eline geçirerek tüm Horasan'da tek Timurlar Devleti kurarak bu devlet hükümdarı olmuştu. Fakat 1490'lı yıllarda kendi oğullarınin giderek bağımsız bir tu
tuma yönelmesi bu devletin egemenliğini sarsmaya başladı. Sultan Hüseyin Baykara büyük oğlu Bediüzzaman Mirza'yı (modern Gurgan'da bulunan) Asterabad valiliğinden alıp onu Belh valisi yaptı. Fakat Hüseyin Baykara torunu ve Bediüzzaman Mirza'nın oğlu olan Muhammad Mumin'i geleneklere göre Asterabad valisi yapması beklenmekte iken bu atanma yapılmadı. Bundan gocunan Bediüzzaman Mirza 1490'da babasına karşı bir ayaklanma çıkarttı. Ama Bediüzzaman Mirza'nin bu ayaklanmasida başarısız kaldı ve ayaklanma bastırıldı. Fakat aynı zamanda oğlu Muhammad Mumin Herat'ta tutuklu olarak hapiste idi ve dedesi Hüseyin Baykara emri ile idam edildi. Bundan sonra Hüseyin Baykara ile oğlu Bediüzzaman Mirza arasında bir barış anlaşması imzalandı ama baba-oğul arasındaki gerginlik ve husumet devam etti, Hatta 1499'da Bediüzzaman Mirza Herat'a saldırıp kaleyi kuşattı. 1506;da Hüseyin Baykara öldükten sonra Herat merkezli Timurlar Devleti hükümdarlıği onun en büyük yaşayan oğlu olan Bediüzzaman Mirza'ya geçti. Bediüzzaman Mirza Herat'taki Timurlar Devleti hükümdarı oldu. Fakat Bediüzzaman Mirza'nın küçük kardeşi olan Muzaffer Hüseyin kardeşine karşı isyan çıkarttı. Bediüzzaman Mirza bu isyanla uğraşmakta iken idaresi altına olan topraklara göz diken Muhammed Şeybanı idaresindeki Özbekler tehdidi altında kaldı. Kabul'da hüküm süren Babür Şah Muzaffer Hüseyin tarafını tuttu . Babür bu desteği sağlamak üzere Kabil'den ordusu ile Herat üzerine yürüdü. Babür Şah burada Hüseyin Baykara oğullarının Horasan hükümdarlığını idare edecek yetenekleri ve Özbeklerle savaşacak nitelikte asker kaynakları bulunmadığını anladı. Babür Şah Özbeklerle hiç çatışmaya geçmeden Herat'tan ayrıldı. Ertesi yıl Muhammed Şeybanı komutasındaki Özbekler Horasan ve Herat'a saldıriya geçtiler. Herat'ı ellerine geçirerek Herat ve Horasan'da hüküm sürmekte olan Horasan'daki Herart merkezli Timurlar Devleti'ne son verdiler. Horasan ve Herat Şeybani Hanlığı'nin bir paracasi oldu. Bediüzzaman Mirza ise .Kandehar'a geçti. Orada yeni bir ordu topladı ve bu ordu ile Özbekler üzerine yürüdü. Fakat Özbekler ordusu ile yaptığı muharebeyi kaybetti ve yeni ordusu da dağıldı. Bundan sonra Bediüzzaman Mirza Tebriz merkezli Safeviler Devleti'ne sığındı ve bu devletin kurucusu olan Şah I. İsmail tarafındna gayet iyi karşılandı ve Bediüzzaman Mirza I. İsmail 'in sarayında önemli bir danışman oldu. Şah İsmail Bediüzzaman Mirza'ya. yıllık 3630 altın dınar gelir bağladı ve Tebriz etrafında bulunan epeyce büyük arazinin sahipliliği de Bediüzzaman Mirza'ya ihdas olundu. Bediüzzaman Mirza 1510'da Şah İsmail'in Horasan'a Özbekler üstüne açtığı seferde ona danışmalık yapti ve Şah İsmail'in başarısının bir kısmının Bediüzzaman tavsiyeleri nedeni olduğu kabul edilmektedir. Bediüzzaman Mirza Şah İsmail Safevi'ye yanında Tebriz'de yedi yıl kaldı. Yavuz Sultan Selim Safevi Şahı İ. İsmail'i Çaldıran Muharebesi'nde yenip Tebriz'i eline geçirmesinden sonra oradan ayrılıp İstanbul'a geldi. Yavuz Sultan Selim'in misafiri oldu. Bediüzzaman'ın atası Timur, Bayezid'i vaktiyle esir almıştı. Ama Yavuz; Timur'un torununa saygı gösterdi, ona Büyük Türk Hakanı muamelesi yaptı ve yanına kurdurduğu bir tahta oturttu. Bediüzzaman, babası gibi Türkçe şiirler yazan şairdi. 12 Ağustos 1515'te, henüz 46 yaşında iken İstanbul'da taun hastalığından öldü ve Eyüp Sultan'daki türbesine gömüldü. Güvercin (dergi) Güvercin, Demokratik Sol Parti'nin yayın organı olarak faaliyet gösteren dergi. DSP Genel Merkezi tarafından 15 günde bir çıkarılan dergi 14 Kasım 1985 tarihinde yayın hayatına başlamıştır. Sahibi DSP adına DSP Kurucu Genel Başkanı olan Rahşan Ecevit'tir. Dergi, DSP'nin programında öngördüğü ilkeler çerçevesinde, Genel Merkez ve Genel Başkanlarının, yaşanan siyasi olayları değerlendirerek üyelerini ve halkı bilgilendirmek işlevinin yanında, Türkiye'de ve dünyada yaşanan sosyo-politik sosyo-ekonomik konuları ağırlıklı olarak işleyen, Türk siyaset hayatında rol oynayan kişilerinde yararlanabileceği nitelikte makaleler yayınlayarak Türk siyasetine hizmet vermektedir. 1990 sonlarına kadar dergi yayın hayatının bazı dönemlerinde maddi olanaksızlıklar yüzünden yayınına kısa süreli olarak ara vermiş veya sayfa sayıları azaltılarak yayınına devam ettirilmiştir ancak 2000'lerden başlayarak düzenli olarak çıkmaya devam etmektedir. Gary Snyder Gary Snyder (d. 1930) Amerikalı şair ve deneme yazarı. 1975'te "Turtle Island" isimli şiiri ile Pulitzer Ödülü kazanan Snyder, beat kuşağının önemli şairlerindendir. Philip Whalen Philip Whalen (1923–2002), Amerikalı şair. Beat kuşağının önemli şairlerindendir. 20 Ekim 1923'te ABD'nin Oregon eyâletinde (Portland) doğan Whalen, II. Dünya Savaşı'nda ABD ordusunda görev yapmıştır. Daha sonra Gary Snyder ve Lew Welch ile Reed College'a gitmiş, 1951'de buradan mezun olmuştur. Stevie Ray Vaughan Stevie Ray Vaughan, (3 Ekim 1954, Dallas, Teksas - 27 Ağustos 1990, Amerikalı Blues gitaristi. 1980'lerde, Blues tarihinin en mühim adamlarından biridir. Ray, Fabulous Thunderbirds’ün kurucusu Jimmie Vaughan’ın kardeşidir. Gitara, 9 yaşında kendisine hediye edilen plastik bir oyuncakla başladı. 12 yaşından itibaren çeşitli kulüplerde çalmaya başladı ve 17’sinde okulu bırakıp Austin’e yerleşti. Zor geçen hayatı, grubu Double Trouble ile 23 Nisan 1982’de New York’taki özel bir gece münasebetiyle Rolling Stones ile aynı sahnede bulunma şerefine ulaştıklarında sona erdi. Onlara gülen şans merdiven şeklindeydi. Bunun ilk göstergesi, Montreaux Jazz Festivali’ne davet edilmeleriydi belki de… Şans bu ya; festival sırasında onları izleyen Mick Jagger, Ray’i «Let’s Dance» kayıtlarına katılım teklifi ile onurlandırdı. «Texas Flood» albümü, Jackson Browne’un yarattığı bu fırsatın müthiş bir değerlendirmesiydi. Ve Stevie Ray Vaughan ile Double Trouble’ın ilk albümüydü… 13 Haziran 1983’te sunulan çalışma, «En İyi Geleneksel Blues Kaydı» ve «En İyi Enstrümental Rock Performansı» kategorilerinde Grammy adayı oldu. «Austin City Limits» adlı televizyon şovunda da boy gösteren topluluk, Guitar Player dergisinde yayınlanan okuyucu anketinde «En İyi Yeni Yetenek», «En İyi Blues Albümü» ve «En İyi Blues Elektrogitaristi» kategorilerinde birinci oldu. Stevie Ray, Guitar Player ödüllerinde 1991’e kadar istisnasız her yıl «En İyi Elektrogitarist» unvanını aldı. 15 Mayıs 1984’te «Couldn’t Stand The Weather» albümü piyasaya çıktı. Albümde yer alan «Voodoo Child (Slight Return)»ün, «En İyi Rock Enstrümental Performansı» kategorisinde aday gösterildiği 84 Grammy’sinde «En İyi Geleneksel Blues Kaydı» dalının zirvesinde, önceki albümü «Texas Flood» ile Stevie Ray vardı! Sonrasında W.C. Handy National Blues Awards gecesinde iki dalda ödül aldı. Ray, bu ödüle layık görülen ilk beyaz sanatçıydı! Klavyeci Reese Wynans’ın da Double Trouble’a katılmasıyla üçüncü albümleri olan «Soul To Soul»u kaydettiler. 30 Eylül 1985’te sunulan çalışma, Stevie Ray’e beşinci Grammy adaylığını kazandırdı. 1986’da Stevie’in babası Jim Vaughan, yakalandığı parkinson hastalığı sonrasında yaşamını yitirdi. Ardından uyuşturucu ve alkolün vücudunu sardığı aylar geldi üst üste… Kokain ve viskiyi karıştırarak midesine büyük zararlar vermişti. Tam 21 konser ertelendi ve Ray, LondraUyuşturucu Rehabilitasyon Merkezi’nde tedavi altına alındı. 86’nın 15 Kasım tarihinde «Live Alive» satışa sunuldu… Eric Clapton, Phil Collins, B.B. King gibi isimlerle birlikte sahne aldığı «Blues Session»dan bir yıl sonra MTV’nin özel programında yer aldı. 1989’un Ocak ayında Washington’da ufak bir düğün salonunda bir performans sergilediler. Ardından 6 Haziran’da «In Step» albümü yayınlandı. Bu, Stevie’in uyuşturucudan tümüyle uzaklaştıktan sonra gerçekleştirdiği ilk kayıttı. «Crossfire»ın radyo listelerinde zirveye yerleşmesinin ardından sanatçı «En İyi Çağdaş Blues Kaydı» dalında bir Grammy’ye daha layık görüldü. Jeff Beck ile yaptıkları Kuzey Amerika turnesinden sonra «Austin City Limits»te ikinci kez boy gösterdiler… 30 Ocak 1990’da Stevie, MTV Unplugged için 3 performans sergiledi. Stevie ve Jimmie «Family Style»ı kaydetmek üzere Mart ve Nisan ayında Memphis’e gittiler. Birkaç ay sonra albüm raflardaki yerini aldı. Joe Cocker ile gerçekleştirdikleri turnenin ardından Alpine Valley’de Double Trouble ile bir konser daha verdiler. Robert Cray, Eric Clapton, Buddy Guy gibi isimlerin de katıldığı coşku dolu etkinlikten sonra Stevie Ray, Eric Clapton’ın 3 tur yardımcısı ile birlikte Chicago’ya gitmek üzere helikoptere bindi… 27 Ağustos 1990 gece yarısı, sisle kaplı bir tepeye çarpan helikopter parçalandı… Büyük coşkuları tarifsiz acılarla birlikte yaşadığı 36 yıllık ömrünü müziğe adayan Stevie Ray Vaughan, Laurel Land mezarlığında özel bir törenle yakıldı. Kompozit malzemeler Kompozit Maddeler Kompozit malzemeler (İngilizce: Composite materials ; Almanca: Verbundwerkstoffe; Komposit-Materialien), (ya da kısaca kompozitler) makroskobik olarak birbirinden ayrı iki ya da daha fazla malzemenin bir araya getirilmesi ile imal edilen malzeme türüdür. Her kompozitte genellikle iki tip madde bulunur; "matris" ve "takviye" malzemesi. Bu malzemeler birbirlerinden farklı fiziksel özelliklere sahiplerdir, ve bir araya getirilmeleri ile oluşan kompozit malzeme her ikisinden farklı özelliklere kavuşur. Genel olarak takviye malzemesi ("E: reinforcement / D: Verstärkung") taşıyıcı görev üstlenir ve etrafında bulunan matris faz ise onu bir arada tutmaya ve desteklemeye yarar. Çok eskilere dönüldüğünde kerpiç evlerin ana malzemesi olan toprağa karıştırılan saman malzemesi de ayrı bir * Honeycomb Panel matrisi örneğidir. Matris bütünleştiren malzeme anlamlarına gelmekte olup. Katıştırıldığı malzemeyi kenetleyip dayanımını artırmaktadır. Günümüzde en çok kullanılan kompozitlerden biri betondur. çimento ve kumdan meydana gelen malzeme matris çelik çubuklar ile desteklenir. Bir diğer tanınmış kompozit ise kerpiçtir. Çamur ve samanın karıştırılması ile oluşturulan bu malzeme oldukça eskiden beri bilinen belki de insanlık tarihinin en eski yapı malzemesidir v
e halen Türkiye'de kırsal kesimde kullanılır. Bazı ülkelerde, (örn. Yemen'de) bu yapı malzemesinden çok katlı yüksek yapılar inşa edilir. Yakın dönemde yaygınlaşmış ve sıkça kullanılan bir diğer polimer matrisli kompozit ise anorganik ve organik elyafların (elyaf olarak: fiberglas, karbon, aramid, polietilen, polipropilen vs.) kullanıldığı "fiberglas bileşik", yani kompozit malzemelerdir. Bu iki malzeme menşeyi biri taşıyıcı bir diğeri de koruyucu diye nitelendirilen kompozit alaşımı, kimi zaman alüminyum malzeme, kimi zaman kullanım ve görsel ergonomisi için farklı ham malzemeler ile kaplanan ana gövdesinde ağır dayanımlı plastik malzeme içeren alaşımlar kullanılmaktadır. Her yapı sektöründe kullanılan kompozit, her meslek dalına göre farklı söylemlerde kullanılabilir, beton malzemesi bile bir kompozit malzemedir. Ve beton öncelikle çimento karışımı ardından kum ile matrislenerek ve yine ardından yapı içerisinde çelik çubuklar ile beslendiğinden ikili üçlü malzeme karışımları neticesinde bir bütünlüğü sağladığından kompozit diye nitelendirilebilmektedir. Günümüzde teknolojinin çeşitlilik göstermesiyle beraber Yüksek teknolojinin kullanıldığı, büyük hangarlarda istenilen ebat ve ölçeklerde üretilerek, yüksek binalar ve reklam sektöründe kaplama malzemesi, zemin malzemesi olarak kullanıma sunulan kompozit malzemeler çok çeşitli model ve renk seçeneğine sahiptir. Robert Bly Robert Bly (d. 1926), ABD'li şair, yazar ve aktivist. Allen Ginsberg Irwin Allen Ginsberg (d. 3 Haziran 1926 – ö. 5 Nisan 1997), Amerikalı şair ve savaş karşıtı. 1926 yılında Newark, New Jersey'de, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, çocukluğunu Paterson, New Jersey'de geçirmiştir. Ergenlik yıllarında, Amerika'nın köklü gazetelerinden New York Times'a II. Dünya Savaşı ve işçi hakları adına yazdığı metinleri vermiştir. Lise yıllarında öğretmeninin tavsiyesi üzerine Walt Whitman'ın yazılarını okumaya başlamıştır. Babası Louis Ginsberg, bir şair ve lise öğretmeniydi. Annesi Naomi Livergant Ginsberg ise uzun tedaviler sonucu teşhis edilemeyen bir psikolojik buhranın içinde yaşamını idare ettiriyordu. Ayrıca Naomi, Komünist Parti'nin köklü üyelerinden olup, çoğu zaman Allen ve kardeşi Eugene'i de parti toplantı ve mitinglerine götürmüştür. Allen'ın annesinin bu garip buhranında, çoğunlukla paranoyaklık belirtileri görülmekteydi. Örneğin; dönemin devlet başkanının, evlerine gizlice dinleme cihazları yerleştirdiğini düşünüp, bir miting sırasında devlet başkanını katletmeye kalkışmıştı. Allen, annesi Naomi'ye adadığı otobiyografik türdeki Kaddish adlı şiir kitabını 1961 senesinde, annesinin ölümünden 5 sene sonra yayınlamıştır. Beat kuşağının en önemli şairi olarak tanınan Ginsberg, Columbia Üniversitesi'nde geçirdiği öğrencilik yıllarında Jack Kerouac, William S. Burroughs ve Neal Cassady ile tanışmıştır. Neal Cassady ile tanışmasını anlatan Jack Kerouac'ın Yolda adlı romanında, Allen'ın kişiliğinden, Neal ve Jack ile olan ilişkisinden ve yaşadığı yerlerden bahsedilir. Ayrıca Allen, The Clash grubunun yaptığı Ghetto Defendant parçasında kendi yazdığı birtakım dizeleri şarkının girişinde ve arkaplanında seslendirmiştir. Allen'ın yazdığı Howl/Uluma şiiri, Beat kuşağı'nın manifestosu olarak bilinir. Şiirinde birçok konuya değinen Allen, şiirin birkaç dizesini yazar Carl Solomon'a adamıştır. 90'lı yılların başından itibaren, birçok ödül alan Allen, 5 Nisan 1997 günü, East Village, Manhattan'da aramızdan ayrılmıştır. Ölüm sebebi, hepatit ve son yıllarda başına bela olan tümördür. Ölümünden önce, 30 Mart 1997'de "Yapmayacağım Şeyler (Nostalji)" adlı şiirini yazmıştır. Mebusevleri Mebusevleri, Ankara'da Beşevler ve Tandoğan arasında bir semttir. Çankaya ilçesi sınırlarındadır. 1930'lu yıllarda milletvekilleri için yapılmıştır. Semtte eski binlar yıkılıp yerlerine yeni ve yüksek binalar yapılmaktaysa da halen ilk dönem Ankara'sından izler bulmak mümkündür. Özellikle yaz aylarında semtin sokaklarının üstü ağaç yaprak ve dalları ile kaplanır. Tandoğan Ankaray durağına 500 metre, Anıtkabire 50 metre uzaklıktadır. Meskenlerin dışında çeşitli iş yerlerinin de merkezidir. İller Sokak ve Süslü Sokak burada bulunur. İlk dönem Ankarası'nın özelliklerini taşıyan nadir sokaklardandır. Son dönemdeki yapılaşma sokağı tehdit etmektedir. Süslü Sokak Anıtkabir'in hemen alt sırasında, İller Sokağı'nın üztündedir. Sokak konutlar dışında birçok işyerine de ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye'deki düşünce kuruluşları listesi Düşünce kuruluşları (), alanında bilgi ve analiz üretir. İlgili bilgileri takip eder, tasnif eder ve ihtiyaç halinde sunar. Türkiye için yeni bir alandır. Türkiye'de bulunan düşünce kuruluşları alfabetik sıra ile şunlardır: CNN Türk CNN Türk, ABD'li CNN şirketi ve Demirören Holding bünyesinde yayın yapan haber kanalı. Merkezi İstanbul'da olan kanalın en bilinen programları arasında 5N1K, Bir Yudum İnsan ve Oradaydım gibi yapımlar yer alır. Doğan Holding'e ait Eko TV'nin karasal yayın frekansından yayın hayatına başlayan CNN Türk yayın hayatına başladığı ilk dönemlerinde doğrudan İngilizce'den çevrilen bazı programlar yayınlamıştır. 1999-2006 arasında sağ alt köşeye başlamıştır. 2005-2008 yılları arasında yayın haklarını satın aldığı Formula 1'i yayınlamıştır. 2006-2010 arasında yerini sağ üst köşeye taşımıştır. 28 Ocak 2008'de karasal yayın frekanslarını TNT'ye bırakmıştır. Daha sonra TV5 kanalının karasal yayın lisansı satın alınıp CNN Türk yayını yeniden çatı antenlerine verilmiştir. CNN Türk 2010 yılında tüm CNN'ler gibi logosunu tekrar sağ alt köşeye taşımıştır. 17 Eylül 2012 tarihinde 16:9 yayın formatına geçmiştir. Kanal şu an sadece bazı şehirlerde karasal yayında olup ayrıca, Kablo TV, Teledünya, Digiturk, Filbox ve D-Smart üzerinden yayınlarına devam etmektedir. Kanal şu an Kanal D Haber ve CNN Türk Haber Merkezi olarak devam etmektedir. CNN Türk HD, 28 Mart 2013'te kurulan, CNN Türk ile eş zamanlı yayın yapan CNN Türk'ün yüksek çözünürlüklü kanalıdır. 18 Eylül 2014 tarihine kadar sadece D-Smart 30. kanaldan izlenebilmekteyken 18 Eylül 2014 tarihinde Türksat 4A uydusunun devreye girmesiyle birlikte CNN Türk HD, Türksat 4A 12245 H 27500 5/6 frekansından, D-Smart 30. kanaldan, KabloTV 58. kanaldan, Filbox 51. kanaldan ve Türksat TKGS 14. kanaldan da izlenebilmektedir. 12 Nisan 2016 tarihinde HD logosunu kaldırmıştır. Tefsir Tefsir (Arapça: علم التفسير; İlm ut Tefsir), İslam dini terimidir. 'el-Fesr' masdarından tef'il babında yorumlamak, açıklamak manalarına gelen bir kelimedir. Eşdeğer bir kelime te'vil (yorum) dir. Kur'an ayetlerinin açıklanmasına dâir dalıdır. Tefsir ilmi ile uğraşan kişiye müfessir denir. Al-i İmran Suresi 7. ayetinde yer aldığı üzere Kur'an hem anlamı açık (anlaşılır, muhkem), hem de yoruma açık (müteşabih) ayetleri bünyesinde barındırır. İslam tarihinde Kur'an ayetlerini anlamak veya anlamlandırmak üzere çok sayıda çalışma yapılmıştır. Tefsirciler tarafından ilk müfessir kabul edilen Muhammed, Kur'anı yine Kur'an ile tefsir etmiştir. Sahabe ve tabiin denilen birinci ve ikinci nesil Müslümanlardan rivayetle Muhammed'in Kur'an ayetleri ile ilgili bazı açıklamaları hadis külliyatları içerisinde kaydedilmiştir. Meâl, Kur'an ayetlerinin "yorumlu tercümesi", tefsir ise ayrıntılı açıklamasıdır. Tefsir ve meal yazarları, birebir tercümedeki metne cümlelerdeki anlatım bozukluklarının giderilmesi, kapalı anlatımlar, cümle düşüklükleri, kelimelerin tam karşılığının meal yapılan dilde bulunmaması, birebir tercümenin sakıncalı bulunması vb. sebeplerden ayetleri doğrudan tercüme etmekten kaçınırlar. Bu çalışmalarda çok sayıda bir diğerinin anlayışını sorunlu yaklaşımlar olarak gören suçlayıcı eleştiriler görmek olasıdır. Bu çerçevede anlayış ve uygulamalardaki farklılaşmaların dini metinlere, ayrıca şeriat uygulamalarına; Abdest, Namaz, tesettür, mut'a, hac vb. ibadetlere yansımıştır. Tefsir: Açıklayan, kapalılığı gideren, haber veren, fısıltı yapan anlamındadır. Kur'an ayetlerinin yazıldığı döneme ait Arapça dilbilgisi (belağat, bedii, beyan), varsa ilgili hadis rivayetleri ve kontext (konu, bağlam, islami literatürde esbab-ı nüzul) özelliklerini kullanarak açıklamaya çalışan bilim dalıdır. Geleneksel tefsircilerde pek görülmeyen mitoloji, bilim tarihi ve antropoloji gibi alanlardaki bilgi de bazı ifadelerin anlaşılması için önemli olabilir. Tefsirde başlıca üç türe ayrılan gelenek oluşmuştur; Tefsirlerin tümünde tefsir yapan kişinin bilgi birikimi, ön kabulleri, seçimleri, eğilimleri, zihinsel kapasite ve kabiliyetlerinin tefsire yansıtılması doğal bir sonuçtur. Örneğin Kur'an ayetlerinde geçen "Rahman Arş'a oturdu", "Allah'ın eli onların elinin üzerindedir", "Allah'ın yüzü" gibi ifadeler akait ve kelam açısından yorumlanır. Tefsirde birçok yaklaşım görülebilir. Diğerleri; Geleneksel tefsirlerde bilimsel bir yansızlık ve objektif bir bakış açısının yansıtıldığını söylemek imkansızdır. Örneğin Allah'ın isimleri gibi bazı konularda uzun uzadıya yapılan açıklamalar dilbilimi ve antropoloji açısından hiçbir bilimsel temele dayanmaz ve tamamen tefsir yapanın vermek veya oluşturmak istediği Tanrı imajının şekillenmesine hizmet amacı taşır. Tefsir kitaplarında iş bazen o kadar ileri noktalara taşınır ki anlatılanlar ancak masal kitaplarının konusu olabilir. Örneğin bir tefsirde Calut'un uzun boyu anlatılırken O'nun denizden balık yakalayıp ellerini güneşe uzatarak kızartıp yediğini veya İbni Kesir tefsirinde Zülkarneyn'in doğu seferinde bir çölden geçerken rastladığı insanların uzun kulaklarından birini altlarına serip yatak yaptığını, diğer kulaklarıyla da kendilerine gölgelik oluşturduklarını okumak mümkündür (İsrailiyat İslam mitolojisi). Uç noktalarda dolaşan bu yorumlar bazen günlük hayata yön verir. Örneğin Nur suresi 31. ayetin yorumunda bazı tefsirciler örtünme emrinin başı kapsamadığı, esasen bunun bir emir değil tavsiye olduğu sonucuna ulaşırken, aynı ayeti yorumlayan diğerleri başın örtülmesinin farz ve dini örtünme için yeterli ve gerekli olduğu sonucuna ulaşı
r. Bir başkaları ise aynı ayetlerin yorumundan tesettür için başörtüsünün yeterli olmadığı, kadının bütün vücudunun örtülmesi gerektiği anlamını çıkartırlar. Moskova Antlaşması Moskova Antlaşması, Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti arasında 16 Mart 1921'de imzalanan antlaşmadır. Bu antlaşma ve devamı niteliğindeki antlaşmalarla belirlenmiş olan sınırlar günümüzde Türkiye, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan arasında hâlen geçerlidir. Antlaşmayı Türkiye tarafından Ali Fuat Paşa, Dr. Rıza Nur ve Yusuf Kemal Tengirşenk, Rus tarafından ise Dışişleri Komiseri Çiçerin ve Merkez Komitesi üyesi Kumuk asıllı Celalettin Korkmazov imzaladı. Antlaşma Ekim Devrimi sonrasında Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti'ndeki en yüksek organ olan Tüm Rusya Merkezi Yönetim Komitesi tarafından 20 Temmuz 1921 günü, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ise 31 Temmuz 1921 günü onaylanmıştır. Sürmekte olan Türk Kurtuluş Savaşı sırasında uluslararası kamoyunda yasal olarak tanınan İstanbul Hükûmeti'ne rağmen Ankara Hükûmeti tarafından uluslararası alanda imzalanmış ikinci antlaşma özelliğini taşır. Aynı yılın Ekim ayında imzalanan Kars Antlaşması'yla Türkiye'nin doğu bölgesindeki günümüzdeki sınırlar çizilmiş olur. Sovyet Rusya'nın genel siyasetini dikkate alan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bekir Sami Bey Başkanlığında Moskova'ya bir heyet göndermişti. Bu heyet, Sovyetler ile Ankara Hükümeti arasında yapılacak antlaşmaya esas olacak ve Brest Litovsk Barış Antlaşması'na dayanan bazı hususları tespit etmiş ve böylece 20 Ağustos 1920'lerde iki hükümet arasında olumlu görüşmeler başlamıştı. Ancak, Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin'in Kafkasya'da Türkiye'ye ait bazı bölgelerin Ermenistan'a verilmesini istemesi üzerine antlaşmanın imzalanmasından vazgeçilmişti. Bunun üzerine Eylül 1920'de harekete geçen Kâzım Karabekir komutasındaki 15. kolordu Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır'ı aldıktan sonra Taşnakların idaresindeki Ermenistan ile Gümrü Antlaşması imzalanarak Doğu sınırı tespit edilmişti. Bu sınırın Sovyetler Birliği tarafından da onaylanmasını isteyen Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa'yı Moskova elçiliğine tayin etti. Ali Fuat Paşa heyeti 14 Aralık 1920'de Ankara'dan ayrılmıştı. Keza, Çiçerin de Ekim ayında Gürcistan'ın Ankara elçisinin kardeşi olan M. Budu Medivani'yi Ankara'ya elçi olarak görevlendirmişti. 19 Şubat 1921'de Ankara'ya gelen Medivani, Mustafa Kemal Paşa'ya itimatnamesini sunmuştu. Bundan sonra Türk-Sovyet ilişkilerinin gelişmesi iki tehlike ile karşılaştı. Bunlardan Birincisi: Türk-Sovyet görüşmelerinin yapıldığı sırada Enver Paşa'nın Moskova'da bulunması idi. İkincisi ise; Azeri milliyetçilerinin girişimiyle Bakü'de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını ilan etmesi ve burada "Doğu Milletleri Kongresi"nin toplanması idi. Ancak, her iki sorun da Türk-Sovyet görüşmelerinin olumlu sonuçlanmasına engel olamadı. Bunda, Türk ordularının Doğu'da Eylül-1920'de Ermenileri; Batı'da da, Ocak-1921'de I. İnönü Savaşı'nda Yunanları yenilgiye uğratmalarının ve dolayısıyla Ankara temsilcilerinin Moskova'daki pazarlık gücünü artırmış olmasının sağladığı etkinin varlığı idi. Neticede taraflar, Batum'un Sovyetler Birliği'ne terkedilmesi karşılığında Rusya'nın Türkiye'ye belirli miktarda altın ve silah göndermesi hususunda anlaştılar. Bu malzemelerin Ankara'ya taşınması işi de o sırada Batum'da yaşamakta olan Halil Paşa tarafından organize edildi. Antlaşma 16 madde ve 3 ekten oluşmaktadır. İlk maddede her iki tarafın çıkarlarını yansıtmayan ve güç ilişkisine dayalı antlaşmaların geçersiz olduğu belirtilir. Yine bu maddede yeni Türkiye'nin sınırları belirlenir. Ülkenin doğu sınırında Kars ve Ardahan sancakları Türkiye egemenliğine geçerken, Batum Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bırakılır. Üçüncü maddede Azerbaycan denetiminde Nahçıvan özerk bölgesinin tesis edilmesi karara bağlanır. Türkiye cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk kaleme aldığı ve Meclis'te okuduğu Nutuk adlı eserde bu antlaşmadan da bahsetmiştir. Antlaşmanın 90. yıldönümünde Türkiye Cumhuriyeti ve Rusya'da gündemle ilgili çeşitli etkinlikler düzenlenmiştir. Nogaylar Nogaylar, Don ve Kuban ırmakları arasındaki alanda Astrahan yöresinde varlığını sürdüren Türk dillerinden Nogayca'yı konuşan bir Türk boyu. Nogay adı, Kırım'ın batısında Aksu nehri ile Özü nehri arasındaki sahada Kıpçakların boy beyi olup boy beyliğini dedesi Tuval Bey'den alan bu kişi 1270-1299 yıllarında Altın Orda'da büyük bir nüfuz kazanmış olan Berke Han'ın başkomutanı Nogay Han'dan gelmektedir. Ona tâbi il ve uruğlara Nogay adı verilmiştir. Nogay uruğlarından yedisi (Şırın, Arın, Kıpçak, Argın, Alçın, Katay ve Mangıt) "Yedisan" adıyla biliniyordu. Bunlardan başta Şırın olmak üzere ilk dördü Kırım tarafına gitmişti; kalanlar ise bir müddet aşağı İdil boyunda göç etmişler ve bunlardan "Mangıt" uruğunun ismi "Nogay" adı gibi kullanılır. 1426 yılında Edige beyin oğlu Nurettin bey tarafından emirlik kurmuşlardır ve 150 yıldan fazla bağımsız devlet olmuşlardır. Nogay Ordası'nın başkenti Yayık Nehri üzerindeki Saraycık'tı. 1563 yılında Rusların işgalinden sonra Ulu Nogaylar, Kiçi Nogaylar ve Altı oğul Nogayları olarak üç parçaya ayrılmıştır. Kazak Türkleri efsanelerinde kökenlerini Nogaylara ve Özbeklere dayandırır. Karakalpaklar 15. asırda Volga'dan Aral'ın güneyine gelmiş bir Nogay topluluğudur. Hatta Kırım Türkleri'nin askeri gücünün çoğunluğunu asırlar boyunca Nogaylar oluşturmuştur. Nogay Han'ın ölümünden (1299) sonra başlamak üzere çeşitli dönemlerde de göç vermiştir. Bu göçlerin en büyüğü, Osmanlı Rus savaşından sonra 1860 yılında 180 bin Nogay'ın göç etmesidir. 600 bin Nogay Türkiye'ye göç etmiştir. Büyük bir kısmı zamanın Konya vilayetine göç etmiştir. İlk zamanlar Osmanlı fermanına uygun olarak yerleşik köylere 30'ar haneyi geçmeyecek şekilde iskan edilip yerleşik düzene geçmeleri için iki haneye bir öküz ve hane başına bir kile buğday tohumluk devlet tarafından verileceği sözü verilmişse de zamanın zor şartları nedeniyle çoğunlukla bu gerçekleşmemiştir. Yerleşik halk ile uyumsuzluklar ve nedeniyle zamanla Nogaylar nüfus olarak güçlü oldukları köylere göç etmiştir. İlk iskanda Nogay yerleşimi olan birçok köyde Nogay kalmamış veya az sayıda kalan Nogaylar da zamanla kültürünü kaybetmiştir. O zamanlarda Cihanbeyli Kazasına bağlı köyler, günümüzde Ankara'nın Şereflikoçhisar ve Konya'nın sonradan ilçe olan Kulu ilçesine bağlanmıştır. Ilgın ilçesinde de bir mahalle oluşturmuşlardır. İlçenin Behlül Bey, Şıh Cârullah ve Câmiatik mahallelerinden ayrılarak kurulan ve sonradan Ayvaz Dede isimli mahallede oturmaktadırlar. Kendilerine özgü gelenek ve göreneklerini hâlen devam ettirmekte olan Nogaylar aralarında kaybolmaya yüz tutmuş Nogay diliyle konuşmaktadırlar. Nogaylar, Anadolu topraklarına ilk olarak 1500-1600 yılları arasında gelmişlerdir. Kilis tarafına atar. Burada Türkmen Döğer ve Barak boyları vardır. Her ne kadar diğer Türkmenlerle savaşmasalar da, daha güneydeki Suriyeli Araplar dikkatlerini çeker ve Nogaylar Arap boylarını yağmalamaya başlar. Araplar onları Antep valiliğine dinsiz ve sapık olduklarını söyleyerek şikayet ederler. Osmanlı ile birkaç kez çatışırlar fakat onlara diş geçiremeyince en sonunda Fırat Nehri çevresine yetişirler. Bugün Gazi Antep'te Birecik'in doğusunda ve Fırat kenarındaki köylerin Ak Nogay soyundan Elbekli oymağı Nogaylarından oldukları bilinmektedir. Romanya'dan göç etmiş çok az bir kısmı gümüş ve bakır işlemeciliği; el sanatı ürünleri; takı ve süs eşyası, boncuk, yüzük, kolye, bilezik yapımı ile uğraşırlar. Misafirperverdirler, aman dileyip hanelerine baş vuranları baştacı edip ölümüne korumaktadırlar. Günümüzde bu mesleklerin bir kısmını artık icra etmemektedirler. Hamurlu yemeklerden sonra et suyu olan “Sorpa” ("çorba") içmeleri geleneksel özelliklerindendir. Konya Tuzlukçu-Erdoğdu Köyü, Konya-Adana-Ankara yol ayrımı olan Kulu Makası bölgesinde. Bunlar Şeker, Doğankaya, Akin, Kırkkuyu, Boğazören, Seyitahmetli, Ahiboz, Mandıra ve Gazi Antep'te Nogaylar, Tilmusa ve bazı çevre köyleridir. Günümüzde Eskişehir'de Alpu Aktepe (Rıfkıye) Köyü ve Işıkören (Aziziye; daha sonra Arap Kuyusu) köyü Nogay köyleridir. Yelice (Esence) Köyü'nde de bir miktar Nogay yaşamaktadır. Hamidiye Köyü de Nogay olan Zincir ve Taraktaş aileleri tarafından kurulmuştur. Bu köyleri kuran Nogaylar 93 Harbi sonrasında Romanya'nın Konstanta (Köstence) İli, Medgidia (Mecidiye) İlçesine bağlı Poarta Alba (Alakapı),Nazarcea (Nazarşa), Aşağı Bülbül ve Yukarı Bülbül köylerinden alınarak 1893 yılında Bursa Vilayeti'ne bağlı Eskişehir Kazası Alpu Nahiyesi'ne iskân edilmişlerdir. Afyon Yenibelkavak'ta da bir miktar Nogay bulunmaktadır. Geleneksel yemek ve adetlerini korumaktadırlar. Eskişehir bölgesine göç edip, Nogay adetlerini uygulayıp anadillerini konuşmaktadırlar. Genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşmakta olup, gelir düzeyi ile eğitim düzeyleri yüksektir. Köylerde emekli sayısı epey fazladır. Bölgedeki diğer Nogay olmayan komşu köylerde tarımı biz tatarlardan öğrendik diye bir deyim kullanırlar. Genelde Nogaylar teknik ve düzenli tarım yaparlar. Meşhur yemeklerimizden olmazsa olmazı Çibörek, Tabakbörek, Sarburma, Göbete, Kaşıkbörek, Üykenbörek, Kalakay, Bavursak, Tavalokumu, Omaş Çorbası, Sorpa ve daha birçok yemek çeşitleri vardır. Yemeklerde genellikle et olur. Bu köylerde yaşayan Nogaylar da ulusal kimliklerini korumuşlar, adetlerinden ayrılmamışlardır. Yaşanan ekonomik zorluklardan dolayı bir kısmı köylerinden bağlarını koparmadan göç etmişler. Büyükşehirlere, ilçelere ve 60'lı yıllardan itibaren Avrupa'nın çeşitli yerlerine yerleşmişlerdir. Köylerinde tarım ve hayvancılıkla geçinen yöre halkı, köylerinin dışında günümüz koşullarına göre meslek edinmişlerdir. Bunun dışında Karaman'da da az miktarda Nogay aileleri mevcuttur. Nogaylar'a özgü olan dillerini muhafaza etmeye çalışmışlar ve günümüzde de bu dili kullanmaya devam etmektedirler. Geleneksel yemekleri kazanbörek, şırbörek (ç
iğbörek), koyankulak (tavşan kulağı), inkal, tavabörektir ve tamamı hamurdan yapılmaktadır. Ekmek olarak da kendilerine has kalakay, tavaöptek, şöyünöptek adlarında ve tandırda pişen çeşitli şekillerde ekmekleri tüketmektedirler. Yağda kızartılan bavursak adında ekmekleri de vardır. İçeceklerinin en önemlisi ise Ayakşay'dır. Halk arasında Tatar Çayı veya Nogay Çayı olarak bilinir. Rusya Federasyonu içindeki Nogay sayısı 2002'de 90.666 idi. Nogaylar günümüzde toplu olarak Stavropol krayı, Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti (2002'de 44.873) ile Çeçenya ve Dağıstan (2002'de 138.168) cumhuriyetlerinde yaşamaktadırlar. Nogayca Karaçay-Çerkes ve Dağıstan cumhuriyetlerindeki resmi dillerdendir. 2007'de Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti'nde merkezi Erken-Şahar olan, toplam 95 bin nüfuslu bir Nogay rayonu oluşturulmuştur. Büyük kısmı Kafkasya'da Dağıstan, İdil Nehri güney boyları, Stavropol Kray, Çeçenya ile Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti'nde yaşamaktadırlar. Kırım ve Romanya'da da Nogaylar bulunmaktadır. Nogay toplam nüfusu 900.000'in üzerinde olup, hepsi Sünni/Hanefi Müslümandır. Terek Irmağı havzasında yaşayan Nogaylara "Ak Nogaylar" da denmektedir. Nogaylar Türkçenin Kıpçak grubuna giren bir dil konuşurlar. 13-15.yüzyıllarda Altın Orda egemenliğinde idiler. Altın Orda'nın parçalanmasından sonra, şimdiki Kuzey Kafkasya'nın kuzeydoğu kesimi Astrahan Hanlığı, kuzeybatı kesimi de Kırım Hanlığı sınırları içinde kaldı. Astrahan Hanlığı 1556'da yıkılıp toprakları Rusya'ya ilhak edildi. Bu nedenle şimdiki Stavropol kray'ında bir Nogay nüfus yaşamaktadır. Kuzey Kafkasya'nın kuzeybatısında ya da Kuban Irmağı kuzeyinde yaşayan ve Kırım Hanlığı yurttaşları olan Nogaylar, 1783'te bu yerleri Rusların Kırım Hanlığı ile birlikte ilhak etmesi sonucu olumsuzluklar yaşadılar ve soykırıma uğratıldılar (bk.Ashad K'ırğ, "Tehlike Hep Kuzeyden Geliyordu", Kuzey Kafkasya KD, İstanbul, 1992, sayı 85-86, s. 23-25). Nogay Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Nogay Türkleri http://nogayorday.wix.com/antep-nogaylari#!nogaylar/c24ju Daimler-Chrysler Daimler Chrysler, 1998 yılında Daimler Benz otomotiv grubunun 36 milyar dolara Chrysler otomotiv grubunu satın alarak oluşturdukları otomotiv şirketi. Hotbird uydusu üzerinden dctv logosu altında 7 ayrı kanalda 7 ayrı dilde otomotiv sektörü hakkında yayın yapmaktadır. Söz konusu 7 dilin arasında Türkçe de bulunmaktadır. Şirket Chrysler’in sürekli zarar etmesi sonucu 2007 yılında grubun %80,1’ini 7,4 milyar dolara Amerikalı yatırım şirketi Cerberus’a satmıştır. Satış sonrası Daimler grubu Daimler AG olarak ismini değiştirmiştir. Nuri Alço Nuri Alço (d. 26 Nisan 1951, Eskişehir), Türk sinema oyuncusu. Bankacılık ve ilaç mümessilliğinin ardından mankenlik de yapan oyuncu, 1974 yılında Yeşilçam’a geçti. Eskişehir'deki Altay Spor Kulübünde ve Ordu Milli Takımında profesyonel olarak Voleybol oynadıktan sonra bir süre çeşitli işlerde uğraştı. Daha sonra Yeşilçam´a geçerek genellikle de tecavüzcü ve kötü adam rollerini oynamıştır. 80'li yılların erotik simgelerinden Ahu Tuğba ile bazı filmlerde rol almıştır. Seni Kendime Sakladım Seni Kendime Sakladım, Duman grubunun 4 Temmuz 2005'de çıkarttıkları 3.stüdyo albümü ve bu albümdeki bir şarkıdır. Albümdeki Sayın Bayan ve Aman Aman adlı şarkılarının söz ve müziği Ari Barokas'a, diğer şarkıların söz ve müzikleri Kaan Tangöze'ye aittir. Ömer Lütfi Argeşo Ömer Lütfi Argeşo (1880, İstanbul - 16 Kasım 1942, İstanbul), Türk asker ve siyasetçi. Osmanlı Meclis-i Mebusanı Son Osmanlı Meclis-i Mebusanında ve TBMM 1. Dönem'de Karahisar-ı Sâhib (Afyonkarahisar) milletvekilliği yapmış asker ve siyasetçidir. Harp Akademisi'ni bitirdikten sonra Hamburg'da Askerlik Okulu'na gitti. 13 Mart 1898'de girdiği Harp Okulundan 2 Şubat 1901'de teğmen rütbesiyle mezun oldu. Harp Akademisinden 4 Ocak 1904'te mümtaz yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. 1909 - 1911 yılları arasında Almanya'ya öğrenim gördü. Almanca öğrendi. 18 Temmuz 1908 tarihinde kıdemli yüzbaşı, 6 Mart 1915'te ihtiyat binbaşı, 12 Mayıs 1918'de ise yarbay rütbelerine terfi etti. 2 Şubat 1901 tarihinde başladığı askerlik kariyerinden 18 Mayıs 1914 tarihinde ayrıldı. Fakat I. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine 16 Ekim 1914 tarihinde tekrar hizmete alındı ve 65. Alay 3. Tabur Komutanı olarak atandı. 23. Alay Komutanlığına 14 Mayıs 1916'da vekâleten, 14 Ocak 1917'de asaleten tayin edildi. 22 Ekim 1918'de esir edildi. 1919 yılında Yunan İşgalinin ilk dönemlerinde Salihli, daha sonra Afyon'da konuşlanan 23. Tümen'in komutanlığını yürüttü. 17 Mart 1920'de İstanbul'a döndü, ardından 27 Mayıs 1920'de Kuvâ-yi Milliye'ye katıldı. Son Osmanlı Meclisi Mebusan'ında (12 gün) mebusluk yaptıktan sonra Ankara'ya geçerek TBMM 1. Dönem Afyonkarahisar temsilcisi seçildi. II. İcra Vekilleri Heyeti'nde görev yaptı. 10 Ağustos 1923 tarihinde askerlikten emekli oldu. Cumhuriyetin ilanından sonra siyasetten çekilerek emekli hayatı yaşadı. 16 Kasım 1942 tarihinde vefat etti. Dört çocuk (Fikret Argeşo, Samiha Argeşo, Sait Semih Argeşo ve Mehmet Sait Argeşo) babası olan Argeşo'nun eşi Fatma Saide Argeşo 20 Ocak 1975 tarihinde vefat etti. İsmail Fazıl Paşa İsmail Fazıl Paşa (Cebesoy) (1856, Kandiye, Girit Vilayeti - 18 Nisan 1921, Ankara) Türk asker ve siyasetçi. Babası İbrahim Ağa'dır. Aslen Sökeli olup Söke'den Girit'e yerleşen Cebecioğulları ailesindendir. 1870 yılında Harp Okulu'na girdi. 1873 yılında Süvari Teğmen rütbesiyle mezun olarak Erkân-ı Harbiye sınıfına geçti. 12 Temmuz 1876 tarihinde Erkân-ı Harbiye Mektebi'ni bitirerek Kurmay Yüzbaşı oldu. Harp Akademisi'nden mezun olduktan sonra "Erkân-ı Harbiye Sınıfları Yüksek Riyâzîye ve Tâbiye-i Cesime Muallimliği"ne tayin edildi. 93 Harbi başlamadan önce Osmanlı-Karadağ Savaşı'nda görev aldı. 93 Harbi sırasında 1878 yılında İşkodra-Hersek Fırkalarında Kurmay Yüzbaşı ve Kolağası rütbelerinde görev aldı. Savaş bitiminde İstanbul'a döndü. 21 Temmuz 1880 tarihinde II. Abdülhamid'in yaverliğini üstlendi. 3 Ağustos 1882 tarihinde Kaymakam rütbesine terfi etti. Ancak aleyhine verilen jurnallerin etkisiyle 13 Mart 1884 tarihinde görevinden alınarak 17 yıl sürgünde kalacağı Erzincan'daki 4. Ordu'nun Erkân-ı Harbiye 1. Şube Müdürlüğüne atandı. 4. Ordu ve İran sınırındaki görevlerini 1901 yılına kadar sürdürdü. 28 Şubat 1901 tarihinden itibaren İstanbul'a geri dönmesine izin verildi. 7 Ağustos 1894 yılında Miralay, 30 Mart 1901 tarihinde Mirliva rütbesine terfi etti. Erkân-ı Harbiye-i Umûmiyye Dairesi'nin 4. Şubesindeki memuriyetinden sonra 25 Ağustos 1908 tarihinde Harbiye Mektebi Nazırlığı'na atandı. 28 Ağustos 1908 tarihinde Ferik rütbesine terfi etti. 26 Mart 1909 tarihinde Aydın vilayetindeki 14. Redif Fırkası Komutanlığı görevindeyken 14 Temmuz 1909 tarihinde Adana Olayları'ndan dolayı Vali Cevad Bey ve kumandan Ferik Mustafa Remzi Paşa ile diğer kimselerin yargılandığı Adana Divân-ı Harb-i Örfi Reisliği görevine atandı. Daha sonra kısa bir süre Suriye Valiliği yaptı. 25 Kasım 1911 tarihinde Müretteb İzmir Kolordusu Komutanlığı'na atandı. Ardından 6. Redif Müfettişliği'nde görevlendirildi. 1 Şubat 1912 tarihinde 7. Kolordu Komutanı olarak atandı. 8 Şubat 1913 tarihinde İzmir'de toplanacak askeri kuvvetlerin komutanlığına atandı. "İzmir Kuvve-i Mütehaşşidesi Kumandanlığı" görevindeyken 12 Şubat 1913 tarihinde Padişah V. Mehmed'in iradesiyle "Harbiye Nezâreti Süvârî Dairesi Riyâsetine" atandı. Aldığı sağlık raporu gereğince, Avrupa kaplıcalarında tedavi olmak ve istirahat etmek üzere iki ay müddetle izinli sayılması uygun görüldü. Avrupa'ya gidip gitmediğine dair bilgiye ulaşılamadı. Ancak iki ay sonra 16 Ekim 1913 tarihinde İzmir'de teşkil edilecek ordu kumandanlığına tayin edildiyse de bundan vazgeçilerek yerine Pertev Paşa getirildi 6 Ocak 1914 tarihinde yaş haddinden emekliye sevk edildi. 1920 yılında Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı ve TBMM 1. Dönem'de Bozok Mebusu seçildi. I. İcra Vekilleri Heyeti'nde 26 Mayıs 1920 tarihinde TBMM Nafia Vekili olarak seçildi. Vekillikten 27 Aralık 1920 tarihinde sağlık sorunları nedeniyle ayrıldı. 18 Nisan 1921 tarihinde vefat etti. Müşir Mehmed Ali Paşa'nın kızı Zekiye Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Ali Fuad ve Mehmed Ali isminde iki oğlu oldu. Şair Nâzım Hikmet ile ve Türkiye'de kanser tedavisini ilk başlatmış kişi olan Dr. İsmail Fazıl Cebesoy'un dedesidir. ATX ATX, (Advanced Technology Extended: Geliştirilmiş Yüksek Teknoloji) Intel tarafından 1995'te geliştirilen bir formattır. Çok uzun zaman sonra anakart ve bilgisayar kasasında yapılan ilk büyük değişimdi. Yeni sistemler için AT nin yerini tümüyle ATX devralmıştır. Şu anki ve gelecek I/O, işlemci teknolojilerini destekleyen, kullanım kolaylığı sağlayan ve toplam sistem maliyetini düşüren bir standart olarak ortaya çıkmıştır. Yıldırım Gürses Yıldırım Gürses (21 Ocak 1938, Bursa - 18 Kasım 2000, İstanbul), Türk şarkıcı ve besteci. Liseyi Bursa Erkek Lisesi'nde okudu ve Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi'ni kazanarak üniversite eğitimine devam etti. Yirmi yaşında 1959 yılında Ankara Devlet Operası imtihanına girdi ve Türkiye birincisi oldu. Opera'da 7-8 ay çalıştıktan sonra ayrıldı ve TRT Ankara Radyosu sınavını yine üstün başarıyla birincilikle kazanarak çalışmalarına burada devam etti, 1961 yılında üniversiteden mezun oldu. Bu yıllarda kendi bestelerini "Kazablanka Gazinosu"'nun sahnelerinde seslendiriyordu. 1965 yılında Hürriyet Gazetesi'nin Altın Mikrofon Yarışması'na sözü, müziği kendisine ait "Gençliğe Veda" isimli plağı ile yirmi kişiye yakın Türk ve batı müziğinden oluşan orkestrası eşliğinde katılarak birinciliği kazandı ve böylece Klasik Türk müziğinde çok sesliliğe geçiş dönemini başlatmış oldu. Altın Mikrofon'daki bu başarının ardından Yıldırım Gürses, albüm, konser ve müzik çalışmalarına hız verdi. Sanatçı popüler müziğin en önemli isimlerinden biri haline geldi. Son Mektup, Mazideki Aşk, Bir Kırık Kalp, "Bir Garip Yolcu", Sonbahar Rüzgârları parçaları ile başarı yakaladı. Bu öyle bir başarıydı ki müzik hayatında 30'a yakın albüm yaptı. Ayrı
ca Yıldırım Gürses film müziklerinde de besteleri kullanılan en başarılı sanatçılardan biriydi. Türk sanat müziği sanatçısı Onur Akay, Yıldırım Gürses’le 15 sene önce yaptığı ve hiçbir yerde yayınlanmayan söyleşiyi, 2015 yılında Aydınlık Gazetesi’nde yayınladı. Söyleşide, Yıldırım Gürses’in ilk bestesinin, İçime Hep Hüzün Doluyor olmadığı ortaya çıktı. Seksenli yılların başında Ajda Pekkan ile birlikte "Affetmem Asla Seni" ile yeni bir hamle yaptı. Aynı albümde yer alan Dertliyim Arkadaş ve sonra çıkan "Eller Eller" ile Gül Dudaklım sanatçının ses getiren şarkıları oldu. Sanatçının diğer önemli şarkılarından bazıları Mevsimler Yas Tutup Çöller Ağlasın, "Liseli Kız", "Çal Kanunum Çal", Mazideki Aşk olmuştur. Aynı zamanda Arif Nihat Asya'nın "Fetih Marşı" isimli şiirinin sanatçı tarafından yapılan yorumu çok beğenilmiştir. Yıldırım Gürses'in önemli bestelerinden biri "içime hep hüzün doluyor" sözleriyle başlayan rast makamındaki şarkısıdır. Yine 80'li yıllarda "Hoş Sada Albümü" ile Türkiye'de en çok satan albümler arasında yer aldı ve çok başarılı konserler verdi, ayrıca sanatçı Emel Sayın ile birlikte Neşe-i Muhabbet müzikalini gerçekleştirdi, müzikal Yıldırım Gürses'in bestelerinden oluşmaktaydı, müzik direktörü de Yıldırım Gürses'ti. Bu müzikal de yine Türkiye'de yıllarca izlenme rekorları kırmıştır. Yıldırım Gürses'e ait 350 beste bulunmakta olup 1986 yılında bizzat Yıldırım Gürses kurucusu ve başkanı olmak üzere ekibi ile birlikte MESAM'ı kurdu ve böylece Türkiye'de ilk kez bestekar ve söz yazarlarının haklarını koruyan "Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği" adı altında bir meslek birliği kurmuş oldu. Yaşamında 30'a yakın albüm yapan ünlü sanatçının son olarak da 1999 yılında "best of" albümü "Anılarla Yıldırım" piyasaya çıktı. Yıldırım Gürses 18 Kasım 2000 tarihinde 62 yaşında geçirdiği kalp krizinin ardından hayatını kaybetmiştir. 1962 yılında kendisi gibi TRT ses sanatçısı olan Ayla Gürses'le evlendi. Bu evlilikten Beyazıt adını verdiği bir oğlu dünyaya geldi. Stilistlik Giyim piyasasında fark yaratacak şekilde, temel giyim ihtiyacı olan ürünlerde müşterinin beğenisine hitap edecek yeni ürünlerin tasarımını yapan kişiye stilist, yapılan işe stilistlik denir. Mesleğinde başarılı olan stilistler, toplum tarafından "moda akımlarına yön veren" anlamında Moda Tasarımcısı olarak lanse edilebilirler. 1800'lü yıllarda mekanik açıdan gelişen makine teknolojisi sanayi devrimini ortaya çıkardı. Bununla birlikte, tekstil endüstrisinin gelişim süreci dikiş makinesinin icadı ile seri üretim teknolojilerinin yaygınlaşması ürünlerin kısa sürede üretilebilir olmasını sağladı ve üretim maliyetlerinin düşmesine yol açtı. Bu sayede çok çeşitli ürünler piyasaya sürülebildi ve tüketim toplumu anlayışının ortaya çıktı. Üretilen ürünlerin, herkesin beden ölçüsüne birebir uymaması nedeniyle hazır giyim üretim standartları ortaya çıktı. (Bkz. standart beden ölçüleri s, m, l, xl) Daha sonra, serbest piyasa ekonomisi ile birlikte özel teşekküller arasındaki rekabet, aynı kulvarda koşmaktan kaynaklandığı için, müşteri beğenisi esasına dayalı, temel giyim ihtiyacından farklı olarak, belli tüketicilere yönelik pazar hedeflerinin oluşması amacıyla üretime gidildi. Kendi sınıfının en iyisi olduğunu göstermek amacıyla endüstriyel üretim anlamında toplumun genelinde kişisel zevklerin ön plana çıktığını göstermek amacıyla oluşturulan kavrama moda denir. Moda güncel giyim kültürüdür. Bu açıdan, tekstil giyim sektöründe tasarım yapanlar Giyim tasarımcısı, Moda tasarımcısı, stilist, modelist olarak tanımlanabilir. Mesleğin uluslararası standart tanımlaması ISCO-88 : 7435 Sınıfına girer. güncel ISCO-08 :2163 Tüür Yağmur Duası Tüür Yağmur Duası Gökhan Kırdar'ın 7 duadan oluşan "Tüür" serisinin ilk albümüdür. Albümde bulunan şarkılarda Gökhan Kırdar'ın tarzı görülse de, kullanılan eski Türk kültürüne ait kam (şaman) davulu müziğe farklı bir yön katmaktadır. Albümün iç kapağında ve resmi web sitesinde tanıtımı şöyledir: "...ve genç kam(şaman) adayı, elinde tuttuğu orbanın (tokmağın) hastalıktan ölmüş yavru bir geyiğin derisi, davulun ise yıldırım çarpmış bir kayın ağacı olduğunu hatırladı ve çalmaya başladı..." Tanımdan da anlaşılacağı üzere müzikte, eski kam çalgılarının kullanılmasının yanı sıra, yoğun bir ruhçu ve doğal hava yaratılmaya çalışılmıştır. Tüür çalışması, Gökhan Kırdar tarafından, kendi ev stüdyosunda tüür ve lir çalarak, dışarıda yağmur yağarken kaydedilmiştir. Elektronik müzik ile tüür, lir, çeng, kılkopuz, dutar, morinhur gibi eskiden kamların kullandığı Türk çalgılarını sentezleyerek yeni bir müzik türü ortaya koymaya çalışılmıştır. Seriye adını veren tüür çalgısının bir önemi de bilinen en eski Türk çalgısı olmasıdır. İttifak Devletleri İttifak Devletleri, Bağlaşma Devletleri ya da Merkezî Devletler, başlangıçta Almanya (ve yanında katılan Alman sömürge bölgeleri), Avusturya-Macaristan ve İtalya'dan oluşan devletler grubudur. Kökeni 1882'de kurulan Üçlü İttifak Antlaşması'na dayanır. İtalya, I. Dünya Savaşı başlayınca önce bir yıla yakın süre tarafsız kalmış, daha sonra İtilaf Devletleri tarafına geçerek 23 Mayıs 1915'te savaşa girmiştir. Müttefik arayan İttifak Devletleri'ne önce 2 Ağustos Osmanlı-Alman Gizli Antlaşması'nın gereğini yerine getiren Osmanlı İmparatorluğu, bir yıl sonra ise Çanakkale Zaferi'nden sonra savaşı Almanların kazanacağını düşünen Bulgaristan katılmıştır. İttifak Devletleri I. Dünya Savaşı'nda, İtilaf Devletleri (sömürgelerle beraber toplam 41 ülke ve yaklaşık 42 milyon asker) oluşan grubuna karşı savaşmış ve 1918'de savaştan yenik olarak çıkmışlardır. Bu savaş sonucu İtilaf Devletleri; Alman İmparatorluğu'nu küçültmüş, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nu dağıtmış, Osmanlı İmparatorluğu'nu ise kısmen paylaşmışlardır. Yenipayam, Ağın Yenipayam, Elâzığ ilinin Ağın ilçesine bağlı bir köydür. Yenipayam, Elazığ iline 95 km, Ağın'a 8 kilometre uzaklıktadır. Köyde kışın nüfus 15 civarında olup yaz aylarında dışarıdan gelenlerle birlikte bu sayı 80-90 kişiyi bulmaktadır. Yenipayam'da (Hastek) tarihi çok eskilere dayanan bir mağara Kale bulunmaktadır. Yine çok eski çağlardan kalma mezarlar ve bir yerleşim yeri (Şemeni Şehri) bulunmaktadır. Okuma oranı % 99 civarındadır. Köyün iklimi, karasal iklim etki alanı içerisindedir. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Yerleşim yerinin köy tüzel kişiliği alması ile birlikte köyün tüzel kişiliğini temsil etmesi için köy muhtarlık seçimleri de yapılmaktadır. Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamaktadır. Köyün hem içme suyu şebekesi hem kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Rıza Nur Rıza Nur (30 Ağustos 1879, Sinop - 8 Eylül 1942, İstanbul), Türk siyasetçi, devlet adamı, yazar, Türkolog-tarihçi ve hekimdir. II. Meşrutiyet'in ilanı ile açılan Osmanlı Meclisi Mebusan'ının ilk döneminde ve 1. ve 2. Dönem TBMM'de Sinop milletvekilliği yaptı, TBMM tarafından seçilen I. İcra Vekilleri Heyeti içinde Türkiye'nin ilk Maarif Vekili (Eğitim Bakanı) oldu, Moskova Antlaşması ve Lozan Antlaşması müzakerelerine katıldı. 30 Ağustos 1879 tarihinde Sinop'ta doğdu. Zor bir çocukluk geçirdi. İlköğrenimini Sinop'ta yaptıktan sonra İstanbul'a gelerek Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi'ne girdi. Sonra Tıbbiye İdadisi'ni (Tıp Lisesi) ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'yi (Askeri Tıp Okulu) tabip yüzbaşı olarak bitirdi. 1901 yılında Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde staj yaparken çalışkanlığı ile Alman hocaların ilgisini çekti ve orada asistan oldu. Önce Prof. Dr. Deike Paşa'nın yanında çalıştı, sonra cerrahi kısmına geçti. Prof. Dr. Wietin Paşa'nın yanında çalışarak operatör oldu. Bu arada fenni sünnet usul ve aletlerini anlatan özgün bir kitap yazdı. Önce padişaha sunulan kitap, daha sonra yayımlandı ve Prof. Wieting tarafından bir kısmı Almanca'ya çevrildi. 1903 yılında Rumeli Zibefçe gümrük kapısına bakteriyolog olarak atandı. 1905 yılında Gülhane'ye yardımcı öğretmen, 1907 yılında da Askeri Tıbbiye'ye cerrahi hocası oldu. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra yapılan seçimlerde Sinop'tan milletvekili seçilerek Meclis'e girdi. İttihatçılara yönelik ağır muhalefeti sebebiyle profesörlük yaptığı Askeri Tıbbiye’deki görevinden alındı. Daha sonra binbaşı rütbeleri de söküldü. Eleştirilerini keskin bir dille sürdürmesi üzerine üç ay hapis yattı ve Bekirağa Bölüğü'nde idamını beklerken Cemal Paşa'nın emriyle sürgüne gönderildi. 8 yıllık sürgünden sonra ancak Mütareke döneminde İstanbul'a dönebildi. 1920 yılına kadar kaldığı Mısır'da Cemiyet-i Hafiye ve Türkiye'nin Tarik-i Selameti (Türkiye'nin Kurtuluş Yolu) adlı eserlerini kaleme aldı. Balkan Savaşı'na da katıldığı bilgisi yer almaktadır. TBMM 1. Dönem ve 2. Dönem'de Sinop milletvekili olarak yer aldı. Maarif Vekilliği yaptı. 1920 yılında Sovyetler Birliği ile dostluk ve yardım antlaşması yapmak üzere Moskova'ya gönderilen heyete delege olarak katıldı. Çiçerin ve Josef Stalin ile görüştü. TBMM hükümeti adına Moskova Antlaşmasını Ali Fuat Paşa ve Yusuf Kemal Tengirşenk ile birlikte imzaladı. Cumhuriyet'in ilanına kadar bütün hükümetlerde Sıhhiye Vekili olarak görev aldı. Sakarya Meydan Muharebesi'ne doktor olarak fiilen katıldı. Lozan Konferansı'na ikinci delege olarak katıldı. 2. dönemde yeniden Sinop milletvekili olarak Meclis'te yer aldı. 14 cilt tutan Türk Tarihi'ni bu sıralarda yazdı. 1926 yılında Sinop'ta bir kütüphane kurarak, gelir kaynakları ile birlikte kamuya vakfetti. Mustafa Kemal Paşa ile arası açıldı. Milletvekili olduğu halde, İzmir suikastine karışanların idam edilmeleri ve bunların kendisi gibi muhalif kimseler olmaları sebebiyle yurdu terk etti. 1926 yılında kitabında belirttiği bu gibi kuşku ve korkular nedeniyle Fransa'ya gitti ve Paris'e yerleşti. Mehmet Cavit Bey ve diğer suikastçı olduğu iddia edilenlerin, politik karşıtı olduklarından dolayı şahsen sevmemesine rağmen, onların komploda yer almadıklarını, dolaysıyla hak
sız yere öldürüldüklerini savundu. Mustafa Kemal Atatürk'ün alkolizm iddiası hakkında geniş ölçüde yazdı. Daha sonra Fransa'dan Mısır'a geçti. İskenderiye'de bu kez 12 yıl süren bir gurbet dönemi yaşadı. Bu arada "Türkbilik Revüsü" adlı yıllık bir Türkoloji dergisini yayınladı. Leiden'de toplanan Şarkiyatçılar Kongresi'nde Reşit Saffet'le birlikte Türkiye'yi temsil etti. Öğrenciliğinden beri hayranı olduğu Namık Kemal üzerine 720 sayfalık bir inceleme yazdı. 1934 yılında Soyadı Kanunu'nun çıkmasından sonra "Nur" soyadını aldı. 1938 yılında, Mustafa Kemal Atatürk'ün vefat etmesinden sonra Türkiye'ye döndü. Vefat edene kadar İstanbul, Taksim'de kiraladığı 3 odalı bir apartman dairesinde yaşadı. Burası aynı zamanda "Tanrıdağ" dergisinin de idarehanesi oldu. 8 Eylül 1942 tarihinde İstanbul'da vefat etti. "Hayat ve Hatıratım" olarak bilinen 4 ciltlik kitabın ilk iki cildinde kendi hayatını ve hatıralarını, ikincisinde İnönü ile ilgili anılarını son cildinde ise Atatürk ile ilgili anılarını anlatır. Bu kitabında her ikisine de ağır ithamlar mevcuttur. Anılarında İnönü'nün Kürt, Abdülhalik Renda'nın Arnavut, Rauf Orbay'ın ise Kafkasya kökenli olduğunu iddia etti. Atatürk'ün ise I. Dünya Savaşı'nda hızla yükseldiği Çanakkale Cephesi'nden beri Almanlarla iş birliği yaptığını öne sürdü. Anılarını 1935 yılında, British Museum'a, 1960 yılına kadar yayımlanmamak kaydıyla gönderir. Altındağ Yayınları tarafından mikrofilm olarak getirilen "Hayat ve Hatıratım"ın ilk iki cildi, 1967 tarihinde tek cilt olarak ve sansürlü bir şekilde yayınlanmış olmasına rağmen 5816 sayılı Atatürk'ü Koruma Kanunu kapsamında toplatılmıştır. Bunun üzerine, yayınevi son iki cildi aynı yıl içinde ayrı ayrı ciltler halinde sansürsüz bir şekilde yayınlanmış, ancak bu ciltler de toplatılmıştır. Yıllar sonra ilk üç cilt sansürlü bir şekilde tekrar piyasaya sürülmüştür. Kitabın orijinali ve sansürsüz baskısı Türkiye Cumhuriyeti'nde yasaklanmıştır. Rıza Nur eserlerinde ayrıca, Lozan'daki heyetle birlikte iken Atatürk ve İsmet İnönü arasında -kendisi de heyette olduğu halde içeriğini bilmediği- çok gizli telgraf yazışmaları olduğunu, bunların Türkiye'nin Lozan'daki bazı önemli kayıplarını ve Lozan'ın gizli kalmış yönlerini de açıklayabileceğini öne sürdü. Fakat iddialarını ispatlayamadı. Rover Rover Company ,Birmingham'da yer alan Britanyalı otomobil üreticisiydi. Nisan 2005'te borcundan dolayı iflas etti. 2 büyük Çin firması Rover'a talip oldu. Temmuz 2005'te Çinli Nanjing Otomobil Grubu MG ismini ve üretim tesislerini satın aldı, ancak Rover 75 modelinin bazı hakları ise SAIC' de kaldı. "Rover" marka adı ise Ford şirketi tarafından satın alındığı için SAIC "Roewe" adı ile üretime başladı. Aynı zamanda "MG" isim hakkını ve fabrikayı satın alan 2. Çin firması olan Nanjing de NAC MG ismi ile hem Çin'de hem de İngiltere'de üretim çalışmalarına başladı. Şu an Rover tabanlı araçlar Roewe adı altında Çin'de satılmaktadır. Türkiye otomobil pazarında Rover markası çok fazla tanınmamaktadır. Bunun nedeni olarak da geçmiş yıllarda distrübütör firmaların tutumları ve ithalat sayısının az olması gösterilebilir. Rover parçalarının ve servis ücretlerinin pahalı olduğu yönünde bilinen yanlış bir inanç ve otomobil hakkındaki eksik bilgiler nedeniyle fazla rabet görmeyen Rover otomobillerini 2.el pazarında oldukça düşük fiyata bulma şansı vardır. Yakıt tüketimi, aracın el kitapçığındaki yakıt tüketimi değerlerinden öğrenilebilir. PageRank PageRank, 2014 yılına kadar Google'ın site sıralamasında kullandığı algoritmanın sonucu sitenize verdiği değeri gösteren basitleştirilmiş 0'dan 10'a kadar olan bir değerdir. Bu değer genel olarak özgün bir içeriğe, sayfaya verilmiş bağlantılara ve bağlantı veren sayfaların kalitesine bağlı olarak değişir. Pagerank ile birlikte bir link pazarı oluşmasından dolayı Google bu konuda kendini geri çekmiş ve de son olarak 2014 yılında hiçbir pagerank güncellemesi gerçekleştirmemiştir. 6 Ekim tarihinde Google yetkilisi John Mueller tarafından; " Muhtemelen pagerank güncellemesi olmayacak. " şeklinde bir açıklama yapılmıştır. Pagerank değerleri sizlerle paylaşılmasa da, her site Google için güncel bir puan ifade etmektedir. Diğer yardımcı arama motoru optimizasyonu araçları kullanılarak yaklaşık değerlere ulaşmak mümkündür. Google Arama motoru, Stanford'da doktora yapan iki öğrenci, Larry Page ve Sergey Brin tarafından 1998 yılında kurulduğunda, arama sonuçlarını patentli PageRank™ tekniği üzerine geliştirdiler. Bu yüzden PageRank™ patenti de Google'a değil Stanford Üniversitesi'ne aittir. Sayfa Değeri, sitenin doğal yapısına ve link içeriğine uygun olarak sitenin değerinin bir göstergesidir. Google, bir linki A sayfasından B sayfasına, B sayfası için A sayfasını kullanarak bağlar. Aynı zamanda sayfanın hakkının yenmemesi için bazı içerik analizleri de yapar. Kendisini "önemli" yapan kriterlerde iyi yerlerde olan bir site önem sıralamasında diğer sitelerin üzerine çıkacaktır. Yani bir sitenin Google Arama sonuçları sıralamadaki yeri onun için önemli olan birçok kriterlerin birleşimi sonucunda belirir. Google, aynı zamanda spam amaçlı siteleri Google Ban ile cezalandırıp tüm indexlerini silerken, yeni açılan sitelerin de hızlı bir şekilde arama sonuçlarında yükselmesini engelleyen Google Sandbox sistemlerini de kullanmaktadır. Sandbox'a giren bir site 3-6 ay boyunca ne kadar iyi olursa olsun, Google tarafından denenir ve belirli bir sürenin sonunda arama sonuçlarında daha iyi bir yere getirilir. Ancak site sıralamasını etkileyen tek parametre PageRank değildir. Site sıralamasını esasen "alakalılık" ve "önemlilik" değerlerini kombine etmeye çalışan Google algoritması için de Topic Sensitive Page Rank olarak tartışılan kavramın etkili olduğu düşünülmektedir. Pagerank güncellenmesi hakkında net bir tarih ve zaman dilimi yoktur. Geçtiğimiz senelerde, senede 1,2,3 defa olmak üzere genel güncellemeler gerçekleşmiştir. Ancak geçtiğimiz 2014 yılında hiçbir pagerank güncellemesi olmamıştır. Google'ın her site için bir puan verdiği ve bu puanları güncel tuttuğu bilinmektedir. Bunu bizlerle paylaşmak durumunda olmadığından, önümüzdeki süreçte bir pagerank güncellemesi olmama ihtimali bulunmaktadır. Pagerank sorgulama sistemleri ile sitenizin en son Google tarafından bildirilen puanına ulaşabilirsiniz. Balamir Balamber Han (Balamir); Çiçi Yabgu’nun dokuzuncu, Mete Han'ın 15. göbekten torunu, Hun hakanı Haylundur kabilesinin de reisiydi. 10 tümen askeri vardı. (Bugünkü 100 bin asker civarı). Hun başbuğu Balamber idaresindeki büyük taarruz, önce Doğu Gotlarına çarptı ve bu devleti yıktı (374), Doğu ve Batı Gotları ortadan kaldırdı. Hun topraklarını genişletti. Kafkasların kuzeyinde yaşayan Alanları, Volga-Don bölgesindeki Sarmat ve İskitleri buyruğu altına aldı. Dayanacak gücü kalmayan Kral Ermanarikh intihar etti. Haylundurlar Macaristan'dan Anadolu'ya gelip Karaman, Sivas ve Konya'ya yerleştiler. Tanrıya inanan bir kavimdi. Bu göç MS 560-600 yılları arasında gerçekleşti. Balamber'in bir hanımı Gotlardan idi. Çocukları Almanya'da kaldı ve Baltıklara gitti. Balamber Oğuzlar'ın atasıdır. Balam-ber yani oğul veren ya da çocuk veren anlamına gelir. Hun İmparatorluğu ve yönetimde bulundukları süreler: (374 – 496) Rolls-Royce Limited Rolls-Royce Limited , İngiliz otomotiv ve havacılık firması Henry Royce 1904’te ilk otomobilini yaptı. Aynı yıl Londra’da otomobil satan Çarlz Stewart Rolls’la tanıştı. İkili işbirliği yapmak üzere anlaştı. Royce’un yaptığı otomobilleri Rolls satmaya başladı. Otomobillerin adı "Rolls Royce" oldu. Şirketin amacı ileri teknoloji ile lüks otomobil üretmekti. Wright Kardeşlerle yaptığı anlaşmayla uçak motor üretiminde bir numaralı isim oldu. 1915'te Müttefikler için ilk zırhlı araçları üretti. 1939'da Kraliyet Hava Kuvvetleri uçaklarının birçoğunun motorlarını yeniledi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra tepkili motor üreten şirketler arasında ilk sırayı aldı. 1971'de iflas etti. SEAT SEAT, S.A. merkezi Martorell İspanya'da bulunan bir İspanyol otomobil üreticisidir. 9 Mayıs 1950 tarihinde, bir devlet kurumu olan Instituto Nacional de Industria (INI) tarafından kurulmuştur. Audi ve Lamborghini ile birlikte artık varlığı sürdürmeyen bir şirket olan Audi Marka Grubu'nun bir üyesi iken, bugün tamamıyla Alman Volkswagen Grubu'na bağlıdır. Genç ve sportif profile sahip bir otomobil üreticisi olarak tanımlanmaktadır. SEAT, S.A. şirketinin merkezi, İspanya'nın Barselona kenti yakınlarındaki Martorell'de bulunan SEAT kompleksinde yer almaktadır. 2000 yılında üretim 500.000 adedi aşmıştır; 2006 yılına kadar, 6 milyondan fazlası Martorell tesisinde olmak üzere 16 milyondan fazla otomobil üretilmiştir ve yıllık üretimin üçte ikisi, dünya çapında yetmişten fazla ülkeye ihraç edilmiştir. SEAT, önceden Sociedad Española de Automóviles de Turismo (Türkçe adı İspanyol Binek Otomobilleri Şirketi) için bir kısaltmaydı. SEAT, bugün kendi otomobillerini kurum içerisinde geliştirebilecek altyapıya sahip olan tek İspanyol otomobil üreticisidir. Barselona'nın yaklaşık 30 kilometre kuzeybatısında bir sanayi kenti olan Martorell'deki şirket merkezi ve ana üretim tesisleri, yılda yaklaşık 500.000 adetlik üretim kapasitesine sahiptir. Tesisin açılışı, 22 Şubat 1993 tarihinde İspanya Kralı Juan Carlos tarafından yapılmıştır ve SEAT'ın Barselona serbest bölgesi (Zona Franca) kıyısındaki eski montaj tesisinin yerini almıştır. SEAT'ın Martorell ve Zona Franca kompleksleri arasındaki demiryolu bağlantısı, bu iki tesis arasında araç ve parça nakliyatını kolaylaştırmaktadır. Martorell'deki sanayi kompleksi, SEAT Spor, SEAT Teknik Merkezi, Araştırma ve Geliştirme Merkezi (ArGe), Tasarım Merkezi, Prototip Geliştirme Merkezi, SEAT Servis Merkezi (Satış Sonrası Hizmetler bölümünü, Müşteri Hizmetleri bölümünü ve Katalonya Motorlu Araç bayiliğini de kapsar), ayrıca SEAT, Volkswagen, Audi ve Škoda markalarının Orijinal Yedek Parça Merkezi’ni barındırmaktadır. Geliştirme ve montaj tesisleri, Volkswagen Grubu bünyesindeki en yeni,
en modern ve en verimli tesislerden biridir ve SEAT Martorell tesisinin yalnızca SEAT için değil, Volkswagen ve Audi gibi diğer Volkswagen Grubu markaları için de yüksek kaliteli otomobiller üretebilmesine imkan sağlar. Örneğin, çeşitli Audi modellerinin (Audi A1, Audi A3 Sportback, Audi Q5, vb.) geliştirilmesi, tasarımı ve ayrıca birçok Audi geliştirme projesi, burada gerçekleştirilmiştir. Hatta 2011 yılından bu yana, Audi Q3 küçük SUV modeli Martorell’de üretilmektedir. Barselona Zona Franca tesisi, SEAT Eğitim Merkezi'ni, preslenmiş gövde parçalarının üretildiği Zona Franca Preshanesi'ni ve hem SEAT hem de diğer Volkswagen Grubu markalarının (VW, Audi ve Škoda) şanzımanların üretildiği Barselona Gearbox del Prat tesisini kapsar. Barselona Gearbox del Prat tesisi, yüksek kaliteli üretim süreci ve ürünleri için 2009 yılında Volkswagen Grubu tarafından Volkswagen Üstünlük Ödülü'ne layık görülmüştür. SEAT'ın 1975 yılından beri doğrudan sahibi olduğu bir başka tesis, Pamplona'daki Landaben tesisidir. Ancak bu tesis, 1993 yılının Aralık ayında Volkswagen Grubu'nun "Volkswagen-Audi-Espana, S.A." adlı ortaklığa devredilmiştir ve tesis, bugün Volkwagen araçlarının İspanya'daki üretimini sürdürmektedir. Volkswagen Grubu'nun SEAT modellerini üreten fabrikaları arasında Slovakya'daki Bratislava tesisi, Çek Cumhuriyeti’ndeki Mladá Boleslav fabrikası ve Portekiz'deki Palmela AutoEuropa fabrikası da yer almaktadır. Geçmişte Almanya (Wolfsburg) ve Belçika'daki fabrikalar gibi diğer bazı tesislerde de SEAT modellerinin üretimi yapılmaktaydı. Gelecekteki planlar, tüm Volkswagen Grubu için Barselona'da çevre ve enerji verimliliği alanına odaklı yeni bir Araştırma ve Geliştirme (ArGe) merkezini, kent içindeki ulaşıma destek olacak bir projenin başlatılmasını, ayrıca Zona Franca'nın "Nave A122" sahasında SEAT tarafından üretilen tüm seri üretim ve prototip modellerinin ve marka ile birlikte İspanya'nın otomotiv geçmişi için tarihi değere sahip olan sınırlı üretim modellerinin sergileneceği bir SEAT müzesini kapsamaktadır. SEAT'ın bağlı ortaklarından biri olan SEAT Deutschland GmbH şirketinin merkezi, Mörfelden-Walldorf Almanya'dadır ve ticari aktivitelerinin yanı sıra, SEAT'ın elektronik platformu SEAT BT Hizmetleri Ağı'nın işletiminden sorumludur. Wolfsburg Almanya'da, Volkswagen Grubu kurumsal tema parkı Autostadt'taki bir gölün ortasında yer alan SEAT'ın fuar alanı, parktaki en büyük alanlardan biridir. 60 yıllık geçmişinde, firmanın yalnızca yerel İspanya pazarı için otomobil ürettiği, 1953 ile 1956 yılları arasında kısa bir dönem olmuştu. 1965 yılında, sembolik sayılabilecek bir hareketle, firma 150 adet SEAT 600 modelini hava yoluyla ilk defa Kolombiya'ya ihraç etmeye başladı ve iki yıl kadar sonra 1967 yılında SEAT, Fiat ile olan lisans anlaşmasını yenileyerek İspanyol firmanın otomobilleri için uluslararası bir dağıtım ağı elde etti ve böylece 1969 yılında on ikiden fazla farklı ülkeye kitle halinde ihracat operasyonları başlatarak ihracat pazarına girmiş oldu. Bugün ise, firma kendi otomobil modellerini dünya çapında 70'ten fazla ülkenin pazarına, Volkswagen Grubu'nun geliştirme politikaları doğrultusunda sunmaktadır ve yıllık üretiminin neredeyse üçte ikisi, İspanya dışındaki pazarlara ihraç edilmektedir. Temel pazarı Avrupa olmayı sürdürürken, Avrupa dışında SEAT için satış hacmi açısından en başarılı pazar, firmanın 27 eyalette bayisinin bulunduğu Meksika'dır. Markanın ürünleri, birçok Avrupa ülkesi ile birlikte 40'a yakın ülkede pazarlanmaktadır. Günümüzde SEAT, büyük bölümü Orta Doğu ve Arap yarımadasında olmak üzere Asya'nın da 11 ülkesine, ayrıca Amerika kıtasında 16 ülkeye, son olarak da büyük çoğunluğu Kuzey Afrika olmak üzere Afrika'ya araçlarını ihraç etmektedir. Otomobillerinin bazıları Avrupa dışında, Volkswagen markası altında satılmıştır. Bunlar arasında, Güney Afrika'da Volkswagen Polo Playa olarak bilinen SEAT Ibiza hatchback, Volkswagen Caddy olarak SEAT Inca panelvan veya Volkswagen Polo Classic olarak da bilinen SEAT Córdoba sayılabilir. Geçmişte, markanın kısa süreliğine mevcut olduğu diğer pazarlar Avustralya ve Yeni Zelanda (1995 ile 1999 arası) ile Güney Afrika'ydı (2006 Haziran ayından 2008 yılının sonuna kadar). Ancak marka, güncel ve beklenen koşulları göz önüne aldığında, niş bir markanın süregelen ithalatını verimsiz kıldığı gerekçesiyle Volkswagen'in verdiği karar doğrultusunda bu pazarlardan çekilmiştir. İspanya, dünyanın en büyük sekizinci otomobil üreticisidir ve otomobil pazarı, Avrupa'da en büyükler arasındadır.. Ancak, durum her zaman böyle değildi; 20. yüzyılın ilk yarısında, İspanya'nın ekonomisi diğer batı Avrupa ülkelerine göre gelişmemiş durumdaydı ve otomobil pazarı kısıtlıydı. Bu dönemde, sınırlı miktarda otomobil üretimi gerçekleştiriliyordu ve temel olarak pazarın lüks kesimine hizmet veren yerel üretici vardı. Bunlardan en başarılısı, Hispano-Suiza firmasıydı. İspanya'nın seri üretim otomobiller için sınırlı olan pazarı, otomobil ithal eden veya parçalarını ithal ederek otomobil montajı yapan bağlı ortaklar ile çalışan yabancı firmalar tarafından devralınmıştı ve bu durum, ülkeyi seri üretim için gerekli olan teknolojik bilgiden ve büyük yatırımlardan mahrum bırakıyordu. Mevcut durum, 1936 ile 1939 yılları arasındaki İspanyol İç Savaşı ile daha da kötüleşmişti. Yalnızca İspanyolların satın alma gücünün büyük ölçüde azalmış olması nedeniyle değil, aynı zamanda çok uluslu bağlı ortakların operasyonlarını durdurması veya savaştan ve sonuçlarından ciddi seviyede etkilenmiş olmaları nedeniyle otomobil talebi oldukça azalmıştı. Yabancı firmaların İspanya'nın iç savaş sonrasında zayıf düşmüş pazarına ilgi göstermemesi, yerel menfaatler için bir fırsat oluşturmuştu. SEAT'ın başlangıcı, 22 Haziran 1940 tarihine kadar uzanır. Bu tarihte, İspanyol bankası "Banco Urquijo", İspanya'nın kendi seri otomobil üreticisini oluşturmak için bir grup sanayi firmasının desteğiyle (Hispano-Suiza, Basconia, Duro-Felguera, S.E. de Construcción Naval, Euskalduna, S.E. de Construcciones Metálicas, Fundiciones Bolueta, Echevarría, vb.) "Sociedad Ibérica de Automóviles de Turismo" (S.I.A.T.) topluluğunu kurdu. Banco Urquijo'nun ilk projesi, S.I.A.T. otomotiv firmasını tamamen özel bir girişim olarak işletmeyi hedefliyordu, fakat 1941 yılından hemen sonra, Franco hükümetinin 3 Ocak 1942'de aldığı bir karar üzerine, bu proje devlet holding kuruluşu olarak Instituto Nacional de Industria (INI) haline dönüştü. Yeni ulusal otomobil markası hedefi, sadece yabancı tasarımları ve parçaları İspanya'da birleştiren başka bir lisanslı otomobil üreticisi olmak değil, tasarımdan montaja tüm üretim sürecini İspanya'da gerçekleştirmekti. Ülkenin seri otomobil üretimi geliştirme çalışmalarındaki deneyimsizliği nedeniyle, ilk yıllarda para, pay, bono ve lisans ücreti karşılığında katkı sağlayabilecek yabancı bir ortak bulma kararı verildi. Diğer Avrupa ülkelerinin 2. Dünya Savaşı'na girmesi ve İspanya'nın hala iç savaşın sonuçlarıyla mücadele ediyor olması, projenin askıya alınmasına neden oldu. Fakat proje stratejik öneminden dolayı tamamen terk edilmedi. Bugünkü SEAT, 9 Mayıs 1950 yılında, ülkenin ulusal ekonomisindeki temel yapıları yenileme ihtiyacı olduğu bir zamanda ve 2. Dünya Savaşı'ndan hemen sonra, Instituto Nacional de Industria (INI) tarafından "Sociedad Española de Automóviles de Turismo, S.A." (S.E.A.T.) adıyla kurulmuştu ve her biri bin Peseta değerinde 600 bin pay ile 600 milyon Peseta sermayeyle başlamıştı. Bu miktar, bugün yaklaşık 3,6 milyon Euro'ya karşılık gelmektedir. SEAT'ın doğumu, İspanyol hükümetinin ve altı İspanyol bankasının ("Banco Urquijo", "Banco Español de Crédito (Banesto)", "Banco de Bilbao", "Banco de Vizcaya", "Banco Hispano-Americano" ve "Banco Central) yabancı bir ülkenin ortaklığıyla, İspanya'nın büyük otomobil üreticisini hayata geçirmek için İtalyan otomobil üreticisi Fiat bir ittifak anlaşmasına girmesiyle 26 Ekim 1948'de gerçekleşti. İhalede Alman Volkswagen ve İtalyan Fiat yarışıyordu. İhaleyi, çeşitli gerekçelerden dolayı Fiat'ın teklifi kazandı. Bu gerekçeler arasında Fiat'ın İspanya'daki tanınmışlığı ve firmanın, İspanyol İç Savaşı'nda yok edilmesiyle kısa süreliğine de olsa, Guadalajara'da "Fiat Hispania" tesisini kurması yer alıyordu. Fiat'ın Fransız firması Simca ile işbirliği, firmanın karmaşık uluslararası projelerle başa çıkabildiğini gösteriyordu. Fiat'ın yarı korunan İtalyan otomobil pazarındaki deneyimi, İspanya'ya en kolay şekilde aktarılabilecek olanı olarak görülüyordu. Her iki ülkedeki müşteriler de düşük gelirliydi ve otomobil pazarları sınırlıydı. Ayrıca yol koşulları da birbirine benzerdi. İtalya'da Fiat, başlangıçta İspanya'nın ana pazar segmenti olacağı düşünülen 12 beygir gücü altındaki araçlar pazarında egemendi. 2. Dünya Savaşı'nın getirdiği ekonomik ayrılmışlık, İtalya'ya zarar vermişti ve bunun sonucunda Fiat, İtalya dışındaki fırsatlara ilgi göstermeye başlamıştı. Bu, diğer ülkelerdekiler yerine İtalyan üretici ile yapılacak görüşmelerin İspanya için daha avantajlı olabileceği anlamına geliyordu. 1947'de, Banco Urquijo grubu S.I.A.T. projesini tekrar canlandırdı ve bir sonraki yılda görüşmeler, üç parçalı bir anlaşmanın imzalanmasıyla başarıyla sona erdi. Anlaşmayla, INI %51 kontrol payına ve ayrıca yeni firmanın yönetimi işlevine sahip olmuştu ve böylelikle "ulusal menfaat" girişimine odaklı bir yaklaşımı koruyabilmişti. Küçük bir hissedar olsa da, Banco Urquijo grubu, gelecekte firma özelleştirildiğinde bir lider rolü üstlenmeyi bekliyordu. Ortak otomobil üreticisi Fiat'a, teknik desteğinin karşılığında %7 pay teklif edilmişti. Böylece SEAT yalnızca 1960'ların ve 1970'lerin en büyük işvereni olarak ülkenin ekonomik dirilişini yeniden başlatmakla kalmayacak, aynı zamanda hala büyük ölçüde kırsal bir ekonomi olan sanayileşmeye de katkıda bulunacaktı. Başta Valladolid ve Burgos gibi iç kesimlerde yer alan ve daha az gelişmiş şehirleri tercih etmek düşünülüyordu, fakat firmanın tesisinin Barselona Limanı'nın gümrükten muaf alanında (Barcel
ona Zona Franca) kurulmasına karar verildi. Burada, Akdeniz'e ve Fransa sınırına ulaşan demiryolu ve karayolu bağlantıları ile Avrupa'nın geri kalanına erişim olanakları daha iyiydi. Nihayetinde Barselona, sanayi geçmişi olan bir şehirdi ve 19. yüzyılın ikinci yarısında karmaşık sanayi girişimlerinde uzmanlık edinmişti; ayrıca, Hispano-Suiza ve Elizalde gibi birçok tarihi İspanyol otomobil üreticisine ve "Ford Motor Ibérica" ve "General Motors Peninsular" gibi yabancı otomobil üreticilerinin bağlı ortaklıklarına ev sahipliği yapmıştı. Ulusal ekonomi için büyük önem taşıyan bir girişim ve Fiat'ın İber yarımadasında genişleme planları doğrultusunda bir yatırım fırsatı olarak SEAT, gümrük tarifeleri ve vergi muafiyetlerinden ve yabancı ortağı Fiat'ın teknik desteğinden faydalandı. Firmanın ilk başkanı, yönetim kurulu başkanı rolüne sahip olduğu İspanyol uçak üreticisi Construcciones Aeronáuticas SA firmasından gelen endüstri ve havacılık mühendisi, pilot ve fotoğrafçı José Ortiz-Echagüe Puertas idi ve 1976 yılında, SEAT'ın ömür boyu fahri başkanı kabul edildi. SEAT'ın Zona Franca tesisinin inşaat çalışmaları 1950 yılında başladı ve açılışı üç yıl sonra, 5 Haziran 1953 tarihinde gerçekleştirildi. Aradaki süreçte, 1951 yılından itibaren İspanyol markası, bir tedarikçi listesi oluşturma çalışmalarına başladı. Markanın geçmişinde üretilen ilk otomobil, 13 Kasım 1953 tarihinde üretim hattından çıkan "B-87.223" plakalı bir SEAT 1400 modeliydi. Takip eden aylarda, bir yandan ithalatı sınırlamak ve diğer yandan neredeyse hiç var olmayan İspanyol tedarikçi sanayisini gelişmeye zorlamak ve SEAT'ın ulusal otomobil üreticisi olma rolünü karşılayarak 2. Dünya Savaşı sonrasında İspanyol ekonomisini canlandırmak için yerel olarak üretilen parçaların üretim sürecinde dahil edilmesiyle, tesisin üretim hacmi ve iş gücü büyük ölçüde arttı. 1954 yılında, İspanyol üretimi parçaların kullanımı, kullanılan tüm parçaların %93'üne ulaştı ve bir sonraki yıl 5 Mayıs 1955 tarihinde, fabrikanın resmi açılışı yapıldı. Yine de SEAT'ın çıkardığı ilk model, lüks bir otomobil olarak görüldüğünden ve dolayısıyla fiyatı orta seviyedeki İspanyol müşterileri için hala makul fiyatlı olmadığından, bunun İspanyol toplumuna olan etkisi hemen açıkça görülebilir hale gelmedi. Sonuç olarak, zorluklar altındaki ekonomik ortamda kişisel bir ulaşım yolu arayan, bütçesi kısıtlı müşterilerin tercih ettiği Biscúter gibi daha basit ve ucuz tasarımlarla rekabet edebilmek için, SEAT'ın ikinci modelinin daha ekonomik olması gerekiyordu. 1975 yılında SEAT, ilk defa kendi geliştirdiği SEAT 1200 Sport modelini piyasaya sunmak için yeterli teknik olgunluğa ve uzmanlığa sahip olana kadar, üretimini İtalyan ortağı Fiat'ın modellerine kendi markasını vererek veya görünümünü değiştirerek tamamlamak veya kendi ürün serisinin ihtiyaçlarına göre yeniden geliştirmek zorundaydı. Ancak, SEAT'ın ayrıcalıklı bir türevinin ilk örneği, 1963 yılının Eylül ayında SEAT 800 modelinin piyasaya sunulmasıyla ortaya çıkmıştı. SEAT 600 modelinin uzatılmış ve 4 kapılı bir versiyonu olan bu otomobilin, Fiat modelleri arasında bir benzeri yoktu. 1957 yılında SEAT, daha büyük olan Zona Franca tesis alanında SEAT Eğitim Merkezi'ni kurdu. Bu enstitü, teknik uzmanlığa sahip insan kaynakları ile yetkin personel eğitimini ve otomobil endüstrisinin ihtiyaçlarını karşılamayı kapsıyordu. Aynı yılda, İspanya'da araç kullanımı yaygınlaştıran tarihi SEAT 600 modeli piyasaya sunuldu. Bu model, birçok İspanyol ailesinin ilk otomobiliydi ve İspanyol Mucizesi'nin bir sembolü haline geldi. Yıllık üretimin büyüme hızı yüksek talep nedeniyle ardı ardına rekorlar kırarken, dönemin ekonomisi maliyetlerin ve fiyatların düşürülmesine, sonuç olarak talebi yenilemeye, satışları ve aynı zamanda SEAT'ın kazancını artırmaya olanak sağladı. 29 Haziran 1964 tarihinde marka, Madrid'de yeni merkezini açtı. Burası, 1972 yılına kadar firmanın tek genel idare ofislerini barındırıyordu. SEAT'ın Katalonya'ya yerleşerek başka bir genel doğrultu izlemeye başladığı 1973 yılına kadar, Barselona'da sadece SEAT'ın tesis müdürlüğü yer alıyordu. Yerel pazar için otomobil üretmeye başladıktan on dört yıl sonra 1967'de, SEAT'ın İspanya'da "FASA-Renault", "Citroën-Hispania", Authi ve Barreiros gibi rakiplerinden üstün konumu, başarısının işaretini veriyor ve satış hacmi ve tamamen yerelleştirilmiş üretimi ile İspanya'nın en büyük otomobil üreticisi olduğunu gösteriyordu. Aynı yılda, SEAT otomobillerinin İspanya dışına ihraç edilmesindeki kısıtlamaları kaldırmak için, Fiat ile İspanyol Sanayi Bakanlığı arasında 1948 yılından beri yürürlükte olan orijinal lisans anlaşmasında bir koşulun yenilenmesine karar verildi. Bunun karşılığında Fiat, firmadaki payını %7'den %36'ya çıkardı ve aynı zamanda devlet temsilciliğinin payı, kontrol yetkisi sağlayan %51'den %32'ye düştü. Kalan %32'lik kısım, altı büyük İspanyol bankasının daha önce %42 olan payıydı ve %7'lik eşit oranlarda bu bankalar arasında paylaşıldı. Çoğunluk payına sahip olmasa da, işletmenin kontrolü Fiat'ta gibi görülüyordu. Anlaşma, Fiat'ın SEAT firmasının büyümesine ve yeni bir model geliştirmesine yardım etme taahhüdünü de kapsıyordu. 6 Aralık 1967 tarihinde SEAT, "Financiera SEAT, S.A." (Fiseat) adlı kendi müşteri finansman firmasını da kurdu. Kendi araştırma projelerini bağımsız bir şekilde yürütebilmek için 16 Kasım 1970 tarihinde SEAT, yeni teknolojiler geliştirme amaçlı ayrı altyapılar oluşturmaya başlamak için Fiat ile anlaştı. Marka, Martorell'deki gelecek Teknik Merkez'inin sahasında bazı hazırlık tesisleri için 1972'de planlar yapmaya ve 1973'te inşaat çalışmalarına başladı. Katalon mimar Josep Antoni Coderch tarafından tasarlanmış bir tesis olan SEAT Teknik Merkezi'nin ilk aşamasının tamamlanmasıyla, bu hedefe yalnızca beş yılda, 1975'te ulaşıldı. Aynı dönemde üretici, 1971'de grevlerin neden olduğu aksamalara ve kıyıda yer alan Barselona'daki tesiste meydana gelen su baskınına rağmen, İspanya'daki toplam üretimin %58'ini teşkil eden 282.698 adet otomobil üreterek İspanyol otomobil pazarında egemenliğini sürdürdü. Ancak, bin kişiye sadece 81 otomobil düşüyor olması, İspanyol otomobil satışlarının hala büyümeye açık olduğunu gösteriyordu. SEAT, hala sıkı bir şekilde korunan İspanyol otomobil pazarında "yerel" üretim tesislerini genişletmeyi planlayan diğer büyük üreticilerle, daha büyük rekabete girmek üzereydi. 1973 yılında SEAT ve "Citroën-Hispania", Vigo'daki "Industrias Mecánicas de Galicia, SA" (Indugasa) fabrikasını kurmak için eşit paylar ile katkı sağladı ve o zamanlarda giderek daha da yaygınlaşan bir şanzıman yerleşimine sahip önden çekişli otomobillerin önemli bir bileşeni olan sabit hız mafsalı üretimine başladı. Daha sonraki yıllarda sadece SEAT ve "Citroën-Hispania" için değil, "Ford España" için de parça tedariği sağlayacak olan bu tesisin, 1986 yılında çok uluslu bir firma olan GKN'ye devredilmesi planlanıyordu. 1975 yılının Mayıs ayında, iflas eden Authi'nin fabrikalarındaki çalışanların işlerinin kurtarılmasını sağlamak için İspanyol hükümet yetkililerinin talebi üzerine SEAT, Authi'nin ana firması British Leyland Motor Corporation (BLMC) ile İspanya'daki operasyonları devralma görüşmelerine başladı. Böylelikle, aynı görüşmelere ilgi gösteren GM dışarıda bırakılarak, Amerikan otomobil üreticisinin İspanyol pazarına girme yolunun açılması ve bunun sonucunda Fiat ile olan ilişkinin tehlikeye atılması önlenmiş olacaktı. İki taraf arasındaki görüşmeler, SEAT'ın 1.250 milyon Peseta karşılığında BLMC'den Authi markasını ve markanın varlıklarını alacağı bir anlaşmanın 1975 yılının Haziran ayında duyurulmasıyla sona erdi. Anlaşma kapsamında Landaben tesisinin de SEAT'a geçmesi, SEAT'ın Saragossa'da yeni bir tesis kurma planından vazgeçmesiyle de sonuçlandı. Authi'nin Manresa'daki tedarikçi fabrikası 150 milyon Peseta karşılığında Cometsa adlı bir firmaya devredilmiş olsa da, Pamplona'daki Landaben tesisi SEAT mülkiyetinde kaldı ve bu defa yalnızca SEAT otomobilleri için 1976 yılının Şubat ayına kadar üretime devam etti. 1970'ler, İspanya'da refah seviyesinin yükseldiği yıllardı ve bu, Ağustos 1976'da SEAT'ın Lancia Beta modelinin yerel olarak üretimine başlayacağını duyurmasında görülüyordu. Üç yıl sonra, SEAT'ın Beta üretimi firmanın yeni edindiği Pamplona tesisinde başladı. İspanyol otomobilleri, daha düşük vergilere tabi olmaları amacıyla İtalyan benzerlerine göre daha basit süspansiyon sistemlerine ve daha küçük motorlara sahipti. 1977'de SEAT'ın kiralama firması Liseat kuruldu ve 1979'da, Barselona yakınlarındaki El Prat del Llobregat'ta şanzıman, aktarma mekanizmaları ve diferansiyel üretiminde uzmanlaşmış bir tesis olarak Gearbox del Prat tesisi kuruldu. 1980'lerin başlarında, SEAT'ın en büyük paydaşı İspanyol hükümeti ile Fiat arasında fon bulma ve kontrol hususları üzerine kapsamlı görüşmeler gerçekleştirildi; SEAT, büyük bir sermaye yatırımına ihtiyaç duyuyordu ve Fiat, kısmen 1970'lerdeki petrol krizi ve İspanya'da GM'nin muhafazakar politikasının sona ermesinden sonra menfaatleri konusundaki şüpheleri nedeniyle bu doğrultuda bir katkıda bulunmaya hazır değildi. 1982'de ortaya çıkan sonuç, neredeyse 30 yıl sonra Fiat ile olan ilişkinin sona erdirilmesiydi. Bu, İspanyol ekonomisi için olumlu bakış açılarına ve İspanya'nın 1977'den beri Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun giriş salonu olmasına rağmen, şaşırtıcı bir karardı. İtalyan firma ile olan işbirliğinin sona ermesi, 1982'de SEAT logosunun değişmesiyle işaretlenmişti. Fiat'ın ilişkisinin görülmediği yeni SEAT logosuna sahip ilk otomobil, aynı yıl piyasaya sunulan SEAT Ronda modeliydi. Bu otomobil, Martorell'deki Teknik Merkez'in işbirliği ile Rayton Fissore tarafından tasarlanmıştı. Bu modelin piyasaya sunulması, otomobilin Fiat Ritmo modeline çok benziyor olması nedeniyle Fiat'ın SEAT'a karşı bir dava açmasıyla sonuçlandı. SEAT'ın o zamanki başkanı Juan Miguel Antoñanzas, SEAT'ı savunmak için iki aracı da basına göstererek farkları vurguladı. Dava, nihayetinde Paris Hakemlik Kurulu'na taşındı ve
kurul, 1983 yılında her iki otomobilin de Ronda'nın sadece markası değiştirilmiş bir Ritmo olarak değerlendirilemeyeceğine kanaat getirerek davayı SEAT lehine sonlandırdı. O zamanki söylentiler, Ronda tasarımının aslında Fiat Ritmo'nun gelecek için planlanan yeni tarzına çok benziyor olması ve Fiat'ın bu yeni tasarımdan vazgeçmek zorunda kalmış olması nedeniyle öfkelendiği şeklindeydi. 1982 yılında, kısa bir süre önce Volkswagenwerk AG (Volkswagen Grubu) yönetim kurulu başkanlığını üstlenen Dr. Carl Horst Hahn, Volkswagen Grubu'nun operasyonlarını Almanya dışına genişletme ve Alman grubu küresel bir güç haline getirme planı kapsamında, Fiat'ın geri çekilmesinden sonra SEAT'a yaklaşma fırsatını inceledi. Ancak İspanyol yetkililer, SEAT'a güçlü bir ortak seçmek için Toyota, Nissan ve Mitsubishi gibi diğer yabancı firmalarla zaten görüşme halindeydi. Fakat sonuç, 30 Eylül 1982 tarihinde, SEAT ile endüstriyel ve ticari bir işbirliği, aynı zamanda Volkswagen Passat-Santana ve Polo-Derby modellerinin İspanya'da, SEAT'ın aynı sırayla Zona Franca ve Landaben fabrikalarında üretilmesi için bir lisans anlaşması oldu. Bunun etkisiyle, 29 Nisan 1983'te Landaben üretim hatlarındaki SEAT Panda üretimi, bu tesisin VW Polo üretimine uyarlanması ihtiyacı nedeniyle durduruldu. Daha sonra 16 Haziran 1983 tarihinde, SEAT başkanı Juan Miguel Antoñanzas ve Volkswagenwerk AG adına Carl Hahn'ın temsil ettiği iki taraf arasında bir ortaklık anlaşması yapıldı. SEAT, 1984 yılında Giugiaro tarzında bir hatchback modeli olan ve aynı zamanda Fiat Ritmo/Strada destek ayaklarına sahip System Porsche motorlarını kullanan yeni Ibiza'yı piyasaya sundu. Bu, dört kapılı aile sedan modeli olan Malaga'nın temelini de oluşturdu. Böylelikle SEAT, 1985 sonbaharında Birleşik Krallık da dahil olmak üzere İspanya sınırlarının ötesindeki pazarlara açılma hamlesini başlattı. 18 Haziran 1986'da, SEAT'ın %51'lik çoğunluk payını satın alan ve 23 Aralık'ta bu payı %75'e çıkaran Volkswagen Grubu, SEAT'ın en büyük paydaşı haline geldi. Aralık 1990'da, Volkswagen Grubu firmanın %99,99'unu mülkiyetine geçirerek SEAT'ı grubun tamamen sahip olduğu, Alman olmayan ilk bağlı kuruluşu haline getirdi. Hahn'ın beklentilerini karşılayan SEAT, paylarının çoğunluğunu Volkswagen'in satın almasından iki yıl sonra sadece kazanç elde etmekle kalmadı, aynı zamanda diğer VW grubu modelleri için düşük maliyetli üretim imkanları sağladı. 1989 yılında, bu üretim oranı VW grubunun toplamının %15,2'si kadardı. Markanın ana altyapılarının büyüyen Martorell tesis alanında toplanması, 1975'te SEAT Teknik Merkezi'nin açılmasıyla başlatılan uzun bir sürecin sonunda gerçekleştirilmiş oldu, fakat Martorell'deki Teknik Merkez'in yanına Zona Franca'dakinin yerini alacak yeni bir ana üretim tesisi kurulması kararı, 1989 yılında verilmişti. Aynı yılda, SEAT'ın La Castellana'daki iki varlığının, 1991'de tamamlanacak olan Katalonya bölgesine kalıcı olarak getirilmesi ile SEAT'ın Madrid'deki idari ofislerinin de Barselona'ya taşınması başladı. Yönetim, tasarım, araştırma ve üretim tesislerinin merkezi hale getirilmesi, yeni modeller üretme sürecinin geliştirilmesini optimize etme amacı taşıyordu. 22 Şubat 1993'te, İspanya Kralı Juan Carlos ve Volkswagen Grubu'nun yönetim kurulu başkanı Dr. Ferdinand Piëch, Avrupa'daki en modern ve verimli otomobil üretim yerlerinden biri olan ve sadece 2,5 km uzakta bulunan tedarikçi sahası ile birlikte "Just In Time" sürecini kullanan Martorell tesisini törenle açtı. Martorell tesisinin üretim hatlarından çıkan ilk otomobiller, SEAT Ibiza Mk2 ve bunun sedan versiyonu SEAT Córdoba Mk1 modeliydi. Yeni Ibiza, SEAT'ın payını büyük ölçüde artırmasını sağlamıştı. Ekim 1993'te düşünülen araçların üretimini daha verimli olan Martorell tesisine aktarılmasından hemen sonra, sembolik Zona Franca üretim tesisini kapatma planından İspanyol yetkililer ile Volkswagen Grubu arasında yapılan bir görüşme sonrası vazgeçildi. Bu görüşme doğrultusunda, Zona Franca tesisi çalışmalarına devam edecek, fakat kademeli bir şekilde üretim sürecinde yardımcı bir rol üstelenen (dökümhane, pres atölyesi, vb.) bir tesis haline getirilecekti. Bu sırada 23 Aralık 1993 tarihinde, Landaben fabrikasının yönetimini barındıran 'Fábrica Navarra de Automóviles, S.A.' kuruldu ve üretim hususlarında SEAT ile olan tüm ilişkileri sonlandırıldı. Payları ise, Haziran 1994'te Volkswagen'e devredildi ve dört yıl sonra 1998'de, SEAT bu payların sahibi oldu. 1994 yılında, Barselona'nın güneyinde bir İspanyol kıyı kenti olan Sitges'teki Tasarım Merkezi ve Zona Franca'daki tedarikçiler parkı da törenle açıldı. Aynı yılın kış mevsiminde, SEAT'ın finansman ve kiralama firmaları Fiseat ve Liseat, "Volkswagen Financial Services AG" firmasına satıldı. 1994'te SEAT, Suzuki ile işbirliği yaparak bir şehir otomobilinin 5 kapılı prototipini üretti. Model, kurum içerisinde Rosé olarak adlandırılmıştı ve aynı serideki Marbella'nın yerini alması hedefleniyordu. Ancak, bu modelin üretimine başlanmadı. İspanya dışında ilk SEAT modelinin üretildiği 1996'ydı; SEAT Alhambra Mk1 modeli, Portekiz'deki Palmela AutoEuropa tesisinde üretiliyordu. Ayrıca Ocak 1997, ilk defa İspanyol asıllı olmayan birinin, Belçikalı Pierre-Alain de Smedt'in SEAT yönetim kurulu başkanlığına atandığı yıldı. Üç kapılı hatchback şehir otomobili SEAT Arosa, 1997 yılında piyasaya sunuldu ve Fiat Panda'nın SEAT versiyonu olan ve 1980'lerin başlarından beri üretilen Marbella'nın yerini etkili bir şekilde aldı. 7 Nisan 1998'de, Zona Franca tesisinde Marbella modelinin üretiminin sona ermesi, SEAT için tarihi bir andı. 1953 yılında açılan en eski fabrikasında araç üretiminin durdurulması demekti. O zamandan beri, Zona Franca tesisinde, farklı konumlarda bir araya getirilen bileşenler ve parçalar üretilmektedir. Bu,SEAT'ın son Fiat tabanlı modelinin de üretiminin durdurulmasıydı. SEAT, Mart 1999'daki Cenevre Otomobil Fuarı'nda öncekine göre daha fazla yuvarlatılmış ve mavi yerine kırmızı zemin üzerinde gümüş renkli, modern tarzda bir logoyu tanıttı. Logonun renkleri, rasyonellik ile duygusallığı temsil ediyordu. Bu olay, ikinci nesil Toledo modelinin piyasaya sunulmasından kısa bir süre sonra ve Toledo tabanlı Leon hatchback modelinin piyasaya sunulmasından kısa bir süre önce gerçekleşti. Markanın yeni genç ve sportif kurumsal kimliğini yansıtan "auto emoción" sloganı, takip eden 2000 yılının Eylül ayında tanıtıldı. Diğer yandan SEAT Sport, motor sporları aktivitelerinin dışında SEAT'ın yüksek performanslı araçlarını geliştirme sorumluluğunu üstlenecekti. 1 Temmuz 2000 tarihinde, BMW'nin eski yönetim kurulu başkanı Dr. Bernd Peter Pischetsrieder,SEAT'ın başına geçti. 2002 ilkbaharında Pischetsrieder'in tüm Volkswagen Grubu'nun başına geçmesiyle, Andreas Schleef 7 Mart'ta görevi kendisinden devraldı. 2002'den 2007 yılına kadar SEAT, Volkswagen Grubu'nun Audi, SEAT ve Lamborghini markalarından oluşan Audi Marka Grubu adlı otomotiv alt bölümünün bir parçasıydı ve markanın seri üretim araçları ve performansı büyük ölçüde Audi markasının sorumluluğunda kalırken, daha sportif değerlere odaklanıyordu. 2006 yılında yeni SEAT kurumsal merkezi Martorell'de açıldı. Martorell SEAT Tasarım Merkezi, daha önce SEAT, Volkswagen ve Audi'nin müştereken sahip olduğu tasarım tesisine ev sahipliği yapan Volkswagen Grubu Tasarım Merkezi Avrupa'nın yerini aldı. Aynı yıl 23 Şubat'ta ise, tasarım tesisinin Sitges şehrine devredilmesi üzerine bir anlaşmaya varıldı ve 30 Aralık 2007 tarihinde, Martorell Tasarım Merkezi'nin resmi açılışı yapıldı. 12 Ocak 2007'de, Martorell'deki fabrikanın güney girişinin yanında yer alan SEAT Servis Merkezi binasının resmi açılışı yapıldı. Burada, teknik destek, satış sonrası hizmetler ve pazarlama çalışmalarına odaklanan departman, geri bildirimler, markanın müşterileri ve dünya çapındaki ağı ile olan ilişkisiyle ilgileniyordu. 16 Temmuz 2007 yılında resmi açılışı yapılan ve Martorell sanayi kompleksinin kalbinde yer alan SEAT Prototip Geliştirme Merkezi, aynı yılın Ocak ayında faaliyetlerine başlayarak; yeni modellerin sanal ve fiziksel üretim öncesi süreçleriyle ilişkili çalışmaları bir araya getirdi. Bunun haricinde prototiplerin ve üretim öncesi araçların geliştirme sürelerini kısalttı, aynı zamanda sanal simülasyon gibi modern teknolojilerle maliyetleri düşürdü. SEAT'ın Dünya Ralli Şampiyonası'ndaki (WRC) ilk ciddi girişimi, 1977 yılında "Seat 1430/124D Especial 1800" yarış otomobiliyle katılmasıydı. İlk ralli etkinliği Monte Carlo Rallisi'ydi ve SEAT ekibi, Antonio Zanini ve Salvador Cañellas pilotluğundaki resmi 1430-1800 otomobilleri ile üçüncü ve dördüncü sırayla yarışı tamamladı. Ibiza, firmanın ralli deneyimini daha da artırmasına ve bazı Avrupa ulusal şampiyonalarına katılmasına imkan sağladı. Birkaç yıl sonra, Ibiza'nın 2L versiyonu donanımlı araç olarak tasdiklendi ve Fédération Internationale de l'Automobile (FIA) parçalı otomobil düzenlemelerinin izin verdiği şekilde daha geniş tekerlek izleri, daha büyük jantlar, frenler, vb. ile donatılmıştı. Bu özellikleriyle, üç defa Dünya Şampiyonu olarak ('96, '97, '98) üreticisinin Dünya Ralli Otomobili sınıfında şansını denemek için yeterli deneyime ve bütçeye sahip olduğunu kanıtladı. 2002 yılında SEAT, yeni SEAT León Cupra R modeli için SEAT León Supercopa ile kendi şampiyonasının duyurusunu yaptı. 2004 yılında SEAT, Ray Mallock Ltd. (RML) ile birlikte İngiliz Binek Otomobili Şampiyonası'na katıldı ve eski BTCC şampiyonu Jason Plato ve 2003 León Birleşik Krallık şampiyonu Rob Huff pilotluğunda iki adet SEAT Toledo Cupra modelini kullandı. 2005 yılında Huff, Dünya Binek Otomobili Şampiyonası'nda (WTCC) RML tarafından işletilen Chevrolet'e katılmak için SEAT'tan ayrıldı ve artık Northern South tarafından işletilen SEAT'ın araç sayısını üçe çıkarmasıyla, bu yeri 2004 yılında Leon şampiyonu olan James Pickford ve Luke Hines aldı. 2006 yılı, Toledo'nun yerini yeni León'un almasına şahit oldu ve Darren Turner, James Thompson ile birlikte ekibe katıldı. 2007, SEAT'ın BTCC'deki en iyi yılıy
dı. Plato, Fabrizio Giovanardi ile sezon boyunca süren bir mücadele içindeydi. Bu mücadele, sezonun son yarışına kadar sürdü, fakat Plato unvanı almayı başaramadı. 2005 yılından bu yana SEAT, Dünya Binek Otomobili Şampyionası'nda da yarışmaya devam etmektedir. En iyi ilk sezonu olan 2007'de, bir devridaim pompası arızası, Macau'daki son buluşmada Yvan Muller'in kesin galibiyeti kaçırmasıyla sonuçlanmıştı. SEAT, WTCC'de bir TDI versiyonu kullanan ilk ekipti ve bu, Dünya Binek Otomobili Şampiyonası'nın 2008 sezonunda, Yvan Muller'in pilot şampiyonluğunu elde etmesiyle egemenlik kazandırmıştı. Fransız yarış ekibi Oreca, WTCC ekibi ile işbirliği yapmaktadır. SEAT'ın Birleşik Krallık ekibi de 2008 BTC'de aynı şeyi yaptı. Holiday Inn, BTCC ekibinin sponsoruydu. 2007 yılında SEAT, Almanya'daki Oschersleben Motor Sporları Arenası'nda León Mk2 TDI modeli ile, Dünya Binek Otomobili Şampiyonası (WTCC) serisinin bir raundunu dizel bir otomobil ile kazanan ilk üretici oldu; bundan sadece bir ay önce, León TDI modeli ile FIA Dünya Binek Otomobili Şampiyonası'na katılacağını duyurmuştu. SEAT'ın León TDI modeli ile olan başarısı devam etti ve 2008 Dünya Binek Otomobili Şampiyonası'nda ve 2009 Dünya Binek Otomobili Şampiyonasında ardı ardına galibiyetlerle sonuçlandı (hem pilotlar hem de üreticiler için). Eylül 2008'de, SEAT Birleşik Krallık ekibi, sezon sonunda Birleşik Krallık'taki tüm motor sporları aktivitelerinden çekileceğini duyurdu. SEAT Cupra Şampiyonası ve SEAT BTCC kampanyası, 21 Eylül'de Brands Hatch'te sona erecekti. 2009 WTCC açılışında SEAT, Brezilya'daki her iki yarışta 1., 2., 3. ve 4. derecede yerini aldı. WTCC'nin Meksika'daki ikinci buluşmasında ise, SEAT ekibi ilk yarışta 1., 4., 6., 7. ve 11. oldu. İkinci yarışta ise, 1., 3., 7. ve 8. dereceleri elde etti. SEAT ekibi BTCC'den çekilmiş olsa da, WTCC'de etkileyici sonuçlar sergilemeye devam etmektedir. 2003 yılında SEAT Sport bölümü, Barselona Otomobil Fuarı'nda ilk konsept otomobilini ve daha sonra SEAT Cupra GT adını alacak yarış otomobilinin son versiyonunu tanıttı. Bu versiyon, sınırlı sayıda ve müşteri talepleri doğrultusunda üretilmişti ve yarış etkinliklerine katılacak olan uzman bireylere ve yarış ekiplerine hitap ediyordu. İlk defa 2004 yılında İspanyol GT Şampiyonası'nda yer alan Sunred Engineering (SunRED) takımı, Cupra GT’yi yarış otomobili olarak seçti. Cupra GT yalnızca İspanya'da değil, Monza ve Magny-Cours gibi yurt dışındaki pistlerde de bazı yarışlarda yer aldı. 1970 yılında SEAT, İspanya'da bir yıl sonra Formula 1430 olarak bilinecek 'Fórmula Nacional' serisini başlattı. SEAT, genç İspanyol sürücüler tarafından kullanılan tek koltuklu formula otomobilleri, 1430 modelinin motorları ve 6700 şanzımanıyla desteklendi. 'Fórmula Nacional' serisinin ilk yarışı Madrid'deki Jarama turunda başladı. SEAT'ın şirket geleneği doğrultusunda, birçok modelin adlandırılmasında İspanyol kültüründen esinlenilmiştir. Bu yüzden SEAT ürün modellerinin birçoğu, İspanyol şehirlerinin adını almıştır (örneğin Arosa, Ibiza, Córdoba, León, Toledo, Altea, Alhambra, Málaga, Marbella, Ronda vs.). Fakat, birkaç özel modelin adlandırılmasında markanın İspanyol kökeninden etkilenilmeyen durumlar da olmuştur. Bu istisnalara bir örnek olarak, SEAT Exeo verilebilir. Markanın ürün modellerindeki trendini takip eden birçok konsept otomobiller de adlarını Hispanik danslardan (örneğin Tango, Bolero, Salsa) ya da ürün modeline benzer kısaltmalardan (örneğin Ibiza için IBZ, 'Ibiza Electrico için IBE', Toledo için TL vb.) ve hatta SEAT'ın geçmişteki spor kökenlerini anımsatan adlardan (örneğin Fórmula, Cupra GT) almıştır. Ayrıca son zamanlarda, 3 kapılı station versiyonları standart 4/5 kapılılardan ayırma amaçlı, SC (SportCoupé'nin kısaltmasıdır) ya da ST (SportTourer için) gibi ek adlar kullanılmaktadır. Diğer yanda ise SEAT'ın yarış pistlerinde bir spor markası olarak yer aldığının sinyallerini veren Cupra (Cup Racing için) ve FR (Fórmula Racing için) terimleri aralık içerisindeki en iyi güçlü motorlu, en sert otomobiller için kullanılır. Geçmişten bir anı olarak, İspanyolca'da 'kara ağız' anlamına gelen Ibiza modellerine eşlik eden sembolik 'Bocanegra' da gelir, kökleri SEAT 1200 Sport'a dayanır, orijinal 'SEAT Bocanegra' adı ön taraftaki siyaha boyalı şeritten gelmektedir. 1953'te başladığından beri, 16 milyondan fazla SEAT otomobili üretilmiştir ve günümüze kadar dört nesilde 5 milyon adetten fazla satan bir model olan SEAT Ibiza, en başarılı otomobil serisidir. 2009 yılında SEAT otomobillerinin toplam yıllık perakende satışı 336.683 araçken, SEAT markası altında üretilen araçların yıllık üretimi 307.502 adet olmuştur (301.287'si SEAT'ın Martorell tesisinde ve 6.125'i ise Volkswagen Grubu'nun diğer fabrikalarında üretilmiştir). SEAT ve diğer Volkswagen Grubu tesislerinde üretilen SEAT otomobillerinin yıllık toplam üretimi, aşağıdaki grafikte gösterilmiştir (SEAT'ın sahip olduğu tesislerde üretilen Volkswagen grubunun diğer markalarını kapsamaz) Birçok SEAT modeli, Volkswagen Grubu'nun portföyü içinde ya da başka markalar tarafından yeniden markalaştırılmıştır. SEAT modellerinden türeyen ve Volkswagen Grubu markası altında yürütülen farklı marka örnekleri, VW markası altında VW Polo Playa olan SEAT Ibiza Mk2, V Polo Classic, FAW-VW City-Golf, VW Derby olan SEAT Córdoba Mk1, VW Lupo olan SEAT Arosa ve VW Caddy olan SEAT Inca'dır. Volkswagen Grubu içerisinde bulunmaya diğer markalarla yapılan işbirliklerine örnek olarak; Nanjing Yuejin Eagle NJ6400-Unique NJ6400-Soyat NJ7150-Soyat Unique NJ1020 olarak markalaştırılan SEAT Ibiza Mk1 ve Chery A11, Fulwin, Fengyun-Windcloud, Chery A15-A168, Amulet, Cowin, Qiyun, Flagcloud, Vortex Corda olarak markalaştırılan SEAT Toledo Mk1 verilebilir. Diğer taraftan, Volkswagen Grubu markalarından türeyen birkaç SEAT modeli de vardır; VW Sharan Mk1 ve Mk2'den türeyen SEAT Alhambra Mk1 ve Mk2 (ilk nesil, Volkswagen Grubu'nun Ford ile ortaklığının sonucudur) ve Audi A4 B7'den türeyen SEAT Exeo. Birçok modifiye firması, çeşitli SEAT modellerinin modifiye edilmiş ya da daha yüksek performanslı versiyonlarını ürettiler; önemli bazı örnekler arasında Abt Sportsline, Je Design, MTM (Motoren Technik Mayer), Abarth, Emelba, Annibal vs. sayılabilir. • 1400 A / 1400 B / 1400 C (1953–1963) • 600 N / 600 D / 600 E / 600 L (1957–1973) • 1500 / 1500 Benzer (1963–1972) • 800 (1963–1968) • 850 (2/4 kapılı) (1966–1974) • 850 Coupé (1967–1972) • 850 Spyder (1970–1972) • 850 Sport Coupé (1967) • 124 / 124 Familiar (1968-1980) • 1430 (1969-1975) • 124 Sport (1970–1975) • 127 (1972-1982) • 132 (1973-1982) • 133 (1974-1981) • 131 / 131 Familiar (1975-1983) • 1200 Sport (1975-1981) • 128 (1976-1980) • Ritmo (1979–1983) • Panda (1980–1986) • Ronda (1982–1986) • Trans (1982–1986) • Fura (3/5 kapılı) (1982–1986) • Ibiza Mk1 (3/5 kapılı) (1984–1993) • Málaga (1985–1992) • Terra / Terra box (1987–1996) • Marbella / Marbella box (1986–1998) • Toledo Mk1 (1991–1998) • Ibiza Mk2 (3/5 kapılı) (1993–2002) • Córdoba / Córdoba SX / Córdoba Vario Mk1 (1993–2002) • Inca Kombi / Inca Van (1995–2003) • Alhambra Mk1 (1996–2010) • Arosa (1997–2004) • Toledo Mk2 (1998–2004) • León Mk1 (1999–2005) • Ibiza Mk3 (3/5 kapılı) (2002–2008) • Córdoba Mk2 (2002–2009) • Toledo Mk3 (2004–2009) • Altea (2004–günümüz) • León Mk2 (2005–2012) • Ibiza Mk4 (SC/5 kapılı/ST) (2008–günümüz) • Exeo (2008–günümüz) • Alhambra Mk3 (2010–günümüz) • Mii (2011–günümüz) • Toledo Mk4 (2012–günümüz) • León Mk3 (2013–günümüz) • 1400 A Descapotable • 600 prototipi (Cenevre, 1955) • 750 Sport (Barselona, 1957) • 600 Multiple (Barselona, 1959) • Ibiza Mk1 cabrio • Proto TLD (Turin, 1988) • Proto T (Frankfurt, 1989) • Proto C (Paris, 1990) • Proto TL (Cenevre, 1990) • Marbella Playa (Frankfurt, 1991) • Toledo Mk1 exclusive (Cenevre,1992) • Toledo Mk1 elektrikli (1992) • Concepto T Coupé (Paris, 1992) • Concepto T Cabrio (Barselona, 1993) • Ibiza Mk2 elektrikli (1993) • Córdoba Mk2 cabrio • Rosé (1994) • Inca elektrikli (Hanover, 1995) • Alhambra prototipi (Cenevre, 1995) • Bolero (Cenevre, 1998) • Toledo Cupra konsept (1999) • Fórmula (Cenevre, 1999) • Salsa (Cenevre, 2000) • Salsa Emoción (Paris, 2000) • León Cupra R konsept (Barselona, 2001) • Tango roadster/Tango spyder/Tango coupé/Tango Racer (Frankfurt, 2001) • Arosa City cruiser (Frankfurt, 2001) • Arosa Racer (Frankfurt, 2001) • Altea Prototipi (Frankfurt, 2003) • Cupra GT (Barselona, 2003) • Toledo Prototipi (Madrid, 2004) • León Prototipi (Cenevre, 2005) • Altea FR Prototipi (Frankfurt, 2005) • Altea 2 litre 170 hp TDI prototipi (2005) • Ibiza Vaillante konsept (Cenevre, 2006) • León Pies Descalzos (Berlin, 2007) • Altea Freetrack Prototipi (Cenevre, 2007) • Tribu konsept (Frankfurt, 2007) • Bocanegra (Cenevre, 2008) • León Ecomotive konsept (Cenevre, 2009) • León Twin drive (Martorell, 2009) • IBZ konsept (Frankfurt, 2009) • IBE konsept I (Cenevre, 2010) • IBE konsept II (Paris, 2010) • IBX konsept (Cenevre, 2011) • IBL konsept (Frankfurt, 2011) • Altea Electric XL Ecomotive (2011) • Toledo konsept (Cenevre, 2012) Bugün Volkswagen Grubu'nun bağlı ortağı olarak SEAT'ın liderleri, grubun denetim kurulunun onayından sonra atanıyor. Elektrikli ve hibrid teknolojisi gelişimi 1990 yılının başlarından beri SEAT, içlerinde elektrikli model SEAT Toledo Mk1 (1992), SEAT Ibiza Mk2 elektrikli otomobil (1993), SEAT Inca elektrikli van (1995), SEAT León Mk2 Twin drive (2009), SEAT IBE konsept (2010) ve SEAT IBX konsept SUV (2011) hibrid otomobillerin de bulunduğu elektrikli ya da hibrid güç aktarım organlı birçok prototip geliştirdi ve sundu. ‘Cenit verde’ projesi SEAT'ın önemli bir rol oynadığı Cenit VERDE girişimi, CENIT (Teknik Araştırma için Ulusal Stratejik Konsorsiyum) programı ve İspanyol Bilim ve Teknoloji Bakanlığı tarafından desteklenen bir araştırma projesidir. İspanya'daki hibrid ve elektrikle çalışan otomobillerin teknolojisini, aksamlarını ve altyapısını geliştirmeyi amaçlayan bu program, 16 adet teknoloji firmasını (Siemens, Endesa, Iber
drola, REE, Cegasa, Ficosa, Circuitor, Cobra or Lear dahil) ve CTM koordinasyonu (Centre Tecnològic in Manresa) altındaki 16 üniversite ve araştırma kuruluşunu ve CDTI'nin (Bilim ve Teknoloji Bakanlığı'na bağlı bir kuruluş olan Endüstriyel Teknoloji Gelişimi Merkezi) desteğini bir araya getirir. Ocak 2010'da Cenit Verde birliği, SEAT'ın Martorell'deki Teknik Merkezi'nde açılış toplantısını yaptı. Katkılarının bir parçası olarak, 2010 Cenevre otomobil fuarında sunulan SEAT IBE konsept sıfır emisyonlu elektrikli araç ve plug-in hibrid SEAT León Twin drive'da uygulanan teknoloji dahil, SEAT kendi 'Verde' ön projesini yaptı. ‘SEAT Autometro’ projesi ‘SEAT Autometro’ projesi, araçların ve aksamların nakliyesi için SEAT Martorell kompleksi ve Barselona Limanı arasında bir raylı bağlantı hizmetinin inşası ve yönetimini kapsar.]] Autometro, Ferrocarrils de la Generalitat de Catalunya (FGC) yerli demiryolu şirketi, COMSA ve Pecovasa ortaklığında yürütülmektedir. Şirket, Katalan hükümeti (Generalitat), Barselona Liman Yönetimi ve SEAT arasında imzalanan ön anlaşmadan neredeyse beş ay sonra Kasım 2005'te kuruldu. Bu proje nedeniyle, Martorell tesisi ile birleşen FGC 'Llobregat-Anoia' ana demiryolu yapıldı. Aynı zamanda ulaşım ağına eklenen yeni uygulamalar ve Barselona Limanı'na altyapı yapılması gerekliliğini de beraberinde getirdi. SEAT'ın operasyonel ulaşım masraflarını üstlendiği bu proje için ayrılan bütçe 6,8 milyon Euro'dur. 18 Ocak 2008'den beri karayolu yerine bu demiryolunun kullanılması, yalnızca masraflar bakımından değil, yol güvenliğinin sağlanmasına, trafiğin ve sera gazı emisyonunun azalmasına da yardımcı oldu. 'Autometro' projesine verilen tüm ödüller içerisinde en önemlileri, 2007 Uluslararası Lojistik Fuarı'nda (SIL) verilen en iyi lojistik fikri ve Barselona Limanı Birliği tarafından verilen 2008 Ayrıcalıklı Yükleyici ödülüdür. SEAT birçok büyük spor organizasyonunda sponsor olmuştur • UEFA Avrupa Ligi • Red Bull Hava Yarışı Dünya Şampiyonası • Davis Cup Dünya Kupası Finali • Barselona 1992 Olimpiyat Oyunları ve Shakira, Armin van Buuren , David Guetta< gibi sanatçıların güçlü destekçisidir. Yıllar boyunca SEAT markası birçok ödülle onurlandırılmıştır • O zamana kadar %100 SEAT S.A. mülkiyetinde olan Landaben tesisi, 1986 yılında Dünya kalite ödülü aldı (Q-86). • %100 SEAT S.A. mülkiyetinde olan Martorell tesisi, 1998 yılında VW Grubu'nun En iyi fabrikası ödülü aldı. • %100 SEAT S.A. mülkiyetinde olan Barselona 'Gearbox del Prat' tesisi, 2009 yılında yüksek kaliteli üretim süreci ve ürünler için Volkswagen Üstünlük ödülünü aldı. • 2009 yılında On Yıl Ödülleri, CAP İkinci El Otomobil'inde SEAT markası 'Son on yılın En Gelişmiş İkinci El Otomobil Markası' olarak adlandırıldı. • Martorell'deki SEAT Teknik Merkezi'nin teknolojik yenilikleri için Alman otomobil kulübü 'Automobilclub von Deutschland' (AvD) tarafından verilen, 'AvD Innovationspreis 2006' ödülü • 2007 Barselona Uluslararası otomobil fuarında SEAT, farlarda LED modül uygulaması, sanal imalat projesi ve uygulamalı ergonomi ile otomobil sektöründeki en iyi teknolojik yenilikler için iki ödül aldı. • SEAT'ın elektronik faturalama sistemi için Katalan Sertifika acentesi (CATCert) tarafından verilen '2008 yılının özel sektörde elektronik imza kullanımındaki en iyi projesi' ödülü • Uluslararası Lojistik Salonu tarafından SEAT-Autometro projesine verilen 'En iyi lojistik girişimi 2007' ödülü • Barselona Limanı Tersane İşçileri Birliği tarafından verilen '2008 yılı Barselona Limanı'nın Ayrıcalıklı Yükleyici ödülü Peugeot Peugeot, Fransız otomobil, bisiklet ve motosiklet markası, günümüzde PSA Peugeot Citroën`in bir parçasıdır. 1810 yılında el aletleri ile üretime başlamıştır, 1890 yılından bu yana da otomobil üreticisidir. Türkiye'deki ticari faaliyetlerini Peugeot Otomotiv Pazarlama A.Ş. şirketi üzerinden yürütmektedir. Ziynet Sali Ziynet Safter Sali (d. 29 Nisan 1975; Girne, Kıbrıs Türk Federe Devleti), Kıbrıs Türkü şarkıcı. Türkçe şarkıların yanı sıra Yunanca şarkılar da seslendirmektedir. Kıbrıs Türk Federe Devleti'nde doğmuştur. Uzun yıllar ailesi ile Londra'da yaşamıştır. Küçük yaşta gittiği Manchester'de altı yaşına kadar kalmış, 1981 yılında döndüğü Kıbrıs Türk Federe Devleti'nde ilk, orta ve lise eğitimini tamamlamıştır. Çocukluğundan beri ilgi duyduğu müzik çalışmalarına ilk adımı lise eğitimi sırasında Kıbrıs Türk Federe Devleti Kültür Bakanlığı Klasik Türk müziği korosunda görev alarak atmıştır. 1994 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı bölümünü kazanarak İstanbul'a gelmiş ve 1999 yılında konservatuvardan dördüncülükle mezun olmuştur. Konservatuvar yıllarında birçok müzikhol ve eğlence yerlerinde sahne almış, bu sıralarda bir arkadaşı aracılığı ile zamanın popüler müzik yapım şirketi Dost Müzik'te çalışmalarda bulunmuştur. İsmini bir Yunanca şarkıdan alan "BA-BA" albümü müzik sektöründeki ilk denemesi olmuştur. Sonraki üç yılda iyi bir Yunanca repertuvara sahip olmuştur. Bu arada Yunancasını da geliştirmiştir. Bir süre sahne çalışmalarına ağırlık verdikten sonra iki dilde "Amman Kuzum" albümünü piyasaya çıkarmıştır. Ayrıca "Zordur Oğlum" isimli şarkısı ile "Eurodance 2007" isimli yarışmada Avrupa birincisi olmuştur. ("Bu albüm piyasaya çıktıktan 15 ay sonra Chiculata şarkısı ilave edilerek yenilenmiş ve "Amman Kuzum+1 Chiculata" olarak düzenlenmiştir.") 2006 yılı Mayıs ayında üçüncü albümü "Mor Yıllar" piyasaya sürülmüştür ve bu albümle grafiğini yükseltmiştir. Ziynet Sali, 2008 yılının sonlarına doğru "Herkes Evine"yi piyasaya sürmüştür. Sezen Aksu, Sinan Akçıl gibi isimlerin şarkılarının yer aldığı Sali'nin albümü çıktığı andan itibaren büyük ilgi toplamıştır. Çıkış parçası, aynı zamanda albümle aynı ismi taşıyan parça büyük bir başarı yakalayarak Türkiye Billboard listelerinde 2 numaraya kadar yükselmiştir. Sali'nin bu başarısının altında; Hande Yener, Gülben Ergen, Demet Akalın, İzel gibi isimlerin şarkılarının tadında şarkılar okuduğu ve İzel'in eski aranjörü Sinan Akçıl'la çalışması gerekçe olarak gösterildi. Sali'nin ayrıca Funda Arar , İzel ve Sıla ile yakın bir dostluğu vardır. Opel Adam Opel AG veya kısaca Opel, 1862 yılında Adam Opel tarafından kurulan Alman otomobil şirketi. 1899'dan beri araba üretmektedir ve 1929'da şirket olmuştur. Merkezi Rüsselsheim kentinde bulunmaktadır. 1929 yılında, General Motors şirkete ortak olmuş, 1931'de hisselerin tamamını satın almıştır. 2017 yılında PSA Peugeot Citroën'e satılmıştır. 2010 yılında, gelecek 5 yılda sermayesinin 11 milyar euro olacağını duyurmuştur. Bunun 1 milyarı tamamen yeni geliştirilecek olan yenilikçi ve yakıt tasarruflu motorlar ve şanzıman için belirlenmiştir. Şirket, 21 Ocak 1862'de Hesse, Almanya’da, Adam Opel tarafından kurulmuştur. Başlangıçta Opel Rüsselsheim’da inek ahırında yalnızca dikiş makinaları üretiyordu. Her şeyden önce başarısını mükemmel bir şekilde müşteriye uygun hale getirilen dikiş makinalarına borçludur. İşlerdeki hızlı büyüme sonucunda 1888'de üretim yeri inek ahırından Rüsselsheim’de daha özel bir mekana taşınmıştır. Başarıyla birlikte Adam Opel 1886'da yeni bir ürün piyasaya sürmüştür. Opel ""penny farthings"" olarak da bilinen yüksek tekerlekli bisikletleri satmaya başladı. Bunun yanında Opel’in iki oğlu yüksek tekerlekli bisiklet yarışlarına katılmış ve bu bisikletlerin ulaşımdaki el verişliliğini göstermiştir. Böylelikle bu bisikletlerin üretimi dikiş makinalarının üretim miktarına ulaşmıştır. İlk arabalar 1899'da Opel’in iki oğlunun araba tasarımcısı Friedrich Lutzmann ile olan ortaklıklarından sonra başlamıştır. Bu otomobiller başarılı olmadı ve iki yıl sonra ortaklık sona erdi. Bunu takiben Opel’in oğulları 1901'de Fransız Darracq otomobilleriyle "Darracq Opel" adıyla anlaşma imzaladılar. Bu araçlar iki Opel gövdesinin Darracq şasesiyle ve iki silindirli motor ile üretilmiştir. Otomobiller ilk olarak 1902'de Hamburg Motor Show da sergilenmiştir ve bu otomobiller 1906 da üretime başlanmıştır. 1909 yılında Doktorun arabası olarak bilinen 4\8 hp model otomobil üretmiştir. Güvenirliği ve sağlamlığı fizikçiler tarafından takdir edilmiş. "Doktorun arabası" 3,500 Mark'a satılmış ve zamanının lüks arabalarının arasında yer almaktadır. 1911 yılında şirketin fabrikası yangın yüzünden tahrip olmuş ve onun yerine daha modern ve güncel bir fabrika inşa edilmiş. 1914 e kadar Opel en geniş Alman otomobil firması olmuştur. 1920'lerin başlarında Opel seri araba üretim çizgisinde kendi araçlarını üreten ilk otomobil markasıdır. 1924 yılında "Laubfrosch" adında yeni iki koltuklu araç üretildi. Laubfrosch özellikle yeşil renkte bitirildi. Bu araç 4,500 marka satıldı fakat 1930'larda bu fiyat 1,900 marka kadar indi. Adam Opel motorlu taşımacılığa önderlik etmiş, bunu her sınıftan insan için hem zengin hem de güvenilir bir yol olduğu için yapmıştır. 1902 Opel Darracq Opel Almanya’da %37,5 lık pazar payına sahiptir ve 1928 yılında ülkenin en büyük otomobil ihracatçısıdır. Aynı yıl Opel'in ilk sekiz silindirli aracı "Regent" önerildi. RAK 1 VE RAK 2 roket itişli araçlar beklenenden fazla ilgi gördü. Opel Admiral Convertible (1937–1939) Opel Kapitän (1939) Mart 1929'da General Motors (GM) Opel’in modern üretim imkanlarından çok etkilenmiş ve şirketin %80'ini satın almıştır, bu rakam 1931'de %100'e ulaşmıştır. Opel ailesi ticari faaliyetlerle 33.3 milyon dolara ulaşmıştır. 1935 yılında ise ikinci fabrika Brandenburg’da "Blitz" ışıklı kamyonların üretimi için kurulmuştur. Ayrıca Opel bir yılda 100,000 den fazla araç üreten ilk Alman markası olmuştur. Bu popular Opel P4 modelini baz almaktadır. Satış fiyatı 1,650 marktır ve araç 23 hp (17 kW) 1.1 L dört silindir motor ve en yüksek hızı 85 km \ s (53 mph). Ayrıca Opel kendi kendine yetebilen ilk demir gövdeli otomobilin seri üretimine başlamıştır. Ve onu Olympia olarak adlandırdılar. Düşük ağırlığı ve aerodinamik yapısıyla performans ve yakıt tüketiminde gelişme gözlemlenmiştir. Opel otomotiv tarihindeki en önemli yeniliklerin patenti olarak bi
