article
stringlengths
7.34k
10k
folk 30.000 metre (kuzeyden) ve Hood ile Prince of Wales 25.000 metreden (kezeydoğudan) yaklaşmaktaydı. Britanyalılar önden giden Prinz Eugen'ın Bismarck olduğunu düşünerek ateşi onun üzerinde yoğunlaştırma kararı almışlardı. Saat 05:52'de Prinz Eugen ile Hood ve Prince of Wales arasındaki mesafe 22.800 metreye düşünce Hood ilk ateşi Bismarck zannettiği Prinz Eugen üzerine açtı. Ancak Prince of Wales'in kaptanı Bismarck'ın arkadaki gemi olduğunu fark ettiğinden Oramiral Holland'ın emirlerini dinlemeyerek ateşini arkadaki Bismarck üzerine yoğunlaştırdı.Ateş açıldığı sırada hala peşinde zırhlılar olduğunu fark edememiş olan Almanlar hem toplardan çıkan alevlerin şeklinden hem de etraflarına düşen topların oluşturduğu devasa su sütunlarından peşlerinde zırhlılar olduğunu fark ettilerse de kesin olarak hala tanımlıyamıyorlardı. Saat 05:53'te ilk salvolarını bitiren Prince of Wales su sütunlarının oluşmasını bekleyerek ateşlerinin mesafesinide yapmaları gereken değişikliği hesaplama çalıştılar. Hem ilk salvoları hem de düzeltilmiş ikinci savloları hep Bismarck'ı aşıp çok daha uzağa düştüler.Hood ise hala yanlış gemiye ateş ettiğini fark edememişti. Bu sırada Norfolk'da 25.000 metre mesafeye kadar yanaşıp savaşa girmeye hazırlanıyordu. Suffolk ise hala 29.000 metrede ateş hattından çok uzaktaydı. Prince of Wales'in 3. salvosu da Bismarck'ın üstünden geçip giderken Hood sonunda yanlışhedefe ateş ettiğini anlamış ve 3. salvosunu hedef mesafe tespit amaçlı olarak Bismarck'a yollamıştı. Saat 05:55'te Önce Bismarck ardından da Prinz Eugen ilk salvolarını yolladılar. Ancak Britanyalılardan farklı olarak bütün toplarını aynı anda değilse önce A ve B toplarını, onlardan sonra C ve D toplarını ateşlediler. Bismarck ilk iki yarı salvosunu (bir salvo bütün topların ateşlenmesidir. Yarı salvo Bismarck için iki bataryanın ateşlenmesidir) Hood üzerine yönlendirdi ama isabet kaydedemedi. Prinz Eugen'ın da ilk yarı salvosu isabet kaydedemese de ikinci yarı salvosu Hood'u vurmayı başardı ve kıç bölgesinde yangına yol açtı. Prince of Wales'in beşinci salvosu da boşa gittiyse de 6. salvoda Bismarck'ı vurmayı başardı. Bu yara sonucu Bismarck yakıt kaybetmeye ardında bir iz bırakmaya başladı. Hood'da ise yangın hala sürüyordu. Prinz Eugen'ın dört yarı salvosu ve Bismarck'ın iki yarı salvosu daha isabet kaydedemeden denizde su sütunları oluşturarak kayboldular. Prins of Wales'in ise bu sırada eteşlediği 7. salvo yine Bismarck'ın üzerinden geçip gitti. Hood'un da 5. ve 6. altıncı salvoları isabet kaydedemedi. Bismarck iki yarı salvo (yani 3. salvosu) daha Hood üzerine yolladı ve bu sefer isabet kaydetmeyi başardı. Aynı anda 150 mm'lik yardımcı bataryaları da 18.000 metreye sokulmuş olan düşmanlarına ateş menziline girdiklerinde ateş açmaya başladı. Prinz Eugen'ın 4 yarı salvosu yani 4. ve 5. salvoları da Hood'a isabet kaydedemezken Princa of Wales'in 9. salvosu Bismarck'a isabet kaydetmeyi başardı. Aynı zamanda Prince of Wales'in 133 mm'lik yardımcı bataryaları da devreye girdi. Hood'da 7. salvosunda yine isabet kaydedemedi. Saat 05:58'de Amiral Lutjens Prinz Eugen'e ateşini Prince of Wales üzerine yönlendirmesini istedi. Bu arada Bismarck 4. salvosu olan 2 yarı salvoyu daha Hood üzerine yolladıysa da isabet kaydedemedi. Prinz Eugen'ın 6. salvosu Hood, 7. salvosu ise Prince of Wales üzerine gerçekleştirildi. Prince of Wales ise 11. salvosunu Bismarck üzerine yolladıysa da bu seferde kısa düştü. Hood 8. ve 9. salvolarını yolladı. Bu sırada RAF'a bağlı bir Sunderland deniz keşif uçağı savaş alanı üzerinde uçarak durumu rapor etti. Saat 05:59 itibarıyla Hood ve Prince of Wales birlikte Bismarck'a ateş ederlerken Bismarck ateşini Hood'a, Prinz Eugen ise Prince of Wales'e ateş ediyordu. Bismarck 15.700 metreden 2 yarı salvo (5. salvo) daha yolladı ve bunlardan muhtemelen son iki salvosundan birisi Hood'a ölümcül olan darbeyi vurdu. Bu arada Prinz Eugen'da 4 yarı salvosunu daha Prince of Wales üzerine yolladı. Hood ölümcül yarasını almadan hemen önce 10. ve son tam salvosunu Bismarck üzerine gönderdiyse de isabet kaydedemedi. Prince of Wales ise 12. salvosunu 15.600 metreden, 13. salvosunu da 15.000 metreden Bismarck üzerine yolladı. 13. salvo Bismarck'ın 3. ve son yarasını almasına yol açtı. Saat 06:00 sularında Hood aldığı yara sonucu ortadan ikiye yarılıp batmaya başladığı sırada son yarı salvosunu (öndeki iki taret) Bismarck üzerine yolladı. Bismarck ise önceden planlanıp atış emri verilmiş olan 6. salvosunu (her zamanki gibi iki yarım salvo şeklinde) Hood'un bir zamanlar bulunduğu yere yolladı. Bu sırada uçaksavar bataryaları da üstlerine gelmiş olan İngiliz keşif uçağına ateşe başlamışlardı. Prince Eugen 4 yarı salvo (10. ve 11. salvolar) daha Prince of Wales'in üzerine yolladı. Prince of Wales ise bu sırada Hood'un kalıntılarına çarpmamak için manevra yapıyordu. Bu manevra sırasında 14. ve 15. salvolarını da yolladı ama her ikisi de kısa düştü. Norfolk Hood havaya uçtuktan sonra iskele yönünde dümen kırarak Bismarck'a yaklaşma açısını düşürdü. Suffolk ise hala 28.000 metre mesafede çatışma alanından uzakta seyretmekteydi. Saat 06:01'de Hood batmaya devam ederken enkazına çarpmamaya çalışan Prince of Wales, Alman gemilerine doğru tehlikeli bir dönüş gerçekleştirdi. Mesafe tespit cihazlarından durumu fark eden Prinz Eugen'ın torpidolardan sorumlu komutanı Brinkman kaptandan atış mesafesine giren Prince of Wales'e ateş açmak için izin istedi. Bismarck ise ateşinin yönünü Hood'dan Prince of Wales'a kaydırmıştı Bismarck'ta artık Prince of Wales'a ana bataryaları ile ateş etmektedir Saat 06:02'de Hood batmaya devam ederken Prince of Wales ağır ateş altında enkazın yanından geçiyordu. Bismarck ise uçağın torpido saldırısından korunmak için sancak yönünde manevraya başlamıştı. Bu sırada 2 yarı salvosunu daha yolladı. Bu atışlarından birisi 14.000 metreden pusula platformunu vurdu ve içerdeki hemen herkesin ölmesine yol açtı. Artık Prince of Wales körlemesine ilerliyordu ve ateşi kesti. Prinz Eugen 4 yarı salvo daha yollarken aradaki mesafe çok fazla olduğundan isabet yüzdesi çok düşük olacak olan torpidoların atış izni çıkmadı. Hood neredeyse tamamen sularda kaybolurken Norfolk savaşa dahil olup 3 salvosunu Bismöarck üzerine yolladı. Ancak hepsi kısa düştü Saat 06:03'te Hood tamamen batmış, Prince of Wales ise ateş edemez durumda çok büyük bir tehlike altındadır. Bu şartlar altında Prince of Wales hemen bir sis perdesi oluşturmaya ve uzaklaşmaya başlar. Ancak düşen mesafeden dolayı Bismarck'ın 105mm'lik ağır uçaksavar topları da devreye girmiştir. Prinz Eugen ise birkaç dakika içinde efektif olarak torpido kullanabileceği bir mesafeden ateş edebilecek bir pozisyona girecektir ancak tam bu sırada 220 derecede hidrofonlar torpido olabilecek bir ses algılar ve bu sebepten gemi hemen sancak tarafına dönerek kaçma manevralarına girişir. Prince of Wales ise hala sis perdesi oluşturmaya çalışmaktadır. Bismarck 2 yarı salvosunu daha Prince of Wales'in üzerine yolladı ve önce 14.500 metrede geminin su altı seviyesinden bir yara almasına yol açıp sonra sancak tarafındaki ikincil bataryaların da devre dışı kalmasını sağladı. Bunlar Prince of Wales'in 2. ve 3. yaralarıydı. Prinz Eugen 4 yarı salvo daha Prince of Wales'in üzerine yolladı ve kıç bölgesi su altı seviyesinden bir isabet kaydetti. Bu sırada uzaklaşmaya çalışan Prince of Wales'in arkadaki Y bataryası kendi nişan olanakları ile Bismarck'a ateş etmeyi denediyse de atışı Bismarck'ı vuramamıştır. Hood geride sadece 3 mürettebatını bırakarak batmış, Norfolk ateşi kesip savaş alanından uzaklaşamaya çalışıyor ve Suffolk hala savaş bölgesinin dışında 28.000 m mesefade bulunuyor. Saat 06:04 itibarıyla Prince of Wales çok kötü bir durumdadır. Her iki gemiden arka arkaya hem isabet alıyor hem de aradaki mesafe gittikçe azalıyordu. Ancak bu sırada Bismarck'da uçak alarmları, Prinz Eugen'da ise torpido alarmları çalması sonucu her iki gemide sancak tarafına keskin bir dönüş yaparak ateş açılarını kaybederler. Ayrıca sis perdesi de gittikçe daha yoğun bir hal almaya başlamıştır. En tehlikeli durumu atlatan Prince of Wales güney doğu yönünde uzaklaşmaya başlar. Gittikçe açılan mesafeye rağmen Bismarck 10 salvosunda bir kez daha Prince of Wales'a isabet kaydetti. Prinz Eugen'da 2 yarı salvo daha yolladı ve iki isabet kaydetti. İlki yine kıç bölgesini vururken ikincisi 133 mm'lik top cephaneliğine geldiyse de patlamadı. Bu Prince of Wales'in en şanslı anıydı ve Hood ile aynı kaderi paylaşmaktan patlamayan bu top sayesinde kurtuldu. Prince of Wales'in Y bataryası ikinci kez kendi imkânları ile ateş ettiyse de yine Bismarck'tan çok uzağa düştü Saat 06:05 itibarıyla Bismarck 11. Prinz Eugen'da 19. salvosunu Prince of Wales üzerine yolladıysa da gittikçe artan sis perdesi, aşılan mesafe ve yapılan manevralar yüzünden isabet kaydedemedi. Prince of Wales'in Y bataryası da 3. atışını gerçekleştirdi. Saat 06:06 itibarıyla Prince of Wales Prinz Eugen'dan 16.000 metre, Bismarck'dan ise 17.000 metre uzaktaydı ve aradaki fark sürekli açılıyordu. Ayrıca yarattığı sis de iyice yoğunlaşmaya başlamış ve hedefi seçilemez hale getirmekteydi. İlerleyen dakikalarda Bismarck ve Prinz Eugen birkaç atış daha gerçekleştirdiyse de hiçbiri isabet kaydetmedi. Bismarck'ın komutanı Kaptan Ernst Lindemann Prince of Wales'sı batırnak için Lütjens'den izin istedi. Ancak Lütjens'in karadayken aldığı zorunda kalmadıkça ve bir konvoyu korumadığı sürece hiçbir müttefik savaş gemisi ile savaşılmaması emrine karşı gelmek anlamına geleceğinden ayrıca diğer müttefik gemilerine yakınlaşmaları için gerekli süreyi kazandırmamak için bu isteği reddetti. Saat 06:10 itibarıyla artık savaş bitmiştir Savaşın sonu itibarıyla; Bismarck'ın aldığı yaralar savaş gücünü azaltmadı ise de hem maksimum hızının 28 knot'a düşmesine hem de ön tarafına 2000 ton su dolmasına ve küçük br açıyla yana yatmasına yakıt kaybetmesine yol açtı. Bunların etkileri ise savaşın ilerleyen safhalarında görülecekti. Mevcut durum itibarı ile Lütjens'in Rheinübung Hare
kâtı'nın sürdürmesi ve Atlantikte konvoylarını batırması mümkün değildir. Onun yerine ya Norveç'e dönüp ya da Fransız limanlarına giderek geminin tersanelerden birisinde havuza alınıp tamir edilmesi gerekmektedir Lütjens Prince of Wales'ı batırarak büyük bir zafer kazanmış bir şekilde Norveç'e dönebilirdi ama bu bir kez daha aynı yolu aşmaya çalışması ve Britanyalı su üstü gemileri ile bir kez daha çarpışmaya girmesi anlamına geliyordu. Onun yerine güneye St. Nazaire'e giderek hem Scharnhorst ve Gneisenau ile buluşmuş olacak hem de bakım çalışmaları biter bitmez Atlantik'e açılabilecekti. Saat 08:01 itibarı ile Lütjens hem genel durumu bildirdi hem de Bismarck'ın bakıma alınıp Prinz Eugen'ın harekata bağımsız bir kruvazör olarak devam etmesi isteğini bildirdi. Bismarck 180 derece güneye 24 knot hızla ilerlemeyi sürdürdü. Prince of Wales, Norfolk ve Suffolk ise peşlerinden gelerek radar temasını kaybetmemeye çalışıyorlardı. 24 Mayıs gecesi Bismarck ve Prinz Eugen çeşitli manevralar yaptılarsa da peşlerindeki gemilerden kurtulmayı başarmazlar. Bu gemilerden başka Rodney, Ramillies ve Revenge Zırhlıları ile London ve Edinburg kruvazörleri Kuzey Atlantik'te sürdürdükleri konvoy koruma görevlerinden alınıp Bismarck'ın tahmini rotasına doğru yönlendirildiler. Cebelitarık'ta üstlenen Görev Gücü H'da Kuzeye doğru yönelmişti. Bu kuvvette Uçak gemisi Ark Royal, Savaş Kruvazörü Renown ve hafif kruvazör Sheffield mevcuttu. 24 Mayıs sabahı güzel hava koşulları sebebiyle Britanyalılar Bismarck ile radar temasının yanı sıra görsel temasta kurabiliyorlardı. Öğleden sonra ise kötüleşen hava koşulları sayesinde Lütjens Prinz Eugen'ın ayrılması planını uygulamaya karar verdi. Saat 18:14'te Bismarck keskin bir manevra ile 180 derece dönerek İngiliz gemilerinin üstüne doğru ilerlemeye ve ateş etmeye başladı. Prince of Wales ile Bismarck arasında çok uzaktan ve isabet şansı hemen hiç olmayan bir top düellosu yaşandı. Bu sırada Prinz Eugen İngilizlerin radar mesafesinden çıkarak kendi yoluna koyuldu. Prinz Eugen'ın radar mesafesinden çıkmasından bir süre sonra Bismarck geri dönerek ateşi kesti ve güney rotasına devam etti. Akşam üzeri Amiral Tovey uçaklarının mesafesine giren Bismarck'a bir hava akını düzenlemeye karar verdi. Victorious'dan 8 Swordfish ve 5 Fulmar havalandı. Saat 23:30'da Swordfishler Bismarck'a ulaştı ve bir torpido isabeti kaydettiler. Sancak tarafından gerçekleşen bu isabet gemide ciddi bir hasara yol açmadıysa da Kurt Kirchberg'in ölümü ile gemi ilk kaybını vermiş oldu. Saldırıyı düzenleyen uçaklardan ise sadece iki Fulmar yakıtları bittiği için dönemedi. Saldırı sonucu hasar gören Bismarck bazı tamiratları gerçekleştirebilmek için hızını 27 knot'dan 16 knot'a düşürdü. Aranın gittikçe azalması sonucu saat 01:31'de Prince of Wales 15.000 metreden iki salvo yolladı. Bismack'da iki salvo ile karşılık verdiyse de görüş şartlarının kötülüğü nedeniyle hiçbir isabet kaydedilemedi. Gece boyunca Bismack'ın mürettebatı İngiliz gemilerinin belirli aralıklarla denizaltılara karşı zikzak hareketi yaptıklarını fark ettiler. Gece olması sebebiyle sadece Suffolk Bismarck ile radar teması sağlayabiliyordu. Ancak bu zikzaklar sırasında kısa bir süre için radar menzilinden çıkıyordu. Lütjens bu fırsatı değerlendirip Prinz Eugen'dan sonra kendisinin de Britanyalı donanmasını atlatması gerektiğine karar verdi. Suffolk'un beklenilen manevrasına başlayıp radar temasını kaybettiği an Lütjens sancak yönünde (bu durumda batı) 90 derecelik ani bir dönüş emretti. Britanyalı filosu güney güneydoğu doğrultusundaki rotalarına zikzak hareketlerini bitirip döndüklerinde Bismarck'ı yerinde bulamadılar, manevra işe yaramış Bismarck batı yönünde son sürat mesafeyi açıyordu. Bismarck'a konsantre olan Britanyalılar henüz Prinz Eugen'ın kaçtığından bile haberdar değillerdi. Bismarck'ı son gördükleri noktaya ulaşan Britanyalı gemileri onu araştırmak için üçe ayrıldılar. Norfolk batı yönünde, Suffolk güney batı, Prince of Wales ise güney güneybatı yönünde ilerledi. Bu sırada ise Bismarck kuzey yönüne dönmüş ve bir süre bu yönde ilerledikten sonra geniş bir yarım daire çizerek Britanyalı gemilerinin arkasından dolaşıp güney batı yönünde 130 derece istikametinde St. Nazaire'e ilerlemekteydi. Artık Bismarck peşindeki gemilerden kurtulmuştur. Bismarck'ın izini kaybeden Britanyalılar arasında Bismarck'ın gittiği yön hakkında birçok spekülasyon mevcuttur. Acaba ağır yara alıp Norveç'e geri mi dönüyordu veya çok hafif yaralandığından Atlantik'teki konvoyların peşine mi düşmüştü. Belki de bir tamirat gemisi ile denizde buluşup tamirat işlerini denizde halledecek veya Fransız limanlarına gidecekti. Britanyalıların bütün bu olasılıklara göre her noktayı tutacak sayıda gemisi mevcut olmadığından sadece en muhtemel senaryolara gemilerini sevk etmek zorundaydılar. Amiral Tovey güney batı yönündeki ilerleyişine devam ederken Prince of Wales güney istikametindeki ilerleyişini sürdürdü. Aynı zamanda Görev gücü H İspanya kıyılarından kuzeye doğru son hız ilerlemekteydi. İngiliz donanmasının diğer birimleri de denizdeki arama çalışmalarına katılıyordu. 25 Mayıs sabahı Victorious'un uçakları kuzey batı yönünde tarama yaptılarsa da hiçbir sonuç elde edemediler. Ayrıca Swordfishlerden birisi de geri dönmedi. Bismarck hala Suffolk'un radar sinyallerini alıyordu ancak bu sinyaller mesafe nedeniyle yansıyıp geri dönemediğinden Suffolk Bismarck'ı göremiyordu. Bu durumdan habersiz olan Lütjens o sabah Alman Yüksek Deniz Komutanlığı'na uzun bir telsiz mesajı gönderdi. Mesajda geçtiğimiz gün yaşanan Hood ve Prince of Wales ile yaşanan temasın ayrıntıları ve alınan hasarın boyutu ile St. Nazaire'e doğru yol almakta olduğu belirtiliyordu. Aynı zamanda İngiliz radarlarının etkinliğinden de bahsetti. Suffolk'dan geçen geceden beri Bismarck ile ilgili hiçbir temas mesajı almamış olan Alman Deniz Yüksek Komutanlığı ise Bismarck'ın izini kaybettirdiğini fark ettiklerinden hemen Lütjens'e telsiz sessizliği emrettiler. Lütjens'in telsiz mesajını birçok noktadan yakalayan İngilizler her ne kadar Bismarck'ın yerini tam olarak tespit edemedilerse de teması kaybettikleri yer ile Bismarck'ın şu anki tahmini bulunduğu bölge arasında bir çizgi çekinde Fransız kıyılarına doğru yol aldığını tespit ettiler. Bu noktada Britanyalı amiralliği gene büyük bir hata yaparak Bismarck ın yerini yanlış hesapladıysada daha sonra hatalarını düzeltip muhtemel yönünü tekrar doğru hesaplayıp savaşgemilerini doğru yönlerndirdiler. Bundan sonra İngilizler bütün arama faaliyetlerini o yönde yoğunlaştırdılar 25 Mayıs günü Bismarck yakıtını daha ekonomik kullanmak için hızını 28 knot'dan 20 knot'a düşürdü. Bu sayede bir miktar tamirat çalışması da yapabildilerse de bunun ciddi bir etkisi olmadı.26 Mayıs sabahı Saat 03:00'da iki Katalina keşif uçağı Kuzey İrlanda'daki üslerinden havalanarak arama faaliyetlerine başladılar. Saat 10:30 sularında Katalinalardan birisi Bismarck'ın izini bulmayı başardı. Alçalıp yakından gözlem yapmaya çalışırken Bismarck'ın uçaksavarlarının ateşi ile bunun bir düşman gemisi olduğu kesinlik kazanmış oldu ve telsizle konumu hemen bildirildi. Yaklaşık bir saat sonra da Ark Royal'dan havalanmış olan bir Swordfish Bismarck ile görsel temas kurmayı başardı. 31 saati geçen bir süre sonunda artık Bismarck'ın yeri Britanyalılar tarafından yeniden biliniyordu. Kısa bir süre sonra Sheffield'da Bismarck ile teması sağladı. Artık yeri belli olan Bismarck'ın üstüne İngiliz donanmasının elindeki mümkün olan bütün kaynaklarla gitmesi sadece bir zaman meselesi idi. Bismarck'ı durdurmak ya da en azından yavaşlatmak için İngilizlerin tek şansları kalmıştı, o da uçaklar ile isabet kaydetmek. Bu görevde menzil içinde olan tek uçak gemisi Ark Royal'a düşüyordu. Saat 14:50'de 15 Swordfish Bismarck'ın bilinen son konumuna doğru yola çıktılar. Ancak bu uçaklar yola çıktığı sırada hala Sheffield'ın Bismarck'ı izlemekte olduğu ile ilgili mesaj Ark Royal'da deşifre edilememiş olduğundan pilotlar bölgede sadece Bismarck'ın olduğunu zannediyorlardı. Saat 15:40'ta Swordfishler Bismarck zannettikleri Sheffield ile görsel teması kurdular ve saldırıya geçtiler. Bir hafif kruvazör olan Sheffield'ın Bismarck olmadığını anladıkları ana kadar geçen sürede zaten 11 tanesi torpillerini bırakmışsa da hiçbiri isabet kaydedemedi. Saat Saat 17:00'da hepsi Ark Royal'a geri dönmüşlerdi. Saat 17:40'ta Sheffield tekrar Bismarck ile temas kurmayı başardı ve izlemeye aldı. Norveç'te yakıt depolarını doldurmamış ve Prince of Wales'in kaydettiği isabet sonucu yüksek oranda yakıt kaybetmiş olan Bismarck St. Nazaire'e ulaşabilmek için hızını 20 knot ile sınırlamak zorunda kaldı. Şayet bu iki durumdan birisi olmamış olsa idi Luftwaffe'nin koruması altına girmiş olacaktı. Ark Royal'da ise İngilizler sadece son bir şanslarının kaldığının farkındaydılar. Saat 19:15'te 15 Swordfish tekrar havalandı. Saat 20:47'de Swordfishler Bismarck'a saldırıya geçtiler. İlk isabet ciddi bir hasara yol açmadıysa da ikicisi gemi manevra yaptığı sırada dümeni 12 derece iskele tarafına dönük iken vurdu ve kilitlenmesine yol açtı. Bu Aşil'in topuğundan vurulması şeklinde imkânsızın gerçekleşmesi idi. Geminin başka herhangi bir yerinden alacağı torpido yarası ciddi bir hasar veremeyeceğinden yoluna devam etmesine engel olamazdı. Saldırı biter bitmez hemen dalgıçlar durumu düzeltmek için indirilmek istendiyse de çok dalgalı olan Atlantiğin suları buna müsaade etmedi. Dümenin patlatılıp sadece pervanelerle yön tayini ise patlatma işlemi sırasında pervanelerinde hasar görmesi ihtimalinin yüksekliği nedeniyle kabul görmedi. Bismarck'ın daire çizmeye başlaması sonucu Sheffield ile olan mesafesi kapandı ve Bismarck 6 salvosunu Sheffield'ın üzerine yolladı. Bunların hiçbiri isabet kaydetmediyse de geminin çok yakınında oluşan su sütunlarının etkisi ile geminin radarı bozuldu, 12 denizci yaralandı ve bunlardan üçü daha sonra öldü. 4. Filotillaya bağlı destroyerler Cossack, Maori, Zulu, Sikh ve Piorun saat 22:38'de Bismarck ile temas kurup saldırıya
geçtiler. Ancak Bismarck'ın açtığı yoğun ateş sebebiyle bir süre sonra geri çekilmek zorunda kaldıla Saat 23:42'de su sütunları yüzünden Cosssack'ın antenleri kırıldı. Gece boyunca destroyerler bir çekilip bir saldırdılar. Saat 07:00 itibarıyla Bismarck üzerine 16 torpido yollanmıştı. Sabah Bismarck üzerinde sinirler gerilmeye başlamıştı zira artık ağır su üstü gemileri ile temasın bir an meselsi olduğu biliniyordu. Bismarck rüzgara karşı 7 knot hızla kabarmış denizde (30-40 knot hızında rüzgar vardı) ilerlemekteydi. Saat 08:43'te King George V ve Rodney Bismarck ile ilk teması kurdular. Saat 08:47'de Rodney 20.000 metreden ilk ateşi açtı. Bir dakika sonra Rodney'de ateşe katıldı. Bismarck ön taretleri Anton ve Bruno ile 08:49'da Rodney'e cevap verdi. Saat 08:54'te Norfolk'da savaşa katıldı. Saat 08:58'de Rodney'in ikincil bataryaları da savaşa katıldı. Saat 09:02 itibarı ile defalarca isabet alan Bismarck'ın ön batarya mesafe tespit cihazları artık çalışmaz halde idi. Saat 09:04'te Dorsetshire'da savaşa katıldı. Bismarck tek başına, manevra yapamaz bir durumda saatte sadece 7 knot hızla seyrettiği halde 2 zırhlı ve 2 ağır kruvazöre karşı sonu belli olan bir mücadeleye devam ediyordu. Bismarck'ın ön ateş kontrol sistemleri devre dışı kaldığından ateş kontrolü arka kumanda postalarına geçti. Oradan ateşi yönlendiren 4.Topçu Subayı Teğmen Müllenheim Rechberg King George V üzerine dört salvo yönlendirdi. Saat 09:13'te mesafe atışlarla tam tespit edildiği sırada kumanda postasına gelen bir isabet sonucu orası da devre dışı kaldı. Bu saatten sonra arka bataryalar kendi olanakları ile ateşe devam ettiler. Bismarck'a yeterince yaklaşmış olan Rodney Bismarck'a 6 torpido yolladı ama sabit rotada giden Bismarck'a bir tane isabet ettirmeyi başaramadı. Saat 09:21'de Dora bataryasının kendi cephanelerinden birisinin içeride patlaması sonucu devre dışı kalması ile sadece Caesar sağlam durumdaydı. İnanılmaz bir şekilde yüksek oranda tahrip olmuş olan Anton ve Bruno bataryaları saat 09:27'de son bir kez ateş ettiler ve sustular. Saat 09:31'de ise Caesar son bir kez ateş etti ve o da sustu Artık sadece birkaç tane ikincil batarya ateş edebilir durumdaydı. Bismarck'ın savaşma kapasitesinin neredeyse tamamen yok olduğunu fark eden İngilizler iyice yakınına sokuldular. Rodney 2500 metre mesafeye kadar yanaşıp 40.6 cm lik silahları ile Bismarck'ı dövmeye başladı. Atışlardan birisi Bruno taretinin tamamen havaya uçmasına yol açtı. Saat 09:56'da Rodney 2700 metreden iki torpido daha yolladı ve birisi isabet etti. Bu mesafeden ıska geçmek neredeyse imkânsız olduğundan İngiliz topları sürekli olarak Bismarck'a isabet kaydediyorlar her saniye değişik bir yerinde değişik kalibrede bir top patlıyordu. Saat 10:00'da Norfolk 3600 metreden 4 torpido ateşledi ve biri isabet etti. Bu sırada gemiyi boşaltma emri verildi ve Kazan dairelerinde imha mekanizmaları çalıştırılıp patlatıldı. Saat 10:15'te Ark Royal'dan kalkan Swordfishler gökyüzünde belirdiler. İlk başta bunları alman uçakları sanan King George V üstlerine ateş açtı ancak şans eseri hiçbir isabet kaydedemedi. Saat 10:16'da Rodney ateşi kesip savaştan çekildi. Artık Bismarck'ın güvertesi tanınmayacak durumdaydı. Her tarafı paramparça olmuştu ama aldığı yüzlerce isabete rağmen hala yüzüyordu. Ateşin hafiflemesi ile hiçbir savaş kapasitesi kalmayan geminin mürettebatı suya atlamaya başladı. Saat 10:20'de Dorsetshire güvertesinden insanların atladığı ve ateş etmeyen gemiye iyice yaklaşarak iki torpido daha gönderdi ve ikisi de isabet etti. 10:36'da bir torpido daha gönderdi ve o da vurdu. İskele tarafına doğru yatmış olan Bismarck'ın üst güvertesine kadar su yükselmişti. Saat 10:39'da 48 derece 10 dakika Kuzey enlemi, 16 derece 12 dakika batı boylamında Bismarck battı. Yaklaşık iki saat süren bu savaş sırasında Bismarck inanılmaz bir dayanıklılık örneği göstermiştir. Dünya tarihinde hiçbir geminin gösterememiş olduğu bir dayanıklılık örneği sergileyerek her çap ve kalibreden yüzlerce isabet aldığı halde batmamıştır. Hood'un sadece 3 isabette battığı düşünülecek olursa bu durum çok daha net bir şekilde ortaya çıkar. Ve gemiyi en sonunda ingilizler değil, kendi mürettebatı, geminin İngilizlerin eline geçmemesi için batırmıştır. Savaş boyunca Bismarck üzerine 2876 top mermisi gönderilmişti, bunlar ; Bu derece yoğun bir ateş sebebiyle hiçbir zaman tam olarak kaç tanesinin isabet ettiği bilinemeyecektir. Ancak büyük bir kısmı çok yakında ateş ettiğinden 500'ün üzerinde isabet aldığı tahmin edilmektedir. Ayrıca birçok torpido yarası almıştır. Gemi batmadan önce 800 civarında mürettebatın gemiyi terk etmeyi başardığı tahmin edilmektedir. Denize atlayan bu askerleri toplama görevi Dorsetshire ve Maori'ye verildi. Denize atılan halatlar ile Dorsetshire 86, Maori 25 kişiyi topladı. Bu sırada Dorsetshire'ın kaptanı Benjamin Martin bölgede denizaltılar bulunabileceğini iddia ederek bir anda kendisine verilen kazazedeleri toplama görevini durdurarak bölgeden ayrıldı. Dorsetshire'ın ani bir şekilde hızlanıp uzaklaşması üzerine Maori'de onu takip etti. İlerleyen saatlerde U-74 3, ertesi gün hava gözlem gemisi Sachsenwald 2 denizciyi daha kurtardı. Bunlar, Otto Maus ve Walter Lorenzen Bismarck'tan kurtarılan son kişiler oldu. Bismarck'ın batışı ve Britanyalıların kazazedeleri denizde bırakıp gittiğinin öğrenilmesinden sonra İspanyollar Canarias ağır kruvazörünü bölgeye arama kurtarma çalışmalarına katılmak üzere gönderdiler. 30 Mayıs günü sadece iki ceset bulmayı başarabildiler. Onlar Walter Grasczak ve Heinrich Neuschwander'dı. Askeri törenle denize verildiler. 2249 kişilik mürettebattan sadece 115 kişi hayatta kalmıştır. Samim Bilgen Ahmet Samim Bilgen (12 Nisan 1910 - 9 Eylül 2005) Ünlü Ilgaz şarkısının bestecisidir. 12 Nisan 1910 Selanik doğumludur. 9 Eylül 2005'te Ankara'da hayatını kaybetmiştir. (Türk bestecilerin zaman çizelgesi) Bir hukukçu olan, buna rağmen özellikle gençlik yıllarında profesyonel kemancılık ve bestecilik yapan Samim Bilgen, Atatürk’ün müzik alanındaki atılımları doğrultusunda Türk müzik yaşantısına önemli katkılar getirmiştir. Müziksever bir aileden gelen besteci, çocukluk ve gençlik yıllarında kendi kendine metodik olarak piyano ve keman çalışmış, Haydarpaşa Alman Okulu ile Kabataş Lisesinden sonra İstanbul ve Harvard (ABD) Üniversitelerinde hukuk öğrenimi görmüştür. Küçük yaşta annesiyle piyano öğrenimine başlayan Bilgen daha sonra kendi kendine piyano, armoni, kontraput ve füg çalışmalarına devam etmiş, İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda Seyfeddin Asal’ın keman sınıfına devam etmiştir. Armoni, kontrpuan ve füg çalışmalarını Friedrich Richter’in kitaplarıyla geliştirmiştir. Hukuk Fakültesindeki öğrenciliği sırasında Hasan Ferit Alnar’ın yönettiği İstanbul Şehir Opereti Orkestrası’nda kemancı olarak çalışmış, ayrıca Cemal Reşit Rey’in yönettiği Konservatuvar Orkestrası’nda 1930 – 1935 yılları arasında kemancılık yapmıştır. 1935 yılında “Cumhuriyet” gazetesinin düzenlediği kompozisyon yarışmasında ödül alan Bilgen’in 1937 ve 1940 yılları arasında yayınlanan üç “Türkü Albümü”, Milli Eğitim Bakanlığı ve Halkevleri tarafından satın alınmış, ayrıca “Türk Halk Havaları” adlı albümü, Paris Konservatuvarı profesörlerinden E. Borrel’in övgüsüyle karşılanmıştır. Samim Bilgen en çok “Ilgaz” adlı şarkısıyla birlikte anılır. Bu şarkı, yurtdışında da yankılar uyandırmış, piyano için “Nocturne” ve “Ballade”ı ise Amerikan basınında övülmüştür. İstanbul Hukuk Fakültesine devam ederken İnkılap Lisesinde müzik öğretmenliği, 1932-1935 yılları arasında Cemal Reşit Rey ve Ferit Alnar’ın yönettikleri konservatuvar Orkestrası ile (Darulbedayi) Şehir Opereti orkestrasında keman üyeliği, Kadıköy Halkevinde müzik kolu başkanlığı ve piyano öğretmenliği yaptı. 1936’dan 1985 yılına kadar Danıştay Rapörtörlüğü, Bayındırlık, Maliye Bakanlıkları, Hukuk ve Baş Hukuk Müşavirlikleri, Muhakemat Genel Müdürlüğü gibi kamu görevleri ve serbest avukatlık yanında müzik çalışmalarını sürdüren Bilgen komposizyon alanındaki ilk eserlerini 1937-1940 yılları arasında yayınlamış, Eski Okul ve Gençlik Müzikallerinden “ANILAR” albümlerinde yer verilen altı müzikli oyun 1931-1935 yılları arasında birçok İstanbul ve Ankara okullar ile İstanbul’da Fransız Tiyatrosunda Temsil edilmiştir. Otello komedisinin 1933 yılında Ankara Ziraat Enstitüsü öğrencileri tarafından halkevinde verilen temsilini Atatürk de şereflendirerek temsilden sonra oynayanları kutlamış ve komedi Ankara köylüleri için tekrarlanmıştır Türkiye’de çoksesli müziğin benimsenmesi ve yaygınlaşması doğrultusunda özveriyle çalışan besteci, 1930 – 1932 yılları arasında müzik öğretmenliği, 1934 – 1935 yılları arasında İstanbul’da Halkevi müzik kolu başkanlığı yapmış, ayrıca oda müziği toplulukları ve orkestralarda çalışmıştır. 1973 yılından beri Sevda Cenap And Müzik Vakfı’nın “danışma kurulu” üyesi, Ankara Çoksesli Müzik Derneği "kurucu üyesi"'dir. Samim Bilgen’in başlıca yapıtları şunlardır: Basılmamış tangoları da mevcuttur. Bu tangoları kardeşi Tarık Rona ile birlikte yazdıkları bilinmektedir. M.U.G.E.N M.U.G.E.N, tasarımına Elecbyte tarafından 1999'da Allegro oyun programlama kütüphanesi kullanılarak başlanan, 2 boyutlu bir dövüş oyun motorudur. Elecbyte, DOS, Linux, ve Windows işletim sistemleri için beta sürümlerini dağıtmıştır. Oyun Motoru, herkese , karakter, sahne, ve diğer oyun nesnelerini, biçimi belirli metin dosyaları ve grafik ve ses derlemeleri aracılığı ile yaratma imkânı vermektedir, ve ayrıca oyun sırasında arka plan müziği olarak MP3 desteklemektedir. Motor, son derece güçlü ve esnek olup, Capcom tarafından üretilmiş "Street Fighter" ve SNK tarafından geliştirilmiş "King of Fighters" gibi birçok ticari 2 boyutlu dövüş oyununun benzer fonksiyonlarını içermekte ve kullanıma sunmaktadır. Cahit Bayar Cahit Bayar (d. 1935, Sivas), Ankara ve İstanbul eski valisi, eski İçişleri Bakanı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden 1959 yılında mezun olmuştur. 31 Temmuz 1959 yılında Siva
s Maiyet Memuru olarak İçişleri Bakanlığında göreve başlamıştır. 4 Ocak 1960 - 30 Haziran 1961 tarihleri arasında askerliği yedek subay olarak yapmıştır. 18 Temmuz 1961 - 30 Ocak 1963 tarihleri arasında Muş Maiyet Memurluğu, 4 Şubat 1963 - 28 Ekim 1963 tarihleri arasında Gaziantep Maiyet Memuru olarak görev yapmış, 31 Ekim 1963 - 31 Aralık 1966 Balya Kaymakamlığında ve 31 Aralık 1966 - 9 Aralık 1969 tarihleri arasında da Doğubayazıt Kaymakamlığında bulunmuştur. 22 Aralık 1969 - 23 Ekim 1970 tarihleri arasında Akkuş Kaymakamı olup İç Düzenleme Proje Müdürlüğü emrinde görev yapmıştır. 23 Ekim 1970 - 9 Temmuz 1973 tarihleri arasında İçişleri Bakanlığında Üçüncü Sınıf Mülkiye Müfettişi olarak göreve başlamış, daha sonra 9 Temmuz 1973 - 10 Ekim 1974 tarihleri arasında İkinci sınıf Mülkiye Müfettişi, 10 Ekim 1974 - 19 Ağustos 1977 tarihleri arasında birinci sınıf Mülkiye Müfettişi olarak görev yapmıştır. 19 Ağustos 1977 - 7 Ekim 1977 tarihleri arasında Mülkiye Müşavir Müfettiş olarak görev yaptıktan sonra, 7 Ekim 1977 tarihinde Diyarbakır Vali Vekilliğine atanmıştır. 15 Şubat 1978 yılında Malatya Valisi olduktan sonra 19 Temmuz 1978 tarihinde bu görevinden ayrılarak 3 Ağustos 1978 - 4 Aralık 1979 tarihleri arasında İçişleri Bakanlığında Merkez Valisi olarak göreve devam etmiştir. 4 Aralık 1979 tarihinde Erzurum Valiliğine atanmış, bilahare 25 Haziran 1981 tarihinde İçişleri Bakanlığında Merkez Valisi olarak göreve başlamış, 1 Mart 1982 - 3 Eylül 1982 tarihleri arasında İçişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı, 3 Eylül 1982 - 6 Şubat 1984 tarihleri arasında da İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürü olarak görev yapmıştır. 6 Şubat 1984‘de Ankara Valiliğine atanmış, 7 Ocak 1988 tarih ve 12486 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile İstanbul valiliğine atanmıştır. 19 Ağustos 1991 tarihine kadar bu görevde kalmıştır. Haziran 1991 yılında Bakanlar Kurulu kontenjanından YÖK üyeliğine seçilmiş ve bu görevini 1991 yılında KKTC Büyükelçisi oluncaya değin sürdürmüştür. 1999 yılına kadar Merkez Valiliği görevi yaptıktan sonra, 11 Ocak 1999 - 29 Mayıs 1999 tarihleri arasında Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 114 üncü maddesi gereğince 18 Nisan 1999 Türkiye genel seçimleri öncesi tarafsız İçişleri Bakanı olarak görev yapmıştır. Odisseas Odisseas, ( Ulysses ya da Ulyxes olarak da bilinir.) Yunan mitolojisinde İthaka kralıdır. Laertes ile Antikleia'nın oğludur. Odisseas, Truva'nın düşmesinden on yıl sonra Odisseas'un İthaka'ye evine dönünceye kadar maceralarını anlatır. İlyada 10 yıl süren Truva Savaşı, Odysseia, 10 yıl boyunca Odisseas'un başından geçenlerden ibarettir. İliada, bir olayı, Odisseas ise bir kişinin destanını anlatır. Truva Destanında olaylar birbirini izleyecek şekilde anlatılır. Hâlbuki, Odisseas'da olaylar anılar, geriye dönüşler, atlamalarla canlandırılır. Batı dillerindeki Ulysses veya Ulis'in türediği Latince Ulyxes, yiğidin bir Yunan lehçesinden alınmış adıdır. Çok zeki bir adam olduğu varsayılır. Düşmanlarını zekası ve kurnazlığı ile yendi. Penelope ile evlendiği sıralarda Truva Savaşı başlayınca savaşa gitmemek için çeşitli bahaneler ileri sürdü ancak savaşa gitmek zorunda kaldı. Truva Atı fikri de Odisseas'a aitti. Zeka tanrıçası tarafından çok sevilen kahraman Poseidon'un kinini kazandığından Truva dönüşü başına birçok belalar gelmiştir ve belalarla birlikte yaşadığı dönüş mitolojide bir nevi insanlığın öyküsü olarak bilinir, çünkü insanlara özgü zayıf yönler çerçevesinde gelişen olaylar anlatılır. Odisseas (Ulysses, Ulis), kuzeybatı Yunanistan kıyılarının karşısında bulunan İthaka (İthaca, İthake) adasında doğdu. Babasının adı Learthes, anasının adı Antikleia idi. Yalan Autolykos'un kızı olan Antikleia'nın Leartes ile evlenmeden önce Sisyphos ile yattığı, Odisseas'un bu birleşmeden doğduğu da söylenir. Odisseas'un gençliği, Akhilleus'unki gibi hekim Kheiron'un yanında geçti. Bir gün Odisseas, dedesi Autolykos'a konuk olarak gitti. Orada bir yaban domuzu avına katıldı ve bacağından yaralandı. İşte, Truva Savaşı sona erdikten sonra, bir on yıl daha türlü maceralar geçirerek İthake'ye döndüğünde, dadısı Eurykleia tarafından yaşlı Odisseas'un tanınmasını sağlayacak yara izi, budur. Truva Savaşına katılmadan önce Odisseas, İthake kralı oldu. Babası Learthes'in oğlunu tahta nasıl geçirdiği pek anlatılmaz. Ama kral olunca bir eş seçmesi olaylı oldu. Hemen dünyanın en güzel kızı Helena'ya (Helen) talip oldu ama güzel kızın taliplilerinin çokluğundan ürkerek ondan vazgeçip, Helena'nın babasının kardeşi İkarios'un kızı Penelope'u (Penelopeia) istedi. Tyndereos'un ise Odisseas'un bu yaklaşımını önce beğenmedi. Odisseas ise Penelope'u almak için şartını söyledi. Tyndereos'u düştüğü durumdan kurtaracak, bulduğu çözümle kimse arasında kavga olmayacaktı. Bu arada Tyndereos'un kızını türlü prensler, krallar ve savaşçılar istiyorlar, türlü hediyeler gönderiyorlardı. Tyndereos da onların kalplerini kırıp bir felakete yol açmamaya çalışıyordu. Sonunda Tyndereos, Penelope'u vermeye razı olunca Odisseas fikrini söyledi: Kocasını Helena kendisi seçsin ama her kimi seçerse diğer tüm talipliler bunu sorun etmeyecek ve Helena'nın kendine seçeceği kocaya her zaman arka çıkmaya ant içecekti. Tyndareos, fikri beğendi ve iş kızın seçimine bırakıldı. İkarios önce herkesi yemin etmeye çağırdı. Herkes yemin etti, Odisseas dahil. Dünyanın en güzel kızı Helena, kocası olarak Agamemnon'un kardeşi Menelaos'u seçti. Herkes karara saygı duydu ve kabul etti. Herkesçe edilen bu yemin, ileride on yıl sürecek olan " Truva Savaşı "na yol açacaktı. Odisseas'un Penelope'yle olan evliliğinden Telemakhos isminde bir erkek çocukları oldu. Ama bu çocuk daha kundaktayken Helena'nın kaçırıldığı, kocası Menelaos'un yardım istediği haberi geldi. Odisseas bu savaşa (Truva Savaşı) katılmamak için elinden geleni yaptı, Agamemnon'un ordusuna katmak üzere kendisini almaya gelen askerleri kandırmak için Odisseas, tarlasınına tohum yerine tuz ekiyor, sabana da öküz yerine kendisini koşuyor, deli taklidi yapıyordu. Askerlerin arasındaki Palamedes, bebek Telemakhos'u alıp sabanın geçeceği yere koydu. Ağzından tükürükler saçarak sürekli küfredip bağıran ve sabanı çeken Odisseas, sabanı biricik oğluna zarar gelmemesi için Telemakhos'un üzerinden aşırtınca yakayı ele verdi. Çaresizce zırhını kuşandı, eşiyle vedalaşıp mızrağını eline alıp askerlerin arkasına takılıp Agamamnon'un ordusunun bulunduğu Sparta'ya yürüdü. Böylece, Palamedes'e ileride korkunç bir öc almayla sonuçlanacak derin bir kinle sefere katılmak zorunda kaldı. Orduya dahil olduktan sonra kendisi gibi savaşmaktan kaçan ve saklanan Akhilleus (Aşil)'u arama görevi verildi. Yanına birkaç kişi alarak, Akhilleus'un saklanabileceği düşünülen yerleri ziyaret etti. Akhilleus, İskiri adasında Lykomedes'in sarayında saklanıyordu ve genç bir kız kılığındaydı. Odisseas, dilenci bir satıcı kılığında saraya girdi ve çeşit çeşit gösterişli kumaş ve elbiseyi ortaya döktü. Sarayda bulunan tüm genç kızlar satıcının getirdiği incik boncuk ve elbiselerle ilgilenirken Odysseus da kızları inceliyor ve Akhilleus acaba içlerinden hangisi diye düşünüyordu. Elbiselerin altından çok güzel işlemeli, büyük savaşçılara layık bir kılıç çıktı ve diğer kızlar elbiselerle ilgilenirken, Odisseas sanki saraya bir saldırı varmış gibi "silah başına" diye askerleri bağırttı ve saldırı borusu çaldırttı. Diğer kızlar odalarına kaçışırken Akhilleus refleksle eline kılıcı alınca kimliği ortaya çıktı. Odisseas, kral Agamemnon'un onu istediğini söylediyse de Aşil kabul etmedi. Odisseas onu ikna için yalana başvurmak zorunda kaldı. Eğer Akhilleus savaşa katılırsa orduların komutanı o olacaktı. Akhilleus savaşa katıldı ama orduların komutanı olamadı. Daha sonra Odisseas, Kıbrıs kralı Kinyras'a da elçi olarak gitti. On yıl sürecek olan Truva Savaşı nda Akha'lı Odisseas, savaşçı, ordu komutanı, danışman, elçi ve arabuluculuk gibi görevler üstlendi. Savaş süresince evinden on yıl ayrı kaldı. Savaş bittikten sonra on yıl daha evine dönemedi, toplam yirmi yıl evinden ayrı kaldı. Odisseas'un adı İlyada'da hemen her sayfada geçer. Odisseas'un Truva Savaşındaki belki en önemli görevi, Akhilleus'u saklandığı yerden bulup getirmesiydi. Çünkü kahinler savaşın onsuz kazanılamayacağını söylemişlerdi. Odisseas üzerindeki lanet ise ordunun Aulis şehrinden uygun rüzgâr bulup aylarca denize açılamaması sırasında gelir. Kahin Kalkhas'a bu durumun çözümü sorulduğunda ise, kahin şöyle der: "Tanrıça Artemis kendisine adanmış kutsal dişi geyiği av sırasında öldürdü diye Agamemnon'un ordularının açılmasını sağlayacak rüzgârları önlemekteydi. Agamemnon bu geyiği donanma toplanırken vakit geçirmek için Aulis civarında çıktığı bir avda öldürmüştü. Bu yüzden de Agamemnon'a kin duymaktaydı. "Artemis'in kızgınlığının geçmesi İphigenia'nın kurban edilmesine bağlıdır" der. Agamemnon kızını kurban etmeye yanaşmadı. Günler haftalar geçti ve özellikle Menelaos ve Odisseas'un ısrarları sonucunda istemeye istemeye kızının kurban edilmesine onay verdi. Agamemnon karısı Klytaimnestra'ya haber göndererek kızını istetti. Güya kızını Akhilleus'la nişanlayacaktı. Kurban olayından haberi olmayan Akhilleus bu hileye katıldı ama sonradan öğrenince olayı engellemeye çok çalıştı. Engellemede başarısız olunca da Agamemnon'a çok kızdı. Kızın kurban edilmesi ve bu işte Odisseas'un Akhilleus'u kandırması ilk lanettir. Odisseas'un üzerindeki ikinci lanet, Truva Şehrinin ele geçirilemeyeceğinin anlaşılması üzerine, parlak zekasını kullanarak tahta at fikrini ileri sürmesiydi. Atın yapımından sonra atın içine ilk girenlerden birisi de o oldu. Truva şehri düştükten sonra yakılıp yağmalandı. Yağmadan sonra ganimetler paylaşıldı. Fakat Akhilleus'un yenilmezliğini pekiştiren Hephaisthos'un yaptığı güçlü silahlar kimde kalacak diye Akha komutanları arasında bir kargaşa yaşandı. Hâlbuki Thetis, Akhilleus'dan sonraki en yaman savaşçı kimse o alsın istemişti. O adam da Telemon'un oğlu Aias (Ajax) idi. Ama Agamemnon ile Menelaos ne yapıp edip bu benzersiz silahları Odisseas'a verdiler. Daha
sonra, Akha yiğitleri belli süreler ve serüvenler geçirerek yurtlarına döndüler. İçlerinden çoğu öldü, bazıları evlerine dönebildi. Sadece Odysseus bir türlü evine dönemedi ve bir on yıl daha denizlerde süründü. Odisseas'un başına musallat olan bu ikinci laneti bazı mitologlar şöyle yorumlar. ""-Truva Savaşında Odisseas, Truva Şehrine dehlizlerden gizlice girerek, şehri koruduğu düşünülen Athena'nın bizzat büyülediği bir heykeli (Palladium) çalarak Agamemnon'a sunmuştu. Odisseas'un başındaki diğer lânetler; Truva Savaşı sırasında tezgâh kurarak Palamedes'in taşlanarak öldürülmesi ve Rhesos'u uyurken atları için katletmesi diğer yaptıklarıdır. Ayrıca, Poseidon'un oğlu olan dev kiklop Polyphemus'un tek gözünü kör etmesi de başlı başına bir lânetti. Tüm bu lanetler Athena ve Poseidon tarafından kendisine türlü belalar şeklinde yollandı. Ama sonunda Odisseas 20 yılını evinden ayrı geçirdikten sonra lanetler Zeus tarafından kaldırıldı ve Odysseus sevgili karısına kavuşabildi." Truva Savaşına katılmasına sebep olduğu ve oynadığı deli rolünü açık ettiği için Odisseas, Palamedes'e kin duyuyordu. Truva Savaşı sırasında Odisseas, Palamedes'in hayatına son vermek için bir plan yaptı. Truva'lı bir tutukluya zorla bir mektup yazdırdı. Mektupta Palamedes'e teşekkür ediyor ve tutukluluğunun sona ermesi için yolladığı altınları alıp almadığını soruyordu. Odisseas tutukluyu öldürdü ve mektubu alarak Palamedes'in çadırına gitti. Bir miktar altını çadırın içinde toprağa gizlice gömdü. Mektubun bulunması ve Agamemnon'a götürülmesi işini de tezgâhladı. Agamemnon mektubu okur okumaz Palamedes'in çadırını arattı. Altın bulununca da Palamedes vatan haini olarak taşlanarak öldürüldü. Odisseas on iki gemisiyle çok güzel bir havada, uygun bir rüzgârda yurtlarına dönmek üzere denize açıldı. Açıldıktan bir süre sonra çıkan kuvvetli bir fırtına Odisseas'un gemileriyle Agamemnon'un gemilerini ayırdı. Odisseas'un filosunda, kendisinden sonraki ikinci komutan olan Eurylochus, kıyı kıyı giderlerken ilerideki bir şehri gördü ve şehri yağmalama fikrini ortaya attı. Fikir Odisseas tarafından kabul edildi ve Trakya'daki (Bugün Bulgaristan'da bir bölge) olan Kikon'ların ülkesinde karaya çıktılar. Gelen savaşçıları gören halk şehri boşaltarak dağlara kaçtı. Herhangi bir koruması, kalesi ve suru bulunmayan İsmaros (İsmara, İsmarus) kentine girip yağmaladılar, yakaladıkları halkını öldürdüler ve yalnız Apollon'un rahibi Maron'u sağ bıraktılar. Ondan on iki küp İsmaros şarabını armağan olarak aldı. Bu şarap çok kuvvetliydi ve suyla sulandırılarak içiliyordu. Bu şarap sonraları tek gözlü dev Polyphemos'u sarhoş etmeye yarayacaktır. Yağma akşam bitince Odisseas adamlarına derhal gemilerine binip denize açılmalarını söyledi. Adamları ağız birliği ederek yemek yemeğe ve zafer sarhoşluğuyla şarap içmeye başladılar. Hepsi sahilde uyuyup kalınca sabaha karşı, toplu olarak dağdan inen Kikon halkının saldırısına uğradılar. Truva Savaşı sırasında Truva halkına yardım eden savaşçılarıyla birlikte Odisseas'un adamlarına saldırdılar. Odisseas acele olarak denize açılmak zorunda kaldı. Her gemiden altı kişi kayıp vermiş oldular. Ağrı Ağrı (Eski ismi: Karaköse), Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi'nde bulunan şehir ve Ağrı ilinin merkez ilçesi. Ayrıca tarihte birden fazla isim değişikliği yaşamıştır. Karakilise, Ararat, Karaköse ve son olarak Ağrı Dağı'ndan esinlenilerek Ağrı ismi verilmiştir.Bu şehrin rakımı 1.632 m,Ağrı Dağının rakımı ise 5.137 m’dir. Çok soğuk bir iklimi olup, ormanlık alan yok denecek kadar azdır. Doğubayazıt ilçesi turizmcilerin gözdesi olup, İshakpaşa Sarayı'nın bulunduğu yerdir. Patnos ise Ağrı'nın stratejik olarak çevre illere köprü vaziyeti gören merkez ilçesidir. Diyadin, Hamur, Eleşkirt, Tutak ve Taşlıçay diğer ilçeleridir. Halkın büyük çoğunluğu tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktadır. 15 Nisan "İşgalden Kurtuluş Günü" olarak kutlanır. Osmanlı döneminde bu bölgedeki şehirleşme 1860 yılında Pakrevand (Üçkilise) piskoposu Hovhannes önderliğindeki Bitlisli Ermeni ticaret gruplarının Karakilisa (Kara Kilise) adını verilerek başlamıştır. Bir mülkte 10-15 dükkan kurularak başlatılan şehirleşme sonrası Milli Mücadele'nin ardından kent adı "Karaköse" adıyla değiştirilmiştir. 1946 yılında ise adı Ağrı yapılmıştır. Bu nedenlerle Ermenistan bölgede hak iddia etmektedir. Şehrin yıllara göre nüfus değişimi aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. Türk Hava Yolları her gün İstanbul'dan 2 sefer(Atatürk Havalimanı ve Sabiha Gökçen Havalimanlarına), Anadolu Jet her gün Ankara'dan Ağrı'ya karşılıklı seferler düzenlemektedir. Disfazi Disfazi. Bir çeşit konuşma bozukluğudur. Normal konuşma ile ilgili serebral (beyinsel) yapılardaki bozukluk sonucu kavrama ve ifade yeteneğinde anormallik vardır. Hastalar kelimeleri ve isimleri bulmada güçlük çekerler; yani konuşulan dili anlamakta veya ifade etmekte güçlük çekilir. Konuşmayı anlama ve yazma yeteneği bozuk olabilir, sözcükler birbirine karıştırılabilir. Dizartri Dizartri. Serebellar (beyinciğe ait) disfonksiyon (fonksiyon bozukluğu) ya da primer motor disfonksiyona bağlı konuşma bozukluğudur; hasta peltek konuşur. Serebellar bozukluklar konuşmada ritm bozukluğu yaratır; motor disfonksiyonda ise, telaffuz anormallikleri meydana gelir. Uyanık, farkında, dizartik hastalar kendilerine söyletilmek istenen sözcükleri farklı bir şekilde söylerler. Vasiliy Kandinskiy Vasiliy Wassilyevich Kandinskiy (Rusça: Василий Кандинский) (d. , Rusya – ö. 13 Aralık 1944), ressam ve sanat kuramcısı. Teorileri ve uygulamalarıyla 20. yüzyılda etkin rol oynayan önemli bir kuramcı ve ressam olmuştur. Avrupa'da soyut sanatın öncülüğünü yapmıştır. Kandinskiy 1866'da Moskova'da doğdu. 1886 yılında Moskova Üniversitesi’nde hukuk ve ekonomi okumaya başladı. Üç yıl sonra Vologda’ya düzenlenen etnografik bir geziye katıldı, ardından Rus Halk Sanatı üzerine bir makale yazdı. Bu deneyimin Kandinsky’yi ne kadar etkilediği, Song of Volga , Couple Riding, Colorful Life adlı ilk dönem resimlerinde rahatlıkla fark edilir. Bu resimler, kompozisyon koyu üzerine açık ve ışıklı formlar ile kurgulanmıştır. Sankt-Peterburg ve Paris’e seyahat eden Kandinsky, 1896 senesinde hukuk alanındaki kariyerini terk edip ressam olmaya karar verdi. İyi Almanca bildiği için ve eski Rus milliyetçilerinin çoğunlukla yaşadığı Münih'e taşındı. 1900 ve 1908 yılları arasında Moskova Sanatçılar Birliği beraberinde sergiler düzenledi. Diğer yandan Münih sanat ortamına girdi ve sergilerde ismi görünmeye başladı. Yerel sanat okullarında çalışmalar yaptıktan sonra Phalanx sanatçılar grubunu kurdu. Her yönden yetenekli bir sanatçıydı ve öncelerinde öğrencisi olduğu Phalanx grubunun daha sonra öğretmeni oldu. Fransız filozof Charles Fourier’nin (1772–1837), yarattığı ütopik toplumu için kullandığı bir kavram olan Phalanx kelimesi, 1901 yılında Kandinski ve arkadaşları tarafından, sanatçıların sergi açabilme olanaklarını genişletmeyi amaçlayan sanatçı grubuna verilmiş bir isim olarak sanat tarihindeki yerini aldı. Oluşum, 1904 senesine kadar Münih sanat ortamında aktif olarak rol oynamıştır. 10 yıl beraber yaşadığı Gabriele Münter o dönemde devlet okullarına kadınların alınmaması nedeniyle erkek ve kadınlara eşit davranılan Phalanx okuluna katılmıştı. Kandinskiy ile Phalanx'da tanıştı ve öğrencisi oldu. Bunu birliktelikleri ve yaşadıkları aşk izledi. 1904'te Kandinskiy ve Münter 4 yıl sürecek olan Venedik, Tunus, Hollanda, Fransa ve Rusya gezilerine başladılar. Gezileri boyunca Van Gogh, Gauguin ve Monet gibi empresyonisterin sanat yaklaşımları konusunda incelemelerde bulundular. 1908'de tekrar Münih'e dönerek yerleştiler. Kandinsky 1909 yıllarında ünlü emprovizasyonlarına başladı. 1911'de Kandinskiy, Münter ve diğer arkadaşları ile Münih'deki geleneksel sanatçılar derneğini ile bağlantılarını kopartarak Der Blaue Reiter (Mavi Binici) akımını oluşturdu. İki kısa yıldan sonra bu yeni grup Kandinskiy'nin önderliğinde Matisse, Picasso, Delauney ve Klee gibi zamanın önemli yaratıcılarını etrafında toplamıştı bile. Der Blaue Reiter yeni dönem için müzik, tiyatro ve bilimsel alanları da kapsayarak soyut resim, gerçekçilik akımları, primitive sanatlar ve çocuksu çizimler için adeta bir yön gösterici işlevindeydi. Böylece Münih dünyada önemli bir sanat merkezi haline geldi. Kandinskiy yaklaşımını 1912’de yayımlanan "Sanatta Zihinsellik Üzerine" adlı kitapta geliştirdi. Kandinskiy için sanat, manevi değerlerin betimlenmesidir. Her sanat dalı dışsal yapısı itibarıyla birbirinden ayrılsa da buluştukları ortak nokta, insan ruhunu arıtıp, harekete geçirebilecek iç amaç için çaba vermeleridir. 1914'te savaş başladığında Kandinskiy Rusya'ya geri döndü, ve Nina Andrevskaya ile evlendi. Gabriele Münter Münih'de kaldı. 1920 yılında, Sanatsal Kültür Enstitüsü adlı kurum için, süprematizm, Vladimir Tatlin’in (1885-1953) ‘Malzemelerin Kültürü’, konstrüktivizm ve kendi teorilerini içeren pedagojik bir program hazırlamak için görevlendirildi. Bauhaus bünyesindeki öğretim kadrosuna dahil olacağı tarih olan 1922 senesine kadar bu çalışmanın yürürlüğe konmasını bekledi. 1921 yılında RAKHN’de (Rusya Estetik Akademisi) aktif olarak görev aldı. Bir sene sonra Almanya’ya gitti ve Nazilerin 1933 yılında kapatacağı Bauhaus Okulu’nda eğitmen olarak görev aldı. 1922’de Berlin’de gerçekleştirilen ilk Rus Sanat Sergisi, Erste Russische Kunstausstellung’a katıldı. 1924’te Feininger, Jawlensky ve Klee ile birlikte Mavi Dörtlü’yü ("Blaue Vier") kurdular. 1933'de Hitler kapatana kadar Bauhaus'da hocalık yaptı. 1933'te Paris'e yerleşti. 1939'da Fransız vatandaşlığına geçti. Fransa'da pek çok önemli eser yaptı. Kandinskiy 1944'te Paris'te yaşamını yitirdi. Akuamarin Akuamarin, akvamarin veya aquamarin (Lat. aqua marina, "denizin suyu" anlamına gelir). Kıymetli taşlardan olup berilin şeffaf ve silikatlı bir türüdür. Hegzagonal sistemde kristalleşir ve sertliği 7,5-8 arasındadır. Kimyasal formülü: BeAlSiO şeklindedir. Açık mavi ya da mavimsi yeşil renktedir ve Zümrüte çok benzer. Genellikle beril
in bulunduğu koşullarda oluşur ve en güzelleri çoğunlukla Rusya’da bulunur. Brezilya’da bulunan sarı beril, bazen aquamarin krisolit olarak adlandırılır. Tipik aquamarin’in mavimsi tonunu veren korundum mevcutsa oryantal aquamarin adıyla anılır. Aquamarin, ABD’de orta Colorado’daki Sawatch dağ silsilesinin Mt. Antero tepelerinde bulunur. Brezilya’da, Minas Gerais, Espírito Santo ve Bahia eyaletlerinde aquamarin madenleri vardır. Bugüne dek en büyük aquamarin, 1910 yılında Brezilya’nın Minas Gerais bölgesindeki Marambaia’dan çıkarılmıştır. Ağırlığı 110 kg dan fazla olup (520.000 karat) 48,5 cm uzunluğunda ve 42 cm çapındadır. Mart ayında doğanların uğurlu taşı olduğuna inanılır. Denizciler uğurlu olduğuna inanır ve eskiden Kaptan olmayı hak eden denizcilere, akuamarin hediye edilirmiş. Çevre sağlığı Çevre sağlığı, bir canlının yaşamını sürdürmek amacıyla bulunduğu ortamda ihtiyaçlar piramidi içerisinde etkileşime girdiği her türlü faktörün istenmeyen etkilerinin tamamen engellenmesi, engellenemiyorsa zararlı etkilerinin azaltılması ve yasal düzenlemelerle sınırlandırılması, risk durumlarında gerek canlılar için güvenli ortamlar oluşturulması gerekse çevresel zararlıların kontrol altında tutulması amaçlı fikir ve faaliyetlerdir. Sağlık, bir canlının ruhen, bedenen ve sosyal olarak tam bir iyilik hali olarak tanımlanmıştır. Çevre sağlığı tabirinde ise, özne çevre yerine varlığa yüklenerek onun, çevresel etkenlere karşı korunması hali ve çevresel etkenlerin ona entegre edilmesi tanımlanmaktadır. Demek ki çevre sağlığı; Varlığın, olumsuz olarak tarif edilen her türlü çevresel etkene karşı korunması ve onunla çevresel etkenleri belirlenen kriterlere uyumlu olarak bir arada tutma hizmetidir. Geosantrizm Geosantrizm, geosentrizm veya yermerkezcilik, Yeri (Dünyayı) evrenin merkezi kabul eden görüştür. Kopernik sistemi öncesinde geçerli olan Batlamyus'un sistemi yermerkezci bir sistemdir. Gerçekdışı olduğu ispantanan bu modele 17. yüzyıla kadar gelişmiş toplumlarda bile inanılmaktaydı. Bunun sebebi dünya yüzeyinde yaşayan canlıların bakış açısından dünyanın sabit, güneş başta olmak üzere tüm gök cisimlerinin ise hareketli görünüşüdür. Fahrettin Altay Fahrettin Altay (12 Ocak 1880, İşkodra – 25 Ekim 1974, Emirgan, İstanbul), Türk Kurtuluş Savaşı kahramanlarından asker ve siyasetçi. Dumlupınar Meydan Muharebesi sonrası Yunan Ordusu'nun geri çekilmesini sağlayarak İzmir'e giren ilk Türk süvarilerinin komutanıdır. 12 Ocak 1880 tarihinde Arnavutluk'un İşkodra kentinde doğdu. Babası Piyade Albayı İzmirli İsmail Bey, annesi Hayriye Hanım’dır. Ali Fikri adında kendinden küçük bir erkek kardeşi vardır. Babasının görev yeri değişiklikleri nedeniyle öğrenim hayatı değişik kentlerde geçti. Mardin’de tamamladığı ilköğreniminin ardından askeri rüştiyeyi Erzincan'da, askeri idadiyi ise Erzurum'da bitirdi. 1897 yılında girdiği İstanbul Harp Okulu'ndaki öğrenimini 1900 yılında birincilikle tamamladıktan sonra Harp Akademisi’ne girdi. Bu okuldaki öğrenimini 1902 yılında altıncı olarak tamamladı ve meslek yaşamına başladı. İlk görev yeri olan Dersim ve çevresinde 8 yıl görev yaptı. 1905 yılında kolağası, 1908 yılında binbaşı rütbesine yükseldi. 1912 yılında Münime Hanım ile evlendi; bu evlilikten Hayrünisa ve Tarık adlı iki çocuğu oldu. II. Balkan Savaşı sırasında Çatalca Aşiret Süvari Tugayı'nın başında görev yaptı. Edirne’ye kadar gelen Bulgar Ordusu'nu püskürttü. I. Dünya Savaşı başladığında 3. Kolordu Kurmay Başkanıydı. Çanakkale Cephesi'nde çarpıştı. Bu görev sırasında ilk defa Mustafa Kemal ile tanıştı. Çanakkale Savaşı'ndan sonra kılıçlı altın liyakat ve gümüş imtiyaz savaş madalyaları ile ödüllendirildi. 1915 yılında Harbiye Nezareti Müsteşar Muavinliği görevine tayin oldu ve aynı yıl Miralay rütbesine terfi etti. Kısa bir süre Romanya İbrail Cephesi'nde görev yaptıktan sonra Filistin Cephesi'ne birlik komutanı olarak gönderildi. Filistin’deki yenilgiden sonra kolordu karargâhı Konya'ya taşınmıştı. Bu nedenle savaşın sonunda 12. Kolordu komutanı olarak Konya’daydı. Konya'da Fahrettin Altay'ın çevresinde ulusal kurtuluş çalışmaları yapan kişiler bulunmaktaydı. Kendisi, ulusal harekete katılmak konusunda bir süre tereddüt içinde kaldı. İstanbul'un resmen işgalinden sonra Temsil Kurulu tarafından alınan İstanbul ile her türlü ilişkinin kesilmesi kararına karşı çıkması, Refet Bey'in emrinde atlı birliklerle Afyon'dan Konya'ya gelmesine yol açtı. Refet Bey, Sarayönü İstasyonu’na gelerek Fahrettin Bey'i davet etmiş ve gelirken vali, belediye başkanı, müftü, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve muhalif tanınan kimseleri getirmesini istemişti. Grup, Mustafa Kemal'e bağlılıklarını fiilen göstermek üzere silahlı muhafızlar eşliğinde trene bindirildi. Mustafa Kemal'le Ankara'da yaptığı görüşmeden sonra tereddütleri ortadan kalkan Fahrettin Bey, İstanbul'dan değil Ankara'dan emir almak üzere kesin tavrını ortaya koydu. I. TBMM’de Mersin milletvekili olarak yer aldı. Mecliste gruplar oluştuğunda ne birinci ne de ikinci gruba girdi; bağımsızlar olarak adlandırılan grup listesinde bulundu. Kurtuluş Savaşı boyunca 12. Kolordu Komutanı olarak Konya Ayaklanması'nın bastırılmasında, 1. ve 2. İnönü Savaşları'nda Sakarya Meydan Muharebesi'nde görev aldı. 1921 yılında Mirliva rütbesine terfi etti ve Paşa oldu. Akabinde Süvari Grup Komutanlığı'na atandı. Kurtuluş Savaşı'nın son yıllarında Uşak, Afyon, Alaşehir çevresindeki çarpışmalarda süvarileri büyük hizmet gördü. Kütahya'nın Emet ilçesinden kendisi Emet halkı ve süvarileri tarafından kaçırılan Yunan ordusunu kovalayarak İzmir'e giren ilk süvari birlikleri Altay'ın komutasındaydı. 10 Eylül tarihinde İzmir'de Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı karşıladı. Büyük Taarruz'daki başarıları nedeniyle Ferik rütbesine terfi ettirildi. İzmir'in kurtarılmasından sonra emrindeki Süvari Kolordusu ile Çanakkale Boğazı üzerinden İstanbul'a yöneldi. Bunun üzerine Birleşik Krallık, Fransa ve Kanada'da siyasi etkileri olan Çanakkale Krizi oluştu. I. dönem TBMM'de Mersin milletvekili olarak bulunuyordu ama devamlı cephede görev yapmaktaydı. II. Dönem TBMM'de de İzmir milletvekili olarak yer aldı. Bir yandan da 5. Kolordu Komutanı olarak görev yaptı. Başkomutan Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın 1924 yılındaki İzmir gezisine eşlik etti. Askerlik ve milletvekilliğini birlikte yürütmesi mümkün olmayınca Mustafa Kemal Paşa'nın isteğine uyarak meclisten ayrıldı ve orduda kaldı. 1926 yılında Orgeneral rütbesine terfi etti. 1927 yılında tedavi için Avrupa'ya giden Mareşal Fevzi Paşa'nın yerine Genelkurmay Başkanlığı'na vekalet etti. 1928 yılında Türkiye'yi ziyaret eden Afgan Kralı Emanullah Han ile eşi Kraliçe Süreyya'ya mihmandarlık etti. 1930 yılında Menemen Olayı'ndan sonra Menemen, Balıkesir, Manisa'da ilan edilen sıkıyönetim sırasında sıkıyönetim komutanlığına tayin edildi. 1933 yılında 1. Ordu Komutanlığı'na atandı. 1934 yılında Kızıl Ordu manevralarına davetli tek ülke olan Türkiye'den gidecek askeri heyetin başkanlığını yaptı. Aynı yıl İran ve Afganistan arasındaki sınır anlaşmazlığında hakemlik yaptı. Hazırladığı rapor anlaşmazlığın çözümlenmesine esas oluşturdu. Atabay Hakemliği adı verilen rapor, günümüz İran-Afganistan sınırının güney kısmının çizilmesini sağladı. 1936 yılında Birleşik Krallık hükümdarı VIII. Edward'ın Çanakkale Savaşı alanları gezisine refakat etti. 1937 yılında Trakya Manevraları'na katıldı. 1938 yılında Atatürk için yapılan cenaze törenine komutan tayin edildi. 1945 yılında, Yüksek Askerî Şûra üyeliği sırasında yaş haddinden emekliye ayrıldı. 1946-1950 yılları arasında CHP'den Burdur milletvekilliği yaptı. 1950'den sonra siyasi hayattan da çekilerek İstanbul'a yerleşti. 25 Ekim 1974'te uykudayken hayatını kaybetti. Aşiyan Mezarlığı'na defnedilen naaşı, 1988'de Ankara'daki Devlet Mezarlığı'na nakledildi. 1966 yılında Fahrettin Altay Paşa, Altay kulübünü ziyaretinde Altay soyadını nasıl aldığını şöyle anlattı: 2007 yılında çalışmalarına başlanan Türk yapımı Altay Tankı'nın adı Türk Kurtuluş Savaşı'nda 5. Süvari Kolordusu'nun Komutanı Fahrettin Altay'ın hatırasına binaen verildi. Ali Çetinkaya Ali Çetinkaya (1878, Afyonkarahisar - 21 Şubat 1949, İstanbul), Türk asker siyaset ve devlet adamı. "Kel Ali" lakabı ile anılır. I. Dünya Savaşı'nda çeşitli cephelerde savaşmış bir subay; İzmir'in işgalinden sonra Kurtuluş Savaşı'nın askeri anlamda “"ilk kurşununu atan"” kişi olarak kabul edilmiştir. Bayındırlık Bakanlığı ve Ulaştırma Bakanlığı görevlerinde bulunmuş bir siyasetçi; Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Ulaştırma Bakanı’dır. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda, TBMM I. II., III., IV., V., VI., VII. dönemlerde meclis üyesi olarak yer aldı. Hukukçu olmamasına rağmen ikinci dönem Ankara İstiklal Mahkemesi başkanlığını yaptı. İzmir suikastı, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası davası gibi önemli davalara baktı. Bayındırlık Bakanlığı sırasında Ankara’daki resmi dairelerin çoğunu yaptırdı. Ulaştırma bakanlığı sırasında demiryolu politikasının savunucusu oldu. Ankara İstiklal Mahkemesi başkanlığı görevinde İskilipli Mehmed Âtıf Hoca'nın idam kararını vermiştir. 1878 yılında Afyonkarahisar'da doğdu. Babası demirci ustası Ahmet Efendi, annesi Fatma Hanım’dır. Babasını küçük yaşta kaybetti. Afyonkarahisar Rüştiyesi'nde ve Bursa Askeri İdadisi'nde okudu. Ardından 1898 yılında Harp Okulu’nu bitirdi. Devrin pek çok genç subayı gibi Balkanlar’da görev yaptı ve geleceğin ünlü subayları olan Resneli Niyazi Bey, Enver Bey, Ali Fethi Bey ile tanıştı. 1907’da Manastır'da İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı gizli örgüte katıldı. Hareket Ordusunun 31 Mart İsyanı’nı bastırmasından sonra II. Abdülhamit’in tahtan indirilmesinde ve Alatini Köşkünde ikamete götürülürken korunmasında Muhafız Birlik Komutanı Ali Fethi Bey’in yardımcısı olarak görev aldı. Trablusgarp’ın işgali üzerine gönüllü subay olarak Trablusgarp Savaşı’nda çarpıştı; Mustafa Kemal ile aynı cephede savaştı. Bu arada “"deli"” lakaplı Üsteğmen Halit Bey ile görev yapmış ama anlaşamadıkları için iki subayın görev yerleri deği
ştirilmişti. Trablusgarp'taki başarılarından ötürü binbaşı rütbesine terfi etti. I. Dünya Savaşı'nda Irak, Kafkasya ve Makedonya cephelerinde çarpıştı. Yarbaylığa yükseldi. Kut'ül Ammare'de dört ay Türk Birliklerine karşı dayanan İngiliz birliğini teslim alınmasında büyük katkısı oldu. Başarılarından ötürü Türk, Alman, Avusturya madalyaları ile ödüllendirildi. Mondros Mütarekesi'nden sonra İstanbul’da Karakol Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı ve "Yediler" diye bilinen ilk faaliyet grubunun içinde bulundu. Anadolu'ya silah, cephane kaçırmak için uğraştı. Bu dönemde Mefharet Hanım ile nişanlanadı ve daha sonra gerçekleşen evliliklerinden "İstiklal" (1923-2011) adlı bir kızı dünyaya geldi. İzmir’in işgalinden az önce, Ayvalık'taki 172. Alay Komutanlığı'na getirildi. 29 Mayıs 1919 tarihinde Ayvalık'ı işgal eden Yunan ordusuna karşı ilk direnişi başlattı ve halkın da katılımını sağlayarak, Ayvalık Cephesini oluşturdu. Günümüzde, Ayvalık'ta Yunan işgaline karşı atılan ilk kurşunun atıldığı yer olarak kabul edilen tepede onun adını taşıyan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait Rehabilitasyon Merkezi Komutanlığı yer alır. Ekim 1919 tarihinde askerlikten istifa etti ve 1920 yılında toplanan son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na Afyonkarahisar milletvekili olarak girdi. İstanbul’un işgali üzerine Malta sürgünleri arasında yer alarak yurttan uzaklaştırıldı. 1921 yılında serbest bırakıldı ve yurda dönerek Afyonkarahisar mebusu olarak TBMM 1. Dönem’e katıldı. 1925 yılında TBMM'de tartıştığı Ardahan Milletvekili Halit Paşa'yı öldürdü; ancak meşrû müdafaa halinde olması bahanesiyle hakkında kovuşturma yapılmadı. Şeyh Said İsyanı'ndan sonra kurulan ve 7 Mart 1927 tarihine kadar görev yapan İkinci Dönem Ankara İstiklal Mahkemesi’nin başkanlığını yaptı. Mahkemenin “"Üç Ali'ler"” diye bilinen üyelerinden birisiydi (diğerleri; Kılıç Ali ve Necip Ali). Mahkemenin baktığı en önemli davalardan birisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası‘nin Şeyh Said İsyanı ile bağlantılı görülüp kapatılmasına yol açan davadır. Bir diğer önemli dava ise Mustafa Kemal’e karşı düzenlen İzmir Suikastı ile ilgili davadır. Mahkeme bu davada Mahkeme bütün Terakkiperver mensubu milletvekillerini ve muhalefetteki etkili İttihatçıları tutuklama kararı almış; hatta tutuklananların delil yetersizliği nedeniyle serbest bırakılmasını isteyen Başbakan İsmet Bey’i de tutuklama kararı almıştır. 16 Şubat 1934 tarihinde Bayındırlık Bakanı oldu. Ankara'daki resmi dairelerin çoğu, beş yıl süren bakanlığı sırasında yapıldı. Bu görevi 3 Nisan 1939 tarihine kadar sürdü. Bakanlığı sırasında 1937 yılında Almanya'ya seyahati sırasında gerçekleşen buluşma sonucu Nazi Diktatörü Adolf Hitler'le görüşen ilk Türk Bakan oldu ve Hitler'in dünyayı bir savaşa sürüklediğini tespit etti. 1939-1940 yıllar arasında bir süre de Ulaştırma Bakanlığı yaptı. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Ulaştırma Bakanıdır. Bakanlığı sırasında demiryolu politikasının savunucusu oldu ve 1200 km demiryolu yaptırdı. Ulaştırma Bakanlığı'ndan ayrıldıktan sonra 1946 yılına kadar Afyonkarahisar milletvekili olarak kaldı. Yapılan ilk serbest seçimde Afyonkarahisar halkı tarafından milletvekili seçilmedi. Ömrünün son yıllarını İstanbul’da geçirdi. 21 Şubat 1949 tarihinde İstanbul'da hayatını kaybetti. Cenazesi Afyonkarahisar'a defnedildi. S-100 IEEE 696, 1975'den 1980'lerin ortalarına kadar ilk nesil kişisel bilgisayarlarda (8080, Z80, 6800...vb.) yaygın olarak kullanılan 100 bacaklı veriyolu standardı. Küçük bir şirket olan MITS, bilgisayar hobisi olanlara yönelik ürettiği 8-bit Altair mikrobilgisayarı 1975'de piyasaya sürdü. Intel 8080 işlemcili bu bilgisayar, 100 bacaklı kenar bağlantı yuvalı arka plan genişleme veriyoluna sahipti. İlk kişisel bilgisayarda özel bir genişleme yuvası tasarımının tercih edilmesinde, teknik mükemmelikten çok "bir tedarikçideki ihtiyaç fazlası stok" gibi ekonomik bir nedenin etkisi olmuştur. Altair, 100 bacaklı veriyolu sayesinde çeşitli uygulamalar için genişletilebilen açık mimariye sahip olmuştur. Başlangıçta "Altair veriyolu" olan sistem, Altair'in yaygın kullanımı ile daha fazla üreticinin veriyoluna uygun kartlar yapmasını sağlamıştır. Hafıza kartları, seri ve paralel arayüz kartları, floppy disket kontrol kartı, video kartı, müzik sentezleyici kartları gibi S-100 uyumlu kartlar yaygınlaşmıştır. Bu gelişme, IMSAI, SOL, Morrow, Godbout/Compupro, Dynabyte, Cromemco, ve Vector Graphicile gibi mikrobilgisayar yapan şirketlere 100 bacaklı veriyolunu ürünlerinde kullanma cesareti vermiştir. Bu şirketlerden Cromemco, veriyolunun kendi isimleriyle anılmasını isteyen firmalara cevap olarak S-100 (Standard 100) ortak ismini bulmuştur. 1983 yılında IEEE'nin oluşturduğu bir çalışma grubu, belirsizlikleri gideren ve gerekli iyileştirmeleri içeren S-100 veriyolu stardartını ilk kez resmi olarak belirledi. İbn Bacce İbn Bacce (Arapça: ابن باجة) tam adı "Ebû Bekr Muhammed bin Yahya bin es-Saig" (أبو بكر محمد بن يحيى بن الصايغ) olan Endülüs'lü, Arap filozof ve bilim insanı. Batıda "Avempace" olarak da anılır. Doğum tarihi tam olarak bilinmeyen İbn Bacce'nin Endülüs'teki Zaragoza (Saragosta) kentinde doğduğu bilinmektedir. Asıl adı "Ebû Bekr Muhammed bin es-Saig"'dir. 1138 yılında Fas'ta vefat etmiştir. Hayatının ilk dönemlerine dair pek bir bilgi yoktur fakat sonraki dönemlerde yazdığı eserler sayesinde düşüncesi ve bilimsel araştırmaları bilinmektedir. Akılcı (rasyonalist) bir filozof olan İbn Bacce, Meşşailik takımının önemli ismi Farâbî'den fazlasıyla etkilenmiştir. Felsefe dışında astronomi, matematik ve musikî ile ilgilenmiştir. Bunların dışında tıp'ta döneminin uzmanlarından olmuştur. Metafizik ve felsefedeki çeşitli düşünceleri nedeniyle bazı gelenekçi dini otoriteler tarafından dinsizlikle suçlanmıştır. Gazzali ve Eş'ariliğin düşüncelerini benimsememeyişinden Batı'ya göç eden İslam felsefesi Meşaiyye Endülüs Arapları arasında özellikle İbni Bacce taraflarından sürdürülmüştür. Diğer filozoflarla karşılaştırıldığında kendi düşüncesini anlatan pek az eser kaleme almıştır. Kaleme aldığı eserlerin çoğunluğu kendinden önceki Batılı ve Doğulu filozofların sistemlerine şerhdir. Özellikle Aristo'nun felsefi sistemine dair şerh niteliğinde birçok eseri vardır. İbn Bacce düşüncesinde varlıkları sayılar olarak nitelemiştir. Sayılar da ikiye ayrılır: buut (boyut) sahibi olanlar ve buut sahibi olmayanlar. İbn Bacce düşüncesinde hareketler de ikiye ayrılır: canlıların belirli olaylarla alakalı belirli hareketleri (insanın yürümesi gibi) ve mutlak hareketler (yıldızların dönüşü gibi). İbn Bacce'ye göre mutlak hareketler ezelidir ve ikiye ayrılırlar; dairevi olanlar ve düz olanlar. İbn Bacce'nin Tanrı düşüncesi tasavvufi bir görüştür. Ayrıca ilahi bilgiye akıl ile ulaşabileceğini savunarak Gazzali düşüncesine karşı çıkmıştır. İbn Bacce'ye göre ilim elde etmenin tek aracı akıldır. Deney ile elde edilen bilginin, ilmin bir değeri yoktur. Bunlardan da anlaşılabileceği gibi filozof akla büyük önem verir ve felsefesi fazlasıyla akılcı bir karaktere sahiptir. İbn Bacce'nin akılcı düşüncesi kendisinden sonra gelen iki büyük Endülüs'lü filozofu, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd'ü, büyük oranda etkilemiştir. İbn Bacce siyasi felsefe ile de ilgilenmiş, siyasi felsefeye sisteminde yer vermiştir. Siyasi düşüncesindeki ütopya bir seçkinler topluluğudur. Ütopik toplumunda her fert sağlıklı bir yaşam sürmekte etrafındakilere güçlü sevgi bağlarıyla bağlanmıştır. Bu noktadan yola çıkarak İbn Bacce düşündüğü bu toplumda hekimlere ve hakimlere ihtiyaç olmayacağını belirtmiştir. Hüsrev Gerede Hüsrev Gerede (1884, Edirne - 20 Mart 1962, İstanbul), Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet tarihinin önemli isimlerinden olan Türk asker, siyasetçi ve diplomattır. Kurtuluş Savaşı sırasında iç isyanların bastırılmasında rol oynadı. Savaştan sonra Büyükelçi ve milletvekili olarak görev yaptı. Rıdvanbeyoğlu ailesinden Ferik (Korgeneral) Mehmet Ali Paşa ile Mah-ı Nur Hanım'ın oğludur. 1908 yılında Mekteb-i Erkân-ı Harbiye'den Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. 7. Fırka Kurmay Subaylığı, Atina Askerî Ataşeliği görevlerinde bulundu. I. Dünya Savaşı'nda Karargâh-ı Umumî'de 2. Haber Alma Şubesi Subaylığı, 1. Kafkas Kolordusu Kurmay Başkanlığı, 25. Kolordu Kurmay Başkanlığı görevlerini yürüttü. Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıktığı sırada yanındaki 18 kişiden biri olarak 19 Mayıs 1919'dan itibaren Mustafa Kemal Paşa'nın kurmay heyetinde istihbarat ve siyasi şube müdürlüğü yaptı. Havza Genelgesi, Amasya Genelgesi'nin yazımında görev aldı. Erzurum ve Sivas Kongresi sırasında Heyet-i Temsiliye Başkâtipliği görevini yürüttü. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda Trabzon milletvekili olarak bulundu. İstanbul'un işgali üzerine Ankara'ya geçti ve Trabzon milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin çalışmalarına katıldı. Gerede İsyanı'nda isyancılara esir düştüyse de halk ona hürmet gösterdi. Hüsrev Bey de Gerede halkının bu nezaketinden dolayı Atatürk'ten kendisine "GEREDE" soyadının verilmesini istedi. Cumhuriyet döneminde askerlikten ayrılarak, Budapeşte, Sofya, Tahran, Tokyo, Berlin ve Rio de Janeiro Büyükelçiliklerinde bulundu. 1934 yılında Rıza Pehlevi'nin Ankara'ya gelmesini ve Türk-İran dostluğunu güçlendirilmesini sağladı. Tokyo Büyükelçiliği sırasında Ertuğrul Şehitliği'ndeki anıtı restore ettirdi. II. Dönem Urfa Milletvekili seçildiyse de 7 Mayıs 1924 tarihinde Budapeşte Büyükelçisi olması nedeniyle istifa etti. Daha sonra yine V. Dönem Sivas Milletvekili seçildiyse de 6 Ocak 1936 tarihinde Tokyo Büyükelçisi olması nedeniyle istifa etti. Diplomat Galip Kemali Bey'in kızı Lamia Hanım ile evlendi. Ali Faruk ve Mehmet Selçuk adlı iki oğlu oldu. Gümüş Liyâkat ve İmtiyaz Madalyaları, Kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası sahibidir. Japonya ve Almanya üzerine kitapları vardır. Atatürk ile ilgili anılarını yayımladı. İstanbul, Teşvikiye'de, uzun yıllar yaşadığı caddeye Hüsrev Gerede anısına bir anıt dikildi. Damara (mitoloji) Damara, Kelt mitolojisinde bereket tanrıçasıdır. Mayıs ayı ile özdeşleşmiştir.
Kırıkkale Fen Lisesi Kırıkkale Fen Lisesi ("KFL") 1993-1994 eğitim-öğretim yılında hizmete açılarak, Kırıkkale'deki yerleşkesinde eğitim-öğretim'e devam etmekte olan bir Fen Lisesidir. 1993 yılında açılan Kırıkkale Fen Lisesi 1995 yılında Yuva mahallesindeki Sağlık Meslek Lisesi'nin binasına taşınmış, uzun bir süre burada eğitim vermiştir. 2005-2006 öğretim yılında eski binasında bazı değişiklikler yapılmıştır. 2009-2010 öğretim yılında ise yeni binasına taşınmıştır. Fen liseleri yatılı ve karma okullardır. Ancak öğrenci velilerinin istekleri doğrultusunda gündüzlü de okunabilir. Sınıf mevcutları 24 kişidir. Yıllara göre değişen sayıda öğrenci almakla birlikte son seneler 96 kişi almış, liselerin 4 yıla çıkmasıyla birlikte sorun yaşamamak için kontenjanı 72 kişiye düşürülmüştür. Kırıkkale Fen Lisesi her yıl yaklaşık %2'lik dilimden öğrenci almaktadır. Sagalassos Sagalassos, Antalya'ya 110, Ispartaya 41 km uzaklıkta, Burdur'un Ağlasun ilçesinin 7 km kuzeydoğusunda yer alan antik bir kenttir. Antik Yunan'da Pisidya'nın başkenti olan bu şehrin çoğu yapısı kısmen ayakta kalabilmiştir. Bunların en iyi durumda olanı ise tiyatro bölümüdür. Batı Toroslar'ın bir parçası olan Ağlasun dağının güney eteklerinde, 1450–1700 m yükseklikteki meyilli bir arazi üzerine kurulu kentin kalıntıları, doğu-batı yönünde 2.5 km, kuzey-güney yönünde ise 1,5 km'yi kapsayan bir alana yayılır. İlk olarak, 1706'da Fransız gezgin Paul Lucas tarafından keşfedilen Sagalassos'ta arkeolojik kazılar 1990'da başlatılmıştır. Çeşmelerinin görkemiyle anılan Sagalassos, dünyanın en yüksek rakımlı, 9.000 kişilik tiyatrosu ve kendine has kaya mezarlarıyla bilinir. Sagalassos'ta bulunan ve Traian dönemine tarihlenen Ares, Herkül, Hermes, Zeus, Athena ve Poseidon büstleri Antik Dönem heykeltıraşlığının önemli örneklerinden sayılıyor. Ayrıca, içinde pek çok havuz bulunan Roma hamamının da iki katı korunmuş şekilde günümüze kadar (2016) ulaşmıştır. Amaçlanan hedef ise, yıkılan her türlü yapıyı yapay olarak tekrar yapıp eski Roma'yı ve o zamanı anlatmaktır. Kazı çalışmalarının başlangıcı olan 1990'dan itibaren, Sagalassos'taki arkeolojik araştırma, anıtsal şehir yapıları ile arkeolojiyi daha çok temsil eden heykel ya da benzeri sanat eserlerine odaklanan klasik arkeoloji geleneklerinden ayrılmak niyetindeydi. Bu konulara da gerekli özen gösterilse de, alana uygulanan genel yaklaşım, doğası ne olursa olsun günümüze kadar korunmuş her türlü kanıtsal malzemenin örneklerinin alınıp ve incelendiği ve bu sayede antik dönemdeki çevrenin ve gündelik hayatın her yönünün belgelendiği dallararası bir yaklaşımdır. Sagalassos Arkeolojik Araştırma Projesinin esas hedefi Sagalassos kentinin çevresi ile ilişkili olarak kökenini, büyümesini ve sonunda çöküşünü araştırmaktır. Arkeolojik Araştırma Projesi bir yandan şehrin 1800 km² genişliğindeki kontrol sahasındaki yerleşim geçmişini, yöresel doğadan nasıl etkilendiğini ve aynı zamanda doğayı nasıl değiştirdiğini belirlemeye çalışmaktadır. Diğer yandan insanların yaşama yöntemleri, ekonomisi, ticaret düzenleri ve kentin sosyal geçmişi araştırılmaktadır. Bu dallararası yaklaşım sayesinde jeologlar (mineral kaynaklarını çalışıp, çanak çömleklerin örneklerini alıp inceleyerek), jeomorfologlar (alan dahilinde arazi şekillerini, tortulaşmayı ve erozyonu inceleyerek), ve arkeozoologlar (yaşam düzenlerini, ve hayvanların ekonomide kullanımı ile geride bıraktıkları ekolojik izleri inceleyerek) en baştan itibaren projenin içinde bulunmuşlardır. Bu 19 seneden daha uzun süredir devam eden dallararası işbirliği, Sagalassos'un gelişiminin fiziksel ve kültürel özellikleri hakkında bir bilgi hazinesi ortaya çıkarmıştır. Jeomorfologlar ve sismologlar, MÖ 13000 civarında yakınlarda bulunan Gölcük Yanardağlarının patlaması, MS 500 civarındaki ve MS 7. yüzyıl ortası arasındaki depremler, bunlara bağlı sismik fay hatları, alanın yerleşim amaçlı kullanılmasından önce, bu dönemde ve daha sonrasında meydana gelen toprak kaymaları gibi arazinin oluşumunda rol oynayan birden fazla felaketi belirlemiştir, Palinologlar Holosen dönemin başlangıcından itibaren bitki örtüsünün geçmişini ortaya çıkarmıştır ve jeologlar kentin zanaat ve inşa endüstrileri tarafından kullanılan hammaddelerin kökenlerinin yerlerini belirlemiştir. Arkeozoologlar alandan gelen hayvan kalıntılarını sistematik olarak incelemiş ve, örneğin, ithal edilmiş tatlı su ile Akdeniz balıklarının kaynaklarını saptamıştır. Lambaların, pişirme kaplarının ve depolama kaplarının kalıntı analizi ile flotasyon'a dayalı makrobotanik araştırma yaşam düzeni ile palinolojiye dayalı çevrenin ekolojik durumu hakkında bilgi dağarcığına katkıda bulunmuştur. Keramolojik araştırmalar, arkeometri yöntemlerin yardımı ile Sagalassos'un İmparatorluk döneminde önemli bir çömlek üretim merkezi olduğunu belirlemiştir ve cam üretimi ile metajurjiye kadar uzanan yerel zanaat üretimini ayrıntılı olarak kavramamızı sağlamıştır. Egzotik mimari malzemelerin ve sikkelerin incelenmesi ile birlikte bütün bu kanıtlar şehrin bölgesel ve uluslararası ticaret ilişkilerinin resminin geliştirilmesini sağlamıştır. Son olarak epigrafik çalışmalar, özellikle İmparatorluk döneminin ilk iki yüzyılı boyunca, şehrin alt yapısında ve süslenmesinde üst tabakanın rolü ile yerel tarih hakkında bilgi vermektedir. Yüzey taramaları, kazılar, restorasyon çalışmaları ve dallararası araştırmalardan elde edilen kanıtların birleşimi kent ve tarihi hakkında, sadece kazı çalışmalarından elde edilebilecek bilgiden çok daha fazlasını sağlamıştır. Bunun yanı sıra yukarıda belirtildiği gibi sürekli gelişen incelemeler için uygun altyapıyı da oluşturmaktadır. Çömlekçiler mahallesinde yapılan sınırlı bir kurtarma kazısının ardından, Katholieke Universiteit Leuven (Leuven Katolik Üniversitesi)'den Prof. Marc Waelkens'e 1990 senesinde tam kazı yapma yetkisi verilmiştir. Kentik politik geçmişi hakkında herhangi bir bilgi elimizde olmadığı için, kazıların ilk odak noktaları onursal anıtların genelde bulunması beklenen ve sırasıyla Yukarı ve Aşağı Agora olarak isimlendirilen büyük kent meydanları olmuştur. Zamanla her iki meydan ve onlara bakan anıtsal yapılar açılmıştır. Bu alanlardan yerel üst tabakanın kentin anıtsal gelişimindeki etkisi ile kendi aralarındaki sosyal hareketliliği belgeleyen düzinelerce kamu yazıtı çıkarılmştır. Bunların yanı sıra meydanların çevrelerinde bulunan anıtların mimari süslemelerinin incelenmesi, Sagalassos'taki yerel ve dış kaynaklı imar loncalarının ya da Bauhütten'lerin tanımlanarak kentin yerel imar tarihi dahilinde mimarisinin daha kesin bir şekilde yerine oturtulmasına yardımcı olmuştur. Kentin politik organizasyonu ile ilgili yapılar arasında açığa çıkarılan en önemli örnek, MÖ 100'e tarihlenen ve kentin polis durumunu belirleyen kent konsey salonudur. Aynı zamanda anıtsal merkezin doğu sınırında bulunan Neon kütüphanesinde ve Dorik çeşme evinde şehrin politik geçmişi ile birlikte şehirleşme sistemi hakkında bilgi elde etmek amacıyla kazı çalışmalarına başlanmıştır. Bu sayede elde edilen bilgi kentin alt yapısı ile şehircilik açısından gelişimini belirlemek amacıyla yapılan deneme sondajları ile desteklenmiştir. Bu sondajlar sonucunda birden fazla sokak açığa çıkarılmış ve yüzey taramaları ile jeofizik taramaları sayesinde ortaya çıkarılan haritaya eklenmiştir. Ek olarak elde edilen başka bilgiler ise Yukarı ve Aşağı Agora'nın anıtsal görünümünü destekleyen en az dört tane MS 2. yüzyıl nymphaea'ların(çeşmelerin) varlığıdır. Örneğin bu nymphaea'ların su havzalarının korkulukları tarafından yarıda kesilen su çıkışlarının varlığı, kentin yerleşiminin son dönemlerinde su seviyesinde bir değişiklik olduğu ve su miktarında sürekli bir azalma görüldüğüne işarettir. 1993 senesinden beri süren kazı çalışmaları kentin en çok su tüketen yapısının, yani büyük Roma hamamının açığa çıkmasını sağlamaktadır. Bu yapı grubu yaklaşık MS 120 ile MS 165 arasında inşa edilmiş ve geç MS 4. yüzyıl ile erken 5. yüzyıl arasında, son olarak da MS 500'den sonra anıtsal bir şekilde restore edilmiştir. MS 7. yüzyılın başlarına kadar kısmen kullanım görmüş, zeminin bir kısmı insan dışkısının toplandığı, daha sonra da olasılıkla yakınlardaki tarlalarda kullanmak üzere bir nevi gübre elde etmek için kireç ile karıştırıldığı bir mekân halini almıştır. Kazının ilk senelerinin ardından kentin doğusunda bir çömlekçiler mahallesinin varlığı kesin olarak belirlenmiş, bunun sonucunda o bölgedeki kazı çalışmaları geçici olarak durdurularak, önce şehir kazılarındaki stratigrafik buluntu gruplarından elde edilen yerel çanak çömlek üretiminin çalışılmasına karar verilmiştir. Bu çalışmalar buluntu gruplarının içinde çıkan diğer kronolojik belirleyiciler olan sikkeler, mimari süslemeler ve yazıtlar sayesinde onlarla bulunan çanak çömleklerin göreceli kronolojik sıralamasının belirlenmesini sağlamış, bunun sayesinde de yerel çanak çömleklerin tipolojik ve kronolojik sıralamasının belirlenmesi için daha uygun bir temel atılmıştır. Bu yaklaşım kaliteli malların üretiminde dokuz ana dönem belirlenmesini mümkün kılmış, kaba mallarda ise göreceli olarak daha az kesin kronolojik temel ortaya çıkarılmıştır. Dahası çanak çömleklerde kullanılan kilin arkeometrik incelemesi sonucunda bölgedeki hangi kil yataklarından çömlekçilerin üretimi için hammadde elde edildiği belirlenmiştir. Şehir kazıları yerel üretim hakkında temel bilgi sağladıktan sonra, kazılar tekrar çömlekçiler mahallesine yönelmiştir. Burada iki atölye açığa çıkarılmış, bir tanesi aralıklı olarak 1. yüzyıldan 5. yüzyıla kadar kaliteli mallar üretmiş, diğeri ise MS 5. yüzyıldan 6. yüzyılın ortasına kadar figürinler, lambalar, yolcu mataraları (oinophoroi) pişirmiştir. Açıkça yerel keramik üretimi derin bir uzmanlaşma göstermektedir ve imparatorluk döneminde ilkel endüstriyel seviyede olmalıdır. Kamu alanlarının kazıları Sagalassos'un üst tabakası hakkında bize değerli kanıtlar sunarken, kent sınırları dahilindeki yaşam koşullarını belgelemek amacıyla domestik mahallede çalışmalara başlanmasın
a karar verilmiştir. Böylece, 1995 senesinde, tiyatronun güney batı yamacında bulunan doğu domestik alanında kazılara başlanmıştır. Bu alanda, günümüzde halen devam eden kazı çalışmaları sonucunda birbirini takip eden üç teras üzerine dağılmış en az elli odalı geniş kent konağı açığa çıkarılmıştır. Bu kent konağının yanı sıra kentin ana meydanlarının çevresinde bulunan birkaç daha ufak yerleşim üniteleri/dükkanlar incelenerek yerel toplum içinde değişik tabakaların yaşam koşullarının karşılaştırılması sağlanmıştır. Son olarak, şehrin Hristiyanlaşmasının belgelenmesi (ör. Eski Apollo Klarios Tapınağı'ndaki değişiklikler) ve kentin 7. yüzyıl ortasında terk edilmesinin ardından bölgedeki yerleşimi incelemek (ör. İskender tepesinin burnundaki Hadrian ve Antoninus Pius'a adanan tapınak gibi) amacıyla sözde gymnasium gibi şehrin bazı büyük binalarında bir dizi keşif sondajı yapılmıştır. 1999 yılındaki Sagalassos kazılarında bulunan iskeletler ve yerel halkın DNA testlerinde akrabalık bulunmasıyla Anadolu'ya gelen Türklerin Rum ve Ermenilerin yanında yerel halkla da kaynaşmış olduğunun göstergesi kabul edildi. İşlemci Eugene O'Neill Eugene O'Neil (d. 16 Ekim 1888 - ö. 27 Kasım 1953), Nobel ödüllü ABD'li oyun yazarı. Amerikalı oyun yazarı Eugene O'Neill, Amerikan tiyatrosunun gelişmesinde katkıda bulunmuş en önemli yazarlardan biridir. 1936'da Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan yazara dört kez de Pulitzer Ödülü kazanmıştır. Ünlü aktör James O'Neill'in oğlu olan Eugene O'Neill, New York'ta doğdu. Bir yıl okuduktan sonra üniversiteden ayrıldı. Genç yaşta altın aramak için Honduras'a gitti. Gemilerde çalışarak Buenos Aires'e giden Eugene O'Neill daha sonra Güney Afrika ülkelerini dolaştı. Vereme yakalandıktan sonra oyun yazmaya başladı. Tanık olduğu aile içi çatışmalar ve toplum dışı yaşamın kazandırdığı deneyimler yazdığı oyunlara esin kaynağı oldu. Yoğun insan tutkularının işlediği oyunları yazmıştır. Gordon Childe Prof. Dr. Gordon V. Childe (d. 14 Nisan 1892 – ö. 19 Ekim 1957), Avustralyalı arkeolog. Arkeolojiye Marksist bakış açısını getirmiştir. Arkeolojik bulguları tarihsel bütünlük ve gelişim içinde kavrayıp yorumlamaya çalışmış olup, bu anlayışla yazdığı yapıtları, arkeolojik ve tarihsel bulguların sosyalizm açısından değerlendirilmesinde ufuk açan yapıtlar olarak klasikler arasında girmiştir. Gordon Childe 1892 Avustralya'nın Sidney şehrinde doğdu. Sidney ve Oxford üniversitelerini bitirmiştir. 1925 yılında arkeoloji teorisi üzerine yazdığı "The Dawn of Europeon Civilization" adlı kitapı onun hızlı bir şekilde tanınmasını sağladı İlk kitabında Avrupa veya batı uygarlığının doğuşunda Yakın doğunun rolü ve etkilen üzerinde düşüncelerini yansıtmıştır. G.Childe çok iyi bir dilbilimci olarak, 1927 yılında İskoçya'daki Edinburgh Üniversitesi'nde Arkeoloji profesörü olarak atandı. Bu süreçte Britanya neolitiği üzerine kazı çalışmaları yürütür. Çok iyi bir teorisyen olduğundan arkeolojik kazılarca bulunmuş verileri değerlendirmesi ile hep ön plana çıkmıştır. Nitekim 1928 yılında yazdığı "The Most Ancient East" adlı kitabı oldukça ilgi görmüştür. Ayrıca Yunanistan, Balkanlar, Irak, Hindistan ve ABD'de kazı birçok çalışmalarına katıldı. Özellikle Sovyetler Birliğine yaptığı ziyaretlerin kendi arkeolojik kişiliğini geliştirdiğini söyleyebiliriz. Özellikle marxist düşünceden etkilendiği ve teorilerini bu etkide geliştirdiği kabul edilir, 1946-1956 yılları arasında Londra Üniversitesinde Tarih Öncesi Arkeolojisi profesörlüğü ve Arkeoloji Enstitüsü yöneticiliği yaptı. G.Childe'ın en çok okunan iki kitabı "Tarihte Neler oldu" (What Happened in History) ve "Kendini Yaratan İnsan" (Man Makes Himself) 'dır. Edinburgh'dan sonra 1956 yılından da emekli olduğu Londra Üniversitesindeki Arkeoloji bölümüne dekan olarak atanmıştır. 1957 yılında Avustralya'ya döndü ve Blue Mountain de intihar etmiştir. Gordon Childe'ın arkeoloji dünyasına kattığı ve en önemli iki teorisi "Neolitik Devrim/Neolithic Revolution" ve "Şehircilik Devrimi/Urban Revolution" dir Bu iki teori üzerine arkeolojik çalışmalar yapmış ve bunların kayıtlarını tutan ilk kişilerden birisidir ve bu çalışmaları hala günümüzde de geçerliliğini devam ettirmektedir. Özellikle Avrupa Dünyasının Neolitikleşme süreci ile ilgili ortaya attığı teoriler sürekli olarak arkeoloji dünyasında tartışılmaktadır. Vaha Teorisi (Oasis hyothesis) olarak bilinen ve insanların avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik düzene geçiş sürecini açıklayan teorisi ile neolitik devrimin ortaya çıkışanı açıklayıcı bir model ortaya sermiştir. Ayrıca bu kapsamda "Ex oriente lux" (Doğudan Yükselen Işık), olarak bilinen söylemiyle batı veya Avrupa uygarlığının köklerinin yakın doğudan batıya doğru göç ettiği savını ileri sürmüştür. Yine. şehircilik ve devlet oluşumu ile ilgili teoriler ortaya atmıştır. Neolitik Devrim ve Şehircilik devrim kavramları dışında arkeoloji ve Hint-Avrupa dilleri üzerine çalışmalar yapmış ve bu Hint-Avrupa dillerinde daha sonra Hint-Avrupalıların kökenleri konusunda teoriler geliştirmiştir. Bunun sonucu Aryan tezini ortaya koymuştur. Sonuç olarak, Gordon Childe'in özellikle Avrupa ve Yakın Doğu prehistoryasına yön veren en önemli kişiler arasında sayıldığı söylenebilir. Özeiiikle Neolitik Devrim ve Şehircilik devrim teorileri prehistorik arkeolojiye yön vermiştir. Cavit Erdel Cavit Erdel (1884, Edirne - 5 Mart 1933) Türk asker ve siyasetçi. 1905 yılında Harp Akademisi'nden mezun oldu. 1910-1911'de Fransa'da mesleki öğrenim gördükten sonra Balkan Savaşı'nda görev yaptı. I. Dünya Savaşı'nda değişik cephe ve birliklerde Kurmay Başkanlıkları ile Tümen Komutanlıklarına vekillik yaptı. Kars Müstahkem Mevki Komutanlığı yapmakta iken TBMM I. Dönem Kars milletvekili seçildi. Aynı görevle Büyük Taarruz'a katılarak, 1922 yılında Miralay rütbesine terfi etti. Ağustos 1923'te milletvekilliği görevi devam etmek üzere Milli Savunma Bakanlığı Personel Daire Başkanlığı'na getirildi. 1924 yılı sonlarından itibaren izinli sayılmak suretiyle Kars milletvekilliğine devam etti. 1926-1927 yılları arası 7. Tümen Komutanı olarak görev yaptı. 1927'de Mirliva rütbesine terfi etti ve 1933 yılına kadar 16. Tümen Komutanlığı yaptı. 1933 yılı başlarında Askeri Yargıtay üyeliğine atandı ve bu görevde iken 5 Mart 1933 tarihinde vefat etti. 1988 yılında kemikleri, Mustafa Kemal Atatürk'ün silah arkadaşları için Atatürk Orman Çiftliği arazisinde oluşturulan Devlet Mezarlığı'na nakledildi. Kendisi gibi asker olan kardeşi Rüştü Erdelhun, 1958-1960 yılları arasında Orgeneral rütbesinde Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüttü. Refet Bele İbrahim Refet Bele (1881, Selanik – 3 Ekim 1963, İstanbul), Türk asker ve siyasetçi. Kurtuluş Savaşı'na katılan ilk beş generalden birisidir (diğerleri Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa, Kâzım Karabekir Paşa ve Rauf Orbay). Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarında İçişleri Bakanlığı, Millî Savunma Bakanlığı görevlerinde bulunmuştur. Gazze Savaşı'nda büyük başarılar gösterdi, 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa ile Samsun'a çıkarak Paşa'nın yakın çalışma arkadaşları arasına girdi ve Kurtuluş Savaşı'nı sonlandıran Mudanya Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra Ankara Hükümeti'nin İstanbul'daki temsilcisi sıfatıyla Saltanatın kaldırıldığını Sultan Vahdettin'e tebliğ eden, 4 Kasım 1922 tarihinde İstanbul'un idaresine TBMM namına el koyan, Vahdettin'in İstanbul'dan ayrılışından sonra Abdülmecid Efendi ile görüşen ve TBMM tarafından halife seçilmesi üzerine ona uyması gereken şartları tebliğ eden kişidir. I. dönem İzmir, II. Dönem İstanbul milletvekilliklerinde bulunan Refet Bele, cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal Paşa ile görüş ayrılıklarına düşmüş ve Türkiye'nin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucuları arasına yer almıştır. İzmir suikastı sanıklarındandır. Suikast girişimi nedeniyle yargılanıp beraat ettikten sonra Mustafa Kemal Atatürk'ün sağlığında tekrar milletvekili olabilen iki kişiden biridir (diğeri Ali Fuat Paşa). 1881 yılında Selanik'te doğdu. Babası Mehmet Servet Bey, annesi Emine Adviye Hanım’dır. Selanik'te yaşayan Rumeli kökenli bir aileye mensuptu. Soyadı Kanunu'ndan sonra aldığı Bele soyadı, Bulgaristan’da dedesi Beleli Mehmet Bey'in sahip olduğu Bele kasabasından gelmiştir. Balkanlar'daki karışıklılar nedeniyle İstanbul'a gelen ailesi, bebekliğinde Selanik'e geri dönmüşlerdi. İlk ve orta öğrenimini İstanbul ve Selanik'te tamamladıktan sonra girdiği İstanbul'daki Harp Okulu'nda ileride Kurtuuluş Savaşı'nın lideri olacak kişilerle birlikte okudu. 1898 yılının sonunda piyade teğmen rütbesi ile mezun olup 3. Ordu emrine verildi. 1903 yılındaki Bulgar ayaklanmasının bastırılmasında rol aldı. 1903 yılında üsteğmen, 1906 yılında yüzbaşı oldu. 1908 yılında Hareket Ordusu Jandarma Taburu'na komuta etti. Bu dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi oldu. İttihat ve Terakki’nin kurucularından Talat Paşa'nın en yakın arkadaşlarındandı. 31 Mart İsyanı'ndan sonra toplanan İttihat ve Terakki Kongresi'nde cemiyetin siyasi parti haline gelmesi ve askerin politikadan çekilmesi gerektiğini savunan Mustafa Kemal'i destekledi. Ekim 1909 tarihinde başladığı Harp Akademisi’ne devam ederken önce Trablusgarp Savaşı'na sonra Balkan Savaşı'na katıldı. 1 Kasım 1912 tarihinde Harp Akademisi'ni birincilikle bitirip Genelkurmay Karargahı'na atandı ve 1914 yılında I. Dünya Savaşı'na katıldı. Savaşta Sina-Filistin Cephesinde, özellikle İkinci Gazze Muharebesi'nde büyük yararlıklar gösterdi, birçok madalya ve nişan kazandı. Savaşın son günlerinde Dahiliye Vekili Sina'da başarı göstermiş olduğu için onun Jandarma Umum Kumandanı olmasını önerdi. Yıldırım Ordular Grubu komutanı Liman von Sanders, bir İngiliz saldırısı beklediği için onu göndermedi. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra İstanbul'a dönebildi. Üstlendiği Jandarma Genel Komutanlığı görevi, ülkeyi bir arada tutmaya çalışırken jandarmayı alternatif bir güç olarak gören milliyetçi subaylar için önemliydi. İstanbul'un asayiş sorunu ile ilgilenirken
bir yandan da Anadolu'ya silah gönderdi. Ahmed İzzet Paşa Kabinesinin kurulduğu bu günlerde; İstanbul'da kasten bir anarşi ortamı oluşturarak bir asayiş problemi ortaya çıkarmak ve dıştan yapılacak bir müdahaleye zemin hazırlanmak isteniyordu 19 Ocak 1919’da VI. Mehmed'in ve Damat Ferid Paşa'nın işine gelmediği için görevinden azledildi. Jandarma Umum Kumandanı olarak görev yaptığı günlerden itibaren, Millî Mücadele planları için Mustafa Kemal Paşa'nın evinde yapılan toplantılara katılmaktaydı. Mustafa Kemal, Ali Fuat, Rauf, Kâzım Karabekir Beyler ile birlikte "Kurtuluş Savaşı'nın İlkleri" diye anılan grubun parçası oldu. Bu toplantılarda Anadolu'daki gücün başına Mustafa Kemal Paşa'nın geçmesini önerdi. 16 Mayıs 1919 tarihinde, 3. Ordu Müfettişi göreviyle ve Kurtuluş Savaşı'nı başlatma maksadıyla Anadolu’ya giden Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Bandırma Vapuru'na binerek Samsun'a gitti. Bu yolculuğa katılmasını Mustafa Kemal Paşa istemişti. Gidiş izni yoktu ancak 15 Mayıs 1919 tarihinde İngilizlerden vize alabildi. Mustafa Kemal Paşa'ya İngilizlerin gemiyi batıracağını söyledi. 17 Mayıs tarihinde kendisi de 9. Ordu'ya bağlı, karargahı Sivas'ta bulunan 3. Kolordu Komutanlığı ile görevlendirildi. Samsun'a vardıktan sonra başlatılan Millî Mücadele'nin gerekçesini, amacını, yöntemini açıklayan bir belge niteliğindeki Amasya protokolünün hazırlandığı toplantılara katıldı. 21 Haziran 1919 tarihinde gizli bir genelge ile duyurulan protokolde imzası olanlardan birisiydi. Amasya Genelgesi'nin imzalanmasının ardından Mustafa Kemal ve Rauf Bey ile birlikte Sivas'a gitti. Diğerleri Erzurum Kongresi'ne katılmak için yola devam ederken Sivas Kongresi hazırlıklarını tamamlamak için bu şehirde kaldı. İngilizlerin Temmuz ayı başında Samsun bölgesine asker çıkarmaları üzerine Kavak civarına topçu birliği yerleştirip savaş düzeni almasıyla bu harekâtı durdurdu. Harbiye Nezareti'nden kendisine gönderilen ve Mustafa Kemal Paşa'nın emirlerini dinlememesi gerektiğini aksi halde bu durumun İngilizlere işgal hakkı tanıyacağını bildiren telgrafa uzun bir yanıt vererek "Mustafa Kemal'in Erzurum'da olduğunu, onun bu durumla ilişkisi olmadığını, bunun yurtsever herkesin yapacağı bir hareket olduğunu" bildirdi. 13 Temmuz 1919 tarihinde Takvim-i Vekayi de yayınlanan yazı ile ordudaki görevinden alındı. Görevden alınacağını hisseden Refet Bey ise 12 Temmuz tarihinde Kavak’tan gönderdiği telgrafla istifasını bildirmişti. Böylece 3. Kolordu Komutanlığı görevini yerine atanan Miralay Selahattin Bey'e devretti. Ordudan ayrıldıktan sonra Erzurum Kongresi’ne ve ardından Samsun delegesi olarak Sivas Kongresi'ne katıldı. Erzurum Kongresi sürerken bölgedeki askeri ve mülki makamlara Mustafa Kemal Paşa ve Refet Bey'in yakalanıp İstanbul'a gönderilmeleri emri iletilmiş ancak Kazım Karabekir Paşa, bu kişilerin tutumlarında kanunlara aykırı bir hal görülmediğini bildiren bir telgrafla yanıt vermişti. Erzurum Kongresi'nde Millî Mücadele'yi sürdürebilmek için geçici bir hükümet gibi çalışmak üzere 9 kişilik Heyet-i Temsiliye seçilmişti. Sivas'a geldiğinde, Heyet-i Temsiliye tarafından onuncu kişi olarak heyete dahil edildi. Onun önerisi ile kongrede temsilcisi olmayan bölgelerden 6 üye daha Kongre tarafından seçilerek heyetin üye sayısı 16'ya çıkarıldı. Sivas Kongresi'nde Amerikan mandasını savunan grupta yer aldı ve 8 Eylül günü uzun bir konuşma ile mandayı savundu. Kongre sırasında Konya Valisi'nin İstanbul hükümetine bağlı tutumunu devam ettirmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa tarafından Heyet-i Temsiliye adına Konya'ya gönderildi. Ancak henüz Ereğli'de iken valinin İstanbul'a kaçtığı, halkın seçtiği yeni valinin vali vekili olarak göreve başladığını öğrendi. Batı Anadolu Kuva-yı Milliyesi'nin komutanlığına Ali Fuat Paşa atanmıştı. Ali Fuat Paşa da efeler tarafından idare edilmekte olan Aydın Kuvayı Milliyesi'ni idare edecek bir komutan ihtiyacını hissederek bu göreve Refet Bey'i önerdi. Konya'da bulunan Refet Bey, Heyet-i Temsiliye tarafından Aydın ve Salihli cephesine komutan olarak gönderildi. "Nazilli Komutanı Servet Bey" kod adı ile Nazilli'ye yerleşti. Cephede Demirci Mehmet Efe'nin Mustafa Kemal Paşa ve Heyet-i Temsiliye'ye karşı tereddütlerini giderip Kuva-yı Milliye taraftarı olmayan danışmanlarını görevden almasını sağladı. 1920 başlarından itibaren fiilen 23. ve 57. tümenlere komuta etti. Bu görevi Düzce Ayaklanması'na kadar devam ettirdi. Bir yandan da İstanbul'dan Anadolu'ya silah ve mühimmat kaçırılması, İtalyan işgalindeki Antalya depolarında bulunan silah ve mühimmatın Kuva-yı Milliye'ye kazandırılması ile ilgilendi. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı seçimleri sırasında İzmir milletvekili olarak seçildi ancak rahatsızlığını ileri sürerek İstanbul'a gitmedi. İstanbul'un işgali ve mebusan meclisinin feshedilmesi üzerine 19 Mart tarihinde başlayan 1. TBMM seçimlerinde İzmir millletvekili seçildi. İstanbul'un işgalinden sonra Konya valisinin ve komutan Fahrettin Bey'in İstanbul ile ilişkileri kesmemesi üzerine o sırada Nazilli'den sonra Konya'ya yöneldi. Vali, komutan ve şehrin ileri gelenlerinden oluşan bir heyeti emrivaki ile Ankara’ya götürdü. Buradaki görüşme sonucunda farklı görüşler giderilmiş ve Konya'nın da milletvekili seçmesi sağlanmıştı. Hilafet yanlıları tarafından Nisan ayında Düzce’de başlatılan ve gittikçe yayılan isyanın bastırılmasında, ardından Haziran ayında başgösteren Yozgat İsyanının bastırılmasında görev aldı. Ağustos ayında Ankara’ya döndü. Bu arada 14 Temmuz tarihinde verilen ve 25 Temmuz tarihinde padişah tarafından onaylanan bir kararla idama mahkûm edildi. İzmir milletvekili olarak TBMM’ye katıldı. 4 Eylül 1920 tarihinde Yeşil Ordu'nun siyasi kanadının meclisteki destekçi grubu Halk Zümresinin adayı Tokat milletvekili Nazım Bey'in yerine Mustafa Kemal Paşa tarafından Dahiliye Vekâleti'ne aday olarak gösterildi. Nazım Bey 98, Refet Bey 65 oy aldı. TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa, seçimi kazanan Nazım Bey'in istifasını isteyince Nazım Bey bu görevden çekildi. 6 Eylül 1920 tarihinde Dahiliye Vekilliğine getirildi. İçişleri Bakanı iken Konya'da çıkan Delibaş Mehmet ayaklanmasını bastırmak üzere görevlendirildi. Bu görevi başarıyla tamamladıktan sonra Ankara'ya döndü. Bakan sıfatını 18 Mart 1921 tarihindeki istifasına kadar taşımıştı ancak sürekli cephede görev yaptığı için bakanlığa Dr. Adnan Bey vekalet etmekteydi. İçişleri Bakanı olduğu dönemde, Mustafa Kemal Paşa'nın diktatör olacağından şüphelenen Eyüp Sabri Akgöl, Adnan Adıvar, Şeyh Servet, Hakkı Behiç Bayiç, Nazım Abalıoğlu, Yunus Nadi Abalıoğlu gibi Yeşil Ordu'nun mensupları, Yeşil Ordu dağıtılınca 1920 Temmuz ayında sol bir oluşum olan Halk Zümresi'ni kurdular. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle 18 Ekim 1920 tarihinde kurulan danışıklı bir parti olan Türkiye Komünist Fırkası kuruldu. Mustafa Kemal Paşa Halk Zümresi içindeki ılımlıları ikna edip bu partiyi kurdurdu. Milliyetçi hareketin daha fazla Sovyet desteğine ihtiyacı vardı. Bu nedenle sol kanadı bastırma politikası gütmedi. Bu partiyi kontrol altında tutmak için de Refet Paşa ve diğer paşaları bu partiye üye yaptırdı. Ancak Refet Bele'nin parti ile ilgili hiçbir faaliyeti olmadı. 22 Haziran 1920 tarihinde başlayan Yunan saldırısı ile Balıkesir ve Bursa’nın işgal edilmesi üzerine, ancak düzenli ordunun Yunan kuvvetleri ile başa çıkabileceğine karar verilmiş; Kuva-yi Milliye'nin tasfiye edilip düzenli ordu kurulmasına başlanmıştı. Bu sırada batı cephesi kuzey ve güney olarak ikiye bölündü; kuzey cephesi komutanlığına İsmet Bey (İnönü), güney cephesi komutanlığına Refet Bey getirildi. Refet Bey, Ankara Genel Kurmayının acilen süvari birliği kurması istemi üzerine Demirci Mehmet Efe, Sarı Efe Edip, Yörük Ali Efe gibi millî müfrezelerden bir süvari birliği kurmaya başladı. Milis kuvvetlerin sona erdirildiğini kendisini de Atlı Takip Kuvvetleri Komutanlığına atadığını Isparta da bulunan Demirci Mehmet Efe'ye bildirdi. Ankara'daki Genelkurmay'ı, düzenli ordu birliklerine katılmayı reddeden Demirci Mehmet Efe'nin Çerkez Ethem'in güçleri ile birleşme konusunda mektuplaştıkları konusunda bilgilendirip, Demirci Mehmet Efe'ye karşı hemen harekete geçilmesi konusunda uyardı. Mustafa Kemal onayı ile Refet Bey, 700 kişilik askeri ile 800 kişiden oluşan Demirci Mehmet Efe'nin birliğini 16 Aralık 1920 tarihinde İğdecik köyünde bastı. Bu çatışmada Demirci Mehmet Efe yakın adamları ile Uluborlu'ya kaçtı; 18 Aralık 1920 tarihine kadar 700 kadar adamı yakalandı. Bunların suç işlememiş olanları düzenli orduya alındı. Refet bey 1956'da İğdecik baskınını yapan Şerif bey ile yaptığı söyleşide 8 senelik arkadaşını öldürmek istemediğini anlatmıştır. Demirci Mehmet Efe 30 Aralık 1920 tarihinde teslim oldu. Olayın ardından Demirci Mehmet Efe’nin servetine el koymakla suçlanıp, bu konuda mecliste yapılan görüşmede kendisini savunmak zorunda kaldı. Savunmasında hazinesini Isparta'daki devlet kasasına koymayı düşündüğünü fakat baskın olur diye kendisinin sakladığını belirtti. Sakladığı hazineyi Demirci Mehmet Efe'ye verdiğini söyledi. Çerkez Ethem ile Refet Bey'in arası Yozgat Ayaklanması'nın bastırılması sırasında açılmaya başladı. Çerkez Ethem Yozgat'a 300 kişilik müfrezesi ile giren Refet Bey'i isyancılarla çatışmamakla suçladı ve bu konuda Mustafa Kemal'e bir telgraf çekti. Bu arada Refet Bey halkın şikayeti üzerine zorla asker için halktan adam toplayan Çerkez Ethem'in adamlarını engelledi. Bu olaydan sonra Ankara'ya giden Refet Bey, Çerkez Ethem'in birliklerine katılmak isteyen kişilere engel oldu. Bu olaya kızan Çerkez Ethem Refet Bey'e hakaret dolu bir mektup yazdı. 23 Ocak 1920 tarihinde Salihli yöresinde çetecilik yapan ve düzenli orduya katılmayı reddeden Çerkez Ethem’in birliklerinin büyük kısmını silahlarıyla teslim aldı. Çerkez Ethem Batı cephesinin iki komutanlığa ayrılmasını istemedi ve bu cephenin de komutanlığına İsmet İnönü'nün getirilmesini istedi. Mustafa Kemal ile yaptığı özel görüşmede Refet Bey'e güveni olmadığını söyledi. Aralık 1920'nin başlarında Çerkez Ethem padişaha bağlılığını bildiren
bir telgraf çekti. Ankara'daki Bakanlar Kurulu kardeş kanı akmaması için bir "Nasihat Heyeti" gönderilmesine karar verildi. Heyet Refet Bey ve Fahrettin Bey'in görevden alınmasını isteyince Mustafa Kemal Nasihat Heyeti'nin gönderilmesi engeller ve Çerkez Ethem kayıtsız şartsız Millî kuvvetlere katılırsa affedeceğini bildirir. Çerkez Ethem bu teklifi reddeder. 3 Ocak 1921 tarihinde Refet Bey ve İsmet Bey'in kuvvetleri Çerkez Ethem'in kuvvetlerine hücum eder ama fazla dirençle karşılaşmazlar ve asilerin çoğu millî orduya katılır. Çerkez Ethem ve kardeşleri ise Yunanlara sığınıp kaçtılar. Mustafa Kemal, Nutuk’ta Çerkez Ethem ve kardeşlerinin canlarını kurtarabilmelerinden ötürü Refet Bele'yi eleştirdi. Refet Bele sonraki yıllarda yaptığı bir söyleşide Çerkez Ethem'in kaçarken hiçbir asker ve cephaneyi götürmediğini, yakalanan askerlerin ifadesine göre Çerkez Ethem'in askerlerine millî orduya katılmalarını nasihat ettiğini söyler. Çerkez Ethem Ayaklanmasını fırsat bilen Yunan kuvvetleri 6-11 Ocak 1921 tarihleri arasında gerçekleştirdiği taarruzun Türk kuvvetleri tarafından püskürtülmesinden sonra Mirliva rütbesine terfi etti ve Paşa oldu. 18 Mart 1921 tarihinde İçişleri Bakanlığı görevinin daha fazla vekaleten idare edilmesi mümkün olmadığından ötürü bakanlıktan çekildi. Yunan kuvvetlerinin Mart ayında başlattıkları yeni taarruz II. İnönü Muharebesi zaferi ile sonuçlanmıştı. Ne var ki bu zafer sonrasında Refet Bey komutasında gerçekleşen Aslıhanlar ve Dumlupınar Muharebeleri'nde kesin bir sonuç alınamadı. Mustafa Kemal Paşa bu savaşları yenilgi olarak gördü. Batı Cephesi'ni tek komuta altına almaya karar vererek, Güney Cephesi'ni Batı Cephesi ile birleştirdi. Cephenin komutanlığı İsmet Paşa'ya verdi. Refet Paşa’ya Millî Savunma Bakanlığı teklif ettiyse de o reddederek Genelkurmay Başkanı olmayı istediyse de bu isteği kabul edilmedi. Cepheden ayrılarak Kastamonu'da bir sayfiye yeri olan Ecevit tesislerinde dinlenmeye çekildi. Refet Paşa’nın bu sırada İnebolu’da İstanbul'daki Müttefik orduları başkomutan General Harrington tarafından görevlendirilmiş bir İngiliz subayı ile yaptığı görüşmeler Anadolu'nun sesini İngiltere'ye duyurmak açısından faydalı olmuştur. Kastamonu'daki dinlenme döneminden sonra 30 Haziran 1921 tarihinde ikinci defa Dahiliye Vekilliğine seçildi. Yunan taarruzu sırasında meydan gelmiş ve bastırılmış olan Koçigiri ayaklanmasından sonra Dersim halkının ayrı yönetim isteği gündeme gelince şiddetle karşı çıktı. Mustafa Kemal Paşa'nın Başkomutan olduğu 5 Ağustos 1921 tarihinde ek olarak Millî Müdafaa Vekâleti'ni de üstlendi. Ordunun silah ve donatım ihtiyaçlarını sür'atle karşılamak için çok büyük çaba gösterdi. Kilimlerden asker kaputu, gaz tenekelerinden ilaç kutusu, sapan demirlerinden kılıç yaptırmak gibi fikirleri uyguladı. Bu çabalarıyla ordunun zafere ulaşmasına yaptığı büyük katkı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa'dan takdir aldı. 10 Ocak 1922 tarihinde sağlık durumunu gerekçe göstererek Millî Müdafaa Vekaleti görevinden ayrıldı. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra Hilâl-i Ahmer (Türk Kızılay Derneği) Başkanlığı'nı üstlendi. Yeni savaş hazırlığı sırasında 1. Ordu Komutanlığı görevini kabul etmedi. Dumlupınar Meydan Muharebesi'nin kazanılmasının ardından gerçekleşen Mudanya Mütarekesi görüşmeleri sırasında gerektiğinde delegasyona yardım etmek için Mudanya'da kalması uygun görüldü. Mudanya Mütarekesi gereği Trakya topraklarının teslimi yapılırken Türkiye'yi temsil edecek kişi olarak Mustafa Kemal'in isteği ile Refet Paşa görevlendirildi. 19 Ekim tarihinde TBMM Muhafız Grubu'ndan 100 kişilik bir kuvvetle "Gülnihal" vapuru ile Mudanya'dan ayrılıp İstanbul'a geldi. Onun gelişi ile Ankara hükûmetinin İstanbul temsilciliği görevi, o güne kadar temsilciliği yürütmüş olan Hamit Bey'den kendisine geçti. Bu arada İtilaf devletlerinin nota vermesi basına yansımıştı. Bu tartışma konusu olunca Refet Paşa basına Ankara hükümetinin bazı isteklerde bulunduğu açıklamasını yaptı. Refet Paşa karargahını hazırlanmış olan Şark Mahfili'ne kurdu. Daha sonra 8 Kasım da Bab-ı Ali Sadaret Dairesi'ne yerleşti. Bu arada İstanbul'daki Felah Grubu'nu lağvedip buradaki subayları karargahına aldı. Gümrük tarifelerini değiştirdi. Bazı mallarda gümrük vergisini düşürdü veya yükseltti. Bazı kuruluşların mal varlığına el koydu. Bazı işgal yasaklarını kaldırdı, bazılarını hafifletti. İşgal kuvvetlerinin basın sansürünü kaldırdı ve kendi yeni kurallar koydu. Karargahında sansür kurulu kurdu. İstanbul basınının Ankara hükümeti ile ilgili karşıt yayınları sansürlendi. Ankara'dan gelen emirle Renin gazetesini kapattı. Bu gazete eski adı olan Tanin ile yayın hayatına devam etti. İşgal kuvvetlerinin olağanüstü hal mahkemeleri kaldırıldı, burada yargılananların yargısı Türk mahkemelerine kaydırıldı. General Harrington takviye kuvvetleri gönderilmemesi konusunda Lord Curzon ve hükümetini eleştirirken Lord Curzon da Harrington'ın Refet Paşa'nın karşısında sıkı duramadığından yakındı. Mudanya Mütarekesi'nde olmamasına rağmen Gelibolu'nun Türk idaresi altına alınmasını sağladı. Antlaşmaya göre Türkler asayiş için 8.000 kişilik jandarma çıkarttı. Refet Paşa asayiş için bu miktar jandarmanın yetersiz olduğunu İtilaf devletlerine kabul ettirip ek jandarma birliği çıkartmıştır. Jandarma iki kıtaya ayrıldı. Sabit jandarma en yüksek yerel mülki amire bağlı kalarak iç güvenliği sağlayacak, seyyar jandarma kıtası da eşkıyalık ve çeteciliği önleyecekti. 2 Kasım 1922 tarihinde Ankara hükûmeti Sağlık Bakanı ve Sinop milletvekili olan Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarının saltanatın kaldırılması için verdiği tasarı kabul edilince bu haberi Sultan VI. Mehmed Vahdettin'e bildirme görevi verildi. Saraya gidip bu haberi Sultan Vahdettin'e verdi. İstanbul'daki işgal kuvvetleri başkomutanı General Harrington Sultan Vahdettin'in ülkeden ayrılışını bir mektup ile Refet Paşa'ya bildirdi. İşgal kuvvetleri komutanlığına da yetkinin Ankara Hükûmeti'nde olduğunu bildirdi. Ankara'dan gelen emir ile veliaht Abdülmecid ile görüşüp halifeliği kabul edip etmemesi konusunu görüştü. Bu konuda padişahlık hevesinde olmaması için teminat senedi imzalattı. Ankara ayrıca Kutsal emanetlerin kaçırılmaması için korunması emrini verdi. Veliaht bu görüşmede halife olarak tahta geçmek istediğini söyledi. 4 Kasım 1922 tarihinde Ahmet Tevfik Paşa hükûmeti istifa etti. Resmî Gazete "Takvim-i Vekayi" son sayısını çıkardı. 5 Kasım 1922 tarihinde Refet Paşa İstanbul'daki bakanlıklara görevlerini bırakmaları emrini verdi. Halife Abdülmecid'e aşırı saygı göstermesi ve Konya adında bir at hediye etmesi Mustafa Kemal'i rahatsız etti. Bu olaydan hemen sonra İstanbul'daki görevine son verildi. Mustafa Kemal "Nutuk"ta bu konudan bahsetmiştir. 29 Kasım 1922 tarihinde Doğu Trakya'nın tamamı TBMM hükûmeti idaresine alındığında kendisine verilen temsil görevi sona ermişti. İstanbul temsilciliği görevine Adnan Bey getirildi. Edirne Valisi Şakir Bey de Trakya'nın teslim alınmasını gerçekleştirdi. Kendisi ise Trakya'da bir ordu kurmakla görevlendirildi. Karagahını Tekirdağ'a kurdu. Bölgenin işgal hasar raporunu hazırladı. Bu rapora göre 130.000 Türk katledilmiş, çok önemli miktarda mal ve eşya zayiatı verilmişti. Bu zararlar Yunanlar Trakya'yı boşaltıp İtilaf devletleri heyetlerine teslim ederken verilmiş, çoğu götürülmüştü. Oysa Mudanya Antlaşması'na göre işgal kuvvetleri çekilirken İtilaf devletleri önlem alacaklardı fakat hiçbir şekilde almadılar. Bu arada Genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Paşa'nın emri ile komitacı Fuat Balkan 1923 yılı Ocak ayından itibaren Refet Paşa'ya bağlandı ve en az haftada bir kez rapor verdi. Lozan Antlaşması görüşmeleri başlayınca Refet Paşa Fuat Balkan'a tahsisat verilmeyeceğini ve müfrezesinin lağvedileceğinin karara bağlandığını bildirdi. Aralık 1922'de Lozan Konferansı'nın kesilmesinin gündeme gelmesi üzerine 21 Aralık 1922 tarihinde askeri tedbirler alınmaya başlandı. Bu harekata göre ordular önce boğazı tutacak, düşman gemilerinin geçişini engelleyecek, Anadolu yakasındaki İngilizler denize dökülecekler, Refet Paşa da kuvvetleri ile İngiliz kuvvetlerini imha ve esir edecekti. 23 Nisan 1923 tarihinde ikinci dönem müzakereler başlayınca bu plan durduruldu. Trakya'daki görevini sürdürürken meclis seçimlerine katıldı ve II. dönem meclis seçimlerinde İstanbul milletvekili seçildi. 8 Ekim 1923 tarihinde ordudaki görevi sona erdikten sonra milletvekilliği görevine devam etti. Millî Mücadele sonrasında köklü ve hızlı devrim hareketlerinden rahatsızlık duyan Refet Bey, 9 Kasım 1924 tarihinde Halk Fırkası'ndan istifa etti. 17 Kasım tarihinde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurucuları arasında yer aldı. Mustafa Kemal Büyük Nutkunda sık sık İstiklal Savaşını birlikte başlattıkları Ali Fuat Paşa, Kâzım Karabekir ve Rauf Orbay gibi kendisini de eleştirdi. 1922-1923 yıllarında Sovyetler Birliğinin Ankara büyükelçisi Semyon Aralov yazdığı kitabında Rauf Orbay ve Refet Bele'nin Sovyetlere karşı olup komprador burjuvazinin temsilcisi olduğunu yazdı. Partinin kapatılmasından sonra, Atatürk’e karşı yapılan İzmir Suikastı girişimi nedeniyle kendisi de Ali Fuat Paşa, Kâzım Karabekir ve Rauf Orbay ile birlikte tutuklandı, Refet Paşanın tutuklanma nedeni suikastın en önemli organizatörlerinden İzmit milletvekili Şükrü Bey'in tutuklanmasından hemen sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucularının Refet Paşa'nın evinde buluşmasıdır. Refet Paşa mahkemede, Şükrü Bey'in milletvekili olarak tutuklanmasının önemli bir konu yüzünden olabileceğini düşündükleri için bu toplantıyı yaptıklarını söyledi. Yargılandığı İstiklal Mahkemesi’nden beraat etti. Refet Paşa İstanbul'da Kalamış'taki köşkünde oturuyordu. 1 Kasım 1926 tarihinde milletvekilliğinden istifa etti. 8 Aralık 1926 tarihinde kendi isteğiyle askerlikten emekliye ayrıldı. 1935 yılına kadar siyasetten uzak kaldı. II. Dünya Savaşı başlamadan önce İsmet İnönü, Mustafa Kemal Atatürk'ün siyasetini eleştirdikleri için anlaşmazlığa düştüğü silah arkadaşları ile temasa geçip ılımlı siyaset izlemeye başla
dı. 1939 seçimlerinde Kılıç Ali ve Şükrü Kaya gibi Mustafa Kemal Atatürk'ün yakın çalışma arkadaşları TBMM'ye giremezken Kâzım Karabekir, Hüseyin Cahit Yalçın, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy gibi muhalifler İsmet İnönü'nün yeni siyaseti ile TBMM ye girdi. VI., VII., ve VIII. Dönemlerde de İstanbul Milletvekili seçilerek TBMM'deki yerini 1950'ye kadar korudu. 8 Nisan 1950 tarihinde Beyrut'taki Birleşmiş Milletler Ortadoğu Filistin Mültecilerine Yardım ve Bayındırlık Ajansı Türkiye Delegeliğine atandı. 22 Şubat 1961 tarihinde bu görevden ayrıldı. Lübnan'da "El Pasha" lakabı ile tanındı. 1949 yılında Perihan Hanım ile evlendi. Birleşmiş Milletler’de görev yaptığı 1953 yılında dünyaya gelen Zeynep Asuman Begüm adlı bir kızı vardır. 1909 yılında kurulan Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locasının üyesiydi. 1935 yılında Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle bu locaların kapatılmasıyla üyeliği düştü. Ölümünden birkaç gün önce geçirdiği beyin kanaması sonucu 2 Ekim 1963 tarihinde İstanbul'da hayatını kaybetti. Kabri İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığı'ndadır. Kendisinin vasiyeti ve ailesinin isteğinden dolayı kabri Devlet Mezarlığı'na nakledilmedi. Perihan Bele ile evli ve Asuman Begüm İlban'ın babasıydı. Vasili Radlof Vasili Vasilyeviç Radlof veya Wilhelm Radloff (Rusça: "Василий Васильевич Радлов"; Almanca: "Wilhelm Radloff"; 17 Ocak 1837 - 12 Mayıs 1918), Alman asıllı Rus doğu bilimci. Radloff, Türk dünyasını değişik yönleriyle araştıran, onları gün ışığına çıkararak Türkoloji tarihinde yeni bir devir açan ve 81 yıllık uzun ömrünün 60 yılını bu çalışmalara adamış Alman asıllı bir Rus Türkologudur. Orta Asya ve Sibirya'nın az tanınmış dillerini kendisine çalışma sahası olarak seçmiş, Türkçe ile birlikte Moğolca, Mançuca ve Çinceyi de araştırmıştır. Araştırma yapmak amacıyla Rusya'ya gitmeyi düşünen Radlof, Rusçayı da öğrenmiştir. 1859'da Sibirya'ya gitmiş ve orada 12 yıl kalmıştır. Radlof, Türkoloji biliminin öncüsü sayılır. 81 yıllık ömrünün 60 yılını adadığı Türkoloji bilimi ile ilgili olarak , ""Ben, hayatım boyunca yeni bir ilmin, Türkolojinin kuruluş ve gelişmesini yaşadım ve gücümün yettiği kadar bu ilmin ilerlemesine hizmet ettim. Bu yüzden benim çalışmalarım, başkalarının da yardımını gerektiren bu ilim dalının tamamlanması ve Türkolojinin devam etmesi için birer yapı taşı olmaktan başka bir şey ifade etmez."" demiştir. 1866 yılında yayımladığı ilk eserinin ön sözünde Türkçe için, ""Yeryüzündeki hiçbir dil ailesi Türkçe kadar geniş sahalara yayılmış değildir. Afrika'nın kuzeydoğu bölgesinden Türkiye'ye ve Rusya'nın güneydoğusundan Sibirya'nın güneyine ve Gobi Çölü'nün içlerine kadar Türkçe konuşan kavimler yaşamaktadır. Onların büyük bir kısmı, İslamiyet’i kabul ettikten sonra diğer milletlerin ve özellikle din kardeşi olan Arap ve Farsların etkisi altında kalmışlardır. Bu etkiyi özellikle edebî eserlerde görmek mümkündür. Onlar, yalnız dillerine uymayan Arap yazısını almakla kalmamış, yazı dillerinden binlerce kelimeyi de alarak öyle bir yazı dili meydana getirmişlerdir ki, bu üzerinde rengârenk her türlü yamalar bulunan bir elbiseye benzetilebilir. Bu yazı dili, doğal olarak Türk halkı için anlaşılamayan bir halkadan ibaret olup, halkın kültür seviyesini yükseltmek yerine, halk kültürünün taze yeşilliği ile beslenemediği için kendi kendini köreltmekteydi."" şeklinde değerlendirmesi vardır. Gerçek adı ile Friedrich Wilhelm Radloff, asker bir babanın oğlu olarak 1837 yılında Berlin şehrinde doğdu. Avrupa'nın devrimlerle çalkalandığı 1848 yıllarında lise eğitimi aldığı dönemde klasik diller, Roma ve eski Yunan edebiyatları, klasik ve modern Alman edebiyatı konularında aldığı iyi eğitim filolojiye ilgisini arttırdı. Radlof, lise eğitiminin ardından 1854 yılında Berlin Üniversitesi'ne girdi. Önceleri dinbilim eğitimi aldı. Daha sonraları filozof Johann Friedrich Herbart'ın felsefe öğretisinden etkilenerek bu alana kaydı. Berlin Üniversitesi'nde öğrenim aldığı yıllarda, karşılaştırmalı dilbilimin kurucularından Franz Bopp, dönemin önemli dilbilimcileri; Michel Jules Alfred Breal, Friedrich Adolf Trendelenburg ve Heyman Steinthal bu üniversitede çalışmaktaydılar. Üniversitedeki dilbilim konusundaki yoğun çalışmalar ve nitelikli hocaları, Radlof'un bu alana yönelmesinde büyük rol oynamıştır. Radlof, Berlin Üniversitesi'ndeki eğitimi dışında Halle Üniversitesi’nde iki dönem, ses bilimci August Pott'un karşılaştırmalı dilbilim derslerine de katıldı. "Moğol ve Tatarların Kökenleri" (1845), "Kırgız Gerçeği Üzerine" (1865), "Uygur Sorunsalı Üzerine" (1874-1875) gibi çalışmaları ile dönemin bilim dünyasında kendine önemli bir yer edinmiş olan hocası, doğu bilimci Wilhelm Schott'un etkisi ile doğu bilimi kendine çalışma alanı olarak seçti. Radlof, Türkçe ile birlikte Moğol, Mançu ve Çin dillerini öğrendiği gibi, İbrani, Arap ve Fars dili derslerine de devam etti. Özellikle Mançu Tunguz dilleri üzerinde durarak ilerideki araştırmalarını da bu konu üzerine yöneltmeyi düşünüyordu. Jena Üniversitesi'ne sunduğu "Über den Einfluss der Religion auf die Nationalitäten und Sprachen Hochasiens" adlı teziyle 20 Mayıs 1858 tarihinde felsefe doktoru oldu. Aynı yıl Pauline-Auguste Fromm ile nişanlandı. Ural-Altay dilleri konusundaki çalışmaları ve Berlin'de oluşturulan "Rusya’nın Bilimsel Araştırmaları Arşivi"ne yaptığı büyük katkılar sayesinde Rusya ile iyi ilişkileri olan hocası Schott’un tavsiye mektubu ile doğu bilim konusundaki çalışmalarını sürdürmek üzere 1858 yılında o zamanki Rusya'nın başkenti olan Sankt Peterburg'a gitti. 1854 yılında Petersburg'da açılmış bulunan "Vostoçnıy Fakültet"de (Şark Fakültesi) Kazem-beg, Tantavi, İ.N. Berezin, D.A. Chwolson, V.P Vasilyev ve Popov gibi tanınmış kişiliklerin çalışıyor olması, Radlof'un Rusya Çarlığı'na giderek doğu dillerini yerinde öğrenmek isteğini arttırmıştı. Yakut dili gramerini yazan O. Böhtligk de o zaman Petersburg'da yaşıyordu. Bu sıralarda L. von Schrenk idaresindeki bir sefer heyeti (1858) Amur civarında bulunuyor, fakat Radlof'un da katılmak istediği F. B. Schmidt'in doğu seferi heyeti ise bir türlü yola çıkamıyordu. Bunun üzerine Baron P. Meyendorff ve F. A. Schiefner gibi destekçileri 14 Mayıs 859'da Radlof'u Batı Sibirya'da bulunan Barnaul şehrindeki yüksek madencilik okuluna Almanca ve Latince öğretmeni olarak tayin ettirdiler. Radlof o zamanlar altın arayıcılarının merkezi olan Barnaul şehrine beş günde vardı. Orada kendisi gibi Alman olan, o günlerde bölgede bir denetleme - araştırma gezisine çıkmaya hazırlanan Kuznetsk bölgesi madencilik müfettişi Aleksandr Yermolaeviç Freze ile tanıştı. Freze'den aldığı geziye katılma daveti ile çıktığı kısa gezi Radlof'un bölgedeki ilk gezisi oldu. Radlof, Vasili Vasilyeviç adı ve Rus vatandaşlığını muhtemelen bu dönemde (1859) almıştır. Radlof bu kısa gezi sonrasında kendi yönetiminde ilk büyük keşif gezisini, 1860 yılında Altay bölgesinde, Rus - Çin sınırındaki Çuy Nehri’ne yapmıştır. Bu gezi sırasında yerel halk kültürü ile ilgili bol miktarda örnek toplamış, Rusya ve Uzakdoğu insanları arasındaki ilişkileri araştırmıştır. Daha önceden bildiği Kalmuk ve başka Altay dillerine, bu gezi ve sonrası kış aylarında Çevalkov adlı bir Teleut'tan öğrendiği Teleut (Telenget - Telengut) dilini de eklemiştir. Radlof Sibirya'da 1859-1871 yılları arasında 12 yıl kalmış, kışın öğretmenlik yapmış, yazları da dil, etnografya ve tarih malzemesi toplamak üzere Sibirya ve Türkistan'da yaşayan türlü Türk boyları arasında seyahat etmiştir. Radlof, 1872'den 1884'e kadar 12 yıl boyunca Kazan'da kaldı ve bu zaman zarfında özellikle pedagoji, felsefe ve genel dil sorunlarıyla uğraştı. Çalışmalar ile ilgili 11 kadar eser yayımladı. 1884'te Kazan'dan ayrılan Radlof, Petersburg Bilimler Akademisi'nin Tarih ve Eski Eserler Bölümüne üye seçildi ve oraya gidip yerleşti. Daha sonraki dönemlerde Uygurca el yazma metinler üzerinde çalışan Radlof, 12 Mayıs 1918 tarihinde Petersburg'da vefat etti ve oradaki Protestan mezarlığına defnedildi. Sadabat Paktı Sadabat Paktı; Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında, 8 Temmuz 1937 tarihinde Tahran'da Sadabat Sarayı'nda imzalanan dörtlü saldırmazlık paktı. Taraflar; antlaşmada genel olarak birbirlerinin iç işlerine karışmayacaklarını, ortak çıkarlarını ilgilendiren hususlarda birbirlerine danışacaklarını, birbirlerine karşı saldırıda bulunmayacaklarını ve sınırlarının korunmasına saygı göstereceklerini taahhüt etmişlerdir. Ancak paktın temel nedeni olan Kürt aşiretleri sorunu, 7. maddenin şu ifadelerinde saklıdır: Bağıtlı taraflardan her biri, kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir. II. Dünya Savaşı ortamında antlaşmanın diğer maddeleri işlevsiz kalmış, fakat 7. madde anlaşmanın devamını sağlamıştır. Sadabat Paktı; 1979'da İran'daki İslamî rejim, paktı feshettiğini imâ edene kadar hukukî varlığını sürdürmüştür. Irak, İngiltere'ye olan bağlılığını dengelemek için İran ve Türkiye'ye saldırmazlık paktı önermiştir. Türkiye ise ayrı ayrı paktlar yerine bölgesel bir pakt kurulmasını önermiştir. SSCB'nin önerdiği, Afganistan'ın paktta yer alması fikri de kabul edilince pakt Tahran'da imzalanmıştır. Mıknatıs Mıknatıs, özgül ağırlığı 2.7 gr/cm³ olan, manyetik alan üreten nesne veya malzemedir. Demir, nikel, kobalt gibi bazı metalleri çeker, bakır ve alüminyum gibi bazı metallere ve metal olmayan malzemelere etki etmez. Mıknatıslık etkisi, malzemelerde iki karşılıklı uçta toplanır. Bu iki uca mıknatısın kuzey ve güney kutubu ismi verilir. İki mıknatısın eş kutupları birbirini iterken, zıt kutupları birbirini çeker. Mıknatıslar, ferromanyetik yani bağıl manyetiklik geçirgenlikleri 1 den büyük olan maddelere etki etmektedirler. 25 °C de demir, nikel ve kobalt ferromanyetiktir. Demir (Fe), nikel (Ni) ve kobalt (Co) elementleri ile alaşım yapıldığı takdirde çoğu zaman ferromanyetizma özelliklerini korur
