article
stringlengths
7.34k
10k
arına alarak 633-665 arası "Magna Bulgaria" (Büyük Bulgarya) da denen Büyük Bulgar Hanlığı'nı kurmuşlardır. Kurucularının adı Kobrat, Kobratos, Kuvratos şekillerinde de geçen "Kurt"tur. Anlamının "birleştiren", "halk ile devleti bir araya getiren" olduğu düşünülmektedir. Kobrat, Doulo sülalesindendi. Yapılan araştırmalar bu hanedanın Mete Han (""Mo-Tu""- MÖ 209-174)'dan beri Hun hükümdarlarını yetiştiren "Tu-kı" ailesi olduğu yönünde olup, Bulgar hükümdarları Asya Hun hükümdarları ile aynı sülaleye bağlanmaktadır. 560'ta Avarlara yenik düşmüşler, Balkanlar ve Doğu Avrupa'da nüfuslarını büyük ölçüde yitirmişlerdir. Bazıları Avarlara katılıp onlarla birlikte daha da batıya göç etmişlerdir. Ön Bulgarların çoğu Karadeniz’in kuzeyinde kalmışlardır. Bizans ile aralarında sıkı ilişkiler kurmuşlardır. Kurucularının 665'te ölümünün ardına çıkan, kağanın oğulları arasındaki taht kavgalarını fırsat bilen Hazarlar'ın baskıları sonucu parçalanmışlardır. Kubrat'ın büyük oğlu BatBayan, Onogurların ve Macarların başında, Hazarların hükümdarlığı altına girmiştir. Otuz-Ogurların çoğunluğu Kuzeye göç edip İdil Bulgarları'nı, Asparuh Han'ın emri altında güneybatıya göç eden bölüm ise 681 yılında Tuna Bulgarları'nı oluşturmuşlardır. Asparuh Han'ın devleti, Balkanlar'ın Bizans'a ait olan küçük bir kısmı dışında tüm Balkan yarımadasını içine almıştır. Ön Bulgarlar, Balkanlar'da uzun süre, mağlup ettikleri dört büyük Slav kavmi ve bazı diğer yerli kavimlerden oluşan halkın hükümdarları olmuş ama devletleri içindeki halkın karşısında aslında azınlıkta oldukları için, zamanla Slav kadınlarla evlenip, Slavca konuşmaya başlamaları ve Slav isimleri kullanmaları ile Slavların arasında erimişlerdir. Günümüzün tarihçileri "Ön Bulgar" ve "Bulgar" isimlerinin ayrımını 9. yüzyılda Ön Bulgarların (Tuna Bulgarları) Hristiyanlığı kabul etmelerinden sonra başlatırlar. Böylece 865 yılından önceki halka Ön Bulgarlar ve bundan sonrakilere Bulgarlar denilir. "Ayrıca Bakınız:" İdil Bulgarları Büyük Bulgar Hanlığı'nın yıkılışının ardına İtil-Çolman bölgesine yerleşip devlet kurmuş, çoğunluğunu Otuz-Ogurların oluşturduğu Bulgar grubudur. 7-15. yüzyıllar arasında varlıklarını sürdürmüşlerdir. İtil Bulgarlarının hakkında Bizans kaynaklarında bilgi yoktur. Haklarındaki bilgiler Arap kaynaklarıyla birlikte 9. yüzyıldan itibaren başlamaktadır. Bulgarların 7-9. yüzyıllardaki yaşamlarına ait bilgiler çok azdır. İlk dönemlerinde Göktürklere bağlı oldukları düşünülmektedir. Daha sonra Hazarlar'ın egemenliği altına girmişlerdir. "Ayrıca Bakınız:" Birinci Bulgar İmparatorluğu 665'te Büyük Bulgar Hanlığının yıkılışının ardına dağılan Bulgarların bir kolu, 668 dolaylarında Asparuh'un liderliğinde balkanlara geçmiş, 680 yıllarında da Birinci Bulgar İmparatorluğu'nu kurmuşlardır. Tuna Bulgarları kısa sürede güçlenmiş, Bizans direnişe rağmen 681 yıllında, Besarabya ve Dobruca dışında, bütün Kuzey Bulgaristanı, doğuda Karadenizi, güneyde Balkan geçitlerini ve batıda İsker Irmağına kadar olan bölgeyi egemenliği altına almışlardır. Akademik çevrelerin çoğu tarafından Bulgarların konuştuğu dil, Hazarca ve Çuvaşça (Birçok kaynağa göre Hunca da dahil) ile birlikte Türkçenin Ogur koluna ait bir dil olarak kabul edilir. Bu görüş çeşitli bulgularla da desteklenmiştir. Ön Bulgarlardan kalan yaklaşık 100 civarında yazılı taş bulunmuştur. Bunların birçoğu Orhun alfabesi ile yakın benzerlik gösteren runik yazıyla yazılmıştır.(Grek ve Kiril alfabesi ile yazılan yazıtlar da vardır.) Bu yazıtlar ilk kez S. Baichorov tarafından incelenmiştir ve dillerinde birçok Türkçe sözcük saptanmıştır. F. Altheim, Oğur Bulgarlarının Grek ve Latin yazısından tamamen farklı, bir çeşit runik yazı türü kullandıklarını, bu Tuna Bulgar yazısının, Batı Hunlarının yazı şeklinin devamı niteliğinde olduğunu belirtmiştir. Buna göre dillerinde sıkça rastlanan "Tarkan", "Batur", "Han" gibi ünvanlar, Han isimleri ve diğer birçok Türk dilindeki karşılığı "Tengri" olan "Tangra" gibi sözcükler de bu görüşü desteklemiştir. Ayrıca o döneme ait Prokopius, Agathias ve Menander Protektor gibi Bizanslı tarihçiler de Bulgarları Hun olarak tanımlamıştır. Bizanslı Patrik, 2. Michael Bulgarları İskit veya Sarmat olarak tanımlamışsa da, bunun klasik bir Bizans geleneği olan halkları bölgesel olarak adlandırmaktan kaynaklandığı düşünülmektedir. Modern bilim adamları tarafından Bulgarların kökenini açıklamakta kesinlik içermediği için bu bilgi kabul görmez. Buna rağmen bazı Bulgar akademisyenler, bir takım bulgulara dayanarak Bulgarların konuştuğu dilin İran dillerine ait olduğu hipotezini ortaya atmıştır.(özellikle 1990'larda bu tez bazı akademik çevrelerde ünlenmiştir.) Bugün bu iddiayı destekleyenlerin çoğu, bunun nedeninin aslında Bulgarlar arasında bulunmuş olması gereken İrani unsurların dillerinin, Türk dilleri üzerindeki etkisinden kaynakladığı gibi "ortada" bir duruş sergilerken, diğer bazı Bulgar akademisyenler bu görüşe karşı çıkmaktadırlar. Ön Bulgarların dini Tengricilik idi ve ""Tangra"" Bulgarların en büyük tanrılarına verdiği addı. Tangra, eski Türk tanrısı Tengrinin Ön bulgarlardaki adıdır. Neredeyse bulunan her yazılı taşta adı geçmektedir. Bulgarlardan kalan yazıtlardaki Tangra/Tengri runik harflerle () şeklinde yazılmıştır. Bulgarlar da diğer Türk topluluklarında olduğu gibi doğa güçlerinin kutsallığına, ataların ruhlarına saygı gerektiğine ve Gök Tanrı'ya(Tangra/Tengri) inanmışlardır. Onlara göre Tanrı ebedîdir. Her şeyi görür, bilir ve doğruyu yalanı ayırt ederdi. Can verir, ömür uzatır, kötüleri cezalandırırdı. Tanrı tekti ve kendilerine han gönderirdi. Hanlar, Tanrının kendilerine verdiği "Kut"la yönetirdi. Tengricilikte büyük dağların güçlü ruhları barındırdıklarına inanılır ve bereket duaları bu kutsal sayılan büyük dağlara yöneltilirdi. Ön Bulgarlar, Balkanlar'ın en yüksek dağına "Tangra" adını vermişler ve onu kutsal saymışlardır. Bu 2925 yüksekliğindeki dağın adı, Osmanlıların 15. yüzyılda Balkanlar'ı ele geçirmelerine kadar değişmemiş, daha sonra Osmanlılar dağa ""Maşallah"" adını vermişlerdir. Bu dağın yanında bazı diğer dağları da kutsal saydıkları düşünülür. Örneğin Perpenikon Dağı’nın zirvesinde, Tengriciliğin verimlilik tanrıçası olan Umay'ın resmi rölyef olarak bir dikili taşa kazınmıştır. Ön Bulgarlar semavi objeleri de kutsal saymışlardır; güneşi, ayı ve o zamanlarda tanıdıkları beş gezegeni: Jüpiter, Venüs, Merkür, Merih ve Satürn. Ön Bulgar hanlarının mühürleri "Tangra" anlamına gelen run işaretinin, bu beş gezegenin işaretleri ile çevrili bir simgedir. Gök tanrısı Tangra’ya kurban etmek için beyaz atları tercih etmişlerdir. Kurban edilen hayvanın iç organları ile şamanlarının geleceği okudukları bilinir. Daha sonra 865'te Tuna Bulgarları Hristiyanlığa geçmiş, 10. yüzyılın başlarındaysa İdil Bulgarları İslam dinini kabul etmiştir. Caferağa Camii Caferağa Camii, İstanbul Kadıköy'de Moda Caddesi’nin başındaki duvarları kagir, çatısı ahşap, minaresi çimento sıvalı bir camiidir. Darüssaade Ağa’sı Cafer Ağa tarafından yaptırılmıştır. 1900 yılında Vakıflar tarafından yenilenmiştir. Cafer Ağa’nın mezarı camiinin haziresindedir. Kaptan Hasan Paşa Camii Sultan II. Abdülhamit’in Bahriye Nazırı olan Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa’nın ismini taşıyan Hasan Paşa Mahallesi’nde 1900 yılında kendisi tarafından yaptırılmıştır. Sultan Mustafa Camii İskele Camii de denilen mabet III. Mustafa tarafından 1760’da yaptırılmıştır. Yıllar sonra harap olmuş, 1858’de Abdülmecid, kagir olarak yeniden inşa ettirmiştir. Yanında bir de Sıbyan mektebi olduğu biliniyorsa da artık yoktur. Rasim Paşa Camii Rasim Paşa Camii, Yeldeğirmeni Polis Karakolu yanındaki camii, Sultan Hamit’in Bahriye Nazırı Rasim Paşa tarafından 1902 yılında yaptırılmıştır. Duvarları kagir, çatısı ahşap, minaresi kagirdendir. Hendek’de bir süre önce yapımına başlanan 37.5 metre kubbe genişliği ile Türkiye’nin en büyük kubbeli camilerinin arasına girmeye hazırlanan Hendek Merkez Rasimpaşa Cami’nin temel atma töreni 2 Aralık 2011 Cuma Günü saat 13.00’de gerçekleşecek. http://www.hendekhaber.com.tr/hendek/turkiyenin-en-buyuk-kubbeli-camii-hendekde-yapiliyor.htm http://www.hendekhaber.com.tr/hendek/hendek-rasimpasa-caminin-temeli-yarin-cuma-sonrasinda-atiliyor.htm Söğütlüçeşme Camii Söğütlüçeşme Camii, Kadıköy'de bir cami. Kuşdili Camii de denir. İki minareli caminin temeli 27 Temmuz 1963’te atılmıştır. Türkiye Anıtlar Derneği tarafından büyük şehir belediye başkanlığından 1959 yılında satın alınan arsa üzerinde çevre halkının yardımları ile inşasına başlanılan cami 1963 yılında ibadete açılmıştır. Cami arası 2.388 m² büyüklüğünde olup, caminin oturduğu alan 1.500 m²'dir. Caminin altında pasaj vardır. Cami,Selçuklu-Osmanlı mimari tarzında inşa edilmiş ve fakat kubbe dayanakları kare şeklinde yapılmıştır. Yan mahfelerin üstü yay şeklindeki kemerlere geçilmiş ve köşelere dört adet ufak kubbe yerleştirilmiştir. Son cemaat mahallinde de iki sıra bulunan caminin minare ve dış cephesi küfeki taşı ile kaplanmıştır. Minaredeki taşlar zamanla bozulmaları nedeniyle sökülmüş, kuvvetlendirme yapılarak tek şerefeye dönüştürülmüştür. Camide yan ve arkada bayanlar mahfeli vardır. Caminin iç tezyinatı ve çini döşemesi yapılmıştır. Kalorifer sistemi mevcuttur. Caminin bahçesinde kubbeli şadırvan ve cenaze namazına gelen cemaat için bekleme salonu, konferans salonu ile din görevlileri için mekanlar vardır. Şadırvan ve tuvalet alt katta bulunmaktadır. Din görevlileri ve dernek yönetimi için iki ayrı bina bulunur. İbrahim Ağa Camii Mescit olarak inşa edilmişti. 3. Murat’ın Babüssaade Ağası İbrahim Ağa tarafından 1588’de yapılan bina uzun süre Kadiri Tekkesi olarak kullanılmış, 1. Mahmut döneminde tekrar camiiye dönüştürülmüştür. Mimar Levent Ersun’un araştırmalarına göre çatı ahşap, duvarlar kagir, minaresi de tuğladandır. Sonradan bir minare daha eklenmiştir. Moda Camii Moda Camii, Gülbahçesi Camii de denilen mabedin yerinde bir zamanlar çeşitli güllerin yetiştiği bir bahçe vardı. 1962’de buraya Moda Camii yapılmış
ve yazıları hattat Hamid Aytaç tarafından yazılmıştır. Zühtüpaşa Camii Zühtü Paşa Camii Sultan II. Abdülhamit’in Maarif Nazırı olan Ahmet Zühtü Paşa tarafından 1883’te yaptırılmıştır. Kızıltoprak’ta bulunan caminin duvarları kagir, kubbesi ahşaptır. Göztepe Camii Tütüncü Mehmet Halis Efendi, Göztepe İstasyonu’nun yanına kendi ismiyle anılan camiyi 1902 yılında duvarları kargir, çatısı ahşap, minaresi tuğladan olmak üzere yaptırmıştır. Erenköy İstasyon Camii Erenköy İstasyon Camii, Sultan II. Abdülhamid'in Ticaret ve Ziraat Nazırı Mustafa Zihni Paşa tarafından Erenköy'de (1900-1904) yaptırılmış. İç yazıları hattat Sami Efendi tarafından yazılmıştır. Mimarı Vedat Tek'tir. Tuğlacı Camii Üst Feneryolu’nda duvarları kagir, çatısı ahşap olan cami, Kâğıthane’de tuğla harmanları bulunan Hacı Mustafa Efendi tarafından 1860’da yaptırılmıştır. Mimarı Vasıf Efendi’dir. DeviantART deviantART, İnternet ortamında bulunan sanat ortamı ve sanatçı topluluğudur. Kısaca dA olarak yazılır. 6 Ağustos 2000'de Scott Jarkoff ve Matthew Stephens tarafından kurulmuştur. DeviantART'ın şimdiki CEO'su Angelo Sotira'dır. DeviantART'ın amacı sanat çalışmalarını sergilemek, eleştirmek, geliştirmektir. Ocak 2006 itibarıyla sistemde 5 milyonun üzerinde kullanıcı, 18 milyonun üzerinde çalışma vardır. DeviantART kullanıcıları resimlerini galerilerine yükleyip sergileyebilir, karalamalarını yorum alıp geliştirebilir, bazı çalışmalarını çeşitli baskı türleri ile satabilirler. Her deviantART kullanıcısı kendi belirlediği bir takma adla anılır. Bu adın başına, üyelik statüsünü belirten bir işaret konur. Bu işaretler şu şekildedir: 17 ve 18 Haziran 2005'te deviantArt ilk toplantısı olan deviantArt Zirvesini, Hollywood Palladium'da gerçekleştirdi. 13 Mayıs 2009 itibarıyla deviantArt Sidney, Singapur, Varşova, İstanbul, Berlin, Paris, Londra, New York, Toronto ve Los Angeles şehirlerini ziyaret ederek dünya turuna çıktı. Galip Paşa Camii Galip Paşa Camii, Türkiye'nin İstanbul ilinin Kadıköy ilçesine bağlı Erenköy mahallesinde, Bağdat Caddesi üzerinde bulunan cami. Osmanlı padişahları Abdülaziz ve II. Abdülhamid zamanında valilik ve nazırlık yapan Galip Paşa tarafından, ölümünden dört yıl önce 1898’de yaptırılmıştır. Yapımı 1899'da sona ermiştir. İlave bölümü ise 1985 yılında Hacı Süleyman Tarman tarafından yapılmıştır. Kaliforniya Kaliforniya (İngilizce: California), ABD'nin batı yakasında yer alan ve ülkenin en kalabalık eyaletidir. 2004 yılı nüfus sayımlarına göre, 35.893.818 kişilik nüfusa sahip olan Kaliforniya'yı, 20.851.820 kişi ile Teksas, 18.976.457 kişi ile New York ve 15.982.378 kişi ile Florida izler. En büyük şehirleri sırasıyla Los Angeles, San Diego, San Jose, San Francisco, Sacramento (başkent), Oakland ve Fresno'dur. 1849 yılında altın yataklarının keşfedilmesi üzerine, nüfusu on binin altındayken günümüzde Amerika kıtası'nın en büyük ekonomi merkezi konumuna gelen Kaliforniya; Amerika Birleşik Devletleri'nin de en büyük ekonomik gücünü temsil eder. Kaliforniya eğer bir ülke olsaydı, dünyanın en büyük 8'ıncı ekonomisine sahip olurdu. (ABD'nin geri kalanı, Çin, Japonya, Almanya, İngiltere, Brezilya ve Fransa'dan sonra). İtalya, Meksika, İspanya,Güney Kore, Suudi Arabistan ve Kanada'dan daha büyük ekonomiye sahiptir. Bu ekonomiksel durum, resmi yerleşimi henüz 200 yaşına bile gelmemiş topraklarda ulaşılabilen mucizevi bir başarıdır. Kaliforniya'daki değiştirilemeyen anayasa kanuna göre; eyalet gelirlerinin %40'ı eğitim'e harcanmaktadır. Her ne kadar çoğu ülke için eğitim harcamaları çöpe giden para olsa da, bu harcamalar Kaliforniya'yı bilinen dünya tarihinin en hızlı büyüyen ekonomisi ve devleti yapmıştır. Dünya tarihi boyunca, nüfusu 200 yıl içerisinde bu denli yükselen; ekonomisi hiç yoktan böylesi bir noktaya gelen başka bir devlet de bulunmamaktadır. (Son 200 yılın ortalamasını alacak olursak, nüfusu 35,000 katına çıkmış, ekonomisi 1,5 trilyon dolar olmuştur. Kişi başına düşen gelir 33.403 dolar iken; emlağın yerleşim yerlerinde en ucuz olduğu Central Valley deki ortalama ev fiyatları 290.000 dolardır. En pahalı emlak fiyatları ise San Francisco koyunda ortalama 650.000 dolardır. Tabii ki Beverly Hills, Rolling Hills, Hidden Hills, Malibu, Bel Air gibi $2–3 milyondan aşağı evin bulanamadığı yerler de vardır; ancak bu şehirler daha büyük bölgelere bağlıdır. Şehir olarak Beverly Hills Amerika'nın en zengin muhitidir ve kişi başına düşen gelir 113.595 dolardır. Kaliforniya'ya gelen ilk Avrupalı; 1542 yılında Portekizli João Rodrigues Cabrilho olmuştur. Ancak Kaliforniya'nın tüm koylarını gezip; sahip olduğunu öne süren ise ünlü İngiliz korsan Francis Drake olmuştur (1579). İlerki yüzyılda fazla ilgi çekemeyen Kaliforniya'ya 1700'lü yıllarda İspanya yerleşmiş ve Meksika'nın bir parçası olmuştur. Ancak kısa bir süre sonra terkedilmiştir. 1846 yılındaki Meksika-Amerika Savaşı sonucunda Kaliforniya Cumhuriyeti kurulmuş; kısa bir süre sonra da Amerika Birleşik Devletleri ile birleşme müzakereleri başlamıştır. 1848'de altın yataklarının keşfi ile çok büyük bir göçe sebep olmuş; 1850 yılında da Amerika Birleşik Devletleri birliğine girmiştir. Amerikan İç Savaşı sırasında da; savaşı kazanan Kuzey ittifağı ile ortak olmuştur. Kaliforniya vatandaşları başkanlık seçimlerinde demokratlara ağırlıklı oylarını kullansalar da, 2003 - 2011 yıllarında eyalet valisi olarak muhafazakar meşhur film yıldızı ve dünya vücut geliştirme şampiyonu Arnold Schwarzenegger'i seçmişlerdir. Şimdiki eyalet başkanı Jerry Brown'dır. Yapılan son kanun seçimlerinde; Arnold'un itfayeciler, polisler, öğretmenler, doktorlar ve yargıçlar aleyhinde getirmek istediği kanunlar halk tarafından dehşetle karşılanmış; seçimlerde önerdiği 4 önerge de reddedilmiştir. Halen soykırıma uğramış Kızılderililer aleyhinde aldığı ekonomik kanunları iptal edilmeye çalışılmaktadır. Amerikan vatandandaşlarına nazaran çok daha modern ve eğitimli bir profil çizen Kaliforniya'da; nüfusun çoğunluğu Irak Savaşı'na ve eski başkan George W. Bush'un politik kararlarına karşı; Kyoto Protokolü'nün imzalanması taraftarıdır. Kaliforniya, Massachusetts'in ardından kürtajı ve eşcinsel evlilikleri yasalaştıran ikinci eyalettir. Kaliforniya; sinemanın kalbini Hollywood'da; internetinin kalbini Silikon Vadisi'nde; Müzik, Eğlence ve Televizyon'un kalbini de Los Angeles'da taşımaktadır. Her ne kadar günümüzde masrafları daha makul olduğu için filmler başka ülkelere çekimler için taşınsa da; son 30 yıldır klasikleşen bir eyalet deyişine göre ""Dünya'nın duyduğu ve izlediği çoğu şey Kaliforniya'da üretilir."" Suadiye Camii Reşat Paşa, genç yaşta ölen kızı Suad hanımın anısına bu camiiyi yaptırmış, camiinin inşaasından sonra bu civara Suadiye denmeye başlanmıştır. Reşat Paşa’nın Kozyatağı civarında eskiden bir müddet restoran olarak da kullanılan yazlık konağı bulunmaktadır.1909 yılında bu cami inşa edilmiştir. Kozyatağı Camii Kozyatağı Camii. 1895'te Şeyh Süleyman Halit Efendi tarafından yaptırılmıştır. İstanbul Kadıköy ilçesi sınırları içindedir. İçerenköy Camii İçerenköy’de bulunan Mehmet Çavuş Camii 1665’te yapılmıştır, 1924’te tekrar yapılarak İçerenköy Camii adını almıştır. İçerenköy Camii gidiş ve geliş istikametlerinin tam kesiştiği bir noktadadır. Feneryolu Camii 1944 yılında Güzide Hanım, ahşap evini yıktırıp Feneryolu Camii’ni yaptırdı. Vasfi Egeli tarafından projelendirilen cami hayırseverler tarafından desteklenmiştir. Cami, feneryolu tren istasyon'unun karşısında bulunmaktadır. Olympe de Gouges Olympe de Gouges (7 Mayıs 1748 - 3 Kasım 1793), Fransız kadın filozof, yazar. 1780'lerde oyun yazarı olarak başladığı kariyerinde siyasi yazılarıyla ünlendi. Fransız Devrimi sırasında çok aktifti. Ölüm cezasının kaldırılması, mahkemelerde halk jürilerinin kurulması, Fransız sömürgelerindeki kölelerin özgürleştirilmesi, gayrı meşru çocukların tanınması, evlat edinilmesi, gelir vergilerinin adaletsizliği, yoksulluk konularında mücadele etti. Günümüzde daha çok kadın hakları konusundaki öncü görüşleri ile bilinir. Erkeklerin kadınlar üzerindeki tiranlığının tüm eşitsizlik biçimlerinin kaynağı olduğunu düşünmekteydi. Meclisin çıkardığı "Erkek ve Yurttaş Hakları Bildirgesi"`ne cevaben 1791 yılında "Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi"`ni yayımladı. Fikirleri nedeniyle 3 Kasım 1793'te giyotinle idam edildi. Eserleri kadın ve insan hakları açısından büyük bir öneme sahiptir. Ayrıca Fransız Devrimi'nin ve dönemin kadına ve özgür düşünceye bakış açısını anlamak açısından da eserleri farklı bir önem arz eder. 1748 yılında Fransa'nın güneyindeki Montauban şehrinde (günümüzdeki Tarn-et-Garonne) doğmuştur. Küçük burjuva bir aileden geliyordu; babası kasaplık, annesi ise çamaşırcılık ile uğraşmaktaydı. Kimi söylentilere göre gerçek babası Aydınlanma hareketinin önemli isimlerinden "Jean-Jacques Lefranch de Pompignan"'dır. Ailesi ona ""Marie Gouze"" ismini verdi. 1765 yılında Louis Aubry adlı kendinden yaşça büyük ve sevmediği biri ile evlendi; ertesi yıl oğlu Pierre dünyaya geldi. Oğlunun doğumundan birkaç ay sonra kocasını kaybedince "Olympe de Gouges" adını aldı. 1770’lerde Paris’e taşınan Olympe de Gouges, dini evliliğe karşı idi; cinsel özgürlüğü savunuyordu. Ekonomik destek için metres ilişkileri yaşadı. Sanatçılardan, yazarlardan, siyasetçilerden oluşan bir çevre edindi. 1784'te kendi yazarlık kariyerine başladı ve yaşamının son dokuz yılında romanlar, politik yazılar, manifestolar, edebi incelemeler ve sosyal bilince sahip önemli konulara odaklanmış oyunlar yazdı. Okuma yazma bilmediği ve okul eğitimi görmediği düşünülürse, bu çalışmalarının çoğunu okuma yazma bilen bir kişinin yardımıyla başarmış olmalıdır. Bir tiyatro grubu oluşturan Olympe de Gouges, ilk oyunu kölelik karşıtı ""L'Esclavage des Nègres""i 1784'te kaleme aldı. Kadın oluşu ve oyununun konusu nedeniyle oyunu 1789 Fransız Devrimi'nin başlangıcına kadar basılmamıştır. Fransız Devrimi'ni sevinçle ve umutla karşılamasına rağmen kısa süre sonra eşit hakların sadece erke
klere verildiğini, kadınların erkeklerle eşit statüye getirilmediğini gözlemleyince Fransız Devrimi'ne olan inancını ve umutlarını yitirdi. 1791 yılında kadınlar için eşit politik ve yasal hakları talep eden bir dernek olan "Cercle Social"`e katıldı. "Cercle Social" dönemin ünlü kadın hakları savunucusu Sophie de Condorcet'in evinde buluşurdu. Daha sonra ünlenecek ""Kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır"" sözünü ilk kez bu sıralarda söylemiştir. Bu sözü, 1791 Anayasası'nın yayımlanmasından birkaç gün sonra kaleme aldığı Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin de 10. maddesini oluşturmuştur. Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ("Déclaration des droits de la Femme et de la Citoyenne") o yıl (1791) meclis tarafından yayımlanmış olan Erkek ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'ne ("La Déclaration des droits de l'Homme et du citoyen") bir cevap niteliği taşıyordu ve aslında meclisin bildirisinin bir kopyasıydı. Gouges, yalnızca insan sözcüğü yerine kadın sözcüğünü koymuştu. Bildiriyi, kadın sorunlarını yine bir kadın çözebilir düşüncesiyle, XVI. Louis’in eşi Marie Antoinette’ye ithaf etti.. Bildiri, yayımlandığı zaman pek önemsenmedi. Olumpe de Gouge, aynı yl Rousseau’nun Toplum sözleşmesi’ne karşılık kendi Toplum sözleşmesini kaleme aldı. Toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı evliliği savundu. İnandığı her şeyin uğrunda sonuna kadar direnen, tutkulu ve heyecanlı bir kişiliği vardı. Dönemin kaotik ortamında adaletsiz olarak tanımladığı her işe karşı çıkmıştır. Karşı çıktığı konulardan biri de devrilen Fransa kralı 16. Louis'in idam edilmesiydi. Bu idama karşı çıkmasının nedeni tam olarak bilinmese de, başlı başına idam cezasına karşıydı ve ona göre siyasi strateji açısından da en iyisi kralın öldürülmemesiydi. Fransız Devrimi sırasında yer alan adaletsiz ve vahşi olarak tanımlanabilecek birçok olay ve bu olayları önleyemeyişi onda büyük bir rahatsızlık uyandırıyordu. Bu rahatsızlığı nedeniyle yazımı sertleşti ve meselelere çok daha şiddetli eleştiriler getirmeye başladı. Sonunda "Le trois urnes, ou le salut de la Patrie, par un voyageur aérien" isimli eseri nedeniyle Temmuz 1793'de tutuklandı. Bu eserde memleketin kurtuluşu şu üç seçeneği değerlendirmek üzere bir halk oylamasına gidilmesini talep etmekteydi: Bölünmez bir cumhuriyet, federal bir hükümet ya da anayasal monarşi. Üç ay tutuklu kaldı. Avukat tutma hakkı verilmediği için kendi savunmasını kendisi yaptı. Hapisteyken yazdığı, kendi savunması denilebilecek iki metin arkadaşları vasıtasıyla yayımlandı. İdamdan kurtulmak için hamile olduğunu iddia etti ama yapılan kontrolde bunun gerçek olmadığı ortaya çıktı. 3 Kasım 1793 günü giyotin ile idam edildi. Gümüşçün Gümüşçün ("Lepisma saccharina"), Lepismatidae familyasından vücutları gümüşümsü bir renk ile kaplı olan ve evlerde yaşayan bir böcek türü. Yetişkinlerinin boyları 12–19 mm arasındadır. Kanatları yoktur. Gümüşçünlerin dişileri günde ortalama 1-3 yumurta bırakırlar. Yumurtlamak için seçtikleri yerler yarıklar, hareketsiz nesnelerin altları, süpürgeliklerdir. Yumurtaları, ev koşullarına çok uygun 20-22 C derece ve %50-75 oranında nemde gelişirler. Yumurtadan erişkin hale gelmesi 3-4 ayı bulur. Yaşam süreleri üç yıldır. Bütün gümüşçünler gün boyunca çatlak ve küçük aralıklarda saklanırlar. Evin her bölümünde görülebilir. Gümüşçünlerin kütüphaneler, ofisler ve arşivleri de istila etmeleri söz konusudur. Yiyecek aramak için dolaşırlar, ancak kaynağı bulduklarında ona yakın yerleşirler ve hareketleri azalır. Besin almadan ve su içmeden haftalarca yaşamını devam ettirebilir. Kağıt zararlısı olarak da bilinirler. Bina içlerine kartonlar, kâğıtlar, koliler, duvar kâğıtları ve kitaplarla girerler. Özellikle sırlanmış kâğıtları ve duvar kâğıtları gibi yapışkanlı kâğıtları tercih ederler. Proteinli besinleri tercih ederler. Kendi türleri dahil ölü böcek kalıntıları ile beslenirler. György Sándor György Sándor, (d. 21 Eylül 1912 - ö. 9 Aralık 2005) 20. yüzyılın en büyük piyanistlerinden biri olarak bilinen Macar asıllı Amerikalı müzisyen. Ünlü Macar bestecisi Bela Bartok'un öğrencisi olan Sandor, Bartok müziğinin en iyi yorumcusu olarak kabul edilir. Budapeşte'deki Liszt Akademisi’nde Kodály ile kompozisyon, Bartok ile piyano çalıştı. Bartok’la kurmuş olduğu yakın dostlukla bestecinin müziğinin en iyi yorumcusu oldu, bestecinin birçok eserinin dünya prömiyerini yaptı. Bu yönüyle Bartok’un dünya sanat yaşamında tanınmasında büyük katkılar sağladı. Bunlar arasındaki ilk performansı, Ocak 1945’te New York Carnegie Hall’da seslendirdiği Bartok tarafından piyano için düzenlenen Dance Suite’tir. Aynı yıl Bartok’un beklenmedik ölümü sonrasında, bestecinin 3. Piyano Konçertosu’nun son on yedi ölçüsünün orkestrasyonunu Tibor Serly tamamladı ve Sandor tarafından Ocak 1946’da Eugene Ormandy yönetimindeki Philadelphia Orkestrası ile dünya prömiyeri gerçekleştirildi. György Sandor, 1939’da New York Carnegie Hall’daki ilk konserinden sonra; Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa, Kanada, Latin Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda, Kuzey ve Güney Afrika, Hindistan, Orta Doğu ve Uzak Doğu’ya turneler gerçekleştirdi. 1990’da büyük bir başarı sağladığı Amerika turnesinde Bartok’un keşfedilmiş Orkestra Konçertosu’nun dünya prömiyerini sundu. 1965 yılında Bartok’un piyano eserleri üzerine yaptığı ilk kayıtlar Grand Prix Disque'e layık görüldü. Sandor, Bach, Beethoven, Brahms, Debussy, M.de Falla, Liszt ve Schumann’ın yanı sıra Kodaly ve Prokofiev'in de piyano için bestelenmiş eserlerini seslendirdi. Sanatçının, Arthur Rodzinsky yönetimindeki New York Filarmoni Orkestrası ile yorumladığı Rahmaninof’un İkinci Piyano Konçertosu, Eugene Ormandy yönetiminde Philadelphia Orkestrası eşliğinde seslendirdiği Chopin’in ikinci, Bartok’un üçüncü konçertolarının kayıtları Sony Classical tarafından yayımlandı. Bartok’un Orkestra Konçertosu ve Dance Suite’in piyano düzenlemesi, 44 Keman Düeti ve Süiti Mikromos’ta CD olarak yayımlandı. New York Üniversitesi tarafından fahri doktora unvanına layık görülen Sandor son olarak, Londra ve Buenos Aires’te Bartok’un İki Piyano ve Vurmalılar için Sonat’ını Martha Argerich ile seslendirdi, Monterrey’de, Singapur Festivali’nde ve Roma’da resitaller verdi. Sandor, Bilkent Senfoni Orkestrası ile Bela Bartok’un “3. Piyano Konçertosu”, Franz Liszt’in “Totentanz”, “1. Piyano Konçertosu” gibi eserleri yorumlamak üzere birçok kez Ankara’ya geldi. Piyano tekniği hakkında pek çok dile çevrilmiş bir kitap yazmıştır. Aşırı duyarlılık Aşırı Duyarlılık (Hipersensitivite), vücutta yabancı bir antijene maruz kalma durumunda gelişen, uygunsuz veya aşırı bağışıklık yanıtı ve buna bağlı vücudun zedelenmesi durumudur. Aşırı duyarlılık, P.H.G. Gell ve R.A.A. Coombs tarafından geliştirilen sınıflandırmaya göre 4 temel tipte incelenir. Normalde zararsız olan belirgin bir çevresel antijenle (alerjan) tekrar karşılaşma sonucu gelişir. Birey, söz konusu alerjene karşı daha önce IgE sınıfından antikor üretmiştir. Kişinin alerjene maruz kalması, yutma yolu ile, nefes alma yolu ile, cilte temas ile veya injeksiyon ile gelişebilir. Allerjen karşılaştığı dokulara bağlı olarak sistemik veya lokal bir reaksiyon meydana getirir. Alerjinin tetiklenmesi, söz konusu alerjenin, mast hücresi ve bazofil hücrelerin zarlarında yer alan alerjene özel IgE antikorlar ile birleşmesi sonucu gelişir. Bu birleşme sonrası hücrelerden histamin, ve benzeri kimyasal etken maddeler salınır, gelişen reaksiyon alerjenin dozuna ve maruz kalınma yoluna göre değişebilir, göz konjonktivasında, ödem, gözlerde kaşıntı ve sulanma olabileceği gibi, dolaşım yetmezliği ve şok meydana gelebilir. Bazı alerjik hastalıklara örnek olarak, alerjik astım, alerjik konjonktivit, allerjik rinit, anaflaksi, anjiödem ve ürtiker gösterilebilir. Antikor aracılığıyla aşırı duyarlılık reaksiyonunda, vücudun kendi hücreleri üzerinde yer alan antijenlere karşı gelişen bağışıklık yanıt sonrası antikorlar gelişmiştir. Hücreler üzerinde yer alan bu antikorlar içsel, diğer bir deyişle vucuda ait veya dışsal olabilir, dışsal antijenler virüs parçacıkları gibi hücre zarlarına bir infeksiyon sonrası yapışmış etkenler olabilir. Bu antijenlere karşı gelişmiş IgG ve IgM sınıfı antikorların söz konusu antijenlerle birleşmesi sonrası, klasik yol üzerinden kompleman sistemi aktivasyonu gerçekleşir. Kompleman aktivasyonu normalde, patojen maddeleri bağışıklık sistemine sunan hücrelerin ve dolayısıyla patojen taşıyan hücrelerin yok edilmesi amacını taşır. Reaksiyon bölgesinde, akut yangı etken maddeleri salgılanır ve hücre zarı eritici bileşenlerin varlığı ile hücreler parçalanır ve hücre ölümü gerçekleşir. Bu reaksiyonun oluşması ve etkinliği, saatler veya günler boyunca sürebilir. Bazı örnekleri, otoimmün hemolitik anemi, Goodpasture sendromu, pemfigus, pernisiyöz anemi, immün trombositopeni ve kan transfüzyonu reaksiyonları olarak sıralanabilir. İmmün kompleks hastalığı veya immün kompleks aşırı duyarlılığı olarak da adlandırılır. IgG veya IgM antikorlarının antijenler ile birleşmesi sonucu meydana gelen immün komplekslerin oluşması ve bu immün komplekslerin sistemik dolaşımda yani kanda bulunmaları ile açığa çıkar. Bu immün kompleksler değişik dokularda birikerek etkilerini gösterirler, immün kompleks birikimi sıklıkla cilt, böbrekler, ve eklemler gibi dokularda olur, biriktikleri dokuda Tip II aşırı duyarlılık reaksiyonunda olduğu gibi kompleman aktivasyonu ve doku zedelenmesi meydana gelir. Bu reaksiyonun gelişmesi ve etkinliği saatler veya günler boyunca sürebilir. Bazı örnekleri, immün kompleks akut glomerülonefrit, romatoid artrit, serum hastalığı, subakut bakteriyel endokardit, sıtmanın bulguları, sistemik lupus eritematozus ve Arthus reaksiyonu olarak sıralanabilir. Hücre aracılığıyla aşırı duyarlılık olarak da adlandırılır, etken bileşenler bağışıklık sistemi hücreleridir. Değişik alt grupları vardır; Yayla (anlam ayrımı) Hamza Yerlikaya Hamza Yerlikaya (d. 3 Haziran 1976; Kadıköy, İstanbul) FILA tarafından "Asrın Güreşçisi"
unvanı verilmiş Türk grekoromen güreşçi. Süleyman Demirel Üniversitesi, Burdur Eğitim Fakültesi Beden Eğitimi ve Spor Bölümünü mezunu olup, TCDD'de işçi (1993), Emlâk Bankası'nda (1998) ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde (1999) memur, Gençlik Spor Genel Müdürlüğü'nde (2006) Müşavir olarak çalışmıştır. Babası Mustafa Yerlikaya da eski bir güreşçidir. İstanbul'a geldikten bir süre sonra maddi koşullardan dolayı güreşi bırakmak zorunda kalmış olan Mustafa Yerlikaya, çocuklarını güreşe yönlendirmiştir ve Hamza Yerlikaya'yı 1986 yılında güreşe başlatmıştır.Hamza Yerlikaya'nın katıldığı ilk uluslararası turnuva Kanada Québec'de yapılan 1991 Yıldızlar (16 yaş altı grubu) Dünya Şampiyonası'dır. Bu turnuvada dördüncülük elde etmiştir. 17 yaşında iken yaşının küçük olması nedeni ile 1993 Büyükler Türkiye Şampiyonası'na alınmamıştır. Ancak, aynı yıl Uluslararası Vehbi Emre Güreş Turnuvası'nda gösterdiği başarılı müsabakalar ile büyükler kategorisinde de millî takıma girebileceğinin ilk sinyallerini vermiştir. 1993 yılında İstanbul'da düzenlenen Büyükler Avrupa Şampiyonası'na katılması o dönemin Federasyon Başkanı Sadettin Tantan'ın isteği ile kabul edilmiştr. Bu turnuvada ikincilik başarısı kazamıştır. Aynı yıl Stokholm'de düzenlenen 1993 Dünya Şampiyonasında Avrupa, Dünya ve Olimpiyat şampiyonu olmuş rakiplerini yenerek şampiyon olmuştur. Bu sonuç ile İstanbul'daki ikinciliğinin tesadüf olmadığını kanıtlamıştır. Uluslararası Güreş Federasyonları Birliği (FILA) modern güreşin tarihinde dünya minderlerinde ilk kez 17 yaşında bir güreşçinin şampiyon olduğunu açıklamış ve Hamza Yerlikaya'yı Asrın Güreşçisi unvanı ile ödüllendirmiştir. Yaşının küçük olması nedeni ile aynı yıl gençler, ümitler ve büyükler kategorisinde mücadelesine devam ederek başarılarına yenilerini eklemiştir. 1986 - 1996 yılları arasında ilk kulübü olan İstanbul Demirspor'da güreşmiştir. 1996 - 1997 yıllarında Ankara'da Türk Silahlı Kuvvetleri'nde askerlik görevi devam ederken Türk askeri olarak sivil bir olimpiyatta altın madalya alarak Türk spor tarihinde bir ilke imza atmıştır. 1998 - 1999 yıllarında Emlakbank Kulübünde güreşmiştir. Bu başarılarına bir ödül olarak İstanbul Sultangazi'deki İstanbul'un en büyük spor komplekslerinden birine onun adı verilmiştir. Hamza Yerlikaya Spor Kompleksi'nde futbol, basketbol, güreşe ve daha birçok spor dalı gerçekleştirilmektedir. Yerlikaya aktif sporculuğu bıraktıktan sonra 22 Ekim 2012 tarihinde yapılan seçimle Türkiye Güreş Federasyonu başkanlığına seçilmiştir. Bu görevinden 2015 milletvekili seçimleri öncesinde aynı yılın Şubat ayında istifa etmiştir. 10 Aralık 2015 tarihinde Cumhurbaşkanı baş danışmanı görevine getirilmiştir. 22 temmuz 2007 tarihli genel seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi listesinden memleketi Sivas'tan TBMM 23. dönem milletvekiliğine seçilmiştir. Java ME Java ME veya J2ME (Java Micro Edition) çeşitli cihazlar için tanımlanmış bir grup belirtim ve teknolojidir. J2ME belli sınıflardaki cihazlar için bir grup yapılandırma ve profillere bölünmüştür. Şu anda çoğu telefon bu platformu desteklemektedir. Şu anda belli güncellemeleri çıkan bu platformun, telefonlarda güncellemesini yapabilmeniz için, işletim sisteminin desteklemesi gerekmektedir (örnek: Symbian). Fethiye Çetin Fethiye Çetin, (d. 1948 Maden, Elâzığ) İstanbul Barosu İnsan Hakları Yürütme Kurulu üyeliği ve Azınlık Hakları Çalışma Grubu sözcülüğü yapmış, çeşitli gazete ve dergilerde yazıları çıkmış, son olarak da Ermeni Tehciri'ni yaşamış anneannesinin hayatını anılar şeklinde ve 'Anneannem' ismi altında kitaplaştırmış İstanbul Barosu'na kayıtlı bir avukattır. Elâzığ'ın Maden ilçesinde doğmuş, ilk ve orta öğrenimini Mahmudiye, Maden ve Elazığ'da tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuştur. Halen İstanbul'da yaşamaktadır. Çetin, Hrant Dink’in avukatıydı, Hrant Dink cinayeti sonrasında Dink ailesinin ve Hrant Dink Vakfı’nın avukatlığını yapıyor. 2004 yılında yayımlanan "Anneannem" kitabı 1904 yılında bugünkü Elâzığ'ın Kovancılar ilçesine balı Ekinözü köyünde , veya eski adıyla Habab köyünde Heranuş Gadaryan olarak dünyaya gelmiş anneannesi Seher hanımın, 1915 olaylarını 10 yaşında bir çocuğun gözüyle yaşayışını, Çermik zaptiye karakolu komutanı Hüseyin Onbaşı ve karısı Esma hanım tarafından evlat edinilerek Seher ismiyle büyütülüşünü anlatmaktadır. Aynı süreçte, erkek kardeşi Horen de, Karamusa köyünden Hıdır Efendi tarafından alınır ve Nahırcı Ahmet adıyla çobanlık yapmaya başlar. Geriye dönük olarak aile tarihçesi çıkarılmakta, Heranuş Gadaryan'ın babasının Hovannes Gadaryan, annesinin aynı köyden İsguhi Arzumanyan, baba tarafından dedesi Hayrabed Efendi'nin ve kardeşi Antreas Gadaryan'ın Palu, Ergani-Maden ve Kiğı'da tanınan eğitimciler oldukları anlatılmaktadır. Heranuş 1913 yılında okula başladığında babası ve iki amcası para kazanmak için Amerika'ya giderler. 1915 olaylarıyla bu çerçeve içinde karşılaşırlar. Bu irtibatı Fethiye Çetin 80'li yıllarda, önce New York'ta bulunan ve telefon rehberinde bir Gadaryan bulan bir arkadaşı vasıtasıyla bir süre kurar. Sonra da anneannesinin 11 Şubat 2000'de Agos gazetesinde yayınlanan ölüm ilanına ilişkin olarak Fransa'da Ermenice yayınlanan Haraç gazetesinde yayınlanan bir haberi görmüş olan ve kendisi de Habablı ve Gadaryanlarla akraba olan Başpiskopos Mesrop Aşçıyan kanalıyla bağlantı tekrar kurulur ve ABD'de yaşayan akrabalarını ziyaret eder. Kerem Tüzün Kerem Tüzün (d. 14 Şubat 1971, İstanbul), Türk basgitarist, müzisyen. Mimar Sinan Üniversitesi Sanat Tarihi ve Arkeoloji bölümünü bitirdikten sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi Bölümünde yüksek lisans yaptı.Solak bir basçıdır. Kurban grubunda basgitar çaldı. Kurban grubu dağıldıktan sonra önceleri sadece albümlerinde eşlik ettiği Demir Demirkan'la birlikte çalışmaya başladı. Kurban grubunun birleşmesi ile gruba tekrar dahil olmuştur. Aynı zamanda Climb, Hücum Kedi ve Nekropsi ile de çalışmaktadır. Sıkça slap tekniğini kullanır. Şu anda Kurban ile birlikte Kök grubunda da çalmaktadır. Gitarları Padallarından bazıları Deniz Yılmaz (müzisyen) Deniz Yılmaz (d. 5 Şubat, 1974; İstanbul, Türkiye) Türk gitarist, şarkıcı, söz yazarı, besteci, ve prodüktör. Öğrenciyken yer jimnastiğiyle ilgilenmeye başladı ancak sakatlanınca jimnastiği bırakması gerekti.Bunun üzerine Deniz gitarla ilgilenmeye başladı. Deniz Yılmaz’ın müzik hayatı böyle başladı.1993'te Bilkent Üniversitesi'nin işletme bölümünü kazandı. Burada bir müzik kulübü açtı. 2001 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi, Sanat ve Tasarım Fakültesi, Müzik ve Sahne Sanatları Bölümü, Duysal Tasarım Programı, Müzik Teknolojisi dalını kazandı. Ortaokulda gitarın yanı sıra davul dersleri de aldı ve yine bu tarihlerde grup ‘Indians’ı kurdu. Lise yıllarında gitarist ve solist olarak katıldığı birçok yarışmada derece alınca ‘Ben şarkı da söyleyebiliyormuşum’ diyerek gitar ve davulun yanına bir de vokali ekledi. Daha sonra profesyonel olarak konserler vermeye başladı. Cockroach adlı grupla çalıştı ve bu gruptan Jan Peridar ile ilk prova stüdyosunu açtı.(Yakın tarihe kadar açık olan Stüdyo Punch kapatılmıştır) 1995’te ise kendi bestelerini çalan Outside grubunda yerini aldı.Outside birçok yarışmaya katıldı. Grup 1997’de Türkçe sözlü müziğe yöneldi ve Kurban adını aldı. Kendisi ‘Kurban’ adının isim babasıdır aynı zamanda. Bu ismi niye seçtiği sorulduğunda da şöyle cevap veriyor: ‘Kendimizi kurban gibi görme, müzikte istediğimizi yapamayacağımız korkusu. Bu pop piyasasında biz kesin kurban oluruz dedik. Aynı zamanda kardeş anlamına da geliyor’ Kurban 1999’da ‘Kurban’ albümünü çıkarıyor ve grubun korktuğu gibi pop piyasasında kaybolmuyorlar, Türkiye’deki rock dinleyicisi onlara sarılıyorlar ve ‘Sert’ albümü çıkana kadar geçen uzun sürede onların hep arkasında oluyorlar. ‘Kurban’ albümünün çıkışının bir önemi de şudur. Deniz Yılmaz rock müziğe Türkçe söz yazmakla Türk rock’ında büyük bir adım atmıştır. O güne kadar müziğe İngilizce söz ve İngilizce’ye benzetilerek okunan Türkçe sözler hakimdi. Deniz Yılmaz işte buna karşı bir adım atmıştı ‘kurban’ albümünde. Deniz Yılmaz 2001 senesinde Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi, Müzik ve Sahne Sanatları Bölümü, Duysal Tasarım Programı, Müzik Teknolojisi dalını kazandı.‘Sert’ adlı albümünü Stüdyo Punch’ta kaydetti 2002 yılında çıkan, Kurban’ın 2005 çıkışlı ‘İnsanlar’ albümünde kayıt, mix, prodüktörlük gibi birçok göreve soyundu. 2010 mayıs ayında çıkan Sahip (albüm) albümünün de mixini yaptı.2012 Yılında İnsanlar Albümüne konmayan Usulca, 2014 yılında Nafile ve en son İyi Ol adlı teklileri çıkarttı Kurban ile birlikte. Deniz Yılmaz’ın üyesi olduğu gruplar Kurban’la sınırlı değil. Kendisi aynı zamanda Panik grubunda basgitar ve geri vokal olarak yer aldı. Ayrıca Panik’in 2006’da çıkan ilk albümü Almayan Böyle Olsun'da prodüktör olarak yer aldı. Kurban ve Panik grupları dışında Sumeru (eski kraker) grubunda bass gitar çaldı. Direc-t‘in ‘Rus kozmonatları’ adlı albümünün prodüktörlüğünü üstlendi. Şebnem Ferah, Demir Demirkan, Öztürk, Direc-t gibi birçok müzisyen ve gruba yazdığı şarkı sözleriyle destek olmuştur. Ayrıca Deniz Yılmaz, uzun dönem olarak 15 ay askerlik yapmıştır. Ayrıca şu an Panik grubunda beraber yer aldığı Kaan Alptekin(Bateri) ile Beton adlı grupta çalışmalara devam etmektedir. Kendi solo albümünü çıkartmayı düşünmektedir ve Sinan Güngörer ile birlikte bir de Totem adlı grubu vardır. Marka Marka, bir işletmenin mal veya hizmetlerini bir başka işletmenin mal veya hizmetlerinden ayırt etmeyi sağlaması koşuluyla kişi adları dahil, özellikle sözcükler, şekiller, harfler, sayılar, malların biçimi veya ambalajları gibi çizimle görüntülenebilen veya benzer biçimde ifade edilebilen, baskı yoluyla yayınlanabilen ve çoğaltılabilen her türlü işaretleri içerir. Marka Tescil İşlemleri ortalama 12-18 ay içinde tamamlanmaktatır. A) Araştırma ve İnceleme Süresi TPE tarafından mutlak nedenler yönünden araştırma ve inceleme süresi ortalama 6-9 ay kada
rdır. Söz konusu müracaat ile ilgili herhangi bir engel yoksa ve inceleme müspet sonuçlanırsa marka, Resmi Marka Bülteni'nde ilan edilir. B) Resmi Marka Bülteni'inde ilan Süresi Marka Bülteninde kanuni ilan süresi 3 aydır. Diğer marka sahiplerinin bilgilenmesi, benzer marka sahiplerinin itiraz haklarını kullanması ilan süresi içinde yapılır. İtiraz eden olmadığı takdirde tescil aşamasına geçilir. C) Tescil Aşaması Herhangi bir itiraz olmadığı takdirde ve TPE'nin verdiği kanuni süreler içerisinde eksik evraklar ve harç noksanları tamamlanır. Tescilli markalar başvuru tarihi itibarı ile 10 yıllık sürelerle, sonsuza kadar yenilenerek korunmaya devam edilebilirler. Yenileme işlemi için tekrar marka başvurusunun yapılması gerekmez. 556 Sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye göre tescil edilecek markaların çeşitleri aşağıda gösterilmiştir. Birden fazla gerçek veya tüzel kişiler, birlikte kullanmak istedikleri markayı ticaret markası ve/veya hizmet markası olarak ad ve unvanlarını birlikte yazarak tescil ettirebilirler. Aynı marka tescili, farklı firmaların farklı TPE Marka Sınıfları için başvurusu sonucunda gerçekleşebilir. Dream Theater Dream Theater, ABD/New York'tan çıkmış progresif metal grubudur. 1990'ların başında Amerika'da başlayan progresif metal hareketinin başı çeken gruplarındandır. Yaptıkları müzikle,yazdıkları şarkı sözleriyle,grup elemanlarının kendi alanlarındaki yetenekleriyle kendilerine gelmiş geçmiş en iyi grup diyen kitle sayısı da dünya çapında bir hayli fazladır. Grup müziğinde progresif rock ve heavy metali, caz temelleri ile birleştirmiştir. Hayat ve felsefe gibi derin konulardan etkilenen şarkı sözleri ile progresif metalde yeni bir yol açmış, birçok grubun müziklerini etkilemişlerdir. Yaklaşık 30 yıldır resmi olarak müzik yapan Dream Theater, Berklee'de okuyan basgitarist John Myung, gitarist John Petrucci ve davulcu Mike Portnoy tarafından kurulmuştur. Daha sonra Petrucci'nin çocukluk arkadaşı Kevin Moore'un da katılımıyla grup "Majesty" adını aldı. Yaptıkları ilk deneme albümün başarıya ulaşması sonucu "Majesty" isminin başka bir grup tarafından kullanıldığını öğrenip, Mike Portnoy'un babasının tavsiyesiyle grubun adı eski bir sinemadan esinlenerek "Dream Theater" olarak ilk ve son kez değiştirmişlerdir. Grubun ilk albümü (When Dream and Day Unite) 1989 yılında piyasaya sürüldü. Bu albümden sonra müzikal farklılıklar yüzünden vokalist Charlie Dominici gruptan ayıldı ve onun yerine Kanadalı James LaBrie gruba katıldı. En büyük çıkışı 1992'de ikinci albümleri "Images and Words" albümüyle gerçekleştirdiler. İlk konserlerini Iron Maiden'ın katkısıyla gerçekleştirdiler. 1994'te Awake albümünü çıkaran gruptan Kevin Moore ayrıldı ve yerine Derek Sherinian geldi. 1995'te A Change Of Seasons albümünü 1997'de çıkan Falling From Infinity albümü izledi. Daha sonra gruba Jordan Rudess girdi ve 1999'da Metropolis Part 2 yan başlıklı Scenes From A Memory adlı konsept albüm çıktı. Bu albümde Nicholas diye biri hipnoz ile geçmiş yaşantısına döndürülür ve geçmiş hayatında Victoria adlı bir kadın olduğunu ve iki erkek kardeşin ona aşık olması sonucu yaşanan sorunları görür (Bu hikâyenin başı da Images and Words albümünde Metropolis Part 1 olarak anlatılmıştır). Daha sonra deneysel albümler yapan grup 2002'deki 6 Degrees Of Inner Turbulence adlı 2 CDlik bir albüm yaptılar. 2003'te ise kariyerlerinin en sert albümü olan Train Of Thought piyasaya sürüldü. Bu albümü 2005 yılında Octavarium izledi. John Petrucci bu albümü en iyi albümleri olarak düşündüğünü "Score" adlı DVD lerinde belirtmiştir. Bir sonraki albümleri olan Systematic Chaos ise 2007 yazında piyasaya sürüldü. Systematic Chaos albümünde Constant Motion ve Dark Eternal Night son on yılın en iyi metal riffleri arasına girdi. 2008 Nisan ayında ise best of albüm tadında olan ve grubun eski şarkılarını stüdyoya girip tekrar coverlayarak piyasaya sürdüğü Greatest Hits albümü piyasaya sürüldü. Greatest Hits albümü karanlık ve aydınlık taraf olarak iki kısımdan oluşmaktadır. Mike Portnoy ile hazırlanan son albümleri "Black Clouds and Silver Linings" 23 Haziran 2009 tarihinde piyasaya çıktı. Mike Portnoy'a göre albüm birçok karanlık temayı, sert bir üslupla işliyor, fakat bu karanlık ve ağır havanın yanında iyimser bir çizgi de çiziyor, hem müzikal hem tematik anlamda. Bu açıdan albüm iki isimli, Mike Portnoy'a göre. Grup, 5 kere Türkiye'de konser verdi. İlk konser 6 Degrees turnesinde 8 Kasım 2002'de o dönem yeni kurulan Dream Theater Türkiye Resmi Fan Kulübü'nün (Home) önemli derecede katkılarıyla gerçekleşmiştir. Türkiye konserlerinin ikincisi 3 Temmuz 2005 tarihinde, üçüncüsü Octavarium turnesinde 29 Temmuz 2007 gerçekleşti. İlk üç konserin bazı detayları ve görüntüleri Fan Kulüp tarafından İstanbul Triology adlı bir DVD olarak üyelere sunulmuştu. Train Of Thought turnesinde de gelmek istemelerine rağmen, konser daha sonra iptal edildi. Dream Theater Türkiye'deki son iki konserini ise 4 Temmuz 2009 ve 31 Temmuz 2014 tarihlerinde Maçka Küçükçiftlik Park'ta vermiştir. Grup üyelerinin hepsi birçok albümde değişik müzisyenlerle çalışmış, değişik projeler dahil olmuştur. Gitarist John Petrucci 2005 yılında Steve Vai ve Joe Satriani ile beraber G3'te çalmış ve G3 Live in Tokyo isimli albümde yer almıştır. Ayrıca kendisinin Suspended Animation adında solo albümü de vardır. Mike Portnoy da defalarca Dünyanın en ünlü davul dergilerine kapak konusu olmuş, dünyanın en iyi davulcularından biridir. Rudess gruba katılmadan önce ünlü basçı Tony Levin, Petrucci, Rudess ve Portnoy Liquid Tension Experiment adı altında iki albüm çıkarmıştır. John Petrucci'nin "Rock Discipline", Mike Portnoy'un "Progressive Drum Concepts", "Liquid Drum Theater", "in Constant Motion", John Myung'un "Progressive Bass Concepts" isimli eğitim videoları vardır. 4 Temmuz 2009'da İstanbul'da konser vermişlerdir. 8 Eylül 2010'da Mike Portnoy, kendi web sitesinde gruptan ayrıldığını açıklamıştır. Nisan 2011 itibarıyla Dream Theater, Youtube üzerinden Mike Portnoy'un ayrılışından sonra grubun yeni davulcu arayış sürecini özetleyen bir video yayınlamıştır. Mike Mangini arayış sürecinin sonunda grubun yeni davulcusu olarak çalmaktadır. 12 Eylül 2011'de A Dramatic Turn of Events ismiyle yeni bir albüm çıkarmışlardır. Bu albümdeki "On The Backs Of Angels" adlı şarkı ile ilk defa Grammy adayı olmuşlardır. Grup, 2013 yılında kendi adlarını verdikleri Dream Theater adlı albümü çıkartmış ve albümdeki "The Enemy Inside" şarkısı ile Grammy adayı olmuştur. Grubun son albümü 2016 yılında çıkan The Astonishing'tir. Konsept albüm formatındaki çalışma, fantastik öğeler içeren bir öyküye dayanmaktadır. Albüm kayıtlarında yer almış önceki grup elemanları şunlardır: "Stüdyo Albümleri" "Konser Albümleri" "Single ve EP Albümleri" Enginar Enginar ("Cynara scolymus"), papatyagiller familyasından mavi-mor renkli çiçekler açan, 50–150 cm boyunda çok senelik otsu bir bitki. Güney Avrupa ve Akdeniz çevresinde yetişir. Gövdeleri dik, kuvvetli, sert ve boyuna olukludur. Yaprakları sapsız, büyük, uzun-oval ve parçalıdır. Çiçekler üst yaprakların koltuğundan çıkan, uzun sapların ucunda büyük başçıklar halinde toplanmıştır. Çiçek tablası etlidir. Hepsi tüp şeklinde olan çiçekleri ve bunların aralarında bulunan tüyleri taşır. Enginar cynarin içerdiği için karaciğer,safra ve idrar kesesinde biriken nikotin, alkol ve yağın vücuttan atılımını sağlar. Ayrıca vücuttaki amonyak ve kolestrolü azaltır. Bol A ve B vitamini içerdiğinden atardamar kireçlenmesini önlemekte ve safra kesesi rahatsızlıklarını gidermektedir. Bunun dışında cinsel gücü artırıcı, ateş düşürücü, vücudu kuvvetlendirici ve iştah açıcıdır. Romatizma, ishal, sarılık hastalıklarına ve sinirlere iyi gelir. Enginar genel olarak Türkiye'de ve birçok ülkede vegetatif yolla üretilmektedir. Fransa, İtalya ve İspanya'da doğrudan tohumla üretilen çeşitler geliştirilmiştir. Enginarda vegatatif yolla üretim dip sürgünleri veya üzerinde gözlerin bulunduğu kök parçaları ile yapılabildiği gibi sadece gözlerin ana gövdeden çıkarılıp değişik ortamlarda köklendirilerek de yapılabilir. En yaygın üretim şekli sürgünlerle yapılan üretimdir. Yeni kurulacak Enginar plantasyonlarında dikiminden önce toprak derin sürülmeli ve gübrelenmelidir. Derin sürümden sonra diskaro ve tırmık çekilerek toprak dikime hazır duruma getirilmelidir. Dikim genellikle Akdeniz ve Ege bölgesinde Ekim–Kasım aylarında, Marmara bölgesinde ise Mart–Nisan aylarında yapılır. En uygun dikim masuralar üzerine sıra arası ve üzeri 1x1 m mesafe ile yapılır. Özellikler Bursa Doğan köy ve keramet köyünde meşhurdur. Bir enginar likörü olan Cynar İtalya'da çok popüler olan bir alkollü içkidir. Exodus Exodus sözcüğünün farklı manaları ve kullanımları vardır: İstinye Tersanesi İstinye Tersanesi, Yüz yıla yakın bir süreyle, Marmara Denizi ile Karadeniz arasında İstanbul boğazının en stratejik noktalarından biri olan İstinye Koyu'nda kurulmuş tershane. Hem tamir servis hem de gemi inşaatları düzeyinde uzun yıllar boyunca büyük hizmetler vermiştir. Faruk Cömert Faruk Cömert, (1946 Vezirköprü, Samsun, Türkiye), Türk asker. Askerlik hayatına 1960 yılında Hava Lisesi'nde başladı. 1965 yılında Hava Harp Okulu'ndan mezun olduktan sonra uçuş eğitimini tamamlayarak Jet Pilotu olarak Türk Hava Kuvvetleri'ne katıldı. Hava Harp Akademisi ve Silahlı Kuvvetler Akademisi'ni bitirerek ABD'de Hava Komuta Kurmay Koleji ve Akademik Öğretmen Okulu'ndan mezun oldu. Değişik üslerde eğitim subaylığı, harekât subaylığı ve filo komutanlığı yaptı. 1985-1988 tarihleri arasında Napoli Airsouth NATO Karargâhında yurt dışı görevinde bulundu. Harekât Komutanlığı ve Harekât Başkanlığı görevlerini de başarı ile tamamlayıp, 1991 yılında Tuğgeneral rütbesine terfi etti. Tuğgeneral olarak 2. Taktik Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı görevini bir yıl sürdürdükten sonra 8. Ana Jet Üs Komutanlığı görevine atandı. 1994 yılında Genelkurmay Komuta Kontrol Daire Başkanlığı görevini icra ett