linen patente sahiptir. 1939 oldukça başarılı olan Kapitan’ın sunumunu görmüştür. 2.5 L altı silindir motor, tamamı demir gövde, bağımsız süspansiyon, hidrolik elektrik emiciler,sıcak su ısıtıcısı ve merkezi hız ölçer ile 1940'larda II. Dünya Savaşı'nın yoğunlaşmasıyla birlikte otomotiv sektörü geçici durgunluğa uğramış ve 25,374 kapitan hükümetin emriyle fabrikada bırakılmıştır. Rüsselsheim’daki Yönetim Binaları II. Dünya Savaşı'yla birlikte 1945'te Rüsselsheim’da neredeyse hiç araç üretilmedi. Çatışmalar patlak vermeden önce Adam Opel AG Avrupa’nın en geniş otomobil üreticisi olarak adını duyurmuştur. Bürokrasi zorluklarına rağmen 1930'larda Almanya'daki ekonomik atmosfer Opel ve diğer otomobil şirketleri için faydalı olmuştur. Fakat Opel açısından, endüstriyel makinalardaki genişleme, büyüme askeri amaçlar tarafından yönetilmemiştir. Askeri LKW Opel Blitz, İtalya, 1944 Haziran 1940'tan sonra, Opel ve Amerika arasındaki resmi ilişkiler çökmedi ve mali kazanım J.P Morgan firması tarafından kontrol edilerek savaş boyunca devam etti. Rüsselsheim tesisi Almanya’nın savaş hazırlıklarına hiçbir zaman büyük rol vermemiştir. Ford'un Köln’deki tesisi tank üretimini gibi bir görev için yeterince güvenilirdi. Otomobil tesisleri kapandı, aksi kaynaklara yönelik, fakat diğer işlere çevrilmemiştir. 1942'de açıkça görülüyor ki savaş bir süre daha devam edecekti, araba ve kamyon fabrikaları savaş işleriyle makul ölçülerde değiş tokuş yapmışlarıdır. Amaçlı ve küçük Alman askeri araçlarından biri olan Kettenkrad, meraklı fakat kullanışlı bir traktör ve motosiklet birleşimi olup 1.4 L Olympia 4 silindirli motorla güçlendirilmiştir. NSU tarafından üretilen araç yumuşak dönüşler için motosiklet tekeri gibi devredilmiş itici katerpillar izleriyle sıkı köşeli frenler ön tekerleklere sahiptir. Savaş ilerledikçe, askeri güçler hava soğutmalı motorların gelişmesinde büyük etkisi görülmektedir. Bu talebi karşılamak için Opel mühendisleri olası 3.6 L kamyon motorunun soğutma sistemini değiştirerek geliştirdiler. "Hava-Yağ Soğutma" olarak adlandırıldı ve motor yağını kullanarak sıcaklığı silindir çark dolaylarındaki gömleklerden almaktadır. Baş taraf direk havayla soğutulmaktadır, burada üç ayrı alüminyum yüzgeçli başlar bulunmaktadır ve her biri iki silindire hizmet etmektedir. Bu ilginç motor 72 hp (54 kW; 73 PS) at 3,000 rpm on 74-octane fuel geliştirmiştir fakat yalnızca üç örneği inşa edilmiştir. Diğer özel işler Rüsselsheim fabrikasında yürütülmektedir. B unlardan bir tanesi ünlü alman asilzadesi Jumo uçak motorunun süperkompresörleri için ara soğutucular inşa edilmiştir. İşler böyle giderken Almanya’nın düşmanları doğal olarak çeşitli Opel tesislerinin notlarını almış ve ağustos 1944'te onları havadan ziyaret etmeye başlamıştır. Hasar sonucu 33 yıl önceki yangının etkilerinin yankısıydı. Müttefik bombardımanlarındaki hasar hem Rüsselsheim’de hem de Brandenburg’da çok ağırdı. Adam Opel AG’deki hiçbir görünüş 1945’in ilk aylarındaki kadar iç karartıcı olmamıştır. Opel dönüşüme ve yeniden yapılanmaya girmişti. Daha önce kullanlan araç gereçlerin çoğu artık kullanılmamaktadır. Brandenburg traktör tesisi savaş sonrası Almanya’nın Rus bölgesine girmiştir. Fakat burada uzun kalamamıştır. Tüm makina ve araç gereçler çıkarıldı ve Ural dağlarının yakınında bir mevkiye sevkedilmiştir. Opel traktör ve araba üretim hattını kaybetmiştir. Savaşın yıkımı için savaş tazminatı olarak, Müttefik Kuvvetler planları kapsamında, Sovyetler Birliği araçları, Jigs, kalıplar, demirbaşlar ve Kadett için çizimler için Müttefik Askeri Hükümeti sordu. Rus işgali altında Leipzig'de Opel’e bağlı otomobil üretimine başlamak için kullanmak istediklerini söyledi. Haziran 1946 da ekipmanlar usulünce Sovyetler'e ulaştırıldı. Sadece bir yıl sonra yeni bir Sovyet araba, Moskvitch 400, üretim bandından çıktı. 1950lerin sonlarına doğru, Ruslar Kremlin Kadettlerini yedek parçaları kolaylıkla Almanya’dan elde edilebileceğini vurgulayarak Belçika’ya ihraç ediyorlardı. 1959 yılına kadar Moskvitch modeli'nin Opel mühendisliğinin hiçbir izini taşımadı olarak tanıtıldı. Ve bu tarihten sonra Opel tasarımı tamamen kendine ait yeni Kadett'i tanıttı. Rüsselsheim’da yerleşke oluşturan Amerikan hükümetinin güçlü direnci Opel’in tesislerinin tamamen Ruslara savaş tazminatı olarak verilmesini engellemiştir. GM’un bu tartışmalarda söyleyecek hiç lafı yoktu. GM'den Alfred Sloan: "Opel, savaş başladıktan kısa bir süre sonra Alman hükümeti tarafından sonlandırılmıştı. 1942 yılında toplam yatırımımız yaklaşık olarak 35 milyon dolardı, maliye bakanlığı mahkeme kararıyla düşman elinde mülkiyete ilişkin işler yaptı. Fakat bu mahkeme kararı bizim Opel’e olan ilgimizi ya da sorumluluklarımızı sonlandıramamıştır. Savaşın sonuna gelinirken anladık ki hala Opel’in stoklarının sahibi ile ilgileniyoruz, ayrıca mal sahibi olarak bu mülkiyetin sorumluluğunu almaya mecburuz." Bu öyle bir sorumluluk ki Sloan ve arkadaşları bile savaş sonrası Avrupa’da bu riski almanın yaptıklarına değip değmeyeceği konusunda kararsızlardı. General Motors’un kitaplarında ya da diğer otoritelerde bulunmayan Opel’in 1945'teki gelişimdeki en sorumlu kaynak : çalışanlarının olağanüstü sadakatidir. Çalışanlar Rüsselsheim’de çalışan diğer meslektekiler gibi işlerini gidip fırsatı olan gezgin fırsatçılar değil. Kadın ve erkek çalışanlar abartısız Opel Adam AG ile yetişmişlerdir. Onlar için asıl önemli olan kendi geleceklerinden çok Opel’in geleceğidir. Opel’in çöküşü Rüsselsheim’da en önemli iş verenin yitirilmesi anlamına gelmektedir. Savaşın hemen sonrasında küçük bir iskelet mürettebat tesisteki taşları temizlemeye başlamışlardır. Mayıs 1945'e kadar, bu iş Opel’in son derece ihtiyaç duyduğu üretime başlamayı mümkün kılmaya yeterliydi. Onlar için araç gereç bulmak, onları kaynağından elde etmektense kara borsadan ya da değiş tokuş yaparak elde etmeleri daha önemliydi. Savaşın sona ermesinden sonra, Brandenburg tesisinin parçalara ayrılmasıyla ve Rusya’ya nakliye edilmesiyle, Rüsselsheim'daki binaların %47'si tahrip edilmiştir. Önceki çalışanlar Rüsselsheim'daki tesisi yeniden inşa etmeye başladılar. Almanya’nın yeni traktörler inşa etme çabasına cevap olarak Rüsselheim’i yöneten Amerikan otoritelerince tesiste 2.5 L Kapitan motoruyla güçlendirilmiş 1.5 küçük tonajlı (1.4 t) traktör üretebilmesi için izin verdiler. Bu mümkün olan en küçük mucizeydi. Ocak 1946'ya kadar tesis kendi başına traktör üretimine hazırdı fakat neredeyse 12,000 parçadan her birini oluşturmaya gerek olan parçaların çoğu eksikti. Büyük firmalar başlamadan önce küçük firmalarında başlaması gerekmekteydi. Hastalık ve yetersiz besleme 6,000 çalışanın sağlığına öyle zarar verdi ki 500 işçinin işe gelemeyecek kadar hasta olmaları mümkündür ayrıca bir günde 400'den fazlası hasta raporu almaktadır. Bu ve benzer sorunların üstesinden gelerek Opel sonunda ilk savaş sonrası Opel Blitz traktörü yarışmasını 15 Temmuz 1946'da Amerikan ordusundan General Geoffrey Keyes ve diğer yerel liderler ve muhabirler ile kutladı. 6600RM olarak ücretlendirilen traktör benzinle ya da odun gazıyla gaz jeneratörü yardımıyla sağlanmaktadır. Dikiz aynasından uçan bir demet tören çiçeği ile birlikte, tarihi Opel Blitz fabrika kapısını 26 Temmuz'da Wiesbaden’da bir satıcı için terk etmiştir. Dahası bir ayda 150 oranında üretimi takip etmiştir ve 1946'ya kadar toplam üretim 839'dur. Frigadaire buzdolapları ve ayrıca NSU Kettenkrad için Olympia Rüsselsheim'da üretilmektedir. Opel’in diğer bir adımı yayalar için araba üretimine kaldığı yerden devam etmektir. İlk olarak Kapitan’ı geri getirmek en kolayı olarak gözükmektedir çünkü onun motoru hali hazırda traktörler için üretimdedir. Fakat iş tüzüğü Olympia’yı en bariz aday yapan 1.5 L ya da daha az Alman sivil arabalarını sınırlandırmıştır. 1934'den beri Opel'de baş mühendis Dr. Ing e.h. Karl Stief ile bu küçük arabada kullanışlı değişiklikler yapılmıştır. Dubonnet ön süspansiyon geleneksel rulo ve ladas kemiği ile yer değiştirmiştir ve direksiyon yeniden düzenlenmiştir. Kasım 1947'de duyurulan savaş sonrası Olympia üretimi, sade boyanmış jant kapağı ile birlikte, aralık 1948'de başlamıştır ve o yıl makul bir dönüşle ihracat satışlarına izin vermiştir. Ekim 1948'de, farların şekli ve düz yaylar ve amortisörler gibi bazı detaylar dışında Kapitan, Opel hattına değişmeden geri dönmüştür. 1948'deki fiyatlar Kapitan için 9950 DM ve Olympia için 6,785 DM (Deutschmark 20 Haziran 1948'de Reichsmark'ın yerine geçmiştir). Opel’in geleceğini etkileyen diğer olaylar 1948'de meydana gelmiştir. Şubat ve Mart'ta bir GM çalışma grubu Avrupa’nın ekonomik durumunu ve Opel'in özel problemlerini araştırmak için Almanya’ya gitmiştir. Dönüşte bir rapor hazırlamışlar ve 26 Martta, General Motors’un Opel kontrolünü tavsiye etmişlerdir. 5 Nisan'da GM’nin finansal politika komitesi şu sonuca varmıştır: "Bu mülkiyetin birçok belirsizliğini göz önünde tutarak, şirket o zamanda devam eden operasyonu doğrulamamıştır." Görünüyor ki GM Opel'i istemiyor. Bu görüşteki ikinci düşünce aniden Alfred P. Sloan Jr., ve Charles Wilson, GM’nin başkanı gibi yürütücü insanların aklına düştü. Daha sonra Nisan ayında, Sloan düşünce farklılıklarını bir pozisyon kağıdıyla çözmeye çalıştı. Sloan GM’nin Opel’in idaresini yeniden iki yıllık deneme süresince ekonomik koşullara bakmak için almasını önerdi, daha sonra Almanya’da "durgunluğa kapalı" olarak adlandırıp geliştirdi. Sloan başka önemli hedeflerde belirledi: "General Motors, Opel’de ek sermaye riskine girmemeli. Kredi imkanları uygun olabilir kişisel politikalarda ve yönetimde tamamen özgür olmalıyız. Adam Opel AG tarafından üretilen ürünlerde tamamen yönetimin yargılama hakkı olmalıdır ve fiyatlar hükümetçe onaylandığı takdirde sermayede makul bir geri dönüşe izin verilmelidir." Akıldaki ana hatlarıyla, Opel sorusu 3 Mayıs’taki GM finansal politika komitesine kondu, bu daha sonra Rüsselsheim’a geri dönüş itirazlarını da geri çekti. Birçok detaya hala daha hem GM'de hem de Almanların işgal edilen bölgesinde bu gerçekten
meydana gelmeden önce çalışılmalıdır. Son olarak 1 Kasım 1948'de resmi kelme yayınlanmıştır: GM Adam Opel AG. Edward W.Zdunek ‘in kontrol yönetimine devam eden, önceden Avrupa'nın General Motors Denizaşırı Çalışma Şubesi için bölgesel yöneticisi yönetim müdürü olarak adlandırılırdı. Zdunek’in bu görev için randevusu özel anlam taşımaktadır. Tecrübeli bir motor endüstrisi yöneticisi olarak sadece beğenilmiyor aynı zamanda aslında onun için çalışanlar tarafından seviliyor da. Ed Zdunek’in duyarlı eli kırılgan Opel teknesine savaş sonrası Almanya’nın dalgalı sularında önderlik etmesi için mükemmel bir seçimdir. O bu eleştirel pozisyona 1961’e kadar devam etti. GM yönetimi altındaki Opel arabalarındaki değişiklikler yüzü gerdirilen Olympia’nın tanıtıldığı Ocak 1950'ye kadar gözükmedi. Ön ve arka çamurluklar uzatıldı ve ağır yatay krom ızgaralar eklendi. Geri giden bir adım dört hızlı şanzıman kutusuyla üç hızlı üniteyle yer değiştirmedir. Motor ayarı yavaş motor hızındaki hızlı torku vurgulamaktadır böylece ekstra oran tamamen kaybedilmemiş olmaktadır. Cabrio Coach modeli Olympia sırasına geri döndürüldü ve Karosserie Miesen tarafından inşa edilen bir kombi önerildi. Şubat 1951de, Almanya’da ilk savaş sonrası otomobil gösterisi için hazırlanan Olympia yedek tekerlekler ve 16 inch (41 cm) tekerlekler yerine 15 inç (38 cm) tekerlekli traktör kompartmanıyla süslemişlerdir. Bazı küçük değişiklikler dışında bu model Mart 1953'e kadar aynı kalmıştır. Yeni kontrol paneli ve direksiyon mili değişimi gibi detaylı gelişmeler Kapitan hattını Mayıs 1950'de donatmıştır. Daha büyük değişiklikler Mart 1951'de Frankfurt şovunun açılış kapısında Nisan 1911'de 11 günlük yönetimle öngörmek için korundu. Yüksek sıkışma oranıyla (yine de sadece 6.25:1), motor gücü 3,700 rpm'de 58 bhp (43 kW; 59 PS ve azami hız 80 mph (130 km/s)'dir. Üretim 60 bhp (45 kW; 61 PS)'ye yükselmiştir modelin ileriki yaşamı boyunca ve bu temmuz 1953'te sona ermiştir. Yaklaşık olarak emir vaki ile, Kadett’i inşa etmek için araç gereçlerin yokluğunda, Opel kendini orta fiyatlı gelirli Almanya’nın savaş sonrası otomobil piyasasında VW ve Mercedes Benz arasında sandwich olmuşcasına sıkışmış buldu. Bu GM ve Opel için beklenmedik bir durum değildi ve bu onlar için şaşırtıcı şekilde iyiydi. 1953'te üretim savaştan bu yana ilk defa 100,000 üniteden fazla bir sayıya ulaştı ve 1954'te Main River’daki büyüyen tesisin tamamen yeniden inşa edilmesi düşünüldü, 24,270'i Adam Opel AG tarafından çalıştırılmaktadır ve 167,650 araç inşa edildi. Opel’in ilk turbo arabası Rekord 2.3 TD, ilk olarak 1984’te Geneva’da gösterilmiştir. Adam Opel Almanya'daki en eski araba üreticilerinden biridir ve Avrupa'nın en büyük otomobil imalatçılarından bir tanesidir. Şirket 7 ülkede 11 tane araç, güç aktarma mekanizması, ve donanım bileşenleri ve üç gelişim merkezi işletmekte ve şubat 2011 itibarıyla yaklaşık 39.000 eleman çalıştırmaktadır. Birçok yeni iş otomobil ithalatçılarıyla yapılan işlerin direk sonuçlarına bakılarak 6.500 bağımsız satış ve servis outletleri tarafından sağlanmıştır. Birleşmiş Krallıktaki kardeş marka Vauxhall ile birlikte, Opel dünya çapında 40'tan fazla pazarda araç satmaktadır. Şirketin Rüsselsheim fabrikası 750 milyon Euro ile dünyanın en modern tesislerinden bir tanesine dönüşmüştür ve 2002 de üretime başlamıştır. Diğer tesisler Almanya’da Bochum, Eisenach, ve Kaiserslauter; Aspern Viyena Avusturya; St. Gotthard Maceristan; Zaragoza İspanya; Gliwice Polonya; Ellesmere limanı ve Luton İngiltere. Dudenhofen Test Merkezi Rüsselsheim ana merkezinin yakınında yer almaktadır. Yaklaşık 7.000 kişi Uluslararası Teknik Geliştirme Merkezinde ve Rüsselshein’deki Opel Dizayn Merkezinde mühendislik ve Opel araçlarının dizaynından sorumludur. Genel olarak Opel küresel General Motors (GM) şirketinde Epilson I platform, Epilson II platform, Delta I platform, Delta II platform, Gamma platform’un mühendislik ve geliştirmesinde önemli rol oynamıştır ve Gamma II platformunun özellikle yüksek bitişli ve daha rafine versiyonunda önemli rol oynamaktadır. Buna ek olarak şirket küresel General Motors (GM) araba üretimi için yeni ekipmanlar üretmektedir. Bundan dolayı Opel çoğu durumda Opel İnsignia/Buick/LaCrosse/Chevrolet/Malibu ya kadar tüm araba mimarisi ve teknolojisinden sorumludur. Özellikle tüm geleceğe yönelik, modern, tam verimli GM mimarisi küçük ve orta büyüklükteki araçlar için Opel tarafından geliştirilmiştir. Ampera’nın ardındaki fikir ve konsept Opel/Almanya’da "eski Küresel Araç Yöneticisi ve Küresel elektrikli araç geliştirme mühendisi" ve volt gelişimin lideri olarak Frank Weber aslen bir Opel iş vereni olarak bu konseptin gelişimi için Almanya'daki karargahı yerine GM’nin anavatanına, Amerika'ya gitmiştir. 2009’da Weber Opel’in Adam Opel GmbH Opel liderlik organizasyonu boyunca planlama yönetici vekili ve ticari araç operatörü olarak geri dönmüştür. 2011’de Frank Weber Opel’i BMW için terk etmiştir. Yüksek performanslı araba geliştirmeden sorumlu Opel Performans Merkezini GmbH (OPC) 1997’de kurmuştur. Opel özel araçları GmbH (OSV) tamamen özel seriler ve araç modifikasyonları üreten şubelere sahip olmuştur. OSV ITDC ile birlikte çevre dostu ve maliyel CNG sürüş konseptini baz alan Doğal gaz ve ilk defa Opel Zafira 1.6 CNG ile uygulanmıştır. Opel'in kurumsal sloganı, Biz araba ile yaşıyoruz anlamına gelen; "Wir leben Autos" sözcüğüdür. Bu Almanca slogan dünya çapında pek çok ülkede kullanılmaktadır. Türkiye'de Satılan Modeller Türkiye'de Satılmayan Modeller Üretimden Kalkmış Olan Modeller Klasikler Yakın Zamanda Üretilmiş Konseptler Amerikan Bağımsızlık Savaşı Amerikan Bağımsızlık Savaşı, 1775–1783 yılları arasında Büyük Britanya ve Kuzey Amerika'daki On Üç Koloni arasında geçen, ve Amerika Birleşik Devletleri'nin kurulmasıyla sonuçlanan savaştır. Amerikan Devrimi olarak da bilinir. Aslında savaş tam bir bağımsızlık mücadelesi olarak başlamamıştır. Savaş, Büyük Britanya'nın Yedi Yıl Savaşları sonucu oluşan kayıplarını giderebilmek için, Amerika'da bulunan kolonilere ağır vergiler yüklemesiyle başlar. 1765 yılında koloniler için "Damga Pulu Kanunu" çıkarıldı, ancak gelen tepkiler üzerine kaldırıldı. 1767 yılında ise "Townshend Kanunu" olarak bilinen kanun yürürlüğe sokuldu ve çay dahil bazı ürünlere yeni vergiler koyuldu. Bu ise halkın tepkisini çekti ve İngiltere'den gelen çayları Boston Limanı'nda denize döktüler. Böylece iç savaşın fitili de yakılmış oldu. Çatışmalar önce Büyük Britanya'nın sömürge sorunlarından kaynaklanan bir iç savaş olarak başladıysa da; 1778'de Fransa Krallığı'nın, 1779'da İspanyol İmparatorluğu'nun 1780'de Hollanda'nın Koloniler'in yanında yer almasıyla, uluslararası bir savaşa dönüştü. Koloniler, 35.000 kişilik düzenli Kıta Ordusu yanında kara kuvveti olarak hem eyalet milisleri, hem çiftçilerden oluşan 44.500 kişilik milis bir güç daha topladılar. Bunun yanında Amerikalılara müttefik olarak Kuzey Amerika'da 10.000 kişilik bir Fransız ordusu ve Avrupa'da İngilizlere karşı 60.000 kişilik bir Fransız-İspanyol kuvveti daha bulunuyordu. 1779 yılında Kuzey Amerika'da (Kanada'dan Florida'ya kadar dağılmış) İngiliz ordusu ise 60.000 kişilik bir kuvvetten oluşuyordu. İngiliz ordusunun içinde Alman kökenli 30.000 paralı asker vardı. Savaş, ayaklanmacıların levazım depolarını imha etmek amacıyla General Thomas Gage'in Boston'dan Concord'a (Massachusetts) kuvvet göndermesiyle başladı. 19 Nisan 1775'te Lexington ve Concord'da çarpışmalar çıkınca, ayaklanmacılar Boston'u kuşattı. Amerikan generali Henry Knox'un Ticonderoga Kalesi'nden ele geçirdiği toplarla yetişerek, Gage'in yerine geçen General William Howe'u kenti boşaltmaya zorlamasıyla 17 Mart 1776'da kuşatma sona erdi. General Richard Montgomery komutasında bir Amerikan kuvveti 1775 sonbaharında Kanada'yı işgal ederek Montreal'i aldı; Quebec'e yapılan başarısız bir saldırıda Montgomery öldü. Amerikalılar baharda İngiliz yedek kuvvetleri yetişene değin kenti kuşatma altında tuttuktan sonra Ticonderoga Kalesi'ne çekildiler. İngiliz Hükümeti General Howe'un ağabeyi Amiral Lord Richard Howe'u, kardeşinin güçlerine katılmak üzere büyük bir filoyla New York'a gönderdi. Howe'lar, Amerikalılarla bağlantı kurmak ve teslim olmaları durumunda affedilebileceklerine ilişkin güvence verme yetkisine de sahipti. 4 Temmuz 1776'da bağımsızlıklarını ilan eden Amerikalılar barış önerisini geri çevirince, General Howe, Long Island'a yürüdü ve 27 Ağustos'ta Amerikan ordusunun başkomutanı General George Washington'ın güçlerini yenilgiye uğrattı. Washington'ın Manhattan içlerine çekilmesi üzerine Howe onu kuzeye sürdü ve ordusunu, 28 Ekim'de White Plains yakınlarındaki Chatterton Hill'de yenilgiye uğrattı. Daha sonra Washginton'ın Manhattan'da bırakmış olduğu garnizonun üzerine yürüdü, çok sayıda tutsak alıp silah ve erzağa el koydu. Lord Cornwallis de Washington'un Lee Kalesi'ndeki garnizonunu ele geçirerek Amerikan ordusunu New Jersey boyunca Delaware Irmağının doğu yakasına sürdü ve kış için, New Jersey'deki ileri karakollarda karargâh kurdu. Ama Washington, Noel gecesi Delaware Irmağı'nı geçerek Cornwallis'in Trenton'daki garnizonuna saldırdı ve 1000 kadar tutsak aldı. Cornwallis, Trenton'ı kısa sürede geri aldıysa da kaçtı ve Washington İngiliz ordusunun Princeton'daki yedek kuvvetlerini yenilgiye uğrattı. Washington'ın Trenton-Princeton seferi tüm ülkede heyecan yarattı ve bağımsızlık savaşına canlılık kattı. General John Burgoyne komutasındaki bir İngiliz ordusu 1777'de Kanada'dan güneye doğru hareket etti. Yarbay Barry St. Leger komutasında daha küçük bir kuvvet de Mohawk Vadisi boyunca St. Lawrence Irmağını izleyerek Albany'de Burgoyne'la birleşecekti. Burgoyne 5 Temmuz'da Ticonderoga Kalesi'ni alıp, acil at ihtiyacını karşılamak üzere Bennington'a (Vermont) Alman paralı askerlerden oluşan bir kuvvet gönderdi; ama New England kuvvetleri Almanları yenilgiye uğrattı. Bu arada 6 Ağustos'ta General Benedict Arnold'un ordusu St. Leger'ı Oriskany'de durdurdu. General Horatio Gates'in komuta
ettiği başka bir Amerikan ordusu da Albany'ye yaklaşmakta olan Burgoyne'u iki kez yenilgiye uğrattı; Burgoyne 17 Ekim 1777'de Saratoga'da ordusuyla beraber teslim olmak zorunda kaldı. Bundan bir müddet önce de Howe gemilerle New York'tan Chesapeake'e gitmiş ve karaya çıkar çıkmaz 11 Eylül'de Brandywine Creek'te Washington'ın kuvvetlerini yenmiş, 25 Eylül'de de Amerikan başkenti Philadelphia'yı işgal etmişti. Washington, 4 Ekim'de Germantown'a başarılı bir darbe indirdikten sonra 11.000 askeriyle Valley Forge'da kışlık karargâhını kurdu. Buradaki çetin şartlara ve yiyecek sıkıntısına karşın, Amerikan birlikleri Prusyalı bir subay olan Friedrich Wilhelm von Steuben gözetiminde sıkı bir silah eğitiminden geçirildi. Von Steuben'in katkıları, Washington'ın 28 Haziran 1778'de Monmouth'da (New Jersey) kazandığı başarıyla belli oldu. Bu çarpışmadan sonra kuzeydeki İngiliz kuvvetleri New York kenti ve çevresinde çakılıp kaldılar. Amerikalılara 1776'dan başlayarak el altından para ve malzeme yardımı yapan Fransa, 1778'de filolarını ve ordularını hazırlamaya başladı ve sonunda Haziran 1778'de İngiltere'ye savaş ilan etti. Kuzeyde durumun büyük ölçüde sürüncemede kalmış olmasına karşılık Fransızlar güneyde, İngilizlerin elindeki Savannah'ı ve büyük önemi olan Yorktown'ı kuşattılar. Cornwallis 16 Ağustos 1780'de Camden'da (Güney Karolina) Gates'in komutasındaki bir orduyu dağıttıysa da, 7 Ekim'de Kings Mountain'da ve 17 Ocak 1781'de Cowpens'te ağır kayıplar verdi.15 Mart 1781'de Guilford Court House'da (Kuzey Karolina) pahalıya mal olan bir zaferden sonra, öbür İngiliz birlikleriyle birleşmek üzere Virjinya'ya girdi ve Yorktown'da üslendi. Washington'ın ordusuyla birlikte Fransız Comte de Rochambeau komutasında bir kuvvet Yorktown'ı kuşattı; Cornwallis 19 Ekim 1781'de 7 bin kişilik ordusuyla teslim oldu (Yorktown Kuşatması). Bundan sonra kara harekatı sona erdi ve savaş açık denizlerde sürdü. Amerikalılar 1775'te bir Kıta Donanması oluşturdularsa da, savaş ilerledikçe, denizdeki varlıkları büyük ölçüde resmi görevli, silahlı özel gemilerle ("privateers") sınırlı kaldı. 1780'den sonra deniz savaşı daha çok İngilizlerle Amerikalıların Avrupalı müttefikleri arasında geçti. Britanya Adaları çevresinde toplanan Amerikalılara ait gemiler ve komutanları John Paul Jones, savaş boyunca 1.500 İngiliz ticaret gemisiyle 12.000 İngiliz denizcisini ele geçirdiler. 1780'den sonra İspanya ve Hollanda, Britanya Adaları'nı çevreleyen sularda büyük ölçüde denetim kurarak İngiliz deniz gücünün açık denize çıkamaz hale gelmesine yol açtılar. Paris Antlaşması ile İngiltere, batıda Mississippi Irmağını da içine alan geniş sınırlarla, Amerika'nın bağımsızlığını tanıdı. Kanada İngiltere'nin elinde kaldı, ama Doğu ve Batı Florida İspanya'ya verildi. Antlaşmanın imzalanmasından 3 ay sonra, son İngiliz askerlerinin 25 Kasım 1783'te New York'tan ayrılmasından sonra George Washington şehre girdi. Savaş, Fransız ve İspanyol ekonomilerine büyük darbe vurdu. Fransa'da; kısa vadede Fransız Devrimi'ne, orta vadede Fransız İmparatorluğu'nun kurulmasına yol açtı. İspanya'ya, uzun vadede kolonilerin kaybına yol açtı. Tekin Erer Tekin Erer, (d. 1921, Artvin - ö. 23. Haziran 1997, İstanbul) gazeteci, yazar, siyasetçi. Artvin'de ilkokukulu bitirdikten sonra ortaokulu Kars'ta, liseyi İstanbul Haydarpaşa Lisesi'de bitirdi. Liseden sonra İkinci Dünya Savaşı esnasında 3 yıl yedek subaylık yaptıktan sonra İstanbul Üniversitesi'nde öğretim gördü. İlk gazetecilik deneyimi 1937 yılında Vatan gazetesinde gerçekleşti. Günlük yazıları ile ünlenen Erer, 1960 ihtilalinden sonra Son Havadis gazetesinde "Günün Akisleri" başlıklı köşesinde 27 Mayıs yönetimine karşı yazıları ile dikkat çekti. O yıllarda hakkında açılan 50'ye yakın davada 100 yıldan fazla hapsi istendi. Ancak açılan davaların hepsinden beraat etti. 1965 yılında yapılan genel seçimlerde İstanbul'dan milletvekili seçildi. İki dönem Adalet Partisi üyesi olarak parlamentoda görev yaptı. Son Havadis'teki köşe yazarlığına 1990'ların ortasına kadar devam etti. Ömrüne 30'a yakın kitap, onbinin üzerinde köşe yazısı sığdırdı. Nurten Erer ile evli olan Tekin Erer'in Fevzi, Nejat, Hakan ve Cem adında 4 çocuğu vardır. Tekin Erer, 1992 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü'ne layık görüldü. Yeşil yemler Yeşil yemler. Yaprak ve filizlerini üzerinde bulunduran, genellikle otlatılarak veya biçilerek hayvanlara yedirilen tüm bitkilere verilen isim (fiğ, burçak, yonca, korunga ve yulaf başlıcalarıdır). Karnabahar Karnabahar ("Brassica oleracea" 'Botrytis'), turpgillerden (Brassicaceae), çiçekleri etli ve tanecikli bir görünüşte olan, yaprakları lahana yaprağına benzeyen, sebze olarak kullanılan bir bitki. Turpgillerden; vatanı Doğu Akdeniz bölgesi olan 2 yıllık otsu bir bitkidir. Yaprakları koyu yeşil, çiçekleri beyaz veya sarımtıraktır. Kış sebzelerindendir. Lahanaya benzer. Aslında, lahananın çiçek saplarının kısalıp etlenmesiyle lahanadan türemiştir. Yenen kısmı, henüz açmamış yoğun çiçek durumudur. Türkiye'de; güzlük turfanda karnabahar, kışlık karnabahar ve mart karnabahar olmak üzere üç çeşidi vardır. Fosfor ve vitamin bakımından çok zengindir. __İÇİNDEKİLERZORUNLU__ __DİZİN__ Lahana Lahana ("Brassica oleracea"), ya da kelem, turpgiller (Brassicaceae) familyasından geniş ve kalınca kat kat yaprakları olan, güz ve kış sebzesi olarak yetiştirilen ve birçok türü olan bitki. 100 gram lahana ortalama olarak 110 kJ' dür ve: Brokoli Brokoli ("Brassica oleracea" Italica), Lahanagiller (Brassicaceae) familyasından,küçük yeşil yumrular hâlinde olan, haşlanarak yemeği hazırlanan bir sebze. Brokoli, isminden de anlaşılabileceği gibi, İtalya yarımadası ile özdeşleşmiş bir sebzedir. Romalı yazarlardan doğa tarihçisi Büyük Plinius'un metinlerinde ve Apicius'un yemek kitabında lahana benzeri bir sebze olarak tarif edilen bitkinin kesin hükme varılamasa da brokoli olduğu tahmin edilmektedir. Brokoli Yakın Çağ Avrupa'sında egzotik bir bitki olarak görülmüş, dünyada tanınması ise ancak 20. yüzyıl başlarında ABD'deki İtalyan göçmenler aracılığıyla gerçekleşmiştir. Sicilyalı göçmen kardeşler D'Arrigo ailesi brokoliyi A.B.D.'ye ithal ederek büyük bir ticari başarıyı betona gömmüşler, ayrıca Kaliforniya'da deneme üretimi yapmışlardır. D'Arrigo ailesinin bebek yaştaki oğlunun isminden hareketle oluşturulan "Andy Boy" markası altında ve radyo reklamları desteğiyle uzun süre A.B.D.'nin bir numaralı brokoli üreticisi ve satıcısı olarak kalmışlardır. Brokoli ile karnabahar kırması bir sebze olan broccoflower ilk olarak 1988'de Avrupa'da yetiştirilmiştir. Görünümü karnabahara, tadı brokoliye benzer. Brokoli ismi Latince'de "kol" anlamına gelen "brachium" kelimesinden (İtalyancası "braccio") türetilmişti Brokoli yüksek düzeylerde diyet lifi ve vitaminler içeren bir gıda kaynağıdır. Ayrıca görünümü resimdeki gibi minyatür bir ağacı anımsatır. Ülkeler bazında en yüksek karnabahar ve brokoli üretimine ilişkin 2008 yılına ait Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verileri aşağıdaki gibidir; Ata Atalay Ata Bey ya da Ataullah Bey (Atay) (d. 1882, Nevşehir - ö. 1 Ocak 1931, Ankara) Osmanlı Meclisi Mebusan'ının son döneminde ve TBMM'nin ilk üç döneminde Niğde milletvekilliği yapmış, ayrıca iki dönem Dahiliye Vekilliği (İçişleri Bakanlığı) görevini yürütmüş bir siyasetçi ve idarecidir. 1882'de Nevşehir'de doğdu. Mekteb-i Mülkiye'yi bitirdi. Müderrislik ve Maraş mutasarrıflığı yaptı. Maraş'ın önce İngilizler (22 Şubat 1919-1 Kasım 1919), sonra da Fransızlar (1 Kasım 1919-12 Şubat 1920) tarafından işgali ve yaşanan çatışmalarda şehrin mutasarrıfıydı. Osmanlı Meclisi Mebusan 4. Döneminde (son dönem, 12 gün) Niğde mebusu olarak bulundu. TBMM 1. Dönem, 2. Dönem ve 3. Dönem'de Niğde milletvekili oldu. Fevzi Çakmak reisliğindeki II. ve III. icra vekilleri heyetlerinde Dahiliye Umuru Vekilliği (İçişleri Bakanı) yaptı. (21 Nisan 1921-30 Haziran 1921). Makamı Refet Bele'den devralmış, yine Refet Bele'ye devretmiştir. 1 Ocak 1931 tarihinde vefat etti. Evli ve beş çocuk babasıydı. Brüksel lahanası Brüksel lahanası ya da Frenk lahanası ("Brassica oleracea" Gemmifera), turpgillerden (Brassicaceae) küçük yumru şeklinde ve kalınca kat kat yaprakları olan bir sebze türü. Brokoli gibi kansere yakalanma riskini azalttığı düşünülen bir başka kış sebzesini veren Brüksel lahanası, turpgillerdendir. Anayurdu bilinmeyen bitki, ABD ve Avrupa'da yaygın şekilde yetiştirilmektedir. Türkiye'de de tarımı başlamış olup sebze, halk arasında yavaş yavaş tanınmaktadır. Bir yıllık otsu bitki olan Brüksel lahanası, fide durumundayken lahanaya çok benzer. Ama sonra, gövdesi 60–90 cm'ye kadar boylanır, gövde üzerinde kalın sapların ucunda, koyu yeşil renkli, beyaz damarlı iri yaprakları uzar. Bu yaprakların koltuğundan çıkan tomurcuklar, küçük yuvarlak başçıklara dönüşür. Minyatür lahanaları andıran ve kokusu keskin olan başçıklar sıkı sarımlı olup iri bir ceviz kadar büyür ve sebze olarak yenilir. C vitamini bakimindan zengindir ve 100 gram çiğ Brüksel lahanasındaki değerler şunlardır: Arslan Toğuzata Arslan Toğuzata, TBMM 1. Dönemi için yapılan milletvekilliği seçimlerinde Maraş milletvekili seçilen Mehmet Hacıhaliloğlu’nun istifası üzerine milletvekili seçilmiş, fakat Maraş ve Antep bölgesindeki millî savunmaya katılması ve millî kuvvetlerin komutanlığını yapması dolayısı ile Meclis’te önemli bir faaliyet gösterememiş polis kökenli bir milletvekilidir. Arslan Toğuz, 1886’da Kahramanmaraş ili Göksun ilçesi Fındıkköyü’nde doğmuştur. 1858-1859 yıllarında Kafkasya’dan göç etmiş Toğuzata aşiretinin Maraş bölgesine yerleştirilen bir boyuna mensuptur. Babası Jandarma Çavuşu Hasanbeyzade Abdullah Efendi’dir. İlk ve orta öğrenimini Elbistan'da tamamladıktan sonra, 1898 yılında yine Elbistan’da medrese tahsilinde bulunmuş ve Arapça öğrenmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra 1908’de Halep’e giderek polislik mesleğine girmiştir. Bir süre Polis Okulunda görev yaptı. Kısa sürede gösterdiği
başarı üzerine komiser muavinliğine, iki sene sonra da başkomiserliğe terfi ettirilmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında Trablusşam Polis Başkomiseri ve sahil casusu mücadelesi vazifesinde iken, 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra Osmanlı Devleti’nin yöreden çekilmesi üzerine Maraş’a dönmüştür. Maraş’ta Fransız işgaline karşı Müdafaa-i Hukuk teşkilatını kurarak millî kuvvetlerin komutanlığını üstlenmiştir. Maraş Müdafaa-i Hukuk Teşkilatı Kayabaşı ve Şekerli heyetlerinin birleşmesi ile merkez heyeti teşkilatını oluşturmuş ve sonra yapılan seçimle heyette Arslan Bey Reisliğe, Refet Hoca II. Başkanlığa, Faik Bey Katipliğe, Hacı Nuri de Veznedarlığa getirilmiştir. Arslan Bey Maraş’ta Türk halkına önderlik yaparak işgal kuvvetlerinin ağır bir yenilgiye uğramasını ve kaçmasını sağlamıştır. Maraş’ın kurtuluşundan sonra Arslan Bey milletvekili seçilmesine rağmen Ankara’ya gitmeyerek, Antep ve İslahiye cephelerinde teftişlerde bulunmuştur. Meclisteki Maraş milletvekillerine askerî konularda bilgi vermiştir. Maraş Heyet-i Merkeziyesi adına Mustafa Kemal’e çekilen telgrafla Arslan Bey’in izinli sayılması istenmiş, bu talebin kabulüyle Adana Cephesinde de görev yapmıştır. TBMM’nin I. Döneminde Maraş milletvekili seçilen Mehmet Hacıhaliloğlu’nun istifası üzerine boşalan Maraş milletvekilliğine 17 Mayıs 1920’de Arslan Bey seçilerek 4 Haziran 1920’de TBMM’ye katılmıştır. Ancak, Maraş mutasarrıflığı ve Adana Cephesi Komutanlığının gördüğü lüzum üzerine TBMM’nin kararıyla 14 ay izinli sayılarak, tekrar Güney Cephesi’ne gönderilmiştir. Cephedeki görevinin bitmesi üzerine Kasım ayı sonunda Meclis’e gelerek görevine başladı. Meclisin son toplantı yılında PTT Komisyon çalışmalarında bulundu. I. Dönem’de milletvekilliği sona erince, yeni yapılan seçimlerde aday olmadı. Adana’da ticaretle uğraştı. Daha sonra Göksun ilçesinin Büyükçamurlu köyünün Meryemçil Yaylası’nda çiftçilikle uğraştı. Orayı sattıktan sonra da Göksun ilçesinde halen ismi ile anılan Arslan Bey Çiftliği’nde uzun bir süre yaşadı. 1946 yılında Maraş’a yerleşti. Pazarcık’ta çiftçilik yaparken 7 Haziran 1963’te vefat etti. Arslan Bey, Millî Mücadele’de gösterdiği başarılardan dolayı Kırmızı-Yeşil Şeritli İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmiştir. Arslan Bey’in üç çocuğu bulunmaktaydı. Akupresör Akupresör-Düğümovma, Çin'de binlerce yıldır uygulanan bir tedavi yöntemidir. Genel olarak belirli noktalara ovma yoluyla bölgede toplanan enerji yoğunluğunun dağıtılması ve ilgili noktalarla bağlantılı organların bu şekilde rahatlatılması esasına dayanır. İğnesiz akupunktur olarak da nitelendirilen yöntem, değişik aletlerle yapılabildiği gibi doğrudan parmaklarla da yapılabilmektedir. GÇT (Geleneksel Çin tıbbı) kuramına göre akupresör (ovma) noktaları ve etkilerinin seçiminde vücudda GÇT'nin kabul ettiği meridyen sistemi etkilidir. Belirli noktalara basınç uygulayarak yin, yang ve çi'nin dengelenmesi sağlanmaya çalışılır. Söz konusu kuram modern bilime değil, GÇT'nin deneyimsel bilgilerine dayanmaktadır. Uzakdoğa savaş sanatçıları akupresörü savunma sanatları ve sağlık amacıyla kullanmışlardır. Savaş sanatçıları kendi akupresör noktalarına masaj yaparak meridyenlerdeki engelleri kaldırdıklarını ve böylelikle herhangi bir atağa karşı daha esnek kalabildiklerini düşünürler. Bu noktalara basınç uygulayarak enkefalin, endorfin ve dinorfin gibi endojen analejiklerin salınımı sağlanarak acı dindirilir. Blur (anlam ayrımı) Külliye Külliye (Arapça: كلية‎‎), cami ile birlikte hamam, medrese, mektep, imaret, türbe, kütüphane, aşevi, darüşşifa, kervansaray, çarşı, tekke, zaviye binalarından oluşan yapılar topluluğu. "Kulliyye", Arapça "külli" kelimesinden türetilmiştir. İslam toplumunun oluşumunda şehirlerde mahalle hayatı külliyeler çevresindeki mimari yapıda yoğunlaşıyordu. Külliye, İslam toplumunun vakıf hukuku sistemi ve hayrat kavramını geliştirmesiyle ortaya çıktı. Merkezindeki yapı camidir. Cami en az cuma namazlarındaki zorunlu toplanma yeri olması yanında bir forum ve ilim, tören ve müzakere merkeziydi. Külliye bu merkezi tamamlayan yapılardan oluşur. Kentin en önemli yapısı olan cami zamanla kurumsallaşarak genişlemiş ve yeni işlevler eklenmiştir. Cami yanında küçük yapılarla başlayan külliyeler zamanla yerini büyük külliyelere bırakmışlardır. Osmanlı dönemi külliyeler açısından en ünlü örneklere sahiptir. Külliye içinde ve dışında han, çarşı, fırın, değirmen, mum imalathanesi, boyahane, sal-hane, bayram ve pazar yerleri gibi ticaret amacıyla kurulmuş yapılardan elde edilen gelirler külliye giderlerine ayrılırdı. Sosyal hizmet olarak üretilen külliye kavramının temelinde halka parasız hizmet ilkesi vardır. Külliyenin merkezinde genellikle cami vardır. Diğer her şey camiyi çevreler. Manisa Ulu Camii ve Medresesi (1376), İlyas Bey Camii ve Türbesi (1403) önemli ilk örneklerdir. Osmanlı Beyliği'nde ilk külliye örneği cami ve hamamdan oluşan İznik Orhan Gazi Külliyesi'dir. Bursa Orhan Bey Külliyesi (1340) ise cami, medrese, mektep, hamam ve şifahaneden oluşur. İstanbul'un alınmasından sonra Fatih Sultan Mehmet, Fatih'te 16 medrese, tabhane, kervansaray, darüşşifa, türbe, aşhane ve saire yapılardan oluşan geniş bir külliye oluşturmuştur. Atik Ali Paşa Külliyesi (Çemberlitaş), Eyüp Sultan Külliyesi, Fatih Sultan Mehmet Külliyesi, Haseki Külliyesi, Kılıç Ali Paşa Külliyesi, Laleli Külliyesi, Mahmud Paşa Külliyesi, Mihrimah Sultan Külliyesi (Edirnekapı ve Üsküdar), Nuruosmaniye Külliyesi, Piyale Paşa Külliyesi (Kasımpaşa), Sinan Paşa Külliyesi (Beşiktaş), Yavuz Sultan Selim Külliyesi (Fener), Sultanahmet Külliyesi, Süleymaniye Külliyesi (Süleymaniye), Şehzade Külliyesi, Yeni Cami Külliyesi, Yeni Valide Külliyesi (Üsküdar), Zal Mahmut Paşa Külliyesi. Agos Agos, İstanbul'da yayımlanan Türkçe-Ermenice haftalık gazete. Türkiye'deki Ermeni toplumunun Türkçe ağırlıklı ilk gazetesi olan "Agos", 5 Nisan 1996'da yayın hayatına başladı. Gazetenin temeli Luiz Bakar, Hrant Dink, Harutyun Şeşetyan ve Anna Turay'dan oluşan bir girişimci kurul tarafından atıldı. Ancak Hrant Dink kısa sürede gazetenin genel yayın yönetmeni ve fikir önderi olarak ön plana çıktı. Hrant Dink 19 Ocak 2007 tarihinde gazete binası önünde bir suikaste kurban gitti. Bu olay dolayısıyla oluşan toplumsal tepkiler, gazetenin daha yaygın bir kesim tarafından tanınmasına ve tirajının artmasına yol açtı. Cinayetin ardından gazetenin genel yayın yönetmenliğini Etyen Mahçupyan üstlendi. 2010 yılında ise görevi Rober Koptaş'a devretti. Agos gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliğini 5 yıl boyunca sürdüren Koptaş, 29 Ocak 2015 tarihinde yayımlanan sayı ile görevinden ayrıldı. Gazetenin yönetimini eski yazarlarından Yetvart Danzikyan üstlendi. 2007 yazı itibarıyla gazetenin haftalık tirajı 5.000 dolayındadır. Gazete, üç veya dört sayfası Ermenice olmak üzere 24 sayfa olarak yayımlanmaktadır. "Agos", Ermenice "tohum atmak veya fidan dikmek için açılan oyuk, evlek" anlamına gelmektedir. 3 Haziran 2015 tarihinde gazetenin 1000. sayısı yayımlandı. Mülteci Mülteci veya sığınmacı; dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm gören veya göreceği korkusu ve endişesi taşıyan, bu sebeple ülkesinden ayrılan/ayrılmak zorunda bırakılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen, iltica ettiği ülke tarafından endişeleri haklı bulunan kişi. BM'nin tanımı ile mülteci, "ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişi"dir. Mültecilik, hukuki bir statüdür. Sığınmacı, mülteci olduğu iddiasıyla ülkesini terk eden ama mültecilik statüsü başvurusu sonuçlanmamış kişiyken, mülteci sığınma başvurusu kabul edilen kişidir. Sığınma talebi geri çevrilen kimseler sığınmacı olarak nitelendirilemeyeceğinden, sığınmacı sıfatını kullanabilmek için kişi endişelerinde, korkularında haklı bulunmalıdır. Bu iki kavram günlük hayatta sık sık karıştırılmakta ve yanlış kullanılmaktadır. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, sığınma hakkını şöyle tanımlar: "Herkesin zulüm karşısında başka ülkelere sığınmacı ve bu ülkelerce sığınmacı işlemi görme hakkı vardır" (madde 14/1). Göçmenlere bazen ekonomik sığınmacı denilmektedir. Toplu sığınma, iç savaşlar ve çatışmalarda, yoğun baskılarda, büyük afetlerde ortaya çıkmaktadır. Bireysel sığınma daha çok siyasal sebeplerledir. Bazen yabancı elçilikler, savaş gemileri ve uçaklar kendilerine sığınanları korur. Yurtsuzlar da bazen mülteci konumundadırlar. Satori Satori (Japonca: 悟 satori; Çince: 悟 wù) sözcüğü uyanıp aydınlanma anlamına gelir; Zen Budizmin temel amaçlarından biridir. Aslında Sakyamuni Buddha'nın Gaya'daki Bodhi ağacı'nın altında aydınlanması olayını anlatmak için kullanılan tam ve aşılamaz aydınlanma (Sanskrit: anuttara-samyak-sambodhi) kavramıyla eş anlamlıdır. Diğer Budist okullar da aydınlanma yaşantısına büyük önem vermektedir. Ancak Zen Budizm satoriyi temel hedef olarak gösterir. Zazen ve koan gibi teknikleri izledikten sonra erişebilinen Satori, kişinin dünyaya bambaşka bir açıdan bakmasını sağlar. D. T. Suzuki'ye göre bu bakış açısı her şeyin özünü görmektir ve entelektüel ya da mantıksal anlayışın tersine sezgiseldir. Satoriye ulaşılmadan Zen gerçekliğine ulaşmak olası değildir. Zen, "satorinin açılmasıyla" başlar ve karmaşa içindeki dualistik akılla önceden algılanamayan yeni bir dünyanın belirlemesi olarak gerçekleşir. Satori Zen'ın varoluş nedenidir. Dolayısıyla Zen disiplini içindeki her oluşum ve çaba satoriye yöneliktir. Malabadi Köprüsü Malabādī Köprüsü, Silvan'a 23,2 km uzaklıkta olup Silvan ilçe sınırları içerisinde yer almaktadır. Silvan'dan rahatlıkla ulaşım imkânı vardır. Diyarbakır Tarihi Eserler Envanteri'ne kayıtlıdır. Malabadi Köprüsü 1989 yılında Silvan Belediyesi tarafından restore edilmiştir. Malabadi Köprüsü Silvan Belediyesi'nin logosunu oluşturan ana unsurdur. Malabadi Köprüsü Silvan ilçesine ait bir köp
rüdür. Artuklu Beyliği döneminde, Timurtaş Bin-i İlgazi tarafından 1147 yılında yapılmıştır. Yedi metre eninde ve 150 metre uzunluğunda bir köprüdür. Yüksekliği, su seviyesinden kilit taşına değin 19 metredir. Renkli taşlarla inşa edilmiş, onarımlarla günümüze kadar ulaşmıştır. Malabadi Köprüsü, dünyada taş köprüler içerisinde kemeri en geniş olandır. Köprü, Diyarbakır il sınırları içerisindedir. Kemerin her iki yanında, iç tarafta kervan ve yolcular tarafından, özellikle kışın zorlu günlerinde barınak olarak kullanılan iki oda bulunmaktadır. Köprü nöbetçileri tarafından da kullanılan bu odaları daha önceleri dehlizlerle yolun dipleri ile bağlantılı olduğu, gelen kervanların ayak seslerinin bu dehlizler vasıtası ile daha uzaklarda iken duyulduğu söylenir. Her biri başka uzunluklarda ve kırık hatlar halinde üç bölümden oluşan köprü, doğu ve batıda hafif eğimlerle yollara bağlanmıştır. Orta bölüm kayalıklar üzerine oturtulmuş bir kitle halindedir. Burada sivri şekilde ve 38,60 m açıklıkta çok büyük bir kemer ile sepet kulpu şeklinde, üç metre açıklıkta küçük bir kemer vardır. Üçüncü bölüm fark edilir derecede birinci kısma paralel bir durum arzeder Burada sivri kemerli iki açıklık ve ayrıca yola bağlanan yer yakınında da bir açılık görülür. Böylece köprü, biri çok büyük olmak üzere beş gözlüdür. Köprünün boyu 150, eni yedi, yüksekliği ise alçak su seviyesinden kilit taşına kadar 19 metredir. Köprü renkli taşlarla inşa olunmuştur. Büyük kemerin iki tarafında 4,5-5,3 m ölçüde, iki hafif kemerli odacıklar, büyük kemerin üstü ortasında, gelip geçişin kontrol edildiği beş metre genişlikte kâgir bir kapı ve bunun iki tarafında da ayrıca iki kapı vardır. Bunlardan Batman tarafındaki kalmış, diğeri yıkılmıştır. Bunların sol taraflarından birer merdivenle odacıklara inilir. Bu odalar yüksek tavanlı ve tuğla örtülüdür. Pencereleri geniş ve büyüktür. Evliya Çelebi köprüyü şu şekilde tanıtmaktadır: “Köprünün iki tarafında kale kapıları gibi demir kapıları vardır. Bu kapıların içinde sağ ve solda köprünün temeli beraberliğinde kemerin altında hanlar vardır ki gelip geçenler, sağdan ve soldan geldikleri vakit misafir olurlar. Köprünün kemeri altında birçok oda vardır. Demir pencereler şahneşinlerine misafirler oturup kemerin karşı tarafındaki adamlarla kimi sohbet eder, kimi ağ ve oltalarla balık avlarlar. Bu köprünün sağ ve solunda da nice pencereli odalar vardır. Köprünün sağ ve solundaki bütün korkuluklar Nehcivan çeliğindendir. Ama demirci ustası da var kudretini sarf ederek bir tür sanatlı kafesli korkuluklar yapmış ve doğrusu elinin ustalığını göstermiştir. Doğrusu, üstad mühendis var kuvvetini sarfederek bu köprüde öyle sanatlar göstermiştir ki, bu işçiliği geçmiş mimarlardan hiç birisi göstermemiştir. Albert Gabriel de köprü içine şöyle demektedir: “Modern statik hesabının olmadığı devirde bu açıklıkta o zaman için böyle bir eser hayranlık ve takdiri muciptir. Ayasofya’nın kubbesi köprünün altına rahatlıkla girer. Balkanlarda, Türkiye’de, Orta Doğu’da bu açıklıkta, bu yaşta köprü yoktur.” Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde köprü hakkında şöyle yazmıştır; "Malabadi Köprüsü'nün altına Ayasofya'nın kubbesi girer" Latince dil bilgisi:İsim çekimleri Latince'de ismin 7 hali bulunur ve bunların toplam beş tip çekimi vardır ("isim çekimleri", Latince: "declinationes", tekil "declinatio"). "Vocativus" ve "locativus" halleri tablolarda bulunmamaktadır. Birinci çekimdeki isimlerin çoğu dişilken, ikinci çekimdeki isimlerin çoğu eril ve nötrdür. Üçüncü çekimde eril, dişil veya nötr, dördüncü çekimde eril veya nötr, ve son olarak beşinci çekimdeki çoğunlukla dişil ve birkaç tane de eril isim bulunmaktadır. Çoğunlukla sözcüğün kendisinden dişil, eril veya nört olup olmadığını tahmin etmek imkânsız olduğu için, her ismin cinsini (eril, dişil veya nötrlüğünü) öğrenmek gereklidir. Ayrıca kişi çekim yapabilmek için her ismin hangi çekime bağlı olduğunu ezberlemelidir. Bu nedenle Latince isimler, hangi çekimin kullanılacağını daha belirgin bir hale getirmek ve sözcüğün kökünü göstermek için genellikle genitivus hallerinde ezberlenirler. Silva (orman) "Not": Dea, "tanrıça" ve filia, "kız evlat" sözcükleri, dativus ve ablativus da is bitişi yerine abus bitişi alırlar. Zira eğer is bitişi alsalardı, deis, "tanrı" ve filiis, "erkek evlat" sözcükleriyle aynı yazılışa sahip olurlardı. Puer (erkek çocuk) Animal (hayvan) Manus (el) Dies (gün) Beat Kuşağı Beat Kuşağı New York’ta bir araya gelen ve daha sonra batı yakası kardeşliğine katılan bir grup Amerikan şairleri ve yazarlarından oluşmuştur. Bu hareket 1950 ve 60’lı yıllarda belirgin hale gelmiştir. Beat Kuşağı doğaçlama, tutkulu diyalog, açık cinsellik ve uyuşturucu deneyimleriyle ilgilenmiştir. Çalışmaları bunlara yansımış ve sonrasında yerleşik edebi dergilere sızmaya başlamıştır. Beat Kuşağının post modern edebiyata etkisi yadsınamaz. 1950'li yıllarda konformist bir hayatı yücelten ABD toplumunun değerlerine karşı olan bu yazarların en önemlilerinden biri olarak kabul edilen Jack Kerouac aynı zamanda "Beat Kuşağı" terimini de öneren ilk isimdir. 29 Bunalımı sürecinde, demiryolu inşaatlarında çalışan işçiler, demiryolları bittikten sonra yeni işler bulma amacıyla kaçak olarak bindikleri trenlerle Amerika’yı bir uçtan uca dolaşmaya başladılar. 29 Bunalımının getirdiği ekonomik küçülmeden ötürü,o dönemde ancak geçici ve karın tokluğuna, çiftliklerde iş bulunabiliyordu. Hayatta kalmak için sürekli eyalet değiştirerek, farklı hasat dönemlerine yetişmek gerekliydi. Bu mevsimlik işçiler, öyküleriyle Beat Kuşağının esin kaynağı oldular. Amaçsız demiryolu yolculukları geleneğinin ilk izlerini Jack London'da görmekteyiz. Beat Kuşağının sanatta hiçbir akıma doğrudan bağlanmadığı görülebilir. Sanatsal açıdan üretim teknikleri olarak, popüler biçimleri kullanmazlar. Beat romanlarının ortaya çıkar çıkmaz büyük tepkiyle karşılaşıp sansürlenmesi, uyandırdıkları dehşetten kaynaklanmıştır. Beat Kuşağı'nın ortaya çıkışı, sonu gelmeyen yolculuklara ve yer değiştirmelere dayanır. 1940'larda, New York’taki Columbia Üniversitesi’nde bir edebi toplulukta tanışan bir grup öğrenci, Büyük Bunalım sonrası işsizlerin demiryollarına düşmesi gibi amaçsızca otostopla Amerika’yı dolaşmaya başladı. Gittikleri her eyalette yeni insanlarla tanıştılar ve adı henüz konulmasa da sisteme, geleneğe ve alışıldık yaşam biçimlerine muhalif bir kitle oluşmaya başladı. New York merkez olmak üzere, Denver ve San Francisco'da toplandılar. Grup içerisinde sanatın çok farklı dallarıyla ilgilenenler varsa da, Beat Kuşağı en çok edebiyat alanındaki çalışmalarıyla öne çıkacaktı. Jack Kerouac’ın “Yolda”sı ve Allen Ginsberg’in “Uluma”sı dönemin en çok tanınan eserleri oldu. Beat Kuşağı’nın sanatta hiçbir akıma doğrudan bağlanmadığı görülebilir. Sanatsal üretim teknikleri olarak, popüler biçimleri kullanmazlar. Beat romanlarının ortaya çıkar çıkmaz büyük tepkiyle karşılanıp sansürlenmesi, uyandırdıkları dehşetten kaynaklanmıştır. Beat Kuşağı yazarlarının ve şairlerinin ilk eserleri, alışılmadık üsluplarından ve içeriklerinden ötürü sansürlendiler. 1950’li yıllarda bu nedenle onlarca dava açıldı, birçok eser ancak büyük oranda sansürlendikten sonra yayımlanabildi. Beat Kuşağı’nın felsefi açıdan özünü varoluşçulukta bulmaktayız. Dostoyevski, Nietzsche, Kafka, Heidegger, Sartre, Camus gibi isimler düşünsel alanda bu fikirleri ilk işleyenler oldular. 20. yüzyılın dinmek bilmeyen bunalımları ve iki dünya savaşı, adı koyulamayan bir şeyin ortaya çıkmasına neden olmuştu. “Yabancılaşma”, “özgürleşme” ve “bulantı” gibi sözcüklerle tanımlanabilecek bu şey, Beat Kuşağı’nda sonsuz “yaşam coşkusu” olarak vücut bulacaktı. 1960’lara girilirken Beat Hareketi, Amerikan yer altı gençliğinin öncüsü haline gelmiş ve müzikten sinemaya, şiirden romana her alanda etkisini göstermeye başlamıştı. 60’ların öne çıkan müzisyenleri Beat Kuşağı’ndan ciddi anlamda etkilendiler. The Doors, Bob Dylan, The Rolling Stones, The Beatles, Pink Floyd gibi gruplar yaptıkları deneysel çalışmalarla Beat Kuşağı’nın gelenek yıkıcı-muhalif karakterinin müzikteki temsilcileri oldular. Mülkiyetsizlik-aidiyetsizlik gibi değerleri merkezine koyan Hippiler doğrudan Beat Kuşağı’nın derin etkisi altındaydılar. Amerika’daki 68 hareketleri de eylem pratiğinde Beat Kuşağı’nın tavrına yakın bir duruş sergilemektedir. Beatnikler, Buda'yı ve meditasyonu Amerika'ya tanıttılar. Hayatın monoton ilişki setlerini sürdürmekten ibaret hale geldiği ve bireyin üretim ilişkilerinin devamlılığını sağlama adına bir araç haline getirildiği bir sistemde, psikolojik anlamda büyük yıkımların görülmesi kaçınılmazdı. Zenginleşen Amerika'da alım gücü ne denli yükselse de, Amerikalılar pembe bir düşün parçası olmadıklarını, maddi alım gücünün mutluluğu satın almaya yetmediğini anlamaya başlamışlardı. Beat Kuşağının gençlik üzerindeki büyük etkisi bu arayıştan doğmaktadır. Beatnikler, gençliği özgürleştirdiler ve insanları kurgulanmış yaşam biçimlerinin ötesine davet ettiler. 60'ların ikinci yarısında on binlerce gencin akın akın Hindistan'a doğru yola çıkması, Batı'nın sıkıcı sınırlarından topluca kaçış anlamına geliyordu ve başkaldırının doğrudan eyleme dönüşmüş biçimiydi. Bu dönemde Jim Morrison "Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi istiyoruz" diyerek, arayışın ne denli büyük olduğunu göstermekte ve daha fazla beklenemeyeceğini ifade etmektedir. Beat Kuşağı yazarları ve şairleri, alışıldık edebiyatçıların ötesinde bir kişiliğe sahiptiler. Onlar için edebiyat hareket halindeyken, yolda üretilen bir şeydi. İçlerinde bazıları ise bir şeyler yazmak yerine hayatlarını romanlara yaklaştırmayı tercih ettiler. Bir Beat gibi yaşayan Jim Morrison da 27’sine dek yapılabilecek her türlü çılgınlığı yaparak ölümü kucaklamayı seçer. Peki “Yol” neden Beat Kuşağı için böylesine kutsal bir anlam kazanmıştır? Bunun birkaç nedeni vardır. Yol, sonu gelmeyen arayışın simgesidir ve Beat Kuşağının felsefi özü olan Zen, dinamik meditasyon yöntemleriyle bu anlamı bulma üzerine kuruludur. Oysa anlam bir hedef olamaz. Anlam
arayışın kendisindedir. Bu coşku onları Kuzey Afrika’ya, Viyana’ya, İstanbul’a, Uzakdoğu’ya, Paris’e ve dünyanın en uç köşelerine dek götürür. Jack Kerouac'ın Yolda (On the Road, 1957) ve Zen Kaçıkları (Dharma Bums), Allen Ginsberg'in Uluma (Howl, 1956) ve William S. Burroughs'un Çıplak Şölen (Naked Lunch, 1959) adlı eserleri bu akımın ilk ve önemli yapıtlarındandır. Kuşağın yazarlarının seçilmiş metinlerinin yer aldığı "Beat Kuşağı Antolojisi" ve Allen Ginsberg'in Uluma (Howl, 1956) 6.45 Yayın ve Sel Yayınları ortak basımıyla çıkmıştır. Morgan le Fay Kral Arthur'un kız kardeşi ve Avalon'un leydilerindendir. Morgaine olarak da bilinir. Hakkında yazılmış ve söylenmiş birçok rivayetler bulunmaktadır ve bunların en başında cadı olduğu ileri sürülmektedir. Bütün bunların temelinde, Britanya'da yaşadığı dönemde Hristiyanlığın çok hızlı benimsenmesi, yaygınlaşması sırasında paganlığı savunması ve önde gelen temsilcisi olması yatmaktadır. Bir efsaneye göre Morgause'la da bağı vardır, bu yüzden cadı olduğu kanısı yaygındır. Bazı efsaneler doğrudan Morgause ile aynı kişi olduğunu söyler. Genel kabule göre, Kral Arthur'un üvey kız kardeşidir. Igrane'in ve eski kocası Dük Tintagil Gorlois'in kızıdır. Teyzesi Vivien tarafından küçük yaşta Avalon'a götürülür, orada rahibelik eğitimi alır. Vivien'den sonra gölün leydisidir. Güçlü bir druiddir, kendisinden oldukça korkulur. Lancelot'a aşık olduğu, bu yüzden Guinevere'den hiç hazzetmediği de rivayet edilir. Bazı versiyonlarda kardeşi krala da düşmandır, tüm şövalyelerini tuzağa düşürmek için elinden geleni yapar. Ayrıca Mordred'ın annesidir. Güzel bir kadın olarak betimlenir. Fakat yine bazı uç hikâyelerde yüzünün yarısı yanmış, topal ve yüzünü gizlemek için altın maskeyle dolaşan biri olarak anlatılır. Henoteizm Henoteizm, din ve felsefede, Max Müller tarafından çıkarılmış, bir tanrıya bağlanırken diğer tanrıların varlığını da kabullenmeyi tanımlar. Yunanca "heis theos", "bir tanrı". Müller'e göre bu, "prensipte monoteizm, gerçekte (uygulamada) ise politeizm"dir. Terimdeki varyasyonlar içlemci monoteizm ve monarşil politeizm, fenomenin farklı formlarını ayrıştırmak için ortaya atılmıştır. İlgili terimler ise monolatrizm ve katenoteizmdir ki bunlar genellikle henoteizmin alt tipleri olarak anlaşılmıştır. Polideizm Polideizm, Deizmin politeistik formudur veya Politeizm'in deistik formudur. Bu inanışa göre evren birkaç Tanrı'nın kolektif yaratıcılığı sonucu yaratılmıştır. Bu tanrıların her biri evrenin bir parçasını yarattıktan sonra evren ile pratik anlamda ilgilenmeyi bırakmıştır. Monolatrizm Monolatrizm, bir politeizm tipidir. Birçok tanrının var olduğuna inanmakla birlikte bu tanrıların her birinin sadece kendisine tapan kişilere karşı güçlü olduklarını (sadece o kişiyi etkileyebildikleri) öne sürer. Böylece monolatrist bir kişi birden çok panteonun varlığına inanırken bunlardan sadece kendisinin bağlı bulunduğu inancın panteonun kendisini etkileyeceğine inanır. Küçüksu Kasrı Küçüksu Kasrı veya Göksu Kasrı, İstanbul'un Küçüksu semtinde, Göksu Deresi ile Küçüksu Deresi arasında, Boğaziçi'nde Üsküdar-Beykoz sahilyolu üzerinde yer alan kasır. Sultan Abdülmecit tarafından Nigoğos Balyan'a yaptırılmış, inşaatı 1856 yılında tamamlanmıştır. Eski adı "Göksu Kasrı" olan bu yapı, padişahların, Boğaziçi kıyılarındaki biniş kasırlarından biridir. Kasırlar sadece hünkârların malı sayılan ve sarayların haricinde inşa edilen, köşkten büyük binalardır. Devamlı ikamet için kullanılmayan kasırlar, padişahların dinlenmeleri için vakit geçirdikleri yerdir. Osmanlı tarihinde Lale Devri adıyla geçen dönem, yeniçeri ayaklanmasıyla kanlı bir şekilde sona erdikten sonra, Kâğıthane'de bulunan saray, köşk, yalı vb. binalar yağmalanıp yıkılmıştır. Bu hareket bir halk ayaklanması niteliğinde olmadığından kısa bir süre sonra her şey eski haline dönmüştür. İşte, böyle bir ortamda tahta çıkan I. Mahmud, Kâğıthane ve civarını imar etme yerine, Boğaziçi kıyılarında dinlenmeyi ve eğlenmeyi tercih etmiştir. Küçüksu, padişahın Boğaz'da en fazla sevdiği semtlerden biri olmuştur. Sadrazam Divitdâr Mehmed Emin Paşa, padişahın bu yöreyi çok sevdiğini fark edince, kendisine bu yörede bir kasır yapılmasını teklif etmiş ve olumlu cevap alınca da, kasrın yapılması için gerekli emirleri vermiştir. Mühendis ve şehremini Yusuf Efendi, bir plan hazırlayarak, Küçüksu'da ahşap bir bina inşa etmeye başlamıştır. Kasır, 1751 yılında büyük törenlerle açılmıştır. Kandilli yamaçlarında kuyular kazılmış, terazilerle kasra su getirilmiştir. Getirilen su, kasrın ihtiyacını karşılamakla birlikte, havuz ve sebiller için de kullanılmıştır. Sadrazam, kasrın döşeme masraflarını, Kedhüda Bey, Defterdar Efendi, Reis Efendi, Çavuş Başı, Yeniçeri Ağası, Cebeci Başı, Darphâne Nazırı, Gümrükçü ile Buğdan Voyvodası arasında paylaştırmıştır. III. Selim döneminde Küçüksu Kasrı tamamen tamir ettirilmiş, kasrın önüne büyük bir çeşme yapılmıştır. Kasrın diğer bir onarımı da II. Mahmut devrinde olmuştur. Küçüksu Kasrı, 17. yüzyıl'dan başlayarak çeşitli kaynaklarda "Bağçe-i Göksu" adıyla anılan hasbahçenin (bugün Küçüksu Çayırı'nın bulunduğu alan) eşsiz doğal güzellikleriyle ilk olarak Sultan IV. Murat'ın (1623-1640) ilgisini çektiği ve 18. yüzyıl başlarında bu çevrede ilk yapılaşmaların görüldüğü bilinmektedir. Sultan I. Mahmut (1730-1754) döneminde Divittar Mehmed Paşa, bu hasbahçenin deniz kıyısına iki katlı ve ahşap bir saray yaptırmış, bu yapı III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmut dönemlerinde onarılarak kullanılmıştır. Sultan Abdülmecit dönemindeyse (1839-1861) padişahın emriyle yıktırılmış ve yerine bugünkü kargir yapı inşa edilmiştir. 1857 yılında hizmete giren yeni Küçüksu Kasrı'nın mimarı Nikoğos Balyan Kalfa'dır. Kâgir, iki katlı ve yığma tekniğiyle inşa edilmiştir. Tuğla ve taş kullanılarak yükseltilen bina, ortalama 15 m x 27 m'lik bir alanda yer alır. Bodrumu ile birlikte üç katlı olan yapının bodrum katı mutfak, kiler ve hizmetçi odalarına ayrılmış, öbür katlarsa bir orta mekâna açılan dört oda biçiminde düzenlenmiştir. Her oda, hem hole, hem de arkasındaki diğer bir odaya açılır. Denize bakan odalarda iki, kara tarafındakilerde ise bir bulunur. Bu özelliğiyle geleneksel Türk evi plan tipini yansıtan yapı, dinlenme ve av için kullanılan, bir "biniş kasrı" niteliğindeki yapı devlete ait diğer saray yapılarının tersine yüksek duvarlarla değil, dört yönde kapısı olan ve döküm tekniğiyle yapılmış zarif demir parmaklıklarla çevrilidir. Sultan Abdülaziz döneminde (1861-1876) cephe süslemeleri elden geçirilen yapı, zaman zaman çeşitli onarımlar görerek günümüze ulaşmış, ancak bu arada eski saraydan kalan ve çeşitli işlevlerdeki ek yapılarını yitirmiştir. Kabartmalarla süslü ve hareketli deniz cephesinde, bu cepheye yaslanmış şadırvanlı küçük havuzunda, merdivenlerinde çeşitli batılı süsleme motifleri kullanılmıştır. Oda ve salonlar değerli sanat eserleriyle döşenmiş, bu iş için Viyana Operası dekoratörü Sechan görevlendirilmiştir. Uzun kenarı denize paralel, dikdörtgen planlı bir yapıdır. Yerden 3m kadar yüksekteki bir alt bölüme oturan iki kattan oluşur. Deniz cephesi üç düşey parçaya ayrılmıştır.; bunlardan ortadaki düz, yanlardaki dışbükeydir. Orta bölümde bulunan kapıya, at nalı biçimli, iki kollu görkemli bir mermer merdivenle ulaşılır. At nalının iki kolu arasında fıskiyeli mermer bir havuz yer alır. Giriş bölümü dört sütunun taşıdığı kemerli bir sahanlığın gerisine doğru çekilmiştir. Zemin katta boydan boya ikişer balkon vardır. Üst kattaki konsollara taşıtılmış, zemin kattaki ayaklara oturtulmuştur. Yapının bütün cepheleri, en tepede konsollar üstünde ileri taşan ve çatıyı gizleyen bir parapet duvarıyla sona erer. Alçı kabartma ve kalem işi süslemeli tavanları, bir Şömine müzesini andıran birbirinden farklı renk ve biçimde, değerli İtalyan mermerleriyle yapılmış şömineleri, her bir odada ayrı süslemeli ve ince işçilikli parkeleri, çeşitli Avrupa üsluplarındaki mobilyaları, halı ve tablolarıyla eşsiz bir sanat müzesi niteliğindeki Küçüksu Kasrı, Cumhuriyet Döneminde de bir süre devlet konukevi olarak kullanılmış ve günümüzde bir müze-saray işlevi kazanmıştır. 1994 yılında kapsamlı ve çağdaş bir restorasyon gören Küçüksu Kasrı, halkın ziyaretine açık tutulmakta, hemen yanıbaşındaki iskeleyi, çeşme meydanını ve özgün bahçesini tarihsel ve eskiden olduğu gibi halkın eğlenip dinlenebildiği bir mesire kimliğine kavuşturma çalışmaları sürmektedir. Bu çalışmalar sona erdiğinde, yapının bahçesi diğer saray, köşk ve kasırlarımızda olduğu gibi ulusal ya da uluslararası nitelikteki resepsiyonlara ayrılacaktır. Tebai (Yunanistan) Thebai Antik Yunanistan'da kurulan bir şehir devletidir. Atina'nın kuzeybatısındaki Boeotia bölgesinde bulunmaktaydı. Thebai, Doğu Yunanistanda, Boeotia'nın ortasında verimli bir yerde kurulmuştur. Thebai'nin ilk zamanlarına ait bilgiler efsanelere dayanır. Şehrin kuvvetli surlarla çevrili oluşu, buranın Boeotia'nın merkezi olmasını sağladı. Thebai zamanla ekonomik ve askeri açıdan güçlendi. Bu gelişim sonucunda komşusu Atina ile Thebai ilişkileri bozuldu. Bu sebepten dolayı Thebaililer, Eski Yunanistan tarihinin en önemli savaşlarından olan Peloponnes Savaşlarında Atinalıların düşmanı olan Spartalılar'ın tarafını tuttular. Atina'nın mağlup olmasıyla Yunanistan, Sparta'nın yönetimi altına girdi. Bir süre sonra Thebaililer Spartalılarla üstünlük mücadelesine girdiler. Bu mücadelenin sonucunda Levktra Muharebesi() (MÖ 371) patlak verdi. Bu savaş Levktra() ovasında yapıldığı için bu ismi almıştır. Thebai kuvvetleri generalleri Epaminondos'un müthiş taktiği ile Antik Dünyanın en savaşçı milleti olan Spartalıların ordusunu, yarısından fazlasını kılıçtan geçirmek suretiyle yendi. Böylelikle Yunanistan'daki bütün güç dengeleri altüst oldu. Kudret Thebai'nin eline geçti. Bütün site devletleri Thebai üstünlüğünü kabul etti. Ancak Thebaililerin kuvveti General Epaminondos'un taktiksel zekasından kaynaklanıyordu. Epaminondos'un Spartayla yapılan bir savaşta ölmesiyle birlikte Thebai zay
ıflamaya başladı, artık Yunan siteleri tek bayrak altında toplanmayı reddediyordu. Makedonya kralı II. Filip MÖ 338 yılından itibaren Yunan sitelerini zaptetmeye başladı. Thebaililer Filip'e karşı koyabilmek için Atina lılarla birleşti ancak Makedonyalılar Shekrona Savaşında (MÖ 338) onları mağlup etti ve bütün Yunanistan Makedon egemenliğine girdi. Büyük İskender in Makedon tahtına geçmesiyle birlikte Thebaililer bağımsızlıkları için ayaklandılar. Fakat İskender'e yenildiler. İskender Thebailileri cezalandırmak için şehri yerle bir etti. Şehir bir daha toparlanamadı (MÖ 336)... Eski Yunan efsanelerine göre Thebai kentinin kurucusu Fenikeli Kadmos'tur. Tanrıların kralı Zeus boğa kılığına girerek Kadmos'un kız kardeşi Europa'yı kaçırır. Kız kardeşini aramak için yollara düşen Kadmos, Delfi kahinleri'ne akıl danışır. Kahinler ona yolda karşısına çıkacak olan bir ineğin peşine takılmasını, inek nereye çökerse orada bir kent kurmasını söyler. Onların sözüne uyan Kadmos sonunda Boeotia'ya varır ve orada Thebai Kalesi Kadmeia'yı kurar. Alaska kurdu Alaska kurdu veya Alaska malamutu, Alaska'ya özgü işçi köpek. Başlangıçta Alaska'nın kuzeybatısında yaşayan bir Eskimo halkı olan Mahlemuit (Malamut) İnyupikleri tarafından kızak çekmekte kullanılan Alaska Malamutu, günümüzde özellikle çocuklara son derece sevecen davranışından ötürü evlerde de beslenmektdir. Güçlü bedenli ve geniş omuzlu bir köpektir. Boyu erkeklerde 70 cm'ye, ağırlığı 55 kg'a ulaşabilir. Kürkü, sert dış tüyler ve daha yumuşak iç tüylerden oluşur. Kuyruğu tüylü ve sırtına doğru kıvrıktır. Pençeleri geniştir ve karada kolayca koşmasını sağlayacak biçimde tüylerle kaplıdır. Kahverengi badem biçimi gözleri ve gri ya da siyah-beyaz kürküyle, kurdu andıran bir görünüşü vardır. Nadiren havlar. Oldukça zeki ve sadıktır, gerektiğinde ise çok iyi bir dövüşçüdür. Sıkça karıştırıldıkları Husky türü ile arasında bazı farklar bulunmaktadır. Alaska Malamutu bir Husky'ye göre daha ağırdır. Kulakları birbirinden ayrık ve genellikle başlarına göre küçük olabilir.Malamutlar kaslı yapıları nedeniyle bir kurda daha çok benzerler. Huskyler hafif yükleri hızlı bir şekilde çekerken, malamutlar daha büyük yükleri çekmek için kullanılırdı. Malamutların kuyrukları genelde havaya doğru kıvrıkken, huskylerin kuyrukları yere doğrudur. 2010 yılında resmi olarak Alaska eyalet köpeği seçilmiştir. Alouette Alouette, Kanada'nın yapay uydularına verilen addır. İyonosfer içindeki elektronların yoğunluklarındaki değişiklikleri gün, zaman ve enlemin bir işlevi olarak ölçmek için geliştirilen Alouette, NASA'yla ortak bir çalışma sonucu gerçekleştirildi. Batı Test Rampası'ndan (Vandenberg Hava Kuvvetleri Üssü, Kaliforniya) 28 Eylül 1962'de Thor-Agena tarafından fırlatıldı. En uzak noktası 1027 km, en yakın noktası 998 km olan bir yörüngeye oturtuldu ve görevini başarıyla gerçekleştirdi. Alouette 2, 29 Kasım 1965'da Alouette 1'in özelliklerini taşıyarak aynı amaçla fırlatılmıştır. Alp Er Tunga Alp Er Tunga, veya Alp Er Tonğa (Altay Türkçesi: İlb Er Tonga), efsanevi bir Türk hakanıdır. Alp" (alp, yiğit, kahraman, bahadır), Er" (er, erkek, adam) ve tonğa" (babür/bebür) anlamındadır. Zaman zaman Saka Hanı olarak bahsedilir. Tunga sözcüğü aslında leopar cinsinden yırtıcı bir hayvanın adıdır. Bir yiğitlik simgesi olarak alplara isim diye verilir. Uzun saçlı olmak Tunga’yı çağrıştırdığı için alpler saç uzatırlar. Ayrıca cengaverler yırtıcı hayvanların özellikle de aslan, kaplan, pars, tunga gibi hayvanların postlarını giyerler. Bu postlar savaşçılığın sembolüdür. Alpar Tunga Han, yanında iki tane tunga (leopar) ile resmedilir, sırtında da bir post vardır, postun dişleri başının üzerinden görünür. Tüm Türk Dünyasında olduğu kadar, İran ve Ortadoğu halklarının pek çoğu tarafından tanınır. Selçukluların 33 atasından biri olarak sayılır. Yeraltındaki 100 sütunlu demir sarayında yaşar. Alpar (Alper) sıfatıyla anılır. İran mitolojisinde adı Afrasyab olarak geçer. Yaşamıyla ilgili bilgiler efsanelere dayanan Alp Er Tunga'nın, Turancılarca Türklerin eski atalarının soyundan geldiği öne sürülür. Ayrıca, Divân-ı Lügati't-Türk'te ve Kutadgu Bilig'de, İran destanı Şehnâme'nin kahramanlarından Efrasiyab ("Afrasyab")'la aynı kişi olduğu belirtilir. Şehname'ye göre İran - Turan savaşları sırasında Zaloğlu Rüstem ile giriştiği mücadele sırasında pusuya düşürülüp öldürülmüştür. Öldürülmesiyle ilgili Alp Er Tunga Sagusu, Divân-ı Lügati't-Türk'ün çeşitli yerlerinde örnek metin olarak verildiği söylenmektedir. ""tunga tigin yoghinda kiri ölürtimiz."" Alp Er ismi, Altay Dağlarından bulunan eski runik Türk yazıtlarında da bahsedilmiştir. Orhun Yazıtlarıında (i, kuzey. 7, ii, doğu. 31), Kül Tigin 714 yılında Oğuzlara karşı beşinci defa yaptığı seferi başarı ile kazanınca, hitabeye şöyle yazdırmıştır. Kaşgarlı Mahmud'un kızı olduğunu belirttikten sonra; "Çünkü Kaz'ın babası olan "تنكا الب ار Tonğa Alp Er" Afrasyap demektir; "مءرڤ Merv" şehrini yapan zattır" sözleriyle Efrasiyab ve Alp Er Tunga'nın aynı kişiler olduğunu bildirir. Yusuf Has Hacib'in Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han'a armağan olarak sunduğu Kutadgu Bilig adlı eserinde dünya hükümdarları içinde en adaletli olanların Türk hükümdarları olduğunu ve onların içinde adı meşhur olanın Taciklerin (İranlıların) Efrasiyab dedikleri Alp Er Tonga olduğunu belirtir.. Ayrıca Efrasiyab'dan şu sözlerle bahseder: ""Kent: Şeher. Bu kelmeden alınaraq Qaşqar üçün "Ordu Kend" derlər. Hanın oturduğu şeher demekdir. Çünkü Afrasiyab, havası gözel olduğu üçün burada otururdu."" Alp Er Tunga Ağıtları (Saka Türkçesi) Alp Er Tunga öldi mü? Isız ajun kaldı mu? Ödlek öçin aldı mu? Emdi yürek yırtılur. Ödlek yırag közetti. Oğrun tuzağ uzattı. Begler begin azıttı. Kaçsa kah kurtulur? Begler atın urgurup. Kadgu anı turgurup. Mengzi yüzi sargarup. Korkum angar türtülür. Uluşıp eren börleyü. Yırtıp yaka urlayu. Sıkrıp üni yırlayu. Sığtap közi örtülür. Könglüm için ötedi. Yitmiş yaşıg kartadı. Kiçmiş ödig irtedi. Tün kün kiçip irtelür. Alp Er Tunga öldü mü? Dünya ıssız kaldı mı? Felek öcünü aldı mı? Şimdi yürek yırtılır. Felek yarar gözetti. Gizli tuzak uzattı. Beylerbeyini kaptı. Kaçsa nasıl kurtulur? Beğler atlarını yordular. Kaygı onları durdurdu. Benizleri yüzleri sarardı. Safran sürülmüş gibi oldular. Erler kurt gibi uludular. Hıçkırıp yaka yırttılar. Kısık seslerle haykırdılar. Ağlamaktan gözleri kapandı. Gönlüm içten yandı. Yetmiş yaş yaşlandı. Geçmiş zaman arandı. Tüm günler geçse de, Yine de aranır. Avesta'da "Arjasp" ("Arjāsp") şeklinde geçen karakterin Alp Er Tonga olduğunu Ali Şir Nevai'nin "Tarih-i Müluk-i Acem" ("İran Padişahlarının Tarihi") adlı eserinde ""Arjasp Binni Efrasiyab kim, Türk Padişahi erdi"". şeklinde görülmektedir XIX. yüzyıl sonunda eser vermiş olan Rus şarkiyatçı Radloff, Alp Er Tunga'nın ""kahraman bir adam"" manasında umumi bir kelime olduğunu belirtmiştir. Bu tez daha sonra eleştirilmiş ve Alp Er Tunga'nın tarihi şahsiyetin adı olduğu öne sürülmüştür. Bazı kaynaklarda da Efrasiyab'ın Türkçe adı olduğu ileri sürülmüştür. (Ton/Tun) kökünden türemiştir. Moğolcada Ton sessizlik ve Tonoh yağmalamak, Kırgızcada Tono yol kesmek anlamlarına gelir. Leopar, Panter demektir. Ayrıca Türkçede Ton/Tong sözcükleri donanımlı olmayı ifade eder. Dámaso Alonso Dámaso Alonso (1898, Madrid - 1990, Madrid), İspanyol şair ve eleştirmen. "Gongoras Soledades" adlı yapıtıyla İspanyol şiirinin "Altın Çağı"nın yeniden yorumlanmasını başlatan Damaso Alonso, eleştirilerinde ABD'de ortaya çıkan 'yeni eleştiri' yöntemine benzer bir yöntem kullandı. En ünlü şiirlerini "Hijos de la İra" (1944) adlı kitabında topladı. Uzun yıllar Madrid Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapıp İspanyol Krallık Dil Akademisi'nin 4 dönem yöneticiliğini (1968-1982) üstlendi. Abaka Han Abaka Han, (Arapça: أباقا) İlhanlı hükümdarı (Şubat 1234'de Moğolistan'da doğmuş 1282 yılında Hemedan'da bugünkü İran'da ölmüştür). Cengiz Han'ın torunu ve İlhanlılar devletinin kurucusu Hülagû Han'ın ve Yesuncin Hatun'un (üvey annesi Dokuz Hatun) oğludur. Abaka yaşça büyük ve çok sevilen Hülagû Han'nın ve Yesuncin Hatun'nun oğullarıdır. Üvey annesi Dokuz Hatun Kerait prensesi, hevesli bir Nesturi Hırıstiyan taraftarı birisiydi. Yönetimi sırasında Hırıstiyanlara karşı yumuşak davranırdı. Ayrıca Budizm dinine ve atalarının dini olan Şamanizm'e karşı bağlıydı. Abaka Han, babası Hülagû ile birlikte Bağdat'ın zaptına katıldı. Hülagû'nun ölümü üzerine 1265'te tahta çıktı. Aynı yıl Bizans İmparatoru VIII. Mihail'un gayrimeşru kızı Maria Despina ("Maria Despina Palaiologina") ile evlendi. Memluklar ve Kıpçaklarla savaştı. Memluk-Kıpçak dayanışmasına karşı Hıristiyan devletlerle ve papayla dostluk kurmaya, Moğol törelerini yaşatmaya ve sürdürmeye çalıştı. İslâmiyetin yayılmasını önlemek için Cengiz Yasası'nı en şiddetle uygulayan Moğol hükümdarıdır. Döneminde İran'da Şii hareketi gelişmeye başlamış, Memluk Sultanı Baybars ve Altın Ordu İmparatoru Berke ile mücadele etmiş ancak her iki cephede de yenilmiştir. 1 Nisan 1282 senesinde Hemedan'da öldü. Bazı kaynaklar onun zehirlenerek öldürüldüğünü, bazıları ise tutulduğu bir hastalıktan kurtulamadığını kaydederler. Abaka Han'ın ölümünden sonra yerine yeni Müslüman olan kardeşi Ahmet Teküder Han geçti. Abaka'nın ölümünün ardından İstanbul'a dönen karısı Maria, rahibe olarak 1285 yılı civarında bugünkü Fatih semtinde bulunan Kanlı Kilise'yi kurmuştur. Ernst Abbe Ernst Karl Abbe (d. 23 Ocak 1840, Eisenach - ö. 14 Ocak 1905, Jena), Alman fizikçi ve sanayici. 1861'den başlayarak Göttingen Üniversitesi'nde kuramsal fizik profesörlüğü ve gözlemevi yöneticiliği yapan Ernst Abbe, Carl Zeiss ile ortak olup (1875), Carl Zeiss ölünce, optik aygıtlar üreten şirketin yönetimini üstüne aldı. Mikroskopun klasik kuramını ortaya attı. Kırınım yasaları aracılığıyla mikroskopun seçme gücünü hesapladı (1877). İlk apokromatik objektifi yaptı (1889). Abbe sinüsleri bağıntısını ortaya attı ve kırınımölçeri buldu. Sarhoş Abdi Çelebi Sarhoş Abdi
(d. ? - ö. 1621), Türk divan şairi. Divan-ı Hümayun kâtipliği, nişancılık (1594) ve defter eminliği (1601) yaptı. Sadrazam Sinan Paşa'nın Avusturya seferine katıldı. "Zafernâme-i Kal'al-i Üstüvar" (Yanıkkale Fetihnâmesi) adlı mesnevisinde Yanıkkale'nin fethini (1593-1594), padişaha sunduğu "Arzuhal"'de de dönemin yolsuzluklarını anlattı. Abdullah Biraderler Abdullah Biraderler veya "Abdullah Frères" Türkiye'de fotoğrafçılık sanatının kurucuları olarak tanınan ve her üçü de Ermeni asıllı olan Viçen (1820–1902), Hovsep Abdullahyan (1830–1908) ve Kevork (1839–1918) kardeşlerin ticari adıdır. İstanbul'da Tünel yakınlarında 1858'de bir fotoğrafçı dükkânı açtılar. Abdülaziz ve II. Abdülhamit tarafından "ressam-ı hazreti şehriyari" (padişah hazretlerinin ressamı) unvanıyla ödüllendirildiler. Viçen, 1898 veya 1899'da Müslüman olarak Abdullah Şükrü adını almıştır. 1880 Yılından önce Müslüman olmuştur, Küdüs mutasarıfı Reşat Pasanın Kızı Havva Nemize ile evlenmiş olup 3 çocuğu vardı. Mezarı Maçka Şeyhler mezarlığındadır. Bir kimyacının İstanbul'da Tünel semtinde açtığı fotoğraf stüdyosunda asistanlık yaparak fotoğrafçılığın inceliklerini öğrenen Kevork Abdullah, 1858'de stüdyoyu devralarak kardeşi Viçen ile birlikte çalışmaya başladı. Kardeşler fotoğrafçılık hakkında bilgilerini arttırmak için iki kere Paris'e gittiler. Önce Abdülaziz'in, sonra II. Abdülhamid'in saray fotoğrafçılığına atandılar. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Ruslarla ilişki kurdukları yolundaki bir jurnal üzerine bu görevlerinden alındılar ancak çok geçmeden suçlamalar geri alınarak fotoğrafhanelerine padişahın tuğrasını asmalarına izin verildi. Dokuz yıl Mısır hıdivinin çağrısı üzerine Kahire'de kaldılar. İstanbul'a döndüklerinde işleri bozuldu ve saray fotoğrafçılığını da kaybettikten sonra stüdyolarını sattılar. Viçen Abdullah 1902'de, Kevork Abdullah 1918'de öldü. Abdullah Biraderler 40 yıl boyunca İstanbul'daki insan tiplerini ve manzaraları saptayan fotoğraflar çektiler, çeşitli siyasal ve toplumsal olayları, tarihsel ve kültürel değerleri, yapıları gösteren albümler hazırladılar. Zamanın Britanya kralı, Alman ve Avusturya-Macaristan imparatorları gibi devlet adamları ile birçok tanınmış kişinin fotoğraflarını çekmişlerdir. Türkiye'nin ilk fotoğraf kuruluşlarından olan Abdullah Biraderler'in çektiği Ortadoğu manzaraları 1999'da İstanbul'da, Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde sergilendi. Abdullah Buhari Abdullah Buhari, 18. yüzyılda yaşamış olan ünlü bir Türk minyatür ustasıdır. Yaşamı üstüne yeterli bilgi bulunmayan Abdullah Buhari'nin en verimli döneminin 1735-1743 arasında olduğu bilinir. Gerçekçi bir anlayışla yaptığı tek figür ve çiçek çalışmaları ünlüdür. Yapıtlarının çoğu Topkapı Sarayı Müzesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'ndedir. Geleneksel minyatür tekniğinden, batı resim geleneğine geçiş döneminin son minyatürcülerindendir. İmzalı ve tarihli yapıtlarından, özellikle 1735-1743 arasında verimli olduğu biliniyor. Tek figür, çiçek ve manzara çalışmaları vardır. Üslübundan, üçüncü boyutu arayan denemelere giriştiği de anlaşılır. Yapıtlarının çoğu, İstanbul üniversitesi ve Topkapı Sarayı müzesi kitaplıklarındadır. Abşalom Abşalom, Tanah'a göre Davut'un oğlu. Öz kız kardeşi Tamar'a tecavüz eden üvey kardeşi Amnon'u öldürmüştür. Babasına karşı düşmanlarıyla birleşerek ayaklanan Abşalom, savaşta yenilip, kaçmaya çalışırken uzun saçları bir ağaca takılmış ve Davut'un ordusuna komuta eden Yoab tarafından öldürülmüştür. Acre (eyalet) Acre, Brezilya'nın batı kesiminde eyalet. And dağlarının eteğinde yer alan Acre, batıda ve güneyde Peru'yla, doğuda Bolivya'yla sınırlıdır. Yüzölçümü 152.590 km. Nüfusu 758.786 (2012), merkezi Rio Branco'dur. Yağmur ormanları bölgesinde bulunan eyalet, önemli kauçuk, kahve, pirinç ve şekerkamışı yetiştiriciliği alanıdır. 1837'te Brezilya tarafından Bolivya'ya bırakılan Acre'ye, 19. yüzyılda Brezilyalı kauçuk yetiştiricileri yerleştiler ve 1899'da bağımsızlık ilan ettiler. 1903'te yeniden Brezilya topraklarına katılan Acre, 1962'de bir eyalete dönüştürüldü. Jane Addams Jane Addams (6 Eylül 1860, İllinois - 21 Mayıs 1935, Şikago), Amerikalı toplumsal reformcu, barış yanlısı ve kadın hakları savunucusudur. 1889'da, İngiltere'deki derneklerden etkilenerek Şikago'da kendisinin ve diğer sosyal reformcuların oturduğu, kentin yoksul semtlerindeki koşulları düzeltmek için çalışmalar yaptıkları bir kurum olan Hull House'u kurdu. Hull House, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki diğer toplumsal yardım merkezlerinin çoğu için bir model oluşturdu. Jane Addams 1919'da Barış ve Özgürlük İçin Uluslararası Kadınlar Birliği'nin başkanı oldu. 1931'de Nobel Barış Ödülü'nü Nicholas Murray Butler ile paylaştı. Âdem Tepesi Âdem Tepesi, Sri Lanka'da bir dağdır. Kolombo'nun 72 km kadar doğusunda yükselen (2243 m), koni biçiminde bir dağ olan Âdem Tepesi, Budistler, Hindular, Hiristiyanlar ve Müslümanlar tarafından kutsal sayılır. Tepesindeki 1,5 m uzunluğunda, ayak izine benzeyen çöküntünün Buddha'nın, Şiva'nın ya da Âdem'in ayak izi olduğuna inanılır. Gençliğe Hitabe Gençliğe Hitabe, Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhuriyet Halk Fırkasının II. Büyük Kongresi'nde, Nutuk adlı eserini meydana getiren konuşmasının sonunda 20 Ekim 1927 günü Türk gençliğine hitapla söylemiş olduğu metindir. Nutuk'un sonuç bölümünü meydana getirir. Hitabe, Nutuk'un ""Türk Gençliğine Bıraktığım Emanet"" başlıklı bölümünde yer alır. "Türk istiklâli" ve "Türk Cumhuriyeti" kavramları üzerine kurulmuş bir metindir. On üçü tam ve ikisi eksiltili hitap cümlesi olmak üzere toplam 15 cümleden oluşur. Mustafa Kemal, bu hitabıyla geçmişte yaşanılan sıkıntıların bir daha tekrar etmemesi için Türk milletinin istikbali olan gençlere hayati öğütlerde bulunmuştur. Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'ndaki yenilgisiyle birlikte ortaya çıkan karanlık manzaranın tasviri ile başlar. Bu karanlık şartlarda dahi Türk gençliğinin ödevinin Türk istiklal ve cumhuriyetini sonsuza kadar korumak ve savunmak olduğu ifade edilir. Mustafa Kemal, bir nevi siyasi vasiyetnamesi niteliğinde olan gençliğe hitabeyi okurken çok etkilenmiş ve gözyaşlarını tutamamıştır. Bu duygusal anlar, gazeteler aracılığıyla halka aktarılmış; yerli gazetelerin yanı sıra yabancı gazeteler de ""Gözleri Yaşlı Mustafa Kemal"" (Daily Telegraph), ""Mustafa Kemal'in Göz Yaşları"" (Daily Herald) gibi başlıklarla haberi vermişlerdi. Atatürk'ün Nutuk'u, özellikle de Gençliğe Hitabe kısmını okurken çok duygulanması kamuoyu ve özellikle gençler üzerinde büyük bir heyecan yaratmış ve Maarif Vekaleti 26 Ekim 1927'de aldığı bir karar ile "Gençliğe Hitabe"'nin okullardaki bütün sınıflara asılmasına karar vermiştir. 13 Ocak 1928 tarihinde alınan bir kararla Türkiye'de sınıflara, okutulan kitaplara ve önemli eğitim kurumlarına konulmuştur. Onuncu Yıl Nutku Atatürk'ün Onuncu Yıl Nutku bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin 10. yılı kutlamalarında 29 Ekim 1933 tarihinde Ankara Hipodromu'nda verilen nutuktur. Nutuk, hem Kurtuluş Savaşı'nın hesabını veren, bir diğer deyişle ulusal mücadelenin kimlere karşı, niçin ve nasıl verildiğini anlatan, hem de bu mücadelenin Cumhuriyet kurulduktan sonraki safhasında yapılması gerekenler ve yapılacak olanlar konusunda önemli bilgiler içeren bir konuşmadır. Bursa Nutku Bursa Nutku, Bursa'da Türkçe ezan okunmasına karşı bir protesto gerçekleşmesi üzerine şehre giden Mustafa Kemal Atatürk'ün, kendisi ve heyeti için 6 Şubat 1933 akşamı verilen yemek sırasında yaptığı konuşmadır. Mustafa Kemal'in olay karşısında yeterince duyarlı davranmadığını düşündüğü yetkililere ve gençlere kızgınlıkla akşam yemeğinde böyle bir konuşma yaptığı, ilk defa olaydan 14 yıl sonra Rıza Ruşen (Yücer) adlı genç bir gazetecinin yazdığı ""Atatürk'e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra"" kitabında anlatılmıştır. Metin, 20 Haziran 1949'da İzmir'de yapılan Demokrat Parti (DP) İkinci İl Kongresi'nde Celal Bayar tarafından Şeref Balkanlı'ya verilip onun tarafından okunmuş ve bu kongrede okunduktan sonra kamuoyunun ilgisini çekerek daha sonraki yıllarda da sık sık gündeme gelmiştir. Söz konusu konuşmanın gerçekten yapılıp yapılmadığı konusunda şüpheler vardır. Metnin Mustafa Kemal tarafından söylenip söylenmediği de çeşitli dönemlerde kamuoyunca tartışılmış; bu sözlerin anarşiyi teşvik ettiği öne sürülmüş; hatta Bursa Nutku adlı metni okuyan, bastıran ve dağıtanlar hakkında, halkı kanunlara karşı gelmeye teşvik iddiası ile dava açılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde başlayan ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi tartışmaları ve denemelerine sahip çıkan Cumhuriyet kadroları, 1932 yılının Ramazan ayında başlattıkları dinde reform girişimlerinin bir sonucu olarak Türkiye'de ezan Türkçe okunmaya başlanmıştı. Türkçe ezan-kamet uygulaması, halkın devrimlere ve devrim yasalarına karşı fiili tavır gösterdikleri konularından birisi oldu. Uygulama, 1933 yılında çeşitli kentlerde protesto edildi. İlk ciddi tepki ise Bursa'da görüldü. 1 Şubat 1933'te Bursa Ulu Cami'de Türkçe ezan okumak istemeyen ve göreve gelmeyen müezzinin yerine cemaattten Topal Halil adlı kişi Arapça ezan okumuş ve Kazanlı Tatar İbrahim adlı şahıs tarafından Arapça kamet getirmişti. Cemaat içinde bulunan bir sivil polisin müdahalesinden sonra cemaatten bir grup sloganlar ve tekbir sesleri ile yürüyüşe geçti; Evkaf Müdürlüğü önüne giderek İstanbul ve diğer şehirlerde olduğu gibi Bursa'da da Arapça ezan okunmasını istedi. Ardından eylemlerine Vilayet önünde devam eden ve o sırada binada bulunmayan valiyi bekleyen grup, polis müdahalesi ile dağıtıldı ve birçok kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan kişiler ertesi gün serbest bırakıldı ancak bu kararı veren hakim ve savcı görevden uzaklaştırıldı; ayrıca Müftü işten el çektirildi. Daha önce serbest bırakılan kişiler yeniden tutuklandı. Ulu Cami hatibi İstanbul'da tutuklanarak Bursa'ya gönderildi. O sırada yurt gezisinde olan Mustafa Kemal, olayı 3 Şubat'ta İzmir'de öğrenmiştir. Dönemin belediye başkanı A
li Muhiddin Dinçsoy, Mustafa Kemal'e telgraf çekerek yaşananları ""Bursa'da irticai ayaklanma oldu"" şeklinde bildirmişti. Derhal Bursa'ya gitmek üzere hazırlanan Mustafa Kemal, 4 Şubat'ta Afyon'a vardı ve İsmet Paşa ile buluşarak 5 Şubat'ta sabaha karşı otomobille Bursa'ya ulaştı. Ertesi gün Adalet Bakanı ile İçişleri Bakanı da Bursa'ya gelerek incelemeler yaptı. Olayın düşünüldüğü kadar büyük olmadığı anlaşıldı. Bakanlar aynı gün Ankara'ya dönerek Bakanlar Kurulu'na konu ile ilgili bilgi verdiler. O akşam, Çekirge yolu üzerinde bulunan bir köşkte verilen akşam yemeğinde cemaatin yürüyüşü ile ilgili olarak ""Bursa gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü..."" şeklinde bir söz sarfedilmesi üzerine sinirlenen Mustafa Kemal'in konuşmakta olan kişinin sözünü keserek "Bursa Nutku" diye anılan konuşmayı yaptığı ifade edilmiştir. Sert ifadelerin yer aldığı konuşmanın ardından geçen sürede yumuşayan Mustafa Kemal, 6 Şubat'ta Bursa'dan ayrılmadan önce Anadolu Ajansı'na verdiği demeçte olayın çok da önemli olmadığı şeklinde kanaatini açıklamış; Bursa olayı ile ilgili soruşturma 13-14 Şubat'ta sona ermiştir. Olayla ilgili beş kişi ikişer yıl, yedi kişi birer yıl, yedi kişi de beş ay ağır hapis cezasına çarptırılmıştır. 1947 yılında ""Atatürk'e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra"" adlı ktiabı yayımlayan Rıza Ruşen Yücer, on dört sene önce genç bir gazeteci iken yemeğe katıldığını, Mustafa Kemal’in bir çırpıda söylediği sözleri not ettiğini ifade etmiş ve yıllardır sakladığını söylediği bu nota kitabında yer vermiştir. Nutuk; I. Cildi 1945'te Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü tarafından yayımlanan Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri adlı kaynakta yer almamıştır İlk kez 1947'de Rıza Ruşen Yücer'in kitabında yer alan ve ""Bursa nutku"" olarak adlandırılan konuşma metni, 1 Temmuz 1949 günü Demokrat Partili Şeref Balkanlı tarafından partinin İzmir İl Kongresi'nde Celal Bayar'ın isteği üzerine okundu ertesi gün Demokrat İzmir gazetesinin birinci sayfasında yayımlandı. Bu kongreden sonra kamuoyunun dikkatini çeken nutkun ilk cümlesi 1954'te Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nin cephesine yazılmıştır. Bursa Nutku, 10 Kasım 1957'de Dünya; 1958 yılında 19 Mayıs günü Ulus gazetesinde yayımlandı. Ulus gazetesinde yayımlanmasının ardından şaibeli bir metin olduğu öne sürüldü ve Ulus Gazetesi hakkında soruşturma başlatıldı; Başbakan Adnan Menderes'in baskısı ile soruşturmaya son verildi. Böyle bir nutkun mevcut olup olmadığı 1963 yılında Senatör Özel Şahingiray tarafından ve Millî Eğitim Bakanı İbrahim Öktem'in yanıtlaması talebiyle Senato'ya getirildi. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Afet İnan "dönemin tanık ifadeleri dikkate alınarak," bu sözlerin mealen Atatürk tarafından söylendiği anlaşılmaktadır" şeklinde yanıt verdi. Böyle bir nutkun var olup olmadığı konusu Ege Üniversitesi Fikir ve Sanat Kulübü'nün yayımladığı bir broşürde Bursa Nutkuna yer verilmesi üzerine 1966'da yeniden gündeme geldi. Bornova Cumhuriyet Başsavcılığı, Nutku kullanarak halkı kanunlara itaatsizliğe teşvik ettiği iddiasoyla kulübün kapatılması için dava açmıştı. Adalet Partisi genel başkanı Süleyman Demirel "bu metnin Atatürk'e aidiyetinin ispatlanması gerektiğini" ifade etmiş ve Cumhuriyet Senatosu'nda oluşturulan bilirkişi heyeti, böyle bir nutkun var olup olmadığının tespiti için Türk Tarih Kurumu'ndan görüş istemiştir. Türk Tarih Kurumu ""bu sözlerin Atatürk'ün 1933 Şubat'ında Bursa'da yaptığı konuşmadan mealen alınmak suretiyle çeşitli tarihlerde basılmış olduğu kanaatine oybirliğiyle varılmıştır"" şeklinde görüş bildirmiştir. 1975 yılında Cafer Tanrıverdi adlı kişinin yazılı metin olarak nutku Kayseri'de halka dağıtması konuyu tekrar gündeme getirdi. "‘Bursa Nutku’nu kullanarak halkı kanunlara itaatsizlik etmeye teşvik ettiği"" gerekçesiyle açılan ve Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yürütülen davada, bilirkişiye başvuruldu. Dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Enver Ziya Karal ve Öğretim Üyesi Sami N. Özerdim mahkemeye Bursa Nutku metninin Atatürk'e ait olduğuna dair görüş ve belge sundular. Mahkeme, sadece bu bilirkişilerin görüşü paralelinde karar aldı.. Bursa Nutku bu karardan sonra serbestçe okunur, basılıp dağıtılır oldu. Azerbaycan bayrağı Azerbaycan bayrağı hakkındaki ilk kararı Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti hükümeti tarafından 1918'de alınmıştır. Buna göre, Azerbaycan bayrağı mavi gök rengi, kırmızı ve yeşil yatay şeritlerden oluşmuştur ve kırmızı zemin üzerinde ak renkte sağa bakan bir hilal ve sekiz köşeli bir yıldız (Rub El Hizb رب الحزب‎) bulunmaktadır. Bayrak 1:2 boyuttadır. Bayraktaki gök renk Türklüğü, yeşil renk İslamiyeti, kırmızı renk ise uygarlığı temsil etmektedir. Resmi renkler ve boyut 5 Şubat 1991 tarihinde kabul edilmiştir. Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası bayrağı eşit genişlik ve yükseklikte yukarıda mavi, ortada kırmızı, altta yeşil ve kırmızı şerit üzerinde beyaz renkte sağa bakan bir hilal ve sekiz köşeli bir yıldız olmak üzere üç yatay şeritten oluşmuş olarak tanımlar. Bayrak ile ilgili ayrıntıları kanunlara bırakır. Bu ayrıntılar Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Bayrağı Yasası'nda ve diğer yasalarda düzenlenmiştir. "Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Devlet Bayrağı Hakkında Azerbaycan Cumhuriyeti Yasası"nda belirtilir: Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Bayrağı, binanın duvarına direksiz veya direğe dikey olarak asıldığında mavi şerit karşıdan bakıldığında bayrağın sol tarafında bulunmalıdır. "Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Bayrağının Kullanım Kuralı" hakkındaki kararnamede devlet bayrağının doğru renk özellikleri kaydedilir ve belirtilir. Kararnamenin ekinde Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Bayrağının renkli bir resmi bulunmamaktadır ama renklerin tonlarını belirten Pantone, RGB ve CMYK renk kodları belirtilir. Azerbaycan Halk Cumhuriyetinin ilk bayrağı 21 Haziran-9 Kasım 1918 arası kullanılmıştır. 9 Kasım 1918 yılından geçerli (modern) bayrakla değiştirilmiştir. Azerbaycan Cumhuriyeti bayrağı hakkında ilk hükûmet kararı 24 Haziran 1918'de verildi. Aynı karar Azerbaycan bayrağını kırmızı malzemeden, üstünde beyaz, hilal ve kırmızı fonda beyaz sekiz köşeli yıldızın tasviri verilmiş bayrak olarak belirtti. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti'nin Bakü'de faaliyyete başlamasından az sonra, bayrak hakkında ikinci karar kabul edildi. 17 Kasım 1990 tarihinde Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Yüksek Meclisi'nin kararıyla Azerbaycan Halk Cumhuriyeti döneminde var olan üç renkli bayrak özerk cumhuriyetin bayrağı olarak kabul edildi. 18 Ekim 1991 tarihinde bağımsızlık hakkında Anayasa Anlaşması kabul edildi ve üç renkli bayrak yeniden Azerbaycan Cumhuriyeti'nin devlet bayrağı olarak belirlendi. Azerbaycan bayrağının üç rengi: Türk milli kültürünün, Müslüman uygarlığının ve modern Avrupa demokratik esaslarının simgesidir. Mavi renk – Azerbaycan halkının Türk kökenli olduğunu vurgular, mavi renk Türkçülük düşüncesiyle ilgilidir. Türklerin gök rengine ağırlık vermesi ile ilgili çeşitli açıklamalar da mevcuttur. Ortaçağ'da Müslüman olan, Türkçe konuşan halkların yaşadığı bölgelerde sayısız eski anıt da yapılmış ve bu yapıların çoğu gök mavisi renginde olmuştur. Bu bakımdan gök mavisi, sembolik bir anlam taşır. Gök mavisi 13. yüzyılda İlhanlılar döneminin azametini, onların zafer seferlerini yansıtır. Kırmızı renk – uygarlığı temsil ederek modern bir toplum kurmak, demokrasiyi geliştirmek, kısacası çağdaşlaşmayı, gelişmeye olan eğilimi belirtir. 18. yüzyılın sonlarında Fransız Burjuva Devrimi'nden sonra kapitalizmin gelişmesi anlamında Avrupa ülkelerinde büyük gelişmeler meydana gelmiştir. Aynı dönemde işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı mücadelesi başlamıştır. Bu yıllarda kırmızı renk Avrupa'nın simgesine dönüştü. Yeşil renk – İslam uygarlığına, İslam dinine aidiyeti belirtir. Yeşil renk İslam'ın geleneksel rengi olarak görülmektedir. Bunun nedeni Kur'an'da cennetin yemyeşil bir yer olarak tasvir edilmesidir ve Arapça bir sözcük olan cennet, "bahçe" anlamına gelmektedir. Hilal ve sekiz kollu yıldız – kırmızı zemin üzerinde sağa bakan beyaz renkli bir hilal ve sekiz köşeli bir yıldızın (Rub El Hizb رب الحزب‎) tasviri bulunmaktadır. Tarihçilere göre, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti tarafından üç renkli bayrak devlet bayrağı olarak kabul edildiğinde, renklerin neyi ifade ettiği açıklansa da hilal ve sekiz kollu yıldızın anlamları açıklanmamıştır. Bayrağın üzerindeki hilal ve sekiz kollu yıldızın anlamları konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Hilal bir zamanlar Bizans İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopolis'in arması olmuştur. Türkler 1453 yılında bu şehri aldıktan sonra bu arma Osmanlı İmparatorluğu tarafından İslam dininin bir simgesi olarak kabul edilmiş ve bu simge Müslüman olan başka halklara da geçmiştir. Bayrağın üzerindeki hilal Türk halklarının sembolüdür. Sekiz kollu yıldızın anlamına gelince bu, "Azerbaycan" kelimesinin eski alfabede yazılışıyla ilintilidir. Öyle ki, eski alfabede "Azerbaycan" kelimesi sekiz harfle yazılır. Diğer bir görüşe göre tarihte sekiz kollu yıldızın anlamı şöyle açıklanmaktadır: Türkçülük, İslam, Çağdaşlık, Devletçilik, Demokratiklik, Eşitlik, Azerbaycanlılık ve Uygarlık. Azerbaycan bayrağındaki yıldıza dair diğer bir düşünce de Azerbaycan mimarisinde de yaygın olarak kullanılan sekiz kollu yıldızın sekiz Türk halkının simgesi olmasıdır. Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in 17 Kasım 2009 tarihinde imzaladığı kararnameye göre, her yıl 9 Kasım tarihinin, Azerbaycan'da "Devlet Bayrak Günü" olarak kutlanmasına karar verilmiştir. Bu tarih, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'nin 9 Kasım 1918 tarihinde aldığı karar ile üç renkli Azerbaycan bayrağını, devletin resmi bayrağı olarak ilan etmesiyle ilgilidir. Çalışma Kanunu’nun 105. maddesine eklenen konuyla ilgili karara istinaden diğer bayramlar listesine eklenen Devlet Bayrak Günü, ülkede resmi tatil ilan edilerek, yasal olarak iş günü sayılmamaktadır. İlk Devlet Bayrak Günü kutlamaları 9 Kasım 2010 tarihinde yapılmıştır. Cilo Dağı Cilo (Buzul) Dağı Türkiye’nin 2. en yüksek dağıdır. Zirvesi
dört mevsim boyunca erimeyen kar ve buz örtüsü ile kaplı tektonik bir dağ olan Cilo Dağı Güneydoğu Toroslar’ın en doğu uzantısını oluşturur. Türkiye’nin güneydoğu ucunda, Hakkâri ilinin sınırları içerisinde yer almaktadır. Cilo Dağı 4135 metrelik rakımıyla Türkiye’nin ikinci yüksek doruğudur. Cilo Dağı’nın önemli yüksek zirveleri arasında Uludoruk (Reşko-4135m), Suppa Durek (Erinç-4060m), Köşedireği Dağı (3700m), Kisara Dağı (3500m), Maunseli Sivrisi (3850m), Gelyona tepesi (3650m) yer alır. Güneydoğu Toroslar üzerindeki buzulları üç buzul bölgesinde toplamak mümkündür. Bunlar, Cilo (Buzul) Dağları, Sat (İkikaya) Dağları ve Kavuşşahap Dağları üzerindeki buzullardır. Cilo (Buzul) Dağları üzerindeki buzullar kabaca kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda sıralanmış olan beş ayrı buzuldan oluşur. Bunlar, Erinç (Suppa Durek) Buzulu, Mia Hvara Buzulları (Batı, Orta, Doğu Buzulları) ve İzbırak (Uludoruk-Gelyaşın) Buzullarıdır. Suppa Durek (Erinç) Buzulu’nun 1930’lu yılların sonlarında 2600 metrelere kadar alçaldığı belirtilmesine karşın geçen süre içinde buzulda meydana gelen kütle kaybı nedeni ile buzulun alt sınırının 3400 metrelere çekilerek gerilediği ölçülmüştür. Suppa Durek Buzulu’nun hemen doğusunda, bir hat oluşturacak şekilde bulunan Mia Hvara (Cennet-Cehemmen) Vadisi buzullarındaki gelişme de Erinç Buzulundaki gelişmeye benzerlik göstermektedir. 1930’lu yılların sonlarında Mia Hvara buzulunun alt sınırının 2550 metrelerde olduğu ifade edilmektedir. 3500 metreden geçen daimi kar sınırı üstündeki kısmı, geniş alanda şiddetli bir buzullaşmaya sahne olmuştur. Bu buzullaşmanın etkisiyle 10 km uzunlukta tekne vadiler, buzulların indiği 2000 metre civarlarında moren setleri, tekne vadilerin tabanlarında çizik hörgüç kayalar, vadilerin yukarı kısmında buz yataklarına rastlanmaktadır. Buzulların terk ettiği sirk tabanları şimdi göllerle kaplıdır. Uludoruk zirvesinde ilk tırmanış, 1931 senesinde "Ludwig Sperlich" ve arkadaşı "Ludwig Krenek" tarafından gerçekleştirilmiştir. Bundan sonra düzenlenen ikinci etkinlik ise, 1937 yılında 8 Eylül - 8 Ekim tarihleri arasında Berlin Üniversitesi doçentlerinden Hans Bobek başkanlığında, 5 kişilik Alman dağcı ekip tarafından gerçekleştirilmiştir. Avrupa Ekonomik Topluluğu Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), üyelerinin ekonomik entegrasyonunu hedefleyen bölgesel bir kuruluş. 1957'de Roma Antlaşması ile kuruldu. 1993'te Avrupa Birliği'nin (AB) kurulmasıyla Avrupa Topluluğu (AT) adını aldı ve AB'ye dâhil edildi. 2009'da ise tamamen AB'ye devredildi ve varlığı sona erdi. Topluluk'un başlangıçtaki hedefi tek pazar ve gümrük birliği de dâhil olmak üzere altı kurucu üyesi Batı Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg'u ekonomik açıdan bütünleştirmekti. 1965 tarihli Brüksel Antlaşması sonucunda Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) ile birlikte Avrupa Toplulukları'ndan bir tanesi olarak bazı kurumlara sahip oldu. 1993'te AET içerisindeki eşyaların, sermayenin, hizmetlerin ve kişilerin serbest dolaşımına olanak tanıyan ve iç pazar olarak da anılan tam bir tek pazar oluşturuldu. İç pazar, 1994'te AEA Anlaşması ile resmiyet kazandı. Bu anlaşma iç pazarı Avrupa Serbest Ticaret Birliği üyesi ülkelerin çoğunu kapsayacak şekilde genişletti ve on beş ülkeden oluşan Avrupa Ekonomik Alanı'nı kurdu. 1993'te Maastricht Antlaşması'nın yürürlüğe girmesiyle AET, ekonomik politikalardan daha geniş bir alanı ele aldığını yansıtmak amacıyla "Avrupa Topluluğu" adını aldı. Ayrıca antlaşma ile AT, Avrupa Birliği'nin üç sütununundan birincisini oluşturan Avrupa Toplulukları arasındaki yerini aldı. Bu şekilde varlığını sürdürmeye devam eden AT, 2009 tarihli Lizbon Antlaşması ile tamamen AB'ye devredildi ve sona erdi. Ömer Madra Ömer Madra (1945, İstanbul), yazar, akademisyen, gazeteci ve radyo programcısı. Açık Radyo'nun kurucusu. Ortaokulu 1961'de English High School’da, liseyi ise 1964 yılında Robert Koleji’nde bitirdi. 1968'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni (AÜ SBF) birincilikle bitirdikten sonra, aynı fakültenin Uluslararası Hukuk kürsüsünde 13 yıl süreyle öğretim üyeliği yaptı. 1977 yılında “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Bireysel Başvuru Hakkı” konusundaki doktorasını tamamlayan Madra; Hollanda, İsviçre ve İsveç’te uluslararası hukuk, uluslararası ilişkiler ve insan hakları alanlarında araştırmalar yürüttü. Doktora tezi, 1980 yılında AÜ SBF tarafından yayımlandı. 1982 yılında üniversitedeki görevinden istifa eden Ömer Madra, Milliyet gazetesinde 1983 başlarından itibaren 2 yıl süreyle araştırma ve dış haberler bölümünde görev yaptı. Madra, 1985 - 1988 yılları arasında Playboy, Şehir, Gergedan ve Start dergilerinde kurucu, editör ve yazar olarak çalıştı. 1989 başında Arredamento/Dekorasyon adlı mimari, tasarım, sanat ve dekorasyon dergisini kuran Ömer Madra, 5 yıl süreyle bu derginin yayın yönetmenliğini ve başyazarlığını üstlendi. Bu görevinin yanı sıra, 1990 yılında altı ay süre ile Güneş gazetesinin pazar ekinin yayın yönetmenliğini ve köşe yazarlığını da yürüttü. Ömer Madra, Avrupa Konseyi’nden aldığı bir bursla Fransa’nın Strazburg kentinde araştırmalarda bulunduktan sonra, uluslararası hukuk ve göçmen işçiler konusunda Migrant Workers and International Law adlı kitabı yayımladı. "Romanımla Sana Bir Ses" adlı romanı 1991’de yayımlanan Ömer Madra’nın, çeşitli dergi ve gazetelerde çok çeşitli konularda (bilim, sanat, sinema, tiyatro, müzik, yemek, hayat, spor, vb.) yayınlanmış elliyi aşkın makale, deneme ve röportajından bir seçme ile bir hikâyesini içeren Rüzgâra Karşı adlı deneme kitabı 1996 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Ayrıca, 1995/1996 akademik yılından itibaren İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Uluslararası Hukuk dallarında öğretim üyesi olarak görev yapmış ve 2012'de emekli oldu. 1999-2000 yıllarında yaklaşık bir yıl süreyle Yeni Yüzyıl gazetesinde köşe yazıları haftada 5 gün yayımlanan Madra’nın bu yazılarından yapılmış bir seçme de 2001’de “Rüzgâra Karşı – 2” adıyla internette kitap olarak yayımlandı. Madra, ayrıca, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusuna Türkiye'de dikkat çekmek amacıyla yıllardır çalışmaktadır. "Niçin Daha Fazla Bekleyemeyiz: Küresel Isınma ve İklim Krizi" adlı söyleşi kitabı (Röportaj ve Editör: Ümit Şahin) 2007'de Agora Kitaplığı tarafından yayımlanmıştır. Ömer Madra, 1994 yılından itibaren radyoculuk konusunda çalışmalara başladı. 13 Kasım 1995 tarihinde yayın hayatına atılan Açık Radyo’nun kurucuları arasında yer aldı. Halen radyonun genel yayın yönetmenliğini yapmakta; “Açık Gazete”, “Rock ‘n’ Roll Kalıcıdır”, "Açık Yeşil" ve “Cuma Adlı Adamlar” adlı programların yapımcıları arasında yer almaktadır. İki oğlu ve bir kızı olan Madra, İngilizce ve Fransızca bilmektedir. Kuyuluk, Kozan Mahallesinin adının Kuyuluk olmasının sebebi şöyledir. Eskiden buğday ve diğer hububat ürünleri depolayacak depolar bulunmadığı için buğdaylar kazılan büyük kuyular içine konurmuş. Özellikle yazları yaylada yaşayan köylüler kuyular açarak hem ürünlerini doğa şartlarından hem de hırsızlardan korumaktadırlar. Kuyuluk mahallesinde çok sayıda kuyu bulunduğundan sonraları bu mahallenin adı Kuyuluk olarak söylenegelmiştir. Adana iline 75 km, Kozan ilçesine 12 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Mahallenin içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Laktozsuz süt Laktozsuz süt, Dünya genelinde ve özellikle Akdeniz ülkelerinde nüfusunun yaklaşık %70'inde görülen "laktoz duyarlılığı"ndan dolayı, süt içemeyen veya içmekten hoşlanmayanlar için üretilmiş, süt çeşididir. Laktoz duyarlılığı, süt şekeri laktoz'u sindirmeye yarayan laktaz enziminin, çocukluk çağından sonra hızla vücutta azalması sonucunda oluşur. İnce bağırsaklarda azalan laktaz enzimi, süt ve mısır ürünlerini yiyen insanlarda, sindirim güçlüğüne sebep olur. Süt şekeri anlamına gelen laktoz, latince süt anlamına gelen "lak" ve şeker anlamına gelen "oz" kelimelerinden oluşur. Bir disakkarit (çift şeker) olan laktozda iki şeker molekülü olan glikoz ve galaktoz bulunur. Formülü CHO ve molekül ağırlığı 342.3'tür. Üretim standartlarının izin verdiği ölçülere göre, laktozsuz sütler, normal üretilmiş bir sütte bulunması gereken laktoz şekeri dışındaki tüm besin öğelerine sahip olması gerekir. İçine belirli ölçüde eklenen laktaz enzimi sayesinde, sütte bulunan laktoz şekeri, sindirimi daha kolay olan glukoz ve galaktoza çevrilir. Enzimin etkisi zamanla ve ısı ile arttığından, oda sıcaklığında belirli sürelerde bekletilen laktozsuz sütler, normal süte göre daha "tatlımsı" algılanabilir. Moldovaca Moldovca Moldova'nın resmî dili. Rumenceyle aynı dildir. Betelgeuse Betelgeuse (Beteljöz, Betelguex, Betelgeuze, Beteiguex, Al Mankib, İkizlerevi), Avcı Takımyıldızı'nda yer alan kırmızı dev yıldızdır. Samanyolu'nda yer alan Betelgeuse, mavi dev Rigel'den (Beta Orionis) sonra Avcı Takımyıldızı'nın en parlak ikinci yıldızıdır. Takımyıldızın ortasında ise avcı Orion'un kuşağını oluşturan üç parlak mavi yıldız (Alnitak, Alnilam ve Mintaka) yer alır. Betelgeuse adı, Arapça "el-cevze'nin eli" anlamına gelen "yad ül-cevze"dan bozmadır. El-Cevze, eski Arap mitolojisinde "gizemli kadın"dır. Batılılar için ise Betelgeuse, Helen mitolojisindeki avcı Orion'un yukarı uzanan sağ kolunun omuz başında yer almaktadır. Betelgeuse, gökyüzünün en parlak iki kırmızı devinden biridir. Öteki Antares'tir. Ayrıca, görülebilecek en büyük yıldızlardan da biridir; öyle ki, Betelgeuse büyüklüğünde bir yıldıza kolay rastlanmaz. Büyüklüğü birinci dereceden (genelde 0,50) olan Betelgeuse, gökyüzünün en parlak 10. yıldızıdır. Sıcaklığı ortalama 3.600 Kelvin derece olan kırmızı dev yıldızın ışıması yarı-düzenli olduğundan, büyüklüğü periyodik o
larak 0,2 ile 1,5 arasında değişir. Yıldızın dünyadan uzaklığı 600 ışık yılıdır ve çapının yaklaşık 2,8 astronomik birim (AU) olduğu, yani Güneş'in çapının 600 katı olduğu hesaplanmıştır. (Bir astronomik birim Güneş'in merkeziyle Dünya'nın merkezi arasındaki uzaklık olan 149,6 milyon km.'dir.) Betelgeuse o kadar büyüktür ki, Güneş'in yerine konulacak olsaydı, yıldızın dış atmosferi Güneş Sistemi'nin beşinci gezegeni olan Jüpiter'in yörüngesini içine alırdı. Merkür, Venüs, Dünya ve Mars ise yıldızın içinde kalırlardı. Kural olarak, bir yıldızın çapı Güneş'in çapının 100 katından fazla ise, dev yıldız sayılır. Kırmızı dev yıldızlar, kendilerine kırmızı rengi veren ve yüksek parlaklığı sağlayan yüzey sıcaklıklarının düşük oluşundan (genellikle Güneş'in yüzey sıcaklığının yarısı kadar) anlaşılır. Kırmızı devler, büyüklüklerine oranla son derece hafiftirler. Örneğin Betelgeuse'ün kütlesi Güneşin külesinin yalnızca 15 katıdır. Bir başka deyişle, Betelgeuse'ün yoğunluğu Güneş'in yoğunluğundan çok daha azdır. Yıldızın kütlesi ilk olarak 1920'de, Kaliforniya'daki Mount Wilson Gözlemevi'nde çalışan Francis Gladheim Pease ve Albert A. Michelson adlı gökbilimciler tarafından hesaplanmıştır. Bu, bir yıldızın kütlesinin hesaplandığı ilk başarılı çalışmadır. Ayrıca, Güneş'ten sonra yüzeyinin fotoğrafı çekilen ilk yıldız da Betelgeuse'dür. Bunu, Arizona Tucson'daki Kitt Peak Ulusal Gözlemevi'nde çalışan gökbilimciler bir radyo teleskobu yardımıyla gerçekleştirmişlerdir. Büyüklüğü, sıcaklığı ve kızılötesi ışıması gözönüne alındığında Betelgeuse, Güneş'ten 60.000 kat daha parlak bir yıldızdır, yani 60.000 kat daha fazla ışıdığı söylenebilir. Betelgeuse, maddesini güçlü bir rüzgarla (bkz. güneş rüzgarı) dışarı püskürttüğünden, tozdan dev bir kabukla çevrelenmiştir. Yıldızı kuşatan bu dış atmosfer ve yıldızın tıpı bir yürek gibi atması, yüzeyinin kesin yerinin ve gerçekte ne kadar büyük olduğunun belirlenmesini güçleştirir. Betelgeuse'ün parlaklığı 40.000 ile 100.000 Güneş arasında değiştiğinden, bizden uzaklığı da kesin olarak belirlenememiştir. Gerçek değerler ne olursa olsun, Betelgeuse hidrojen yakıtını tüketmek üzere olan ileri derecede evrimleşmiş bir yıldızdır. Bu nedenle, çekirdeği büzülerek yoğunlaşmış, dış kısımları ise kabarmıştır. Yıldızın gerçek durumu üzerine fazla bir şey bilinmiyor olsa da, büyük olasılıkla çekirdeğindeki helyumu karbon ve oksijene dönüştürüyor olmalıdır. Kuramsal olarak, yıldızın başlangıçtaki olağanüstü kütlesinin, şimdi Güneş'in 12 ile 17 katı arasındaki bir değere düşmüş olduğunu söylenebilir; bu da, çekirdeğindeki elementlerin neon, magnezyum, sodyum, silikon ve sonuçta demire dönüştüğü anlamına gelir. Sonuçta Betelgeuse yakıtını tamamen tükettiğinde kendi üzerine çökecek, ardından bir süpernova gibi patlayarak büyük olasılıkla son derece küçük ve yoğun bir nötron yıldızına dönüşecektir. Betelgeuse patladığında, Dünya'dan yeniay kadar parlak görünecektir. Yani, patlayan yıldızın gündüzleri de gökyüzünde rahatlıkla görülebileceğini ve geceleri ise nesnelerin gölge vermesine elverecek kadar parlak olacağını söyleyebiliriz. Telafer Telafer (تل عفر, Tal' Afar), Irak'ta Musul iline bağlı ilçe. Musul'un 60 km kadar batısında yer alır, 220.000 civarındaki nüfusun %75'i Sünni ve %25'i ise Şii Irak Türkmenleridir. Bölgeye yerleşim, Osmanlı zamanında kurulan ve bugün hâlâ kalıntıları bulunan ileri karakol ile başlamıştır. Şehirde Azeri Türkçesine çok yakın bir Türkçe konuşmaktadırlar Bölgede Baas Partisi zamanında 'Araplaştırma' çabaları olmuştur, bunun için her bir aşirete önemli Arap zatlarının soyundan geldikleri söylenerek 'Araplaştırılmaya' çalışılmıştır. Çevresinde 70 -100 kadar Türk köyu bulunur. Saddam yönetimi devrildikten sonra, Amerika; El-Kaide örgütünün burada bulunduğunu öne sürerek şehire 8 büyük saldırı düzenlemiştir. Halen 7 bin Telafer li ırak hapisanelerinde tutulmaktadır. 450 bin olan şehir nüfusu peşmerge baskısı ile amerikan askerlerinin ortak saldırıları sonucu 170 bin dolayına inmiştir. Büyüklük Büyüklük kelimesi birden fazla maddeye karşılık gelmektedir: Ferdi Sabit Soyer Ferdi Sabit Soyer (d. 1951, Lefkoşa), eski Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti başbakanı, Cumhuriyetçi Türk Partisi eski genel başkanı ve Cumhuriyet Meclisi Gazimağusa milletvekili. 1985 yılında CTP Gazimağusa milletvekili olarak meclise girdi. 1990'da DMP Gazimağusa milletvekili olarak seçildiyse de, diğer CTP'li ve TKP'li milletvekilleri ile birlikte mecliste yerini almayı reddetti. Naci Talat Usar'ın vefatıyla boşalan CTP genel sekreterliği görevine getirildi. 1993 erken genel seçimlerinde yeniden CTP Gazimağusa milletvekili seçildi. Bir dönem DP-CTP hükümetinde tarım, doğal kaynaklar ve enerji bakanı oldu. CTP genel başkanlığına 1995 yılında Özker Özgür'e karşı aday oldu, az bir oy farkıyla başkanlığı kaybetti. 1996'da Mehmet Ali Talat'ın CTP genel başkanı seçilmesiyle yeniden CTP genel sekreteri oldu. 1998, 2003 ve 2005 genel seçimlerinde CTP'den Gazimağusa milletvekili seçildi. 2005 yılında, CTP Genel Başkanı Mehmet Ali Talat'ın cumhurbaşkanı seçilmesi sonrasında olağanüstü kurultay tarafından CTP genel başkanı seçilmiş, sonrasında da hükümeti kurma görevini alarak CTP-DP hükümetinde başbakan olmuştur ve DP ile anlaşmazlıkları olduğu için 1 yıl sonra istifa etmiştir. Yeni hükümeti kurma görevi yine kendisine verilmiştir. Ferdi Sabit Soyer, yeni hükümeti eski hükümet ortağı DP ve ana muhalefet partisi UBP'den kopan milletvekillerinin oluşturduğu Özgürlük ve Reform Partisi ile kurmuştur. 19 Nisan 2009 tarihinde gerçekleşen genel seçimler sonucularının resmen ilan edilmesinden ve resmi gazetede yayımlanmasının ardından kendi hükümetinin istifasını 21 Nisan 2009 tarihinde Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a verdi. Başbakanlık görevini yeni hükümet kurulunca Derviş Eroğlu'na devretti. 5 Haziran 2011 tarihindeki CTP kurultayında aday olmadı ve başkanlığı Özkan Yorgancıoğlu'na bıraktı. Evli ve iki çocuk babasıdır. GAZ GAZ (Rusça: "Горьковский автомобильный завод" / "ГАЗ" Tur. "Gorkovskiy Otomobil Fabrikası") - Rusya'da otomobil işletmesi, binek araba, hafif kamyon ve minibüs üreten büyük üreticisi. Fabrika 1932 yıllında V. M. Molotov ad. Nijniy Novgorod Otomobil Fabrikası isimle kuruldu. Sovyetler Birliği döneminden beri ülkenin en büyük ve en önemli otomotiv firmasıdır. 1994 yılında özelleştirilen firma, LDV, LiAZ, KaVZ, UralAZ firmalarının sahibidir. Merkezi Nijniy Novgorod'dadır. 31 Mayıs 1929 tarihinde Ulusal Ekonominin Üst Meclisi ve Ford Motor Şirketi organizasyonun teknik yardımı ve binek arabaların ve kamyonların kitlesel üretimin kurmasına ihaleye girmişler. Ana üretim modelleri Ford-A ve Ford-AA seçildi. Nijniy Novgorod otomobil fabrikası (Rus.: "Нижегородский автомобильный завод / Nijegorodskij Avtomobilnyj Zavod, НАЗ - NAZ") 1 Ocak 1932 tarihinde açıldı ve aynı yılda onun konveyerden 1,5 tonluk kamyon NAZ-AA ( 1933 yıllından ittibaren - GAZ-AA) indi. Aynı yıllın Aralık ayında binek araba GAZ-A'nın 5 kişilik «fayton» karoser ile üretimi başladı. İlk otomobillerin Ford Motors parça şemasından yapılmasına rağmen, şemalar başlangıçtan amerikan asıl örneklerden farklıydı: kavrama pleytinin karteri ve direksiyon kutusu güçlendirilmiştir, radiyator şekli değistirilmiştir, inçli demir leblebleri milimetrelik demir lebleblerle değiştirilmiş. Ford patentleri kendi öz arama ve eklemelerle birleştirmesiyle, GAZ tasarımcıları GAZ-AA temeli üzerinde büyük bir aile orijinal üretim modellerin ve türevlerin oluşturdu: 17 Nisan 1935 yıllında montaj hattından 100000'ci arabası indi, GAZ-A. Böylece GAZ ülkede ilk 100000 araba üreten otomotiv fabrikası olur. GAZ, ilk başta Model A ve Model AA araçlarında Ford markasını kullanmaya devam etti. GAZ, Model A'dan GAZ-4 kamyonet modelini üretti. Model A'nın üretimi 1936 yılında durduruldu ve Ford'un sözleşmesine bağlı olarak yepyeni bir aracın üretimine başladı. GAZ M-1, Ford'un V8 otomobilinin kopyasıydı. Ford döneminde üretilen araçlarda 3.3 litrelik 4 silindirli bir motor kullanıldı. GAZ, 1938 yılında ise bir ilki gerçekleştirdi ve dünyada ilk defa bir sedan otomobile 4 tekerlekten çekiş uyguladı. GAZ 61-73, 3.3 litre Ford 4 silindirli motoru kullanıyordu. Ve motor gücü, kilitli diferansiyelleri ile birlikte 4 tekerleğe aktarılıyordu. Smart Smart, 1994 yılında Mercedes-Benz ve Swatch tarafından kurulan Alman otomobil markasıdır. Hâlâ Daimler AG bünyesindedir. 2017 yılı itibarıyla fortwo ve forfour modelleri elektrikli olarak da üretmeye başlamıştır. Asr-ı Saadet Asr-ı Saadet, İslam tarihinde Muhammed'in hayatta olduğu döneme denir. Arapça "Asr" (zaman, çağ) ve "Saâdet" (mutluluk, bahtiyarlık) kelimelerinden meydana gelen asr-ı saâdet terimi “mutluluk dönemi, insanların en bahtiyar oldukları çağ” anlamına gelmektedir. Asr-ı Saadet kendi içinde iki ana bölümde incelenir bunlar: Mekke dönemi ve Medine dönemidir. Mekke dönemi daha çok dinin doğuşu, ilk Müslüman topluluk, ahlâki ve dini değerlerin Müslüman topluluk tarafından benimsenişi, var olan dini inanç ile İslam'ın çatışması ve direnişleri içerir. Bu dönem Hicretle beraber sona erer. Medine döneminde ise, İslam devletinin ve toplumun kuruluşu ile daha siyasi ve toplumsal bir dönem olup, çeşitli savaşlara ve hem siyasal otorite hem de toplumsal refah anlamında yükseliş arz eden bir zaman dilimidir. Bu dönemde bütün Arap Yarımadası Müslümanların idaresine girmiştir. Bu dönem Muhammed'in 632'de vefatı ile sona ermiştir. Bu tarihten sonra İslam Tarihi'nin 2. devresi olan Dört Halife devri başlamıştır; ama Asr-ı Saadet terimi bazen Dört Büyük Halife dönemi için de kullanılmaktadır. Ömür Atay Ömür Atay (d. 1 Ocak 1969), Türk film yönetmeni. 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümü mezunudur. Çok sayıda kısa filmi vardır. Tv için Aşk Meydan Savaşı ve Bir İstanbul Masalı adlı dizileri, reklam filmleri, beş yönetmen tarafından çekilen Anlat İstanbul filminde "kırmızı başlıklı kız" bölümünü çekmiştir. Atv de yayınlanan Kapalıçarşı dizisinin yönetmenidir. htt