lar. Demir, kobalt, nikel oda ısısında ferromanyetik özelliğe sahiptir. Sabit mıknatıslar, mıknatıs taşı gibi doğada mıknatıslanmış halde bulunan maddeler olabileceği gibi, Alnico, NdFeB, Sm-Co,Sm-Fe mıknatıslar gibi yapay olarak hazırlanmış alaşımlar da olabilir. Yapay mıknatıslar genelde elektrik motoru, hoparlörler gibi elektrik enerjisini hareket enerjisine veya hareket enerjisini elektrik enerjisine çeviren aletlerde kullanılır. En basit haliyle bir elektromıknatıs sarmal şekil verilmiş bir telin iki ucuna gerilim uygulanarak elde edilir. Sarmalın ortasına ferromanyetik bir cisim koyularak mıknatıslık özelliği yüzlerce kat arttırılabilir. Elektromıknatıslar, mıknatıslık özelliğini sadece telden akım geçtiği sürece korur. Oluşan manyetik alanın kuzey kutbunun yönü sağ el kuralı ile tespit edilebilir. Elektromıknatıslar, elektrik motorları, parçacık hızlandırıcılar, röleler gibi cihazlarda, yüklü parçacıkları saptırmak veya elektrik enerjisini hareket enerjisine çevirmek gibi birçok amaç için kullanılırlar. Mıknatısların manyetik özelliklerini kaybetmesi için birkaç farklı yöntem vardır. Bu yöntemler aşağıdaki gibi sıralanabilir: Eski ve kısmen günümüzde de kullanılabilen bir kuram olan mıknatısın moleküler kuramına göre; mıknatıslanabilen cisimlerin içinde Kuzey (North) ve Güney (South) kutuplar bulunur. Cismin içindeki kutuplar, cisim mıknatıslanmadan önce moleküler seviyede düzensiz gruplar halindedir. Cisim manyetik hale geldiğinde, cismin içindeki bu grupların birçoğu aynı doğrultuya gelerek cismin toplam manyetik alanına katkıda bulunur. Böylece tek bir manyetik alan ve tam bir manyetik kutupluluk elde edilir. Mıknatıslığın modern elektron kuramı da kısmen aynı noktaları kabul eder ama yük fikrini bırakır. Domain veya atom gruplarından meydana gelen tanecik fikrine ağırlık verir. Manyetiklik durumunun sebebini atom ve moleküllerin manyetik momentlerine ve dış etkilerle cismin içindeki manyetik kuvvetin paralelleştirilmesine bağlar. Manyetik kuvvetin etkisi ile, kendisi manyetik olmadığı halde çekilen maddelere paramanyetik, itilen maddelere diyamanyetik denir. Paramanyetik maddelere örnek olarak alüminyum, baryum ve oksijen, diyamanyetik maddelere ise civa, altın, bizmut, silisyum ve benzeri maddeler verilebilir. Demir, kobalt, nikel gibi manyetik herhangi bir metal aşağıdaki yöntemlerden biri veya birkaçı ile sabit mıknatıs haline getirilebilir. Mıknatısların belirli bir mesafeden etki edeceği kuvvet olarak tanımlanır. Bir kalıcı mıknatısın veya elektro mıknatısın bir nesneye uyguladığı kuvvetin hesabı Maxwell denklemlerine göre: Semboller Eğer mıknatıs dikey konumda bir kütleyi kaldırmak için kullanılacaksa, "m" kaldırma kuvveti kilogram olarak: Yusuf Ziya Göksu Yusuf Ziya Göksu, 1945 yılında Diyarbakır'da doğdu. 1968 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra kaymakamlık sınavını kazanarak, Kastamonu Maiyet Memurluğu görevine başladı. Sırasıyla Karaisalı ve Eleşkirt kaymakamlıkları yaptı. 1978 yılında İçişleri Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğüne Şube Müdürü olarak atandı. İçişleri Bakanlığında daha sonra Mülkiye Müfettişi ve Teftiş Kurulu Başkanlığı görevlerinde bulundu. Şubat 1988- Ağustos 1989 tarihleri arasında İçişleri Bakanlığında Sivil Savunma Genel Müdürü olarak görev yaptıktan sonra 7 Ağustos 1989-16 Şubat 1992 tarihleri arasında Isparta Valisi olarak görev yaptı. Şubat 1992-Nisan 1996 yılları arasında Merkez Valiliği görevinde bulundu. 17 Nisan 1996 tarihinden sonra Denizli Valisi olarak görev yaptı. 30 Ocak 2003 tarihli Kararname ile İzmir Valisi olarak atandı. Valiliği esnasında İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ahmet Piriştina ile birlikte iyi bir ekip oluşturdular. Universiade oyunları nın İzmir'e getirilmesinde ve bölge için başka icraatlarda büyük başarı gösterdiler. Temmuz 2005'de bir İngiltere seyahati için hemşerisi Diyarbakırlı iş adamı Halis Toprak'ın uçuş puanlarını kullanması basında eleştiri konusu oldu. Bu ortamda 16 Temmuz 2005 tarihinde emekliye ayrıldı. Oğuz Kağan Köksal Oğuz Kağan Köksal (d. 4 Eylül 1948, Kırıkkale), Türk bürokrat ve siyasetçi. İlk, orta ve lise tahsilini Kırıkkale'de tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girdi. Bu fakültenin ekonomi ve maliye bölümünden 1972 yılında mezun olduktan sonra Maliye Bakanlığı'nca açılan Kontrolörlük sınavını kazanarak, Muhasebat Kontrolörü olarak atandı. 4 Yıl süren bu görev sırasında Genel ve Katma Bütçeli İdareler, Defterdarlık Muhasebe Müdürlükleri ve Mal Müdürlüklerinde teftiş ve denetim yaptı. Bu arada Devlet Muhasebesi Uygulaması ile ilgili bir de kitap yazdı. Daha sonra İçişleri Bakanlığı tarafından açılan Kaymakam Adaylığı imtihanını kazanarak, Ankara ve Konya Kaymakam Adaylıklarında bulundu. Altındağ ve Mucur ve Mudurnu ilçelerinde Kaymakam vekilliği yaptı. Sırasıyla Bozkurt ve Cizre Kaymakamlıklarında asaleten bulundu. Aynı zamanda her iki ilçede Belediye Başkanlığı görevini de üstlendi. Atandığı Gaziantep Vali Yardımcılığında 3,5 yıl görev yaptı, bu süre zarfında Gaziantep Valiliğinin boşalması sebebiyle 7 ay da Vali Vekilliği görevini yürüttü. 1988 yılı Şubat ayında Tekirdağ Valisi olarak asaleten atandı. 9 Nisan 1990'da Malatya Valiliğine, 8 Şubat 1992 tarihinde Denizli Valiliğine, 18 Nisan 1996'da Adana Valiliğine atandı. 18 Şubat 2003 tarihinde Bursa Valiliğine atandı. Bursa Valiliği süresince Kırsal Kalkınma, Sevgi Köyü, Eğitim ve Spor Vadisi gibi birçok projeleri hayata geçirerek üst üste iki yıl Yılın Valisi seçilmiş ve ödül almıştır. Spor Şurası Üyesi ve Milli Eğitim Vakfı Onur Üyesi olan Vali Oğuz Kağan KÖKSAL, Amatör Spor ve Memur Suçları ile ilgili araştırmalarda bulundu. Mülkü İdare Amirlerine Kanun ve Tüzüklerle verilen görevlerle ilgili çalışması 2.Dönem Kaymakamlık Kurslarında ders notu olarak okutulmuştur. 18 Temmuz 2005 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile İzmir Valiliğine atanarak 29 Temmuz 2005 tarihinde görevine başlamıştır. 7 Mart 2007 Tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı ile Emniyet Genel Müdürü olarak atanmış, 10 Mart 2007 tarihinde bu görevine başlamıştır. 10 Mart 2011 tarihinde 12 Haziran 2011 Milletvekilleri Seçimlerinde aday olmak üzere bu görevinden istifa etmiştir. 24. Dönem Kırıkkale Milletvekili olarak TBMM'ye girmiştir. 25. Dönem Kırıkkale Milletvekili olarak tekrar TBMM'ye girmiştir. Evli ve iki çocuk sahibidir. Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği IATA (International Air Transport Association, "Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği"), sadece havayolu şirketlerinin üye olabildiği, uluslararası bir ticaret kuruluşudur. Kurumun merkezi Kanada'nın Montreal şehrindedir. IATA; emniyetli, güvenli ve ekonomik hava ulaşımını sağlayabilmek amacıyla havayolları arası bir kuruluş olarak 1945 yılında Havana, Küba'da kurulmuştur. Kuruluşunda IATA'nın sadece 31 ülkeden 57 üyesi vardı. Şimdi ise dünya genelinde 140 ülkeden 270'in üzerinde üyeye sahiptir. Modern IATA, ilk uluslararası tarifeli uçuşun yapıldığı, 1919 yılında kurulan "International Air Traffic Association"un devamıdır. İlk eski IATA, küçük ölçekli olarak başladı ve yavaş yavaş büyüdü. 1939 yılında Pan America’ın katılımına kadar katılım Avrupa havayolları ile sınırlı idi. 1945 sonrası IATA daha sistematik bir organizasyon ve daha geniş bir altyapı ile dünya genelindeki sorumluluklarını bir an önce yerine getirmek zorundaydı. Bu durum IATA’nın amaçlarının 1945 ana sözleşmesinde (Articles of Association) 1939 öncesine nazaran daha kesin bir şekilde belirlenmesine yol açmıştır. İlk günlerinde, IATA’nın en önemli görevlerinden biri teknik konulardı çünkü güvenlik ve güvenilirlik bir havayolu işletmesinin en temel işlevlerindendir. Bu işlevler, hava seyrüseferinde, havayolu altyapısında ve uçuş operasyonlarında en yüksek standartları gerektirmektedir. ICAO standart ve uygulamalarla ilgili ilk taslağını oluştururken IATA havayolları bu iş için çok önemli verileri sağlamıştır. 1949 yılı itibarı ile, taslakların birçoğu hazırlanmış ve Chicago Konvansiyonu’na (Chicago Konvansiyonu Uluslararası Sivil Havacılığı idaresinin temelleri oluşturulmuştur ve hala geçerlidir.) ek olarak yansıtılmıştır. Bu ilk günlerde, ICAO bölgesel hava seyrüseferini koordine etmiş, havaalanlarını ve operasyonel yardımlarını bu tür hizmetleri sağlayamayan ülkeleri desteklemiştir. IATA, ICAO’ya ve Uluslararası Telekomünikasyon Birliği’ne dalga boyu kullanımı üzerinde havayolu verilerini iletmiştir. Dünya hava ulaşımı ağının daha düzgün işletilebilmesi için dokümantasyonların ve prosedürlerin standartlaştırılması sağlam hukuki bir temel gerektirmekteydi. IATA, ICAO tarafından Amerika Hava Taşımacılığı Kanunu aracılığı ile düzenlenen uluslararası konvansiyonların oluşturulmasına destek olmuştur. Kuruluş, müşteri ve taşıyıcı havayolu arasında düzenlenen “Taşıma Şartları”nın oluşturulmasında çok önemli verilerle katkıda bulunmuştur. Ayrıca hukuki gündemdeki, ilk konulardan biri de 1929’da imzalanan Varşova Konvansiyonu’nun revize edilmesi ve güncellenmesidir. Varşova Konvansiyonu yolcu ölüm veya yaralanma ve kargo kaybı veya hasarı durumlarında havayolununun sorumluluklarını belirlemektedir. Sağlam bir teknik ve hukuki çerçeve dahilinde işletmenin çalışmasının ardından, havayolu şirketlerinin bir sonraki ihtiyaçları da “Kimi nereye uçurabiliriz? Fiyatlandırmayı nasıl yapabiliriz? Birden fazla havayolu ile yapılan uçuşlarda ödemeler nasıl bölünecek –interline – ve havayolları hesaplarını nasıl kapatacak? Sorularına yanıt bulmak oldu. 1944 yılındaki Chicago Konferansı Chicago Konvansiyonu’nun doğumunu sağlamış ve ilk iki soruya çok taraflı yanıt bulmaya çalışmış, ancak başarılı olamamıştır. Kimin nereye uçabileceği üzerine sorun iki taraflı görüşmeler sonucu çözülmüştür. 1946 yılında Amerika ile Birleşik Krallık arasında imzalanan Bermuda Anlaşması iki taraflı olarak imzalanan ve ICAO tarafından resmileştirilen ilk hava taşımacılık anlaşmalsı olmuştur. Günümüze kadar ülkeler arasında imzalanmış ve ICAO tarafından resmileştirilmiş 4.000’e yakın anlaşma bulunmaktadır. İlk gün
lerde, hükümetler uluslararası havayolları tarafından belirlenen fiyatları izleme ve belirleme hakkında ısrarcı oldular. Ancak uygulamada bu fiyatları kendi kendilerine geliştiremediler. IATA, bu amaçla Trafik Konferansları düzenlemesi için, tüm fiyat ve oranlar hükümet onayına tabii olmak üzere üzeFiyatlar, komşu ülkeleri de etkileyebilecek tarifeler arası tutarsızlıklar ve böylece trafik sapması giderilerek mantıklı bir seviyeye oturtuldu. Bu durumda, fiyatların öngörülebilmesi nedeniyle havayolu şirketleri birden fazla havayolu ile uçulması gereken seyahatlarda diğer havayollarınınde Janerio]]’da 1947 yılında yapıldı. Burada neredeyse hava taşımacılığının hemen hemen her hususlarını kapsayan 400 konuda çeşitli anlaşmalara varıldı. Çok sektörlü yolculuklarda ücret oluşturma kuralları, gelir paylaşımı –pro rata- kuralları, bagaj sınırları, bilet ve airway bill tasarımları ve acente kurma prosedürleri bu ilk toplantıda karar verilen tipik detaylardan bazılarıdır. Günümüzde, bu öncü çalışma, halen geçerli olan ve bunlar gibi diğer birçok konuda da çalışan IATA Çözümleri’ne (IATA Resolutions) yansıtılmıştır. Dünya geneli için ilk Trafik Konferansı [[Rio nta Kuralları: IATA üye havayolu şirketleri ve onaylanmış acenteleri arasındaki yolcu ve kargo ile ilgili ilişkiyi düzenler. Interline işlemlerinden doğan havayolları arasındaki borçların çözümlemesi için, [[Ocak]] [[1947]]’de Clearing House kurulmuştur. İlk yılında, 17 havayolu 26 milyon Amerikan Doları borç burada çözülmüştür. [[1994]] yılı itibarı ile Clearing House’da havayolu olmayan şirketler de dahil olmak üzere 380 katılımcı bulunmaktadır. Toplam çözümlenen miktar ise 22.8 milyar Amerikan Doları’dır. Tipik olarak katılımcıların yüzde 90’ın alacakları borçlarından silinerek çözümlenmekte ve para transferi gerekmemektedirre görevlendirildi. Burada iki amaç vardı: Fiyatlandırmadaki vahşi rekabeti engellemek ve tüketici yararı için fiyatları olabilecek en düşük seviyede tutmak. Uluslararası hava ulaşımı, [[1945]]’li yıllardan [[1973]] yılındaki petrol krizine kadar iki basamaklı değerlerle büyümüştür. Bu büyümenin arkasındaki en büyük etken de teknik açıdan yaşanan gelişmelerdir. [[1950]]’lerin başında uçmaya başlayan turbo pervaneli uçaklar, [[1958]] yılında atlantik ötesi uçabilen jetler, [[1970]]’lerde geniş gövdeli uçaklar ve yüksek by-pass oranlı motorlar ve daha sonra gelişmiş aviyonik sistemler bu teknik gelişmelerin örnekleridir. Bu gelişmeler daha yüksek hızlara, daha büyük boyurlara ve daha düşük maliyetlere yol açmış ve sonuç olarak daha düşük ücretler ortaya çıkmıştır. İnsanların reel gelirlerinin ve tatil için harcamak istedikleri zamanın artması hava ulaşmına olan talepte bir patlama yaşanmasına neden olmuştur. Doğal olarak hava ulaşımındaki artan talep IATA’nın faaliyetlerinde artışa neden olmuştur. Teknik çalışmalar aşağıda listelendiği gibi yedi alanda gelişti. IATA’nin hukuki çabaları, hızlı büyümenin yaşandığı dönemle ilgili yeni teknolojilerin etkisini de getirmiştir. yeni Uçak ve sistemleri, elektronik veri işleme ve satış-pazarlama tekniklerindeki gelişmeler üzerinde endüstriye tavsiyeler vermiştir. Bu dönemde, kaçırma ve sabotaj eylemlerinde bir artış gözlendiğinden, IATA ilk uluslararası hukuki karşı önlemleri belirleyen Tokyo, Hague ve Montreal Konvansiyonları’nın yapılmasında yardımcı olmuştur. [[1960]]’larda otomasyon havayolu işletmelerinin ortak özelliklerinden olmuştur. Ancak bu işlemlerde bir standardizasyon bulunmamaktaydı. Bunun üzerine IATA, bugün hala kullanılan şirketler arası veri aktarımı için standart mesaj formatları oluşturulması çalışmalarına katkıda bulunmuştur. Amaç, havayolu hizmetini geliştirerek, maliyetlerin azaltılmasını sağlamaktı. Bu felsefe [[1950]] ve [[1960]]’lı yıllarda birçok faaliyetin geliştirilmesine neden olmuştur. Clearing House’un geliştirilmesi, Faturalama ve Kapatma Planları (Billing and Settlement Plans) ve Kargo Hesapları Kapatma Sistemleri’nin (Cargo Accounts Settlement Systems) kurulmasına neden olmuştur. Etki olarak, tek yönlü clearing house’lar acentelerden havayolu şirketlerine gelir aktarımını hızlandırmıştır. Satış acenteleri, akreditasyon işlemi altında profesyonel durumlarını kanıtlama fırsatına sahip olmuş ve acenteler için eğitim imkânları sağlanmıştır. Günümüzde dünya genelinde, 81.000 IATA acentesi ve IATA’nın sağladığı acente eğitim kurslarına katılan 135.000 öğrenci bulunmaktadır. Uluslararası hava ulaşımı vergilendirme ile ilgili özel sorunlar yaratmaktadır. Bu 2. Dünya Savaşı’ndan önce bile akıllarda olan bir sorundu. IATA bazı vergilerin kanuna uygunluğunu sorgulamakta ve genel olarak havacılıkta aşırı vergilendirmenin yaratabileceği sorunlara hükümetlerin dikkatini çekmeye çalışmaktadır. Yolcu ücretleri, havaalanı kullanma ve hava seyrüsefer hizmetleri ücretleri [[1960]] ve [[1970]]’li yıllarda ortaya çıkmıştır. IATA’nın görevi bu ücretlerin etkilerini minimize etmek ve bu ücretlerin sadece gerektiği gibi tesisler için alındığının, ücretlerin maliyetlerle ilişkili olduğunun ve verimlilik gelişmelerinin maliyet projeksiyonlarına yansıtıldığından emin olunmasını sağlamaktadır. Havayolu şirketinin ülkesi dışında kazandığı ücretleri zaman zaman o ülkenin merkez bankası tarafından bloke edilebilir. IATA, bu gelirin serbest bırakılması ve ilgili havayoluna transfer edilmesi için çalışmalar yapar. Birim Yükleme Cihazları veya konteyner’lar kargoların hızlı ve ekonomik olarak taşınmasını sağlar. IATA üyeleri, konteyner’lar için teknik özelliklerini belirlediler ve Konteyner kontrol merkezi kurdular. Bu merkezde konteyner’ların hareketleri izlenmektedir. [[1955]]’e kadar, zehirli, yanıcı ve korosif malzemelerin hava ulaşımı tamamen yasaktı. Ardından IATA bu malzemelerin güvenli olarak taşınabilmesi amacıyla Tehlikeli Maddeler Kurallarını oluşturdu. Tehlikeli Maddeler’in taşınması bir yılda 500 milyon Amerikan Dolar’lık bir iş haline geldi. 10 yıl sonra, Canlı Hayvan Taşımacılığı Kuralları hayvanların hava ulaşımı ile nasıl taşınabileceğini düzenledi. I. Dünya Savaşı sıralarında kurulan ve değişen, gelişen dünya ulaşımı ve ticaretini fiziksel iletişimin mimarı bir kuruluş olan IATA günümüzde de önemli bir yer işgal etmektedir. [[Kategori:International Air Transport Association| ]] Elden, Orta Elden, Çankırı ilinin Orta ilçesine bağlı bir köydür. Köyün adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur. Köyün gelenek,görenek her sene yağmur duası yapılır.Yemek tarhana , cızlama , ekşili köfte , höşmerim ve dene çorbası Çankırı iline 78 km, Orta ilçesine 13 km uzaklıktadır. Haritalarda Elden Dağı olarak ismi geçen dağ bu köyde bulunmaktadır. Orman köyüdür.Yol güzergahı, Orta İlçesinden başlayarak Kısaç Köyü, Böğürören Köyün'den sonra gelmektedir.Son köydür. Köyün araç trafiğine uygun başka bir köyle bağlantılı yolu mevcut değildir. Köyün iklimi, karasal iklim etki alanı içerisindedir. 42 haneli bir köydür. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Köyde ilköğretim okulu olmayıp taşımalı eğitim yapılmaktadır.Köyün içme suyu şebekesimevcuttur.Eski Köyün kanalizasyonu yoktur.Deprem sonucu yeni yerleşim yerinin kanalizasyonu yapılmış olmasına rağmen hiç kullanılmadan kullanılmaz hale gelmiştir.Her iki yerleşim yerininde altyapısı yok denecek düzeydedir. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Hokand Hanlığı Hokand Hanlığı (Özbekçe:Qo'qon Xonligi), bugünkü Özbekistan, Kırgızistan,Kazakistan, Tacikistan, ve Doğu Türkistan sınırları içinde kalan bir alanda, 1709 - 1876 yılları arasında varlığını sürdürmüş olan Mangıt-Ming Hanedanlığı. Buhara Hanlığı (Buhara Emirliği) ve Hive Hanlığı ile birlikte "Buhara Hanlıkları" olarak anılmıştır. Başkenti Hokand olan hanlığın yönetimi içerisinde, Tajikler, Özbekler, Kırgızlar, Kazaklar, Farslar, Kıpçaklar, Soğdlar, Uygurlar bulunmaktaydı. Yönettiği şehirler arasında; Hokand, Taşkent, Buhara, Semerkand, Margilan, Namangan, Fergana, Andican, Türkistan, Çimkent, Taraz(Talas), Bişkek, Oş, Kanibadam, Zaferabad, İsfara, Aksu,Kaşgar, Hoten vb şehirler bulunmaktaydı Hanlık; Timur-Babür Soyu'ndan Şahruh Bey ile 1709 yılında başladı. Hokand, Fergana, Namangan, Mergilan çevresinde ilk beylik sınırı oluşturuldu. Abdurrahim Bey zamanında Buhara Emirliği üzerine sefer açılıp, Semerkand(1732) alındı. Abdurrahim Bey güneyde seferde iken Kalmuklar, 1746'da Fergana, Oş, Namangan ve Mergilan üzerine saldırdı. İki hafta içinde de başkent Hokand işgal edildi. Hokand ordusu geri dönüp, Oratepe Beyi Fazılbey ile birlikte Kalmuklar püskürtüldü. Nurbatu Bey zamanında Çust ve Namangan Beylerinin bağımsız olmak için başlattıkları isyan zorlukla bastırıldı. Nurbatu Bey'in oğlu Alim Han zamanında Taşkent, Sayram, Çimkent ve Ahangaran beylik sınırları içine girdi. Bu genişlemeden sonra Hokand Beyliği "Kışlak Hocalığı" unvanına kavuşarak, ilk defa Hanlık-Hakanlık(1805) oldu. Alim Han'dan itibaren Hokand Beyleri "HAN" unvanı aldı. "Emiri" Mahlasıyla şiirler yazan, Molla Ömer Han devrinde, Hokand Hanlığı altın çağını yaşadı. Buhara Emirliği'nden Türkistan Şehri alındı. Oratepe Beyliği Hokand Hanlığı'na katıldı. Ömer Han, Sır Derya çevresinde kanallar açıp, ziraat devrimi yaptı. Mescidler, Dünyevi ve Dini Medreseler açıldı. Edebiyat desteklendi. Şairler Meclisi kuruldu. Bütün bunların yapılmasında İlk Türk Şairesi olarak bilinen Nadire Begüm Sultan'ın etkisi büyüktü. Ömer Han öldükten sonra 12 yaşında Muhammed Ali Han tahta geçti ancak devleti Nadire Begüm Sultan yönetti. Muhammed Ali Han, devlet yönetecek yaşa geldiğinde ilk Davroz, Karatekin, Vahan, Şungan, Raşan Beyliklerini boyunduruğu altına aldı. 1826 Yılı'nda Doğu Türkistan olarak bildiğimiz Yarkent Emiri Hoca Cihangir, Çin İmparatorluğu'na isyan başlattı. Müslüman Türklerin isyanını öğrenen Muhammed Ali Han'ın kardeşi Mahmut Han, Türkistan'a müslümanlara yardıma gitti. Mahmud Han'ın gelmesiyle Çinliler Türkistan'dan çıkarıldı. Hokand Hanlığı'nın kendilerine yardıma geldiğini gören
Doğu Türkistanlılar Hokand Hanlığı'na bağlılıklarını bildirdiler. Böylece Kaşgar, Aksu, Yarkent, Hoten ile bareber 6 şehir Hokand Hakanlığı'na katıldı. Kafirlerle İslam için yapılan bu savaştan sonra Sultan Gazi Unvanı aldılar. 1840 Yılı'nda Buhara Emiri Nasrullah ile yapılan savaş kaybedildi. Muhammed Ali Han, Nasrullah ile yapılan savaşta kendini sorumlu görüp, kardeşi Sultan Mahmud'a tahtı bıkarak devlet işlerinden çekildi. Hanlık 19. yüzyıl'ın ikinci yarısında yine komşu bir Türk Devleti olan Buhara Hanlığı ile yaşanan çatışmaların da etkisi ile iyice zayıfladı. Sadece Taşkent şehir 1840-1865 arasında iki hanlık arasında yedi kez el değiştirdi. Bu zayıflıktan ötürü diğer hanlıklar gibi Kokand Hanlığı da 1860'ların başından itibaren Orta Asya Türk hanlıklarının üzerine askeri harekat düzenleyen Rusya'nın karşısında duramadı. 24 Ekim 1862'de ilk olarak Kırgızistan'ın bugünkü başkenti Bişkek eski adı Pişpek (eskiden kucuk yerleşim birimi) düştü. 15 Haziran 1864'te Yesi, 19 Haziran'da da Evliya-Ata şehri Rus işgaline girdi. 7 Mayıs 1865'te Taşkent yakınlarındaki meydan savaşında Alem Kul komutasındaki Kokand ordusu Rus ordusu karşısında dağıldı. Bunun üzerine General Çernayev komutasındaki Rus ordusu 16 Mayıs 1865'te Taşkent'e savaşsız girdi. Taşkent'in kaybıyla Hanlığın direnci iyice kırıldı. Buhara Hanlığı'nın ise Taşkent'in işgalinden sonra Rusya'ya karşı Hokand Hanlığı ile ittifak yapması beklenirken, Buhara Hanı 14 Temmuz 1865'te Hokand'ı işgal ile Hokand Hanı Seyid Muhammed'i esir etti. Bir yıl sonra 1 Haziran 1866'da Hocend şehri Rusların eline geçti. 17 Temmuz 1867'de Rus Çarı "Türkistan Genel Valiliği"nin kurulmasına ilişkin "ukaz"ı imzaladı ve bu makama Alman asıllı General Konstantin von Kaufmann getirildi. Bu şahıs, Orta Asya Türk hanlıklarına savaş açmak, barış yapmak ve dış ilişkileri yürütmek yetkileriyle donatıldı. Mayıs 1868'de bilfiil Hokand kenti askeri harekatını sürdüren Rus işgaline girerken 2.500 Hokand askeri de hayatını kaybetti. Hanlık, böylece 1868'de Rus himayesine girerek kukla devlet haline geldi,halk kontrolü geri almak için isyan başlattı lakin Rus ordusu 22 Eylül 1875'te Nemengan'a girdi ve isyanı bastırmaya çalıştı. Hokand bir ara tekrar Türk birliklerinin eline geçtiyse de, von Kaufmann'ın atadığı Albay Mihail Skobelev 28 Şubat 1876'da Hokand'ı kesin olarak işgal etti ve direnişçi Türk komutan Canibek Polat Han idam edildi. (Ancak Özbek Tarihçileri, Polat Han'a çok benzeyen bir adamının, Canibek Polat Han yerine geçip elbiselerini giymek süretiyle, kendisini Polat Han'a feda ettiğini, Canibek Polat Han'ın da ailesinden kalanlar ile Azerbaycan - Gürcistan üzerinden Osmanlı Devleti'ne sığındığını söylerler) 19 Şubat 1876'da tamamen Rusya'ya ilhak olundu ve 1876-1885 yılları arasında hanedan üyelerinin de yakalananları Ruslar tarafından idam edildi. 1915 yılında Hokand Hanlığı'nı yeniden kurabilmek amacıyla bir isyan başladı ve 1916'da isyan tüm Fergana'ya sıçradı. 1917'deki Rus Devrimi'nden sonra, 9 Aralık 1917-20 Şubat 1918 arasında üç ay süren Hokand Cumhuriyeti kezâ Ruslar tarafından ortadan kaldırıldı. Hanlık toprakları üzerinde, Sovyet Devrimi sonrasında 27 Ekim 1924'te Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştur. Aynı topraklar üzerinde ve o zamanlar Özbekistan'a bağlı bulunan Tacikistan Özerk Cumhuriyeti 1929 yılında ayrı bir devlet olarak yapılanmıştır. Biyosiyaset Biyosiyaset, Michel Foucault'nun yaptığı bir çözümleme olarak, 18. yüzyıldan başlayarak, yaşayan insanların, nüfus olarak tanımlanması ve bu nüfusun kontrolüne ve düzenlenmesine verilen addır. Hastalıkların Uluslararası Sınıflaması Hastalıkların Uluslararası Sınıflaması, uluslararası düzeyde İngilizce olarak International Classification of Diseases ya da kısaca ICD olarak kullanılan tanımlamanın dilimizdeki karşılığıdır. Aslında "Hastalıkların Uluslararası Sınıflaması" tanımı da bir kısaltmadır. Tam şekli ise "Hastalıkların ve İlgili Sağlık Sorunlarının Uluslararası İstatistiksel Sınıflaması"dır ("International Statistical Classification of Diseases and Related Health Problems"). Bir hastalık sınıflandırması, hastalık isimlerinin kesin kriterlere göre bir araya getirilmesinden oluşan bir kategoriler sistemi olarak tanımlanabilir. Tamamen teorik bir açıdan bakılırsa, hastalıkları çeşitli eksenlerde, örneğin etkilenen vücut kısmına göre (topografi), nedene (etiyoloji), dokudaki patolojik değişikliğin tipine (morfoloji) ya da sonuçta ortaya çıkan fonksiyonel anormalliğe göre sınıflama yapmak mümkündür. Sınıflandırmalar bu eksenlerden birine ya da diğerine dayanarak şekillendirilebilir. Fakat pratikte, hastalıkların vücudun birden fazla bölümünü etkileyebilmeleri, bazı hastalıkların nedeninin bilinmemesi ve bazı patolojik değişikliklerin özgün olmaması gibi nedenlerle hiçbir eksen tek başına yeterli değildir. Alternatif olarak, her bir hastalığın birkaç eksene göre sınıflandırıldığı, çok eksenli bir sınıflandırma kurulabilir ancak bu durum hastalığın tüm kriterlere göre tanımlanmasını gerektireceğinden kullanımı zorlaştırır. Hastalıkların istatistiksel sınıflandırması, hastalık verilerinin kullanıcı tarafından kolayca değerlendirilip incelenebileceği bir formda sunulmasına gereksinim duyar. O halde, kullanışlı ve anlaşılır bir enformasyon elde edebilmek için, hastalıkların sistemli ve anlamlı bir şekilde düzenlenmesi gereklidir. Bu amaçla, tamamen teorik bir yaklaşım yerine pratik bir yaklaşımda bulunmak en uygun yoldur ve ICD'nin geliştirilmesinde bu yaklaşım göz önüne alınmıştır. ICD, etioloji, topografi vb. kökenli sınıflandırma ile araştırmalar, hasta kayıtları ve yönetim için gereksinim duyulan uzlaşma noktalarının sağlandığı bir sınıflamadır. ICD, istatistiksel bir sınıflamadır ve bu noktadan hareketle yola çıkmaktadır. Burada ICD'nin getirdiği istatistiksel sınıflama ile tıp kitaplarında bölüm başlarında bulunan hastalık sınıflandırmaları arasındaki ayrımı belirlemek gerekir. Burada, genellikle birbiri ile karıştırılabilecek durumlarla etkenlerinin farklılığına göre düzenlenmiş bir hastalık grubu değerlendirilir. İstatistiksel sınıflamada ise birbirine benzer hastalık veya durumlar bir araya getirilip, taşıdıkları öneme göre sınıflandırılmaktadır. Buna ek olarak her hastalık için o hastalığa özgü bir kod kullanılmaktadır. Bu yapısı sayesinde ICD, gerek sağlık hizmetlerinin yönetimi, gerekse epidemiyolojik çalışmalarda kullanım kolaylığı sağlamaktadır. Hasta takibi, hasta kayıt ve arşivlerinin tutulması ve bunlara erişim, kaynak yönetimi gibi idareye yönelik kullanımının yanı sıra hastalıklarla ilgili istatistiksel çalışmalar ve uluslararası niteliği sayesinde ülkeler arasında sağlıkla ilgili karşılaştırmalar yapma olanağı da vermektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere ICD'nin önemli bir fonksiyonu da hastalıklara uluslararası ortak bir dil kazandırmaktadır. Bunlara ek olarak ICD, hastalık ve ölüm kodlamalarında getirdiği bazı uluslararası kural ve hatırlatmalarla hastalık tanısının yazılması ya da ölüm nedeninin belirtilmesinde kayıtların mümkün olduğu kadar doğru tutulması konusunda dolaylı bir katkıda da bulunmaktadır. Hastalıklarla ilgili istatistik çalışmalarının geçmişi 300 yıl öncesine kadar dayanmaktadır. İlk etkin çalışma 17. yüzyılın sonunda İngiltere'de John Graunt'un hazırlamış olduğu ölüm verileri ile ilgili "London Bills of Mortality" adlı çalışmadır. Graunt bu çalışmasında, ölüm kayıtlarında ölen kişilerin yaşlarının yazılmadığı tarihlerde, 6 yaşın altında ölen çocukların oranını hesaplamaya çalışmış ve o günün koşullarına göre oldukça iyi bir tahminde bulunmuştur. Graunt bu hesaplamayı yaparken, ölüm nedenlerinin çocuklar için de benzer olduğu varsayımından hareket etmiştir. Hastalıkların sistematik bir şekilde sınıflandırılması ile ilgili gelişmeler ise 18. yüzyılda başlamıştır. Bugünkü mevcut sınıflamanın yapısı büyük ölçüde İngiltere Genel Kayıt Bürosunda ilk tıbbi istatistik uzmanı olarak çalışan William Farr'ın çalışmalarına dayanmaktadır. Yüzyılın 2. yarısında çalışmalar hastalık terminolojisi ve bunların kullanımında uluslararası birlikteliğin sağlanmasına odaklanmıştır. Bu dönemlerde dikkati çeken üçüncü bir nokta da hastalıkların istatistiksel sınıflamasının uluslararası önemi olmuştur. Uluslararası İstatistik Enstitüsü, 1891 yılında Jacques Bertillon başkanlığında ölüm nedenleri ile ilgili yeni bir sınıflama hazırlanması için bir komite kurmuş, bu komitenin yapmış olduğu çalışmalar 1893 yılında bitirilmiş ve önerileri Enstitü tarafından kabul edilmiştir. Sınıflama, genel hastalıklar ile belli bir organ ya da anatomik bölgeye özgü hastalıkların birbirinden ayrılması ilkesine dayanmaktadır. Bu çalışma başlangıçta "Bertillon Ölüm Nedenleri Sınıflaması" olarak adlandırılmış ve birçok Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika ülkelerinde kullanılmaya başlanmıştır. 1900 yılına Fransa hükümeti, "Ölüm Nedenleri Uluslararası Sınıflaması"nın (Bertillon Ölüm Nedenleri Sınıflaması) revizyonu için çağrıda bulunmuş ve bu girişim yaklaşık 10 yılda bir yapılan revizyon konferansları serisini başlatmış ve bugün onuncu revizyon olan ICD-10'a kadar ulaşılmıştır. 1948 yılında kurulan Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 6. konferanstan bu yana Hastalıkların Uluslararası Sınıflamasından sorumlu olmuştur. Bu tarihsel gelişim süreci içinde, bazı dönemlerde ICD yapı ve içeriğinde önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Bunlardan birincisi, önceleri sadece ölüm nedenlerini kapsayan sınıflamaya hastalık nedenlerinin de dahil edilmesidir. 1938 yılında yapılan 5. konferansta morbidite istatistikleri için hastalık sınıflamasına olan gereksinim dile getirilmiş ve 1948 yılındaki 6. konferans "Ölüm Nedenleri ve Hastalıkların Uluslararası Listesi"nin revizyonu amacıyla toplanmıştır. Bu konferansta hem mortalite hem de morbidite ile ilgili kapsamlı bir liste kabul edilmiştir. Bununla beraber ölümün temel nedenini seçmede uluslararası kurallar getirilmiş, hayatı istatistikler ve sağlık istatistikleri alanında uluslararası işbirliğinin sağlanması konusunda önerilerde bulunulmuştur. Önemli değişiklikle
rin bir ikincisi de 1975 yılında kabul edilen 9. revizyonda gerçekleşmiştir. Bu değişiklikler, daha spesifik kodlama için belli bazı kodlara isteğe bağlı 5. bir basamak dahil edilmesi, neoplazmların morfolojileri ile ilgili ayrı bir kod grubu (M kodları) oluşturulması, bazı tanısal durumlarda isteğe bağlı çift kodlama sisteminin getirilmesi ve akıl hastalıkları ile ilgili her bir kategorinin içeriğinin açıklanmasıdır. Bu sonuncusunun nedeni, akıl hastalıklarında uluslararası kabul görebilecek bir terminolojinin bulunmasındaki güçlüktür. ICD-9 kitapçığı 1977/78 yıllarında basılmış ve pek çok ülkede kullanıma girmiştir. Üçüncü önemli değişiklik de, 1989 yılında Cenevre'de toplanan 10. uluslararası konferansta kodlama sisteminde yapılan köklü değişikliktir. DSÖ 1991 yılında ICD-10'un yayınlanmasını kabul etmiş, 1994 yılında da uygulamaya geçirilmesini planlamıştır. ICD-10 ICD ("International Statistical Classification of Diseases and Related Health Problems"), hastalıkların ve sağlık sorunlarının uluslararası sınıflama sistemidir. Uluslararası hastalık sınıflamasının (UHS) kısaltmasıdır. Bilinen hastalık ve yaralanmaların çok ayrıntılı tanımlanması ile oluşturulur. Dünya Sağlık Örgütünce (WHO) yayımlanır ve sağlık sektörü özişlerinde, sağlık sayımlamaları alanında dünya çapında ortak kullanımdaki kodlama dizgesidir. 4 basamaklı kodlama dizgesi vardır. Messerschmitt Bf 110 Messerschmitt ME 110, II. Dünya Savaşı Alman ağır avcı uçağı. Bf 110 ağır avcı olarak tasarlanan ve sonraları gece avcısı veya yer bombardıman uçağı olarak kullanılmıştır. Fransa ve Polonya seferlerinde başarılı olan Bf 110'lar Britanya saldırısında Hawker Hurricane gibi 1930'lardan kalma uçaklara bile yenilmişlerdir. Tek motorlu avcı uçaklarının çift motorlu diğer avcı uçaklarına karşı olan bariz manevra üstünlüğü anlaşılınca Bf 110'lar gece avcısı ve noktasal bombardıman görevlerine verilmişlerdir. Bu görevler için geliştirilmeye başlayan uçaklara modeline bağlı olarak radar veya daha yüksek çaplı toplar takılmıştır. Britanya Savaşında radarlı Bf 110'lar gövdenin orta üst tarafına yerleştirlen Die Schrage Musik silahı sayesinde birçok gece bombardıman uçağını düşürmüşlerdir. Britanya savaşından sonra daha çok Doğu ve Akdeniz görevlerine atanan Bf 110'lar sonraları yetersiz bulunmuş ve üretimi 1941 yılında yavaşlatılmıştır. Bu uçakların yerine geliştirilen Me 210'ların başarısız olması nedeniyle Me 410 adlı bir model geliştirilmiş ancak bu da bekleneni veremeyince tekrar Bf 110 üretimine devam edilmiştir. İlk modellerde 4 adet MG 17 makinalı tüfeğine ve iki adet 20 mm MG FF/MM otomatik topuna sahip olan Bf 110'lara daha sonraları 20 mm MG 151/20 otomatik topları takılmıştır. G serisi modellerinde ise 30 mm MK 108 otomatik topları kullanılmıştır. İlk modellerde arka silah yuvasında MG 15 makinalı tüfeği takılırken sonraki F ve G serilerinde 7,92 mm'lik MG 81 makinalı tüfekleri ve bu tüfeğin ikili çeşitlemesi olan MG 81Z makinalı tüfeği kullanılmıştır. Özelikle gece avcı performansı ölümcül düzeydeydidi. fug 220 ve neptun radarları monte edilerek gece avcılı konusundaki boşluğu tek başına doldura bilmişti. Alman radar sistemlerimin yetersizliği bu uçakların erken mudahalesini geçiktirmişsede "Gece avcısı" (Nactjagger) olarak Heinz-Wolfgang Schnaufer gibi tüm uçuşlarını gece yapan bir pilotla 121 uçak düşüre bilmişti. Telvin Telvin'in sözlük anlamı renklerdir. Telvin, tasavvuftaki anlamı ise "halden hale geçmek" demektir. Bu anlamını müziğe yansıtma çabasında olan Telvin Trio isimli bir grup bulunmaktadır. Tomaso Albinoni Tomaso Albinoni (d. 8 Haziran 1671, Venedik, İtalya - 17 Ocak 1751 Venedik) klasik batı müziği bestecisi ve aynı zamanda kemancıdır. Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Albinoni müzikle maddi sıkıntılar olmaksızın ilgilenme şansına sahip olmuştur. Ailenin en büyük çocuğu olmasından dolayı babasının ölümünden sonra aile şirketlerinin sorumluluğunu almıştır. "Dilettante Veneto" ile müziğe amatör olarak adım atan besteci, "Musico de Violino" ile kariyerine devam etmiştir. Daha sonra opera sanatçısı Margherita Raimondi ile evlenmiştir. Eşi Raimondi 1721 yılında vefat etmiştir. 1740'da Fransa'da Albinoni keman sonatlarını kapsayan bir eser yayınlanmış ve bu eserin başlığında Albinoni'nin ölümünden sonra yayınlandığı ifade edilmiştir. Bundan dolayı muzik bilimcileri Albinoni'nin 1740'tan hemen önce öldüğü varsayımını kabul etmekteydiler. Fakat yeni araştırmalarla Tomaso Albinoni'nin 1751'de diyabet hastalığından ölmüş olduğu Venedik San Barnaba kilisesi mahalle yaşam kayıtlarında bulunmuş ve böylece gerçekte onun 1751'e kadar Venedik'te hiç eser vermeden yaşadığı belgelenmiştir. Albinoni 80 civarında opera bestelemiştir. Fakat eserlerinin çoğunun orijinal partisyon notaları 1945 Dresden bombardımanında yok olmuştur. 1720 yıllarında operaları İtalya dışında Münih'te tanıtılmıştır. Bu eserlerinden başka sanatçının elyazısı halinde saklanan yaklaşık yirmi adet eseri de mevcuttur. Pál Benkő Pal Benko, (d. 14 Temmuz 1928, Amiens, Fransa). Uluslararası satranç büyük ustası. Fransa doğumlu olmasına karşın Macaristan'da büyümüş ve 20 yaşında Macaristan şampiyonu olmuştur. 1958'de ABD'ye göç etmiştir. Benko Gambiti ile tanınır. Kocaada, Muğla Koca Ada, Ege Denizi'nde Türkiye'ye bağlı bir ada. Yönetim olarak Muğla'nın Marmaris ilçesine bağlı adada yerleşim bulunmamaktadır. Ada, Hisarönü Körfezi'de Bozburun'un kuzey açığında bulunur. Küçükada, Muğla Küçükada Ada, Muğla iline bağlı, Ege Denizi'nde 37.25 kuzey enlemleri ile 27.56 boylamlarının kesiştiği yerde bulunan bir adadır. Küçükkiremit Adası Küçükkiremit Adası, Muğla iline bağlı, Ege Denizi'nde 37.09 kuzey enlemleri ile 27.23 boylamlarının kesiştiği yerde bulunan bir adadır. Küçüktavşan Adası Küçüktavşan Ada, Muğla iline bağlı, Ege Denizi'nde 37.17 kuzey enlemleri ile 27.37 boylamlarının kesiştiği yerde bulunan bir adadır. Karantina Adası Osmanlı İmparatorluğu döneminde bulaşıcı hastalıkla mücadelede kullanılan ada, adını Fransızların 1865'te yaptığı karantina tesislerinden almıştır. 1950'lerde Deniz ve Güneş Enstitüsü, 60'larda Kemik ve Mafsal Hastalıkları Hastanesi olan tesisler, 1986'da Urla Devlet Hastanesi'ne dönüştürüldü. 10 Ekim 2014 tarihinde 150 yataklı yeni hastane binasına taşınarak hizmet vermeye devam etmektedir. Antik Klazomenai kenti kalıntılarının da bulunduğu 320 dönümlük ada, ilk kez Büyük İskender devrinde karaya bağlandı. Antik çağ bağlantıları zamanla yıkılırken 1955 yılında dolgu alanlar yapıldı. Sit kapsamındaki ada, fiilen Sağlık Bakanlığı kullanımında. Dario Fo Dario Fo (d. 24 Mart 1926 Sangiano, - ö. 13 Ekim 2016, Milano), İtalyan oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve oyuncu. 1997 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanmıştır. Oyunlarındaki temalar güncel sorunlara dayandığı için tiyatro karikatürcüsü, toplumsal ajitatör ve radikal palyaço olarak da nitelendirilen Fo, kariyerine küçük kabare ve tiyatrolar için yergili revüler yazan bir metin yazarına yardım ederek başlamıştır. Oyuncu Franca Rame ile evlendikten sonra, 1959'da Rame ile birlikte Dario Fo - France Rame Topluluğu'nu kurmuştur. İkili "Canzonissima" adlı televizyon programında sundukları komik skeçlerle kısa sürede tanınmış, zamanla siyasal bir "ajit-prop tiyatrosu" geliştirmişlerdir. İkilinin oyunları temelde "Commedia dell'Arte" geleneğine dayanmaktadır ve tarzları Fo'nun deyişiyle "resmi olmayan solculuk"la kaynaşmıştı. İkili daha sonra, 1968'de İtalyan Komünist Partisi'yle bağları olan Yeni Sahne adlı bir başka topluluk kurmuştur. 1970'te ise Halk Tiyatrosu Topluluğu ile fabrika, park, spor alanı gibi halkın toplu olarak bulunduğu yerleri dolaşmaya başlamışlardır. Morte Accidentale di un Anarchico (1974; Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü, 1990) ve Non si paga, non si paga! (1974; Ödemiyoruz, Ödeyemeyeceğiz!) gibi oyunları çok tutulmuştur. Bir oyuncu olarak Fo en çok, tek başına bir yetenek gösterisi yaptığı Mistero Buffo'daki (1973) rolüyle tanınmıştır. Her izleyici topluluğu önünde değişecek kadar güncelliğe dayanan bu yapıt, ortaçağ gizem oyunlarının çağdaş bir uyarlaması olarak değerlendirilmektedir. Ice Cube O'Shea Jackson Solemé veya sahne adıya Ice Cube (15 Haziran, 1969, Los Angeles), Amerikalı rap şarkıcısı ve oyuncu. Rap müziğine lise yıllarında başladı. 1987 yılında N.W.A adlı rap grubuna giren Ice Cube, bir senelik bir aradan sonra 1988'de NWA'nın "Straight Outta Compton" adlı albümünde yer aldı. 1990'da gruptan ayrılarak solo çalışmalara başladı. 1990 yılından beri solo albümler çıkartmakta, 1992'den beri filmlerde oynamaktadır. Son zamanlarda film çalışmalarına ağırlık vermiştir. Yakın arkadaşı Sir Jinx ile birlikte C.I.A. adlı grubu oluşturan rapçi, Dr. Dre'nin organize ettiği partilerde performans göstermeye başladı. 1987 senesinde grubu C.I.A. ile birlikte "My Posse" adlı EP'yi yayımlayan Cube, EP'nin prodüksiyonunda Dr. Dre ile çalıştı. "My Posse" sonrasında Eazy-E ile bir araya gelerek "Boyz-n-the-Hood" adlı parça üzerinde çalışan sanatçı, bu parçayı 1987 senesinde piyasaya sürülen Dr. Dre, Eazy-E, MC Ren ve DJ Yella gibi isimlerin bir arada bulunduğu N.W.A. grubunun "N.W.A. And the Posse" adlı ilk albümüne dahil etti. Grubun 1989 senesinde yayımlanan 2. albümü "Straight Outta Compton"da tam olarak gruba katılan rapçi, albüm sonrasında grubun menajeri Jerry Heller ile sorunlar yaşamaya başladı ve ertesinde de gruptan ayrılma kararı aldı. N.W.A.'den ayrıldıktan sonra solo kariyerine yönelen Cube, 1990 senesinde "AmeriKKKa’s Most Wanted" adlı ilk albümünü EMI'ye bağlı olan Priority Records'dan yayımladı. Albümün sözlerinde kadın düşmanlığı ve ırkçılık gibi sosyolojik ve politik konulara değinen sanatçı, albümün prodüksiyonunda Public Enemy'nin prodüksiyon takımı The Bomb Squad ve Da Lench Mob ile çalıştı. Albümle Amerika listelerinde 19 numara olan rapçi, albümden "Who's The Mack", "AmeriKKKa's Most Wanted", "Once Upon A Time In The Projects" ve "Endangered Species (Tales From The Darkside)" parçalarını t
ekli olarak piyasaya sürdü. Hip hop müzik tarihinin en önemli albümlerinden birisi olarak kabul edilen albüm sonrasında sanatçı, aynı sene "Kill At Will" adlı EP'yi yayımladı. Cube, 1991 senesinde vizyona giren "Artık Çocuk Değiller" adlı filmde rol alarak sinema kariyerine de böylece başlamış oldu. Aynı sene "Death Certificate" adlı 2. albümünü piyasaya süren sanatçı, albümün sözlerinde ilk albüme göre sosyolojik konulara daha sert yaklaştı. Albümle ABD listelerinde 2 numara olan rapçi, albümden "Steady Mobbin'" ve "True To The Game" parçalarını tekli olarak yayımladı. 1992 senesinde Lollapalooza Festivali’nde sahne alan Ice Cube, aynı sene "The Predator" adlı 3. albümünü hayranlarına ulaştırdı. Albüm yayımlanmadan birkaç ay önce Los Angeles'da meydana gelen ayaklanmalara yönelik sözleri albüme yansıtan sanatçı, albümden "Wicked", "It Was A Good Day" ve "Check Yo Self (Remix)" parçalarını tekli olarak piyasaya sürdü. 1993 yılında "Lethal Injection" adlı 4. stüdyo albümünü yayımlayan Ice Cube, albümde gangsta rap'in örneklerini sergiledi. Albümle Amerika listelerinde 5 numara olan sanatçı, albümden "Really Doe", "You Know How We Do It", "What Can I Do?" ve "Bop Gun (One Nation)" parçalarını tekli olarak piyasaya sürdü. "Really Doe" teklisiyle ABD listelerinde 5 numaraya yerleşen rapçi, "You Know How We Do It" ve "Bop Gun (One Nation)" teklileriyle de listelerde 3 numaradaydı. 1994 yılında Dr. Dre ile birlikte "Natural Born Killaz" adlı parçayı hazırlayan Ice Cube, parçayı aynı sene vizyona giren Murder Was The Case adlı filmin soundtrack'ine dahil etti. Aynı sene “Bootlegs & B-Sides” adlı ilk derleme albümünü yayımlayan sanatçı, ayrıca Da Lench Mob'un "Planet Of Da Apes" adlı 2. albümünde de yer aldı. 1998'de "War & Peace Volume 1" adlı albümünü piyasaya süren Ice Cube, albümün prodüksiyonunda Master P ile çalıştı. Albümde yer alan "Fuck Dying" parçasında hardcore grubu Korn'la çalışarak kariyerinde bir ilke imza atan sanatçı, parçayı albümden tekli olarak yayımladı. Bu tekliyle ABD listelerinde 7 numara olan rapçi, ayrıca albümden "Pushin' Weight" adlı parçayı da tekli olarak piyasaya sürdü. 2000 senesinde "War & Peace Volume 2" adlı albümüyle 1998 senesinde yayımladığı albümün devamını getiren Ice Cube, albümün açılış parçası "Hello"da Dr. Dre ve MC Ren ile tekrar bir araya gelerek ABD listelerinde 3 numara olmayı başaran müzisyen, albümden "You Can Do It", “Hello” ve "Until We Rich" adlı parçaları tekli olarak piyasaya sürdü. Aynı yıl, Dr. Dre, Eminem ve Snoop Dogg'la beraber Up In Smoke Tour'a katıldı. Ice Cube, 2001'de "Greatest Hits" adlı 3. derleme albümünü sevenlerine sundu. Cube, 2006'da "Laugh Now, Cry Later" adlı albümünü piyasaya sürdü. Kendi plak şirketi Lench Mob Records etiketiyle yayımlanan albümün prodüktörlük koltuğunda Lil Jon, Scott Storch ve DJ Green Lantern gibi isimlerle çalışan sanatçı, ilk haftasında 144,000 kopya satan albümüyle Amerika listelerinde 4 numaraya yerleşti. Albümde Snoop Dogg, Lil Jon, WC ve Kokaine'yi konuk müzisyen olarak bulunduran rapçi, albümden "Chrome & Paint", "Why We Thugs", "Go To Church" ve "Steal The Show" parçalarını tekli olarak hayranlarına ulaştırdı. 2008'de "Raw Footage" adlı 8. stüdyo albümünü yayımlamayan sanatçı, albümün prodüksiyonunda Emile Haynie ile çalıştı. Bu albümden seçilen ilk tekli olan "Gangsta Rap Made Me Do It" 3 Ocak 2008'de yayımlandı. The Game, Butch Cassidy, Musiq Soulchild, Young Jeezy ve WC'nin konuk olarak yer aldığı albümün ikincisi teklisiyse, "Do Ya Thang" parçası oldu. Eylül 2008'de ise sanatçının 18 parçadan oluşan toplama albümü "The Essentials" yayımlandı. Cube, 1996'da WC ve Mack 10 ile oluşturduğu Westside Connection grubuyla birlikte "Bow Down" adlı albümü piyasaya sürdü. Albümle Amerika listelerinde 2 numara olan grup, albümden "Bow Down" ve "Gangstas Make The World Go Round" parçalarını tekli olarak yayımladı. "Bow Down" teklisi ABD listelerinde 2 numara olurken, Ice Cube 1997 senesinde "Featuring... Ice Cube" adlı 2. derleme albümünü hayranlarına ulaştırdı. Westside Connection'dan bir süre uzak kalan sanatçı, 2003 senesinde grupla yeniden bir araya gelerek "Terrorist Threats" adlı albümü yayımladı ve albüm ABD listelerinde 16 numara oldu. 1991'de vizyona giren Artık Çocuk Değiller filmiyle sinema dünyasına da adımını atan Cube, çeşitli filmlerde oynadı. Friday filmiyle göz dolduran Ice Cube, 2001'de rol aldığı Ghosts Of Mars adlı filmle yine izleyicilerden beğeni topladı. Bazen yönettiği, bazen oynadığı bazen senaryosunu yazdığı ve bazen de her ikisini ya da üçünü yapan sanatçı, başka sinema filmleriyle oyunculuğunu devam ettirdi. 2005 yılında Yeni Nesil Ajan 2 filminde oynayan Ice Cube. 2007'de Are We Done Yet? adlı komedi filmiyle izleyicilerin karşısına çıkan Ice Cube, aynı zamanda 2008 senesinde vizyona giren The Extractors, Sert Şutlar ve Pazar Günahları adlı filmlerle de sinema perdelerine yansıdı. Howard Shore Howard Leslie Shore (d. 18 Ekim 1946), Oscar, Grammy ve Altın Küre ödülleri sahibi Kanadalı besteci. Dünyadaki soundtrack kültürü ile kendi ismini önemli besteciler listesine yazdırmıştır. Dünyada bilinen ve en sevilen çalışması ise Peter Jackson'ın Yüzüklerin Efendisi üçlemesidir. Ferit Bernay Ferit Bernay, (d. 1956, Ankara, Türkiye), Türk bilim adamı, tıp doktoru. 1973'te Ankara Fen Lisesi'ni, 1979'da OMÜ Tıp Fakültesi'ni bitirdi. Aynı üniversitede Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı'da doktora (1981) ve doçentlik (1991) aldı. 1998'de aynı üniversitede aynı anabilim dalında profesörlük unvanı aldı. Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1992-1995 arasında Başhekim Yardımcılığı, 1995 ve 1996'da Dekan Yardımcılığı yaptı. 2000'den beri aynı üniversitede Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Başkanlığı, 2000 yılından 2008 yılına kadar da rektörlük görevini yürütmüştür. 5 Ağustos 2013'te İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından karara bağlanan Ergenekon davasında 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hakkındaki kararın temyiz incelemesini yapan Yargıtay 16. Ceza Dairesi 21 Nisan 2016'da, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilen kararı bozdu. Suat Ecin Suat Ecin, Türk şarkıcı. Müziğe okul korosunda ve folklör oynamaya okulun folklör grubunda başladı. Pertevniyal Lisesi'ni bitirdikten sonra Almanya`ya yüksek tahsil için gitti. Augsburg Üniversitesi'nde Ekonomi okuduktan sonra Münih'te bilgi işlem uzmanligini bitirdi. Burada kendisinin ideali olan müzige tekrar yöneldi. Almanya`da Latin Amerika danslarını da öğrendi. Bu dansları müziği ile birleştirerek, başarılı ve renkli sahne performansları gösterdi. Daha sonra, Türkiye`ye dönerek kaset çalışmalarına başlayan sanatçı; 1,5 yıllık bir çalışmadan sonra, 2000 yılında ilk albümü olan, "Engel Tanımıyorum"´u meydana getirdi. 2001 yılında "Bütün" adlı ikinci albümünü piyasaya çıkardı . Albümünlerinde bulunan parçaların çoğunun söz ve müzikleri de Suat Ecin'e aittir. Sanatçı Almanya ve Türkiye'de müzik çalışmalarına devam ediyor. Jan Amos Comenius Jan Amos Comenius (Çekçe: "Jan Amos Komenský"; Almanca: "Johann Amos Comenius"; Latince: "Iohannes Comenius") (28 Mart 1592 – 15 Kasım 1670) Çek öğretmen, bilim insanı, eğitimci ve yazardır. Brethren Birliği/Moravya piskoposu, dini mülteci ve evrensel eğitimin ilk savunucularındır, "Didactica magna" kitabında bunun kavramı açıklanmıştır. Cominius "ulusların öğretmeni" ya da modern eğitimin babası olarak bilinmektedir. 28 Mart 1592 Moravya'da (şu anda Çek Cumhuriyeti) doğmuştur. Almanya'da Heidelberg Üniversitesi'nde eğitim görmüş ve papaz (pastör) ve okul müdürü olmuştur. 30 yıllık Savaş Polonya'ya göç etmesini zorunlu kılmıştır. Polonya'da iken Polonya'nın eğitim sisteminin reformu için kitaplar yazmıştır. Bu kitaplar sayesinde ünlü olup, okul sistemlerinin reformunu yapmak üzere İngiltere, İsveç ve Macaristan'ı ziyaret etmiştir. Comenius ilk resimli ders kitabını tanıtmıştır. Burada Latince yerine yerel dili kullanmış, basitten zora doğru kademeli şekilde ilerleyen etkili bir öğretim sistemi kullanmıştır. Hayatı boyunca ezberci eğitim yerine mantıksal tekniklerin kullanıldığı öğrenme biçimini desteklemiştir. Yoksul çocuklar için eğitimde fırsat eşitliğini savunmuş, kadınlara eğitimin kapısını açmıştır. "Resimlerde Görünen Dünya" (Visible World in Pictures)'nın çocuklar için ilk resimli kitap olduğu varsayılmaktadır. Ayrıca, uluslararası eğitim kavramını öne süren ilk eğitimcidir. Evrensel eğitim alanındaki çabaları ona "Milletlerin Öğretmeni" (Teacher of Nations) unvanını kazandırmıştır. Türkiye'de müzikoloji Türkiye'de müzikoloji, Avrupa'nın doğu müziğiyle ilgilenmesine paralel olarak 1910'lardan sonra gelişmiştir. Müzikoloji ve Kaynakları (İstanbul 2006) kitabında Türkiye'de müzikolojinin başlangıcı ve gelişmesinden kısaca söz edilmektedir. Avrupa'da müzikolojinin başlangıcı "müzik ilmi" kelimelerinin 1850'lerde kullanılmasına bağlanır. Türk müzik tarihinde Farabi, İbn Sina, Safiyyüddin Abdülmü'min, Abdülkadir Maragî, Ladikli gibi nazarî ve Ali Ufkî, Kantemiroğlu gibi nota eserleri yazan müzikolog denebilecek insanlar varsa da eserlerini günümüz tekniğinde ve bilgisi ölçüsünde yazmamışlardır. Müzikoloji'nin 1850'de kurulmasından sonra Türkiye'de müziğin bilimsel masaya oturtulması ve incelenmesi gerektiğini anlayıp buna göre ilk müzik araştırmacılarını teşvik edenler, gelenekten gelen bilgi ve tecrübelerini öğrencilerinden Rauf Yekta Bey ile Suphi Ezgi'ye aktarmışlar, onları yönlendirmişlerdir. Daha sonra Hüseyin Sadettin Arel'in de katıldığı ilk müzikolojik çalışmaların Rauf Yekta Bey, Suphi Ezgi tarafından 1913-1920 arasında yapıldığı kabul edilmektedir. Türkiye'de ilk ciddi anlamda müzikolog olarak anılmaya değer kişi Rauf Yekta Bey'dır (1871-1935). Rauf Yekta Bey, çoğunlukla meşk sistemiyle gelen notaları yazıya geçirme çalışmaları yanında teori konusuna da eğilmiş, “24 aralıklı ses sistemi” denilen o günün şartlarında Türk müziği teorisinde yeni bir görüş ortaya atmıştır. Aynı dönemde Suphi Ezgi (1869-1962), Hüseyin Sadettin Arel (1880-1955), Murat Uzdilek hem nota hem
de nazariyat ve Türk müziğinin müdafaası sahasında yazdıkları eserlerle müzikolojik çalışmalara katılmışlardır. Suphi Ezgi’nin Nazari ve Ameli Türk Müziği (I-V, İstanbul 1933-53), H. Sadettin Arel’in Türk Musikisi Kimindir (İstanbul 1969) çalışmaları önemlidir. Bu noktada kısaca isimlerini sayacağımız Mahmut Ragıp Gazimihal (1900-1961), Veysel Arseven (1919-1977), Ferruh Arsunar (1908-1965), Sâdi Yâver Ataman (1908- 1994), Gültekin Oransay, Etem Ruhi Üngör, Cem Behar, Yalçın Tura, Cevad Memduh Altar ve daha birçokları çalışmalarıyla müzikolog olarak anılabilirler. 1900 yıllarından sonra Türk müziğini H. Usbeck, K. Reinhard, U. Reinhard, K. Signell,W. Feldman gibi yabancılar da araştırma konusu yapmışlardır. Türkiye'de müzik eğitimi amaçlı Dârülelhan'dan bu yana birçok okul kurulmuştur. Musiki Muallim Mektebi, Konservatuvarlar zaman zaman siyasî sebeplerle (eğitime önem verilmesi, Türk müziğinin yasaklanması vs.) yeterli ilmî araştırma yapamadılar. 1982'den sonra üniversite çatısında kurulan konservatuvarlardan ilmî çalışmalar beklenmekle birlikte bu kuruluşlar da pek az ciddi müzikolojik yayın yapabildiler. Türkiye'de en eski müzikoloji bölümü Ege Üniversitesi'nde Dr. Erdoğan Okyay'ın da aralarında bulunduğu müzikbilimcilerce kurulmuş, kısa süre sonra atanan Prof.Dr. Gültekin Oransay sayesinde akademik bir yapıya kuvuşmuştur. Renan Demirkan Renan Demirkan (d. 12 Haziran 1955, Ankara), 1962 yılında ailesiyle Hannover'e gelmişlerdir. Lise eğitiminden sonra yüksekokulda oyunculuk eğitimi almış. 1979 yılında "Sextett" adlı bir bulvar komedisiyle profesyonel olmuş. "Trommeln in der Nacht", "Kellermanns Prozess", "Romeo ve Jülyet", "Kral Lear","Vanya Dayı", "Ghetto", "Bluthochzeit", "Drei Fraun"... gibi oyunlarda çeşitli Alman devlet tiyatrolarında oynayan Renan Demirkan, 1982 yılında da televizyon filmi ile sinemaya başlamış. 1983 yılında Götz George ile çevirdiği "Zahn um Zahn" ile sinema dünyasında da ünlenmeye başlamış. 1989 yılında Goldene Kamera, 1990 yılında Adolf Grimme Preis, 1998'de ise Alman Cumhurbaşkanı Roman Herzog'tan Bundesverdienstkreuz, 2002 yılında da INTHEGA Tiyatro Ödülü'nü almıştır. Patasana Patasana, Ahmet Ümit'in 2000 yılında yayımlanan polisiye romanı. Kitap, "Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım" ile başlamaktadır. Kitabın adı olan Patasana, kitapta geçen Hititli bir saray yazmanı olan kişinin adıdır. Bu yazmanın gizlice yazdığı aynı zamanda resmi olmayan tarihin ilk belgeleri olacak tabletleri kazıları sırasında bulan arkeologların çevresinde meydana gelen gizemli cinayetler olay örgüsünü oluşturmaktadır. Kitapta bir yandan arkeologların öyküsü anlatılırken bir yandan da tabletlerde yazanlar verilmektedir. Kitap bir cinayet haberiyle başlar. Bu sırada kazılar sürdürülmektedir ve tabletlerin bir bölümü çıkarılmıştır. Cinayet haberi; çeşitli kuşkular doğurmuş, olayın farklı biçimlerde yorumlanmasına ve arkeologlar arasında huzursuzluk çıkmasına neden olmuştur. Ahmet Ümit'in her kitabında olduğu gibi okuyucu yine ters köşeye yatırılmış, katil hiç beklenmedik bir kişi çıkmıştır. Tabletlerde ise Patasana adlı Hititli saray başyazmanı çocukluğundan itibaren yaşadığı belli başlı olayları, yaşadığı aşkı ve kinini tarihi olaylarla birlikte içten bir biçimde ve yalansız anlatır. Tabletleri gizlice yazmasının nedeni saray yazmanlarının kralın bilgisi dışında ve devleti küçük düşürebilecek yazılar yazamamalarıydı. Arkeologların öyküsünün anlatıldığı bölümün baş kahramanı Esradır. Kazının sorumlusu olan Esra adlı arkeolog olayları anlatan ve yorumlayan zaman zaman okuyucuyu yönlendiren karakterdir. Tabletlerin yer aldığı bölümlerin baş kahramanı ise Patasanadır. Adeta günlük tutarcasına yazdığı tabletlerde yalansız dahası çok önemli bilgiler veren ve onu bulan arkeologlarca çok değerli olan olaylar anlatmıştır. Onu tabletleri yazmaya sürükleyen kendisini suçlu hissetmesidir. İçinde kendisini kötü sıfatlarla değerlendirdiği tabletleri yazma amacı ise insanlar arası kötülüğün, ölümlerin, savaşların bitmesidir ve barış içinde yaşanmasını dilemesidir... Kasım 2006'da 20. baskısı yapılan Patasana, yazarın 3. romanıdır. Kitabın arkasındaki notta şöyle denilmektedir: ""Patasana trajik öykülerle dolu bir kitap, ama asla karamsar değil. Tüm iyi romanlarda olduğu gibi, Patasana'da da bilgelik, belirsizliğin üzerinde yükseliyor."" Direc-t Direc-t, Bilge Kösebalaban, Yiğit Vural ve Saygın Çığşar tarafından 1997'de Adana'da kurulmuş Türk alternatif rock grubudur. Grup 1997'de Adana'da Bilge Kösebalaban, Yiğit Vural ve Saygın Çığşar tarafından kurulmuştur. Grubun isminin Direc-t olarak belirlenmesine grubun aynı araçta giderken aracın direğe çarparak kaza yapması sonrasında karar verilmiştir. Hem İngilizce hem de Türkçe beste yapan grup, 2 dili de çarpıştıran bu isimde karar kılmıştır. Grup 1999'da Özgür Peştimalci ve Bilge Kösebalaban tarafından yeniden kurulmuştur. 2000'in sonunda Alex Tintaru gruba katılmıştır. Grup 2001'de katılmış olduğu "Roxy Müzik Yarışması"nda birinci olmuştur. Ardından 2002'de Alternatif Festival'de David Byrne, Pulp, Sneaker Pimps ve Carl Cox'un altında çalmıştır. H2000 demo sahnede çaldılar. 2003 yılında H2000’de ana sahne aldılar. 2003 yılında On-Air ile anlaşan grup Deniz Yılmaz (Kurban) prodüktörlüğünde kaydettikleri albümü 2003 mayısında bitirdiler. 2004 haziranında piyasaya sürülen "Rus Kozmonotları" isimli albümlerinde on Türkçe ve bir İngilizce besteleri var. Dur Sakın Konuşma, Hasret ve Ama Sen Varsın’a adlı birer klip çektiler. Özellikle albüme isim veren Ama Sen Varsın’a çektikleri animasyon klip ve Hasret çok ilgi gördü. 2004’de grup Dream TV'de canlı yayınlanan Rock İstanbul festivalinde de ana sahnede çaldı. 2004 Temmuzunda Direc-t Slovakya'da Pohoda Açıkhava Festivalinde çalan ilk Türk grubu oldu. 2004 Yedi Kule Zindanları'nda Güney Asya depremzedeleri yararına yapılan konserde yer aldılar. 2005 Fanta Gençlik Festivali'nde toplam 17 şehirde konser verdiler. 2005 RockIstanbul Festivalinde ana sahnede yer aldılar. Grup Rock müziğinin kalbi olan Roxy, Line, Kemancı, Life Bar, Bronx, Gitar Bar, Vox, Yeni Melek Gösteri Merkezi, Stüdyo Live, İzmir Ooze Bar, Ankara Saklıkent, Ankara Bar Fly, Eskişehir Doors ve birçok üniversitenin gençlik festivalinde sahne aldılar. Aynı zamanda Türkiye ve Kıbrıs'ta pek çok lise ve üniversite festivalinde çaldılar. "Ama Sen Varsın" isimli parçaları Rusya'da çıkan Türkçe şarkılardan oluşan bir toplamada yer aldı. Olympos'tan ilk kliplerini "Rambo"ya, 2. kliplerini de "Ama Aşkım Yok"a çektiler. "Anything I've Done" isimli Bilge Kösebalaban bestesi olan Bilge'nin Gülce Duru ile düet parçası 2005-"Vh1-song of the year"da aralık finalisti oldu. "20 Ways" isimli parçaları Avustralya'da 2007 nisan ayında çıkan Have You Heard-2 isimli toplamada yer aldı. Ardından Pembe Elbise, Derya, Git, Obsequious ve Olympos'un da klipleri geldi. Grup, 2007 yılında Amerika'da, Cincinatti'de düzenlenen MidPoint Music Festivali'nde sahne alan ilk Türk grubu oldu. 2007'de New York, East Villageda yer alan Mo Pitkins kulüpte sahne aldılar. Abbas Yolcu (kitap) Abbas Yolcu, Attilâ İlhan'ın 1949-1952 yılları arasında, o dönem için yepyeni olan bir üslupla kaleme aldığı ve "Varlık" dergisinde bölüm bölüm yayımlanmış gezi yazılarından oluşan kitabıdır. Bu yazılar kısa bir anlık gibi görünen, ancak başlı başına birer macera olan gezileri anlatmaktadır. Örneğin Attila İlhan'ın İzmir-Sındırgı yolculuğu gibi. Attilâ İlhan bu yazılarda kısa yolculukların bile bir edebiyatçı gözüyle nasıl zenginleştirilebileceğini göstermektedir. Abbas Yolcu Abbas Yolcu aşağıdaki anlamlara gelebilir: Allah'ın Süngüleri: Reis Paşa Allah Süngüleri, Attilâ İlhan'ın bir romanıdır. Aynanın İçindekiler dizisinin altıncı romanıdır. Kurtuluş Savaşı'nı ve Atatürk ve çevresinin o dönemde yaşadıklarını anlatmaktadır. Kurtuluş Savaşı'nın en hareketli günlerini Mustafa Kemal'in yaşamı içinde anlatan roman, Kuva-yi Milliye'nin İzmir'e girişi ve Trakya'nın geri alınması ile biter. 1920 yılında Anadolu'ya geçen Admir Paşa ile birlikte milletvekilleri Ankara'ya toplanmaktadırlar. Yurdun dört bir yanında direnişin ateşi harlanmış ancak kışkırtma ve ayaklanmaların da ardı arkası kesilmemektedir. Admir Paşa bir yandan savaşı yönetirken, bir yandan da tasarladığı geleceğin tohumlarını atmaktadır. Allah'ın Süngüleri bu direnişin öyküsünü ve onun kahramanlarının anlatmaktadır. Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Hâlide Edip, Yunus Nâdi, Makbûle Hanım, Zübeyde Hanım, Fikriye hanım, Fevzi Çakmak (Hoca Paşa), Mustafa Suphi, Çerkez Ethem, Kâzım Karabekir gibi tarihi kişiler romanda karakter olarak hayat bulmaktadır. Romanda hem İstanbul'un zengin konaklarında geçenler ve tıklım tıklım direnişçi dolu trenler ile bazen meclise giden tozlu yollar anlatılmaktadır. Romanın görsel dili Kurtuluş Savaşı'nın en hummalı günlerinin ürpertici atmosferini ve Reis Paşayla birlikte Ankara'yı anlatmaktadır. Aydınlar Savaşı Aydınlar Savaşı, Attilâ İlhan'ın 2004 yılında basılan bir kitabı. Kitap Türkiye'de bulunan bazı aydınların halkı küçümsemesi, köylüleri hakir ve küçük görmesi, lümpen tarzında davranmalarını konu alan, halk kültürü ve aydın kültürü gibi kavramları masaya yatıran bir tarzda yazılmıştır. Bela Çiçeği Bela Çiçeği Attilâ İlhan'ın ilk baskısı 1962 yılında yapılmış olan şiir kitabı. Kitapta kendi hayatı, dostları, sevgilileri, sokaklar, meydanlar ve toplumsal olaylara bakarak yazdığı şiirler bulunmaktadır. Troposfer Troposfer, atmosferin yere temas eden en alt katıdır. Gazların en yoğun olduğu kattır. Kalınlığı kutuplarda 6, ekvatorda 16 km. civarındadır ve mevsimlere göre değişiklik gösterir. Güçlü yatay ve dikey hava hareketleri görülür. Ekvator üzerindeki kalınlığı 16–17 km, 45° enlemlerinde 12 km, kutuplardaki kalınlığı ise 9–10 kmdir. Bunun nedeni ekvatorda ısınan havanın hafifleyerek yükselmesi kutuplarda ise soğuyan havanın ağırlaşarak çökmesidir. Yani ekvatorla kutuplar arasındaki sıcaklık farkıdır. İçinde değişken sıcaklığın yatay ve dikey değişimlerini etki
lediği gibi, hava akımları, bulutluluk, nem, yağışlar, basınç değişiklikleri gibi meteorolojik olaylar, kaotik bir sistem içinde troposferin dünya ölçeğinde karmaşık davranış biçimini ortaya koyar ve uzun vadede iklimleri belirler; mevsimleri de ayarlar. Troposferde nem oranına göre her 100 metrede 0,44-0,98 °C düşer, bu oran ortalama 100 m'de 0,5 °C olarak alınır. Atmosferdeki gazların %75'i bu bölümde bulunur. Nem sadece bu katmanda bulunduğundan dolayı, hava olayları sadece troposferde, özellikle ilk 3–4 km içinde gerçekleşir. Nemin bulunduğu alt bölüme "karışma bölgesi", üst katına "sirüs bölgesi" adı verilir. Atmosferde bulunan su buharının %99'u troposferde bulunur. Troposferden Stratosfere geçiş tabakasına Tropopoz adı verilir. EBCDIC EBCDIC ("Extended Binary Coded Decimal Interchange Code" = Genişletilmiş İkilik kodlu Ondalık Değişim Kodu; okunuşu: "ebsedik") IBM tarafından kullanılan bir karakter kümesi ailesidir. Daha çok OS/360 işletim sistemi ve S/390 sunucularında kullanılır. Harf, rakam, işaretleri karşılayan 256 farklı sembolü kodlayabilir. EBCDIC sisteminin değişik alt türleri vardır. Bu türler karşılıklı olarak uyum içinde değildir. IBM, kendine özgü olmak üzere türleri birbirine çeviren yazılımlar da üretmiştir. Örneğin; EBCDIC kodunda büyük A harfi 193 (C1), küçük a harfi ise 129 (81) sayısıyla kodlanmıştır. Ayrıca bak: ASCII Azdavay Azdavay, Kastamonu ili'ne bağlı bir ilçedir. İlçe'nin, Küre Dağları Milli Parkı içerisinde olması sebebiyle eşsiz doğa güzelliklerine sahiptir. Bunun yanında ağaç, ahşap kütüklerden yapılmış evlerin oluşturduğu otantik köylerin yanı sıra görülmeye değer başlıca noktaları arasında; Çatak Kanyonu, Horma Kanyonu, Çal Kanyonu, Medil Mağarası, Asar Kayası, Anıt Ağaç, Akçasu Mesiresi, Suğla Yaylası, Azdavay Saray Şelalesi, Mercimeklik Kayası, Kız Kayası, Tabaklı Kayası, Aşar Kalesi ve ilçe merkezindeki Aşıklar Köprüsü bulunmaktadır. Son zamanlarda Ekoturizm'e önem verilmekle birlikte ilçeye bağlı Zümrüt Köyü'nde çalışmalar yapılmıştır. İlçe, Yürüyüş (Trekking) yapmaya uygun bir coğrafyaya sahiptir. Bununla ilgili Azdavay Cazibe Çalışma Grubu ve Azdavay Kaymakamlığı işbirliği ile ilçedeki yürüyüş parkurlarını gösteren "Azdavay Yürüyüş (Trekking) Parkurları Kitabı" (2011) yayınlanmıştır. İlçe merkezi ve köylerinin genel toplam nüfusu enson 2007 yılı genel nüfus sayımında 7.878 olarak tespit edilmiştir. İlçe halkının büyük bir bölümü ekonomik sebepler ve iş imkanlarının olmayışından genellikle; İstanbul, Ankara ve İzmir illerine göç etmişlerdir ve bir çoguda yurtdışında bulunmaktadır.. İlçe de, futbol ligine ara ara katılan, Kastamonu Amatör Liginde Azdavay Doğuşspor mücadele etmektedir. Azdavay bir sanayi merkezi olmadığı için göçün en çok yaşandıgı yerdir. İlçe de sosyal hareketlilik söz konusu değildir. Özel sektör olarak maden işletmeciligi, konfeksiyon atölyesi, orman işçiligi, hayvancılık ve küçük çaplarda tarim yapılmaktadır. Son yıllarda seracılık yaygınlaşmaya başlamış ise de fazla gelişmemiştir. Bu sebeple genellikle İstanbul başta olmak üzere çeşitli büyük şehirlere göç mevcuttur. Hatta bazı köyler ve mahalleler tamamen boşaltılmış durumdadir. Ögrenci yoklugundan köy okulları kapatılmıştır. Azdavay´da gerek ekonomik gerek kültürel ve gerekse sosyal gelişme yavaş bir seyir takip etmektedir. Bu bakımdan bir takım gelenek ve görenekler bu günün şartlarına uygun olmasa da birdenbire ortadan kalkmamıştır. Günün şartları icabı bazılarının yavaş yavaş unutuldugu bazılarınında yeni biçimler aldıgı görülmektedir. Eskiden Azdavay´ın her mahallesinde bir köy odası bulunurdu. Bunlar düğün ve bayramlarda misafir ağırlamakta kullanılırdı. Çoğu zaman burada toplanan köylü çeşitli eglence ve oyunlar düzenlerdi. Köyün çocuklarina burada kuran kursları açılırdı. Günümüzde yok olan bu köy odalarını canlandırmak amacıyla bazi köylerdeki halk yeniden köy odası inşa etme girişiminde bulunmaktadir. Günümüzde halen yöresel kıyafeti kadınlarımız giymektedir. Azdavay´a mahsus olan bu kıyafet çok çeşitlilik arz eder. Bu kıyafetin önlük kısmı halen ev tezgâhlarında dokunmaktadır. Bağlık kısmı ise elle işlenmektedir. Azdavay oyunları adı altında yöresel oyunları halen folklör ekiplerince oynanmaktadır. İlçe de gençlere yönelik sosyal hizmet kuruluşları yoktur. İlçe Merkezine yakın Karşıyaka Mahallesi Takazlar mevkinde 50 yataklı Devlet Hastanesi ile Merkez Sağlık Ocağı, Sıra Köyünde Sağlık Ocağı ve Derelitekke, Sada, Samancı, Kırmacı, Kolca Köylerindeki Sağlık Evleri ile sağlık hizmeti görülmektedir. İlçede aşılama ve halkın sağlık bakımından bilgilendirilmesi önemli ölçüde başarıya ulaşmıştır. Doğumda bebek ölüm oranı % 0’ dır. Genel olarak yaşlılığa bağlı hastalıklar ve tipik olarak guatr hastalığı görülmektedir. İlçe halkı sağlık hizmetlerinden sosyal güvence ve Yeşil Kart uygulaması kapsamında faydalanmaktadır. Seyahat acenteleri aracılıgıyla Istanbul'dan ilçeye direk seferler vardır. Ankara'dan ilçeye Kastamonu aktarmalı seferler vardır. Moğollar Moğollar, Doğu ve Orta Asya kavimlerindendir. Asıl yurtları olan Moğolistan’ın yerli halkıdırlar. Bugün Moğollar, Moğolistan dışında Rusya'ya bağlı; Aga Buryat Özerk Bölgesi, Ustorda Özerk Bölgesi ve Buryat Cumhuriyetinde yaşamaktadırlar. Ayrıca Çin ile Moğolistan arasında yer alan İç Moğolistan Özerk Bölgesi'nin de büyük çoğunluğu Moğol'dur. Tarihte, Asya kıtasının büyük bir kısmına sahip olup yayıldılar. Memleketlerinden çıkıp da geri dönmeyenler, diğer milletler arasında eridiler. Bugün Moğollar, sadece Çin ile Rusya arasındaki Moğolistan’da yaşarlar. Mongoloid tiptedirler. Dilleri Altay dillerinden olan Moğolcadır. Cengiz Han'ın teşkilâtlandırdığı Moğollarda, ahâliye "ivgen", boya "obop", âile ve en küçük birliklere de "aymuğ" ve "yasun" denirdi. Ordu da bu usûle göre teşkilâtlanmıştı. Ulus denilen Moğol kâbile birliklerinin hepsi asker sayılırdı. Kabîleler sefere, kendi çadırları, hayvanları ve kadınları ile bir ordu gibi giderdi. Her kabîle kendini idâre ederdi. Sanat bölükleri, idârî kumanda teşkilâtları yoktu. Silâhlarını kendileri yaparlardı. İşgâl ettikleri ülkeler, merkezî bir devletten idâre edilemeyecek kadar genişledi. Siyâsî ve idârî bakımdan tecrübesiz olan Moğollar, bu yüzden çok zor duruma düştüler. Devlet kadrosunda idâreci ve vergi toplayacak memurları yok denecek kadar azdı. Cengiz Han'ın soyundan olanlar, Çağatay Hanlığı (1227-1370), İlhanlılar (1256-1353), Altınordu (1226-1502), Şeybani Hanlığı (1500-1598) ve Kırım Hanlığı'nı kurdular. Cengiz Hanın oğulları ve torunlarının hâkimiyeti çok kısa sürdü. Abbâsî halîfeliğinin merkezi Bağdat'ı 1257'de yıktılar. Suriye dâhil Doğu Akdeniz, Batı Anadolu kıyılarına Avrupa'da Viyana şehri civârına kadar hâkim oldular. Moğolların yenilmezliğini, Mısır Memlûkleri yıktı. Hülâgu Hân'ın ordusunu, Memlûk Sultânı Kutuz ve komutanı Baybars, 1260'da Ayn Calut'ta büyük bir bozguna uğrattı. Doğu Karadeniz'deki Haçlı kralları ve Kilikya Ermenileri ile de Memlûkler Devletine karşı anlaştılar. Anadolu'da da on üçüncü asrın ortalarından sonra Moğol vâliler söz sâhibi oldu. On dördüncü asrın başlarında Orta ve Güneybatı Asya'da İslâm ülkelerinde yaşayan Moğollar İslam dinini kabul etmeye başladılar. İlhanlı hükümdârı Gazan Hanın İslâmiyeti kabûl etmesiyle, kumandan, vezir ve askerlerinden pek çoğu müslüman oldu. İslâmiyeti kabûl eden İlhanlılar devlet adamları, bölgedeki ahâliyle kaynaşmayı sağladılar. Mâverâünnehr, Yedisu ve Doğu Türkistan'a hâkim olan Çağatay Hanlığı, on dördüncü asrın sonunda Timur İmparatorluğu'nun hâkimiyetine girdi. Güney Rusya ve Batı Sibirya’daki Cuci sülâlesinden Altın Orda'da Berke Han Müslüman oldu. On beşinci asrın sonuna kadar bölgeye hâkim olan Altın Orda, Tîmûrlular tarafından yıkıldı. Bir kısım toprakları üzerinde Kazan Hanlığı kuruldu. Cuci sülâlesinden Şeybânî Hanlığı sülâlesinden Kırım Hanlığı, en uzun ömürlü hânedân oldu. Osmanlı Devleti'ne tâbi idiler. On beşinci asırdan on sekizinci asrın sonuna kadar iktidârda kaldılar. Dış Moğolistan’daki Moğolistan bağımsız, Rusya'ya; İç Moğolistan'daki muhtar idâre de Çin'e bağlıdır. Moğolistan'da yaşayan Moğollar, Buda inancının Lamaizm mezhebine mensuptur. Din adamlarına “lama” adını verirler. Lamalar, tabiblik ve büyücülük de yaparlar. Din merkezleri Tibet'teki Lhasa şehri olup ikinci derecedeki dînî merkezleri Urga'dır. Moğolistan'da, Tengricilik ve Hıristiyanların yanında, çok az da İslâm dînine mensup olanlar vardır. Noel Baba Noel Baba, Noel arifesini Noel'e bağlayan gece evlere gizlice girerek çocuklara hediye bıraktığına inanılan efsanevi kişi. Elfleri ile birlikte çocuklar için oyuncaklar yapar. Çocuklar kendisine mektupla Noel için hangi hediyeyi istediklerini bildirir. Noel Baba da ren geyiklerinin çektiği uçan kızağını hediyelerle doldurur ve evlere bacalardan girerek herkesin hediyesini dağıtır. Bu arada çocuklar tarafından kendisi ve geyikleri için bırakılan süt, kurabiye, havuç gibi yiyecek ve içecekleri tüketirler. Noel Baba günümüzde kır saçlı, uzun kır sakallı, sevimli, koca göbekli, tonton birisi olarak resmedilir. Beyaz tüyleri olan kırmızı bir cübbe giyer ve aynı malzemeden bir kukuleta takar. Evinin yeri ülkelerin geleneklerine göre değişiklik gösterir: Kuzey Kutbu, Finlandiya'daki Korvatunturi, İsveç'teki Dalecarlia veya Grönland bunlardan bazılarıdır. Bazı ülkelerde Noel Baba grottoları kurulur ve çocuklar Noel Baba kılığındaki oyuncuların dizlerine oturarak hediye olarak ne istediklerini söyler. Noel Baba birçok dilde, "aziz", "Nikola" ("Klaus"), "Noel" ve "baba" sözcüklerinin türevlerinden oluşturulmuş isimlerle anılır: Santa Claus, Papa Noel vs. Bunun haricinde bazı Avrupa ve Latin Amerika ülkelerinde kullanılan Kris Kringle ismi, ilk kez Martin Luther tarafından kullanılan Almanca "Christkind" (Çocuk Mesih) adının yozlaşmış halidir. Bu isim Noel Baba'nın yerini alması için o dönemin tutucu Katolik çevreleri tarafından benimsenirken, Protestan Kiliseleri daha seküler bir isim olan Noel Baba ve türevlerini benimsemiştir. Noel Baba efsanesi
ve 6 Aralık'ta çocuklara şekerleme ile hediye verilmesi geleneğinin, Piskopos Nikola'yı konu alan Hollanda efsanesi "Sinterklaas"'a dayandığı kabul edilir. Bu efsane ilk kez Hollandalı göçmenler vasıtasıyla Amerika Birleşik Devletleri'ndeki New Amsterdam'a (günümüz New York City'si) ulaşmıştır. Piskopos Nikola ("Barili Nikola" ya da "Myralı Nikola" olarak da bilinir), Likya'nın Myra yöresinde (günümüzde Demre) yaşamış bir 4. yüzyıl Hristiyan azîzidir. Yunanistan'ın, Rusya'nın, çocukların ve denizcilerin azizidir. 6 Aralık, "Aziz Nikola Günü" olarak kutlanır. 6 Aralık tarihinde birçok ülkede çocuklara hediyeler verilir. Nikola'nın varlığını destekleyen tarihi bir doküman mevcut değildir. Antik Likya'nın liman kenti Patara'da doğduğu kabul edilir. Gençliğinde Filistin ve Mısır'ı dolaştı. Likya'ya döndükten sonra Myra piskoposu oldu. Roma İmparatoru Diocletian döneminde Hristiyanların gördüğü zulüm esnasında tutuklandı. İmparator Büyük Konstantin döneminde serbest bırakıldı ve 325 yılındaki İznik Konsili'ne katıldı. Öldükten sonra Myra'daki kilisesinin mezarlığına gömüldü. 6. yy'a gelindiğinde türbesinin ünü bayağı yayılmıştı. 1087 yılında İtalyan denizciler ya da tüccarlar kemiklerini İtalya'nın Bari kentine götürdüler. Bu nakil, Nikola'nın Avrupa'daki ününü büyük oranda artırdı ve Bari bir hac merkezi haline geldi. Nikola'nın kemikleri bugün Bari'deki 11. yy yapımı Aziz Nikola Bazilikası'ndadır. Nikola, iyi kalpliliği ve cömertliği ile meşhurdu. Yoksulluk nedeniyle fuhuşa sürüklenecek olan üç genç kızın çeyiz masraflarını ödeyip evlendirdiğine ve bir kasap tarafından öldürülüp tuzlu suya basılan üç çocuğu dirilttiğine inanılır. Hıristiyanlıktaki küçük azîzlerden biri olmasına rağmen, Ortaçağ'da ünü tüm Avrupa'ya yayıldı ve pek çok ülkede adına binlerce kilise inşa edildi. Roma İmparatoru I. Justinianus, Nikola adına Konstantinopolis'de (bugünkü İstanbul) bir kilise inşa ettirdi. Nikola'ya atfedilen mucizeler, Ortaçağ ressamlarının ve oyuncularının sıklıkla canlandırdığı konulardandı. Aziz Nikola Günü'nde "Çocuk Piskopos" olarak adlandırılan bir erkek çocuğunu, temsili olarak, Kutsal Masumlar Günü'ne (28 Aralık) kadar piskopos atamak, tüm Avrupa'da yaygın bir gelenekti. Nikola Hollandacada "Sinterklaas" (Aziz Klaas) olarak biliniyordu. Hollandalı göçmenler Amerika'ya ulaştığında bu isim zamanla "Santa Claus"a dönüştü. Günümüzdeki Noel Baba imajı, karikatürist Thomas Nast'ın 3 Ocak 1863 tarihli "Harper's Weekly" dergisinde yayınlanan çizimlerine dayanır. Nast'ın çizimleri ise 1822'de Amerikalı şair Clement Clarke Moore'un yazdığı kabul edilen ve ölümünden sonra kendisine atfedilen, ""A Visit from Saint Nicholas"" ("Aziz Nikola'nın Ziyareti") ya da ""Twas the Night Before Christmas"" ("Noel'den Önceki Geceydi") olarak bilinen şiirden esinlenmiştir. Popüler Noel Baba imajı, çizer Haddon Sundblum'un, 1931 yılından itibaren Coca-Cola şirketi için hazırladığı çizimlerle son halini almıştır. Sundblum'un Noel Baba'sı, şişman, beyaz sakallı, uçları beyaz kürklü kırmızı bir kıyafet giyen, siyah kemerli, siyah çizmeli, yumuşak kırmızı şapkalıydı. Noel Baba'nın hediye getirmesi geleneği, İskandinav Mitolojisi'ndeki tanrı Odin'e dayanır. Odin, uçan atı Sleipnir ile avlanmaya gittiğinde, çocuklar Sleipnir için çizmelerinin içine havuç ve saman koyup şöminenin yanına asarlardı. Odin'in bu iyilik karşılığında çocuklara hediye ve şekerlemeler getirdiğine inanılırdı. Zamanla bu gelenek Avrupalı göçmenler vasıtasıyla Amerika'ya ulaştı. Çizme yerine büyük çoraplar kullanılmaya başlandı ve bu gelenek Noel'e dahil oldu. Britanya'da Doğanın kişileşmiş hali sayılan Yeşil Adam'dan etkilenen ve Noel'in kişileştirilmesi olan ayrı bir Baba Noel (Father Christmas) geleneği vardır. Bu karakter de Kelt ve Germen mitolojilerinden (Dagda,Odin,Kernunos,Freyr vs) bir sürü etki taşımaktadır.Daha sonraları bu karakter Santa Klaus'la birleştirilip tek bir karakter haline getirilmiştir. En Son Babalar Duyar En Son Babalar Duyar, 2002'de yayına başlayan durum komedisi türünde bir televizyon dizisi. Yapımcılığını Mint Prodüksiyon'un üstlendiği dizinin yönetmenliğini Sibel Kocataş yaptı, senaryosunu Murat Aras yazdı. Dizide Ayşegül Atik, Ali Erkazan, Levent Ülgen, Hatice Aslan, Ali Sunal, Burçak Işımer, Cansın Özyosun gibi oyuncular rol aldı. Biri evli, üç kızı ve bir oğlu olan anne ile babanın neşeli ve telaşlı yaşamı, komşuları ve akrabalarıyla olan ilişkileri anlatılıyor. Veymut çamı Veymut çamı ("Pinus strobus"), çamgiller (Pinaceae) 25 m'ye kadar boylanabilen, 9 m'ye kadar taç çapı yapabilen, gençlikte sivri, yaşlanınca genişleyen piramidal yapıda Kuzey Amerika'ya özgü çam türü. Gövde kabuğu düzgün, parlak gri-yeşil, yaşlanınca çatlaklıdır. İğne yapraklar 5–10 cm uzunluğunda, mavi-yeşil renkte, yumuşak ve kenarları ince dişlidir. Erkek çiçekler sarı renktedir. Kozalak terminal durumlu ve uzun saplıdır. Aşağıya doğru sarkar. Teker teker veya birkaçı bir arada bulunur boyu 10–15 cm. kadardır. Tohumlar küçük kanatları çizgilidir. Gençlikte hızlı büyür, tam güneş alanlarda gerçek formuna ulaşır. Kuraklığa ve donlara dayanıklıdır. Araç takibi Araç takip aracın yerini harita üzerinde gösterme işlemidir. Yer belirlemede GPS uyduları kullanılır. GPS uydularının kullanılmasından dolayı "Uydudan Araç Takibi" olarak da bilinir. 4 temel çeşidi vardır. GSM tabanlı sistemler, Uydu tabanlı sistemler, kara kutu sistemler ve hibrid sistemler. Telsizle takip de kulllanılan yöntemler arasındadır, ama bu yöntem fazla yaygınlaşmamıştır. GSM desteği olan yerlerde kullanılabilir. Ancak çöl, dağ, deniz gibi GSM hizmeti olmayan yerlerde araç online takip edilemez. GSM tabanlı araç takibi için üç farklı yöntem kullanılır: Uydu tabanlı sistemler, GSM çekmeyen yerler için idealdir ancak maliyeti pahalıdır. Uydu tabanlı sistemlerde genellikle SMS kullanılır. DATA hattı da kullanılabilir. Online alışveriş yapılmaz ve araçlar online takip edilmez. Ancak araçtaki cihaza kayıt yapılır. Araç merkeze gelince bilgiler alınır ve daha sonra harita üzerinde gidilen yerler görülür.. Diğer 3 sistemin çeşitli varyasyonlarının beraber kullanımıyla oluşur. GPS uyduları sayesinde araçlar bilgisayar veya mobil iletişim cihazları ile takip edebilir. Araç takip sistemleri ile araçların hızları, izlemiş oldukları güzergah, duraklama yaptıkları yerler ve süreler sayısal haritalar üzerinde izlenebilir. Araçların günlük kullanımı hakkında detaylı raporlar alınabilir. Araçlara tesis edilen Mobil Veri Cihazları, GPS uydularından aldıkları konum bilgilerini ve bağlı sensörlerden gelen sıcaklık ve benzeri telemetrik bilgileri GSM/GPRS şebekesi üzerinden Kontrol ve İletişim Merkezi'ne aktarırlar. Gelen bilgiler özel yazılımlar sayesinde derlenir ve sunucular üzerindeki veri bankasına kaydedilir. Yahudilikte Musa Musa (İbranice: "Moşe Rabenu משה רבנו)", Yahudiliğin peygamberi. Yahudi inancına göre Musa: MÖ 1392 yılında Mısır’da doğdu. Annesi Levi ailesinden Yehoved, babası aynı aileden Keat oğlu Amram'dır. Amram ile Yehoved’in ilk önce Miryam adında bir kızları olur. Bundan dört yıl kadar önce Mûsâ’nın ağabeyi olan Hârûn (İbrânîce: Aaron) dünyâya gelir. Hârûn’un doğmasından üç yıl sonra Mısır firavunu, Yahudilerin Mısır’da çoğaldıklarını ve güçlendiklerini görünce onları kontrol altına almak için üzerlerine angarya memurları koyar ve onları şehir inşaatlarında çalıştırmaya başlar. Bu şekilde de kontrol altında tutamayacağını anlayınca bu sefer de Mısır’daki ebelere "Bütün yeni doğacak İbrânî erkek çocukları öldürün ama kız çocuklarına dokunmayın" emrini verir. Mısırlı ebeler, bu emri yerine getirmekten korkarlar. Bu sefer de Firavun: "Bütün doğacak olan İbrânî çocuklar Nil nehrine atılacak" emrini verir. Bundan bir yıl kadar sonra Amram'la Yehoved’in bir erkek çocuğu olur. Onu Nil’e atmaya kıyamazlar ve sekiz günlük olunca usûlüne göre sünnet ederler. Üç ay kadar Musa’ya baktıktan sonra daha fazla bakamayacaklarını anlarlar, bir sepet yaparlar bunu ziftle sıvayıp daha o zamanki ismi Musa olmayıp bu isim daha sonra Firavun’un kızı Batya tarafından konulacak olan Musa’yı içine koyarlar ve Nil’e bırakırlar. Musa’nın ablası ve henüz 6-7 yaşlarında olan Miryam (Meryem), sepetin ve kardeşinin akıbetini öğrenebilmek için sepeti takip eder. Sepet, Firavun’un sarayının bahçesine doğru süzülür. O sırada Firavun’un kızı Batya sepeti bulur, sünnetli olduğu için çocuğun İbrani olduğunu hemen anlarsa da bu çocuğa acır ve onu himaye eder. Ancak çocuk, hiçbir süt anneden süt emmemektedir. Bunun üzerine Miryam, Batya'ya ona bir süt anne bulmayı teklif eder ve kendi annesini çağırır. Çocuk, kendi annesinin sütünü içince firavunun kızı Batya, çocuğu kendi annesine emzirmesi için verir. Çocuk iki yaşına geldiğinde annesi Musa’yı firavunun kızına getirir. Firavunun kızı, çocuğa Musa (İbranice: Moşe משה, "Sudan çıkarttım") ismini koyar ve onu evlat edinir. Bu tarihten sonra çocuk Musa adıyla anılmaya başlanır. Musa’nın anne ve babası tarafından konulmuş gerçek bir ismi olduğu kesindir. Çünkü Yahudi geleneklerine göre sekiz günlükken sünnet olan bir çocuğa mutlaka bir isim takılır. Ancak bu isim bilinmemektedir. Musa, Firavun'un sarayında bir Mısır prensi gibi yetiştirilir, iyi bir eğitim alır ve bir takım imtiyazlara sahip olur. Ancak ailesi ile kaldığı iki yıl içerisinde anne ve babasının verdiği eğitimle halkını, kökeni bilmekte ve kendini bir Mısırlıdan çok İbrânî olarak görmektedir. Firavun, Musa’yı sevmekle beraber çocuktaki bir takım hareketlerden ve ileride tahtına göz dikebileceğinden kuşkulanmaktadır. Danışmanlarının da verdiği tavsiyeyle çocuğu sınamaya karar verirler. Bir kabın içine bir parça som altın ve bir adet kor haline gelmiş kömür koyarak Musa’ya uzatırlar. Böylelikle çocuğun altına olan zaafını kontrol edeceklerdir. Çocuk, önce altının parlaklığına ve câzibesine kapılıp elini altına doğru uzatırsa da daha sonra Cebrâil’in Musa’nın elini tutar kor kömürü alıp ağzına atmasını sağlar. Bu yüzden Musa, hayâtının sonuna kadar bir konuşma problemi yaşayacak, bâzı harfl
eri düzgün telaffuz edemeyecektir. Bir gün Musa bir İbrânîyle Mısırlı bir Kıpti’nin kavga ettiğini görür ve onları ayırmak için araya girer ve yanlışlıkla Mısırlıyı öldürür. Bir süre sonra yine kavga eden o İbrânî’yle bir başkasının arasını bulmak isteyince o adam: "Seni üzerimize kim hakem tâyin etti? Yoksa o Mısırlıyı öldürdüğün gibi beni de öldürecek misin?" deyince, Musa olayın duyulduğunu ve yayıldığını anlar. Firavun da olayı duyar ve Musa’nın idâmını ister. Musa, bunun üzerine Mısır’dan kaçar. Musa, Midyan (Medyan) şehrine giderek orada bulunan Midyan’ın Peygamberlerinden Yitro (Şuayb)'la tanışır. Yitro, ona iyi davranır ve Musa’yı kızı Tsipora ile evlendirir. Bu evlilikten Musa’nın iki çocuğu olur. Musa, onlara Gerşom (yaşadığı yere ait olmayan) ve Eliezer adlarını verir. Bu sırada Firavun ölmüş, yerine başka bir firavun geçmiştir. Bu firavun da İbrânîlere baskılarını arttırmıştır. Musa ise kardeşlerinin acılarını hissetmektedir. Birgün Musa dağda gezerken yanan, ancak duman çıkartmayan bir çalılık görür. O anda Tanrı’nın sesini duyar. Tanrı, ona Mısır’da acı çekmekte bulunan Yahudileri Mısır’dan çıkartma görevini verir. Musa önceleri bu görevden kaçınır. Ancak Tanrı’nın emri olduğu için kabul eder. Musa Tanrı’ya küçükken yaşadığı olaydan dolayı konuşma problemi olduğunu, firavunu iknâ etmekte problemler yaşayacağını söyler. Tanrı bunun üzerine ağabeyi Hârûn’un ona yardımcı olacağını, Musa’nın düşündüklerini Hârûn’un ağzından çıkacağını söyler. Tanrı, ayrıca Musa’yı bir takım mucizelerle donatır. Bunlardan bir tanesi, yere atılınca yılana dönüşen ve tekrar eline aldığında eski haline dönen Musa’nın Asası'dır. Diğeri ise Musa elini göğsüne sokup çıkarttığında elini kar gibi bembeyaz ışıldatan, tekrar göğsüne sokup çıkarttığında normale döndüren mucizedir. Musa, kayınpederi Yitro’dan Mısır’a gitmek için izin ister ve Yitro’dan "Selametle git!" yanıtını alınca karısı ve çocuklarını Midyan'da bırakıp Mısır’a doğru yola çıkar. Musa ile Harun, birlikte Firavunun karşısına çıkarlar. Musa, Yahudilerin serbest bırakılması konusunda Firavunu ikna etmeye çalışır. Firavun: "Senin Tanrın kim ki onun sözünü dinleyip İsrail Halkını salayım? Tanrını tanımıyor, İsrail Halkını da salmıyorum" yanıtını verir. Bunun üzerine Musa, asasını yere atar asa yılana dönüşür. Firavun’un sihirbazları da ellerindeki ipleri yere atarlar, onlar da yılana dönüşür ve Musa’nın yılanı, diğer yılanları yutar. Firavun’un sihirbazları, bunun bir sihir olmadığını, mucize olduğunu söylerlerse de Firavun ikna olmaz. Yahudiler üzerindeki yükü daha da arttırıp Yahudiler ile Musa’nın arasını açma yoluna gider. Bunun üzerine Tanrı, Mısır’ın üzerine on bela gönderir. Ancak her seferinde Firavun "Salacağım!" diye söz verip bela ortadan kalkınca vazgeçer. Bu belalar: Bu son belada Firavun’un çocuğu da ölünce Firavun, İsrail Oğullarını salmaya karar verir. Yahudiler, o gece apar topar Mısır’ı terk ederler; öyle ki ekmeklerini bile mayalamaya fırsat bulamazlar. ("bkz. Matsa"). İsrail Oğulları, Musa’nın rehberliğinde Vadedilmiş Topraklar'a girmek üzere yola çıkarlar. Kızıldeniz önlerine geldiklerinde pişman olan Firavun ve orduları arkalarından yetişir. O arada Musa, asasını Kızıldeniz’e vurur. Deniz yarılır ve Yahudiler aradan geçerek karşıya ulaşırlar. Mısır ordusu da peşlerinden gelirken Musa, asasını tekrar vurur ve Kızıl Deniz kapanır. Firavunun ordusu da Kızıldeniz’in sularında boğulur. Bundan sonra Yahudiler, çölde kırk yıl dolaşırlar. Bu süre boyunca Tanrı’nın gökten yağdırdığı Man ile beslenirler. Man, mûcizevi bir yiyecektir. İnanışa göre sabahları çiğ gibi yağan Man, toplanıp öğütüldüğünde meydana gelen undan yapılan ekmek, her yiyeceğin tadını almaktadır. Bu arada Musa'nın kayınpederi Yitro, karısı Tsipora ve iki çocuğu Gerşom ve Eliezer, Musa’nın yanına geri dönerler. O güne kadar Mısır'dan çıkan tüm insanlarla bire bir konuşan, onların anlaşmazlıklarına hakemlik eden Musa, kayınpederi Yitro’nun tavsiyesiyle halkını örgütler, onların başına liderler koyar. Böylece sorunların çözülmesini kolaylaştırır. Musa, Sina dağında Yahudiliğin esâsı olan 10 Emir'i alır. Ancak aşağıya inmesi gecikince halkdan bâzıları altın bir buzağı yapıp ona tapmak isterler. Bunun üzerine sinirlenen Musa, 10 Emir tabletlerini kırar. Halkın pişmanlığı üzerine kısa bir zaman sonra tekrar 10 Emir tabletlerini Tanrı’dan alır. Altından bir Ahit Sandığı yapılır ve 10 Emir tabletleri bunun içine yerleştirilir. Ayrıca ibâdet etmek için seyyar bir çadır tapınak yapılır ve Yahudiler, kırk yıl boyunca çadır tapınak olan Mişkan’da ibâdet ederler ve orada kurban keserler. Çölde geçen bu süre içerisinde Tanrı’dan yeni emir ve yasaklar gelir. Yahudilik tam olarak şekillenmeye başlar. Çölde nüfus sayımı yapılır, kabîleler belirlenir ve Vadedilmiş Topraklar'da nerelere hangi kabîlenin yerleşecekleri kararlaştırılır. Musa, MÖ 1272 yılında 120 yaşında Moab ovasında Eriha karşısında bulunan Nebo dağındaki Pisga tepesine çıkar. Oradan Vaat Edilmiş Topraklar’a son bir kez bakar ve ölür. Eski Ahit'e göre Musa, bizzat Tanrı tarafından, Moab ülkesindeki Bet-Peor nehrine gömülür. Mezarının yeri bugün bilinmemektedir. Bilge Kösebalaban Bilge Kösebalaban, (d. 8 Şubat 1980, Adana) Direc-t grubu gitarist ve vokalisti. Küçük yaşlardan beri müziğe eğilimi olan ve devamlı şarkı söyleyen Bilge, ilk gitarını ortaokulun son yıllarında edindi. Lise yıllarında ağırlık verdiği müzik çalışmalarının ilk meyvesini lise yıllarında katıldığı Milliyet müzik yarışmasında icrada 3 beste dalında Türkiye birincisi olarak aldı. Daha sonra Ankara Üniversitesi İspanyol dili ve Edebiyatı bölümünü kazanan Bilge, öğrenimi için Ankara’ya yerleşti. Müziğin yaşamındaki öneminin artması ile birlikte öğrenimini yarıda bırakarak İstanbul’a yerleşti. Yaptığı şarkılarla birlikte müzikal kimliği ve tarzıyla da çevresinde oldukça dikkat çekmeye başladı. Daha önce Adana’dan arkadaşı olan Özgür ile Direc-t'i yeniden kurdu.. Direc-t ile beraber iki albüm yapan Bilge'nin Anima'dan Tuncay Korkmaz ve Ekin Cengizkan ile de uzun süre Olympos ve İstanbul'da sokak müziği yaptı. Ayrıca İtalya ve Yunanistan ve Hollanda'da da sokak müziği yaptı.2005 VH1-song of the year yarışmasında Gülce Duru ile seslendirdiği bestesi "Anything I've Done" ile aralık ayı finalisti oldu. Lucy Beton ve The Chish adlarıyla iki proje grubu daha vardır. Üçüncü Direc-t albümü "Son Ağaç"'ı çıkaran grupla beraber çalmak dışında solo projeleri üstünde uğraşan Kösebalaban ilk oyunculuk deneyimini Muck isimli, Show Tv'de yayınlanan Plato Film yapımında yaşamaktadır. Bilge Eskişehir Anadolu Üniversitesi iktisat bölümü mezunudur. Doğuş Üniversitesi'nde Çeviribilim yüksek lisansı yapmaktadır. Özlem Şeker ile evlidir. Alex Tintaru Alex Tintaru, (d. 25 Nisan 1977) Direc-t grubu basgitaristidir. 25 Nisan 1977'de Moldavya’da doğdu. 1983 yılında girdiği Sergey Rahmanninov Müzik Lisesi’nin piyano bölümünü 1991 yılında bitirdi. Aynı sene Stefan Nyaga Müzik Koleji’nin piyano ve kontrbas bölümünü 1993 yılında bitirdi. 1998 yılında da M. Şolokov Açık Pedagoji Üniversitesi’nin Müzik Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. 1990 yılından itibaren Moldavya’da çeşitli müzik gruplarında çalıştı. Bu gruplardan bazıları; Crystal Shit, Cripples, Fuctory ve Vid Sboku’dur. 1996 - 1997 yılları arasında Musorgskiy Müzik Okulu’nda piyano öğretmenliği yaptı. Dorian grubunda da basgitar çalmaktadır. H2000 H2000, Türkiye'nin ilk açık hava festivali. 2000 yılında başlayan festivalin sonuncusu 2003 yılında yapıldı. Deli Gömleği Deli Gömleği, 1999 sonlarında Özver Yılmaz tarafından kurulmuş alternatif rock grubudur. Özver Yılmaz 1996-1998 yıllarında Burdur'da lise grubu Gallows'ta gitar çalıp sahne alırken bir yandan kendi bestelerini yavaş yavaş oluşturmaya başladı. 1998 yılında Hüseyin Erinç ile tanıştı ve beraber besteleri bas gitar olmaksızın derme çatma ampli ve davullarla kerpiçten bir odada çalışmaya başladılar. Özver Yılmaz o sene üniversiteyi kazanıp Burdur'dan ayrıldı ve Ankara'da basçı arayışına girdi. 1999 yılında üniversitede, aslında davul çalmaya çalışan sınıf arkadaşı Burak Öztürkmen'i bas gitar çalması için ikna etti ve Burak Öztürkmen ilk bas gitarını aldı. Böylece bir-iki senede olgunlaşan besteleri her gün durmadan çalışarak beraber bitirmeye başladılar. Aynı yıl Özgür Can Öney gruba davulcu olarak katıldı. 2000 yılında biriken besteleri bir demo albümde toplayıp dağıtma fikri doğdu.Grup 3 aylık bir çalışmadan sonra 2000 yılının Mart ayında sekiz şarkılık Sefil Şah isimli demo albüm için Ankara'da Zoo Productions stüdyosunda kayda girdi.Bu albümde altı şarkıda davulu Hüseyin Erinç çaldı. Özgür Can Öney de gruba ısınmak için 2 şarkıda davul çaldı. Kaset formatında basılan bu demo albümün kalitesi grup tarafından beğenilmediği için sadece tanıdık çevrelere 40-50 tane dağıtıldı. Hüseyin Erinç resim öğretmenliği mesleğine geri döndü ve böylece grup ilk sürekli kadrosunu kurmuş oldu. 2001 yılında yeni şarkılarını biriktiren grup Ankara'da Sis Productions stüdyosunda Ufuk Önen ile kayda girdi. Altı şarkılık Soytarı isimli bu demo albüm Mart ayında kaset ve CD olarak basıldı ve internetin artık belirgin şekilde yaygınlaşmasıyla grup adını duyurmaya başladı. Ankara, İstanbul ve İzmir'de belirli noktalardan albümler satılırken, diğer şehirlere ve yurt dışına kargo ile demo albümler CD olarak dağıtılmaya başlandı. Grup o dönem birçok grup için popülerlik sağlayan müzik yarışmalarını müziklerini yarıştırmak istemediklerini söyleyerek reddetti.Bu albümden şarkılar Radyo D'de ve birçok internet radyosunda çalındı.Yine bu albümden sözlerini Hüseyin Erinç'in yazdığı Bir Milyon Baloncuk isimli şarkı daha sonra Direc-t vokalisti Bilge Kösebalaban tarafından yorumlandı. Bu yıl grup ilk konserlerini Ankara'da vermeye başladı. 2002 yılında Özgür Can Öney Manga'ya katılmak üzere gruptan ayrıldı ve yerine Serkan Süer geçti. Bu yıl grup yine Ankara'da Sis Productions stüdyosunda Ufuk Önen ile kayda girdi. Beş şarkılık Böyle Burdu Berduş isimli bu demo albüm Ağust
os ayında CD olarak basıldı ve dağıtılmaya başlandı. İçtenlik Öldü isimli şarkı Güven Erkin Erkal'ın Radyo D'de hazırlayıp sunduğu Maximum Rock programının alternatif listesinde haftalarca bir numara kaldı. Yine bu şarkı resmi bir derleme albümde yer almak üzere grup tarafından verildi ancak albüm basılmadı. Üç yıl sonra 2005'te Masumiyet şarkısına Kanal B stüdyolarında bir müzik programı için klip çekildi ve grupla yapılmış bir röportaj bu programda yayınlandı. Bu klip daha sonra Dream TV'de de gösterildi. Underground Scream of Turkey 2 ve Underground Metal Compilation derleme albümlerinde grubun şarkılarına yer verildi. Bir dönem Ertuğrul Ersan canlı performanslarda ikinci gitarist olarak gruba eşlik etti. Grup o yıl ilk İstanbul konserlerini verdi. Bu yılın sonlarında Emrah Tomsuk ikinci gitarist olarak gruba dahil oldu. 2002- 2004 yılları arasında grup konserlerine Ankara, İstanbul, Eskişehir gibi şehirlerde devam etti. 2003 yılında Ankara'da Rockstation festivalinin açılış grubu oldu ve büyük beğeni topladı. Serkan Süer'in yerine davula bir dönem Alper Pancaroğlu eşlik etti. Daha sonra Doruk Andiç ile çalmaya başladılar. 2004 Mart - 2005 Mart döneminde Özver Yılmaz yedek subay olarak askerlik görevini bitirdi. 2005 yılının Kasım ayında grup Ankara'da Raven stüdyosunda Kaya Sevinç ile kayda girdi. On şarkılık Oyuncak Albüm isimli bu demo albüm CD olarak basıldı ve dağıtıldı. Bu albüm için resmi albüm teklifi gelse de grup bu teklifi kabul etmedi.Bu kayıttan Küçük Peri şarkısına Dream TV’de yayınlanan Yüxexes programı için klip çekildi ve daha sonra Dream TV yayın akışında döndü. Grup o yıl Rockİstanbul festivalinde sahne aldı. Özver Yılmaz gitarını yüzlerce dinleyicinin önünde paramparça ederek daha sonra çok tartışılacak bir olaya imza atmış oldu. O yıl yine konserlerine devam eden grup Bursa ve Çanakkale'de ilk kez sahne aldı. Emrah Tomsuk gruptan ayrıldı ve yerine eski Metropolis gitaristi Ozan B. Can geldi. 2006 yılında Özver Yılmaz Cemiyette Pişiyorum grubuna gitarist ve geri vokalist olarak katıldı ve Et Rengi Tuzak isimli demo albümlerinin kaydında yer aldı. Aynı yıl evde kaydettiği 11 şarkılık Öz demo albümünü internetten yayımladı. Bu albümde özellikle Cemiyette Pişiyorum'a ait Supradin şarkısının yorumu çok beğenildi.Bu demodan El,beden adlı çalışma, Radyo Eksen'de çalındı. Özver Yılmaz 2009 yılında Cemiyette Pişiyorum grubundan ayrıldı. Bu yılın sonlarında Ozan B. Can gruptan ayrıldı. 2007 yılında Morning Silence adıyla Küçük Peri, İçtenlik Öldü ve Masumiyet şarkılarının İngilizce versiyonlarının yer aldığı Sincerity is Insanity demo albümü kaydedildi. Bu albüm internetten paylaşıldı.Burak Öztürkmen ve Doruk Andiç gruptan ayrıldı.Yahya Enis bas gitarist olarak, Çağdaş Öğer davulcu olarak gruba katıldı. 2008 ve 2009 yıllarında grup konserlerine devam etti. Çağdaş Öğer gruptan ayrıldı yerine bir dönem Kerim Surname davul çaldı. 2009 yılında Mehmet Akgün davulcu olarak gruba katıldı.Grup ilk bandrollü albümü için kayıt yapma kararı aldı. Böylece albümün kayıt ve miksini yaparak supervisor olarak da katkıda bulunan Kurban grubundan Deniz Yılmaz ile kayıtlara başlandı. 2010 yılında grup konserlerine devam ederken o yıl İTÜ Rock Festivali ve Foça Rock Festivali'nde çalarak performansları büyük beğeni topladı. 2011'de kayıtlar tamamlanarak grup kendi adını taşıyan 10 şarkılık ilk albümünü Favela Records etiketi ile çıkardı. Deneyevi ve Manyeto stüdyolarında kayıtlarının gerçekleştirilen albümde konuk vokal olarak Bilge Kösebalaban (Direc-t) ve Deniz Yılmaz (Kurban) da yer aldı. Mastering Çağlar Türkmen tarafından yapıldı. 2012 yılında Berkhan Ay Yahya Enis'in yerine bas gitarist olarak gruba katıldı. Grup ilk yurtdışı konserlerini bu yıl verdi. Ukrayna'daki turnede Respublica Festivali, Gogolfest ve Divan Bar'da sahne aldı. Gürcistan'da yine Divan Bar'da sahne aldı.Temmuz ayında Özkan Oral ile SAE stüdyolarında yeni albümün kayıtlarına başlandı. Yine o yıl Rock - A festivalindeki performansı çok beğenildi. Grup İlk albümden ilk klip Aslı Çelikel yönetmenliğinde Yalanlar Söyle adlı şarkıya çekildi.İkinci klibi İhsan Ezer Yalnızlığım şarkısına stop motion animasyon olarak çekti. 2013 yılında grubun ikinci bandrollü albümü Zaman çıktı ve ilk video klip Aslı Çelikel tarafından Kuyu adlı şarkıya çekildi. Bununla beraber grup Ukrayna ve Moldovayı kapsayan 4 konserlik bir turneye çıktı. Aynı sene 3. albümün kayıtlarına başlandı. 2014 yılının Ekim ayında Zaman albümünden Ben Ne Yapsam adlı şarkıya yeni klip yapıldı ve yayınlandı. 2014 yılının Kasım ayında 10 şarkılık üçüncü albüm "Tuzak" internet üzerinden yayınlandı. 2015 yılının Aralık ayında Özver Yılmaz akustik ağırlıklı 3 şarkılık EP "Körebe"yi internet üzerinden yayımladı. "Çok Mu Uzak" şarkısına Tayland'da bir klip çekildi ve yayımlandı. Déjà vu (anlam ayrımı) Déjà vu, "önceden görülmüş" anlamına gelen Fransızca bir ifadedir. Ayrıca şu anlamlara gelebilir: Masatoshi Gündüz Ikeda Masatoshi Gündüz İkeda (池田 正敏 ギュンドゥズ "Ikeda Masatoshi Gyunduzu", d. 25 Şubat 1926, Tokyo. ö. 9 Şubat 2003, Ankara), cebirsel sayılara katkılarıyla tanınan Japon asıllı Türk matematik bilginidir 1948'de Osaka Üniversitesi Matematik Bölümü'nü bitirdi. 1953'te doktor, 1955'te de doçent unvanlarını aldı. 1957-59 arasında Almanya'da Hamburg Üniversitesi'nde Helmuth Hasse'nin yanında araştırmalar yaptı. Hasse'nin önerisi üzerine 1960'ta Türkiye'ye gelerek Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinde İstatistik dersleri vermeye başladı. 1961'de aynı üniversitenin fen fakültesinde yabancı uzmanlığa atandı. 1964'te Türk uyruğuna geçerek, 1965'te doçent, 1966'da profesör oldu. 1968'de Ege Üniversitesi'nin izniyle bir yıl süreyle çalışmak üzere Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne gitti. İzninin bitiminde Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin sürekli kadrosuna girdi. Çeşitli tarihlerde Hamburg, ABD'deki California ve Ürdün'deki Yermuk üniversitelerinde konuk öğretim üyesi,1976'da Princeton'daki Yüksek Araştırma Enstitüsü'nde araştırmacı olarak çalıştı. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu'nun (TÜBİTAK) Temel Bilimler Araştırma Kurumunda yer aldı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Pür Matematik Araştırma Ünitesi başkanlığı yaptı. Cebir ve sayılar kuramına katkılarından dolayı 1979'da TÜBİTAK Bilim Ödülü'nü kazandı. Japonya'da bulunduğu dönemde halkalar kuramı ve grupların matrisle gösterimi üzerine araştırmalar yapan İkeda, 1970'lerde cebirsel sayılar kuramına yönelerek, rasyonel sayılar cisminin salt Galois grubunun otomorfizimleri ve tümelliği konularında önemli çalışmalar gerçekleştirdi. Ünlü matematik dergisi Crelle's Journal'da yayımlanan bir çalışmasında Galois grubunun çok özel bir yapıda olduğunu gösterdi. Grunge Grunge (bazen Seattle Sound olarak da adlandırılır) 1980’lerin ortasında Amerika'nın Washington eyaletinde çoğunlukla da Seattle bölgesinde alternatif rockın bir alt türü olarak ortaya çıkmıştır. İlk grunge oluşumları Seattlelı bağımsız plak şirketi Sup Pop etrafında şekilenmiştir, 1990'lı yılların başında da popülaritesi hızla artarak, California ve birçok Amerikan eyaletine yayılarak daha çok hayran kitlesi toplamış ve büyük plak şirketlerinin ilgisini çekmiştir. Hardcore punk ve heavy metal'den büyük ölçüde esinlenen grunge distortionlı heavy metal vari gitar rifleri, öfke dolu şarkı sözleri, hırıltılı vokalleri ile özdeşleştirilir. Grunge yapı ve estetik olarak diğer rock türlerinin daha sadeleşmiş bir halidir. Çoğu grunge müzisyeni dağınık saçları ve günlük sade kıyafet tarzları ile dikkat çeker. Grunge 1990'ların ilk çeyreğinde Nirvana'nın "Nevermind", Pearl Jam'in "Ten", Soundgarden'ın "Badmotorfinger", Alice in Chains'in "Dirt", ve Stone Temple Pilots'ın "Core "albümleriyle ticari olarak başarıya ulaştı. Bu grupların başarıları alternatif rockın popülaritesini artırdı ve grunge'ı o zamanki hard rock gruplarından daha popüler kıldı. Birçok grunge grubu 1990'ların sonlarında dağılsa da, tarzlarından uzaklaşsalar da etkileri hala modern rock müzik üzerinde hissedilmektedir. Yüksek sesli distortionlı efektlerle elde edilen cızırtılı gitar tonlarıyla özdeşleştirilen grunge, hardcore punk ve heavy metal tarzlarının birleşiminden oluşmaktadır. Bu iki türden birinin etkisi bazı gruplarda diğerine göre daha fazla olabilmektedir. Müziği, sözleri punkın ham tarzı ile benzerlikler gösterirken, aynı zamanda düşük temposu, gam yapısı ve daha kompleks çalınış tarzıyla heavy metali anımsatır. Şarkı sözleri öfkelidir. Genellikle yabancılaşma, duyarsızlık, özgürlük isteği gibi konuları içerir. Grunge grupları 1980'lerin sonlarında ticari başarı elde etmeye başladılar. Soundgarden 1989 yılında A&M Records ile anlaşma yaparak grunge grupları arasında ilk kez kurumsal büyüklükte bir müzik şirketi ile anlaşma yapan grup olmuştur. Birçok nedenle beraber grunge'ın şöhreti zamanla düşüşe geçmiştir. 1990'ların ortalarından itibaren birçok grunge grubu dağılmış ya da popülerlikleri azalmıştır. Nirvana gitaristi Kurt Cobain'in eroin bağımlılığı ve psikolojik sorunları nedeniyle 1994 yılında 27 yaşındayken intihar etmesinden sonra grunge eski popülaritesini bir daha asla yakalayamamıştır. Grunge kelimesi ilk kez 1978 yılında NME dergisinde yazar Paul Ramball tarafından gitar ağırlıklı rock müzik yapan popüler grupları tasvir etmek için kullanılsa da, ilk kez bir bir müzik akımını tanımlaması anlamında Green River ve Mudhoney vokalisti Mark Arm tarafından 1981'de dile getirilmiştir. Mark Arm grunge'ı Seatle'da yayın yapan "Desperate Times" adlı müzik dergisinde Mark McLaughlin takma adıyla "Mr. Epp and the Calculations" adlı kendi grubu hakkında yazdığı bir makalede “Saf Grunge" "Saf Gürültü” kelimeleriyle ilk kez kullanmıştır. "Desperate Times" editörü "Clark Humphrey" Seatlelı ilk grunge grupları için kullandığını ve Sub Pop'un kurucularından "Bruce Pavitt'"in de bu terimi bazen "Green River'"ı betimlemek için kullandığından bahseder. Mark Arm yıllar sonra "Tabii ki grunge'ı ben uydurmadım. Başkasından aldım. Grunge kelimesi zaten 1980'lerdeki "King Snake Roost, T
he Scientists, Salamander Jim, Beasts of Bourbon" gibi Avustralyalı gruplar için kullanılıyordu” diyecektir. Mark Arm'ın amacı her ne kadar bir rock müzik tarzı kastı gütse de, grunge terimi zaman içerisinde punk/metal karışımından oluşan tüm Seattle müzik çehresini tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır. Yüksek sesli distorsiyonlı efektlerle elde edilen cızırtılı gitar tonlarıyla özdeşleştirilen grunge, hardcore punk ve heavy metal tarzlarının birleşiminden oluşur. Bu iki türden birinin etkisi bazı gruplarda diğerine göre daha fazla olabilmektedir. Müziği, sözleri punkın ham tarzı ile benzerlikler gösterirken, aynı zamanda düşük temposu, gam yapısı ve daha kompleks çalınış tarzıyla heavy metali anımsatır. Sub pop prodüktörlerinden "Jack Endino" ve Melvins grubu heavy metal'in grunge üstündeki etkisini ve kışkırtıcılığını Kiss gibi grupların etkisine yorarlar. Çoğu grunge müzisyenleri bu tarz grupları modası geçmiş olarak tanımlasalar da bir o kadar da onlardan ilham almıştırlar. 1990'lı yılların ilk yarısıyla beraber Nirvana'nın müzikal formülü popüler olmaya başladı. Allmusic bunu punk/metal karışımı olarak tanımlar. Tuşlu çalgılar genelde grunge'ta kullanılmamasına rağmen Seattlelı grup "Gorrilla" 1960’lı yılların grubu "Vox organ"'dan ilham alarak gitarı ön planda tutma anlayışına karşı tavır almışlardır. Şarkı sözleri öfkelidir. Genellikle yabancılaşma, duyarsızlık, özgürlük isteği gibi konuları içerir. Birçok grunge müzisyeni toplumsal ön yargı gibi nedenlerden ötürü topluma karşı genel bir güvensizlik hissine sahiptir. Bu yönüyle punk rock müzisyenleriyle oldukça benzerlikler gösterirler. Soundgarden'ın ""Big Dumb Sex"" adlı şarkısında görülebileceği gibi glam metali ve 80'lerdeki popüler müziği karikatürize olarak algılarlar ve hicvederler. Grunge gruplarının konserleri gösterişsiz ama bir o kadar da tempolu ve coşkulu olarak bilinir. Müzikle alakası olmayan lazer gösterili, havai fişekli yüksek bütçeli konser organizasyonlarını benimsememişlerdir. Abartılı sahne teatralliğinden kaçınmışlardır. Aksine yerel gruplarla aralarında bir fark görmemişlerdir. "Jack Endino" "Hype!" adlı belgeselde şöyle denmiştir: “Seattlelı grupların ana meselesi şaklabanlık yapmak olmadığından konserleri farklıdır, ama aynı zamanda da gaza getiricidir.” Giyim tarzlarını en iyi yansıtan kıyafetlerden biri çoğunlukla 2. el dükkanlarından aldıkları oduncu gömlekleridir. Ayrıca sade günlük kot tişörtle beraber dağınık saçlarda grunge modasının önemli bir tarzıdır. Bu giyim tarzı bilinçli olarak bir moda akımına evrilmemiştir. Müzik yazarı "Charles R. Cross" bu konu hakkında şöyle demiştir: “[Nirvana solisti] Kurt Cobain şampuanlanamayacak kadar üşengeç biriydi.” Camianın önemli isimlerinden "Jonathan Poneman" da şöyle söylemiştir: “Bu tarz kıyafetler ucuzdu ve dayanıklıydı. Daha önce sahiplenilmemiş bir tarzdı. Ve tabii ki 80'lerin şaşaalı havalı stiline tamamen aykırıydı.” Grunge akımının önemli felsefesinden biri de bireyselliğe verdiği önemdir. "Dave Rimmer" yayınladığı bir makalede şöyle demiştir: ”Birçok genç Cobain’in müziğinden ve onları cesarete davet edişinden etkilendi. Zamanla kendi sahiciliğinizden ya da müziğinizden emin olabilir misiniz? Ama olmazsanız o zaman numaracı, yapmacık ve satılık olma gerçekliği ile yaşayabilir misiniz?" Grunge tarzının oluşumunun önemli etkilerinden biri Seattle müzik çehresinin diğer etkilerden kısmen izole olmasıdır. Sub Pop kurucularından  Jonathan Poneman bu etkiyi şöyle tanımlar: “Seattle şehri Newyork, Los Angels gibi metropollerin kendilerinden başka şehirlerdeki aktif müzik oluşumlarını görmezden gelmelerine mükemmel bir örnek teşkil eder.” Mark Arm ise bu izalasyonu söyle açıklar. ”Haritanın bu köşesinde olmak, birbirimizin fikirlerini araklamak tamamen doğaldı” Punk akımından evrilen grunge "The Fartz, The U-Men, 10 Minute Warning, The Accüsed" ve "the Fastbacks" gibi birçok  Seattlelı yerel grupların müziğinden etkilenmiştir. Öte yandan yavaş, sert ve çızırtılı bir tınısı olan Melvins'in de grunge'ın oluşumunda önemli bir katkısı vardır. Kuzeybatı pasifiğin dışında birçok grup ve müzik akımları grunge'ı etkiledi. Amerikanın Kuzey Doğusundan olan Sonic Youth, Pixies ve Dinosaur Jr. gibi grupların grunge a etkileri çok önemlidir. Scratch Acid, Butthole Surfers gibi birçok indie rock grubu nirvanayı etkiledi. Sonic Youth, Pixies, Dinosaur Jr gibi ABD nin kuzuydoğusundan birçok alternatif rock grubunun gruge üzerinde önemli etkileri vardır. Sonic Youth grunge gruplarına destekleri boyunca özellikle onların bağımsız yapılarını güçlendirmeye çalıştı.  Pixies'in ise Nirvana'nın müziğine etkisi Kurt Cobain tarafından "Rolling Stones" dergisine verdiği röportaj da söyle bahsedildi. “Pixies'in müziğini o kadar seviyordum ki kesinlikle o grupta çalmalıyım ya da en azından bir cover grubunu kurmalıyım diye düşünmüştüm ilk zamanlar. Yumuşak sessiz sonra aniden gürültülü ve sert olan müzikal yapılarını müziğimizde çok kullandık. 1997 yılının ağustos ayında ise Dave Grohl "Guitar World" adlı müzik dergisine şunları söyledi: "Kurt, Krist ve ben "the Knack, Bay City Rollers, Beatles. Abba" gibi grupları "Flipper" ve "Black Flag"'i sevdiğimiz kadar severdik. Pixies hatta Black Sabbath'tan "war pigs"i dinlediğinizde hemen o güçlü dinamik yapıyı hissedersiniz. Biz sadece bunları pop şarkılarıyla karıştırdık. Alternatif rock ve punk köklerinin dışında birçok grunge grubu 1970’lerin ilk yarısındaki heavy metalden de oldukça etkilenmişlerdir. "Babylon's Burning: From Punk to Grunge adlı" kitabın yazarı Clinton Heylin Black Sabbath’ın belki de punk öncesi öncesi  grunge'ı en çok etkileyen unsur olduğunu dile getirir. Müzikolog Bob Gulla ise Black Sabbath’ın tarzının Nirvana, Soundgarden ve Alice in Chains gibi grunge gruplarındaki etkilerinin hemen göze çarptığını söylemiştir. "Q" adlı müzik dergisine göre ise Led Zeppelinin etikileri özellikle Soundgarden'ın albümlerinde -seksit ve maço tavırları dışında- açıkça görülmektedir. "Guitar World"’dan "Jon Wiederhorn" ise grunge'ı şöyle tanımlar. “Peki grunge gerçekte nedir? Creedence Clearwater Revival, Black Sabbath ve the Stooges tan oluşan bir süper grubu kafanızda canlandırın. İşte o zaman sorunun cevabına yaklaşmışsınız demektir. Los Angeleslı hardcore punk grubu Black Flag'in geleneksel tarzları yanında heavy metal ile sentezleyerek kaydettikleri 1984 tarihli My War adlı albümleri Seattle müzik çevresinde güçlü bir etki yapmıştır. Mudhoney elemanlarından Steve Turner bu konuda şunları dile getirir: "Çoğu kişi Black Flag'in yavaşlayan müziğinden nefret etmişti o zaman. Ama biz tamtersi çok sevmiştik. İlginç ve sarsıcı bir tarzları vardı. 1984 yıllılarında Seattlelı bir çok grup The U-Men'nin yaptığı müzikten feyz olarak punk ve metal tarzlarını kendi müziklerinde harmanlamaya başladılar. Ham yapıları, distorsiyon ve yoğun feedback kullanımlarıyla bazı noise rock gruplarınında grunge üzerinde etkileri vardır. Bu gruplar arasında Wisconsin eyaletinden Killdozer, en önemlisi ise yavaş ve karanlık yapısıyla özdeşleşen San Francisco'dan Flipper sayılabilir. The Butthole Surfers'ın punk, metal ve noise rockı müziklerinde harmanlanlayarak kullanması Soundgarden'nın özellikle ilk albümleri üzerinde etkili olmuştur. The Scientists, Cosmic Psychos ve feedtime gibi bazı Avusturalyalı gruplar Sub Pop'ın kurucularından Jonathan Poneman ve Mudhoney grubu üyeleri tarafından yapılan radyo yayınlarında grunge müziğinin öncüleri olarak bahsedilir. Neil Young Pearl Jam ile birkaç konser verip Mirror Ball adlı albümü kayıt ettikten sonra basın tarafından grunge'ın babası olarak lanse edildi. Bu iddia hem Neil Young'un kendi grubu Crazy Horse ile yaptığı bol distortionlu albümlere -ki özellikle Rust Never Sleeps adlı albümleri- hem de kendi kişiliği ve grunge müzisyenleriyle uyumlu giyiniş tarzına atfen söylenmiştir. Benzer fakat çoğunlukla göz ardı edilen bir etkide Redd Kross'un "Neurotica" adlı albümleri için geçerlidir. Sub Pop kurucularından Jonathan Poneman bu albüm için şunları söylemiştir: ""Neurotica" benim için ve Seattle daki müzik çevresindeki birçok insan için hayat kurtarıcı olmuştur." 1986 yılında C/Z Records tarafından yayınlanan derleme bir albüm olan Deep Six grunge'ın oluşumunda öncü bir rol üstlenmiştir. Green River, Soundgarden, Melvins, Malfunkshun, Skin Yard ve The U-Men adlı 6 grubun çeşitli kayıtlarını içerir. Bir çok kişiye göre bu derleme ilk grunge albümüdür. Daha sonra aynı yıl içerisinde Bruce Pavitt in yeni kurduğu Sub Pop adlı şirket etiketiyle Sub Pop 100 adlı derleme albüm ve Green River'ın Dry As a Bone adlı EP'si yayınlandı. Sub Pop kurucuları Bruce Pavitt ve Jonathan Poneman Seattle'daki bu müziği marka haline getirmeye çalışarak, dağıtım ve prodüksiyon aşamalarını güçlendirerek hem yerel hem evrensel bakımdan bütün müzik çehresini etkileyip ilham kaynağı olmuşlardır. İlk dönem grunge konserleri oldukça az sayıda bir avuç insan tarafından organize edildi fakat Sub Pop fotoğrafçısı Charles Peterson'ın fotoğrafları bu konserlerin imajının artmasına yardım etti. Eski Green River elemanlarından kurulu Mudhoney  Sub Pop ile beraber başından beri şirketin amiral gemisi grubu olarak azımsanmayacak katkılar sağladı ve Seattle grunge hareketine öncülük etti. C/Z Records, Estrus Records, EMpTy Records ve PopLlama Records gibi diğer şirketlerde müzik sektörü içinde grunge'ın pazarlamasına katkı sağladı. Grunge İngiltere basının ilgisini Pavitt ve Poneman'nın İngiliz müzik dergisi Melody Maker yazarı Everett True dan Seattle'ın yerel müzik hareketiyle ilgli bir makale yazmalarını istemesiyle çekti. Böylece seksenli yılların sonunda grunge ilk defa yerelin dışında tanınırlık kazandı ve daha çok insanı konserlere çekti. Grunge alkültürde popülerlilik kazanmaya başlayınca bir çok müzik grubu Seattle'a yerleşmeye ve yerel grupların tarzlarını taklit etmeye başladı.Mudhoney den Steve Turner bu durumu şöyle anlatır: "Bu çok kötüydü. Taklitçi gruplar birden ortaya çıkmıştı ve ortaya çıkan şeyin bizimle hiçbir lakası yoktu" Bu dur
uma bir reaksiyon olarak birçok grunge grubu tarzlarını değiştirdi Nirvana Tad gibi gruplar kısmen daha melodik şarkılar yazmaya başladılar. 80'li yılların sonuna doğru grunge grupları yavaş yavaş popular olmaya başlamışlardı. Soundgarden 1989 yılında A&M Records'a katılarak büyük bir müzik şirketiyle anlaşma imzalayan ilk grunge grubu oldu. Jack Endino ya göre bu durum Alice in Chains Screaming Trees gibi diğer grupların ilk "büyük" albümlerini yayınlamalarına önayak olmuştur. Aberdeen, Washington dan Nirvana ilk albümleri Bleach'i 1989 yılında yayınladıklarında büyük şirketlerin ilgisini çekmişti. Böylece Nirvana Geffen Records ile 1990 yılında anlaşma imzaladı. 1991 eylülünde Nirvana ünlü albümü Nevermind'ı yayınladı. Bu albümün en fazla yine Geffen'in yayınladığı Sonic Youth'un Goo albümü kadar bir başarı kazanması bekleniyordu. Albümden yayınlanan ilk single "Smells Like Teen Spirit" grunge fenomeninin ateşleyicisi oldu. Şarkının MTV'de sürekli çalınması sayesinde Nevermind 1991 yılının sonuna kadar 400,000 sattı. 1992 yılının Ocağında Nevermind Billboard 200 listesinin tepesinde olan Michael Jackson'nın Dangerous albümünü yerinden ederek 1 numaraya çıktı. Nevermind 1999 yılında Recording Industry Association of America (RIAA) tarafından elmas plakla ödüllendirildi. "Nevermind"'ın başarısı müzik endüstrisini şaşırttı. "Nevermind" sadece gungeı popülerleştirmedi aynı zamanda kültürel ve ticari olarak alternatif rockın varolabilmesini sağladı. Michael Azerrad "Nevermind"'ı müzik piyasasını domine eden glam metalin popülaritesini kaybettiren, kültürel olarak dönemin ruhunu yakalayan bir dönüm noktası olarak addeder. Grunge, ne kadar radikal olup olmadığına bakmaksızın sayıca az bir kitleye hitap eden müzikal türlerin toplumun bir bileşeni olabileceğini, ana akımla ortak olup kendi pazarlarını oluştabileceklerini kanıtlamıştır. Diğer grunge gruplarıda sonradan Nirvana'nın başarısına ulaştılar. Eski Mother Love Bone elemanlarından Jeff Ament ve Stone Gossard'un bulunduğu Pearl Jam "Nevermind"'tan bir ay önce ağustos 1991 de "Ten" albümlerini çıkardı fakat albüm satışları ancak bir yıl sonra artış gösterdi.1992 yılının ikici yarısında "Ten" büyük başarı kazandı altın plakla ödüllendirildi ve "Billboard" listesinde iki numaraya yükseldi. RIAA tarafından 13 platinyum sertifikası aldı. Soundgarden'nın "Badmotorfinger," Alice in Chains'in "Dirt, Pearl Jam ve Soundgarden" elemanlarından oluşan Temple of The Dog'un aynı isimli albümleri 1992 yılının en çok satan albümleri arasındadır. Grunge gruplarının bu başarılarından sonra "Rolling Stone" dergisi Seattle'a "yeni Liverpool" yakıştırması yapmıştır. Bu dönemde büyük plak şirketleri kaydeğer grunge gruplarıyla anlaşma imzaladı. Cameron Crowe'un 1992 tarihli "Singles" filmi grunge'ın önemli temsilcilerinin bir araya geldiği bir film olmuştur. Hikâyesi Seattle'da geçen filmde Pearl Jam, Soundgarden, ve Alice in Chains elemanlarına küçük roller verilmiştir. Film 1991 yılında çekilmesine rağmen grunge'ın popülerleştiği yıl olan 1992 yılında vizyona girmiştir. Dorian Dorian, 1996 yılında kurulan, Türk rock grubu. 1996'da İlkin Kitapçı,Kaya Ertanhan ve Bahadır Çakır tarafından kurulan Dorian son halini 2002 yılında aldı. 2002 yılı grup için daha da ciddi bir müzik yaklaşımının ve ilerlemenin göstergesi oldu. Başlayan festival performansları ve çeşitli konserlerle adını daha sık duyurmaya başlayan Dorian, yapılan beste ve çeşitli yorumları stüdyo dışına taşımaya başladı. Albüm çalışmalarını hızlandırıp aynı zamanda da çeşitli barlarda, cover çalışmalarının yanında bestelerini de insanlara dinletmeye çalışan grup belli bir noktada durup sadece albüm çalışmalarına odaklandı. Kendi tarzını yaratırken onlara ilham olan grup ve sanatçıların gölgesinde fazla kalmadan ilerlemeye çalışan grup, zaman zaman drum&bass, acid jazz, Anadolu ve tasavvuf ezgilerini müziğinde yerinde kullanmaya özen göstermeye gayret etti. 9. Efes Dark Roxy Müzik Günlerine “Rüyadan” adlı parçasıyla katılan grup 20.000 kişilik internet oyuyla jüri özel ödülü alarak yoluna devam etti. Aradan geçen zamanı albumlerini tamamlamaya ayıran grup 2005 yılı Mart ayında Türkiye'de tarzları için olabilecek en iyi global müzik firması olan EMI Müzik ile anlaştı. Albüm kayıtlarına Nisan ortasında ATM stüdyosunda giren Dorian, albüm içerisine 9 parça yer verdi. Albümün prodüktörlüğünü kendisi yapan Dorian, “Yeniden Hayata” olarak belirledikleri ilk albümlerini piyasaya sürdü. Albümün çıkış şarkısı "Bakma Yüzüme" oldu. Uçman Balaban ve Onur Sönmez yönetmenliğinde çekilen klip şarkı kadar büyük beğeni topladı. Albümde sırasıyla "Gel Gör Beni" ve "Yeniden Hayata" şarkılarına klip çekildi. Grup, ilk albümün getirdiği başarı sayesinde pek çok şehirde konser verdi; birçok önemli festivalde yer aldı. İlk albümün ardından uzun bir süre sessiz kalmayı seçti Dorian. Bu süre içinde yeni albüm çalışmaları devam etti ve gruba bu sırada dandadadan ve 123'ten tanınan "keyboard" Burak Irmak katıldı. Yeni albüm öncesi ilk ses 2013 yılında yayınladıkları "İstanbul" çalışmasıyla geldi.8 yıl aradan Dorian cephesinden gelen ilk çalışma olan bu single büyük ilgi gördü ve yeni albüm daha da merakla beklenmeye başlandı. Yeni albüm "Dorian" Şubat 2014 yılında Onair music etiketiyle piyasaya çıktı. Yeni albüm "Dorian"'da da 9 şarkıya yer veren grubun çıkış şarkısı Özgür Biber yönetmenliğinde klibi çekilen "Eşsiz ve Zamansız" oldu. "Dorian" albümünün lansman konseri Salon İKSV'de 5 şubat 2014 yılında gerçekleştirildi. Şu an İstanbul'da konserler vermeye devam eden grup, sonbaharda turneye çıkmayı planlamaktadır. Türk Hava Kurumu Türk Hava Kurumu, Türkiye'de havacılık sanayisini kurmak; askeri, sivil, sportif ve turistik havacılığın gelişmesini sağlamak için 16 Şubat 1925'te Mustafa Kemal Paşa'nın emri ile kurulmuş bir dernektir. Atatürk'ün işareti ile kurulduğunda Cevat Abbas Gürer kurucu ve başkan idi ve dernek Türk Tayyare Cemiyeti adını taşımaktaydı; 1935 yılında Türk Hava Kurumu (THK) adını aldı. THK, Türkiye'nin "Havacılık Federasyonu" yetkisini taşır. 5 Ağustos 1925 tarihinden itibaren 'kamu yararına çalışan dernek' statüsündedir. Merkezi Ankara’dadır. Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu THK’nın manevi koruyucularındandır. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Kuvvet Komutanları, Ankara Valisi doğal üyeleri arasında bulunmaktadır. Kurum, üye aidatları; kurban derisi, fitre, zekat toplama faaliyetleri; pul satışı; kurum işletmelerinin etkinlikleri, gibi kaynaklardan gelir elde eder. Türk Hava Kurumu, 1954’ten bu yana kesintisiz olarak "Uçan Türk" adlı kurum dergisini iki ayda bir ücretsiz olarak yayınlamaktadır. Türkkuşu öğretmenlerinden pilot Emrullah Ali Yıldız, 12 Haziran 1938 günü 14 saat 20 dakika süren bir planör uçuşuyla dünya rekorunu kırdı. Öğrencisi Ziya Aydoğan, THK İnönü Eğitim Merkezi'nden Kayseri'ye kadar, 466 km.lik bir mesafeyi planörle uçtu. THK'nin planör eğitimleri için gerekli olan planörler, Kurum'un Akköprü Atölyesi'nden sağlanıyordu. Bu atölyede 1940 yılına kadar yüzlerce planör üretimi, motor ve planör onarımları yapıldı. 1940 yılı sonlarında ise Akköprü'de sınırlı bir kadroyla çalışan atölye fabrika haline getirildi ve burada İngiliz Miles Magister eğitim uçaklarının seri montajına başlandı. 1939-1941 yılları arasında II. Dünya Savaşı öncesinde Genelkurmay Başkanlığı'nın da isteğiyle Etimesgut Uçak Fabrikası kuruldu. 1944 yılında üretime Etimesgut Uçak Fabrikası'nda, Magister uçaklarının yanı sıra, THK-1, 3, 4, 7, 9, 13 planörleri ile THK-2, 5 ve 10 tiplerinde eğitim, sağlık ve nakliye uçakları üretildi. Türkiye’deki ilk motor fabrikası THK tarafından Gazi Orman Çiftliği'nde kuruldu. Bu fabrikanın çalışmaları 1951 yılına kadar sürdü ve dönemin getirdiği koşullar nedeniyle aynı yıl Makina ve Kimya Endüstrisi'ne devredildi. Bu fabrika 1952'de tamamen kapatıldı, halen Türk Traktör Fabrikası olarak işletilmekte ve traktör üretimiyle ülke ekonomisine katkıda bulunmaktadır. THK'nin yetiştirdiği havacı gençler, 1974 Kıbrıs Harekâtı sırasında gerçekleşen Hava İndirme Harekatı’na paraşütçü olarak katıldı. Harekat sırasında kurumun uçak ve pilotlarına da önemli görevler verildi. Özellikle 1980'li yıllardan sonra THK, sportif havacılık konusunda, 1990 yılından sonra da uluslararası ilişkilerinde büyük gelişmeler kaydetti. FAI Genel Kurul ve Komisyon toplantılarında etkili bir politika izlenerek THK ve Türkiye ön plana çıkarıldı. Mevcut olan planör, paraşüt, uçuş okulu ve model uçak okuluna ilave olarak 1996 yılında bünyesinde balon, yelkenkanat ve yamaç paraşütünün bulunduğu Çok Hafif Hava Araçları Okulu kuruldu. 1995'te Dünya Paraşüt Şampiyonası, 1996'da 1. Dünya Hava Oyunları Test Yarışmaları, 1997'de 1 nci Dünya Hava Oyunları Türk Hava Kurumu’nun ev sahipliğinde gerçekleşti. Haziran 2000'de 6 dalda 1. Türkiye Hava Oyunları, Temmuz 2002'de ise 2. Türkiye Hava Oyunları, Haziran 2004'te 3. Türkiye Hava Oyunları gerçekleştirildi. 19 Mayıs 2002 tarihinde Ankara’da Türk Hava Kurumu Müzesi açıldı. Türk Hava Kurumu, Türkiye'de nitelikli eleman açığı olan sektörlerden biri olan havacılık sektöründeki eleman ihtiyacını karşılamak amacıyla 3 Mart 2011 tarihinde 27863 sayılı Resmi Gazetedeki 6114 sayılı kanun ile Ankara ilinde bir üniversite kurmuştur. 2011-2012 döneminde ilk öğrencilerini kabul eden üniversite 4 fakülte, 2 yüksekokul ve 3 enstitü ile eğitim faaliyetlerine başlamıştır. Gümüş göknar Gümüş göknarı ("Abies concolor"), çamgiller (Pinaceae) familyasından doğal olarak Kuzey Amerika'nın batısında yetişen göknar türü. 35–45 m kadar boylanır. Gövde açık renkli ve pürüzlü dallar yanlara doğru yatay olarak çıkar. Hafifçe aşağıya doğru eğiktir. Dallar topraktan tepeye kadar ve çok sıktır. Kozalaklar 10 cm uzunluktadır. İğne yapraklar diğer türlere oranla daha uzun 2.5–6 cm, mavimsi gri renkli alt ve üstte mavimsi beyaz çizgiler vardır. Güneşli ve yarı gölge alanlarda kuru kumlu, killi topraklarda iyi gelişir. Toprak isteği bakımından daha az seçicidir. Yavaş büyür. İspanya göknarı İspanya göknarı ("