i. 1995 yılında Tümgeneral rütbesine terfi ederek Hava Harp Okulu Komutanlığı'na atandı. 1997-1999 tarihleri arasında Genelkurmay And. Daire Başkanlığı görevini sürdürdükten sonra, 1999 yılında Korgeneral rütbesine terfi ederek, Hava Kuvvetleri Değerlendirme ve Denetleme Başkanlığı'na atandı. 2001 yılı general atamaları ile birlikte 1. Taktik Hava Kuvvetleri ve 6. BHHM Komutanlığı görevine atandı. 30 Ağustos 2003 tarihinden itibaren Orgeneral rütbesine terfi etti. 2003-2005 yılları arasında Harp Akademileri Komutanlığı'nı sürdürdü. 2005 yılında Hava Kuvvetleri Komutanlığı görevine atandı. 23 Ağustos 2007 tarihinde emekli oldu. 12 Eylül Askeri Darbesi öncesinde yaşanan Türkiye'nin siyasi kutuplaşma döneminde, 11 Temmuz 1978 öldürülen Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Bedrettin Cömert'in kardeşidir. Evli ve iki çocuk babasıdır. İngilizce bilmektedir. Safran Safran ("Crocus sativus"), süsengiller (Iridaceae) familyasından, sonbaharda çiçek açan, 20–30 cm boyunda, çiğdem ("Crocus") cinsinden soğanlı bir kültür bitkisi ve bu bitkiden elde edilen baharat. Bitkinin yaprakları şeritimsi, mor çiçekleri üç tepeciklidir. Çiçeği ve tepecikleri bitkiye bağlayan yaprak sapı da dâhil olmak üzere erkek organları kurutularak özellikle gıda boyası ve tat verici olarak kullanılan safran bitkisi daha çok İspanya, Fransa, İtalya ve İran'da yetiştirilir. Türkiye’de ise safran Safranbolu’da üretilmektedir. Ağırlığına göre dünyanın en pahalı baharatı, (bir gramı 5 ile 6 € arası), olan safranın anavatanı Güneybatı Asya’dır. Yetiştiriciliğine ilk olarak Yunanistan civarında başlanmıştır. Yarım kilogram safran 80.000 çiçekten çıkarılabilir. Kendi ağırlığının 100.000 katı suyu sarı renge boyar. Safran baharatının keskin bir tadı ve iyodoform ya da saman benzeri bir kokusu vardır. Bunların sebebi, bileşiminde bulunan pikrokrosin ve safranal kimyasallarıdır. Aynı zamanda içine konduğu yemeklere altın gibi sarı bir renk katan, krosin adı verilen karotenoit bir boya maddesi de içerir. Bu özellikler safranı dünya çapında çok aranan bir baharat yapar. Ayrıca tıpta da kullanılır. "Safran" kelimesi Arapça sarı renk anlamına gelen "asfar" (أَصْفَر) kelimesinden türetilen ve Arapçada safran baharatı anlamına gelen "za’feran" (زَعْفَرَان ) kelimesinden kaynaklanarak Latinceye "safranum", İtalyancaya "zafferano" ve İspanyolcaya "azafrán" olarak geçmiştir. Daha sonra Fransızcaya "safran" ve oradan da İngilizceye "saffron" olarak aktarılmıştır. Kültür bitkisi olan safran "C. sativus", sonbaharda çiçek açan ve doğal yaşamda kendi başına bulunmayan çok yıllık bir bitkidir. Sonbaharda çiçek açan Doğu Akdeniz’in "Crocus cartwrightianus" bitkisinin kısır bir triploid mutantıdır. Botanik araştırmalarına göre "C. cartwrightianus" bir zamanlar düşünüldüğü gibi Orta Asya’da değil Girit’te ortaya çıkmıştır. Safran bitkisinin ortaya çıkışı ise "C. cartwrightianus" yetiştiricilerinin daha uzun tepeciklere sahip bitkiler üretebilmek için yaptıkları aşırı yapay seleksiyonun sonucudur. Kısır olmaları nedeniyle safran bitkisinin mor çiçekleri üretken tohum üretemez ve çiçeğin üremesi insana bağlı kalır. Toprak altında kalan ve üreme organı görevini yapan soğanlar toprak kazılarak çıkarılmalı, bölünerek ayrılmalı ve tekrar dikilmelidir. Bir soğan yalnızca bir mevsim yaşar, bölünerek yaklaşık on tane soğancık üretir ve bu soğancıklardan yeni bitkiler ürer. Soğanlar yaklaşık 4,5 cm çapında küçük kahverengi yuvarlardır ve sık bir hasır şeklinde paralel lifçiklerden oluşmuştur. Bir yaz uykusu geçirdikten sonra topraktan, 40 cm’ye kadar büyüyen, beş ila on bir adet dar ve dik yeşil yaprak çıkar. Sonbaharda mor tomurcuklar kendini gösterir. Ekim ayında, diğer tüm çiçekli bitkiler tohumlarını bıraktıktan sonra açık pastel leylak renginden daha koyu bir mor renkte parlak renkli çiçekleri açar. Çiçek verdiği sırada bitki 30 cm’den daha yüksek değildir. Her çiçeğin ucunda üçlü bir erkeklik organı bulunur ve bunların ucunda 25–30 mm’lik koyu kırmızı tepecikler yer alır. Safran bitkisi, Akdeniz maki ve Kuzey Amerika chaparral bitki örtüsünün yaşadığına benzer, sıcak ve kuru yaz rüzgârlarının estiği yarı kurak iklimlerde büyür. Bitki, soğuk kışları da atlatabilir ve kısa süre kar altında kalabildiği gibi -10 °C’lik donlara da karşı koyabilir. Ancak Keşmir gibi yıllık 1000–1500 mm yağış alan nemli iklimlerde yetiştirilmediği takdirde sulama gerektirir. Yıllık 500 mm yağış alan Yunanistan’da ve yıllık 400 mm yağış alan İspanya’da sulama olmadan yetiştirilemez. Yağmurların zamanlaması da önemlidir. Cömert bahar yağmurlarının ardından gelen kuru yazlar optimal koşullardır. Buna ek olarak çiçek açmasından hemen önce yağan yağmurlar safran mahsulünü artırır. Ancak tam çiçek açarken soğuk ve yağmurlu hava ile karşılaşınca hastalığın artması nedeniyle üretim miktarı düşer. Sürekli nem ve sıcak hava ile tavşan, sıçan ve kuşların toprağı kazmaları da üretimi kötü yönde etkiler. İplikkurdu ve yaprak mantarı gibi parazitlerle soğan çürümesi de önemli tehditlerdir. Safran bitkisi güçlü ve doğrudan güneş ışığını ne kadar severse, gölgede kalmaktan da o kadar hoşlanmaz. Dolayısıyla gün ışığı alan yamaçlar (kuzey yarıkürede güneye doğru) safran bitkisi dikimi için en elverişli yerlerdir ve buralarda çiçek en yüksek oranda güneş ışığı alır. Kuzey yarıkürede soğan dikimi 7–15 cm derinlikte olmak üzere haziran ayında yapılır. Soğanların dikildiği derinlik, aralık ve iklim, ürün miktarını etkileyen kritik faktörlerdir. Daha derine dikilen ana soğanlar daha yüksek kaliteli safran üretir ama daha az çiçek tomurcuğuna ve yavru soğancığa sahip olurlar. Bu bilgilerin ışığı altında İtalyan yetiştiriciler soğanları 2–3 cm aralıklarla 15 cm derinliğe diktiklerinde mahsul kalitesini artırırlar. 8–10 cm derinliğe diktiklerinde ise hem çiçek hem de soğancık üretimini optimize ederler. Yunan, Faslı ve İspanyol yetiştiriciler ise kendi iklim koşullarına uygun olan farklı derinlik ve aralıklarda dikim yapmaktadır. Safran bitkisinin en severek yetiştiği toprak gevrek, gevşek, düşük yoğunluklu, iyi sulanmış ve iyi akaçlanmış, yüksek organik içerikli killi ve kalker topraktır. Kabartılmış dikim yatakları iyi akaçlamayı sağlamak için kullanılan geleneksel bir yöntemdir. Toprağın organik içeriğini sağlamak için tarihsel olarak hektar başına 20–30 ton gübre kullanılır. Ama daha sonraları, daha fazla gübre kullanmadan soğanlar dikilmiştir. Yaz mevsimini uyuyarak geçiren soğan, sonbaharın başında dar yapraklarını yukarı gönderir ve tomurcuklanmaya başlar. Bitki ancak sonbahar ortasında çiçeklenmeye başlar. Çiçeklerin hasatı çok hızlı yapılmak durumundadır çünkü gün ağarırken açan çiçekler gün ilerledikçe solmaya başlar. Üstelik safran bitkisi bir ila iki haftalık çok kısa bir dönem içinde çiçeklenir. Yaklaşık olarak 150 çiçek 1 g kuru safran lifi verir. 12 g kuru safran ya da 72 g taze toplanmış safran elde etmek için 1 kg çiçek gerekir. Ortalama olarak taze toplanmış bir çiçek 0,03 g taze safran ya da 0,007 g kuru safran verir. Safran 150’den fazla uçucu ve aroma taşıyan bileşik içerir. Bunların çoğu aralarında zeaksantin, likopen, ve değişik α- ve β-karoten de bulunan karotenoidlerdir. Ancak safran altın sarısı – turuncu rengini α-krosine borçludur. Bu krosin trans-krosetin di-(β-D-gentiyobiyosil) ester dir (sistematik (IUPAC) adı: 8,8-diapo-8,8-karotenoik asit). Yani safranın aromasının altında yatan karotenoit krosetinin digentiobioz esteridir. Krosinler, krosetin esterlerin monoglikosil ya da diglikosil olmayan hidrofilik bir grup karotenoiddir. Aynı zamanda krosetin bir konjüge polien dikarboksilik asittir, ayrıca hidrofobiktir ve dolayısıyla da yağda çözünür. Krosetin iki suda çözünen gentiobioz ile (yani şekerlerle) birleşince ortaya çıkan ürün de suda çözünür. Ortaya çıkan α-krosin kuru safranın kütlesinin %10’undan fazlasını oluşturan bir karotenoit pigmentidir. Bu iki esterleşmiş gentiobioz, suda çözünür hâle gelmiş olan α-krosini, pirinç pilavı gibi su bazlı yemekleri renklendirmek için ideal bir ürün yapar. Safranın tadı keskin glükozit pikrokrosinden gelir. Pikrokrosin (Kimyasal formülü: CHO; sistematik adı: 4-(β-D-glükopiranosiloksi)-2,6,6- trimetilsikloheks-1-en-1-karboksaldehit) safranal (sistematik adı: 2,6,6-trimetilsikloheksa-1,3-dien-1- karboksaldehit) diye bilinen bir aldehit alt elemanı ile bir karbonhidratın bileşiminden oluşur. Böcek öldürücü özellikleri olan pikrokrosin kuru safranın %4’ü kadarını oluşturur. Özellikle pikrokrosin, zeaksantin karotenoit (oksidatif parçalanma ile) kısalmış bir seklidir ve terpen aldehit olan safranalın bir glükozit türevidir. Kızıl renkli zeaksantin insan gözünde retinada doğal olarak bulunan birkaç karotenoitten birisidir. Safran hasattan sonra kurutulduğunda sıcaklıkla birleşen enzim etkisi sonucunda pikrokrosin D-glükoz ve serbest bir safranal molekülüne ayrışır. Uçucu bir yağ olan safranal, safranın ayırt edici aromasının önemli bileşenlerinden biridir. Safranal pikrokrosinden daha az keskindir ve bazı örneklemelerde kuru safranın uçucu bölümünün %70’ini oluşturur. Safranın aromasının altında yatan ikinci bir bileşen, kokusu "safran ya da kurumuş saman gibi" tarif edilmiş olan, 2-hidroksi-4,4,6-trimetil-2,5-sikloheksadien-1-on’dur. Safranaldan daha az bir oranda bulunmasına rağmen bu bileşen kimyacılar tarafından safranın kokusuna en önemli katkıyı sağlayan bileşen olarak tanımlanmıştır. Kuru safran pH değişmelerine karşı çok hassastır ve ışık ile oksitlendirici etmenlerin etkisiyle kimyasal olarak hemen parçalanır. Atmosferdeki oksijen ile temasını minimize etmek için hava geçirmez kaplarda saklanmalıdır. Safran ısıya karşı biraz daha dayanıklıdır. Safran yetiştiriciliğinin tarihi 3.000 yıl öncesine kadar uzanır. Kültür bitkisi olan safranın doğada bulunan öncülü "Crocus cartwrightianus"tur. İnsan yetiştiriciler, aşırı uzun tepeciğe sahip olan örnekleri seçerek yetiştirdi. Bunun sonucunda "C. cartwrightianus"un kısır bir mutant formu olarak "C. sativus" Bronz Çağı’nda Girit’te ortaya çıktı. Uzmanlara göre safrandan bah
seden ilk doküman MÖ 7. yüzyıldan kalma Asurlular döneminde Asurbanipal tarafından toplatılan bir botanik kaynakçasıdır. Bundan sonra 4.000 yıl boyunca safranın 90 kadar hastalığın tedavisinde kullanıldığına dair dokümantasyon ortaya çıkarılmıştır. O tarihlerden beri Akdeniz bölgesinde hem baharat hem de ilaç olarak kullanılan safran yavaş yavaş Avrasya’nın diğer bölgeleriyle Kuzey Afrika ve Kuzey Amerika’ya kadar yayılmıştır. Son yıllarda safran üreticiliği Okyanusya kıtasına da uzanmıştır. Minos uygarlığı zamanında MÖ 1500–1600 yılları arasında safranın tedavi amaçlı ilaç olarak kullanıldığını gösteren saray freskleri bulunmuştur. Sonraları Yunan efsanelerinde Kilikya’ya yapılan deniz yolculuklarından bahsedilir. Maceraperestlerin oraya dünyanın en değerli safranı olduğuna inandıkları safranı bulma ümidiyle gittiği aktarılır. Başka bir efsanede Crocus ve Smilax’tan bahseder. Büyülenen Crocus ilk safran bitkisine dönüşür. Antik Akdeniz ulusları; Mısırlı parfümcüler, Gazalı doktorlar, Rodoslu kasabalılar ve Yunan "hetaerae" adı verilen saray kadınları parfümlerde, merhemlerde potpurilerde, maskaralarda, kutsal sunaklarda ve tıbbi tedavilerde safran kullanmıştır. Helenistik Mısır döneminin sonlarında Kleopatra'nın, sevişmelerinin daha zevkli geçmesi için banyosunda safran kullandığı bilinir. Mısırlı sağlıkçılar her türlü gastroentestinal tedavi için safranı kullanırdı. Sidon ve Tyre gibi şehirlerde de safran dokumaların boyanmasında kullanılmıştır. Romalılar safranı o kadar çok seviyordu ki Romalılar Güney Galya kolonilerinde yanlarında getirdikleri safranı Roma yıkılıncaya kadar oldukça yaygın bir biçimde yetiştirmişlerdir. Farklı teoriler safranın Fransa’ya tekrar dönmesini 8. yüzyılda Endülüslülere ya da 14. yüzyılda Avignon papalığına bağlar. Irak’ta 50.000 yıllık tarih öncesi hayvan tasvirlerinde safran bazlı pigmentlere rastlanmıştır. Sonraları Sümerler doğada büyüyen safranı tedavi ve sihirli iksir yapmak için kullandı. Safran, MÖ 2. binyılda Minos saray kültüründen çok daha önce bir ticaret malı olarak kullanılıyordu. Yahudi dilinde Süleyman’ın Şarkısı’nda da safrandan saygıyla söz edilir. Antik Persler MÖ 10. yüzyılda Derbena, İsfahan ve Horasan şehirlerinde Fars safranı ("Crocus sativus" 'Hausknechtii') yetiştirdi. Bu yerlerde safran lifleri tanrılara sunulan dokumalarda, boya, parfüm ve ilaçlarda kullanılmıştır. Safran lifleri yataklara serpilmiş ve melankoli krizlerini iyileştirmek için sıcak çaylarla karıştırılmıştır. Perslerin safranı uyuşturucu maddelerle birlikte ve afrodizyak olarak kullandığı da sanılmaktadır. Asya seferleri sırasında Büyük İskender safranı, içecek ve yiyeceklerinde kullandığı gibi savaş yaralarını tedavi amacıyla banyosunda da kullanmıştır. İskender'i taklit eden askerleri safran ile banyo alma alışkanlığını Yunanistan’a getirmişlerdir. Safranın Güney Asya’ya gelişiyle ilgili birbiriyle çelişen teoriler bulunur. Geleneksel Keşmir ve Çin söylencelerine göre safran 900 ila 2500 yıl önce bir zamanda buralara ulaşmıştır. Antik Pers kayıtlarını inceleyen tarihçiler bu tarihin MÖ 500 yılından önce olduğunu bulmuşlardır. Bu ya Perslerin park ve bahçelerde safran soğanlarını dikmeleriyle ya da Perslerin Keşmir’i işgal edip orada koloni kurmasıyla olmuştur. Fenikeliler Keşmir safranını boya olarak ve melankoli tedavisi için pazarlamışlardı. Daha sonra tüm Güney Asya’da yemeklerde ve boya olarak safran kullanımı yaygınlaşmıştır. Örneğin Hindistan’da Budist keşişler Buddha Siddhartha Gautama'nın ölümünden sonra safran renkli giysiler giymeye başlamışlardır. 7. yüzyıldan Ermeni yazar Şiraklı Ananya Çin’i şöyle tanımlamıştır: Avrupa’da Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra safran yetiştiriciliği oldukça azaldı. Safran Avrupa’ya Endülüslülerin İspanya, Fransa ve İtalya’ya girmesiyle birlikte geri döndü. 14. yüzyıldaki Kara Veba salgını sırasında safran bazlı ilaçlara olan talep çok yüksek miktarlara ulaşınca Venedik ve Ceneviz gemileri Rodos gibi Güney Akdeniz’de bulunan yerlerden safran getirdiler. Soylular tarafından böyle bir gemi yükünün çalınması nedeniyle on dört hafta süren "Safran Savaşı" çıktı. Safran nedeniyle ortaya çıkan çatışmalar ve safran korsanlığının saldığı korku nedeniyle Basel’de başarılı bir şekilde safran kültürüne başlandı. Safran yetiştiriciliği ve ticareti daha sonra da Nürnberg’e sıçramıştır. Çok kısa bir süre sonra da safran yetiştiriciliği özellikle Norfolk ve Suffolk olmak üzere İngiltere’nin tamamına yayılmıştır. Essex’in Saffron Walden kasabasının adı yetiştirilen yeni üründen gelmektedir. Bu kasaba İngiltere’de safran yetiştiriciliğinin ve ticaretinin merkezi olmuştur. Ancak çikolata, kahve, çay ve vanilya gibi daha egzotik ürünlerin denizaşırı topraklardan getirilmesiyle birlikte Avrupa’da safran üretimi azalmıştır. Yalnızca Güney Fransa, İtalya ve İspanya’da önemli miktarlarda safran üretimi süregelmiştir. Schwenkfelder Kilisesi üyeleri yanlarında taşıdıkları bir sandık safran soğanıyla göç ettikleri Amerika kıtasına safranı getirmiştir. 1730 yılında tüm doğu Pensilvanya’da safran yetiştiriliyordu. Karayipler'deki İspanyol kolonilerinin büyük miktarda bu yeni Amerikan safranından satın alması ve yüksek talep nedeniyle Philadelphia emtia borsasında safranın liste fiyatı, altına denkti. 1812 Savaşı’nda safran taşıyan birçok gemi batırıldıktan sonra Karayipler'le olan safran ticareti ortadan kalkmıştır. Yine de yöresel olarak keklerde, makarnalarda, tavuk ve alabalık çorbalarında kullanılmak üzere az miktarda da olsa Pensilvanya’da safran üretimi devam eder. Günümüzde Kuzey Amerika’da Lancaster County, Pensilvanya’da safran üretimi devam etmektedir. Uzmanlar safranın kokusunu otsu ya da samansı bir etkiyle karışık metalik bal rengini andırır diye tarif eder. Tadı da biraz keskin ve samansıdır. Safran yiyeceklere parlak sarı bir renk katar. Sıra dışı tadı ve yemeklere kattığı sarı renk nedeniyle safran; Arap, Orta Asya, Avrupa, Hint, İran, Fas ve Cornwall mutfaklarında oldukça yaygın olarak kullanılır. Şekerlemeler ve likörlerde de sıklıkla safran bulunur. Safranın yerine genellikle aspir ("Carthamus tinctorius", "Portekiz safranı" ya da "yalancı safran") veya zerdeçal ("Curcuma longa") kullanılır. Geleneksel tedavi yöntemi olarak çok eski bir tarihe sahip olan safranın antikarsinojenik (kanser bastırıcı), antimutajenik (mutasyon önleyici), immünomodüle edici, ve antioksidan benzeri özellikleri olduğu modern tıp tarafından bulunmuştur. Safran özellikle Çin ve Hindistan’da kumaş boyası olarak ve parfümeride kullanılır. Safran üretiminin çoğu batıda Akdeniz’den doğuda Keşmir’e kadar uzanan bir kuşakta yapılır. Dünya çapındaki safran üretimi yıllık 300 ton civarındadır. Sırasıyla İran, İspanya, Hindistan, Yunanistan, Azerbaycan, Fas, ve İtalya önemli ölçüde safran ürete ülkelerdir. Yarım kg kuru safran elde etmek için 55.000–80.000 çiçek gerekir ki bu bir futbol sahası büyüklüğündeki bir alandan toplanır. 150.000 çiçeği toplayabilmek için kırk gün boyunca gece gündüz çalışmak gerekir. Çiçeklerden çıkarılan tepecikler hemen kurur ve hava sızdırmaz kaplarda saklanır. Safranın toptan ve perakende satış fiyatı kilogram başına US$1100–US$11.000 arasındadır. Canlı kızıl renk, hafif bir nemlilik, esneklik, yeni hasat tarihi ve kırılmış liflerin olmaması taze safranın özelliklerindendir. Dünya çapında çeşitli safran kültivarları üretilmektedir. "Spanish Superior" ve "Creme" ticari adlarını taşıyan İspanyol varyeteleri genel olarak daha yumuşak bir renk, tat ve kokuya sahiptir ve hükûmetin belirlediği standartlara göre sınıflandırılır. İtalyan varyeteleri daha güçlü olsa da en yoğun varyeteler Yunanistan’ın Makedonya bölgesinde, İran’da ve Keşmir’de yetişir. İran ve Hindistan safranının Batı ülkelerine ulaşması çok zordur. Amerika Birleşik Devletleri İran safranının ithalatını yasakladığı gibi, Hindistan da üst sınıf safranın ihracatını yasaklamıştır. Bunların dışında Yeni Zelanda, Fransa, İsviçre, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer ülkelerden de az miktarda safran alınabilir. Tüketiciler bazı kültivarları en üst kalite sınıfından olarak görür. İtalya’nın Abruzzo bölgesinde, L’Aquila yakınlarında Navelli Vadisi’nde sekiz hektarlık bir alanda yetiştirilen "Aquila" safranı ("zafferano dell'Aquila"), oldukça yüksek oranda safranal ve krosin içerir, kendine has şekli, sıra dışı keskin kokusu ve yoğun rengiyle en üst kalite safrandan sayılır. İtalya’ya İspanyol Engizisyonu’ndan kaçan Dominiken bir keşiş tarafından getirilmiştir. İtalya’da hem miktar hem de kalite açısından en önemli safran üretimi Sardunya adasında San Gavino Monreale’de 40 hektarlık bir alanda yapılır. İtalya genelindeki safran üretiminin %60’ı bu bölgeden sağlanır. Diğer bir varyete, tüketicilerin kolaylıkla ulaşamadığı Keşmir "Mongra" ya da "Lacha" safranıdır ("Crocus sativus" 'Cashmirianus'). Keşmir’de süregelen kuraklıklar, hastalıklar ve mahsul alamama nedeniyle ve Hindistan’ın ihracat yasağı nedeniyle bu safranın fiyatı oldukça yüksektir. Keşmir safranı, dünyanın en koyu renkli safranları arasındadır ve koyu kestane - mor rengiyle tanınır. Koyu renk safranın güçlü aromasını, tadını ve renklendirme etkisini gösterir. Safran tipleri krosin (renk), pikrokrosin (tat) ve safranal (koku) içeriklerinin laboratuvar ölçümleri sonucunda sınıflara ayrılır. Diğer ölçümler arasında çiçek atık içeriği (yani safran örneğinin içindeki tepecik harici çiçek parçası miktarı) ve "kül" gibi diğer maddelerin oranı da bulunur. Uluslararası Standartlar Örgütü tarafından safran sınıflandırması için bir standart serisi belirlenmiştir. ISO 3632 standardı safran ile ilgilidir. Bu standartta renk yoğunluğu için dört ampirik sınıf belirlenmiştir: IV (en düşük), III, II ve I (en yüksek kalite). Safran örnekleri içindeki krosin-özgü soğurma derecesinin spektroskopi ile ölçülmesi sonucunda sınıflandırılır. formula_1 soğurma (Beer-Lambert yasası) olmak üzere şöyle tanımlanır: formula_2 Bu ölçüm, bir maddenin şeffaflığının (formula_3, bir örnekten geçen ışık yoğunluk miktarının o örneğe tutulan ışık miktarına ora
nı) belli bir ışık dalga boyunda ölçümüdür. Safranın soğurma derecesi, bir kuru safran örneğinde 440 nm foton dalga boyunda krosin-özgü soğurmadır. Bu dalga boyunda yüksek soğurma değerleri yüksek krosin konsantrasyonunu ve dolayısıyla da yüksek renklendirme yoğunluğunu gösterir. Bu renk sınıfları 80’den düşük soğurma değerlerinden (IV. sınıf safran) 190 ve daha büyük soğurma değerlerine kadar (I. sınıf) sıralanır. Dünyanın en seçkin örnekleri (en seçkin çiçeklerden seçilen en kırmızı-kestane rengi tepecikler) 250’den yüksek soğurma değerlerine ulaşır. Safran tiplerinin pazar fiyatı ISO değerlerine doğrudan bağlıdır. Ancak birçok yetiştirici, tüccar ve tüketici bu tarz laboratuvar sonuçlarını kabul etmez. Aynı şarap tadıcılarının yaptığına benzer daha geleneksel değerlendirme yöntemlerini tercih ederler. Kalite kontrolü ve standartlaştırma konusunda bu kadar çok çalışılsa da özellikle en ucuz sınıflarda yapılan tarihi çok eskilere dayanan safran sahtekârlığı günümüzde de devam etmektedir. Safran sahtekârlığı ilk olarak Avrupa’da Orta Çağ’da kaydedilmiştir. Bu dönemlerde safran sahtekârlığı yapanları "Safranschou" yasasına dayanarak ölümle cezalandırıyorlardı. Tipik olarak safrana pancar ve nar lifleri, kırmızı boyalı ipek lifleri ya da safran bitkisinin tatsız kokusuz sarı stamenleri katılarak safranın saflığı düşürülür. Diğer yöntemlerse bal ve bitki yağı gibi maddelerle safran liflerini ıslatmaktır. Ancak toz hâline getirilmiş safrana zerdeçal, paprika ve diğer tozların katılmasına daha sık rastlanır. Safran sahtekârlığı, farklı safran sınıflarının karıştırılarak yanlış etiketlerle satılması olarak da yapılır. Hindistan’da yüksek kalite Keşmir safranı İran’dan getirilen düşük kalite safranla karıştırılarak saf Keşmir safranı olarak pazarlanır. Keşmirli yetiştiriciler gelirlerinin çoğunu böyle kazanır. Virgül (dergi) Virgül, 1997 yılının Ekim ayından itibaren 2009 yılının sonuna kadar 12 yıl boyunca istikrarlı ve kesintisiz olarak Pusula Yayıncılık tarafından aylık, son yılında ise iki ayda bir yayımlanmış bir edebiyat, düşün ve eleştiri dergisidir. Yeni çıkan kitapların eleştiri ve tanıtımlarının yanında, sahaf sayfalarındaki eski kitapların da tanıtıldığı, dönem itibarıyla yayın yönetmenliğini Orhan Koçak'ın yaptığı, yazı işleri müdürlüğünüyse Mustafa Arslantunalı'nın yürüttüğü dergi aynı zamanda birçok yeni şair, yazar, ve eleştirmeni de Türk edebiyatına kazandırmaya öncülük etmiştir. Türk ve dünya edebiyatındaki yaşanan gelişmeleri ve sorunları birçok edebiyatçının virgülünde barındıran dergi, bu alışkanlığın noktasını ekonomik zorluklar ve dağıtım sorunları yüzünden 131. sayısında istemeden de olsa yayın hayatını sona erdirerek vermiştir. Kriminoloji Kriminoloji ya da suç bilimi suçun açıklamasını yapan, suçlu davranışın nedenlerini inceleyen, suçun önlenmesi ve suçlulukla mücadele ile ilgilenen bir bilimsel öğretidir. İngiliz yazar Thomas More, sınırsız suçun daha az ahlaki ve hukuki ama "sosyolojik" açıklamasının arayışının yerindeliğinin farkına vararak kriminolojinin doğuşunu sağlamıştır. Ancak o devirlerde anlaşılamayan bu görüş geçerliliği görmesi için 18. hatta 19. yüzyılı bekleme zorunda kalacaktır. Kriminoloji sözcüğünün mucidinin kim olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte isim babalığı çoğunlukla bir Fransız doktoru olan 1851-1911 yılları arasında yaşayan P. Topinard'ın bulduğu yönünde yakıştırmalar yapılmaktadır. Ancak İtalyan yargıç Garofalo 1855 yılında "La Criminologie" (Kriminoloji) adlı kitabını yayınlayarak büyük oranda bu bilimin tanınmasını sağlamıştır. 1855 tarihinden 1913'e kadar suç ve onun bastırılması amacıyla uluslararası düzeyde birçok kongre "Kriminal Antropoloji" adı altında düzenlenmiştir. Augusto Comte'nin etkisinden kalan "Les Horizons Du Droit Penal" (Ceza Yasasının Yeni Ufukları) adlı eserini yayınlayan Dr. Cesare Lombroso'nun, 1876 yılında iki cilt halinde yayınlanan "Homo Criminalis" (Suçlu İnsan'ıyla) belli yakınlıkları olmakta ve kendisini suç karşısında savunmanın toplumun ödevi olduğu yönünde fikirlerini beyan etti. Öylece öncülüğü toplumun korunmasına veren ama artık bunun gerçekleştirmek için yollar öngörene toplumsal savunma kavramının ortaya çıkmasına neden oldu. Kriminoloji çoğunlukla bir gözlem bilimi olarak kabul edilmesine rağmen uyumlu bir strateji belirlenmesi ile toplumun suç karşısındaki tepkisinin derinlemesine değişmesine öncelik ederek toplumu daha huzurlu bir zemine oturtmasında ana damar olma vasfını gösterebilir. Kriminoloji yalnızca ceza hukukunun yetersizliklerinden doğmakla kalmamış, onun yenilenmesinin koşullarını da belirlemede aktif rol almıştır. Suç nedenleri bilimi olarak da tanımlanan Kriminoloji, o kadar geniş bir bilim alanıdır ki, sosyoloji, psikoloji, tıp, psikiyatri gibi daha birçok sosyal bilim dalları ile insan üzerinde etkili olan fen bilimlerinden de faydalanmaktadır. Bu bilimlerdeki gelişmelere paralel olarak kriminoloji kendisini geliştirecek ve toplumun sağlığa kavuşmasında bir toplum doktorluğu görevini üstlenecektir. Suça karşı açılmış savaşın yetersizliklerinden doğmuş olan kriminoloji günümüzde hala daha tam olarak yerine oturamamıştır. Bunda bilim dalının yeterince bilinemeyişi ve siyasetçiler tarafından gevşek politikaların uygulanmasına dayanmaktadır. Suçla mücadele edebilmek için suçu tanımanın önemli olduğunda yola çıkacak olursak özgürlükçü anlayışa dayalı bir bilim ile huzur topluma ulaşmak zor olmasa gerekir. Kriminoloji biriminde araştırmalar yapan Roger Hood ve Richard Sparks'ın gözlemleri sonucunda kriminolojinin bir sosyal hizmet türünden ziyade toplumdaki suç olgusuna akılcı bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. Bekle Sevgilim Bekle Sevgilim, 1992 yılında Bayar Müzik`ten çıkan Müslüm Gürses albümü. Albümün müzik yönetmeni olan Burhan Bayar`ın birçok parçada imzası vardır. Quartz Extreme Quartz Extreme Mac OS X üzerinde OpenGL sayesinde grafik çizimleri için donanım bazlı hızlandırma sağlayan teknolojiye verilen addır. İşletim sisteminin arayüzünü çizme işleminde Quartz Compositor tarafından yönetilir. Gresham Yasası Gresham yasası, "kötü paranın iyi parayı kovması" yasasıdır. Bu yasaya göre, göreli nominal değerleri aynı, fakat külçe değerleri farklı iki madeni paradan külçe değeri yüksek olan dolaşımdan çekilir. Böylelikle, külçe değeri küçük olan para -Thomas Gresham bu parayı "kötü para" olarak adlandırır-, külçe değeri yüksek olan parayı -yani "iyi para"yı- kovmuş olur. Yani sonuçta kötü para piyasada egemen hale gelecektir. Gresham Yasası'na ilişkin tipik örnek altın ve gümüş sikkelerin birlikte dolaşımda bulunması durumudur. Buna göre gümüş (kötü para), altını (iyi parayı) dolaşımdan çıkarmıştır. Gresham Yasası, İngiltere'de Kraliçe I. Elizabeth'in mali danışmanı Sir Thomas Gresham'ın (1519-1579) adıyla anılmaktadır. NASDAQ NASDAQ, (National Association of Securities Dealers Automated Quotations) resmi bir düzenleyicisi olmayan tezgâh üstü piyasalarda (OTC) işlem gören menkul kıymetler için alım-satım fiyatlarının gösterildiği otomatik bilgi ağı olarak New York'ta kurulmuş olan özel borsadır. Dünya'nın teknoloji borsası olarak kabul edilir. Meclis-i Âyan Meclis-i Âyan (), Osmanlı Devleti'nin Meşrutiyet sistemi içinde bir Senato veya bir Üst Kamara benzeri bir kurum olup, Meclis-i Mebusan (seçilmiş milletvekilleri) ile birlikte Meclis-i Umumî'yi (Genel Meclis) meydana getiren ve 23 Aralık 1876 tarihli Kanûn-ı Esâsî'ye (Anayasa) göre kurulmuş yasama organıdır. Âyan (toplumun önde gelenleri) Meclisi üyelerini Padişah seçerdi ve sayıları mebusların (Milletvekili) üçte birini geçmezdi. Âyanın başkan ve üyeleri güvenilir, itibarlı ve 40 yaşını geçmiş kimseler olurdu. Ayrıca Kanunu Esasinin 62. maddesine göre, nazır (bakan), vali, ordu kumandanı, kazasker, elçi, patrik, hahambaşı, kara ve deniz ferikleri, gereken şartlara sahip iseler âyan üyesi olabilirlerdi. Bu heyet, 1908 Kanunu Esasi değişikliği ile her yıl kasım ayı başında toplanmaya, padişah iradesiyle açılmaya ve dört ay süren çalışmasından sonra aynı şekilde kapanmaya başladı. Âyan meclisinin açılması, Mebusan meclisinden sonra olurdu. Olağanüstü hallerde ya padişahın isteği veya mebusların çoğunun yazılı müracaatı ile Meclis-i Umûmî daha erken açılarak toplantı süresini uzatabilirdi. Nazırlar ile birlikte her iki heyetin üyeleri toplanır ve padişahın bir önceki yıl içinde yapılan ve bir sonraki yıl içinde yapılacak olan işler hakkındaki nutku okunurdu. Âyan üyeleri aynı gün başkanlarının yanında, padişaha, vatana, Kanunu Esasi hükümlerine ve vazifelerine sadık kalacaklarına dair ant içerlerdi. Mebusan heyetinin kabul ettiği kanun ve bütçe tasarıları âyan heyetine gelir ve burada dinî, ahlâkî, iktisadî, sosyal, askerî v.b. açılardan incelenir, gerekiyorsa değiştirilir veya düzeltilmesi için Mebusan heyetine geri giderdi. Âyan heyetinin kanun yapmak veya değiştirmek hakları da vardı. Meclis- i Âyan II. Abdülhamit'in Dolmabahçe Sarayı'nda Meclis-i Umûmî'yi açtığı sırada işe başladı (19 Mart 1877 pazartesi günü). Server Paşa başkanlığında 27 üyesi vardı. II. Abdülhamit Meclis-i Mebusan'ı dağıtınca (13 Şubat 1878) çalışmaları durdu, fakat üyeler devletten maaş aldılar, kendilerine itibar edilmeye devam etti. Bu heyet, II. Meşrutiyet'in ilanıyla yeniden görev aldı (17 Aralık 1908) ve kadrosu zaman zaman değişti. Bu görev de ancak Mütareke devrine ve İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmesine kadar devam etti (16 Mart 1920). Bu sırada Meclis-i Mebusan dağılmıştı, Padişah tarafından atanan hükümet de kendi kendini lağvedince âyan heyeti varlığını koruyamadı (4 Kasım 1922). Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulunca tamamen hükümsüz oldu. II. Meşrutiyet Âyanı, sağ kalan eski iki üye ile otuz yeni üyenin birleşmesinden oluşmuş ve görev yapmıştır. Aslında üye sayısı Meb’usanın 1/3’ü kadar yani 90’dan fazla olması gerekirken bu sayıya hiçbir zaman ulaşılamamıştır. Meb’usan buna pek taraftar olmadığından Âyan sayısı 1909’da 44, 1910'da 48, 1911’de 58, 1914’te 48 olarak kalmıştır. Zi
ştovi Antlaşması Ziştovi Antlaşması, 4 Ağustos 1791 tarihinde Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu'na bağlı Avusturya Arşidüklüğü ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan bir barış antlaşmasıdır. 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı çerçevesinde gelişen 1787-1791 Osmanlı-Avusturya Savaşı sona erdirmiştir. 11 Temmuz 1789 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile İsveç arasında bir dostluk antlaşması imzalanmıştı. Sultan III. Selim, Rusya ve Avusturya'nın kendileri için de bir tehlike olacağını düşünen Prusya Kralı ile bir ittifak antlaşması yaptı (31 Ocak 1790). Ancak bu antlaşmalar yürürlüğe girmedi. Fransız İhtilali (1789) sonrasında yaygınlaşmaya başlayan milliyetçi fikirler ve Fransa'nın giderek artan askeri tehdidi nedeniyle Avusturya Osmanlılarla yeni bir antlaşma imzalamaya mecbur kaldı. Ziştovi Antlaşması 4 Ağustos 1791 tarihinde bugün Bulgaristan'ın kuzeyinde bulunan Ziştovi kentinde imzalandı. Bu antlaşmadan sonra Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya arasında dostluk dönemi başladı. Ziştovi Antlaşması'yla Avusturya Arşidüklüğü, savaş sırasında aldığı toprakları Osmanlı Devleti'ne geri verdi. Orşova ile Unno suyu taraflarındaki küçük bir arazi ise Avusturya'ya bırakıldı. Avusturya, Rusya'ya açık ya da gizli hiçbir yardımda bulunmayacağına dair bir garanti verdi. Bu antlaşmadan sonra iki imparatorluk I. Dünya Savaşı'ndan sonraki yıkılışlarına kadar birbirleriyle hiç savaşmadılar. Navarin Deniz Muharebesi Navarin Deniz Muharebesi, Osmanlı ve Mısır donanmalarıyla, birlikte hareket eden İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları arasında, 20 Ekim 1827 tarihinde geçmiş olan bir deniz muharebesidir. Bu muharebe Osmanlı tarihinde Navarin Olayı, Navarin Baskını veya Navarin Faciası adlarıyla da geçer. Büyük Britanya, Rusya ve Fransa aralarında bir antlaşma yaparak Yunanistan'a bağımsızlık verilmesini istediler. Sultan II. Mahmut'un bu isteği reddetmesi üzerine Baltık Denizi'ne açılan Rus donanmasından bir filo, İngilizlerle birleşip, Akdeniz'e girdi. Rus-İngiliz gemilerine Fransız filosu da katıldı. İngiliz amirali Codrington kumandasındaki Fransa, İngiltere, Rusya müttefik donanması, Mısır'daki Kavalalı İbrahim Paşa kuvvetlerine karşı deniz harekâtı başlattı. Mora İsyanında, Osmanlı ve Mısır gemileri Navarin limanında bulunuyordu. Müttefik donanması, Navarin Limanını kuşattı. Amiral Codrington, müttefikler adına, Osmanlı ve Mısır askerlerinin Yunanistan'dan çekilmesini istedi. Kabul edilmedi. Navarin'in açıklarındaki müttefik donanması, gayelerinin savaş olmadığını ileri sürerek, limana girmek istediler. Müttefiklerin toplam 22 savaş gemisi vardı fakat bunların çoğu büyük savaş gemisiydi (müttefik donanmasında büyük kalibre toplu 10 tane zırhlı ve 10 fırkateyn buna karşı Osmanlı'nın küçük kalibre toplu 3 zırhlısı ve 17 fırkateyni vardı ve Osmanlı donanmasının geri kalanı küçük gemilerden (korvet ve yelkenli) oluşuyordu). Ayrıca müttefik gemilerinin kaptanları ve mürettebatları Napolyon Savaşları'nda muharebe alanında önemli tecrübeler edinmişlerdi. Osmanlı-Mısır kuvvetleri ise 78 savaş gemisi (nakliye gemileri sayılmazsa) başka kaynaklara göre 60 gemi veya 36 gemi olarak veriliyor. 20 Ekim'de dostane bir havayla Navarin Limanı'na girdiler. Osmanlı ve Mısır gemileri hilal şeklinde birbirine rampa etmiş, üç sıra halindeydiler. Limana giren müttefik gemileri, savaş için bahane aramaya başladılar. Ateş gemisinin başka yere alınmasını istediler. Kabul edilmeyince, Mısır gemilerinden kendilerine ateş açıldığını ileri sürerek, savaşı başlattılar. Müttefik gemilerinin ani ateşi üç saat devam etti. Çarşamba dîvânı Çarşamba Dîvânı, Osmanlı Devleti'nde her çarşamba günü İstanbul’un meselelerini görüşmek üzere sadrâzamın başkanlığında toplanan dîvân. Çarşamba Dîvânı’na İstanbul ve bilâd-ı selâse (üç belde: Eyüp, Galata, Üsküdar) kadıları katılırdı. Dîvân-ı Hümâyûn çavuşları ve tezkireciler de Dîvân’da vazîfeliydiler. Kâdıların Dîvânhâne’ye gelmelerinden sonra sadrâzam da selîmî kavuk ve erkân kürküyle Dîvânhâne’ye çıkardı. Bu sırada Mehterhâne’nin nevbet çalması âdettendi. Çarşamba Dîvânı’nda İstanbul halkının değişik konulardaki şikâyetleri yanında, İstanbul’un iâşe, âsâyiş, temizlik, su, ulaşım ve yangın gibi meseleleri görüşülür ve karâra bağlanırdı. Alınan kararlar sadrâzamın mührüyle onaylandıktan sonra, ilgili yerlere havâle edilirdi. Çarşamba Dîvânı, 19. yüzyılın ortalarında Bâbıâlî’de yapılan reformlar sırasında kaldırılmıştır. Quebec Konferansı (1943) Quebec Konferansı, İtalya'da Mussolini'nin birdenbire düşmesiyle ortaya çıkan yeni durum karşısında, ikinci cephe meselesini yeni bir açıdan ele almak amacı ile, 14-24 Ağustos 1943'de Churchill ve İngiliz Genelkurmayı ile Amerikan Genelkurmayı arasında Quebec'de yapılmıştır. Bu konferansta Churchill, İtalya'da ortaya çıkan yeni durum dolayısıyla, ikinci cephenin Fransa yerine, Türkiye'nin de savaşa katılmasıyla Balkanlarda açılmasında çok ısrar etmiş, fakat görüşünü kabul ettirememiştir. İsmet İnönü'nün savaşta tarafsız kalma, savaşa katılmama yönündeki azminin, İngiltere ile birlikte hareket eden ABD baskısıyla kırılmasında ısrar etmiştir. Churchill, I. Dünya Savaşı yıllarında gündeme gelen, Balkanların Almanya'nın "yumuşak karnı" olduğu yaklaşımını, Balkan Cephesi'ni kendi hükümetine empoze ederken de sürdürmüştü. Aynı fikri yeniden ortaya atmaktaydı. Yunanistan'da ikinci bir Dankörk Olayı'nın bu girişimle yaşanmasından kıl payı kurtulunmuştur. İkinci cephenin Fransa'da Normandiya kıyılarında açılmasına karar verilmiş ve bunun hazırlanması sorumluluğu da Amerikalılara bırakılmıştır. Almanya'nın bombalanmasına devam edilmesi ve İtalya'nın işgal edilmesine de karar verilmiştir. Ayrıca nükleer silah geliştirilmesi amacıyla bilgi paylaşımını öngören gizli bir anlaşma da imzalanmıştır. Erol Özbilgen Erol Özbilgen, 1935 yılında İstanbul'da doğdu. Öğrenimini Galatasaray Lisesi, İ.T.Ü. İnşaat Fakültesi ve İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nde[Doktora] tamamladı. İstanbul Belediyesi'nin "Büyükşehir Belediyesi" olmadan önceki son İmar Müdürüydü. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü'nden emekli oldu. Yeniden göreve çağrıldığı İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nden 1991 yılında (ikinci ve son kez) emekli oldu. "Türkiye Hayvanları Koruma Derneği"nde üç dönem İkinci Başkan olarak çalıştı.Çeşitli gazete ve dergilerde Köşe Yazarlığı, Tarih, Sanat Tarihi, Kitap Eleştirileri ve Antika konularında yazılar yazdı. Sempozyumlara katıldı.(II. Abdülhamid ve Dönemi Sempozyum Bildirileri, İst. 1992) Kitapları: Martin Lings Martin Lings (d. 24 Ocak 1909, Manchester, İngiltere – ö. 12 Mayıs 2005, Kent, İngiltere), İngiliz tasavvuf bilimcisi. Tradisyonalist ve perennialist akımın öncü temsilcilerinden birisi olan Martin Lings, ünlü bir yazar, editör, mütercim ve araştırmacı kişiliğinin yanı sıra dini öğreti, kutsal metin, sembolizm, edebiyat ve sanat aracılığıyla ağırlıklı olarak Tanrı-insan ilişkisini terennüm eden bir şair olarak bilinmektedir. Önceleri Protestandı, sonra ateist oldu. Oxford Üniversitesi'nde İngiliz edebiyatı okudu. Bir süre Polonya'da İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra 1939'a kadar kaldığı Litvanya'daki Kaunas Üniversitesi'nde İngilizce okutmanlığı görevini üstlendi. 1940-1951 yılları arasında Kahire Üniversitesi'nde İngilizce ve İngiliz edebiyatı okuttu. 1955'te British Library'de Arapça Kitaplığı ve ardından, 1973'te emekli olana kadar da British Library ve British Museum'da Doğu Yazmaları sorumlusu oldu. 1959'da Londra Üniversitesi'nden doktora derecesini aldı. Yirmili yaşlarında diğer dünya dinlerini incelemeye başladı. 1938'de tanıştığı Kuzey Afrikalı Müslümanlar aracılığıyla sufi Şeyh Ahmed Alevî eş-Şazelî ile karşılaştı, Müslüman oldu. Ebubekir Siraceddin adını aldı. 1939 yılında Mısır'a gitti. Burada Kahire Üniversitesi'nde, özellikle Shakespeare üzerine on iki yıl ders verdi. 1948'de İngiltere'ye döndü. Londra Üniversitesi'nden Arap dili diploması aldı. 1955 yılından itibaren British Museum'da Doğu elyazmalarının (özellikle Arapça) sınıflandırılmasına katıldı. Yedi Yıl Savaşı Yedi Yıl Savaşı, Avrupa'nın güçlü devletleri arasında, 1756-1763 yılları arası yaşanmış bir dizi askeri çatışmadır. Savaşın nedeni Büyük Britanya ve Fransa için aralarındaki sömürge yarışı; Avusturya ve Prusya içinse Orta Avrupa hegemonyasıdır. Yedi Yıl Savaşı, küresel çapta gerçekleşen ilk savaştı. Avusturya, Avusturya Veraset Savaşı'nda (1740-1748) elinden çıkan Silezya bölgesini geri alabilmek için ittifak arayışı içindeydi. Fransa, Saksonya, İsveç ve Rusya ile bir ittifak oluşturmuştur. Prusya ise Büyük Britanya ile ittifaka gitmiştir. Esasen gerek Avusturya Veraset Savaşı, gerekse de Yedi Yıl Savaşı, aynı stratejik hedeflere yönelik savaşlardır, ve tek bir savaşlar dizisi olarak kabul edilir. Bir yanda, Büyük Britanya ve Fransa arasında denizaşırı sömürgelerin ve dünya denizlerindeki üstünlüğün kontrolüdür. Diğer yandan da Orta Avrupa'da Avusturya ile Prusya arasında, bir güçler dengesi arayışı olarak kabul edilmektedir. Fransa, 18. yüzyıl boyunca kolonilerine yetersiz miktarda destek asker göndermiştir. Büyük Britanya'nın donanmasını aşamayacağını bildiğinden, eninde sonunda kolonilerini kaybedeceğini düşünmekteydi. Bu yüzden asıl askerî harekatlarını Kıta Avrupası üzerinden yapmaktaydı. Burada başarılı olursa, barış antlaşmalar yapılırken kolonilerini koruyabilecekti. Plan Kıta Avrupası'nda başarılı olmasına karşın, Fransız kolonilerinin kaybına engel olamamıştır. Büyük Britanya, Fransa'nın tam tersi bir politika izliyordu. Kıta Avrupası'nda büyük askerî harekatlardan kaçınmaktaydı. Abluka taktiği uygulayarak, destek gönderilerin orduları engelliyordu. Kara savaşlarından kaçındığından, Kıta Avupası'nda kara orduları güçlü bir ülkeyle müttefik olmak zorunda kalıyordu. Bu yüzden, Yedi Yıl Savaşı'nda Prusya'yla müttefik olmuştu. Avusturya ve Rusya, bulundukları bölgede yeni bir gücün çıkmasını istemediğinden, Prusya'ya karşı müttefik olmuşlardı. Karşısındaki bu güçlü ittifakı, ilk saldırıyı kendisi yaparak parçalamayı ama