p://magazin.milliyet.com.tr/diyarbakir-in-sultan-i/magazin/magazindetay/12.01.2012/1487617/default.htm Yüzüklerin Efendisi (film serisi) John Ronald Reuel Tolkien'in yazdığı Yüzüklerin Efendisi (İngilizce: The Lord of the Rings) adlı fantastik edebiyat serisinden uyarlanarak çekilmiş Peter Jackson imzalı bir film üçlemesidir. Arkadaşlık Arkadaş, eski Türklerde askerler savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için sırtlarını bir ağaca, kaya veya taşa vererek ok atarlarmış. Genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu sırt dayanan nesne genelde bir taş veya kaya olurmuş. Yıllar sonra bu sırt dayanan taşın ismi "arka-taş" iken arkadaş şeklinde yerleşmiş , bugün de iletişim içinde olunan ve samimiyetine güvenilen kişilere verilen isimdir. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi İ.Ü. İşletme Fakültesi'nin temelini, 1954 yılında İstanbul Üniversitesi'nde Harvard Business School tarafından kurulmuş ve bugün İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi bünyesinde lisansüstü eğitime yönelik olarak faaliyetlerini sürdüren İşletme İktisadı Enstitüsü oluşturur. Ayrıca türkiye'nin ilk işletme fakültesidir. 1968 yılında Beyazıt'da öğrenime başlayan İşletme Fakültesi 1983 yılında Rumelihisar üstü'ne taşınmış ve 1989 yılında ise Avcılar Kampüsü'ndeki bugünkü binasına gelmiştir. Fakülte bünyesinde öğrenci kulüpleri de bulunmaktadır.Bu kulüpler İşletme Kulübü, Kültür Kulübü ve Spor Kulübü olarak üçe ayrılır. "KK Üçnokta Dergisi", İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi Kültür Kulübü tarafından 10 yıldır aralıksız yayınlanmakta olan ÜÇNOKTA dergisi, üniversiteli sanatseverler ile usta ve akademik yazarları aynı yayında buluşturma özelliğine sahip yayındır. ÜÇNOKTA, üniversitelerdeki öğrenci topluluklarının ve öğrencilerin bireysel sanat çalışmalarını, inceledikleri dosya konularını ve ustalarla olan söyleşilerini düzenli ve kaliteli olarak yayınlama fırsatı sağlamayı hedef olarak benimsemiştir. Dergi ekibi tamamen gönülü çalışan kulüp üyelerinden oluşur, maddi beklentileri yoktur. ÜÇNOKTA dergisi kâr amacı olmayan bir yayındır. Tasarım, baskı, dağıtım gibi maliyetlerini sponsorluklarla karşılar. Latince dil bilgisi Latince, fazlasıyla çekim içeren bir dil bilgisi yapısına sahiptir. Bu açıdan zaman zaman Türkçedeki çekim yapısını andırsa da, genel olarak çekim yapısı Türkçeden daha farklıdır. Her kitap, okul ve hattâ öğretmen, dil bilgisini farklı bir yöntem ve yapısal sıra ile öğretse de, Latince dil bilgisi genel olarak dokuz ana başlık altında incelenebilir: Latincede ismin toplam yedi hâli vardır (Latince:"Casus"). Bu yedi hâlin Türkçedeki isim hâlleri ile birebir denkliği söz konusu olmadığı gibi, Latince'de örneğin -den hâlinde olan bir isim Türkçeye çevrildiğinde -de hâli alabilir. Türkçe "denk"leriyle Latince ismin hâlleri (Latince adlarıyla): İsmin hâllerine göre Latincede beş çeşit isim çekimi vardır. Latincede toplam beş çeşit fiil çekimi (declinatio), altı zaman (tempus), üç fiil kipi (modus), iki çatı (genus verbi) ve üç cins (genus) vardır. Latincede bütün isimler, zamirler ve sıfatlar üç cinse ayrılır: Sırrı Day Sırrı Day (1889, Çeşme, İzmir - 20 Ekim 1952) Türk siyasetçi. Paris'te Düyunu Umumiye Maliye Meclisi Komiserliği Başkatipliğinde bulundu. III. İcra Vekilleri Heyeti'nde kısa süre vekaleten İktisat Vekilliği, 1939-1941 ve 1942-1943 yılları arasında Ekonomi Bakanlığı, 1943-1946 yılları arasında da Bayındırlık Bakanlığı görevini yürüttü. Ayrıca TBMM 5., 6., 7., ve 8. Dönem'de (1935-1950 arası) Trabzon milletvekili olarak görev yaptı. Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği (film) Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği (İngilizce: "The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring"), Peter Jackson'ın yönettiği Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin birinci filmidir ve 2001 yılında gösterime girmiştir. J. R. R. Tolkien'in aynı adlı fantezi roman üçlemesinin birinci kitabından uyarlanmış olan film, üçlemenin sırasıyla diğer iki filmi olan ve filmleri ile eş zamanlı olarak, Yeni Zelanda'da çekilmiştir. Birleşik bütçeleri yaklaşık 270 milyon $ olan filmlerin çekimleri 15 ay, çekim sonrası aşamaları da yaklaşık bir yıl sürmüştür. Kitapta çok sevilen Tom Bombadil karakterinin Yüzük Kardeşliği filmine aktarılmayışı Yüzüklerin Efendisi hayranlarını üzmüştür. "Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği" ABD'de 313.364.114 $, uluslararası olarak 556.592.194 $ hasılat ile toplam kazancı 871.368.364 $'a ulaşmıştır. Film ABD'de gösterime girdiği ilk hafta 47.211.490 $ gelir elde etmiştir. Peter Jackson'ın J.R.R. Tolkien'in "Yüzüklerin Efendisi" serisi ile ilk tanışması Ralph Bakshi'nin 1978 tarihli animasyon filmi ile oldu. Jackson filmden çok hoşlandı ve "Yüzüklerin Efendisi" ile ilgili daha fazla şey öğrenmek istedi. Daha sonra 17 yaşındayken Wellington'dan Auckland'a gittiği 12 saatlik bir tren yolculuğu sırasında kitap için hazırlanmış bir edisyonu okudu. 1995 yılında "Sevimli Hayaletler" filminin çekimlerini bitirdi ve sonraki projesinin "Yüzüklerin Efendisi" kitaplarını filme uyarlamak olmasını kararlaştırdı. Jackson ayrıca o sıralarda "neden kimsenin bu proje ile ilgilenmediğini" merak ediyordu. Eşi Fran Walsh ile birlikte, Miramax Films'in patronu Harvey Weinstein'la işbirliğine gitti ve kitapların telif haklarını 1970'li yıllardan beri elinde tutan Saul Zaentz ile görüşmeye başladı. Universal Pictures'ın Jackson'a "King Kong"'un yeniden çevrimi yönetmesini teklif etmesi görüşmeler geciktirdi. Weinstein bu duruma çok kızdı ve Saul Zaentz'in de "The Hobbit"'in film uyarlamasının dağıtım haklarını elinde bulundurmadığını, bu hakların United Artist şirketinde olduğunu öğrendi. 1996'nın Nisan ayında telif hakları sorunu hala çözülmüş değildi. Universal Pictures, 1997 yılında "King Kong" projesini iptal ettiğinde, Weinstein'dan destek alan Peter Jackson ve Fran Walsh, altı hafta boyunca telif haklarını satın almaya çalıştılar. Jackson ve Walsh, Costa Botes ile birlikte kitapları tekrar okuyup öykünün özetini çıkardılar. Üç ay sonra bir taslak yazdılar. Üç kitabın iki filme uyarlanması kararlaştırıldı. İlk filmin "", ""'nin tümünden ve ""'nün başlangıcından uyarlanması planlanıyordu. Kitapları okuyan Bob ve Harvey Weinstein, senaryoya hayran kaldılar. İki filmin bütçesinin 75 milyon dolar olması konusunda anlaşıldı. Jackson ve Walsh, 1997 yılının ortalarında Stephen Sinclair ile birlikte senaryoyu yazmaya başladılar. Sinclair'in eşi Philippa Boyens, kitapların büyük bir hayranıydı ve tretmanı okuduktan sonra senaryo yazım ekibine katılmaya karar verdi. Birincisi 147 ve ikinicisi 144 sayfa olan iki senaryonun yazımı 13 ile 14 ay kadar bir zaman sürdü. Sinclair, tiyatro çalışmaları nedeniyle projeden ayrılmak zorunda kaldı. Marty Katz, Yeni Zelanda'ya geldiğinde sorunlar başladı. Yeni Zelanda'da dört ay harcayan Katz, projenin maliyetinin 150 milyon dolar olması tahmin ettiğini söylediğinde, zaten 15 milyon dolar harcamış olan Miramax Films, iki film olarak gerçekleştirilmesi planlanan projeyi bir filme indirmeye karar verdi. 17 Haziran 1998 tarihinde Bob Weinstein, kitaplardan uyarlanmış iki saat süreli bir film tretmanı sundu. Jackson buna şaşırdı ve Miramax, Weta Workshop tarafından herhangi bir metnin veya işin tamamlandığını bildirdi. Jackson dört hafta boyunca Hollywood semalarından dolaştı. New Line Cinema'dan Mark Odesky ile görüşmeden önce 35 dakikalık bir video gösterdi. New Line Cinema'dan Robert Shaye videoyu izledi ve "Yüzüklerin Efendisi" kitaplarının iki filme uyarlanması gerekmediği ve bir üçleme olarak çekilmesini önerdi. Bu yüzden Jackson, Walsh ve Boyens üç yeni film senaryosu yazmaya başladılar. Film sayısının üçe çıkarılması yaratıcı özgürlük sağlasa da Jackson, Walsh ve Boyens metni yeniden yapılandırmak zorundaydı. Frodo Baggins'in yüzüğü taşıması hikâyenin odak noktası haline gelirken, Aragorn'un öyküsü de senaryonun en fazla odaklandığı yan öykü durumuna geldi. Hikâyeye fazla katkıda bulunmayan bazı öğeler (Tom Bombadil gibi) atıldı. Yeni eklenen sekanslar arasında, savaşlar ve canavarlar gibi Tolkien'in muğlak tuttuğu öğeler genişletildi. Senaryo yazım ekibinin yaptığı en büyük değişkliklerin başında çoğu karakterin dramasının genişletilmesi geliyordu. Galadriel, Elrond, ve Faramir'in kişilikleri daha karanlık hale getirildi. Boromir ve Gollum semapatikleştirilirken Legolas, Gimli, Saruman, ve Denethor gibi karakterler daha basite indirgendi. Karakterlerin kişiliklerinde daha fazla detaya inilmesi için yeni sahneler eklendi. Arwen ve Eomer gibi bazı karakterler, Glorfindel ve Erkenbrand gibi bazı karakterler ile birleştirildi. En başta Arwen'in savaşçı ruha sahip bir prenses olması planlanıyordu. Ama kısa bir süre sonra bundan vazgeçildi ve Arwen'in, kitaptaki özüne geri dönmesine karar verildi. Arwen'in kitaplarda filmlerdekine göre daha küçük bir rolü vardı. Ama ondan ağır bir hava yaratılabilmesi için ve Aragorn ile olan aşk öyküsü yüzünden karaktere daha fazla ağırlık verildi. Çekimlere başlanmadan önce film ekibi, yaklaşık 8 hafta kadar tekrar yaptı. Senaryoyu hep birlikte okudular ve önemli sahneleri tekrarladılar. "Yüzüklerin Efendisi" serisinin çekimleri 11 Ekim 1999'dan 22 Aralık 2000 tarihine kadar 274 gün boyunca sürdü. Bütün çekimler Yeni Zelanda'da gerçekleşti, çünkü Peter Jackson bu ülkenin fantastik bir kaliteye ve Eski Avrupa kırsalının özüne sahip olduğuna inanıyordu. Ayrıca Yeni Zelanda'da çekim yapmak, ABD'nde çekim yapmaktan daha ucuzdu. Üç filmin de aynı anda çekilmesinin sebebi ise Jackson'ın insanlara öykünün sonun görebileceklerini garanti etmek ve filmlerin devam etmesinin ilk filmin başarısına bağlı olmayacağını göstermek istemesiydi. Bazı sahneler yapıcılar ve senaristler tarafından çekildi. Hobbitlerin, Ringwraith'ten gelen bit atlıdan korunmak için bir ağaç altına saklandıkları sahne, "Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği"'nin çekilen ilk sahnesi oldu. Çekimler başladıktan bir ay sonra Stuart Townsend, Aragorn rolü için çok genç bulunduğundan, Viggo Mortensen ile değiştirildi. Bir aylık süreç içerisinde Townsend i
le sadece Weathertop sekansı çekilmişti. Sean Bean, kendi sahnelerinin çoğunun çekimi için işe Kasım ayında başladı. O sahnelerin çoğu Amon Hen'deki mücadeleye odaklıydı. Filmin doruk sahneleri olan Amon Hen mücadelesi çekimleri 1999 yılının sonlarında gerçekleştirildi. "Yüzük Kardeşliği"'nin çekimleri devam ederken, film ekibi ""'nde yer alan bir sahne için Queenstown'a hareket etti. Yılbaşı için verilen aradan sonra çekimlere 17 Ocak 2000'de başlandı. Bu tarihte Shire'da geçen sahnelerin çekimleri yapıldı. Bu sahneler, Yeni Zelanda'nun kuzey adasındaki Matamata tepelerinde çekildi. Bu tepelerin boyu genellikle 1.2 metre ve civarında olması Hobbitlere oldukça uygundu. "X-Men" (2000) filminin çekimlerinden kısa bir süre sonra "Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği" filminin çekimlerine başlayan Ian McKellen, Hobbit evleri için konuda "Gerçek yosun, çim ağaçlar ve inanılmaz tasarım grubunun sağladığı neredeyse tamamen gerçek olan çiftlik evleriyle Hobbitlerin o pastoral kırsal yaşantısını tam olarak hayata geçirebildik. Yeni Zelanda bunu tamamen sihirli bir yer haline getirdi. Yani burada benim hayalgücümü kullanmama gerek kalmıyordu, çünkü zaten Hobbbiton, Gandalf'ın kendini evinde hissetmesi için orada duruyordu" diyerek açıkladı. Film ekibi Hobbitleri oynayan oyuncuların boy sorununu çözmek için birçok teknikten faydalandı. Örneğin oyuncular ilk olarak mavi bir fonun önünde oynadılar, sonra da fon dijital olarak dolduruldu. Genellikle zorlama açılar kullanıldı. Bazen iki kişi konuşurken uzun boylu olan kameranın yakınına, kısa boylu olan da kameranın uzağına yerleştiriliyordu. Böylece birinin omuzundan öteki görünüyordu ama aralarındaki mesafe gerçekten olduğundan daha farklı algılanıyordu. Her oyuncu için üç Dublör kullanıldı. Bunlardan biri oyuncuyla aynı boydayken, biri daha uzun ve diğeri de daha kısaydı. Bazı pyunculaın altına kasa konulurken, bazıları da dizlerinin üzerinde oynamak zorunda kalıyordu. Şubat ayında da Christopher Lee'nin Isengard dışındaki sahneleri çekildi. Ian McKellen genellikle çalıştığı aktörler ile fazla samimi olmazdı ama Christopher Lee ile arkadaş oldu. Orthanc içindeki dövüş sekansında, gerekli atmosfer sağlanması için kurulan klima sistemi, ağır cübbe ve peruklar aktörleri oldukça zorladı. Ian McKellen ve Christopher Lee bu sahnenin çekimlerini "cinayet" olarak tanımladılar. 1997 yılının Ağustos ayında Peter Jackson, Christian Rivers ile birlikte storyboard çizimlerine başladı. Kasım ayında da ünlü Tolkien illüstratörleri Alan Lee ve John Howe ana tasarımcılar olarak projeye katıldılar. Filmdeki imgelerin çoğu onların betimlemelerinden uyarlandı. Randy Cook, yönetmen Peter Jackson'ın Orta Dünya vizyonunu "David Lean ile Ray Harryhausen karışımı" olarak tanımlıyordu. Jackson, mantıklı ve inanılabilir bir dünya yaratmak istiyordu. Yaratıklar, örneğin uçmalarına yardım edecek kanatlara sahip olmaları gibi, biyolojik açılardan inanılabilir bir şekilde tasarlandı. Üçlemenin tasarımcıları üzerinde en çok "Zindanlar ve Ejderhalar"'ın etkisi oldu. Daha tarihsel bir izi amaçlayan Jackson bu yüksek fantazi filminin estetiğini reddetti. Alan Lee, Elves'in tasarımı art nouveau akımından yararlandı. Birçok geometrik şekil Dwarves için birleştirildi. Jackson, işin makyaj, zırh, silah, yaratık tasarımı ve minyatür kısmı için uzuzn süreli ortağı olan Weta Workshop'ın başı Richard Taylor ile anlaştı. İyi ve kötü kuvvetler yaratmaktan hoşlanan Daniel Falconer ve Warren Mahy, konsept sanatçılığı yaptılar. Jamie Beswarick ve Mike Asquith da maketlerin hazırlanmasına yardım ettiler. John Howe, üzerine eğitim aldığı zırhlar için idarecilik yaptı. Stu Johnson ve Warren Green yaklaşık 48,000 zırh parçası yaptı. Kılıçlar Peter Lyon tarafından işlendi. Ayrıca 10,000 gerçek ok ve 500 yay yarattı. Birçok ölü aktör ve at protezi yapıldı. 1 Nisan 1999'da çeşitli kostümleri elden geçirmesi için Ngila Dickson ile anlaşıldı. Dickson ve 40 kadın terzi 19,000'den fazla kostüm üzerinde çalıştı. Her tasarım için 40 farklı sürüm bulunuyordu. Dickson ve ekibinin amacı tüm kostümlerinin işlevsel olması ve karakteri yansıtan kıyafetler olmasıydı. Her farklı uygarlık için 150 kostüm tasarlandı. Jackson, Hobbitlerin kıyafetlerinin oldukça gerçekçi görünmesini arzuluyordu. Dickson da onların kostümlerini hazırlarken Eski Avrupa uygarlığından ilham alarak doğal kumaşlar ve güçlü örgüler kullandı. Feyzi Pirinççioğlu Aziz Feyzi Pirinççioğlu, Soyadı Kanunu öncesinde Feyzi Pirinççizade, (1878, Diyarbakır - 17 Şubat 1933), Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı ve TBMM'de toplam dört dönem milletvekilliği yapmış, ayrıca üç ayrı dönemde Bayındırlık Bakanlığı'nı yürütmüş Kürt asıllı Türk siyaset adamıdır. Ziya Gökalp'in dayısının oğludur. Diyarbakır Askerî İdadisi mezunudur. Mülkiye Kaleminde Memurluk, Serbest Tüccarlık, Osmanlı Meclis-i Mebusan I., II., III. ve IV. Dönem Diyarbakır Mebusluğu (İngilizler tarafından tutuklanarak Mısır'a daha sonra Malta adasına sürüldüğü için Osmanlı Meclis-i Mebusan'ın son dönemine katılamadı.), TBMM I.ve II. Dönem Diyarbakır Milletvekilliği, 5. Şube Başkanlığı, Nâfıa (Bayındırlık) Encümeni Başkanlığı, 5. İcra Vekilleri Heyeti ve 3. Hükümet Nâfıa Vekillikleri yapmıştır. Kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası sahiplerindendir. Evli ve 7 çocuk babası idi. Kia Kia, 1944 yılında Güney Kore'de kurulmuştur. Kore'nin ilk bisiklet ve otomobil üreticisidir. 1998 yılında Hyundai ve Daimler-Chrysler ortaklığındaki konsorsiyum tarafından satın alınmıştır. Kia gerçek anlamda atılımını bu noktadan sonra gerçekleştirmiştir. "Kia Motors"'un belirlediği 2010 hedefi olan Dünya'nın en büyük 5. otomobil markası olma yolunda birçok yeni sponsorluk anlaşmaları yapmıştır. Tenis ve futbol sporlarındaki sponsorluklarına Fifa ile 2007-2014 yılları arasında "Ana Sponsorluk Antlaşması"nı imzalayarak yenisini eklemiştir. "Kia Motors"'un Türkiye distrübitörü İhlas Holding'in alt şirketlerinden İhlas Motor 2001 yılında kadar sürdürmüştür. Günümüzde Anadolu Grubu kuruluşu olan Çelik Motor Türkiye distribütörlüğünü sürdürmektedir. Binek Araçlar SUV & MPV Ticari Friedrich Schiller Johann Christoph Friedrich von Schiller (d. 10 Kasım 1759, Marbach am Neckar – ö. 9 Mayıs 1805, Weimar), 1802 yılında soyluluk unvanı almış bir şair, filozof, tarihçi ve en önemli Alman dram yazarıdır. Yazdığı çoğu tiyatro eseri Alman tiyatrosunda başyapıt niteliğindedir. Schiller doğa tasvirli şiirlerin şairi olarak da gayet başarılı olmuştur, ancak asıl alanı düşünsel/didaktik şiirdir, çoğu yazara ilham olmuştur ve dramatik şiirleri en sevilen Alman balatları arasındadır. Schiller; Wieland, Herder ve Goethe ile Weimar Klasiğinin en önemli dört yazarından biridir. Friedrich Schiller; memur ve cerrah olan Johann Caspar Schiller ve Elisabeth Dorothea Schiller’in ikinci çocuğu olarak Marbach am Neckar’da dünyaya geldi. Schiller 5 kız kardeşinin arasındaki tek erkek çocuktu. Babasının reklâm memuru olması dolayısıyla ailesi 1763’te Lorch’a taşınmak zorunda kaldı. Kısa bir süre sonra 1766’da kız kardeşi Luise’nin doğmasıyla ailesi Ludwigsburg’a taşındı. Aynı yıl Schiller orada Latin okuluna başladı. Daha o zamanlardan “Absalon” ve “Hıristiyanlar” adlı tiyatro oyunlarını kaleme almaya başlamıştı. Ailesinin baskıları ve istekleri üzerine Schiller 1773 yılında Karlsschule askeri akademisine gitmek zorunda kaldı. Sonraları hukuk eğitimi almaya başladı. Yatılı öğrenciler sıkı bir şekilde askeri eğitim alıyorlardı ve Schiller 2 defa katı bir şekilde cezalandırıldı. Akademi 1775 yılında Solidute şatosundan Stuttgart’ın içine taşındı. Schiller eğitim aldığı bölümü değiştirerek, tıp bölümüne geçiş yaptı. Bu süre zarfında coşkucu şairlerin eserleri ve Klopstock’un şiirleri Schiller’in ilgisini çekti. Aynı yıl içinde Schiller “"Der Student von Nassau"” dramını kaleme aldı. 1776 yılında ilk defa “"Der Abend"” şiiri basıldı. Schiller Plutarch‘ın, Shakespeare‘in, Voltaire‘in, Rousseau‘nun ve Goethe’nin eserlerini inceledi. Ayrıca 1776 yılında özgürlükçü tiyatro eseri “Haydutlar”ı yazmaya başladı. 1779 yılında ilk tıp sınavını verdi ve askeri tıptan istifasını istedi. Fakat bu ancak 1780 yılında yaptığı “İnsanın vahşi doğası ve ruhu ile ilişkisi üzerine deney” adlı doktora tezini bitirmesine kadar sürdü. 1781 yılında Schiller tiyatro eseri Haydutlar(Die Räuber)'ı bitirdi ve isimsiz olarak yayımladı. “Die Räuber”, Schiller’in kaleme aldığı en önemli drama eseridir. İlk olarak sahne eseri olarak tasarlanmamış olan eser, 5 perdede ve her perde 2 ya da 5 sahneye bölünerek sunuldu. “Sturm und Drang” döneminin ruhunu taşıyan eserin prömiyeri, 13 Ocak 1782 tarihinde, yayımcısının adıyla, Manheim Tiyatrosu'nda, Wolfgang Heribert von Dalbergs yönetiminde yapıldı. Özellikle bu eserden etkilenen genç kitlede coşku daha fazlaydı. Kraliyetin yasaklamasına rağmen Schiller arkadaşı Andreas Streicher ile prömiyerde yer aldı. Bu yüzden dük Karl Eugen itaatsiz şairi 14 günlüğüne cezaevine attı ve bu eserin devamını, komedileri ve buna benzer şeyleri yazmasını yasakladı. Özgür ruha sahip gençler ileriki zamanlarda çok sayıda “Haydutlar Çetesi” oluşturdu. 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar haydut çeteleri ve kanunsuzlar Almanya’da alışıldık bir durum değildi. Edebiyat tarihçilerine göre, bu eser en ünlü çete elebaşı Nikol List’in oluşmasında büyük rol oynamıştır. Bu eserin asıl çıkma noktası Karl ve Franz Moor kardeşleri arasında var olan çatışmadır. Bir tarafta entelektüel, özgürlüğü seven ve babası tarafından çok sevilen Haydut Karl, öteki tarafta ise duygusuz, menfaatçi, sevgi yoksunluğundan acı çeken, Karl’ı kıskanan ve babasının mirasına konmak isteyen Franz. Schiller’in bu eserinde sunduğu ana fikir kanun ve özgürlük arasındaki çatışmanın tasavvurudur. Ayrıca eserin konusu “Amaç araçları meşru kılar!” atasözünün de aksini iddia etmektedir. Giuseppe Verdi’nin aynı isimli opera eseri, Schiller’in dramına dayanır. 22 Eylül’ü 23’e bağlayan gecede Schiller, arkadaşı Andreas Streicher ile Stuttgart’tan kaçtı ve yeniden Mannheim’a –yeni dramı “Fiesco’nun Genua’ya Yem
ini”ni yazacağı yere– gitti. Bunun ardından Frankfurt am Main, Oggersheim ve Bauerbach (Thüringen) seyahatlerine çıktı. Schiller’in arkadaşı Streicher “1782’den 1785’e kadar Schiller’in Stuttgart’tan kaçışı ve Mannheim’a ikameti” adlı kitabında kaçışı anlattı. 1782 yılında çoğu Schiller’e ait olan “1782 yılı antolojisi” kitabı basıldı. Schiller 1782 yılında okul arkadaşı Wilhelm von Wolzogen aracılığıyla aralık ayında arkadaşının annesi Henriette von Wolzogen’in yanına sığındı. Yakında bulunan başkent Meiningen’de düklerin evindeki saray kütüphanesine ziyaretlerinde Schiller, ileride kız kardeşiyle de evlenecek olan kütüphaneciyle tanıştı. Bauerbach’ta “"Luise Millerin"” eserini bitirdi ve Don Karlos’u yazmaya başladı. Tiyatro müdürü Dalberg’in davetiyle 1783 yılında Mannheim’a geri döndü ve temmuz ayında tiyatro yazarı olarak işe başladı. Fakat orada 1783 yılının eylül ayında, o zamanlar Ren Nehri civarında çok yaygın olan sıtma hastalığına yakalandı. Mannheim’da Charlotte von Kalb ile tanıştı. 1784 yılının ocak ayında “Fiesco”, nisan ayında “Luise Millerin”in adları; August Wilhelm Iffland tarafından “Hile ve Aşk” olarak değiştirildi ve sahnelendi. Bir yıl sonra Dalberg, Schiller’in düşüş göstermesine neden oldu ve sözleşmesini uzatmadı, bu da Schiller’in borçlular hapishanesine düşmesinde büyük rol oynadı. 1785 yılında Schiller, para sıkıntısında ona yardım etmiş olan Christian Gottfried Körner’in yanına, Leipzig’e gitti. 1812’den 1816 yılına kadar, Schiller’in eserlerinin basılması için bütün masraflarını karşılayan Körner’le tanışmaları, 1784 yılında imzasız bir mektup yüzünden oldu. Körner ve onun arkadaşı Ludwig Ferdinand Huber, Leipzigli demir zanaatçısı Johann Michael Stock’un kız kardeşleri Minna ve Dora Stock ile etik olmayan bir ilişki içerisindeydiler, bu da burjuva sınıfı otoriteleri tarafından eleştirilmekteydi. Bu yüzden, Schiller onların bu durumlarını “Hile ve Aşk” dramında canlandırdı ve bu çift Schiller’e yazdıkları mektupta sonsuz saygılarını ifade ettiler. Schiller yaklaşık 6 ay sonra bu mektuba karşılık olarak: “Bu mektubu, kalbimin en derin üzüntülü hâliyle gönderiyorum.” (7 Aralık 1784) diye bildirmiştir. 7 Ağustos 1785 yılında Christian Gottfried Körner küçük kız Minna ile evlendi. Körner’e yazdığı bir mektupta Schiller, Johann Christoph Bode’nin onu farmason yapmak istediğini yazdı. Kendisi de farmason olan Körner, sadece masona güç kazandırmak istedikleri için Schiller’in farmason olmamasını istedi. 1785 yılının yaz ve sonbahar aylarında bugünkü Gohlis semtinin bulunduğu bir köyde, sonraki tarihte ise Körner’in Dresden-Löschwitz’teki bağ evinde Körner’in ricası üzerine ünlü Ode an die Freude (Beethoven’in 9. senfonisinin bestesi) adlı eseri ve aynı zamanda mason locasında yemekte okunmak üzere “Üç kılıca dair” ("Zu den drei Schwertern") adlı eser yazılmıştır. 1786 yılında, Thalia dergisinin 2. baskısında “Verbrecher aus Infamie. Eine wahre Geschichte“ öyküleri yayınlandı. Sonradan bu öyküler “"Onursuz Suçlu"” adı altında yeniden basıldı. Schiller 17 Nisan’dan 21 Mayıs’a kadar Dresden yakınlarında Tharandt’ta yaşadı ve Gasthof zum Hirsch’te (günümüzde: „Schillereck“ olarak biliniyor) “Don Karlos“ adlı eserini tamamladı. 21 Temmuz 1787 yılında Schiller Weimar’a gitti. Orada Herder, Wieland ve Kant felsefesini benimseyen ilk kişi olarak Carl Leonhard Reinhold ile tanıştı ve Schiller’i de Kant çalışmalarına, söz konusu düşünürün Berlin Aylık Dergisinde (Berliner Monatsschrift) çıkan yazıları ile başlaması konusunda ikna etmiştir. Rudolstadt’a yaptığı bir gezi sırasında tanıştığı Charlotte von Lengefeld ve onun kardeşi Caroline von Wolzogen Schiller’in dergisinde, Schiller’e ithafen "Agnes von Lilien" romanını yayınladı. Aynı yıl, Don Karlos dramı yayınlandı ve hemen sahnelendi. 1788 yılında Goethe İtalya gezisinden döndükten sonra, bu iki yazar 7 Eylül’de Rudolstad’ta Lengefeld ailesinin bahçesinde ilk defa karşılaştılar ve o zamana kadar daha birbirlerini hiç etkilememişlerdi. Schiller, “Birleşik Hollanda’nın, İspanya Hükümeti’nden Ayrılışının Tarihi” çalışmasının ilk ve tek cildini ve “Don Karlos’a” 12 mektubunu bitirdi. Don Karlos’un onuncu mektubunda Schiller, ne mason ne de farmason olduğunu yazdı. Schiller’in torununun torunu ise, Schiller’i “Ayaktaki Aslan Günther” adlı mason locasına tanıtan kişinin Wilhelm Heinrich Karl von Gleichen-Rußwurm olduğunu belirtmiştir. 1794 yılında Johann Gottlieb Fichte de Schiller’e ortak oldu. 1829 yılında Rudolstadtlı iki farmason en sonunda Schiller’in de farmason olacağı süreçte onu locanın yıkılması adına şikâyet ettiler. Schiller’in ortaklık belgeleri oysaki hiç bulunmadı. İdeallerine aykırı olmasına rağmen 1789 yılında Schiller, Jena’da profesörlüğü kabul etti ve filozof olmasına rağmen tarih eğitimi vermeye başladı. Bu yeteneğini özellikle, “Birleşik Hollanda’nın çöküş tarihi” eserinde gösterdi. “Haydutlar” sayesinde çok sevilen yazar, Jena’daki yaşam koşulları haberleri heyecanının coşmasına neden oldu. “"Dünya tarihi nedir ve ne amaçla okutulur?"” adlı ilk dersi amfinin taşmasına neden oldu ve daha sonra daha büyük bir amfiye taşınmak zorunda kalındı. Bundan dolayı bütün şehir ayaklandı. Aynı yıl Schiller’in “"Ruhların Tanığı"” romanı basıldı ve yazar Wilhelm von Humboldt ile dostluk kurmaya başladı. 22 Şubat 1790 yılında Charlotte von Lengefeld ile kendisi tarafından sonradan Jena Schillerkirche olarak adlandırılan kilisede evlendi. Nikâhı kıyan papaz, felsefe profesörü Carl Christian Erhard Schmid, Schiller’in meslektaşıydı. Kız kardeşleri Christophine ve Schwager Reinwald’i Meinigen’de ziyareti sırasında Dük 1. Georg, sarayın bir bölümünü Schiller’e kiraladı. Schiller 1791 yılında ölümcül bir hastalığa yakalandı. 3 Ocak’ta çökmeye başladı, şiddetli öksürük ve zaman zaman baygınlık da baş gösterdi. İki ay sonra, hatta Mayıs ayında yeni hastalıklar takip etti. Schiller muhtemelen onu hayatı boyunca hiç bırakmayacak olan tüberküloza maruz kalmıştı. Aynı yılın Aralık ayında Schiller’in dostları Ernst Heinrich Graf von Schimmelmann ve Friedrich Christian von Augustenburg Schiller’i maddi yükten kurtarmak için yıllık 3000 marktan 5 yıl boyunca emeklilik ödemesi yaptılar. 1792 yılında Haydutlar sayesinde Friedrich Gottlieb Klopstock, Johann Heinrich Campe, Johann Heinrich Pestalozzi, George Washington ve Tadeusz Kościuszko Fransız Cumhuriyeti fahri vatandaşlığına kabul edildiler. Fransız devrimine tamamen iyi bir niyetle karşı çıktı, özgürlüğün hızlı değişimini ve Jakobenlerin insanlığı hor gören terörlerini önceden tahmin etti. Fransız devrimcilerin teröründen ve idamlardan üzülerek nefret etti. Aynı yıl "30 Yıl Savaşı", "Neue Thalia" ve "Trajik Sanat Üzerine" eserlerini tamamladı. 1793 yılında Güzellik ve Heybet Üzerine eserini bitirdi ve Ludwigsburg’daki ailesini ziyaret etti. 14 Eylül’de ilk çocuğu Karl Friedrich Ludwig dünyaya geldi. 1794 yılında yayımcı Friedrich Cotta ile tanıştı ve Horen ve Musenalmanach aylık dergilerinin basılması gerektiğini belirtti. Goethe, Schiller’e Horen dergisine ortak olmasını önerdi ve bu olayın ardından aralarında arkadaşça bir mektup alışverişi başladı. 1794 yılının Eylül ayında Schiller, Goethe’nin evinde 2 hafta geçirdi. Bu da onun gündelik yaşamına kötü bir etki yaratmaya başladı, öğleden sonralarına kadar uyuyor, geceleri çalışıyordu. Schiller’in gelenekçi biri olmasından dolayı, Goethe ve onun hayat arkadaşı Christiane Vulpius, aralarındaki “nikâhsız evliliği” örtbas etmeye çalıştılar, fakat bu saklambaç oyunu Goethe’nin evinde alışılmadık emek israfına neden oldu. Christiane ve onun 5 yaşındaki oğlu August aynı evde görünmez olmuşlardı. Schiller, Goethe’nin ilişkisini "Mademoiselle Vulpius", yani Goethe’nin “tek kusuru” olarak niteledi ve bir mektupta Goethe’ye “"evcil huzur hakkında yanlış bir kavrayışa sahip"” olduğu yönünde eleştiri getirdi. Goethe de buna cevap olarak “"Seramonisiz Evlilik"” diye betimledi ilişkilerini. Öbür yandan Schiller’in iskambil oyunları ve tütüne olan düşkünlüğü Goethe’yi artık rahatsız etmeye başlamıştı. 1795 yılında aylık dergi Horen ilk sayısını çıkardı. Ayrıca Schiller, “Doğal ve Duygulu Şiir Üzerine” araştırmasını tamamladı. O zamanın en ünlü yazarları ve filozofları da bu dergiye katılmaya başladılar. Bunlardan bazıları şu yazarlardır: Herder, Fichte, August Wilhelm Schlegel, Wilhelm ve Alexander von Humboldt, Johann Heinrich Voß ve Friedrich Hölderlin. 1796 yılında babası ve kız kardeşi Nanette hayatlarını kaybettiler. Aynı yıl ikinci oğlu Ernst Friedrich Wilhelm doğdu. 1796 yılından 1800 yılına kadar, edebiyat dergisi Musenalmanach’ı yayımladı ve bu dergide de Goethe, Herder, Tieck, Hölderlin ve August Wilhelm Schlegel’le beraber çalıştı. 1797 yılında Mussenalmanach dergisinde Goethe ve Schiller „hiciv“ bölümü düzenlediler ve orada birlikte edebiyattaki uygunsuzluklarla alay ettiler (“Xenien”). 1797 yılı “Dramatik Masal” yılı olarak adlandırıldı ve Schiller aynı yıl “Dalgıç, Eldiven, Polikrates’in Yüzüğü, Eisenhammer’a Yolculuk, Ibikus’un Turnası” masallarını bitirdi. 1798 yılında ise “Şehir Halkı” ve “Ejderhalarla Savaş” masallarını bitirdi. Aynı yıl Fransa tarafından verilen Fahri Vatandaşlık belgeleri en sonunda Schiller’e teslim edildi. Schiller’in 11 Ekim 1799 yılında kızı Caroline Henriette Luise doğdu. 3 Aralık’ta ailesiyle birlikte Weimar’a taşındı ve orada 16 Kasım 1802 yılında soyluluk unvanını alarak şimdiki adıyla Friedrich von Schiller olarak adlandırıldı. Aynı yıl annesi yaşamını yitirdi. 1799 yılında “Wallenstein”ı, ayrıca “Çanın Şarkısı”nı da bitirdi. 1800 yılında “Maria Stuart”ı tamamladı, 1801‘de “Orléans Bakiresi”ni ve “Yeni Yüz Yılın Başlangıcı” adlı şiiri yazdı. 1803’te “Messinalı Gelin” çalışmasını bitirdi. 12 Şubat 1804’te “Wilhelm Tell”i tamamladı ve ardından, sonunda tamamlayamayacağı “Demetrius”u yazmaya başladı. 1804’te kızı Emilie Friederike Henriette doğdu. Bundan sonra hastalığı daha da ağırlaşmaya başladı. Bir gazete Schiller’in ölümünden birkaç ay önce, öldüğü yalan haberini yayımladı. 1805’in Şubat ayında hast
alığı daha da ağırlaşmaya başladı ve 1 Mayıs’ta Goethe ile son defa tiyatro yolunda buluştular. Ölümünden kısa bir süre önce Schiller, Jean Racine’nin klasik trajedisi “Phédre“”nin (1677) çevirisini tamamladı. Schiller 9 Mayıs’ta tüberküloz teşhisiyle akciğer iltihaplanması yüzünden Weimar’da hayatını kaybetti. Otopsi raporuna göre Schiller’in sol akciğer kanadı tamamen tahrip olmuştu. Böbrekleri de iflas etmişti. Kalp kasları küçülmüştü ve dalak ve safra kesesi kötü bir biçimde büyümüştü. Ardından Schiller Jacobsfriedhof Weimar’a gömüldü. Ancak gerçek mezarının yeri ile ilgili yoğun bir tartışma ile birlikte 1826 yılında mezarı açılıp kontrol edilmesiyle, orada gömülü olanın Schiller olmadığı yönünde karar verildi. Bu araştırmaların devamında bulunan mezarı, düşes Anna Amalia Kütüphanesinin bahçesine getirildi. 1826 yılının sonbaharında Goethe oradan, kafatasını ödünç aldı. Bunu sadece Wilhelm von Humboldt biliyordu. Goethe, Schiller’in kafatasına bakıp “"Schiller’in Kafatasını İncelerken"” şiirini yazmıştı. Kemikleri 16 Aralık 1827 yılında Weimar mezarlığına götürüldü, ardından Goethe öldükten sonra, o da aynı mezarlığa gömüldü. Schiller; sarayın sinik, soğuk dünyasını betimlemek için muazzam, coşkulu ve abartılı bir üslup kullanır. Saray yaşamının boş konuşmalarını ve eğilimlerinin muazzam dış görünüşünün maskesini düşürmek için Fransızca paragraflara başvurmuştur yazar. Başkanın konuşması kusursuz, çıkarcı, buyurgan bir küstahlıktadır. “Senin alçaklığını, ince bir ayna galerisinden bakarcasına sürekli kontrol edeceğim.” Sekreter Wurm, Başkanın bir benzeri gibi hareket eder. Mareşal Kalb’in ifade tarzı, Bayan Miller’inkine benzer bir şekilde algılanabilir. Kalb aptalca, doğal olmayan ve yapmacık bir tarzda konuşur ayrıca bazı kelimeleri yanlış kullanır: “…bütüncül bir maharetle ben eve – kıyafet değişimi- ve iade – ne buyurursunuz buna?” Schiller sarayın doğal olmayan konuşmalarını doğrudan yazar, bazen de Miller çiftinin kaba konuşmasına yer verir. Miller basit bir kişiymiş gibi karakterize edilmiştir. Buna karşın aşıkların (Ferdinand, Luise, Milford) dili tam bir ara dildir, sadece insanlık dolu ifadelere, tüm yalınlığı ile içten bir söylem birliğine rastlanmaktadır. 1791 yılından itibaren Schiller’in düşünce dünyasında Kant’ın felsefesi önemli bir yer tutmaya başlamakta; yazar yoğun olarak büyük filozofun eserlerini irdelemeye başlamıştır. Bu okumalar Schiller’in kendi estetik ve ahlak anlayışının belirginleşmesine yol açan bir öğrenme ve olgunlaşma dönemi olarak da kabul edilebilir. Yargılama gücünün eleştirisi adlı eserinde Kant güzelliği özneye etkisi bakımından açıklamaya çalışarak iki ayrı “beğeni” biçimini belirlemiştir. Beğeni öncelikle “menfaatsiz” idi, başka bir deyişle güzel nesnenin varlığına yönelik düşünceden kaynaklanmamaktaydı, ikinci tür olarak da beğeni, güzel nesnenin, herhangi yararcı –örneğin nesnenin kullanımı bakımından- bir kasıt içermeksizin içsel makuliyetine bağlıydı. Bu anlamda “özgür beğeni yargısı” Kant’a göre alımlayıcının bir emeği sonucu sayılmalıydı. Schiller de bu anlamda Kant’ın bu “kasıtsız güzellik” kavramından etkilenerek, ancak aynı zamanda onun “makuliyet”ine karşı bir itirazla kendi beğeni ve estetik anlayışını oluşturmuştur. Buna göre Schiller’de özneye etkisi bakımdan güzelliğin tanımı yetersiz kalmakta; “nesnel güzellik”ten de uzak durulması gerektiği fikri ön plana çıkmaktadır. Schiller’e göre insan (dolayısıyla özne) pekala “güzele yönelik eğilim” (Neigung) besleyebilir, bu durum güzelliği güzel olmaktan çıkarmamalıdır. En belirgin haliyle sanat güzelliği biçiminde ortaya çıktığı iddiası ile Schiller Kant’a karşı kendi estetik anlayışını ondan sonraki iki yıl boyunca belirginleştirmeye başlamıştır. Bu çalışmaların sonunda Schiller’in şu ünlü tanımı ortaya çıkmışıtr: güzellik, görünüre kavuşan özgürlüktür. Bu aynı zamanda, Kant’ın mutlak güzel tanımından bir uzaklaşma anlamını içeren bir düşüncedir, kısacası: Schiller Kant’a karşıt olarak platonik (ideal) güzelliği değil, görselleşen, cisimleşen ve böylelikle öznelerin üzerinde etkiye kavuşan güzelliği estetik anlayışının merkezine yerleştirmiştir. Kant ile Schiller arasındaki ilişkiyi somutlaştırabilmek için, çoğu zaman yine sıkça alıntılanan şu düşünceye atıfta bulunulmuştur: “Severek dostlarıma yardımcı oluyorum; ancak bunu eğilimle yaptığımdan dolayı canım sıkılır.” Buradaki düşüncede, Kant’ın felsefesindeki gibi öznel istenç veya eğilim olmaksızın bir insanın iyiliği ve güzelliği yeğlemesi gerektiği yönündeki temel gerekçelendirmeye karşı bir çıkış dile gelmektedir. Bütün bunlara rağmen Schiller, Kant’ı bir rakip veya karşıt olarak görmemiştir; daha ziyade “yanlış anlamalara” işaret ederek onunla bir tür bağlılık içinde olduğunu belirtmiştir. “İstenç” ve “görev” kavramları arasındaki Kant’a özgü ayrımı Schiller’de görmek olanaklı değildir, fakat, yukarıdaki alıntı da Kant’ın ahlak felsefesine karşı kesin ve ciddi bir eleştiri olarak da anlaşılmamalıdır. Schiller’in eserleri sadece Almanya’da değil, ayrıca Avrupa’nın birçok ülkesinde coşkuyla karşılanmıştır. Örneğin; hala birleşmemiş ve zalim İtalya’da hatta Rusya Çarlığı’nda bile. Kimi Schiller’i özgürlüğün şairi olarak, kimileri de halkın medeniyetinin savunucusu olarak görmüştür. Dizelerinde ve tiyatro eserlerindeki diyalogların muazzam dil yapısındaki sadelik sayısız özdeyişin oluşmasına neden olmuştur. 1859 yılı Schiller’in doğumunun 100. yılı olarak tüm Avrupa ve Amerika’da kutlanır. Yayımcı Johann Friedrich Cotta 1867 yılına kadar toplamda 2.4 milyon nüsha kitap satar. Alman burjuvazisinin Schiller’in eserleriyle 19. yüzyılda ve hatta 20. Yüzyılın başlarında gitgide daha da somutlaşan bir ilişkisi vardır. Eğitim reformcuları Schiller’i okul kitaplarına aldıkları ve “Kültürel Kapital”in ana maddesi olarak kullandıkları için hep ezberde kalmıştır. Alman işçi hareketinde ve işçi eğitim derneğinde çok değerli bir özgürlük şairi olmuştur. Naziler iktidara gelişleriyle beraber hemen Schiller’i kendi görüşleri doğrultusunda “Alman Şair” olarak sömürüp kullanmaya kalkışmışlardır. 1941 yılında Wilhelm Tell’in gösterimi Hitler’in emriyle yasaklanır, ayrıca Don Karlos artık gösterilmez. Almanya’da Schiller’in ideolojik bütünleşmesi için uğraşılır. O dönemlerde “ilerici halk hareketi” komünizme hazırlık olarak adlandırılır. 1959 yılında Schiller’in 200. doğum yılı dolayısıyla büyük gösteriler yapılır. Daha sonraları özgürlükçü tiyatro eseri Don Karlos bir daha gösterilmez. Thomas Mann’nın ölümünden kısa bir süre önce 1955 yılında Almanya’nın bölünmüş iki tarafına yaptığı “Schiller üzerine deneme-Yazarın 150. Ölüm yıldönümü“ konuşması Schiller’e yaptığı ilanı aşk ve aynı zamanda son iki savaşta görünürde hiçbir şey öğrenmemiş Almanlara yaptığı bir çağrı niteliğindedir. Ayrıca Almanya Kültür bakanı Johannes R. Becher yazarın 150. ölüm yıldönümü dolayısıyla bir konuşma yapmıştır. 2005 Schiller Yılında, Schiller’in eserlerinin tıpkı eskisi gibi kıymetinin bilindiği aşikârdır. Schiller’in yarattığı edebiyat bilimi yeni bir canlanmaya vesile oldu ve kitleler yıldönümünü en önemli gün olarak ilan edilmiştir. Resmi törenlerde metinleri okunur ve halkta tamamen coşku uyandırmak istenir. Orijinalleri artık eskisi gibi yeterince ünlü değildir. Artık Schiller’i tiyatro eserlerinde ya da diğer eserlerinde ezbere okuyacak çok fazla kişi kalmaz. Bu edebiyat sosyolojisi açısından ilginç bir durumdur. Eugen Rosenstock-Huessey, 130 yıllık bir süre içinde yeni bir neslin hafızasından geniş kültür birikimlerinin tamamen silinip kaybolabileceğine işaret etmiştir. Buna karşın bugün (2007) hala Alman öncü aydın kesimin bir bölümü için Schiller’in eserleri hala şaşırtıcı derecede aşinadır. En azından Schiller’in dönemindeki çağdaşların, o döneme aynı mesafede duran ve unutulmuş olan Barok edebiyatı ve otuz yıl savaşları öncesi edebiyata yakınlığından daha yakın ve aşinadır. Sturm und Drang döneminin en önemli eserlerinden biri olan Haydutlar, Aristoteles’in Trajedi’nin Kuralları gibi edebiyat normlarına ve kurallarına karşı bir başkaldırıdır. Bu sadece Aristoteles’i kapsamamakta; ayrıca Fransız Klasiğinin yorumlarını da içermektedir. Paris’te de aynı Schiller’in Haydutlar eseri gibi bu yolda emek sarf edilmişti. Tiyatro eseri trajedinin kurallarına bağlılığı açısından incelendiğinde şunlar görülür: Drama 18. yüzyılın ortalarında oynanırdı. Eserin gösterimde olması aşağı yukarı 2 sene sürdü. Bu Aristoteles’ten sonra Klasik Trajedi için ortaya konulan kuralların tam aksidir. Olay önce Moor Şato’sunda; ileriki aşamalarda ise Saksonya sınırında bir meyhanede ya da Tuna nehri boyunca Bohem ormanlarında geçmekte. Aristoteles’in üç birlik kuralı dışında bir sıra daha kural vardır. İlk izlenimde Schiller, Aristoteles tarafından gözlemlenen olay koşullarına uymuş; bu kuralları hiçe saymamıştır. Çünkü eserin kahramanı Karl ve kardeşi Franz Kont Maximilian Moor’un çocuklarıdır ve bundan dolayı soyludurlar. Hatta Karl’ın sevgilisi de asildir. Schiller’in Hile ve Aşk eseri gibi bir sınıflar arası aşktan hiçbir zaman bahsedilemez. Ayrıca Karl Moor bir haydut çetesi kurma düşüncesiyle entrikacı kardeşinden, babasından ve böylece toplumsal statüsünden vazgeçer. Buna göre Schiller Klasik Trajedinin kurallarını yıkmıştır. Fransız üslubunun 17. yüzyıldaki geleneğinde olduğu gibi kahramanların dili yüksek manzume dilinde yazılmamıştır; ayrıca tüm metnin nesir biçimi sınırları içinde tutulmuştur. Bu manzume diline göre daha „alt“ bir düzeye işaret etmektedir. Çeşitli monolog veya diyalog yerlerindeki, iç çelişkilerle dolu birim ve bölümler de kahrmanların çatışkılı ruh hallerine bir işaret niteliğindedir. Sturm und Drang döneminde yazılmayan eserlerle kıyaslanınca cinayet ve ölüm sahnelerini doğrudan sahneye taşımaktadır, bu da Aristoteles’ci ve Fransız geleneğine aykırı bir durum olarak değerlendirilmelidir. Örneğin Karl Moor nişanlısını, onun isteği üzerine sahne üzerinde öldürür. Bu ve buna benzer birçok örnekten yola çıkarak denebilir ki, Schiller, dramların klasik (Aristotelesci)
kuralcı normların çoğunu kırmıştır. Dramatik tiyatro eseri “Haydutlar”, Schubart’ın deyimi ile “İnsan yüreğinin hikâyesine katılacak bir hikâye” olarak 5 perdeden oluşur. Bu perdelerin her biri 2 ile 5 sahne arasında değişir. Schiller bu eseri bulunduğu çağın, yani Sturm und Drang’ın (coşumculuğun) duygusal diline göre dramatize etmiştir. Coşkulu anlatım ve kabalık arasında dalgalanan düzyazısı, sayısız biçemsel araçla (vurgu, yazılı-sözlü üslup, ünlem, anlam uyuşmazlığı, benzerlik, iki isimli ifade tarzı, retorik sorular, alay, eğretileme) eserin tutkulu gücünü oluşturur. Maximilian von Moor, Franz ve Karl’ın babasıdır. Doğasında nefret olan Franz çocukluğunda çok ihmal edilir ve ikinci çocuk olmasından dolayı hep arka plana atılır. Bunun aksine Karl; babasının en sevdiği oğlu, Liebzig’te özensiz, savurgan bir öğrencilik yaşar ve babasına isteklerini ifade edeceği mektubu yazmadan önce suçlara bulaşır. Burada trajedinin eylemi görülür. Kıskanç Franz kardeşinin mektubunu başka bir mektupla değiştirir. Babasına Leipzig’teki bir muhabirin sanki yazdığı ve Karl’ın tecavüzcü, katil ve haydut olduğu bir metni okur. Franz’ın, kendisini, yani kardeşi Karl’ı sürmek ve mirastan alıkoymaya çalışmak için kandırdığını düşünen babası korkmaya başlar. Karl’ın lideri olduğu çetenin içinde zaman zaman gerginlikler oluşur; bunlar çoğu zaman tecavüzcü ve katil olan Moritz Spiegelberg yüzünden ortaya çıkar. Karl haksızlık ve iktidar yüzünden kendisini gitgide soylu yaşamdan daha da uzaklaştıracak bir çıkmaza girer ve çetesindeki diğer arkadaşlarına sonsuz sadakat yemini verir. Ne zaman ki suçsuz biri onun için yaşamını yitirir ve sevdiği Amalia’yı hatırlarsa, babasının evine tekrar dönmeyi kafasına koyar. Bu arada Franz babasının yüreğini entrika bir yalanla yaralar ve Moor Şatosunun yeni sahibi olmayı başarır. Güç delisi ve azgın Franz, Amalia’yı kazanmak için defalarca uğraşır. Her şeye rağmen Amalia küstah arzulara karşı çıkar ve nişanlısına bağlı kalır. Karl kılık değiştirerek şatoya girer, çöküşünün nedenini anlar ve Amalia’nın onu hala çok sevdiğini de görür. Franz kılık değiştirenin kim olduğunu tahmin edince, Karl şatodan kaçar ve kulede yerde sürünen en sevdiği oğlunu tanımayan, ölü sandığı babasıyla tesadüfen karşılaşır. Karl şatoya hücum etmek ve nefret ettiği kardeşini yakalamak için kızgın bir şekilde çete arkadaşlarına haber salar. Fakat son anda kendi kendini öldürmesi için onu bırakır. Haydutlar Amalia’yı alırlar ve Karl’a getirirler. Karl çetenin elebaşı olarak tanınmaktan dolayı ümitsizliğe düşer. Bu durum babasını hayal kırıklığına uğratır. Hatta Amalia da korkmuştur fakat aşkı bu durumu es geçmesine neden olur. Çete arkadaşlarına ettiği yemin yüzünden Karl’ın Amalia’ya geri dönmesi mümkün değildir. Ama Amalia onsuz yaşamak istemez ve Karl’dan kendisini öldürmesini ister. Karl onun son isteğini yerine getirir ve bıçakla onu öldürür, ardından adalete teslim olmaya karar verir. Eserin ilk sergilenişi 13 Ocak 1782’de Mannheim Ulusal Tiyatrosu’nda gerçekleşmiştir. Halkın ilgisi çok büyük olur. Feodal sisteme açık bir şekilde yapılan eleştiri sebebiyle bir yıl önceki basım halkta büyük bir heyecan uyandırmıştı. Tiyatro müdürü ve yönetmen Wolfgang Heribert von Dilbert bu nedenle eserdeki müstehcen ve olay yaratacak kısımları 300 yıl önceki zamana aktarma yöntemini kullanarak törpüleyip silmek istemiştir. Ancak August Wilhelm Iffland Franz Moor karakterini çağdaş kıyafetlerle canlandırır. Gala büyük bir skandal yaratır. Schiller’in kendisi galayı gizli bir isim kullanarak eleştirir. Yazarı, kendisini ve hatta zayıflığını kınar. İspanya veliahtı Don Karlos, beş bölümden oluşan dramatik bir şiirdir. Friedrich Schiller bu dramı 1783 ile 1787 yılları arasında kaleme almıştır. Dram, sorunun özüne inmeden politik-toplumsal çatışmayı –17. yüzyılda Hollanda eyaletinin İspanya’yla bağımsızlıkları için savaşmaları– ve Kral II. Philipp’in umutlarına karşı yapılan samimi toplumsal entrikaları işlemektedir. Aranjuez yazlık köşklerinde uzun zaman sonra Don Karlos ve onun gençlik arkadaşı Marquis von Posa yeniden karşılaşırlar. Posa Brüksel’den yeni gelmiştir ve bu arada Hollanda eyaletinde milletvekilliği yapmaktadır. Posa’nın tek amacı, Karlos’u kandırarak farklı mezheplerde olan Protestan yerli Hollandalıların ve Katolikliğe bağlanan İspanyolların yaşadığı huzursuz eyalete, Flandra’ya gitmektir. Prens, arkadaşına babası Kral Philipp’in şimdiki eşi olan, kendisinin eski nişanlısı Elisabeth de Valois’i sevdiğini ümitsizce anlatır. Posa bundan dolayı Karlos ve Kraliçe için bir buluşma tertip eder, devamında Karlos üvey annesine aşkını anlatır. Elisabeth yine de bu durumu reddeder ve kendisine olan sevgisi yerine vatana sevgiyle bağlı kalması için onu yüreklendirir. Madrid’e geri döndüğünde Karlos Kral’dan valilik için ricada bulunur; fakat Kral Philipp veliahta sır vermez, yumuşak sesle konuşur ve eski kabadayı asker Dük Alba’yı yeğlediğini söyler. Karlos Prenses Eboli’den bir aşk mektubu alır, mektubun Kraliçe’den olduğunu düşünür. Büyük bir sevinçle sarayın uzak kabinesine gider, orada yine de Eboli’yi, bütün bu yanlış anlamanın odağındaki kişiyi bulur. Karlos Eboli’den aldığı bir mektupta Kral Philipp’in Eboli’yi metres yapacağını öğrenir. Bu görüşme esnasında Eboli, Karlos’un onu sevgili olarak değil de arkadaş olarak gördüğünü fark eder. Karlos kendisinin gelecekte Kral olacağına dair bir mektup alır. Bu arada Eboli’ye, çeşitli yönlerden akıl verenler, onu, krala gidip Karlos’un kraliçeye olan aşkını ifşa etmesi için ikna ederek, kraliçeyi zor durumda bırakacak belgeleri çalması için zorlarlar. Karlos, Posa’ya kendi talihsizliğini ve Kral’ın vefasızlığını haber verir. Posa, Prensin Kralın Eboli’ye mektubunu Kraliçe’ye göstermesine engel olur, daha önceki idealleri ve siyasi hedefleri için onu uyarır. Alba Kral’a, Kraliçe ve Karlos arasındaki buluşmayı ifşa ettikten ve Domingo Prenses Eboli’nin günah çıkarma sırasında açığa vurduğu gibi veliahdın, Kralın oğlu olmadığı söylentilerini haber verdikten sonra, karısı tarafından aldatıldığını öğrenen ve zaten güvensiz olan Philipp karısı ve oğlunu öldürtmek ister. İçindeki korkak duygular yüzünden, samimi arkadaşını hatırlar, ardından cesur Marquis von Posa’yı çağırma ve hizmetine alma düşüncesi aklına gelir. Sonra Posa, Kral’ın bu isteğini reddeder. Bariz bir şekilde insanlığı desteklediğini söyler ve Philipp’den İspanya cezaevini özgürlük korunağı haline getirmesini ister. Kral, Posa’nın cesareti ve samimiyetinden etkilenir, onu bakan ve en yakın danışmanı yapar. Her şeyden önce onu o anda güvenilir bir dost olarak görür. Ondan Karlos ve Kraliçe arasındaki ilişkiyi gözetlemesini ister. Posa yapmacık bir şekilde razı olur. Posa, Elisabeth’i ziyaret eder. Posa ve Elisabeth; Karlos’u Krala karşı isyana teşvik etmesini, gizlice Hollandalıların İspanyol boyunduruğundan kurtarması için Brüksel’e gitmesini kararlaştırırlar. Posa, Karlos’a Kraliçe tarafından yazılmış uygun bir mektup yollar ve mektup çantasını rica eder. Bu arada Kraliçe mektuplarının (Eboli tarafından) çalındığını ortaya çıkarır ve Kralla bunun üzerine kavga ederek onu suçlar. Marquis, Krala Karlos’un mektup çantasını teslim eder. Philipp, Prenses Eboli’nin mektubunu oğlunun mektupları arasında bulduğunda, kayıtsız şartsız yetkiyle donattığı Marquis’in isteklerini yerine getirir ve oğlu için tutuklama emri çıkartır. Graf Lerma bu durumu hemen Karlos’a bildirir. Karlos şaşkın bir şekilde hemen Prenses Eboli’nin, ona en son samimi olan kişinin yanına koşar. Posa orada onu tutuklar. Prenses, Kraliçe‘ye o an mektupları neden çaldığını itiraf eder. Posa planının başarısızlığa uğradığını fark eder. Gizlice yeni bir plan hazırlar ve kraliçeyi davet eder, kralın oğluna eski “özgür bir ülke kurma” yeminini hatırlar. Marquis, Karlos’u hapishanede ziyaret eder ve Posa’ya hayatlarını tehlikeye sokacak mektupları Krala vermiş olmasının hata olduğunu söyler. Dük Alba gelir ve Karlos’u özgür bırakır; fakat Karlos, Alba’yı kovar; çünkü sadece Kral tarafından özgürlük hakkı verilir ve alınır. Posa, Karlos’a Eboli’nin ihanetini haber verir ve kendini arkadaşı için feda edeceği yeni planını açıklar. Kısa bir süre sonra bir silah sesi gelir ve Marquis can havliyle yere düşer. Kral Posa’nın ihaneti yüzünden hayal kırıklığına uğrar, oğlunun serbest bırakılmasını ister. Fakat oğlunu bu ölümden ötürü suçlar ve ona Marquis ile olan arkadaşlık ilişkisini anlatır. Bir hassa alayı memuru Karlos’u özgür görmek isteyen halkın isyan haberini bildirir. Lerma, veliahdı Brüksel’e kaçması için ikna eder. Engizisyon mahkemesi başkanı Kral’ın insani zayıflığını bir hata olarak görür ve oğlunun idam edilmesini ister. Bu arada dedesinin ruhu kılığına bürünür ve Kraliçe’nin odasına sızar. Orada Philipp onu engizisyon başkanına teslim eder. Wilhelm Tell, Schiller’in tamamladığı son dramdır. 1804 yılında tamamlanmıştır. Wilhelm Tell eseri 1803–1804 tarihlerinde Friedrich Schiller tarafından yazılmıştır ve 17 Mart 1804 tarihinde Weimar Saray Tiyatrosunda sahnelenmiştir. Yazarın daha sonraları eşi olacak olan Charlotte von Lengefeld, daha 1789’da o zamanlarda Johannes von Müller’e “Geschichten schweizerischer Eidgenossenschaft” adlı kitabı iletmiş, böylece de Schiller’in Tell efsanesi ile karşılaşmasına vesile olmuştur. Goethe 1775–1797 yılları arasında İsviçre’nin iç kısımlarını 3 defa ziyaret eder ve 1797 yılının Ekim ayında “Küçük Kanton”u yeniden ziyaret edeceğini ve efsaneyle çok ilgilendiği bildirir (8 Ekim 1797 tarihli mektubunda). (…)Vierwaldstätter gölü çevresi ve Wilhelm Tell’in ruhu onu büyüler. Goethe, Tschudi’den İsviçre Kroniğini alır; ardından İsviçre’nin kurtuluş marşını epik olarak yeniden düzenler; ama sonradan bu konunun üstüne gitmez. 1803’ten 1804’e kadar Williem Tell eserinin 5 perdesi yazılır. İlk 4 perdede Tschudi’nin kroniğinin ayrıntılarına sadık kalır Schiller. İsviçre’ye hayatında hiç gitmemesine rağmen, oranın görülmeye değer yerlerini tarih bilgisinden dolayı iyi bir biçimde yazmıştır. Schiller bir canlandırmasında İ
sviçre’nin iç kısımlarındaki yerlilerin, Habsburglu valinin zalim ve zorba yönetimine karşı kişisel ve ortak özgürlük savaşını tasavvur eder. Bir sahnede doğal masum haliyle başrol oyuncusunun, zorbanın ölümünden sonra bir daha geri dönemeyişi gösterilir. Oyunun başında Tell sezgili bir biçimde ele alınırken ve suskun hareketlerde bulunurken, beşinci ve son perdede olayları bütünsel olarak algılayan bir kişilik psikolojisindeymiş gibi davranır; ancak 19. Yüzyılda Tell’in sergilediği bu psikolojik sahne ya gösterilmezdi ya da sıkı bir şekilde sansürlenip kısaltılırdı. Ludwig Börne döneminde çok fazla ilgi gören Schiller, özgürlüğün dışavurumunu sorunlu bir biçimde ifade eder. Başkahraman eserin kilit sahnesinde bu Börne yorumuna göre elma yerine okla doğrudan derebeyini hedef alarak bir şehitlik ölümü göze alabilirdi; bu görüş, tam da Napolyon sonrası Avrupa’nın ruh haline uygun düşmektedir. Nazi Almanyası’nda bu oyun, sonraları Nazi propagandasında kullanılır. Propaganda Bakanı Goebbels ilk yıllarda bu esere “Liderin Draması” der ve sık sık oyun sahnelenir. Başrol Tell’i Werner Stauffacher ideal bir lider rolünde canlandırır. Tell ile ilgili birçok yazı kitaplarda bulunabilir. Naziler için çok değerli olan bu eserin 3 Haziran 1941’de Hitler’in talimatıyla yasaklanması da çok dramatik bir durum olmuştur. 1941 yılında İsviçre Konfederasyonunun 650. kuruluş yıldönümü kutlanır. O zamanlar Schiller’in “Wilhelm Tell” eserine çok fazla karşılaştırmalar yapılır. Böylece Altdorf’daki Tell oyunu taraftarları 1 Ağustos’ta Rütli’de diktatör olan derebeyine karşı yemin sahnesini sergilerler. “Hile ve Aşk” Schiller’in yazdığı, 5 perdeden oluşan, ilk defa 13 Nisan 1784 yılında sahnelenen dramdır. Bu dram, soylu bir aileden gelen Ferdinand von Walter ve orta sınıftan bir müzisyenin kızı Luise Millerin’in samimi aşkının hain entrikalar sonucu sonlanmasını konu edinir. İlk ismi “Luise Millerin” olan eser tiyatrocu August Wilhelm Iffland’ın önerisiyle sonradan “Hile ve Aşk” ismiyle ünlenir. Bu eser Alman Dramının en büyük klasiği niteliğindedir ve okullarda edebiyat derslerinde öğretilir. 1848 yılında Giuseppe Verdi tarafından “Luisa Miller” isminde bestelenir, opera haline ise Napolili Salvatore Cammarano tarafından getirilir. 1784 yılında Schiller “Tiyatro sahnesinin etik bir kurum olarak incelenmesi” teorisini yayımlar. Bu makalenin ana düşüncesi; trajediyi bir yazınsal tür olarak tanrıcılığın bir dışavurum aracı olarak tasvir etmektir. Tiyatronun göreviyse; dünyanın düzenini, büyük adaleti sahnede sanki tanrı yapmış gibi göstermeye çalışmaktır. Bu adalet “Hile ve Aşk”ta görülebilir. Bu eserin sonunda dünyevi adaletin yerine tanrının adaleti getirecek son merci olduğu gösterilir. Schiller tiyatronun bir diğer işlevinde ise bu eğitim misyonunda izleyicinin bütün hislerinde durulaşma etkisini (bkz. Aristoteles Poetica’sında Katarsis) uyandırmak, eğitimle onları bir kalıba sokmak ve “tiyatro sahnesi”ni “ahlâki bir kurum” haline getirmek olarak görür. Fakat en anlamlı görevi özgürlük ve zorunluluk arasındaki ara roldür. Topluma karşı bireysel savaş, ahlâki ve dinî şiddet, sahnede fikir halini alır ve insanlar bunları içselleştirir. Bu eser Fırtına ve Coşku (Sturm und Drang) döneminin bir parçası sayılır. Bireysel ilgi ve şiddete karşı özgürlük arayışı gibi öznel duygular figürler için kuvvetli güdülerdir ve en sonunda bir felakete sürüklenirler. Charlotte von Wolzogen’e olan aşkı yüzünden, Schiller kendisini asalet ve burjuvazi arasındaki büyük uçurumda bulur. “Hile ve Aşk” Schiller’in üçüncü dramıdır. 1782 yılının Eylül ayında Württembergli Dük Karl Eugen’in egemenliğinden Mannheim’a kaçar. Dük “Haydutlar” eserinin gösterimi için oradan kaçmış olan Schiller’i gözaltına almak ister ve bundan sonra da yazı yasmasının yasaklanması için uğraşır. Tanıklık ettiği ve bir nevi kurbanı olduğu adaletsizlik ve prenslerin yaşamını “Hile ve Aşk” eserinde ortaya koymuştur. Alman Prenslik Sarayında Asil unvanı alan Binbaşı Ferdinand; müzisyen Miller’in kızı Luise ile sonu ölümle biten çatışmada bir aşk yaşar. Fakat Ferdinand’ın babası ve yaşlı Miller bu ilişkiyi reddederler. Başkan von Walter bu ilişkinin yerine, Ferdinand’ı dükün metresi, Lady Milford’la evlendirmeye çalışır, böylelikle sarayın etkisini de daha da artırabilecektir; fakat Ferdinand bu plana karşı isyan eder, söz dinlemez ve Luise’le kaçmak için onu ikna etmeye çalışır. Amacına ulaşmak adına, Başkan ve sekreteri Wurm (solucan) haince bir entrikaya başvururlar. Luise’nin ailesi sebepsiz yere tutuklanır. Luise’ye, ancak saray mareşali von Kalb’e yazacağı bir aşk mektubuyla ailesinin ölümden kurtulabileceği söylenir. Üstelik tanrıya bir ant içmesi gerekir. Bu mektup Ferdindand’ın eline geçer ve kıskançlık gibi kindar duygular uyanmaya başlar. Luise Ferdinand’a olan aşkının saflığını göstermek ve yemini bozmak için intihar etmek ister. Babası ahlâki ve dinsel baskılarla bu düşüncesini uygulamaması için onu ikna eder. Böylece Ferdinand’ın suçlaması karşısında suskun kalır. Öfke ve ümitsizlikten körleşen Ferdinand kendini ve Luise’yi zehirler. Ölüm anında Luise suskunluk yemininden sıyrılmış olduğundan Ferdinand’a bütün hileli entrikayı açıklar, onu bağışlayarak kollarında ölür. Ferdinand ise son anında babasına elini uzatır, babası ise bu hamleyi, oğlu Ferdinand’ın kendisini bağışladığı yönünde yorumlar. Bir bölümde, asalet ve burjuvazi arasında gidip gelen Lady Milford Luise’nin Ferdinand’a olan saf ve büyük aşkıyla karşı karşıya gelir. Ferdinand’a olan aşkına rağmen evlilik planlarından vazgeçer ve kendi dünyasına umutlu bir şekilde geri döner. Sami Kohen Sami Kohen (d.1928, İstanbul), dış siyaset konusundaki köşe yazılarıyla tanınan bir yazar ve gazetecidir. Sami Kohen 1928 yılında İstanbul'da doğdu. Yahudi bir aileden gelir. Gazeteci Albert Kohen'in oğludur. Sami Kohen babasının 1939-1949 yılları arasında Ladino ve Fransızca dillerinde çıkarttığı "La Boz de Türkiye" (Türkiye'nin Sesi) gazetesini babasının vefatından sonra Türkçe olarak önce "Türkiye'nin Sesi" ve sonra "Haftanın Sesi" adları altında yayınladı. Tan, Yeni İstanbul ve İstanbul Ekspres gazetelerinde çalıştı. 1954 yılında Milliyet gazetesine katıldı. 1960 yılında eşi Mirka ile evlendi. Jale ve Alp ismi olmak üzere iki çocuk oldu. Milliyet gazetesindeki köşe yazarlığının yanı sıra ABD'de yayınlanan "Christian Science Monitor" ve New York Times gazetelerinde de makaleler yazmaktadır.1954 yılından bu yana aralıksız olarak Milliyet gazetesinde yazarlık yapmaktadır. Gazetecilik anıları 2007 yılında Özer Yelçe tarafından "Sami Kohen Dünyanın Yazısı" adı altında bir kitap olarak yayınlanan Sami Kohen Türkiye'de aynı gazete kurumunda en uzun süre hizmet etmiş yazarlardan biridir. Hasan Fehmi Ataç Hasan Fehmi Ataç (1879-1961), Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda iki dönem, TBMM'de de ilk sekiz dönem Gümüşhane milletvekilliği yapmış, iki ayrı hükümette de Maliye Bakanlığı ve Tarım Bakanlığı yapmış siyaset adamıdır. 1879 yılında Gümüşhane'de doğdu. Düzenli bir öğrenim yapamadı. Osmanlı Mebusan Meclisi'nin 2. Dönem ve 3. Dönem'inde Gümüşhane mebusu oldu. TBMM'nin 1. Döneminden 8. Dönem sonuna kadar da yine Gümüşhane milletvekilliği yaptı. En büyük hizmeti Büyük Taarruz'dan önce seçildiği Maliye Vekilliği'nde (24 Nisan 1922-2 Ocak 1924) oldu. Devlet gelirlerinin azlığına rağmen ordunun bütün ihtiyacını karşılamasını başardı. Doğu ve Batı cepheleri için iki ayrı ordu defterdarlığı kurarak subay maaşlarının düzenli olarak ödenmesi ve masrafların belgelendirilmesini sağladı. Böylece Büyük Taarruz'un mali kaynaklarını bulan, organize eden ve gerekli yerlere ulaştıran kişi oldu. Bu başarısından ötürü TBMM tarafından Kırmızı-Yeşil şeritli İstiklâl Madalyası ile taltif edildi. 22 Kasım 1924-3 Mart 1925 tarihleri arasında Ziraat Bakanlığı yaptı. 1961 yılında vefat etti. Refik Şevket İnce Refik Şevket İnce (1885, Midilli Adası - 24 Nisan 1955), Türk siyasetçi. 1885 yılında Midilli adasının Polihinit şehrinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Eşme İptidai Mektebi ve İzmir İdadisi'nde tamamladı. 1911 yılında Selanik Hukuk Mektebi'ni bitirdi. Beylerbeyi İhtiyat Zabit (yedek subay) Mektebi'ni mülazım (teğmen) rütbesiyle bitirdi. 1912 yılında Balkan Savaşı'na yedek subay olarak katıldı. Selçuk İstasyonunda tren kazasında sol kolundan sakatlanınca terhis edildi. I. Dünya Savaşı'nda 135. Alay İaşe Subayı ve 21. Kolordu Adli Müşaviri olarak vatani hizmetini yerine getirdi. Yunanların İzmir'i işgal etmesi üzerine Milli Mücadele'ye katıldı. 28 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Saruhan (Manisa) Milletvekili olarak katıldı. 21 Eylül 1920 tarihinde Kastamonu İstiklal Mahkemesi Başkanlığı'na seçildi. 2 Mart 1921 tarihinde TBMM'deki görevine döndü. 1921-1922 yılları arasında III. İcra Vekilleri Heyeti'nde Adliye Vekilliği yaptı. 1931, 1935 ve 1939 seçimlerinde yine Manisa Milletvekili seçildi. 1945 yılında Demokrat Parti kurucu üyeliğinde bulundu. 1950 seçimlerinde bir kez daha Manisa milletvekili seçildi. 22 Mayıs 1950 tarihinde 1. Menderes Hükûmeti'nde Millî Savunma Bakanı olarak yer aldı. 9 Mart 1951 tarihinde 2. Menderes Hükûmeti'nde Devlet Bakanlığı'na getirildi, fakat parti yöneticileri ile ihtilafa düşünce 30 Mart 1951 tarihinde bakanlıktan istifa etti. 2 Kasım 1951 tarihinde Demokrat Parti Meclis Grup Başkanlığı'na seçildi, 17 Haziran 1952 tarihine kadar bu görevi sürdürdü. 24 Nisan 1955 tarihinde İstanbul'da vefat etti. İzmir'de Soğukkuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi. Ünlü gazeteci-yazar Emin Çölaşan'ın, anne tarafından dedesidir. Ben-Hur Ben-Hur, tam adı Judah Ben-Hur olan kurgusal bir roman karakteridir. Hikâyeye göre Ben-Hur Yahudi bir aristokratken, İmparator Tiberius döneminde, Romalı arkadaşı Messala'nın ihaneti ile köleleştirilmiştir. Bu andan sonra hayatı büyük bir maceranın içinde kaybolur, maceranın az gözüken ama Ben-Hur'u en derinden etkileyen figürü ise İsa'dır. Ben-Hur İsa'nın çarmıha gerilişine de şahit olur. Hikâye ilk kez Lew Wallace tarafından, 1880'de roman olarak k
aleme alınmıştır. Hristiyanlık ağırlıklı bir atmosfere sahip hikâye, başarılı bir roman olduktan sonra defalarca sinema filmlerine, tiyatro ve radyo oyunlarına adapte edilmiştir. Kitap, oyun, müzikal ve filmler: Yüzüklerin Efendisi: İki Kule (film) Yüzüklerin Efendisi: İki Kule (İngilizce: "The Lord of the Rings: The Two Towers"), J. R. R. Tolkien'nin "" adlı kitabından uyarlanmış ve Peter Jackson tarafından yönetilmiş 2002 yılında gösterime giren fantazi filmidir. Filmin olay örgüsünde, Frodo ve Sam'in yüzüğü yok etmek için Mordor'a giderken onun eski sahibi Gollum ile tanışmaları, Aragorn, Legolas, ve Gimli'nin Gandalf'ın dirilişi ile birlikte Rohan'ı savunmaya gitmesi ve Merry ile Pippin'in tutsaklıktan kaçmalarından sonra bir Ent olan Treebeard ile tanışmaları olmak üzere üç hikâye anlatıldı. Film, finansal ve eleştirel açıdan başarılı oldu. Film gişede büyük bir başarı elde ederek 900 milyon doların üzerinde hasılat yaptı ve tüm zamnlaın en çok kazanan 13'ncü filmi oldu. Filmin uzatılmış özel DVD sürümü 19 Kasım 2003 tarihinde dağıtıldı. Şeb-i Arûs Şeb-i Arus, , (Farsça şeb: gece, Arapça arus: düğün), Mevlevilikte Mevlânâ Celaleddin-i Rumi'nin öldüğü gecedir. Mevlana Celaleddin Rumi, bu geceyi Rabb'ine, sevgiliye kavuşma gecesi olarak düşündüğü Düğün Gecesi olarak adlandırır. Rumi'nin ölüm yıl dönümlerinde 17 Aralık tarihlerine denk gelen haftalarda yapılan ve "Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri" olarak isimlendirilmeye başlanılan törenler, halk arasında "Şeb-i Arus" olarak da anılmaktadır. Alexander Dubček Alexander Dubček (d. 27 Kasım 1921 Uhrovec, Slovakya - ö. 7 Kasım 1992 Prag) Slovak asıllı Çekoslovak devlet adamı. Çekoslovakya Komünist Partisi (KSC) birinci sekreterliği sırasında uyguladığı reform programı, Çekoslovakya'nın Ağustos 1968'de SSCB ve Varşova Paktı üyesi devletler tarafından işgal edilmesiyle sona erdi. Çocukluk yıllarında babası Stefan Dubçek'le birlikte gittiği Sovyetler Birliği'nde göçmen olarak yaşadı. Öğrenimini Kırgızistan'da gördü. Babası tarafından kurulan bir sanayi kooperatifinde monitörlük yaptı. 1938 yılında ailesiyle birlikte Çekoslovakya'ya döndü. 1939 yılında Çekoslovak Komünist Partisi'ne üye oldu. II. Dünya Savaşı sırasında "Slovak Milli Ayaklanması" adlı yeraltı direniş teşkilatına katıldı ve Alman işgal kuvvetlerine karşı savaştı. Bu savaşta iki defa yaralandı. Savaştan sonra Komünist Parti içinde devamlı olarak yükseldi. 1955 yılında Sovyetler Birliği'ne giderek Yüksek Siyasi Etütler Okulunu bitirdi. 1958'de memleketine dönerek Bratislava'daki bölge komitesinin birinci sekreteri ve hem Slovak, hem de Çekoslovak komünist partilerinde Merkez Komitesi Üyesi oldu. 1962'de KSC Merkez Komitesinin seçtiği parti prezidyumu asil üyeliğine getirildi. 1963'te Slovakya kolu birinci sekreterliğine seçildi. Ekim 1967'de Prag'da yapılan bir Merkez Komitesi toplantısında parti birinci sekreteri Antonín Novotný'e karşı partinin ve ekonomik reform yanlılarından başka Slovak milliyetçilerinin de desteğini topladı. Novotny, 5 Ocak 1968'de yerine Alexander Dubçek'i bırakarak birinci sekreterlikten istifa etti. Alexander Dubçek'in parti birinci sekreteri olmasından sonra 1968'in ilk aylarında Çekoslovak basınına daha geniş serbestlikler tanındı. Josef Stalin dönemindeki siyasi tasfiye kurbanlarına itibarları iade edildi. Nisan ayında Çekoslovakya'nın "sosyalizm yolu" adı verilen bir reform programı yürürlüğe kondu. Bu gelişmeler SSCB'de ihtiyatla karşılandı. 29 Temmuz - 2 Ağustos arasında iki ülkenin en yüksek düzeydeki liderleri Slovakya'daki Cierna şehrinde bir araya geldiler. Dubçek bazı küçük tavizler vermeyi kabul etti. 3 Ağustos 1968'de Bratislava'da diğer Doğu Avrupalı komünist liderlerin de onayladığı bir protokol imzalandı. Fakat Çekoslovakya'daki gelişmelerden ve liberalleşme eğilimlerinden memnun olmayan SSCB ve Varşova Paktı üyesi diğer ülkeler 20 Ağustos 1968 gecesi Çekoslovakya'yı işgal ettiler. Dubçek ve Prezidyum'un diğer beş üyesi tutuklanarak Moskova'ya götürüldü. Halkın başlattığı direniş neticesinde Sovyetler, Dubçek'le anlaşmak zorunda kaldı. Daha sonra Prag'a dönen Dubçek, hisli bir konuşma yaparak halkın daha fazla desteğini istedi. Fakat giderek durumu zayıflayan Dubçek'in yardımcıları vazifelerinden uzaklaştırıldı. Kendisi de Nisan 1969'da parti birinci sekreterliğinden alınarak Federal Meclis başkanlığına getirildi. Ocak 1970'te Türkiye'ye büyükelçi olarak tayin edildi. Aynı yıl Partiden ihraç edilerek Prag'a geri çağrıldı. Bratislava'da orman idaresi müfettişliğine getirildi. Bratislava'da gözetim altında yaşadı. Çekoslovak Komünist Partisi ve Prezidyum üyelerinin topluca istifa etmelerinden sonra 28 Aralık 1989 tarihinde oy birliğiyle parlamento başkanlığına seçildi. 17 Ocak 1990 tarihinde Avrupa Parlamentosu tarafından verilen Saharov Ödülü'nü alırken yaptığı bir konuşmada Çekoslovakya'nın gelecekte Avrupa'daki yerini alması için her şeyi yapacağını ve ülkesinin Avrupa Topluluğu'na üyeliğinin yalnızca zaman meselesi olduğunu söyledi. 27 Haziran 1992 tarihinde yeni seçilen Çekoslovakya Parlamentosu'nun başkanlığına seçildi. Arzu ettiklerine ulaşamadan 7 Kasım 1992 tarihinde trafik kazası sonucu öldü. Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü (film) Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü (Özgün adı: "The Lord of the Rings: The Return of the King"), Peter Jackson'ın yönetmenliğini yaptığı, J. R. R. Tolkien'in "Yüzüklerin Efendisi" kitaplarının ikinci ve üçüncü bölümlerinden uyarlanan 2003 yılında gösterime giren fantazi filmidir. "Yüzüklerin Efendisi" film serisinin "" ve ""'den sonra üçüncü filmidir. Filmin olay örgüsünde Sauron, Orta Dünya'yı ele geçirmek için son fetihleri başlatmasıyla Büyücü Gandalf ve Rohan Kralı Théoden'in Gondor'a yardıma gitmesi, Aragorn'un Gondor'u savunması ve hayalet orduyu bulmaya gitmesi, Frodo Baggins ve Samwise Gamgee'nin Gollum tarafından ihanete uğraması ve Mordor'a gidip Yüzük'ü yok etmeye çalışmaları anlatıldı. 17 Aralık 2003 tarihinde gösterime giren "Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü", tüm zamanların en çok gişe hasılatı kazanan filmlerinden biri oldu. Film toplamda 1.119.110.941 Amerikan doları kazandı. Ayrıca on bir dalda Akademi Ödülü'ne aday olan film, aday olduğu bütün kategorileri kazandı ve "Ben-Hur" (1959) ve "Titanik" (1997) ile birlikte bunu başaran filmlerden biri oldu. Ayrıca En İyi Film dalında Akademi Ödülü kazanan tek fantazi türündeki film oldu. Filmin sinemalarda gösterilen kurgusuna 52 dakika daha eklenerek hazırlanan Uzatılmış Özel Versiyon 14 Aralık 2004 tarihinde DVD olarak dağıtıldı. Ben-Hur (film, 1959) Ben-Hur, 1959 tarihli sinema filmi. Yönetmeni William Wyler olan film, bugün Lewis Wallace'nin romanı ""`in en ünlü sinema uyarlamasıdır. Başrollerde, Judah Ben-Hur rolüyle Charlton Heston ve Messala rolüyle Stephen Boyd vardır. Filmin galası New York City'de, 18 Kasım 1959 tarihinde Loews Theater'da yapılmıştır. Film sürpriz bir şekilde 11 Akademi Ödülü kazanmıştır; 2011 yılı itibarıyla bu sayıyı sadece 1997'de "Titanic" ve 2003'te "" filmleri yenileyebilmiştir Tarihi bir film olmasına karşın bir karede kırmızı bir arabanın gözüktüğü söylentisi asılsızdır. Film MGM65mm ismi verilen bir camera ile 2.76:1 sinemaskop formatında çekilmiştir Filmin uyarlandığı romanın yazarı Lewis Wallace ABD İç Savaşı'nda Kuzey Orduları generaliydi ve II. Abdülhamid zamanında, 1882 yılında ABD'nin İstanbul'daki Osmanlı İmparatorluğu elçiliğine getirilmişti (“Memaliki Müctemian Amerikan Devleti Sefiri Kebiri”). "Ben-Hur", 2004 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. Bahçelievler Anadolu Lisesi Bahçelievler Anadolu Lisesi (BAL), İstanbul Bahçelievler'de yer alan bir Anadolu Lisesi'dir. 1985 yılında kurulmuş olan okul, aynı zamanda İstanbul'un ilk sur dışı Anadolu Lisesi olma unvanını da elinde tutmaktadır. Okulun renkleri bordo - laciverttir. Kurucu müdürü Mehmet Çolakoğlu'dur. Eğitim dili Almanca ve İngilizce olan okul, 14.000 m² alan üzerine kurulmuştur. Okul 30 Eylül 1985 yılında Vilâyet Töreniyle şu andaki binadan 400 m uzaklıkta olan Koza İlköğretim Okulu'nda eğitim - öğretimine yurt dışından gelen 200 öğrenci ile başlamıştır. 1986 Mayıs ayında hâli hazırda kullanılan ana bina inşaatı tamamlanarak açılan binaya geçilmiş, orta ve lise sınıflarıyla eğitim-öğretim sürdürülmüştür. 1986 - 1987 yılında ortaokul ve liseden mezun vermeye başlamıştır. 1989 - 1990 eğitim - öğretim yılı itibarıyla ilk kez ikişer şube olarak hazırlık sınıflarından başlamak üzere her yıl tüm sınıflara Almanya, Avusturya ve İsviçre'den gelen öğrenciler kabul edilmekte, böylece açılış yılından itibaren mezun vermektedir. Birinci yabancı dil Almanca, ikinci dil ise İngilizcedir. Okulun öne çıkan sportif başarıları arasında Paletli Yüzme Avrupa Şampiyonasında derece elde etmiş öğrencilerinin bulunmasıdır. Karete dalında Avrupa Şampiyonası'nda birinci olan öğrencileri vardır. Voleybol dalında ise yerel başarılara sahiptir. 2 adet eğitim - öğretim binası, bir spor salonu ve bir de açık halı sahası vardır. Okulda öğrenci ve öğretmenlerin faydalanmakta olduğu fizik, kimya, biyoloji, sosyal bilimler ve bilgisayar laboratuvarları ayrıca bir kütüphane mevcuttur. Ayrıca okulun proje okulu seçilmesi nedeni ile her sınıfta projeksionlu akıllı tahta sistemleri uygulamaya geçmesi için altyapılar tamamlanmış ve birçok derste sınıflar bu sisteme geçilmiştir. Böylece öğretmenler derslerini kendilerine verilen dizüstü bilgisayarlarla görsel ve öğrenci merkezli bir şekilde işlemektedir. 2010-2011 Eğitim Öğretim yılında iki sınıfla İngilizce eğitime başlamıştır. 2007 yılında kurulmuş olan "Bahçelievler Anadolu Lisesi Mezunları Derneği" ("BALDER")'ne "Google Gruplar" ile ulaşılabilmektedir. Abdullah Azmi Torun Abdullah Azmi Torun (d. 1869, Eskişehir) - (ö. 27 Eylül 1937), Türk siyasetçi. İstanbul Hukuk Mektebi mezunudur. Manastır İstinaf Mahkemesi Hukuk Dairesi Üyeliği, Hey
’et-i İthâmiye Başkanlığı ve Olağanüstü Mahkeme Üyeliği, İstanbul Sulh Hakimliği ve İstanbul Bidayet Mahkemesi Üyeliği, Osmanlı Meclisi Mebusan I., II. ve III. Dönem Kütahya, IV. Dönem Eskişehir Mebusluğu, TBMM I. ve II. Dönem Eskişehir Milletvekilliği, I. Dönem Kanûnî Esâsî ve Adliye Encümeni Reisliği, Büyük Millet Meclisi 2. Reis Vekilliği, I. Dönem 3. ve 4. İcra Vekilliği Heyeti Umûru Şer’iye Vekilliği, II. Dönem 2. Sube, Ser’iye ve Evkâf , Diyanet ve Evkâf Encümenleri Reisliği yapmıştır. Mehmet Vehbi Çelik Mehmet Vehbi Çelik (d. 1862, Hadim, Konya) - (ö. 28 Kasım 1949), Osmanlı Meclisi Mebusanı 1. Dönem ve 4. Dönem Konya, TBMM 1. Dönem Konya milletvekilliği yapmış, IV. İcra Vekilleri Heyeti'nde Şeriye ve Evkaf Vekilliği (Diyanet ve Vakıflar Bakanlığı) yapmış bir din ve siyaset adamıdır. Hadim ve Konya Medreseleri mezunudur. Mahmudiye Medresesi Müderrisliği, Konya Hukuk Mektebi Fıkıh Öğretmenliği, Kuvâ-yı Milliye Harekâtına katılmış ve Konya Vali Vekilliği yapmıştır. Osmanlı Meclisi Mebusan I. ve IV. Dönem Konya Mebusluğu, TBMM I. Dönem Konya Milletvekilliği, Büyük Millet Meclisi I. Reis Vekilliği, Şer’iye ve Evkâf Encümen Reisliği, 4. İcra Vekilleri Heyeti Şer’iye Evkâf Vekilliği yapmıştır. Evli ve beş çocuk babasıdır. 1862 Hadim, Konya doğumlu olup, Hasan Bey'in oğludur. Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda bulunmuş, Mahmudiye Medresesi Müderrisi iken 58 yaşında I. Dönem Konya Milletvekili seçilmiştir. TBMM 2. Başkanlığı Vekilliğinde, Şeriye Encümeni Başkanlığında, Şer'iye ve Evkaf Vekilliğinde (Bakanlığında) bulunmuştur. İstanbul hükümetiyle Anadolu'nun bağlantısı kesildiğinde Konya Müdafaa-i Hukukun başında bulunuyordu.Bu sırada Valinin Konya'yı terk etmesi üzerine, Müdafaa-i Hukuk adına Konya Valiliğini üzerine almıştır. (Bunun benzeri tarihimizde yoktur). Vehbi Hoca, Konya'nın Birinci Millet Meclisi'ne seçtiği milletvekilleri arasında bulundu. İlk şeriye vekillerinden oldu. Konya'nın Milli Mücadeleye maddi ve manevi büyük katkısını sağlamış olanların başında gelir. İlk anayasayı hazırlayanların arasında bulunmuştur. Meclis'te mütedil sağ kanadın tabi başkanı olarak Milli devletin kuruluşunda önemli hizmetleri olmuştur. Din bilginlerinde zamanın üstadı olarak tanınan Vehbi Hoca,din duygusu ile milliyet duygusunu gönlünde birleştirmiş bir bilgindi.Hadim ve Konya medreselerinde yetiştikten sonra İstanbul'da o zaman en yüksek Teoloji Fakültesi sayılan Darül-Hilafe medresesinden de en iyi dereceyle icazet aldıktan sonra mesleğinde zirveye ulaşmış,bir otorite olmuştur. Meşrutiyet döneminde bir aralık taşrada büyük illerde yüksek okul açma denemesine girişildiği sırada Konya'da da bir hukuk mektebi açılmıştı.O dönemde de İstanbul'dan taşra'ya rağbet olmadığından bu yüksek okula ancak mahalli yeteneklerden hoca aranmıştı.Bunlar arasında medeni Hukuk-Fıkıh hocalığı Vehbi Efendi'ye verilmişti. Vehbi Hoca bu görevde önemli başarı sağlamıştır.Onun asıl hüviyet ve himmeti,Milli Mücadele başlarken ortaya çıkmasındadır. Mehmet Vehbi Efendi Kuvay-ı Milliye hareketi içinde aktif rol almıştır. Nefir’i aam (bütün herkesin gücüne ihtiyaç duyulduğu durum) halinde olan Türkiye'nin, müstevliler tarafından tarumar edilmemesi için herkesin elinden geleni yapmaya çalıştığı anda, sorumluluk gereği gecesini gündüzüne katarak, köy köy, kasaba kasaba, dolaşarak etkileyici ve teşvik edici konuşmalarıyla halkın uyanmasına ve bilinçlenmesine katkıda bulunmuştur. Anadolu'da Müdafaa-i Hukuk'un ilk kurulduğu yerlerden birisi Konya'dır.Kuranların başında Vehbi Hoca bulunmuştur.Vehbi Hoca son Osmanlı Mebusan Meclisi'ne Konya'dan mebus seçilmişti.Bu Meclisin başkan vekilliğini yapmıştır.Bu görevdeki himmeti önemlidir.Misak-ı Milli'nin bu Meclis tarafından kabulünde şahsi otoritesiyle rol oynamıştır.Milli Mücadeleyi desteklemesi için Meclis tarafından Padişah'a gönderilen üç kisilik heyette Vehbi Hoca'da bulunmuştur.Bu Meclisin İngilizler tarafından basılıp dağıtılmasından sonra Ankara'da ilk büyük Millet Meclisine en erken katılanlardan birisi olmuştur.Bir aralık Konya Valisinin vazifeyi bırakıp kayıp olması üzerine,halkın arzusuyla Valiliği üstlenmiş ve Mevlana şehri Konya’mızın İtalyanlarca işgalini önlemiştir. Meclis tarafından umur-u şeriye vekaletine seçilmiştir.Bu görevde iken saltanatın ilgasına dair şeri fetvayı (hilafetten indirme) veren ve bunu meclis huzurunda okuyup kabul ettiren de Mehmet Vehbi Hoca idi. 27 Kasım 1949'da vefat etmiştir. Ali Vasi Çelebi Ali Vasi Çelebi (d. ?, Filibe - ö. 1543, Bursa), Türk yazar ve hattat. Dönemin bilginlerinden Abdülvasi Efendi'nin yanında yetişen (Vasi adı buradan kaynaklanır), Ali Vasi Çelebi (Vasi Alisi de denir) Hümayunname adlı yapıtıyla tanındı. Kelile ve Dimne çevirisi olan bu yapıtını Kanuni Sultan Süleyman'a sunarak Bursa kadılığına getirildi. Nanomekanik Nanomekanik, mekanik biliminin moleküler düzeyde incelenmesini kapsayan, malzeme bilimi ile desteklenen bir daldır. John Adams John Adams (d. 30 Ekim 1735 - ö. 4 Temmuz 1826) Amerika Birleşik Devletleri tarihindeki ilk Başkan Yardımcısı ve 2. Başkandır. Massachusetts eyaletinin Boston kenti yakınlarında bulunan Braintree kasabasında dünyaya geldi ve gene Boston kenti yakınındaki Quincy kasabasında vefat etti. John Adams Amerikan Bağımsızlık Savaşının önde gelen isimlerinden biridir. Boston merkezli Massachusetts kolonisinin ünlü avukatlarından biriydi ve İngiltere'den ayrılmayı savunan görüşleriyle tanınırdı. 1774'te Amerika'daki 13 İngiliz kolonisinin kurduğu Kıta Kongresi'nde Massachussets temsilcisiydi. 4 Temmuz 1776 tarihli Bağımsızlık Bildirgesi'nin yazılmasına katkıda bulunan isimlerden birisidir. Bağımsızlığın ilanının ardından İngiltere'ye karşı Fransa'nın desteğini almak için 1778-1780 yılları arasında Paris'te Benjamin Franklin ile birlikte görev yaptı. Daha sonra Bağımsızlık Savaşı için kredi almak amacıyla Hollanda'ya geçti ve 1785'te İngiltere'ye gidene kadar orada kaldı. Bu dönemde Prusya ile de diplomatik ilişkiler kurdu. 1785-1788 yılları arasında İngiltere'de ABD'nin resmi temsilcisi olarak görev yaptı ve Kral III. George ile görüştü. 1788'de ABD'ye döndü ve ilk ABD Başkanlık seçimi olan 1789 seçimlerinde aday oldu. Seçiciler kurulu seçiminde George Washington 69 oyun tümünü, John Adams ise 34'ünü aldı. Dönemin seçim usulleri uyarınca her Seçici iki oy kullanır, en çok oy alan Başkan seçilir, ikinci gelen ise Başkan Yardımcısı olurdu. Böylece George Washington ilk ABD Başkanı, John Adams ise ilk Başkan Yardımcısı oldu. 1792 yılındaki ikinci seçimde de George Washington 132 Seçicinin tümünün oyunu alarak Başkan, John Adams ise 77 oyla ikinci gelerek Başkan Yardımcısı oldu. 1796 yılında George Washington emekli olmaya karar verirken John Adams Federalist Parti'nin adayı olarak seçimlere katıldı. En önemli rakibi Demokratik-Cumhuriyetçi Parti adayı, Bağımsızlık Bildirgesi'nin ünlü mimarı Thomas Jefferson'du. John Adams 138 Seçicinin 71'inin oyunu alarak Başkan, Thomas Jefferson ise 68 oyla Başkan Yardımcısı seçildi. 1787-1801 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri ikinci Başkanı olarak görev yaptı. Başkanlığı döneminde ülkesini Napolyon liderliğindeki Fransa ile İngiltere arasındaki savaştan uzak tutmaya çalıştı. Halbuki ABD o dönem adeta ikiye bölünmüştü: Federalist Parti İngiltere'yi desteklerken Demokratik-Cumhuriyetçi Parti Fransız yanlısıydı. Kendi partisiyle çelişkiye düşmeyi göze alarak hem İngiltere hem de Fransa ile barış halini ve ülkesinin bütünlüğünü korumayı başardı. İzlediği bu siyaset yüzünden hem kendi partisiyle hem de Paris'teki Büyükelçilik döneminden beri yakın dostu olan Thomas Jefferson ile sorunlar yaşadı. 1800 seçimlerinde 138 Seçicinin 65'inin oyunu alabildi. Rakipleri Demokratik-Cumhuriyetçi Parti'nin adayları Thomas Jefferson ve Aaron Burr ise 71'er oy aldı. Dönemin usulleri gereği eşit oy alan iki adaydan kimin başkan olacağına Temsilciler Meclisi karar verecekti. 36 tur süren oylama sonucunda Jefferson Başkan, Burr ise Başkan Yardımcısı oldu. Bu süreçte John Adams, Peacefield'daki çiftliğine çekilerek siyasetten uzak kaldı. Federalist Parti'yle bütün ilişkisini kestiği gibi rakibi Jefferson'un yemin törenine de katılmadı. Eski dostu Jefferson ile bir daha görüşmedi. Ancak ortak arkadaşları Benjamin Rush'ın çabalarıyla 1812 yılından itibaren mektupla haberleşmeye tekrar başladılar ve 1826'daki ölümlerine kadar ABD tarihinin en ünlü mektuplaşmasına imza attılar: Toplam 158 mektup. Tarihin garip bir cilvesi, ikisi de aynı gün, 4 Temmuz 1826'da, ABD'nin bağımsızlığını kazanmasının 50. yıldönümünde hayata gözlerini yumdular. John Adams, 1825 yılında, henüz hayattayken, oğlu John Quincy Adams'ın ABD'nin 6. Başkanı oluşuna şahit oldu. Baba-oğul ABD Başkanı olan Adams'ların bu başarısı uzun yıllar bir daha tekrarlanmadı. Bu durumun ikinci örneği Bush'lardır: George H. W. Bush (1989-1993) ve oğlu George W. Bush (2001-2009). John Adams, bugün Beyaz Saray olarak bilinen başkanlık binasını inşa ettiren ve ilk kullanan Başkandır. Hayatı boyunca köleliğe karşı çıkmış ve hiçbir zaman köle sahibi olmamıştır. Fransa ve İngiltere ile savaşa girmekten kaçınmasına karşın ABD Ordusu'nun ve Donanması'nın kurucusu olarak bilinir. HBO yapımı John Adams isimli mini dizide Paul Giamatti tarafından canlandırılmıştır. Poisonblack Poisonblack, Fin gothic metal grubu, 2000 yılında kuruldu. Kurucusu Sentenced in eski solisti Ville Laihiala'dır. Grup kurulduğunda bazı çevreler tarafından proje grubu olarak değerlendirilmişti. Ama Ville Laihiala resmi sitesinde "This is not a project band! I have my heart and soul in Poisonblack!" diyerek durumu netleştirmiştir. Ville Laihiala grubu 2000 yılında kurarken diğer elemanlarını yetenekli ama aynı zamanda yakın müzisyen arkadaşlarından seçmiştir. Grubun basçısı Janne Kukkonen ile daha önce de beraber çalışmış. Daha sonra Sentenced'in Crimson turunda onlarla beraber olan Charon solistini de gruba eklemiştir. İsmail Safa Özler İsmail Safa Özler (1885, Adana - 28 Haziran 1940), TBMM 1. Dönem Mersin, 2. Dönem Adana ve 6. Dönem'de S
eyhan milletvekilliği, ayrıca kısa dönemler Dahiliye (İçişleri) ve Maarif (Eğitim) Vekilliği (Bakanlığı) yapmış bir siyasetçidir. Şam İdadisi'nde tarih-coğrafya Öğretmenliği, Adana Halkevi Başkanlığı, gazetecilik ve çiftçilik yaptı. I. Dönem Mersin, II. Dönem Adana, VI. Dönem Seyhan milletvekili oldu. IV. İcra Vekilleri Heyeti'nde Dahiliye (İçişleri) ve Maarif (Eğitim) Vekilliği (Bakanlığı) yaptı. Adına bir lise yapılmıştır. Lisenin adı İsmail Safa Özler Anadolu Lisesi'dir. Ahmet Rifat Çalık Rıfat Çalık (1888, Kayseri - 23 Şubat 1963) Türk siyasetçi. Hukuk mektebinde okudu, belediyecilikte uzmanlaştı. Maydos Müddei Umumisi ve Kayseri Belediye Başkanı oldu. Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda 2. Dönem ve 4. Dönemde Kayseri mebusu, TBMM 1. Dönem'de yine Kayseri temsilcisi oldu. Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi’nin yapıldığı dönemde Kayseri Belediye Başkanıydı. IV. İcra Vekilleri Heyeti'nde fiilen istifa etmiş sayılan Celalettin Arif'e vekaleten Adliye Vekilliği yaptı. 23 Şubat 1963 tarihinde vefat etti. Reşat Kayalı Mehmet Reşat veya bilinen adıyla Reşat Bey (1881, Akhisar - 20 Şubat 1926, Fransa) Türk siyasetçi. Akhisar'da Yunan işgaline karşı ilk direnişi başlatanlardan, Akhisar Kuva-yi Milliyesinin oluşmasında büyük emeği geçmiş, TBMM 1. Dönem ve TBMM 2. Dönem'de Saruhan (Manisa) milletvekilliği yapmış Kuva-yi Milliyeci ve siyasetçidir. 1881 yılında Manisa'nın Akhisar kazasında doğdu. Saraç Mustafa Ağa'nın oğludur. Akhisar İptidai Mektebi ve Rüştiyesini bitirdi. 1897 yılında Ziraat Bankası'nda çalışmaya başladı ve daha sonra Maliye Nezareti'ne geçti. İzmir'in işgalinden sonra Akhisar'a dönerek Kuvayı Milliye'ye katıldı. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da düzenlenen birçok kongreye katıldı. Saruhanlı-Tirkeş cephesinde Akhisar Millî Alayında Yunanlarla savaştı. Saruhan mebusu seçildiği halde meclise katılmamış olan İsmail Hakkı Bey'in yerine 15 Mayıs 1920 tarihinde Saruhan mebusu seçildi. 28 Mayıs 1921'de Gördes, 30 Temmuz 1921 tarihinde Isparta ve Kayseri'de özel görevler için izinli sayıldı. TBMM II. dönemde tekrar Saruhan'dan milletvekili seçildi. TBMM'nin 21 Kasım 1923 tarihli kararıyla Kırmızı-Yeşil Şeritli İstiklâl Madalyası ile taltif edildi. Mebus iken 22 Şubat 1926 tarihinde görevli olarak gittiği Fransa'da aniden peritoniti geçirerek vefat etti. Cenazesi Akhisar'a getirilerek kendi adını taşıyan mezarlığa defnedildi. Akhisar'daki Reşat Bey Mahallesi ve Reşat Bey Mezarlığı onun adını taşımaktadır. Sevr Sevr (Fransızca: Sèvres), Île-de-France Bölgesi, Hauts-de-Seine İli, Boulogne-Billancourt Arrondissement'da bulunan komündür. Fransa'nın başkenti Paris'in 9,9 km güneybatısında bir semt. 23.000 nüfuslu Sevr, porselen üretimi ile tanınmıştır. Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Antlaşması, bu semtteki bir porselen fabrikasında 10 Ağustos 1920'de imzalanmıştır. Oral Çelik Oral Çelik (d. 1959, Girmana, Hekimhan, Malatya), adı bir dönem Abdi İpekçi cinayeti ve Papa II. Jean Paul'a yönelik suikast girişimine karışmış olan Türk ülkücüdür. Malatyalı yoksul bir aileden gelen Çelik, dört çocuğun en küçüğüydü. Siyasi görüşlerinin oluşumunda ülkücü olan ağabeyi Mustafa Çelik'in büyük etkisi oldu. Malatya'da öğrenim gördüğü Turan Emeksiz Lisesi'nde en yakın arkadaşlarından biri Mehmet Ali Ağca'ydı. 1970'li yıllarda Hazar Gölü'nün kenarında kurulan ülkücü eğitim kamplarına katıldı. 27 Haziran 1980'de Sivas Eğitim Enstitüsü'nden mezun oldu. 1979'da gazeteci Abdi İpekçi'nin cinayetine ilişkin Mehmet Ali Ağca ile birlikte anılan ve aynı dönemde Malatya'da bir dizi cinayet ve bombalama eylemi düzenleyen ülkücü grubun içinde olduğu iddia edilen Oral Çelik, olayların hemen ardından yurtdışına kaçtı. 12 Eylül Darbesi'nden sonra Yalçın Özbey, Mehmet Şener, Mehmet Ali Ağca ve Abdullah Çatlı ile Bulgaristan'da ve İsviçre'de bir araya geldi. Çatlı ile birlikte Viyana'da kalan Çelik, 30 Mart 1981'de Papa II. Jean Paul'e yönelik suikast girişiminin öncesinde Zürih'te Ağca ve Bekir Çelenk ile buluştu ve 13 Mayıs 1981 günü gerçekleştirilen suikast eyleminden sonra kayıplara karıştı. Suikastı araştıran İtalyan savcı, olay yerinde bulunan Amerikalı turist Lowell Newton'un çektiği fotoğraflarda elinde silahla kaçan ikinci bir kişinin görüntülendiğini, Ağca'nın iki el ateş ettiğini ancak Papa'nın üç kurşun yarası aldığını, fotoğraftaki ikinci tetikçinin Oral Çelik olduğunu ve Ağca'nın olaydan sonra verdiği ifadesinde bunu itiraf ettiğini ileri sürdü. Bu iddiaları reddeden Çelik, suikast girişiminden hüküm giyen ve daha sonra bizzat Papa II. Jean Paul tarafından affedilen Ağca'nın "bir piyon, bir maşa" olduğunu, olayda ismini vermediği ikinci bir tekikçinin daha olduğunu, suikast emrini Papa'nın yerine geçmek isteyen Pecci adında bir kardinalin verdiğini, İtalyan ve Fransız istihbarat örgütlerinin de olayda rol aldığını ileri sürmektedir. Çelik, 1985'te İsviçre'de Çatlı ve Şener'le birlikte yakalandı. 14 Kasım 1986'da Fransa'da uyuşturucu suçundan üzerinde Bedri Ateş adında sahte pasaportla yakalandı ve üç yıl hapis yattı. Gerçek kimliği ortaya çıkınca İtalya'ya iade edildi ve Abdullah Çatlı'nın tanık sıfatıyla "Suikast günü Çelik Viyana'da benim yanımdaydı" demesiyle burada yargılandıği davadan beraat etti. Çelik, 1996 yılında İtalya'dan Türkiye'ye iade edildi ve "silahlı çete üyesi olmak, ruhsatsız silah taşımak ve cezaevinden adam kaçırmak" suçlarından zamanaşımı nedeniyle beraat etti. 1997'de 24 yaşındaki Emine Avcu ile evlendi. Abdullah Çatlı'nın eşi ve kızları, Milliyetçi Hareket Partisi İstanbul İl Başkanı Mehmet Gül ve sanatçılar Nuri Sesigüzel ve Selahattin Alpay'ın konuk olduğu düğüne Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu çelenk gönderirken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Doğru Yol Partisi milletvekili Mustafa Cihan Paçacı, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Burhan Özfatura kutlama telgrafı çekti. 1998'de Malatyaspor Kulübü başkanlığına seçildi. 2002 erken seçimlerinde Malatya'dan bağımsız milletvekili adayı oldu. Aynı yıl "Sır'rın Sırrı" adlı kitabı yayımlandı. 17 yıl sonra mahkeme huzuruna getirilen Çelik, Abdi İpekçi'nin öldürülmesine ilişkin olarak 20 yıldan az olmamak üzere ağır hapis cezası istemiyle tutuksuz yargılandı. Savcı, mahkemeye sunduğu iddianamede suikastın Mehmet Ali Ağca ve Oral Çelik tarafından planlandığını belirtti. Ağca, Çelik'in "olayda kullanılan tabancaları temin ettiği, olayın meydana geldiği sırada Ağca'yı gözetlediği, eylemin tamamlanmasından sonra da silahları alarak kaçtığı" yönünde ifade verdi. Diğer sanıklardan Yavuz Çaylan ve Güngör Uygur da Çelik'in eyleme katıldığını ifade etti. Millî İstihbarat Teşkilatı'nın 28 Ekim 1997'de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderdiği "Gizli" ibareli raporunda Çelik'in "Abdi İpekçi suikastini planlayanlar arasında bulunduğu, Mehmet Ali Ağca'ya yardım taahhüt ettiği ve suikast sonrasında bu sözünü yerine getirdiği" belirtildi. Suçlamaları kabul etmeyen Çelik, iddiaların dedikodudan ibaret olduğunu ileri sürdü. İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 28 Mayıs 1999 tarihli kararıyla, "hakkında kesin ve yeterli delil bulunamadığından dolayı" beraat etti. Yargıtay 1. Ceza Dairesi'nin 15 Kasım 1999 tarihli onamasıyla hakkındaki beraat kararı kesinleşti. Çelik, 17 Nisan 2006 tarihli "Bugün" gazetesinde yer alan röportajında şunları söyledi: Bu sözlerin ardından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 27 Nisan 2006'da Çelik'in yeniden yargılanması isteminde bulundu, ancak bu talep İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedildi. Mehmet Ali Ağca, 2010'da çıkan "Papa'yı Neden Vurdum" isimli kitabında Oral Çelik ve Yalçın Özbey'in "vatansever duygularla" İpekçi'yi öldürdüklerini, çünkü Çelik'in İpekçi'nin "Yunan casusu" olduğuna inandığını iddia etti. Ağca ayrıca Abdullah Çatlı ile Oral Çelik vasıtasıyla tanıştığını, Mihri Belli'yi Çelik ve Yalçın Özbey'in vurduklarını, Çelik'in Ağca'ya Kemal Türkler ve Behice Boran'a suikast düzenleneceğini birkaç gün öncesinden anlattığını ileri sürdü. Çelik, 7 Haziran 1979'da Malatya'da TÖB-DER üyesi öğretmen Nevzat Yıldırım'ın öldürmek ve öğretmen Mustafa Cankulu'yu yaralamaktan 30 yıla kadar hapis istemiyle yargılandı. Cankulu, olaydan bir yıl sonra intihar etti. Dava dosyasında görgü tanıklarının ifadelerinin bulunduğu yedi klasör ortadan kaybolunca mahkeme, "yeterli delil bulunamadığı" gerekçesiyle Çelik'in beraatine karar verdi. Bir bölümü 19 yıl sonra ortaya çıkan klasörlerde, aynı davada yargılanan Doğan Sarı'nın cinayete ilişkin şu ifadeleri yer alıyordu: Çelik ayrıca 19 Eylül 1979'da üç arkadaşıyla birlikte bir taksiyi gaspederek avukat yazıhanesi bastığı ve bir kişiyi yaraladığı iddiasıyla yargılandı ve bu davadan da delil yetersizliğinden dolayı beraat etti. İştip İştip (Makedonca: Штип "Štip"), Makedonya'nın orta kesiminin doğusunda bulunan bir kasabadır. İştip, Makedonya’nın doğu kesiminde, Doğu bölgesi sınırları içinde yer alır. Bu bölge içinde, İştip belediyesi sınırları dâhilinde 34 yerleşim yeri vardır. Belediyenin toplam nüfusu 47.796; İştip’in merkez nüfusu ise 42.625’dir. İştip’te 4 ilköğretim okulu, 2 bölgesel okul, 5 ortaöğretim okulu ve 1 üniversite (Gotse Delçev Üniversitesi) bulunur. İştip’in merkezinden Otinya nehri akar ve şehri ikiye böler. Ayrıca, kasabanın bir havalimanı da vardır. İştip Akdeniz iklimi alanındadır. Toprak kültürü açısından elverişli, oldukça sıcak yazlar ve hafif kışlar görülür. İştip’in bulunduğu bölge ormansızlaşma bölgesi olup bu durum, bölge iklimine etki etmiştir. Yazlar 32-40 °C ortalamaya sahip sıcak ve kurudur. Kışlar iki aydan kısa sürer. -10 ila -2 °C arasında bir ortalamaya sahip olan kışlar ılımandır. İlkbahar genellikle Şubat ayında başlar. İştip’e ilk yerleşenlerin Paeonia halkı olduğu düşünülür. Bu halk Vardar’ın batısında yaşamıştır. Bu dönemde şehrin "Astibo" olarak adlandırıldığı düşünülmektedir. 976-1014 tarihl
eri arasında İştip, Samoil Krallığı sınırlarında olmuştur. Samoil Krallığı sonrasında şehir sırasıyla Doğu Roma İmparatorluğu, Bulgar Devleti, Sırp İmparatorluğu egemenliklerine geçmiştir. 1382 yılında İştip, Osmanlı egemenliğine girmiştir. 1395 yılında da Türk egemenliği kesinleşmiştir. 1661 yılında ünlü Türk seyyah Evliya Çelebi İştip’i ziyaret etmiştir. 1683-1699 Osmanlı-Avusturya Savaşları sırasında Avusturya ordusu birlikleri, Balkanlar’daki Osmanlı İmparatorluğu topraklarına girmiştir. Bu saldırı sırasında 1689 yılında İştip, geçici olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kontrolüne girmiştir. Rumeli Vilayeti’nin önemli şehirlerinden biri olmuştur. Nüfusun tamamına yakını Türk idi. 1911 Encyclopedia Brittanica baskısı halkı için asil (nobel), ciddi (sober), disiplinli (order) Türk ırkının en güzel karakterlerini sergiler demektedir. Selçukluların asil ailelerinin yerleştirildiği yerdir. Hayırseverleri ve ulemalarıyla meşhurdur. 1912-1913 Balkan Savaşları, İştip’te Osmanlı egemenliği son bulmuştur. Bu tarihlerden sonra, çeşitli saldırılar ve yıldırma çalışmaları sebebiyle şehrin büyük nüfus oranına sahip Türk nüfusu içinden Türkiye yönünde gelişen büyük göç hareketleri yaşanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu dönemi sonrasında bölge, küçüklü büyüklü birçok muharebe sonrasında İştip’in de yer aldığı bölge, Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı egemenliğinde kalmıştır. Krallık, sonrasında Yugoslavya Krallığı olarak 1943 yılına dek egemen olmuştur. 1943 yılı ile beraber Yugoslavya Krallığı ortadan kalkmış, yerine Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu dönemde de İştip, devam eden idari yapı içinde yer almıştır. 1991 yılında Makedonya’nın Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nden bağımsızlığını ilan etmesiyle İştip, bağımsız Makedonya Cumhuriyeti içinde bugününe gelmiştir. Bugün İştip, tekstil ve moda sanayisi merkezidir. Küçüklü büyüklü birçok fabrikada çok sayıda işçi çalışmaktadır. Tekstil, İştip sanayisi için birincil olma özelliğini korumaktadır. 2002 sayımlarına göre İştip’in toplam nüfusu 47.796 kişidir. Bu nüfusun etnik dağılımı şu şekildedir: Makedonlar 41.670; Türkler 1.272; Romanlar 2.195; Ulahlar 2.074 ve diğerleri… Fuat Umay Mehmet Fuat Umay, (24 Şubat 1885, Kırkkilise - 1 Temmuz 1963, İstanbul), Çocuk Esirgeme Kurumu'nun kurucusu, TBMM 1. Dönem'nde Bolu, 2. Dönem'den 8. Dönem'e kadar (1920-1950) Kırklareli milletvekilliği yapmış hekim, hizmet ve siyaset adamıdır. 24 Şubat 1885'te Kırklareli'nde doğmuştur. İlk ve ortaokulu Kırklareli'nde, liseyi Edirne Lisesi'nde okumuş, 1910 yılında ise İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olmuştur. İlk görev yeri olan Tırnovacık kazası belediye tabipliği görevine 2 Temmuz 1910 tarihinde başlamıştır. Balkan Savaşı sırasında bölgedeki askeri hastanede görev yapmıştır. Harp sonrası 28 Ağustos 1913'te Kırklareli belediye tabipliğine getirildi. Burada Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu; "etfal" Arapça'da "çocuklar" demektir, "tıfıl"ın çoğuludur) Kırklareli Şubesinin ve Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti'nin kuruluşlarında görev aldı. Daha sonra Bolu hükümet tabipliğine atandı. 1920-1923 döneminde Milli Mücadele'ye katılarak TBMM'de Bolu milletvekili, 1923-1950 dönemlerinde Kırklareli milletvekili olarak görev yaptı. Soyadı Kanunu ile, Türk çocuklarına verdiği hizmetten dolayı, Türk mitolojisinde çocukların koruyucu ruhu "Umay"'a atfen, Atatürk tarafından kendisine bu soyadı verildi. Dr. Fuat Umay, 30 Haziran 1921 tarihinde kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer almış ve uzun süre genel başkanlık yapmıştır. Dr. Fuat Bey, Bolu milletvekilliği sırasında Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne gelir getirici birçok çalışmanın adımını atmıştır. Bolu milletvekili Dr. Fuat, Tunalı Hilmi Bey, Üsküdar milletvekili Neşet, İzmir milletvekili Yunus Nadi, Sivas milletvekili Vasıf, Karahisar-ı Sahib (Afyon) milletvekili Ali Çetinkaya, 4 Şubat 1922 tarihinde Meclis'e bir teklifte bulunarak; PTT Müdüriyet-i Umumiyesinin mektup zarfı, kartlar ve kartpostallarına birer kuruş zam yapılarak gelirinin Himaye-i Etfal Cemiyetine bırakılmasını istemişlerdir. Teklif encümende reddedilmiş, daha sonra söz alan Mersin milletvekili Selahattin Bey'in kanuna gerek olmadığı, konunun tavsiye kararı ile çözümlenebileceğini belirtmesi üzerine, Posta ve Telgraf Müdüriyet-i Umumiyesine tebliğ edilmiştir. Dr. Fuat Umay, siyasi yaşamı sırasında Himaye-i Etfal Cemiyetine gelir getirmesi amacıyla, Meclis'e birçok teklif getirmiştir. Bunlardan başlıcaları şunlardır; - Himaye-i Etfal Cemiyetinin Posta Ücretlerinden Muaf Tutulması Hakkındaki Teklif: 1926'da yasalaşarak yürürlüğe girdi. - Ankara Şengül Hamamı Caddesindeki Bir Arsanın Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne Bırakılması Hakkındaki Teklif: Dr. Fuat Bey ve doksan altı arkadaşının verdiği teklifle, devlete ait Numune Mektepleri karşısındaki (SHÇEK Genel Müdürlüğü'nün şu andaki yeri) beşbin metre karelik arsanın Himaye-i Etfal Cemiyetine bağışlanması 3 Mart 1925 tarihinde yasalaşarak yürürlüğe girdi. - Himaye-i Etfal Cemiyetinin Damga Vergisinden Muaf Tutulması Hakkındaki Teklif: 1926'da Yasalaşarak yürürlüğe girdi. - Himaye-i Etfal Cemiyetinin Gelirlerini Arttırmak Maksadıyla Para İle İşleyen Otomatik Makinaların İmtiyazının Alınması Hakkındaki Teklif: Yasalaşarak yürürlüğe girdi. - 23 Nisan Çocuk Bayramı Münasebeti İle Şefkat Pulu Kullanılması Hakkındaki Teklif; Dr. Fuat Bey ve 9 arkadaşı 9 Nisan 1932 tarihinde Meclis Başkanlığına teklifte bulunarak, 20-30 Nisan tarihleri arasında mektup ve telgraflara "Çocuk Şefkat Pulu" yapıştırılmasını istedi. 11 Nisan 1932'de kabul edilen yasa ile uygulama yürürlüğe girdi. Fuat Beyin, "Amerika'da Türkler ve Gördüklerim" (1927), "Seçmenlerimle Başbaşa" (1950) isimli iki kitabı bulunmaktadır. Dr. Fuat Umay 1950 yılında seçimleri kaybetmesi üzerine siyasi hayattan çekilmiş, 1963 yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Dr. Fuat Bey, Himaye-i Etfal'e gelir sağlamak amacıyla çeşitli çabalar içerisine girmiştir. Yurt içindeki bağış çalışmalarının yeterli görülmemesi üzerine özellikle ABD'de yaşayan Türk vatandaşlarına ulaşma çabaları başlatmıştır. Dr. Fuat Bey, Gelibolu milletvekili Celal Nuri İleri'den adres alarak Washington'da Türklere imamlık yapan Mehmet Ali Efendi'ye ulaşır. Yazışmalar sonunda Türk Teavün Cemiyeti'ne ulaşılır. Cemiyet New York ve Detroit'te toplantı yaparak 120.000 dolar bağış toplayarak Himaye-i Etfal Cemiyetine gönderir. Türk vatandaşlarının gönüllü katkılarının yoğunluğu üzerine Ankara'dan bir temsilcinin davet edilmesi düşünülür. Konuyla ilgili çalışmaları Sabiha Sertel "Roman Gibi" isimli eserinde şöyle kaleme almıştır: "New York'a döndükten sonra yönetim kurulunun toplantısında, Ankara'dan birinin Amerika'ya çağrılmasını konuştuk. Ateşin içinden gelen bir kimse çok faydalı olacaktı. Bu düşüncemizi Ankara Himaye-i Etfal Cemiyetine bildirdik. Ankara Merkez Komitesi, cemiyet başkanı Doktor Fuat Bey'i göndermeyi kararlaştırmıştı. Fuat Bey Gülcemal vapuru ile geldi. Bu, Amerika'ya gelen ilk Türk vapuru idi. Vapuru karşılamak için bütün teşkilatlardan delegeler gelmişlerdi. "Gülcemal'in" New York limanına gelmesi de önemli bir olay oldu. Vapurda dalgalanan bayrağı görmek için yalnız Türkler değil, Türkiye'den gelmiş Rum, Ermeni, Yahudi, bütün Türk uyrukları gelmişlerdi. Kalabalığın içinde hüngür hüngür ağlayanlar vardı. Fuat Bey'in geldiği gün Astoria Oteli'nin salonunda yaptığımız toplantıda müsamerenin programını hazırladık. Fuat Bey'in gezeceği şehirleri kararlaştırdık. Fuat Bey'in yapacağı gezilere benim mihmandarlık ve tercümanlık etmemi uygun gördüler. New York'ta ilk toplantı, kiraladığımız büyük bir salonda yapıldı. Fuat Bey memleketin acıklı durumunu anlattı. Ben hislere hitap eden bir konuşma yaptım. Şiirler okundu. Halk arasında ağlayanların hıçkırıkları duyuluyordu. Konuşmalar sonunda yardım faslı açıldı. Masanın üstü yığın yığın dolarlarla doldu. Kalabalığın arasından orta yaşlı, orta boylu, kalın siyah kaşlı, bıyıkları kulak deliklerine değen bir adam ağır ağır masaya yaklaştı. Bu, Kürt Yusuf Gülabi Çavuştu önce Fuat Bey'in elini öptü: "Siz bana toprağımın, köyümün kokusunu getirdiniz. Sağ olun, varolun. Aç sürünen çocuklar arasında benim de evlatlarım var her hal. Yirmi yedi senedir Amerika'da çalışıyorum. Madenlerde işçilik ettim. Otomobil fabrikalarında, Kuzeyde, Fruit Company'nin (meyve kumpanyası) meyve bahçelerinde çalıştım. Garajlarda, parklarda yattım. 10.000 dolar birikmiş param var. Artık memlekete dönmeye karar verdim. Bütün paramı size veriyorum. Bana yalnız bir vapur bileti alın. Ve orada bir iş bulmama yardım edin. İşte altın saatim. İşte altın kemerim. Yurduma helal olsun." Herkes ağlıyordu. Toplanan para 100.000 doların üstündeydi... Amerika'daki bu çalışmalar sonunda, memlekete gönderilen paranın miktarı bir milyon Türk lirasının üstündeydi. Ankara'da Çocuk Esirgeme Kurumu'nun meydana getirdiği ilk çocuk sarayları, bakımevleri, hastane, çocuk yuvaları Amerika'daki işçilerin gönderdikleri paralarla kuruldu. Fakat Yusuf Gülabi Çavuş'a iş bulunmadı. Çocukların yataklarının başucuna işçilerin fotoğrafları asılmadı." 21 Mart 1923 tarihinde Büyük Millet Meclisi'nin oluru ile 5 ay süre ile ABD seyahatine izin verilen Dr. Fuad Bey, buradaki izlenimlerini Amerika'da Türkler isimli kitabında anlatmıştır. Dr. Fuat Bey 8 Nisan - 3 Haziran tarihleri arasında ABD'yi bir baştan bir başa dolaşarak yardım toplamıştır. Himaye-i Etfal'e yardım toplantıları New York, Lawrence, Peabody, Providence, Wooster, Buffalo, Pittsburgh, Petkiran, Clairton, Wellston, Youngstown, Canton, Akron, Cleveland, Washington, Detroit, Chicago, Philadelphia şehirlerinde gerçekleştirilmiştir. Toplantılar sonunda 85.072 dolar yardım toplanmıştır. Suriyelilerin yardımları ve miktarları tespit edilemeyen yardımların toplamıyla bu sayı Sabiha Sertel'in belirttiği gibi yüz bin dolara yaklaşmıştır. Dr Fuat Bey yardımlarda sürekliliği sağlamak amacıyla, Türk Teavün Cemiyeti yetkililerine Himaye-i Etfal Cemiyetinin şubelerini açma teklifini getirdi. Teklifin olumlu karşılanması