Abies pinsapo"), çamgiller (Pinaceae) familyasından İspanya'ya özgü bir göknar türü. 25 m boy, 1 m çap yapar. Geniş piramit bir taca sahiptir. Gövde genellikle çatallı ve dipten itibaren sık olarak dallanır. Yapraklar dallara dik olarak çıkar. Bu özelliği ile diğer köknar türlerinden kolayca ayırt edilir. Yapraklar 1-1,5 cm uzunlukta, ucu sivri ve altta iki adet stoma bandı bulunur. Kozalaklar 10–15 cm uzunlukta silindir şeklinde açık kahverengidir. Doğal olarak güney İspanya'da 900–1700 m yükseltilerde, Cadiz ve Malaga'da yayılış gösterir. Salkım söğüt Salkım söğüt ("Salix babylonica"), söğütgiller (Salicaceae) familyasından sarkık dallı söğüt türü. 15 m'ye kadar boylanır. Sürgün ve dallar çok ince ve elastik olduğundan dik durmaz, aşağıya sarkar. Yaşlı gövdelerin uzunlamasına çatlaklı boz renkli kabukları vardır. Sürgünler sarımtrak yeşil, cilalanmış gibi parlaktır. Uç tomurcuğu pseudo-terminal, çıplak tek pullu, tomurcuklar sürgünlere tam yaslanmıştır ve sarmal dizilmiştir. Yaprakları dar, şeritsidir, ucu sivri ve kenarları hafif dişlidir. Her iki yüzüde çıplak olan yaprakların, üst yüzü koyu, alt yüzü mat, açık gri yeşildir. Çoğunlukla yapraklar kıvrıktır. Damarlar belirgin ve çıplaktır. Yaprak sapı kısadır. Yaprak sapının sürgün üzerine bıraktığı iz dar şerit halindedir ve 3 iletim demeti izi vardır. 2n = 63, 72, 76. Vatanı Çin'dir. İki varyetesi vardır: Göksun Göksun, Kahramanmaraş il merkezine 89 km uzaklıkta bulunan bir ilçe. Toplam nüfusu 54.553, yüzölçümü 1920 km²dir. 1908 yılında Kahramanmaraş iline bağlanmıştır. İlçe belediyesi 1908 yılında kurulmuştur. İlçede toplam 51 köy ve 7 kasaba vardır. İlçenin eski adları: Kokusus, Cocussus, Kokson, Koksen, Köksün, Göksün. Orman bölgesinde olduğundan kereste fabrikaları mevcuttur. Batısında Dibek Dağı, kuzeyde Binboğa Dağları yer alır. Başlıca tarım ürünleri buğday, şekerpancarı, fasulye, nohut, elma, üzüm'dür. http://www.goksun.pol.tr/ Göksun İlçe Emniyet Müdürlüğü http://goksun.meb.gov.tr/ Göksun İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü http://www.goksuntarim.gov.tr/ Göksun İlçe Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü http://www.goksunogretmenevi.meb.k12.tr/ Göksun Akşam Sanat Okulu ve Öğretmenevi Gerce Gerce, Ayvalık Adaları Ayvalık Adaları Balıkesir'in Ayvalık ilçesine bağlı adalar topluluğu. İrili ufaklı birçok adadan oluşmaktadır. Bunlardan en büyüğü Alibey (Cunda) adasıdır. Köprü ile önce Lale adasına daha sonra dolgu ile Ayvalık'a bağlandığından artık yarımada özelliği taşımaktadır. Ayvalık koyu 22 küçük adayı ve adacıkları barındırır. Cunda dışında hiçbirinde yerleşim yoktur. Yalnız en büyüklerinden olan Çıplak adada koyun sürüleri bulunmaktadır. Ara sıra balıkçılar mola verirler. Motorlarla bu adalara geziler düzenlenir. İnce kumlu, uzun plajı ile Altınova Ayvalık-Ören arasındadır. Yazlık tatil siteleri yoğundur. Ayvalık Adaları kaynaklarda isim olarak Yund Adaları veya Cunda Adaları olarak da geçmektedir. Rumlar bu adalara "Mis Kokulu Adalar" manasına gelen Moshonisi demişlerdir. Hekatonesos, Apollonnesos, Hekatonnesoi, Hekatos gibi farklı adları da vardır. Vikimapia Ayvalık adaları Dârülelhan Dârülelhan (Türkçe: "Nağmelerin Evi"), Osmanlı Devleti’nin ilk resmi müzik okulu olarak İstanbul’da 1917-1927 arasında faaliyet gösteren dört yıllık eğitim kurumu. Osmanlı Devleti’nde Maarif Nezareti’ne bağlı okullarda öğretmenlik yapmak üzere hem Türk hem Batı müziğinin bilen öğretmenler yetiştirmek amacı ile kurulmuştur. Günümüzde İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı olarak geçmektedir. Dârülelhan’ın kuruluşundan önce 1914 yılında tiyatro eğitimi için Darülbedayi (Güzellikler Evi) adlı okul kurulmuştu. İstanbul Şehremini (belediye başkanı) Cemil Paşa’nın girişimi ile İstanbul’a getirtilen, Paris`teki Odeon Tiyatrosu müdürü André Antoine’ın kurduğu Darülbedayi’nin bünyesinde bir de müzik bölümü yer alıyordu. Bu bölüm, Dârülelhan’ın hazırlayıcısı olmuştur. I. Dünya Savaşı devam ederken, Darülbedayi’de görev yapmış bir sanatçı ve eğitmen olan Abdülkadir Bey ülkede Türk müziğini günün ihtiyaçlarına göre bir sistem içinde öğretecek bir okulun kurulması gerektiğine dair bir rapor hazırlayarak Maarif Nezareti’ne sundu. Savaş yıllarında müttefik ülke Almanya’dan bir müzik grubunun İstanbul’a gelerek başarılı konserler vermesi, buna karşılık Almanya’ya giden Zeki Üngör başkanlığındaki Türk müzik heyetinin beğenilmemesi üzerine Abdülkadir Bey’in raporu gündeme gelip bakanlıkta görüşüldü ve bir "Musiki Encümeni" oluşturulmasına karar verildi. Marif Nezareti bünyesinde kurulan ve başkanlığını Eski Evkaf Nazırı ve Washington büyükelçisi besteci Yusuf Ziya Paşa'nın yaptığı Musiki Encümeni’nin hazırladığı “"Dârülelhan Talimatnamesi"”nin 9 Aralık 1916'da yürürlüğe girmesiyle Dârülelhan, musiki hocası yetiştirecek ve daha çok Türk Musikisine ağırlık verecek bir okul olarak kuruldu. 10 Ocak 1917’de Maarif Nezareti’nin görevlendirdiği sanatçılar tarafından kadınlar ve erkekler için ayrı binalarda eğitim vermek üzere Dârülelhan açıldı. Dört sınıflı bir okuldu; türk ve batı musikisinin çeşitli konularını, musiki tarihini ve kurallarını bilen, beste yapabilen öğretmenler yetiştirecekti. 1917-1923 yıllarında okulu Yusuf Ziya Paşa başkanlığındaki Musiki Encümeni yönetti. Okul I. Dünya Savaşı yıllarında beklenen gelişmeden uzaktı. Erkekler bölümü 1918’de kapandı, sadece Türk müziği eğitimi yapılan kadınlar bölümü eğitimi bir süre daha sürdürdü. 14 Eylül 1923'te Talimatnamede yapılan değişiklikle Musiki Encümeni kaldırıldı. Dârülelhan, İstanbul vilayet makamına bağlı bir müzik okulu haline getirildi. Batı müziği tekrar okulun kapsamına alındı; yeni programa göre öğrenciler hazırlık sınıfından sonra 3 yıl süren Batı Müziği bölümü veya 2 yıl süren Türk müziği bölümlerinden birisine devam edecekti. Dârülelhan, İstanbul Valisi Haydar Bey'in gayretiyle 14 Eylül 1924'de yeniden açıldı. Almanya’da müzik öğrenimini tamamlayıp yurda dönmüş olan Musa Süreyya Bey, okulun müdürlüğüne getirildi. Musa Süreyya Bey yeni haliyle Dârülelhan'ı açılış gününde yaptığı konuşmada: ""Dârülelhan'ın yurdun musiki hayatını makul ve esaslı gelişme kaailiyeti olan akımlara götürecek bir merkez"" olarak tanımladı. Fransa’da müzik öğrenimini tamamlayıp yurda dönen Cemal Reşit Bey, Veli Bey, Muhittin Bey, Mesut Cemil Bey, Besim Bey, Zeki Bey, ve Edgar Manas Batı musikisi bölümünde; Rauf Yekta Bey, Ahmet Bey, Santuri Ziya Bey, Tamburi Faize Hanım, Hayriye Hanım, Türk musikisi bölümünde öğretmen olarak görev aldılar. Bu dönemde Dârülelhan, öğretim, konser ve yayın bakımından verimli oldu, konserleri ilgiyle karşılandı. 1924-1926 yılları arasında okul tarafından "Dârülelhan Mecmuası" adında bir dergi çıkarıldı. Derlemelere ve araştırmalara başlandı, notasız eserler notaya aktarıldı. Dârülelhan, 9 Aralık 1926’da Maarif vekili Mustafa Necati Bey tarafından belediyeye bağlı bir kuruluş olarak yeniden örgütlenmek üzere kapatılarak, 22 Ocak 1927'de İstanbul Belediye Konservatuarı adıyla açıldı. Yeni açılan okulun bünyesinde Türk Müziği eğitimi yer almıyordu. Doğu musikisi aletleri öğrenimi kaldırılarak yerine türk musikisi icra heyeti ve turk musikisi tasnif heyeti kondu. Programda batı konservatuvarları örnek alındı. Yeni örgütlenmeden sonra Musa Süreyya Bey, 1931 yılına kadar konservatuvar müdürü olarak görevine devam etti. Edvar Edvar, kelime anlamı ile devirler demektir, müzik biliminde ise Türk müziği makamlarını anlatan müzik teorisi eserlerine denir. Kelime Safiyyüddin Abdülmümin Urmevi'in Kitabü'l-Edvar adlı eseriyle ortaya çıkmıştır. Urmevi "makam" kelimesi yerine "edvar" kelimesini kullanmıştır, uşşak edvarı gibi. Müzik teorisini dairelerle anlatan eserlere ve daha sonra kazanmış olduğu anlamla "müzik teorisi" eserlerine de "edvar kitapları" denilmektedir. Türk müziğinde yazılmış bir kısmının kendine ait adı olmadığı için yazma müzik teorisi eserlerine Kitab-ı Edvar, Risale-i Edvar gibi adlar verilmiştir. Bir kısmı Arapça ve Farsça olan edvarlardan önemli olanların çoğu XV. yüzyılda yazılmıştır. Anadolu'da edvar geleneğinin ilk ürününü Yusuf Kırşehri Mevlevi yazmıştır. XV. yüzyıldan itibaren görülen Türkçe edvarların bir kısmı Şükrullah Çemişkezeki, Hızır b. Abdullah, Seydi, Hızır Ağa, Abdülbaki Nasır Dede, Kantemiroğlu gibi adı bilinen müzisyen yazarlar tarafından yazılmıştır. Ruhperver, Kitab-ı Edvar gibi bir kısmının yazar adı bilinmemektedir. Edvarların bir kısmının üzerinde akademik çalışma yapılmış ve bir kısmı da yayınlanmıştır. Bununla birlikte Makami edvarı gibi henüz yeni bulunmuş edvarlar yanında daha keşfedilmemiş edvarların da varlığı mümkün görünmektedir. Recep Uslu'nun yayınladığı makalelerde mevcut Türk müziği edvarlarının tam bir listesi yapılmaya çalışılmıştır: Recep Uslu, “Onbeşinci Yüzyılda Yazılmış Türkçe Müzik Nazariyatı Eserleri”, İÜ Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, sy. (1995-2000), 2000, s. 453-465; Recep Uslu, “Osmanlıdan Cumhuriyete Müzik Teorisi Eserleri”, Türkler (ed. Hasan Celal Güzel vdğr.), Ankara 2002, XII, s. 443-448. Lofça, Bulgaristan Lofça () Bulgaristan'ın kuzeyinde bulunan (Şubat 2011 itibarıyla) 36,296 kişi nüfuslu bir şehirdir. Lofça ilinin merkezidir. Filibe, Troyan ve Teteven şehirleri ile komşudur. Osmanlı Devleti döneminde Balkanların en önemli merkezlerinden biriydi. Tarihçi ve Mecelle'nin yazarı Ahmet Cevdet Paşa, ünlü güreşçi Kel Aliço ve 93 Harbi anılarını anlatan eseriyle meşhur Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi de "Lofça"'lıdır. Vidin Vidin (Bulgarca: Видин), Bulgaristan'ın kuzeybatı ucunda Tuna nehri kıyısında yer alan bir şehirdir. 2011 nüfusu 47.138 kişidir. Vidin, Osmanlı İmparatorluğu'nda idari ve ekonomik bir merkezdi. 1400-1700 yılları arasında Avusturya-Osmanlı sınırı idi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Balkanların merkezlerinden biriydi. 18. yüzyıl ve 19. yüzyıl başında zamanla derebeyleşen ayanlardan Pazvantoğlu hâkimiyetinin merkezi Vidin olmuştur. Vidin'de hâlen Pazvantoğlu Sarayı kalıntıları ve Pazvantoğlu Camii bulunmaktadır. Eldar Mansurov Eldar Mansurov, Azeri besteci. 1952 yılı
nda Bakü'de doğmuştur ve hala Bakü'de yaşamaktadır. Besteleri arasında "Bayatılar" gibi güzel bir enstrümantal parça da bulunmaktadır. "Bayatı" 1989 yılında Eldar Mansurov tarafından bestelenmiş ve şarkı olarak ilk önce Azerbaycan'da Brilliant Dadaşova tarafından seslendirilmiştir. Daha sonra çok ünlenen "Bayatı" Rusya'da ve Orta Asya'da popüler olmuştur. 1993 yılında "Bayatı" Türkmenistanın Aşqabad grubu ile "Ashkabad city of love" adli album'de yer almıştır. Türkmenistanın Aşqabad grubu "Bayatı" ile bütün dünyada meşhur olmuşdu. Daha sonralar ve bu güne kadar "Bayatlar", Yunanistan'da Brezilya'de, İspanya'da, Almanya'da, Bosna-Hersek'te, Romanya'da, Arap Ülkeleri de dahil birçok ülkede ün kazanmıştır. Sezen Aksu "Bayatılar"ın sözlerini değiştirerek, "Zalim" isimli parçayı okudu. Daha sonra Levent Yüksel'in de seslendirdiği ve klip çektiği "Zalim" şarkısının müziği de Eldar Mansurov'a aitdir. Son zamanlar İzmir'in ünlü rock gruplarından "Çalar Saat" 'Zalim'e yeni düzenleme yaptı. Huseyin Karadayi & Dj Funky C - “Miracles” isimli albüm'de, Eldar Mansurov'a ait "BAYATILAR" parçasının sample’larıyla 2006-2007’ye damgasını vurdu. Günümüz teknolojisi ve dans müziğinin getirdiği yeniliklerle yeniden yorumlanan bu parçayı, daha önce “Zalim” ismiyle Levent Yüksel’den dinlemiştik. 2006 yılında Yunan DJ Pantelis de «Bayatılar»ı - "I HAVE A DREAM (EXTENDED MIX)" adı ile ifa etdi. Nilgül "Ömürsüz Sevdalar" isimli albüm'de bestesi Eldar Mansurov'a ait "Halimi Sorma" şarkısını söyledi. Geçmiş yıllarda Nuray Hafiftaş "O gelende", Neşe Karaböcek ise Eldar Mansurov'un "İnanıram sevgiye" (Gel Imana) isimli şarkılarını söylediler. Sıfır KM grubu da Zalimi yeniden yorumlamıştır. Sadettin Tantan Sadettin Tantan (1 Ocak 1941, Sapanca, Sakarya), Türk bürokrat ve siyasetçi, eski İçişleri Bakanı. Polis Enstitisü ve Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi İşletme bölümünü bitirdikten sonra Bursa İş İdaresi Enstitüsü'nde master yaptı ve İngiltere'de dil eğitimi gördü. 1966'da komiser yardımcısı olarak göreve başladığı Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatında, Eskişehir, Bursa ve İstanbul'da Narkotik ve Asayiş Şubelerinde çalıştı. Giresun ve Tekirdağ'da İl Emniyet Müdürlüğü yaptı. Görevleri esnasında enerjik çalışmaları ve dürüst kişiliği ile ismi duyuldu ve takdir topladı. Aynı zamanda, 1980-1990 yılları arasında, İstanbul Güreş İhtisas Kulübü Başkanlığı, Aralık 1991 ve Aralık 1993 yılları arasında da Türkiye Güreş Federasyonu Başkanlığı görevlerinde bulundu. 1990-1994 yıllarında Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu İstanbul Bölge Başkanlığı yaptı. 1994 yılında emekli oldu ve ANAP'tan siyasete adım atarak Fatih Belediye Başkanı seçildi. 18 Nisan 1999 seçimlerinden önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığına adaylığı gündeme geldi. Ancak daha sonra milletvekilliğine aday gösterildi ve TBMM'ye 21. Dönem İstanbul milletvekili olarak girdi. DSP-MHP-ANAP koalisyonunun kurduğu 57. Hükümette İçişleri Bakanı olarak görev aldı. İçişleri Bakanlığı döneminde büyük çaplı yolsuzluklara karşı başlattığı operasyonlar kamuoyu gündeminde yer etti, ilginç operasyon kod isimleri hafızalarda kaldı. 2001 yılı Haziran ayında İçişleri Bakanlığı görevinden alınmasını takiben önerilen Gümrüklerden Sorumlu Devlet Bakanlığı teklifini kabul etmedi ve partisinden istifa etti. Ocak 2002’de Yurt Partisi ni kurdu ve 25 Ağustos 2002 tarihinde yapılan Olağanüstü Kongresi'nde Genel Başkanlığa seçildi. Evli, 6 çocuk ve 5 torun sahibidir. Yaşar Okuyan Yaşar Okuyan (d. 1949, İstanbul), Türk siyasetçi. Aslen Büyükköy, Çayeli, Rize'den Yalova'ya yerleşen bir ailenin çocuğu olarak doğdu. İstanbul Gazetecilik Yüksek Okulunu bitirdi. Bir dönem gazetecilik yaptı ve İmbat Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı oldu. Yalova'nın il olmasından sonra 20. Dönem'de Yalova milletvekili seçildi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yaptı. Evli ve 3 çocuk babasıdır. Aktif siyasete 1970'li yılların başında MHP'de başladı. İlginç bir nokta, aynı dönemde kardeşi Arif Okuyan'ın TKP'li olması, parti organlarından "Ürün" dergisinin sahibi olması ve parti politikası gereği CHP'ye girmesidir. 'Faşist bir ağabeyim olduğu için utanıyorum' açıklamaları yapan Arif Okuyan, bu nedenle soyadını da (Ekim Devrimi'ne gönderme yapacak şekilde) değiştirmiş, Arif Ekim olmuştur. (80'li yıllar sonrasında 'faşist' ağabey ve 'komünist' kardeş barışmışlardır.) Yaşar Okuyan, Mesut Yılmaz’ın ANAP liderliğine seçilmesinden sonra bu partiden Meclis'e girdi. ANAP'ta sürekli Ülkücü geçmişiyle anıldı. Eski ocağını rencide etmemeye, ancak ANAP'lı kimliğini vurgulamaya özen gösterdi. Özgeçmişinde MHP yıllarını gazetecilik yaptığı dönem olarak tarif etti. Okuyan, Mesut Yılmaz'la ters düşünce bakanlık görevi ile ANAP'tan ayrıldı. ANAP'tan istifa etmesinin ardından önce eski partisi MHP'ye girdi ve çıktı. Kasım 2004'te Ankara kulislerinde yeni parti kuracağı söylentileri dolaşırken sürpriz yaparak, 28 Şubat sürecinde Hüsamettin Cindoruk ve ekibi tarafından kurulmuş olan Demokrat Türkiye Partisi'nin başına geçti. Mayıs 2005 olağan kongresinde partinin ismini Hürriyet ve Değişim Partisi olarak değiştirtti. Partinin amblemi de ‘yeşil zemin üzerinde güneş’ oldu. Böylece 5 yıl içinde 6 genel başkan (sırasıyla Hüsamettin Cindoruk, İsmet Sezgin, Mehmet Ali Bayar, Yılmaz Hastürk, Sema Küçüksöz ve Önder Günay) değiştirmiş bulunan DTP tarihe karışmış oldu. 2007 yılında düzenlenen Cumhuriyet Mitingleri'ne katıldı. 2008 yılında genel başkanlığını yaptığı Hürriyet ve Değişim Partisi'ni kapatarak, kadrosuyla birlikte Halkın Yükselişi Partisi'ne katıldı. Daha sonra Yaşar Nuri Öztürk tarafından partiden ihraç edildi.. İşçi Partisi'nin 15 Şubat 2015 tarihinde yapılan kongresinde kurulan Vatan Partisi'nde genel başkan yardımcılığına getirildi. 2018 yılında görevinden ayrıldı. Anadolu Selçuklu Devleti Anadolu Selçuklu Devleti, Rum Selçuklu Sultanlığı veya Türkiye Selçuklu Devleti (Arapça: السلاجقة الروم el-Salācika el-Rūm Farsça: سلجوقیان روم Selcūkiyân-i Rūm; Rum Selçukluları), Selçuklu Türklerinden Kutalmış'ın oğlu Süleyman Şah tarafından Anadolu coğrafyasında, 1075 yılında kurulmuş olan bir Türk-İslam devletidir. Türkler çeşitli sebeplerden ötürü anavatanları olan Orta Asya'dan göç etmek zorunda kalmışlar ve kendilerine yeni bir vatan aramaya başlamışlardır. Bu yüzden Büyük Selçuklular; çevre bölgelere akınlar düzenlemeye başlamışlardır. Örneğin Anadolu'ya yapılan ilk akınlar 1015-1018 yılları arasında gerçekleşmiştir. Büyük Selçuklular; 1040 Dandanakan Muharebesi ile Gazneliler'i mağlup etmiş ve bağımsız olmuşlardır. Selçuklular'ın bağımsız olmasıyla beraber çevre bölgelere yapılan akınlar daha sistemli hale gelmiştir. Nitekim bu akınlar sonucunda Anadolu'nun; Orta Asya'ya en çok benzeyen bölge olduğu ve buranın Türkler'in yaşaması için uygun bir bölge olduğu anlaşılmıştır. Anadolu hakimiyeti için Büyük Selçuklular'la Anadolu'yu elinde bulunduran Bizans İmparatorluğu arasındaki ilk savaş, 1048 yılında gerçekleşmiş ve Pasinler Muharebesi olarak bilinen bu savaşla beraber Anadolu hakimiyeti için gerçekleştirilen ilk savaş Selçuklu zaferiyle noktalanmıştır. Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey ve Tuğrul Bey'in kardeşi, aynı zamanda Selçuklu ordusunun komutanı olan Çağrı Bey'in vefatıyla beraber; Tuğrul Bey'in erkek evladı bulunmamasından dolayı Çağrı Bey'in oğlu Alp Arslan Büyük Selçuklu tahtına oturmuş ve Anadolu üzerine yapılan akınları hızlandırmıştır. Hatta Hristiyan alemi için kutsal bir belde olan Ani beldesinin fethine muvaffak olmuştur. Bu dönemde Bizans imparatoru olan Romen Diyojen ise; Anadolu toprakları için oluşan bu büyük tehlikeyi bertaraf etmek için 200.000 kişilik ordusuyla başkenti Konstantinopolis'ten ayrılmış ve Doğu Anadolu'ya doğru ilerlemeye başlamıştır. Bu sırada Halep'te bulunan ve Fatımiler halifeliğini ortadan kaldırmak üzere Mısır üzerine hareket etmek için hazırlanan Sultan Alp Arslan; Bizans'ın büyük bir orduyla Doğu Anadolu'ya geldiğinin öğrenince hızla geri dönmüş ve Ahlat'a ulaşmıştır. Daha sonra iki ordu 26 Ağustos 1071 tarihinde Malazgirt'te karşılaşmış ve savaş kesin Selçuklu zaferiyle noktalanmıştır. Bu zaferle beraber İran, Azerbaycan, Horasan gibi bölgelerde bulunan Türkler büyük bir hızla Anadolu'ya göç etmeye başlamış ve başta Artuk Bey olmak üzere Selçuklu komutanları, Anadolu beldelerini fethetmeye başlamışlardır . Süleyman Şah, Mansur ve tüm Kutalmışoğulları; çeşitli taht kavgalarından dolayı Alp Arslan tarafından hapsedilmişlerdi. Fakat 1072 yılında Alp Arslan'ın ölümüyle beraber serbest kalan Kutalmışoğulları; önce Suriye'ye gelerek bazı faaliyetlerde bulunmuşlar fakat başarısız olmuşlardır. Daha sonra Kutalmışoğulları'ndan Süleyman Şah; Anadolu'da ilerleyerek Bizans'ın başkenti Konstantinopolis'in hemen yakınlarındaki Nikea şehrini fethetmiş ve Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurmuştur (1075). Anadolu'da güçlü bir devlet kuran Süleyman Şah; Bizans'ın içinde bulunduğu taht kavgalarından yararlanarak sınırlarını hızla genişletmiştir. Öyle ki Süryani Mihael gibi müelliflere göre Nikomedia'yı (İzmit) dahi fethetmiştir . Bu dönemde Büyük Selçuklu sultanı olan Melikşah; Anadolu'da kendisinden bağımsız bir devlet kurulmasından ve bu devletin güçlenip kendisine rakip hale gelebileceğinden dolayı telaşlanmış ve Porsuk Bey idaresindeki bir orduyu Anadolu'ya göndermiştir. Fakat Porsuk Bey; sadece Süleyman Şah'ın kardeşi Mansur'u ortadan kaldırmış ve başka hiçbir şey elde edemeden geri dönmüştür . Daha sonra Süleyman Şah; Ermeni Philaretos'un (Filaret) Fırat boylarından Kilikya'ya kadar uzanan büyük bir Ermeni prensliği kurması ve bu prensliğin; Anadolu Selçukluları'nın doğudaki İslam dünyasıyla bağlantısını kesmesinden dolayı doğu seferine çıkmış ve Tarsus, Çukurova gibi yerleri fethetmiş ve Filaret'e karşı olan Antakya halkının davetiyle bu şehri fethetmiştir. Süleyman Şah'ın Antakya'yı fethinden sonra Halep'i de kuşatması üzerine Halep'e hakim bulunan Şerif Ebu Hasan; Melikşah'ın kardeşi olan ve Melikşah tarafından Suriye melikliğine getirilerek, bu bölgede Bü
yük Selçuklu Devleti'nden bağımsız olarak hareket eden Atsız Bey idaresindeki Yabgulu Türkmenleri'ni itaat altına alan, Şam'ı kendisine merkez edinen Tutuş'tan yardım istemiştir. Bunun üzerine Tutuş Halep'e doğru yola çıkmış ve Süleyman Şah'la 4 Haziran 1086 tarihinde Ayn Seylem mevkisinde karşılaşmış ve savaşı Tutuş kazanmıştır. Bu savaşla beraber Süleyman Şah hayatını kaybetmiş ve Halep'de defnedilmiştir. Ayrıca Anadolu Selçuklu Devleti büyük karışıklıklara sürüklenmiştir . Süleyman Şah; sefere çıkarken yerine vekil olarak Ebu'l Kasım'ı bırakmıştı ve kendisinin ölümüyle beraber Ebu'l Kasım, Anadolu Selçuklu Devleti'ni idare etmeye başlamıştır. Büyük Selçuklu sultanı Melikşah ise; Porsuk Bey'i tekrar Anadolu üzerine göndermek suretiyle Anadolu Selçukluları'nı itaat altına almak istemiştir. Fakat Porsuk Bey başarısız olunca bu sefer de Bozan Bey'i Anadolu üzerine göndermiştir. Bozan Bey'i geri çekmesi için birçok hediyeyle beraber Melikşah'la görüşmek için İran'a giden Ebu'l Kasım; Melikşah'dan Bozan Bey'in iradesiyle kendi iradesinin aynı olacağı, eğer Bozan Bey bu seferden vazgeçerse kendisinin de vazgeçeceğini, bunun için Bozan Bey'le görüşmesi gerektiği şeklinde bir cevap almıştır. Daha sonra Ebu'l Kasım, İznik'e geri dönerken kendisini takip etmekte olan Bozan Bey tarafından yakalatılmış ve boğdurulmuştur. Kendisinin ölümü üzerine kardeşi Ebu'l Gazi Anadolu Selçukluları'nı idare etmeye başlamıştır . 1092 yılında Melikşah'ın ölümüyle beraber Anadolu'yu itaat altına almak için bölgede bulunan Bozan Bey geri dönmüş ve Türkiye Selçukluları istiklallerini korumuşlardır. Yine Melikşah'ın ölümüyle beraber; Süleyman Şah'ın Ayn Seylem savaşında ölümünden sonra İsfahan'a götürülen oğulları Kılıç Arslan ve Kulan Arslan serbest kalmışlardır. Kılıç Arslan ve Kulan Arslan serbest kaldıktan sonra İznik'e ulaşmış ve Ebu'l Gazi; hiçbir direniş göstermeden idareyi Kılıç Arslan'a devretmiştir. Böylece Anadolu Selçukluları içinde bulundukları büyük karışıklıklardan çıkmış ve yeniden fetih hareketlerine başlamışlardır . Sultan Kılıç Arslan; tahta çıkınca İzmir, Rodos, İstanköy, Sakız ve Midilli adalarını fethetmiş ve ilk Türk donanmasını oluşturmuş olan Çaka Bey'in kızıyla evlenmiştir. Daha sonra Peçenekler, Çaka Bey ve Kılıç Arslan arasında bir ittifak oluşturulmuştur. Bu ittifaka göre Peçenekler ve Selçuklular karadan, Çaka Bey ise denizden kuşatmak suretiyle İstanbul'u fethedecek ve Bizans İmparatorluğu ortadan kaldırılacaktı. Fakat bu durumun farkında olan Bizans imparatoru I. Aleksios; ilk önce Kıpçaklar'la anlaşmış ve 1091 yılında Peçenekler'i bertaraf etmiştir. Daha sonra Aleksios, Kılıç Arslan'ın ülkesinde; Çaka Bey'in çok güçlü olduğu ve sultanlık gayesinde olduğu şeklinde dedikodular çıkartmış ve bu dedikoduları öğrenince kaygılanan Kılıç Arslan, çok büyük bir hata yaparak kayınpederi Çaka Bey'i ortadan kaldırmıştır . Uzun süren taht mücadelelerinin ve saltanat kavgalarının sonucunda kardeşi Mansur ile birlikte Suriye civarında faaliyet gösteren Süleyman Şah; daha sonra Anadolu'ya geçmiş ve 1075 yılında Nikea (İznik) şehrini fethederek Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurmuştur . Süleyman Şah; 1075 yılında Nikea'da yerleştikten sonra, Bizans'ın içinde bulunduğu buhranlı durumdan yararlanarak sınırlarını hızla genişletmeye başlamıştır. Gerçekten de Bizans'ın Rumeli orduları komutanı Bryennios 1075 yılında ayaklanmış ve 1077 yılında Adrianopolis'de imparatorluğunu ilan ederek başkent Konstantinopolis üzerine yürümüştür. Bunun üzerine harekete geçen Bizans'ın Anadolu'daki ordularının komutanı Nikiforos Botaneiates; Alp Arslan'dan kaçarak Bizans'a sığınan Selçuk Bey'in torunu El-basan (Khrysoskül) ile birleşerek, Süleyman Şah'ın taarruzlarına karşı geceleri ve sapa yollardan ilerlemek suretiyle Kütahya'dan İstanbul'a doğru ilerlemeye başlamıştır. Fakat Nikiforos, Sakarya'daki Atzula mevkisinde Selçuklu kuvvetleri tarafından sarılma riski ortaya çıkınca El-basan'ı amcazadesi Süleyman Şah'a göndermiştir. El-basan Süleyman Şah'a; Nikiforos'un imparatorluğu ele geçirmeyi amaçladığını ve bunu başardığı takdirde kendisine vadettiği menfaatleri anlatmıştır. Süleyman Şah; müttefiki bulunan mevcut Bizans imparatoru yerine daha uygun şartlarla Nikiforos'la ittifak yapmış ve kendisine asker desteği vermiştir. Nitekim 1078 yılında Nikiforos; İstanbul'a girmiş ve buradaki taraftarlarının müzaheretiyle Bizans tahtını ele geçirmiştir. Yanında getirdiği Türk askerlerini de Rumeli'de isyan etmekte olan Bizans'ın Rumeli orduları komutanı Bryennios'a karşı göndermiştir . Bizans'ın iç karışıklıklarını müdahale ederek hakimiyetini Marmara, Ege, Akdeniz ve Karadeniz sahillerine kadar her tarafta genişleten Süleyman Şah'ın muvaffakiyetleri arttıkça Türkistan ve İran'dan Anadolu'ya gelmekte olan Türkmen obalarının akınları süratlenmiş ve büyümüştür. Örneğin 1080 yılında Azerbaycan'dan Anadolu'ya çok büyük bir Türkmen nüfus akını gerçekleşmiştir. Ayrıca Süleyman Şah'ın fethettiği bölgelerde yaşayan Rum, Ermeni gibi yerli milletlere mensup olan insanlarda Bizans'ın başta dini ve ekonomik olmak üzere tüm baskılarından kurtulmuş ve huzura kavuşmuştur . Kutalmışoğulları; Büyük Selçuklu Devleti egemenliği konusundaki taht kavgalarında mağlup olmuş ve Kutalmış ölmüş, Alp Arslan'ın ölümüyle beraber serbest kalan başta Süleyman Şah ve Mansur olmak üzere Kutalmış'ın oğulları önce Suriye'de faaliyet göstermiş, daha sonra Anadolu'ya geçerek İznik'e kadar ilerlemiş ve İznik başkent olmak üzere Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurmuşlardı. Öte yandan Yabgulu Türkmenleri'nin Güney Suriye ve Filistin'e gelerek burada Atsız Bey'in idaresine girerek bir beylik kurmaları Büyük Selçuklu sultanı Melikşah'ı endişelendirmekteydi. Çünkü Melikşah, bu devlet ve beyliklerin güçlenmesi durumunda kendisine rakip hale gelebileceğini düşünmekteydi. Bu yüzden Melikşah; kardeşi Tutuş'u Suriye'ye göndermek suretiyle Atsız Bey idaresinde teşkilatlanan Yabgulu Türkmenleri'ni itaat altına almıştır. Daha sonra Porsuk Bey idaresindeki bir orduyu Anadolu'ya göndermek suretiyle Süleyman Şah, Mansur ve tüm Kutalmışoğulları'nı bertaraf etmeyi amaçlamıştır. Bu yüzden 1075 yılı Temmuz ayında (468 Zilkaade) Afşin, Saltuk , Dilmaç oğlu Mehmed, Tarank oğlu ve Tutı oğlu gibi Oğuz beyleri askerleriyle birlikte Anadolu'dan Halep'e dönüyorlardı. Çünkü bu beyler Melikşah'a bağlıydılar ve Melikşah'a olan sadakatlerinden dolayı onun emrine uygun olarak Tutuş'a iltihak etmişlerdir . Melikşah'ın Anadolu ve Kutalmışoğulları'nı itaat altına almak maksadıyla gönderdiği Porsuk Bey'in Anadolu'daki faaliyetleri hakkında kaynakların verdikleri bilgiler karışık ve kifayetsizdir. Bu rivayetlerden birine göre Melikşah, cihan hakimiyeti davasıyla , Porsuk Bey'i Anadolu'ya göndermiş ve Porsuk Bey Bizans'ı sıkıştırarak imparatoru yıllık 300.000 altun (dinar) haraca bağlamış hatta bizzat Melikşah'da İstanbul'a kuşatmış ve Bizans'ın vergisini 1.000.000 kızıl altına çıkarmış; Konya, Kayseri, Aksaray, İznik ve tüm Anadolu beldelerini fethederek Süleyman Şah'ı Anadolu'ya melik yapmış ve Antakya'yı da alarak kendisine teslim etmiş, Tutuş'u da Şam'a göndererek kendisini Mısır ve Magrip'in fethiyle görevlendirmiştir . Başka bir müellife göreyse Kutalmış ölünce oğlu Mansur Anadolu'ya gitmiş ve birçok beldeyi fethetmiştir. Melikşah tahta çıkınca Mansur'un üstüne Porsuk Bey'i göndermiş ve Porsuk Bey Mansur'u mağlup ederek onu ortadan kaldırmıştır. Ayrıca bu müellife göre Mansur öldüğü zaman kardeşi Süleyman'ın yaşı çok küçüktür ama Türkmenler'in kendisine iltihakıyla Süleyman'da birçok beldenin fethine muvaffak olmuştur . Yine başka bir müellife göre Melikşah; Porsuk Bey'i Kutalmışoğlu'nu yakalatmak üzere Anadolu'ya göndermiş ve Porsuk Bey, İstanbul'a sığınmış olan Kutalmışoğlu'nu Bizans imparatoru Nikiforos Botaneiates'den istese de Kutalmışoğlu kendisine teslim edilmemiştir. Daha sonra Porsuk Bey ile Kutalmışoğlu arasında şiddetli savaşlar yaşanmış, iki tarafta çok ağır kayıplar vermiş, nitekim Porsuk Bey bir hileyle hasmını ortadan kaldırarak durumu Melikşah'a bildirmiştir. Bunun üzerine Anadolu'da bulunan Türkmenler'de Kutalmış'ın diğer oğlu olan Süleyman'a sığınmıştır . Modern tarihçiler ise Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurulmasından sonra Süleyman Şah ve Mansur arasında taht kavgalarının başladığını, bu yüzden Süleyman Şah'ın yardım istemesi üzerine Melikşah'ın Porsuk Bey'i Anadolu'ya gönderdiğini ve iki ordunun birleşerek Mansur'u ortadan kaldırdığını, böylece Anadolu melikliğinin Süleyman Şah'a verildiğini yazarlar . Ancak kesin olan şudur ki Porsuk Bey'in liderliğinde düzenlenen bu sefer Kutalmışoğulları'na karşıdır ve bu sefer, Süleyman Şah'ın kardeşi Mansur'un ölümüyle nihayete ermiştir. Bu seferle beraber Süleyman Şah kuvvetlenmiştir. Ayrıca Prof. Dr. Osman Turan; Porsuk Çayı'nın isminin, Porsuk Bey'in bu havalideki hareketlerinin hatırası olarak kaldığını iddia eder.. Süleyman Şah; Bizans İmparatorluğu ile ittifak ederek Melikşah tarafından üzerine gönderilen Porsuk Bey'in, kardeşi Mansur'u öldürmekten başka hiçbir şey elde edemeden geri dönmesini sağlamış ve bu suretle Melikşah'a, dolayısıyla da Büyük Selçuklular'a karşı istiklalini korumuş ve kuvvetlenmiştir. Bu sıralarda Bizans'a ait İstanköy Adası'nda bulunan Melissenos ise; yeni imparator Botaneiates'in iktidarını tanımamakta ve Ege Denizi kıyılarına kadar gelen Türk akıncılarının başbuğlarıyla görüşmekteydi. Bu teşebbüsünde muvaffak olmak için Süleyman Şah'a; tahtı ele geçirdiği takdirde Frigya ve Galatya havalilerinde Bizans'ın elinde bulunan şehirleri teslim etmeyi vadetmekteydi. Bu siyaset değişikliği dolayısıyla da Bizans ve Anadolu Selçuklular'ın arası açılmış ve Botaneiates, Anadolu üzerine bir ordu sevk etmiştir. Bu ordu; Anadolu Selçukluları'nın payitahtı İznik'i kuşatmak veya bu esnada Dorileon (Eskişehir) havalisinde bulunan Süleyman Şah ve Melissenos'a taarruz etmek konusunda tereddüt etmiş, nitekim İznik'in muhasarasına karar verilmiştir. İznik'te bulunan Türk garnizonu Bizanslılar'ı oyalamaktayken Süleyman Şah ve Melissenos'ta hızla ilerlem
işlerdir. Nitekim Süleyman Şah ve Melissenos'tan çekinen Bizanslılar kaçmış ve Süleyman Şah ile Melissenos Kadıköy'e (Domalis) yerleşmiştir. Fakat Melissenos'tan erken davranan ünlü Bizans generali Aleksios Komnenos; Nikiforos Botaneiates'i tahttan indirmiş ve imparatorluğunu ilan etmiştir (1081) Bizans'taki imparator değişikliği Anadolu Selçukluları'na yaramış ve Selçuklular; Anadolu'da fethetmedikleri yerleri de fethetmişlerdir. Bu hususu Süryani Mihail gibi müellifler; Nikomedia'nın (İzmit) Türkler'in elinde bulunduğunu belirterek doğrulamaktadırlar. Nitekim İstanbul Boğazı, Türkler ile Bizanslılar arasında sınır olmuştur. I. Aleksios bu durum karşısında, bir gece baskınıyla Türkler'i boğazlardan uzaklaştırmak istemiş ama başarısız olmuştur. Bu sırada Bizans'ın Balkan topraklarına karşı çok büyük ve acilen bertaraf edilmesi gereken bir Norman tehlikesi belirmiştir. Bu yüzden I. Aleksios, Süleyman Şah'la anlaşmak zorunda kalmış ve anlaşmaya göre Selçuklular'ın Bizanslılar'a; Normanlar'a karşı olan mücadeleleri sırasında asker desteği sağlaması, yine Selçuklular'ın İstanbul Boğazı'ndan çekilmesi ve iki devlet arasındaki sınırın Drakon çayı olması kararlaştırılmıştır. Bu muahedeyle beraber Selçuklular, Marmara kıyılarına kadar bütün Anadolu'nun kendilerine ait olduğunu tasdik ettirmişlerdir. Öyle ki hukuken Bizans'a ait olan Sinop ve Antakya şehirlerinin mahalli hakimler tarafından fethi karşısında Bizans imparatorunun bir itirazda bulunmaması 1081 muahedesiyle Bizans'ın, tüm Anadolu'yu Selçuklular'a terkettiğine delalet etmektedir. 1081 muahedesinde Selçuklu-Bizans hududu olarak belirlenen Drakon çayı; W. Ramsay'a göre İzmit Körfezi'ne dökülen Kırkgeçit çayıdır. Chalandon'a göreyse Drakon çayı, Bozburun yarımadasını ayıran çaydır. Osman Turan'a göreyse bugünkü Drakos(Orhan)tepe ve onun yanındaki bir dere bahis mevzudur.. Bu muharebeden sonra Süleyman Şah'ın, yapacağı askeri yardımı gerçekleştirdiğine dair bir kayda rastlanmamış ve Anna Komnini, Makedonya'nın Ohri bölgesinde oturan ve Tadikios'un emrinde bulunan Türkler'dem bahsetmiştir ki tüm kaynaklar bunların Balkanlar'daki Şamani Türkler'e (Müslüman olmayan Türkler) mensup olduğunu teyid etmektedir . Süleyman Şah'ın tüm Anadolu'ya hakim olduğunu söyleyen kaynaklar, Anadolu Selçukluları'nın şark (doğu) hudutlarını ve bu hudutların nereye kadar uzandığını belirtmezler. Bununla beraber, Süleyman Şah'ın Şark Seferi'nden önce Kapadokya'ya, sahil bölgelerine ve tüm Anadolu vilayetlerine hakimiyetini yayarak buralar valiler tayin ettiğine dair bir ifade bize umumi bir fikir vermektedir . Süleyman Şah'ın bu sefere çıkarken, İznik'te yerine naib olarak bıraktığı Ebu'l Kasım'ın kardeşi Ebu'l Gazi'yi Kapadokya'ya vali olarak tayin etmesi bu bölgenin Anadolu Selçukluları'na ait olduğunu gösterir . Kaynaklarda adı, şahsiyeti ve siyasi faaliyetleri bir türlü anlaşılamamış bulunan Taylu Danişmend'in oğlu Gümüş-tekin Ahmed Gazi'nin (Danişmend Gazi); bu zamanda Süleyman Şah'ın dayısı ve tabiisi olarak Sivas, Amasya ve Tokat bölgesinde Danişmendliler Beyliği'ni kurmaktaydı . Danişmend-name ve Anna Komnini'de Çankırı, Kastamonu ve Sinop'un fatihi olarak gösterilen ve Çankırı'daki kendi adını taşıyan türbede defnedilmiş bulunan Kara-tekin'de Süleyman Şah'ın bir valisi veya tabii olarak gözükmektedir . Selçuklular'ın Bizans'ı takip ettiği ve Selçuklu Devleti'nin ağırlık merkezinin Marmara kıyılarına intikal ettiği için Türk nüfusunun kesafetide batıya doğru artmış ve bu sebeple de Doğu Karadeniz sahilleri de zayıf bir Türk işgalinden sonra tekrar Bizans'ın eline geçmiştir. Bizans kaynaklarının belirsiz bilgilerine rağmen Trabzon; 1075 yılında Theodoros Gabras tarafından geri alınmıştır. Bir İslam kaynağına göre 1079 yılında Anadolu'da gaza yapmakta olan bir Türk fırkasının tamamen şehit olduğu belirtilmiştir ki bu olayın Doğu Karadeniz'de olduğu tahmin edilmektedir . Gabras; Trabzon'da Bizans'tan bağımsız bir idare kurmuş ve bu yüzden 1091 yılında Bizans imparatoru I. Aleksios tarafından bu havaliden püskürtülmüş ve yerine Gregoire Taronites tayin edilmiş; son olarak da Konstantin Gabras Trabzon'a hakim olarak müstakil bir Rum devleti vücuda getirmiştir. Gabras; şarktaki Türk beyleriyle yaptığı ittifaklar sayesinde Bizans'a karşı istiklalini korumuştur . Süleyman Şah'ın şark seferi öncesinde Anadolu toprakları bu durumdayken Ermeniler'in Fırat boylarından bir takım prenslikler kurmaları Anadolu Selçukluları için mühim bir meseli teşkil etmekteydi. Bizanslılar; XI. asrın başlarından itibaren Doğu Anadolu'yu işgal ederek bu bölgedeki Ermeni prensliklerini ortadan kaldırmış ve mühim bir Ermeni nüfusunu Sivas, Kayseri ve Fırat boylarına nakletmişlerdir. Malazgirt Savaşı'na müteakip Türkmenler'in hızla Anadolu'ya girmesiyle beraber Ermeniler daha kuzeye ve batıya kaçmışlar; Fırat boylarında, Kilikya'da, Malatya'da, Maraş'ta ve Urfa bölgelerinde kesafet yaratmışlardır. Bizans'ın bu tehciri ve Ortodoksluk mezhebini zorla Ermeniler'e kabul ettirmeye çalışması Ermeniler'i, Bizans'a karşı düşman hale getirmiştir. Öyle ki Anadolu'nun müdafaasına karışmayan Ermeniler bazen Türkler'i kurtarıcı olarak karşılayarak Bizans aleyhindeki millî ve dini düşmanlıklarını devam ettirmişler; Malazgirt Savaşı'ndan olduğu gibi toptan savaş meydanından uzaklaşmışlar; fırsat buldukça Rumlar'a saldırmışlardır. Böylece Ermeniler Bizans'a karşı ilk Arap fetihlerinde ve Avasım şehirlerinin kurulmasında Müslümanlar'a yakın oldukları gibi Malazgirt Savaşı'na müteakipde Türkler'e yakın olmuşlardır. Bu yüzdendir ki çağdaş Ermeni ve Süryani müellifleri, Rumlar'ı "menfur ve kadınlaşmış" dinlerine ve millî varlıklarına düşman "zalim Rafiziler" olarak gösteriyor, Bizanslılar'da onları ihanetle itham etmişlerdir . İşte Bizans'ın çöküşünden ve Türkler'in onlara karşı düzenlediği takip ve seferlerden yararlanan Ermeniler, Fırat boylarında kesafet kazanmışlar ve birçok prenslik kurmuşlardır. Bu suretle de Anadolu Selçukluları'nın güneydeki ve doğudaki Türk-İslam dünyasıyla olan münasebetlerini kesecek bir durum yaratmışlardır. Türkler'e karşı Bizanslılar tarafından Malatya-Antakya hattının müdafaası ile görevlendirilen Ermeni sergerdesi Filaret (Philaretos), Malazgirt Savaşı'nda ciddi bir çatışmaya girmediği halde, bu savaştan sonra imparator Mihael'e karşı eski imparator Romen Diyojen'i, bu eski imparatordan almış olduğu kumandanlıktan dolayı müdafaa etmiştir. Fakat Filaret bu durumdan faydalanarak kendi hesabına çalışmıştır. Malazgirt zaferinden sonra ne yapacağını şaşıran Frank askerleri ve reisleri Raimbaud, ayrıca dağlık Toros bölgelerine sığınmış olan Ermeniler de Filaret'in idaresine girmiş ve böylece 1074 yılında Filaret; hakimiyetini kurmuş ve imparatorun Antioch (Antakya) valiliğine tayin etmiş olduğu İzak'ı bozguna uğratmıştır. Daha sonra Filaret; Siirt, Muş ve Harput bölgelerine hakim olan, Bizans'a sadık kalan Ermeni prensi Sasonlu Thornig'e karşı taarruza geçmiştir. Filaret bu savaşta Frank reisi Raimbaud'u kaybetsede Türkler'le ve Türk emiri Kapar ile ittifak ederek Thornig'i de bertaraf etmiştir. 1077 yılında Bizans valisi Leon'un idaresindeki Urfa'yı zapteden Filaret; Malatya'da yerleşen Ortodoks Ermeni Gabriel'i de kendisine tabii kılmıştır. En son Fırat boylarında meydana çıkan Ermeni Vasag'ı da 1079 yılında ortadan kaldırdıktan sonra Filaret Antakya'ya girmiş ve şehirdeki Rumlar'ı katletmiştir. Böylece gittikçe kuvvetlenen Filaret Harput'tan Kilikya'ya kadar uzayan Malatya, Maraş, Göksün, Tarsus, Anazarba, Masisa, Ra'ban, Antakya ve Urfa şehirlerini içine alan çok büyük bir prenslik kurmuştur. Fakat bu hakimiyeti kurarken izlediği iki yüzlü siyaset ve Hristiyanlar'ı katilden kaçınmamasından dolayı Rumlar ve Süryaniler'den başka Ermeniler'in de nefretini kazanmıştır. Mevkisini Türkler'le dostluk kurarak korumaya çalışan Filaret; Süleyman Şah'ın kendi üzerine sefer yapma ihtimaline karşı Melikşah'a yaklaşmış ve bizzat onun sarayına giderek hakimiyetini tasdik ettirmek gayesiyle Müslüman olmuştur. Bu durum Filaret'in Hristiyanlar'a karşı olan şiddetini artırmış ve Hristiyanlar'ın Filaret'e olan nefretleri iyice artmıştır . Türkiye Selçukluları'nın şarkında bir Ermeni prensliğinin kurulması ve Melikşah'ın, dolayısıyla da Büyük Selçuklular'ın bu prensliği desteklemeleri büyük bir endişe yaratıyor ve Süleyman Şah'ı şark seferine mecbur ediyordu. Bizanslılar ile yapılan 1081 muahedesiyle nasıl imparator I. Aleksios Balkanlar'daki Normanlar'a ve Şamani Türkler'e (Müslüman olmayan Türkler) karşı serbest kaldıysa aynı şekilde Süleyman Şah'da Doğu Anadolu meselelerinde serbest kalmıştır. 1082 yılında Çukurova'ya (Kilikya) girerek Tarsus'u fetheden Süleyman Şah; 1083 yılında Adana, Anazarba, Masisa ve tüm Kilikya beldelerini hakimiyeti altına almıştır. Süleyman Şah, Tarsus'u fethedince derhal kadı İbn Ammar'dan bu yeni fethedilen şehirler için kadı ve hatip istemiştir ki bu durum Süleyman Şah'ın; Melikşah'la, dolayısıyla da Büyük Selçuklular'la olan geçmişten kalma siyasi ve ailevi rekabetini devam ettirdiğine dair mühim bir hadisedir. Çünkü Süleyman Şah, Büyük Selçuklular'ın dini lider olarak tanıdığı Sünni Abbasiler yerine Şii Fatımiler'i dini lider olarak tanımıştır. Nitekim Kutalmışoğulları; Anadolu'ya geçmeden önce Kuzey Suriye'de bulundukları dönemde aynı teşebbüste bulunmuşlardır. Ayrıca İbrahim Yınal ve diğer asi Selçuklu beyleri de bu yolu tutmuşlardır . Geçmişte Abbasiler; Bizans'a karşı Tarsus merkez olmak üzere Avasım şehirlerini kurmuştur ve bu münasebetle Kilikya şehirleri aralarında pek çok Türk'ün de bulunduğu Müslüman gönüllü ve gazilerin üssü olmuştur. İslam kültür ve medeniyetinin yerleştiği ve ilim adamları yetiştirdiği bu bölge X. asrın başlarında Bizans tarafından işgal olunmuş ve tüm Müslüman halk katledilmiştir. İşte Süleyman Şah yaklaşık 150 yıl sonra bu bölgeyi Hristiyan işgalinden kurtarmış ve tekrar bir İslam diyarı haline getirmiştir. Tarsus ve Kilikya'dan sonra Filaret'in elindeki tüm bölgeleri fethetmeyi ve bu münasebetle Büyük Selçuklular'la karşı karşıya gelmeyi hesap e
den Süleyman Şah; İznik'e dönerek gerekli hazırlıkları yapmış ve önlemleri almıştır. Bu maksatla Süleyman Şah, İznik'e yerine vekil olarak Ebu'l Kasım'ı bırakmış ve Kapadokya'ya, sahil bölgelerine ve tüm Anadolu'ya valiler tayin etmiştir. Bu valileri şark seferi bitene kadar bölgelerini korumakla görevlendiren Süleyman Şah; Antakya üzerine hareket etmiştir. Süleyman Şah Antakya üzerine hareket ederken dayısı Gümüş-tekin Ahmed Gazi'de (Danişmend Gazi) Filaret'e tabii olan Gabriel'in elindeki Malatya'yı muhasara için hareket etmiştir. Bu müşterek taarruz yanında, aynı 1085 yılında, Kara-tekin'de Bizans'ın elindeki Sinop şehrini fethetmiştir . Süleyman Şah'ın hareketine muvazi olarak Emir Buldacı da; yukarı Ceyhan bölgesini, Elbistan, Göksün ve Ra-ban şehirlerini fethedince bu havalide yalnız Maraş Filaret'in elinde kalmıştır. Bu durumda memleketlerin hızla elinden çıktığını ve Hristiyanların kendisine ihanet ettiğini gören Filaret; Melikşah'la görüşmek için İran'a gitmiştir. Bu durumdan faydalanan Antakya halkı ve başta şehrin valisi gizlice Süleyman Şah'a haber göndererek kendisini davet etmişlerdir. Bundan sonra Süleyman Şah, ordusuyla beraber cebri bir yürüyüşle Antakya'ya doğru hareket etmiştir. Bu seferin duyulmaması için de geceleri ilerleyen Süleyman Şah, gündüzleri ya dinlemiş ya da sapa yolları takip etmiştir. Daha sonra Süleyman Şah, askerlerini Kilikya'da gemilere bindirmiş ve Asi Nehri üzerinden Antakya önüne çıkmıştır . Böylece çok az bir zamanda, Bizans müellifi Anna Komnine'ye göre 12 günde Antakya önlerine gelen Süleyman Şah ve askerleri, Faris kapısından şehre girmişlerdir. Böylece 1084 yılında şehir Süleyman Şah tarafından fethedilmiştir. Fakat iç kaleye kapanan kale muhafızları bir süre direnseler de su ve erzağın kesildiğini, kendilerine aman verildiğini görünce iç kaleyi de teslim etmişler ve böylece 1085 yılında Antakya, tamamen fethedilmiştir. Bu suretle Antakya; 969 yılından beri süren Bizans ve daha sonra Ermeni Filaret'in işgalinden sonra, 1085 yılında kurtulmuştur. Yine aynı yıl Ermeni Filaret; Maraş'ta ölerek tarih sahnesinden çekilmiştir. Antakya geçmişte; Afşin Bey tarafından ve ayrıca Anadolu'ya geçmeden önce Süleyman Şah tarafından kuşatılmış fakat Bizans'ın şiddetli müdafaasından dolayı şehir düşmemiştir. Daha sonra Süleyman Şah şehri fethetmiş ve bu fetihle beraber; o dönem huzursuzluklar içinde bulunan Halep'in Harim ve Duluk kazaları da kendiliğinden Süleyman Şah'ın eline geçmiştir . Süleyman Şah'ın Marmara sahillerinden Antakya'ya kadar uzanan çok güçlü bir devlet kurması ve hakimiyetini genişletmesi onun, Büyük Selçuklular'la yahut tabiileriyle çatışmaya girmesini mukadder kılmıştır. Süleyman Şah'ın bu fethi Arap Şerefüddevle Müslim'i telaşlandırmış ve Süleyman Şah, yaptığı Antakya fethine müteakip Melikşah'a elçi göndermiş ve Melikşah, bu durumdan memnun olmuştur. Fakat bu durum da iki amcazade arasındaki ilişkilerin düzeldiğine hükmetmek kolay değildir. Çünkü böyle bir teşebbüs gerçekleşmişse bile bu dini duyguların ve siyasi şartların bir icabıdır. Nitekim Süleyman Şah Antakya'yı fethederken Melikşah'da Doğu Anadolu ve Suriye meselelerinin halli için harekete geçmişti. Çünkü Diyarbakır Mervani emiri Bizans'ın eski bir vassalıydı ve son olarak da Fatımiler'le münasebetleri olan Şerefüddevle Müslim'de Mervaniler'le anlaşarak birçok lütuflarına nail olduğu Melikşah'a nankörlük etmişti . Bu yüzden Melikşah Diyarbakır üzerine bir ordu sevk ediyor ve öte yandan bizzat kendisi Şerefüddevle Müslüm üzerine Musul seferini düzenliyordu. Fakat bu dönemde Melikşah; Horasan'daki kardeşi Tekiş'in isyanıyla karşılaşmış ve geri dönmek zorunda kalmıştır. Melikşah o tarafa dönerken Şerefüddevle'nin itaat teklifini kabulden başka Musul'la beraber Halep'in idaresini de Müslim'e bırakmıştır. Bu durumda Melikşah'ın, Süleyman Şah'a böyle bir yanıt vermesi tabiidir . Şerefüddevle Müslim; Ermeni Filaret'le iyi münasebetler kurmuş ve Antakya için yıllık bir cizye vergisi almıştır. Fakat Süleyman Şah'ın Antakya'yı fethi üzerine Müslim, bu meblağı Süleyman Şah'dan istemiş ve onu Melikşah'a itaatsizlikle itham ve tehdit etmiştir. Buna cevap olarak Süleyman Şah; kendi cihadıyla bu beldeyi kafirlerden alıp bir İslam beldesi haline getirdiğini ve cizye vermeyeceğini Müslim'e bildirmiştir. Ayrıca bazı Halep kasabalarının Süleyman Şah'ın kontrolüne geçmesi ve Halep ileri gelenlerinin Süleyman Şah'a gelerek kendisini, Halep şehrine davet etmesi Süleyman Şah ile Şerefüddevle Müslim arasındaki gerginliği yükseltmiştir. Nitekim Müslim'in askerleri Antakya civarına akınlar yapmaya başlamış ve Süleyman Şah'da, bir kıta askeri Halep civarına göndermiştir. Böylece iki taraf savaş hazırlıklarına başlamıştır. Süleyman Şah; son kez bir barış teklifi yapsa da ret cevabı almış ve bunun üzerine iki taraf 23 Haziran 1085'te, Halep ile Antakya arasında, Amik Ovası'na akan Afrin Çayı üzerinde karşılaşmıştır. İlk harekette Çubuk Bey, Türkmenleri ile beraber Süleyman Şah tarafına geçmiş ve Arap askerleri bozguna uğramıştır. Şerefüddevle Müslim ise Türkler'in takibi esnasında bir mızrak darbesiyle öldürülmüş ve Sğleyman Şah; Temmuz 1085'te Halep'i kuşatmış ve Müslim'in cesedini, Halep kapısında defnetmiştir . Süleyman Şah'ın Antakya'yı fethettikten sonra Halep şehrini de kuşatma altına alması, İznik Selçukluları ile İran Selçukluları arasındaki çekişmeyi körüklemekteydi. Halep kuşatması esnasında o dönem şehre hakim olan Şerif Ebu Hasan; bir yandan Süleyman Şah'ı oyalarken bir yandan hem Melikşah'a hem de onun kardeşi olan ve Suriye Selçuklu meliki olan Tutuş'tan yardım isteyerek ya bizzat gelmelerini veya Süleyman Şah'ı bölgeden uzaklaştıracak bir ordu göndermelerini istemiştir. Bu sıralar da Süleyman Şah, Halep'teki taraftarlarıyla aleyhdarlarını baş başa bırakarak Müslim'in askerlerini takibe girişmiş ve onları çöle kaçırmıştır. Daha sonra Ma'arra, Kefertab ve Şayzar kazalarını teslim almış ve Kınnesrin'i kuşatarak fethetmiştir. Burada Şerefüddevle Müslim'in dul kalan zevcesi Menia hatunla izdivaç eden Süleyman Şah; oradan tekrar Halep üzerine yürürken Tutuş'da Şam'dan ayrılarak kendisine doğru gelmeye başlamıştır. Süleyman Şah, Halep'i ikinci defa muhasara ederken şehir halkı "Tutuş ile muharebeniz neticelendikten sonra şehri size teslim edeceğiz" şeklinde bir mesaj vermiştir . Süleyman Şah üzerine hareket etmekte olan Tutuş'un beraberinde Malazgirt Savaşı'na müteakip Anadolu'da birçok beldeyi fetheden ve çok büyük bir Türkmen kuvvetine sahip Artuk Bey'de bulunmaktaydı. Diyarbakır kuşatması esnasında Fahr ud-devle Cehir ile birlikte bulunan ve onunla bozuşup Melikşah'a gücendikten sonra Suriye'ye giden Artuk Bey, burada Tutuş'la anlaşmış ve Kudüs kendisine ikta olarak verilmiştir. Katıldığı her savaşta muzaffer bir rol oynayan ve yüksek bir şöhretle itibara sahip olan Artuk Bey, Tutuş'la beraber Süleyman Şah'ın üzerine yürümüş ve çok önemli görevler üstlenmiştir . Süleyman Şah; bu hareketi haber alınca Tutuş'a doğru ilerlemiş ve iki ordu 5 Haziran 1086'da, Halep'in üç mil yakınındaki "Ayn Seylem Mevkii"'inde karşılaşmış ve Selçuklu hanedanına mensup iki amcazade arasında şiddetli bir savaş yaşanmıştır. Şerefüddevle Müslim'e karşı olan savaşta Süleyman Şah'ın tarafına geçen Çubuk Bey ve Türkmenler'i; şimdi safları değiştirerek Tutuş tarafına geçmiş ve Büyük Selçuklular'ı tercih etmişlerdir. Böylece Süleyman Şah bozguna uğramıştır. Süleyman Şah, ordudaki sarsıntıyı gidermek istese de hezimeti önleyememiştir. Ayrıca Süleyman Şah, bu savaşta hayatını kaybetmiştir. Süleyman Şah'ın ölümüyle ilgili iki rivayet vardır. Bunlardan birincisine göre hezimete uğrayan Süleyman Şah, atıyla savaş meydanından uzaklaşmış ve atından inerek kalkanını yere koymuş ve oturmuştur. Daha sonra Tutuş'un askerlerinin kendisini götürmek istemesi üzerine kılıcını çekerek intihar etmiştir. Diğer rivayete göreyse Süleyman Şah, savaş meydanında şehit olmuştur. Daha sonra Tutuş; Süleyman Şah'ın naaşını bir kefene sarmış ve geçmişte Süleyman Şah'ın Şerefüddevle Müslim'i defnettiği Halep kapısına bu sefer kendisini defnetmiştir. Süleyman Şah'ın savaş meydanından uzaklaşarak intihar ettiğine delalet eden Anna Komnini'nin rivayetine mukabil Halep tarihçisi, Süleyman Şah'ın cesedinin ölüler arasında bulunduğunu ve Tutuş'un "Selçuk oğullarunun ayakları birbirine benzer" diyerek Süleyman Şah'ın naaşını tanıdığı göz önüne getirilirse onun savaş esnasında şehit olduğu rivayeti doğruluğa daha yakındır. Nitekim bu savaşla beraber Süleyman Şah hayatını kaybetmiş ve başta veziri Hasan bin Tahir olmak üzere askerlerinin mühim bir kısmı esir olmuştur . Anadolu Selçukluları'nın savaşı kaybetmesinde Suriye Türkmenleri'nin Tutuş tarafına geçmesi ve Artuk Bey ana nedenlerdir. Bunlardan başka Süleyman Şah'ın yüksek vasıflarına, askerleri ve tebaası tarafından çok sevilmesine mukabil Tutuş'un kendi maiyetine sert muamelesi dolayısıyla Türkmenler'in karşı tarafa geçmesi ancak Melikşah'ı hesaba katmalarıyla açıklanabilir . Esasen harp başladığı sırada Melikşah'da Urfa'ya varmış bulunmaktaydı . Süleyman Şah'ın ölümünden sonra Tutuş'un, onun veziri Hasan bin Tahir'i, karısını ve çocuklarını Antakya'ya yani Türkiye Selçukluları'na ait bir memlekete götürmesine rağmen Melikşah gelince onları İsfahan'a götürmüş ve ölünceye kadar onları serbest bırakmamıştır. Böylece Melikşah; 1092 yılına kadar Anadolu'da Kutalmışoğulları'nın hakimiyetine fırsat vermemiştir. Yine Melikşah; Süleyman Şah'ın vezirini Antakya'nın mali işlerine ve Yağı-sıyan bin Alp'i de bir miktar askerle şehrin valiliğine tayin etmiştir . Bu savaşla beraber Antakya, Anadolu Selçuklu Devleti'nin toprağı olmaktan çıkmış ve Büyük Selçuklu Devleti'nin bir toprağı olmuştur. Ayrıca Süleyman Şah'ın ölümüyle beraber Anadolu Selçukluları büyük karışıklıklara sürüklenmiş ve Süleyman Şah'ın bu sefere çıkarken yerine vekil olarak tayin ettiği İznik'teki Ebu'l Kasım Anadolu Selçukluları'nı idare etmeye başlamıştır. Ayrıca Melikşah Anadolu Selçukluları'nı itaat altına almak Porsuk Bey'i tekrar Anadolu'ya göndermiştir . Sül
eyman Şah'ın ölümüne takriben altı ay sonra Suriye'ye gelen Melikşah; bu sırada iç kale hariç Halep'i fethetmiş bulunan kardeşi Tutuş'u Şam meliki olarak bırakmış ve Tutuş, Dımaşk şehrine çekilmiştir. Melikşah, Halep'i Kasım ud-devle Ak-sungur'a, Antakya'ya varınca oraya Süleyman Şah'ın vezirinden alıp Yağı-sıyan'a, Urfa'yı Bozan Bey'e ve Musul'u da Çökermiş Bey'e ikta etmiştir. Artuk Bey ise; geçmişte Tutuş tarafından kendisine ikta edilen Kudüs'e yerleşmiştir . Böylece bölgedeki düzen ve asayiş sağlanmıştır. Hakkında belirsizlik olan Urfa şehrine gelince; Filaret'in yerine Barsuma idaresinde bulunan Urfa, Bozan Bey tarafından kuşatılmış ve şehir halkının Barsuma'ya isyanıyla fethedilmiştir. İbn ül-Adim; Melikşah'ın Urfa'ya varınca, burayı Müslüman Filaret'e verdiğini yazarken daha evvel vukubulan bir hadiseyi yanlışlıkla bu zamana almıştır . Urfalı Mathieu ise böyle bir şeyden bahsetmediği gibi şehrin Melikşah tarafından görevlendirilen Bozan Bey tarafından fethedilmesi, Melikşah'ın burayı Filaret'e vermediğini göstermektedir. Nitekim, şehir halkının Filaret'e olan nefretinden dolayı Urfa değil Maraş Filaret'e verilmiştir ve Filaret, 1085 yılında burada ölmüştür. Urfalı Mathieu; "dünyanın sultanı, Hristiyanlar'ın hamisi ve babası" olarak nitelendirdiği Melikşah'ın, sayısız bir orduyla Anadolu'ya gittiğini yazarken tüm Anadolu'yu değil sadece Bizans'a ait sayılan Antakya ve Urfa havalisini kastetmiştir. Böyle belirsiz ifadelere İslam kaynaklarında da rastlanıldığı halde Melikşah, doğu ve güney Anadolu'dan daha ileriye gitmemiştir. Bu rivayetlerin Süleyman Şah'ın ölümünden sonra İznik üzerine gönderilen Porsuk Bey'in veya Bozan Bey'in seferiyle karıştırıldığı muhakkaktır . Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye'de durum böyleyken Süleyman Şah'ın bu sefere çıkarken, başkent İznik'te yerine vekil olarak bıraktığı Ebu'l Kasım ; Anadolu Selçukluları'nı idare etmeye başlamıştır. Hatta bazı rivayetlere göre Ebu'l Kasım İznik tahtına çıkmış ve kardeşi Ebu'l Gazi'yi Kapadokya (Kayseri) valiliğine tayin etmiştir . Ebu'l Gazi'nin; Haçlı seferlerinde Kılıç Arslan'la beraber Ereğli savaşını yapan Hasan Bey olduğuna değinilecektir. Ebu'l Kasım; devleti idareye başladıktan sonra Süleyman Şah'ın, Bizans'la imzaladığı 1081 muahedesini bozmuş ve İstanbul Boğazı ile Marmara kıyılarına akınlar başlatmıştır. Bu yüzdendir ki Bizans müellifi Anna Komnini; Bizans'ın eskiden üç kıtaya hükmeden durumuna göre şimdiki şark hududunun İstanbul Boğazı, garp hududunun ise Edirne olduğunu belirtir. Bizans imparatoru I. Aleksios, mukabil kuvvetler göndererek Ebu'l Kasım'ı sulha zorlamak istemiştir ki buna muvaffak olamamıştır. Daha önemlisi, Selçuklular Marmara kıyılarında fethettikleri "Kios" limanında donanma yapmaya başlamışlardır ve bu sayede Bizans'la daha iyi mücadele etmeye çalışmışlardır. Ayrıca Anadolu Selçukluları, İzmir'de beylik kurmuş ve tarihteki ilk Türk donanmasını oluşturmuş olan Çaka Bey'le ve Balkanlar'da Bizans ile mücadele halindeki bir Şamani Türk boyu olan Peçenekler ile ittifak kurmuşlardır. Öyle ki Anna Komnini, Çaka Bey'in donanmasıyla beraber denize açılıp Bizans üzerine yürüdüğü sırada Ebu'l Kasım'ın da İzmit üzerine harekete geçtiğini belirtir . Bu durumda Bizans imparatoru I. Aleksios; Makedonya'da iskan ettiği Vardar Türkleri'ne mensup Tadikios kumandasında bir orduyu İznik üzerine gönderirken donanmayı da Butumites idaresinde harekete geçirmiştir. Bizans donanması inşa halindeki Selçuklu gemilerini yakarken Bizans ordusu da İznik önünde karargâh kurmuş ve şehri kuşatmıştır. Türkler ise küçük bir baskın yapıp surların içine kapanmışlardır. Marmara civarında durum böyleyken Melikşah; Porsuk Bey idaresindeki 50.000 kişilik büyük bir orduyu, Anadolu Selçukluları'nı kendine bağlamak için İznik üzerine göndermiştir. Porsuk Bey'in, tüm Anadolu beylerini itaat altına alarak İznik'e yaklaşması üzerine İznik'i kuşatmakta olan Bizanslılar kaçmış ve bu kaçışı hisarlardan gören Ebu'l Kasım; Bizanslılar'ı takibe koyulmuş ve İzmit'in fethine muvaffak olmuştur. Fakat Porsuk Bey sebebiyle Ebu'l Kasım'ın sulh teklifini kabul eden Bizans imparatoru, kendisini İstanbul'a davet etmiş ve Ebu'l Kasım bir süre burada ikamet ettikten sonra, Bizanslılar'ın kendisine verdiği hediye ve askeri yardım vaatleriyle geri dönmüştür. Porsuk Bey ise İznik şehrini kuşatma altına almıştır. Bizans imparatoru I. Aleksios'un muhasara altındaki İznik'e yardım göndererek eski siyasi ananeye uygun olarak "Roma İmparatorluğu'nun iki düşmanından en zayıfını tutarak birbirine vurdurmak" istediğini bizzat imparatorun kızı tarihçi Anna Komnini'de itiraf etmektedir. Bizans ordusunun İznik civarına gelmesi üzerine bizzat imparatorun da mevcudiyetini sanan Porsuk Bey ve ordusu kuşatmayı kaldırmışlardır . Porsuk Bey'in bu seferi belirsiz kalmakta ve burada bitmiş gözükmektedir. Yukarıda belirtildiği üzere Süleyman Şah'ın kendi memleketi ve bizzat başkenti üzerine bir ordu gönderildiği sırada Suriye'de fetihlerle uğraşamayacağı düşünülürse bu seferin Süleyman Şah'ın ölümünden sonra gerçekleştiği hususunda bir tereddüde meydan bırakmaz. Porsuk Bey'in 1087 Nisan ayında Melikşah'ın kızının düğünü münasebetiyle Bağdat'ta bulunduğu göz önüne alınırsa bu seferin Süleyman Şah'ın ölümüyle 1087 Nisan ayı arasında gerçekleştiği muhakkaktır . Lakin Porsuk Bey'in neden Anadolu'dan geri döndüğü meçhul ve Porsuk Bey'den sonra Melikşah'ın yine Anadolu üzerine gönderdiği Bozan Bey'in ne zaman Anadolu'ya geldiği de belli değildir. Porsuk Bey'in dönüşünden sonra Anadolu Selçukluları'nı itaate memur edilen Bozan Bey'in 28 Şubat 1087'de Barsuma'nın idaresindeki Urfa'yı fethi ve ona müteakip Gence seferi de bu yılda olduğu için Bozan Bey'in, 1087 yılından sonra Anadolu'ya gönderildiği muhakkaktır. Çünkü Melikşah'ın vefat ettiği 1092 yılında Bozan Bey Anadolu'da bulunmaktaydı . 1087 yılından sonraki bir tarihte Melikşah tarafından Anadolu'ya gönderilen Bozan Bey; Anadolu'daki beyleri müşkül bir duruma düşürerek İznik'i kuşatmıştır. Öyle ki Sinop'u fethetmiş bulunan Kara-tekin, bulunduğu durumdan dolayı şehrin Bizanslılar'ın eline geçmesini engelleyememiştir . Bozan Bey'in şehri kuşatmasına rağmen Ebu'l Kasım, burayı şiddetle müdafaa etmiş ve bu hususta Bizans'tan destek almıştır. Yaptığı birkaç hücum teşebbüsü muvaffak olmayınca Bozan Bey, İznik kuşatması kaldırmış ve Anadolu'daki başka şehirleri zaptetmek için Ulubat Gölü tarafına çekilmiştir. Bununla beraber Ebu'l Kasım; kardeşi Ebu'l Gazi'yi İznik'te bırakarak on beş katır yükü altınla İran'a gitmiş ve Melikşah'dan Bozan Bey'i geri çekmesini, İznik'i kendisine bırakmasını istemiştir. Nitekim Melikşah, Ebu'l Kasım'a; "Emir Bozan'ı oraya tayin ettikten sonra bir daha geri çekemem. Ona git, bu parayı kendisine ver ve talebini ona bildir; onun rızası benim iradem olacaktır" şeklinde bir cevap vermiştir. Böylece Ebu'l Kasım bir süre İsfahan'da ikamet ettikten sonra geri dönüp Bozan Bey'le anlaşmayı planlarken kendisini takip eden Bozan Bey; gönderdiği adamlarla kendisini yakalatmış ve yayın kirişiyle kendisini boğdurmuştur. Bizans müellifi Anna Komnini; Ebu'l Kasım'ın, Melikşah'ın emriyle boğdurulduğunu ilave eder. Ebu'l Kasım'ın kanı akıtılmadan yayın kirişiyle boğdurulması onun Selçuklu hanedanına mensup olduğunu gösterir ve Sultan unvanını aldığına dair kayıt doğruysa bu husus daha sağlam bir delil oluşturmaktadır . Urfalı Mathieu; Bozan Bey'in emrindeki orduyla beraber Antakya beyi Yağı-sıyan'ı ve Halep beyi Ak-sungur'u da kuvvetleriyle beraber yanına alarak büyük bir orduyla Bizans üzerine yürüdüğünü, İstanbul'u fethetmek istediklerini, fakat bunun imkansızlığını anlayınca tekrar İznik önlerine döndüklerini ve Melikşah'ın ölümüyle (1092) bu beylerin memleketlerine döndüklerini belirtir . Nitekim Bozan Bey; Ebu'l Kasım'ı öldürmüş fakat kardeşi Ebu'l Gazi'nin elindeki İznik'i alamamıştır. Bozan Bey'in düzenlediği bu seferin başlangıç tarihi ve Anadolu'daki hareketleri hakkında tafsilat yoktur. Süleyman Şah'ın Ayn Seylem Savaşı'nda ölümünden sonra oğulları Kılıç Arslan ve Kulan Arslan, Tutuş tarafından Antakya'ya götürülmüştür. Daha sonra bölgeye gelen Melikşah ise Kılıç Arslan ve Kulan Arslan'ı İsfahan'a götürmüştür . Böylece Melikşah, ölümüne kadar Süleyman Şah'ın bu iki oğlunu serbest bırakmamış ve 1086-1092 yılları arasında Kutalmışoğulları'nın Anadolu'da hakimiyetlerini müsaade etmemiştir. Bu yüzden Anadolu Selçuklu Devleti, Melikşah'ın ölümüne kadar altı yıl sultansız kalmıştır. Kılıç Arslan ve Kulan Arslan; 1092 yılında Melikşah'ın ölümüyle beraber serbest kalmışlar ve İznik'e gitmişlerdir. Kılıç Arslan ve Kulan Arslan İznik'e ulaştıklarında Bizanslılar, şehri kuşatma altına almış durumdaydılar. Bu, Bozan Bey'in dönüşüyle Bizanslılar'ın fırsat bulduklarını ve Selçuklular'la yapmış oldukları muahedeyi feshettiklerini göstermektedir. Süleyman Şah'ın oğulları İznik'e gelince Selçuklular onları büyük bir heyecanla karşılamış ve Ebu'l Gazi, hiçbir direniş göstermeden idareyi onlara devretmiştir. Büyük kardeş Kılıç Arslan, sultan unvanını almış ve İznik'deki muhariblerin kadın ve çocuklarını getirerek şehirde yerleştirerek şehri kendisine payitaht (başkent) yapmıştır. Bu tedbirleri alan Kılıç Arslan, Ebu'l Gazi'yi başkentin kumandanlığından alarak yerine Muhammed'i beylerbeyi makamına çıkarmış ve diğer beyleri onun idaresine vermiştir . Kılıç Arslan, sultan sıfatını almasıyla geçmişte babasına tabii olan Anadolu'daki feodal beyler de kendisine tabii olsa da bu beyler babasının ölümüyle müstakil bir hal almıştı. Bu yüzden Kılıç Arslan'ın ilk günlerinde önce Ebu'l Kasım'ın daha sonra da kardeşi Ebu'l Gazi'nin muhafaza ettiği yerler kendi kontrolünde bulunmaktaydı. Aynı zamanda Kılıç Arslan tahta çıktığında İzmir'de bir beylik kurmuş olan Çaka Bey ile iyi münasebetler kurmuş ve onun kızıyla evlenmiştir. Kılıç Arslan, Bizanslılar'ın taarruza geçerek Marmara sahillerini işgale başlamaları üzerine beylerbeyi makamına çıkardığı "İlhan" lakaplı İlhan Muhammed'i Bizans üzerine göndermiştir. İlhan Muhammed Ulubat Gölü ve Kapudağ haval
isini işgal edince Bizans imparatoru I. Aleksios, kendisine karşı denizden bir ordu gönderse de İlhan Muhammed, gölün girişinde şiddetli bir hücum yaparak Bizanslılar'ı bozguna uğratmıştır. Fakat imparatorun karadan gönderdiği ordu İlhan'ı esir ve mağlup etmiştir . Bundan sonraki mücadeleler için kaynaklar susmaktadır ve Çaka Bey'in yeni bir istila münasebetiyle haberler bize intikal etmektedir. Nitekim Çaka Bey, denize açılarak Çanakkale istikametinde ilerlemiş ve o dönem Bizans'ın doğu gümrüğü sayılan Aydos'u kuşatarak fethetmiştir. Çaka Bey geçmişte de Midilli, Sakız, İstanköy ve Rodos adalarını da fethederek Bizans'ın başkenti İstanbul'u tehlikeye atmış ve Aydos'u alarak da burayı tehdit etmeye başlamıştır. Yine Çaka Bey, geçmişte Peçenekler ile ittifak yapmıştı ki bu ittifak Nisan 1091'de Peçenekler'in Bizans ve Kıpçaklar tarafından katliyle son bulmuştu. Ebu'l Kasım'ın devleti idare ettiği dönemde Selçuklular'la ittifak yapan Çaka Bey; Kılıç Arslan'ın sultan olmasıyla yeniden bir ittifak kurmuş ve kızını Kılıç Arslan'la evlendirmiştir. Bu yüzden telaşlanan I. Aleksios, Anadolu'da Çaka Bey'in sultanlık peşinde koştuğu ve çok güçlendiği, ilk fırsatta Kılıç Arslan'ı ortadan kaldıracağı şeklinde dedikodular yaydırmıştır. Ayrıca kendisi de Kılıç Arslan'a bir mektup göndermiş ve Kılıç Arslan'ı, aynı ifadelerle Çaka Bey'e karşı kışkırtmıştır. Halbuki Çaka Bey'in böyle bir niyeti bulunmamaktaydı ve beyliği dünyanın öbür ucuna kadar uzasa yine Selçuklular'a bağlı bir bey olarak kalacağını belirtmekteydi. Nitekim tahtını kaybetmek korkusuyla sarsılan Kılıç Arslan harekete geçmiş ve Çaka Bey, iki büyük ordu ile donanmanın arasında sıkışıp kalmıştır. Bu yüzden Çaka Bey, damadı Kılıç Arslan ile görüşmek için onun ordugahını gitmiş ve burada öldürülmüştür . Çaka Bey'in ölümüyle ilgili üç rivayet vardır ki bunlardan birincisine göre Çaka Bey, ordugahtaki ziyafet esnasında zehirlenmiştir. İkinci rivayete göre bizzat Kılıç Arslan kılıcını çekerek kayınpederini öldürmüştür. Üçüncü rivayete göreyse Kılıç Arslan'ın tuttuğu bir besleme arkadan hançerlemek suretiyle Çaka Bey'i öldürmüştür ki Çaka Bey ölmeden önce son gücüyle bu beslemeyi öldürmüştür. Çaka Bey'in ölümüyle beraber Kılıç Arslan; Bizans'la sulh yaparak garp sınırlarını güvence altına almış ve İlhan'ı İznik'de bırakarak 1095 yılında şarka yönelmiştir. Aynı yıl Ortodoks Ermeni Gabriel'in hakimiyetinde bulunan Malatya'yı kuşatma altına alan Kılıç Arslan, böylece Danişmed Gümüş-tekin'den (Danişmend Gazi) daha erken davranmış ve mancınıklarla surları dövmeye başlamıştır. Ancak eski surlardan başka Gabriel'in şehri iyi tahkim etmesinden dolayı kuşatma uzamıştır. Gabriel'den nefret eden şehir halkı ise zaten teslim olmak istemekteydi ve bu yüzden Kılıç Arslan'ın veziri, şehrin Süryani patriğiyle görüşerek Gabriel'e birtakım vaatlerde bulunarak teslim olmasını istemiştir. Ama Gabriel bu teklifi reddetmiş ve patriği de öldürtmüştür. Nitekim kuşatma daha da uzamış ve Kılıç Arslan şehrin fethine yakınken Haçlılar ve Bizanslılar'ın İznik'i kuşattıklarını öğrenince Malatya'daki kuşatmayı kaldırarak geri dönmek zorunda kalmıştır . Türkler'in Malazgirt Meydan Muharebesi'ne müteakip Anadolu'da yerleşme ve vatan kurma devresinde başlayan Haçlı seferleri; bu faaliyetleri tehdit edecek bir ehemmiyet taşır. Türkler'in Marmara kıyılarına kadar geldikleri ve Bizans'ın tüm Anadolu'ya kaybettiği zaman o dönemin Bizans imparatoru Mihael; yine o dönem Papa olan VII. Gregorius'a 1074 yılında müracaat etmiş fakat yaptığı müracaat sonuç vermemiştir. Lakin Papa'nın giriştiği tahrikler Avrupa'da bir Haçlı havası yaratmış, cehalet ve dini taassup içindeki o dönem Avrupalılar'ını Selçuklular'a karşı hazırlamıştır. Bizans imparatoru I. Aleksios'de zor durumda kalınca 1091 yılında Papa II. Urban'dan yardım istemiştir. Bu ikinci müracaat sonucunda Hristiyan Batı ve Müslüman Doğu dünyası için önemli sonuçlar doğuran Haçlı seferleri başlamıştır. Bu seferler esnasında, Bizans'ın istediği küçük askeri yardımlar yerine çok büyük kitleler harekete geçmiş ve çoğu disiplinsiz, savaştan anlamayan insanlardan olan kitleler, akın halinde doğuya ilerlemeye başlamışlardır . Bazı İslam kronikleri; bu seferlerin başlamasında Şii Fâtımî Devleti'nin de, Suriye bölgesindeki rakiplerini zayıflatmak için Haçlılar'ı bölgeye davet ettiğini rivayet eder . Nitekim I. Haçlı Seferi başlamış ve ilk Haçlı kitleleri, Keşiş Piyer'in idaresinde Avrupa'dan yola çıkmıştır. 1096 Eylül ayında Bizans'ın başkenti İstanbul'a ulaşan bu disiplinsiz ve savaştan anlamayan kişilerden oluşan Haçlı kitleleri, Bizans imparatoru I. Aleksios tarafından Anadolu'ya geçirilmiştir. Ancak bunlar, Anna Komnini'ye göre İlhan'ın, İbn ul-Kalanisi'ye göre Kılıç Arslan'ın kardeşi Kulan Arslan'ın (bazı kaynaklarda Davud olarak geçer) komutasındaki Selçuklu ordusu ve Türkmenler tarafından İzmit'e ulaşamadan imha edilmiştir. Bazı kaynaklara göre Anadolu Selçukluları 60.000 Haçlı'yı imha etmiştir . Daha sonra kontların ve düklerin komutasındaki, disiplinli ve savaşçı şövalyelerden oluşan asıl Haçlılar'ın sayısı, miğferli ve zırhlı 100.000 askerden başka diğer asker, kadın ve çocuklarla beraber sayıları 600.000'i bulmuştur . Bizans'ın başkenti İstanbul'a ulaşan bu Haçlılar; I. Aleksios ile bir anlaşma yapmış ve Anadolu'ya geçirilmişlerdir. Bu antlaşmaya göre Haçlılar, Anadolu'da ele geçirdikleri yerleri Bizans'a teslim edecek, Bizanslılar'da Anadolu'da Haçlılar'a rehberlik yapacaktır. Nitekim bu gelen Haçlılar ve Bizanslılar, Anadolu Selçukluları'nın başkenti İznik'i kuşatmışlardır. İznik'in surlarla ve göl sularıyla çevrili olmasından dolayı kuşatma zorlaşmış ve şehirdeki Türkler, göl vasıtasıyla temel ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Bu sırada Kılıç Arslan Malatya şehrini kuşatmaktaydı ve İznik'ten gelen yardım çağrılarıyla kuşatmayı kaldırarak süratle batıya hareket etmiştir. Kılıç Arslan bölgeye ulaştığında Haçlılar ve Bizanslılar; ilk başta kuşatamadıkları güney kapısını da sarmışlar, ayrıca Bizanslılar'da Kios'ta inşa ettikleri gemileri göle atarak şehrin dışarıyla irtibatını kesmişlerdi . Bu yüzden şehrin altındaki ovaya ordugah kuran Kılıç Arslan , şiddetli taarruzlarla kuşatmayı yarmayı denemiş fakat başarısız olmuştur. Halbuki Kılıç Arslan, düklerin ve kontların komutasında gelen Haçlılar'a gerekli ehemmiyeti vermemiş ve bunları da Keşiş Piyer'in idaresindeki Haçlılar gibi zannederek İznik'teki adamlarının yardım çağrılarına önem vermemişti. Ayrıca İznik'e doğru gelirken gönderdiği mektuplarda da böyle söyleyerek müdafileri cesaretlendirmekteydi . Nitekim Kılıç Arslan, böyle tepeden tırnağa zırhlı bir ordunun karşısında kendi ordusunu yıpratmamak için geri çekilmiş ve İznik'teki müdafilerin yazdığı mektuplarda istediklerini tercih etmekte serbest bırakmıştır. İznik'teki Türkler, canlarını ve ailelerini kurtarmak koşuluyla Bizanslılar'a şehri teslim etmişlerdir. Bizans imparatoru, çoğunu Peçenek Türkleri'nin teşkil ettiği 40.000 kişilik bir orduyu Tadık'ın komutasında şehri teslim almaya memur etmiş ve böylece altı hafta süren şiddetli çarpışmalar sonucunda 26 Haziran 1097'de İznik, Bizanslılar'ın eline geçmiştir. Bizans imparatoru, Türkler'e çok iyi muamele etmiş ve onların fidyeyle kurtulmalarına müsaade etmiştir. Ayrıca İznik'in Bizans ve Haçlılar tarafından zapt edilmesiyle beraber Kılıç Arslan'ın zevcesi, Çaka Bey'in kızı da Bizanslılar'ın eline esir düşmüştür. Böylece 325 yılında toplanan konsil ile meşhur olan bu şehir tekrar Bizanslılar'ın eline geçmiş ve Orhan Gazi'nin 1331 yılındaki fethine kadar onların elinde kalmıştır. Bizans imparatoru I. Aleksios, İznik'in alındığını bütün Avrupa'ya mektuplarla bildirmiş ve Avrupa'da büyük bir sevinç meydana gelmiştir. Haçlılar ise Anadolu içlerini doğru ilerlemeye başlamışlardır . Kılıç Arslan; Haçlılar karşısında Danişmend Gazi ile Kayseri emiri Hasan Bey'i yanına almış ve kuvvetlerini Dorileon'da (Eskişehir) toplamıştır. Türkler; Bohemond'un kumandasında Dorileon'a gelen ilk Haçlı kuvvetlerini eski taktikleriyle vurup çekilmişler ve Haçlılar'a kayıp verdirmişlerdir. Fakat Bohemond'dan sonra Godefroi, Hugue, Saint-Gilles, Robert, Tancred ve Etienne de Blois kumandasındaki bütün Haçlılar'ın yetişerek taarruza geçmişlerdir. Temmuz sıcağında cereyan eden Dorileon Muharebesi (1097)'ne şahit olan bir Haçlı yazarı; "Türkler'in metanet, kahramanlık ve savaş kabiliyetlerini kim tasvir edebilir." der. Ayrıca Türkler'in; Araplar'ı, Ermeniler'i, Süryaniler'i ve Rumlar'ı korkuttukları gibi Haçlılar'ı da tehdit edebileceklerini sandıklarını kaydederek "Onlar Haçlılar ile aynı menşeden geldiklerini ileri sürüyor; Haçlılar ile kendileri müstesna, kimsenin şövalye olamayacağını iddia ediyorlardı. Buna kimsenin itiraz edemeyeceği hakikatini söyleyeceğim. Eğer onlar Hristiyan olsalar idi şüphesiz kudret, cesaret ve muharebe ilminde kimse onlara müsavi olamazdı" diyerek taraflı bir tutum izlemiş ve Türkler'e olan hayranlığını dile getirmiştir . Kılıç Arslan ve Türkler'in kahramanlıklarına, savaş kudretlerine rağmen Haçlılar ve Bizanslılar; ağır zırhlarıyla taarruzları önlemişler ve kayıpları 4.000 civarında olmuştur. Böyle büyük ve baştan aşağı zırhlı bir orduya taarruz durumunda sarılma ve yok olma tehlikesini gören Kılıç Arslan; ordusunu muhafaza etmek ve düşmanı çete savaşlarıyla yıpratmak maksadıyla ricat etmiştir. 4 Temmuz 1097 tarihinde sona eren savaş sonrası Haçlılar; Kılıç Arslan'ın bıraktığı altın, gümüş, çok miktarda at, deve, öküz, katır, koyun ve türlü ganimetleri ele geçirmişlerdir. Bununla beraber Selçuklular hemen hemen hiç esir vermemiştir. Haçlı müelliflerine göre Türkler; savaş sonrası gittikleri şehirlerde Hristiyanlara neşeli görünmüşler ve zafer kazanmış gibi davranmışlardır, Kılıç Arslan'ın esirleri, başka yoldan götürdüğünü belirtmişlerdir. Nitekim bu kalabalık ve tepeden tırnağa zırhlı Haçlı ordusu karşısında geri çekilmeye karar veren Kılıç Arslan; Haçlılar'ın geçebileceği yollar üzerindeki gıda maddelerini ve suyu yağma yahut tahrip ettirerek onları açlığa mahkum etmiştir.. Dorileon S
avaşı'yla beraber Türkler; Marmara ve diğer sahil bölgelerini kaybederek Orta Anadolu'da toplanmaya başlamışlardır. Haçlılar ise bir-iki gün Dorileon'da kaldıktan sonra Bizans kıtalarıyla beraber harekete geçmişler ve Bizanslılar onları, Emir Dağı ile Sultan Dağı'ndan önce Akşehir'e, oradan Konya'ya ulaştırmışlardır. Bu durum karşısında Türkler, bütün yol boyu ile Konya'yı terk ve tahrip ederek Haçlılar'ı yiyecek maddelerinden mahrum bırakmışlar; sıcak, yorgunluk ve ara sıra baskınlarla onlara kayıplar verdirmişlerdir. Kılıç Arslan; Danişmend Ahmed Gazi, Hasan Bey ve diğer beyleriyle Haçlı ordusuna son bir darbe vurmak istemiş ve bu maksatla tüm kuvvetle Ereğli'de toplanmışlardır. Fakat Haçlılar'ın muhafaza ettikleri zırhlı kuvvetlerin karşısında mücadele edilemeyeceği anlaşılınca bunlar geri çekilmişlerdir. Haçlılar, Ereğli'de ikiye ayrılarak bir kısmı Gülek Geçidi'ni aşarak Kilikya'ya girmiş büyük kısmıysa kuzeye kıvrılarak Kayseri istikametinde ilerlemiştir. Kayseri emiri Hasan Bey, bu Haçlılar ile çetin bir savaş vermiş ve çekildiği dağ yamaçlarında çok zayiata uğramıştır. Hasan Bey, burada o kadar çok şehit vermiştirki kendi adını alan bu Hasan Dağı'nda onun namına yapılan bir takım türbe ve ziyaretgahlar asırlarca Türkler'in hatıralarında yaşamıştır. Kuzeye kıvrılan Haçlılar; Türkler'in tahliye ettikleri Kayseri, Komana (Tokat), Göksun ve Maraş yoluyla güneye ilerlerken, Kilikya'ya giren Haçlılar Tarsus, Adana ve Mamistra şehirlerini hücumla Türkler'den almışlardır. Tarsus'da zayiat veren Türkler, diğer şehirleri mukavemet etmeden bırakmışlardır. Kılıç Arslan, Buldacı'nın liderliğinde Büyük Selçuklu sultanı Berkyaruk'a gönderdiği bir elçi heyetiyle yardım istemiştir. Berkyaruk ise gülerek "Dünyanın hiçbir milletinin Türkler'e bu kadar fenalık yapamaz" şeklinde bir yanıt vermiştir. Aynı şekilde Musul atabeyi Kerboğa da Kılıç Arslan'ın bu sözlerine hayret ettiğini, Keşiş Piyer'in İznik önlerinde imha edilen kuvvetlerini ve hala her tarafın cesetlerle dolu olduğunu belirtmiştir.. Büyük Haçlı taarruzu Anadolu Selçukluları'nı büyük bir zaafa ve sarsıntıya uğratmıştır. Bizanslılar, Anadolu'nun tüm sahil bölgelerini işgal etmişler; Çaka Bey'in İzmir'de vücuda getirdiği devleti ortadan kaldırmışlar ve tüm Batı Anadolu ile Karadeniz sahillerini ilhak etmişlerdir. Gülek Geçidi'ni aşıp Kilikya'ya giren Haçlılar sebebiyle şehirler ve ovalarda yerleşen Türkler'in çekilmesiyle beraberse Toros Dağlarına sığınan Ermeniler yavaş yavaş şehir ve ovalara inmeye başlayarak bir prenslik vücuda getirmeye başlamışlardır . İznik'in kaybı ve Birinci Haçlı Seferi fırtınasından sonra Anadolu Türkleri kendilerini toparlamaya başlamış ve Kılıç Arslan, Konya'yı yeni payitaht yapmıştır. Daha 1102 yılında Konyalı Abdullah (el-Konevi) isminde bir alimin Konya'dan Şam'a gidip vaazlarda bulunması bu şehrin az bir müddet zarfında nasıl bir Türk - İslam şehri haline geldiğini göstermektedir . Kılıç Arslan'ın, Bizans'a karşı savunmada bulunduğu muhakkak olmasına rağmen, bir müddet onun faaliyetleri hakkında tafsilat bulunmamaktadır. Danişmend Gazi; 1100 yılında Suriye'de yerleşmiş bulunan Haçlılar'ı Malatya civarında mağlup ve esir ederek bazı Haçlı prenslerini Niksar'da hapsetmiştir. Bu esnada Kılıç Arslan'ın da Danişmend Gazi ile beraber bulunduğu veya yardım kuvveti gönderdiği bazı kaynaklarda belirtilse de bunlar kesin değildir . Nitekim Danişmend Ahmed Gazi'nin bu zaferi ve bazı Frank prenslerinin esir düşmesi sonucu Avrupa'dan yeni Haçlı orduları harekete geçmiştir. Bizans topraklarından sonra Anadolu'ya geçen Haçlı ordusu, İznik-Eskişehir istikametinde ilerlerken Kılıç Arslan'ın taarruzları karşısında kayıplar vermiştir. Daha sonra bu ordu; Çankırı ve Ankara'yı geçip Niksar'a ulaşmak isterken Kılıç Arslan ve Danişmend Ahmed Gazi tarafından Amasya civarında, 1101 yılında tamamen ortadan kaldırılmıştır. Bu ilk ordunun arkasından gelen; Nevers, Poitier kontları ve Saint Gilles kumandasındaki ordu, Niksar yolunun tehlikelerini görerek Birinci Haçlı Seferi'ndeki gibi Akşehir, Konya ve Ereğli yolunu takip etmiştir. Sultan, bu orduyu Eskişehir, Akşehir, Konya bölgelerinde çok kayba uğratmış ve Ereğli'de tamamen kılıçtan geçirmiştir. Bu zaferle beraber Türkler, Birinci Haçlı Seferi'nin intikamını almıştır. Kaynaklar, 1101 Haçlı Seferi'ne katılan 300.000 kişiden sadece birkaç bininin Antakya'ya ulaşabildiğini belirtirler . 1101 Haçlı Seferi ile beraber Haçlılar; Anadolu'dan geçme ümit ve cesaretlerini kaybetmişlerdir. Yine Bizans imparatoru I. Aleksios; Haçlı seferlerinin artık tehlikeli olmaya başladığını görünce Kılıç Arslan'a müracaat etmiştir. Amasya zaferinden sonra Danişmend Gümüş-tekin'in (Danişmend Ahmed Gazi) Malatya'yı fethetmesi ve diğer meseleler, Kılıç Arslan'ı şarka çekmekteydi. Böylece Anadolu Selçukluları ile Bizans arasında Haçlılar'a karşı bir antlaşma yapılmıştır. Bu antlaşmayla beraber fiili olarak Bizans işgalinde bulunan Marmara sahilleri, İzmir bölgesi ve Antalya havalisi Bizans'a, geri kalan Anadolu Türkler'e bırakılmıştır. Ayrıca Müslüman ve Hristiyan kaynaklar, I. Aleksios ile Kılıç Arslan arasında Haçlılar'a karşı bir ittifak yapıldığını doğrularlar ve Bizanslılar'ın, Kılıç Arslan'dan aldıkları destekle Bohemond komutasındaki Haçlılar'ı mağlup ettiğini belirtirler. Garpta emniyet ve güvenliği sağlayan Sultan Kılıç Arslan; Gümüş-tekin Ahmed Gazi'nin Niksar'da esir tuttuğu Haçlı prenslerinin fidyelerinden kendisine hisse vermemesi, Malatya'yı fethetmesi gibi başlıca nedenlerden dolayı şark seferine mecburdu. Fakat ilk önce Haçlılar'dan zulüm gören Elbistan Ermenileri'nin daveti üzerine 1103 yılında Maraş ve Elbistan'ı kurtarmıştır. Oradan Antakya üzerine sefere niyetli olan Kılıç Arslan, Halep'e elçi göndererek askerlerinin beslenmesi için taleplerde bulunmuştur. Haçlı tehlikesi karşısında tedirgin olan Halepliler bu teklifle çok memnun olmuşlardır . Fakat Kılıç Arslan, Danişmend Gazi'nin esir aldığı Bohemond'u 100.000 dinar fidye karşılığında serbest bıraktığı, diğer Haçlı prensi Richard'ın fidyesi içinde Bizanslılar ile müzakereye giriştiğini öğrenmiş ve Antakya seferinden vazgeçmiştir. Daha sonra hem Türkiye sultanı hem de bir müttefik olarak Danişmend Gazi'den bu meblağların yarısını istemiş ama ret cevabı almıştır. Böylece Malatya'nın fethi ve bu hadise, Sultan Kılıç Arslan ile Danişmend Ahmed Gazi'nin arasını açmıştır. Bu yüzden aynı 1103 yılında Kılıç Arslan, Danişmend Gazi'nin üzerine yürüyerek onu bozguna uğratmıştır . 1105 yılında Danişmend Ahmed Gazi'nin ölümüyle beraberse Malatya'yı kuşatma altına almış ve şehir, 28 Haziran'dam 2 Eylül'e kadar kuşatılmış ve surları mancınık ile dövülmüştür. 2 Eylül'de Danişmend Ahmed Gazi'nin oğlu Yağı-sıyan; mukavemet edemeyeceğini anlamış ve hayatına dair teminat alarak şehri teslim etmiştir. Böylece Sultan Kılıç Arslan; 9 yıl önce tam fethine muvaffak olmak üzereyken Haçlı ordularının İznik'i kuşattıklarını öğrenince geri dönmüş ve bu tehlikeli savaşlar esnasında yıpranmıştır. Ama şimdi Danişmendliler'in artan nüfuzlarını kırarak şarkta genişleme siyasetini başlatmıştır . Kılıç Arslan'ın şarkta yayılma siyasetini başlatmasıyla beraber Büyük Selçuklular ile Anadolu Selçukluları arasındaki ailevi rekabet tekrar alevlenmiştir. Babası Süleyman Şah gibi Kılıç Arslan ve haleflerini şarka çeken başlıca nedenlerden biri Büyük Selçuklular'la olan ailevi rekabettir. Başka bir nedense İslam medeniyeti hudutları içinde gelişen şarkın, Orta Anadolu'ya göre çok ileri bir medeniyete sahip olmasıdır. Bu dönem Doğu Anadolu'da, Büyük Selçuklular'a bağlı beyler hüküm sürmekteydi. Diyarbakır'da Yınal oğlu İbrahim, Siirt'te Kızıl Arslan, Erzen'de Alp-tekin, Hani'de Şahruh]], Ahlat'ta Sökmen (Kutbi), Harput'ta Çubuk oğlu Mehmed ve Meyyafarkin'de Ziyaeddin Mehmed hakimdi. Kılıç Arslan buraları almak niyetindeydi ve Muhammed Tapar ile Berkyaruk arasındaki taht mücadeleleri kendisine fırsat vermekteydi. Nitekim Ziyaeddin Mehmed, Sultan'ı Meyyafarkin'e davet etmiş ve Kılıç Arslan onu vezir yaparak Elbistan'ı kendisine ikta etmiştir. Yine aynı yılda, 1105 yılında diğer Doğu Anadolu beylikleri de Kılıç Arslan'a bağlılıklarını bildirmişlerdir. Daha sonra Kılıç Arslan; babasının kölesi ve kendisinin atabeyi Humar-taş'ı (Sıbt, 144a) Meyyafarkin'e vali yapmıştır . Bütün Doğu Anadolu halkı, Haçlılar'a karşı Sultan Kılıç Arslan'ın idaresine girmekten memnun olmuştur. Doğu Anadolu'da sadece Erzurum'a hakim Saltuklu ve Ahlat'a hakim Sökmenli beyleri Büyük Selçuklular'a bağlılığı devam etmişlerdir. Kılıç Arslan, topladığı Doğu Anadolu emirleriyle beraber Urfa kontu Baudoin'e karşı harekete geçmiştir. Çünkü Baudouin civar bölgelere ve Mardin Artuklu beyi Uluğ-salar'ın memleketine akın yaparak birçok ganimet elde etmişti. Kılıç Arslan; 1106 yılında ('Azimi bu tarihi yanlışlıkla 1103 olarak verir) Urfa'yı kuşatmış ama zaptı daima güç olan Urfa'nın direnmesi ve Çökermiş'in adamlarının gelerek Harran'ı kendisine teslim edeceklerini bildirmeleri üzerine Sultan Harran'a gitmiş ve halka, Haçlı tehlikesine karşı büyük bir emniyet gelmiştir. Fakat hastalanan Kılıç Arslan, Malatya'ya dönünce Urfa kuşatması kalmış ve Anadolu Selçukluları'nın şarkta genişleme siyaseti bir müddet ileri gidememiştir . Bu dönem de Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar, Musul eyaletini Çökermiş'in elinden almış ve yerini Çavlı'yı tayin etmiştir . Emir Çavlı'nın Çökermiş'i öldürmesi üzerine Musul ileri gelenleri Çökermiş'in oğlu Zengi'ye itaat etmişlerdir. Emir Çavlı'nın Musul'u kuşatması üzerine şehrin muhafızı olan Çökermiş'in kölesi Oğuzoğlu (Guzoğlu); şehri müdafaa etmiştir. Kuşatma sürerken Zengi'nin adamları Malatya'ya, Kılıç Arslan'a haber göndererek Musul'u kendisine teslim edeceklerini bildirmişlerdir. Bunun üzerine Kılıç Arslan Musul üzerine hareket etmiş ve Nusaybin'de Çavlı'yı mağlup etmiştir. 22 Mart 1107 tarihinde Musul'a giren Kılıç Arslan; Çökermiş'in oğlu ve adamlarına hilatler vermiş, Sultan Muhammed Tapar adına okunan hutbeyi kendi adına çevirmiştir. Askerlere çeşitli ihsanlarda bulunan Kılıç Arslan, Oğuzoğlu'ndan
kaleyi almış ve onu Dizdar (kale muhafızı) yapmıştır. Ayrıca Kılıç Arslan halka adalet dağıtmış ve onların gönüllerini alarak ihdas edilen vergileri kaldırmış; Şehrizur'lu Ebu Muhammed Abdullah bin Kasım'ı Musul kadılığına ve Ebu'l-Berekat Muhammed bin Muhammed'i şehir reisliğine getirmiştir. Bu sırada Kılıç Arslan'ın yanında Diyarbakır beyi Yınal oğlu İbrahim ve Harput beyi Çubuk oğlu Muhammed'de bulunmuştur . Kılıç Arslan; 11 yaşındaki oğlu Mesud'u (veya Şahin Şah) melik ve Bozmış Bey'i kumandan olarak tayin etmiş, yanlarında 6.000 süvari bırakmıştır. Zevcesi de oğluyla beraber Musul'da kalan Kılıç Arslan, Emir Çavlı'nın büyük bir orduyla üstüne geldiğini öğrenmiş ve kuvvetlerini toplamaya başlamıştır. Anlaşma gereğince Bizanslılar ile beraber Haçlılar ve Bohemond'a karşı gönderdiği kuvvetlerini kendisine iltihaka çağırmıştır. Halep'den Melik Rıdvan ve Artuklu İl-Gazi'nin kuvvetlerini yanına alarak ilerleyen Çavlı'ya karşı Kılıç Arslan'da harekete geçiş ve iki ordu, Habur Çayı üstünde karşılaşmıştır. Kılıç Arslan rakibine nazaran daha az bir kuvvete sahipti ve Bizanslılar'la beraber olan askerleri kendisine iltihak etmiş değildi. Buna rağmen yaz mevsiminin sıcağında başlayan çarpışmalarda Kılıç Arslan, üstünlüğe elinde tutuyordu. Fakat Kılıç Arslan'a bağlılıklarını bildiren Doğu Anadolu beyleri şimdi eski metbuları olan Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar'ın kumandanı Çavlı'nın tarafına geçerek Sultan'ın bozguna uğramasına sebep olmuşlardır. Bu tehlikeli duruma rağmen Kılıç Arslan harikalar göstermiş ve bizzat Çavlı'nın üzerine atlayarak onun savaş gömleğini (Kezagand) kesmiştir. Yaz sıcağında iki taraf arasındaki çarpışmalar çok şiddetlenmiş, hararetten atlar helak olmuştur. Nitekim Kılıç Arslan bozguna uğramış ve atıyla Habur Çauı'nı geçmek isterken kendisinin ve atının zırhlarının ağırlığı sebebiyle boğularak ölmüştür (14 Haziran 1107). Birkaç gün sonra kıyıya vuran cesedi; civardaki Şemsaniyye köyüne ve oradan tabuta konarak Meyyafarkin'e (Silvan) götürülerek defnedilmiştir. Meyyafarkin valisi bulunan atabeyi Kılıç Arslan'a bir türbe yaptırmış ve bu türbe "Kubbet us-Sultan" adını almıştır. Daha sonra bu türbeye birçok Türk büyüğü ve bizzat Kılıç Arslan'ın kızı Sa'ide Hatun 1130 yılında defnedilmiş, buraya bir zaviye yapılmıştır. İlerleyen zamanlarda büyüyen bu yere Sultan mahallesi denmiştir. Emir Çavlı, kazandığı bu zaferden sonra Musul üzerine yürümüş ve mukavemet edemiyeceğini anlayan Bozmış Bey, şehri teslim ederek Kılıç Arslan'ın zevcesi ve küçük oğlu Tuğrul-Arslan'ı Malatya'ya götürmüştür. Kılıç Arslan'ın diğer oğlu Mesud (Şahin Şah) ise Çavlı tarafından yakalanıp Sultan Muhammed Tapar'a göndermiştir . Ahlat beyi Sökmen; 1109 Mayıs ayı esnasında, şiddetli bir kış içinde süren yedi aylık bir kuşatma sonucu Kılıç Arslan'ın atabeyi Humar-taş'ın elindeki Meyyafarkin'i almış ve onun me'un, a'şar, kist, darbhane, ihtisab ve emlak vergilerini kaldırmıştır . Kılıç Arslan; babası Süleyman Şah gibi Büyük Selçuklular'a karşı hakimiyet mücadelesine ve rekabete girişmiş, bu yolda iddialı bir şekilde ilerleyerek Musul'u topraklarına katmış ama daha fazla ilerleyemerek mağlup olmuş ve Habur Çayı'nı geçerken boğularak hayatını kaybetmiştir. Anadolu Selçukluları'nın mağlup olduğu ve Kılıç Arslan'ın, Habur Çayı'nda boğularak vefat ettiği savaştan sonra Büyük Selçuklu ülkesinde, Emir Çavlı'nın yine mağlup olduğu ve Kılıç Arslan'ın Bağdat şehrini işgal ettiği şeklinde bazı dedikodular yayılmış ve bunun üzerine endişelenen dönemin Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar; Haşhaşiler'e karşı ilan ettiği cihad hareketini durdurmuş ama Kılıç Arslan'ın zafer kazandığı şeklindeki haberlerin asılsızlığını öğrenince cihada devam etmiştir . Kılıç Arslan'ın Anadolu'ya gelişi, Türkler arasında nasıl bir sevinç yarattıysa ölümü de o derece bir hüzün ve matem yaratmıştır. Kılıç Arslan; Türkler arasında nasıl sevildiyse aynı şekilde egemenliği altında yaşayan diğer milletlerce de çok sevilmiştir. Öyle ki Ermeni tarihçisi Urfalı Mathieu; "Ölümü Hristiyanlar için bir yas oldu. Zira bu hükümdar çok alicenap ve hayırseverdi." der . Yine Kılıç Arslan'ın, Haçlılar'ın İznik kuşatması öncesinde gerçekleştirdiği Malatya muhasarası esnasında şehrin Süryaniler'i, şehrin hakimi Gabriel yerine Kılıç Arslan'ı tercih etmişlerdir . Kılıç Arslan'ın ölümüyle beraber memleket, Süleyman Şah'ın ölümünden sonrakinden bile daha beter bir buhran yaşamıştır. Kılıç Arslan'ın ölümü esnasında Şahin Şah, Mesud, Arap ve Tuğrul Arslan adlı dört oğlu bulunmaktaydı. Bazı kaynaklar Göksün adlı bir oğlu daha olduğunu da rivayet etmektedir . Kılıç Arslan'ın ölümüyle beraber onun Anadolu'da kurmuş olduğu siyasi birlik süratle bozulmuştur. Danişmendliler Beyliği; Anadolu Selçukluları'nı gölgede bırakarak Anadolu'nun en güçlü Türk devleti olmuştur. Musul şehrinin Emir Çavlı tarafından zaptından sonra Bozmış Bey, Kılıç Arslan'ın hatunu ve küçük oğlu Tuğrul-Arslan'ı Malatya'ya getirmiştir. Emir Çavlı, Musul'u aldıktan sonra Kılıç Arslan'ın diğer oğullarından Şahin Şah'ı (İbn ül-Esir ve Ebu'l Ferec onun adını Melikşah olarak yazar) yakalayarak Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar'a göndermiştir . Bozmış Bey, Malatya'ya getirdiği Kılıç Arslan'ın küçük oğlu Tuğrul-Arslan'ı sultan ilan etmiş fakat Kılıç Arslan'ın hatunu, İl Arslan adında bir beyle evlenerek Bozmış'ı öldürmüştür. İl Arslan, Malatya halkını tazyik ederek çok miktarda altun toplamış, ardından da Konya'ya gitmek üzere iken Kılıç Arslan'ın hatunu ve oğlu, İl Arslan'ı hapsetmiş, daha sonra da onu Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar'a göndermişlerdir. Anadolu'nun başsız kaldığını gören Muhammed Tapar, bu durumda elinde bulunan Şahin Şah'ı Malatya'ya göndererek Tuğrul-Arslan'ı tahtan indirtmiş ve yerine Şahin Şah, Konya'da sultanlığını ilan etmiştir . Süryani kaynaklarının bu tafsilatına karşılık bazı kaynaklar da Şahin Şah'ın, Büyük Selçuklular'ın elinden kaçarak Anadolu'ya ulaştığını ve amcazadesini ortadan kaldırarak tahtı elde ettiğini kaydeder . Anadolu Selçuklu tahtı bir süre boş kaldıktan sonra, I. Kılıç Arslan'ın oğlu Şahin Şah 1110'da başa geçti. Ama kardeşi Rükneddin Mesud onun sultanlığını tanımadı ve Danişmendlilerin desteğiyle iktidarı ele geçirdi. I. Rükneddin Mesud, bir süre Danişmendlilerin denetimi altında kaldı. 1142'de Danişmendli Mehmed Bey’in ölümünün ardından Anadolu Selçuklularının Anadolu'daki üstünlüğünü yeniden kurdu. Bizans ordusunu 1146'da Konya önlerinde yendi. Ertesi yıl II. Haçlı ordusunu Eskişehir yakınlarında bozguna uğrattı. I. Rükneddin Mesud, geleneğe uyarak ülkesini üç oğlu arasında paylaştırdı ve II. Kılıç Arslan'ı veliaht ilan etti. I. Rükneddin Mesud’un 1155’te ölmesinin ardından oğulları arasında taht kavgaları başladı. Bu sırada Danişmendliler, Bizanslılar, Musul Atabeyi Nureddin Mahmud Zengi ve Ermeni Derebeyi Toros birleşerek Anadolu Selçuklu Devleti'ne karşı harekete geçtiler. II. Kılıç Arslan devleti ayakta tutabilmek için önce Bizans’la barış yapmanın yollarını aradı ve İstanbul'a giderek bir antlaşma yaptı. Daha sonra, amcası Şahin Şah ile Danişmendlilerin birleşik ordusunu yendi. 1175'te Danişmendlilerin egemenliğine son verdi. Bir süre sonra II. Kılıç Arslan ile Bizans arasındaki barış bozuldu. Bunun üzerine Bizanslılar büyük bir orduyla Anadolu içlerine girdi. II. Kılıç Arslan 1176'da Denizli / Çivril yakınındaki Düzbel geçidi Miryakefalon Savaşı'nda Bizans ordusunu pusuya düşürdü ve ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu, Türklerin Anadolu’da Bizans karşısında Malazgirt'ten sonraki en büyük zaferdi. Bu yenilginin ardından Bizans, Türkleri Anadolu'dan çıkarma umudunu tümüyle yitirdi. II. Kılıç Arslan 1186'da ülkesini 11 oğlu arasında paylaştırdı. Ne var ki, daha kendisi hayattayken oğulları arasında veliahtlık mücadelesi başladı. 1192'de II. Kılıç Arslan'ın ölümünden sonra oğullarından I. Gıyaseddin Keyhüsrev tahta çıktı. Ama 1196'da tahtını ağabeyi II. Süleyman Şah'a bırakmak zorunda kaldı. II. Süleyman Şah, Erzurum'u alarak Saltuklular'ın varlığına son verdi. 1204'te öldüğünde Anadolu Selçuklu Devleti’ni yeniden eski gücüne ulaştırmıştı. 1205’te I. Gıyaseddin Keyhüsrev ikinci kez tahta çıktı. Karadeniz'deki ticaret yollarını kesen Trabzon İmparatorluğu üzerine bir sefer düzenleyerek bu yolu yeniden Türklere açtı. Daha sonra önemli dış ticaret limanı olan Antalya'yı topraklarına kattı. I. Gıyaseddin Keyhüsrev, sultanın ülke topraklarını oğulları arasında paylaştırma geleneğine son vererek merkezi yönetimi güçlendirdi. Vilayetleri yönetmekle görevlendirilen şehzadeleri merkezi yönetime bağlı birer vali durumuna getirdi. I. Gıyaseddin Keyhüsrev 1211'de öldü.Sultan Keyhüsrev'in üç oğlu (Alaeddin Keykubad,İzzettin Keykavus,Celaleddin Keyferidun) arasından içlerinden yerine büyük oğlu I. İzzeddin Keykavus tahta çıkmıştır.Önce kendisine karşı ayaklanan kardeşi Alaeddin Keykubad’ı etkisiz hale getiren I. İzzeddin Keykavus, böylece iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra bütün dikkatini Anadolu'da ticaretin canlandırılmasına verdi. Kıbrıs Krallığı’yla bir anlaşma yaparak iki ülke arasındaki ticareti serbest hale getirdi. Kuzey ticaret yolunu açmak için Sinop'u Trabzon İmparatorluğu’ndan aldı. Daha sonra, güney ticaret yolunu engelleyen Ermeni derebeyinin üzerine yürüdü ve Ermenileri yenerek Suriye ticaret yolunu açtı. Böylece Anadolu, ticaret kervanlarının merkezi durumuna geldi. 1220'de Keykavus'un ölünce kardeşi I. Alaeddin Keykubad tahta çıktı. En ünlü Anadolu Selçuklu hükümdarlarından biri olan I. Alaeddin Keykubad, Akdeniz kıyısında önemli bir liman olan Kalonoros'u (bugünkü Alanya) aldı. Kendi adından dolayı daha sonra Alanya olarak anılan bu kentte bir tersane kurdurdu ve kentin kalesini yeniden yaptırdı. Tüccarların karada Ermenilerin, denizde Avrupalı korsanların saldırılarına uğraması üzerine İçel'den Antalya'ya kadar bütün kıyı şeridini topraklarına kattı. Moğolların Anadolu’ya girmesi tehlikesi karşısında 1226'da Eyyubilerle ilişkilerini geliştirdi. Bu arada Trabzon İmparatorluğu’yla ittifak kuran Harzemşahları 1230’da Yassı Çemen Savaşı’nda ağır bir yenilgi
ye uğrattı. Moğollara karşı komşu devletlerle bir birlik kuramayan I. Alaeddin Keykubad, 1233’te Moğol kağanının egemenliğini tanımak zorunda kaldı. Alaeddin Keykubad 1237’de ölünce yerine oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev tahta çıktı. Ama devletin yönetimi fiilen vezir Sadeddin Köpek'in elindeydi. Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya sığınan göçebe Türkmenler Anadolu Selçuklu ülkesini tam bir kargaşaya sürükledi. Anadolu Selçuklu yönetimi bu kargaşayı önlemek için sert önlemlere başvurunca, Anadolu Selçuklu tarihinin en büyük ayaklanması patlak verdi. Baba İshak'ın önderliğindeki ayaklanmacılar başkent Konya üzerine yürüyünce II. Gıyaseddin Keyhüsrev kenti terk etmek zorunda kaldı. Ama sonunda, 1240’ta ayaklanma kanlı biçimde bastırıldı. Baba İshak ayaklanmasının Anadolu Selçuklu Devleti’ni iyice zayıflattığını gören Moğollar, “fırsat bu fırsat” deyip Anadolu’yu işgal etmeye karar verdiler. Moğol orduları Doğu Anadolu’ya girerek önce Erzurum’u işgal ettiler. Daha sonra, Selçuklu ordusu ve Moğol ordusu Sivas’ın doğusundaki Kösedağ’da karşı karşıya geldiler. II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in komutasındaki Selçuklu ordusu, Kösedağ Savaşında sayıca fazla olmasına rağmen, yanlış savaş taktikleri yüzünden ağır bir yenilgi aldı. Moğollar bu savaştan sonra Erzincan, Sivas ve Kayseri gibi kentleri ele geçirdiler ve yağmaladılar. Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev Moğollarla anlaşma yaptı ve her yıl onlara vergi vermeyi kabul etti. Böylece, Anadolu Selçuklu Devleti Moğollara bağlı bir devlet haline geldi. Kösedağ Savaşı’ndan sonra Moğollar Anadolu’da tam bir baskı kurdular. Koydukları ağır vergiler halkı zor durumda bıraktı. Moğol baskısının yanı sıra, artan Bizans saldırıları, siyasal cinayetler, doğal afetler ve salgın hastalıklar devleti büsbütün sarstı. Anadolu Selçuklu Devleti birkaç kez iki ve üçe bölündü. Moğolların baskısının iyice artması üzerine, Anadolu Selçukluları birkaç başarısız ayaklanma denemesine giriştiler. Hatta, bu ayaklanmalardan birinde Memlüklü Sultanı Baybars’tan yardım istediler. Ordusu ile Anadolu’ya gelen Baybars 1277 yılında Elbistan ovasında Moğolları darmadağın etti. Ancak, Sultan Baybars’ın ülkesine geri dönmesinden sonra, Moğolların intikamı acı oldu. Çok sayıda insanı acımasızca öldürdüler. Bundan sonra Anadolu tamamen Moğol egemenliğine girdi. Anadolu’yu atadıkları valilerle yönettiler. 1308 yılında, son sultan II. Mesud’un ölümünden sonra Anadolu Selçuklu Devleti yıkıldı. Anadolu Selçuklularında devlet toprakları hanedanın ortak mülküydü. Sultan ülke topraklarını oğulları arasında paylaştırıyordu ve şehzadeler yönetimleri altındaki bölgelerde yarı bağımsız hareket ediyorlardı. Bu, Anadolu Selçuklu Devleti’ndeki taht kavgalarının ve şehzadelerin ayaklanmalarının önemli nedenlerinden biriydi. I. Gıyaseddin Keyhüsrev bu geleneğe son verdi ve merkezi yapıyı güçlendirdi. Sultan unvanıyla anılan Anadolu Selçuklu hükümdarları devletin ve ordunun başıydı. Merkezi devlet işleri Divan-ı Âli (Büyük Divan) adı verilen bir kurulda görüşülür ve karar bağlanırdı. Bu kurula vezirler başkanlık ederdi. Vezirden sonraki en yüksek devlet görevi, Niyabet-i saltanatlık makamıydı. Bu makama atanan saltanat naibi, yokluğunda sultana vekâlet ederdi. Öbür yüksek devlet görevlilerinden müstevfi, maliye işlerini yürütürdü. Pervane, divanın yaptığı atamalara ve dirliklerin (iktaların) dağıtım işlerine bakardı. Yazışmaları tuğracı yürütür, hukuk işlerine "Emir-i dâd" bakar ve askerlik işleriyle "beylerbeyi" ilgilenirdi. Askeri davalara ise "Kadı-i leşker" bakardı. Vilayetlerin yönetiminden sorumlu kişiye subaşı denirdi. Bir tür vali sayılan subaşı, kentin düzenini sağlar ve bölgedeki askerlere komutanlık ederlerdi. Ayrıca melik denen şehzadelerin yönettiği vilayetler vardı. Melikler doğrudan sultana bağlıydılar ve vilayet merkezinde Büyük Divan’a benzer bir divan kurarlardı. Anadolu Selçukluları, Bizans sınırlarına bir tür sabit öncü kuvvet olarak Türkmen boylarını yerleştirmişlerdi. Bu boyların beyleri sınır bölgelerinde, uç beyliği denen yarı bağımsız beylikler kurmuşlardı. Anadolu Selçukluları'nda devletin malı olan topraklar üçe ayrılırdı. Bunlara dirlik, vakıf ve mülk denirdi. Sultan dirlikleri, kendisi için asker besleyip yetiştirmeleri karşılığında Türkmen beylerine ve komutanlarına verirdi. Mülk denen topraklar üstün hizmetlerde bulunanlara gene sultan tarafından verilirdi. Vakıf araziler ise, han, hamam, medrese gibi kurumların giderlerinin karşılanması için ayrılmış topraklardı. Selçuklu ordusu asıl olarak, beylerinin komutasında savaşa katılan Türkmenlere dayanıyordu. Dirlik sahiplerinin kendilerine verilen topraklarda besledikleri tımarlı sipahiler ve kapıkulu askerleri, savaş zamanında ordunun önemli bir parçasıydı. Tımarlı sipahiler subaşıların buyruğunda savaşa katılırdı. Yapısı çeşitli olan Kapıkulu askerleri ise, devlet tarafından çocuk yaşta alınıp eğitilen Müslüman Türkler, diğer Müslümanlar ve Hıristiyanlardan oluşuyordu. Anadolu Selçukluları döneminde ülkenin hemen her yerinde imarethaneler vardı. Buralarda yoksul halka, öğrencilere ve yolculara parasız yemek verilirdi. Başlıca eğitim kurumları medreselerdi. Başta Konya, Sivas, Tokat ve Amasya olmak üzere birçok kentte medreseler kurulmuştu. Darüşşifa denen hastaneler daha çok Divriği, Sivas, Tokat, Amasra, Kayseri, Konya ve Kastamonu gibi kent merkezlerinde yoğunlaşmışlardı. Kent ve kasabaları birbirine bağlayan yollar üzerinde han ve kervansaray denen konaklama yerleri vardı. Ulaşım ve ticaretin gelişmesine bağlı olarak bu tür konaklama yerlerinin sayısı gittikçe arttı. Bu kurumların giderleri vakıflarca karşılanırdı. Anadolu Selçukluları ticarete ve yol güvenliğine büyük önem verdiler. Kervan yollarının güvenliğinin sağlanmasına bağlı olarak Anadolu'da ticaret çok gelişti. Karadeniz ve Akdeniz'deki limanlar önemli birer dış ticaret merkezi durumuna geldi. Ticareti güvence altına alan devlet, karada haydutların, denizde korsanların saldırısına uğrayarak malları yağmalanan tüccarların zararlarını karşılıyordu. Gerek yolculukları sırasında, gerekse kervansaray ve hanlarda konakladıklarında tüccar ve yolcuların güvenliği ve ihtiyaçları sağlanıyordu. Anadolu Selçukluları’nda özellikle dokumacılık çok gelişmişti. Ayrıca Anadolu'nun çeşitli bölgelerindeki demir, bakır, gümüş gibi madenler işletiliyordu. Selçuklular Devleti’nde edebiyat ve düşüncede büyük gelişmeler oldu. Necmeddin İshak, Muhiddin Arabi, Sadreddin Konevi, Mevlana Celaleddin Rumi gibi bilgin ve yazarlar yetişti. Anadolu'nun yeni sahipleri Oğuzlar, 11. ve 12. yüzyıllarda Türkçeyi sadece konuşma dilinde ve sözlü edebiyat geleneklerinde yaşatmaktaydılar. Bu döneme ait Anadolu'da Türkçe yazılmış hiçbir eserin olmayışı, bize Oğuzların yazı dillerinin bulunmadığını, hatta Kutadgu Bilig gibi dev bir eserin dilini, yani Türkistan yazı dilini bilmediklerini düşündürmektedir. Büyük Selçuklu Devletine hakim olan dil anlayışı, Anadolu'da da değişmemiş ve iki yüz yıl, yazı dili ihtiyacına Arapça ve Farsça cevap vermiştir. Bu süre içinde Anadolu Selçuklularının resmi ve edebi dili, Farsça; bilim dili Arapçadır. Anadolu Selçukluları ülkenin pek çok yerinde cami, han, kervansaray, imaret, köprü, çeşme ve medreseler yaptırdılar. Beyşehir'deki Eşrefoğlu Camisi (1296), Anadolu Selçuklu mimarisinin özelliklerini taşıyan en önemli örneklerden biridir. Ağaç direkler üzerine kurulan, içi çini mozaik ve ağaç oyma işleriyle süslenen tip camilerin başka örnekleri de vardır. Anadolu Selçuklu sultanları adına yapılan kervansaraylar "Sultan Han" ya da "Han" olarak adlandırılırdı. Hanlar çok büyük boyutlu yapılardı, bir bakıma sultanın ihtişamını yansıtmaktaydılar. Anadolu Selçuklu mimarisinin günümüze kalan en önemli örnekleri arasında, Konya'da Alâeddin Camii, Karatay Medresesi, İnce Minareli Medrese, Beyşehir'de Kubadabad Sarayı, Niğde'de Alaeddin Camii, Ankara'da Aslanhane Camisi, Kayseri'de Huand Hatun Camii ve Külliyesi, Afyonkarahisar'da Ulucami, Erzurum'da Çifte Minareli Medrese, Sivas'da Gök Medrese, Buruciye Medresesi ve Çifte Minareli Medrese, Kırşehir'de Melik Gazi Kümbeti, Ahlat'da Ulu Kümbet ve Çifte Kümbetler ile Nevşehir'de (Tuzköy camii, Kızılkaya camii) ve diğer yapılar (Nevşehir Kalesi v.b.), Çankırı'da Taşmescid gösterilebilir. Yenişehir Yenişehir şu anlamlara gelebilir: Larissa Larissa veya Yenişehir (Yunanca: Λάρισα / "Larisa", Osmanlı döneminde: Yenişehr-i Fener), Yunanistan'ın Tesalya bölgesinin en büyük şehri ve aynı adı (Larisa) taşıyan ilin (nomos) merkezidir. Osmanlı Devleti döneminde Balkanlar'ın en önemli merkezlerinden biriydi ve 1924 Nüfus Mübadelesi öncesinde yoğun bir Türk nüfusun yaşadığı bir bölgeydi.Yunan Bağımsızlık Savaşında Osmanlı Ordularının Generali olan Dramalı Mahmut Paşa , Drama ve Mora ile beraber Larissa kentinin de Paşa'sıydı. Bu dönemde Yenişehir ismini yaşayan diğer yerleşimlerden ayırmak için Yenişehr-i Fener (Fener Yenişehri) diye de anılmıştır. 19. yüzyılda yaşamış ve Namık Kemal üzerinde büyük etkisi olmuş Divan şairi Yenişehirli Avni, ilk Türk matbaasının kurulabilmesini sağlayan fetva yı veren Şeyhülislam Fazıl Abdullah Efendi, İzmir'in ilk belediye başkanı Yenişehirli Ahmet Bey, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey Yenişehirlidir. Osmanlı döneminde bölgede aynı adla anılan bir diğer yerleşim birimi de Mora Yenişehir'dir (Nauplion). Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi'nin kurucusu ve Türkiye'de organize sporun en önemli öncüsü Selim Sırrı Tarcan, 1874'de Mora Yenişehir'de doğmuştur. Yenişehir (Larissa) merkezin 2001 nüfusu 125000, il genelinin nüfusu 282000'dir. Ekonomisinin tarıma dayalı niteliği sürmektedir. Yunanistan iç siyaseti açısından, Yunanistan Komünist Partisi'nin geleneksel bir kalesidir. Hicri Yılbaşı Hicri Yılbaşı veya 1 Muharrem (kameri) hicri takvime göre Zilhicce ayının son gecesini Muharrem ayının birinci gününe bağlayan zaman dilimidir. İslami takvime göre bir sonraki güne saat 00:00 da değil güneş batması ile (akşam ezanı) geçilir. Bu zaman dilimi ay takvimi esaslı olduğu için bir sonraki hicri yılbaşı 11 ya da 12 gü
n daha erken bir tarihe denk gelir. Muharrem ayı, Zilkade, Zilhicce ve Receb ile beraber Kur'an'da kıymet verilen dört haram aydan biridir. Bu aylarda barış içinde yaşanması, savaş yapılmaması ile ilgili İslam öncesi ve sonrası kurallar mevcuttur. Muharrem ayı, hicrî kamerî yılın birinci ayıdır. Şii Müslümanlar tarafından ise Muharrem ayının 10. günü Aşure Günü olarak kutlanır. ve dünya bir hicri yılbaşında oluşur Şarık Tara Şarık Tara, (d. 22 Nisan 1930), Türk inşaat yüksek mühendisi ve Enka Holding Fahri Başkanı. Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı'nı oğlu Sinan Tara yürütmektedir. Şarık Tara, RUYİAD (Rumeli Yönetici ve İş Adamları Derneği) üyesi ve Derneğin Yüksek İstişare Konseyi Başkanıdır. 2014 yılında ödediği 37,6 milyon lira ile Türkiye'nin en fazla vergi veren kişisi olmuştur. 2015 yılı verilerine göre 2,4 milyar dolar şahsi serveti ile Türkiye'nin en zengin 6. ismi olmuştur. 22 Nisan 1930 yılında Üsküp'te doğmuştur. Annesi Erenköy Kız Lisesi'nde okumuş, dönemin şartları uygun olmadığından tıp tahsili yapmamış, ancak yüksek kültürlü bir kimse olan Mahmure Hanım'dır. Anne tarafından I. Murat'ın öncü kuvvet komutanı ve Yıldırım Bayezid tarafından Üsküp ve Kosova bölgesini idareye tayin edilmiş olan Yiğit Bey'in torunudur. Yahya Kemal ile de torun çocukları olmaları nedeniyle aralarında akrabalık bağı vardır. Babası Fevzi Bey ise, bilindiği kadarı ile son üç kuşağı esnaflık yapan Karadağ kökenli Hacıhamziç (Tara'nın dedesi İbrahim Bey'in babası Hamza Bey'den dolayı bu isimle anılırlar-Tara soyadı ise Karadağ'daki Tara Dağı ve Tara Nehri'nden gelmektedir) ailesindendir. Fevzi Tara; Üsküp, Beyrut ve Belgrad'da tahsil yapmış bir avukattır. Sancak ve güney Yugoslavya Müslümanlarının Yugoslavya Kralı nezdinde temsilciliğini de yapan babası, Manastır'da avukatlık stajını yaparken annesi ile tanışmışlardır. Lise eğitimini Şişli Terakki Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1949'da girdiği İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesinden 1954 yılında mezun oldu. 1942 yılında Üsküp Başkonsolosu Reşat Karabuda'nın yardımıyla önce kendisi İstanbul'a gelir ve yengesi Seniha Hanım'ın yanında kalır. 1944'te ailesinin de geldiği Türkiye’de orta öğrenimini Şişli Terakki Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1954 yılında İTÜ İnşaat Fakültesi'nden mezun olmuştur. Mezuniyetinden sonra 1957 yılında kız kardeşi Vildan Gülçelik'in kocası (daha sonra bir uçak kazasında vefat eden eniştesi Sadi Gülçelik ile birlikte ENKA Kolektif Şirketini kurarak müteahhitlik faaliyetlerine başlamıştır. Enişte ve kayın birader sözcüklerinin ilk hecelerinden oluşan bir isim olan ENKA Kolektif Şirketi daha sonra Anonim Şirket'e, 1972'de de ENKA Holding A.Ş.’ye dönüşmüştür. Şarık Tara, bünyesinde çok sayıda şirketin yer aldığı ENKA Holding Yatırım Anonim Şirketi’nin halen Fahri (Onursal) Başkanlığını yapmaktadır. İş adamı Vehbi Koç ile de çok iyi arkadaş olan Şarık Tara, Vehbi Koç ile olan söyleşisinde başarısını şu şekilde anlatıyor: "Rahmetli Vehbi Koç bir gün bana şunu sordu: "Şarık, bu nasıl bir yönetim biçimi?" Bizim yönetim tarzımıza "Ağabey management" adını takmıştı. Yani ilk kurulduğumuz yıllarda iş yerlerindeki alışılmış yönetim biçimlerinden farklıydık. Aramızdaki sevgi, saygı ve arkadaşlık ilişkileri kuvvetliydi. Şarık Tara, Forbes Türkiye'nin 2017'de hazırladığı “En Zengin 100 Türk” listesinde 2.4 milyar dolarlık servetiyle 3. sırada yer almaktadır. Kamu ve özel kuruluşları ile vakıf ve spor kulüplerinde sosyal faaliyetlerde bulunmakta ve bunlara maddi ve manevi destek de sağlamaktadır. Yük. Müh. Şarık Tara’ya yurt içi ve yurt dışındaki iş ve sosyal faaliyetleri nedeniyle çok sayıda ödül verilmiştir. Avro Lancaster Avro Lancaster, II. Dünya Savaşı Britanya ağır-bombardıman uçağı. Hizmete 1942 yılında girdi. İngiliz Milletler Topluluğu ülkeleri tarafından da kullanıldı. Handley-Page Halifax ile birlikte Kraliyet Hava Kuvvetleri'nin ana bombardıman uçağıydı. Genel olarak gece-bombardıman görevlerinde kullanıldı. Savaş sonuna kadar 7,366 adet Lancester üretilmiştir. Lancester, Avro firması tarafından tasarlanan Avro Manchester (Mençestır) uçağı temel alınarak tasarlanmıştır. Avro firması bu uçakları iki motorlu orta seviye bir bombardıman uçağı olarak düşünmüştü. Uçağın hızlı olması için Rolls-Royce Vulture motorları takıldı. Ancak bu motorlar emniyetli bulunmadı ve bu uçaklar 1942 yılında hizmetten alındı. Bunun üzerine dört adet Rolls-Royce Merlin motorlu ve daha geniş kanatlı bir uçak yapılmasına karar verildi. Bu motorlar daha güçsüz ama daha emniyetliydi. İlk deneme uçuşları 9 Ocak 1941'de yapıldı. Uçak çok başarılı bulunmuştu ve üretilmekte olan bütün Manchester'lar Lancester'a dönüştürüldüler. İki uçakta burun taretine, çift kuyruğa, ve greenhouse kokpit sistemine sahiptiler bunun için dönüştürme işlemi kolay oldu. Modele bağlı olmak üzere avcı uçaklarına karşı 8 veya 10 adet makinalı tüfekle donatıldılar. Lancester'ın en önemli özelliği yüksek bomba yükü kapasitesidir. Taşıyabildikleri bomba yükü dönemindeki uçakların neredeyse iki katıdır. II. Dünya Savaşı'nda kullanılan en büyük bomba olan Grand Slam'i de bu uçaklar taşımıştır. Bu bomba yaklaşık 9944 kg¹'dır. Yaklaşık 300 adet Lancaster MK II çeşitlemesi yapıldı bunlar Bristol Hercules motorlarına sahiptiler. Yeni Merlin motorlarına sahip Lancaster MK III'lerden ise 3.030 adet üretildi. 1943 yılında bir Lancaster 45-50.000 £'a mal oluyordu. Lancaster'lar tahtadan yapılma uçaklar olduğundan avcı atışına ve uçak-savar atışına karşı dayanıksız olup daha çok gece görevlerine veriliyorlardı. Bunun için Kraliyet Hava Kuvvetleri Lancaster'ların radarlarını ve sefer sistemlerini geliştirmeye çalıştı. Bu sistemlerden en ünlüleri 1155 radyo alıcısı ve 1154 radyo vericisidir. Bunlar yol bulma faaliyetleri için kullanıldıkları gibi iletişim ve Mors amaçlı da kullanılmıştır. Aşağıda Lancaster'a ait radar sistemlerini görebilirsiniz: 1942-1945 yılları arası 156.000 operasyonda görev alan Lancaster'lar yaklaşık olarak 608.612 ton bomba bırakmışlar, 3.249 da kayıp vermişlerdir. Sadece 35 Lancaster 100'den fazla görev yapmayı başarmış bunların en uzun ömürlüsü 139 görevi tamamlamıştır. Bu uçak 1947 yılında hurdaya ayrılmıştır. Lancester'ların en büyük başarısı Ruhr vadisine yapılan Chastise Operasyonudur. Bu operasyonun amacı Alman'ların hidro elektronik santrallerini yıkmak ve Alman sanayisini sekteye uğratmaktı. Operasyonda Branes Wallis tarafından tasarlanan varil şeklindeki bombalar kullanılmıştır. Bu görevdeki başarılarından dolayı "Dambusters(Barajları Yıkanlar)" adını almışlardır. Alman zırhlısı Tirpitz'i bir dizi saldırı ile batırmışlardır. Bu saldırılarda Tall Boy bombası kullanılmıştır. Savaşın sonlarına doğru Lancesterlar Japonya'ya saldırmak için "Tiger Force" adı altında hazırlanıyorlardı. Ama savaşın bitmesiyle bu görevi yerine getiremediler. Savaş sonrasında Lancester'lar birçok ülkeye satıldı ve nakliye uçağı olarak da kullanıldı. Çayırlı Çayırlı, Erzincan iline bağlı olan 9 ilçeden biridir. İlçenin ilk yerleşime ne zaman açıldığı kesin olarak bilinmemektedir. Erzincan ile birlikte zaman zaman çeşitli devletlerin egemenliğine girmiştir. Bir süre Timur'un yönetiminde kalan bölge Timur'un çekilmesi ile Akkoyunlular'a ve 1473'te Otlukbeli Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti'ne geçmiştir. 1915 yılında Rusların, onların çekilmesiyle Ermenilerin elinde kalan ilçe, 20 Şubat 1918 de yeniden Anavatana katılmıştır. 1954 yılının Haziran ayına kadar Mans adı ile Tercan İlçesine bağlı Bucak iken bu tarihte ilçe olmuştur. İlçe Erzincan ilinin Kuzeydoğusunda yer alır. Yüzölçümü 1480 Km2, Yüksekliği 1520 metredir. Doğusunda Tercan ve Aşkale ilçeleri, batısında Erzincan Merkez İlçesi, Kuzeyinde Bayburt İli ve Otlukbeli İlçesi, Güneyinden Erzincan Merkez ve Tercan İlçesi ile komşudur. Parçalı, engebeli, çıplak bir arazi yapısına sahiptir. Çevresinde Keşiş, (Esence), Sipikor ve Coşan dağları vardır. Balıklı Dorum ve Mans çayları ilçe hududunu çizen Karasu ırmağına dökülür. Çok geniş olamamakla birlikte sulu tarım yapılır. Ovalar ve geniş mer’a ve yaylaları vardır. Kışları çok soğuk ve uzun geçer, Yaz mevsimi kısadır. Nüfusunun tamamı genelde çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşmaktadır. İlçe merkezinde küçük çapta marangozculuk, demircilik ve oto tamirciliği ile uğraşan sanat erbabı bulunmaktadır. İlçe nüfusunun 6 yaştan yukarı olanının % 90’ı okur-yazar durumdadır. İlçe merkezinde yoğunluğu Sünni Türkler, köylerin ise büyük çoğunluğu ise Zaza ağırlıklıdır. İrfan Sapmaz İrfan Sapmaz (d. 30 Mayıs 1962 Yayladağı, Hatay) Türk gazeteci ve savaş muhabiridir. Pakistan Peşaver Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde İngilizce eğitim gören Sapmaz, daha sonra Azerbaycan Bakü Devlet Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmiş ve master yapmıştır. 1982 yılında televizyon muhabirliğine Sabah gazetesinde başlamıştır. Daha sonra Günaydın, Hürriyet, CNN Türk, DHA (Doğan Haber Ajansı-Kafkaslar ve Orta Asya Temsilcisi), Azerbaycan günlük Avrasiya gazetesi sahibi Genel Yayın Yönetmenliğini yapmış, ardından bu gazetenin genel müdürü olmuştur. Azerbaycan Türk Ajansı (ATA)'nın kurucusu, sahibi ve genel müdürü olan Sapmaz ayrıca Fransa Sipa Pres, Fransa Gamma Fotoğraf Ajansı, BBC, Star Gazetesi (Köşe Yazarı), TRT, TGRT Haber, Anadolu Ajansı'nda da çalışmıştır. Sapmaz TRT Türk Suudi Arabistan Temsilcisi olarak 2013 yılından bu yana Cidde'de görev yapmaktadır. Sapmaz, Türkiye'nin Kafkaslar,Orta Doğu, Orta Asya ve Güneydoğu Asya'da görev yapmış savaş muhabiridir. Son olarak TGRT televizyon kanalında yayınlanan Gazeteci isimli programı hazırlamıştır. Ayrıca aynı televizyon kanalında "Analiz" isimli köşede günlük analizler ve yorumlar yapmıştır. Aynı zamanda TGRT Haber spikeri olarak gelişen olayları aktarmıştır. Sapmaz daha sonra Kanal 6 isimli haber kanalının Genel Müdürlüğünü yapmak için TGRT Haber kanalından ayrılmıştır. İrfan Sapmaz Sürekli Sarı Basın kartı sahibidir. İrfan Sapmaz evli 2 kız çocuğu sahibidir. Bayır Adnan Tönel Doç. Dr. Adnan Tönel (31 Mayıs 1965, İstanbul), oyunc
u, akademisyen, yazar. Sanatçı-Akademisyen Adnan Tönel, Kocamustafapaşa Mehmet Akif İlköğretim Okulu'nda okuduğu yıllarda (8 yaşında) Namık Kemal'in "Vatan Yahut Silistre" oyunundaki rolüyle sahneye ilk adımını attı. Lise yıllarında Moliere'in "Cimri" adlı oyunundaki Jacques Usta rolünü oynadı. Diğer zamanlarında amatör fotoğrafçılığı hobby edindi. TRT İstanbul Radyosu'nda Çocuk Kulübü'nde on yıl süreyle seslendirme yaptı. 1998-1999 yıllarında TRT2 Televizyonu'nun Tanıtım Sesi oldu. Tiyatro Bölümünün ilk mezunu olarak, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nı bitirdi(1989) Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sahne Sanatları Ana Sanat Dalında "20. yüzyıl Avant-Garde Tiyatronun Oyunculuk Tekniği" başlıklı Yüksek Lisans tezini tamamladı(1992) Doktorasını BMA Müzikoloji Bölümünde(2007) "Türkiye ve Azerbaycan’da Layla ve Ninnilerin Musiki ve Edebi Özellikleri" alanında yaptı. Adnan Tönel 1999 ve 2000 yıllarında, Kanal E Televizyonu'nda Kültür Koordinatörlüğü görevinde bulundu. Hazırlayıp sunduğu; "Mozaik", sinema programı "Kısa Sınır Tanımaz" ve "Artvizyon" adlı kültür-sanat programlarıyla iki yıl yayında kaldı. Haliç Üniversitesi ve Yeni Yüzyıl Üniversitesi Tiyatro Bölümlerini kurdu. İ.T.Ü. ve bazı vakıf üniversitelerinde; "Oyunculuk, Ses Eğitimi, Diksiyon, Etkili İletişim, Drama, Sahne Tekniği, Bireysel Ses Eğitimi" dersleri verdi. Türkiye’de W.Shakespeare’in "Hamlet" adlı oyununu Can Yücel çevirisinden uyarladı ve Türkiye'de ilk kez tek başına sahneye koydu Patrick Süskind'in "Kontrabas", Peter Handke'nin "Kaspar" ve Günter Grass'ın On dakka sonra Buffalo" adlı oyunlarını ise İstanbul Goethe Institut'un katkılarıyla sahneye koydu. 7 sinema 2 TV dizisinde rol aldı. Devlet Tiyatroları'nda 4 oyunda rol aldı (Jül Sezar, Canlı Yayın, Köprüdeki Adam, Kral Üşümesi), reji asistanlığı (S. K. Aksal: Kral Üşümesi) yaptı. “Ufo Bebek” adlı bir çocuk oyunu da yazan Tönel'in, Hayy Kitap’tan “ Uzaktan Kumandalı Çocuklar” adında, (ISBN 9789759059286) çocukların televizyondan ve internetten korunmasına dönük bir araştırma kitabı yayınlandı Tönel'in, "Tek Başına Tiyatro" adlı bir araştırma kitabı (ISBN 9786056300356) 2012 yılında yayınlandı. Çeşitli ulusal sempozyumlarda konuyla ilgili bildiriler sundu Yanı sıra amatör olarak fotoğrafçılığı sürdürüyor Son sergisi olan ”Dünya Rögarları”nı TBMM Beylerbeyi Sarayı’nda açtı. Tönel ardından İFSAK ve Bursa Fotoğraf günlerinde de sergiyi yineledi Son iki yılda çeşitli kültür merkezlerinde tiyatro ağırlıklı atölyeler verdi Tönel' in, Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği, Kültür ve Spor Direktörlüğü “Okumayı Teşvik Performans Ödülü” bulunuyor.(1992) Son olarak "Türk ve Azeri Ninnilerinde Ortak Motifler" adlı kitabı (ISBN 9783659928451) Lambert Academic Publishing' den çıkmıştır. Halen Girne Amerikan Üniversitesi'nde öğretim üyesidir. http://education.gau.edu.tr/download/cv/1487922852-Doc_Dr_Adnan_Tonel_2017_1.pdf Nuran Harirî Nuran Harirî (d. 1931, İzmir), Türk şair. İlkokulu Dumlupınar İlkokulu ve liseyi İzmir Kız Lisesi’nde okudu. İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdi. İlk şiiri Türk Dili Dergisi’nde 1977’de yayımlandı. Bilim kariyerine devam etmeyi seçti. 1956’da Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Kürsüsü’nde asistan oldu. Aynı yıl Almanya’ya gitti. Heidelberg Üniversitesi’nde uzmanlık eğitimi aldı. Türkiye'ye dönüşte Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde uzman asistan oldu. 1964’te doçentliğe, 1971’de profesörlüğe yükseldi. Akademik kariyeri boyunca şiir yazmayı sürdürdü. ABD, Yugoslavya, İtalya, İspanya, Macaristan, Almanya, Hollanda, Yunanistan, Fransa, Japonya, Kanada, İsrail gibi birçok ülkede bilimsel araştırma ve inceleme yaptı. Türkiye Beyin Araştırmaları ve Sinir Bilimleri Derneği kurucu üyesi ve başkanıdır. 1978'de, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi fizyoloji ana bilim dalı başkanlığından emekliye ayrıldı. İzmir’de yaşamakta ve şiir yazmaya devam etmektedir. Dorian Gray'in Portresi (anlam ayrımı) Dorian Gray'in Portresi şu anlamlara gelebilir: Nar Nar ("Punica granatum"), kınagiller (Lythraceae) familyasından içinde küçük çekirdekleri ve meyve gövdesini oluşturan yüzlerce tanecikten oluşmuş, hafif ekşi ve bazen tatlı tadı olan, ılıman iklimlerde yetişen, bir meyve türü. Narlar kuraklığa dayanıklıdır. Akdeniz yağış rejiminin etkili olduğu, dönenceler ile 40. enlemler arasında, 1000 m kadar yüksekliğe sahip bölgelerde yetişebilir. -10 °C’ye kadar soğuğa dayanabilir. Yıllık 500 mm yağış yeterli olmaktadır. Bol güneş seven bitki, yazın aralıklarla sulanırsa verim artmaktadır Daha yağışlı bölgelerde sık sık mantar rahatsızlıklarından kaynaklanan kök çürümeleri ile karşı karşıya kalabilmektedirler. Akdeniz havzasında birkaç bin yıldır ekilmekte olan narın ilk olarak İran’da ortaya çıktığı düşünülmektedir. Afganistan ve Pakistan’dan Himalayalar’a kadar geniş bir alanda yetişir. Gürcistan, Ermenistan ve Karadeniz’in doğu kıyılarında yabani nar bahçeleri vardır. Ermenistan, Azerbaycan, Türkiye, İran ve Hindistan nar yetiştiriciliği yapılan ülkeler arasındadır. Ayrıca, tarih öncesi zamanlardan beri Akdeniz ülkeleri ve Kafkaslar’da nar yetiştiriciliği yapılmaktadır. Latince ismi "Punica granatum"un kabaca "Fenike elması" anlamına gelmesi, Fenikelilerin yemişi Akdeniz havzasında taşımış olduklarını akla getirmektedir. Nar, kurak iklimlerde de yetişebildiğinden, Güneydoğu Asya’da, Malezya’da, tropikal Afrika’da da yetiştirilir. İpekyolu ve deniz tüccarları aracılığıyla Güney Çin’e ve Güneydoğu Asya’ya ulaşan nar, bu bölgelerde de yetiştirilmektedir. 18. yüzyılda İspanyollar tarafından Latin Amerika ve Kaliforniya’ya da getirilen nar, 2000'li yıllardan itibaren Kaliforniya ve Arizona’da ticari bir ürün olarak değer kazanmıştır. Türkiye'de pek çok yerde gözüken nar yoğunlukla Ege ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde ekine alınmıştır. Özellikle Denizli İli Irlıganlı kasabasında yoğunlukla yetiştirilmektedir. Ayrıca Irlıganlı’da yetişen narlar ihracat için en çok tercih edilen nardır. Side (Antalya) Nar demektir. Ayrıca, İspanya’nın güneyindeki tarihi bir şehir olan Granada, adını nar meyvesinden almıştır. Haziran-Temmuz aylarında kırmızı renkli çiçekler açan, iki ile beş metre boylarında ağaççıklardır. Gövdeleri gayri muntazamdır. Yapraklar karşılıklı, parlak renkli, ince-uzun şekilli, kısa saplı ve kırmızı kenarlıdır. Çiçekler kısmen sapsız, tek tek ve birkaçı bir arada bulunur. Çanak yaprakları kırmızı renkli, dökülmeyen ve etlidir. Meyveleri küre şeklinde ve portakal büyüklüğünde, önceleri yeşil, olgunlukta kırmızımsı renkte, derimsi kabuklu, çok tohumlu ve etlidir. Meyvenin yenen kısmı, etli ve bol usareli olan tohumlarıdır. Bir nar meyvesinde 600 civarında tohum bulunur. Tohumların renkleri beyazdan koyu kırmızıya doğru değişik renk tonlarına sahiptir. Narlarda yumuşak çekirdeklilik, tohum kabuğunun (testa) derece derece daha az odunlaşması ya da çok az odunlaşması (sertleşmesi) ile oluşmaktadır. Halk arasında bu tip narlara genellikle çekirdeksiz nar denilmektedir. Ancak bu narlarda tam oluşmuş, gerçek tohumlar yine mevcuttur. Bitkinin tohumları meyve olarak yenildiği gibi, gövde-kök ve dal kabukları ile meyve kabuğu da tıbbi olarak kullanılır. Kök ve gövde kabuğu tanen, nişasta ve alkaloidlerden pelletierin taşır. Narı çiğ olarak tüketmek için, önce bir bıçakla ikiye ayırmak gerekir, sonra narın tohumları kabuğundan ayrılmalıdır. Tohumlar arasındaki beyaz liflerin de tohumlardan ayrılması gereklidir. Bunu yapmanın kolay bir yolu, tohumları su dolu bir kaba koymaktır. Taneler dibe çöker, beyaz lifler su üstünde kalır. Bir tabağa doldurulan taneler, bir kaşık yardımı ile çiğ olarak yenilir. Bazı narların tadı çok ekşi, bazılarınınki çok tatlı olabilir. Ama genelde nar, ekşi ile tatlı arasında bir tada sahiptir. Nar suyu, Orta Doğu ülkelerinde çok tüketilen bir içecektir. 2000li yıllardan itibaren ABD'de de popüler olmuştur. Türkiye’de nar çiğ olarak doğrudan tüketilmesinin yanı sıra nar ekşisi olarak çeşitli biçimlerde, özellikle salataya tat vermede, eti terbiye etmede veya doğrudan içilerek de tüketilmektedir. Nar taneleri de aynı zamanda salatalarda kullanılabilmekte, aşure, muhammara ve güllaç’a katılabilmekte ve çeşitli tatlı süslemelerinde kullanılmaktadır. İran ve Hint mutfağında nar, çeşitli Yemeklere malzeme olarak katılmaktadır. Domatesin İran mutfağına henüz girmediği dönemlerde, İran mutfağında nar şurubu çok yaygın olarak kullanılmıştır. Halen nar şurubunun kullanıldığı geleneksel yemekler yaşatılmaktadır. Örneğin, ana malzemesi nar şurubu ve öğütülmüş ceviz olan koyu bir sos, çeşitli kümes hayvanları pişirildiğinde üzerlerine dökülerek kullanılır, nar çorbası içilir. Yabani nar zaman zaman anardana denilen bir baharat olarak da kullanılmaktadır ki anardana lafzî olarak "nar taneleri" anlamına (anar=nar, dana=taneler) gelmektedir. Bu baharat daha çok Hindistan ve Pakistan mutfağında yer bulmuşsa da aynı zamanda İran ve Orta Doğu mutfağında nar pekmezinin yerine de kullanılabilmektedir. Kurutulmuş çekirdekler bütün etnik marketlerden elde edilebilmektedir. Çekirdekler etten ayrılarak 10-15 günlüğüne kurumaya bırakılır ve çatni (bir tür Hindistan sosu) veya köri yapımında asidik unsur olarak kullanılırlar. Nar taneleri zaman zaman kendisi ile yapılmış yemekleri yerken dişler arasında sıkışmasını engellemek için ezilip-kıyılabilmektedir. Himalayalardaki vahşi nar tanelerinin (daru) bu baharatın en kaliteli kaynağı olduğu düşünülmektedir. DARU kelimesi ile Türkçede çeşitli taneli yemiş için (Panicum miliaceum ve Zea mays) kullanılan darı kelimesi arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Yunanistan’da nar (Yunanca "rodi") pek çok şekilde tüketilmektedir: Kurumuş üzüm ve kaynamış buğdaydan yapılan kremsi bir et suyu olan kollivozoumi, nar ve buğdayla yapılan legume salatası, geleneksel orta doğu kebabı, narlı patlıcan çeşnisi, avokado ve nar daldırma yunan mutfağında narın kapladığı yeri belirtmek için verilebilecek sadece birkaç örnektir. Narın aynı zamanda likörü yapılmakta ve dondurma tepesine dökülen popüle
r meyve pastasının da yapımında kullanılmaktadır. Zaman zamansa yoğurt ile karıştırılmakta veya reçel gibi ekmeğe sürülüp kahvaltıda tüketilmektedir. 100 ml nar suyu, yetişkin bir insanın günlük C vitamini gereksiniminin %16’sını karşılar. Nar suyu ayrıca B vitamini ve potasyum içerir. Çeşitli diyet ürünlerinde nar özü kullanılmaktadır. Çünkü nar özü şeker, kalori ve katkı malzemeleri içermemektedir. Nar meyvesinin kabuğu, ishale karşı (% 15'lik) çay halinde kullanılabilir. Nar, çarpıntıya iyi gelir. Mideyi kuvvetlendirir. Et kısmı ile sıkılıp içilirse, safra söker, pekliği giderir. Nar ağacı kabuğu çok eskiden beri bilhassa bağırsak şeritlerine (tenyalara) karşı kullanılır. Bu yüzden veteriner hekimliğinde özellikle sığırlardaki tenyalara karşı kullanılır. Yalnız zehirlenmelere yol açabileceğinden dikkatli olunmalıdır. Nar suyu virüs önleyici özelliğinden ötürü diş taşı temizlemede kullanılır. Nardaki tanen maddesinin kalp krizi riskin düşürdüğünü ortaya koyan çalışmalar yapılmaktadır. Nar tohumu yağının, estrojen sentezlenmesini engelleyerek, göğüs kanseri hücrelerinin üremesine karşı etkili olduğu düşünülmektedir. Son zamanlarda, nar suyunun prostat kanseriyle mücadele etmede kullanılıp kullanılamayacağı araştırılmaktadır. Nar kabuğu ve nar meyvesinin içindeki zarlar punikalajin adı verilen polifenolü ihtiva etmektedir. Antioksidan ve anti-enflamatuar etkileri olan punikalajin insan vücudunda kolayca emilebilmektedir. Punikalajin ile nar çekirdeğinde bulunan punisik asit adlı yağ asidinin narın kalp ve damar sağlığı olumlu etkileri ile olası kanser önleyici etkilerini ortaya çıkartan en önemli faktör olduğu düşünülmektedir. Narın kolesterolü, kan şekerini ve insülin direncinin kontrol etmeye yardımcı olabileceği, nörodejeneratif hastalıklara ve kansere koruma sağlayabileceği yönünde bazı araştırma sonuçları da mevcuttur. Yün iplikler, sarımsı renklere boyanabilir. Ayrıca meyve ve gövde kabukları mordanlarla birlikte yün ipliklerin esmer-sarı, sarı veya siyaha boyanmasında kullanılır. Ülkeler arası nar üretim miktarı sıralaması: Dünya nar üretiminin önemli bir kısmını gerçekleştiren Çin ve Hindistan nüfus fazlalığı nedeniyle nar ihracatı yapamamaktadır. Dünya nar ticaretinde (2008-2010) önemli ülkeler ve ihracat miktarları; Türkiye (86 bin ton), İran (60 bin ton), İspanya (40 bin ton), Hindistan (35 bin ton), ABD (17 bin ton), Azerbaycan (15 bin ton). Türkiye'de 2002 yılında 3 milyon nar ağacı ve 50-60 bin ton üretim vardı. Olumlu piyasalar ve devlet desteği ile 2010 yılına gelindiğinde 13 milyon ağaç ve 315 bin ton üretime ulaşıldı. Bölge olarak Akdeniz, Ege ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri, il olarak Antalya, Muğla, Mersin, Adana ön plana çıkar. 2010 üretiminin %60'ı Akdeniz, %25 Ege, %10 Güneydoğu Anadolu bölgelerinden sağlanır. Türkiye'nin güneyi boyunca uzanan üç bölge üretimin %95'ini sağlar. Üretim iller bazında incelendiğinde; Antalya Türkiye üretiminin %37,9 karşılar. Antalya'yı sırasıyla Muğla, Denizli, Mersin, Gaziantep, Aydın, Hatay, Adana izler. Yunan mitolojisinde Hades tarafından Yeraltı dünyasına kaçırılan Persephone birkaç nar tanesi yediği için bir daha ölüler dünyasını terk edip yeryüzüne insanlar arasında dönememiştir. Yahudi inancına göre nar, doğruluğu simgeler. Yahudi ve Hıristiyan folkloruna göre, Adem ile Havva’ya yasak olan cennet meyvası elma değil, nardır. Bu yüzden, Hıristiyanlar’ın dini süsleme sanatında nar, sıklıkla kullanılan bir motiftir. Papaz giysilerinde, oda duvarlarına asılan dinsel süsleme amaçlı kumaşlarda ve metal işlerinde nar motifine rastlanır. Çingeneler, mevsimi gelmeden dalından nar koparmanın büyük günah olduğuna inanmakta olup nar hasadını 'nar bayramı' adıyla kutlamaktadır. Kur'an’da nar sözcüğü 3 kez geçmektedir: Enam Suresi 99 ve 141, Rahman Suresi 68. Bunların ilk ikisinde nar, Allah’ın yarattığı güzel şeylerin bir örneği olarak verilmiştir, üçüncüsünde ise cennetteki bir meyve olarak anlatılmaktadır. “O, çardaklı, çardaksız olarak bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmalıkları ve ekinleri, zeytini ve narı (her biri) birbirine benzer ve (her biri) birbirinden farklı biçimde yaratandır. Bunlar meyve verince meyvelerinden yiyin. Hasat günü de hakkını (öşürünü) verin, fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.” (Enam, 141) “O gökten su indirendir. İşte biz onunla her türlü bitkiyi çıkarıp onlardan yeşillik meydana getirir ve o yeşil bitkilerden, üst üste binmiş taneler, -hurma ağacının tomurcuğunda da aşağıya sarkmış salkımlar- üzüm bahçeleri, zeytin ve nar çıkarırız: (Her biri) birbirine benzer ve (her biri) birbirinden farklı. Bunların meyvesine, bir meyve verdiği zaman, bir de olgunlaştığı zaman bakın. Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için (Allah'ın varlığını gösteren) ibretler vardır.” (Enam,99) “İçlerinde her türlü meyve, hurma ve nar vardır.” (Rahman,68) Galileo konumlandırma sistemi Galileo, Avrupa Birliği tarafından ABD Ordusunun denetimi altındaki GPS (Küresel Konumlama Sistemi) ile Rus GLONASS'a alternatif uydu yönleyici sistemidir. Toplam 30 adet uydunun dünya yörüngesine oturtularak hizmet vermesi düşünülen tasarının ilk uydusu 2005 yılında gönderildi. Şu an itibariye kullanılmakta olan GPS sistemi ABD Ordusunun emrinde olduğu için ordu, savaş veya hareket gibi durumlarda uydularının yerini değiştirebiliyor veya kullanım dışı bırakabiliyor. Galileo'da ise Avrupa Birliği veya Avrupa Uzay Ajansı (ESA) bu tür bir karar almayacaktır. Galileo tasarısı 1999 yılında Almanya, Fransa, İtalya ve Birleşik Krallık'tan gelen dört farklı tasarı önerisini değerlendirilmesiyle başlamıştır. 26 Mayıs 2003 tarihinde Avrupa Birliği ve Avrupa Uzay Ajansı tasarıyı resmi olarak üstlenmiştir. Tasarının resmi olarak açıklanan bütçesi 1,1 milyar Eurodur. 2006-2010 yılları arasında uzaya 30 adet uydu gönderilmesi planlanmaktadır. Bu uyduların ilki Giove uydusu 28 Aralık 2005 tarihinde Kazakistan'da bulunan Baykonur Uzay Üssünden fırlatılmıştır. Tasarının ticari işletmelere açılma kararı ve Avrupa Birliği Ülkeleri dışındaki ülkelerin de ortak edilmesi kararını takiben tasarı bitiş tarihi 2 sene önceye alınabilecektir. Tasarıya göre her biri yaklaşık 675 kg ağırlığında ve boyutları 2.7 m x 1.2 m x 1.1 m olan 30 uydu, üç yörünge hattına ve 23.222 km irtifaya fırlatılacaktır. Tasarıda öngörüldüğü üzere uyduların ömrü 12 yıldan daha fazla olacaktır. Çalışma esnasında Galileo, Fucino İtalya'da ve Münih yakınlarında Almanya'daki iki yer operasyon merkezini kullanacaktır. 2010 yılının Aralık ayında Brüksel'de AB bakanları Galileo projesinin merkezi olarak Çek Cumhuriyeti Prag için oy kullandı. 21 Ekim 2011 tarihinde dört operasyonel uydudan ilk ikisi sistemi doğrulamak için devreye alındı. Sonraki ikisi "olası Galileo'yu uçtan uca sınamak için" 12 Ekim 2012 tarihinde takiben devreye girdi. Bu Yörünge Doğrulama (IOV - In-Orbit Validation) aşaması tamamlandıktan sonra, ek uydular orta-onlu takım olarak yörünge etrafında İlk Operasyonel Yeteneğine (IOC) ulaşmak için çalıştırılacaktı. Sadece Galileo uydularından yayılan sinyallere dayanarak bir pozisyonun ilk belirlenmesi 12 Mart 2013 tarihinde gerçekleştirildi. 30-uyduluk Galileo sisteminin (27 operasyonel ve üç etkin yedek uydu) tamamlanması için 2019 yılı bekleniyor. Bir başka özellik olarak, Galileo benzersiz bir küresel arama ve kurtarma (SAR) işlevi sağlayacaktır. Uydular daha sonra kurtarma operasyonu başlatılıp Kurtarma Eşgüdüm Merkezi, kullanıcının vericiden röle tehlike sinyallerini alacak şekilde bir transponder ile donatılmış olacaktır. Aynı zamanda, sistem durumları tespit edilmiş ve yardımcı olarak yolda olduğunu bildiren, kullanıcılara bir sinyal verecektir. Bu son özellik, yeni ve mevcut GPS ve kullanıcıya geri bildirim vermeyen GLONASS konumlandırma sistemleri ile karşılaştırıldığında büyük bir yükseltme olarak kabul edilir. Şubat 2014 yılında deneyleri Galileo'nun bulduğu arama ve kurtarma işlevi için, mevcut Uluslararası Cospas-Sarsat Programının (International Cospas-Sarsat Programme) bir parçası olarak etkinliği simüle edilmiş tehlikeli yerlerde %77, 2 km içinde kesin olarak belirlemiş olabilir; ve 5 km içinde % 95 bulunmuştur. 1999 yılında, Galileo için (Almanya, Fransa, İtalya ve Birleşik Krallık) farklı kavramlar karşılaştırılmış ve her dört ülkeden gelen mühendisler ortak bir ekip olmuştur. Galileo programının ilk aşaması, Avrupa Birliği ve Avrupa Uzay Ajansı tarafından 26 Mayıs 2003 tarihinde resmen üzerinde anlaşılan bir konu olmuştur. Galileo Sistemi ile: Sistem, Amerika Birleşik Devletleri (GPS), Rusya (GLONASS), ve Çin (Beidou-1/2, COMPASS) sistemlerinin daha askeri odaklı özelliklerinin aksine, sivil kullanım için öncelikle tasarlanmıştır. ABD sinyal gücünü veya GPS hassasiyetini sınırlama, ya da ABD ve müttefiklerinin sadece silahlı kuvvetler boyutunda çatışma zamanı kullanmanın mümkün olacağı GPS erişimini tamamen kamudan engelleme hakkını saklı tutar. Avrupa sistemi sadece aşırı durumlarda askeri amaçlar için kapatılmaya tabi olacaktır. Sivil ve askerî kullanıcılarda tam hassasiyeti mevcut olacaktır. 2000 yılına kadar ABD dış askerî kullanıcılara GPS sinyalinin hassasiyetini kasıtlı bir zamanlama nabız bozulma süreci ile sınırlandırmamıştı, seçici kullanılabilirlik olarak bilinen durum kaldırılmış ve GPS uydularında bir yetenek daha sonra devreye alınmıştır. Birçok iddia proje için "yıllık başına" satışa yansıtılmış grafikleri öngörülen her yıl satışların önceki tüm yıllar dahil "birikimli" çıktılar olarak 2001 yılı Kasım ayında maruz bırakılmışlardır, Avrupa Komisyonu, projenin bir sonraki aşamaya geçişinde biraz ödenek zorluklarıyla karşılaştı. Satış tahminlerinin üstünde bu milyar avroluk büyüyen hata payı ile yerine getirilmiş, önceden yatırımcılar ve karar vericilere öneri edilmiş yatırımın getirisi olacağının olası olduğu yerde Komisyon genel bir farkındalık oluşturarak sonuçlandı. Ayrıca, 11 Eylül 2001'deki saldırıların ardından Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti askeri operasyon zamanlarında uydu konumlandırmayı kapatmaya yönelik, ABD'nin yeteneğinin s