çlayan Prusya Kralı II. Friedrich, 1756 yılında Saksonya'nın merkezi Dresden'e saldırarak kenti almıştır. Bir dizi küçük çaplı çatışmadan da başarılı çıkan II. Friedrich, 6 Mayıs 1757 tarihinde Prag Muharebesi'nde Avusturya'yı yenilgiye uğratmıştır. Ancak ertesi sene yenilerek Bohemya'dan çekilmek zorunda kalmıştır. Ardından İsveç ve Rusya, Doğu Prusya'ya saldırdılar. Ruslar burada Prusya orduları karşısında belirgin bir başarı kazanmışlardır. Fransa ise batıdan Silezya'ya saldırdı. II. Friedrich bu saldırıyı karşılamış ve güçlü Fransız ordusunu bozguna uğratmıştır. 5 Aralık 1757 tarihinde ise Avusturya birlikleri karşısında parlak bir zafer kazandı. 21 Haziran 1758 tarihinde Büyük Britanya ordusu Fransız ordusunu bozguna uğrattı. Ardından II. Friedrich, Doğu Prusya'yı Rus ordusunun işgalindan kurtardı. Ancak 12 Ağustos 1759 tarihinde Avusturya-Rusya birleşik ordusuna yenildi. Bu yenilgi Prusya'nın zaten sınırlı olan askeri olanaklarını da tüketmiş oldu. II. Friedrich artık taarruz edecek askeri güce sahip değildi. Hatta savunmada bile İngiltere'nin mali desteğine güvenmektedir. Aralık 1762'de Çariçe I. Elizaveta'nın ölümü ve yerine Prusya'ya düşmanca tutumlar beslemeyen III. Petro'nun tahta geçmesi II. Friedrich'i Rusya ile bir barış anlaşması yapmaya itmiştir. Ardından III. Petro'nun arabuluculuğuyla İsveç'le barış imzalandı (Sankt Petersburg ve Hamburg Antlaşmaları). Rusya ve İsveç'in çekilmesiyle zayıflayan Fransız-Avusturya ittifakı, barış istemek zorunda kalmıştır. 10 Şubat 1763 tarihinde Fransa ile Büyük Britanya arasında imzalanan Paris Antlaşması'yla, Kuzey Amerika ve Hindistan'daki Fransız sömürgeleri Büyük Britanya'ya geçmiştir. Prusya ile Avusturya arasındaki bu savaşlara Fransa ve İngiltere'nin katılması esasen, aralarında yüzyılı geçkin zamandır süregelen sömürgecilik ve deniz üstünlüğü için olan politik mücadelelerdir. 15 Şubat 1763 tarihinde Avusturya ile Prusya arasında imzalanan Hubertusburg Anlaşması'yla da Silezya Prusya'ya bırakıldı. Kolonilerdeki savaş, İngilizler ile Fransızlar-İspanyol ittifakı arasında gerçekleşti. Kuzey Amerika'da, Ohio Nehri çevresinde yapılan çarpışmalarda, çoğunlukta Fransızlar üstün geldi. Kanada'da ise İngilizler üstün geldi. Güney Amerika'da, İspanyolların kısa süreli kazanımları oldu. Hindistan'da, Fransızlar buradaki sömürgelerinin tamamını kaybetti. Afrika'da da Hindistan'dakine benzer bir durum vardı. Yedi Yıl Savaşı'nın sonucundaki Paris Antlaşmasıyla, Büyük Britanya dünya çapında deniz üstünlüğünü ve sömürgeciliğini pekiştirmiştir. Böylece hem ekonomik bakımdan, hem de politik bakımdan Fransa güç kaybetti. Bu da Büyük Britanya denizlerdeki ve denizaşırı sömürgecilik yarışındaki üstünlüğünü sağlamlaştırılması anlamına gelmekteydi. Bu durum, Fransız Devrimi'ne zemin hazırlamıştır. Hubertusburg Anlaşması'yla da artık Prusya, Avrupa'nın askeri ve politik anlamda güçlü devletlerinden biri haline geldi. Ayrıca Prusya, Avusturya karşısına daha etkin bir biçimde Almanya toprakları üzerinde politik bir güç olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu durum, Almanya'nın birleşmesi süreci için son derece elverişli bir zemin hazırlamıştır. Öte yandan İngiltere'nin Yedi Yıl Savaşı'nın yol açtığı ek mali yükleri, Amerika Kıtası'ndaki kolonilerinde ek ve arttırılan vergilerle karşılamaya çalıştı. Bu vergilendirme politikası Amerika Kıtası'ndaki İngiliz kolonilerinin birleşerek isyan edip, bir bağımsızlık savaşını başlatmalarına yol açmıştır (Amerikan Bağımsızlık Savaşı). Bu savaşla, Amerika Kıtası'ndaki Kolonileşme dönemi de son bulmuştur. Fransa'nın Hindistan'daki kolonilerinin Büyük Britanya'ya devretmesi, Hindistan'da Büyük Britanya hakimiyetinin başlamasına neden olmuştur. Bu savaştan sonra, Fransız Devrim Savaşları'na kadar Avrupa'da başka büyük çaplı bir savaş yaşanmayacaktı. Türkçe ezan Türkçe ezan, orijinali Arapça olan ezanın Türkçe sözlerle, makamına uygun şekilde seslendirilmesidir. Türkçe ezan bahsi Türkiye tarihinde; Türkçülük, dili öztürkçeleştirme ve sekülerizm eksenlerinde tartışma konusu olmaya devam etmektedir. 19. yüzyılda Türkçülük hareketinin yaygınlaşıp Türk kelimesine ve Türk diline önem verilmeye başlanması ile birlikte ilk olarak Sultan Abdülaziz devrinde Ali Suavi ezanın, hutbelerin ve namaz surelerinin bile Türkçeleştirilmesi gerektiğini savunmuştur. Macar halk edebiyatı bilgini İgnaz Kunoş ise 1885'te İstanbul'u ziyaret eder ve Şehzadebaşı'nda dolaşır. Onun 1926 yılında İstanbul Üniversitesi'nde verdiği konferansında Osmanlı İstanbul'unu anlatmıştır. Konuşmasında Türkçe ezanın Osmanlı'da var olduğunu iddia etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 18 Temmuz 1932 tarihli bir genelgesi ile resmen ve tüm yurtta uygulanmaya başlanmıştır. 1941 yılında ise Arapça ezan yasağı uygulamaya konulmuştur. 1950 seçimlerinden %53 oyla birinci parti olarak çıkan Demokrat Parti, bu tarihten itibaren ezanın Arapça okunmasını istemiştir. Türkçe ezan kanunen yasaklanmamakla birlikte, 1950 yılından sonra Türkiye'de ezan Türkçe okunmamıştır. Türkçe ezan okunması konusu Meşrutiyet dönemindeki bazı aydınlar tarafından da dile getirilmişti. Bunu Ziya Gökalp şöyle şiirleştirmiştir: "Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur. Köylü anlar manasını namazdaki duanın Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kuran okunur Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın." Atatürk'ün teşvikiyle 1932'de, Türkçe ezan okunmasının dinen caiz olup olmadığı tartışıldı ve caiz olduğu kanaatine varıldı. Aralık 1931'de, Mustafa Kemal Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı ve İsmet İnönü'nün başbakanlığı döneminde dokuz hafız, Dolmabahçe Sarayı'nda ezanın ve hutbenin Türkçeleştirilmesi çalışmalarına başladı. Kur'an'ın Türkçe tercümesi ilk kez 22 Ocak 1932 tarihinde İstanbul'da, Yerebatan Camii'nde Hafız Yaşar Okur tarafından okundu. Bundan 8 gün sonra, 30 Ocak 1932 tarihinde ise ilk Türkçe ezan, Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii'nde okundu. 3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesi'nde de, Ayasofya Camii'nde Türkçe Kuran, tekbir ve kamet okundu. 18 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Riyaseti, ezanın Türkçe okunmasına karar verdi. Takip eden günlerde, yurdun her yerindeki Evkaf Müdürlüklerine Türkçe ezan metni gönderildi. Türkçe ezan uygulamasının ardından, Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'nin 6 Mart 1933'te yayımladığı bir tebliğ ile İslam peygamberi Muhammed'e hürmet ve saygı ifade eden sözlerin yer aldığı salanın da Türkçe okunmasına karar verilmiştir. 1941 yılında çıkarılan 4055 sayılı kanunla Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddesine bir fıkra eklenmiştir. Değişikliğe göre, Arapça ezan okuyanlar ve kamet getirenler, üç aya kadar hapsedilecek ve 10 liradan 200 liraya kadar para cezası ödeyeceklerdi. 1932 yılında, Türkçe ezanın kabulünden sonra, Kıbrıs Türkleri de ezan çalışmalarına başlamıştır. Kıbrıs Müftüsü Dânâ Efendi, 1954 yılında konuyla ilgili olarak, "Ezanın Türkçe okunması câiz olduğuna ve halk, Türkçe okunmasını arzu ettiğine göre tercihen okutturulmasını maslahâta uygun görülmektedir", diyerek fetva vermiştir. Buna karşı çıkan tek bilinen şahsiyet Şeyh Nazım Kıbrısi olmuştur. Lefkoşa'nın en büyük camisi Selimiye'nin şerefesine çıkıp tekrar Arapça lafız ile ezan okumuş, bunun üzerine kendisine dava açılmıştır. Davayı beklerken Lefkoşa'nın köylerini gezip Arapça ezan okumaya devam etmiştir. 1950 Türkiye genel seçimleri sonrasında, Demokrat Parti Türkçe ezan ile ilgili olarak çalışmalara başladı. 14 Haziran günü gazetelerde açıklanan çalışmalar 16 Haziran günü hızlanmış, halk meclis önünde destek amacı ile tepki vermeye başlayınca çalışmalar daha da hızlanmış ve kabul edilmiştir. Aynı gün sonuç Celal Bayar'a telsizle gönderilmiştir. Celal Bayar da kabul etmiştir. Çıkarılan yasayla Türkçe ezan yasaklanmamış, ezan dili serbest bırakılmıştır. Arapça ezanın serbest bırakıldığı gün Bursa'da bir camide 7 defa Arapça olarak ikindi ezanı okunmuştur. Ayrıca, 6 Temmuz 1950 tarihinde de haftada üç gün Ankara Radyosu'nda Kur'an okunacağı belirtilmiştir. Dolar Dolar, 100 sente denk para birimi. ABD, Kanada, Avustralya ile Güney Amerika, Pasifik, Karayipler, güneydoğu Asya ve Afrika'daki bazı ülkelerin resmî para birimidir. $ sembolü ile gösterilir. Felemenkçe veya Almancadan gelme bir sözcüktür. Çek Cumhuriyeti'nde bulunan Joachimstal (Jachymov) gümüş madeninde yapılan "daler" veya "t(h)aler)" isimli para İspanyol-Amerikan sömürgelerinde kullanılmaya başlanmış, 18. yüzyılda ABD'nin resmî para birimi olmuştur. Amerikan doları Amerikan doları (simge: $; kod: USD), Amerika Birleşik Devletleri'nin resmî para birimidir. ABD doları diye de adlandırılır. Dünyada en yaygın kullanılan dövizdir. 2004 yılında dünyada dolaşımda yaklaşık 950 milyar Amerikan doları olduğu tahmin edilmektedir. Bu miktarın 2/3'ü ABD dışındadır. Bazı ülkeler Amerikan dolarını kendi resmi para birimleri olarak kullanmakta, bir kısım ülkede fiili tedavüldeki (de facto currency) para birimi, Britanya denizaşırı ülkelerinde ise tek para birimi olarak kullanılır (Britanya Virjin Adaları ve Turks ve Caicos Adaları). Yeni kıtada kâğıt para dönemi 1600'lü yılların sonlarında İngiliz kolonilerinde askeri maliyetleri karşılamak içim basılan banknotlar ile başlamıştır. İlk banknot 1690 yılında Massachusetts Körfezi Kolonisi'nde basılarak dolaşıma çıkmıştır. Kağıt para çıkarma yöntemi diğer Kolonilerce de kısa sürede benimsenerek yaygınlaşmıştır. ABD Kongresi, 1781 yılında yeni hükümetin mali operasyonlarına destek olmak amacıyla, Philadelphia'da bulunan The Bank of North America'yı ilk ulusal banka ilan eder. 1792'de kabul edilen Tedavüle Para Çıkarma Kanunu ile ABD Darphanesi kurulur ve federal para sistemi çerçevesinde her birinin değeri altın, gümüş veya bakır üzerinden saptanan farklı değerdeki madeni paraların basımına başlanır. 1785 yılında ABD Kongresi Doları ABD'nin para birimi olarak kabul eder. Federal hükümet ülke genelinde ilk kâğıt parayı 1861 yılında dolaşıma çıkarır. İç Savaşı finanse etmekte zorlanan Kongr
e ABD Hazinesine faiz getirisi olmayan vadesiz banknot ihraç etme yetkisi verir. Bu banknotlara, renkleri dolayısıyla "yeşil" adı takılır. 1913'te çıkarılan Amerikan Merkez Bankası Kanunu, Amerikan Merkez Bankasını (Federal Reserve Bank) ülkenin merkez bankası ilan eder. Banka, Amerikan Merkez Bankası Banknotları (Federal Reserve Notes) adlı yeni bir parayı dolaşıma sunar. "Tanrıya Güveniyoruz" (In God We Trust) ibaresi tüm banknotlar üzerinde kullanımı 1955'te kanunla zorunlu kılınmıştır. Dolar, son yıllarda Euro karşısında değer kaybetmesine rağmen, ülkelerin merkez bankalarında tutulan rezerv miktarlarına bakıldığında hala 1. derece önemini korumaktadır. Bununla birlikte özellikle Çin ve Rusya merkez bankalarının başını çektiği bir kısım ülke merkez bankaları, rezervlerinde bulunan Dolar'ın bir kısmını Avro ile değiştirmeyi gündeme getirmektedir. PIC PIC (Peripheral Interface Controller), Microchip firmasının ürettiği mikrodenetleyicilere verilen addır PIC serisi entegreler, Assembly, Basic veya C dili ile programlanabilir. Kolaylık ve arayüz bakımından C dili tercih edilse de, Assembly profesyonel anlamda daha çok kullanım alanına sahiptir. Üretici firmanın MicroLab isimli, Assembler dili ile programlamaya olanak sağlayan bir yazılımı mevcuttur. Harvard mimarisindeki ilk mikrodenetleyici ünitesi, General Instruments firması tarafından 1970'lerin ortalarında üretilen Signetics 8X300 modeliydi.Bu 16 bitlik CP1600 MPU için programlanabilen giriş/çıkış portu olmak üzere Peripheral Interface Controller (Çevrebirim arayüz denetleyicisi - PIC) olarak tasarlandı. General Instruments firması mikroelektronik bölümünü sattı ve bu bölüm 1988 yılında Arizona Microchip Technology adıyla yeni bir firmaya dönüştü. Microchip'in ana ürünü, bugün de hala öyle olan, PIC serisi mikrokontrollörlerdir. 1989'da ilk piyasaya sürülen aile PIC16C5X serisiydi. Bu Harvard mikrontrollörler 33 komutluydu. Bütün komutlar 12-bit word olarak kodlanıyordu. Azaltılmış Komut Kümesi (Reduced Instruction Set Computer - RISC) temelli olan komut seti hızlı, etkili ve ucuz işlemci üretimini sağladı. PIC16C5XX 12-bit çekirdekli ailede 512 ve 2048 komutluk tek sefer programlanabilen (One Time Programmable (OTP)) EEPROM Program belleği, 25-73 byte veri belleği,18- ve 28-pinli paketlerde 12 veya 20 giriş/çıkış pini ve 8-bit zamanlayıcı gibi özellikler bulunmaktaydı. PIC12CXXX ailesi bunların 8-pinlik eşdeğerleridir. 1992 yılında 14-bitlik çekirdeğe sahip PIC16CXXX ailesi daha fazla program alanının ve kesme işlemleri yanında A/D çeviriciler,16 bit sayıcılar gibi çevre birimlerinin kullanımına olanak sağladı. Bu ailedeki RISC komut seti de 12-bit çekirdektekilerle hemen hemen aynıydı ve 35 komuttan oluşuyordu.1997'de çarpma yapabilen bir ALU'e ve ileri arabirim yeteneklerine sahip 16-bit PIC17CXXX ailesi piyasaya sunuldu. Ardından 1999 yılında da genişletilmiş 16-bit çekirdekli PIC18CXXX ailesi sunuldu. Bu ailedeki işlemcilerde komut sayısı 77 idi ve bu yüksek-seviye dillerin derleyicilerin ihtiyaçlarını daha fazla karşılıyordu. Bu 3 aile arasında, 14-bit çekirdekli olan aile hem kullanım kolaylığı hem de maliyet olarak en uygunudur.Burada ve birçok kaynakta hakkında bilgiler bulabileceğiniz PIC16F84 ,orta seviye ailesinin bir üyesidir. Yazılım açısından baktığımızda bugün birçok cihazlar aynı çekirdeğe sahiptirler. Ancak donanım açısından birçok ortak noktaları olmakla birlikte farklı giriş/çıkış birimlerinin karışımıdırlar. Örneğin 16C74'de 8 kanal analog giriş portu, PIC16C66'da senkronize seri port ve PIC16F84'de de kalıcı veri belleği Garanti Bankası Garanti, (Tam adıyla Türkiye Garanti Bankası A.Ş.), 1946 yılında, Ankara’da kurulmuş banka. 30 Eylül 2014 tarihi itibarıyla 107,0 milyar ABD Doları’na ulaşan konsolide aktif büyüklüğü ile Türkiye'nin en büyük ikinci özel bankası konumundadır.  Kurumsal, ticari, KOBİ, ödeme sistemleri, özel, bireysel ve yatırım bankacılığı dahil bankacılık sektörünün tüm iş kollarında faaliyet gösterir. Garanti Bankası aynı zamanda yurt içi ve yurt dışında kurduğu ortaklıklarıyla entegre finansal hizmetler de verir. 2014 yılının ilk yarısı itibarıyla Garanti Bankası'nın yurt içinde 984, Kıbrıs’ta 6, Lüksemburg ve Malta’da birer olmak üzere yurt dışında 8 şubesi bulunmaktadır. Ayrıca, Londra, Düsseldorf ve Şangay’da birer temsilciliği bulunur. Çok kanallı dağıtım ağıyla, üstün teknolojik altyapıya sahiptir. 4.000 Paramatik, ödüllü Çağrı Merkezi, mobil, internet ve sosyal platformlarda 19.000’den fazla çalışan, 12,6 milyondan fazla Garanti müşterisinin her türlü finansal ihtiyacına cevap vermektedir. Garanti Bankası, kârlı ve sürdürülebilir büyüme stratejisine sahip bir bankadır. İnsan kaynağı ve teknolojik altyapıya sürekli yatırım yapar. Müşteri odaklı hizmet anlayışıyla, müşterilerin ihtiyaçları doğrultusunda yaratıcı ürün ve hizmetler geliştirir. Garanti Bankası’nın yönetiminde iki güçlü kurum yer almaktadır. ve Banco Bilbao Vizcaya Argentaria S.A. (BBVA) eşit ortaklık ilkesiyle hareket ederler. Garanti Bankası’nın hisseleri Türkiye’de, depo sertifikaları ise İngiltere ve ABD’de işlem görmektedir." "Bankanın, Borsa İstanbul’daki halka açıklık fiili dolaşım oranı 2014 yılının ilk yarısı itibarıyla . 2014 verilerine göre bankanın net kârı 3 milyar 200 milyon 248 bin liradır.Bankanın aktif büyüklüğü ise 218 milyar 918 milyon 504 bin TL'dir." "Bankanın, Borsa İstanbul’daki halka açıklık fiili dolaşım oranı 2014 yılının ilk yarısı itibarıyla %49,95'tir. Leland H. Hartwell 30 Ekim 1939 Los Angeles, Kaliforniya doğumlu bilim insanı. Hâlen Seattle´daki Fred Hutchinson Kanser Araştırma Merkezi´nin başkanı. Maya hücreleri üzerinde yaptığı hücre döngüsü çalışmalarından dolayı 2001 Fizyoloji veya Tıp Nobel Ödülü´nü Sir Paul M. Nurse ve R. Timothy Hunt ile beraber kazandı. Nobel Ödülü´nün yanı sıra, Amerika Bilimler Akademisi üyeliği (1987), Albert Lasker Temel Tıp Bilimleri Ödülü (1998) ve Washington eyaleti Üstün Hizmet Ödülü sahip olduğu unvanlar arasındadır. 2001 Fizyoloji/Tıp Nobel Ödülü Sayfası ISO 9000 "International Organization for Standardization" İngilizce açılımı kısaltılınca "IOS", Fransızca da Organisation internationale de normalisation kısaltılırsa "OIN" olmasından dolayı yunanca "eşit" anlamına gelen "isos" tan türetilerek şu an kullanılan "ISO" olarak adlandırılmıştır. Uluslararası alanda uygulanacak kalite sistem standardı çalışmaları ilk kez merkezi Cenevre’de olan Uluslararası Standartlar Organizasyonu ISO (standart) (International Organization for Standardization) tarafından başlatılmıştır. ISO (standart), 23 Şubat 1947 tarihinde kurulmuş olup, 135 üye ülkeden oluşmaktadır. Her ülkeden bir üye bulunmaktadır ve her üye eşit oy hakkına sahiptir. Bu amaçla ISO (standart)’nun aktif üyeleri olan ABD, İngiltere, Kanada tarafından bu çalışmaları yürütmek üzere "Teknik Komite" (TC 176) oluşturulmuştur. Bu komitenin çalışmaları sonucu ISO 9000 Kalite Sistem Standartları Mart 1987’de yayınlanmış ve birçok ülke tarafından benimsenerek uygulamaya geçilmiştir. Tarih öncesi çağın kalıntıları arasında bulunan bazı araç ve gereçlerin yapım tarihinin üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen bunların boyut ve yapısının belli standartlara uygun olduğu görülmektedir. Yine yüzyıllarca yıl standart ölçüler olarak parmak ve ayak gibi vücut ölçülerinin kullanılmış olduğu günümüze kadar ulaşmış bir gerçektir. Fakat, standardizasyon konusunda ekonomik ve sosyal hayatın tümünü içine alacak şekilde uluslararası uygulamalar, son yüzyılın içerisinde gerçekleştirilmiştir. İnsanlığın yaşadığı uzun zaman sürecini göz önüne aldığımızda, standardizasyon kavramının bilinçli bir şekilde ortaya atıldığı ve yasal düzenlemelere gerek duyulmaya başlandığı tarihin çok yakın zamanlara rastladığını görebiliriz. Bu konudaki uygulamaların ISO (standart) nun kuruluşundan yüzlerce yıl öncesine dayanmaktadır. O gün için adı konulmamış bile olsa, bugün bu uygulamalar standart olarak değerlendirilebilir. Zire bu uygulamalar her defasında aynı sonuca ulaşmak, ortaya konan ürün veya nesnenin her defasında aynı nitelikleri taşımasını sağlamak adına gerçekleştirilmiş, uyumlaştırma ve benzetme çalışmalarıdır. Sümer ve Mısırlılarda, standardize edilmiş şehir planlaması, su ve kanalizasyon tesisleri, ev inşaatı ile ağırlık ve diğer ölçülerin belirlendiği, Babil kenti yakınlarında da 1,2,4,8 vb. oranlarda artan ağırlık ölçüleri ile ondalık sisteme bölünmüş ölçü aletleri olduğu görülmüştür. Bunun yanı sıra Mezopotamyalıların, bugün de kullanılan kalıplarla seri olarak döktükleri kerpiçler, Sümerlerin çivi yazıları ve bunların yazıldığı plakalar, Babil'de M.Ö. 4000 yıllarında üretilen malların standart olamsı ve bunların üzerine konulan etiketler, "Mısır Piramitleri", M.Ö. 2000 yıllarında Hindistan'da kullanılan tuğlalar, M.Ö. 9. yüzyılda İsrail'de yapılmış çanak ve çömlekler, bunlar ve bu gibi ilginç örnekler standartlaştırma faaliyetlerinin çok eski yıllardan beri bilinçli bir şekilde uygulandığına işaret etmektedir. İlk ölçü aletinin Mısır'da, eski adıyla "Bega" sistemiyle bulunan silindir bir taşın kullanıldığı, M.Ö. 2400-2350 yıllarında Babil Kralı "Dungi"nin ağırlık ölçülerinin standartlarını tespit ettirerek asılların saklayıp kalibrasyon çalışmalarına başladığı, Atina'da alışverişlerde kendi ölçüm birimlerinin yanı sıra "Pers" ve "Finike" ölçülerinin de kullanıldığı görülmektedir. Çağdaş standardizasyon hareketi "Endüstri Devrimi"nden sonra olmuştur. İşletme düzeyinde ilk standartlaştırma örneğini, 1793 yılında Amerikan ordusunun 10.000 adet tüfek siparişi alan "Eli Whitney" ayrı ayrı bölümlerde üretilen tüfek parçalarını hızla birleştirmek suretiyle gerçekleştirmiştir. Dünya ticaretinin ilerlemesi, endüstriyel gelişimin kat ettiği mesafe ve ülkelerin uluslararası tarih boyunca birbirleriyle olan öteki ilişkileri, 20.yüzyıldan itibaren standardizasyonun dünyaya yayılması ve uluslararası bir nitelik kazanmasını sağlamıştır. Ulusal düzeydeki öncü çalışmalara örnek olarak 1901 yılında İngiltere'de kurulan Standartlar Birliği (bug
ünkü adıyla İngiliz Standartları Enstitüsü: BIS), 1918'de Amerika'da kurulan Amerikan Standartlar Komitesi(bugünkü adıyla Amerikan Mühendislik Standartlar Komitesi: ANSI)gibi örgütler gösterilebilir. Yine Almanya'da 1917 yılında kurulan Alman Standartları Birliği(DIN),1922 yılında İsveç'te kurulan İsveç Standartları Komisyon(SIS), 1926 tarihli Fransız Standartları Birliği (ANFOR) ulusal çapta standardizasyon çalışmalarını yürütmek amacıyla oluşturulmuştur.Hollanda ve İsviçre'de 1919, Avusturya'da 1920, Japonya'da 1921, Rusya'da 1925'te kurulan Ulusal Standart Kurumları gibi kuruluşlar, ulusal çapta standardizasyon çalışmalarını yürütmek amacıyla oluşturulmuşlardır. Ulusal bazdaki standardizasyon çalışmaları ikinci dünya savaşından sonra daha da hızlanmıştır. Bunun en öenmli nedeni, savaş sırasında müttefiklerin birbirlerinin ürettikleri parça ve malzemeleri standard olmaması nedeniyle kullanma zorluğu yaşamaları sonucunda standartlaşma konusuna eğilmişlerdir. Ülkelerin teknolojik, sosyal, siyasal, ticari, ve askeri konularda birbirleriyle gelişen ilişkilerinden dolayı mal ve hizmet akımının artması sonucu ortaya çıkan uyumsuzluklar uluslararası standartlara olan gereksinimi arttırmıştır. aynı kalite standardına sahip mallar ayrıca bir de kalite karşılaştırılmasına tabi tutulmadan sadece satış şartları ile satıldığı için rekabet üstünlüğü sağlayınca uluslararası bir standardizasyon örgütü kurulmasına gerek duyulmuş ve temeli 1904 de atıldığı söylenen ISO kurulmuştur. Uluslararası Standardizasyon Örgütü.Uluslararası standardizasyon çalışmaları ikinci dünya savaşından sonra yeniden başlatılarak 14 Ekim 1946 yılında yirmibeş ülkenin katıldığı toplantıda ISO'nun kurulmasına karar verilmiş 23 Şubat 1947 Günü Kuruluş resmen çalışmalarına başlamıştır. Uluslararası Standardizasyon Örgütünün (ISO) yapmış olduğu tanım şu şekildedir: "Standardizasyon; belirli bir faaliyet ilgili olarak ekonomik fayda sağlamak üzere bütün ilgili tarafların yardımı ve işbirliği ile belirli kurallar koyma ve bu kuralları uygulama işlemidir. Standardizasyon aslında toplumun kalite ve ekonomikliği arama çalışmalarının sonucu olarak ortya çıkan bir faaliyettir." Tanım incelendiğinde, standardizasyon kavramı ile şu hususların vurgulandığı görülür: Standardizasyon genel anlamda üretime konu olan mal ve hizmetlerde, üretim birimlerinde, laboratuvarlarda ve kalite sistemlerinde aranacak özellikleri ortaya koymakla birlikte hukuk, yönetim gibi diğer alanlarda da zaman zaman kullanılabilmektedir. Standardizasyon, ekonomik ve sosyal amaçlı her kuruluşun yararlanabileceği dinamik bir araçtır. Aynı şekilde işletmelerin fonksiyonlarından olan pazarlamada da belirli bir yere sahip olan standardizasyon, önemli bir pazarlama faaliyetidir. Sözlük anlamına göre, bir örneğe uygun olarak seri halde üretilen bir malın, bir ürünün niteliği ya da modeli için kullanılması şeklinde tarif edilen standart, belirli bir standartlaştırma çalışması sonuçlarını yetkili bir kurul ya da kişi tarafından kabul edilip onaylanması ile ortaya çıkar. Standardın oluşumunda gerçekleşmesi gereken koşullar şöyledir: Standartlar, bilimsel, teknik ve deneysel çalışmaların kesinleşmiş sonuçlarını esas alır. Yalnız günümüzün şartlarını belirlemekle yetinmez, aynı zamanda geleceğin gelişme imkanlarını da göz önünde bulundurur ve gelişmelere ayak uydurur. Kısaca standart, imalatta, anlamda, ölçmede ve deneyde beraberlik anlamına gelmektedir. Standardizasyon, insan zihninde oluşturulan ve ilkel ilişkilerle karakterize edilen belirsizlikleri ve şans faktörünü elimine etmiştir ve elimine etmeye devam etmektedir. Böylece, tekrar için sağlam bir temel ve disipline edilmiş bir prosedür sağlayan standardizasyon sayesinde, satın almada önemli bir faktör olan güven elde edilir. Standardizasyon, zihni çalışmayı kolaylaştırır, düzeni sağlar, basitleştir ve izah eder. Standardizasyona konu şey, ekonomik bir mal ve hizmet olabileceği gibi, sosyal bir olgu, yazı, rakam vs. de olabilir. Dolayısıyla standardizasyon, tüm insanların anlaşabilmeleri ve birbirlerini algılayabilmeleri bakımından ortak payda sağlama gibi bir öneme de sahiptir. Tüm sektörlerde rahatlıkla kullanım alanı bulan, ekonomik hayatın çoğu kademelerinde bir zorunluluk olarak görülen standardizasyon, kolaylık sağlama ve güven verme gibi temel fonksiyonlara sahiptir. Bu bakımdan gerek üreticilere gerekse tüketicilere önemli avantajlar sağlamaktadır. Bugünün kalite zorunluluğu, müşteriye ve pazara yönelik olmalıdır. Bu zorunluluğun tarihi gelişmesi dünyada halihazır kullanılabilir kaynaklar bakımından en büyük potansiyel pazar olan Avrupa Topluluğunun ortaya çıkışının ışığında incelenmelidir. 1950 yılından beri Amerika Birleşik Devletleri, Japonya ve Avrupa'daki müşteriye ve pazara yönelik kalite zorunluluğunun tarihini anlamak için Kalite Kontrol, Kalite Güvencesi, ve CQI kavramlarının çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Birleşik Devletlerde bu kavramlar, önemli ölçüde anlam farklılığı gösterdiği halde çoğu kez birbirinin yerine kullanılmaktadır ve her üçü de firmenın ISO kaydında etkisi olan önemli kavramlardır. ISO bünyesinde standard çalışmaları yürüten 187 Teknik Komite , 552 Alt Komite ve 2100 Çalışma Grubu vardır. 31/Aralık/2000 itibarıyla, ISO'nun yayınladığı 13025 Uluslarlarası standart ve standart niteliğinde doküman bulunmaktadır. ISO bünyesinde her ülkeyi bir kurum temsil eder. Türkiye'yi ISO'da Türk Standardları Enstitüsü (TSE) temsil etmektedir. TSE, 1955 yılından beri üyesi olduğu ISO'nun 35 Teknik Komitesi ile 89 Alt Komitesi'nin asal üyesidir. En basit olarak, ISO 9000 İmalat ve Hizmet endüstrilerinde kalite güvencesi için kurulmuş, kapsamlı bir standartlar kümesidir. ISO 9000 serileri, bir firmanın kalite sistemini geliştirmesini, belgelemesini ve çalıştırılmasını ister, yani firma içinde yönetiminin kalite tetkik uygulamaları için sahip olduğu sorumluluktan, satın alma politikalarından, eğitime kadar uzanan Kalite yönetim sistemleri uygulamalarının tümünü kapsar. Standartlar firmadan firmaya değişiklikler göstermektedir. Örneğin; imalat sürecinin, tasarım da dahil olmak üzere toplamı ile uğraşan bir firmada, sadece muayene ve test süreçleriyle uğraşan bir firmaya nazaran, ele alınması gereken çok sayıda husus bulunmaktadır. Her iki firma da, kendi kalite sistemlerini "ISO" yoluyla belgeleyebilir. ISO 9000 serisinin bayraktarı olan ISO 9000, "Kalite Yönetimi ve Kalite Güvencesi Standartları"nın seçimi ve kullanımı için bir rehberdir. Bu satndardın ne anlama geldiğini açıklamak için gerekli olan beş kalite kavramını (Kalite Politikası, Kalite Yönetimi, Kalite Sistemi, Kalite Kontrol, Kalite Güvencesi) tanımlar. Bazı temel kalite kavramlarını verir, aralarındaki ilişkileri ve farklılıkları açıklığa kavuşturur ve seçmelerine yardım ederek yol gösterir. "ISO 9000", açıkça "uluslararası standartların bu serisinin amacının, organizasyonlar tarafından uygulanan kalite sistemlerini standartlaştırmak olmadığını ifade eder" (ISO 9000; 1987) -1963’de MIL-Q-9858 (ABD’de savunma teknolojisinde) -1968’de AQAP Standardları (NATO üyesi ülkelerde) -1979’da BS 5750 (İngiltere’de) -1987’de ISO 9000 serisi (ISO tarafından) -1988’de EN 29000 Standardları (CEN tarafından) -1988’de TS 6000 Kalite Güvence Sistem Standardları -1991’de TS-EN-ISO 9000 -1994’de ISO tarafından revize edildi. (9001:1994 / 9002:1994 /9003:1994) -1996’da EN 29000 serisi EN-ISO 9000 olarak yayınlandı. -2000’de ISO tarafından revize edildi ve 9001:2000 olarak yayımlandı. ISO çalışma sistemine göre, beş yılda bir standartların gözden geçirilerek değiştirilmesi, iptal edilmesi veya devam ettirilmesi yönünde karar alır. ISO/ TC 176 Kalite Yönetim Sistemleri Teknik Komitesi tarafından ilk defa 1987 yılında yayınlanan ISO 9000 standartlarında birinci güncelleştirme işlemi 1994 yılında yürürlüğe girmiş ve hemen ardından 1995 yılında ikinci güncelleştirme çalışmalarına başlanmıştır. İkinci revizyon Aralık 2000 tarihinde yapılmış olup yürürlükte bulunan standartlar, bu revizyon sonucu oluşmuş standartlardır. 2000 revizyonu dünyanın değişik ülkelerinden 1120 kurum ve kuruluşla yapılan anketlerden sonra şekillenmiş olup çok ciddi revizyonları içermektedir. “Kalite Güvence Sistemi” ismi de “Kalite Yönetim Sistemi” olarak değiştirilmiştir. 2000 yılında yürürlüğe giren revizyon ile daha önce üç modelde belgelendirme yapılırken, birleştirilmiş ve tek model (ISO 9001) üzerinden belgelendirme çalışmaları başlatılmıştır. Diğer küçük değişikliklerin 2006 ve 2018 yıllarında, ikinci büyük değişikliğin ise 2012 yılında yapılması planlanmıştır. ISO 9000 Standart serisi, Toplam Kalite Yönetimi'nin "satın alınan malzeme kaliteli olmadıkça, kalite de mükemmelliğe ulaşmak imkansızdır" şeklindeki başlangıç prensibinin gerekli kıldığı uygulamalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu standartlar, firmanın Kalite yönetim sistemleri nin kalitesini ölçmek ve bu yolla müşterilerine kalite güvencesi vermek amacına yöneliktir. ISO 9000, kalite güvence sisteminin geliştirilmesi, uygulanması ve etkinliğinin iyileştirilmesi ve müşteri şartlarının karşılanması yoluyla müşteri memnuniyetinin arttırılması için proses yaklaşımının benimsenmesidir. Bu standart, kalite ile ilgili tüm problemleri çözmez, neyin yapılacağını değil; nasıl yapılacağını söyler ve bunlara ilaveten, etkin bir kalite yönetim sistemi için minimum şartları belirtir. Çalışanların kalite bilincinde artış sağlanması ISO 9000 uygulama sürecinde yapılabilecek en önemli yanlışlık belgenin alınması ile bu sürecin sona erdiğini düşünmektir. "ISO 9000 Kalite Sistem Belgesi yeter mi?" sorusuna verilecek yanıt "hayır"dır. Çünkü IS0 9000 uygulama süreci kuruluşun kalite yönetim sisteminin gelişme ihtiyacına göre paralel olarak süreklilik arz eder. Bu nedenle Kalite yönetim sistemleri nin sürekli gelişme anlayışına uygun olarak ve müşterilerin değişen talep ve beklentilerine cevap verecek şekilde daha üst bir performans düzeyine çıkarılması için çaba sarf edilmelidir. Kalite yönetim sistemlerinin evrim sürecinde uzun vadede benimsenmesi gereken hedef sü
rekli mükemmellik anlayışı ile Toplam Kalite Yönetimi stratejisini geliştirmek ve bunu kuruluşun bütününe uygulayabilmektir. ISO 9000 kalite yönetim sistemleri nin belgelendirilmesi, kuruluşun kurmuş olduğu Kalite yönetim sistemleri nin bağımsız ve akredite bir sertifikasyon kuruluşunun denetiminden başarıyla geçmesi ve bunun devamlılığını sağlaması ile mümkündür. Kuruluş, kalite yönetimi sistemini standardın gereksinimlerini karşılayacak şekilde kurduktan sonra, bu sistemin belgelendirilmesi için bir sertifikasyon kuruluşu ile anlaşır. Sertifikasyon kuruluşu, kuruluşun kalite sisteminin standardın gereksinimlerini karşılayıp karşılamadığını tespit etmek üzere bir sertifikasyon denetimi yapar. Bu denetim sonucunda sertifikasyon kuruluşu, kurulmuş olan kalite sisteminin ilgili standardın gereksinimlerinin yeterince karşılandığına karar verirse, kuruluşun kalite sistemini belgelendirir. Kuruluşun kalite sistemini belgelendirilmesinin ardından Sertifikasyon Kuruluşu, kuruluşun standardın gereklerini yerine getirmeye devam edip etmediğini tespit etmek üzere belirlenmiş aralıklarla takip denetimleri yapar. Kuruluşun Kalite yönetim sistemleri ne verilmiş olan bu belge, aslında tamamen sertfikasyon kuruluşunun malı olup belirli bir süre için kuruluşa ödünç verilmiştir. Yapılan bu takip denetimleri sonucunda Sertifikasyon Kuruluşu, kuruluşun kalite sisteminin standardın gereklerini yeterince sağlamadığı kararına varırsa, kuruluşa ödünç vermiş olduğu bu belgeyi geri alabilir. Standart, sistemin kurulması ve dokümante edilmesi için gerekli genel kuralları tanımlar. Bir ürüne veya kuruma ait değildir. Tüm sektörlere uygulanabilir. Bu nedenle firma veya kurum , kendi sektörüne göre standardı uygulamak zorundadır. Standardın firma veya kuruma adapte edilmesi; yapısına, personel sayısına, fonksiyonel durumuna ve yönetiminin inanmasına bağlı olarak uzun veya kısa zaman alabilir. Ayrıca sistem kurucunun (firma veya kurum içinden bir personel veya personel grubu ya da danışman kuruluş olabilir) konuya vakıf ve disiplini de süreyi etkiler. Sitem belgelendirmesine karar veren ve bu yönde tüm hazırlıklarını tamamlayan tüm firmalar, ulusal veya uluslararası platformda kabul görmüş ve tanınmış bir belgelendirme kuruluşuna müracaat ederler. Belgelendirme kuruluşunun seçimi tamamen firmaya aittir ve kanuni bir zorunluluk yoktur. Firma veya kurum; müşteri portföyünü değerlendirerek, belgelendirme kuruluşunu seçmelidir. Çünkü ISO 9000 belgesi müşteriye kaliteyi anlatmak için alınmaktadır, bu nedenle de seçilecek kuruluşun müşteri tarafından kabul görmesi gerekir. Belgelendirme kuruluşu seçildikten sonra, firma veya kurumun denetimi için bir plan ve program yapılır ve firma veya kurum denetiminden sonra uygun olan sistem belgelendirilir. ISO 9000 belgeleri üç yıl için verilir ve her yıl ara denetimlerle takip edilir. Sekiz yılın sonunda ise yeniden belgelendirme tetkiki yapılır. Şu kesinlikle unutulmamalıdır ki ISO 9000 belgeleri , sadece belge almak için değil , kalite ve müşteri memnuniyetini sağlamak ve bu güveni müşteriye vermek için alınmalıdır. Standart, sistemin kurulması ve dokümante edilmesi için gerekli genel kuralları tanımlar. Bir ürüne veya kuruma ait değildir. Tüm sektörlere uygulanabilir. Bu nedenle firma veya kurum , kendi sektörüne göre standardı uygulamak zorundadır. Standardın firma veya kuruma adapte edilmesi; yapısına, personel sayısına, fonksiyonel durumuna ve yönetiminin inanmasına bağlı olarak uzun veya kısa zaman alabilir. Ayrıca sistem kurucunun (firma veya kurum içinden bir personel veya personel grubu ya da danışman kuruluş olabilir) konuya vakıf ve disiplini de süreyi etkiler. Sitem belgelendirmesine karar veren ve bu yönde tüm hazırlıklarını tamamlayan tüm firmalar, ulusal veya uluslararası platformda kabul görmüş ve tanınmış bir belgelendirme kuruluşuna müracaat ederler. Belgelendirme kuruluşunun seçimi tamamen firmaya aittir ve kanuni bir zorunluluk yoktur. Firma veya kurum; müşteri portföyünü değerlendirerek, belgelendirme kuruluşunu seçmelidir. Çünkü ISO 9000 belgesi müşteriye kaliteyi anlatmak için alınmaktadır, bu nedenle de seçilecek kuruluşun müşteri tarafından kabul görmesi gerekir. Minimum 1 yıl olmak üzere; maximum 4 yıl belge verilebilir, eğer 4 yıl süreli belge verilmiş ise, belge verilmiş firma her yıl denetime tabi tutulmalı uygunluk değerlendirilmelidir. Uygunluk devam ediyor ise belge devam ettirilir, uygunsuzluk var ise belge iptal edilir. Standart, sistemin kurulması ve dokümante edilmesi için gerekli genel kuralları tanımlar. Bir ürüne veya kuruma ait değildir. Tüm sektörlere uygulanabilir. Bu nedenle firma veya kurum , kendi sektörüne göre standardı uygulamak zorundadır. Standardın firma veya kuruma adapte edilmesi; yapısına, personel sayısına, fonksiyonel durumuna ve yönetiminin inanmasına bağlı olarak uzun veya kısa zaman alabilir. Ayrıca sistem kurucunun (firma veya kurum içinden bir personel veya personel grubu ya da danışman kuruluş olabilir) konuya vakıf ve disiplini de süreyi etkiler. Sitem belgelendirmesine karar veren ve bu yönde tüm hazırlıklarını tamamlayan tüm firmalar, ulusal veya uluslararası platformda kabul görmüş ve tanınmış bir belgelendirme kuruluşuna müracaat ederler. Belgelendirme kuruluşunun seçimi tamamen firmaya aittir ve kanuni bir zorunluluk yoktur. Firma veya kurum; müşteri portföyünü değerlendirerek, belgelendirme kuruluşunu seçmelidir. Çünkü ISO 9000 belgesi müşteriye kaliteyi anlatmak için alınmaktadır, bu nedenle de seçilecek kuruluşun müşteri tarafından kabul görmesi gerekir. Belgelendirme kuruluşu seçildikten sonra, firma veya kurumun denetimi için bir plan ve program yapılır ve firma veya kurum denetiminden sonra uygun olan sistem belgelendirilir. ISO 9000 belgeleri üç yıl için verilir ve her yıl ara denetimlerle takip edilir. Sekiz yılın sonunda ise yeniden belgelendirme tetkiki yapılır. Şu kesinlikle unutulmamalıdır ki ISO 9000 belgeleri , sadece belge almak için değil , kalite ve müşteri memnuniyetini sağlamak ve bu güveni müşteriye vermek için alınmalıdır... Ürünün geliştirilmesi ve tasarımından, üretim, ürünün kurulup çalıştırılması ve servis işlemlerine kadar imalatın tüm hususları ile ilgili firmalar için Kalite Güvencesi standartlarıdır. Bilgisayar, otomobil, çeşitli aletler yapan firmalar ve bu firmaların ürün tasarımı da yapan satıcı firmaları bu çeşit firmalara örnektir. Örneğin; sadece 90 işçi çalıştıran bir firmada yukarıdaki fonksiyonlara sahipse ISO 9001'e başvurabilir. ISO 9001 on iki maddeden oluşmaktadır.) ISO 9001 Belgesi alımı için ödenen ücretler ve diğer giderler KOSGEB ve Ekonomi Bakanlığı İhracat Destekleri kapsamında geri ödemesiz olarak teşvik kapsamındadır. ISO 9000 Standartlar serisinin 1994 versiyonunda, 27 adet standart ve doküman bulunmaktadır. Bu dokümanları birçoğunun pratikte kullanılıp kullanılmaması hususu kargaşaya yol açmaktadır. Aşağıda verildiği şekilde ISO 9001:2000 versiyonu ile standart serisi dört temel standarda indirgenmiştir. 27 doküman içindeki önemli noktalar olabildiğince bu dört ana standarda entegre edilmiş olup bunun dışında bazı broşür ve teknik spesifikasyonların hazırlanması düşünülmektedir. TSE-EN-ISO 9001:2000 Serisi Standartlar aşağıdaki bölümlerden oluşmaktadır: Kalite yönetim sistemleri-Temel Terimler Sözlük Bu standart ile, terim ve tariflerin daha anlaşılır olması amacıyla, kullanılan tanımlamaların sistematik bir yaklaşımla formüle edilmesi benimsenmiştir. ISO 8402 iptal edilmiş ve ISO 9000-1:1994 Seçim ve Kullanım Kılavuzu ise broşür haline getirilmiştir. Kalite yönetim sistemleri-Şartlar Kalite yönetim sistemleri-Performansın İyileştirilmesi için Kılavuz ISO 9004:2000 standardı, ISO 9001:2000 standardının nasıl uygulanacağına yönelik olarak hazırlanmış bir kılavuz standart değildir. ISO 9004:2000 Standardı, performansın iyileştirilmesi konusunda, kılavuz niteliğinde hazırlanmış bir standarttır. 2008 revizyonu bir takım kavramlar üzerinde değişiklikler getirmiş hatanın teyidine vurgu yapmıştır. ISO 9001, belgesi çok sayıda müşteri tarafından istenmektedir. Bu belge yalnız başına bir pazar avantajı sağlayacaktır. Ancak bu fayda kısa vadelidir. ISO 9001, pazar avantajı dışında kuruluşlara bir sürekli iyileştirme mekanizması ve disiplini kazandırır. Ancak belgenin alınması kusursuzluğun başarıldığı anlamına gelmez. ISO 9001 belgeli bir kuruluşta her problem bir iyileştirme fırsatı olarak görülür. Problemin çözümünden önemlisi onun bir daha tekrarlanmamasını sağlamaktır. Türkiye'de 720 belgeli şirkette yapılan araştırmaların sonuçları, ISO 9001’in yararlarını aşağıda özetlenen şekilde ortaya koymaktadır. Kalite, mevcut ve var olan karakteristiklerin şartları karşılama derecesine verilen isimdir. Kalite Politikası, kalite ile ilişkili olarak üst yönetim tarafından resmi olarak formüle edilen şirketin yönelişini ve toplam hedefleri gösteren ifade bütününün metinselleştirilmiş halidir. Kalite Yönetimi, bir organizasyonun yönetilmesi ve kontrolü için koordine edilmiş faaliyetlerdir. Kalite Hedefleri, kalite ile ilişkili olarak istenen veya amaçlanan şeylerdir. Kalite hedeflerinin SMART Olması sağlanmalıdır. S : Specified / belirli, ilgili bölüm ve proses için M: Measurable / Ölçülebilir A : Achievable / Ulaşılabilir R : Real / Gerçekçi T : Timing / Zamana bağlı Kalite Yönetim Sistemlerinin oluşturulması sırasında yerine getirilmesi gereken şartların tanımlandığı ve belgelendirme denetimine tabi olan standarttır. Verilen bu belgenin adına ISO 9001 denir. ISO 9001 NE DEĞİLDİR? NEDEN ISO 9001? Kuruluşta kalite anlayışının gelişimini, karlılığın, verimliliğin ve pazar payının artmasını, etkin bir yönetimi, maliyetin azalmasını, çalışanların tatminini, kuruluş içi iletişimde iyileşmeyi, tüm faaliyetlerde geniş izleme ve kontrolü, iadelerin azalmasını, müşteri şikâyetinin azalması, memnuniyetin artmasını sağlayan, ulusal ve uluslararası düzeyde uygulanan bir yönetim sistemi modeli olduğu için ISO 9001. Neden ISO 9001 Belgelendirme Gereklidir? Çok sayıda işletme çalışanlarını nasıl
motive etmesi gerektiğini bilmiyor.ISO 9001'in neden gerekli bir belgelendirme olduğunu az sayıda firmanın bildiği görülüyor. İşletmelerin kalite kavramını gerçekten fark edemeyişi Neden ISO 9001 sorusunun sorulmasına neden oluyor. Bir işletmenin kalite anlayışının tabana yayılması, maliyetlerin nasıl düşürüleceğinin bilinmesi, pazar rekabetinin artırılmasının nasıl mümkün olduğunu görebilmesi etkin bir ISO 9001 belgelendirme yapısıyla mümkündür. Müşteri iade ve şikayetlerinin azaltılması kaliteli müşteri kitlesinin (düzenli ödeme ve alım yapan müşterilerin etkin yani aktif yüzdesinin ölçümlenmesi) tespit edilmesi ve pazar-satış hedeflerinin bu doğrultuda organizasyonu, faydalı müşteri yüzdesinin toplam ciro içerisindeki payının yüksek tutulması ancak etkileyici ve sistematik bir YÖNETİM ANLAYIŞI ile mümkün olduğunu uluslararası firmalar bilmekte fakat az sayıdaki büyüme ve marka olma farkında sahip işletme dışında çoğu küçük ve orta ölçekli işletme tarafından bilinmemekte gerektiği gibi izlenmemektedir. Firmaların bilmesi gereken önemli yönetim kurallarından birisi de müşteri şikayetlerinin azaltılmasının müşterileri dinlemekle mümkün olacağıdır. Aynı zamanda bu dinleme kabiliyeti sadık müşteri kitlesini artırırken işletme marka değerine de hatırı sayılır katkıda bulunacaktır. Firmalar müşteri olmadan hiçbir anlam ifade etmezler. Ancak en önemli bu kuralı atlayarak çoğu zaman faydasız işlere odaklanarak büyük resmin olmaları gereken parçasından çok uzaklarda kalırlar. Ticarette 2 yol mevcut. Ya şartlara siz önderlik eder ve kuralları siz belirlersiniz -ki bu durumda siz kural koyucu lider olmayı başarırsınız- ya da müşterinin kurallarına göre nazını çekmek zorunda kalırsınız. Her iki yöntem de nispeten işe yaramakla birlikte ilk seçenek çok daha büyük kendini aşan sınırları geçen işletmelerin geleceklerini belirlemektir. "Ya hiç kimsenin yapmadığı bir işi yap, ya da herkesin yaptığı bir işi hiç kimsenin yapmadığı gibi yap" mantığıyla hareket edemiyorsanız işiniz şansa kalmıştır ve ister şirket sahibi ister çalışan ister müdür olun yükselişinizin istediğiniz gibi olma şansı var mıdır? Müşteri odaklılık, liderlik, yönetim kavramlarını oluşturmanın yolu aktif girişken bir yönetim yapısı oluşturmak değil midir? Neden ISO 9001 sorusunun aslında en verimli cevaplarının, ISO 9001 'in faydalarının kök özeti yukarıda yazdığımız tecrübelere dayanan gözlem neticelerinde yazdığımız cümlelerde bulunmaktadır. Bir yönetim felsefesiniz yoksa gerçekten doğru yönettiğinizi gösteren bir kılavuza sahip değilseniz neyi doğru neyi yanlış yaptığınızı nasıl fark edebilirsiniz? İşte bu nedenlerden dolayıdır ki ISO 9001 gibi bir sistemi hala sadece reklam ve tanıtım aracı olarak görüyorsanız gerçekten çok sayıda faydasını kaçırdığınızı fark edemiyor olabilir misiniz? Sadece ISO 9001 almakla ve sistemi kalıp olarak uygulamakla istenen başarıyı elde etmenin zor olduğunu da belirtmekte fayda bulunuyor Kaynak: https://www.adlbelge.com/ Bir ürünün üretimi ve kurulması ile ilgilenen ve özellikle uzun tek bir prosesi veya çok sayıda prosesi olan firmaların Kalite Güvencesi standartlarıdır. Örneğin; çubuklar halindeki metal malzemeyi, boru veya tüp haline getirilen bir tüp imalatçısı, AR-GE fonksiyonu olmayan kimyasal ürün imalatçısı veya nakliye, paketleme, dağıtım ve taşıma gibi işler yapan hizmet firmları bu standart için başvurabilirler. ISO 9002 on sekiz madde içinde açıklanmaktadır.) Nispeten basit ve düzgün bir imalatı olan veya müşterilerine üretim süreçlerine ilişkin Kalite Güvencesi vermek isteyen firmalar için ve sadece test aşamalarını içeren bir Kalite Güvencesi standartlarıdır. Bu standart, ürün testi yapan tesisleri olan firmalar için veya hizmet firmaları için uygun olabilir. Standart on iki madde de açıklanmıştır.) Bu standart yukarıdaki üç standarttan, standartın istediği hususları kontrol eden liste olarak sunulmaması bakımından farklıdır. Daha çok ISO 9000 başvurusunda temel olması gereken, kalite yönetim felsefesi ve politikaları için rehberlik yapacak olan hususları açık bir şekilde ifade eder. ISO 9004 hataları önleme, müşteriye yönelme, maliyet hususları, proses kontrol, belgeleme, satın alma, istatiksel araçların kullanılması, eğitim ve hatta çalışanların motivasyonu gibi temel kalite kavramları üzerine yoğunlaşmıştır. Bu standart, ISO 9001, 9002 veya 9003'e başvuran herkes tarafından okunmalı, anlaşılmalı ve uygulanmalıdır.) ISO 9004'ün yazarları, müşteri beklentilerini karşılama kriterleri için veya kaliteye ilişkin yapısal ve düzenleyici gereksinmeler için bir kontrol listesi vermenin ötesine geçmişlerdir. Ürünün sadece rekabet edilebilir fiyatlarda olmasını değil, fakat aynı zamanda karlı olarak satılabilmesini de temin etmek için bir seri rehber kural önermek istemişlerdir. ISO 9004, Sürekli Kalite İyileştirme (CQI) ile; ISO 9001, 9002 veya 9003 ise Kalite Kontrol veya Kalite Güvencesi ile bir bütünlük halindedir. ISO 9004, kalite sisteminin iki ihtiyacı dengelemesini ifade eder: En yüksek kalitede ve optimum maliyette üretim yapmak ve gerçek ve algılanan kalitenin sürekliliğini, güvenilirliğini, tahmin edilebilirliğini ve yüksek müşteri tatminini sağlamaktır. Bu kapsamda karlılık sadece gerçekleştirilmesi gereken bir amaç olarak değil, pazar oranının korunmasını sağlayan uzun vadeli bir kavram olarak görülmelidir. Bu sonuç, kusur tespitine değil, kusur önlemeye dayandırılarak uygulanmasıyla elde edilir. Kalite sistemi, müşteriye ihtiyaçlarını makul fiyatta ve beklediği kalitede karşılayacak olan ürünler alacağı ürünler güvencesini vermelidir. "ISO 9004" kelimeleriyle "iyi kurulmuş bir kalite sistemi, risk, maliyet ve yarar konularıyla ilişkili olarak, kalitenin kontrolü ve optimizasyonunda faydalı bir yönetim kaynağıdır." ISO 8402, ISO 9000 serisinin resmi bir parçası olmamakla birlikte, standartların anlaşılması bakımından önemlidir. ISO 9000 serisi içinde kullanılan önemli kelime ve kavramların, genel sözlüklerde bulunmayan daha özel tanımları vermek üzere hazırlanmıştır. Örneğin; kalite kelimesi, New Webster Encyclopedic Dictionary of the English Language 1988 basımında şu şekilde tanımlanmaktadır: Herhangi bir şeyin, nasıl olduğunu göstermeye yarayan, farklı özelliği, karakteristiği, karşılaştırmalı düzeyi, başkalarına göre durumu; süper yüksek düzey.Aynı kelime ISO 8402 tarafından ise, Bir ürün veya hizmetin, tanımlanan veya talep edilen ihtiyaçları tatmin etme yeteneğini gösteren, özellik veya karakteristiklerin toplamı olarak tanımlanmaktadır. ISO 8402 ayrıca, kalite ile ilgili diğer hususlara ilişkin birçok kavrama açıklık verir. Örneğin; muayene kelimesini bir ürün veya hizmetin bir veya daha fazla karakteristiğini ölçme, deneme, test etme veya mastarlamak ve bunların sonuçlarını belirlenmiş olan ihtiyaçlarla karşılaştırmak şeklinde tanımlanmaktadır..) Meriç Sümen Meriç Sümen, Kültür Bakanlığı tarafından Devlet Sanatçısı ilan edilmiş Türk balerindir. Ankara Devlet Konservatuvarı Bale Yüksek Bölümü mezunu olan Sümen, 1961 yılında Ankara Devlet Opera ve Balesi'ne sanatçı olarak girdi. 1972, 1979 ve 1982 senelerinde Moskova Bolşoy Balesi'nde "Giselle" rolünü oynayarak Bolşoy tarihinde başrol üstlenen ilk yabancı Prima Balerin oldu. Ayrıca Leningrad, Kiev, Minsk, Riga ve Odessa'da da misafir sanatçı olarak dans etti. Ulusal ve uluslararası alanda birçok birincilik ve onur ödülleri aldı. 1972 yılında Türk Kadınlar Birliği'nce "Yılın Sanatçısı" seçildi. 1973'te Kopenhag’da, 1975'te Varşova'da, uluslararası yarışmalarda "En İyi Dansçı" ödüllerini kazandı. 1973'te Kopenhag Balesi'nde bir ay süre ile bale dersleri verdi. 1976'da Tokyo’daki 1. Dünya Bale Yarışması Galası'nda "Onur Konuğu" olarak dans etti. 1979-1986 yılları arasında Ankara Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü'nde, 1986-1989 ve 2001-2002 yıllarında İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü’nde dansçılığın yanı sıra Başkoreograf ve Bale Sanat yönetmeni olarak çalıştı. Ankara ve İstanbul Devlet Opera ve Balelerinin dışında konuk dansçı olarak İngiltere, Almanya, Danimarka, İtalya, Rusya, ABD, Hollanda, Polonya, Yugoslavya, Bulgaristan, Japonya, Mısır, Pakistan, Tunus, Cezayir ve Kıbrıs’ta dans etti. 1981 senesinde “T.C. Devlet Sanatçısı” unvanını aldı. 1983-1984 yıllarında Moskova Bolşoy Dans Akademisi Hocalık Bölümü'nü bitirerek "Bale Öğretmeni" diplomasını aldı. 1989-1992 yılları arasında Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı'nda öğretim üyesi olarak çalıştı. 1981 ve 1985'te Moskova Bale Yarışmaları'nda, 1980'den bu yana devam eden Varna Uluslararası Bale Yarışmaları'nda ve 1984, 1987, 1991 ve 1995'deki Osaka / Tokyo Dünya Bale Yarışmaları'nda Seçici Kurul (Jüri) üyeliklerinde bulundu. Türk Balesi'nin 50. Kuruluş Yılı münasebeti ile dansçı ve eğitmen olarak baleye yaptığı katkılardan ötürü Şubat 1998'de TOBAV'dan iki "Özel Ödül" aldı. Haziran 1998'de Texas - Ballet Theater Dallas’da Misafir Eğitmen olarak 3 hafta klasik bale dersleri verdi. Meriç Sümen, bale kariyerinde başdansçı olarak Kuğu Gölü, Giselle, Fındıkkıran, Uyuyan Güzel, Romeo ve Juliet, Don Kişot, Şımarık Kız, Judith, Ferhat ile Şirin, Bahçesaray Çeşmesi, Şehrazat, Le Sylphides, La Patineurs, Çeşme Başı, Pagodalar Prensi, Güzel ve Canavar, Üç Kız Kardeş, Orpheus, Kanlı Düğün, Pas De Quatre, Pembe Kadın, La Bayadere, Paquita, Sylvia, Faust, Hançerli Hanım, Fantastik Senfoni, Petruşka, Le Spectre de La Rose, Esmeralda, Kamelyalı Kadın gibi birçok ölümsüz yapıtta dans etti. 1998 yılında Halk Sigorta’nın maddi katkıları ile Beyhan Murphy’nin koreografisini yaptığı Afife adlı eserde, alışageldiği klasik baleden farklı modern ve doğaçlama teknikleri ile seneler sonra tekrar seyirci ile buluştu. Bale sanat dalındaki ilk ve tek “T.C. Devlet Sanatçısı” unvanına sahip olan Sümen, 1990'da İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nde Başdansçı Repetitörlüğü görevini sürdürmekte iken Haziran 2005’de İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin Müdür ve Sanat Yönetmenliği görevine atandı. 5 Temmuz 2005 tarihi itibarıyla de Ankara Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğ
üne atanan Sümen, evli ve bir çocuk annesidir. Falkland Savaşı Falkland Savaşı (, ), 2 Nisan 1982'de Arjantin'in Falkland ve Güney Georgia Adalarını işgal etmesi ile başlayan savaştır. Altı hafta süren savaşın ardından Arjantin teslim olmuş ve işgal ettiği toprakları terk etmiştir. Arjantin'de iktidardaki Leopoldo Galtieri rejimi savaşın ardından devrilmiştir. Birleşik Krallık'ta ise Margaret Thatcher zaferin etkisiyle 1983 Birleşik Krallık genel seçimlerini ezici bir çoğunlukla kazanacaktır. Falkland Adaları üzerindeki egemenlik sorunu 1964'te Birleşmiş Milletler'de "Sömürge Sorunları Komisyonu'nun" gündemine geldi. Arjantinlilere göre, "Malvinas" olarak bilinen adalar Arjantin'in bir parçasıydı. Adaların Güney Amerika'ya coğrafi yakınlığı vardı. Arjantin, İspanya'nın halefi olduğunu ileri sürüyordu. Birleşik Krallık, adalar üzerindeki hükümranlığı Arjantin'e devretmeli, yönetimi belirli bir anlaşmaya uygun olarak sürdürmeliydi. Birleşik Krallık ise adada yaşayan Britanya asıllıların isteklerine aykırı olduğundan, böyle bir düzenlemeye gidemiyordu. Birleşik Krallık 1833'ten beri adalar üzerinde "işgal ve yönetimi" sürdürdüğünü ve "Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın" 1. maddesine göre Falklandlılar'a "self-determinasyon" ilkesinin uygulanması gerektiğini ileri sürüyordu. Britanya'ya göre Falkland Adaları, Arjantin'in yönetim ve denetimine geçerse sömürge durumu sona ermeyecek, tam tersine başlayacaktı. Yıllarca süren müzakereler bir sonuç vermeyince Arjantin Falkland ve Güney Georgia Adalarını işgal etti. Birleşik Krallık, Güney Amerika'ya hemen bir görev kuvveti gönderdi. Britanya, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Ekonomik Topluluğu'nda (Avrupa Birliği) büyük diplomatik destek gördü; Arjantin'e ekonomik zorlama tedbirleri uygulandı. 25-26 Nisan 1982 tarihlerinde Britanya birlikleri Güney Georgia Adasını ele geçirince, Falkland Adalarındaki Arjantin birlikleri komutanı teslim oldu. Arjantin Devlet Başkanı Galtieri'nin ayrılmasından sonra Britanya adalardan çekilmedi ve iki ülke arasındaki sorun kesin bir çözüme bağlanamadı. Savaşın sonucunda, 258 Britanyalı ve 649 Arjantinli ölmüş, adalar Birleşik Krallık kontrolünde kalmaya devam etmiş, fakat Arjantin de adalar üzerindeki hak iddiasından vazgeçmemiştir. Topoğrafya Topoğrafya, bir arazi yüzeyinin tabii veya suni ayrıntılarının meydana getirdiği şekil. Bu şeklin kâğıt üzerinde harita ve tablo şeklinde gösterilmesiyle ilgili ölçme, hesap ve çizim işlerinin hepsi. Arazi yüzeyinin şekli, istenen hassasiyete bağlı olarak Katılaşım veya Sedimenter denilen düşey ve yatay açıları ve uzaklığı ölçen aletler kullanılarak belirlenir. Düşey doğrultudaki kesit ölçmeleri için nivo denilen aletten de faydalanılabilir. Topografik ölçmelerde kenar uzunluğu 500-1000 metreye kadar olan nirengi ağı hasıl edilir ve bu çokgenin köşelerinin birbirlerine göre konumları belirlenir. Daha sonra topoğrafyası belirlenecek arazi parçasına ait karakteristik noktaların, istasyon noktalarının konumları bu çokgene bağlanarak tespit edilir. Arazi ölçmelerinden sonra kâğıt üzerine işlemeye geçilir. AOG Aynı yükseklikteki noktaları birleştiren eşyükselti eğrileri çizilerek arazinin yüzey şekli ve üzerindeki ayrıntılar belirtilir. Bu işlemlerde topoğrafın yorumu da elde edilen sonucu etkiler. Günümüzde hava fotoğrafları çekilerek bunların yorumu yoluyla daha kısa sürede topoğrafik durum ortaya konulabilmektedir. Ancak bu tür fotoğrametrik ölçmelerde hassasiyet azalabilir. Mühendislik yapılarının (yol, baraj, bina gibi) araziye uygulanabilmesi için topoğrafyanın bilinmesi şarttır. Topoğrafya sanatının tarihi en az mühendislik kadar eskidir denilebilir. Hassas topoğrafik ve jeodezik ölçmeler 17. yüzyılda başlamıştır. Hardal gazı Hardal gazı (İperit), kükürt klorür içerikli, kimyasal silah olarak kullanılan bir zehirli gazdır. Modern anlamda, savaşlarda kullanılan ilk kimyasal silah olarak bilinen bir yakıcı gazdır. Laboratuvar ortamında kolayca yapılabilmesi ve etkileri nedeni ile oldukça korkutucu sayılabilir. Saf halde iken renksiz olan hardal gazı, çeşitli öldürücü karışımların ardından sarı ve kahverengi renklere bürünmektedir. "di-etil di klorür"ün kükürt ile birleşiminden oluşan kimyasal yapısında, kimyasal bağlarının oynak olması sebebi ile vücuda temasında deri yanması, solunumu ile kaslarda şiddetli kasılma sonucu bel kemiginin kırılması, sinir sisteminin çökmesi, vücudun dış ve iç yüzeylerinin erimesi gözlenir. 12 saat sürebilen acılı bir ölüme sebebiyet verebilir. Hardal gazı, ilk olarak I. Dünya Savaşı'nda Almanlar tarafından kullanılmıştır. 1988 yılında, Saddam kuvvetleri, Halepçe'de Kürtler üzerinde bu gazı kullanmıştır. CMYK renk uzayı CMYKey, baskıda dört temel işlem renginin kısaltmasıdır (Cyan, Magenta, Yellow, Key (black). Bu renkler tram yöntemi ile baskıda kullanılan renkleri oluştururlar. Işık tabanlı RGB renk uzayında temel renk sayısı üçtür. Pigment (boya) tabanlı bir renk uzayı olan CMYK'da ise bu rakamın dörde çıktığını görmekteyiz. Bu renkler şunlardır: CMYK özellikle yazıcılar ve matbaalar için geliştirilen bir renk uzayı olmasına karşın, turuncu gibi bazı renklerin basımında tatmin edici sonuçlar vermemektedir. Yeşil gibi ana ve yaygın bir rengin, Cam göbeği ve Sarı bileşenlerinin karışımıyla elde edilmesinden dolayı CMYK "pahalı" bir baskı teknolojisi olarak yorumlanmaktadır. Bu nedenle günümüz matbaacılığında giderek artan bir şekilde altı renkli Hexacrome ya da CMYKOG dediğimiz yeni standart kullanılmaktadır. Osmanlı-Yunan Savaşı (1897) 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı, (diğer adıyla Otuz Gün Savaşı) 1897 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile Yunanistan Krallığı arasında meydana gelen savaştır. Yaklaşık bir ay süren savaş, Osmanlı Ordusu'nun kesin zaferiyle sonuçlandı. Osmanlı İmparatorluğu'na ait olan Teselya ve İyon Denizi kıyısındaki Arta limanı 1878 Berlin Antlaşması uyarınca 1881 yılında Yunanistan'a verilmişti. Bu genişlemeden sonra Yunanistan’ın yeni hedefi Epir (Yanya vilayeti) ve Girit adasıydı. Bu bölgelerdeki nüfusun yaklaşık üçte ikisini oluşturan Osmanlı Rumları Yunanistan tarafından Osmanlı İmparatorluğu'na karşı devamlı kışkırtılıyordu. Yunanistan'ın Osmanlı idaresindeki Rumları isyana kışkırtmaya devam etmesi üzerine Osmanlı İmparatorluğu da 17 Nisan 1897'de Yunanistan'a savaş ilan etti. Yunanlar özellikle engebeli bölgelerde Osmanlı Ordusunu uğraştırırken Balkanlar'daki diğer devletlerle anlaşıp Osmanlıları iyice zor durumda bırakmayı planlamaktaydılar. Osmanlı kuvvetlerini teşkil eden Müşir Edhem Paşa komutasındaki yaklaşık 120.000 askere karşılık, Yunanistan Kralı I. Yorgi'nin veliahdı Konstantin’in kumanda ettiği Yunan ordusu ise 75.000 kişilik bir kuvvetten meydana geliyordu. "Bu savaş, Osmanlı İmparatorluğu ve Büyük Devletler’in irâdesine aykırı olarak Yunanistan’ın yayılmacı politikalarının bir neticesi olarak meydana gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Büyük Devletler’den savaşı engellemelerini beklemiş; fakat bu devletler Yunanistan’a uygulanacak zorlayıcı tedbirler üzerinde uzlaşamadıklarından iki devleti yalnız başlarına bırakmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu barışın devamından yana olmasına rağmen, Yunan çetelerinin sınırı tecavüz etmesi üzerine Yunanistan’a savaş ilân etmiştir.".Ayrıca bu savaşa Yunan Kralı I. Yorgi'nin Danimarka asıllı olması sebebiyle bir miktar Danimarka askeriyle İtalyan gönüllülerinden oluşan bir birlik de Yunanların yanında savaşa katılmıştır. 18 Nisan 1897'de Milona geçidindeki ilk savaş, Osmanlı Ordusu'nun zaferi ile sonuçlandı. Ancak savaşın yavaş tempoda cereyan etmesi üzerine, büyük devletlerden gelebilecek bir müdahaleyi önlemek için Sultan II. Abdülhamid, Edhem Paşa'ya yıldırım harbi emrini verdi. Bu durum üzerine Osmanlı Ordusu, 25 Nisan 1897'de Yenişehir, 28 Nisan'da da Tırhala'yı ele geçirdi. Yunan Ordusu güneydeki Dömeke'ye doğru çekilirken, Edhem Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri doğuya doğru ilerleyerek 8 Mayıs'ta çok büyük stratejik öneme sahip bir liman kenti olan Volos'a girdi. Bundan sonraki muharebenin Dömeke’de olacağı ve bu savaşın da galip tarafı ortaya çıkaracağı belli olmuştu. Çünkü Yunanlar bu müstahkem mevkiye çok fazla yığınak yapmışlardı. Savunma savaşı yapacak olan Yunanlar, Türkleri püskürteceklerinden eminlerdi. 17 Mayıs 1897 tarihinde çok şiddetli geçen muharebe, Osmanlı Ordusu'nun zaferiyle sonuçlandı. Yunan Ordusu daha güneydeki Lamia'ya doğru düzensiz bir biçimde çekilirken, Osmanlı kuvvetleri onları sür'atle takip etti. Zira Avrupa'da savaşı durdurmaya yönelik diplomatik adımlar atılmaya başlamıştı. Osmanlılar ise Avrupa'dan baskı gelmeden mümkün olduğunca ilerlemek niyetindeydiler. Artık Osmanlı Ordusu'nun Yunanistan’ın başkenti Atina'ya girmesini engelleyecek ciddi bir güç kalmamıştı. Bu konuda Sadrazam Halil Rıfat Paşa, II. Abdülhamid'e görüşünü açıkça belirtmiş ve de Atina'ya girilmesi için ricada bulunmuştu. Çünkü Atina'nın alınması Yunanların bir nebze olsun bastırılması demekti. Fakat Avrupa Devletleri'nin aralarında anlaşması üzerine, Rus Çarı II. Nikolay II. Abdülhamid'e bizzat telgraf çekerek savaşın durdurulmasını talep etti. Padişahın iradesi uyarınca 19 Mayıs'ta Osmanlı ordusu fiilen savaşı kesti. 20 Mayıs 1897 tarihinde ise mütareke imzalandı. Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı , Türk Deniz Kuvvetleri'ne bağlı bir kuruluştur. Çevre denizlerde, askeri ve sivil denizcilere seyir konularında bilgi aktarmaktadır. Seyir emniyeti ve bilimsel deniz araştırmaları da kuruluşun görevleri arasındadır. Kuruluş 1972 yılından beri bu adla anılmaktadır. Mısır (bitki) Mısır, genellikle çok nemli iklim bölgelerinde yetiştirilebilen, tek yıllık özellikle yağı doymamış yağ grubunda olan bir tarım bitkisi. Mısırda lisin ve triptofan proteinin biyolojik değeri de aminoasitlerin limite edici etkisi altındadır. Tanesindeki ham yağ yulaftan sonra en yüksek değer veren besin maddesidir. Meksika ve Orta Amerika kökenlidir. Sınıflandırma koçan sekli, tane şekli iriliği, sıralar arası açık
lık koçan ucundaki boşluk somak rengine bakılarak yapılır. 1600 yıllarında Suriye yoluyla Mısır'dan İstanbul'a "Mısır buğdayı" ya da "Mısır darısı" adıyla gelmiştir. Zaman içinde de kısaltılarak (dil biliminde "ellipse" adı verilen olay) mısır adını almıştır. Şeref Eroğlu Şeref Eroğlu (d. 25 Kasım 1975, Kahramanmaraş) Grekoromen stilde güreşmekte olan Türk güreşçi. Başarıları arasında üç kez Avrupa Şampiyonluğu, bir kez Dünya Şampiyonluğu, 3 dünya üçüncülüğü bulunmaktadır. 2004 Atina Olimpiyatları'nda 66 kiloda mücadele etti ve finalde Azeri rakibi Farid Mansurov'a kaybederek gümüş madalya kazandı. Şeref Eroğlu'na 1997 yılında FILA tarafından Yılın Grekoromen Güreşçisi unvanı verildi. Ercan Yıldız Ercan Yıldız (d. 29 Mayıs 1974, Kırıkkale) Türk güreşçi. Mehmet Özal Mehmet Özal (d. 31 Ekim 1973, Ankara), Türk millî grekoromen güreşçi. 2004 Atina Olimpiyatları'nda 96 kiloda mücadele eden Mehmet Özal olimpiyat üçüncüsü olarak bronz madalya kazandı. Kariyerinde bir Dünya Şampiyonluğu ve bir Dünya üçüncülüğü başarılarının arasındadır. 2008 Pekin Olimpiyatları'nın açılış töreninde Türkiye bayrağını taşımıştır. 2007 Hydrabad Askeri Olimpiyat Oyunları Şampiyonasında Birinci olmuştur. 2000 yılı North Carolina Dünya Ordular arası Şampiyonada Birinci olmuştur. AKADEMİK KARİYERİ 1997 yılı Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu mezunudur. 1997 - 2001 yılları Gazi Üniversitesi Yüksek Lisans yapmıştır. 2001 - 2008 yılları Gazi Üniversitesi Antrenman Bilimi Alanında Doktorasını tamamlamıştır. Çeviri Dilbiliminde çeviri, bir dildeki bir metnin başka bir dile aktarılması işlemini ve bu süreç sonucunda elde edilen ürünü anlatmak amacıyla kullanılır. Çevrilecek metin ve dil kaynak metin ya da kaynak dil, çeviri yapılacak metin ya da dil ise erek metin (hedef metin) ya da erek dil olarak adlandırılır. Çeviri, sözlü ya da yazılı olarak yapılabilir. "Çeviri" sözcüğü Arapça kökenli bir Türkçe kelime olan "tercüme" sözcüğü ile eşanlamlıdır. Çeviri yapan kişi anlamında "çevirmen" sözcüğü kullanılmakta olup "yazılı çeviri" yapan kişi için mütercim kelimesi, "sözlü çeviri" yapan kişi için ise tercüman kelimesi kullanılır. Çeviri gereksinimi, insanlık tarihinde farklı dillerin oluşmasıyla birlikte başlamıştır. Dillerin 100.000 yıl önce ortaya çıktığı, yazının bundan yaklaşık 5.000 yıl önce bulunduğu düşünülürse çevirinin oldukça eskilere dayandığı söylenebilir. Sözlü çeviri çok daha eskiye dayansa bile ilk yazılı çeviri örneklerine Sümerlere ait tabletlerde rastlanır. Farklı dillere sahip toplumlar arasında yapılan resmi antlaşmaların farklı iki ya da daha fazla dilde yazılı olarak tespit etme gereksinimi ilk çeviri örneklerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Çeviri, bir dilden başka bir dile yapılan aktarma işinin adıdır. Her çeviri işleminde kendisinden aktarma yapılan ve kendisine aktarma yapılan iki dil söz konusudur. Çeviri, sözcüğüne, tek sözcük atlamadan yapılabileceği gibi, bir cümlenin genel anlamını yaklaşık olarak aktaracak biçimde de yapılabilir. İki durumda da gerçek çeviriden söz edilemez. Her dilin kendine özgü bir düzeni olduğuna, hiçbir dil bir başkasıyla çakışmayacağına göre sözcük sözcük çevirş yapmak, aktarma yapılan dile ters düşebileceği gibi, aktarma yapılan dildeki anlamın verilememesine de yol açar. İkinci durumdaysa anlamın tam değil, eksik bir çevirisi yapılıyor demektir. Buna göre gerçek çeviri, aktarılan cümlenin anlamını elden geldiğince eksiksiz biçimde vermekle olasıdır. Çağdaş çeviribilimde bu, dilin değil, sözün, başka deyişle dil kullanımının aktarımı olarak tanımlanmaktadır. Bilimsel yapıtların çevirisinde ise metne bağlılık, teknik düzeydeki çevirilerde de metnin her sözcüğünü karşılayacak söz kalıpları ve terimler kullanmak gerekir. Çeviriyi geliştiren ikinci önemli gereksinim ise dinsel metinlerin başka dillere aktarılma isteğidir. Örneğin, 72 çevirmen tarafından 72 günde bitirildiği rivayet edilen Septuaginta, İbraniceden Eski Yunancaya Eski Antlaşma çevirisi, milattan önce 247 yılında ortaya çıkmıştır. Mısır hiyerogliflerin çözülmesinde önemli bir role sahip Rosetta Taşında ise (M.Ö. 196) aynı metin hem Mısırca hem de Eski Yunanca olarak yer almaktadır. Orta Çağda çeviri faaliyetleri genel olarak kiliselerle ve İncil'le sınırlı kalırken, 9. ve 10. yüzyıllarda Bağdat önemli bir çeviri merkezidir. Bu yıllarda Eski Yunanca metinler Arapçaya çevrilmiş ve bilimleri gelişmesine katkı sağlamıştır. Avrupalıların Eski Yunan metinlerini keşfi bu Arapça metinler sayesinde olmuş, daha sonra bu metinler Toledo Okulu tarafından Arapçadan Latinceye ve özellikle İspanyolcaya aktarılmıştır. Avrupalılar Orta Çağın karanlığından sonra Eski Yunanca metinlerle bu sayede tanışmışlardır. Özellikle matbaanın keşfinden (~1450 yılı) sonra çeviri çalışmaları hız kazanmış, Reformasyonun etkisiyle de Latince metinler başta Almanca olmak üzere hızla yerel dillere aktarılmıştır. Çeviribilim ve çeviri tarihi açısından Martin Luther'in yaptığı İncil çevirisi ile çevirinin nasıl olması gerektiği konusundaki düşünceleri oldukça önemlidir. Çeviri çalışmalarının yeni bir ivme kazandığı dönem de 19. yüzyılda Romantik akımla birlikte görülmektedir. Aynı dönemde çevrinin ne olduğu ve nasıl yapılması gerektiği konusundaki çalışmalar da yoğunlaşır. 20. yüzyılla birlikte sanayi devrimi ve sonrasındaki uluslararası ilişkilerin artışıyla birlikte özellikle teknik metin çevirilerinde (özel alan çevirisi) artış görülmüştür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan Soğuk Savaş dönemi ise makineli çeviriyle çeviriye yeni bir boyut kazandırmıştır. Yine aynı dönemde çeviri sürecini ve çeviri ürününün özelliklerini araştıran çeviribilim bağımsız bir bilim alanı olarak şekillenmiştir. Çeviri süreci başlıca üç aşamadan oluşur: Bu aşamalar, zamansal olarak birbirini izleyen bağımsız bölümler olarak değil, sürecin kavranmasını kolaylaştıran soyutlamalar olarak düşünülmelidir. Çünkü, gerçek çeviri sürecinde bunlar iç içe geçmiştir. Çevirmen genellikle çözümleme yaparken aynı zamanda bunu nasıl aktaracağını ve erek metni nasıl oluşturacağını da düşünür. Çeviri, alıcısına ulaşmadan önce şu süreçlerden geçmektedir: Çeviri: Çevirmen tarafından yapılır. Hedef dil çevirmenin anadilidir. Metnin konusu çevirmenin alan uzmanlığı kapsamındadır. Ön okuma: Çevirmen tarafından yapılır. Gözle okuma ve otomatik yazım imla düzeltmesini içerir. Düzeltme: Proje bütçelemesine göre, çevirmen tarafından yapılabildiği gibi, kaynak dil ve hedef dilin her ikisinde de alan uzmanı olan bir Düzeltmen tarafından yapılır. Denetleme: Kaynak dili bilmeyen ancak anadili hedef dil olan bir alan uzmanı Denetmen tarafından yapılır. Denetlemede, çeviri metni önce kaynak metinden bağımsız olarak okunur, ardından karşılaştırmalı okuma yapılır. Son Okuma: "Proofreading", "prova okuması" veya yanlış bir adlandırma olarak "kontrol okuma" şeklinde yerleşmiş işlemdir. Görsel tasarım uzmanları tarafından yapılır. Kalite güvencesi: Proje yöneticisi tarafından yapılır. Çeviri metninde dilsel kalite, yerel öznitelikler, metrik dönüşümler, belirlenmiş biçim şablonuna uygunluk gibi ögelerin çeviriyle hitap edilen kitleye (hedef kitleye) aktarımında tam ve eksiksiz olmasının sağlanmasını içerir. Proje yöneticisi, ayrıca, çevirideki olası hataların sınıflandırılması ve ölçülebilmesi için bir puantaj sistemi üzerinden değerlendirme yapar. Erişilebilirlik, dikkat, doğruluk, dakiklik gibi noktalarda çevirmen, düzeltmen ve denetmenin başarım değerlendirmesini yapar ve kayıt altına alır. TSEN 15038 gibi uluslararası standardlarda ayrıntılı tanımlar bulunmaktadır. Çeviri oldukça karmaşık bir süreçtir. Çevirmen açısından oldukça yoğum bir zihinsel faaliyet gerektirir. Çevirmen çeviri sürecinde sürekli olarak sorunlarla karşılaşır ve bu sorunları çözerek ilerler. Bir anlamda çeviri, sorun çözme sürecidir dahi denilebilir. Aşağıda kısaca özetlenmeye çalışılan bu sorunlar çok değişik alanlarla ilgili olabilir. Kaynak metinle ilgili sorunlar Dilsel Sorunlar Çeviri yapılırken genellikle yalnızca "anlamın" aktarılacağı düşünülür. Yapılan çalışmalar, anlamın yanı sıra biçimin ve metnin taşıdığı işlevin de aktarıldığını ya da aktarılması gerektiğini göstermektedir. Bu nedenle çeviride kaynak metin ile erek metin arasında eşdeğerlikten söz edilirken birçok öğenin eşdeğerliği söz konusu olabilir. 1. Camera entfernen 2. Alte Treiber entfernen (im Geräte-Manager mit Rechtermaustaste - deinstallieren) 3. Diesen Treiber installieren: 4. Computer neu starten mit Camera. Yazılı çeviri denilince genellikle yazın çevirisi akla gelmektedir. Ancak, bugün dünyamızdaki çeviri faaliyetlerinin %90'dan fazlasını kullanım metinlerinin çevirisi oluşturur. Özellikle küreselleşme nedeniyle bu tür çeviriye olan gereksinim hızla artmaktadır. Sözlü çeviri ise andaş ya da eşanlı ve ardıl olabilir. Genellikle iki dili ve iki kültürü iyi bilen birisinin çeviri yapabileceği düşünülür. Çeviri işlemini basit bir süreç olarak görmekten kaynaklanan bu yanılgı maalesef hâlâ yaygın olarak sürmektedir. İki dilin ve iki kültürün iyi bilinmesi tabii ki çevirmen için olmazsa olmaz koşullardandır. Buna bir de teknik çeviri (özel metin çevirisi) söz konusu olduğunda alan bilgisi de ekleme gerekir. Hukuk, tıp, mühendislik gibi alanlarda çeviri yapan bir çevirmen bu alanlar hakkında yeterince bilgi sahibi olmalıdır. Ancak, bu bilgilere ek olarak bir dilden diğer dile "aktarma" konusunda bilgiye gerek vardır. Bu, deneyimle de kazanılabilen bir özellik olsa da lisans düzeyinde verilen çeviri eğitimiyle de daha kısa süre edinilebilecek bir bilgidir. Sözlü çeviri ise yazılı metin çevirilerinde istenen özelliklere ek olarak özel not alma tekniklerinin bilinmesini, kısa süreli belleğin güçlü olmasını ve bir yandan dinlerken diğer yandan çeviri yapılabilmesi gibi başka özellikler gerektirmektedir. Kitap çevirisi ya da diğer adıyla edebi çeviri, kaynak dilde kaleme alınmış bir eserin (kitap), kitap çevirmeni tarafından hedef dile çevrilmesidir. Türkiye'deki yasal düzenleme gereği, çeviri
kitap işleme eser, kitap çevirmeniyse işleme eser sahibi kabul edilir. İşleme eser sahibi çevirmenlerin hakları Türkiye'de Çevbir, uluslararası düzlemdeyse CEATL tarafından temsil edilir. Makine çevirisi, insan katkısı olmaksızın bilgisayar yazılımlarıyla yapılan çeviri anlamında kullanılmaktadır. Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra Rusça metinlerin İngilizceye hızla ve ucuz olarak aktarılma isteğinden doğan makine çevirisi, henüz insan çevirisinin yerini alabilecek kadar gelişmemiştir, hatta ileride insan çevirisinin yerini alıp alamayacağı da tartışmalıdır. Günümüzde yalnızca meteorolojik raporlar gibi son derece biçimleştirilmiş metinlerin çevirisinde başarılı olabilmektedir. Ancak, ağ sayfalarının çevirisini yaptıran Internet kullanıcılarının da yakından bildiği gibi makine çevirisi düzgün ifadelerle olmasa da içerik konusunda yaklaşık bir bilgi vermek amacıyla kullanılmaktadır. Makine çevirisinin eksiklerini bir derece kapatabilmek için "insan destekli makine çevirisi" yöntemleri (Human-aided machine translation) denenmektedir. Bu tür çevirilerde bir çeviri veritabanı bulunur ve çevrilen cümleler bu veritabanına eklenir. Tercüme süreci esnasında bu veritabanları taranarak benzer cümle-kelimeler tespit edilir, ve tercümanın istifadesine sunulur. Dolayısıyla, makine destekli çeviri sürecinde bir çevirmen bilgisayara destek olarak ortaya çıkan çeviri sorunlarının aşılmasını sağlar. Kültürler arası ilişkiler tarihi MÖ 6.-4. yüzyıllarda Doğu kültüründen Grek kültürüne; 8. yüzyılda Grek kültüründen İslam kültürüne, 11. yüzyılda İslam kültüründen Batı kültürüne yapılan çevirileri büyük kültür değişimi olarak sayar. Roma atasözünde traduttore traditore, çevirmen haindir denir. Grekçe ile Arapça arasındaki çeviri faaliyetinde Süryanice rehberlik yapmıştır. Türkler 10. yüzyıldan sonra İslam medeniyetine girdi ve bilim dili Arapça oldu. 18. yüzyıla kadar Batı'dan çeviri tek tük iken, bu tarihten sonra çeviri faaliyeti hızlandı. Fen bilimleri ve teknolojide Batı'nın üstünlüğü vardı ve bu alanda çeviri askeri modernleşme ile başladı. Osmanlı sarayında tercümanlar Rum idi. Bunlara dilmaç deniyordu. Katip Çelebi ilk çevirmenlerdendir. Yanyalı Esat Efendi, İshak Efendi, Asım Efendi, Konstantin İpsilanti, Münif Paşa, Yusuf Kamil Paşa, Ziya Paşa, Şinasi, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Vefik Paşa, Namık Kemal, Haydar Rifat, Beşir Fuat, Şemseddin Sami cumhuriyet öncesi çevirmenlerdir. 1821'de Tercüme Odası kuruldu. Fransızca, Tanzimat'ta birinci yabancı dil oldu ve bütün çeviriler bu dilden yapıldı. Daha sonra İngilizce onun yerini aldı. 1941'de Tercüme Bürosu açan Maarif Vekaleti Tercüme dergisi yayınladı. Hasan Âli Yücel Doğu ve Batı klasiklerini çevirtti. 1000 temel klasik Türkçeye çevrildi. Cumhuriyet döneminde çeviriye emek verenlerin başında Orhan Burian, Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, İrfan Şahinbaş, Hamit Dereli, Azra Erhat, Bedrettin Tuncel, Nusret Hızır, Akşit Göktürk, Bertan Onaran, Serdar Rifat'tır. Yayınevleri çeviri dergileri çıkardı (Yazko çeviri dergisi, Metis çeviri dergisi.) Üniversitelerde çevirmen yetiştiren mütercim ve tercümanlık kürsüleri açıldı. İlk çevirilen eserler Fransız yazarlarınındır. Victor Hugo, Balzac. Çeviri faaliyetiyle Batı kültürü sadece bilgi değil, yerli kültürün yanında yenilikçi Batı akımlarının ülkeye girmesine neden oldu. Edebi, siyasi, felsefi hareketler çeviri ile yurda girdi. 60'lardan itibaren bütün sol klasikler çevrildi. Sadece çeviri kitaplar yayınlayan yayınevleri açıldı; çevirmenler meslek örgütleri kurdu. İslami yayıncılık faaliyeti genişledi; Arapçadan eski klasikler Türkçeye aktarıldı. Gelişmiş ülkelerde çevirmenlik yapılabilmesi için ya 4 yıllık lisans eğitimi alınması ya da son derece ciddi sınavlardan geçilmesi gerekir. "Çevirmen" unvanı yasalarla korunan bir unvandır, her isteyen kendisine "çevirmen" diyemez. Ancak, Türkiye'de her isteyen "çevirmen" olabilmektedir, bunun için özel bir çeviri eğitimi almanız gerekmez. Çevirinin yasallık kazanabilmesi için Noter tarafından onaylanması gerekir. Diğer ülkelerde ise "Yeminli Çevirmen"in onayı yeterli olmaktadır. Noterler çeviri bürolarıyla birlikte çalışır. Çeviri bürosu sahibi çeviri yapabileceğini ve gerçeğine uygun olarak çevireceğini bir yemin zaptıyla Notere ifade eder. Böylece altına imzasını atıp kaşesini vurduğu çevirilerin sorumluluğunu taşır. Çevirisini onaylatmak isteyen çeviri sahibi ya notere ya da çeviri bürosuna başvurur. Türkiye'de çeviri ücretlerinini hesaplanmasında birim olarak sayfa kullanılır. İlgili yasa hükümlerine göre boşluksuz 1000 vuruş 1 sayfa olarak kabul edilir ve 1000 vuruştan az çevriler tam sayfa olarak işlem değerlendirilir. Ancak, diğer ülkelerde çeviri ücretlerinin hesaplanmasında birim olarak sözcük, satır ya da vuruş da kullanılmaktadır. Kitap çevirilerinde ücret telif biçiminden hesaplanır ve kitabın baskı adedi (genellikle 2000) ile kapak fiyatının çarpımının % 6 ile 10'u arası bir tutara karşılık gelir. Dünya Güreş Birliği FILA, "Uluslararası Güreş Federasyonları Birliği" , 1912 yılında İsveç'te kurulmuştur. Fransızca "Fédération Internationale des Luttes Associéés"in kısaltmasıdır. FILA, güreş sporunun belirli ve her ülke tarafından kabul gören kuralları olması düşüncesiyle ve Stokholm'deki 1912 Olimpiyat Oyunları sırasında farklı ülkelerin güreş federasyonlarının aldıkları karar ile 1912 yılında İsveç - Stokholm'de kurulmuştur. Günümüzde FILA'ya beş kıtadan 146 ulusal federasyon üyedir. FILA'nın beş kıtadaki yerel federasyonların oluşturduğu kıta komiteleri bu sporu teşvik ederek gelişimini sağlamak için çalışırlar. FILA merkezi, 1912 - 1946 yılları arasında İsveç, 1946 - 1965 yılları arasında ise Fransa'da görev yapmıştır. Birlik merkezi günümüzde, 1965 yılında taşındığı İsviçre'nin Lozan şehrindedir. Başkanı Nenad Laloviç'dir. Yeryüzü Çocukları 1: Mağara Ayısı Klanı Yeryüzü Çocukları 1: Mağara Ayısı Klanı, Jean Marie Auel'in 1980'de yazdığı tarihî roman. Tarih öncesi çağlarda geçen bu romanda Ayla adlı dişi kahramanın gözünden o devirdeki insanların yaşayışları anlatılır. Ayla bir felakette ailesini kaybetmiştir, tanımadığı insanların arasına düşer. O insanların geleneklerini, adetlerini öğrenir. Ama onlardan farklı olduğu için onların arasından dışlanır. Romanda klasik "vahşi taş devri" görüşünün yerine o zamanki insanların da barış sever oldukları ve aralarında kurdukları bir düzen olduğunu savunur. Ayrıca romanda uzun doğa tasvirleri vardır romanın içinde geçen otlar, hayvanlar o devirde o bölgede yaşamışlardır. Network News Transfer Protocol NNTP, Network News Transfer Protocolün kısaltmasıdır. Genellikle Usenet erişimi, ve Usenet trafiği taşıyan sunucular tarafından kendi aralarında kullanılır. İnternet erişiminin atası sayılabilinecek iletişim protokol formatıdır. Henüz HTML standartlarının beta olmaktan öteye geçemediği zamanlarda görsel grafik arabirimden çok uzak bir şekilde daha çok text içerikli genel bilgi içeriği taşıma amacıyla oluşturulmuştur. Daha sonra binary özelliği kazandırılarak geliştirilmesi bir noktada sonlandırılmış olsa da düşük miktarda veri iletişimi açısından zamanla unutulacağı öngörülerini haksız çıkararak bir noktada kalıcılığını ispat etmiş bir iletişim protokolu olarak kendini ispatlamıştır. firefox için nntp eklentisi : https://addons.mozilla.org/en-US/firefox/addon/361 Taşınabilir bir news client programı, MesNews: http://www.mesnews.net , MesNews Türkçeleştirme Projesi http://mesnews.newskolik.net nntp://news.newsturkiye.net nntp://news.newskolik.net Yumurtalık Yumurtalık, dölyatağının iki tarafında, geniş bağlar içinde bulunan simetrik iki bezin her biri. Yumurtalık, dişi üreme hücrelerini yani yumurtaları bulunduran bir dişi üreme organıdır. Ergenlik dönemine kadar içindeki yumurtalar olgunlaşmaz. Ergenlik döneminden sonra olgunlaşan yumurtalar teker teker rahime gider. Eğer yumurtalığın ağzı tıkanmışsa, buna Kısırlık denir. Yumurtalık, 3–4 cm uzunluğundadır. Dölyatağı yumurtalık bağıyla dölyatağına, yumurtalık borusu yumurtalık bağıyla Fallop borusuna bağlıdır. Karınzarından bir kılıf ile De Graff foliküllerinden oluşan yumurta yapıcı bir tabakadan meydana gelir. De Graff foliküllerinin sayısı 700.000 civarındadır. Foliküller, üzeri damarlarla kaplı katılgan dokudan bir kılıfla çevrilidir. Foliküllerin içi yetişkin kadında önce bir epitel kütlesi halindedir, sonra bunun yerini tanecikli bir zar (epitel hücreleri), etrafı epitel hücrelerinden ibaret bir kursla çevrili bir yumurta ve merkezi bir sıvı alır. Yumurtalığın çalışması iki yönlüdür. Yumurtalık bir yandan De Graff folikülünün olgunlaşıp çatlamasıyla zaman zaman bir yumurta bırakır (yumurtlama), diğer yandan folikülin ve lütein denilen iki hormon salgılar (dişilik hormonu). Folikülin doğrudan doğruya folikül tarafından salgılanır. Folikülün çatlamasıyla birlikte hormon miktarı birden çoğalır. ve yumurtlama meydana gelir. Lütein (progesteron) yumurtalığın "sarı cisim" denen De Graff folikülünün nedbesi tarafından salgılanır. Yumurtalıklarda, katı ve sulu tehlikesiz urlarla birlikte habis urlar da görülebilir. Bazı urların iç salgılara etkisi olabilir. Genellikle bir salpenjite bağlı iltihaplar meydana gelebilir (salpengo-ovarit veya aneksit). Yumurtalıklarda sayı (eksiklik veya fazlalık), yer, şekil ve gelişme (hipoplazi) bakımından anomaliler olabilir. Bazı yumurtalık lezyonlarının (distrofi) sınıflandırılması güçtür. Yumurtalık distrofilleri konusundaki incelemelere son zamanlarda büyük önem verilmektedir. Yumurtalık distrofilleri, çeşitli anatomik lezyonlarla ortaya çıkar. Bunların ortak özellikleri yumurtalıkta yumurtaların geliştiği ve çoğaldığı tabakaya yerleşmiş olmalarıdır. Bu lezyonlar, yumurtalığın çalışmasını ve özellikle yumurtanın olgunlaşmasını kötü yönde etkiler. Klinik belirtileri, çeşitli âdet bozukluklarından kısırlığa kadar değişebilir. Yumurtalık distrofillerine bağlı üç çeşit anatomik lezyon tarif edilirse de bunların değişik tabiatta mı, yoksa aynı hastalığın çeşitli şekilleri mi olduğu bilinmemektedir.
Söz konusu lezyonlar şunlardır: "Sklerokistli yumurtalık iltihabı", "Stein-Leventhal belirtisi" ve "Yumurtalık kabuğu fibrozları". Yumurtalık distrofilleri, yumurtalığa bağlı kısırlıkların pek çoğunun sebebidir. Bunların büyük kısmı için cerrahî bir tedavi imkânı bulmak mümükündür. Yumurtalık iltihabı, had veya müzmin olabilir. Cinsel organların bir iltihabından veya genel bir iltihap sonucu meydana gelebilir. Çoğunlukla rastlanan mikroplar şunlardır: "Streptokok" "kolibasil", daha nadir olarak da "gonokok". Sitka ladini Sitka ladini ("Picea sitchensis"), çamgiller (Pinaceae) familyasından 80 m boy (maximum 96 m) ve 5 m çap yapabilen ladin türü. Adı, Alaska'daki Sitka yer adından gelir. Tacı dar koniktir. Kabuk grimsi kahverangi veya turuncu kahverengidir. Dallar bazılarında aşağıya doğru sarkar, sürgünler ise sarkık değil, dar, pembemsi kahverengi, düzdür. Tomurcuklar kırmızımsı kahverengi, 5–10 mm, ucu yuvarlaktır. İğne yapraklar 1,5-2,5 cm, irice veya geniş üç köşeli, sert, mavimsi yeşil ile açık yeşil, üst yüzeyi koyu yeşil, stoma bandı çok dar veya yoktur, stoma bantları bir sırtla birbirinden ayrılır, yaprakların ucu sivridir. Kozalaklar 5–9 cm; kozalak pulları eliptik dar baklava şeklinde 12–16 mm uzunluğunda, kenarları yuvarlaktır. Tohumlar siyah, 3 mm uzunlukta, ince, 7–9 mm uzunluğundaki tohum kanadı soluk kahverengidir. 2n=24. Sitka ladini doğal olarak Kuzey Amerika'da bulunur. Kuzeydoğu sınırını Kodiak adası(), Alaska ve güneydoğu sınırını Fort Bragg() Kaliforniya oluşturur. William Wallace Sir William Wallace (d. 1272 - ö. 23 Ağustos 1305), Kral I. Edward'ın döneminde İngiltere'ye karşı yapılan direnişte vatandaşlarına önderlik eden İskoç şövalyedir. İskoçya'nın en büyük ulusal kahramanlarından Sir William Wallace ülkenin İngiliz egemenliğinden kurtulması için yürütülen uzun mücadelenin ilk yıllarında İskoç direniş kuvvetlerine önderlik etti. Tarihçiler, Wallace'ın asil bir beylikten gelen Robert the Bruce gibi asillerle çelişen insanlardan biri olarak tanımlar. Bazı tarihçiler Wallace'ın 1270'de doğduğunu iddia ederken, 16. yüzyıl kitabı ""William Wallace'ın Tarihi ve İskoç Hadiseleri" (History of William Wallace and Scottish Affairs)" William'ın 1276'da doğduğunu söylüyordu. Kesin kanıtların olmamasından dolayı Wallace'ın doğum tarihi ve doğum yeri tartışılır. Tarihe göre Wallace'ın doğum yeri Renfrewshire'deki Paisley yakınlarında Elderslie'dır. Fakat, bazı biyograflar onun doğum yerinin Ayrshire, Kilmarnock yakınlarında olduğunu belirtmiştir. Ek olarak Wallace'ın ilk hadiselerinden bazıları Ayrshire'da gerçekleşir. Bunun aksine Wallace'ın ilk hadiseleri Elderslie'ye de, Ellerslie'ye de yakın olmayan Lanark'ta gerçekleşir ve daha sonra Wallace, Irvin'deki İngilizler'e karşı savaşan İskoç asillere katılmak üzere Ayrshire'a gider. Wallace Fransa'daki papazlara katılan iki amcası tarafından eğitilmiştir. Doğduğunda Kral III. Alexander 20 yıldan beri hakimiyetini sürdürüyordu. Onun dönemi ekonomik düzen, barış süresi içinde geçti ve İngiltere'nin baskılarına karşı koymayı başardı. 1286'da, Alexander attan düşerek öldü. Tahta geçmek için hiçbir çocuğu sağ değildi. İskoç liderler, Alexander'ın 4 yaşındaki kız torunu Margaret'ı ()("Norveçli Bakire-The Maid of Norway olarak tanınır") kraliçe ilan ettiler. Yaşından dolayı İskoç liderler, Margaret yetişene kadar İskoçya'yı yönetmesi için geçici bir hükümet kurar. Kral Edward, iktidarsızlıktan İskoç liderlerle yapılan Margaret'ı oğlu ile evlendirme antlaşması olan Birham antlaşmasıyla durumdan yararlanmak ister. Fakat Margaret, Norveç'ten İskoçya'ya dönerken yolda hastalanır ve ölür(1290). Yaygın inancın aksine John Balliol'un tahta hakkı vardır. Ancak İskoçlar ön yargılardan kaçınmak için sorun hakkında karar verecek bağımsız bir hakimin konu ile ilgilenmesini ister. Kurnazca davranarak, İskoçlar İngiliz kralı I. Edward'ı kraliyetin yerine geçmesi için çağırırlar. Fakat Edward, bağımsız hakem olarak gelmek yerine, büyük bir ordu ile İskoç-İngiliz sınırına gelmiştir. Tartışmalara çözüm bulmak için özerk statüsüne bir lord olarak geldiğini söyler. İstekleri duyulduktan sonra 1292'de, Edward, Balliol'u Özerk İskoç olarak tanımladığı İskoçya'nın hükümdarı seçer. Mart 1296'da Balliol Edward'a vergi vermekten vazgeçer ve bu ayın sonunda Edward İskoç sınırı Berwick-upon-Tweed'e saldırır, çok kan döker. İskoçya'da yaşayan herkesi kiliselere saklansalar dahi katleder. Papa Edward'ın hakimiyeti olan Gascony'de heyet toplar ve yaptıklarından dolayı Edward'a madalya verir. Mayıs ayında İskoçları Lothian'daki Dunbar savaşında mağlup eder. Yerel Ayrshire destanlarına göre; 2 İngiliz askeri, Lonark'taki balık pazarında Wallace'a meydan okudu. Tartışma iki İngiliz askerinin öldüğü bir arbedeye dönüştü. Bunun üzerine yetkililer o andan itibaren Wallace'ı kısa sürede yakalama emrini yayınladı. Hikâyenin doğruluğu ne olursa olsun, Wallace İngilizlerden 1291'de babasının ve ağabeyinin ölümünden dolayı nefret ediyordu. Wallace, 1297'de İngiliz Lonark şerifi Sir William Heselrig'i öldürdü, sevdiği ve evlendiği genç kadın Marion Bardifute'un öcünü almak için onun cesedini parçaladı. Bu detayı doğrulayan kanıtlar yok. Kısa sürede Wallace, Loundoun Hill (Darvel-Ayrshire) yakınlarında, Ayr'daki savaşı kazandı. Gelişen isyan, Haziran ayında İrvin'de İskoç soyluların İngiliz koşullarını kabulü ile önemli bir zarar gördü. Ağustos'ta, Wallace Selkirk grubundan, Stirling'teki Andrew de Moray'ın ordusuna katılmak için ayrıldı. Moray bir diğer isyanı başlattı ve onların gücü, İngilizlerle karşılaşmak için hazırlandıkları Stirling'de birleşti.. 11 Eylül 1297'de Wallace, Stirling Köprüsü Muharebesi'ni kazandı. İngilizlerin sayıca üstünlüğüne rağmen, Andrew de Moray ve Wallace liderliğindeki İskoçlar, İngiliz ordusunu bozguna uğrattı. Earl of Surrey William de Warenne'in profesyonel 300 süvari ve 10.000 piyadelik ordusu köprüyü geçerken bir felaketle karşılaştı. Köprünün hasarlı olması birçok askerin birlikte geçmesine engel oluyordu (3 asker yan yana). Bu yüzden İngilizler köprüyü geçerken, İskoçlar onların yarısının geçmesini bekledi ve daha sonra onları kısa sürede yok etti. İngilizler geri çekilmeye başladı. Fakat köprü ağırlığı kaldıramayınca çöktü. Birçok İngiliz köprünün altında kaldı ve boğuldu. İskoçlar ezici bir zafer kazandılar ve bu orduları için büyük bir moral oldu. Hugh Cressingham, Edward'ın İskoçya'daki hazine görevlisi savaşta öldü. Moray, Stirling Köprüsü Savaşı'ndan üç ay sonra savaşta aldığı yaradan dolayı öldü. İngilizlere karşı kazandığı br dizi zaferden sonra Robert Bruce, Wallace'i şövalye ve "İskoçya'nın koruyucusu ve ordularının lideri" olarak ilan etti ve Wallace tahttan indirilmiş bulunan John de Balliol adına ülkeyi yönetmeye başladı. Bir yıl sonra ordular Falkirk Savaşı'na geldiler (1 Mayıs 1298). İngilizler Roxburg'da bir çiftlik istila ettiler ve insanları korkuttular. Lothian'ı yağmaladılar ve bazı kaleleri tekrar ele geçirdiler. Fakat Wallace'i savaşa çekemediler. İskoçlar düşmana karşı her şeylerini kullanmaya karar verdiler. İngilizlerin yiyeceğini tedarik eden adamın hatası yemekleri ve moralleri azalttı ve Edward Wallace'ı aramaya Falkirk'te son verdi. Wallace, mızrakçılarını dairesel bir şekilde mızrakları başlarından yukarı şekilde oturur vaziyette ayarladı ve kazıklardan savunma alanı kurdu. İngilizler İskoç okçularını yararak üst kısmı ele geçirdi. İskoç şövalyeler kaçtılar ve Edward'ın adamları saldırdılar. Atlı İskoçlar Edward'la anlaşıp Wallace'a ihanet ettiler. Ve atlı İskoçlar savaşmadan kaçtılar. Eylül 1298'de, Wallace Robert the Bruce, Earl of Carrick ve John Comyn of Badenoch'un desteklediği İskoçya'nın Koruyuculuğundan istifa etti. 1302'de Wallace barış hareketini reddederken, Bruce Kral Edward'la barış yaptı. İskoç soylularının çoğunun 1304'te Edward'ın egemenliğini kabul etmesinden sonra İngilizler Wallace'ın peşini bırakmadılar. Sir William, 5 Ağustos 1305'te Edward'a sadık olan İskoç şövalye Sir John de Menteith'in onu Edinburgh yakınlarındaki Robroystoun'da İngiliz askerlerine teslim edene kadar yakalanmadı. Wallace Londra'ya gönderildi ve daha önceden haydutlar kralı olarak taçlandırıldığı Westminster salonunda vatan hainliğinden suçlandı ve krala ihanet suçundan yargılandı. Bu talebe şöyle karşılık verdi : "" ona bağlı kalacağıma dair hiçbir zaman yemin etmedim . "" Kayıp olan John Balliol onun resmi kralı olmasına rağmen Wallace suçlu ilan edildi. 23 Ağustos 1305 günü duruşmadan sonra Wallace mahkeme salonundan çıkarıldı. Üstsüz bir şekilde Smithfield pazarında at tarafından çekildi, elleri iplerle bağlı, ayaklar atın arkasında bağlı bir şekilde darağacında asıldı, fakat ölmek üzereyken bırakıldı. Hareketsiz, bitkindi. Asıldıktan sonra henüz ölmeden bağırsakları çıkarıldı,bütün bu işkençelere rağmen yine de kraldan af dilemedi ve kafası gövdesinden ayrıldı ve vücudu dört parçaya bölündü. Kafası daha sonralardan kardeşi John ve Sir Simon Fraser'ın da kafasının asıldığı Londra köprüsüne asıldı. Kol ve bacakları, Newcastle, Berwick, Stirling ve Perth'de ayrı ayrı sergilendi. Wallace'ın anısına dikilen levha, Smithfield'de Wallace'ın idam edildiği yerin yanında olan Aziz Bartholomew Hastanesi (İng. St. Bartholomew's Hospital)'nin duvarında asılıdır. İskoç vatanseverler ve diğer ilgililer sık sık burayı ziyaret etmekte ve çiçek koymaktadır. Wallace'a ait olduğu sanılan kılıç yıllardır Dumbarton kalesinde saklandı ve şimdi Stirling yakınlarında Wallace Ulusal Anıtı (İng. the Wallace National Monument)'da saklanıyor. Buna rağmen uzmanlar tarafından yapılan incelemeler bu kılıcın dizaynının Wallace'dan birkaç yıl sonrasına ait olduğu sonucunu çıkardı. Wallace'ın yaşamının Robin Hood efsanesine kaynaklık ettiği sanılmaktadır. Söylendiğine göre Wallace çok uzun boylu bir adammış. Çetede William'ın küçük kardeşi John da yer alırmış ve ona Küçük John denirmiş. William'ın sevgilisi Marion, Robin Hood'un sevgilisinin adı oluvermiş, Küçük John da efsaneye William gibi iri yarı bir adam olarak dahil edilmiş. Wall
ace'ın hayatı, 1995'te çevrilen Cesur Yürek (Braveheart) filmine konu olmuştur. William Wallace'un son sözü ise 'ÖZGÜR İSKOÇYA' oldu. İskoçya kendi parlamentosuna sahip bağımsız bir ülke olmayı başarmış, ancak yine parlamento kararıyla 1707 yılında Birleşik Krallık'ın kuruluşunda yer almıştır. Almanlar Almanlar ("Deutsche") Cermen halklarından olan Orta Avrupa yerlisi bir etnik gruptur. Alman kelimesinin İngilizcesi olan "German" kelimesi geç Orta Çağ'dan itibaren Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nda Almanca konuşan nüfus için kullanılmıştır. İsviçre vatandaşlarının dilleri Almanca olsa da, onlar Alman milletinden görülmez, sadece Almancayı almış ve özel ilişkiler kuran diğer Avrupalılar olarak bakılır. Anadili Almanca olan yaklaşık 100 milyon insanın ortalama 80 milyonu kendisini Alman olarak görür. Avusturyalılar'ın da büyük bir bölümü Cermen soyundan, yani Alman kökenlidir. Britanyalılar, Danimarkalılar, Hollandalılar ve İskandinavlar Alman değil; ama yine de Cermenik sayılırlar. Almanların ön ırkı Ren nehrinin doğu tarafına yerleşmiş Cermenlerdir. Sakson, Frisler, Thüringenler, Franklar, Alamanlar ve Bayuvarlar bu genel anlamda Cermen ırkının belkemiğini oluştururlar. Keltik ve Slavlar ile Macarlar ve de diğer uzaktan boylar Cermenlerle karışarak zamanla Alman dilini ve kültürünü benimseyip Almanlaşmış ve bu etnik yapıda yer edinmişlerdir. 9. ve 10. yüzyıl ortalarında bir millet anlayışı ile birlikte Frank Krallığı'nı oluşturmuşlardır. Ancak belli başlı Cermen boylarının birleşmesi ile birlikte bir krallık altında Alman milleti oluşmaya başlamıştır. Bu arada kuzeyde Frisler, Anglosaksonlar, Franklar güneyde ise Saksonlarla Bayuvarlar karakteristik ve folklorik yapılara ayrılmışlardır. Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşü sonucu çeşitli krallıklar ve derebeylikler kurmuşlar ve genelde Frank Krallıkları altında tarihte yerlerini almışlardır. Esas anlamda Cermen soyu ve buna bağlı olarak Alman millet yapısı ise 19. yüzyıl başlarında başlayan milliyetçilik akımı ile oluşmuştur. 1871 yılında ilk Alman İmparatorluğu ile millî devlet oluşturulmuştur. Vatandaşlarına ise "Reichsdeutsche" ("İmparatorluk Almanları") denilmiştir. Bu millî sınırlar dışında kalan Alman kökenlilere ise diğer tabir yakıştırılmış, Öz Şıvablar veya Güney Almanları olarak adlandırılmışlardır. Nasyonal sosyalizm döneminde ise bunlara topluca "Volksdeutsche" ("Halk Almanları") denmiştir. Rus çarı Deli Petro'nun, ülkesine çağırdığı Alman zaanatkarlar asırlar boyunca Rus Çarlığında etnik yapıya ulaşmışlar ve Stalin zamanında bunlar Kazakistan'a sürgün edilmişler, Alman hükümetinin vatana ulaştırma projesinde tekrar geriye getirilmeye başlanmışlardır. Alman boy tabirleri bugün tamamen kullanımdan kalkmıştır. II. Dünya Savaşı sonucu oluşan göçler ve birbirleri altında oluşan homojen karışmalar sonucu sadece folklorik özellikleri kalmıştır. Alman dili Anglosakson dil gurubuna dahil olup daha çok İngilizce ile yakınlığı bulunmaktadır. Bugün Almanca dili altında korumuş olan ve halen kullanılan şiveler mevcuttur. Mesela Felemenkçe karışımı olan Frizce, Stuttgart taraflarında Şvebişçe, Karaorman bölgesinde Badence, Bavyera bölgesinde Bavyeraca, Saksonya bölgesinde ise Saksonca ve daha birçok örnekler gösterilebilir. Bugünkü Almanya sınırları dışında diğer ülkelerde birçok Alman soyundan gelen etnik topluluklar yaşamaktadırlar ve genelde yöre dili yanında kendi Alman şivelerini de korumuşlardır. Bunlarda Çek Cumhuriyeti'nde yaşayan Sorbenler ile Romanya'da yaşayan Yedibürgerlileri sayabiliriz. Kökü ve fonetik yapısını Almanca'dan alan Avrupa Musevilerinin dili Yidiş'i ise parantez dışında tutarak burada da sayabiliriz. Bugün Almanya'da kullanılan Almanca çok zengin dil, şive ve ağız özelliklerine sahip olup, tarzlarında ve deyimlerinde ufak ayrılıklar getirmektedir. "Hochdeutsch" diye tabir edilen düzgün Almanca hemen hemen her büyük şehirlerde kullanılmakla beraber en iyi özelliklerini Dortmund ve Bonn şehirlerinde rastlanabilir. Almanya dışında resmi olan veya resmi olmayan dil olarak şu ülkelerde kullanılır: Danimarka, Avusturya, Lihtenştayn, Lüksemburg, Çek Cumhuriyeti, Belçika (Flanderler), Güney Tirol (İtalya) ve birçok İsviçre kantonlarında İsviçre Almancası "Schwyzerdütsch" konuşulur. Eski Almanya kolonilerinde ise halen Almanca konuşulmaktadır. Bunlar arasında Afrika ülkesi Togo, Namibya ve Güney Amerika'da (Şili, Peru, Arjantin) olan Alman kolonilerini de sayabiliriz. Roma İmparatorluğu ve onun arkasında oluşan Avusturya Habsburg İmparatorluğu boyunduruğunda pek sivrilmeden yaşayan Almanlar 19. yüzyılın başına kadar sadece derebeylikler ve Frank Krallıkları kurmuşlardır. Napolyon'un sebep olduğu çalkalanmalar sonucu 19. yüzyılın başında bütün Avrupa'da oluşan milliyetçilikle sivrilmeye başlamışlardır. 1871'de kurulan Alman İmparatorluğu sonucu kendileri de Avrupa'da söz sahibi olmaya başlamışlardır. I. Dünya Savaşı'nın sonunda Alman İmparatorluğu yıkılmış ve yerine Prusya ağırlıklı Weimar Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg'un 30 Ocak 1933 tarihinde şansölye olarak atadığı Adolf Hitler'in iktidara geçmesiyle sona ermiştir. Onun yerine kendilerini Roma İmparatorluğu'nun varisi olarak görüp Üçüncü Reich'ı ("Üçüncü İmparatorluk") ilan etmişlerdir. Adolf Hitler'in getirdiği baskıcı rejim ve yenilikler Almanya'yı güçlü bir ülke yapmış, ülkedeki suç oranı ve işsizlik ciddi derecede azalmıştır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Üçüncü Reich yıkılmış ve ikiye bölünmüş, biri Alman Demokratik Cumhuriyeti ("Deutsche Demokratische Republik") adını alan sosyalist, diğeri ise Almanya Federal Cumhuriyeti ("Bundesrepublik Deutschland") adını alan kapitalist iki Almanya kalmıştır. 1989'da şiddetsiz halk ayaklanması ve Mihail Gorbaçov'un umursamazlığı sonucu Alman Demokratik Cumhuriyeti lağvedilmiş ve ardından iki Almanya birleşmiştir. Bu birleşmiş Almanya'da aşırı milliyetçi duygular ve eylemler genellikle nasyonal sosyalist geçmişin getirdiği bir tür utanma duygusu nedeniyle bastırılır ve hoş görülmez. Aşırı milliyetçilik ve özellikle ırkçılık çeşitli yasalarla sınırlandırılmış veya yasaklanmıştır. Neo-Nazizm dışında Alman milliyetçiliği yapmak aşırı boyutlara kaçmamakla beraber ılımlı bir milliyetçilik seviyesindedir ve yurtsever bir boyuttadır. Alman yurtseverliği tarihteki Alman filozoflarını, Alman bilim insanlarını, Alman şirketlerini ve ürünlerini, Almanların yaptığı icatları ve otomobilleri ile gurur duymak şeklinde gelişmiştir. Son futbol dünya şampiyonluğuna ev sahipliği eden Almanlar, hem güzel bir organizasyon hem de olumlu yurtseverlik gösterileri ile bütün dünyaya güzel bir örnek göstermeye çalıştılar. Halliburton Halliburton Energy Services ("Halliburton Enerji Hizmetleri"), merkezi Houston, Teksas'ta bulunan çok uluslu bir şirkettir. 95.000'den fazla çalışanı olup gelirleri 20 milyar doları aşan şirket teknik ürünler, petrol ve gaz bulunması, çıkarılması ve üretiminin sağlandığı Enerji Hizmet Grubu (Energy Services Group) ve rafineriler, petrol tesisleri, boru hatları ve kimyasal tesislerin kurulmasıyla uğraşan Kellogg Brown & Root olarak iki alanda etkinlik gösterir. Irak'a savaş açmasını emrettiği birçok basın kuruluşu, demokrat parti ve uluslararası mercilerce iddia edilen ve bu doğrultuda yeni bir Watergate Skandalı gözüyle bakılan şirketin, Amerikan ordusu ve devletiyle olan ilişkileri Vietnam Savaşı sırasında, Vietnam'da askeri üs, hava alanları, yol vb. inşaatına dayanmaktadır. Şirketin eski bir uzmanı olan Marie de Young'ın BBC'yle yaptığı görüşmede, "Halliburton'a, sözleşme kapsamında, yerine getirmediği hizmetler için ödeme yapıldı mı sorusuna yanıtı ise şöyle: George W. Bush seçimleri Bill Clinton karşısında kaybettiğinde, başkan yardımcısı Dick Cheney muhafazakarlara Clinton'u 2 seçimde de yenemeyeceğini söyleyerek siyaset perdesinden ayrılarak Halliburton şirketinde 1995 yılında yönetim kurulu başkanı oldu. 2000 yılında Dick Cheney'nin tekrar George W. Bush'un başkan yardımcısı olarak siyaset perdesine geri döndü. 5 yıldır Halliburton'un yönetim kurulu başkanlığını yapan, yerine de David J. Lesar gibi dostane bir ismi getiren Dick Cheney'nin Halliburton'da çalıştığı bu 5 yıl içerisinde 100 milyon dolara yakın maaş ve bonus aldığı ortaya çıkartılmıştı. İşin ilginç kısmı, 2001 yılında Dick Cheney hala Halliburton'dan maaş alıyordu. (Ted Koppel - Nightline) 2001 yılında George W. Bush seçildikten birkaç ay sonra, Dick Cheney Halliburton şirketiyle Amerikan Devleti arasında Irak'ta verilecek hizmetler üzerine anlaşma imzaladı. (Bu anlaşma 11 Eylül saldırılarından önce imzalandı) 2001, 2002 ve 2003 yıllarında Dick Cheney şirkette yönetici konumunda gözükmemesine rağmen; kendisinin, eşinin ve çocuklarının hesaplarına milyonlarca dolarlık para transferi yaptığı Irak savaşının 3. ayında ortaya cikti. Sunulan tepkilere rağmen, gidişat değişmedi bu vesile ile demokratların Başkan'ı yargılama önerisi Amerikan Supreme Court'u tarafından reddedildi. (Bilindiği üzere Supreme Court'daki üyelerin büyük bir çoğunluğu baba Bush ve oğul Bush döneminde bu mevkiye getirildiler) Demokrat Parti bu konuda uzun bir süredir soruşturmalar açmaya çalışıyor, ancak bu konuda Supreme Court'un ve "gizli güçlerin" engellerine maruz kalıyorlar. Demokrat Parti adayları 2005 yılı başkanlık seçimleri vaadleri arasında; Halliburton şirketinin tüm üst düzey yöneticilerinin yargılanacağı vadediliyor. Bu konuda Joe Lieberman bundan altı ay önce önce verilmesi gereken kararların Bush yönetiminde verilemediğini, Demokrat Parti'yi kim temsil ederse temsil etsin; meclise girmeleri halinde bu konuda soruşturma başlatacaklarını Daily Show programında öne sürdü. Halliburton konusu, tüm Demokrat Parti başkan adaylarının seçim propagandalarında oldukça sık bahsettiği bir konu idi. ( Örn : John Kerry - ) Demokratlar en son olarak 31 Aralık 2003 tarihinde, Kaliforniya ve Michigan kongre üyelerinin de katılımıyla tekrar bir soruşturma önergesi hazırladılar. (Democrats call Halliburton probe) Newsweek dergisinde bu konuda "The United States of Hal