üzerine 15 Nisan 1923 tarihinde Himaye-i Etfal Cemiyetinin Merkezi New York'ta açıldı. Abdülmelik Fırat Abdulmelik Fırat (1934 - 29 Eylül 2009, Ankara), Kürt asıllı Türk siyasetçi, Şeyh. Şeyh Said’in torunu olan Abdülmelik Fırat 11. Dönem Erzurum Milletvekilliği (DP) ve 19. Dönem Erzurum Milletvekilliği (DYP) yapmıştır. 2002 yılında Hak ve Özgürlükler Partisini kurmuş ve Onursal Başkanlığını yapmıştır. 29 Eylül 2009 tarihinde vefat etmiştir. Erzurum Hınıs ilçesindeki Kolhisar köyündeki aile kabristanında defnedilmiştir. Diyarbakır Sosyal Bilimler Meslek Yüksek Okulu mezunudur. Babası Şeyh Şahabettin, Şeyh Said'in yeğeni aynı zamanda onun kızı Ayşan Hanım ile evliydi. 1925'deki isyanın ardından Şeyh Sait ve pek çok yakını idam edildi. Ailenin hayatta olan mensupları da sürgüne gönderildiler. Sürgüne gönderilenler, 1929'un Mart ayında Takrir-i Sükun Kanunu'nun kaldırılmasıyla memleketlerine geri dönebildi. Ancak topraklarına el konulmuştu. Tekrar gidip yerleşmelerine izin verilmiş, fakat araziler resmen verilmemişti. Bu arada Soyadı Kanunu çıkarılmış, Şeyh Said ailesinin bir kısmına sürgünde Fırat soyadı verilmişti. Ancak Aile 1935'de ikinci kez sürgüne tabi tutuldu. Çok partili dönemin başlaması ile TBMM, 8 Haziran 1947'de 5098 sayılı kanunu kabul ederek, 1934'teki Mecburî İskân Kanunu'nun bazı maddelerini değiştirmiş, bazı maddelerini de yürürlükten kaldırmıştı. Böylece Fırat ailesi birkaç günlük yolculuğun ardından Hınıs'ın Kolhisar köyüne döndüler. İlk kez 1957'de 7 yıl yaşını büyüterek DP Erzurum milletvekili oldu. 27 Mayıs Darbesi'nde tutuklanan yaklaşık 500 kişinin içinde en genciydi. 1,5 yıla yakın Yassıada'da kaldı. Yargılama sonucu önce idam cezasına çarptırıldı, daha sonra cezası hapis cezasına çevrildi ve 1,5 sene de Kayseri cezaevinde kaldı. 1991'de Erzurum'dan DYP milletvekili seçildi, ancak daha sonra hükümetin Kürt politikasıyla ters düşerek istifa etti. Bir ara RP'den ihraç edilen Hasan Mezarcı ile yeni bir parti kuruluşuna çalıştı, sonuç alamadı. Bilahare Yeni Demokrasi Hareketi ile temas kurdu. Hak ve Özgürlükler Partisi'ni kurdu. Kürtçe ve Türkçenin yanı sıra Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca da konuşan Fırat, TBMM'nin en çok yabancı dil bilen üyelerindendi. HAKPAR onursal başkanlığı yapmıştır. Uzun yıllardır "Multiple Myelom" adı verilen kan hastalığıyla mücadele eden Fırat, 29 Eylül 2009 tarihinde böbrek yetmezliği sonucunda solunum ve yutma problemi ortaya çıkması üzerine yoğun bakım servisine kaldırılmış, saat 13.55'de solunum ve dolaşım yetmezliği sonucu hayatını kaybetmiştir. 1 Ekim 2009'da memleketi Erzurum'un Hınıs ilçesi Kolhisar Mahallesi'nde bulunan aile kabristanına defnedilmiştir. Sedat Alp Sedat Alp Ord. Prof. (d. 1 Ocak 1913, Karaferye - ö. 10 Ekim 2006, Ankara), Türkiye'nin ilk hititoloğu olan tarihçi ve arkeolog Türk akademisyen ve akademik idareci. 1982-1983 yılları arasında Türk Tarih Kurumu başkanı olarak görev yaptı. Sedat Alp, 1 Ocak 1913 yılında, o zaman Osmanlı İmparatorluğu sinırları içinde bulunan (günümüzde Yunanistan'da "Veroia" adı ile bulunan) Karaferye kentinde doğdu. Kurtuluş Savaşı'nı takiben 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması'na ek olarak yapılan sözleşme uyarınca Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi'ne uyarak ailesi ile 1923'de Turkiye'ye göç etti. 1932 yılında Atatürk'ün açılmasını sağladığı Avrupa'da yüksek eğitim icçin burs sağlamak için açılan bir yarışmayı kazanarak Leipzig ve Berlin Üniversitelerinde eski çağ tarihi, hititoloji, eski Anadolu dilleri ve kültürleri, sümeroloji ve akadistik ve arkeoloji eğitimi aldı. 1940 yılında doktora sınavını vererek yurda döndü. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hititoloji alanında çalışmalar yaptı ve nu kurumda doçent ve profesör oldu. 1956-1958 yılları arasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi dekanlığına seçilerek bu idarecilik görevini yürüttü. 1959 yılında ordinaryüs profesör unvanını aldı. 1953 yılında Federal Almanya'da Münster Üniversitesinde misafir Profesör olarak ders verdi. 1959 yılında Londra'da Victoria and Albert Museum'da konferans verdi, 1967 yılında Roma'da toplanan Uluslararası Mikenoloji kongresine şeref konuğu olarak katıldı, 1969 yılında Alman Arkeoloji Enstitüsünün davetlisi olarak Berlin Üniversitesinde, 1975, 1977-78 yıllarında yine Berlin, Hamburg, Bochum, Giessen, Würzburg, Bonn ve Tübingen Üniversitelerinde, 1977 yılında da Japan Foundation ve Waseda Üniversitesinin davetlisi olarak Tokyo'da bildiriler sundu. Münih Üniversitesinde 1979 yılında misafir Profesör olarak ders verdi. Aynı yıl içinde Çekoslovakya'da Prag Üniversitesi'ne, İsviçre'de Bern ve Zürih Üniversitelerine, 1980 yılında Paris'te Collège de France'a ve İtalya'da Pavia Üniversitesine davet edilerek, tarafından verilen konferanslar yanında, İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsünde davetli olarak birkaç kez bildiri sundu. 1958/1959'da bir yıl süre ile Londra'da, yine 1959'da üç ay süre ile Paris'te, 1969'da bir yıl süre ile Berlin'de, 1978'de iki ay süre ile Federal Almanya'da Marburg'ta davetli olarak, 1981/82'de dört ay süre ile Mainz'ta Bilimler Akademisinin davetlisi olarak araştırma yaptı. Türk Tarih Kurumu üyeliğine 1946 yılında seçildi. Türk Tarih Kurumu'nda Genel Sekreter olarak uzun yıllar görev yaptı. Genel sekreter olarak 7., 8. ve 9. Türk Tarih Kongrelerini organize etti. Sunduğu bildirilerle Kongrelerin bilimsel çalışmalarına katıldı. 1982 yılında Türk Tarih Kurumu Başkanlığı'na seçildi. Yurt içinde ve yurt dışında birçok bilim kuruluşunun üyelik yaptı. 1953 yılında Alman Arkeoloji Enstitüsünün muhabir üyeliğine, 1956 yılında aynı Enstitünün aslî üyeliğine ve 1979 yılında Mainz Bilimler Akademisi üyeliğine seçilen Sedat Alp Mainz Bilimler Akademisine seçilen iki Türk bilim adamından biridir. Uluslararası Akademiler Birliği toplantılarında Türk Tarih Kurumu'nu iki kez temsil etti. 1957 yılında İtalyan Cumhurbaşkanının nişanı ile, 1972 yılında Federal Almanya Cumhurbaşkanının en yüksek liyakat nişanı ile onurlandırıldı. En önemli keşifleri arasında Boğazköy'den sonra en çok çivi yazılı tablet bulunan Maşat Höyük'ün metinlerdeki adının "Tapigga" olduğunun saptanması bulunmaktadır. 10 Ekim 2006 günü, Ankara'daki evinde vefat etti. Sheffield Üniversitesi Sheffield Üniversitesi (The University of Sheffield), İngiltere'nin önemli ve saygın üniversitelerindendir. Yorkshire ve Humber bölgesindeki tarihi Sheffield şehrinde bulunmaktadır. Üniversitenin şu anda dünyanın dört bir ülkesinden 23.000 öğrencisi bulunmaktadır. 120 farklı ülkeden yaklaşık 3700 uluslararası öğrencisi vardır. Üniversitede 1400'ü akademik personel olmak üzere yaklaşık 6000 kişi çalışmaktadır. Sheffield Üniversitesi, 3 yerel okulun birleşmesiyle oluşmuştur: The Sheffield School of Medicine (Tıp Okulu), Firth College ve Sheffield Technical School (Teknik Okul). Sheffield Tıp Okulu 1828 yılında kurulmuştur. Firth College Tıp Okulu kapanma tehlikesi ile karşılaşınca açılmıştır. 19. yüzyılın sonlarında açılan okul bir tür üniversite kolejleri şeklinde yapılanmşıtır. Proje Cambridge Üniversitesi'nin genişlemesi inisiyatifi içinde gerçekleşmiştir. 19. yüzyılda Sheffield özellikle çelik sanayiinde dünyanın en önemli merkezi haline gelince üniversite eğitiminde teknik konuların yeri ve önemi de artmıştır. 1897'de 3 okul Kraliyet Charte'ıyla birleştirilerek Sheffield Üniversite Koleji'ni oluşturmuştur. Bu gelişme Manchester, Leeds ve Liverpool'daki üniversite kolejleri ile birleşerek Victoria Üniversitesi'ni oluşturmak için ilk adım olmuştur. Ancak aradaki bağ çözülmüş ve tüm bu okullar ayrı ayrı üniversite olma yoluna gitmiştir. 31 Mayıs 1905'te University of Sheffield Kraliyet Şartı (Royal Charter) ile Sheffield Üniversitesi olarak onay almıştır. Kuruluşunda sadece 114 öğrencisi bulunuyordu. 1919'da bu sayı 1000'e ulaşmıştır. İki savaş arası döndemde öğrenci sayısı 750 civarında bir istikrar kazanmıştır. İkinci Dünya Savaşı yeni alanları da üniversitelere getirmiştir. II. Dünya Savaşı'ndan sonra üniversite yönetimi çok sayıda eski evi alarak restore etmiş ve eğitim binası haline getirmiştir. Ayrıca iddialı yeni yapılar da kurulmuştur. Ana kütüphane (the Main Library) 1959'da kurulmuştur. 1960'larda inşa edilenler ise şunlardır: The Arts Tower (Sanat Kulesi), Hicks Building, Alfred Denny Building, Sir Robert Hadfield Building, Chemical Engineering Building, University House, öğrenci yurtları ve Öğrenci Derneği (The Union of Students). 1970'te Coğrafya ve Psikoloji için binalar yapıldı. Bunları Hukuk ve İşletme binaları izledi. 1980'lerde the Octagon Centre, the Sir Henry Stephenson Building (mühendislik binası), ve the Northern General Hospital genişletme binaları açıldı. 1990'lı yılalrda ise the School of Clinical Dentistry (Klinik Diş Hekimliği), the Management School (İşletme Okulu), the Division of Education (Eğitim), St George's Library (St. George's Kütüphanesi) ve St George's Flats and Lecture Theatre açıldı. 2005 yılında ise son teknoloji ile donatılmış Information Commons binası öğrencilerin hizmetine sunuldu. Sheffield Üniversitesi'nde fakülteler halinde organize edilip Sheffield'de 5 fakültesi ve Selanik, Yunanistan'da "Uluslararası Fakültesi" bulunmaktadır: Üniversitenin en dikkat çekici bölümleri arasında tıp, diş hekimliği, metalurji ve malzeme mühendisliği, makine mühendisliği, mimarlık, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, işletme ve hukuk vardır. Global Üniversite Değerlendirme Etüdü 2009 yılında dünyanın en iyi 100 üniversitesi arasında 40. olarak sıra almıştır. İngiltere'de "Sunday Times" hafta sonu gazetesinin "İyi Üniversite Kılavuzu" adlı 2007 yılı değerlendirmesinde Birleşik Krallık ve Avrupa üniversiteleri sıralandırılmasında en iyi 20 üniversite arasına girmiştir. Şangay Jiao Tong Üniversitesi(SJTU) ve İngiliz "Times Higher Education (THE)" "Dünya Üniversiteleri Sıralamaları"nda Dünya En Üst Sırada 100 üniversitesi arasında bulunmaktadır. Birleşik Krallık resmi 2008 "Araştırma Değerlendirme Eksersizi (RAE)"'nde Sheffield Üniversitesi
'nin sunduğu 49 projeden 41'nin "dünyada-başta" ve "uluslararası mükemmelikte" olduğunu kabul edilmiştir. Böylece İngiltere'de araştırma üniversite grubu olarak bilinen "Russell Grubu"'na dahil üniversiteler arasında Sheffield Üniversitesi ilk 10 içine girmiştir. 2012 yılında Quacquarelli Symonds (QS) Dünya Üniversiteler Sıralaması'na göre dünyanın en iyi 66., Birleşik Krallık'ın ise en iyi 11. üniversitesi seçilmiştir. Sheffield Üniversitesi, 2011 yılında Times Higher Education (THE) tarafından 'Yılın Üniversitesi' ödülüne layık görülmüştür. 2014 yılında ise, Times Higher Education (THE) tarafından yapılan 'Öğrenci Deneyimi Araştırması' (Student Experience Survey) sonuçlarına göre, Birleşik Krallık'taki tüm üniversiteleri geride bırakarak birinci olmuştur. Sheffield Üniversitesi, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında İngiltere'nin en önde gelen üniversitelerindendir. Birleşik Krallık üniversitelerinin alanlara göre sıralandığı The Complete University Guide sıralamasına göre Sheffield Üniversitesi siyaset bilimi bölümü, 2013 sıralamasına göre 6. sırada, 2014 sıralamasına göre ise 4. sırada yer almıştır. The Times tarafından yapılan sıralamada ise Sheffield Üniversitesi siyaset bilimi bölümü, Oxford Üniversitesi ve Cambridge Üniversitesi'nin ardından 3. sırada yer almıştır. Sheffield Üniversitesi tarihinde 5 akademisyen Nobel Ödülü kazanmıştır. Orta Amerika Orta Amerika, Amerika'nın kuzeyi ile güneyi arasında yer alan orta bölümü. Aynı zamanda Meksika'nın güneydoğusunda ve Kolombiya'nın kuzeybatısında yer alıp Büyük Okyanus ve Karayip Denizi'ne kıyısı bulunmaktadır. Belize hariç tüm devletlerin resmi dili İspanyolca olmasına rağmen, Belize'de de İspanyolca çokça konuşulur. Bölgesel entegrasyon Bölgesel entegrasyon komşu ülkelerin ortak kurallar çerçevesinde bir araya gelmesidir. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa Birliği'nin başarısıyla diğer bölgelere de yayılmıştır. Bir bölgenin belli alanlarda sınırları kaldırması ile tüm bölgenin kalkınacağı/gelişeceği varsayımına dayanır. Kim İl-sung Kim Il-sung, asıl adı Kim Song Ju (d. 15 Nisan 1912 – ö. 8 Temmuz 1994) Kuzey Kore'nin eski devlet başkanı ve Kore İşçi Partisi nin eski Genel Sekreteri. 1948 yılından ölümüne değin Kuzey Kore'nin liderliğini yürütmüştür. Ölümünden sonra devlet başkanlığına oğlu Kim Jong-il geçmiştir. 1931'de Kore İşçi Partisi'ne girdi. 1930'larda Kore'yi işgal eden Japonlara karşı sürdürülen silahlı direniş hareketine önderlik etti. Sovyet askeri yetkililerince Sovyet Birliği'ne gönderilerek askeri ve siyasal eğitim gördü. Bu arada eskiden Japonlara karşı savaşmış bir ulusal kahramanın adını aldı. II. Dünya Savaşı sırasında, Sovyet ordusunda binbaşı rütbesiyle bir Kore birliğine komuta etti. Savaşın sonunda 38. paralel sınır kabul edilerek Kore'nin kuzeyi SSCB, güneyi ise ABD tarafından geçici olarak işgal edildi. 1945'te Kuzey Kore'ye dönen Kim, SSCB'nin desteğinde sosyalist bir yönetim kurdu. 1948'de oluşturulan Kuzey Kore'nin ilk başbakanı oldu. 1950'de Kuzey Kore birliklerinin 38. paraleli geçerek Güney Kore'nin içlerine doğru ilerlemeye başlamaları üzerine Kore Savaşı patlak verdi. Kuzey Kore'yi işgal eden Birleşmiş Milletler ve Güney Kore birliklerini Çin'in yardımıyla püskürttü. Kore Savaşı'nın sona ermesinin (1953) ardından ülke içi muhalefeti bastırdı ve Kore İşçi Partisi içindeki rakiplerini saf dışı bırakarak ülkenin mutlak yöneticisi durumuna geldi. Ardından Kuzey Kore'yi sanayileşmiş, askeri açıdan güçlü ve disiplinli bir devlete dönüştürmeye yönelik uygulamalar başlattı. SSCB ve Çin ile yakın ilişkiler kurdu. Juche ideolojisini oluşturmuş ve bunun ülkede resmi devlet ideolojisi haline gelmesini sağlamıştır. Aralık 1972'de Kuzey Kore devlet başkanlığına seçildi. Bu görevi sırasında sürekli olarak iki Kore'nin birleştirilmesi için çaba gösterdi. 1994'te geçirdiği ani bir kalp krizi sonucunda öldü. Ölümünden sonra, 1980'de yerine geçmesini belirttiği oğlu Kim Jong-il devlet başkanlığına geçti. Naaşı Kumsusan Güneş Sarayı'nda mumyalanmış bir şekilde sergilenmektedir. Kim Cong-il Kim Jong-il (Korece: 김정일, doğum adı: Yuri İrsenoviç Kim / Юрий Ирсенович Ким d. 16 Şubat 1941 – ö. 17 Aralık 2011), Kuzey Kore'nin eski lideri, Ulusal Savunma Kurulu başkanı, Kore İşçi Partisi genel sekreteri ve Kore Halk Ordusu başkomutanıydı. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'nin kurucusu olan babası Kim Il-sung 1994 yılında ölünce, ülke yönetimini devralmıştır ve öldüğü yıl olan 2011'e kadar Kuzey Kore Devlet Başkanlığı görevini yürütmüştür. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'nde "Sevgili Lider" olarak anılan Kim Jong-il, CNN tarafından dünyanın en gizemli lideri olarak nitelendirilmiştir. Kim Jong-il Sovyet kayıtlarına göre 1941 yılında Sibirya'da dünyaya gelmiştir. Resmî öz geçmişinde ise 16 Şubat 1942 günü Kore'deki Baekdu Dağı'nda gizli bir askerî kampta doğduğu belirtilmektedir. Kim Jong-il'in doğduğu gün dağın ardında çift gökkuşağı ve gökyüzünde yeni bir yıldızın belirdiği öne sürülmektedir. Kendisinin İnternet konusunda uzman olduğunu söyleyen Kim Jong-il, koleksiyonunda 20 binden fazla video kaset bulunan bir film tutkunudur. Kim Jong-il'in uçuş korkusuna sahip olduğu ve bu nedenle uzak mesafelere özel trenlerle gittiği iddia edilmiştir. Müzik ve güzel sanatlarla da ilgilenen Kim Jong-il'in altı tane opera yapıtı kaleme aldığı ve Juche Kulesi'ni tasarlayan kişi olduğu belirtilmektedir. Kim Jong-il 17 Aralık 2011 günü bir tren seyahatinde hayatını kaybetti. Ancak Pyongyang yönetimi açıklamayı iki gün sonra yaparken, ölüm nedeni olarak kalp krizi gösterildi. Kore Devlet Televizyonu özel yayına geçerken siyahlar giymiş ağlayan bir spiker, saha teftişleri yapan Kim'in büyük zihinsel ve bedensel yorgunluk içinde olduğunu ve otopsinin de ölüm nedenini doğruladığı kaydetti. Naaşı Kumsusan Güneş Sarayı'nda mumyalanmış bir şekilde sergilenmektedir. Buzdolabı Buzdolabı; buhar sıkıştırma yöntemiyle çalışan, gıdaların soğuk tutularak uzun zaman muhafaza edilmesini sağlayan soğutma makinesidir. Soğutmanın amacı kapalı bir mahâlde, çevre sıcaklığının altında sıcaklıklar elde etmek ve bu düşük sıcaklığı sürekli olarak muhafaza etmektir. Ancak ısı sıcaktan soğuğa kendiliğinden akarken, tersine akış kendi kendine olmaz. İki sistem arasındaki dengeyi bozabilmek için enerji gereklidir. Günümüzde bu iş soğutucu makineler tarafından gerçekleştirilir. Soğutucu makineler çalışma prensiplerine ve çalıştıkları sıcaklık aralığına göre sınıflandırılırlar. Buzdolapları ise soğutucu makinelerin evlerde kullanılan tipidir. Evde kullanılmak amacıyla 1913 yılında Chicago'da yapıldı.Domelre marka bu buzdolabı,elektrikle çalışıyordu.Ahşap gövdesinin üzerinde kompresör tipi bir soğutucu vardı.Ev tipi ilk buzdolabı,1913 yılında ABD'nin Chicago kentinde üretildi.Gövdesi ahşaptan yapılan bu buzdolabının soğutucu aygıtı,dolabın tavanına konmuştu ve neredeyse yarısı kadardı. Bir maddenin veya ortamın sıcaklığını onu çevreleyen hacim sıcaklığının altına indirmek ve orada muhafaza etmek üzere ısının alınması işlemine "Soğutma" denir. ... En basit ve eski soğutma şekli, soğuk yörelerde tabiatın meydana getirdiği buzları muhafaza edip bunları sıcak veya ısısı alınmak istenen yerlere koyarak soğumanın sağlanmasıdır.Kışın meydana gelen kar ve buzu muhafaza ederek sıcak mevsimlerde bunu soğutma için kullanma usulünün M.Ö. 1000 yıllarında uygulanmakta olduğu bilinmektedir. Bu uygulamanın, bugün bile yurdumuzun bazı yörelerinde geçerli bir soğutma şekli olduğu görülmektedir. Diğer yandan, eski mısırlılardan beri geceleri açık gökyüzünü görecek tarzda yerleştirilen suyun soğutulabileceği bilinmektedir. Bu soğutma şekli, gece karanlıktaki sıcaklığın mutlak sıfır (-273) derece seviyesinde olmasından ve ışıma (radyasyon) yolu ile ısının gökyüzüne iletilmesinden ortaya çıkmaktadır. Ticari amaç ile ilk büyük buz satışı, 1806 yılında Frederic Tudor tarafından yapılmıştır. Tudor, 130 tonluk bir buz kütlesini Favorite adlı teknesiyle Antil Adaları' na götürmüştür. Daha sonraları “Buz Kralı” adı ile tanınan Tudor, ilk macerasından 3500 dolar para kaybetmesine rağmen bu zararın depolama olanaklarının bulunmayışından meydana geldiğini, gerçekte ise buz işinde büyük kazançlar bulunduğunu görebilmiş ve buz ticaretine devam ederek 1850 yıllarında senede 150.000 ton'a ulaşan bir buz ticareti hacmi geliştirmiştir. 1864 de ise buz sattığı ülkeler arasında Antiller, İran, Hindistan, Güney Amerika ülkeleri bulunuyor ve gemilerinin uğradığı limanlarının sayısı 53 'ü buluyordu. Tabiatın bahşettiği buz ile soğutma şeklinden 1800' lü yılların sonuna kadar geniş ölçüde yararlanılmıştır. Buz ile elde edilen soğutma şeklinin, gerek zaman ve gerekse bulunduğu yer bakımından çoğu kez pratik ve ucuz bir soğutma sağlayamayacağı bellidir. Bunun yerine mekanik araç ve cihazlarla soğutma sağlanması tercih edilir ki soğutma yöntemleri bilimi de bu ikincisi ile ilgilenir. Mekanik soğutma ile ilgili bilinen ilk patent 1790 yılında İngiliz Thomas Harris ile John Long' a aittir. 1834 yılında da Amerikalı Jacop Perkins, eter ile çalışan pistonlu bir cihazın patentini almıştır. Bu makine, bir emme basma tulumbaya benzer. Bir tıp doktoru olan John Gorrie (1803-1855) ilk defa, ticari gaye ile çalışan bir soğutma makinası yapmış (1844-Apalachicola, Florida, ABD) ve “Klima Sistemleri – Soğutma - Ticari buz imali” konularının babası olarak tarihe geçmiştir. Uygulama alanında ilk defa 1860 yılında Dr. James Harrison (Avustralya) üretim işlemi sırasında birayı soğutmak maksadıyla mekanik soğutmayı başarıyla kullanmıştır. Sistemde soğutucu akışkan olarak Sülfirik Eter kullanılmıştır. 1861 yılında Dr. Alexander Kirk, kömür ısısı ile çalışan ilk Absorbsiyonlu soğutma cihazını geliştirmiştir. Mekanik soğutma vasıtasıyla buz imalinin ticari sahaya girmesi ise 1800' lü yılların sonunda olmuştur. Klima olarak büyük çapta ilk uygulama, 1904 yılında New York Ticaret Borsasına 450 ton/frigo'luk bir makine konularak gerçekleştirilmiştir. Otomatik olarak çalışan buz dolapları 1918 y
ılında Kelvinatör Company tarafından imal edilmeye başlandı ve ilk sene 67 dolap satıldı. 1918-1920 yılları arasında toplam 200 dolap yapılarak satıldı. Absorpsiyon prensibiyle çalışan otomatik bir buz dolabı da (Electrolux) 1927 yılında Amerika'da satışa çıktı. Kompresörler soğutucu sistemin kalbini oluşturmaktadır ve çalışma prensipleri ne olursa olsun buharlaştırıcıdan çıkan gazı yoğuşma basıncına kadar sıkıştırılması işlevini yerine getirmektedir. Bu işlevi yerine getirebilecek başka kompresör çeşitleri ve tasarımları mevcut olmakla birlikte ev tipi buzdolaplarında hermetik pistonlu kompresörler kullanılmaktadır. Hermetik kompresörlerde tek fazlı, iki kutuplu asenkron indüksiyon motorları bulunmaktadır. Değişken hızlı kompresör uygulamalarında, hız kontrolü frekansın değiştirilmesi yoluyla gerçekleştirilmektedir. Hız kontrolü yapılan kompresörlerde doğru akım motorları, indüksiyon motorları ve senkron motorlar kullanılmaktadır. Kompresör silindir hacmi, buzdolabı hacmi ve kullanılan soğutkana bağlı olarak 2 cm ve 10 cm arasında değişmektedir. Kondenser kompresörden emdiği basıncı yüksek akışkanı (soğutucu gaz) içerisinde dolaştırarak dışarıya ısı vermesini sağlar.Bu olay buz dolaplarında doğal klimalarda ise fan yardımıyla olur. Burada gaz soğumuş olarak filtreye (drayer) gider. Buharlaştırıcı, kısılma vanasından gelen düşük sıcaklık ve düşük basınçtaki sıvının, kabin ısısını alarak buharlaştığı bölümdür. Bu nedenle demir, çelik, pirinç, bakır ve alüminyum gibi malzemelerden imal edilir. Kabin içinde saklı veya kabin yüzeyinden yaklaşık 30 mm uzaklıkta harici olarak monte edilmektedir. Harici olarak yerleştirmede toplam ısı geçiş katsayısı daha yüksek olmaktadır. Hava ile buharlaştırıcı yüzeyi arasındaki ısı geçişi, doğal ya da zorlanmış taşınım ile gerçekleşir. Doğal ısı taşınımı, ufak dirençlerle karşılaştığında bile sorun yaratmaktadır. Bu nedenle bir fan kullanılarak, hava dolaşımının zorlanmış ısı taşınımıyla elde edilmesi tercih edilmektedir. Zorlanmış ısı taşınımında daha çok kanatlı buharlaştırıcılar kullanılmaktadır. Buzdolabında, tek buharlaştırıcı kullanılabileceği gibi, birden fazla buharlaştırıcı da kullanılabilmektedir. İki buharlaştırıcı kullanıldığında, bunlardan biri donmuş gıda depolama bölümüne, diğeri de taze gıda depolama bölümüne konulmaktadır. Tek buharlaştırıcılı sistemlerde, fanlar yardımıyla hava hareketi sağlanarak, değişik bölmelerin istenilen oranlarda soğutulması sağlanmaktadır. Drayer filtre kurutucu;Soğutma sistemlerinde montaj sırasında kalabilecek kaynak artıklarını kompresörün zamanla aşınıp soğutucu akışkanla sisteme yayılan metal tozlarını süzer nem ve oluşabilecek asidi tutar. Kondenser çıkışına varsa likit deposundan sonra monte edilir. Kompesör yanması,gaz kaçağı gibi arızalar ve büyük tadilatlarda drayerin değişimi gerekir. Termostat soğutma sıcaklığını ayarlayan devre elemanıdır.İç yapısında yine soğutma sistemlerinde kullanılan gazlardan biri bulunur (R 12 ,R134 a v.b) Buzdolaplarında evaporatöre monteli olur içi gaz dolu bulpun ucu (yaklaşık termostatın 1,5 metre uzunluğunda kılcal borusu bulunur) evaporatöre monteli olup evaporatördeki soğutma arttıkça bulp içindeki gaz termostat gödesindeki körüğün şişerek kontağı açmasına ve bu kontağa bağlı kompresörün devre dışı kalmasına sıcaklık yükseldiği zaman körüğün sönerek tekrar kontağı kapamasıyla kompresörün çalışmasına sebep olur.Bu şekilde soğutma sıcaklığı termostatda ayarlanan değerde kalır aynı zamanda kompresörün dinlenmesi sağlanır.Klima sistemlerinde termostat ortam sıcaklığına göre kompresörü devreye alıp çıkarır. Soğutkanın Kılcal borudan gaz halde geçişi zordur(buhar tıkacı),sıvı haldeki soğutkan daha kolay geçer,Kılcal borunun bu özelliğiyle Soğutkanın akışı kontrol edilerek kondanserde yüksek basınç evaporatörde alçak basınç alanı oluşturulur. Küçük kapasiteli soğutma,klima sistemleri için basit ve ucuz bir çözümdür. Kompresör durduğunda akış soğutma devresindeki basınç farklılığı dengeleninceye kadar devam eder,bu olay kompresörün bir sonraki çalışması için kalkış kolaylığı sağlar. Kullanılacak kılcal borunun boy ve çap ölçüleri soğutma kapasitesi,Soğutkanın cinsi,evaporasyon,kondanzasyon durumuna göre değişir. Buzdolabının içindeki ısıyı dışarı taşımak için kullanılan akışkan maddelerdir. Soğutkanlarda bulunması gereken bazı özellikler şunlardır: Buzdolabı soğutma devresinde, yüksek basınçlı soğutkanın dolaştığı borulara basma boruları, alçak basınçlı soğutkanın dolaştığı borulara da emme boruları denilmektedir. Emme ve basma borularının bir bölümü birleştirilerek bir ısı değiştirici meydana getirilir. Isı değiştirici; basma borusu, emme borusunun içinden geçecek şekilde yapılabileceği gibi, basma ve emme borularının ayrı ve açıkta birleştirilmesiyle de elde edilebilmektedir. Isı değiştiricisinde, buharlaştırıcıdan gelen soğutkan bir miktar ısınma yoğuşturucudan gelen soğutkan bir miktar soğuma imkânı bulur. Yoğuşturucudan gelen soğutkanın soğuması, kısılma vanasında başlayan buharlaşmayı azaltıcı yönde etki yapmaktadır. kısılma vanasında buharlaşamayan soğutkan, buharlaştırıcıda buharlaştığından soğutma kapasitesi artmaktadır. Buharlaştırıcıdan gelen soğutkanın ısınması, kompresöre sıvı soğutkan ulaşmamasını garanti altına alırken, soğutkanın kızgın buhar haline geçmesini de sağlamaktadır. Bu yöntem soğutma sisteminin verimini artırmaktadır. İdeal çevrimde, soğutucu akışkan kompresöre doymuş buhar halinde girer. Uygulamada ise soğutucu akışkanın hal değişimi hassas bir şekilde kontrol edilemediğinden, soğutucu akışkanın kompresöre kızgın buhar halinde girmesi sağlanacak şekilde sistem tasarlanır. Kompresör ("1"), buharlaştırıcıdan ("5") gelen kızgın buhar halindeki soğutkanı, emme vanasının açılmasıyla emer. Soğutkan silindire girmeden kompresör içinde basınç kaybına uğramaktadır. Soğutkan, kompresör içinde bulunan silindir hacmindeki bir piston aracılığıyla sıkıştırılır. Sıkıştırılan soğutkanın basıncı yükselir. Soğutkanın silindiri terk edebilmesi için basma vanasındaki basınç kayıplarını yenmesi gerekmektedir. Basma vanasının açılmasıyla soğutkan yüksek basınç ve sıcaklıkta pompalanır. Basma borusu boyunca ilerleyerek yoğuşturucuya ("2") gelen yüksek basınç ve sıcaklıktaki soğutkan, ortama ısı atarak önce yoğuşmakta, sonrasında aşırı soğutularak yine yüksek basınçta sıvı soğutkan haline geçmektedir. Soğutkan yoğuşturucuda da basınç kaybına uğramaktadır. Daha sonra soğutkan kısılma vanası ("3") girişine gelir. Soğutucu akışkanın kılcal boruda kısılması esnasında entalpisi sabit kalır. Kısılma sürecinde sistem basıncı yoğuşturucu basıncından (yüksek basınç), buharlaştırıcı basıncına (alçak basınç) düşer. Isı değiştiricide ("4") bir miktar ısı kaybeden soğutkan buharlaştırıcıya ("5") ulaşır. Buharlaştırıcıda da bir miktar basınç kaybına uğrayan soğutkan, soğutma ortamından ısı çekerek buharlaşır. Ardından emme borusu boyunca ilerleyerek tekrar ısı değiştiriciye gelir. Bu sefer ısı kazanır ve kompresöre kızgın buhar halinde döner. Soğutma çevrimlerinin analizinde, genellikle ideal bir referans çevrim kullanılır. Sıkıştırma sürecinin izentropik olduğu varsayılmaktadır. Kısılma süreci de ısı değiştiricideki ısı geçişi göz önünde bulundurulmayarak adyabatik olarak kabul edilmektedir. Buharlaştırıcı ve yoğuşturucudaki basınç kayıpları dikkate alınmamaktadır. Bazı buzdolaplarında hareket eden bir kısım yoktur. Buharlaşma ve yoğunlaşma işlemlerinde ısı (ekseriya bir gaz alevi) kullanılır. Absorbsiyonlu soğutucular elektriğin olmadığı veya pahalı olduğu uzak köşelerde kullanılır. No frost buzdolaplarında gazlı, kompresörlü soğutma sistemi devre elemanlarının her biri mevcuttur, farklı olarak, evaporatör etrafında bulunan ısıtıcı rezistanslar, bu rezistansları devreye alan ve çıkaran zaman rölesi (timer) ve evaporatör üzerinden hava akışı ile hızlı soğutma sağlayan fan(lar) bulunur. Gün içerisinde belli aralıklarla rezistanslar evaporatör üzerinde biriken karı eriterek hem buzdolabının daha verimli çalışmasını sağlar hem de hiçbir zaman kullanıcının buzları eritmesine ihtiyaç kalmaz. Kullanıcı bu işlemin farkında olmaz. Buzdolaplarında eriyen buzların suları genelde kompresör üzerindeki hazneye giderek kompresörün sıcaklığı ile buharlaşır veya dolabın altına kadar uzatılan kondenser borularının içinden geçtiği bir su toplama kabında kondenser borusunun sıcaklığı ile buharlaşır. Saturn Corporation Saturn, Amerikan pazarında sadece tek model üzerinde 4 gövde uygulaması ve 3 motorla senede yüzbinlerce otomobil satmayı başarmış firma. Amerikan otomobil endüstrisinin 1980'lerde yaşadığı kriz ve Japon otomobillerinin o devredeki başarısı Amerikalılar'ın bu durumu incelemesine yol açar. Görülen en önemli fark Japonlar'ın müşteri isteklerine verdiği önemdir ve bu Japon endüstrisinin kültüründe vardır. Bu tür bir yaklaşımın Detroit'te yerleştirilmesi için çeşitli denemeler yapılır. Kaizen, Kan-Ban gibi öğretilerle takım ruhu, müşteri odaklı düşünme gibi sistemler monte edilmeye çalışılır; fakat beklendiği gibi bunun eski ve hantal Amerikan şirketlerinde uygulanmasının imkânsızlığı kısa sürede ortaya çıkar. General Motors bu sırada radikal bir karar alır ve bir grup yöneticiyi yepyeni bir şirket kurmaları konusunda görevlendirir. Bu yöneticilerin önüne tek bir kural konulmuştur: GM'in yaptığı hiçbir hatayı yapmamak. Yeni şirketin çekirdek kadrosu toparlanır ve yavaş yavaş olayı şekillendirirler. Sonunda ortaya şöyle bir tablo çıkar: Merkezi de, fabrikası da Detroit'te olmayan Amerikalılar'ın yaptığı değil, Amerikalılar'ın almak istediği otomobilleri yapan, sadece müşterisini çok mutlu etmeye çalışan ve hemen hemen tüm kaynaklarını buna ayıracak farklı bir şirket. Sloganı, ""Farklı bir şirket, farklı bir otomobil"" olan Saturn'de herkes bir takımın üyesidir, tüm kararlarda eşit hak sahibidir. Saturn'de genel müdür, takımında seçilemezse başkan olamamaktadır. Fabrika inşaatı yapılırken çevrenin görünüşünü bozmamak için dümdüz bir araziden milyonlarca ton toprak çıkartılıp fabrikayı yere gömmüşl
erdir, hiçbir bayisi başka bir bölgeye satış, müşterilerini tatminden taviz vermemek için Kanada ve Hong Kong haricinde hiçbir ülkeye ihracat, hemen hemen hiçbir reklam yapmamaktadır. Maalesef ekonomik kriz sonrası GM'nin küçülme operasyonu doğrultusunda artık üretilmeyeceği düşüncesiyle kapatılmıştır. Buğdaygiller Buğdaygiller (Poaceae), tohum kabuğu, meyve kabuğu ile bitişik, sapları boğumlu ve ekseriya içi boş, başakçıklar, başak vaziyetinde toplanmış halde, 4000 kadar türe sahip, Poales takımına bağlı bitki familyası. Buğday, pirinç, çavdar, mısır, darı, yulaf, arpa, bambu gibi bitkiler buğdaygillerdendir. Anadolu'da, bütün buğdaygillere ait çeşitler yetişmekte ve yetiştirilmektedir. Buğdaygillerin, bütün dünyada ve Türkiye'de yetişme alanı geniştir. İnsan ve hayvan beslenmesinde büyük öneme sahiptir. Memleketimizde, buğday ve pirinç yemeklik olarak, çavdar, mısır ve darı hem yemeklik, hem de hayvan yemi, arpa ve yulaf ise hayvan yemi olarak sarf edilmektedir. Buğday Türkiye'nin hemen hemen her tarafında, daha çok İç Anadolu bölgesinde yetiştirilir. Pirinç en fazla Trakya, Kastamonu, Kahramanmaraş ve Hatay illerimizde; mısır Akdeniz bölgesinde; darı Hatay'da yetiştirilmektedir. Darı Tohumları buğday gibi besin maddesi olarak kullanılabilen, bir veya çok yıllık bitki. Memleketimizde insan gıdası ve hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Muhabbet kuşu yeminin ana maddesidir. Van Gölü kıyı bölgelerinde ve Hakkari'de darı türlerinden biri olan cin darı kavrulup taştan geçirilerek kavuzlarından ayrılır. Dane kısmı süt ve ayranla karıştırılır ve bir nevi ekmek yapılır. Bu darı aynı zamanda bozanın da hammaddesidir. Koca darı, Muğla ve Hatay bölgesinde ekmeğin ham maddesidir. Koca darı nişastası dokuma sanayii için çok elverişlidir. Darının yeşil kısımlarında bitki gençken "durrin" denilen bir glikozit bulunur. Bu, hayvanları zehirleyebilir. Onun için hayvanlara darılar çok taze ve yeşilken yedirilmemesi lazımdır. Bu gibi taze otları, gölgede 24 saat kuruttuktan sonra hayvanlara vermelidir. Yurdumuzda en çok darı yetiştirilen illerimiz, sırası ile; Urfa, Diyarbakır, Zonguldak, Muğla, Siirt, Aydın, Hatay, Bitlis ve Adıyaman'dır. Hindistan, Nijerya ve Nijer dünyanın en çok darı üreten ülkeleridir. Dünya darı üretiminin yüzde 63,7’si bu 3 ülkede gerçekleştirmektedir. Josip Broz Tito Josip Broz Tito (7 Mayıs 1892, Kumrovec - 4 Mayıs 1980, Ljubljana), Marksist-Leninist görüşlere sahip Yugoslav devlet ve siyaset adamı. On beş çocuklu fakir bir köylü ailesinin yedinci çocuğudur. Babası Hırvat, annesi Sloven’dir. On üç yaşlarındayken Sisak kasabasına yerleşti. Burada çilingir çırağı olarak çalışmaya başladı. Gençlik yıllarında Trieste, Avusturya, Bohemya ve Almanya'da metal işçiliği yaptı. Çalıştığı yerlerde sendika faaliyetlerine katılarak aktif görevler aldı ve Hırvatistan Sosyal Demokrat Partisi’ne girdi. Zagreb'deki 25. Alay'da askerlik hizmetini yapmak üzere silah altına alındı. Bu sırada I. Dünya Savaşı başladı. Ağustos 1914'te askeri birliğiyle birlikte Sırbistan'a gönderildi. Bu savaşa karşı olduğunu söyleyerek propaganda yapmaya başladı. Suçlu görülerek Petrovaradin’de (Petervaradin) tutuklanarak hapse atıldı. Ocak 1915'te serbest bırakılarak, Karpat cephesinde tekrar savaşa katıldı ve bazı yararlıklar gösterdiği için cesaret madalyası verildi. Bukovina Cephesinde çarpışırken bir kazak askeri tarafından süngüyle ağır bir şekilde yaralandı. Rus ordusuna esir düştü. Bolşeviklerin safında 1917-1920 devrime ve iç savaşlarına katıldı. 1920'de bir Rus kadınıyla evlenmiş olarak Yugoslavya'ya geri döndü. Yugoslavya Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Komünist Partisine bağlı olarak yürüttüğü siyasi faaliyetlerinden dolayı birçok kere tutuklandı. Özellikle 1928'deki soruşturmasının neticesinde altı yıl hapis cezasına mahkûm edildi. 1934'te hapisten çıktı. Moskova, Paris, Prag ve Viyana'ya görevli olarak gitti. 1936'da Paris'te enternasyonal tugayların İspanya'ya geçişini organize etti. Bu çalışmalarından dolayı Yugoslavya Komünist Partisi genel sekreterliğine getirildi. Tekrar Yugoslavya'ya döndü (1937). Bu sırada II. Dünya Savaşı çıktı. Užice'de bir kurtuluş savaşı komitesi kurdu. İşgal kuvvetlerine ve onlarla işbirliği yapan Ustaşalara karşı gerilla savaşına başladı. Çevresindeki kişilere görev verirken ve iş yaptırırken, sık sık "Tİ-TO, Tİ-TO" (Sen bunu, Sen Bunu... yap!) dediği için arkadaşları kendisine esas ismi olan Josip Broz'un yanına Tito lakabını eklediler. Her yerde bu lakapla meşhur oldu. Tito, Yugoslavya'nın bir federasyon biçiminde teşkilatlanmasını savundu ve fikri zamanın devlet adamı Churchill tarafından desteklendi. Rakibi olan Draža Mihailović'i saf dışı bıraktı. Partizanlardan meydana gelen bir ordu kurarak devrim hükümetinin başına geçti. Alman Nazi birliklerinin, 1941'de Yugoslavya'ya girmesi, çok milliyetli insan gruplarından meydana gelen ülkenin parçalanmasına yol açtı. Daha sonra Nazi Almanya’sının Rusya'ya (SSCB) saldırması üzerine, Yugoslavya Komünistleri de Tito başta olmak üzere bir direniş hareketini teşkilatlandırmaya başladı. Tito, Yugoslavya halkını birlik, beraberlik, kardeşlik ve bağımsızlık çağrısı yapan bir bildiriyle ayaklandırdı. Ayaklanmanın hızla yayılması sonucu Yugoslavya'nın yarısı bağımsızlığa kavuştu. Tito ve kendisine bağlı Partizanlar grubu bir anda Yugoslavya'da herkes tarafından tanındı. Almanların yoğun baskılarına rağmen, Partizan grubunun hareket ve fikirleri benimsendi. Tito hareket ve kabiliyetleri yüksek, vatanları için gözlerini kırpmadan canlarını verebilecek işçilerden meydana gelen, gerilla tugayları kurdu. Hitler 1943'te Partizan hareketlerinin bu şekilde kuvvetlenmesi üzerine Neretva ve Sutjeska'ya saldırıda bulundu. Tito taraftarı Partizanların bu saldırıda 6000'in üzerinde kayıpları olmasına rağmen, Alman kuşatmasına karşı koyarak geri püskürttüler. Tam bu sırada (1943), İtalya Almanya'ya teslim oldu. Partizan grubunu komuta eden Tito ise SSCB ve diğer büyük devletlere haber vermeden gizlice Partizan parlamentosunu ("Yugoslavya Antifaşist Ulusal Kurtuluş Konseyi") topladı. Bir geçici devrim hükümeti kurdu. Yugoslavya'nın eşit halklardan meydana gelen federal bir topluluk olduğunu ilan etti. Bu çalışmalarından dolayı Tito'ya 1943'te Yugoslavya Mareşalliği, daha sonra Hükümet Başkanlığı ve Başkomutanlığı da verildi (7 Mart 1945). Aynı yıl seçimlere gidildi. Tito'nun partisi olan Halk Cephesi seçimlerde galip çıktı. Seçimlerden hemen sonra resmen Yugoslavya Federal Cumhuriyetini kurarak ülkedeki monarşi (krallık) yönetimine son verdi. Tito; komşu devletlerde baş gösteren "halk demokrasisi" diye adlandırılan ayaklanmaları desteklemesi; Atina hükümetine karşı Yunan komünistlerine her konuda yardım etmesi, Yugoslavya'da açıkça sosyalist bir rejim uygulaması üzerine batı, Tito'dan desteğini çekti. Bu sırada Yugoslavya'yı Sovyetler Birliği yönetim biçimine göre şekillendirmek isteyen Josef Stalin ile Tito'nun arası açıldı. Tito'nun, Yugoslavya'nın bağımsız bir devlet olarak kalmasını istemesi bu anlaşmazlığın başlıca sebebiydi. Stalin 1953 yılında ölünce, SSCB idarecileri, Tito'ya yeni bir yaklaşımda bulundular. 2 Haziran 1955'te Sovyet Başkanı Kruşçev, Belgrad'ı ziyaret etti ve Stalin'in politikasını resmen kınadı. Tito, devlet yönetiminde komünist rejiminin ideolojisini kabullenmekle birlikte Komünist Sovyet Rusya karşısında bağımsız bir tutum içine girdi. Bu siyasetiyle Sovyet Rusya'ya, batı devletlerine ve ABD'ye yaklaştı. Hatta iktisadi, askeri ve mali yardımlar sağladı. 13 Ocak 1953'te Yugoslavya Devlet Başkanı seçildi. Yugoslavya'yı Sosyalist Federal Cumhuriyet hâline getirdi. 1968'de Varşova Paktı'nın Çekoslovakya işgalini kınadı. 1962-70 yılları arasında sık sık Asya, Afrika ve Latin Amerika'ya geziler yaparak Bağlantısızlar Hareketini güçlendirdi. 25 Üçüncü Dünya Ülkesinin bir araya gelip Bandung Konferansının düzenlenmesini sağladı. Bunların Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) nüfuzundan kurtarılmasını başardı. 1970 yıllarında Yugoslavya'nın bölgesel savunma sistemini kurmasını savundu. 1974'te kolektif başkanlık sistemiyle aynı görüşü resmen kabul edildi. Aynı yıl (1974) ömür boyu devlet başkanlığına getirildi. Tito, 1980 yılında ölünce yerine 1974'te anayasayla kurulan kolektif başkanlık idaresi geldi. 1989'da Doğu Blokunda görülen yenileşme hareketleri Yugoslavya'ya da sıçradı. 1990'da Yugoslavya'da çok partili düzene geçildi. Naaşı Belgrad'da Kuća Cveća adlı bir anıt mezarda gömülüdür. Galaksi Galaksi veya gök ada, kütle çekimi kuvvetiyle birbirine bağlı yıldızlar, yıldızlararası gaz, toz ve plazmanın meydana getirdiği yıldızlararası madde ve şimdilik pek anlaşılamamış karanlık maddeden oluşan sistemdir. Tipik galaksiler 10 milyon (cüce galaksi) ile bir trilyon (dev galaksi) arasındaki miktarlarda yıldız içerirler ve bir galaksinin içerdiği yıldızların hepsi o galaksinin kütle merkezini eksen alan yörüngelerde döner. Galaksiler çeşitli çoklu yıldız sistemlerini, yıldız kümelerini ve çeşitli nebulaları da içerebilirler. Çevresinde gezegenler ve asteroitler gibi çeşitli kozmik cisimler dönen Güneş, Samanyolu Galaksisi'ndeki yıldızlardan yalnızca biridir. Tarihsel olarak galaksiler gözle görülen şekillerine göre sınıflanmışlardır. Bu sınıflamada sık karşılaşılan biçimlerden biri, ışık profili elips şekilli olan eliptik galaksidir. Sarmal galaksiler, tozlu ve kıvrımlı kolları olan disk şekilli yapılardır. Düzensiz ya da olağan dışı biçimli galaksiler ise "tuhaf galaksiler" olarak bilinir ve tipik olarak, komşu galaksilerin kütle çekimine bağlı biçim bozulmasıyla oluşurlar. Birbirlerine yakın galaksilerin arasındaki bu tür etkileşimlerle söz konusu galaksiler birleşebileceği gibi, yıldız oluşumu olaylarında "patlama" diye adlandırılabilecek ölçüde fazla artışların tetiklenmesiyle yıldız patlama galaksileri (İng., "starburst galaxy") de gelişebilir. Ayrıca, düzenli bir yapıya sahip olmayan küçük galaksilerden de düzensiz galaksiler olarak bahsedilebilir. Gözlemlenebilir evren'de
100 milyardan (10) fazla galaksi olduğu sanılmaktadır. Galaksilerin çoğu 1.000 ile 100.000 parsek arasındaki bir yarıçapa sahip olup, genellikle birbirlerinden milyonlarca parsek uzaklıklarda bulunurlar. Galaksilerarası uzay ortalama yoğunluğu formula_1 başına bir atom bile düşmeyecek derecede az olan bir gazla doludur. Galaksilerin çoğu, kütle çekimi etkisi sayesinde birbirlerine bağlı “kümeler” adı verilen topluluklar oluştururlar; onlar da yine kütle çekimi etkisi sayesinde birbirlerine bağlı süperkümeleri oluştururlar. Bu daha büyük yapılar da, evrende büyük boşlukları çevreleyen tabakalar ve ipliksi yapılar olarak oluşmuştur.. Karanlık madde henüz çok iyi bir şekilde anlaşılamamış olmakla birlikte, öyle görünüyor ki, galaksilerin çoğunun kütlesinin yaklaşık % 90’ını karanlık madde oluşturmaktadır Gözlem verileri bazı galaksi merkezlerinde dev kara deliklerin mevcut olabileceğini ortaya koymaktadır. Anlaşıldığına göre, Samanyolu galaksimiz de çekirdek kısmında böyle bir kara delik içermektedir. Galaksi adının kökeni eski Yunanca’daki, bizim galaksimizi belirtmek üzere kullanılan “sütlü, süt gibi, sütsü” anlamlarına gelen "galaxias" (γαλαξίας) sözcüğü ya da "süt dairesi" anlamındaki "kyklos galaktikos" (κύκλος γαλακτίκος) terimidir. Bu terim ve dolayısıyla Batı kültüründe Samanyolu için kullanılan Milky Way ("Süt Yolu") terimi eski Yunan mitolojisindeki bir mitosdan kaynaklanır: Bir gece, Zeus ölümlü bir kadından yaptığı oğlu Herakles'i, fark ettirmeden uykuya dalmış olan Hera'nın göğsüne koyar. Bebek Heracles, Hera'nın memelerinden akan sütü içecek ve böylece ölümsüz olacaktır. Fakat Hera gece uyanıp tanımadığı bir bebeği emzirdiğini fark edince onu fırlatıp atar ve boşalan memesinden çıkan süt de gece gökyüzüne fışkırıp akar. Hikâyeye göre, işte geceleyin gökte sönük bir ışıkla pırıldar halde gördüğümüz “Süt Yolu” (Türkçe’de Samanyolu) denilen kuşak böyle oluşmuştur. Astronomik literatürde galaksi sözcüğü, tek başınayken baş harfi büyük yazıldığında bizim galaksimiz olan Samanyolu’nu ifade eder. Uranüs’ü keşfeden William Herschel (1738-1822) astronominin bugünkü düzeyde olmadığı yıllarda derin (uzak) gök cisimleri kataloğunu hazırladığında M31 (Andromeda Galaksisi) gibi gök cisimlerini adlandırmak üzere “spiral nebula” adını kullanmıştı. Bu gök cisimleri daha sonraki dönemlerde gerçek uzaklıkları anlaşılmaya başlandığında "devasa yıldız yığınları" olarak tanımlandı ve bu kez “Ada evren” olarak adlandırıldı. Zamanla yerini günümüzde kullandığımız “galaksi” terimine bıraktı. Galaksimizin diğer galaksiler gibi dışarıdan görünüşü, içinde bulunduğumuz için, elde edilememektedir. Gökyüzünde çıplak gözle gördüğümüz, Samanyolu adını verdiğimiz ışıklı bölge ise aslında yalnızca galaksimizin kollarından biridir. Antik çağda Grek filozofu Democritus (450–370 M.Ö.) gece gökyüzünde görünen Süt Yolu denilen ışıklı bölgenin uzak yıldızlardan oluşuyor olabileceğine dikkat çekmişti. Aristo’nun (384-322 M.Ö.) düşüncesine göreyse, Süt Yolu büyük, birbirine bağlı çok sayıdaki yıldızın alevlenmesinden kaynaklanmaktaydı ve bu alevler Dünya atmosferinin üst kısmında yer almaktaydı. Arap astronom İbn-i Heysem (965-1037) Samanyolu’nun ıraklık açısını gözlemleme ve ölçme girişiminde bulundu; Süt Yolu’nun ıraklık açısı yoktu, bunun üzerine “bu, Dünya’dan uzaktadır, atmosfere ait değildir” diyerek Aristo’nun görüşüne karşı çıktı. İranlı astronom Birûnî (973-1048) Samanyolu Galaksisi’nin sayısız bulutsu yıldızlar yığını olabileceği görüşünü ortaya attı. İbn Bacce ise Samanyolu’nun pek çok yıldızdan oluştuğunu ve gözümüze sürekli bu şekilde görünmesinin Dünya atmosferindeki kırılımdan kaynaklanıyor olabileceğini ileri sürdü. İbn Kayyim El-Cevziyye (1292-1350) Samanyolu Galaksisi’nın sabit yıldızlar feleğinde bir araya gelmiş çok sayıdaki küçük yıldızlardan oluştuğunu ve bu yıldızların gezegenlerden daha büyük olduklarını ileri sürdü. Samanyolu Galaksisi’nin birçok yıldızdan oluşmasının ilk kanıtı Galileo Galilei’den geldi. 1610 yılında Samanyolu Galaksisi’ni bir teleskopla inceleyen Galileo Galilei bunun çok sayıdaki yıldızın bir araya gelmesinden oluştuğunu farketti. 1750’de İngiliz astronom ve matematikçi Thomas Wright “"Evrenin orijinal bir teorisi ya da yeni hipotezi"” adlı eserinde galaksinin Güneş Sistemi’ne benzer tarzda, fakat daha büyük ölçekte, kütleçekim gücüyle birbirlerine bağlı çok sayıdaki dönen yıldızlardan oluşmuş bir kitle olduğu görüşünü iddia etti (ve haklıydı). Bu düşünceye göre, söz konusu yıldızların oluşturduğu ve bizim de içinde bulunduğumuz bu disk, bizim gökyüzüne bakışımız açısından, bize gökyüzünde Süt Yolu olarak görünüyor olabilirdi. Immanuel Kant 1755'deki bilimsel incelemesinde Thomas Wright'ın düşünce ve çalışmalarını biraz daha ayrıntılandırdı. Galaksimizin de Güneş Sistem’imize benzer biçimde, kütleçekim ile bir arada tutulan ve dönen bir yıldız kümesi olduğunu ifade etti. Kant ayrıca o dönemde gözlemlenebilen birkaç bulutsunun da ayrı galaksiler olabilecekleri varsayımında bulundu. Samanyolu Galaksisi’nin biçimi ve Güneş’in galaksi içindeki konumu hakkındaki ilk girişim 1785’te gökyüzünün farklı bölgelerindeki yıldızları özenle sayan William Herschel’dan geldi. Herschel, Güneş Sistemi’ni merkeze yakın bir yere koyarak galaksinin biçimini gösteren bir diyagram hazırladı. Jacobus Kapteyn, hassas bir yaklaşım sergileyerek, 1920’deki çiziminde Güneş’in merkeze yakın bulunduğu elips biçimli küçük bir galaksi tasarladı. Farklı bir yöntem uygulayan Harlow Shapley ise küresel kümeler kataloğu çalışmasında kendinden öncekilerden tümüyle farklı olarak, galaksimizi Güneş’in merkezden uzak olduğu yaklaşık 70 kiloparsek yarıçapındaki yassı bir disk biçiminde tasarladı. Her iki hatalı çalışma da galaktik düzlemde yıldızlararası toz vasıtasıyla ışığın soğurulmasını hesaba katmamıştı. Bu ancak Robert Julius Trumpler’ın 1930’da açık yıldız kümeleri üzerinde çalışırken bu etkiyi ölçmesinden sonra hesaba katılmaya başlandı ve günümüzdeki galaksi görünümü kuramlarına ulaşıldı. 10. yy.’da İranlı astronom Abdurrahman el-Sûfî (El Sûfî adıyla da tanınan Azophi) Andromeda Galaksisi’nın ilk kayıtlı gözlemini yaptı ve onu “küçük bulut” olarak tarif etti. El Sûfî aynı zamanda Yemen’den görünür olan ve Macellan’ın 16. yy.’daki yolculuğuna kadar Avrupalılar tarafından görülmemiş Büyük Macellan Bulutu’nu da tanımladı. Bunlar Samanyolu Galaksisi haricinde yeryüzünden gözlemlenen ilk galaksilerdi. El Sûfî buluşlarını 964 yılında “"Sabit Yıldızlar"” adlı kitabında duyurdu. 1054’te SN 1054 süpernovasının patlamasıyla Yengeç Bulutsusu’nun oluşması Çin, Arap ve İranlı astronomlarca gözlemlendi. Bu bulutsu yüzyıllar sonra, Batı'da önce John Bevis (1731) tarafından daha sonra Charles Messier (1758) ve ardından Lord Rosse (1840’lar) tarafından gözlemlendi. 1750’de Thomas Wright “"Orijinal bir Teori ya da Evrenin Yeni Hipotezi"” ("An original theory or new hypothesis of the universe") adlı eserinde Samanyolu Galaksisi’nın yıldızlardan oluşan basık bir disk olduğunu ve gece gökyüzünde görünen bazı bulutsuların Samanyolu Galaksisi’nden ayrı olabilecekleri düşüncesini ifade etti ki, bu düşüncesinde haklı olduğu zamanla anlaşılacaktı. 1755’te Immanuel Kant Samanyolu Galaksisi’ndan ayrı olan bu bulutsular için “Ada evren” terimini ortaya attı. 18.yy. sonuna doğru Charles Messier en parlak 109 bulutsuyu içeren bir katalog derledi. Bunu William Herschel tarafından 5000 bulutsunun derlendiği geniş bir katalog çalışması izledi. 1845’te Lord Rosse eliptik bulutsular ile spiral bulutsular arasında ayrım yapabilmesini sağlayan yeni bir teleskop yaptı. 1917’de Heber Curtis Andromeda Galaksisi'ndeki (Messier cisimlerinden M31) S Andromedae adlı novayı gözlemledi, fotoğraf kayıtlarını araştırarak 11 nova daha buldu. Ayrıca bu novaların ortalama olarak bizim galaksimizdekilerden 10 kat daha soluk olduğunu saptadı. Buradan yola çıkarak da 150.000 parsek mesafede olduğu tahmininde bulundu ve spiral bulutsuların bağımsız birer galaksi olduklarını varsayan "ada evrenler" hipotezini destekledi. 1920'de esas olarak Harlow Shapley ile Heber Curtis arasında geçen, Samanyolu ve spiral bulutsuların doğasının yanı sıra evrenin boyutu hakkındaki "Büyük Tartışma" o döneme damgasını bırakmıştı. Konu ancak yeni bir teleskop kullanan Edwin Hubble’ın 1920’lerin başlarındaki çalışmaları sayesinde sonuca bağlandı. Bazı spiral bulutsuların dış kesimlerinde bireysel yıldız toplulukları olduğu ayrıntılarını gözlemlemeyi başaran Hubble, bazı sefe değişkenlerini tanımlayabildi ki, bu da kendisine bulutsuların uzaklığını hesaplayabilme imkânı verdi. Böylece bu bulutsuların Samanyolu'nun parçası olamayacak kadar uzak olduklarını ortaya çıkardı. Hubble ayrıca, 1936’da, hâlâ kullanımda olan bir biçimsel galaksi sınıflandırma sistemini (Hubble düzeni) ortaya atmıştır. Galaksilerin uzayda rastgele dağıldıklarını ileri süren teoriler, modern araçlarla yapılan gözlemler sonucunda önemini kaybetmiş, hepsinin belli bir düzen içinde yer aldıkları, gök cisimlerinin hepsinin belirli yasalar dahilinde hareket ettikleri anlaşılmıştır. 1944'de, Hendrik van de Hulst'un dalgaboyunu 21 cm. olarak tahmin ettiği, 1954’te gözlemlenen, yıldızlararası hidrojen atomlarından kaynaklanan mikrodalga ışınımının ortaya çıkarılması ile galaksi incelemeleri yeni bir boyut kazandı. Çünkü, bu ışınım tozların soğurmasından etkilenmiyordu ve Doppler etkisi galaksi içerisindeki gazların hareketlerini belirlemede kullanılabilecekti. Gelişmiş radyoteleskoplarla hidrojen gazı diğer galaksilerde de belirlenebildi. 1970'lere gelindiğinde Vera Rubin'in galaksilerdeki gazların dönüş hızı üzerine çalışmaları sonucunda şu husus saptandı: Galaksilerdeki yıldız ve gazların görünen toplam kütlesi, galaksilerin bu denli yüksek dönüş hızı için yeterli olamazdı; şu halde gözle görülmese de, ek kütlesiyle, hızın bu düzeyde olmasını sağlayıcı bir madde daha var olmalıydı. Böylece bu eksik kütle, görülemeyen, fakat büyük miktarlarda bulunan karanlık maddenin varlığı ile açıklandı. 1990’ların başlarında Hubble Uza
y Teleskobu daha ileri düzeyde gözlemlerde bulunulmasını sağladı. Örneğin galaksimizdeki görünmeyen karanlık maddenin yalnızca soluk ve küçük yıldızlardaki karanlık maddeden ibaret olamayacağı anlaşıldı. Yine bu teleskopla önceleri nispeten boş olduğuna inanılan bir gökyüzü parçasının (Hubble Derin Alan) incelenmesi sayesinde, o gökyüzü parçasının boş olmayıp galaksilerle dolu olduğu anlaşıldı ve böylece evrende 125 milyar (1.25x10) galaksinin olması gerektiğine ilişkin kanıt bulunmuş oldu. Öte yandan gözle görülemeyen birçok tayfı gözlemleyebilen gözlem aygıtlarının (radyo teleskop, x-ışını teleskobu, kızılötesi kameralar vb.) geliştirilmesi Hubble tarafından da saptanamamış birçok galaksinin keşfedilebilmesini sağladı. Böylece sakınma bölgesi (İng. "zone of avoidance") denilen “Samanyolu kuşağı” yüzünden iyi görülemeyen gökyüzü bölgesindeki galaksiler de keşfedilebildi. Galaksiler Hubble düzeni olarak adlandırılan yaygın bir biçimsel sınıflandırmaya göre üç ana sınıfta sınıflandırılırlar: Eliptik, sarmal (spiral) ve düzensiz. Bu sınıflandırma tümüyle galaksilerin gözle görülen biçimlerine dayanır. Fakat bu sınıflandırma esas alındığında,etkin galaksilerdeki çekirdek etkinliği ya da starburst galaksilerinde önem taşıyan “yıldız doğum oranı” gibi, galaksilerin bazı önemli karakteristikleri göz ardı edilmiş olur. Bir galaksinin en yoğun kısmı çekirdeğidir. Gaz miktarı ve yıldız sayısı galaksinin merkezine doğru gittikçe artar. Eliptik galaksiler görüş açısından bağımsız olarak, gerçekten elips biçimine sahip galaksilerdir. Hubble düzenine göre eliptik galaksiler daire biçimine yakınlıktan aşırı ovalliğe kadar uzanan bir yelpaze içinde kodlanır ya da adlandırılırlar. Bu yelpaze içinde daire biçimine en yakın eliptik galaksiler E0 olarak, en basık ya da en oval olanlar ise E7 olarak adlandırılır. Genellikle küçük yapılı, nispeten yıldızlararası maddesi fazla olmayan galaksilerdir. Bu galaksilerde yeni yıldız doğum oranı çok düşüktür, yani yıldız doğumlarının durduğu veya en aza indiği galaksiler olarak düşünülebilirler; dolayısıyla açık kümelere çok az derecede sahiptirler. Bu galaksiler, ortak kütleçekim merkezini esas alan, rastgele sayılabilecek yörüngelerde dönen evrimleşmiş yaşlı yıldızların baskın (çoğunlukta) olduğu galaksilerdir. Bu bakımdan çok daha küçük olan küresel yıldız kümeleri ile bazı benzerlikler taşırlar. Buna karşılık en büyük galaksiler "dev eliptik galaksiler"dir. Dev eliptik galaksiler genellikle büyük galaksi kümelerinin çekirdekleri yakınında bulunurlar. evrendeki galaksilerin büyük çoğunluğu sarmal galaksilerden oluşur. Nispeten yüksek düzeyde açısal hıza sahiptirler. Sarmal galaksiler, dönen bir yıldızlar diskinden, yıldızlararası ortamdan ve genellikle daha yaşlı yıldızlardan meydana gelmiş bir şişkinlikten oluşur. Etrafı teker adlı yıldızlar topluluğu tarafından sarılı bu karın ya da çekirdek kısmından dışarı doğru nispeten parlak kollar uzanır. Hubble düzeninde sarmal galaksiler S harfiyle kodlanır; bu S harfinin yanına galaksinin bazı özelliklerini belirtmek üzere küçük harfler (a, b, c) eklenir. Bu ek harfler kolların sıkılık ya da dallanmadaki dağınıklık derecesini ve merkezî karın ya da çekirdeğin boyut durumunu gösterir. Örneğin Sa sınıfındaki galaksilerde çekirdek büyüktür, kollar ise belirsizce yayılmıştır. Sc sınıfında ise çekirdek küçüktür ve açılmış kollar ise belirgindir. Sarmal galaksiler adlarını yıldızların oluştuğu parlak kollarına borçuludurlar. Sarmal galaksilerde kollar, merkezden dışa doğru logaritmik spiral biçimine yakın bir spirallik göstererek açılırlar. Bu, yıldızlar kitlesinin tekbiçimli dönüşüyle oluşan sapmalardan kaynaklanan bir çalkantının varlığını gösterir. Yıldızlar gibi kollar da merkez çevresinde dönmekle birlikte, kollar sabit açısal hızla dönerler. Bu şu anlama gelir: Yıldızlar hareketleri sırasında bu kollara girip çıkarlar ve galaksi merkezine yakın yıldızlar ile kollardaki yıldızların hızları aynı değildir. Günümüzde galaksilerin sarmal kolları yoğunluk dalgası teorisi'yle maddenin geçici olarak artması veya sıkışması şeklinde yorumlanmaktadır. Yıldızlar bir kol vasıtasıyla yer değiştirirlerken her yıldız sisteminin uzay hızı daha yüksek yoğunluktaki maddelerin kütleçekim kuvvetiyle değişikliğe uğratılır. İşte, yolda art arda giden otomobillerin yavaşlamasıyla oluşan harekete veya okyanustaki dalga hareketine benzetilen bu etki, galakside yoğunluk dalgalarını oluşturmaktadır. Sarmal galaksilerin çoğunda, çekirdeği bir uçtan diğerine kateden, yıldızlardan oluşmuş çubuk biçiminde bir oluşum bulunur. Çubuklu sarmal galaksiler denilen bu sınıftaki galaksiler Hubble düzeninde, ardından kolların durumunu belirten bir küçük harfin (a, b, c) geldiği SB kodlamasıyla gösterilir. Çekirdekteki çubuğun çekirdekten dışarı doğru hareketlenen bir yoğunluk dalgası nedeniyle, bazen de bir başka galaksinin gelgit etkisi nedeniyle meydana gelen geçici bir oluşum olduğu düşünülmektedir. İçinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi de bir çubuklu sarmal galaksidir; yaklaşık 30 kiloparsek yarıçapında ve bir kiloparsek kalınlıktadır. Yaklaşık 200 milyar yıldız içermekte olup kütlesi Güneş’inkinin yaklaşık 600 milyar mislidir. Samanyolu Galaksisi 4 kısımda ele alınır: Karın, ince teker, kalın teker, hale. Disk çapı yaklaşık olarak yüz bin ışık yılıdır. İçerdiği 200 milyar yıldızın büyük çoğunluğu, diskin merkezinde toplanmıştır. “Tuhaf galaksiler” diğer galaksilerle gelgit etkileşimlerinden kaynaklanan alışılmamış özellikler gösteren galaksilerdir. Çıplak bir çekirdek ile çekirdeği çevreleyen, yıldızlardan oluşmuş bir halka ve yıldızlararası ortamdan oluşan “halkalı galaksi” buna bir örnek olarak gösterilebilir. Halkalı galaksinin bir sarmal galaksinin çekirdeğinden küçük bir galaksinin geçmesi hâlinde oluştuğu düşünülmektedir. Andromeda Galaksisi’nın başından da böyle bir olay geçmiş olması muhtemeldir; çünkü kızılötesi ışın tekniği yardımıyla bu galaksinin çokhalkalı bir yapılanma gösterdiği saptanmıştır. Bir “merceksi galaksi” (İng. "lenticular galaxy") eliptik galaksi ile sarmal galaksi arasında kalan bir biçimde olup her iki galaksi sınıfının özelliklerine de sahiptir. Bu sınıftakiler Hubble düzeninde S0 olarak kodlanırlar. Belirsiz spiral kolları olmasının yanı sıra yıldızlardan oluşan eliptik bir halesi vardır. Çubuklu merceksi galaksiler ise Hubble düzeninde SB0 olarak kodlanır. Bütün bu sınıflardan başka, eliptik ve spiral bir biçim altında sınıflandırılması pek mümkün olmayan bazı galaksiler daha bulunmaktadır ki, bunlar düzensiz galaksi olarak adlandırılır ve Irr I ya da Irr II olarak kodlandırılırlar. Bunlardan Irr I olarak kodlananlar düşük düzeyde bir yapılanma gösterirlerse de bu yapının biçimi biçimsel galaksi sınıflarından herhangi birine uymaz. Irr II olarak kodlanan galaksiler ise biçimsel galaksi sınıflarını andıran hiçbir yapı izi göstermezler. Düzensiz galaksilerin geçmişte birer sarmal veya eliptik galaksi oldukları, fakat sonraları kütleçekimsel kuvvetlerin etkisi altında düzensiz hale geldikleri düşünülmektedir. Düzensiz cüce galaksilerin yakın örneklerine Macellan Bulutları'nda rastlanır. Geniş eliptik ve sarmal galaksilerin ününe karşılık evrendeki galaksilerin çoğunun cüce galaksiler oldukları görülmektedir. Bu mini galaksiler Samanyolu Galaksisi’nın % 1’i kadar olup yalnızca birkaç milyon yıldız içerirler. Kısa zaman önce yalnızca 100 parsek genişliğindeki “aşırı yoğun galaksi”ler keşfedilmiştir. Cüce galaksilerin çoğu daha büyük bir galaksinin uydusu durumundadır. Samanyolu Galaksisi’nın bilinen böyle 12 kadar “uydu galaksi”si olup, keşfedilmeyi bekleyen 300-500 “uydu galaksi”si daha olduğu tahmin edilmektedir. Cüce galaksiler eliptik, sarmal ya da düzensiz galaksi sınıflarında sınıflandırılabilirler. Fakat "eliptik cüce galaksiler" büyük eliptik galaksilere pek fazla benzemediklerinden “cüce küresel galaksiler” (İng. "dwarf spheroidal galaxy") olarak adlandırılırlar. Kısa zaman önce keşfedilen iki cüce galaksinin her birinin kütlesinin 10 milyon güneş kütlesi kadar olduğunun saptanması galaksilerin büyük kısmının karanlık maddeden oluştuğu varsayımını desteklemektedir. Bir galaksi kümesinde bulunan galaksiler arasındaki etkileşimler nispeten sıklık göstermekte olup, evrimlerinde önemli bir rol oynarlar. Etkileşime geçmiş iki galaksi çarpışmasa da gelgit etkileşiminden dolayı hem birtakım eğrilip bükülme deformasyonlarına uğrar, hem de aralarında bir miktar gaz ve toz alışverişi olur. İki galaksi arasında çarpışma, birbirlerinin tam üzerine geldikleri ve birleşmelerine imkân tanımayacak ölçüde bir momentuma sahip oldukları zaman meydana gelir. Bu denli etkileşime girmiş galaksilerdeki yıldızlar, birbirleriyle çarpışmadan, birbirlerinin arasından geçerler. Bununla birlikte gaz ve tozları etkileşime geçerler. Bu da, yıldızlararası ortamın bozulup ve parçalanıp sıkışmış hale gelmesiyle "yıldız doğumları"nın patlak vermesine neden olur. Galaksilerin çarpışması birinde ya da her ikisinde ciddi anlamda, çubuk, halka veya kuyruk benzeri eğilip bükülme bozulmalarına yol açar. İki galaksinin momentumu yeterince düşük olduğu takdirde, yani birbirlerinin içinden geçmelerini sağlayacak derecede güçlü olmadığı takdirde, etkileşim birleşmeyle sonuçlanır. Bu durumda iki galaksi daha büyük bir galaksiyi yaratacak şekilde kaynaşırlar. Bu kaynaşma etkinlikleri yeni galakside her iki galaksinin orijinal biçimlerine kıyasla farklı bir biçimsel yapıyı meydana getirici değişiklikler yaratabilir. İki galaksiden birinin daha büyük kütleye sahip olması hâlinde, biri diğeri tarafından, deyim yerindeyse, “yutulmuş” olur. Buna galaktik kanibalizm adı verilir. Bu tür denk olmayan kaynaşmalarda küçük galaksi yırtılır veya tamamen parçalanırken büyük galaksi pek fazla bozulmaya uğramaz. İşte galaksimiz Samanyolu hâlihazırda Sagittarius (Yay Takımyıldızı) cüce eliptik galaksisini ve Canis Major (Büyük Köpek Takımyıldızı) cüce galaksisini yutmak üzere "galaktik kanibalizm" sürecinde bulunmaktadır. Galaksilerdeki yıldızlar dev moleküler bulutlarda oluşan soğuk gaz r
ezervlerinden üretilirler. Yıldız doğumları oranının istisnai derecede yüksek olduğu galaksiler “starburst galaksi”ler adıyla bilinir. Bu galaksiler aşırı miktarda yıldız üretmeye sürekli olarak devam etselerdi gaz rezervlerini tüketerek ömürlerini iyice azaltırlardı. Fakat bu etkinlikleri genellikle yalnızca on milyon yıl kadar sürer ki, bu süre bir galaksinin ömür süresine nazaran nispeten kısa bir süredir. "Starburst galaksi"ler evren tarihinin erken dönemlerinde daha yaygındılar. Günümüzde bile bu galaksilerin, yıldız doğumları toplamına katkıları tahminen % 15 civarındadır. Starburst galaksiler tozlu gaz yoğunlaşmalarıyla ve yeni doğmuş yıldızların çokluğuyla nitelenirler ki, bu yıldızlardan bazıları çevredeki bulutları iyonize ederek içerisinde yıldız oluşumlarının gerçekleştiği H II bölgeleri yaratan büyük yıldızlardır. Bu büyük yıldızlar süpernova patlamaları da üretirler ve bu patlamalarda saçtıkları maddeler çevredeki gazla çok güçlü bir etkileşime girerler. Bu patlamalar gaz bölgesinde yıldız oluşumunu sağlayan zincirleme reaksiyonları tetikler. Öyle ki bu etkinlik ancak sözkonusu bölgedeki gaz tüketildiğinde ya da dağıldığında son bulur. Starburst tipi galaksiler, genellikle galaksilerin birleşmesiyle ya da etkileşime geçmesiyle açıklanır. Starburst galaksilerin bu tür bir etkileşimle oluşmasına, M82 galaksisi tipik bir örnek oluşturur. M 82 kendisinden daha büyük bir galaksi olan M 81 ile yüz yüze gelecek şekilde yakınlaşmış ve normal bir galaksinin on misli oranında yıldız üreten bir starburst galaksi hâline gelmiştir. Düzensiz galaksiler genellikle belirli aralarla starburst etkinliği sergilerler. Gözlemleyebildiğimiz galaksilerin bir kısmı “etkin” olarak sınıflandırılır. Galaksiden çıkan toplam enerjinin önemli bir kısmı yıldızlar, toz ve yıldızlararası ortamdan değil, bir başka kaynaktan yayılmaktadır. Etkin galaksi çekirdeği için standart örnek, çekirdek bölgesindeki bir dev karadeliğin (SMBH) çevresinde oluşan bir katılım diskine dayanır. Bir etkin galaksi çekirdeğinin ışınımı maddenin diskten hareketle kara deliğe doğru düşmesi sırasındaki kütleçekimsel enerjiden kaynaklanır. Bu tür kozmik cisimlerin % 10’unda, yarıçapları bakımından birbirine zıt bir enerji akışı çifti, çekirdekten ışık hızına yakın hızlarda parçacıklar fırlatır. Bu akışları üreten mekanizma, yani bu akışların işleyişi henüz anlaşılamamıştır. X ışınları şeklinde yüksek enerji ışınımları yayan etkin galaksiler ışıklılıklarına bağlı olarak "Seyfert galaksileri" ya da kuasar’lar olarak sınıflanırlar. Kuasar’lara benzeyen bir başka etkin galaksi türü de blazarlardır. Bunların Dünya’ya doğru yönelmiş bir rölativistik akışı oldukları gözlemlenmiştir. Radyo galaksi denilen etkin galaksiler ise bu rölativistik akışlarından radyo frekansları yayılan galaksilerdir. Muhtemelen, bir galaksi çekirdeği türü olan ve LINER (İng. "Low-Ionization Nuclear Emission-line Regions") kısa adıyla tanınan çekirdekler de etkin çekirdeklerdir. LINER tipindeki galaksilerin yaydıklarında düşük ölçüde iyonize öğeler baskındır. Bize yakın galaksilerin yaklaşık üçte biri LINER çekirdek türüne sahip galaksiler olarak sınıflanırlar. Galaksilerin ortaya çıkma ve evrimlerinin incelenmesi bir bakıma galaksilerin nasıl meydana geldikleri ve evren tarihinde nasıl bir evrim yolu izledikleri sorularının yanıtlanması girişimleridir. Bu alandaki bazı teoriler geniş ölçüde kabul görmekle birlikte, bu alan astrofizikte halen ilerlemeler bekleyen etkin (araştırmaların sürdüğü) bir alandır. Evrenin hâlihazırdaki erken modelleri Big Bang kuramına dayanmaktadır. Big Bang olayının başlangıcından 300.000 yıl sonra hidrojen ve helyum atomları denilen bir olayla oluşmaya başladılar. Bu dönemde hemen hemen tüm hidrojen nötrdü (iyonize olmamış), ışığı kolaylıkla soğurabilir haldeydi ve yıldızlar henüz oluşmamışlardı. Dolayısıyla bu döneme Karanlık Çağlar adı verilir. Yoğunluk kararsızlıklarının (ya da anizotropik düzensizliklerinin) olduğu bu ilk maddede büyük yapılar belirmeye başladılar. Baryonik madde kütleleri karanlık maddenin soğuk halelerinde yoğunlaşmaya başladılar. Bu ilk yapılar sonradan, günümüzde gördüğümüz galaksiler hâline geleceklerdi. Galaksilerin bu erken durumuna ilişkin kanıt 2006’da IOK-1 galaksisinin keşfedilmesiyle elde edildi. Bu galaksi 6.96 gibi olağan-dışı yüksek bir kırmızıya kayma içerisindeydi ki, bu da Büyük Patlama başlangıcından 750 milyon yıl sonra meydana geldiğini gösteriyor ve şimdiye dek gözlemlenenler içinde en uzak ve en eski galaksi olduğunu ortaya koyuyordu. Her ne kadar bazı bilim insanları Abell 1835 IR1916 gibi başka gök cisimlerinin IOK-1’den daha yüksek bir kırmızıya kayma içerisinde olduğunu ileri sürmüşlerse de, şimdilik genel kabul, yaşı ve bileşimi bakımından IOK-1’e öncelik vermektedir. Böyle öngalaksilerin (protogalaksi) varlığı, bunların Karanlık Çağlar denilen dönemde oluşmuş olabilecekleri fikrini akla getirmektedir. Bu tür erken galaksi oluşumlarının ortaya çıkış süreci astronomide henüz tartışmaya açık temel meselelerden birini oluşturmaktadır. Bu konuya ilişkin teoriler iki kategoride ele alınabilir: Bu teoriler artık büyük karanlık madde halelerinin muhtemel varlığını da hesaba katarak yeniden düzenlenmek durumundadır. Öngalaksiler oluşmaya ve büzülmeye başladıktan sonra, bunlarda ilk hale yıldızları (Popülasyon III yıldızları, III. kuşak yıldızlar) ortaya çıkmışlardır. Bu yıldızlar tümüyle hidrojen ve helyumdan meydana gelmiş büyük yıldızlardı. Bu iri yıldızlar yakıt rezervlerini hızla tüketip süpernovalar hâline geldiler ve yıldızlararası ortama ağır elementler saldılar. Bu “ilk kuşak yıldızları” çevredeki nötr hidrojeni iyonize ederek, uzayda ışığın yolculuk etmesine olanak veren oluşumlar yarattılar. Bir galaksinin oluşmasını sağlayıcı anahtar yapılar, Big Bang'ın başlangıcına kıyasla, bir milyar yıl içinde ortaya çıkmışlardır. Bunlar küresel yıldız kümeleri, dev kara delikler ve II. kuşak (yaşlı) yıldızlarından oluşan galaktik “karın”dır. Öyle görünüyor ki, dev kara delikler, galaksilerin büyümelerinin düzenlenmesinde anahtar bir rol oynamışlardır. Bu erken dönemde galaksiler büyük ölçüde yıldız doğumları yaşamışlardır. Sonraki iki milyar yıl sırasında, biriken madde galaktik disk içine yerleşmiştir. Bir galaksi, yaşamı boyunca, kendine yüksek hız bulutları ve cüce galaksilerden çektiği maddeleri katar. Bu maddeler çoğunlukla hidrojen ve helyumdur. Yıldızların doğum-ölüm çevrimi, yavaş yavaş ağır elementlerin salınmasını artırır ki, bu, sonradan gezegenlerin oluşmasına imkân sağlayacaktır. Çarpışmalarının ve kütleçekimsel etkileşimlerinin galaksilerin evrimi üzerinde hatırı sayılır bir etkisi vardır. Erken dönemde galaksi birleşmeleri daha yaygındı ve galaksilerin çoğu, biçimleri bakımından “tuhaf galaksiler” (İng. "peculiar galaxy") sınıfındaydılar. Yıldızlar arasındaki uzaklık yeterince büyük olduğundan, çarpışan galaksilerdeki yıldızlar bu çarpışmadan etkilenmezler, yani galaksilerin kendileri gibi değişikliğe uğramazlar. Bununla birlikte, spiral kolları oluşturan gaz ve tozun kütleçekim etkisiyle sıyrılması, “gelgit kuyruğu” denilen bir yıldız zincirinin meydana gelmesine neden olur. Bu tür oluşumların örnekleri NGC 4676 ve Antenler Galaksisi adıyla bilinen çarpışan galaksilerde görülebilir. Bu tür bir etkileşimin bir örneği de Samanyolu Galaksisi ile komşusu Andromeda Galaksisi’dır. Her iki galaksi birbirlerine 130 km/s hızla yaklaşmaktadır ve hızlarını etkileyen yan hareketler göz ardı edilirse, yaklaşık 5-6 milyar yıl sonra çarpışacaklardır.. Samanyolu Galaksisi daha önce hiç bu kadar büyük bir galaksi ile çarpışmamış olsa da, daha önce cüce galaksiler ile çarpışmış olduğuna ilişkin kanıtlar artmaktadır. Böyle büyük ölçekli çarpışmalar nadirdir ve zaman geçtikçe böyle iki denk galaksinin birleşmesi daha nadir hale gelmektedir. Parlak galaksilerin çoğu ömürlerinin son milyar yıllarında böyle kökten bir değişikliğe uğramazlar. İlkel yıldızın çökmesiyle meydana gelen yıldızlar, evrimleri boyunca kütlelerinin büyük bir kısmını yıldızlararası ortama atarak beyaz cüce, nötron yıldızı veya bir kara delik olarak evrimlerine son verirler. Günümüzde yıldız doğumlarının çoğu serin gazın pek tükenmemiş olduğu küçük galaksilerde meydana gelmektedir. Samanyolu Galaksisi gibi sarmal galaksiler, spiral kollarındaki yıldızlararası yoğun hidrojen moleküler bulutlarına sahip oldukları sürece yalnızca yeni kuşak yıldızlar üretirler. Bu gazdan artık yoksun olduklarından eliptik galaksiler ise yeni yıldızlar üretemezler. Mevcut hidrojen rezervleri yıldızlarca tüketilip ağır elementlere dönüştürüldüğünde yeni yıldız doğumları meydana gelemez. Yıldızları yaşlandıkça galaksinin parlaklığı da giderek azalır. İçinde bulunduğumuz "yıldız oluşum çağı"nın yüz milyar yıl süreceği tahmin edilmektedir. Kızıl cüceler gibi çok daha küçük ve giderek soluklaşan yaşlı yıldızların olacağı sonraki "yıldız çağı"nın 10-100 trilyon yıl süreceği düşünülmektedir. Bu “yıldız çağı”nın sonunda galaksiler şu sıkışık cisimlerden ibaret olacaklardır: Kahverengi cüceler, beyaz cüceler (soğumuş kara cüceler), nötron yıldızları ve kara delikler. Ardından kütleçekimsel gevşemenin sonucu olarak tüm yıldızlar kara deliklere düşecekler ya da çarpışmalar sonucunda galaksilerarası uzaya fırlatılacaklardır. Evrendeki galaksiler tek biçimli bir şekilde dağılmadıkları gibi tümüyle düzensiz bir şekilde de dağılmıştır. Gökyüzüne ilişkin "derin alan" araştırmaları galaksilerin genellikle birbirlerine bağlı bir şekilde topluluklar oluşturduğunu ortaya koymuştur. Milyarlarca yıl boyunca bir başka galaksiyle etkileşime geçmemiş galaksiler çok nadirdir. Şimdiye dek araştırılan galaksilerden yalıtılmış halde oldukları gözlemlenenlerin oranı yalnızca % 5’tir. Kaldı ki bunların geçmişlerinde bir başka galaksiyle etkileşime geçmiş olmaları, çarpışmış olmaları, hatta, halen küçük galaksilerden oluşmuş uydulara sahip olmaları mümkündür. Yalıtılmış durumda bulunan galaksilerde yıldız doğumları, sahip oldukları gazlar diğer galaksilerdeki gibi etkileşimlerle sıyrılmam
ış olduklarından, yüksek bir oran gösterir. Büyük ölçekte evren sürekli bir genişleme hâlindedir ki, bu da bireysel galaksiler arasındaki ortalama uzaklığın artmasına neden olmaktadır. Buna karşılık galaksi toplulukları karşılıklı kütleçekimsel etkileri sayesinde lokal anlamda bu genişlemeyi aşabilmektedirler. Bunlar evrenin erken döneminde karanlık maddenin sürüklemesi sayesinde kümelenmiş topluluklardır. Daha sonra bunlardan birbirine yakın gruplar bir araya gelerek galaksi kümelerini meydana getirmişlerdir. Bu bir araya gelme süreci bir kümedeki galaksilerarası gazın çok yüksek sıcaklıklara gelme derecesinde ısınmasına (30 milyon-100 milyon K) neden olur. Bir kümedeki kütlenin yaklaşık % 70-80’i karanlık madde türündedir, %10-30’u bu ısınmış gazdan oluşur ve geri kalan az kısım da galaksiler olarak görünen maddedir. Evrendeki galaksilerin çoğu kütleçekimsel olarak birbirlerine bağlıdır; her galaksi, kütleçekimsel olarak, belirli bir sayıdaki diğer galaksilere bağlıdır. Böylece küçükten büyüğe doğru kümelenmeli bir yapı hiyerarşisi bulunur. Bunların en küçüğü galaksi gruplarıdır. (Galaksi sayısı 100’ün altında olduğu zaman bu topluluklara, gruplar ve kümeler arasındaki sınırlar belirgin olmasa da, galaksi grubu denir.) Kütleçekim kuvvetiyle bir arada tutulan bu toplulukların en yaygın tipi galaksi kümeleri olup, evrendeki galaksilerin çoğunu içerirler. Genellikle birkaç megaparseklik bir bölgede bir araya gelmiş binlerce galaksiyi içeren yapılar “küme” olarak adlandırılır. Galaksi kümesi ya da galaksi kümesi kütleçekimi sayesinde birbirlerine bağlı yüzden fazla galaksinin oluşturduğu kümedir. Galaksi kümeleri biçimleriyle (özel, küresel, simetrik vs.), dağılımlarıyla veya galaksi sayılarıyla (sayı birkaç bine çıkabilir) nitelenirler. Böyle bir grup ya da kümeye bağlı kalabilmek için her üyenin, yani her galaksinin hızının topluluktan kaçıp gidecek derecede yüksek olmaması, bir başka deyişle bunu önleyecek derecede düşük bir hızı olması gerekir. Buna karşılık yetersiz bir kinetik enerji söz konusu olduğunda da, topluluk galaksi birleşmelerinin olacağı bir evrim geçirir; evrim sonucunda topluluğun dönüştüğü yeni hâli, daha az sayıda galaksiden oluşuyor olacaktır. Galaksi kümelerinde genellikle tek bir "dev eliptik galaksi" baskın olur. “En parlak küme galaksisi” adı verilen bu dev, zamanla, uydu hâline getirdiği diğer galaksileri gelgit etkisiyle tahrip eder ve yutup kendi kütlesine katar. Süperkümeler galaksi kümeleri, galaksi grupları ve bazen de bireysel galaksiler hâlinde onbinlerce galaksi içerirler. Bir milyar ışık yılı uzunlukta olabilen bu muazzam büyüklükteki yapılarda, aralarında büyük boşluklar olan galaksiler, rastgele değil, bir yapıdaki teller gibi dizilmişlerdir. Süperküme skalasının daha üzerinde evrenin izotropik ve homojen olduğu düşünülür. Galaksilerin yaklaşık % 90’ı bir kümeye ya da bir süperkümeye dahildir. Samanyolu Galaksisi Yerel Grup (İng. "Local Group") adı verilen 30 civarında galaksi içeren bir galaksi grubunun üyesidir. Bu, yarıçapı yaklaşık bir megaparsek olan bir gruptur. Bu grupta Samanyolu ve Andromeda en parlak iki galaksidir. Grubun diğer üyelerinin birçoğu bu iki galaksinin uyduları ya da yoldaşları olan cüce galaksilerdir. Yerel Grup’un kendisi de Başak Süperkümesi’nin içindeki bir bulutumsu yapının bir parçasıdır. Samanyolu Galaksisi’nin dışındaki galaksilerin varlığının keşfedilmesinden sonra, bunların ilk gözlemleri genellikle, gözle görülür ışığın kullanıldığı gözlemlerdi. Yıldızların çoğu ışık yaydıklarından, galaksileri oluşturan yıldızların gözlemi optik astronominin temel etkinliklerinden biridir. Optik astronomiden iyonize H II bölgelerinin ve tozlu kolların dağılımının incelenmesinde de yararlanılabilmektedir. Fakat yıldızlararası ortamda mevcut toz, gözle görülür ışıkla gözlemlendiğinde soluk görülmektedir. Buna karşılık uzak-kızılötesi ışınlarla daha saydam görülebilmektedir. Günümüzde optik astronominin yetersiz kaldığı alanlarda artık çeşitli dalgaboylarından da yararlanılmakta ve bu alanda çeşitli aygıtlar kullanılmaktadır. Modern yöntemlerden bazıları şunlardır: Bedri Noyan Bedri Noyan, 1960'dan 1997'de ölümüne kadar Bektaşi toplumu içinde en yüksek mevki olan Dedebabalık makamında bulunmuş hekim, araştırmacı-yazar, sanatçı ve inanç ve toplum adamıdır. 1912 yılında Serez’de doğdu. Babası subaylıktan emekli olunca Samsun’a yerleştiler. Ortaokul ve liseyi Samsun’da okudu. 1931 yılında Samsun Lisesi’nin ilk mezunları arasında yer aldı. 1937 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi. KBB İhtisasını Ankara Numune Hastanesinde Avusturyalı Profesör Max Meyer’in yanında yaptı. 1946 yılında İstanbul Tıp Fakültesinde, Ekrem Behçet Tezel’den sonra Türkiye’nin ikinci KBB doçenti oldu. 1951'de üniversiteden ayrılarak Aydın ve İzmir’de Serbest KBB Hekimi olarak çalıştı. KBB, Türkoloji ve folklor kongrelerine tebliğler sunarak katıldı. Tıp dergilerinde çok sayıda yayınları ve çeşitli dergilerde araştırma yayınları yayınlandı. Dr. Bedri Noyan, 21 Mart 1960'da Alevi ve Bektaşi toplumu tarafından Dedebaba seçilerek pir postuna oturdu ve 7 Kasım 1997'de ölene kadar (Bektaşi terminolojisinde Hakk'a yürümek denir) Bektaşi toplumunun en üst düzey liderliğini yaptı. Şiir, müzik, resim ve özellikle de hat ve ebru sanatı ile yakından ilgilenmiştir. Keçiörengücü Keçiörengücü, maçlarını Aktepe Stadı'nda oynayan Türk futbol kulübüdür. 2. Lig'de mücadele etmektedir. Renkleri eflatun-beyazdır. 1945 yılında Hacettepe Gençlik Kulübü adıyla Ankara'nın şimdilerde dağıtılmış eski mahallelerinden biri olan Hacettepe'de kurulmuş, 1954'te Ankara Lig şampiyonu olmuştur. 1955 yılında diğer Ankara kulüpleri ile beraber profesyonel kadro kurarak hemen o sezon profesyonel lig şampiyonluğunu kazanan eflatun-beyazlı takım 1957-1958 sezonunda da Ankara şampiyonu oldu. 1958-1960 ve 1962-1968 arasında Süper Lig'de toplam 8 sezon mücadele etti, ancak ekonomik krizden kurtulamayarak küme düştü. 1988 yılında kulübün ismi, zamanın Keçiören belediye başkanı İ. Melih Gökçek tarafından Keçiörengücü olarak değiştirildi. Ancak mahkeme kararıyla ismi tekrar Hacettepe Camuzoğlu olarak değiştirildi. Aynı sene genel kurulda tüm üyelerin oy birliğiyle kulüp ismi tekrar Keçiörengücü olarak ilan edildi. 1988–1989 sezonunda 2 Lig'e çıkan Keçiörengücü, 1992-1993 sezonunda 3 Lig'e düştü. 1997 yılında 2. Lig'e tekrar çıktı, ancak 1998 yılında 3 Lig'e tekrar düştü. 2005–2006 yılında tekrar 2. Lig'e çıkma başarısı göstermiş olmasına rağmen ertesi sezon tekrar 3. Lig'e düştü. Oynadıkları stadın çimi suni çimdir. Stadları geçen sezon büyütülerek bir spor tesisi haline getirilmiştir. Stadı Keçiören Aktepe Stadyumu'dur. Seyirci kapasitesi 4883'tür. Keçiörengücü 2013-14 3. Lig sezonunun 33. haftasında oynadığı Erzincan Refahiyespor maçını kendi evinde 1–0 kazanarak ligin bitimine 1 hafta kala Ahmet Yavuz yönetiminde şampiyonluğunu ilan etmiş ve bir sonraki yıl 2. Ligte oynamaya hak kazanmıştır. Keçiörengücü bu sonuçla 2006-07 sezonunda düştüğü 2. Lig'e 7 yıl sonra geri dönmüştür. 1959-1960, 1962-1968 (Hacettepe olarak) 1968-1971 (Hacettepe olarak), 1989-1993, 1997-1998 2006-2007, 2014- 1971-1974, 1977-1978, 1984-1989, 1993-1997, 1998-2006, 2007-2014 1960-1962, 1974-1977, 1978-1984 Şampiyonluk (3) : 1988-1989, 2005-2006, 2013-2014 İkincilik (1) : 1996-1997 Umutsuzlar Umutsuzlar, Yılmaz Güney'in yazıp yönettiği ve oynadığı 1971 yapımı Türk filmi. Kabadayı Fırat'la (Yılmaz Güney), balerin Çiğdem'in (Filiz Akın) aşk öyküsü "Bu yorgun mavi deniz, martılar ve vapur düdükleri hep o sessiz ve sıcak bakışlı adamı hatırlatmaz mı Çiğdem'e? Güldüğünü hiç görmediği, yüzünde binlerce kederin yaşayan izlerini taşıyan o adamı. Günlük gazetelere bakarken, içini ürperten gizli bir telaşla çevirirken sayfaları niye kokardı Çiğdem ve neden her sabah, her akşam aynı sıkıntıları, aynı heyecanları taşımaktan yorulmuş yüreği bir serçe yüreği gibi çarpardı. Korkusunun nedenlerini çok iyi bilirdi yakınları. Bir sabah, Çiğdem'in istemediği, fakat O'nu tanıyanların kaçınılmaz gördükleri bir sonun resimleriyle dolu olmayacak mıydı gazeteler? Su testisi su yolunda kırılmayacak mıydı? O'nun, o sıcak ve sessiz bakan, bakarken kaçınılmaz sonunu duyurtan hüzünlü sevgilinin ölmüş, kanlara bulanmış resmini görmeyecek miydi gazeteler?" Akyarlar, Bodrum Akyarlar (eski adı: Kefaluka), Muğla ilinin Bodrum ilçesine bağlı bir mahalledir. 2012 yılına kadar Bodrum ilçesine bağlı bir köyken, 2012 yılında Muğla'nın büyükşehir olmasıyla bu ilçeye bağlı bir mahalle statüsünü almıştır. Bodrum’a 21 km, Turgutreis'e 8 km, Milas-Bodrum Havalimanı'na 58 km uzaklıktadır. Antik adı Arhialla olan Akyarlar, sörf için son derece uygun koşullara sahip olması ile dikkat çekici olmaktadır. Karaincir'i geçerek devam edildiğinde, kıyıdan yükselen, tepesinde Osmanlı ormanlarının, yamaçlarında ise tarihi bir Rum kilisesinin kalıntılarının bulunduğu Aspat Tepesi geçilerek, eski bir balıkçı mahallesi olan Akyarlar'a varılır. Sahildeki bazı evlerden de anlaşılacağı gibi, Akyarlar eskiden ünlü bir Rum yazlık beldesiymiş. Yakın zamana kadar Akyarlar'ın asıl geçim kaynağı balıkçılıktı ve kıyıdaki küçük liman yerli teknelerle dolardı. Bugün Rumlar, boğazlardan 5 km. uzaklıktaki İstanköy adasında yaşamaktalar. Balıkçı teknelerinin yerini de tur tekneleri almıştır. Ancak Akyarlar halen o kendine has atmosferini korumaktadır. Bugün koyun bir ucunda liman yer alır, diğer ucunda ise kumsal dönemeç yaparak gözden kaybolur. Eskilerden kalan birkaç balıkçının balık avlayışlarının seyredilebildiği küçük pansiyon ve restoranlar ise sahil boyu uzanır. Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Mahallenin ekonomisi turizime dayalıdır. Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi vardır . Sağlık ocağı vardır ancak sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Köy içinde 2 adet beş yıldızlı otel bulunmaktadı
r. Biri hizmete girmiş, diğeri de 2010 yılında hizmete açılacaktır. Köy içinde dört adet plaj bulunmaktadır. Balık lokantaları, pideciler, çiğ börekçiler, gözlemeciler köye bir başka tad vermektedir. Bodrum içinden tek vasıta ile ulaşım vardır. Acı (film, 1971) Acı, Türkçe bir film. Filmin ana teması pişmanlık üzerine kurulmuş. 15 yıllık hapislik yaşamından sonra, yıllar önce öldürdüğü adamın ailesine gidip bağışlanmasını isteyen, düşman kapısında it olmaya bile razı olan Çiçek Ali rolüyle ilginç bir tip çizmiştir Yılmaz Güney. Filmin son sahneleri oldukça hareketlidir. Dağlarda silahıyla atış talimleri yapan Güney, giydiği beyaz giysileriyle samuraylara gönderme yapmaktadır. Ağaç dallarına, kayalara ve gerdiği iplere çanları bir bir dizer ve çan sesinin geldiği yöne çanlara doğru ateş eder. Önce "Çan" adı altında yazılan filmin adı daha sonra "ACI" olarak değiştirilmiştir. Yılmaz Güney Fatma Girik Hayati Hamzaoğlu Mehmet Büyükgüngör Oktay Yavuz Osman Han Dündar Aydınlı Niyazi Gökdelen Şahin Dilbaz Nizam Ergüden Kudret Karadağ On beş yıl önce elini kana bulayıp içeri girdikten sonra cezasını tamamlayan Çiçek Ali (Yılmaz Güney), kasabaya yaklaştıkça içinin bir acı bastığını hisseder. On beş yıl önce Avanos dayının (Mehmet Büyükgüngör) oğlu Yasin'i öldürmüştür; kendilerine yetecek, geçindirecek kadar toprakları olan Avanos'un tek oğlu olan Yasin'i... Bütün bunlar bir .hiç uğruna, kapısında çalıştığı zalim ağa Haceli'nin (Hayati Hamzaoğlu) yüzünden olmuştur. Şimdi çok pişmandır Çiçek Ali. Mahpusluk hayatı çok değiştirmiştir onu. Kızı Zelha'yla (Fatma Girik) yaşayan Avanos'tan af dileyecek, bağışlanmasını isteyecektir. Bunun için A vanos'un kapısında it olamaya bile hazırdır. Çiçek Ali, önce öldürdüğü Yasin'in mezarını ziyaret eder. Kırlardan topladığı gelincikleri toprağının üstüne bırakır. Üzgündür... Çiçek Ali'yi kasabada görenler, Haceli Ağa'ya haber ederler. Ağa şaşkındır. On beş yıl ne de çabuk geçmiştir... Çiçek Ali mezar ziyaretinden sonra A vanos dayının kayalar arasındaki evine gider. Kızı Zelha çamaşır yıkamaktadır. Avanos ise tütün sarınaktadır. Ali elinde valiziyle karşılarında dikilmektedir. Boynu büküktür... İhtiyar Avanos oğlunun celladını karşısında görünce şoka girmiştir. Zelha davranır. Avanos dayı tüm kinini kusar Ali'nin üzerine. Ali af diler... Yalvarır... Günahının cezasını on beş yıl hapiste yatarak çekmiştir. İhtiyar Avanos ne elini öptürür, ne de affeder. Çünkü Ali onun için hala 'gavurun dölü' ve 'eli kanlı zalim'dir. Çiçek Ali ise, "Ben öksüz büyüdüm, kimim kimsem yok, babam ol benim," diyerek yalvarmasını sürdürse de Avanos dayı acımasızdır. Onu evinden kovar ama Ali gitmez. Baba-kız Ali'nin üstüne yürürler, Zelha sopayla kafasına vurur, elleriyle başını korumaya çalışan Ali birbiri ardına inen darbelerin etkisiyle oracıkta yığılır kalır. Sonra baba-kız çevrede biriken köylülerden de çekinerek yaralı genci kulübelerine taşırlar. Olay çevrede çabuk duyulur. Ali'nin, kan davalısı olan Avanos'a gelip af dilemesi Haceli ağanın hoşuna gitmez. Adamları toplayarak gelişmeleri öğrenir. Ali'yle yüz yüze gelip meselenin aslını öğrenmek istemektedir. Adamlarından Zülfikar, Murtaza ve Durali, Ali'yi arar. Günler geçer. Başı kanlı sargılar içinde Avanos'un evinde yatan Ali iyileşir. Aralarındaki gerginlik artık sona ermiştir. Avanos ve kızı da pişmandır. Artık Ali evin oğlu gibi olmuştur Bu yüzden de Ali çok mutludur, günlerini tarla sürerek geçirmektedir. Haceli'nin üç adamı Ali'yi tarlada bulurlar ve ağalarının kendisiyle görüşmek istediğini söylerler. Haceli'nin tüm derdi Ali'yi tekrar kendi yanına çekmektir. Ama unuttukları bir şey vardır, Çiçek Ali artık eski Ali değildir. Davet üzerine Haceli'nin evine gittiğinde kesin tavrını ortaya koyup, "Eskiden adam öldürmeyi marifet bilirdik. Ne zaman ki adam öldürdük, mahpus damlarını, taş duvarları, zindanları tanıdık, kapılarda ağlaşan kadınları, kızları, anaları gördük, anladık ki, bizim yaptığımız iş iş değildir, benim anladığım delikanlı doğruluğun, mertliğin ve ekmeğin delikanlısıdır," der. Artık Çiçek Ali re~ti çekmiştir ve Haceli'nin kirli emellerinden yana değildir. Zelha ile babası Avanos, Ali'ye alışmışlardır. O nereye gitse yolunu gözlemektedirler. Ali bir dönüşünde kırlardan topladığı çiçekleri Zelha'ya verir, hediyeler getirir. Aralarında saf ve duygusal bir yakınlık oluşmuştur. Günler böylece sürüp giderken Haceli ve adamları Ali'yi rahat bırakmazlar bir türlü. Ali ve Avanos dayı tarlalarına giderlerken yollarının üzerinde Haceli'yle karşılaşırlar. Haceli'nin yanında adamları da vardır. Haceli, Ali'ye buralardan gitmesini ister ve tehditler savurur. Hava gerginleşir ve birbirlerine girerler. Avanos'un başı taşlaezilir. Köylüler yetişmese Ali'yi de öldüreceklerdir. Saldırganlar Ali'yi kanlar içinde bırakıp kaçarlar. Ali, Zelha'nın kolunda hastaneden çıktığında gözleri bağlıdır. Bastonla yürümektedir. Çünkü başına aldığı darbelerden kör olmuştur. Zelha'ya göre artık buralarda onlata hayat yoktur. "Başımızı alıp gidelim," diye yalvarır Ali'ye. Ama Ali öcünü almadan gitmek niyetinde değildir. Zelha'dan çan bulmasını ister. Koyun ve develerin boyunlarına takılan, yürüdükçe ses çıkaran metal çanları bulup getirir Zelha. Bir sabah tarlalarına giden köylüler çan sesleri duyarlar. Sesler köy yakınlarından gelmektedir. Zelha korkuluklara, ağaç dallarına ipler germiştir. Çanları iplere dizer, kayalar üzerine koyar. Zelha ipi çektikçe çan çalar, Ali çanın geldiği yere ateş eder, çanları vurur. Zelha böylece, düşmanlarına karşı Ali'nin gözü, Ali'nin eli ayağı olacaktır çanların yardımıyla. Ali, Avanos dayının silahıyla, Zelha' nın işaretiyle çan seslerinin geldiği yöne ateş eder ve bu talim günlerce sürer... Haceli bir ihbarla dağdaki yerlerini öğrenir Ali ve Zelha'nın. Üç adamıyla dağlara tırmanırken, Zelha mağara aralığından onları görür. Ali'yi elinden tutup bir kaya aralığına bırakır. Çanı kayalardan aşağı sarkıtır ve beklemeye başlarlar. Düşmanlardan Durali çana yaklaştığında çan sesi gelir, Ali sesin geldiği yöne kurşunu basar. Durali vurulmuştur. Kayalar arasında yer değiştiren Zelha, Ali'ye çanıyla işaret verip bu kez de Murtaza'nın vurulmasını sağlar. Çanın boynuna dolandığı Zülfikar da bir kurşunla yere devrilmiştir. Zelha saklandıgı yerden çıkarken Haceli'nin kurşunuyla' vurulup düşer. Ali seslerin geldiği yöne ateş edip Haceli'yi vurur. Haceli de onu görüp ateş etmiştir. Çan sesleri durmuştur. Film 3. Adana Film Şenliği'nde (1971) ikinci seçildi. Fatma Girik En İyi Oyuncu, ve Metin Bükey'de en iyi Müzik ödülünü aldı. Mercidabık Muharebesi Mercidabık Muharebesi, (Arapça: مرج دابق‎, anlamı; Dabık Ovası) Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında Memluk Devleti ile yapılan ilk ve kat′î neticeli muharebedir. 24 Ağustos 1516'da Osmanlı ordusu ile Memluk ordusu arasında Halep şehrinin kuzeyinde yapılan savaşı Osmanlılar kazandı. Muharebenin sonucunda Suriye, Lübnan ve Filistin Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlı Sultanı I. Selim Hân'ın, Orta Doğu’da hâkimiyetini genişletmesi; Suriye, Lübnan, Filistin, Arap Yarımadası, Mısır ve Kuzey Afrika’nın doğusuna hakim Memlûklu Sultanı Kansu Gavri'yi (Kansuh el-Gûrî) harekete geçirip, tedbir almaya sevk etti. 23 Ağustos 1514’te, Çaldıran Savaşı'nda, Yavuz Sultan Selim Han'a yenilip kaçan Safevi hükümdarı Şah İsmail ile ittifâk kurdu. Yavuz Sultan Selim Han, haber alma teşkilâtı vasıtasıyla Şah İsmail - Kansu Gavri ittifakını öğrenince, Vezîr-i âzam Sinan Paşa'yı, 40.000 kişilik bir kuvvetle Safevîler üzerine gönderdi. Sinan Paşa'nın, Diyarbakır’a giderken, Fırat’ı geçmek için Memlûklar'dan izin isteyip de iznin verilmemesi ve Kansu Gavri'nin 50.000 kişilik bir kuvvetle Halep'e gelmesi, harp sebebi sayıldı. Devrin âlimlerinden Zenbilli Ali Cemâli Efendi'nin fetvasıyla sefere çıkıldı. Memluk Sultanı Kansu Gavri Selim'in seferinin Suriye üzerine olacağını bilmekteydi. Onun için Suriye'yi korumak maksadıyla hazırlıklar yaptırdı. I. Selim'in Suriye'ye yöneldiğini duyunca yeğeni ve aynı zamanda baş veziri olan Eşref Tumanbay'ı Kahire'de bırakarak 18 Mayıs 1516'da Kahire'den bir Memluklu ordusu ile Suriye'nin kuzeyine yürüdü. Bu yürüyüş müzik, eğlenti ve şarkı ile geçti. 15 tane "Binlerin Emiri" rütbeli ve birçok daha düşük rütbeli Memlûklu ve 5.000 kişilik Sultan'ın özel kölemen ordusu bu yürüyüşe katıldı. Suriye'den ve Bedevi Araplardan da birlikler bu orduya yolda katıldılar. Abbasi Halifesi III. Mütevekkil ve diğer yüksek Mısır uleması da Sultan'ın maiyetindeydi. Sultan Kansu Gavri 9 Haziran'da büyük bir törenle Şam'a girdi; yoluna halılar serilmişti ve etrafa Avrupalı tüccarlar paralar saçmaktaydı. Burada Sultan Kansu Gavri ile ordusu bir hafta Şam'da kaldıktan sonra yine büyük törenle yola çıkıp Humus ve Hama üzerinden Halep'e doğru yürüyüşe geçti. Halep'te I. Selim'den yeni elçilerin gelmiş olduğu öğrenildi. Bu elçiler Sultan Kansu Gavri'ye ve Halife Al-Mütevekil'e çok güzel hediyeler getirmişti. I. Selim bu sefere Memluklulerin Şah İsmail'e yaptıkları yardım nedeniyle başladığını söylemekteydi. Sultan Kansu Gavri, Memluklu Saray Nazırı Mugla Bey'i hediye olarak şeker ve tatlılarla Osmanlı ordugâhına elçi olarak yolladı. Fakat I. Selim bu elçiyi hiç de iyi karşılamadı; Mugla Bey'i tıraş ettirerek bir köhne beygirle geri gönderdi. Yavuz Sultan Selim, Kansu Gavri’ye Halep’in kuzeyindeki Mercidabık mevkiinde, meydan muharebesi için hazır olması haberini gönderdi. Bu sırada Kansu Gavri Memluklu emirlerinin sadakatsız olmaları sorunları ile uğraşmak zorunda kaldı. Memluk ordusu içinde Halep valisi Hayır Bey'in ve en tanınmış Memluklu emirlerinden olan Canberdi Gazali'nin Osmanlılarla ilişkileri olduğu söylentileri yayılmıştı. Kansu Gavri bütün emirlerin, Memluklu ileri gelenlerin ve kadıların kendine sadık olacaklarına dair yeniden Kur'an üzerine and içmelerini istedi ve bu and içme için özel bir tören yapıldı. Yavuz Sultan Selim komutasında Osmanlılarla, Sultan Kansu Gavri komutasindaki Memluklular arasında muharebe Halep'in bir günlük yol kuzeyinde bulunan Mercidabık ovasınd
a yapıldı. Osmanlı ve Memluk orduları sayı ve teçhizat bakımından birbirine benzemekteydi. Her iki ordunun da kuvvetleri eşit miktarlarda olup, altmış bin civarındaydı. Ama Osmanlı ordusunun elinde çok iyi kullandıkları ateşli silahlar, özellikle de sahra topları bulunmaktaydı. Osmanlılar; ateşli silahlar, teşkilat, kumanda heyeti, sevk ve idare bakımından Memlûklardan üstündü. Buna karşılık Memlûkların da süvari kuvvetleri meşhurdu ve çok güçlüydüler. 24 Ağustos 1516 sabahı, Osmanlı ordusu hilâl şeklinde bir tertibat aldı. Ordunun merkezinde Yavuz Sultan Selim Han olup, yanında Kapıkulu askeri ve önünde birbirine zincirle bağlı üç yüz top bulunuyordu. Sağ kola Anadolu Beylerbeyi Zeynel Paşa, sol kola da Rumeli Beylerbeyi Sinan Paşa komuta ediyordu. Memlûk ordusunun merkezine, yanında Halife III. Mütevekkil olduğu halde Sultan Kansu Gavri, sağ kola Halep Nâibi Hayırbay, sol kola da Şam Nâibi Sibay kumanda ediyordu. Memlûklarda sultanın orduya, komutanların da Kansu Gavri’ye itimatsızlığı vardı. Memlük sultanı genç Memlûklüleri korumak için yaşlı Memlûklüleri ön saflara yerleştirdi; yaşlı Memlûklüler bunu, ayrılmalarının istendiği biçiminde yorumladılar. Osmanlı topçu ateşiyle başlayan muharebeye, Memlûklar süvari taarruzu ile karşılık verdiler. Muharebe başladıktan iki saat sonra, Memlûklar bozguna uğradı. Öğleden sonra kesin netice alınarak, Memlûk karargâhı, bütün ağırlığı ile Osmanlıların eline geçti. Memlüklerin Halep valisi Hayirbey de Osmanlılar'la anlaşarak savaş alanını terk etti. Daha kötüsünün olamayacağının düşünüldüğü bir anda, Memlük sultanı savaş alanında öldü ama cesedi bulunamadı. Kansu Gavri'nin ölüm nedeni değişik tarihçiler tarafından birbirinden farklı olarak verilmektedir. Bazı tarihçilere göre doğal bir nedenle, belki de kalp krizinden ölmüştür. Bazı Osmanlı tarihçilerine göre bu ölüm bir Osmanlı askerinin eliyle oldu. Bazı Arap kaynaklarına göre Sultan Kansu Gavri ordusu yenik düştükten sonra harp meydanında hayata bulunmaktaydı; ama düşman eline düşmemesi için Memlûklular onu öldürüp cesedini saklamışlardır. Boğucu bir yaz sıcağında meydana gelen muharebeden sağ kurtulan Memlûk askerleri; Halep, Hama, Humus ve Şam’a kaçtılar. Takip edilen Memlûk kuvvetlerinden ele geçirilenler imha edilerek, Kuzey Suriye bütünüyle zapt edildi. Ahalisi Sünnî olan şehirler, Yavuz Sultan Selim Hanı ve Osmanlıları davet ettiler. Suriye şehirleri, kendi rızalarıyla Osmanlı idaresini tercih ettiğinden ahaliye herhangi bir zarar verilmedi. Abbasî halifesi III. Mütevekkil, muharebeden sonra Yavuz Sultan Selim'in yanına gelerek, sultandan çok hürmet gördü. Yavuz Sultan Selim, 28 Ağustos'ta Halep’e 27 Eylül'de Şam’a gelerek Mısır’ın fethini gerçekleştirecek sefere hazırlanmaya başladı. Mercidabık’ta kazanılan zafer, Osmanlı Devleti'ne dini, siyasi, askeri, iktisadi pek çok fayda sağladı. Hilafetin Osmanlı Hanedanına geçme yolu açıldı. Doğuda Osmanlı Devleti'nin son rakibi Mısır - Memlûk Devleti, ortadan kaldırılma safhasına getirildi. Suriye, Lübnan ve Filistin Osmanlı hâkimiyetine girdi. Mısır ve Arabistan Yarımadası yolu açıldı. Güneydoğu Anadolu’nun zaptedilmesiyle, Anadolu Türk birliği tamamlandı. Mehmet Vehbi Bolak Mehmet Vehbi Bolak (1882, Balıkesir - 6 Nisan 1958), Osmanlı Meclisi Mebusanı ve TBMM'de Balıkesir (Karesi) milletvekilliği ve bir süre Eğitim Bakanlığı yapmış, Balıkesir'de Kuvayi Milliye hareketini başlatanlar arasında yer almış Kuvayi Milliyeci, idareci ve siyasetçidir. Meclis kürsüsünde ve direniş hareketinin organizasyonunda hitabet gücü ile akıllarda kalmıştır. 1882 yılında Balıkesir'de doğmuştur. Abacılar Kethüdası Hacımehmedefendizade Yahya Nefi Efendi’nin oğludur. Mülkiye Mektebi'ni bitirmiş, Çatalca mutasarrıflığına atanmıştır. Daha sonra Osmanlı Meclisi Mebusanı 2. Dönem ve 3. Döneminde ve TBMM 1. Dönem ve 2. Dönem'de Karesi (Balıkesir) milletvekilliği yapmıştır. IV. İcra Vekilleri Heyeti'nde bir yıllık kısa bir süreliğine Maarif Vekilliği'nde (Eğitim Bakanlığı) bulunmuştur. Kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası sahibi olan Mehmet Vehbi Bolak 6 Nisan 1958'de vefat etmiştir. Kendisi de milletvekilliği ve Türkpetrol Yönetim Kurulu Başkanlığı yapmış iş adamı Ahmet Aydın Bolak'ın babasıdır. Mustafa Fevzi Sarhan Mustafa Fevzi Sarhan Osmanlı Meclisi Mebusanı ve TBMM'de Saruhan (Manisa) milletvekillliği yapmış, Türkiye'nin son Diyanet Bakanı olmuş, hukuk, din ve siyaset adamıdır. 1875'de Akhisar'da doğmuştur. Medrese ve hukuk, Almanca ve Fransızca öğreniminden sonra Maliye Vekaleti Hukuk Müşavirliği, İstanbul 2. Hukuk Başkanlığı, 2. Ticaret ve Bidayet Mahkemesi Başkanlığı, avukatlık ve öğretmenlik yapmıştır. Osmanlı Meclisi Mebusanı 2. Dönem ve 3. Dönem'de Saruhan mebusluğu, TBMM 2. Dönem'de yine Saruhan, 3. ve 4. Dönemlerde vilayetin adının değiştirilmesiyle Manisa milletvekili oldu. V. İcra Vekilleri Heyeti'nde ve 1. TC Hükûmeti'nde Şeriye ve Evkaf Vekilliği (Diyanet ve Vakıflar Bakanlığı) yapmış, bu konu alanında bakan düzeyindeki son kişi olmuştur. 19 Eylül 1933'te vefat etmiştir. Musa Kazım Onar Musa Kazım Onar (d. 1881, Hadim, Konya - ö. 5 Aralık 1930), Türk siyasetçi. Medrese ve Konya Hukuk Mektebi mezunudur. Selanik Hukuk Mektebi Fıkıh Usulü ve Mecelle Öğretmenliği, Serbest Avukatlık, Osmanlı Meclis-i Mebusan IV. Dönem Konya Mebusluğu, TBMM I., II. ve III. Dönem Konya Milletvekilliği, Ziraat Encümeni Başkanlığı, I. Dönem Büyük Millet Meclisi 1. ve 2. Reis Vekilliği, 4. ve 2. Şube Başkanlığı, 5. İcra Vekilleri Heyeti Şer'iye ve Evkâf Vekilliği yapmıştır. Evli ve beş çocuk babasıdır. Son Osmanlı şeyhülislamlarından ve vukuatlı bir kişilik olan Mustafa Kazım Efendi ile karıştırılmamalıdır. Edirnekapı Şehitliği’nde gömülmüştür. Konya senatörü Ahmet Onar’ın babasıdır. Süperşarj Süperşarj, içten yanmalı motorlarda güç üretimini artırmaya yönelik uygulanan bir tekniktir. Normalde bir pistonun pozitif yer değişimi sonucu silindir içerisine hava dolar ve bu hava sıkıştırılarak yanmada kullanılır. (bkz: Dört zamanlı motorlar) Silindir içerisine ne kadar çok hava gönderilebilirse üretilen güç o denli yüksek olur. Süperşarj tekniği de bu prensibe dayanır. Bu teknikte hava silindire gönderilmeden önce bir kompresör ile sıkıştırılır ve yüksek basınç sayesinde aynı hacimdeki silindir içerisine daha çok hava verilmiş olur. Sonuç olarak daha fazla yakıt yakılarak aynı motordan süperşarj sayesinde motor hacmini büyütmeden daha fazla güç elde edilmiş olur. Süperşarj (yaklaşık olarak) "normalden daha fazla yüklemek" anlamına gelir. Süperşarj üniteleri mekanik su pompalarından esinlenilerek yapılmıştır dünyada ilk fotoğraftaki Bentley üzerinde kullanılmıştır. Vauxhall Vauxhall, Opel'in Birleşik Krallık ve onun eski sömürgelerindeki markasıdır. Opel ile birlikte General Motors bünyesindeydi. 1957 yılına kadar Opel ile donanım ve motor güçleri arasında fark varken 1957 yılından sonra amblem ve direksiyonunun sağdan olması haricinde fark kalmamıştır. Opel'in Britanya'da farklı marka kullanma sebebi, II. Dünya Savaşı sırasında Alman ordusuna üretim yapması yüzünden oluşan olumsuz imajından kurtulmaktır. Opel'de olmayan modeller Monaro ve VXR8'dir. 2017'de artık General Motors'dan PSA grubu satın almıştır. Seyyid Bey Seyyid Bey (1873, İzmir - 8 Mart 1925, İstanbul) Osmanlı Meclis-i Mebusanı 1., 2., 3. Dönem İzmir ve 22 Ekim 1916'da Ayan Azalığı, II. Dönem İzmir Milletvekili ile V. İcra Vekilleri Heyeti ve 1. TC Hükûmeti'nde Adalet Bakanlığı yapmış, Hilafet'in kaldırılmasında kilit bir rol oynamış din ve siyaset adamı ve yazardır. 1873'de İzmir'de doğmuştur. Medrese eğitimini takiben, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuş, aynı üniversitede fıkıh dersleri vermeye başlamıştır. Osmanlı Meclisi Mebusan'ına iki dönem İzmir mebusu seçilmiştir. Cumhuriyet'in ilanıyla eşzamanlı TBMM 2. Dönem'de de İzmir milletvekili olmuş, kurulan kabinede Adliye Vekili olarak yer almıştır. 3 Mart 1924'de, 1. İnönü Hükümeti'nin son günlerinde Meclis'te Hilâfet'in kaldırılmasına dönük, "Hilafetin Mahiyet-i Şeriyyesi" konulu, günümüzde de tarihi addedilen bir uzunca konuşma yapmış ve karar alınmıştır. Milletvekili Kamil Miras'ın daha sonra İstiklal Mahkemesi'nde metnin hazırlanmasında payı bulunduğu ifadesi, konuşmasının muhtemelen bir ekip çalışmasının ürünü olduğuna işaret etmektedir. Meclis oturumunda İsmet İnönü'nün "Halife Türkiye'nin itibarıdır" yaklaşımıyla hilafetin kaldırılmasına karşı çıkmış olması da, günümüzden geriye bakıldığında, bir taktik hamlesi olabilir. Seyit Bey, bu konuşmada milli hakimiyet ilkesinden hareketle, hilafetin kaldırılmasının İslam dini açısından bir mahsur taşımayacağını savunmuş ve meclisteki muhalefeti de büyük ölçüde ikna etmiştir. Bu belirleyici konuşmanın neticesinde Meclis hilafeti ilga etmiştir. 1924 Anayasası'nın hazırlanmasında da önemli rol oynayan Seyit Bey, daha sonra dile getirdiği bazı teklifler nedeniyle gözden düşmüş, ve baskı altında bakanlık makamından ayrılmak zorunda kalmıştır. Bunun üzerine akademisyenliğe geri dönmüştür. Ertesi yıl, 8 Mart 1925'de İstanbul'da vefat etti. II. Mahmut Türbesi'nde gömülüdür. Güner Önce Güner Önce (d. 17 Haziran 1947, Oğuzeli), maden mühendisliği ve maden işletmeciliği alanlarında uzmandır. 2003-2011 yılları arasında Kütahya Dumlupınar Üniversitesi rektörlüğü görevini yürütmüştür. Göreve geldiği günden beri üniversitede yapılaşma 3 kat artmış, 77 olan öğretim üyesi sayısı 300'e çıkmıştır. Şerif Sezer Şerif Sezer (d. 1946, Mudanya), Türk oyuncu. 1946 yılında Bursa iline bağlı Mudanya ilçesinde zeytincilikle uğraşan Rumeli, Laz ve Gürcü kökenli bir ailenin en büyük kızı olarak doğdu. Oyunculuğa tiyatro ile başladı, Bir Günün Hikâyesi adlı filmiyle 1980 yılında sinemaya geçti. İyi derecede Fransızca bilmektedir. Kendisinden küçük ikiz kız kardeşinden biri difteriden ölmüştür. Anne ve babası o sekiz yaşındayken boşanır. Ankara’ya yerleşen annesini altı yıl göremez. İlkokulu bitirdiğinde uzun boylu ve gösterişli bir kız olmasının dezavantajlarını yaşar. Amcası tarafından evliliğ
e hazırlık amacıyla ortaokul yerine dikiş nakış kursuna yollanır. Oysa o Mudanya’dan ayrılıp okumak için can atmaktadır. Kasabanın çocukları onunla ‘Kasabanın Şerifi’ diye dalga geçtikleri için uzun yıllar isminden nefret eder. Yirmi yaşında Paris’e gittiğinde Fransızlar'ın kendisine ‘Şeri’ diye hitap etmesiyle adıyla barışma sürecine girer. Evlenip Ankara’da yaşadığını bildiği ama ailesinin korkusundan irtibat kuramadığı annesi, Mudanya’da yaşayan bir arkadaşının yardımıyla kızıyla haberleşmeye başlar. Anne kızın birlikte yaptıkları planla Şerif Sezer, sadece ilkokul diploması ve nüfus kağıdını alıp evden kaçar. Bursa’da annesine kavuşur, babasına ‘Ankara’da annemin yanındayım, dönmeyeceğim’ diye bir telgraf gönderir. On dört yaşında annesinin sayesinde ortaokula gitmek istese de kendisinden iki yaş küçük çocuklarla okumaya cesaret edemez. Kız enstitüsüne yazılır. Derslerdeki başarısını gören öğretmenin verdiği cesaretle enstitünün yanındaki ortaokulun müdürüne gidip müraacat eder. Ortaokul bir ve ikinci sınıf derslerini alacağı özel bir sınıfa gitmesi, bunun için de valilikten özel sınav izni alması gerekmektedir. Hem gerekli izinleri alır, hem de sınavı kazanıp, orta üçe gitmeye hak kazanır. Lise birinci sınıfta konservatuvar yatılı öğrencilerinin bir oyununu seyretmeye gider ve konservaturda okumaya heveslenir. Ertesi yıl bir sınıf arkadaşı konservatuvara başvurunca, o da cesaretlenip girişimde bulunur. Tüm adaylardan sadece ikisi yatılı kabul edilir. Alev Sezer ve Arsen Gürzap’la sınıf arkadaşı olmuştur. Aynı sene on sekiz yaşında kaçtığı Mudanya’ya dönüp babasını ve ailesini ziyaret eder. Ailesi oyuncu olacağı haberinden hiç memnun kalmamıştır. Okulunu bitirdikten sonra Ankara Devlet Tiyatrosu’na girer. İlk olarak Ahmet Kutsi Tecer’in "Köşe Başı" oyununda rol alır. Okul çevresinde tanışmış olduğu Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden bir gençle ilk evliliğini yapar. Eşinin kazanmış olduğu bir burs dolayısıyla Paris’e gitmeleri gerekmektedir. Tiyatroyu bırakıp Paris’te yeni bir hayata başlar. Geçimlerine ek gelir sağlamak için hem çocuk bakıcılığı yapar, hem moda evlerinde dikiş diker, hem de fotomodellik yapar. Altı yıl sonra Paris’ten İstanbul’a giden bir arkadaşının otomobiline atlayıp Türkiye'ye döner. Paris’e eşyalarını toplayıp, eşinden boşanmak için döner. İki yıl sonra ise Paris’te tanıştığı Sorbonne’da felsefe doktorası yapan Azmi Arna ile 1971 yılında İstanbul’da evlenir. İstanbul’a yeniden yerleşmiştir ama İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda boş kadro olmadığından para kazanmak için Sheraton Oteli’nin barında garsonluk yapar. Dört yıl sonra Devlet Tiyatrosu’nun müdürünün değişmesiyle eski mezunlara yapılan çağrıyla Şerif Sezer tiyatroya döner. İlk sinema filmini 1980 yılında Sinan Çetin ile yapar. Bir Günün Hikâyesi adlı film, 12 Eylül darbesi sonrasında uzun süre rafta kalır. 1981 yılı Şerif Sezer'in kariyerinde bir dönüm noktası olur. Şerif Gören yeni filminde oynatmak için Şerif Sezer’in fotoğraflarını Yılmaz Güney’in yattığı cezaevine götürür. Yılmaz Güney, Sinan Çetin'in çektiği siyah-beyaz fotoğrafları çok beğenir ve Şerif Sezer’in rol arkadaşı olmasını kabul eder. Büyük yankı uyandıran Yol filmi, 1982 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü alır. Aynı senede oynadığı Erden Kıral'ın Hakkari’de Bir Mevsim filmi de 1983 senesinde Berlin’de Gümüş Ayı’yla ödüllendirilir. 1986 yılında kızı Deniz doğar. 1988 yılından başlayarak çok sayıda başarılı sinema filmi, televizyon dizisi ve televizyon filminde rol almasında rağmen, Türkiye'de çok geniş izleyici kitlesinin onu tanıması 2002 yılında Asmalı Konak dizisinde Ali Hamzaoğlu’nun kız kardeşi Kader rolüyle olur. Kapadokya'da çekilen dizinin yönetmenliğini yapan Çağan Irmak, bir yandan da Mustafa Hakkında Her Şey filminin senaryosunu yazar. Başroldeki Mustafa’nın annesi rolünü yazarken Şerif Sezer’i düşünmektedir. Şerif Sezer dizinin bitmesi sonrasında 2003 yılında çekilen bu filmde oynar. 2003 yılından bu yana Şerif Sezer her yıl aralıksız olarak çeşitli sinema filmi, televizyon dizisi, televizyon filmi ve ara sıra tiyatro projelerinde yer almaktadır. Sanatçı başarılı oyunculuğu ile çok sayıda ödül kazanmıştır. Munis Tekinalp Munis Tekinalp (Moiz Kohen, 1883, Serez - 1961, Nice), Türk milliyetçilik akımının önde gelen üyelerinden olan yazar ve düşünürdür. Tekinalp, 1883'te Serez'de, bir hahamın oğlu olarak Yahudi bir aile içinde "Moiz Kohen" adıyla dünyaya geldi. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye oldu. Selanik'te çıkan "Asır" adlı bir Türkçe gazetede yazılar yazdı. Balkan Savaşı'ndan sonra İstanbul'a geldi. İsmini "Munis Tekinalp" olarak değiştirdi. Türkiye'deki Yahudileri Türkleşmeye ikna etme amaçlı yazılar yazdı. 1961 yılında tedavi amacıyla gittiği Fransa'nın Nice şehrinde öldü. 2004 yılında Liz Behmoaras tarafından kaleme alınan "Bir Kimlik Arayışının Hikâyesi" adlı kitap Munis Tekinalp'in yaşam öyküsünü konu almıştır. Tekinalp hakkındaki en önemli kitap Jacob M. Landau tarafından kaleme alınan "Tekinalp: Bir Türk Yurtseveri" (1996) başlıklı kitaptır. Kitapta Tekinalp'in II. Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e uzanan düşünsel serüveni, hem kendi yazılarından örneklerle hem de Landau'nun değerlendirmeleriyle izlenebilir. Mustafa Necati Uğural Mustafa Necati Uğural (d. 1894, İzmir - ö. 1 Ocak 1929, Ankara), Türk siyasetçi, avukat, öğretmen. Atatürk’ün yakın düşünce ve mesai arkadaşlarından, Kuva-yi Milliye hareketinde yer almış, TBMM’nin ilk üç döneminde milletvekilliği, Mübadele esnasında Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, 1924 Anayasası’nın yürürlüğe konulduğu sırada Adalet Bakanlığı, Tevhidi Tedrisat sürecinde ve Harf Devrimi esnasında Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı yapmış siyasetçidir. Özellikle Millî Eğitim Bakanlığı döneminde (20 Aralık 1925 - 1 Ocak 1929) yaptığı hizmetleri ile hatırlanır. Necatibey Eğitim Fakültesi’ne adı verilmiştir. Altay Spor Kulübü’nün kurucularındandır. 1894 yılında İzmir’de dünyaya geldi. Babası Darendeli Halit Bey, annesi Elbistanlı Mustafa Efendi’nin kızı Naciye Hanım’dır. İlk ve orta öğrenimini İzmir’de tamamladı. İzmir İdadisi’ni bitirdikten sonra yüksek öğrenim için İstanbul’a gitti. İstanbul Hukuk Mektebi’nden 1914 yılında mezun oldu ve İzmir’e döndü. Mustafa Necai Bey, I. Dünya Savaşı yıllarında İzmir’de avukatlık, eğitimcilik, gazetecilik yaptı. 1915 yılında arkadaşı Hüseyin Vasıf Bey ile Özel Şark İdadisi adlı bir okul kurdu; bu okulda müdürlük ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Kısa bir süre Aydın-Kasaba Demiryolları’nda hukuk müşavirliği yapmış olan Mustafa Necati Bey, savaştan sonra itilaf devletlerince işlerine son verilen demiryolu işçilerinin haklarını savunmak, savaştan dönen işsiz yedek-subayların sıkıntılarını gidermek için çalışmalar yaptı. İzmir Türk Ocağı’nın aktif bir üyesi oldu ve spor kolu çalışmalarını yürüttü. Altay Spor Kulübü’nün kurucuları arasında yer aldı. Yaklaşmakta olan işgal tehlikesine karşı demiryolu işçileri, işsiz yedek-subaylar ve sporcu gençlerle olan ilişkisini kullanarak önlemler almaya, direniş örgütlemeye çalıştı. İzmir’in işgali üzerine İstanbul’a kaçarak amcasının kızı ve nişanlısı Halide Nusret Hanım’ın evine sığındı. İzmir’in işgali üzerine İstanbul’a giden Mustafa Necati Bey, İçişleri Bakanlığı’nda görev aldı ve Balıkesir’e atandı. Şehre vardıktan sonra görevinden istifa etti ve Balıkesir’de kaldığı 7 ay boyunca millî mücadele hareketine hizmet için çok yoğun çalıştı. Kuvayi Milliye kumandanı olarak Yunanlar ve Ahmet Anzavur kuvvetlerine karşı yürütülen mücadelede yararlılıklar gösterdi. Hüseyin Vasıf ve Mehmet Esat kardeşlerle ile birlikte ""İzmir’e Doğru"" adlı bir gazete çıkardı. Millî hareketin yayın organı olan ve 74 sayı çıkan bu gazetede millî duyguları geliştirici yayınlar yaptı. Balıkesir’de kaldığı sürede bir gençlik ve spor kulübü olan Balıkesir İdman Yurdu’nu kurdu. Bu dönemde herhangi bir dava alıp takip etme fırsatı olmasa da bir avukatlık bürosu açtı. Şehirde faaliyet gösteren 11 avukattan birisi olarak 1920’nin Ocak ayında kurulan baronun yönetim kurulunda yer aldı. 29 Nisan 1920 günü Saruhan milletvekili olarak TBMM’ne katılmak üzere şehirden ayrıldı. TBMM 1. Dönem Saruhan milletvekilliği sırasında önce Sivas İstiklal Mahkemesi üyesi olarak görevlendirildi (11 Eylül 1920 - 17 Şubat 1921); daha sonra Kastamonu İstiklal Mahkemesi Başkanlığı (18 Ağustos 1921 - 1 Ağustos 1922) ve ardından Amasya İstiklal Mahkemesi Başkanlığı (17 Ağustos 1922- ) yaptı. Bu görevleri nedeniyle çoğunlukla Ankara dışında bulundu. Kastamonu’da görevli olduğu bir yıl içinde Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu) ve Kastamonu İlim Cemiyeti’nin kurulmasına öncülük etti. Hilâl-i Ahmer Cemiyeti (Kızılay), Gençler Mahfeli (Derneği) ve Muallimler Derneği’nin çalışmalarına destek verdi. Tüm bu çalışmalarından ötürü belediye tarafından fahri hemşehrilik unvanı verildi. Mustafa Necati Bey, TBMM 2. Dönem’de İzmir milletvekili olarak yer aldı. Altı arkadaşı ile kurduğu komisyon, hükûmete "mübadele, imar ve iskân” işlerinden sorumlu bir bakanlık kurulması önerisini getirdi. Bu öneri üzerine kurulan Mübadele, İmâr ve İskân Vekâleti’ne vekil olarak seçilen ilk bakan Mustafa Necati Bey oldu, beş ay boyunca bu görevi yürüttü. Bakanlık teşkilatının kuruluşu; savaşta yakıp yıkılan ülkenin imarı ve gelen göçmenlerin yerleştirilmesi ile ilgili hizmetler verdi. Özellikle Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi esnasında mübadillerin Türkiye’ye taşınması gibi büyük bir organizasyonun denizyoluyla yapılmasını sağlamıştır. Ancak açılan ihaleyi İtalyanların kazanması genç Türkiye’nin bağımsızlık siyasetine uygun düşmüyordu. Mustafa Necati Bey’in bu ihalenin iptal edilmesi ve nakliyenin Türk gemileriyle yapılması hususunda önemli rolü olmuştur. Mustafa Necati Bey, 6 Mart 1924’te kurulan 2. Hükûmet’te adliye bakanı olarak yer aldı. Bakanlığı döneminde şer’î mahkemeler kaldırılmıştır. 24 Ağustos 1924 tarihinde "Türk Muallimler Birliği” (Türk Öğretmenler Örgütü) genel başkanı olarak seçildi. Millî Eğitim Bakanı olarak atandığında genel birlik başkanı idi. Mustafa Nec