ona ereceğini savunarak, Avrupa Birliği ile karşılıklı anlaşmaya vardı. 17 Ocak 2002 tarihinde proje için bir sözcü, ABD baskısı ve ekonomik zorluklar sonucu, "Galileo neredeyse öldü." diye belirtti. Birkaç ay sonra, ancak, durumu dramatik bir şekilde değişti. Avrupa Birliği üye devletleri, ABD'nin kolayca siyasi çatışma zamanlarında kapatmak istemesini gerekçe olarak kabul ederek bir uydu tabanlı konumlama ve zamanlama sistemi altyapısına sahip olmanın önemli olduğuna karar verdi. Avrupa Birliği ve Avrupa Uzay Ajansı (26 Mayıs 2003 tarihinde tamamlanmıştır), 2003 yılında inceleme bekleyen projeyi finanse etmek için Mart 2002'de bir anlaşmaya vardı. 2005 yılında sona eren dönemde başlangıç ​​maliyeti 1.1 milyar € olarak tahmin edilmektedir. Gerekli uydu (planlanan sayısı 30 olan) sisteminin ilk aşaması 2011 ve 2014 yılları arasında başlatılacak, ve 2019'dan itibaren sivil kullanıma açık olacaktır. Toplam maliyet, 2006 ve 2007 yılında Dünya'da yapılmış altyapı yatırımları dahil olmak üzere 3 milyar € olarak tahmin edilmektedir. Taslaklanan uygulama maliyetinin en az üçte ikisi AB ve ESA'dan arta kalan ödeneğin bölünmesi ile yatırım için özel şirket ve yatırımcılar için olmuştur. Temel "Açık Hizmet", kullanılabilir bir şifreli yüksek bant genişliğinde geliştirilmiş hassas "Ticari Hizmeti" ile, bir Galileo uyumlu sinyal alıcısı ile herkes tarafından ücretsiz olarak kullanılabilir olacaktır. 2011 yılı başında projenin maliyetleri başlangıç ​​tahminlerinin % 50 üzerinde çıkmıştı. Haziran 2004'te, ABD ile imzalanan anlaşma, Avrupa Birliği'nin GPS ve Galileo'nun hem birlikteliği hem de sistemlerinin geleceğinde kombine kullanımına izin vermek için BOC (1,1) (Binary offset carrier 1.1) olarak bilinen bir modülasyona geçmek için anlaştılar. Avrupa Birliği ile "müttefik ve ABD ulusal güvenlik yeteneklerinin korunmasıyla ilgili karşılıklı endişeleri" gidermek için anlaştılar. İlk deney amaçlı uydu, GIOVE-A, 2005 yılında başlatıldı ve ikinci bir deney uydusu, GIOVE-B, 2008 yılında onu izledi. Bu Yörünge Doğrulama (IOV - In-Orbit Validation) aşaması tamamlandıktan sonra, ek uydular başlatılacaktı. 30 Kasım 2007 tarihinde ilgili 27 AB ulaştırma bakanı, 2013 yılında faaliyete girecek bir anlaşmaya vardı, ama daha sonra basın bültenleri ile 2014'e ertelendiği duyuruldu. 2006 yılı ortalarında kamu/özel ortaklığı dağıldı ve Avrupa Komisyonu Galileo programını kamulaştırma kararı aldı. 2007'nin başlarında, AB sistemi ve proje için ödeme konusunda kararı henüz vardı, ama daha fazla kamu fonlarının yetersizliğinin "derin kriz"e yol açtığı söyleniyordu. Alman Ulaştırma Bakanı Wolfgang Tiefensee yalnızca bir deneme ortamı uydusunun başarıyla başlatıldığını açıkladı. Avrupa Birliği araştırma ve geliştirme projelerinin finansman açığını aşmak için bazılarını boşa çıkarabilir. 2003 Eylül ayında, Çin Galileo projesine katıldı. Çin sonraki yıllarda projeye 230 milyon € (302 milyon ABD Doları, 155 milyon Sterlin, 2.34 milyar Yuan) katkı sağlayacaktı. Temmuz 2004'te, İsrail Galileo projesine ortak olmak için AB ile bir anlaşma imzaladı. Bir basın açıklamasında belirtildiği gibi 3 Haziran 2005 tarihinde AB ve Ukrayna, projeye katılmak için Ukrayna için bir anlaşma imzaladı. Kasım 2005 itibarıyla, Fas ayrıca programa katıldı. 12 Ocak 2006 tarihinde, Güney Kore programa katıldı. 2006 yılının Kasım ayında, Çin Galileo yerine bağımsız olarak Beidou uydu konumlandırma sistemini geliştirme kararı aldı. Hindistan, Eylül 2005'te, EGNOS çerçevesinde bölgesel katılımı arttırmak amacıyla tasarı ortağı olmuştur. Arjantin, Avustralya, Brezilya, Japonya, Kanada, Malezya, Meksika, Norveç, Pakistan, Rusya ve Şili'nin de tasarıya ortak olacağına dair söylentiler vardır. + Ayçiçeği Ayçiçeği ("Helianthus annuus"), papatyagiller (Asteraceae) familyasından çekirdekleri ve yağı için yetiştirilen sarı çiçekli bir tarım bitkisidir. Ayçiçeği dünyada ve Türkiye'de en önemli yağ bitkilerinden biridir. Marmara Bölgesi'nde daha çok yetiştirilir. Trakya Bölgesi'nde yoğunluk gösterir. Ayçiçeğinin üstündeki çekirdekler fabrikalarda işlenerek satılır. Ayçiçeği dünyada ve Türkiye'de en önemli yağ bitkilerinden biri olup, Türkiye'de genelde yağlık olarak yetiştirilir. Yağlık olarak ekiminin % 70'inden fazlası Trakya ve Marmara bölgesindedir. Ayçiçeği, yetişme periyodu boyunca (100-150 gün) 2600-2850 °C civarında toplam sıcaklık ister. Derin ve kazık kök sistemine sahip olması nedeniyle, kuraklığa dayanımı fazladır. Her türlü toprakta yetişmesine rağmen, iyi drenajlı, nötr PH (6,5 - 7,5)'a sahip ve su tutması yüksek toprakları daha fazla sever. Taban suyu yüksek, asitli topraklardan hoşlanmaz. Tuzluluğa dayanması ortadır. Ayçiçeğinin çimlenmesi için en az toprak sıcaklığı 8-10 °C olmalıdır. Bu nedenle genelde Nisan ayı başı-Mayıs ortası arasında ekimi yapılır. Erken ekim, verimi önemli ölçüde arttırır. Ayçiçeği soğuğa dayanıklı olup, genelde ilk donlardan 4-6 yapraklı devreye kadar zarar görmez. Ancak ısının -4 °C nin altına düşmesiyle oluşan dondan oldukça fazla etkilenir. Optimum verim için bölge koşullarında yapılan araştırmalarda 7–8 kg. saf azot (N) ve aynı miktarda fosfor yeterli olur. Ancak sulu koşullarda bu miktarları arttırmak gerekir. Toprak analizi yapılıp tarlanın besin maddesi içeriği belirtildikten sonra gübre uygulamak son derece önemlidir. Eğer toprakta yeterli miktarda fosfor varsa 7–8 kg. saf azotu içeren 15–16 kg. üre (% 46 N) veya 25–30 kg. Amonyum nitrat (%26 N) gübresi serpilerek karıştırılır ve ardından ekim yapılır. Eğer toprakta genelde potasyumca zengin olması nedeniyle, bu besin maddesine içeren gübre tavsiye edilmez. Ancak toprak tahlil sonucu bu besin maddesinin eksikliği belirtiliyorsa, topraktaki mevcut duruma da bağlı olarak, yeterli miktarda 15-15-15 gübresi uygulamak gerekir. Çünkü kompoze gübrelerin üzerindeki üç rakam sırasıyla N-P-K yani Azot - Fosfor - Potasyum besin madde oranına göre ucuz olan gübre tercih edilmelidir. İyi bir tohum yatağı hazırladıktan sonra, ayçiçeğinde pnömatik mibzerlerle ekim yapılır. Yapılan araştırmalar sonucunda; sonbaharda soklu pulluk ile sürüm, ilkbaharda kazayağı ve ardından tırmık ile yapılan tohum yatağı hazırlığı en ekonomik toprak işleme yöntemi olarak belirlenmiştir. Yabancı ot ilacı için genelde trifluarin terkipli ilaçlar ekim öncesi uygulanır. Ancak ilaç uygulandıktan sonra mutlaka tırmık veya benzeri bir ikinci sınıf toprak işleme aletiyle karıştırılmalıdır. Ayrıca yabancı ot mücadelesi için bitkiler 25 – 30 cm. olduğu zaman çapa makinesi ile ara çapası yapılır. Yapılan araştırmalar, sıra arası 70 cm. ve sıra üzerinin 30–35 cm. olduğu bir ekim sıklığıyla sağlanan 4500-5000 da civarında bir bitki populasyonunun en yüksek verimi verdiğini ortaya koşmuştur. Hibrit tohumluklar yüksek verim potansiyeline sahip, aynı günlerde çiçeklenip, olgunlaşır ve aynı kalitede ürün veririler. Piyasada değişik firmalara ait birçok yağlık hibrit ayçiçeği çeşidi bulunmaktadır. Tohum iriliği arttıkça dekara atılacak tohum miktarı da artar. Aslında iri tohumun, özellikle uygun olmayan iklim ve toprak koşullarında, çimlenme gücünün biraz daha fazla olmasından başka bir avantaja sahip değildir. Dekara atılan tohum miktarı tohum iriliğine bağlı olarak 400 gr/da civarındadır. Ayçiçeği topraktan fazla miktarda besin maddesi kaldırır. Bu nedenle üst üste ayçiçeği ekiminden kaçınılmalıdır. Bundan dolayı, genelde Buğday-Ayçiçeği ekim nöbeti uygulanır. Tablanın biraz eğik olması, yani yere doğru bakması, kuş zararını ve güneşten kaynaklanan tabla yanıklığını azaltır. Bu nedenle, bu tip hibrit çeşitler kuş zararının yoğun olarak hissedildiği yerlerde tercih edilmelidir. Ayçiçeği bitkisinin su ihtiyacı, yetişme periyodu boyunca yaklaşık 700–800 mm. civarındadır. Bu nedenle yüksek ve arzulanan verimi alabilmek için yağışın az olduğu yıllarda aradaki farkın, sulamaya uygun yerlerde, mutlaka sulama suyuyla verilmesi gerekir. Toprakta bitkilerin su ihtiyaçları toprak tansiyonemetresiyle ölçülür. Ayçiçeğinde en hassas devre, çiçeklenme öncesi tablaların oluşmaya başladığı devre ile süt olum devresi arasıdır. Bu devrede oluşan, suya olan stres, verimde geri gelmeyecek kayıplar ortaya çıkarır. Özellikle suya duyulan bu ihtiyaç çiçeklenme zamanında en üst seviyeye çıkar. Bundan dolayı bu devrelerde yağış yoksa, yüksek verim için ayçiçeği mutlaka sulanmadır.20'şer gün arayla yapılan sulamaların verimi arttırdığı Denizli Baklan Ovası'ndaki Dağallı çiftçiler tarafından denenmiş ve görülmüştür. 40 cm olduktan sonra her 20 günde bir sulama yapılmalıdır. Eğer sulama yapılacaksa, bitkiler 45–50 cm. boyunda bir sulama, tabla teşekkül ettiği devrede süt ve olum devresinde yapılacak olan birer sulama ile toplam üç defa su verilmesi verimi %100 oranında arttırır. Özellikle sulanan alanlarda dekara atılan bitki sayısını ve verilecek gübre miktarını bir miktarı arttırmak verim artışı için gerekli diğer faktörlerdir. Ayçiçeğinin en önemli zararlısı orobanş parazitidir. Ancak bu parazite dayanıklı hibritler piyasada mevcuttur. Bunun yanında diğer hastalıklar ayçiçeği mildiyösü, sap, kök ve tabla çürüklükleridir. Ayçiçeği mildiyösüne karşı hibrit tohumlar ilaçlı olup, ancak özellikle sulu alanlarda ortaya çıkan Slerotinia'ya karşı dayanıklı çeşit olmayıp, ilaçlı mücadelesi de yoktur. Ayçiçeği tablasının arkası ve brakte yapraklarının % 50'si kahverengi renge dönüştüğünde ayçiçeği olgunluğa erişmiş olur. Ancak hasadın yapılabilmesi için tablanın, gövdenin ve yaprakların tamamen kahverengi renge dönüşmüş olması ve tanedeki nem oranının % 9-10'a düşmesi gereklidir. Çünkü ayçiçeği yağlı tohuma sahip olduğu için yüksek nemde depolandığında, taneler kısa zamanda kızışır ve bozulur. Bu nedenle hasatta tane neminin % 10'un altında olması son derece önemlidir. Zamanında yapılmayan hasat özellikle bazı çeşitlerde tane dökmeye sebep olacağından, ayçiçeği hasadı fazla geciktirilmemelidir. Ayçiçeğinden kuru şartlarda 100-150 Kg/da,sulu şartlarda 250-400 Kg/da. ürün elde edilebilir. Ayçiçeği hasadı buğday biçer döverlerinde yapıla
n ufak değişiklik ve uygun ayarlama ile kolayca yapılır. Ayçiçeğinin kafasında bulunan çiçekçiklerin modeli 1979'da H.Vogel tarafından öne sürülmüştür. Bu modelin kutupsal koordinat sistemi ile olan ifadesi aşağıdaki gibidir. Denklemde θ açı, "r" yarıçap, ya da merkeze olan uzaklık, ve "n" ise çiçekçiğin indeks numarasıdır. İfadedeki "c" ise sabit bir ölçekleme katsayısıdır. İfade Fermat's spiral formunu vermektedir. 137.5°'lik açı ise altın oran ile ilişkilidir, gives a close packing of florets. This model has been used to produce computer graphics representations of sunflowers. Lancaster (anlam ayrımı) Lancaster şunlar da olabilir: Showbiz Showbiz, İngiliz rock grubu Muse'un ilk albümü. 4 Ekim 1999'da piyasaya çıkmıştır. "Uno", "Cave", "Muscle Museum", "Sunburn" ve "Unintended" tekli olarak yayımlanmıştır. Bütün şarkılar Matthew Bellamy tarafından yazılmıştır. İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı, Anadolu′da açılan diğer Türk müziği konservatuvarlarına öncü olmuştur. İTÜ'nün Maçka kampüsünde yer alır. Konservatuvar mezunu ünlü İTÜ'lülerden bazıları: Volkan Konak, Funda Arar, Çelik Erişçi, Aşkın Nur Yengi, Melihat Gülses, Erkan Oğur, Erol Parlak ve İsmail Hakkı Demircioğlu. Ata Demirer ise konservatuvarı yarıda bırakmıştır. Handan (roman) Handan, Halide Edib Adıvar'ın mektupları bir araya toplayıp oluşturduğu eseridir. İlk olarak 1912 yılında yayımlanmıştır. Türk edebiyatında kadın psikolojisini anlatan ilk eserdir. Ailesini kaybettiği için amcasının yanında kuzenleriyle kardeş gibi büyüyen Handan, Nazım adındaki genç sosyalist hocanın ücret beklemeden verdiği dersleri de alır. Genel olarak kızlar yabancı dil ve piyano eğitimi aldıktan sonra eğitimi bırakırken Handan'ın felsefeye sosyolojiye edebiyata merakı vardır. Nazım'ın ona aşksız ve soğuk gelen evlenme teklifini reddeder, Nazım yurtdışına kaçmak isterken yakalanır ve sürgüne gönderilmek üzere beklerken hapishanede intihar eder. Handan'ın kuzeni Neriman görücü usulü ile Refik Cemal ile evlenir. Refik Cemal ilk defa evlendiği gece başbaşa kalabildiği Neriman'ı hayatı boyunca seveceğine yemin eder ancak Neriman onun için sıradan bir kadın olarak kalacak ve Refik Cemal sohbetleri ile Handan'ın ondaki büyük boşlukları doldurduğunu farkedecektir. Handan kendinden yaşlı ve zengin Hüsnü Paşa ile evlenir, yalnız bu adam evliliğe inanmamaktadır. Hüsnü Paşa eşini kendinden 3 aylığına uzaklaştırır. En çok Handan'ı sevdiğini söylemesine rağmen Handan'ın ona fazla gelen üstünlüğünden içten içe rahatsız olur. Handan gibi iç dünyası zengin ve kültürlü kadınlar yerine Handan'ın deyimiyle "Londra kaldırımlarında" bulduğu, hizmetçilik yapan, paşanın parasına tapan kadınlarla birlikte olmaktadır. Hüsnü Paşa'nın 3 aylık yokluğunu sabırla bekleyen Handan, bu müddet bitince gelen olumsuz mektupla yıkılır. Hüsnü Paşa birlikte olmayacaklarını, birlikte olduğu diğer kadını anlatmıştır ama onu özgür de bırakmadığını yazmıştır. Evliliğin kutsal olduğuna dair naif inancı ve neden böyle birini sevdiğini bilmesek de Hüsnü Paşa'ya olan aşkı nedeniyle kriz geçirir. Menenjit tanısıyla tebdilhavaya gönderilir. Bu seyahatte bir hastabakıcı ve Refik Cemal yanındadır. Refik Cemal Handan'a aşkını itiraf eder. Handan kardeşi olarak gördüğü Neriman'ın kocası olan Refik Cemal'le ilişkisini kendine geldikçe anlar ve geçirdiği ikinci krizle hayatını kaybeder. Tüm hikâyeyi karakterlerin birbirlerine yazdıkları mektuplarla okuruz. Refik Cemal'in arkadaşı Server'e yazdığı mektuplar sayesinde iç dünyasını açıkça görebiliriz. Refik Cemal'in karısı Neriman'a yazdığı mektuplar ise samimiyetsizdir. Neriman duygu ve düşüncelerine en yabancı kaldığımız karakterdir, kocasının yokluğuna üzüldüğünü biliriz ancak Handan'la ilişkileri onu nasıl etkilemiştir, ne derece bu ihaneti algılamıştır bilemeyiz. Kitapta Handan'ın dilinden yazılmış mektuplar da vardır. Bu yönüyle tüm karakterleri salt kendileri olarak birinci ağızdan görmemize imkan tanır. Cümlenin öğeleri Cümlenin öğeleri veya cümlenin ögeleri; cümlede yüklem ile görev ve anlam yönünden yükleme eşlik eden diğer parçalardan her biri. Cümlenin öğeleri tek bir sözcükten veya sözcük grubundan oluşabilir. öğeler anlamlı ve doğru cümleler kurulabilmesini sağlar. Türkçede cümlenin öğeleri şunlardır: Cümle; bir fikri, bir düşünceyi, hareketi, duyguyu ve olayı tam bir yargı halinde ifade eden kelime grubudur. Bir cümle kurabilmek için en azından bir çekimli fiil (fiil cümlelerinde) ya da ek-fiil almış bir adın (isim cümlelerinde) yüklem görevini üstlenmesi gerekir. Örneğin "koşuyor" kelimesi tek başına bir cümledir. Cümlenin diğer öğeleri anlam ve görev yönünden yüklemi tamamlarlar. Cümlenin ana öğeleri yüklem ve öznedir. Yüklem cümlede bir iş, oluş, hareket vs. bildiren; cümleyi yargıya bağlayan öğedir. Yüklemsiz cümle kurulamaz. Eksiltili olmayan bir cümle kurabilmek için yalnızca yüklem yeterlidir. Yüklem genelde cümle sonunda bulunur. Yüklemi bir fiilin çekimlenmesiyle oluşan fiil cümlelerinin yanı sıra, bir adın ek-fiil eki almasıyla da bir isim cümlesi oluşturulabilir. Özne, bir cümlede yüklem ile bildirilen işi ya da oluşu yerine getiren veya yüklem vasıtasıyla hakkında bilgi verilen öğedir: Özneyi bulmak için yükleme "kim" veya "ne" soruları sorulur: Özne, yüklemden sonra cümlenin ikinci ana öğesidir. Sadece yüklemden oluşan cümlelerde dahi öznenin varlığı şahıs eklerinden anlaşılır. Cümlenin yardımcı öğelerini oluşturan tümleçler üç grupta incelenir: Düz tümleç olarak da bilinen nesne, öznenin yaptığı ve yüklem tarafından bildirilen iş veya oluştan etkilenen kavram veya varlıktır. Yükleme belirtili nesnede "kimi, neyi" soruları sorulurken belirtisiz nesnede "kim, ne" soruları sorulur Örnekler: Dolaylı tümleç; yüklemin anlamını yer, bulunma ve yönelme açısından tamamlayan öğedir. Genellikle -e, -de ve -den eklerinden birini alır ve yükleme sorulan ""nereye, nerede, nereden, kime, kimde, kimden, neye, nede" ve "neden"" sorularının yanıtlarıdır. Örnekler: Zarf tümleci, yüklemde belirtilen iş ve oluşun "ne zaman, neden, nasıl, ne kadar ve ne vasıtasıyla" gerçekleştiğini belirtir. Edatlarla oluşturulan tümleçler de zarf tümleci kabul edilir. Örnekler: Kâzım Özalp Kâzım Fikri Özalp (1882, Köprülü - 6 Haziran 1968, İstanbul), Türk asker ve siyasetçi. 1924 ve 1935 yılları arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı görevini sürdürmüştür. Süvari Miralay İsmail Nazmi Bey'in oğludur. Üsküp Askerî Rüştiyesi, Manastır Askerî İdadisi'ni bitirdikten sonra 14 Mart 1897 tarihinde girdiği Harp Okulu'ndan 6 Aralık 1902 tarihinde Teğmen rütbesiyle, devam ettiği Harp Akademisi'nden 5 Kasım 1905 tarihinde Yüzbaşı olarak mezun oldu. İlk görev yeri olan Selanik'te 36. Alay'da görev yaparken İttihat ve Terakkî Cemiyeti'ne girdi. Selanik-Karasulu istasyonları arasındaki demir yolu hattını korumakla görevlendirildi. Bu görevde iken Gevgili ve Menlik yakınlarında Bulgar çeteleri ile çatışmalara girdi. Hareket Ordusu ile 31 Mart İsyanı'nın bastırılmasında görev aldı. 9 Ağustos 1910 tarihinde Menlik İlçe Kaymakamı olarak atandı. 1911 yılında kurmaylığı onandı. 8 Kasım 1911 tarihinde 5. Kolordu Kurmay Heyeti'nde görevlendirildi. 29 Kasım 1911 tarihinde Selanik Jandarma Alayı Takip Taburu Komutanı olarak atandı. Balkan Savaşları sırasında 23 Eylül 1912 tarihinde Edremit Redif Tümeni Kurmay Başkanı, 29 Eylül 1912 tarihinde Vardar Ordusu kuruluşundaki 5. Kolordu Kurmaylığına, 25 Haziran 1913 tarihinde Çatalca Ordusu Sol Cenah Komutanlığı Kurmay Heyetinde görevlendirildi. 9 Kasım 1913 tarihinde 1. Kolordu Kurmayı, 17 Mart 1914 tarihinde Van Jandarma Alay Komutanı olarak atandı. I. Dünya Savaşı başlayınca 26 Mart 1915 tarihinde Seyyar Jandarma Tümen Komutanı olarak görevlendirildi. Bu tümen ile Dilmen, Urumiye, Hoy, Saray ve Van yakınlarında Ruslarla muharebelere girişti. 15 Ağustos 1915 tarihinde 36. Tümen Komutanı olarak atandı. 11 Ocak 1918 tarihinde 37. Kafkas Tümen Komutanı olarak atandı. Bu görevdeyken 10. ve 3. Kafkas Tümenleri de emrine verilerek Trabzon ve Batum'un işgaliyle görevlendirildi. 31 Aralık 1918 tarihinde 60. Tümen Komutanı olarak atandı. 9 Ağustos 1919 tarihinde 61. Tümen Komutanı olarak tayin edildi. Heyet-i Temsiliye kararıyla Kuzey Cephesi Komutanlığına atandı. Bu görevdeyken emrindeki birliklerle Anzavur Ayaklanması'nı bastırdı. 23 Nisan 1920 tarihinde açılan Büyük Millet Meclisi'nde I. Dönem Karesi (Balıkesir) milletvekili seçildi. 6 Nisan 1921 tarihinde Kocaeli Bölge Komutanı ve sonra Mürettep Kolordu Komutanı olarak atandı. Bu görevdeyken İzmit ile Adapazarı'nı Yunan kuvvetlerinden geri aldı. Sakarya Meydan Muharebesi'ne katıldı. Gösterdiği başarıdan ötürü 12 Eylül 1921 tarihinde mirliva rütbesine terfi etti ve paşa oldu. 7 Eylül 1921 tarihinde 3. Kolordu Komutanı olarak atandı. 1921 yılı sonunda 3. Kolordu Komutanlığı görevinden ayrılarak 14 Ocak 1922 tarihinde TBMM Millî Müdafaa Vekilliği görevini üstlendi. Büyük Taarruz ve Dumlupınar Meydan Muharebesi'nden sonra 25 Eylül 1922 tarihinde ferik rütbesine terfi etti. 30 Ağustos 1926 tarihinde birinci ferik rütbesine terfi etti. 6 Temmuz 1927 tarihinde kendi isteğiyle askerlikten emekliye ayrıldı. 15 Ağustos 1915 tarihinde Muharebe Gümüş İmtiyaz Madalyası, 23 Mayıs 1917 tarihinde Alman 2. Dereceden Demir Haç, Mayıs 1918 tarihinde 3. Dereceden Mecidiye Nişanı, 5 Haziran 1918 tarihinde Muharebe Altın Liyakat Madalyası, Haziran 1918 tarihinde Harp Madalyası, Haziran 1918 tarihinde Harp Leopold Şövalye Madalyası, 21 Kasım 1923 tarihinde Kırmızı-Yeşil şeritli İstiklâl Madalyası ve Takdirname ile taltif edildi. TBMM'deki yerini 1920 yılından siyasal yaşamdan çekildiği 1954 yılına kadar aralıksız korudu. 1924-1935 yılları arasında TBMM Başkanı, 1923-1924 ve 1935-1939 yılları arasında iki kez Millî Savunma Bakanı olarak görev yaptı. I. ve II. Dönem Karesi, III., IV., V., VI., VII., VIII. Dönem Balıkesir, IX. Dönem Van milletvekili seçildi. 6 Haziran 1968 tarihinde İstanbul'da
Suadiye'deki evinde öldü. Ankara'ya nakledilen cenazesi Cebeci Askeri Şehitliği'ne defnedildi. Naaşı 1988 yılında Devlet Mezarlığı'na nakledildi. "Millî Mücadele" adlı anılarını anlatan bir kitap yazdı. Eksiltili cümle Eksiltili cümle ya da kesik cümle, tam bir cümle kurulabilmesi için gereken ana unsurları içermeyen cümledir. Türkçenin eklemeli yapısı nedeniyle yüklemler tek başına cümle kurmaya yettiği için, "yüklemi olmayan cümle" olarak da tanımlanabilir. Eksiltili cümleler bazen cümleleri pratik gerekçelerle kısaltmak amacıyla, bazen de edebî amaçlarla kullanılırlar. Türkçede bazı deyim ve atasözleri eksiltili cümle hâlindedir. Bazen deyim ve atasözleri, dinleyicilerin devamını bildiği farz edilerek, eksiltili cümle halinde söylenebilir: "Yüklemi olmayan cümle" ile "fiili olmayan cümle" ifadeleri karıştırılmamalıdır. Örneğin isim cümleleri eksiltili cümle değildir. Bu cümlelerde yüklem, isim soylu bir kelimeye ek-fiil getirilerek oluşturulur. Dolayısıyla, aşağıdaki cümleler -fiili olmamasına rağmen- eksiltili cümle değildir. Aşağıdaki isim cümlelerinde yüklemler kalın harfle yazılmıştır. Anima Devrik cümle Devrik cümle, öğeleri bir dilin yaygın kullanım kurallarına göre sıralanmamış cümle. Türkçede devrik cümle, yüklemi cümle sonunda olmayan cümledir. Devrik cümleler edebî sanat yapmak için, yüklemi vurgulamak için veya pratik amaçlarla kullanılırlar. Hatalı veya bozuk cümleler değillerdir. Devrik olmayan (yüklemi sonda olan) cümlelere kurallı cümle denir. Aşağıdaki devrik cümle örneklerinde yüklemlerin altı çizilidir: Edebî dilde devrik cümlelere sıkça başvurulur: Türkçede yüklem çoğunlukla cümle sonunda bulunur. Özne, tümleç gibi diğer öğeler ise vurguya bağlı olarak sıralanır. Genellikle cümlede en fazla vurgulanmak isteyen öğe yükleme en yakın olandır. Aşağıdaki kurallı cümlelerde vurgulanmak istenen öğeler büyük harfle yüklemler ise kalın harfle yazılmıştır: Türkçede gizli özne yaygın olarak kullanılır. Gizli özneler hem kurallı cümlelerde hem de devrik cümlelerde bulunabilir: Bir cümlede belirtisiz nesne özneden, her zaman yüklemin önünde yer almasıyla ve yüklemin aldığı kişi ekiyle ayırt edilir. Örneğin: "Kalem aldım." cümlesinde kalem belirtisiz nesnedir. Yüklemin almış olduğu -m kişi ekinden anladığımız üzere cümlenin görünmeyen öznesi "ben"dir. Yüklemin üçüncü şahısla çekimlendiği cümlelerdeyse anlatım bozukluğu olmasını engellemek için gerçek özne kullanılması gerekebilir. Devrik cümleler, eksiltili cümleler ile karıştırılmamalıdır. Türkçede eksiltili cümle, yüklemi "olmayan" cümledir. Bu tür cümlelerde metnin veya konuşmanın geneline bakarak yüklemin ne olduğu tahmin edilir: Zaman zaman "devrik cümle" kavramı -hatalı olarak- anlatım bozukluğu ile eş anlamlı olarak kullanılır. Anlatım bozuklukları yanlış sözcük seçimi, yapım ve çekim eklerini yerinde kullanmama gibi dilbilgisi hataları sonucu ortaya çıkar: Sigorta Teftiş Kurulu Sigorta Teftiş Kurulu Başkanlığı, doğrudan Sosyal Sigortalar Kurumu Başkanına bağlı, bir başkanla yeteri kadar sigorta müfettişi ve sigorta müfettiş yardımcısından oluşur. Sigorta Teftiş Kurulunun görev merkezi Ankara'dır. Bu merkez, sigorta müfettişlerinin de görev merkezidir. Ülke genelinde teftiş, kontrol ve denetleme yetkisini koordine eden Kurul Başkanlığı, denetimde etkinliği sağlamak amacı ile Adana, Ankara, Bursa, Diyarbakır, İstanbul, İzmir ve Trabzon illerinde çalışma merkezleri oluşturmuştur. SGK VİK SGK Voleybol İhtisas Kulübü, Ankara'da yer almış olan voleybol kulübü. SSK bünyesinde 1962 yılında kurulmuş olan kulüp, 42 yıllık mazisi içerisinde Türk gençliğine ve sporuna hizmet etmeyi görev saydı. Bu mazisi içerisinde Türk voleyboluna birçok kıymetli antrenör ve sporcu yetiştirdiği gibi, birçok defa da Türkiye'yi yurt dışında üst düzeyde organize edilen (Şampiyonlar Ligi, Kupa Galipleri vb.) şampiyonalarda temsil etti. Bu başarıları ile kulüp, voleybolda bir marka olmuştur. Kamuoyunda görsel ve yazılı basınında takdirle manşetlerde yer aldı, yurt içinde ve dışında Türkiye'yi temsil etti. O yıllarda büyük erkeklerde; 1962–1963 sezonunda Ankara 3. Ligi'ne iştirak edildi, 1963–1964 sezonunda Ankara 2. Ligi'ne, 1964–1965 sezonunda da Ankara 1. Ligi'nde hiç set vermeden ve mağlup olmadan yükselme başarısını elde etme başarısını gösterdi. 1965–1966, 1966–1967, 1967–1968 sezonlarında Ankara 1. Ligi'nde mücadele etmiş, elde ettiği neticeler itibarıyla Türkiye Kupaları'na katılma hakkı kazandı. 1967–1968 sezonunda şu anda oynanan Türkiye Voleybol Ligi kuruldu ve SSK Voleybol İhtisas Kulübü 1968–1969 sezonunda bu ligde oynamaya hak kazandı. Ligde mücadele ettiği yıllarda, 1973–1974 yılında 12 takımlı Türkiye Ligi'ni 2. olarak tamamlamıştır. 1974–1975 sezonunda ise Gençlik ve Spor Bakanlığı Kupası'nı (şimdiki Türkiye Kupası) kazanarak, Avrupa Kupa Galipleri Kupası'na katıldı ve Avrupa 7.si oldu. 2001–2002 sezonunda Türkiye Kupası şampiyonu oldu ve 2002–2003 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası müsabakalarına katıldı. 1962–1972 genç erkeklerde 3 yıl üst üste Türkiye Şampiyonu olarak o yıllarda uygulanan statüye göre formasına Ay-Yıldız takma şerefine erişti. 1965–1966 yıllarında bayan takımı kuruldu, oynadığı liglerde neticeler sonucu Türkiye Deplasmanlı Ligi'ne kadar geldi. Bu seçimlerden sonra minik takıma gelen sporcular 2–3 yıllık bir çalışma programı içerisine alınarak, fiziki özellik ve teknik kapasitelerinin yeterliğine bakılarak, yıldız takımına dahil edilir. Bu oyuncular; yine program ve çalışma periyotları içerisinde genç takımlara, daha sonra da A takımlara geçirilir. Elenenler ise Ankara veya diğer illerdeki takımlara verilerek orada gelişimleri takibe alınır ve yeterli görünenler takımlara kazandırılır. Altyapı çalışmalarının devamlılığının sağlanması açısından bu seçimler her yıl, bir üst gruptaki oyuncudan en az 2–3 yaş küçük olması dikkate alınarak yapılır. 1980 yılından bu yana kulübün kullanımına tahsis edilen ve halen SGK Etlik Tesisleri içerisinde yer alan açık futbol sahası ve kapalı spor salonu kompleksi ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bünyesindeki, kapalı çim saha ve tenis kortu ile kafeterya; kulübün tesislerini oluşturur. Kuruluş tarihi olan 01.11.1962 yılından bugüne kadar geçen 43 yıllık zaman içerisinde oluşan kulüp yönetim kurulları ve kulübün programlarının devamlılığı sonucunda birçok elit iş adamı, öğretim görevlisi, antrenör ve sporcu yetiştirmesi ile Türk voleyboluna katkıda bulundu. SGK Voleybol İhtisas Kulübü'nün asıl amacı, ardından da anlaşılacağı üzere Türk voleyboluna uzun yıllar hizmet edecek fiziki kapasitesi olan sağlam karakterli, çalışkan gençleri kazandırmaktır. Ayrıca bu düşünceler içerisinde bugüne kadar olduğu gibi, kulüp-okul, kulüp-sosyal toplum, kulüp kurumumuz ilişkilerini daha da üst düzeye çıkararak, sporun diğer dallarını da açılarak, spor vasıtasıyla Türk gençliğinin sosyal topluma kazandırılmasını Sosyal Sigortalar Kurumu Voleybol İhtisas Kulübü düstur edinmiştir. Haşim İşcan Haşim İşcan (1898, Edirne - 11 Mart 1968, İstanbul), halk arasında “Haşim Baba” diye anılan İstanbul'un doğrudan (tek dereceli seçimle) seçilen ilk belediye başkanı (1963-1968). 1898’de Edirne’de doğan Haşim İşcan, Edirne Lisesi'nden mezun oldu. 1922’de Mülkiye Mektebi’ni bitirerek bir süre Edirne Kız Öğretmen Okulu’nda ve Edirne Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Özel kalem müdürlüğü, kaymakamlık, emniyet müdürlüğü ve mülkiye müfettişlik gibi görevlerde bulundu. 1933’te Siverek kaymakamlığı ile başlayan yöneticilik yaşamını Tekirdağ, Erzurum, Antalya, Bursa ve Samsun illerinde valilik yaparak sürdürdü. Bu yörelerde 400'den fazla ilkokul açtı. Hastane, liman, stadyum, park, kütüphane ve halkevi gibi yararlı kurumlar kazandırdı. Emekli olduğu 1953 yılına doğru Toprak ve İskân müdürlüğüne atandı; bu görevi sırasında Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya’dan gelen göçmenlerin yerleştirilmesinde örnek bir başarı sergiledi. 1963 Yerel Seçimleri'nde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) adayı olarak İstanbul belediye başkanlığı seçimlerine katıldı, ancak kazanamadı. Seçimden galip çıkan Adalet Partisi (AP) adayı Nuri Eroğan'ın, CHP'nin başvurusu üzerine Denizcilik Bankası Hukuk Müşavirliğinden yasal sürede istifa etmediği gerekçesi ile başkanlığı iptal edildi. Haşim İşcan belediye başkanlığına getirildi ve ölünceye kadar bu görevde kaldı. Haşim İşcan halkla iç içe, İstanbul'a gerçekten mührünü vurmuş, geniş ufuklu, vizyon sahibi ve çalışkan bir belediye başkanlığı yapmıştır. Belki de onun başkanlığında, İstanbul ilk kez bir Avrupa kenti görünümüne kavuşmuş ve zamanın İstanbulluları birçok yeniliklerle tanışmıştır. Başarısı sadece İstanbul'da değil, valilik yaptığı Erzurum, Antalya gibi vilayetlerde de gözükmüş, şehrin hafızasına kazınmıştır. Valilik yaptığı illerde yürüttüğü bayındırlık çalışmalarını İstanbul’da da sürdüren İşcan, geçitler açılmasını, yolların genişletilmesini, birçok yapının restore edilmesini sağladığı gibi, belediyeye bağlı kültür ve sanat kurumlarının gelişmesine de önemli katkılarda bulundu. İstanbul'a 1,500,000 metre asfalt yol yaptı. Trafik sorununu giderecek yeraltı ve yerüstü geçitlere önem verdi. Öncelikle Şehremini ve Çarşıkapı yeraltı geçitlerini bitirdi. Çarşıkapı Geçidi, Hürriyet Meydanı-Divanyolu arasında yayalara geçiş olanağı verdi ve trafiğin duraklamadan akışını sağladı. Bu geçitte 10 dükkân yer aldı. 2 Nisan 1964'te Karaköy Yeraltı Geçidi'nin inşasına başlandı. Geçit 63 kolon üzerine oturtuldu ve burada 23 dükkân yer aldı. 3,500,000 TL maliyetin 4 yıl içinde ödeneceği hesaplandı. Geçit 19 Temmuz 1964'te hizmete açıldı. Ardından 30 Nisan 1964'te yonca yaprağı biçiminde Unkapanı Geçidi'nin temeli atıldı. Balçıklı bir zemin üzerine oturtuluşu nedeniyle bu alana 198 adet fore kazık çakıldı (Atatürk Bulvarı). Bu semte ayrıca bir meydan kazandırdı. İnşaat 1965 sonunda tamamlandı. 3,300,000 TL'ye mal oldu. Son olarak Saraçhanebaşı Geçidi'ni yaptırdı. Geçidin inşasına 2 Eylül 1964'te başlandı. 11,500 m²'lik bir sahayı kaplayan bu alanın 6,000 m²'lik kısmı geçide ayrıld
ı. Geçitte iki kat üzerine 44 dükkân açıldı. Haşim İşcan belediye başkanlığı sırasında Galata Kulesi'ni restore etti ve turizme açtı. Taksim Gezi Parkı'nı düzenledi. Burada 22 dükkân, 1 kafeterya, 1 sanat galerisi ve büyük bir gazino inşa etti. Kadıköy Belediye Şubesi çevresinde 24 dükkân yaptı. İstanbul'a 8 çocuk bahçesi kazandırdı.Parkları tanzim etti. Florya'da mevcut turistik tesislere ve motellere 12 lojmanlı bir motel ilave etti. Güneş Plajı tamamlandı. Bebek Bahçesi'ndeki ( Parkı'nda ki ) Belediye Gazinosu yeniden yapıldı; park düzenlendi. Sultanahmet Meydanı'ndaki havuz tamamlandı. Bu havuz için 163,000 TL harcandı. Sultanahmet Camii ve Ayasofya Müzesi çevresi aydınlatıldı. Beşiktaş'taki eski bina modern bir belediye şubesine dönüştürüldü. Taşlıtarla, Basınköy, Havacılar Sitesi, Ihlamur Deresi, Zeytinburnu, Ortaköy-Arnavutköy, Üsküdar-Kadıköy, Kadıköy-Selamiçeşme kanal ve kolektör inşası sürdürüldü. Fatih Sultan Mehmed'in Heykelini Yaptırma Derneği'ni kurdu. Ancak ödenek yetersizliği nedeniyle amacına ulaşamadı. Haşim İşcan, geçirdiği beyin kanaması sonucu girdiği komadan kurtulamayarak 11 Mart 1968’de yaşamını yitirdi. Ölümünden sonra Saraçhanebaşı’ndaki alt ve üst geçide “Haşim İşcan” adı verildi. Valilik yaptığı Antalya'da bir mahalleye de "Haşim İşcan" adı verilmiştir. Ayrıca İzmir Bornova'da bir semtin adı da Haşim İşcan'dır. Bursa merkezde büyük bir cadde ismide Haşim İşcan dır. Ayrıca Antalya merkezde Haşim İşcan Kültür Merkezi vardır. De Havilland DH-98 De Havilland Mosquito ("Moskito"), II. Dünya Savaşı Büyük Britanya yapımı gece avcı ve bombardıman uçağı. Bu uçaklar çok hızlı ve manevra kabiliyetleri yüksek olduğundan sivrisinek (mosquito) adı verilmiştir. Ayrıca Wooden Wonder (Ahşap Mucize) ve Timber Terror (Dehşet Kereste) gibi lakapları vardır. Savaşın sonuna kadar dokunulmaz uçaklar olarak kalmışlardır. Mosquito iki motorlu, konrplak gövdeli ve silahsız olarak tasarlanmıştır. Büyük bir kısmı keresteden yapılmış olup, bu tahta parçalar tutkalla tutturulmuşlardır. Hafif ve hızlı bir bombardıman uçağı olacağı planlanılmıştır. Ancak bu yaklaşım birçok otorite tarafından saçma bulunmuş ve uçağın başarılı olamayacağı düşünülmüşür. Bu düşüncelere rağmen Mosquito'lar en zorlu görevlerde bile hiç kayıp vermeden üstlerine geri dönmüşler ve kendilerini kanıtlamışlardır. Mosquito radar aksamı sayesinde gece görev yapabiliyordu ve Luftwaffe'nin elinde bu uçağa yetişecek bir gece uçağı yoktu. Bu yüzden Mosquitolar birçok imkânsız denilen görevi başarabilmişlerdir. Mosquitolara çare bulamayan Luftwaffe onları birebir kopyalama (Focke Gulf Ta 154) yolunu seçmiştir. Uzun menzilli olan bu uçaklar birçok stratejik nakliye işini üstlenmişlerdir ayrıca uzun menzilli bombardıman görevlerini de başarılı bir şekilde yerine getirmişlerdir. Üzerine takılan 4 x 20 mm Hispano Mk.II topları sayesinde bir gece avcı uçağına dönüştürülmüşlerdir ayrıca foto-keşif, deniz saldırıları, gibi görevlerde de kullanılmışlardır. Fransa'da ve Danimarka'da bombaladıkları hapishanelerden birçok direnişcinin kaçmasın sağlamışlar, Berlin Nazi yürüyüşünü de engellemişlerdir. Mosquitolar çıktıkları 600 görevde sadece bir adet kayıp vermişlerdir. Bu sebebten çok kullanışlı ve ekonomik uçaklardır. Aynı dönemdeki bir başka gece bombardıman uçağı olan Lancaster'lar ise hem daha isabetsizdirler hem de yavaş olmaları sebebiyle çok kayıp vermişlerdir. Savaş sonrasında İsrail-Mısır savaşlarında da görev almışlardır. 1961'de Kraliyet Hava Kuvvetleri'nden emekli olmuşlardır. HMS Beagle HMS Beagle, Charles Darwin'in evrim kuramını oluşturmasına temel olan araştırma gezisine çıktığı İngiliz Kraliyet Donanması gemisi. Adını bir köpek cinsinden alan bu gemi, 10 toplu bir savaş gemisidir. 11 Mayıs 1820 tarihinde Thames Nehri'ndeki Woolwich tersanesinde yapımı tamamlanarak İngiliz Kraliyet Deniz Kuvvetleri'nde hizmete girmiştir. Daha sonraları bir araştırma gemisi olarak tahsis edilen gemi, ikincisinde Charles Darwin'in de bulunduğu üç araştırma gezisinde kullanılmıştır. Gemi, Charles Darwin'in katılmış olduğu ikinci gezi sayesinde dünya denizcilik tarihinin en ünlü deniz araçlarından biri haline gelmiştir. Charles Darwin'in katıldığı 24 Ekim 1831 tarihinde başlayan ikinci bilimsel araştırma gezisi, Plymouth limanından başlamış, Güney Amerika'daki araştırmaların ardından Yeni Zelanda üzerinden İngiltere'ye dönülmesi sureti ile 2 Ekim 1836 tarihinde tamamlanmıştır. Ateş Toprakları'nın güneyindeki Beagle Kanalı ismini bu gemiden almıştır. Aldous Huxley Aldous Leonard Huxley, (d. 26 Temmuz 1894, Surrey – ö. 22 Kasım 1963, Los Angeles). İngiliz yazar. İngiltere'nin Sussex bölgesindeki Godalming'de doğdu. Birçok ünlü bilim adamı ve sanatçı yetiştirmiş olan Huxley ailesinden geliyordu. Eton College'da okuduğu sıralar gözlerindeki bir rahatsızlık yüzünden kör olma tehlikesiyle karşılaşınca, öğrenimine ara vermek zorunda kaldı. Sonradan Oxford Üniversitesi'ndeki Balliol College'da okudu. Romanları ve denemeleriyle tanınmış olmasına karşın kısa hikâyeler, şiir, gezi yazıları, film hikâyeleri ve senaryolar ile de uğraşmıştır. Roman ve denemelerinde sosyal norm ve idealleri, bilimin insan yaşamında yanlış kullanılımını eleştirmiştir. Parapsikoloji ve mistik temelli felsefelerle ilgilenmiş ve bu konularda yazılar kaleme almıştır. Özellikle Türkçeye "Kadim Felsefe" adıyla tercüme edilen "Perennial Philosophy" adlı eseri Perennial Felsefeyi çeşitli çevrelerde yeniden gündeme taşımıştır. Ayrıca Cesur Yeni Dünya adlı yapıtı distopya türünün önemli bir örneğidir. Talmud Talmud (İbranice: תלמוד), Yahudi medeni kanunu, tören kuralları ve efsanelerini kapsayan dini metinlerdir. İbranice "lamad" (öğrenmek) kökünden gelir. Mişna ve Gemara bölümlerinden müteşekkildir. Talmud'un iki versiyonu vardır: 3. ila 5. yüzyıla ait olduğu kabul edilen ancak daha eski dökümanları da içeren Babil Talmudu ve daha eski olan Filistin ve Yeruşalayim (Kudüs) Talmudu. Musevilik'te önceleri Sözlü Tevrat olan Tora Şebealpe daha sonraları Mişna ismiyle yazılı hale getirilmiştir. Mişna temel olarak Musevi Ceza hukuku olarak tanımlanabilir daha sonraları Hahamlarca Mişna'nın daha derinlemesine açıklamaları yapılmış ve buna Gemara adı verilmiştir. Sözlü kanunlar ilk defa olarak Rabi Yehuda HaNasi tarafından derlenmiş ve Mişna (משנה) adı verilmiştir. Mişna, İbranice "tekrarlayarak belleme" anlamındaki "Şana" kelimesinden gelir. İbranice olarak kaleme alınmıştır. Mişna 6 Bölümden oluşmaktadır, bunlara İbranice "sedarim" (tekili "seder" סדר) denir. Bu altı bölümden her biri kendi aralarında 7 ila 12 alt bölüme ayrılır bu her alt bölüme de İbranice "masehtot" (tekili "masehet" מסכת) denmektedir. Mişna’da Toplam 63 altbölüm bulunmaktadır. Bunlar: Mişna biçimi genellikle iki din bilgesinin soru cevabı biçimindedir. Soru sorana "makşan", cevaplayana ise "tartzan" denir. Bu fikir alışverişi de Gemara’nın yapıtaşlarını oluşturur Mişna metni yaklaşık MÖ 100 ile MS 200 yıllarında yaşamış hahamların deyişlerini içermektedir. Bu hahamlara Tanaim, “"öğretmenler"” denir. Bu gruba Rabi Şimon Ben Zakay, Rabi Şimon Bar Yohay, Rabi Akiva ve Rabi Yehuda HaNasi gibi büyükler hahamlar dahildir. Bundan yaklaşık 300 yıl kadar sonra Babil’de ve İsrail’de Büyük Hahamlar Komitesi toplanmış ve Mişna’nın analizini yapmışlardır. Bu analize "Gemara" (גמרא) adı verilir ki Tamamlama anlamına gelir. Talmud Aramice olarak kaleme alınmıştır. Gemara metnini oluşturan Hahamlara Amoraim, “açıklayıcılar ya da “yorumcular” denir. Bu gruba Rav Aşi, Rav Yohanan dahildir. Gemara, Mişna’nın 63 alt bölümünden sadece 37 tanesinin analizini yapmıştır bunlar: Talmud’un içinde yer alan detaylı ve anlaşılması zor açıklamaları ve analizleri daha eğlenceli hale getirmek havayı hafifletmek için, hikâyeler, fıkralar, vecize ve efsanelerle daha çekici hale getirmek için yazılmıştır yaklaşık Talmud’un %30’unu meydana getirir. Bu hikâyeler Yahudi halkı için hayati önem taşımaktadır çünkü Yahudi kanunu Tevrat’taki bir cümleyi okuyup onu sözcüğü sözcüğüne hiçbir zaman uygulamamıştır. Örneğin Tevrat’ta geçen göze göz, dişe diş sözü "Eğer biri seni kör ettiyse, sen de gidip onu kör etmelisin" şeklinde anlaşılmaz ve yahudi kanununda böyle uygulanmaz. Yahudi kanununa göre: Toplumda iki kör kişinin ortaya çıkmasının kime ne yararı olacaktı? bu yüzden bu söz her zaman iki düzeyde anlaşılır Sadece bir Mişna olmasına rağmen iki farklı Gemara bulunmaktadır Yeruşalmi ve Bavli dolayısıyla bu her iki Gemara farklı iki Talmud oluştururlar. O yıllarda Yahudi nüfusun büyük bir bölümü Roma İmparatorluğu’nun sınırları dışında Babil’de yaşıyordu, Babil'deki hahamların tartışmalarından derlenmiş olan Gemara'dan oluşan Talmud'a Talmud Bavli veya Babil Talmudu denildi. İsrail toprağında ise ayrı tartışmalar yer aldı, bunlardan oluşturulan Gemara'dan oluşan Talmuda ise Talmud Yeruşalmi ya da Kudüs Talmudu denildi. (Gerçekte Kudüs Talmudu Kudüs'de değil, Sanhedrin’in bulunduğu Tiberya’da yazılmıştı ancak Sanhedrin’in bulunduğu yere saygı ifadesi olarak Kudüs Talmudu ifadesi tercih edilmiştir). Kudüs Talmudu, Babil Talmudu'ndan çok daha kısa, anlaşılması çok daha karmaşıktı çünkü düzenlenmesi aceleye gelmişti. O yıllarda İsrael’deki durum, Yahudiler için çok daha istikrarlı olan Babil’deki ortamdan çok daha kötüydü. Bu sebeple Yahudi Haham okulları olan yeşivalarda çalışmalar Babil Talmudu ile yürütülür. İsrailli Akademisyenlerin yaklaşık Mişna’yı 200 sene analiz etmeleri neticesinde ortaya çıkmıştır. Rav Muna ve Rav Yossi tarafından birlikte kaleme alınmıştır Kudüs Talmudun’dan yaklaşık 100 yıl kadar sonra Babilli Musevi Akademisyenlerin Mişna’yı analizleri sonucu kaleme alınmış Kudüs Talmud’undan çok daha kapsamlı bir derlemedir. Rav Aşi ve Ravina, 550'li yıllarda Babil Yahudi Topluluğunun önde gelen iki lideriydi. Rav Aşi 427 yılında öldüğünde Talmud’un ilk versyonunu yazmıştı, onun ölümünden sonra Ravina onun çalıştırmaları daha da geliştirdi.. Bu çalışma "Savoraim" ya da "Rabbanan Savoraei" tarafından (Talmud Sonrası Hah
ahmlardan), devam ettirildi. Yaklaşık 250 sene kadar süren son çalışmalarla 700 yılına doğru son şeklini aldı. Babil Talmud’un modern basımı Mişna’nın tamamını ve 37 Alt bölümünün Gemara’sını içerir. 5894 sayfa 2.5 milyon kelimeden fazla kelime içerir. Talmud’un Çift sayfa olarak yazılır ve bu sağlı sollu sayfalara Daf adı verilir A ve B dafları bulunur ve “Altbölüm daf a/b” formatında ifade edilir (Şabat 20/b) Babil Talmud’unun ilk yorumları Raşi (Rabi Şlomo Yitsaki, 1040-1105) tarafından yapılmıştır. Yorumlar çok ayrıntılı bir biçimde tüm Talmud’u kapsar, neredeyse bütün kelimeler açıklanır. Yorumlar Tosafot ("Ekler") olarak bilinir ve Dafların daha kolay anlaşılmasını sağlar Talmud’u okumak çok sayıda argümanı okumak anlamına gelir. Her sayfada hahamlar sürekli tartışır. Bu tür bir tartışmaya (amacı gerçeğin özüne ulaşmak olan) pilput denir. Bu sözcük yeşiva dünyasının dışında ise olumsuz bir çağrışıma sahiptir çünkü bu tartışmaları okuyan eğitimsiz kişinin gözünde hahamlar sadece kılı kırk yarmaktadır. Hahamların gündelik yaşamda hiçbir uygulaması olmayacak konular üzerinde bile tartışmasının nedeni gerçeğe soyut bir şekilde ulaşmak, prensibi ortaya çıkarmaya çalışmaktı. Bu hahamlar gerçeğin ne olduğunu anlamak ve doğru olanı yapmakla ilgileniyordu. Önemli bir başka nokta ise hahamların hiçbir zaman büyük konular hakkında tartışmadıklarıdır. Domuz yemek ya da yememek, Şabat günü ateş yakılabilir mi yakılamaz mı gibi konularda bir tartışma bulmak mümkün değildir. Bu konularda tam bir anlaşma sözkonusudur. Sadece küçük ayrıntılar tartışma konusudur. Bugünkü Talmud’un çevre metni Rişonim’i, yani ilkler'i de içerir: Şulhan Aruh olarak bilinen Yahudi kanunun 16. yüzyıldaki yazarı Rabbi Yosef Karo’dan önce gelen haham otorileri. Rişonimler'in en önde gelenleri arasında Raşi, öğrencileri ve soyundan gelenler, Tosafos’un baş yazarları olan Maimonides ve Nahmanides de yer alır. Talmud Yeşiva adı verilen haham yetiştiren okullarda, okutulur. Bu okullarda öğrencilere gereken Arapça ve Aramice dilleri öğretildikten sonra sınıfça grup halinde bir imam eşliğinde her bir alt bölüm üzerinde uzun ve hararetli tartışmalar yapılır. Fatma Pesend Hanım Fatma Pesend Hanım (d. 1876(?) - ö. 5 Kasım 1925, Vaniköy, İstanbul) Sultan II. Abdülhamid'in eşi. Çerkes kökenli olan Fatma Pesend Hanım Sultan II. Abdülhamid'e kızkardeşi Cemile Sultan'ın hediyesidir. Padişah, Fatma Pesend Hanım'ı 1896 yılında dördüncü ikbal payesiyle eşleri arasına kattı. Bir sene sonra Hatice Sultan dünyaya geldi. Ancak Hatice Sultan sekiz aylıkken kuşpalazından vefat etti. Abdülhamid kızının vefatından sonra Osmanlı İmparatorluğunun ilk Çocuk Hastahanesi Şişli Etfali yaptırdı. Fatma Hanım Hastahanenin idaresi ile, eşinin 1909 senesinde tahttan indirilmesine kadar meşgul oldu. Sultan Abdülhamid'le Selanik'e sürgüne gitti ve bir sene sonra İstanbul'a geri döndü. Padişah kendisini çok severdi, o da padişaha çok bağlıydı.Her gün yanına gider konuşurdu. İstanbul'a dönüşünden sonra Vaniköy'deki yalısında yaşadı. Osmanlı Hanedanı sürgün edildiği sırada hasta idi ve hanedanın sürgün edilmesinden sekiz ay sonra 5 Kasım 1925 tarihinde Vaniköy'deki yalısında vefat etti. Mezarı Karacaahmet Mezarlığı'ndadır. TRT 1'de 2017'de yayın hayatına başlayan dizisinde Zeynep Özder tarafından canlandırılmaktadır. Mahmutbey, Bağcılar Mahmutbey eski adı Kalafaki olan, 1980 yılına kadar nahiye merkezi olarak Bakırköy ilçesine bağlı iken, önce Bakırköy'e bağlı bir mahalleye dönüştürülen bir semttir. Daha sonra Bağcılar Mahallesinin Bakırköy'den ayrılarak yeni ilçe yapılması üzerine Bağcılara bağlı bir mahalle haline dönüştürüldü. Nüfusu 29,565 civarlarındadır. Mahmutbey'in yerli halkı olan Rumlar Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi ile Yunanistan'a gönderilirken, yerlerine yine Yunanistan'dan Türkler getirildi. Yunanistan'dan gelen Türklerin önemli bir kısmı Kavala, Naipli ve Sarışaban'ın Köseler köylerinden getirildi. Mahmutbey'den gönderilen Rumlar ise Yunanistan'ın Drama vilayetinin Kalambaka beldesine yerleşti. Günebakan Ali Kemal Ali Kemal (1867 - 6 Kasım 1922), Türk yazar, gazeteci ve siyaset adamı. İkinci Meşrutiyet ve Mütareke döneminde İttihat ve Terakki karşıtı görüşleriyle tanınmıştır. Damat Ferit Paşa Hükümetlerinde kısa bir süre Maarif ve Dahiliye nazırlığı yaptı, bu esnada Millî Mücadele aleyhine sert tutumlar gösterdi. Kurtuluş Savaşı'nın zaferinden sonra İstanbul'da tutuklanarak İzmit'te Nurettin Paşa'ya bağlı askeri birliklerce linç edildi. Ermeni yanlısı olarak görülen bazı yazılarından dolayı düşmanlarınca 'Artin Kemal' şeklinde adlandırılır. Mustafa Kemal'e ve Millî Mücadele'ye karşı düşmanca tutumu ve ağır hakaretleri nedeniyle pek çok insan tarafından “hain” olarak damgalanmıştır. 1867 yılında İstanbul'un Süleymaniye semtinde doğdu. Asıl adı Ali Rıza'dır. Ali Kemal ismini Vatan şairi Namık Kemal'i çok sevdiği için almıştır. Babası, Çankırı’nın Orta ilçesine bağlı Kalfat beldesinde doğmuş, İstanbul’da mumculuk işine girerek mumcular esnafı Kethüdası olmuş Hacı Ahmed Rıza idi. Ali Kemal, İstanbul'da Mülkiye Mektebi'ne girdi. Dört yıllık dönemin son yılında buradan ayrılarak Fransızca'sını ilerletmek amacıyla 1886'da Paris'e gitti. Ertesi yıl Fransa'dan Cenevre'ye geçti ve 1888'de İstanbul'a döndü. Yeniden Mülkiye Mektebi'ne başladı ve Avrupa'da gördüklerinden etkilenip bir öğrenci derneği kurdu. Kurduğu dernek kapatıldıktan sonra yeniden bir dernek kurma taşebbüsünde bulununca dokuz ay hapis yattı. Hapisten çıktıktan sonra Temmuz 1889'da Halep'e sürgün edildi. Halep’te kaldığı yıllarda Halep İdadisi'nde Türk Dili ve Osmanlı Edebiyatı hocalığı yaptı. Halep'teki durgun hayata fazla dayanamadı ve 1895'te izinsiz İstanbul'a döndü. Bunun üzerine hakkında tekrar sürgün kararı çıkınca Jön Türkler'in bir çeşit karargahı haline gelmiş bulunan Paris'e tekrar gitti (1894). Paris'te bulunduğu sırada Jön Türkler ile II. Abdülhamit arasında arabulucu bir çizgi izlemeye çalıştı. Bu arabuluculuk rolünü hafiyelik noktasına vardırdığı sonradan ortaya çıkmıştır. Mizancı Murat'ın Jön Türk hareketinden ayrılmasından sonra Ali Kemal de bu hareketten ayrıldı. Ali Kemal, Paris’te bir yandan Siyasal Bilgiler okuyor, bir yandan da gazetecilik yapıyor, İstanbul'daki İkdam gazetesine Paris izlenimlerini anlatan batı kültürüne hayranlık ile yoğrulmuş yazılar ve çeviriler gönderiyordu. İkdam'da kendi röportajlarıymış gibi kaleme alınmış pek çok yazının Fransız basınından çeviriden ibaret olduğunu sonradan Hüseyin Cahit tarafından ortaya çıkarılmış ve bu hadise ikisi arasında Ali Kemal'in ömrünün sonuna kadar sürecek bir polemiğin başlamasına neden olmuştur. 1897'de Brüksel Elçiliğinde ikinci kâtipliğe atandı. İttihatçılardan çekindiği için İstanbul'a dönemiyordu. 1899'da Siyasal Bilgiler diplomasını alması sonrasında, II. Meşrutiyet'in ilanına kadar Mısır'da yaşadı. Kahire'de Mısırlı bir prense ait bir çiftliği idare ediyordu. 1903 yılında yaz tatili için gittiği Londra'da Winifre Brun adlı bir İngiliz hanımla evlendi. Bu evliliğinden Selma adında bir kız, Osman adında bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Oğlunun doğumunun hemen ardından eşini kaybetti. II. Meşrutiyet'in ilanından bir gün önce İstanbul'a döndü. İstanbul'da İkdam gazetesinin başyazarlığının üstlenen Ali Kemal, bir yandan da Darülfünun'da Edebiyat Fakültesi'nde siyasi tarih dersleri veriyordu. İlk siyasi partilerden birisi olan Osmanlı Ahrar Fırkası'na girdi. Ali Kemal’in İstanbul’a döner dönmez padişahın huzuruna çıkmış, padişahın iltifatlarını ve verdiği paraları kabul etmişti; bu durum İttihatçıların tepkisine neden oldu. O da yeni eleştiri hedefini İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak belirledi ve İkdam gazetesinde Cemiyet'e karşı ağır eleştiriler içeren başyazılar yazmaya başladı. Hemen bütün çevresiyle sürekli kavga halindeydi. Sınıfta öğrencilere Fransa'daki siyasal liberalizmi hararetle övüyor, kendisiyle aynı fikirde olmayan kişilere şiddetle saldırıyor, gençlerin öfkesini bunlara yöneltmeye çalışıyordu. Ali Kemal'in tahrikleri 31 Mart Olayı'nın çıkmasında etkili oldu. Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesinin ertesi günü olan 7 Nisan 1909'da Darülfünun’da kalabalık bir topluluğa yaptığı konuşmadan sonra bu konuşmanın etkisinde kalan Darülfünun hocaları ve öğrencileri katillerin yakalanmasını istemek üzere Bâb-ı Âli'ye yürümüşler; sayıları onbinlere ulaşan kalabalığın üstüne ateş açılması sonucu birkaç yüz kişi yaralanmıştı. Ertesi günkü cenaze sırasında da devam eden olayların ve 31 Mart ayaklanmasına dönüşmesi üzerine Selanik'ten gönderilen Hareket Ordusu İstanbul'a gireceği sırada Ali Kemal yeniden Paris'e kaçmak zorunda kaldı (1909). Bu arada Mülkiye'deki görevine son verilmişti. İttihat ve Teraki Yönetiminin iktidardan uzaklaşmasının ardından 1912 affıyla İstanbul’a geri gelen Ali Kemal İkdam Gazetesi'nde başyazar olarak yazılarına devam etti ancak altı ay sonra hükümet Bâb-ı Âli Baskını ile devrilince Viyana'ya sürüldü. Üç ay sonra İstanbul'a döndü. 14 Kasım 1913’te Peyam Gazetesi’ni yayınlamaya başladı, başyazarlığını üstlendi. İlk başyazısı “Peyamımız, Meramımız” başlığını taşıyordu. Mülkiyedeki hocalığı da geri verilmişti. Mektepler Nazırı Zeki Paşa’nın kızı Sabiha Hanım ile evlendi. Bu evliliğinden Zeki adında bir oğlu dünyaya geldi. Ocak 1913'te İttihat ve Terakki'nin gerçekleştirdiği askeri darbe olan Bâb-ı Âli Baskını’ndan sonra tutuklandı. Ali Kemal, 22 Temmuz 1914’te, I. Dünya Savaşı'nın başladığı sıralarda, İttihat ve Terakki’nin baskısıyla gazetesini kapatmak zorunda kaldı. Siyasetle ilgilenmeyip öğretmenlik ve tüccarlıkla geçinmeye çalıştı. Bu tutumu 1918'de İttihat ve Terakki liderlerinin bir Alman denizaltısına binip Türkiye'den kaçışına kadar sürdü. Ali Kemal, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından sonra 14 Ocak 1919'da yeniden faaliyete geçen Hürriyet ve İtilâf Fırkası'nin genel sekreteri oldu. 4 Mart 1919'da kurulan Birinci Damad Ferit Paşa hükümetinde Maarif Nazırlığı (Eğitim Bakanlığı), bu hukumetin mayıs'ta istifasının hemen ardın
dan kurulan ikinci Damad Ferit Paşa hükümetinde ise Dahiliye Nazırlığı (İçişleri Bakanlığı) görevine getirildi. Bu görevde iken Kuva-yi Milliye ve Mustafa Kemal Paşa aleyhine emirler yayımladı. İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucularından birisi oldu. Hükümet içinde çıkan bir anlaşmazlık yüzünden 26 Haziran 1919'da bakanlıktan istifa etti. Darülfünun'da ders vermeye devam eden Ali Kemal, 1922 Mart ayında Darülfünun öğrencilerinin istifaya davet ettiği dört öğretim elemanı arasındaydı. Öğrencilerin verdiği kararın gerekçesi, hocaların, bağımsızlık, kutsiyet, milliyet hislerine yabancı oluşları, saldırgan şahsiyetleri ile kamu vicdanında mahkum edilmiş olmalarıdır. Öğrencilerin tepkileri üzerine Ali Kemal ve Cenap Şahabettin 3 Eylül 1922'de Meclis-i Vükela kararıyla görevlerinden azledildi Ali Kemal, bakanlığı sırasında başyazarlığını Refik Halit ile Yahya Kemal’in üstlendiği "Peyam-ı Sabah" Gazetesi’nin başyazarlığına bakanlıktan ayrıldıktan sonra döndü. Bu gazete, Peyam Gazetesi ile ve Mihran Efendi’nin sahibi olduğu Sabah Gazetesi’nin birleştirilmesiyle 1920’de kurulmuştu. Yazılarında acımasız eleştirilerini İttihat ve Terakki’nin devamı olarak gördüğü Anadolu hareketine yöneltti. Ancak Büyük Taarruz'un başarılı olup, İzmir'in kurtulmasından sonra 10 Eylül 1922'de ""Gayelerimiz Bir İdi ve Birdir"" başlıklı bir yazı yazarak yanıldığını söyledi. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından Ankara Hükümeti, İstanbul polisinden Ali Kemal'in tutuklanıp yargılanmak üzere Ankara'ya gönderilmesini istedi. 4 Kasım 1922 günü, Teşkilat-ı Mahsusa mensubu birkaç kişi Ali Kemal'i Tokatlıyan Oteli'nde gittiği berber dükkânından kaçırarak İstiklal Mahkemesi'ne çıkarılmak üzere Ankara'ya götüreceklerini bildirdiler. Gerçekte ise Ali Kemal, İzmit'te bölge kumandanı Sakallı Nurettin Paşa'ya teslim edildi. Nurettin Paşa ile görüştükten sonra dışarı çıkarken kumandanlık karargahı önünde bekleyen "genç subaylar" tarafından linç edildi (6 Kasım 1922). Kafası çekiçlerle ve taşlarla kırılarak öldürüldü. Çıplak vücudu ayaklarına ip bağlanarak sokaklarda dolaştırıldı. Cesedi, Lozan Konferansı'na giderken trenle İzmit'ten geçecek olan İsmet Paşa görsün diye istasyonda bir sehpaya asıldı. Lozan'a gitmekte olan İsmet İnönü'nün bu durum karşısında sinirlenmesi üzerine Ali Kemal’in ölü bedeni apar topar kaldırıldı. İzmit’te defnedilen Ali Kemal'in mezarı, başına bir mezartaşı veya herhangi bir işaret konulmaması sebebiyle zamanla ortadan kayboldu; uzun araştırmalar sonunda 1950'lerde yeri tespit edilebildi. Falih Rıfkı Atay'a göre, Atatürk, Ali Kemal'in öldürülüş şeklinden tiksinerek bahsederdi. Ali Kemal gazeteciliğinin yanı sıra çeviriler de yapmış, "Ömrüm" adıyla yazdığı anılarını 1914'de Peyam-ı Edebi'de (22 tefrika olarak), sonra da "Peyam-ı Sabah"'ta (32 tefrika) yayınlamıştır. Ömrüm, 1985 yılında Ali Kemal'in ikinci eşinden oğlu olan ve Türkiye'nin Bern, Londra ve Madrid büyükelçiliklerini yapmış (ve karısı 1978'de Madrid'de ASALA tarafından öldürülen) Zeki Kuneralp tarafından kitap halinde yayınlandı. Bu kitapta, "Ömrüm Sonrası" başlıklı bir bölüm ve bazı ekler de bulunmaktadır. (Ali Kemal: Ömrüm (Yayına hazırlayan Zeki Kuneralp), İsis Yayıncılık, İstanbul, 1985) Dışişleri Bakanlığı'nda AB Genel Müdür Yardımcılığı yapan (ve o dönemde AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi olan Karen Fogg ile ilginç yazışmaları ile gündeme gelen) Selim Kuneralp, Ali Kemal'in torunudur. Selim Kuneralp Stokholm Büyükelçiliği ve Seul Büyükelçiliği'nden sonra Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevini yürütmüş, AB Daimi Temsilciliği görevinde bulunduktan sonra Bakanlık müşavirliğine getirilmiştir. Ali Kemal'in ilk eşi olan İngiliz hanımından olan öz torunu Stanley Johnson'ın oğlu olan Boris Johnson İngiliz Muhafazakar Parti parlamenteri olup, bir dönem 'The Spectator' dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini yapmış ve 1 Mayıs 2008 tarihinde Muhafazakar Parti adayı olarak Londra belediye başkanlığı seçimini kazanıp bu görevini 2016 yılına kadar sürdürmüştür.. 3 Temmuz 2016 tarihinde David Cameron'un yerine başbakan olan Theresa May tarafından Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı olarak görevlendirilmiştir. Son olarak, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin meslek şehidi gazeteciler listesi içinde yer almasıyla, 'şehit' sayılıp sayılamayacağına dönük tartışmaların alevlenmesiyle, Ali Kemal'in gündemdeki yerini 80 yıl sonra hâlâ koruduğu görülmektedir. Enlil Yeryüzü-tanrı. Bel ya da Belum adıyla da anılır. Baal'le birlikte bütün bu adlar, Mezopotamya'nın en büyük tanrısını dile getiren tanrı anlamındadır. Enlil, tanrı Anum'un oğluydu, zamanla babasının yerine geçerek baştanrı yerine yükseldi. Yeryüzüne hakim olan, onu yöneten odur. Sümer inançlarında bir tufan meydana getirerek insanları cezalandıran da odur. Atmosfer güçlerini de o yönetir; şimşekler fırtınalar, onun buyruğundadır. Karısı Ninlil ya da Belit'le birlikte Elam dağlarında oturur. Nippur sunağı ona adanmıştır. Monte Kristo Kontu Monte Kristo Kontu, Alexandre Dumas'nın 1844 yılında tamamladığı tarihi-macera romanıdır. Üç Silahşörler ile birlikte yazarın başyapıtlarından biri olduğu kabul edilen eser, Alexandre Dumas ile Auguste Maquet ile ortaklaşa çalışmanın üründür. 1844 yılında yazımını bitirmesinden sonraki 2 yılda, 18 bölümlü bir seri olarak yayınlanmıştır. Romanda yer alan olaylar 1815-1839 yıllarında Fransa, İtalya ve bazı Akdeniz adalarında geçer; her şeyi bilen, her şeyi gören ve her yerde olan bir anlatıcı tarafından verilir. Düşmanlarının hazırladığı bir tuzakla suçsuz yere hapse atılan Edmond Dantés’nin 14 yıllık mahkumiyetten sonra, felaketine neden olanlardan intikam almasını konu edinir. Olay örgüsü Monte Kristo Kontu, Edmond Dantés, Morrel, Mercedes, Villefort, Caderousse, Fernand adlı roman kişileri ve çocukları etrafında gelişir. Pek çok dile çevrilen ve dünya edebiyatında pek çok yazarı etkileyen romanda o dönemde Avrupa'daki Türk algısı hakkında bazı küçük ipuçları da yer almaktadır. Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'nu epey meşgul etmiş Tepedelenli Ali Paşa'nın romanda adı sık geçer. Eserin Türkçeye çevirisine 1871’de başlayan Teodor Kasap, otuz kadar kişinin yardımıyla 3 yılda tamamlamış ve bunun sayesinde roman, Türk okurunun tanıdığı ilk batılı roman örneği olmuştur. Çevrilmesine katkıda bulunanlar arasında yer alan Ahmet Mithat'ın, yazdığı Hasan Mellah (1874) adlı eserinde Monte Kristo Kontu romanından ilham aldığı düşünülür. Morrel firmasına ait Firavun gemisinin yardımcı kaptanı Edmond Dantes, dönüş yolunda birinci kaptanın hastalanıp ölmesi üzerine onun görevi devralır. Kaptan, ölmeden önce, kendisine bir şey olursa Elbe Adası'na uğramasını tembihlemiş ve orada kendisi için bir takım işler yapmasını istemiştir. Dantes bu istekleri yerine getirmek üzere Elbe Adası’na gidip sürgündeki Napolyon ile görüşüp ondan Paris’teki arkadaşlarına iletilecek bir mektup alır. Ardından fırtınalı bir havada gemisini Marsilya’ya getirmeyi başarır. Bu başarısından ötürü gemi sahibi kendisine bir sonraki seferde geminin kaptanı olmayı teklif eder. Böylece maddi sıkıntılarını aşan Dantes, yıllardır sevdiği ve evlenmek istediği Katalan nişanlısı Mersedes ile evlenmek üzere düğün hazırlıkları yapar. Fernand’ın Mercedes’e karşı ilgisi vardır ve onları kıskanır. Gemide çalışan ve aralarında geçen bir tartışma yüzünden Dantes’den nefret eden muhasebeci Danglars ile birlik olur. Dantes'in Napolyon ajanı olduğunu bildiren bir ihbar mektubu yazarlar. Dantes'in terzi komşusu Gaspar Kadrus da istemeden bu işe girmiştir. Dantes düğün günü tutuklanır. Krala karşı Napoleon taraftarları ile işbirliği yapmakla suçlanmaktadır. Dantes, Napolyon’dan aldığı mektubu savcıya teslim eder. Savcı, eski bir Napolyon destekçisinin oğlu Villefort’dur. Kendisi , Krala hizmet etmeyi tercih etmiş ve krala yakınlığıyla bilinen Saint- Meran ailesinin kızı Renee ile evlenmiştir. Dantes’in teslim ettiği mektubun babası Nuvardiye'ye hitaben yazılmış olduğunu görünce hemen mektubu yok eder. Napolyon, mektupta yapacağı askeri darbe için Nuvardiye'nin başında olduğu komiteye hazırlık yapmalarını emretmiştir. Dantes'i bu mektubu ortadan kaldırarak ona iyilik yapmış olduğu konusunda ikna eden savcı, mektuptan kimseye bahsetmemesini tembihler. Ancak kendisi Napolyon’un harekete geçtiği haberini gidip bizzat krala ileterek Kralın güvenini kazanır. Dantes’i ise duruşmaya bile çıkarmadan İf Şatosu'na attırır. Hapishanede Abbe Fary adında bir rahiple tanışan Dantes, onun sayesinde her şeyi daha berrak görmeye başlar ve intikam hırsıyla dolar. Patronu Morrel ‘in ve Mercedes’in tüm çabalarına rağmen 14 yıl boyunca adadan kurtulamaz ve adada tutuklu kalmaya devam eder. Birlikte hücrede geçirdikleri sürede Farya tarafından pek çok konuda eğitilir. Farya ona Monte Kristo adasındaki hazineden söz eder. Tünel kazıp kaçmayı ve hazineyi bulmayı kurarlar. 14 yıl sonra tüneli kazıp bitrdikleri gün Farya ölür. Farya’nın ölümünden sonra bir şekilde şatodan kaçmayı başaran Dantes, Farya’nın kendisine sözünü ettiği hazineyi bulur ve intikam almak için Monte Kristo kontu kimliğine bürünür. Dantes hapisteyken babası intihar etmiş; Fernand Yanya valisi Tepedelenli Ali Paşa'ya ihanet ederek zengin olmuş; Mercedes ile evlenmiş ve bir oğulları olmuştur. Onu hapse attıran Villefort Paris'te başsavcılığa kadar yükseldiğini; Danglars’ın banka işleriyle uğraşarak üst sınıfa tırmandığına gören Kont, bütün ailelerle yakınlık kurar, zaaflarını bulup cezalandırmaya başlar. Eski patronu Mösyö Morel’i ise iflastan kurtarır. Bütün düşmanlarından intikamını aldıktan sonra bir mektup bırakarak bir gemiye binip ortalıktan kaybolur. Dumas, eserini yazarken birçok olay ve kaynaktan etkilenmiştir. Romanda hakim olan "Binbir Gece Masalları'ndaki" gibi serüvenden serüvene devam eden, bir maceracının hiç eksilmeyen intikam duygusudur. Elde ettiği eşsiz zenginlik ve yaşadığı lüks hayat bile onu bu duygudan asla uzaklaştırmaz. Sadece yıllarını çalan ve ona unutamadığı kabuslar yaşatan insanları değil tüm aileleriyle birlikte cezalandırmadan kaçınmaz. Tüm o
lup bitenin, kendisini o kadar sene kaldığı hapisten, aklını koruyarak çıkaran tanrının isteğinin tecellisi olarak düşünmektedir. Romanda Monte Kristo dışında yaratılan karakterler, çıkarları için savaşan güçlü karakterlerdir. Ancak hiçbiri Monte Kristo Kontu kadar iradeli ve etkileyici değildir. Kontun hikâyeleri dönemin birçok yazarını etkilemiş ve oyunlara konu olmuştur.Monte Kristo Kontu, serüvenlerinin ilgi çekiciliği yüzünden birçok kez televizyon ve sinema filmi olarak çekilmiştir. 2010-2011’de yayımlanan popüler Türk televizyon dizisi Ezel'e ilham kaynağı olduğu iddia edilir. Yakın arkadaşının onu haksız yere hapse attırıp sevgilisiyle evlenmesi, hikâyenin önemli yanının bir adaya bağlı olması, baş karakterin hapishanede yaşlı bir adamla tanışıp kaçış planları yapması iki hikâyedeki paralelliklerdendir. Violent Femmes Violent Femmes 1980'lerin başlarında Milwaukee, Wisconsin'de kurulan Amerikalı "folk punk" grubu. Grup Victor DeLorenzo, Brian Ritchie ve Gordon Gano'dan oluşmuştur. Alyssa Milano Alyssa Jayne Milano (d. 19 Aralık 1972, New York), ABD'li oyuncu, yapımcı ve şarkıcı. Adını başrolünde Tony Danza'nın olduğu Patron Kim? adlı diziyle duyurdu. Daha sonra Holly Marie Combs, Shannen Doherty ile birlikte Charmed adlı ABD'de dizinin başrolünde oynadı. Şu sıralar ABC kanalında 2.sezonu yayınlanan Mistresses adlı dizide Savannah Davis karakterini canlandırmaktadır. 5 albüm çıkaran Alyssa Milano müzik ile yakından ilgilenmektedir. Japonya'da albümünün tirajı 1 milyona ulaştı, Japonya'da bazı albümleri Platin seviyesine ulaştı. Zanzibar Zanzibar veya Zangibar, Afrika kıtasının doğusunda Tanzanya'ya bağlı iki adadan oluşan özerk yönetilen bölge. Ana ada Zangibar ve Pemba Adası adası olmak üzere iki adadan oluşan yönetsel bölgenin başkenti Stone Town'dır. Ekonomi, baharat üretimi ve turizme dayalıdır. Zanzibar asıl adı Farrokh Bulsara olan Queen grubunun solisti Freddie Mercury'nin doğum yeri olması ile de ünlüdür. Mercury, başkent Stone Town'da doğmuştur. Zanzibar dünyanın önde gelen baharat üreticilerindendir. Zanzibar, Şiraz'dan gelen İranlı göçmenler tarafından kurulmuştur. Adı "zencilerin sahili" anlamındaki Farsça "zangi bar"dan gelir. 1503 - 1698 yılları arasında Portekiz hakimiyetinde kalan ada, 1698 yılında Umman Sultanlığı denetimine geçmiştir. 1840 yılında, Umman Sultanı Seyid Said bin Sultan El-Busaid sultanlığının başkentini Umman'daki Muskat'dan, adadaki Stone Town şehrine taşımıştır. 1856 yılında ölümünden sonra oğulları iktidar kavgasında düşmüşler ve 6 Nisan 1861'de Sultanlık, Zangibar ve Umman olarak ikiye bölünmüştür. 6. oğul seyid Mecit bin Said El-Busaid (1834-1870) Zangibar Sultanı, 3. oğul Seyid Tuvaini bin Said El-Said ise Umman Sultanı olmuştur. Ada sultanlığı, 1890 - 1963 yılları arasında Birleşik Krallık tarafından atanan vezirler ve valiler tarafından yönetilerek yarı sömürgeleşmiştir. 10 Aralık 1963 tarihinde bağımsızlık verilen ada, sultan yönetiminde anayasal krallık haline gelmiştir. Kısa süren bu dönemden sonra 12 Ocak 1964'de yönetim devrilmiş, 26 Nisan 1964 tarihinde ise özerk bölge olarak bir parçası olduğu Tanzanya'ya bağlanmıştır. Zanzibar Özerk Bölgesi'nin 50 sandalyeli, her beş yılda yapılan seçimler ile yenilenen bir meclisi vardır. 30 Ekim 2005 tarihinde seçilen Başkan Amani Abeid Karume halen bu görevi sürdürmektedir. Alfred Russel Wallace Alfred Russel Wallace (8 Ocak 1823 – 7 Kasım 1913), Britanyalı doğabilimci, coğrafyacı, antropolog ve biyologdur. Charles Darwin ile aynı zamanlarda evrim kuramı konusunda çalışmıştır. Darwin, dinsel ve muhafazakar çevrelerden tepki çekeceğini düşünerek çalışmalarını ölümünden sonra yayınlanmak üzere rafa kaldırmışken, benzer bir çalışma hazırlayan Wallace'dan 1858 yılında aldığı bir mektup çalışmalarını yayımlaması için ona cesaret vermiştir. Darwin ile Wallace evrim teorisi ve doğal seçilim üzerine beraberce bir tez yazıp yayımlamışlardır. Sonraları Darwin'le bazı noktalarda görüş ayrılığına düşen Wallace, ruhun varlığına inanan bir kişi olarak Tanrı'nın evrimle yarattığına inanıyordu ve insanın zihinsel faaliyetlerinin doğal seleksiyon ve benzeri mekanizmalarla açıklanamayacağını öne sürüyordu. İnsanın vücut yapısının doğal seçme sonucu oluştuğunu öne sürmekle birlikte, zihinsel gücün gelişmesinde Darwin'den farklı olarak doğal seçmenin dışında biyolojik olmayan etkenlerin rol oynadığını savunmuştur. Birleşik Krallık Galler'de Usk-Monmouthshire da dokuz çocuklu bir ailenin sekizinci çocuğu olarak doğdu. Hertford'da bir dilbilgisi okulunu bitirdi. 1840-1843 yılları arasında harita - kadastrocu ağabeyinin yanında çalıştı. 1844 yılında bir süre Leicester'de bir okulda görev yaptı, 1845 yılında ağabeyi William'ın ölümü ile tekrar harita - kadastro işine geri döndü. 1848 yılında Leicester'dan tanıştığı doğa bilimci Henry Walter Bates ile Amazon yağmur ormanlarından örnekler toplamak üzere Brezilya'ya gitti. Türlerin kökenlerini araştırma fikri kafasında bu gezi sırasında şekillendi. 1852 yılında İngiltere'ye geri döndü. 1854-1862 yılları arasında araştırmalar yapmak ve örnekler toplamak üzere Malay takımadalarında bulundu. Burada yaptığı çalışmaları 1869 yılında yayımlanan Malay Takımadaları adlı eserinde topladı. Abdurrahmanlı, Yozgat Abdurrahmanlı, Yozgat iline bağlı bir yayla olup 39.7 kuzey paraleli ve 35.65 doğu meridyeni koordinatlarında yer alır. Yay (silah) Yay, ok atmak için kullanılan bir savaş aletidir. Kavs veya kabza da denir. Ateşli silahlar bulunmadan önce, savaşların önemli silahı olan ok, yayların sağlam, kullanışlı olmasına göre isabetli kabiliyeti kazanan bir araçtır. Yayın yapımı uzun bir emek mahsulü olduğu kadar ince bir sanatın da ifadesiydir. İyi bir yayın yapımı çok sabır ister ve yıllarca sürebilir. Türk yayları 110–140 cm uzunluğunda, 300-360 gr ağırlığında yapılmıştır. Ağaç, kemik, sinir ve tutkal yay yapımında kullanılan esas maddelerdir. Yapımda kullanılan ağaçların en kıymetlisi akçaağaç ve kızılcık ağacı sürgünleridir. Yayın önemli bir parçası kemik, öküz veya manda boynuzundan yapılırdı. Yaya gerilen ve atış hızı sağlayan sinir ise öküzün, bilek ve dizi arasından çıkartılırdı. Türklerde yay yapımına çok önem verilirdi. Sanatkarane yapılanlar altın ve yaldızla tezyin edilirdi. Süslemelerin bir köşesine yapan ustanın adı ile yapım tarihi konurdu. Bilhassa askeri müzelerde eski tarihlerde kullanılan çeşitli yay örnekleri pek çoktur. Yaylar yapılışına göre tımanlı veya sağınlı; kullanılma sahalarına göre de tirgeş, menzil, peşrev (pişrev), kepaze, hedef ve savaş yayları gibi çeşitleri vardır, yaylarla yapılan ok atış mesafelerine "geze", atışı yapana da "kemankeş" denirdi. Ok ve yay günümüzde sadece spor amaçlı olarak kullanılmakta olan eski bir savaş aracıdır. Eski çağlarda ve Orta Çağ savaşlarında büyük bir rol oynamıştır. Türklerde yayi kutlu bir silahtır ve büyük önemi vardır. Gökyüzünü sembolize eder. Oğuz Kağan Bozoklar denen oğullarına Altın Yay’ı üçe bölerek vermiştir. (Diğer oğullarına da Üçokları üçe bölmüştür.) ise Alkım (Gökkuşağı) Altı Yay veya Altı İpli Yay olarak düşünülür. Sözcüğün genişlik anlamı vardır. Yaz sözcüğü ile aynı kökten gelir. Yay/Cay aynı zamanda ilkbahar demektir. İslâmiyet'in ilk zamanlarında Arap oklarının mesâfesi bugünkü ölçülerle 500 metreyi geçmiyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nda ise ok 845.5 metreye kadar fırlatılmıştır. Yay Yay şu anlamlar gelebilir: Kadastro Kadastro, bir bölgedeki özel arsaların kaydıdır; bu arsalar sistematik şekilde numaralandırılır, her birinin çevresi ve parsel tanımlayıcısı büyük ölçekli haritalarda gösterilir, hem haritada hem de kayıt defterinde bu arsanın niteliği, büyüklüğü, değeri ve onunla ilgili hukukî haklar belirtilir. Gündelik dilde kadastronun birkaç anlamı vardır: Birincisi, özel arsaların bir kamu kuruluşunda tutulan kayıtlarıdır. İkinci anlamı bu kayıtları tutan ve onları idare eden kuruluşun adıdır. Üçüncü anlamı bu kuruluşun yaptığı işlerdir. Türk Dil Kurumu kadastroyu "bir ülkedeki her çeşit arazi ve mülk yerinin, alanının, sınırlarının ve değerlerinin devlet eliyle belirlenip plana bağlanması işi" olarak tanımlar. Türk Kadastro Kanunu'nda "kadastro" "taşınmaz malların sınırlarının arazi ve harita üzerinde belirtilerek hukuki durumlarının ve üzerindeki hakların tespit edilmesi işlemi" olarak tanımlanmıştır. Sıfat hali "kadastral"dir. Kadastral haritalara güncel dilde tapu haritası veya kadastro paftası da denir. Kadastrolar dünyada çoğu ülkede, tapu sicili gibi başka belgelerin eşliğinde kullanılır. Kadastro, Fransızca "Cadastre", o dile de İtalyanca ""catastro"" sözcüğünden gelmiştir. "Catastro" sözcüğünün kaynağı Yunanca κατάστιχον ([katastikhon], defter veya kayıt) ve ondan önce κατά στίχον ([kata stikhon] "çizgi üzerinden") sözcükleridir; yani "kadastro" arsa sınırlarını belirleyen köşe taşları arasındaki düz çizgiler ve mesafeler boyunca ilerlemek kavramından türetilmiştir. Bizans İmparatorluğunda toprak vergisinin adı "katastikon" olmuş, Venedik Cumhuriyeti kendi vergi sistemi için Bizans sistemini uygulamış ve bu adı "catasticon" olarak yeniden İtalyancalaştırmıştır. Kadastro kayıtlarının üç amacı vardır: 1) ödenecek emlak vergisi miktarını belirlemek için bir toprağın değerini kaydetmek, 2) mülkiyet haklarının korunması için toprağın boyutlarını ve sınırlarını belirlemek, 3) imar planlaması ve kırsal kalkınma için bir temel oluşturmak. Farklı ülkelerde bu amaçların hangisinin önde geldiğine bağlı olarak kadastronun farklı anlamları, farklı kurumlaşmaları olabilir. Örneğin eski Doğu Bloğu ülkelerinde özel mülkiyet olmamasına rapmen kadastro daireleri vardı, bunların amacı beş yıllık kalkınma planlarına destek olmaktı; bu ülkelerin kadastro kayıtlarında toprak kalitesi, su kaynakları ve yollara yakınlık, iklim şartları gibi bilgiler bulunurdu. Batı Avrupa'da kadastronun amacı toprak vergisinin toplanmasını sağlamakken, Britanya'da esas amaç mülkiyet haklarının korunmasıdır. Bu amaçlara hizmet eden üç tip kadastro bilgisi olabilir: 1) malî kadas
tro: toprağın değeri, 2) hukuki kadastro: toprak üzerindeki haklar. 3) geometrik kadastro: toprağın ölçümleri, parçaları, gösterimi ve konumu hakkında bilgiler. Çoğu ülkede bu bilgilerin üçü de kaydedilir. Toprak değeri genelde alım-satım bilgilerine dayalıdır ama ihtiyaca göre bazen toprağın değeri yeniden belirlenebilir. Hukuki kadastro bilgilerinde örneğin ipotekli bir arsada hem arsanın sahibi hem de ipotek sahibi belirtilebilir, bir derebeylik sisteminde hem toprağın sahibi hem de üzerinde çalışan çiftçi belirtilebilir, başka durumlarda geçiş veya kullanım hakları, mülkiyetten ayrı olarak kaydedilebilir. Geometrik kadastro bilgilerini elde etmek için haritacılık ve yazılı metinlerdeki arazi tariflerine dayanılır. Yazılı kayıtların olmaması halinde yerel yetkililerin sözlü ifadesine de dayanılabilir. Kişilerin topraklarının sınırlarının bilinmesi gereği çok eskilere dayanır. MÖ 3000 yıllarında Nil vadisindeki tarım haklarının düzenlenmesi için kayıtlar mevcuttur. Girsu'da (Mezopotamya'da) M.Ö. 2300 yıllarına ait bir kil tablette bir grup toprak parselinin planları, yüzölçümleri ve tasfirleri bulunmuştur. Etrüsk medeniyeti hakkındaki "Etrusca disciplina" belgelerinde, şehirlerin kurulmasında kadastro işlemlerinin dinî ve töresel bir bağlam içinde yapıldığı yazılıdır. Sümer kralı Şulgi, Ur şehri için bir toprak kayıt sistemi kurmuştur. Roma eyaletlerinde toprak vergisi "capitatio terreno" nun toplanmasında vergi amaçlı toprak birimlerine "capitatio" (veya "capist") denirdi. Bu toprak birimlerin kaydına (bir başka görüşe göre, bir bölgedeki toprak sahiplerinin kaydına) "Capitastrum" denirdi. Orta çağlarda bu kayıtlar "capitastrum" olarak adlandırılırdı ve bu sözcük sonra "catastrum" olarak değişmiştir. Orta Çağlarda Avrupa'da kadastronun amacı, vergi toplamak amacıyla kilise topraklarının, derebeylerinin, çiftçilerin toprakların büyüklüğünü belirlemekti. Bu kayıtlar mülkü tasvir edip yaklaşık büyüklüğünü belirtmenin yanı sıra, bazen basit planlar da içerirdi. Derebeyi için çalışan vasallar durumunda toprağın sahibi olan derebeyi ve onu çalıştıran çiftçinin adları da kaydedilirdi. İngiltere'de Domesday Book bunun ilk örneklerindendir. I. William emriyle 1086'da İngiltere'nin her tarafında toprak sahiplerinin ne kadar toprak ve hayvan sahibi olduğu belirlenmişti. Bu kitaba dayanarak kimin ne kadar vergi ödeyeceği belirlenmişti. Araplar'ın 10. yüzyılda Sicilya'yı istilasında "defter" adı verilen basit bir toprak kayıt sistemi başlatılmıştır. Bu sistem Güney İtalya'nın Normanlar tarafından istilasından sonra Catalogus baronum olarak geliştirilmiştir. Fransız ihtilaline kadar Fransa'daki kadastro çalışmaları yerel amaçlar (derebeyi için) için kullanılırdı. VII. Charles, XIV. Louis ve XV. Louis, merkezî bir kadastro oluşturmaya gayret etmelerine rağmen politik direnme, ekonomik imkasızlıklar ve ölçüm araçlarının yetersizliği nedeniyle bunu gerçekleştirememişlerdir. Yerel kadastro kayitlari vardi ama her biri farklı esaslara göre çalışırdı. İlk defa Napolyon, Fransa'daki 100 milyon toprağın her birini kaydettirmiştir. Avrupa'daki millî kadastro sistemleri Napolyon'un girişimiyle ilk defa Avrupa'da 15 Eylül 1807'de başlamıştır. İlk haritalı kadastro kayıtları 18. yüzyılda Savoya Dükalığı'nda hazırlanmıştır. Osmanlılarda toprak kayıtları tahrir defterlerinde tutulurdu. Bu defterlerde vergi mükellefleri ve onların mülkleri hakkında bilgiler tutulurdu. Kadastral harita, bir bölgedeki tüm emlağın (arsa ve binaların) haritasıdır ve kadastro kayıtlarının parçasıdır. Tapu dairesindeki kayıtlı mülklerin konumu ve sınırların resmî kanıtı sayılır. Haritada arsaların sınırları ve kayıt numaraları, belediye sınırları, binalar ve arazinin kullanım amacı kaydedilebilir. Türkiye'de kadastral haritalar parsel, ada gibi parçalara bölünebilir. Kadastro parseli, sınırları belli bir mülkiyet arazisidir. Kadastral ada çevresi doğal kadastral ada ve yapay sınırlarla çevrili olan yere kadastral ada denir. İmar uygulaması yapılınca kadastro parsellerinin yerine imar parselleri gelir. Kadastral yollar, imar planı olmayan bölgelerde kadastro haritalarındaki kimsenin mülkiyetinde olmayan alanlardır. İmar planı yapıldığında imar planları genelde bu yollara göre oluşur. Kadastro haritaları altyapı yatırımlarının belirlenmesinde, uzun vadeli jeolojik ve ekolojik çalışmalarda da gözününe alınır, eğer toprak mülkiyeti, incelenen olguda bir rol oynuyorsa. Kadastro haritalarında bölge isimleri, parsel ve tapu numaraları, mevcut yapıların yerleri bitişik yol ve sokak isimleri, belli sınırları uzunlukları ve daha eski haritalara referenslar bulunur. Standart topografik kadastral haritalar, planimetre ayrıntıları ve özellikle mülkiyet sınırlarını ayrı, yükseklik bilgilerini (eşyükseklik eğrisi) ayrı, göstermek üzere iki kalıp halinde ve birbirleri ile çakıştırılabilir nitelikte üretilen paftalardır. Haritada doğal sınırlar (yol, kıyı, nehir gibi) ve binalar da belirtilebilir. Modern kadastro haritalarında ise coğrafi bilgi sistemleri kullanılmaktadır. Kadastral harita yapmak için arazide saha ölçüm yapan kişilere mesahacı denir. Kadastral haritalarin üretilmesi için arazi ölçümleri yapıldığı gibi havadan fotoğraf alımı da kullanılır. Bu ölçümler geodezik ve fotogrametrik bilgisayar programlarla haritalara dönüştürülür. Tapu, bir emlağın mülkiyetinin kime ait olduğunu gösteren belgedir. Kadastro ise o emlağın büyüklüğünü ve konumunu tanımlar. Çeşitli ülkelerde tapu ve kadastro idaresi arasındaki ilişkiler farklıdır. Beylik Su Yolu Beylik Su Yolu, Mahmutbey'in (Eski Kalfaköy) güneyindeki kaynaklardan alınan suyu Topkapı Sarayı ve Ayasofya'daki Sultan Mahmut imaretine ileten ve şehre Edirnekapı'dan giren 14.100 metrelik su yoludur. Bu yolun 4.600 metresi galeri, 6.200 metresi künk ve 3.300 metresi font borudur. Kaçamak (yemek) Kaçamak ya da mamaliga, mısır unundan yapılan bir yemektir. Kaçamak, Balkan ve Kafkasya göçmenlerinin sıklıkla yaptığı bir yemeklerden bir tanesidir. Kırklareli, Edirne, Çanakkale ve Denizli'de ünlüdür. Manavlar tarafından yapılan kaçamak'a malay ve malak, Çerkesler tarafından yapılan kaçamak'a ṕaste (п1астэ), Abhazlar tarafından yapılan tuzsuz kaçamağa da abıst denir. Çerkes ve Abhazlar önceleri ak darı (fığo) unundan ṕaste ve abıst yaparken, giderek ak darının yerini mısır unu almıştır. Öncelikle mısır unu bir kase içinde sıkıştırılarak kolayca dağılmayacak bir hale getirilir. Sonra 8 su bardağı su, içerisine tuz ilave edilerek tencerede kaynatılır. Kaynamaya başlayınca suyun ortasına gelecek şekilde mısır unu dağıtılmadan dökülür. Topaç haline gelen mısır ununun 5-6 yerinden bıçak ya da kaşık sapı ile delikler açılır. 10 dakika kadar pişirdikten sonra karıştırılır. Karıştırmak için tahta kaşığın sapı ya da özel bir sopa kullanılır. Büyük miktarda yapıldığında bu karıştırma işlemi büyük fiziksel güç gerektirebilir. Karıştırıldıktan sonra kaçamak helva kıvamına gelir. Tamamı geniş bir tepsiye yayılır. Üzerine isteğe göre tereyağı ile kavrulmuş kıyma, tereyağlı salça, eritilmiş peynir, yoğurt, pekmez, toz şeker vb. malzemeler eklenebilir. Kaçamak sıcak olarak servis edilir. Kahvaltıda ya da diğer öğünlerde tüketilebilir. Türbe Dede Bayramı Türbe Dede Bayramı, İstanbul Mahmutbey'de Yunanistan'ın Kavala ve Sarışaban şehirlerinden gelen mübadiller tarafından kutlanan geleneksel bir etkinliktir. Etkinlikte halktan toplanan bağış ve adaklarla yapılan etli pilav, ayran eşliğinde halka dağıtılmaktadır. Kaymakam Kaymakam (Arapça), İlçebay (Türkçe), Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yönetim sisteminde, ilçenin genel yönetiminden sorumlu olan, yönetimi ilçede aracısız temsil eden, ilçenin en büyük yönetimsel başı, kolluk yeri ve ilçedeki en yetkili devlet görevlisidir. "Kaymakam" sözcüğü, Arapçada "yerine" anlamına gelen "kâim" (‎قائم‎) sözcüğüyle "rütbe, mevki" anlamına gelen "makâm" (‏مقام‎) sözcüğünün birleşmesinden oluşur. Kâim-makâm, Osmanlı döneminde Padişahlık makamını temsil ederken, günümüzde ise Hükûmeti temsil eder. Türkiye'nin kuruluşundan 50'li yıllara kadar terimin Türkçesi olan İlçebay terimi kullanılmıştır. Kaymakam olabilmek için Siyasal Bilgiler, Hukuk veya İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinden birinden mezun olma şartı aranır. Kaymakamlar 3 yıl süren bir eğitimden sonra müşterek kararname ile atanırlar. Kaymakam Adaylığı eğitimi aşağıdaki süreçlerden oluşur: "Kaymakam adaylığı", Mülki İdare Amirliği hizmet sınıfının ilk rütbesi olup Kaymakamlık Kursundan sonra başarılı olanların, Kaymakam olarak kura ile atandıkları sürece verilen isimdir. Eski adı maiyet memurluğudur. Kaymakamlık kursunu başarıyla tamamladıktan sonra müşterek kararname ile atanarak görev başına gelen kaymakamlar, valilere bağlı olarak çalışırlar. Görev yerleri atama yönetmeliklerindeki ilçe sınıflandırmasına göre değişir. Bu süreler 2 yıldan 5 yıla kadar çıkabilmektedir. Kaymakamlık bir meslek memuriyeti olup son Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde başka bir mesleğe mensup kişilerin vekâleten bile Kaymakamlık yapmalarına olanak sağlamaz. Nar (anlam ayrımı) Nar şu anlamlara gelebilir: Şahtepe Anıtı Şahtepe Anıtı Mahmutbey Habibler yolu üzerinde sağ tarafta askeri bölge içindedir. Metris Manevralarını izleyen İran Şahı anısına dikilmiştir. Bu atışlara ortadoğu liderlerini etkilemek için yapılan manevralardan dolayı "kral atışları" da denmiştir. Dış ticaret çarpanı Dış ticaret çarpanı veya açık ekonomi çarpanı, iç talepteki artışın bir ülkenin dış ticaretine olan etkisini gösterir. Bu etki, içeride üretilen mallara ve ithal mallarına olan talep artışına ve ithal mallara olan talebin dış ülkeler gelirlerine yansıması oranında, ülkenin ihraç mallarına olan dış talep artışına bağlıdır. formula_1 oranına eşittir. ( s marjinal tasarruf eğilimine ve m marjinal ithalat eğilimine) Çakırcalı Mehmet Efe Çakırcalı Mehmet Efe (1872, Ödemiş - 17 Kasım 1911) İzmir'in Ödemiş ilçesine bağlı Türkönü köyünde doğmuş Ege efelik kültürünün en ünlü simalarından biridir. Çakırcalı Mehme
t Efe'nin Hacı Mustafa tarafından öldürüldüğüne ve bir çatışma esnasında serseri kurşuna kurban gittiğine yönelik söylentiler bulunmaktadır. Belirtildiğine göre, zaptiyelerle başlayan müsademede öldürülmüştür. Kızanları başını keserek tanınmasını engellemişlerdir. Cesedi ilk karısı Iraz (Raziye) Hanım tarafından tanınmıştır. Başsız cesedi Karıncalıdağ'da gömülmüştür. 1948 senesinde en küçük kızı Hatice Akkaş tarafından Karıncalıdağ'dan alınarak dedelerinin vakfı olan Ödemiş Kayaköy mezarlığına defnedilmiştir. Efeliği süresince birçoğu kendisi tarafından tam 1080 kişiyi öldürdüğü öne sürülmektedir. Adına yakılmış meşhur "İzmir'in Kavakları" türküsünde Çakıcı olarak anılan Çakırcalı Mehmet Efe'dir (türküde "Kamalı Zeybek" şeklinde anılan da bir başka efedir). "Çakıcı" olarak da tanınan Çakırcalı Mehmet Efe, 1872 yılında İzmir'in Ödemiş ilçesine bağlı Türkönü Köyünde dünyaya geldi. Annesi Hatice, babası eski Zeybeklerden Çakırcalı Ahmet Efe idi. Baba–oğul her iki zeybeğin de kullandıkları "Çakırcalı" lakabının, birtakım kaynaklarda mensup oldukları bir Yörük aşiretinden gelme olduğu belirtilir. Babası eşkıyalığı bırakmış, düze inmiş, kendi halinde bir köylü olarak yaşarken bu durumdaki eski zeybeklerin yeniden dağa çıkmalarını önlemek amacıyla verilen gizlice öldürülmeleriyle ilgili bir emir doğrultusunda zaptiye çavuşu Boşnak Hasan çavuş tarafından öldürüldü. Babasının öldürüldüğünde Mehmet, henüz 11 yaşındaydı. Uzun süre tütün kaçakçılığı yaparak yaşamını sürdürdü. Bu işte en büyük yardımcısı babası Ahmet Efe'ye de yardım etmiş olan Hacı Eşkıya Mustafa idi. Bir zaman sonra Hacı Eşkıya'nın geçmişte kendisini bırakarak başka bir gençle kaçan karısını ve kaçtığı genci Ödemiş'teki evinde öldürür. Kısa bir süre sonra da babasını da tuzağa düşürerek öldüren Boşnak Hasan Çavuş tarafından yakalanarak hapse atıldı. Ancak delil yetersizliğinden dolayı mahkemede beraat ederek serbest kaldı. Çakırcalı'nın bir gün başına bela olacağını bilen Hasan Çavuş'un yıllar önce işlenen bir hırsızlık olayını da ona mal edip takibe düşmesi ve köyüne baskın düzenleyerek annesi ve diğer akrabalarına türlü hakaretlerle işkence yapması Çakırcalı'yı çileden çıkardı. Bu olaylar ve babasının da öcünü almak amacıyla Çakırcalı, yanında Hacı Mustafa, Çoban Mehmet, Harmanlıoğlu Ahmet, Koca Mehmet, Arap Mercan, Kara Ali gibi yiğitlerle dağa çıktı ve "Çakırcalı Mehmet Efe dağa çıktı, Osmanlı gelip de yakalasın" diye Osmanlı'ya haber salar. Halk arasında ün kazanan ve öyküsü destanlaşan Çakırcalı, diğer birçok efe gibi o da varlıklı kişilerden aldığı paraları kendisine yardım eden yoksullara dağıttı. Çevredeki birçok varlılık kişiyi köprü, çeşme gibi yararlı işler yapmaya zorladı. Bu sayede halkın gözünde kısa bir sürede yüceldi. Çakırcalı, bir ara peşine düşmüş olan Hasan Çavuş ile Mülazım Hüsnü Efendi'yi de bir pusuda öldürdü. Ünü Osmanlı ve sınırlarını aşarak Avrupa'ya kadar yayılan ve Avrupalı birçok gazetecinin kendisiyle söyleşiler yaptığı Çakırcalı Efe ile baş edemeyen Osmanlı kendisine çeşitli defalar af çıkarttı. 1911'de Nazilli yakınlarındaki Karıncalıdağ mevkisinde yönetim güçlerince girdiği bir çatışma sonucu ölmüştür. Kendisinin 'eğer bana bir şey olursa sizi öldürürler, o yüzden benim başımı yok edin' tembihiyle kafası kesik şekilde Karıncalı Dağ' da gömülmüş. Adına yakılmış pek çok türkü bulunan Çakırcalı için söylenen en ünlü türkünün sözleri ise şöyledir. Çakırcalı Mehmet Efe adına pek çok sinema filmi çekilmiştir. Bunlar sırasıyla; Çakırcalı Mehmet Efe'nin hayatı pek çok araştırmacı ve romancı tarafından da ele alınmıştır. Bu konuda ilk yayınlanan roman Zeynel Besim Sun'un "Çakıcı Mehmet" adlı eseridir. Yazarın köy köy dolaşarak efeyi tanıyan ve onun yanında bulunmuş kişilerin anılarından yararlanarak ele aldığı romanı bir belgesel niteliği de taşır. Stagflasyon Stagflasyon, resesyon ile enflasyonun aynı anda görüldüğü durumdur. Bu durumda ekonomideki işsizlik oranı artarken fiyatlar da hızla yükselmektedir. 1970 yılında İngilizcede "stagnant" (durgun) ile "inflation" (enflasyon, fiyatlar genel düzeyinin sürekli ve hissedilir artışı) kelimelerinin birleşmesinden türetilmiştir. Hem Klasik İktisat Teorisi'nde hem de Keynesyen Teori'de stagflasyon, paradoksal bir durumdur (normalde enflasyon ve işsizlik oranı arasında ters orantı mevcuttur biri düşerken diğeri yükselir; ancak stagflasyon ortamında her ikisi de yükselmektedir). Her iki kuram çerçevesinde açıklanması olanaksızdır. Ekonomilerde enflasyonun ortaya çıkması, toplam talebin toplam arzı aşacak derecede artması sonucudur. Toplam arz, toplam talepteki artışı karşılayamamaktadır çünkü ekonomide, istihdam edilerek üretimi artıracak iş gücü kalmamıştır, ekonomi tam istihdamdadır. Oysa durgunluk, istihdamın düşmesidir. Gelişmekte olan ülkelerde, kronikleşmiş bir düşük istihdam görülür. Toplam talebin artması durumunda -ki bu ülkelerde kronikleşmiş bir toplam talep fazlası vardır- toplam arz, istihdam edilebilecek serbest iş gücü olmasına karşın artırılamaz çünkü üreticiler, üretim araçlarında ve iş gücünde gerekli artışı sağlayacak finansman olanaklarından yoksundurlar. Bu ülkelerde, sanayileşmiş ülkelerin aksine olarak sermaye talebine uyum sağlayacak kadar esnek bir sermaye arzı yoktur. Dolayısıyla bu ülkeler, tam istihdamda olmasalar bile, sonuç itibarıyla tam istihdam koşullarında bir ekonomi gibidirler, talep artışı, enflasyonist bir etki yaratır. Oysa sanayileşmiş ülkelerde, herhangi bir nedenle ekonominin tam istihdamın altında olması durumunda, toplam talep artışı, istihdam artışını, dolayısıyla arz artışını getirir ve fiyat seviyesi dengelenir. Eğer ekonomi tam istihdamda ise, istihdam artışı sağlanamayacağı için -tüm iş gücü olanakları kullanılmaktadır- arz artışı sağlanamaz. Bu durumda toplam talep artışı, enflasyonist baskı yaratacaktır. Stagflasyon ortamında ise ülke ekonomisi, hem gelişmekte olan ekonominin, hem de gelişmiş ekonominin tepkilerini vermektedir. Cemal Madanoğlu Cemal Madanoğlu (1907, Uşak - 28 Temmuz 1993, İstanbul), Türk asker. Uşak ilinin Eşme ilçesi'nde 1907 tarihinde doğdu. İlkokulu (1913-1920) ve ortaokulu (1920-1923) İstanbul’da okudu. Kuleli Askeri Lisesi'ni atlama ile bir yılda tamamladıktan sonra 1924'te Harp Okulu'na kaydoldu. 1926'da Piyade Asteğmen olarak mezun olduktan sonra Piyade Atış Okuluna devam etti. 1927'de Muğla'daki 1. Dağ Alay Komutanlığı'na verildi. 1930'de Üsteğmen rütbesine yükseltilerek 1931'de Niğde'deki 12. Piyade Alayı'nda ve 1933'te Cizre'deki 7. Sınır Taburu'nda görevlendirildi. Jandarma sınıfına nakledilerek Urfa İl Jandarma Komutanlığı Mülhaklığına verildi. 1934'de Siirt'teki 10. Seyyar Jandarma Taburu'na verilerek Yüzbaşı rütbesine terfi ettirildi. Burada Sason Harekâtı'na katıldı. 1936'da Kara Kuvvetlerine dönerek Siirt'te 1. Piyade Alayı Bölük Komutanı oldu. 1937'de 189. Piyade Alayı'na atandı. 1938'de Kurmay kıta stajı için 1. Topçu Alayı'na verildi. 1938'de girdiği Harp Akademisi'nden 1941'de mezun oldu. Ardından Bergama'daki 205. Dağ Alayı Bölük Komutanlığına tayin edildi. 1941'de Binbaşı rütbesine terfi etti. 1942'de Genelkurmay Başkanlığı 1. Şubesine atandı ve ardından Terkos'taki 24. Tümen 1. Şube Müdürlüğüne getirildi. 1946'da Yarbay rütbesine terfi ettirilerek İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1. Şube Müdürü ve Üniversite Talim Alayı Tabur Komutanı oldu. 1947'de Kilyos'taki 82. Piyade Alayı Tabur Komutanı ve ardından 1. Zırhlı Tümen Kurmay Başkanı oldu. 1949'da İstanbul Hava Savunma Bölge Komutanlığı Kurmay Başkanlığı'na atandı. Aynı yıl İzmit'teki 6. Kolordu 3. Şube Müdürlüğüne atanıp Albay rütbesine terfi ettirildi. 1950'de 3. Yurtiçi Bölge Komutanlığı Kurmay Başkanlığı, ardından Kara Kuvvetleri Komutanlığı Harekât Başkanlığı Şube Müdürlüğüne getirildi. 1953'te Kore'deki Türk Tugayı Komutan Yardımcılığı'na atandı. 1954'te Tuğgeneral rütbesine terfi ettirilerek Siirt'teki 12. Tümen Komutanlığına atandı. 1956'da Erzurum'daki 3. Ordu Kurmay Başkan Vekili oldu. 1957'de Konya'daki 2. Ordu Kurmay Başkanı oldu. 15 Ocak 1958'de Etimesgut'taki Zırhlı Eğitim Tümeni, 22 Ekim 1958'de Elâzığ'daki 10. Dağ Tümeni komutanı oldu. Tümgeneral rütbesine terfi ettirildikten sonra, 1 Ekim 1959'da Kara Kuvvetleri Lojistik Dairesi Başkanlığı'na getirildi. 27 Mayıs 1960 günü, Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın cunta lideri kendisinden daha kıdemsiz ise 3. Ordu ile Ankara'ya yürüyüp isyana son vereceğini bildirmesi üzerine, İzmir'de bulunan Cemal Gürsel'in Ankara'ya getirilmesine kadar, Millî Birlik Komitesi'nin fiilen başkanlığını yaptı. 26 Mayıs 1960 gecesi, Tümgeneral rütbesi ile cuntanın gerçek lideri olarak 27 Mayıs Darbesi'ni yönetti. Millî Birlik Komitesi Güvenlik Komisyonu'nda görev aldı. Komite üyeliği ile birlikte, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığını da üzerine aldı. Millî Birlik Komitesi üyeleri arasında çıkan ve bilhassa Cemal Gürsel ile kendisi arasında oluşan görüş ayrılığı yüzünden ve Silahlı Kuvvetler Birliği'nin kurulmasıyla ve onun sıkıyönetim komutanlığından çekilmesi istenmesi sonucu 6 Haziran 1961'de Komite üyeliği ile birlikte, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı vazifelerinden Korgeneral rütbesindeyken istifa ederek emekli oldu. 22 Şubat 1962 ayaklanması, 20 Mayıs 1963 ayaklanması ve 9 Mart 1971 darbe teşebbüsüne katılmakla suçlandı. 1966'da Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından kontenjan senatörü olarak atandı. Siyasi ortamın gerildiği bir dönemde 9 Mart 1971 Millî Demokratik Devrim darbesi beklentilerinin odağı haline geldi. Ancak 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında oluşan ortamda tutuklandı, Ankara ve İstanbul savcılıklarının yetkisizlik kararıyla serbest kaldı. Anıları, Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlandı. Birinci bölümü Anılar adıyla kitap olarak basıldı (1982). 28 Temmuz 1993 tarihinde İstanbul’da yaşamını yitirdi. Karacaahmet Mezarlığı'nda toprağa verildi. İskender Türsen İzzet İskender Timur Türsen (d. 1962, İzmir) Tual müzik grubunun üyesidir. Aynı zamanda tıp doktorudur. Tual grubu ilk kurulduğundan beri yer almakta, gitar ve basgitar çalmaktadır. "Pencere, Tiryakinim, Kasım, De
liriyorum , Ulan ,Karanfiller" gibi birçok şarkının bestecisi ve söz yazarıdır. Ayrıca Rafet El Roman'ın birçok albümüne, Popstar Evren olarak da tanınan Evren Mevlanaoğlu'na ve Ayten Alpman'a son albümü için beste ve söz vermiştir. ("Hanımeli, Yanarım, Olmuyor, Umut, Gönül, Karanfiller, Pencere" bunlardan bazılarıdır) 2007 yılı başında Tual'den ayrılan İskender Türsen, Tual grubunun ilk elemanlarından davulcu Göksel Öncan ve Gitarist Ertuğrul Perşembe ile bir araya geldi. Gruba Klavyeci Mustafa Aykurt, bas gitarist Özgür Aratan ve aynı zamanda grubun son çıkaracağı albümün prodüktörlüğünü de üstlenen gitarist Arda Kaynak'ın da katılımıyla "Grup Tual" adıyla yollarına devam etme kararı aldılar.Grup halıhazırda albüm çalışmalarını yürütmenin yanında konserler vasıtasıyla dinleyicileriyle bir araya gelmektedir. Grup son albümünü resmi web sitesinde üye olanların ücretsiz olarak şarkıları download edebileceği şekilde dinleyicilerin beğenisine sunmuştur. http://www.gruptual.com Pietà Pietà, kucağında ölü İsa Mesih'i tutan Meryem Ana heykelidir. Fransız Piskopos Jean Bilheres, Pietà’yı 1498'de, San Pietro'daki mezarı için sipariş etmiştir. O dönemde, İtalya topraklarında Meryem Ana ve İsa'nın bir arada tasvir edildiği mermer yapıtlar alışılmış değildi. Belki de bu yüzden sanatçıyla işveren arasındaki yazılı anlaşma, eserin tam olarak nasıl görünmesi gerektiğini detaylarıyla belirtir. Buna göre heykel, "bir esvaba sarılmış olan Meryem Ana'nın kollarında yatan İsa'nın naaşını" betimlemeliydi. Heykelde yeni olan Meryem'in gencecik yüzüdür, çünkü o zamana kadar Meryem Ana heykellerde genellikle yaşlı bir kadın olarak tasvir edilirdi. Michelangelo'nun konuyla ilgili olarak, Meryem'in bakireliği ve saflığı sayesinde gençliğini muhafaza ettiğini söylediği aktarılır. Heykel, İsa'nın çarmıhtan indirildiği anı canlandırır. Hıristiyan inancına uygun olarak, Tanrı'nın oğlunun cansız bedeni artık annesinin kollarında yatmaktadır. Meryem, İsa'nın bedenini sağ eliyle güçlü bir biçimde kavrarken, sol eliyle de naaşı izleyiciye sunmakta ve herkesi İsa'ya saygıya davet etmektedir. Meryem bunu yaparken gözlerini yere indirmiştir, böylelikle müminlerin yüzlerine doğrudan bakmak istemediğini gösterir. Michelangelo heykel grubunun en zorlu problemini, yani dik oturan Madonna figürüyle kucağında boylu boyunca yatan İsa'yı kapalı grup halinde işleme görevini çok ustaca çözmüştür: İsa'nın bedeni, hemen hemen tamamıyla Meryem'in dış hatlarının içinde kalacak şekilde yatmaktadır. Michelangelo böylece yalnız son derece şık bir kompozisyon oluşturmakla kalmamış, anneyle oğul arasındaki yakın bağı da vurgulamıştır. Heykelin içerdiği zıtlıklar da çarpıcılığını artırır: Michelangelo ilk denediği 3 mermer bloğun istenmedik bir yerden kırılması üzerine başladığı dördüncü mermer blokta bu heykeli yapmayı başarmıştır. Pietà'nın Michelangelo'nun kendisi için taşıdığı büyük anlam, onun sanatçının imzaladığı yegane eser olmasından bellidir. Michelangelo imzasını, Meryem'in kıyafetini bir arada tutan kuşağın üstüne yontmuştu. Heykel bugün, saldırıya karşı cam bir muhafazayla korunduğu San Pietro Katedrali'nde özel bir yerde duruyor. Rüştü Kobaş Rüştü Kobaş, Türk asker. 93 Harbi sonunda Anadolu'ya göçederek Adapazarı-Karasu yöresine yerleştirilen Kafkas kökenli bir aileye mensuptur. 1899'da Harp Okulu'nu bitirmiş, çeşitli birliklerde görev yaptıktan sonra 1906'da Düzce'ye, daha sonra da yüzbaşı rütbesiyle İşkodra’ya atanmıştır (1910). Aynı yıl, yeniden organize edilmekte olan Jandarma örgütüne geçirilerek Düzce Jandarma Bölük Komutanlığı görevine getirildi. Burada gösterdiği başarı nedeniyle, eylemleriyle devlet otoritesini sarsar duruma gelen ünlü Çakırcalı Mehmet Efe'yi tenkil etmekle görevlendirildi. Düzce Adapazarı yöresindeki Kafkas göçmenlerinden oluşturduğu bir gönüllü birliğiyle bu görevi başarıp Çakırcalı Efe'yi öldürerek ün kazandı. Balkan Savaşı'nda Kafkas göçmenlerince oluşturulan gönüllü süvari birliklerinde komutanlık yaptı. Milli Mücadele yıllarında Düzce-Hendek yöresinde, özellikle Kafkas göçmeni Abhazlar arasında oluşan ikinci ayaklanma hareketi sırasında (19 Temmuz 1920), T.B.M.M. Hükümeti tarafından Bolu Jandarma Komutanlığına atandı. T.B.M.M.'nde İzmit Milletvekili olan eski Adapazarı Kaymakamı Mehmet Fuat Carım ile birlikte yöredeki Kafkas göçmenlerinin ileri gelenleriyle bağlantı sağlayarak, bu halk hareketinin barış yoluyla ve kansız olarak sona erdirilmesinden etken oldu (Eylül 1920). Cumhuriyet devrinde de çeşitli görevlerde bulunduktan sonra Albay rütbesinden emekliye ayrıldı. Gerek Düzce'deki ilk görevi gerekse Çakırcalı Mehmet Efe'yi öldürmesi ile ilgili anılarını Yaşar Kemal'e anlatmıştır. Bu anılar Yaşar Kemal'in "Çakırcalı Efe" adlı kitabında "Çakırcalıyı Biz Öldürdük" başlığı altında yayınlanmıştır. Kocaelispor Kocaelispor, 24 Nisan 1966 tarihinde Kocaeli'de kurulmuş olan Türk futbol kulübü. 2014-15 sezonunda 8 Aralık 2014 günü oynanan Büyükçekmecespor maçında Bölgesel Amatör Ligi seyirci rekorunu kırmıştır. Kocaelispor ayrıca 2015-16 sezonunda 26 Mart 2016 günü evinde oynadığı İstanbul Güngörenspor maçında 19742 seyirciyle amatörde gece maçındaki en fazla seyirci rekorunu kırmıştır. 1957 yılında Baçspor kulübünün yöneticileri İzmit Belediyesine müracaat ederek, şehrin doğu kesiminde bulunan gençlerin spor ihtiyacına cevap verecek bir arsanın verilmesini isterler. Belediye başkanı Osman Gencal konuya yakın ilgi gösterir. Bu yakın ilginin temelinde, Gencal'ın eski bir sporcu olması ve aynı zamanda Baçsporun üyesi olması büyük rol oynar. Sonuçta Belediye eski teyyare meydanında 28 bin dönümlük bir araziyi 1 lira gibi sembolik bir ücretle Baçspor'a verir. Bu arsanın satılmasından kazanılan 283.000 TL ile Baç semtinde başka bir arsa satın alınır ve hemen inşaata başlanarak; bina bitirilir. Güzel bir tesise kavuşan Baçspor yöneticileri, ilk kez, 1964 yılında profesyonel bir takım kurmayı ve 2. ligde yer almayı düşünürler ve bu yönde çalışmalara başlarlar.Bu yıllarda yasal mevzuatta, 2. ligde yer alacak kulüplerin en az üç takımın birleşmesiyle kurulması ve yeterli tesisleri olması koşullarını yer alıyordu. 1966 yılında Baçspor, İzmit Gençlik ve Doğanspor takımları birleşerek Kocaelispor'u kurarlar. Üç kulübün yöneticisi de tüm konularda anlaşarak ve yeşil siyah renkleri benimseyerek, ortak kongrelerini yapar ve yönetim kurulunu seçerler. Baçspor'a arsa tahsisiyle başlayıp bugüne gelinmesinde etkisi olan birçok kişiyle birlikte bu aşamaya gelişte maddi manevi desteğini esirgemeyen Kocaelispor taraftarı ve İzmit halkının yarattığı Kocaelispor artık bir semt takımı değil tüm kentin takımıdır. Yönetim ilk olarak transfer işine girişir ve 175.000 TL harcayarak takımın ilk kadrosunu oluşturur. Kocaelispor 1966-67 sezonunda artık Türkiye 2. ligindedir. Kocaeli profesyonel futbol takımı 1979-80 ve 1991-92 yıllarında Türkiye 2. ligi şampiyonu oldu. 34 haftalık 1991-92 sezonunda 83 puan toplayarak ve 2. Zeytinburnuspor'a 23 puan fark atarak kırılması güç bir rekora imza attı. Türkiye birinci ligindeki en büyük başarısı ise ilk yarısını lider tamamladığı 1992-1993 sezonunda aldığı 4. lüktür. Aynı sezon Türkiye'yi Inter Toto kupasında temsil etti. 1995-1996 sezonunda ise Türkiye 1.ligini 5.bitirerek Türkiye'yi aynı yıl InterToto Kupasında temsil etti. Kocaelispor normalde 1986-87 sezonunda sondan 4. olarak küme düştüyse de Bursaspor'la birlikte Danıştay kararıyla 1. lige geri dönmüştür. Ancak 1987-88 sezonunda sondan 3. ve 2002-03 sezonunda 18. yani sonuncu olarak 2 kez 2. lige düşmüştür. 2007-08 sezonunda ilk 1. Lig şampiyonu olarak 5 sene aradan sonra Süper Lig'e yükselmiştir. Süper Lig'e çıktığı sene tekrar Bank Asya 1.Lig'e düşmüştür. 2009-10 sezonunda takımın 2. lige düşmesi engellenememiştir. 2010-11 sezonunda FIFA tarafından eski futbolcu borçları nedeniyle 6 puanı silinen ve ligin ilk 3 haftası mağlup olan takım bundan sonra ligin 20. haftasına dek mağlubiyet görmemiş ve -6 ceza puanına ragmen 30 puanla 11.sırada kendisine yer bulmuştur. Tecrübeli birkaç futbolcu dışında kadrosunun tamamı altyapıdan profesyonel yapılan gençlerden oluşmaktadır. Takım 2011-12 sezonunda da 2. ligden küme düşerek tarihinde ilk kez 3. Lig'e düşmüştür. 1996-97 ve 2001-02 sezonlarında Türkiye Kupası'nı alarak tarihinin en büyük başarılarını elde ettiler. 1997-98 sezonunda Türkiye'yi Avrupa Kupa Galipleri Kupası'nda, 1998-99 ve 1999-2000 sezonlarında aldığı derecelerle de UEFA Intertoto Kupası'nda temsil etti. Kocaelispor Genç takımı ise 1976-1977 sezonunda Türkiye 2.'si oldu. 1995-1996 sezonunda ise genç takımlar bazında Türkiye şampiyonlar şampiyonu oldu. 2011-2012 sezonunda ödeyemediği borçlar yüzünden uygulanan transfer yasağından ötürü maçlara 21 yaş altı futbolcularla çıkan Kocaelispor, 2. Lig Beyaz Grup'u 32 maçta 9 puan toplayarak ve tam 130 gol yiyerek son sırada tamamladı. Yine aynı tip oyuncularla oluşan kadroyla 2012-2013 sezonunda tarihinde ilk defa 3. Lig'de mücadele etmiştir. 2012-2013 sezonuna FIFA tarafından eski futbolcu borçları nedeniyle 3 puanı silinen Kocaelispor 34 maçın sonunda sonunda 37 puan toplayarak ligi 14.sırada bitirmiştir. Yarım kampanyalarına karşın transfer yasağını aşamayan kulüp 2013-14 sezonunun 30. haftasında, 6 Nisan 2014 günü oynanan maçta deplasmanda İstanbulspor'a 1-0 yenilerek profesyonel statüsünü kaybetmiş ve Bölgesel Amatör Lige düşmüştür. 2014/2015 sezonunda 8 Aralık 2014 tarihinde oynanan Büyükçekmecespor maçında 20.745 taraftar ile Bölgesel Amatör Ligi seyirci rekorunu kırmıştır. Taraftarlar "Sevdanın Ligi Olmaz" sloganıyla tekrar takımı eski günlerine kavuşturmak için çabalamaktadırlar. BAL'daki ilk sezonda 11. Grupta 4. olan Kocaelispor, 2015-16 sezonunda BAL 12. Grubu lider bitirmiş ve 11. Grup lideri Sultangazispor'la 24 Nisan 2016 günü Eskişehir'de oynadığı play-off maçını Sinan Pektemek ve Hamza Mutlu'nun golleriyle 2-0 kazanmış ve 2 yıl aradan sonra 3. Lige yükselmiştir. 2008-09 sezonunun başında yapılan, Dorde Tutoriç, Dusan Andelkoviç, Nenad Jestroviç, Luka Zinko
ve birkaç transfer parası ödenmemesi sebebiyle Kocaelispor, transfer yasağı cezası 2010-11 sezonunda -6 puan cezası ve 2012-13 sezonunda -3 puan cezası almıştır. Profesyonel liglere çıktığı 2016-17 sezonunda da Karacabey Birlikspor maçından sonra puan silme, küme düşürülme gibi cezalarla karşı karşıya kalan Kocaelispor'da yönetim Kocaeli Büyükşehir Belediyesi ve Kent Konut ile birlikte yaptığı görüşmede borcun Kent Konut tarafından ödemesini kararlaştırmıştır. 800 bin avroluk cezanın ödenmesi için Adana Demirspor ve Sivasspor kendi maçlarının bilet gelirlerini Kocaelispor'a vermiş, Twitter'da #KocaelisporYokOlmasın hashtagi gündeme getirilmiş ve çeşitli firmalar da Kocaelispor'a destek göstermiştir. Kocaelispor geçirmiş olduğu bu zorlu dönemde kendilerine destek olan tüm taraftar gruplarına sosyal medya üzerinden ve İsmetpaşa'da tüm takımların atkılarını asarak teşekkür etmiştir. Takımın başkanlık koltuğuna 2014-15 sezonunda oturan Bahri Kubilay Yavuz takımı adeta yeniden kurmuştur. Taraftarın taktığı lakap ile Korgeneral Bahri Yavuz, 2014 senesinin başında yaptığı transferler, iddialı konuşmaları ve vadettiği şeyler ile taraftarı heyecanlandırmış, gündeme oturmuştur. Takımdan ümidi kesmiş olan taraftar artık maçlara gelmeye başlamıştır. Sezona teknik direktör Mahmut Aydın'la kötü bir başlangıç yapılmıştır. 3. haftadan itibaren takımı Kayhan Kaya Çubuklu devralmıştır. Art arda alınan galibiyetler Kocaelispor'a yetmemiş, lig 4. sırada tamamlanılmıştır. Buna rağmen taraftarlar bu sezonda 8 Subat 2015'te oynanan Büyükçekmece Belediyespor maçında İsmetpaşa Stadyumunu tıka basa doldurmuştur. Tam 20.745 taraftarın izlediği bu karşılaşma 72. dakikada Burak Özbakır attığı gol ile 1-0 sona ermiş, bu galibiyet büyük bir coşkuyla kutlanmıştır. Bu maçtaki taraftar sayısı amatör liglerdeki taraftar rekoru olarak da tarihe geçmiştir. Bu rekor ile ülkenin gündemine oturan Kocaelispor adından sıkça söz ettirmiştir. Bu dönemde NTV Spor, TRT Spor, A Spor gibi birçok kanal Kocaelispor adına klipler ve haberler yapmıştır. Ligi 4. sırada bitirerek herkesi şok eden Kocaelispor gelecek sezon için canla başla çalışmıştır. Kaçan şampiyonluğun yanı sıra, Kocaelispor'un kurtuluşu olarak görülen KEV seçimini de kaybeden Kocaelispor yıkılmamıştı. Bahri Yavuz sonuna kadar mücadele edeceklerini, asla pes etmeyeceklerini belirterek şehre güven ve umut vermiştir. Sezona harika transferler yaparak başlayan Kocaelispor 2. Lig ve 3. Ligden aldığı futbolcularla geleceğe yönelik bir takım kurmuştur. 2015-16 sezonunun başında Ergun Ortakcı ile anlaşan yönetim, bu transfer ile hedefinin şampiyonluk olduğunu net bir şekilde belli etmiştir. O sezon Bölgesel Amatör Lig çok üstünde takım kuran Körfez ekibi, 15 Kasım - 12 Mart tarihleri arasındaki tüm maçları kazanarak da kulüp rekoru kırmıştır. Ayrıca 26 Mart 2016 tarihinde oynanan İst. Güngörenspor karşılaşmasındaki 19 bin taraftar ile amatör liglerde oynanan gece maçları arasında en fazla taraftar rekorunu kırmıştır. Sezonu 2. Çengelköyspor'un 15 puan önünde 1. olarak tamamlayan Kocaelispor, kuruluşunun 50. yılında, 24 Nisan 2016 tarihinde, Eskişehir Atatürk Stadyumu'nda oynanan Sultangazispor karşılaşmasını 2-0 kazanarak 3. Lig'e çıkan 9 takımdan biri olmuştur. Maçtan sonra İzmit'e gelen yaklaşık 20 bin Kocaelispor taraftarı İzmit'te sabaha kadar kutlama yapmış, takım otobüsünün üzerinde ise futbolcular ve kulüp çalışanları kupa ile birlikte taraftarın bu coşkusuna ortak olmuştur. 2016-17 sezonuna transfer yasağı sebebiyle geçen seneki kadroyla başlayan Kocaelispor'da teknik direktörlüğe teknik direktörlük tecrübesi fazla bulunmayan Ümit Metin Yıldız getirilmiştir. 4-3 lehine sonuçlanan Karacabey Birlikspor maçının ardından Kızılyıldız'a olan 800.000 avroluk borç sebebiyle önce puan silme cezası, ardından ligden düşürülme cezası ile karşı karşıya kalmıştır. Fakat bu borç Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, Kent Konut ve Kocaelispor arasında yapılan sözleşme ile ödenmiştir. Kadro değeri yalnızca 300 bin avro olan Kocaelispor beklenmedik bir başarı sağlayarak ligin ilk yarısını lider Sancaktepe Bld. Spor'un 8 puan gerisinde, 2. sırada tamamlamıştır. Bunların yanı sıra namı-diğer Korgeneral Bahri Yavuz 2 sene önce sözünü verdiği, Kocaelispor'un tek kurtuluşu olarak görülen KEV başkanlığına seçilmiştir. 2016-17 sezonunu 4. tamamlayan Kocaeli ekibi play-off oynamaya hak kazandı. Play-off'un yaı finalinde Ankara Demirspor ile oynanan maç sonucunda 0-0 ve 2-0 lık sonuçlarla finale yükseldi. Kocaelispor final maçını 14 Mayıs Pazar günü Antalya Stadyumu'nda Altay'a karşı oynadı. Maçın 38. dakikasında Burak Özbakır Kocaelispor'u 1-0 öne geçiren golü kaydetti. İlk yarı bu skorla tamamlandıktan sonra ikinci yarının 61. dakikasında Murat Uluç'un vuruşu ile maça 1-1'lik beraberlik geldi ve maç uzatmaya gitti. Uzatmada Murat Uluç Altay adına 1 penaltı vuruşundan yararlanamadı ve maç seri penaltı atışlarına kaldı. Seri penaltı atışlarında Altay adına tüm penaltılar gole çevrilirken Kocaelispor adına Oğuzhan Türkmen kullanılan 2. penaltı atışını değerlendiremedi ve Kocaelispor 2. Lig'e çıkma şansını kaybetti. Kocaelispor 2017-18 sezonunda 3. Lig'de mücadele edecektir. Kocaelispor’un U21 futbol takımıdır. Takım 23 yaş altı futbolcularından oluşur. Kadroda, U21 Ligi statüsünde 21 yaşından büyük sporcu bulundurma hakkı vardır. Yasalar dahilinde en az üç yıldır Türkiye'de yaşayan 19 yaşından büyük iki yabancı futbolcu da istendiği takdirde alınabilir. Takımın teknik direktörlüğünü Murat Son yapmaktadır. 2012-2013 sezonunda U21 Ligi'ni grubunu 8.olarak bitiren Kocaelispor U21 takımı, Klasman Grupları'nı ise 9. sırada sırada bitirmiştir. 1980-1988, 1992-2003, 2008-2009 1966-1980, 1988-1992, 2003-2008, 2009-2010 2010-2012 2012-2014, 2016- 2014-2016 Kocaelispor bugüne dek Avrupa Kupalarında Türkiye'yi en çok temsil eden takımların başında gelmektedir. Kocaelispor bugüne dek eski adıyla UEFA Kupası'nda 4, UEFA Kupa Galipleri Kupası'nda 4 ve UEFA Intertoto Kupası'nda 10 maç olmak üzere toplam 18 maç yapmıştır. Bu maçlarda 5 galibiyet ve 5 beraberlik alıp 8 kez mağlup olmuştur. Bu maçlarda 15 gol atarken 23 gol yemiştir. Sütlü Nuriye Türk mutfağı'ndan bir tatlı. İhtilal tatlısı veya ihtilal baklavası da denir. Süt, fındık, şeker ve un ile yapılır. 12 Eylül döneminde bir generalin, satın aldığı baklavanın fiyatının yüksekliğini, İstanbul'da görevli İsmail Hakkı Akansel'e şikayet etmesi üzerine, o sene Ramazan Bayramından iki gün önce baklavanın satış fiyatının üst sınırıyla ilgili liste yayınlanmıştır. Ancak belirlenen fiyatın, baklava maliyetini kurtarmaması üzerine, Güllüoğlu Baklavaları sahipleri, narh fiyatı dahilinde satılabilecek maliyette bir baklava yapmanın çaresini aramış; fıstık yerine fındık kullanılmış, süt ilave edilerek de tatlının gramajı arttırılmıştır. Böylelikle ihtilal muktedirlerinin vazettikleri fiyatta satılabilecek, görece düşük maliyeti baklava yapılmış odu. Tatlının ismi ile ilgili olarak, tatlının mucidi Güllüoğlu Baklavaları sahibi Nejat Güllü şunları söylemiştir. "Maliyeti düşük ancak oldukça da lezzetli olan bu tatlıya oluşturulan listede olmayan, ilginç bir isim vermek istediklerini, sonunda da Sütlü Nuriye ismine karar verdikleri, bu tatlının isminin nereden geldiği çok merak edildi ama bu ismin hiçbir anlamı, hiçbir hikayesi yoktu. Bizim esas amacımız bu tatlıyı insanlara sevdirebilmekti." Solid Snake Solid Snake, Hideo Kojima tarafından yaratılan Metal Gear adlı oyun serisinin baş kahramanıdır. "İmkansızı mümkün hale getiren adam" olarak bilinir. Geçmişi tamamen bir sırdır ve oyun serileri boyunca açıklanmaktadır. Babası Big Boss (Naked Snake) annesi Eva kardeşleri Liquid ve Solidus Snake'dir. Kendini öven ucuz kahramanlar yerine, kahramanların çok bedel ödediğinden bahseder ve kendisinin asla bir kahraman olmadığını söyler. Olaylara felsefik bir yaklaşımı vardır. Gerçek adının David olduğu Metal Gear Solid'de açıklanmıştır. FOXHOUND adlı bir örgütün eski bir üyesidir. Japonca seslendirmesi Akio Otsuka tarafından, İngilizce seslendirmesi ise David Hayter tarafından yapılmaktadır. Normal bir insan değildir, Les Enfants Terribles projesi ile 20. yüzyılın en büyük askeri olarak görülen Big Boss ' un DNA' sı kullanılarak yaratılan klonlardan birisidir.8 klon vardır 5'i ölmüştür.Geriye Solid, Liquid ve Solidus Snake kalmıştır. Kodadı: Solid Snake Diğer Kodadları: Iroquis Pliskin, Old Snake(4.oyundan itibaren)... Adı: David Soyadı: Yoktur. Bazı teorilere göre soyadı Bliskin'dir. Uyruk: Amerika Birleşik Devletleri(fakat babası Big Boss Hawaii'deki bir Amerikan üssünde doğmuştur.) Organizasyonlar: FOXHOUND, Central Intelligence Agency , Pentagon, Philanthropy, Birleşmiş Milletler Cinsiyet: Erkek Doğum Tarihi 1972 Seslendirme' David Hayter İngilizce , Akio Ōtsuka Japonca Solid Snake, Metal Gear Solid serilerinin ana karakteridir. Genelde imkânsızı başaran adam olarak tanınır. İyi eğitimli bir asker olan Snake’in aynı zamanda, diğer uzmanlık alanları; HALO ve HAHO , Scuba dalış , serbest tırmanış ’ tır. Sigara dışında bir bağımlılığı yoktur. Bir operasyonda, kişiliğini saklamak için Pliskin adını kullandığı bilinir. Bu ismin 2 anlamından biri; Huron manasına gelen “Kara Yılan” ve diğeri ise “Yerli Amerikan Kabileleri Konfederasyonu’ nun adıdır. Snake’ in doğumu, “Les Enfants Terribles Projesi” dolayısıyla Amerikan Ordusu’nun en iyi asker ilan ettikleri “Big Boss” un klonlanmasıyla meydana gelmiştir. Kendisinin geçmişi hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır ancak bilinenlerden bazıları; Pek çok insan tarafından yetiştirildiğidir. 1991’ de Amerikan Ordusu Özel Harekat Birlikleri ' nin askeri olarak batı Irak’ taki 1. Körfez Savaşı ' nda görev yaptığı ve daha sonra “Zanzibar Ayaklanmasında” cephede bulunduğudur. Kariyer yapmış bir asker olan Solid Snake, 1995 yılında özel operasyonlar birliği FOXHOUND'a katıldı. İlk solo görevi olan Güney Afrika'daki Outer Heaven olayına atandı. Görevi mahkûm tutulan silah arkadaşı Gray Fox'u ve diğer mahkûmları kurtarmak ve ileri teknoloji bir nü
kleer silahı etkisiz hale getirmekti. Bu görevi başarıyla tamamladıktan sonra Snake FOXHOUND birliğinden ayrıldı. 1999’ da Albay Roy Campbell tarafından tekrar görev teklifi alan Snake, Zanzibar ayaklanmasına bu sefer bir ajan olarak değil özel görevde bir asker olarak gönderildi. Bu savaşta, Gray Fox' u Big Boss' un yanında savaşırken bulan Snake görev gereği ikisini de öldürdü. Solid Snake, Big Boss'un babası olmasını öğrenmesine rağmen ates'le yakmistir ile öldürmüştür fakat ölümü tam olarak kesin değildir. Gray Fox ise Paramedic kod isimli doktor tarafından tekrar hayata Cyborg olarak döndürülmüştür. Paramedic Big Boss'un gencliginde bir gorevde yardimetmisdir. Görevden sonra Kuzey Amerika’ ya geri döndü ve tekrar savaştan uzaklaşıp Alaska'ya yerleşti. 2005 yılında FOXHOUND, DARPA tarafından geliştirilen Metal Gear Rex'i ele geçirdi ve Pentagon' dan 1 trilyon Amerikan Doları ve Big Boss'un vücudunu istedi, eğer talepleri 24 saat içerisinde yerine getirilmezse Metal Gear Rex' i kullanarak nükleer saldırıda bulunacaklarını bildirdiler. Pentagon emekli albay Roy Campbell'ı Shadow Moses adasına düzenlenecek olan sızma operasyonun başına getirdi ve Roy Campbell FOXHOUND'un verdiği sürenin azalması ve Snake' in gelmeyi reddetme ihtimaline karşı bir özel harekat timini gönderdi. Bu tim Snake' i tutukladı ve getirdi. Roy Campbell' ın yoğun çabasıyla Snake görevi kabul etti. Snake' e iki görev verildi, DARPA şefi Donald Anderson'u ve ArmsTech başkanı Kenneth Baker' ı kurtarmak, teröristlerin nükleer tehdit gücünü araştırmak ve böyle bir güce sahiplerse bunu imha etmek. Snake iki rehineyede ulaşmayı başardı ancak iki rehinede kalp krizi geçirerek öldü. Snake askeri üssün içinde ilerledikçe sırayla bütün FOXHOUND askerleriyle karşılaştı ve hepsini öldürdü. En sonunda FOXHOUND' un lideriyle yüzleşti, Liquid Snake Metal Gear Rex' le Snake' e saldırdı ancak Gray Fox'unda yardımıyla Snake Metal Gear Rex'i yok etmeyi başardı ve çıkan patlamada bayılarak düştü. Uyandığında elleri bağlıydı ve FOXHOUND' un lideri ve Snake' le aynı kodadını paylaşan Liquid Snake, ona aslında bir klon olduğunu ve Les Enfants Terribles projesi sayesinde doğduğunu, kendisinin kardeşi olduğunu ve yaratılan 8 klondan 5' inin öldüğünü ve sadece üçünün yaşadığını söyledi. Daha sonra ikisi arasında yumruk yumruğa bir kavga oldu ve Solid Snake metrelerce yükseklikteki Rex robotunun üstünden Liquid' i attı. Adadan kaçmaya çalışan Snake, Liquid' le bir kez daha yüz yüze geldi, Snake araçlarının çarpışması sonucu aracının altına sıkıştı, Liquid onu vurmak için yaklaştı ancak FoxDie virüsünün faaliyete geçmesiyle öldü. Daha sonra operasyonun medikal şefiyle görüşen Snake, kendisindeki virüsün faaliyete geçme zamanının belli olmadığını öğrendi. Operasyon sonunda FOXHOUND' un tek canlı üyesi Revolver Ocelot, Amerikan Başkanı George Sears' la bir görüşme yaptı ve Metal Gear Rex' in proje dosyasının aldığını bildirdi. Snake, kendini anti Metal Gear savaşlarına adadı ve bunu bir sorumluluk haline getirdi. Shadow Moses Olayında tanıştığı bilim adamı Hal “Otacon” Emmerich’ le birlik oldular. Amerikan Deniz Kuvvetlerinin yeni bir Metal Gear silahı üretip üretmediklerini kontrol etmek için Snake Ordu gemisine gizlice sızdı. Ancak bu esnada Teröristler bir saldırıyla geminin kontrolünü ele geçirdiler ve yeni model Metal Gear RAY, komutanlarından biri olan Revolver Ocelot tarafından bilinmeyen bir yere kaçırıldı. Bu olaylarların sonunda Solid Snake’ in öldüğüne inanıldı çünkü Snake ölen ikiz kardeşi Liquid Snake’ in cesedinin bu olayda bulunmasını sağladı. 2007 yılında Metal Gear RAY’ in bir deniz üssü olan Big Shell’ e kaçırılmasıyla oraya öldü bilinen Snake, Iroquis Pliskin adıyla sızdı ve Terör eylemlerini engellemek için Otacon’ la birlikte çalışarak oraya gönüllü olarak bir harekat başlattı. Burada bir Birleşik Devletler ajanı olan Raiden’ ı kullanan Snake’ in asıl hedef aldığı şey, bu deniz üssünde RAY’ in başka bir boyutu olan ARSENAL GEAR’ ile başlatılan S3 planını engellemekti. Kendini Solid Snake olarak tanıtan teröristlerin gerçekte Big Boss' un üçüncü klonu olan Solidus Snake olduğu ortaya çıktı. Olga Gurlukovich’ inde yardımıyla hepsi birlikte savaş tehdidini ortadan kaldırdılar. Solidus Snake ise Raiden tarafından öldürüldü. Snake'in son görevi. Roy Campell ona görevini bir cümlede söyler: "Liquid'i öldür". Operasyon sırasında dünya'yı (Shadow Moses dahil) gezen Snake, çoğu zaman anıların geri gelmesiye bize de eskiyi hatırlatır. Yardımcı olarak Meryl Silverburgh'u bulur. Ali Şeriati Ali Şeriati (Farsça: علی شريعتی‎) (d. 23 Kasım 1933, Sabzevar - ö. 19 Haziran 1977, İngiltere) İranlı Müslüman sosyolog, aktivist, düşünür ve yazar; özellikle din sosyolojisi ve çağdaş İslam düşüncesi üzerine eserler vermiştir. Marksist düşünceden yaptığı alıntılar ve türetmeler ve bunların kendi zamanındaki İran'a ve çevresine adapte edilmesi ve Marksizm kritiği ile birlikte çağdaş İslam düşüncesi ve devrimcilik açısından ortaya koyduğu çeşitli sonuçlar ve yarattığı ilgi sebebiyle, gerek önemli çağdaş İslam düşünürleri arasında gerekse İran'daki devrimci İslam'ın babası ve İran İslam Devrimi'nin baş düşünürü olarak anıldığı olmuştur. Düşünceleri genel olarak "İslam'a dönüş" -"öz"e dönüş- başlığı altında toplanabilir ve bilimsel kaynaklara dayanması, sosyoloji vurgusu yapması ve Batı metodolojisini, çeşitli açılardan eleştirmekle birlikte çeşitli açılardan yapıcı bir şekilde kullanması (ki sosyoloji gibi çeşitli bilimler ve Batı düşüncesinde ortaya çıkan çeşitli fikirlerin, örneğin bazı Marksist fikirlerin, İslam'ın özünde de daha farklı bir şekilde ortaya konduğunu da savunur) sebebiyle moderndir ve gelenekçilikten uzak olduğu gibi gelenekçi görüş ve kesimlere eleştirel yaklaşır nitekim bu sebeple eleştirildiği veya çelişki ile suçlandığı olmuştur. Bu tarzından yola çıkarak kendisi hakkında "sosyolojiyi İslamlaştırmaktan" ziyade "İslam'ın sosyolojik" bir okumasını yaptığı da söylenmiştir. Şeriati 1933 yılında Mazinan, Sabzevar, İran'da doğdu. Babası ilerici milliyetçi bir öğretmen olan Muhammed Taki'dir. Eğitim yıllarında ilk kez İran'ın daha aşağı sınıflarından insanlarla tanıştı, var olan fakat bilmediği yoksulluk ve zorluklarla tanışması bu dönemde oldu. Ayrıca aynı dönemde Batı felsefi ve siyasi düşüncesiyle de tanışmıştır. Modern sosyoloji ve felsefenin bakış açısı ve bunun geleneksel İslami prensipler ile harmanlanması aracılığıyla Müslüman toplum ve toplulukların karşılaştığı sorunları açıklamaya ve çözümler bulmaya çalışmıştır. Şeriati Mevlana ve Muhammed İkbal'den büyük ölçüde etkilenmiştir. Lisansını İran'da bitirdikten sonra, Paris Üniversitesi'nde doktorasına başladı. Burada, 1964 yılında Sayfuddin'den "Belh'in Faziletleri Tarihi" isimli bir el yazmasının notlandırılmış bir Farsça çevirisini yaparak Edebiyat dalında doktor olmuştur. Daha sonra İran'a dönmüş, fakat hemen şah yönetimi tarafından tutuklanıp hapsedilmiştir. Yönetim onu Fransa'dayken devleti yıkıcı siyasi aktivitelerde bulunmakla suçlamıştır. Daha sonra 1965'te serbest bırakılmış ve Meşhed Üniversitesi'nde eğitim vermeye başlamıştır. Dersleri kısa sürede farklı toplumun farklı kesimlerinden öğrenciler tarafından beğenilmiş ve popülerleşmiştir. Bunun sonucu yönetim Üniversite'yi zorlayarak onun eğitim vermesini engellemiştir. Bunun üzerine Şeriati Tahran'a giderek Hüseyniye-i İrşad Enstitüsü'nde ders vermeye başlamıştır. Yine büyük bir popüleriteye ulaşan dersleri, yine toplumun her kesiminden öğrencileri etkilemiştir. Şeriati'nin görüşlerine ilginin arttığı orta ve yüksek sınıflardan öğrencilerin olması dikkat çekiciydi. Bu ilgi de şah yönetiminin Şeriati ile bazı öğrencilerinin tutkulanması emrini vermesine neden oldu. Gerek yurt içinden gerekse yurt dışından gelen tepkiler üzerine yönetim onu serbest bıraksa da çeşitli şartlarla tahliye edilmişti: kesinlikle herhangi bir eğitim aktivitesinde yer almayacak, hiçbir şey yayımlamayacak ve özel veya genel hiçbir toplantı yapmayacaktı. Ayrıca devletin güvenlik örgütlerinden SAVAK onun yakın çevresini yakın gözetim ve denetim altında tutacaktı. Şeriati bu şartlara karşı çıkarak ülkesini İngiltere'ye gitmek üzere terk etmeye karar verdi. Ölümü hakkında şüpheler vardır.Kimi kesimler onu, İngiliz istihbaratıyla iş biriliği yapan SAVAK'ın öldürdüğünü öne sürse de, ölümünden sonra yapılan otopside herhangi bir şüpheli ize rastlanmamıştır.Rapor, kalp yetmezliğinden öldüğünü belirtmiştir. Devrim öncesi İran'ın en önemli ve etkili felsefi liderlerinden sayılan Şeriati'nin görüşleri bugün hâlâ İran toplumunda popüler ve etkindir. Özellikle bugünkü İslami Cumhuriyet rejiminin biçimi, ruhban sınıfının konumu ve eşitlik anlayışına karşı çıkan kesimler tarafından beğenilmektedir. Şeriati'nin düşünsel çalışmaları sadece devrim öncesi ve sonrası İran'ı değil, dünya çapında İslamcı topluluk ve düşünceler başta olmak üzere birçok kişi ve grubu etkilemiştir. Çeşitli dini kavramlara yaklaşımı, ruhban sınıfının eleştirisi ve İslamcılık hareketinin içinde kabul edilen çeşitli çıkarımlarıyla ilgi çekmiştir. Şeriati, ayrıca Martinikli Marksist düşünür ve şair Frantz Fanon'un ""Yeryüzünün Lanetlileri"" isimli eserini, Jacques Derrida'dan "Şiir Nedir" ve Fransız oryantalist ve aynı zamanda katolik papaz olan Louis Massignon'dan "Selman-ı Pak" adlı eserleri Farsçaya çevirmiştir. Birçok eseri bulunan Ali Şeriati'nin eserlerinin neredeyse tümü Türkçeye çevrilmiştir. Starbucks Starbucks (), ABD'li kahve dükkânları zinciridir. Merkezi Seattle, Washington'dadır. Starbucks, adını Moby Dick'teki Starbuck adlı karakterden alır ve simgesi bir denizkızıdır. İlk Starbucks mağazası 1971 yılında öğretmen olan Jerry Baldwin, tarih öğretmeni Gordon Bowker ile yazar olan Zev Siegel tarafından "Pike Place Market" adıyla bilinen yerde açıldı. 1982 yılında yatırımcı Howard Schultz da ortaklığa katıldı ve İtalyan espresso barlarından etkilenerek 1985 yılında "II Giornale" kahve dükkânları zincirini kurdu. Birkaç yıl sonra Starbucks'ın ilk sahipleri "Peet's Coffee and Tea"