liburton" (Halliburton Birleşik Devletleri) başlıklı oldukca hoş bir yazı yayımlanmıştır. Yazı, Halliburton'un Vietnam Savaşı'ndan bugüne kadar yaptıklarının sadece Irak'daki petrol savaşı ile sınırlı kalmadığını; Muhafazakar Parti'nin yönetiminden tutun, Eyalet valilerini yönetmeye kadar birçok dalda Amerika Birleşik Devletleri'ni yönettiğine değin çok önemli kanıtlar sundu. Kimyasal reaksiyon Kimyasal tepkime ya da kimyasal reaksiyon, iki veya daha fazla maddenin birbiri ile etkileşmesi sonucu kendi özelliklerini kaybederek yeni özellikte maddeler oluşturmasıdır. "Kimyasal olay" ve "kimyasal değişme" kavramlarıyla eşanlamlıdır. Kimyasal tepkimelere giren maddeler ortamda tükenebilirler. A + B (Girenler) ---> AB (Yeni madde-ürünler) A ve B, 2. olayda tek madde olarak kalmamış tükenmiştir. İki ya da daha fazla basit madde başka bir madde oluşturuyorsa böyle tepkimeler "Sentez tepkimeleri" olarak adlandırılır. Sentez tepkimesinin tam tersidir. Bileşiği bileşenlerine ayırır. Yani bir maddeden birden çok madde oluşur. Bir elementin bir bileşikle tepkimeye girerek bu bileşiklerdeki elementlerden birinin yerini aldığı tepkimelere denir. Örnek: Kimyasal laboratuvarda kullanım için özel cihazlar vardır. Tepkime kabı, amaca ve tepkime koşullarına göre çok çeşitli malzemelerden yapılır. Genellikle bilim adamları ısıya ve birçok agresif kimyasallara dayanıklı olan borosilikat camı kullanırlar. Bir kimyasal tepkimede bütün maddeleri aynı sıcaklıkta tutabilmek için tepkime sistemine eklenmesi veya sistemden uzaklaştırılması gereken ısı miktarıdır. Tepkime sisteminin içinde bulunduğu kabın basıncı sabit tutulduğunda ölçülen tepkime ısısı aynı zamanda (entalpi) olarak bilinen (termodinamik) nitelikteki değişimi, yani tepkime sonucunda oluşan ürünlerin entalpisiyle tepkimeye girenlerin entalpisi arasındaki farkı gösterir. Böylece sabit (basınçta) tayin edilen tepkime ısısı DH sembolüyle gösterilen tepkime entalpisidir. DH negatif olduğunda tepkime ısıveren, tersi durumdaysa tepkime ısı alandır... ÖRNEĞİN; tepkime sayesinde tepkimeye giren H ve Cl moleküllerinde iki atomu bir arada tutan bağların koparılması enerji ister. Bu enerji sağlandığında atomlar arasındaki bağlar kopar ve atomlar yeni düzenlemeye girerek yeni bağlar (HCl bağları) oluştururken dışarıya enerji verilir. Bu tepkimede dışarı verilen enerji daha önce alınan enerjiden fazla olduğundan neticede dışarıya enerji verilmiş olur (ısıveren tepkime). Buna karşılık; tepkimesinde alınan enerji verilen enerjiden fazla olup bu tepkime de ısıalan tepkime olur. Finansal kiralama Finansal kiralama veya leasing, işletmelerin kuruluş veya büyüme dönemine geçtiklerinde, yatırımlarını gerçekleştirmek için ihtiyaç duydukları orta vadeli finansman yöntemlerinden birisidir. Leasing, mülkiyetin içerdiği kullanma ve yararlanma haklarının ekonomik olduğu varsayımına dayanmaktadır. Bu varsayıma göre, finansal kiralama belirli bir süre için kiralayan (leasing firması) ile kiracı arasında düzenlenen ve satıcıdan/üreticiden kiracı tarafından seçilip, kiralayan tarafından satın alınan bir malın mülkiyetini kiralayanda, kullanma hakkını ise kiracıda bırakan bir sözleşmedir. Kiracı gereksinim duyduğu makina, ekipman veya diğer malları kendi olanakları ile satın almak yerine, leasing şirketine satın aldırarak, bu mallara ilişkin finansman sağlamış olur. Kiralanan malın kullanma hakkı belirli bir kira karşılığında, belirli bir süre için kiracıya bırakılmaktadır. Bu malların mülkiyeti leasing şirketine ait olup, sözleşme süresi boyunca kullanım hakkı kiracıya aittir. Kiracı leasing ile almış olduğu malı kullanır; kullanım süresi boyunca gerekli bakım ve onarımları yaptırarak, mal bedelini nakit akışına uygun taksitler halinde leasing şirketine öder. Sözleşme süresi sonunda malın mülkiyetinin kiracıya geçmesi için tarafların iradesinin bu konuda uyuşması gerekmektedir. Zira kanunda taraflar arası imza edilen lesing sözleşmesi bitiminde kiralamaya konu olan malın mülkiyetinin kiracıya geçeceğini şart koşulmamıştır. Bu durum ancak tarafların uygun irade beyanları ve sözleşmeye böyle bir hüküm koymalarıyla mümkündür. Leasing işlemlerinde tüm makina ve ekipmanlar için sözleşme devir süresi 4 yıl olmakla birlikte teknolojik niteliği, ekonomik yararlanma ve işletme süresi 4 yıldan kısa olduğu Hazine Müsteşarlığınca onaylanan mallarda, 4 yıldan kısa süreli finansal kiralama sözleşmesi düzenlenmektedir. Ki buna işlemsel leasing adı verilmektedir. Günümüzde kullanılan yapılandırılmış, karmaşık leasing metotları, her ne kadar eskiden kullanılan basit formlarından çok farklı olsa da, leasing’in uzun ve zengin bir tarihi bulunmaktadır. Fakat temel olarak leasing’e konu mal veya ekipmanın sahipliğinin kiralayanda (Leasing firması), kullanım hakkının ise kiracıda (Kira dönemince mal veya ekipmandan faydalanan firma veya kişi) olması en belirgin benzerliktir. Dünyada Leasing'in tarihi çok eskilere uzanmaktadır. Leasing'in dünyada bilinen ilk uygulamaları Sümerler tarafından MÖ 2000'li yıllarda tarım araçları kiralamasında görülmüştür. Daha sonraki Roma dönemlerinde (Yunanlar, Romalılar ve Mısırlılarda) toprak ve stoklama için leasing uygulamaları çok ilgi çekici olmuştur. Yine aynı yıllarda gelişen ticari gemi leasingi ise en belirgin leasing yapısı örneğini vermektedir. Orta Çağ'da atların, silahların, zırhların, arazi ve binaların özellikle şovalyeler tarafından kiralanması leasing uygulamalarına konu olmuştur. II. Dünya Savaşı'nda savaş malzemelerinin kiralanmasıyla yeniden gündeme gelen Leasing , bu yıllarda Amerika'da yaşanan krizden sonra finansman güçlüklerini aşmak isteyen firmalarca benimsenerek modern bir uygulama biçimi kazanmıştır. İlk modern Leasing şirketi "1952"'de ABD'de kurulmuştur. Onu Kanada, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya'da kurulan leasing şirketleri izlemiştir. 1963'te bugün Leasing alanında en iddialı ülkelerden biri olan Japonya devreye girmiştir. Rakamlar incelendiğinde 1970'ten itibaren dünyada Leasing sektörünün büyük bir artış gösterdiği, %800'lere varan büyüme oranlarına ulaştığı görülmektedir. Dünya Leasing pazarında birinci sırada olan ABD'yi (320 milyar $), Kıta Avrupası ve Uzakdoğu ülkeleri izlemektedir. Türkiye'de finansal kiralamaya ilişkin ilk düzenlemeler, 70 sayılı bankalar hakkında kanun hükmünde kararnamenin 90. Maddesine istinaden çıkarılan 16/12/1983 tarih ve 83/7506 sayılı bakanlar kurulu kararında yapılmış ve “Yatırımlara ilişkin ekipmanların temin edilip, firmalara taksitle satılması veya kiraya verilmesinden…” bahsedilmiştir. Böylece mevzuatımızda açık olmasa bile ilk kez “Leasing’e” değinilmiştir. Gerçek anlamda ise leasing'in hukuki altyapısı 28/06/1985 yılında çıkan bir 3226 sayılı kanun ile oluşturulmuş ve ilk leasing şirketi 1986 yılında kurulmuştur. Türkiye'de 1986'dan bu yana Leasing'in yatırımlardan aldığı pay giderek artmaktadır. Ancak diğer ülkelerle karsilastirildiginda Leasing'in Türkiye ekonomisindeki payinin yeterli oldugu söylenemez.Toplam sabit sermaye yatırımları içinde Leasing'in payı gelişmiş sanayi ülkelerinde %30 civarındayken, bu oran Türkiye'de %10`un altında kalmaktadır. Türkiye'de Leasing'in henüz değerlendirilmemiş büyük bir gelişme potansiyeli bulunmaktadır. İlk Türk finansal kiralama şirketi, 1986 yılında faaliyete geçen iktisat leasing’tir. Satıcı/Üretici Tabanlı Leasing Firmaları (Captive/Sales Aid Lessor) Bağımsız Leasing Firmaları (Independent Lessor) Acente/Yapılandırıcı (Broker/Packager) Satıcı Üretici Tabanlı leasing firmaları, ilk olarak ABD’de kurulmaya başlamışlardır. Üretimini/satışını yaptıkları ürünleri, daha uygun ödeme planları ile müşterilerine sunmak amacıyla yapılanmışlardır. Aynı zamanda iki taraflı leasing firması adı da verilir. Bağımsız Leasing firmaları, leasing sektöründe profesyonel amaçla kurulmuş, herhangi bir üretici/satıcı firmaya bağlı olmayan firmalardır. Dünya leasing sektörüne baktığımız vakit, leasing firmalarının çoğunun bu katagoride olduğunu görürüz. Bu tip firmalara aynı zamanda 3. Taraf Leasing Firmaları adı da verilir. Çünkü bu firmalar hem üretici/satıcı, hem de kiracı firma/şahıstan bağımsızdır. Acente /Yapılandırıcı leasing firmaları, Türkiye’de olmamasına karşın, dünya leasing sektöründe oldukça önemli bir yere sahiptir. Bu tip firmalar kendi müşterilerine uygun olan mal veya ekipmanı bulurlar, müşterisinin ihtiyaçlarını karşılayan ödeme planına göre leasing firmasına karar verirler, leasing firmasının risklerine karşı batık sigortasını yaptırırlar ve eğer gerekiyorsa, fon kaynaklarından yararlandırırlar. Acente /yapılandırıcılar, leasing işlemleri ile defterlerinde hiçbir işlem yapmazlar ve sadece komisyon alırlar. Satışa Yardımcı Leasing (Vendor Leasing) Leasing firması satıcı firmalarla yapmış olduğu uzun vadeli işbirliği anlaşmaları ile bu firmaların yapmış olduğu işlemleri leasing yolu ile finanse eder. Burada önemli olan işbirliğinin uzun vadeli olmasıdır. Satıcı firmalar bu yöntem ile müşterilerine alternatif bir finansman yöntemi sunarak satışlarını gerçekleştirebilirler. Belirli işlemlerde satılan ekonomik değerin riskinin paylaşımı için geri alım anlaşmaları da düzenlenir. Brüt-Net Kiralama Kiralama giderlerini kimin karşılayacağı konusunda yapılan bir ayrımdır. Brüt kiralamada leasing firması kiralanan ekonomik değerin tüm tamir, bakım, sigorta, vergi, resim, harç gibi masraflarını kendisi karşılar. Net kiralamada ise bu masraflarda kiracı sorumludur. Satış ve Geri Kiralama (Sale and Lease Back) Firmalar satış ve geri kiralama yöntemini genelde nakit yaratmak için kullanırlar. Bu tür leasing işlemlerinde kiralama konusu ekonomik değer, ekonomik değerin sahibi işletme tarafından leasing şirketine satılır ve yapılan bir leasing sözleşmesi ile geri kiralanır. Bu işlem sonucunda işletmenin bilançosunda duran varlıkları azalır buna karşın dönen varlıklarında bir artış söz konusu olur. Türkiye'de bu tür işlemler 3226 sayılı Finansal Kiralama Kanunu’nda yer alan ekonomik değerin üçüncü kişilerden satın alınması hükmüne ters düştüğü için
yapılmamaktadır. Tam Ödemeli – Tam Ödemesiz Kiralama (Full Payout-Non Payout Lease) Tam ödemeli kiralama, kiralayanın, kiracı ile düzenlediği sözleşmeye göre tahsil edilen kira bedelleri toplamının, kiralanan varlığı edinme bedeli ile yönetim ve diğer giderlerini karşıladığı ve kiralayana uygun bir tutarda kar sağladığı bir kiralama türüdür. Taraflar arasında düzenlenen kira sözleşmesine göre ve sözleşmenin iptal edilmeyen süresi içinde tahsil edilen kira bedelleri toplamının, kiralanan varlığın kiralayana olan maliyetini karşılamadığı kiralama türüne ise tam ödemesiz kiralama denmektedir. Yurtiçi Kiralama (Domestic Leasing) Yurtiçi kiralamada, kiracı ile kiralayan aynı ülkede bir varlığın kiralanması amacıyla sözleşme yapmaktadırlar ve kiralama işlemi söz konusu ülkenin mevzuatı ile sınırlı kalmaktadır. Yurtdışı Kiralama (Crossborder Leasing) Yurtdışı kiralamada, kiracı ile kiralayan farklı ülkelerde bulunmaktadır. Dolayısıyla kiracıya veya kiralayanın kendi ülkeleri dışında bir bir ülkenin mevzuatı da uygulanabilmektedir. Gerçek Kiralama (True Leasing) Kiracıya kiralanan ekonomik değerin kira süresi sonunda normal piyasa değerinden satın alma hakkını veren, leasing şirketinin malik sıfatı ile vergi avantajlarından yararlanarak bu avantajları kiracıya yansıttığı ve kiracının kira ödemelerini gider yazdığı kiralama türüdür. Takas Şeklinde Kiralama (Swap Lease) Kiracının daha önce kiraladığı ve kullanım hakkından yararlandığı bir ekonomik değerin yenisi ile değiştirilmesi şeklindeki kiralamaya takas şeklinde kiralama adı verilir. Alt Kiralama (Sub Lease) Bu tür leasing işleminde kiralayan kiralanan ekonomik değerin kullanım hakkını kiracıya devreder ve kiracı da aynı ekonomik değeri üçüncü bir kişiye aynı şartlarda devredebilir. 3226 sayılı Finansal Kiralama Kanunu’nun 15. Maddesi kiracının kiraladığı malın zilliyetliğini üçüncü kişilere devredemeyeceğini hükme bağladığından bu tür kiralamalar Türkiye'de uygulanmamaktadır. Özel Kiralama (Special Lease) Sipariş üzerine özel olarak üretilen ve finansal kiralama şirketi açısından bir değeri olmayan sadece özel amaçla kullanılan ve sözleşme süresinin sonunda mülkiyeti kiracıya geçen ekonomik değerlerin kiralanması amacıyla yapılan leasing işlemidir. İkinci El Kiralama (Second Hand Lease) Leasinge konu mal daha önce kullanılmış ise işlem ikinci el kiralama olarak adlandırılmaktadır. Hangi malların kullanılmış olsalar dahi finansal kiralamadan yararlanacakları hazine müsteşarlığınca belirlenmektedir. Dolaylı – Dolaysız Leasing Dolaylı leasingde kiralanacak ekonomik değer kiracı tarafından seçilir, fiyat ve teslim koşulları için üretici veya dağıtıcı firmayla anlaşma yapılır. Daha sonra kiracı, bir leasing şirketi ile malın satın alınarak kendisine kiralanması için anlaşma yapar. Dolaysız leasingde ise finansmanı imalatçı ya da satıcı firma yüklenir. Araya bir finans kurumunu sokmayan model, bazı şirketlerin kendi bünyelerinde kurdukları taksitli satış bölümüne benzemektedir. Finansal Kiralama Kanunu’nun dördüncü maddesi hükmüne göre kiralayanın malı kiracının talebi üzerine 3. Kişiden satın alması veya başka suretle temin etmesi gerektiğinden dolaysız leasing 3226 sayılı kanun kapsamına girmemektedir. Uluslararası Muhasebe Standartları Komitesi “International Accounting Standart – 17”, (IAS – 17) ile konuya açıklık getirmiş, hangi işlemlerin Operasyonel Kiralama, hangi işlemlerin ise Finansal Kiralama olarak tanımlanabileceğini belirtmişlerdir. IAS-17’ye göre leasing’e konu ekipmanını kimin bilançosunda gösterdiği ve buna bağlı olarak kimin vergi avantajı sağladığı belirleyici unsurlardır. Finansal kiralama kriterleri A.B.D’de Federal Accounting Standard Board tarafından yayımlanan Federal Accounting Standard No:13’e göre; Operasyonel kiralama kriterleri Bu leasing türünde sözleşme belirli bir süreyi kapsamak üzere yapılmasına karşın ,önceden belirlenen ihbar süreleri içinde kiracının ihbarda bulunması halinde, kiralama dönemi sona ermeden kira sözleşmesi feshedilebilir. Operasyonel kiralama, kiracıya sözleşmeyi iptal hakkı tanıyan, dolayısıyla teknolojik açıdan demode olmuş makine ve teçhizatı geri verebilme imkânı sağlayan esnek bir leasing türüdür. Sözleşme Sonu Opsiyonları Sözleşme sonu opsiyonları, leasing firması tarafından kiracıya, sözleşme süresi sonunda tanıdığı opsiyonlardır. Bu opsiyonlar; Bazı leasing firmaları sözleşmelerinde, kiralanan ekipmanın satın alınması ve leasing sözleşmesinin yenilenmesi opsiyonlarına yer vermez. Bu tip leasing işlemlerine, sonu kapalı leasing işlemleri denir. Paket Hizmetler (Full Leasing) Bazı leasing firmaları, kiralama haricinde, kiralanan ekipmanın özellikleri doğrultusunda bazı ek hizmetlerde verebilir. Örneğin; Bu tipte yapılan leasing işlemlerine Tam Hizmet Leasingi (Full-service Leasing) adı verilir. Karşıtı olan Net Leasing işlemlerinde ise, kiracı sadece kendisi için gerekli olan minimum hizmeti (Malın satın alınmasını) talep edebilir. Olympic Airlines Olympic Airlines (OA), (Yunanca: Ολυμπιακές Αερογραμμές, "Olimpiakes Aerogrames"), Yunanistan'ın bayrak taşıyıcı ulusal havayolu şirketiydi. 2009 Kasım'ından itibaren havayolu yaşadığı mali krizden dolayı özelleştirilerek Olympic Air adı altında ve yeni filosuyla uçuşlarına başlamıştır. OA'nin ana merkezi Atina'da (Spata) bulunan Atina Uluslararası Havalimanı'ydı (ATH). Ayrıca Selanik'teki Selanik Uluslararası Havalimanı'nda (Makedonia) (SKG) ve Rodos Uluslararası Havalimanı'nda (Diagoras) da (RHO) birer merkezi bulunmaktaydı. Olympic Airlines'nin uçuş ağı Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Amerika, Uzak Doğu ve Kuzey Afrika'ya uzanmaktaydı. OA, Aralık 2007 itibarı ile 40 uçağa, bu uçakların uçtuğu 77 varış noktasına ve yaklaşık 8.500 çalışana sahiptir. Uşak Şeker Fabrikası Uşak Şeker Fabrikası. Uşak eşrafından Mehmet Hacım ve arkadaşları tarafından bir anonim şirket olarak kurulan şeker fabrikasıdır. Türkiye'nin ilk şeker fabrikası olarak bilinir. Cumhuriyet'in kurulması ve gelişmesi döneminde önemli bir kilometre taşıdır. Bütün Uşak halkı kurulmasına katkıda bulunmuştur. Ekonomik gücü olan her Uşaklı bu girişime katkıda bulunmuştur. Fabrika, etkinliğini günümüzde de sürdürmektedir. Fabrikanın adı bir süre sonra "Nuri Şeker" olarak değiştirilmiştir. Kuruluş çalışmalarının izlenmesi amacıyla Ankara'ya gönderilen Şeker, sonraları fabrikanın kurucusu olarak anılmaya başlamıştır. Tüm Uşaklıların katkılarıyla kurulmuş olan ve Kurtuluş Savaşı sonrası dayanışmanın bir ürünü olarak ortaya çıkan fabrikanın en büyük ortağı Mehmet Hacım'dır. CHP döneminde devletleştirilen fabrika Uşak'ın en önemli kurumlarından biri olma özelliğini korumaktadır. Tanju Yngwie J. Malmsteen Yngwie J. Malmsteen (d. 30 Haziran 1963, Stokholm, İsveç), müzisyen, gitar virtüözu. Gerçek adı Lars Johan Yngve Lannerbäck'tır. Müziğe pek ilgi duymayan Yngwie, 7 yaşındayken ilginç bir rastlantı ile gitar çalmaya başladı. Jimi Hendrix'in öldüğü güne kadar pek ilgi duymadığı akustik gitarı, Hendrix'in ölümü üzerine televizyonda yayınlanan bir programı seyredip Hendrix'e ve sahne gösterisine hayran kalmasıyla elinden düşmez oldu. Daha sonra alacağı Fender Stratocaster Yngwie J. Malmsteen'in kimliğinin bir parçası olacaktı. 10 yaşına geldiğinde Deep Purple şarkılarının tamamını çalabiliyordu. Ritchie Blackmore'a olan hayranlığı, ailesinin; özellikle yetenekli bir flütçü olan ablası Lola Lannerbeck'in etkisiyle ilgi duyduğu klasik müzik kültürüyle birleşince Yngwie J. Malmsteen'in benzersiz stili ortaya çıkmaya başladı. Barok dönemi bestecileri Johann Sebastian Bach, Antonio Vivaldi, Tomaso Albinoni ve klasik dönem bestecileri Ludwig van Beethoven, Wolfgang Amadeus Mozart, Niccolò Paganini Yngwie J. Malmsteen'in müziğini ve tarzını derinden etkiledi. Okula ve derslere duyduğu ilgi her geçen gün azalırken tüm zamanını müziğe ayırmaya başladı. Müziğe olan ilgisinin ve yeteneğinin farkında olan annesi ona daima destek oldu. 15 yaşına geldiğinde bir gitar tamir atölyesinde çalışmaya başladı. Atölyeye tamir için getirilen bir lut ona gitar üzerinde deneyebileceği bir fikir verdi; perdelerini eye ile oyarak tıpkı lut gibi scallope klavyesi olan bir gitar yaptı. Sonuç Yngwie için tatmin ediciydi, hemen yeni bir gitara aynı işlemi uyguladı. Yüksek teller ve scallope klavye ile çalmak her ne kadar zor olsa da Yngwie, sweep tekniği için daha uygun olması nedeniyle buna kolay adapte oldu. Bu yaşlarda bestelemeye başladığı Far Beyond The Sun, Icarus Dream Suite gibi parçalarında Yngwie'nin tarzı iyice şekillenmekteydi. 18 yaşında arkadaşlarıyla 3 parçadan oluşan bir demo kaydetti. Tarzı İsveç için oldukça sıra dışıydı. İsveç'te umdukları ilgiyi bulamayacaklarını anlayınca demo kayıtlarını yurtdışına göndermeye başladılar. Demoyu dinleyen Shrapnel Music'in sahibi Mike Varney, Yngwie Malmsteen'i Steeler'a katılması için Amerika Birleşik Devletleri'ne davet etti. Steeler'la bir albüm kaydeden Yngwie daha sonra Alcatrazz'a katıldı. Fakat Yngwie Malmsteen kendini daha iyi ifade edebilmek, tarzını ortaya koyabilmek istiyordu ve Alcatrazz'dan da ayrılarak solo kariyerine başladı. Solo kariyerinin ilk albümü Rising Force oldu. Bu albüm müzik listelerinde 60. sıraya kadar yükseldi ve bir neoklasik rock şaheseri olarak müzik tarihinde yerini aldı. Bu albümdeki performansı ile Yngwie enstürmental rock dalında Grammy'e aday gösterildi. Libidinal ekonomi Libidinal ekonomi, Jean François Lyotard’ın insan varlığındaki, aklın ve mantığın işleyişine karşı koyup, direnç gösteren itkiler için kullandığı terim. Lyotard’a göre, bu itki ve dürtülerin, Freud gibi psikanalistler tarafından ortaya konan bilinçaltı yaşantı, itki ve dürtülerin bir benzeri olarak değerlendirilmeleri gerekir. Şu farkla ki, Lyotard bu itkilerin özgürce ifa­desini daha açık bir biçimde savunup, onla­rın anarşik ve sosyal olarak düzen bozucu et­kisine dikkat çeker. Nitekim, eski bir Marksist olarak Lyotard’ın Marksizme yöne­lik en önemli itirazlarından biri, itkileri akıl­dışı, öngörülemez ve dolayısıyla karşı kon­ma
sı gereken şeyler olarak görmek suretiyle, onlara teorilerinde yer vermemesidir. Oysa Lyotard için libidinal itkilerin bu şekilde yadsınması, otoriter ve son çözümlemede başarısızlığa mahkûm bir eylem olmak duru­mundadır. Libidinal ekonomi deyimi, şu halde, postmodernizm tarafından hem bir felsefe ve hem de kültürel bir proje olarak Marksizme yönelik bir saldırıyı ifade eder. Biraz daha ileriye gidilecek olursa, o felsefe­nin akılcı mirasının reddedilmesini ifade edip, post-felsefi ya da anti-felsefi bir tavrı tanımlar. Emil Kraepelin Emil Kraepelin (d. 15 Şubat 1856 - ö. 7 Ekim 1926) Alman psikiyatrist. 1883 yılında beyin patolojisinin ruhsal hastalıklara neden olduğunu söylemiştir. Kraepelin ilk kez davranış bozukluklarını sınıflandırmış ve tanımlamıştır. Bu dönemde doğaüstü inançlar bütünüyle terk edilerek, (halk arasında olmasa da) tıp adamları birçok ruhsal hastalığın beyin patalojisiyle ilgisini ortaya koyarak kabul etmişlerdir. İlk kez ruhsal hastalıklar Kraepelin'le bedensel hastalıklar gibi, hastalık olarak kabul edilmişlerdir. Anatomi, fizyoloji, biyolojiden yararlanılarak beyin patalojisini araştıran araştırmalar yapılmıştır. Çeşitli bilimlerin dünyayı ve insanı açıklama girişimlerinde karşılaştıkları sınırlar konusunu ele alan alman filozof ve psikiyatri uzmanı. Kant'tan ve Kierkegaard'dan esinlenerek, nazizme karşı çıkan felsefe sistemiyle, insan varlığını yüceliğe ileten yolu çizmeye çalışmıştır. Theodor Wiegand Theodor Wiegand (d. 30 Ekim 1864 Bendorf am Rhein - ö. 19 Aralık 1936 Berlin) önemli Alman Arkeologlarından biriydi. 1895-1899 yılları arasında Wilhelm Dörpfeld yönetiminde gerçekleştirilen Atina kazılarına katıldı. Daha sonra sırayla Antik Yunan şehirlerinden Priene, (1899 - 1911) Milet, (1905 - 1911) Didim ve Samos (1910-1911) kazılarında bulundu. 1927'de Pergamon akropolis kalesindeki silahhaneyi keşfetti. Wiegand, Lübnan'da Baalbek'te de kazılara katıldı ve katıldığı kazı sonuçlarını yayınladı. 1899 - 1911 yılları arasında Berlin müzelerinde Osmanlı İmparatorluğu başkenti İstanbul'un Yabancı Direktörü olarak çalıştı, aynı zamanda Alman Konsolosluğunun bilimsel Ataşesiydi. 1912 - 1930 a kadar Berlin Antik Eserler Müzesinin yöneticiliğini yaptı. Bergama Müzesi'nin inşaatı onun yönetimi altında tamamlandı. Bergama Tapınağı, Osmanlı İmparatorluğundan gemilerle buraya getirilip tekrar inşa edilmiştir. Bahriye Üçok Bahriye Üçok (1919, Trabzon – 6 Ekim 1990, Ankara), Türk tarihçi ve siyaset bilimci, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin ilk kadın akademisyeni, Cumhuriyet Senatosu üyesi (1971-1976), Halkçı Parti'den Ordu milletvekili (1983-1987) ve Sosyaldemokrat Halkçı Parti parti meclis üyesi. Hamit Ataç'ın kızıdır. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Coşkun Üçok ile evlenmiş ve Kumru isminde bir kızı olmuştur. İlk ve ortaokulu Ordu'da okuyan Üçok, Kandilli Kız Lisesi'ni bitirdi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Ortaçağ Türk-İslam Tarihi Bölümü'nden alırken, aynı zamanda Devlet Konservatuarı Opera Bölümü'ne de devam etti ve bu bölümü de bitirdi. Samsun ve Ankara'da on bir yıl lise öğretmenliği yaptı. 1953 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi oldu. Aynı zamanda bu fakültenin ilk kadın öğretim üyesidir. 1957 yılında doktor, 1964 yılında "İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar" adlı çalışmasıyla da doçent olmuştur. Arapça ve Farsça'yı iyi derecede bilen Üçok, Kur'an-ı Kerim'e bağlı kalarak İslam dinini çağdaş, gerçekçi ve dinin özünde bulunan hoşgörüyle yorumladı. Bu nedenle 1960'lı yıllardan itibaren tehditler almaya başladı ve kendini güvende hissetmediği için akademik çalışmalarına ara vermek zorunda kaldı. 1971 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından kontenjandan senatör seçildi ve böylelikle aktif siyasi yaşama atılarak beş yıl boyunca Cumhuriyet Senatosu divan üyeliği yapmıştır. Siyasi tercihini Cumhuriyet Halk Partisi'nden (CHP) yana kullanan Üçok, 1977'de CHP'ye katıldı. 12 Eylül'den sonra açılan Halkçı Parti'nin 1983'de kurucu üyesi oldu. Daha sonra 1983 seçimlerinde de bu partiden Ordu milletvekili olarak TBMM'ye girdi. 1986'dan itibaren Sosyaldemokrat Halkçı Parti üyesi oldu ve 1990 Eylül'ünde bu partinin parti meclisi üyesi seçildi. Kasım 1988'da televizyonda yapılan bir açık oturumda, "İslam'da örtünmenin ve oruç tutmanın zorunlu olmadığı" iddialarına dayanan açıklamalarından sonra üzerine birçok tepki çekti ve tehditler almaya başladı. Üçok, 6 Ekim 1990 günü Ankara'nın Çankaya ilçesindeki Köroğlu Caddesi'nde bulunan evine, Ekspres Kargo tarafından ulaştırılan ve gönderici olarak İlmî Araştırmalar Vakfı'nın göründüğü kitap paketini saat 16.30'da aldı. Bomba olabileceği şüphesiyle paketi kapısının önünde açmaya çalışırken, paketin içine yerleştirilmiş olan bomba patladı. Ağır yaralı olarak Hacettepe Tıp Fakültesi Acil Servisi'ne kaldırılan Üçok, saat 20:00 sularında burada yaşamını yitirdi. Cenazesi 9 Ekim günü Maltepe Camii'nden kaldırılmış ve Karşıyaka Mezarlığı'na defnedilmiştir. Cinayeti İslâmi Hareket adlı örgüt üstlendi. Ertesi gün Cumhuriyet Gazetesi'ndeki haberde, olay şöyle aktarılmıştı: Bombalı paketi kabul eden 'kargocu kız' olarak da tanınan "Gülay Calap", uzun süre ortadan kayboldu. 16 Ocak 1994 tarihinde İzmir'de PKK'nın yan kuruluşu olarak sayılan Devrimci Halk Partisi'nin İzmir sorumlusu olarak gözaltına alındı. SHP Parti Meclisi üyesi olan Doç. Dr. Bahriye Üçok, katledildiği sırada SHP için bir laiklik raporu hazırlamaktaydı. Üçok, katıldığı toplantılarda sık sık laiklik, kadın hakları ve irtica tehlikesi üzerinde durmuş ve "laikliğin savunucusu ilahiyatçı" olarak tanınmıştır. Fransızca, Arapça ve Farsça bilen Üçok, "İslam'dan Dönenler", "Yalancı Peygamberler" ve "İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar" adlı üç kitap yayımlamıştır. Ölümünün ardından adı, İzmir'de önemli bir meydan, bir bulvar Narlıdere'de bir park ve bir mahalleye; Artvin, Edirne, Kocaeli , Bursa ve Ankara'da da birer caddeye, İstanbul Kadıköy Belediyesi'ne ait bir çocuk yuvasına verilmiştir. adlı yapıtları bulunan Üçok, birçok makale ve araştırma yazısı da kaleme aldı. Aly Mazahéri'nin "Ortaçağda Müslümanların Günlük Yaşayışları" adlı yapıtını da Türkçeye kazandırdı. Şemsettin Günaltay Mehmet Şemsettin Günaltay (1883, Kemaliye, Erzincan - 19 Ekim 1961, İstanbul), Türkiye Cumhuriyeti'nin 8. başbakanı, tarihçi ve eski Türk Tarih Kurumu başkanı. Bugünkü adı Kemaliye olan Eğin'de 1883 yılında doğdu. Babası, müderris İbrahim Edhem Efendi, annesi ise Sâliha Hanım idi. Küçük yaşta İstanbul'a gelerek önce Üsküdar'da Ravza-i Terakki Mektebi'nde, sonra Vefa İdâdîsi'nde okuyarak Cumhuriyet devrinde adı "Yüksek Öğretmen Okulu" olarak değiştirilecek Dârülmuallimîn-i Âliye'ye devam etti. 1905 yılında bu okulun Fen Şubesi'nden birincilikle mezun oldu. Bu arada, özel olarak Arapça ve Farsça derslerine devam ederek dini ilimlerde kendisini yetiştirdi. Ayrıca Fransızca öğrendi. Meslek hayatına İstanbul Dârüşşafaka'da "Hendese Muallimliği" (geometri öğretmenliği) ile başlayan Mehmet Şemsettin, daha sonra Kıbrıs İdâdîsi'nde müdür muavinliği vemüdürlük yaptı. Başarılı bir öğretmen ve iyi bir idareci olan Şemsettin, tabii ilimler okumak üzere Maarif Nezâreti tarafından 1909 yılında İsviçre'nin Lozan Üniversitesi'ne gönderildi. Bir yıl sonra yurda döndükten sonra, bu defa Midilli İdâdisi'nde ve İstanbul Gelenbevi İdâdîsi'nde müdürlük yaptı. İstanbul Dârülfünunu'nda yapılan 1915 reformu sırasında Edebiyat Fakültesi'nde Türk Tarih ve Medeniyet Tarihi müderrisi olan Mehmet Şemsettin aynı zamanda dönemin en yüksek medresesi sayılan Süleymaniye Medresesi'nde de Dinler Tarihi müderrisi idi. 1919 yılında ise Edebiyat Fakültesi İslâm Kavimleri Tarihi ve Süleymaniye Medresesi İslâm Felsefesi müderrisliklerine tayin olundu. 1924 yılında Dârülfünun İlahiyat Fakültesi'nde İslâm Tarihi ve Fıkıh Tarihi müderrisi ve aynı zamanda Fakülte Sekreteri olmuştu. Ertesi yıl bu fakültede Dekanlık görevine getirildi. 1933 Üniversite Reformu'ndan önce İstanbul Dârülfünunu Edebiyat Fakültesi ile İlâhiyat Fakültesi'nde Türk Tarihi, İslâm Tarihi ve Medeniyet Tarihi dersleri vermekteydi. Milletvekilliği devam etmek suretiyle Dârülfünun'un İstanbul Üniversitesi'ne dönüşmesinden sonra da Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nde Ortaçağ Tarihi dersleri vermek üzere "Ordinaryüs Profesör" olarak atandı. Bu sırada Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kuruldu ve orada da dersler verdi. Ancak Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünden sonra, Hasan Âli Yücel'in Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı döneminde (1938-1941) ya milletvekilliği ya da hocalığı tercih etmesi istenmiş; bunun üzerine Ord. Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü (1890-1966) ve Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı (1888-1977) ile birlikte hocalıktan ayrıldı ve yalnız siyasetle meşgul oldu. Bununla birlikte tarihî konulardaki araştırmalarına aralıksız devam ettirdi. Mustafa Kemal'in isteği ile, 1931 yılında Türk Tarih Kurumu adını alan kurumun kuruluşundan itibaren kurucu üyesi oldu ve 1941 yılında bu kurumun başkanlığına seçilerek bu görevini vefat ettiği 1961 yılına kadar 20 yıl sürdürdü. 1915 yılında İttihat ve Terakki Fırkası'ndan Ertuğrul (Bilecik) mebusu seçilerek Meclis'e girdi. Bu görevi Meclis-i Mebusan'ın kapatıldığı 1920 yılına kadar sürdü. Bu sırada Dârülfünun'un ıslahat çalışmalarında da görev aldı. Mütareke günlerinde, İstanbul Dârülfünunu'nda millî davayı kuvvetle savunan ve gençlere yol gösteren beşlıca hocalardan biridir. 1918 yılında Meclis-i Mebusan'da idare memuru oldu. 1920 yılında Teceddüd Fırkası'nın kurucuları arasında bulundu. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin İstanbul teşkilâtında da görevliydi. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle İstanbul'da Cumhuriyet Halk Partisi teşkilâtını kurmaya memur edildi. Daha sonra Kuvâyı Milliye içinde bulunan ve İstanbul Belediye Meclisi Üyeliği ve Reis Vekilliği'ne seçildi. Siyasi hayatının ikinci devresi ise, 1923 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası Sivas Milletvekili olarak Tü
rkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki görevi ile başladı. II. Dönem (Ara Seçim), III., IV., V., VI., VII. ve VIII. Dönem Sivas, IX . Dönem Erzincan Milletvekilliği, V. Dönem Teşkîlât-ı Esâsiye Encümeni Reisliği, VI. ve VIII. Dönem TBMM Başkanvekilliği yaptı. 1949 yılında Hasan Saka'nın istifası üzerine başbakanlığa getirildi ve Demokrat Parti iktidarına kadar bu görevini sürdürdü. CHP İstanbul il başkanlığı ve 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Kurucu Meclis Cumhuriyet Halk Partisi Temsilciliği (6 Ocak 1961 - 25 Ekim 1961) de yaptı. 1961 yılında İstanbul senatörü seçildi, ancak göreve başlayamadan vefat etti. Fen ve tabii ilimler öğrenimi gördüğü halde, tarihçi olmayı tercih etmiş ve çalışmalarını bu alana yöneltmişti. Tarihçi olması ve İslâmcı görüşte yer almasında Ziya Gökalp'in de etkisi vardı. Daha çok Yakın Doğu tarihi ile ilgilendi ve Anadolu, Suriye, Filistin, İran ve diğer Ortadoğu ülkelerinin tarihi hakkında pek çok araştırma yaptı. Yaklaşık otuz kadar olan basılmış eserlerinin yanı sıra Türk Ansiklopedisi'nde müşavir ve yazar olarak çalıştı, Sırât-ı Müstakîm ve Şebilürreşâd'dan başka Darülfünun İlâhiyat Fakültesi Mecmuası, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Türk Tarih Kurumu Belleten, Düşünce ve İslâm dergilerinde de pek çok makale yazdı. Evli ve 2 çocuk babası olan Şemsettin Günaltay, 19 Ekim 1961 tarihinde Ortaköy Şifa Yurdu’nda prostat kanserinden öldü. Cenazesi İstanbul Üniversitesi’nde yapılan bir törenden sonra vasiyeti üzerine Ankara'da Cebeci Asri Mezarlığı’nda kızının yanında toprağa verildi. Hasan Saka Hasan Hüsnü Saka (1886, Trabzon – 29 Temmuz 1960, İstanbul), Türk siyasetçi. Türkiye Cumhuriyeti'nin 7. Başbakanı. Hasan Saka 1886 yılında Trabzon'da doğmuştur. Saka oğulları ailesinden Trabzonlu Hafız Yunus efendinin oğludur. İlk ve orta öğrenimini Trabzon İbtidai Mektebi ve Rüştiyesi'nde tamamladıktan sonra İstanbul Mercan İdadisi'nden birincilikle mezun oldu. 1908 yılında Mülkiye Mektebi'ni bitirdi. Divan-ı Muhasebat (Sayıştay)'a girdi. 1909 yılında öğrenim için Fransa'ya gönderildi. Kasım 1912 tarihinde Paris Siyasal Bilgiler Okulu Diplomasi Şubesinden mezun olarak yurda dönüşünden sonra Mülkiye Mektebinde İktisat ve Maliye dersleri okutmuştur. Nisan 1915 tarihinde Maliye Nezareti Varidat Umum Müdürlüğü Temettü Vergisi Temyiz Komisyonu 1. Mümeyyizliğine atandı. Ekim 1916 tarihinde Eskişehir Bölge İktisat Müdürü oldu. 4 Eylül 1918 tarihinde Mülkiye Mektebi İktisat Öğretmenliğini üstlendi. Osmanlı Mebusan Meclisi'nin son döneminde Trabzon Milletvekili seçilerek dağılmasına kadar görev yaptı. 28 Ocak 1921 tarihinde TBMM'nin I. Döneminde Trabzon Milletvekili seçilerek meclise girdi. 19 Mayıs 1921 tarihinde Maliye Vekili oldu, 22 Nisan 1922 tarihinde istifa ederek görevden ayrıldı. 11 Mayıs 1922 tarihinde İktisat Vekilliği'ne seçildi. II. Dönem seçimlerinde tekrar Trabzon'dan Milletvekili seçildi. 24 Eylül 1922 tarihinde tekrar İktisat Vekilliği'ne seçildi. 30 Ekim 1923 tarihinde kurulan 1. İsmet Paşa Hükûmeti'nde İktisat Vekilliği görevine devam etti. 6 Mart 1924 tarihinde 2. İsmet Paşa Hükûmeti'nde Ticaret Vekilliği'ne getirildi. 3 Mart 1925 tarihinde 3. İsmet Paşa Hükûmeti'nde Maliye Vekilliği görevine atandı. 13 Temmuz 1926 tarihinde görevinden istifa etti. 1 Kasım 1926 tarihinde TBMM Başkan Vekilliği'ne seçildi. Bu görevini III. ve IV. dönemlerde de korudu. V. Dönemde yeniden Trabzon Milletvekili seçilerek 1 Mart 1935 tarihinde yeniden Başkan Vekili oldu. 1 Kasım 1935 tarihinde Başkan Vekilliğinden ayrıldı. 24 Ekim 1936 tarihinde İstanbul'dan Ankara'ya nakledilen Siyasal Bilgiler Okulu Umumî İktisat Profesörlüğünü üstlendi. VI., VII., ve VIII. Dönemlerde de Trabzon'dan Milletvekili seçilerek 13 Eylül 1944 tarihinde II. Saracoğlu kabinesi'nde Dışişleri Bakanlığı'na getirildi. Recep Peker Kabinesi'nde de aynı görevi korudu. 9 Eylül 1947 tarihinde Kabinenin istifasıyla görevi son buldu. Başta Lozan olmak üzere çeşitli Kongre ve Konferanslarda Türkiye'yi temsil etmiş, Balkan Dostluk Derneği başkanlığında bulunmuş ve 1934 de İstanbul'da toplanan Parlamentolar Konferansında başkanlık etmiş, Cumhuriyet Halk Partisi Meclis grubu başkanlığını yapmış, 13 Eylül 1944 den 10 Eylül 1947 tarihine kadar Dışişleri Bakanlığını yapmıştır. Birleşmiş Milletlerin Kurulması amacıyla 1945 Haziran ayında Sanfransisko'da toplanan Konferansa Türk görüşme heyeti başkanı olarak katılmış. 10 Eylül 1947 tarihinde Başbakanlığa atandı. 10 Haziran 1948 tarihinde II. Kabinesini kurdu, 9 Ocak 1949 tarihinde Başbakanlıktan çekildi. Mecliste CHP Grup Başkanı olarak yasama görevini sürdürdü. IX. Dönemde son kez Trabzon'dan milletvekili seçildi. 1954 seçimleriyle politikadan çekildi. 29 Temmuz 1960'ta İstanbul'da vefat etti, Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi. Ferit Melen Ferit Sadi Melen (1906 - 3 Eylül 1988), Türk bürokrat ve siyasetçi. Türkiye cumhriyeti eski başbakanı. 1906 yılında Van'da doğdu. İlk ve ortaokulu Van'da bitirip, 1928'de Bursa Erkek Lisesi'nden mezun oldu. Daha önce İstanbul'da bulunan ve adı daha sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi olacak olan Mülkiye Mektebi'ne girerek Temmuz 1931 tarihinde diploma aldı. 26 Ağustos 1931 tarihinde Bursa Maiyet memurluğunda devlet hizmetine girdi. 25 Ekim 1932 tarihinde Maliye Müfettiş Yardımcılığına atandı. 1 Ocak 1936 tarihinde Dördüncü Sınıf, 14 Temmuz 1939 tarihinde Üçüncü Sınıf, 26 Ocak 1940 tarihinde İkinci Sınıf ve 28 Ocak 1943 tarihinde Birinci Sınıf Müfettişliğe terfi etti. Askerliğini asteğmen olarak 1 Mayıs 1940 - 27 Kasım 1941 tarihleri arasında yaptı. Bir yıl süre ile Fransa Maliye Bakanlığı Örgütünde inceleme yapmak üzere Paris'e gönderildi. 29 Kasım 1943 tarihinde Vasıtalı Vergiler Genel Müdürü oldu. 30 Haziran 1946 tarihinde Gelirler Genel Müdürlüğüne getirildi. 9. Dönem seçimlerinde Van Milletvekilliğine seçildi, dönem sonunda yasama etkinliğine ara vererek serbest mali müşavirlik yaptı. 30 Eylül 1959 tarihinde emekliye ayrıldı. XI. Dönemde tekrar Van Milletvekili seçildi. 1961 Kurucu Meclisinde Van İli Temsilcisi olarak bulundu. IX. ve X. İnönü Kabinelerinde, Parlamento dışından, Maliye Bakanı olarak yer aldı. 7 Haziran 1964 - 14 Ekim 1979 tarihleri arasında Cumhuriyet Senatosu Van Üyeliği yaptı. 1967'de Cumhuriyet Halk Partisi'nden istifa ederek Güven Partisi kurucuları arasında yer aldı. I. ve II. Erim Hükümetlerinde 26 Mart 1971'den 22 Mayıs 1972 tarihine kadar Millî Savunma Bakanlığı görevinde bulundu. 22 Mayıs 1972'de Başbakanlık görevini üstlendi. IV. Demirel Hükümetinde 31 Mart 1975'de tekrar Millî Savunma Bakanlığı görevine getirildi. 12 Temmuz 1980 tarihinde Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri Çağlayangil tarafından Cumhuriyet Senatosu Üyeliğine seçildi. Bu görevi 12 Eylül 1980'de sona erdi. 1983 yılında bir kez daha Van Milletvekili seçildi. 3 Eylül 1988 tarihinde Ankara'da vefat etti, Cebeci Asri Mezarlığı'nda toprağa verildi. 23. dönem İstanbul milletvekili Mithat Melen'in babasıdır. Van'da bulunan Havalimanı ismini taşımaktadır. Uzungöl, Çaykara Uzungöl, Trabzon ilinin Çaykara ilçesine bağlı turistik mahalle. Sık ormanları ve doğal güzelliği ile iç ve dış turistleri cezbetmektedir. Adını kıyısında bulunduğu gölden alır. Bu göl yamaçlardan düşen kayaların, Haldizen deresinin önünü kapatmasıyla oluşmuştur. Yerleşim tarihte ilk olarak 1586 yılı kayıtlarında Rumca “Saraho” ismiyle görülmektedir. Kayıtlara göre, bölgede ilk kalıcı yerleşim 1650’li yıllardan sonradır. Müslüman olmayan 12 haneden oluşan yerleşime sonraki dönemde Müslüman halkın gelişiyle nüfus artmış ve 1876 kayıtlarında yerleşim 229 hane olarak yer almıştır. "Şerah" adıyla da tarihte anılan yerleşim Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında uzun yıllar Of İlçesi’ne bağlı olarak kalmıştır. Çaykara’nın ilçe olduğu 1948 yılından itibaren ise bölgenin tamamı bu ilçe sınırları içerisinde kalmaktadır. 1969 yılında kurulan Uzungöl Belediyesi, 6360 Sayılı Kanunla kapatılmıştır. Uzungöl, Trabzon'a 99 km, Çaykara'ya ise 19 km uzaklıktadır. Türkiye'nin yağmur ormanlarının bulunduğu, Soğanlı ve Kaçkar Sıradağları'nın birleşim yerinde bulunmaktadır. Bu bölge aynı zamanda yerkürenin ılıman bölgede bulunan en yaşlı ormanlarına ev sahipliği yapmaktadır. Bol yağış ve nisbi ılıman iklimi sayesinde yılın her mevsiminde yeşildir. Demirkapı ve Soğanlı dağlarında tespit edilmiş 60'tan fazla endemik bitki türü bulunmaktadır. Yabanıl hayvan hayatı açısından da zengin bir çevre içerir. Uzungöl Özel Çevre Koruma Bölgesi’nde toplam 59 adet memeli ve 250 adet kuş türü tespit edilmiştir. Burada memeli hayvanlardan, Boz ayı, Karaca, Kurt, Çakal, Tilki, Yaban domuzu, Vaşak, Porsuk, Sansar, Su samuru, Çengel boynuzlu dağ keçisi, Yaban keçisi vb türler bulunmaktadır. Özel Çevre Koruma Bölgesinin bitkisel biyolojik çeşitliliğin saptanması amacına yönelik bölgede yapılan çalışmalarla, alanın flora ve vejetasyonu belirlenmiş olup,alanda 125 alttür, 68 varyete olmak üzere 311 cinse ait toplam 658 adet bitki taksonu tespit edilmiştir. Uzungöl bölgesinde ikisi kuyruklu kurbağa olmak üzere toplam sekiz farklı amfibi türünün yaşadığı saptanmıştır. Uzungöl; Doğal Sit Alanı, Özel Koruma Çevresi ve Tabiat Parkı gibi koruma statülerine sahiptir. Uzungöl, tipik Karadeniz iklimine sahiptir. Yılın her mevsimi bol yağış alır. Yağışlar; kışın kar, yazın yağmur şeklindedir. Yaylalarda, iklimin her türü her an görülebilir. Burada 1998 - 2008 ölçümlerine göre tespit edilen en düşük sıcaklık -12 C derecedir. Uzungöl yerleşiminde 1970’li yılların ortalarından itibaren süreklilik arz eden bir nüfus azalması vardır. Yörede tarımsal üretim ve hayvancılık ancak hanelerin kendi tüketimlerini karşılayacak düzeyde yapılmaktadır. Sanayi sektörü yörede gelişmemiştir. Bu koşullar altında yörede turizm ve hizmetler sektöründe iş olanakları mevcuttur. Beldenin en önemli ekonomik faaliyetlerinden biri turizmdir. Göl boyunca pek çok pansiyon yaz sezonunda, bazılarıysa sene boyunca hizmet vermektedir. Haldizen deresi kenarında birkaç adet alabalık üretim tesisi bulunmaktadır