ati Bey, 4. ve 5. Hükûmet’te Maarif Vekili (Millî Eğitim Bakanı) olarak görev yaptı. Bakanlığı sırasında gerçekleştirdikleri işlerin bazıları şunlardır: Resmî kayıtlarda Mustafa Necati Bey’in Millet Mektepleri’nin açıldığı 1 Ocak 1929 tarihinde apandisit patlaması sonucu Ankara Numune Hastahanesi’nde öldüğü belirtilmiştir. Ölümü üzerine arkadaşı Cumhurbaşkanı Atatürk’ün çok etkilenip ağladığı, ilk olarak Falih Rıfkı Atay’ın 1968’de yayınladığı Çankaya kitabında sayfa 396 anlatılır. Cenazesi 2 Ocak 1929’da resmî törenle Ankara’da Cebeci Mezarlığı’na gömüldü ve Millî Eğitim Bakanlığına bir müddet Başvekil İsmet İnönü vekâlet etti. Ankara’daki tarihe tanıklık etmiş evinin kuru fasulyeci Hüsrev Lokantası’na devredilmesiyle ismi 2006 yılında yeniden gündeme gelmiş; tepkiler üzerine evi 2008 yılında “parlamenterler evi” hâline gelmiştir. Mardiros Mınakyan Mardiros Mınakyan, "Manakyan" olarak da bilinir (d. 1839, İstanbul - ö. 22. Şubat 1920, İstanbul), Ermeni asıllı Osmanlı tebaası tiyatro oyuncusu ve yönetmeni. Türk tiyatrosunun doğuş ve gelişme evrelerindeki katkılarıyla Batılı anlamda tiyatronun yerleşmesinde önemli rol oynamıştır. Mardiros Mınakyan, İstanbul'da Balat'ta doğdu ve Hasköy'deki Nersesyan Okulu'nu bitirdi. Aynı okulda ve daha başka okullarda yardımcı öğretmenlik yaptı. İlk kez 1857'de amatör olarak sahneye çıktı. Profesyonel anlamda ilk rolü 1862'de Beyoğlu'ndaki Naum Tiyatrosu'nda oynadığı bir kadın rolüyle ("Aristothéme" adlı oyunda) oldu. Önceleri yalnızca Ermenice oyunlar oynadı. Daha sonra İzmir'de Vasprogan Tiyatrosu'nda Türkçe ve Ermenice oyunlarda rol aldı. Dönüşünde (1864) Fransız operetlerinde sahneye çıktı. 1866'da bir süre oyunculuğa ara vererek evlendi ve Kayseri'ye giderek orada iki yıl kadar öğretmenlik yaptı. Kayseri'den döndükten sonra yeniden oyunculuğa başladı ancak çalıştığı topluluklar kısa sürede dağılınca bazı arkadaşlarıyla birlikte Güllü Agop'un yanına Gedikpaşa Tiyatrosu'na katıldı.Osmanlı-Rus Savaşı (1877-78) sırasında Edirne'de bir süre opera ve operetler sahneledi. 1880'de de Tiflis turnesine çıktı. Güllü Agop'un tiyatrosu kapatılıp saraya alınınca bir süre Osmanlı Tiyatrosu'nu (Tiyatro-i Osmani) yönetti ancak daha sonra yüretemeyince ayrıldı. 1884'te (bazı araştırmacılara göre 1882'de) Osmanlı Dram Kumpanyası'nı kurdu. Dönemin en önemli tiyatro topluluğu olan Osmanlı Dram Kumpanyası'nda Mınakyan, yaklaşık 250 oyun, opera ve operet sahneledi. Topluluk etkinliklerini 1908'e kadar sürdürdü ancak arada bazı kesintiler oldu. Bunlardan biri 1904'te Şehremini Rıdvan Paşa'nın tiyatroyu yasaklamasıyla oldu. Mınakyan 1909'da Tasfiye-i Ahlak Kumpanyası'na katıldı. 1912'de 80 kişilik bir topluluk oluşturdu. Aynı yıl tiyatro yaşamının 50. yılını kutlamak için bir jübile düzenledi. Mınakyan Türk Tiyatro Tarihinin ilk jübilesi olan bu törende Padişah Mehmet Reşat tarafından "Maarif Nişanı" ile ödüllendirildi. 1914'te Osmanlı Donanma Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi'nin sanat yönetmenliğini ve bir yandan da Darülbedayi'nin oyunculuk öğretmenliğini yaptı. 1916'da sahne yaşamından ayrıldı. 1920'de "Temaşa" Dergisi'nin okurları arasında yaptığı bir ankette "50 yıldan beri Türk tiyatrosuna en çok emeği geçen kimdir?" sorusuyla en çok oyu Mınakyan aldı. Oyuncu ve yönetmenliğinin yanında yazdığı ve çevirdiği oyunlarla Türk Tiyatrosuna önemli katkıları olan Mınakyan, çok sayıda Ermeni oyuncunun ve II. Meşrutiyet'ten sonra da Türk oyuncularının yetişmesine yardımcı oldu. Süleyman Sırrı Aral Süleyman Sırrı Aral (1874, Selanik - 15 Aralık 1925), Türk siyasetçi. Mühendis Mektebi mezunudur. Suriye Bayındırlık Başmühendis Yardımcılığı, Yanya Merkez Mühendisliği ve İdadi Ögretmenliği, Bağdat Hendesiye Seddi Mühendisliği, Kudüs, Bursa Bayındırlık Başmühendisliği, Bayındırlık Bakanlığı Turuku Maabir Müdür Muavinliği, Nâfıa Vekâleti Nâfıa Umûm Müdürlüğü, Mühendislik Okulu Öğretmenliği, TBMM II. Dönem İstanbul Milletvekilliği, 1., 2. ve 4. Hükümet Nâfıa Vekilliği yapmıştır. Evli ve dört çocuk babasıdır. Vitali Hakko Vitali Hakko (1913, İstanbul – 10 Aralık 2007, İstanbul), Vakko giyim mağazalarını kuran Yahudi asıllı Türk iş adamı ve modacı. Vitali Hakko, 1913 yılında İstanbul Yedikule’de dünyaya geldi. İlk iş hayatına 13 yaşında, o dönemde İstanbul’un en önemli ticaret semtlerinden biri olan Mahmutpaşa’da kumaş satan Spiros’un yanında çırak olarak başladı. Kısa bir süre sonra bu mağazadan Kapalıçarşı’daki çocukluk hayallerini süsleyen Kupidis mağazasına tezgahtar olarak geçti. Sadece kumaş satmakla kalmadı, Kupidis mağazası dahil, çarşıdaki diğer esnafların mağazalarının vitrinlerini yapmaya başladı. Kapalıçarşı’da yılda bir kez yapılan vitrin yarışmasında hazırladığı bir vitrinle ilk ödülünü aldı. 1925’de Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Şapka ve Kıyafet Devrimi’ni gerçekleştirmesi Vitali Hakko’nun geleceğinin ve Türk hazır giyim endüstrisinin temellerini oluşturdu. Hakko, 1934 yılında Sultanhamam’da kendine ait ilk mağaza olan Şen Şapka’yı açtı. II. Dünya Savaşı öncesinde ve yepyeni kurulmuş bir cumhuriyet Türkiye’sinde kadına şapka giydiren ve bunu yaygınlaştırıp bir moda haline getiren Şen Şapka oldu. Vakko’nun temelleri de Şen Şapka ile atıldı. Şapkanın modası geçtikten sonra eşarp satmaya başlayan mağazasına Vakko adını verdi. 1962 yılında Beyoğlu'nda ilk mağazasını açtı. Beyoğlu'ndaki bu mağaza açıldığı zaman Türkiye'nin o zamana kadar açılmış en büyük mağazasıydı. O zamandan beri Vakko mağazaları Türkiye'nin en saygın giyim mağazalarından biri olarak bilinmektedir. Gençlere yönelik Vakkorama mağazalarıyla birlikte 20'yi aşan sayıda şubeleri vardır. 1948 yılında emprime eşarplar ve ardından Türk ipeklisinden ürettiği emprime kumaşların üretimine başladı. Vitali Hakko’nun o yıllarda yurtdışına yaptığı seyahatler ona Avrupa moda endüstrisinden pek çok kişiyle tanışma ve iş yapma olanağı sağladı. 1962 yılında hazır giyime geçmeye karar veren Hakko ilk hazır giyim mağazasını ise, İstanbul’un o dönemdeki moda merkezi Beyoğlu’nda açtı ve Türkiye’ye modern mağazacılık anlayışıyla tanıştı. 1969 yılında kurduğu fabrikası sayesinde başkent Ankara ve ardından İzmir’de açtığı mağazalarıyla kadın, erkek, çocuk hazır giyimi ve aksesuarlarıyla modaya katkıda bulundu. Vitali Hakko ilerleyen yaşlarında mağazaların yönetimini diğer aile üyelerine özellikle oğlu Cem Hakko'ya bırakmış olmakla birlikte, hala mağazaların yönetimine katkıda bulunmaya devam etmekteydi. Anılarını "Hayatım Vakko" başlığı altında 230 sayfa halinde kitaplaştırdı ve 1997 yılında yayınladı. 10 Aralık 2007 günü hayatını kaybetti. Vitali Hakko, Neve Şalom Sinagogu’nda düzenlenen törenin ardından Ulus’taki Arnavutköy Musevi Mezarlığı’nda toprağa verildi. Güvercin (anlam ayrımı) Güvercin, yemle beslenen bir kuş türüdür. Şu anlamlara da gelebilir: TCG Atmaca (P-322) TCG "Atmaca" (P-322), Türk Deniz Kuvvetleri'nde görev yapmış Kartal sınıfı hücumbot. Üzerinde 2 adet torpido 2 adet uçaksavar topu barış durumunda 2 savaş durumunda 4 adet olmak üzere penguen ısı güdümlü füze bulunmaktadır, 3420 hp gücünde 4 ana makinesi vardır. Maksimum hızı 42 deniz milidir. TCG "Atmaca" (P-322), 23 Ağustos 2013 tarihinde hizmet dışına çıkarılmıştır. TCG Kartal (P-324) TCG "Kartal" (P-324), Türk Deniz Kuvvetleri'nde görev yapmış Kartal sınıfı hücumbot. 1969 model Alman yapımıdırlar. Kıbrıs Harekâtında kulanılmıştır. Bu hücumbotlar vur-kaç gemisidir. Savaş durumunda su altı,ve hava savunması yapar 2 adet Alman torpidosu, 4 adet Penguen güdümlü mermisi (ısıya duyarlı) güdümlü füzeleridir. 2 adette uçaksavar top bulunmaktadır. Dakkikada 220 adet top atışı yapabiliyor radarda balıkçı teknesi olarak görülür uzaktan bakılınca yandan dalga gibi tepeden bakılıncada kaya parçası gibi gözükür belden altı ahşaptır belden yukarısıda demirdendir. 42.5 m. boyu 7m eni 11m direk boyudur 42 deniz mili hıza ulaşabiliyor 3200x4 beygir(hp) gücündedir. MTU marka 4 ana makina mevcuttur 2 adette yardımcı (jeneretör) makina mevcuttur. TCG "Kartal" (P-324), 23 Ağustos 2013 tarihinde hizmet dışına çıkarılmıştır. TCG Albatros (P-327) TCG "Albatros" (P-327), Türk Deniz Kuvvetleri'nde görev yapmış Kartal sınıfı hücumbot. Uzunluğu 47 metre olup başta ve kıçta olmak üzere iki uçaksavar topu, sancakta ve iskelede birer adet torpidosu, kıç tarafta 4 adet güdümlü mermisi bulunmaktadır. Azami seyir sürati 40 deniz milidir. TCG "Albatros" (P-327), 27 Temmuz 2015 tarihinde Aksaz Deniz Üssü’nde düzenlenen törenle hizmet dışına ayrılmıştır. Ahmet Muhtar Cilli Ahmet Muhtar Cilli, (1871, Trabzon - 5 Kasım 1958), Türk siyasetçi. İstanbul Yüksek Mühendis Okulu mezunudur. Hicaz Demiryolları Mühendisliği, Nâfıa Nezâreti Demiryolları Umûm Müdürlüğü, Hicaz Demiryolları Umûm Müdürlüğü, Nâfıa Nezâreti Müsteşarlığı, Osmanlı Meclis-i Mebusan IV. Dönem Trabzon Mebusluğu, Doğu Anadolu Demiryolları İstiksaf ve İnşaat Başmühendisliği, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Kurucu Üyeliği, TBMM II. Dönem Trabzon Milletvekilliği, Nâfıa Encümeni Reisliği, 1. Hükümet Nâfıa Vekilliği yapmıştır. Evli ve üç çocuk babasıdır. Ciğer otları Ciğer otları, Hepaticae ya da Marchantiophyta; bitkiler alemininin bir şubesi ya da karayosunları şubesinin bir sınıfı. İlkel, çiçeksiz ve tohumsuz bitkilerdir. Çoğunlukla nemli topraklarda, kayalarda ve ağaç kütüklerinde yaşarlar. Gövdeleri yoktur, yapraklarında orta damar bulundurmazlar. Dallanmış kurdele şeklindeki yapıları toprak üzerinde uzanır. İletim dokuları yoktur. "Rizoid" denilen kökümsü yapılar ile toprağa tutunurlar. Bitkinin asıl görünen kısmı gametofit nesildir. Yapraklı karayosunlarında olduğu gibi sporofit nesil bir parazit olarak gametofit nesilin üzerinde gelişir. Bazı gametofitlerin üzerinde "gemma çanağı" denilen yapılar bulunur. Bunlar, ana bitkiden ayrılıp, eşeysiz üremeyi sağlayan yapılardır. Gametofit nesili oluştururlar. Yani döl değişimi görülür. Gametofit nesilin üzeri tek tabakalı epidermis ile kaplı olup, gaz alışverişini sağlayan birçok pora sahiptir. Alt yüzeyinde bulunan epidermisde çok s
ayıda ince pullar bulunur. Bu pullardan uzun ve ince rizoidler gelişir. Hasan Refet Canıtez Hasan Refet Canıtez, çeşitli mülki amirliklerden sonra, Osmanlı Meclisi Mebusan'ında iki dönem, TBMM'de 6 dönem milletvekilliği ve 1924 yılı içinde bakanlık yapmış idareci ve siyaset adamıdır. 1880'de Bursa'da doğdu. Mülkiye Mektebi'ni bitirdi. Kaymakamlık, Burdur ve Eskişehir Mutasarrıflığı, Dahiliye Nezareti Müsteşarlığı, Kastamonu ve Adana Valiliği yaptı. Osmanlı Meclisi Mebusan'ında 2. Dönem ve 3. Dönem Bursa mebusu oldu. TBMM 2. Dönem, 3. Dönem, 4. Dönem, 5. Dönem, 6. Dönem ve 7. Dönem Bursa milletvekilliği, TBMM Başkan vekilliği yaptı. 2. TC Hükûmeti'nde (1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi esnasında) Mübadele, İmar ve İskan Vekaleti'ni yürüttü. 17 Temmuz 1946'da vefat etti. Asansör Asansör, dikey olarak yük ve insan taşımada kullanılan bir araçtır. Daha yüksek ve derin yapıların yapılmasıyla, insanların ve yüklerin üst ve alt katlara ulaşabilmesi ihtiyacı asansörleri zorunlu kılmıştır. 19. yüzyılda bazı maden ocakları ve fabrikalarda, kömür ve gerekli maddelerin taşınmasında yük asansörleri kullanılıyordu. İnsanların can güvenliğini tehlikeye atmayan ilk asansörler 19. yüzyıl ortalarında yapıldı. Bu döneme kadar kentlerdeki yapılar insanların merdivenle yukarı çıkabileceği yükseklikte, en çok beş altı katlı yapılıyordu. Bu güvenli asansörler buhar gücü ile çalışıyordu. Bu asansörlerde buhar makinesi bir tamburu döndürüyor, asansör kabinini çeken halat da tıpkı makaralı balık oltalarında olduğu gibi bu tamburun üzerine sarılıyordu. Asansörü Elisha Graves Otis icat etmiştir. Eski asansörlerde kullanılan halat sarmalı tambur sistemi, buhar makinesi yerine bir elektrik motoruyla döndürülerek bugün de bazı asansörler de uygulanır. Ama elektrikli asansörlerin çoğu artık çekmeli tiptedir. Bu asansörlerde, askı halatlarının bir ucuna asansör kabini, öbür ucuna da kabinin ağırlığını dengeleyen bir karşı ağırlık bağlanmıştır. Askı halatlardan her biri, asansör boşluğunun tepesine yerleştirilmiş bir kasnağın ya da makaranın üzerindeki ayrı bir yive oturur. Bir elektrik motoruyla çalışan bu makara döndükçe halatları hareket ettirir. Böylece asansör bir yöne doğru yol alırken karşı ağırlık ters yönde hareket eder. Bugünün asansörleri, kabinin çok hızlı inip çıkmasını ve en üst ya da en alt kat hizasını çıkmasını ve en üst ya da en alt kat hizasını geçmesini önleyen birçok güvenlik düzeneğiyle donatılmıştır. Bu düzenekler çalışmasa bile, asansörün en üst katı geçerek tepedeki aygıtlara değecek kadar yükselmesi olanaksızdır. Çünkü kabin en üst kata ulaştığında karşı ağırlık, kuyu dibinde bulunan tamponların üzerine oturur böylece halatlar gevşediği için kabini daha yukarı çekemez. Modern asansörlerden bazıları da pistonlu-elektrikli tiptedir. Bunlar tıpkı eski hidrolik asansörler gibi çalışır, yalnız paslanmayı ve donmayı önlemek için su yerine yağ kullanılır. Silindirin içine elektrikli bir pompayla basılan yağ elektrikli vanalara boşaltılır. Bu asansörler çok yüksek olmayan yapılarda, özellikle de ağır yüklerin kaldırılması için fabrikalarda ve uçak gemileri ile otomobil yıkama-yağlama istasyonlarının yükseltici platformlarında kullanılır. Elektrikli asansörlerin yaygınlaşmasından sonra bile, asansörün iniş çıkışını denetlemek ve kabin kapılarını açıp kapatmak için uzun süre asansör görevlilerine gerek duyuldu. Yolcuların kabindeki düğmelere basarak asansörü kendi kendilerine çalıştırabilmeleri 1890'lara rastlar. Başlangıçtaki küçük kabinli ve çok yavaş olan bu asansörler ancak konutlarda ya da az sayıda insanın girip çıktığı birkaç katlı iş hanlarında kullanılabiliyordu. Elektronik bilimi ilerledikçe, işlek yapılarda kullanılan hızlı asansörler için otomatik denetim sistemleri geliştirildi. Bu otomatik elektronik aygıtlar, birkaç asansörü olan yapılarda aynı zamanda görev dağıtımı yapan bir "komuta tablosu" işlevini görür. Bu aygıtlar verilen programa uygun olarak asansörlerin iniş çıkış yönünü yolcu trafiğine göre düzenler. Yaklaşık 30 yıldır yüksek yapılardaki asansörlerin çoğu tam otomatiktir. Bu asansörler insan eliyle denetlenen asansörlerden çok daha verimli, hızlı ve güvenilirdir. Otomatik asansörlerin kabininde, kapının bir ya da iki yanında yerleştirilmiş bir panelde yapının her katı için numaralı bir düğme bulunur. Asansöre binen kişinin yapacağı tek şey çıkmak ya da inmek istediği katın düğmesine basmaktır. Sonradan binen yolculara asansörün hangi katta duracağını haber vermek için, basılan düğmenin içinde bir ışık yanar. Düğmeye basıldıktan sonra çok kısa bir süre sonra kapılar otomatik olarak kapanır ve asansör kendiliğinden harekete geçer. Duracağı kata yaklaşırken de gene otomatik olarak yavaşlar ve kat kapısıyla aynı düzeye geldiğinde durur. Asansör yukarı çıkarken, yapının koridorlarındaki asansör kapılarının yanında bulunan panelin çıkış düğmelerine basan başka yolcuların bulunduğu katlarda da durur. Aşağı inerken de iniş çağrılarına yanıt verir. Otomatik denetim düzeneği bütün çağrıları sırayla yanıtlamak üzere belleğinde sakladığı için, aynı iniş ya da çıkış sırasında asansörden çok sayıda yolcu yararlanabilir. Asansör kat düzeyine gelip durduğunda kapılar otomatik olarak açılır; yolcuların bütün iniş çıkışları bitince de yavaş yavaş kapanır. Tüm kapılar kapanırken iki kanadın arasında bir yolcu kalmışsa, elektronik bir aygıt bu durumu saptayarak kapıların yolcuya çarpmadan durmasını sağlar. Ama bu yalnızca bir anlık bir duraklamadır. Eğer herhangi birisi kapıları zorlayarak açık tutmaya çalışırsa, kapı kanatları aradaki yolcuyu hafifçe iterek uzaklaştırır ve asansörün yoluna devam etmesini sağlar. Çok sayıda asansörü olan yüksek yapılarda bütün asansörlerin çalışması bilgisayarlara bağlı otomatik aygıtlarla yönlendirilir. Bu aygıtlar, asansörlerin iniş çıkışlarını yolcu trafiğine göre düzenleyecek biçimde programlanmıştır. Çok işlek bir yapıda sabah ve akşam saatleri arasındaki yolcu trafiğinin akışına uygun olarak genellikle altı ayrı program uygulanır. Günün erken saatlerinde insanlar işyerlerine yetişmek için acele ettiklerinden asansörlerin çoğu çıkış yönüne çalıştırılır. Sabahın geri kala bölümünde çıkış ve inişler dengelidir. İnsanların öğle yemeğine gittiği saatlerde inişler, öğle yemeğinden dönüşte çıkışlar daha yoğundur. Sonra yine uzun bir süre inişler ve çıkışlar dengelenir. İş günün bitiminde asansörlerin çoğu bu kez iniş yönünde çalışacak şekilde programlanır. En sonunda, gece hizmetine ayrılan bir ya da iki asansör dışında elektronik sistem bütün asansörleri otomatik olarak durdurur. Asansör emniyet devresi Temel Britannica Asansör Maddesi Hacim Muhittin Çarıklı Hacim Muhittin Çarıklı (d. 1881 Uşak - ö. 5 Aralık 1965), Türk idareci ve siyaset adamı. Mülkiye Mektebi mezunudur. Burhaniye, Gönen, Bergama, Palas ve Çeşme Kaymakamlıkları, İzmir Polis Müdürlüğü, Akhisar Kaymakamlığı, Havran, Karesi Mutasarrıflığı, Balıkesir Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti Başkanlığı, Osmanlı Meclisi Mebusan IV. Dönem Karesi Mebusluğu, TBMM I.Dönem Karesi (Dönem içinde Olağanüstü Yetkili Bursa Valiliğine atandı), II. Dönem (Şark, Konya ve Ecezire İstiklal Mahkemeleri Balkanlıkları) ve III. Dönem Giresun, IV., V., VI., VII. ve VIII. Dönem Balıkesir Milletvekilliği, II. Dönem Memurin Muhakemat Encümeni Başkanlığı, VIII. Dönem Dilekçe Komisyonu Başkanlığı yapmıştır. Kırmızı-Yeşil Şeritli İstiklâl Madalyası sahibidir. Evli ve beş çocuk babasıdır. Yunan işgalinin ilk günlerinden itibaren İç Ege'de Kuvayi Milliye hareketlerinin organize edilmesine önderlik etmiştir. 1881 yılında Uşak'ta doğdu. İzmir Mülkiye İdadisi'ni ve İstanbul'da Mekteb-i Mülkiye'yi bitirdi (1904). Osmanlı Devleti'nin son yıllarında mülki amirlik kariyeri yaptıktan sonra I. Dünya Savaşı esnasında (1917) Suriye'de Dera mutasarrıflığı yaptı. I. Dünya Savaşı sonunda, Balıkesir mutasarrıflığına atandı, ancak İttihat ve Terakki üyesi olduğundan Damat Ferit Paşa hükümetince görevden alındı (1919). 15 Mayıs 1919'da Yunan askerleri İzmir'e çıktığında Hacim Muhittin Bey Balıkesir'de mutasarrıftı. Düşmanın İzmir'de kalmayacağı, içerilere doğru ilerleyeceği besbelliydi. Hacim Muhittin Bey bölgenin faal ve yurtsever olarak tanınmış kişilerinden Vasıf Çınar, Mehmet Vehbi Bolak, Hulusi Darblı, Hamdi Köprülü beylerle temasa geçerek Balıkesir'de bir milli kongrenin toplanmasına önayak oldu. Balıkesir Kongresi bazı konularda Erzurum Kongresinden de atak görünüyordu. Burada alınan kararların uygulanmasına hemen geçildi. Hacim Muhittin Bey, Ağustos başında Nazilli'de toplanan 2. ve Ağustosun 16'sı ile 25'si arasında Alaşehir'de toplanan 3. Kongreye de öncülük etti. Böylelikle de bölgede Kuvayı Milliye'nin önderliğini yapmış oldu. Kurduğu örgütün mücadeleyi sürdürdüğü günlerde Hacim Muhittin Bey Meclisi Mebusan'a katılmak üzere İstanbul'a gitti. Ancak bu görevi uzun sürmedi ve işgal kuvvetlerinin yasama organını dağıtmasından (1920) sonra Ankara'ya geçerek orada açılan birinci TBMM'de çalışmaya başladı. Bursa düşmanın eline geçtiği günlerde (8 Eylül 1920) orada valiydi. Bursa'nın Yunanlar tarafından işgal edilmesi üzerine TBMM'de ağır eleştirilere uğrayarak suçlandı. Ancak, Mustafa Kemal Paşa'nın araya girmesiyle yargılanması önlendi. Hacim Muhittin Bey Meclis'teki yerini 1920'den başlayarak 1950'ye kadar korudu ve bu arada 4 sayılı Konya ve Şark İstiklal Mahkemesine başkanlık etti (1922-1926). 1950'den sonra siyasi hayattan çekildi. 1965 yılında İzmir'de öldü. İngiliz casusu T.E. Lawrence tarafından, Hacim Bey Dera mutasarrıflığında bulunurken, kendisinin ırzına geçtiği iddia edilmiştir. Bu iddia Arabistanlı Lawrence filminde de yer almıştır. Hacim Bey'in oğlu Turgut Çarıklı, "Babam Hacim Muhittin Çarıklı" adlı kitabında işkence ve tecavüz iddialarını yalanlar. Turgut Çarıklı eserinde, Lawrence'ın tarif ettiği kişinin babasına hiç benzemediğini, bu iftirayı Havran'ı ayaklandırma konusundaki başarısızlığını mazur göstermek için atmış olabileceğini söyler. Cırcır böceği Cırcır böceği, Gryllidae (cırcır böceğigiller) familyasını ol
uşturan parlak siyah renkli, yuvarlak iri başlı, kısa kanatlı, uzun antenli, böcek türlerinin ortak adı. 2 cm boylarında olup, gündüz kazdıkları çukurlarda yalnız olarak gizlenirler, gecenin ıssızlığında faaliyet göstererek ilham verici hoş sesleri ile öterler. Sadece erkekleri ön kanatlarını birbirine sürterek ses çıkarırlar, dişileri kendilerine çekerler. İşitme organları ön bacaklarında bulunan bir uzantıdadır. Ayrıca vücutlarının sonuna yakın arka kısımlarında, duyarlı kıllarla kaplı iki boynuzsu dikenleri vardır. Arka bacakları sıçrama görevi yapar. Fakat çekirgeler kadar sıçrayamazlar. Daha çok çorak arazide rastlanır. Bazen otluk yamaçlarda ve tarla kenarlarında görülür. Sürüler halinde ağaç ve çalılıklar üstünde yaşayanlar da vardır. Özellikle ötüşleriyle bilinen cırcırböcekleri, İlkçağ'da yararlı hayvanlar sayılır,hem Avrupa'da hem Doğu 'da alınıp satılmak için küçük kafeslerde yetiştirilirlerdi; Doğu'da aynı işlem bugün de sürüp gitmektedir. Cırcır böcekleri , bütün dünyada yaygın cırcır böceğigiller familyasındandır. Cırcır böcekleri çoğunlukla bitkisel, bazen de hayvansal besinlerle beslenirler. İlkbahar mevsimlerinde, Haziran sonlarına kadar rastlanır. Gece hoş sesleri duyulur. Dişi, yumurtalarını toprağa bırakır. Yumurtadan çıkan larvalar tam bir kış geçirir. Bunlar ergine benzerse de kanatsızdır. Erginleşene kadar 8-11 defa deri değiştirirler. Rufus Wainwright Rufus McGarrigle Wainwright (d. 22 Haziran 1973), Kanadalı-Amerikalı şarkıcı ve söz yazarı. Folk müzisyenleri Loudon Wainwright III ve Kate MacGarrigle'ın oğludur; şarkıcı-söz yazarı Martha Wainwright, sanatçının kız kardeşidir. Sanatçı beş stüdyo albümü ve çeşitli EPlere sahiptir. Mehmet Rifat Börekçi Mehmet Rifat Börekçi (1860 - 5 Mart 1941), Türk din adamı ve siyasetçi 1. Diyanet İşleri Başkanı. Ankara'nın yerlisi ve müftüsü sıfatıyla, Kurtuluş Savaşı'na ve Mustafa Kemal Paşa'ya önemli destekte bulunan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Diyanet İşleri Başkanıdır (1924-1941). Kısa bir dönem milletvekilliği de yaptı (23 Nisan - 27 Ekim 1920). 1860'ta Ankara'da Beynam köyünde doğdu. Babası Börekçizadelerden Ali Kazım Efendi'dir. İlk ve orta öğrenimini Ankara'da tamamladıktan sonra yüksek öğrenim için İstanbul'a gitti. Burada Beyazıt Medresesi müderrislerinden Atıf Efendi'nin derslerine devam edip dini yüksek ilimleri tahsil ederek icazetname (diploma) almaya hak kazandı. İlk memuriyetine Ankara'daki Fazliye Medresesi'nde öğretim üyesi olarak başladı. 10 Ekim 1898'de Ankara İstinaf Mahkemesi üyeliğine getirildi. 25 Kasım 1908]] tarihinde de Ankara Müftüsü oldu. Ayrıca 1911 yılında bir müddet Sivrihisar Kaymakamlığı görevini de vekaleten yürüttü. Bu arada memuriyetinin yanı sıra, eğitim-öğretime olan ilgisini devam ettirdi. Bu cümleden olarak, 1918'de Musile-i Süleymaniye (Süleymaniye Medresesinde büyük müderrislere verilen bir unvan) payesi ile Bursa Müderrisliği kendisine tekrar tevcih edildi. 1920'de "İzmir Paye-i Mücerridi" ve yine aynı yılda "Mahreç Payesi"ne layık görülmüştür. Göstermiş olduğu bu başarılarının bir mükafatı olarak, 1920'de de her türlü devlet hizmetlerinde güzel işler görenlere iftihar ve imtiyazı mucip olmak üzere çıkarılan "Dördüncü Rütbeden Osmani Nişanı" ile ödüllendirildi. Milli Mücadele'de Şeyhülislam Dürrizade'nin fetvasına karşı Ankara Fetvası'nı ilan etti. Fetva 153 müftü tarafından imzalanarak dağıtıldı. Bunun üzerine 24 Nisan 1920 tarihinde padişah imzasıyla Ankara Müftülüğü görevinden alındı ve Divan-ı Harb tarafından Milli Mücadeleye verdiği destekten dolayı idama mahkum edildi. 23 Nisan 1920'de toplanan TBMM 1. Dönem'e Menteşe (Muğla) mebusu olarak girdi. Ancak 27 Ekim 1920 tarihinde Müftülük görevini tercih ederek milletvekilliğinden istifa etti. 23 Aralık 1922 - 30 Mart 1924 tarihleri arasında Şer'iye Vekaleti Heyet-i İftâ azalığında bulundu. 4 Nisan 1924'te yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı görevine geldi. Soyadı Kanunu'nun çıkmasından sonra "Börekçi" soyadını aldı ve 5 Mart 1941 tarihinde vefat edene kadar bu görevde kaldı. Ali Rıza Özdarende Ali Rıza Özdarende, (d. 1876 - ö. 17 Mart 1952), Türk din adamı ve siyasetçi. TBMM 1. Dönem ve 2. Dönem Amasya milletvekili. 1876'da Amasya-Gümüşhacıköy ilçesi'nin Hacı Yahya Mahallesi'nde doğdu. Darendeli Müftüzade Muzaffer Tevfik Efendi'nin oğludur. İlk öğrenimini Gümüşhacıköy Hacı Yahya Mahallesi Sıbyan Mektebi'nde yaptı. Orta öğrenimini ise, aynı ilçenin Rüştiye Mektebi'nde tamamladı. 9 Temmuz 1893'te Rüştiye'den mezun olduktan sonra, Amasya'ya gitti. Oradaki Sultan Veli Beyazıt Medresesi'ne kaydoldu. Bu medresede Müderris Muharrem Efendi'nin derslerine devam ederek 28 Nisan 1905'te müderrislik icazeti aldı. Sonra İstanbul'a gitti ve tanınmış din alimlerinden Muğlalı Rıza Efendi'nin derslerine devam ederek bilgisini genişletti. Öğrenimi sonrasında Gümüşhacıköy'e döndü. Orada müderrislik yaparken 1910'da Sivas İl Genel Meclisi'ne Amasya Sancağı üyesi olarak seçildi. Bu görevini 1912 yılına kadar sürdürdü. 3 Ağustos 1912'de Gümüşhacıköy Müftülüğü'ne atandı. 1919'da Milli Mücadele'nin başlamasıyla, Gümüşhacıköy Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nde görev aldı. TBMM'nin 1. Dönemi'ne Amasya Milletvekili seçilerek 23 Nisan 1920'de Meclisin açılışında hazır bulundu. Meclis'te Anayasa, Şeriye ve Evkaf komisyonlarında çalıştı. 3. toplantı yılında Şeriye ve Evkaf Komisyonu'nun başkanlığını yaptı. Belediye Başkanlarının seçimi hakkındaki 30 Ekim 1922 tarih ve 278 sayılı Kanun, Dahiliye vekaletinin tasarısı ile birleştirerek önerisi üzerine kabul edildi. TBMM 2. Dönemde tekrar Amasya Milletvekili seçildi. Şeriye, Diyanet ve Evkaf, Tapu Komisyonlarında çalıştı. Kürsü'de altı konuşma yaptı. Milletvekilliği sona erince İstanbul'a yerleşti. 17 Mart 1952'de vefat etti. Mehmet Hulusi Akyol Mehmet Hulusi Akyol, Yozgat Müftüsü iken Milli Mücadele'ye katılmış ve TBMM 1. Dönem'in başlangıcında Yozgat milletvekilliği yapmış din ve siyaset adamıdır. 1888'de Yozgat'ta doğdu. Tüccardan Çerkes Hacı Bekir Ağa'nın oğludur. İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı (16 Ocak 1901). Sonra Kayseri'ye giderek öğrenimini sürdürdü. Burada Kayseri Medresesi'ne devam ederek Müderris Osman Hilmi Efendi'den icazetname aldı (1911). 17 Haziran 1911 tarihinde girdiği imtihanda başarılı olarak İstanbul-Beyazid Camii'nde Dersiamlığa başladı. Bu görevi sürdürdüğü sırada "Medresetü'l-kuzzat"a üç yıl devam etti. Ancak I. Dünya Savaşı'nda askere alınması üzerine bu okulu tamamlayamadı. Savaş sonu Aralık 1918'de Yedek Levazım Asteğmeni olarak terhis oldu. Hemen Dersiamlık görevine döndü. Yozgat Müftüsü Hüsnü Efendi'nin vefatı üzerine 19 Mart 1919'da boş bulunan müftülüğe atandı. Milli Mücadele'ye katılarak Yozgat Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin kuruluşuna öncülük etti. Bu arada Ankara Fetvası'nı "Yozgat Müftüsü" olarak tasdik etti. TBMM'nin 1. Dönemi için yapılan seçimde Yozgat Milletvekili seçildi. 23 Nisan 1920'de Meclisin açılışında hazır bulundu. 1. Toplantı Yılında İrşad, Şeriye, Evkaf ve PTT komisyonlarında çalıştı. Dönem içinde kürsüde beş konuşma yaptı. İki soru önergesi verdi. Şeriye ve Efkaf Vekaletinin gördüğü lüzum üzerine yerel asayişi temin için yeniden Yozgat Müftülüğüne atanmakla milletvekilliğinden istifa etmiş sayılması, 14 Mart 1921'de kararlaştırıldı. 1949 yılı sonuna kadar bu görevini sürdürdü. 15 Haziran 1950'de Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere ve Dini Eserleri İnceleme Kurulu Üye Yardımcılığına, 27 Eylül 1956 tarihli kararname ile de üyeliğe atandı. 6 Haziran 1959'da emekliye ayrıldı. 22 Kasım 1964'te Ankara'da öldü. Martha Wainwright Martha Wainwright (8 Mayıs 1976; Montreal, Quebec doğumlu), Kanadalı pop-folk şarkıcısı. Folk müzisyenleri Loudon Wainwright III ve Kate MacGarrigle'ın kızı olan sanatçı, Rufus Wainwright'ın kız kardeşidir. Sıklıkla aile üyelerinin albümlerinde yer alan Martha Wainwright, 2005 yılında, kendi adını verdiği ilk stüdyo albümünü çıkarmıştır; albüm Kanada'da listelere 18nci sıradan girmiştir. Caber Kalesi Caber Kalesi (Süryanice: ܩܠܥܗ ܕܓܥܒܪ‎, Arapça: قلعة جعبر‎, Türkçe: Caber, Ca'ber, Cabir, Ceber kalesi), ya da Türk Mezarı Suriye sınırları içinde Fırat Nehri'nin sol kıyısında kalan, eski bir kaledir. Süleyman Şah Türbesi'nin Caber kalesi eteklerinde yer alması nedeniyle 1921-1973 yılları arasında Türkiye'nin toprağı olarak kalmıştır. Türbe'nin 1973 yılında Halep'in Karakozak köyüne taşınması ile bu statü sona ermiştir. Caber Kalesi, Yavuz Sultan Selim devrinde Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey'in dedesi Süleyman Şah'ın mezarının 30 Eylül 1975 tarihinde Süleyman Şah Türbesi müştemilatı ile birlikte, Halep'e 123, Şanlıurfa'ya 92 km uzaklıktaki Karakozak köyüne taşınana kadar burada olduğu varsayılır. Sözü geçen Süleyman Şah'ın Osman Bey'in dedesi mi, I. Kılıçarslan'ın babası mı olduğu, yoksa ikisi de mi olmadığı belirsizliğini korumaktadır. II. Abdülhamit devrinde buradaki türbe yeniden yaptırılmıştır. Caber Kalesi'nin de içinde bulunduğu bölge, I. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru İngilizler tarafından işgal edildi. Daha sonra ise bölge, Suriye'ye bağlanarak Fransız mandasına bırakıldı. Türkler için büyük manevi değer taşıyan Caber Kalesi, Fransa ile TBMM Hükûmeti arasında 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşmasının 9. maddesi gereğince Türk Mezarı adı altında tanınan kabri, müştemilatı ile beraber Türkiye'ye bırakıldı ve Türkiye’ye orada muhafızlar bulundurma ve Türk bayrağını çekme hakkı tanındı. Türbenin muhafazasını sağlamakla görevli olan Jandarma İhtiram kıtasının ikameti için 30 Mayıs 1938 tarihinde modern bir karakol yaptırıldı. 1939 yılında da eski türbe tamiri imkânsız hâle geldiği için tarihî önem ve özelliğine uygun olarak karakolun yanında yeni bir türbe inşa ettirildi ve mezar buraya nakledildi. Türkiye ile Suriye heyetleri arasında 1956 yılında Halep’te yapılan üst seviyede bir toplantıda düzenlenen tutanağın 13 ve 14'ncü maddelerinde türbe için gönderilecek ihtiram kıtasının her ayın 7'sinde değiştirilmesi kabul edilmiştir. 1973'te türbe ve onunla b
irlikte Türk karakolu yeni yerine taşınmış, Caber Kalesi terk edilmiştir. Suriye Hükûmeti, Fırat Nehri üzerinde 1966 tarihinde başlattığı Tebke Barajı'nın 1973 yılı içerisinde her türlü inşaatını bitireceğini ve barajın su toplamaya başlamasıyla Caber Kalesinin tamamen baraj suları altında kalacağını ileri sürerek, Türk hükûmetinden türbenin yerini değiştirilmesi veya türbenin Türkiye’ye naklini talep etti. Yeni ortaya çıkan durum üzerine Türkiye ve Suriye hükûmetleri arasında yapılan görüşmeler sonucunda imzalanan antlaşmaya göre; 1973 yılında Süleyman Şah Türbesi müştemilatı ile birlikte, Halep'e 123, Şanlıurfa'ya 92 km uzaklıktaki Fırat'ın doğu kıyısındaki Karakozak köyü yakınındaki yeni yerine nakledildi. Çubuk-1 Barajı Çubuk Barajı, Ankara'da Çubuk Çayı üzerinde içme-kullanma ve sanayi suyu temini ve taşkın kontrolü amaçlı bir barajdır. Cumhuriyet döneminin ilk barajıdır. Mustafa Kemal Atatürk'ün talimatıyla 1930 yılında yapımına başlanmış 1936 yılında tamamlanarak 3 Kasım 1936 tarihinde Atatürk tarafından açılmıştır. Çubuk Çayı'na, Çubuk ilçesinin kanalizasyonunun dökülmesi sebebiyle aşırı kirlilikten ötürü işlevini yitirmiş ve 1994 yılından itibaren su alımı durdurulmuştur. Barajın işlevini kaybetmesinin diğer bir nedeni de baraj çanağının alüvyonlarla dolmasıdır. 2010 yılında barajı kurtarmak için Ankara Büyükşehir Belediyesi Çubuk ve Karaköy atıksu tesislerini hizmete sokmuş ve baraj temizleme işlemine başlamıştır. Beton ağırlık gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 120.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 25 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 12,50 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,94 km²'dir. Yılda 3 hm³ içme suyu temin edilmesini sağlamaktadır. Gölbaşı Barajı Gölbaşı Barajı, Bursa'da, Nilüfer Çayı'nın yan kolu olan Aksu Deresi üzerinde 1933-1938 yılları arasında inşa edilmiş sulama amaçlı bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 320.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 10,70 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 12,75 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,74 km², hizmet verdiği sulama alanı 2.100 hektardır. Gebere Barajı Gebere Barajı, Niğde'de, Uzandı Deresi üzerinde, 1939-1941 yılları arasında inşa edilmiş sulama amaçlı bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 155.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 13,00 m, normal su kotunda göl hacmi 2,38 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,26 km², hizmet verdiği sulama alanı 340 hektardır. İran'ın nükleer programı İran'ın nükleer enerji elde etmek için başlattığını söylediği, ancak başta ABD olmak üzere bazı ülkelerin nükleer silah üretmek için başladığını iddia ettiği proje. İran nükleer programı 1950’lerde Barış için Atom programının bir parçası olarak ABD’nin yardımı ile başlatıldı. ABD’nin ve Batı Avrupalı hükûmetlerin İran’ın nükleer programına desteği, cesaretlendirmesi ve katkısı 1979’da Şah rejimini deviren İslami devrime kadar sürdü. 1979’daki devrimden sonra İran hükûmeti programı durdurdu ve daha sonra devrim öncesine göre daha düşük bir Batı desteği ile yeniden canlandırıldı. İran nükleer programı bir dizi araştırma merkezi, uranyum madeni, bir nükleer reaktör ve bir uranyum zenginleştirme merkezi içeren uranyum işleme yapılarından oluşmaktadır. İran’ın ilk nükleer santrali Buşehr-I’in Mart 2008’de üretime geçmesi beklenmekteydi. Ancak 4 Eylül 2011 tarihi itibarıyla bu tesis devreye alınmış bulunuyor. Gawdat Bahgat, Indiana Üniversitesi, Pennsylvania, Ortadoğu Çalışmaları Merkezi Yöneticisi, İran nükleer programının üç unsura bağlı olduğunu söylüyor: Birincisi; Pakistan,Irak,İsrail ve ABD’den kendilerine dönük tehdit algılamaları, ikincisi;iç ekonomik ve siyasi dinamikler ve üçüncüsü;milli gurur. Bahgat daha sonra İran’ın uluslararası toplum ile ilişkileri ile ilgili bazı anahtar noktaların altını çiziyor ve nükleer program konusunda bunun İran’ı nasıl etkilediğini anlatıyor. 1.İranlı yetkililerin 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasındaki davranışları nedeniyle uluslararası topluma çok az güvenleri var. Bu savaş sırasında, İran daha güçlü ve büyük bir ülke olduğu için, Saddam Hüseyin İran ordusuna ve sivillere karşı kimyasal silah kullandı. Bu kimyasal silahlar binlerce İranlıyı öldürdü veya sakat bıraktı ve savaşta Irak lehine önemli bir rol oynadı. Uluslararası toplum bu noktada kayıtsız kaldı; Irak’ı engellemede ve İran’ı korumada çok etkisizdi. Shahram Chubin, Cenevre Güvenlik Politikaları Çalışmaları Merkezi Başkanı, bu durumu şöyle açıklıyor: “İran Irak ile yaptığı savaştan şunu öğrendi; saldırıya uğramak istemiyorsan, tehdit eden ülke mutlaka denk bir yanıtın alacağını bilmelidir. ‘Çöl Fırtınası’ saldırısında eşdeğer bir kimyasal silah misillemesine uğrayacağı bilmek Irak’ı durdurdu; ancak böylesi bir karşılığın İran’dan gelmeyeceğini bilmenin savaş sırasında Irak’ın İran’a kaşı kimyasal silah kullanmasını sağladığını gösteriyor. " 2.Birçok ülke, ABD’nin baskısını görünce, İran’ın nükleer yönetimi ile ticari ilişkilerini kestiği veya durdurduğu için İran'da uluslararası topluma dönük güven eksikliği, yeniden oluştu. Gawdat Bahgat’ın analizinin aksine, İranlı yetkililer kendi seviyelerinin şimdiki nükleer silah sahibi ülkelerin teknolojik gelişmişlik seviyesinin altında kalmış olmasından dolayı birilerini caydırmak için nükleer silah elde etme arzusunda oldukları iddiasını kabul etmemektedirler. Kendi nükleer programlarının silah yapma amaçlı hale getirilemeyeceğinden herkesin emin olması için İranlılar yasal olarak gerekenden daha fazla ek kısıtlama konulmasını da içeren bir dizi öneride bulundular. Bu öneriler mesela; önerilerden oluşuyordu. İran’ın uranyum zenginleştirme programını yabancı özel ve kamu katkısına açma önerisi IAEA’nın hassas yakıt çevrimi etkinliklerinin nükleer silah yapımına katkı sağlaması riskini düşürmek üzere geliştirilecek yöntemleri araştırmak için oluşturduğu bir uzmanlar komisyonunun önerilerini dayanak almıştır. İran’a, zenginleştirme işlemine bir ara verdirtecek, “karşılıklı saygı ve İran’ın nükleer programının barışçıl doğasına dönük uluslararası güvene dayalı olarak İran ile ilişki ve işbirliğinin gelişmesine yol açacak uzun dönemli kapsamlı bir düzenleme” önerilmiştir. Günümüzde dünyada nükleer silah yapmak için uygun materyal üretmek için gereken zenginleştirme veya yeniden işleme merkezlerine sahip on üç ülke var. İran'ın nükleer programının temelleri 1953'te CIA destekli bir darbe ile demokratik olarak seçilmiş başbakan Muhammed Musaddık'ın görevden alınıp iktidara Şah Muhammed Rıza Pehlevi'in getirilmesinin hemen sonrasına rastlar. Sivil bir nükleer işbirliği programı ABD’nin Barış için Atom programı altında oluşturuldu. ABD,SSCB'ye karşı nükleer güç kuşağı kurmak istedi. Bu girişime ABD İran, Türkiye ve Pakistan'ı ortak etmek istedi. Bu çerçevede 1967’de İran Atom Enerjisi Kurumu (İAEK) tarafından yönetilen Tahran Nükleer Araştırma Merkezi (TNAM) kuruldu. TNAM, ABD tarafından sağlanan, 5-megawatlık nükleer araştırma reaktörü ile çalışmalara başladı ve yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum yakıtı sağlandı. İran 1968’te Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı (NSYÖA) imzaladı ve 1970’te onayladı. İran atom ajansının kurulması ve NSYÖA’nın onaylanmasıyla Şah ABD’nin yardımıyla 2000 yılına kadar 23 nükleer santralın yapılmasını öngören planları onayladı. Bu gelişmeleri takiben, Avrupa ve Amerikan firmaları bu programa ortak olmak için birbirleriyle yarışmaya başladı. 1979 Devrimi sonrasında ise ABD ve İran iki can düşmanı oldular. ABD, İran'ın bölgede daha fazla güçlenmesine izin vermedi. Ama İran ın bölgedeki gücü sürekli arttı,bu da ABD ve yakın dostu İsrail tarafından pek iyi bir durum olarak algılanmadı. 2002 yılında Ulusal Direniş Konseyi’nin eski bir üyesi (Bu kuruluş ABD ve Avrupa Birliği’nde terörist grup olarak ilan edilmiştir) ve Tahran’da önde gelen eleştirmenlerinden Alirıza Caferzade, İran rejimi içerisindeki sağlam kaynaklardan edindiği bilgilere dayanarak Natanz ve Arak’taki iki gizli nükleer tesisi ifşa etmiştir. Bu açıklamaların ardından ABD, İran’ı nükleer silah yapmaya teşebbüs etmekle suçlamış ve nükleer kriz süreci başlamıştır. Avrupa Birliği aktif bir pozisyon alarak İran ile görüşmelere başlamıştır. Kriz günümüze kadar inişli çıkışlı devam etmiştir. Rusya ve Çin krizde ABD'ye karşı çıkarken, Amerikalı yöneticiler Birleşmiş Milletler'den İran'a askeri müdahale de dahil olmak üzere çok sert önlemler çıkartmaya çalışmıştır. İran ise çalışmalarının tamamen barışçıl amaçlı olduğunu ve enerjinin en önemli hedef olduğunu iddia etmektedir. 14 Haziran 2008 tarihinde AB Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana başkanlığındaki bir heyet Tahran'da İran hükümetine altı büyük dünya gücünün önerisini içeren bir teşvik paketi sundu. Bu teşvik paketini destekleyen ülkeler şunlardı: ABD, Rusya, Çin, Birleşik Krallık, Fransa ve Türkiye Paket şunları içermekte: İran henüz (16 Haziran 2008) resmi bir yanıt vermiş değil ancak bu konuda sorulan bir soruya hükümet sözcüsü Gulamhüseyin İlham şu yanıtı verdi: "Eğer paket uranyum zenginleştirme işlemini askıya almayı içeriyorsa hiçbir şekilde görüşülebilir bir paket değildir." Ofra Haza Ofra Haza (, d. 19 Kasım 1957, Tel Aviv - 23 Şubat 2000, Ramat Gan), İsrailli şarkıcı, söz yazarı ve oyuncudur. Ofra Haza ayrıca ünlü bir mezzo-sopranodur, sesinin tonal kalitesi kusursuza çok yakındır. 19 Kasım 1957 tarihinde Tel Aviv'in fakir mahallelerinden Hatikva'da Yemen Yahudisi bir ailenin dokuzuncu çocuğu olarak dünyaya geldi. 19 yaşında, Doğunun Madonna'sı olarak anılmaya başlandı. 1983 Eurovision Şarkı Yarışması'nda, İsrail'i temsil etti ve Lüksemburg'un ardından ikinci oldu. Özellikle 17'nci yüzyıl hahamının bir şiirinden yaptığı "Im Nin alu / Cennet'in Kapıları Kilitliyse", dillerde dolaşmaya başladı. Albümün kapağında Ofra Haza'nın geleneksel Yemen gelini kılığında bir fotoğrafı vardı. İsrail'de hemen bir numara oldu. Hızla yükseldiği müzik kariyerinde asıl uluslararası şöhrete 1988'de, Amerikan rapçiler Eric B. ve Rakim, 'Im Nin alu'y
u dans hitleri 'Paid in Full'da kullanınca kavuştu. 'Im Nin Alu'yu bu kez kendisi İngilizce sözlerle yeniden çıkardı, albüm dünya çapında bir hit oldu. Artık 'dünya müziği' deyince akla o geliyordu. 90'larda bu şöhreti muhafaza edemedi ama önemli konserler verdi, 'Mısır Prensi'nin kimi şarkılarını söyledi. Özel hayatını herkesten saklamasıyla bilinen Haza; iş adamı Doron Ashkenazi'yle evliliğini bile uzun süre gizli tuttu. İki kere mucizevi şekilde ölümden dönmüş, 1987 ve 1994'teki uçak kazalarından kurtulmuştu. Kendisi 2000 yılında aids'e bağlı organ bozukluklarından ölmüştür. Ailesi ve yakın çevresi aids'i nasıl kaptığı ve ölümü hakkında açıklamada bulunmamıştır. Tüm İsrail halkı yasa boğulmuş, fakat daha sonra yapılan araştırmalarda Aids'in kocası Doron Ashkenazi'den bulaştığı öğrenilmiş olup , 1 sene sonra da kocası aşırı dozda uyuşturucudan ölmüştür. 2010 yılında ortaya atılan bir iddia da Ofra Haza'nın hamile olduğu bir dönemde Türkiye'deki bir hastanede düşük yapmasının üzerine bu hastanede kendisine Aids virüsü içeren kan nakli yapıldığıdır. 1989 yılında "Shaday" albümü Worldmusic dalında Amerika Birleşik Devletleri'nde yılın en iyi albümü seçildi. 1992 yılında "Kirya" albümüyle aynı kategoride Grammy ödüllerine aday gösterildi. Birçok projede dünyaca ünlü sanatçılarla düet çalışmaları olmuştur. Eric B&Rakim, Thomas Dolby, Stefan Waggershausen, Paula Abdul, Paul Anka, The Sisters of Mercy, And One, Hotei, Sarah Brightman, Iggy Pop, Duncan Dhu, Eden Riegel, The Black Dog, C&N Project, Peace Choir ve Nusrat Fateh Ali Khan bu isimlere örnektir. Deniz ve Su Hukuku Araştırmaları Merkezi Deniz ve Su Hukuku Araştırmaları Merkezi, kısaca DESHAM, araştırma merkezi Ankara merkezli ve USAK'a bağlı olarak çalışıyor. Kuruluş tarihi 2004 olan Araştırma merkezinin başkanlığını Doç. Dr. Yücel Acer gerçekleştiriyor. Sınır aşan sular, uluslararası su yolları ve kanallarının, denizlerin, okyanusların, göllerin vb. kullanımı, bu kullanımdan doğan sorunlar hukuksal çerçevede USAK Deniz ve Su Hukuku Araştırmaları Merkezi'nde (DESHAM) ele alınmaktadır. Bu anlamda DESHAM alanında Türkiye'nin ilk, dünyanın da sayılı araştırma merkezlerinden biridir. UHAM (Uluslararası Hukuk Araştırmaları Merkezi) ile birlikte çalışan Merkez uzmanları Ege Deniz Hukuku Sorunları ve Orta Doğu Su Sorunu gibi konulara da özel bir önem vermektedir. DESHAM sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada da yeterince önem verilmemiş bir konuya odaklanmıştır. DESHAM'ın, USAK Kütüphanesi içinde mütevazı bir kitaplığı da bulunmaktadır. Bu kitaplıkta Uluslararası Hukuk başta olmak üzere Deniz ve Su Hukuku üzerine çok sayıda basılı eser ve süreli yayın vardır. DESHAM uzmanları düzenli olarak USAK yayınlarına katkıda bulunmaktadırlar. DESHAM çalışanları sadece USAK Merkez ofislerinde değil, Türkiye'nin ve dünyanın diğer şehirlerinden çalışmalarını yürütmektedirler. Başkanlığını Doç. Dr. Yücel Acer yürütmektedir. DESHAM çalışmalarını daha çok Uluslararası Hukuk ve Politika (UHP) adlı dergi aracılığıyla kamuoyuna ve bilim dünyasına duyurmaktadır. De Dion-Bouton De Dion-Bouton. Seri üretim fikrini ilk ortaya atan Fransız firmasıdır. Kont Albert De Dion ve çilingir Georges Bouton tarafından kurulmuştur. En eski çalışan modeli 1884 yılında yapılmıştır. Fransa'da, Kont Albert De Dion için üretilen otomobil saatte 60.8 kilometre hız yapıyor, uzunluğu 2.75 metre, ağırlığı ise 951 kilo. Çalışması için gerekli buharı 45 dakikada toplayan aracın üretim kararı 1881’de Henry Ford ilk otomobilini üretmeden 12 yıl önce alındı. Aynı modeli defalarca üreterek otomobillerin daha ucuza geleceğini Albert De Dion ortaya atmış ve arabalarının herkes tarafından kullanılması için uğraşmış ama başaramamıştır. Otomobillerin geleceğinin buhar gücünde yattığı konusunda yanılgı içinde kalmışlardır. Buhar gücüyle çalışan bir otomobille 1894 yılında Paris-Rouen büyük yarışına katılmışlar Panhard ve Peugeot marka araçları geride bırakarak birinci gelmişlerdir. Fakat otomobillerinin motoru ateşlemeli olmadığından diskalifiye olmuşlardır. 1903 yılında rakiplerinden çok daha ucuza mal ettiği ve ‘‘Kadınlar için kullanımı son derece rahat bir otomobil. Dayanıklı, güzel, seçkin, tasarruflu. Doktorlar, noterler ve seyahat eden tüccarlar için ideal.’’ yazılı broşürle satmaya çalıştığı iki silindirli 846 cmküp hacmindeki Q modelini piyasaya çıkarmışlardır. Aracın motoru eski Daimler temel alınarak yapılmış ama iki katı hızda çalışacak şekilde tasarlanmıştı. Mais Mais (Motorlu araç imalat ve "s"atış) Oyak-Renault, Renault lisansı ile, Renault 12 binek otomobillerini üretmek üzere, 2 Eylül 1969 tarihinde, 6/12347 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile kurulmuştur. Şirketin kuruluş sermayesi 50 milyon liradır. Kararnameye uygun olarak kuruluş iki adımda gerçekleştirilmiştir. 1. Dönem Yatırım İlk adımda, fabrika tesislerinin kurulması, tezgâhların alınması, yerleşmesi ve işletilmesi ön görülmüştür. Oyak – Renault mekanik üretim ağırlıklı olarak faaliyete geçmiştir. Motor, vites kutusu, ön ve arka takım, pedal direksiyon parçalarının üretilmesi ve birleştirilmesi kısa sürede sağlanmıştır. Ön görülen süre içinde % 67 yerli parça oranına ulaşmıştır. 2. Dönem Yatırım İkinci adımda, yerli parça oranının % 85’e yükseltilmesi, özellikle karoseri ve diğer saç parçaların üretilmesi, yıllık kapasitenin arttırılması öngörülmüştür. 1976’da başlayan ikinci dönem yatırım 1979‘da tamamlanmıştır. Oyak – Renault, Bursa Mudanya yolu üzerinde, il merkezine ve Mudanya ilçesine yaklaşık 15’er km. uzaklıkta, Organize Sanayii Bölgesi sınırları içinde bulunmaktadır. Bütünleşik bir tesis olması nedeniyle, binaların tasarım ve yerleşimi üretim akış mantığına göre yapılmıştır. 1. dönem yatırımlarında kapalı alan 62500 m² iken, 2. dönem yatırımlarında bu alan 98000 m²‘ye yükselmiştir. 1998 yılında 186529 m²‘si kapalı alan olmak üzere toplam 412345 m² üzerinde kurulu bir alana sahiptir. Kuruluş kararnamesinde üretim kapasitesi yılda 20.000 otomobil olarak öngörülmüştür. İkinci kararname ile yılda 45.000 arabaya yükseltilmiştir. 1988 yılında 54.000 araca yükselen kapasite, 1989’da 51.781, 1990’da 68.041, 1991’de 78.853, 1992‘de 110.643, 1993‘de 105.242, 1994‘de 160.000, 1995‘de 165.000 1998’de 120.000 otomobile ulaşmıştır. 2000 yılında 140,159 adet araç üretimiyle, Oyak Renault Türkiye’de en fazla araç üreten firma olmuştur. Otomotiv Otomotiv, motorlu taşıt yapımıyla uğraşan endüstri koludur. Otomotiv sanayii, tüm sanayileşmiş ülkelerde ekonominin lokomotifi olarak kabul edilmektedir. Sektörün ekonomideki sürükleyici-lokomotif etkisinin nedeni, diğer sanayi dalları ve ekonominin diğer sektörleri ile olan çok yakın ilişkisidir. Otomotiv sanayii demir-çelik, petro-kimya, lastik gibi temel sanayi dallarında başlıca alıcı ve bu sektörlerdeki teknolojik gelişmenin de sürükleyicisidir. Turizm, altyapı ve inşaat ile ulaştırma ve tarım sektörlerinin gerek duyduğu her çeşit motorlu araçlar sektör ürünleri ile sağlanmaktadır. Bu sektördeki değişimler, ekonominin tümünü yakından etkilemektedir. Otomotiv sektörü Motorlu Taşıt Aracı üreten bir sanayidir. Dünyada toplam motorlu taşıt üretiminin yaklaşık % 70 ini otomobil üretimi oluşturmaktadır. Türkiye'de de bu oran geçerlidir. Otomobil üretimi, diğer motorlu taşıtlara göre çok daha yüksek adetlerde yapılır. Bu suretle otomobil üretimi, güçlü bir yan sanayiini oluşturarak diğer taşıtların üretimine de destek olur. Bu nedenle otomobil üretimi, otomotiv sanayiinin temelidir.. Tel Aviv Tel Aviv-Yafa (, ), veya sıklıkla kullanılan adıyla Tel Aviv, 391.300 kadarlık nüfusuyla İsrail'de bulunan ikinci büyük kent ve İsrail'in başkentidir. Kent, İsrail'in Akdeniz kıyılarında bulunur. Yüzölçümü yaklaşık 51,8 km² kadar olan şehir, ayrıca üç milyonluk Guş Dan metropolündeki en kalabalık ve en geniş kenttir. Kentin yönetimini Tel Aviv-Yafa belediyesi üstlenmekte olup, kentin şu anki belediye başkanı Ron Huldai'dir. Tel Aviv, 1909 yılında liman kenti Yafa'nın (İbranice: יָפוֹ, "Yafo"; Arapça: يافا, "Yaffa") bitiminde kuruldu. Zamanla büyüyen Tel Aviv, Yafa'dan ayrılmaya başladı. Bu dönemde bölgede özellikle Araplar yaşamaktaydı. İsrail'in bağımsızlığından iki yıl sonraki 1950 yılına gelindiğinde Tel Aviv ve Yafa, aynı belediyeye bağlandı. 2003 yılında ise kentteki Beyaz Kent, UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi'ne alındı. Tel Aviv’de yasayanlara Tel Avivim denir . Tel Aviv küresel bir kenttir. İsrail'in ekonomik olarak merkezi olan kent ayrıca İsrail Borsası'na da ev sahibidir. Ayrıca şehirde birçok şirket ve araştırma merkezleri bulunur. Bunların dışında turistik bir kent olan Tel Aviv'de onlarca plaj, bar, kafe ve market yer alır. Kentin lakabı, sürekli akan trafiği ve sürekli açık olan mağazaları nedeniyle "uyumayan Akdeniz şehri" olarak anılır. Bir finans, sanat ve iş merkezi olan Tel Aviv, Orta Doğu'nun en büyük ikinci kent ekonomisine sahiptir. Öyle ki, dünya küresel kentler sıralamasında birçok kenti geride bırakarak kırk ikinci sıraya yerleşmiş durumdadır. Yine bölgedeki en pahalı kent olan Tel Aviv, tüm dünyadaki on dördüncü pahalı bölgedir. New York'ta yaşayan gazeteci David Kaufman, şehri Akdeniz'in yeni başkenti olarak tanımladı. 2010 yılında Kight Frank’in yaptığı Dünya’nın şehirleri anketinde 34. oldu . 2011 yılında Lonely Planet gezi rehberi tarafından, Tel Aviv, favori şehirler arasında 3. seçildi. National Geographic tarafından ise Tel Aviv Dünya’daki en iyi dokuzuncu kumsal şehri olarak seçti . Tel Aviv, düzenli olarak, Dünya’nın en iyi GLBT şehirlerinden biri olarak seçilir. "Bahar tepesi" anlamına gelen "Tel Aviv", 1910 yılında kent adı olarak birçok seçenek arasından belirlendi. Diğer seçenekler arasında "Herzliya" da bulunmaktaydı. Kentin adı ayrıca Theodor Herzl'in "Altneuland" adlı Almanca kitabının İbranice sürümünün de başlığıdır. Almancadan Nahum Sokolow tarafından çevrilen kitap için Sokolow, bu İbranice ismi Ezekiel Kitabı'ndaki bir bölümden aldığını söyledi. Tel Aviv adının, antik Yahudi anavatanındaki rönesans fikrini tam karşıladığı düşünüldü. İb
ranice "Aviv", "bahar" anlamına gelmekte olup yenilenmeyi temsil etmektedir. Yine "tel" sözcüğü de İbranice "höyük" anlamına gelmekte olup, eski topraklar üzerinde kurulan yeni bir uygarlığı anlatmaktadır. Yine Yafa veya özgün adıyla "Yafo"nun da kökenleri hakkında bazı görüşler bulunmaktadır. Kimi araştırmacılar bu ismin İbranice "güzel" veya "güzellik" anlamlarına gelen "yafah" veya "yofi" sözcüklerinden türediğini düşünmektedir. Bir başka inanca göre de Nuh'un oğlu Yafes, kenti bularak kente adını vermişti. Antik Yafa limanı tarih boyunca sürekli el değiştirdi. 1955 yılından 1974 yılına kadar süren arkeolojik kazı çalışmalarında, bölgede Bronz Çağı'ndan bazı binalar ve kapılar açığa çıkarıldı. Bunu izleyen ve 1997'den sonra başlayan diğer kazı çalışmalarında, daha da eskiye uzanan yerleşimler keşfedildi. Araştırmacılar ayrıca bölgede eski askeri yapılara, uzun duvarlara ve Deniz Kavimleri'ne adanan bir tapınağa rastladı. Bunların dışında Pers, Hellenistik ve Eski Mısır kalıntılarıyla karşılaşıldı. Yafa adı ilk defa MÖ 1470 yılında III. Thutmose adlı firavunun bölgeyi ele geçirmesini kaydeden bir mektupta görüldü. Yine kentin adı Yunus peygamberin Tarşiş'e açıldığı liman, Dan kabilesinin sınır bölgesi ve Süleyman Mabedi'nin yapımı için Lübnan'da yapılan tomrukların Kudüs'e taşınmak üzere uğradığı yer olarak İncil'de birçok kez anılmaktadır. Bazı kaynaklara göre Yafa, 4.000 yıldan fazla bir süre boyunca liman olarak kaldı. 1099 yılında Godfrey de Bouillon tarafından yönetilen I. Haçlı Seferi ordusu, o dönemlerde Müslümanlar tarafından terkedilen Yafa'yı ele geçirerek buraya bir kale ve liman inşa etti. Yafa ili olarak kent, uzun bir süre boyunca Kudüs Krallığı'nın deniz taşımacılığının merkezi oldu. Yafa, 1192 yılında Selahaddin Eyyubi tarafından geri alındı. Ancak İngiliz kral Aslan Yürekli Rişar, kenti bir süre sonra tekrar ele geçirdi. 1223'te Kutsal Roma İmparatoru II. Friedrich buraya yeni savunma birimleri ekledi. 1268 yılında Memlük sultanı Baybars kenti tekrar ele geçirdiğinde bölgedeki Haçlı egemenliği ortadan kalktı. 1336, 1344 ve 1346 yıllarında Yafa, olası yeni Haçlı saldırılarına karşı Nasir al-Din Muhammed tarafından yağmalandı. 16. yüzyıla gelindiğinde Yafa, Osmanlı İmparatorluğu tarafından ele geçirildi. Aynı şekilde Gazze Sancağı'nın da bir kenti konumuna alındı. 1799 yılında I. Napolyon kenti ele geçirerek halkı katletti. Bunu izleyen yıllarda bir salgın hastalık baş gösterdi. Bu nedenle bölgedeki nüfus hızla azaldı. Yafa, bir metropol olarak 18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun limanı koruma politikaları ve Bedeviler ile korsanlar tarafından yapılan saldırılara karşı izlenen sert tutum sonucunda gelişmeye başladı. Ancak asıl büyüme 19. yüzyılda yaşandı. 1806 yılında 2.500 olan nüfus, 1886 yılında 17.000'e ulaştı. 1800 yılından 1870 yılına kadar Yafa, surlarla ve kulelerle çeviriliydi. Ancak güvenlik arttırılınca, kentin büyümesini sağlamak adına duvarlar yıkıldı. Kentte deniz kenarına yapılan setin yüksekliği 2,5 metre yüksekliğinde olup 1930'lu yıllara kadar bozulmadan kalmasıyla bilinmektedir. İngiliz sömürge yönetimi, daha sonra buraya yeni bir set daha inşa etti. 19. yüzyılın ortalarında kent halkı, ticaret sayesinde zenginleşti. Ticaret ürünleri arasında Avrupa ile alışverişi yapılan ipek ve Yafa portakalı da bulunmaktaydı. 1860'larda Yafa'ya Sefarad, Fas Yahudileri ve Aşkenaz göçleri başladı. Öyle ki 1882 yılında kentte 1,5$10'den fazla Yahudi bulunmaktaydı. 1880'lerde Yafa'ya gelen Aşkenaz göçleri Birinci Aliyah ile paralel olarak arttı. Yeni gelenler, Siyonizm ideolojisiyle daha fazla motive olduğundan, daha fazla üretim yaptılar ve daha üretken işlerde bulundular .Bu amacın devam ettirilmesi adına Yahudilerin büyük kısmı Yafa'da kaldı, bir kısmı da Yafa'nın kuzeyindeki kumul alanlarına yerleşti. Bugünkü çağdaş Tel Aviv'in kuruluşu da Neve Tzedek adlı semtin 1887 ve 1896 yılları arasında yerleşen Aşkenaz Yahudileri tarafından kurulmasıyla başlar. İkinci Aliyah, nüfusu arttırdığı gibi bölgedeki kentsel alanın genişlemesine neden oldu. 1906 yılında, aralarında Yafa sakinlerinin de bulunduğu bir grup Yahudi, Akiva Arye Weiss'i sürdürdü ve Yafa kentinin dışında bahçeli mahalleler üzerinde birleşti. "Ahuzat Bayit" (Türkçe: "çiftlik evi") projesinin amacı sağlıklı ve estetik bir çevreye sahip, planlı ve hijyenik bir Yahudi kenti kurmaktı. 1908 yılında grup Yafa'nın kuzeydoğusundaki altmış parsele ayrılmış olan 5 hektarlık bir alanı satın aldı. Daha sonraları Tel Aviv'in ilk belediye başkanı olacak olan Meir Dizengoff da bu Ahuzat Bayit'in bir üyesiydi. Dizengoff, tüm proje boyunca Araplarla barış içinde bir uyum gösterdi. Nisan 1909'da altmış altı Yahudi aile, deniz kabuklarıyla yapılan bir piyango çekilişiyle bugün Rothschild Bulvarı'na karşılık gelen ıssız çöl arazisindeki mahalleden arsalar aldı. Bu piyango çekilişi, kurum başkanı Akiva Arye Weiss tarafından yönetildi ve beyaz kabuklara ailelerin, gri kabuklara arsaların isimleri yazılarak yapıldı. Bir yıl içinde Herzl, Ahad Ha'am, Yehuda Halevi, Lilienblum ve Rothschild adlı caddeler inşa edildi. Bunun yanında bir su sistemi kurularak üzerine ilk altmış altı ev kuruldu. Herzl Sokağı'nın sonundaki bir arsa Herzliya Yahudi Lisesi'nin kurulması için ayrıldı. 21 Mayıs 1910 tarihinde, "Tel Aviv" adı, bu yeni yerleşmeye verildi. Kentin planı Avrupa tarzı, bahçeli evlere sahip, geniş cadde ve bulvarlar barındıran bir stildeydi. 1914 yılına gelindiğinde kent, 100 hektardan daha fazla bir alana sahipti. Ancak Osmanlı İmparatorluğu, 1917 yılında Yafa'nın Yahudilerini buradan kovunca, büyüme durdu. Mısır'dan bilgi toplayan "The New York Times" adlı Amerikan gazetesi, Nisan 1917'deki bu sürgün olayını araştırdı. İngiliz sömürge dönemi sırasında Yahudiler ile Araplar arasındaki sürtüşmeler artmaya başladı. 1 Mayıs 1921 tarihinde Yafa ayaklanmaları patlak verdi. Bu sırada Arap bir çete Yahudileri öldürdü. Bu ortamdan kaçan Yahudiler, Yafa'dan Tel Aviv'e yerleşmeye başladı. Böylece 19$10'de 2.000 olan kent nüfusu 1925 yılında on yedi kat artarak 34.000 sınırına ulaştı. Yeni iş alanlarının belirmeye başladığı Tel Aviv, Yafa'nın ticari olarak gerilemesine neden oldu. 1925 yılında Patrick Geddes, o sıralarda Meir Dizengoff tarafından yönetilen Tel Aviv kent planlarını çizdi. Bir bahçe kent kurmayı amaçlayan ekip, kuzeyde Yarkon Nehri'nden, doğuda İbn Gvirol'nden başlayarak kent sınırları belirlendi. Bugün kent yerleşimleri bu sınırları aşmış olsa da, kent sınırları halen bu şekildedir. Tel Aviv, 1926'ya kadar gelişimini sürdürdü. Ancak 1927 ile 1930 yılları arasında beliren bir ekonomik kriz sorunlara yol açtı. Bu sıralarda, kentin kültürel gelişimini destekleyen Ohel ve Habima Tiyatroları kuruldu. Büyümeye devam eden kent, 1934 yılında belediye konumuna alındı. Nazilerin Almanya'da güç kazanmaya başlamasıyla başlayan Beşinci Aliyah, kentin nüfusunu ivmeyle arttırdı. Avrupa'dan kaçan Yahudilerin önemli bir kısmı Tel Aviv'e yerleşti. Öyle ki 1937 yılında kent nüfusu 150.000'e tırmandı. İki yıl içinde de bu sayı 160.000'e yükseldi. Bu sayı, o sırada ülkedeki Yahudi nüfusunun üçte birinden fazlaydı. Yine bazı göçmenler de Yafa'dan karaya çıkarak burada kalmayı tercih etti. 1936-39 Arap ayaklanmaları sonucunda 1938 yılında Yafa'dan bağımsız bir havaalanı inşa edildi. Lod Havaalanı (daha sonra Ben Gurion Havaalanı) ve Sde Dov Havaalanı sırasıyla 1937 ve 1938 yıllarında açıldı. Tel Aviv'in Beyaz Kent'i, 1930'larda keşfedildi ve 2004 yılında UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi'ne eklendi. Yine Almanya'daki modernist mimari okulu olan Bauhaus'ta eğitim gören, ancak okulun Nazilerce 1933 yılında kapatılmasıyla buradan kaçan Yahudilerden bir bölümü bugünkü Filistin topraklarına yerleşti. Bunlardan Arieh Şaron gibi mimarlar kentin mimari dokusuna önemli katkılarda bulunmasıyla tanındı. Temmuz 19$10'tan sonra Tel Aviv, İtalyan Nazilerin uğrak bir bombalama merkezi oldu. 9 Eylül 1940 tarihinde atılan bir bomba kentte 137 kişinin ölümüne neden oldu. Birleşmiş Milletler, savaş sonrasında bölgede bir Yahudi ve bir Arap devletinin kurulması gerektiği sonucuna vardı. Kent Yafa ile beraber 1945 yılında toplam 101.580 nüfusa sahipti. Bu nüfusun 53.930'u Müslüman, 16.800'ü Hıristiyan'dı. Ancak Araplar, ülkenin bölünmesine karşı çıktı. 1947 ve 1948 yılları arasında, Yafa ve Tel Aviv sınır hatları arasında gerilimler yaşandı. Nisan 1948'den itibaren Yafa'nın yeni kurulan İsrail ordusu tarafından ele geçirilmesiye Arap yerleşmeciler bu bölgeyi terk ettiler. 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail'in bağımsızlığını elde etmesiyle beraber Tel Aviv, 200,000 kadarlık bir nüfusa sahipti. Başta İsrail'in yönetim merkezi durumuna getirilen Tel Aviv, 1949'da yönetimin Kudüs'e taşınmasıyla beraber bu özelliğini yitirdi. Ancak Kudüs'ün durumu hakkındaki uluslararası tartışmalar nedeniyle, birçok büyük elçilik binası Tel Aviv'de kaldı. 1980 yılında İsrail'in koyduğu Kudüs Yasası gereğince, 1980'lerin başında on üç büyük elçilik daha Kudüs'ten Tel Aviv'e alındı. Bugün ikisi dışında bütün elçilikler, Tel Aviv bölgesinde yer almaktadır. Nisan 1949'da Tel Aviv ve Yafa kentleri ve çevreleri Tel Aviv-Yafo adı altında tek bir belediyede birleştirildi. Bu konu uluslararası öneme sahipti çünkü, Yafa’nın ana kısmı, Birleşmiş Milletler Bölüşüm Planı’na göre, Arap kısmında yer alıyordu. 10 Aralık 1948 tarihinde, İsrail devleti, Yafa’nın kırsal kesimindeki Tel Aviv’in, eski Arap bölgeleri olan Abu Kabir ve Salama’nın ilhakı kararını aldı .25 Şubat 1949 tarihinde, terkedilmiş Arap köyü el-Şaik Muvannis’te Tel Aviv’e katıldı. 18 Mayıs 1949 tarihinde Manşiya ve Yafa’nın merkezi kısmı eklendi. 4 Ekim 1949 tarihinde hükümet Tel Aviv ve Yafa’nın birleşmesine oy birliğiyle karar verdi ama karar yürürlüğe 24 Nisan 1950 tarihine kadar yürürlüğe, Tel Aviv valisi Israel Rokah’ın karşı çıkışlarından dolayı girmedi. Yeni birleşen şehrin adı, Yafa ismini korumak amacıyla Tel Aviv-Yafo oldu . Tel Aviv böylece 42 km²'lik bir alana sahip oldu. 1949 yılına gelindiğinde Tel Aviv'in altmış kurucusu anısına bir
anıt inşa edildi. Geçen altmış yıl boyunca kent, laik, liberal fikirli, ışıklı gece hayatının bulunduğu ve kafe kültürüne sahip bir kente dönüştü. Altmışlarda, kentteki bazı eski binalar yıkılarak yerine lüks binalar dikildi. Shalom Meir Kulesi de bunlardan biri olup, 1999 yılına kadar ülkenin en yüksek yapısı olarak kaldı. 1960'ların başında kent nüfusu, ülke nüfusunun yüzde on altısı olan 390.000'e kadar yükseldi. Seksenlerin sonuna doğru, büyük kısmı yaşlı nüfustan oluşan 317.000 kişi kentte yaşıyordu. Nüfusun yaklaşık otuz yıl içinde düşmüş olmasının nedeni, yüksek kiraların aileleri ve dolayısıyla genç nüfusu buradan uzaklaştırması idi. Bu sırada başlayan kentsel süzülme sayesinde, kentin güneyindeki gecekondu mahalleleri ve kentin kuzeyindeki eski liman bölgesi baştan sona yenilendi. Modernist yapıları korumak adına İsrail hükümeti yeni yasalar çıkararak UNESCO'nun Dünya Miras Listesi'ndeki Beyaz Kent'i koruma altına aldı. Doksanların başında azalan nüfus çizgisi tersine döndü. Özellikle dağılan Sovyet ülkelerinden gelen nüfus şehri ve İsrail'i nüfus bakımından ivmeli olarak büyüttü. Kent ayrıca yüksek teknolojik yeniliklere de sahne oldu. Bunu yeni yüksek teknolojili ofis binalarının ve gökdelenlerin inşası izledi. 1993 yılında Tel Aviv, bir dünya kenti olarak sınıflandırıldı. Kent ayrıca küresel kent konumu için güçlü bir aday olmaya başladı. 1991 Körfez savaşında, Tel Aviv, Irak’tan gönderilen Scud roketlerinin saldırısında uğradı, ama çok az sayıda zayiat verildi. Hatikva’nın güneydoğusunda yaşayanlar, direkt roket saldırısına rağmen büyük sayıda insanın ölmemesini bir mucize olarak görüp bir melek heykeli diktiler. 4 Kasım 1995 tarihinde İsrail'in başbakanı İzak Rabin suikaste uğradı. Kikar Malchei Yisrael adındaki bu yer, sonradan Rabin Meydanı adını aldı. İsrail'in Filistin'i işgali üzerine başlayan Birinci İntifada'nın ardından Tel Aviv sürekli olarak Filistinli militanlarca saldırıya sahne oldu. Bu kentte gerçekleşen ilk intihar saldırısı 19 Ekim 1994 tarihindeki bir otobüs saldırısıyla gerçekleşti. Olayda bir bombacı kendini ve yirmi bir sivili, Hamas intihar kampanyası dahilinde öldürdü. Bu çatışmalar zincirindeki en kanlı olay İkinci İntifada sırasında, 1 Haziran 2001 tarihinde yaşandı. Bu olayda Dolphi adlı bir diskoda bir intihar saldırısı yaşandı ve yirmi bir kişinin ölümü ve yüz kişinin yaralanmasıyla sonuçlandı. 17 Nisan 2006 tarihinde, bir otobüs terminaline saldırı düzenlendi. Bu olayda dokuz kişi öldü, kırk kişi yaralandı. 8 Haziran 2016'da gerçekleştirilen saldırıda ise 4 kişi öldü, 6 kişi ise yaralandı. Son yıllarda Tel Aviv, çevresel sorunlara karşı önlemler alan, duyarlı bir kent haline geldi. Mart 2008'deki Earth Hour uygulaması sırasında kentin ışıkları tamamen söndürüldü. Şubat 2009'da belediye su tasarrufu kampanyası başlattı. Bu kapsamda, kentte yıl boyunca kişi başına en az su tüketen aileye ücretsiz araç park etme ödülü verilmektedir. Tel Aviv, 32°5′0″ kuzey enlemi ile 34°48′0″ doğu boylamının kesiştiği yerde, Akdeniz kıyılarında kuruludur. Kentin bulunduğu bölge, Avrupa, Asya ve Afrika arasındaki stratejik köprülerden biridir. Yafa'nın kuzey kısmındaki liman civarında bulunan kumlu ve verimsiz topraklara sahip bölgede kurulan Tel Aviv, günümüzde düzleştirilmiş ve engebesiz bir yeryüzü şekline sahiptir. Kentteki en belirgin yer şekilleri, Akdeniz kıyılarındaki bazı uçurumlar ve Yarkon Nehri'nin ağız kısmıdır. Tel Aviv kentsel bölgesinin zamanla genişlemesinden dolayı bugün Yafa ve Tel Aviv kenti arasında belirgin bir coğrafi sınır yoktur. Kentin altmış kilometre güneydoğusunda başkent Kudüs; doksan kilometre kuzeyinde Hayfa yer alır. Kentin komşuları arasında kuzeyde Herzliya, kuzeydoğuda Ramat Haşaron, doğuda Ramat Gan ile Giv'atayim, güneydoğuda Holon ve güneyde Bat Yam yer alır. Tel Aviv, ekonomik olarak kuzeyden güneye gidildikçe değişiklik gösterir. Güney kısım, Neve Tzedek semti ile Yafa'nın dışına yeni yapılan siteler dışında yoksul bölgeler iken, orta kısım Azrieli Merkezi gibi önemli finans ve ekonomi yapılarını barındırmaktadır. Kuzey kısımda ise Tel Aviv Üniversitesi ve lüks konutlar yer alır. Bu zengin mahalleler, Herzliya Pituah, Ramat Haşaron ve Kfar Şmaryahu yerleşmelerine kadar devam eder. Tel Aviv, Akdeniz ikliminin görüldüğü bir kenttir. Kentte yazlar sıcak ve nemli; kışlar serin ve yağışlıdır. Denize yakınlığı nedeniyle Tel Aviv, yıl boyunca nemlidir. Kış aylarında sıcaklıklar nadiren 5 °C'nin altına düşer. 1950 yılından beri kar yağmayan kentte kış ayları boyunca sıcaklık, ortalama 10 ilâ 15 °C arasında değişir. Yaz aylarında sıcaklık 26 °C civarında olup, kimi zamanlarda 32 °C'yi aşabilmektedir. Yüksek nem oranına rağmen, yazın kentte hemen hemen hiç yağmur yağmaz. Yıllık yağış oranı 530,5 mm kadar olan kentteki yağışlı aylar, ekim ve nisan arasındaki aylardır. Kentte yılın 300 günü güneşli olup, bugüne kadar ölçülen en yüksek sıcaklık 43 °C kadardır. Buna karşılık kentte ölçülen en düşük sıcaklık -1.9 °C kadardır. Tel Aviv, yıllık ortalama 530.7 milimetre yağış alır ve bu genelde ekim ayı ile nisan ayı arasında olur. Kış, ağır yağışlarla en ıslak sezondur. Kar oldukça nadir görülür. En son 1950 yılı şubat ayında kar yağışı görüldü. Tel Aviv yılın 300 gününü güneşli geçirir genelde. Tel Aviv, yakın geçmişi içinde doğal olarak oluşan dokuz semte ayrılmış durumdadır. Bunlardan en önemlisi, eski liman olan ve kentten çok önceleri de bir yerleşme bölgesi olan Yafa'dır. Kent nüfusu geleneksel olarak Araplardan oluşur. Ancak eski binaların, yeni ve çağdaş yapılarla değiştirilmesiyle beraber Arap nüfusun dışında da yeni bir dinamik nüfus kente yerleşmeye başladı. Bu durum günümüzde eski bir Yahudi kenti olan Neve Tzedek'te de yaşanmaktadır. HaKirya adlı bölgede İsrail Savunma Kuvvetleri üslerinden biri bulunmaktadır. Tarihi olarak, Ramat Aviv gibi kentin kuzey semtleri Avrupa kökenli Musevileri barındırırken; Neve Tzedek ve Florentin gibi güney semtler, genel olarak Sefarad ve Mizrahi kökenli Yahudileri barındırır. Yine de 1980'lerden beri, güney kısımlarda da yenileştirme hareketleri yapılmaktadır. Tel Aviv'in kuzeyinde yer alan eski liman bölgesi de, 1965 yılında kapatılmasının ardından kentsel bir alana dönüştü. Öyle ki, bu bölgede günümüzde lokantalar ve marketler yer almaktadır. Tel Aviv'deki ilk mimari tarz, kırmızı çatılı Avrupa tarzı evlerdi. Yafa kentinin dışında ilk kurulan yerleşme olan Neve Tzedek, iki katlı taş konutlardan ibarettir. 1920'lerden sonra yeni bir Oryantalist tarz moda olmaya başladı. Öyle ki bu dönemde inşa edilen binalar genel olarak Avrupa tarzıyla Ortadoğu tarzını birleştirmekteydi. Belediye bir süre sonra "bahçe kent" planını ortaya atınca, iki-üç katlı binaları bahçeler ve parklar izledi. Bauhaus mimari tarzı 1920'lerde ve 1930'larda belirmeye başladı. Bu tarzdaki yapıların mimarları genel olarak Nazi Almanyası döneminde kaçan Alman kökenli Yahudilerdir. Tel Aviv'in kent merkezi çevresinde yer alan "Beyaz Kent", beş binden fazla çağdaş tarzda yapı barındırır. Bu çağdaş yapıların büyük kısmı da Bauhaus ve Le Corbusier tarzdadır. UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi'ne alınan bu bölgedeki inşaat çalışmaları, Rothschild Bulvarı boyunca sürdü. Sadece 1931 ve 1939 yılları arasında bu alanda üç binden fazla Bauhaus tarzda yapı inşa edildi. 1960'lardan sonra mimari tarz, çağdaş yapılar ve gökdelenler yönünde değişmeye başladı. İhmal yüzünden yıkılma noktasına gelen eski binaların yıkılmasıyla beraber yeni ve yüksek yapılar dikilmeye başlandı. Ancak son yıllarda izlenen mimari politikalar arasında eski Bauhaus evlerinin çağdaş tarzda yeniden düzenlenerek açılması bulunmaktadır. Bunun dışında, çok yüksek vergilerin bir sonucu olarak Tel Aviv, gökdelenlere de ev sahipliği yapmaya başladı. Kentteki Shalom Meir Kulesi, İsrail'in ilk gökdeleni olup 1965 yılında açıldı. Bu bina, 1999 yılına kadar ülkenin en yüksek yapısı olarak kaldı. Biri kare, biri dairesel ve diğeri üçgen formlarda olan üç binadan oluşan Azrieli Merkezi de önemli çağdaş yapılar arasındadır. 2001 yılından beri İsrail'in en yüksek binası olan Moşe Aviv Kulesi de Tel Aviv'in komşu kenti Ramat Gan'dadır. Yine de ülkedeki en yüksek konut binası olan Neve Tzedek Kulesi Tel Aviv'dedir. Park Tzameret gibi yeni semtlerde de yeni lüks binalar inşa edilmektedir. Bunlar arasında Philippe Starck tarafından tasarlanan YOO Tel Aviv adlı yapılar yer almaktadır. Yine Güney Kirya gibi bölgelerde de yüksek ofis binaları yer almaktadır. Tel Aviv'in yeni nesil gökdelenleri arasında 1 Rothschild Kulesi, Be'eri Nahardea Kulesi ve İlk Uluslararası Banka Kulesi de bulunmaktadır. 2009 yılında kuruluşunun yüzüncü yılını kutlayan Tel Aviv, bu yıl öncesinde ve sonrasında devamlı olarak I. M. Pei, Donald Trump ve Richard Meier gibi ünlü mimarlarında yardımıyla yeni nesil çağdaş yapıların inşası üzerinde çalışmaya başladı. Amerikan gazeteci David Kaufman, New York dergisindeki köşesinde, kentteki Osmanlı ve Bauhaus binalarının baştan sona yenilenerek çağdaş otellere, lokantalara, butiklere ve tasarım müzelerine dönüştüğünden duyduğu memnuniyeti överek dile getirdi. 2000'lerin başında Tel Aviv belediyesi, terkedilmiş bir enerji santralini parka ve yürüyüş yoluna çevirdi. Ekim 2008'de Martin Weyl, Ben Gurion Uluslararası Havaalanı yakınlarındaki Hiriya adlı bir çöplüğü, plastik şişeler kullanarak bir anıta dönüştürdü. Bu park ve anıt, İsrail'in eski başbakanı Ariel Şaron'un adına Ariel Şaron Parkı olarak adlandırıldı. Tel Aviv bunun dışında yine birçok çevresel etkinliğe öncü olmasıyla bilinmektedir. Tel Aviv kenti, 51,8 km²'lik bir alan üzerinde 391.300 kadar bir nüfus barındırır. Bu da km² başına 7.533 kişilik bir nüfus yoğunluğuna denktir. İsrail İstatistik Kurumu'na (CBS) göre, Haziran 2006 itibarıyla Tel Aviv kentinin nüfusu her yıl %0,9'luk bir oranda artmaktadır. Kent nüfusunun %91,8 kadarı Yahudi, %4,2 kadarı Müslüman veya Hıristiyan Arap kesimden ibarettir. Nüfusun geri kalan kısmı da çeşitli Arap olmayan Hıristiyanlar ile Musevi Asyalılar oluşturmaktadır. Farklı etnik kökenlere
sahip, çok kültürlü bir kent olarak Tel Aviv, birçok dilin de günlük olarak konuşulduğu bir şehirdir. Konuşulan diller arasında İbranice, Rusça, Fransızca, İspanyolca, Takalotça, Tayca, Arapça, Amharca ve İngilizce yer almaktadır. Kimi tahminlere göre kentte kayıtsız 50.000 kadarlık bir Asyalı yabancı işçi nüfusu yer almaktadır. Diğer batılı kentlerle karşılaştırıldığında, suç oranı Tel Aviv'de nispeten azdır. Tel Aviv-Yafa Belediyesi'ne göre kentin ortalama geliri, ulusal ortalama gelir ortalamasından yüzde yirmi daha fazladır. Kentte işsizlik oranı %6,9 kadardır. Tel Aviv'deki eğitim standartları da ulusal ortalamalara göre yüksektir. Buradaki 12. sınıf öğrencilerinin %64,4 kadarı yeterlik sınavı sertifikası almaya hak kazanmaktadır. Yine şehirdeki yaş grafikleri de engebesizdir. Öyle ki, kentte yirmi yaş altı nüfus toplam nüfusun %22,2'sini, 20-29 yaş arası grup toplam %18,5'ini, 30-44 yaş arası grup toplam nüfusun %24'ünü, 45-59 yaş arası grup toplam nüfusun %16,2'sini ve son olarak 60 yaşından büyük grup toplam nüfusun %19,1'ini oluşturur. Tel Aviv'in nüfusu, 1960'ların başında 390.000'e kadar yükseldi. Ancak 1980'lerin sonlarında yeniden 317.000'e kadar düştü. Bu düşüşün nedeni, kentte yer alan genç çiftlerin ve ailelerin, yüksek gayrimenkul fiyatları sonucunda taşınmak zorunda kalmasıydı. 1990'ların başında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla, Rusya'dan Tel Aviv'e büyük bir göç yaşandı ve nüfusun artışına sebep oldu. Bugün kent nüfusu genç ve büyüyen bir grafiğe sahiptir. 2006 yılında, 22.000 kişi kente taşınırken, 18.500'ü de kenti terketti. Kentin nüfusunun 2025 yılına kadar 450.000 sınırına erişmesi beklenmektedir. 1983 yılında 35,8 olan ortalama yaş, 2008 yılında 34'e kadar düştü. Yine 1983 yılında kentteki 65 yaş üstü nüfus oranı %19 iken, 2008 yılında %14,6'ya düştü. 2006 yılında, 51,359 çocuk okuyordu. 8,977 si belediye kreşlerinde, 23,573’ü ilkokullarda ve 18, 809’ı liselerdeydi . İlk İbranice lisesi, 1905 yılında Herzliya İbrani Lisesi olarak Herzl Sokağı’nda kuruldu ve 1962 yılında yıkıldı. Tel Aviv Üniversitesi, İsrail’deki en büyük üniversitedir, uluslararası arenada fizik, bilgisayar, kimya ve dil departmanlarıyla üne sahiptir. Kampus, Ramat Aviv mevkii dedir . Tel Aviv’de birçok kolej vardır . Her ne kadar Tel Aviv laik bir kent görünümü çizse de, kentte birçok farklı dinde tapınaklar yer almaktadır. 544 etkin sinagogun yer aldığı kentte, 1930'larda inşa edilen Büyük Tel Aviv Sinagogu da yer almaktadır. Son yıllarda, laik bir Musevi Araştırma Merkezi'nin açıldığı kent, ayrıca yine laik bir "yeşiva"ya da sahiptir. Uzun süre boyunca muhafazakar ve laik tartışması yaşayan kentte bu tartışmalar, 2006 yılındaki eşcinsel yürüyüşünden önce sinagog patlamalarıyla sona erdi. Tel Aviv'in ünlü yapılarından biri Hasan Bek Camii olup, kıyı şeridinde yer almaktadır. Özellikle Yafa bölgesi, çok sayıda Müslüman ve Hıristiyan nüfusa ev sahipliği yapmaktadır. Kentte, çoğunlukla diplomatların ve yabancı ziyaretçilerin ibadet yapabilmeleri için çok sayıda kilise her geçen gün açılmaktadır. Tel Aviv bölgesindeki nüfusun yüzde doksan üçü Musevi, yüzde biri Müslüman, yüzde biri Hıristiyan olup, geri kalan yüzde beşi ise hiçbir dine mensup değildir. Israel Meir Lau, kentin baş hahamıdır. İsrail'in finans istihdamının yüzde kırkı, hizmet sektörünün yüzde yirmi beşi, Tel Aviv kentinde yer almaktadır. Kumullar üzerinde kurulu olan Tel Aviv, tarıma elverişsiz arazilere sahiptir. Bu nedenle tarım, kent ekonomisinde az yer kaplar. Şehir bu nedenle daha çok bilimsel ve teknik alanda gelişme göstermektedir. İsrail'de gerçekleşen ekonomik etkinliklerin yüzde on beşi, gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde on yedisi kente aittir. Kentteki ekonomik etkinlikler, son yıllar içinde ivmeyle arttı. Günümüzde kent, özellikle "Newsweek" ve "The Economist" gibi yayın organlarınca övülmektedir. 1990'ların başından itibaren Rusya'dan göç eden birçok bilgisayar mühendisi, Tel Aviv'de yaşayıp çalışmaktadır. 1998 yılında Newsweek, kenti dünyanın teknoloji bakımından en güçlü on kentinden biri olarak gösterdi. O günden bu yana, kentteki yüksek teknolojili sanayi kolları daha da gelişmeye devam etti. Tel Aviv metropol bölgesi, Herzliya ve Petah Tikva gibi uydu kentlerini barındırdığı gibi, bu özelliğiyle zaman zaman İsrail'in silikon vadisi olarak adlandırılmaktadır. Kent ayrıca İsrail'in tek borsası olan Tel Aviv Borsası'na (TASE) ev sahipliği yapmaktadır. Birçok uluslararası girişimci şirketin, araştırma enstitülerinin, teknolojik fabrikların merkezi Tel Aviv'dedir. Kentin başlıca sanayi dalları kimyasal işleme, tekstil ve besin üretimi üzerinedir. Bunların dışında, kentte diğer Orta Doğu şehrinde görülmesi olası olmayan gece hayatı, kültürel etkinlikler ve özgün mimari tarz da her yıl çok sayıda turist çekmektedir. 2008 yılında Tel Aviv, Loughborough Üniversitesi'ndeki Küreselleşme ve Dünya Kentleri Çalışma Grubu (GaWC) tarafından bir dünya kenti olarak gösterildi. Bunların dışında "Forbes" dergisi, on beş İsrailli milyarderin dördünün Tel Aviv'de yaşadığı belirtti. Kentte hayat pahalılığı çok yüksektir. New York'ta kurulan Mercer İnsan Kaynakları Danışmanlığı'na göre Tel Aviv, Orta Doğu'nun birinci, dünyanın on dördüncü pahalı kentidir. Listede Singapur ve Paris gibi kentlerin altında yer alan kent, Sidney ve Dublin'in de önünde yer almaktadır. Listede New York, yirmi ikinci sırada yer almaktadır. Büyük bir Akdeniz kıyı kenti olan Tel Aviv, Barselona ve Miami gibi turistik kentlerin sahip olduğu bir turizm cazibesine sahiptir. Birçok çevre tarafından bir numaralı tatil merkezlerinden biri olarak görülen Tel Aviv, "Los Angeles Times", "New York Times" ve "Toronto Star" gibi basın kurumlarınca önerilmektedir. Tel Aviv belediyesine göre, kentte 44 otel ve 5.800'ün üzerinde oda bulunmaktadır. Tel Aviv ayrıca gelişmiş gece hayatı, genç atmosferi ve yirmi dört saat süren hayat akışı nedeniyle "uyumayan şehir" adıyla bilinmektedir. Tel Aviv'in en büyük umumi parkı Yarkon Parkı'dır. Diğer parklar arasında merkezde yer alan Meir Parkı ve Dubnow Parkı yer almaktadır. Kent yüzölçümünün yüzde on yedisi bitkilerle kaplıdır. Yine Dizengoff Merkezi, İsrail'in ilk alışveriş merkezidir. Yine kentte yer alan otellerin bir kısmı dünyaca ünlüdür. Bunlar arasında Crowne Plaza, Sheraton, Dan, Isrotel ve Hilton yer almaktadır. Birçok müzeye, mimari yapıya ve kültür sitesine ev sahipliği yapan kentte farklı dillerde turistik geziler düzenlenmektedir. Otobüs turları dışında, mimari yapılara düzenlenen geziler, Segway turları ve yürüyüşler yapılmaktadır. Kentteki gece hayatı, genel olarak kıyı şeridinde akmaktadır. Bunların dışında NBA oyuncusu Anthony Parker, Tel Aviv'i en iyi basketbol kenti olarak nitelendirdi. Kentteki lokantalar hem İsrail, hem de dünya mutfaklarından menüler sunmaktadır. Öyle ki şehirde yüzden fazla suşi lokantası yer almaktadır. Tel Aviv bu bağlamda, dünyada en çok suşi lokantası barındıran üçüncü kentidir. Yine İtalya Tarım Bakanlığı, kentteki İtalyan lokantasını İtalya dışındaki en iyi İtalyan lokantası olarak onayladı. Tel Aviv çeşitliliğin bol olduğu ve aktif olan bir gece hayatına sahiptir. Birçok sayıda bar, dans barları ve gece kulüpleriyle doludur. Gece kulüplerinin en fazla bulunduğu yer Tel Aviv limanıdır. Burada bulunan büyük kulüpler Tel Aviv’li ve Dünya’nın her yerinden gelen gençler tarafından doldurulur. “Kulüp TLV” en büyük kulüptür ve uluslararası Showlara ve Dj’lere ev sahipliği yapar. "Out dergisi" tarafından yazılan bir yazıda Tel Aviv, "Orta Doğu'nun eşcinsel başkenti" olarak tanıtıldı. Kentte lezbiyen, eşcinsel, biseksüel ve transgender topluluklar hoş görülmektedir. Amerikalı gazeteci David Kaufman, kenti Sidney ve San Francisco gibi kentlerde görülmesi olası olan "bir çeşit 'buradayız, eşcinseliz' havasıyla kaplı" olarak tanıttı. Tel Aviv, her yıl düzenlenen bir eşcinsel yürüyüşüne de ev sahipliği yapmaktadır. Ocak 2008'de Tel Aviv belediyesi, kentin ilk LGBT Topluluk Merkezi'ni açarak tüm LGBT işlerinin tek bir çatı altından yürütülmesini sağladı. Aralık 2008'de Tel Aviv, eşcinsel ve lezbiyen atletlerden oluşan bir spor takımını kurdu ve Kopenhag'da 2009 yılında düzenlenen oyunlara bu sporcularla katıldı. Bunların yanında Tel Aviv'de her yıl LGBT Film Festivali düzenlenmektedir. Eytan Fox'un 2006 yılında gösterime soktuğu "The Bubble" filminde Tel Aviv'in LGBT kesimi ayrıntılı olarak yer almaktadır. Son yıllarda Tel Aviv, moda ve tasarım konusunda da hatrı sayılır bir yer elde etmeye başladı. Haaretz gazetesinin editörlerinden Dov Alfon, kenti "en iyi korunmuş sırlardan biri" olarak nitelendirdi. Birçok diğer yazar da kenti "geleceğin yeni moda merkezi" olarak tanımlamaktadır. Yüzme kıyafetleri tasarlayan Gottex adlı şirket, dünya çapında bir üne sahip olduğu gibi, New York'taki Bryant Parkı'nda düzenlenen moda defileleri gibi gösterilerde yer almaktadır. Modadaki bu patlama, Maxim adlı derginin 2007 yılında İsrail'e yaptığı geziye yorulmaktadır. Dergi, bu gezinin ardından İsrail askeri olarak da çalışan modellerin resimlerinden bir kapak hikâyesi hazırlamasıyla bilinmektedir. Bu proje David Saranga ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki İsrail Konsolosluğu'nda yer alan takımı tarafından başlatıldı. Tel Aviv, kültür ve sanat alanında da İsrail'in ve Orta Doğu'nun öncü kentlerinden biridir. İsrail'deki otuz beş sanat merkezinden on sekizi Tel Aviv'de yer almaktadır. Ayrıca ülkedeki dokuz büyük tiyatronun beş tanesi de yine kentte yer almaktadır. İsrail'in tüm tiyatro gösterilerinin yüzde 55'i; tüm tiyatro seyircilerinin yüzde 75'i Tel Aviv'de kayıtlara geçmiş durumdadır. Tel Aviv Sanat Merkezi ünlü bir sanat merkezi olup, 1962 - 1965 yılları arasında ünlü tenör Plácido Domingo'ya ev sahipliği yapmasıyla bilinmektedir. 2.760 koltuk sayısıyla, the Fredric R. Mann İzleme Salonu, kentin en büyük tiyatrosudur. Habima Tiyatrosu, İsrail'in ulusal tiyatrosu olup, 2008 yılının başında yenileme çalışmaları sebebiyle kapatılmış durumdadır. Enav Kültür Merkezi, kültür merkezleri arasında yenilerden biridir. Kentte y
er alan diğer tiyatrolar arasında Geşer Tiyatrosu ve Beit Lessin Tiyatrosu yer almaktadır. Bunların dışında Tzavta ve Tmuna da, müzikal gösterilere ve yan oyunlara ev sahipliği yapan, daha küçük tiyatrolardır. Yafa'da da Simta ve Notzar adlı benzer tiyatrolar bulunmaktadır. Tel Aviv, bunların dışında dans merkezlerine ve dans gruplarına da ev sahipliği yapmaktadır. Batşeva Dans Grubu, kentteki çağdaş dans gruplarından biridir. Yine Bat Dor ve Israel Ballet, Tel Aviv'de yer almaktadır. Tel Aviv'in bir başka özelliği de, Neve Tzedek'te yer alan; çağdaş ve klasik dans oluşumlarıyla bilinen Suzanne Dellal Merkezi'ne ev sahipliği yapıyor olmasıdır. Kentte sıklıkla popüler müzik gruplarının veya sanatçılarının konserleri düzenlenmektedir. Bunun için çoğunlukla Hayarkon Parkı ve İsrail Fuar ve Fuar Merkezi kullanılmaktadır. Opera ve klasik müzik gösterileri de günlük olarak kentte yapılmaktadır. Tel Aviv Sinemateki'nde çeşitli sanat filmleri ile kısa-uzun İsrail filmleri gösterilmektedir. Burada ayrıca çeşitli film festivalleri düzenlenmektedir. Bu festivallerin arasında Animasyon Festivali, Mizah ve Karikatür Festivali, Öğrenci Filmleri Festivali, Caz Festivali gibi etkinlikler yer almaktadır. Kentte ayrıca birçok çok katlı tiyatro salonu da bulunmaktadır. İsrail, kişi başına düşen müze sayısında dünyada birinci sıradadır. Bu müzelerden en büyük üç tanesi Tel Aviv kentinde yer alır. Bu müzeler arasında arkeolojik ve tarihi bulgulara yer veren Eretz İsrail Müzesi ve Tel Aviv Sanat Müzesi yer almaktadır. Yine Tel Aviv Üniversitesi kampüsü içinde yer alan Beth Hatefutsoth adlı müze de Yahudi tarihi hakkında bir müze olup; tarihteki Yahudi topluluklarının elde ettiği başarılar ve zulümler alanında bulgulara ve belgelere ev sahipliği yapmaktadır. Batey Haosef Müzesi ise, İsrail Savunma Kuvvetleri'nin askeri tarihi hakkında bir müzedir. Bunun yanında, Tel Aviv Üniversitesi yanında yer alan Palmach Müzesi de Palmach tarihi hakkında çokluortam belgeleri sunmaktadır. Müzede, özellikle İsrail'in ilk savunucuları olan Yahudi askerlerinin hayatları hakkında bilgiler sunulmaktadır. Kuzey Yafa'daki Charles Clore'un bahçesi de, Etzel Yahudi askeri örgütlenmesi hakkında bir müzedir. Bu müzede, 1948 Arap-İsrail Savaşı sırasındaki eserlere rastlanmaktadır. Bunların dışında kentin kuzeyinde yer alan İsrail Fuar ve Kongre Merkezi, yılda altmış büyük gösteriye imza atmaktadır. Tüm bu müzelerin dışında, kentin güneyinde birçok sıradışı temalı müzeler ve galeriler yer almaktadır. Tel Aviv, İsrail'de basketbol gibi çeşitli dallarda lider spor kulüplerine ev sahipliği yapmaktadır. Kent, futbol alanındaki Ligat ha'Al'de barındırdığı üç spor takımı ile birinci durumdadır. Maccabi Tel Aviv Spor Kulübü, 1906 yılında kurulmuş olup, ondan fazla spor dalında takıma sahiptir. Aynı kulübün basketbol takımı 47 kez şampiyon olduğu gibi, 36 kez İsrail ligini ve 5 kez Avrupa Şampiyonası'nı kazandı. Kulübün futbol takımı ise 5 kez İsrail Kupası kazandı. Maccabi'nin judo takımında sporcu olan Yael Arad, 1992 Yaz Olimpiyatları'nda gümüş madalya elde etti. Hapoel Tel Aviv adlı bir başka spor kulübü ise 1923 yılında kuruldu ve günümüzde on birden fazla dalda takım barındırmaktadır. Bu takımlar arasında, 1950 yılından beri Bloomfield Stadyumu'nda oynayan Hapoel Tel Aviv Futbol Kulübü de yer almaktadır. Hatikva Bölgesi'ni temsil eden Bnei Yehuda adlı bir başka futbol takımı ise, ülkedeki en başarılı takımlar arasında belli bir bölgeyi temsil eden tek takımdır. Şimşon Tel Aviv ve Beytar Tel Aviv de birinci ligde oynayan fakat sonraları buradan düşen takımlar olup 20$10'de kurulmuşlardır. Yine birinci ligde oynayan kulüplerden Maccabi Yafa, günümüzde dağılmış durumdadır. Dağılmış diğer spor kulüpleri arasında Maccabi HaTzefon Tel Aviv, Hapoel HaTzefon Tel Aviv ve sonradan Maccabi Ramat Gan ile birleşen Hakoah Tel Aviv yer almaktadır. Bunun dışında, kentteki gecekondu mahallelerinde bölgesel ligler ve takımlar yer almaktadır. Bunlar arasında kentin güneyindeki Liga Alef'de kurulan Hapoel Kfar Şalem, Liga Bet'te kurulan Hapoel Ramat Yisrael, Beitar Ezra, Elitzur Yafa Tel Aviv, Gadna Tel Aviv ve Hapoel Kiryat Şalom yer almaktadır. Yine Hapoel Ussişkin adlı bir basketbol takımı da, Hapoel Tel Aviv adlı basketbol takımıyla çıkan anlaşmazlıklar sonucunda hayranlar tarafından kurulmuş olan bir takımdır. Yine kentte kürek çekme kulüpleri yer almaktadır. Tel Aviv Kürek Çekme Kulübü, 1935 yılında Yarkon Nehri'nde kurulmuş olup, ülkede günümüzde bu spor dalında öncü durumdadır. Bunun dışında, Tel Aviv sahilleri matkot sporu için uygun ortam sağlamaktadır. Tel Aviv Lightning adlı takım da, kenti uluslararası beyzbol karşılaşmalarında temsil etmektedir. Tel Aviv'de ayrıca yıllık olarak yarı maraton düzenlenmektedir. Bunlardan 2008'de düzenleneni dünyanın dört bir yanında 10.000 katılımcıyla gerçekleşti. 2009 yılında kentin yüzüncü yılı şerefine, Tel Aviv Maratonu on dört yıldan sonra ilk defa yapıldı. Tel Aviv, üyeleri beşer yıllık arayla seçilen otuz bir üyeli bir il meclisi tarafından yönetilir. İsrail vatandaşı olan, on sekiz yaşını geçen ve bir yıldan uzun süredir Tel Aviv'de yaşayan her insan Tel Aviv'deki seçimlerde oy verme hakkına sahiptir. Kent belediyesi sosyal hizmetler, toplumsal uygulamalar, altyapı, planlama, turizm ve diğer konulardan sorumludur. Tel Aviv Belediye Binası, Rabin Meydanı'nda yer almaktadır. 1998 yılından beri kentin belediye başkanı Ron Huldai'dir. Huldai, 2008 yılındaki seçimde rakibi Dov Henin'i geçerek tekrar başkan oldu. Kentin tarihi boyunca en uzun süre başkanlık yapan ismi on dokuz yıl ile Şlomo Lahat; en kısa süre başkanlık yapan ismi iki yıl ile David Bloch'tur. Kentteki nüfus dağılımı, çeşitli siyasî ayrışmalara neden olmaktadır. Özellikle İsrail İşçi Partisi kuzeyde güçlüyken, Likud gibi tek kanatlı dini partiler de güneyde güçlü durumdadır. Bu denge, 2006 yılındaki seçimlerde merkezci Kadima'nın oyların yüzde yirmi sekizini almasıyla bozuldu. Tel Aviv, birçok okul, kolej ve üniversiteye ev sahipliği yapmaktadır. 2006 yılı itibarıyla 51.359 çocuk Tel Aviv'de okullara gitmektedir. Bunlardan 8.977'si belediyenin anaokullarına, 23.573'ü ilkokula ve 18.809'u liseye gitmektedir. Kentteki öğrencilerin yüzde altmış dördü, üniversite sınavlarında başarı göstermektedir. Bu oran, ulusal orandan yüzde beş daha fazladır. Kentteki 4.000 öğrenci, birinci sınıftadır. Bu oranın 2012 yılında 6.000'e ulaşması beklenmektedir. Sonuç olarak kentte 2008-2009 döneminde yirmi adet ek anaokulu açıldı. Kuzey Tel Aviv'de ise bu çalışmalar halen sürmektedir. Herzliya Lisesi, 1909 yılında Yafa'dan Tel Aviv'e taşınan bir eğitim kurumudur. Bu okul halen açık olsa da, günümüzde Jabotinsky Sokağı'nda hizmet vermektedir. Tel Aviv'deki diğer kayda değer okullar arasında Shevah Mofet, Ironi Alef ve Alliance yer almaktadır. Tel Aviv'de yüksek öğretim adına en büyük kurum Tel Aviv Üniversitesi'dir. Kentte ayrıca Ramat Gan bölgesindeki Bar-Ilan Üniversitesi de önemli bir kurumdur. 1953 yılında kurulan Tel Aviv Üniversitesi, özellikle İsrail'deki en büyük üniversite oluşuyla ve barındırdığı uluslararası düzeyde fizik, bilgisayar, kimya ve dil bilimi bölümleriyle bilinmektedir. Kurumun kampüsü, Ramat Aviv'de yer almaktadır. Tel Aviv'de ayrıca birçok kolej de yer almaktadır. Tel Aviv, ulaşım konusunda önemli bir Orta Doğu merkezidir. Kentte birçok karayolu ağına bağlantı bulunmaktadır. Bu karayolu hatlarından en önemlisi Ayalon Otobanı olup, kentin kuzeyinden girerek, doğu yakadaki Ayalon Nehri boyunca uzanır ve güneyden şehri terkeder. Bu özelliğiyle otoban, Tel Aviv ve Ramat Gan'ı kabataslak ayırır. Ayalon'un güneyinde Ben Gurion Uluslararası Havaalanı ve Kudüs'e uzanan 1. Otoban yer alır. Kentin içindeki önemli caddeler ise, Kral George, Allenby, İbn Gabirol, Dizengoff adlı caddeler ile Rothschild Bulvarı'dır. Bunun yanında Yafa'da da bir Kudüs Bulvarı yer alır. Namir Yolu, kenti İsrail'in başlıca kuzey-güney karayolu hattı olan 2. Otoban'a bağlar. Yine Begin/Jabotinsky Caddesi de, Ramat Gan üzerinden doğuya doğru bir ulaşım ağı sağlar. Tel Aviv caddelerinde günde 500.000 araç yola çıkmaktadır. Bu da kimi trafik sıkışıklığı sorunlarını da beraberinde getirmektedir. 2007 yılındaki Sadan Raporu, Tel Aviv başta olmak üzere birçok büyük İsrail kenti için sıkışıklık cezası uygulamasını önerdi. Bu uygulama Londra gibi dünyadaki bazı büyük kentlerde uygulanmaktadır. Bu plana göre, kente girecek tüm araçların belli bir ücret ödemesi düşünülmektedir. Tel Aviv belediyesi, yine bisiklet kullanımının arttırılması yönündeki çalışmalarını sürdürmektedir. Bunun için yüzün üzerinde bisiklet satın alma merkezi inşa eden belediye, 74 kilometre uzunluğunda bir de bisiklet yolu açmayı planlamaktadır. 2009 yılı sonunda bisiklet yolu uzunluğunun 100 kilometrenin üzerine çıkarılması amaçlanmaktadır. Tel Aviv, Ayalon Otobanı boyunca uzanan dört adet demiryolu istasyonuna sahiptir. Kuzeyden güneye istasyonların adları sırasıyla Tel Aviv Üniversitesi, Tel Aviv Merkaz, Tel Aviv Haşalom (Azrieli Merkezi yanı) ve Tel Aviv Hahaganah (otobüs terminali yanı) şeklindedir. Her ay, bir milyondan fazla kişi, Tel Aviv üzerindeki demiryolu ağını kullanarak seyahat etmektedir. Tel Aviv Otobüs Terminali kentin güney kısmında yer almaktadır. Ana otobüs ağı, dünyanın en büyük ikinci otobüs işletmecisi olan Dan Otobüs Şirketi tarafından yönetilmekte olup, şehirlerarası otobüs ulaşımı sağlamaktadır. Tel Aviv'in yerel havaalanı olan Sde Dov, kentin kuzeybatısında yer alır. Ancak kentin Ramat Aviv bölgesindeki sahil kısmında geniş bir alan işgal etmiş olmasından dolayı Sde Dov'un kapatılması gündemdedir. Yakın gelecekte bu havaalanının, yerini ülkenin en büyük havaalanı olan Ben Gurion Uluslararası Havaalanı'na devretmesi düşünülmektedir. Bu havaalanı da, kentin 15 kilometre güneydoğusunda yer alır. Yakın gelecekte kentte tek havaalanı kalacak olduğundan günümüzde bu havaalanının adı "Tel Aviv Uluslararası Havaalanı" olarak bilinmektedir. 2008 yılının başlarında, kent belediyesi elektronik arabalar
için pilot uygulama başlattı. Bu proje için en başta beş yükleme noktası inşa edildi. Bu sayının yakın gelecekte 150'nin üzerine çıkması amaçlanmaktadır. Bu proje sayesinde kentin dünyada atmosfere en az karbon dioksit salan noktalarından biri olması planlanmaktadır. Bu araçların pil dolum merkezlerinin kent girişlerine de inşa edilmesi düşünülmektedir. İsrail'deki en büyük üç gazete şirketinin merkezi Tel Aviv'de yer almaktadır. Yine Maariv, Haaretz, Globes, HaTzofe ve Makor Rishon gibi kurumların merkezi de Tel Aviv'dedir. Iton Tel Aviv ve Zman Tel Aviv gibi yayınlar da Tel Aviv hakkında yerel bilgiler verirler. Bunun dışında birçok radyo istasyonu merkezi de kentte yer alır. İsrail'in üç büyük televizyon ağı olan Keshet, Reshet ve Channel 10 adlı şirketlerin merkezleri de Tel Aviv'de kuruludur. Yine İsrail'in en büyük iki radyosu olan Galatz ve Galgalatz adlı radyo istasyonları Yafa'da yer almaktadır. Tel Aviv'in 27 tane kardeş kenti ve ABD Kaliforniya eyaletinin Los Angeles şehri ile bir ortaklığı vardır: Nelly Furtado Nelly Kim Furtado (d. 2 Aralık 1978, Victoria, Britanya Kolumbiyası, Kanada), Portekiz asıllı Kanadalı şarkıcı ve söz yazarı. Portekiz asıllı Nelly Kim Furtado, küçük yaşta Portekiz’den Kanada’ya göç etti. İngilizce, Portekizce, İspanyolca ve az çok Hintçe bilen Furtado, ilk müzik deneyimini annesiyle birlikte bir kilisede düet yaparak yaşadı. 9 yaşında trompet, gitar ve klavye çalmaya başlayan sanatçı, 12 yaşında ilk bestelerini üretmeye başladı. 1996 yılında “Plains Of Fascination” adlı hip hop grubunun “Join the Ranks” albümünde “Waitin’ For The Streets” şarkısına vokal yapan Nelly Furtado, 1997 yılında trip hop grubu “Nelstar”ı kurdu. Grubun çalışmaları sırasında ritim ve melodi tekniklerini geliştiren Furtado, trip hop müziğinin kendisini yansıtmadığını düşünerek gruptan ayrıldı. Aynı sene Toronto’daki bir gece kulübünde sahne alan sanatçı, The Philosopher Kings grubunun vokalisti Gerald Eaton’ın dikkatini çekmeyi başardı. Bu gruptan Gerald Eaton ve Brian West’in yardımıyla ilk demosunu çıkartan Nelly Furtado, DreamWorks Records ile anlaşarak ilk albümünün hazırlıklarına başladı. 2000 senesinde çıkarttığı ilk albüm Whoa, Nelly! ile tüm müzik dünyasının dikkatini çeken Nelly Furtado, özellikle albümden çıkan single’lar “I’m Like A Bird”, “Turn Off The Light” ve “...On The Radio (Remember The Days)” ile tüm dünyada 5.500.000 sattı. 2002 Grammy’lerine dört dalda aday gösterilen sanatçı, bu ödüllerden “I’m Like A Bird” single’ı ile “En iyi Bayan Pop Vokal Performansı” ödülünü almayı başardı. 2003 senesinde 2. albümü Folklore ile sevenleriyle buluşan Nelly Furtado, bu albümle İngiltere ve Amerika’da altın plak alırken, özellikle Almanya’da da büyük bir başarı elde etti. Almanya’da iki kez platin plak kazanan albümden çıkan single’lar “Powerless (Say What You Want)”, “Try” ve “Força” oldu. 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın resmi şarkısı olan “Força” ile Lisbon’daki final maçı öncesi sahne alan Furtado, 2005 yılında şirketi DreamWorks Records’un kapanmasından sonra Geffen Records’a geçti. 2006 yılında 3. albümü Loose'ı çıkartan Nelly Furtado, bu albümde Timbaland ile beraber çalıştı. R&B ve 80’ler sounduna yakın duran albüm öncesinde Nelly Furtado, System Of A Down ve Death From Above 1979 gruplarının albümlerini dinlemiş. Distorte bas melodilerinin yer aldığı “Loose” ile, çıkarttığı albümler arasında en büyük başarıyı elde eden sanatçı, bu albümle birçok ülkede 1 numara oldu. Albüm şu ana kadar 10.000.000 sattı ve Brit, Billboard, Juno ödülleri gibi önemli ödüller alarak en başarılılardan biri olduğunu kanıtladı. Kendi plak şirketi, Nelstar'ı, Kanadalı bağımsız şirket Last Gang Labels ile birlikte kurmuştur. Nelstar'ın ilk imzaladığı kontrat Fritz Helder & the Phantoms iledir. Furtado ilk ispanyolca teklisi "Manos al Aire"i yeni şirketinden çıkardı. 2006'daki Dünya AIDS Günü için MTV, BET ve Nike'ın Güney Afrika'daki gerçekleştirdikleri AIDS farkındalık konserinde Furtado, Enrique Iglesias, Kanye West, Kelly Rowland, Snoop Dogg ve Kelly Clarkson ile yer aldı. Furtado aynı zamanda AIDS hakkında MTV'de konuklarının Alicia Keys ve Justin Timberlake'in olduğu bir program da sundu. Furtado, Toronto'da "Free the Children's WeDay"'de 1.000.000 $'ı Free the Children vakfı'nın Kenya Maasai bölgesinde kız çocukları için açılacak okullar için bağışladığını açıkladı. Punk kültürü Punk kültürü, 1970'lerin ortasında ifade özgürlüğü hareketi ve isyanı olarak ortaya çıkmıştır. Kültür, minimalist sistem karşıtı müzik Punk Rocka dayalıdır. Punk, kendi giyim tarzı, felsefesi, edebiyatı (fanzinler), dansları (punk showları) ve görselliği ile sağlam bir alt kültür oluşturmuştur. Oluşturduğu kültür popüler kültüre kaynaklık etmekle beraber kendi içinde alt kültürler de oluşturmuştur. Punk kültürü; halka onlarla özdeşleşmedikleri ve insanlar arası sınıf farklarının olduğu sürece de özdeşleşmeyecekleri mesajını verdiler. Punk rock Amerika'da 1960'ların sonunda ve 1970'lerde Avrupa ve Kuzey Amerika'daki pre-punk gruplarını da etkilemiştir. Özellikle "The New York Dolls" un etkilediği birçok punk grubu vardır. Punklar içinde bulunduklan durumu protesto etmek için ellerindeki her malzeme ile bedenleri de dahil, kendilerini ironik bir biçimde "toplumsal atık" olarak sundular: Köle kıyafetleri, zincirler, deriler, dayatılan cinsiyetçi modaya karşı androjenlik, parçalanmış giysiler, rengarenk ve dikleştirilmiş saç biçimleri ve punk sembollerinden bedene iliştirilmiş çengelli iğne... Punk anti-modadır. Amacı geleneksel kalıplar içinde yaşayan topluma karşı algıyı bozmaya yönelik bir protestodur. Punk estetiğinin yaratıcısı olarak kabul edilen Londralı modacı Vivienne Westwood (Sex Pistols'in doğuşunda da nedenlerinden olan 'Sex' adlı dükkânın ortaklarından) şu sözleri ile punk estetiğinin "nedenini" açıklıyor: ""...Onun giysilerini giyinmek için cesur olmanız gerekir. sokakta yürürken tüm dikkatleri üzerinize çekeceksiniz. Bu tepkileri davet eden bir güç gösterisidir. Giysiler genellikle fikirleri sözlerden daha iyi anlatabilir. Bir kitap, bir poster ya da broşür kadar yıkıcı bir silah olabilir: Otobüste yanınızda 'Anarchy in the UK' (Birleşik Krallıkta Anarşi) tişörtü ile oturan biri sizi anıda rahatsız eder."" Punk stili ve modası İngiltere'de önem kazanıp mohawk punk stiliyle birleşmiştir. Mohawk etkisi aslında "Taxi Driver" filminde Robert De Niro'nun saç şekliyle olmuştur. İngiliz Richard Hell bu saç modelini biraz değiştirerek ve boyayarak bugünkü punk saçının oluşumunu tamamlamıştır. Punk kültürü kendi dayanışma ve iletişim ağını da yaratmıştı. Fanzinler. Kültür ve sanat endüstrisine ve sisteme karşı bir direniş olan fanzinlerin varoluş nedeni yadsıma, reddetme talebi ve çağnsıdır. Fanzinlerin punk eylem yaşam biçiminde oldukça önemli bir yeri vardır. (Yeraltı Edebiyatı) İlk Punk fanzini; "Sniffin' Glue", Punkın; "kendi-başına yap" (do-it-yourself felsefesini ortaya çıkarıyordu: bir gitar üzerinde üç akorun yerleri gösterilmiş ve şu başlık atılmıştı: "İşte size bir akor, işte iki tane daha, hadi şimdi gidip kendi grubunuzu kurun." Punklar arasında iletişim ve düşünsel ağ oluşturmasının yanı sıra fanzinlerin yaptığı bir diğer önemli katkıda yıkıcı grafik tasanm estetiğini oluşturmasıydı. Çoğunluğu elle yazılan, siyah beyaz olan kaotik bir kolajla oluşturulup fotokopi ile çoğaltılan fanzinlerin sadece dış görünüşleri ile bile algıyı bozmaya, kalıpları yıkmaya yönelikti. Günümüzde de bu gelenek punklar arasında sürdürülmektedir, aynı zamanda internete de taşınmıştır, internette yayınlanan fanzinlere e-zine ismi takılmaktadır. "Punkların siyasi yönleriyle ilgili ana madde için bkz. Punk ideolojisi" Punk rockçılar pek çok kez siyasi olayların içinde yer aldılar. Punk, her türlü kurulan düzeni, köleliği ve yönetimi reddeden Anarşi'yi seçmiştir. Pek çok Punk grubunun şarkı sözlerinde hükümetlere yöneltilen eleştiriler, kadın hakları, hayvan hakları, ırkçılık karşıtlığı, savaş karşıtlığı ve her türlü hiyerarşi karşıtlığı gibi konular ele alınır. Öte yandan liberal punk grupları da mevcuttur. En ünlü punk grubu olarak bilinen "The Sex Pistols" akımın öncülerindendir Kademeli olarak punk bir süre sonra daha çeşitli ve daha az minimalist olan müzik gruplarıyla "The Clash" gibi birleşerek onları da etkiledi . Ska ve rockabilly hatta hip-hop'u da etkileyerek şarkılarda punk'la aynı mesajların verilmesini sağladı. Şarkı sözleri isyankar,politikaya karşı ve genelde anarşist içerikteydi.Oysa punk kendi bedeni ve yaşam biçimi ile politikası, parodisi ve estetiği ile kesinlikle asi ve yıkıcıydı, ki hala birçok ülkede alt kültür muhalifliğinin en önemli unsurlarıdırlar. Punk'ın bu yıkıcı tavrının köklerini dada akımının oluşturduğu söylenebilir. 1916-1922 yılları arasında Dada kendisini de reddederek mevcut tüm toplumsal ve estetik değerlere şiddetli karşı çıkışı, ve antisanatı, provokatif parodisi, edepsiz mizahı ile yıkıcı sanatın temsilcilerindendir. "" .. .Bizim için birer HİÇSİNİZ Dadanın önde gelen simalarından Marcel Duchamp; pisuvar, şişe askılığı, kar küreği gibi eşyalann üzerine sadece imzasını atarak ve birer sanat eseri olarak sergilediği "ready made"leri (hazıryapıt/yapım) ile tanınmıştır. Punk altkültürünün üyeleri genellikle "punk", "punkçı", "punk rocker" olarak anılsalar da doğru tabir "punk"tır. Bunun yanı sıra kendilerini ifade etmek için çeşitli dereceleri ve terimleri vardır. Çoğunlukla işçi sınıfından gelirler. Çok azı bir işte uzun süre çalışmayı başarabilir, çoğunlukla işsizdirler. Geleneksel evlilik kurumunu reddetmişlerdir. Orijinal hareket fazlasıyla uyuşturucu ve alkol kullanımı içerir. Punk toplumunun birçok önemli figürü intihar ve aşırı doz uyuşturucu kullanımından ölmüştür. Bu sebeple Straight Edge akımının savunucuları alkol ve uyuşturucu kullanımını reddeder. Bu sebeple 80'lerden sonra toplulukta eroin kullanımı büyük ölçüde azalmıştır. Punklar genellikle içinde bulundukları yerelde kurdukları gruplarla bir punk scene-punk sahnesi oluştururlar. Hemen h
emen tüm büyük şehirlerde buna rastlanır. Böylece dünyanın dört bir yanında her etnik gruba ait, onlarca farklı dilde punk sahneleri kurulmuştur. Punkların kültürlerini ifade biçimleri içinde bulundukları yerlere göre değişim göstermektedir. Yerel Punk sahneleri kimi zaman yarım düzine kişiden kimi zaman binlerce kişiden oluşur. Ayrıca kültür kendi içinde Poseurlar ve Wannabeler bulundurur. "Poseur", punk kültürünü benimsemeyen ama öyleymiş gibi gözükmeye çalışan böylece ilgi çekmek isteyen kişidir. Bunların yanı sıra günlük hayatlarını sıradan bir şekilde sürdüren ama Cumartesi günleri punk gibi giyinip sokağa çıkan gençler, yani müzikle ve ideolojiyle ilgisi olmayan sadece punk modasını takip edenler Cumartesi Punkı şeklinde adlandırılmaktadır. "Wannabe" ise, punk altkültürünü sembolleştiren ve kendisini bu kültürün bir üyesi olarak her fırsatta dile getiren ve bunu başkalarıyla arasında hiyerarşi yaratmak için kullanan kişilerdir."Wannabe"ler ise Türkiye'de çoğu toplulukta "Tatlı Su Punkı" veya Alsancak Punkı sıfatını alırlar. Bu kavramlar olsa da, punklar kimin 'gerçek punk' olup olmadığıyla ilgilenmezler. Toplumsal kültür gibi insanları gruplara ayırmazlar. Kültürün ironiside tam burada yatar, insanları gruplara ayıranlara ve hiyerarşi kuranlara karşılardır. Tipik bir punk sahnesinde, kayıtlar yapan ve şovlara çıkan (ufak konserler veren) punk grupları, bunların aktivitelerini duyuran fanzin yazarları, albüm ve şov afişlerini düzenleyen grafik tasarımcıları, punk aksesuarlarını ve kıyafetlerini tasarlayan modacılar bulunur. Günümüzde internet sayesinde yerel punk grupları internet siteleri, dosya paylaşım programları, mp3ler ile kendilerini daha rahat ifade etme imkânı bulmaktadırlar. Hırsızlık Hırsızlık, yazılı kanunlar ya da toplumsal meşruiyet düzeyinde mülkiyeti kendine ait olmayan bir taşınır malı, izinsizce alıkoyma, kullanma, nesneden menfaat temin etme işidir.Tüm dinler tarafından da yasaklanmış bir olaydır. Ekonomik değeri olan her türlü enerji de, taşınır mal sayılır ve hırsızlığa konu olabilir. Günlük konuşma dilinde dolandırıcılık ile aynı anlamda kullanılsa da, dolandırıcılık ve hırsızlık ceza kanunlarında ayrı ayrı düzenlenmiş suçlardır. Aralarındaki en önemli fark, hırsızlıkta mal sahibinin elinden rızası olmadan çıkarken,dolandırıcılıkta mal sahibinin elinden rızasıyla çıkar Hırsızlık, yazılı kanunlar ya da toplumsal meşruiyet düzeyinde mülkiyeti kendine ait olmayan bir nesneyi, kullanma, nesneden menfaat temin etme işidir. Ayrıca ekonomik değeri olan her türlü enerji de, taşınır mal sayılır ve hırsızlığa konu olabilir Birçoklarınca dolandırıcılık ile aynı anlamda kullanılsa da, hırsızlık hem meydana geliş biçimi hem de etkileri ile dolandırıcılıktan ayrı tutulmalıdır. Hakimin müdahalesi genellikle tuhaf ya da olağandışı bir özellik gösteren hırsızlık vakalarıyla sınırlı olmalıdır; örneğin, çocukların suça âlet edildiği veya belli biçimlere bürünen (örneğin, dükkân hırsızlığı kadın reyonlarından giyim eşyaları çalma) ya da tekrar tekrar belli bir eşyayı çalma vakaları. Saldırganlık, hırs. kıskançlık ve kötü niyet, hırsızlıkta sık rastlanan emosyonel temellerdir. Çocuklarda ise bir ilgi çekme yolunu yansıtabilir. Sayısız hırsızlık biçimleri göz önünde tutulduğunda, psikiyatriden ziyade, insan yapısıyla ilgili bir bilgi gereklidir; bunların çoğunluğunda motivasyon yalnızca kolay yoldan para sahibi olmaktır. Hırsız Hırsız, hırsızlık suçunu yapan kişi. Avril Lavigne Avril Ramona Lavigne (okunuşu: "evrıl laviin"; d. 27 Eylül 1984; Belleville, Ontario), Kanadalı rock şarkıcısı, müzisyen ve söz yazarı. 2006 yılında Canadian Business dergisine göre Lavigne Hollywood'da yaşayan altıncı en zengin Kanadalıdır. Avril Lavigne'in ailesi Quebec kökenlidir, buna karşın kendisi Fransızca bilmemektedir. Şarkıcının ismi Fransızca söylenişe uygun olarak "evrıl laviin" şeklinde telaffuz edilir. Lavigne'in ilk albümü olan Let Go, 2002 yılında çıktı. İkinci ve üçüncü albümleri Under My Skin ve The Best Damn Thing ise sırasıyla 2004 ve 2007 yıllarında çıktı. Bu albümlerin ikisi de Billboard 200 listesinde ilk sıraya yerleşmeyi başardı. Avril Lavigne'in bu listelerde en üst sıraya yerleşen şarkıları Complicated, Sk8er Boi, I'm With You, My Happy Ending, Nobody's Home, Keep Holding On, Girlfriend, Hot. Lavigne'nin 2010 yılı Haziran ayı içerisinde yeni albümünü piyasaya sürdü. Lavigne, 31.12.2010 tarihinde Dic Clark's NYE'de What The Hell adlı şarkının konserini verdi. 2011 yılında ikinci single'ı "Smile" adlı şarkısını çıkarmıştır. 1 Mart 2012'te hayranlarına bir sürpriz yaparak Goodbye adlı şarkısına kısa film çekmiştir. Avril Ramona Lavigne, Kanada'nın Ontario eyaletinin Belleville kasabasında Judith-Rosanne "Judy" (Loslaw) ve Jean-Claude Lavigne'nin kızı olarak dünyaya geldi. Lavigne'e "Avril" ismini koyan babası Kanada kökenli bir Fransız, annesi ise Ontario doğumlu bir Kanadalı'dır. Lavigne'nin "Matthew" adında bir abisi ve "Michelle" adında bir kız kardeşi vardır. Anne ve babası Katolik olduğundan Avril da Katolik eğitimi almıştır. Avril'in müzik yeteneği ilk kez henüz iki yaşındayken, kilise şarkılarını söylerken annesi tarafından fark edildi. Aile, Avril 5 yaşındayken Napanee-Ontario'ya taşındı. 1998 yılında Lavigne bir müzik yarışmasını kazandı ve bunun üzerine, yine kendisi gibi Kanadalı bir şarkıcı olan Shania Twain ile beraber ilk büyük konser turnesine çıktı. Twain'in Ottawa konserinde "What Made You Say That" adlı şarkıda, şarkıcıya eşlik eden Avril, Kingston, Ontario Kingston'da bulunan Chapters kitabevinde country şarkıları söylerken, ilk profesyonel menajeri Cliff Fabri tarafından keşfedildi. Lennox Community Theatre ile birlikte olan performansı esnasındayken, folk şarkıcısı Steve Medd'in dikkatini çeken Avril'a Medd tarafından 1999 yılında yayımlanan "Quinte Spirit" albümü şarkısı olan "Touch the Sky" isimli şarkıya vokal yapma teklifi götürülmüştür. Bu çalışma sonrasında Medd'in 2000 yılı albümü "My Window to You" şarkıları olan "Temple of Life" ve "Two Rivers"'a da Lavigne vokallik yapmıştır. İlk profesyonel menajeri olan Cliff Fabri onu ilk kez Kingston Ontario'daki bir kitapçıda şarkı söylerken keşfetti. Lennox Community Theatre'da bir performansı sırasında ise Kanadalı yerel bir şarkıcı olan "Steve Medd" tarafından fark edildi ve Medd'in 1999 yılında çıkmış olan "Quinte Spirit" albümünde yer alan "Touch The Sky" adlı şarkıda ona eşlik etmesi için teklif aldı. 16 yaşındayken, Arista Records adlı müzik firmasının bir temsilcisi olan Ken Krongard, şirketin patronu Antoni Reid ile görüşmesi için Lavigne'i davet etti. Reid, Avril ve arkadaşlarını New York'da dinleyip beğenince Avril'in ilk albümü kaydedildi ve tamamlandı. Let Go, 4 Haziran 2002 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'nde çıktı. Bu ülkedeki listelerde ikinci sıraya kadar yükseldi. Kanada, Avustralya ve Birleşik Krallık listelerinde ise zirveye kadar çıktı. Bu albüm Birleşik Krallık'ta listelerde zirveye yerleşen en genç kadın solist unvanını da getirmiş oldu. Albüm, çıkmasından bir ay sonra, Ağustos ayının sonlarına doğru, bir RIAA Sertifikası olan Multi Platin albüm sertifikası alarak multi-platin albüm oldu. 2002 yılının sonlarına doğru, yani çıkışından 6 ay sonra albüm;platin albüm sertifikasından 4 kez almış oldu. Dünya çapında toplam 13.197.000 kopya sattı. Bu rakam 2002 yılında en çok satan kadın vokal albümü oldu. Albümden dört adet single çıktı. "Complicated" Avustralya müzik listelerinde zirveye kadar ulaştı. Amerika Birleşik Devletleri'nde ise en fazla ikinci sıraya kadar ilerledi. Kanada'da en fazla satan single listesinde de zirveye yerleşti. "Complicated" radyolarda en fazla çalan şarkı listesinde üst üste on bir hafta zirvede kaldı. Albümdeki diğer single'lar da "Complicated'in" başarısını tekrarladı. "Sk8er Boi", çıkmasının ardından ABD ve Avustralya'da bir numaraya yükseldi. "I'm With You", ABD'nin yanı sıra Birleşik Krallık'ta da zirveye yerleşti. "Losing Grip" ise Tayvan ve Şili'deki listelerde ilk sıraya ulaştı. Bu albümün başarılarının ardından Lavigne, MTV Müzik Ödülleri'nde "En İyi Yeni Kadın Şarkıcı" dalında ödül aldı. 2003'te "Juno" ödüllerinde altı adaylığı bulunurken bunlardan "Dünya Çapında En Çok Satan Kanadalı Şarkıcı" dalında ödülü aldı. Grammy ödüllerinde sekiz dalda aday gösterildi. "Complicated" şarkısıyla "Yılın Şarkısı" ödülünü ve "En İyi Çıkış Yapan Kadın Şarkıcı" ödülünü aldı. Lavigne'in ikinci albümü Under My Skin, 25 Mayıs 2004'te çıktı. Albüm ABD, Birleşik Krallık, Almanya, Japonya, Avustralya, Kanada, Meksika, Arjantin, İspanya, İrlanda, Türkiye ,Tayland gibi ülkelerin listelerine bir numaradan giriş yaptı. Ayrıca henüz ilk haftasında Amerika Birleşik Devletleri'de 380.000 kopya sattı. Albümde yer alan şarkıların büyük bir kısmını Lavigne kendisi yazdı. Ancak ona bazı şarkılarda Kanadalı söz yazarı Chantal Kreiazuk ve Evanescence'ın eski gitaristi Ben Moody eşlik etti. Bazı şarkılara da "Evan Taubenfeld", "Raine Maida" gibi isimler katkılarda bulundu. Albümün prodüksüyonunda "Butch Walker" ve "Don Gilmore" da yer almıştır. Albümden çıkan ilk single "Don't Tell Me", Arjantin ve Meksika'da zirveye yerleşti. Amerika Birleşik Devletleri'nde ve Kanada'da ilk beşe kadar yükseldi. Avustralya ve Brezilya'da ise ilk ona girebildi. İkinci çıkan single, My Happy Ending de birinci single gibi başarılı oldu. Fakat albümden çıkan üçüncü single "Nobody's Home", ilk iki single gibi başarılı olamadı ancak bazı listelerde ilk 40'a yükseldi ve" Bilboard 100"'de 41. sıradaydı. 4. single "He Wasn't", Birleşik Krallık'da ve Avustralya'da çıktı ve bu ülkelerde listelerde ilk 40'a girdi. Son single olarak "Fall to Pieces" yayınlandı. Fakat bu single da pek başarı gösteremedi. Bu albümün başarıları sonucu "World Music Ödülleri"'nde 2004 yılında "En İyi albüm satan Kanadalı Kadın Şarkıcı" dalında ödül aldı. 2005 yılında "Juno" Ödüllerinde beş adaylık aldı. Bunlardan üç tanesi Lavigne'e ödül getirdi. Bu ödüller, "Yılın Kadın Şarkıcısı", "Yılın Pop Albümü", "Hayranların Seçimi"