mağazasını satın alınca Starbucks'ı Shultz'a devrettiler. Böylece Shultz'un II Giornale kahve dükkânları, Starbucks adını alarak hizmet vermeye devam etti. Starbucks, ilk mağazalarını Vancouver, Britanya Kolumbiyası ve Şikago, Illinois'de açtı. Starbucks'ın Kuzey Amerika dışındaki ilk mağazası 1996 yılında Tokyo, Japonya'da açıldı. 28 Haziran 2015 tarihi itibarıyla Starbucks 65 ülkede toplam 22.519 mağazasıyla, kahve satın alınması ve kavrulmasında dünyanın bir numaralı şirketidir. Dünya genelinde 30 ülkede altı bine yakın şubesi bulunan dev şirket, eşcinsel evlilikleri desteklediğini duyurarak, bu çerçevede yapılan tüm çalışmalara katkı sunduğunu açıkladı. Şirketin CEO'su Howard Schultz, farklılıkların saygı görmesine taraftar olduklarını ve bunun şirket felsefelerinin merkezinde bulunduğunu söyledi. Bünyesinde çalışan personelleri arasında cinsel yönelim ya da kimliğinden dolayı oluşabilecek ayrımcılığa karşı önlem ve yaptırımlar alan Starbucks 2014 yılında LGBT temalı ilk kısa film "Coffee Frenemies"i OutTV ile ortaklaşa yayınlandı. Beşiktaş TV Beşiktaş TV, Beşiktaş JK'nin resmî televizyon kanalı. Beşiktaş Jimnastik Kulübü tarafından ve Beşiktaş Jimnastik Kulübü'yle ilgili haberler, programlar ve özel söyleşiler yayınlamaktadır. 20 Ocak 2011 tarihinde Digiturk Platformu üzerinden tekrar yayına başlamıştır. BJK TV Genel Müdürü Bülent Ülgen'dir. Kanalın yayınları 14 Ağustos 2015 tarihi itibarıyla internet üzerinden de izlenebilmektedir . 19 Nisan 2004'te test ve 19 Nisan 2005 yılında ise asıl yayına geçmiştir. Beşiktaş TV, Digital Platform İletişim Hizmetleri AŞ 74. Kanal üzerinden ücretsiz olarak yayın yapan Beşiktaş Jimnastik Kulübü Resmi Yayın Kanalıdır. İlk olarak Galaxy TV ile dönüşümlü yayın yapan Beşiktaş TV, D-Smart'ın kurulmasıyla 24 saat yayına girmiş ve Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün resmi televizyon kanalı olarak yayınını sürdürmüştür. 2004-005 sezonunun 6. haftası maçı Beşiktaş-Galatasaray maçında Dream TV aracılığıyla yayın hayatına başlayan televizyon kanalının kuruluşu için ünlü haber sunucusu Reha Muhtar görevlendirilmiştir. Reha Muhtar'ın yönetim kurulundan istifasından sonra kanalın başına sırasıyla Aydın Özdalga, Cemal Alkan ve Erhun Ateş getirilmiştir. Ancak yüksek maliyet nedeniyle kanalın işletmesi 2005 yılında Doğan Grubu'na kiralanmıştır. Bir ara Digiturk'te de yayın yapan kanal, 2007 yılında bir futbol karşılaşmasını Digiturk'te şifrelediği için Digiturk platformundan çıkartılmıştır. 2008 yılında RTÜK kanalın lisansını iptal ettiği için bir süre yayını durdurulmuştur. Bunun ardından Beşiktaş yönetimi lisans almak için RTÜK'ten 6 aylık ek süre talep etmiş ve bu süre içinde ekranda "test yayını" ibaresini kullanarak yayınına devam etmiştir. 6 ayın sonunda verilen ek süre dolmasına karşın kanala lisans alınmadığı için RTÜK'ün uyarısıyla kanalın yayını 1 Ekim 2009 tarihinde saat 23.30'da durdurulmuştur. Bu kararın ardından Doğan Grubu yaptığı açıklamada eğer kulüp yönetimi RTÜK'e başvurup lisans alırsa kanalın 1-2 gün içerisinde bile yayına başlayabileceğini, ama yönetim lisans almak için başvuruda bulunmazsa kanalın belki de hiç açılmayacağını belirtmiştir. 2010 yılında Yıldırım Demirören'in yeniden başkanlığa seçilmesiyle birlikte Beşiktaş TV'nin yeniden açılması konusunda çalışmalar başlatılmıştır. 20 Ocak 2011'de Cihangir Gokdogan’in sundugu "Günaydın Beşiktaş" adlı söyleşi programı ile tekrar yayına başladı. 2014 Ağustos ayı itibarıyla BJK TV Genel Müdürü Bülent Ülgen olmuştur. Kanalın Sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi Candaş Tolga Işık 'tır. == BJK TV Spiker ve muhabirleri = 19.03 Ana Haber Bülteni ( Melike Saied ) 13.00 Haber Bülteni 16:00 Haber Bülteni Vodafone Vodafone, 1991 yılında kurulmuş ve Newbury, Birleşik Krallık merkezli uluslararası bir telekomünikasyon şirketidir. Sahiplerinden öncüleri Ernest Harrison ve Gerry Whent'tir. Vodafone kelimesi, Voice den gelen 'VO', data dan gelen 'DA' ve phone dan esinlenen 'FONE' heceleri ile oluşmuştur. Amblemi ise konuşma açmak anlamındaki tırnak ( ' ) işaretinden esinlenmiştir. Dünyanın 30 ülkesinde GSM operatörlüğü yapmaktadır. Vodafone ve işletmecisi olan ağlar üzerinde 30 ülkede üzerinden ortak ağları vardır. Vodafone Global Enterprise bölümü üzerinde 65 ülkede kurumsal müşterilerine telekomünikasyon ve IT hizmetleri sağlamaktadır. Vodafone'un CEO'su İtalyan Vittorio Colao'dur. Vodafone Grup Başkanı ise İngiliz Sir John Bond'dur. Telsim, TMSF'in el koymasının ardından yapılan 28 Aralık 2005 tarihindeki açık arttırmayla, 4.55 milyar dolara Vodafone tarafından satın alındı. Böylelikle Vodafone, 24 Mayıs 2006 tarihi itibarıyla Türkiye'de resmen hizmete başlamış oldu. Şirket, değişim süreci boyunca Türkiye'de Telsim Vodafone adını kullandıktan sonra Vodafone Türkiye (resmi adıyla "Vodafone Telekomünikasyon A.Ş.") adını aldı. Vodafone'un, 12 Haziran 2012 itibarıyla Türkiye'de 3300 çalışanıyla 1260 Cep Merkezi bulunmaktadır. Tüm bunların yanı sıra Vodafone, Türkiye'de 2G, 3G, 4.5G (Nisan 2016 itibarıyla), LTE HSPA GPRS, EDGE, SMS, MMS, MVS, Bas Konuş ve telesekreter hizmetleri sunmaktadır. Mobil telekomünikasyon şirketi olarak Türkiye'nin ikinci büyük mobil iletişim şirketidir ve 21 milyon abonesi vardır. 2009'da İkitelli'deki binasında sel baskını yaşanmıştır. Vodafone, McLaren-Mercedes Benz'in ve UEFA Şampiyonlar Ligi resmi sponsorudur. 2015 yılından itibaren Beşiktaş futbol takımının sponsoru olmuştur. Beşiktaş'ın stadyumun ismi de sponsorluğundan dolayı Vodafone Arena olarak isimlendirilir İddaa Spor Toto Teşkilatı’nın resmi oyunu olan iddaa, yerli ve yabancı liglerdeki futbol karşılaşmalarının kesin maç sonucunu, ilk yarı ile birlikte maçın kesin sonucunu, maçın skorunu ve toplam gol sayısının 2 ve altında mı yoksa 3 ve üstünde mi olduğunu tahmin etmek suretiyle oynanan bir oyundur. İddaa, oyunculara şu ana dek 183 adet yabancı lig ve kupa maçlarından seçim yapabilme imkânı tanımıştır. Türk sporseverlerin istekleri ön planda tutularak hemen hemen bütün yabancı ülke lig maçları ile Avrupa Kupaları, UEFA, Şampiyonlar Ligi maçları da oyunlara eklenmiştir. Şans oyunlarından farkı bilgi ve birikime dayanmasıdır. İddaa'nın yurt dışındaki benzer oyunlardan en büyük farkı ise, oynanan oyunlardan kazanılacak paranın kamuya kaynak olarak sağlıyor olmasıdır. 2004 yılından itibaren futbolun olduğu her yerde öne çıkan etkili tanıtım kampanyaları, yaygın ve güçlü teknolojik altyapıya sahip bayileriyle bütünleşen yapısıyla her geçen gün daha da büyüyen İddaa oyunu hasılatından futbol endüstrisine, takım isim hakkı olarak sağlanan değerli kaynak sayesinde bugüne kadar kapanma noktasına gelen ve başka hiçbir geliri olmayan birçok Anadolu futbol kulübünün yegane gelir kaynağı haline gelmiştir. İddaa, 2004–2007 sonu itibarıyla elde ettiği hasılattan, Süper Ligde, 1. Lig, 2. Lig ve 3. Ligde yer alan futbol kulüplerine toplam 386.5 milyon TL tutarında isim hakkı bedeli olarak kaynak aktarmıştır. Türkiye çapından gerçekleştirdiği sponsorluklar ile sadece spor endüstrisine değil, aynı zamanda kültür ve sanat alanında da destek veren iddaa, 2004 -2007 sonu itibarıyla sosyal sorumluluk bilinciyle kurum ve kuruşlarına toplam 105 milyon TL kaynak aktarmıştır. 60.000 kişinin geçim kaynağını sağlayan ve 4000 terminale ulaşmış bayilik ağı ile Türkiye’de bahis oyunlarını yasal ve kontrol edilebilir bir düzene taşıyan Inteltek A.Ş. ve Spor Toto Teşkilat Başkanlığı ile Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü, iddaa oyunu ile 2004 yılından 2007 sonuna kadar Türkiye ekonomisine 989 milyon TL tutarında KDV, Şans Oyunları Vergisi, Damga Vergisi ve Kurumlar vergisi adları altında kaynak aktarmıştır. iddaa'nın havuz oyunlarından farkı iştirakçinin önceden -doğru tahminde bulunması sonucunda- kazanacağı miktar bilmesi, iştirakçinin –havuzda biriken toplam para ve kazanan sayısından bağımsız olarak- kazanç sağlaması, birçok organizasyondan oluşan programdan, istediği kadar seçim yapılabilme imkânının bulunması, her gün oynanabilmesi, Türkiye’den ve dünyadan organizasyonların ve karşılaşmaların bulunmasıdır. Her salı ve her cuma olmak üzere haftada iki iddaa programı çıkar ve oyuncular programda yer alan maçların sonucunu; 1 (ev sahibi takım galibiyeti), 0 (beraberlik), 2 (deplasman takımı galibiyeti) olmak üzere üç muhtemel sonuçtan herhangi birini tahmin ederek "İddaa kuponu" üzerindeki ilgili yer(ler)e işaretleyerek oynarlar. Buna "Maç Sonucu" oyunu denir. Kazanç için öncelikle bir kolondaki tüm tahminlerin doğru olması gerekmektedir. Doğru tahminlerin oranlarının birbiriyle çarpımından oluşan kolon oranı, kolon bedeli ile çarpılır. Bu miktar, oyuncunun kazancını belirtmektedir. Eğer oyuncunun kazandığı tutar 4.068 TL'yi aşıyorsa, aşan kısım için % 10 Veraset ve İntikal Vergisi hesaplanır. Oyuncuya ödeme yapılırken vergi düşülerek net tutar ödenir. Maç Kodu: Maçın, tahmin yapılması durmunda, İddaa Kuponu üzerine işaretlenecek kodunu gösterir. Takımlar: Maçta oynayacak taraflara ait takımları gösterir. Lig: Hangi maçın hangi ligde olduğunu gösterir. Saat: Maçın başlayacağı saati gösterir. Handikap(H): Maçların oranlarını dengelemek için zayıf takıma verilen gol avansıdır. Örneğin bir maçta ev sahibi takım favori, handikapı da 2 olduğu zaman ev sahibi takım ancak 3 farklı galibiyette kazanmış sayılır. Ev sahibi takımın 2 farklı üstünlüğünde maç berabere bitmiş kabul edilir. H*(E): Ev sahibi takımın handikapını gösterir. H*(Dep.): Deplasman takımının handikapını gösterir. Maçlar: Programda yer alan maçları gösterir. MBS: Minimum Bahis Sayısını gösterir. Minimum Bahis Sayısı bölümünde herhangi bir sayı belirtilmemişse Maç Sonucu oyunu için en az 4, İlk Yarı/Maç Sonucu oyunu için en az 2 maça tahminde bulunulabilir. Kuponda işaretlenecek minimum maç tahmini sayısı programdan öğrenilebilir. MBS bölümünde "3" yazıyorsa Maç Sonucu oyunu için en az 3 maça; MBS bölümünde "2" yazıyorsa Maç Sonucu oyunu için en az 2 maça; MBS bölümünde "1" yazıyorsa Maç Sonucu ve İlk Yarı/Maç Sonucu oyunu için en az 1 maça tahminde bulunulabilir. Oran: Kazan
cın belirlenmesindeki temel faktör. Kupona yazdığınız ve doğru tahmin ettiğiniz maçların (Kazanabilmek için yazdığınız her maçı doğru tahmin etmek zorundasınız. Sistemli oyun hariç.) programda belirtilen oranlarının çarpımı -+ yatırdığınız paranın çarpımı- kazancınızı belirler. örneğin 4 maça tahminde bulundunuz; Kolon Bedeli x Misli Oranı x (Maçların Oranlarının çarpımı); 1 TL x 2 Misli x (2.20 x 2.80 x 1.90 x 2.00)=46 TL 816 KR kazanıyorsunuz. 1. İptal edilirse veya 2. Yerel saatle Programda belirtilen tarihi müteakip bir günden fazla ertelenirse, 3. İkinci yarının başlangıcından önce ertelenirse ve erteleme anıyla maçın normal süresi arasındaki süre Programda belirtilen günü takip eden gün içerisinde oynanmazsa (yerel saatle), 4. Program yayınlandıktan sonra ev sahibi /deplasman takımları yer değiştirmesi ve tarafsız sahada oynama durumunda, 5. Rakipler değişirse; karşılaşmaların maç, ilk yarı /normal süre sonucuna ve maçın skoruna ilişkin tahminler kabul edilir. Ama karşılaşmanın oranı bir (1) olarak kabul edilir. Bu durumda, Programda yer alan oynanabilecek maç sayısı en az ikiye düşene kadar Oyuncu oynamaya devam edebilir. Programda oynanabilecek tek maç kalması halinde, MBS sütununda 1 olarak belirtilmiş ise, tek tahmin bulunan kolonlar geçerliliğini korur. Bu gerekleri karşılamayan kolonlar, oyuna katılamazlar ve bu kolonlar için ödenen tutar, oyuncunun oynadığı tüm karşılaşmalar sona erdikten sonra oyuncuya iade edilir. iddaa'da farklı oyun türleri ve farklı oynanışlar vardır. Bunlar şu şekildedir : Bu oyundaki amaç, seçilen maçta iki tarafın atacağı toplam gol sayısının 2 veya daha az mı yoksa 3 veya daha fazla mı olduğunu tahmin etmektir. Eğer maçta 2 veya altında gol olur denirse "Altı" seçilir. Eğer maç bol gollü geçer, 3 veya üstünde gol olur diye tahmin edilirse "Üstü" seçilir.Bu oyunu oynamak diğerlerine göre daha kolaydır çünkü bu oyunda 3 yerine sadece 2 seçenek vardır: Altı ve Üstü. Bu yüzden kazanma ihtimali de daha yüksektir. Programdan, tahminde bulunmak istenilen maç seçilir. Maçın kodu, kupondaki Maç Kodu alanına yukarıdan aşağıya doğru işaretlenir. Daha sonra, kupon üzerinde bu maçın kesin sonucu Maç Sonucu alanına 1, 0 , 2 cinsinden işaretlenir. 1: Ev sahibi takımın galibiyeti 0: Beraberlik 2: Deplasman takımının galibiyeti Maç Sonucu oyununda, bir maç için aynı satırda en fazla 2 tahminde bulunulabilir. (X kodlu maç için 1 ve 0 gibi). İkili tahmin durumunda, oluşturulacak kolon sayısı arttığından, hem kazanma şansı hem de ödenecek bedel artacaktır. Programda yer alan maçlardan "İlk yarı/Maç sonucu" oranları verilmiş olanlardan en az 2 (MBS hariç) en fazla onbeş tanesi seçilerek ve kupon üzerine İlk yarı/Maç sonucu bölümüne işaretlenerek oynanır. Buradaki amaç tahminde bulunulan maç(lar)ın hem ilk yarı hem de maç sonuçlarını doğru tahmin etmektir. Maç sonucu oyunundan daha zor olmasına rağmen, daha çok kazanmak isteyenler tercih edebilirler, çünkü oranları Maç Sonucu oyununa göre daha yüksektir. İlk Yarı / Maç Sonucu ve Maç Skoru Oyunlarında bir satırda birden fazla tahminde bulunulamaz. Programda ayrıca belirtilen maçlara oynanabilir. Maçın skorunun kaç-kaç olacağı tahmin edilir. En az 1, en çok 15 maça tahminde bulunulabilir. Maç Skoru Oyunu, Maç Sonucu ve/veya İlk Yarı / Maç Sonucu oyunlarıyla kombine edilebilir. Çifte Şans özelliği bulunmaz. Maç Skoru Oyunu'nda bir satırda birden fazla tahmin yapılamaz.Zor bir oyun türü olmasının yanı sıra getirisi diğer oyun türlerine göre yüksektir. Çifte Şans aslında ayrı bir oyun türü değil oyuncunun hata yapma ihtimalini en aza indirmek için kullanabileceği bir sistemdir. Kısaca bir maçın sonucuna ilişkin aynı anda iki tahminde bulunabilmeyi sağlar.Maç Sonucu oyununda kazanma şansını artırırken, ödenecek bedelin sabit kalmasını sağlar. Örneğin; "Maç Sonucu" oyununda tahminde bulunulan bir maçın sonucuna ilişkin tek bir tahmin yapılamıyorsa, mesela maçın berabere mi yoksa ev sahibi takım lehine mi bitebileceğine karar verilemiyorsa, kupon üzerine hem 0 (beraberlik) hem de 1 (ev sahibi takım galibiyeti) işaretlenip "Ç" kutucuğu işaretlenirse, maç berabere de bitse ev sahibi takım lehine de bitse doğru tahminde bulunulmuş olur. Çifte Şans bölümünde "-" işareti görüldüğünde, bu olasılık için herhangi bir oran verilmemiş demektir. Misli, kazancın ve kolon bedelinin artırılmasını sağlar.Normalde bir kupon bedeli 3 TL'dir; ancak kuponun altındaki Misli seçeneklerinden bir ya da birkaçının işaretlenmesi (en fazla 3) durumunda hem yatırılan hem de kazanılan para artacaktır. Sistem, oyuncuya yanılma imkânı tanıyarak, kazanma şansını artıran bir özelliktir. Kurallar dahilinde, istenilen sayıda alternatif kolon oluşturur. Üretilen kolonlardan birinin içerdiği bütün tahminlerin doğru olması halinde, oyuncu kazanır. Örneğin 7 maça tahminde bulunan oyuncu kupondaki "Sistem" alanında 5'i işaretlerse, herhangi iki maçı yanlış tahmin etme hakkına sahip olmuştur denebilir. Ancak bu şekilde yatırılan para miktarı artar. (Kazanılan para miktarında bir değişiklik olmaz.) Sistem Alanı’nda yapılan işaretleme ile oluşan kolon sayısını, Sistem Tablosu söyler. Sistem Alanı’nda işaretlenen sayıyla, tahminde bulunulan maç sayısının kesiştiği nokta üretilen kolon sayısını verir. Örneğin, 6 tane maç tahmini yapılırsa ve Sistem Alanı’nda 4’ü işaretlenmişse bu durumda kuponunda 15 kolon üretilir ve 15 kolon bedeli ödenir. Sistemli oyunda ne kadar para yatırılması gerektiği program üzerinde ya da İddaa Bayilerinde bulunan "Sistem Tablosu"ndan öğrenilebilir. Banko, futbol bilgisi kullanılarak ödenecek bedelin azaltılmasını sağlar. 'Sistemli' oynarken, güvenilen maçlar, 'banko' (B) olarak işaretlenerek üretilecek kolon sayısı düşürülür. Böylece daha az bedel ödenmiş olur. Ancak banko seçtiğin maçların mutlaka doğru tahmin edilmesi gerekir. iddaa Uzun Vadeli oyunu, Program (Liste) üzerinde ilgili dönemdeki organizasyonlara bakılmak suretiyle kupon üzerinde tahminde bulunulan oyun tipidir.Program (Liste) ile ilan edilen futbol organizasyonları için; organizasyon birincisini, gol kralını, belirtilen karşılaşmalarda ilk golü atacak oyuncuyu, organizasyonların grup birincileri veya ikincilerini, yarı finalistlerini veya finalistlerini kupon üzerinde tahmin etmek suretiyle oynanır.iddaa Uzun Vadeli oranları, iddaa Uzun Vadeli programında ayrıca belirtilir ve kendi özel kuponu üzerinde oynanır.iddaa Uzun Vadeli oyununda, tek tahminde bulunulması yeterlidir. Bu oyunda da birkaç farklı oynanış türü vardır. Bunlar kısaca: Bir organizasyonunun gol kralı belirlenirken, olası uzatmalarda kaydedilen goller sayılır, ancak penaltı atışlarında kaydedilen goller dikkate alınmaz. Eğer aynı sayıda gol atan ve organizasyonun gol kralı kabul edilen iki ya da daha fazla oyuncu olursa, bunların her birinin oranı gol kralları sayısına bölünür. Herhangi bir organizasyon için sunulan seçeneklerin oranlarında “-” yazması, o seçenek için oran verilmediğini ve tahminde bulunulamayacağını belirtir. Olması muhtemel her sonuç için, oyuncuların ikramiyelerini hesaplayabilecekleri bahis oranları verilir. Programda yayınlanan bahis oranları başlangıç bahis oranları olup, oyun kapanana değin bu oranlar yeni oyuncular için değişebilir. Onaylama anında geçerli bahis oranları bilet üzerinde belirtilmektedir. Auto Show Auto Show, 2 Kasım 1992 tarihinde o zaman adı Hürriyet Dergi Grubu olan bugünün Doğan Burda Dergi Grubu tarafından Alman Auto Bild dergisinin lisansıyla yayınlanmaya başlayan otomobil dergisi. Yayınlandığı tarihte yayın yönetmeni olan Hakan Özenen, bu görevini 2002 yılına kadar sürdürdü. Auto Show esasen Alman Auto Bild otomotiv dergisinin güncel olmayan kopyasıdır. Genelde aynı konular geçmiş sayılarının toplamından yayınlanıyor. Alman yayımcılık devi Springer Verlag ve Burda ile bir nevi Joınt Venture anlaşması içinde olan Doğan grubu Türk otomobil meraklılarına bu dergiyi sunmaktadır. Genelde otomobil, otomobil test ve otomobil sporları işlenmekte. Otomobil üzerine konularda teknik özellikler daha ağır gelirken, Almanca dilli ikiz dergi Auto Bild de ise kullanım, çevre dostluğu, kalite ve Crash diye adlandırılan Avrupa Standartında bariyere çarpma özelliğini inceleyen test sonuçları ağırlıktadır. İlk çıktığı yıl 65 bin net satış rakamına ulaşan dergi bugün 10 bin dolayında satabilmektedir. Türkiye'de batı standartlarında ürün testlerini yapan ilk dergidir. Otomobil testlerinde Türkiye'de satılan otomobilleri gerçek ölçümler yaparak yayınlayan ilk dergidir. Bu testler o zamanlar test sorumlusu olarak çalışan Yavuz Oğuz tarafından Türk tüketicisine farklı bir bakışla aktarılmştı. Aşure Günü Aşure Günü ya da Aşura Günü, (Arapça: عاشوراء, Farsça: عاشورا, İbranice: עשוראא) hicri takvimin ilk ayı olan Muharrem ayının onuncu günüdür. İslam inancında bu günde birçok önemli olay meydana geldiğine inanılır ve bu güne kıymet atfedilir. Muharrem ayında oruç ibadeti de yapılır. Aşure/Aşura Arapça’da on anlamına gelen ""aşara"" kelimesinden türemiştir. Kelimenin Sâmî diller arasında ortak bir kelime olduğu düşünülmektedir. Ayrıca, sözcük (ve gün) Musevilik inancında Büyük Kefaret Günü için kullanılmıştır. Hüseyin bin Ali ve beraberindeki 72 kişi hicri 61'de Muharrem'in onuncu gününde (10 Ekim 680) Kerbelâ'da Yezid'in Ordusu tarafından katledilmiştir. Bunun dışında Aşure Günü'nde gerçekleştiğine inanılan dini açıdan önemli bazı rivayetler bulunmaktadır. Bunlar; Âdem'in işlediği günâhtan sonra tövbesinin kabul edilmesi, İdris'in diri olarak göğe yükseltilmesi, Nuh'un gemisinin tufandan kurtulması, İbrahim'in ateşte yanmaması, Yakup'un oğlu Yusuf'a kavuşması, Eyyub’un hastalıklarının iyileşmesi, Musa’nın Kızıldeniz'den geçip İsrailoğulları'nı firavun'dan kurtarması, Yunus’un balığın karnından çıkması, İsa'nın doğumu ve ölümden kurtarılıp göğe yükseltilmesidir. Musevilerin de bu günü oruçla geçirdikleri, İslam peygamberi Muhammed bin Abdullah’ın bu günde oruç tutmayı tavsiye ettiği, Yahudilere benzememek açısından orucun Aşure günü ile bir gün öncesi veya bir gün sonrası i
lâve edilerek tutulması gerektiğine inanılır. Şiî inancında Aşûre Günü'ne, diğer İslam mezheplerinin atfettiği önemin dışında bir önem verilir. İnanca göre Şiîlik'te önemli bir figür olan İslam peygamberi Muhammed'in torunu İmam Hüseyin Kerbelâ'da muharrem ayının onuncu gününde şehit edilmiştir. Muharrem ve Safer aylarını matem ayları olarak kabul ederler. İki ay boyunca düğün ve benzeri eğlenceler yapılmaz, mâtem günlerinde taziye meclisleri düzenlenerek mersiyeler okunur, ihsan yemekleri verilir. Bazıları için her ayın onuncu günü Aşuradır; kelime Muharrem ayında işlenen Hüseyin cinayetinden sonra tutulan geleneksel yasın diğer adı olarak yerleşmiştir. Türkiye'deki en büyük anma merasimi İstanbul Halkalı'daki "Aşura Matem Merasimi"'nde yapılır. Bu tören Aşura gününü en iyi şekilde anlatması yönünden UNESCO tarafından en iyi Aşura Merasimi seçilmiştir; ayrıca törende yapılan Aşura tiyatrosunun ve izleyicinin sayısı bakımından da Guinness Rekorlar Kitabına girmeye aday olmuştur. Anadolu'da çeşitli hububatlardan pişirilen, Aşure Nuh tufanı ile ilgili bir rivayet dolayısıyla yapılır. Rivayete göre gemidekilerin yiyecekleri tufan boyunca bitmiş, erzak çuvallarının dibinde kalan az miktardaki yiyecekler tek bir kazan içerisinde birleştirilerek yemek yapılıp yenmiştir. Alevîlerde, Hüseyin'in Kerbelâ'daki acısı başta olmak üzere On iki İmamlar'ın acılarını anmak ve anlamak için "Muharrem Mâtemi" tutulur. Muharrem Matemi'nin amacı: Bu türlü acıların bir daha yaşanmaması için gerekli olan insanlık değerlerini ve Alevî öğretisini özümsemektir. Matem süresince bıçağa ve kesici aletlere el sürülmez, kurban kesilmez ve et yenmez. Matem boyunca hiçbir canlıya eziyet edilmez. Kimsenin kalbini kırmamak, dili ile kimseyi incitmemek, kimse hakkında dedikodu yapmamak "Mâtem Orucu"'nun temel ilkesidir. Sağlığı yerinde olanlar oruç tutarlar. Matemden amaç, kendine eziyet yapmak değil, kötülük ve katliamların bir daha olmaması adına anmak ve unutmamaktır. Kerbelâ katliamında hasta olması nedeniyle İmam Zeynel Abidin'in kurtulması ve Ali'nin soyunun devam etmesi nedeniyle de Allah'a şükredilir. Bu nedenle Muharrem mâtemi, aşûre geleneği ile biter. 12 gün orucun ardından Aşûre Günü yapılır. 12 değişik malzemeden oluşan aşûre yenilir ve dağıtılır. Wine Wine, Linux ve Mac OS X gibi POSIX uyumlu işletim dizgelerinde Windows yazılımlarının çalıştırılmasını sağlayan özgür bir uygulama katmanıdır. Wine'nın açılımı, Wine Is Not an Emulator (Wine Öykünücü Değildir) idir. Wine, Microsoft Windows platformunun kapalı kodlu pek çok API'sinin tersine mühendislik yöntemleriyle baştan yazılmasıyla aynı çalışma ortamı süreçlerini Linux üzerinde gerçekleştirmeye çalışır. Wine geliştiricileri eliyle tersine mühendislik yöntemleriyle ve MSDN kaynaklarıyla hangi komutun hangi işleci bulup çalıştırdığı tek tek incelenmiş ve buna göre işleç çevirici denilen bir işleç çağırma kitaplığı oluşturulmuştur. Oluşturulan bu yeni kitaplıklarla Windows yazılımlarının Linux üzerinde çalışması olasıdır. Wine'ın tüm Windows uygulamalarını çalıştırması beklenmemelidir. Çünkü daha Windows'un tüm kitaplıkları ve Windows'un diğer tüm yetenekleri tümüyle Linux'a uyarlanamamıştır. Wine'ın çalıştırdığı uygulamaların başarım düzeyleri değişken olmakla birlikte Wine ile çalıştırılan bazı uygulamalar, Windows ortamından daha hızlı çalışabilmektedir. Wine'ın bir yazılımı çalıştırıyor olması, o yazılımı sorunsuz bir şekilde çalıştıracağı anlamına gelmez. Wine'ın Uygulama Veritabanı ile Wine ile denenen yazılımların çalışma durumları hakkında ayrıntılı bilgi alınabilir. Bolluca Çocuk Köyü Bolluca Çocuk Köyü, kimsesiz çocukların bakımı için, 1992’den bu yana SOS çocuk köyü modeline uygun olarak, İstanbul’un Arnavutköy ilçesine bağlı Bolluca Beldesi’nde hizmet vermekte olan çocuk köyü. Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı (TKMÇV) tarafından 1992 yılında hizmete açıldı. Köyde 12 müstakil evde yardıma muhtaç sekizer çocuk barınıyor. Ayrıca 2 gençlik evi de bulunuyor. Zihinsel ve bedensel özrü bulunmayan 0-8 yaş arası bakılmaya muhtaç çocukların kabul edildiği çocuk köyünde büyüyen çocuklar, hayatlarını kendileri idare edebilecek duruma gelinceye kadar bakılıyorlar. Köy, merhum iş adamı, Sabri Akın tarafından vakfa bağışlanan 52 dönüm arazi üzerinde Avusturya merkezli SOS Uluslararası Çocuk Köyleri Kurumu’nun desteğiyle inşa edildi. Bolluca Çocuk Köyü, TKÇMV tarafından yapılan araştırma sonucunda Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu’na (ÇEK) ait yurtlarda yaşanan sorunların ortadan kaldırıldığı bir model olduğu düşüncesi ile SOS Çocuk Köyleri Kurumu’nun çocuk köyü modeli örnek alındı. Urla’da, ÇEK tarafından yönetilen Barbaros Çocuk Köyü’nde de aynı sistem yürütülüyor. Bolluca Çocuk Köyü’nde çocukların bakım sistemi şu şekilde işliyor: Her aile evinde 25-40 yaş arası dul ya da boşanmış, orta öğrenimini tamamlamış kadınlar istihdam ediliyor ve koruyucu anne eğitimi alarak görev yapıyorlar. Köydeki çocuklar, Alman bir girişimci tarafından yaptırılan Bolluca Çocukköyü İlköğretimokulu’nda ve yöredeki okullarda okuyorlar; orta okul çağı ve üzerindeki çocuklar yaz tatilinde 2 ay konfeksiyon, laboratuvar, kuaför ve benzeri yerlerde çırak olarak çalışıyorlar. Köyde, ergenlik çağına gelen erkek çocuklar 24 kişi kapasiteli gençlik evlerinde 6 ‘şar kişilik dairelerde yaşıyorlar ve hayata atılana kadar gençlik evinde kalabiliyorlar. Kız çocuklar ise büyüdükten sonra “teyze evlerinde” kalıyorlar. Köyde aile evi ve gençlik evlerinin yanı sıra misafirhane, teknisyenevi, kütüphane, oyunparkı, spor sahası gibi tesisler yer alıyor. Talas, Kayseri Talas, Kayseri ilinin 5 metropol ilçesinden biri. Talas'ın tarihi MÖ 1500'lere kadar uzanmaktadır. İlçe, (MÖ 1500'lerde) Mazaklar, (MÖ 510’larda) Kapadokyalılar, (MÖ 312'de) Kayrus, (MÖ 335'te) İskender'in istilası, (MÖ 37'den 1107'ye) Romalılar, 1070’de Alpaslan’ın Romen Diojen’i yenerek Anadolu’ya egemen olmasıyla yöre Anadolu’ya gelen Türkmenlerin egemenliğine girer. 1510'da Safevi hükümdarı Şah İsmail’in baskısına maruz kalan Ermenilerden bir kısmı Talas çevresine yerleşmiş, Talas Osmanlı'nın son dönemlerine dek Anadolu'daki önemli Ermeni yerleşimlerinden biri olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu müteakiben bu yöredeki Rumlar Yunanistan’a Ermeniler de muhtelif ülkelere göç etmişlerdir. İlçe, Kayseri’nin güneydoğusunda ve ile 7 km mesafede Erciyes Dağı'nın eteğinde yer alır. İlçe'nin denizden yüksekliği 1100 metredir. Engebeli bir coğrafi yapıya sahiptir. Akarsu ve gölü yoktur. Aşağı Talas ortalama 1100 metre rakıma sahip bir vadi, Yukarı Talas ise 1191 metre rakımlı bir plato görünümündedir. İlçenin güneydoğusunda 2000 metre yükseklikte Ali Dağı bulunmaktadır. Ali Dağı Erciyes Dağı'nın püskürtmesi sonucu oluşan volkanik bir dağdır. Kışları soğuk ve kar yağışlı yazları ise sıcak ve kurak geçer. Yağmur genellikle ilkbahar ve sonbahar mevsiminde yağar. İlçede orman bulunmamaktadır, bitki örtüsü olarak çayır, mera ve otlaklarla kaplıdır. İlçenin Cebir, Çömlekçi ve Kepez köylerinde yaylalar bulunmaktadır. Talas'ta sıcaklık mart ayından itibaren yükselmeye başlar. Temmuz ve ağustos aylarında en yüksek değerine ulaşır. Bu aylarda sıcaklık 39-40 °C kadar ulaşır. Karasal iklimin etkisi ile gece sıcaklık 10 °C civarına düşebilir. Eylül ayından itibaren sıcaklık devamlı düşüş gösterir. Bu düşüş şubat sonlarına kadar devam eder. Yıllar arasinda farklı bir sıcaklik farkı görülmez. Kış mevsimi siddetli soğuk ve kuru geçer. Kış mevsimi ortalama sıcaklık –1, -2 °C kadardır. Nisan ayında bile kar yağışlar görülebilir. Ilçenin iklimi karasal iklim özelligi gösterdigi için yağışlar genellikle kışın kar ve ilkbaharda yagmur şeklinde düşer. Son on yılın yıllık yağış ortalamasına bakıldığında, metrekareye 359.7 mm yagis düstügü görülmektedir. Bu rakamlara bakıldığında Türkiye ortalaması olan (500–600 mm) yağış miktarından bile düşük olduğu görülmektedir. 1907 öncesi Kayseri Livasına bağlı bir kasaba iken 1907’de belde teşkilatı kurulmuş ve 1911 de Kayseri’ye bağlı bir bucak olmuştur. 1987’de 3392 Sayılı Kanunla İlçe olmuştur. İlçe’nin 5 kasaba belediyesi ile 16 köyü mevcuttur. (23.07.2004 tarih ve 25531 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 5216 Sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu gereğince Talas ilçesi merkez ilçe olmuş ve 4 köy mahalleye dönüşmüştür. Bunlar Cebir, Akçakaya, Çatakdere ve Yazılı. Şu anda 12 köyü bulunmaktadır.) 2000 Yılı Nüfus Sayımı sonuçlarına göre merkez nüfusu 34.879, köylerin nüfusu 20.630 olup, toplam nüfus 55.509’dur. Yıllık nüfus artış hızı şehir merkezinde binde 27.15, köylerde ise -7.86 olup, toplamda ise 12.67 nüfus artışı görülmektedir. Kayseri'ye yakın olması ve yüksek yer şekillerinden dolayı sayfiye olarak ünlüdür. Kurtuluş Savaşı'nda esir edilen Yunan Ordusu Başkomutanı Trikopis'i ve maiyetini de bir süre misafir eden ilçenin Ermeni nüfusu göçe zorlanmadan önce bölgede önemli bir ticaret merkezi olduğu bilinmektedir. İlçede küçük çaplı mobilya atölyeleri, hazır giyim üzerine kurulmuş tekstil fabrikası bulunmaktadır. Erciyes Üniversitesi'nin konumu dolasıyla öğrenci yoğunluğu bulunmaktadır. Ayrıca Zincidere 1. Komando Tugayı burdadır. Mihrap Mihrap (Arapça: محراب ), Câmide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu, kıble tarafındaki duvarın ortasında bulunan, oyuk, girintili yer anlamında bir terim. Çoğulu "mehârîb"tir. Kur'an'da "mihrap" sözcüğü ve çoğulu şu âyetlerde geçmektedir. Kudüs'te Mescid-i Aksa bünyesinde, Meryem'in barındığı bir bölme anlamında şöyle kullanılmıştır: "Rabbi onu, güzel bir şekilde kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Onu Zekeriyya'nın himayesine bıraktı. Zekeriyya Meryem'in bulunduğu mihrâba her girdiğinde onun yanında yiyecek, rızık buldu. "Bu.sana nereden geldi ey Meryem?" dedi". Meryem; "O, Allah tarafındandır. Şüphesiz Allah, dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırır" (Âli İmrân, 3/37). Namaz kılınan yer ve mabed anlamında olmak üzere şöyle buyurulur: "Zekeriyya mabedde (Mihrâb) namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendiler": Allah sana, kend
i sözüyle meydana gelen İsa'yı tasdik eden, efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamber olan Yahya'yı müjdeliyor" (Âli İmrân, 3/39). "Zekeriyya mabedden (mihrâb) kavminin önüne çıktı" (Meryem, 19/11). "Ey Muhammed! Sana davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan Davud'un ibadet yeri olan "mihrâba" tırmanmışlardı" (es-Sâd, 38/21). Çoğulu köşk ve saray anlamında kullanılır: "Cinler, Süleyman'ın istediği gibi saraylar (mehârib), heykeller, havuzlar kadar büyük çanaklar ve sabit kazanlar yaparlardı" (Sebe; 34/13). Mihrap, günümüzde genellikle caminin kıble duvarı oyuk şekilde inşa edilerek ve çevresi de yazı veya diğer süs unsurları ile süslenerek yapılır. Çini, mermer veya ahşaptan yapılan ve sanat değeri oldukça yüksek mihrâplar vardır. Cami zemininden 15–20 cm. yüksek yapılanlarına da rastlanır. Mihrabın camilere günümüzdeki şekliyle girmesi Emeviler devrine kadar dayanmaktadır. İlk zamanlarda, yani; Peygamber döneminde kıble, mihrap ile değil, renkli bir çizgi veya üzerinde belirli işaretler bulunan bir taş levha gibi herhangi bir işaret ile gösterilmekteydi. Emeviler devrinde camilerin ayrılmaz bir unsuru olarak dini hayata giren mihraplar, Selçuklular ve özellikle Osmanlılar zamanında yapılan taş ve çini çeşitleriyle diğer İslam ülkelerinin hiç birinde görülmeyen bir değişiklik arzetmiştir. Özellikle Bursa'daki Yeşil Camii'nin mihrabı, Selçuklular devrinde bile rastlanmayan bir zenginlik ve ve ihtişam gösterir. Ayrıca bu caminin çinili mihrabı kendi cinsleri arasında en büyük ölçüde yapılmış olanıdır. Mihrap önünde kubbenin olması bu yapıyı, diğer İslam ülkelerindeki uygulamalardan ayıran en önemli özelliktir. Mihrap süslemelerinde değişik renk ve stillerde şekillerin yanı sıra, nefis hatlarla "Âyetül-Kürsî" olarak bilinen Bakara sûresinin 255. âyetinin yazıldığı da olur. Mihrabın hemen üzerine "Zekeriyya, Meryem'in bulunduğu mihraba her girdiğinde" anlamına gelen "Küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyyal Mihrabe" (Âli İmran, 3/37) âyetinin yazılması alışkanlık haline gelmiştir. İslâmî bakımdan mihrabın çevresine böyle bir âyet veya hadis yazımı şart değilse de, cemaatin okuyarak yararlanması için mihrapla ilgili bir âyetin yazılmasında bir sakınca bulunmaz. Ancak yukarıdaki âyetin yerine, namazın şartlarından birisi olan "kıbleye yönelme"yi hatırlatan; "Ey Muhammed! Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir"anlamındaki, "Fevelli vecheke şatral-Mescidi'l-Haram" âyetinin (bk. Bakara, 2/144,149, 150) yazıldığı da görülmektedir. Diğer yandan mihrabın sağ üst kısmına "Allah", sol üst kısmına "Muhammed" veya üst kısma yalnız "İhlâs" sûresinin yazıldığı da görülür. Osmanlılarda geceleri imamın namazda görülebilmesi için mihrabın iki tarafına büyük ve yüksek bir şamdan konulmakta ve bunlara dikilen kalın mumlar geceleri yakılmaktaydı. Günümüzde petrol lambalarının veya elektriğin aydınlatmada kullanılmasıyla bu şamdanlar bazı büyük camilerde süs ve hatıra olarak korunmaktadır. Yakartop Yakartop veya yakantop, bir çocuk oyunu. Bir takım oyunudur ve takımlar en az ikişer kişiden oluşur; ancak yeterli oyuncu olmadığında üç kişi arasında takımsız olarak da oynanabilir. Oyun anında takımları atıcı takım ve kaçıcı takım olarak adlandırmak mümkündür. Atıcı takımın elemanları, aralarında 15–20 m civarında bir mesafe olan iki çizgiye çekilir. Kaçıcılar bu iki çizginin tam ortasına yerleşir. Atıcıların amacı kaçıcı takım elemanlarını elle attıkları topla vurmaktır.aticilar yerden isterlerse de yukaridan vurabilirler. Vurulan kişi oyun dışı kalır. Eğer atıcılar diğer takımın tüm elemanlarını vururlarsa kaçıcı olurlar ve oyun yeniden başlar. Atıcı takıma bir puan yazılır. Atıcıların attığı top kaçıcılar tarafından tutulursa kaçıcılar bir puan kazanır veya bazı varyantlarında vurulan bir elemanları oyuna geri döner. Frankofon Frankofon (), Fransızca konuşan kimse için veya çoğunluk olarak Fransızca konuşulanlara verilen isimdir. Ayrıca Uluslararası Frankofon Örgütü () adında Fransızca konuşan ülkelerin oluşturduğu uluslararası bir birlik vardır. Batı Afrika ülkelerinin birçoğu, Belçika, İsviçre, Kanada, Yunanistan, Ermenistan, Romanya, Avusturya, Macaristan, Ukrayna gibi birçok ülke bu birliğin üyesidir. Uyku apnesi Uyku apnesi apne olarak da bilinir. Uyku sırasındaki solunum duraklamalarından kaynaklanan ve uyku düzeninin bozulmasına sebep olan önemli bir hastalık. Uyku apnesi uykuda hava akımının en az 20 saniye süreyle normal değerinin %20'sine ve daha altına düşmesi ile tanımlanabilir. Uykudaki solunum duraklamaları sonucunda kandaki oksijen miktarı azalır ve karbondioksit miktarı artar. Uyku apnesi sinir sistemindeki bir problem veya solunum yollarındaki bir tıkanıklık nedeniyle uyku apnesi oluşabilir. Bazen de bu her iki durum birlikte olmaktadır. Bu hastalığın değerlendirilmesinde sadece solunumun durması apne değil aynı zamanda solunumun azalması hesaba katılmaktadır. Yüksek gürültülü horlama, yorgunluk, aşırı sinirlilik, konsantrasyon bozukluğu, sabah başağrısı gibi sorunlar uyku apnesinin sonuçları olarak ortaya çıkabilir. Hastalarda, hastalığın seviyesine göre bu sorunların biri, birden fazlası ya da hepsi birden görülebilir. Çağımızın önemli rahatsızlıklarından biri olarak kabul edilen uyku apnesi, önlem alınmadığı takdirde ölümle sonuçlanabilmektedir. Hastalığın bu denli ciddi sonuçları olduğu toplum içinde çok fazla bilinmemektedir. Bu hastalığa yakalanan kişilerin büyük çoğunluğu hastalığı farketmedikleri ya da önemsemedikleri için genellikle hekime gitmemektedirler. Solunum durmaları (apne) veya azalmaları (hipopne) gece içinde yüzlerce defa tekrarlayabilmekte ve bunların ancak çok az bir kısmı hastanın yakınları tarafından fark edilmektedir. Bu nedenlerle ve doğuracağı sonuçlar bakımından uyku apnesi uzmanlarca sinsi ilerleyen bir hastalık olarak nitelendirilmektedir. Uyku apnesi acil tedavi gerektiren hayati bir hastalıktır. Zamanında tedavi edilemezse kalp krizi, felç, iktidarsızlık (impotans), düzensiz kalp atışları gibi sorunlara yol açar. Ayrıca kazalara, iş verimsizliğine ve sosyal problemlere neden olabilen gün içi aşırı uyku haline sebep olur. Gündüz uykululuğun trafik kazalarına da yol açtığı yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Muhtemel riskler ve sonuçlar için alttaki uyku apnesinin sonuçları bölümüne bakılabilir. Tıbben ciddî kabul edilen uyku apnesinin toplum içindeki yaygınlığı yüksektir. Uyku apnesi her ne kadar erişkinlerde, erkeklerde, horlayanlarda, menopoza girmiş kadınlarda, yaşlılarda, ve kilolularda daha sık görülmekte ise de bu hastalık çocuklarda, genç kadınlarda ve zayıf insanlarda da tespit edilmektedir. Kısaca uyku apnesi her yaşta görülebilen bir hastalıktır. Kadınların en az %2'sinde ve erkeklerin %4'ünde görülmektedir. Bu rakamlar hastalığın en az astım ve şeker hastalığı kadar yaygın olduğunu göstermektedir. Çocuklarda uyku apnesi büyük bademciğe ve geniz etine bağlı olarak gözlenebilir. Ayrıca; alkol ve sigara bağımlılarında, yanlış uyku pozisyonu, aşırı kilolularda, alt çenesi gelişim geriliği gösterenlerde, boyun yüksekliği kısa olanlarda, alerji, anti histaminik, kas gevşetici veya sakinleştirici gibi ilaç kullananlarda da uyku apnesi görülme riski yüksektir. Uyku apnesi hayati sağlık sorunlara neden olabilen ciddi bir hastalık olsa da uyku apnesinin belirtilerini hastanın kendisinin fark edebilmesi oldukça zordur. Hasta genellikle uykudaki normal olmayan durumlardan, eşi veya yakınlarının farketmesiyle haberdar olur. Uyku apnesinin en önemli belirtisi gece uykusu süresince ani solunum duraklamaları, çok gürültülü horlamalar ve iç çekmelerdir. Bu solunum düzensizlikleri, çoğu kişide görülen yumuşak ve hafif pipilardan farklıdır. Horlayan insanların çoğunda bu tip horlamalar daha çok sırtüstü uyuma sırasında gerçekleşir. Uyku apnesinin sonucu olarak ortaya çıkan horlamalar ise her türlü pozisyonda gerçekleşebilir. Uyku apnesi olan hasta, el kol hareketleri ile rahatsız bir şekilde uyumaya çalışır. Düzensiz solunum birçok insanda duruma bağlı olarak uykuya dalma, uyanma veya rüya görme sırasında görülebilir. Diğer bir taraftan uyku apneli hastalarda sık sık tekrarlanan uzun süreli solunum durmaları olmaktadır. Bu solunum duraklamaları uyku apnesinin en önemli belirtilerinden biridir. Apneli hastalarda 10 saniyeden başlayan solunum duraklamaları bir dakikadan fazla sürelere kadar devam edebilir. Uykuları boyunca saatte 10’dan fazla tekrarlayan, 10 saniyeden bir dakikaya varan nefes durmaları ile boğulurcasına mücadele eden kişilerde uyku ve oksijen yetersizliği oluşmaktadır. Bunların sonucu olarak hastalarda büyük sorunlara rastlanmaktadır. Gece uyku kalitesinin bozulması nedeniyle gün boyunca kendini yorgun hisseden hastaların kitap okurken ya da televizyon seyrederken uyuklamaları olabilir. Bu özellikle araç kullanan hastalar için önemlidir. Uyku apne sendromu olan hastaların trafik kazası yapma riski normalden 8 kat fazladır. Bu da hastalarda inanılmaz derece yorgunluğa dolayısıyla konsantre olamamaya neden olur. Uyku apnesi sorunu yaşayan hastalarda; mide yanması, bacaklarda şişkinlik, gece boyunca idrara çıkma, uyurken terleme ve göğüs baskısı gibi belirtiler de görülebilir. Uyku apnesi belirtilerini gösteren ve benzer şikayetlere neden olan değişik uyku bozukluğu hastalıkları da vardır. Bu nedenle uyku apnesinin kesin teşhisi ve şiddetinin ölçülebilmesi laboratuvarda yapılan uyku çalışması adı verilen gelişmiş bir teknikle mümkündür. Uyku laboratuvarlarında "poligrafik tetkik" adı verilen incelemelerin yapılması gerekmektedir. Uyku sırasında birçok parametrenin kaydedildiği "poligrafik tetkik", beyin bölgelerinin aktiviteleri, uykunun yapısı ve uyku bozuklukları hakkında sağlıklı ve bilimsel bilgiler veren modern bir laboratuvar yöntemidir. Bu yöntemle, solunum hareketleri, uyku sırasında hastanın oksijen miktarı, kalp ritmi ve EKG kayıtları yapılarak bunların beden fonksiyonları üzerindeki etkileri incelenir. Uyku testlerinden sonra elde edilen bilgiler değerlendirilerek uyku apnesinin var olup olmadığı varsa, şiddeti belirlenip ne tür bir
tedavinin gerektiğine karar verilir. Uyku apnesi tespit edilen hastalarda vakit geçirmeksizin tedaviye başlanması gerekir. Uyku apnesinin teşhisi koyulan bazı hastaların Kulak-Burun-Boğaz uzmanının kontrolünden geçmesi uzmanlarca tavsiye edilir. Apnenin sebebi anatomik bozukluklardan kaynaklanıyorsa cerrahi yöntemler, ağız içi protezler uygulanabilir. Uyku apnesinin henüz ilaçla tedavisi bulunamamıştır. Çoğu uyku apnesi vakalarının tedavisinde, hastanın uyku sırasındaki solunumuna yardımcı olan cihazlar kullanılır. Bu cihazlardan bazıları şunlardır: Uyku apnesinin üç temel türü vardır. Tıkayıcı tarzda olan, merkezi yani beyindeki solunum merkezine bağlı olan ve bu ikisinin karışımı. Araştırmalara göre yaklaşık hastaların %84’ünde tıkayıcı uyku apnesi, %1’inde merkezi uyku apnesi ve %15’inde bileşik uyku apnesi görünmektedir. Tıkayıcı tipte uyku apnesi boğazdaki kasların havanın geçeceği alanı kapatacak şekilde gevşemesi sonucunda oluşur. Bu kaslar yumuşak damağa, küçük dile, yutağa ve dile aittir. Bu kaslar gevşediğinde nefes alma sırasında hava yolu daralır ve bir süre için solunum durur. Bunun sonucunda kandaki oksijen miktarı azalır, beyin bu azalmayı algılar ve uyku derinliğini azaltarak ya da kişiyi uyandırarak hava yolunun tekrar açılmasını sağlamaya çalışır. Uyku derinliğinin azalmasını takiben bazı kişilerde bir iki kısa nefes alma ile, bazı kişilerde ise şiddetli horlama ve yutkunma sesleri ile solunum tekrar başlatılır. Bu derecede uyku apnesi olduğunda derin uykuya geçmek hiç mümkün olmaz, kişi bütün uykusunu solunum çabası içinde geçirir ve gündüz uyuma ihtiyacı duyar. Uyku apnesi olan kişiler genellikle uykularının bölündüğünün farkında değildir ve iyi uyuduklarını zannederler. Merkezi tipte uyku apnesi çok daha nadir görülür ve beyinin solunumu kontrol eden kaslara doğru sinyaller göndermemesi sonucunda ortaya çıkar. Kanda karbondioksitin artması ve oksijenin azalması sonucunda kişi uyanır. Merkezi tipte uyku apnesi olan hastalar uyanma dönemlerini tıkayıcı uyku apnesi olan kişilere göre daha fazla hatırlarlar. Bileşik uyku apnesi olan hastalarda apne önce tıkayıcı uyku apnesi belirtileri göstermektedir. Hasta saatte yaklaşık 20 ile 30 arası tıkanma yaşar. Tıkayıcı tipteki apnenin tedavisinden sonra hastalık merkezi uyku apnesi belirtilerini daha belirgin olarak gösterir. Bir başka deyişle, tıkayıcı tipteki uyku apnesinde uygulanan solunum yoluna basınçlı hava veren tedavi yöntemi CPAP (Continuous Positive Airway Pressure) bileşik uyku apnesini tam olarak tedavi edememektedir. CPAP cihazı ile tedavilerine başlanılan hastalarda tıkanmalar kesilse de uykularında düzgün nefes alamama problemleri devam etmekte bu sefer merkezi uyku apnesinin belirtilerini göstermektedirler. Bu apne çeşidi uzun yıllardır gözlenmekte ise de son yıllarda uzmanlar tarafında ayrı bir tür olarak kategorize edilmiştir. Uyku Kayaç Kayaç, çeşitli minerallerin veya mineral ve taş parçacıklarının bir araya gelmesinden ya da bir mineralin çok miktarda birikmesinden meydana gelen katı birikintilerdir. Kayaç terimi eski Türkçede "sahre", yeni Türkçede "külte" ve yabancı dillerdeki rock, roche, gestein sözcükleri karşılığı kullanılmaktadır. Kayaçlar oluşumları sırasındaki doğal ortamı yansıtan bir çeşit belgelerdir. Yer kabuğunun jeolojik gelişmesinin izleri bu çeşit kayaçlar üzerinde işlenmiştir. Bu nedenle yer tarihinin doğal belgeleri sayılırlar. Kayaçlar, mineral yapılarına, kimyasal bileşenlerine, barındırdığı bileşenlerin dokularına ve oluşumuna neden olan etmenlere göre sınıflandırılmaktadır. Bu belirleyiciler yardımıyla yapılan sınıflandırma, üç ana kayaç türünü içerir; bunlar Magmatik kayaçlar, Tortul ve Başkalaşım kayaçlarıdır. Bu sınıflandırmada daha çok parçacıkların büyüklükleri temel alınmıştır. Bir kayacın başka bir kayaca dönüşümü, kayaç döngüsü adı verilen bir jeolojik modelle gösterilmektedir. Kayaçlarla ilgilenen bilim dalına petrografi adı verilir. Petrografi, Jeoloji'nin temel dallarından biridir. Erimiş halde bir silikat hamuru durumunda olan magmanın veya akkorun yer kabuğunun derinliklerinde veya yeryüzünde soğuyarak katılaşması sonucu meydana gelen kayaçlardır. Bunların genel karakterleri ise, kristallerden oluşmuş kütle halinde kayalardır. Magmanın soğuması ve katılaşması derinlerde yavaş yavaş meydana geldiği zaman, tam kristalli "plütonik kayaçlar", soğuma ve katılaşma yeryüzünde veya yeryüzüne yakın derinliklerde hızlı veya çabuk oluştuğu takdirde, volkanik ve damar kayaçları meydana gelmektedir. Yükselen magmanın yeryüzüne erişmeden kabuk içinde herhangi bir derinlikte yerleşmesi ve katılaşması ile oluşan kayalara denir. Derin seviyelerde yerleşen ve katılaşan magmatik kütlelere "derinlik kayaları" da denir. Bunlar genellikle iyi kristalleşmiş minerallerden oluşmuş kayaçlardır. Mineraller kayaç türüne göre bir veya birkaç çeşit olabilirler. Plütonik kayalar yer kabuğu içinde farklı biçimlerde bulunur ve buna göre adlandırılırlar. İç kuvvetlerin niteliği, yer kabuğunu oluşturan malzemenin özellikleri, yükselen magmanın akıcılığı, yoğunluğu ve hacmi bir sahadaki plütonik kütlelerin biçimini ve bulunuş tarzını belirleyen başlıca etkenlerdir. Biçimleri ve bulunuş tarzları farklı olan ve bu nedenle ayrı isimlerle adlandırılan başlıca plütonik kütle türleri "batolit, lakolit, lapolit, filon(dayk), sill(tabaka filonları) ve volkan tıkaçları(nek)"dır. Bunlardan alan ve hacim olarak en büyükleri olan ilk üçü genellikle "plüton" terimi ile açıklanırlar. Plütonların oluşumuna yol açan magmatik olayların tümüne de "plütonizma" denir. Magmanın yeryüzüne çıkarak, orada soğuması sonucunda meydana gelen katılaşım kayalarına ekstrüzif kayalar veya dar anlamda volkanik kayalar denir. Bunlara "yüzey kayaçları da" denir; bunlar yarı kristalli, porfirik yapılıdır. Kayaç, çoğu kez gözle görülebilen mineral fenokristalleri ve kristal olmayan, camsı bir hamurdan oluşmaktadır. Örneğin; andezit, riyolit, bazalt gibi. Kayaların oluşum bakımından farklı ikinci takımını sedimanter (tortul) kayalar veya öteki adıyla "sedimentitler" meydana getirir. Eskiden var olan kayaların akarsular, buzullar, rüzgarlar, dalgalar gibi dış etkenler tarafından aşındırılarak sürüklenen kırıntılarının ve diğer çözülme ürünlerinin, ya da kimyasal yolla yerinde meydana gelen maddelerin normal basınç ve sıcaklık altında su üstünde veya su altındaki ortamlarda birikmesiyle "sedimentler" (çökeller) oluşur. Sedimentler zamanla çeşitli değişikliklere uğrarlar. Yığılan maddelerin ağırlığı altında sıkışırlar, içerdikleri su dışarı atılır, gözenekleri azalır ve hacimleri küçülür; kendi içlerinde meydana gelen kimyasal olaylarla yeni mineraller oluşabilir; taneler ve kırıntılar arasında bir çimento meydana gelir. Bütün bu süreçlerin sonucunda Sedimentler pekleşerek taşlaşır ve tortul kaya haline dönüşür. Yüzbinlerce, hatta belki milyonlarca yılı kapsayan ve sedimentlerin tortul kaya haline gelmesine yol açan bütün bu süreçlerin tümüne "diajenez" denir. Bu kayaçlar kimyasal, fiziksel (kırıntılı) ve organik tortullar olmak üzere üçe ayrılır. Kimyasal tortullar, suların içindeki eriyik maddelerin çökmesi ile oluşmuş olup kireç taşı, traverten, jips ve kaya tuzu gibi örnekler barındırır. Bu tortullar, Dünya'daki tüm tortulların %65'ini kapsar. Fiziksel tortullar, kayaçların parçalanması ile oluşan kırıntılı malzemelerin oluşturduğu kayaçlar olup, konglomera, kum taşı ve kil taşı gibi örnekleri içinde bulundurur. Bu tortullar, tüm tortulların %20-25'ini kapsar. Son olarak organik tortullar, bitki ve hayvan kalıntılarının birikmesi sonucunda oluşan kayaçlar olup, petrol, kömür gibi örnekler barındırır. Bu tip tortullar, tüm tortullar içinde %10-15 kısmını kapsar. Tüm tortul kayaçlar Dünya'nın yüzeyinde veya yüzeyine yakın tabakalarında oluşur. Çeşitli büyüklüklerde taş ve mineral parçalarının karalarda ve denizlerdeki tortullaşma havzalarında çökelmeleri ile meydana gelen taneli - parçacıklı kayaçlar dır. Değişik boyuttaki tanelerin bir çimento-maddesi ile birleşmeleri, birbirine kenetlenmeleri sonucu katı ve sıkı halde bulunan "çimentolu tortul kayaçlar" oluşur. örneğin; kumtaşı, konglomera, gibi. Taneleri birbirine bağlayacak, birleştirecek bir madde bulunmadığı hallerde, taneler serbest kalır ve "çimentosuz tortul kayaçlar" meydana gelir. Örneğin; kum, çakıl, kil gibi. Kırıntılı tortul kayaçların sınıflandırılması ve adlandırılması tanelerin boyutlarına, türlerine, biçimlerine, yuvarlak ve boylanma derecelerine, homojen ve heterojen oluşlarına ve çimento maddesinin bileşimine göre yapılır. Foraminiferler, radyolaryalar, algler, süngerler ve mercanlar gibi kabuklu organizmaların kalıntılarından oluşan kayaçlar dır. Organizmaların katı kısımları burada taşlaşmış, fosil haline gelmişlerdir. Organik tortul kayaçların sınıflaması ve adlandırılması eskiden beri organizmaların kavkılarını ve iskeletlerini oluşturan başlıca maddelerin kimyasal bileşimlerine göre yapılmaktadır; Örneğin, kireçli, silisli, bitümlü, fosfatlı gibi. Doygun eriyiklerin çökelmesi ve tuzlu suların buharlaşması sonucu meydana gelen tortulardır. Mağaralardaki dikit ve sarkıtlar, deniz kıyılarındaki kireçli ve demirli olitler, kapalı göl kenarlarındaki tuz birikintileri ve kaynaklar etrafındaki taşlaşmalar (travertenler) kimyasal tortulların başlıca örnekleridir. Tortul veya magmatik diğer kayaçların sıcaklık, basınç, gerilme ve kimyasal aktivitesi olan sıvılar etkisi ile değişmeleri, başkalaşmaları sonucu meydana gelirler. Genelllikle kristallerden oluşmuş, paralel yapılı kayaçlardır. Bunlara kristalin şistler de denir. Metamorfizma: Yer kabuğunun derinliklerinde hüküm süren değişik fiziksel ve kimyasal şartların etkisi ile kayaçlardan katı halde meydana gelen mineral değişikliği veya mineral transformasyonu olayıdır. Mineraller belirli bir sıcaklık ve basınç altında duraylı durumda bulunurlar. Her mineralin kendine öz bir duyarlılık sıcaklığı ve basıncı vardır. Eğer sıcaklık ve basınç değerinde bir artma, bir değişme olursa, mineralde de değişme başlar, mineral aynı
kimyasal bileşimde başka bir duraylı minarele dönüşür, böylece bir mineral transformasyonu olur. Metamorfizmanın aslı da budur. Metamorfizma olayı büyük ve sıcak bir magma kütlesinin çevresinde meydana geldiği zaman kontakt veya termal metamorfizmadan; büyük bir fay veya bindirme düzlemi kenarında oluştuğu takdirde dislokasyon veya kataklastik metamorfizmadan söz edilmektedir; jeosenklinallerde (dalma-batma zonlarında) dağ oluşum hareketleri (orojenez) ile birlikte meydana gelen metamorfizmaya rejiyonal termo- dinamo metamorfizma; dip kısımlarının yavaş yavaş çökmesi ile on binlerce metre kalınlıkta tortuların (sedimentlerin) biriktiği okyanus havzalarında gelişen metamorfizmaya da çökme veya gömülme metamorfizması denilir. Metamorfik kayaçların başlıca özelliği, bunların birbirine paralel düzlemler boyunca ve kolaylıkla yaprak yaprak veya dilim dilim ayrılmaları, bölünmeleridir. Bu üç ana kayaç türü — magmatik, tortul ve başkalaşım — daha birçok alt dala ayrılır. Yine de bu ilintili kayaçlar arasında sert ve sıkı sınırlar yoktur. Bileşenlerinde yer alan minerallerdeki boyutların artıp azalması, bir kayacı başka bir kayaç hâline getirebilmektedir. Bu nedenle, belli özellikler için hazırlanan dereceler için hazırlanan tanımlamalar sayesinde herhangi bir kayaca isimler verilebilmektedir. Bir de bazı kayaçlar elmas yapımında kullanılır Kayaçlar, insanoğlu için kültürel ve teknolojik anlamda büyük bir etkiye sahiptir. Homo sapiens ve diğer insansılar tarafından iki milyon yıldan beri kullanılan kayaçlar, insanlar için teknolojinin temel ögelerinden biridir. Taşların madenlerden çıkartılarak çeşitli amaçlar için kullanılması, en eski teknolojik ilerlemelerden biridir. Ancak bu süreç çeşitli yerlerde farklı madenlerin ve taşların bulunması nedeniyle farklı zamanlarda ilerleme gösterdi. Tarih öncesi devirler arasında Taş çağı, Bronz çağı ve Demir çağı gibi çağlar yer almaktadır. Her ne kadar Taş çağı görünürde tüm dünya medeniyetleri üzerinde sona erdiyse de, birçok kayacın, binaların ve altyapıların inşasında kullanılmasına devam edilmiştir. Kayaçlar bu anlamda kullanıldığında kesme taş adıyla anılır... Yayla Yayla (plâto) yüksek yerlerdeki derin akarsu vadileriyle yarılmış yüksekte kalan düz arazi şeklidir. Yükseklikleri beş yüz metreden birkaç bin metreye kadar çıkabilir. Örneğin Türkiye'deki Erzurum-Kars yaylasının yüksekliği 2000 metre civarında (1800 m) olmasına rağmen Orta Asya'da bulunan Pamir Yaylasının yüksekliği 4000 m civarındadır. Dünyada en geniş ve yüksek plato Tibet Platosu'dur. Dünyanın çatısı (roof of the world) olarak isimlendirilir. Tibet Platosu 2 milyon km karelik bir alanı kapsar (Fransa veya Teksas'ın dört kat büyüklüğündedir) ve deniz seviyesinden ortalama yüksekliği yaklaşık 16.400 ayak (feet) (5.000 mt) dir. Yükseklikleri 26.248 ayak(feet) (8.000 mt) den daha fazla olan 14 dağ ve yükseklikleri 22.967 ayak (feet) (7.000 mt) dan daha fazla olan yüzlerce dağ içermektedir. Yarlung Zangbo nehri plato içinde karşıdan karşıya akmakta ve Dünya'da en derin kanyon olan "Yarlung Zangbo Grand Canyon" unu kesmektedir. Plato jeolijik aktifitelerini günümüzde hala sürdürmekte ve her yıl ortalama olarak 0,04 inç (0,1 santimetre) yükseklik kazanmaktadır. Yaylayı parçalayarak bir ağ gibi saran akarsu vadileri arasında kalan düz veya az eğimli yayla parçaları, vadilerin derinleşerek ve yayılarak genişlemesiyle daralır ve yayla dağlık-tepelik bir şekil alır. Yaylaların meydana gelişleri değişik şekillerde olur. Bazı yaylalar, volkanlardan püsküren lavların meydana getirdiği tabakaların akarsular tarafından yarılmasıyla ortaya çıkar. Bu tip yaylalara Kuzey Amerika'da rastlanır. Diğer bir şekil ise aşınma neticesinde deniz seviyesine kadar alçalan düzlüklerin jeolojik hareketlerle tekrar yükselerek akarsular tarafından yarılmasıdır. Bazıları ise dağlar arasında meydana gelmiş olan geniş yatay düzlüklerin yine akarsu vadilerince yarılarak parçalanmasıyla ortaya çıkar. Yayla, hem beşeri coğrafya, hem de fiziki coğrafya terimi olarak kullanılır. Akarsu aşınım şekli olan platolara yayla denildiği gibi, yerleşim şekli adı olarak da kullanılır. Yazın hayvan otlatmak için çıkılan dağlık ve ormanlık bölgelerdeki yüksek, düz, otluk yerlere yayla dendiği gibi; dinlenme, tatil yapma gayesiyle çıkılan yüksek yerlere, hatta şehir gibi yerleşim yerlerindeki yüksek kısımlarda bulunan mahallelere bile yayla adı verilir. Şehir ve köylere göre daha serin ve yağışlı olan bu tip yaylalar hayvancılığın gelişmesinde büyük fayda sağladığı gibi, bu yerlerde yaşayan ahaliye ekonomik destek de sağlar. "Yayla" terimi eski Türkçe, Azeri ve Çağatay lehçelerinde bulunan "yay" (yaz), "yaylamak" (yazı geçirmek) sözcükleriyle bağlantılıdır. Yaylamak terimi zamanla, "yaylag" ve "yaylak" haline dönüşmüş, "k" sesinin düşmesiyle "yayla" halini almıştır. Yaylacılık Anadoluya Orta Asya'dan Türk göçleriyle gelmiştir. Orhun Yazıtlarında "yaylag" terimi geçmektedir. Yaylacılık göçebe yaşam tarzına benzese de bazı yönleriyle ayrılır. Yaylacı kışlak ve yaylak arasında yaz ve kış ritmik göç eder. Göçebeler ise otlak arama amacıyla sürekli göç halindedir. Yaylacının köy veya kasabada kalıcı bir meskeni bulunurken, göçerlerin çoğunlukla kalıcı konutları yoktur. Bazı uygun yaylalar sürekli oturulan yer haline gelebilir. Mersin, Çamlıyayla ve Hatay Belen yayla iken ilçe merkezi haline gelen örneklerdir. Memleketimizde sayılamayacak kadar çok olan bu yaylaların dinlenme, turizm gayesiyle kullanılan ve mahalle niteliğinde olanları turizm tatil köyleri haline gelmekte hatta geçici yerleşim yeri olmaktan çıkıp daimi yerleşim yerleri olmaktadır. Yaylalarımız aıl işlevleri olan göçebe hayvancılığın yerine son yıllarda rekreasyonel amaçlarla kullanılmaya başlanmıştır. Türkiye'nin hemen hemen bütün bölgelerinde yaylalara rastlamak mümkündür; Giresun-Akçalı köyü, Yavuzkemal Beldesi Kulakkaya Mevkii, Bektaş Yaylası, Mersin-Çamlıyayla(Namrun), Ardahan-Bülbülen, Posof-Urama Yaylası, İskenderun-Soğukoluk ve Belen, Kemaliye-Sarıçiçek ve Munzur, Artvin-Kafkasör-Kutul Yaylası, Ordu-Çambaşı, Kaş-Gömbe, Mersin-Fındıklıpınar, Kadirli-Maksutoğlu, Cardak, Gürlevik Muğla-Karabağ, Giresun-Kümbet, Gümüşhane-Kadırga, Konya-Yalıhüyük-Gölcük Yaylası, meşhur yaylalardan bazılarıdır. Yayla yerleşmesi sayısı büyük bir hızla azalmaktadır. 1968 yılında tahmini 26.000 olan yayla sayısı 1997'de 5900 adete düşmüştür. Yaylalar kuruluş yerlerine göre üç guruba ayrılır: Yaylalar gelen nüfus açısından dört guruba ayrılırlar: Yaz Yaz, en sıcak mevsimdir. Kuzey Yarım Küre'de en uzun günler yazda gerçekleşir. Dünya ısıyı depo ettiği için en sıcak günler genellikle yaklaşık iki ay sonra ortaya çıkar. Sıcak günler Kuzey Yarım Küre'de 21 Haziran ile 22 Eylül arasında, Güney Yarım Küre'de ise 22 Aralık ile 21 Mart arasındadır. Yaz mevsimi insanlar, tabiatın çoğu güzelliklerinden faydalanma olanağı bulur. İnsan sağlığına büyük faydası bulunan ve kemiklerin gelişmesi için gerekli olan D vitamini, güneş ışınlarından alınır. Yazın insanlar cildine ve bazı hastalıkların iyi gelen deniz suyu ve deniz kumundan faydalanılırlar. Güneş banyoları romatizmalar için çok faydalıdır. Güneşin kuvvetli ışınları birçok hastalıkları yok eder ve iyileştirir. Meyvelerin, sebzelerin ekserisi bu mevsimde yetişir. Türkiye'de insan gıdasının büyük bir kısmını tutan; buğday, arpa, mısır ve yulaf gibi hububatlar bu mevsimde toplanır ve ambarlanır. Bu mevsimde araziler gelecek ekim dönemine hazırlanır. Yazın aşırı ve kavurucu sıcaklığından da sakınmak gerekir. Uzun süre başı açık kalmak, aşırı güneş banyosu yapmak, cilt ve insan sağlığı için çok tehlikelidir. Serinletici içecekler içmede de aşırı gidilmemelidir. Bu mevsimde yiyecek ve içeceklerin yanında giyeceklere de dikkat etmek gerekir. Yazları ter emici, rutubet çekici pamuklu giyecekler tercih edilip, naylon ve buna benzer giyecekler giyilmemelidir. Yenikent, Aksaray Yenikent, Aksaray ili Merkez ilçesine bağlı bir belediyedir. Yenikent, 1966 yılında kasaba olmuştur. Eski adı Amarat'tır. Bu kelime Arapça'da "İmaret" kelimesinden Türk diline uydurulmuştur. Bu kasaba Aksaraylı Sadrazam Pir Mehmet Paşa'nın vakfı imiş. Paşanın vakfiyesinde, hususi kütüphanesinde ve mülknamesinde adı hamarat şeklinde geçer. Eski insanlar bu verimli topraklara yerleşmişler ve bu yerlerden bilinmeyen bir sebepten dolayı gitmişlerdir. Buralarda sadece izleri kalmıştır. Aksaray-Konya karayolu istikametinde olup, Aksaray iline 29 km uzaklıktadır. Bu kasabaya Aksaray – Konya karayolunun 20. km’sinde Selçuklu hanlarından Akhan mevkiinde ve Akhan yaylasından kuzeye 7 km’lik bir asfalt yolla gidilir. Kasabanın batısında 2 km mesafede Eski Amarat adı verilen bir köy harabesi vardır. Rivayete göre kasaba buradan şu andaki yerine naklolunmuştur. Burada mezar yerleri mevcuttur. Eski köyün batısından toplu bir suyun aktığı bu yerin üzerinde tarihi bir köprünün bulunduğu ve bu köprünün taşlarının köylü tarafından sökülerek Yenikent’teki Merkez Camii’nin temelinde kullanıldığı bilinmektedir. Kasabanın doğusunda Kara Toprakla, Kırmızı Çığlık’ın birleştiği yerde Hacı Mustafa Köprüsü denilen üç gözlü bir köprü bulunmaktadır. Bu köprü Osmanlı eseridir. Köy ileri gelenlerinden duyulduğuna göre buralara Köçek Pazarı denilirmiş. Buradaki Ören yeri geniş bir alanı kapsamaktadır. 3 tane mahallesi bulunmaktadır. Bunlar Gazi, İstiklal ve Zafer mahalleleridir. Kasabanın yeşillik bakımından çok fakir olduğu bilinmekle beraber 1998 yılında Belediye tarafından başlatılan Ağaç Kampanyası neticesinde kasaba yeşilliğe kavuşturulmaktadır. Kasaba, düz bir ova üzerine kurulmuştur, güneyinde görme mesafesinden uzak Toroslar, batısında yine görme mesafesinden uzak Konya Bozdağlar, kuzeyinde yine uzaklarda Ankara Elmadağ bulunurken, yakın mesafede ise kuzeydoğuda Ekecik Dağı'nın serinliği ve güneydoğuda ise Hasandağı'nın haşmeti ve beyaz başlı heybetli görüntüsü kasabanın üzerine düşer. Yörük-Türkmen kültürü yaşanmaktadır. Geleneklerine bağlıdırlar. Yenikent kasabasının gelenek, görenekleri
hakkında bilgi, Yenikent Kasabası Tuz Gölü havzası ve Konya Ovası'nda yer almaktadır. Konya'dan Aksaray yönüne gidilirken Aksaray sınırının başladığı yerde Yenice Köyü'nün imareti ile Aksaray'ın yanı başındaki Yenikent Kasabası'nın imareti tıpa tıp aynıdır. Diğer yandan, uğraş konusu ve uğraş tarzı da Ovanın geneliyle aynıdır. Esasen 1921'de Konya'dan ayrılarak Vilayet olunuşu da dikkate alındığında gelenek ve görenekleri Konya'ya çok benzemektedir. Ev dekorasyonu; birkaç örnek vermek gerekirse, evlerde duvar halıları, kilim kullanımı, el örgü ve işlemeler tamamen Konya kültürüyle örtüşmektedir. Halılarda baskın renk kırmızı, desenler sade ve geometrik şekiller, hayvan resmi yoktur, çiçek veya işlemelerde çok nadir kuş resimleri,yastık ve yorganlar işlemeli ve bir renk cümbüşü içinde ahenkli ve canlı renkler, namazlıklar genelde mihrap desenli veya sade ve kenarı süslü, seki altı denen odanın girişindeki boş kısma serilen halı dışında sergi veya farklı şekillerdeki pas paslar, sırt yastıkları ve üzerine örtülen kesintisiz işlemeli örtüler, kırletler ve işlemeleri, sedir ve yün minderler vb. Düğün ve nişanlar; günümüzde dünyanın popüler kültüründen etkilenmeyen yer yok gibidir, ama Yenikent'in eskiden yapılan veya ender olarak yapılan düğünlerinde de Konya ve Selçuklu kültürü hakimdir. Düğünler son yıllarda umumiyetle pazar günü gelin alınacak şekilde planlanmaktadır. Bazen hafta başı, bazen de hafta ortaları bayrak kalkar, genelde cuma günü kına ve sonrası düğün olur, düğünlerde erkekler ayrı, kadınlar ayrı eğlenir, oyunlar, kız kaçırma, Arap Dede, köçek vb. şekildedir. Düğün geceleri oğlan tarafında ağırlıklı toplanmalar ve kutlamalar ve neşeli sohbetler yapılır. Kız evi yas evi gibidir. Evden çıkan kızın yası gelin olmanın sevincini bastırır. Önceleri dışarıya kız verilmez dışarıdan da per kız alınmaz imiş, bu yüzden köyde belli başlı birkaç sülale bulunmaktadır. Diğerleri zamanla farklı yerlerden gelerek yerleşmiş durumda. Doğan çocuklara önce oğlan babası, anası, sonra kızın ana ve babasının isimleri verilmesi vaz geçilmez adettir. Bu sebeple Kasabada aynı isim ve soy isimle onlarca insanla karşılaşmak sıradandır. Gelin mutlak suretle evin içine yani Kayın baba ve kayın valideyle oturur, ikinci gelin alındığında birinci geline ayrı ev yolu gözükür. Bayram kutlamaları; bayram sabahı, bayram namazında çıkılır toplu bir şekilde kabristanın içinde imam tarafından dua edilir, arkasından herkes mezarlığa dağılarak, geçmiş büyük ve küçüklerin kabirleri ziyaret edilir, dualar yapılır, evlere geçilir, belli büyüklerin evlerinde sabah kahvaltısı yapılır ve bayram gezmeleri başlar. Bir şenlik, bir festival gibidir, kasabanın çocukları bildik bilmedik her eve uğrar, ellerindeki şeker torbalarını doldurmaya çalışırlar, önce büyükler sonra, diğer eş ve dostlar ile komşular hiç biri atlanmadan dolaşılır, en geç bayram çıkmadan herkesin gönlü alınır. Kurban Bayramı ise ayrı bir tat ve ayrı bir sevda, her kurbanın başında bir dua, bir niyaz, bir gelin gibi iyi niyetlerle süslü kurbana su verilir, bıçak gösterilmez, kanı için çukur açılır, bir saygı ve tevazu içinde bir Burak yolcu eder gibi, bir neşe ve hüzün içinde kurban kesilir, kurban yerinde et pişirilir, çalışanlar ve gelip geçenler bundan nasibini alır, kurban sahibine dua eder. Kurban kesmeyenlar unutulmaz ve misafirlere bozbaşı denilen bir çeşit et kavurma yemeği olmazsa olmazların başında olarak kuru baş soğan ve yufka ekmekle ikram edilir, üzerine demli bir çay ikramı yapılır. Cenaze işleri; Yaylaya göç; Kız isteme olayları; Söz ve Nişan; Çocuk olması, sünnet düğünleri; Asker uğurlama törenleri; Kış hazırlıkları; Uzun kış eğlenceleri; Köy odaları; Konya ve Selçu izlerini ve tozlarını fazlasıyla taşımaktadır. Yöresel yemekleri; Amarat böreği, Amarat baklavası, Amarat pilavı, Amarat tereyağı, çılbır, tatlı höşmerim, salçalı aşure, bulgur pilavı (mantarlı, ciğerli, patatesli), siyah üzüm hoşafı ve tarhanadır. Kasabanın nüfusu çevre illere olan göç nedeniyle artış göstermemektedir. Kasabanın hane sayısı 1500'dür. Beldenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Son zamanlarda ürün çeşitlendirmesine giden Yenikent halkı ziraatı daha bilinçli ve daha modern şartlarda yapmaya başlamıştır. Tarım bölgesi olması doğal olarak hayvancılığı beraberinde getirmektedir. Azalan mera bir yandan koyun yetiştiriciliğini olumsuz etkilerken, diğer yandan büyük baş hayvan yetiştiriciliğini öne çıkarmıştır. Hayvan yem bitki üretimindeki artışa paralel olarak bulunduğu alanda cazibe merkezi olmaya devam etmektedir. Kasabanın ufku her geçen gün daha genişlemektedir. Konya yolunun güney kısmına rastlayan topraklar kıraç ve verimsizdir. 1995 yılı içerisinde dönemin belediye başkanı ve zamanın milletvekillerinin büyük çaba ve gayretleri neticesinde bu araziye Yeşilhat Projesi getirilmiş, bu arazi sulak arazi haline dönüştürülmüş ve halkın refah seviyesi yükseltilmiştir. Bu sayede büyük miktardaki kıraç tarım arazisi sulu tarıma açılmıştır. Beldeye son yıllarda kanalizasyon şebekesi yapılmış olup, köyün kışın çamur deryasına dönüşmesi kısmen engellenmiştir. İç yollar kilitli taşla, bağlantı yolu asfaltla yenilenmiştir. Yaz uykusu Yaz uykusu (veya estivasyon), sıcak ve kurak iklim bölgelerinde yaşayan bazı hayvanların, zor şartları atlatmak için çok sıcak yaz günlerini uyku veya uyuşukluk arası bir dinlenme halinde geçirmesine denir. Çayırlı (anlam ayrımı) Erzincan Erzincan, Türkiye'de Doğu Anadolu Bölgesi'nde Erzincan ilinin merkez ilçesidir. Şehir tarihte Mengüceklilere başkentlik yapmıştır. İl kuzeyinde Gümüşhane ile Bayburt, kuzeybatısında Giresun, batısında Sivas, doğusunda Erzurum, güneydoğusunda Bingöl, güneybatısında Elâzığ ile Malatya ve güneyinde ise Tunceli'ye komşudur. Erzincan'ın ilkçağ tarihi hakkında kesin bir bilgiye henüz sahip olunmamakla birlikte tarihçiler ikinci bin yıl da, bu bölgede Hurriler'in yaşadığını, ikinci bin yılın ilk yarısı başlarında da Hayaslılar ve Azzilerin hüküm sürdüğünü kaydetmektedir. Anadolu'da MÖ 1600 ile 1180 tarihleri arasında Hattuşaş'ı merkez yaparak büyük bir imparatorluk kuran Hititler yakın doğuyu egemenlikleri altına almışlar ve Erzincan'da Hititlerin yönetimi altındaydı. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda Hititlere ait çeşitli eserler ortaya çıkarılmıştır. Erzincan ve yöresinde Hititlere ait bir yerleşim merkezine rastlanmamışsa da, bu yörenin Hitit egemenliği altında kaldığı düşünülmektedir. Doğu Anadolu'da kurulan ilkçağ devletlerinden biri de Urartular olmuştur. MÖ 900 yıllarında kurulan bu devlet Tuşpa'yı (Van) başkent yapmış, sınırlarını Hazar Denizi'nden Malatya'ya, kuzeyde Erzurum ile Erzincan'dan güneyde Halep ve Musul'a kadar genişletmiştir. Yine Erzincan yakınlarında Altıntepe'de 1953'te yapılan kazılarda Urartular'a ait birçok eser çıkarılmış, bu yörenin Urartu egemenliği altında kaldığı kanıtlanmıştır. Çeşitli saldırılara maruz kalan Urartu şehirleri teker teker tahrip edilirken Medler'in Anadolu'yu istilası sırasında MÖ 600 yıllarında tamamen ortadan kaldırılmıştır. Erzincan ve yöresi, Urartular'ı yenerek Anadolu'yu istilaya başlayan Med'lerin (MÖ 612) eline geçti. Med İmparatorluğu'nun Kyaksar döneminde Lidyalılar'la yapılan savaşlar, muhtemelen Erzincan ve civarında meydana geldiği düşünülür. Bu yöreler M.Ö. 550 tarihlerinde Persler'in eline geçmiştir. Hititler'in Anadolu'yu istila ettikleri sırada, İran yaylasını da Persler ele geçirdiler. Persler'in yükselişi daha çok Ciroz (550-530) ve Kampis (530-520) dönemlerine rastlar. Bu dönemde Erzincan ve çevresi de Persler'in eline geçer. Persler'den sonra Anadolu Makendonyalılar'ın eline geçmiştir. Roma ordusu MÖ 70 tarihinde Doğu Anadolu'yu ele geçirmeye başlıyarak Elazığ yöresindeki Harput Krallığı'nı yıktıktan sonra, Tigran Ordusunu da yenilgiye uğratmıştır. Bu sırada (MÖ 68) Pontuslular da Erzincan yörelerinde Roma üstünlüğüne son vermişlerdir. İran ile Bizans arasında sürekli savaşlara sahne olan Erzincan ve yöresi en son Bizans imparatoru Herakleios tarafından 629 tarihinde yenilgiye uğratılan İran'dan geri alındı. 644-656 yılları arasında Halife Osman bin Affan zamanında Habib bin Mesleme 35/655 senesinde Erzincan ve yöresini ele geçirerek, bu bölgeyi tamamen Müslümanların yönetimine kattı. Erzincan ve yöresi Abbasiler döneminde de çeşitli saldırılara maruz kaldı. Halife Mütevekkil Alallah (847-861) döneminde Malatya Valisi Ömer bin Abdullah, Arapgir, Eğin, Kemah, Erzincan ve Trabzon kentlerini 859 yılında Bizanslılar'dan geri aldı. Böylece Erzincan tekrar Arapların hakimiyetine geçti. Anadolu'da Türk hakimiyeti Malazgirt Meydan Muharebesi sonrası Türklerin Anadolu'yu vatan edinmesiyle başlamış, "Malazgirt Muharebesi" kazanılınca Alparslan, Karasu ve Çatlı nehirleri vadilerinin fethine komutanlarından Mengücek Ahmet Gazi'yi görevlendirmiştir. Erzincan, Kemah, Divriği ve Şebinkarahisar yörelerini hakimiyeti alan Ahmet Gazi, Kemah'ı merkez yaptı. 1114 yılında Ahmet Gazi'nin ölümü üzerine yerine oğlu İshak Bey geçti. Bu beyliği uzun süre yöneten İshak Bey ölümü üzerine yerine Melih Mahmut geçti. İshak Beyin oğulları Melih Mahmut'un hükümdarlığını tanımayınca, Mengüçlü Beyliği parçalandı. Kemah, Melih Mahmut'a Erzincan, Davut Şah'a, Divriği'de, Süleyman Şah'a düştü. 1151 yılında Davut Şah'ın öldürülmesi üzerine Erzincan'a 13 yıl Süleyman Şah sahip olmuş; Davut Şah'ın oğlu Fahrettin Behramşah 1165 yılında babasının tahtında oturunca, Mengüçlü Beyliği tekrar güçlenmiştir. Fahrettin Behram Şah, Kılıçarslan'ın damadı olması Mengücek ile Anadolu Selçuklu Devleti ilişkilerini gelişmiştir. Behram Şah zamanında Erzincan ticaret ve sanayisi gelişmiştir. Deprem ve afetler sebebi ile o döneme ait eserler günümüze ulaşamamıştır. 1225 yılında Behram Şah'ın ölümü üzerine yerine oğlu Davut Şah geçti. 1228 tarihinde Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat Erzincan ve Kemah'ı işgal ederek Mengüçlü Beyliğine son verdi. Alaaddin Keykubat ile Harezmşahlar Hükümdarı Celalettin Harzem Şah arasında Erzincan yakınlarında 1230 yılında Yassı Çemen Muharebesi
oldu ve Celalettin Harzem Şah yenildi, bölgeye hakim olan Alaattin Keykubat'ın 1237 yılında ölümü üzerine yerine oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev geçti. Onun zamanında devlet Moğolların istilasına uğradı. 1240 tarihinde Erzurum'u işgal eden Moğollar, Erzincan'ı da geçerek 1243 tarihinde Kösedağ Savaşı'nda Anadolu Selçuklu Devletini hezimete uğrattı. Böylece Erzincan ve yöresi İlhanlıların eline geçti. İlhanlılar, Erzincan'ın da aralarında olduğu bölgeyi beylerle yönettiler. Bir ara Çobanoğulları Hükümdarı Küçük Şeyh Hasan Erzincan ve yöresini kendi beyliğine kattıysa da 1338'de Memluk Sultanı Nasreddin Muhammed'in yardımı ile Erzincan ve yöresi Küçük Şeyh Hasan'dan geri alındı. Erzincan bu beylik döneminde de el değişmiştir. Alaeddin Eretna 1352'de öldükten sonra yerine oğlu Gıyasettin Mehmet getirildi. Çıkan anlaşmazlıklar sonunda Erzincan bağımsız olarak, Burak Bey'e bırakıldı. Sırası ile Ahi Ayna Bey, Pir Hüseyin, Mutahhareten Bey yönetimi ele aldı. Mutahhareten döneminde, Kadı Burhanettin Erzincan'a ve yöresine birkaç kez saldırı düzenledi. Bu saldırılar Akkoyunlu Hükümdarı Kutlu Bey'in yardımı ile atlatıldı. Erzincan Emiri Mutahhareten'in Timur'a bağlanması dönemin Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıt'ı kızdırmıştı. Bu olayın üzerine Beyazıt, 1401 yılında Erzincan'ı kuşattı. Fakat çok geçmeden Ankara Savaşı patlak verince bölge 1402 yılında tekrar Timur hakimiyetine geçti. Bölgede II. Mehmet dönemine kadar Osmanlılar etkili olamadılar. 1419'da I. Mehmet zamanında Karakoyunlu Beyi Kara Yusuf Erzincan'ı zapt etti ve Pir Ömer'i vali olarak tayin etti. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Erzincan'ı 1455 yılında aldı. Kaleyi yeniden onardı. Yöre Fatih Sultan Mehmet ile Uzun Hasan arasında çıkan Otlukbeli Savaşı'na kadar (11 Ağustos 1473) Akkoyunlar'ın elinde kaldı. Bu savaştan sonra Osmanlıların denetimine geçti. 1502 tarihinde Safevi tahtına gecen Şah İsmail Erzincan'ı karargâh yapmıştı. Anadolu'yu eline geçirmek isteyen Safeviler'e Yavuz Sultan Selim 23 Ağustos 1514'te Çaldıran Savaşı'yla dur deyince, Erzincan tekrar Osmanlılar'ın yönetimine geçti. Yine Kanuni Sultan Süleyman 1534'te Tebriz Seferi, 1540'da İran Seferi sırasında Erzincan'a uğramıştır. I. Dünya Savaşı başlangıcında Osmanlı toprakları olan Erzincan, Sivas, Trabzon civarları savaş devam ettikçe Çarlık Rusyası ordusunun himayesine geçmiştir. Savaş sırasında gerçekleşen Şubat Devrimi sırasında Rusya toprağı olan bu bölgeler, Rusya’nın diğer bölgelerinde gelişen olaylardan aynı şekilde etkilenmiştir. Bolşevik askerler kendi subaylarını tutuklamışlar, ayaklanmışlar, bununla birlikte [[Sovyet (konsey)|sovyetler) kurmuşlardır. Bunlardan biri de, savaş döneminde Rusya toprağı olan Erzincan'da bulunan Bolşevik askerlerin kurduğu Erzincan Sovyeti hükümetidir. Sovyet hükümeti, Bolşeviklerin askeri, siyasi, ve ekonomik desteği ile kısa zamanda gerçek bir iktidar oldu. İlkin, [[Sovyetler Birliği]]deki [[Kolhoz]]ların benzeri bir kolektif üretim çiftlikleri oluşturuldu. Ardından istihbarat ve askeri örgüt ve polis teşkilatı kuruldu. Maliye kanunu çıkarıldı ve vergilerin İstanbul hükümetine değil, Sovyetlere ödenmesi kararlaştırılarak vergi miktarları belirlendi. Toprak kanunu çıkarıldı, topraksız köylülere toprak dağıtıldı. 1921 yılında [[Kuvâ-yi Milliye]] müdahalesi sonucunda feshedilmiştir. Bazı kaynaklar ise Osmanlı Ordusu tarafından yıkıldığını belirtir. [[Dosya:Collection of Muslim corpses from Erzincan’s Armenian district on February 12, 1918 at Caucasus Campaign in WWI.jpg|thumb|200pik|[[Kafkasya Cephesi]]'nde Ermeni mahallesinde hapsedildikten sonra 12 Şubat 1918 tarihinde yakılan Türklere ait cesetler defnedilmek üzere taşınırken, Erzincan (1916).]] Şehir [[I. Dünya Savaşı]]'nda Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında yapılan [[Erzincan Muharebesi]] sonucunda 11 Temmuz 1916 tarihinde Ruslar tarafından şehir işgal edilmiş, bunu fırsat bilen ayrılıkçı [[Ermeniler]]'de silahlı birlikler oluşturarak faaliyete geçmişlerdir. 18 Aralık 1917 de [[Sovyetler Birliği|SSCB]] Hükumeti ile yapılan [[Erzincan Mütarekesi]] ile 11 Ocak 1918 de Rus askerleri bölgeden çekilmiş ancak ermeni çeteleri birçok kanlı olaya neden olmuştur. Bu dönemde [[Bolşevik]]lerden etkilenen ve Sovyet yönetimini benimseyen gruplar kısa süreli [[Erzincan Şûrası]]'nı kurmuştur. [[Kazım Karabekir]] komutasındaki askeri birlikler 13 Şubat 1918 de Erzincan'ı, 22 Şubat 1918 de ise [[Tercan]]'ı Ermeni silahlı örgütlerden kurtarmışlardır. [[Kurtuluş Savaşı]]'nda ve hareketli geçen cumhuriyetin ilk yıllarında Erzincan halkı [[Mustafa Kemal Atatürk|Atatürk]] ve silah arkadaşlarının yanında savaşmıştır. Kentin adının Eriza veya Aziriz kelimelerinden geldiği, ilk önce Erziricin daha sonra da bugün ifade edildiği şekilde Erzincan'a dönüştüğü rivayet edilmektedir. 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin bir ili olan Erzincan, [[1939 Erzincan depremi]] olarak bilinen şiddetli depreme maruz kalmış, şehirde büyük bir yıkım yaşanmış, on binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Depremden sonra şehir yeniden inşa edilmiştir. 5 Temmuz 1993'te akşam üzeri 100'e yakın [[PKK]] mensubu [[Kemaliye]] ilçesine bağlı [[Başbağlar, Kemaliye|Başbağlar]] köyünü bastı. Ezanın okunduğu sırada camiye giren örgüt mensupları cemaati zorla dışarı çıkardı. 1,5 saat örgüt propagandası yaptıktan sonra tüm erkekler kurşuna dizildi, burada 29 sivil katledildi. Daha sonra köy ateşe verildi ve 214 ev, köy okulu, köy camii ve halkevi yakıldı. Yakılan evlerde saklanan 1'i kadın 4 kişi de yanarak can verdi. 11 Temmuz 2005 tarihinde PKK'lılar Tunceli-Erzincan Karayolu'nu kesmiş, araçlarda bulunan yolcuların para ve ziynet eşyalarına el koyan PKK'lılar 1 askeri kaçırarak olay yerinden uzaklaşmıştır. Türkiye'nin en büyük depremi olarak anılan [[1939 Erzincan depremi]]nde on binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Depremden sonra [[demir yolu]]ndan yukarı yeni bir şehir inşaatına başlanarak bugünkü Erzincan şehri meydana getirilmiştir. 27 Aralık 1939 gecesi 7,9 büyüklüğünde bir deprem yaşanmış, şehir harabeye dönmüş taş taş üstünde kalmamıştır. Bu deprem Türkiye'nin gördüğü en şiddetli deprem olup 30.962 kişi hayatını kaybetmiştir. Gece 2:00'de Erzincan'ı 52 saniye boyunca sallayan deprem ayrıca [[20. yüzyıl]]ın depremleri sıralamasında 15. olmuştur. Erzincan'ı ve hattâ , [[Koyulhisar]]'ı da tümüyle haritadan silen bu deprem; [[Amasya]], [[Ordu (il)|Ordu]], [[Kayseri]], [[Kırşehir (il)|Kırşehir]], [[Ankara]], [[Çankırı (il)|Çankırı]], Sivas, [[Samsun]], [[Yozgat]] ve [[Tokat (il)|Tokat]] illeri ve çevresinde hissedilmiştir. Toplamda 116,720 bina yıkılmış ve deprem gecesi hava sıcaklığının 0 derecenin altında 30 dereceyi göstermesi de ölü sayısının artmasında büyük etken olmuştur. Deprem sırasında kentin demiryolu köprüsü de yıkılmış, telgraf hatları kopmuş, Erzincan'ın çevreyle bütün ilişkisi tamamen kesilmiştir. Bu depremde [[Kuzey Anadolu Fay Hattı]]'nın varlığı anlaşılmıştır. Erzincan'da yıkıcı bir başka deprem de 13 Mart 1992'de yaşanmıştır. Bu deprem 6,8 büyüklüğünde olmuş, 653 kişi hayatını kaybetmiştir. [[Dosya:Munzur Valley, Ovacik.JPG|thumb|200pik|Erzincan sınırları içerisine uzanan [[Munzur Dağları]] ve delta ovası]] [[Dosya:Widok Eufratu - okolice Erzincan - 000959s.jpg|thumb|200pik|[[Fırat Nehri]]'nin Erzincan kolu, 1976]] Erzincan [[Doğu Anadolu Bölgesi]]nin Kuzey Batı bölümünde yukarı Fırat havzasında 39 02 ve 40 05 kuzey enlemleri ile 38 16 ve 40 45 doğu boylamları arasında yer almaktadır. Yüzölçümü 11.903 km² olup il merkezinin denizden yüksekliği 1.185 metredir. İlçeleri; [[Çayırlı]], [[İliç]], [[Kemah]], [[Kemaliye]], [[Otlukbeli]], [[Refahiye]], [[Tercan]] ve [[Üzümlü]]'dür. Birinci derecede deprem kuşağı üzerinde olan ilin "1939 Erzincan depremi"nden sonra şehir merkezi, şimdiki yerinde yeniden kurulmuştur. Erzincan ili genellikle [[dağ]]lar ve [[plato]]larla kaplıdır. Dağlar çeşitli yönlerde belli bir sıra içerisinde uzanır. Güneybatıdan [[Munzur Dağları]], Kuzeybatıdan [[Refahiye Dağları]] il sınırlarına girer. Doğudan Erzurum'dan gelerek, batıya doğru uzanan [[Karasu ırmağı]] ve [[Kop Dağları]] il alanını derinlemesine, aralarında geniş düzlükler bırakacak şekilde böler. Dağlar il topraklarının yaklaşık % 60'ını kaplar. [[Esence Dağları]] (Keşiş), ilin en yüksek noktasını (3.549 m) oluşturmaktadır. [[Köhnem Dağı]] 3.045 m, [[Sipikör Dağı]] 3.010 m, [[Mayram Dağı]] 2.669 m, [[Kop Dağı Tünel]]'nin geçtiği [[Kop Dağı]] 2.963 m, Mülpet Dağı 3.065 m, [[Munzur Dağları]] 3.449 m, [[Kazankaya Dağı]] 2.531 m, [[Ergan Dağı]] 3.256 m, [[Dumanlı Dağları]] 2.618 m ve [[Coşan Dağı]] 2.976 m'dir. Erzincan ilinde ovalar, doğu-batı ve kuzey-güney doğrultusunda uzanan dağ sıraları arasındaki çöküntü alanlarında ye alır. Ovalar birbirine boğazlarla bağlanmıştır. Erzincan ovası, doğu-batı yönünde uzanır. Denizden yüksekliği 1.218 m. olan ovanın uzunluğu 40 km, toplam alanı ise 500 km²'dir. Kuzeyinde, doğu-batı yönünde uzanan bir [[fay hattı]] vardır. Kalın bir alivyon tabakasıyla kaplı olan ovada, sulu tarım yapılmaktadır. Orta verimlilikte olup, buğday, şekerpancarı ve fasulye yetiştirilmektedir. [[Fırat]] vadisinin iki yanında [[Sansa Boğazı]]'na dek olan alandaki çok sayıda düzlükler, Tercan ovalarını oluşturur. En genişi 180 km²'lik, Çadırkaya (Pekeriç) ovasıdır. Denizden yüksekliği 1.450m ile 1.500 m arası olan bu ova kalın bir alivyon tabakası ile örtülmüştür. İl toplam alanının, 1/20'sini yaylalar kaplamaktadır. Güneyde "Munzur Dağları"nın uzantıları üzerinde, özellikle [[Koşan Dağı]] yöresindeki yaylalar, seyrek ve kısa otlarla kaplıdır. Yer yer [[meşe]]liklere rastlanmaktadır. Daha doğuda Erzurum-Erzincan-­Bingöl sınırında bulunan [[Cemal Dağları]]'nın, Erzincan'da kalan uzantıları üzerinde, verimli yaylalar bulunmaktadır. Önemlileri arasında Çimen, Melan ve [[Sarıçiçek Yaylası (Malatya)|Sarıçiçek yaylaları]] zengin bitki örtüsüne sahip ilin en büyük ve en önemli akarsuyu [[Fırat|Fırat ırmağı]]dır. Fırat 43,8 m³/sn ile 1320 m³/sn arasında değişen debisi ile sulama, [[enerji]] ve [[su sporları]] amaçlarıyla kullanılmaktadır.
Tercan ovalarında Fırat'a, kuzeybatıda "Keşiş Dağları"ndan çıkan, çayırlık dere ile güneydoğuda tuzla suyu katılır. Tercan ovasında suların birleştiği yerden itibaren Fırat'ın en büyük kolu karasu adını almaktadır. Yine [[Tercan Barajı ve Hidroelektrik Santrali]] buradadır. Erzincan ovasında Fırat ırmağı iki yandan Mercan, [[Kom]], Cimin, Pahnik ve Sürperen suları ile [[Çardaklı, Üzümlü|Çardaklı köyü]]ne adını veren Çardaklı deresini alır. Irmak, Erzincan ovasından sonra, [[Bağıştaş, İliç]]'e kadar derin bir yatak içerisinde akar. Fırat ırmağı [[Kemaliye]] ilçesinde Kadıgölü suyu ile Miran suyunu aldıktan sonra, ilçenin güneydoğusunda Başpınar yakınlarında [[Keban barajı]] ile Elazığ il sınırına girer. Refahiye ilçesinin bir kısmından çıkan suların dışındaki tüm suları bünyesinde toplar. Refahiye ilçesinin bu suları Çukurdere ve Orçul Çayı aracılığı ile [[Kelkit çayı]]na dökülür. Bölgedeki bütün akarsular kısa boylu sel karakteri taşıyan dere ve çaylardır. İlkbahar mevsiminde eriyen kar suları ve yağan yağmurlarla kabarır, zaman zaman taşkınlara neden olurlar. İl sınırları içerisinde coğrafi önemi olan göl yoktur. Çayırlı ilçesinde [[Yedi göller]] ve [[Aygır gölü]], Otlukbeli ilçesinde [[Otlukbeli gölü]], Kemaliye ilçesinde ise [[Kadıgölü]] gibi küçük göller bulunmaktadır. [[Karasal iklim]] özelliğine sahip Erzincan yüzey şekilleri, ovaları ve dağlarla çevrili olmasından dolayı yer yer değişik karakterli iklimlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Doğu Anadolu bölgesinde yer alan Elazığ ve Malatya dışındaki diğer tüm illerden daha [[Ilıman kuşak iklimleri|ılıman iklim]]i vardır. Yıllık sıcaklık ortalamaları 16,6 °C'dir. En soğuk ay olan Ocak ayı ortalamasının -3,7& °C, en sıcak ay olan Ağustos ayı ortalamasının da 23,9 °C olduğu görülmektedir. Erzincan, çevre illere göre daha uzun ve sıcak yaz mevsimi yaşamaktadır. Kış mevsiminde doğudan gelen [[Sibirya]] kaynaklı hava kütlelerinin tesirinde kaldığı için oldukça sert kış günleri yaşanmaktadır. Yağış itibarıyla, 380,6'lık (kg/m²) yağış ortalamasına sahip olan il, yıl içerisinde en fazla yağışı 633,1 mm olarak, en az yağışı 206,1 mm olarak almaktadır. En yağışlı mevsim İlkbahar olup, yağışın yüzde 39'u bu mevsimde, yüzde 26'sı sonbahar, yüzde 22'si kış, ve yüzde 13'ü de yaz mevsiminde kaydedilmektedir. Yıllık nem ortalaması ise yüzde 62'dir. İklim açısından önemli olan, meteorolojik göstergeler istasyon bulunan ilçelere göre uzun yıllar ortalamaları olarak aşağıda gösterilmiştir. Erzincan'da [[akarsu]] boylarında görülen kavak ve söğütlerin dışında genel olarak kısa ömürlü cılız otsu bitkiler yaygındır. Ormanlar Refahiye ve Kemah çevresinde meşe, gürgen, dış budak ve sarı çam olarak yoğunlaşmıştır. İl topraklarının 911.479 ha yaklaşık yüzde 76.57 si erozyona maruzdur. [[Dosya:Erzincan Nüfusu 2011-2015.jpg|thumb|200pik|2011-2015 yılları arası Erzincan il merkezi nüfusu]] [[Dosya:Erzincan Kent 2011.jpg|thumb|200pik|Şehir merkezinden bir görünüm]] Erzincan halkı geçimini [[Türkiye'de tarım|tarım]], [[hayvancılık]] ve [[ticaret]]le sağlar. Büyük şehirlerin kalabalık nüfusu, yüksek binaları ve boğucu havalarının aksine Erzincan insanı kendine bağlayan düzenli şehir yapısı, sayısız doğa güzellikleri, ekonomik alışveriş koşulları ile huzurlu bir yaşam için ideal bir şehirdir. 1992 yılında yaşanan [[1992 Erzincan depremi|Erzincan depremi]]nin neden olduğu büyük yıkıma rağmen Erzincan gelişmeye de devam etmektedir. Halkının büyük çoğunluğu [[Müslüman]] olup şehirde [[sünni]] ve [[alevi]]lerde yoğunluktadır. Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanan Erzincan'ın ticaret ve sanayi ise il merkezinde yoğunlaşmıştır. Yaklaşık 373 hektar alan üzerine kurulu [[Organize Sanayi Bölgesi|Erzincan Organize Sanayi Bölgesi]] şehrin tek sanayi faaliyetinin sürdürüldüğü alandır. Yine bulunduğu coğrafi konum ile tarıma yatkın bir şehirdir. Tarım üretiminde [[buğday]], [[arpa]], [[çavdar]], [[patates]] ve [[şekerpancarı]] bölge üretiminde en fazla payı alan ürünlerdir. Küçükbaş, büyükbaş hayvan varlığı ve arı kovanı sayısı bakımından önemli bir paya sahiptir. Erzincan merkez ilçesinde kullanılan Türk şivesinin [[Anadolu ağızları|Doğu Anadolu ağızları]] içindeki konumu Leyla Karahan'ın "Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması" adlı çalışmasında yer verilmiştir. [[Dosya:Kemah Osmanlı mezarlığı.JPG|thumb|200pik|Kemah ilçesindeki Osmanlı mezarlığı]] Erzincan'ın yöresel olarak meşhur tatlarından "cimin üzümü" [[Üzümlü]] ile özdeşleşmiş ve Erzincan [[döner]]i de bilinen tatları arasındadır. [[Hititler]] ile [[Urartular]] uygarlıklar döneminden günümüze kadar gelen [[Kemah Kalesi]], şehir merkezinde bulunan Terzibaba Türbesi, Hıdır Abdal Sultan Türbesi ve Melik Gazi Türbesi, [[Tercan]]'da bulunan Orta Çağ Türk mimarisinin en ilginç ve önemli eseri kervansaray, hamam, mescit ve kendi türbesinden oluşan [[Saltuklu Beyliği|Saltukoğulları]] Hükümdarı [[II. İzzeddin Keykavus]]'un kızı [[Mama Hatun]] için yaptırdığı "Mama Hatun Külliyesi", yine Tercan ilçesi [[Üçpınar, Tercan|Üçpınar]] köyünde bulunan ve 1854 yılında yapıldığı düşünülen [[Abrenk Kilisesi]], Ekşisu adı verilen böğert maden suyunun da elde edildiği "Ekşisu kaplıcaları", [[Kemaliye]] ilçesinde bulunan Buz ve Ala mağaraları ile [[Refahiye]] ilçesinde bulunan "Köroğlu Mağarası" görülmeye değer yerler arasındadır. [[Dosya:Erzincan University campus.JPG|thumb|200pik|[[Erzincan Üniversitesi]]]] Sağlık Yüksek Okulu, Sivil Havacılık Yüksek Okulu, Kemaliye Hacı Ali Akın Turizm ve Otelcilik Yüksek Okulu Şehir Merkezinde 18 (Belediye Sınırları içi) ve kent genelinde 39 adet lise ile belediye sınırları içerisinde 42 ilköğretim okulu hizmet vermektedir. [[Dosya:Erzincan Havalimanı E-1.jpg|thumb|200pik|[[Erzincan Havalimanı]]]] Erzincan'a ulaşım, tren ve karayolu ile sağlanabileceği gibi, Erzincan DHMİ ait modern uluslararası hava limanından da yapılabilmektedir. Erzincan'a en önemli ulaşım biçimi şehir merkezi çevresinden geçen [[Avrupa E-yolu E80]] otoyoludur. Tren yolu ulaşımının da önemli bir yere sahip olduğu ilde [[Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları]]'nın (TCCD) düzenlediği [[Doğu Ekspresi]] tren seferleri doğuda [[Erzurum]], batıda Kemah-Erzincan yolu istikametinde giden [[Fırat Nehri]] boyunca süren ve [[Sivas]]'a uzanır. [[Hızlı tren]] çalışmalarının sürdüğü [[Divriği-Erzincan Bölgesel Tren Hattı]] aktiftir. [[Kategori:Erzincan (merkez)| ]] [[Kategori:Erzincan merkez belde ve köyleri|*]] Kemaliye (anlam ayrımı) Akciğerli balıklar Akciğerli balıklar ("Dipnoi"), Sarcopterygii sınıfından solungaç solunumu yapmakla beraber ihtiyaç duyulduğunda hava solunumu da yapabilen tatlı sularda yaşayan balıklar altsınıfı. Vücutları uzunca yapılı ve yuvarlakçadır. Sırt ve anal yüzgeçleri bulunmaz. Göğüs ve karın yüzgeçleri zeminde sürünmeye yarayacak biçimdedir. Bazılarının vücudu büyük yuvarlak pullarla örtülüdür. Pulsuz gözükenlerinde de deri altında küçük yuvarlak pullar mevcuttur. İskeletleri yeşil renkli olup, kısmen kıkırdak, kısmen kemiklidir. İki metre boyunda ve 15 kilogramdan ağır olanları vardır. Akciğerli balıkların burun delikleri ağız boşluğuna açılır. Solungaçlarından başka, kısa bir tüple yemek borusunun alt bölgesine bağlı bir veya iki adet akciğerleri vardır. Bunlar gerçek akciğer değildir. Etrafları bol miktarda kılcal damarlarla örülmüş hava keseleridir. İstenildiği zaman akciğer görevi yaparlar. Yaşadıkları çevrenin suyu kuruduğu zaman balçığa gömülerek akciğer solunumu sayesinde kurak mevsimi atlatırlar. Hem solungaç, hem de akciğer solunumu yaptıklarından çift solunumlu anlamına gelen "Dipnoi" ismiyle de anılırlar. Çoğunun nesli tükenmiş olmasına rağmen; bugün Avustralya, Güney Amerika ile Güney ve Batı Afrika'nın tatlı sularında yaşayan akciğerli balıklar vardır. Gündüzleri çoğunlukla su diplerinde göğüs ve karın yüzgeçlerine dayanarak dinlenir veya yavaş yavaş sürünerek yer değiştirirler. Balık, kurbağa ve sümüklü böcek gibi su hayvanlarını avlayarak beslenirler. Zaman zaman su yüzeyine çıkarak hava solumak suretiyle oksijen ikmali yaparlar. Akciğerlerini hava ile doldururken, geceleri çok uzaktan duyulan horultulu sesler çıkarırlar. Kendilerine yaklaşılınca yılan gibi tıslar ve ısırırlar. Kurak mevsimlerde sular çekilmeye başlayınca, akciğerli balıkların her biri kendine balçık içinde bir tünel kazarak içine yerleşir. Tünelin üzerinde havanın girişine yarayan gözenekli bir kapak bulunur. Balık, çamurdan koza içinde mukuslu bir sıvı ifraz eder. Bunun sayesinde derisinin kuruması önlenmiş olur. Balık, kozasında derin bir uykuya dalar. Vücut fonksiyonlarını da yavaşlatır. Akciğerli balıklar gerekli oksijeni yuvanın üstündeki delikten almaya devam ederler. Yaz uykusu süresince gerekli enerji için kendi kas dokularının bir kısmını eriterek harcarlar. Bu suretle yağmurların tekrar başlayıp, akarsuların canlanmasına kadar hayatlarını sürdürürler. Kas dokusunun besin olarak harcanması sonucu bir mevsim içinde 3 santimlik bir boy kaybı olur. Bazen uzun süren kuraklık dönemlerinde vücutlarının yarısını eritirler. Afrika akciğer balıklarının, çamur kozalarında dört yıldan fazla yaşadığı tespit edilmiştir. Dişiler yumurtlamak için su dibinde bazen bir metreden daha derin delikler açarlar. Yumurtalarını buraya bırakırlar. Erkekleri yumurtalara bekçilik yapar ve onları yüzgeçleriyle yelpazeleyerek su akımı meydana getirmek suretiyle havalandırırlar. Yumurtalar 10 gün içinde açılarak yavrular çıkar. Akciğerli balıkların eti lezzetlidir. Yerliler avlayıp yerler. Bilhassa yaz uykusunda iken kozalarını bularak onları rahatça yakalarlar. Bazen de toprağı kenarlardan oyarak kozayı toprak tabakayla beraber uzaklara naklederler. Koza içinde uyuyan balık bunun farkına varmaz. Alaca, Çorum Alaca, Çorum iline bağlı bir ilçedir. 22.590 nüfusu ile Çorum'un ilçelerinden birisidir. Karadeniz'i İç Anadolu'ya bağlayan yol üzerindedir. Hitit şehirlerinden Alacahöyük bu ilçededir. Amatör astronomi Amatör astronomi, herkesin yapabileceği gökyüzü gözlemlerine, araştırmalara ve edinilen bilgilere verilen astronomi bilimi a
lt dalıdır. Astronomi amatör olarak ile uğraşan kişilere ""amatör astronom"" denir. Amatör astronom, sadece bir dürbünle ya da yanında gelişmiş aygıtlarla gökyüzü gözlemi yapabilir. Amatör astronomide gözlem yapmak, gök olaylarını anlamak ve kozmolojiye kadar uzanan geniş bir bilim alanında araştırma yapmak esas olandır. Kullanılan gözlem aracının türüne ve gelişmişliğine göre gözlem alanı artar. Bunun yanında amatör astronomi programları da bulunmaktadır. Bunlar; Hallo northern sky, carte du ciel, "alpha centaure" gibi planetaryum programları ve sadece hesap yapan ya da gelen sinyalleri araştıran radyoteleskobu programlarıdır. Kozluca, Tonya Kozluca, Trabzon ilinin Tonya ilçesine bağlı bir mahalledir. Kozluca Mahalleninün adı konusunda iki görüş vardır. Birincisi Kuzeyde bulunduğundan Kuzlucadan değişerek Kozluca adını almıştır. İkinci görüş ise kuvetle muhtemeldirki KOZ sözcüğü öz türkçede CEVİZ anlamına gelir. Kozluca Mahalleninde eskiden daha çok olmakla beraber halen daha ceviz çokça yetişmektedir.Buna nispetle KOZ yetişen yer anlamında KOZLUCA denmiştir. Bu isim OSMANLICA kayıtlarda da KOZLUCA olarak geçmektedir. Trabzon iline 51 km, Tonya ilçesine 14 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, Karadeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Mahallede, ilköğretim okulu vardır,iş amacıyla şehirlere olan göç nedeniyle çok az miktarda öğrenci mevcut olup onlarda taşımalı ulaşımla iskenderli mahallesindeki okullarda öğrenim görmektedirler. Mahallenin içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol tek yön asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Mumya Mumya (Arapça مومياء) , çeşitli işlemler uygulamak suretiyle çürümesi önlenerek bozulmadan kalması sağlanan cesettir. Mumyalama geleneği çok tanrılı dinlerden kalmadır. İlk örnekler Antik Mısır'da MÖ 15. yüzyılda bulundu. Mısırlılar, ölülerinin ruhlarının öteki dünyada dirilip yeniden bedenlerine döneceklerine inandıklarından bedenlerinin sağlam kalması amacıyla mumyalama işine büyük önem verirlerdi. Tahnit denen bu mumyalama yönteminde bugün ayrıntılı olarak bilinmeyen ilaçlar kullanıldı. Ölülerin kalp ve böbrekleri dışında kalan iç organları ve beyin (özel bir aletle burundan) alınırdı. Mumyalar ya taş lahitlere ya da çürümemesi için yağlanmış tahta tabutlara konulurdu. Mısırlılar, ilaçtan başka, mumyalama işinde reçine, talaş, zift ve bez, sodyum karbonat ve yağ kullandılar. Mısırlılar, insandan başka, kedi, köpek gibi hayvanları da mumyaladılar. Şaman geleneklerini sürdüren birçok toplulukta görülen mumyalama geleneği, Afrika'nın kimi yörelerinde bugün de sürdürülmektedir. Solhan Solhan (Kürtçe: Bongilan, Zazaca: Boglon), Doğu Anadolu Bölgesi'nde Bingöl iline bağlı bir ilçedir. Solhan, ilçenin 2 km batısında yer alan Mezgeft adı ile anılan yerde, “Beglon” adında bir beyin yönetiminde kaldığı için bu ismi almıştır. Zamanla bu sözcük halk dilinde değişime uğramış, Boglon olarak anılmaya başlanmış, 1932 yılında da Solhan adını almıştır. Solhan ve yöresinin tarihi ile ilgili kesin bilgi olmamakla birlikte, bu yöredeki yerleşimin Hititlere kadar uzandığı bilinmektedir. MÖ 2000 yıllarında Fırat Nehri kıyısında Vasukani şehrini kurup bütün Anadolu’ya yayılan Hurriler, MÖ 1360'ta Hititler'in Toros Dağları'nı aşıp kendilerini sıkıştırması ve yeni krallık devrinde Şuppililuma Mitani prensini kendisine damat edinip himayesi altına almasından ötürü; Harput, Bingöl ve Muş dolaylarında hakimiyetlerini kaybetmişlerdir. MÖ 1200 yıllarında Hitit Devleti'nin yıkılması ile Van bölgesinde yerleşen Urartular batıya doğru genişleyerek Bitlis, Muş ve Bingöl’ü alıp Murat Irmağı Vadisine kadar ilerlediler. MÖ 745 yıllarında Asurlular'ın hakimiyetine geçen bölge, MÖ 612 yılında Med, Babil ve Urartuların saldırısıyla Medlerin hakimiyetine geçmiştir. Daha sonra İskender'in Anadolu'yu ele geçirmesi ile, İskender İmparatorluğu sınırları içerisinde kalan yöre, Onun ölümünden sonra Seleukosların yönetimine girmiştir. Daha sonra da Romalıların eline geçmiştir. Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra, Selçuklular'ın egemenliğine geçmiş, Moğollar'ın Anadolu’ya saldırıları ile, 1243 yılında Kösedağ Savaşı'nda Selçuklular'ın yenilmesi sonucu Moğollar bölgeye hakim olmuşlardır. Bu dönemde, Diyarbakır'ı kendilerine yurt edinen Akkoyunlular; 1394 yıllarında Bingöl, Erzurum, Erzincan'da da hakimiyet kurmuşlardır. 1473 yılında Otlukbeli Savaşı'nda Uzun Hasan'ın yenilmesi ile Solhan'ın da içinde bulunduğu bölge, Osmanlı Egemenliği'ne geçmiştir. Bundan sonra yörede İran Hakimiyeti görülse de Şah İsmail’in 1514 Çaldıran Savaşı'nda Osmanlılara yenilmesiyle Yavuz Sultan Selim tarafından Doğu Anadolu'da birlik tesisi görevini vezir Bıyıklı Mehmet Paşa ile Kürt beyi İdris-i Bitlisi ne vermiştir. Vilayet nizamnamesi gereğince teşkilatlanmada Solhan ve Muş yöresi 1864 yıllarında Erzurum eyaletine bağlanmıştır. I. Dünya Savaşı yıllarında kısa bir süre Rus işgali altında kalan Solhan, 1929 yılında nahiye olarak Muş iline bağlanmış, 1936 tarihinde de ilçe konumuna getirilerek Bingöl İli'ne bağlanmıştır. Vilayetlerin yeniden teşkilatlanması sırasında Solhan, 1864 yılında Erzurum eyaletine bağlanmıştır. I. Dünya Savaşı yıllarında kısa bir süre Rus işgaline uğramıştır. 1929 yılında nahiye olarak Muş iline ve 4 Ocak 1936 tarihinde de Bingöl iline bağlanmıştır. İlçenin yüzölçümü 1114 km²'dir. Bunun il yüzölçümüne oranı % 13,71'dir. İlçenin deniz seviyesinden yüksekliği 1395 metredir. İl merkezine uzaklığı 60 km'dir. Bir doğa harikası olan Yüzenada, bu ilçenin sınırları içindedir. İlçenin 2 belediyesi, 27 köyü mevcuttur. Köyaltı yerleşim birimi (mezra) sayısı 133'tür. Belediye sınırları içinde 7 mahalle muhtarlığı vardır. Bunların 4 tanesi ilçe belediyesi, 3 tanesi de Arakonak Belediye sınırları içindedir. Doğu Anadolu Bölgesi'nde, Bingöl'ün bir ilçesi olan Solhan, doğusunda Muş, batısında Bingöl, kuzeyinde Karlıova ve Varto, güneyinde de Diyarbakır ve Genç ilçesi ile çevrelenmiştir. İstanbul-İran transit yolu üzerinde olup, Bingöl İli'ne 60 km. uzaklıktadır. İlçe, Doğu Anadolu Bölgesi'nin yüksek yayları üzerinde bulunmaktadır. İlçe topraklarının büyük bölümünü engebeli alanlar ve meralar oluşturmaktadır. Güneydoğu Toroslar'ın devamı niteliğindeki dağlar ilçenin güney sınırlarından geçmektedir. Bölgedeki dağların yüksekliği 2000 m'yi geçer. İlçe topraklarının bir bölümü lav örtüsüyle kaplıdır. Bu engebeli arazi üzerinde bulunan dağların en önemlileri Şerafetin Dağları'dır. İlçenin kuzeyini tamamen kaplayan Şerafetin Dağları'nın en yüksek noktalarını; 2388 m yükseklikteki Esentepe ve 2675 m yükseklikteki Şahin tepe oluşturmaktadır. Bu dağlar arasında geniş meralar yer almaktadır. İlçenin en önemli akarsuyu Murat Nehri'dır. İlçe dışında ise Buğlan Çayı Baz Deresi, Masala Deresi önemli akarsularıdır. İlçenin önemli yaylaları ise; Şerafetin, Ağması Çevkani, kuçekan, Kandil ve Kabak Yaylalarıdır. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 1 belde ve 26 köyden oluşmaktadır. İlçenin ekonomisi büyük ölçüde hayvancılığa dayalıdır. Az miktarda da buğday, elma, ceviz, arpa, soğan ve dut yetiştirilmektedir.Son zamanlar da yeni organiza sanayinin kullanıma başlması ve küçük çaplı su parke gibi fabrikların açılmasıyla ekonomisinde bi kıpırdama beklenmektedir. Sabah (gazete) Sabah, Türkiye'de 22 Nisan 1985'te yayımlanmaya başlanan günlük gazete. Sloganı "Türkiye'nin en iyi gazetesi"dir. Gazete, 1997 yılının Ocak ayından itibaren internet üzerinden de yayımlanmaya başlamıştır. 2007 yılında TMSF'ye devredilen ve ardından Turkuvaz Medya Grubu'na katılan gazetenin genel yayın yönetmeni Erdal Şafak'tır. 7 Kasım 2016 tarihi itibarıyla, Türkiye genelinde "Hürriyet" gazetesinin ardından en çok tiraja sahip olan ikinci gazetedir. İzmir'in "Yeni Asır" gazetesini Türkiye çapında gazete haline getirme girişiminin sonuç vermemesinden sonra, bu grubun başındaki Dinç Bilgin'in sahipliğinde Sabah Yayıncılık A.Ş. bünyesinde İstanbul'da hazırlanıp tüm Türkiye'de yayımlanmaya başlandı. İlk sayısı 22 Nisan 1985'te çıkan "Sabah"'ın ilk genel yayın yönetmeni Rahmi Turan'dır. Daha sonra Zafer Mutlu yönetiminde çıkan "Sabah", ileriki yıllarda Ergun Babahan, Ufuk Güldemir ve Tayfun Devecioğlu tarafından da yönetilmiştir. 2000 yılında gazeteye Ciner Grubu ortak olarak girmiş ve zaman zaman kesintili geçen bu ortaklık bir sürecinin sonunda da 3 Mayıs 2005 tarihinde Ciner'in de ortak olduğu Merkez Grubu tarafından satın alınmıştır. 2 Ocak 2006 itibarıyla genel yayın yönetmenliğine Fatih Altaylı'nın getirildi. Ancak2 Nisan 2007 itibarıyla "Sabah" gazetesine borçları dolayısıyla TMSF tarafından el konuldu. Sabah ile atv ortak ihalesi 7 Kasım 2007'de yapıldı. İhalede açılış bedeli de 1.1 milyar $ olarak belirlendi. 22 Nisan 2008'de Çalık Holding'e satışı onaylandı. Gazetenin, TMSF tarafından 2007 yılında el konulmasının ardından iki kamu bankasından kredi verilerek Ahmet Çalık'a satılmasından sonra, 31 Aralık 2008'de Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, gazetenin imtiyaz sahibi Ahmet Çalık'a istifasını sunmuştur. 18 Şubat 2009'da Genel Yayın Yönetmenliği'ne Erdal Şafak getirilmiştir. TMSF'nin el koymasından önce 9 Nisan 2007 ile 15 Nisan 2007 tarihleri arasında gazete satış raporunda 506.957 bin satan "Sabah"ın tirajı 30 Ağustos 2010 ile 5 Eylül 2010 tarihleri arasındaki satışı 331.913 bine geriledi. "Sabah", Almanya'ya çalışmak için giden Türk işçilerinin gazete ve haber gereksinimini karşılamak amacıyla, 1980'li yılından başlayarak uçakla Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine gönderilmeye başlandı. Talebin artması üzerine 1990'ların başında gazetenin Almanya'da da basılmasına karar verildi. Son yillarda Avrupa baskısının satışları azalmıştır. Günümüzde, Almanya'nın Frankfurt şehri yakınlarındaki tesislerinde Sabah'ın dışında, Yeni Asır, Takvim, Fotomaç ve diğer grup gazeteleri de basılmaktadır. Sabah (anlam ayrımı) Sabah, güneş do
ğumundan öğlene kadar olan zaman dilimi. Çır Şelalesi Çır Şelalesi , Bingöl Merkez ilçesi Ilıca Bucağında Uzundere Köyü'ndedir. Köyün adını aldığı derenin, "Büyük Çır Taşı" adı verilen 100 m yükseklikteki kayalığın ortasından geçen bir şelaledir. Su 50 m yükseklikte alt tarafı kayalık olan dere yatağına düşerken güzel bir görünüm arz etmektedir. Ilıca Bucağı merkezine 8 km uzaklıkta olan şelaleye iki ayrı yoldan gidilmektedir. Çır Taşı'nın olduğu bölgede ayrıca kayalıklar, mağaralar bulunmaktadır. Bu kayalıklarda daha çok yırtıcı kuşlar yaşar. Sülbüs Dağı Sülbüs Dağı Bingöl'ün Yayladere ilçesinde bulunan bir dağ. Sülbüs Dağı Yayladere ilçesi'nin Kuzey Batısında yer almaktadır. Tepesi her zaman karlı görülür. Sivri bir koni görünümündedir. Dağcılar buraya her yıl uğrarlar. Ayrıca bu dağda çeşitli av da yapılır. Dağın üstü düz olmakla beraber, uzaktan sivri görünür. Üstünde bir ziyaret vardır ve heybetli bir görünüm taşır. Bu sebepten dolayı dağ hakkında çeşitli efsaneler anlatılır. Rivayete göre; "Sülbüs" adındaki genç bir delikanlı, "Starı" adındaki güzel bir kıza aşık olur. Araya giren bir cadı bunların evlenmesine engel olur. Oğlan aşkından verem hastalığına yakalanarak ölür. Bu üzüntüye dayanamayan kız da çok geçmeden ölünce vasiyeti üzerine sevgilisinin yanına gömülür. Fakat cadı mezarlarının bile arasında dikenli bir ağaç şeklinde filizlenerek onları orada da ayırmak ister. Sülbüs ve Starı'nın öteki dünyada bile birbirlerine kavuşmadıkları rivayet edilir. Dağın bir tarafı Dersim , bir tarafi Bingöl sınırları içinde kalmaktadır. Temmuz ayının ortasına kadar tepesinden kar eksik olmaz. Yaz aylarinda 3 gün süren bir festival yapılır. Dağın güneybatısında Bedro Dağı , kuzeyinde ise Çele Dağı bulunur. Tepesinde taşlarla çevrilmiş , halkın önemli bir ziyaret olarak uğradığı , zaman zaman kurban kesmek için 2900 metre rakıma kurbanlıkların çıkarıldığı , dua edilip mum yakılan bir mekan vardır. Adaklı, Bingöl Adaklı (Eski adı: Azakpert), 1987 yılında, Bingöl iline bağlı bir ilçe statüsüne kavuşmuştur. Bu tarihten önce Kiğı ilçesine bağlı bir nahiye idi. Uzun süre Kiğı ilçesiyle birlikte Erzurum'a bağlı bir köy statüsünü sürdüren Adaklı, 1926 yılında Erzincan iline, 1936 yılında nahiye olarak Bingöl iline bağlanmıştır. Kasabanın 1960'lı yıllara dek kullanılan eski adı Azaxpert, Ermenice Asdğapert (Աստղաբերդ) yani "Yıldız Kalesi" adından gelir. Bu isim, Ermenilerin Hıristiyanlık öncesi dönemde ibadet ettiği tanrıçalardan Asdğik ("Yıldız Hanım", Astarte, Venüs) ile alakalı olmalıdır; zira Hıristiyanlık öncesinde bu yörede önemli bir Asdğik tapınağı bulunduğu bilinmektedir. Kasabayı oluşturan mahallelerden Döşlüce Mahallesinin eski adı olan Seğank (Սեղանք) Ermenice "sunaklar, altarlar" anlamına gelir ve olasılıkla Adaklı adına ilham kaynağı olmuştur. Seğank adı 4. yüzyıl sonuna ait olan Byzantion'lu Faustus Vekâyinamesinde ilk kez zikredilmiştir. Danatepe Mahallesinin eski adı olan Pulur (Բլուր) Ermenice "höyük" demektir. İlçenin köyleri ile birlikte yüzölçümü 879 km²'dir. Bu da, il yüzölçümünün yüzde 10.82'sine tekabül etmektedir. İlçe merkezinin deniz seviyesinden yüksekliği 1500 metredir. İl merkezinden uzaklığı 66 kilometredir. İlçede ilçe belediyesi dışında belediye bulunmamaktadır. Belediye sınırları içindeki mahalle sayısı 5'tir. İlçenin 35 köyü ve bu köylere bağlı 75 mezrası bulunmaktadır. Kiğı Kiğı, Bingöl ilinin bir ilçesidir. Yüzölçümü 438 km²'dir. Bu alan il yüzölçümünün yüzde 5,39'udur. Deniz seviyesinden yüksekliği 1700 metredir. İl merkezinden uzaklığı 75 kilometredir. Bölge tamamen engebelidir ve büyük bir bölümü ormanlarla kaplıdır. İlçe merkezi dışında belediye bulunmamaktadır. 4 mahalle muhtarlığı, 28 köyü ve 72 mezrası mevcuttur. 1514 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Çaldıran zaferi sırasında Osmanlı topraklarına katılmış, değerli hizmetlerinden dolayı Bıyıklı Mehmet Paşa ya mükafat olarak verilmiştir. 1663 yılından itibaren Diyarbakır’a bağlı bir sancak iken, 1864 yılından itibaren Erzurum Vilayetine bağlanmıştır. 1926 da ilçe statüsünde Erzincan’a, Bingöl’ün il olmasıyla da 1936 da Bingöl’e bağlanmıştır. Karlıova Karlıova, Bingöl iline bağlı bir ilçedir. İlçenin 1 belediyesi, 48 köyü mevcuttur. Mahalle muhtarlığı sayısı ise 4'tür. Köyaltı yerleşim birimi sayısı (mezra) 26'dır. Halife Ömer zamanında İslam devletlerinin topraklarına katılır. 1514 Çaldıran Savaşını kazanmasından sonra Osmanlı topraklarına katılır. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1936 yılına kadar Muş iline bağlı Bingöl adını taşıyan iline ilçe olarak bağlanmıştır. Karlıova İlçesi, Doğu Anadolu Bölgesinin Yukarı Fırat Bölümünde bulunmaktadır. Bingöl Merkez İlçesinin kuzeydoğusunda bulunan saha, kabaca doğu - batı doğrultusunda uzanış gösteren ve çoğunlukla 3000 m yüksekliğindeki dağların ( Karagöl Dağları 3057 m, Bingöl Dağı 3193 m, Şeytan Dağları 2.839 m, Şerafettin Dağları 2388 m) orta kesiminde yer alır. genel olarak yükseltisi 1900 m yi aşan, yüksek düz alanların geniş yer kapladığı yöre, aynı zamanda birkaç akarsuyun ( Peri Suyu, Göynük Çayı, Murat Nehri ) kaynaklarını aldığı higrografik sınır olma özelliğine de sahiptir. İlçenin yüzölçümü 1311 km² dir. Bunun il yüzölçümüne oranı yüzde 16.60 dır. İlçenin deniz seviyesinden yüksekliği 1940 metredir. İl merkezinden uzaklığı 70 km'dir. Bir doğa harikası olan "Güneşin Doğuşu" bu ilçe sınırları içinde izlenebilmektedir. Yazlık, Of Yazlık, Trabzon ilinin Of ilçesine bağlı bir mahalledir. Mahallenin eski adının İvyan olduğu söylenir. Köy 1897 yılına kadar Sürmene ilçesine bağlı kalmıştır. Mahallenin tarihi hakkında ilk bilgiler 1486 tarihli Osmanlı belgelerinde bulunmaktadır. Mahallenin gelenek, görenek ve hakkında bilgi yoktur. Yemekleri genellikle mısır, fasulye ve balık üçgeninden oluşmaktadır. Trabzon iline 48 km, Of ilçesine 4 km uzaklıktadır. Of ilçesinin güneybatısında kalmaktadır. Doğusunda İşkenaz mahallesi, batısında ise Sürmene'ye bağlı Mahno mahallesi yer almaktadır. Kuzeyden ise Karadeniz'e kıyıdır. Mahallenin iklimi, Karadeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Ayrıca son zamanlarda arıcılık da yapılmaktadır. Mahallede, ilköğretim okulu vardır bunun yanı sıra taşımalı eğitimden de yararlanılmaktadır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak yanlış yatırım ve proje nedeniyle kullanılamamaktadır. kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi vardır ancak aktif değildir. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik, mobil operatör ve sabit telefon vardır. Yayladere Yayladere (), Doğu Anadolu Bölgesi'nde Bingöl iline bağlı bir ilçedir. Yayladere; MÖ 2100 yıllarında Komukların ve Hurrilerin daha sonra Hititlerin, Urartuların, Perslerin, Romalıların yönetimlerinde kalmıştır. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra Selçukluların, 1080-1201 yılları arasında Saltuk oğullarının, 1473 tarihine kadar Uzun Hasan'ın hakimiyeti altında kalan ilçe toprakları, 1514 Çaldıran Savaşı'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmıştır. Holhol olan eski adı 1959 yılında Yayladere olarak değiştirilmiştir. Adaklı ilçesi ile birlikte 1987 yılında aynı kanunla ilçe statüsüne kavuşturulmuştur. İlçenin yüzölçümü 419 km² dir. Bu da il yüzölçümünün %5.16'sıdır. İl merkezinden uzaklığı 110 km'dir. Deniz seviyesinden yüksekliği ise 1550 metredir. İlçe merkezi dışında belediye bulunmamaktadır. İlçenin 20 köyü, 80 mezrası bulunmaktadır. Belediye sınırları içindeki mahalle muhtarlığı sayısı ise 6'dır. 1997 Genel Nüfus Tespitine göre, ilçenin toplam nüfusu 3 274'tür. Bu nüfusun yüzde 88.52'si ilçe merkezinde, yüzde 11.48'i de kırsal kesimde yaşamaktadır. Km² başına 8 kişi düşmektedir. Sülbüs Dağı, ilçenin Kuzeybatısında bulunan rakımı 2884 m olan bir dağdır. Dağın güneybatı tarafında ilk zirvesi bulunmakta asıl zirve batıda bulunmaktadır. Güneybatı yamaçlarının alt kısımları ağaçlarla kaplıdır. Genel olarak çıplak bir dağdır. Dağın güneyinde bulunan küçük tepenin ismi Sülbüs Tepedir. Dağın zirvesinde bir kale direği bulunmaktadır. Temmuz aylarında bu bölgede Sülbüs Festivali düzenlenmektedir. Taru Dağı, ilçenin batısında bulunan rakımı 2478 m olan kayalık bir dağdır. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 26 köy ve 80 mezradan oluşmaktadır. İlçe merkezinde tüm cep telefonu şebekeleri çalışmaktadır. Telekom hizmetlerinin tümü ilçe merkezinde bulunmaktadır. Fakat hizmetler Bingöl il merkezinden yapılmaktadır. İlçede postahane mevcuttur. İlçede şu an için karasal yayın yapılmamakta, tv yayınları uydu aracılığı ile izlenmektedir. İlçenin ulaşımı ilçeye bağlı dolmuşlar tarafından yapılmaktadır. Pazar günü haricinde genellikle her köye ait dolmuşlar Elazığ/Karakoçan - Yayladere arasında çalışmaktadır. Yedisu Yedisu (Kürtçe ve Zazaca: Çêrme), Bingöl iline bağlı bir ilçedir. Eski ismi Çerme'dir. İlçe, 200 yıllık bir tarihi geçmişe sahiptir. 1951 yılına kadar Çerme köyü olarak, 1951 yılından sonra Kiğı ilçesine bağlı Çerme Bucağı olarak idari taksimatta yerini aldığı görülmektedir. 1970 yılında YSE Müdürlüğünce Çerme merkezinde yapılan ve yedi musluk ihtiva eden çeşmeden dolayı Yedisu ismini almıştır. Yedisu ilçesi, 20 Mayıs 1990 tarih ve 20523 Sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yüyürlüğe giren 9 Mayıs 1990 tarih ve 3644 sayılı "130 İlçe Kurulması Hakkındaki Kanun"la kurulmuştur... İlçenin yüzölçümü 426 km'dir. İl yüzölçümüne oranı yüzde 5.24'tür. İlçe merkezinin deniz seviyesinden yüksekliği 1500 metredir. İl merkezinden uzaklığı 124 km'dir. İlçe dağlık ve sarp bir arazi yapısına sahiptir. doğusunda Çavuşlu Dağı, güneyinde Şeytan Dağı (2.906 m.) batısında Bağır Dağı, kuzeyinde Koşan Dağları (3.078 m.) bulunmaktadır.. İlçenin bir belediyesi, 14 köyü ve 64 mezrası mevcuttur. Belediye sınırları içinde kalan mahalle muhtarlığı sayısı ise 4't Psikolojik danışmanlık ve rehberlik Psikolojik danışmanlık ve rehberlik, bir koruyucu ruh sağlığı hizmetidir. Eğitim kurumları bu
hizmetin uygulama alanlarından bir tanesidir. Ruh sağlığı açısından normal, ancak gelişimsel ve uyum sorunları olan herkesin bu hizmetlere ihtiyacı vardır. Örneğin, yeni okula gelmiş bir öğrencinin uyum sorunu olabilir, arkadaşsızlık çekebilir, bir başka öğrencinin sınavlara ilişkin kaygısı olabilir ya da bir üst eğitim kurumu veya meslek seçimiyle ilgili yardım isteyebilir gibi. İşte, tüm bu sorunlara, psikolojik danışma ve rehberlik programlarından mezun olan psikolojik danışmanlar (ki Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı'nda bu kişilere, öğretmenlik haklarından yararlansınlar diye, rehber öğretmen denilmekte) yardımcı olabilirler. Eğitim ortamında öğrencilere, psikolojik danışma ve rehberlik hizmetleri sunulduğu takdirde, öğretim ve yönetim işleri kolaylaşacak, hem geleceğin yetişkinleri olan çocuk ve gençlerin, dolayısıyla toplumun ruh sağlığı korunmuş hem de çağdaş eğitim ortamı sağlanmış olur. Rehberlik hizmet alanına ve problem alanın göre kendi içinde ayrılmaktadır. Hizmet alanına göre; eğitim, sağlık ve sosyal rehberlik olarak ayrılır. Problem alanına göre ise kişisel, eğitsel ve mesleki rehberlik olarak ayrılmaktadır. Psikolojik danışmanlık yapabilmek için, lisans düzeyinde Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik (PDR) bölümünü bitirmek gerekmektedir. Psikolojik Danışmanlar, klinik psikologlar ve psikiyatristlerden farklı olarak, "hastalık" durumundaki, ilaç tedavisi gerektiren psikolojik rahatsızlıklarla ilgilenmezler. Çocuk, ergen, yetişkin, yaşlı, çiftler ve aile gibi çok çeşitli danışan gruplarıyla çalışmak üzere kendilerini geliştirerek, uzmanlaşabilirler. Rehberlik hizmeti Amerika'da 20. yüzyılın başlarında mesleki rehberlik olarak ortaya çıkmıştır. Eli Weaver, 1906'da Meslek Seçme kitabı yayınlamıştır. Rehberlik hareketinin kurucusu olarak bilinen Frank Parsons, 1908'de Boston'da kurduğu mesleki rehberlik bürosuyla gençlere seçecekleri mesleklerle ilgili danışma hizmeti vermiştir. Amaç, gençlerin, kendi imkân ve yeteneklerine en uygun mesleği seçmelerine ve bu mesleğe hazırlanarak girmelerine yardım etmektir. Bugünkü anlamda rehberlik kavramı, Türk eğitimine 1950'lerin ilk yıllarında 1947'de Marshall yardımı çerçevesinde başlayan Türk-Amerikan dostluk ilişkileri, eğitim alanında da değişme ve gelişme arzularını kamçılamıştır.Amerika’ya gruplar halinde öğrenciler gönderilmeye başlanmıştır. Birçok yöneticiler, eğitimciler, askerler, vb. "görgü-bilgi arttırmak" için gruplar halinde gönderilmiş; oradan da Türkiye’ye birçok alanlarda "uzmanlar" gelmeye başlamıştır. Organize rehberlik faaliyetleri, dolayısıyla psikolojik yardım hizmetleri kavramının Türk eğitiminde yer almaya başlamasında bu ilişkilerin büyük rolü olmuştur. Gerçi 1950’den önceki yıllarda da öğrencinin kişisel gelişmesi için bazı fikirler ve çabalar eğitim literatüründe ve okul faaliyetlerinde görülmektedir. Çocuğun kendi yetenek, ilgi ve ihtiyaçları çerçevesi içinde öğrenip gelişmesinin gerektiği fikri yaygındır. 1939 tarihli bir ilkokul müfredat programında, öğretmenin öğrencilere "kılavuzluk" etmesi işaret edilerek rehberlikten bahsedilmeye başlanmıştır. Öğrencinin kişisel gelişmesini daha etkili bir şekilde sağlamak için okul ve ailenin işbirliği gereği idrak edilerek’ okullarda Okul-Aile Birlikleri kurulmuş ve Millî Eğitim Bakanlığı, Okul-Aile Birlikleri yönetmeliğini çıkartmıştır. Psikoloji biliminde ortaya konan yeni teoriler ve sanayileşme ile gelişen yeni meslek dalları rehberlik hizmetinin sürekli gelişmesini sağlamıştır. Psikolojik Danışma ve Rehberlik hizmetinde kişinin kendisini daha iyi tanıması, istekleri, yetenekleri ile seçeceği meslek arasında uyum veya uyumsuzluk durumları araştırılmaktadır. Psikolojik Danışma ve Rehberlik hizmetinde kullanılan bazı teknikler: Genç, Bingöl Genç, Doğu Anadolu Bölgesi'nde Bingöl iline bağlı bir ilçedir. İlçenin yüzölçümü 1646 km²'dir. Bunun il yüzölçümüne oranı yüzde 20.26'dır. İl merkezine en yakın ilçe olup, 20 km uzaklıktadır. İlçe merkezinin deniz seviyesinden yüksekliği 1125 metredir. İlçe sınırları içinde ilçe belediyesi ile birlikte 2 kasaba belediyesi bulunmaktadır. Toplam mahalle muhtarlığı 13'tür. Bunlardan 5 tanesi ilçe belediyesi, 7 tanesi Servi belediyesi, 1 tanesi de Çaytepe belediyesi sınırları içindedir. İlçe sınırları içinde 62 köy ve bu köylere bağlı 243 mezra bulunmaktadır. Servi Genç ilçesine bağlı bir beldedir. 1936 yılında Bingöl'ün İl olması ile Sivan bölgesi Palu”dan alınarak Bingöl'e bağlandı. 27.03.1955 tarihinde Hacı Ahmet Solmaz tarafından yazılan bir dilekçeyle bucak olmuştur. 1989 yılında belde olmuş ve aynı yıl belediye kurulmuştur. İlk Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Duransel’dir. Ardından Abdullah Solmaz, Hikmet Şen ve dördüncü dönem Belediye Başkanı olarak da Mehmet Ali Uzun seçilmiştir. Karlıova (anlam ayrımı) Adaklı Cemâl Paşa Ahmed Cemâl (d. 6 Mayıs 1872, Midilli - ö. 21 Temmuz 1922, Tiflis), Osmanlı siyaset adamı ve asker, İkinci Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin üç liderinden biridir. Özellikle "Üç Paşalar İktidarı" olarak da bilinen 1913-1918 arasında Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyasetinin belirlenmesinde etkin rol oynamıştır. I. Dünya Savaşı’nda Filistin Cephesi’nin komutanı olarak görev yaptı. Osmanlı Devleti’nin savaştaki yenilgisinin birinci dereceden sorumlularından kabul edilmiştir. Askeri eczacı Mehmed Nesib Efendi’nin oğludur. 1890’da Kuleli Askeri İdadisi’ni, 1893’te Harbiye Mektebi’ni bitirdi. 1895’te kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. Önce Genelkurmay 1. şubesinde görev aldı. 1896’da 2. Ordu’ya bağlı Kırklareli İstihkâm İnşaat şubesine atandı. Ertesi yıl kolağası (önyüzbaşı) oldu. 1898’de Selanik’teki 3. Ordu’ya redif fırkası (tümeni) kurmay başkanı olarak atandı. Selanik’te iken o sırada gizli bir örgüt durumundaki İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne girerek cemiyetin askeri kanadının örgütlenmesiyle görevlendirildi. 1899’da Selanik’te Seniha Hanım’la evlendi. 1905’te binbaşı oldu. Ertesi yıl Rumeli Demiryolları müfettişliğine getirildi. Bu görevi sırasında İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin Rumeli’de örgütlenmesinde etkin rol oynadı; cemiyetin bölük adı verilen yerel birimlerini oluşturdu. 1907’de 3. Ordu kurmay heyetine atandı. Burada Binbaşı Ali Fethi Bey ve Kolağası Mustafa Kemal ile birlikte çalıştı. II. Meşrutiyet ’in ilanının (1908) ardından Selanik’teki İttihat ve Terakkî Cemiyeti genel merkezi tarafından İstanbul’a gönderilen on kişilik temsil heyetinde yer aldı. Ardından cemiyetin genel merkez üyeliğine seçildi. Aynı yıl kaymakamlığa (yarbay) yükseltilerek Anadolu’ya gönderilen Heyet-i İslâhiye üyeliğine getirildi. 31 Mart Olayı’nın (13 Nisan 1909) çıkması üzerine İstanbul’a dönerek Yeşilköy’de ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen Hareket Ordusu’na katıldı. Ayaklanmanın bastırılmasının ardından Üsküdar muhafızlığına atandı (Mayıs 1909). 31 Mart Olayından kısa bir süre sonra Çukurova’da patlak veren Ermeni ayaklanmasını denetim altına almak üzere Adana valiliğine getirildi (8 Ağustos 1909). 1910 sonlarında hastalandığı için İstanbul’a döndü. Ağustos 1911’de Arap aşiretlerinin çıkardığı ayaklanmaları bastırmak üzere Bağdat valiliğine atandı. İttihatçıların desteğindeki Mehmet Said Paşa hükümetinin istifa etmesi üzerine, Temmuz 1912’de bu görevinden ayrılarak İstanbul’a döndü. Bir süre sonra Konya Redif Fırkası komutanı oldu. Ekim 1912’de miralaylığa (Albay) yükseldi. Kasım 1912’de tümeniyle Balkan Savaşı’na katıldı. Pınarhisar-Vize’de Bulgarlara karşı ağır bir yenilgiye uğrayınca fırkası ile birlikte Çatalca’ya çekildi. Aralık 1912’de İstanbul menzil müfettişi ve ordu idare reisi oldu. Bâb-ı Âli Baskını (23 Ocak 1913) olarak bilinen hükümet darbesinin ardından İttihatçılar başa geçince İstanbul muhafızlığına getirildi. Bu görevi sırasında İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne karşı gelişen muhalefeti bastırarak partinin yönetimine destek sağlamaya çalıştı. Aynı yıl Bulgarlarla yapılan barış görüşmelerine askeri üye olarak katıldı. İstanbul muhafızlığının kaldırılması üzerine 1. Kolordu komutan vekili oldu. Aralık 1913’te mirlivalığa (Tuğgeneral) yükseldi. 26 Şubat 1914’te nafia (bayındırlık), 11 Mart 1914’te bahriye nazırlığına atandı. Bahriye Nezareti’nde (bakanlık) ve donanmada yeni düzenlemeler yaptı. Öteden beri Fransız yanlısı olarak bilinen Cemâl Paşa, I. Dünya Savaşı öncesinde Fransa’nın desteğini kazanmak amacıyla Fransa’ya gitti. Ama siyasal ittifak sağlayamadı ve bunun üzerine Alman yanlısı Enver Paşa ve Talat Paşa ile birlikte 2 Ağustos 1914’te yapılan Osmanlı - Alman İttifakı’nı isteksizce destekledi. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesi üzerine bahriye nazırlığının yanı sıra 2. Ordu komutanı olarak görevlendirildi. Kısa bir süre sonra da Filistin’deki 4. Ordu komutanlığına atandı (Kasım 1914).1915’te Ferikliğe (Korgeneral) yükseldi. Mısır’ı İngilizlerden almak amacıyla düzenlenen Kanal Seferi olarak bilinen çarpışmalarda komuta ettiği Osmanlı güçleri ağır kayıplar verince geri çekilmek zorunda kaldı. 1916’da Enver Paşayı devirmek için darbe planladığı ama sonra korkarak bundan vazgeçtiği söylenir (Falih Rıfkı Atay’ın anılarında geçer). Bunu Filistin Cephesindeki başka yenilgiler izledi. Gittikçe kötüleşen durumu düzeltmek amacıyla Temmuz 1917’de Yıldırım Orduları Grubu kurularak 4. Ordu kaldırıldı. Cemâl Paşa da göstermelik bir görev olan Suriye ve Batı Arabistan Orduları Genel Komutanlığına (Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen ve Asir bölgesi komutanlığı) atandı ve birinci ferikliğe (Orgeneral) yükseltildi. 1918’de bölgenin denetimi Yıldırım Orduları Grubu’na verilince bu görevden de alındı. Cemâl Paşa Suriye’de bulunduğu sırada Halide Hanım’la birlikte çeşitli toplumsal hizmetlerin ve bayındırlık etkinliklerinin yaygınlaştırılması için çalıştı; yörenin arkeolojik özellikleriyle yakından ilgilendi. Bu arada Arap ileri gelenleri arasında ortaya çıkan siyasi hoşnutsuzluğa ve düşmanca yönelimlere sert önlemlerle tepki gösterdi. Bölgede "Kasap Cemâl" ve "Seffah Cemâl" lakabı takılan paşa, levanten bölgesindeki Arap milliyetçilerini öldürtmüştür.