. Bu tesislerin lokantalarının yanında oteller de inşa edilmiştir. Son zamanlarda Uzungöl çevresinde yapılan çevre tahribatı, yerel ve ülke basınında geniş yer almıştır. Özellikle gölün çevresine yapılan stabilize yolun, gölün kaynaklanan su taşkınlarından etkilenmemesi amacıyla yapılan beton istinat duvarı, tam anlamıyla Uzungöl de ekolojik bir felaketin yaşanmasına neden olmuştur. Gölün doğal ve ekolojik yapısını altüst eden beton bariyerlerin kaldırılması ve gölün eski doğal görünümüne kavuşturulması için çok sayıda çevreci sivil toplum örgütünün çabaları devam etmektedir. William Hurt William Hurt ("d. 20 Mart 1950, Washington"), ABD'li oyuncu. Altı yaşına kadar, babasının tayin edildiği Guam Adaları'nda yaşayan William Hurt, anne babasının ayrılmasıyla birlikte babasını ziyaret için Sudan ve Somali gibi yerleri çok küçük yaşta gezme fırsatı buldu. Bir yaşındayken annesinin ünlü mirasyedi Henry Luce III ile evlenmesiyle birlikte gezginci hayatı birdenbire değişiveren oyuncu, üvey babasının isteği üzerine sıkı bir teoloji eğitimi görmeye başladı. Juilliard'da John Houseman denetiminde drama eğitimi alan Hurt, disiplin problemi çektiği için mezun olmadan okuldan ayrıldı. Şansını Oregon'da denemeye karar veren oyuncu, Eugene O'Neill'in "Long Day's Journey Into Night" adlı oyunuyla birlikte ilk sahne deneyimini yaşadı. Bir süre Ashland Shakespeare Festivali'nde çalışan Hurt, 1976 yılında buradan New York'a geçerek Circle Repertory Topluluğu'nda devamlı oyuncu olarak çalışmaya başladı. 1976-77 sezonu içerisinde sahnelenen "My Life" adlı oyundaki performansıyla Obie ödülünün sahibi olan oyuncu, 1980 yılında kamera karşısına geçti. "Altered States" adlı filmde canlandırdığı kendi üzerinde tehlikeli deneyler yapan bilim adamı tiplemesiyle eleştirmenlerden olumlu not aldı. Ertesi yıl Lawrence Kasdan'ın "Body Heat" adlı suç dramında kurnaz bir kadınla hastalıklı bir ilişkiye giren kalın kafalı bir yargıcı canlandırdı. 1983 yılında Kastan ile ikinci kez bir araya gelerek "The Big Chill" adlı noir tarzındaki filmde, intihar eden arkadaşının cenazesi dolayısıyla lise arkadaşlarıyla tekrar bir araya gelen uyuşturucu bağımlısı bir Vietnam askerini canlandırdı. 1985 yılında rol aldığı Hector Babenco'nun "Kiss of the Spider Woman" adlı filmde canlandırdığı, Latin Amerika hapishanesinde mahkûm olan eşcinsel vitrin tasarımcısı karakteriyle En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülünün sahibi oldu. Kariyeri boyunca çok farklı karakterleri etkileyici ve de gerçekçi bir üslupla canlandıran oyuncu, 1986 yapımı "Children of a Lesser God"daki öğretmen ve 1987 yapımı "Broadcast News"deki televizyon spikeri karakterleriyle iki kez daha Oscar'a aday gösterildi. 1988 yılında üçünücü Kasdan-Hurt ortaklığı gündeme geldi ve ikili "The Accidental Tourist" adlı Anne Tyler uyarlamasına birlikte imza attı. Bundan sonraki yıllarda daha çok ticari ve ikinci sınıf filmlerde gözüken oyuncu, Woody Allen'ın "Alice" adlı filminde Mia Farrow'un olgun kocası tiplemesiyle oldukça beğeni topladı. Ardından Kasdan'ın "I Love You to Death" adlı gerilim filminde rol alan oyuncu, 1991 yılında "The Doctor" adlı dram filminde gırtlak kanserine yakalanan bir cerrahı canlandırdı. "Jurassic Park" ile kariyerinin ilk dev bütçeli filmini gerçekleştiren Hurt, bu filmin ardından bir bağımsız yapımda, Wayne Wang'in 1995 yapımı "Smoke" filminde rol aldı. Oyuncu, bu filmde canlandırdığı yazma problemi çeken Brooklyn'li yazar karakteriyle eleştirmenlerden beğeni topladı. 1996 yılında Franco Zeffirelli'nin, Charlotte Brondt uyarlaması "Jane Eyre"de rol alan Hurt, aynı yıl "Michael" adlı filmde alaycı bir bulvar gazetecisini canlandırdı. 1998 yılında film noir türünün başarılı örneklerinden Alex Proyas'ın "Dark City" adlı filminde dedektif rolünü oynayan oyuncu, "The Proposition"da sorunlu bir milyoneri canlandırdı. 1960'lı yılların bilim kurgu serisinin büyük ekrana uyarlanmış hali olan "Lost in Space" adlı filmde profesör John Robinson'u canlandırdıktan sonra, "One True Thing" adlı filmde aşırı tenkitçi baba portresi çizdi. En az sinema kadar tiyatro alanında da tanınmış bir isim olan William Hurt, bugüne kadar yetmişin üzerinde oyunda rol aldı. Bunlardan David Rabe'in "Hurlyburly" adlı oyunu, oyuncuya Tony Ödülü adaylığı getirdi. Jean Piaget Jean Piaget (9 Ağustos 1896 – 16 Eylül 1980), İsviçreli psikolog. 9 Ağustos 1896 tarihinde Neuchâtel'de doğdu. 1918 yılında Neuchâtel Üniversitesi'nde Bilim Doktorası'nı tamamladı. 1921 senesinde çocuk psikolojisi üzerine çalışmaya başladı. Cenevre Üniversitesi'ndeki profesörlük görevine 1929 yılında atandı. 1940'ta Psikoloji Laboratuvarı'nın yöneticisi oldu. Aynı yıl İsviçre Psikoloji Cemiyeti'nin başkanı oldu. Cenevre'deki Uluslararası Epistemoloji Merkezi'ni 1955 yılında kurdu ve yönetti. 1972'de Erasmus Ödülü'nü kazandı. 16 Eylül 1980 tarihinde Cenevre'de öldü. Genetik epistemoloji ve bilişsel gelişim alanında çığır açıcı çalışmalar yapmış olan Piaget, çocukta düşünce ve dil gelişiminin bir süreklilik içinde değil de, evrelerden ge­çerek oluştuğunu ve birey çevre ilişkilerinde etkin bir şekilde yapılandığını ortaya koy­muştur. Dış dünyadan yalnızca izlenimler almakla kalmayıp zekasını etkin bir tarzda yapılandıran çocukta bilişsel yapı, Piaget’ye göre, dört evrede gerçekleşir: Jean Piaget, çocuk zihniyetinin yetişki­nin zihniyetiyle hiçbir ilişkisi olmadığını öne sürmüştür. Çocuğun mantığı kendine özgü olduğu gibi, ona göre, düşüncesi de benmerkezlidir. O kendisi için gelişir, kendi tarzında eğlenir; aklın kavramsal bilgileriyle ilgisi yoktur, çelişki bilmez. Çocuk ancak başkalarının düşüncesiyle temasa geçtiği zaman mantıklı olmaya başlar. Ayrıca gelişim düzeyi kavramını Jean Piaget'e borçluyuz. Piaget Teorisi olarak bilinen teorisi, herkesin değişmez bazı düzeylerden geçtiğini ve bunların birbirinden ölçülebilir olarak ayrıldığını ortaya koymuştur. Bunların yanında, bilimsel gelişimi açıklamaya yönelik çok farklı ve kapsamlı bir bakış açısı ortaya koymuştur. Andrew Wiles Sir Andrew John Wiles, KBE, FRS (d. 11 Nisan 1953), İngiliz matematikçi. Oxford Üniversitesi'nde Royal Society araştırma profesörüdür. 11 Nisan 1953 tarihinde Cambridge - İngiltere'de doğmuştur. 1974 yılında Cambridge Üniversitesi'nde tamamladığı lisans eğitiminin ardından, 1979'da yine aynı okulda doktora çalışmasını yaptı. Hâlen ABD'de Princeton Üniversitesi'nde profesör olarak görev yapmaktadır. ""Herhangi "x", "y", ve "z" pozitif tamsayıları için, formula_1 ifadesini sağlayan ve 2'den büyük bir "n" doğal sayısı yoktur"" biçimindeki Fermat'ın Son Teoremi olarak bilinen matematik problemini, 1637 yılında ortaya atılmasından 357 yıl sonra, 1994'te Richard Taylor ile birlikte çözmesiyle ünlenmiştir. 10 yaşındayken yerel halk kütüphanesinde bir matematik kitabında karşılaştığı Fermat'ın Son Teoremi çok ilgisini çekmişti. Belki de matematikçi olmasına yol açan bu problemi çözmek için çalışmaya daha o yıllarda başladı. Laiklik Laiklik veya laisizm (), devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensip. Fransızcadan Türkçeye geçmiş olan ""laik"" sözcüğü, ""din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk"" anlamına gelen Latince ""laicus"" sözcüğünden gelmektedir. Roma döneminde din adamlarına "Clerici" din adamı olmayanlara da "Laici" adı veriliyordu. Aynı terimin İngilizce karşılığı ise "secularity" olup, din ve devlet işlerinin ayrı tutulması anlamına gelir. Latince bir kelime olan çağ anlamına gelen ""saeculum"" kelimesinden geçmiştir. Sekülerizm Türkçeye "lâiklik, çağdaşlaşma" veya "dünyevileşme" olarak üç farklı terimle çevrilebilmektedir. Fransa'da lâiklik için "Laïcité (Laicisme)" terimleri kullanılmaktadır. Kavramlar, her iki biçimde de cismi ve bilimsel olan ile soyut ve dinsel olanın birbirine karıştırılmamasını ifade etmektedirler. Laik kelimesi Yunanca "laos" ismi ve "laikos" sıfatından gelir, Latincesi "laicus"tur. Laos: halk, kalabalık, kitle demektir ve zıddı "kleros"tur. Laikos; halka ait, ruhban olmayan demektir. Laicus; dinsel olmayan demektir. Lâiklik, Osmanlı döneminde Ziya Gökalp'in "Lâ-dinî" (dinsel olmayan), Ahmet İzzet Paşa'nın "la-ruhbanî" ve Ubeydullah Efendi'nin "iş hükümeti" deyişleri ile açıklanmaya çalışılmış olup bir süre kullanılan "lâyisizm" deyişi yerini tümüyle "lâiklik" terimine bırakmıştır. Laos/kleros karşıtlığı MÖ 3. yüzyılda, din yönetiminde iki sınıfı belirtmek üzere kullanılmıştır. Hıristiyanlığın ilk yüzyılından itibaren kilise adamlarına "klerikoi" (Latince "clerici"), bunların dışında kalanlara "laikoi" (Latince "laici") denilmiştir. Bu adlandırma, ruhani ve cismani bir ikiliğe de işaret eder. Yeni Çağ'da laik terimi, felsefi ve hukuki, siyasal bir anlamla genişleyerek devlet ve din ilişkilerine ait bir tarzı ifade etmeye başlamıştır. Fransa'da III. Cumhuriyet'te "laicisme" kelimesi dile girmiştir. İngilizcede, papazdan başka bütün halka "lay", "laity" denir ve "laic", "secular" kelimeleri de cismaniliği ifade eder. Latince "saecularis"ten gelen "secular", özellikle İngiliz ve Alman toplumunda kullanılır. Siyasi anlamı üzerindeki tartışmalarda ise laiklik, liberalizmin fikri kaynaklarından biri sayılır ve siyasi kudretin dini kudretten ayrılmasını ifade eder. Teokratik devletten demokrasiye geçerken devlet otoritesiyle din otoritesi sınırlandırılmış, laiklik klasik demokrasinin gerekliliğinin bir icabı olmuştur. Buna göre kavram, çağdaşlaşma ve insan hakları ile yakın bağlantılıdır. Hukuki tanımlara göreyse en yaygın tanım, devlet ile din işlerinin ayrılmasıdır. Devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem sayar, fertlerinin sadece maddi yönüyle ilgilenir, kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine iştirak etmez, fakat fertlerin her türlü dini serbestliklerini kabul eder. Devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez. Bununla birlikte din adına devle
t düzenini bozacak davranışları önlemekle yükümlüdür. Atatürk'e göre lâiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir. Kavramın tarihsel gelişimi Katolik Avrupa ile Anglosakson Avrupa arasında bir nüans yaratmıştır. Katolik ülkeler laik, diğerleri sekülerdir. Laik ülkelerde daha çok din devletin denetimi altındadır; buna mukabil seküler ülkelerde din ile devlet özerk iki alandır. Protestan ve Anglikan ülkelerdeki sekülerizm, günlük hayatı belirleyen dünyevi bir yaşama tarzını ifade eder ve dünyevi işlerde dini dışarıda bırakmak anlamını edinir. Bu ülkelerde millî kiliselerin Roma Kilisesinden ayrılmışlığı, Kraldan ayrı özerk kurum oluşu da kavrama etkinlik kazandırmıştır. Bu aynı zamanda uluslaşma ve burjuvazinin ortaya çıkışıyla da ilgilidir. Laikliğin Bizans sezaropapismine ve elitist hakimiyete, sekülerizmin ise Roma paganlığına ve vicdan özgürlüğüne yakın olduğu belirtilmiştir. Devlet ve din arasındaki ilişkilere bir temel sağlayan laiklik, bu ilişkiler açısından üç özellik gösterir: Devlet dine bağlıdır (teokrasi, Tibet); din devlete bağlıdır (imparatorluk, Bizans, Osmanlı, İngiltere, Rusya); ikisi de özerktir (demokrasi, ABD, Avustralya, Belçika). Laik devleti Duguit şöyle tanımlar: “Din konusunda kendisi tarafsız olup, mensupları bir dini taşımakla birlikte kendisi devlet olmakla hiçbir dini özellik göstermeyen ve hiçbir din ayini yapmayan ve kendi namına yaptırmayan devlet.” Bugün bütün dünyada, cismani ve ruhani ayrılık anlamındaki temel ilkeler kabul görmekle birlikte, her devletin toplumuna ve kültürüne has özellikler de kavrama girmiştir. Atatürk'e göre “her faydalı ve yeni şeye karşı çıkmak irticadır”. İrtica, devletin laikleşmesiyle ilgili olarak kanun koyucunun hukuki normlarına aykırı hareketler, devletin dayandığı ana değerlere aykırı görüşleri bu açıdan etiketlemesi şeklinde tanımlanmakla beraber, dini kamuoyundaki dini vecibeleri yerine getirme davranışları ile bu anlayış sıklıkla karıştırılmakta, hatta seçimle işbaşına gelse dahi eğer bu aykırılık görülürse devlet en başta ordu kurumu olmak üzere müdahale edebilmektedir. Burada devlet, demokratik açıdan her türlü düşünceye geçit verse bile, bu düşüncelerin dine dayanıp dayanmadığı noktasında laikliğe aykırı hareketler kapsamında irticayı temel terim olarak benimsemiştir. Laikliğin felsefi temelleri; Rönesans, Hümanizm ve Reform hareketleri ile bu akım düşünürlerinin eserlerinde kaynaklarını bulur. 16. yüzyılda İtalya’da doğan Rönesans, sanat ve edebiyatta Katolik Vatikan Papalığından ve onun dinsel temalarından uzaklaşarak antik Roma ve Yunan sanat ve felsefecilerinden beslendi. Yayıldığı ülkelere göre içerdiği sanat ve edebiyat tarzının farklı alanlarda oluşmasına yol açtı. Sanatta olduğu gibi edebiyat ve felsefe alanlarında da antik dönem eserlerine dönüşü simgelemesi "Yeniden Doğuş" olarak nitelenmesini sağladı. Rönesans, skolastik öğretileri yıkıma uğrattığı gibi canlandırdığı hümanist ve akılcı akımları, Avrupa ülkelerinin 18. yüzyıl Aydınlanma Çağı düşünürlerine miras bırakarak ve kökleri M.Ö. 6. yüzyıla kadar dayandırılan Hümanizm'in tekrar canlanmasını hazırlayarak insan aklına duyulan ilgi ve saygının başlatıcısı oldu. Eski çağlardan beri din, insanların günlük yaşamında, toplumsal düzende ve devlet yapısında etkin bir unsur oluyordu. Din adamları Hıristiyan dininin kurallarına göre insanların yaşamını yönlendiriyorlardı. Zamanla değişen ve gelişen ticaret ilişkileri, kentlerin zenginleşmeye başlaması, Hıristiyan olmakla birlikte ayrı mezheplerden olanların çoğalması gibi etkenler Hıristiyan dininin dönemin yeni koşullarına göre gözden geçirilmesini gerektirdi. 16. yüzyılda dinde Reform hareketi oldu. Edebiyat, sanat ve bilimde Rönesans diye adlandırılan canlanma ve atılım dönemi de 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşti. Böylece Hıristiyan dünyasında din, yaşamın birçok alanında etkisini yitirmeye başladı. Özellikle eğitim ve öğretim alanında yenileşmeler oldu. Din kurallarına uygun eğitim yapan kurumların yanı sıra özgür düşünceye ve inanç özgürlüğüne dayanan eğitim kurumları devlet tarafından açılmaya başlandı. 1789 Fransız Devrimi'nden sonra laiklik yavaş yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul ettirdi. Laisizasyon ya da lâikleşme süreci, seküler bir devlet yapısını "Laïcité" modeli ile benimsemiş olan Fransa'nın 19. yüzyılda geçirmiş olduğu lâisizme geçiş sürecidir. Fransa'da bu yüzyılda düşünce akımlarının dalgalı bir seyir izlemesiyle ülkenin tamamında insanların fikirlerinde büyük değişimler hâsıl olmuştu. Endüstri Devrimi ile birlikte ülkenin dışında cereyan eden ve acı veren pek çok hâdise bu yüzyılda Fransa'da büyük bir değişikliğin meydana gelmesinde önemli bir rol oynadı. Fransız Devrimi sonrasında, Roman Katolik Kilisesi'nin Fransa'daki dinî uygulamalarında bir düşüş meydana geldi. Bu yüzyılda Fransa'da Roman Katolik Kilisesi'nin karşılaştığı en önemli akımların başında pozitivizm ve rasyonalizm gelmekteydi. Fransa'da Kilise ile Devlet'i birbirinden ayıran Sekülerizasyon Yasası ise 1905 yılında çıkarıldı. Laik toplum ve devlet yapısına verdiği önemle Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Atatürkçü düşünceyi başarı ile edebiyat alanına kazandıran Falih Rıfkı Atay, "Türk Hümanizmi" eseri ile Suat Sinanoğlu, Atatürk döneminin efsane Millî Eğitim Bakanı ve Dünya Klasikleri'nin Türk diline kazandırılmasını sağlayan Hasan Âli Yücel, "Tonguç Baba" olarak anılan ve Köy Enstitüleri alanındaki üstün çalışmaları ile bilinen İsmail Hakkı Tonguç, Cumhuriyet'in 50. yılına armağan ettiği "Türkiye'de Çağdaşlaşma" isimli kitabı Türkiye Cumhuriyeti tarihinin 75 adetlik ender kitapları arasında gösterilen Niyazi Berkes, daha gerilere gidilecek olursa Yunus Emre gibi tarihi kişilikler Türkiye'de hümanist değer yargısının gelişmesine rehberlik eden saygın düşünürler oldular. "Türk Hümanizmi" adlı eserinde Suat Sinanoğlu, Atatürk'ün devrimlerinin ve reformlarının getirdiği kurum ve kuruluşların hümanist ruhu temsil ettiklerini ve bu ruhun TBMM, Medeni Kanun gibi eserleri taşıdığını belirtti. Bir insani değerler sistemi olarak tanımlanan hümanizm, cinsiyet, inanış veya başka bir fark gözetmeyen ulusçu ve eşitlikçi yapısı ile Laik Cumhuriyet'in temel felsefesi olduğu biçiminde yorumlandı. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması yolunda hukuk alanında yapılan devrimler ve yenilikler, Cumhuriyet döneminin en önemli çağdaşlaşma hamleleri olarak ceza hukuku ve medeni hukuk düzenlemeleri ile gerçekleştirildi. Kadın veya erkek, kişisel kanaatlerine bağlı olmaksızın tüm vatandaşların eşit yasal haklara sahip olmaları ve hukuk birliğinin tesis edilmesi bu alanlardaki düzenlemeler ile gerçekleştirildi. Gerçekleştirilen "hukuk devrimi" ile Sened-i İttifak'tan bu yana devam eden "anayasallaşma süreci" tamamlandı, hem hukuk hem de eğitim alanlarında Tanzimat ile birlikte oluşturulan ikili yapılara son verildi ve "çağdaşlaşma süreci" temellerine oturtuldu. Türkiye Cumhuriyeti, ulusal bir devlet olarak kurulmuştur. Yani toplum, kendi kaderi hakkında karar verebilme erkine sahiptir ki; bu topluluğa “Türk ulusu” denir. Ulusun tebaası ne bir ırk, ne de bir ümmettir. Ulus, haklarını akla göre düzenleyen toplumdur. Bu bakımdan egemenliğin kayıtsız şartsız ulusun olması demek, devletin “lâik” olması demektir. Bazı çevreler, Türk Hukuku’nda lâikliğin bir tanımının olmadığını iddia etmektedirler. Oysa Anayasanın 24. maddesi, lâikliği, rasyonalist felsefenin çözümlemesine göre tanımlamıştır: Not: Bu başlıkta yer almayan devletler de vardır. Kaplumbağalar da Uçar Kaplumbağalar da Uçar (Farsça: لاک پشت ها هم پرواز می کنند Lakpoşt-ha hem pervaz mi-konend, Kürtçe: Kûsî jî dikarin bifirin, İngilizce: Turtles can fly) Sarhoş Atlar Zamanı'nın da yönetmenliğini yapan Bahman Gobadi'nin 2004'te çektiği filmi. Irak Savaşı'ndan sonra çekilen ilk Irak filmi (İran ve Fransa ile ortak yapımı) olup çekim esnasında Amerikan işgal kuvvetlerinin de desteğini aldı. Berlin Uluslararası Film Festivali En iyi istikbali ve barış film ödülü (2005) başta olmak üzere birçok ödülleri aldı. 2006'da İran en iyi yabancı film dalında adaylık gösterildi. ABD işgalinden sonra Irak-Türkiye sınırındaki Kürt Mülteci kampında mayın toplayarak hayatlarını sürdürmeye çalışan çocukları anlatan film. DMOZ DMOZ olarak da bilinen Open Directory Project (ODP) ya da Türkçesiyle Açık Dizin Projesi, internetteki web sitelerinin konularına göre sınıflandırılarak ve gönüllü editörlerce incelenerek yayımlandığı bir web dizinidir. Birçok arama motoru DMOZ'daki siteleri direkt olarak izler ve özgür bir lisansla yayınlanan DMOZ verilerini kullanılır. Oldukça güvenilir bir altyapısı vardır. Yasadışı, problemli ve kalitesiz sitelerin listelenmesine izin verilmez. Projenin sahibi AOL'dir. İlk kurulduğunda "directory.mozilla.org" alan adını kullandığı için adı Directory Mozilla sözcüklerinin kısaltılmasından oluşsa da bugünkü Mozilla Vakfı ve Mozilla projeleriyle bir ilişkisi yoktur. DMOZ, insanlar tarafından sınıflandırılmış Web içeriğini barındıran en geniş kapsamlı veritabanıdır. İnternet kullanıcılarından oluşan editör kadrosu, Web'deki kaynakların keşfini sağlayan kolektif beyni oluşturur. DMOZ, Web'in en büyük ve en popüler arama motorlarının ve portallarının dizin hizmetlerini güçlendirmektedir. Bunlara Netscape Search, AOL Search, Google, Lycos, HotBot, DirectHit ve daha yüzlercesi dahildir. DMOZ, kendi resmi web sitesi üzerinden yayınladığı haberde belirttiği gibi 17 Mart 2017 tarihinde kapanmıştır. Web sitesinin 2017 yılı Eylül ayından itibaren dmoztools.net web sitesinde düzenlenemeyen bir yansısı bulunmaktaydı, 2018 yılı Ocak ayından itibaren Curlie.org web sitesi DMOZ'un halefi olduğunu belirterek ağ üzerinde yerini almıştır. Tarhana çorbası Tarhana çorbası, Orta Asya, Anadolu, Balkanlar gibi geniş bir coğrafyada çeşitli yapım şekilleriyle görülen çorba çeşididir. Kökeni olarak Türklerin Orta Asya kolu düşünülmektedir. Bu meşhur çorbanın adının kökeni olarak Farsça "terḥāne" şekli
gösterilir. Kelimenin bu şekilden gelişip Türkçeleştiği düşünülür. Çok eski geleneklerinden biri olarak Türkler, her türlü yiyeceği kurutarak saklamaya çalışmışlar ve yoğurdun saklanması için de Tarhana çorbasını bulmuşlardır. Önemli bölümü yoğurttan oluşan Tarhana çorbası besleyici olduğu kadar kuru toz şeklinde olduğu için uzun süre saklanabilir. Türkiye'de ve Türk Dünyasının çeşitli yörelerinde Tarhana çorbasının birçok türü bulunabilir. Türkiye'de Bandırma|Gönen, Uşak, Afyon, Malatya ,Kahramanmaraş şehirlerinde ve Gediz, Beypazarı ilçelerinde ünlüdür. Yörelere göre değişmekle birlikte genellikle şu şekilde yapılır. Yoğurt, kurutulmuş nane, buğday unu, kurutulmuş kırmızı biber, yeşil biber, istenirse soğan iyice kıyılıp parçalanarak karıştırılır. Ovularak hamur hâline getirilen harç, bir kap içinde üstü bir bezle örtülerek mayalanması ve kabarması için en az bir hafta bekletilir. Bekleme süresi tarhananın türünü belirler. Görece daha uzun süre mayalanmaya bırakılan tarhana ekşi tarhana olur, daha az bekletilerek kurumaya alınan (işleme sokulan) tarhana tatlı tarhana olur. Mayalanan harç, parçalar hâlinde bir Yörük dokuması ya da bez üzerine dizilir ve açık havada, gölgelik bir yerde kuruması beklenir. Kuruyunca da elle ovulup toz haline getirilerek, bazı yörelerde ise daha büyük parçalar ya da simit hâlinde kurutularak saklanır. Malatya Tarhanası ; Döğme Buğday , Yoğurt , Un , Maya , Tuz İle Yapılır . Döğme buğday bir gün önce kaynatılır. Kaynatılan Buğday yoğurt , un , maya , tuz ile homojen bir şekilde karıştırılır. Karıştırılan Ürün 3 Gün Teknelerin içine bez çuvallarda süzdürülür, ekşimesi ve mayalanması için bekletilir. üç gün sonra ürün bez hıla avuç içi kadar serilerek üç dört gün kuruması için bekletilir. Daha Sonra toplanarak Kışın Çorbası Yapılmak üzere bez çuvallarda kilerde saklanır. Türkiye'nin batı bölgelerinde, özellikle Rumeli geleneğinde tarhana çorbası, kese yoğurdu, un, domates, kuru soğan ve mutlaka tarhana otu, tuz, istenildiği kadar acı biber kullanılarak hazırlanır, başkaca katkı malzemesi kullanılmaz. Tarhana çorbasını yapmak için 6 yemek kaşığı tarhana bir kâsenin içine konulur. Kâseye 1 bardak su ilave edilir ve erimesi için hafifçe karıştırılır. Diğer tarafta tencereye 3 litre su konur. İçine 2 yemek kaşığı tereyağı, 2 tabletlik et suyu ilave edilir. 2 yemek kaşığı salça tencereye konur ve kaynamaya bırakılır. Su kaynayınca kâsede karıştırılıp eritilmiş olan tarhana tencereye yavaş yavaş ilave edilir. Bu arada tenceredeki malzeme sürekli karıştırılır. Yoksa tarhanalar top top olur. İlk defa pişirenler için tencerede önce tereyağının, salçanın ve tarhananın birlikte kavrulmasından sonra suyun ve et suyunun soğuk olarak ilave edilmesi tavsiye edilir. Tarhananın eriyebilmesi için kaynayıncaya kadar sürekli karıştırılmalıdır. Tadına bakarak biraz tuz ve şeker konabilir. Tarhana tencerede tamamen eriyince kendi hâlinde kaynamaya bırakılır. Kıvamı koyu olursa bir miktar kaynar su ilave edilebilir. İçine kurutulmuş ekmek parçaları konarak isteğe göre yanında turşu, nane, yeşil biber, turp, taze üzüm, domates ile servis yapılabilir. Tarhana Tarhana, aşağıdakilerden birini kastediyor olabilir Tahin Tahin veya diğer adıyla tahan, susamın ezilerek ve çeşitli işlemlere tabi tutularak akıcı yağ gibi bir hale gelmiş şeklidir. İyi kalite susam tohumları sıra ile eleme, kabuklarının soyulması ve ayrılması işlemlerinden sonra yıkanarak 150-200 °C'de 2 ile 3 saat arasında kavrulur. Daha sonra oda sıcaklığına inene kadar bekletilir. Ardından ezilmek suretiyle tahin elde edilir. Tahin kahvaltılarda, unlu mamüllerde tüketildiği gibi içine bal veya pekmez karıştırılarak yüksek besin değerine sahip bir tatlı olarak da tüketilmektedir. Cantharellus cibarius Cantharellus cibarius, "Yumurta mantarı" olarak da bilinen Cantharellaceae ailesinden lezzetli bir mantar türüdür. Şapkası sarı veya turuncu renkli ve huni şeklindedir. Sonbahardan ilkbahara kadar genelde yaprak döken ağaçların yoğun olduğu ormanlarda bolca bulunur. Gerçek anlamda lamelleri yoktur, sapının alt bölümünden şapkanın ucuna kadar uzanan buruşuk yapı Chanterellus cibarusun ayırdedici bir özelliğidir. Spor baskısı pembemsi beyazdır. Genelde larva barındırmaz. Aroması kayısıyı andırır, piştiği zaman çok güzel kokar, o yüzden tatlılarda bile kullanılmıştır. Tereyağında sote olarak, tavuk etiyle beraber veya pizza üzerinde rahatça yenebilir. Kurutulmaya ve turşu yapımına da uygundur. Ancak zehirli "Omphalotus olearius"'e çok benzediği için dikkatli olunmalıdır. Tatlandırıcılar Tatlandırıcılar günlük yaşamda kullandığımız şekerin yerini almak üzere üretilen, aynı miktardaki şekerden daha tatlı olan ve daha az enerji içeren kimyasal maddelerdir. Kullanımlarının insan sağlığı üzerindeki etkileri hakkında olumlu ve olumsuz farklı görüşler vardır. Çağlar boyunca zor bulunan bir madde olan şeker, son birkaç yüzyıl içinde kolay elde edilebilir olmuş ve insan beslenmesinin temel unsurlarından biri haline gelmiştir. İnsanlar tarafından çok sevilen şekerin kolay elde edilebilirliği, bol ve ölçüsüz tüketilmesine yol açarak, aşırı şeker kullanımı ile ilişkili rahatsızlıkların da görülme sıklıklarını arttırmıştır. Tat alma zevkinden mahrum kalmaksızın şekerin insan bedeni üzerindeki olumsuz etkilerinden kaçınmak gereksinimi, tatlandırıcıların günümüzde yoğun olarak kullanımları sonucunu beraberinde getirmiştir. Genel olarak tatlandırıcıların ortak özelliği, kimyasal yapılarından dolayı dilde bulunan tat alma reseptörlerine bağlana bilmeleridir. Tatlılık derecesi ölçümlerinde kullanılan sayısal değerler %3 veya %4’lük sakkaroz çözltisi baz alınarak yapılır. Örnek olarak Tatlılık derecesi 500 olarak belirtilen bir tatlanbdırıcının sakkaroz çizeltisinin 500 defa inceltilmesiyle eş değer oluğunu söylemektedir. Bunun yanı sıra Tatlandırıcının tatlılık derecesi ortam şartlarına bağlı olarak da değişiklikler göstermektedir, öreneğim sıcaklık ve pH-derecesi. Aynı zamanda farklı tatlandırıcıların beraber alınması daha farklı etkiler gösterebilmektedir. Acesulfame ve Aspartam beraber alınması çok daha yüksek bir derecede tatlılık derecesini algılanmaına yol açmaktadırlar. Genel itibarıyla besinlerde yapılan tatlandırma işlemi esnasında tatlı ileştirmek için yapısında Sakkaroz ihva eden maddeler kullanılmaktadır. Tatlandırıcılar , başlangıçta şeker hastalarının tatlandırma gereksiniminin giderilmesi için kullanılmış olmakla birlikte , günümüzde fazla kilolular , vücut şeklini korumaya çalışanlar ve şekerin diş sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinden korunmak isteyenler tarafından da yaygın olarak kullanılmaktadırlar. Önemli bazı doğal ve yapay tatlandırıcılar ve ağırlıkça aynı miktardaki sofra şekerine oranla tatlılıkları aşağıda verilmiştir. Besin maddelerinde tatlandırıcıların direk ya da başka bir doğal tatlandırıcıyla kombinasyonlu bir şekilde kullanılmasının insan vücudu üzerindeki uzun süreli etkilerine dayalı çok az bilgi mevcuttur. Bu Maddelerin zararlı etkilerini üzerinde yapılan araştırmalar farklı sonuçlar ortaya koymuşlardır. Alman Beslenme Cemiyeti tarfından yapılan araştırmlara göre Kanser riskini artıran bir bulguya raslanmamıştır. Yalnız başka bir arştırma sonucuna dayalı olarak yüksek oranda tatlandırıcı tüketimi testis kanseri riskini artırdığı ortaya koymuştur. Alman Risk arştırma Merkezinin verilerine göre Avrupa Birliği ülkelerinde kullanılması serbest olan Tatlandırıcıların sağlık açıdan zararları olamdığı ortaya konulmuştur, yalnız kullanımda belirli miktarlarının üzerine çıkılmadığı sürece. 2003 te yapılan değerlendirmelerde, tüketicilerin tekrarlanan sorularının büyük çoğunluğu tatlandırıcı olarak kullanılan bir madde olan Aspartamın yan etkileri üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunun yanı sıra Aspartamdan elde edilen Aspartik asit, Fenilalanin ve Metanol bir takım istenmeyen etkilere sebeb oldukları öne sürülmüştür. Örenğim baş ağrısı, alerji, beyin tümörü vb... Bu iddialar sonucunda yapılan araştırmalar yukarda bahsi geçen yan etkiler ve tatlanırıcılar arasında bir ilişki kurulamamıştır. . Tatlanırıcılar ve kanser riski arasındaki ilişkiyi araştırmak için Köln Üniversitesi kliniğinde 2001’de bir araştırma grubu kurulmuştur. Bunların yaptığı araştırmaların sonucunda aşağıdaki dört sonuca ulaşılmıştır. 1986 yında İngiliz araştırmacıları J. E. Blundell und A. J. Hill tarfında bir magazin dergisi olan The Lancet dergisine verdikleri demeçte, yapmış oldukları araştırmalar sonucunda vardıkları sonuçları açıklamışlardır. Bu araştırmaya göre tatlanırıyca tatlanış suyu içen deneklerin aynı miktarda saf suyu içen deneklere göre daha fazla açlık hisi duydukları görülmüştür. Bu araştırmadan sonra iştah ve tatlandırıcılar arasındaki bağlantıyı ortaya koymak için birçok araştırma yapılmıştır. Başka bir araştırmaya göre de sakız çiğnemenin iştah açıcı etkisini ortaya koymuştur. Doğal tatlandırıcı molekülleri benzerlerinin laboratuvarlarda yapay olarak sentezlenmesi ile elde edilen maddelerdir. Genellikle sıfır ya da sıfıra yakın miktarda kalori içerirler. İnsan yapısının, gelişimi boyunca karşılaşmadığı bu tür kimyasal maddelere uzun dönemde nasıl tepki vereceğini her zaman doğru biçimde belirlemek mümkün olmadığından , bu türden yeni bir ürünün kullanıma sunulması için gerekli yasal izinlerin alınması çok zordur. Yapay Tatlandırıcılar genellikle bitkilerden ayrıştırılan kimyasal maddelerdir. Bu maddelerden bazıları aynı ağırlıktaki şekerden daha tatlı oldukları halde daha az enerji içerdikleri için şeker yerine kullanılabilirler. Cadı pastası Cadı pastası, Orta Çağ Avrupasında ve kolonilerinde, kimlerin Cadı olduğunu anlamak için kullanılan bir ekmekti. Cadı tarafından büyülendiğinden şüphelenilen kişinin idrarı ve çavdar kullanılarak yapılan bu ekmek, bir köpeğe yediriliyor ve bu köpek benzeri belirtiler sergilerse kişinin cadı tarafından büyülendiği hükmü veriliyordu. Glikoliz Glikoliz, glikozun enzimlerle pirüvik asite (pirüvat) kadar yıkılması olayıdır. Bütün canlılarda glikoliz reaksiyonları aynı şekild
e gerçekleşir çünkü olaylar için tüm canlılarda aynı enzimler görevlidir. Başlangıçta glikozu aktifleştirmek için 2 ATP (Adenozin tri fosfat) harcanır. Reaksiyonlar sırasında 4 ATP(Adenozin tri fosfat) oluşturulur. 2 NADH meydana gelir. Oluşan NADH'lar oksijenli solunumda elektron taşıma sistemine aktarılır ve her birinden üçer ATP elde edilir. Oksijensiz solunumda ise NADH'lar son ürün evresinde tekrar yükseltgenerek bir sonraki glikoliz olayında kullanılır. Kısacası glikolizde substrat düzeyinde fosforilasyonla 4 ATP (Adenozin tri fosfat) üretilir. Ve 2ATP harcandığı için net kazanç 2 ATP (Adenozin tri fosfat)'dir. Ancak oluşan 2NADH iyonundan dolaylı olarak 6 ATP(Adenozin tri fosfat)ETS'den kazanılır. Glikolizde dikkat edilecek noktalardan biri de Fosfofruktokinaz enziminin katalizlediği Fruktoz 6 fosfat'tan Fruktoz 1,6 bifosfat oluşumudur. Bu basamak geri dönüşümsüz hız kısıtlayıcı basamak olup insülin,glukagon ve epinefrin hormonlarının kontrolünde aktive veya inaktive olur. Fruktoz 1,6 bifosfat daha sonra aldolaz enzimi kataliziyle Gliseraldehit 3-fosfat ve Dihidroksiaseton fosfat'ı oluşturur. Pirüvik asitin oluşturulmasına kadar kullanılan substratlar bütün canlılarda aynıdır (bazı kemosentetikler hariç). Bu bilgi canlılarda glikoliz reaksiyonlarını kontrol eden kalıtsal yapı ve enzim benzerliğini kanıtlar. Glikolizin ardındaki kimyasal mantık Şaolin Futbolu Şaolin Futbolu, Hong Konglu tanınmış komedyen, oyuncu ve yönetmen Stephen Chow tarafından yönetilmiş, 2001 yılı yapımı bir komedi filmidir. Film, ustası olduğu Şaolin Kung Fu'nun nimetlerini dünyaya anlatmayı kendisine görev edinmiş Sing'in (Stephen Chow) hikâyesini anlatır. Sing, günlük yaşamında karşılaştığı kişilere çeşitli Şaolin Kung Fu teknikleri üzerinden tavsiyelerde bulunarak ve bazen de bu görüşlerini komik şarkılar ve danslarla süsleyerek, bu eski dövüş sanatını yaygınlaştırabilmek için uğraş vermektedir. Bir gün karşılaştığı futbol koçu Fung (Ng Man Tat) ise Sing'e yeteneklerini futbol ile harmanlaması fikrini verir. Böylece, Sing'in Şaolin kardeşi ve Şaolin öğrencisi olan arkadaşlarını da yanlarına alan Sing ve Fung, yenilmez bir futbol takımı oluşturmak üzere işe koyulurlar. Turnuvada üst üste başarılı sonuçlar alarak hem halkın ilgisini çekerler hem de finale kadar yükselerek koç Fung'un futbol hayatını söndüren kişiden intikam alma fırsatını da yakalarlar. 21. Geleneksel Hong Kong Film Ödülleri 8. Geleneksel Hong Kong Film Eleştirmenleri Kurumu Ödülleri Urartular Urartular (Urartuca: Biainili), Başkenti "Tuşpa" (Van) idi. Urartu Devleti en güçlü döneminde (MÖ 8.-7. yüzyıl), günümüzdeki Doğu Anadolu, Kuzeybatı İran, Irak'ın küçük bir bölümü ile kuzeyde Aras Vadisi'ne egemendi. Devletin başkenti Doğu Anadolu'da Van Gölü'nün doğu kıyısında yer almaktaydı; daha geç dönemlerdeki adı 'Tosp', Urartucadaki ""Tuşpa"" adından türemiştir. Van Gölü'nden 1625 metre yüksekte olup Urmiye Gölü'nden 336 metre daha yukarıda yer almaktadır. 3400 ve 5000 km²'yi bulan alanlarıyla her iki göl de Anadolu-İran bölgesinin en büyük gölleridir. "Deniz" olarak da değerlendirilirler. Asurlar (Aşurlar, eski Asurlar)'ın coğrafi metinlerinde Van Gölü'nden "Nairi'nin Yukarı Denizi", Urmiye Gölü'ndense ""Nairi'nin Aşağı Denizi"" olarak söz edilir. Bugün dahi Urumiye Gölü'nün Farsçası "Deryaçe" yani "Küçük Deniz" anlamındadır. Urartu yerleşim bölgesinin sınırlarını, batıda Karasu-Fırat, kuzeyde Kuzey Ermenistan dağları, doğuda İran Azerbaycan'ındaki Savalan Dağları, güneyde ise Zagros Dağları'yla birleşen Doğu Toroslar oluşturur. Efsanevi Ağrı Dağı bu dağlık bölgenin orta noktasındadır. İncil'deki masoretik ünlüleştirmeden ötürü bu dağ, Urartu adının "R R T" ünsüzleriyle yazılması sonucu "Ararat" adını almıştır. 5165 metrelik yüksekliği ile Büyük Ağrı Dağı, Kafkasya'nın güneyindeki en yüksek dağdır. Küçük Ağrı Dağı, Tendürek, Aladağ, Süphan Dağı ve Nemrut Dağı gibi genelde 3000 metreyi geçen diğer dağların çoğu Van Gölü yakınlarında yer almaktadır. Tevrat'ta Ararat olarak bahsedilmektedir. Daha sonraları Asur yazıtlarında "Uruatri" biçiminde rastlanır. Bu belgelerden anlaşıldığına göre MÖ 13-9. yüzyıllar arasında "Uruatri" ve "Nairi" gibi toplumlar Doğu Anadolu'da beylik ve aşiretler halinde yaşamaktaydılar. MÖ 13. yüzyılda Urartuların tek bir devletten oluşmadığı ve daha ziyade değişik kabilelerden oluşan bir konfederasyon şeklinde yönetildikleri varsayımı kralların sözlerinden anlaşılmaktadır. Demir Çağı'na girilmesiyle birlikte demir silahların askerî alanda kullanılmaya başlanılmasıyla birlikte askerî başarılar hızlandı. Böylece yüzyıllardır süregelen birleşme süreci neticesinde MÖ 858-856 yıllarında Asurluların Kral III. Şalmaneser komutasında Urartu içlerine yaptığı akınlar neticesinde Urartu Aşiretleri arasındaki birleşme süreci hızlandı ve yaklaşık MÖ 844 yılında Van Gölü kıyısında Tuşpe'de I. Sarduri'nin idaresi altında birleşme gerçekleştirilerek "Urartu Krallığı" ortaya çıkmış oldu. İlk Urartu yazıtı ve Van Kalesi'ndeki ilk anıtsal mimari bu krala aittir. MÖ 7. yüzyıldaki en güçlü krallardan biri olan II. Rusa'dan sonra ise gittikçe zayıflamıştır. MÖ 7. yüzyıldaki İskit ve Med akınları Urartu'ya büyük zarar vermiştir. Ayrıca Babiller kaynaklarında da İskit akınlarının Urartuları zayıflattığı desteklenir. MÖ 612'den itibaren herhangi bir etki gösteremeyen Urartular, MÖ 590 yılında İran'dan gelen Medler tarafından yıkıldı. Bölgenin adı, 6. yüzyılın sonlarıyla birlikte Ahameniş kaynaklarında Urartu yerine ""Armina"" olarak geçer. Urartu krallarının sıradüzeni ve tarihlendirilmesi, daha iyi belgelendirilmiş Asur kralları listesi ile kurulabilen paralellikler yardımıyla sağlıklı hale getirilebilmektedir. I. Argişti iktidarı döneminde Urartular askeri ve ekonomik açıdan tam bir zirve noktasına eriştiler. Batıda ülkenin sınırları genişletilerek Asur ticaret yolları üzerinde kurulmuş yerleşim birimleri ve Transkafkasya'daki Erebuni kalesi Urartu topraklarına dahil edildi. Geliştirdiği sulama kanalları ve yollardan Urartu Krallığı sathında bir ağ inşa etti. Argishtihinili (Urartuca: URU AR-gi-iş-Ti-Ni-hi-Li), eski bir Urartu şehir devletidir. MÖ 8-6. yüzyıllarda Urartuların Kafkaslara doğru yayıldığı I. Argişti döneminde Urartu Devleti'nin başşehri olarak kuruldu ve I. Argişti'nin onuruna şahre "Argiştihinili" adı verildi. Argiştihinili, Armavir Kentinin 15 kilometre güneybatısında bulunan Argiştihinili Kalesi kalıntıları, Nor-Armavir ve Armavir-Merkez köyleri arasında Aras nehrinin kıyısında Ermenistan'da yer almaktadır. Argişti'nin Aras Nehri ile onun bir yan kolu olan Kasakh Nehri arasında sulama kanallarından oluşturduğu ağ şehir ile ayni zamanda inşa edilmişti. Bugün hâlâ bâzı kanallar gözle görünebilmektedir. Bu kanalların açılması 160,000 metre küp toprağın yerinden çıkarılmasını gerekli kılmıştı. Urartuların kullandığı dil ile Hint-Avrupa dil ailesi (misâl Ermenice, Zazaca, Kürtçe, Farsça) ve Sami dil ailesi (Aramca, Arapça) arasında hiçbir bağ yoktur. Urartuların konuştuğu dil Hurrice ile ayni kola ait olup büyük akrabalık içermekte ve en çok Kuzeydoğu Kafkasya Dil ailesi (Çeçence) ile benzerlik göstermektedir. Ancak akrabalık dereceleri daha kesinlik kazanmamıştır. Ata torun ilişkisinden bahsetmek için henüz çok erkendir. Yaşayan diller arasında en çok ortak kelime Urartuca ile Kuzeydoğu Kafkas dilleri arasındadır, toplam bilinen 350 Urartuca kelime kökünden 169'u. Yazı olarak kendine özgün bazı karakteristik özellikler gösteren çivi yazısı ve bazı anıtsal yapılarda ise hiyeroglif kullanmışlardır. Urartu Devleti çivi yazısını ve Hitit hiyeroglif yazısını kullanmışlardır. Urartuların devletler arası yazışmalarda Asur dilini sıkça kullandıkları ele geçirilen çivi yazılı kraliyet metinlerinden anlaşılmaktadır. MÖ 7. yüzyıla ait olup Kral II. Rusa tarafından bazı idari yazışmalarda kullanılmış tabletler kale içinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Urartuca yazılı tabletler Alman dil bilgini Johannes Friedrich tarafından günümüze tercüme edilmiştir. Van / Mehr Kapısı "(Mağara Tapınağı)" anıtındaki yazıta göre Urartuların inandığı, kutsadığı ve adlarına belirli dönemlerde kurban kestiği 79 tanrı, tanrıça ve tanrısal özellik bulunmaktadır. Bunlardan ilk üç sırayı Haldi, Teişeba ve Şivini paylaşır. Haldi - (Eşi Bagbartu / Bagmaştu / Arubani), Urartuların ana tanrısı idi. İsim olarak kökeni M.Ö. 13. yüzyıl Asur yazıtlarına kadar inmektedir. En büyük tapınağı Musaşirin'de idi. Teişeba (fırtına tanrısı) Hurri kökenlidir ve Hititlerde Teşup ile aynı tanrı olmalıdır. Şivini de (Güneş tanrısı) olup Hurri kökenlidir. Hititler'deki Şimegi'nin karşılığıdır. Urartular, büyük merkezlerde tanrıları için kule tipi tapınaklar ve açık alanlardaki kayalara kapı görünümlü kutsal nişler yapmışlardı. Urartu tanrıları için ritüeller eşliğinde kurbanlar kesilmesi esasına dayanmaktadır. Kurbanlar koyun, inek, ve sığır olarak çeşitlilik arzeder ve Urartuların 79 tane tanrılarından her bir tanesi için kaç tane koyun / sığır kesileceği belirlenmiştir. Ayrıca devletin başkenti olan Tuşpa için de kurban kesilmekteydi. Kesilen hayvanların kanlarının Van Kalesi'ndeki bir meydanda toplanması için drenaj kanalları inşâ edilmişti. Araştırmacı bilim insanları benzer kanallardan diğer yerleşim site ve şehirlerinde de keşfetmişlerdir. Kesilen hayvanların yaşlarının ortalama iki günlük olacak kadar çok genç oldukları anlaşılmıştır. Blur-Karmir "(Kızıl-Tepe)" mevkîinde yapılan araştırmalar sırasında dört binin üzerinde kurban edilmiş hayvan külleri bulundu. Alman arkeologların Rusahinili "(Toprak-Kale)" mevkîinde yürüttükleri araştırmalar neticesinde hayvan kemiklerinin arasında bâzı çocuk kemiklerininde bulunmasıyle insan kurban etme adetinin de Urartuların gelenekleri arasında olduğu sonucuna vardı. Ḫaldi'nin onuruna çocukların nasıl kurban edileceğini ve hangi ritüellerin uygulanacağını açıklayan bir kil tablet ele geçirilmiştir. Cenaze töreni bölgeler arasında farklılıklar göstermektedir. Araştırmacılar Urartu kültürünün karakteristik bir cenaze tö
reni olmadığını ve defin törenlerinin değişiklik arzetttiğini saptamışlardır. Mezarlar içinde yakılan cesetlerin küllerinin yanı sıra bilezik, kemer, ve bronz eşyalar da bununmuştur. Bu bulgulardan Urartuların ölümden sonra bir yaşama inandıkları sonucuna varılmıştır. Bir yerleştirilen kül Cesetlerinin yakılması ardından Urn gibi yerlerde toprağa gömüldükleri, bazen de, küllerin saksılar içine doldurulduktan sonra saklandığı anlaşılmıştır. Urartularda şeklinde yaygın cenaze şekli cesetlerin yakılması idi. Bu yöntem öncelikle saraylarda krallara yapılan törenlerde uygulanmaktaydı. Van Kalesi-Tuşpa'da kral küllerinin saklandığı mağaralar bulunmuştur. Van Kalesi'nde Kudüs ve Frig mezarlarına benzer kaya mezarlar ortaya çıkarıldı. Mısır antik mezarların inşası ile benzerlikler cenaze törenlerinin çok kültürlülük arzettiğini kanıtlar niteliktedir. Urartu'da yakarak veya yakmadan gömü yapılmaktaydı. Yönetici kesim ve olasılıkla aileleri büyük kale ve merkezlerin yakınındaki çok odalı kaya mezarlarına birlikte, diğerleri ise sosyal statülerine göre toprak altına inşa edilen oda mezarlara, basit toprak mezarlara veya yakılarak urne adı verilen küplere gömülmekteydiler. Merkezde Van Kalesi, batıda Palu, Malazgirt ve Altıntepe'de, kuzeyde Aras Nehri'nin güney bölgesinde, doğuda Şangar "(İran'da Bastam'ın kuzeyi)" gibi önemli yönetim merkezlerinin yakınında çok odalı kaya mezarları bulunmaktadır. Dilkaya Höyüğü, Karagündüz Höyüğü ve Yoncatepe Höyüğü'nde ise soyulmadan günümüze ulaşmış, içinde birden çok gömü bulunan yeraltı oda mezarları incelenmiştir. Ölümden sonraki yaşama inandıkları için ölülerin mezarlarına günlük yaşamda kullandığı yastık, çanak, çömlek gibi eşyalar konulurdu. Urartu tarihinin önemli bir bölümü güneydeki büyük düşman Asur ile mücadeleye odaklanmıştır. Ayrıca Menua döneminden itibaren kuzeyde yerel Diauehi Krallığı Erzurum çevresinde ve mahalli beylikler üzerine, güneybatıda Hate (Malatya çevresi), güneydoğuda ise Kuzeybatı İran’a; I. Argişti döneminde Hate - Tabal (Tuate'nin ülkesi); II. Sarduri Melitia, Qumaha (Adıyaman bölgesinde) ve kralı Kuştaşpili; II. Rusa ise Hate, Halitu ve Muşki üzerine sefer yapmışlardır. Urartu Krallığı'nda çivi yazısı, yıllık sefer yapma, ölçü sistemi, kralı unvanlar, stel dikme, savaş taktikleri, nüfus nakilleri, resim, süsleme ve kabartma sanatı gibi uygulamalar, Asur etkili olarak gelişmiştir. Mimari, sorguçlu miğferler, kazanlardaki siren eklentileri, hiyeroglif yazısı, yakarak gömme, fildişi sanatı gibi dallar ise Kuzey Suriye'den etkiler almıştır. Bronz levhalar üzerindeki bezemelerde Asur etkisi yanında Geç Hitit izleri de görülmektedir. Bütün bu etkiler Urartu insanı ve zorlu coğrafyasıyla bütünleşerek yeni biçimler almış ve Urartu sanatını oluşturmuştur. Mezopotamya'da kültürlerinde popüler olan duvar resimlerine benzer bâzı renkli duvar resimleri Erivan-Erebuni Kalesi içerisinde korunarak günümüze dek ulaşmayı başarmışlardır. Antik Yakın Doğu sanatının şahaserleri arasında yer alan bu resimlerden bâzıları Erivan'da Erebuni Müzesi'nde teşhir edilmişlerdir. Devletin kuruluşu ile birlikte ortaya çıkmış gözüken parlak kırmızı astarlı çanak-çömlek grubu yönetim merkezi ve önemli Urartu kalelerinde bulunmaktadır. Halkın ürettiği yöresel ve geleneksel mallar da kullanılmaya devam etmiştir. Yapılan kazılarda umulanın aksine sadece birkaç tane taş rölyefler ve heykelcikler bulunabilmiştir. Türkiye'de sadece birkaç adet taş kabartma kalıntısı ele geçirilebilmiştir. Geri kalanlar ise muhtemelen Urartu'nun çöküşünden sonra tamamen ortadan yok olup gitmişlerdir. Bununla beraber, Türkiye'de bol miktarda kap-kacak ve çanak-çömlek ele geçirilmiştir. Van Gölü ve Teişebaini çevresinde bulunan kalkanlar, sergilenmek üzere British Müzesi ile Berlin Müzesi'ne görürüldüler. Teişebaini, "(Karmir-Blur)" Kızıl-Tepe'de yapılan kazılarda da On Dört adet kalkan ele geçirilmiştir. Urartu arkeolojik kazıları neticesinde Teişebaini bölgesinde bronzdan yapılmış ve dış yüzlerinde askerlerin kabartma görüntüleri yer alan üç adet okluk ("okların muhafaza edilmesi ve taşınması maksadıyla kullanılan kılıflar") ele geçirildi. Bunlardan bir tanesi Hermitage Müzesi'nde, diğeri ikisi ise Ermenistan Ulusal Tarih Müzesi'nde sergilenmektedir. Argisztihinili 5x2 km planı ile boyutları dikdörtgen şeklinde inşa edilmişti. Batı ve doğu bölgelerinde şehre ait yapılar tepeler de büyük bir kale bulunmaktadır. Argisztihinili, yaklaşık 1.000 ha alanda etrafı duvarlarla çevrili ve çevresinde toplam uzunluğu yaklaşık 40 km'ye varan ve kısmen günümüzde bile kullanılan sulama kanalları mevcuttu. Bilim adamlarına göre, bu kanalların inşası için 160,000 m³ toprak getirtildiği, kaleler için ise 40,000 m³ kaba volkanik-bazalt taşı kullanıldığı zannediliyor. Yine buralarda araştırmalar yürüten bilim adamları, savaş esirlerinin bu kanalların yapımında sıklıkla kullanılmış olabileceğini öne sürmektedir. Argisztihinili antik şehri, ayni zamanda Ararat Vadisinin idari ve ekonomik kontrol merkezi konumunda bulunmaktaydı. Argiszti'nin oğlu II. Sarduri'nin saltanatı sırasında ise tahıl ambarları, ibadet yerleri inşa edilmek suretiyle kalenin genişletildiği anlaşılıyor. Bu kalelerin, kışla, askeri karargâh, kraliyet ve resmi hizmet binalarını da ihtiva ettiği bilim adamları tarafından öne sürülmektedir. Urartular hakkındaki değerlendirmeler, birkaç kaynaktan gelen verilerle yapılır. Asur yazıtları özellikle erken dönemleri için önemli kaynak grubunu oluşturur. MÖ 13-9. yüzyıl arasındaki krallık öncesi dönem genellikle bu kaynaklardan anlaşılmaya çalışılır. MÖ 9. yüzyıl ortaları ile 6. yüzyıl arasındaki krallık dönemi ise kayalara kazdırılan Urartu Kralı yazıtları, az sayıda çivi yazılı kil tablet ile Asur yazıtları ve Arkeolojik bulgular birleştirilerek ortaya konabilir. Büyük kent ve kalelerdeki görkemli mimarlık kalıntıları, maden eserler ve zengin diğer buluntular bu uygarlığı günümüze taşımaktadır. Heinrich Schliemann Heinrich Schliemann, (d. 6 Ocak 1822 - ö. 26 Aralık 1890), Alman tüccar ve amatör arkeologdur. Heinrich Schliemann İliada'yı iyice okuyup inceledikten sonra, Homeros'un anlattığı Troia'nın, yani İlios kentinin, Çanakkale Boğazı'nın (Hellespont) güneyinde yer alan, 100x250 metre boyutlarındaki Hisarlık Tepesi’nde aranması gerektiğine inanmıştı. Bu ören yeri, Ege kıyılarında yaklaşık 6 km, Çanakkale Boğazı kıyısından ise 4.5 km. uzaklıkta, stratejik açıdan önemli bir noktada, Skamander (Karamenderes) ve Simoeis (Dümrek) vadileri arasında uzanan kireç taşı bir yükseltinin ucundadır. 1863-1865 yılları arasında Troia'da küçük kazılar yapan Frank Calvert, daha önceden Hisarlık Tepesi'nin bir höyük olarak meydana geldiğinin farkına varmıştır. Büyük çaptaki ilk kazılar (1870 yılındaki sondajlardan sonra) 1871-1874 yılları arasında, dokuz çalışma döneminde tamamlanmıştır.Bu kazılar 1890'a kadar, bu uğurda servetin büyük bir bölümünü harcayan Schliemann başkanlığında yapılmıştır. Troia II dönemini İliada'daki Troia olarak kabul eder ve bu dönem tabakaları arasında ünlü "Priamos Hazinesi"'ni bulur. Schliemann 1873'te Truva hazineleri bulmuş, ve yurt dışına kaçırmıştır. Schliemann'ın ölümünden sonra, çalışma arkadaşı ve mimar Wilhelm Dörpfeld kazı başkanlığını 1893 ve 1894 yıllarında üstlenerek, çalışmaları geçici bir sonuca ulaştırmıştır.1876 yılında eşi Sophie ile birlikte Yunanistan'da Mikonoslulardan kalma Kral Agamemnon'un Maskesini buldular. Heinrich Schliemann Troya'dan kaçırdığı hazineleri ölümünden önce Berlin Ulusal Müzesi'ne bağışladı. II. Dünya Savaşı sonrasında Berlin'i yağmalayan Ruslar bu hazineleri de ele geçirdi ve ülkelerine götürdü. Günümüzde Puşkin Müzesi'nde yağmalanan hazine sergilenmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ndeki üniversiteler listesi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti üniversitelerini sınırlı sayıda ülke tarafından tanınan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde günümüzde; 16'sı yerel merkezli, 4'ü yurtdışı merkezli toplam 20 eğitim veren üniversite ve 2'si meslek okulu olmak üzere 22 aktif yükseköğrenim kurumu bulunmaktadır. Yörükler Yörük, göçebe yaşam tarzını seçmiş halklardır. Anadolu'da yaylak-kışlak hayatı yaşayan Türkmen aşiretleri ("obaları") için de kullanılır. Anadolu halkının çok önemli nüfus çoğunluğunu oluştururlar. Balkanlar'daki Türkler arasında da yüksek miktarda Yörük bulunmaktadır. Rumeli Yörükleri: Kocacık Yörükleri, Naldöken Yörükleri, Vize Yörükleri vb gruplara ayrılmaktadır. Bugün Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya'nın dağ köylerinde yaşamaktadırlar. Türkçe'deki yürümek kelimesinden türetilmiştir. Sıfat olarak Meninski sözlüğünde geçer. Buna karşın Osmanlıda isim olarak kullanılmıştır; Ekrâd-ı Yörükan yâni Kürt Yörükler. Osmanlı İmparatorluğu tüm Balkanlar'da elde ettiği topraklara sahip olunması için sadece Türkmen/Yörükleri göndermiş ve görevlendirmiştir. Yörükler Anadolu ve Rumeli’de göçebe olarak yaşayan, geçimlerini hayvancılıkla sağlayan ve mevsimlere göre ova veya yaylalarda kurdukları çadırlarda oturan Oğuz Türklerine verilen ad. Bunlara, Türkmenler adı da verilir. “Cesur, muhârip, iyi yürüyen, eli ayağı sağlam” gibi mânâları ifade eden “Yörük” kelimesi yerine, “yürük” kelimesi de kullanılır. Umumî olarak konar-göçer hayat yaşayan bütün topluluklar için kullanılan bu isim, daha çok göçebe Oğuz boyları için alem (özel isim) olmuştur. 11. yüzyılda Orta Asya’dan göç eden ve göçebe hayat yaşayan Oğuzlar, İran’dan geçerek, Malazgirt Zaferi'nden sonra Anadolu’ya geldiler. Burada da eski hayat tarzlarını aynen devam ettirdiler. İlk zamanlar Türkmen adıyla anılan Oğuzların bir kısmı yerleşik hayata geçti. Anadolu’nun İslâmlaştırılıp Türkleştirilmesi sırasında, Oğuz boyları, Anadolu’nun her tarafına yayıldı. Bir kısmı yerleşik hayata geçerek Türkmen adını aldı, bir kısmı da göçebe hayatını sürdürüp Yörük ismiyle anıldı. Osmanlıların Rumeli’ye geçişinden sonra, Yörüklerin önemli bir bölümü de Rumeli’ye göç ettirildi. Yörükler'in başlıca geçim kaynakları koyun ve keçi idi çünkü göç sırasında küçükbaş hayvanlarla yer değiştirmek daha