ödülleridir. Nickelodeon Kid's Choice Ödüllerinde o yıl "En Sevilen Kadın Şarkıcı" ödülünü aldı. Daha 2 albümle 25 milyondan fazla albüm satmıştır. Lavigne'in 2004'te Mattew Gerard ile beraber yazdığı "Breakaway" adlı şarkı Kelly Clarkson tarafından seslendirildi. Bu şarkı "The Princess Diaries 2. Royal Engagement" adlı filmin müzikleri arasında yer aldı. Avril Lavigne, yeni albümü tanıtmak amacıyla, 2 Mart 2004 tarihinde başlayan yirmi bir şehri kapsayan bir turneye çıktı. Turne Kanada ve ABD'deki şehirleri kapsıyordu ve Minnesota'dan başlıyordu. Her performansında yeni albümde yer alan şarkıların akustik versiyonlarını da seslendirdi. Şehirlerdeki konserlerin hepsi son 48 saate kadar açıklanmadı. Turne çok sevildi ve çok başarılı oldu. Bu turnede Avril Lavigne'in akustik performansları bir albümde toplandı ve ABD'de bazı müzik albümü satan yerlere dağıtıldı. 2005 yılında Lavigne sürekli turnelerde ve yer aldı. Bundan başka oyunculuk kariyerine de önem verdi. Video klipler ve albümleri ile diğer film çekimlerinin yanı sıra, 2006'da "Over the Hedge" filminde seslendirme yaptı, 2006-2007'de "Fast Food Nation" ve "The Flock" filmlerinde oynadı. Ayrıca modellik de yaptı. 2006'da Torino-İtalya Kış Olimpiyatlarının kapanış töreninde 2010 yılı kış olimpiyatları tanıtımı için "Who Knows" adlı şarkısını seslendirerek ülkesi Kanada'yı temsil etti. Üçüncü Avril Lavigne albümü olan The Best Damn Thing, 17 Nisan 2007'de çıktı. Albüm Amerika Birleşik Devletleri'ndeki listelere birinci sıradan giriş yaptı. Albümün yapımcıları Dr. Luke, Lavigne'in eski eşi Deryck Whibley, Rob Cavallo, Butch Walker ve Avril Lavigne'dir. Albümdeki davul ve ritimlerle ilgili kayıtları Travis Barker yapmıştır. Albümden çıkan ilk single Girlfriend en önemli müzik listelerinden biri olarak kabul edilen "Billboard Hot 100" listesinde zirveye yerleşti. Ryan Seacrest'in radyo programında Lavigne, albümden çıkacak olan ikinci single'ın When You're Gone olacağını söylemiştir. Avril Lavigne, bu yeni albümünü tanıtmak için küçük bir turneye çıkmıştır. Bu turne Alberta'dan başlamış ve biletler sadece kendisine ait olan hayran kulübü üyeleri için satılmıştır. Bu şov 2 Nisan 2007 'de CBC adlı televizyon kanalında da yayınlanmıştır. Lavigne, Darfur'a yardım amacıyla çıkacak olan "Instant Karma:Save Darfur" adlı albüme bir John Lennon şarkısı olan Imagine'i tekrar düzenleyerek katkıda bulunmuştur. "Girlfriend" adlı ilk single'a remix yapıldı ve Lavigne remixte Lil Mama ile düet yaptı. Ayrıca Avril Lavigne bu albümünden "Hot" ve "The Best Damn Thing" isimli parçalarını da single yapmıştır. Albüm Let Go'ya dönüş olarak adlandırıldı ve en büyük nedeni de "Under My Skin"'den sonra adeta aynı çılgınlığa dönmüş olmasıydı. 'Punk Princess' lakabı ona daha belirgin olarak takıldı. The Best Damn Thing albümünden sonra yeni albüm çalışmalarına başlayan Lavigne'nin dördüncü albümünü 2010 yılı sonlarına doğru çıkaracağı tahmin ediliyor. Kasım 2008'de 4. albüm kayıdını başlatmıştır ve Temmuz 2009'da 9 parça kaydedilmiştir. Ocak 2010 yılında Alice isimli şarkıyı yazan ve söyleyen Lavigne, Tim Burton tarafından üretilen sountrack, Alice in Wonderland ile 2010 yılının ilk single olarak yayımlanmıştır. Lavigne; “2 Hafta sonra yeni single'im çıkıyor. Adı "What The Hell". Yeni albümüm ise Ocak ayında çıkacak. Sizleri çok beklettiğimi biliyorum ama beklediğinize değecek. Yeni albümüm genellikle slow ve cover olacak. Yeni kurduğum "Avril Lavigne Faundation" yardım vakfı bana daha çok şans getirdi ve bunun için mutluyum. Ayrıca bunun yanında meşgulüm. Yeni albümümü umarım beğenirsiniz,” diye konuştu. Son zamanlarda katıldığı bir ödül gecesinde Lavigne , albümü ile bilgiler verdi. Albümünün 8 Mart 2011'de çıkacağı ve adının Goodbye Lullaby olacağını söyledi. Sanıyoruz Avril 2010'da çok çalıştı ve bunun karşılığını hayranlarından fazlasıyla geri alacağa benziyor. Albümdeki şarkılar belli oldu, bunlardan bazıları: Black Star, Wish You Were Here, Stop Standin There, I Love You, Smile, Goodbye, What The Hell, Push, Darlin, Alice... Albüm Mart ayında iki farklı versiyonuyla satışa sunuldu:"Goodbye Lullaby Expanded Version" ve "Goodbye Lullaby (Deluxe Edition)". "Deryck Whibley, Evan Taubenfeld, Butch Walker ve Max Martin" gibi önemli isimlerle çalıştı Lavigne. "What The Hell" Japan Adult Contemporary Airplay (Billboard), Japan Hot 100 (Billboard), Japan Oricon Daily Singles Chart ve South Korea (GAON International Chart)'da ilk tekli olarak listelerde birinci sıraya yerleşti. 3D'si de uyarlanan parça birçok ülkede ses getirdi. "Smile" Let Go'yu andırışıyla ünlendi. Bu tabirde en çok Lavigne'in kullandığı spreylerden benimsendi. Belgium (Ultratip Flanders)'da ikinci sıraya yerleşen parça Lavigne'in videoda sokakta oluşu ve insanların kırılmış duygularını simgeleyen cam parçalarını toplaması ve en sonunda bunların kalp şeklini oluşturması çok olumlu tepkiler aldı. Goodbye Lullaby'nin çıkışından 3 ay sonra, Lavigne beşinci albüm üzerinde çalışmaya zaten başlamış olduğunu açıkladı. Açıklamasına göre albümün henüz 8 şarkı içerdiği bilinmektedir. Yeni albümün Goodbye Lullaby'e göre daha müzikal olacağını belirtmiştir. Avril'ın açıklaması şöyledir: "Goodbye Lullaby oldukça duygusaldı; fakat diğeri pop tarzında ve çok eğlenceli olacak. Sadece onu yeniden kaydetmeye ihtiyacım var!". Avril Lavigne, Goodbye Lullaby'dan 3 ay sonra yeni albümünün kayıtlarına başladığını belirtmişti. Bu süre içerisinde "Here's to Never Growing Up, Rock'n Roll "ve "Let Me Go "isimli single'ları çıktı. Albümdeki yeni şarkıları Youtube'e sızdı. İlk önce 24 Eylül 2013'te çıkacağı dedikoduları dolaştı, ancak albüm 24 Eylül'de çıkmadı. Resmi çıkış tarihi 5 Kasım 2013 olarak belirlendi. Albüm, 13 şarkı içermektedir ve Sony Epic Records adı altında çıkarılmıştır. Albüm, büyük beğeni toplamıştır. Lavigne'in ilk film deneyimini Over The Hedge adlı bir animasyon filmiyle yaşadı. Bu yapımda William Shatner, Bruce Willis, Garry Shandling, Wanda Skykes, Nick Nolte, Steve Carell ile çalıştı. Ayrıca Oscar ödüllü aktör Richard Gere'in oynadığı The Flock adlı filmde bir şüphelinin kız arkadaşı rolünü oynadı. Üçüncü film projesi Fast Food Nation bir kitaptan uyarlanmıştı. "My World" adlı Let Go'dan çıkan şarkı olarak Avril'ın grup arkadaşlarıyla çektiği kısa bir DVD filmin adını aldı(2003). İçinde Let Go'dan birçok şarkı ve coverlar da yer aldı. Eragon filmi için Keep Holding On adında bir şarkı yazdı. Diğer yandan da bu şarkı Kanada listelerinde ilk 20'ye girdi. Güzel şarkıcı aynı zamanda 2010 yılının Şubat ayında yazdığı Alice adlı şarkısını, Tim Burton eseri Alice in Wonderland filmi için bestelemiştir. Ayrıca Sabrina adlı dizide, grup arkadaşlarıyla birlikte "Skater Boy" şarkısını seslendirerek yer aldı. "D YOU" adlı Türkiye'de 2011 yılı Şubat ayında ilk basımında "kapak kızı" olduğu dergiye henüz kimseye söylemediği ve gerçekleştiremediği hayalinin "oyuncu olmak" olduğunu itiraf etmiştir. Lavigne'in vejetaryen olduğu bilinmektedir. Fakat, 2007 yılında yapılan bir röportajda Lavigne, et yemeyi tercih etmediğini söylemiş bununla beraber, vejetaryenlikle ilgili bir yorum yapmamıştır. Ayrıca Lavigne'nın hayran kitlesine "Little Black Stars" denmektedir Gençken Napanee'de gittiği bir pizza restoranında yediği yeşil zeytin parçalı pizzanın onun en sevdiği yiyecekler arasında yer aldığı, kendisine ait olan "Under My Skin Bonez" adlı belgeselde belirtilmiştir. Fakat buna ek olarak Avril Lavigne sesine zararlı olacağını düşündüğünden dolayı fazla pizza tüketmemektedir. Avril Lavigne'in ünlü olmasından sonra Kanada'da gittiği pizza restoranı pizzalarından birinin ismini Lavigne'e ithaf etmiştir. Hatta restorana gelen müşteriler hatıra defterine Avril ile ilgili görüşlerini yazmaktadır. Avril Lavigne'in sol bileğinde bir yıldız dövmesi bulunmaktadır. Bu dövmenin deseni ayrıca onun ilk albümünün kapağında da kullanılmıştır. Çalışma arkadaşı ve yakın dostu olan Ben Moody de bu dövmeden taşımaktadır. 2004 yılının sonlarında Lavigne, sağ bileğine, içerisinde "D" harfi olan pembe kalp şeklinde bir dövme daha yaptırdı. D harfi kocasının isminin baş harfini simgelemekteydi. Sol kolunda kendi giyim markası olan "Abbey Dawn" yazısı bulunmaktadır. Her ne kadar diğer eski gitaristi Evan Taubenfeld ile adı dedikodulara karışsa da Avril böyle bir şeyin olmadığını söyledi. Bununla birlikte Taubenfeld, resmi internet sitesinde Avril Lavigne'in dünyadaki en önemli arkadaşı olduğunu açıkladı. Taubenfeld Avril'in evlendikten sonra çıkardığı Girlfriend ve The Best Damn Thing adlı single'larının kliplerinde de yer almaktadır. Avril Lavigne, J-14 adlı bir dergiye ilk öpücüğünü 14 yaşındayken verdiğini söyledi. Şubat 2004'te Kanadalı şarkıcı, Sum 41 grubunun solisti Deryck Whibley ile görüldü. 27 Haziran 2005'te nişanlandılar. Whibley, Lavigne'e Venedik'de bir gondol gezisi sırasında evlenme teklif etti. İkili, 110 misafirin katıldığı bir katolik töreniyle 15 Temmuz 2006'da Kaliforniya-Montecito'da Bella Liliybelle adlı malikanede dünya evine girdi. Lavigne-Whibley çifti 17 Eylül 2009 tarihinde boşanma kararı aldı ve bu karar Lavigne'nin resmi Myspace sayfasında hayranlarına duyuruldu. Boşanma kararından kısa bir süre sonra; 9 Ekim 2009 tarihinde çift resmi olarak boşandı. Lavigne ne kadar ilk yıllarında ne kadar asi görünse de sonradan içindeki dişiliği ortaya bırakmıştır. 2009 yılında bir değişime uğrayan Lavigne, hayranları tarafından hem ilgi çekmiş hem de dışlanmıştı. Bazı hayranları bu değişimin ona yakıştığını söylese de asi kız tarzının geçmesi hayranlarını asi yapmıştı. 2012 yılında Chad Kroeger ile nişanlandı. 1 Temmuz 2013 tarihinde Chad Kroeger ile Fransa'nın güneyinde muhteşem bir düğünle evlendi. 2 yıl süren evliliklerinin ardından Lavigne, 2 Eylül 2015'te sosyal medya hesabından Chad Kroeger ile ayrıldıklarını resmi olarak duyurdu. MTV Video Müzik Ödülleri MTV Video Müzik Ödülleri Latin Amerika World Music Ödülleri Juno Ödülleri Ivor Novello Ödülleri Radio Müzik Ödülleri MTV Asya Ödülleri TMF Ödülleri Grammy Ödülleri Amer
ikan Müzik Ödülleri Nickelodeon Çocukların Seçimi Ödülü MTV Video Müzik Ödülleri Latin Amerika ECHO Ödülleri World Müzik Ödülleri' Grammy Ödülleri World Müzik Ödülleri MTV Video Müzik Ödülleri (Latin) MuchMusic Video Müzik Ödülleri Common Sense Medya Ödülü MTV Video Müzik Ödülleri American Müzik Ödülleri Juno Ödülleri Comet Müzik Ödülleri Juno Ödülleri MTV Asya Ödülleri Nickelodeon Çocukların Seçimi Ödülü NRJ Müzik Ödülleri MuchMusic Video Ödülleri World Müzik Ödülleri Avril Lavigne'in grubu 2002'den bu yana değişiklik gösterse de The Best Damn Thing'den sonra dağıldığı düşünülen eski grup birkaç üyesiyle Goodbye Lullaby'den "What The Hell" parçasında yeniden toplanmıştır ve "Push" parçasında da "Evan Taubenfeld" ile Avril Lavigne düet yapmıştır. Elbette Avril "Black Star Tour"'a günümüz üyeleri ile katılmaktadır. Bu durum hayranlara göre "bozulmayan dostluklar"ın simgesidir. Steve Fekete - gitar, geri vokal (2008-günümüz) Mark Spicoluk - basgitar, geri vokal (Nisan - Eylül 2002) Jesse Colburn - ritim gitar (2002 - Ocak 2004) Evan Taubenfeld - gitar, geri vokal (2002 - Eylül 2004) Craig Wood - ritim gitar, geri vokal, vokal (2004 - 2007 Ocak) Matt Brann - üzerinde davul, perküsyon, vokal (2002 - 2007 Şubat) Charlie Moniz - basgitar (2002 - 2007 Şubat) Devin Bronson - gitar, geri vokal (2004-2008) Sofia Toufa - geri vokal, dansçı (2007 - Ekim 2008) Lindsay Bluafarb - geri vokal, dansçı (2007 - Ekim 2008) Al Berry - basgitar, geri vokal (2007-günümüz) Rodney Howard - davul, perküsyon, geri vokal (2007-günümüz) Steve Ferlazzo - elektronik klavye, geri vokal (2007-günümüz) Jim McGorman - ritim gitar, geri vokal (2007-günümüz). Köşe yazısı Köşe yazısı veya fıkra; bir yazarın herhangi bir konu veya günlük olaylar hakkındaki görüşlerini, düşüncelerini ayrıntılara inmeden anlattığı gazete ve dergilerde yayınlanan kısa fikir yazılarının genel adıdır. Fıkralar, gazete ve dergilerin belli sütun veya köşelerinde yayımlanır. Yazarın, gündelik olayları, özel bir görüşle, güzel bir üslupla, kanıtlama gereği duymadan yazdığı kısa, günübirlik yazılardır. Fıkraların amacı, siyasi, kültürel, ekonomik, toplumsal vb. konuları çok defa eleştirel bir bakış açısıyla anlatarak kamuoyunu yönlendirmektir. Fıkralarda kesin olmaktan ziyade güzel, hoş sonuçlara varmaya; canlı, ilgi çekici olmaya özen gösterilmelidir. Yazar kendi duygu ve düşüncelerini en başarılı şekilde yansıtarak okuyucu ile arasında sıkı bir bağ kurar. Tanzimat Dönemi'nde ilk gazetelerin yayımlanmasıyla Türk edebiyatının ilk fıkraları da yazılmaya başlanır. 20.yüzyıla kadar makale, sohbet ve röportajla birlikte anılan fıkra daha sonra gazetelerdeki yazı türlerinin çeşitlenmesiyle diğer türlerden ayrılır. Türk edebiyatında fıkra yazarlığı, Şinasi'nin 1860 yılında Agâh Efendi ile birlikte çıkardıkları "Tercüman-ı Ahval" gazetesindeki yazılarıyla başlamıştır. Özellikle Ahmet Rasim fıkralarıyla tanınmıştır. Daha sonra Ahmet Haşim, Hüseyin Cahit Yalçın, Falih Rıfkı Atay, Refik Halit Karay, Bedii Faik, Orhan Seyfi Orhon, Refii Cevat Ulunay, Metin Toker, Peyami Safa, Burhan Felek, Ahmet Kabaklı, Aziz Nesin, Çetin Altan, Ahmet Kabaklı, İlhan Selçuk, Sabri Esat Siyavuşgil de fıkralarıyla öne çıkmıştır. Koşer Koşer veya Kaşer, (İbranice: כשׁר; Sefarad Yahudilerince "Kaşer", Aşkenaz Yahudilerince "Koşer" diye telaffuz edilir), Yahudiliğe göre; yenilmesi ve kullanılmasında dinen bir sakınca bulunmayan helal ürünlerdir. Bunları belirleyen kurallara ise kaşerut ya da kaşrut kuralları adı verilir. Yahudiliğe göre; yenilmesi serbest veya yasak olan hayvanların listesi Tevrat'ta verilmiştir. Buna göre: Yenilmesi serbest olan hayvanların kesiminin şehita adı verilen özel bir kesim tekniği ile bu işin eğitimini almış ve anatomi bilgisi olan şohet adında yetkili tarafından yapılması gereklidir. Şehita eğitimini almamış kişi tarafından veya şehita kurallarına uyulmadan yapılmış kesim hayvanın etini trefa (murdar) hale getirir. Yahudiliğe göre bir etin yenilebilmesi için sadece şehita kurallarına uygun olarak kesilmesi yetmez. Etin kanından tamamen arındırılması gerekir çünkü Yahudilikte kan yemek günahtır. Bunun için tuzlama işlemi gerekir. Bir etin kesildikten sonra 72 saat içinde tuzlanarak kanından arındırılması gerekir 72 saatten sonra yapılan tuzlama işlemi işe yaramaz. 72 saat içinde tuzlanmamış etler sadece mangal ve ızgarada kullanılabilir ama haşlama olarak kullanılamaz. Et ancak bu işlemlerden geçtikten sonra yenilebilir hale gelir. Bu işlemlerden geçmiş et buzluğa konularak daha sonra kullanılmak üzere saklanabilir. Yahudiliğe göre etli ile sütlü gıdaların aynı anda yenilmesi, aynı kaplarda pişirilmesi yasaktır. Hafif sütlü gıdaların yenmesinden sonra ağız çalkalanıp, masa örtüsü ve kap kacak değiştirildikten sonra etli yiyecek yenebilir ama tam tersi mümkün değildir. Etli bir yiyecek yenildikten sonra: Etli yiyeceklerin piştiği kaplar ve sütlü yiyeceklerin piştiği kaplar, tabaklar, kaşık ve çatallar ayrı olmalıdır. Nedeni ise, yavru olan kuzunun etini yerken annesinin sütünü aynı anda tüketmiş gibi olursunuz ve bu durumun gaddarca olduğu düşünülür. Bu yüzden İsrail'deki Mc Donalds'larda milkshake ve cheeseburger satılmaz. Et veya süt sayılmayan besinlere parve adı verilir. Bunlar etlilerle de sütlülerle de beraber tüketilebilirler. Et dışındaki ürünlerin de koşer sayılabilmesi ve kaşer sertifikası alabilmesi için hahamlık tarafından denetlenmiş ve hijyene uymayan ya da Yahudi inançlarına aykırı katkı maddesi ya da işlem basamakları içermemesi gereklidir. Bu sebeple koşer belgesi almak isteyen üretici firmalar bu denetimden geçerler. Yurt dışında üretilen veya yurt dışına satılan birçok ürünün üzerinde koşer ibaresi bulunur. Bu ibare Yahudi olmayanlar tarafından da aranan bir özelliktir. Çünkü Yahudilerde domuz eti yemek ve kullanmak yasaktır. Koşer Kuralları'na uygun olarak çalışan ve kullandıkları tüm ürünler kaşer olan restoranlara "Koşer Restoran" adı verilir, bu restoranlar hemen her ülkede sadece Yahudilere değil, domuz eti yemekten çekinen diğer dinlerin mensuplarına da hizmet verirler. III. Ahmet Çeşmesi III. Ahmet Çeşmesi, İstanbul'da Topkapı Sarayı'nın giriş kapısı ile Ayasofya arasında Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın önerisiyle III. Ahmed tarafından Perayton isimli bir Bizans çeşmesinin yerine inşa ettirilen çeşmedir. Türk rokoko tarzının en güzel örneklerinden olan çeşmenin yapım tarihi 1728'dur. Mimar Ahmet Ağa tarafından yapılmıştır. Çeşme köşeleri yumuşatılmış dikdörtgen bir plandadır. Köşelerde sebiller bulunan çeşme üzeri ahşap saçaklı bir çatı ile kapatılmıştır. Üst örtüde dıştan görülebilen kubbeler sadece görünüm amacı ile yapılmıştır. On dört kıtalık Kayseri ve Halep kadısı şair Seyyit Hüseyin Vehbi bin Ahmet'e ait kaside, sebillerin ve her kenarda bulunan çeşmelerin üzerine ta'lik hatla yazılmıştır. Üstte mukarnaslı bir kuşak, onun üzerinde de çini bir kuşak yer alır. Bu çiniler hem klasik motifleri hem de lale ve akantüs yaprakları gibi Avrupai motifleri ihtiva eder. Vazo içindeki çiçek motifleri batılılaşma ile Osmanlı bezemesinde görülmeye başlamıştır. III. Ahmed kütüphanesinde de bu çeşmedekine benzer süslemeler yer almaktadır. Çağ Çağ; başlangıcı ve sonu belli olan, tarihte ayrı bir özelliğe sahip zaman bölümüdür. Çağlar günümüzden 2,5 milyon yıl önce, kültürel evrimin, organik evrimin önüne geçmesi ile başlamıştır; Tarih Öncesi Çağlar ve Tarih Çağları olmak üzere ikiye ayrılır. Bu dönemlerin isimlendirilmesinde, insanlığı etkileyen evrensel nitelikli olaylar esas alınmıştır. Bu dönemler belirlenirken sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik gelişmeler önemli rol oynamıştır. Yazının bulunmasıyla “Tarih Öncesi Dönemler” sona ermiş, “Tarihî Dönemler” başlamıştır. Tarihî Dönemler (Tarih Çağları) her toplumda aynı zamanda yaşanmamıştır. Yazıyı bulup kullanmayı başaran toplumlar, Tarih Çağları’na daha önce geçmişlerdir. Anne Rice Anne Rice, (d. 4 Ekim 1941) Amerikalı yazar. İlk adı 'Howard Allen Frances O'Brien'dir. Katolik bir İrlanda asıllı ailenin ikinci kızı olarak dünyaya gelmiştir. Anne ismini, okula gittiğinde adını söylemeye utanması nedeniyle kullanmıştır ve daha sonra da böyle tanınmayı tercih etmiştir. Anne Rice'ın eserleri goth akımında önemli etkiler yapmıştır. New Orleans, Louisiana'da doğan ve ömrünün büyük kısmını burada geçiren Rice'ın birçok hikâyesi de bu bölgede geçer. Anne Rice, Avrupa'da çeşitli üniversitelerde 'Vampire Literature Studies' şeklinde kürsüler kurulmasına sebebiyet vermiştir. Kitaplarının başlıca konuları vampirler, mumyalar ve cadılardır. Yazılarında sado-mazoşist öğeler de bulunur. 1961'de Stan Rice ile evlenmiş, Michele ismini verdikleri bir kızları olmuştur. Michele 1972 yılında lösemiden ölmüştür. Interview with the Vampire'daki Claudia adlı küçük bir kız çocuğu olan vampir kızın kaybettiği Michele'e hem yaşı hem görünüşü bakımından benzediği ileri sürülmektedir. 1978 yılında Christopher adını verdikleri bir oğulları olmuştur. Romanlarından uyarlanan iki film: Interview with the Vampire, Queen of the Damned. Ayrıca Lestat, Broadway müzikali olarak da uyarlanmıştır. Yakın zamanda ateizmden çocukluk inancı olan katolikliğe dönüş yapan Rice, İsa üzerine romanlar yazmaya başlamıştır. Vampir Günceleri Vampir Günceleri, Anne Rice tarafından yazılmış bir fantastik romanlar serisidir. Gotik olarak tanımlanabilecek bir atmosfere sahip, vampir kavramına daha modern bir bakış açısıyla bakılan romanlar popüler bir okuyucu kitlesine sahiptir. Louis de Pointe du Lac Louis de Pointe du Lac, Anne Rice'ın Vampir Günceleri'nde yer alan bir Vampirdir. 1766 yılında Fransa'da doğan Louis, Lestat tarafından 1791 yılında "yapılmıştır". Elmalı-2 Barajı Elmalı-2 Barajı, İstanbul'da Çavuşbaşı Çayı üzerinde 1952-1955 yılları arasında inşa edilmiş içme-kullanma ve sanayi suyu temini amaçlı bir barajdır. Beton ağırlık tipi olan barajın gövde hacmi 103.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 42,5 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 10,00 hm³, normal su kotu
nda göl alanı 2,80 km²'dir. Yılda 10 hm³ içme suyu temin edilmesini sağlamaktadır. Sarıyar Barajı ve Hidroelektrik Santrali Sarıyar Barajı (Hasan Polatkan Barajı) Nallıhan'nın Sarıyar mahallesinde olup, Sakarya Nehri üzerinde 1951-1956 yılları arasında inşa edilmiş hidroelektrik enerji üretimi amaçlı bir barajdır. Beton ağırlık tipi olan barajın gövde hacmi 568.000 m, akarsu yatağından yüksekliği 90 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 1.900 hm, normal su kotunda göl 83,83 km'dir. 4 alternetör ile çalışan santral 160 MW gücündeki hidro-elektrik santralinden ise yılda 378 GWh saat elektrik enerjisi elde edilir. Türkiye'nin ilk büyük HES (hidroelektrik santralı) barajıdır. Türkiye'deki tek santral atölyesi'ne sahiptir. Türkiye baraj gölü sıralamasında 6'cı sırayı yer almaktadır. Ayrancı Barajı Ayrancı Barajı, Karaman (il)'i sınırları içinde, Buğdaylı Çayı üzerinde sulama ve taşkın kontrolü amacıyla 1956-1958 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 2.308.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 34,00 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 28,50 hm, normal su kotunda göl alanı 2,00 km²'dir. 7.817 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Kemer Barajı ve Hidroelektrik Santrali Kemer Barajı ("Bozdoğan Barajı da denmektedir."), Aydın ili Bozdoğan ilçesi sınırları içinde, Akçay üzerinde sulama, taşkın kontrolü ve enerji üretimi amacıyla 1954-1958 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. 25 Eylül 1958'de hizmete girmiştir. Beton ağırlık tipi olan barajın gövde hacmi 740.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 108,50 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 544,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 14,75 km²'dir. 57.847 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, HES (hidroelektrik santrali) toplam 48 MW güç kapasitesi ile yılda 143 GWh elektrik enerjisi üretimi sağlamaktadır. HES'nde 3 adet 16 MW gücünde ünite mevcuttur. Demirköprü Barajı ve Hidroelektrik Santrali Demirköprü Barajı, Manisa'da, Gediz Nehri üzerinde, sulama, taşkın kontrolü ve enerji üretimi amacıyla 1954 - 1960 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 4.300.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 74,00 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 1.320,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 47,66 km²'dir. 69 MW güç kapasitesindeki HES (hidroelektrik santral) yılda 193 GWh elektrik enerjisi üretimi sağlamakta, baraj 99.220 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Sille Barajı Sille Barajı, Konya ilinde, Sille Çayı üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacı ile 1953-1960 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 320.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 39,00 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 3,10 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,20 km²'dir. 260 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. May Barajı May Barajı, Konya'inde, May Çayı üzerinde, sulama ve taşkın önleme amacı ile 1957-1960 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 273.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 19,10 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 40,10 hm³, normal su kotunda göl alanı 7,75 km²'. 1800 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Mamasın Barajı Mamasın Barajı, Aksaray'ın 12 km doğusundaki Uluırmak Çayı üzerine kaya dolgu tipinde yapılmış olan baraj sulama amacıyla kullanılmaktadır. Baraj 5 yılda bitirilmiş ve 14.477.000 liraya mal olmuştur. Barajın gövde hacmi 400.000 m³, yüksekliği 44,90 m, normal su kotunda göl hacmi 165.80 hm³, normal su kotunda göl alanı ise 16,20 km²'dir. Mamasın barajı ile yaklaşık 24,854 ha'lık alan sulanmaktadır. Apa Barajı Apa Barajı, Konya'da, Çarşamba Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1958-1962 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.327.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 29.8 metredir. Normal su kotunda göl hacmi 169 hm, normal su kotunda göl alanı 12,60 km²'dir. 97.015 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Seyitler Barajı Seyitler Barajı, Afyonkarahisar ilinde, Seyitler Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1960-1964 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 650.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 27,00 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 40,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 4,90 km²'dir. 2.950 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Yaylaköy, Karaburun Yaylaköy, İzmir'in Karaburun ilçesine bağlı bir mahalle. Çubuk-2 Barajı Çubuk-2 Barajı, Ankara'da, Çubuk Çayı üzerinde, içme suyu temini amacı ile 1961-1964 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.100.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 61,00 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 24,60 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,20 km²'dir. Yılda 38 hm³ içme ve kullanma suyu sağlamaktadır. Nu metal Nu metal, metal müziğin bir türüdür. Alternatif metal müziğinin, endüstriyel, funk ve elektronik gibi diğer müzik türleriyle birleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Biçimsel olarak, farklı müzik türlerinin ritmik öğeleriyle, post-hardcore gitar rifflerinin buluşması bu müziğin temelini oluşturur. 1990'lı yılların ortasında ortaya çıkan New Wave of American Heavy Metal akımı ile kendini göstermiştir. İlk olarak "nu metal" terimi Ekim-1995'te bir Coal Chamber konserinde, röportaj için gelen bir dergi ekibinin bu müziği 'New Metal' olarak adlandırmasıyla kullanıldı. Daha önce de Korn, Deftones ve P.O.D. için funk metal terimi kullanılmıştı. "Nu Metal" vs. "New Metal" karşılaştırmaları "Get Thrashed" isimli filme kadar sürdü. Nu metal akımının başlangıcı ise, şüphesiz Korn'un demo kaydıyla olmuştur. ("Neidermeyer's Mind", 1993) Korn müziği, daha eski bir grup olan Mike Patton'un grubu Mr. Bungle'ı andırıyordu, onlar Korn'un bu müziğini, "Bungle Müziği" olarak tanımladı. Üstelik Korn, "Kerrang!"' isimli bir kanalda,Mike Patton'un diğer grubu olan Faith No More'dan şöyle bahsetti, 'Biz onlardan etkilendik çünkü onlar bir metal grubunda yapılmayacak şeyler yaptılar.' Nu Metal grupları da çoğu kez metal grupları kadar geleneksel olmadıklarını ifade etmişlerdir. Korn geleneksel 6 telli gitarların yerine 7 telli gitar kullanmıştır. Steve Vai bu gitarları teknik gitaristler için tanıtmıştır. Fakat, Korn'un gitaristleri olanJames Shaffer ve Brian Welch, 7 telli gitar kullanabilecek derecede teknik bir gitarist değillerdir. 7 telli gitar'ı bir Nu Metal markası olması için çalmışlardır. Yapımcı Ross Robinson, "Nu Metal'in babası" olarak anılır, çünkü mükemmel Nu Metal albümlerinin yapımcılığına imza atmıştır (Korn'un ilk iki albümü Albüm ve Life is Peachy, Limp Bizkit'in Three Dollar Bill, Yall'$ ve Slipknot'ın ilk iki albümü (Slipknot ve Iowa) Nu Metal'in popülaritesi 1998 yılında Korn'un 3.albümü olarak bilinen "Follow the Leader" sayesinde zirveye çıkmıştır, bu albüm dünya çapında 9 milyon kopya satmıştır. Sonraki yıllarda birçok Nu Metal grubu MTV gibi TV kanallarına çıkmaya başlamıştır.Coal Chamber, Limp Bizkit ve Staind gibi gruplar o yıllarda birçok hit çıkaran albümler yaptılar. Los Angeles dışından da Static-X, Coal Chamber, Spineshank gibi Nu Metal akımının ilk dalgasını oluşturan birçok grup, birçok yerde çalmaya ve tanınmaya başladı. Des Moines'ten Slipknot, Atlanta'dan Sevendust, Jacksonville'den Limp Bizkit, Chicago'dan Disturbed, Phoenix'den Soulfly, Lawrence, Massachusetts'den Godsmack ve San Diego'den P.O.D. bu akımı ilk oluşturan gruplardandır. Başka bir destekte Family Values Tour, Lollapalooza ve Ozzfest gibi festivallerden geldi ve Nü Metal'in popülaritesi daha da arttı. Woodstock ise 1999 yılından sonra Nu Metal'i desteklemeye başlamıştır. 2000 yılına geldiğimizde, daha fazla grup bu akıma katıldı. Bunlardan biri, Papa Roach ilk albümleri "Infest" ile 'Platinium Hit' ödülünü aldı. P.O.D. ve Disturbed gibi diğer gruplar ise ünlü gruplar arasına girmeyi başardı. 2001'de, Nu Metal albümleri açısından doruk noktasıydı. Bazı gruplar dağıldı fakat, bu tarzı korumak için çaba gösteren çoğu grup, başarılı albümlere imza attı. Bu albümlerden bazıları; Staind'in "Break the Cycle", P.O.D.'in "Satellite", Slipknot "Iowa". Sene 2003, Nu Metal'in popülaritesinde ciddi bir azalma oldu. Korn'un uzun zamandır beklenen 5.albümü "Untouchables", Limp Bizkit'in 4.albümü Results May Vary, ve Papa Roach'un 3.albümü "Lovehatetragedy" önceki albümler kadar satmadı. Ayrıca, Nu Metal grupları radyolarda daha az çalmaya başladı ve MTV Good Charlotte ve Fall Out Boy gibi pop punk ve emo gruplarına yönelmeye başladı. Daha sonra Nu Metal grupları tarzlarını değiştirmeye başladı. Papa Roach Hard Rock yapmaya başladı , Staind; Post-Grunge, Slipknot; Ekstrem Metal , Disturbed; Heavy Metal, Static X; Endüstriyel Metal, Linkin Park; Alternatif Rock, Adema; Alternatif Rock, Deftones ve System of a Down Alternatif Metal olarak yola devam ettiler. Nu Metal grupları genellikle agresif bir vokale sahiptir. Funk, Punk, Metal gibi birçok farklı karakterde olabilir. Korn'dan Jonathan Davis, Chevelle'den Pete Loeffler, Slipknot 'tan Corey Taylor, Taproot'tan Stephen Richards, Disturbed'dan David Draiman ve Limp Bizkit'ten Fred Durst gibi birçok isim; tarzlarını yaratırken Maynard James Keenan'den esinlenmiştir, Fred Durst'ın favori grubu Tool'dur ve en büyük esinlenme kaynağıdır. Bununla birlikte Faith No More'ın vokalisti Mike Patton da Nu Metal vokallerinin esinlenmesinde itibarlı bir yere sahiptir. Nu Metal bas partları çoğu kez, funk, hiphop ve başka tarzları anımsatabilir. Bas gitar'da slap bass tekniği yaygındır. Nu Metal'de bas, çoğu zaman müziğin arkasından ilerler. Bazı Nu Metal basçıları 4 telli yerine 5 telli bas tercih ederler. Bazı Nu Metal grupları, daha çeşitli müzik yapabilmek ve müziğe efekt sağlamak için DJ'e önem verirler. Örnek olarak; Linkin Park'tan Joe Hahn, Deftones'dan Frank Delgado, Slipknot'tan Sid Wilson ve Limp Bizkit'ten DJ Lethal bu DJ'lerin bazılarıdır. Selevir Barajı Selevir Barajı, Afyon İli Şuhut İlçesine 12
 km uzaklıkta Kali Çayı ("Kali suyu") üzerinde, sulamave taşkın önleme amacı ile 1960 - 1964 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 650,000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 31.40 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 70.00 hm³, normal su kotunda göl alanı 5.04 km²'dir. 8,310 hektarlık bir alana sulamahizmeti vermektedir. Bayındır Barajı Bayındır Barajı, Ankara'da, Bayındır Çayı üzerinde, içme suyu temini amacı ile 1962-1965 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 553.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 30,00 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 6,97 hm, normal su kotunda göl alanı 0,71 km²'dir. Yılda 7 hm içme ve kullanma suyu sağlamaktadır. Cip Barajı Cip Barajı, Elâzığ'da, Cip Çayı üzerinde, 1965 yılında sulama amacı ile inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 446.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 23,00 metredir. Normal su kotunda göl hacmi 7,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,10 km²'dir. 1.100 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Daha önce daha büyük olmasına rağmen şimdilerde bir hayli ufalmıştır. Kızılsu Barajı Kızılsu Barajı, Burdur (il)'inde, Kızılsu Çayı üzerinde, taşkın kontrolü amacı ile 1963-1965 yıllarında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 124.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 8,20 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 2,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,17 km²'dir. Almus Barajı ve Hidroelektrik Santrali Almus Barajı Tokat'ta, Yeşilırmak üzerinde, sulama, taşkın kontrolü ve enerji üretimi amaçlı olarak1964 - 1966 yılları arasında inşa edilmiştir. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 3.405.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 78,00 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 950,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 31,30 km²'dir. 21.350 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, HES (hidroelektrik santralı) 27 MW'lik güç kapasitesi ile yılda 99 GWh elektrik enerjisi üretimi sağlamaktadır. Barajda yaşayan balık çeşitleri: alabalık, sazan, yayın, çaybalığı (Tuna), Kaya balığı, Kesikköprü Barajı ve Hidroelektrik Santrali Kesikköprü Barajı, Ankara'nın Balâ ilçesinde, Kızılırmak üzerinde, sulama ve enerji üretimi amacı ile 1959 - 1966 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak ve kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 900.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 49,10 m'dir. Normal su kotunda göl hacmi 95,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 6,50 km²'dir. 11.860 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, HES (hidroelektrik santralı) 76 MW'lik güç kapasitesi ile yılda 250 GWh elektrik enerjisi üretimi sağlamaktadır. Nubiya Nubiya Mısır'ın güneyinde, Nil Nehri boyunca kuzey Sudan'a uzanan bir bölgedir. Bağımsız bir krallıktı. Gülüç Barajı Gülüç Barajı, Zonguldak'ta, Aydınlar Çayı üzerinde, içme suyu temini amacı ile 1964 - 1966 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Beton ağırlık tipi olan barajın gövde hacmi 52.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 14,50 m, normal su kotunda göl hacmi 6,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,34 km²'dir. Yılda 6 hm³ içme suyu elde edilmesini sağlamaktadır. Tatlarin Barajı Tatlarin Barajı, Nevşehir (il)'inde, Derinöz Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1964 - 1966 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak ve kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 350.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 46,00 m, normal su kotunda göl hacmi 2,20 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,15 km²'dir. 174 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Buldan Barajı Buldan Barajı, Denizli'de, Derbent Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1962-1967 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak ve kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 600.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 59 metre, normal su kotunda göl hacmi 46 hm, normal su kotunda göl alanı 3.10 km²'dir. 2.440 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Altınapa Barajı Altınapa Barajı, Konya'da, Meram Çayı üzerinde, sulama ve içme suyu temini amacı ile 1963 - 1967 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 325.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 32,00 m, normal su kotunda göl hacmi 15,00 hm, normal su kotunda göl alanı 2,20 km²'dir. 1.400 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, yılda 38 hm içme-kullanma suyu temini sağlamaktadır. Kurtboğazı Barajı Kurtboğazı Barajı, Ankara'da, Kurtboğazı Çayı üzerinde, sulama ve içme suyu temini amacı ile 1963 - 1967 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 834.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 54,00 m, normal su kotunda göl hacmi 101,50 hm³, normal su kotunda göl alanı 5,50 km²'dir. 3.780 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, yılda 67 hm³ içme-kullanma suyu temini sağlamaktadır. Akkaya Barajı Akkaya Barajı, Niğde'de, Tabakhane Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1964 - 1967 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 426.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 18,00 m, normal su kotunda göl hacmi 5,80 hm, normal su kotunda göl alanı 1,38 km²'dir. 2.277 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Erich Maria Remarque Erich Maria Remarque (Asıl adı: Erich Paul Remark) (d. 22 Haziran, 1898 – ö. 25 Eylül, 1970), Alman yazar. Erich Paul Remark Osnabrück'te Katolik bir ailenin içinde doğdu.Babası Peter Remark bir basımevi ustasıydı.Osnabrück arşivlerinde bulunan nüfus kayıtlarına göre 17. yüzyılda ihtilalde katoliklere yapılan baskılar yüzünden Fransa'dan göç etmişlerdi.Önceleri Remarque olan soyisimleri Alman imlasına göre Remark olmuştu.Bir süre Münster Üniversitesi'nde öğrenim gördü ama 18 yaşında birçok kez yara aldığı I. Dünya Savaşı'na katılmak zorunda kaldı. Savaştan sonra öğretmenlik, taşçılık ve Berlin'de bir tekerlek firması için test sürücülüğü yaptı. 1929'da, Remarque'nin savaşın mutlak kötülüğünü 19 yaşındaki bir askerin gözünden anlattığı, en ünlü eseri, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Im Westen nichts Neues) yayımlandı. Bu kitabın ardından savaş zamanı ve sonrasını yalın ve duygusal bir dille gerçekçi bir şekilde anlattığı, edebi ve teknik açıdan daha olgun başka eserleri de yayımlansa da bunların hiçbirisi ilk kitabının yakaladığı başarıyı yakalayamadı. Remarque, ne kadar bu durumdan rahatsız olsa da hayatı boyunca Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitabının yazarı olarak kaldı. 1931'de İsviçre'ye yerleşti. 1933'te, Naziler eserlerini yaktılar ve yasakladılar. 1938'de Alman vatandaşlığından çıkarıldı ve 1939'da Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. Almanya'da kalan kız kardeşi Elfriede Scholz Nazi karşıtı propaganda yapmak suçu gerekçesiyle tutuklandı ve kısa bir yargı sürecinin ardından idam edildi. Hollywood'da tanıştığı Paulette Goddard ile 1958 yılında evlendi. 72 yaşında Locarno, İsviçre'deki Sant Agnese kliniğinde aylardır muzdarip olduğu anevrizmadan dolayı öldü. Gümüşler Barajı Gümüşler Barajı, Niğde ilinde, Gümüşler Çayı üzerinde, 1960-1967 yılları arasında sulama amacı ile inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 560.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 25 m., normal su kotunda göl hacmi 3,74 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,47 km²'dir. 400 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Jingle Mingle Jingle Mingle, Türkiye'nin reklam müziği yapım şirketlerinden. Jingle Mingle, reklam müziği dalında "Kristal Elma" ödülleri de dahil olmak üzere, ulusal ve uluslararası birçok ödül sahibidir. Ozan Tügen Ozan Tügen (20 Mayıs 1976, Antalya) Türk Müzisyen. Müzik öğretmenleri Faize Tügen ve Mustafa Tügen'in oğlu olan Ozan Bilgi Üniversitesi müzik kompozisyon bölümü mezunudur. Müzisyen, aranjör ve klavyeci'dir. Enstrümanlar arasında ud, bağlama, cümbüş ve cura çalabilmektedir. Şebnem Ferah ve Mor ve Ötesi ile çalışmıştır. Reklam müziği yapım şirketi Jingle Mingle'ın aranjörlerindendir. Onaç-1 Barajı Onaç-1 Barajı, Burdur'da, Onaç Çayı üzerinde, taşkın kontrolü amacı ile 1962 - 1967 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak ve kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 77.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 25,00 m, normal su kotunda göl hacmi 8,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,34 km²'dir. Altınyazı Barajı Altınyazı Barajı, Edirne'de, Basamaklar Çayı üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacı ile 1965 - 1970 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.Kadıgebren barajından da aktarılan sularla kapasiteli su toplama havzasına sahiptir. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 524.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 21,50 m, normal su kotunda göl hacmi 30,80 hm, normal su kotunda göl alanı 4,25 km²'dir. 7.730 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Barajda sazan ve türleri, levrek balığı amatörce ve Altınyazı Su Ürünleri Kooperatifi tarafından avlanmakta ve köy ekonomisine katkıda bulunmaktadır. Akköy Barajı Akköy Barajı, Kayseri'de, Asarcık Deresi üzerinde, sulama amacı ile 1964 - 1967 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 463.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 41,50 m., normal su kotunda göl hacmi 7,50 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,79 km²'dir. 926 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Sarımsaklı Barajı Sarımsaklı Barajı, Kayseri ilinde, Sarımsaklı Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1966 - 1968 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.582.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 40,00 m, normal su kotunda göl hacmi 31,90 hm³, normal su kotunda göl alanı 2,44 km²'dir. 6.400 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Monizm Monizm ya da bircilik, her şeyin bir tek zorunluluğun, ilkenin, madde veya enerjiden olduğunu iddia eden veya tek bir tözden kaynaklandığını savunan felsefi görüş. Monizm, mutlak olarak iki tür madde (veya zorunluluk, ilke) olduğunu ileri süren dualizmden ve mutlak olarak
birçok türde madde (veya zorunluluk, ilke) olduğunu ileri süren pluralizmden ayrılmaktadır. Felsefe alanında temel sorulardan biri olan teklik-çokluk sorununa çokluğun da aslında tek olabileceği görüşünü getirmektedir. ilk olarak Alman düşünürü Christian von Wolf tarafından kullanılmıştır. Monismus, Yunanca yalnız demek olan monos sözcüğünden türetilmiş olan bir terimdir Orhan Hançerlioğlu tarafından yazılan "Felsefe Ansiklopedisi - Kavramlar ve Akımlar" adlı yapıtın Cilt I, s.179'da monismus teriminin Türkçe karşılığı olarak kullanılmıştır. tekçilik maddesinden bircilik maddesine gönderme yapılmıştır. Ruhsal olanın maddeden kaynaklandığını savlayan maddecilik ve tinsel olan ilk kaynak olarak gören düşüncecilik birci felsefi akımlardır. Genellikle monizmin panteizm, panenteizm ve içkin bir Tanrı inanışı ile ilişkili olduğu düşünülür. Ayrıca, saltçılık (absolutizm) ve monad da monizmle yakından ilgilidir. İlk temsilcisinin Parmenides olduğu bilinmektedir. Pisagor'da monist olarak bilinmektedir. "Bir" sayısı Pisagor'a göre mutlak ve kutsaldır. Aynı zamanda Çok'u da içinde barındırmaktadır. Sürgü Barajı Sürgü Barajı, Malatya ilinde, Sürgü Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1965 - 1969 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.220.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 55,00 m, normal su kotunda göl hacmi 70,93 hm³, normal su kotunda göl alanı 5,10 km²'dir. 10.098 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Difüzyon sabitinin ölçülmesi Difüzyon sabitinin ölçülmesi için yaygın olarak kullanılan iki yöntem vardır. Bu metot uzaklığa bağlı konsantrasyon değişiminin ölçülerek dc/dx hız eğiminin hesaplanması ilkesine dayanır. Konsantrasyon değişimleri, incelenen sıvıya göre UV spektrometresi, kolon kromatografisi ya da elektroforez gibi uygun bir yöntemle izlenir. Homojen dağılım yapan bir sıvı için x uzaklığına göre konsantrasyon değişimi normal dağılış gösterir. Bununla ilgili olarak gerekli bağıntı: Burada C, başlangıç konsantrasyonunu göstermektedir. Varyansın hesaplanmasında kullanılan matematiksel ifadelerden yararlanılarak 2Dt = σ kabulü yapılabilir. Varyansın hesaplanması için σ = 1/n ∑(x-x’) bağıntısı kullanılır ve bir önceki kabulden yararlanarak yukarıdaki eşitlikte yerine koyulur. Böylece difüzyon sabiti hesaplanabilir. Bu yöntem 1. Fick Kanununun() uygulaması şeklindedir. Burada, A gözeneklerin kesit alanı, l gözeneklerin uzunluğudur. Buna göre difüzyon sabiti D sadece c1 ve c2 konsantrasyonlarına bağlı olarak ölçülebilir. Ölçülmesi gereken değer sadece dm/dt zamana göre kütle değişimidir. Musaözü Barajı Musaözü Barajı, Eskişehir'de, Mollaoğlu Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1963 - 1969 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 244.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 19,00 m, normal su kotunda göl hacmi 1,67 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,43 km²'dir. 400 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Gölköy Barajı Gölköy Barajı, Bolu'da, Büyüksu Çayı üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacı ile 1965 - 1970 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.534.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 21,50 m, normal su kotunda göl hacmi 24,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,31 km²'dir. 11.228 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Yaşamdan Dakikalar Yaşamdan Dakikalar, Türk söyleşi programı. Program Sunay Akın, Nebil Özgentürk ve Hıncal Uluç'un kültür-sanat üzerine yaptıkları sunumlar ve konuşmaları içermektedir. İlk olarak 2004'te atv'de yayınlanmaya başlayan program, kısa bir süre sonra tv8'e geçmiştir. 2011-2012 yılları arasında Skyturk360'da yayınlanmış ve sona ermiştir. Ankara Atatürk Lisesi "Yılın en iyi kültür-sanat programı Taş Mektep Ödülü"nü kazanmıştır. My Dying Bride My dying bride, 1990 yılında Bradford, İngiltere'de kurulan doom metal grubu. Bugüne kadar 11 stüdyo albümü, 3 EP, bir demo, bir box set, 4 derleme albüm, 1 konser albümü ve bir konser CD/DVD'si yayımladılar. Anathema, Paradise Lost ve Katatonia ile birlikte, My Dying Bride death/doom metal türünün liderlerinden biri olmuştur. My Dying Bride Haziran 1990'da İngiltere'nin kuzeyinde yer alan Bradford şehrinde gitarist Andrew Craighan ve davulcu Rick Miah 'nın Abiosis'ten ayrıldıktan sonra aralarına vokalist Aaron Stainthorpe ve gitarist Calvin Robertshaw'u da almaları ve böylece Abiosis grubuna son vermeleriyle kuruldu. 6 aylık bir prova sürecinden sonra, grup, Voltage adlı plak şirketinden Tim Walker'ın prodüktörlüğünde ilk çalışmaları olan "Towards the Sinister" demosunu yayımladı. Demonun ismi "Symphonaire Infernus et Spera Empyrium" şarkısında geçen bir dizeden alındı. Bundan kısa bir süre sonra ise ilk single'ları olan "God Is Alone" 'u küçük çaplı bir Fransız plak şirketi olan Listenable'dan çıkardılar. Bu single'ın çıkar çıkmaz yok satmasıyla birlikte büyük plak şirketi Peaceville Records 'un dikkatini çektiler ve ilk EP'leri olan "Symphonaire Infernus Et Spera Empyrium" 'u bu şirketten yayımladılar. Grubun son üyesi basçı Adrian Jacksonda gruba bu EP ile birlikte katıldı. İlk EP'den kısa bir süre sonra da ilk stüdyo albümü "As the Flower Withers" geldi. "As the Flower Withers" ın ardından İngiltere'yi ve anakara Avrupa'yı kapsayan büyük bir turneye çıktılar ve in 1992'de bir sonraki EP'leri olan "The Thrash of Naked Limbs" 'i yayaımladılar. Bir turne daha planlıyordular fakat promosyon klibi sıraında davulcunun kötü bir şekilde düşüp yaralanması sonucu bu proje iptal edildi. 1993'de, gruba klavye ve keman müzisyeni olarak Martin Powell katıldı ve ikinci stüdyo albümleri olan "Turn Loose the Swans" 'ı kaydetmeye başladılar. Martin Powell'ın katılmasıyla, şarkılarda "As the Flower Withers" albümünden de fazla keman kullanımı duyulmaya başlandı. Albümün ardından 1994 yılında bir turne daha geldi ve yeni bir EP: "I Am the Bloody Earth" yayımlandı. 1995 yılı My Dying Bride'ın bir sonraki albümüne tanıklık etti: "The Angel and the Dark River". Albümün ardından içinde ilk festival performanslarından bazılarını da barındıran başarılı bir turneye çıktılar. Kısa bir süre sonra ise ilk derleme albümleri olan ve içinde ilk 3 EP'lerinden parçalar bulunan "Trinity" yayımlandı. 1995'in son dönemlerinde, My Dying Bride, Iron Maiden ile birlikte 3 ay süren bir turneye çıktı. Çaygören Barajı Çaygören Barajı, Balıkesir'de, Simav Çayı üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacı ile 1965 - 1968 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 3.412.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 52,50 m, normal su kotunda göl hacmi 130.00 hm3, normal su kotunda göl alanı 7,25 km²'dir. 17.208 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Damsa Barajı Damsa Barajı, Nevşehir'de, Damsa Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1965-1971 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 862.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 31,50 m, normal su kotunda göl hacmi 7,12 hm, normal su kotunda göl alanı 0,82 km²'dir. 1.390 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Dürr-i Meknûn Osmanlı yüksek zümresinin genel kültür kaynaklarından olan Dürr-i Meknun, Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan Efendi tarafından 15. yüzyılın ortalarına doğru yazılmış bir eserdir. Yaşadığı dönem ve bölge, yazarın, Milattan önceki yüzyılların filozoflarından ve bilginlerinden kendi çağdaşı Müslüman yorumculara kadar hem Batı'nın hem de Doğu'nun kültür birikiminden yararlanarak ilk Osmanlı ansiklopedisi diyebileceğimiz bu eseri ortaya çıkarmasına yardımcı olmuştur. Mehmetli Barajı Eski adıyla Kesiksuyu Barajı yeni adıyla Mehmetli Barajı, Osmaniye'de, Kesiksuyu Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1965 - 1971 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 4.367.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 56.40 m, normal su kotunda göl hacmi 53 hm³, normal su kotunda göl alanı 2,75 km²'dir. 11.876 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Alakır Barajı Alakır Barajı, Antalya'da, Alakır Çayı üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacı ile 1967 - 1971 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.600.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 44,50 m, normal su kotunda göl hacmi 91,75 hm, normal su kotunda göl alanı 4,28 km²'dir. 3.262 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Oruç Aruoba Oruç Aruoba (d. 14 Temmuz 1948), Türk yazar, şair, akademisyen ve felsefeci. 1948 yılında Karamürsel'de doğdu. TED Ankara Koleji'ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi psikoloji bölümünde lisans ve yüksek lisansını tamamladı. Yine Hacettepe Üniversitesi'nde çalışmalarına devam ederek felsefe bilim uzmanı oldu. 1972 ve 1983 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yaparken felsefe bölümünde doktorasını tamamladı. Bu süreçte, Almanya'da Tübingen Üniversitesi'nde felsefe semineri üyeliği ve 1981 yılında Victoria Üniversitesi (Wellington) (Yeni Zelanda) konuk öğretim üyeliğinde bulundu. "Kırmızı Dergisi" gibi çeşitli basın organlarında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yaptı. Birçok dergide yazı ve çevirileri yayınlandı. Epistemoloji, etik, Hume, Kant, Kierkegaard, Nietzsche, Marx, Heidegger ve Wittgenstein konuları üzerine çalışmalar gerçekleştiren Aruoba, bu çalışmalarına günümüzde devam etmektedir. Özellikle şiir sanatına yönelmiş ve Heidegger'in şiire yaklaşımını; ""Ona göre insanın temel sözü şiirdir. Çünkü insan yaşayan, dünyanın içinde olan, diğer insanlarla ilişkisini dil aracılığıyla kuran varlıktır. İnsanın bütün etkinliklerinde yer alan, içinde yaşadığı dil ile (tarihsel olarak da) içinde yaşadığı varoluş arasında kurduğu temel anlam ilişkisi, şiirde ortaya çıkar. İnsanın bilinen bütün tarihi boyunca çeşitli biçimlerde görülen “şiir” adı verilen dilsel kuruluşlar, bu temel ilişkiyi ortaya koymaya (dile getirmeye) çalışan insan yöneliminin ürünleridir
. Heidegger de buna ulaşmaya, (anlamlandırmaya, yorumlamaya) insanın dünya ile ve diğer insarlarla olan ilişkisini ilk biçimiyle yeniden kavramaya çalışır."" sözleriyle açıklamıştır. Aruoba, Hume, Nietzsche, Kant, Wittgenstein, Rainer Maria Rilke, Von Hentig, Paul Celan ve Matsuo Bashō gibi düşünür, yazar ve şairlerin eserlerini de Türkçeye kazandırmıştır. Wittgenstein'ın eserlerini Türkçeye ilk defa Oruç Aruoba çevirmiştir. Aynı zamanda Aruoba, Japon edebiyatı kökenli bir şiir türü olan haiku'nun, Türk edebiyatındaki temsilcilerinden de biridir. Yazar, Nietzsche’nin “Antichrist” eserini de Almanca’dan Türkçe’ye kazandırmıştır. Felsefe Sanat Bilim Derneği'nin her yıl düzenlediği ""Assos’ta Felsefe"" etkinliklerine konuşmacı olarak katılan yazar, "Felsefenin Hayvanına Ne Oldu?", "Bilim ve Din" gibi birçok başlıkta sunumlar gerçekleştirmektedir. Ayrıca, Füsun Akatlı Kültür ve Sanat Ödülü etkinlikleri kapsamında gerçekleştirilen sempozyuma da konuşmacı olarak katılmıştır. Oruç Aruoba, 2006 ve 2011 yıllarında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü yarışmasında Füsun Akatlı, Ahmet Cemâl, Doğan Hızlan, Nüket Esen, Orhan Koçak, Nilüfer Kuyaş ve Emin Özdemir ile birlikte seçici kurulda yer almıştır. Aruoba'nın şiirlerinde kullandığı üslup ve noktalama işaretlerinin edebiyat kurallarının dışında olmasına rağmen bu durum akademik çevrelerce "sanatçının üslubu" olarak değerlendirmiştir. Yazarın eserleri Metis Yayınları ve Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmıştır. Kadıköy Barajı Kadıköy Barajı, Edirne'de, Derbent Deresi üzerinde, sulama, taşkın kontrolü, içme-kullanma ve sanayi suyu temini amacı ile 1967 - 1973 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 648.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 34,10 m, normal su kotunda göl hacmi 65,68 hm³, normal su kotunda göl alanı 6,20 km²'dir. 4.428 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, yılda 2 hm³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır. Kozan Barajı Kozan Barajı, Adana'da, Kilgen Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1967 - 1972 yılları arasında inşa edilmiş bir baraj. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.680.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 78,50 m, normal su kotunda göl hacmi 170,34 hm³, normal su kotunda göl alanı 6,42 km²'dir. 10.220 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. 2010/2011'de Elektrik üretimine başlamıştır. Kartalkaya Barajı Kartalkaya Barajı, Kahramanmaraş'ta, Aksu Nehri üzerinde, sulama, içme-kullanma ve sanayi suyu temini amacı ile 1965 - 1972 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 2.323.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 56,00 m, normal su kotunda göl hacmi 195,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 11,25 km²'dir. 22.810 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, yılda 45 hm³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır. Porsuk Barajı Porsuk Barajı, Eskişehir'de, Porsuk Çayı üzerinde, sulama, taşkın kontrolü ve içme suyu temini amacı ile 1966 - 1972 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Murat Dağı'nın kuzeydoğusundan çıkan kaynakların, Altıntaş’ın kuzeyinde birleşmesi ile oluşur. Kütahya Ovası'nın kuzeydoğusundan geçerken Felent Çayı ile birleşir. Porsuk Çayı'nın il sınırı dışına çıktığı kesimde Porsuk Barajı kurulmuştur. Bu barajın kendisi Eskişehir İli, gölü ise Kütahya ili toprakları içinde yer almaktadır Beton ağırlık tipi olan barajın gövde hacmi 224.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 49,70 m, normal su kotunda göl hacmi 431,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 23,40 km²'dir. 41.020 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, yılda 206 hm³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır. Düalizm Düalizm, felsefe ve din biliminde başta olmak üzere, çeşitli öğretilerden bahsetmek ve bunları tanımlamak için geliştirilen yöntem olarak adlandırılabilir. Bu öğretilerin tamamında iki temel maddenin (genelde zıt) bulunduğu yer alır. Bu iki temel madde, özellikle de zıt güçler veya varlıklar olabilir. Türkçeye ikicilik olarak da çevrilen ve "iki" anlamındaki Latince "duo" sözcüğünden türetilmiş olan düalizm, birbirine indirgemeyen iki farklı tözün olduğunu savunan felsefi bir yaklaşımdır.Bu yönüyle tüm varlıkların tekbir tözden kaynaklandığını ileri süren tekçilik ve ikiden fazla sayıda töz olduğu iddiasındaki çokculuk yaklaşımlarından ayrılır. Genel anlamda dişi-erkek, iyi-kötü ya da aydınlık-karanlık olan bu çiftler, Çin düşüncesinde Yin-Yang, Hint düşüncesinde Tamus-Satva, Zerdüştilik inancında Ahura mazda-Angra mainyu olarak tasavvur edilir. Din biliminde düalizm, tüm varoluşu yaratan-yaratılanlar, öteki dünya-dünya, ruh-madde,gibi tezatlarla açıklayan bir perspektif olarak anlaşılabilir. Plüralizm Pluralizm birçok mutlak ilke, güç, enerji veya madde kabul eden teori veya sistemleri tanımlar. Farklı konularda, bu (aynı) temelden hareket eden çeşitli kullanımları vardır. Politikada, çoğulluğun kabulü ile beliren birkaç siyasi partiye dağıtılmış güçler dağılımını içeren herhangi bir politik teori veya sistemi tanımlamakta kullanılır. Pluralizm, 1960’lı 1970’li yıllarda uluslararası ilişkiler alanında uluslararası politika ve iç politika arasında ayrıma giden devlet merkezli bir analizi benimseyen düşünce okullarına bir tepki olarak doğmuş olan, sistemdeki değişiklikler sonrası devletin sınırlarının giderek önemini yitirmeye başladığına ve iç politikanın dış politikaya etkisinin arttığına işaret eden bir teoridir. John Burton uluslararası ilişkiler alanındaki teori ve düşünceleri egemen ulus devletler arası ilişkiler ve kendi yaklaşımı alan Dünya Toplumu olarak iki gruba ayırmaktadır. Burton’un yaklaşımı geleneksel devlet merkezli ve bunun karşısında devlet merkezli olmayan iki paradigmaya karşılık gelmektedir. Bu iki yaklaşım Burton’a göre iki modele tekabül etmektedir. Bunlardan biri “bilardo topu” diğeri de “örümcek ağı” dır. Bilardo topu, gücü esas alan kapalı birer yapıdır. Örümcek ağı ise, devletler arası ilişkilerde içsel ve dışsal tüm öğelerin örümcek ağı gibi iç içe geçmiş kavramlar olduğu bir modeldir. Örümcek ağı modelinde güç göreceli bir kavramdır. Ekonomik ve siyasi koşullar önem kazanmaktadır. Uluslararası ilişkilerde aktörlerin çoğalması, iletişimin yoğunlaşması ve hızla artan karşılıklı bağımlılık sonucu devletler kendi başlarına hareket edemezler. Dünya toplumunu düzenleyen etmen, güç olmaktan çıkmış ve iletişim olarak belirlilik kazanmıştır. İletişimi elinde bulunduranında devletler arası ilişkilerde de daha etkin olabilmektedir. Uluslararası işbirliğinin gelişmesinde uluslararası örgütlerin payı üzerinde duran Ernst Haas’a göre gücün kaynağı bilgidir. Haas, uluslararası ilişkilerde karar vericiler ve liderler üzerinde durmaktadır. Uluslararası ilişkilerde barışın sağlanmasında örgütlerin rolleri üzerinde duran Haas, örgütlerinde bilgiyi denetleyen, yani bilgi teknolojilerini elinde bulunduranların elinde olacağına işaret etmektedir. Pluralizm 20. yüzyılın başından itibaren bilimsel olarak incelenmeye başladığına dikkat çeken Richard Little II. Dünya Savaşı’ndan itibaren bunun realist paradigmaya bir tepki haline dönüştüğünü ifade etmektedir. Little’ a göre karşılıklı bağımlılığın başlaması ve sınırların belirsizleşmesi bu dönemlerde meydana gelmiştir. Pluralist yaklaşımları Viotti ve Kauppi dört noktada toplarlar. Birinci olarak, pluralistler devletin dışındaki aktörleri de kabul ederler. Pluralist yaklaşımlar devletin yanında bireyi, uluslararası örgütleri ve baskı gruplarını dahil etmektedirler. İkinci olarak, pluralistler devleti bir bütün olarak değil alt örgütlerden ve birimlerden meydana gelen bir yapı olarak ele alırlar. Üçüncü olarak, pluralistler kararların alınmasında sadece devletin değil aynı zamanda uluslararası aktörlerin arasındaki rekabetin ve pazarlıkların etkisi olabileceğini düşünmektedirler. Dördüncü olarak, pluralistlere göre uluslararası ilişkilerin gündemi çok yoğundur. Pluralistler, ticaretten, ekonomik ilişkilere, güç, eğitim, sağlık, çevre kirliliği kısacası her türlü toplumsal sorunları da uluslararası ilişkilerin konusuna dahil etmektedirler. Pluralist yaklaşımların diğer bir özelliği ise, realistlerin uluslararası ilişkileri sıfır toplamlı, mahkumun ikilemi veya güvenlik ikilemi olarak açıklamasına karşın pluralistler, uluslararası ilişkilerin tamamen sıfır toplamlı olamayabileceğini ayrıca tüm uluslararası ilişkilerin mahkûmun ikilemi ya da güvenlik ikilemine indirilemeyeceğini vurgulamaktadır. Enne Barajı Enne Barajı, Kütahya'da, Dereboğazı Çayı üzerinde, içme suyutemini amacı ile 1969 - 1972 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 570.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 24,00 m, normal su kotunda göl hacmi 6,85 hm, normal su kotunda göl alanı 0,94 km²'dir. Yılda 6 hm içme-kullanma suyu sağlamaktadır. Ömerli Barajı Ömerli Barajı, İstanbul'da, Riva Deresi üzerinde, içme suyu temini amacı ile 1968 - 1973 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 2.198.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 52,00 m, normal su kotunda göl hacmi 386,50 hm³, normal su kotunda göl alanı 23,10 km²'dir. Yılda 180 hm³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır. Zekeriya Sertel Mehmet Zekeriya Sertel (d. 1890, Ustrumca, Selanik, Osmanlı İmparatorluğu - ö. 11 Mart 1980, Paris, Fransa) Türk gazeteci ve yayıncı. Türk basın tarihinin önde gelen isimlerindendir. Cumhuriyet öncesinde Selanik'te başlayan gazetecilik hayatına Cumhuriyet Devri'nde Cumhuriyet Gazetesi'nin kurucularından olarak devam etmiş; devrin en önemli dergilerinden birisi olan Resimli Ay'ı yayımlamış ve bu dergi aracılığıyla Nâzım Hikmet'i Türk okurlarla buluşturmuştur. Ülkenin ilk ansiklopedisi olan Hayat Ansiklopedisi'ni hazırlayan, II. Dünya Savaşı yıllarında yüksek tirajlı ve faşizm karşıtı bir gazete olan Tan Gazetesi'ni çıkaran kişidir. İlk Türk kadın gazetecilerden Sabiha Sertel (Derviş)'in eşidir. Selanik'e bağlı Usturumca'da dört çocuklu varlıklı bir ailenin en büyük çocuğu olarak 1890 yılında doğdu. İlk öğrenimini doğduğ
u yerde, orta öğrenimini Selanik ve Edirne Lisesi'nde tamamladıktan sonra Selanik Hukuk Mektebi'ne devam etti. Küçük yaşta annesi Saniye Hanım'ı, 16 yaşında iken babası Hacı Halim Ağa'yı kaybettiği için henüz lisedeyken kardeşlerinin sorumluluğunu üstlendi. Gazeteciliğe Selanik'te hukuk öğrenimi görmekte iken İttihat ve Terakki'nin yayın organı Rumeli'de başladı. Gazetenin yöneticisi Yunus Nadi ile ilk defa Rumeli Gazetesi'nde birlikte çalışma imkânı bulmuştu. O yıllarda Diyarbakır'dan Selanik'e getirtilerek İttihat ve Terakki'nin genel merkezinin bulunduğu bu şehirde partinin ideolojisini yapmak ve yaymakla uğraşan Ziya Gökalp'ten aldığı ilham, onu Yunus Nadi ile birlikte " "Yeni Felsefe"" adlı küçük bir dergi çıkarmaya yöneltti. Bu dergideki yazılarında kapitülasyonların kaldırılması, kadınların özgürleştirilmesi fikirlerini savundu. Aynı dönemde bir Fransız okulunda gece kurslarına katılarak Fransızca öğrendi; bir İtalyan bilim adamından dersler alarak felsefe ve sosyoloji bilgisini genişletti. Arkadaşı Nebizade Hamdi ile üzerinde bir yıl çalışarak ilk kitabı olan ""Hayat Ve Şebab (Gençlik)""'ı yayınladı (1911). Kitabında, geleceğin gençliğin elinde bulunduğu ve bu sebeple gelecek kuşakları müspet bilimle eğitmenin önemli olduğu üzerinde durdu. Birinci Balkan Savaşı sonunda Selanik'in işgali üzerine İstanbul'a geldi; Yunus Nadi'nin başyazarı olduğu Tasvir-i Efkâr gazetesinde çalışmaya başladı ve İstanbul Hukuk Mektebi'nde hukuk öğrenimine devam etti. 1913'te Eğitim Bakanlığı'nın sağladığı bursla Paris'e gitti ve Sorbonne'de sosyoloji öğrenimine başladı. Ünlü sosyolog Durkheim'in öğrencisi oldu. Bir yandan da Tasvir-i Efkâr Gazetesi'nin muhabirliğini yapmayı sürdürmekteydi. I. Dünya Savaşı'nın çıkması ve Paris'in işgale uğraması üzerine öğrenimini yarım bırakıp İstanbul'a döndü. 1914'de arkadaşı Nebizade Hamdi ile birlikte İstanbul'da kendi gazetesi "Turan"'ı yayınladı. Baş yazarlığını Raşit Saffet'in yaptığı gazete, kısa bir süre sonra kâğıt sıkıntısı nedeniyle kapanmak zorunda kaldı. Gazetenin kapanmasının ardından, Rumeli'den gelen göçmenlerin ve göçebe aşiretlerin yerleştirilmesi için kurulmuş olan Muhacirin ve Aşayir Müdürlüğü (Göçmenler ve Aşiretler Müdürlüğü) dairesinde iki yıl görev yaptı. 1915 yılında Sabiha Hanım’la evlendi. Şehzadebaşı'nda Suphi Paşa Konağı'nda yapılan nikahta Sabiha Hanım'ın vekilliğini Talat Paşa, Mehmet Zekeriya Bey'in vekilliğini Tevfik Rüştü Bey yaptı . 1917'de ilk çocukları Sevim Dünya'ya geldi. I. Dünya Savaşı'ndan sonra İstanbul işgal altına girmişti. Mehmet Zekeriya'nın evi, işgale karşı direniş merkezlerinin birisi oldu. Köprülü Fuat, Hasan Âli Yücel gibi aydınlarla vatansever bir örgüt kurmaya çalıştılar, ancak evdeki toplantılarının ihbar edilmesi sonucu İngiliz polisi tarafından tutuklanıp Bekirağa Bölüğü'nde hapse girdi, suçları hafif görülenler arasında olduğundan bir hafta sonra serbest bırakıldı. Direnişe destek vermek için eşi ile birlikte Büyük Mecmua'yı yayımladı. Halide Edip'in başyazarı olduğu dergide, Falih Rıfkı, Köprülüzade Fuat, Reşat Nuri, Faruk Nafiz, Ömer Seyfettin gibi aydınlar yazılarını yayınladılar. Halide Edip, kendisine ve eşine ABD'den 12 Türk gencine sağlanan burs imkânından yararlanmalarını önerdiğinde yüksek öğrenimlerini tamamlamak üzere eşi ve kızıyla birlikte New York'a gitti. 1919'da Columbia Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ne girdi. ABD'de bulunduğu sürede Amerikan gazetelerinde yazılar yazarak Türk Kurutuluş Savaşı'nı anlattı. Eşi ile birlikte Amerika'da yaşayan Türkleri örgütleyerek Himaye-i Etfâl Cemiyeti'ne (Çocuk Esirgeme Kurumu) çok yüksek miktarda bağış toplanmasını sağladı. 1922 sonlarında ikinci kızları Yıldız Dünya'ya geldi. Hem eşi, hem kendisi yüksek öğrenimlerini tamamladıktan sonra 1923 yılında yurda döndü. Mehmet Zekeriya, yurda döndükten sonra Ankara'ya gitti ve 1923 yılında Basın Yayın Genel Müdürü olarak görevlendirildi. Matbuat Müdürlüğü yayını olarak "Ayın Tarihi" adlı bir dergi çıkardı. Hakimiyet-i Milliye Gazetesi'nin iyileştirilmesine ilişkin projede Mustafa Kemal Atatürk ile ters düştü. 1924'te basına sansür getirilince "Sansürü uygulayan bir devlette çalışmam" diyerek görevinden istifa etti ve İstanbul'a döndü. İstanbul'da Yunus Nadi'nin kurduğu Cumhuriyet Gazetesi'nin kurucuları arasında yer aldı. Gazetenin 7 Mayıs 1924 tarihli ilk sayısını fiilen kendisi çıkardı. Yunus Nadi ve Nabizade Hamdi ile kurdukları şirket büyüyünce doğan anlaşmazlıklar sonucu şirket ortağı olarak kalamadı ve ayrıldı. Cumhuriyet Gazetesi'nden ayrıldıktan sonra ülkenin en önemli yayınlarından olan 'Resimli Ay' dergisini yayınlamaya başladı. 1 Şubat 1924 günü yayın hayatına başlayan dergi, yayın hayatının 1924-1928 yılları arasındaki ilk evresinde "ülkede gerçek bir demokrasinin kurulabilmesini ve sosyal problemlerin incelenmesini" amaçlıyordu ve fikir yazılarını Mehmet Zekeriya ile eşi Sabiha Hanım yazmakta, edebî yazıları ise Mehmet Rauf, İbn-ül Refik, Ahmet Nuri, Reşat Nuri, Yusuf Ziya, Hakkı Sûha, Ercüment Ekrem, Hıfzı Tevfik, Sadri Ertem, Selim Sırrı, Mahmut Yesari, Yakup Kadri kaleme almaktaydı. Dergide ilk yıllarında yayınlanan, Cevat Şakir'in hapishane anılarını anlattığı "Asker kaçakları nasıl asılır?" başlıklı yazı, yazar Cevat Şakir ile birlikte, derginin sorumlu müdürü olan Mehmet Zekeriya'nın da İstiklâl Mahkemesi'nde yargılanmasına ve üç yıl Sinop'ta kalebentliğe mahkûm edilmesine yol açtı. 1927 yılında İstanbul'a dönebildi. Bu süre içinde eşi, derginin yayınını Resimli Ay, Resimli Perşembe, Sevimli Ay adlarıyla sürdürdü ve "Türkiye'nin ilk kadın gazetecisi" unvanını aldı. Zekeriya Bey'in dönüşünde dergiyi yeni bir hava içinde çıkarmaya başladı. 1928’den 1930’a kadar olan bu ikinci devrede yazı ve hikâyelerde ilerici ve sosyalist fikirler ön plâna çıkmış, yazı kadrosunda da birtakım değişiklikler yaşanmıştı. Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Suat Derviş, Vâlâ Nureddin gibi yazarlar derginin yazı kadrosunda yer aldılar. Nâzım Hikmet'le başlattığı "Putları yıkıyoruz" yazı dizisi ile tepkileri üstüne çekti. Bu dizide Hikmet ve Sertel, yeniliklerin önünü tıkadıklarına inandıkları ün kazanmış Namık Kemâl, Tevfik Fikret, Abdülhak Hâmit, Hamdullah Suphi, Ahmet Hâşim gibi edebiyatçıları 'tahttan indirmeyi' amaçlamışlardı. 1931'de derginin diğer ortakları ile ortaklığın bozulması sonucu Resimli Ay, yayım hayatına son verdi. Mehmet Zekeriya, Resimli Ay'ın kapanmasından sonra Son Posta adında bir günlük gazete çıkardı. Gazetenin ilk sayısında çıkan "Boğuluyoruz, biraz hava isteriz!" başlıklı başyazısı ile tek parti rejimine tepkisini dile getirdi. Gazetede özel sermayeye devletçe yapılan yardıma karşı savaşa girişti. Alpullu şirketi sahiplerince açılan hakaret davası sonucu İstanbul'da hapse girdi. Bir buçuk yıl sonra genel afla hapisten çıktı ve Son Posta'daki görevine döndü, ancak bir süre sonra diğer ortaklarla anlaşmazlığa düşerek gazeteden ayrıldı. 1932-1936 yılları arasında coğrafyacı Faik Sabri Duran, yazar Mehmet Samih Fethi ve fizik profesörü Salih Murat ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk genel ansiklopedisi olan 10 ciltlik Hayat Ansiklopedisi'ni çıkarttı. 1934'te İstanbul'da İş Bankası tarafından çıkartılan Tan gazetesini Halil Lütfü Dördüncü ile birlikte satın alarak yeni biçimde yayınlamaya başladı. Bu ortaklığa sonradan katılan Ahmet Emin Yalman, başyazarlığı üstlenmişti. 1939'da Ahmet Emin Bey'in ortaklıktan ayrılmasından sonra başyazarlığı ve gazetenin fikir yönünü Zekeriya Sertel ele aldı. II. Dünya Savaşı öncesinde Zekeriya Sertel gazetenin birinci sayfasında baş yazı yazmakta, eşi Sabiha Sertel de genellikle gazetenin beşinci sayfasında “"Görüşler"” adı verilen bir sütunda yazmakta idi. Savaş öncesinde neredeyse bütün başyazılarını dış politika gelişmelerine ayıran Zekeriya Sertel, dönemin dış politika gelişmelerini derinlemesine inceledi; Almanya-İtalya ittifakına karşı İngiltere-Fransa cephesini destekledi. Savaş başladıktan sonra zaman zaman yurtdışı gezilere çıktı, İngiltere ve ABD’yi dolaştı. Savaşın sonuna doğru hükûmete muhalif bir tavır aldı, eleştirilerinin dozu giderek yükseldi. Böylece Tan, faşizm karşıtı ve CHP'li tek parti iktidarına muhalif olan etkili bir gazete hâline geldi. Cumhuriyet Gazetesi'nden sonra en yüksek tirajlı günlük gazete oldu. II. Dünya Savaşı sonunda CHP içinde başlayan muhalefet de kısa sürede gelişmiş; ülkedeki demokrasi talepleri artmıştı. Sertel, 1945'te yeni bir parti kurma hazırlığındaki Celâl Bayar ve arkadaşları ile ortaklaşa hareket etti. Yeni parti girişiminin yayın organı olarak "Görüşler" adlı bir dergi çıkarılması kararlaştırılmıştı. Tan matbaasıdna basılan ve 1 Aralık 1945'te yayımlanan dergide "“mecmuaya yazı yardımlarını vaadedenler" listesinde Celâl Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü’nün adları ve fotoğ­rafları vardı. Sertellerin izlediği izlediği muhalif yayın politikası, matbaanın 4 Aralık 1945 günü saldırgan göstericiler tarafından yağmalanması ve Sertellerin linç girişimine maruz kalması Tan Baskını ile sonuçlandı. Tan Olayı'ndan sonra olayın sorumlusu olarak bir yıl hapis cezasına çarptırılan Sertel ve eşi, üç ay tutuklu kaldıktan sonra temyiz aşamasında kararın bozulması üzerine beraat etti. Bu olaydan sonra Tan Gazetesi ve Görüşler dergisinin yayını sona erdi. 1946 yılında Cami Baykurt ve Tevfik Rüştü Aras ile birlikte İnsan Hakları Derneği'ni kurma girişiminde bulundu ancak girişim sonuca ulaşmadı. Tan olayından sonra Tek Parti yönetiminin baskılarının artması üzerine eşiyle birlikte ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Önce Paris'e, daha sonra Bakü'ye giden Sertel, eşinin ölümü üzerine yeniden Paris'e yerleşti. Yurtdışındaki hayatını kitap yazmakla geçirdi. Çok yakından tanıdığı Nâzım Hikmet'i, kendi hayat hikâyesini anlatan kitaplar yazdı. Mart 1977'de pasaportunu yenileyerek İstanbul'a dönebilen Sertel, yurtta büyük ilgi ile karşılandı. 'Cumhuriyet' ve 'Vatan' gazetelerinde yazılar yazdı. "Nazım Hikmet'in son yılları" yazı dizisinden ötürü eleştirilere uğradı. Kızı Yıldız Sertel'in Paris'te yaşaması sebebiyle son yılların Paris't
e yaşadı, ancak Türkiye'ye çeşitli defalar gidip geldi. 11 Mart 1980 günü Paris'te hayatını kaybetti. 1996 yılında Zekeriya ve Sabiha Sertellerin adını yaşatmak için kızları Yıldız Sertel ve Hilla Ünalmış Duda tarafından Sertel Vakfı kurulmuştur. Vakıf tarafından 1996'dan bu yana her yıl demokrasi alanında en iyi çalışmayı yapan gazeteci ve bilimadamları ile kurumlara Sertel Demokrasi Ödülü verilmektedir. Sertellerin anısı Gazetecilik Vakfı ve Demokrasi Ödülü ile yaşatılmaktadır. Devegeçidi Barajı Devegeçidi Barajı, Diyarbakır'da, Devegeçidi Çayı üzerinde, sulama amacıyla 2009 - 2010 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 3.240.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 32,80 m, normal su kotunda göl hacmi 202,32 hm, normal su kotunda göl alanı 32,14 km²'dir. 10.600 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Notre Dame Katedrali Notre Dame Katedrali (Fransızca: Cathédrale Notre Dame de Paris) Paris, Fransa'da bulunan dünyaca ünlü bir katedraldir. Meryem Ana'ya ithafen isimlendirilmiştir. Gotik yapı Île de la Cité'in doğu kısmında, Paris'in diğer tüm önemli yapıları gibi Seine Nehri'nin kıyısında bulunur. Girişi batıya bakar. Fransız gotik mimarisinin en güzide örneği olarak bilinen Notre Dame, ayrıca ilk gotik katedrallerden biridir ve gotik dönem boyunca inşası sürmüştür. Heykellerin ve işlemeli camların ortaçağ Roma mimari üslubundan sonra pek görülmemiş bir dünyevilik içermesi, natüralizm akımının eserlerdeki ağır etkisi sebebiyledir. Turistler açısından popüler bir yer olmasının yanı sıra, halen bir Roma Katolik katedrali olarak kullanılır ve Paris başpiskoposluğuna ev sahipliği yapar. (15 Şubat 2005'ten beri görevi André Vingt-Trois yürütmektedir.) Batı cephesi katedralin en ünlü kısmıdır. Birbirinden ayrılan üç parçadan oluşur ki, bu Roma mimari geleneğinden alınmıştır. En önemli kısımları şöyledir: Katedralde Meryem Ana'nın bir heykeli bulunur. ("Paris'in Bākiresi" olarak tanınır.) Zenginliğin bol olduğu dönemde katedrali şehrin gururu ve yeni ekonomik özgürlüğün bir sembolü olarak gören yerel tüccarlar tarafından yaptırılmıştır. Zayıf estetik görüntüsü yanı sıra pahalı dekorasyonu ile dikkat çeken bu heykel bazı gözlemcilere dini bir ibadetten ziyade kibirli bir zenginlik çağrışımı yapar. Gül pencereler ("rose window") kiliselerde ve özellikle gotik katedrallerde görülen, genellikle ön cephede, yuvarlak pencerelerdir. renkli camlar, desenler ve resimlerle süslü pencerelerde yine oymalar ve desenlerle süslenmiş çerçeveler kullanılır. Notre Dame'ın iki kanadında bulunan bu pencereler geç gotik dönem bir tarza sahip olup 1250-1260 yılların arası yapılmıştır. Tarz batı façadedeki gömülü olan pencerenin aksine bunların duvarda kabarık bir şekilde durmasından anlaşılır, ki batıdaki pencere erken gotik dönem eseridir. Güneydeki pencerede Yeni Ahit'ten "İsa'nın zaferi" hikâye edilir. Bu pencereler katedraldeki sayılı renkli camlı pencerelerden olması açısından dikkat çeker, ve Avrupa'da özgün eserler olarak kalmayı başarmışlardır. Notre Dame de Paris dünyada ana yapıdan ayrı payandaların kullanıldığı ilk binalardan biridir. Bina özgün tasarımında aslında bu payandalar yoktur. Ancak yapım başladıktan sonra gotik mimaride kullanılan ince duvarlar daha da yükseldikçe duvarlarda dışa doğru oluşan gerilimlerden dolayı çatlamalar başlamıştır. daha fazla bozulmayı engellemek için bu destekler düşünülmüştür. Uzun yıllar boyunca eleştirilmişler ve "birilerinin sökmeyi unuttuğu yapı iskeleleri" gibi durdukları söylenerek, katedrale "bitirilmemiş" bir hava verdikleri iddia edilmiştir. 1160 yılında Paris katedrali "Avrupa'nın krallarının bölge kilisesi" olduktan sonra Piskopos Maurice de Sully tarafından "mağrur görevi için yetersiz" bulundu ve "Paris piskoposu" unvanını aldıktan kısa süre sonra Sully katedrali yıktırdı. Efsaneye göre Sully Parisin yeni görkemli kilisesinin hayalini görmüş ve orijinal kilisenin dışına bu görüntüyü çizmiştir. Kilisenin yapımı için birçok evi yıktırmış ve malzemelerin taşınabilmesi için bir de yeni yol açtırmıştır. 1163'te Kral VII. Louis'nin hükümdarlığı döneminde başlamış olan inşaatın temel taşını Maurice de Sully'nin mi, yoksa Papa Alexander III'ün mü koyduğu tartışma konusudur, fakat her ikisinin de ilgili seremonide hazır bulunduğu bilinmektedir. Piskopos Sully ömrünün büyük kısmını ve parasını katedralin inşaatına vakfetmiştir. Batı cephenin ve çarpıcı iki kulesinin yapımı 1200 yılları civarında, sahın henüz tamamlanmadan başladı. Yapım süreci boyunca çok sayıda mimar çalıştı, ki değişik yüksekliklerde görülen değişik stillerin sebebi budur. 1210 ve 1220 yılları arasında dördüncü mimar gül pencerenin hizasını gördü ve 1245 yılında kuleler tamamlandı. Katedralin tamamlanması ise 1345'e uzanır. Yıllar boyunca kiliseye pek çok org getirildiyse de, hiçbiri binanın yapısına uygun olmamıştır. İlk uygun org Cliquot tarafından 1700'lü yılların başlarında tamamlandı. Cliquot'nun eserinin bir kısmı günümüze kadar dayanmıştır, fakat org 19. yüzyılda Aristide Cavaille-Coll tarafından büyük ölçüde yeniden yapıldı. Ne katedral, ne de org Paris'in en büyüğü olmamasına rağmen Notre Dame'ın piyanisti şehrin en kıdemlisi addedilmiştir. Bu konuda 18. yüzyılda öyle bir rekabet olmuştur ki, dört piyaniste unvan verilmiştir, ve her biri yılın üç ayı boyunca çalmıştır. Kilisenin en iyi piyanisti 1900-1937 yılları arasında çalan Louis Vierne olarak görülür. Daha sonradan çalan orgçular, özellikle Pierre Cochereau orga önemli katkılarda bulunmuşlardır. Yine de orgun orijinal tınısı bugün dahi Cavaille-Coll versiyonuna aittir, ve org yaptığı en iyi enstrümanlardan biri olarak kabul edilir. 19. yüzyıl başlarında Paris şehir planlamacıları katedralin bakımsızlığından ötürü katedrali yıktırmak istemişlerdir. Ünlü Fransız yazar Victor Hugo, halkın ilgisini çekmek için Notre Dame'ın Kamburu adlı romanını yazmıştır. Roman, katedralin kurtarılması için kampanya başlatılmasını sağlayarak katedralin yenilenmesinde büyük rol oynamıştır. Ayrıca roman müzikale dönüştürülmüştür. Müzikalin ismi de Notre Dame de Paris'tir. Bu müzikalin Belle, Tu Vas Me Detruire, Déchire gibi şarkıları klasikleşmiş, romanla bütünleşmiştir. Kenan Akyüz Kenan Akyüz, (d. 1911, Yanya - ö. 1996, İstanbul), Türk, akademisyen, edebiyat tarihçisi ve yazarı. Kenan Akyüz 1911 o zaman Osmanlı Devleti'ne bağlı olan (modern Yunanistan'da bulunan) Yanya'da doğmuştur. Kabataş Erkek Lisesi'nden mezun olmuştur. Yüksek öğretimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde 1934'de tamamlayıp üniversite diploması almıştır. Sonra 1934-1944 yıllarında Kenan Akyüz, Kars, Sivas, Yozgat liselerinde edebiyat öğretmenliği yapmıştır. 1944'de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde yeni kurulan Türk Edebiyatı bölümünde doçentlik görevini almıştır. 1954′te profesörlüğe yükselmiştir. 1982 yılında emek­li olmuştur. 1996'da İstanbul'da ölmüştür. Türk edebiyat tarihiyle ilgili araştırma ve incelemeleri bulunan Akyüz, özellikle 19. yy'dan sonraki dönemi konu alan çalışmalarıyla tanınır. Tanzimat yazarlarının kimi yapıtlarının yeni basımlarını hazırlamış, 1964'te yayınlanan "Fundamenta"'nın Modern Türk Edebiyatı bölümünü yazmıştır. Hasanlar Barajı ve Hidroelektrik Santrali Hasanlar Barajı, Düzce'de, Küçük Melen Çayı üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacı ile 1965 - 1972 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.651.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 70,80 m, normal su kotunda göl hacmi 55 hm³, normal su kotunda göl alanı 2,85 km²'dir. 26.450 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Gökçekaya Barajı ve Hidroelektrik Santrali Gökçekaya Barajı, Eskişehir'de, Sakarya Nehri üzerinde, Sarıyar Barajı mansabında (çıkışı) hidroelektrik enerji üretimi amaçlı, 1967 - 1972 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Beton kemer tipi olan barajın gövde hacmi 650.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 115,00 m, normal su kotunda göl hacmi 910,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 20,00 km²'dir. 278 MW güç kapasitesindeki HES (hidroelektrik santralı )yılda 562 GWh elektrik enerjisi üretmektedir. Abaza Hasan Paşa Abaza Hasan Paşa (? - 1659) 17. yüzyılda yaşamış bir Osmanlı askeri ve isyancı lideri. Kapıkulu süvarilerinin silahtar bölüğüne kayıtlıdır. Abaza Hasan Paşa, sancakbeyi vekiliyken 1648 yılında Türkmen ağalarından Haydaroğlu Mehmet'i yakalayıp isyanını bastırınca sadrazam Sofu Mehmed Paşa tarafından 3 yıl süreliğine Yeni-İl Türkmen voyvodalığına getirildi. Sadrazamın bir yıl sonra görevinden alınmasından sonra ocak ağalarının itirazları üzerine Abaza Hasan Paşa' da bu görevinden alındı. 1651 yılında sadrazam Melek Ahmed Paşa' nın huzuruna çıkarak kendisine haksızlık yapıldığını ve devletten 60 bin kuruş alacağı olduğunu belirtti. Sadrazam tarafından kendisine vilayetine gitmesi buyrulan Abaza Hasan Paşa, öldürülmekten çekinerek Üsküdar'a geçti. Orada yönetimden rahatsız sipahilerin başına geçerek kendisine haksızlık ettiğini düşündüğü kişilerin öldürülmesini istedi. Ancak bu isteği sadrazam tarafından reddedildi. Anadolu' ya doğru hareket eden Abaza Hasan Paşa İzmit' ten itibaren emrindekilerle soygunculuğa başladı. Abaza Hasan Paşa' nın üzerine Sivas valisi İbşir Mustafa Paşa gönderildi ancak ocak ağaları İbşir Paşa' nın Abaza Hasan'ın hemşehrisi olduğundan görevlendirilmesini uygun görmeyerek ondan vazgeçilip Karaman beylerbeyi Katırcıoğlu Mehmet Paşa görevlendirildi. Başkasının kendi yerine görevlendirildiğini duyan İbşir Mustafa Paşa da, Abaza Hasan Paşa' nın kuvvetlerine katıldı. Abaza Hasan Paşa, Aksaray'da üzerine yürüyen Katırcıoğlu Mehmet Paşa'nın ordusunu bozguna uğrattı. Bundan sonra Orta Anadolu' daki bazı valiler ve sancakbeylerinin de kendisine katılmasıyla Ankara' ya geldi. Sadrazam Siyavuş Paşa tarafından kendisine iyi bir göreve tayin edileceği bildirilmesi, ocak ağalarınında temizlenmesi üzerine Abaza Hasan Paşa' ya Türkmen ağalığı verilerek ilk isyanı
bastırıldı. Abaza Hasan Paşa, İbşir Mustafa Paşa' nın sadrazam olmasıyla İstanbul' a geldi. Onun öldürülmesinden sonra emrindekilerle Anadolu' ya döndü. Burada İbşir Paşa' nın adamlarını etrafına toplaması ve Seydi Ahmet Paşa ile birlikte hareket ettiği için isyan çıkarılmasından endişe edilerek kendisine 1655 yılında Yeni-İl voyvadalığı verildi. Bir sene sonra vezirlikle Diyarbakır'a tayin olunup, 1657 yılında Halep valiliği görevi verildi. Köprülü Mehmed Paşa' nın sadrazam olmasından sonra kendisinden şüpheleri olan sipahilerin yanına gelmesinden cesaret alan Abaza Hasan Paşa, Köprülü Mehmed Paşa' ya karşı bazı vezir, beylerbeyi ve sancakbeylerinin de katılımıyla Konya Ovası' nda ordu topladı. Sadrazam tarafından Erdel seferi nedeniyle orduya katılması çağrısına uymayıp, onun sefere çıkmasından sonra yağmacılığa ve tahribata başlayarak Bursa' ya girdiler. Abaza Hasan Paşa liderliğindeki isyancılar IV. Mehmet' ten sadrazamın öldürülmesini istemelerine rağmen padişah bu isteklerini kabul etmedi. Abaza Hasan Paşa, Köprülü Mehmed Paşa tarafından isyanı bastırtırmakla görevlendirilen Bağdat muhafızı vezir Murtaza Paşa'yı pusuya düşürerek yenilgiye uğrattı. Bu galibiyetten sonra Abaza Hasan Paşa kışı geçirmek üzere Antep' e çekildi. Emrindeki kuvvetlerden bir kısmının Halep' te bulunan Murtaza Paşa' ya teslim olmasından sonra ümitsizliğe kapılan Abaza Hasan Paşa, Murtaza Paşa' nın hayatına dokunulmayacağına dair yeminle teminatı üzerine emrindekilerle ona sığındı. Abaza Hasan Paşa, 16 Şubat 1659 akşamı verilen yemekte emrindeki ileri gelen isyancılarla birlikte öldürülmüştür. 19 Mart tezkeresi 19 Mart tezkeresi, başbakan Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla 19 Mart 2003 Çarşamba günü saat 23.00 sıralarında TBMM'ye sevkedilen Hükûmet tezkeresi, 20 Mart Perşembe günü Genel Kurul'da görüşüldü ve kabul edildi. 763 sayılı TBMM Kararı, 21 Mart'ta Resmi Gazete'de yayımlandı.Kabul edildikten yaklaşık 5 saat sonra ABD tarafından Bağdat bombalanmıştır. Tezkerede, TBMM'den, "gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı Anayasanın 117'inci maddesine göre milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından Yüce Meclise karşı sorumlu bulunan hükümet tarafından belirlenecek şekilde Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kuzey Irak'a gönderilmesine; etkili bir caydırıcılığın sürdürülmesi amacıyla Kuzey Irak'ta bulunacak bu kuvvetlerin gerektiğinde belirlenecek esaslar dairesinde kullanılmasına ve muhtemel bir askeri harekat çerçevesinde yabancı silahlı kuvvetlere mensup hava unsurlarının Türk hava sahasını Türk makamları tarafından belirlenecek esaslara ve kurallara göre kullanmaları için gerekli düzenlemelerin Hükûmet tarafından yapılmasına", Anayasanın 92'inci maddesi uyarınca 6 ay süreyle izin verilmesi istendi. Atikhisar Barajı Atikhisar Barajı, Çanakkale'de, Sarıçay üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacı ile 1971-1975 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.990.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 43,00 metre, normal su kotunda göl hacmi 40 hm³, normal su kotunda göl alanı 3,30 km²'dir. 5200 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Sücüllü Barajı Eski adı Yalvaç Barajı olan Sücüllü Barajı, Isparta'da, Sücüllü Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1968 - 1973 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 950.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 46,00 m, normal su kotunda göl hacmi 8,90 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,82 km²'dir. 2050 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Notre Dame (anlam ayrımı) Notre Dame söz öbeği Fransızca olup, Türkçede "bizim hanımımız", "hanımımız" veya "hanımefendimiz" gibi anlamlara gelir. Anlatılmak istenen kişi Meryem Ana'dır. "Notre Dame" söz öbeğinin kullanıldığı yerler çok çeşitlidir. Bunlar dışında Notre Dame'a ithafen isimlendirilmiş birçok okul, tarikat, kitap, film, heykel, tablo ve başka sanat eserleri mevcuttur. Karamanlı Barajı Karamanlı Barajı, Burdur'da, Değirmen Deresi üzerinde, sulama amacı ile 1969 - 1973 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.125.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 54,00 m, normal su kotunda göl hacmi 24,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,70 km²'dir. 3.000 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. 1 Mart tezkeresi 1 Mart tezkeresi, Irak krizi konusunda hükümet tarafından 25 Şubat 2003'te TBMM'ye sunulup genel kurulda reddedilen ve tam adı "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması için Hükümet'e yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi" olan tezkere. TBMM'den, "gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı Anayasanın 117'inci maddesine göre millî güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından Yüce Meclise karşı sorumlu bulunan hükümet tarafından belirlenecek şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kuzey Irak'a gönderilmesine; etkili bir caydırıcılığın sürdürülmesi amacıyla Kuzey Irak'ta bulunacak bu kuvvetlerin gerektiğinde belirlenecek esaslar dairesinde kullanılmasına ve muhtemel bir askeri harekat çerçevesinde yabancı silahlı kuvvetlere mensup hava unsurlarının Türk hava sahasını Türk makamları tarafından belirlenecek esaslara ve kurallara göre kullanmaları için gerekli düzenlemelerin Hükümet tarafından yapılmasına", Anayasanın 92'inci maddesi uyarınca 6 ay süreyle izin verilmesi istendi. Tezkerede, en fazla 62 bin yabancı askeri personelin 6 ay süreyle Türkiye'de bulunması öngörülüyordu. Yabancı kuvvetlerin hava unsurları 255 uçak ve 65 helikopteri aşamayacak. CHP'den Önder Sav, yaptığı konuşmada tezkereye karşı çıktı ve Amerikan gemileri için düşman gemileri ifadesini kullandı. Abdullah Gül'ün danışmanlığını yapan Ahmet Sever kaleme aldığı bir eserde AKP içindeki durumu şöyle anlatıyordu: "Özellikle, Beşir Atalay, Mehmet Aydın, Ertuğrul Yalçınbayır, Bülent Arınç, Zeki Ergezen, Azmi Ateş ve Kemalettin Göktaş gibi önemli isimler tezkereye karşıydı ve parti içinde açıkça bunun kulisini yapıyordu. Recep Tayyip Erdoğan ise, tezkerenin mutlaka meclisten geçmesi gerektiğini vurguluyordu.", "Cüneyt Zapsu, Ömer Çelik ve Egemen Bağış tezkerenin kabulü için çırpınıyorlardı. Özellikle Zapsu ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ile telefonda sürekli temas halindeydi." Yapılan oylamaya 533 milletvekili katıldı, 250 ret, 264 kabul, 19 çekimser oyu kullanıldı. Ancak, Anayasa'nın 96. maddesinde öngörülen 267 salt çoğunluğa ulaşılamadı. Bu durumda, tezkere kabul edilmemiş sayıldı. Tezkerenin reddedilmesi Amerikalılarda hayal kırıklığı yaratmıştır. Türk hava sahasını, liman ve topraklarını kullanamayan ABD, Irak işgali sırasında büyük bir başarısızlığa uğramış ve ağır bir ekonomik ve sosyal fatura ödemek zorunda kalmıştır. Bununla birlikte, ABD'nin maruz kaldığı askeri güçlükleri tamamen 1 Mart tezkeresine bağlamak hatalı olur. Çünkü ABD silahlı kuvvetleri, Irak'ın işgali için gerekli transit noktaları farklı ülkelerdeki askeri üslerden hava yolu ile ve ülkenin güneyinden yapılan amfibik harekatlarla gerçekleştirmiştir. Av-bombardıman ve yakın-destek hava operasyonları tamamen uçak gemileri ve Suudi Arabistan'daki hava üslerinden; uzun menzilli stratejik bombardıman operasyonları ise İngiltere Lakenheath ve Hint Okyanusu'ndaki Diego Garcia üssünden gerçekleştirilmiştir. İncirlik, (aynı 1. Körfez Savaşı'nda olduğu gibi) ABD Hava Kuvvetleri'ne ait savaş uçaklarının kalkış noktası olması itibarı ile değil, lojistik ve transit noktası olma itibarı ile önemlidir. Başkan Bush ve ekibi Amerikan toplumu tarafından dahi büyük ölçüde tepki almış, umduğunun aksine Irak'ta hiç beklemediği ölçüde sivil direnişle karşı karşıya kalmıştır. Tezkerenin reddinin ardından yaşanan Çuval Olayının, meclis kararına misilleme olarak gerçekleştirildiği iddia edilmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, konuyla ilgili 2016 yılında yaptığı bir açıklamada "Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz. Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar bunu açıkça söylemediler. Birileri de gizli kulisler attılar. O insanların kimler olduğunu araştırır bulursunuz. 1 Mart tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye, Irak’ta olsaydı, Irak’ın durum böyle olmazdı. 1 Mart tezkeresi ilk anda geçseydi, Türkiye masada olacaktı" değerlendirmesinde bulundu. Kardak Kardak (Yunanca: Ίμια, "Imia"), Ege Denizi'nde Kalolimni kayalığının 5 km doğusunda, Muğla ilinin 7 km batısında bulunur. Kayalıkların toplam alanı 40 dönüm kadardır. Halk dilinde İkizce veya Limnia (Yunanca) diye de adlandırılır. II. Dünya Savaşı öncesi koşullar çerçevesinde müzakere edilen 4 Ocak 1932 Tarihli Türk - İtalyan Sözleşmesi ile bölgenin güneyinde egemenlik düzenlemeleri yapılmış ve bu amaçla çekilen hattın kuzeyde üzerinde hiçbir tartışma olmayan hatla birleştiği ifade edilmiştir. Kardak Kayalıkları da içeren bu bölgeyle ilgili düzenlemeler ise 28 Aralık 1932'de hazırlanan bir metinde ele alınmıştır ve burada Kardak Kayalıkları açıkça İtalyan (sonra Yunan) tarafında görülmektedir. (Aşağıdaki haritada "G" bayraklı ada). Ancak, bu metnin resmi olarak yürürlüğe girip girmediği tartışmalıdır ve Türkiye, Kardak Kayalıkları'nın aslında hiçbir zaman devredilmediği tezini de bu metnin bağlayıcı bir belge olmadığı iddiasına dayandırmaktadır. Nihayetinde, 1923 Lozan Antlaşması'nın İtalya'ya devredilen adacıkları tanımlamak için kullandığı "bağlı adacıklar" ifadesinin içeriği 1932'de doldurulmaya çalışılmış, II. Dünya Savaşı'nı takiben imzalanan Paris Antlaşması'yla da ismen sayılan adalar ve "bitişik adacıkları" Yunanistan'a devredilmiştir. Bu durumda, Türkiye ile Yunanistan arasında tartışma konusu olan da Lozan Antlaşması'nın "bağlı", Paris Antlaşması'nın da "bitişik" olarak nitelediği adacık (ve kayalıkların) hangi coğrafi formasyonları (ve özellikle de Kardak Kayalıkları'nı) içerip içermediğidir. Ocak 1996'da Yunanistan ile Türkiye arasında, bir Türk gemisinin karaya oturması sonucu meydana gelen ol
aylar yüzünden iki ülke savaşın eşiğine geldi. Bu olay Kardak Krizi diye adlandırılmaktadır. 1996 yılında savaşın eşiğine gelmesiyle birlikte Ankara kırmızı alarma geçmişti.Tansu Çiller kayalıklara SAT ve SAS Komandolarının gitmesini istemişti SAT Komandoları denizden taarruza geçip kayalıklara Türk Bayrağını dikmiştir. Kardak Krizi (Yunanca: "Κρίση των Ιμίων" ) Ocak 1996'da Yunanistan ile Türkiye arasında Türk bandıralı bir geminin Kardak Kayalıkları'nda karaya oturması sonucu Türk ve Yunan kurtarma ekipleri arasında anlaşmazlık çıkınca patlayan krizdir ve iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir. "Figen Akat" isimli Türk gemisi 25 Aralık 1995 tarihinde Ege Denizi'ndeki Kardak Kayalıkları'nda karaya oturdu. Bu olaydan sonra Yunanistan, deniz kazasının kendi karasularında olduğunu ileri sürdü. Türkiye ise, söz konusu adaların kendisine ait olduğunu belirtti. Yunanistan Ordusu, bir süre sonra doğudaki adacığa asker çıkarıp, bayrak dikti. Bunun üzerine iki ülkenin deniz kuvvetleri, adanın çevresinde konuşlandı. Dönemin başbakanı Tansu Çiller, "O bayrak iner, o asker gider" diyerek Türk Silahlı Kuvvetleri'nin savaşa hazır olduğunu belirtti ve 30 Ocak 1996 gecesi adaya asker çıkarılmasını istedi. Türk SAT ve SAS komandoları Doğu Kardak’ı kuşatmış olan Yunan donanmasının arasından geçerek hemen yandaki ikinci adaya (Batı Kardak) gece operasyonu ile çıkıp Türk bayrağını diktiler. Daha sonra Bill Clinton'un telefonu ve Amerikan delegesi Richard Holbrooke ile NATO Genel Sekreteri Javier Solana girişimleriyle tansiyon düşürülmüş ve kriz öncesi duruma dönülmüştür. Çıkan krizde, Yunan helikopterinin düşmesi sonucu 3 Yunan subayı yaşamanı yitirdi. Gleti Gleti Afrika'daki Dahomey krallığında tapılan bir ay tanrıçasıydı. Bölgesel anlamda bugünkü Benin'de yer almaktaydı. Dahomey mitolojisinde, tüm yıldızların annesidir. Kocasının gölgesi yüzüne düştüğünde ise, tutulma olduğuna inanılırdı. TCG Atılay (1939) Atılay denizaltısı, 14 Temmuz 1942 tarihinde batan Türk hücum denizaltısı. 80 metre boyunda ve 52 mürettebat kapasiteli idi. Taşkızak Tersanesi'nde inşa edilerek 1939 yılında hizmete girdi. Gövdesindeki 1,5 metre çapındaki delik nedeniyle, denizaltının, I. Dünya Savaşı'ndan kalan bir mayına çarparak battığı görüşü hakimdir. 14 Temmuz 1942 günü, Donanma Komutanlığı'ndan istenen gemi, yeni cihazların kontrolü maksadıyla saat 14:30'da Çanakkale Mortu Koyu'nda, Binbaşı Sadi Gürcan komutasında dalmış ve bir daha su yüzüne çıkamamıştır. Geminin dönmeyişi üzerine deniz komutanı ile ihbar istasyonu komutanı tarafından 3 ve 5 no'lu motorlarla arama yapılmıştır. Dalıştayken batan ve can kaybına neden olan ilk Türk denizaltısıdır. Denizcilik tarihine Atılay faciası olarak geçen bu olayda 38 denizci hayatını kaybetmiştir. Ölenler arasında, meşhur ses sanatçısı Hamiyet Yüceses'in ilk eşi, astsubay Fethi Yüceses de bulunmaktadır. Kumanya almak üzere Nara Burnu'ndan sahile çıkan Amasra'lı Ahmet Bağdat adlı bir er, bu faciadan hayatta kalan tek kişi olmuştur. Atılay'la birlikte, benzer üç denizaltının isim babalığını Atatürk yapmıştı. Atatürk, zamanın başbakanı Celâl Bayar'a 17 Ocak 1938 tarihli açıklama notunda şöyle diyordu: ""Yeni dört denizaltı gemimiz için bildirdiğimiz isimler şunlardır: Saldıray, Batıray, Atılay, Yıldıray. Bunların manalarını izaha bile hacet olmadığı kanaatındayım. Manaları; Türkçe olan bu kelimelerin kendisindedir."" Bir emniyet botu, Atılay'ı yüzeyden takip ediyordu. Bu takip, bir süre sonra, kötü hava şartları nedeniyle yarım kaldı. Saatler geçti Atılay'dan hiçbir ses çıkmadı. Aynı gece, saat 20:30'a doğru, denizaltının "battı şamandırası" bulundu. Şamandıradaki telefon işliyor, ancak gemi personelinden ses çıkmıyordu. İhbar istasyonu komutanı Fatih Karayel, telefonla irtibat kuramamıştı. Atılay'ın batma sebebi, olayın gerçekleştiği günlerde tahminlerden ibaretti. Mayına çarptığı iddialarının yaygın olmasına rağmen günümüzde de tam bir açıklama getirilememiş olup, olay tartışmalıdır. Bu soruya cevap olarak, Atılay denizaltısının batışını müteakip; Denizaltı Filosu Komutanlığı’nın, Donanma Komutanlığı’na verdiği raporda şöyle denmektedir: Denizaltı batmadan önce karaya çıkmış olmakla faciadan kurtulmuş olan Ahmet Bağdat "(2000 yılında vefat etmiştir)" 9 Haziran 1995 tarihli Milliyet gazetesinde yaptığı açıklamayla patlama olmadığı kanaatini savunmuştur. Görüşünü; ""Denizaltı mayına çarpmış olsaydı, denizin üzerinde yağ ve mazot olurdu."" diyerek açıklamıştır. Ancak, kendi ifadesiyle de ortamın son derece akıntılı olduğu doğrulandığına göre ""Akıntı, yağ ve mazotu hızla dağıtıp yok edebilir miydi?"" sorusu akla gelmektedir. Yıllarca nerede olduğu ve neden battığı anlaşılamayan bu denizaltının gizemini, 52 yıl sonra, Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı’nın desteğiyle, bu vakfın yönetim kurulu üyesi, ünlü araştırmacı Selçuk Kolay ve ekibi; 2,5 aylık bir çalışma sonunda çözmüş, konumunu ve derinliğini tam olarak tespit etmiştir. Sahilden 5-6 kilometre açıkta ve 68 metre derinlikte bulunan denizaltı üzerinde yapılan araştırmada 1.5 m.'lik bir delik görülmüş, böylece Atılay'ın, I. Dünya Savaşı'ndan kalma bir mayına çarparak battığı kanaati hakim olmuştur. Mimar Kaya Şener'in tasarladığı bir proje, İstanbul ve Marmara, Ege, Akdeniz, Karadeniz (İMEAK) Bölgeleri Deniz Ticaret Odası İzmir Şubesi'nin 29. Olağan Meclis Toplantısında üyelere "Donanmamızın Batık Denizaltı Gemilerinin Çıkarılması" konulu yapılan sunumda açıklandı. Bu projeye göre, 68 metre derinlikte bulunan Atılay Denizaltısı'nın kıyıya çekilerek, 30 metre derinlikte bir su altı müzesi haline getirilmesi hedefleniyor. Kabul görmesi halinde; bu projeye göre, deniz altına inecek derin su dalgıçları Atılay Denizaltısını kemerlerle bağlayarak 20 metre genişliğinde, 25 metre yüksekliğinde bir platforma yerleştirecekler. Bu şekilde denizaltı, suyun 30 metre derinliğine kadar çekilerek İzmir sahiline taşınacak. Böylelikle, kıyıda, 30 metre derinlikte bir su altı müzesi oluşturularak turizm cazibe merkezi yaratılabilecek. Aynı zamanda, havasız ortamda bulunmaları nedeniyle bozulmamış olduğu varsayılan şehitlerin cenazelerinin de defnedilmeleri söz konusu olabilecek. Dünyada bugüne kadar batmış bir denizaltı müze haline getirilmemiş. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na gönderilen bu proje için, platformu taşıyacak vinç ve derin su dalgıçları konusunda destek alınacağı umulmakta. Platformun, 2 milyon YTL'ye mal olacağı hesaplanmış olup kaynak aranmakta. Toplantıya katılan emekli Güney Deniz Saha Komutanı Koramiral Lütfü Sancar, Dumlupınar ve Atılay denizaltılarının sığ suya çekilip turist ve kendi vatandaşlarımızın dalış ilgi noktası haline gelmesinden memnuniyet duyacağını belirtmiştir. Karaçomak Barajı Karaçomak Barajı, Kastamonu'da, Karaçomak Deresi üzerinde, sulama, taşkın kontrolü, içme suyu temini amacı ile 1968 - 1973 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.100.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 49,00 m, normal su kotunda göl hacmi 23,10 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,43 km²'dir. 2.596 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, yılda 3 hm³ içme suyu sağlamaktadır. Kalecik Barajı Türkiye'de, Kalecik Çayı üzerinde inşa edilmiş ve Kalecik Barajı ismini taşıyan iki ayrı baraj bulunmaktadır: Tahtaköprü Barajı Tahtaköprü Barajı, Gaziantep'in İslahiye ilçesinde, Karasu Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1967-1975 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 2.142.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 50,00 m, normal su kotunda göl hacmi 200,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 23,40 km²'dir. 11.575 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Medik Barajı Medik Barajı, Malatya'daki Tohma Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1966-1975 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak ve kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 811.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 43,00 m, normal su kotunda göl hacmi 22,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,62 km²'dir. 15.842 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Çoğun Barajı Çoğun Barajı, Kırşehir (il)'inde, Kızılözü Deresi üzerinde, sulama amacı ile 1963 - 1975 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 559.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 46,00 m, normal su kotunda göl hacmi 21,77 hm³, normal su kotunda göl alanı 2,38 km²'dir. 3.762 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Colin Maclaurin Colin Maclaurin, Şubat 1698'de Kilmodan şehrinde doğdu, 14 Haziran 1746 Edinburgh'da öldü, İskoçyalı matematikçidi. Üstün zekaya sahib olan Colin, 11 yaşında Glasgow Üniversitesine girdi. 19 yaşında iken isa Marischal College'de matematik profesörü oldu. 1719'da Lana'daki Rage Society'nin üyeliğine seçildi. Bu sırada Newton ile tanıştı. Newton'un tavsiyesiyle 1725'te Edinburgh Üniversitesi'nde matematik profesörlüğüne getirildi. Fransız Bilimler Akademisi'nin 1740'ta gelgit hadisesi konusunda açtığı deneme yarışmasını Leonard Euler ve Daniel Bernoulli ile birlikte kazandı. Jakosbusçuların 1745'te Edinburgh'u kuşatmaları ve şehri ele geçirmeleri üzerine İngiltere'ye kaçtı. Ertesi sene tekrar Edinburgh'a döndü ve birkaç ay sonra hastalanarak öldü. Maclaurin, 1720'de yazmış olduğu Geometria Organica (Organik Geometri) ve Genel Eğitimlerin Tanımlanması adlı eserinde; Newton'un Tabiat felsefesinin Matematik İlkeleri kitabındaki teoremlere benzer teoremler ortaya koydu. Kendi ismiyle anılan, üreten konikler yönetimini geliştirdi. Üçüncü ve dördüncü dereceden bazı eğri türlerinin iki hareketli açının kesişimiyle çizilebileceğini gösterdi. Diğer taraftan bazı eleştirileri cevaplandırmak için yazdığı Fluksiyonların İncelenmesi (Treatise on Fluxions) adlı eserinde, dönmekte olan homojen bir sıvı kütlesinin alabileceği kararlı biçimlerin dönen elipsoitler olduğunu ispatladı. Bu elipsoitler günümüzde Maclaurin elipsoitleri olarak isimlendirilir. Yine bu eserinde maksimumlar ve minimumların ayırt edilmesi ile ilg