Beyrut ve Şam’da öldürdükleri milliyetçilerin adlarının verildiği iki ana meydan bulunmaktadır. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması üzerine 1-2 Kasım 1918 gecesi Enver Paşa ve Talat Paşa ile birlikte bir Alman denizaltısıyla Odessa’ya, oradan da Berlin’e gitti. Tam bu sırada İstanbul’daki sıkıyönetim mahkemesince ("Âliye Divan-ı Harb-i Örfi"), Osmanlı’da yaşayan Arap unsurlarının isyanına sebep olmak suçundan gıyabında önce ordudan atılmasına, sonra da idamına karar verildi (5 Temmuz 1919). Ardından İngilizlere karşı mücadele eden Afgan ordusunun modernleştirilmesi için Afganistan’a gitti. Bolşeviklerin siyaset değişikliği sonucu Tiflis’e geçti. Burada bir süre Enver Paşa ile bir grup İttihatçının Rusya ve tüm Asya’daki Türkleri antiemperyalist ve Turancı amaçlar etrafında birleştirmeye yönelik etkinliklerine katıldı. Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’nın önderleriyle ilişki kurdu. 21 Temmuz 1922’de, Türkiye’ye dönme hazırlıkları içindeyken Tiflis’te Karakin Lalayan ve Sergo Vartanyan adlı iki Ermeni komitacı tarafından öldürüldü. Mamafih, bu suikastın, Stalin’in emriyle, o sırada Gürcistan Çeka’sının başında olan Lavrenti Beria tarafından tertiplendiğine dair iddialar vardır. Cenazesi Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir tarafından Erzurum’a getirilerek Karskapı Şehitliği’ne defnedildi. Cemâl Paşa, İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin önde gelen yöneticilerindendi. Özellikle "Üç Paşalar İktidarı" olarak da bilinen 1913-1918 arasında Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyasetinin belirlenmesinde önemli rol oynadı. Ayrıca I. Dünya Savaşı’nda en önemli cephenin komutanı olarak görev yaptı. Bundan dolayı yenilginin ve İttihat ve Terakkî Cemiyeti yönetiminin birinci dereceden sorumlularından sayıldı. Cemâl Paşa’nın Seniha Hanım’la olan evliliğinden Ahmed, Mehmed, Kamuran, Nejdet ve Behçet isimli beş çocuğu vardır. Oğullarından Ahmed Cemâl ünlü gazeteci Hasan Cemâl’in babasıdır. Falih Rıfkı Atay Zeytindağı kitabında Cemâl Paşa’dan şöyle anlatır; "Hazin tâlih: Eşraf larını öldürmüş olduğu Suriye’de Cemâl Paşa’yı seven ve arayan çoktur. Cemâl Paşa, Bolşevikler hesabına on binlercesini kendi eli ile hayat vermiş olduğu Ermeniler tarafından öldürülmüştür." Cemâl Paşa’yı Ermenilerin mi, yoksa Rus Gizli Servisi’nin mi öldürdüğü meselesi bugün hâlâ tartışılmaktadır. Kişisel bilgisayar Kişisel bilgisayar veya PC ("İng: Personal Computer"), şahsi kullanımına yönelik özel olarak tasarlanmış, herhangi bir uzman veya operatörün yardımı olmadan kişilerin kendi başlarına kullanabileceği bilgisayar türü. Masaüstü bilgisayarlar, dizüstü (laptop) bilgisayarlar ve tablet bilgisayarlar, PC'lere örnek olarak verilebilir. Kişisel bilgisayarlar evde, büroda veya mobil olarak (hareket halindeyken) kullanılabilirler. Kişisel bilgisayarlardaki yazılım uygulamaları; metin işlemeyi, tablolama programını, veritabanlarını, web tarayıcılarını, e-posta istemcilerini, oyunları, sayısız kişisel performans ve özel amaçlı yazılım uygulamarını kapsar. Modern kişisel bilgisayarlarda çoğunlukla internet bağlantısı bulunmakta ve dünya çapında ağ’a (WWW) erişilebilmektedir. Kişisel bilgisayarlarda en yaygın olarak kullanılan mikroişlemciler x64-uyumlu CPU'lardır. Önceki yıllarda x86-uyumlu CPU´lar yaygın olarak kullanılmıştır ve yakın gelecekte x64 CPU'lar, x86 CPU´ların yerini tamamen alacaklardır. Çünkü x86-uyumlu işlemciler yeni programların ihtiyaç duyduğu gücü sağlamakta yetersiz kalmakta, yeni nesil işlemciler ise hem daha ucuza mal edilebilmekte hem de performansı daha iyi sağlamaktadır. İlk kişisel bilgisayar olarak Altair 8800 gösterilmektedir. Kişisel bilgisayarlar yaygın olarak IBM uyumlu olup, Linux işletim sistemini içerebileceği gibi, Macintosh olup Mac OS X de içerebilir. Günümüzde en yaygın işletim sistemi ise Microsoft firmasının ürünü olan Windows serisidir. "Kişisel bilgisayar", terimi ilk kez New York Times gazetesinde 3 Kasım 1962'de kullanılmıştır. Cavid Bey Mehmed Cavid Bey (Osmanlıca: ; d. 1875, Selanik - 26 Ağustos 1926, Ankara), İttihat ve Terakki liderlerinden, II. Meşrutiyet döneminde Maliye Nazırlığı yapmış Osmanlı siyasetçi. Osmanlı İmparatorluğu’nda liberalizm düşüncesinde öne çıkan ilk isimlerdendir. Atatürk’e suikast girişiminin planlayıcısı olma suçlamasıyla karşılaştı ve idam edildi. Dil eleştirmeni ve çevirmen Şiar Yalçın’ın babasıdır. 1875 yılında Selanik’te Dünya’ya geldi. Babası, Selanikli bir tüccar olan Naim Bey, annesi Pakize Hanım’dır. Çiftin üç erkek çocuğunun en büyüğüdür (diğerleri Mustafa Şefkati, İsmail Kâzım). İstanbul’da Mülkiye’de eğitim gördü. Selanik’e döndükten sonra Jöntürk hareketine katıldı. Feyziye Mektepleri’nde müdürlük ve öğretmenlik yaptı. 1908-1911 yıllarında İstanbul’da liberal düşünceyi savunan ve on beş günde bir yayımlanan Ulûm-ı İktisâdiye ve İçtimâiye Mecmuası’nı Rıza Tevfik ve Ahmet Şuayip ile birlikte çıkardı. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Çanakkale ve Selanik milletvekili olarak İstanbul’daki mecliste yer aldı; 31 Mart Vakasından sonra sadrazam Ahmet Tevfik Paşa tarafından maliye bakanlığı görevine getirildi. İttihat ve Terakki yönetimi sırasında çeşitli defalar bu göreve getirilip ayrıldı. Osmanlı maliyesini modernleştirdi. Kapütülasyonların kaldırılması için büyük mücadele verdi. Türk iş adamı sınıfının doğması için uğraştı. İktisadi liberalizme inanmış olan Cavit Bey’in 1917 yılı bütçe konuşması ünlüdür: “"Biz milliyetperveriz. İstemeyiz ki memleketimizde yapılacak bütün teşebbüsler ecnebiler tarafından yapılsın ve misafir olalım. Hayır! …"” Ülkenin I. Dünya Savaşı’na girmesine ve Ermeni tehcirine karşı çıktı. 1917’de bir devlet bankası hâline getirilmesi planlanan İtibar-ı Milli Bankası’nın (Crédit National Ottoman) kurucuları arasında yer aldı. Bu girişim, "iktisadi cihad" olarak tanımlanıyordu. Savaştan yenik çıkıldığı için bu proje gerçekleşmedi. Mondros Müterekesi’nin imzalanmasından sonra Ahmet İzzet Paşa kabinesi ile birlikte istifa etti. Daha sonra kurulan hükümetlerde yer almadı. Savaştan sonra Cavit Bey, işgal devletleri tarafından kurulan Âliye Divan-ı Harb-i Örfi adlı mahkemede yargılandı. Gıyabında 15 yıl kürek cezasına mahkum edilince İsviçre’ye gitti Şubat 1921’de toplanan Londra Konferansı’nda Ankara’nın temsilcisi Bekir Sami Bey’e eşlik ettikten sonra temmuz 1922’de Türkiye’ye döndü. Osmanlı Saltanatı’nın kaldırılmasından sonra sürgüne gönderilen Şehzade Burhaneddin’in eski eşi Aliye Nazlı Hanım ile 1921’de evlendi. Bu evlilikten oğlu Osman Şiar (Yalçın) Dünya’ya geldi (1924). Lozan Barış Antlaşması’nı imzalayan Türkiye delegasyonunda üye olarak bulun bulunan Cavit Bey, Cumhuriyet rejimi sırasında yönetime muhalif bir tutum takındı. İzmir Suikastı hadisesi sonrasında suikast girişiminin bir parçası olmakla suçlandı. Kendisini yargılayan İstiklâl Mahkemesi hakimleri savunmasını suçsuzluğunu ispatlayıcı nitelikte bulmadı ve 26 Ağustos 1926 günü Cebeci’deki Umumi Hapishane’de Doktor Nâzım Bey, Yenibahçeli Nail Bey ve Hilmi Bey ile birlikte idam edildi. Bu isimlerin cenazeleri hapishanenin avlusuna gömüldü. Suikast girişimi nedeniyle tutuklu bulunduğu sırada eşine çıktıktan sonra okuması için yazdığı mektuplar “Zindandan Mektuplar” adıyla, iki yaşındaki oğlu için yazdıkları ise “Şiar’a Mektuplar” adıyla yayımlandı. Oğlu Osman Şiar’ı, arkadaşı Hüseyin Cahit Bey yetiştirdi. Mezarının yeri uzun süre gizli kaldı. Kayıp mezarı 1950’lerde, eşi Aliye Hanım ve dönemin Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın girişimleriyle bulunarak Cebeci Asri Mezarlığı’na nakledildi. Cavit Bey Sabetayist idi. Kuduz Kuduz, Rabies ya da Lyssa. Merkezi sinir sistemini ağır şekilde tutan viral bir zoonoz (insanlara hayvanlardan geçen hastalık). Bugün bile insanlarda ölüme sebep olmaktadır. Etkeni, Rhabdoviruslar grubundan RNA'lı Lyssavirus genusundan bir rhabdovirus'tur. Kuduz hayvanlarının salyasında bulunur ve genellikle ısırma suretiyle bulaşır. Tabii konakçısı olan yarasanın, yağ dokusu ve tükürük bezinde bulunur. Bütün memelilerde koruyucu tedbirler alınmazsa hemen daima öldürücüdür. Bugüne kadar belirtiler ortaya çıktıktan sonra kurtulan sadece altı vaka bildirilmiştir. Kurtulan hastanın bilinci kapatılmış ve 6 gün komada tutulmuştur. Tedavinin 10. gününde hasta gözlerini açmış, annesini tanımış, fakat konuşma ve yürüme gibi faaliyetleri bile yeniden öğrenmek zorunda kalmıştır. Daha sonraki hastalara da aynı tedavi yöntemi uygulanmış, fakat başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Kuduz hastalığında ölüm özellikle solunum felci ile olur. Kuşlar veya böceklerde kuduz virüsüne rastlanmaz. Kuduz, şarbon ve tavuk kolerası gibi hastalıklar için aşıyı bulup tatbik eden kişi Pasteur'dür. 1882 senesinde ise mikroskopla dahi görülemeyen kuduz virüsünü keşfetti. Daha sonra kuduz virüsü verilen tavşanın omuriliğinin kurutulmasından elde edilen maddeyi, kuduz aşısı olarak kullandı. Birçok aşı çeşidi vardır. Dünya Sağlık Örgütü'nün önerdiği bulaşma sonrası aşılama şemasına göre aşı 0., 3., 7., 14., ve 28. günlerde 5 doz olmak üzere uygulanmaktadır. Bulaşma öncesi aşılama uygulaması için ise D.S.Ö'nün tavsiye ettiği aşılama şemasına göre 0, 7, 28. günlerde toplam üç doz aşı uygulanması yeterlidir. Hastalığın kuluçka süresi sekiz günden iki yıla kadar değişebilir. Ortalama kırk gündür. Bu devrede kuduz aşısı veya anti serumu yapılırsa hastalık belirti vermeden önlenebilir. Aşının gayesi vücutta çabuk ve yüksek seviyede antikor hasıl edip virüsün nötralize edilmesidir. Klinik belirtiler çıktıktan sonra aşıdan fayda beklenemez. İnsanlara hastalığın bulaşmasında başlıca aracı olan köpekte ilk belirtiler, hayvan evcilse fark edilen huy değişmeleridir. Hayvan alışılmış hareketlerini yapmaz, garip davranışlar içine girer. Ot, tahta, kumaş vb. şeyleri yemeye çalışır, huysuz ve huzursuzdur, ışıktan uzak ve sessiz yerlere gider, çeşitli hayallere dalar ve çevresine saldırır, devamlı koşar, ağzından salyası akar ve dört-beş gün içinde felçler geçirerek ölür. İlk olay canlı virüsün deri veya mukozalardan vücuda girmesidir. Virüsü önce bu bölgedeki çizgili
kas hücrelerinde çoğalır. Bunun ardından sinir uçlarından içeri giren virüs, sinir yolunu takip ederek merkezi sinir sistemine ulaşır. Tecrübi olarak kanda virüs bulunabileceği de gösterilmiştir. Ancak hastalığın teşekkülünde ve yayılmasında bunun pek önemi yoktur. Beyinde hemen sadece gri cevherde çoğalan virüs yeniden otonom sinirler yolu ile tükürük bezleri, böbrek üstü bezi, böbrek, akciğer, karaciğer, iskelet kasları, deri ve kalp gibi diğer organlara ulaşır. Virüsün özellikle tükürük bezine ulaşması hastalığın salya ile bulaşmasını sağlar. Kuluçka süresinin çok farklı olabilmesi vücuda giren virüs sayısına, girdiği yerin merkezi sinir sistemine uzaklığına, tutulan doku miktarına ve kişinin savunma mekanizmalarına bağlı gibi görünmektedir. Hastalığın merkezi sinir sistemine yerleşmesi ile burada kanlanma artar, sinir hücre çekirdekleri harap olmaya başlar ve bu kusurlu sinir hücreleri sahaya hücum eden savunma hücreleri tarafından ortadan kaldırılır. Bölgeye gelen iltihabi hücrelerin artışı ile bir beyin iltihabı meydana gelir. Zamanla klinik tablo da ağırlaşarak ilerler. Hastalıklı hayvan tarafından ısırıldıktan sonra kas dokusuna giren virüs, önce kas dokusu içinde çoğalır. Daha sonra periferik sinirler aracılığıyla merkezi sinir sistemine ve oradan hızla beyne ulaşır. Beyine yerleşip işgal eden virüsün artık yukarı hareketi tamamlanmıştır ve aşağı doğru hareketine başlar ve göz, tükürük bezleri, deri gibi organlara yerleşir. Burada önemli olan nokta, bu seyir esnasında çok az antijen salınması, antikor oluşmamamsı ve adeta virüsün kendisini saklamasıdır. Bu nedenle laboratuvar tanı yöntemleri klinik belirtiler tam ortaya çıkmadan (yani iş işten geçmeden) sonuç vermez. Kuduzda kuluçka süresi ortalama 10-60 gün arasında değişmekle birlikte, litaratürde bu sürenin 2 güne kadar indiği; bazen yıllara kadar uzadığı vakalar görülmüştür. Özellikle çocuklarda, baş, yüz gibi beyine yakın ya da sinir dokusunun yoğun olduğu bölgelerin ısırıldığı durumlarda ve mukozanın yalandığı hallerde kuluçka süresinin çok kısaldığı görülmüştür. Kuduz virüsü alan bir insanda ilk belirtiler, sanılanın aksine, genellikle kuduzu düşündürmeyen basit bir üst solunum yolu enfeksiyonu şeklinde görülür. Hastalık tablosu tamamen oluşmadan bir iki gün önce ise, iyileşmesine rağmen ısırık yerinde kaşıntı, iğne batması hissi, sinir trasesi boyunca yayılan bir ağrı gibi belirtiler oluşur. Ayrıca kişilik değişiklikleri görülür. Hastalık oluştuktan sonra 3 temel formda seyredebilir. “Spastik form”da hidrofobi (su korkusu) ve aerofobinin oluştuğu klasik, spazmlarla karakterize kuduz seyri izlenir. “Demans form”da uç noktada aşırı uyarılma veya adeta delirme hali görülür. “Paralitik form”da kısmi felçler izlenir. Diğerlerine oranla daha uzun süren bu durumda şüpheli bir tanı yoksa, genellikle kuduz tanısı konamadan, nörolojik problemlerle uğraşılırken hasta kaybedilir. Kuduz hastalığı bir kez oluştuktan sonra ölüm kaçınılmazdır. Önemli olan hastalık oluşmadan vücutta koruyucu antikor düzeyini oluşturmaktır. Kuduz hastalığı hayvanlarda esas olarak 3 dönem gösterir.Bunlar: Bazı kuduz geçiren hayvanlarda hastalığın selim olarak bilinen formu ortaya çıkabilir.Bu formun özelliği prodromal dönemden sonra eksitasyon döneminin görülmeyip, paralitik dönem ve ölümün gerçekleşmesidir... Hastanın klinik bulgu vermesi halinde hikâyesinde kuduz yönünden şüpheli bir hayvan ısırığının bulunması teşhiste yardımcıdır. Ancak mühim olan hasta klinik bulgu vermeden risk altında olup olmadığının tespit edilmesidir. Çünkü klinik bulguları takiben başlanan tedavinin başarılı olma ihtimali çok azdır.Hatta bu aşamada hastalığın tedavisi yok kabul edilir. Teşhiste laboratuvar bulguları: Komplikasyonlar olmadıkça kan kimyası normaldir. Kanda dolaşan beyaz küre (akyuvar) sayısı hafifçe artar. Ancak normalden (5-7 bin/mm³) 30 bin/mm³'e kadar herhangi bir değerde de olabilir. Her virüs enfeksiyonunda olduğu gibi kesin teşhis şu metodlarla konabilir: Ölen veya öldürülen şüpheli hayvanın beyin dokusundan veya beyin biopsilerinden şu çalışmalar yapılabilir: Her sene dünyada milyonlarca insan hayvanların şüpheli saldırılarına maruz kaldığı için bütün bu kişilerin tedavi altına alınması yerine tedavi için bazı şartların varlığı aranır. Çünkü aşı ve anti serum tedavilerinin de riskleri mevcuttur. İnsana sebepsiz saldıran hayvanlar mümkünse yakalanmalıdır. Yakalanan vahşi, veya aşısız evcil hayvanlar 15 gün süresince sağlıklı şartlarda müşahade altında tutulmalı, bu süre içinde ölürlerse en kısa zamanda beyin dokusunda kuduz yönünden tetkik yapılabilecek bir laboratuvara gönderilmelidir. Bu yönden en güvenilir metod Floresan Antikor Tekniği'dir. Eğer bu teknikle kuduz virüsü tespit edilemezse hayvanın salyasında kuduz virüsü olmadığı kabul edilir ve saldırıya maruz kalan kişinin tedavisi gerekmez. Ancak Floresan Antikor Tekniği veya cisimciği müsbet çıkarsa tedavi icabeder. Negri cisimciği tetkiki menfi de olsa kuduz şüphesini ortadan kaldırmaz. Yakalanamayıp kaçan hayvanlar kuduz kabul edilir ve tedaviyi gerektirir. Ayrıca, epilepsi, ağız içi yaraları, ve birçok farklı sağlık sorununun kuduza çok benzer görüntüler oluşturabileceği unutulmamalı, bu nedenle hayvan sağlıklı bir ortamda ve diğer olasılıklar da unutulmadan gözlem altında tutulmalıdır. Fizikçi Fizikçi, fizik ile uğraşan, bu konuda eğitim görmüş, veya fizik alanında önemli gelişmelere imkân vermiş olan kişilerdir. Seben Seben, Bolu ilinin 56 km güneyinde bulunan ilçe. Elması ile meşhurdur. Bir rivayete göre ilçe ismini kuzeyinde bulunan Seben Dağı`ndan almıştır. Ormanda yetişen Semen çiçeğinin de ilçeye ismini verdiği düşünülmektedir. İlçenin 2'si dağ,1'i göl ,4'ü orman, 23'ü vadi ve ovalarda kurulu toplam 29 köyü vardır. Kiraz Dağı çevresinde toplanmış, ortalama 1400 m yükseklikteki yaylalarla çevrilidir. Bu yaylaların en önemlileri Gerenözü ve Kızık yaylalarıdır. Kızık Yaylasının evleri, değişik mimarisiyle dikkati çeker. Bu evler hiç çivi kullanmadan, çam ağaçlarından çatkılı, kenetleme ve birbirine geçme şeklinde yapılmıştır. Yerden yüksekçe yapılmış merdivenler, geniş ocakları ve kendine özgü eşyaları ile bu evler değişik özellikler taşırlar. Seben İlçesinin 14 km güneyinde, Kesenözü Köyünde bulunan Bağlum Kaplıcaları mide, safra kesesi, solunum ve dolaşım bozukluklarında olumlu etkileri olduğu bilinmektedir. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 29 köy ve 3 mahalleden oluşmaktadır. Zürih Zürih (Almanca: "Zürich", İsviçre Almancası: "Züri", Romanşça:"Turitg" ) İsviçre'nin en büyük kenti (2013 yılında şehir merkezinde nüfus 394.709, çevre ilçeleriyle birlikte nüfusu 1.83 milyon kişidir. Zürih şehri Zürih Kantonu'nun başkentidir. İsviçre'nin ekonomik ve kültürel başkentidir. FIFA merkezi Zürih’te bulunur. Zürih adının kökeni Kelt kelimesi "Turus"tan gelmektedir. 2. yüzyıldaki Roma işgalinde şehir Turicum diye adlandırılmıştır. Günümüz İsviçre Almancasında "Züri" [tsüri] diye telaffuz edilir. Avrupa'nın en iyi üniversitelerinden olan ETH (Eidgenössiche Technische Hochschule) ve Zürih Üniversitesi (Universität Zürich) bu şehirdedir. Zürih deniz seviyesinden 408 metre yüksekte Zürih gölünün kuzey kıyısında, Alp dağlarına 30 km. mesafede, batı ve doğusunda ağaçlıklı tepelerin olduğu bir bölgeye yerleşmiştir. Eski şehir Zürih Gölü'nün Limmat Nehri'ne birleştiği noktada kurulmuştur. Kuzey ve batısında tepelerle çevrilidir. Bunlar Gubrist, Hönggerberg, Käferberg, Zürichberg, Adlisberg ve Uetliberg'dir. Sihl Nehri şehrin kuzey noktasında Limmat Nehri ile birleşir. Şehrin tarihi merkezi olan Lindenhof, Limmat Nehrinin doğu yakasında Zürih Gölü'ne 700 metre mesafededir. Eski şehrin sınırları Schanzengraben kanalı sayesinde anlaşılabilir. Bu yapay su kanalı 17. ve 18. yüzyılda şehrin üçüncü tahkimatı olarak, yıldız biçimindeki surların çevresine savunma amaçlı kazılan çukurların suyla doldurulmasıyla yapıldı. Sihl ve Limmat arasında ilerleyerek Zürih ana tren istasyonundan eski Botanik bahçesi çevresinden dolaşıp Bürkliplatz'a ulaşır. Zürih kenti 91.88 km²lik bir alana yayılmıştır, bunun 4.1 km²sini Zürih gölü oluşturur. Bu alanın kuzeyinde ise İsviçre Platosu uzanır. Limmat nehrinin kıyıları şehrin en yoğun bölgeleridir. Nehir güneydoğu-kuzeybatı yönünde ilerler ve etrafında iki hatta zaman zaman üç kilometreye ulaşan bir vadi oluşturur. Kısmen kanal haline getirilmiş ve düzeltilmiş olan nehir, vadinin ortasından değil de, sağ tarafından (kuzeydoğu) akar. İsviçre ulusal müzesinin hemen yanında "Platzspitz" adı verilen yerde Sihl nehri ile birleşerek genişler. Limmat'ın en alçak olduğu yer, 392 metre ile Oberengstringen'dir. Limmat vadisinin batısında ormanlık tepeleriyle Albis dağ zincirleri uzanır. Bölgedeki en yüksek nokta, denizden yüksekliği 869 metre olan Ütliberg'dir. Tepeye çıkan bir trenle rahatça ulaşılabileceği gibi, tepeye çıkan çeşitli yollardan yürüyerek de çıkılabilir. Tepedeki platformdan şehrin, Zürih gölünün ve Alplerin etkileyici bir panoraması görülebilir. Limmat vadisinin kuzeydoğusu Zürih Gölü'nde Neolitik ve Bronz Çağına ait yerleşimler bulunmuştur. Tahminen 6000 yıl önce göl kıyısında, kazık üstünde kurulan yerleşim birimleri olduğu, 4000 yıl kadar önce de çevredeki tepelerde yerleşim yerleri oluşmaya başladığı görülmektedir. Lindenhof tepesi yakınlarında La Tène kültürüne ait kalıntılar keşfedilmiştir. Roma döneminde "Turicum" Gallia Belgica ile Rhaetia eyaletlerinin sınırlarındaki bir vergi toplama noktası ve Limmat nehrinde ürünlerin takas edildiği bir yerdi. I. Konstantin'in 318 yılındaki reformundan sonra, Galya ile İtalya arasındaki sınır, bir kale ve garnizonun koruduğu Turicum'un doğusuna, Linth Nehri ile Walensee'nin kesiştiği yere alındı. Kasaba ile ilgili ilk yazılı kayıtlar 2. yüzyıldan kalmadır ve Lindenhof'da bir mezar taşında bulunmuştur. 5. yüzyılda bir Germen kabilesi olan Alamanlar İsviçre Platosu'na yerleştiler. Roma kalesi 7. yüzyıla kadar ayakta kaldı. Roma kalesinin yerinde Şarlman'ın torunu Ludwig (Alman) 835'te
bir Karolenj kalesi yaptırdı. Ludwig aynı zamanda 853'te kızkardeşi Hildegard için Fraumünster manastırını inşa ettirdi. Bunlarla da yetinmeyip Zürih topraklarını, Uri ve Albis ormanlarını Benediktin Tarikatına bağışladı, manastıra ayrıcalıklar sağladı, şehri manastırın kadın baş papazının yönetimine verdi ve direkt olarak kendi korumasına aldı. 1045'te III. Heinrich manastıra pazar yeri kurma, geçiş parası alma, para basma gibi yetkiler de verdi ve böylece manastır şehrin hakimi haline gelmiş oldu. Zürih, 1218'de Zähringer Hanedanı'nın sona ermesiyle bağımsız bir şehir ('Imperial free city') haline geldi ve eyalet ile karşılaştırabilir bir statü kazandı. 1230'larda 38 hektarlık alanı çevreleyen bir şehir duvarı yapıldı ve Rennweg'deki ilk taş evler inşa edildi. Karolenj kale bir taş ocağı gibi kullanıldı ve kale yıkılmaya bırakıldı. İmparator II. Friedrich 1234 yılında Fraumünster manastırını düşesliğe yükseltti. Başrahibe belediye başkanını aday gösterir ve sıklıkla para basma işini şehrin vatandaşlarına devrederdi. 14. yüzyılda, ilk bağımsız belediye başkanı olan ve lonca kanunlarını ('Zunftordnung') yapan Rudolf Brun ile birlikte yavaş yavaş manastırın gücü azaldı. Bu dönemdeki önemli bir olay, ortaçağ Alman şiirinin ana kaynaklarından biri kabul edilen Manessa Codex'in 14. yüzyılda Zürih'te yaratılmış olmasıdır. Ünlü resimli elyazması - "tüm yüzyılların en güzel Almanca elyazması" olarak nitelenmiştir - Zürih'in ünlü ailesi Manessa family tarafından 1304 ve 1340 yılları arasında yaptırıldı. Elyazmasının üretilmesi o dönemde oldukça yüksek maliyetli ve prestijli bir şeydi ve çok sayıda yetenekli yazıcı ve minyatür ressamı gerektiriyordu, ki bu da o dönemde Zürih'teki zenginliğin artışını ve Zürih vatandaşlarının ihtişama düşkünlüklerini göstermektedir. 1 Mayıs 1351'de, Zürih vatandaşları Eski İsviçre Federasyonunu oluşturan Luzern, Schwzy, Uri ve Unterwalden kantonlarının daha önce oluşturdukları birliğe katılma yemini etti. Böylece Zürih bağımsız devletlerin gevşek bir konfederasyonu olan bu birliğin beşinci üyesi oldu ve 1468 ile 1519 yılları arasında birliğe başkanlık yaptı. Bu görev Ortaçağdan 1848 yılında kurulan İsviçre devletine kadar olan dönemde konfederasyonun yürütme ve kanun yapma gücü anlamına geliyordu. Toggenburg toprakları nedeniyle Zürih ile konfederasyonun diğer 7 üyesi arasında çıkan Eski Zürih savaşı 1440 yılında Zürih'in konfederasyondan geçici olarak çıkarılmasına neden oldu. Taraflar açık bir zafer kazanamayınca 1446 yılında barış anlaşması imzaladı ve Zürih 1450'de birliğe geri döndü. Zwingli, 1520'lerde Grossmünster kilisesinde başrahip olduğu yıllarda İsviçre Reform hareketini başlattı. Zwingli'nin tercümelerine dayanan Zürıh incili 1531'de yayınlandı. Reform devlet sorunları ve sivil yaşamda çok önemli değişikliklere neden oldu ve giderek diğer kantonlara da yayıldı. Bazı kantonlar Katolik kaldılar ve bu durum ciddi çatışmalara ve sonunda Kappel savaşlarına neden oldu. Zürih konsülünün 16. ve 17. yüzyıllarda izolasyonist bir tutum almış olması 1624'te şehri ikinci bir duvarla tahkim etmeye kadar gitti. Aynı yıllarda başlayan Otuz Yıl Savaşı da yeni duvarların yapılmasını teşvik etti. Duvarların tahkim edilmesi oldukça pahalı bir işti, maliyet ahaliye yüklenmesi isyanlara yol açtı ve isyanlar kanlı şekilde bastırıldı. 1648'de Zürih, o zamana kadar sahip olduğu bağımsız imparatorluk şehri statüsünü terk edip, Venedik benzeri bir cumhuriyet olduğunu ilan etti. Bu dönemde Zürih'teki politik sistem şehrin güçlü ailelerinin yönetimi altında bir tür oligarşi idi. Bu ailelerin bazıları şunlardı: Bonstetten, Brun, Bürkli, Escher vom Glas, Escher vom Luchs, Hirzel, Jori (veya von Jori), Kilchsperger, Landenberg, Manesse, Meiss, Meyer von Knonau, Mülner, von Orelli. Ayrıca 16. ve 17. yüzyılda dini inaçları nedeniyle Zürih'e gelen Huguenotlar duraksamış olan ekonomiyi ve ticareti yeniden canlandırdılar. Fransız Devrim Savaşları Zürih'i daha da fazla kargaşaya götürdü. Fransız ordularının İsviçre'yi işgaliyle kurulan Helvetya Cumhuriyeti döneminde şehir Lindth, Thurgau ve Aargau bölgelerini kaybetti. Konfederasyon yıkıldı, feodal haklar ve kanton ayrıcalıkları ortadan kaldırıldı. Bazı kantonlar devrimci fikirlere karşı direndiyse de işgalcilere karşı bir birlik oluşturamadı. 1799'daki Birinci Zürih Savaşında Fransız ordusuna karşı İkinci Koalisyon güçleri (Avusturya, Britanya, Rusya ve Osmanlılar) savaştılar. Fransız general Andre Massena geri çekildi. Buna karşın aynı yıl olan İkinci Zürih Savaşında Fransızlar Zürih'i yeniden ele geçirdiler. 19. yüzyılda Zürih bir ticaret ve ulaşım merkezi haline gelmişti. Buna karşın siyasi sorunlar devam etti. 1839'da liberal hükümete karşı, kırsal konservativ güçler tarafından bir darbe ("Züriputsch") gerçekleştirildi. Bu darbe, tüm İsviçre'yi bir dönem için istikrarsızlığa sürüklese de, radikaller 1845'de yeniden iktidarı ele geçirdiler ve Zürih 1845-46'da yeniden federasyonun başkenti oldu ve Sonderbund kantonlarına karşı liderlik yaptı. Sonderbund savaşını reformcuların kazanması sonunda kabul edilen Federal Anayasasını Zürih hem 1848 hem 1874'te destekledi. Bu dönemde ülkenin diğer bölgelerinden şehir merkezine yoğun bir göçmen akını yaşandı. Gelen göçmenler şehirde bir sanayi işçi sınıfı oluşturdular, ancak ne şehir vatandaşlarının haklarına sahiplerdi ne de şehir yönetiminde bulunabiliyorlardı. İlk olarak 1860'da şehir okulları bu göçmenlerin yüksek vergi verenlerinin çocuklarına açıldı, daha sonra bu hak herkese sağlandı, 1975'te şehirde on yıl oturanlara vatandaş olma hakkı verildi ve 1893'te 11 komşu belediye şehirle birleşti. Buna 1934*te 8 belediye daha eklendi. 19. yüzyılda şehir hızlı bir büyüme gösterdi. 1847'de İsviçre'deki ilk tren yolu olan "Spanisch-Brötli-Bahn" sayesinde Zürih ile Baden arası birbiribe bağlandı ve İsviçre Demiryollarının temeli atılmış oldu. Şu anda hizmet vermekte olan Zürih ana tren istasyonu 1871 yılında yapıldı. Bahnhofstrasse 1867'de, Zürih borsası 1877'de devreye girdi. Şehir plancısı ve müdendis Arnold Bürkli öncülüğünde Zürih sahil şeridinde gerçekleştirilen park, bahçe ve yapılaşmalar da, Zürih'in Limmat ve Sihl üzerinde yerleşmiş küçük bir ortaçağ şehrinden Zürih gölünün sahilinde uzanan modern ve çekici bir şehir haline gelmesini sağladı. 1867'de Zürih kantonunda 500 kişinin ölmesine neden olan kolera salgınından sonra Bürkli tarafından şehrin lağım sistemi, su reserv sistemleri ve katı atık sistemleri yeniden düzenlendi. 390 binden fazla olan şehir nüfusuyla Zürih, İsviçre'nin en büyük şehridir. Zürih'te yaşayan halkın & 31.3'ü İsviçre vatandaşı değildir. Yaşayan yabancı nüfusun en büyük üç grubunu Almanlar (31.625), İtalyanlar (13.292) ve Portekizliler (8.484) oluşturur. Şehirde çalışan insan sayısı 2013 yılında 381.500 kişi olup, bunun 213.000'i şehir dışından her gün şehre gelerek çalışanlardan oluşmaktadır. Zürih halkı günde ortalama 44 kilometre yol katetmekte ve bunun % 58.9'u toplu taşım araçlarıyla yapılmaktadır. Devlet kurumları, basın, okullar, mahkemeler ve her tür yazılı formda kullanılan resmi dil Almancadır (yüksek Almanca). Fakat konuşma dili olarak Zürih Almancası (ya da Zürih diyalekti "Züritüütsch") kullanılır. Fakat Zürih'in önemli bir merkez olmasından dolayı çok çeşitli İsviçre diyalektlerini duymak mümkündür. 2012 yılında yapılan bir araştırmaya göre nüfusun % 69.3'ü evlerinde ana dilleri olarak İsviçre diyalektiğini, % 22.7'si ise yüksek Almanca'yı ana dilleri olarak kullanmaktadırlar. Hızlı şekilde kullanımı artan İngilizce ise halkın % 7.1'inin aile içinde kullandığı dil haline gelmiştir. Fransızca ise % 4.5 oranında kullanılmaktadır. Diğer dillerin kullanım oranı ise şu şekilde sıralanır: Hırvatça ve Sırpça (% 4.1), İspanyolca(% 3.9), Portekizce(% 3.1), Arnavutça(% 2.3) Ayrıca halkın % 20'si evlerinde iki veya üç dil konuşmaktadır. Huldrych Zwinglinin başlattığı Reform hareketi sonrasında Zürih, İsviçre protestanlığının merkezi ve sığınağı oldu. 1970'de nüfusun % 53'ü protestan, % 40'ı ise Katolik idi. Katolik kilisesinin üye kaybetmeye başlaması, protestan kilisesine göre 20 yıl kadar sonra, 1990'larda başlamış olsa da, her iki etkili din/mezhep de çok sayıda üye kaybetti. 2010 yılında Protestan kilisesi üyeleri nüfusun % 26'sına kadar düşerken, Katolik kilisesi 10 puanlık bir kayıpla % 30'lara düştü. 1970'de Zürih nüfusunun sadece % 2'si hiçbir dine bağlı olmadığını söylerken, bu sayı kliselerin sürekli güç kaybetmesine uyumlu olarak 2000 yılında % 17'ye, 2010'da ise % 25'e yükseldi. Zürihteki müslüman nüfusu 2000 yılına kadar % 5'e ulaşmış ve sonraki yıllarda % 1 gibi hafif bir azalma gösterdi. Yahudi nüfusu ise 1970'lerden bu yana % 1 seviyesinde sabit kaldı. Zürih'in iklimi ılımandır. Şehir Atlantik iklimi ile karasal iklim arasında değişme sınırında konumlanmıştır. Bu nedenle {ing}} Sıralama Sıralama bir dizi elemanı, belirli bir özelliğine göre sıraya dizme işlemine verilen addır. Bilgisayar bilimlerinin en çok incelenmiş konularından birisi sıralama algoritmalarıdır. Sıralama, genellikle indekslerde, ansiklopedilerde kullanılır. Ayrıca şuralarda da yaygındır: Katalog, bibliyografya, sözlük, kütüphane fişleri, ve bazı arama motorları. Gwyneth Paltrow Gwyneth Kate Paltrow (d. 27 Eylül 1972), ABD'li oyuncu. 27 Eylül 1972 tarihinde Los Angeles, Kaliforniya'da dünyaya geldi. Yapımcı - yönetmen Bruce Paltrow ve oyuncu Blythe Danner'in kızı olan Gwyneth Paltrow kendisi gibi oyuncu olan Katherine Moennig'in kuzenidir. Yahudi asıllıdır. New York'taki Spence School'un ardından bir dönem University of California at Santa Barbara'ya devam etti ardından okulu bıraktı. Gwyneth Paltrow, 1991 yılında Shout isimli filmle oyunculuk kariyerine başladı. Aynı yıl Steven Spielberg’in, "Kanca" adlı filminde Genç Wendy'yi canlandırdı ve bu rolüyle ismini duyurmayı başardı. Dennis Quaid, Meg Ryan ve James Caan ile birlikte oynadığı "Flesh and Bone" (1993) adlı filmle yıldızı parlayan Paltrow, daha sonra "Malice" (1993), "Jefferson in Paris", "Yedi" (1995) ve Emma"da (
1996) rol aldı. 1998 yılında "Aşık Shakespeare"deki rolüyle, "En İyi Kadın Oyuncu" dalında Altın Küre ve Oscar ödüllerini kazandı. 1996 yılında Brad Pitt ile nişanlandı fakat çift, şiddetli geçimsizlik ve güven sorunu nedeniyle 1998 yılında nişanı bozdu. Daha sonra Ben Affleck ile birlikte olan Paltrow, bu ilişkisine de son verdi. 5 Aralık 2003 tarihinde Coldplay grubunun solisti Chris Martin ile gizlice evlendi. 14 Mayıs 2004 Paltrow'un ilk çocuğu Apple Blythe Alison Martin Londra'da dünyaya geldi. 2005 yılı Aralık ayında Paltrow'un annesi "Entertainment Tonight" isimli bir televizyon programında Paltrow'un ikinci çocuğuna hamile olduğunu açıkladı. 8 Nisan 2006'da Chris Martin'den ikinci çocuğu, Moses Bruce Anthony Martin'i New York'ta dünyaya getirdi. Ancak çift 19 Mart 2014'te boşanma kararı aldı. Beyazperde 'de Gwyneth Paltrow Sami Ofer Sami Ofer (19 Şubat 1922, Galați, Romanya - 3 Haziran 2011, Tel Aviv), İsrailli iş adamı. Sami Ofer kardeşi Yuli Ofer ile birlikte Ofer Biraderler (Ofer Brothers) grubunun sahibidir. 19 Şubat 1922'de doğmuştur. 1947'de Romanya'dan İsrail'e göçmüş olan babaları Joseph Herschovici'nin Hayfa'da başlattığı küçük gemi acentesi oğulları Sami ve Yuli'nin (sonradan soyadlarını İbranileştirerek Ofer adını almışlardır) yönetiminde dev bir uluslararası gruba dönüşmüştür. İki kardeş bir arada, Forbes dergisi dünya zenginleri sıralamasında 2005'te 3.1 milyar dolarlık bir servetin başında 188'inci sıradadırlar. İsrail'in ikinci büyük zenginleridirler. Kamuoyuna karşı ketum bir tarz benimsemiş olan iki kardeş, başta gemi taşımacılığı, bankacılık, inşaat ve emlak sektörlerinde faaldirler. Monako'da yaşayan Sami Ofer daha ziyade denizcilik sektörleri ile ilgili faaliyetleri, Tel Aviv'deki kardeşi Yuli ise emlak işlerini idare etmektedir. Ofer kardeşler, 2004 yılında, grup içindeki müşterek varlıklarını resmen ayıracaklarını (Sami Ofer'in varlığının kardeşi Yuli Ofer'den çok daha fazla olduğu tahmin edilmektedir) ve çocuklarına birbirlerinden ayrılmış varlıklar devredeceklerini açıklamışlardır. Sami Ofer aynı zamanda tanınmış bir sanat koleksiyoncusu olup, dünyanın en büyük Marc Chagall tabloları koleksiyonuna sahiptir. 03.06.2011 tarihinde evinde ölü bulunmuştur. 2010'da Forbes'e göre Ofer ailesi, İsrail'in en zengin ailesidir. Aile dünya sıralamasında ise 109. sırada yer almaktadır 2008 yılında Ofer Greenwich'de bulunan National Maritime Müzesi'ne yaklaşık 20 Milyon Euro bağışladı. 2010 yılında yaptığı bir diğer büyük bağış ise 3.3 milyon Euro ile Cutty Sark'ın restorasyonu için oldu. Bu davranışları ile Britanya'da Onur Ödülü'ne layık görüldü. Sami Ofer, 2005 yılı içinde Türkiye'de, işlerinde gündeme gelmiş, kamuoyunun tepkisini çekmiştir. Ankara 12. İdare Mahkemesi, TÜPRAŞ'ın yüzde 14.76'lık hissesinin Ofer'e satışını iptal etmiştir. Heavy metal Heavy metal (bilinen kısa adıyla metal) 1960'lı yıllarda İngiltere'nin Midlands veya Orta İngiltere Bölgesi ve ABD'de gelişmeye başlayan rock müzik türüdür. Blues ve Rock'n Roll türlerini temel alan heavy metal; kalın ve ağır sesi, distortion, solo gitar ve yüksek ses gibi kendine özgü elementlere sahiptir. Led Zeppelin, Black Sabbath ve Deep Purple gibi ilk heavy metal grupları ağır eleştirilere maruz kalsa da geniş kitlelere hitap edebilmiştir ve bu eleştiriler heavy metal tarihi boyunca neredeyse her grubu etkilemiştir. 1970'lerin ortalarında Judas Priest, Heavy metali Blues türünün etkisinden kurtararak bu türün gelişimini tetiklemiş, bir başka grup olan Motörhead ise türe sertlik ve hız katarak Heavy metalin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Iron Maiden gibi New Wave of British Heavy Metal akımından etkilenen gruplar da bu gelişmeyi devam ettirmiş ve 1970'li yılların sonunda Heavy metal dünya çapında hayran kitlesine ulaşarak headbang, metalhead gibi alt kültürleri oluşturmuştur. 1980'li yıllarda Glam metal türünü benimseyen Mötley Crüe ve Poison gibi gruplar daha aşırı ve agresif tarzda müzik yaparken, bir yandan da Metallica, Megadeth, Slayer, ve Anthrax gibi gruplar Thrash metal'in yükselişini sağlamışlardır. death metal ve black metal türleri ise bu dönemde karışım alt kültür ögeleridir. Heavy metal geleneksel olarak yüksek distortion, vurgulu nota, yoğun bass ve davul sesi ile birlikte güçlü bir vokal kullanmaktır. Bu tarzın alt türleri genellikle bu unsurların bir veya birkaçını vurgulamaktadır, değiştirmektedir ya da ihmal etmektedir. "New York Times" eleştirmeni Jon Pareles bu konuda "Popüler müziğin sınıflandırılmasında Heavy metal; hard rock'ın birçok alttürünü daha az ritim değişimi, daha az blues, daha fazla şovmenlik ve kaba kuvvet ile birlikte bulunduruyor." demiştir." Tipik bir Heavy metal grubu davulcu, basçı, ritim gitarist, ana gitarist ve enstrüman çalan veya çalmayan bir şarkıcıdan oluşmaktadır. Bazı gruplarda sesin dolgunluğunu arttırmak için klavye enstrümanı da kullanılmaktadır. Elektro gitarın amplifikatör ile kullanılması Heavy metal tarihinin temelini oluşturmaktadır. Sık sık ana gitarist ile klasik vokalist rolleri birbiri ile çakışmaktadır. Bu durum müzikal bir heyecan yaratmakla birlikte sahne mücadelesi ruhu oluşturmaktadır. Metal müziğin temelini yansıtan 60'ların karşıt kültürü için duyguların açık sözlülükle ifade edilmesi, gerçeğe işaret edildiğinin gösterilebilmesi için gerekli olmuştur. Eleştirmen Simon Frith metal şarkıcılarının ses tonunun sözlerden daha önemli olduğunu söylemiştir. Metal müzik vokalistliği çok çeşitlidir. Judas Priest'dan Rob Halford ve Iron Maiden'den Bruce Dickinson'ın sesi yüksek oktavlı ve tiyatral iken, Motörhead'den Lemmy Kilmister ve Metallica'dan James Hetfield'ın sesi daha serttir. Metal müzikte bas anahtar unsurlardandır ve gitar ile bas arasındaki ilişki müziğin temel elementidir. Bas gitar düşük-uç sesin "ağır" olmasında kritik rol oynar. Metalin bas aralığı komplekslik açısından geniş aralığa sahiptir. Cliff Burton'ın 1980'lerdeki popülerliğinden etkilenen bazı gruplar bası ana enstrüman olarak da kullanmıştır. Metalde davulun ana görevi yüksek ses, yüksek hız, güç ve kesinlik ile birlikte değişmeyen ritim sağlamaktır. Metal davulculuğu yüksek miktarda dayanıklılık gerektirmektedir. Ayrıca davulcular müziğin karmaşık yapısına ayak uydurabilmek için hız, koordinasyon ve ustalık becerilerini geliştirmek zorundadırlar. Metal davulcularının karakteristik tekniği zil boğmadır. Bu teknikte zile vuran davulcu vurduktan hemen sonra zili eliyle tutarak susturmaktadır. Canlı performanslarda yüksek ve saldırgan ses tonu sosyolog Deena Weinstein tarafından "öldürücü" olarak değerlendirilmiştir. "Metalheads" adlı kitabında psikolog Jeffrey Arnett metal müzik konserlerinin savaş duygusunu ön plana çıkardığını yazmıştır. Blue Cheer gibi erken dönem heavy metal temsilcileri olan Jimi Hendrix, Cream ve The Who ses konusuna yeni kriterler getirmiştir. Blue Cheer'dan Dick Peterson bu konuda "Tek bildiğimiz daha fazla güç istediğimiz." demiştir. Pop müziğin temelinin melodi, house müziğin temelinin ritim olması gibi tını ve yüksek ses de metalin temelidir. Yüksek ses seyirciyi etki altına almaktadır. Black Sabbath'ın 1970 yılında yayımlanan ikinci albümü Paranoid'i örnek olarak gösteren bilim adamı David Hatch ve Stephen Millward "Black Sabbath ve birçok metal müzik grubu şarkılarında hiçbir popüler müzik türünde görülmediği kadar çok karanlık ve depresif konulardan ilham almışlardır." demiştir. Albümde Paranoid şarkısı kişisel travmaları, 'Fairies Wear Boots' şarkısı ise uyuşturucu kullanımının kötü yan etkilerini anlatmaktadır. 'War Pigs' ve 'Hand of Doom şarkıları ise savaş konusuna değinmektedir. Nükleer savaş konusu da sonraki dönemlerde şarkı sözlerinde yerini almıştır. Iron Maiden'ın "2 Minutes to Midnight", Ozzy Osbourne'un "Killer of Giants", Megadeth'in "Rust In Peace... Polaris" ve Metallica'nın "Fight Fire With Fire" şarkıları bu tema üzerine yazılmıştır. Metal müzikte en ağır basan tema ölümdür. Şarkılarında bu temayı en çok Slayer ve W.A.S.P. kullanmıştır. Death metal ve grindcore ise bu konuyu daha agresif ve ürpertici şekilde kullanmaktadır. Metal müzik, Blues kökenli olduğu için seks konusuna da yer verilmiştir. Glam ile Led Zeppelin'in bazı şarkıları bu konuyu işlemiştir. Heavy metalde gerçek dışı ve hayali konulara da yer verilmiştir. Iron Maiden'ın şarkılarının çoğunluğu mitoloji, kurgu ve şiir konularından ilham almıştır. Iron Maiden'ın "Rime of the Ancient Mariner" şarkısı Samuel Taylor Coleridge'in şiiri temel alınarak yazılmıştır. Led Zeppelin'in "The Battle of Evermore", "Immigrant Song", "Ramble On", "No Quarter" ve "Achilles Last Stand" şarkılarında da Yüzüklerin Efendisi gibi mitolojik ve folklorik eserlerin etkileri görülmektedir. Black Sabbath'ın "The Wizard," Megadeth'in "The Conjuring" ve "Five Magics", Judas Priest'ın "Dreamer Deceiver" şarkılarında da benzer durum mevcuttur. 1980'li yıllarda thrash metalin yükselişiyle sosyopolitik yorumlar Metallica'nın "...And Justice for All" ve Megadeth'in "Peace Sells" şarkılarında yer almıştır. Heavy metalin en çok eleştirilen yönlerinden biri şarkı sözleridir. Müzik eleştirmenleri genellikle şarkı sözlerinde kadın düşmanlığı olduğunu söylemiş ve eleştirmişlerdir. 1980'li yıllarda Parents Music Resource Center ABD Kongre Meclisi'ne sakıncalı olarak değerlendirilen şarkı sözlerin özellikle heavy metalde bulunduğunu bildiren ve popüler müzik endüstrisinin düzenlenmesi gerektiğini anlatan bir dilekçe yazmıştır. 1990'lı yıllarda 5 yıl önce iki gencin Judas Priest şarkısında geçen "yap şunu" subliminal mesajını dinledikten sonra kendini vurduğu gerekçesiyle Judas Priest'a dava açılmıştır. Fas, Mısır, Lübnan ve Malezya'da heavy metal grupları ve hayranları tutuklanmış ve bazıları hapise gönderilmiştir. Robert Walser, blues ve R&B’nin yanında klasik müziğin Heavy Metale de ilk günlerinden itibaren ilham kaynağı olduğunu savunmaktadır. Walser’a göre türün en etkili gitaristleri klasik müzik eğitimi almış olanlardır. Bu gitaristlerin klasik modelleri benimseyip yeni bir gitar virtüözü geliştirmeleri H
eavy metalin harmonik ve melodik yapısını değiştirmiştir. Walser, Grove Online Music için yazdığı bir makalesinde 18. yüzyıl klasik müzik sanatçılarından Bach, Wilhelm Richard Wagner ve Vivaldi gibi isimlerin akor ilerlemeleri ve virtüöz çalışmaları konusunda Eddie Van Halen, Randy Rhoads ve Yngwie Malmsteen gibi gitaristlere ilham kaynağı olduklarını belirtmiştir. Believer grubundan Kurt Bachmann “Eğer doğru yapılırsa metal ve klasik müzik birbiriyle uyumlu olur. Metal ve klasik müzik his, doku ve yaratıcılık konusunda her halde en çok ortak yanı bulunan iki türdür.” demiştir. Klasik müziğin sanat müziği kategorisinde, Metal müziğin ise popüler müzik kategorisinde yer almasına rağmen birçok metal müzisyeni ilham kaynağı olarak klasik müzik bestecilerini göstermiştir. Müzikolog Nicolas Cook ve Nicola Dibben’a göre “Popüler müziğin analizi zaman zaman ilham kaynağının sanat müziği olduğunu göstermektedir. Walser’ın Heavy metal ile ideolojiler arasındaki bağlantısı ve 19. yüzyıl romantizmine dayanan gösteri pratikleri buna örnek olarak gösterilebilir. Ancak Blues, Rock, Heavy metal, rap veya dans müziğinin ilk olarak sanat müziğinden ortaya çıktığını iddia etmek yanlış olur.” Görsellik heavy metalde büyük önem taşımaktadır. Grubun dış görünüşü şarkı sözlerini ve müzik tarzını yansıtması dışında albüm kapağını, logosunu, sahne düzenini, giyimini ve müzik videolarını da etkilemektedir. Alice Cooper, Kiss, Lordi, Slipknot ve Gwar gibi gruplar müzikleri dışında görünüşleri ve sahne performansları ile de ünlüdürler. Geriye ve aşağıya doğru uzun saçlar, Weinstein'a göre metal müziğin en ayırt edici özelliğidir. Orijinalinde hippi altkültüründe bulunan uzun saç modası, gazteci Nader Rahman'a göre 1980'li ve 1990'lı yıllarda metal müzikte nefret, kızgınlık ve hayal kırıklığının sembolü olmuştur. Uzun saç metal müzik hayranlarına isyankar olma konusunda güç vermiştir. Metal müzik hayranlarının klasik giyim tarzı blue jean, siyah t-shirt, bot ve siyah deri ya da mavi kot cekettir. T-shirtlerin üzerinde genellikle sevilen grubun logosu ya da resmi bulunur. Zincir, kuru kafa gibi aksesuarlar da yaygın olarak kullanılmaktadır. 1980'li yıllardan punk ve goth müzik dışında korku filmleri de bu modadan etkilenmişlerdir. 1970'li ve 1980'li yıllarda birçok metal müzik grubu sahne görünüşlerini daha etkili kılmak için özel şekilli ve parlak renklere boyanmış enstrümanlar kullanmışlardır. Moda ve tarz özellikle glam metal türünde ön plana çıkmıştır. Sanatçılar sahneye uzun ve boyalı saçlar ile genellikle dudak boyası ve göz kaleminden oluşan makyaj ile çıkmışlardır. Ayrıca parlak elbiseler, tayt, kafa bandı ve mücevherler de sahne gösterisinin birer parçası olmuşlardır. 1980'lerde visual kei adı verilen akımın içinde bulunan X Japan grubu sahnede kostüm, saç ve makyaj kullanımına öncülük etmiştir. Metal müzikte şarkının ritmine göre kafanın sallanmasıyla yapılan headbang çok popülerdir. Ronnie James Dio tarafından popülerleştirilen devil horns ise müziğin popüler işaretidir. Deena Weinstein metal müzik konserlerindeki dans şeklinin fiziksel güç gerektirmesinin dinleyici kitlesinin çoğunluğunun erkek olmasından ve aşırı heteroseksüelist ideolojiden kaynaklandığını söyleyip eleştirmiştir. Weinstein metal müzik konserlerinde yapılan headbang ve itme danslarının teşekkür ve ritmik jest işareti olduğunu ifade etmiştir. Hava gitarı hem konserde bulunan hem de evde müzik dinleyen hayranlar arasında popülerdir. Headbang ve devil horns dışındaki konser aktiviteleri genel olarak sahneden dalış, kalabalık sörfü ve moshingdir. Deena Weinstein, heavy metalin yoğun, dışlayıcı, güçlü ve erkeksi alkültürü nedeniyle diğer rock müzik türlerine göre daha uzun süre popüler kaldığını savunmaktadır. Altkültürü sadece konserler ve giyim tarzları güçlendirmedi. Metal dergileri ve daha yakın zamanda ortaya çıkan internet siteleri de alkültürün gelişmesinde yararlı oldu. Heavy metal teriminin müzikal anlamda kökeni belirsizdir. Kimya ve metalürji alanında ise yüzlerce yıldır kullanılan bir terimdir. Modern popüler kültürdeki en erken kullanımı ise karşıt kültür yazarı William S. Burroughs'ın The Soft Machine adlı romanında görülmektedir. 1962 yılında yayımlanan romanda "Uranian Willy" karakterinden "Heavy metal çocuk" diye bahsedilmektedir. Bir sonraki romanı olan "Nova Express" (1964) romanında ise heavy metal teriminden uyuşturucu konusunda mecaz yapmak için yararlanmıştır. Metal müzik tarihçisi Ian Christie “heavy metal” kelimesinin hippi konuşmasındaki kökeni üzerinde durmuştur. Hippiler arasında “heavy” terimi “güçlü” veya “şiddetli anlamına gelmektedir. “Metal” ise ağır bir ruh halini belirtmektedir. Bu anlamda “heavy” terimi 1960’lı yıllarda genel olarak kullanılmaya başlanmıştır. İngiliz psychedelic sanat grubu Hapshash and the Coloured Coat, 1967 yılında "Featuring the Human Host and the Heavy Metal Kids" adıyla bir parça yayımlamışlardır. 1968 yılında ise Iron Butterfly, Heavy adında bir albüm çıkarmıştır. “Heavy metal” terimi Steppenwolf’un Born to Be Wild şarkısında motorsikleti çağrıştırmak amacıyla kullanılmıştır.”Dumanı ve yıldırımları severim/ Heavy Metal gürlemesini/ Rüzgarla yarışmayı/ Ve dipte olduğumu hissetmeyi.” Jimi Hendrix Experience’in eski menajeri Chas Chandler, PBS’in Rock’n Roll adlı programında heavy metal teriminin kökeninin New York Times’da Jimi Hendrix ile yapılan röportajda geçen “heavy metal” kelimelerine dayandığını iddia etmektedir fakat iddiası kanıtlanamamıştır. Heavy metal teriminin bir rock müzik türünü belirtir şekilde ilk kullanımı 11 Mayıs 1968’de Rolling Stone’un Barry Gifford ile yaptığı röportajda gerçekleşmiştir. 1970 yılının ocak ayında ise Lucian Truscott, Led Zeppelin’in müziğini, “heavy” olarak tanımlamış, Blue Cheer ve Vanilla Fudge ile kıyaslamıştır. 12 Kasım 1970’de Mike Saunders, Humble Pie grubunu eleştirirlen “heavy metal” teriminden yararlanmıştır. " Saunders, 1971 yılında Creem dergisinde yazdığı Sir Lord Baltimore’un Kingdom Come albümünün eleştirisinde de yine “heavy metal” terimini kullanmıştır. " Creem dergisinde eleştirmenlik yapan Lester Bangs terimin popülerliğinin artmasında Led Zeppelin ve Black Sabbath’ın payı olduğunu söylemiştir. 1979 yılında New Yrok Times’da müzik eleştirmenliği yapan John Rockwell, heavy metali “genellikle uyuşturucudan kafası bulanmış kişilerin çaldığı acımasızca agresif müzik” olarak tanımlamıştır." Black Sabbath’ın davulcusu Bill Ward’ın bulduğu “”downer rock” terimi bu türü tanımlamak için kullanılan ilk terimlerdendir. Classic Rock dergisi “downer rock” kültürünün Quaaludes kullanmak ve içki içmek üzerine olduğunu söylemiştir. . Daha sonra bu terim “heavy metal” ile yer değiştirmiştir. ." Heavy metal ve hard rock terimleri özellikle 1970’li yıllarda birbirlerinin yerine çok kullanılmıştır. Bu durum Rolling Stone’un o dönemde yayımlanan sayılarında görülebilir." Heavy Metal’in gitar tarzının kökeni 1950’li yıllarda Amerikalı Link Wray’e dayanır. Asıl kökeni ise 1960’lı yıllarda blues müziğinden etkilenip, klasik blues şarkılarını tempolarını arttırarak yorumlayan ve blues rock türünü ortaya çıkaran The Rolling Stones ve The Yardbirds gibi İngiliz gruplardır. Blues üzerinde yaptıkları denemeler ile heavy metalin ayırt edici özelliği olan yüksek sesli ve distortion içeren gitar sesini ortaya çıkarmışlardır. . Özellikle The Kinks 1964 yılında yayımladıkları "You Really Got Me" şarkısı ile bu gitar sesinin popüler olmasında büyük rol oynamıştır. The Kinks grubunun gitaristi Dave Davies’e ek olarak The Who’nun gitaristi Pete Townshend ve The Yardbirds’ün gitaristi Jeff Beck de gitar sesi konusunda denemeler yapmışlardır. Blues rock gruplarının davulcuları ilk başta küçük davul setleri ve basit ritimler kullanırken zamanla daha güçlü ve karmaşık davul setleri kullanmış ve güçlü gitar sesi karşısında davulun sesi de ön plana çıkmıştır. Vokalistler de tarzlarını ve tekniklerini geliştirmiş ve amfilere olan bağımlılıklarını arttırarak daha dramatik olmuşlardır. The Who’nun canlı performanslarında kullandığı Marshall amfi yığınları bir dönüm noktası olmuştur. Blues rock ile psychedelic rock türünün birleşimi heavy metalin birçok temel noktasını oluşturmuştur. Bu birleşmede Cream grubundan Eric Clapton’ın gitar tarzı, Jack Bruce’un basçılığı ve Ginger Baker’ın çift bass davulculuğu büyük rol oynamıştır. Cream’in ilk iki uzunçaları olan "Fresh Cream" (1966) ve "Disraeli Gears" (1967) gelecekte ortaya çıkacak olan tarzın ilk prototipi olarak kabul edilmiştir. The Jimi Hendrix Experience’ın ilk albümü olan "Are You Experienced" (1967) da bu konuda etkili olmuştur. Hendrix’in gitar teknikleri pek çok gitarist tarafından taklit edilmeye çalışılmış ve albümün en başarılı teklisi olan "Purple Haze" heavy metalin ilk başarılı şarkısı olarak kabul edilmiştir. 1960’lı yılların sonlarına doğru psychedelic tarzdaki Arthur Brown gibi şarkıcılar egzotik, tiyatral ve çoğunlukla ürkütücü performanslar sergilemeye başladı. Bu tarz daha sonra metal müzik için esin kaynağı olmuştur. 1968 yılı heavy metal olarak tanınan sesin birleşmeye başladığı yıl olarak bilinir. Ocak ayında San Fracisco’lu grup Blue Cheer, Eddie Cochran’ın klasik şarkısı "Summertime Blues"’u ilk albümleri olan ve ilk heavy metal albüm kaydı olarak kabul edilen "Vincebus Eruptum" için yorumladılar. Aynı ay içinde Steppenwolf grubu, grubun adını taşıyan ve ‘’heavy metal fırtınası’’ terimini motorsikleti tanımlamak için kullandıkları "Born to Be Wild" şarkısını da içeren ilk albümlerini yayımladılar. Temmuz ayında iki yeni kayıt piyasaya çıktı: Jimmy Page’in gitar performansıyla The Yardbirds’ün "Think About It" şarkısı ve Iron Butterfly’ın 17 dakika süren In-A-Gadda-Da-Vida şarkısının da içinde bulunduğu "In-A-Gadda-Da-Vida" albümü. Jeff Beck Group aynı ay içerisinde ilk albümleri olan "Truth"’u yayımladılar. Ekim ayında Page’in yeni grubu Led Zeppelin ilk canlı performansını sergiledi. The Beatles’ın ‘’Beyaz Albüm’’ olarak da bilinen ve grubun adını taşıyan "The Beatles" albümü de ekim ayında piyasaya çık
tı. Albüm "Birthday" ve "Helter Skelter" gibi "heavy" unsuru barındıran şarkıları da içeriyordu. The Pretty Things'in rock opera tarzındaki ve "Old Man Going" ile "I See You" gibi "proto heavy metal" şarkılarını da içeren "S.F. Sorrow" uzunçaları, Aralık ayında yayımlandı. Bu dönemde MC5, "I Wanna Be Your Dog" gibi ezici ve distortionlı ağır gitar riffleri içeren şarkıları ile daha sonraları heavy metali ve punk müziği etkileyen gitar tarzını geliştirmişlerdir. Pink Floyd yayımladıkları en "ağır" şarkılardan olan "Ibiza Bar" ve"The Nile Song" şarkılarını bu dönemde piyasaya çıkarmışlardır. 1969’un Ocak ayında Led Zeppelin’in grubun adını taşıyan Led Zeppelin albümü yayımlandı ve "Billboard" albüm sıralamasında onuncu sıraya yükseldi. Temmuz ayında Zeppelin ve Cream’den etkilenen fakat daha ham bir sese sahip olan Grand Funk Railroad, Atlanta Pop Festivali’nde sahneye çıktılar. Aynı ay Leslie West, ağır blues rock gitar sesi ve gürültülü vokal içeren "Mountain" albümünü yayımladı. Ağustos ayında Mountain grubu Woodstock Festival’da bir saatlik konser verdi. Grand Funk’ın ilk albümü "On Time" da aynı ay içerisinde yayımlandı. Sonbaharda "Led Zeppelin II" bir numaraya ulaştı ve albümün teklisi "Whole Lotta Love", "Billboard" listesinde dört numaraya kadar yükseldi. Led Zeppelin, Page’in yüksek miktarda distortion sahibi gitar tarzı ve Robert Plant’in dramatik, hüzünlü vokali ile yeni gelişmeye başlayan türe yön verdi. Ağır ve saf metal ses tarzına sahip olan diğer gruplarda bu türün oluşmasında eşit derecede öneme sahiptirler. 1970 yılında Black Sabbath’ın grubun adını taşıyan ("Black Sabbath" ve "Paranoid") albümleri ile Deep Purple grubunun ("In Rock") albümü bu konuda önemli yere sahiptir. Tony Iommi’nin geçirdiği iş kazası Black Sabbath’ın ağır sesini kendine özgü kılmıştır. Sağ elini kullanan Iomi’nin geçirdiği kaza sonucu sol eliyle gitar çalmaya başlaması kendine özgü teknikler geliştirmesine neden olmuştur. Deep Purple grubu ilk yıllarında da türe damgasını vurmuştur fakat 1969 yılında vokalist Ian Gillan ve gitarist Ritchie Blackmore, gelişen heavy metal türünde grubu daha da yukarılara taşımıştır. 1970 yılında Black Sabbath ve Deep Purple "Paranoid" ve "Black Night" ile İngiltere müzik listelerinde önemli konumlarda yer almışlardır. Aynı yıl Uriah Heep grubu ilk albümü olan"Very 'Eavy... Very 'Umble"’ı ve UFO grubu ilk albümü olan "UFO 1" albümünü yayımladılar. Bloodrock grubu da kendi adlarını taşıyan ve ağır gitar rifflerine, hırçın vokal tarzına ve sadistik, ürkütücü sözlere sahip olan Bloodrock albümünü piyasaya sürdü. Budgie "power trio" kavramına yeni bir ses kattı. Black Sabbath ve Uriah Heep yazdıkları okült sözlerde 1971 yılında yayımlanan Led Zeppelin’in dördüncü albümü Led Zeppelin IV’den etkilenmişlerdir. Atlantik Okyanusu’nun diğer tarafında gidişatı belirleyen grup Grand Funk Railroad’dur. 1970’den 1976’ya kadar aktif olan grup en başarılı Amerikalı heavy metal grubudur. Başarılarını ise sürekli konser turlarında bulunmaya borçludurlar. Amerikada bu dönemde bulunan diğer metal grupları ise Blue Öyster Cult (1972), Aerosmith (1973) ve Kiss (1974)’dir. Almanya’da Scorpions grubu 1972 yılında ilk albümleri olan "Lonesome Crow"’u yayımlamışlardır. Deep Purple’ın "Machine Head" (1972) albümünde virtüöz solistlik yapmış olan Blackmore, 1975 yılında Rainbow grubunu oluşturmak için Deep Purple’dan ayrılmıştır. Bu dönemde gruplar sürekli konserler ve ayrıntılı sahne gösterileri ile birçok hayran kazanmıştır. Erken dönem gruplarının “heavy metal” veya “hard rock” türünde çalışıp çalışmadıklarına dair tartışmalar bulunmaktadır. Müziğin blues köklerini daha yakın olan ve melodiye vurgu yapan tür günümüzde “hard rock”dır. "High Voltage" albümü ile çıkış yapan AC/DC bu duruma örnektir. 1983 yılında Rolling Stone ansiklopedisinde AC/DC’den “avustralyalı heavy metal grubu” olarak bahsedilmiştir. Rock tarihçisi Clinton Walker bu konuda “ AC/DC’yi 80’li yıllarda heavy metal grubu olarak tanıtmak o günlerde yanlış olduğu kadar bugün de yanlıştır. Onlar metal müzik kadar ağır olan rock 'n' roll grubudur.” demiştir. Tanımların karıştırılması dışında kesin ayrımlar ve seyircinin tanımları da Ian Christie’ye göre birçok hard rock hayranını heavy metalin içine çekmiştir. Bazı konularda biraz uzlaşma vardır. Black Sabbath’dan sonra Britanya’da en önemli grup sayılabilecek olan ve 1974 yılında "Rocka Rolla" ile çıkış yapan Judas Priest grubu hakkında Ian Christie şöyle demiştir: "1970’li yılların ortalarında heavy metal estetiği anlaşılmazdır, mitolojik bir varlık gibidir. Thin Lizzy’nin karamsar gitarı ve karmaşık ikili gitarlarındadır, Alice Cooper’ın sahne tekniklerindedir, Queen’in cızıtılı gitarı ve gösterişli vokalindedir ve Rainbow’un gürültü ortaçağ sorunlarındadır... Judas Priest, hard rock’ın çeşitli ses paletini birleştirmek ve genişletmek için gelmiştir. İlk kez heavy metal kendi başına bir müzik türü olmuştur." 1980’li yıllara kadar Judas Priest albümleri listelerde ilk 40’da yer almamıştır. Birçok kişi için hızlı tempolu ve blues bulunmayan, daha temiz metalik sese sahip Sabbat sonrası heavy metal grubu olmuştur. Heavy metalin yükselişe geçtiği dönemde birçok eleştirmen bu müzik türüne ilgi duymamıştır. Metalin görsel bir şov ve ticari bir sanat haline gelmesine itirazlar olmuştur ama asıl tepki müzik ve söz tarzına karşı olmuştur. 1970’li yıllarda Black Sabbath’ın albümünü eleştiren Robert Christgau bu tür hakkında “donuk ve yozlaşmış... geri zekalı, ahlaksız sömürü.” demiştir. 1970’li yılların ortalarında Punk rock, yaygınlaşan rock müzik türlerine ve o günün sosyal şartlarına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Punk rock akımı, diğer rock türleri ve disco müzik tarzı nedeniyle 1970’lerin sonlarında heavy metal satışları düşüşe geçmiştir. Aynı dönemde yeni kurulan British heavy metal grupları bu türün agresif ve yüksek enerjili yapısı ile "lo-fi" ve do it yourself fikirlerinden etkilenmişlerdir. Yeraltı olarak tanımlanabilecek metal grupları kendi kayıtlarını yapmaya ve küçük gruplara dağıtmaya bu dönemde başlamışlardır. 1975 yılında kurulan Motörhead metal ve punk ayrımını derinleştiren ilk gruptur. 1977 yılında punk müziğin patlama yapmasıyla NWOBHM akımı da yükselişe geçmiştir. "NME" ve "Sounds" dergileri "New Wave of British Heavy Metal" akımını ön plana çıkartmaya çalışmıştır. Iron Maiden, Saxon ve Def Leppard gibi NWOBHM grupları heavy metal türüne yeni bir enerji katmışlardır. Judas Priest ve Motörhead gibi gruplar sesin sertliğini arttırıp blues etkisini azaltmakla birlikte tempoyu da yükseltmişlerdir. 1980 yılına gelindiğinde Iron Maiden, Saxon ve Motörhead albümleri İngiltere listelerinde ilk 10 sırada yer almaya başladılar. Daha az ticari başarı sağlayan Venom ve Diamond Head gibi gruplar da metal müziğin gelişmesine katkıda bulundular. 1981 yılında Motörhead "No Sleep 'til Hammersmith" ile İngiltere listelerinde ilk konuma gelerek bu pozisyona kendi türünde yükselebilen ilk grup oldu. 1975 yılında Blackmore’un ayrılışıyla Deep Purple, 1980 yılında John Bonham’ın hayatını kaybetmesiyle de Led Zeppelin dağılmıştır. Aynı dönemde Black Sabbath konserlerinde ön grup olarak yer alan Van Halen grubunun gitaristi Eddie Van Halen’ın grubun adını taşıyan 1978 tarihli albümlerinin "Eruption" şarkısında çaldığı solo bir dönüm noktası olarak adlandırılmaktadır. Yine bu dönemde Randy Rhoads ve Yngwie Malmsteen’in virtüözlüğü daha sonra neo-classical metal olarak adlandırılacak tarzı oluşturmuştur. Metal müziğe klasik müzik elementlerinin karışması Blackmore ve Uli Jon Roth ile gerçekleşmiştir. Van Halen’in başarısından sonra metal müzik Güney California’da 1970’lerin sonunda gelişmeye başladı. Quiet Riot, Ratt, Mötley Crüe ve W.A.S.P. gibi gruplar bu dönemde klasik heavy metalden ve sahne gösterilerinde glam rock türünden etkilendiler. Glam metal türünün sözleri hedonizmden ve vahşi davranışlardan oluşuyordu. Glam metal hareketi benzer tarzı benimseyen Twisted Sister gibi gruplarla metal müziğin önemli türleri arasında yer almayı başarmıştır. New Wave of British Heavy Metal’ın doğumu ve Judas Priest’ın 1980 yılında "British Steel" albümünü yayımlaması gibi olaylar heavy metalin popüleritesini çok hızlı bir biçimde 1980’lerin sonlarına doğru arttırmıştır. 1981 yılında kurulan MTV, grupların videolarını televizyonda yayımlamış ve satışların artmasını sağlamıştır. Def Leppard’ın "Pyromania" için çektiği videolarla popüleritesini arttırmış ve Quiet Riot 1983 yılında Metal Health şarkısı ile Billboard listesinde ilk sıraya yükselmiştir. Heavy metalim yükselişini hızlandıran bir başka faktör de 1983 yılında US festival’da Heavy Metal Günü başlığında Ozzy Osbourne, Van Halen, Scorpions, Mötley Crüe ve Judas Priest gruplarının konser vermeleridir. 1983 ile 1984 yılları arasında heavy metal satışları ABD’de tüm müzik türleri arasında %8 paya sahipken %20’lere kadar ulaşmıştır. 1981 yılında "Kerrang!" dergisi ve 1984 yılında "Metal Hammer" dergisi yayın hayatına başlamıştır. 1985 yılında Billboard dergisi yaptığı açıklamada “Metal müzik dinleyici kitlesini oldukça genişletti. Artık genç erkeklerin baskınlığı yok. Metal dineyici kitlesi yaşlılardan, gençlerden ve daha çok kadından oluşuyor.” demiştir. 1980’li yılların ortalarında glam metal ABD listelerinde, müzik televizyonlarında ve konserlerde daha çok yer alıyordu. Warrant, Poison ve Cinderella gibi yeni kurulan gruplar Mötley Crüe ve Ratt yanında popülerliklerini arttırmaya başlamıştı. Bu dönemde glam metal ile hard rock arasındaki tarz boşluğunu dolduran Bon Jovi, üçüncü albümü "Slippery When Wet" ile büyük başarı kazanmıştı. Aynı tarza sahip İsveçli grup Europe aynı yıl yayımladıkları (1986) "The Final Countdown" albümünün adını taşıyan şarkıları ile 25 ülkenin listelerinde birinci sırada yer aldılar. 1987 yılında MTV sadece metal müziğe özgü olan "Headbanger's Ball" programını yayımlamaya başladı. Bir yandan ise heavy metal dinleyicisi yeraltı grupları ve popüler grupları dinleyenler olarak gruplaşmaya başladı. Geniş bir dinleyici kitlesine hi
tap eden gruplardan biri de Guns N' Roses’dır. Los Angeles’taki diğer glam metal gruplarına göre daha vahşi ve tehlikeli bir tarz benimsemişlerdir. 1987 yılında "Appetite for Destruction" ‘ı yayımlamalarıyla birlikte Sunset Strip tarzını birkaç yıl tek başlarına devam ettirmişlerdir. Ertesi yıl aynı L.A. hard-rock kulüp kültüründen beslenen Jane's Addiction grubu "Nothing's Shocking" ile çıkış yapmıştır. Albüm eleştirisinde Rolling Stone, Jane's Addiction grubunun Led Zeppelin’in gerçek mirasçısı olduğunu söylemiştir. Grup, gelecek on yıl içerisinde popüler olacak "alternative metal" türünün ilk örneklerinden biri olarak tanımlanmıştır. Bunun yanında Winger ve Skid Row gibi gruplar glam metal türünün popülerliğini devam ettirmişlerdir. Heavy metal alttürleri’nin bir çoğu ticari patlamanın yaşanmadığı 1980’ler öncesinde oluşmaya başlamıştır. Thrash metal türü 1980’lerin başında hardcore punk ve New Wave of British Heavy Metal’dan etkilenerek oluşmaya başlamıştır. Şarkıların hızı bakımından speed metal ile benzerlik göstermektedir. Thrash metal türü ABD’de Bay Area thrash metalin ön plana çıkmasıyla popülerlik kazanmaya başlamıştır. Ürettikleri şarkılar glam metal ve diğer metal türlerine göre daha hızlı ve daha agresiftir. Gitarda shredding tekniği önplana çıkartılmış ve sözlerde ürkütücü bir dille nihilist düşünceler ya da sosyal konular işlenmiştir. Thrash metali “rap müziğin uzaktan kuzeni” olarak tanımlayanlar da olmuştur. Thrash’in Büyük Dörtlüsü olarak anılan Metallica, Anthrax, Megadeth ve Slayer ile bu tür popülerliğini oldukça arttırmıştır. Avrupa’ya ise bu tarzı üçü de Almanya’da kurulan Kreator, Sodom ve Destruction taşımıştır. San Francisco Bay Area'dan Testament ve Exodus, New Jersey'den Overkill ve Brezilya’dan Sepultura da bu türün gelişmesine katkıda bulunmuştur. Oluşumundan itibaren 10 yıl içerisinde hayran kitlesini oluşturan Thrash metal, Metallica’nın "Master of Puppets" ve "...And Justice for All" albümleri başta olmak üzere Megadeth ve Anthrax’ın kayıtları ile Billboard listelerinde ilk 40 pozisyonda yer almıştır. Slayer, Big Four içerisinde daha az ticari başarı gösterse de "Kerrang!" tarafından tüm zamanların en heavy albümü olarak adlandırılan "Reign in Blood" adlı albüme sahiptir. 20 yıl sonra "Metal Hammer" aynı albümü son yirmi yılın en iyi albümü olarak adlandırmıştır. Slayer, şiddet ve nazizm gibi konuları işlediğinden neo-nazi ve skinhead benzeri oluşumlar da hayran kitleleri içerisinde yer almıştır. 1990’lı yıllara gelindiğinde thrash metal en başarılı dönemine ulaşmıştır. Metallica’nın 1991 yılında yayımladığı ve grubun adını taşıyan albümleri Billboard listelerinde ilk sıraya, Megadeth’in 1992 yılında yayımladığı "Countdown to Extinction" albümü ikinci sıraya , Anthtax ve Slayer ilk ona , Testament ve Sepultura ise ilk 100’e kadar yükselmiştir. Thrash, gelişmesini devam ettirirken daha aşırı türlere ayrılmıştır. MTV News’e göre Slayer’ın müziği death metalin ortaya çıkmasını sağlamıştır. NWOBHM gruplarından biri olan Venom da bu türün ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Hem Kuzey Amerika’da hem de Avrupa’da gelişmeye başlayan death metal hareketinin en önemli figürleri küfür ve satanizm olmuştur. employed by such acts. Florida'da kurulan Death ve Bay Area'da kurulan Possessed bu türün bilinen gruplarındandır. Metalin bu alt türü ismini Possessed grubunun 1985 yılında yayımladığı "Seven Churches" albümünün “Death Metal” adlı şarkısından almaktadır. Death metal, thrash ve hardcore’un hızı ile agresifliğini şiddet ve satanizm ile birleştirmiştir. Death metal vokal olarak brutal vokal ve yüksek tondan çığlıkları barındırmaktadır."[ Genre—Death Metal/Black Metal]". Allmusic. Retrieved on February 27, 2007. Vokalin yanında derin, agresif, düşük tonlu ve yüksek distortion sahibi gitar ile çok hızlı vuruşlardan oluşan davul ritimleri bulunur. Müziğin temposu çok sık değişmektedir. Death metal grupları da thrash metal gibi gelişen tiyatral özellikleri reddetmiş ve gösterilerinde özel bir kostüm kullanmayıp günlük kıyafetler seçmiştir. Bu konunun tek istisnası Deicide grubundan Glen Benton’dır. Sahne gösterilerine alnına ters haç damgalayarak ve zırh giyerek çıkmıştır. Morbid Angel grubu neofaşizm imgelerini kullanmıştır. Bu iki grup ile Death ve Obituary grupları 1980’li yıllarda Florida’da gelişmeye başlayan death metal kültürünün öncüleridir. İngiltere’de gelişen ve benzer bir tarz olan grindcore’un öncü grupları Napalm Death ve Extreme Noise Terror grupları anarcho-punk akımından etkilenmişlerdir. Black metalin ilk akımı 1980’li yılların ortalarında Britanya’dan Venom, Danimarka’dan Mercyful Fate, İsviçre’den Hellhammer ve Celtic Frost ile İsveç’ten Bathory önderliğinde başladı. 1980’lerin sonlarına doğru Norveç’ten Mayhem ve Burzum gibi gruplar ikinci akıma önderlik etti. Black metal tarz ve prodüksiyon olarak değişkenlik göstermektedir. Ancak genel olarak aşırı tondaki vokaller, yüksek distortion sahibi aynı tonda devam eden gitar sesleri ve karanlık atmosfer kullanılır. Ayrıca kasıtlı olarak lo-fi prodüksiyona ve dış seslere de yer verilir. Çoğu black metal grubu ilhamını paganizmden almaktadır ve Hristiyanlık öncesi dönemi vurgulamaktadır. Satanist temalar da ayrıca yaygındır. Birçok black metal grubu metal, folk, klasik müzik, electronica ve avant-garde türlerinin sesleri ile de denemeler yapmaktadır. Darkthrone grubunun davulcusu Fenriz bu durum hakkında “ Prodüksiyon, sözler giyiniş tarzları ve çirhin, ham ve korkunç şeyler için bir şeyler yapmaları gerekiyordu. Genel bir ses yoktu.” demiştir. 1990’larda Mayhem corpsepaint makyajıyla sahneye çıkıyordu ve bu makyaj türünü diğer black metal grupları da benimsemişlerdi. Bathory, Viking metal ve folk metal hareketinden etkilenmiş ve Immortal bu türe hız kazandırmıştır. 1990’ların başında İskandinavyalı black metal gruplarının adları şiddet olayları ile birlikte anılmaya başlamış ve Burzum ile Mayhem grupları kilise yakma olayları ile ilişkilendirilmiştir. Death metalin artan ticari başarısı karşısında özellikle Norveç’teki yeraltı metal grupları black metal hareketini desteklemeye başlamışlardır. Gorgoroth grubunun eski vokalisti Gaahl, "Black Metal hiçbir zaman dinleyiciye ulaşmak için değildi... Bizim ortak düşmanımız vardı: Hristiyanlık, sosyalizm ve demokrasiyi ayakta tutan her şey." demiştir. 1992 yılına gelindiğinde black metal İskandinavya dışında Almanya, Fransa ve Polonya’da da gelişmeye başladı. 1993 yılında Burzum’dan Varg Vikernes’in Mayhem grubundan Euronymous’u öldürmesiyle medyanın ilgisi bu türe yöneldi. 1996 yılında diğer türler durgunlaşmaya başladığında Burzum ve Finlandiyalı grup Beherit karanlık atmosferi sürdürmeye devam etti. Aynı yıl İsveçli Tiamat ve İsviçreli Samael grupları önderliğinde senfonik black metal türü oluşmaya başladı. 2000’li yılların başlarına gelindiğinde Metal Hammer dergisinin Iron Maiden’dan sonra en başarılı metal grubu olarak nitelendirdiği Cradle of Filth gibi Norveçli grup Dimmu Borgir black metal türünü genele daha da yaklaştırdı. 1980’li yılların sonlarında death ve black metal türlerinin sertliğine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Kuzey Amerika’da nispeten yeraltı bir tarza sahip olmasına karşın Avrupa’da, Japonya’da ve Güney Amerika’da oldukça geniş hayran kitlesine ulaşmıştır. Power metal daha çok canlı, epic melodiler ile cesaret ve hoşnutluğu ön plana çıkaran temalar ortaya koymuştur. Sahip olduğu ses 1980’li yılların ortalarında Alman Helloween grubu tarafından güçlü riffler, melodik yaklaşım ve Judas Priest ile Iron Maiden’a benzer olarak yüksek perdeli temiz vokal tarzıyla thrash metalin hızı ve enerjisinin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur. İsveç’den HammerFall, İngiltere’den DragonForce ve Florida’dan Iced Earth gibi geleneksel power metal grupları sahip oldukları sesleri klasik NWOBHM tarzına borçludurlar. Florida'dan Kamelot, Finlandiya’dan Nightwish, İtalya’dan Rhapsody of Fire, New York'dan Manowar ve Rusya’dan Catharsis gibi pek çok power metal grubu klavye tabanlı "senfonik" seslere ve bazen orkestra ya da opera sanatçılarına yer verirler. Power metal, Brezilya’dan Angra ve Arjantin’den Rata Blanca gibi grupların popular olduğu Japonya ve Güney Amerika’da geniş hayran kitlesine sahiptir. Power metal, Rush ve King Crimson gibi kompleks bestelere sahip progressive metal ile yakın ilişkilere sahiptir. Progressive metal, ABD’de Queensrÿche, Fates Warning ve Dream Theater gibi yenilikçi gruplarla 1980’li yılların ortalarında ortaya çıkmıştır. Progressive metal ile power metalin seslerinin birleşimi New Jersey’den Symphony X grubunın gitaristi Michael Romeo ile gerçekleşmiştir. No Boundaries (Sertab Erener albümü) No Boundaries (Türkçe:"Sınır yok") Sertab Erener'in 2004 yılında çıkarmış olduğu İngilizce albümdür.Türkiye'de ve aynı zamanda İspanya, İtalya, Almanya, Avusturya, İsviçre, İsveç, Belçika, Hollanda, Yunanistan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, İsrail, Rusya, Japonya ve bazı diğer ülkelerde piyasaya çıkmıştır, ve müzik listelerinde en üst sıralara yükselmiştir. Albümden önce Here I Am isimli bir single piyasaya sürüldü. Ve Sertab Erener ile bu parçaya klip çekildi. Bu parça ayrıca Singapur'da bir filmde yer aldı. No Boundaries sınırları kaldıran bir albüm oldu, daha önce Ricky Martin ile dünyaya açılan Sertab, bu albümle rüştünü ıspatlıyordu. Albümde, daha önce Mando ile düet yaptığı Fos / Aşk parçasının tamamı İngilizce olan versiyonu "Leave"; yine 'Kumsalda' parçasının İngilizce düzenlemesi "Back to the beach"; Aysel Gürel'in söz yazıp Sertab'ın yorumladığı 'Vur Yüreğim'in İngilizce versiyonu "Storms", single parçası "Here I am" ve tabii ki Eurovision Şarkı Yarışması'nda zafer kazandıran "Everyway that I can" parçaları da yer almakta. Sertab aynı zamanda dinleyenlere bir sürpriz yapıp, Everyway that I can ile birlikte 2003 yılında Türkiye'yi temsil etmek için hazırlanıp TRT'nin beğenisine sunulan, ancak kabul görmeyen "The One" parçasını da bu albüme dahil etmiş. Neco (şarkıcı) Tahir Nejat Özyılmazel veya Neco (d. 1948, Yozgat), Tür
k şarkıcı ve oyuncudur. Pertevniyal Lisesi mezunudur. Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi üyesidir ve Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nde birçok kez yöneticilik yapmıştır. 20 Ocak 1975'te Oya Germen ile evlenmiştir. Bu evliliğinden iki kızı vardır: 15 Ağustos 1978 doğumlu Zeynep ve 24 Ekim 1979 doğumlu Ayşe. Neco, 12 Ekim 2007'de Oya Germen'den boşanmış ve 13 Nisan 2008'de İdil Erge'yle evlenmiştir. Bu evlilikten 10 Kasım 2008 doğumlu Leyla doğmuştur. Yakın bir zamanda oğlu olmuştur. Oğlunun ismi Ali Nejattır. Neco oğluna kendi ismini vermiştir. 2002-2004 tarihleri arasında üç sezon "Tatlı Hayat" adlı TV dizisinde Türkân Şoray, Haluk Bilginer ve Çolpan İlhan'la oynamıştır. Sanatçının ayrıca iki de filmi vardır. Neco adı İlhan Feyman tarafından ilk defa bu programda gündeme getirilmiştir. Sırası ile ; Sanatçının katıldığı tüm yurtiçi ve yurtdışı; yarışma, konser, temsil, konferans, panel, tv programları, yardım içerikli konserler ile kulüp ve dernek çalışmaları kendisine 150 nin üzerinde ödül kazandırmıştır. Klips ve Onlar Klips ve Onlar, 1986 yılında Türkiye'yi Eurovision Şarkı Yarışması'nda temsil eden müzik grubudur. 53 puanla Türkiye'yi 9. yapmışlardır. Ayrıca 3 Aralık 1987'de "Halley" albümünü çıkarmışlardır. "Klips", Gür Akad tarafından kuruldu. Grubun asıl kadrosu gitarda ve vokalde Akad, basgitarda İlkin Deniz, davulda Derya Bozkurt ve klavyede Emre Tukur'dan oluşmaktaydı. 1984 yılında basgitara Levent Yurtseven geçti. Aynı dönemde Seden Kutlubay ve Sevingül Bahadır, "Onlar" adlı bir ikili olarak müzik yapıyorlardı. Müzisyen Melih Kibar, 1986 Eurovision Türkiye Elemeleri için adı duyulmamış bu iki grubu bir araya getirerek Klips ve Onlar'ı kurdu. Askerlik durumunda ötürü elemelere Yurtseven dahil olamadı. Sözlerini İlhan İrem'in yazdığı Halley şarkısı ile yarışan dört sanatçıdan biri olan grup, 15 Mart 1986'daki elemelerde Seyyal Taner'in Dünya adlı şarkısı ile birlikte 16 kişilik jürinin yarısının oyunu aldı. Ancak, jüri başkanının oyunu Halley kazanadığı için, Eurovision'a gidecek şarkı bu şarkı oldu. Ancak kısa süre sonra Bergen'de düzenlenecek 1986 Eurovision Şarkı Yarışması'nın Seden Kutlubay'ın final sınavı dönemine gelmesi nedeniyle şarkıcı finale gidemedi ve bunun neticesinde gruba bir başka genç müzisyen Candan Erçetin dahil oldu. Grup yarışmadan önce şarkının Türkçe ve İngilizce versiyonlarından oluşan bir 45'lik çıkardı. 3 Mayıs 1986'da düzenlenen yarışmada grup 53 puan alarak dokuzuncu oldu. Böylece Türkiye, Eurovision tarihinin en iyi sonucu almış oldu. Klips ve Onlar'ın bu başarısı 1997 yılına kadar geçilemedi. Grup, Eurovision'dan kısa süre sonra Halley adında bir albüm yayınladı. Ancak albümden sonra Erçetin ve Bahadır, müzik hayatlarına tek başlarına devam ettiler. Klips ise grup olarak müzik yapmaya devam etti. 1986 sonunda davula Aydın Karabulut geçti. Klips, 1989 Eurovision Türkiye Elemelerinde şarkıcı Sertab Altın ile Aysel Gürel - Uğur Başar eseri Hasret şarkısını seslendirdi. Sertab ve Klips, elemeleri üçüncü olarak tamamladılar. 1991 Eurovision Türkiye Elemelerinde ise yine bir Gürel - Başar eseri olan Sessiz Geceler'i Arzu Ece ile söylediler. Bu sefer ise ikinci oldular. Ancak, grup 1991 Eurovision Şarkı Yarışması'nda İki Dakika ile Türkiye'yi temsil eden İzel Çeliköz, Reyhan Karaca ve Can Uğurluer'in arkasında sahne alarak bir kez daha Eurovision sahnesine çıkmış oldu. Bu dönemde Klips'in 1986 albümünde yayınlanan bazı şarkılarına çekilen klipler TRT'de yayınlandı. Grup, 1991'den sonra müziğe devam etmedi. Uzun yıllardır müzikle içice olan Gür Akad ise bu süre içinde Barış Manço, Sezen Aksu, İlhan İrem, Ajda Pekkan, Erkin Koray, Tarkan, Egoist, Grup Destan, Sibel Tüzün, Çelik, Melih Kibar, Zerrin Özer, Özlem Tekin, Sertab Erener, Sevingül Bahadır ve daha birçok sanatçıya vokal yapıp gitar çaldı. Klips ve Onlar, 1986'dan sonra ilk kez tek seferliğine Candan Erçetin'in sunduğu "Beraber ve Solo Şarkılar" programında Halley'i söylemek için bir araya geldi. Acıgöl, Nevşehir Acıgöl, (Osmanlı Türkçesi: ﺁﺟﯽ ﮔﻮل), Nevşehir İline bağlı ilçe. 1914 yılında bucak merkezi, 1952 yılında kasaba, 1987 yılında da 3392 sayılı kanunla Nevşehir iline bağlı bir ilçe olmuştur. Nevşehir-Aksaray karayolu üzerinde bulunan Acıgöl ilçesinin merkezi Nevşehir'e 20 km uzaklıktadır. İlçenin, biri ilçe Merkez Belediyesi olmak üzere 3 belediyesi ve 10 köyü vardır. İlçe ekonomisi genelde tarım, hayvancılık ve ticarete dayalıdır. İlçenin ilk adının Topada olduğu, sonra dan bu ismin Dobada olarak kullanıldığı yapılan incelemelerden anlaşılmıştır. İlk çağlarda Kapadokya diye anılan bölgenin ortasında bulunan ilçe lll-4 yüzyıllar arasındaki Hıristiyanlık aleminin buhranlı dönemlerinde önemli bir yerleşme alanı olmuştur. Hititlerin, Firiglerin Perslerin ve İskender İmparatorluğunun hakimiyetinde kalmış, Roma idaresinde bulunmuş, bu İmparatorluğun ikiye ayrılmasıyla da Bizans sınırları içerisinde kalmıştır. İslam ordularının İstanbul seferleri sırasında geçici olarak istila edilen bu topraklar, 1015’den itibaren Anadolu'ya başlayan Türk akınlarının tesirinde kalmış, 1071 Malazgirt zaferinden sonra da kesin olarak TÜRK toprağı olmuştur. Önceleri Danişmendlilerin hakim olduğu topraklar, 1175'en itibaren Anadolu Selçuklu Devleti’nin eline geçmiştir. Bu devletin 1308'de yıkılmasından sonra İlhanlılar, Eretnaoğulları, Kadı Burhanettin ve Karamanoğullarının idaresinde bulunmuş, Yavuz Sultan Selim tarafından 1515'e Osmanlı topraklarına katılmıştır. Acıgöl ilçesi, bağlı olduğu Nevşehir İlinin batısında, Acıöz Çayı'nın çevresinde kurulmuştur. İdari sınırlar olarak doğusunda Nevşehir, batısında Aksaray, güneyinde Derinkuyu İlçesi ve kuzeyinde Gülşehir ilçesi ile çevrilidir. Deniz seviyesinden yüksekliği 1235 metre olup, yüzölçümü henüz belli değildir. İlçenin çevresinde volkanik olaylar sonucu sönmüş yanardağlar mevcuttur. Bu dağlar lav ve tüf püskürmüş, bu püskürük maddeler çevrede kalın tabakalar halinde tortulaşmıştır. Bu tortulara Maar denilmektedir. Şu anda içinde su bulunmayan ve ilçeye adını veren Acıgöl çukurluğu da aslında yanardağ ağzıdır. (Volkanik Göldür) İlçenin tek akarsuyu ACIÖZ çayıdır. Bu çay Tepeköy den çıkar. Tatlarin sulama barajından Kızılırmağa dökülür. Bitki örtüsü olarak ; İç Anadolu Bölgesi'nin tipik örtüsü, bozkır bitkileri yaygındır. Ancak toprak ve su şartlarının elverişli olduğu yerlerde bitkiler oldukça gürdür. kapsamlı resim galerisi için http://dobada.net İlçe merkezinde 4 ilköğretim okulu, 1 lise, 1 İ.H.L. 1 Kız Meslek Lisesi mevcuttur. İlçeye bağlı İnallı Kasabasında 1 , Kurugöl Kasabasında 2 ilköğretim okulu, Tatlarin Kasabasında 1 ilköğretim okulu, Karapınar kasabasında 3 İlköğretim okulu bulunmaktadır. İlçe merkezi, kasaba ve köylerinde toplam 19 adet ilköğretim okulu mevcuttur İlçede özel eğitim kuruluşu yoktur. İlçe genelinin okuma yazma oranı %90’dır! Şu anda ilçe genelinde 19 ilköğretim 3 ortaöğretim ve 1 yaygın eğitim kapsamına giren H.E.M. olmak üzere toplam 23 kurumla eğitim – öğretime devam edilmektedir. İlköğretim okullarının şu ana kadar 12’sinde II. kademe mevcuttur. 4 İlköğretim okulunda ise birleştirilmiş sınıf uygulaması devam etmektedir. Okulların 6 tanesi ilçe merkezinde, 6 tanesi kasabalarda ve 9 tanesi de köylerdedir. İlçe ekonomisi 3 dalda gelişme göstermektedir. Bunlar tarım, hayvancılık ve ticarettir.Fazla iyi olmasa da idaretenlik gelir ve giderleri vardır. Ayçiçeği, soğan, hububat, baklagiller, patates, çekirdeklik kabak ekilmektedir. 12.800 dekar bağ tesis edilmiştir. Bu bağlarda genellikle çavuş, parmak, bulut üzüm çeşitleri ekilmektedir. İlçede az sayıda meyve bahçesi tesis edilmiş olup, yol ve tarla kıyılarında çok sayıda kayısı ağacı bulunmaktadır. Bu kayısılardan elde edilen meyveler yaş, kuru halde ve çıkarılan çekirdekler satışa sunularak istifade edilmektedir. 108.900. dekar çayır mera arazisi mevcuttur, ancak bu arazilerden yeterince istifade edilmemektedir. Toprak alüvial ve humuslu yapıda olduğu için gür bitki örtüsü vardır. Toprak yapısı ve iklim şartlarına uygun olarak üzüm bağları geniş yer kaplar tuzlu ve çorak topraklarda bitki örtüsü cılız ve seyrek olduğundan tarımsal faaliyetler verimli değildir. İlçedeki sulu araziler çiftçilerin kendi imkânları ile tesis ettikleri sondaj kuyuları vasıtasıyla sulanır. Ayrıca Tatlarin Kasabasında bir sulama barajı mevcut olup barajdan 300 dekar arazi sulanmaktadır. Sulanabilir arazi 49.900 dekar (%23,4), kıraç arazi 163,350 dekar (% 76,6) dır. Ekim, dikim, hasat, harman, taşıma gibi zirai faaliyetler çoğunlukla tarım alet ve makinaları ile yapılmaktadır. Böylelikle entansif tarım yapma yönünde gelişmeler olmaktadır. Patates, toptancılara ve tüketiciye satılıp, yemeklik olarak kullanılmaktadır. Hububat büyük kısmı ile çiftçi ailesinin kendi ihtiyaçları karşılandıktan sonra Toprak Mahsulleri Ofisine ve toptancılara satılıp ekmeklik, makarnalık , yemlik ve tohumluk olarak kullanılmaktadır. Kozluca Köyü, Tatlarin Kasabası ve az da olsa diğer köylerde pazar için sebze üretilmektedir. Tarım Kredi Kooperatifi ve TC: Ziraat Bankası Kredileri kullanılmaktadır. İlçe merkez ve köylerinde hayvancılık yaygın olarak yapılmaktadır. Büyükbaş hayvancılıkta et ve süt verim yönlü hayvanlar beslenmektedir. İlçe merkezinde süt birliğinin kurulması ile birlikte hayvanlardan elde edilen sütlerin pazarlama sorunu ortadan kalkmıştır. İlçede ayrıca koyun yetiştiriciliği yapılmakta ve yetiştirilen bu koyunların et, süt ve yağından yararlanılmaktadır. Şu anda Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı tarafından kurulan ve işletme hakkı Köylere Hizmet Götürme birliğine Devredilen 10 ton kapasiteli süt toplama merkezi süt sığırcılığına olan talebi artırmaktadır. İlçenin turizm potansiyeli yüksek olduğu halde gösterilen faaliyetler son derece azdır. İlçede bulunan belli başlı turistik yöreler şunlardır: Hece ölçüsü Türkçe’de heceler uzunluk kısalık bakımından hemen hemen aynı değerdedir. Bu yapısal özellik şiirde hece ölçüsünün kolayca kullanılmasına imkân verir. İlk yazılı Türk edebiyatının ürünleri ol
arak bilinen Göktürk Yazıtları’nda şiir bulunmamasına rağmen şiirsel özellikler taşıyan ve hece ölçüsüne uyan bölümler vardır. Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lugati’t Türk eserindeki şiirler de hece ölçüsüyle yazılmışlardır. Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra divan edebiyatı ve aruz ölçüsünün yaygınlaşması hece ölçüsünün yalnızca tekke ve aşık edebiyatına özgü bir ölçü olmasına yol açtı. Hece ölçüsünde kalıbı dizelerdeki hecelerin sayısı belirler. Her dizesinde 11 hece bulunan bir şiirin kalıbı "11’li hece ölçüsü" olarak gösterilir. Bir hecenin belli bölümlere ayrılmasına "durgulanma", bu bölümlerin okuma sırasında hafifçe durularak vurgulanan yerlerine de "durak" denir. Kalıplar 2’liden başlayarak 20’lilere kadar çıkar. Az heceli, yani 2’liden 6’lıya kadar kalıplar tekerleme, atasözü, bilmece gibi ürünlerin şiirsel parçalarında uyum öğesi olarak yer alır. Bu tür kısa kalıpların durakları dizenin sonundadır. Hece ölçüsünde durağın önemi büyüktür. Bir kalıp en az 2, en çok 5 duraklı olabilir. Bir durakta bulunan hece sayısı ise 1 ile 10 arasında değişir. Hece kalıpları duraklar ve duraklardaki hece sayıları bakımından bölümlenir. Bu kalıplar içinde en çok kullanılanlar 7’li, 8’li, 11’li ve 14’lü olanlardır. 7’li ölçü daha çok mani türünde kullanılmıştır. 8’li kalıp semai, varsağı, destan ve türkülerin ölçüsüdür. 11’li ölçü ise başta koşma ve destan olmak üzere aşık ve tekke edebiyatı şiirlerinde kullanılmıştır. 14’lü hece ölçüsüne ise daha çok tekke şiiri ve çağdaş Türk şiirinde rastlanır. HECE ÖLÇÜSÜNDE PÜF NOKTALAR: *Türk edebiyatının başlangıcından günümüze kadar kullanılan bir ölçüdür. *Türk dilinin doğal ölçüsüdür, halk edebiyatıyla özdeşleşmiştir. *Mısralardaki hece sayısının eşitliği esasına dayanır. *Bir dizedeki hecelerin (ünlülerin) sayılmasıyla bulunur. *Hecelerin parmakla sayıldığı bu ölçüye " parmak hesabı " da denir. *Hece ölçüsünde anlamı güçlendirmek ve tekdüzeliği önlemek amacıyla dizelerin belirli yerlerinde biraz durup devam etmeye " durak " denir. *Her şiirde durak olmayabilir veya farklı dizelerde farklı duraklar olabilir. *Bir şiirin bazı dizelerinde duraklara uyulurken bazılarında uyulmayabilir veya farklı dizelerde farklı duraklar kullanılabilir. *Duraklar tespit edilirken herhangi bir kelimenin bitirilmesine dikkat edilir, kelimenin ortasında durulmaz. *Şiirlerimizde genellikle hece ölçüsünün 7,8 ve 11' li kalıpları kullanılır. Divançe Divançe, küçük divan anlamındadır. Düzen ve konuları divanlarla aynıdır. Yine kaside, tarih, musammat, gazel ve kıta sırasını izler. Ama bir divançede bu bölümlerden en az biri eksik olur. Divançe, belli türleri seven şairlerin bilinçli bir seçimi olabildiği gibi, bir şairin divan dolduracak kadar şiir yazamadan ölmesi nedeniyle de oluşabilir. Figânî ve Fâzlı’nin divançeleri bu türdendir. Modern Folk Üçlüsü Modern Folk Üçlüsü, Türk pop müzik grubu. Doğan Canku, Ahmet Kurtaran ve Selami Karaibrahimgil tarafından 1969'un son aylarında kuruldu. İlk yıllarda menejerliğini Hıncal Uluç yaptı. Ali Kocatepe ile birlikte 1978 Seul Şarkı Yarışması'nda ve 1981 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'yi temsil ettiler. Eurovision'da seslendirdikleri parça "Dönme Dolap" idi. 1995 ile 1999 yılları arasında gruba Doğan Canku'nun yerine, Hasan Cihat Örter girdi ve birçok konser ve projede bulundu, daha sonra gruptan ayrıldı. Ruhr Üniversitesi Bochum Ruhr Üniversitesi, 42.000 öğrencisiyle Almanya'nın en büyük üniversitelerinden biridir. Öğrencilerinin 3.400 kadarı yabancı öğrencidir. 1962 yılında kurulan üniversitenin öğretim dönemi 1965 yılında başlamıştır. Üniversite, üniversite öğrencileri için kurulmuş olan semt "Hustadt", ve bu semt için kurulmuş olan alışveriş merkezi "Uni-Center" ile Bochum'un "Querenburg" mahallesini oluşturur. Bochum üniversitesinde yabancı öğrenciler için dil kursu sunulmakta ve yabancı öğrencilerin eğitimine kolaylık sağlanmaktadır. Fakültelerinin bazıları şunlardır: Keçiborlu Keçiborlu, Batı Akdeniz Bölgesi Göller yöresinde Isparta ilinin bir ilçesidir. Keçiborlu ilçesinin yüzölçümü 562 km² dir. Fiziki coğrafyası genellikle arızalı olup Batı Toros Dağlarının kuzey uzantıları ilçeye uzanmaktadırlar. İlçe merkezinin rakımı 1.010 metredir. İlçenin en yüksek noktası 1890 metre yükseklikle ile Akdağ'dır. Diğer önemli yüksek noktalar arasında Göktepe, Gözlek Tepe, Kemer Tepe sayılabilir. İlçenin çevrelerinde Kılıç, Senir, Baladız (Gümüşgün) ovaları bulunmaktadır. İlçenin doğusunda Gönen ilçesi, güneyinde Burdur ili merkezi ilçesi, kuzeyinde Uluborlu, batısı Afyonhkarahisar iline bağlı Dinar ve Dazkırı ilçeleri bulunur. İlçede önemli bir akarsu bulunmamaktadır ve yörede bulunan akarsular küçük dereler olup kış yağışları ile ortaya çıkıp yaz sıcaklari ile kurumaktadırlar. Burdur Gölü'nünün 22 km bir sahil şeridi Keçiborlu ilçesinin güneyinde ve ilçe sınırları içindedir. Bu göl, suyunda erimiş maden tuzlarının bulunması nedeniyle acı su golüdür. İlçenin kuzeydoğusunda tarımsal sulama amaçlı bir gölet kurulup 1989 yılından beri kullanılmaktadır. Keçiborlu ilçesinin Akdeniz Bölgesi'nde olduğu kabul edilmekle beraber, ilçede kışları sert ve soğuk, yazları kurak ve sıcak olan karasal iklim hüküm sürmektedir. Yağışların yıllık ortalaması 615 m² olup genellikle yağışlar kış ve ilkbahar aylarında olmaktadır. Keçiborlu ilçesi tarihi genel olarak Isparta tarihi ile birlikte incelenmektedir. Isparta’da M.Ö. 6. yüzyıldan itibaren Baris Şehir Devleti'nin varlığı bilinmektedir. Keçiborlu tarihi dönemlerde sırası ile Hitit, İyon, Lidya, Pers, Helen, Roma-Bizans medeniyetlerine şahit olduktan sonra çevresi ile birlikte 1204 yılında Anadolu Selçuklu Devleti hakimiyetine katılmıştır. 8. yüzyılın başlarından itibaren yöreye yerleşen Teke Aşireti'ne bağlı Türkmenler, Anadolu Selçuklu Devleti’nin çökmesinden sonra Hamitoğulları Beyliği'ni kurdular. Merkezi ilk defa Uluborlu olan beyliğin bünyesinde Keçiborlu bucağı Hamitoğulları'ndan İlyas Bey zamanında Gönen'e bağlanmıştır. Bu durum Gönen Kadısı İsa Bin Hamza tarafından 1472 yılında verilmiş bir vakfiyeden anlaşılmaktadır. Keçiborlu ismi mahallin küçük-kırık tepeciklerden meydana gelen coğrafi yapısına atfen küçük taşlık manasına gelen Keçiborlu adı verilmiştir. Oğuz şivesinde "keçi", küçük; "bor" ise taş, maden anlamına gelmektedir. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 4 belde ve 11 köy oluşmaktadır. Günümüzde Keçiborlu ilçesinde en önemli ekonomik sektör tarım ve hayvancılıktır. İlçe içinde tarım için kullanılabilir arazi alanı 174.5 bin dekardır. Bunun 21 bin dekarı sulu tarım için kullanılabilir durumdadır. Sulu tarım alanlarında meyvecilik, sebzecilik, bağcılık ve gülcülük yapılmaktadır. Elma, kiraz, kayısı, vişne, ayva, erik gibi meyvecilik için 9.740 dekar arazi kullanılmakta ve bu sektörün gelirinin yaklaşık 43 milyar TL olduğu hesaplanmaktadır. Tarla sebzeciliği (yani domates, biber, patlıcan, soğan, kabak, fasulye, bamya, salatalık, ıspanak, marul gibi sebzeler) için 3.970 dekar arazı kullanılmakta ve yılda toplam 8,305 ton sebze üretimi yapılmaktadır. Bağ ürünleri ve gül çiçeği üretimi için 21.000 dekar arazi kullanılmaktadır. Çiftçilerin makineleşme oranı %30'dır. Tarım sayımlarına göre ilçede 7.382 baş sığır; 8.600 adet koyun, 37.170 kıl keçisi ve kanatlı olarak 250.000 civarında hayvan bulunmaktadır. Hayvancılıkta besi ve süt sığırcılığı gelişmektedir. Keçiborlu 1935 yıllarından itibaren Türkiye'de tek kükürt üreten fabrikanın bulunması dolayısı ile isim yapmıştır. İlçe merkezinde Etibank tarafından kurulan kükürt üretim fabrikası ilçe merkezinde önemli bir istihdam sağlayıcı kurum olmuştu. Ama kullanılan teknoloji (yani cevherinin kazılıp çıkartılması; çıkarılan cevherin fabrikada kömür ocaklarında yakılıp eriyen kükürdün soğutulup öğütülüp kullanılması) eski idi ve yeni teknoloji cevherin yeryüzüne çıkarılmadan süperkaynar su ile yer altında eritilmesi ve yeryüzüne çıkartılan içinde kükürt bulunan suyun işlenmesini içermekte idi. Eski teknolojiyi kullanan Keçiborlu kükürt fabrikası, ayrıca civarında çok büyük bir çevre kirliliği ortaya çıkartmaktaydı. Sonra da Keçiborlu'daki kükürt cevheri rezervleri de azalmıştı. Bu nedenlerle Keçiborlu kükürt fabrikasının maliyetleri yüksekti ve bu devlet maden işletmesi 1975'ten sonra sürekli olarak zarar etmeye başlamıştı. 1994'de hükumet kararı ile Keçiborlu Kükürt Fabrikası üretim döneminde 1.200 kişinin çalıştığı ve 1993'de 612 kişinin bağlı olduğu kükürt fabrikası 1994'de kapatıldı. Fabrika yıkıldı; kükürt ocakları betonla kapatıldı. Bu Keçiborlu ekonomisine büyük bir buhran yarattı. Keçiborlu merkez ilçesi belediyesine göre, bu fabrika ilçenin ekonomik ve kültürel yaşamına büyük katkı yapmakta idi. 1970'li yıllarda sadece çalışanların maaşları nedeni ile ilçenin ekonomisine giren yıllık para meblağı bugünkü rakamlarla 1 milyon dolar üzerinde olduğu; ilçe merkezine yılda 4-5 tiyatro grubunun geldiği; Burdur Gölüne yapılan plaja her hafta sonu 2 otobüs ile sürekli yolcu taşındığı büyük bir nostalji ile ifade edilmiştir. 1990'lı yılların ortasına 10 bine yaklaşın olan ilçe merkezi nüfusu devamlı bir düşüşe başlamış ve 2010'da 7 bin 100 kişi civarına düşmüştür. Bu istihdam buhranı hâlâ da devam etmektedir. 2000'li yıllarda bazı özel girişimciler yeniden kükürt üretimi için ön araştırmalar yapsalar da bundan sonuç alamadılar. Keçiborlu ilçesinde ulaşım önemli rol oynamaktadır. Türkiye içinde önemli bir karayolu olan E-24 Devlet karayolu üzerinde olan ilçeden İstanbul, Ankara, İzmir'den gelen Antalya'ya giden karayolu geçmektedir. Bu yol ile Isparta'ya giden karayolunun, Keçiborlu ilçesi sınırları içinde bir kavşak noktası bulunmaktadır. Böylelikle ilçe turizm merkezleri ile büyük şehirlere geçiş ve kavşak noktalarında bulunmaktadır ve karayolları ulaşımın ilçe içinde çok hareketlidir. Ayrıca ilçeden tarihsel İzmir-Aydın Demiryolunun bir uzantısı olup (Baladız kavşağından Burdur'a günümüzde çalıştırılmayan bir yan hattı olan) Isparta ile Eğirdir'e giden bir demiryolu hattı geçmektedir. İlçe
sınırlarında içinde birkaç Devlet Demiryolları İstasyonu bulunmakta ve yıllardır demir yolu taşımacılığında yük ve yolcu açısından ilçeye çok önemli bir ulaşım alternatifi sağlamıştı .Ancak ilçe merkezindeki Keçiborlu istasyonu kapatılmış olup bu hizmeti kullanmak için Isparta'ya gitmek gerekir. Bu demiryolu hattı üzerinde Isparta'dan tarifeye bağlı olarak Pamukkale Ekspresi, Göller Ekspresi, Posta Treni, Mototren çalıştırılmaktadır. 1997 yılında ilçe sınırları içinde Isparta il merkezine bir hizmet olarak Süleyman Demirel Havalimanı açılmıştır ve bu hava limanından özel sektör hava ulaşım şirketleri tarifeli yolcu seferleri yapmaktadırlar. Bozdağlar Bozdağlar, İzmir, Manisa ve Aydın illerinde yer alan dağ sırasıdır. Antik dönemlerdeki adı Tmolos'dur. İzmir ilinde Buca sırtlarından başlayarak, Kemalpaşa-Bayındır ilçeleri arasında devam eder, daha sonra Turgutlu, Salihli, Alaşehir ile Ödemiş, Kiraz ve Ödemiş, Kiraz ile Nazilli arasında yer alır. Birçok önemli zirveye ev sahipliği yapar; Kemalpaşa-Nif Dağı, Armutlu-Mahmut Dağı, Ödemiş-Bozdağ, Bozdağlar üzerinde yer alır. Bozdağ, 2159 metre ile Honaz Dağı ve Murat Dağından sonra Ege Bölgesi'nin en yüksek 3. tepesidir. 1.150 metrede, dağın zirvesine en yakın yerleşim olan Bozdağ Beldesi'ne, İzmir'den iki ayrı yol izlenerek ulaşılabilir. Birinci yol, beldenin idari yönden bağlı olduğu Ödemiş İlçesi üzerindendir. Güneyde olduğu için kış aylarında açık olma olasılığı yüksek olan bu yol, tarihi bir yerleşim olan Birgi ile bir set gölü olan Gölcük üzerinden Bozdağ'a ulaşır. Kış koşullarının ağır geçtiği yıllarda buzlanma nedeniyle kapanan Kuzeydeki yol ise Salihli üzerinden Bozdağ'a ulaşır. İzmir ilinin Buca ilçesi sırtlarından başlar.Bu sıralarda daha çok küçük tepeler halindedir. Bu şekilde devam ederek Torbalı ve Kemalpaşa ilçeleri bölgesine gelir. Buraya kadar önemli bir yükselti yoktur. Bu bölgeden sonra aniden yükselerek Kemalpaşa ilçesi sınırındaki Nif Dağını oluşturur. Bu dağın yükseltisi 1509 metredir. Nif Dağı su bakımından bol bir bölgede bulunur.Dağdan Nif çayı ve Fertek çayının bir bölümü doğar. Nif Dağından sonra 450 metrelik Karabel Geçidi gelir. Buradan sonra aniden yükselerek 1470 metrelik Mahmut Dağı gelir. Mahmut Dağı'ndan Kurudere ve Fertek çayı doğar. Bu dağdan sonra yükselti pek fazla 1000 metrenin altına düşmez. Bu dağdan sonra 700 metredeki Cınardibi Yaylası gelir. Ardından Oren Tepe bulunur. Tepenin rakımı 1300 metredir. Ören tepeden ise kuzeye Kamberler deresi, güneye ise Uladı Cayı akar. Bu bölgede Kamberler Yaylası bulunur.Bu bölge zengin su kaynakları ile dikkat çeker. Sonra ise Alan Kıyı Yaylası gelir, Alan Kıyı Yaylası piknik açısından uygun bir yöredir. Bu yörede pek önemli bir yükselti yoktur. Ancak Turgutlu yüzünde 1450 metrelik Dededağ belirir. Oldukça ihtişamlı bir dağdır. Burada ormanlarıyla ünlü Ovacık Yaylası bulunur. Bu bölgeden kuzeye, Akşar Çayı güneye Ergenli Çayı akar. Bu dağın tam karşısında 1250 metrelik Gökgedik Tepesi bulunur. Bu bölgedeki Ergenli Çayı ve Falaka çayı arasındaki Çatmadağ 1470 metre yüksekliktedir. Bu bölgeye kadar olan yaylalardan çok daha büyük Dağmarmara bölgesi üzerinde 5'ten fazla köy barındırır. Kuzeye Çıkrıkçı Çayı, güneye Falaka Çayı ve Aktaş Çayı akitir. Rakımı ortalama 700 metredir. Kiraz tarımı yoğun yapılır. Artık bozdağların geniş yaylaları bu bölgededir. Sırasıyla Ovacık yaylası ve Gencer Yaylası'na geçilir. Ovacık Yaylasının tam arkasında 1372 metrelik Keldağ bulunur. Keldağ çok sivri ve bölgeye hakim bir tepedir. Çok ihtişamlıdır. Keldağın arkasında geniş Horzum Düzlügü bulunur. Bu bölgeden kuzeye Kelebek Çayı, güneye Rahmanlar çayı akar. Kelebek Çayı büyük bir çaydır. Bu arada Çamyayla ve Başova Yaylası bulunur. Bu bölgeden sonra Subatan Yaylası, Ayvacık Yaylası, Kılıç Yaylası ve Artıcak Yaylası bulunur. Subatan Düdeni ve Ayvacık Düdeni incelemeye değerdir. Bu yöreden kuzeye Sart çayı akar. Ardından gelen Gölcük Sırtlanbayırı 1450 metredir. Ardındaki Gölcük Yaylası'nı ve Gölcük Gölünü iyi bilinir. Yayla hem tırmanışa hem pikniğe hem de fotoğrafa çok uygundur. Konaklama tesisi olan 2 yayladan biridir. Gölcük Gölünün bulunduğu yer tektonik olaylar sonucu belirlenmiştir. Ancak göl heyelan set gölüdür. Yayla bozdağlar üzerindeki en büyük yayladır. Rakımı 1050 metredir. Kuzeye Tabak Çayı akar. Doğuda ise Çaldağı bulunur; yüksekliği 1670 metredir. Bu dağdan sonra Bozdağ Yaylası gelir. Yayla 1050 metre yüksekliktedir. Salihli-Ödemiş yolu üzerinde Kırkoluklar adlı bir doğal dinlenme alanı vardır. Hayrat olarak yapılan yaklaşık 40 tane oluktan akan içilebilir, soğuk ve lezzetli suyu, olukların hemen arkasında bulunan bir deresi, yemyeşil bir Bozdağ manzarası ve yöreye özgü ürünlerin (Bozdağ kekik balı, ıhlamur balı vb.) satıldığı çardakları bulunmaktadır. Temmuz 2016'da yeri değiştirilmiştir. Lemony Snicket Lemony Snicket, "Talihsiz Serüvenler Dizisi" kitaplarının kurgusal yazarı ve anlatıcısıdır. Kitaplar aslında Daniel Handler tarafından yazılmış; fakat yazar tarafından yaratılan Lemony Snicket takma adıyla basılmıştır. Dizini öncülü niteliğindeki "" adlı yeni bir seride Handler Lemony Snicket'ın gençliğindeki maceralarını anlatmıştır. Daniel Handler Daniel Handler, "Lemony Snicket" takma adıyla ""Talihsiz Serüvenler Dizisi"" kitaplarının yazarıdır. 28 Şubat 1970'de Kaliforniya'da doğmuştur. 1992 yılında Wesleyan Üniversitesi'nden mezun olmuştur. Seri 13 kitaptan oluşmaktadır. Talihsiz Serüvenler Dizisi Talihsiz Serüvenler Dizisi, Lemony Snicket mahlasını kullanan yazar Daniel Handler tarafından yazılıp Brett Helquist tarafından resimlendirilen bir roman serisidir. İlk kitap "Kötü Günler Başlarken", 30 Eylül 1999'da Rupert Murdoch'ın sahip olduğu HarperCollins Çocuk Kitaplığı'ndan çıktı. Serinin 13. ve son kitabı olan "Son", 13 Ekim 2006'da çıktı. Kitapların film versiyonunda ilk üç kitap olan "Kötü Günler Başlarken, Sürüngen Odası ve Uçuruma Bakan Pencere"'nin öyküleri anlatılmaktadır. Film Türkiye'de de "Lemony Snicket'ın Talihsiz Serüvenler Dizisi" adıyla 17 Aralık 2004 tarihinde gösterime girdi. 2015'te Netflix serinin dizi uyarlamasını yapmaya karar vermiştir. Birinci sezon çekimlerine 2016 Mart'ında başlamış,13 Ocak 2017'de gösterime girmiştir. Seriyi içine alan on üç kitap sırayla şunlardır: Seriyle bağlantılı olan ancak Türkiye'de satışa sunulmayan diğer kitaplar ise; "The Beatrice Letters", "Lemony Snicket: The Unauthorized Autobiography". Serinin cep kitapları; "The Bad Beginning or, Orphans!" ve "The Reptile Room or, Murder!". Tüm kitaplardan komik alıntıları içeren "Horseradish: Bitter Truths You Can't Avoid." de bir Lemony Snicket eseridir. Serinin sesli kitaplarını oyuncu Tim Curry okumaktadır. Üç, dört ve beşinci kitapları Yazar Daniel Handler seslendirmiştir. Tim Curry 6. kitaptan 13. kitaba kadar seslendirmiştir. Her kitabın başlangıcında olduğu gibi "Sevgili okur" diye başlayıp "Anlayışlı editörüme" diyerek gelecek kitapta olacaklara dair ipuçları vererek bitirir. Sesli kitaplardaki müzikler müzik albümünde olduğu gibi The Gothic Archies tarafından seslendirilmiştir. Ekim 2006'da The Gothic Archies grubunun "The Tragic Treasury: Songs from A Series of Unfortunate Events" albümü satışa sunuldu. Albümdeki şarkılar, serinin 13 kitabıyla ilgili yazıldı. 2 adet fazladan şarkı ile 15 şarkılık albümün şarkılarını söyleyen ve yazan Stephin Merritt'tir. Şarkıların isimleri sırayla şunlardır. Altınözü Altınözü, Hatay'ın güneydoğusunda yer alan, Suriye ile sınırı olan ilçelerindendir. Bağlı 48 mahallesi vardır. Toprağı tarıma elverişli olup, en yoğunu zeytincilik olmak üzere, tütün, buğday, arpa, biber ve çeşitli sebze meyveler yetiştirilir. Hatay'da zeytin tarımının en yoğun olduğu ilçedir. İlçede, sulamada kullanılan yapay bir gölet olan Yarseli Barajı vardır. Bunun yanında Türkiye ve Suriye ortaklığı ile Asi Nehri üzerinde yapımı devam eden Dostluk Barajı'nın tamamlanması ile kış aylarındaki taşkınların önlenmesi ve 10 bin hektar alanın sulanması sağlanabilecek. Ayrıca baraj sulamanın yanında balıkçılık, rekreasyon ve su sporlarının yapılabileceği şekilde tasarlanacak. Ayrıca ilçede daha önce bulunan Altınözü Karbeyaz (Yiğityolu) sınır kapısı, yaklaşık 1970 Yılına kadar aktif olarak faaliyet gösterdi. Türkiye ile Suriye arasında yaşanan bir takım gerginliklerden dolayı kapı kapatıldı ve açılması için girişimde bulunulmadı. 1945 yılında Fatikli Mahallesi'nde kurulan ilçe teşkilatı, 1950 yılında Yenişehir Mahallesi'ndeki yerine taşınmıştır. Kuseyr Yaylası'nın aşağı ve orta kesimini içine alan ve Hatay'ın güney bölümüne düşen 392 km² bir alanı kapsamaktadır. Kuzeyi Antakya, batısı Yayladağı, güneyi ve doğusu Suriye ile çevrilidir. Sınır uzunluğu 50 km'dir. Altınözü ilçesi, Hatay ilinin güneydoğusunda yer almış olup güneyden kuzeye doğru uzanan bir plato durumundadır. Yayladağı İlçesinden başlayan bu durum Amik Ovası'nda son bulur. İlçenin güneybatısında Yayladağı, doğusunda Suriye Dağları ile Asi Nehri, batı ve kuzey batısında Habibi Neccar Dağı, kuzeyi ise Amik Ovası ile çevrilidir. Kozkalesi'nden çıkan Kuseyr Çayı, Altınözü'nden geçerek Antakya merkez köylerinden Bohşin (Madenboyu) Köyü yakınında Asi Nehri ile birleşir. İklim olarak Akdeniz iklimi ile karasal iklim arasında bir geçiş arz eder. İlçede ana ekonomik etkinlik tarım ve hayvancılıktır. Altınözü'nün toprakları hemen hemen her türlü tarıma elverişlidir. Altınözü adını, bu yörede yapılan kazı çalışmalarında çok miktarda altın bulunduğu için, özellikle Bizans dönemine ait kalıntılar içinde bulunan altınların etkisi olduğu söylenir. İlçenin kırmızı biberi dünyada ün salmıştır. Hatay ilinde zeytinciliğin en yoğun olduğu yer Altınözü'dür, ayrıca dünyanın en erken zeytin hasadı Altınözü'nde yapılmaktadır. Türkiye'nin en çok traktörüne sahip ilçesi Altınözüdür. İlçede zeytinciliğin yanında buğday, arpa, tütün, biber, domates basta olmak üzere patlıcan, salatalık, kabak, fasulye, börülce v.s. bitkilerin üretimi yapılmaktadır. İlçe arazilerinde her türlü meyvecilik üretimi a
z da olsa yapılmaktadır. Altınözü adının Osmanlılar zamanında verildiği, o devirde Fatikli mahallesinde düzenlenen tapu kayıtlarından Altınözü isminin geçmesinden anlaşılmaktadır. Altınözü, Müslüman Araplarca alınmasından sonra kale tipi şato anlamına gelen Kasr denilmeye başlanmış ve zamanla bu kelime bozularak, halk arasında Kuseyr denilmeye başlanmıştır. Haçlı seferleri sırasında Frankların eline geçmiş ve durum 150 yıl devam etmiştir. Ancak Memluk Sultanı Baybars daha sonraları Kuseyr (Altınözü) mıntıkasını ele geçirmiş ve bu bölgede 1515 yılına kadar hakimiyetini sürdürmüştür. Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim 1515 ve 1517 yılları Mısır seferi sırasında Kuseyr mıntıkasını Osmanlı'lara bağlamış ve buralarda fazla altın olduğu için Altınözü adı verilmiştir. II. Abdulhamit'in toprak reformu sırasında Altınözü Halep Vilayetine bağlanmıştır. 1918 ve 1921 yılları I. Dünya Savaşı sonrasında Altınözü'nde bir çete kurulmuş, bu çete Türkiye-Fransa arasında imzalanan 1921 Ankara anlaşmasına kadar Fransızları 3 yıl süreyle Altınözü'ne sokmamıştır. Ancak Ankara antlaşmasından sonra Altınözü'ne giren Fransızlar ta ki Hatay'ın Türkiye'ye katılışı olan 23 Temmuz 1939'a kadar çetelerle uğraşmıştır. Hatay'ın Türkiye'ye ilhakı ile bu durum son bulmuştur. Hatay il ilan edildikten sonra Altınözü de ilçe olarak 1945 yılında Hatay'a bağlanarak 9 ilçeden biri olmuştur. Nebula (anlam ayrımı) Nebula şu anlamlara gelebilir: Hematoloji Hematoloji ya da kan bilimi. Tıbbın kan ve kan bozuklukları ile ilgili dalına verilen isim. Hematoloji, hücre tiplerine ve gruplarına göre üç ana alana bölünür: Veto Veto (Latince "veto" = yasaklıyorum), kabul etmeme veya reddetme. Genel olarak hukuk dilinde, yetkili kişi ve kurullarda bir kararın veya bir kanunun geri çevrilmesi anlamında kullanılır. İç hukukta olduğu gibi devletlerarası hukukta da kullanılır. Kabul veya tasdik etmeme, reddetme hakkına "veto hakkı" denir. Veto yetkisi kanunları bir kez daha geri gönderme yetkisine nazaran daha zayıf bir yetkidir. Mutlak veto yetkisinde devlet başkanının meclise iade ettiği kanunu meclis tekrar oy birliğiyle de kabul etse Devlet Başkanı o metni onaylamadıkça kanunlaşamaz. Gerçekleştirici vetoda ise Devlet Başkanının gönderdiği metnin kanunlaşabilmesi için meclisin 2/3 gibi nitelikli bir çoğunlukla kabul etmesi şarttır. Devletlerarası hukukta ve diplomasi alanında vetonun uygulandığı en önemli yer Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyidir. Birleşmiş Milletler Anayasası'na göre, konseyden usul hakkındaki kararlar on beş üyenin dokuzunun kabul etmesiyle çıkabilir. Alınan kararları yedi üye veto ettiği zaman karar yürürlüğe girmez. Usul dışındaki kararlarda ise daimi üye olan ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin'den biri karara olumsuz oy verirse veto etmiş sayılır. Bu veto hakkı Güvenlik Konseyinde birçok önemli kararın alınmasını engellemektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyince alınan kararları veto etmede Rusya başta gelmektedir. Kurulduğundan itibaren 30 sene içindeki görüşmelerde tespit edilen 134 vetonun 110 adedi Rusya'ya aittir. Veto yetkisine sahip olan ülkelerden ABD ve Rusya bu haklarını çoğu kez siyasi sebeplerle kullanmaktadır. Cesare Lombroso Cesare Lombrosso (d. Ezechia Marco Lombroso; 6 Kasım 1835 – 19 Ekim 1909), İtalyan kriminolog ve hekim. İtalyan Pozitivist Kriminoloji Okulu’nun kurucusu, genelde kriminolojinin babası olarak bilinir. Lombrosso, suçun insan doğasının bir karakter özelliği olduğunu savunan, var olan klasik okulu reddetmiştir. Bunun yerine, fizyonomiden, yozlaşma teorisinden, psikiyatriden, Sosyal Darwinizmden elde ettiği konseptleri kullanarak Lombrosso’nun oluşturduğu antropolojik kriminoloji teorisi temelde suçun irsi (kalıtsal) olduğunu ve “suçlu doğan” birinin fiziksel kusurlar ile tanımlanabileceğini belirtmiştir. Bazı insanların doğuştan suça eğilimli olduğunu, bu kişilerin bir takım ruhsal anormallikler sergilediğini ve suçlu insanların, kafa yapılarından hemen tanınabileceğini iddia etmiştir. Ona göre, doğuştan suçlu kişiler ile ilkel ataları arasında kalıtımsal bir bağ vardır. Bir şekilde ilkel atalarına çekmişlerdir. Araştırma sonuçlarından 2 ilginç örnek; dolandırıcılık suçu işleyen insanların genellikle kısa boylu ve şişman olduklarını eğer bu tipe uygun değilse dolandırıcıların bir çoğunun gözlerini kırpmak gibi çeşitli tiklere sahip olduğu sonucuna varmıştır. Tıbbi sarısabır Tıbbi sarısabır ("Aloe vera"), Asphodelaceae familyasından tıbbi amaçlarla kullanılan bir sarısabır türü. Yaprak, iki bölümden, meydana gelmiştir. Müshil olarak kullanılan ve antrakinonlar adı verilen maddeleri içeren yeşil kabuk bölümü ve Aloe jeli olarak adlandırılan müsilaj bölümü. Jel kısmında, 18 amino asid, 20 mineral, 12 vitamin ile çeşitli bilimsel araştımalarda immunostimülan olduğu gösterilmiş olan "asemannan", "glukomannan", "mannoz-6 fosfat", "aloerid" gibi polisakkaridler; çeşitli enzimler, deneysel olarak antihistaminik olduğu gösterilmiş olan "alprogen"; yine çeşitli çalışmalarda kan kolesterol düzeylerine ve selim prostat hipertrofisine etkili olduğu bildirilen "lupeol", "beta-sitosterol" ve "kampesterol" gibi steroller ile lignin, salisilat gibi maddeler bulunmaktadır. Antrakinonları içeren kabuk bölümü suyunun uçurulması ile elde edilen ve laksatif olarak kullanılan kısma Aloe denir. Yaprağın iç kısmında bulunan ve parankim hücreler tarafından imal edilen müsilaj görünümlü renksiz kısma ise Aloe vera Jel adı verilir. Bu iki kısım devamlı şekilde kavram karışıklığına neden olduğu için, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) nün Seçilmiş Tıbbi Bitkiler monografında ayrı bölümler halinde incelenmiştir. Aloe vera jel inin gerek yüzeysel kullanım, gerekse besin tamamlayıcısı olarak içecek şeklinde hazırlanması, özel yöntemler gerektirmektedir ve ürünler, günümüzün son derece gelişmiş analiz yöntemleri ile kontrol edilmektedir. Bundan amaç, jelde varolduğu bilinen maddelerin ürünün içinde de korunmuş olarak bulunmasıdır. Kıraât Kıraât (Arapça: قراءة "Okuma, okuyuş"), Kuran-ı Kerim'in serbest okunuşunu Kıraat-ı Aşere'ye göre içeren ve her defasında farklı okunan ve tonu ve içeriği de değiştiren bir yöntemdir. Normal musikide sadece tek bir metin olmasına rağmen Kuran'ın okunuşundaki 10 (Arapça: aşere) çeşit okunma ve farklı anlamla insan sesinin piyanoyla veya kanunla akort edilmesi sayesinde geniş olanaklara sahiptir. Kıraat imamlarından her birinin, rivayet ve tariklarının ittifak ile temsil ettiği okuyuşa "kıraat" yedi veya on kıraattan her birinin kendisine dayandırıldığı kimseye de "imam" denir. Bir İmam'a ait Raviye (talebesine) nispet edilen kıraat farklılığına "Rivayet"; bu rivayeti nakleden, yani kıraat imamlarından birisinden kıraat rivayet eden kişiye de "Ravi" denilmiştir. Ravilerin ravileri arasındaki farklı nakillere de "Tarik" tabiri kullanılmıştır. Kıraatları bilen kimseye "kurra"; bunları sözlü olarak nakledip okutan kimseye de "mukri" denilmiştir. İslam dünyasında ünlü olan yedi okunuş şeklinin imamları şunlardır: Yedi okunuş şekline daha sonra üç okunuş şekli daha eklenmiş ve buna da Kıraat-ı Aşere denmiştir. Bu üç yeni okunuşun imamları ise şunlardır. Milan Kundera Milan Kundera, (d. 1 Nisan 1929, Brno, Çekoslovakya), Çek-Fransız asıllı yazar. 15 kitap yazmış, sayısız ödül almış, yazarlık mesleği yanında uzun yıllar müzik ve sinemayla profesyonel olarak uğraşmıştır. Yaşamını Paris'te, eşiyle birlikte sürdürmektedir. 1929 yılında, orta halli Kundera ailesinin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Ludvík Kundera (1891-1971), 1948-1961 yılları arasında Brno Müzik Akademisi müdürlüğü yapmış olan, ünlü müzikolojist ve piyanist Leoš Janáček'in öğrencisiydi. İlk piyano derslerini babasından aldı ve ilerleyen yıllarda kendisi de müzikoloji üzerine çalışmalar yaptı. Lise eğitimini 1948 yılında Brünn'de bitirdikten sonra, Charles Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde, edebiyat ve estetik üzerine eğitim gördü. İki dönem sonra Film Akademisi'ne geçti ve yönetmenlik konusunda ilk makalelerini yazdı fakat daha sonra çalışmalarını politik baskı yüzünden durdurmak zorunda kaldı. II. Dünya Savaşı'nın sonunda Komünist Parti'ye üye oldu. Ancak 1948'in şubat ayında partiden çıkarıldı. 1950 yılında da bir diğer Çek yazar Jan Trefulka Komünist Parti'ye karşı faaliyetlerde bulunmaktan, partiden uzaklaştırıldı. Trefulka o günlerde gerçekleşen olayları 1962 yılında yazdığı Pršelo jim štěstí (Onlardan Yükselen Mutluluk) romanında anlattı. Kundera'ysa o günlerde başına gelenleri bir şaka olarak görmüş olacak ki, partiden çıkarılma sürecinde başına gelenleri anlattığı kitabının ismini Žert (Şaka) koydu. 1956 yılında Komünist Parti'ye tekrar giren "Milan Kundera", 1976 yılında ikinci kez, Václav Havel gibi ünlü yazarlar ve sanatçılarla birlikte partiden ihraç edildi. 1968'deki Rus istilasından sonra, Prag Müzik ve Sanatlar Akademisindeki görevinden uzaklaştırılan "Kundera", politik baskılara dayanamayarak Fransa'ya göç etti ve 1981 yılında Fransa vatandaşı oldu. 1979 yılında yazdığı "Gülüşün ve Unutuşun" kitabının yayınlanmasının ardından Çekoslovak hükümeti Kundera'yı vatandaşlıktan çıkardı. 1980 yılında Gabriel Garcia Marquez'in aldığı Commonwealth Ödülü'nü, 1981 yılında Tennessee Williams'la paylaştı. En bilinen romanı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği 1988 yılında Philip Kaufman tarafından sinemaya uyarlandı. 1983 yılında Michigan Üniversitesi tarafından fahri doktora unvanı verilen "Kundera" 1985 yılında da Kudüs Ödülü'ne layık görüldü. Çağımızın en başarılı düşünsel roman yazarı ve varoluşçuların sonuncusu olarak nitelendirilen Kundera'nın son kitabı "Bir Buluşma" 2009 yılında yayınlanıp 2010 yılında ise Türkçeye çevrilmiştir. Sylvia Plath Sylvia Plath "(d. 27 Ekim 1932 Boston - ö. 11 Şubat 1963 Londra)", Amerikalı şair ve yazardır. Trajik yaşamı ve intiharıyla tanınan Plath, aynı zamanda yarı otobiyografik bir roman olan ve depresyonu üzerine ayrıntılı bilgiler veren Sırça Fanus kitabının yazarı olarak bilinir. Anne Sexton ile birlikte, Plath gizdökümcü şiirin ö
nemli isimlerinden biridir. 1932 yılında Alman bir baba ve ABD'li bir anneden, Massachusetts'te doğdu. Profesör olan babası 1940 yılında öldü. Plath ilk şiirini 8 yaşında yayımladı. Plath, hayatı boyunca ileri derecede manik-depresif bozuklukla boğuştu. 1950 yılında bursla girdiği Smith College'deki ikinci yılında ilk intihar girişimini gerçekleştirdi ve bir akıl hastanesine yatırıldı. 1955'te Smith College'den "summa cum laude" derece ile mezun oldu. Kazandığı Fulbright bursuyla Cambridge Üniversitesi'ne giderek çalışmalarını burada sürdürdü ve şiirlerini üniversitenin öğrenci gazetesi olan Varsity'de yayımladı. Plath burada 1956 yılında evleneceği İngiliz şair Ted Hughes'la tanıştı. Evliliklerinin ardından Boston'da yaşamaya başladılar. Plath, hamile kaldıktan sonra ise İngiltere'ye geri döndüler. Plath ve Hughes, Londra'da kısa süre yaşadıktan sonra North Tawton'a yerleştiler. Çiftin Sylvia'nın kıskançlık krizleriyle başlayan sorunları bu dönemde başladı ve ilk çocuklarının doğumundan kısa süre sonra Sylvia Plath Londra'ya geri dönerek boşanma işlemlerini başlattı. Kiraladığı evin eskiden İngiliz şair William Butler Yeats'e ait olduğunu öğrenen Plath bunu iyi bir işaret olarak değerlendirdi. 1962-1963 kışı Plath için çok zor geçti. 11 Şubat 1963'te, ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattı ve kafasını fırının içine sokarak intihar etti. İntiharıyla ilgili olarak kocası Ted Hughes eleştirilere maruz kaldı. Hughes yıllarca bu konuda konuşmadı. Daha sonra anılarını yayımladı. 1963 yılında daha 30 yaşındayken intihar eden Plath’ın hayatı, Oscarlı oyuncu Gwyneth Paltrow'un ünlü şairi canlandırdığı “Sylvia” filmine de aktarıldı. Plath’ın Türkçeye çevrilen eserleri arasında bulunan “Sırça Fanus” adlı romanı, birçok kişi tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak değerlendirilir. Sylvia Plath, "The Colossus"daki (1960) sondan bir önceki şiir olan "Sculptor" (Heykeltıraş) şiirini Leonard Baskin'e ithaf etmiştir. Mahmudiye, Eskişehir Mahmudiye, Eskişehir iline bağlı ilçedir. Eskişehir Ankara yolundan 52 km sonra Konya yolunda 15 km gidilerek ulaşılabilinir. Nüfusu yaklaşık 5000'dir. Merkezde 3 İlköğretim okulu, 3 lise,1 Yüksek okul, jandarma ve polis karakolu, Hastahane, öğretmen evi vardır. 1950 yıllarında ilçe olmuştur. Okuma yazma oranı yüksektir. Bünyesinde 15 köy barındıran Mahmudiye'nin en önemli özelliği, T.J.K. harasının burada bulunmasıdır. Yetiştirilen taylar her sene Mayıs - Haziran aylarında açık arttırma ile satılır. Taylardan bazıları 150-200 bin YTL fiyatlara satılabilmektedir. Ayrıca her sene Eylül ayında 1 ay süreyle at yarışları düzenlenmektedir. Aynı zamanda T.C. Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM)'in Türkiye'deki en büyük 3 işletmesinden birisi olan Anadolu Tarım İşletmeleri'de bu ilçede bulunmaktadır.Burada yetiştirilen taylar,at sahiplerine satılarak yarış sahalarında start almaktadır.Tigem bu koşulardan yetiştiricilik primi kazanır.Anadolu Tarım İşletmesi Türk at yarışı tarihinin en önemli atlarını yetiştirmiş,aygırlarına ev sahipliği yapmıştır. 1998 yılında tarım bakanlığı ve TJK ya yapılan müracaat ile ilçeye hipodrom yapılması konusunda ilk anlaşma yapılmıştır. İlçeye TJK tesisleri kurulmuştur. John McLaughlin John McLaughlin (d. 4 Ocak 1942; Doncaster, Yorkshire), İngiliz caz ve rock gitaristi. McLaughlin, müzikte yeni teknolojiler denemiş ve gitar konçertoları bestelemiştir. Gençlik döneminde Georgie Fame's Blues Flames, Graham Bond Organisation, Brian Auger's Trinity gibi gruplarda çalmış, 1968 yılında ise kendi grubunu kurmuştur. 1969'da Tony Williams'ın grubu Lifetime ile çalmaya başlamıştır. Bu grupla birlikte sahne aldığı dönemlerde, caz müziğin önemli isimlerinden olan Miles Davis’in klasikleşmiş iki albümünde ('In a Silent Way'-'Bitches Brew') çalmıştır. Caz ve rockı birleştiren ve önemli jazz fusion gruplarından biri olarak bilinen Mahavishnu Orchestra’nın gitaristi olarak ün yapmıştır. 1975'te tarzını değiştirerek akustik gitar ve Hint müziği ile ilgilenmeye başlamıştır. Batı ve doğu müziğini sentezleme çabasında olan Shakti isimli grubu kurması bu döneme rastlamaktadır. Antik Makedonlar Antik Makedonlar, bugünkü Yunanistan'ın ilk ve yerli halkı. Daha sonradan etkisi altında kalacak bugünkü Slav topluluğu olan Makedonlar'a adını veren halk. Makedonya İmparatorluğu MÖ 725 yılında kuruldu. 33 yıl İran İmparatorluğuna bağımlı kaldı. MÖ 356 da doğan Büyük İskender Kral olduktan sonra, Anadolu'nun Batısı, Atina'ya bağlandı. Büyük İskender MÖ 334 yılında Anadolu'ya çıktı. Çanakkale boğazından geçerek, Persepolis'e vardı; Pers İmparatorluğuna son vererek, daha Güneye indi; Suriye, Lübnan, Filistin devletlerini ele geçirdi. Mısır'a girdi. Afganistan'a vardı. MÖ 323'de 33 yaşında iken Babil kentinde öldü. Persepolis Persepolis (Pers dilinde: Parsa, Farsça: تخت جمشید/پارسه, Takht-e Jamshid / Taht-ı Cemşid), İran'ın Fars Eyaleti'ndeki Şiraz şehrinin 70 km kuzeydoğusundadır. Pers İmparatorluğu'nun başkenti olan Persepolis, MÖ 6. yüzyıl sonlarına doğru Pers Kralı I. Darius (Dara) tarafından kurulmuştur. Darius'dan sonra tahta çıkan I. Serhas (Xerxes) ve Artakserkses (Ardaşir) şehri büyüterek çeşitli anıtlarla doldurmuşlardır. Persepolis'te kral sarayları taşıma toprakla yapılan, tepesi 473 metre uzunlukta, 86 metre genişlikte ve 13 metre yüksekliği olan yapay bir tepe üzerinde bulunmaktaydı. Sarayların bulunduğu bu taraçaya iki geniş merdivenle çıkılıyordu. Merdivenlerin yan duvarları kabartma heykellerle doludur. Gerek Kiros’un Pasargadai’daki an›tsal mezar›nda, gerekse Persepolis’teki büyük saray kompleksinde Yunan mimarlar ve taş ustaları çalışmışlardır. Serhas'in taht salonunda, her biri 20 metre yükseklikte olan ve üzerinde 2 metre yükseklikte başlıkları olan 100 sütun bulunuyordu. Başlıklar boğa ve insan şeklindeydi. Sarayın iki büyük sütunla tutturulan kapısının yüksekliği 11 metredir. Kapıdaki sütunların önünde, yüzleri insan şeklinde olan iki boğa heykeli vardır. Darius'un Mısır'daki ocaklardan getirilen blok taşlarla yapılmış "Apadama" denilen tören salonu 10.000 kişi alıyordu. Bu kadar büyük bir kapalı salon başka hiçbir sarayda görülmemiştir. Hazine sarayının geniş avlusuna açılan 4 büyük ahşap kapısı vardı ve bunlar renkli ve süslü alçılarla kaplıydı. Persepolis'te büyük sütun kaideler üzerinde, Perslerin inançlarını yansıtan heykeller vardır. Bunlar iyilik sembolü olan yarı insan bir savaşçı ile kötülük sembolü olan bir canavarın mücadelesini ve iyilik sembolünün zaferini gösterir. Persepolis'in yakınındaki kayalık dağın yamaçlarında birbirinden 8–10 km uzaklıkta, kayalar oyularak yapılan ve saray görünümlü iki kaya mezar vardır. Frigya kral mezarlarına benzeyen bu mezarlar "Taht-ı Cemşid" ve "Nakş-ı Rüstem" olarak anılırlar. Bunlardan biri I. Darıus'un mezarıdır. MÖ 331'de Büyük İskender Persleri yenerek şehri yaktı. Bundan sonra şehir toprak yığınları altında kendi haline terkedildi. 1930'larda başlayan arkeolojik çalışmalarla şehir yeniden ortaya çıkarılmıştır. Mahmudiye Atlantis (film, 1991) Atlantis, Luc Besson'un yönettiği ve 1991 yılı yapımı olan, belgesel nitelikli bir su altı yaşamı filmidir. Film, bir anlatıcının kısa başlangıç jeneriği sırasında yapmış olduğu giriş konuşması bölümü dışarda bırakılırsa, konuşmasız bir filmdir ve yine bu giriş bölümü hariç tutulursa, her biri ayrı adlandırılmış olan toplam on bir bölümden oluşmuştur. Aralarındaki geçişin kimi zaman kararma, kimi zaman kesme ve atlama, kimi zaman da görsel devamlılığı vurgulayan kurgularla sağlandığı bölümlerde, her bölümün başında o bölümün adı ile vurgulanan konusuna uygun olmak üzere, bir ya da birkaç deniz canlısının ya da su altı şekillerinin görüntülerine yer verilmiştir. Birden fazla deniz canlısına yer verilen kimi bölümler içerdikleri canlıların konuya uygun görüntü derlemelerinden oluşurken, kimi bölümler ise canlıların kendi başlarına işlenişi açısından alt bölümlere ayrılıyor gibidirler. Bölümler arasında görsel devamlılığı vurgulayan kurgularla geçişin sağlandığı yerlerde, bölümlerin asıl konusunu oluşturanlar dışındaki deniz canlılarına da yer verilmiştir. Hatta, bu kısımlarda, esasen yine kurgulu görüntülerle olmak üzere, canlılar arasında mizansenler yaratıldığı da izlenir. Filmin temel ses kaydını bölümlerin konuları ve görsel anlatımı ile büyük uyum sergileyen müzikler oluşturmaktadır. Görsel devamlılıkla kurgulanmış kısımlarda müzik de yerini mizansene ya da devamlılığa uygun olan çeşitli ses efektleri, ses kayıtları ve/veya kısa melodilere bırakabilmektedir. Su altına ait seslerin kayıtları ise görece daha az kullanılmıştır. En sonda yer alan ve ihmal edilebilecek kadar kısa süren bir su üstü bölüm dışarda bırakılırsa, bütün film su altında geçmektedir. Bu da "konuşmasız film" olarak değerlendirilen ve belgesel nitelikli olan filmler içinde Atlantis'i özgün kılar. Filmin Fransada'ki gösteriminin süresi 80 dakika iken, Almanya'da 78 dakikalık bir süreyle gösterilmiştir. Filmin DVD'si Sony Pictures tarafından ve bölge kodlarına göre iki ayrı sürüm halinde piyasaya çıkarılmıştır; sürümlerin süreleri de farklıdır. ABD ve Kanada'da piyasaya sürülen 1 bölge kodlu sürümün süresi 78 dakika, Türkiye'de piyasaya sürülen 2 ve 5 bölge kodlu sürümün süresi ise 75 dakikadır. Bir bölümünde Maria Callas'ın söylediği arya hariç olmak üzere, filme ait tüm müzikler Eric Serra imzalıdır. Bitiş jeneriğindeki müzik bilgilerinden yola çıkarak, Eric Serra'ya ait olan müzikleri iki grup altında toplamak mümkündür: "Aşk ("L'amour")" adlı bölümde kullanılan "sentetik" müzik, Vanessa Paradis'in de şarkı söyleyerek katıldığı bir pop müzik parçasıdır. "Senfonik" müzik icracıları ile ilgili bilgiler şöyledir: Maria Callas'ın söylediği arya filmin "Zarafet" olarak türkçeleştirilebilecek ""La grâce"" adlı bölümünün ilk kısmında kullanılmıştır ve bu aryaya ait diğer icra bilgileri söyledir: Film, bir an
latıcının kısa başlangıç jeneriği sırasında yapmış olduğu giriş konuşması bölümü dışarda bırakılırsa, her biri ayrı adlandırılmış olan toplam on bir bölümden oluşmuştur; bu on bir bölüm de iki ana başlık altında sunulmuştur. Ana başlıklar ve filmi oluşturan bölümler şunlardır: Bu bölüm, başlangıç jeneriğindeki kısa giriş konuşmasının ve filmin birinci başlığı olan "İlk gün ("Dernier jour")" yazısının ardından, bölüm adının siyah ekranda belirmesi ile başlar. Denizin enginliğini ve güneş ışığının hafifçe dalgalanan denize girerken yarattığı ışık oyunlarını vurgulayan görüntüler ve ses efektlerinin ardından, yavaşça başlayan ve giderek artak "senfonik" müzik eşliğinde ve baş aşağı sunulmuş görüntüler ile deniz yüzeyine "yükselen" hava kabarcıklarına yer verilir. Müziğin son bir yükselişi ile temelde coşkulu bir "senfonik" müziğin hakim olduğu ve çeşitli balık türlerinin oluşturduğu büyük balık sürülerinin izlendiği çekimler başlar. Bu çekimlerde yer verilen kimi balık türleri şunlardır: Müziğin yavaş yavaş durulmasının ardından, kamera son bir defa denizin yüzeyindeki güneş ışığına doğru çekim yapar ve derinliklere doğru çevrilir. Bu görüntüden de denizin kumluk tabanının hemen üzerinde gezinen bir çekime atlanır ve bir sonraki bölümün ismi belirir. Kameranın kumluk deniz tabanının hemen üzerindeki gezintisi sırasında görüntüye giren deniz canlısı ile bölümün konusu belli olur: bütün bölüm benekli yunuslara ("dauphins tachetes") ayrılmıştır ve çekimler Bahamalar'da yapılmıştır. Önce tek bir yunusu takip eden kameranın görüşüne giderek artan sayıda yunus girer. Sonrasında ise kalabalık bir yunus grubunun birlikte yüzüşleri, oynamaları vb. görüntülenir ve bunlara da coşkulu bir "senfonik" müzik ile yer yer de yunuslar arası iletişime ait ses kayıtları eşlik eder. Bölüm kararma ile sonlanır. Çekimler Yeni Kaledonya'da yapılmıştır ve bölüm temel olarak ""tricot rayé"" deniz yılanının gezintisini takip eder. Görüntülere oryantal bir ezgi çevresinde gelişen ve temelde "senfonik" yapılı olan müzik eşlik eder. Bölümde yakından çekimlerine yer verilen diğer deniz canlıları şunlardır: Bölüm kararma ile sonlanır. Çekimler Galapagos Adaları'nda yapılmıştır ve bölümde kendi aralarında oynayan bir fok grubuna, bu fok grubu ile aynı yerdeki bir iguananın (f) sualtında beslenmesine ve suya atlayan bir penguen (f) grubunun denizde beslenmesine yer verilmiştir. Görüntülere rock tarzının hakim olduğu, hareketli bir "sentetik" müzik eşlik eder. Bir sonraki bölüme görsel devamlılığı vurgulayan kurguyla bağlanılır: Bu bölüm, iki farklı deniz canlısını iki farklı müzik tarzı ile ayrı ayrı konu edindiği için, bir anlamda iki yarıya ayrılmaktadır: Birinci yarıda, Maria Callas'ın bir orkestra eşliğinde söylediği aryayla birlikte, manta vatozları (dev manta) işlenir. Bu yarının sonunda, mantaların gözden kaybolmasıyla birlikte aryanın da bitişi üzerine, bir önceki bölümden geçiş görüntüleri sırasında konser salonunda toplanılıyormuş gibi bir ses kurgusuyla görüntülenen balık sürüleri bu sefer de konser dağılıyormuş gibi bir ses kurgusuyla (önce alkışlar, sonra da insanların aralarında konuşmaları) birlikte görüntülenir. Bu yarı kararma ile sonlanır. İkinci yarı bir kelp ormanına ait görüntüler ile başlar. Eric Serra'ya ait olan, tekinsizlik duygusunun hakim olduğu "sentetik" müzik devreye girdiğinde, kamera kelplerden birine tutunmuş bir dev ahtapotu yakalar. Dev ahtapotun yerinden ayrılması ve kelp ormanının içinde uzaklaşmaya başlaması ile birlikte, kamera ahtapotu izlemeye başlar. Bu takibin bir yerinde, dev ahtapot kendini suyun derinliklerine doğru serbestçe düşüyormuş gibi inmeye bırakır. Kamera bu inişi bir yere kadar takip eder ve ahtapotun derinliklerde kaybolmasına görünütün kararması ve müziğin bitişi eşlik eder. Bir sonraki bölümün adı siyah ekranda belirir. Manta vatozlarının çekimleri Büyük Okyanus'ta, dev ahtapotunkiler ise Vancouver'da yapılmıştır. Bu bölümde gece çekilmiş görüntülere yer verilmiştir ve bir süre müziksiz, kimi ses efektleri ve kısa melodiler ile giden başlangıç kısmında sırası ile şu deniz canlıları izlenir: Bu kısımın ardından, başta gorgon mercanları olmak üzere ve "senfonik" müzik eşliğinde, çeşitli dallı mercanlar ve yosunlar görüntülenir. Müzik rüzgar seslerine geçiş ile biter ve bahsi geçen yosunların görüntülenmesine bir süre daha devam edilir. Sonrasında ise sırasıyla şu deniz canlıları görüntülenir: Belugalar bu bölümde görüntülenen son canlılardır. Onların görüntüden çıkması ile birlikte bir koro müziği başlar ve bir sonraki bölümün ismi belirir. Bir önceki bölümde başlayan koro müziğinin eşliğinde olmak üzere, bu bölümde deniz canlıları değil, deniz altındaki kaya şekilleri görüntülenir. Çekimlerin büyük çoğunluğu gene gece yapılmıştır ve sıklıkla arkalarından aydınlatılmış, üzerlerindeki mercan ve süngerleriyle dikit şekillenmeleri gösteren kayalıklar izlenir. Benzer kayalıklar ulaşabildiği kadarıyla gündüz ışığının aydınlatması altında da çekilmiştir ve neredeyse bütün bölüm siyah-beyaz denebilecek kadar renk yoksunu ama ton zengini bir görselliğe sahiptir. Son olarak, bir kayalık yarığının altından denizin aydınlık yüzüne doğru yapılan birkaç çekimin ardından, kamera yarık içinde yükselmeye başlar. Koro müziğinin son bir yükselişle bitmesiyle birlikte de kameranın yükselişi görece düz, çok renkli, sığ bir mercan resifinde son bulur. Dingin bir sulak alanı andıran ses kayıtları eşliğinde, neredeyse hiç balık görülmeyen bu mercan resifindeki huzurluluğu vurgulayan durağan görüntüler izlenir ve bu sırada da bir sonraki bölümün adı belirir. Bu bölümün adının bir önceki bölümün son mercan resifi görüntüleri üzerinde belirmesi ve kaybolmasının ardından, görünüşü nedeniyle daha çok bir tatlı su bataklığını andıran sualtı görüntülerine atlanır: kamera bu tatlı su bataklığının kıyısına yakın ve su yüzeyinin hemen altında dolaşmaktadır ve görüntü de baş aşağı sunulmuştur. Kameranın bir süre başaşağı gezinişinin ardından, normal (baş yukarı) sunulan görüntülere geri dönülür ve bu bölümün temel konusunu oluşturan manatilerin izlenmesine başlanır. Mantileri uyur, gezinir, beslenir ve merakla kameraya yaklaşırken ya da incelerken gösteren çekimler Florida'da gerçekleştirilmiştir. Bölüm boyunca hakim olan müzik ise bölümün başında geçilen tatlı su bataklığı gezintisi ile eş zamanlı başlayan, manatilerin dingin yaşamlarını ve barışçıl sükunetlerini vurgulayan, neşelice ama duygusal yapılı ve "sentetik" bir müziktir. Ayrıca, manatilerin beslenişi, yalnızca burun deliklerini suyun üzerine çıkararak nefes alışları ve bir manati ile kameranın hafifçe çarpışmasına uyan ses kayıtlarına da yer verilmiştir. Bir manatinin yakından yapılmış çekimleri bölüme ait son görüntülerdir. Bunlara eşlik eden müziğin yavaşça azalması ve bitmesi ile birlikte görüntü kesilir; siyah ekranda bir sonraki bölümün adı belirir. Bu bölüm bir mağaranın içinden dışarı doğru çekilmiş görüntü ile başlar; kısa bir süre içinde, mağaranın içine girip çıkan ve birbirleri ile oynayan foklar da görüntüye dahil olur. Galapagos Adaları'nda yapılmış olan ve "Oyun ("Le jeu")" isimli bölümde yer verilen fok görüntülerine benzer görüntülerin de izlenmesinin ardından, bölümün geri kalanında çiftleşmekte olan çeşitli deniz canlılarına yer verilir: Tüm bunların ardından, bölüme hakim olan müziğin yavaşça azalmasına eşlik edecek şekilde ve sırası ile şu görüntülere yer verilir: Bu görüntülerin sonunda, iyice azalan müzik biter ve kamera da bir mercan resifinden genel görüntüler alarak açık denize doğru çevrilir. Küçük balıklara ait bir sürüyü gösteren bu son görüntüler tek başına dolaşmakta olan bir köpek balığının görüntülerine kaynar ve kısa bir süre sonra da bir sonraki bölümün ismi belirir. Bu bölümde kullanılan "sentetik" pop müziğe Vanessa Paradis de şarkı söyleyerek katılır. Bu bölüm üç farklı köpek balığı türüne ayrılmıştır. "Sentetik", birbirilerine ses efektleri ile bağlanan ve farklı iki duygu durumunu vurgulayan farklı iki müzik ve bu müziklerden biri ile ikisinin, diğeri ile de üçüncü türün kendi başlarına işlenişi nedeniyle, bölüm bir anlamda iki yarıya ayrılmaktadır: Birinci yarıda yer verilen köpek balığı türleri şunlardır: ▪ Gri resif köpek balığı; Tahiti'de görüntülenmişlerdir. ▪ Büyük beyaz köpek balığı; Avustralya'da görüntülenmişlerdir. Bu köpek balıkları, bu yarı boyunca, dönüşümlü olarak ve ikişer kere gösterilirler. Genel bir tedirginlik havasına sahip melodisi ile müzik, gösterilen türe göre az çok tempo değiştirerek gider. Gri resif köpek balıklarının ikinci keresinde ve orfoz vb. büyük balıkları birbirlerinin ağzından lokma kaparcasına avlarken görüntülenişi sırasında, müzik artık yerini çığlık benzeri ses efektlerine bırakır. Bunun ardından ve ikinci kez izlenen büyük beyaz köpek balığı ise kamerayı birkaç kere ısırarak yoklamaya çalışırken ve yine çığlık ya da uluma benzeri ses efektleri eşliğinde görüntülenir. İkinci yarıya, ilk yarıda son olarak izlenen büyük beyaz köpek balığının ardından ve uluma ve çığlık benzeri ses efektleri henüz devam ederken geçilir. Bu yarının tümü bir balina köpek balığına ayrılmıştır ve Seyşeller'de görüntülenmiştir. Balina köpek balığı, çevresinde ve onunla birlikte yüzmekte olan kalabalık bir remora sürüsü ve başka bazı küçük balık türleriyle birlikte izlenmeye başlanır. Müzik uluma ve çığlık benzeri ses efektlerinin içinden çıkar ve adeta kendi başına bir ekosistem gibi olan bu canlının büyüklüğü ve büyüleyiciliğini vurgulayan bir hava ve tempo ile gider. Köpek balığının son çekimleri ile birlikte iyice yücelen müzik biter, görüntü kesilir ve siyah ekranda önce filmin ikinci başlığı olan "Son gün ("Dernier jour")", sonra da filmin son bölümünün adı belirir. Bölümün adına rağmen, iki yarının konularının birbirine zıtlığı dikkat çekicidir. Ayrıca, "nefret" kavramının en azından yırtıcı köpek balıkları ile özdeşleştirilmiş olması da ilgiye değer bir durumdur. Bu bölümde, büyük beyaz köpek balığının kameraya çarpmasına uyan ses kayıtlarına da yer verilmiştir. Bu bölümün