kolaydır.Yörük aşiretleri ve obaları isimlerinde genellikle koyun ve keçi kelimelerini barındırırlar. "Karakeçili", "Sarıkeçili" gibi.Aynı zamanda Koyunlu Yörükler diye bilinen Akkoyunlu ve Karakoyunlu aşiretlerinin isimleri, bu obaların nerede yaşadıklarını da belli eder. Türkiye'de, Osmanlı döneminde 19. yüzyıldan sonra aşayiş ve devlet otoritesinin temini için mecburi iskan ettirilerek göçebe yaşam tarzından vazgeçirtilen gruplar da kendilerini "Yörük Türkmenler" olarak tanımlarlar. Yörükler de yavaş yavaş yerleşik hayat tarzına geçtikleri için, günümüzde özellikle Toroslar'da göçebe Yörükler kalmıştır. Ancak göçebe yörüklere (fazla olmasa da) Türkiye'nin pek çok bölgesinde rastlanmaktadır. Günümüzde yörüklerin büyük bölümü ise tam yerleşik yaşam biçimine geçmişlerdir. Ancak panayır, keşkek, kıl çadırı, kilim, hasır ve deve güreşleri gibi bazı göçebe alışkanlıklarını halen devam ettirirler. Antalya'nın Kumluca ve Muğla'nın Fethiye ilçesinde tarım ve seracılık şenliklerinde temsili Yörük göçü ve gelenekleri sergilenmekte ve deve güreşleri yapılmaktadır. Osmanlı devletinin zorunlu iskan politikaları sebebiyle yerlerinden yurtların edilen Avşar, Yörük, Türkmen tayfası bu duruma sessiz kalmamış, Dadaloğlu ve Karacaoğlan şiirlerinde ve ağıtlarında buna karşı çıkmış ve günümüze ulaşan ""ferman padişahınsa dağlar bizimdir"" deyimini söylemişlerdir. Yörük (anlam ayrımı) Yörükler, göçebe yaşam tarzını seçmiş Türkmenlerdir. Şu anlamlara da gelebilir: İndira Gandhi İndira Priyadarşini Gandhi (d. 19 Kasım 1917, Allahabad, Britanya Hindistanı – ö. 31 Ekim 1984, Yeni Delhi, Hindistan), Hindistan'da 2 defa (1966-77, 1980-84) başbakanlık yapmış politikacı. Hindistan tarihindeki tek kadın başbakan olan Gandhi, ayrıca en uzun süre görev yapan ikinci başbakandır. Mahatma Gandhi ile herhangi bir akrabalığı olmayan İndira Gandhi, Kongre Partisi başkanı Motilal Nehru'nun torunu, Bağımsız Hindistan'ın ilk başbakanı olan milliyetçi önder Cavaharlal Nehru'nun tek çocuğudur. Gandhi, Batı Bengal'deki Visva-Bharati Üniversitesi ve Oxford Üniversitesi'nde öğrenim gördü. 1942'de, Oxford'da tanıştığı bir Parsi öğrenci olan, Hindistan Ulusal Kongresi'nin (INC, Kongre Partisi) üyesi Feroze Gandhi (ö. 1960) ile evlendi. Rajiv(1944) ve Sanjay (1946) isimli iki oğlu oldu. Üniversite eğitiminden sonra Hindistan'a döndüğünde babasının aktif siyaset içerisindeki rolüne destek olmak amacıyla ona danışmanlık yapmaya başladı. 1947 ile 1964 arasında, 1936'dan beri dul olan babasının yanında siyaset mesleğini öğrendi. 1938'den başlayarak Kongre Partisi üyesi olan Gandhi, 1955'ten sonra partinin yürütme komitesinde yer aldı. 1959'da parti başkanlığına seçildi. 1964'te Nehru'nun yerine geçen Lal Bahadur Shastri'nin hükümetinde enformasyon ve yayın bakanı oldu. Shastri'nin ani ölümü (Ocak 1966), Kongre'yi güç durumda bıraktı. Bunun üzerine, Kongre Partisi'nin sağ ve sol kanatlarının vardığı uzlaşma sonucunda başbakanlığı üstlendi (Ocak 1966). Ama başbakanlığı sırasında eski bakanlardan Morarci Desai'nin önderliğindeki sağ kanadın sürekli muhalefetiyle karşılaştı. 1967 seçimlerinde mutlak çoğunluğu sağlayamayınca Desai'yi başbakan yardımcılığına getirmek zorunda kaldı. Ağustos 1969'da, Kongre Partisi'nin resmi adayına karşın "kendi" adayı V. V. Giri'nin cumhurbaşkanlığına seçilmesini sağlayarak parti içinde bir bölünmeye yol açtı. Kendisi de "Kongre-R" adı verilen sol kanadın başına geçti. 1971 erken genel seçimlerinde eski Kongre Partisi'nin yasal ardılı olarak ortaya çıktı ve tutucu partilerin oluşturduğu koalisyona karşı ezici bir zafer kazandı. Seçimlerden kısa süre sonra ayrılıkçı bir ayaklanmanın patlak verdiği Doğu Pakistan'a giren Hindistan birlikleri Pakistan kuvvetlerini yenilgiye uğrattı. Birkaç hafta sonra Doğu Pakistan'da Bangladeş adıyla bağımsız bir devlet kuruldu (Aralık 1971). Bu arada Kongre Partisi'nin ikiye ayrılması nedeniyle Mart 1972'de yapılan genel seçimlerde Gandhi'nin önderliğindeki "Yeni Kongre Partisi" ezici bir zafer kazandı. Bunun üzerine Gandhi, Temmuz 1969'da açıklanan reformlara girişti: büyük bankaları ve sigorta şirketlerini millileştirdi, hükümdar ödeneklerini ve mihrace ayrıcalıklarını kaldırdı. Ama gerçek bir tarım reformuna girişilemedi; enflasyon oldukça yüksekti. Şubat ve Mart 1974'te fiyat artışları ve işsizlik nedeniyle Gucerat ve Bihar'da ciddi ayaklanmalar meydana geldi. 1972 seçimlerinde yenilgiye uğrayan sosyalist muhalefet Gandhi'yi seçim yasalarını çiğnemekle suçlayarak mahkemeye verdi. Allahabad Yüksek Mahkemesi'nin Haziran 1975'te aleyhinde karar vermesi üzerine Parlamento'daki koltuğunu yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Gandhi, olağanüstü durum ilan ederek siyasi muhaliflerini tutuklattı ve kişisel özgürlükleri kısıtlayan bir dizi yasa çıkardı Oğlu Sanjay'ın "halk otomobili" girişiminin başarısızlığıa uğraması, doğum kontrolü uygulamasının halkın kısırlaştırılması olarak algılanması Gandhi'yi 1977'de erken seçime gitmeye zorladı. Canata Partisi'nin (JD) çevresinde toplanan, Morarci Desai'nin yönetimindeki muhalefetin Mart 1977 genel seçimlerini kazanması olağanüstü duruma son verdi. Morarci Desai de başbakan oldu. 1978 başlarında Kongre Partisi'nden ayrılarak Hindistan Ulusal Kongresi-İndira (INC-I) adıyla yeni bir parti kurdu. Başbakanlığı sırasında görevini kötüye kullanmakla suçlanarak hakkında dava açılmasına karşın, Kasım 1978'de milletvekili seçilmeyi başardı. Ama bir ay sonra, milletvekillerinin kararıyla Parlamento'dan uzaklaştırıldı ve bir hafta hapiste tutuldu. Janata Partisi ve lideri Morarci Desai'nin sadece Kongre Partisi'ni yenilgiye uğratacak kadar gücü olduğu, ülke yönetiminde başarısız kalmasıyla anlaşılmıştır. Buna ek olarak Janata Partisi içinde baş gösteren çekişmeler Ağustos 1979'da hükümetin düşmesine yol açtı. Ocak 1980'de yapılan Lok Sabha (Halk Meclisi) seçimlerinde, Gandhi'nin yeni partisi sandalyelerin üçte ikisini kazandı. Yıl boyunca güçlü bir kampanya yürütmüş olan Gandhi, iki bölgeden milletvekili seçilmeyi başardı ve siyasi danışmanlığını üstlenmiş olan oğlu Sancay Gandhi'nin de meclise girmesini sağladı. 14 Ocak'ta yemin ederek başbakanlık görevine başlamasından sonra, kendisinin ve oğlunun aleyhine açılmış bütün davalar da düştü. Sancay Gandhi'nin Haziran 1980'de bir uçak kazasında ölmesinden sonra ortaya çıkan siyasi tartışmalara karşın hükümet üzerindeki denetimini sürdüren Gandhi, Hindistan'ın Üçüncü Dünya'daki önderlik konumunu güçlendirmeye çalıştı. Aynı dönemde içerde Hindistan'ın siyasi bütünlüğüne yönelik ayaklanmalar ve şiddet eylemleriyle karşı karşıya kaldı. Bazı eyaletler merkezi yönetim karşısında yetkilerini artırmaya çalışırken, başta Sihler olmak üzere çeşitli gruplar da özerklik elde etme amacıyla şiddete başvurmaya başladı. Hindistan birliklerinin Haziran 1984'te Sihlerin kutsal tağınağı olan Amritsar'daki Altın Tapınak'a (Harimandir) saldırmasıyla karışıklıklar doruğuna çıktı. Bu saldırı sırasında 500'e yakın Sih yaşamını yitirdi. Gandhi, bu olaydan beş ay sonra başbakanlık konutunun bahçesinde, kişisel koruması olan iki Sih'in açtığı yaylım ateşiyle vurularak öldürüldü. Ölümünden sonra oğlu Rajiv Gandhi başbakan olmuştur. Rajiv'in 1991'de suikaste kurban gitmesi üzerine parti yönetimini gelini Sonya Gandhi üstlenmiştir. Bilge Umar Bilge Umar (1936, İzmir Karşıyaka), Türk hukukçu, profesör, tarihçi, yazar ve araştırmacı. Yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde tamamladı. Aynı fakültede asistan olarak çalıştı ve doktorasını yaptı. Doçentlik sınavını vererek öğretim üyeliğine atandı. Uzun yıllar Ege Üniversitesi'nin çeşitli yüksek okullarında ek görevle öğretim üyeliğinin yanı sıra müdürlük, kendi fakültesinde dekan yardımcılığı gibi görevler yaptı. Kurucu Öğretim Üyeleri arasında bulunduğu İzmir Hukuk Fakültesi'nde "Medenî Yargılama ve İcra-İflas Hukuku Kürsüsü" başkanı oldu. Üniversiteden ayrılarak hukuk danışmanlığı ve avukatlık yaptı. Hukuk mesleği ile ilgili inceleme yazıları ile eserlerinin yanı sıra çevirileri, özellikle Türkiye'nin ilkçağ kentleri üzerindeki araştırmaları ile tanındı. Halen Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Kamu Hukuku bölüm başkanı olup, Medeni Yarglama (Usul) Hukuku ,İcra ve İflas Hukuku derslerini vermektedir. Fakat daha çok tarihi ve arkeoloji konularını içeren kitaplarıyla tanınmaktadır. Hemoliz Hemoliz eritrositlerin (alyuvarların) büyük boyutlarda yıkımı. Hemoliz sonucu bir tür anemi olan "hemolitik anemi" oluşur. Hemoliz daha detaylı bir tanımla, eritrositlerin hücre zarının parçalanması sonucu hemoglobin molekülünün dışarı çıkmasına verilen isimdir. Çeşitli nedenleri olabilir. Ortaya çıkış nedenleri bakımından iki farklı hemoliz tipi tanımlanmıştır: "Ozmotik hemoliz" ve "hemositoliz". Başka bir dış etken olmaksızın (ozmoz nedeniyle) eritrosit hücrelerinin fazla su almaları sonucu oluşan hemolize, "ozmotik hemoliz" denir. Eritrosit hücreleri içlerindeki sıvıya oranla daha hipotonik olan bir sıvıya konulduklarında içeri giren yoğun su miktarı dolayısıyla şişmeye başlarlar. Bu şişme sonucu hücre zarı üstünde oluşan yüksek basınç nedeniyle zarın yırtılmasına ve hemoglobin molekülünün dışarı çıkmasına yol açar. Normal, sağlıklı eritrositler %.0.4'lük bir tuz (NaCl) çözeltisine kadar hemolize uğramadan dayanabilir. Fakat çözeltinin konsantrasyonu %0.4'ten aşağı düştüğünde eritrositler de hemoliz görülür. Ayrıca bazı anemi tiplerinde eritrositlerin zarının esnekleği azalır. Bu nedenle hücrenin su alıp şişebilme kapasitesi de düşer ve hipotonik ortama karşı direnci azalır. Bunun sonucu eritrositler %0.7'lik bir tuz çözeltisinde de bile hemolize uğrayabilirler. Bu anemi tipine örnek olarak "herediter sferositoz" verilebilir. Çeşitli kimyasal, fiziki veya mekanik faktörler dolayısıyla eritrositlerin hücre zarlarındaki lipid tabakasının erimesi sonucu oluşan hemolize "hemositoliz" denir. Çeşitli hayvanların (örneğin bazı akrep ve yılanların) zehirleri, bazı bakterilerin toksinleri, çeşitli kimyasal maddeler, donma ve yüksek sıcaklık hemositolize yol açan
faktörlere örnek olarak verilebilir. ISMN ISMN, (Uluslararası Standard Müzik Numarası, İngilizce "International Standard Music Number") ISMN, ISO Standard 10597'ye dayanan bir numaradır. Numara 1993 tarihinde ISBN sistemine benzer bir sistem olarak yaratıldı; aslında ISMN, on haneli sayıların karıştırılmaması için küçük degişiklikler içeren ISBN'den baska bir şey değildir. ISBN sisteminin kapasitesi çok büyük ise de dünya çapındaki yayınların kapasitesi de bir o kadar büyük. ISBN'in büyük bir kısmı halihazırda tanımlanmıs ve ayıilmış olduğu için, bu sayının bir de çok miktardaki müzik yayınlarını kapsamasi güç olurdu. Işlevsel bir sistemi tıkamak yerine, ikinci bir on hanelik sete baslamak daha mantıklı göründü. ISMN basılı müziğin yanı sıra konuyla ilişkili bibliyografik verilerin işlenmesi ve kullanımın düzenlemek için tasarlandı. ISMN uluslararası 13 hanelik barkod ile uyumludur. ISMN yayımcı tanımlayıcıları International ISMN "Music Publishers' Directory" içinde listelenecektir; bu da uluslararası müzik ticaretini kolaylaştıracaktır. ISMN tek tek şirket katalogları yerine kapsamlı bir ticaret rehberi olan "Music in Print" için olmazsa olmaz koşuldur. Bu rehber pazarlama ve satış alanında yeni bakış açıları getirecektir. ISMN bir şirket ya da ulusal bir sistem değil, uluslararası bir sistem olduğu için uluslararası dayanısma ve bilgi değişimini sağlar. ISMN küresel bir bağlamda EDI (Elektronik Veri Değişimi) için gereklidir. Christian Goldbach Christian Goldbach, (d. 18 Mart 1690, Königsberg - ö. 20 Kasım 1764, Moskova), Sayılar teorisi konusunda çalışmalarıyla ünlü Alman matematikçi. Goldbach, 18 Mart 1690’da Prusya’nın Königsberg (şimdiki Rusya, Kaliningrad) şehrinde doğmuştur. Babası bir pastördü. Königsberg Albertus Üniversitesi'nde matematik ve hukuk okudu. 1725 yılında Sankt-Peterburg’da tarih ve matematik profesörü olmuştur. 1728 yılında Çar II. Petro’ya özel dersler vermek amacıyla Moskova’ya yerleşmiş, burada bir süre kaldıktan sonra Avrupa’ya gitmiştir. Avrupa’da, dönemin önemli matematikçileriyle görüşmek üzere dolaşmış, Leibniz, Euler, Bernoulli, De Moivre, Bilfinger ve Hermann gibi matematikçilerle tanışmıştır. Goldbach’ın önemli çalışmaları Sayılar teorisi üzerinedir. Nerdeyse tüm akademik başarıları, Sayılar teorisi üzerine yaptığı çalışmalardan ve yayınladığı makalelerden dolayıdır. Goldbach, çalışmalarında dönemin ünlü sayı kuramcısı Euler’le sürekli diyalog halinde olmuştur. Matematikçiye asıl ün kazandıran çalışması, asal sayılar ile ilgili öne sürdüğü varsayımdır. Goldbach’a göre “"2’den büyük her çift sayı, iki asal sayının toplamı olarak ifade edilebilir".” Goldbach, bu varsayımından 1742’de Euler’e gönderdiği ünlü mektubunda bahseder. Goldbach asal sayılarla ilgili olarak ayrıca, "her tek sayının üç asal sayının toplamı" olduğunu da söylemiştir (Goldbach hipotezi). Ancak bu iki varsayımıyla ilgili olarak herhangi bir ispat sunmamıştır. Goldbach’ın birinci varsayımı hala doğruluğu kanıtlanmamış bir teori olarak görülmesine rağmen, ikinci varsayımı 1937’de Vinogradov’un çalışmaları sonucu ispatlanmıştır. Goldbach ayrıca, Sonlu toplamlar, Eğriler teorisi ve Denklemler teorisi üzerine de çalışmıştır. 20 Kasım 1764’de Moskova’da ölmüştür. Taras Taras, Yunan mitolojisinde Poseidon ve peri Satyrion'un oğlu. Mora yarımadasından güney İtalya'ya kadar seyahat etmiştir. Güney İtalya'daki "Taras" isimli Yunan koloni şehrinin kurucusu olarak anılır. Bu şehir Latince ""Tarentum"", bugün ise ""Taranto"" olarak adlandırılmıştır. Lenfosit Lenfosit, bir lökosit (akyuvar) tipidir. Kanda dolaşan lökositlerin yaklaşık olarak yarısını oluştururlar. Pluripotansiyel kök hücrelerden (hemositoblast) ürerler. Kanda dolaşan lenfositler, alyuvarlardan biraz büyükçe oldukları halde yine de küçük hücre grubuna girerler. Ayrıca lenfosit bağ doku hücresidir. Perifer dolaşımda bulunan lenfosit alt grupları kabaca T, B ve NK (Doğal öldürücü) hücreler olarak sınıflandırılabilir. Kanda dolaşan lenfositlerin ortalama %80’ini T hücre, %10’unu B hücre geri kalan %10’unu ise NK hücreler oluşturmaktadır. Bu oranlar hücrelerin alındığı dokuya göre değişebilmektedir, timusta hücrelerin nerede ise %90’ı T hücre iken dalak ve lenf düğümünde %30-40 oranında T hücre görülmekte, B hücreler daha baskın oranda (%60-70) izlenmektedir. Işık mikroskobu altındaki görüntülerine göre lenfositler, "büyük granüler lenfositler" ve "küçük lenfositler" adında iki ana gruba ayrılır. Lenfosit alt kümeleri, işlevsel olarak da görünüşleriyle bağıntılıdır. Hepsi olmasa da çoğu büyük granüler lenfosit, çoğunlukla doğal öldürücü hücreler olarak bilinirler. Küçük lenfositler iste T lenfositleri ve B lenfositleridir. Sıradan bir insan vücudu ortalama 10 "lenfoid hücre" içerir ve "lenfoid doku" toplam vücut ağırlığının %2 sini oluşturur. Lökositlerin %20-40 kadarı lenfositlerdir. Lenfositler için normal değer bir litre kanda (1-5)x10dur. Lenfositozis (kandaki lenfosit sayısı>5x10/L) viral enfeksiyonlara (EBW, CMV, HIV, TBC, toksoplazmolizis gibi kronik enfeksiyonlar) tepki olarak oluşur. Aynı zamanda KLL ve bazı lenfoma hastalıklarında da ortaya çıkar. Oktan Oktan bir alkandır. Kimyasal formülü CH(CH)CHdür. 18 adet izomeri bulunur. Oktanın 18 izomeri vardır : Petrol Petrol, neft ya da yer yağı, hidrokarbonlardan oluşmuş, sudan yoğun kıvamda, koyu renkli, arıtılmamış, kendisine özgü kokusu olan, yer altından çıkarılmış doğal yanıcı mineral yağı. Latincede taş anlamına gelen "petra" ile yağ anlamına gelen "oleum" sözcüklerinden oluşmuştur ("Petra oleum" = Petrol). Petrol halk arasında, yalnız belirli bir yakıt (benzin, gazyağı, dizel - motorin, motor yağı, fuel oil) olarak bilinmesine rağmen, aslında petrol kelimesi doğal halde bulunan ve yeraltından çıkarılan işlenmemiş "ham petrol" anlamına gelmektedir. Petrol, hidrokarbonların karışımından meydana gelmiş olup, her zaman sabit bir kimyevî bileşimi yoktur. Doğal akaryakıt olan ham petrol, bulunduğu memleketlere göre değişen bileşimler gösterir. Örneğin; Amerika'da özellikle Pensilvanya bölgesinde çıkarılan petroller genellikle hidrokarbon sınıfından olan bileşikleri, Rusya petrolleri, kötü kokulu naften sınıfından bileşikleri; Romanya petrolleri ise bu ikisinin bir karışımını içerir. Çeşitli tipteki petrollerin kendine has ağırlıkları 0,80-0,96; alevlenme noktaları 15-120 °C ve ortalama ısıtma kuvvetleri 10,500 kcal/kg'dır. Ortalama elementel bileşimleri ise; karbon %84, hidrojen %12, oksijen %1 olup çok az miktarda da kükürt bulunur. Teksas ve Kaliforniya petrollerinde kükürt diğerlerine oranla fazladır. Değişik kimyasal içeriğe sahip hidrokarbonların bir araya gelerek oluşturduğu değişik kimyevi bileşimde olan çok sayıda petrol tipi bulunmaktadır (Örneğin: parafin bazlı petrol, asfalt bazlı petrol gibi). Yüz milyonlarca yıl önce, denizlerde yaşayan ya da suların denizlere sürüklediği hayvan ve bitki kalıntıları anaeorabik bir ortamda, gerekli şartlar altında (ısı basınç ve mikroorganizmaların etkisiyle), ham petrole benzer kerojeni meydana getirmiştir. Kerojen sonradan, yukarı tabakalara doğru göç etmesi esnasında gittikçe değişmiş ve ham petrolü meydana getirmiştir. Bu yüzden de hiçbir sahanın ham petrolü, tam olarak öteki bir sahanın ham petrolüne uymaz; muhakkak az çok farklar bulunur. Hatta bu durum, aynı bir petrol sahasında bile, çoğu zaman görülür. OPEC'in kurucusu Venezuellalı politikacı Juan Pablo Pérez, doğaya ve dünya siyasetine yaptığı olumsuz etkilerinden dolayı petrolü "şeytanın pisliği" olarak tanımlamış ve gelecekte insanlığın mahvına sebep olacağını öngörmüştü. Günümüzde ekonomi, siyaset ve teknolojide oldukça önemli olan petrol, herhangi bir şekliyle antik zamanlardan bu yana kullanılagelmiştir. Öneminin artışı ise, içten yanmalı motorların keşfi, sivil havacılığın artması ve petrolün Organik Kimya'da ve özellikle plastik, yapay gübre, çözücü, yapıştırıcı ve böcek zehri üretimindeki öneminden ileri gelmiştir. Herodotus ve Diodorus Siculus'a göre,  4000 yıldan daha önce, Babil'de Kule ve duvarların inşasında asfalt kullanılmıştır. Babil yakınındaki Ardenicca yakınlarında ve Zacynthus' ta zift kaynakları vardı. Fırat nehrinin şubelerinden Issus nehri kıyılarında çok miktarda zift bulunuyordu. Antik İran tabletlerine göre, İran medeniyeti zamanla sağlık ve aydınlatma alanlarında petrol kullanmıştır. MS 347'de Çin'de bambu kaplı kuyulardan petrol üretilmiştir. Myanmar'a giden erken dönem İngiliz araştırmacıları Yenangyaung'da gelişmiş bir petrol üretim endüstrisi olduğunu ve 1795'te elle kazılmış yüzlerce petrol kuyusunun üretimde olduğunu kaydederler. Yenangyaung'daki Petrol sahalarının mitolojik orijini ve bu sahaların 24 ailenin tekelinde bulunması çok eskiden beri kullanılan kaynaklar olduklarını belirtir. Pechelbronn (Zift Çeşmesi) petrolün Avrupa'da ilk olarak bulunduğu ve kullanıldığı yerin adıdır. Petrolün suyla karışık olarak yüzeye çıktığı Erdpechquelle, 1498 den bu yana sağlık vb. amaçlarıyla kullanılan bir kaynaktır. Ayrıca 18. yüzyıldan bu yana petrol kumlarından da petrol üretilmektedir. Aşağı Saksonya'daki Wietze'de doğal asfalt/bitumen 18. yüzyılda bulunmuştur. Pechelbronn'da da Wietze'de de kömür endüstrisi petrol teknolojilerini domine etmiştir. Petrol, denizlerdeki bitki ve hayvanların çürüdükten sonraki kalıntılarından oluşur. Bu kalıntılar deniz yatağında milyonlarca yıl boyunca çürüdükten sonra, geriye yalnızca yağlı maddeler kalır. Çamur ve büyük kaya katmanları altında kalan yağlı maddeler de petrol ve gaza dönüşür. Petrolün kimyasal yapısı farklı uzunluklardaki hidrokarbon zincirlerinden oluşur. Bu zincirler, petrolün arıtım sürecinde, damıtma sayesinde ayrıştırılıp benzin, jet yakıtı, kerosen gibi ürünler elde edilir. Bu alkanların genel gösterimi "CH" biçimindedir. Örneğin benzinde yaygın olarak bulunan 2,2,4-Trimetilpentanın ifadesi: "CH" biçiminde olup oksijen ile ısıveren tepkimesi şöyledir: CH ("s") + 12.5 O ("g") → 8 CO ("g") + 9HO("g") + ısı Petrolün veya benzinin kısmı yanması karbon monoksit ve
/veya nitrik asit gibi zehirli gazların yayımına yol açar. CH("s") + 12.5O("g") + N("g") → 6CO("g") + 2CO("g") + 2NO("g") + 9HO("g") + ısı Petrol, yüksek ısı ve/veya basınç ortamında, ısıalan tepkimeler sonucunda oluşur. Örneğin kerojen farklı uzunluklardaki hidrokarbonlara bölünebilir: CH ("k") + ısı → .663CH ("s") + .076CH ("s") + .04CH ("g") + .006CH ("g") + .012CH ("k") + .018CH ("k") + .185CH ("k") Petrol endüstrisi ve petrol ürünleri pazarlamada (petrol tankerleri ve genellikle boru hatları) taşıma, arama, çıkarma, rafinaj ve küresel süreçler yer almaktadır. Sektörün en büyük hacimli ürünleri fuel oil ve benzindir. Petrol, aynı zamanda ilaç, solventler, gübre, pestisit ve plastik gibi birçok kimyasal ürünler için ham maddedir. Petrol, birçok sanayi için çok önemlidir ve sanayileşmiş medeniyetler kendisi için önemli olduğunu bilir ve bu nedenle birçok ülke için önemli husustur. Dünyada petrol tüketimi her yıl yaklaşık olarak 30 milyar varildir ve üst petrol tüketicilerini büyük ölçüde gelişmiş ülkeler oluşturur. 2004 yılında tüketilen petrolün %24'ünü Amerika Birleşik Devletleri tüketmişken 2007 yılında bu oran %21'e düşmüştür. ABD'de, Arizona, California, Hawaii, Nevada, Oregon ve Washington eyaletlerinde, Batılı Devletler Petrol Derneği (WSPA) şirketi, rafineri dağıtım, üretim, taşıma ve petrol pazarlamadan sorumlu kurumdur. Kar amacı gütmeyen bu ticaret kurumu, 1907 yılında kurulmuş olup Amerika Birleşik Devletleri'ndeki en eski petrol ticaret birliğidir. Karagümrük Karagümrük, Fatih İstanbul ili Fatih ilçesine bağlı tarihi mahalle. Karagümrük 29 Mayıs 1453 salı sabahı Osmanlı ordularının bugünkü Edirnekapı girişini açmaları sonucu Fatih Sultan Mehmed ve ordularının İstanbul'a girip ilk ayak bastığı bölgede yer alır. İstabul'un fethinin ardından Osmanlı İmparatorluğu'nun en ünlü külhanbeyi olan Kara Davud yönetiminde bölgeye giriş çıkışlar ve gümrük işlemlerinin kontrol edildiği bir geçiş bölgesi olarak kullanılan Karagümrük aynı zamanda İstanbul'daki ilk Türk semtidir. Karagümrük adının, Osmanlılar zamanında burada bulunan Gümrük Eminliği'nden geldiği tahmin edilmektedir. Bu eminlik Edirnekapı'dan şehre giriş ve çıkış yapanların kontrolü için kurulmuştu. Bölge, medreselere olan yakınlığı, Suriçi İstanbul'un ve ana geçiş yolunun yanı başında yer alması sebebiyle hem ekonomik hem de sosyal bakımdan gelişmiştir. Karagümrük aynı zamanda Fatih medreselerine yakın olduğundan alimlerin yaşadığı çoğunlukla medrese eğitimlerinin verildiği bir yer olarak dikkat çekmiştir. Bölge Yüksek bir tepede kurulu olmakla birlikte ulaşım bakımından çevresiyle entegre durumdadır. Karagümrük'te feth sonrası inşa edilen külliyeler çeşmeler, hamamları, cami, türbe, medrese ve tekkeler hala varlıklarını sürdürmektedir. Edirnekapı tarafından Karagümrük'e girildiğinde ziyaretçileri Mihrimah Sultan Camii ve vakıfları karşılar. Bu caminin ardından birbirini izleyen Hacı Muhiddin Caddesi, Yusufağa Sokak ve Prof. Naci Şensoy Caddesi (Eski Lökümcüler Sokak) izlenerek Karagümrük Meydanı’na ulaşılır. İlk başta sıradan bir semt meydanı gibi duran bu çarşı, aslında eski İstanbul'un artık günümüzde eşine rastlanmayan karakteristik bir mahalle çarşısıdır. Meydanın güney kısmında, millî mimari devrinin eserlerinden olan ve İstanbul'da artık az görülen semt ilkokullarından biri olan Mihrimah Sultan ilkokulu bulunur. Meydana açılan sokaklar buradaki eski zanaat kollarının adını taşır; Yazmacı Hüsrev Sokağı, Tahtacılar Sokağı, Sütçü Murat Sokağı, İşkembeci Malik Sokağı, Lüleci Yekta Sokağı, Sahtiyancı Sokağı, Kepenekçi Numan Sokağı ve bir zamanlar varolan bir değirmene izafeten Harab Değirmen Sokağı Rendeciler Sokağı bunlardan sadece bir kaçıdır. Karagümrük'ün daha da güneyinde Keçeciler Meydanı, Keçeci Çeşmesi Sokağı ve Keçeci Piri Camii'nden oluşan bir bölge yer alır. Bu iş kolu Osmanlı ordularının stratejik ihtiyaçlarını karşılamak üzere sanatını icra eden kişilerden oluşuyordu. Karagümrük, camileri ,külliyeleri, medreseleri ve tekkeleri ile dikkat çeken bir semttir. Fatih Sultan Mehmed döneminin devri ihtisap ağalarından Muhtesip İskender'in yaptırdığı “Kabakulak Mescidi” burada bulunur. Cami 1730 yılında çıkan bir yangında yanmış ve 18. asır stili üzere yeniden tamir ettirilmiştir. Yine Fatih devri ulemalarından Esseyyid Mehmet Efendi'nin mezarı (H. 857, M. 1453) eski İstanbul mahallelerinde çokça rastlanan açık türbelerden biri olup, Eski Atik Ali Caddesi ve Kabakulak Sokağı köşesindedir. Karagümrük çarşısının bir tarafında yer alan “Mesih paşa Camii” 16. yüzyılda inşa edilmiştir (1588). Karagümrük semtinin hemen yanı başındaki bulunan Nişanca'da 1584 tarihli Nişancı Mehmet Paşa Camii ve “Mesih Mehmet Paşa Camii” de semtin bu devirdeki itibarını gösteren önemli yapılardır. Karagümrük Osmanlı dönemi boyunca tarikatlar açısından önemli bir merkez bölgesi olmuştur. EBuradaki önemli dergah Niyazi-i Mısri Sokağı'ndaki yeni restore edilen “Celvetiyye Dergâhı”dır. Merkezi Üsküdar'da olan bu tarikatın sur içi İstanbul'daki en önemli şubesi bu semtte yer almaktadır. 1851'de Sultan Abdülmecid'in yaptırdığı ve Osmanlı rokoko tarzının en önde gelen örneklerinden olan“Hırka-i Şerif Camii” de buradadır. Yakınında aynı isimdeki Hırka-i Şerif İlköğretim Okulu bulunur. Karagümrük aynı zamanda yine Osmanlı mimarisinde karşımıza çıkan ahşap evleri ile dikkat çeker. Her ne kadar son zamanlarda sayıları git gide azalsa da en belirgin yapıdaki evler halen valıklarını sürdürebilmektedir. Bunlar aynı zamanda 19. yüzyıl İstanbul’unun ilginç ahşap konut örnekleridir. Karagümrük, Cumhuriyet dönemi edebiyatında Peyami Safa'nın (Server Bedi) “Cumbadan Rumbaya” adlı romanında çizdiği yoksul mahalle tipleriyle toplumumuzun dikkatini çekmiştir. Ancak eski Karagümrük, bu romanın cumba faslıyla çok uyum halinde değildi. Cedid Ali Paşa Medresesi Kanuni Sultan Süleyman (1520–1566) dönemi sadrazamlarından Semiz Ali Paşa tarafından yaptırılmıştır. Nurettin Cerrahî Tekkesi Derviş Ali Mahallesi’nde, Nureddin Tekkesi Sokağı’ndadır. Cerrahîliğin Piri Şeyh Seyyid Muhammed Cerrahî adına 1703 yılında III. Ahmet tarafından inşa ettirilmiştir. Canfeda Hatun Camii Canfeda Camii Sokağı’nda, Nureddin Cerrahî tekkesinin hemen yanında yer alır. “Kâhya Kadın” veya “Kethüda Kadın” isimleri ile de tanınan caminin kurucusu harem kethüdası Canfeda Hatun’dur. Camii 1584’te yapılmış, günümüze kadar birçok restorasyon geçirmiş son onarımlarını 1982 ve 1985 yıllarında görmüştür. Karagümrük Medresesi Mesih Mehmet Paşa Camii'nin kuzeyinde Küçük Değirmen ve Sütçü Murat Sokakları arasında yer alır. Karagümrük Sarnıcı Edirnekapı yakınında Bizans su haznesi ile kuzeyde Kasım Ağa Mescidi arasında yer alır. Günümüzde yok olma aşamasına gelmiştir. Semtin futbol takımı olan Karagümrük Spor Kulübü tarihi boyunca büyük başarılara imza atmış ve Türk futbolu'na bazı önemli futbolcuları yetiştirmiştir.. Karagümrük semtini, Saraçhane’nden Edirnekapı’ya uzanan Fevzi Paşa caddesi, Aksaray’ı Topkapı-Edirnekapı Caddesi’ne bağlayan Vatan Caddesi ("Adnan Menderes Bulvarı") ile yine Aksaray’ı Topkapı’ya bağlayan Millet Caddesi ("Turgut Özal Caddesi") sınırlamaktadır. Karagümrük, şehrin surlarının batı kesimine yakındır. Edirnekapı- Bayezid ana ekseninin güneyinde yer alır. Hırka-i Şerif Camii'nden başlayarak kuzeybatıda Mihrimah Sultan Camii arasından Fatih Nişancası tarafı ile güneyde Keçeciler Caddesi arasındaki bölge Karagümrük sayılmaktadır. Osmanlı İstanbul’unun en eski ve en ünlü semtlerindendir. Burası memur, medreseli ve esnaftan oluşan şehir ahalisiyle, İstanbul Türkçesi'nin en güzel şekilde konuşulduğu mahallelerdendi. Son otuz yılda kontrolsüz biçimde gelişen beton yapılaşma ile çehresi değişmiştir. Bu arada sakinlerinin önemlice kısmı başka semtlere göç etmişse de, her şeye rağmen çarşısı ve mahallenin atmosferiyle birçok semte nazaran eskiyi muhafaza edebilen yerlerdendir. Karagümrük İstanbul surlarının, batı kıyısına yakın bir yerleşme yeri olmasına rağmen İstanbul'un kenar mahallelerinin özelliklerini taşımaz. Bilakis Fatih, Çarşamba ve Aksaray ile aynı sınıf ahali kompozisyonu gösterir. Oktan sayısı Oktan sayısı, teknik anlamıyla, benzinin vuruntu kalitesinin değerlendirilmesi için kullanılan bir ölçüttür. Bir yakıtın oktan sayısı, yanma kalitesinin ve özellikle de zor koşullara dayanma yeteneğinin ölçüsüdür. Araç performansının düşmesinden ve motorun hasar görmesinden kaçınmak için benzinin motora uygun bir oktan kalitesine sahip olması gerekmektedir. Motorlarda kullanılacak benzin, motorun yapısına ve teknolojisine göre seçilir. Oktan sayısı ölçümleri iki şekilde yapılır. Birçok ülkede benzinlerin vuruntu özelliği sayısı, yani gerçek oktan sayısı, yukarıdaki iki değerin toplanarak ikiye bölünmesiyle elde edilir. Benzinli motorlarda sıkıştırma zamanında silindir içerisindeki yakıt + hava karışımının sıcaklığı sıkıştırmadan dolayı artar. Bu sıcaklık artışından dolayı, karışımın zamanından (buji ateşlenmeden) önce tutuşması vuruntuya neden olur. Vuruntu motorun performansını düşüren ve de ömrünü azaltan bir durumdur. Vuruntunun olmaması için benzinin daha zor tutuşması sağlanmalıdır. Benzinin "oktan sayısı" ne kadar fazla ise o benzin o kadar zor tutuşur. Bu yüzden yüksek oktanlı benzin vuruntuya karşı daha dirençlidir. Aynı zamanda benzinin zor tutuşması (yani oktan sayısının gereğinden fazla olması) da istenmeyen bir durumdur. Çünkü bujinin ateşlendiği anda benzinin tutuşması istenir. Oktan sayısı ne kadar fazla ise benzinin gerektiği anda tutuşması o kadar zor ya da geç olur. Bu da motorun performansını düşüren bir durumdur. Örneğin araçların kitaplarında şöyle bir şey yazar "minimum 95 oktanlı, kurşunsuz benzin kullanılmalıdır". Bu, o aracın 95 oktanlı benzin ile vuruntusuz çalışmaya başladığını ifade eder. O arabada 98 oktanlı benzin de kullanabilirsiniz ama motorun performansı 95 oktana göre daha düşük olacaktır. Piyasada "ne kadar yüksek oktanlı benzin kullanılırsa motorun peformansı o kadar artar" gibi yanlış bir düşünce var. Sayının artması insanlarda psikol
ojik olarak performansın da artacağı düşüncesini uyandırıyor. Aksine düşük oktanlı benzin daha performanslıdır ama vuruntuya neden olduğu için motorun performansı düşmektedir. Sonuç itibarıyla, araçların kitabında minimum 95 oktanlı benzin kullanın yazıyorsa 95 oktanlı benzin kullanılmalı. Bundan daha düşüğü ya da fazlası yukarıda belirtilen sebeplerden ötürü motorun performansını düşürmektedir. Oktan sayısının belirlenmesi için benzin örneği, tek silindirli özel bir deney motorunda farklı sıkıştırma oranlarında kontrollü şartlarda yakılır. Daha sonra bu deney motorunda, izooktan ve normal heptan karışımı ile hazırlanan deney örneği de eşit şartlarda yakılır. Deney karışımından elde edilen sonuçlar benzin örneği ile aynı olana kadar karışım oranları ayarlanır. Bu karışımda izooktan vuruntusuza yakın kalitede yanar, normal heptan ise vuruntuya yol açar. Benzin örneği ile aynı sonuçları veren izooktan ve normal heptan karışımındaki izooktanın hacimce yüzdesi oktan sayısı olarak tanımlanır. Bir başka deyişle saf izooktanın oktan sayısı 100 kabul edilerek benzin örneğinin oktan sayısı belirlenir. Oktan sayısı benzinler için 50-110 arasında değişmektedir. 50-75 oktan "üçüncü sınıf" yakıtlarda, 100-110 oktan ise "uçak yakıtlarındaki" değerdir. Kullanılan benzin 50 oktan ise, yandıkça patlayacak ve pistonlara çekiçle vuruyormuşçasına bir sarsıntı ile kuvvet uygulanacaktır. İdeal kuvvet, pistonları "eşit ve düzenli" bir şekilde iten kuvvettir. Benzinin oktan sayısı katkı maddeleri kullanarak artırılabilir. Bu iş için en sık kullanılan madde kurşun tetra-etildir. Kurşun tetra-etil, benzine tümüyle karışıp tamamıyla buharlaşan bir sıvıdır. Son zamanlarda kurşunlu benzin yerini kurşunsuz benzine bırakmaya başlamış ve yeni üretilen tüm araçlarda katalitik konvertör standart donanım haline gelmiştir. Asfalt tabanlı ham petrolden üretilen benzin, motorlara parafin tabanlılardan daha az vuruntu yapmaktadır. Bütün benzinler bu iki türün karşımından elde edilir. Karışımları kontrol edilmezse kaliteleri değişir. Fenikeliler Fenikeliler (Rumca:"Phoiníkē"), Antik çağda yaşamış Sami dillerine mensup bir dil konuşan Akdenizli kavimdir. Bereketli Hilal'in Akdeniz'e bakan kıyılarında gelişen bu uygarlık, talassokrasik bir yapıda şekillenmiştir. Fenikeliler, Doğu Akdeniz'den tüm Akdeniz kıyılarına hatta Atlas Okyanusuna yayılarak en bilineni Kartaca olan şehir devletleri kurmuştur. Bir deniz kavmi olarak öncelikle ticaretle uğraşmışlar; gittikleri yerlere zeytin, zeytinyağı, incir, ceviz, badem, nar, erik, hurma, kayısı, kavun, balkabağı, şarap gibi gıda ürünleri; bakır, demir, gümüş, altın gibi madenler; Sedir ağacından kereste; fildişi ve camdan sanatsal nesneler; yün, keten, pamuk ve ipek gibi kumaşlar götürmüşlerdir. Mısırlılardan öğrendikleri cam işleme sanatını ilerleterek, Sayda, Sur ve Sarepta gibi şehirlerde saydam camlar üretmişlerdir. Asıl şöhretlerini ise farklı farklı renklendirdikleri kumaşlar sayesinde edinmişlerdir. MÖ 1570'te bir tür kabuklu deniz canlısı olan "Murex" sayesinde mor renkli kumaşlar elde etmeyi başarmışlar ve sonraki zamanlarda Antik Yunanlar tarafından getirdikleri bu renk kumaşa atfen mor rengin vatanı (Yunanca: "Phoiníkē") insanları yani Fenikeliler olarak anılmaya başlanmışlardır. Antik çağların şairi Homeros, Troya'lı Paris'in Helen'e kendisiyle birlikte kaçması için Fenike kumaşı hediye ettiğini söylemiştir. Fenikelilerin en çok bilinen buluşu alfabedir. Fenike alfabesi, günümüz tüm modern alfabelerinin temelini oluşturmaktadır . Alfabeleri, önce Anadolu ve Antik Yunan Uygarlıklarında; sonra Kenan bölgesinde ve Antik Roma'da yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Fenikelilere ait ilk kayıtlar, Kenan toprakları olarak adlandırılan günümüzde Lübnan, İsrail, Suriye, Ürdün, Gazze ve Türkiye'nin güney kıyılarını içine alan bölgede milattan önce üç bin yıllarına kadar gitmektedir. Arvad, Zemar (Simyra), Trablus, Biblos, Beyrut, Sayda, Sur, Akka liman şehirlerini kuran Fenikeliler, milattan önce 2500 yıllarından itibaren Mısırlılarla ticari münasebete başlamışlardır. Bu ülkeye ağaç ve nebati koku maddesi, zeytinyağı ve reçine ihraç ederlerdi. Ancak siyasi bakımdan iyi teşkilatlanamadıklarından kısa zamanda Mısır'ın nüfuzu altına girdiler. İki bin yıllarının başında Hiksosların istilalarına uğradılar. Mısırlılar istilacılara karşı korumak bahanesiyle Fenike topraklarını tamamen askeri işgal altına aldılar. Uzun süren karışıklıklardan sonra Fenike, MÖ 14. yüzyılın sonunda Mısır'ın işgalinden kurtuldu. MÖ 9. yüzyılda ise, Fenike için Asurlular büyük bir tehdit unsuru oldu. Zaman zaman Fenike üzerine seferler düzenleyen Asurlular bölgeyi kısa aralıklarla hakimiyetleri altına aldılar. Fenike MÖ 6. yüzyılda Perslerin istilasına uğradı. Daha sonra Büyük İskender tarafından zaptedildi. Fenikelilerin Sur kentinden kovulan bir grup asi Fenikeli MÖ 800 yılında Tunus sahillerinde Kartaca'yı kurdular. Kartaca kendi statüsüne rağmen Fenike kentlerinden olan Sur (Tyros)'a bağlılığını sürdürdü ve ticari karının %10'unu tanrı Melkart'ın tapınağına bağışladı. Kartaca Roma'ya karşı Hannibal isimli komutanı ile girdiği savaşı kaybetti ve bu sayede Roma, Akdeniz ticareti ve hakimiyetini ele geçirdi. Fenikeliler, yaşadıkları dönemde Akdeniz'in her noktasına yayılmış, günümüzde Britanya olarak bilinen adaya kadar ulaşmış, o dönemde dünyadaki ilk büyük ticaret ağını oluşturmuştur. Hem başka dil konuşan insanlarla anlaşmayı, hem de kayıt tutmayı kolaylaştırmak amacıyla o zamana kadar sadece resimlerden oluşan yazı sistemlerini devrimsel bir buluş olan basit formlarda çizilebilen sembollere dönüştürmüşlerdir. Oluşturdukları Fenike alfabesiyle günümüz çağdaş yazı sisteminin temellerini atmışlardır. O dönemde denizci kavimlerden Fenikeliler ve Mikenler uygarlığın ulaştırma memurlarıydı, uygarlığı taşıma görevini gerçekleştirmişler; Avrupada Yunan, Minoan ve Roma uygarlıklarının şekillenmesine yardımcı olmuşlardır. Madenleri arama çabası, kâşif ve madencileri daha uzaklara, hatta Kuzey ve Batı Avrupa'nın bilinmeyen barbar bölgelerine kadar götürmüştür. Burada ticaret her zaman çalışmasını sürdürmüş, izolasyonu zayıflamış, insanların birbirleriyle ilişkilerini değiştirmiş, dünyaya yeni biçimleri kabul etmeye zorlamıştır. Fenikelilere bu ismi veren Yunanlar olmuştur ve Fenikeliler ismini ilk olarak Yunan tarihçi Heredot kullanmıştır. Fenikelilerin kendi dillerinde kendilerine ne ad verildiği tam olarak bilinmemektedir. Kendilerini "Kenaniler" adıyla zikrettikleri sanılmaktadır. Kenani adı bazı araştırmacılara göre Hurrice olan bir sözcük iken bazı araştırmacılara göre de Samice bir sözcüktür ve kırmızı anlamına gelen Kenanigi'den gelmektedir. Fenikeliler adı da benzer şekilde Yunancada, Sur moruna atfen 'kızıl insanlar' anlamına gelen "Phonikes" kelimesinden gelmektedir. Kısaca bu etnik topluluğa Helenler Fenikeliler adını verirken Doğu kavimleri Kenaniler adını kullanmıştır. Doğusunda Lübnan Dağları, batısında Doğu Akdeniz kıyıları, güneyinde Ras Nakura Burnu, kuzeyinde Asi Irmağı bulunan alanda merkez şehirlerini kuran Fenikeliler, denizci olduklarından Orta Doğudan Batı Akdeniz kıyılarına kadar yayılmışlardır ve deniz ticareti ile uğraşmışlardır. Fenikeliler Akdeniz civarında birçok koloni kurmuşlardır. Ticarette çok ileriydiler, gemileri de gelişmişti. Hammadde kaynaklarına ulaşmak için koloni kuruyorlardı ve gelişen Yunan uygarlığının en büyük rakipleriydi. Akdeniz çevresinde birçok ticaret merkezleri ve koloniler kuran Fenikeliler, çöl kervanlarının uğrak noktaları olan Şam, Hama, Dibre şehirlerinden ticaret malları alıp satıyorlardı. Batı ile doğu arasındaki ticarete aracılık ve komisyonculuk edip, ithalat ve ihracattan büyük gelir sağladılar. Sur moru olarak bilinen boyalı Kumaşlar; tahıl ve yemiş; metal, ahşap, toprak, cam ve fildişi eşya, keten ihracatı yapıyorlardı. Dokuma, işlenmiş deri, mor boya ve koku maddeleri ticaret dallarının başta gelenleriydi. Ürettikleri camdan şişeler içinde kokular; amforalar içinde şarap, zeytinyağı ve gıdalar taşınıyordu. Şarap kültürünün batıya doğru yayılması Fenikeliler sayesinde olmuştur . Mimarlıkta en çok kullandıkları malzeme, taş olmuştur. Evleri tek katlı olup, salonu, hamamı ve su kuyusu vardı. Tapınakları dikdörtgen şeklinde olup, koridorla avludan ve adak yerlerinden meydana gelir. Fenikeliler, gemilerinde çoğunlukla dayanıklı bir ağaç olan Lübnan Sediri kullanırlardı. Grekler, "hippoi" ve "galloi" olarak isimlendirdikleri iki tür Fenike ticaret gemisi olduğunu söylerler. At figürlü gemiler, hippoi olarak anılır ve Asur rölyeflerinde de betimlenmiştir. Galloi ise daha sade teknelerdir, tekne baş ve/veya kıçında at başı figürleri yer almaz. Grek mitolojisinde deniz tanrısı olarak görülen ve at terbiyecisi olarak anılan Poseidon'un, Fenike at figürlü gemilerinden etkilenen bir algının Fenike deniz tanrısı Yam'ın bir eşdeğeri olması isteğinin sonucu olduğu açıktır. Antik yazarlar Strabon ve Aratus'a göre Fenikelilerin ustalıklı seyirleri, gökyüzüne hakim olmalarından kaynaklanıyordu. Kenan ve Fenike kültürlerinde görülen birçok tanrının Güneş ve Ay dışında ayrıca gezegenler, takımyıldızları ve hava durumuyla ilişkisi bulunmaktaydı. Bu bulgular, Fenikelilerin ve Kenanlıların en azından temel bir gözlemsel astronomi uyguladıklarını göstermektedir . Mezopotamya kavimlerinde olduğu gibi, Fenikeliler de politeisttiler. Tanrıları erkek ve dişi olmak üzere ikiye ayrılırdı. Ayrıca her şehrin bir tanrı ve tanrıçası vardı. Bereket tanrıçası Astart, tarım tanrıçası Atargatis en büyük tanrılarındandı. Dağlar ve tepelere tapınak yapıp, ilk doğan erkek çocuklarını tanrılarına kurban edip, oturarak taparlardı. Fenikeliler, kolonilerle yayılmaya başladıkça inançlarını da yaymışlardır. Fenikelilerin baş tanrı ve tanrıçası olan Baal ve Astarte Kıbrıs, Sardunya, Malta, Sicilya, İspanya, Portekiz ve özellikle modern Tunus'da bulunan Kartaca'da tapılmaya başlanmıştır. Fenikelilerin tanrıları, Kenan bölgesi tanrılarından gelmektedir. Bu tanrılar, daha sonra isimleri değişerek
Yunan tanrıları olacak ve Yunan mitolojisinin kaynağını oluşturacaktı. Fenikelilerin dili, Sami dilinin Kenan grubundandır. Geliştirdikleri yazı sistemi, ticaret ağları sayesinde Akdeniz dünyasının dört bir tarafına yayılmıştır. Alfabenin mükemmel hale getirilmesi ticaret işlerini kolaylaştırmıştı. Fenikelilerden önce yazı, resimlerden oluşmaktaydı ve her kelimeye karşılık bir resim çizilirdi. Fenikeliler, her ses için bir sembol kullanarak bu sesleri birleştirip kelimeler oluşturdular. Bu sayede cümleler, artık resimlerin birleştirilmesiyle değil; seslerin birlikteliğini içerir kelimelerin birleştirilmesiyle kuruluyordu. Papiruslara yazmayı seçtiklerinden yazılı eserlerinin çoğunluğu yok olmuştur. M.Ö. 14 yy.'da yaşamış Sankhuniathon olarak bilinen ve Fenike mitolojisi hakkında eserler veren Fenikeli bir yazarın metinlerine ise ancak M.S. 100'de Philon'un aktardıkları sayesinde ulaşılabilmiştir. Ulaşılan Fenike yazılı metinlerinin çoğu ticari mahiyettedir. MÖ 10. yüzyılla birlikte Fenikeliler o zamanki bilinen deniz sahillerinde yayılarak tüm Akdeniz havzasında şehir devletleri ve koloniler kurmuşlardır. Bu şehir devletleri politik olarak bağımsız yapılardı; Eski Yunan demokrasisinden önce başa seçimle gelen merkezden yöneten bir kralları bulunmaktaydı. MÖ 9. yüzyıla gelindiğinde zayıflamaya başlayan merkez Fenike şehirlerin aksine Kartaca güçleniyor ve parlak bir döneme giriyordu. Kent içinde iki büyük ve yapay liman inşa edilmişti. Bu limanlardan biri, Kartaca'nın 220 savaş gemisinden oluşan donanması için, diğer ise deniz ticaret filosu içindi. Şehir çoğunlukla Etrüks ve Yunanlarla ticaret yapıyordu. Kraliçe Dido tarafından kurulan ve döneminin süper gücü olan kent, MÖ 146'da Roma ile yaptıkları üçüncü Pön savaşlarını kaybederek yıkılm ış ve böylece Roma tüm Akdeniz hakimiyetini ele geçirmiştir. Modern Cezayir Modern Kıbrıs Modern İtalya Modern Libya Malta Adaları Modern Moritanya Modern Portekiz Modern İspanya Modern Tunus Modern Türkiye Modern Fas Diğer koloniler MÖ 1200'lere Bronz Çağı'na tarihlenen bir gemi batığı olarak 1960 yılında Gelidonya Burnundan çıkarılmıştır. Uluburun batığı çıkarılana kadar tarihin en eski gemi batığı olarak bilindi. Buluntular, önceleri düşünüldüğü gibi Akdeniz ticaretini Mikenlilerin değil; ön-Fenikelilerin yönetmesinin daha olası olduğunu gösterdi. Batık, güney batı Türkiye kıyılarında Kaş'ın 6 deniz mili güneyinde 1982 yazında Bodrum yakınlarındaki bir köy olan Yalıkavak'tan yerel bir sünger dalgıç Mehmed Çakır tarafından keşfedildi. 1984-1994 yılları arasında 3-4 ay süren toplam 22.413 dalıştan, MÖ 14. yüzyıla tarihlenen Akdenizin en muhteşem Son Tunç Çağı batıklarından en eskisi günyüzüne çıkarıldı. Geminin Lübnan sediri ve meşe kullanılarak Suriye-Filistin veya Kıbrıs'ta inşa edildiği tahmin edilmektedir. Geminin kargosunu çoğunlukla ham bakır külçeleri, cam ve altın, gümüş eşyalar, tahıl, yemiş ve zeytin oluşturmaktadır. Kazı başkanı Cemal Pulak’ın devam eden araştırmaları, George Bass'ın Gelidonya batığı ile kurduğu tezi kanıtlıyor ve 3 bin yıl önce ön-Fenikelilerin domine ettiği kompleks ve oldukça gelişmiş bir deniz ticareti ağının varlığına işaret ediyordu. Buluntular, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir. Brezilya'nın Rio de Janeiro kenti yakınındaki Pedra da Gavea dağının zirvesinde Fenike alfabesiyle kazınmış bir yazıt bulunmuştur. tarafından dağda bir Fenike mezarı olduğu iddiası da buna eklenmiştir. Bu gerekçelerle MÖ 10. yy. da Fenikelilerin Amerika'na ayak bastıkları iddia edilmiş ve konu olmuştur. Hacım Sultan Hacım Sultan Hacı Bektaş-i Veli'nin öğrencilerinden ve halifelerindendir. Horasan'dan gelmiş ve ona mürit olmuştur. Asıl adı Recep'tir. Hacım Sultan'ın dergahdaki görevi kilerci idi. Diğer adı da Kolu Açık Hacım Sultan'dır. Velâyetnâme'sine göre; Hünkar, bâtın kılıcını Hacım Sultan'a verir. "" Erenler meydanında cellatlığı sana verdik.Fakat haksız iş yapma, sana zararımız dokunur"" der. Hacım Sultan kılıcı alır. O sırada meydan sakası merkebiyle mutfağa su götürmektedir. Hacım Sultan kılıcı denemek ister. Merkebe vurur. Merkebi belinden ikiye böler. Hünkar bunu duyunca ""Kolları tutulsun"" der. Hacım Sultan çolak olur. Çok üzülür. Pişmanlıkla arkadaşlarını Hünkar'a gönderir. Arkadaşları onun için af dilerler. Hünkar affeder ve ""kolu açık olsun"" der. Böylece kolları eski haline döner. Daha sonra adı Kolu Açık Hacım Sultan olur. Hacım Sultan 1305 yılında Uşak'a gelmiş ve Hacım Köyünün olduğu yere yerleşerek şeyhi Hacı Bektaş-i Veli'nin izinde tarikatı temsil etmiştir. Hacım Sultan'ın türbesi de Uşak'ta Hacım Köyü'ndedir. Selçuklu mimarisinin özelliklerini bütün hatlarında taşıyan türbe, manevi değerlere önem verenlerin sık uğradıkları yerlerden biri olmuştur. Tek kubbesi ve geniş bahçesiyle Hacım Sultan Türbesi, Ege Bölgesi'nin en önemli kültür varlıklarından biridir. Koluaçık Hacım Sultan Ocağı'nın, Malatya ili Karaca Köyü'nde merkez kol olmak üzere Malatya/Basak; Malatya/Başkınık; Yozgat/VezirAlanı (Karaözü) kolları bulunmakta; bu ocağa bağlı dedeler pir olarak kabul ettikleri Hacı Bektaş Çelebilerine bağlı olarak halen faaliyetlerini sürdürmektedirler. Koluaçık Hacım Sultan'ın soyundan gelen Seyyid (Cüneyd) Durak isimli değerli zat 14.yüzyılın sonlarında ya da 15.yy başlarında Malatya ili (Yazıhan ilçesi) Karaca Köyü'ne yerleşmiş; onunla başlayan Ocak faaliyetleri 5 kuşak boyunca, (5.kuşaktan torunu) Seyyid Ahmet zamanına kadar bu köyde sürmüş (Ocak, Seyyid Ahmet Ocağı olarak da anılmaktadır) bu ulu'nun soyundan türeyenlerin bir kısmı (oğlu Seyyid Leğen Hüseyin) Karaca Köyü'nde kalmış (Leğenuşağı olarak anılan aile) bir kısmı da 17.yy'dan itibaren Basak, Başkınık, Veziralanı/Karaözü köylerine göçmek ve oralara yerleşmek suretiyle Ocağın faaliyetlerini Anadolu'nun değişik yörelerine taşımışlardır.2017 yılı itibarıyla icazetli Dedeler: Ali Timurtaş ÖZMEN, Haydar KUŞDOĞAN ve Muhtar DURAN'dır. Ocağın Karaca Ana Kolu'nun temsilcisi Leğenuşağı dedelerine bağlı talip köyleri/yerleşimleri şöyledir: Malatya'nın Fethiye kasabasının bir bölümü, Eğribük, Hilan, Hekimhan’a bağlı Ardahan, Nacılı, Köylü köyü, Hasan Çelebi, Bahçedamı, Ulugüney, Kuluncak ilçesinin merkezinde bazı aileler ile bu ilçeye bağlı Başören, Tersakan köylerinde bazı aileler, Sivas Gürün ilçesine bağlı Yuva, Külaf, Maraş Elbistan’a bağlı Küçük Yapalak, Demirci, Kahramanmaraş’ın Yörük Selim mahallesinde, Gaziantep’in merkezinde ve merkeze bağlı bazı köylerinde, Yavuzeli’nin Sarılar, Göçmez, Kayabaşı, Yarımca, Halilbaş köylerinde, Nizip’in Köseler köyünde bazı aileler ile Şanlıurfa’nın Kısas ve birkaç köyünde, Sivas’ın Kangal ilçesine bağlı bazı köylerinde, Çorum’un, Yozgat’ın bazı köylerinde, İstanbul, Ankara, İzmir ve Mersin’in merkez ilçelerinde, özellikle kent merkezlerinde çok dağınık şekilde birçok talip aileleri bulunduğu alan araştırmaları sonucu saptanmıştır. Serotonin Serotonin (5-HT ya da 5-hidroksitriptamin), insanda mutluluk, canlılık ve zindelik hissi veren bir nörotransmitterdir . Eksikliğinde depresif, yorgun, sıkılgan bir ruh hali görülür. Yapısal olarak monoamin grubuna girer ve triptofan aminoasitinden sentezlenir. Beyinde serotonin kimyasalı salındığında kan damarları kasılarak daralır; serotonin düzeyi düştükçe genişler. Migren atağından önce vücuttaki serotonin düzeyi yüksek olmakta, atak geçtikten sonra da düşmektedir. Açlık, yorgunluk, stres, yemek, ışık ve ilaç gibi faktörlerin tamamı insan vücudundaki serotonin düzeyini etkilemektedir. Stres ve düşük kan şekeri serotonin düzeyini düşürürken; oksijen, kusma, içinde aminler bulunan gıdalar (örneğin: peynir, çikolata, portakal, mandalina, domates ) ve içinde triptofan isminde bir çeşit amino asit bulunan gıdalar, (örneğin süt, hindi eti ) serotonin düzeyini yükseltmektedir. Bunun dışında insan vücudundaki serotonin düzeyini, çeşitli hormonlar da etkilemektedir. Örneğin kadın vücudundaki östrojende ("kadınlık hormonu") artma, serotonin düzeyinde de bir artışa neden olmakta; aynı şekilde, kadınların âdet görmeleri sırasında, östrojen hormonlarında düşüş olması, serotonin düzeyini de düşürmekte ve bu durum, kan damarlarının aşırı genişlemesi sonucu, kadınlarda migren başlamasına neden olabilmektedir. Ayrıca serotonin dopaminerjik nöronlardaki reseptörlerine bağlanarak dopamin salgılanmasını azaltmaktadır. Serotonin eksikliğinin depresyon oluşumu üzerinde etkisi vardır. Depresyon ve anksiyete tedavilerinde serotonin geri alım inhibitörü (serotoninin tekrar kullanımı için sinaps aralığından, salgılandığı nörona geri alımını yok eden) ilaçlar kullanılır. Önemli etkilerinden biri de kasları uyararak glikojenolizi uyarması ve bronş kaslarında kasılma oluşturmasıdır. Röntgen (birim) Röntgen (birim), adını Alman fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen'den almıştır. Röntgenin sembolü R dir. İlk olarak 1 gram havada oluşturduğu 87 erg'lik iyonlaşmaya bedel x ışını veya gama ışını 1 R olarak tanımlandı. Günümüzde röntgen SI ölçü sistemine göre yeniden tanımlanmıştır. Buna göre 1 kg havada 2.58x10 coulomb'luk elektrik yükü oluşturabilecek miktardaki x ışını veya gama ışını miktarına 1 R (1 röntgen) denmektedir. Bu tanım aslında önceki tanımından farklı değildir. İlk zamanlarda radyasyona maruz kalındığında röntgen (R) terimi kullanılırdı. Bu aslında o zaman için çok yanlış bir yaklaşım değildi. Çünkü o zamanlar radyasyon ile ilgili ilk çalışmalar genel olarak sadece x ışınları üzerineydi ve ölçüm aletleri sadece havada oluşan iyonlaşmayı ölçebilecek nitelikteydi. Migren Migren, çoğunlukla otonom sinir sisteminde görülen birkaç belirtiyle bağlantılı olan tekrarlayıcı orta şiddette ve şiddetli baş ağrısı ile karakterize kronik bir rahatsızlıktır. Kelimenin kendisi Yunanca ἡμικρανία ("hemikrania"), "başın bir tarafındaki ağrı" (ἡμι- ("hemi-"), "yarım" ve κρανίον ("kranion"), "kafatası" ifadesinden türemiştir. Normalde baş ağrısı doğası gereği unilateral (başın tek bir tarafını etkiler) ve atımlıdır ve 2 ila 72 saat sürer. İlişkili belirtiler arasında bulantı, kusma, fotofobi (ışığa karşı artmı