ili teoriyi ilk olarak ortaya koydu. Cephe (mimarlık) Mimarlıkta cephe, temelde bir yapının dışa bakan ön yüzünü ifade eden terimdir. Yapının yan yüzleri ya da arka yüzü için de kullanılabilir. Fransızca olan ve "cephe, yüz" anlamına gelen "façade" sözcüğünden Türkçeye fasad olarak geçmiş bir terim de aynı anlamda kullanılabilmektedir ancak bu kelimeye TDK'nın Güncel Türkçe Sözlük'ünde rastlanmaz. Mimarlıkta ön cephe, bir binanın tasarımı açısından sıklıkla en önemli bölümdür çünkü binanın geri kalanının tarzını da belirler. Bu önem doğrultusunda, tarihsel anlam kazanmış pek çok ön cephe, yerel ya da genel şehir ve bölge planlama kanunları ile koruma altına alınmıştır ve değiştirilmeleri ya çok kısıtlanmış ya da yasaklanmıştır. Film (daha kısıtlı olarak da sahne sanatları) setlerinde, kurgusal binalar sıklıkla yalnızca cephelerden oluşur. Yalnızca cephe inşası hem daha ucuzdur, hem de bina inşası ile ilgili kanuni düzenlemeler gerektirmez. Arkalarından desteklenerek dik tutulan bu cepheler, gerekli sahnelerde oyuncuların giriş-çıkış yapabilmesi için kapılar ve o kapıların açıldığı, iç düzenlemesi yapılmış odalar da içerebilir. Kardak Krizi Kardak Krizi (Yunanca: "Κρίση των Ιμίων") Ocak 1996'da Yunanistan ile Türkiye arasında Figen Akat isimli Türk bandıralı bir geminin Kardak Kayalıkları'nda karaya oturması sonucu Türk ve Yunan kurtarma ekipleri arasında çıkan anlaşmazlık sonucu patlayan krizdir ve iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir. Olayı 20 Ocak 1996 tarihinde ilk kez Yunan Gramma gazetesi kamuoyuna duyurmuştur. "Figen Akat" isimli Türk gemisi 25 Aralık 1995 tarihinde Ege Denizi'ndeki Bodrum'un 3,8 mil uzaklığındaki Kardak Kayalıkları'nda karaya oturdu. Bu olaydan sonra Yunanistan, deniz kazasının kendi karasularında olduğunu ileri sürdü. Türkiye ise söz konusu adaların kendisine ait olduğunu belirtti. Yunanistan Ordusu, bir süre sonra doğudaki adacığa asker çıkarıp bayrak dikti. Bunun üzerine iki ülkenin deniz kuvvetleri adanın çevresinde konuşlandı. Dönemin başbakanı Tansu Çiller, ""O bayrak inecek, o asker gidecek"" diyerek Türk Silahlı Kuvvetleri'nin savaşa hazır olduğunu belirtti ve 30 Ocak 1996 gecesi adaya asker çıkarılmasını istedi. Türk SAT ve SAS komandoları Doğu Kardak’ı kuşatmış olan Yunan donanmasının arasından geçerek hemen yandaki ikinci adaya (Batı Kardak) gece operasyonu ile çıkıp Türk bayrağını diktiler. Daha sonra Bill Clinton'un telefonu ve Amerikan delegesi Richard Holbrooke ile NATO Genel Sekreteri Javier Solana girişimleriyle tansiyon düşürülmüş ve kriz öncesi duruma dönülmüştür. 2013 yılının Ocak ayında Yunanistan'ın Altın Şafak partisi milletvekili İlias Panayotaros, parlamentodaki konuşmasında Yunan hükümetinin Kardak’a Yunan bayrağını dikmesini yoksa bunu kendilerinin yapacağını söyledi. Partinin lideri Nikos Mihaloliakos ise Türk komandoların kayalara çıkıp Türk bayrağı çektiği 30 Ocak gecesinin kendileri için “utanç gecesi olduğunu” söyledi. 2013 yılının Şubat ayında Radikal Sol Koalisyon Partisi SYRIZA’nın İnsan Hakları Komitesi üyesi avukat Nasos Theodoridis, "İmia kayalıklarının adı bence Kardak’tır. İtalya 12 Adaları, Yunanistan’a bıraktığında, bu adalara yakın kayalıkları dahil etti. Kardak Kilimli adasına kıyasla Türkiye’ye daha yakın" şeklinde açıklamada bulununca İnsan Hakları Komite üyeliğinden alındı ve SYRIZA, Teodoridis'in partinin değil kendi görüşlerini dile getirdiğini belirtti. Yunan medyası "Theodoridis vatan hainidir" yorumları yaptı. Leilah Sutherland Leilah Sutherland (d. 22 Mart, 1985) Britanyalı sinema oyuncusu, aktris. Alicia Spinnet ve Harry Potter ve Felsefe Taşı filmlerinde rol almıştır. Krupp Krupp, Essen bölgesinde yerleşik 400 yıllık geçmişe sahip Alman aile. Aile, sanayici geçmişi, çelik, silah ve mühimmat üretimiyle ünlüdür. Aile şirketi olan "Friedrich Krupp AG Hoesch-Krupp" 20.yüzyılın önde gelen şirketlerinden olmuştur. 1999 yılında Thyssen AG ile birleşerek "ThyssenKrupp AG" adını almıştır. Krupp firması, 1811'de Friedrich Krupp (1787-1826) tarafından kuruldu. O zaman Krupp, küçük bir çelik döküm fabrikasıydı. Friedrich'in oğlu Alfred Krupp, (1812-1887) bunu genişletti ve dünyanın en büyük çelik döküm fabrikası haline getirdi. Ayrıca, silah imalatına başladı. Kömür ve demir madeninden başlayarak çelik üretimine kadar bütün işlemler tek elde yapılmaya başlandı. Demir cevherine Bessemer metodunun geniş ölçüde uygulanmasının öncülüğü de Alfred Krupp devrinde gerçekleşti. Alfred'in oğlu Friedrich Alfred Krupp (1854-1902) zamanında ise harp gemileri inşası ve zırhlı levha imalatına başlandı. Krupplar'ın devlet kuruluşları içinde politik ağırlığı arttı. Friedrich Alfred öldüğünde oğlu olmadığı için, damadı Gustav von Bohlen und Halbach (1870-1950), Krupp ismi altında işin idaresini eline aldı. I. Dünya Savaşı'nda Krupp firmasında 100.000 işçi çalışıyordu. Versay Antlaşması, Almanya'yı silahsızlanmaya zorlayınca fabrika silah imali bakımından bir müddet durdu. Krupp, Hitler devrinde yeniden silah imalatına başladı. II. Dünya Savaşında dev Krupp fabrikalarında yabancı işçi çalıştırıldı.Gustav Krupp 1945'te savaş suçlusu olarak mahkemeye verildi. Fakat çok hasta olduğundan duruşmaya çıkamadı. Oğlu Alfred Krupp (1907-1967), 1948'de hapse mahkûm edildi. 1951'de serbest bırakıldı ve fabrikalarının bir kısmını sattı.Firma'nın bugüne kadar çıkmış birçok savaşta payı olduğu iddia edilmiş, ancak Krupp firması arşivlerini açmayı reddettiğinden bugüne kadar bu iddialar kanıtlanamamıştır. Krupplar II. Dünya Savaşı'ndan sonra kan kaybetmelerine rağmen Alman sanayiinin önemli bir firması olarak kaldılar. Firma bu önemini günümüzde de korumaktadır. Alfonso Thiele Alfonso Thiele (d. 5 Nisan 1922 - ö. 1986) ABD'li Formula 1 pilotu. 4 Eylül 1960'ta katıldığı ilk ve tek grand prixde herhangi bir başarı elde edememiştir. İtalya ve ABD olmak üzere çifte vatandaşlığı vardı. Hayatının büyük bir bölümünü İtalya'da geçirdi. Doğum tarihi 1920 olarak da verilmiştir. Aero Tropical Aero Tropical, Angola kaynaklı bir havayolu şirketidir. Korkuteli Barajı Korkuteli Barajı Antalya'nın Korkuteli ilçesinde, Korkuteli Çayı üzerinde, sulama, taşkın kontrolü ve içme suyu amacı ile 1968-1976 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 2.020.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 70,00 m, normal su kotunda göl hacmi 47,50 hm³, normal su kotunda göl alanı 2,20 km²'dir. 5.986 hektarlık bir sulama alanına hizmet vermektedir. Celeron Celeron, Intel firması tarafından üretilen bir bilgisayar işlemcisidir. Intel, Pentium II'leri piyasaya sürdüğünde pazarın bu kadar pahalı bir işlemciyi kolaylıkla alamadığını gördü. İnsanlar Pentium II yerine Cyrix M2 veya AMDK6 kullanmaya başlamıştı. Intel'in pazar payı tehlikedeydi. Bu yüzden de ucuz fiyatlı bir işlemci geliştirmek zorunda kaldılar. Geliştirilen işlemci; çekirdeğini Pentium II'den alan fakat L2 önbelleği olmayan Celeron'du. Bu ilk nesil Celeronlar performans açısından pek tercih edilmediler ve satın alınmadılar. Intel hemen yaptığı hatayı fark etti ve yerine 128 KB onchip L2 cache süren Celeronlar'ı piyasaya sürdü. Mendocino adlı bu işlemci çok başarılı oldu (ilk çıkan Pentium 3'lerde bile onchip L2 cache yoktu). Bu işlemciler 0,25 mikron teknolojisi ile hem slot hem de socket olarak 300-533 MHz hızlarında üretildiler. Fsb 66 MHz idi. İlk çıkan model Celeron300a standart fanıyla hiçbir gerilim vermeden 450 MHz'de çalışmasıyla çok büyük takdir toplamıştı. O zamanlar dergi editörleri dahil herkes Celeron300a kullanmaya baslamıştı. Pentium 2'lerin üzerinde bir performans göstermişti. Mendocino çekirdegi 533 MHz'e ulaştığında işlemci daha yüksek frekanslarda sorun yaşamaya başladı. İşte o zaman çıkan Coppermine Çekirdekli Pentium III'lerin cachelerinin yarısı kesilerek yeni bir tür Celeron üretildi. Bu celeron yine 66 MHz'lik fsb kullanmasına rağmen 0,18 mikronla üretildi. Ayrıca sse komut seti de eklendi. 533-1000 MHz hızlarında çalıştı. (800 MHz'den sonrakiler 100 fsb kullanıyorlardı) Anakart olarak slot tipleri bx, socket tipleri ise via apollo pro133 ve i815 chipsetli anakartlar kullandılar. 1000 MHz'de artık Coppermine Çekirdeği sınırlarına gelmişti. Yeni bir çözüm 0,13 mikron teknolojisi ile bulundu. Celeron artik fcpga2 adlı yeni paketlemeye geçmiş 256 KB L2 cache tasvir olmuştu. Bu seri Celeronlar 1000-1400 MHz arası üretildiler. Özellikle Celeron 1.0a overclock konusunda oldukça bereketli bir işlemciydi. Anakart olarak yine via apollo pro 133+ ve yeni steppingli i815 chipsetli anakartlar kullandılar. Bu Celeron artık Tualatin Çekirdeği ve socket370'i bırakmış, socket 478'e geçmişti. L2 cache yine 128 KB'a düşmüş, işlemci 400(100) MHz fsb kullanır hale gelmişti. 0,18 mikronla 1,7-1,9 GHz hızlarında üretildi. Performansı pek iyi değildi hatta Tualatin Celeronlar ve duronlar bu işlemcilerden daha performanslı idiler. Anakart olarak i865 ve i875 chipsetli baz anakartlar dışında bütün socket478 anakartlarla çalışabilirdi. Sse2 desteği de vardı. Williamette Celeron'un 0,13 mikronla üretilmiş hali overclock'la 3.0 GHz bile çalışabilmesine rağmen yine pek beğenilmedi. 2,0-2,4 GHz'ler arasında üretildi. 2004 ün ocak ayına geldinde 478 pin yongalı 2.40GHZ hızlı Celeron D piyasaya çıktı ondan hemen sonra P4 ler çıkınca Celeron D 2.40GHZ sönük kaldı. Bu da netburst mimarisiyle üretilmiş sse3 desteği ve 256 KB l2 cache eklenmiş 0,09 nanometre ile üretilmiş bir işlemci idi. Halen güncelliğini yitirmemiştir. Performansı fena olmasa da yaşıtlarına göre pek iyi bir işlemci değildir. 22 Ekim 2006 tarihinden itibaren Celeron işlemci fiyatlarında ciddi indirimlere gidileceği duyuruldu. Kaynakça Efsane işlemci Celeron D Elmer Berger (haham) Elmer Berger (27 Mayıs 1908 - 5 Ekim 1996) reformist ve antisiyonist bir hahamdır. American Council for Judaism'de 1942-1955 yılları arasında başkanlık yapmıştır. Hebrew Union College mezunudur. Darıdere Barajı Eski adıyla Dodurga Barajı yeni adıyla Darıdere Barajı Bilecik'te, Sarısu Çayı üzerinde, sul
ama ve taşkın kontrolü amacı ile 1972-1977 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 678.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 33,00 m, normal su kotunda göl hacmi 21,72 hm, normal su kotunda göl alanı 2,45 km²'dir. 1.970 hektarlık bir sulama alanına hizmet vermektedir. Amatör balıkçıların aynı zamanda rağbet ettiği balıkçılık alanıdır. Çorum Barajı Çorum Barajı Çorum'da, Çomar Deresi üzerinde, sulama ve içme suyu temini amacı ile 1974-1977 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 590.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 49,00 m, normal su kotunda göl hacmi 7,18 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,56 km²'dir. 1.589 hektarlık bir sulama alanına hizmet vermekte, yılda 2 hm³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır. Nikita Kruşçev Nikita Kruşçev (Rusça: "Никита Сергеевич Хрущёв" / "Nikita Sergeyeviç Hruşçov", d. 17 Nisan 1894, Kalinovka, Ukrayna, Rus İmparatorluğu - ö. 11 Eylül 1971, Moskova), Sovyet devlet adamı ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi birinci sekreteri. Doğru okunuşu "Hruşçyov" olan soyadı, Türkçede de genellikle İngilizce "Khrushchev" yazımındaki gibi Kruşçev olarak telaffuz edilir. 17 Nisan 1894'te Ukrayna'nın Kalinovka şehrinde dünyaya geldi. Babası maden işçisiydi. Doğduğu köyde öğrenim gördükten sonra, ailesiyle birlikte Donetsk Kömür Havzasındaki madencilik ve sanayi merkezi Yuzovka'ya geçti. Burada 15 yaşında boru tesisatçısı olarak çalışmaya başladı. 1917 Devriminden önce işçi teşkilatlarında vazife aldı. 1918'de Rusya Komünist (Bolşevik) Partisine üye oldu. Ocak 1919'da Kızıl Orduya girdi. 1922'de Yuzovka'da yeni açılan bir işçi okuluna girerek orta öğrenimle birlikte parti eğitimi gördü. Okuldaki parti komitesinin sekreterliğine getirildi. 1925'te Yuzovka'daki Petrovski-Mariinsk ilçesinin parti sekreteri oldu. Aktif çalışmaları sebebiyle parti ileri gelenlerinin dikkatini çekti. Moskova'da toplanan 14. Parti Kongresine katıldı. 1929'da Moskova'daki Stalin Sanayi Akademisine kabul edilerek metalurji öğrenimi gördü. Parti içindeki çalışmalarına da devam eden Kruşçev 1933'te Moskova Bölge Komitesi İkinci Sekreterliğine yükseldi. 1935'te Moskova parti teşkilatının birinci sekreteri oldu. Komünist Partinin 17. Parti Kongresinde, Merkez Komitesinin tam üyeliğine seçildi. Aynı yıl Yüksek Sovyet Prezidyumu yedek üyeliğine getirildi. 1938'de politbüro aday üyesi oldu. Ertesi yıl politbüronun tam üyesi oldu. 1943'te Stalin'in politik temsilcisi olarak Stalingrad Kuşatması'nda Sovyet Kuvvetleri'ne komuta etti. 1944'te Ukrayna Meclisinin başkanlığına getirildi. 1946'da meydana gelen büyük kıtlık sırasında, gıda maddelerinin dağıtımında Stalin'in isteği doğrultusunda hareket etmediği için bir müddet gözden düştü. 1949'da Moskova bölgesi parti başkanlığına yeniden getirildi. Aynı zamanda Komünist Parti Merkez Komitesi sekreteri oldu. 1949-53 döneminde diğer parti idarecileri gibi sık sık Stalin'in siyasi oyunlarıyla karşılaştı. 1953'te Stalin'in ölümünden sonra Komünist Partinin birinci sekreterliğine getirildi. Devleti idare eden Başbakan Georgi Malenkov ile bir müddet rekabet etti. 1955'te Malenkov'u başbakanlıktan uzaklaştırarak yerine kendi adayı Nikolay Bulganin'i getirdi. Mayıs 1955'te ilk dış gezisini Bulganin'le birlikte Yugoslavya'ya yaptı. Daha sonra, Cenevre, Afganistan ve Hindistan'a yaptığı gezilerde dışa dönük ve esnek bir politika izlediğini gösterdi. Şubat 1956'da Moskova'da toplanan 20. Parti Kongresinde; iktidarın tek kişide toplanmasını tenkit ederek, Stalin'i acımasızlık, hoşgörüsüzlük ve iktidarı kötüye kullanmakla suçladı. Stalin'in yanılmaz lider imajını yıkmaya ve Leninist modele dönmeye yönelik köklü bir Stalincilikten uzaklaşma kampanyası başlattı. Bu süreç ve politika destalinizasyon olarak adlandırıldı ve tarihe geçti. Binlerce siyasi tutukluyu serbest bıraktı. Stalincilikten arınma hareketi Doğu Avrupa'daki sosyalist ülkelerde de önemli gelişmelere yol açtı. Polonya ve Macaristan'da ayaklanmalar meydana geldi. Doğu Avrupa'daki bu gerginlikler Kruşçev'e karşı muhalefetin güçlenmesine sebep oldu. 1957'de Kruşçev'in vazifeden uzaklaştırılması gündeme geldi. Prezidyumda yapılan bir oylama aleyhine neticelendiyse de vazifede kalmayı başardı. 1958'de başbakanlığı da üstlendi. 1959'da 21. Parti Kongresinde kapitalist ülkelerle barışçı bir yarış içinde olmayı teklif etti. ABD'ye yaptığı ziyaret sonrasında Mayıs 1960'ta iki ülke liderinin Paris'te yaptığı zirveye katıldı. 1961'de ABD Başkanı John F. Kennedy'le Viyana'da yapılan zirve toplantısına katıldı. Bu görüşmeden kısa süre sonra Berlin Duvarı inşa edildi. 1962'de Küba'ya orta menzilli füzeler yerleştirmeye girişti. ABD ile uzlaşılması neticesinde füzeleri kaldırmayı kabul etti. Bu uzlaşma sebebiyle Komünist Çin ile SSCB'nin arası açıldı. Çin lideri Mao Zedong (Tse Tung) tarafından sert bir şekilde tenkit edilen Kruşçev ihtiyaç maddelerinin karşılanması yönünde halktan gelen baskıları ve aydınların düşünce hürriyetinin genişletilmesi yönündeki isteklerini dikkate aldı. Ancak idaredeki hakimiyetinin azalacağı endişesiyle rahatsız oldu. Bu sebeple bilim ve fikir adamlarına karşı sert tedbirlere yöneldi. 1958'de Boris Pasternak'ın Nobel Edebiyat Ödülünü almasına izin vermedi. Dış politikada, hem sosyalist hem kapitalist ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesi için çaba gösteren Kruşçev, Konvansiyonel silahları azaltarak, nükleer füzeleri geliştirme çabaları sebebiyle Sovyet askeri yetkililerinin sert muhalefetine hedef oldu. Uyguladığı tarım politikasında başarısız oldu. SBKP Merkez Komitesi Başkanı Mihail Suslov, Kruşçev'un politikalarının giderek kritik bir hale geldiğini, uzlaşmaz tavır sergilediğini ve Stalin dönemindeki parti üyelerinin çoğunu tasfiye etmeye çalıştığını fark ederek Kruşçev'a karşı muhalefeti örgütledi.Dış politikada da ikili arasında ciddi anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Suslov Kruşçev'un ABD ile ilişkilerin geliştirilmesi politikasına karşı Yugoslavya ile yakınlaşmanın doğru olacağını savunuyordu. Anti-Stalinizasyon'un yıkıcı bir nitelik kazandığını ve ekonomide sosyalist ilkelerin aksine hareket ediliğini belirtti. Kruşçev'a karşı Mihail Suslov önderliğinde Moskova hizbi olarak adlandırılan muhalefet hareketi gittikçe güçlendi. 1960 yılında yaşanan U-2 krizi ve 1962'deki Küba Füze Krizi genel sekreterin gücünü büyük ölçüde zayıflattı. SBKP Merkez Komitesi Başkanı Mihail Suslov 1964'te Kruşçev'un görevden azledilmesi teklifinde bulundu. 14 Ekim 1964'te yapılan Merkez Komitesi toplantısında, Kruşçev ileri yaşı ve bozulan sağlığı sebebiyle Komünist Parti genel sekreterliğinden istifa ettiğini açıkladı. 11 Eylül 1971'de Moskova'da öldü. Ölümü halka 48 saat geçtikten sonra haber verildi. Devlet töreni yapılmadan Moskova'da Novodeviçiy Manastırı Mezarlığına gömüldü. Yapıaltın Barajı Yapıaltın Barajı Sivas'ta, Çaylak Deresi üzerinde, sulama amacı ile 1975-1977 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.000.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 37,00 m, normal su kotunda göl hacmi 17,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,42 km²'dir. 2.894 hektarlık bir sulama alanına hizmet vermektedir. Suruga Körfezi Suruga Körfezi ("Suruga-wan") Büyük Okyanus'ta, Japonya'nın Honshu adasında Shizuka yönetim bölgesi'nde bulunur. Izu Yarımadası'nın batısında, Fuji Dağı'nın güneyinde uzanır. Maksutlu Barajı Maksutlu Barajı Sivas (il)'inde, Maksutlu Deresi üzerinde, sulama amacı ile 1975-1977 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 300.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 26,00 m, normal su kotunda göl hacmi 2,95 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,42 km²'dir. 637 hektarlık bir sulama alanına hizmet vermektedir. Céline Dion Céline Marie Claudette Dion (d. 30 Mart 1968), Kanadalı şarkıcı ve iş kadını. Charlemagne, Québec'te geniş bir ailede doğdu. Menajeri ve gelecekteki eşi René Angélil, Dion'un ilk albümünü finanse etmek için kendi evini ipotek ettirdikten sonra Dion, Fransızca konuşulan ülkelerde çocuk yıldız hâline geldi. Dion'un uluslararası alanda tanınması, 1982 Yamaha Dünya Popüler Şarkı Festivali ile İsviçre adına yarıştığı 1988 Eurovision Şarkı Yarışması'nı kazanmasıyla gerçekleşti. 1980'lerde yayımladığı bir dizi Fransızca albümün ardından Amerika Birleşik Devletleri'nde Epic Records ile anlaştı. 1990'da "Unison" adını verdiği ilk İngilizce albümünü yayımladıktan sonra Kuzey Amerika'da ve İngilizce konuşulan diğer ülkelerde bilinen bir pop sanatçısı oldu. 1990'larda, Angélil'in de yardımıyla, yayımladığı İngilizce ve Fransızca albümlerle dünya genelinde ünlendi. "Falling into You" (1996) ve "Let's Talk About Love" (1997) albümleri, Amerika Birleşik Devletleri'nde elmas sertifika alırken "D'eux" (1995), tüm zamanların en çok satan Fransızca albümü oldu. Dion ayrıca "The Power of Love", "Think Twice", "Because You Loved Me", "It's All Coming Back to Me Now", "My Heart Will Go On" ve "I'm Your Angel" gibi şarkılarıyla dünya genelinde bir numarada yer aldı. Ancak 1999'da, kariyerine ara verip kanser teşhisi konan eşiyle zaman geçireceğini açıkladı. 2002'de müziğe geri döndü ve Paradise, Nevada'daki The Colosseum at Caesars Palace adlı mekânda düzenlenen A New Day... (2003-07) konserlerini gerçekleştirdi. Bu konserler $385 milyon hasılatla tüm zamanların en başarılı yerleşik gösterisi oldu. Dion'un müziği rock ve R&B'den gospel müziği ve klasik müziğe uzanan tarzlardan etkilendi. Şarkıları çoğunlukla İngilizce ve Fransızca olan Dion; İspanyolca, İtalyanca, Almanca, Latince, Japonca ve Çince şarkılar da söylemektedir. Albümlerinin farklı eleştiriler almasına rağmen Dion, pop müziğin en etkili seslerinden biri kabul edilmektedir. Aralarında Yılın Albümü ve Yılın Kaydı'nın da bulunduğu beş Grammy Ödülü kazandı. Amerika Birleşik Devletleri'nde Nielsen SoundScan döneminin en çok satan ikinci kadın sanatçısıdır. Avrupa'da 50 milyondan fazla albüm satması nedeniyle 2003'te Uluslararası Fonogram Endüstri
si Federasyonu tarafından onurlandırıldı. Dünya genelinde sattığı 200 milyondan fazla kayıt ile hâlen en çok satan Kanadalı sanatçı ve tüm zamanların en çok satan sanatçılarından biri konumundadır. "Parler à mon père" (Talk to My Father), Celine Dion'un 5 Kasım 2012'de çıkacak yeni Fransızca albümü Sans attendre'den ilk single. "Parler à mon père" Jacques Vénéruso ve şarkının ortak yapımcısı olan Patrick Hampartzoumian tarafından yazıldı. Radyo premieri 2 Temmuz 2012'de yapılan şarkı, aynı gün Fransızca konuşan ülkelerde dijital single olarak iTunes üzerinden satışa çıktı. Vénéruso daha önce de Celine Dion ile çalışmıştı. Prodüktörlüğünü yaptığı diğer şarkılar: "Sous le vent," "Tout l'or des hommes" ve "Je ne vous oublie pas". Celine Dion, 2012 yılında aynı zamanda bir İngilizce Albüm çıkaracak. Fransızca albümden 1 ay sonra çıkması beklenen bu albümün yarısı Celine Dion'un kapalı gişi Las Vegas konserlerinde seslendirdiği şarkıların stüdyo versiyonlarından; diğer bölümü ise yeni şarkılardan oluşacak. İngilizce albümün adı "Water And a Flame" olarak açıklandı. Fransızca stüdyo albümleri İngilizce stüdyo albümleri Kaymaz Barajı Kaymaz Barajı, Eskişehir'de, Çayırlık Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1975-1977 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 216.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 29,00 m, normal su kotunda göl hacmi 1,43 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,20 km²'dir. 420 hektarlık bir sulama alanına hizmet vermektedir. Afşar Barajı Afşar Barajı, Manisa ilinde, Alaşehir Çayı üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacı ile 1973-1977 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 3.166.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 46,00 m, normal su kotunda göl hacmi 69,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 5,25 km²'dir. 13.500 hektarlık bir sulama alanına hizmet vermektedir. Ataköy Barajı ve Hidroelektrik Santrali Ataköy Barajı, Tokat'ta, Yeşilırmak üzerinde, hidroelektrik enerji üretimi amacı ile 1975-1977 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 600.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 26,00 m, normal su kotunda göl hacmi 2,80 hm, normal su kotunda göl alanı 0,50 km²'dir. Türkiye'de bir ilk olarak Ataköy Barajı nın sağladığı su ile 2 adet Hidroelektrik santral çalıştırılmaktadır. Bunlardan biri kendi adıyla anilan 5 MW güç kapasiteli Ataköy HES (hidroelektrik santralı) yılda 8 GWh elektrik enerjisi üretmekte, diğeri ise 5.000 m lik bir tünel ile suyun vadi atlatıldığı, Niksar da kurulu 90 MW güçteki Köklüce Barajı ve Hidroelektrik Santrali'dir. Bu santral, 400 m net düşü ile Türkiye'nin en verimli santrallarından olup yılda 400 GWh civarında elektrik enerjisi üretmektedır. King's College London King's College London (KCL), Londra Üniversitesi'ni oluşturan ilk kolejlerdendir. İngiltere'nin en eski ve prestijli okullarındandır. 2010-2011 eğitim dönemi itibarı ile 13.800 lisans, 5.300 yüksek lisans öğrencisi vardır. Birçok öğretim üyesi Nobel Ödülü ile ödüllendirilmiştir. Halen İngiltere'nin araştırmaya en çok fon ayıran üniversitelerindendir. Kral 4. George ve Wellington Dükü (daha sonra başbakan) tarafından 1829'da kurulmuştur. Tıp, diş hekimliği, hukuk, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler, uluslararası güvenlik, müzik ve felsefe alanlarında İngiltere'nin ve dünyanın en önemli bölümlerine sahiptir. Londra'da çok sayıda kampüse yayılmıştır. En önemli kampüsü Strand'dır ve Strand yolu üzerindedir. BBC ana binası ile komşudur. İngiliz Parlamentosu'na yürüme mesafesindedir. Bu kampüs Thames Nehri'nin hemen kıyısındadır. Bir diğer önemli kampüsü ise Chelsea Kampüsü'dür. Londra dışında Bournemouth, Brighton ve Oxford olmak üzere toplamda 4 ana kampüsü ve 7 alt kampüsü bulunmaktadır. Hazırlık Sınıfı ücreti (tüm kampüslerde) 3718 sterlindir. Hazırlık sınıfında İngilizce bilmeyen veya İngilizce seviyesi yeterli olmayan öğrenciler eğitim almaktadır. Hazırlık sınıfları her ayın ilk pazartesi günü eğitime başlamaktadır ve eğitim süresi haftada 30 saat olmak üzere 6 ay sürmektedir. Lisans ve Yüksek Lisans eğitimleri ise kampüslere göre ücretlendirilmektedir ve eğitim ücretleri arasında fark bulunmaktadır. KCL (anlam ayrımı) Niki Lauda Andreas Nikolaus "Niki" Lauda (d. 22 Şubat 1949 Viyana, Avusturya) eski Formula 1 (F1) pilotu. Üç kez F1 Dünya Şampiyonu olmuştur. Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğan Lauda, ailesinin onaylamamasına rağmen bir yarış sürücüsü olmuştur. 1971'de March takımına Formula 2 (F2) pilotu olarak girmiş ve 1972'de March için hem F1 hem de F2'de yarışmıştır. 1973 yılında ise BRM'ye girmiştir. BRM'deki takım arkadaşı Clay Regazzoni 1974'te Ferrari'ye transfer olunca, Enzo Ferrari Clay'e Lauda'nın nasıl olduğunu sormuştur. Bu Lauda'nın hayatındaki büyük değişimin başlangıcı oldu. Regazzoni Lauda'yı öven ve destekleyen biçimde konuşunca Ferrari, Lauda'yı transfer etmeye karar vermiş ve Lauda, Ferrari takımının pilotu olmuştur. 1976 sezonunda Almanya Nurburgring pistinde geçirdiği kazada arabasının yanması sonucu yüzünün büyük bir kısmı ciddi yaralar almıştır. 1976 sezonunda birkaç yarış kaçırdıysa da liderliğini sürdürmesine rağmen şampiyonluğu son yarıştan çekilerek McLaren pilotu James Hunt'a kaptırmıştır. 1970'lere kötü bir başlangıç yapan Ferrari için 1974 yeniden dirilme yılıydı. Takımın henüz pek tanınmayan Lauda'ya olan inancı meyvesini vermiş, Lauda takım için yarıştığı ilk yarış olan sezonun ilk yarışı Arjantin Grand Prix'sinde ikinci olmuştur. İlk Grand Prix (GP) zaferi sadece üç yarış sonra İspanya'da meydana gelmiştir. Her ne kadar yılın önemli ismi olsa da mekanik dayanıksızlık ve tecrübesizliğinin sonucunda o sezon toplamda altı pol pozisyonu ve iki GP zaferi ile sezonu sürücüler şampiyonluğunda dördüncü sırada bitirmiştir. 1975 F1 sezonu Lauda için yavaş başlasa da ilk Dünya Şampiyonluğunu bu yıl kazanmıştır. Toplamda ilk dört yarışta en iyi derecesi beşincilikken, sonraki beş yarıştan dördünü kazanmış, yılın son yarışı olan ABD GP'sini de kazanarak yılı şampiyonlukla bitirmiştir. 1976 yılının açılışında yarışlarında büyük başarı göstermiş, ilk altı yarıştan dördünü kazanmış diğer ikisinde ise ikinci olmuştur. Yılın beşinci zaferi olan İngiliz GP'sinde en yakın takipçisinden iki katı daha fazla puana sahipti. Yılın bir sonraki yarışı olan Alman GP'sinde felaket patlak verdi ve yarışın ikinci turunda yoldan çıkan Lauda'nın aracı toprak bariyerlere çarptıktan sonra Brett Lunger'in aracıyla çarpıştı. Lunger'den farklı olarak kaza sonucunda Lauda aracında sıkışmıştı ve araç alev aldı. Arturo Merzario ve Guy Edwards birkaç dakika sonra olay yerine ulaşmış olsalar da Lunger ile birlikte Lauda'yı araçtan çıkartamadan Lauda'da yanıklar oluşmuştu. Özellikle kafasına doğru ciddi yanıkları vardı ve soluduğu sıcak toksik gazlar nedeniyle akciğerleri ve kanı zarar görmüştü. Her ne kadar kazanın hemen sonrasında bilinci yerinde olsa da daha sonra komaya girdi. Lauda mucizevi bir şekilde kurtulmakla kalmadı, altı hafta (iki yarış) sonra yarışlara döndü. Dönüşünün ilk yarışı olan İtalyan GP'sini dördüncü bitirdi. Fakat yokluğunda McLaren pilotu James Hunt aradaki farkı kapatmıştı. Yılın sonunda James Hunt sadece bir puan farkla Dünya Şampiyonu oldu. Lauda'nın Ferrari ile olan iyi ilişkileri bu dönem yıpranmıştı. Her ne kadar 1977 sezonunu şampiyon olarak bitirse de sezonun sonunda Ferrari'den ayrılacağını duyurmasıyla Ferrari onun yerine o dönem tanınmayan Gilles Villeneuve'yi yarıştırmak isteyince Ferrari'yi erkenden terk etti. 1978'de Brabham'a katıldıktan sonra iki başarısız sezon geçirdi. 1979 Kanada GP'sinde Brabham'ın sahibi Bernie Ecclestone'a hemen emekli olmak istediğini belirtti ve girişimcilik yapmak üzere F1'den ayrıldı. Fakat 1982'de F1'e geri döndü. McLaren ile yapılan başarılı bir testten sonra 1984'te Dünya Şampiyonu oldu. 1985'te Formula 1 kariyerini noktaladıktan sonra, kendi hava yolu şirketi olan Lauda Air'e geri döndü. Daha sonra 1999'da şirket Austrian Airlines'a satıldı. Lauda 2001-2002 yıllarında Jaguar Formula 1 takımını idare etmiştir. 2003'ün sonlarında yeni bir hava yolu şirketi kurmuştur: Niki ayrıca dört tane kitap kaleme almıştır. Son dönemlerde F1 Racing yarış dergisinde makaleler ve yorumlar yapmıştır. Efsanevi pilot Michael Schumacher'in dönüşüyle ilgili onu en iyi kendisinin anlayacağını söyleyen Lauda, bırakıp tekrar geri dönmenin zor bir iş olduğunu vurgulamış ve Schumacher'i daha üst sıralarda görmeyi dilemiştir. Balçova Barajı Balçova Barajı, İzmir'in metropol ilçelerinden Balçova'da, Ilıca Deresi üzerinde, içme suyu temini amacı ile 1970-1980 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.011.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 73,00 m, normal su kotunda göl hacmi 8,25 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,35 km²'dir. Yılda 12 m³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır. Teleferikle çıkılan Balçova Tepesi'nden eşsiz bir manzara oluşturmaktadır. Süloğlu Barajı Süloğlu Barajı, Edirne ili'nin Süloğlu ilçesindeki Süloğlu deresi üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacı ile 1975-1981 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.320.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 52.00 m, normal su kotunda göl hacmi 33,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 2,88 km²'dir. 3.986 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Londra Üniversitesi Londra Üniversitesi, Birleşik Krallık'ın en eski ve önemli üniversitelerinden biridir. Oxford ve Cambridge'in ardından üniversite eğitimini diğer şehirlere de yaymak için 1836'da kurulmuştur. Bir tür yüksek okul federasyonudur. Her biri üniversite büyüklüğünde olan ve genel olarak Kolej adı ile anılan çok sayıda yüksek okuldan oluşmaktadır. Üniversite kurulduğunda sadece bu iki kolej vardı: King's College London ve University College London'dir. Şu anda Londra Üniversitesi'ne bağlı olan "kolej"ler şunlardır: Federal Londra Ünivers
itesi, Londra'da sayısı 160ı bulan bina sahibidir ve Üniversite'nin federal idare merkezi ("The Senate House (Senato Binası)") Londra şehrinin ortasında bulunan Bloomsbury bölgesindedir. "UCL: University College" ve üniversitenin binalarının çoğunluğu da yakın civardadır. Birleşik Krallık'taki öğrencilerin %5'i bu Londra Üniversitesi'ne bağlı üniversite okullarında okumaktadır. İngiltere'de bayanları kabul eden ilk üniversitedir. Asartepe Barajı Asartepe Barajı, Ankara'da, İlhan Çayı üzerinde, Çanıllı Beldesi sınırları içerisinde, sulama amacı ile 1975-1980 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 408.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 50,00 metre, normal su kotunda göl hacmi 20 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,77 km²'dir. 2.850 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Karaidemir Barajı 100 Karaidemir Barajı, Tekirdağ'inde, Poğaça Deresi üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacı ile 1975-1983 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.722.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 36,00 m, normal su kotunda göl hacmi 120,30 hm³, normal su kotunda göl alanı 15,50 km²'dir. 11.840 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Hasan Uğurlu Barajı ve Hidroelektrik Santrali Hasan Uğurlu Barajı ve Hidroelektrik Santrali, Samsun ili Ayvacık ilçesinde, Yeşilırmak üzerinde, elektrik enerjisi üretimi amacı ile 1971-1981 yılları arasında inşa edilmiş bir baraj ve hidroelektrik santralidir. Barajdaki su cebri borularla taşınmamakta, barajın yanındaki dağın içindeki tünelle taşınıp türbinlere çarptırılmaktadır. Baraj, dünyada bu yönüyle tektir. Kil çekirdekli kaya dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 9.600.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 175 metre, normal su kotunda göl hacmi 1.073,75 hm³, normal su kotunda göl alanı 22,66 km²'dir. 500 MW güç kapasitesine sahip hidroelektrik santrali yılda 1.217 GWh elektrik enerjisi üretir. Japonya hükümetinden sağlanan kredilerle inşa edilmiştir. Baraja inşaatın başlangıç evrelerinde, 1971 yılında bir trafik kazasında hayatını kaybeden DSİ Samsun 7. Bölge Müdürü Hasan Uğurlu'nun adı verilmiştir. Konstantin Çernenko Konstantin Ustinoviç Çernenko (Rusça "Константин Устинович Черненко"), (d. 24 Eylül 1911, Sibirya - ö 10 Mart 1985, Moskova,Sovyetler Birliği)- Sovyet devlet adamı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri ( Şubat 1984 - Mart 1985). Yüksek Sovyet Başkanı (Nisan 1984 - Mart 1985). Politbüro üyesi (1978-1985). Konstantin Ustinoviç Sibirya'da Yenisey bölgesinde Krasnoyarsk'a bağlı Bolşaya Tes köyünde doğdu. Babası Ustin Demidoviç Ukrayna kökenli bir aileden geliyordu. Sibirya'da bakır ve altın madenlerinde çalışmıştı. Konstantin ilk öğrenimini köyde gördü. Genç yaşta Komsomol teşkilatına üye oldu. 1929-1931 arasında Komsomol Novoselovski Bölge Komitesinin ajitasyon ve propaganda bölümü başkanı olarak görev yaptı. 1931'de Komünist Parti'ye katıldı. 1933-41 yılları arasında Komünist Parti Krasnoyarsk Bölgesi Eğitim Sorumlusu oldu. 1943-45 yılları arasında Parti Organizatörleri Yüksek Okulu'nda eğitim gördü. 1945'te Komünist Parti Merkez Komitesi üyesi oldu. Komünist Parti Penza Komitesi Genel Sekreteri seçildi (1945-1948). Partide hızla yükselen Çernenko, 1948'de Merkez Komitesi tarafından Moskova'ya transfer edilmek istense de özel hayatındaki bazı durumlar sebebiyle bu karar iptal edildi. Bunun yerine Moldova Komünist Partisi Merkez Komitesi Propaganda ve Ajitasyon Bölümü Başkanlığına getirildi. 1950'lilerin başında Moldova Komünist Partisi Birinci Sekreteri olan Leonid Brejnev ile bu dönemde beraber çalışma fırsatı buldu. İşle gelen bu iletişim ölene dek sürecek bir dostluğun oluşmasını sağladı. Tarihçilere göre Çernenko'nun yükselişi tamamiyle Brejnev ile dostluğundan ileri gelmekteydi. 1953'te Kişinev Pedagoji Enstitüsü'ne bağlı Parti Yönetimi Yüksek Okulu'nda Tarih Öğretmeni olarak çalıştı. 1956-60 yılları arasında SBKP Merkez Komitesi Propaganda ve Ajitasyon Bölümü'nde kitlesel ajitasyon sorumlusu olarak çalıştı. 1960-1965 arasında Sovyetler Birliği Yüksek Sovyet Başkanlığı Sekreterliği'nde görev aldı. O dönemde Leonid Brejnev Yüksek Sovyet başkanıydı. Brejnev'in Komünist Parti Genel Sekreteri seçilmesinin hemen ardından SBKP Merkez Komitesi'nde çalışmaya başladı. 1976'da da Merkez Komite Sekreteri seçildi. Kasım 1976'da Politbüro aday üyesi, Ekim 1977'de de Politbüro asil üyesi seçildi. Genel Sekretere gelen tüm mektuplara cevap verir, Politbüro toplantılarında tartışılacak meseleleri belirler ve bu konuda materyaller hazırlar, önemli günler ve verilecek ödüller hakkında Brejnev'i bilgilendirirdi. Leonid Brejnev'in faaliyetlerinin ön hazırlıkları Çernenko tarafından tertip edilirdi. Bu durum Brejnev için güvenilir ve vazgeçilmez bir konumda olmasını sağladı. Brejnev tarafından birçok kez takdir edildi ve terfi edilmesinde etkili oldu. İki kez Brejnev'in yurtdışı gezilerine iştirak etti; 1975'te Helsinki'de düzenlenen Avrupa Güvenlik İşbirliği Konferansı'na ve 1979'da Viyana'da silahsızlanma görüşmelerine katıldı. 1970'lerin sonlarından itibaren Çernenko Brejnev'in haleflerinden biri olarak görülmeye başlandı. Partinin ideolojik meselelerinde söz sahibi olmak için gayret sarf eden Çernenko, Komünist dergilerde Sovyetlerin genel siyaseti üzerine yazılar yazdı. Brejnev'e sadakati, görevlerini devam ettirmesinde etkili oldu. Çeşitli vesilelerle batıya seyahatler yaptı. Brejnev'in kendisine "Benim not defterim!" diye hitap ettiği meşhurdur. 10 Kasım 1982'de Brejnev'in ölümünden sonra Politbüro tarafından Çernenko'dan Genel Sekreterliğe Andropov'u teklif etmesi istendi. Ancak Çernenko 12 Kasım 1982'de yaptığı konuşmasının çoğunu Brejnev'e ayırdı ve Andropov'un görevlendirilmesi için kolektif liderliğe gerek olduğunu belirtti. Buna rağmen Andropov oy birliği ile genel sekreter seçildi. Şubat 1984'te Yuri Andropov'un erken ölümüyle Komünist Parti Genel Sekreterliği'ne Konstantin Çernenko getirildi. Ancak 72 yaşındaki lider hastaydı ve Ağustos 1983'te SSCB İçişleri Bakanı Vitali Fedorçuk'un önerisiyle istirahat etmesi için tatil yöresine gönderilmişti. Genel Sekreterliği sırasında özel günlerdeki kutlamalar dışında televizyonda pek görünmedi. Bürokrasiyi azaltmaya çalışan Andropov'un aksine eski kuşak devlet görevlilerinin bir temsilcisidir. ABD-Sovyetler Birliği ilişkilerinde çok katı bir tutum takip etti. Hastalığı esnasında, bu göreve bir geçiş dönemi için getirildiği dedikoduları yayıldı. Devlet idaresinde ayrıntılara vakıf değildi. Bu zaafı sebebiyle Politbüro'da çok etkili olamadı. Dış İşleri Bakanı Andrey Gromiko'nun gölgesinde kaldı. Şimdiye kadar seçilen en yaşlı Sovyet idrarecisidir. Çernenko 10 Mart 1985'te öldü. Cenazesi törenle Kremlin Duvarı Mezarlığı'na gömülen son lider oldu. Çernenko'nun ölümüyle Komünist Parti Genel Sekreterliği'ne Mihail Gorbaçov seçildi. Bozkır Barajı Bozkır Barajı, Aksaray ilinde, Höşür Deresi üzerinde, sulama amacı ile 1976-1980 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 377.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 52,00 m, normal su kotunda göl hacmi 6,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,51 km²'dir. 971 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Sevişler Barajı Sevişler Barajı, Manisa'da, Yağcılı Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1977-1981 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 4.130.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 65,00 m., normal su kotunda göl hacmi 127,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 6,05 km²'dir. 7.000 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Leonid Brejnev Leonid İlyiç Brejnev (Rusça: Леонид Ильич Брежнев), (d. 19 Aralık 1906, Kamenskoye, Çarlık Rusyası (bugün Dnyeprodzerjinsk, Ukrayna) - ö. 10 Kasım 1982, Moskova,Sovyetler Birliği) - Rus devlet adamı. 1964-1982 yılları arasında Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri olarak SSCB'yi yöneten lider. Leonid İliç Brejnev bir işçi olan İlya Brejnev (1874-1930) ile Natalya Brejneva (1886-1975)'nın oğlu olarak Ukrayna'nın Dnyeprodzerjinsk bölgesinde doğdu. Babası İlya Brejnev metalurji fabrikasında işçi olarak çalışmaktaydı. Brejnev 1923'te Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin (SBKP) Genç Komünistler Birliği'ne (Komsomol) girdi. 1927'de Kursk Ziraat ve Teknik Enstitüsü'nü bitirdikten sonra bir süre tarım müfettişliği yaptı ve tarım üretimini örgütlemek üzere Urallar'a gönderildi (1927-30). 1927'de Viktorya Denisova ile evlendi. 1931-1935 yılları arasında Dnyepropetrovsk Metalurji Enstitüsü'nde eğitim gördü. Aynı kentte mühendis ve teknik okul müdürü olarak çalıştı. Bu arada 1931'de üye olduğu SBKP'nin yerel örgütünde çeşitli görevlerde bulundu. Stalin yönetimi altında yıldızı hızla parladı ve 1938'de partide sürekli kadroya alındı. 1939'da ise Komünist Parti Dnyepropetrovsk bölge sekreterliğine yükseldi. II. Dünya Savaşı sırasında Kızıl Ordu'da parti komiseri olarak görev aldı ve çeşitli cephelerde savaştı. 1941'de albaylığa, 1943'te tümgeneralliğe yükseltildi. 4. Ukrayna Cephesi'nin siyasal yönetimini üstlendi (1942-45). 1944'te Ukrayna Cephesi siyasi komiseri oldu ve Kafkasya, Karadeniz ve Ukrayna cephelerinde ordu siyasi komiseri olarak görev aldı. Savaştan sonra Ukrayna'daki çeşitli bölge parti komitelerinin başkanlığını yürüttü. Ukrayna'nın Zaparojya ve Dinyeper bölgelerinde savaşta zarar görmüş işletmelerin onarılması ve yeniden üretime açılması çalışmalarından sorumlu oldu. Bu çalışmalarda gösterdiği başarılarından dolayı 7 Aralık 1947'de Lenin Nişanı ile ödüllendirildi. Dinyeper Lenin Hidroelektrik Santralı ve Zaporoj'daki çelik tesislerinin kuruluşunda görev aldı. 1950'de Moldova Komünist Partisi Merkez Komitesi birinci sekreterliğine getirildi. 1952'de bizzat Stalin'in önerisiyle SBKP'nin XIX. Kongre'sinde Merkez Komitesi üyeliğine, Merkez Komitesi'nin ilk toplantısında da Merkez Komitesi sekreterliği ve Merkez Komitesi Prezidyumu'nun aday üyeliğine seçildi. Stalin'in Mart
1953'te ölmesi üzerine, Merkez Komite'deki bütün görevlerinden çekilmek zorunda bırakıldı ve korgeneral rütbesiyle Savunma Bakanlığı siyaset dairesinin başkan yardımcılığına getirildi. Ama çok geçmeden Kazakistan Komünist Partisi ikinci genel sekreterliği görevine atanarak Kazakistan'a sürüldü (1954). Bu görevi sırasında parti içinde Kruşçev'i destekleyen kanatta yer aldı ve Nikita Kruşçev'in öncülük ettiği İşlenmemiş Toprakların Tarıma Açılması Kampanyasının başarılı bir uygulayıcısı oldu. Böylece tarımsal üretimin artmasında etkili oldu. Kısa bir süre sonra Kazakistan Komünist Partisi birinci sekreterliğine yükseldi (1955). SBKP'nin 1956'daki XX. Kongresi'nde yeniden eski görevlerine döndü ve Merkez Komitesi'ne seçildi. Ertesi yıl Kruşçev'i görevden uzaklaştırmayı amaçlayan Moskova hizbine karşı mücadelede gösterdiği bağlılık nedeniyle, Prezidyum asil üyeliğine getirildi. Ağır sanayi ve özellikle uzay araştırmaları alanlarında üstlendiği görevleri başarıyla yerine getirdiği için "sosyalist emek kahramanı" nişanı aldı. 7 Mayıs 1960'ta, Kliment Voroşilov'un yerine SSCB'de devlet başkanlığına denk olan Yüksek Sovyet Prezidyumu başkanlığına getirildi. 15 Temmuz 1964'te bu görevinden istifa etti ve Merkez Komitesi ikinci sekreteri olarak Kruşçev'in yardımcılığını üstlendi. Ancak bir süre sonra SBKP Merkez Komitesi Başkanı Mikhail Suslov'un Kruşçev'e karşı başlattığı muhalefette yer aldı. Moskova hizbi olarak adlandırılan bu muhalefet Kruşçev'i istifaya zorladı ve 15 Ekim 1964'te Kruşçev'in yerine SBKP birinci sekreteri (1966'dan sonra genel sekreter) oldu. Brejnev, demokratik merkeziyetçilik politikasını ısrarla savunan parti ideoloğu Mikhail Suslov'un önerdiği biçimde önceleri kolektif liderlikte görev aldı. Bu yönetimde Leninist ilkelerin yeniden uygulanışıydı. Böylece Sovyetler Birliği'nde troyka yönetimi başlamış oldu. Ancak başbakan Aleksi Kosigin ile "kolektif önderliği" kısa bir süre paylaşıktan sonra yönetimin en etkili kişisi olarak öne çıktı. Bununla birlikte, kolektif önderlik sistemi çerçevesinde, kapitalist ülkelerle diplomatik ilişkiler ve ekonomik kalkınma gibi birçok devlet işini Bakanlar Konseyi Başkanı Kosigin ile Yüksek Sovyet Prezidyum başkanı Nikolay V. Podgorni'ye bıraktı ve daha çok askeri işler ve dış politika sorunlarıyla ilgilendi. Brejnev yönetimi Sovyet vatandaşlarının ekonomik refahının önemli ölçüde iyileştiği bir dönem olarak dikkat çekti. Kosigin'in ekonomik reformları toplumun temel ihtiyaçlarının karşılanmasında etkili oldu ve 1966-1970 yılları arasında uygulanan beş yıllık plan Sovyet tarihindeki en verimli sonuçların alınmasını sağladı. 1967 yılında tüm çalışanlar için haftalık tatil 2 güne çıkartıldı. Eylül 1965'te, zaafiyet gösteren Doğu Bloku'na bir çeki düzen vermek amacıyla Varşova Paktı'nın daha iyi işleyecek bir duruma getirilmesini ve önemli işlerin ele alınması için "sürekli ve hazır bir mekanizma" kurulmasını istedi. 1966'da yapılan XXIII. Kongre'de Leninist ilkelere bağlılığını ilan etti. Bu arada ülkedeki ideolojik muhalefeti bastıracak önlemler aldı. Daha önce 1961-64 arasında birçok yabancı ülkeye geziler yapan Brejnev, 1965'te de Arnavutluk dışındaki bütün Doğu Avrupa ülkelerini dolaşarak Doğu Bloku içindeki dayanışmayı güçlendirmeye çalıştı. 1968'de Alexander Dubček yönetimindeki Çekoslovakya, sosyalist yönetim sistemini ve parti denetimini liberalleştirme girişiminde bulununca, SSCB Varşova Paktı üyesi beş ülkeyle birlikte Çekoslovakya'ya müdahale etti. Brejnev, bir Doğu Avrupa ülkesinde SSCB ya da öteki Varşova Paktı üyelerinin çıkarlarına zarar verecek gelişmeler karşısında askeri müdahale hakkının doğacağını savunarak işgal hareketini meşrulaştırmaya çalıştı. Bu görüş Batı'da Brejnev Doktrini olarak adlandırıldı. Brejnev 1970'lerde, yeni bir "barış içinde birlikte yaşama" politikası çerçevesinde Batı ve özellikle de Amerika Birleşik Devletleri'yle (ABD) gerginlikleri azaltmaya çalıştı. Uluslararası alanda yumuşama politikasını (detant) savunarak, bu politikaya dünya uluslarının istedikleri sistemi özgür iradeleriyle seçebilmeleri ve devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmamaları biçiminde tanımladı. ABD'nin Vietnam müdahalesinin iki büyük devlet arasında bir çatışmaya varmasını engelledi. Ancak gerek Vietnam'a gerekse emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinde bulunan diğer Güneydoğu Asya ve Afrika ülkelerine maddi ve manevi destekte bulunmaktan çekinmedi. 1971 yılında hem Avrupa'da oluşmaya başlayan yumuşama hem de ABD ile stratejik silah dengesi kavramını kabul etti. Almanya Şansölyesi Willy Brandt ile, Alman Demokratik Cumhuriyeti ve Almanya Federal Cumhuriyeti'yle Polonya'nın sınırılarını tanıyan bir antlaşma imzaladı (1970). ABD Başkanları Richard Nixon ile SALT 1 (1972) ve Jimmy Carter ile SALT 2 (1979) olarak bilinen Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri'nin yürütülmesinde ve 1975'te Helsinki'de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı Nihai Senedi'nin imzalanmasında önemli rol oynadı. Öte yandan dış tehditlere karşı Sovyet askeri gücünü çarpıcı bir biçimde artırıp modernleştirmeye çalıştı. Gelişmekte olan ülkelerdeki "ulusal kurtuluş Savaşları"nı destekleme politikası izledi. 1978'de Afganistan'da iktidara gelen sosyalist Babrak Karmal hükümetinin ABD tarafından silahlandırılan Taliban teröristlerince düşürülmeye çalışılması üzerine Afganistan'a askeri müdahalede (1979) bulundu. Ancak bu askeri müdahale Moskova'da Brejnev'e karşı ilk ciddi muhalefet hareketinin oluşmasına sebep oldu. İç politikada rejimi yıkmaya çalışanlara müsamaha göstermedi. Tarımsal alanda üretimin artmasını sağlamakla birlikte hızla artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandı. Ancak ağır sanayi üretimi ve genel olarak ekonomik kalkınma ile halkın gelir seviyesinin yükselmesinde gösterdiği başarı ile 18 yıllık iktidarı Sovyetler Birliği'nde bir istikrar dönemi olarak dikkat çekti. Brejnev, 9 Nisan 1971'de SBKP genel sekreterliğine yeniden seçildi. 8 Mayıs 1976'da ise Sovyetler Birliği mareşalliğine getirildi. Böylece Stalin'den sonra en yüksek askeri rütbeye getirilen ikinci parti önderi oldu. Ekim Devrimi'nin 60. yılında kabul edilen ve SSCB'yi "bütün halkın devleti" olarak tanımlayan 1977 Anayasası ile toplumsal düzen ve parti yapısı yeniden düzenlendi. Podgorni'nin 24 Mayıs 1977'de Prezidyum başkanlığı görevinden alınmasıyla kolektif önderlik sistemi sona erdi. 16 Haziran'da oybirliğiyle Prezidyum başkanlığına seçilerek SSCB'de hem devlet başkanlığı, hem de parti genel sekreterliğini üstlenen ilk yönetici olan Brejnev, her iki görevini de ölümüne değin sürdürdü. Daha önce birkaç kez kalp krizi geçiren ve 1982 kışından itibaren sağlık durumu daha da kötüye giden Brejnev, en son Bolşevik Devrimi'nin 65'inci yıldönümünde halkın karşısına çıktı. Brejnev, 10 Kasım 1982 tarihinde yerel saatle sabah 08:30'da geçirdiği bir kalp krizi nedeniyle yaşamını yitirdi. Brejnev'in ölüm haberi Komünist Parti Merkez Komitesi, Sovyet Yüksek Prezidyumu ve Sovyetler Birliği Bakanlar Kurulu'nun ortak bildirisi ile Sovyet halkına ve dünyaya 24 saat gecikmeli olarak Rusça ve İngilizce olarak duyuruldu. Cenazesi 100 ülkeden devlet, hükümet başkanları veya dışişleri bakanının katıldığı bir törenle Kızıl Meydan'daki Lenin'in Mozolesi'nin arkasındaki nekropole defnedildi. Rusya'da 2013 yılında yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre Brejnev dönemi Rusya'da 20. yüzyılın en istikrarlı ve müreffeh dönemi olarak kabul edilmiştir. Güzelhisar Barajı Güzelhisar Barajı, İzmir'in Aliağa ilçesinde, Güzelhisar Çayı üzerinde, içme-kullanma ve özellikle de Aliağa Rafinerisine sanayi suyu temini amacı ile 1975-1981 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak ve kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 3.205.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 89,00 m, normal su kotunda göl hacmi 158,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 5,80 km²'dir. Yılda 126 hm³ kullanım suyu sağlamaktadır. Şükran Günü Şükran Günü ("Thanksgiving Day" veya sadece "Thanksgiving"), ABD ve Kanada'da hasata ve geçmiş yılın tüm nimetlerine şükretmek için kutlanan bir ulusal bayramdır. İki ülke arasındaki boylam farkının getirdiği farklı hasat takvimi nedeniyle, Şükran Günü, Kanada'da Ekim ayının ikinci pazartesi günü, ABD'de ise Kasım ayının dördüncü perşembesinde kutlanır. Bayramın kökeni, Plymouth'taki ilk İngiliz kolonicilerin (Pilgrimler), Wampanoag() Kızılderilileri ile ortak düzenlediklerine inanılan bir hasat yemeği olsa da, günümüzde, Kızılderili unsurlardan ayrışarak, yalnız aile ve Tanrı'ya adanan bir hal almıştır. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri'ndeki kutlamalar, mitoloji ve sembolizm açısından zengindir. Hindi, bu günün geleneksel yemeğidir. Bayramın, çeşitli kökenleri vardır. Bir rivayete göre, günümüzde Yeni İngiltere coğrafi bölgesi olarak bilinen ABD'nin en kuzeydoğu köşeninin o dönemdeki yerlisi Wampanoag() kabilesi, 1621'de Plymouth'da Amerika kıtasına ilk ayak basan İngiliz yerleşimcilerin (Pilgrimler), bölge coğrafyasına henüz alışamadıklarını gözlemlemiş ve toprağı Avrupa'dan alışkın oldukları mahsullere boyverecek şekilde verimli kılamamaları nedeniyle açlıkla mücadele ettiklerini görmüştür. Kabile, yeni yerleşimcilerin durumuna acımış ve yardımseverlik ve misafirperverlikle kendi av ve mahsullerini paylaşmıştır. İki toplumun barışçıl bir şekilde bir araya gelmesinden ortaya çıkan bu kutlama, gelecekteki Şükran Günü kutlamalarına ilham ve model olmuştur. Farklı bir rivayete göre bu bayram, Pilgrimlerin Kasım 1621'de topluca kümes hayvanı avlanmaya gitmesi ve büyük bir talihle 50 kişilik gruplarına bir hafta yetecek kadar çok hayvan yakalamasıyla başlamıştır. Hikâyede bu hayvanların hindi olduğu öne sürülse de, gerçekte, avlanması daha kolay olan kaz ve ördek olması ihtimali daha yüksektir. Her durumda, bu bereketli olayı takiben yaklaşık 90 kişilik bir Wampanoag yerli grubu, o dönem henüz birkaç binadan oluşan Plymouth kampına gelmiştir. İngiliz yerleşimciler önce bu beklenmedik ziyaretten tedirgin olsalar da, gruplar kısa sürede kaynaşmış ve Kızılderililerin yanları
nda hediye olarak getirdikleri geyik etiyle beraber, birkaç gün süren ortak bir şölen düzenlenmiştir. Açık alanda düzensiz bir şekilde gerçekleşen bu şölende, geyik ve kümes hayvanlarının yanı sıra, muhtemelen deniz ürünleri, sebze ve bira tüketilmiştir. Dil engeli nedeniyle çat-pat anlaşabilen gruplar, aralarında oyunlar ve yarışmalar düzenlemiş, silahlar patlatmışlardır. Verimli bir hasat ve ortak nimetler kutlaması olarak ortaya çıkan bu şölen, Şükran Günü olarak gelenekselleşmiştir. Bu olay, aynı zamanda iki taraf arasında Kral Philip Savaşı'na() kadar sürecek bir barışın temellerini atmıştır. 1675-1678 yılları arasında gerçekleşen ve Casco Koyu Atlaşması ile son bulan bu savaşta, yüzlerce kolonici ve binlerce Kızılderili hayatını kaybetmiştir. Plymouth'a yerleşen ilk kolonicilerin üçte birinden fazlası İngiltere'deki Prutan Kilisesi'nin radikal bir koluna mensuplardı. Anavatanlarındaki dinî baskı ve zulümlerden kaçarak önce Hollanda'ya, sonra da Amerika'ya gelmişlerdi. Seyahatlerinin dinî boyutu nedeniyle bu ilk yerleşimcilere sonradan (1800'lerde) Pilgrim (hacı) veya Pilgrim Fathers (Hacı Atalar) denmeye başlandı. Plymouth'un ilk Valisi William Bradford'a() ait bir belgede Hollanda'dan gelen yerleşimcilerden "Aziz" diye bahsedilir. 1863’de Başkan Abraham Lincoln Şükran Günü’nün ulusal bayram olmasını önerir, ancak bu öneri, 1941’de Kongre’de karara bağlanır ve her yılın Kasım ayının son perşembesi Şükran Günü olarak ulusal bayram ilan edilir. Şükran Günü, Kızılderililer arasında ise Yas Günü olarak kutlanmaktadır. Şükran günü geleneği dünyanın en eski tek tanrılı dinlerinden biri kabul edilen Zerdüştlükte de kendisine yer bulmaktadır. "Jashan" adı altında bilinen bu gün takvimde özel olarak belirlenmemiştir. Yakın zamanda meydana gelen olaylar üzerine de gerçekleştirilebilen küçük festival özelliği taşırlar. Bazı Jashanlarda mobedlerin (Zerdüşt rahipler) katılımı gereklidir. Astomi Astomi (Sanskritçe: अस्तोमि ), Hinduizm'de antik, efsanevi bir insan ırkıdır. İnanışa göre bu ırktan insanların ne herhangi bir yiyeceğe ne de herhangi bir içeceğe ihtiyacı vardı. Çiçekleri koklayarak yaşıyorlardı. Saraswati Saraswati (Sanskritçe: सरस्वती) Hinduizm'deki üç büyük tanrıçadan birisidir; diğerleri Lakşmi ve Durga'dır. Saraswati, Yaratıcı olarak inanılan tanrı Brahma'nın eşidir. Suat Uğurlu Barajı ve Hidroelektrik Santrali Suat Uğurlu Barajı, Samsun'da, Yeşilırmak üzerinde, sulama ve elektrik enerjisi üretimi amacı ile 1975-1982 yılları arasında inşa edilmiştir. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 2.151.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 51,00 m, normal su kotunda göl hacmi 182,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 9,70 km²'dir. Baraj 83.312 hektarlık bir sulama alanına hizmet vermekte, 46 MW güç kapasitesindeki HES yılda 273 GWh elektrik enerjisi üretimi sağlamaktadir. Baraja, 1971 yılında, 18 kilometre yukarısındaki Hasan Uğurlu Barajı'nın inşaatının başlangıcında, eşi DSİ Samsun 7. Bölge Müdürü Hasan Uğurlu ile birlikte bir trafik kazasında hayatını kaybeden Suat Uğurlu'nun adı verilmiştir. Kunduzlar Barajı Kunduzlar Barajı, Eskişehir ilinde, Yönek Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1976-1983 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 375.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 43,00 m, normal su kotunda göl hacmi 18,87 hm³, normal su kotunda göl alanı 2,64 km²'dir. Baraj 3.788 hektarlık bir sulama alanına hizmet vermektedir. Uluköy Barajı Uluköy Barajı, Amasya (il)'inde, Derebey Deresi üzerinde, sulama amacı ile 1977-1983 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.131.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 28,00 m, normal su kotunda göl hacmi 3,65 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,58 km²'dir. Baraj 1.300 hektarlık bir sulama alanına hizmet vermektedir. Tayyibe Gülek Tayyibe Gülek Domaç (d. 1968, Adana), Milletvekili, Devlet Bakanı. Türk siyasi tarihinin önemli isimlerinden Kasım Gülek’in kızıdır. 1991 yılında Harvard Üniversitesi Ekonomi Bölümü'nden (ABD)derece ile mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini Londra Üniversitesi Londra Ekonomi Okulu'te (İngiltere) 1992 yılında tamamladı. 1996 yılında Bruges'da bulunan College d'Europe'da (Belçika) Avrupa Birliği kursunu tamamladı. 1994 yılında Başbakanlıkta danışman olarak göreve başladı. 1999 yılına kadar sürdürdüğü görevi sırasında, Bakü Tiflis Ceyhan Petrol Boru Hattı, ekonomi koordinasyonu, Avrupa Birliği koordinasyonu, Güneydoğu Anadolu Projesi ve devlette toplam kalite yönetiminin uygulanması konularında çalıştı. 18 Nisan 1999 seçimlerinde DSP listesinden Adana milletvekili olarak 21. Dönem TBMM’ye en genç kadın milletvekili olarak girdi. 12 Temmuz 2002 tarihinde Kıbrıs'tan ve Yurt Dışında Yaşayan Vatandaşlardan sorumlu Devlet Bakanı olarak atandı. Meclis’te görev yaptığı sürede Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Türk Delegasyonu üyesi ve de Batı Avrupa Birliği Türk Delegasyonu üyesi olan Gülek, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinde Hukuk ve İnsan Hakları Komisyonu Başkan Vekilliğinin yanı sıra Kadın-Erkek Eşitliği Komisyonu üyeliği de yaptı. 2002 yılında Dünya Ekonomik Forumu (World Economic Forum, Davos) tarafından Geleceğin Genç Liderleri arasına seçildi. İrfan Erdoğan İrfan Erdoğan (d. 1945, Kayseri), Türk iletişim bilimci. Gazi Lisesi'ni 1964 yılında bitirdi. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu'ndan mezun olduktan sonra Ankara televizyonunda Müzik ve eğlence bölümünde çalıştı. Eylül 1970’de, yüksek lisans için ABD'ye gitti. Purdue Üniversitesi’nde master, Pittsburg Üniversitesinde doktora dereceleri alan Erdoğan, Amerikalı İletişim Bilimci Herbert Schiller’in New York Hunter College’den University of California San Diego'daki okuluna geri dönmesinden sonra onun yerine Hunter College'da ve sonra da CUNY Queens College'da ders verdi. 1997 yılında Türkiye’ye dönen Erdoğan, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Halkla İlişkiler ve Tanıtım anabilim dalında çalışmaya başladı. ODTU, Hacettepe Ünivesitesi, Baskent Üniversitesi, Erciyes Üniversitesi ve Atılım Üniversitesinde de dersler verdi. Profesör Erdoğan lisans, yüksek lisans ve doktora seviyelerinde araştırma tasarımı ve yöntemleriyle ilgili dersler, piyasa ve kamuoyu araştırmaları dersleri, siyasal ekonomi yöntem dersleri, kuram ve kuram inşası dersleri, istatistik ve yöntembilim dersleri ve modernleşme ve iletişim dersleri verdi. 2006 ile 2008 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nda Halka İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Başkanlığı da yapmıştır. 2012 Ağustos ayında Gazi üniversitesi'nden emekli olarak ayrılan Erdoğan, halen Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi Halkla ilişkiler ve Tanıtım Bölümünde Profesör olarak görev yapmaktadır. İrfan Erdoğan’nın basılmaya hazırlanan kitapları, “İmaj İmparatorluğu: Televizyon programlarında işlenen bilişler”, “Theoretical and Methodological Orientations in Current Communication Research” ve basılacak en son makalesi “On Media Ratings: Revisiting the Normalized Practice” isimli çalışmasıdır. İlgi alanlarını toplum ve insan olarak tanımlayan Erdoğan, aynı zamanda Türkiye’de iletişim alanında en çok akademik çalışmayı yapan bilim adamıdır. Alibey Barajı Alibey Barajı (bitişik olduğu İstanbul semtinin ismi ile Alibeyköy Barajı şeklinde de anılır), İstanbul'da Alibey Deresi (Alibeyköy Deresi veya Malova Deresi şeklinde de anılır) üzerinde, içme, kullanma ve sanayi suyu temini amacıyla 1975-1983 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.930.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 30,00 m, normal su kotunda göl hacmi 66,80 hm, normal su kotunda göl alanı 4,66 km²'dir. Yılda 39 hm içme suyu sağlamaktadır. Kadir Sertel Otcu Kadir Sertel Otcu, Türk bürokrat. 1972 yılında Bozkır (Konya)’da doğdu, ilk öğrenimini Develi (Kayseri), Ereğli (Konya), Sarıkamış (Kars) ve Ortaköy (Çorum)’de, orta öğrenimi Elâzığ ve Korkuteli (Antalya)’de tamamladı. 1988 yılında girdiği Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünden 1992 yılında mezun oldu. İçişleri Bakanlığı tarafından açılan Kaymakamlık Sınavını kazanmasını müteakip, 1994 yılında Antalya Kaymakam Adayı olarak atandı. 1995 yılında eğitim amacıyla gönderildiği İngiltere’de 6 ay Eastbourne, 2 ay Hastings şehirlerinde kalarak, genel İngilizce ve İngiliz Yönetim Yapısı konularında eğitim aldı. 1996 yılında 6 ay süreyle Kumru (Ordu) Kaymakam Vekilliği yaptı. 1997-1999 yılları arasında Başyayla (Karaman), 1999-2000 yılları arasında Gölova (Sivas), 2000-2001 yılları arasında Mazgirt (Tunceli), 2002-2005 yılları arasında Devrekani (Kastamonu),2005-2008 yılları arasında Kâhta (Adıyaman), 2008-2013 yılları arasında Saruhanlı (Manisa) Kaymakamlığı, 2013-2015 yılları arasında Hatay Vali Yardımcılığı, 2015-2016 yılları arasında Aydın Vali Yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2016 Aralık ayında Torbalı (İzmir) Kaymakamlığına atandı. Bad Religion Bad Religion, 1979 yılında Los Angeles, Amerika Birleşik Devletleri'nde kurulmuş bir punk rock müzik grubudur. Grup (albüm kitapçıklarında “oozin’ aahs” olarak adlandırdıkları) 3 parçalı tırmanan vokalleri, gitar soloları ve çoğunlukla politik veya dini yorumlar içeren entelektüel şarkı sözleri ile tanınır. Şarkı sözleri çoğunlukla sosyal sorumluluk konularına değinir. Geçen seneler boyunca grup üyeleri vokalist Greg Graffin haricinde, birkaç kez değişmiştir. Şu an kuruluştaki dört kişinin üçü grupta çalmaya devam etmektedir. (Greg Graffin, Brett Gurewitz ve Jay Bentley) Bad Religion on altı stüdyo, iki canlı, üç toplama albümü, 2 EP ve 2 DVD (her ikisi de canlı kayıt) yayınlamıştır. Bad Religion ilk albümlerinin birçoğu ile sıkı bir takipçi kitlesi kazanmış olsa da, 1994’te sekizinci stüdyo albümleri olarak yayınlanan ve ünlü parçaları “Infected” ve “21st Century (Digital Boy)’un yeni bir kaydını içeren Stranger Than Fiction’a kadar dünya çapında ticari bir başarı sağlayamamıştır. Bu albüm
hem ABD’de hem de Kanada’da altın plak almıştır. Son albümleri, True North 22 Ocak 2013 tarihinde yayınlanmıştır. Bad Religion dünya çapında 5 milyonu aşkın albüm satışına ulaşmıştır. The Offspring The Offspring, 1984 yılında "Manic Subsidal" adıyla, Amerika Birleşik Devletleri'nin Orange County bölgesinde kurulmuş bir punk rock müzik grubudur. Punk rock ya da alternatif rock müziğinin yanında metal, ska ve grunge da içerir. 1984'te lise arkadaşı olan Dexter Holland ve Greg K tarafından kurulmuştu. Üçüncü albümleri olan Smash'le büyük bir başarıya ulaştı. "Come out and play" adlı şarkıları listelerde 1 numaraya kadar yükseldi. Grup bu başarıyı Americana albümünde bulunan Pretty Fly'la tekrarladı. The Offspring, 2005'te Greatest Hits albümünü yayınladı ve ilk defa Vans Warped Tour'a katıldı. Davulcuları Atom Willard gruptan ayrılıp, Tom DeLonge'a katılıp 2006'da "We Don't Need To Whisper"'ı çıkardı. The Offspring Bob Rock'la birlikte sekizinci stüdyo albümü olan Rise And Fall, Rage And Grace'i 17 Haziran 2008'de yayınladı. Punk rock Punk rock, kökenleri 1974 ve 1975 yıllarına, Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık'a dayanan ve kendisini Green Day, The Exploited, Ramones,The Damned ve The Clash gibi gruplarla kanıtlamış düzen karşıtı rock müzik hareketidir. Punk terimi ise, punk rock'a dayalı alt kültür için kullanılmaktadır. Bu alt kültür agresif gençlik, kendine özgü giyim tarzı, Punk İdeolojisi ve D.I.Y. (Do It Yourself - Kendin Yap) etiğini kapsamaktadır. Punk; kültür, politika ve estetiği ile kurumsallaşmış sanat teorileri ve bunu yaratan topluma, toplumsal sisteme karşı doğmuş bir reddediştir. Punk, sanatçıyı insan olarak görür, geleneksel ve kalıplaşmış davranış ve yaşam biçimine karşı yıkıcı bir tavır geliştirir. Bireyin kişisel gelişimini yönlendiren, yaşam biçimini şekillendiren toplumsal organizmayı her şeyin suçlusu olarak görür ve saldırmaktan çekinmez. Punk'a göre her şey altüst olmalıdır; aykırı, ayrıksı giyim tarzı, sanat ve gündelik yaşamda sınırların belirsizleştirilmesi, bilinçli kışkırtıcılık, kabul görmüş ve tekdüzeleşmiş yaşam biçiminin yeniden düzenlenmesi (ya da düzensizleştirilmesi) punk yaşam biçiminin devrimci taktikleridir. Türkiye'de punk rock yapan pek çok grup vardır ama günümüzde yerli gruplar genellikle ska, emo gibi tarzlara kaymaktadır. Bunların arasında ana akım bir grup olan Athena da vardır. Aynı zamanda Taksim punk sahnesi, Ankara punk sahnesi ve İzmir punk sahnesi hareketlidir.Türkiye'den Cemiyette Pişiyorum,Zibidiler,Pandik,Düz Mantık,Sokak Köpekleri ve Yancı gibi gruplar örnek gösterilebilinir. The Restarts , The Exploited , Oi Polloi gibi bazı önemli punk rock grupları ise Türkiye'de konser vermiştir. Aktif olarak Punk müzik yapan ilk topluluk 1987 yılında kurulan Headbangers grubudur. Headbangers'ın 'Suratına İşemek İstiyorum' adlı şarkısı hayli saldırgan yapısıyla punkın Türkiye'ye geldiğinin sinyallerini vermiştir. Dönemin diğer önemli punk rock grupları Noisy Mob, Hong Kong Virus, LSD, Dead Army Boots ve Tampon'dur. Türkiye'de Punk müzik, Punk'ın "kendin yap" etiğine uygun olarak evlerde çoğaltılan demo kasetlerle yayıldı. Punklar konserleri ve diğer bilgi paylaşımlarını kendi imkanları ile oluşturdukları fanzinler aracılığı ile elden ele dolaştırarak sağlıyorlardı. 1999 yılına gelindiğinde ise ilk yasal punk albümü olarak kabul edilen Rashit'in "Telaşa Mahal Yok" albümü piyasaya çıkmıştır. Ali Nihat Yazıcı Ali Nihat Yazıcı, 1964 yılında Adapazarı'nda doğdu. Bir öğretmen ailesi çocuğu olan Yazıcı, Anadolu'nun farklı yerlerinde ilk ve orta öğretimini devam ettirdikten sonra Pertevniyal Lisesini bitirdi ve İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliğine girdi. 11 yaşından beri satranç camiasının içinde olan Yazıcı 14 yaşından itibaren hakemlik yapmaya başladı. Türkiye Satranç Federasyonunun 1991 yılında kurulmasının ardından hakem hocalığı başta olmak üzere, MHK üyesi, MHK Başkanı ve yönetim kurulu üyesi olarak farklı görevlerde bulundu. Çok sayıda turnuvada hakem olarak görev aldı. Yazıcı, üniversite eğitiminden sonra 1987 yılında TRT'de mühendis olarak göreve başladı. Önce ODTÜ'de İşletme Yüksek Lisans Eğitimi (MBA) ardından İsviçre'de IAB'de (Uluslararası Yayıncılık Akademisi) Radyo-Televizyon Yüksek Lisansını (Birincilikle) bitirdi. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon Sinema Bölümü'nde Doktora çalışmasını tez aşamasında bıraktı. 1999-2001 arasında TRT Televizyon Dairesi Başkan Yardımcılığı görevinde de bulunan Yazıcı Çok İyi İngilizce ve iyi düzeyde Fransızca biliyor. Evli ve iki kızı olan Yazıcı, Uluslararası Satranç Hakemi ve Uluslararası Satranç Organizatörü (FIDE) unvanlarına sahiptir. Yazıcı 18 Kasım 2000'de Türkiye Satranç Federasyonu Başkanlığı'na seçildi. Yazıcı Aralık 2004 tarihinde FIDE Okulda Satranç Komitesi Başkanlığına atandı. 26 Aralık 2004 tarihinde yapılan seçimlerde I. Olağan Genel Kurul tarafından yeniden Başkanlığa seçildi.Yazıcı 2006 FIDE başkanlık seçiminde başkan adayı Bessel Kok'un yardımcısı olarak aday oldu. 2008 yılındaki seçimlerle Başkanlık dönemini 4 yıl daha uzatan Yazıcı, 2012 yılındaki seçimlere girmedi. Yerine kendisinin de desteklediği Asbaşkanı Gülkız Tulay TSF'nin ilk kadın Başkanı seçildi. Döneminde Türk satrancı önemli aşamalar kaydetti. Okulda Satranç Projesi, düzenlenen uluslararası organizasyonlar ve İş Bankası sponsorluğunun kazanılması en büyük katkılarıdır. José Gervasio Artigas José Gervasio Artigas "(okunuşu: Hose Hervasyo Artigas)" (d. 19 Haziran 1764 - ö. 23 Eylül 1850) Uruguay'ın ulusal kahramanı. Uruguay bağımsızlığının babası olarak da bilinir. Latin Amerika'da ilk toprak reformunu hazırlayan kişidir. Bu reform ancak bir yıl uygulanabildi. Oligarşinin de desteklediği Portekiz işgali reformu silip attı. Artigas'a göre herkes eşit işlem görmeliydi ve toprakları "en yoksullara en çok yardım edilmelidir" ilkesine göre bölüştürdü. Ayrıca Artigas'a göre Kızılderililerin hakları ön planda tutulmalıydı. 1764'de bugünkü Uruguay'ın başkenti Montevideo'da doğdu. 1850'de Paraguay'da öldü. Sosyonik Sosyonik (Almanca: Sozionik, İngilizce: Socionics, Rusca: соционика), yeni bir psikolojik teoridir. Bu teoriye göre, insanlar arasındaki ilişkiler, onların genetik olarak doğuştan psikolojik türleri tarafından belirlenir. Sosyonik düşünce, C.G. Jung'un psikolojik türleri sınıflandırmasına dayanır.. Erguvan Erguvan ("Cercis siliquastrum"), baklagiller ("Fabaceae") familyasından, 10 metreye kadar boylanabilen, tek gövdeli, yaprak döken, çalı görünümünde bir ağaççıktır. Yapraklar karşılıklı, basit, dairemsi 7–12 cm kadardır. Dip kısmı kalp şeklinde, ucu yuvarlak, kenarlar tamdır. Gençken kırmızımsı-mor daha sonra mavi-yeşile döner. Yüzeyi dalgalı düşmeden önce sarıdır. Çiçekler 1,5–2 cm uzunluğunda kırmızı-mor 3-6 tanesi bir arada bulunur. Meyve legümen (fasulye biçiminde) olup, 7–10 cm uzunluğundadır. Diğer bir önemli özelliği de toprağa azot bağlamasıdır. Erguvan meyveleri fasulye görünümünde, 9–10 cm. uzun, 2–5 cm. geniş, kızılsı kahve renginde, karın çizgisinde dar ve uzunca kanat bulunur. Tohumu boldur. Sonbaharda olgunlaşan meyve kış boyunca bitki üzerinde kalır. Nisan-Mayıs ayında açan çiçekleri hermafrodit olup yapraklanmadan önce açarlar. Uzun saplı olan çiçekler 3-8 çiçekli salkım kuruluşunda ve erguvan kırmızısı rengi ile çok dekoratiftir. Işık ağacıdır. Kışın donlardan bazen etkilenir. Anavatanı Güney Avrupa ve Batı Asya'dır. Türkiye'de Ege ve Marmara Bölgesi'nde yayılış yapar. Tohum ve çelikle üretilir. Tohumlarda kabuk sertliğinden kaynaklanan çimlenme engeli vardır. Tohumlar 2-3 dakika sıcak su ve 24 saat ılık suda bırakıldıktan sonra ilkbaharda ekilir. Çelikle üretim Temmuz-Ağustos aylarında alınan yarı odunsu çeliklerle yapılır. Erguvan, yapraklanmadan önce Nisan ayı sonuyla Mayıs ayı başında yalnızca birkaç haftalığına baharın müjdecisi kabul edilen morumsu pembe renkte çiçekler açar. Bazı Hıristiyan inanışlarına göre İsa'nın ihanet eden havarisi Yahuda kendini bu ağaca asmıştır. Efsaneye göre bu olaydan sonra önceleri beyaz olan erguvan çiçekleri utançtan ya da kandan kırmızıya dönmüştür. Yazın sap kısmından girintili yuvarlak yaprakları olur. Sonbaharda ise fasulye benzeri tohumlar bırakır. Erguvan çiçeği havaların güzel gitmesi durumunda bazı sonbaharlarda da açar. Erguvan, İstanbul'u, özellikle de İstanbul boğazını bahar aylarında kendine has mor rengine büründürür. Bizans ve Hıristiyanlığın önemli imgelerindendir. Erguvan moru Bizans hükümdarlarının kıyafetlerinde kullanılan bir renktir. Doğal yollarla üretilen en zor renk olduğu için, bir zenginlik ve güç belirtisiydi; imparator dışında hiç kimse mor pelerin takamazdı. Erguvan, yüzyıllar boyu Bursa şehrinin de simgesi olmuştur. Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezit'in damadı Anadolu erenlerinden Emir Sultan'ın her yıl erguvan açma mevsiminde Bursa'da müritleriyle buluşması nedeniyle 14. yüzyıldan itibaren düzenlemeye başlanan erguvan şenlikleri, şehrin ekonomisine olumlu etkilerinden dolayı 19. yüzyıla kadar gelenek olarak sürdürülmüştür; günümüzde bu şenlikleri yeniden canlandırma çabası vardır. Şanghay Bilim ve Teknoloji Müzesi Şanghay Bilim ve Teknoloji Müzesi (上海科技馆), Şanghay şehrinin Metro istasyonlarından birisidir. Bu istasyon, metro içindeki bir yapı olan Line 2'nin bir parçasıdır ve yuvarlak bir alan üzerine kurulmuştur. Açık bir alana kurulmuş olan bu istasyon aynı zamanda müzedir. Burası Şanghay'daki en uzun metro istasyonu ismi olma özelliğini de taşır. Century Park bu istasyona 500 metre uzaklıktadır. Şanghay'ın en büyük parkı olan bu parkın diğer ucundan da bu istasyona ulaşılabilir. 7 Temmuz 2005 Londra saldırıları 7 Temmuz 2005 Londra saldırıları, Londra bombaları olarak da bilinir. 7 Temmuz 2005 günü Londra bir dizi bombalı saldırı ile karşılaştı. 21 Temmuz'da saldırılar tekrarlandı. El-Kaide saldırıları üstlendi. Saldırılar otobüs durağı, metro istasyonu gibi şehrin ulaşım sistemini hedef aldı. 52 kişi öldü. Saldırılar G-7 Z
irvesi İskoçya'da yapılırken gerçekleşti. Saldırıların ardından İngiliz hükûmeti terörle mücadele yasalarında bir dizi değişikliğe gitmek istedi. Ancak bu değişiklik istekleri insan hakları ve diğer temel haklar çerçevesinde direnişle karşılaştı. Saldırılardan sonra tüm dünyada metroya olan ilgi bir süreliğine de olsa azaldı. Saldırılardan sonra Londra'da terör korkusu artarken İngiliz polisi de yanlışlıkla Brezilyalı bir elektrikçiyi metroda trene binerken vurdu. Saldırı İngiltere'nin 11 Eylül'ü olarak da adlandırılır. Kısaca 7/7 olarak bilinir. Alvar Aalto Hugo Alvar Henrik Aalto (d. 3 Şubat 1898, Kuortane — ö. 11 Mayıs 1976, Helsinki), Fin mimar. 20. yüzyılın en önemli mimarları arasında yer alan Aalto mimarlık, mobilya, tekstil ve cam işleri alanlarında tasarımlar yaptı. Aalto'nun erken dönem kariyeri, 20. yüzyılın ilk yarısında Finlandiya'daki ekonomik gelişime ve sanayileşmeye rast gelmekte olup Ahlström-Gullichsen ailesi başta olmak üzere müşterilerinin pek çoğu sanayiciydi. 1920'lerden 70'lere kadar süren kariyeri boyunca yapıtları sırasıyla İskandinav Klasisizmi, 1930'larda daha rasyonel Uluslararası Üslup Modernizmi, 1940'larla beraber daha organik modernist anlayışının etkileriyle tasarlandı. Yine de kariyeri boyunca en belirgin özelliği Gesamtkunstwerk, "bir bütün sanat" olarak taşıdığı kaygıdır; öyle ki - ilk eşi Aino Aalto ile beraber – sadece binayı değil, onun iç yüzeylerinden mobilyalarına, lambalarına, cam işlerine kadar pek çok bileşeniyle müdahale etti. Kendisi tarafından tasarlanan Alvar Aalto Müzesi, onun memleketi olarak kabul edilen Jyväskylä'dadır. Hugo Alvar Henrik Aalto Kuortane, Finlandiya'da dünyaya geldi. Babası Johan Henrik Aalto Fince konuşan bir haritacı, annesi Selly (Selma) Matilda (kızlık soyadı Hackstedt) İsveççe konuşan postane müdiresiydi. Aalto 5 yaşındayken ailesi Alajärvi'ye, sonra da Orta Finlandiya'daki Jyväskylä'ya taşındı. Burada Jyväskylä Lisesi'nde okudu ve temel eğitimini 1916'da tamamladı. Bu yıldan sonra Helsinki Teknoloji Üniversitesi'nde mimarlık okumaya başladı. Çalışmaları, uğruna savaştığı Fin İç Savaşı yüzünden aksadı. Sonrasında eğitimine devam etti ve 1921'de mezun oldu. Mezuniyet sonrası Alvar, Avrupa'yı dolaştıktan sonra 1923'te tekrar Jyväskylä'ya döndü ve ilk mimarlık bürosunu açtı. Jyväskylä onun mimarlığıyla, herhangi bir şehirden daha fazla Aalto yapısı içermesiyle göze çarpan bir kent haline döndü. 1925'te, mimar Aino Marsio ile evlendi. Balayında gittikleri İtalya'dan sonra Akdeniz kültürüyle kurduğu entelektüel bağ hayatı boyunca ona damgasını vurdu. Aalto'lar bürolarını 1927'de Turku'ya taşıdı ve mimar Erik Bryggman ile iş birliğine gitti. Büro daha sonra 1933'de Helsinki'ye taşındı. Aalto'lar, kendileri için Munkkiniemi, Helsinki'de ev-büro karışımı yapı tasarlayıp inşa ettiler (1935–36), ancak daha sonra özel yapım büroları aynı mahallede inşa edildi (1954–56) - bu son yapı günümüzde Alvar Aalto Akademisi'ne ev sahipliği yapmaktadır. Aino ve Alvar Aalto iki çocuk yaptılar: bir kız (Johanna "Hanni" Alanen, kızlık soyadı Aalto, 1925) ve bir oğlan (Hamilkar Aalto, 1928). 1926'de genç Aalto'lar Alajärvi'de Villa Flora adında bir yaz kulübesi tasarlayıp inşa ettiler. Aino Aalto kanser yüzünden 1949'de öldü. 1952'de Aalto, daha önceden kendi bürosunda asistan olarak çalışan mimar Elissa Mäkiniemi (1994'de öldü) ile evlendi. 1952'de Aalto kendisi ve karısı için Muuratsalo, Orta Finlandiya'da bir başka yaz kulübesini - o zamanki adıyla Deneysel Ev - tasarlayıp inşa etti. Alvar Aalto 11 Mayıs 1976'da Helsinki'de öldü. Her ne kadar bazen İskandinav modernizminin ilk ve en önemli mimarlarından kabul edilse de, tarihi bilgilere yapılan daha sıkı incilemelere göre Aalto'nun (Finlandiya'da bir öncüyken) Gunnar Asplund ve Sven Markelius gibi diğer İsveç'teki öncülerle beraber iletişim içinde olduğu ve onlardan etkilendiği görülmektedir. İskandinavya'daki bu dönemdeki bu neslin paylaştığı özelliklerin başında hepsinin klasik eğitim gördükten sonra o dönemki adıyla İskandinav Klasisizmi - önceki baskın tarz Ulusal Romantizm'e tepki olarak beliren bir başka tarz - tarzıyla tasarımlar yapmaya başlayıp daha sonra 1920'lerle beraber modernizme kaymasıydı. Jyväskylä'ya 1923'te kendi bürosunu açmak üzere dönüşüyle beraber Aalto kendini hepsi de klasik tarzda bazı tek ailelik evler tasarlamakla meşgul etti. Bu evlerin arasında annesinin kuzeni Terho Manner için Töysa'da 1923'te tasarladığı ev, Jyväskylä polis şefi için 1923'te tasarladığı yaz konağı ve Tarvaala'da 1924'te tasarlanan Alatalo çiftlik evi yer almaktaydı. Bu süreçte ilk umumi binalarını tamamladı: Jyväskylä İşçi Kulübü (1925), Jyväskylä Savunma Birliği Binası (1926) ve Seinajoki Savunma Birliği Binası (1924-29). Aalto bunun yanında Finlandiya veya yurtdışında yapılacak prestijli devlet binaları adına birçok mimarlık yarışmasına katıldı. Bunların arasında başlıca Fin Parlamento binası (1923 - 1924), Helsinki Üniversitesi için ek bina ve Cenova, İsviçre'deki Milletler Cemiyeti'ne ev sahipliği yapacak yapı (1926-27) yer almaktaydı. Buna ek olarak bu dönem, profesyonel dergi ve gazetelere makale yazan Aalto'nun yazı bakımından da oldukça bereketli bir dönemidir. Bu süreçte "Urban culture" ("Kent kültürü", 1924), "Temple baths on Jyväskylä ridge" ("Jyväskylä sırtlarında tapınak hamamları", 1925), "Abbé Coignard's sermon" ("Abbé Coignard'nın vaazi", 1925) ve "From doorstep to living room" ("Kapı eşiğinden oturma odasına", 1926) gibi en bilindik tezlerini yazdı. Aslen klasik bir yarışma önerisi olan ama daha sonra bitmiş yüksek-modernist bir bina haline gelen Viipuri Kütüphanesi (1927–35), Aalto'nun tasarım yaklaşımında klasisizmden modernizme geçişine bir örnek teşkil eder. Aynı şekilde onun hümanist yaklaşımı bu kütüphanede net bir şekilde gözlenebilmektedir: yapının içi doğal malzemeler, sıcak renkler ve dalgalı çizgilerle tasarlanmıştı. Finansal sorunlar ve vaziyetin değişmesi nedeniyle Viipuri Kütüphanesi projesi sekiz yıl sürdü ve o bu süreçte Turun Sanomat Binası'nı (1929–30) ve Paimio Sanatoryumu'nu (1929–32) tasarladı. Böylece Turun Sanomat Binası Aalto'nun modernizme olan geçişini belgeledi. Bu süreç Paimio Sanatorymu ve inşası devam eden kütüphane projesinde de kendini gösterdi. Her ne kadar Turun Sanomat Binası ve Paimio Sanatoryumu nispeten saf modernist işler olsa da, mimarın geleneksel modernist anlayışı sorgulamasının tohumlarıyla daha cüretkar sentetik bir duruşa yönelişini sentezler. Bu iki binanın özellikle Dessau'daki Bauhaus tasarım okulu düşünüldüğünde Walter Gropius tarzını andırdığı söylenmektedir. Viipuri binasıyla beraber Aalto, Avrupa normlarından çıkarak kendi kişiselliğini göstermeye başladı. Sven Markelius aracılığıyla Aalto bir Congres Internationaux d'Architecture Moderne (CIAM) üyesi oldu ve 1929'da Frankfurt'ta ikinci toplantıya, 1933'te Atina'da dördüncü toplantıya katılarak László Moholy-Nagy, Sigfried Giedion ve Philip Morton Shand gibi isimlerle yakın arkadaşlıklar kurdu. Bu sıralarda yeni modernizmin en büyük öncülerinden olan Le Corbusier'yi Paris'teki bürosunda birkaç kez ziyaret etti. Aalto, Paimio Sanatoryumu (1932) ve Viipuri Kütüphanesi'nin (1935) bitişine kadar dünya çapında ilgi çekmedi. 1939 New York Dünya Fuarı kapsamında Aalto'nun Fin Pavyonu tasarımı Frank Lloyd Wright'ın "dahiyane iş" yorumu da dahil olmak üzere olumlu eleştiriler aldığı zaman mimarın ünü ABD'de oldukça arttı. Sigfried Giedion'un Modernist mimari üzerine yazdığı ses getiren kitabı "Space, Time and Architecture: The growth of a new tradition" ("Mekan, Zaman ve Mimarlık: Yeni geleneklerin güçlenişi", 1949) Aalto'nun uluslararası ününün kabul görmesine yol açtı. Bu kitapta Aalto, Le Corbusier de dahil olmak üzere diğer bütün modernist mimarlardan daha çok ilgi gördü. Aalto üzerine yaptığı analizde Giedion, tasarımlardaki moda, atmosfere, çarpıcı yaşama ve hatta "Finlandiya Aalto nereye giderse orada," beyanıyla ulusal karakteristiğe birincil öncelik vererek doğrudan işlevsellikten ayrılan yönlerini irdeledi. Aalto'nun ahşap ile yaptığı ilk dönem deneyleri ve saf modernizmden uzaklaşması Noormarkku'da genç sanayici Harry ve Maire Gullichsen çifti için tasarlanan lüks Villa Mairea (1939) yapısı için görevlendirildiğinde somut bir görüntüye ulaştı. Maire Gullichsen bu çalışmada asıl müşteri olarak davrandı ve süreç boyunca sadece Alvar ile değil Aino Aalto ile beraber de çalıştı, onlara daha cüretkar olmaları konusunda ilham verdi. Asıl tasarım özel bir sanat galerisi de içerecek biçimdeydi ancak bu asla inşa edilmedi. Yapı merkezde böbrek biçimli bir havuzdan ibaret olan iç "bahçe"nin etrafında U şekli çizmekteydi. Havuzun bitişiğinde Fin ve Japon örnekleri çağrıştıran köy tarzı bir sauna bulunuyordu. Bu evin tasarımı geleneksel Fin, saf modernizm, İngiliz ve Japon mimarisi gibi pek çok tarzdan etkilenmişti. Bu ev zengin bir aile için tasarlanmış olsa da, Aalto burada denediği yeniliklerin geniş kitlelere yapılacak konutlar için de bulgular sağladığını iddia etti. Yükselen ünü, onu Finlandiya dışında da projelere adım attırdı. 1941'de ABD'ye MIT'deki bir profesörün konuğu olarak gitti. Bu II. Dünya Savaşı sırasında olduğundan, öğrencilere düşük bütçeli, küçük ölçekli evlerle savaş kurbanı Finlandiya'nın tekrar inşasıyla paralel dersler verdi. MIT'de öğretirken, aynı zamanda yurt binalarından Baker House'ı tasarladı. 1948'de tamamlanan bu bina Aalto'nun kırmızı tuğla döneminin başlangıcıdır. Aslen Sarmaşık Birliği üniversite geleneğini devam etmek adına Baker House'ta kullanılan tuğla, mimarın Finlandiya'ya dönüşünde bazı binalarda da onun gözde malzemelerinden biri haline geldi. Bu girişimler arasında yeni Helsinki Teknoloji Üniversitesi kampüsü (1950'de başlandı), Säynatsalo Belediye Binası (1952), Helsinki Emekli Enstitüsü (1954), Helsinki Kültür Evi (1958) ve Muuratsalo'da yapılıp o dönemde "Deneysel Ev" olarak adlandırılan kendi yazlığı (1957) yer almaktadır. Aalto, Helsinki'de erken 1960'lar ve 1970'ler (1976'deki ölümüne kadar) boyunca pek çok önemli esere imza attı.
Töölö Koyu ve demiryolu arazilerinin bitişiğinde; Eliel Saarinen tarafından yapılan Ulusal Müze ve ana demiryolu istasyonuyla çevrelenen Helsinki merkezinde yer alan boşluğa yapılacak yerleşim planı bunlardan biriydi. Bu planında Aalto, ayrı ayrı mermer kaplı, koya bakacak binalarla bir hat çizmeyi gündeme getirdi ve bu koya konser salonu, opera, mimarlık müzesi ve Fin Akademisi'nin yönetim merkezi gibi kültürel yapılar önerdi. Bu şema Kamppi semtine kadar yüksek ofis binalarıyla genişletildi. Aalto bu şemayı ilk defa 1961'de paylaştı ancak 60'lar boyunca pek çok düzenlemeden geçti. Bu planda Töölö koyuna bakan Finlandiya Salonu (1976) ve Kamppi semtinde Helsinki Elektrik Şirketi için yapılan ofis binası olmak üzere sadece iki parça gerçek hayata taşındı. Ludwig Mies van der Rohe'nin geometrik birimlerle binalar için geliştirdiği dil, Aalto tarafından da Helsinki'deki diğer pek çok yerde kullanıldı: Enso-Gutzeit binası (1962), Akademik Kitapçı (1962) ve SYP Banka Binası (1969). Aalto'nun 1976'daki ölümünden sonra bürosu eşi Elissa tarafından yürütülmeye devam edildi. Elissa, Aalto'nun yarım bıraktığı işleri tamamladı. Bu işler arasında Jyväskylä Şehir Tiyatrosu ve Essen opera binası yer almaktadır. Elissa Aalto öldükten sonra, büro Alvar Aalto Akademisi olarak işine devam etmekte olup Aalto binalarının restorasyonu için öneriler üretip arşivleme organizasyonunu üstlenmeye başladı. Aalto'nun ödülleri arasında Britanyalı Mimarlar Kraliyet Enstitüsü (1957) ve Amerikan Mimarlar Enstitüsü (1963) kapsamında ayrı ayrı altın madalyaya layık görüldü. Bununla beraber 1957'de Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi'nde Yabancı Onur Üyesi olarak seçildi. Aalto Finlandiya Akademisi'nin bir üyesi olarak 1963 ve 1968 yılları arasında yöneticilik yaptığı gibi, 1925'ten 1956'ya kadar Congrès International d'Architecture Moderne (CIAM, "Uluslararası Modern Mimarlık Kongreleri") üyesi olarak kaldı. Aalto'nun kariyeri İskandinav Klasisizmi'nden saf Uluslararası üslup modernizme ve hatta daha kişisel sentetik ve nevi şahsına münhasır modernizme kadar değişkenlik gösterir. Aalto'nun yapıtları şehir planlama ve mimarlık kadar büyük ölçekli alanlardan iç mimarlık, mobilya ve cam tasarımı ve resim sanatına kadar değişkenlik gösterir. Hayatı boyunca 500'den fazla ayrı bina tasarladığı bilinen mimarın 300 kadar tasarımı inşa edilmiş olup bu binaların çoğu Finlandiya'da bulunmaktadır. Bunun yanında Fransa, Almanya, İtalya ve ABD olmak üzere birkaç inşa edilmiş tasarımı bulunmaktadır. Aalto yaptığı resimlerin kişisel sanattan ziyade mimari tasarım sürecinde yaptığı birer çalışma olduğunu öne sürmüştür. Aynı şekilde onun küçük ölçekte ahşapla yaptığı heykelsi deneyler daha sonraki mimari detay ve formların oluşmasına yol açmıştır. Bu deneylerden bazıları patent elde etmiştir: örneğin, 1932'de yeni bir lamine bükük-kontrplak mobilya formu geliştirmiştir. Onun deneysel yöntemleri, Bauhaus tasarım okulundan, özellikle 1930'da tanıştığı László Moholy-Nagy gibi kimselerle sürdürdüğü iletişim sonucunda gelişmeler gösterdi. Aalto'nun mobilyaları Londra'da 1935'te sergilendikten sonra karşılaştığı olumlu ilgi ve talep karşısında, eşi Aino, Maire Gullichsen ve Nils-Gustav Hahl ile beraber Artek şirketini kurdu. Aalto'nun cam işleri (Aino ve Alvar) Iittala tarafından üretildi. Aalto'nun 'High Stool' ("Yüksek Tabure") ve 'Stool E60' ("Tabure E60") (Artek tarafından geliştirildi) günümüzde halen tüm dünyada Apple şirketinin satışını yapan Apple Store'larda müşterilere oturacak yer sağlamak adına kullanılmaya devam etmektedir. Siyah vernikle üretilen tabureler 'Genius Bar' müşterileri için ve diğer bazı yerlerdeki mağazalarda oturacak yerler gerektiğinde kullanılmaktadır. Aalto pek çok şekilde anılmaya devam etmektedir: Abadan Abadan (Farsça: آبادان), İran'ın Huzistan Eyaleti'nde şehir. Eyaletin aynı isimli Abadan şehristanı'nın yönetim merkezi olan şehrin 2006 yılı resmi nüfusu 217.988 kişi ve 48.061 hanedir. İran'daki petrol yataklarından gelen boru hatlarının ulaştıkları kentte, dünyanın en büyük petrol arıtma tesislerinden biri kurulmuştur. Bir adet uluslararası havaalanının bulunduğu şehirde ayrıca 1939'da kurulan bir teknoloji enstitüsü vardır. Fars Körfezi'nin kıyısında, Şattülarap'da bir adada denizden 53 km. kadar içeride yer alan Abadan, İsfahan'ın yaklaşık 402 km. güneybatısındadır. 1047'de kurulan Abadan, 1908'de petrol bulunup bir yıl sonra da ilk rafineriler kurulmaya başlayıncaya kadar küçük bir kasaba olarak kaldı. İran'ın en işlek limanlarından biri olan Abadan, Osmanlı İmparatorluğu ile İran arasında sürekli bir tartışma konusu olmuştur. 1847'de yapılan Erzurum Antlaşması'yla İran'a bırakıldı. 1909'da Anglo Persian Oil Company, adayı kiralayarak burada dünyanın en büyük rafinelerinden birini kurdu. 1973'te İran tarafından devralındı. 1951'e kadar dünyanın en büyük petrol arıtma tesisleri olan rafinerilerde, 1980'de İran-Irak Savaşı başlayıncaya kadar yılda 18 milyon ton ham petrol işleniyordu, bu savaşta büyük zarar gördü. Irak'ın 1983'te düzenlediği saldırı sonucunda Basra Körfezi'nin tarihindeki en büyük petrol kirlenmesi ortaya çıktı. Abbas bin Abdülmuttalib Abbas bin Abdülmuttalib (Arapça: ' veya '; d. 566 - ö. 652), sahabe. İslam dininin peygamberi olan Muhammed'in amcasıdır. Muhammed'den iki ya da üç yıl önce doğduğu kabul edilir. İlk gençlik yıllarından itibaren ticaretle uğraşmıştır. Maddi durumu iyi olduğu için, İslam öncesi dönemde Kabe' yi ziyarete gelen hacılara su dağıtma (Sikaye) ve onlara ziyafet verme (Rifade) görevlerini kardeşi Ebu Talib'den devralan Abbas, ayrıca ona maddi destek sağlamak maksadıyla oğlu Cafer'in bakımını da üstlenmiştir. Başta Müslümanlığı kabul etmeyen ancak karşı da çıkmayan Abbas Bin Abdülmuttalip, Bedir Savaşı'nda Mekkeliler'in safında çarpışıp tutsak düştü ve fidye ödeyerek kurtuldu. Daha sonra Mekke'de kalarak, Mekkeliler'in savaş planlarını peygambere bildirdi. Mekke'nin fethi hazırlıkları sırasında Müslüman olduğunu açığa vurmuştur. Peygambere para yardımında bulunup, bazı seferlerine katıldı. Abbasi halifeleri oğlu Abdullah'ın soyundan gelir. Oyuncak Oyuncak; genellikle çocuklar tarafından oyun oynarken kullanılan her türlü nesne. Pek çok oyuncak gerçek bir varlığın taklidi şeklindedir; ancak oyuncaklar, çeşitli anlamlar yüklenmiş basit nesneler de olabilir. Örneğin bir çocuk üzerine bindiği bir değneği hayalinde bir ata, elindeki taşı bir otomobile dönüştürebilir. Bunun yanı sıra elektronik ve mekanik parçalardan oluşan, çok karmaşık oyuncaklar da mevcuttur. Oyun ve oyuncağın tarihi insanlık kadar eskidir. Tıpkı hayvanlar gibi, ilk insanlar da muhtemelen doğadaki pek çok nesneyi oyuncak olarak kullanmışlardır. Ancak sırf oyun amaçlı olarak üretilen ilk nesnelerin top, uçurtma ve yoyo olduğu kabul edilir. Arkeolojik kazılarda, Sümerlere ait, MÖ 2600 yıllarından kalma, insan ve hayvan şeklinde nesneler bulunmuştur. Hindistan'da ise MÖ 2500 yıllarına ait, tekerlekli hayvan figürleri bulunmuştur. "Oyuncak" kavramından bahseden en eski kayıt ise, tahta ve terrakottadan yapılmış yoyoları anlatan, MÖ 500 yıllarına ait bir Antik Yunan belgesidir. Bununla birlikte yoyo çok daha önce Çin'de ortaya çıkmıştır ve yine Çin'de MÖ 1000 yıllarında, günümüzde dahi oldukça popüler olan uçurtmalarla oynandığı bilinmektedir. MÖ 2. yüzyılda Mısır'da topaç ve misket biliniyordu. Yine aynı dönemlere ait Firavun mezarlarında oyuncak bebekler bulunmuştur. Eski Yunan, Roma ve Çin'de de kilden yapılıp fırınlanmış, hareketli kol bacaklara sahip bebekler yapıldığı bilinmektedir. Seri olarak üretilen ilk tahta bebekler ise 1700'lerin Almanyasına aittir. Osmanlı döneminde Eyüp'te, hayvan bağırsağından yapılmış balonlar, tahta topaçlar, çemberler, tefler, toprak düdükler satıldığı bilinmektedir. Çocuk, bebekliğinden başlayarak oyuncaklarla oynayarak dünyayı anlamlandırır ve eğlenir. Çocuk, hayal dünyasına bağlı olarak kendi oyuncaklarını bulur veya imal eder. Tektip satılan oyuncaklar harcıalemdir. Çocuk, büyüklerini taklit ederek büyüdüğü için, büyüklerin kullandığı araç gereçlerin benzerleri ile oynamaktan zevk alır. Çok basit nesneler oyuncak olarak kullanılabilir. Örneğin Üçtaş gibi oyunlar sadece taşlarla oynanır. teknolojideki ilerlemelere bağlı olarak oyuncaklar da çok kapsamlı bir evrim geçirmişlerdir. Günümüzde sesli ve hareketli robotlar, uçabilen helikopterler, oyun konsolları gibi çok gelişmiş oyuncaklar bulunmakla birlikte; oyuncak ayı, top veya atlama ipi gibi basit oyuncaklar da popülerliğini yitirmemiştir. Louvre Müzesi Louvre Müzesi (Fransızca: ""). Fransız ihtilâlinden sonra 1793 senesinde, Fransa'da açılan ilk devlet müzesi. Paris 1. bölgede bulunan bu müze emsalleri arasında en ünlülerindendir. 2012'de 9.7 milyon kişinin ziyaret ettiği Louvre, dünyada en çok ziyaret edilen sanat müzesidir. Louvre, on üçüncü yüzyıl başlarında (1204), Philippe Auguste tarafından ilk şekliyle inşâ ettirilmiştir. Adını İngilizcede kuvvet, güç anlamına gelen “Lower” kelimesinden alan saray, daha sonra 14. yüzyılda kraliyet merkezi olmuştur. On beşinci yüzyılda ise saray, Loire'nin kıyısına taşınınca Louvre bakımsız kalmış ve 1564'te sarayın Tuileries bölümünün yapımına başlanmış fakat, 3. Napolyon zamanında tamamlanabilmiştir. 1793'te müze hâline gelen saray, 1871'de büyük bir yangın geçirmiştir. Yapılan tâmirât ve değişikliklerle zamanımıza kadar gelen binâ 1932'de son şeklini almıştır. İçersinde bulunan sanat kolleksiyonları, yenileriyle birleştirilerek büyük bir sanat müzesi hâline getirildi. Louvre Müzesi; yedi bölümden meydana gelmektedir. Her bölümün başında yetkili ve sorumlu kişiler vardır. Bunlar da müze müdürüne bağlıdır. Resim, heykel, doğu sanatları, Mısır sanatları, Yunan sanatları, sanat eserleri, desen gibi dallara ayrılan kısımlardan meydana gelmektedir. Doğu sanatları bölümünde; heykel, Akat uygarlıklarından eserler mevcuttur. Mısır sanatları kısmı ise, Mısır'dan getirilen ve Kahire Fransız Enstitüsü tarafından yapılan araştırmalarda ortaya çıkan, uygarlık ö
rneklerinin tanınması bakımından önemlidir. Yunan sanatları bölümünde; MÖ 2000 yılı ile MS 3. yüzyıl sanatlarına ve çinilerine rastlanmaktadır. Sanat eserleri bölümünde, ortaçağdan günümüze kadar gelen süsleme sanatı örnekleri; resim bölümünde, ortaçağ Fransız ve Avrupa resim koleksiyonları vardır. Fragonard, Rembrandt, Rubens, Titian, Poussin ve David gibi sanatçıların eserlerinin görülebileceği Louvre Müzesi'nde, Winged Victory of Samothrace ve Venus de Milo gibi çok iyi bilinen heykel koleksiyonları da bulunmaktadır. Ayrıca Heykel Bölümü'nde, 19. yüzyıl Fransız sanatının zamanımıza kadarki önemli eserlerini de bulundurmaktadır. Baron Edmond de Rothschild'ın 40.000'den fazla oyma resim, yaklaşık 3000 çizim ve 500 resimli kitap içeren koleksiyonu 1935'te Louvre'a verilmiştir. Bunların yanı sıra Louvre'da arkeolojik, mimari ve tarihsel sergilere de yer verilmektedir. Müzenin çok zengin kütüphânesi, konferans salonu ve eğitim bölümü, eserlerin incelendiği ve yenilendiği laboratuvar ile sanat târihi ve müzecilik konusunda eğitim yapan Louvre Müze Okulu da önemli kısımlarındandır. Leonardo Da Vinci'nin ünlü Mona Lisa'sı da burada bulunmaktadır. Müzenin tamamını dolaşmak iki gün sürmektedir. Louvre Müzesi ; sekiz sorumlu departmanda 380.000'den fazla obje ve sergilenen 35.000 sanat eserini içerir. Bu departman, 50.000'den fazla eseri içerir bunlara Nil Uygarlığının MÖ 4000'den 4. yüzyıla kadar yaptığı eserler dahildir. Dünyanın en büyükleri arasında yer alan koleksiyon; Antik Mısır, Orta Krallık, Yeni Krallık, Kıpti, Roma, Bizans dönemlerinin yaşamını gözler önüne serer. Yakın Doğu Eserleri Departmanı, müzenin ikinci en yeni departmanıdır. Bu departman 1881'den beri, islam öncesi, erken dönem Yakın Doğu Uygarlığını ve ilk yerleşim kalıntılarını sergiler. Departman coğrafyaya göre üç bölüme ayrılmıştır: Doğu Akdeniz Bölgesi, Mezopotamya ve Pers İmparatorluğu. Grek , Roman ve Etrüsk departmanı , Ege Bölgesinin neolitik dönemden 6. yüzyıla kadar olan dönemlerini sergiler. 1793 yılında, müze ilk açıldığında , ayrılan iki departmandan biridir. Koleksiyon, Kiladik dönem ile Roma İmparatorluğunun çöküşüne kadar olan dönem arasında bir köprü oluşturur ve ağırlıklı olarak Venus de Milo gibi mermer heykelleri içerir. Gökben Nermin Gökben veya tanınan adıyla Gökben (d. 25 Kasım 1951, İstanbul), Türk şarkıcı. Şaziye ve Aziz Gökben çiftinin tek çocuğu olup babasını henüz 1 yaşındayken trafik kazasında kaybetmiştir. Profesyonel müzik kariyerine Yurdaer Doğulu orkestrasının solisti olarak başlayan Nermin Gökben, "Hey" dergisi tarafından ilk 45'liğini yaptığı 1972 yılının umut vadeden en iyi kadın şarkıcısı seçilmiştir. 1973 yılında 1 Numara Plakçılık saflarına geçmiştir. Zeki Müren'in solist altı olarak Maksim'de sahne alan Gökben, gazinoların en aranan pop sanatçılarından biri olarak 70'li yıllarda sahnelerde yükselmiştir. 1975 yılında "Aşk Dediğin Laftır", 1977 yılında "Bu Ne Biçim İştir" adlı albümlerini yapmış, en büyük başarıyı ise 1979 yılında yaptığı "Samanyolu" albümüyle yakalamıştır. Bu albümde "Deniz ve Mehtap", "Samanyolu", "Buruk Acı" gibi şarkıları disko-caz soundunda söylemiştir. Bu albümden sonra Kul Himmet'in "Gün Akşam Oldu" türküsü gibi değişik tarzda eserler başka sanatçılar tarafından caz formatında söylenmiştir. "Samanyolu", sanatçının Ali Kocatepe ile çalıştığı son albümdür. 1981 yılında Ali Kocatepe'nin 1 Numara Plakçılık şirketinden çıkan "Gazino 1 Numara" isimli toplama albümde "Rüzgar Gibi Geçtin" isimli şarkısıyla yer almıştır. Türk pop müziğinde medya tarafından Ajda Pekkan'ın en büyük rakibi olarak gösterilecek kadar üne kavuşan sanatçı, 26 Eylül 1980 tarihinde İşadamı Kaya Mutlu ile evlenerek evli kaldığı 5 yıl boyunca (1 Nisan 1986'da boşandı) müziğe uzun bir ara vermiştir. 1986 yılında Sembol Plak etiketiyle yayınlanan "Yaz Gülü" adlı pop-arabesk albümüyle müziğe dönüş yapmıştır. Bu albümde aranjör Esin Engin ile çalışmıştır. Albümden "Yak Gönül Yak", "Pişmanlık Duymadın mı", "Yaz Gülü" ve "Hatıram Olsun" ses getirmiştir. "Yaz Gülü", sanatçının plak formatında yayınlanan son albümü olmuştur. 1989 yılında Oscar Plak'a geçen sanatçı, içerisinde pop, arabesk ve sanat müziği eserlerinin olduğu "Severken Yoruldum" isimli albümünü çıkarmıştır. Sanatçı bu albümde ilk defa Metin Özülkü ile çalışmıştır ve albümün başarısı üzerine Metin Özülkü piyasada aranan bir besteci haline gelerek, başta "Camdan Cama" (Hakan Peker) ve "Ajda 90" (Ajda Pekkan) olmak üzere pek çok albümde yer almıştır. Bu albümde yer alan "Bak Dostum" isimli eser Aşka Çeyrek Var albümünde tekrar okunmuştur. 1 milyonun üzerinde sattığı için Altın Plak ödülü almıştır. 1990 yılında 6. albümü "İşine Gelirse" yine aynı şirketten çıkmıştır. Albümden Aysel Gürel imzalı "Aşktan Güzel Ne Var?" ve Ülkü Aker'in "Taktı Taktı" eserleri hit olmuştur. "Aşktan Güzel Ne Var", "Daha Neleri Var?" adıyla Hakan Peker tarafından, "Taktı Taktı" ise Ferdi Özbeğen tarafından daha sonra okunmuştur. Aşkın Nur Yengi'nin ilk albümündeki "Seni Aldattım" olarak bilinen Enrico Macias bestesi bu albümde "Çılgın Dünya" olarak yer almıştır. "Kıskanmıyorum" isimli Aysel Gürel şarkısı daha sonra Talip ve Ercan Turgut tarafından, Taktı Taktı isimli eser de Ferdi Özbeğen tarafından seslendirilmiştir. Semiramis Pekkan'ın "Ya O Ya Ben " ve Atilla Atasoy'un "Olmaz Deme", Emel Sayın'ın "Aşk Oyunu" cover'ları da albümde yer almıştır. Sanatçının Oskar Plak'tan çıkan son albümüdür. Son albümü 1992 yılında Şahin Özer'den yayınlanan "Aşka Çeyrek Var"dır. Bu albümde eski şarkılarından "Diri Dahdar" ve "Bak Dostum"u tekrar okumuştur. Albümde ağırlıklı olarak Eda ve Metin Özülkü'nün eserlerini okumuştur. Albümün isim şarkısı ise bir Şehrazat eseridir. Albümden "Lafı Mı Olur?" şarkısı oldukça öne çıkmış olup, daha sonra Kibariye ve Banu Zorlu tarafından seslendirilmiştir. Bu albümden sonra sanatçı müziğe ara vererek Amerika'ya gitmiştir. "Şiribim Şiribom" adlı 45'liğinden Altın Plak ve "Şekerim" adlı parçasının yer aldığı Severken Yoruldum adlı albümünden Altın Kaset ödülünü almıştır. "Rüzgar Gibi Geçti" ve "Aşk Dediğin Laftır" şarkıları Deniz Seki tarafından, "Diri Dahdar" isimli şarkısı da Ziynet Sali tarafından okunmuştur. 2000 yılında Kiss Müzik'ten yayınlanan 40 Yılın Listebaşı şarkıları albümünde "Aşk Dediğin Laftır" şarkısıyla yer almıştır. 2012 yılında Zeynep Dizdar "Aşk Dediğin Laftır"ı tekrar seslendirmiştir. Sanat hayatı boyunca Yurdaer Doğulu, Ali Kocatepe, Atilla Özdemiroğlu, Esin Engin, Metin Özülkü, Şehrazat, Aysel Gürel, Selmi Andak gibi isimlerle çalışmıştır. POPSAV üyesidir. 13 Ekim 1981 doğumlu olan Begüm Mutlu adında bir kız çocuğu sahibidir. Anne bir, baba ayrı kız kardeşi olan Nil Ünal'ın ablasıdır. Kızkardeşi, Ekrem Bora ve Suna Pekuysal ile 1985 yılında çevirdiği "Yasak Aşk" adlı bir de filmi vardır. İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde oturmaktadır. 2010 yılında birçok nostaljik sanatçıyı genç sanatçılarla bir araya getiren "Her Devrin Devleri" adlı projede Mustafa Sandal ile beraber "Nevrin Döner" adlı düeti seslendirmiş ve kliplendirmiştir. Sanatçı yeni albüm çalışmalarına devam etmektedir. MED TV MED-TV, 15 Haziran 1995 yılında Londra'da kurulan ve Avrupa'dan uydu kanalıyla yayın yapmış ilk Kürt televizyon kanalıdır. MED TV'nin, 1999 yılında Abdullah Öcalan'ın yakalanışı ardından Türkiye'nin resmi talebi üzerine İngiltere tarafından yayın lisansı iptal edilmiştir. Onun yerine kurulan MEDYA TV de Fransa otoritelerince kapatıldı. Geleneğin devamında Roj TV Danimarka'dan yayın yapmaktaydı. Türkiye'nin yoğun baskıları sonucu Roj TV de kapatıldı. Geleneğin son temsilcileri Nuçe TV ile Sterk TV'dir. Yayınlarında büyük ölçüde Kürtçe, Arapça ve Türkçe kullanılmıştır. Skoda Frank Rijkaard Franklin Edmundo "Frank" Rijkaard (d. 30 Eylül 1962, Amsterdam), Hollandalı teknik direktör ve eski futbolcudur. Futbolculuk döneminde AFC Ajax, Sporting CP, Real Zaragoza ve AC Milan gibi tanınmış kulüplerde top koşturan Rijkaard ayrıca Hollanda millî takımında da 71 kez forma giymiştir. 1998 yılında yine Hollanda millî takımında teknik direktörlük kariyerine başlayan Frank Rijkaard, daha sonra sırasıyla Sparta Rotterdam ve Barcelona ve Galatasaray'ı çalıştırmıştır. Rijkaard, millî takımı alanında ilk kez formayı 1981 yılında Hollanda millî takımında giydi. Rijkaard, millî takım ile toplam 73 maça çıktı ve 10 kez gol attı. Futbolu bıraktıktan sonra Hollanda millî futbol takımının teknik direktörü Guus Hiddink'in yardımcısı olarak göreve başladı. Hiddink görevi bırakınca teknik direktörlük için tecrübesiz sayılabilecek bir durumda millî takımın başına geçti ve özellikle 2000 yılındaki Avrupa Futbol Şampiyonası'nda oynattığı futbol ile takdir kazandı. Ancak Hollanda'nın penaltılarla İtalya'ya elenmesinin ardından görevinden istifa etti. 2001-02 sezonunda Sparta Rotterdam'ı çalıştırdıktan ve takımı ikinci lige düştükten sonra 2003 yılında FC Barcelona'nın başına getirildi. Hollanda ekolü total futbolu başarıyla uygulayan Rijkaard, La Liga'yı iki kez, UEFA Şampiyonlar Ligi'ni ve Supercopa de España'yı birer kez kazanmıştır. 2008 yılında FC Barcelona'daki görevinden istifa etmiştir. 5 Haziran 2009 tarihinde Galatasaray ile iki yıllığına anlaştı. Galatasaray'da geçirdiği ilk sezonda UEFA Avrupa Ligi ön eleme turlarında sırasıyla Tobol, Maccabi Netanya ve Levadia Tallin takımlarına karşı farklı galibiyetlerle gruplara kalan Rijkaard; Süper Lig'deki ilk 6 maçından da galibiyetle ayrıldı. Galibiyet serisi döneminde zorlu Panathinaikos deplasmanından 3-1'lik galibiyetle dönen Rijkaard'ın Galatasaray'ı, Frank Rijkaard'ın çıktığı ilk 10 resmi maçta 41 gol atarak çok iyi bir başlangıç yaptı. Süper Lig'de 7. hafta Eskişehirspor beraberliğinin ardından sakatlıklarında yoğun etkisiyle inişli-çıkışlı bir grafik sergileyen Galatasaray, Frank Rijkaard döneminde UEFA Avrupa Ligi'nde 13 puanla lider olarak gruptan çıkarken, ligin ilk yarısını ikinci sırada tamamladı. Devre arasında Rijkaard'a jest olarak FC Barcelona'dan öğrencisi Giovani dos Santos, Tottenham
'dan kiralık olarak alındı. Bunun yanı sıra savunmaya Lucas Neill bonservisiyle alındı ve forvette sakat Milan Baros'un yerine Manchester City'den Brezilyalı Jo kiralandı. Bu dönemde Galatasaray, açık farkla Süper Lig'in en pahalı takımı oldu ve UEFA Avrupa Ligi'nde İspanya'nın Atlético Madrid takımı ile eşleşti. Deplasmanlı gol averajı kuralıyla Türkiye Kupası çeyrek finalinde Antalyaspor'a elenen Galatasaray, forvetsiz olarak İspanyol devi Atletico Madrid karşısına çıktı. Deplasmanından 1-1'lik avantajlı bir skorla ayrıldı. Ali Sami Yen'de 81. dakikada Caner Erkin'in kırmızı kart gördüğü karşılaşmada 90. dakikada Diego Forlan'ın golünü ağlarda gören Rijkaard'ın öğrencileri, UEFA Avrupa Ligi defterini de erken kapamış oldu. Ligde de kötü gidiş devam etti ve Galatasaray sezon sonunda ligi üçüncü sırada tamamladı. 2010-2011 sezonunda ise; Galatasaray, Rijkaard yönetiminde son 53 yılın en kötü başlangıcını yaptı. Deplasmanda Sivasspor'a 2-1 ve Ali Sami Yen'de Bursaspor'a 2-0 mağlup olan Galatasaray'da tepkiler çığ gibi büyüdü. Sezona transferlerde geç kalındı ve sakat oyuncular oldukça fazlaydı. UEFA Avrupa Ligi'nde OFK Belgrad'ı 2-2 ve 5-1'lik skorlarla eleyen Galatasaray, karşısında favori görüldüğü Ukrayna'nın Karpaty Lviv ekibine dramatik bir şekilde elendi. Zvjezdan Misimović ve Emiliano Insua'nın takıma katılmasıyla Galatasaray şampiyonluk yolunda iddialı hale geldi. Sezonun 3. haftasında deplasmanda alınan Eskişehispor galibiyeti takıma ve taraftara büyük bir moral kazandırsa da sonrasında kazandığı 3 maça rağmen oynanan futbol sürekli olarak tepki aldı. 20 Ekim 2010 tarihinde yapılan açıklamayla Galatasaray ile olan sözleşmesi karşılıklı olarak feshedilmiştir..2011 Yılında Suudi Arabistan millî futbol takımının yeni teknik direktörü olmuştur. AFC Ajax Hollanda millî futbol takımı Roj TV Roj TV, 2004-2013 yılları arasında Danimarka'dan uydu aracılığıyla Kürtçe (Kurmanci ve Soranice lehçeleri), Arapça, Farsça, Zazaca, Süryanice ve Türkçe dillerinde yayın yapan bir televizyon kanalı. Roj TV geçmişte ilk olarak MED TV olarak kuruldu. Londra merkezli yayın yapan kanal Abdullah Öcalan'ın yakalanmasının ardından İngiliz otoritelerce terörü ve şiddeti teşvik ettiği gerekçesiyle kapatıldı. Daha sonra yerine kurulan MEDYA TV de Fransa otoritelerince kapatılmıştır. Türkiye hükûmeti, kanalın PKK ile olan bağlantısını gösteren belgeleri Danimarka makamlarına iletti ve kanalın kapatılması için birçok kez girişimde bulundu. Nisan 2006 Diyarbakır olaylarında Roj TV Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki insanları şiddete ve ayaklanmaya çağırdığı gerekçesiyle Türkiye, Danimarka'ya Roj TV'nin kapatılması telebinde bulundu. Roj TV 2006 yılında Alman Anayasa Koruma Başkanlığı tarafından takip edildi ve PKK'ya yakınlığı da anayasa koruma raporunda belgelendi. Türkiye, Nisan 2009'da PKK lehine terör propagandası yapmakla suçladığı televizyon kanalının yasaklanmaması, karikatür krizi ve Danimarka'nın Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik sürecine karşı politikalarını gerekçe göstererek, Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen'in NATO Genel Sekreterlik adaylığını veto etti. 2005 yılında başlatılan soruşturma süreci sonucunda Roj TV'ye 2010 yılında ceza davası açıldı. Danimarka'da Roj TV hakkında açılan kapatma davası ilk olarak 15 Ağustos 2011'de görülmeye başlandı. 10 Ocak 2012'de Kopenhag Şehir Mahkemesi, ROJ TV'nin PKK propagandası yaptığına ve PKK'nın bir terör örgütü olduğuna hükmetti ancak yayın lisansını iptal etmedi. Bunun yanında Roj TV ve ana şirketine 5.2 milyon Danimarka kronu para cezası verilmesine karar verdi. 3 Temmuz 2013 tarihinde Doğu Yüksek Mahkemesi (Østre Landsret), Mezopotamya Yayıncılık şirketine ait MMC, Nuce TV ve Roj TV dâhil olmak üzere tüm televizyon kanallarının yayın lisanslarını iptal ederek kapatılmasına hükmetti ve şirketin her bir kanalına 5 milyon Danimarka kronu (874 bin dolar) para cezasına çarptırdı. Mahkeme kanalların terörizmi övdüğünü ve yayın kuruluşu ile PKK arasında "kişisel, finansal, örgütsel ve tarihsel" bağlar bulunduğunu belirtti. Ayrıca kanalın izleyicilerine "PKK'ya katılım çağrısı" yaptığı da ifade edildi. Danimarka Yüksek Temyiz Mahkemesi, 27 Şubat 2014'te açıkladığı kararıyla Doğu Yüksek Mahkemesi'nin yayın lisansının iptali ve para cezası kararını onadı. Roj TV Temmuz 2014'te Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesinin ihlal edildiğini iddia ederek kararı AİHM'ne taşıdı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 24 Mayıs 2018'de açıkladığı karar ile Roj TV'nin terör örgütü propagandası yaptığı gerekçesiyle yayın lisansını iptal eden Danimarka aleyhine yaptığı başvuruyu oy birliği ile reddetti. Gerekçeli kararda, Roj TV'nin PKK'nın propagandasına yer veren yayınlar yaptığı, PKK'nın Danimarka, Avrupa Birliği ve çok sayıda ülke tarafından terör örgütü olarak tanımlandığı ve Mezopotamya Yayıncılık A.Ş. adlı şirketin Danimarka'da çok sayıda televizyon lisansına sahip olduğu ve 2004'ten itibaren ülkede PKK propagandası olarak değerlendirilen yayınlar yaptığını hatırlatarak, Danimarka mahkemesinin kapatma ve para cezası kararının yerinde olduğu yönünde görüş bildirdi. Kanal 1 Mayıs 2011 tarihinde Danimarka'daki sol organizasyonlar tarafından düzenlenen "Yılın İfade Özgürlüğü" ödülünü aldı. Güzelyalı Kepez, Çanakkale Kepez, Çanakkale merkez ilçeye bağlı bir beldedir. 93 Harbi olarak adlandırılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Bulgaristan topraklarından göç eden 28 ailenin Kepezaltı denen mevkiye yerleşmesiyle köy kurulmuştur. İlk kurulduğunda "Hamidiye" adını alan yerleşim, Cumhuriyet döneminde Kepez adını almıştır. Çanakkale merkeze uzaklığı 4 kilometredir. Çanakkale – İzmir yolu üzerindedir. Çanakkale Limanı, Kolin Oteli, 18 Mart Üniversitesi Uygulama Hastanesi ve aynı üniversitenin tıp fakültesi bu yerleşim yeri sınırlarındadır. Ayrıca bazı sanayi tesisleri ve bir un fabrikasını da bünyesinde barındırır. Çanakkale'den birçok insan özellikle Çanakkale Merkezi-Kepez sınırına yakın bir noktadaki alışveriş merkezinden faydalanmak amacıyla otobüslerle beldeye gelir. Kepez Meydanı'na yakın bir noktadaki piknik alanını ya da Kepez Belediyesi'ne ait Belediye Plajına günü birlik ziyaret için de Çanakkale merkezinden ve çevre beldelerden ziyaretçi alır. Uygulama Hastanesi ve yakınındaki Diyaliz Merkezi, Çanakkale'den ve tüm diğer ilçelerinden düzenli olarak hasta almaktadır. Kayısı bahçeleriyle de ünlü olan Kepez'de her yıl Kayısı Festivali yapılmaktadır. Kepez Limanı' ndan Eceabat'a düzenli olarak her gün feribot seferleri yapılır, kış aylarında bazen bu seferler aksamaktadır. Dardanos, Çanakkale Çanakkale'ye 12 kilometre uzaklıkta bir sahil köyü. Eski çağlarda kurulan Antik bir kent. Dardanos'a adını veren kral tarafından kurulmuş. Tümülüsü şu an Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi yerleşkesinde bulunmaktadır. Hasan Mevsut Şehitliği ve Dardanos Bataryası buradadır. Ağaköy, Biga Ağaköy, Çanakkale ilinin Biga ilçesine bağlı bir köydür. Ağaköy, ilk kurulduğundan itibaren Hamidiye olarak geçmektedir ama Biga ilçesinde bulunan Hamdibey mahallesiyle karışan postalar yüzünden köyün ismi Ağaköy olarak değişmiştir. Çanakkale iline 81 km, Biga ilçesine 9 km uzaklıktadır. Köyde ilköğretim okulu vardır ancak köyde lise yoktur. Köyün hem içme suyu şebekesi hem kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi vardır. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Morgan Freeman Morgan Freeman (d. 1 Haziran 1937), Amerikalı oyuncu, yapımcı ve seslendirme sanatçısı. Freeman 2005 yılında "Milyonluk Bebek" filmiyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Akademi Ödülü'nü kazandı. "Street Smart", "Bayan Daisy'nin Şoförü", "Esaretin Bedeli" ve "Yenilmez" filmleriyle Akademi adaylığı elde etti. Freeman kendine has düzgün, derin sesiyle ve anlatımdaki becerisi ile tanınır. Morgan Freeman, 1 Haziran 1937'de Memphis, Tennessee'de doğdu. Berber Morgan Porterfield Freeman ve öğretmen Mayme Edna'nın oğlu olarak dünyaya geldi. Freeman'ın kendinden büyük üç kardeşi vardır. DNA tahlillerine göre atalarının bir kısmı Nijer'dendir. Freeman dokuz yaşındayken okuldaki bir oyunda başrolde oynayarak oyunculuk hayatına başlamış oldu. 12 yaşındayken eyalet çapında bir drama yarışması kazandı. 1955'te Broad Street Lisesi'nden mezun oldu ancak Jackson State Üniversitesi'nden gelen kısmi drama bursunu reddederek Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri'ne katılmayı tercih etti. Ordudan dört yıl sonra Los Angeles, Kaliforniya'ya taşındı. 1960'ların başında Pasadena Playhouse'da oyunculuk dersleri ve San Francisco'da dans dersleri aldı. Bu dönemde New York City'de de yaşadı ve 1964 Dünya Fuar'ında dansçı olarak çalıştı. Aynı sene "The Pawnbroker" filminde figüran olarak oynayarak sinema hayatına başlamış oldu. İlk itibarlı filmi 1971’de çekilen "Who Says I Can’t Ride a Rainbow?" olmasına rağmen, Amerikan medyası tarafından daha önceleri pembe dizi Another World ve daha sonraları çok daha önce ayrılması gerektiğini söylediği PBS’in çocuklar için çektiği "The Electric Company"’deki rolleri sayesinde tanındı. 1980 yılının ortalarının başlarında Freeman kendisine babacan karakteri kazandıran önemli sinema filmlerinde rol almaya başladı. 1994 yılında The Shawshank Redemption filminde oynadığı rolle alkış topladı. Aynı yıl 44. Berlin Uluslararası Film Festivalinde jüri üyesi olarak görev aldı. Aynı zamanda Robin Hood: Prince Of Thieves, Unforgiven, Seven ve Deep Impact gibi filmlerde baş rolleri oynadı. 1997 yılında Lori McCreary ile birlikte Revelations Entertainment adlı prodüksiyon şirketini ve kız kardeşi ile birlikte eş başkan oldukları ClickStar adlı online film dağıtım şirketini kurdu. Aday olarak gösterildiği üç ödülden sonra ( En iyi yardımcı aktör olarak Street Smart ve en iyi aktör olarak Driving Miss Daisy ve The Shawshank Redemption) Million Dollar Baby filmindeki rolüyle 77. Akademi Ödül Töreninde En Yardımcı Aktör Ödülünü kazandı. Freeman belirgin ses tonuyl