tamamı buzulların su altında kalan kısımları arasında yapılan gezintilere ayrılmıştır ve bir buz tabakasındaki delikten su altına sızan ışığın görüntülenmesi ile başlar. Kameranın gezintisi sırasında çeşitli buzul yarıklarına ve tünellerine girilir. Bu sırada yakalanan görüntüler ile endoskopik olarak Fallop tüpleri içinden yapılan çekimlere ait görüntüler arasında açık benzerlikler olduğu düşünülebilir. Kamera gezintisine görece pürüzsüz buz duvarlarca çevrilmiş geniş hacimler içinde devam eder ve bölümün ismi ile birleştirildiğinde doğum kanalında ilerlemeyi temsil ettiği açık olan bir çekimin ardından da muhtemelen bölümün ilk başında görüntülenen buz tabakası deliğine doğru yönelir. Kameranın deliğe doğru gidişinin görüntüleri baş aşağı sunulmuştur: kamera deliğe iyice yaklaşarak, oradan giren kuvvetli ışığın içine dalar. Bu görüntüyü havadan deniz yüzeyine doğru yapılan ve bir yandan ilerlerken, bir yandan da denizden uzaklaşan bir çekim takip eder. Son olarak, oldukça yüksek bir seviyeden deniz yüzeyine doğru yapılan bir hava çekiminde, denizde giden bir yat görüntülenir. Film kararma ile biter. Bu bölüme "sentetik", sakin bir müzikle başlanır. Burada sunulan melodi bölüm boyunca devam etse de bölüm ilerledikçe koro hakimiyetindeki bir "senfonik" müzik yavaş yavaş baskın hale gelir. Konusuna uygun bir duygu durumunu yansıtan bu müzik iyice yükselir ve sonuçtaki "doğum" ile birlikte de biter. Filmin son bölümünün kararmayla sonlanmasını izleyen kapanış jeneriğinde, "Devinim ("Le mouvement")" bölümünde kullanılmış olan oryantal havalı "senfonik" müzik eşliğinde ve görünüş sıralarıyla, film boyunca üzerinde yoğunlukla durulmuş olan deniz canlılarının kısa görüntülerine ve çekimlerinin nerede yapıldığına yer verilir. Ulahlar Vlahlar veya Ulahlar, Makedonya'da ve Romanya'da yaşayan bir etnik grup. Geleneksel uğraşları çobanlık olan ve daha iyi otlak arayışları sonucunda Balkanlar ve Doğu Avrupa'ya ulaşan Ulahlar'a, bugün kıtanın kuzeyindeki Polonya'da bile rastlamak mümkün. Kır hayatına olan bağlılıkları sayesinde Balkanlar'da yüzyıllar boyunca süren etnik çatışmalardan çoğu zaman uzak kalan Ulahlar, bulundukları her yerde çoğunluk nüfusu ile barış içinde bir arada yaşıyor. Ulahlar'ın kökeninin, kullandıkları dil açısından benzerlik gösterdikleri Rumenlerle aynı olduğu söylenmektedir. Yunanlar ise Yunanca konuştuklarını ve Yunan olduklarını iddia etmektedirler. Topluluğun kökeni Balkanlar'daki Romalıların ve Romalılaştırılmış kolonilerin soyundan gelmektedir. Rumen kültürü Slavlar'ın etkisi altında kalırken, Tuna'nın güneyinde ortaya çıkan Ulah kültüründe Bizans ve Yunan izleri görüldüğü idia edilmektedir. Tarihçiler bu toplulukları Makedon Rumenleri olarak adlandırırken, onlar Arumenler'i kullanmayı tercih ediyorlar. Arumence dilidir. Bu dil hakkında dilbilimcilerin ortak görüşü, Ulah ve Rumen dillerinin aynı Latince temelli dilden türediği yönünde. Bu dilden türeyen bir diğer dil olan Dalmaçya dili 1898'den beri kullanılmazken İstro Rumence Hırvatistan'da hâlâ birkaç bin kişi tarafından konuşuluyor. Karadağ'da bulunan Durmitor Dağı gibi toponimler de Tuna çevresinde ve dağlık bölgelerde Latince konuşan toplulukların yaşadığını doğruluyor. Got dilinden gelen ve orijinal anlamı "yabancı" olan "Ulah" kelimesi daha sonraları "Latin lehçelerini konuşan" anlamında kullanılmaya başlandı. Alman kabileleri, günümüzün Galler halkını oluşturan Romalıları o dönemlerde "Galli" diye adlandırırken, Güney Belçika'daki Romalılar'a Valonlar denmekteydi. İtalya'nın Macar dili ndeki karşılığı bugün bile "Ulahlar'ın Ülkesi" anlamına gelen "Olaszország". Ulahlar yani Karakaçanîler" Kara "ve" kaçan ", Türkçe terkipten oluşur. Kara hem "siyah" hem de "kara gözlü"deki anlamıyla "güzel" demektir. “kaçan” rumeli türkçesinde çok koşan anlamındadır. . Karakaçanlar kendileri aralarında bazen birbirlerine "Ulah" demektedirler. kendini arama. Bu tarz çağrılmaları Yunanistanda geneldir. "Valhs" yani Ulahların “Wallachs” Valehlerle arasında alaka yoktur. Karakaçanlar yörükler gibi koyun güzerlerdir. Karakaçanlar için göçebe koyunculuk tipik temsil araçlarıdır. Doğa ve doğallık ve mera onlara özgüdür. Mera-gerekçesiyle farklı yerlere - yaz aylarında dağların yüksek yerlerine yani yaylalara ve kışın olduğunda da alçak ve sıcak yerlere göçerler. Koyun ve atların hayatlarında büyük önemi vardır, Karakachanların. Göçebe ailesidirler. Koyun, gibi bir hayvanın yaşam koşulları, gıda ve güçlü sürü içgüdüsü geliştirdikleri için halk iddiasız, varlık süt, et, yün, gıda, giyim, ev eşyası ihtiyaçlarını temin olduğunu gizlenemez ve için yeri doldurulamaz bir kaynak olmuştu. Atlar onlar için çok önemli bir ulaşım vasıtası olmuştur. Karakachan koyunu, atı ve köpeği göçebeliğe uygun yaşayan bir yol olmuştur. Hangi Karakaçanlardan olunursa olunsun hayatlarında en önemli katkı onların göçlerinde kendilerine korunaklı bir çadır olmasıdır. Buna Türkler gibi "chatura" derler. Chatura basit bir ahşap kabuk ve üzerinde keçi yününden özel dokunmuş eğimli gergin bir çadır olmuştur. Buna "tenda" denir. Bizans İmparatorluğu bünyesinde bir kaç Vlah eyaleti bulunmakla birlikte bunlardan çok azı güçlü devletler kurabildi. Assan hanedanı döneminde (1185-1258) ikinci Bulgar İmparatorluğu ya da Bulgar-Ulah devletinin kurulması Ulahlar'ın en büyük başarısı olmuştur. Eflak'ın diğer adı olan Vlahya ismi de Ulahların Ülkesi anlamına gelmektedir. Türkiye'de de çok az sayıda Karacaovalı mübâdil Vlah topluluğu yaşamaktadır. Yunanistan,eski Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan ve Türkiye Ulahlar: Yunanistan'da 209'000, Bulgaristan'da 10'556, Makedonya'da 9'695, Türkiye'de: 500 Toplam Nüfus yaklaşık: 229'751 kişidir. Saad Hariri Saad Hariri veya Saadeddin Refik Hariri (Arapça: سعد الدين الحريري veya سعد الدين رفيق الحريري ) (d. 18 Nisan 1970, Riyad), 18 Aralık 2016 tarihinden itibaren Lübnan Başbakanı olan siyasetçi. Babası, 14 Şubat 2005'te suikaste kurban giden eski Lübnan Başbakanı (2 ayrı dönem) Refik Hariri'nin Suudi Arabistan bazlı olarak kurmuş olduğu dev Oger grubununun (tamamı Hariri ailesine ait) başına geçmiş olan küçük oğlu olan Suudi Arabistanlı/Lübnanlı iş adamıdır. Forbes dergisi dünya zenginleri sıralamasında 2005'te 1.2 milyar dolarlık bir servetin başında 548. sırada gösterilmiştir. Suudi Arabistan baz alındığında ülkesinin 7. büyük zengini, Lübnan baz alındığında en büyük servetidir. 33 yaşında dünyanın en genç dolar milyarderlerinden biridir. Türkiye'de özelleştirilen Türk Telekom'u alması ile gündeme gelmiştir. 18 Nisan 1970 doğumludur. Georgetown Üniversitesi'nde işletmecilik okumuştur ve 1996'dan günümüze Oger grubunun başındadır. Babasının fiili idaresi suikast olayına kadar sürmüştür. Bu dönemde Oger grubu satışları 3.15 milyar dolara varan bir inşaat, telekomünikasyon, medya devi haline gelmiştir. Babasının suikaste kurban gitmesinden sonra Lübnan'da özellikle Suriye işgal ve nüfuzuna karşı gelişen yeni ortamda Lübnan'a dönmüş ve ülke siyasetinde de aktif rol oynamaya başlamıştır. Reform yanlısı, yolsuzluklarla mücadele eksenli, Hizbullah'ın silahsızlandırılması ve İsrail birliklerinin işgal ettikleri Lübnan topraklarından çekilmesi taraftarı ve Suriye'nin ülkenin iç politikasındaki etkisine karşıt bir çizgide Lübnan Parlamentosu'na girmiştir. Ülkenin başbakan adayları arasında gösterilmekle birlikte, önceliğini Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud'un, Suriye'ye bağımlı olduğu gerekçesiyle, görevden alınmasına karar vermiş, Lahud'un cumhurbaşkanlığı altında başbakanlık yapmayacağını dile getirmiştir. Lületaşı Lületaşı, magnezyum ve silisyum esaslı ana kaya parçalarının yerin muhtelif derinliklerindeki başkalaşım katmanları içinde, hidrotermal etkilerle hidratlaşması sonucunda oluşmuş kayaçtır. Bu kayacı fark eden bir alman mineralog (E. F. Glocker) tarafından 19. yüzyıl ortalarında sepiolit olarak adlandırılmıştır. Sepiolit ismi mürekkep balığının yunanca ismi olan 'sepion'a ithafen verilmiştir. Bu mineralin Almanca ismi olan 'Meerschaum' (deniz köpüğü) da mineralin yoğunluğuna ithafendir. Kimyasal formülü MgSiO(OH)•6 HO şeklindedir ve yoğunluğu 0,988 - 1,279 gr/cm³ değerleri arasında değişir. Mikroskopik büyüklükteki kristalleri düzensiz biçimde bağlanmıştır. Çok ince gözenekli yumuşak bir dokuya, beyaz ve beyaza yakın tonlarda bir renge sahiptir. Arkeolojik çalışmalar , lületaşının yaklaşık beşbin yıl öncesinden bilindiğini ve değişik amaçlarla kullanıldığını göstermiştir. Günümüzde lületaşı süs eşyası ve özellikle pipo yapımında kullanılmaktadır. Pipo ile tütün içme alışkanlığının yaygınlaşması lületaşının tüm dünyada tanınmasını sağlamıştır. Lületaşı ve benzer minerallere, Yunanistan'daki bazı adalar, Çek Cumhuriyeti'ndeki Moravya bölgesi, Fransa, İspanya, Fas ve ABD'de rastlanmaktadır. Ticari olarak işlenebilir Lületaşı yataklarının nerede ise tamamı Türkiye'nin Eskişehir ilinde bulunur. Oluşumunu sağlayan tepkimeler dolayısıyla, lületaşı yeraltında ıslak halde bulunur. Lületaşının toprak içindeyken temizliğini, çıkarıldıktan sonra da kolay işlenmesini, gözenekli yapısının tuttuğu bu doğal nem sağlar. Doğrudan veya işlendikten sonra kurutulan lületaşı, kaybettiği nem oranında hafifler ve önemli bir direnç kazanır. Eskişehir ilinin batısında, kuzeydoğusunda ve güneydoğusunda bulunan, sahalarda, yüzeyle 300 metreyi aşan derinlikler arasında, içinde dağınık yumrular halinde lületaşı bulunan başkalaşım katmanlarına rastlanır. Taşı elde edebilmek için yüzeyden itibaren dik inen kuyular kazılır. Toprak içinde kolayca ayırdedilen başkalaşım katmanlarına ulaşıldığında, bu katmanı takip eden yatay tüneller açılarak lületaşı yumruları aranır. Bazı bölgelerde lületaşı tabakaları yeraltı suları seviyesinden daha aşağıdadır. Buralardan lületaşı çıkarabilmek için önce suyun boşaltılması gerekmektedir. Lületaşı çıkarılmasında büyük ölçüde insan gücünden ve uzun yıllar sonucunda kazanılmış kişisel tecrübelerden ve sezgilerden yararlanılır. Çok hafif ve gözenekli olan lületaşı kurutulduktan sonra tekrar neme veya herhangi bir gaza
maruz kalırsa bu nemi veya gazı büyük ölçüde emer, tekrar kururken de bu nemin veya gazın içindeki artıkları bünyesinde tutar. Bu temel özelliği dolayısıyla çok uygun bir pipo malzemesi, aynı zamanda pek çok sanayi dalında iyi bir emici, filtre, yalıtım ve dolgu malzemesidir. Yaklaşık 300 yıldır büyük ölçüde dünyanın en kıymetli pipolarının yapımında kullanılan lületaşı, ilerleyen teknolojiye paralel olarak sanayide de vazgeçilmez bir yardımcı madde haline gelmiştir. Başlangıçta tamamı ihraç edilen ham lületaşları Avrupa'da işlenmekteydi. Günümüzde ham lületaşı ihracı önlenmiş ve tamamının, Cumhuriyet döneminde yetişmiş Eskişehirli ustalar tarafından işlenmesi sağlanmıştır. Zarif narin yapısıyla tamamen özgün bir malzeme olan lületaşının artık sadece tütün için araçları değil, kullanım ve estetik değeri yüksek yepyeni eserler de üretilmektedir. Yer altından çıkarılan lületaşı bünyesindeki nemi kaybetmediği sürece kolay olarak işlenebilir. Lületaşı işlemeciliği, yetenek, tecrübe ve sabırlı bir çalışma gerektiren zor fakat zevkli bir el işçiliğidir. Özel olarak biçimlendirilmiş bıçaklarla lületaşı üzerinde her türlü işleme yapılabilir. Genellikle ustaların kendilerince hazırlanan bu bıçakların ve benzeri araçların sayısı bazen elliye yaklaşır. Uzun süreli çalışmalarda nemini kaybederek sertleşen taş suya batırılarak yeniden yumuşatılabilir. Taşın doğal biçimine en uygun modelinin seçilmesi işletmede esastır. Böylece, taşın mümkün olan en az fireyle değerlendirilmesi sağlanır. Model konusunda en önemli kaynak gözlem ve ustaların hayal gücüdür. Tasarlanan biçimde işlenen lületaşı endirekt ısıyla uzun sürede kurutulur ve çok ince zımparalanır. Tamamlanan lületaşı eserler beyazlatılmış ve yeteri kadar ısıtılmış balmumuna batırılarak cilalanır. Yüzeyden itibaren sıcak balmumu emdirilmiş lületaşı eserler ovularak parlatılır. Bu esnada şeffaf krem / sarı renk alan lületaşı, fildişine benzer bir görüntü kazanır. Bu yüzyılın başlarında, özellikle, hanımların parça taşlardan el tornalarında boncuk çekmesiyle başlayan lületaşı işlemeciliği, Cumhuriyet yıllarından itibaren çok yönlü olarak gelişmiştir. Çinlilerin taklit edemeyeceği tek ürün olarak adlandırılan lületaşının çıkarılması ve işlenmesi konusunda yatırımcı bulunmasında zorlanılmaktadır. Güvenlik duvarı Güvenlik duvarı veya ateş duvarı, (İngilizce: "Firewall"), güvenlik duvarı yazılımı, bir kural kümesi temelinde ağa gelen giden paket trafiğini kontrol eden donanım tabanlı ağ güvenliği sistemidir. Birçok farklı filtreleme özelliği ile bilgisayar ve ağın gelen ve giden paketler olmak üzere İnternet trafiğini kontrol altında tutar. İP filtreleme, port filtreleme, Web filtreleme, içerik filtreleme bunlardan birkaçıdır. Birçok kişisel bilgisayar işletim sistemleri, Internet'ten gelen tehditlerine karşı korumak için yazılım tabanlı güvenlik duvarları içerir.Ağlar arasında veri aktaran birçok yönlendirici firewall bileşenleri içerir ve, birçok firewall temel yönlendirme işlevlerini gerçekleştirebilir. İnternet küresel kullanım ve bağlantı açısından oldukça yeni bir teknoloji iken Firewall teknolojisi 1980'lerin sonunda ortaya çıkmıştır. Paket filtreleri, Internet üzerindeki bilgisayarlar arasında transfer edilen paket başlıklarını inceleyerek hareket eder.Bir paket güvenlik duvarından geçtiği sırada eğer başlık bilgisi, güvenlik duvarı üzerinde daha önceden tanımlanmış olan, "güvenlik duvarı paket filtresi" ile eşleşirse, ya paket atılır ya da reddedilerek kaynağa hata mesajları gönderilir. Bu tür paket filtreleme, paketin mevcut ağ akışının bir parçası olup olmadığına bakmaz. Paket filtrelemeli güvenlik duvarı OSI Modeli'nin ilk 3 katmanında çalışır. Paket başlığındaki bilgilerin hepsini baz alarak filtreleme işlemi gerçekleştirilebilir. Veriyi kaynağından hedefine kadar takip eder. Uygulama tabakası güvenlik duvarı ise yalnızca gelen ve giden verinin başlık kısımlarını kontrol eder ve uygulama katmanındaki protokolleri kısıtlayarak güvenliği sağlar. Örneğin HTTP protokolü üzerinden bir Web sitesinin erişiminin engellenmesi buna örnek olarak verilebilir. Daha gelişmiş olanı durumlu denetim özellikte olanlar olup daha çok büyük ağların İnternet ve iç ağdaki trafiklerini kontrol eder. OSI Modelinde uygulama katmanı düzeyinde çalışır. En sık kullanılan güvenlik duvarı tekniğidir. Uygulama katmanındaki güvenlik duvarı, gelen paketin veri kısmına kadar olan tüm paket başlıklarını açıp kontrol edebilir ve filtreliyebilir. Uygulama katmanında filtreleme yapmanın en önemli avantajı bazı uygulamalar ve protokollerin anlaşılır olmasıdır (FTP, DNS, HTTP gibi). Günümüzdeki güvenlik duvarları da sadece port kapamak amaçlı kullanılmıyor. Yeni nesil güvenlik duvarları da U.T.M. (Unified Threat Management) (güvenlik duvarı, antivirüs, antispam, IDS/IPS, VPN, yönlendirici () gibi özellikleri olan) tümleşik cihazlardır. Her ne kadar bir dönem bilinen ateş duvarı markaları U.T.M. cihazlarının hantal ve başarız olduğunu iddia etse de günümüzde tüm ateş duvarı üreticileri U.T.M. cihazlarını üretmektedir. Bilinen U.T.M. cihaz markaları Cisco ASA, Fortinet, Labris, Juniper, NetSafe-Unity, Netscreen ve Symantec serisidir. Bu cihazlar üzerinde port protokol bazısında kısıtlama yapabilir. Web filtrelemesi (terör, şiddet, silah gibi kategorilerine göre yasaklama) yapabilir. Dosya indirme gibi işlemleri durdurabilir. İyi kurulmuş bir güvenlik duvarı, bilgisayarı bir daktiloya çevirebilir. Bursa Çelebi Mehmet Lisesi Çelebi Mehmet Lisesi, Bursa'da 19 Ağustos 1906 tarihinde “Bursa Hamidiye Medrese-yi Muallimini” adıyla “Ögretmen Okulu” olarak öğretime başladı. Daha sonra “Bursa Muallim Mektebi” adını alan bu okul, 1927’ye kadar birçok öğretmen yetiştirdi. Menemen’de şehit edilen ve okulun girişinde büstü bulunan Mustafa Fehmi Kubilay da bu okuldan mezun oldu. Muallim Mektebi’nin buradan ayrılması sonrası, 15 Ekim 1927’de “Birinci Ortaokul” adıyla yeni bir okul açıldı. 25 yıl boyunca bu adla anılan okula 6 Ağustos 1952’de “Çelebi Mehmet Ortaokulu” adı verildi. 1906’da üç katlı ve ahşap olarak yapılan okulun 1949’daki onarımında bir katı yıktırılıp yarı kâgir hale getirildi. Bir de toplantı salonu eklendi. Sonradan yeni bazı bölümler de eklenen bu binada 73 yıl eğitim-öğretim yapıldı. 26 Mart 1979’da çıkan bir yangında belgelerin çoğu kurtarılmışsa da binanın yanması önlenemedi. Bu yangından sonra ögretim, dört yıl kadar çevredeki ilkokullarda ve ayrı bir yapı olan işlik binasında sürdürüldü. Yeni binanın 26 Eylül 1983 tarihinde bitirilmesi üzerine Çelebi Mehmet Lisesi olarak 1983-1984 eğitim-öğretim yılı başından itibaren, halen bu yeni binada eğitim-öğretime devam edilmektedir. 1992-1993 eğitim-öğretim yılında Bursa´da ilk Yabanci Dil Ağırlıklı Lise (Süper Lise) olarak açılmış; Düz Lise ile birlikte tedrisata devam etmektedir. 2012-2013 öğretim yılının başında Anadolu lisesi olarak öğrencilerini kabul etmeye başlamıştır. Çelebi Mehmet Lisesi Resmi Sitesi Çavdar Çavdar ("Secale cereale"), Poaceae (buğdaygiller) familyasından bir tahıl bitkisi. Çavdarın ilk kez İÖ 6500 yıllarında Asya'nın güneybatısında yetiştirildiği sanılmaktadır. Soğuğa en dayanıklı tahıl olan çavdar yüksek yerleri, kumlu ve gevşek toprakları sever. Rusya, İskandinav ülkeleri gibi kışları çok sert geçen yörelerde bile yetiştirilir ve sonbaharda ekilip ertesi yıl yaz başlarında biçilir. Üstelik buğday, arpa, mısır ve pirinç tarımına elverişli olmayan en verimsiz topraklarda bile öbür tahıllardan daha iyi ürün verir. Tahıllara büyük zarar veren külleme ve pas hastalıkları ile zararlı böceklerden de pek fazla etkilenmeyen çavdarın en önemli zararlısı çavdar mahmuzu hastalığına yol açan bir asklımantardır. Genellikle 1-2 metre yüksekliğe ulaşan çavdarın görünümü arpaya çok benzer. Taneleri buğdaya göre daha ince uzun, kavuzları daha dar, kılçıkları da oldukça kısadır. Daha çok ekmeklik un ve hayvan yemi olarak değerlendirilen çavdarın bileşiminde karbonhidrat, protein, potasyum ve B vitamini bulunur. Çavdar unundan yapılan ekmek de buğday ekmeği gibi hafif olur. Buğday ve çavdar ununda bulunan protein karışımları (glüten) hamurun kabararak esnek ve yumuşak olmasını sağlar. Bu yüzden, başka tahılların unundan ekmek yapılırken hamura buğday ya da çavdar unu katılması gerekir. Dünya genelinde, besin olarak kullanılan çavdar miktarı bu amaçla kullanılan buğdayın yarısı kadardır. Besin değeri yüksek olan çavdar başka tahıllarla karıştırılarak hayvanlara da yedirilir. Dünyanın çeşitli yörelerinde çavdardan viski, cin, votka gibi aklollü içkiler ve "kvas" denen Rus birası yapılır. İnce uzun, esnek ve sağlam olan çavdar sapları da çatı kaplaması, şilte dolgusu, örme şapka, kâğıt ve mukavva yapımında kullanılır. Yılda 30 milyon ton dolayında olan dünya çavdar üretiminin üçte birinden fazlasını Rusya sağlar. Doğu Avrupa ülkelerinde ve Almanya Federal Cumhuriyeti'nde de geniş çapta çavdar üretimi yapılır. Türkiye'de 1960 yılında 650 bin hektar olan çavdar ekim alanı 1987'de 242 bin hektara kadar düşmüştür. Bu alandan elde edilen ürün 1987 verilerine göre 380 bin ton dolayındadır. 85 bin tonu geçen üretimiyle Kayseri ilk sırada yer alır. Niğde, Sivas, Yozgat, Nevşehir ve Konya öteki önemli çavdar üreticisi illerdir. Çavdar öncelikle doğuda, merkezi ve kuzey Avrupa'da yetişir. Ana çavdar kuşağı Kuzey Almanya'dan Polonya,Ukrayna,Beyaz Rusya,Litvanya,Letonya, merkezi ve kuzey Rusya içlerine yayılır.Çavdar ayrıca Kuzey Amerika' da (Kanada,Birleşik Devletler), Güney Amerika'da (Arjantin),Türkiye,Kazakistan ve Kuzey Çin' de yetişir. Çavdarın üretim seviyesi üretici ulusların çoğunda talep azlığından dolayı düşer. Örnek olarak çavdar üretimi Rusya'da 1992 yılında 13.9 milyon metrik ton iken 2005 yılında 3.6 milyon metrik tona düşmüştür.Ayni duruma uyan ülkeler aşağıdaki gibidir: Çavdarın çoğu, üretildiği ülkede tüketilmektedir ve sadece komşu ülkelere ihraç edilmekte olup dünya çapında ihracatı yoktur. Efüzyonlu Otit Media Efüzyonlu Otit Media (EOM) genel ve lokal enfeksiyon belirti ve bulguları olmadan sağl
am kulak zarı arkasında sıvı toplanmasıyla ortaya çıkan bir orta kulak iltihabı tipidir. Orta kulak ve burun ile irtibat halinde bulunan boşlukların enflamasyonu ile karakterize olan birçok klinik tablo vardır ve bu tablolar zaman içinde birbirine dönüşebilir. Akut orta kulak iltihabının iyileşmesinden sonra orta kulakta sağlam kulak zarı arkasında effüzyon kalabilir ve giderek kaybolur. Effüzyonların %50' si dört hafta içinde ve %80'i sekiz hafta içinde kaybolur. Bu nedenle bir orta kulak iltihabı atağının ardından orta kulakta effüzyon, ancak üç aylık kritik süreyi geçerse EOM olarak kabul edilmeli ve tedavi edilmelidir. Yani hasta kulak ağrısı ve akıntı, ateş ve benzeri yakınmaları dile getirmez. Bugünkü bilgilerimize göre EOM akut orta kulak iltihabı ile kronik orta kulak iltihabı arasında yer alan bir geçiş şeklidir. Genellikle anne ve babanın tek yakınması çocuklarının kendilerine cevap vermemesi, ilgisiz cevaplarla soruları geçiştirmesi, televizyonu çok yakından izlemesidir. Çocuğun sese karşı olan tepkisi azalır. Yuva veya anaokuluna giden çocuklarda öğretmenler çocuğun duymadığını fark edebilir ve aileyi uyarabilirler. Aileler tekrarlayan üst solunum yolu enfeksiyonları ile işitme kaybının arttığını söylerler. İki taraflı olgularda işitme kaybı daha ağır olduğu için daha erken fark edilebilir. Yapılan çalışmalarda ABD’de 6-12 yaş grubundaki çocuklarda insidans %22 olarak bildirilmiştir. Türkiye'de net sıklık bildirilmemiştir. •Üst solunum yolu enfeksiyonları 2-6 yaş grubundaki çocuklarda 6-7 kez daha sık karşılaşılır. •Geniz eti(Adenoid vegetasyon), kitle etkisiyle nazofarenks denilen bölgeyi tıkayarak solunum güçlüğü yapar ve devamlı bir patojen bakteri kaynağı oluşturmaktadır. •Yetersiz tedavi. •Yaz aylarında düzelen çocuklarda, sonbahardan itibaren üst solunum yolu enfeksiyonlarının başlamasıyla sıklıkla tekrar edebilir. •Doğumsal anatomik bozukluklar ve ırk. •Erkeklerde kızlara oranla daha sık görülmektedir. •Çocukta alerji olması. •Kalabalık ortam. •Yaşanan bölge ve iklim. •Genel ve lokal bağışıklık sistemi bozuklukları. •Nem derecesi. •Erken doğum. •Çocuğun erken yuvaya verilme. •Anne sütü ile beslenmenin çeşitli sebeplerle erken bırakılması. •Vücut ağırlığının beklenen normallerden düşük olması gibi. Hastalığın sık görüldüğü süt çocukluğu ve oyun cocukluğu dönemi, çocukların aynı zamanda konuşmayı öğrendikleri ve çevrelerini tanıdığı dönemdir. Araştırmacılar bu tür çocukların dili öğrenme ve kullanma yetenekleri ile sosyal uyumlarının normal çocuklara göre daha kötü olduğunu bildirmektedirler. Otoskopide görüntü efüzyonun cinsine göre değişir. Genellikle seröz efüzyonlarda kulak zarı transparandır. Kısmen içeri doğru çökmüş olabilir. Bazı vakalarda sıvı seviyesi görülebilir. Sıvı açıklığı yukarı bakan at nalı biçiminde bir yay şeklindedir. Mukoid effüzyonlarda kulak zarı mat esmerimsi görünümde olabilir. İşıklı üçgen bulunmaz.Bu esmerimsi renk içinde kapillerlerin belirginleştiği de bazı vakalar görülebilir. Bu hastalarda işitme eksikliği odyoljik testler ile saptanabilir.Çocuk büyük ise diapozon testleri ile de iletim tipi bir işitme kaybını ortaya koymak mümkündür. Efüzyonlu olgularda odyometrik olarak 25-40 dB arasında değişen iletim tipi işitme kaybı saptanır. İmpedans odyometrisi ençok kullanılan ve yaygın tanı yöntemidir. B tipi yani pik yapmayan eğriler efüsyonu gösterir. Ancak yalancı pozitiflik bulguların sayısı bazı uygulamalı çalışmalarda %30'a kadar yükselmiştir. Yukarıda da bahsedildiği gibi daha çok çocukluk çağı hastalığıdır. Hastaların bu hastalıktan kurtulabilmeleri için ancak yaşın ilerlemesi ve etkin tedavi yöntemlerinin ( ilaç, tüp takılması, Geniz eti alınması gibi) yapılması ile olmaktadır. Sık olarak tekrarlar ve İlerler ise kulakta kireçlenme, iç kulak tipi işıtme kaybı, kolesteatom denilen ve ileride büyük sıkıntılar veren ve mutlaka işitmeyi bozan ameliyatlar gerektiren tablolara yol açabilir. Enfeksiyon beyne doğru ilerler ise menenjit ve hatta ölüm bile olabilir. İlk olarak bünyesel risk faktörleri belirlenmelidir. Bunlar yaş, kronik üst solunum yolu enfeksiyonlarının varlığı, geniz eti, alerji, yüz gelişim anomalileri ve bağışıklık sistemi bozukluklarıdır. Başta mevsim olmak üzere çevresel risk faktörleri de tedavi planında önemli rol oynarlar. Eğer çocuk kreşe devam ediyorsa, efüzyon iki taraflı ise ve üç haftadan daha fazla bir süredir devam ediyorsa bu efüzyonun kronikleşme ihtimali yüksektir. Yaşın küçük olması hem tedavinin başarısını düşürür, hem de nüks etme olasılığını yükseltir. Aynı şey mevsimler içinde geçerlidir. Altında ciddi bir patolojinin olmadığı hastalarda, kendiliğinden şifa olguların 5'te 1’inde bildirilmiştir. Antibiyotikler ile belli oranda iyileşme sağlanmakta, ancak sık olarak takrar etmektedir. Bu nedenle antibiyotik tedavisine alınan hastaların aralıklı olarak kontrol edilmesi ve tekrarlama olasılığının akılda tutulması gereklidir. Aile bu konuda dikkatli davranmalıdır. Ancak bazı hastalarda aktif enfeksiyonun önlenmesi için steroid tedavisine ihtiyaç duyulur. Çünkü steroid etkin bir antiinflammatuar etkiye sahiptir. Ancak bu konuda çelişkili bilgilerde mevcuttur. Sinüzit ve benzeri enfeksiyonlar ile geniz etinin büyük olması tedaviyi olumsuz yönde etkiler. Eğer bademcikler çok büyük ve geniz eti varsa, o zaman cerrahi tedavi kaçınılmazdır. Bu olgularda ilaç tedavisi ile vakit kaybetmek gereksizdir. Adenoid vejetasyon(geniz eti) alınır ve kulağa ventilasyon tüpü takılır. Ventilasyon tüpleri orta kulağı normal gaz konsantrasyonlarındaki hava ile havalandırır ve orta kulaktaki basıncın atmosferik değerlere ulaşmasını sağlar. Orta kulakta sıvı birikmesinin ve negatif basıncın neden olduğu işitme kaybının düzelmesini sağlar. Ancak unutulmamalıdır ki bu tür çocuklarda tüp atıldıktan sonra tekrar nüksedebilir. Nüks oranınını etkileyen başlıca faktör yine hastanın yaşıdır. Ayrıca östaki borusunun fonksiyonundaki bozukluklar ve geniz etinin yetersiz alınması bu riski daha da artırır. Ventilasyon tüpü takılmış çocuklarda kulağın sudan korunması önerilir. Tüp zaman zaman tıkanabilir ve işitme azlığı yapar. Bazen tüp takıldıktan sonra meydana gelen kanama da tüpün tıkanmasına sebep olabilir.Bu durumda saf oksijen ya da asit borik ile hazırlanmış oksijenli damlalar kullanılarak buşon yumuşatılıp aspire edilmelidir. Tüp takılı iken akıntı görülürse ya orta kulak iltihabı yinelenmiştir ya da dışarıdan orta kulağa enfeksiyon bulaşmıştır. Çok nadir olarak tüp orta kulağa düşebilir. Bu konuda dikkatli olunmalıdır. Tüp takılmasına bağlı olarak ortaya çıkan bir durum kalıcı perforasyondur.Bu olasalık daha geniş ve uzun tüplerde görülür ve tüpün kalış süresi ile de ilşkilidir. Bir diğer sorun kulak zarında timpanoskleroz (kireçlenme)'dir. Ventilasyon tüplerinin kalış süreleri 2 ay ile 2 sene arasında değişebilir. Mihalıççık Mihalıççık, Eskişehir ilinin bir ilçesidir. 1915'e kadar Ankara'nın ilçesiydi ve Kurtuluş Savaşı'nda çok kısa bir süre Yunan işgaline uğramıştır. Mihalıççık isminin Köse Mihal'den veya oğlu Mihalgazi'den geldiği yönünde pek çok rivayet olmakla beraber henüz kesin tarihi belge elde edilememiştir. Kasaba halkı geçimini tarım ve hayvancılıktan kazanmaktadır. İlçe toprakları genellikle dağlık ve ormanlıktır. Arazi yapısı ve ulaşım yollarına uzak olması gelişimine engel olmuş göç vermiştir. Özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında, öğretmenler Mihalıççık köylerinden Türkiye'nin dörtbir yanına dağılmış, eğitimin gelişmesinde büyük katkıları olmuştur. Sanayisi olmayan ilçe merkezi, doğallığını kaybetmemiş tipik bir Anadolu kasabasıdır. Kuzeyinde Sündiken dağları uzanır. Sakarya Nehri ilçenin kuzeyinden akar. Bu nehir üzerinde bulunan Sarıyar ve Gökçekaya barajları ve elektrik santrallarıda Mihalıççık ilçesindedir. Yunus Emre'ye ait türbe ve mezar da ilçeye bağlı Yunusemre beldesinde bulunur. Bu beldede ayrıca TCDD tren istasyonu mevcuttur. Anadolu Selçuklularından kalan Çalçı Cami, Türk-İslam mimarısının güzel örneklerinden biri olup, Çalçı Köyü'nde bulunmaktadır. Ayrıcı yine Selçuklular zamanından kalan Çalçı Çeşmesi görülmeye değer güzelliktedir. İlçede Yarıkçı mahallesinde de şifalı sularıyla ünlü kaplıcalar vardır. Koyunağılı mahallesinde linyit kömürü, Kavak mahallesinde de krom ve manyezit madenleri çıkarılır. Mihalıççık yakınlarında kaolin madeni de çıkarılır. Ulaşım İlçeye kent merkezinden 95 numaralı belediye otobüsü gelmektedir Tezer Özlü Tezer Özlü (d. 10 Eylül 1943; Simav, Kütahya - ö. 18 Şubat 1986; Zürih, İsviçre), Türk yazar. Başta "Çocukluğun Soğuk Geceleri" ve "Yaşamın Ucuna Yolculuk" olmak üzere az sayıda kitabıyla tanınır. Yazar Demir Özlü ve yazar-çevirmen Sezer Duru'nun kardeşidir. Simav'da doğdu. Çocukluğu anne babasının görev yaptığı Simav, Ödemiş ve Gerede'de geçti. İstanbul'a 10 yaşındayken geldi. Avusturya Kız Lisesi'ne gitti; ancak mezun olmadı. 1961'de yurt dışına çıktı. 1962 - 1963 yıllarında otostopla Avrupa'yı gezdi. Paris'te tanıştığı tiyatrocu ve yazar Güner Sümer'le 1964 yılında evlendi. Birlikte Ankara'ya yerleştiler. Sümer'in AST'ta çalıştığı bu dönemde Özlü, Almanca çevirmenlik yaptı. AST'ta 1963-64 sezonunda Sümer'in yönettiği Brendan Behan'ın Gizli Ordu oyununda oynadı. Sümer'den ayrılarak İstanbul'a yerleşti. Geçirdiği rahatsızlık nedeniyle kesintili olarak 1967 - 1972 yılları arasında İstanbul'da farklı hastanelerin psikiyatri kliniklerinde kaldı. Çocukluğundan başlayarak yaşadıklarını ve klinikte kaldığı bu dönemleri "Çocukluğun Soğuk Geceleri" kitabında yazdı. 1968 yılında yönetmen Erden Kıral'la evlendi. Bu evlilikten 1973'te kızı Deniz doğdu. Bir burs alarak 1981'de Berlin'e gitti. Bu arada Kıral'dan ayrıldı. Kanada'da yaşayan İsviçre asıllı sanatçı Hans Peter Marti ile tanıştı ve 1984'te Marti'yle evlenerek Zürih'e yerleşti. Göğüs kanseri nedeniyle 18 Şubat 1986'da burada vefat etti. Mezarı Aşiyan Mezarlığı'ndadır. Özlü, eski eşi Erden Kıral'ın Yol filminin çekimi döneminde yaşananları anlattığı filmi Yolda'da Yelda Reynaud tarafından canlandırıldı. İlk kitabı 19
63'ten itibaren dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşan "Eski Bahçe"dir. Kitap ilk kez 1978'de basıldı. 1980'de ilk romanı olan "Çocukluğun Soğuk Geceleri" yayımlandı. Kendisini derinden etkilemiş üç yazar olan Svevo, Kafka ve Pavese'nin izinden giderek yazdığı ikinci romanı 1983'te "Auf den Spuren eines Selbstmords" (Bir İntiharın İzinde) adıyla yayımlandı. 1983 Marburg Yazın Ödülü'nü kazanan kitap, yazar tarafından "Yaşamın Ucuna Yolculuk" adıyla Türkçe olarak bir anlamda yeniden yazıldı ve bu hâliyle 1984'te basıldı. İlk öykü kitabı "Eski Bahçe" yazarın ölümünün ardından, daha sonra yazdığı öykülerle birlikte "Eski Bahçe - Eski Sevgi" adıyla 1987'de okurla buluştu. Gergedan Dergisi 13. sayısında yazar anısına bir "fotobiyografi" yayımladı. Günce ve anlatılarından bazı parçalar ise "Kalanlar" (1990) adlı küçük bir kitapçıkta bir araya getirildi. Bu kitapta yer alan çoğu Almanca yazılmış metinler, Sezer Duru tarafından Türkçeye çevrildi. Özlü'nün yayımlanmamış senaryosu "Zaman Dışı Yaşam" da yazarın tüm yapıtlarını yayımlayan Yapı Kredi Yayınları (YKY) tarafından 1993'te basıldı. Bu seride, yazarın dostu Leyla Erbil'e yazdığı mektuplardan oluşan "Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar" (1995) da bulunmaktadır. Ayrıca Özlü'nün yazar arkadaşı Ferit Edgü'yle mektuplaşmalarından oluşan "Her Şeyin Sonundayım" adlı kitabı da 2010'da SEL Yayıncılık etiketiyle basılmıştır. Wolfgang Hildesheimer'in "Bay Walser'in Kargaları" adlı eserini Türkçeye çevirmiştir ve radyoya uyarlamıştır. Karkamış (antik kent) Karkamış (, , , ), geçmişi Erken Bakır Çağına dek uzanan ve günümüzde Türkiye ile Suriye topraklarında yer alan antik kent. Hitit ve Asur İmparatorluğu dönemlerinde önemli bir şehir olan Karkamış, Roma döneminden sonra önemini kaybetmeye başlamıştır. En eski yazılı bilgilerine ancak Aplahanda'nın krallığı döneminde rastlanılan Karkamış'ın bu dönemlerde vasal bir krallık olduğu ve halkının ticaret yaptığı saptanmıştır. Aplahanda'nın oğlu Yahdul-Lim'in ölümünün ardından gelen üç yüzyıllık dönem hakkında bir bilginin bulunmadığı antik kent sırasıyla Mitanni, Mısır, Hitit, Asur, Yeni Babil, Ahameniş, Makedon, Seleukos ve Roma hakimiyeti altına girmiştir. En parlak dönemini Geç Hititler döneminde yaşayan Karkamış Orta Çağdan sonra tamamen terk edilmiştir. Rakımı 370 metre olan örenyerin Türkiye topraklarında kalan kısmının tescil tarihi 28 Ağustos 1986'dır. 1699 yılında keşfedilen antik kent 1910'larda Britanya Müzesi tarafından birçok kez kazılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanının ardından askerî yasak bölge haline getirilen Karkamış'ın tekrar kazılması ancak 2011 yılında mümkün olmuştur. Son kazı çalışması ise 2012 yılında yapılmıştır. Suriye tarafında yer alan dışkentte ise 2006 ve 2010 yıllarında bir dizi kazı gerçekleştirilmiştir. Günümüzde Suriye İç Savaşı nedeniyle Suriye kısmında arkeolojik çalışma yapılmamaktadır. Babilliler ile Mısırlılar arasında geçen Karkamış Savaşı'nın yaşandığı bölgeden Kitab-ı Mukaddes'te de bahsedilmektedir. Milattan önceki dönemlerdeki orijinal adının "Cerabis" olduğu düşünülen şehrin Helenistik ve Roma dönemlerindeki adı olan "Europos"un da bu addan türediği farz edilmektedir. Kentin kaynaklarla saptanmış en eski ismi "Kargamiş"tır. Hititler döneminde kullanılan bu isme rastlanılan en eski yazılı eser Suriye'nin Ebla kentinde bulunan çivi yazılı tabletlerdir. Bu adın kökeniyle ilgili çeşitli görüşler vardır. Bunlardan biri ismin o dönemde Suriye'de ünlü bir tanrı olan Kemoş'tan türediği ve "Kemoş'un limanı" manasına geldiğidir ve bilim çevreleri tarafından da bu görüş kabul edilmektedir. Bir diğer iddia ise ismin Gılgamış'tan türediği üzerinedir. Şehir günümüzde Türkiye'de Karkamış, Suriye'de ise Cerablus şeklinde adlandırılmaktadır. Eski Dünya'nın en verimli tarım arazilerinden biri olan Mezopotamya'da yer alan Karkamış, Fırat'ın akış yönüne göre hemen sol kıyısında kurulmuştur. Mısır ile Anadolu arasındaki geçiş yolu üzerinde kurulu olan kent aynı zamanda antik ticaret yollarına da yakındır. Bereketli Hilal içerisinde yer alan Karkamış, Anadolu platosunun sona erip Suriye düzlüklerinin başladığı doğu-batı hattı üzerinde uzanan coğrafî bir sınırdır. Günümüzde Türkiye ile hukuki olarak Suriye, fiili olarak ise Özgür Suriye Ordusu tarafından paylaşılmakta olan kent Türkiye'nin Gaziantep il merkezine 60 kilometre, Suriye'nin Halep il merkezine ise 100 kilometre uzaklıktadır. 90 hektarlık bir yayılma alanı olan kentin 55 hektarlık bölümünü oluşturan kale, içkent ve dışkentinin bir bölümü Türkiye sınırlarında bulunmaktadır. Suriye sınırlarında kalan 35 hektarlık alan ise dışkentin bir kısmından oluşmaktadır. Kalede ve dışkentte yapılan kazı çalışmaları sırasında ortaya çıkarılan çanak-çömlek parçaları üzerinde yapılan karbon testleri bölgenin en az 3350 yıllık bir yerleşim geçmişinin olduğunu ortaya koysa da 2015 yılındaki çalışmalar ile içkalenin MÖ 6000'den itibaren yerleşim gördüğünü ortaya çıkmıştır. Buna rağmen Karkamış hakkındaki en eski detaylı bilgilere ancak MÖ 17. yüzyılın sonlarında rastlanılmaktadır. Alalah, Ebla ve Mari kraliyet tabletlerinde verilen bilgilere göre Karkamış bu yüzyılın sonlarında Mari'ye bağlı bir devlet konumundaydı. Fakat aynı tabletlerde bahsedilen Karkamış Kralı Aplahanda'nın, Asur Kralı I. Şamşi-Ahad ve Babil Kralı Hammurabi ile birlikte anılması kentin politik gücünün artmaya başladığını göstermektedir. Yine aynı tabletlerde kent halkının kereste ticareti yaptığı, Ugarit ve Mitanni kentleri ile ticaret anlaşmalarının olduğu yazmaktadır. Aplahanda'nın oğlu Yahdul-Lim'in yaklaşık MÖ 1745 yılındaki ölümünden sonraki üç yüz yıllık dönemde Karkamış'ın tarihine ilişkin bir bilgi yoktur. Bu kesinti dönemi On Sekizinci Hanedan Firavunu II. Thutmose'nin Karkamış'ı fethetmesi ile sonlanmaktadır. II. Thutmose, Mitannilerin elindeki Karkamış'ı Mısır hakimiyeti altına almış, kente bunu kutlamak için bir stel diktirmiştir. Antik kent, MÖ 14. yüzyılda dinî reformlarla meşgul olan Akhenaton firavunluğundaki Mısır'ın elinden çıkarak I. Şuppiluliuma tarafından Hitit topraklarına katılmıştır. I. Şuppiluliuma bölgedeki diğer Hitit kentlerini Karkamış'a bağlayarak Hititlere bağlı bir krallık kurmuş ve kral olarak oğlu Piyassili'yi görevlendirmiştir. I. Şuppiluliuma'nın oğlu ve torunları beş kuşak boyunca bu krallıkta hüküm sürmüş, bölgede Hitit hakimiyetini sağlamışlardır. I. Şuppiliuma'nın MÖ 1322'deki ölümüyle birlikte Hitit otoritesi sarsılmış ve Piyassili'nin yönetimindeki Karkamış'ın da aralarında bulunduğu bağlı krallıklar isyan etmiştir. Fakat II. Murşili isyan eden krallıklar üzerine yürümüş ve tekrar Hitit birliğini sağlamıştır. Karkamış bu tarihten sonra Hitit İmparatorluğu'nun çöküşüne dek Hititlere bağlı bir krallık olarak kalmıştır. Karkamış özellikle Geç Tunç Çağında Hitit İmparatorluğu'nun en önemli merkezlerinden biri haline gelmiş, MÖ 11. yüzyılda ise gücünün doruğuna ulaşmıştır. Hitit İmparatorluğu'nun denizci kavimlerin saldırısı altında kalarak yıkılmasının ardından dahi önemini yitirmeyen ve bu kavimlerin saldırılarını püskürten kent Geç Hitit şehir devletlerinin en güçlüsü haline gelmiştir. Her ne kadar III. Ramses'in yazdırdığı Medinet Habu'daki yazıtlarda Karkamış'ın denizci kavimlerin saldırılarıyla yıkıldığı yazsa da bu bilgi doğru değildir. Hitit kültürünün etkisi altında kaldığı süre boyunca Karkamış'ta ana ilah Hurri kökenli bir tanrıça olan Kubaba olmuştur. "Karkamış Kraliçesi" olarak bilinen Kubaba'nın kültü diğer şehirlere de yayılmış ve Kubaba farklı kültürler tarafından da sahiplenilmiştir. Özellikle Frigler tarafından sahiplenildikten sonra adı Kibele olarak değişmiş ve çok daha geniş bir alanda yayılım göstermiştir. Karkamış, MÖ 9. yüzyılda eski gücünü kaybetmiş, Asur kralları II. Aşurnasirpal ve III. Şalmanezer tarafından haraca bağlanmıştır. MÖ 717'de ise son kralları Pisiri dönemi sürerken II. Sargon tarafından fethedilmiş, yakılıp yıkılmış ve halkı köle yapılarak Asur şehirlerine nakledilmiştir. Böylece bağımsızlığını kaybederek bir Asur kenti haline gelmiştir. MÖ 604'te Yeni Babil İmparatoru II. Nebukadnezar ile Firavun II. Necho'nun orduları Karkamış'ta karşı karşıya gelmiştir. II. Necho, Yeni Babil İmparatorluğu'nun ticaret yolları üzerindeki egemenliğini kırmak ve bu yolları ele geçirmek için Babil üzerine yürümüşse de II. Nebukadnezar tarafından hezimete uğratılmış ve bölgeden atılmıştır. Bu savaş Karkamış Savaşı olarak adlandırılmaktadır. Yeni Babil İmparatorluğu'ndan sonra Ahameniş İmparatorluğu hakimiyeti altına giren kent İssos Savaşı sonucu Büyük İskender tarafından fethedilmiştir. Makedonya parçalandıktan sonra Seleukos İmparatorluğu'nun sınırlarında kalan Karkamış daha sonraları ise Roma'nın Suriye eyaletine bağlı bir kent halini almıştır. Karkamış, Helenistik ve Roma dönemlerinde de jeostratejik önemini korumuştur. İçkentte yer alan Roma usulü Sütunlu Cadde, Karkamış'ın bölgedeki önemli Roma kentlerinden biri olduğunu göstermektedir. Roma döneminden sonra nüfusu azalan ve hızla önemini yitiren Karkamış'ın Orta Çağ boyunca yalnızca içkentinde yerleşim olduğu tespit edilmiştir. Orta Çağdan sonra ise tamamen terk edilmiştir. 1699 yılında keşfedilmesiyle tekrar gün ışığına çıkan kent İngilizler ve Fransızlar tarafından kazılmıştır. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nin ilan edilmesinin ardından büyük kısmı Türkiye topraklarında kalan Karkamış askerî yasak bölge ilan edilmiş ve Suriye ile olan sınır kısmı 1956 yılında mayınlanmıştır. 2009 yılına dek yasak bölge olarak kalmaya devam eden ve hiçbir kazı çalışmasının gerçekleşmediği kentteki mayınlar 2011 yılında temizlenmiştir. Karkamış'ın Suriye topraklarında yer alan kısmı ise Küresel Miraslar Fonu tarafından kültürel miras olarak belirlenmiş fakat bölgedeki kentleşme ve tarım alanlarının antik kente doğru genişlemesi nedeniyle "risk altında" olarak sınıflandırılmıştır. Antik kentin kalıntıları ilk kez 1699 yılında bir İngiliz şirketinin Halep temsilcisi olan Henry Maundrell tarafından fark edilmiştir. 1876 yılında Britanya Müzesi tarafından görevlen
dirilen Asurolog George Smith kalıntıların Kitab-ı Mukaddes'te bahsedilen Karkamış'a ait olduğunu saptamıştır. İlk kazı çalışmaları 1878-1881 yılları arasında Britanya İmparatorluğu Halep Konsolosu Patrick Henderson tarafından British Museum adına yapılmıştır. Henderson kazı çalışmaları sırasında kentin ilk yerleşim planını hazırlamıştır. Ayrıca kazı sırasında çıkarılan tarihî eserler British Museum'a gönderilmiştir. İlk kazı sırasında çıkarılan arkeolojik bulgular çalışmaların devamının gelmesini sağlamış, David George Hogarth ve Reginald Campbell Thompson kentteki ikinci kazı çalışmasını 1908 yılında başlatmıştır. 1911 yılında ise Hogarth çalışmaları tekrar başlatmış, 1914'tek süren araştırmaya daha sonra Thomas Edward Lawrence da dahil olmuştur. Daha sonra ise British Museum bölgeyi araştırma adına geniş bir proje hazırlamış ve kazılar Lawrence ile Leonard Woolley'e devredilmiştir. Bu yapılan kazıların sonuçları British Museum'un yayımladığı ""Carchemish"" adlı üç ciltlik eserle arkeoloji dünyasına duyurulmuştur. 1920 yılında Millî Mücadele sürmekte iken bir Fransız karakolu haline getirilen kente tekrar kazı yapmaya gelen Woolley, Karkamış ve yakınlarında çatışma yapılmasını yasaklamıştır. Savaş sonrasında içkentinin tamamı ve dışkentinin bir kısmı Türkiye topraklarında kalan Karkamış askerî yasak bölge ilan edildiği ve mayınlandığı için Türkiye'deki kısmında bir daha kazı yapılamamıştır. 2011 yılının eylül ayında ise mayınların temizlenmesi ile birlikte kentte tekrar arkeolojik kazılar başlamıştır. İstanbul Üniversitesi, Bologna Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi'nin projesi olan Türk-İtalyan ortak kazıları Nicolò Marchetti başkanlığında halen yürütülmektedir. Ağustos ve Kasım 2012 arasında devam eden kazıların ikinci periyodu sırasında MÖ 900 yılına tarihlenen Katuva Sarayı başta olmak üzere yeni sanat eserleri ve arkeolojik bulgular tespit edilmiştir. Suriye tarafındaki dışkentte yapılan arkeolojik araştırmalarsa 2006 yılında Karkamış arazisi projesi adıyla yürütülmüştür. DGAM, British Academy ve İngiliz Araştırma Konseyi'nin finansmanıyla yapılan kazıların başkanlığını Durham Üniversitesi'nden Tony J. Wilkinson ve Edinburgh Üniversitesi'nden Edgar Peltenburg üstlenmiştir. 2010 yılında yine bu proje kapsamında bu sefer CBRL, Küresel Miraslar Fonu ve İngiliz Araştırma Konseyi'nin fonlarıyla bir dizi kazı çalışması yapılmıştır. Antik kentin 2014 yılında İslam Devleti'nin kontrolüne geçen Suriye tarafındaki kısmı günümüzde mayınla kaplı, Türkiye tarafındaki kısım ise güvenlik sorunları nedeniyle beton duvarlarla örülü ve arkeologlar haricindeki ziyaretçilere kapalıdır. 1920 yılına dek yapılan kazılarda çıkarılan eserlerin büyük çoğunluğu British Museum ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde yer almaktadır. Daha az sayıda parça ise Louvre Müzesi ve Gaziantep Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir. Louvre Müzesi'nde yer alan eserlerin 1919 yılında bölgeyi işgal eden Fransızların gizlice yaptıkları kazılarda ortaya çıkardıkları ve Paris'e gönderdikleri tahmin edilmektedir. 2011 ve 2012 yılındaki kazılarda ortaya çıkarılan eserlerin tamamı ise Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne nakledilmiştir. 2017 yılındaki kazılar sırasında üzerinde dünyanın ilk gülücüğü olarak nitelenen bir desene sahip olan testi bulunmuştur. Taş temel üzerine kerpiç duvarlı surlarla çevrelenen kentte beş kapı olduğu tespit edilmiştir. Kule, burç ve gizli yeraltı tünelleriyle desteklenen bu savunma sisteminin büyük kısmı en parlak dönemin yaşandığı Geç Hitit döneminde inşa edilmiştir. Kentte ortaya çıkarılan evler dikdörtgen yapılı ve kerpiç duvarlıdır. Evlere giriş ise taş döşemeli ön avlulardan yapılmaktadır. Yine Geç Hitit döneminden kalma bazalt ve kireç taşlarından yontularak oluşturulmuş taş blok kabartmaları kent kapıları ve kutsal yapıların temellerinde kullanılmıştır. Bu taş bloklarda tanrılar, tanrıçalar, krallar ve savaş sahneleri işlenmiştir. Ayrıca II. Thutmose tarafından kente dikilen stelin de aralarında bulunduğu hiyeroglif yazıtlı birçok stel gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu hiyeroglif yazıları, Leopold Messerschmidt tarafından incelenmiş ve bu inceleme 1900 yılında ""Corpus Inscriptionum Hettiticarum"" adlı yapıtta yayınlanmıştır. 2015 yılında ise insan yüzlü keçi tanrı tasvirinin bulunduğu bir taş blok ve II. Sargon'a ait çivi yazılı kil silindir gibi eşi olmayan buluntular keşfedilmiştir. Ayrıca 1876 yılında George Smith tarafından çıkarılan fakat birbiriyle ilişkilendirilmeyen iki stel parçasının Kubaba stelini oluşturduğu ve üzerinde Kamani'nin askerî ile sivil başarılarının anlatıldığı 2015 yılında keşfedilmiştir. Bretton Woods Anlaşması Bretton Woods Anlaşması, II. Dünya Savaşı sonrasında kambiyo kurlarının dünya ticaretini geliştirici bir sisteme göre saptanması için yeni yöntemler aranmış ve bu çalışmalar sonucunda Temmuz 1944'te ABD'nin New Hampshire eyaletinin küçük bir beldesi olan Bretton Woods'da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans konferansında imzalanan "Uluslararası Para Anlaşması" ile uluslararası ödemelerde kullanılacak yeni bir sistem geliştirilmiştir. Doğu bloku ülkeleri dışındaki 44 ülkeden 730 delegenin katıldığı bu anlaşma ile katılan ülke paralan için sabit kur esası benimsenmiş ve anlaşmaya katılan her ülkenin parasının değerinin, dolar esas alınarak saptanması kabul edilmiştir. Uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen bu anlaşma, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) kurulmasına karar vermiştir. Bu kurumlar, 1946'da, yeterli sayıda ülke anlaşmayı imzalayınca faaliyete geçmiştir. Bretton Woods anlaşmasıyla ortaya çıkan yeni uluslararası para sisteminin özellikleri şöyledir: Bretton Woods'la getirilen bu sistem ancak 1971 yılına kadar devam edebilmiştir. ABD, içinde bulunduğu ekonomik güçlükler nedeniyle 1971 yılında doların altına dönüştürülebilirliğini kaldırmıştır. ABD'yi buna iten zorunluluklar, dış ticaretinin büyük boyutlara varan açıklar vermesi ile borçlu ülkeler arasına girmesi olmuştur. Doların devalüe edilmesi ve altına dönüştürülebilirliğinin kaldırılmasıyla ortaya çıkan uluslararası para krizi , Bretton Woods ile getirilmiş olan altın döviz standardı sisteminin sonu olmuştur. Bu sistemin yerine, üzerinde 1963 yılından beri çalışmaların sürdürüldüğü Özel Çekme Hakları (Special Drawing Rights – SDR) sistemi yürürlüğe girmiştir. IMF tarafından ilk kez 1970 yılında uygulanmaya koyulan bu sistemde, kuruluş uluslararası bir merkez bankası gibi düşünülmüş, bu kuruluşun hesapları ve açacağı krediler SDR cinsinden ifade edilmeye başlanmıştır. Bu yönüyle SDR, hem bir uluslararası para birimi, hem de bir kredi türü olmuştur. Uluslararası para birimi olarak SDR'nin değeri ilk yıllarda Bretton Woods sisteminde olduğu gibi 0.88867 gram saf altınla ifade edilmiştir. Benimsenen bu değerlendirme tekniğine göre SDR'nin altın değeri sabit kabul edildiğinden SDR'ye "kâğıt altın" da denilmiştir. Ancak çeşitli paraların altın karşısında değer kaybetmesi SDR'nin değerini giderek arttırmış ve 1974 yılından itibaren SDR'nin altınla ilişkisi tamamen kesilerek "sepet tekniği" adı verilen yeni bir değerlendirme şekli geliştirilmiştir. IMF tarafından geliştirilen bu teknikte, SDR'nin değeri gelişmiş batılı 16 ülkenin paralarının belirli oranlarda birleşmesiyle hesaplanmaya başlamıştır. 1981 yılından itibaren SDR'nin yapısı basitleştirilmiş ve değeri Amerikan doları, Japon Yeni, Batı Alman Markı, İngiliz Sterlini ve Fransız Frankı'ndan oluşan beşli bir sepete bağlanmıştır. SDR sisteminin uygulanması ile IMF'ye üye ülkeler ödemeler bilançosu açıklarını kapatmak veya döviz ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla , IMF'nin diğer kaynaklarına ek olarak , kendilerine tanınan belirli SDR kotaları çerçevesinde IMF'den kredi alabilmektedirler. Kotalar , her üye ülkenin millî geliri, döviz rezervi, dış ticaret dengesi ve diğer ekonomik göstergeleri dikkate alınarak saptanmaktadır. Üye ülkeler kotalarının % 25'ini altın, % 75'ini de millî paraları cinsinden IMF'de bulundurmakta ve buna karşılık gerektiğinde belirli sınırlar içinde kredi kullanmaktadırlar. Halen bir uluslararası para birimi olarak sadece devletler ve Merkez Bankaları arasında kullanılan SDR'nin ticaret ve bankacılık işlemlerinde kullanılması amacıyla çalışmalar sürdürülmektedir. Ancak uluslararası alanda SDR'nin yaygınlaştırılması çabaları etkili olamamaktadır. Nitekim günümüzde gelişmiş ülkeler genellikle paralarını dalgalanmaya bırakırlarken , gelişmekte olan ülkeler güçlü bir paraya bağlı kalmayı ve uluslararası para piyasalarındaki gelişmeleri yakından izleyerek paralarını sık sık ayarlamayı benimsemektedirler. Öte yandan Avrupa Ekonomik Topluluğu'na üye ülkeler 1979 yılından itibaren Avrupa Para Sistemi'ne geçmiş bulunmaktadırlar. Bu gelişmelere rağmen, günümüzde yeni bir uluslararası para sistemi kurulması konusunda çalışmalar sürdürülmektedir. Gnaeus Pompeius Magnus Pompey, (Gnaeus Pompeius Magnus) (29 Eylül MÖ 106 - 29 Eylül MÖ 48) Roma Cumhuriyeti'nin son dönemlerinde askeri ve politik liderdi. İtalya'nın kasabalarından gelen Pompey, kendini Roma asilzadeleri arasına sokabildi. Kendisine "Magnus" kognomenini de Lucius Cornelius Sulla vermişti. Pompey Marcus Licinius Crassus'a karşı ve Gaius Julius Caesar'a da dosttu. Üç politikacı Roma cumhuriyetinin son dönemlerinde önemli rol oynamışlar, aralarındaki ortaklığa da Birinci Triumvirlik ismiyle tanımlamışlardır. Crassus öldükten sonra, Pompey ve Caesar tüm Roma topraklarının hakimiyeti için tartışırlar. Pompey MÖ 65 yılında, şimdiki Şebinkarahisar-Bayramköy bölgesinde, Pontus Kralı VI. Mithridates'in ordusu ile yaptığı savaşta, Roma ordusuna komuta etti. Mitridates'in ordusunu yendi, ülkesini Roma'ya bağlı bir devlet haline getirdi. Ardından Şebinkarahisar-Bayramköy bölgesine, zafer kazanma evi anlamına gelen "Nicopolis" kentini kurdu. Athena (günümüzde Pazar) şehri de Pompey tarafından kuruldu. Mer Hayrenik Mer Hayrenik (Ermenice: Մեր Հայրենիք; anlam: "Anavatanımız"), Ermenistan Cumhuriyeti'nin ulusal marşı. 1 Temmuz 1991'de Ermenistan Sovye
t Sosyalist Cumhuriyeti Marşı'nın yerine kabul edilmiştir. Söz yazarı şair Mikail Nalbantyan, bestecisi Barseg Kanaçyan'dır. Şebinkarahisar Kalesi Şebinkarahisar Kalesi, İlçe merkezinin güneyini kuşatan Hacıkayası üzerine kurulan kale, iç ve dış kale olarak iki kısımdan oluşmaktadır. Dış Kale'nin giriş kapısına bugün hâlâ özelliğini koruyan kayaya oyma merdivenlerle ulaşılır. Giriş kapısı yarı daire planlı iki kule arasına yerleştirilmiştir. Dış Kale'de dikkat çeken önemli yapılardan birisi kuzeybatı uçta yer alan oval planlı burçtur (kızlar kalesi). Dış kalenin güney ve doğuya bakan kısımlarında kuleler oldukça haraptır. Dış Kale'de değişik büyüklüklerdeki kayaya oyma su sarnıçları ve yapı kalıntıları mevcuttur. En büyük su sarnıcı kırk badal ismiyle anılan su sarnıcıdır. İç Kale 11. yüzyıl Türk mimarisinin özelliklerini taşıyan sekizgen bir kule ve onu çevreleyen dikdörtgen bir avludan oluşmaktadır. Dış avludan 15 – 20 m içerideki kayalık zemine kurulu olan iç kaleye kulelerden desteklenen bir kapıyla girilir. İç Kale'nin kuzeybatı köşesinde sekizgen planlı dört katlı bir kule bulunmaktadır. Bu burca basık kemerli (1,54 – 1,90 m) kapıyla girilir. Kırk iki basamaklı bir merdivenle yukarıdaki mazgal siperlerine ulaşılır. 27 m yükseklikteki kulenin, kapının açıldığı yüzey hariç tutulursa, her yüzünde yedi pencere bulunur. Kulenin 2,70 m güneyinde 6,20 x 4,20 m ebadında, 8 m derinlikte alttan kayaya oyulmuş, üzeri moloz taş ve horasan harcı ile örülmüş bir sarnıç bulunmaktadır. İç Kale surları büyük kule dışında yarı daire planlı dört küçük kuleyle takviye edilmiştir. Şebinkarahisar Kalesi'nin kimler tarafından ne zaman yapıldığı belli değildir. Tarihsel kaynaklarda Pers (MÖ 550 – 331), Pontus (MÖ 293 – 65) ve Roma (MÖ 65 – MS 226) hakimiyetinde olan kalenin ilk onarımı, Roma komutanı Pompeyüs tarafından yapılmıştır. MS 226 – 591 tarihleri arasından Sasani hakimiyetinde kalan Şebinkarahisar Kalesi, MS 591'de Bizans hakimiyetine geçmiştir. Bizans kralı I. Justinianus tarafından bu dönemde (MS 591) onarılan kaleye, MS 645'ten itibaren Müslüman Arap akınları düzenlenmeye başlamıştır. MS 778'de Emevi kumandanı Yezid Usayd Al Sulami tarafından ele geçirilen kaledeki Müslüman hakimiyet Abbasiler döneminde gerçekleşmiştir. MS 1074'te Anadolu'daki ilk Türk beylikleri olan Danişmendliler ve Mengücek beyliklerinin ortak fethiyle Türk hakimiyetine giren kaleye önemli ilaveler ve onarım, bu dönemde yapılmıştır. Mengücek beyi Fahrettin Behramşah, oğlu Muzafferüddin Mehmet'e yıkık olan surların onarımı, bir cami ve saray yapılması talimatını vermiştir. Muzafferüddin Mehmet tarafından günümüzdeki görüntüsüne kavuşturulan kale, MS 1128'de Anadolu Selçuklu Devleti'nin, daha sonra sırasıyla İlhanlılar, Eretna Devleti, Kadı Burhanettin Devleti, Karakoyunlular ve Akkoyunlular'ın hakimiyetine geçmiştir. 1473'te Fatih Sultan Mehmet ile Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan arasında geçen Otlukbeli savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetine geçen kale, 1647'de Evliya Çelebi tarafından şöyle tanımlanmaktadır: “Kale göğe uzanmış bir dağın tepesinde yedi köşe bir kaledir. İlk bakışta direksiz ve serensiz kalyın gemi gibi görünür. Duvar kalınlığı 70 ziradır (75 – 90 cm). 70 burç, 100 bedendir, çevresi 3600 adımdır. Hendeği yoktur. Üç kat demir kapıları vardır. Gece gündüz bekçilerce korunan kale içinde 70 ev vardır. Kale içinde bir fatih camii de vardır. Diğer hayır kurumları ve camileri kasabadadır. (1600 hane, 3 tekke, 4 han, 7 ilk mektep, 750 dükkân)” 1915 Ermeni isyanı, 1939 Erzincan depremi ve diğer tabii olayların etkisiyle tahribata uğrayan kale en son 2003 tarihinde onarım görmüştür. Nicopolis Nicopolis (Grekçe: Νικόπολις), Antik Roma kolonisi olarak kurulmuş kent. Roma komutanı Pompey tarafından MÖ 65 yılında şimdiki Giresun'un Şebinkarahisar ilçesine bağlı Bayramköy yakınında, Pontos kralı VI. Mithridates'in ordusunu mağlup ettiği için "zafer kenti" anlamına gelen Nicopolis kenti kurulmuştur. Yine Pompey tarafından fethedilen eyaletinde yer almıştır. Hulki Aktunç Şükrü Hulki Aktunç (27 Ocak 1949 - 29 Haziran 2011, İstanbul), Türk şair ve yazar. Askeri okullardaki orta ve lise yıllarından sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Yükseköğrenimi sürdürmedi. Yazı yaşamı, dönemin önemli dergilerinden Yeni Ufuklar’da başladı (1968). İlk kitabı "Gidenler Dönmeyenler" ile Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü (1977), "Bir Çağ Yangını" romanı ile Abdi İpekçi Ödülü’nü (1981), "Bir Yer Göstericinin Hayatı" ile Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü (1990) kazandı. 1976 sonrasında şiire özel bir ağırlık verdi. "İnsan Aşklarının Külüdür" ile Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü (1994), "Istıraplar Ansiklopedisi" ile de Cemal Süreya Ödülü’nü aldı (1995). On yılı aşan bir çalışmanın ürünü olan Büyük Argo Sözlüğü (1990) gerek Türkiye’de, gerek yurtdışı Türkoloji çevrelerinde yoğun ilgi gördü. 1998 öyküye dönüş yılı oldu (Güz Her Şeyi Bilir). Hulki aktunç 2009 yılında YKY tarafından basılan Sönmemiş Dizeler kitabıyla da iki büyük şiir ödülünün, Behçet Necatigil ve Metin Altıok ödüllerinin sahibi olmuştur. Aktunç, kendisine özgü bir üslup geliştirdiği öykülerinde ve romanlarında, bir yandan Türkiye'de düzyazı/anlatı geleneklerini günümüze doğru değerlendirirken, bir yandan da öncü anlatım denemelerine girişir. Aktunç’un şiiri de bugünün insanında aradığı ‘kendiliğinden-şiirsel-bakış’ın araştırılması ve saptanmasının peşindedir; şiirimizin henüz tükenmemiş olanaklarını sınaya sınaya gelişir ve yeni bir ‘şiirsel blok’ yaratmaya yönelir. Denemeleri (Erotologya?, 2000), içinde bulunduğumuz coğrafyanın kendisine özgü erotizmini çözümlemeye çalışan ilk yapıt sayılır. İki öyküsü, filme dönüştürülmüştür: “Aşka Kimse Yok” (yönetmen Osman Sınav), “Bir Yer Göstericinin Hayatı” (yönetmen Tülay Eratalay). İrlanda'da gerçekleştirilen şiir çeviri seminerleri doğrultusunda bazı şiirleri İngilizceye çevirilmiş ve "Twelfth Song" başlığıyla yayınlanmıştır (1998). Uzun bir süredir kanser tedavisi gören Hulki Aktunç, 29 Haziran 2011'de hayata gözlerini yummuştur. Cenazesi Karacaahmet Mezarlığı'nda toprağa verildi. Florina Florina ya da Filorina (Makedonca: Лерин "Lerin", (Yunanca'da aynı şekilde, Φλώρινα) Yunanistan'ın Batı Makedonya bölgesinde, aynı adı taşıyan ilin (nomos) merkezi olan küçük bir şehirdir (2001 nüfusu 16.771). Florina Yunanistan'ın kuzeyindedir. 2001 yılında Florina nüfusu 16.771'di. 2002'den beri Stefanos Papanastasiou belediye başkanıdır. O muhafazakâr Yeni Demokrasi'nin adayı. Leopard 2 Leopard 2 Alman yapımı 3. nesil bir ana muharebe tankıdır. 1970'lerde geliştirilmeye başlanan tank, 1979'da Alman ordusunun bünyesine katılmış ve Leopard (şimdiki adı Leopard 1) tankları ile değiştirilmiştir. Değişik çeşitlemeleri Alman ordusu tarafından kullanılmaktadır. Ayrıca İngiltere ve Fransa dışındaki birçok AB ülkesi de bu tankı tercih etmektedir. Tankın iki gelişim süreci vardır. Leopard 2A4 tipine kadar olanları düz bir kule (→ İngilizce, "turret". Ayrıca "döner top - taret") sahipken Leopard 2A5 tiplerinden itibaren eğimli kuleye geçilmiştir. Bütün tipler elektronik atış sistemine, lazer mesafe ölüçücüye, tamamen stabile edilmiş topa ve termal kameraya sahiptirler. 4 metre derinlikteki sulardana basarak geçebilir ve şnorkel baca(→ İngilizce "schnorchel". Ayrıca "şnorkel"), sayesinde suyun içinde kalabilir, 1 metre yüksekliğindeki duvarları aşabilir. 1500 beygir gücünde V12 dizel motoruna sahiptir, bu motor tankın 70 km/s hız yapmasına olanak sağlar. SSCB'nin geliştirdiği yeni 2. nesil tanklara karşı yeni bir ana muharebe tankına ihtiyaç duyan Alman ordusu 1970'lerde Leopard tankına Rheinmetall L 44 120 mm'lik topunu takarak bu ihtiyacını giderebilieceğini düşünüyordu. Ancak sonraları ABD ile birlikte MBT-70 süper tank tasarısına girildi. Bu tank devrim niteliğinde bir tasarıma sahipti ancak yüksek maliyeti nedeniyle bu tasarı geri çekildi. 1974 yılında 17 ilk-örnek (→ Fransızca "prototype". Ayrıca "prototip") arasından seçilen yeni tank tipi önceki tasarımdan daha iyi zırha, daha büyük bir topa, geniş mühimmat kapasitesine sahipti. ABD 1976 yılında bu yeni tank tasarısı ile ilgilendiğini belirtti. Bunun sonucunda ABD için birkaç deneme modeli üretildi. Bunların kuleleri farklı iken diğer bölümleri aynıydı. Kuleler ABD standartlarına getirilmek için L7A3 105 mm'lik topu ve Hughes atış denetleme düzeneği ile donatıldı. Ayrıca bu modelin Rheinmetall 120 mm'lik topu ile olan çeşitlemesi de yapıldı. Başka tiplerde de bu iki top çeşidi değişmezken Hughes-Krupp Atlas Elektronik EMES 13 atış sistemi denendi. ABD'ye ulaşan ilk ilk-örnekler XM1(M1 Abrams ilk-örnek adı) ile karşılaştırıldı. Leopard 2'lerin atış gücü ve hareket kabiliyeti olarak XM1'den daha iyi olduğuna karar verildi. Ancak yapılan sınamalarda Leopard 2'nin zırhının XM1'den daha kötü olduğu anlaşıldı. ABD XM1 tasarısında karar kıldı. Bugün Leopard 2 tanklarının zırh olarak da XM1'lerden daha iyi olduğu bilinmektedir. Leopard 2 tankların atış kontrol sistemlerinin değişimiyle birlikte atış yüzdeleri artmıştır. İlk atımda vuruş ihtimalleri dururken % 65 den %87 ye hareketli iken % 30 lar dan % 80 lere kadar çıkmıştır. Leopard 2 A5-A6 ve Hell lerde bu atış yüzdelerinin daha üst seviyeye çıkarıldığı bilinmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri Leopard 2A4 tanklarından 354 adet satın almıştır. Toplam maliyeti Türkiye'ye 429 milyon doları bulmuştur. 2011 yılında Leopard 2 NG (Next Generation) adıyla yenileme ve modernizasyonuna başlanmış ancak bu proje iptal edilmiştir. Leopard 2, bazen gayriresmi diğer versiyonlardan ayırmak için "AO" olarak anılır, seri olarak ilk yapılan versiyonudur. Araç Ocak 1979'dan Mart 1982'ye kadar üretildi ve tamamıyla 380 araçtır. 209'unu Krauss Maffei, 171'ini MaK üretti. Temel ekipmanları: Elektrikli hidrolik WNA-H22, bir ateş kontrol bilgisayarı, bir lazerli mesafe bulucu, bir rüzgar sensörü, bir genel maksat EMES 15 teleskobu, bir PERI R17 panorama periskobu, FERO Z18 kule görüşü. Birkaç küçük değişiklik yapılmıştır, ve topçuya termal kem
ara kurulmuştur ve ikinci partide 450 araç yapılmıştır, bunlardan 248'ini Krauss-Maffei, 202'sini MaK yapmıştır. 2A1 modelinin teslimleri Mart 1982'de başlamış ve Kasım 1983'te bitirilmiştir. İki göze çarpan değişikliği, cephane raflarına M1 Abrams'taki raflar gibi yapılan küçük değişiklikler ve yakıt filtresidir. Üçüncü partide 300 Lepard 2A1; 165', Krauss-Maffei, 135'i MaK tarafından Kasım 1983 ile Kasım 1984 yılları arsında yapılmıştır ve küçük değişikliklerle yenilenmiştir. 4. partidir. 300 araç yapılmıştır.Bunlardan 165'i Krauss-Maffei tarafından 135'i Mak tarafından Aralık 1984 ile 1985 arasında teslim edilmiştir. Ana değişiklik SEM80/90 dijital radyo seti eklemesi ve mühimmat yükleme kapağıyla ilgili değişikliklerdir. Leopard 2 ailesinin en yaygın versiyonudur, Görünüş itibaritye önceki üç modelle aynıdır, fakat bazı değişiklik ve geliştirmeleri içerir. Bunlar, bir otomatik yangın bastırma sistemi, bir dijital ateş kontrol sistemi ve geliştirilmiş taret ve tungsten/titanyum zırh içerir. Leopard 2'ler 1985 ve 1992 arasında 7 parti şeklinde üretilmiştir. Bütün yaşlı modeller standart Leopard 2A4'lere dönüştürülmştür. Almanya toplam 2.125 2A4, Hollanda 445 tank kullanmıştır. İsviçre 2A4'leri Pz87 adında lisanslı olarak üretmiştir. Bu versiyon İsviçre yapımı makineli tüfekler, iletişim ekipmanları ve NBC koruma özelliği içermektedir. İsviçre 380 Pz87 kullanmaktadır. Soğuk savaş bittikten sonra, Almanya ve Hollanda tankların geniş stoklarını buldu.Bu tanklar NATO'ya ve diğer dost ülke ordularına başarılı bir şekilde satıldı. Üretim fazlası tanklar Avusturya (114), Kanada (80), Şili (140), Danimarka (51), Finlandiya (124), Yunanistan (183), Norveç (52), Polonya (128), Portekiz (37), Singapur (66), İspanya (108), İsveç (160) ve Türkiye (354) satıldı. Pz 87WE İsviçre'nin Leopard 2A4'e uyguladığı modifikasyon ve geliştirme sonucu oluşmuştur. Geliştirmeler iyi bir şekilde koruması geliştirilmiştir, ilaveler içinde Leopard 2A6Mler mayın koruma kiti, ön eğimli yüzeyde kalın zırh oluşturulmuştur ve taret ekipmanı İsviçre tarafından geliştirilmiş titanyum alaşımıdır.Taret çatısı geliştirilmiş ve sis havanı yeniden dizayn edilmiştir.İlave olunan geliştirmeler hayatta kalma olasılığını ve çatışma kabiliyetini artırmıştır, elektrikli taretlerin kullanılışı Leopard2A5'e benzer, arka için bir sürücü bakış kamerası, doldurucu için bağımsız silah istasyonu oluşturulmuştur, komut ve kontrol sistemi artırıldı. Ateş kontrol sistemi geliştirildi, Carl Zeiss Optronics GmbH PERI-R17A2 ateş konrol sistemi kullanılmaktadır.Bir Mg 64 0.50 kalibrelik silahtan oluşan istasyon vardır. Leopard 2A4CAN/M Hollanda Kraliyet Ordusundan ihtiyaç fazlası Kanada'ya satılan Leopard 2A4 tankının geliştirlmiş Kanada varyantıdır. Özellikle Afganistan Savaşı için geliştirilmiştir. Bu tanklardan ilk 20 adedi Ekim 2010 'da sipariş edilmiştir. Leopard 2A4CHL Ön tarete ve yana ilave zırh eklendiği halde onun ana görevi çukur saldırından kendini korumaktır, the spaced armour is also designed to affect kinetic-energy penetrators by forcing them to change direction and by eroding them in the process; it does not form a shot-trap since it doesn't deflect the penetrators outwards to hit the hull or turret ring.Kabul edilmiş yeni zırh için top örtüsü yeniden dizayn edilmiştir.Ana zırh oluşumu için bazı geliştirmeler yapılmıştır.Tank interior received spall liners to reduce fragments if the armour is penetrated. The commander's sight was moved to a new position behind his hatch and it received an independent thermal channel. Topçu nişangahı herket ettrirken önceki modellerdeki gibi taret oyuğu ile karşılaşmaz. A new heavier sliding driver's hatch was fitted. Taret kontrolleri elektirikle, geliştiriliş güvenlik ve mürettebatı ile işler.A5 Alman taburlarına 1998 ortalırında giriştir. Leopard 2(Strv 122) İsveç Kara Odusunda Leopard2A5 varyantıdır, yerel olarak Strv 122 adını almıştır. "Leopard 2 Geliştirmesi" olarak söylenmiş ve taret topuna ve ön zırh gövdeye zırh eklenmiştir ve komut,kontrol ve ateş konrol sistemi geliştirlmiştir.Bunun dışında, Leopard 2A5'ten Fransız GALIX sis dağıtıcısı, farklı depolama yerleri ve daha kalın mürettebat kapakları ayrılmıştır. Bir de yeni komut ekipmanı oluşturulmuştur. Leopard 2A5 DK Leopard 2A5'in varyantıdır ve Leopard 2A6'a benzemekle beraber Danimarka Kara Ordusu tarafından bazı küçük değişikler yapılmıştır. 120 mm L55 yivsiz top (Rheinmetall DeTec AG), yardımcı motor, mayın koruması ve yeni bir havalandırma sistemi içermektedir. Bütün Alman tank taburlarında A6 ile birlikte "crisis intervention forces" donanımlıdır ve tüm Hollanda operasyon birimlerinde kullanılır. Bir de Kanada Hollanda'dan 40 Leopard 2A6 almak istediğini ilan etmiştir. Bunlar 2007'de teslim edilmiştir. Leopard 2A6M bir 2A6 versiyonu olmakla beraber mayın korumasının altındaki şasi geliştirilmiştir ve mürettebatın hayatta kalma olasılığını artırmak için içe birkaç ilave yapılmıştır. Kanada 2007 yazının sonlarında Afganistan'a yerleşmek için Almanya'dan 20 A6M borç olarak alınmıştır.Yeni tankların hepsi elektrikli tarete sahiptir. Leopard 2A6 HEL bir 2A6 türevidir, Yunan ordusu 2003'te sipariş etmiştir. "Hel" "Hellenic"'ten gelmiştir. 170 tankın teslimi 2006 ile 2009 arasında yapılmıştır. Toplam 140 tankın taret ve gövde kısmı ve bazı parçaları ELBO tarafından gerek üretilip gerek Almanyadan getirilmiştir ve birleştirilmiştir. İlk birimler 2006 sonlarında teslim edilmiştir. Leopard 2E Leopard 2A6 türevidir (büyük zırh koruması ile birlikte), İspanya ve Almanya firmaları arasında geliştirme programıdır. Her iki ülkenin savunma bakanlığı arasında tasarlanan işibirliği 1995'te kararlaştırılmıştır. Almanya'dan İspanya'ya devredilen 108 Leopard 2A4 5 yıl süre ile kullanmayı kapsar. Bununla birlikte, bu süre 20162'ya kadar uzatıldı ve sonra bu tanklar İspanya Kara Ordusu'nun malları oldu, 24 Haziran 2006'da halka açılımı yapıldı, ağır bir şekilde 15.124.014 euronu ödemesi 10 yıl içinde taksitlere bölünerek yapılacaktır, giving the Spanish coproperty from 2006. 1998'de İspanya hükümeti 219 Leopard 2E, 12 kurtarma tankı Leopard 2ER (Bufalo) ve 4 eğitim aracı alımına razı olmuştur. Ana üstlenici Santa Bárbara Sistemas'dir. Bu program 1.939,4 milyon eoro ile lojistik desteği, mürettebat eğitimi için eğitimcilerin ücretini ve bakım ve sürücü mühendislerini, taret bakım nişan ve atış simülatörlerine ayrılan bütçedir. İlk parti 2004'te yapılmış tamamı ise 2008'de planlanmıştır. Leopard 2 PSO (Peace Support Operations) MOUT (Kentsel operasyonlar) için barış sonrası tehlikelerle karşılaşmak durumanda özel olarak dizayn edilmiştir. Bu nedenle Leopard 2 PSO daha etkili bir korumusı olmakla birlikte iki silah istasyonu ile birleştirilmiş, geliştirilmiş keşif kabiliyeti, bir buldozer ağzı, öldürücü olmayan silah, kısa menzil izleme kabiliyeti (kamera sistemi), bir projektör ve onun sebat ve değişkenliğini geliştirmeye yönelik değişimler, gereğinden fazla olmayan TUSK malzemeleri ile donatılmıştır. İlk kez halka Eurosatory 2010 sırasında gösterilmiştir. "Bundeswehr" tarafından test edilmiştir. 2012 yılından itibaren kadar 50 adet Alman Leopard 2 tankının 2A7 seviyesine çıkarılması planlanmaktadır. 1990'da başlamış olan geleceğin Rheinmetall 140 mm yivsiz top geliştirilmesidir. Buna karşılık Sovyet bloğunda yeni geliştirilmiş zırhlı savaş aracı geliştirilmiştir, özellikle daha ısrarlı olarak Sovyet MBT'si 135 mm ya da 152 mm top olduğu varsayılır. This program was contemplated as the third stage in the KWS program of modernizing Leopard 2 tanks. KWS I L44 120 mm top ile 55 kalibrelik modeliyle değişimdir. KWS II Leopard 2A5'in modernizasyon programıdır ve KWS II ana silahla 140 mm top değişimdir. KWS III edinilmemiştir, ancak 140 mm top sisteminin geliştirilmesi devam etmekle birlikte Rheinmentall Fransa'dan GIAT, İngiltere'den Royal Ordnance ile koordine olmaktadır. Tromboz Tromboz, damar içinde bir kan pıhtısının oluşması ve böylece kan akışını engellemesi durumuna verilen isimdir. Ayrıca, genel bir tanım olarak herhangi bir damardaki trombüsten kopan pıhtı parçasının başka bir bölge damarında tıkanmaya sebep olmasına tromboembolizm denir. Gen mühendisliğiyle elde edilen t-PA (doku plazminojen aktivatörü) bir kateter aracılığıyla trombozlu alana doğrudan verildiğinde plazminojenin plazmine dönüşümünü aktifleştirir ve plazmin de trombozu eritir. Semadirek Semadirek ya da Samotrake (Yunanca: Σαμοθρακη, okunuşu: "Samothraki"), Yunanistan'ın Meriç iline bağlı, güneybatısındaki Gökçeada'dan 37 km, kuzeyinde Yunanistan ana karasındaki en yakın noktadan (Dedeağaç yakınları) 48 km uzaklıkta, Türk-Yunan deniz hududunun sadece birkaç mil batısında kalan bir ada ve bu adanın en büyük yerleşim merkezidir. Adada fazla gelir kaynağı olmadığından nüfusu gittikçe azalmaktadır (1991'de 3083, 2005'te 2300). Bazı tarihi kalıntılar bulunmakla birlikte, tarihte çok önemli bir rol oynamamıştır. En yüksek noktası olan 1624 metreye yükselen en yüksek noktası olan Oros Fengari (Ay Dağı) Trakya güney kıyılarından ve Çanakkale batı sahil şeridinden kolaylıkla görülebilmektedir. İlyada Destanı'nda da Semadirek adasının ufuktaki silüetinin bahsi sık sık geçmektedir. Yunanca ismi Trakya Samos'u (Sisam adasının Yunanca adı) anlamında Samos Thrakis'den gelmiş, Osmanlı döneminde yüksek dağ silüetine uyumlu bir isimle "Semadirek" şeklinde adlandırılmıştır. Adanın en büyük yerleşimi Kamariotissa'dır. Semadirek belediyesi ise Fengari Dağı'nın (Ay Dağı) eteklerinde yer almaktadır. Adadaki çoğu yerleşimin nüfusu binden azdır. Adanın güneyinde hiçbir yerleşim bulunmamaktadır. Bu, Fengari Dağı'nın kıyılara dik inişinden kaynaklanır. Adanın en küçük yerleşimi güneybatıdadır. Kitada adlı yerleşimde 1 tarla ve 3 hane bulunur. Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre; Dedeağaç Sancağı'nın Semadirek nahiyesi ile İmroz arasındaki denizde şiddetli fırtınalar eksik olmaz ve tehlikelidir. Semadirek ile Enez arası ise tehlikeli sığınaklarla
çevrili olup, süngercilerin anlattığına göre fazlaca mermer sütunlar bulunurdu. Batı yönünde Kameryonca Limanı vardır ki,  Lodos ve Poyraz havalarda burada 200 kadar gemi korunabilir. Diğer iskeleler; Limindi, Kaçaba, Yesiru ve Palapoki’dir. Eni ve Ençe’de çeşme, Kalyonbel Karyotis’te yemiş bahçeleri,Bizans döneminden kalma mezarlar ile eski üzüm bağları, Çokalarya harap iskelede eski Yunan’dan kalma çömlek fabrikaları, Çetyomar Platya’da bir nehir ve Fronidya Tunafet Platanyus Kiryo Bezo’da içinde sülük olan bir göl bulunur. Kasabanın kalesinin 1430 yılında Enez kralı Palamid Yes Galetizyu tarafından yapıldığı bir mermer üzerinde yazılıdır. Adada 1873 yılında çiçek ve 1888 yılında enflüanza salgınları olmuş ve çok kişi ölmüştür. 594 aile; 2992 nüfus bulunur, 3 aile İslam, kalanı Ortodoks Hristiyandır. Şapçı Şapçı (Yunanca: Σάπες / Sapes), Yunanistan'da, Batı Trakya'da, Rodop vilayetinin (nomos) Gümülcine'den sonra ikinci büyük şehridir. Konum itibarıyla, Dedeağaç-Gümülcine yolunun ortasında yer almaktadır. Şapçı Kasabası Gümülcine iline bağlı bir ilçe merkezidir. Gümülcine’ye 27 kilometre, Dedeağaç’a 38 kilometre mesafededir. Kasaba her iki vilayet merkezlerinin arasında bulunmaktadır. Kasaba adını etrafındaki dağlardan çıkarılan şap madeni ocaklarından almaktadır. 17.yüzyılda kasabayı ziyaret eden Evliya Çelebi on ciltlik ünlü seyahatnamesinde, kasaba hakkında bize bazı bilgiler vermektedir. Gezginimiz kasabanın bir dağ eteğinde olup 200 evi, iki camii ve iki hanı olduğunu, köy halkının bütün çevre dağlardan şap çıkararak geçimlerini sağladığını söyler. Osmanlı-Türk hâkimiyetine geçiş yılı bağlı olduğu Gümülcine ile paraleldir. Yani Sultan I.Murat’ın ünlü komutanı Gazi Evrenos Bey tarafından 1362-1364 yıllarında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Kasabada sağlık merkezi, belediye, karakol, vergi dairesi, postane, telefon idaresi, üç tane banka şubesi, bir azınlık ilkokulu, iki cami, bir mescit bulunmaktadır. Bugün ibadete açık olan iki camiden biri olan Hamidiye (minareli) Camii, günde beş vakit, Cuma, bayram ve teravih namazlarında ibadete açıktır. Eski adıyla Süleyman Paşa Camii olarak da bilinmektedir. Ancak adı zikredilen camiden günümüzde herhangi bir eser mevcut değildir. Günümüzde ibadete açık olan Minareli Camii tarihi bilinmemek kaydıyla köy halkı tarafından inşa edilmiştir. Cami ayrıca 1990 yılında kapsamlı bir tamir geçirmiştir. Kasabanın ikinci camisi olan Çarşı veya Çınarlı Camii ise minaresiz olup inşa tarihi bilinmemektedir. Rivayetlere göre 1941 yılında adı geçen cami, Bulgarlar tarafından belli bir süre kilise olarak kullanılmıştır. Çarşı Camii 1997 yılında kapsamlı bir tamir görmüştür. Çarşı Camii sadece Cuma, bayram ve teravih namazlarında ibadete açıktır. Yukarı Mahalle veya Hamit Mahallesi Mescidi’nin de inşa tarihi bilinmemektedir. Mescit akşam, yatsı ve teravih namazlarında ibadete açıktır. 2009 yılı Haziran Ayı’nda kapsamlı tamirden geçirilerek tekrar ibadete açılmıştır. Kasabanın azınlık ilkokulu Çarşı Camii’nin yanında, 6 sınıftan ibaret olup 7 öğretmen ve 90 öğrencisi ile hizmet vermektedir. İlkokulun tarihi Osmanlı hamamından dönüştürülerek günümüzdeki konumuna getirildiği yaşlılar tarafından ifade edilmektedir. Kasabanın mezarlığı batı kesiminde, oldukça bakımlı olup takriben 350 yıllık mezar taşlarına rastlanmaktadır. Mezarlık Hıristiyan Mezarlığı ile karşı karşıyadır. Kasabada mevcut olan vakıf malları sırasıyla şöyledir 1 - Minareli Camii içi 221,40 metrekare, genel 2 dönüm 359 metrekare, 2 - Çarşı Camii içi 170 metrekare, genel 247,17 metrekare, 3 - Yukarı Mahalle Mescidi genel 74,10 metrekare, 4 - Eski tekke yeri 146 metrekare, 5 - Eski mektep 68 metrekare olup camiye vakıf edilmiştir 6 - Merkezde dükkân 11,25 metrekare, 7 - Mezarlık genel 31 dönüm 50 metrekare 8 - Şapçı mevkiinde 1.tarla 4 dönüm, 2. tarla 2 dönüm 220 metrekare. 9 - Karacaoğlan Köyü Mevkii’nde tarla 2 dönüm 750 metrekare, 10 - Çiftlik Köyü Mevkii’nde tarla 2 dönüm 900 metrekare Kasaba Yunan ve Türklerden oluşan bir yerleşim birimidir. Müslüman hane sayısı 470 olup, nüfus da 1500 kişidir. Kasabadaki soydaşların günümüzde geçim kaynağı, esnaflık, çiftçilik ve serbest meslekten oluşmaktadır. Κasabada Nisan 2009 ayında açılışı yapılan ve halen faaliyette olan, Şapçı Azınlık Kültür ve Folklor Derneği kasaba halkına kültür alanında en iyi hizmet verebilme amacıyla kurulmuştur. Kasabada dini ve milli değerlere saygı gösterilmekte, gelenek ve görenekler özüne uygun bir şekilde yaşatılmaya devam etmektedir. Ladik (anlam ayrımı) Ladik ile aşağıdakiler kastedilmiş olabilir: İskeçe İskeçe veya Xanthi (Yunanca: Ξάνθη / "Xanthi", ), Yunanistan'ın kuzeyinde, Batı Trakya'da, aynı adı taşıyan ilin ("nomos") merkezi olan kenttir. Osmanlı kaynaklarında Eskice, İsketye ve İskete olarak da kaydedilen İskeçe isminin eski “Skeča”dan geldiği düşünülmektedir. Zira günümüzdeki İskeçe Pomakları skeča ismini kullanır. Xanthi adı da Strabon'un bahsetmiş olduğu antik “"Xantheia"” şehrinden gelmiştir. İskeçe, doğusundaki Gümülcine ve daha doğusundaki Dedeağaç illeri ile birlikte Yunanistan'da Türklerin en yoğun olarak bulundukları bölgelerden biridir. Drama Köprüsü isimli türküye adını veren Drama Şehri de bu bölgeye komşudur. İskeçe bölgesi ile ilgili ilk tarihi kayıtlar MÖ 879 yılına dayanır. Küçük bir yerleşim birimi olarak başlayıp, Trakya tarihinin, (iç) savaşlar, yıkımlar gibi, tüm evrelerinde yer aldı. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu 1363 yılında Edirne'nin fethi ile Balkanlar'a yerleşmiş olsa da, İskeçe'nin yanı sıra bugünkü Kavala, Drama ve Serez bölgelerinin Osmanlı hâkimiyeti altına girmesi ancak 26 Eylül 1371 tarihindeki Çirmen zaferi ile gerçekleşmiştir. Yerel Türk nüfusunu güçlendirmek amacıyla Anadolu ve özellikle Konya bölgesinden İskeçe ve civar illere halk yerleştirilmiştir. Osmanlı'nın genişleme döneminde, İskeçe, orduların çıkış noktalarından biri iken, Osmanlı'nın Balkanlar'daki hâkimiyeti azalma sürecine girdikten sonra, İmparatorluğun Balkanlar’da tutunmasında belirleyici rol oynamıştır. 1715 yılına gelindiğinde İskeçe tütünü ile tanınmış ve bu ürünü sayesinde bölgenin refah düzeyi artmıştır. Mart ve Nisan 1829'da gerçekleşen iki şiddetli deprem ile şehir büyük bir yıkıma uğramış, ancak bu olay yeniden yapılanmasında büyük öneme sahip olmuştur. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar'daki sınırlarının bu bölgeye gerilemesi ile birlikte, bölgeye olan Rus ve Bulgar saldırıları artmıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun yardımından yoksun olarak, İskeçe halkının da katıldığı Batı Trakya Türklerinin silahlı mücadelesi ile, Osmanlı için son derece olumsuz şartlar içeren Ayastefanos Antlaşmasının daha sonra Berlin Antlaşmasına dönüşmesinde katkıları olmuştur. Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre; Gümülcine sancağının bir kazası olan İskeçe, Adalar denizi (Ege denizi) sahilinde, 93 köy ve 2 kasabadan oluşan 30609 değişik kökenden nüfusu olan bir kazadır. Dünyaca ünlü "Yenice tütünü" bu kazada üretilir. Kasabada 1527 ev, 5 cami, 2 mescit, 2 tekke, 2 ilkokul, 3 manastır, 5 kilise, 2 iskele 2 un fabrikası, 873 dükkan, 31 han, 2 otel, 3 gazino, 3 hamam, 130 çeşme, 2 şadırvan, 8 değirmen, 29 fırın, hükümet konağı, jandarma dairesi, depo, askeri daire, telgrafhane, gureba hastanesi ve 72 mağaza vardır. 6000’e yakın yabancı işçi tütün istif, denk ve bohça bağlama işlerinde çalışır. İthalat ve ihracatı merkeze 3 saat uzaklıktaki Karaağaç iskelesinden yapılır. Bu iskeleye haftada 2 defa Avusturya, Yunan, İngiliz ve Osmanlı gemileri uğrar. Yıllık 114807 tonalito ağırlığında 233 vapur ve 356 yelkenli gelip gittiği için havası ve suyu kirlidir. Ortadaki büyük meydanda Pazar yeri kurulur ve Hacı Emin Ağa’nın yaptırdığı büyük saat burada yer alır. İskeçe Balkan Savaşları esnasında, sırası ile Bulgaristan, Yunanistan ve yine Bulgaristan tarafından işgal edildi. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun Edirne'yi yeniden ele geçirdiği dönemde yöre halkının mücadelesi ve Osmanlı tarafından yapılan yardımlar sayesinde İskeçe ve Gümülcine’deki Bulgar hâkimiyeti kaldırıldı. Ancak, ardından kurulan ve İskeçe'yi de kapsayan Garbi Trakya Hükümeti'nin, 1 Eylül 1913 tarihinde bağımsızlığını ilan etmesi, Osmanlı, Rus İmparatorluğu ve Bulgaristan tarafından hoş karşılanmayınca, bölgede etkinlik gösteren Osmanlı subayları geri çağırıldı ve İstanbul Antlaşması ile İskeçe dâhil, Batı Trakya bölgesi Bulgaristan'a bırakıldı. I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi ile İskeçe, Bulgaristan ve Yunanistan arasındaki cephenin ortasında kaldı. Osmanlı'nın savaşa katılması ve Bulgaristan'ın hâkimiyetinin azalması ile birlikte bölgeyi Yunanistan'a bağlamayı amaçlayan, Yunanistan ve Fransa denetimli kuruluşlar etkinlik göstermeye başladılar. Yunanistan'ın diplomatik girişimler ile bağımsızlık çabalarını bastırdığı bölgede, İskeçe'nin de dâhil olduğu Batı Trakya'nın akıbetinin halkoyu ile belirlenmesine karar verildi. Mayıs 1920'de gerçekleşen halkoyu ile, Türk nüfusu ezici çoğunluğu elinde bulundurmasına rağmen, sonuç bölgenin Yunanistan'a bağlanması yönünde oldu. Millî Mücadele döneminin sona ermesi ve Lozan Anlaşması’nın imzalanması ile İskeçe Türk halkı nüfus mübadelesinden muaf tutuldu. İskeçe bir kez daha II. Dünya Savaşı'nda Bulgaristan tarafından işgal edildi. Bunu takip eden Yunan İç Savaşı boyunca da İskeçe halkı yerel mücadelelerde yer almaya devam etti. Günümüzde ise, İskeçe'de Batı Trakya Türkleri'nin azınlık sorunları ve insan haklarının Yunanistan tarafından ihlallerine karşı siyasi mücadele sürmektedir. Günümüzde İskeçe modern bir kent kimliğine sahip, zengin tarihi, doğası ve gelenekleriyle her yıl büyük miktarda yerli ve yabancı ziyaretçi kabul etmektedir. Her yıl Şubat sonu veya Mart başına doğru düzenlenen Karnaval ve Eylül başındaki eski kasaba festivali (Γιορτές Παλιάς Πόλης) görülmeye değer etkinlikler arasındalar. Ayrıca her cumartesi düzenlenen kent pazarı da ziyaret edilebilir. Narenciye Narenciye ya da turunçgiller, turunç
, portakal, mandalina, greyfurt ve limon gibi ekonomik değeri yüksek olan "Citrus" cinsi meyve ağacı türlerini de içine alan bir bitki topluluğudur. Vatanı Çin ve Hindistan olan, fakat bugün hemen hemen ılıman iklime sahip bütün memleketlerde kültür şekilleri yetiştirilmektedir. Türkiye'de güney ve güneybatı Anadolu ile kuzeydoğu Akdeniz bölgelerinde tarımı yapılır. Yaprak dökmeyen, uçucu yağ taşıyan küçük ağaçlardır. Yaprakları tam, yumurtamımsı, parlak ve derimsidir. Çanak ve taç yaprakları beş parçalıdır. Taç yaprakları etli, beyaz veya pembe renkli, hoş kokuludur. Meyveler sarı ve turuncu renkli, çok gözlü ve etlidir ve kış meyveleridir. Meyvelerin tadı ekşidir ve C vitamini açısından zengindirler. %3 yağ içerirler. Bu türlerin hepsi de "Citrus" ("C.") cinsi bitkilerdir: Bu tür ise bazılarınca Citrus cinsi içinde bazılarınca Citrus cinsi dışında ayrı bir cinsin (Poncirus cinsi) türü olarak görülmektedir. Bu bitkilerin meyvelerinden gıda olarak faydalanıldığı gibi, meyve kabuklarından, yapraklarından veya çiçeklerden, parfümeride koku ve lezzet vermekte kullanılan uçucu yağlar da elde edilir. Citrus, deodorant ve göz kremleri karışımlarında da kullanılmaktadır. Kozani Kozani (Türkçesi Kozana), Yunanistan'ın Batı Makedonya bölgesinde, aynı adı taşıyan ilin (nomos) idarî merkezi olan şehirdir. 2001 nüfusu 47.500'dir. Osmanlı Devleti döneminde Balkanların önemli merkezlerinden biriydi. Epir bölgesi ile Selanik arasındaki yol güzergahı üzerinde bulunması nedeniyle 17. yüzyıl ve 18. yüzyılda Orta Avrupa ülkeleri ile hayli gelişmiş ticari ilişkiler kurmuş olup, bu dönemden kalma gözalıcı eserleri barındırmaktadır. Bunların başlıcaları 1664 tarihli Aya Nikola Kilisesi ve saat kulesi (Mamatsios), 1668 tarihli Rum Mektebi ve kütüphanesi gelmektedir. Bugün de İyon Denizi sahilini Türkiye sınırına bağlayan Via Egnatia otoyolu Kozani'den geçmektedir. Kayılar (şehir) Kayılar (“"Kayalar"” veya “"Kaylar"” şeklinde de okunur), (, Katharevousa: Πτολεμαΐς, "Ptolemaïs"), Yunanistan’da Kozani ili Eordia belediyesine bağlı bulunan kasaba. Rumca adı 1927'de ""Ptolemaida"" olmuştur. Osmanlılar’ın Rumeli’de ilk mesken tuttuğu yerlerdendir. 1923'teki Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi'nden sonra Kayılar'ın Türk halkı Amasya, Tokat, Sivas ve Samsun'a göç etmiştir. Osmanlı döneminde "Cuma, Cumapazarı, Serfice Cuması, Kayalar" isimleriyle de anılırdı. 1927’ye kadar Rumca "Kailaria" olarak adlandırılan Kayılar, 20 Ocak 1927’de yapılan isim değişikliği sonucu Büyük İskender’in komutanlarından I. Ptolemaios Soter ve kızı Ptolemaïs’in anısına "Ptolemaida" adını aldı Arkeolojik bulgulara göre Kayılar’ın bulunduğu bölgede yerleşik yaşam Neolitik Çağ’da başladı. Kayılar ve çevresi II. Filip devrinde Makedonya Krallığı hakimiyetinde idi. Büyük İskender’in komutanlarından I. Ptolemaios Soter bu yöreden yetişti. M.Ö. 68’de Makedonya Krallığı’nın kesin olarak Roma tarafından fethedilmesi ile Roma hakimiyetine giren yörede bugün Kayılar kasabasının bulunduğu alanda Roma döneminde önemli bir yerleşim yoktu. Batı Roma’nın yıkılmasından sonra yöre, değişik zamanlarda Doğu Roma İmparatorluğu, Bulgar Krallığı, Selanik Krallığı, Latin Krallığı, İznik İmparatorluğu topraklarına katıldı. Bizans’ın içine düştüğü karışıklıklardan yararlanarak 14. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa kıtasına geçen Osmanlılar, I. Murat’ın 1389’a kadar devam eden saltanatı sırasında üç kol üzerinden Balkanlar’ı fethe girişti. Anadolu'da 1345 yılında topraklarına kattıkları Karesioğulları Beyliği ile daha sonra hakimiyet altına aldıkları Müslüman Türk beylikleri Rumeli'ye göçürülecek Müslüman Türk nüfusu da sağlamışlardı. Karesi Beyliği komutanları iken Osmanlı hizmetine giren Gazi Evrenos Bey, Anadolu'daki Kayıları, Rumeli'de kendi adlarıyla anılacak olan Kayılar'a götürdü. Yerleşimin Osmanlı tahrir defterlerindeki adı "Kazay-ı Cum'a" ("Kayılar Kazası") şeklindedir. Osmanlı yönetimi altında bir dönem Selanik'e, bir dönem Manastır'a, bir dönemde Manastır eyaletinin Serfiçe sancağına bağlandı. Kayalar, "Yukarı" ve "Aşağı Kayalar" olmak üzere iki mahalleye ayrılmaktaydı. Bu iki mahalleyi "Sulu Dere" olarak anılan bir dere ayırıyordu. Günümüzde dere kurutulmuş ve eski yatağı bir caddeye dönüştürülmüştür. I. Balkan Savaşı sırasında Rumlar'ın eline geçen Kayılar, 1918'de bir kırsal topluluk olarak tanındı. Nüfusu büyük ölçüde Türkler'den oluşmaktaydı. 1924 Nüfus Mübadelesi'nden sonra Kayılar'ın Türk halkı Anadolu’ya gitti ve kasabaya Pontus Rumları yerleşti. 1941-1944 arasında Alman işgaline uğradı. Bölgedeki zengin linyit rezervleri ve dört termoelektrik santral bulunur. Yunanistan'ın elektrik ihtiyacının % 70'ini bu santrallerden karşılanır. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan Türkler, mübadeleyle Kayalar’dan ayrılmıştır. 17 Temmuz 1923 tarihli İcrâ Vekilleri Heyeti Kararnamesi’ne göre, mübadillerin bir kısmı Amasya, Tokat ve Sivas’a nakledildiler. 7000 mübadil de Samsun’a sevk edildi. Boşalan Kayalar'da Aşağı Kayalar Mahallesi’ne Gelibolu, Trakya ve Karadeniz bölgesinden; Yukarı Kayalar Mahallesi’ne Ege ve Marmara bölgesinden gelen Rumlar yerleştirildiler. Karaferye Karaferye (Yunanca: Βέροια, "Veroia") Yunanistan'ın Orta Makedonya bölgesinde, Imathia vilayetinin (nomos) merkezi olan ve Selanik'e yaklaşık 76 km uzaklıkta 40000 nüfuslu bir şehirdir. Osmanlı Devleti döneminde Selanik ve Manastır gibi iki önemli şehri birbirine bağlayan yol üzerinde olması nedeniyle Balkanlar'ın en önemli merkezlerinden biriydi. 1924 Nüfus Mübadelesi öncesinde yoğun bir Türk nüfus, ayrıca II. Dünya Savaşı Yahudi Soykırımı öncesinde kalabalık bir Yahudi nüfus barındırmaktaydı. Bölgesel önemi bulunan ticari ve idari merkez sıfatını günümüzde de sürdürmektedir. İyon Denizi sahilinden Türkiye sınırına uzanacak şekilde planlanan Via Egnatia, Selanik'ten önceki çıkışında Karaferye'den (Verioa) geçmektedir. Karaferye yakınındaki (13 km.) Vergina'da yakın geçmişte keşfedilen Makedon kral mezarları nedeniyle bölgenin turistik önemi artmış, mezar alanı UNESCO Dünya Mirası listesine alınmıştır. Türkiye'de Hititoloji'nin öncüsü olann Sedat Alp Karaferyelidir. Anatolia (albüm) Anatolia, Pentagram grubunun 1997 yılında piyasaya sürdüğü müzik albümüdür. Albümde bulunan birçok parça İngilizcedir. Türkiye'de Raks Müzik etiketiyle, Avrupa'da Century Media Records etiketiyle piyasaya sürülmüştür. Aşık Veysel uyarlaması olan "Gündüz Gece" dışında tüm şarkılar Pentagram imzalıdır. Albüme katkıda bulunanlar arasında eski Pentagram solisti Ogün Sanlısoy, pop müzik sanatçıları Emre Altuğ, Ferhat Göçer ve Sertab Erener vardır. İskender Paydaş "Behind the Veil" şarkısında klavye, Ercan Irmak "Time" şarkısında ney, Ahmet Koç da "Anatolia" şarkısında bağlama çalmıştır. Kalamarya Kalamarya (Yunanca'da Καλαμαριά) Selanik büyükşehiri sınırları içinde, Selanik merkezinin 5 km. kadar güneydoğusuna düşen, Yunanistan Makedonyası'nın Selanik merkezden sonra ikinci, Yunanistan genelinin ise dokuzuncu büyük belediyesidir. Nüfusu artış eğiliminde olup, 1991'deki 87.000 nüfus günümüzde 95.000'e ulaşmıştır. Kalamarya'nın bulunduğu bölge 1924 Nüfus Mübadelesi öncesinde neredeyse boş iken, Yunanistan'a göçen Anadolu Rumları içinde yaklaşık 100.000 kişilik bir kitleyi kabul eden Selanik şehrinin yeni yerleşim alanı ihtiyacının karşılanması amacıyla iskan ve inşa edilmiştir. Kalamarya'ya özellikle Pontus Rumları yerleştirilmiş ve şehir bu etnik özelliğini günümüze kadar koruyarak Yunanistan'da Pontus kültürünün başlıca merkezi haline gelmiştir. Audrey Hepburn Audrey Hepburn (/ˈɔːdri ˈhɛpˌbɜrn/; doğum Audrey Kathleen Ruston; 4 Mayıs 1929 – 20 Ocak 1993), İngiliz-Hollandalı sinema oyuncusu ve hayırseverdir. Hollywood yıldızı ve moda ikonudur. Belçika'nın Ixelles, Brüksel Bölgesi kentinde doğdu. Annesi Hollandalı bir barones, babası zengin bir İngiliz bankacıydı. Anne ve babası, Audrey henüz bir yaşındayken boşandı ve Audrey annesinin yanında kaldığından babasını bir daha göremedi. 10 yaşındayken annesi başka bir adamla evlendi ve Hepburn yeni babası ile birlikte Nazi işgali altındaki Hollanda'ya göç etmek zorunda kaldı. Burada oldukça zor bir çocukluk geçiren Hepburn'un sinemaya büyük ilgisi vardı ve oyuncu olmanın düşlerini kuruyordu. Savaşın bitmesinden sonra Londra'ya gidip bir bale okuluna yazıldı ve bir süre sonra modellik yapmaya başladı. Oyuncu olabilmek için İngiltere'ye giden Hepburn, ilk filmi "Young Wives Tale"da (1951) rol aldığında 22 yaşındaydı. Bu ilk filminde güzelliği ve zerafeti ile izleyen herkesin dikkatini çeken Hepburn hızlı bir yükselişe geçti. "Monte Carlo Baby", "Lavender Hill Mob" ve "Secret People" gibi filmlerde oynadıktan sonra Hepburn, 1952'de rol aldığı "Roman Holiday" ile büyük başarı kazandı. Bir prensesi canlandırdığı "Roman Holiday" Hepburn'un ilk başrolüydü ve Gregory Peck ile birlikte rol aldığı film sayesinde En İyi Kadın Oyuncu Akademi Ödülü'nü kazandı. Bu ödül onu bir anda yıldız mertebesine yükseltti ve Hepburn hızını hiç kaybetmeden art arda başarılı yapımlarda rol aldı. 1954'de usta yönetmen Billy Wilder'ın "Sabrina"sında ünlü oyuncu Humphrey Bogart ile rol alan güzel yıldız bu filminden bir Oscar adaylığı kazandı. Daha sonra Hepburn "War And Peace", "Funny Face", "Love in the Afternoon", "Green Mansions" ve "The Unforgiven" gibi filmlerde rol aldı. 1957 senesindeki Billy Wilder Love in the Afternoon filminde Gary Cooper ile oynar, bu iyi bir aşk filmidir. Kariyerinin bu kısmında dönemin en ünlü yönetmenleri ve aktörleri ile çalışan Hepburn çalıştığı herkesi kendine hayran bırakıyordu. O yalnızca güzel ve yetenekli bir oyuncu değil aynı zamanda zarif bir hanımefendiydi. Güzel yıldız daha sonra "My Fair Lady", "Breakfast at Tiffany's" ve "Wait Until Dark" gibi filmlerle büyük başarı kazandı.1962 de Tiffany'de Kahvaltı'da George Peppard ile başrolleri paylaştı ve usta Yönetmen Blake Edwards tarafından yapılmış bir filmdir. Burada gelgitler yaşayan bir kadının iç dünyasını oynar. Audrey Hepburn bu başarılı oyunculuk kariyerinin yanında birço
k yıldız oyuncu gibi özel hayatıyla da sürekli gündemde kaldı. Gerek William Holden ile yaşadığı fırtınalı aşk gerek Mel Ferrer ile yaptığı sorunlu evlilik tüm dünya tarafından yakından takip edildi. Hepburn'un Mel Ferrer'den Sean adında ve Dr. Andrea Dotti'den Luca adında iki çocuğu var. Audrey Hepburn 1990'da oyunculuğu askıya aldı ve yalnızca çok özel projelerde yer aldı. Audrey Hepburn 20 Ocak 1993'te İsviçre'de bağırsak kanserinden öldüğünde 63 yaşındaydı. Hepburn'un mezarı şu an İsviçre'de bulunuyor. Audrey Hepburn tüm oyunculuk kariyeri boyunca sayısız ödülün sahibi oldu. 1954'de "Roman Holiday" ile kazandığı Oscar'ın yanında tam 4 kez En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ına aday gösterildi. Bunun yanında 2 kez İngiliz Film Akademisi Ödülleri BAFTA'yı kazanan Hepburn bu ödüle iki kez de aday gösterildi. Ayrıca Hepburn'un iki adet Altın Küre Ödülü var. ! colspan="3" style="background: #DAA520;" | Akademi Ödülleri ! colspan="3" style="background: #DAA520;" | BAFTA Ödülleri ! colspan="3" style="background: #DAA520;" | San Sebastian Uluslararası Film Festivali ! colspan="3" style="background: #DAA520;" | New York Film Critics Circle Award ! colspan="3" style="background: #DAA520;" | Altın Küre Ödülleri ! colspan="3" style="background: #DAA520;" | Screen Actors Guild Award ! colspan="3" style="background: #DAA520;" | Grammy Ödülleri Drowning Pool Drowning Pool, davulda Mike Luce, gitarist C.J. Pierce ve basçı Stevie Benton'dan oluşan 1996 çıkışlı Teksas, Dallas'lı Hard Rock, Alternatif Metal grubu. "Mike Luce" ve gitarist C.J. Pierce'ın New Orlenas'dan Dallas'a taşınıp orada bass'çı "Stevie Benton" ile tanışması ile ilk adımlarını attı. Güçlü ve karekterli vokal arayışları sonrasında "Dave Williams"ı da aralarına alan grup, kurulduktan 2 yıl sonra "Kittie" gibi gruplarla aynı sahneyi paylaşmaya başladı. Demolar kaydedip yayımlayan grubun bu şarkıları Dallas'ın en önemli radyo istasyonlarından biri olan (KEGL)'de listelere girince, grup kısa sürede Sony Müzik bünyesindeki Wind-up plak şirketi ile albüm anlaşması yapmayı başardı. Grubun kariyerindeki ilk ve vokalist Dave Williams ile kaydettiği son albüm olan "Sinner", 2001 yılında yayınlandı. Jay Baumgardner (Papa Roach, Orgy, Coal Chamber) prodüktörlüğündeki albümde yer alan "Bodies" ve "Tear Away" isimli şarkılar sayesinde, kısa sürede çok popüler gruplar arasına isimlerini yazdırdılar.Özelikkle "Bodies" adlı parçası İkiz Kule saldırılarından sonra sık dinlenen bir parça oldu. Başarılı vokalist Dave Williams 2002 yılında OzzyFest' turnesinde tur otobüsünde ölü bulundu.Ölüm sebebinin kalp yetmezliği olduğu açıklandı. Grup Dave'in ölümünden sonra bir süre ara veren grup özellikle Switched vokalisti Ben Schigel'i aralarında görmek istediklerini belirttiler fakat yoğun çabalara rağmen Schigel Drowning Pool'a katılmayı reddetti.Bunun üzerine grup 2003 yılında seçme yapmak zorunda kaldı. Seçmelerde öne çıkan isim Dino Cazares ile çalışan Jason "Gong Jones oldu,Jason'ı aralarına alan grup 2003 yılının Aralık ayında kayıtlara başladı.Nisan ayında Desensitized'ı yayınlayıp Damageplan ve SOiL ile tura çıktılar. Yaptığı başarılı işe rağmen Jason,"Parasını alamaması,grubun Ben Schigel'den vazgeçmemesi,grup ile arasında müzikal farklılık bulunması" nedeniyle 14 Haziran 2005 tarihinde gruptan ayrılıp Florida'lı grup AM Conspiracy'e katıldı. Memleketleri Dallas düzenlemek istedikleri konserden önce Jason'ın gruptan ayrılmasıyla şok yaşayan Drowning Pool ikinci şoku yapımcıları Wind Up Records'un grup kadrosundaki istikrarsızlığı öne sürüp anlaşmayı feshetmesiyle yaşadı. Vokal için Dimebag Darell'ın ölümüyle dağılan Damageplan'ın vokalisti Patrick Lachman'ın adı geçmesine rağmen yeni vokalistin yakın arkadaş oldukları SOiL grubunun müziğe ara veren vokalisti Ryan McCombs olduğu açıklandı.Bu durum grubun SOiL ile arasını açılmasına neden oldu. OzzFest'te Ryan McCombs'un vokalistliğini ilan eden grup 2005 ve 2006 yılını konserlerle geçirdi."Eleven Seven Music" ile anlaşan grup 2007 yılında Ben Schigel ve Nikki Sixx prodüktörlüğünde "Full Circle"ı yayınladı. Onu, 2009 yılında piyasaya sürülen canlı albüm Loudest Common Denominator izledi. Stevie Benton'ın yüz kaslarında oluşan rahatsızlık 2007'deki This Is For The Soldiers Tour'un iptal edilmesine yol açtı. Ardından Know Your Enemy Tour 2008 düzenlendi. Ozzfest 2008, Crue Fest 2, Ozzfest 2010 etkinliklerinde sahne alan grup Saliva, Seether ve Korn ile tura çıktı. Grubun adını taşıyan 4. stüdyo albümü Drowning Pool New Jersey'deki "House of Loud" stüdyolarında Kato Khandwala tarafından kaydedildi. 27 Nisan 2010'da piyasaya sürüldü. Sevendust, Dope, Five Finger Death Punch, Godsmack, Shinedown, Puddle of Mudd, My Darkest Days ve 10 Years ile tura çıktı. 2011 yılında, vokalist arayan eski grubu SOiL'in Scars albümünün yayınlamasının 10 yıldönümünü Birleşik Krallık'ta düzenlediği tura katılan Ryan McCombs ile 29 Kasım'da yollar ayrıldı. McCombs, Drowning Pool ile iki albüm çıkarabilen ilk ve tek vokalistti. 5. albüm için materyal hazırlayan grup üyelerinden C.J. Pierce ve Mike Luce, eski Nonpoint üyeleri ile "Voodoo Corps" grubunu kurdu. Bu sırada aradığı vokalisti The Suicide Hook grubunda buldu. Son olarak Grup aralarına Jason Moreno yu aldı. Dave Williams'ın ölümünün 10. yılı için besteledikleri şarkı "In Memory Of" grubun Moreno ile kaydettiği ilk şarkı. Dave Williams döneminde sözlerde ve grup tarzı içe kapanık, asosyallik ağırlıklı olmuştur. C.J. Pierce'ın PRS gitarından ve Mesa Boogie "Dual Rectifier"ından çıkan, pentatonik gitar kalıpları, yoğun Wah pedal ve bilgisayar efekti kullanımı, Wah pedal ile kısa süren sololar Nu-Metal gitar partistonlar grubun müzik tarzının genel dayanağı olmuştur. Dave Williams'ın ölümünden kısa bir süre önce PRS yerini Gibson "Flying V"ye, Mesa Boogie "Dual Rectifier" ise Randall amfiye bırakmıştır. Demo dönemlerinden "Sinner"a aktarılan parçalarda Drop C (C,G,C,F,A,D) akort sistemi kullanılırken Sinner sezonunda yazılan parçalar ve grubun günümüze kadar olan parçalarında Drop B (B,F#,B,E,G#,C#) akort sistemi kullanılmıştır. Jason Jones'un gruba katılmasıyla rock star tavırlar, seksapellik öne çıkmış, sözler bireysellikten isyankarlığa taşınmıştır. Desensitized döneminde, gitar stili büyük ölçüde değişmiştir. Powerchord ritimler öne plana çıkmış, wah kullanımı azalmış sololarla sınırlı tutulmuştur. Tarz aynı dönemde ortaya çıkan Damegeplan ile benzer olmuş(gitar partisyonları açısından) ve bu grupla tura çıkılmıştır. Ruslar Ruslar (, "Russkiye" ; trl: "Russkie"), genellikle Rusya'da yaşayan Doğu Slav halkı veya bu halkın soyundan olan kimselere denir. Dünya çapında yaklaşık 132 milyon kişi civarında bir nüfusa sahiptirler. Çoğunlukla Ortodoks Hristiyan ve Moskova merkezli Rus Ortodoks Kilisesi'ne bağlıdırlar.Sayıları az da olsa aralarında eski pagan inançlarını da benimseyen belli bir kesim vardır. Rusların ataları erken ortaçağ zamanlarında Doğu Avrupa Ovası'na göç eden doğu slav boylarıdır. Rusların ayrı bir etnik grup olarak ilk kez tanınması 15. yüzyıla rastlar. Bu sıralarda onlara Moskova Çarlığı'nın bölgesel bir güç olarak birleşmesinden dolayı Muskovit Rusları deniliyordu. 17. ve 19. yüzyıllar arasında Sibirya ve Rus Uzak Doğusu'na yerleşen Rus göçebeler sayesinde etnik Rus'ların yaşama alanı genişledi. Hannover Hannover, Almanya'nın Aşağı Saksonya ("Niedersachsen") eyâletinin başkentidir. Nüfusu 515.000'in üstündedir. Oldukça geniş yeşil alanlara ve parklara sahip olan kent, aynı zamanda Almanya'nın en büyük fuar kentidir. Dünyaca ünlü "Expo" fuarı 2000 yılında burada yapılmıştır. Ayrıca her yıl düzenlenen "Cebit" Bilişim Fuarı ile de kent turist çekmektedir. Hannover, II. Dünya Savaşı'ndan çok zarar görmüş olan bir kent olduğu için tarihi yerleri az, eski şehri (Altstadt) ise küçüktür. Ünlü filozof ve matematikçi Gottfried Wilhelm Leibniz bu kente hayatının bir dönemini geçirmiş ve burada ölmüştür. Ortaçağda Leine nehrinin sol (güney) kıyısında kurulmuş olan kentin adının Yüksek Kıyı anlamına gelen "Honovere" tabirinden geldiği sanılmaktadır. Önceleri salcı ve balıkçıların yaşadığı küçük bir kent olan Hannover, 13. yüzyılda ticaret yollarının kesiştiği, nispeten büyük bir şehir haline gelmiştir. Kara taşımacılığının zorlu olduğu bir dönemde, nehrin gemilerle kullanılabilir kuzey kısmında yer alması, ticari açıdan büyümesinin etkenlerinden biri olarak sayılır. Bir Hansa ticaret birliği şehri olan Bremerhaven'e Leine nehri ile bağlı olması ve Kuzey Almanya Düzlüğünün(•) güneyinde, Harz dağlığının ise batısında bulunması doğu ile batı arasındaki katır kervanları da dahil olmak üzere önemli bir kavşak noktası durumundaydı. Hannover şehri, Ren, Ruhr ve Saar nehri vadileri ile güney doğusunda bulunan sanayi merkezlerine, doğusu ve kuzeyindeki düzlük bölgelere açılan bir kapı ve Harz dağlığının eteklerinde seyreden, Aşağı Saksonya, Saksonya ve Turingiya arasındaki kara trafiği için önemli bir merkez durumundaydı. İkinci Dünya Savaşı'nda, Hannover önemli bir kavşak noktasıydı. Bu özelliği ve oldukça gelişmiş silah sanayii 1940 yılından itibaren başlayan müttefiklerin hava saldırılarına fazlasızyla maruz kalmasına neden oldu. Şehrin önemli holdingleri Stöcken semtindeki AFA, Misburg semtindeki Deurag-Nerag, Vahrenwald ve Limmer semtlerindeki Continental, Linden semtindeki Hanomag ve NMH ve Ricklingen semtiyle Laatzen'deki Alüminyum İşletmeleri (VLW) idi. Hava saldırıları sadece silah sanayii tesisleri ve demir yollarıyla sınırlı olmayıp, özellikle mesken alanlarını da vurdu. Savaş boyunca 6.700 civarında şehir sakini müttefiklerin bomba yağmurunda can verdi. 150.000 haneden yaklaşık %5'i ayakta kalmayı başarabilmiştir. Savaştan sonra Aegidienkirche harabesi yeniden imar edilmeyerek savaş kurbanları ve zorbalık anıtı olarak harap halde bırakıldı.. Savaştan sonra Hannover Almanya'nın Britanya güçleri tarafından istila edilmiş bölgesinde kalıp, 1946 yılında Federal Almanya'da eyaletler kurulduğunda Aşağı Saksonya eyaletinde yer aldı. Hannover Almanya'nın
kuzeyinde yer almaktadır. Şehrin güneyinde üniversite şehri olan Göttingen, doğusunda Volkswagen'nın fabrikasının kurulmuş olduğu Wolfsburg bulunmaktadır. Vadi üzerine kurulu olan şehir tamamen dümdüzdür, bu özelliği sayesinde özellikle yazın şehrin bisikletle dolaşılması imkânını sağlamaktadır.Şehrin içinden Leine nehri geçmektedir. Ayrıca şehirde yapay oluşturulmuş bir göl olan Maschsee vardır. Özellikle, Ağustos ayında yapılan Maschsee festivali oldukça ilgi çekicidir. Bunun haricinde, yeni belediye binasının (Neues Rathaus) arkasında da bir gölet bulunmaktadır. Hannover'de yıl boyunca ortalama sıcaklık 8,7 °C civarında görülmektedir. Bunun yanında kış aylarında sıcaklık 0 °C'nin altına çok nadir düşmektedir. Bol yağış alan bir coğrafi alan içerisinde yer alan Hannover'e yılda ortalama 660 mm. yağış düşmektedir. Mayıs - Ağustos ayları arasında sıcaklık artmakta ve 22-27 °C civarına çıkabilmektedir. Hannover 13 kentsel bölge (belediye) ve 51 alt yönetsel bölümlenmeden oluşmaktadır. Merkez tren istasyonu olan "Hannover Hauptbahnhof", yüksek hızlı trenler (ICE), şehirler arası trenler (IC), bölgesel-eyalet trenleri (Regional Express RE, Metronom), Banliyö trenleri (S-Bahn) ve kent içi hafif raylı sistem - metro hattı ile beslenmektedir. Hannover Havalimanı, Aşağı Saksonya'nın başkenti Hannover'den 11 km uzaklıktadır ve Almanya'nın dokuzuncu büyük havalimanıdır. 1952 yılında, bugünkü özelliklerine göre dizayn edilen havaalanı, mimari açıdan Moskova'nın Sheremetyevo Havalimanına örnek oluşturmuştur. Uluslararası havacılık kodu HAJ'dır. 2000 yılında bölgesel banliyo hattı (S-Bahn) ile raylı taşımacılığın bir durağı haline getirilmiştir. Hannover, A2 ve A7 adlı iki otoyol tarafından sarılmıştır. Lokal otoyol olan A352, bu otoyollara bağlanmaktadır. Ayrıca A37 lokal otoyolu havaalanına ulaşımı sağlamaktadır. Bunun yanında B3, B6, B65 lokal otoyolları Hannover'in batı ve güneybatısına hizmet vermektedir. Hannover, özellikle hafif raylı sistem bakımından yoğun fakat aksine oldukça düzenli bir ağa sahiptir. Üstra adlı şehir içi ulaşım düzenleyicisi kurum tarafından yürütülen hizmet, otobüs tramwaylar aracılığıyla sağlanmaktadır. TW 6000 ve TW 2000 tramwayları olarak iki tür ile hizmet verilmektedir. Ayrıca Mercedes tarafından üretilen doğal gaz otobüsleri, tramway hattının uğramadığı bölgelerde ve ring hattalarında taşımayı sağlamaktadır. İkinci dünya savaşında yoğun bombardımanlara maruz kalan Hannover'de eski mimari binaların sayısı oldukça azdır. Tarihi Altstadt semtinde şehrin eski ihtişamını gösteren bazı binalar görülebilir. Bunun dışında şehrin önemli kısmı 1945 yılından sonra imar edilmiştir. Hannover Üniversitesi'nin merkez kampüsü, eski bir kraliyet sarayı olan Welfenschloss ve müştemilatından oluşmaktadır. Hannover genel itibarıyla sanayi, hizmet ve ticaret kentidir. Bunların yanı sıra dünyanın en büyük fuarlarına ev sahipliği yapmaktadır. TUI, Bahlsen, Komatsu-Hanomag, Solvay, Sennheiser Electronic, KIND İşitme Cihazları, Rossman, BREE dünya çapında üretim yapan ve tanınan büyük firmalardır. Ayrıca Volkswagen Nutzfahrzeuge (VW Ticari Araçlar), Continental, Johnson Controls, WABCO firmalarını bünyesinde barındırmaktadır. Finans ve Sigorta şirketlerinin yoğun biçimde faaliyet gösterdiği kentte Niedersachsen Eyaleti'nin büyük medya kuruluşları, TV ve Radyo istasyonları da Hannover merkezli yayın yapmaktadırlar. Aynı zamanda bir fuar başkenti olan Hannover 1947 yılından itibaren bu işlevini yerine getirmektedir. Özellikle Expo 2000 fuarı ile bu unvanını kanıtlamıştır. hannoverimpuls Hannover Eyalet Başkent Belediyesi ve Hannover Bölgesinin ortak ekonomi geliştirme kuruluşudur. Kuruluduğu 2003 yıllından bu yana Hannover ve çevresindeki şirketlerin kuruluşunu, yerleşimini ve iş gelişimini teşvik edip desteklemekte. Hannover ve bölgesinin ekonomisinin gelişmesi için yedi branşa ağırlık verilmekdedir: Otomotiv sektörü , enerji sektörü, bilişim ve iletişim teknolojileri, sağlık sektörü, fotonik teknolojiler, yaratıcılık sektörü ve imalat teknolojileri. Bu ana branşlarda; aktif olan şirketlerin, Almanya`ya ve özellikle Hannover çevresinde yerleşimini sağlamak için değişik programlarla destek sağlanır. Üç ayrı ülke merkezi ile uluslararası olan ilişkiler teşvik edilir. Bu ülke merkezleri; özellikle Rusya, Hindistan ve Türkiye ile ilişkileri ve iletişimi sağlar. 12 Nisan 1896 yılında kurulan kentin futbol takımı kısaca Hannover 96 olarak adlandırılmaktadır ve 2016 yılında küme düşerek Alman 2. liginde (2. Bundesliga) oynamaktadır. Görülmesi gereken yerlerin başında içinde çeşitli park ve bahçe düzenlemelerinin bulunduğu, su oyunlarının düzenlendiği çeşmeleri bulunan Herrenhäuser Garten'dır. Bu parkın yakınında bir de müze vardır (Herrenhausen Museum im Fürstenhaus). Kentin tarihi yeri olan eski şehirde "(Altstadt)" tuğla gotiği ("Backsteingotik") stilinde yapılmış eski belediye binası "(Altes Rathaus)", Leibniz'in yaşamış olduğu evi ve Marktkirche bulunmaktadır. Dörtgen Dörtgen, herhangi üçü doğrusal olmayan dört noktayı sırayla birleştiren doğru parçalarının oluşturduğu kapalı şekle denir. Dört kenarı ve dört köşesi olan çokgendir. Dörtgenler, konveks (dışbükey) ve konkav (içbükey) olabilirler. Dörtgen denilince akla konveks dörtgenler gelmelidir. Dörtgenin temel elemanları açı, köşe ve kenarlardır. Bütün dörtgenlerin iç açıları ölçüleri ve dış açılar toplamı 360° dir. Bütün dörtgenler iki adet köşegene sahiptir. Özel Dörtgenler genellikle: UNESCO Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü ya da UNESCO (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization), Birleşmiş Milletler'in özel bir kurumu olarak 1946 yılında kurulmuştur. Bu kurumun yasası 1945 yılı Kasım ayında Londra'da 44 ülkenin temsilcilerinin katıldıkları bir toplantıda kabul edilmiştir. Merkezi Paris'te bulunan ve Genel Konferans, Yürütme Konseyi, Sekreterlik olmak üzere üç organı olan UNESCO eğitim, bilim ve kültür alanlarındaki amaçlarını kendisine üye olan her devlette kurulan Milli Komisyonlar aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışmaktadır. UNESCO'nun Filistin'i üye olarak kabul etmesinden sonra Amerika Birleşik Devletleri kuruma yaptığı maddi desteği çekti. Bunun üzerine 2011 Kasım ayında UNESCO, Bali'de Dünya Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi ile ilgili düzenlenecek toplantı dışındaki tüm programlarını yıl sonuna kadar iptal etti. Üye devletlerin temsilcilerinden oluşan Genel Konferans 1946-1953 yılları arasında halinde her yıl toplanmışken 1954'dan bu yana iki yılda bir toplanmaktadır. Bugüne kadarsa 37 Genel Konferans toplanmıştır. UNESCO'nun çalışma programlarını kabul eder ve bütçeyi belirler. Genel Konferans'a katılan ve hükümetlerince aday gösterilen temsilciler arasından dört yıl için seçilen UNESCO Yürütme Konseyi 58 üyeden oluşur. Genel Konferans tarafından altı yıl için seçilen bir Genel Direktör'ün yönetimi altında çalışan UNESCO Sekreterliği, eğitim, bilim, kültür ve iletişim bölümlerine ayrılmıştır. Sekreterliğin başlıca görevi, iki yıllık UNESCO programlarının uygulanması için gerekli bütün teknik çalışmaları yapmak, tedbirleri almaktır. Dave Williams David "Dave" Williams (29 Şubat 1972; Princeton, Teksas – 14 Ağustos 2002) ABD'li rock şarkıcısı. Alternatif metal grubu Drowning Pool'un ilk vokalistidir. 2002 yılında tur otobüsünde ölü bulundu. Ölüm nedeninin uyuşturucu kullanımı olduğu sanılmaktadır. Yapılan otopsi sonucu Dave Williams'ın çok nadir görülen bir kalp rahatsızlığından dolayı öldüğü anlaşılmıştır. Fakat resmi olarak herhangi bir açıklama yapılmadı. Dünya Gümrük Örgütü Dünya Gümrük Örgütü ( (WCO); (OMD)), ulusal gümrük idarelerinin etkili ve verimli çalışmalarını sağlamak ve geliştirmek amacıyla kurulmuş bir uluslararası örgüttür. Örgütün merkezi Brüksel'de yer almaktadır. İlk olarak 1952 yılında Gümrük İşbirliği Konseyi adıyla kurulan örgüt ilk toplantısını üyesi olan 17 Avrupa ülkesi ile 26 Ocak 1953 yılında Brüksel'de yapmıştır. 1994 yılında Dünya Gümrük Örgütü adını almıştır. Şu anda 150 üyesi olan bu örgüt, uluslararası ticaretin %95’inden fazlasının işleyişinden sorumludur. Türkiye’nin Gümrük İşbirliği Konseyine katılımına dair anlaşma 29 Ocak 1953 tarihli, 8321 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Dünya Gümrük Örgütü bünyesinde imzalanan bazı uluslararası sözleşmelere Türkiye de taraf olmuştur. Bunlardan “Gümrük Rejimlerinin Basitleştirilmesi ve Ahenkleştirilmesine İlişkin Uluslararası Sözleşme (Kyoto Sözleşmesi)” 18 Mayıs 1973 tarihinde Kyoto’da imzalanmış ve yasal prosedürünün tamamlanmasından sonra 25 Eylül 1975 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye, 27 Eylül 1994 tarihli ve 4035 sayılı kanunla katılınması uygun bulunan, Kyoto Sözleşmesi ve 6 ekini bazı ihtirazi kayıtlarla 22 Nisan 1995 tarihinde kabul etmiş bulunmaktadır. Anılan sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren taraf ülkelerin sözleşme eklerine çok sayıda rezerv koymaları nedeniyle sözleşme ve eklerinde değişiklik yapılması zorunlu hale geldiğinden Dünya Gümrük Örgütü bünyesinde “Revize Kyoto Sözleşmesi Çalışma Grubu” oluşturulmuştur. Revizyon çalışmaları 4 yıllık bir çalışma neticesinde Nisan 1999’da tamamlanmış olup; Revize Sözleşme, kabul edilmesi zorunlu olan Ana Metin ve Genel Ek ile taraf olunması ihtiyari olan 10 Özel Ek’ten oluşmaktadır. Sözleşmeyi kabul eden Akit Tarafların Genel Eki kabul zorunluluğu bulunmaktadır ve söz konusu Ek’e rezerv konulamayacağı hususu hükme bağlanmıştır. Revize Sözleşmenin nihai halinin yürürlüğe konulmasına ilişkin prosedürü belirleyen Protokol (Protocol of Amendment) 26 Haziran 1999 tarihinde Akit Tarafların imzasına sunulmuştur. Sözleşme metni ve genel eki içeren değişiklik protokolü 40 Akit Tarafın onay kaydı olmaksızın bu Protokolü imzalamasından ya da onay veya katılma belgelerini tevdi etmelerinden üç ay sonra yürürlüğe girecektir. Sözleşmeyi kabul yolunda Japonya, ABD, AB, gibi ekonomik olarak güçlü devletler ve birlikler ticaret ortaklarının izleyecekleri politikayı beklediklerinden, revize hükümleri
n süratle yürürlüğe girmesi mümkün olamamıştır. Dünya Gümrük Örgütü bünyesinde imzalanan bir diğer uluslararası anlaşma 28 Haziran 1990 tarihinde İstanbul’da imzalanıp 27 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan “Eşyanın Geçici Kabulüne İlişkin İstanbul Sözleşmesi”dir. Geçici kabule ilişkin tüm hükümlerin tek bir metin içerisinde yer almasını amaçlayan söz konusu sözleşme bir ana metin ve on üç ek kabul edilmesi İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olunması için zorunludur. İstanbul Sözleşmenin 29. Maddesi Ana Metin hariç ilgili Ek buna imkân tanıdığında ve söz konusu Ek’te yer alan hükümler ile ulusal mevzuat arasında farkın belirtilmesi halinde rezerv konulabileceği hükmünü ihtiva etmektedir. Türkiye, İstanbul Sözleşmesinin Ana Metni ile Geçici Kabul Belgelerine İlişkin Ek A (ATA Karneleri ve CPD - Carnet de passage en Douane) ve Sergi, Fuar, Toplantı ve Benzeri Etkinliklerde Teşhir Edilecek veya Kullanılacak Eşyaya İlişkin Ek B.1’i onay kaydıyla imzalamıştır. Öte yandan, Avrupa Birliği 15 Mart 1993 tarihli kararı ile onay kaydıyla imzaladığı sözleşmeyi bütün ekleri ile birlikte bazı eklere rezerv koymak suretiyle kabul etmiş ve uygulamaya başlamıştır. Seyyah (Murat Çelik albümü) Seyyah, Murat Çelik'in 2002 yılında Düş Sokağı Sakinleri grubundan ayrıldıktan sonra Su Düşleri albümünden sonra çıkardığı ikinci solo müzik albümüdür. Türkçe sözlüdür. Bu albümde Uğur Varol da perdesiz klasik gitar, yaylı tambur, perdesiz elektrik gitar ve ebow çalmıştır. Uluslararası Göç Örgütü Uluslararası Göç Örgütü "(İngilizce: International Organization for Migration - IOM)" acil durumlarda yardım, mültecilerin yeni bir ülkeye yerleştirilmesi, gönüllü geri dönüşlere yardım, göçmen sağlığı, para gönderme ve yasal göç seçeneklerinin desteklenmesi gibi alanlarda faaliyet gösteren uluslararası bir örgüttür. Merkezi İsviçre’nin Cenevre şehrinde bulunan, hükümetler arası bir kuruluş olan IOM, gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerden toplam 132 üye devletten oluşmaktadır. 1951 yılında "Intergovernmental Committee for European Migration (ICEM)" adıyla II. Dünya Savaşı'ndan etkilenerek göç eden insanlara yardım etmek amacıyla kurulan örgüt daha sonra isim değiştirerek bugünkü halini aldı. Örgütün resmi dilleri İngilizce, Fransızca ve İspanyolcadır. Genel sekreterliğini ABD'li William Lacy Swing (d. 1934) yapmaktadır. 5 Aralık 1951 yılında kurulan IOM, 5 Aralık 2011'de 60. kuruluş yılını kutlamıştır. Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (International Bank for Reconstruction and Development; IBRD), 1944 yılında Bretton Woods Anlaşması'nda Uluslararası Para Fonu ile birlikte kurulmuştur. IBRD, Dünya Bankası’nın ana borç veren kuruluşdur. Kişi başına geliri nispeten yüksek olan kalkınmakta olan ülkelere borç vermektedir. IBRD tarafından verilen krediler; otoyollar, okul, hastane gibi altyapı yatırımlarına ve hükümetlerin ülke ekonomilerinin işleyişini geliştirmek üzere hazırladıkları programlara yöneliktir. Hey (dergi) Hey, 1970'lerin başından 1980'lerin sonuna dek Milliyet yayın topluluğunca çıkarılan müzik ve gençlik dergisidir. Dergi, en tutulduğu dönemde haftada 60,000 satış sayısını yakaladı. Hey Dergisi 18 Kasım 1970'te yayın hayatına başlamıştır. Derginin editörü Doğan Şener, önemli muhabir-yazarlarından birisi de Yener Süsoy'dur. Dergi her hafta yerli ve yabancı şarkıların listesini yayınlamıştır. Derginin önemli kalemlerinden biri de 1998 yılında vefat eden gazeteci, yazar ve televizyoncu Erhan Akyıldız'dır. O yıllarda dergide kalem oynatan bir diğer önemli isim bugün köşe yazarlığına devam eden Arda Uskan'dır. Müzik yanında sinemaya da yer veren derginin bu sayfalarını Ercüment Akman hazırlıyordu. 1980'li yıllarda Erdoğan Sevgin'in yayın yönetmenliğinde yayın hayatını sürdüren derginin daha sonraki yayın yönetmeni ise derginin kurulduğu yıllarda stajyer olarak görev yapmış Hulusi Tunca olmuştur. 80'lerin ortasından kapadığı tarihe kadar Tunca'nın yönetiminde yayınlanan dergide Kanat Atkaya, İbrahim Seten, Tolga Akyıldız, Erdal Gökkaya, Ramiz Dağlı, Ali Öztürk, Lokman Yavuz, Muzaffer Kantarcıoğlu, Afşin Akın, Uğur Çakır, Adnan Tamirak, Nurgün Çatkın, Şansal İlgün gibi isimler yer almıştır. Yine 80'li yıllarda popüler müzik sanatçılarından Umay Umay ve Rüya Ersavcı da dergide yazarlık yapmıştır. 1980'li yılların sonunda Cağaloğlu'ndaki binasından önce Ferahevler, daha sonra da Tarabyaüstü'ndeki binasına taşınan Hey Dergisi değişen ekonomik koşullar nedeniyle önce aylık olarak yayınlanmış daha sonra da kapanmıştır. Dergi kapanmadan önce Mayıs 1988'de yayın hayatına Hey Dergisi'nin bir uzantısı olarak başlayan Hey Girl Dergisi bugün hala Doğan Burda Dergi Grubu bünyesinde yayın hayatına devam etmektedir. Hey Dergisi'nin en çok ilgi gören bölümleri olarak; müzik listeleri, radyo program listeleri, mektup arkadaşı köşesi ve posterler örnek olarak gösterilebilir. Hey Dergisi'nin yayın hayatının son bulmasında Şubat 1987 tarihinde yayın hayatına başlayan ve bugün yine Doğan Burda Dergi Grubu bünyesinde yayınlanmakta olan Blue Jean dergisi ile rekabet edemeyişinin etkisi büyüktür. 1980 yılının ikinci yarısında müzik dergisi Hey'in mizah eki olarak sadece 10 hafta yayınlanabilmiş bir dergi. Karikatürist Nuri Kurtcebe'nin yönettiği dergideki başlıca yazar ve çizerler Nuri Kurtcebe, Necdet Şen, Kandemir Konduk, Gökhan Gürses, Levent Tarhan ve Fatih Aydoğdu'ydu. Hey Hey ile şu maddeler kastedilmiş olabilir: Un (anlam ayrımı) Bilgisayar Destekli Mimarlık Tasarımı Bilgisayar Destekli Mimarlık Tasarımı (kısaca BDMT), bir mimarlık tasarımının bilgisayar kullanılarak ya da bilgisayar yardımı ile yapılması işlemine denir. Bilgisayar Destekli Mimarlık Tasarımı, İngilizcede "Computer Aided Architectural Design"ın başharlerinden kısaltılarak "CAAD" olarak adlandırılır ve genel bilgisayar destekli tasarımın (BDT ya da CAD) bir alanı olarak sayılır. Çeşitli kaynaklar, ilk Bilgisayar Destekli Mimarlık Tasarımı (BDMT) örnekleri olarak 1960'lı yıllarda ABD ile İngiltere'de yapılan bağımsız iki ayrı çalışmayı gösterirler. İngiltere'de Whitehead ile El'Dars'ça geliştirilen program, odalar arasındaki yürüme uzaklığını en aza indirgemeye çalışarak, iki boyutlu kat planları üretti. ABD'de, Souder ile çalışma arkadaşları katod ışınlı tüp (CRT) ve ışıklı kalem kullanarak, insanlarca tasarlanmış hastane planlarını yürüme uzaklığı açısından değerlendiren program geliştirdiler. İki çalışma aynı amaca iki ayrı yöntemle (ilk tasarlama ile değerlendirme) ulaşmaya çalışmaları açısından ayrıldılar. Ballerup Belediyesi Ballerup Belediyesi, Danimarka'da, başkent Kopenhag yakınlarında bir yerleşim birimidir. Ayrı bir belediyesi olmasına karşın, ekonomisi ile toplumsal yapısının Kopenhag'a çok dayalı olmasından ötürü, Kopenhag'ın bir yörekenti olarak da sayılabilir. 34 kilometrekarelik alana yayılı Ballerup'da 2005 sayımına göre 46.759 kişi yaşar. Doğusunda Herlev, kuzeyinde Værløse, batısında Stenløse ile Ledøje-Smørum ve güneyinde de Albertslund ile Glostrup yerleşim birimleri bulunur. Tom Gordon'u Seven Kız Mike Patton Michael Allan Patton (d. 27 Ocak 1968), ABD'li müzisyen. Öncü alternatif metal grubu Faith No More'un vokalisti olması ve çeşitli tarzlarda verdiği eserler ile tanınmaktadır. Mike Patton ilk olarak Mr. bungle da vokal yapıyordu. Son derece kendine has, deneysel bir sounda sahip olan grup Patton'ın yer yer agresif yer yer hüzünlü daha doğrusu her moda girebilen vokalleriyle zenginliğine zenginlik kattı. Bu sırada vokalistiyle yollarını ayıran ve yeni vokal olarak Chris Cornell gibi isimleri düşünen Faith No More Patton'la çalışmak istedi. Mike Patton'ın vokalleriyle The Real Thing, Angel Dust, King For a Day Fool For a Lifetime gibi başarılı albümlere imza attılar. 1990'ların sonlarında çıkardıklar Album of the Year,grubun son albümü oldu. İçten yanmalı motor İçten yanmalı motorlar, yakıtın motor içinde yanma odası adı verilen sınırlı bir alan içinde yakılması ile oluşan basıncın, piston denen parçayı hareket ettirmesi ile oluşan makinedir. Bu motorlara içten yanmalı motor adının verilmesinin sebebi, yanma olayının motor içerisinde gerçekleşmesindendir. Dıştan yanmalı motorlar da ise dışarıda yanma gerçekleştiğinden bunlara dıştan yanmalı motorlar denilmiştir. Örneğin: Buhar kazanlı motorlar. İçten yanmalı motorlarda yanma odasının motorun içine taşınmasıyla birlikte oldukça kompakt motorlar üretilebilmiştir ve otomobillerin oluşması sağlanmıştır. Bir enerji formunu (elektrik, kimyasal enerji...benzin, tiner, LPG vb.) mekanik enerjiye çeviren makine'ye motor denir.  Yakıt, karbüratör veya Yakıt enjeksiyonu sistemiyle belli bir oranda hava ile karıştırılarak yanma odası denilen silindirin içine gönderilir. Karışım piston tarafından sıkıştırılarak buji yardımıyla ateşlenir. Dizel motorlarda ateşleme buji yerine yüksek basınç altında sıkıştırmayla yapılır. Karışım CO ve CO'e dönüşür. Bu reaksiyon hacim ve ısı yaratır. Bu da pistonların salınım hareketi Krank mili yardımıyla mekanik enerjiye dönüştürülerek iş yapılmış olur. Yakıt olarak önceleri gazyağı kullanılmış günümüzde ise benzin, mazot ve LPG (Sıvılaştırılmış Petrol Gazı) oldukça yaygındır. Günümüz teknolojisinde "hibrit" otomobiller üretilmeye başlanmıştır, bu otomobillerde iki farklı türden motor bulunur. Yani hibrit adı biri yanmalı ve diğeri elektrikli olan iki motor tipine sahip olmasından gelir. 1. Emme: Temiz hava ve benzin karışımı üstte sağ taraftaki emme kanalındaki sübapın açılmasıyla ve pistonun aşağıya doğru hareketinden oluşan vakum etkisiyle silindir içerisine alınıyor. 2. Sıkıştırma: Silindir içerisine alınan hava ve yakıt karışımı pistonun yukarı hareketiyle sıkıştırılarak hem sıcaklığı hem de basıncı yükseltilip çok ufak bir hacme hapsediliyor. Bu esnada her iki sübap ta tam kapalı konumda olup, yalıtım sağlanmaktadır. 3. Yanma: Sıkıştırılan benzin ve hava karışımı sübapların tam ortasında yer alan buji ile ateşlenerek yanma gerçekleşir. Aracın hareketini sağlayan güç bu an
da üretilir. 4. Egzoz: Yanma sonrasında piston yukarı geri gelirken, yanmış artık gazlar üst sol tarafta yer alan egzoz sübapının açılmasıyla dışarıya atılır. Ardından pistonun aşağıya tekrar gelmesi esnasında 1. çevrim yani emme safhası tekrar başlar. Enerji verimi,tüketilen yakıtın kimyasal enerjisinin üretilen mekanik enerjiye oranı olarak tanımlanır ise,Modern turboşarjlı motorların yaklaşık verimi %20 dir. İçten yanma termodinamik olayının teorik maksimum verimi %35 olduğu göz önüne alınırsa ,geri kalan %15 lik enerji kaybı yakıtın sıkıştırılmasında,pistonların sürtünmesinde ,ve diğer işlemlerine gerçekleştirilmesine harcanır. Benzinli motor Benzinli motor, bir tür içten yanmalı motordur. Benzinli motorlarda kullanılan yakıt benzin olup, yakıt dizel motordan farklı olarak karbüratör adı verilen bir düzenek sayesinde, sıvı olarak değil buharlaşıp hava ile karışarak silindire girer. Benzinin oksijen (hava) ile oluşturduğu karışım sonucunda yanma gerçekleşir. Yakıt hava karışımının silindirin içinde bir kıvılcım ile yanması sonucu bir patlama meydana gelir. Burada yine dizel motordan farklı yanmayı sağlamak için kıvılcım yani buji kullanılır. Patlamanın ortaya çıkardığı basınç, piston tarafından hareket enerjisine dönüştürülür. Benzinli motorun çalışma prensibini oluşturan çevrim dört zamanlı çevrim ya da Otto çevrimi olarak da anılır. Bu çevrim 1876 yılında Alman mühendis Nikolaus Otto tarafından bulunmuştur. Çevrim dört aşamadan oluşur. Tom Gordon'a Aşık Olan Kız (roman) Tom Gordon'a Aşık Olan Kız (İngilizce: "The Girl Who Loved Tom Gordon"), korku/gerilim yazarı Stephen King'in 1999 yılında yayınlanan kitabı. 2006 yılında sinemaya da aktarılmış, ABD'de en çok satanlar listesine girmiştir. (bknz. Tom Gordon'a Aşık Olan Kız (film)). Dokuz yaşındaki Trisha McFarland, annesi ve abisiyle birlikte yaşamaktadır. Önceleri, boşanmış olan babası ve annesinin kavgalarından bunalan Trisha şimdi de, ergenlik bunalımı yaşayan abisinin annesiyle girdiği ağız dalaşlarına katlanmak durunundadır. Haziran ayında bir pazar günü, annesi ve abisiyle ormanda yürüyüşe çıkar. Çişi gelen Trisha ailesinden ayrılıp ormanın içinde uygun bir yer aramaya başlar. Yeniden kavgaya başlayan annesi ve abisi ise Trisha'nın geride kaldığını farketmeyeceklerdir. Yürüyüş patikasını bulamayan Trisha kaybolmuştur. Ormanın içinde bir dere bulur, umutla dereyi takip etmeye başlar. Trisha'ya umut veren tek şey walkmanidir. Taraftarı olduğu beyzbol takımı Red Sox'un maçlarını kısa sürelerle dinlemeye başlar. Takım oyuncularından Tom Gordon ile ilgili hayaller kurar. Takip edildiğini hisseden Trisha açlıkla, yalnızlıkla ve ormandaki bilinmeyen şeyle mücadele edebilecek midir? Gerçekten takip altında mıdır ve ormandan kurtulmayı başarabilecek midir? Stephen King, bu romanında korku öğesini hemen hemen hiç kullanmamış, gerilime ağırlık vermiştir. İnsanın doğa karşısındaki çaresizliğini, buna rağmen taşıdığı direnme gücünü sergilemiştir. İnsanların yapayalnız kalması durumunda ortaya çıkabilecek takip edilme sanrısını dile getirmiştir. King bu kitabında ayrıca, tanrı kavramını da sorgulamaktadır. Tanrı kitapta üç ayrı biçimdedir: Kayıpların Tanrısı, Tom Gordon'un Tanrısı ve Subaudible. Kayıpların Tanrısı kara sineklerden oluşan gözleri ve jilet tırnaklarıyla Trisha'yı takip etmektedir. Tom Gordon'un Tanrsı, daha çok sporla ilgilenen bir tanrıdır. Subaudible ise Trisha'nın babasının inandığı bir tanrıdır. Harry Potter (anlam ayrımı) Harry Potter, J. K. Rowling tarafından yazılan roman serisi. Harry Potter ayrıca şu anlamlara gelebilir: Hogwarts Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu, İngiliz yazar J.K. Rowling tarafından kaleme alınan Harry Potter serisindeki cadılık ve büyücülük eğitimi veren kurgusal okul. Kısa adıyla Hogwarts, İngiltere'de bulunur ve sihir aleminin prestijli okullarından biridir. 11. yüzyılda 1000'li yıllarda çağın en önemli 4 büyücüsü tarafından kurulmuştur. Dört okul binası da onların soyadlarını taşır: Godric Gryffindor, Helga Hufflepuff, Rowena Ravenclaw ve Salazar Slytherin. Yedi yıllık eğitim sürecine başlayacak öğrencilerini on bir yaşından itibaren alır. Öğrenciler Hogwarts Express ile okula gelirler. Hogwarts, her yıl 1 Eylül'de açılmaktadır. Her yıl 1. sınıfların hangi binaya gideceklerini belirlemek için bir seçme yapılır. Bu seçim "Seçmen Şapka" tarafından yapılır. Hogwarts kampüsünün en şatafatlı yapısını oluşturan Hogwarts Şatosu'nun tüm karmaşık oda ve geçitlerini bilen biri yoktur. Katların arasında bulunan merdivenlerin her cuma değişmesi bu hareketli şatonun tamamıyla öğrenilememesinin nedenlerinden biridir. Fakat Çapulcu Haritası işaretlenemez yerler dışında tüm Hogwarts'ı göstermektedir. Çapulcu Haritası; Aylak (Remus Lupin), Kılkuyruk (Peter Pettigrew), Patiayak (Sirius Black) ve Çatalak (James Potter) tarafından yapılmıştır. Okulun kurulduğu dönemle ilintili olarak 18. yy mimarisinden etkilenen okulun içi, ünlü büyücü ve cadıların heykelleri, portreleri ve yine büyü dünyasıyla ilgili birçok nesneyle süslenmiştir. Hogwarts'ta, şatodan başka bu şatonun çevrelediği bir göl, bir Quidditch sahası ve Bitkibilim (Büyücülük dünyasında bitkileri inceleyen bir bilim dalı) derslikleri bulunur. Okul, öğrencilere yasak olan Yasak Orman ile çevrilidir. Okulun Latince sloganı ""Draco Dormiens Nunquam Titillandus""un Türkçe çevirisi ""Uyuyan Bir Ejderhayı Asla Gıdıklama""dır. Hogwarts yeni kurulduğu zamanlarda kurucular öğrencilerini kendileri seçerdi. Fakat Godric Gryffindor ve kurucular öldükten sonra bu işin ne kadar zor olacağını fark etmiş ve kendi şapkasını onların yerine bu işi yapması için büyülemiştir. Dört kurucu da şapkanın içine beyin koymuştur. Yeni okul yılının açılış töreninde seçme işlemi Seçmen Şapka tarafından yapılır. Seçmen şapka Hogwarts'ın kuruluşundan itibaren, yeni öğrencileri, yetenek ve becerilerine göre bölümlere ayıran sihirli ve oldukça eski görünümlü bir şapkadır. Okulun dört kurucusunu temsilen, özellikleri farklı dört ana binası vardır; Aslen Godric Gryffindor'a ait olan Seçmen şapka okulun ilk günü düzenlenen bir törende o yıla özel şarkısını okur ve yeni başlayan tüm öğrencilerin kafasına konulur. Şapkanın şarkısı her törende değişir. Zihinbend ile öğrencileri değerlendirdikten sonra ait oldukları binayı yüksek sesle söyler, bu değerlendirme yalnızca bir kez yapılır. Şapkanın kararını etkileyebilen tek kişi Harry Potter'dır, onun için Slytherin düşünülmesine rağmen onun isteğiyle Gryffindor'a yerleştirilmiştir. Ayrıca ikinci senesinde Harry Potter'a Sırlar odası canavarı Basilisk'i öldürecek olan Godric Griffindor'a ait kılıcı çıkartarak onu ölümden kurtarmıştır ve Neville Longbottom'ın Nagini'yi(Lord Voldemort'un yılanı ve aynı zamanda bir hortkuluk) öldürebilmesi de kılıcın şapkada belirmesiyle olmuştur. Harry Potter serisinde Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'unda kullanılan sistem, binaların isimleri okulun kurucuları olan Godric Gryffindor, Salazar Slytherin, Rowena Ravenclaw ve Helga Hufflepuff'un soyadlarından gelir. Okula yeni gelen her öğrenci Seçmen Şapka'nın yaptığı seçim sonucunda bir binaya yerleştirilir. Bu bina seçiminden sonra her öğrencinin nerede kalacağı, hangi yatakhanede uyuyacağı, kimlerle ders yapacağı belirlenir. Öğrencilerin yaptıkları binalarından puan düşürebilir ya da yükseltebilir. Sene sonunda en fazla puana sahip olan binaya Bina Kupası verilir. Başkan: Biçim Değiştirme Profesörü ve Müdür Yardımcısı Minerva Mcgonagall Kurucu: Godric Gryffindor Arma: Kırmızı bir alanın üstünde altın sarısı bir aslan bulunur. (Bu nedenle Gryffindor’un rengi altın sarısı ve kırmızıdır.) Hayalet: Sir Nicholas de Mimsy-Porpington (Neredeyse Kafasız Nick) Özellikleri: Gryffindor’lar cesaretleriyle bilinirler. ('Yiğittir Gryffindor'da Kalan Çocuklar!) Seçmen Şapka'nın Tanımı: "Seni Gryffindor'a yollarım belki, Zamanla olursun aslanın teki, Yiğittir Gryffindor'da kalan çocuklar, Hepsinin yüreği, nah, mangal kadar." Konumu: Gryffindor Kulesi’nin girişi yedinci kattadır. Giriş büyük bir pembe ipek elbise giymiş Şişman Kadın tablosunun arkasındadır. Eğer doğru parolayı biliyorsan ona söylersin, o da arkaya doğru açılarak yuvarlak girişi açığa çıkartır. Dinlenme odası rahat koltuklar, bir şömine ve birçok masa içerir. Şömine iletişim kurmak için dışarıyla bağlantılıdır fakat çok önemli bir olay olmadıkça Gryffindorlular aileleriyle iletişim kurmak için baykuş kullanırlar. Ayrıca salonda bulunan duyuru panosunda gerçekleşecek Hogsmeade gezileri, ikinci el kitap alım-satımları veya öğrencilerin bireysel Çikolata Kurbağası Kartları değişimleri veya benzeri değişimler yapılır. Kuleye çıkan iki merdiven vardır. Erkekler merdiveni üzerinde yedi yatakhane bulunur. (Her yıl için.) Kızların merdiveni üzerinde de yedi yatakhane bulunmaktadır.(Her yıl için.) Kızların merdivenlerinin üzerinde bir büyü vardır. Böylece eğer bir erkek onların merdivenlerinden yukarı çıkmaya çalışırsa birkaç adım sonra merdivenler düzleşir ve merdivenler kaydırak şeklini alır. Çıkan kişi de kayarak merdivenin başına döner. Hogwarts: Bir Tarihe göre kurucular, kızların erkeklere göre daha güvenilir olduklarını düşünüyorlardı. Böylece kızların merdivenlerinde büyü varken erkeklerin merdivenlerinde bu büyü yok. Her yatakhane dışarıya bakan pencereler içeren yuvarlak bir oda olup dört direkli yataklar içerir. Başkan: Profesör Pomona Sprout Kurucu: Helga Hufflepuff Arma: Sarı bir alanın üstünde siyah porsuk. (Bu nedenle Hufflepuff’ın renkleri kanarya sarısı ve gece siyahıdır. Ayrıca kurucu Helga Hufflepuff istediği zamanlar porsuğa dönüşebiliyordu.) Hayalet: Şişman Keşiş Seçmen Şapka’nın tanımı: "Belki de düşersin Hufflepuff’a, Haksızlığı hemen kaldırıp rafa, Adalet uğruna savaş verirsin, Her yere mutluluk götürmek için." Konum: Giriş yapılan portreye erişebilmek için Giriş Salonu’ndaki ana merdivenlerin sağındaki kapıdan geçmek ve kilerdeki bir fıçıya Helga Hufflepuff ritmiyle vurmak gerekir. Kişi yanlış bir şey yaparsa fıçıda sirkeye boğulur. Her ne kadar İksir Sını