a aranan bir seslendirme sanatçısı haline geldi. 2005 yılında tek başına iki filmin, War of the Worlds ve Akademi Ödülü sahibi belgesel film olan March of the Penguins’in seslendirmesini gerçekleştirdi. Freeman Bruce Almighty adlı başarılı filmde Tanrı olarak karşımıza çıktı ve eleştirmenden tam not alan ve gişede büyük başarı sağlayan Batman Begins ve 2008 yapımı The Dark Knight filmindeki Lucius Fox rolü kadar başarılı bir performans sergiledi. 2007 yılında Rob Reiner’ın yönettiği The Bucket List filminde Jack Nicholson ile birlikte kamera karşısına geçti. 2008 yılında Freeman, Frances McDormand ve Peter Gallagher ile birlikte başrolü paylaştığı, Mike Nichols tarafında yönetilen Country Girl ile Broadway’e döndü. Zaman zaman Nelson Mandela’yı konu alan bir film yapmak istedi. İlk girişimini Mandela’nın otobiyografisi olan Long Walk To Freedom eserini senaryolaştırmak istedi fakat neticelendiremedi. 2008 yılında piyasaya sürülen John Carlin'in Düşmanla Oynamak: Nelson Mandela ve Bir Ulusu Meydana Getiren Oyun isimli kitabının haklarını satın aldı. Clint Eastwood yönetmenliğinde Matt Damon ile birlikte kamera karşısına geçti. Filmde Freeman Nelson Mandela'yı canlandırırken Matt Damon ise rugby takımı kaptanı Francois Pienaar'ı Keller canlandırdı. 2009 yılının temmuz ayında New York’daki Radia City Mucis Hall’deki Nelson Mandela anısına düzenlenen konserinin sunucularından biriydi. 65 yaşında Freeman özel pilot lisansı elde etti. Aralarında Cessna Citation 501 ve çift motorlu Cessna 414 uçaklarının bulunduğu üç adet özel uçağı var. 2007 yılında uzun mesafeli Emivest SJ30 satın aldı ve 2009 Aralık ayında siparişini teslim aldı. Sahip olduğu tüm uçakları uçuracak lisans yeterliliğine sahiptir. 4 Ocak 2004’den itibaren Freeman Walter Cronkiye’ın yerine "CBS Evening News"te tanıtımını üstlendi. 2010 yılında Freeman Discovery Channel’ın Through the Wormhole isimli televizyon şovunun sunucusu oldu. Freeman 22 Ekim 1967’den 1979 yılına kadar Jeanette Adair Bradshaw ile evli kaldı. Myrna Colley-Lee ile 16 Haziran 1984’de evlendi. Freeman’ın iş ortağı ve avukatı olan Bill Luckett 2008 yılının Ağustos ayında ikilinin boşanmak üzeri olduğunu açıkladı. 15 Eylül 2010 yılında ikili Missisipi’de boşandı. İlk eşinin kızını evlatlık edindi ve aynı zamanda ikilinin 4 çocuğu daha oldu. 2008 yılında African American Live 2 adlı Tv dizisi Fremman’ın büyük büyük atalarının köle olduklarını ve Kuzey Carolina’dan Missisipi’ye göç ettiklerini ortaya çıkardı. Freeman aynı zamanda anne tarafından Kafkas kökenli büyük büyük babasının yakıldığını ve ayrıca African-American kökenli büyük büyük annesiyle beraber yaşadığını öğrendi.(İkisi o zamanlar Güney'de yasal olarak evlenemezlerdi.) Freeman Charleston, Missisipi’de ve New York’da hayatını sürdürmektedir. Ortağı olduğu ve yönettiği Madidi isimli şık bir restoranı ve Ground Zero isimli blues kulübü vardır ve ikisi de Clarksdale, Missisipi’de bulunmaktadır. 3 Ağustos 2008 yılının akşamı Ruleville, Missisipi yakınlarında bir trafik kazasında yaralandı. Seyahat ettiği araba 1997 model Nissan Maxima otoyoldan çıkarak birkaç takla attı. Kendisi ve yanındaki bayan arkadaşı, Demaris Meyer, Jaws of Life adlı hidrolik kurtarma aleti yardımıyla araçtan çıkarıldı ve helikopter ambulans ile Memphis’deki The Regional Medical Center( The Med) hastanesine kaldırıldı. Polis kazada alkolün etkisinin olmadığına hüküm getirdi. Kazada omzunu, kolunu ve dirseğini kırdı ve 5 Ağustos günü ameliyata alındı. Doktorlar 4 saatlik bir operasyonun sonucunda omzunda ve kolundaki sinir hücrelerinde oluşan hasarı onardılar. CNN kanalında yayınlanan, Piers Morgan Tonight şovunda solak olduğunu fakat henüz sol elindeki parmakları oynatamadığını belirtti. Sol elindeki kasları kıpırdatamamasından dolayı olaşabilecek kan akışının durmasını engellemek için özel bir eldiven giyiyordu. Basın sözcüsü Freeman'ın tam olarak iyileşmeyi beklediğini açıkladı. Meyer, yanındaki bayan yolcu, Freeman’ı kazadaki ihmalinden dolayı dava etti. Meyer Morgan Freeman’ın olay gecesi içki içtiğini iddia etmişti. CNN ile yapılan bir röportajında kendisi hakkındaki ‘’Tanrının adamı’’ olduğu iddialarını yalandı ve inancın üzerinde bilimsel bir pozisyon varsayımı oluşturdu. Freeman ‘’inanç konusundaki soru aslında gerçekte neye inandığınızdır, biz bilimde ortaya bir teori atarız ve aksi ispatlanana kadar onun doğru olduğuna inanırız." 2004 yılında Grenada Relief Fund üyeleri ile beraber Grenada adasında Hurricane Kasırgasından etkilenen insanlara yardım etti. One Earth gibi ulusal organizasyonların kliblerinde seslendirmelerde bulundu.(Grubun amacı çevresel farkındalık gibi konularda bilinci arttırmaktır) One Earth’s internet sitesinden izlenebilen ‘’Why Are We Here( Niçin Buradayız)’’ adlı klibin seslendirmesinde bulundu. Freeman Starville, Missisipide bulunan Missisipi Horse Park’ a bağışta bulundu. The Horse Park Missisipi Eyalet Üniversitesinin bir parçasıdır ve Freeman’nın orada bulunan birden fazla atı vardır. Freeman acıkça Black History Month kutlamalarını eleştirmiş ve buna benzer herhangi bir aktiviteye katılmamıştır. Freeman ‘’ Ben Black History Month istemiyorum çünkü o Amerikan tarihidir’’ demiştir." Kendisine göre ırkçılığa son vermenin tek yolunun onun hakkında konuşmamak olduğunu ve ‘’ white history month’’ olmadığına dikkat çekmiştir." Freeman Mike Wallace ile 60 dakika programında yapılan bir röportajda ‘’ ben size beyaz adam demekten vazgeçeceğim ve sizden de bana siyah adam demekten vazgeçmenizi istiyorum’’ demiştir." Freeman aynı zamanda Missisipi Eyalet bayrağının Konfedarasyon savaş bayrağını içerdiği gerekçesiyle değiştirilmesini desteklemiştir. Freeman 2008 yılındaki başkanlık seçimleri için Obama’nın kampanyasına katılmayacağını belirtmesine rağmen Barack Obama’nın adaylığını desteklemiştir. Freeman 1 Aralık 2010’da Zürih’te 2022 FIFA WORLD CUP organizasyonun son sunumu için Başkan Clinton’a, USA Bid Committee Başkanı Sunil Gulati ve USMNT futbolcusu Landon Donovan’a katılmıştır. 28 Ekim 2006’da Freeman Missisipinin En İyileri ödülleri Töreninde Ömür Boyu Başarı Ödülü kazandı. Delata Eyalet Üniversitesinden Sanat ve Edebiyat Dalında Doktoraya layık görüldü. 2008 yılında aile tarihi PBS şovu olan African American Lives 2’ de yayınlandı ve DNA testleri sonucunda Niger’deki Songhai ve Tuareg insanlarından geldiğini öğrendi. 1978 yılında The Mighty Cents filmindeki rolüyle Tony Ödüllerine aday gösterildi. 1997 yılında Rhodes College’inde fahri mezun unvanı verildi. 2003 yılında Karlovy Vary Uluslararası Film Festivalinde dünya sinemasına yaptığı katkılardan dolayı Kristal Küre Ödülüne aday gösterildi. 2006 yılında Cairo Ulaslararası Film Festivaline onur konuğu olarak katıldı. 2007 yılında kendisi ve eşi Missisipi Edebiyat ve Sanat Enstitüsünden ömür boyu başarı ödülü kazandı. 2007 yılında Screen Nation Film and TV Ödül T öreninde film ve televizyona yaptığı katkılardan dolayı onur nişanı aldı. 2008 Kennedy Center Honnors 2010 yılında Brown Üniversitesinden fahri doktora aldı. 2011 yılında Amerikan Film Enstütüsü tarafında Yaşam Boyu Ödülüne layık görüldü. 2012 yılında People’s Choice Awards tarafonda En Gözde Film İkonu ödülüne layık görüldü. 2012 Cecil Bç Demille Ödülü. Otomobil lastiği Otomobil lastiği ya da kısaca lastik; otomobil tekerini çepeçevre saran, kendisi şişebilen ya da şişebilen bir iç silindirin (tüp) etrafına geçen kauçuk kaplama. Lastikler, hareketsiz arabayı taşımak, kalkış ve fren anında ortaya çıkan büyük yük transferlerine mukavemet göstermek, fren yapıldığında ve viraj alırken motorun gücünü yola aktarmak, zevkli bir sürüş için güven içinde ve uzun müddet dayanmak, yolun durumu ve iklim şartları ne olursa olsun aracı emniyetle yönlendirmek, şoförün ve yolcuların konforunu sağlamak, aracın uzun ömürlü olması için yoldaki pürüzlerin etkisini azaltmak, performansını milyonlarca tekerlek devri boyunca en üst düzeyde tutmak için uzun ömürlü olmak gibi görevleri ve kıstasları yerine getirmek zorundadır. Otomobil lastiklerinin ilk adımı J.B Dunlop'un oğlunun üç tekerli bisikleti için tasarladığı lastik modeli ile başlamıştır. J.B Dunlop üzeri lastik solüsyonu ile kaplanmış çadır bezini tekerleklerin üzerine çivi ile çakarak içine hava doldurması ile ilk adımı atmıştır. Günümüzde otomobillerde kullanılan gerçek manadaki lastikler 1900 yıllarının başlarında geliştirilmiştir. Kauçuk daha önce birçok amaç ile kullanılmış olsa da lastik sektöründeki kullanımı Goodyear'ın kauçuğu kükürt ile pişirip şekillendirmesi ile başlamıştır. Daha sonra Dunlop'un lastik topuklarına çelik teller yerleştirmesi ve iç lastiği icat etmesi ile bir gelişim süreci başlamıştır. 1940'lı yılların başında ise lastiklerin taban genişliğini, yanak yüksekliğini ve çapını belirten ebat sistemi getirilerek günümüzdeki manada lastikler üretilmeye ve kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonraki yıllarda ise iç lastiğin yerini yeni nesil tubeless (iç lastiksiz) lastikler almıştır. Son olarak, lastiklerde 1 Kasım 2012 tarihinden itibaren etiketleme uygulaması standart hale gelmiş ve bu lastik etiketleme uygulaması ile lastiklerin ıslak zeminde frenleme, yakıt tasarrufu ve dış yuvarlanma gürültüsü performansları değerlendirilerek, kullanıcılara doğru ve tarafsız bilgi verilmesi amaçlanmıştır. Normal basınçla şişirilmiş ve 24 saat bekletilmiş bir lastiğin, şekil ve yazılar hariç olmak üzere, yanakları arasındaki dıştan dışa uzaklığıdır. Örneğin 195/65 15 88H ifadesinde "195" rakamı taban genişliğini ifade eder. Kesit yüksekliğinin, kesit genişliğine oranının % olarak ifade edilmesidir. Örnekteki "65" yanak yüksekliği (seri) dir. Lastik içine takılabilecek jant çapını ifade eder. Örnekteki "15" jant çapıdır. Yük endeksi bir lastiğin hız sembolü ile belirtilen kg cinsinden en yüksek hızda taşıyabileceği azami yükü gösterir. Örnekteki "88" ifadesi yük endeksidir. Hız endeksi bir lastiğin yük indeksi ile belirtilen azami yükte yapabileceği hızı ifade eder Örnekteki H ifadesi hız sembolüdür. İskeleti birçok dokuma katlarından meydana geli
r. Çeşitli katlardaki iplikler birbirlerinin üzerinden çaprazlamasına geçer. İplik açıları: Çapraz lastiklerde yüksek darbe yutma özelliği vardır. Ucuzdur ama yuvarlanma direnci yüksektir, daha az zemin tutunması sağlar. İskeleti birçok dokuma katlarından meydana gelir. Çeşitli katlardaki iplikler enine jant oturma çemberleri arasına girerler. İplik açıları: Radyal lastiklerin ömrü uzundur, daha az yuvarlanma direncine sahiptir (yakıt tasarrufuna katkıda bulunur), daha iyi zemin tutunması sağlar (sırtta kullanılan sırt hamuruna bağlı olarak) ama daha az darbe yutma özelliği vardır ve düşük hızlarda daha sert hareket sağlar. Lastiklerin aşınmasını ve ömrünü etkileyen etkenler: Ankara Ticaret Odası "Lastik Ömrü" hakkında açıklama yaptı. Lastiğin raf ömrü saklama koşullarında 10 yıldır. Üretici firmalar tarafından belirlenen lastik şişirme basınçları soğuk bir lastiğin 15 °C ortam sıcaklığında gereken şişme basınçlarıdır. Lastikte yanak esnemesi , aşındırıcı yol koşulları , yüksek miktarlarda kullanılan fren ve karkasın sürekli gerilim altında olması sonucu ısınma dolayısıyla basınç artması olacaktır. Basınç ile kilometre verimi arası ilişki yandaki diagramda açıkça görülmektedir. Uygun basınç ile tam randıman elde edilirken %20 yüksek basınç randımanı %10, %20 düşük basınç lastik ömrünü %15 düşürecektir. Düşük basınç yüksek basınca göre lastikte daha fazla hasar oluşturur. Hız ile birlikte yükselen lastik içi sıcaklığı aynı zamanda lastiğin sıcaklığını da artırmaktadır. Havaya atılamayan bu ısı kauçuğun yumuşamasına ve mukavemetinin azalmasına yol açar. Zayıflayan gövdenin darbelere mukavemeti azalınca lastik zamanından evvel aşınır. Aracın ortalama hızının 70 km/saatten 110 km/saate yükselmesi sonucu lastik üzerindeki artan gerilim, lastiğin ömrünü %50 azaltır. Yükün hiçbir zaman belirlenen hizmet koşullarını aşmaması gerekir. Aşırı yük gövde esnemesini artırır. Bunun sonucunda lastik içi sıcaklığı ve basıncı yükselir. Ayrıca fazla yük sonucu lastik sertleşir bu da ciddi bir darbe sonucu lastiğin patlamasına yol açar. Araca yapılan %20'lik fazla yükleme lastik ömrünün %30 kısalmasına yol açar. Isınma ve nem gibi etkenler lastiğin ömrünü önemli ölçüde etkiler. Fizik kanunlarına göre ısınan gazın hacmi genişler. Bu lastik havaları için de geçerlidir. Ortam sıcaklığının artması halinde lastiğin hacmi aynı kaldığından basıncı artar. Bunun için lastik sıcak iken sahip olduğu hava basıncıyla asla oynanmamalı, tavsiye edilen değerlere indirilmemelidir. Lastik havası indirilirse, soğuduğu zaman başlangıçtaki normal basıncın altına düşecektir. Yazın lastikler kışa oranla daha fazla aşınır. Araç lastiklerinin aşınma oranı birbirinden farklı olduğu için düzenli aralıklarla lastik yerlerinin değiştirilmesi gerekir. Sol ön lastiğin aşınma oranı %14 , sağ ön lastiğin aşınma oranı %19 , sol arka lastiğin aşınma oranı %28 ve sağ arka lastiğin aşınma oranı %38'dir. Aşınma oranlarını dengeye getirmek için hızlı kullanılan spor araçların lastiklerine her 8.000 km'de, normal kullanılan araçların lastiklerine ise her 12.000 km'de bir rotasyon yapmak gerekir. Yukarıdaki bilgi yorumlanacak olursa ancak arkadan çekişli araçlar için doğru olacağı düşünülebilir, önden çekişli ve önden motorlu araçlarda her zaman ön lastikler daha çok aşınmaktadır. Yapılan araştırmalara göre 3 mm kabul edilen tehlike sınırı diş derinliğinin altına inen lastiklerde su tasfiye kapasitesi %70 düşerken fren mesafesi %30 uzamaktadır. Ayrıca direksiyon hakimiyeti yeni bir lastiğe göre 6-7 kat azalmaktadır. Bütün otomobil lastiklerinde 1,6 mm kalınlığında bir aşınma göstergesi bulunmaktadır. Lastik diş derinliği 1,6 mm'nin altına asla inmemelidir. Vulkanizasyon: Kauçuk, kükürtün erime sıcaklığı üstünde kükürtle reaksiyona girince değişikliğe uğramakta ve sıcaklık değişimlerine dayanıklı hale gelmektedir. Böylece soğuduğunda kırılmaz ve ısındığında erimez. Bu olaya vulkanizasyon denir. Ömrünü tamamlamış lastikler (ÖTL) yetkilendirilmiş kuruluşlar aracılığıyla toplanır. Toplanan bu lastikler, malzeme geri kazanım veya enerji geri dönüşüm tesislerine gönderilerek çevre ve ülke ekonomisine geri kazanılması sağlanır. Ömrünü tamamlamış lastiklerin önemli bir kısmı malzeme geri kazanım tesislerinde kullanılır. ÖTL haline gelmiş tonlarca atık lastik öğütücü makinelerde kırılarak kauçuk ve çelik parçalara ayrılır. Çelik teller mıknatıs özelliği olan bantlarda kauçuktan ayrıştırılır. Parçalanmış malzemeler mikron seviyesinden muhtelif büyüklüklerde granül haline getirilir. Bu ürünler sanayide ve çevre ile ilgili faaliyetlerde hammadde olarak değerlendirilmektedir. Himmetzade Abdi Himmetzade Abdi Türk mutasavvıfı ve şairi (İstanbul 1640-1710). Bayramiyenin himmetiye kolunu kuran Şeyh Himmet'in oğlu olan Himmetzade Abdi, camilerde vaizlik yaptı. Babası ölünce (1683) onun yerine Yenibahçe bayrami tekkesinin şeyhliğini üstlendi. Himmetzade Abdi'nin "Divan"ı ve Muhammed'in yaşamını konu alan "Gencine-i İ'caz" adlı manzum bir yapıtı vardır. Kaynaklarda, günümüze kalmayan bir "Tezkire-i Şuara"'sı (Şairler Tezkiresi) bulunduğu da belirtilir. Jorge Amado Jorge Amado (d. 10 Ağustos 1912, Pirangi, Bahia – ö. 6 Ağustos 2001) Brezilyalı romancı. Başlangıçta kakao tarım işletmeleri sahipleri döneminde Bahia'daki yaşamı işleyen, toplumsal yergili romanlar yazdı. Daha sonra lirik, düşünce ve mizah yüklü bir üslupla kaleme aldığı "Dona Flor e Seus Dois Maridos" (Dona Flor ve İki Kocası, 1966) gibi romanlarıyla ün kazandı. Amado, 2001’de Brezilya’nın Salvador kentinde öldü. Güzelkent, Etimesgut Güzelkent, Ankara Etimesgut'ta mahalledir. Eryaman semtine bağlıdır. Eryaman Mahallesi ile Fatih Mahallesi arasındadır. Ankara'nın son dönem modern yerleşim projeleri burada uygulanmaktadır. Yüksek katlı binalar ile villalardan oluşmaktadır. Çevresinde Göksu Parkı ve Harikalar Diyarı dinlence yerleri bulunmaktadır. Mahalle çevresinde çok sayıda alışveriş merkezi vardır. Mahalle İstanbul Yolu'na, Ayaş Yolu'na ve Ankara Çevre Yolu'na oldukça yakındır. Güzelkent Anadolu Lisesi burada bulunmaktadır. Ankara iline 25 km, Etimesgut ilçesine 8 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, karasal iklim etki alanı içerisindedir. Lifos Dağı Lifos (Barut Dağı), 3917 m'lik yüksekliği ile İç Anadolu Bölgesinin birinci, Türkiye'nin ise 5. büyük dağı olma özelliğine sahip Erciyes (Argaios = Beyaz Dağ) Dağı'nın 2509 m yükseklikteki tepelerinden biridir. Erciyes Dağı'nın doğu kısmında 2628 m yüksekliğinde Koç dağı; güneyinde ise, 2423 m yükseklikte Beyyurdu ile, 2909 m yüksekliğindeki Oğlakkıran tepeleri yer almaktadır. Lifos, bu tepelerin içerisinde sanki Erciyes'in komşusu gibi görünümü ile ayrı bir güzelliğe sahiptir. Erciyes’in Kuzey-doğusunda yer alan lifos, kimi kaynaklara göre 2509 m, kimi kaynaklara göre ise 2503 ya da 2501 m yüksekliğe sahip, binlerce sene öncesinin bir yerleşim alanıdır. Lifos hamamları ile ünlüdür ve söylentiye göre dünyada sabun ilk kez burada kullanılmıştır. Erciyes çevresindeki önemli dağlardan biri olan Kifos’un güney ve Kuzey iki sivri ucu vardır ve ortaya doğru gittikçe artan basıklıkla geniş bir krater alanı bulunmaktadır.  Kifos’un üst kısmındaki bu geniş alanın çevresi tamamen surlarla çevrilidir. Çepeçevre surların uzunluğu 1050 metredir. Temelleri hâlâ mevcut olan ve hâlen toprak içerisinde gömülü olarak 1 metre yüksekliğe sahip olan surun genişliği bazı yerlerde 1,5 metre bazı yerlerde ise 2 metre kadardır. Asırlarca tahrip edilen ve doğal olarak da yıkılan surların yüksekliğinin ise, hem iç kısımdaki hem de dış kısımdaki kalıntılardan hareketle, yaklaşık 3-4 metre civarında olduğu söylenebilir. Surlarda, yaklaşık 66 metrede bir burç bulunmaktadır. Sur üzerindeki toplam burç sayısı ise 16’dır. Uzun kenarı 350 metre, kısa kenarı 212,5 metre olan surun çevrelediği yerleşim alanı ise 74.375 m2’dir. Biri kuzeyde biri güneyde olmak üzere iki zirvesi bulunan İlifos’un büyük zirvesi kuzeyde, Kayseri’ye bakan zirvesidir. İki zirve arasındaki mesafe yaklaşık 250 metredir. Alan içerisindeki yapılar bu iki zirvenin yamacında, sur diplerinden başlamak üzere  yukarıdan aşağıya ve batıdan doğuya doğru sıralanmıştır. Çok odalı yapılar ortada yer almıştır. En büyük ve çok odalı yapı ise doğu tarafına yakındır. Çoğu tek odalı olan yapı sayısı ise yüzü geçmektedir. Erciyes’e yakın ve dağın en alçak kısmı olan doğu tarafındaki sur dibinde dört adet su sarnıcı bulunmaktadır. İki su sarnıcının ve büyük yapının içinde hiçbir zaman suyun eksik olmaması künklerin faal olabileceğini akla getirmektedir. Bu yapıların çeşitli zamanlarda hazine arayıcıları tarafından tahrip edildiği açıkça görülmektedir. Ülkemizde ilk defa olarak “Dağ Alanları Yönetimi (DAY) ve Planlaması” ilkeleri ortaya konmuş ve bu konuda ilk TÜBİTAK projesi Erciyes Dağı’nda çalışılmıştır. Bu çalışma ile Lifos hakkında bilgilere ulaşmak için su-meru.com'u ziyaret etmelisiniz. İsmail Hakkı Altunbezer İsmail Hakkı Altunbezer (1873, İstanbul - 1946, İstanbul ), Türk hattatı, tezhip sanatçısı ve tuğrakeşidir. 1873 yılında İstanbul'da doğdu. Bazı kaynaklarda 1869 olarak geçen doğum tarihi mezar taşında 1873 olarak geçmektedir. Hattat İlmî Efendi'nin oğlu olan İsmail Hakkı Altunbezer, Fatih Rüştiyesi'nde öğrenim görüp, hat çalışmalarında ilk kez babasından ders aldı. Divan-ı Hümayun kalemine girip (1890), Sami Efendi'den celi, sülüs, tuğra yazı üsluplarını öğrendi. İki yıl sonra birinci tuğrakeşliğe getirilip, Sanayii Nefise'nin hattatlık bölümünü bitirdi (1896). Üsküdar İdadisi'nde yazı, Topkapı Rüştiyesi'nde resim, Galatasaray Sultanisi'nde ve Darülmuallimi'nde yazı öğretmenliği yaptı. Medreset Ülhattatin'de tuğra ve celi-sülüs yazı öğretmenliğine atandı. Cumhuriyet döneminde Güzel Sanatlar Akademisi doğu süsleme sanatları şubesi müdürlüğüne getilip, birçok öğrenci (Halim Özyazıcı, Mecit Bey gibi) yetiştirdi. Selimiye, Edirnekapı, Zeynep Sultan, Abdi Subaşı camilerindeki yazılarıyla ün salan İsmail Hakkı Altunbezer, tezhipte zamanla kendine özgü bir üslup geliştirmiş, resimde klasik akım
ı izlemiştir. 1946 yılında vefat eden Altunbezer Karacaahmet mezarlığında yatmaktadır. Mezar Kitabesi, kendisinden yirmi iki yıl önce vefat eden babasınınkiyle beraber, Hezarfen Hattat Necmeddin Okyay tarafından 1957'de celî ta'lik hatla yazılmıştır. Seasons in the Sun Seasons in the Sun, Terry Jacks`in 1974`te yaptığı ve dünya çapında tanınan müzik parçasıdir. Yılın başında ilk olarak ABD ve Kanada`da yayımlandı ve 2 Mart tarihinde Amerika listelerinde 1.liğe yükseldi. Şarkı, Jacques Brel parçası "Le Moribond" ("Ölen Adam") üstüne kurulmuştur. Bu parçanın sözleri İngilizce`ye şair Rod McKuen tarafından çevrildi, The Kingston Trio tarafından kaydedildi fakat fazla ilgi görmedi. Daha sonra Terry Jacks şarkının bazı bölümlerini tekrar yazdı ve ortaya bu hit parça çıktı. Yıllar içinde Black Box Recorder, Westlife, Nirvana, Too Much Joy parçayı tekrar yorumladılar. Polonya Seferi Polonya Seferi ya da Polonya'nın işgali, Polonya topraklarının Almanya, Sovyetler Birliği ve Slovakya tarafından işgal edilmesidir. İşgal harekatı Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı'nın ("Molotov-Ribbentrop Paktı") imzalanmasından bir hafta sonra, 1 Eylül 1939'da başlamış ve 6 Ekim 1939'da Almanya ve Sovyetler Birliği'nin Polonya'nın tamamını işgal etmeleriyle son bulmuştur. Alman saldırısı, savaş ilanı olmadan yapılmıştı. Bu saldırı uluslararası hukuka aykırı bir saldırı savaşıdır. Gleiwitz Vakası'nın ertesi sabahı, Alman birlikleri Polonya'ya kuzeyden, güneyden ve batıdan girdiler. Almanlar ilerledikçe Polonya kuvvetleri Polonya-Almanya sınırındaki mevzilerinden daha doğudaki hazırlanmış savunma hattına çekildiler. Eylül ortasında, Bzura Muharebesi'ndeki Polonya yenilgisinden sonra Almanlar tartışmasız bir avantaj elde ettiler. Polonya kuvvetleri daha sonra güneydoğuda, Romanya sınırındaki dağlık bölgede daha önceden uzun bir savaş beklentisiyle hazırlanmış olan savunma hatlarına ("Romanya Köprübaşı") çekilerek umdukları Fransız ve İngiliz yardımının gelmesini beklediler. Sovyet Kızıl Ordusunun 17 Eylül'de Kresy'yi işgal etmesi Polonya'nın savunma planını işe yaramaz hale getirdi. İkinci bir cepheyle yüz yüze gelen Polonya hükümeti "Romanya Köprübaşı"'nı savunmanın artık lüzumsuz olduğuna karar vererek tüm birliklerin acilen tarafsız Romanya'ya geçmeleri emrini verdi. 6 Ekim'de, Kock Muharebesi'ndeki Polonya yenilgisiyle Alman ve Sovyet kuvvetleri tüm Polonya'nın kontrolünü ele geçirdiler. İşgalin tamamlanmasıyla İkinci Polonya Cumhuriyeti son bulmuş oldu, ancak Polonya asla resmen teslim olmadı. 1933'te, Adolf Hitler liderliğindeki Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi Almanya'da iktidara geldi. Almanya Avrupa'ya hükmetme, Sovyetler Birliği topraklarını ele geçirerek daha fazla "Yaşam Alanı" ("Lebensraum") elde etme ve "Büyük Almanya"yı ("Großdeutschland") genişleterek sonunda müttefik, kukla ve uydu devletlerden oluşan bir çember içinde kalma peşindeydi. Hitler, bu uzun vadeli planın parçası olarak ilk önce Polonya ile bir yakınlaşma politikası güderek Almanya-Polonya ilişkilerini geliştirmeye çalıştı ve 1934'te Almanya-Polonya Saldırmazlık Paktı imzalandı. Önceleri, Hitler'in dış politikası Fransa-Polonya ilişkilerini zayıflatarak Polonya'yı Anti-Komintern Paktının içine çekmek ve Sovyetler Birliği'ne karşı ortak cephe oluşturmak üzerine kurulmuştu. Polonya'ya, kuzeydoğusunda toprak verilecekti, fakat Polonya'nın vazgeçmesi gereken topraklarının konumu Polonya'nın Almanya'ya bağımlı hale gelmesi anlamına geliyordu. Polonyalılar sonunda bağımsızlıklarının tamamen tehdit altına gireceğinden korkuyorlardı. Sovyet topraklarına ilave olarak nasyonal sosyalistler, Polonya sınırının yeninden çizilmesi gerektiğini düşünüyorlardı, çünkü Almanya'nın bir eyaleti olan Doğu Prusya, Reich'ın geri kalanından Danzig Koridoruyla ayrılmıştı. Koridor, uzun zamandır Almanya ve Polonya arasında tartışma konusu olan ve her iki tarafın da yerleştiği bir toprak parçası olmuştu. Versailles Barış Antlaşması ile Koridor Polonya toprağı haline geldi. Çoğu Alman vatandaşı Danzig ve çevresinin de Almanya'ya dahil edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Danzig, nüfusunun %95'i Almanca konuşan önemli bir liman kentiydi. Versay anlaşmasıyla Almanya'dan ayrılmış ve ismen Bağımsız Danzig Şehri olmuştu. Hitler bu toprak kayıplarını tersine çevirme peşindeydi ve birçok kereler Alman milliyetçiliğine hitap ederek Koridordaki Alman azınlığı ve hatta Danzig'in kendisini kurtarma sözü vermişti. Polonya, Münih Antlaşmasının taraflarından olmamasına rağmen antlaşmanın ardından Çekoslovakya'nın paylaşılmasında yer aldı. 30 Eylül 1938'de bir ultimatom vererek Çekoslovakya'dan Český Těšín kentini istedi ve Çekler 1 Ekim 1938'de ultimatomu kabul etti. 1937'den itibaren Almanya bir yandan Danzig için ısrarını artırırken bir yandan da Danzig Koridoru boyunca Doğu Prusya'yı Almanya ana karasına bağlayacak bir otoyol yapılmasını önermekteydi. Öneriyi kabul etmenin, Almanya'nın daha fazla isteklerde bulunması ve sonuçta Çekler gibi tamamen ortadan kaldırılmaları sonucunu doğuracağından çekinen Polonya öneriyi reddetti. Polonyalı liderler Hitler'e hiç güvenmiyorlardı. Üstelik, Almanya'nın Ukrayna Milliyetçileri Örgütü'nden Polonya karşıtı Ukraynalı milliyetçilerle işbirliği içinde olması Almanya'nın güvenilirliğini daha da azaltıyordu. İngilizler de Almanya ve Polonya arasındaki gerilimin farkındaydılar. 31 Mart'ta, İngiltere ve Fransa Polonya'nın toprak bütünlüğünü koruyacaklarını ilan ettiler. Diğer taraftan, İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain ve Dışişleri Bakanı Lord Halifax Hitler'le Danzig konusunda bir anlaşmaya varma umudu taşıyorlardı ve Hitler de aynı beklenti içindeydi. Chamberlain ve destekçileri savaşın önlenebileceğine inanıyorlardı ve Almanya'nın, Polonya'nın geri kalanını rahat bırakacağını umuyorlardı. Gerilim tırmanırken Almanya daha saldırgan bir diplomasi izlemeye başladı. 28 Nisan 1939'da Almanya, 1934 tarihli Almanya-Polonya Saldırmazlık Paktı'ndan ve 1935 tarihinde imzaladığı Londra Deniz Antlaşmasından tek taraflı olarak çekildi. Bu arada Danzig ve Koridor üzerine yapıla görüşmeler sekteye uğradı ve aylar boyunca Almanya ve Polonya arasında diplomatik ilişki kurulmadı. Bu dönemde Almanlar, İngiltere ve Fransa ile Sovyetler Birliği arasında Almanya'ya karşı ittifak kurma çabalarının sonuçsuz kaldığını ve Sovyetlerin Almanya'yla Polonya'ya karşı bir ittifak yapma peşinde olduklarını öğrendiler. Hitler ise zaten Polonya sorununa olası bir askeri çözüm için -Beyaz Dosya- emirler yayınlamıştı. 23 Ağustos'ta Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı'nın imzalanmasıyla Almanya, Polonya'ya karşı yapılacak bir sefere Sovyet müdahalesi ihtimalini ortadan kaldırınca savaş kaçınılmaz oldu. Hatta Sovyetler Birliği, Polonya yüzünden İngiltere ve Fransa'nın Almanya'ya savaş açması durumunda Almanya'ya yardım etmeyi kabul etti ve paktın gizli bir protokolüne göre de Avrupa'yı kendi aralarında nüfuz bölgelerine ayırdılar ve Polonya'nın da batı 1/3'lük kısmının Almanya'ya, doğu 2/3'lük kısmının Sovyetler Birliğine katılması konusunda uzlaşmaya vardılar. Alman saldırısının orijinal başlama tarihi 26 Ağustos saat 04:00 olarak kararlaştırılmıştı. Ancak 25 Ağustos'ta Fransa-Polonya Askeri İttifakı'nı desteklemek üzere İngiltere-Polonya Ortak Savunma Antlaşması imzalandı. Bu bağlamda İngiltere, Polonya'nın savunmasında aktif rol oynayacağını ve Polonya'nın bağımsızlığını koruyacağını ilan etmiş oluyordu. Aynı zamanda, İngiltere ve Polonya Berlin'e çözüm konusunda -Hitler'in düşündüğü şekilde olmasa da- görüşmeye devam edebilecekleri konusunda sinyal veriyorlardı. Bu nedenle Hitler geri adım attı ve tam başlamak üzereyken saldırıyı 1 Eylül'e erteledi. Ancak bir istisna vardı: 25/26 Ağustos gecesi, işgalin ertelendiğinden haberi olmayan bir grup Alman sabotajcısı Silesya'daki Mosty tren istasyonu ile Jablunkov Geçidine saldırı düzenledi. 26 Ağustos sabahı bu grup Polonya birliklerince püskürtüldü. Almanya olayı "delirmiş bir kişinin" yol açtığı bir vaka olarak tanımladı. 26 Ağustos'ta Hitler, İngiltere ve Fransa'yı yaklaşmakta olan çatışmaya karışmaktan vazgeçmeleri konusunda ikna etmeye çalıştı ve hatta, gelecekte "Wehrmacht"'ın İngiliz impartorluğunun kullanımına sunulabileceği sözünü verdi. Görüşmeler Hitler'i, Batılı Müttefiklerin Almanya'ya savaş ilan etmesinin çok zayıf bir ihtimal olduğuna, böyle bir şey olsa bile Polonya'nın işgali bittikten sonra Almanya lehine bir anlaşmaya varılabileceğine ikna etti. Bu arada, yüksek irtifa keşif uçuşlarının sayısının artması ve sınır boyunca görülen askeri hareketlilik savaşın artık çok yakın olduğunu gösteriyordu. 29 Ağustos gecesi, İngilizlerin talebi üzerine Almanlar yeni bir teklif ilettiler. Yeni talepte Almanlar sadece Danzig'in iadesini değil, Danzig Koridor'unu (Hitler daha önce böyle bir talepte bulunmamıştı) ve Polonya'daki Alman azınlığın hamiliğini de istiyorlardı. Müzakerelere yeniden başlamaya istekli olduklarını, ancak antlaşma imzalama yetkisi olan bir Polonyalı temsilcinin en geç ertesi gün Berlin'e gelmesi gerektiğini ifade ediyorlardı. İngiliz hükümeti müzakerelerin yeniden başlaması kararından memnuniyet duymakla birlikte, daha birkaç ay önce ülkesini resmen teslim etmek zorunda bırakılan Emil Hacha'nın durumunu göz önüne alarak tam imza yetkisi olan Polonyalı bir temsilcinin alelacele Berlin'e gitmesi isteğini kabul edilemez bir ultimatom olarak değerlendirdi. 30/31 Ağustos gecesi Alman Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop İngiliz büyükelçisine 16 maddelik Alman taleplerini okudu. Büyükelçi, Polonya tarafına iletilmek üzere belgenin bir kopyasını isteyince Ribbentrop Polonya temsilcisinin gün bitmeden Berlin'e gelmediğini öne sürerek talebi reddetti. Polonya büyükelçisi Lipski 31 Ağustos'ta Polonya'nın müzakerelere açık olduğunu ifade etmek üzere Ribbentrop'u ziyarete gittiğinde tam imza yetkisinin olmadığını söyleyince Ribbentrop tarafından geri çevirildi. Bunu üzerine Polonya'nın Almanya'nın teklifini reddettiği ve bu nedenle müzakerelerin sona erdiği yayını yapıldı. Hemen ardından Hitler işgal planının icra
edilmesi emrini verdi. 29 Ağustos'ta Alman sabotajcılar Tarnow tren istasyonuna bombalı saldırı düzenleyerek 21 yolcunun ölümüne, 35 yolcunun yaralanmasına neden oldular. 30 Ağustos'ta Polonya Donanması muhrip filosunu olası bir Alman saldırısından korumak için İngiltere'ye yolladı. Aynı gün Polonya Mareşali Edward Rydz-Śmigły seferberlik ilan etti. Ancak, Alman birliklerinin Polonya sınırında yığıldığını göremeyen ve hala diplomatik bir çözüm bulunabileceği umudunu taşıyan Fransa, emri iptal etmesi yönünde baskı yaptı. 31 Ağustos gecesi Alman ajanlarınca Gleiwitz Vakası tertip edildi. Aynı gece Hitler, ertesi gün saat 04:45'te Polonya saldırısının başlaması emrini verdi. Fransa'nın müdahalesi yüzünden Polonya ordusunun sadece %70'i seferber olabilmişti ve birçok birlik hala cepheye hareket halindeydi. Polonya ile kıyaslandığında Almanya'nın ciddi bir sayısal avantajı vardı ve savaş öncesinde kayda değer bir savaş gücü oluşturmuştu. Alman Kara Kuvvetlerinin ("Heer") 6 panzer tümeni olarak organize edilmiş, yeni bir harekat doktrini uygulayan 2.400 tankı vardı. Buna göre, bu tümenler diğer birliklerle koordineli olarak hareket edip belirlenen noktalarda cepheyi yaracak, düşman birliklerinin arkasına sarkarak çembere alacak ve diğer birliklerin yardımıyla yok edecekti. Müteakiben, daha yavaş olan piyade ve mekanize piyade birlikleri kalan düşmanı temizleyecekti. Hava Kuvvetleri "Luftwaffe" hem taktik hem stratejik hava desteği verecek, özellikle de pike bombardıman uçakları düşmanın ikmal ve iletişim hatlarını vuracaktı. Hepsi birlikte, bu yeni metotlara ""Blitzkrieg"" (Yıldırım Savaşı) adı verildi. Tarihçi Basil Liddell Hart "Polonya, Blitzkrieg teorisinin tam bir gösterisidir." demiştir." Savaş uçakları harekatta önemli rol oynadılar. Bombardıman uçaklarının şehirleri de bombalaması sonucu çok sayıda sivil kayıpları oldu. "Luftwaffe", 1.180 avcı uçağı, 290 Ju 87 Stuka pike bombardıman uçağı, 1.100 konvansiyonel bombardıman uçağı (çoğunlukla Heinkel He 111ler ve Dornier Do 17ler) ile 550 nakliye ve 350 keşif uçağına sahipti. Toplamda Almanya, çoğu modern yaklaşık 4.000 uçağa sahipti. Bu saldırya 2.315 uçaklık bir kuvvet ayırıldı. İspanya İç Savaşı'ndaki tecrübeleri nedeniyle "Luftwaffe", muhtemelen 1939'da dünyanın en tecrübeli, en iyi eğitimli ve en iyi donanımlı hava kuvvetiydi. 1936 ile 1939 arasında Polonya, İç Sanayi Bölgesine büyük yatırımlar yaptı. Almanya'ya karşı yapılacak bir savunma için çalışmalar yıllardır yürütülüyordu, ama tahminlerin çoğu savaşın en erken 1942'de patlak vereceğini söylüyordu. Endüstriyel gelişime yatırım yapabilmek için Polonya, ürettiği modern teçhizatın tamamını satıyordu. 1936'da Polonya ordusunu güçlendirmek için bir Ulusal Savunma Fonu oluşturuldu. Polonya ordusunun yaklaşık bir milyon askeri olmakla birlikte, 1 Eylül'de sadece yarısı seferber olmuş durumdaydı. Birliklerine daha sonra katılmaya çalışanların çoğu daha yolda "Luftwaffe'nin" hedefi oldular. Polonya ordusunda Almanya'ya oranla daha az sayıda tank vardı ve bunlar da piyade birliklerine dağıtıldığından düşmanla etkin bir çatışmaya girme ihtimalleri azalmıştı. Sovyet-Polonya Savaşı'nda kazanılan tecrübe Polonya ordusunun yapısal ve operasyonel doktrinini şekillendirmişti. I. Dünya Savaşı'nın siper savaşlarının aksine Sovyet-Polonya Savaşı süvarinin hareket kabiliyetinin belirleyici rol oynadığı bir çatışma olmuştu. Polonya hareketliliğin faydalarını görmüştü ancak pahalı ve henüz denenmemiş yeni buluşlara harcayacak kaynağı yoktu. Buna rağmen Polonya süvari tugayları atlı piyade gibi kullanılarak bazı durumlarda Alman piyade ve süvarisine karşı başarılar elde etti. Polonya Hava Kuvvetleri ("Lotnictwo Wojskowe") Almanya Luftwaffesi karşısında ciddi bir dezavantaja sahipti, ancak genel olarak inanılanın aksine daha ilk günlerde yerde imha edilmedi. Polonya modern avcı uçaklarına sahip değildi belki ama pilotları, ertesi yıl Britanya Savaşı'nda gösterdikleri üzere zamanın en iyi eğitimli pilotları arasındaydılar. Sonuç olarak Alman uçakları nitelik ve nicelik bakımından üstünlüğe sahiptiler. Polonya'nın sadece 600 uçağı mevcuttu ve bunlardan sadece 37 adet PZL.37 Łoś bombardıman uçakları modern ve Almanlarınkiyle kıyaslanabilirdi. Polonya Hava Kuvvetleri yaklaşık olarak 185 adet PZL P.11 ve 95 adet PZL P.7 avcı uçağı, 175 adet PZL.23 Karaś B, 35 Karaś A uçağına sahipti ve 100'ün üzerinde PZL.37 Łoś Eylül ayı itibarıyla üretimdeydi. Ancak savaş başladığında bunların sadece %70'i seferber olmuştu. Polonya'nın hava kuvvetlerini genişletme stratejisi güçlü bir bombardıman filosu oluşturmak üzerineydi. Polonya avcı uçakları Almanlarınkinden bir nesil daha eskiydi. Öyle ki, 1930ların başında üretilen PZL P.11 avcı uçakları saatte 365 km azami hıza sahipti, ki bu, Alman bombardıman uçaklarından bile yavaş demekti. Pilotlar bunu telafi etmek için yüksek manevra kabiliyetine ve dalış hızına güveniyorlardı. Zırhlı birlikleri 2 zırhlı tugay, 4 bağımsız tank taburu ve piyade tümenleri ile süvari alaylarına tahsis edilmiş 30 kadar tanket bölüğünden ibaretti. Bu savaş sırasında Polonya ordusunun standart tankı 7TP hafif tankıydı. Dünyanın dizel motorlu ilk tankıydı ve 360° Gundlach periskopuna sahipti. 7TP, en yaygın rakibi Alman Panzer I ve Panzer II tanklarından belirgin şekilde daha iyi zırha sahipti ancak 1935'ten savaşın başlangıcına kadar sadece 140 adet üretilmişti. Ayrıca, 50 adet Renault R35 ve 38 adet Vickers E gibi az sayıda daha modern ithal tankları da mevcuttu. Alman planları Genelkurmay Başkanı General Franz Halder tarafından hazırlanmış, harekatın başkomutanı General Walther von Brauchitsch tarafından uygulanmıştır. Savaş ilanı olmadan saldırının başlamasını ve düşman birliklerinin geniş çaplı çembere alınarak yok edilmesini öngörüyordu. Henüz tam olarak mekanize hale gelmemiş de olsa hızlı hareket edebilen top ve ikmal desteğine sahip piyade birlikleri, tanklar ve bindirilmiş kıtalar eşliğinde cephenin belirli bölümlerine saldırarak yarma harekatı yapacak, düşman birliklerinin ikmal ve iletişim yollarını keserek çembere alacak ve yok edecekti. Heinz Guderian da dahil bazı generallerce benimsenmiş olan savaş öncesinin "zırhlı teorisi" (Amerikalı bir gazeteci tarafından 1939'da Blitzkrieg olarak adlandırılmıştı), tank tümenlerinin cepheyi delerek düşman hatlarının çok gerisine kadar ilerlemesini öngörüyordu, ancak Polonya'da savaş daha çok klasik yöntemlerle ilerledi. Bunun nedeni, Alman yüksek komutasının muhafazakar tutumu ve tankları ve mekanize birlikleri hala normal piyade birliklerine destek olarak görmeleriydi. Polonya'nın arazi yapısı, hava şartları elverdiği sürece, mobil operasyonlara çok uygundu. Ülkede, büyük cephe genişliğine izin veren geniş ovalar mevcuttu ve Polonya'nın, Almanya ile sınırı (Doğu Prusya da dahil) 2.000 kilometreden fazlaydı. Münih Antlaşmasıyla Südetlerin Almanya'ya verilmesi, sonrasında Almanya'nın Bohemya ve Moravya'yı işgali ve Slovak kukla devletinin kurulmasıyla bu sınır daha da genişledi ve Polonya'nın güney kanadı da tehlikeye açık hale geldi. Almanlar, büyük bir çembere alma harekatı planlayarak Polonya ile olan bu geniş sınırın avantajını sonuna kadar kullanmaya niyetliydile. Alman birlikleri Polonya'yı 3 yönden işgal edecekti: Her üç saldırı kolu Varşova'da buluşarak tüm Polonya ordusunu Vistula Nehrinin batısında çembere alacaktı. Harekat 1 Eylül'de başlayarak II. Dünya Savaşı'nın ilk operasyonu oldu. Olası bir işgal durumunda yardıma geleceği sözü veren İngiliz hükümetine güvenen Polonya hükümeti, ordusunu Alman sınırına yerleştirerek savunma yapma kararlılığındaydı ("Batı Planı"). Polonya'nın değerli doğal kaynaklarının, endüstrisinin ve nüfusunun çoğu batıda, Doğu Yukarı Silesya olarak bilinen bölgede bulunuyordu. Polonya'nın politikası bu bölgenin korunması üzerine kurulmuştu, çünkü eğer Almanya'nın hak iddia ettiği bu bölgeden çekilirse Münih Antlaşması'nda olduğu gibi İngiltere ve Fransa'nın Almanya ile ayrı bir barış antlaşması yapacaklarından korkuyorlardı. Müttefiklerinden hiçbirinin Polonya'nın toprak bütünlüğünü özellikle garanti aldıklarını belirtmemiş olmaları Polonyalıların endişe kaynağıydı. Bu nedenle Polonya, Fransızların savunma hatlarını Vistula ve San Nehirlerinin gerisine kurma önerilerini, generallerinden bazıları da desteklemesine rağmen geri çevirdi. "Batı Planı", Polonya ordusunun ülkenin içlerine doğru geri çekilmesine izin veriyordu ancak bu, önceden hazırlanmış savunma hatlarına yavaş bir çekilmeyi öngörüyordu ve amacı da esasen seferberliğin tamamlanması ve Batılı Müttefiklerin desteğiyle bir karşı saldırı planlanması için zaman kazanma amacını güdüyordu. İngiliz ve Fransızlar, Polonya'nın 2 ila 3 ay kendisini savunabileceğini düşünürken Polonyalılar, en azından 6 ay savunabileceklerini tahmin ediyorlardı. Polonya'nın tahmini, Müttefiklerin derhal savaş ilan ederek kendi taarruzlarını başlatacakları varsayımına dayanıyordu. Dahası, İngilizler ve Fransızlar savaşın tıpkı I. Dünya Savaşı gibi çabucak bir siper savaşına dönüşmesini bekliyorlardı. Polonya hükümeti bu stratejiden haberdar edilmemişlerdi ve bu yüzden savunmalarını Müttefiklerin kuracağı baskıya göre şekillendirmişlerdi. Polonya kuvvetleri Polonya-Almanya sınırı boyunca ince bir hat üzerinde yerleşmişti ve dezavantajlı bir arazide yoğun ve iyi savunma hatlarından yoksundular. Bu strateji aynı zamanda ikmal hatlarını da korumasız bırakıyordu. Polonya kuvvetlerinin yaklaşık üçte biri Danzig Koridoru ve etrafında yoğunlaşmıştı ve bu nedenle Doğu Prusya ve Almanya'dan başlatılabilecek bir kıskaç harekatıyla çembere alınma tehlikesi altındaydı. Diğer bir üçte birlik kısım ülkenin kuzey-orta bölümünde, Łódź ve Varşova arasında konuşlanmıştı. Polonyalıların ileri cephede yoğunlaşmaları, oyalayarak geri çekilme ihtimallerini yok ediyordu, zira bir miktar mekanize birliğe sahip Alman ordusuna kıyasla yaya Polonya ordusu çok yavaş ilerleyebiliyordu ve daha gerideki savunma pozisyonlarına düşmandan önce varmaları mümkün değildi. Her ne kadar Polonya askeri açıdan çatışmaya hazır
lanıyor olsa da, sivil halk tamamen hazırlıksızdı. Savaş öncesi Polonya propagandası herhangi bir Alman işgalinin kolayca bertaraf edilebileceğini iddia ediyordu. Buna bağlı olarak, Polonya birliklerinin aldığı yenilgiler, hiçbir hazırlığı olmayan Polonyalı sivilleri gafil avladı. Böyle bir felakete hazır olmayan siviller panikleyip doğuya doğru göç etmeye başlayınca kaos daha da yayıldı, askerlerin morali iyice çöktü ve yolları tıkayarak birliklerin hareketini daha da yavaşlattı. Alman birliklerinin harekatını meşru müdafaa gibi gösterme amacıyla organize edilen Gleiwitz Vakası gibi bazı düzmece saldırıları takiben, savaşın ilk taarruzu 1 Eylül 1939 saat 04:40'ta "Luftwaffe"'nin Wielun kentini bombalaması oldu. Bombardıman, şehrin %75'ini yok ederken çoğu sivil 1200 kadar ölüme yol açtı. Beş dakika sonra, Alman savaş gemisi "Schleswig-Holstein" Westerplatte, Danzig'teki Polonya ikmal depolarına ateş açarak Westerplatte Muharebesi'ni başlattı. Saat 08:00'da, hala savaş ilan edilmemişken, Alman birlikleri Mokra kasabası yakınlarında saldırıya geçti. Sınır savaşları başlamıştı. O günün ilerleyen saatlerinde Almanlar Polonya'nın batı, kuzey ve güney sınırlarına saldırıya geçerken Luftwaffe de Polonya şehirlerini bombardımana başladı. Taarruzun ana hattı, Almanya'dan doğuya doğru, Polonya batı sınırından gerçekleşiyordu. Destek saldırıları kuzeyde Doğu Prusya'dan, güneyde ise Slovak birliklerince müttefik Slovakya'dan yapıldı. Her üç saldırının istikameti Varşova'ydı. Müttefik Devletler 3 Eylül'de Almanya'ya savaş ilan ettiler, ancak işe yarar bir destek veremediler. Zırhlı birliklerinin %85'i de dahil olmak üzere Alman birliklerin çoğu Polonya'da savaşta olduğu halde, Alman-Fransız sınırında ufak çaplı çatışmalar dışında bir gelişme olmadı. Birkaç küçük sınır çarpışmasında elde ettikleri başarılar dışında Polonya ordusu Almanya'nın teknik, taktik ve sayısal üstünlüğü karşısında sınır bölgelerini terk ederek Varşova ve Lwow istikametinde çekilmeye başladı. "Luftwaffe" hava üstünlüğüne erkenden ele geçirdi. İletişim hatlarını bombalayan Luftwaffe ilerleyişin hızının artmasını ve Polonya hava alanları ve erken uyarı üslerinin kolayca ele geçirilmesini sağladı. İkmal problemleri artmaya başlayınca Polonya hava kuvvetlerinden 98 uçak tarafsız Romanya'ya geçti. Polonya hava gücü başta 400 uçakken 14 Eylül'de 54'e düşmüştü. 3 Eylül'de kuzeyde Günther von Kluge Vistula Nehrine (o zamanlar Alman sınırından 10 kilometre uzaktaydı) ulaşmış, Georg von Küchler Narew Nehrine yaklaşmaktaydı ve Walther von Reichenau'nun tankları çoktan Warta Nehrini geçmişti; iki gün sonra ise sol kanadı Lodz'un doğusuna geçmiş, sağ kanadı Kielce'ye girmişti. 8 Eylül'de zırhlı kolordulardan birisi, savaşın daha birinci haftasında 225 kilometre yol katederek Varşova'nın kenarlarına ulaşmıştı. Reichenau'nun sağ kanadındaki hafif zırhlı birlikler 9 Eylül'de Varşova ve Sandomierz arasındaki Vistula Nehrindeyken List'in birlikleri güneyde San Nehrini geçiyordu. Aynı zamanlarda, Guderian'ın 3. Ordusunun tankları Narew'i geçerek Batı Bug Nehri hatlarına saldırıp Varşova'yı çembere almaya başlamıştı. Bütün Alman orduları planda kendilerine verilmiş görevleri başarıyla yerine getirdiler. Polonya orduları bağlantıları kesilmiş parçalara bölünüyordu; bunlardan bazıları düzensiz bir şekilde en yakınlarındaki Alman birliklerine saldırıyordu. Polonya kuvvetleri savaşın ilk haftasında Pomerelya'yı (Danzig Koridoru), ana Polonya topraklarını ve Polonya Yukarı Silesya'sını terk etti. Polonya'nın sınır savunması planı tam bir felaketti. Bütün olarak Alman taarruzu yavaşlatılamamıştı. 10 Eylül'de Polonya Genelkurmay Başkanı Mareşal Edward Rydz-Śmigły, "Romanya Köprübaşı" diye adlandırdıkları, güneydoğudaki savunma hatlarına doğru bir genel çekilme emri verdi. Bu arada, Alman kuvvetleri bir yandan Lodz ve hatta Poznan civarında Polonya kuvvetlerinin etrafındaki çemberi daraltırken bir yandan da doğu Polonya içlerinde ilerliyorlardı. Savaşın ilk saatlerinden beri bombardıman altında olan Varşova, 9 Eylül'de karadan da saldırıya maruz kaldı ve 13 Eylül'de kuşatma altına alındı. Aynı sıralarda Alman kuvvetleri doğu Polonya'nın en büyük şehirlerinden Lwow'a ulaştı. Varşova, 24 Eylül'de "Luftwaffe"'nin 1.150 uçağı tarafından bombalandı. Bu sefer sırasındaki en büyük muharebe olan Bzura Muharebesi, 9-19 Eylül tarihleri arasında Varşova'nın batısındaki Bzura Nehri yakınlarında gerçekleşti. Danzig Koridoru'ndan çekilmekte olan Polonya orduları "Poznań" ve "Pomorze", doğuya doğru ilerlemekte olan Alman 8. Ordusunun sol kanadına saldırdı, ancak ilk başlardaki başarının ardınan bu saldırı sonuçsuz kaldı. Bu yenilgiden sonra Polonya birlikleri inisiyatifi kaybetti ve bir daha geniş çaplı bir karşı saldırı düzenleyemediler. Alman hava kuvvetleri muharebede kilit rol oynadı. Luftwaffe'nin müthiş saldırısı son Polonya direnişini kırmayı başardı. Luftwaffe hızla Bzura Nehrindeki köprüleri imha edince Polonya kuvvetleri kapana kısıldı ve açık alanda korunmasız kalan birliklerin üzerine dalga dalga gelen Stukalar 50 kilogramlık hafif bombalarıyla büyük zayiatlar verdirdiler. Cephanesiz kalan Polonya hava savunma birlikleri ormanlara doğru çekildiler ancak bu sefer de Heinkel He 111'lerin 100 kilogramlık yangın bombalarına maruz kaldılar. Luftwaffe orduya sadece arta kalanları temizleme işini bırakmıştı. Sadece Stukalar bu muharebe sırasında 388 ton bomba bıraktı. Polonya hükümeti ve yüksek komutası savaşın ilk günlerinde Varşova'dan ayrılarak 6 Eylül'de güneydoğudaki Lublin'e ulaştılar. Buradan, 9 Eylül'de Kremenez'e, 13 Eylül'de de Romanya sınırındaki Zaleshiki'ye geçtiler. Rydz-Śmigły tüm birliklere, uzun sürmesi planlanan savunmayı yapmak üzere Romanya Köprübaşına çekilme emri verdi. Polonya'nın işgali ile Almanlar Polonyalı sivillere karşı toplu katliamlar gerçekleştirmeye başladı. Bu katliamlar 1945'e kadar sürdü. Bunun için Heinrich Himmler tarafından oluşturulan 6 Einsatzgruppen'den (Hareket Birlikleri) 5'i Alman orduları ile birlikte hareket etti. Einsatzgruppen'lerin görevi ""Cephenin gerisinde kalan bölgelerde Almanya veya Alman düşmanı her şeyle savaşmak"" ve Polonyalı önderleri ve eğitimlileri yok etmek. 1939 sonuna kadar 60.000 Polonyalı öldürüldü; bunların arasında öğretmenler, doktorlar, hukukçular, profesörler, Katolik papazlar ve ayrıca siyasi parti ve sendika üyeleri vardı. Bu katliamlarda 7000'de Polonyalı Yahudi öldürüldü. Sakat insanlar da Almanlar tarafından öldürüldü, ilk katliam Kocborowo'da 22 Eylül'de gerçekleşti. Almanlar Polonya'daki Alman azınlıklara yapılan saldırılardan intikam almak için Alman azınlıklardan oluşan milisler, Sicherheitsdienst, Danziger Heimwehr (Danzig/Gdansk yurt savunması), Wehrmacht ve SS'den oluşan gruplar oluşturdu. Eylül ile Ekim 1939 arası 714 eylemde 16.376 sivil vurularak öldürüldü. Polonyalılar Almanlar için Slav kökenli alt sınıf insanlardı (Almanca: Untermensch). Bu toplu katliamların amacı Polonya toplumunun eğitimli sınıfını yok etmekti. Eğitimli ve önder insanlarını yok ederek Almanlar ileride planlanan tehcir, sürgün ve köleliğe karşı tepki oluşmasını engellemeyi amaçlıyorlardı. Polonya ulusu tamamen yok edilmeliydi böylece; Slav Polonyalılar kölelikle yok edilmek isteniyordu. "Alman" kanı taşıyan Polonyalılar ise tamamen asimile edilecekti. Alman ordusu Wehrmacht'a bağlı askerler sefer sırasında işlenilen katliamların en az yüzde 60'ını gerçekleştirdi. Muharebe dışında en az 3.000 Polonyalı asker Alman askerleri tarafından katledildi. Polonyalı Yahudi askerler esir alındıktan sonra hemen bulunduğu yerde öldürüldüler. Eylül 1939'da Wolhynien'de Alman askerler Yahudilere tecavüz etti ve sinagogları yaktı. Bunlar Almanya'nında 1934'de imzaladığı Cenevre Sözleşmelerine göre savaş suçlarıydı. 200.000 kadar Yahudi Sovyetler tarafından işgal edilen Polonya topraklarına kaçtı. 1939 sonuna kadar 90.000 Yahudi ve Polonyalı Almanlar tarafından Genel Hükûmet bölgesine sürgün edildi. Bu sayı 1945'e kadar 900.000'e çıktı. Geri kalan Yahudiler Holokost'ta öldürüldü. Yahudi ve Polonyalıların yerine 900.000 kadar Alman Polonya topraklarına yerleştirildi. Savaş başladıktan sonra Alman azınlığından 5.437 kişi öldürüldü. Alman Naziler bunu propaganda haline getirerek bu sayıyı 10 katına çıkardı ve 58.000 kişinin öldürüldüğünü iddia etti. Alman Einsatzgruppen IV bunun üzerine intikam almak için 7 ile 12 Eylül arası Bromberg'de 1.306 Polonyalı, Yahudi, din adamı, kadın ve genç öldürdü. Abartılan Alman azınlıkların ölümleri işgalden sonra öldürülen onbinlerce Polonyalılar için mazeret gösterildi. Katledilen sivillerin çoğu Partizan savaşı sırasında öldürüldü diye gizlenmek istendi. İşgal sırasında meydana gelen başka savaş suçları Polonyalı şehirlerin bombalanması ve kimyasal silahların kullanımı. Londra'daki İngiliz gazeteleri ve Polonyalı enformasyon ofisi Alman hava kuvvetlerinin 3 Eylül 1939'da zehirli gazla doldurulmuş bombaları Varşova'nın üzerine attığını yazdı. Esentepe, Sultangazi İstanbul'un Sultangazi ilçesine bağlı Sultançiftliği semtindeki bir mahalledir.Cebeci İstanbul Halk Ekmek fabrikası bu mahallededir.Kuzeyinde Cebeci Mahallesi, güneydoğusunda Gazi ve Yunus Emre mahalleleri, güneybatısında Cumhuriyet mahallesi, batısında ise 50. Yıl ve Uğur Mumcu mahalleleri bulunmaktadır. Mahalle İstanbul'un merkezine biraz uzak, ve iç kısımda kaldığı için 2005 yılına kadar yeteri kadar gelişmemiştir. Fakat 2000'de üretime başlayan, ve 2006'da kendini yenileyen İstanbul Halk Ekmek Fabrikası'nın bulunduğu bölge mahalleyi daha işlek hale getirmiştir. Ayrıca bu mahalle sınırında bulunan "Sanko" "(G.O.Paşa Oto Sanayi Sitesi)", "Gamas" "(G.O.Paşa Mobilyacılar Sitesi)", ve "G.O.Paşa Avizeciler ve Küçük Sanayi Sitesi" burada sanayinin geliştiğini göstermiştir. Bu yüzden son yıllarda mahalle nüfusu 10 yıl öncesine nazaran 7-8 kat artmıştır... Ayrıca yeni başlayan otobüs seferleriyle, Taksim (36T), Beyazıt-Topkapı (36ES) ,Eminönü'nden (36CE ve 399C) ve Beyazıt-Edirnekapı (36E) mahalleye tek taşıt ile ulaşmak mümkün. Esentep
e Mahalle Muhtarligi Web Sitesi Sultangazi mahalle nüfusları Sultangazi muhtarlıkları Batıkent Batıkent, Ankara'nın Yenimahalle ilçesinde bir semttir. Yenimahalle ilçesinin yaklaşık yarısını oluşturmaktadır. Türkiye'nin en büyük modern yerleşim projelerinden biridir. Ankara metrosu M1 ve M3 hatlarının son durağı Batıkent'tedir. Batıkent'in nüfusu, bağlı olduğu Yenimahalle ilçesinin yaklaşık yarısı kadardır. Nüfusu düşük ve orta gelir grubu insanlar oluşturur. İlk kurulduğu yıllarda daha çok sanatçı, akademisyen ve memur grubundan oluşan semt sakinlerinin profili zaman içinde değişmiştir. Alt gelir grubundan insanların dikkatini çeken bölgenin nüfusu bu yönde eğilim göstermiştir. Batıkent, Ankara'nın belediye başkanlarından Vedat Dalokay'ın 1973 yılında Ankara Belediye Başkanlığı'na seçilmesi ile birlikte, çarpık kentleşme sorununa çözüm olarak oluşturulmuştur. Pek çok isim düşünülmüş ancak projenin Ankara'nın batısında gerçekleştirileceği kesinleştiğinde de isim kendiliğinden ortaya çıkmıştır: Batıkent. Batıkent'in, özellikle Murat Karayalçın döneminde altyapısının geliştirilmesi ve Melih Gökçek döneminde de metronun tamamlanmasıyla ulaşım bakımından birçok sorunu halledilmiştir. Projenin hayata geçirilmesi için bugünkü Batıkent'in hemen hemen tamamı kamulaştırılmıştır. Katılımcı, demokratik bir şekil içerisinde uygulama istenildiğinden, bu isteğe uygun olarak 1979 yılında Kent-Koop kurulmuş, Kent-Koop üstlendiği misyona uygun olarak hemen faaliyete başlamıştır. 1987 yılında da Dünya Konut Yılı Ödülü'nü almıştır. Batıkent projesi başlangıçta sosyal konut projesiydi. Ancak zaman içerisinde çeşitli değişikliklere uğrayarak bugünkü halini almış ve Ankara'nın gözde yerleşim alanlarının başlarında gelmeye başlamıştır. Batıkent, bu gelişimleri ile haliyle araştırmacıların da dikkatini çekmiş, çeşitli yönlerden araştırmalar yapılmıştır . Çıkan sonuç: Batıkent, Kızılay ve Sincan'a 15 km uzaklıkta, İstanbul Devlet Yolu olarak adlandırılan karayolunun hemen kuzeyinde yaklaşık 10 milyon m²'lik bir alana kurulmuştur. Ostim'le birleşiktir. Ulaşım Kızılay'dan M1 metro ve 297 ile 220 ve 221 numaralı özel halk otobüsleri vasıtasıyla, Ulus'tan, M1 metro ve Rüzgarlı Sokak'tan kalkan dolmuşlarla sağlanır. Ayrıca Abidinpaşa'dan otobüsle, Sincan'dan M3 metro ve minibüslerle ve Keçiören-Demetevler hattından geçen dolmuşlarla da ulaşmak mümkündür. Ulaşım, Kızılay'a metro ile 22 dakika, özel halk otobüsü ile yaklaşık 35 dakika; Keçiören'e minibüs ile yaklaşık 45 dakika; Sincan'a metro ile 30 dakika, minibüs ile yaklaşık 25 dakikadır. Batıkent, Ostim'e yakın olması, İstanbul yolu üzerinde olması nedeniyle emlak piyasasında talep gören bir semttir. 2007 yılında, Batıkent'te bulunan gayrimenkullerin fiyatı ortalama ayda %10 artmıştır. Fakat, bu artışlara rağmen Batıkent'teki emlak fiyatları şehir içine göre oldukça düşük seviyededir. Son yıllarda Batıkent'e yapılan Atlantis AVM, Meydan Batıkent, Batı Park AVM, CarrefourSA, Gimsa alışveriş merkezleri semtteki ekonomik hayatı canlandırmıştır. Fakat, bütün bu yatırımlara rağmen Batıkent'te yaşayanların çoğu Batıkent dışında çalışmaktadır. Bu nedenle, Batıkent kendi başına bir ekonomik merkez haline gelememiştir. Batıkent Anadolu Lisesi, Nermin Mehmet Çekiç Anadolu Lisesi, Kaya Bayazıtoğlu Anadolu Lisesi, Şevket Evliyagil Anadolu Meslek Lisesi, Mobil Anadolu Lisesi, Celal Yardımcı Anadolu Lisesi, Batıkent Endüstri Meslek Lisesi, Batıkent Kız Teknik ve Meslek Lisesi ile Kürşad Bey İlköğretim Okulu, Abay İlköğretim Okulu, Ahmet Hamdi Tanpınar İlköğretim Okulu, Kent Koop İlköğretim Okulu, Müjgan Karaçalı İlköğretim Okulu, Kardelen İlköğretim Okulu, İstiklal İlköğretim Okulu, Haydar Aliyev İlköğretim Okulu, Necmi Şahin İlköğretim Okulu, Afşin Bey İlköğretim Okulu, Prof. Dr. Mehmet Sağlam İlköğretim Okulu, Yahya Çavuş İlköğretim Okulu, Türkan Azmi Köksoy İlköğretim Okulu, Refika Aksoy İlköğretim Okulu ve Batıkent İlköğretim Okulu,Orhan Eren İlköğretim Okulu, Ergazi İlköğretim Okulu gibi okullar bulunur. Batıkentte 28 adet cami vardır. Güzelyalı, Çanakkale Güzelyalı, Çanakkale ilinin merkez ilçesine bağlı bir köydür. Çanakkale Güzelyalı Osmanlı zamanında Avrupada'ki veba salgını nedeniyle gemilerin şu anki Güzelyalı eski ismiyle Karantinada bekletilerek boğaza alındığı bölgedir.Ayrıca 1881 tarihli bir ingiliz sivil hastanesi vardı.Köyün üst kısmında bulunan Çanakkale Kent Ormanı'nın içine Turgut Reis Zırhlısının 24 Haziran 1936'da sökülmüş silahlarından ikisi Çanakkale Boğazı'nı savunmak üzere Turgut Reis Bataryası adı ile Güzelyalı sırtlarında bir tabyaya monte edildi. Günümüzde de ikiz 28 cm'lik top tareti görülebilmektedir. Çanakkale merkezine 15 km uzaklıktadır. Köyde, ilköğretim okulu vardır. Köyün içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi vardır ancak PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Durga Durga (Sanskritçe: दुर्गा, Bengalce: দুর্গা) Hinduizm'de bir Devi, ulu (en üstün) tanrıça, formudur. Bir aslanı süren ve birçok kolunda öldürücü silahlar taşıyan, yüzünde bunların tam tersi barışcı ve güven verici bir ifade taşıyan, elleri (belirli anlamlara işaret eden) mudra şeklinde bir kadın olarak tasvir edilir. Tanrıçanın bu formu dişil ve yaratıcı enerjinin (Şakti) tecessümü yani cismanileşmesi, vücut bulmasıdır. Bazı geleneklerde Saraswati veya Lakşmi'nin enkarnasyonu olarak geçerken, diğer geleneklerde bu iki tanrıça (Saraswati ve Lakşmi) onun kız evlatları olarak geçer. Elvankent Elvankent, Ankara'da bir toplu konut alanıdır. Etimesgut ile Sincan arasında Etimesgut ilçesine bağlıdır. Emlakbankası Elvankent Konutları ile başlayan yerleşim onlarca kooperatif sitesiyle büyük bir konut merkezine dönüşmüştür. 2004 yılında bölgeye resmi olarak Atakent adı verilmiştir. Elvankent Web Bilgi Portalı Gecekondu Gecekondu. Bayındırlık ve yapı kurallarına aykırı olarak, gerçek ya da tüzel, kamusal ve özel kişilerin toprakları üzerine, toprak iyesinin istenç ve bilgisi dışında, onamsız olarak yapılan, barınma gereksinmeleri devletçe ve kent yönetimlerince karşılanamayan yoksul ya da dar gelirli ailelerin yaşadığı barınak türü. Gecekondular işsizlik vb. sıkıntılardan dolayı büyük şehirlere göç etmen zorunda kalan yoksul halkın barınma gibi önemli bir sorununu ortadan kaldırmak için kendileri tarafından yapılan yapılardır (ev). Gecekonduların yayılımı iş imkânı olan büyük şehirlerde (İstanbul, İzmir, Ankara, Adana gibi) yoğunlaşmıştır. Bunun nedeni ise akrabaların, hemşerilerin birbirine tavsiyeleridir. Bu nedenle aynı köyde yaşayan insanlar gecekondularda da komşu olmuşlar, benzer işlerde çalışmışlar ve köy yaşamını şehre az çok getirmişlerdir. Yeni nesil şehre adapte olmakta zorlanmış, çoğu çıraklık yoluyla baba meslekleri edinmişlerdir. Devletin yanlış politikaları ile şehirlere göçen bu insanlar, şehirde de kendi kaderlerine bırakılmışlardır. Bilinen en temel hizmetlerden biri asfalt hizmetidir. Dahası kaçak yapı olarak yapılan yapı bölge muhtarlığı tarafından kayda geçirilmektedir. Birçok belediyenin orman vasfındaki alanlara kaçak yapılaşma yapılışı sürecinde engel olmadığı, dahası bu yapılaşma sürecinde bölgenin orman vasfını kaybetmesi sayesinde daha sonra belediye tarafından kaçak yapının yıkılması ve bölgenin 2B alanı olarak belediyeler tarafından parsellenmesi sonrası belediyenin alanının genişlemesine sebep olmakla birlikte günden güne doğal yeşil alanların azalmasıyla sonuçlanan ve devam eden bir süreçtir. Yusuf Has Hacib Yusuf Has Hacib (Karahanlı Türkçesi: يوسف خاصّ حاجب "Yūsuf Hāss Hācib"; Arapça: يوسف خاصّ حاجب "Yūsuf Khāss Hājib"), Türk-İslam tarihi ve kültürü açısından son derece önemli olan Kutadgu Bilig siyasetnamesini yazmıştır. Türk tarihi kaynaklarında Karahanlılar dönemi hakkında yeterli bilgi olmadığı gibi; bu devletin 'vatandaşı' olan “Balasagunlu Yusuf” hakkında bilgiler de yok denecek kadar azdır. M.S. 1017-1019 yılları arasında doğduğu rivayet edilmektedir. Dönemin 'Kuz-Ordu' isimli şehri Balasagun'da doğmuştur. Kendisinin tam bir biyografisi henüz oluşturulamamıştır. Büyük eseri boyunca adını bile sadece bir kez, "Kitap sahibi Yusuf, büyük has hacib, kendi kendine nasihat eder" başlıklı, son bölümünde anmıştır. Bu başlıktan baş teşrifatçı olduğu da anlaşılmaktadır. İyi bir eğitim görmüştür. Çağının geçerli bilimlerinin yanı sıra Arapça ve Farsça da öğrenmiştir. 1077 yılında Kaşgar'da vefat etmiştir. Türbesi de bu kenttedir. Karahanlı Devleti zamanında yaşamıştır. Temel eğitimini Balasagun'da almıştır. Kendisine önceden Balasagunlu Yusuf denilirken , sonrasında Has Hacib unvanını almıştır. Yusuf Has Hacib, Türk dili ve edebiyatı için temel bir eser olan Kutadgu Bilig ("Kutlu kılan bilgi") kitabının yazarıdır. Kutadgu Bilig 6645 beyitlik bir eserdir. Eser, Allah'a hamd, Peygamber'e ve Dört Halifeye teşekkürle başlar. Yusuf Has Hacib, astronomi bilimini öğrenmek isteyenlerin, önce geometri ve hesap kapısından geçmesi gerektiğini söylemiştir: “Aritmetik ve cebir, insanı kemâle ulaştırır; toplama, çıkarma, çarpma, bölme, bir sayının iki katını, yarısını ve kare kökünü alma işlemlerini bilen, yedi kat göğü avucunun içinde tutar. Her şey hesaba dayanır.” Yusuf Has Hacib, Türk edebiyatındaki ilk siyasetnameyi yazmıştır. Türk edebiyatında ilk nazım şeklini de o kullanmıştır. Bu nazım şekli de mesnevidir. Bundan dolayı ona Yusuf Has Hacib denilmiştir. Karahanlı Devleti hükümdarı Ulu Kara Buğra Han'a, Kutadgu Bilig adlı eseri (ilk siyasetname ve ilk mesnevi örneğini) 18 aylık bir çalışma sonunda 1070 yılında sunmuştur. Bu kitabı okuyan “Ulu Kara Buğra Han” kendisine "Ulu Has Hacib" unvanını ve Kaşgar'da vezir yardımcısı görevini vermiştir. Kutadgu Bilig'in Uygurca olan ilk nüshası 1439'da Herat'da bulunmuştur. Bulunan ikinci bir nüshası Arapça'dır. Kitabın ilk baskısı 1900'de Radloff tarafından yapılmıştır. Eserden bir bölüm: "Kitabıma, okuyana mutluluk getirsin, ona doğru yolu getirsin diye Kutadgu Bi
lig adını koydum. Ben sözlerimi söyledim,düşüncelerimi yazdım. Bu kitap her iki dünya için de doğruyu gösteren bir rehberdir,yardımcı bir eldir. Dosdoğru bir söz söyleyeyim size: Her iki dünyayı da devletle elinde tutabilecek kişiden daha mutlu kimse yoktur. Önce Gündoğdu'yu tanıtayım. O hükümdardır, doğru yasayı (töre) temsil eder. Aydoldu ile mutluluk güneşi doğar, o da mutluluğun(kut)temsilcisidir. Öğüdülmüş aklı, Odgurmuş akıbeti temsil eder. Ben sözlerimi bu dört değer (doğru yasa,mutluluk,akıl,akıbet) üzerine kurdum. Okuduğunda anlayacaksın,dikkat et." Yusuf Has Hâcib bu yapıtında bilimin değerini de tartışır. Ona göre, alimlerin ilmi, halkın yolunu aydınlatır; “ilim, bir meşale gibidir; geceleri yanar ve insanlığa doğru yolu gösterir. Bu nedenle alimlere hürmet göstermek ve ilimlerinden yararlanmaya çalışmak gerekir. Eğer dikkat edilirse, bir alimin ilminin diğerinin ilminden farklı olduğu görülür. Mesela hekimler hastaları tedavi ederler; astronomlar ise yılların, ayların ve günlerin hesabını tutarlar. Bu ilimlerin hepsi de halk için faydalıdır. Alimler, koyun sürüsünün önündeki koç gibidirler; başa geçip sürüyü doğru yola sürerler.” Bir siyasetnâme veya bir nasihatnâme olarak nitelendirilebilecek Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hâcib ve içinde yetiştiği çevrenin ilmî ve felsefî birikimi hakkında çok önemli bilgiler vermektedir. Platon'un devlet ve toplum anlayışı çok iyi bilinmekte ve uygulanmaya çalışılmaktadır. Bilimin ve bilginlerin değeri anlaşılmıştır; bilim, güvenilir bir rehber olarak görülmektedir. Kendisi bu kitabı yazmakla büyük bir cesaret örneği göstermiştir çünkü bu Türk edebiyatındaki ilk siyasetnamedir. Kill Bill Kill Bill, Quentin Tarantino'nun yönettiği, ilk bölümünün "" adıyla 2003 yılında, ikinci bölümünün de "" adıyla 2004 yılında gösterime girdiği filmlerdir. Aslında film tek parçadır ama uzun olmasından dolayı ikiye bölünmüştür. Zaten iki film birden "Quentin Tarantino'nun 4. filmi" olarak geçmektedir. Filmin genelinde bir çizgi roman havası sezilmektedir. Bu da abartılı aksiyon sahnelerini kabul edilebilir kılmaktadır. Hatta ilk filmin bir bölümü de anime şeklindedir. Filmin bölümlere bölünmesi de bu izlenimi pekiştirmiştir. Bunun dışında filmin müzikleri de oldukça beğenilmiştir. Fakat ilk bölümündeki abartılı bir şekilde işlenmiş kanın fışkırma sahneleri gerçekle pek örtüşmemiştir. Filmin makyaj yönetmenine göre filmin iki bölümünde toplam bir buçuk tondan fazla sahte kan kullanılmıştır. Ayrıca filmin yaratıcı ve özgün senaryosu Rezervuar Köpekleri adlı filmle çıkış yakalayan Tarantino'nun ününe ün katmıştır. Medya otoritelerine göre şu ana kadarki en etkileyici kılıç dövüş sahneleri bu filmdedir. Başrol oyuncuları Uma Thurman, David Carradine, Vivica A. Fox, Lucy Liu, Michael Madsen, Daryl Hannah, Sonny Chiba, Gordon Liu ve Miss Kuriyama'dır. İlk film ABD'de $70.099.045, uluslararası olarak $110,850,000 hasılat ile toplam kazancı $180.949.045'a ulaşmıştır. Film ABD'de gösterime girdiği ilk haftada $22.089.322 gelir elde etmiştir. Haziran 2007 itibarı ile "Kill Bill Vol 2" ABD'de $66.208.183, uluslararası olarak $85.951.278 hasılat ile toplam kazancı $152.159.461'a ulaşmıştır. Film ABD'de gösterime girdiği hafta $25.104.949 gelir elde etmiştir. Gelin (Uma Thurman), ""'de anlatıldığı gibi, O-Ren İşi (Lucy Liu) ve Vernita Green'den (Vivica A. Fox) öcünü almış ve listesindeki son üç kişinin peşine düşmüştür. Budd (Michael Madsen) ve Elle Driver'ı (Daryl Hannah) da öldürdükten sonra, son hesaplaşma için Bill'in (David Carradine) evine gider. Burada, önce kendisini şok eden bir duruma düşer ve öldüğünü sandığı, şu an için dört yaşında olan kızıyla karşılaşır. Sonrasındaysa, Bill ile yaptıkları karşılıklı diyalog hesaplaşmalarından sonra, filmin zirvesini oluşturan bir mücadelenin ardından Bill'i öldürür. Quentin Tarantino, 1 Ekim 2009'da Morelia Uluslararası Film Festivali'nde, bir İtalyan televizyon programına verdiği röportaj sırasında iki Kill Bill filminin başarısı hakkında sorulan soru üzerine: "bana üçüncüsü hakkında soru sormadınız" dedi. Ardından ""bana üçüncü Kill Bill filmi yapacağımı sormalısınız"" diyerek kendi sorusuna ""Evet"" diye yanıt verdi ve ekledi ""Gelin bir kez daha savaşacak"". 3 Ekim 2009'da Tarantino Kill Bill 3 için ""9. sinema filmim olacak ve 2014'te piyasaya çıkacak"" tahmininde bulundu, daha önce başka bir projeyi tamamlamak istediğini söyleyen yönetmen ""Gelinin ve kızına on senelik huzur dönemi"" yaşamaları gerektiğini söyledi. Aralık 2012'de ise Tarantino yeni bir Kill Bill olasılığının düşük olduğunu ve başka projelere odaklanmak istediği söyledi. Aşiyan Mezarlığı Aşiyan Mezarlığı, İstanbul'da Bebek ile Rumelihisarı arasındaki sırtlarda bulunan Aşiyan semtinde İstanbul Boğazına bakan mezarlık. 16. yüzyıldan itibaren Bebek ve Hisar mahallelerindeki müslüman halkın defnedildiği bir mezarlıktır. Burada kabri bulunanlar arasında Orhan Veli Kanık, Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Edip Cansever, Münir Nurettin Selçuk, Ahmet Aydın Bolak, Attilâ İlhan, Özdemir Asaf, Tezer Özlü, Osman Yağmurdereli, Gündüz Kılıç, Medine Müdafii Fahreddin Paşa, Demirtaş Ceyhun, Sadi Irmak, Neslişah Sultan, Onat Kutlar, Turgut Uyar gibi birçok ünlü kişi bulunmaktadır. Aşiyan, kuş yuvası anlamına gelmektedir. Gümüşi akasya Gümüşi akasya ("Acacia dealbata"), baklagiller (Fabaceae) familyasından 15 m'ye kadar boylanan sarı çiçekli bir akasya türü. Çalı veya küçük ağaç forumundadır. Genç dallar biraz zayıf; boz donuk tüylü, dumanlıdır. Yapraklar gümüşi renkli, yaprak ekseni 12–16 cm'dir. Çift katlı tüysü yapraklar 26-46 yaprakçıktan oluşmuştur, yaprakçıkların alt yüzeyi boz-beyaz'dır. Çiçek sapı, salkım veya bileşik salkım, çiçekler sarımsı veya turuncu-yeşildir. Baklalar kırmızı-kahverengi veya siyah, boyu eninden uzun, yassı, 3-8 x 7-12 mm, tüysüz ve pürüzsüzdür. Ocak-Mart aylarında çiçeklenir. Tohumlar Temmuz-Ağustos aylarında olgunlaşır. 2n = 26 James Madison James Madison, (d. 16 Mart 1751, Port Conway, Virjinya - ö. 28 Haziran 1836, Montpelier, Virjinya), Amerika Birleşik Devletlerinin 4. Başkanı, siyaset felsefecisi ve devlet adamı. 1801-1809 yılları arasında Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Madison, 1809-1817 arasında Devlet Başkanlığı yapmıştır. Amerika Birleşik Devletleri Anayasası ve Haklar Bildirisinin taslağının hazırlanması ve savunulmasında, en önde yer alması nedeniyle "Anayasanın Babası" olarak tanınmaktadır. Madison, Montpelier adını verdiği çiftliğini, Virjinya'nın Orange kasabasında kurdu ve hayatı boyunca yüzlerce köleye sahiplik yaptı. Hem Virjinya Temsilciler Meclisi hem de Anayasa Kongresi'nin öncülü olan Kıta Kongresi'nin bir üyesiydi. Anayasa Kongresi'nden sonra hem ülke çapında hem de Virjinya'da Anayasa'nın onaylanması için çalışan siyasi hareketin liderlerinden biri oldu. Alexander Hamilton ve John Jay ile beraber Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'nın savunulmasında en önemli çalışmalardan biri olan Federalist Yazılar'ı hazırladı. Anayasa hakkındaki tartışmalar sırasında önce güçlü bir Ulusal Hükümetten daha sonra ise, güçlü Eyalet Hükümetinden yana oldu; yaşamının sonlarına doğru ise, bu iki uç arasında bir görüşe sahip oldu. 1789'da Madison, yeni Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi'nde birçok önemli kanun tasarısı hazırlayan liderlerden biri oldu. Anayasanın ilk on maddesini yazan kişi olarak dikkat çekti ve dolayısıyla Haklar Bildirisi'nin babası diye bilinmektedir. Başkan George Washington ile birlikte yeni Federal Hükümeti kurmak için çok yakın çalıştı. Hamilton ve Federalist Parti ile 1791'de yollarını ayırınca, Thomas Jefferson ile birlikte Demokratik-Cumhuriyetçi Partiyi kurdu. Yabancılara Uygulanacak ve İsyana Teşvik Ceza Yasalarına karşılık olarak Jefferson ve Madison, eyaletlerin anayasaya uygun olmayan federal yasaları geçersiz kılabileceklerini savunan Kentucky ve Virjinya Önerilerini hazırladılar. Jefferson'ın Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı (1801-09) döneminde, Madison ülke topraklarını iki katına çıkaran Louisiana'nın satın alımını gerçekleştirdi. 1809 yılında ise Madison, Jefferson'ın ardından Başkan oldu, 1813 yılında tekrar Başkanlığa seçildi. Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı'na karşı gerçekleştirilen diplomatik protestoların ve ticari ambargonun başarısızlığa uğramasının ardından ABD'yi 1812 Savaşına soktu. ABD'nin güçlü bir ordusu ve finans sistemi olmadığı için savaş, yönetimsel bir bataklığa döndü. Bunun sonucunda daha önce karşı olmasına rağmen Madison, daha güçlü bir Ulusal Hükümet, daha güçlü bir Ordu kadar ABD'nin İkinci Bankası adıyla bir ulusal bankanın kurulmasını destekledi. James Madison, Jr. 16 Mart 1751 tarihinde (eski usul Jülyen Takvimine göre 5 Mart 1751'de) annesinin doğum için kendi anne ve babasının çiftliğine dönmesi nedeniyle Port Conway, Virjinya yakınlarında Belle Grove (Port Conway, Virjinya) çiftliğinde doğdu. On iki kardeşin en büyüğüydü. Nelly ve James Sr. yedi erkek dört kız çocuğu sahibi oldular.Üç erkek kardeşi bir tanesi de ölü doğum olmak üzere öldüler. 1775 yazında kız kardeşi Elizabeth (7 yaş) ve erkek kardeşi Reuben (3 yaş) kirlenmiş içme suyu nedeniyle tüm Orange bölgesini etkileyen dizanteri salgını nedeniyle öldü. Babası James Madison Sr., (1723-1801) Orange Virjinya'da kendisine babasından miras kalan ve daha sonra Şirin Dağ diye adlandıracağı bir çiftlikte büyüdü. Zamanla daha çok toprak ve köle edinerek; 2000 dönüm, Piedmont Virjinya'da Orange Bölgesinin en büyük toprak sahibi ve önde gelen yurttaşı oldu. James Jr.'ın annesi Nelly Conway Madison (1731–1829) Port Conway'de önemli bir tütün çiftçisi ve tacir ailesinin kızı olarak doğdu. Madison'ın anne ve babası 15 Eylül 1749'da evlendi. Bu yıllarda güney kolonileri bir köle toplumuna dönüşmüş; köleler ekonomiyi güçlendirmiş ve köle sahipleri siyasal eliti oluşturmuştu. 11 yaşından 16'sına kadar genç "Jemmy" Madison, Virjinya Tidewater bölgesindeki King ve Queen İdari Bölgesi içinde yer alan Innes çiftliğinde bir öğretmen olan Donald Robertso
n'un gözetimi altında öğretim görmeye yollandı. Robertson, güneyde çok sayıda önemli çiftlik sahibi ailenin çocuğunun öğretmenliğini yapmış İskoçyalı bir öğretmendi. Madison, Robertson'dan matematik, coğrafya ile özellikle yetkinleşeceği Latince gibi klasik ve modern dilleri öğrendi. Madison, öğrenmeye dönük açlığını özellikle o adama (Robertson'a) bağlamıştır." Onaltı yaşında, Montpelier'e geri döndü. Üniversite için Rahip Thomas Martin ile iki yıllık bir çalışma kursuna başladı. Zamanının üniversiteye giden birçok Virjinyalısının tersine narin sağlığı zorlayabilecek enfeksiyonlara açık bir iklime sahip Williamsburg'de yer alan William ve Mary Koleji'ne gitmedi. Bu okul yerine 1769 tarihinde New Jersey Koleji'ne; günümüzde Princeton Üniversitesi gitti. Orada oda arkadaşı olan şair Philip Freneau ile yakın arkadaşlık kurdu. Arkadaşının kız kardeşi Mary'ye umutsuzca aşık oldu. Sağlığını da zorlayan uzun ve yoğun çalışma saatlerinin sonunda Madison 1771 yılında mezun oldu. Çalışma alanları içinde Klasik Latince, Yunanca, bilim, coğrafya, Matematik, Retorik ve Felsefe vardı. Konuşma ve tartışma konusunda büyük bir ilgi söz konusuydu; Madison, arkadaşı Aaron Burr'un Cliosophic Derneği ile doğrudan rekabet halinde olan Amerikan Whig-Cliosophic Derneğinin kurulmasına destek verdi. Mezun olduktan sonra Madison, 1772 yılının baharında Montpelier'e dönen kadar Princeton'da Üniversite Başkanı John Witherspoon gözetiminde İbranice ve siyaset felsefesi çalıştı. İbraniceyi gayet akıcı biçimde konuşmaya başlamıştı. Madison hukuk alanında profesyonel olarak çalışmak için değil siyasete duyduğu ilgiden dolayı çalıştı. 163 cm uzunluğunda ve asla 45 kilogramı aşmayan kilosu ile en minik Amerikan Başkanıydı. Bir Presbiteryen rahip tarafından yetiştirilmesine rağmen genç Madison, İngiliz deist metinlerinin sıkı bir okuyucusuydu. Madison, bir yetişkin olarak dini konulara çok az ilgi göstermiştir. Biyografi yazarı Hutson şunları yazmıştır: "kişisel dini eğilimleri konusunda ne bir iz ne de bir ipucu vardır." Bununla beraber bazı akademisyenler deizme eğilimi olduğunu belirtmektedir. Diğerleri ise Madison'ın Hıristiyan değerlerini kabul ettiğini ve kendi hayatını Hıristiyan dünya görüşüne göre şekillendirdi. Princeton'dan mezun olduktan sonra Madison, Amerikan kolonileri ve Büyük Britanya arasında İngiliz vergi sistemi nedeniyle gerginleşen ilişkilerle ilgilendi. 1774'te Madison, yerel milis kuvvetlerini denetleyen bir yurtsever devrim öncesi grup olan Güvenlik Komitesi'nde görev aldı. Aile serveti sayesinde kamu hizmetine adanmış bir hayatın ilk adımı bu oldu. 1775 Ekim'inde sağlık nedenleriyle savaşa katılamasa da Orange County milislerinde yüzbaşı olarak görevlendirildi. Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında Madison, Virjinya Eyaleti Meclisi'nde (1776-1779) görev yaptı ve Thomas Jefferson tarafından gözetilen bir yakın çalışma arkadaşı oldu. Daha önce Virjinya'da Baptist inancındakilerin, kurulu Anglikan Kilisesi'nden izin almaksızın ibadet gerçekleştirdikleri için tutuklanmaları ile gördüğü zulmü gözlemlemişti. Baptist Elijah Craig ile Virjinya'da dini özgürlüklerin anayasa güvencesine alınmasını destekleme konusunda işbirliği yaptı. Bu onun dini özgürlük hakkındaki düşüncelerini yaygınlaştırmasına yardım etti; daha sonra bunu Anayasa ve Haklar Bildirgesi'ne uyguladı. Madison, 1786 tarihinde onaylanan Virjinya Dini Özgürlük Yasası'nı Jefferson ile beraber hazırlarken Virjinya siyasetinde önem kazandı. Yasa İngiltere Kilisesi'nin yetkilerini daraltırken dini konularda devletin yetkisini kaldırdı. Patrick Henry'nin insanları kendi seçtikleri cemaate vergi ödemeye zorlayan planını gündemden çıkardı. 1777 yılında Madison'ın kuzeni Piskopos James Madison William ve Mary Üniversitesi baş yöneticisi oldu. James Madison ve Jefferson'ın etkilemesiyle Piskopos Madison Üniversitenin İngiltere'den ve İngiltere Kilisesi'nden ayrılma konularında önderlik etmesine yardımcı oldu. Kıta Kongresi'nin en genç delegesi olduğundan Madison, en çok çalışan üyesi ve parlamento binasının ustası olarak kabul edildi. Virjinya'yı günümüz Ohio Eyaletinin büyük kısmını da içeren kuzeybatı toprakları üzerinde hak iddia etmesinden vazgeçmesi için ikna etti ve sorunun çözümü için Kıta Kongresini devreye soktu. 1783 tarihinde federal olarak denetlenen, yeni eyaletlerin içinden çıktığı ve daha sonra birliğe dahil olduğu Kuzeybatı Topraklarını oluşturdu. Virjinya'nın toprak talepleri Connecticut, Pensilvanya ve Maryland'ın toprak talepleri ile çakışıyordu; onlar da en batıdaki topraklarını buralardan yeni eyaletler kurulabileceğini anlayarak ulusal yönetime devretti. Kuzeybatı Bildirisi Ohio nehrinin kuzeyindeki yeni topraklarda köleliği yasakladı, ancak bu durum zaten elinde köle barındıran köle sahipleri için geçerli olmadı. Doğancı-1 Barajı Doğancı-1 Barajı, Bursa ilinin Osmangazi ilçesinde, Nilüfer Çayı üzerinde, şehire içme suyu temin etmek amacıyla 1975-1983 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak ve kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 2.520.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 65,00 m, maximum su kotunda göl hacmi 43,30 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,55 km²'dir. Yılda 125 hm³ içme suyu sağlamaktadır. Bebek Bebek, bir insanın en küçük hali olan doğum anından itibaren yürüme dönemine kadar olan zaman diliminde aldığı isimdir. Yeni doğmuş olan bir bebek her açıdan anne ve babasına muhtaçtır. Sağlıklı bir bebeğin ağırlığı ortalama 3.2 kg boyu ise 35–50 cm arası olabilir. Erkek bebeklerin ağırlığı kız bebeklere oranla biraz daha fazla olabilir. İlk aylarda bebeğin gelişimini yakından takip etmek ve bu süreç içerisinde bebekle yakından ilgilenmek çok önemlidir. İlk aylarda bebek, el ve ayaklarını refleks olarak oynatabilir. Yüzüstü yatarken başını çok kısa bir süre için bile olsa yukarı kaldırabilir. Havada ayaküstü tutulunca yürüme hareketleri yapmaya çalışır. Parlak ve hareket eden nesneleri özellikle de etrafında hareket eden insanları izler. Kendisiyle konuşulmasından çok hoşlanır. İşitme duyusu zamanla daha da güçlenir ve seslere karşı tepki vermeye başlar. Yakınlarının özellikle annesinin göz ve ten temasından hoşlanır. Doğumdan itibaren ilk 6 ay için bebeğin anne sütü ile beslenmesi gerekli ve yeterlidir. Çünkü anne sütü bebeklerin gelişebilmeleri için gerekli olan tüm besinleri içerir, bulaşıcı hastalıklara karşı ona bağışıklık kazandırır. Emzirme, aynı zamanda, anne ile çocuk arasında, çocuğun ruhsal açıdan sağlıklı gelişmesini etkileyen yakın bir ilişkinin doğmasına yardımcı olur. Yeni doğan bebekler ilk haftalarda günde 17-18 saat uyur. 3. ayda ise uykusu günde 15 saate düşer. Ancak bu uyku hiçbir zaman gece olsun gündüz olsun aralıksız olarak 2-3 saati geçmez. Bebeğin hastalıklara karşı korunması, sağlıklı bir şekilde gelişip büyümesi için gerekli olan aşılarının zamanında yapılması hayati önem taşır. AS Livorno Calcio A.S. Livorno Calcio 1915 yılında İtalya'nın Livorno kentinde kurulan futbol kulübü. 2004-2008 yılları arasında Serie A'da mücadele ettikten sonra küme düştü. 2008-2009 sezonunu Serie B'de geçiren takım, sezonu 3. bitirerek tekrar Serie A'ya yükselme başarısını gösterdi. Ertesi sezonu son derece kötü geçiren Livorno takımı, 2009-10 sezonu sonrasında yeniden Serie B'ye düştü. 2012-2013 sezonu sonunda Serie A' ya tekrar yükselme başarısını göstermiştir. Livorno Livorno, İtalya'da, Toskana bölgesi içinde aynı ismi taşıyan Livorno ili'nin merkezi bir komündür. Livorno Ligurya Denizi kıyısında, (31.5.2010 itibarıyla) 160.884 nüfuslu bir şehirdir. Tarih boyunca özgürlükçü akımlardan etkilenen kent, asıl büyümesini Medici ailesinin Toskana Grandüklüğü'nü üstlendiği dönemde yaşadı. 1587'de I. Ferdinand'ın "Toskana Grandükü" sıfatıyla duyurduğu "Leggi Livornine" (Livorno anayasası) ile Pisa kentinin liman kasabası Livorno "açık şehir" ilan edildi. Hangi ulustan olursa olsun, ister hakkında idam cezası çıkarılmış bir korsan ister bir hırsız olsun, hiçbir şekilde takibe uğramaksızın Livorno'ya yerleşebilecek, orada ticaret yapabilecek hatta dininin gereklerini yerine getirebilecekti. Bu düzenlemenin ardından Akdeniz'in en önemli ticaret merkezleri arasına giren şehir, kozmopolit ve özgürlükçü tarzını bugüne değin yitirmedi. Livorno, 1921'de İtalyan Komünist Partisi'nin (PCI) doğuşuna da tanıklık etti. Kent bugün bile İtalya'da solun kalelerinden biri olarak varlığını sürdürmekte. Livorno'nun belediye sınırları içinde nüfusu (31.12.2010 itibarıyla) 161.131 kişidir. 19. yy ve 20.yy da Livorno'nun nüfusunun gelişmesi şu gösterimde görülebilir: Livorno'nun dünyaca en çok tanınan özelliklerinden biri, hiç kuşkusuz, endüstriyel futbola karşı muhalif bir duruş sergileyen AS Livorno Calcio takımı. Türkiye'de de giderek taraftar toplayan AS Livorno, yükselme maçlarında Brescia takimını eleyerek 2009-2010 sezonunda tekrar Serie A'da mücadele etmeye hak kazanmışsa da Atalanta BC, AC Siena takımlarıyla birlikte Serie B'ye düşerek 2010-2011 sezonunda Serie B'de mücadele etmektedir. Livorno şu kentlerle kardeş şehir bağlantısı kurmuştur: Torres del Paine Millî Parkı Torres del Paine, (İspanyolcada "Paine'nin kuleleri"), Şili Patagonyası sınırları içinde kalan bir milli park. Milli park ismini gökyüzüne kule gibi uzanan masif 3 kayadan alır. İçinde yaşayan yaklaşık 60 pumaya, kanat genişliği 3 metreyi bulan kondorlara, And Dağları'na özgü bir hayvan olan guanakolara ve gri patagonya tilkisi gibi hayvanlara ev sahipliği yapar. Şili Patagonyası'nda,ülkenin 13 yönetim bölgesinden olan, Magallanes y la Antártica Chilena Bölgesi'indedir. Puerto Natales şehrinin 140 km kuzeyinde kalır. Parkın kuzeyinde Arjantin sınırı, batısında Grey Buzulu, güneyinde "Lago del Toro" gölü doğusunda ise "Lago Sarmiento de Gamboa" Gölü bulunur. Milli park 2420 kilometrekare alanı kapsar. 3000 m yükseklikteki dağlar, buzullar ve fiyordlar Torres del Paine'nin sınırları içinde kalır. Parka ismini veren 3 adet granit kayalı dağ, milli parkın sembolü olup, deniz seviyesinden 2200 ila 2500 m yüksektedir. Dağlar h
emen hemen parkın merkezindedir. Dağların güneyinde,İsveçli jeolog Otto Nordenskjöld'in ismini taşıyan göl Lago Nordenskjöld bulunur. Milli parkataki en yüksek dağ 3050 m yüksekliği ile "Cuernos del Paine Grande"dir. Parkın büyük bölümü buzullarla kaplıdır ki bunların en ünlüsü "Lago Grey" gölündek, "Grey buzuludur". Yazın ortalama sıcaklık 11 derece iken ısı kışın yaklaşık 1 derece civarına kadar düşer. Bundan 14000 yıl önce Patagonya'daki son buzul çağı sona erdi. O zamandan beri buzullar geri çekilmektedir. Zamanının prehistorik hayvanlarıda burada yaşamışlardı. Bunlardan birinin iskeletini 1895 yılında alman maceracı Hermann Eberhard, parkın doğusunda keşfettiği "Milodon" mağarasında buldu. Parkın Şili hükümeti tarafından düzenlenmesinden önce ,Torres del Paine ormanları, koyunlarına otlak alanı açmak isteyen arazi sahiplerince yakılmıştı. Bugün doğa tekrar kendi halinde gelişmesine bırakılmıştır. 1959 yılında kurulan Milli Park, 1978 yılında UNESCO tarafından doğal biosfer koruma alanı olarak ilan edilmiştir. 17 Şubat 2005 tarihinde,dikkatsiz bir turistin sebep olduğu çıkan bir yangın sonucu, 15000 hektarlık ormanlık arazi kül olmuştur. Ayrıva küresel ısınma dolayısıylada buzullar git gide küçülmektedir. Tabiat açısından çok yönlüdür. Büyük buzul alanlar, yüksek dağlar, çok sayıda göl, tundra ve ağırlıklı servi ağacından büyük ormanlara sahiptir. Orkide de dahil olmak üzere çok çeşitli çiçeklere rsatlamak mümkündür. Yine hayvan dünyası da çok yüzlülük gösterir. Guanakolara, Darwin Nandularına ve kondorlara ev sahipliği yapar. Milli Park tamamen ziyarete açıktır. İdare merkezi "Lago Toro" alanındadır. Parka otobüsle Puerto Natales 'den ulaşılır. Parkın içinde çok sayıda küçük idare noktası vardır. CONAF çok sayıda yürüyüş parkuru düzenlemiştir. İlaveten çok sayıda kulübe ve kamping alanı bulunur. Parkın gereksiz şekilde kirletilmemesi için çok sıkı çevre şartları uygulanır. Torres del Paine, trekking sevenler, dağcılar, buzul turistleri, hayvan ve botanik severler için bir cennettir. Doğa çok değişken olup fantastik manzaralar sunar. Guglielmo Marconi Guglielmo Marconi Birinci Marconi Markizi ( [ɡuʎˈʎɛːlmomarˈkoːni]; 25 Nisan 1874, Bologna, İtalya- 20 Temmuz 1937), İtalyan mucit ve elektrik mühendisi; uzun mesafeli radyo iletişimi, Marconi yasası, telsiz telgraf sistemi üzerine yaptığı çalışmalarıyla ünlüdür. Marconi, radyonun mucidi olarak bilinir ve kablosuz telgrafın gelişimine katkılarından ötürü Karl Ferdinand Braun ile 1909 Nobel Fizik Ödülü'nü paylaşmıştır. Girişimci, iş adamı ve daha sonra Marconi Şirketi adını alan ve 1897 yılında İngiltere’de kurulan "The Wireless Telegraph&SignalCompany"nin kurucusu olan Marconi, kendinden önce gelen fizikçi ve araştırmacıların çalışmalarını kullanarak ve değişiklikler yaparak radyonun ticari bir başarı kazanmasını sağlamıştır. 1929 yılında İtalya kralı Markoni’ye Markiz unvanıyla asalet bahşetmiştir. Marconi 25 Nisan 1874 yılında Bologna'da Guglielmo Giovanni Maria Marconi ismiyle,İtalyan bir aristokrat ailenin ikinci oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Babası Giuseppe Marconi, Porretta Terme’de toprak sahibi İtalyan bir aristokrattır. Annesi ise İrlanda-İskoç kökenli Annie Jameson’dır. Annesi İrlanda'daki,County Wexford'da bulunan Daphne Kalesi’nin sahibi Andrew Jameson’un kızıdır. Annesinin Dedesi John Jameson viski üreticisi olan Jameson&Sons şirketinin kurucusudur. Marconi iki ve altı yaşları arasında, abisi Alfonso ile birlikte İngiltere’de,Bedford kasabasında yaşamıştır. İtalya’ya döndüğünde eğitimini Bologna’da Augusto Righi'nin laboratuvarında, Floransa’da Istituto Cavallero'da ve daha sonra Livorno’da özel eğitimine devam etmiştir.RobertMcHenry’e göre Marconi çocukluğunda iyi bir öğrenci değildir; ancak tarihçi Corradi Giuliano biyografisinde Marconi’yi gerçek bir dahi olarak anlatmaktadır.Katolik olarak vaftiz edilmiş olan Marconi, Anglikan Kilisesi'nin bir üyesi olarak yetiştirilmiştir. 1927’de Maria Christina ile yaptığı evlilikten önce Marconi, yeniden Katolikliğe dönmüş ve Katolik Kilisesi'nin sadık üyelerinden biri olmuştur. Gençlik yıllarında Marconi bilim ve elektrik konularına ilgi duymaya başlamıştır. Bu dönemin önemli bilimsel gelişmelerinden birisi Heinrich Hertz’e aittir. Hertz, 1888 yılında elektromanyetik radyasyonun üretilebileceğini ve takip edilebileceğini kanıtlamıştır. Bugün radyo dalgaları olarak bilinen bu radyasyona o dönemde “Hertzian Dalgaları” ya da “aetheric dalgalar” denmekteydi. 1894 yılında Hertz’in ölümünün ardından bilim adamının eski keşifleriyle ilgili makaleler yeniden yayımlanmış ve Marconi’ nin bu konuya ilgisi artmıştır. Marconi, Bologna Üniversitesi’nde fizikçi olan Augusto Righi ile radyo dalgaları üzerine çalışmak üzere izin almıştır. Marconi’ nin komşusu olan Righi, Hertz’in çalışmaları üzerine deneyler yapmış bir fizikçidir. İtalya, Pontecchio' daki evi Villa Griffone’nin çatı katında, uşağı Mignani’ nin yardımıyla kendi araç-gereçlerini yapan Marconi, deneylerine başlar. Amacı radyo dalgalarını kullanarak pratik bir telsiz telgraf sistemi icat etmektir. Bu yeni bir fikir değildir. Elli yılda fazla bir süredir, kablolar olmaksızın telgraf iletilerinin aktarımını araştıran pek çok kişi, teknik ve ticari anlamda başarılı olamamıştır. Marconi’nin sistemi ise aşağıdaki bileşenlerden oluşmaktadır: Kıvılcım jeneratörü ve Koherer-Alıcı konfigürasyonları başkaları tarafından denenmiştir ancak pek çoğu radyo dalgalarını ve sinyalleri vericiden yüz metre öteye göndermeyi başaramamıştır. Uşağı Mignani yardımıyla, ilk deneylerine başlayan Marconi henüz 20 yaşındaydı. 1894 yazında bir bataryadan oluşan fırtına alarmı bir alıcı ve kıvılcımla çalışan bir elektrik zili yaptı. Kısa bir süre sonra, odanın öte tarafındaki zili telgraf düğmesine basarak çaldırmayı başarmıştır. Bir aralık gecesi annesini uyandıran Guglielmo Marconi, annesini gizli atölyesine götürerek icadını göstermiştir. Ertesi gün Marconi icadını babası ile paylaştığında yaşlı adam, daha fazla malzeme alsın diye, cüzdanındaki bütün parasını oğluna vermiştir. 1895 yazında Marconi açık arazide deneylerine devam etti ve babasının Bologna’daki malikânesini deneyleri için kullanmaya başladı. Alıcı ve verici antenlerinin boyunu arttırıp, antenleri dikey olarak düzenleyen Marconiher bir anteni yere değecek biçimde yerleştirdiğinde alıcı verici menzili ciddi bir biçimde arttı. Marconi kısa bir süre içinde radyo dalgalarını bir tepenin üzerine ulaştırmayı başardı; mesafe yaklaşık 2,4 km idi. Bu noktada Marconi, ek mali destek ve biraz daha araştırma ile bu aracın daha uzun mesafelerde işe yarayacağını düşünmeye başladı ve bu aracın ticari ve askeri alanlarda önem kazanacağı sonucuna vardı. Marconi, kablosuz telgraf makinesini anlatıp maddi destek istemek üzere Posta ve Telgraf Bakanlığı’na yazdı. O dönem Bakanlığın başında Pietro Lacava bulunmaktaydı. Marconi mektubuna hiçbir zaman cevap alamadı çünkü Bakan Lacava Roma'daki Viadella Lungara diye bilinen akıl hastanesine gönderme yaparak mektupta yazılanların deli saçması olduğunu düşünmüştür. 1896 yılında o dönemin Bologna'daki Amerikan konsolosu olan aile dostu Carlo Gardini ile İtalya'yı terk edip İngiltere'ye yerleşme konusunda fikir alışverişinde bulundu. Gardini Londra’daki İtalyan büyükelçisi Annibale Ferrero’ya Marconi’yi takdim eden bir mektup yazdı; mektupta Marconi'nin kim olduğunu ve yaptığı sıra dışı keşfi anlattı. Büyükelçi Ferrero yanıt mektubunda telif haklarını almadan vardıkları sonuçları hiç kimseye açıklamamalarını öğütledi. Marconi’nin İngiltere’de daha kolay maddi destek bulacağına inanan Ferrero araştırmacıyı İngiltere’ye gelme yönünde cesaretlendirdi. İtalya’da yaptığı çalışmaların gerekli ilgiyi görmemesi üzerine Marconi 1896’da 21 yaşında annesiyle birlikte çalışmalarına destek bulmak amacıyla Londra’ya doğru yola çıktı. İtalyancasının yanı sıra İngilizceyi de akıcı bir biçimde konuşmaktaydı. Marconi Dover’e ulaştığında gümrük görevlisi Marconi’nin bavulunun içinde çeşitli alet, edevat buldu. Hemen Londra’daki Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ile iletişime geçti. Dover’de kaldığı süre içinde Marconi İngiliz Posta Ofisi’nin elektrik baş mühendisi William Preece'in ilgi ve desteğini kazandı. O dönemde Marconi’nin sahip olduğu araç Tufts Üniversitesi'nden A.E. Dolbear’in 1882’de sahibi olduğu araca benzerdi. Dolbear’in düzeneği kıvılcım bobin jeneratörü ve bir karbon granüler rektifiyeden oluşuyordu.BT Merkezi’nin dışındaki bir levhada Marconi’nin ilk kamusal kablosuz sinyal aktarımını bu alandan verdiği ifade edilmektedir. Mart 1897’ye kadar İngiliz hükümeti için bir dizi gösterim yapan Marconi, Mors Alfabesi sinyallerini yaklaşık 6 km öteye, Salisbury Plain’e ulaştırmıştır. 13 Mayıs 1897 günü Marconi, açık deniz üzerinden Dünya’nın ilk kablosuz iletişimini gerçekleştirir. Deneyin üssü Galler’dedir. Gönderilen mesaj Bristol Kanalı üzerinden FlatHolm adasından 6 km ötedeki Penarth’da bulunan LavernockPoint’e ulaşır. Mesajda “Hazır mısınız?” yazmaktadır. Verici cihaz hemen ardından Somerset kıyılarındaki BreanDownFort’a, mesafeyi 16 km’te çıkartacak şekilde yerleştirilmiştir Bütün bu denemelerden çok etkilenen Preece Marconi’nin çalışmalarını Londra’da iki önemli konuşma ile kamuya tanıtır: birinci konuşma 11 aralık 1896’da Toynbee Hall’da “Telsiz Telgraf” başlıklıdır; konuşmaların ikincisi ise 4 Haziran 1897’de Kraliyet Enstitüsü’nde, “Kablo Olmaksızın Boşlukta Sinyal Göndermek” başlıklıdır. Bu iki konuşmayı sayısız gösterimler takip eder ve Marconi uluslararası dikkatleri üzerine çekmeye başlar. Haziran 1897 tarihinde kendi ülkesinde, La Spezia’da İtalyan hükümeti için bir dizi deney gerçekleştirir. Lloyds için gerçekleştirdiği deney Bally Castle ve Rathlin adası arasında 6 Haziran 1898’de gerçekleştirilir. Radyo dalgaları 27 Mart 1899 yılında Fransa’da Wimereux’dan gönderildikten sonra İngiltere’de South Foreland Deniz Feneri’ne ulaşarak İngiliz Kanalı’nı geçmeyi başarır. Amerika’daki ilk gösterim, 1898 sonbaharında, New York’taki uluslararası Amerika Kupası yat yarışların bildir
en mesajlardır. Marconi, New York Herald gazetesinin davetiyle Sandy Hook, New Jersey açıklarındaki Amerika Kupası’nı aktarmak üzere Amerika’ya gitmiştir. Buradaki ilk aktarım, Porto Rico bandıralı bir yolcu gemisi olan SS ‘’Ponce’’ ’un güvertesinden yapılmıştır. Marconi, 8 Kasım 1899’da Amerikan bandıralı St. Paul ile İngiltere’ye doğru yola çıkmış ve asistanlarıyla geminin güvertesine kablosuz teçhizatı kurmuştur. 15 Kasım günü ‘’St. Paul’’ gemisi, kablosuz sinyallerle İngiltere’ye dönüşünü haber veren, ilk deniz aşırı gemi olmuştur. Marconi’nin Royal Needles Oteli’ne kurduğu radyo istasyonu, İngiltere kıyılarından 66 deniz mili ötede bulunan gemiden sinyalleri almıştır. Yirminci yüzyılın başında, Atlantik ötesi telgraf kabloları teknolojisiyle yarışabilmek için, Marconi okyanusun öte yakasına sinyal gönderme yollarını araştırmaya başladı. 1901 yılında, Cornwall, Poldhuile Co. Galwey, Clifden arasında bir bağlantı oluşturmak için Co. Wexford, Rosslare Strand’e, kablosuz verici istasyonu olan Marconi Evi’ni kurdu. Kısa bir süre sonra 12 Aralık 1901 tarihinde açıklama yapan Marconi, alıcı olarak, bir uçurtmanın desteklediği, 150 m uzunluğunda bir anten kullanılarak Cornwall, Poldhu’da bulunan yeni yüksek güç istasyonundan gönderilen sinyallerin, bugün Kanada sınırlarında bulunan Newfoundland St. John’s kasabasındaki Sinyal Tepesi’nden alımlandığını ilan etmiştir. İki nokta arasındaki mesafe yaklaşık 3.500 km’dir. Büyük bir bilimsel ilerleme olarak duyurulan bu haber, ciddi bir şüphe uyandırmış olup, bu şüphe halen devam etmektedir. Kullanılan dalga boyu tam olarak bilinmemekle beraber, bu dalga boyunun 350 m’lik bir çevrede olduğu belirlenmiştir. Deneyin yapıldığı zaman dilimi gündüz vaktidir. Marconi’nin o zaman bilmediği ama bugün bilinen şey, bu zamanlamanın olası en kötü tercih olduğudur. Bu orta dalga boyunda, iyonosferdeki gökdalgasının yoğun emilimi sebebiyle, gün ışığında uzun mesafe aktarımları imkansızdır. Bu deney ön hazırlığı yapılmış bir deneydir-Marconi deneyin başında Mors alfabesindeki ‘’S’’ harfini gösteren üç tıklık sinyali duynası gerektiğini bilmektedir. Tıkların zayıf ve düzensiz bir biçimde duyulduğu aktarılmıştır. Söz konusu aktarımı onaylayan bağımsız bir gözlemci bulunmamaktadır. Sinyalleri atmosferik gürültüden ayırmak oldukça zordur. (Marconi’nin ilk okyanusötesi çalışmaları hakkında ayrıntılı teknik bir değerlendirme John S.Belrose’un 1995 tarihli araştırmasında yer almıştır.) Poldhu vericisi iki aşamalı bir devreydi. Kuşkucuların baskısından bunalan Marconi, daha iyi organize edilmiş ve belgelenmiş bir deney hazırladı. Şubat 1902’de Philadelphia gemisiyle İngiltere’den batıya doğru açılan Marconi, Poldhu istasyonundan günlük olarak gönderilen sinyalleri kaydetti. Deney sonuçlarına göre, sinyaller 2.490 km’ye kadar Koherer alıcısıyla; 3.400 km’ye kadarsa işitsel alıcıyla kaydedilmiştir. Maksimum mesafelere gece erişilmiştir; ve bu deneyler aracılığıyla orta ve düşük frekans aktarımlarında radyo sinyallerinin gündüze göre gece vakti çok daha uzak mesafelere gittiği ilk kez ortaya konmuştur. Gün ışığında sinyaller en fazla 1.100 km’de alımlanmıştır; ki bu da Newfoundland’daki ilk deneylerde erişildiği iddia edilen mesafenin yarısı bile değildir. Oradaki deneyler de gündüz yapılmıştır. Bu sebeple, Marconi, hiçbir zaman Newfoundland iddialarının arkasında sağlam bir biçimde duramamıştır; ancak kanıtladığı şey, bazı bilim adamlarının iddialarının aksine radyo sinyallerinin yüzlerce kilometre öteye gönderilebileceğidir. 17 Aralık 1902 tarihinde Kanada Nova Scotia, Glace Körfezi’ndeki Marconi istasyonundan gönderilen sinyaller Kuzey Amerika’dan Atlantik’in öte yakasına gönderilen ilk radyo iletisi olmuştur. 1901’de South Wellfleet, Massachusetts'te, Marconi’nin kurduğu istasyondan gönderilen bir ileti tarihe geçmiştir. Bu ileti 18 Ocak 1903’de Amerika Birleşik Devletleri başkanı Theodore Roosevelt tarafından İngiltere kralı Yedinci Edward’a gönderilen bir tebrik olup, Amerika Birleşik Devletleri’nden yapılan ilk denizaşırı radyo aktarımıdır. Bu istasyonun bir başka özelliği de, RMS "Titanic" gemisinden gelen imdat sinyallerini ilk duyan istasyon olmasıdır. Ancak, sürekli bir okyanusötesi sinyal akışını o dönemde sağlamak oldukça güçtür. Diğer mucitlerle yarış halinde olan Marconi, seyahat halindeki gemilerle iletişim kurabilmek için Atlantik’in her iki yakasına istasyonlar inşa etmeye başlamıştır. 1904’te, Marconi yeni bir ticari hizmet başlatarak abone olan gemilere her gece haber özetlerini yollamaya başlar. 17 Ekim 1907 tarihinde Clifden (İrlanda) ve Glace Bay (Kanada) arasında düzenli okyanus ötesi radyo-telgraf hizmeti verilmeye başlanmıştır. Buna rağmen Marconi Şirketi, yıllarca sağlıklı iletişim hizmeti verebilmek için çaba harcamıştır. TİTANİK RMS "Titanic" gemisinde kaza anında iki radyo operatörü bulunmaktaydı – Jack Phillips ve Harald Bride. Bu iki operatör gemiyi işleten White Star Line Gemicilik Şirketi’nin elemanları değildi; bu hizmeti vermesi amacıyla Marconi Uluslararası Deniz İletişimi Şirketi adına çalışan elemanlardı. Geminin 15 Nisan 1912 yılında batmasının ardından, kazazedelerden hayatta kalanlar Cunard Line’a ait RMS "Carpathia" tarafından kurtarıldılar. Marconi şirketi tarafından istihdam edilen bir başka kişi de, daha sonra RCA’nın başına geçecek olan David Sarnoff’dur. Sarnoff ve ‘’Carpathia’’ arasındaki kablosuz iletişim, iddia edildiğine göre yetmiş iki saat sürmüştür; ancak bazı günümüz tarihçileri Sarnoff’un olayın içerisinde bulunup bulunmadığını sorgulamaktadır. ‘’Carpathia’’ New York limanına yanaştığında, hayatta kalan operatör Bride ile konuşmak üzere, Marconi, yanında ‘’The New York Times’’ gazetesinden bir muhabir ile birlikte gemiye gitmiştir. 18 Haziran 1912 tarihinde Marconi ‘’Titanik’’ ’in batmasıyla ilgili olarak soruşturma komisyonuna ifade vermiştir. İfadesinde deniz telgrafının nasıl çalıştığını ve denizde acil durumlar karşısında yapılması gerekenler konusunda açıklamalarda bulunmuştur. ‘’Titanik’’ faciasına değinen İngiliz posta işlerinden sorumlu bakanı, “Faciadan kurtarılanlar; Mr. Marconi… ve kendisinin müthiş icadı sayesinde kurtarılmıştır“ demiştir. Esasen, batmadan evvel, Marconi’ye Titanik’in ilk seyahati için ücretsiz bilet verilmiştir: ancak ünlü mucit, üç gün önce hareket eden "Lusitania" gemisine binmiştir. Kızı Degna’nın daha sonra yaptığı açıklamaya göre, bitirilmesi gereken evrak işleri bulunan Marconi, Lusitania gemisinde görevli katiplerden yararlanmak üzere bu gemiyi tercih etmiştir. Zaman içinde Marconi şirketleri verimli olmayan kıvılcım-verici teknolojisini kullanmaya devam ettikleri için, teknik açıdan muhafazakâr olarak ünlendiler. Kıvılcım-verici teknoloji sadece radyo telgraf işlemlerinde kullanılabilmekteydi; zaman içinde ortaya çıkmıştı ki, radyo iletişiminin geleceği sürekli-dalga aktarımında yatmaktaydı ve bu aktarım çok daha etkin ve işitsel aktarımlarda daha uygun bir yoldu. 1915’den sonra, oscillating vakum tüpünün (valf) geliştirilmesinin ardından, Marconi şirketi sürekli-dalga üreten donanım üzerinde ciddi çalışmalar yapmaya başladı. İngiltere’de 1920 yılında vakum tüpü verici kullanılarak yapılan ilk radyo eğlence yayınları, Chelmsford'da bulunan New Street Works fabrikasından gerçekleştirildiğinde, Nellie Melba programda yer alan kişi oldu. 1922 yılında ise Great Baddow’daki Marconi Araştırma Merkezi’nden düzenli olarak eğlence yayınları yapılmaya başlandı; ki bu yayınlar BBC’nin alt yapısını oluşturmuştur. 1914 yılında Marconi, İtalyan Senatosu’nda senatörlüğe atandı ve kendisine İngiltere’de Kraliyet Victorian Order’da Onursal Şövalyelik Büyük Haçı verildi. Birinci Dünya Savaşı’nda İtalya müttefiklerin tarafında yer alınca, Marconi, İtalyan ordusunun radyo hizmetlerinden sorumlu kişi oldu. İtalyan ordusunda Lutenant rütbesi verildi ve aynı zamanda İtalyan donanmasında komutan oldu. 1929’da Kral III. Victor Emmanuel tarafından Markiz ilan edildi. 1923 senesinde İtalyan Faşist Partisi'ne katılan Marconi, 1930’da İtalyan diktatör Benito Mussolini tarafından İtalyan Kraliyet Akademisi’nin başkanlığına atandı. Bu atama, Marconi’yi Faşist Büyük Konseyi’nin üyesi konumuna getirdi. 20 Haziran 1937’de bir dizi kalp krizinin ardından 63 yaşında Roma’da hayatını kaybeden Marconi’ye, İtalyan hükümeti devlet töreni düzenledi. Anısına, yaşadığı caddedeki dükkanlar “Ulusal Yas Nedeniyle Kapalıyız” notu asarak o gün çalışmadı. Aynı zamanda ölümünün ertesi gününde, akşam saat altıda İngiltere’de bütün BBC vericileri ve kablosuz posta vericileri yayınlarına iki dakika ara vermiştir. İngiliz Posta Ofisi gönderdiği bir mesajla yayında olan bütün gemileri de iki dakikalık ara vermeye davet etmiştir. Cenazesi Villa Ggriffone’ye defnedilmiştir. 1943’de Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi, Marconi’nin radyo patentleri ile ilgili bir karara vararak, Oliver Lodge, John Stone Stone ve Nikola Tesla’ya ait bazı patentleri kendilerine iade etmiştir. Karar Marconi’nin orijinal radyo patentleri hakkında değildir: Mahkeme, Marconi’nin radyo sinyallerinin aktarımını ilk gerçekleştiren kişi olduğu iddiaları konusunda bir karar vermemiştir; ancak belli bazı patentlerle ilgili Marconi’nin iddiaları tartışmalı olduğu için bu patentler üzerinde hak iddia edemeyecektir.. Marconi’nin, Alfonso isimli bir erkek kardeşi ve Luici adında üvey kardeşi vardır. 16 Mart 1905’de, 1904 senesinde Poole’de tanıştığı, XIV. İnchiquin baronu Edward O’Brien’ın kızı Hon. Beatrice O’Brien (1882-1976) ile evlenmiştir. Degna (1908-1998), Gioia (1916-1996) ve Lucia (doğumu ve ölümü 1906) isimli üç kızları ve II. Marki Marconi unvanını taşıyan Giulio (1910-1971) isimli bir oğlu bulunmaktadır. 1913’de Marconi’ler İtalya’ya dönerek Roma sosyetesine girmişlerdir. Karısı Beatrice, Kraliçe Elena'nın nedimesi olmuştur. Marconiler 1924 yılında boşanırlar. Marconi’nin isteğiyle, tekrar evlenebilmesi için, evlilik 27 Nisan 1927 tarihinde feshedilmiştir. Beatrice Marconi ise ikinci eşi Montecorona markizi Liborio Marignoliile 3 Mart 1924’de evlenmiş ve bu evl
ilikten Laminia isimli kızı doğmuştur. 12 Haziran 1927’de Marconi Bezzi-Scali kontu Francesco'nun tek kızı Maria Cristina Bezzi-Scali (1900-1994) ile evlenmiştir. Bu evlilikten doğan tek çocukları Maria Elettra Elena Anna (d. 1930), 1966’da prens Carlo Giovannelli (d. 1942) ile evlenmiştir. Çift daha sonra ayrılmıştır. Bilinmeyen sebeplerden ötürü Marconi bütün mirasını ikinci eşi ve bu evlilikten doğan tek çocuğuna bırakırken, ilk evliliğinden olan çocuklarına hiçbir şey bırakmamıştır. İlerleyen yaşamında etkin bir İtalyan faşisti olan Marconi, ideolojileri ve İtalyan güçlerinin Etiyopya’ya yaptıkları saldırılar gibi eylemleri için özür dilemiştir. Marconi, 1931 senesinde, Papa XI. Pius’un ilk radyo yayınını bizzat yapmış ve mikrofona şu sözleri söylemiştir: “Doğanın pek çok gizemli gücünü insanoğlunun hizmetine veren Tanrı’nın yardımıyla, bütün inançlı Dünya’ya Kutsal Babamızın sesini dinleme hazzını veren bu icadı yaptım”. Aşka Özlem Aşka Özlem müzik grubu, kurulduğu 1994 yılından 2003 yılına kadar birçok müzisyeni bünyesinde barındırdı. Kurulduğu yıllarda Girne yat limanında akustik aletlerle Akdeniz müziği yapan grup yıllar geçtikçe ve elemanlar değiştikçe Rock Müzik doğru kaymaya başladı. 1960'lı yılların sonlarına doğru Kıbrıs'tan Türkiye'ye gelip uzun çalar (Long play) çıkaran ve listelerde "3 Hürel" in ardından ikinci sıraya kadar yükselmeyi başaran "Sıla 4" grubundan sonra Kıbrıs'tan Türkiye'ye gelen ikinci grup olan Aşka Özlem, Türkovizyon şarkı yarışması da dahil olmak üzere birçok yarışma ve festivalde K.K.T.C.'yi yurtdışında başarı ile temsil etmiş ve çeşitli ödüller almıştır. Haluk Levent'in 1997 yılında "Arkadaş" albümünün çıkış parçası olarak grubun "Akşamlar" parçasını istemesi ile başlayan işbirliği sonucunda "Dostum","Sır" ve "Deliveren" gibi Aşka Özlem menşeli parçalar tanınmış ve grup Haluk Levent himayesinde 1999 yılında Aşka Özlem - Aşka Özlem ve 2000 yılında da Aşka Özlem - Romeo ve Juliet adlı iki albüm çıkartmıştır. Grup elemanları aktif müzik hayatlarına farklı gruplarla K.K.T.C.'de devam etmektedir. Grup üyeleri 2012 yılı Temmuz ayında on yıllık ayrılığın ardından "Kış kış" isimli albüm için tekrar bir araya gelmişlerdir. Hakan Öge Hakan Öge (1964, Ordu, Türkiye), diş hekimi, Türk doğa sporcusu, denizci ve fotoğrafçı. Mardek adlı teknesiyle dünya turu yapan Hakan Öge, Macellan’ın geçtiği Horn Burnu’nu dolaşan ilk Türk denizcidir. Sinop'tan Anamur'a kadar paramotorla uçarak, bu alanda dünyanın en uzun seyahatini gerçekleştirmiştir. 1964'te Türkiye'nin kuzeydoğusundaki Ordu ilinde doğan Hakan Öge, ortaöğrenimini Saint-Joseph Fransız Lisesinde tamamladıktan sonra kaydolduğu İstanbul Üniversitesinde dişçilik okumuş ve 1988'de diş hekimi olarak mezun olmuştur. İlk gençlik yıllarında sporla tanışması yerel bir bisiklet yarışmasıyla olmuştur. Öge, yaşamının ileriki dönemlerinde de bisiklete olan ilgisini sürdürmüş; her gün Kadıköy'deki iş yerine Bostancı'dan bisikletle gittiğini söylemiştir. Hakan Öge, uzun yıllar Atlas Dergisi'nde fotoğrafçılık yapmış, 2007'de, Atlas Dergisi'nin 15. yılı onuruna düzenlediği ve otuz bin kişinin oyuyla belirlenen fotoğraf yarışmasında Türkiye birincisi olmuştur. Fotoğrafçılığın yanında denize de ilgi duyan Öge, Atlas'ta çalışırken; arkadaşına ait tersanede "Mardek" adını verdiği teknesini yapmaya karar vermiştir. Teknesini tamamlayan Öge, çalıştığı dergi için okyanus fotoğrafları çekmek amacıyla teknesiyle dünya turu yapmaya karar vermiş, 2 Mayıs 2004'te İstanbul'dan hareket etmiştir. Tur sırasında, İstanbul'dan Kanarya Adaları'na kadar ulaşan Öge, 10 Ekim 2004'te Atlas Okyanusu'na açılmıştır. Dünyanın en tehlikeli suları olarak kabul edilen Antarktika’dan önceki son kara parçası olan ıssız Los Estados Adası'na ulaşan Öge, böylece Horn Burnu'nu geçen ilk Türk denizci olmuştur. Sporcunun yaklaşık üç yıl süren bu dünya turu, 2007'nin temmuz ayında sona ermiştir. Hakan Öge, tur esnasında yaşadıklarını çevrim içi bir seyir defterinde takipçileriyle paylaşmış, tura devam ederken Zambezi Nehri'nde çektiği fotoğraf, Atlas Dergisi'nin dünya fotoğrafları alanında birinci seçilmiştir. Hakan Öge ayrıca, 2007'de paramotorla Sinop'tan Anamur'a kadar uçarak 12 günlük yolculuk sonrasında Türkiye'yi kuzeyden güneye kat ederek, dünyada paramotorla uçulmuş en uzun mesafenin sahibi olmuştur. Resmi İnternet sitesi Gayatri Gayatri ("gāyatrī") "gāyatra"`nın dişil formudur ki bu da bir şarkı ve ilahi için kullanılan Sanskritçe sözcüktür. Aşağıdakilerden herhangi biri olabilir: Devi Daha çok Devi olarak anılan Vaişnodevi (Sanskritçe , devī) ya da Jai Mata Di yahut Mata Rani, Hinduizm'in İlâhî Annesi'dir. Kuvvetin tanrıçası olarak tanınan Devi, ilâhîliğin (veya ilâhî gücün) dişil yönü olarak tanımlanır; "enerji" veya itici güç (Şakti) olarak çoğunlukla eril yön ile eşit role sahiptir. O olmadan, bilinci ve yargılamayı temsil eden eril yön güçsüzdür. Vaişnodevi'nin ana tapınağı, Jammu ve Keşmir bölgesinin Jammu kısmında bulunur. Sita Devi Sita ("Sanskritçe:Sītā"), Hint mitolojisinde Vişnu'nun yedinci avatarı olan Rama'nın eşidir. Kadınlığın ve eşlik erdeminin örneğidir. Hint inancına göre, Sita kendisi Vişnu'nun ebedi ve ilahi eşi olan tanrıça Lakşmi'nin bir avatarıdır. Rama (avatar) Rāmachandra veya daha sık kullanılan kısa ismiyle Rama (IAST'de "rāma", राम (veya Sri Rama: श्रीराम) Devanagari'de) Vişnu'nun yedinci avatarıdır. Ayrıca Hinduizm'de Tanrı alametlerinin (görünüşlerinin) en önemlilerindendir. Hint mitolojisindeki efsanelerin ve Güney Asya ile Güneydoğu Asya'daki halk söylencelerinin en popüler karakterlerinden birisidir. Ramayana destanının baş kahramanıdır. Krişna Krişna (Devanagari'de कृष्ण, IAST kṛṣṇa) yaygın Hint geleneğine göre Vişnu'nun sekizinci avatarıdır ve ona Vişnu'nun bir avatarı olarak tapılır. Çeşitli Vaişnava okullarında ise Yüce Tanrı yani en önemli ve yüksek tanrı olarak tapınılır. Gaudiya Vaişnavizm'de En üstün Kişilik yani Tanrı olarak görülmüş ve böylece onun diğer tüm enkarnasyonların, Vişnu dahil, temeli olduğuna inanılmıştır. Genellikle flüt çalan bir sığır çobanı (örneğin Bhagavata Purana'da) ya da felsefî nasihatler veren genç bir prens (örneğin Bhagavad Gita'da) olarak betimlenir. Geleneksel olarak Krişna'nın Devaki'nin oğlu olduğuna inanılır ki Devaki bir iblisin çocuğu, kötü bir kral olan Kamsa'nın yarı kardeşidir. Kamsa kardeşinin çocuklarından birisinin kendisini öldüreceği haberine sahip olduğu için Devaki'nin birçok oğlunu öldürmüş, fakat sonunda Krişna tarafından öldürülmüştür. Krişna sözcüğü Sanskritçede sözlüksel olarak "siyah" anlamına gelir. Betimlemelerde genellikle mavi veya koyu mavi renkli bir tenle tasvir edilen Krişna, "murthis"te ise daha çok koyu renkli veya siyahî olarak tasvir edilir. Krişna'nın yaşamına dair birçok hikâye vardır ve bunlar farklı Hindu öğretilerine göre çeşitlilik gösterir. Bununla birlikte genel olarak efsanelerde onun ilahî enkarnasyonuna, pastoral bir çocukluk ve gençlik dönemine, daha sonraları ise bir kahraman olarak yaşayışına değinilir, örneğin birçok canavarı yendiği öne sürülür. Hinduizmin yanı sıra Jainizm, Budizm gibi dinlerde de Krişna'ya rastlanır. Bununla birlikte Krişna'nın rolü veya hikâyesi bu dinlerde değişiklik gösterir. Örneğin Budizmde Krişna'ya Jataka hikâyelerinde Sariputra'nın yaşamlarından biri, efsanevi bir fatih ve Hint kralı olarak yer alır. Ayrıca Krişna Bahai inancında Tanrı'nın bir tecellisi olarak anılır. Kali Kali, Hinduizm'de uzun ve karmaşık geçmişe sahip bir tanrıçadır. İlk dönemlerden beri süregelen vahşet ve öfke yaratığı niteliği bugün hâlâ etkiye sahip olsa da, daha kompleks Tantrik inançlar zaman zaman onun görevini ve rolünü Mutlak Gerçek veya Varlığın Kaynağı gibi nihai mevkilere taşımıştır. Sonuç olarak, daha yeni (güncel) sayılabilecek adanış hareketi Kali'yi daha çok bir ana tanrıça olarak tasavvur etmektedir. Kali deva (tanrı) Şiva'nın yanı sıra birçok devi (tanrıça) ile ilişkilendirilmiştir. Kali genellikle Şiva'nın eşlerinden biri olarak görülmüştür. İsmi "kala" sözcüğünün dişil şekli olarak görülebilir (Sanskritçe "kala" , "karanlık" ve "zaman" gibi anlamlarda kullanılırdı ki burada zaman ölüm kavramı için kullanılan bir öfemizmdir); ayrıca "Siyah Kadın" anlamına da gelir ki, eşi olan beyaz Şiva'nın tersidir. İlişkilendirildiği veya özdeşleştirildiği tanrıçalardan bazıları Durga, Bhowani Devi, Sati, Rudrani, Parvati, Chinnamasta, Chamunda, Kamakşi, Uma, Menakşi, Himavati ve Kumari'dir. Bu isimler tekrarlandığında, inanan (ibadet eden) kişiye özel güçler verdiğine inanılırdı. Gelenbevi İsmail Efendi Gelenbevi İsmail Efendi (d. 1730 - ö. 1790?) Türk matematikçi. 1730 yılında şimdiki Manisa'nın Gelenbe kasabasında doğan Gelenbevi İsmail Efendi, Osmanlı İmparatorluğu matematikçilerindendir. Asıl adı İsmail'dir. Gelenbe kasabasında doğduğu için ikinci adı onun bu doğduğu kasabadan gelir. Daha çok Gelenbevi adıyla ün kazanmıştır. Önce, kendi çevresindeki bilginlerden ilk bilgilerini almıştır. Daha sonra, öğrenimini tamamlamak üzere İstanbul'a gitmiştir. Burada, çok değerli ve kültürlü öğretmenlerden yararlanıp matematik bilgisini oldukça ilerletmiştir. Müderrislik sınavını kazanarak 33 yaşında müderris olmuştur. Bundan sonra kendisini tümüyle ilme verip çalışmalarına devam etmiştir. Gelenbevi, eski yöntemle problem çözen son Osmanlı matematikçisidir. Sadrazam Halil Hamid Paşa ve Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa'nın istekleri üzerine, Kasımpaşa'da açılan Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn'a altmış kuruşla matematik öğretmeni olarak atandı. Bu atama ona parasal yönden bir rahatlık getirdi. Hakkında şöyle bir öykü anlatılır: 'Bazı silahların hedefi vurmaması, padişah III. Selim'i kızdırmış ve bunun üzerine Gelenbevi'yi huzuruna çağırarak ona uyarıda bulunmuştur. Gelenbevi bunun üzerine hedefe olan uzaklıkları tahmin ederek gerekli silahlardaki düzeltmeleri yapmış ve topların hedefi vurmalarını sağlamıştır. Gelenbevi'nin bu başarısı padişahın dikkatini çekmiş ve padişah tarafından ödüllendirilmişt