fı’yla aynı seviyede olsa da İksir Sınıfı’ndan olabildiğince farklıdır. Diğer Ortak Salonlarda görebildiğimiz gibi Hufflepuff Ortak Salonu da bina renkleriyle bezenmiştir. Gryffindor Kulesi’nde olduğu gibi Hufflepuff Ortak Salonu da sarı renkli askılarla donatılmıştır ve içeride birçok konforlu koltuk bulunmaktadır. Ortak Salon her daim güneşli gibidir, dairesel pencerelerle dolu ve seraların, yeşil çimlerin görüntüsünü yakalar. Birçok tünel de bulunmaktadır. Hufflepuff çalışkanlığa, disipline, sadakâte ve arkadaşlık ilişkilerine değer veren binadır. Ambleminde porsuk bulunurken, renkleri kanarya sarısı ve gece siyahıdır. Bu binanın başkanı herboloji öğretmeni Pomona Sprout, hayaleti ise Şişman Keşiş'tir. Hufflepuff'un kurucusu Helga Hufflepuff'tır. Başkan: Profesör Filius Flitwick Kurucu: Rowena Ravenclaw Arma: Gece mavisi bir alanın üstünde bronz bir kartal. (Bu yüzden Ravenclaw renkleri gece mavisi ve bronzdur.) Hayalet: Helena Ravenclaw, (Gri Leydi) Seçmen Şapka’nın tanımı: "Ravenclaw kısmetin belki, Oradakilerin hiç çıkmaz sesi, Mantıktır onlarca önemli olan, Öyle kurtulurlar tüm sorunlardan." Konum: Ravenclaw Kulesi Şato’nun batı yanına konumlandırılmıştır. Giriş, beşinci katta, tepede sıkıca sarmalanmış bir merdivenden gidilen bir kapıdır. Kapıda hiç kol ve anahtar girişi yoktur, ama konuşan, bronz, kartal şeklinde bir kapı tokmağı vardır. Tokmak bir soru sorar, eğer doğru cevap verirsen, tokmak cevaptaki kişiyi över ve kapı sallanarak açılır. Ortak oda, diğer ortak odalar gibi binanın renkleriyle dekore edilmiştir. (mavi ve bronz ipek duvar asmaları, ve yıldızlarla dekore edilmiş bir gece-mavisi halı). Ve duvarlar, zarif kemerli camlarla çevredeki dağların, Quidditch sahasının ve seraların mükemmel görüntüsünü görmeyi sağlar. Kitaplıklar, masalar ve sandalyeler, ve girişin karşısında, yatakhanelere giden başka bir kapı vardır. Bu kapının yanında, Rowena Ravenclaw’ın diademini taktığı beyaz mermer heykel bulunur. Başkan: Horace Slughorn'un emekliye ayrılmasına kadar bina başkanlığındadır. Emekliye ayrılmasından sonra Severus Snape'ın müdürlük ve ilerki zamanda kaçısından sonra yeniden Horace Slughorn. Kurucu: Salazar Slytherin. Arma: Yeşil alanın üstünde gümüş bir yılan. (Bu yüzden Slytherin renkleri gümüş ve yeşildir.) Yılan, kurucunun çatalağız olmasını ifade eder. Hayalet: Kanlı Baron Konum: Slytherin ortak salonu alçak tavanlı, yeşil lambalar, sandalyeler ve her yerdeki kurukafalarla zindan gibi görünür. Gölün altına kurulmuştur. Seçmen Şapkanın tanımı: "Düşersin belki de Slytherin’e sen, Bir başkadır sanki oraya giden, Amaçları için neler yapmazlar, Açıklasam bitmez sabaha kadar." Slytherin hırsa, kurnazlığa, liderliğe, becerikliliğe, kural tanımamazlığa ve en önemlisi büyücülerin safkan olmasına önem verir. Ama safkan olmaları onlara ayrı bir avantaj sağlamaz. Sadece övünürler. Ambleminde yılanı kullanan bina, renk olarak da yeşil ve gümüşü benimsemiştir. Kurucusu ise Salazar Slytherin'dir. Severus Snape ve Horace Slughorn Slytherin'in eski başkanlarıyken, Kanlı Baron binanın hayaletidir. Öğrencilerinin neredeyse hepsi safkandır. Ama yarım kanlar ve çok nadiren muggle doğumlu büyücüler ve cadılar da alınmaktadır. Slytherin ortak salonu ve yatakhanesi, Hogwarts Gölü'nün altındaki bir zindanda yer almaktadır. Sert taşlardan yapılmış uzun ortak oda yer altındadır ve tavandan sarkan yeşilimsi ışıklarla aydınlanırlar. Odada çoğu şey siyah deridir ve pencereleri gölün derinliklerine bakar. Korkutucu heykellerle doludur. Öğrencileri gölün derinliklerine bakan pencerelerinden gölün dibindeki ilginç yaratıkları, dev balığı ve gemi enkazını görmekten haz alır. Öğrencileri yeşil ipek kumaşlar ile ve gümüş işlemeli süslü yatak örtüleri olan eski tip dört direkli yataklarında uyur. Bu binada yetişen öğrencilerin hemen hemen hepsi karanlık büyülerle ilgilenir. Voldemort da Hogwarts'ta okuduğu sırada bu binaya seçilmiştir. Ayrıca efsanevi Merlin de bu binadandır. Hogwarts her yıl eğitime 1 Eylül'de başlar ve dönem bir sonraki yılın Haziran ayında son bulur. Öğrenciler, kış ve bahar tatillerinde Hogwarts'ta kalma seçeneğine sahiplerdir. Kalede kalan öğrencilere ders yapılmaz ve öğrenciler Noel kutlamalarına katılabilirler. Paskalya haftasında da ders yoktur, fakat final sınavları yaklaştığından artan ödevlerden dolayı, öğrenciler zamanlarını ders çalışmaya ayırırlar. Bayramlar ve hafta sonları dışında öğrencilerin tatilleri yoktur. Ayrıca, öğrenciler üçüncü yıllarında tatil günleri Hogsmeade köyünü (ailelerinin izniyle) ziyaret edebilirler. Bir dönemde 4 bayram vardır. Bunlar; sene başındaki başlangıç bayramı, yıl sonu ziyafeti, Cadılar Bayramı ve Noel'dir. Üçbüyücü Turnuvası'ndaki Ateş Kadehi günü gibi özel günlerde de kutlamalar yapılabilir. Biçim değiştirme esasen bir nesnenin özelliklerini değiştirme sanatıdır. Dersin öğretmeni Profesör McGonagall olup, "Değiştirme Sihirleri" (bazı nesnelerin yalnızca bir parçasını değiştirmek, örneğin bir insana tavşan kulakları vermek); "Kaybolma Sihirleri" (bir nesneyi tamamen yok olmasını sağlamak ve "Yanılsama Sihirleri" (boş havadan dışarı nesneler yaratmak) gibi konular dahil kuram tabanlı bir derstir. Cansız bir nesneyi canlı bir nesneye dönüştürmeyi mümkün kılar. Genellikle Karanlık sanatlar şeklinde kısaltılır. Bu ders diğer büyücüler tarafından yapılan büyüleri, tılsımları, lanetleri ve uğursuzlukları engellemeyi, Karanlık Sanatlara karşı koymayı, Karanlık yaratıklardan ve kötü büyülerden korunmayı sağlayan savunma yöntemlerini öğretir. Dersin profesörü hep değişir. Voldemort iki kere bu dersin öğretmeni olmak istemiş, ama işi alamayınca derse uğursuzluk büyüsü koymuştur. Quirrell (Harry'e dokunmasıyla kuma dönüşmüş), Gilderoy Lockhart (Hafıza büyüsünün geri tepmesiyle hafızası silinmiş), Remus John Lupin (Kurt adam olduğu anlaşılınca okuldan ayrılmış) ve Alastor Moody'in (Sahte Moody olduğu ve Voldemort'un geri dönmesinde payı olduğundan Ruh emici öpücüğüne maruz kalmış) başına gelenlerden sonra okul müdürü Albus Dumbledore derse yeni bir profesör bulmakta epey zorluk çekmiştir. Sihir Bakanlığı'ndan olan Dolores Umbridge ise ilk senesinin sonunda Yasak Orman'da at adam sürüsünün saldırısına uğrayarak dersin uğursuzluğu konusundaki bitmez tükenmek bilmeyen söylentileri körüklemiştir. 6.sınıfta İksir hocası Prof. Snape bu dersin sorumlusu olmuştur. Dumledore'un neden böyle bir karar aldığı son kitapta ortaya çıkmıştır. Bu Snape'in Zaferi şeklinde Melez Prens'te anlatılır. Snape'in Dumbledore'ı öldürmesinden sonra kaçması dersi yine başsız bırakmıştır. 7. Sınıfta ise bu derse Ölüm Yiyen Amycus Carrow girmektedir. Hogwarts Savaşı sırasında Voldemort ölünce ders üzerindeki uğursuzluk kalkmıştır. Sadece birkaç öğrenci bu dersi alır. Neden derseniz, aritmansi çok sıkıcı ve karmaşık bir ders olarak okulda ün salmıştır. Genellikle zeki öğrenciler derse girip Profesör Vector'ün sıkıcı konuşmalarını dinlemeyi göze alırlar. Hermione de bunlardan biridir. Dumbledore sihirli yaratıkların bakımı dersi için Hagrid'e görev vermiştir. Hagrid olmadığı zaman Profesör Grubbly-Plank bu işi yapar. Hagrid bütün sihirli yaratıkların zararsız ve mükemmel olduğu görüşündedir. Harry, Ron ve Hermione Hagrid'i kırmak istemedikleri için Hagrid'in bu düşüncesine katılırlar. Hogwarts bekçisi yaratıklara karşı büyük bir sevgi beslemektedir ve bu dersin profesörlüğünü almakta pek gecikmemiştir. Patlar Uçlu Kelekerler, Hipogrif ya da Testraller olsun, Hagrid yaratıkların özelliklerini sıkıcı sıkıcı anlatmak yerine genellikle uygulamalı olarak göstermeyi tercih eder. Uçuk kaçık biri olan Profesör Trelawney tarafından Kuzey Kulesi'nde ve At Adam Firenze tarafından ilk kattaki mistik olarak tasarlanmış bir sınıfta öğretilen derstir. Bu derste sihirli kürelere, çay, kahve ve el fallarına bakarak gelecek hakkında kehanetler yapılır. Çoğu kişi tarafından gereksiz ve saçma bir ders olarak bilinse de günümüzde gerçek kehanetler vardır. Profesör Sprout'un seralarda yapılan dersidir. Asa kullanımı gerektirmese de derslerden kurtulup, sihirli bitkilerle uğraşmak bazı öğrencilerin hoşuna giden bir aktivitedir. Neville Longbottom bu derse karşı çok ilgili olmakla beraber, üstün yeteneğe sahiptir bu derste. Daha sonra bu dersin öğretmeni olur. Bir hayalet olan Profesör Binns tarafından öğretilir. Büyücü dünyasının, ünlü büyücü ve cadıların geçmişi anlatılır. Çok az öğrenci bu sıkıcı dersten zevk alır. Bu ders tamamen Muggle'larla ilgilidir. Büyücülere Muggle'ların yaşam tarzları ve alışkanlıkları hakkında bilgi verilir. Voldemort, görevinden istifa etmiş olduğu sanılan (kaybolduğu için böyle düşünülmüş olabilir) Muggle Bilimleri öğretmeni Charity Burbage'ı muggle yanlısı fikirleri yüzünden "Avada Kedavra" laneti ile Malfoyların malikanesinde öldürmüştür. Cansız bedenini de hortkuluk'u olan yılanı Nagini'ye akşam yemeği olarak sunmuştur. Draco Malfoy evinde olan bu olaydan çok etkilenmiştir. Karışık olmasından ve yoğun çalışma gerektirmesinden dolayı çoğu kişi tarafından önemli bir ders olarak görülür. Profesör Snape de dersi pek kolay yapıyor sayılmaz. Öğrenciler Snape gelip onları eleştirene kadar masalarında oturur, kazanlarında malzemeleri karıştırıp, kaynatıp iksirler yapmaya çalışırlar. Ders Hogwarts binasının hapishane kısmında gösterilir. Melez Prens kitabından bu yana iksir öğretmenliğini Horace Slughorn üstlenmiştir. Astronomi dersine Profesör Sinistra girer. Ders Hogwarts'ın en uzun kulesi olan astronomi kulesinde gerçekleşir. Öğrenciler astronomi dersinde gezegenleri ve yıldızları gözlemlerler. Ayrıca 6. filmin sonunda Dumbledore, Severus Snape tarafından "Avada Kedavra" laneti ile bu kuleden aşağı düşmüştür. Tılsım karışık büyüleri, lanetleri, kapsayan bir derstir. Kısa boylu sevimli biri olan Profesör Filius Flitwick tarafından öğretilir. Öğrenciler objeleri uçurmak, çağırmak gibi şeyleri öğrenirler. Bu derste koruma büyüleri de öğretilir. Hatta Profesör Filius ve diğer Profesör ve öğrenciler 7. kitapta Hogwarts'ı korumak için şu büyüleri kullanmışlardır (protego maxima - f
ionta duri - repello inimigotum - cave inimicium - protego totalum). Uçuş Dersleri, öğrencilerin süpürgeleriyle uçmayı öğrendikleri derstir. Dersin öğretmeni olan Madam Hooch ayrıca Hogwarts'ta Quidditch hakemidir. Harry, ilk bölümde bu derste Malfoy, Neville'nin Hatırlatıcısını aldığı için Harry onu uçarak kovalamıştır. Malfoy'un attığı hatırlacıyı 15 metre pike yaparak yakalayan Harry'i gören Profesör McGonagall onu 1. sınıfta olmasına rağmen Gryffindor Quidditch takımına almıştır. Sıradan Büyücülük Düzeyi J.K. Rowling 'in Harry Potter serisinde geçen birinci seviye sınavlara verilen isimdir. Bu terim yerine SBD kısaltması kullanılabilmektedir. Bu sınavların ardından 7. sınıfın sonunda FYBS - Feci Yorucu Büyücülük Sınavları gelmektedir. SBD 'ler büyücülük öğrencileri için çok önemli sınavlardır. Çünkü bu sınavlardan alacakları sonuçlara göre bir sonraki yıl girecekleri dersleri belirleyecek ve meslek seçimi yapacaklardır. Bu sınav 5. sınıfta yapılır. SBD 'lerden alınabilecek dereceler: Hogwarts Cadılık ve Büyücülük okulundaki bütün gizli geçitleri bilen kimse yoktur. Fred ve George öğrenciler arasında gizli geçitleri en iyi bilenlerdir. Merdivenlerin ve geçitlerin devamlı değişmesi kimsenin bilmemesinin bir nedenidir. Sırlar Odası, okulun kurucularından olan Salazar Slytherin'in, okulun en altında inşa ettiği bir çeşit gizli bölümdür, Mızmız Myrtle'ın tuvaletinden girilir ve çataldili konuşmak gerekir ama 7. kitapta gördüğümüz gibi çataldilinde "Açıl" kelimesinin söylenişini taklit etmek de işe yarar, Sırlar Odası'nda sadece Slytherin'in varisine itaat eden bir basilisk bulunmaktadır. Bu basiliskin gözlerine bakanlar ölür fakat 2. kitapta hiç ölüm olmamıştır çünkü herkes bir şekilde gözlerin yansımasını görmüştür. Colin kamerasından, Hermione ve Penelope Clearwater Hermione'nin aynasından, Mrs. Norris sudaki yansımadan görmüştür. Neredeyse Kafasız Nick zaten bir ölü bir daha ölemezdi. Nick'in içinden gözleri gören Justin Finch-Fletchey da bu nedenle ölmemiştir. 7. kitapta Ron, Harry'nin çataldili konuşmasını taklit ederek "Açıl " demiştir ve Sırlar Odasına girip birkaç tane basilisk dişi almışlardır. (Hortkulukları yok edebilen nadir şeylerden biri basilisk zehridir) ve o dişlerle, bir hortkuluk olan Hufflepuff'ın kupasını Hermione yok etmiştir. Hogwarts'ta bulunan ve genç büyücülerin büyü adına tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri aletlerin bulunduğu oda. Hogwarts'ın 7. katındaki boşkafa Barnabas'ın ifritlere bale öğrettiği goblenin arkasındaki boş duvar ihtiyaç odasının girişidir. Hermione bu oda hakkında şunları söylemiştir: "Yalnızca büyücülerin gerçekten ihtiyaçları olduğunda ortaya çıkar." Dumbledore'un Ordusu olarak tüm büyücüler burada çalışmışlardır. Oda dışarıdan görünmezdir ve etrafı camlarla kaplıdır. Ginny Weasley burada çok güçlü bir büyücü olduğunu keşfetmiştir. Ayrıca öğrencilerin çoğunun patronus'u bu odada görülmüştür. Daha sonra Cho Chang'in ekibe dahil ettiği bir arkadaşı tarafından Dolores Umbridge'e odanın yerini söylemesi sonucu oda bulunmuştur ve D.O adı sebebiyle Albus Dumbledore suçlanmış ve Azkaban'a yollanması kararlaştırılmıştır. Ancak Dumbledore bundan anka kuşu sayesinde bir çeşit cisimlenmeyle kurtulmuştur. (Normalde Hogwarts arazisinde cisimlenme yapılamaz ancak müdürün ayrıcalığı vardır.) Daha sonra bu odada Draco Malfoy diğer eşi Borgin&Burkes'te bulunan Kaybolan Dolap'ı tamir ederek ölüm yiyenleri şatoya almıştır. Son kitapta ise bu oda okuldaki yeni düzene karşı olan öğrencilerin yaşam alanı haline gelmiştir. Neville odayı ilk keşfeden ve oraya yerleşen öğrencidir. Ayrıca Aberforth'un barından bu odaya bir geçit bulunur ve Harry, Ron ve Hermione oradan okula girerler. Harry hortkuluklardan biri olan Rowena Ravenclaw'ın tacını bu odada bulmuştur ve Crabbe'in yaptığı bir büyüyle oda yanmıştır, hortkulukları bile yok edebilen bu ateş tacı da yakmıştır. Bu yangın esnasında Harry, Draco Malfoy'un da hayatını kurtarmıştır. Hogwarts yazar tarafından İskoçya'da kenarıda kalmış dağlık bir alandaki şato olarak düşünülmüştür. Bu şatoya çok yakın Hogsmeade adı verilen sihirli bir köy bulunmaktadır (tek büyücü köyü). Bu okul; geniş, meyilli çimenlik araziye, çiçek ve sebze P tarlarına, Yasak Orman adı verilen sık bir ormanlık araziye, seralara ve Quidditch sahasına sahiptir. Hogwarts'ın batısında bulunan geniş ve karanlık bir ormandır. Sihirli Yaratıkların Bakımı dersi haricinde tüm öğrencilere yasaklanmıştır. Buraya izinsiz giren öğrenciler cezalandırılır. Bu ormanda at adamlar, troller, akromantulalar (Aragog), tek boynuzlu atlar ve testraller yaşar. 5. kitapta Hagrid'in üvey kardeşi Grawp da bu ormanda saklanmış ve bakılmıştır. Hogwarts' ın yanında, Hagrid'in kulübesinin yanındadır. İçinde kurtadamlar, vampirler, akromantulalar gibi çok tehlikeli yaratıklar yaşar. Yasak Orman, öğrencilere kesinlikle yasaktır. Çünkü orman sırlarla doludur ve çok iyi bilen birine bile tehlikeli olabilir. Aynı zamanda Ron'un babası Arthur Weasley'nin arabası ormana düşüp kaybolmuştur. 1. kitapta Harry, Malfoy ve Ron ile birlikte ceza olarak buraya gitmiştir. Bunun dışında 2. kitapta Aragog'u görmek için, 5. kitapta Grawp'u ziyaret etmek için ve 7. kitapta Voldemort ile yüzleşmek için oraya gitmiştir. Şatonun güney tarafında yer alan gölde çok sayıda sihirli yaratık yaşar. Hogwarts birinci sınıf öğrencileri okula ilk geldiklerinde kayıkla bu gölden geçerler. Gölde deniz halkı ve dev mürekkep balığı yaşar(deniz halkı dev mürekkep balığına düşmandır). Ayrıca Üçbüyücü Turnuvası'ndaki ikinci görev bu gölde yapılmıştır. Yasak ormanın kenarındaki bahçede bulunan tahtadan bir kulübedir. Hagrid burada yaşar. Kitaplarda tahtadan bir kulübe olarak tanımlasa da bu kulübe, ilk 5 filmde taştan gösterilmiştir. Quidditch maçlarının ve antrenmanlarının yapıldığı alandır. Bu sahada 50 fit yüksekliğinde 6 çember bulunur. Stadyum şeklinde olan bu yapının etrafında seyirciler için oturma yerleri de vardır. Hogwarts Ekspresi, Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okuluna gitmek isteyen öğrencilerin kullandığı trendir. Londra'da bulunan "King's Cross" istasyonunun 9¾ numaralı peronundan kalkar. Ekspres, yalnızca öğrencilerin Hogwarts'a gidiş ve dönüşlerinde hareket etmektedir ve başka güzergahda ya da başka bir amaçla kullanılmamaktadır. Ekspresi kaçıran öğrenciler başka yollarla (Harry Potter'ın da yapmış olduğu gibi) Hogwarts'a ulaşmak zorunda kalır. Harry Potter (karakter) Harry James Potter (31 Temmuz 1980) J.K. Rowling tarafından yazılmış Harry Potter serisinin baş karakteri olan kurgusal kahraman. James Potter ve Lily Evans'ın tek çocuğudur. Avada Kedavra lanetinden sağ kurtulan tek kişidir. Daha sonra Dursley ailesi tarafından büyütülmüştür. Hogwarts'a gitmiştir. Amerikan Book dergisinin Mart/Nisan 2002 sayısında yayımladığı En İyi 100 Kurgu Karakteri listesinde 85. sırada yer almıştır. Harry henüz bebekken, Sybill Trelawney tarafından onun ya Lord Voldemort'u yenecek kişi olduğu ya da Lord Voldemort tarafından öldürüleceği kehanetinde bulunulur. Kehanete göre Lord Voldemort, çocuğu dengi olarak işaretleyecek fakat çocuk, onun bilmediği bir güce sahip olacaktır. Kehanet çocuğun 7. ay ölürken Lord Voldemort'a üç kez karşı çıkmış olanlardan doğacağını söyler. Severus Snape, "dengi olarak işaretleyecek" kısmını duymaz ve kehaneti Lord Voldemort'a söyler. Lord Voldemort, Potterların evinin yerini Fidelius büyüsünün sır tutucusu olan James Potter'in en yakın arkadaşlarından olan Peter Pettigrew'dan öğrenir. Eve gider ve Harry'nin babasını öldürür. Fakat Harry'nin annesi, Harry'ye eski bir mısır büyüsü ile kendini feda ederek bir tür koruma sağlar ve Avada Kedavra Laneti Lord Voldemort'a geri döner. Lord Voldemort ölmez çünkü hortkulukları vardır. Bedeni ortalıktan kaybolur ve ruhu kaçarak Arnavutluk'taki bir ormana sığınır. Büyücü anne ve babasının gizemli bir şekilde ölümünden sonra Harry Potter, kendisine sığıntı gibi davranan akrabaları ile yaşamaya başlamıştır. Annesinin ve babasının trafik kazasında öldüğünü sanmakta ve hiçbir gerçeği bilmemektedir. 11. yaş gününde bir baykuş Harry'e yeşil renkte yazılmış bir mektup getirir. Evdekiler tarafından imha edilen mektubun aynıları daha sonraki günlerde de getirilmeye devam eder fakat Harry bir türlü mektubu okuyamamaktadır. Bu sıradışı olaylardan kurtulmak için denizin ortasında bir ada da bulunan bir eve bile taşınılır. Bir süre sonra Hagrid eve gelerek Harry'e gerçeği, babasının Lord Voldemort tarafından öldürüldüğünü, annesinin ise kendisini korumak için kendini feda ettiğini anlatır. Onun bir büyücü olduğunu ve Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'nda okumaya hak kazandığını ifade eder. Buna inanamayan Harry bunca zaman yaşadığı olaylardan yola çıkarak okula gitmeye karar verir. Dursley Ailesi buna karşı çıksalar da yapabilecekleri herhangi bir şey yoktur. Harry, Hogwarts'a yolculuğunda Ron ve Hermione ile tanışır. Bunun yanı sıra bir de düşman kazanır, Draco Malfoy Hogwarts'a gelince Ron ve Hermione ile birlikte uzun araştırmalar sonucunda. Lord Voldemort'un ölümsüzlük ve her madeni altına çeviren bir taşı Felsefe Taşı Hogwarts'tan ele geçirip dirilmeye çalıştığını öğrenir. Profesör Snape'in Voldemort'a yardım ettiğini düşünür. Ancak bilmediği bir şey vardır, Profesör Snape, taşın bir koruyucusudur ve taşın orada kalması için elinden geleni yapar. Bu Arada boşluktan faydalanan Profesör Querriel ise Voldemort'un asıl yardımcısıdır ve taşı almaya çalışır. Voldemort, Querriel'in bedeninde parazit gibi yaşamaktadır, bu yüzden Voldemort / Querriel Harry'e dokunamaz.( Annesinin yaptığı sihir nedeniyle.) Dokunduğu anda kuma dönüşür ve ölür. Voldemort'un ruhu oradan uzaklaşır ve yeni bir çözüm arayışına girer. Harry, Dursley’ler ile uzun bir yaz geçirmek yeterince kötü değilmiş gibi bir de Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'nda ikinci yılına başlamak için binmesi gereken treni kaçırır. Ron ile beraber okula ulaşmaları için tek aracın uçan bir araba olması ve onun da devasa bir söğüt ağacına çarpması Harry’nin başına geleceklerdir. Ancak tüm bu olanlar, Hogw
arts’ın hayaletli koridorlarında o sonbahar olacaklarla karşılaştırıldığında çok önemsiz kalmaktadır. Duvarlardan gelen ürpertici fısıltıları sadece Harry duymaktadır. Fakat olanlardan tek endişelenen Harry değildir çünkü Hogwarts’da öğrenciler taşlaşmaya başlamıştır. Bu olayın sorumlusu Harry Potter olarak gösterilmektedir fakat onun bu olaylarla bir ilgisi yoktur. Parıltılı, büyük ve esrarengiz kelimelerle duvarda açıkça duyurulur: ""Sırlar Odası açıldı. Varis'in düşmanları, kendinizi kollayın."" Fakat bu tam olarak ne demektir? Harry, Hermione ve Ron, -hayatlarını tehlikeye atmak dahil- bu 50 yıllık ölümcül görünümlü esrârı çözmek için büyüyle yapılacak her şeyi yapmışlardır. Harry Potter ve Ronald Weasley kızlar tuvaletindeki Sırlar Odası'nın girişini bulmuştur. Ne yazık ki Hermione onlara yardım edememektedir çünkü o Basilisk'in gözüne dolaylı yoldan baktığı için taşlaşmıştır. Harry ve Ron Sırlar Odası'na uzun bir tünelden geçerek iner. Aşağı indiklerinde mağaranın tavanı çöker ve her yer taş altında kalır. Ron ile Gilderoy Lockhart taşların bir tarafında, Harry ise diğer tarafında kalır. Harry Ron'a taşları temizleyip yolu açmasını, o sırada da kendisinin Ginny'i kurtaracağını söyler. Harry oradan ayrılır ve karşısına üzerinde yılanlar olan büyük bir kapı çıkar. Harry, çatal dili kelimeler söyler ve kapı açılır. Oda uzunca bir odadır ve Harry, Ginny'nin yanına doğru koşar. O sırada karşısına günceden çıkmış Tom Riddle çıkar. Harry, ona Ginny'i kurtarmaları gerektiğini söyler. Tom ise Harry'i dinlemez, Ginny'nin güç kaybettikçe kendisinin güç kazandığını söyler ve Basilisk'i çağırır. Harry, Basilisk ile mücadele ederken Anka kuşu "Fawkes" gelir ve Basilisk'in gözlerini çıkarır. Ama Basilisk'in kulakları hala duyabiliyordur ve Harry'ye dişini saplayarak onu yaralar. Ama Dumbledore, Fawkes ile Harry'e Seçmen Şapka'yı göndermiştir ve şapkanın içinde Gryffindor'un kılıcı vardır. Harry Basilisk'in üst çenesine kılıcı saplar ve yılan ölür. Kılıcı üst çenesine soktuğundan dolayı oradaki diş Harry'nin koluna saplanır. Tom, Harry'e kendisinin aslında Voldemort olduğunu ve Sırlar Odası'nı aslında Ginny Weasley'nin açtığını söyler.Önceden hedefi bulanıklar olsa bile şu anki hedefinin Harry olduğunu açıklar. Harry koluna saplanan yılanın dişini günlüğe saplar. Tom Riddle'ın günlüğünden gelen geçmişteki görüntüsü yok olur ve Ginny kurtulur. Harry eniştesinin kız kardeşini şişirdiği için, evden erken ayrılmıştır. Hızır otobüsü ile Çatlak Kazana gitmiş ve orada Bakanla görüşme yapmıştır. Harry okuldan atılmadan kıl payı kurtulmuştur.Tüm bunlar yaşanırken Harry, Azkaban'dan Sirius Black adlı seri katilin kaçtığını öğrenir. Okul o yıl ruh emiciler tarafında korunmaktadır ve bu yaratıklar Harry'i herkesten daha çok etkilemektedir. Bunun üzerine Harry babasının en yakın arkadaşı olan Profesör Remus Lupin'den yardım ister ve patronus büyüsünü öğrenir. Harry okulun 3. yılında aynı zamanda babası ve arkadaşlarının yarattığı Çapulcu Haritası'nı Fred ve George Weasley'den hediye olarak alır. Harry aynı gün Black'in babasını en yakın arkadaşı ve vaftiz babası olduğunu öğrenir. Bu onu yıkmıştır çünkü Black, ailesinin yerini Voldemort'a söyleyen kişidir. Sirius Black'in Asıl katil olmadığını ve öldüğü sanılması için Peter Pettigrew'un parmağını kopartarak 13 yıl Weasley ailenin evcil faresi olarak saklanan Petter Pettigrew olduğu Profesör Remus Lupin çapulcu haritasından anlaşılır. Remus Lupin Kurtadamdır ve de o gece dolunay olduğundan kurtadama dönüşür, dönüşüm gerçekleşirken Petter Pettigrew kaçar. Olaylardan sonra Sirius kuleye kapatılır. Dumbledore'nin yardımıyla Harry Hermione ile birlikte zaman döndürücüyü kullanarak geçmişe gider ve Sirius ile Şahgagayı kurtarırlar. Harry Potter ve Ateş Kadehi'nde, Hogwarts'da 3 büyücülük okulu arasında "Üç Büyücü Turnuvası" düzenlenir. Diğer iki okul Beauxbatons Akademisi ve Durmstrang Enstitüsü'dür. Daha sonra her okuldan 3 şampiyon turnuvaya katılmak üzere seçilir. Fakat yaşı tutmadığı ve kendi ismini Ateş Kadehi'ne atmadığı halde Harry de 4. yarışmacı olarak gizemli bir şekilde turnuvada yarışmaya hak kazanır. Şampiyonlar turnuva boyunca üç tehlikeli görevle yüzleştirilirler. Birincisi ejderha ile karşılaşmak (Harry çekilen kura sonucu Macar Boynuzkuyruk adlı siyah ejderha ile karşılaşır. Ve onu iyi Quidditch yeteneğiyle alt eder.), ikincisi Karagöl'ün deniz halkının rehinelerini bir saat içinde kurtarmak iken sonuncusu labirentten kupayı bulup almaktır. Son görevde Hogwarts şampiyonu Cedric Diggory ve Harry birbirlerine yardım ederler ve bu yüzden eşitlik için kupaya aynı anda dokunurlar. Dokunmalarıyla kupanın bir anahtar olduğu anlaşılır. Harry ve Cedric, Voldemort'un beklemekte olduğu Little Hangleton mezarlığına geçerler. Voldemort'un emri ile yardımcısı Peter Pettigrew, Cedric'i öldüren lanet Avada Kedavra ile öldürür. Voldemort'un babası Tom Riddle'ın mezar taşına bağlanan Harry, Voldemort'un yeniden vücut bulma törenini izlemeye ve bu törene zorla alınan kanıyla katılmaya zorlanır. Voldemort yeniden vücut bulur ve Harry ile düello yapmaya başlar. Düelloda Harry ve Voldemort'un asaları, "Priori Incantatem" denilen bir büyüyle kilitlenir. Kilidin açılmasıyla zaman kazanan Harry, Cedric'in ölü bedenini de alarak anahtara koşar ve Hogwarts'a geri döner. "Çok özlü iksir"le Karanlık Sanatlara Karşı Savunma öğretmeni Deligöz Moddy'nin kılığına giren Voldemort'un hizmetkarı Barty Crouch Jr'un her şeyi planladığı yani Ateş Kadehi'ne Harry'nin adını koyduğu anlaşılır. Dumbledore tarafından çağırılan Sihir Bakanı Cornelius Fudge, beraberinde getirdiği ruh emiciye sahip çıkamayarak Barty Crouch Jr, ruh emicinin öpücüğü ile ruhu emilmiştir. Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nda Harry, yaz tatili için teyzesi ve eniştesi ile birlikte kalırken ruh emicilerin saldırısına uğrar. Harry kendisini ve kuzeni Dudley'i koruyabilmek için bir Patronus büyüsü yapar. Bu olaydan hemen sonra Harry, teyzesinin komşusu Arabella Figg'in bir kofti olduğunu ve Dumbledore tarafından kendisini korumak için görevlendirildiğini öğrenir. "Genç Yaşta Büyücülüğün Makul Kısıtlanması Kararnamesi"'nden dolayı Sihir Bakanlığı, Harry'i bir duruşmaya çağırır ve belki de Harry Hogwarts'dan atılacaktır. Dumbledore Harry'i, vaftiz babasının Grimmauld Meydanı 12 Numara'daki evine aldırır. Bu ev aynı zamanda Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nın gizli karargahıdır. Harry mahkemede aklanır ve Hogwarts'a geri döner. Dumbledore'un tüm karşı çıkışlarına rağmen sihir bakanı Cornelius Fudge, Dolores Umbridge'ı okula Karanlık Sanatlara Karşı Savunma dersi öğretmeni olarak atar. Dolores Umbridge aynı zamanda bakanlığın casusudur. Daha sonra Umbridge'e okul kurallarını keyfine bağlı olarak değiştirme yetkisi verilir. Harry, Hermione'nin teşviğiyle bazı öğrencilere gerçek savunma sihrini öğretmeye başlar. Bu öğrenciler kendilerini "Dumbledore'un Ordusu(DO)" olarak adlandırırlar. Voldemort Harry'nin zihnine Sirius'un bakanlık binasında işkence gördüğüne dair yanlış görüntüler nakleder. Bunun üzerine Harry ve Dumbledore'un Ordusu elemanlarından Hermione Granger, Ron Weasley, Ginny Weasley, Neville Longbottom ve Luna Lovegood Sirius'u kurtarmaya giderler. Öğrenciler, Voldemort'un ölüm yiyenleri tarafından Esrar Dairesi'nde kurulan tuzağa düşerler. Zümrüdüanka Yoldaşlığı üyelerinin yardımı zamanında yetişmesine rağmen Sirius, kuzeni Bellatrix Lestrange tarafından öldürülür. Voldemort ortaya çıkar ve Harry'ye ölümcül lanetler gönderir. Fakat Dumbledore da doğru zamanda ortaya çıkar ve Harry'yi korur. Voldemort, Bellatrix Lestrange ile birlikte ortadan kaybolur fakat Sihir Bakanlığı artık Voldemort'un döndüğüne inanmış ve Harry ile Dumbledore temize çıkmıştır. Ayrıca sonunda Dumbledore Harry'e kehaneti açıklar. Harry Potter ve Melez Prens'te Voldemort'un geri dönüşünü Sihir Bakanlığı'nın da kabul etmesiyle artık insanlar Harry'yi "Seçilmiş Kişi" diye çağırmaya başlarlar. Bu arada Harry kendisine vaftiz babası Sirius'tan miras kaldığını öğrenir. Bu mallar, Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nın gizli karargahı olan Grimmauld Meydanı'ndaki, Black ailesinin evi ve yarı deli ev cini Kreacher'dır. Harry, Profesör Snape'in Karanlık Sanatlara Karşı Savunma öğretmeni olduğu duyurulduğunda afallar. Snape'in yerini, Harry'nin farkında olmadan öğretmenlik yapması için ikna ettiği Horace Slughorn doldurur. Bu bir bakıma Harry'nin faydasına olmuştur çünkü Slughorn, Harry'i Snape'in istediğinden daha düşük bir S.B.D. (Sıradan büyücülük düzeyi) puanı ile F.Y.B.S (Feci Yorucu Büyücü Sınavları) İksir sınıfına kabul eder. Böylece Harry seherbaz olabilmesi için gereken dersleri alabilir (Harry'nin gelecekte yapmayı düşündüğü tek meslek seherbazlıktır. Hakkındaki kehaneti de duyduktan sonra kendisi için karanlık büyücülerle savaşmaktan daha uygun bir meslek olamayacağını düşünmektedir.). Profesör Slughorn, Harry'e kullanılmış bir iksir kitabı verir ki bu kitabın sahibi "Melez Prens"'tir. Kitapta iksirlerle ilgili el yazısıyla yazılmış küçük notlar Harry'nin başarılı iksirler yapmasını ve ödül olarak küçük bir şişe Felix Felices (şans iksiri) kazanmasını sağlar. Dumbledore, Harry'e özel dersler vermeye başlar. Aslında bu dersler, düşünseli ile Voldemort'la ilgili anılara yapılan yolculuklardır. Dumbledore, Voldemort'un ölümsüz olabilmek için ruhunu 7 parçaya bölerek onları Hortkuluk denilen bazı nesnelere yerleştirdiğini tahmin etmektedir. İki hortkuluk imha edilmiştir (Tom Riddle'nin günlüğü ve Marvoldo Gaunt'un yüzüğü). Bu arada gelişen olaylarla Harry Melez Prens'in Severus Snape olduğunu öğrenir. 3. hortkuluk Salazar Slytherin'e ait olan bir madalyondur ve iyi korunan bir mağarada gizlenmiştir.İçi gizemli bir sıvıyla dolu bir kabın dibindedir ve madalyona ulaşmak isteyen kişinin bu sıvıyı içmesi gerekmektedir. Dumbledore sıvıyı içer ve çok güçsüz ve yorgun düşer. Sonunda bir madalyon ve kendine R.A.B. diyen birinden kısa bir not bulurlar. Harry, Dumbledore'u da alarak hızla oradan uzaklaşır. Dumledore'un iyileşebilmesi için Snape'in ona bir iksir hazırlaması gerekmek
tedir. Okula vardıkarında Draco Malfoy'un yardımı ile okula sızan ölüm yiyenlerle karşılaşırlar ve Snape, Dumbledore'u öldürüp ölüm yiyenlerle birlikte okuldan ayrılır. Harry ele geçirdikleri madalyonu yok etmeye çalışır fakat bu sadece bir taklittir, gerçek madalyon ise R.A.B.'dedir. Aynı zamanda bu kitapta Ginny ile de çıkmışlardır fakat Dumbledore öldükten sonra ayrılmışlardır. Serinin son kitabında Harry, Hogwarts'a gitmez ve en iyi arkadaşları Ron ve Hermione ile birlikte Hortkulukların peşine düşer. Bu esnada büyücülük dünyası savaş halindedir ve her gün yeni bir kayıp veya ölüm haberi duyulmaktadır. Voldemort ise kendini tamamen Harry Potter'ı öldürmeye odaklamıştır ve her yerde onu aratmakta, bulduğu anda da aman vermeden saldırmaktadır. Harry, Dumbledore'un kendisine bıraktığı işaretlerden yararlanarak Ölüm Yadigarları'nı keşfetmiştir ve bu yadigarlara sahip olunca Voldemort'u yenebileceğini düşünmeye başlamıştır. Yadigarlar ile Hortkuluklar'dan hangilerini araması gerektiği konusunda ikisi arasında sıkışıp kalmıştır. Bu arada esrarengiz biri, sürekli olarak Harry ve arkadaşlarına kendini göstermeden yardım etmektedir. Kitap, seride en fazla karakterin öldüğü bölümdür. Bu bölümle birlikte Harry ve Voldemort kehanetin öngördüğü üzere son kez bir düelloya tutuşmakta ve sadece biri sağ kalmaktadır. Ayrıca Severus Snape ile ilgili gerçekler de yine bu kitapta ortaya çıkmaktadır. Harry Potter 19 yıl sonra Ginny Weasley ile evlenmiştir. James Sirius, Albus Severus ve Lily Luna adında 3 çocukları olmuştur. Kitapta Albus'a seçmen şapkanın onu hangi bölüme nasıl seçtiği anlatılır. 8 Harry Potter filmi 2001-2011 yılları arasında gösterilmiş, Harry Potter karakteri İngiliz aktör Daniel Radcliffe tarafından canlandırılmıştır. Radcliffe, yapımcı David Heyman tarafından 2000 yılında Londra'da Stones in His Pockets oyununu oynarken keşfedildi. Harry Potter rolü, Daniel Radcliffe için oldukça kazançlı olmuş, Radcliffe 17 milyon euronun üzerinde para kazanmıştır. Annesi, Muggle doğumlu olan Lily Evans, babası ise Peverell soyundan gelen James Potter'dır.İkisi de yetkin ve becerikli büyücülerdir. Anne ve babası öldükten sonra Hogwarts'a başlayana kadar annesi Lily Jenny Evans'ın kardeşi teyzesi Petunia , eniştesi Vernon ve oğulları Dudley ile birlikte yaşamıştır. Dudley ile aynı yaşta olup birbirlerinin en büyük olmasa da büyük rakipleridirler. Harry sürekli Dudley ve arkadaşları (nam-ı diğer çetesi) tarafından haksızlığa uğrar. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ("AGİT"), "Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı" (AGİK) adı altında 1970'li yılların başında soğuk savaş koşullarındaki Avrupa’nın bölünmüşlüğüne son verilmesi, güvenlik ve istikrarın sağlanması ve katılan devletler arasında bu amaca yönelik iş birliğinin geliştirilmesi düşüncesiyle kurulmuş teşkilattır. AGİT’in görevi Doğu ve Batı arasında çok taraflı bir müzakere ve diyalog forumu olarak belirlenmiştir. 1975'ten 1990’a kadar AGİT, yeni yükümlülüklerin ele alındığı ve uygulamaların gözden geçirildiği bir dizi konferans ve toplantılar şeklinde devam etmiştir. 1990 yılında yapılan Paris Zirvesi soğuk savaş sonrası dönemde ortaya çıkan tehlikeleri karşılamayı amaçlayan bir kurumsallaşmanın başlangıcını işaret etmiştir. Avrupa’da güvenlik ve istikrar, 1950’lerin ortasından itibaren Doğu Bloku tarafından ortaya atılan bir fikirdir. Almanya’nın bölünmüşlüğü ve Berlin sorunu soğuk savaş döneminde Avrupa’nın sınırlarını yasallaştırma girişimine neden olmuştur. Bu çerçevede 1955’lerde Varşova Paktı tarafından yapılan Avrupa güvenliği anlaşma önerisi Batılılar tarafından kabul edilmemiştir. Doğu Blokunun bu yöndeki önerileri 1970'lerin başında ABD ile SSCB arasında imzalanan SALT 1 Andlaşması ve Batı Almanya’nın, Polonya ve Çekoslovakya ile olan Doğu sınırlarını tanıması ve Doğu Almanya ile ilişkiye girmeyi kabul etmesi sonucu meydana gelen yumuşama ortamı ile değer kazanmaya başlamıştır. Bu koşullarda Batı Avrupa güvenliği konusunda görüşmelere girişmeyi kabul etmiştir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, 15 Ocak 1973 tarihinde Helsinki’de çalışmalarına başlamıştır. İki yılı aşkın bir süre devam eden konferans 1 Ağustos 1975’de Helsinki Nihai Senedi ’nin 33 Avrupa ülkesi ile ABD ve Kanada tarafından Devlet ve Hükümet Başkanları düzeyinde imzalanmasıyla sonuçlanmıştır. 35 imzacı devlet arasındaki ilişkilere rehberlik edecek 10 temel ilke ortaya konmuştur. Bunlar: AGİT’in temelini oluşturan Helsinki Nihai Senedi’nde; katılımcı devletlerin karşılıklı ilişkilerinde izleyecekleri temel ilkelerdir. Bunların başında devletlerin egemen eşitliği, sınırların dokunulmazlığı, içişlerine karışmama, toprak bütünlüğüne ve insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı yer almaktadır. İnsan hakları ve temel özgürlüklere saygının, güvenliğinde bir unsuru haline getirilmesi, Sovyetler Birliği’nin ve komunist sistemin çözülmesinde etkili bir araç olmuştur. Helsinki Nihai Senedi üç temel bölüme ayrılmıştır: Nihai Sened, siyasi diyaloğu sürdürmek, iş birliğini geliştirmek için yeni standart ve normlar koyacak AGİT andlaşmalarının uygulanmasını gözden geçirecek düzenli olarak izleme toplantıları düzenlenmesini de karara bağlamıştır. İzleme toplantıları Belgrad, Madrid ve Viyana'da yapılmıştır. Bu toplantılara katılan devletler, insan hakları ve devletler arasında güveni artırıcı önlemler konusunda yeni yükümlülükleri kabul etmişlerdir. Bu toplantılara ilave olarak demokratik kurumlar, insan hakları, sorunların barışçıl çözümü, çevre, medya, bilim, kültür ve ekonomik iş birliği gibi spesifik konularda uzmanlar toplantısı gerçekleştirilmiştir. Helsinki toplantısından sonra AGİT diplomatik bir konferans olmaktan ileri gitmemiştir. Bu konferansı esnek tutabilmek için daimi bir yapılanmaya gidilmemiş, 1989-1990 yılarında devletler, AGİT organlarının oluşturulması gerektiği üzerinde anlaşmışlardır. 1970-1980 yılları arasında AGİT’in en büyük avantajı sorunlara kapsamlı yaklaşma yeteneği olmuştur. AGİT insan hakları ile genel güvenlik ve iş birliği arasındaki bağa önem vermiştir. Bu nedenle AGİT kendi vatandaşlarının temel özgürlüklerini sistematik olarak ihlâl eden devleti uluslararası alanda güvenilemeyen ve hatta diğer ülkelerinin güvenliklerine potansiyel bir tehdit olarak değerlendirmiştir. Nihai Senet “sosyalist” sistemi ortadan kaldırıcı sihirli bir formül taşımamaktadır. AGİT kompleks ve kapsamlı bir sürecin bir unsuru olarak görülmüştür. AGİT’in sağladığı gelişmeler değişen gerçekliğin bir sonucudur. AGİT Varşova Paktı ülkelerinde yaşanan demokratik değişikliklere moral desteği ve siyasi bir platform sağlamıştır. Nihai Senet, uluslararası hukuk açısından bağlayıcı bir belge olarak görülmemekte, siyasi bağlayıcılığı bulunduğu ileri sürülmektedir. AGİT’in Nihai Senet’te ifadesini bulan, güvenlik, insani boyut ve ekonomik konulardan ilk ikisi büyük bir gelişme göstermiştir. AGİT'e taraf devletler arasında itimadın geliştirilmesi ve askeri faaliyetlerde şeffallığın sağlanması ve böylece askeri çatışma tehlikesinin giderilmesi düşüncesiyle kabul edilen güven ve güvenlik artırıcı önlemler Nihai Senet'te yer almış ve bunlar daha sonra Avrupa Silahsızlanma Konferansı (1986) ve Güven ve Güvenlik Artırıcı önlemler müzakerelerinin temelini oluşturmuştur. Bu sürecin en önemli sonucu Avrupa’da Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Andlaşması’nın imzalanmasıdır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da meydana gelen bloklaşmanın koşullarında başlatılan AGİT süreci, 1975 yılından soğuk savaş bitimine kadar Doğu-Batı ilişkilerinin en önemli forumu haline gelmiştir. AGİT süreci bu dönemde Doğu ile Batı arasında bir ölçüde sürtüşme ve çatışma forumu niteliğinde cereyan ederken, Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Doğu Avrupa'daki demokratikleşme hareketlerinin başladığı 1989'dan itibaren farklı bir niteliğe bürünmüştür. Bu tarihten sonra AGİT toplantılarında, çatışma ve sürtüşmelerin yerini önemli ölçüde iş birliği ve diyalog almıştır. AGİT geleneksel bloklararası siyasetin geride kalmaya başlamasıyla ortaya çıkan geçiş dönemine uygun, geniş katılımlı, çok boyutlu ve tecrübe edilmiş bir sürece dayanan yeni bir düzenin kurulmasına yardımcı olabilecek bir forum olarak görülmüştür. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİÖ) ("İngilizce Black Sea Economic Cooperation Organization") 25 Haziran 1992 tarihinde İstanbul'da düzenlenen zirvede imzalanan anlașma ile kurulan ve Karadeniz havzasındaki ülkelerin ekonomik iş birliğini amaçlayan uluslararası kuruluştur. Kurucu üyeler Sonradan katılan üyeler : Üyelik başvurusu kabul edilmeyen ülkeler Kıbrıs Cumhuriyeti ve Karadağ katılım başvurusu yapmış, ancak Türkiye ve Yunanistan'ın veto haklarını kullanmaları sonucu reddedilmişlerdir. Karadeniz Ekonomik İşbirliği fikri, 1980'li yılların sonunda Doğu Avrupa Ülkeleri ve Sovyetler Birliği'ndeki değişim sürecinin hızlandığı bir dönemde doğmuştur. Hammadde ve enerji kaynakları yönünden çok zengin olan eski Sovyetler Birliği'nde savunma ve uzay sanayi gibi alanlara yatırım yapılmış, buna karşılık başta tüketim malları olmak üzere insana yönelik yatırımlar ihmal edilmiştir. Türkiye ise eski Sovyetler Birliği'nin çok fazla ihtiyaç duyduğu ve Batı ülkelerinde pazarlamada güçlük çekebileceği gıda ve tüketim mallarına sahip bulunmaktadır. Sanayileşmede önemli bir aşama kaydeden ve yeni bir atılıma hazırlanan Türkiye yanıbaşındaki bu hammadde ve enerji kaynaklarına, eski Sovyetler Birliği ise gıda ve tüketim mallarına ihtiyaç duymaktadır. Bütün bu yeni koşullar Karadeniz Havzası'ndaki diğer ülkeler için de geçerlidir. Üstelik Sovyetler Birliği'nde birçok Türk Cumhuriyetleri'nin bulunması, ilişkilerin geliştirilmesinde temel etken olabilmektedir. Değinilen tüm bu gelişmeler, Türkiye ile Karadeniz'e kıyısı olan ülkeler arasında ekonomik iş birliği ve bölgesel bütünleşme girişimi için uygun bir ortam oluşturmuştur. KEİ fikri böyle bir ortamda ortaya atılmıştır. KEİ, dünyada küreselleşme ve bölgesel düzeyde uluslararası bütünleş
me yönünde, siyasal ve ekonomik alanda yeniden yapılanma sürecinin bir ürünüdür. Doğu Avrupa'da, ekonomik boyutta serbest piyasa ekonomisine ve siyasal boyutta çoğulcu demokrasiye geçiş sürecinin yarattığı ortamda, konumunu ve zamanlamasını bulan KEİ fikri, öncülüğünü Türkiye'nin yaptığı bir bölgesel ekonomik iş birliği girişimidir. Başlangıçta KEİ'nin amacının Karadeniz'e kıyısı olan ülkeler arasında aşamalı olarak bir "serbest ticaret bölgesi" kurulması olduğu belirtilmiş, ancak daha sonra yapılan toplantılarda bu girişimin "ekonomik iş birliği" çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir girişim olarak nitelendirilmiştir. KEİ'nin ilk kurucu üyeleri Karadeniz'e kıyısı olan Türkiye, eski Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan'dır. Sovyetler Birliği'nin dağılması üzerine, Bağımsız Devletler Topluluğu olarak Rusya, Ukrayna, Azerbaycan, Moldova, Gürcistan ve Ermenistan kurucu üye sıfatıyla katılmışlardır. Daha sonra Karadeniz'de kıyısı olmayan Yunanistan ve Arnavutluk kurucu üye olarak katılmıştır. KEİ ile ilgili ilk toplantı Türkiye'nin girişimi ile 19 Aralık 1990'da Ankara'da yapılmıştır. Türkiye, eski Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan'ın resmi delegelerinin yanı sıra, eski Sovyetler Birliği Heyeti içinde; Azerbaycan, Gürcistan, Moldova ve Ermenistan Cumhuriyetleri'nin Dışişleri Bakan Yardımcıları yer almıştır. Toplantıda taraflar, Türkiye tarafından hazırlanan ve önerilen iş birliğinin temel prensiplerini kapsayan taslak üzerinde çalışmışlar, sonuç bildirgesinde "Karadeniz Ekonomik İşbirliği" nin kurulmasında anlaşmaya vardıklarını resmen açıklamışlardır. 12-13 Mart 1991 tarihlerinde Bükreş'te, 23-24 Nisan 1991 tarihlerinde Sofya'da uzman düzeyinde toplantılar yapılmıştır. Bu toplantılarda KEİ'nin amaçları ve prensipleri üzerinde ortak bir anlaşmaya varılmıştır. 11-12 Temmuz 1991 tarihlerinde yapılan toplantıda, KEİ Anlaşması metni üzerindeki çalışmalar sonuçlandırılarak, imzaya hazır hale getirilmiştir. Moskova toplantısında taraflar, KEİ Anlaşması'nın yakın bir gelecekte Türkiye'de yapılacak bir toplantıda imzalanması konusunda anlaşmaya varmışlardır. 3 Şubat 1992 tarihinde Türkiye'de; Türkiye, Rusya Federasyonu, Romanya, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Moldova Bakan düzeyinde, Ukrayna ve Bulgaristan ise Dışişleri düzeyinde katılarak, KEİ ile ilgili temel belgeyi parafe etmişlerdir. KEİ Anlaşması, 25 Haziran 1992 tarihinde İstanbul'da düzenlenen Zirve Toplantısı'nda dokuz üye ülkenin yanı sıra, Yunanistan ile Arnavutluk'un da kurucu üye olarak katıldığı on bir ülkenin devlet veya hükümet başkanları tarafından imzalanarak, resmen işlerlik kazanmıştır. KEİ, bundan böyle hükümetler boyutunun yanı sıra, parlamenterler, özel sektörler, belediyeler ve hatta hükümetler dışı kuruluşlar boyutuyla; çalışma organları, usulleri ve yöntemleriyle; bankası, İstatistik Veri ve Ekonomik Bilgi Değişimi Koordinasyon Merkezi'yle somut projeleri sonuçlandırabilecek temel öğelere sahip olmuş bulunmaktadır. KEİ'nin uluslararası kimliği de giderek ağırlık kazanmıştır. Karadeniz Ekonomik İşbirliği'ni uluslararası bir örgüte dönüştüren KEİB Anlaşması, 5 Haziran 1998 tarihinde Yalta'da imzalanmıştır. KEİ, imzalanan anayasa ile bölgesel bir ekonomik teşkilata dönüşerek adı, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı olmuştur. Yasayla kurumsallaşma dönemini kapatan KEİ, bundan sonra da program ve proje uygulamasına geçecektir. KEİ'nin kuruluş aşamasındaki hazırlık çalışmalarında temel amaç olarak Katılan Devletler'in coğrafi yakınlıklarından ve ekonomilerinin birbirlerini tamamlayıcı özelliklerinden yararlanılarak ticari, ekonomik, bilimsel ve teknolojik iş birliğini geliştirmeleri ve Karadeniz Bölgesi'nin bir barış, iş birliği ve refah bölgesi haline gelmesi öngörülmektedir. Bu temel amaç doğrultusunda kısa dönemde bölge ülkeleriyle iş birliği için uygun ortam oluşturulması ve taraflar arasında mal ve hizmet ticaretinin arttırılması öngörülmüştür. Uzun dönemde ise amaç; bölge ülkeleri arasında ekonomik ilişkileri daha fazla geliştirebilmek için kişilerin, malların, sermayenin ve hizmetlerin serbest dolaşımını sağlamaktır. Bu amaçların gerçekleştirilmesi için uzun dönemde, aşamalı olarak Katılan Devletler arasında bir serbest ticaret bölgesinin kurulması amaçlanmıştır. Karadeniz Ekonomik İşbirliği'ne Katılan Devletler, gerekli hükümetler arası, parlamentolar arası, iş çevreleri arası ve finansal birimleri içine alan etkileyici bir organizasyon yapısı ortaya koymuştur. KEİ, bu yapı içinde, Katılan Devletler'in Karadeniz Ekonomik İşbirliği'ne ilişkin görüşlerini ve konumlarını koordine ve senkronize eden ve bürokratik olmayan, etkili bir araç halinde çalışacak tüm olanaklara sahip olmuştur. Hükümetlerarası birimler, Katılan Devletler'in Dışişleri Bakanları Toplantısı (DİBT)'nı, alfabetik sıraya göre seçilen ve altı ayda bir değişen Dönem Başkanı'nı, Üst Düzey Görevliler Toplantısı'nı, Çalışma Grupları'nı ve uzmanlardan oluşan geçici Özel Çalışma Grupları'nı içine almaktadır ve bu gruplar, Dışişleri Bakanları Toplantıları'nda oluşturulan ve KEİ faaliyetlerini ilgilendiren, somut konularda çalışmalar yürüten yan organlardır. Bilim ve Teknoloji Konusunda İşbirliği, Bankacılık ve Finans,İstatistik Veri ve Ekonomik Bilgi Değişimi, Ulaştırma, Ticaret ve Endüstriyel İşbirliği, İletişim, Çevre Koruma, Turizm alanında İşbirliği, Tarım ve Tarımsal Sanayi, Yasalara İlişkin Bilgi, Enerji DİBT tarafından alınan bir karar gereğince, merkezi İstanbul'da bulunan KEİ Uluslararası Daimi Sekreteryası kurulmuştur. Başlıca görevleri arasında, DİBT için gündem taslaklarının hazırlanması, Katlımcı Devletler tarafından verilen belgelerin dağıtımı, KEİ Toplantılarına idari destek sağlanması ve KEİ belgelerine ait arşiv hizmetlerinin yerine getirilmesi gibi konular bulunmaktadır. Parlamentolar arası birim 1993 yılında Arnavutluk, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Romanya, Rusya Federasyonu, Türkiye ve Ukrayna temsilcilerinin KEİ Parlamenter Asamblesi (KEİPA) kurulmasına karar vermesi üzerine faaliyete geçmiştir. 26 Şubat 1993 tarihlerinde İstanbul'da imzalanan bir deklarasyon ile KEİPA oluşturulmuştur. Amaçları şunlardır; Karadeniz Ekonomik İşbirliği Zirve Deklarasyonu amaçları doğrultusunda oluşturulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Konseyi (KEİK), KEİ'ye Katılan Devletler'in iş çevrelerini temsil etmektedir. 31 Ağustos 1992 tarihinde İstanbul'da yapılan toplantıda, KEİ Ülkeleri özel sektörleri arasında bir mekanizmanın merkezinin İstanbul'da olması kararlaştırılmıştır. KEİK, iş konseyi sistemi üzerinde, on bir taraf ülke arasında ticari ve sınai iş birliğini geliştirme amacına yönelik olarak çalışmaktadır. KEİ'nin finansal birimi, Karadeniz Ticaret ve Kalkınma Bankası'dır. KEİ Ticaret ve Kalkınma Bankası'nı kuran anlaşma, 30 Haziran 1994 tarihinde Tiflis'de yapılan KEİ Dışişleri Bakanları 4. Toplantısında Türkiye tarafından imzalanmış, 25 Temmuz 1996 tarihli 4150 sayılı kanun ile de Türkiye tarafından onaylanması uygun bulunarak kuruluş çalışmalarını tamamlamış ve Selanik şehrinde genel merkezini açımıştır. Banka, ortak bölgesel projeleri geliştiren finansmanı sağlayan ve gerçekleştiren ve Katılan Devletler'e gerekli parasal kaynakları sağlayan ana mekanizma fonksiyonunu yerine getirmektedir. Karadeniz Ticaret ve Kalkınma Bankası, KEİ örgütsel yapısı içinde önemli bir finansal destek oluşturmaktadır. Banka'nın üyeleri, KEİ ülkeleri temsilcileri ile uluslararası banka ve finansman kuruluşlarından oluşur. En yüksek karar alma organıdır. Altı ayda bir olmak üzere, yılda iki defa mutabakat sağlanan yerde toplanmaktadır. İlk iki dönem başkanlığını Türkiye yapmıştır. Daha sonraki başkanlıklar ise alfabe sırasına göre yapılmaktadır. Dışişleri Bakanları Konseyi, KEİ’nin işleyişi, alt organların kurulması çalışmalarının yönlendirilmesi ve kararların değerlendirilmesi, gözlemci statüsü tanınması ile ilgili kararların alınması, iç tüzüğün kabul ve değiştirilmesi konularında yetkilidir. Aksine karar alınmadıkça oturumları kapalıdır. Yüksek Yöneticiler Komitesi ve Merkezi İstanbul’da olan Uluslararası Daimi Sekreterya Dışişleri Bakanları Konseyi’ne bağlı alt organlardır. KEİ’nin Uluslararası Daimi Sekreteryasının, 10 Aralık 1992 tarihinde Antalya’da yapılan KEİ Dışişleri Bakanları Toplantısında kurulması kararlaştırılmıştır. Sekreterya 3 Mayıs 1993 tarihinde faaliyete başlamıştır. Sekreteryanın başında bir direktör bulunmaktadır ve bu direktör dönem başkanına karşı sorumludur. Dışişleri Bakanları Konseyine bağlı çalışma grupları oluşturulmuştur. Bu gruplar şunlardır: Çalışma grupları somut projeler üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir. Örneğin, Ulaşım ve İletişim Çalışma Grubu, Karadeniz Bölgesi Ulaşım Şebekesi Master Planının yapılarak Avrupa ve Asya Ulaşım Şebekelerine bağlantılarını tespit etmek ve KEİ üyesi ülkeler arasında iletişim bağlantıları kurmak amacına yönelik olarak faaliyet göstermektedir. 26 Şubat 1993 tarihinde Bulgaristan ve Yunanistan dışındaki KEİ üyesi ülkelerin katılımlarıyla kurulmuştur. 1995 yılında Yunanistan da KEİPA’ya tam üye olmuştur. KEİPA’nın amaçları, KEİ üyesi ülkelerin devlet ve hükümet başkanları zirvesinde ve Dışişleri Bakanları Konseyinde alınan kararların uygulanabilmesi için gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasını sağlamak, KEİ’nin ülkü ve hedeflerinin üye ülkelerin halkları tarafından benimsenmesi için çalışmalarda bulunmak, parlamenter demokrasinin gelişmesine katkıda bulunmak, uluslararası kuruluşlarla KEİ ülkeleri arasındaki iş birliğini geliştirmek şeklinde özetlenebilir. KEİPA’nın en yüksek karar alma organı Genel Kuruldur. Genel Kurul, üye ülkelerin nüfusları esas alınarak hesaplanan sandalye sayısına göre belirlenen 70 temsilciden oluşmaktadır. Türk grubu 9 üyeden oluşmaktadır. Başkanlık, bir yıllık dönemler itibarıyla, üye ülkelerin parlamento başkanlarınca rotasyon usulüne göre yürütülür. KEİPA’nın üye ülkelerin delegasyon başkanlarından oluşan bir de Daimi Komitesi vardır. Bu komite, Asamble kararlarının uygulamasını izler, komisyonların faaliyetlerinin eşgüdümünü sağlar, Asamble toplantılarının
gündemini, tarihini ve yerini belirler bütçeyi kabul edip, Genel Kurulun onayına sunar, fonları idare eder, diğer uluslararası kuruluşlarla iş birliği sağlar. KEİPA’nın üç tane ihtisas komisyonu bulunmaktadır. Bunlar; Ekonomi, Ticaret, Teknoloji ve Çevre Komisyonu, Hukuki ve Siyasi İşler Komisyonu, Kültür, Eğitim ve Sosyal İşler Komisyonudur. Bu komisyonlar ihtisas konularına göre alt komisyonlar kurma yetkisine sahiptir. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Zirve Deklarasyonu doğrultusunda oluşturulan KEİK, üye ülkelerin iş çevrelerini temsil etmektedir. 31 Ağustos 1992 tarihinde İstanbul’da yapılan toplantıda, KEİ ülkelerinin özel sektörlerini temsil eden bir mekanizmanın oluşturulması ve bu mekanizmanın merkezinin de İstanbul’da olması kararlaştırılmıştır. KEİK iş konseyi sistemi üzerinde, 11 taraf ülke arasında ticari ve sınai iş birliğini geliştirme amacına yönelik olarak çalışmaktadır. Bu yapılırken, bir yandan özel sektörün turizm, mali ve doğal kaynakları değerlendirilerek, imalat sanayi gibi alanlardaki yatırım projeleri bir araya getirilmekte ve bunların gerçekleştirilmesine katkı yapmak üzere finansman olanakları ilerlemektedir. Diğer yandan, bu projelerin başarı ile gerçekleştirilmesi için gerekli olan enerji, ulaşım, iletişim gibi altyapı alanlarındaki yatırımların yapılabilmesi için tüm üye ülkeler kamu kuruluşlarına yardımcı olunmaktadır. KEİK başkanlığını, KEİ dönem başkanlığını üstlenmiş olan ülkenin temsilcisi yürütür. Başkan, yönetim kurulu kararlarının uygulanmasını gözetir ve KEİ amaçlarına uygun olarak KEİK politikalarının eşgüdümünü sağlar. KEİK Yönetim Kurulu, üye ülkelerce atanan 11 temsilciden oluşur. Kurul ayda en az bir defa toplanır ve yeni üye kabulü, gözlemcilik statüsü tanınması, yeni alt organlar kurulması, iç tüzüğün kabulü ve değişimiyle ilgili konuları ele alır. Üye ülkeler arasında ticaret ve yatırım projelerine finansman sağlamak üzere kurulması öngörülen KTKB, bir dizi çalışma grubu toplantısından sonra ancak Haziran 1999’da resmen açılabilmiştir. Bankanın merkezi Selanik’tedir. Banka başkanının Türkiye’den, yardımcısının da Bulgaristan’dan olması kararlaştırılmıştır. 1,4 milyar dolar olan banka sermayesinin tamamı toplanmıştır. Sermaye katkı paylarında Türkiye, Yunanistan ve Rusya'nın %16,5, Bulgaristan, Romanya ve Ukrayna’nın %13,5 ve geriye kalan %10’luk hissenin de diğer ülkeler arasında paylaştırılması öngörülmüştür. Bölgedeki yatırım projelerinin hayata geçirilmesini sağlamak amacıyla, kuruluşunun ertesi yılından itibaren, Bankanın uluslararası bankalar ve kredi kuruluşlarıyla temasa geçmesi kararlaştırılmıştır. Banka kar amaçlı olmayıp, bölge ülkelerinin kalkınması yolunda ucuz kredi sağlanması amaçlanmaktadır. KEİ ülkelerinin varolan ekonomik potansiyelinin, şimdiye kadar yeterince değerlendirildiğini söylemek mümkün değildir. 327 milyonluk toplam nüfusa, zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarına sahip KEİ bölgesi, bir ekonomik entegrasyon için gerekli ekonomik şartları taşımaktadır. Ülkelerin GSYİH miktarlarının ve ticaret hacimlerinin düşük olduğu bir gerçektir. Ancak bir ekonomik iş birliğinden de beklenen, düşük olan bu miktarların yukarı çekilmesidir. KEİ, eski Yugoslavya'da kurulan devletlerin dışında kalan Balkanlardan, Kafkaslara kadar uzanan geniş bir ekonomik alanı kapsamaktadır. 19 milyon km²'lik bir alanı kaplayan KEİ havzasına hangi ölçekle bakılırsa bakılsın önemli bir pazar ve önemli bir ekonomik güç olduğu görülecektir. Geliştirilmeye uygun bir potansiyel büyüklüğe sahip olan KEİ pazarı, elverişli coğrafi konumu nedeniyle de Avrupa, Orta Asya ve Orta Doğu pazarlarına daha kolay entegre olabilecek niteliktedir. Böyle bir pazar dış yatırımlar için de çekici olabilecektir. Ayrıca Karadeniz'in kendisi, yeryüzündeki dördüncü büyük iç sudur. 75.000 işçiyi ve 60.000 ton üretimi olan balıkçılık sanayiini besleyebilmektedir. Buna ilaveten, ekonomik yönden deniz taşımacılığında önemli bir rolü olduğu gibi potansiyeli yüksek turizm olanakları da sunmaktadır. Karadeniz Ekonomik İşbirliği, dünyanın özellikle enerji alanında önemli üretici ülkeleri ile tüketici ülkelerini çatısı altında toplamaktadır. KEİ üyelerinin ekonomik gelişmişlik düzeyleri farklıdır. 1989 yılı öncesinde merkezi ekonomi ile yönetilen üye ülkeler, bugün bir ekonomik dönüşüm sürecinden geçmekte ve hızla serbest pazar ekonomisi koşullarına uyum sağlamaya çalışmaktadırlar. Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Körfez’i takiben, yeryüzündeki en geniş petrol yataklarına sahip bölgedir. Hazar havzasındaki 200 milyar varil düzeyinde petrol yatağının yanı sıra dünya doğal gaz rezervinin de yüzde 27’si bu bölgededir. KEİ’nin jeostratejik önemi, hem kapsadığı coğrafi alanda önemli miktarda petrol ve doğal gaz yataklarına sahip olmasından hem de Batı dünyasına yönelik enerji nakil yollarının, topraklarının üzerinden geçmesinden kaynaklanmaktadır. Bölge ülkelerinin toplam GSYİH'si 2000 yılı itibarıyla 658 milyar dolar civarındadır. 251 milyar dolarlık GSYİH ile Rusya Federasyonu ilk sırada yer almakta, onu 199 milyar dolar ile Türkiye ikinci sırada, 112 milyar dolar ile Yunanistan üçüncü sırada takip etmektedirler. Bölgenin dış ticaret hacminin oldukça düşük olduğu görülmektedir. KEİ’nin, düşük olan bu dış ticaret hacmini genişletmesi beklenmektedir. Bölgenin toplam dış ticaret hacmi 1998 yılı itibarıyla 309 milyar dolardır. Toplam ihracat 140 milyar dolar, ithalat ise 169 milyar dolardır. Bölgenin dış ticaret açığı yaklaşık 30 milyar dolardır. En fazla ticaret hacmine sahip ülkeler Rusya, Türkiye ve Yunanistan’dır. KEİ ülkelerine yönelik yabancı sermaye girişleri incelendiğinde de, bölgenin yabancı sermaye açısından önemli bir çekim alanı olmadığı görülmektedir. 2000 yılı itibarıyla bölgedeki en fazla yabancı sermaye girişi Rusya’ya yönelik olmuştur. 1998 yılında yaşadığı krizi atlatmaya başlayan Rusya’ya yabancı sermaye girişleri önemli artış göstermektedir. Rusya’yı sırasıyla Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan izlemektedir. Son yıllarda ekonomisinde önemli gelişmeler kaydeden ve AB’ye aday ülkeler arasında en göze çarpan ülkelerden biri olan Bulgaristan’a yabancı sermaye girişlerinde önceki yıllara göre önemli artış gözlenmiştir. Replantasyon Replantasyon Türk El Cerrahisi Derneği tarafından cerrahi olarak vücudun kopan bir parçasının işlevini yeniden kazandırmak amacıyla tüm yapılar ile beraber yeniden onarılması olarak tanımlanmaktadır. Bu kopan uzuvlar genellikle parmak, el, kol, bacak, saçlı deri, penis, kulak olmaktadır. Tarihteki ilk replantasyon 1962 yılında başasistan olan Dr. Ronald Malt tarafından 12 yaşındaki bir çocuğa Massachusetts General Hospital’da uygulanmıştır (Boston, Massachusetts, ABD). Humerus seviyesinden kopan kolu başarıyla yerine dikilmiştir. Büyütme araçları kullanılarak yapılan ilk replantasyon Zhong-Wei Chen liderliğindeki ekip tarafından 1963 yılında Şangay’da gerçekleştirilmiştir. Bir makinistin ön kol uç seviyesinden kopan eli başarıyla yerine dikilmiştir. O dönemde çinde mikro dikişler olmadığı için damarlar birleştiriciler ile onarılmıştır. Parmakta kısmi kopma sonrası ilk damar onarımı: Kleinert, ABD (1963) İlk parmak replantasyonu: Komatsu & Tamai, Japonya (1965) Parmak veya ekstremite replantasyonlarında başarı ölçüsü sadece kopan parçayı yaşatmaktan ibaret değildir. Replante edilen parçanın fonksiyonlarının bir protezden daha iyi olması, motor, duyu fonksiyonları ve eklem hareketlerinin en az %60-80’inin kazanılması durumunda başarıdan söz edilir. Sonucun iyi olması kopan uzvun tüm yapılarının, yani kemik, kas, tendon, damar ve sinir gibi oluşumlarının hepsini uygun şekilde karşı karşıya getirilmesine bağlıdır. Bu yüzden replantasyon cerrahisi için özel donanım, özel teknik, deneyimli ve sabırlı cerrah ve yardımcılar gereklidir. Bunun yanında çok iyi bir rehbilitasyon uygulaması gerekir. Bunlardan birinin eksik veya yetersiz olması, replantasyon sonrası başarıyı olumsuz yönde etkiler, hatta replantasyon yapılmasını imkânsız kılar. Her yaşta replantasyon yapılabilir. Ancak, küçük yaşlarda, özellikle parmak replantasyonlarında damar çaplarının küçüklüğü anastomoz zorluğu yaratır. Ameliyat sonrası anksiyeteye bağlı vazospazm ve rehabilitasyon çocuklarda sorun olabilir. Üst yaş sınırını belirlemek zordur. Hastanın fizyolojik durumu, başka hastalıklarının varlığı, genel aktivite seviyesi iyi değerlendirilmelidir. Yaşlı kişilerde replantasyon sonuçları çok iyi değildir. Temiz ve giyotin kesisi şeklindeki kopmalarda replantasyon başarısı yüksektir. Minimal lokal ezilmeli ve minimal distal ve proksimal yaralanması olan kopmalarda, ezilmiş ve hasarlı bölgenin temizlenmesi sonrası kısalık oluşturularak başarılı sonuçlar alınabilir. Çekme kuvveti sonucu oluşan avulsiyon tipi kopmalarda yaralanan doku seviyeleri farklı olabileceğinden çok iyi değerlendirme sonucu replantasyon yapılmalıdır. Özellikle oluşan atardamar eksikliğini kapatmak için araya toplardamar yamaları kullanmak gerekebilir. Kopan parçada ilave yaralanmalar olması replantasyon başarısını azaltır hatta imkânsız hale getirebilir. Geniş doku ezilmesi olan ve kirli kontamine kopmalarda replantasyon yapılmamalıdır. Çünkü, hem damar hasarından dolayı beslenmeyi sağlamak zordur, hem de enfeksiyon riski fazladır. Genç ve sağlıklı insanlarda eğer yaralanma temiz ve giyotin kesisi şeklinde ise humerus, dirsek veya önkol proksimalinden olan kopmalarda replantasyon başarılı sonuç verebilir. Sinir iyileşmesinin yavaş olması, kas atrofisi, eklem sertliği gelişmesi gibi nedenlerle omuza yakın replantasyonlarda sonuç el fonksiyonları yönünden iyi değildir. Özellikle yaşlılarda bu seviyede yapılan replantasyon sonuçları daha kötüdür. Bilek ve alt seviyeden olan replantasyonlarda motor ve duyu geri dönüşü iyidir. Başparmak amputasyonu hangi seviyeden olursa olsun replante edilmelidir. Fakat tek parmak amputasyonu kesin replantasyon endikasyonu taşımaz. Eğer çok sayıda parmak amputasyonu varsa en az iki parmak işaret ve yüzük parmak fonksiyonu görecek şekilde replantasyon yapılırsa başparmak ile tutma ve yakalama gör
evi sağlanmış olur. İki taraflı amputasyonlarda replantasyon her iki tarafa da yapılmalıdır. Eğer bir taraf replantasyon için uygun değilse karşı tarafta uygun olan kompmuş parçalar diğer taraftaki uyan güdüğe replante edilebilir. İskelet kasları 6 saatlik kansızlıktan sonra normal ısıda nekroze olmaya başlar. Kopan parça +4 dereceye yakın soğutulursa bu değişiklikler geciktirilip iskemi zamanı uzatılabilir. Fakat adaleler için üst sınır tam olarak bilinmemektedir. Bilek seviyesi üzerinde olan kopmalarda 6-8 saatten önce kanlanma sağlanamayacaksa replantasyon yapılmamalıdır. Eğer yapılır ise replante edilen parçanın kaslarının sebep olduğu hiperkalemi, asidozis, myoglobulinüri, aritmi, böbrek hasarı ve metabolik asidoz yapabilir sonuçta hastanın hayatı riske girebilir. Ayrıca enfeksiyon riski artar ve uzuv yaşarsa ilerde fonksiyonu kötü olur. Adale taşımayan parmak kopmalarında sıcak iskemi zamanı 8 saat olup parmak +4 derecede saklanırsa bu süre 30 saate kadar çıkabilir. Kaza nedeniyle hayatı tehdit eden kafa, göğüs veya karın travması olan hastalarda uzun süre anestezi verilemeyeceği ve kan kaybı nedeniyle replantasyon yapılmayabilir. Romatoid artrit, diyabet, SLE, kalp krizi, kronik kalp, akciğer ve böbrek hastalıkları, kanser hastalığı olan hastalarda anestezi riski ve damar sorunu nedeniyle; psikiatrik hastalarda ise rehabilitasyon güçlüğü nedeniyle replantasyon yapılmaması daha uygundur. Replantasyonda başarı faktörlerinden biri de hasta ve kopan parçanın replantasyon merkezine en kısa ve en uygun şekilde gönderilmesidir. Uygun olmayan bir taşıma replante edilebilecek özellikte bir kopmayı replante edilemez hale getirebilir. Kaza geçiren ve bir uzvu kopan hastanın öncelikle genel durumu değerlendirilmeli, kanama kontrol altına alınmalıdır. Kanamayı kontrol için genellikle basınçlı sargılar yeterli olur. Damarlar klempe edilmemeli veya bağlanmamalıdır. Çünkü bu şekilde oluşan damar hasarı tekniği zorlaştırır. Basınçlı sargı ile kanama kontrol altına alınamıyorsa geçici turnike kullanılabilir. Kopan uzvun tüm parçaları korunmalıdır. Doku temizliği gerektirecek şekilde kirlenme varsa, kopan parça nazikçe temizlenmeli ve bulaşan artıklardan kurtarılmalıdır. Doku temizliğinde tentürdiyot, zefiran, oksijenli su gibi antiseptikler asla kullanılmamalıdır. Daha sonra kopan parça serum fizyolojik veya ringer laktat ile nemlendirilmiş bir beze sarılarak sağlam bir naylon torbaya konup torbanın ağzı bağlanmalıdır. Torbanın içerisine alkol veya formaldehit gibi sıvılar kesinlikle konulmamalıdır. Replantasyon merkezi yaralanma yerine yakın değilse, iskemi zamanını uzatmak için kopan parçayı +8 veya +4 dereceye soğutarak göndermek gerekir. Bu durumda bir buzlu su (1/3 oranında su, 2/3 oranında buz) torbası hazırlanır. Daha önce hazırlanan kopan parça torbası ile bu iki torba bir arada bir kap içerisine konarak gönderilir. Parça buz kalıbı üzerine konulmamalıdır, çünkü donma sonucu replantasyon şansı kalmaz. Bu nedenle buzlu su hazırlanırken buz kalıp halinde değil küçük parçalar halinde torbaya konulmalı, buzlu su torbasının her tarafı aynı soğuklukta olmalıdır. Erken doğum Erken doğum, son âdet tarihinden itibaren 37 hafta, yani yaklaşık 9 aylık süreden önce gerçekleşen doğumlardır. Bu süreden önce gerçekleşen doğumlar Prematüre Doğum ve bu şekilde doğan bebekler, "prematüre bebek" olarak nitelendirilirler. Bu bebeklerin genelde doğum tartıları 2,5 kg'dan azdır. Tüm gebeliklerin yaklaşık %8'i erken doğumla neticelenir, ikiz gebeliklerde bu oran daha yüksektir. Anne kilosunun ve yaşının ideal aralıkta tutulması, çalış şartlarının uygun olması, iki gebelik arası geçen sürenin 1 yıl üzerinde olması, sigara ve diğer kötü alışkanlıklardan uzaklaşılması ve olası erken doğum eyleminin; bel-kasık ağrısı, vajinal akıntı miktarında artış, su gelmesi, vajinal kanama gibi öncü belirtilerinin hasta tarafından erken fark edilmesi ve doktora başvurulması erken doğumu engellemede önemli ölçüde rol oynar. Şeyhmurat, Yüreğir Şıhmurat, Adana ilinin Yüreğir ilçesine bağlı bir mahalledir. Mahallenin adı hakkında bir rivayete göre Murat Dede olarak bilinen önemli bir zatın burada ikamet etmiş olmasından dolayı buraya Şeyhmurat mahallesi denilmiştir. Adana iline 18 km, Yüreğir ilçesine 18 km uzaklıktadır.Karataş denizine uzklığı yaklaşık 25 km dir. Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Nem oranı %85lere kadar yükselmektedir. Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Mahallede, kullanımda olan bir ilköğretim okulu vardır. Mahallenin hem içme suyu şebekesi hem kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup, mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Kanaltürk Kanaltürk, Türkçe içerikli yayın yapmış özel bir televizyon kanalı. 10 Haziran 2004 tarihi Perşembe günü gazeteci Tuncay Özkan tarafından kurulmuştur. Bir dönem sadece İstanbul'da, VHF bandı üzerinden yayın yapmış televizyon kanalı, Tuncay Özkan'ın kanalı satın almasıyla daha önce Doğan Yayın Grubu'nun Mecidiyeköy'de bulunduğu binaya yerleşmesi ve programlı yayına geçmesi ile beraber daha etkili bir kanal haline gelmiştir. 2007 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür. 12 Mayıs 2008 tarihi itibarıyla Koza Grubu tarafından satın alınmıştır. Mart 2014 yılında ulusal yayın hakkı iptal edilmiştir. 26 Ekim 2015 tarihinde Ankara 5. SULH Ceza Hakimliği kararı ile yönetimine kayyum ataması yapılmıştır. 28 Ekim 2015 tarihinde Türksat üzerindeki muhalif yayınları durdurulmuştur. 16 Kasım 2015 tarihinde Türksat uydusundan kararla çıkarılmıştır. Eutelsat 10A uydusuna gelmiştir. İpek Medya Grubu'nun faaliyetlere son vermesinden dolayı kanal 29 Şubat 2016 akşamı bütün medya grubu kuruluşlarıyla birlikte kapatılmıştır. Müdürü de; "Kanaltürk Ana Haber"'i sırasıyla hafta içleri; hafta sonları ise; çalışmıştır. Eurotürk, 19 Ocak 2005 tarihinde Avrupa'daki Türkler'e yönelik yayın yapmak amacıyla kurulmuş Türk TV kanalıdır. Tuncay Özkan tarafından Kanaltürk ile beraber kurmuştur. Fakat Tuncay Özkan sahibi olduğu Kanaltürk'ün Koza Grubu'na satılmasıyla sonra 26 Mayıs 2008 tarihinde kapanmıştır.Frekansını Kanal Biz'e devretmiştir. İliç İliç, Erzincan'a bağlı olan 8 ilçeden biridir. İlçe tulum peyniri ile ünlüdür. Tarım ve küçükbaş hayvancılık genel olarak ilçenin ekonomisini oluşturur. Arıcılık da kısmen yapılmaktadır. İlçenin en önemli tarihi eseri "saatli çeşme" olarak bilinen büyük çeşmedir. İliç 1938 yılından önce şimdiki Kuruçay Köyü olarak bilinen kasabaya bağlı bir köy idi. Fakat 1938 yılında demiryolunun İliç'ten geçmesiyle ilçe merkezi İliç'e alınmıştır. İlk yerleşim yeri şimdi Karataş Mahallesi olarak bilinen ilçenin üst kısımlarıydı. Daha sonra ilçe, Karasu ırmağı'na doğru genişlemiştir. Kanarya Adaları Kanarya Adaları, Fas'ın batısında İspanya'ya bağlı, Atlas Okyanusu'nda yer alan takımadalar. Kanarya Adaları yerel idare bakımından 2 Ağustos 1982'de yürürlüğe giren bir kanunla Kanarya Adaları Özerk Topluluğu" olarak kabul edilmişlerdir. Kanarya Adaları Tenerife, Fuerteventura, Gran Canaria, Lanzarote, La Palma, La Gomera ve El Hierro olmak üzere başlıca 7 ada ile birkaç küçük adacıktan oluşur. Afrika kıtasının 100 km batısında yer alırlar. Kanarya Adaları yönetim bakımından İspanya'ya bağlı olmakla beraber coğrafi bakımda Kanarya Adaları'nın Afrika kıtasının bir parçası olduğu kabul edilmektedir. Kanarya Adaları Özerk Topluluğu'nun başkentliğini adalardaki iki önemli kent ortaklaşa olarak paylaşmaktadırlar: Santa Cruz de Tenerife'da "Parlamento de Canarias (Kanarya Adaları Parlamentosu)" ve Las Palmas de Gran Canaria'da "Delegación del Gobierno" (Ana hükümet ve idare daire merkezleri) bulunur. Bu yerel yönetimin alt-kati olarak Kanarya Adaları iki ile bölünmüştür: batıda bulunan Santa Cruz de Tenerife kenti merkezli Santa Cruz de Tenerife ili ve doğuda bulunan Las Palmas de Gran Canaria kenti merkezli Las Palmas ili Kanarya Adaları eski çağ'da Hesperides ve Roma döneminde Fortunatae adlarıyla anılmışlardır. Adalar 1402'de Jean de Bethencourt tarafından fethedildi. Portekizliler ile İspanyollar arasındaki çekişmelere konu olan adalar 1479'da kesin olarak Alcacova Antlaşması'yla İspanyollara geçti. Buna karşı ayaklanan adanın yerli halkı Guancheler İspanyollarca katledildi. 1902'de Afrika uluslarının desteğinde İspanyollara karşı başlayan ayaklanma da kanlı bir biçimde bastırıldı. 1978'de bağımsızlıkçı hareketler yeniden boy gösterdi. Yüzey biçimleri oldukça dağlık, sarp yalıyarlarla (falez) çevrili bu volkanik adaların en yüksek noktası 3.718 m ile Tenerife Adası'nda Teide Tepesi'dir. Kanarya Adaları'nın iklimi elverişli ve düzenlidir. Okyanusta yer alması sebebiyle sıcaklık farkları azdır. Kanarya adalarında yazları kurak yarı tropikal (astropikal) iklim egemendir. Bitki örtüsü katlara ayrılır; kıyıda kurakçıl bitkiler(agave ve sütleğenler)yüksek kesimlerde ise çorak bozkıra dönüşen makiler hakimdir. Kanarya Adaları'nı oluşturan adalar, merkez yerleşkeleri, yüzölçümleri ve (2010 tahminleri itibarıyla nüfusları şu tablodan izlenebilir: Kanarya Adaları, yönetim bakımından iki il arasında paylaşılır. Bu iller şunlardır: Adalarda tütün, domates, muz, portakal tarımının yanı sıra turizm en büyük gelir kaynağıdır. Önceleri önemli bir deniz iskelesi olan sonralarıysa hava ulaşım durağı olan adalara özellikle Kuzey-Batı Avrupa'dan çok sayıda turist gelir. Bu durumda turizm, ada halkının tarımdan turzimdeki hizmet sektörlerine kaymasına sebep olmuştur. Nüfusun çoğunluğu Katolik'tir, göç neticesinde takımadaya gelen Müslümanlar ve Hindular da vardır. Diğer dinler Protestanlık, Afrika kökenli Amerikalı dinleri, Çin dinleri, Budizm, Yahudilik ve Bahailik'tir. Bir neo-pagan yerel putperest din, Guançe Halk Kilisesi de bulunmaktadır. Kanarya Adaları İslam Federasyonu bu takımadadadır. Bununla birlikte Kanarya Adaları, Pedro de Betancur (Guatemala'da misyoner) ve José de Anchieta (Brezilya'da misyoner) gibi iki Katol
ik azizin doğum yeri olmuştur. Kanarya Adaları ana dini festivali Candelaria Bazilikası hac olduğunu, bu festivalde, hacılar Kanarya Adaları koruyucusudur ziyaret etmek için bu kutsal şehre gelir. Okçular, Pervari Okçular, Siirt'in Pervari ilçesine bağlı bir köydür. Köy içinden Dicle Nehri'nin kollarından Zarova çayı akmaktadır. Köy 65 hane olup yaklaşık 850 nüfusa sahiptir. Etrafında Herekul ve Berçaçi dağları bulunur. Köy halkı genellikle hayvancılık ve arıcılık işleri ile uğraşır. Çevre köyleri çatışma ortamından dolayı köylerini terkedip Adana ve Mersin gibi şehirlere göç etmiştir. Mehmet Terzi Mehmet Terzi, (5 Mayıs 1955, Bilecik) Millî atlet. Maraton dalında Türk atletizminin en önemli isimlerinden birisidir. Kros yarışlarında sivrildi, 1978'den itibaren maraton da koşmaya başladı. 1979'dan 1985'e dek kesintisiz İstanbul ve Türkiye şampiyonu olan ve Büyük Atatürk Yarışlarında birinciliklere ambargo koyan Fenerbahçe'de yıldızlaştı ve önemli uluslararası başarılara imza attı. 1980 yılında İzmir'de düzenlenen 1. İslam Oyunları'nda Maratonda altın, 10.000 metrede ise gümüş madalya kazandı. 1981 yılında Berlin yarı maratonunda Mehmet Yurdadön ile birlikte birinci oldu. 1983 yılında 2.12.54 derecesi ile Frankfurt Maratonu ikincisi oldu. Aynı yıl kariyerinin ilk Balkan şampionluğuna da İzmir'de ulaştı. 1983 yılında Kazablanka'da düzenlenen Akdeniz Oyunlarında altın madalya kazandı. 1984 yılında ise Atina'da düzenlenen Balkan Şampiyonası'nda son güne kadar hiçbir dalda madalyaya ulaşamayan Türk millî takımına maratonda bir sene önceki gibi altın madalya kazandırması önemli bir teselli oldu. Bu başarıları ile Terzi, TRT tarafından "Yılın sporcusu" ödülüyle mükafatlandırıldı. Aynı yıl ABD'nin Los Angeles kentinde düzenlenen 1984 Yaz Olimpiyatları'na katıldı ve 16. oldu. 1985 yılında 2.12.50 derecesi ile Avrasya Maratonu'nda ve 1.03.51 derecesi ile Trier Yarı-Maratonu'nda altın madalyaya ulaştı. Aynı yıl iddialı bir kadro kuran Şişecam Paşabahçe'ye Mehmet Yurdadön ile birlikte, transfer oldu. Bu takımın krosta 1986-88 yılları arasında üç yıl üst üste Türkiye şampiyonu olmasında ve 1987 yılında Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'nda üçüncülüğe ulaşmasında büyük pay sahibi oldu. 1987 yılında başarılarını millî forma altında da sürdüren Terzi, 2.10.25 derecesi ile Londra Maratonu yedincisi ve 2.13.09 derecesi ile San Francisco Maratonu birincisi oldu. Terzi'nin Londra' daki 10 Mayıs 1987 tarihli derecesi ile kırdığı Türkiye rekoru halen egale edilememiştir. 1986 ve 1988 yıllarında Ljubljana ve Ankara'da tertiplenen Balkan şampiyonalarında maratonda altın madalyaya ulaşan Terzi, 1990 yılında atletizm kariyerini noktaladı. Terzi, 28 Aralık 2004'te kazandığı Türkiye Atletizm Federasyonu başkanlığını üst üste üçüncü dönemde de sürdürmektedir. Anathema (müzik grubu) Anathema, İngiltere'nin Liverpool şehrinde kurulmuş rock grubudur. Grup üyeleri; gitar ve vokal olarak, Vicent Cavanagh ile Daniel Cavanagh bas gitarda Jamie Cavanagh, bateride John Douglas, geri vokalde Lee Douglas, klavyeci olarak Daniel Cardoso yer alır. Grup, 1990 senesinde Pagan Angel ismiyle Jamie Cavanagh, Vincent Cavanagh, Daniel Cavanagh ve Darren White tarafından Doom Metal olarak kuruldu. O dönem grubun tek vokali Darren White'dı. Bir sonraki yıl Jamie Cavanagh ile yollar ayrıldı. Onun yerine baterist olarak Duncan Patterson getirildi. 1992 senesinde ilk EP albümü The Crestfallen yayınlandı. Bir sene sonra da ilk albüm Serenades yayınlandı. Vincent, grup vokalisti olarak The Silent Enigma(1995) ve Eternity(1996) albümlerinde gotik metal tarzına yönelmeye karar verdi. 1997 senesinde gruptan ayrılan John Douglas yerine Shaun Steels geçti ve sonraki yıl Alternative 4 albümü yayınladı. Aynı yıl Duncan Patterson ve Shaun Steels ayrıldı. John Douglas tekrar gruba katıldı. Ayrıca Dave Pybus ile My Dying Bride grubunun klavyecisi ve vokalisti Martin Powell gruba dahil oldular. Bu kadroyla sadece Judgement (1999) albümünü yayınladır. Aynı yıl, Martin Powell ile ayrılıp yerine Cradle Of Filth’in klavyecisi Les Smith dahil edildi. Ayrıca John Douglas’in kız kardeşi Lee Douglas vokal olarak gruba katıldı. Altıncı stüdyo albümü A Fine Day To Exit’de (2001) müzik tarzı alternatif rock’a dönüştü. Albümün yayınlanmasından kısa bir süre sonra Dave Pybus, gruptan ayrıldığını ve grubun ana bateristi Jamie Cavanagh’in tekrar gruba dahil olduğunu duyuldu. Böylece üç kardeş 1991 senesinden itibarıyla ilk kez bir araya gelmiş oldu. 10 sene boyunca yeni üye almayan grup, Progresif Rock’a yakın tarzda olan A Natural Disaster (2003) ve We’re Here Because We’re Here (2010) albümlerini aynı kadroyla çıkardılar. Les Smith 2011 senesinde gruptan ayrıldı. 2012 senesinde 1 yıldır grubun klavyecisi olan Daniel Cardoso grubun tam üyesi oldu. Grubun onuncu albümü Distant Satellites Kscope tarafından Haziran 2014’de piyasaya sürüldü. A Natural Disaster A Natural Disaster, Kasım 2003'te yayınlanan Anathema albümü. Artık grupta basçı olarak (yeniden) Cavanagh kardeşlerin üçüncüsü Jamie Cavanagh vardı. Grup Haziran 2004'te Rock İstanbul kapsamında üçüncü kez Türkiye'de bulundu. Bu albümde beklendiği gibi Anathema'nın diğer albümlerine göre çok daha hafif melodilerden oluşan yapıtlar yer aldı. Sevilen albümü The Silent Enigma'yı yaparken hissettiklerinden çok uzakta olduklarını gösterdiler. Anathema bu albümde trans müziğin sinyallerini vermiştir. Resonance 2 Resonance 2 İngiliz rock grubu Anathema'nın 2002'de çıkarmış olduğu derleme albümdür. 2001'de piyasaya sürülen Resonance albümünün devamı niteliğindedir. A Fine Day to Exit A Fine Day to Exit, Anathema albümü. 25 Şubat 2002 tarihinde Nations/Koch Records CDMFN260 tarafından piyasaya sürülmüştür. 9 şarkılık bu albüm Anathema grubunun onikinci albümleridir. Toplam dinleme süresi 62 dakika 27 saniyedir. Judgement Anathema'nın basçısı Duncan Patterson olmadan yaptığı ilk albüm. Aynı zamanda Anathema'nın yaptığı en karanlık albüm olarak da bilinir. Alternative 4 Alternative 4, Anathema'nın 1998'de çıkan albümü. Grubun en önemli eserlerinden birisidir. Bu albümle birlikte brütal vokal bırakılmıştır. The Silent Enigma Anathema grubunun 1995 yılında çıkardıkları albümün adıdır. Grubun popülaritesini önemli derecede artıran albüm aynı zamanda Anathema'nın en sert melodileri taşıyan albümüdür. Albümden sadece "The Silent Enigma" adlı şarkıya klip çekilmiştir. Pentecost III Pentecost III Britanyalı doom metal grubu Anathema'nın EP albümü. 1994 yılında kayıt edilmiş ancak Peaceville Records ve Music For Nations firmalarının birleşmesi nedeniyle 1995'de piyasaya sürülmüştür. Bu arada Darren White gruptan uzaklaştırılmıştır. Pentecost III, 2001 yılında The Crestfallen albümü ile birlikte tek CD olarak yeniden piyasaya sürülmüştür. Serenades Serenades, Anathema'nın bir albümüdür. Peaceville Records aracılığıyla Şubat 1993'te yayınlanmıştır. The Crestfallen E.P The Crestfallen, Anathema'nın 1992 yılında çıkardığı bir albümdür. Aksaray Üniversitesi Aksaray Üniversitesi, Türkiye Bakanlar Kurulu tarafından, 2006 yılı içinde kurulması kabul edilen bir devlet üniversitesidir. 17 Mart 2006 tarihli 261111 sayılı Resmi Gazete de yayınlanan 5467 sayılı kanunla Niğde Üniversitesi' ne bağlı iken adı ve bağlantısı değiştirilerek, fakülte ve yüksekokullar kendi bünyesinde oluşturulan Aksaray Üniversitesi Rektörlüğe bağlanmıştır. Rektör Prof. Dr. Yusuf Şahin'dir. Aksaray Üniversitesi'nde 11 Fakülte, 4 Yüksekokul, 7 Meslek Yüksekokulunda ön lisans ve lisans düzeyinde eğitim yapılmaktadır. Lisansüstü eğitim üniversiteye bağlı Fen ve Sosyal Bilimler enstitüleri bünyesinde sürdürülmektedir. Üniversitede spor salonu Rıza Kayaalp spor salonu olup , yarı olimpik yüzme havuzu ve atletizm stadyumu mevcuttur. Son 6 yıl içinde (2011-2017) öğrenci sayısı 8 bin 200'den 21 bine, fakülte sayısı 4'ten 11'a, Yüksekokul sayısı 3'ten 4'e, Meslek Yüksekokulu sayısı 5'ten 7'ye, Araştırma Merkezi sayısı 6'dan 11'e, Akademik Personel sayısı 480'den 760'ye, Yüksek Lisans ve Doktora programlarının sayısı 6'dan 53'e yükseldi. Üniversitede tam donanımlı 26 adet laboratuvar bulunmaktadır. Uluslararası öğrenci sayısı 700'e, ülke çeşitliliği ise 30'a yükselmiştir. 2013 URAP verilerine göre, 2000 yılından sonra kurulan devlet üniversiteleri arasında birinci sırada yer almaktadır. Kafkasya Üniversiteler Birliği'nin üyesidir. Kaşıkçı Elması Kaşıkçı Elması, Topkapı Sarayı Müzesi'nde sergilenen 86 karat ağırlığında bir elmastır. Çevresi çift sıra olacak şekilde 49 tane elmas ile süslenmiş olan elmas, dünyada en çok bilinen elmaslar arasındadır. Elmasın, Osmanlı hazinesine ne zaman, nasıl girdiği ve elmasa neden "Kaşıkçı Elması" dendiği hakkında kesin bir bilgi yoktur. Adının, kesiminin oval olması ve dolayısıyla kaşığa benzemesinden geldiği düşünülmektedir. Elmasın Osmanlı hazinesine gelişi hakkında birkaç hikâye mevcuttur. Elmasın bulunmasıyla ilgili bir diğer öykü ise elması, 17. yüzyılın sonlarında İstanbul'da bir kâğıt toplayıcının çöplükte bulduğudur. Elmasın adını, aynı zamanda kaşıkçı olan bu kişiden aldığı söylenmektedir. Öyküye göre bu kaşıkçı, bulduğu taşı bir kuyumcuya değerinin çok altında satar. Kuyumcu, taşın çok değerli olduğunu anlayınca bir arkadaşına gösterir. Kuyumcu ile taşı gören arkadaşı arasında bir kavga çıkınca olay Kuyumcubaşı tarafından duyulur. Kuyumcubaşı, kavga eden kuyumculara bir kese altın vererek taşı onlardan alır. Bu olayların Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa ve IV. Mehmed tarafından duyulmasının ardından taş alınır. Böyece devlet hazinesine giren taş, işlenir ve ortaya 86 karat ağırlığında bir mücevher çıkar. Elmasın Osmanlı hazinesine girmesi ile ilgili en çok bilinen öykü elmasın Napolyon'un annesinden satın alındığıdır. Öyküye göre 1774 yılında Pigot adlı bir Fransız subayı, bu elması Hindistan'dan satın alarak ülkesine götürür. Bir süre sonra elması, Napolyon'un annesi satın alır. Uzun bir süre Napolyon'un annesinde kalan elmas, Napolyon'un sürgüne
gönderilmesinden sonra Annesi tarafından satılığa çıkarılır. Elması, o sırada Fransa'da bulunan Tepedelenli Ali Paşa'nın bir adamı satın alır ve elması Paşa'ya getirir. Tepedelenli Ali Paşa, II. Mahmut zamanında devlete karşı ayaklandığı gerekçesiyle öldürülür. Tepedelenli Ali Paşa'nın mal varlığına el koyulur. Böylelikle "Kaşıkçı Elması" hazineye girer. Elmas, 86 karat veya 17,2 gramdır. Dünyadaki diğer elmaslara kıyasla çok büyük bir elmas olmamasına karşı tanınan bir elmasdır. Çevresinde çift sıra 49 tane küçük elmas bulunmaktadır. Altın sarısı rengindedir. Platonik aşk Platonik aşk, sekülerlikten çıkarak tinsele dönüşen aşk anlamına gelir. Ünlü düşünür Platon'un adından gelir. Günlük Türkçede, "karşılığı sorgulanmayan aşk" anlamında kullanılır. Aslına göre gerçek sevgidir. Fiziksel doyum için değil, yani ilişkide olunan kişiyle gezmek, dolaşmak, öpüşmek vb. yapılabilir ama bu sayılanların yanında seks şart değildir, olsa bile ejekülasyon olmaması bir şarttır. Çünkü buradaki şart "doğal aşk" diyebileceğimiz, seks sonunda doğal kurgu olan ejekülasyonun reddi, doğal ya da Tanrısal kurguya direnmedir. Kişinin kendisinin kendi olduğu için ona aşık olma durumudur... Tasavvufta buna "müşahhas"tan "mücerret"e ulaşma denirki, divan şiirlerinde çokça işlenen bir konudur. Platonik aşk, bilinenin aksine, karşılıksız, imkansız aşk gibi anlamlara gelmemektedir. Platonik aşk, Platon'un "Devlet" adlı eserinden türemiş bir deyimdir. Devlet adlı eserinde Platon, olamayacak kadar ideal bir devleti tarif etmektedir. Devlet sadece ve sadece vatandaşlarının çıkarları için var olmalıdır. Hatta o kadar ileriye gider ki, devleti yönetenlerin filozof olması gerektiğini bile söyler. Gerçekleşmesi mümkün olmayan, ama gerçekleşse ne kadar da güzel olur denilen arzulara tercüman olan bir deyim olan "Platonik" deyimini oluşturmuştur. "Platonik aşk" demekle, üremeye yönlendiren, üreme kurgulu "doğal-tanrısal" aşk değil, aslında ideal aşk ifade edilmektedir. Romatoloji Romatoloji, özellikle kas iskelet sistemini tutan hastalıkları inceleyen bir bilim dalıdır. Ancak romatizmal hastalıklar yalnızca kas iskelet sistemi ile sınırlı kalmaz. Vücudumuzdaki diğer organlar ve sistemler de zaman zaman etkilenebilmektedir. Bu yönüyle multisistemik hastalıklar grubuyla ilgilenmektedir. MS. birinci yüzyılda “Rheuma” kelimesi yangılı akıcı bir sıvıyı tanımlamak için kullanılmıştır. Romatizma veya romatik bozukluklar kalp, kemik, eklem, böbrek, deri ve akciğer gibi organları etkileyen bazı tıbbi sorunlar için kullanılan belirli olmayan çok genel bir terimdir. Aslında terim bugün tıbbi ve teknik literatürdeki yerini kaybetmiş olsa da günlük yaşamda hâlâ sık sık kullanılır. Romatoloji artrit ve vaskülit sendromları kapsar. Artrit (kemik) eklemlerini etkileyen durumlara verilen genel addır. Vaskülit ise kan damarlarının duvarında oluşan enflamasyonla karakterize hastalıklar grubuna verilen isimdir. Büyük Damarları Tutanlar: Orta Çaplı Damarları Tutanlar: Küçük Çaplı Damarları Tutanlar Diğer vaskülitle seyreden patolojiler Romatizmal hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaç grupları genel olarak şunlardır: Romatoloji Uzmanı DR. Selda Öktem'in sitesinden bilgi alınmıştır. Rashard Griffith Rashard Griffith, ABD'li basketbolcu. Pivot olarak oynamaktadır. Uzun yıllar Bursa'da TOFAŞ Kulübü'nde oynamıştır. Efsanevi 1990'lı yılların sonundaki Avrupa'da final oynayan takımın David Rivers ve Mehmet Okur ile birlikte en önemli oyuncularından biridir Kızılötesi fotoğraf Işınlar, ışığa duyarlı bir yüzeye kaydedilebilir. Kızılötesi ("Infrared") ışınlara duyarlı filmlere Kızılötesi film, bu filmlerle yapılan fotoğraflara da kızılötesi fotoğraf denir. Işık uzayda çok hızlı hareket eden Elektromanyetik dalgadır. Bu elektromanyetik dalganın boyu 6000 km ile 0,0005 nm arasında değişebilmektedir. Işığın tamamının gözümüz tarafından algılanması mümkün değildir. Işığın gözümüzün algılayabildiği (gördüğü) bölümüne görünür ışık bölgesi ("visible light") denir. Bu bölge, 400 nm ile 700 nm dalga boyu ile sınırlıdır. Gün ışığı beyaz renkte bir ışıktır. Homojen bir yapıda değildir. Farklı dalga boyundaki ışıklar bir araya gelerek gün ışığını meydana getirir. Eğer gün ışığı bir prizmadan geçirilecek olursak gün ışığını oluşturan ve her biri farklı dalga boyundaki ışıklara ve renklere ayrılır. Bu her bir fark dalga boyundaki ışıklar bizim renk diye adlandırdığımız, kavramı meydana getirirler. Bu renkli ışık demetleri tekrar birleştirilirse beyaz gün ışığı meydana gelir. Beyaz ışığın, kendisi oluşturan farklı dalga boyundaki renkli ışıklarına ayrılmasına ışık tayfı, renk tayfı denir. Işık tayfı incelendiği zaman; Mor'dan kırmızı'ya doğru çeşitli renkler oluşur. Bu renkler alt alta sıralanırsa Beyaz ışık şu renklerin birleşiminden oluşur. Sıralama en büyük dalga boyundan küçüğe doğrudur. Gün ışığının bileşiminde en küçük dalga boyuna sahip olan ışıma 400 nm ile mordur. 400 nm den daha küçük dalga boyuna sahip ışımaya morötesi (UV) adı verilir. UV ile gün ışığı arasından sınır tam olarak 400 nm değildir. 350 nm ye kadar olan UV ışımalar göz ile de görülebilir. Kesin bir sınır yoktur. Bundan dolayı Fotoğrafi de UV ışımalar olumsuz etkileri engellemek için UV filtreler kullanılır. En büyük dalga boyu ise 700 nm ile kırmızıdır. 700 nm den daha büyük dalga boyuna sahip olan ışımalara' da IR infrared yani kızılötesi adı verilir. 700 nm - 1350 nm arasındaki bölgeye' de infrared bölgesi denir. IR Işınlarının film düzlemindeki odak noktası, görünür ışığınkine oranla daha gerisine düşer. IR filmlerle çalışırken, netsizlik oluşur. Bunu gidermek için net alan derinliği skalasının üzerinde ya kırmızı bir nokta, veya R harfi ile simgelenmiş net düzeltme noktası vardır. Netlik yapıldıktan sonra bulunan netlik noktası. R veya kırmızı nokta ile simgelenmiş net düzeltme noktasına kaydırılır. Kısık diyafram ile çalışmak da bir çözüm olmakla beraber, en doğru yöntem net düzeltmesinin yapılmasıdır. Özellikle geniş açı ile çalışırken kısık diafram yerine net düzeltmesi tercih edilmelidir. IR film de en fazla keskinliği 5, 6 ve 8 f değerleri verir. IR film, Infrared ışığa özel bir duyarlılığı olmasına rağmen, temelde klasik siyah beyaz filimler gibi pankromatik bir filimdir. Gün ışığı ve UV' ye de duyarlıdır. IR' ye özel filtreler kullanılmaz ise IR film' de elde edilecek görüntülerin diğer (klasik siyah beyaz film) filmlerle elde edilen görüntüler' den farkı yoktur. Özel IR etkilerine sahip görüntüler elde edilmek istenirse film üzerine düşecek olan görünür bölge ışınlarının (Gün ışığı) ve UV ışınlarının bir filtre yardımıyla film üzerine düşmesi engellenmelidir. Kısacası IR filmin yalnız IR' yi geçirebilen özel filtrelerle elde edilen IR ışınlarıyla pozlanması gerekmektedir. Pek çok fitre kullanılmakla beraber IR etkilerini kademeli olarak verebilen 25A, 29, 70 kodlu (Kodak filtre sistemine göre) koyu kırmızı filtreler ve (Bu filtreler koyuluk derecelerine göre kademeli olarak IR ışınlarını geçirirler) Yalnız IR ışınlarının geçmesine izin veren, opak görünüşlü, koyu kırmızı filtrelere göre daha koyu olan, kodak filtre sistemine göre 87, 87C, 88A, 89B kodlarıyla bilinen filtreler kullanılmaktadır. Kullanım kolaylığı açısından bu filtrelerin içinden 25A koyu kırmızı filtreyi önerebiliriz. Diğer filtrelere oranla (87, 87C, 88A, 89B) daha pratik kullanımı ucuz ve kolay bulunabilirliği yönünden daha avantajlıdır. IR etkilerinde çok fazla kayıp olmaksızın verebilmektedir. 87, 87C, 88A, 89B, filtreleri 25A koyu kırmızı filtrelere göre çok pahalı (30 $) ve kullanım olarak çok pratik değildir. Opak görünüşlü ve çok koyu olmalarından dolayı netlemede problem yaratmakta ve filtre faktörleri çok fazla olduğu için (8x ve 20x civarında,) Enstantane değerleri çok düşmektedir. Fotoğraf makinelerinin ışık ölçüm sistemleri gün ışığına göre ayarlanmıştır. Gün ışığının haricinde bir miktar infrared ölçebilmektedir. Ama IR' ye duyarlılıkları düşüktür. Güvenilir değerler vermezler. Bu yüzden filmi üreten firma tam anlamıyla bir ASA değeri verememektedir. Başlangıçta kullanılıp test edilip, kullanıcının kendi ASA değerini bulabilmesine olanak veren basamak bir ASA değeri prospektüslerde vardır. Denenmiş ve iyi sonuç verebilen bir asa değeri vermek mümkündür. Makinenizin ASA ayar düğmesini 200 ASA değerine getirip eksi 1 ve eksi 2 değerlerinde çekim yapın. Firmanın önerdiği geliştirici ile filminizi yıkayıp sonuçlarını değerlendirip kendi değerlerinizi bulabilirsiniz. Buna rağmen alacağınız sonuçlar iyi olmayabilir. (İnfrared'in gün ışığı içindeki oranı günün değişik saatlerini ve hava koşullarına bağlı olarak değişebilmektedir. Bulutlu havalarda infrared bulutlardan geçebilmektedir. Bu sebepten dolayı gökyüzünün fazla olduğu karelerde patlamalar olur.) Bunun önüne geçmek için bulduğunuz standart ASA değerinde çekim yaparken, ölçülen değerin alt ve üst ölçüm değerlerini de çekmenizi tavsiye ederiz. Filmlerin makinaya takılması pozlanmış filmin makineden çıkarılması ve geliştirilmesi (banyo işlemi) tamamen karanlık bir ortam' da yapılmalıdır. IR filmlerin (Konica ve ilford SFX hariç) Antihalo tabakası yoktur. Bu özelliğinden dolayı film oldukça ince' dir. Koruyucu kadife ve film makarasının kenarından sızan ışıklar filimin sislenmesine sebep olmaktadır. Bütün pankromatik filmler gibi geliştirme işlemi için film spirale karanlıkta sarılmalıdır. Geliştirme işleminin yapılacağı tanklar çelik olmalıdır. Çelik tanklar IR yi sızdırmamaktadır. Plastik ve bakalit tankların IR yi sızdırabildiği söylenmektedir. Plastik veya bakalit tanklarla çalışılacaksa test edilmelidir. Eğer test etmeyi göze almazsanız daha basit ve pratik bir yol ise, plastik ve bakalit tankların dışı parlak yüzeyi dışa gelecek biçimde Alüminyum Folyo ile kaplayarak IR geçirmez hale getirebilirsiniz. Özel bir geliştirici gerekmektedir. ID II, D 76 ile 20 derecede 11 dakika normal kontrastlı sonuçlar vermektedir. Microdol X ile sulandırılmamış ile 20 derecede 13 dakika yumuşak kontrast ve ince grenli sonuçlar elde edilir. Da
ha kontraslı sonuçlar elde etmek içinse film sulandırılmamış Hc110, D 19 banyoları ile 20 derecede 6 dakika geliştirilmelidir. Geliştirmenin diğer aşamalarının klasik SB filmlerin farkı yoktur. Arzu edilirse stop banyosu kullanılır. Fix aşaması SB filmler gibidir. alınır Pratikte pek çok kullanım alanı vardır. Yalnız fotoğraf amaçlı kullanımı diğer kullanım amaçlarına göre çok küçük bir bölümü tutar. Esas kullanım askeri ve bilimsel alanlardadır. Bunların dışında : Bazı yılan türleri burun yakınında kızılötesi ışınlara hassas hücrelerle kaplı çukurları iptidai birer göz gibi kullanarak karanlıkta veya kör olsa bile avının vücudunun sıcak bölgelerine neredeyse bir metre uzaktan odaklanıp, ısırarak tutunabilir (piton), veya zehirini zerkedebilir (çıngıraklı yılan). Ayrıca Bkz.İngilizce vikipedide "yılanların kızılötesi duyguları". Kızılötesi ısıl algılayıcıları bulunan başka organizmalar arasında pitonlar (Pythonidae familyası)), boaların bazıları (Boidae familyası)), vampir yarasalar ("Desmodus rotundus"), bazı böcekler ("Melanophila acuminata") , koyu renk pigmentli kelebekler ("Pachliopta aristolochiae" ve "Troides rhadamantus plateni") ve büyük ihtimalle kan emici böcekler ("Triatoma infestans") bulunmaktadır. Eğridere, Bulgaristan Eğridere (, trl: Ardino, 1934 yılına kadar Eğri dere / Егри дере, daha önce Hacı köy / Хаджи кьой), Bulgaristan'da Kırcaali iline bağlı, Türklerin yoğun olarak yerleşik olduğu bir şehirdir. Osmanli devrinde Edirne Vilayeti'nin Gümülcine Sancağı'na bağlı bir kâza idi. Ardino şehri Doğu Rodop Dağları'nın batısında, Kırcaali 'nin güneybatısında bulunur. Başkent Sofya'ya uzaklığı 300 km'dir. 341.45 km² bir alanda yerleşik olan şehrin nüfusu belediyeye bağlı 53 ayrı yerleşim biriminde 12550 kişi olup merkezde ise 3902 kişidir. Ardino şehri eskiden köyün içinden geçmekte olan dereden dolayı Eğridere olarak bilinirdi. 1934 yılında Eğridere adı Ardino olarak değiştirildi, 1960 yılında da kasaba olarak ilan edildi. Kasaba bugün kültür yönetim ve tarım merkezidir. Kuzeyinde, doğusunda ve güneyinde Çernooçene, Kırcaali ve Cebel kasabaları ile batısında da Nedelino, Madan ve Smolyan bölgesinden Banyalar ile komşudur. Kasabanın sınırları içinden Arda nehrinin orta kolu akmaktadır bu kol Kırcaali Barajı'nda son bulur. Ardino sınırları içinde birçok tarihi yer ve anıt yer almaktadır. Orta çağda kullanılmakta olan antik yol nehir boyundan geçmekte ve ksantiyski (elece) geçidi vasıtası ile Trakya'nın iç kısımlarını Bahr-i Sefid ("Ak Deniz", bugünkü Ege Denizi)'e bağlamaktaydı. 15. yüzyıl başlarında yapılmış olan ve Arda'nın azgın sularına karşı bugüne kadar dayanabilen Şeytan Köprüsü şehre 15 km mesafede bulunur. Taştan yapılmış olan Köprü'nün uzunluğu 56 m genişliği 3,5 m'dir, yüksekliği orta noktasında 12 metreye kadar ulaşır. Şehre 2 km mesafede Orlovi Skali (kartal kayalıkları)bulunur. Bu kayalıklarda 32-45-50 ölçülerinde 8–12 cm derinliğinde oyulmuş 97 adet delik bulunur. Bu deliklerin içine ölülerle bir bağlantısı olduğu sanılan çömlekler koyulduğu varsayılır. Başevo köyüne 3 km mesafede çok dik bir yamaca yapılmış olan Krivus kalesi bulunur üç tarafı Arda nehri ile çevrili güney tarafında da Tsitadela Şatosu bulunur, şatonun su ihtiyacı bir yeraltı tüneli vasıtası ile nehirden karşılanmaktaymış. Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre; Gümülcine sancağına bağlı olan Eğridere kazası içinde, 69 köy, 6186 ev, 42 cami, 127 mescit, 117 okul ve 6 medrese, 1024 çeşme vardır. Kaza merkezinde hükumet konağı, jandarma koğuşu, han, hamam, eczane, fırın ve belediye evleri vardır. Ardino yöresi doğal tarihsel ve diğer zenginlikleri ile tatil ve turizm aktiviteleri için çok geniş bir seçenek yelpazesi sağlamaktadır. Şehre 7 km mesafede bir tatil ve turizm tesisi olan "Beli Brezi" yer almaktadır. Kendine özgü bir ağaç türüne sahip olan tesis 3680 dönüm arazi üzerine kuruludur. Temiz havası Akciğer rahatsızlıkları ve Alerjik hastalıkların tedavisi için bir nimettir. Sağlık bakanlığı tarafından "Milli öneme sahip tesis" olarak adlandırılmıştır. Turistik önem teşkil eden diğer objeler Rodop dağlarının en yüksek tepesi olan Aladağ, Arda nehri sahilleri, Kırcaali barajı, Şeytan köprüsü, Stoyan köprüsü ve Momini gırdi (hanım göğsü) Tepesi'dir. Çok güzel bir iklime sahip olan bölgenin bitki örtüsü de çeşitlilik göstermektedir, bölgede birçok ağaç türü bulunmaktadır. Bölge avlanmak isteyen, balık tutmak isteyen ve gezmek isteyenler için küçük bir cennet köşesidir.Bölge özellikle domuz,tilki ve kurt gibi değerli av hayvanları ile dikkat çekmektedir. Alakasız konuları alaylı bir dille ifade etmek için kullanılan meşhur 'Eğridere'nin topalını Bağdat'ta görmüşler' deyiminde bahsi geçen şehirdir. Ayrıca Türkiye'nin Bursa vilayetinde faaliyette bulunan "Eğridere Kültür ve Dayanışma Derneği" ismi altında bir dernekleri bulunmaktadır. Yazar Sabahattin Ali’nin doğduğu ve babası Yüzbaşı Ali Selahattin'in 1912 yılına kadar görev yaptığı kenttir. 31 Mart 2007 tarihinde Sabahattin Ali’nin 100. doğum yılı Eğriderede bir toplantıyla kutlandı. Türkiye'de gelir uzmanı Gelir uzmanı, Türkiye, Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı'na bağlı vergi daireleri başkanlıklarında çalışan A kadro kariyer meslek uzmanıdır. Asli görev yerleri vergi daireleri olmakla birlikte, vergi dairesi başkanlıklarının diğer tüm birimlerinde de çalışırlar. Ayrıca Gelir İdaresi Başkanlığı'nın merkez teşkilatı ve Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı'nın çeşitli birimlerinde de görev almaktadırlar. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu 36. Madde 11/A bendine göre kariyerli, liyakatli ve özel yarışma sınavına tabi üst düzey meslektir. 213 sayılı Vergi Usül Kanunu na göre yoklama, tespit ve denetim yetkileri bulunmaktadır. Devlet gelirlerinin vergi, harç vb. %90 nını oluşturduğu sistemde tüm gelirlerin Gelir Uzmanları aracılığı ile elde edildiği görülmektedir. Hazineye ve vergi uygulamaları açısından ağır ceza mahkemelerine karşı sorumluluğu bulunmaktadır. Tüm kariyer mesleklerin arasında devletin rücu hakkına muhatap tek unvandır. Fazlaca mevzuata tabi çalışmaktadır. Her gün yenilenen tebliğ, sirküler, genelge , özelge ve tüm vergi kanunlarının yanında, parayla ilgili olan diğer kurumların da mevzuatına hakim olmalıdır. Karacaören, Güdül Karacaören, Ankara ilinin Güdül ilçesine bağlı bir mahalledir. Mahallenin ilk adı "Karacaviran" iken daha sonra "Karacaören" olarak değiştirilmiştir. Ankara il merkezine 101 km, Güdül ilçe merkezine 11 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, Karasal iklimin etki alanı içerisindedir. Mahallenin ekonomisi tarım, hayvancılık ve üzüm yetiştiriciliği olsa da artık günümüzde bu işler azalmıştır. Emekli insan sayısı çoğalmıştır. Köy yazlık konumuna gelmiştir. Genellikle insanları İstanbul'da ticaretle uğraştığından yazları mahallesi tercih eder olmuşlardır. Yani köy bir üretim yeri olmaktan ziyade yazın gelenlerin tatilini geçirdiği dinlendiği bir tüketim yeri halini almıştır. Mahallenin içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi vardır. Sağlık evi vardır. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Mahallede ilköğretim okulu, özellikle birisi çift minareli, oldukça geniş ve güzel iki Cami vardır. Son yıllarda bahçe içinde müstakil oldukça bakımlı evler çoğalmıştır. Çift ve tek sayılar Parite, matematikte herhangi bir tamsayının çift ya da tek olması durumudur. Çift sayılar, 2 ile kalansız bölünebilen (2'nin tam katı olan) sayılardır. Tek sayılar ise 2 ile kalansız bölünemeyen (2'nin tam katı olmayan) sayılardır. Örneğin onluk sistemde 4 ve 8 rakamlarının her ikisi de çift olduğu için "aynı pariteye sahip" kabul edilirler. Çift sayı temelli olan herhangi bir sayı sisteminde yazılan bir sayının ilk (birler) basamağının çift ya da tek oluşuna göre o sayı da çift ya da tek olur: Aşağıda sıralanmış kurallar, bölünebilirlik özellikleri ve 2'nin asal sayı oluşu gerçeği üzerinden gidilerek doğrulanabilir. İki tam sayının birbirine bölünmesinin sonucu her zaman tam sayı olmayabilir. Parite yalnızca tam sayılar için geçerli olduğundan sonucu tam sayı olmayan bir bölümün çift ya da tek sayı olmasından bahsedilemez: "Bölümü tamsayı olan" (kalansız bölünen) bölme işlemleri için şu kurallar geçerlidir: Denklik, bir tam sayının çift ya da tek oluşudur: bir sayının çift ya da tek olduğunu söylemek, o sayının denkliğini belirtmek demektir. Cebel Cebel (, trl: "Đebel"), Bulgaristan'ın güneyinde, Kırcaali ilinde bulunan, bir şehir ve ilce merkezidir. Türk göçünün en çok olduğu kasabalardan biridir. İlk ayaklanmalar bu kasabada başlamıştır. Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre; Gümülcine sancağına bağlı, Şehir, Çelgene, Mestanlı, Kepirli ve Çokal adlı 5 nahiye, 137 köy ve 4750 evde tümü İslam olan 26451 nüfus vardır. Kazada 39 cami, 5 medrese ve bu medreselerde 310 öğrenci, 151 mescit, 142 okul, hükumet konağı, jandarma koğuşu ve 25 çeşmesi vardır. Üzüm, tütün ve mısır başlıca tarım ürünleridir. Mestanlı, Bulgaristan Mestanlı (, trl: "Momčilgrad" trk: "Momçilgrad"), Bulgaristan'da Kırcaali ilinde, 2005 nüfusu 17.000 olan, Türklerin yoğun olarak yerleşik olduğu bir şehirdir. Belediye başkanı Akif Akif'tir. Osmanlı döneminde 1450-1500 yılları arasında bölgeye Anadolu'dan Karaman Oğulları beyliğine bağlı oymaklar yerleştirilmiştir. Bölge halkına Bulgarlar Konyarlar denmektedir. Aynı hitap Yunanlar tarafından da kullanılmaktadır. Bölge coğrafi olarak Batı Trakya'nın bir parçası olarak bilinir. Mestanlı halkının %95'i Müslüman olan Türklerle meskundur: aralarında Alevi-Bektaşi inancına sahip köyler de mevcuttur. Başlıca geçim kaynağı tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre; Gümücine sancağına bağlı Sultanyeri kazası olarak geçer. 4 nahiye ve 123 köyde 7242 ev ve kadın erkek 36084 nüfusu vardır. Hükumet konağı, hapishane, telgrafhane, jandarma koğuşu, 1 cami, 121 mescit, 125
çeşme, 123 okul, 2 çanak-çömlek ocağı ve okullarda toplam 3000 öğrenci vardır. Kazanın merkezi belediye dairesinin bulunduğu Koşukonak köyüdür. Tütün ekilir ve bolivianit (antimuvan) madeni vardır.  Mestanlı'ya bağlı köyler şunlardır: Türkçe adları değiştirilmiş olup köylerin bilinen adları aşağıya sıralanmıştır. Karagözler Oya Baydar Oya Bardar (1940, İstanbul), Türk yazar, sosyolog. Uzun zaman sosyalist siyasetin içerisinde yer almıştır. T24 internet gazetesinde yazarlık yapmaktadır. Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'nde okudu. Lise öğrencisi iken Fransız yazar Françoise Sagan’dan etkilenerek ilk romanını yayımladı. Lise son sınıfta iken yazdığı "Allah Çocukları Unuttu" adlı gençlik romanını hem Hürriyet gazetesinde tefrika oldu hem de kitap olarak yayımlandı. Bu roman yüzünden neredeyse okuldan atılıyordu. Lise yıllarında yazdığı ilk romanlarından sonra yazmaya ara verdi, uzun zaman siyasetle uğraştı, olgunluk çağında yeniden edebiyata döndü. 1964'te İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü bitirdi ve bu bölüme asistan olarak girdi. "Türkiye’de İşçi Sınıfı’nın Doğuşu ve Yapısı" konulu doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler olayı protesto için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay ilk üniversite işgali eylemi oldu. Baydar, daha sonra Ankara Hacettepe Üniversitesi'nde asistanlık yaptı. 1971'deki 12 Mart Darbesi sırasında, Türkiye İşçi Partisi ve Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) üyesi olarak, sosyalist kimliği nedeniyle tutuklandı ve üniversiteden ayrıldı. 1972-1974 arasında Yeni Ortam, 1976-1979 arasında Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu. Sosyalist yazar, araştırmacı ve eylem kadını olarak tanındı. Yine 12 Eylül Darbesi sırasında yurtdışına çıktı ve 12 yıl boyunca Almanya'da sürgünde kaldı. Burada, sosyalist sistemin çöküş sürecini yakından yaşadı. Bu süreci 1991’de yayımladığı "Elveda Alyoşa" adlı öykü kitabında anlattı. 1992’de Türkiye’ye döndü. Tarih Vakfı ve Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan İstanbul Ansiklopedisi'nde redaktör ve Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi'nde genel yayın yönetmeni olarak çalıştı. Türkiye’ye döndükten sonra ardı ardına yayınladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı ve sevilen bir yazar oldu. Roman Öykü Diğer eserleri Haskovo Hasköy (, trl: "Haskovo"), Bulgaristan'ın, Türkiye ile Yunanistan sınırına yakın, 96 000 nüfuslu bir kenttir. Yukarı Meriç vadisi boyunca uzanmaktadır. 2001 Bulgaristan nüfus sayımında Hasköy ili geneli için 277.500 nüfus rakamı verilmiştir. Bulgaristan verilerine göre mensup olunan etnik grup ve anadil için beyana dayalı veriler 224.500 Bulgar, 31.250 Türk, 17.000 Çingene şeklindedir. Dini aidiyet konusunda 230.000 kişi Hıristiyan, 34.000 kişi Müslüman olduklarını belirtmişler, 12.000 kişi bu konuda bildirimde bulunmamıştır. Hak ve Özgürlükler Hareketi'nin (HÖH) Hasköy ilinden iki milletvekili bulunmaktadır; (Ramazan Atalay ve Hristo Biserov) 1395 yılında inşa edilmiş bulunan ve hafif eğri minaresiyle dikkati çeken Hasköy Eski Camii Bulgaristan'ın en eski camisidir. Tütün tarımı bölgesinin merkezinde yer aldığından Bulgaristan'ın en büyük sigara fabrikaları Hasköy eyaletindedir. Ayrıca Avrupa-Türkiye karayolu hattı üzerinde bulunmasından dolayı işlek bir merkezdir. Son yıllarda açılan lokantalar, oteller, kafeler sayesinde bir Batı Avrupa kenti görünümündedir. Hasköy’ün kardeş belediyesi Edirne Belediye Başkanlığı, 1997 yılından bu yana 'kardeş şehir' olan Bulgaristan’ın Hasköy Belediye Meclisi'nin 'Ermeni soykırımı' iddialarını kabul edip kentte bir parka 'Ermeniler' adını vermesi üzerine, bu kentle ilişkileri dondurma kararı aldı. Mavrakastoron "Kara kale" anlamına gelir. Şimdiki Şebinkarahisar bölgesine kurulmuş olan Nicopolis, M.S. 395 tarihinde Roma İmparatorluğu nun ikiye ayrılması ile Bizans İmparatorluğu na katılmış ve yörenin Bizans hakimiyetine girmesinden sonra Nicopolis olan adı "Mavrakastoron"a dönüştürülmüştür. Eller Eller (, trl: "Stambolovo"), Bulgaristan'ın Hasköy iline bağlı, nüfusu 780 olan, etnik yapısı Türk ağırlıklı ve karışık bir şehirdir. Küçük bir yerleşim merkezi olmakla birlikte aynı adı taşıyan Stambolovo ilçesinin (obştina) merkezidir. Eller ilçesi toplam nüfusu 13.700 kişidir. Belediye başkanı Yakup Yakup'tur. Stambolovo bölgesi şifalı suları ile ünlüdür. Köy ile kasaba arasındaki caddeyi tamamlayan bir de göle sahiptir.Geçim kaynağı tütün ve sebze tarımı olmakla birlikte,oldukça fazla üzüm bağına da sahiptir.Civarda aynı zamanda bir bira fabrikası bulunmaktadır. Yanbolu, Bulgaristan Yanbolu (Bulgarca: Ямбол trl: "Jambol", trk: "Yambol"; Osmanlı Türkçesi: يانبولى "Yanbolu") Bulgaristan'ın, Tunca vadisi boyunca uzanan ve Türkiye sınırında Edirne ili ile komşu bir eyaleti olan Yambol ilinin merkezi olan şehirdir. 2005 nüfusu 86.000 kişidir. 2001 Bulgaristan Nüfus Sayımı'nda Yanbolu ilinin nüfusu 156.000 kişidir. Kalan nüfus Bulgardır. Yanbolu merkezinin 15. yüzyıldan kalma camisi ve bedesteni ünlüdür. Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü 1992'de yaşamını yitiren Cevdet Kudret anısına 1993 yılından beri her yıl eşi ve kızı tarafından İstanbul Kitap Fuarı sırasında verilen edebiyat armağanı. 1995'ten beri dönüşümlü olarak yazarın ürün verdiği beş ayrı daldan (roman, öykü, şiir, deneme-inceleme-araştırma ve tiyatro dalları) birinde ödül verilir. 1. Cevdet Kudret’in anısını yaşatmak ve Türk edebiyatında onun ürün verdiği dallardaki çalışmaları değerlendirmek amacıyla ailesinin girişimi üzerine Cevdet Kudret Edebiyat Ödülleri konmuştur. 2. Ödüller ‘Şiir’, ‘Roman’, ‘Öykü’, ‘Deneme-İnceleme-Araştırma’ ve ‘Tiyatro’ olmak üzere beş dalda dönüşümlü olarak verilir. 3. Ödül, birinci yıl (1993’de) ‘Şiir’, ertesi yıl ‘Roman’, üçüncü yıl ‘Öykü’, dördüncü yıl ‘Deneme-İnceleme-Araştırma’, beşinci yıl ‘Tiyatro’ dalında verilir. Sonraki yıllarda aynı sıraya göre sürdürülür. 4. Ödüle katılacak yazarlar kitaplarının 6 nüshasını ve yazılı adaylık başvurularını ‘Cevdet Kudret Edebiyat Ödülleri, Amiral Fahri Engin Sok., Vaizoğlu Apt., No: 8/5, Rumelihisarı, İstanbul’ adresine en geç 1 Eylül tarihine kadar elden ya da posta ile ulaştırırlar. Yayınevleri ve edebiyatla ilgili kuruluşlar da aynı yöntemle aday gösterebilirler. 5. Ödül’e katılmamış ya da aday gösterilmemiş kitaplar da Seçici Kurul üyelerinden birinin önerisi üzerine değerlendirmeye alınabilirler. 6. Ödül’e bir önceki yılın Eylül ayı ile ödül verilecek yılın Eylül ayına kadar yayımlanmış kitaplar aday olabilir. (Örneğin: 2010 yılı ödülüne 1 Eylül 2009 – 31 Ağustos 2010 tarihleri arasında yayımlanmış kitaplar aday olabilmektedir.) ‘Tiyatro’ dalında ise son beş yıl içinde yazılmış ve sahnelenmemiş oyunlar aday olabilir. Radyo oyunları, çocuk ve gençlik oyunları Ödül’e katılamazlar. 7. Seçici Kurul Ekim ayı başında toplanarak hangi esere ödül vereceğini görüşür ve oy çokluğuyla karar verir. Toplantıya bizzat katılmak zorunludur. Önemli bir gerekçeye dayanarak toplantıya katılamayan üye, oyunu yazılı olarak gönderir. 8.Seçiciler Kurulu tarafından zorunlu görülür ve oy çokluğu sağlanırsa ödül ikiye bölünebilir. Seçici Kurul ödül verilmemesi yolunda karar alabilir. 9. Ödül’ü kazanan yazara, Ekim/Kasım ayı içinde gerçekleşen TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda, düzenlenen bir törenle Ödül belgesi ve Ödül plaketi verilir. ŞİİR 1993, 1998, 2003, 2008: Ataol Behramoğlu, Adnan Binyazar, Cevat Çapan, Alpay Kabacalı, Hilmi Yavuz. ROMAN 1994: Tarık Dursun K., Semih Gümüş, Nezihe Meriç, Taner Timur, Mina Urgan. 1999: Feridun Andaç, Semih Gümüş, Nezihe Meriç, Fethi Naci. 2004: Feridun Andaç, Semih Gümüş, Nezihe Meriç, Ahmet Oktay, Jale Parla. 2009: Handan İnci, Yıldız Ecevit, Semih Gümüş, Oya Baydar, Hasan Ali Toptaş. ÖYKÜ 1995: Feride Çiçekoğlu, Konur Ertop, Selim İleri, Osman Şahin, Tomris Uyar. 2000: Feride Çiçekoğlu, Nursel Duruel, Konur Ertop, Selim İleri, Osman Şahin. 2005: Sadık Aslankara, Nursel Duruel, Konur Ertop, Feyza Hepçilingirler, Osman Şahin. 2010: Sadık Aslankara, Nursel Duruel, Konur Ertop, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Osman Şahin. DENEME-İNCELEME-ARAŞTIRMA 1996: Doğan Hızlan, Fahir İz, Uğur Kökden, Afşar Timuçin, Tahsin Yücel. 2001: Doğan Hızlan, Sami Karaören, Uğur Kökden, Emin Özdemir, Afşar Timuçin. 2006: Füsun Akatlı, Oruç Aruoba, Ahmet Cemâl, Doğan Hızlan, Emin Özdemir. TİYATRO 1997: Füsun Akatlı, Güngör Dilmen, Zehra İpşiroğlu, Seçkin Selvi, Dikmen Gürün Uçarer, Engin Uludağ. 2002: Füsun Akatlı, Güngör Dilmen, Seçkin Selvi, Dikmen Gürün Uçarer, Engin Uludağ. 2007: Metin Balay, Yılmaz Öğüt, Seçkin Selvi, Dikmen Gürün, Engin Uludağ. 2017: Seçkin Selvi, Dikmen Gürün, Merih Tangün, Kerem Karaboğa, Yiğit Sertdemir. Arsenal FC Arsenal Football Club (Arsenal Futbol Kulübü) (kısaca "Arsenal", "The Arsenal", "The Gunners", "The Red Army" olarak da bilinir), Londra'nın kuzeyinde yer alan Islington ilçesinin Holloway semtinde 1886 yılında kurulmuş profesyonel futbol kulübüdür. Kulübün renkleri, geleneksel olarak kırmızı ve beyaz olup, tarihi süreç boyunca değişmeden günümüze kadar geldi. Buna karşılık kulübün yeri, birkaç kez değişmiştir. Londra'nın güneydoğusunda Woolwich semtinde kurulan kulüp, 1913'te şehrin kuzeyine, Highbury semtine taşındı. Son olarak 2006'da da Holloway semtindeki Emirates Stadyumu'na taşındı. İngiltere Premier League'inde yer alan Arsenal, 13 İngiltere şampiyonluğu ve 12 FA Cup şampiyonluğu ile İngiltere'nin en başarılı kulüplerinden biridir. Kırmızı-beyazlı kulüp, İngiltere'de "en uzun süre lider kalan takım" ve "nâmağlup şampiyon" unvanlarını da elinde bulundurmaktadır. Arsenal, oldukça kalabalık bir taraftar kitlesine sahiptir. Arsenal'in geleneksel rakibi bir diğer Londra kulübü olan Tottenham Hotspur'dur. İki takım arasında oynanan karşılaşmalara ""kuzey Londra derbisi"" adı verilmiştir. Arsenal, ayrıca İngiltere'nin en zengin kulüplerinden birisidir. (2008 bütçesi 600 milyon sterlindir.) Arsenal Bayan Futbol Takımı da, hâlen İngiltere'n
in en başarılı bayan futbol ekibidir. Sözlük anlamı "cephanelik" olan Arsenal, 1886 yılında "Dial Square" adıyla, Woolwich semtindeki Royal Arsenal'de, cephane işçileri tarafından kuruldu. Daha sonra adı "Royal Arsenal" olarak değiştirildi. 1891 yılında, adlarını tekrar değiştirerek Woolwich Arsenal yaptılar ve profesyonel oldular. Woolwich Arsenal, 1893 yılında dünyanın ilk futbol ligi olan English Football League'e katılmaya başladı. 1893'te İkinci Lig'de başlayan takım, 1904'te Birinci Lig'e yükselmeyi başardı. Taraftar kitlesinin Londra içinde veya Londra dışına taşınmasına bağlı olarak kulübün taraftar sayısı azaldı ve kulüp maddî sıkıntıya girdi. 1910 yılında iflasın eşiğine gelindi ve sonrasında kulüp, iş adamı Henry Norris tarafından satın alındı. Norris, kulüp için yeni bir yer aramaya başladı. 1913'te sıkıntılardan dolayı ikinci lige düşen Arsenal, Highbury semtinde yapılan Arsenal Stadyumu'na taşındı. Bu olayı izleyen yıllarda, takımın adı da ""Arsenal"" olarak değiştirildi. 1919 sezonunu ancak beşinci olarak tamamlayan Arsenal, ezeli rakibi Tottenham Hotspur'un yanına, birinci lige dönmeyi başardı. 1925 yılında, Herbert Chapman Arsenal'in teknik direktörü oldu. Chapman, 1923-1924 ve 1924-1925 mevsimlerinde Huddersfield Town ile şampiyonluklar elde etmiş bir çalıştırıcıydı. Arsenal'daki ilk sezonunda da büyük başarılara imza attı. Antrenman usullerinde ve oyun düzeninde devrim niteliğinde değişikler yapan Herbert Chapman, bu süreçte takıma iki yıldızı, Alex James ve Cliff Bastin'i kazandırdı. Bu ikili, Arsenal'in 1930'larda İngiliz futbolunu domine etmesinde başrolü oynamışlardır. Kulüp, Chapman'ın idaresinde tarihindeki ilk büyük başarıları elde etti. 1929-1930 sezonunda FA Cup'ı, 1930-1931 ve 1932-1933 sezonlarında da lig şampiyonluklarını kazandılar. Chapman'ın bu başarılarının ardından, 1932'de Londra'daki metro istasyonlarından "Gillespie Road" istasyonun adı, "Arsenal" istasyonu olarak değiştirildi ve böylece ilk kez bir metro istasyonuna bir futbol takımının adı verilmiş oldu. 30'lu yıllarda toplam 5 lig ve 2 kupa şampiyonluğu kazandı. İkinci Dünya Savaşı esnasındaki verimsiz dönemden sonra, 1970-1971 mevsiminde hem İngiliz Futbol Ligi'ni hem de FA Cup'ı kazandı ve 20. yüzyılda bunu başaran ikinci takım oldu. Arsenal, 80'li ve 90'lı yıllarda George Graham yönetiminde ili şampiyonluk, iki kez lig ve kupa şampiyonluğu, bir kez de Avrupa Kupa Galipleri Kupası'nı kazanmayı başardı. Herbert Chapman'ın, 1934 yılında beklenmedik bir şekilde zatürreden ölmesinden sonra, takımın idaresini öğrencileri Joe Shaw ve George Allison üstlendi. Arsenal, 1933-1934, 1934-1935, 1937-1938 mevsimlerinde 3 lig şampiyonluğu, 1935-1936 mevsiminde de bir FA Kupası şampiyonluğu sevinci yaşadı. Bu başarılı dönemin ardından İkinci Dünya Savaşı patlak verdi ve savaş nedeniyle İngiltere futbol liglerine ara verildi. Savaştan sonra, Tom Whittaker, George Allison'dan görevi devir aldı ve 1947-1948 ve 1952-1953 mevsimlerinde lig şampiyonluğunu ve 1949-1950 sezonunda ise FA Cup'ı kazandırdı. Her ne kadar başarıları devam ettiyse de, Arsenal 30'lardaki yıldız kadronun dengini kurmayı başaramadı. Takım 50'li ve 60'lı yılları başarıdan uzak, vasat bir şekilde geçirdi. Hatta 1962 ile 1966 yılları arasında görev yapan Billy Wright bile takıma başarı kazandıramadı. Bu başarısızlıklardan sonra teknik direktör arayışlarına başlayan Arsenal, sürpriz bir kararla takımın fizyoterapisti Bertie Mee'yi göreve getirdi. Onun gelmesiyle, takım iki kere Lig Kupası finali oynadı ve 1969-1970 sezonunda Fuar Şehirleri Kupası'nı kazanarak tarihindeki ilk Avrupa kupasını elde etti. 1970-1971 mevsiminde ilk kez, aynı mevsimde hem Lig Kupası'nı, hem de FA Cup'ı kazanmayı başardılar. 1972-1973 mevsiminde ligi ikinci olarak tamamladılar. 1971-72, 1977-78, 1979-80 mevsimlerinde 3 kere FA Kupası finali oynadılarsa da, hepsinden hüsranla ayrıldılar. 1979-1980 sezonu Kupa Galipleri Kupası finalini de penaltılarla kaybettiler. Bu dönemin tek kupa başarısını, 1978-79 mevsiminde FA Kupası'nı alarak yaşadılar. Final maçında, Manchester United'ı son dakika golüyle 3-2 yenmeyi başardılar. Bir efsane hâline gelen bu karşılaşma, kulübün unutulmaz maçları arasına girdi. 1986 yılında, takımın eski futbolcularından George Graham'ın göreve gelmesiyle Arsenal'de üçüncü kez büyük başarılar dönemi başladı. İlk yıl, yani 1986-87 sezonunda Arsenal'e İngiltere Lig Kupası'nı kazandırdı. 1988-1989 sezonunda ise son dakika golüyle mağlup ettikleri Liverpool'un önünde, lig şampiyonluğuna ulaştılar. George Graham idaresindeki Arsenal, 1990-91 mevsiminde de sadece bir mağlubiyet alarak şampiyon olmayı başardı. 1992-1993 sezonunda, hem FA Kupası'nı hem de İngiltere Lig Kupası'nı kazanarak büyük bir başarıya ulaştılar. Ardından gelen yıl Kupa Galipleri Kupası'nı kazanarak ikinci kez bir Avrupa kupasını müzelerine götürdüler. 1996'da Aırsène Wenger'in göreve getirilişi ile Arsenal için bir kez daha başarılı bir dönem başlamış oldu. Wenger, çalışma usûllerini değiştirdi ve oyun anlayışını çağdaş bir hâle getirdi. Wenger yönetimindeki Arsenal,1997-98 mevsiminde ikinci kez, 2001-2002 sezonunda da üçüncü kez hem İngiltere lig şampiyonluğunu, hem de FA Kupası'nı kazandı. En son 2015 yılında FA Kupası'nı kazanan Arsenal, toplam 12 şampiyonluk ile bu kupayı en çok kazanan takım ünvânını taşıyor. 1999-2000 mevsiminde UEFA Kupası finalinde Galatasaray ile karşı karşıya gelen Arsenal, pennaltılar sonucunda mücadeleyi ve kupayı Galatasaray'a kaptırdı. 2002-2003 ve 2004-2005 sezonlarında iki kez daha FA Kupası'nı müzesine götürmeyi başardı. 2003-2004 mevsiminde hiç mağlubiyet almadan Premier League şampiyonluğunu kazanmayı başaran Arsenal, bu başarısından sonra "The Invincibles" "Yenilmezler" lakabını kazandı. O sezon toplam 49 maçta yenilgi yüzü görmeyerek İngiltere rekorunu kırdı. 2005/06 mevsiminde kulüp tarihinde ilk kez Şampiyonlar Ligi finaline erişti. Arsenal, 2007'ye kadar Wenger'le geçirdiği on bir sezonun sekizinde, lig mücadelesini ilk iki sırada tamamlamayı başardı. İngiliz Futbol Ligi'nin "Premier League" adını aldığı 1993 yılından sonra, Arsenal dışında sadece 3 takım (Manchester United, Chelsea, Blackburn Rovers) şampiyon olmayı başarabildi . Fakat elde edilen iki şampiyonluk başarısından sonra bir daha şampiyon olamadılar. 2005-06 sezonuna kadar UEFA Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finalin ötesine gidemedi. 2005-06 mevsiminde finale kalmayı başaran Arsenal, 50 yıllık şampiyona tarihinde bunu başaran ilk Londra ekibi oldu, ancak finalde FC Barcelona'ya 2-1 yenilerek kupayı kaldıramadı. 2006 yılının haziran ayında, 93 yıldır rakiplerini ağırladıkları Highbury'den ayrılarak Emirates Stadyumu'na taşındılar. Royal Arsenal'in ilk arması, 1888 yılında oluşturuldu. İçerisinde, kuzeye doğru dönük üç askeri top yer alan bu arma, Woolwich semtinin armasına benzemekteydi. Bu toplar, bazen yanlışlıkla bacaya da benzetiliyordu. Ancak üzerlerinde aslan başlı oymaların bulunduğu bu şekiller, açık bir şekilde askeri top göstergesiydiler. Bu arma, kulübün 1913 yılında Highbury'e taşınmasından sonra bir daha kullanılmadı. Sadece 1922 yılında, son bir kez kullanılmıştır. Sonrasında tasarlanan, Arsenal'in ilk tek toplu ve doğuyu gösteren logosunda, takımın lakabı olan "The Gunners", askeri topun yanında yer alıyordu. Topun ters tarafa döndüğü ve namlusunun aşağıya doğru inceldiği yeni logonun oluşturulmasından dolayı bu logo sadece 1925 yılına kadar kullanılmıştır. 1949 yılında modernize edilen logoda, klasikleşmiş olan topun yanında takımın ismide yer almıştır. Islington semtinin armasındaki süslü yazıya benzeyen ve Gotik sanat tarzıyla yazılan kulüp ismi, topun hemen üzerine eklenmiştir. Bununla birlikte, kulübün program editörü Harry Homer tarafından yazılan latince "Victoria Concordia Crescit" (anlamı "Başarı uyumdan gelir") sözleri, takımın sloganı olarak kabul görmüştür. 1949'da ortaya çıkan logo, ilk renkli logo olarak Arsenal tarihine geçiyordu. Çeşitli denemelerden sonra renksiz logoların yerlerini, yeni logolarda kırmızı, yeşil, altın sarısı renkler almıştır. Logonun oldukça fazla değiştirilmesinden dolayı telif hakkı alınamamıştır. Kulüp, buna rağmen logoyu tescilli marka olarak kaydetmiştir. Arsenal'in resmi olmayan ürünlerini satan yerel bir tüccarla ile uzun süren bir hukuki mücadeleye girişildi. Bu yasal sürecin, Arsenal lehine sonuçlanmasıyla daha geniş kapsamlı yasal tedbirlere başvuruldu. Bundan dolayı, 2002 yılında daha modern eğilimli çizgilere sahip, basitleştirilmiş bir logo oluşturuldu ve telif hakkı saklı tutuldu. Bu logoyla, topun yüzü bir kez daha doğuya çevrildi ve kulübün ismi bu sefer Sans serif yazı biçimiyle yazıldı. Önceki logoda yer alan yeşil rengin yerini koyu mavi renk almıştır. Yeni logonun açıklanmasıyla, bazı taraftarlar tepki göstermişlerdir. "Arsenal Independent Supporters Association" (Bağımsız Arsenal Taraftarlar Birliği) tarafından yapılan açıklamaya göre, bu radikal değişiklik sonucu Arsenal tarihinin ve geleneklerinin hiçe sayıldığı ve bu değişikliğin taraftara danışılmadan yapıldığı belirtilmiştir. Arsenal, 2011 yılında 125. yılını kutlamıştır. Bu doğrultuda 2011-2012 sezonunda formalarda farklı bir logo kullanılmıştır. Logo, solda 15 meşe yaprağıyla, sağda 15 defne yaprağıyla çevrilmiştir. Soldaki meşe yaprakları, Royal Oak barda bir araya gelen, külübün kurucu üyelerini temsil etmektedir. Sağdaki 15 defne yaprağı ise, kulübün kurulması için kurucular tarafından ödenen kişi başına 6 peniyi temsil etmektedir. Ayrıca defne yaprakları gücü de temsil etmektedir. Logonun alt bölümünde ise 1886 ve 2011 yılları ile Arsenal'in sloganı olan ""Forward"" yazmaktadır. Arsenal'in ilk zamanları ile ilgili yazılara göre, takımın iç saha formalarında, kolları beyaz olan parlak kırmızı tişörtleri ve beyaz şortları bulunmaktaydı, fakat her zaman bu böyle değildi. Arsenal'e, 1886'da kuruluşundan hemen sonra, Nottingham Forest'tan önemli bir bağış yapılmıştır. "Dial Square"'ın iki kurucu üyesi, Fred Beardsley ve Morris Bates, Nottingham Forest'ın eski oyuncuları
ydı. Çalışmak için Woolwich'e taşınmışlardı. Yeni bir takım oldukları için maçlarda giyebilecekleri formaları yoktu. Yardım için Nottingham Forest'a mektup yazdılar. Sonrasında yapılan yardımla bir forma seti ve bir top bağışı almışlardır. Tişörtler, frenküzümüne benzeyen koyu kırmızı bir renkteydi. Sette, eskimiş beyaz şortlar ve mavi çoraplarda yer alıyordu. Herbert Chapman 1933'te, oyuncularını daha farklı bir biçimde giyindirmek istediğinden formaların kollarına beyaz renk ekleyip, formanın renginide parlak bir kırmızıyla değiştirerek günün şarkılarına uygun hale getirtti. Kollara eklenen beyazın kaynağı kesin olarak bilinmiyordu. Olası iki ihtimale göre, bu beyaz renkler forma kollarında yer alıyordu. Anlatılan bir hikâyeye göre, Herbert Chapman bir taraftarın beyaz bir gömlek üzerindeki kırmızı kolsuz kazağına bakarak bunu yapmıştır. Bir başka hikâyeye göre ise Herbert Chapman, eskimiş bir malzeme benzerinden ve kendisiyle golf oynadığı, karikatürist Tom Webster'dan ilham almıştır. Hangi hikâyenin doğru olduğuna aldırış etmeden, kırmızı ve beyaz formaların Arsenal'i tanımladığı söylenebilir. Ve o tarihten bu yana iki sezon dışındaki tüm sezonlarda Arsenal'in forma kombinasyonunda bu renkler yer almıştır. Bu sezonlardan ilki 1967-1968 sezonudur. Bu sezonda tamamı kırmızı formalar giyilmesine rağmen bunun benimsenmediği görülmüş ve sonraki senelerde beyaz kollu kırmızı formalara dönülmüştür. Arsenal'in son kez Highbury'de maçlarını oynadığı 2005-2006 sezonunda, tamamı kırmızı formalar bir kez daha denenmiştir. 1913'ü yad etmek için, o yıllar giyilen formaların benzeri olan frenküzümü renginde formalarla maçlara çıkılmıştır. Maçlarını Emirates'te oynadığı ilk sezon olan 2006-2007 sezonunda, beyaz kollu kırmızı formaya tekrar dönülmüştür. Arsenal'in iç saha maçlarında kullandığı renklerden en az 3 takım esinlenmiştir. 1909 yılında Sparta Prag'ın benimsediği koyu kırmızı forma, o zamanlar Arsenal'in kullandığı formaya benzemekteydi. 1938 yılında da Hibernian, Arsenal'in kol dizaynını benimseyip kendi renkleri olan yeşil ve beyaz ile kullanmışlardır. 1930'larda ise Highbury'de yapılan maçın ardından ülkesine dönen Braga takımının antrenörü, takımının yeşil formasını Arsenal'in kırmızı formasının aynısıyla değiştirip, formaya beyaz kollar eklemiştir. Ayrıca, Arsenal futbolcularının giydiği beyaz şortlardan da tasarlatmıştır. Antrenör bunlarlada yetinmeyip, takımının lakabını "Os Arsenalistas" olarak değiştirmiştir. Bu kopya giyim tarzı ve dizaynlar günümüzde de SC Braga formalarında görülebilmektedir. Arsenal'in deplasman renkleri ise geleneksel olarak sarı ve mavidir ancak istisnai durumlarda olabilmektedir. 1982 ile 1984 yılları arasındaki deplasman maçlarında yeşil ve lacivert forma giymişlerdir. 1990'ların başından beri, artan forma satışlarıyla birlikte deplasmanda giyilen formaların renkleri düzenli olarak değiştirildi. Bu süreç boyunca, ayrı iki tane mavi tonlarda formanın yanında geleneksel olarak sarı ve mavi tonlarda formalarda üretildi. Örneğin; metalik altın ve lacivert parçalı forma 2001-2002 sezonunda, sarı ve koyu gri forma ise 2005-2006, 2006-2007 sezonlarında kullanılmıştır. Günümüzde de deplasman forması her sene değişmektedir. Değişen deplasman forması üçüncü forma olmaktadır. Eğer yeni bir iç saha forması üretilmişse aynı yıl tanıtımları yapılır. Arsenal'in forma üreticilerinde zaman zaman değişimler olmaktadır. 1970'lerden 1986'ya kadar Umbro, 1986'dan 1994'e kadar Adidas, 1994'ten günümüze kadar da Nike firmaları Arsenal'in formalarını üretmiştirler. Büyük futbol takımları gibi, Arsenal'de 1980'li yıllardan beri formasına göğüs reklamı almaktadır. 1982'den 1999'a kadar JVC, 1999'dan 2002'ye kadar Sega, 2002'den 2006'ya kadar O₂ ve 2006'dan günümüze kadar da Emirates, Arsenal'e forma reklamı sponsoru olmuşlardır. Arsenal, o zamanlar takımın destekçilerinin çoğunluğu Londra'nın güneydoğusunda yaşadığından, ilk maçlarını Plumstead semtindeki Manor Ground'ta oynamıştır. 1890 ve 1893 yılları arasındaki üç yıllık periyotta, maçlarını yakınlardaki Invicta Ground'ta oynamışlardır. Manor Ground, başlangıçta sadece bir tarlayken tribünlerin kurulmasıyla Eylül 1893'te Arsenal, ilk lig maçını burada oynamıştır. 1913 yılında, Kuzey Londra'ya taşınana kadar kendi sahasındaki tüm maçları 20 yıl boyunca (1894-95 sezonundaki istisnai durum hariç) burada oynamıştır. Arsenal Stadyumu, Highbury'de geniş bir şekilde inşa edildi. Takım, Eylül 1913 tarihinden Mayıs 2006'ya kadar iç saha maçlarını burada oynadı. Stadyum, ünlü mimar Archibald Leitch tarafından dizayn edilmiştir. O zaman Birleşik Krallık'taki birçok futbol stadı gibi tek tarafı kapalı, üç tarafı açık tribünler şeklinde inşa edildi. Stad, 1930'larda büyük bir bakımdan geçirildi. Doğu ve batı tribünleri Art deco sanatının etkisinde, yeniden inşa edildi. Bu tribünler, sırasıyla 1932 ve 1936 yıllarında açılmıştır. Bunlar dışında Kuzey terasına çatı eklenmiştir. Ancak, II. Dünya Savaşı sırasında stad bombalandı ve 1954'e kadar restore edilemedi. 1990'ların ilk yıllarına kadar, 57,000 seyirci kapasitesine sahip olan stad, önemli maçlarda 60,000 kişinin üzerinde seyirci alabiliyordu. Ancak 1993-1994 sezonunda, Peter Taylor tarafından açıklanan rapordan ve Premier League kurallarından dolayı tüm koltuklar zorunlu olarak değiştirildi ve stad kapasitesi 38,419'a düşürüldü. Bu düşük kapasite, Şampiyonlar Ligi maçlarında yapılan reklamları olumsuz etkilendiğinden, Arsenal'in 1998-1999 ile 1999-2000 sezonlarında Şampiyonlar Ligi maçları Wembley'de oynandı ve bu maçlarda 70,000'den de fazla seyirci yer aldı. Highbury'de stadı genişletme planları yapıldı. Ancak bu genişletme imkânsızdı, çünkü doğu tribünleri devlet tarafından korunan yapıların yakınındaydı ve diğer üç tribünde yerleşim yerlerinin ortasında yer alıyordu. Bu kısıtlamalar 1990'larda ve 2000'lerin başında, kulübün maç günü gelirlerinin fazla olmasını engelliyordu. Takım için çok önemli olan bu yerden, ayrılma kararının açıklanması, futbol dünyasında büyük bir yankı uyandırdı. Sonrasında çeşitli şartlar gözden geçirildi, ve 2000 yılında 60,355 seyirci kapasiteli Ashburton Grove adındaki projenin yapımı önerildi. Daha sonraları Emirates Stadyumu adını alacak bu stad, Highbury'nin 500 metre güney batısına inşa edilmeye başlandı. Yükselen maliyetlerden dolayı, proje zorunlu olarak bir süre askıya alındı. Ancak, Temmuz 2006'da tamamlanabilen stad, 2006-2007 sezonunda faaliyete girdi. Sonrasında stadın isim hakkını, İngiltere futbolunun en pahalı sponsorluk anlaşmasıyla, havayolu şirketi Emirates satın almıştır. Anlaşma, yaklaşık olarak 100 Milyon sterlinlik bir bedelle yapılmıştır. Bazı taraftarlar stadın isminin Ashburton Grove ya da Grove yapılmasını teklif etmişler ve stadın ismiyle ilgili sponsorluk anlaşmasını desteklememişlerdir. Ancak, stadyumun ismi en az 2012'ye kadar Emirates olarak kalacaktır ve aynı şirket, 2013-2014 sezonunun sonuna kadar, kulübün göğüs reklamı sponsorluğunuda devam ettirecektir. Arsenal'in, Shenley, Hertfordshire'daki antrenman tesisleri, 2000 yılında tesisleşme amacıyla inşa edilmiş ve açılmıştır. Önceleri University College London Öğrenci Meclisi'nin yanındaki tesisleri, University College London ile ortak kullanan Arsenal, 1961 yılı öncesinde ise antrenmanlarını Highbury'de yapmıştır. Arsenal'ın altyapı takımları, iç saha maçlarını Shenley'de oynarken, rezerv takım ise Barnet FC'nin stadı olan Underhill'de oynamaktadır. Arsenal taraftarları, kendilerini "Gooners" olarak tanımlamaktadırlar. Bu isim, takımın lakabı olan "The Gunners" adından türetilmiştir. Arsenal, oldukça geniş ve vefalı bir taraftar grubuna sahiptir. Kendi sahalarındaki tüm maçlarını dolu tribünlere karşı oynarlar. 2007-2008 sezonunda, İngiliz liglerindeki seyirci ortalamalarında, 60.070 seyirci ortalamasıyla (% 99.5 doluluk oranı) ikinci sırada yer aldı. 2006 yılında ise tüm zamanların en iyi 4. ortalamasına ulaştılar. Kulübün taraftarları, Londra'nın çeşitli bölgelerinde yaşamaktadırlar. Örneğin; Canonbury ve Barnsbury'de zengin kesim, Islington, Holloway ve Highbury gibi semtlerde ve yine yakın komşuları Camden'da orta halli kesim, Finsbury Park ve Stoke Newington gibi bölgelerde ise genellikle işçi kesimi yaşamaktadır. Arsenal, bu çeşitlilikten dolayı ekonomi olarak karışık taraftar gruplarına sahiptir. Ayrıca Arsenal, 2002 yılında yayınlanan bir rapora göre %7.7 ile beyazlar haricindeki en yüksek taraftar oranına sahiptir. Bu orana hiçbir İngiliz kulübü ulaşamamıştır. İngiliz futbolundaki benzer büyük takımlar arasında, Arsenal en çok yerli taraftara sahip olan takımdır. "Arsenal Football Supporters Club" (Arsenal Futbol Taraftarları Kulübü) topluluğu, kulüp ile yakından ilgilenmektedir. "Arsenal Independent Supporters Association" (Bağımsız Arsenal Taraftarlar Birliği) topluluğu, faaliyetlerini daha çok bağımsız şekilde yürütmektedirler. Ayrıca "Arsenal Supporters Trust" (Güvenilir Arsenal Taraftarları) adlı bir grup daha bulunmaktadır. Takımın yükselişlerden sonra büyük katılımlarla takım sahiplenilmektedir. Takım taraftarları, "The Gooner, Highbury High, Gunflash" ve daha az olarak "Up The Arse!" gibi sözlerin yazılı olduğu broşürler bastırıp dağıtırlar. Takım marşı olarak, "One-Nil to the Arsenal"(Go West şarkısının melodisiyle) ve "Boring, Boring Arsenal" şarkılarını söylerler. Karşı takımın taraftarlarının alaylı şarkılarına karşılık olarak, takımları iyi oynadığında onlar da alaylı bir biçimde bu şarkılarını söylerler. Londra dışında yaşayan Arsenal taraftarları, son zamanlarda takımınlarının maçlarını dijital uydu aracılığıyla izlemektedirler. Bir taraftarın takıma bağlılığı coğrafyaya paralel olarak değişmektedir. Londra dışındaki bir taraftarın bağlılığı Londra'daki taraftara göre daha az olmaktadır. Arsenal, sonuç olarak Londra dışından da önemli sayıda bir taraftar topluluğuna sahiptir. Ayrıca, tüm dünyada da oldukça fazla taraftar sayısına sahiptirler. Arsenal 2007 yılı itibarıyla, Birleşik Krallık'ta 24, İrlanda'da 37 ve denizaşırı ülkelerde de 49 taraftar topluluğuna sahip