ş hassasiyet), fonofobi (sese karşı artmış hassasiyet) bulunabilir ve ağrı genellikle fiziksel aktivite ile şiddetlenir. Migren baş ağrısı çeken kişilerin neredeyse üçte biri, yakın bir zamanda baş ağrısının meydana geleceğinin sinyalini veren geçici duyusal, motor bozukluk, görme ya da konuşma kabiliyeti bozukluğu olan bir aura hisseder. Migrenin çevresel ve kalıtımsal faktörlerin bir karışımına bağlı olduğu düşünülmektedir. Vakaların yaklaşık üçte ikisi aile içinde görülür. Değişen hormon düzeyleri de rol oynayabilir: Migren ergenlik öncesi yaşlarda erkekleri kızlara göre biraz daha fazla etkiler, ancak kadınları erkeklere göre iki üç kat daha fazla etkilemektedir. Migren eğilimi genellikle gebelik esnasında azalır. Migrenin gerçek mekanizması bilinmemektedir. Bununla birlikte, nörovasküler bir bozukluk olduğu düşünülmektedir. Başlıca teori, serebral korteksin uyarılabilirliğinin artması ve beyinsapındaki trigeminal çekirdekte bulunan ağrı nöronlarının anormal bir şekilde kontrol edilmesiyle ilişkilidir. Tavsiye edilen ilk tedavi baş ağrısı için ibuprofen ve asetaminofen gibi basit ağrı kesiciler, bulantı için antiemetik bir ilaç ve tetikleyici durumlardan uzak durulmasıdır.Basit ağrı kesici ilaçların etkili olmadığı kişiler triptan ya da ergotaminler gibi özel ajanlar da kullanabilir. Dünya genelinde, toplumun %10'undan fazlası hayatlarının bir döneminde migrenden etkilenmektedir. Normalde migren, otonomik semptomlar ile ilişkili bir süre devam eden, tekrarlayıcı şiddetli baş ağrısı ile kendini gösterir. Migrenli kişilerin yaklaşık %15-30'unda auralı migren ile karşılaşılır ve auralı migreni olanların sık sık aurasız migreni de olur. Ağrının şiddeti, baş ağrısının süresi ve atak sıklığı değişir. 72 saatten uzun süren migren status migrenozus olarak adlandırılır. Migrende olası dört aşama bulunur ve bu aşamaların tümünün yaşanması gerekmemektedir: Migrenli kişilerin yaklaşık %60'ında prodromal ya da uyarıcı belirtiler meydana gelir ve ağrı ya da aura başlangıcından önceki iki saat ile iki gün arasında başlarlar. Bu belirtiler çok çeşitli olayları içerebilir; örn., değişmiş ruh hali, sinirlilik, depresyon ya da zindelik hissi, yorgunluk, bazı yiyecekleri çok isteme, gergin adaleler (özellikle boyunda), kabızlık ya da ishal ve kokulara ve gürültüye karşı hassasiyet. Bu belirtiler hem auralı migreni hem de aurasız migreni olan kişilerde meydana gelebilir. aura, baş ağrısından önce ya da baş ağrısı esnasında meydana gelen geçici fokal nörolojik bir olaydır. Birkaç dakika içinde kademeli olarak ortaya çıkar ve genellikle 60 dakikadan daha kısa sürer. Belirtiler görsel, duyusal ya da motor tabiatta olabilir ve birçok kişide birden fazla belirtiyle karşılaşılır. Görsel etkiler en yaygın olanıdır ve vakaların neredeyse %99'unda görülür ve yarısından fazlasında tek belirti olarak meydana gelir. Görme bozuklukları çoğunlukla kıvılcımlı skotomdan (görme alanında titreşen kısmı değişiklik alanı) oluşur. Bunlar normalde görme merkezine yakın bir yerde başlar ve daha sonra tahkimat ya da kale duvarlarına benzediği söylenen zig zag çizgilerle yanlara doğru yayılır. Genellikle çizgiler siyah beyazdır ancak bazı kişiler renkli çizgi de görmektedir. Bazı kişiler hemianopsi olarak bilinen görme alanında kısmi kayıp yaşar, bazıları da bulanık görür. Duyusal aura, auralı kişilerin %30-40'ında meydana gelen en yaygın ikinci aşamadır. Çoğunlukla el ya da kolda tek taraflı bir karıncalanma başlar ve aynı taraftaki ağız-burun alanına doğru yayılır. Hissizlik genellikle konum hissi kaybıyla birlikte ve karıncalanma geçtikten sonra başlar. Aura aşamasının diğer belirtileri konuşma bozuklukları ve konuşma kabiliyeti bozukluklarını, etrafın dönmesini ve daha az yaygın olarak da motor sorunları içerebilir. Motor belirtiler bunun hemiplejik bir migren olduğunu gösterir ve diğer auraların aksine halsizlik çoğunlukla bir saatten daha uzun sürer. Aura nadiren, nadiren ardışık baş ağrısı olmadan da meydana gelir; buna sessiz migren denir. Klasik olarak baş ağrısı tek taraflıdır, zonklama şeklinde kendini gösterir ve yoğunluğu orta şiddetli ila şiddetli arasındadır. Genellikle kademeli olarak başlar ve fiziksel aktiviteyle şiddetlenir. Bununla birlikte, vakaların %40'ından fazlasında ağrı çift taraflı olabilir ve çoğunlukla boyun ağrısı ile birliktedir. Çift taraflı ağrı özellikle aurasız migreni olan kişilerde yaygındır. Ağrı daha az yaygın olarak, esasen başın arka ya da üst kısmında meyana gelebilir. Yetişkinlerde ağrı genellikle 4 ila 72 saat arasında sürer; ancak erken çocukluk döneminde çoğunlukla 1  saatten daha az sürer. Atak sıklığı değişkendir, yaşam boyu çok az olabileceği gibi haftada birkaç kez de olabilir. Ortalaması yaklaşık olarak ayda birdir. Ağrıya çoğunlukla bulantı, kusma, ışığa karşı hassasiyet, sese karşı hassasiyet, kokulara karşı hassasiyet, yorgunluk ve sinirlilik hali eşlik eder. Beyin sapı ile ilişkili ya da vücudun her iki tarafında nörolojik belirtilerin olduğu migren türü olan baziler migrende yaygın etkiler şunlardır: etrafın dönmesi hissi, sersemlik hissi ve zihin bulanıklığı. Kişilerin %90'ında bulantı ve üçte birinde kusma meydana gelir. Bu nedenle birçok kişi karanlık ve sessiz bir oda arar. Diğer belirtiler şunlar olabilir: bulanık görme, burun tıkanıklığı, ishal, sık idrar çıkma, solgunluk veya terleme. Boyunda sertlik olabileceği gibi kafa derisinde terleme ya da hassaslık da meydana gelebilir. Yaşlılıkta, ilgili semptomlar daha az yaygındır. Migrenin etkileri, ana baş ağrısı geçtikten sonraki birkaç gün devam edebilir. Bu duruma postdrom denir. Birçok kişi migrenin olduğu bölgede ağrı hissi ve bazı kişiler de baş ağrısının geçmesinden sonraki birkaç gün düşünce bozukluğu olduğunu bildirmiştir. Hasta kendini yorgun ya da "akşamdan kalma" hissedebilir ve kafasında ağrı, kavrama güçlüğü, mide-bağırsaklarda bazı belirtiler, ruh hali değişiklikleri ve güçsüzlük yaşamış olabilir. Bir özete göre, "Bazı kişiler olağandışı bir şekilde yenilenmiş ya da öforik belirtirken bazıları depresyonda ve keyifsiz olduklarını bildirmiştir." Migrenin altında yatan nedenler bilinmemektedir. Ancak çevresel ve genetik faktörlerin karışımıyla ilişkili olduğu düşünülmektedir. Vakaların üçte ikisinde aile içinde migren vardır ve nadiren tek gen bozukluğuna bağlı olarak meydana gelir. Migren birkaç psikolojik durum ile ilişkilidir, örneğin: depresyon, kaygılanma ve bipolar bozukluk ve bunların yanı sıra pek çok biyolojik olay ya da tetikleyiciler. İkizlerle yapılan çalışmalar, migren baş ağrılarının meydana gelmesinde %34-51 oranında bir genetik etki olasılığına işaret etmektedir. Bu genetik ilişki, auralı migrenler için aurasız migrenlere göre daha güçlüdür. Birkaç özel gen varyantı, riski az ila orta miktarda artırır. Migrene yol açan tek gen bozukluğu nadiren görülür. Bunlardan biri ailesel hemiplejik migren olarak bilinir ve kalıtım yoluyla otozomal dominant tarzda gelen bir auralı migren türüdür. Bu bozukluklar, iyonların taşınmasında görevli proteinleri kodlayan gen varyantları ile ilişkilidir. Migrene neden olan bir başka genetik bozukluk CADASIL sendromu ya da subkortikal enfarktüs ve lökoensefalopati ile birlikte serebral otozomal dominant arteriopatidir. Migren tetikleyici faktörlerle başlayabilir ve bazı kişiler bu durumu vakaların çok azında ve diğerleri çoğunda görülen bir etki olarak bildirebilir. Tetikleyici faktör olarak birçok şey sınıflandırılmıştır, bununla birlikte bu ilişkilerin kuvveti ve anlamlılığı belirsizdir. Tetikleyici, semptomlar başlamadan önceki 24 saat içinde oluşabilir. Bildirilen yaygın tetikleyici faktörler stres, açlık ve yorgunluktur (gerilim tipi baş ağrılarında bu faktörlerin eşit şekilde payı vardır). Migrenin adet kanaması döneminde meydana gelmesi daha olasıdır. Menarş (ilk adet kanaması), oral kontraseptif kullanımı, gebelik, menopoz öncesi, sırası ve sonrası dönem ve menopoz gibi diğer hormonal etkiler de migrenin meydana gelmesinde rol oynar. Bu hormonal etkilerin aurasız migrende daha çok rol oynadığı görülmektedir. Migren normalde hamileliğin ikinci ve üçüncü trimester üçüncü dönemlerinde ya da menopozdan sonra meydana gelmez. Beslenmeye bağlı tetikleyici faktörlerin incelenmesiyle, bulguların subjektif değerlendirmeye dayandığı ve özel tetikleyici faktörlerin kanıtlamaya ya da yalanlamaya yetecek kadar kesin olmadığı bulunmuştur. Özel ajanlarla ilgili olarak, tiraminin migren üzerine etkisine dair bir bulgu olmadığı görülmüş ve monosodyum glutamatın (MSG) beslenmeye bağlı tetikleyici faktör olarak sık sık bildirilmiş olmasına rağmen bulgular bunu tutarlı bir şekilde desteklememektedir. Ev içi ve ev dışındaki olası tetikleyici faktörlerin incelenmesiyle genel bulguların yetersiz kalitede olduğu sonucuna ulaşılmakta, yine de migrenli kişilerin ev içindeki havanın kalitesi ve ışıklandırma ile ilgili bazı koruyucu önlemler alması tavsiye edilmektedir. Bir zamanlar üstün zekalı kimselerde daha yaygın olduğu düşünülse de bunun doğru olmadığı görülmektedir. Migrenin nörovasküler bir bozukluk olduğu düşünülmektedir. Çünkü migren mekanizmasının beyinde başladığını ve kan damarlarına yayıldığını destekleyen bulgular mevcuttur. Bazı araştırmacılar nöronal mekanizmanın daha büyük bir rol oynadığını, bazıları da kan damarlarının baş rolde olduğunu düşünmektedir. Başka araştırmacılar ise her ikisinin de benzer derecede önemli olduğunu düşünmektedir. Yüksek serotonin düzeylerinin (5-hidroksitriptamin olarak da bilinen bir nörotransmitter) de işin içinde olduğu düşünülmektedir. Kortikal yayılan depresyon veya yayılan Leão depresyonu, inaktif bir dönem sonrasında meydana gelen nöron aktivitesi patlamalarıdır ve auralı migreni olan kişilerde görülür. Neden ortaya çıktığına dair dair, kalsiyumun hücreye girmesine yol açan NMDA reseptör aktivasyonu dahil çeşitli açıklamalar mevcuttur. Aktivite patlamasından sonra, etkilenen alanda bulunan serebral kortekse doğru olan kan akışı iki ila altı saat boyunca azalır. Depolarizasyonun beynin alt tarafında doğru ilerlediğinde baş ve boyundaki ağrı
yı hisseden sinirlerin tetiklendiği düşünülmektedir. Migren esnasında meydana gelen baş ağrısının mekanizması tam olarak bilinmemektedir. Bazı bulgular santral sinir sistemi yapılarının (örneğin; beyin sapı ve diensefalon) başlıca rolü olduğunu desteklemekte , diğer veriler de periferik aktivasyonun rolünü desteklemektedir (örneğin; baş ve boyunda bulunan kan damarlarını çevreleyen duyusal sinirler yoluyla). Olası aday damarlar şunlardır: dural arterler, piyal arterler ve kafa derisi damarları gibi ekstrakraniyal arterler. Ekstrakraniyal arter vazodilatasyonunun rolünün özellikle önemli olduğu düşünülür. Migren tanısı belirti ve semptomlara dayanır. Diğer baş ağrısı nedenlerinin hariç bırakılması amacıyla, bazen Görüntüleme testi yapılır. Bu hastalığın bulunduğu çok sayıda kişiye tanı konmadığı düşünülmektedir. Uluslararası Baş Ağrısı Derneği'ne göre aurasız migren tanısı aşağıdaki "5, 4, 3, 2, 1 kriterlerine" göre konabilir: Bir hastada şunlardan ikisiyle karşılaşılırsa en muhtemel tanı migrendir: fotofobi, bulantı ya da bir gün boyunca çalışamama. Bir hastada şu beş durumdan dördü ile karşılaşılırsa migren olma olasılığı %92'dir: atımlı baş ağrısı, 4–72 saatlik süre, başın bir tarafında görülen ağrı, bulantı veya kişinin yaşamı ile etkileşen belirtiler. Bu belirtilerin üçünden daha azının görüldüğü kişilerde olasılık %17'dir. Migrenler ilk olarak 1988 yılında kapsamlı bir şekilde sınıflandırılmıştır. Uluslararası Baş Ağrısı Derneği en son 2014 yılında baş ağrısı sınıflandırmasını güncellemiştir. Bu sınıflandırmaya göre, diğerlerinin arasında, gerilim tipi baş ağrısı ve demet tipi baş ağrısı ile birlikte migrenler birinci derecedeki baş ağrılarıdır. Migren yedi alt sınıfa ayrılmıştır (bazılarının kendi içinde de alt bölümleri vardır): Abdominal migren tanısının konması tartışmalıdır. Bazı bulgular, baş ağrısının olmadığı bir durumda tekrarlayıcı karın ağrısı epizodlarının bir migren türü ya da en azından migren habercisi olabileceğine işaret etmektedir. Bu ağrı epizodları prodrom gibi migreni takip edebilir veya etmeyebilir ve normalde dakikalar ila saatler sürer. Çoğunlukla tipik kişisel ya da ailesel migren geçmişi olan kimselerde meydana gelir. Haberci olduğu düşünülen diğer sendromlar şunlardır: periyodik kusma sendromu ve benign paroksismal çocukluk vertigosu. Migren baş ağrısına benzer belirtilere yol açabilen diğer durumlar şunlardır: temporal arterit, demet tipi baş ağrısı, akut glokom, menenjit ve subaraknoid kanama. Temporal arterit normalde 50 yaş üstü kimselerde meydana gelir ve kendini şakaklarda hassasiyet ile gösterir, demet tipi baş ağrısı kendini tek taraflı burun tıkanıklığı, gözyaşı ve göz çukurlarının etrafında şiddetli ağrı ile gösterir, akut glokom görme problemleriyle, menenjit ateş ile ve subaraknoid kanama çok hızlı bir başlangıç ile ilişkilidir. Gerilim tipi baş ağrıları normalde başın her iki tarafında meydana gelir, atımlı değildir ve daha az engelleyicidir. Önleyici migren tedavileri şunlardır: ilaç tedavileri, besin takviyeleri, hayat tarzı değişiklikleri ve ameliyat. Haftada 2 günden fazla baş ağrısı olan, akut atakların tedavisinde kullanılan ilaçları tolere edemeyen ya da kolaylıkla kontrol altına alınamayan şiddetli atak görülen kişilere önleyici tedbirler uygulamaları tavsiye edilir. Burada hedef migrenin sıklığı, ıstırabı veya süresinin azaltılması ve başarısız olan tedavinin etkinliğinin artırılmasıdır. Önleyici tedbirler kullanmanın bir diğer sebebi aşırı ilaç kullanımına bağlı baş ağrısının önlenmesidir. Bu yaygın bir problemdir ve kronik günlük baş ağrısına yol açabilir. Önleyici migren ilaçlarının, migren ataklarının sıklığı ya da şiddetini en az %50 azaltmaları durumunda etkili olduğu düşünülür. Kılavuzlar; topiramat, divalproeks/sodyum valproat, propranolol ve metoprololün birinci basamak kullanımda en yüksek kanıt düzeyine sahip olarak değerlendirilmesi konusunda epey tutarlıdır. Bununla birlikte, gabapentinin etkisi ile ilgili tavsiyeler farklılık göstermektedir. Migrenin önlenmesinde ve migren atağının sıklığı ve şiddetinin azaltılmasında timolol da etkilidir, halbuki frovatriptan adet kanamasına bağlı migrenin önlenmesinde etkilidir. Amitriptilin ve venlafaksin de muhtemelen etkilidir. Kronik migreni olan kişilerde botoks uygulamasının faydalı olduğu bulunmuştur ancak bu uygulama epizodik kronik migreni olan kişiler için faydalı değildir. Migren tedavisinde akupunktur da etkilidir. "Gerçek" akupunkturun kullanılması taklit akupunkturdan daha etkili değildir, ancak hem "gerçek" hem de taklit akupunkturun rutin bakım uygulamasından daha etkili olduğu görülmektedir ve profilaktik amaçlı verilen ilaç tedavisine nazaran daha az istenmeyen etkiye sahiptir. Migren baş ağrılarını önlenmesinde kayropraktik manipülasyon, fizyoterapi, masaj ve gevşeme propranolol ya da topiramat kadar etkili olabilir; ancak, araştırma ile metodolojide bazı sorunlar görülmüştür. Bu ilk sonuçların doğrulanması amacıyla, daha iyi kalitede çalışmaların yapılması gerekse de magnezyum, koenzim Q(10), riboflavin, B(12) vitamini, ve koyungözü bitkisinin faydalarına dair deneysel bulgular mevcuttur. Alternatif ilaçlardan olan öksürük otu, kullanımıyla ilgili en iyi kanıta sahiptir. Migrenin önlenmesinde biyogeribildirim ve nörostimülatör gibi tıbbi cihazların, özellikle yaygın migren ilaçlarının kontrendike olduğu durumlarda ya da aşırı ilaç kullanımı durumunda bazı avantajları vardır. Biyogeribildirim, kişilerin bazı fizyolojik parametrelerin farkında olmasına yardımcı olur. Böylece, bu parametreler kontrol altına alınabilir, kişi gevşeyebilir ve migren tedavisinde etkisi olabilir. Nörostimülasyonda (sinirlerin uyarılması), zor tedavi edilen kronik migren tedavisi için, kalp piline benzeyen ve cilt altına yerleştirilebilen nörostimülatörler kullanılır ve şiddetli vakalarda cesaretlendirici sonuçlar elde edilebilir. Baş ve boyun çevresindeki bazı sinirlerin dekompresyonunu içeren migren cerrahisi, ilaçla düzelmeye sağlanamayan bazı kişiler için bir seçenek olabilir. Üç ana tedavi yaklaşımı mevcuttur: tetikleyiciden uzak durulması, akut belirtilerin kontrol altına alınması ve farmakolojik açıdan önleme. Erken atak döneminde kullanılmaları durumunda ilaçlar daha fazla etki gösterir. İlaçların sık kullanılması, baş ağrılarının daha da şiddetlendiği ve daha sık görüldüğü aşırı ilaç kullanımına bağlı baş ağrısına yol açar. Bu durum triptanlar, ergotaminler ve ağrı kesiciler, özellikle de narkotik analjezikler ile meydana gelir. Hafif ila orta şiddette belirtilere sahip kişiler için tavsiye edilen başlangıç tedavisi nonsteroidal antienflamatuvar ilaçlar (NSAİİ) gibi basit ağrı kesiciler ya da asetaminofen, asetilsalisilik asit ve kafein kombinasyonudur. Birkaç NSAİİ hakkında kullanımlarını destekleyecek bulgular mevcuttur. Kişilerin neredeyse yarısında ibuprofenin ağrıyı etkili bir şekilde giderdiği bulunmuştur. Diklofenakın da etkili olduğu ortaya konulmuştur. Aspirin orta şiddette-şiddetli migren ağrılarını giderebilir ve etkisi sumatriptan ile benzerdir. Ketorolak, piyasada damar içine uygulanan bir formülasyon şeklinde mevcuttur. Parasetamol (asetaminofen olarak da bilinir), tek başına ya da metoklopramid ile birlikte kullanılan diğer bir etkili tedavidir ve istenmeyen etki riski düşüktür. Asetaminofen ve metoklopramid hamileliğin üçüncü trimesterine kadar NSAİİ'ler gibi güvenli kabul edilmektedir. Sumatriptan gibi triptanlar, kişilerin neredeyse %75'inde hem ağrı hem de bulantı için etkilidir. Orta şiddette-şiddetli ağrısı olanlar ya da daha hafif belirtileri olan ve basit ağrı kesicilere yanıt vermeyen kişiler için ilk olarak tavsiye edilen tedavilerdir. Pazarda mevcut farklı ilaç şekilleri şunlardır: oral, enjektabl, burun spreyi ve ağızda çözünen tablet. Genel olarak, tüm triptanların eşit derecede etkili olduğu ve benzer yan etkilere sahip olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, kişiler bazılarına daha iyi yanıt verebilir. Cildin kızarması gibi çoğu yan etki hafiftir; ancak nadir miyokard iskemisi vakaları meydana gelmiştir. Bu nedenle bunlar kalp damar hastalığı olan kişilere tavsiye edilmez. Geçmişte baziler migrenli kişilere tavsiye edilmemelerine rağmen, bu popülasyonda bu uyarının verilmesini gerektirecek kadar, kullanımlarının zararlı etki oluşturduğuna dair spesifik bir bulgu mevcut değildir. Bağımlılık yapmazlar ancak ayda 10 günden fazla kullanılmaları durumunda aşırı ilaç kullanımına bağlı baş ağrısına neden olabilirler. Ergotamin ve dihidroergotamin migren için halen reçete edilen eski ilaçlardır, dihidroergotamin burun spreyi ve enjeksiyonluk çözelti şeklindedir. Bu iki ilaç triptanlarla eşit derecede etkili gibi görünmektedir, daha ucuzdur, ve normalde iyi huylu olan istenmeyen etkilere neden olurlar. Status migrenozus gibi kişiyi güçten düşüren durumlarda en etkili tedavi seçeneği gibi görünürler. İntravenöz metoklopramid ya da intranazal lidokain diğer potansiyel seçeneklerdir. Metoklopramid, acil servise getirilenler için önerilen tedavidir. Tek doz damar içi deksametazon bir migren nöbetinin standart tedavisine eklendiğinde, takip eden 72 saat içinde nükseden baş ağrısında %26 azalma sağlar Sürmekte olan bir migren baş ağrısını tedavide spinal manipülasyon, kanıtlarla desteklenmemektedir. Opioidler ve barbitüratların kullanılmaması tavsiye edilir. Migrenli insanlarda uzun süreli prognoz değişkenlik gösterir. Migrenli kişilerin çoğunun hastalıklarından dolayı verimden düştükleri dönemler olur, ancak, normalde durum oldukça tehlikesizdir ve ölüm riskinin artmasıyla ilişkilendirilmez. Hastalığın dört ana biçimi vardır: Belirtiler tamamen ortadan kaldırılabilir, belirtiler devam edebilir ama zamanla gitgide azalır, belirtiler aynı sıklıkta ve şiddette sürebilir, ya da nöbetler kötüye gidebilir ve sıklaşabilir. Auralı migrenler, iskemik inme için riski iki katına çıkararak bir risk faktörü olarak görülmektedir. Genç bir yetişkin olmak, kadın olmak, hormonal kontrasepsiyon kullanmak ve sigara içmek bu riski arttırır. Ayrıca, servikal arter diseksiyonuyla da bir
ilişkisi olduğu görülmektedir. Aurasız migren, bir faktör olarak görünmüyor. Kalp sorunlarıyla ilişkisi, arada ilişki olduğunu destekleyen yalnızca bir çalışma olması nedeniyle sonuca bağlanmamıştır. Ancak genel olarak migrenin, felç veya kalp hastalığından doğan ölüm riskini arttırdığı görülmemektedir. Auralı migreni olan kişilere uygulanan migren önleyici tedavi, bununla ilişkili felçleri engelleyebilir. Dünya genelinde, migren insanların %10’undan fazlasını etkilemektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde, erkeklerin %6’sı ve kadınların %18’i belirli bir yıl içinde migrene yakalanmaktadır; hastalığın hayat boyu sürme riski erkeklerde %18, kadınlarda ise %43. Avrupa’da, yetişkin erkeklerin %6-15’i ve yetişkin kadınların %14-35’i yılda en az bir kez migrenden muzdarip olmaktadır; yani toplamda insanların %12-28’i hayatlarının bir noktasında migrenden etkilenmektedir. Migren oranları, Asya ve Afrika’da, batı ülkelerine nazaran biraz daha düşüktür. Kronik migren, nüfusun yaklaşık olarak %1,4’ünden %2,2’sine kadar görülür. Bu rakamsal veriler, yaşa göre büyük ölçüde değişir: migren, en yaygın olarak 15 ile 24 yaş arasında başlar, en sık 35 yaş ile 45 yaşlarında görülür. Çocuklarda, 7  yaşındakilerin %1,7’sinde ve 7 ila 15  yaş arasındakilerin %3,9’unda migren görülür, ergenlik döneminden önce erkek çocuklarda biraz daha fazla yaygındır. Ergenlik çağında, migren kadınlar arasında daha yaygın hale gelir ve hayat boyu devam eder; yaşlı kadınlarda yaşlı erkeklere nazaran iki kat daha yaygındır. Kadınlarda aurasız migren, auralı migrenden daha yaygındır; ancak erkeklerde her iki tip de benzer sıklıkta görülür. Perimenopoz sırasında, şiddeti azalmadan önce belirtileri sıklıkla daha kötüye gider. Belirtiler, yaşlıların üçte ikisinde ortadan kalkarken, %3 ila %10 arasında devam eder. Migren ile ilgili ilk açıklama, milâttan önce 1200  civarında antik Mısır’da yazılmış Ebers Tıp Papirüsü'nde yer alır. İsa’dan önce 200 yılında, Hipokrat tıp okulundaki yazılar, görsel auranın baş ağrısından önce geldiği ve kusma yoluyla kısmi rahatlama sağlandığını tanımlamıştır. Aretaeus tarafından yapılan bir ikinci yüzyıl tanımı, baş ağrılarını iki türe ayırır: baş ağrısı, sefali ve heterokroni. Bergamalı Galen, hemikrani (yarım baş) terimini kullanmış ve migren kelimesi buradan türemiştir. Galen ayrıca ağrının beyin omurilik zarları ve kafadaki kan damarların nedeniyle ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Migren ilk olarak, 1887 yılında, Fransız bir kütüphaneci olan Louis Hyacinthe Thomas tarafından, şimdi de kullanılan iki türe ayrılmıştır – auralı migren ("migraine ophthalmique") ve aurasız migren ("migraine vulgaire"). Trepanasyon, kafatası içinde kasıtlı delik açma, milâttan önce 7,000  yılında uygulanmıştır. Bu işlemin uygulandığı bazı kişiler yaşasa da pek çoğu enfeksiyon nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Bu işlemin “kötü ruhların kaçmasına izin vererek” işe yaradığına inanılırdı. William Harvey 17. yüzyılda, trepanasyonun bir migren tedavi yöntemi olarak kullanılmasını önermiştir. Migren için birçok tedavi denenmiş olsa da ancak 1868’de, kullanılan bir maddenin etkili olduğu ortaya çıkmıştır. Bu madde, 1918’de içinden ergotamin izole edilen fungus ergo idi. Methysergide 1959 yılında ve ilk triptan olan sumatriptan 1988 yılında geliştirildi. 20. Yüzyılda yapılan daha iyi çalışmalarla etkili önleyici tedbirler bulundu ve onaylandı. Migren, önemli derecede hem tıbbi masraflara hem de verimlilik kaybına neden olmaktadır. Yılda 27 milyar Euro’dan fazla maliyetiyle, Avrupa Topluluğundaki en masraflı nörolojik bozukluk olduğu tahmin edilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde, doğrudan masrafların 17  milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir. Bu maliyetin yaklaşık onda biri triptan maliyetidir. Dolaylı masraflar yaklaşık 15 milyar dolar tutmakta ve bunun en büyük kısmını işgücü kaybı oluşturmaktadır. Migren ağrısı ile çalışmaya devam edenlerde ise yaklaşık üçte bir oranında iş verimliliği azalmaktadır. Ayrıca, kişinin ailesi için de olumsuz etkileri sık sık görülür. Kalsitonin gen ilişkili peptidlerin (CGRP) migrenle ilişkili ağrıların patojenezinde rol oynadığı ortaya çıkmıştır. Olcegepant ve telcagepant gibi CGRP reseptör anatgonistleri, migren tedavisi için hem "in vitro" hem de klinik çalışmalarda araştırılmıştır. 2011 yılında Merck, araştırma aşamasındaki ilaçları telcagepant ile ilgili III. aşama klinik denemeleri durdurmuştur. Transkranial manyetik stimülasyon tedavisi umut vadeden tedavilerdendir. Oktan (anlam ayrımı) Oktan aşağıdaki anlamlara gelebilir: Gün Olur Asra Bedel Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Aytmatov'un bir romanıdır. Roman, geleneklerini korumaya çalışan insanları anlatır. Komünizm sırasında yaşanan anılar, insanların kutsal saydığı şeylerin yok sayılması, aşkın sorgulanması romanın değindiği konulardır. Komünizm materyalist düşünce yapısı ile hayata bakmış, cenneti dünyaya getirmeye çalışmıştır. Elbette bunun içinde cennet var olsun ya da olmasın insanlara yaşadıkları cehennemi değiştirmenin kendi ellerinde olduğunu anlatma çabası içinde olmuştur. Kitaba kısaca mankurtlaşma ile geleneklerini koruma arasındaki insanların hikâyesi de denebilir. "Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi..." "Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı Özek uzar giderdi." "Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı." "Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider, gelirdi..." "Gün Olur Asra Bedel", diğer adıyla "Gün Uzar Yüzyıl Olur" esas itibarıyla Sovyetler Birliği döneminde yaşanan sosyal ve kültürel sorunların bir öz eleştirisidir. Aytmatov, romanında, geçmişin efsaneleriyle geleceğin bilim kurgusunu harmanladığı çok özel bir teknik uygulamıştır. Çağdaş romancılığın başyapıtlarından biri olan Gün Olur Asra Bedel, aslında yalın bir kurguya dayalıdır. Uçsuz bucaksız bozkırların kuş uçmaz kervan geçmez köşelerinin birinde, trenlerin geçtiği küçük bir aktarma istasyonunda görevli iki arkadaştır, Yedigey ve Kazgangap. Aytmatov romanında, sıradan bir yaşamdan, ulusal ve toplumsal sorunlara gönderme yapar.Yer, Sarı Özek bozkırıdır...Kırgızistan'ın uçsuz bucaksız bozkırlarının birinde Sarı Özek'teki basit ve tekdüze bir yaşamın; demiryolcu Yedigey'in, İkinci Dünya Savaşı'ndan beri arkadaşı ve en yakın dostu Kazangap'ı, vasiyeti üzerine, atalarından miras kaldığına inandığı ve kutsal bildiği Sarı Özek bölgesinde bir mezarlığa gömmek istemesinin ve bu süreçte yaşadığı çelişkilerin öyküsüdür. Çevre ve kişiler, bize pek yabancı olmayan, Orta Anadolu bozkırlarının ve halkının adeta bir kopyasıdır. Aytmatov'un yapıtlarında başlangıç, aynı zamanda bitiştir. Başlayan her şey biter, biten her şey de yeni bir başlangıçtır. Zamanın erdiği bozkırlarda, gün, yüzyıl kadar uzun; geçen yüzyıllar ise bugün kadar yakındır aslında. Aytmatov tren raylarının sonsuzluğa uzayıp giden kıvrımları arasında yiyecek arayan bir tilkinin yaşadıklarını adeta empatik yaklaşımla yaşatır bizlere. Kazgangap, sağlığında, Kırgız efsanelerinin birinde adı geçen Nayman Ana Türbesi'nin yer aldığı Ana Beyit bölgesine gömülmek istediğini söylemiştir. Her şey, bir devenin sırtında Ana Beyit mezarlığına yol alan cenaze konvoyunun en önünde giden Yedigey'in bilincinde oluşur ve gelişir. Sarı Özek'teki istasyondan kutsal mezarlığa giden cenaze konvoyunun başını çeken Yedigey, can dostu Kazgangap'la yaşadıklarını, bu kısa yolculuk sırasında geri dönüşlerle bilinç üstüne çıkarır. Romanın ilerleyen sayfalarında, anlatılanların, bu yolculuk boyunca tahayyül edilenlerin ürünü olduğu ortaya çıkar. Yedigey, koca ömrü, bir güne hatta saatlere sığdırır; geçmişin, şu anın ve geleceğin aynı şey olduğunu, deve sırtındaki bilinç akışlarında yaşar ve yaşatır. Gün Olur Yüzyıl Olur, dönemin yönetim anlayışına, Stalin diktatörlüğüne eleştirel bir bakış getirir. Bu eleştirel bakış, devlet kademelerinde görev yapan kişilere olumsuz karakterler çizilmesiyle kendisini gösterir. Roman kahramanlarında Sabitcan, bozkırın karşısında şehri, sıradan Kırgızın karşısında ise yönetime yakın, toplumsal yabancılaşmaya örneği temsil eder. Aytmatov'un yapıtlarında olumsuz kişilerin şahsında, sistemin yozlaşmış uygulamaları, üstü kapalı da olsa acımasızca eleştilir. Yedigey, can dostu Kazgangap'ın naaşını vefa borcunu ödemek üzere küçük bir cenaze konvoyuyla Ana Beyit'e götürmektedir. Ancak, destan kahramanı Nayman Ana'nın mezarının bulunduğu Ana Beyit'te, Sovyet yönetimince bir uzay üssü kurulmuştur.Yedigey,aynı zamanda yaşadığı yasak aşkı yani Zarifeyi hatırlar.Zarife ve kocası Abutalip ıssız Sarı Özek bozkırına sürgün edilmişlerdir.Sebebi ise Abutalip´ín savaş sırasında esir düşmesidir.Bir bakımdan hain görülüyor.Abutalip eski hatıralarını yazıp tutuklandığı için cezaevindeyken ölür.Kısa süre sonra Zarife´de Yedigeyden şüphelendiği ve Abutalip´in acısına dayanamadığı için Sarı Özek´i terkeder. Sonradan Yedigey Zarife´nin evlendiğini öğrenir. Cengiz Aytmatov, romanında "mankurt" kavramını bir sosyoloji terimi yapacak derecede çarpıcı sosyolojik saptama yapar. Mankurt, Aytmatov'dan sonra, geçmişini unutmuş, bedeniyle ve ruhuyla karşı tarafın buyruğu altına girmiş, yeni efendisine yaranmak için kendi değerlerine, ailesine ihanet edenlerin ortak adıdır. Nayman Ana, mankurt olan oğlunu kurtarmaya çalışan, umut ve korku dolu bir yürekle çalkalanan bir Kırgız anasıdır. Onun mücadelesi, trajediyle bitse de, sonraki yüzyıllarda yaşanacaklara âdeta geçmiş çağlardan, ötelerden bir uyarıdır. Kırgız ananın trajedisi, bulduğu sandığı bir anda, oğlunun okuyla öldürülmesiyle, efsaneden modern topluma bir projeksiyon tutar. Tarihsel mankurtlaşma, aslında, modern zamanlarda yaşanan mankurtlaşmanın iz düşümüdür âde Gün Uzar Yüzyıl Olur'da geçmiş ile şu an, gerçekler ile destanlar iç içedir. Juan Juanlar, Sarı Özek bozkırında yaşayan Naymanların topraklarını istilâ eder. Tutsak aldıkları Nayman gençlerinin kafalarına yaş deve derisinden
bir başlık geçirirler. Güneş altında kurumaya ve daralmaya başlayan deri, esirlere korkunç acılar verir.Ayrıca çıkan saçlar deve derisine giremediğinden dönüp kurbanın kendi kafa derisine girer böylece tutsaklar hafızalarını kaybeder. Tutsaklar bu işkencenin sonunda ya ölürler ya da mankurtlaşırlar yani belleklerini ve bilinçlerini yitirirler. Juan Juanlar, tutsakların anılarını belleklerinden silmekle, insanlığın bilincini yok etmekle insanlık onurunu ayaklar altına almayı başarmış (?) bir topluluktur. Mankurtlaşan tutsak artık efendisinden başkasını tanımaz. Ne anasını, ne babasını, ne de bir başka şeyi hatırlar. Ağzı var, dili yoktur artık; isyanı ve itaatsizliği hiç düşünmeyen tek varlıktır yeryüzünde., Yedigey'in Kazgangap'ı gömmek istediği yer, Nayman Ana'nın mezarı artık uzay üssüdür. Romanda yerleşik sistemin değerlerini simgeleyen Kazgangap'ın oğlu Sabitcan ise babasının cenazesine dahi zorla gelmiştir; herhangi bir sorun çıkmadan bir an önce törenin bitmesini ve şehre dönmeyi istemektedir. Üsse yaklaşan cenaze konvoyunu durduran nöbetçiler, buranın askerî bölge olduğunu söyleyerek cenaze konvoyunun Ana Beyit'e girmesine izin vermek istemezler. Tartışma sürerken Nöbetçi subay gelir. Nöbetçi subay Kırgız kökenli bir delikanlıdır. Kendi halkından bir muhatapla karşılaşan Yedigey sorunu çözeceği inancıyla konuyu açıklamaya başlar. Nöbetçi subayın cevabı çok kısa ve çarpıcıdır: "Yoldaş, Rusça konuş" . Yedigey afallayarak niçin Kırgızca konuşmadığını sorar. Kırgız subay görevde olduğunu, görevde iken Kırgızca konuşamayacağı cevabını verir. Konvoy çaresizlik içinde, kutsal topraklardan uzaklaşır. Yedigey başka bir yerde cenazeyi yaparak gömer; ancak Kırgız geleneklerini, tam olarak bilmeden ve uygulayamadan gömmek onu çok rahatsız etmiştir. Aytmatov, baskıcı bir rejimin yerel ve ulusal değerleri silmeye çalıştığı bir zamanda alegrofik imgelerle ulusal kimliğini örten perdeyi aralamayı bilmiş, toplumsal sorunları ve bu sorunların derin yapılarını zamanın gündemine taşıma olanağını yaratmış ve romanlarıyla insanlığın hizmetine sunmuştur. Romanda geçen Orman-Göğüslü gezegeni aslen Aytmatov'un zihninde yaratmak istediği coğrafya ve bu coğrafyada yaratmak istediği insanların izdüşümüdür. Yıllarca Rus mahkûmiyeti altında yaşayan Kazaklar'ın aslında layık olduğu coğrafya, Orman-Göğüslü gezegeni tadında bir coğrafyadır. Elbette bu coğrafya herhangi birisi tarafından Kazaklara sunulacak değildir. Bu gezegen tadında bir coğrafya için çabalamak gayret sarfetmek gereklidir. bazen kazanmak için kaybetmek gerekir... Cevdet Bey ve Oğulları Cevdet Bey ve Oğulları, yazar Orhan Pamuk'un ilk romanıdır. Yazar, romanını Karanlık ve Işık adıyla kaleme almış ve bu eser ile layık görüldüğü 1979 Milliyet Roman Ödülü'nü Issızlığın Ortasında adlı romanın yazarı Mehmet Eroğlu ile paylaşmıştır. Ödül de kazanmış olmasına rağmen roman ancak 1982 yılında Cevdet Bey ve Oğulları adı ile kitaplaşabilmiştir. Yayımlandıktan sonra yazara 1983 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı getiren eser, bu ikinci ödülden sonra edebiyat dünyasının ilgisini çekti. Nişantaşılı bir ailenin üç kuşak hikâyesini anlatır. Aynı zamanda ev içlerinin renklerini, zamanın akışını, günlük sıradan konuşmaları, akılda kalan kahramanlar aracılığıyla saptarken, okura geleneksel romandan alınacak hazların dikkat ve sevgiyle anlatıldığı bu panoramik roman Orhan Pamuk'a hak ettiği ünü getiren olgun bir ilk kitaptır. İkinci kısım, 30 yıl sonrayı gösterir. Artık Abdülhamit ve meşrutiyet kavgası geride kalmış ve cumhuriyet ilan edilmiştir. Cevdet Bey, işlerini büyütmüş, Nişantaşı’nda bir konak almıştır. Karısı, eski bir paşa kızı olan Nigân hanım ile iki oğulları, bir kızları ve iki gelinleri vardır. Oğullarından büyük olanı burjuvazinin bir kopyası gibidir, karısıyla. Osman, babasının işini devralmak, büyütmek istemektedir. Küçük oğul, Refik, ise dengeli ve neşeli gözükür. Arkadaşları, Ömer ve Muhittin ile sürekli tartışırlar, konuşurlar. Ömer, tutkulu ve hırslıdır; zengin olmak, fatih olmak ister; Muhittin ise şair, iyi bir şair olmak ister ama pek başarılı olacak gibi değildir. Zamanla Refik hayatındaki dengesini kaybeder, hayatına anlam katmak için inkılâpçılığa sarılır, köy kurtuluşu için bir proje hazırlar. Ömer, doğuda demiryolu yapımına katılır; zenginleşir ancak İstanbul’dan uzaklaşır. Muhittin ise Türkçülere katılır. Cevdet Bey’in vefatının ardından zaten Perihan ve Refik, Cihangir’de bir apartman dairesine taşınır. Son kısımda artık 1970 yılındayızdır ve Nişantaşı’ndaki konak yerine bir apartman yapılmıştır. Refik Bey kanserden ölmüştür ve oğlu Ahmet ise bir ressamdır. Sol görüşlü olan Ahmet, babasını pek tanımaz ve beğenmez. Nigan hanım’ın ölümü ile de roman biter. Roman aslında Türkiye’nin modernleşme sürecini burjuva bir ailenin gözünden anlatmaktadır. Cevdet bey ve ailesi ile Ömer, Muhittin, Muhtar bey hep Türk modernleşmesinin farklı karakterleridir. Bir türlü benzenemeyen Avrupa ile uğraş onları çeşitli hayal kırıklıkları ile başka yollara atar. Roman, birçok eleştiri, makale ve akademik çalışmaya konu olmuştur. Birçok romancıda olduğu üzere, Pamuk da ilk eserinde kendi hayatından paralellikler kurar. Romandaki ikinci kuşak olan Refik'in Pamuk'un babasıyla, üçüncü kuşak olan Ahmet'in yazarla benzeştiği noktalar bulunur. Örneğin Ahmet'in ressam olması, Pamuk'un da gençliğinde uzun süre ressamlık ve yazarlık arasında karar verememesiyle ilişkilendirilmektedir. Fatma Akerson'un bir makalesinde, romandaki müslüman bir kişinin tüccar olma sorunsalının romandaki işlenme biçimi üzerinde durur. Osmanlı'da müslümanların ticaretle fazla ilgilenmemeleri hakkında üç temel sav bulunur. Bunlardan ilki İslam dininin ticareti hor gördüğü iddiasıdır. Bizzat İslam Peygamberinin tüccar olması bu iddianın zayıf noktasıdır. İkinci sav, Avrupa ülkelerinin ticaret yaparken daha kolay anlaşabildiği gayrimüslimleri tercih ve teşvik etmesidir, ki bu etmen daha çok katalizör olarak değerlendirilebilir. Pamuk ise romanında diğer savın doğruluğunu işlemiştir. Bu sava göre, Tanzimat'ın 1839'da ilan edilmesiyle hızlanan ve modern biçim alan bir bürokrasi oluşmuştur ve müslüman nüfusa daha cazip iş olanakları oluşmuştur. Ticaret ise 'devlet katı'na göre ikinci sınıf bir statü olarak görülmüştür. Romanın 'Müslüman ve Tüccar' ve 'Bir Paşa Konağı' bölümlerinde işlendiği üzere, Paşa'nın Cevdet Bey'i sorgulayıcı ve ikinci sınıf görüşünün yanında, bizzat Cevdet Bey de kardeşinin arkadaşı olan doktorla karşılaştığında, geçmişi hatırlarken 'mecburen' ticarete atıldığını vurgular. Yoksa tercih edilecek olanın, toplumda daha saygın olan ve kabul görenin ticaret olmadığını düşünmektedir. Fethi Naci ise eleştiri yazısında Türkiye aydınının Doğu ve Batı arasında sıkışmışlığını incelemiştir. Romanda üçüncü kuşak olan Ahmet'in babasının Sartre ile tanışmış olduğu bilgisinden bir diyalog hayal eder. Bu diyalogun sonundaki "Aydınlık Türkiye'ye nasıl gelir?" sorusu karşısında Sartre şöyle bir tavsiyede bulunur: "Mösyö, sizin yerinizde ben olsaydım, bir az gelişmiş ülke aydını olarak burada sütlü kahve içmez, ülkemde öğretmenlik yapardım." I. Hattuşili I. Hattuşili (Hattušili) Hitit devletinin Eski Krallık dönemindeki başarılı krallarından biridir. Yaklaşık olarak MÖ 1650-1620 yıllarında hüküm sürdüğü düşünülmektedir. Hattuşa şehri I. Hattuşili tarafından Hitit başkenti haline getirilmiştir. Hitit sarayına kuzey Suriye şehirlerinden katipler getirterek Hititlerde yazılı arşivler oluşturulması geleneği de I. Hattuşili ile başlar. I. Hattuşili ile ilgili bilgiler Boğazköy'de bulunmuş çeşitli yazılı tabletlerden bilinmektedir. I. Hattuşili'nin yıllıkları olarak bilinen doküman Hattuşili'nin en az 5 yıllık bir dönemini kapsar. Ayrıca Hattuşili Bildirisi olarak bilinen dokümanda da Hattuşili'nin ölüm döşeğindeyken yerine torunu Murşili'yi kral olarak ataması ve Hitit meclisine verdiği öğütler anlatılmıştır. Bir dokümanda Hattuşili kendisini ""Büyük Kral, Tabarna, Hatti kralı, Kussarlı adam, ... Tavananna'nın erkek kardeşinin oğlu"" şeklinde tanıtır. Buradan Hattuşili'nin soyunun tıpkı beylikler dönemindeki krallar Pithana ve Anitta gibi Kussara şehrinden geldiği anlaşılır. Bahsedilen Tavananna eğer bir önceki kral Labarna'nın kraliçesi olarak bilinen Tavananna ise, Hattuşili tahta kraliçe'nin yeğeni olarak geçmiştir. Normalde krallığın babadan oğula geçiyor olması Hattuşili'nin tahta çıkışının problemli olduğu şeklinde yorumlanabilir. Hititli katip tarafından "Hattuşili'nin yiğit faaliyetleri" şeklinde etiketlenmiş olan yıllıklarında beş yıl boyunca yaptığı seferler özetle şöyledir: 1. yıl: Sanahuitta şehrine sefer yapmış ama şehri yık(a)mamış, daha sonra kuzeydeki Zalpa şehrini ele geçirerek pek çok ganimet getirmiştir. 2. yıl: Alalah, Varsuva (veya Ursu), Ikakali ve Tashiniya şehirlerini ele geçirerek yıkmış, ve sarayını ganimetle doldurmuştur. 3. yıl: Önce Batı Anadolu'daki Arzava topraklarına sefer yapmış, ancak arkasından Hurrilerin doğudan saldırısı üzerine Hatti topraklarında isyanlar başlayınca geri dönerek önce Nenassa, ardından Ulma (veya Ullama) ve Salliahsuwa ülkelerini yendikten sonra Hattuşa'ya dönmüştür. 4. yıl: Altı aylık bir kuşatmadan sonra Sanahuitta şehrini ele geçirmiş, daha sonra da Appaya, Taksanaya, Parmanna, Alha şehirlerini yenmiştir. 5. yıl: Zaruna ülkesini yenip yıktıktan sonra, Halep ile ittifak yapan Hassuwa'nın ordularını yenmiş, ve Fırat nehrini geçerek Hassuwa ülkesini yağmalamıştır. Hassuwa ülkesinde çeşitli diğer şehirleri de ele geçirdiğini ve arasında 2 araba dolusu gümüşün de bulunduğu ganimetler ele geçirdiğini, başka şehirlerin de hediyeler gönderdiğini belirtmiştir. Hattuşili burada kendisini 3.ncü bin yılda Mezopotamya'da yaşamış ve sonraki devirlerde efsanevi bir üne kavuşan kral Sargon'a benzetir. Fırat nehrini onun gibi geçtiğini ama Sargon'un bir şey yap(a)madığı Hahha şehrini kendisinin yendiğini söylemiştir. I. Hattuşili'nin kuzey Suriye'deki seferlerinde bazı şehir devletleriyle ittifaklar yaparak diğerlerina karşı savaştığı, Tikunani şehri kralı
Tunip-Teşup ile yaptığı bir antlaşma metininden anlaşılmaktadır. Halep ve Alalah şehirlerini ele geçirerek o dönemin güçlü bir krallığı olan Yamhad ülkesini yıkmıştır. Suriye seferleriyle bu bölgedeki şehirlerden Akatça bilen katipleri Hattuşa'ya getirtmiş ve Anadolu'da Asur kolonileri döneminde geçici bir süre kullanılan yazı kültürünün tekrar başlamasını sağlamıştır. Başkentini yıllıklarda bahsedilen yıllardan daha önce Hattuşa'ya taşımış olmalıdır. Daha önceki merkez büyük ihtimalle Kussara şehridir. Hattuşili ismi 'Hattuşalı', 'Hattuşa şehrinden' manasına gelir. Dolayısıyla kral kendi ismini Hattuşili olarak Hattuşa şehrini aldıktan sonra değiştirmiş olmalıdır. Kimi dokümanlarda kendinden sadece Labarna (veya Tabarna) diye bahsediyor olması orijinal isminin selefi gibi Labarna olabileceği şeklinde yorumlanmıştır. I. Hattuşili'nin eşi Kraliçe Kaddusi'dir. Hattuşili, hükümdarlığı sırasında önce oğlu Huzziya'yı daha sonra kızkardeşinin oğlu "genç" Labarna'yı veliaht olarak ilan etmiş ancak oğullarının ve kızlarının sadakatsizlikleri ve tahtı erkenden ele geçirmek için ayaklanmaları sebebiyle bunları azlederek, torunu Murşili'yi tahta aday göstermiştir. Murşili'ye şöyle nasihat verir: ""Bugüne kadar ailemden kimse benim isteklerimi kabul etmedi. Ama sen, Murşili, şimdi benim oğlumsun, ve sen kabul etmelisin. Babanın sözünü dinle. Babanın sözünü dinlediğin sürece, ekmeği yemeye suyu içmeye devam edeceksin. ... Ben sana sözlerimi aktardım. Sözlerim ve bilgeliğim kalbine iyice yerleşsin diye bu tableti sana her ay okusunlar. Tebaamın ve soylularımın üzerinde adaletle hüküm sür."" Hattuşili henüz yaşı küçük olan Murşili'yi Panku'ya (Hitit ileri gelenlerinden oluşan meclis) emanet ederek onu korumalarını ve üç yıl sonra seferlere çıkarmaya başlamalarını söyler. Hattuşili büyük ihtimalle bu dokümanın yazılmasından kısa bir süre ölmüştür. Hattuşili'nin isteği doğrultusunda I. Murşili Hitit kralı olur. *I. Hattuşili'nin hükümdarlığı I. Hantili I. Hantili yaklaşık olarak MÖ 1590-1560 yıllarında hüküm sürmüş Hitit kralıdır. I. Hantili'nin tahta halefi I. Murşili'yi devirerek çıktığı bilinmektedir. Hükümdarlığı ile ilgili en önemli kaynak Telipinu Fermanı olarak bilinen dokümandır. Bu dokümanda tahta çıkışı ile ilgi şöyle denmektedir: ""Hantili Murşili'nin yanında bir sâkiydi. Murşili'nin kızkardeşi Harapsili'yi eş olarak aldı. Zidanta" [...] "Hantili'nin kızı" [...] "ile evlendi ve Hantili ile iş birliği yapıp çok kötü bir günah işlediler. Murşili'yi öldürdüler, kan döktüler."" Hitit tahtını kan akıtarak ele geçirmesine rağmen Hantili'nin ilk dönemlerinde ülkede çok büyük bir sıkıntı olmadığı anlaşılmaktadır. Kısmen hasarlı olan yazılarda hepsi kuzey Suriye'de bulunan Astata, Sukziya, Hurpana, ve Karkamış şehirlerinin ismi geçmektedir ki bu da Hititlerin bu bölge üzerinde I. Hattuşili ve I. Murşili zamanında başlayan ilgilerinin halen devam ettiğini göstermektedir. Ayrıca I. Murşili ile çarpışmış olan Hurriler'in Hantili'ye karşı da düşmanlıkları devam etmektedir. Gene kısmen korunmuş olan paragraflarda önce Tegarama şehrindeyken Hantili'yi tanrıların Murşili'nin intikamını alacağına dair bir korku sardığı, daha sonra ise Sukziya şehrindeyken eşi kraliçe Harapsili'nin hastalandığı belirtilmiştir. Harapsili burada bazı çocuklarıyla birlikte ölmüş olabilir. Yeni Hitit dönemine ait dokümanlarda Hattuşa'nın kuzeyindeki şehirler Nerik ve Tiliura'nın Hantili zamanında Kaşkalar tarafından alındığından bahsedilir ancak ismi geçen kişinin II. Hantili olma ihtimali daha yüksektir. Hantili yaşlanana kadar tahtta kalmıştır. Ancak ölümüne yakın bir zamanda büyük bir ihtimalle taht varisi olan oğlu Piseni de Hantili'nin eski suç ortağı ve damadı Zidanta tarafından öldürülür: ""Hantili yaşlandığı zaman ve neredeyse tanrı olmak üzereyken Zidanta, Hantili'nin oğlu Piseni'yi ve oğullarını öldürdü, ve belli başlı adamlarını da öldürdü."" Böylece taht varisini öldürerek Hantili'nin ardından I. Zidanta tahta çıkmıştır. Naoko Takeuçi Naoko Takeuchi, Kenji ve İkuko Takeuchi'den doğmuştur. Shingo adında bir erkek kardeşi vardır. Aile üyelerinin isimlerini "Sailor Moon" 'un mangasında kullanmıştır ve bundan röportajlarında ve birkaç çizgi romanda bahsetmiştir. Kofu İçi Lisesi'ne girdi. Denizci kıyafeti tarzındaki Japon okul üniformalarından giyen Takeuchi astronomy ve manga kulüplerine katıldı. Bu deneyimlerinin etkileri sonradan, "Sailor Moon" 'da olduğu kadar "Love Call" ve "Rain Kiss" adlı manga çalışmalarında da ağır bir şekilde görülür. Bu yaşlarda manga sanatçısı olmak istiyordu, fakat babası Kenji, yapamadığı takdirde başka bir meslek bulması gerektiğini söyledi. Bu aşamada, kimya okumak için koleje gitti. Takeuchi, Kyoritsu University of Pharmacy'den eczacı olarak dereceyle mezun oldu. Bitirme tezini "Ultrasonun Yol Açtığı Trombolitik Hareketlerin Artan Etkileri" üzerine vermiştir. Aralarında 2. Nakayoshi Çizgi Roman Ödülü'nün (1985) ("Yume ja Nai no Ne" için) de yer aldığı çeşitli ödüller kazandı. " Çıkışından itibaren Naoko Takeuchi'nin küçük veya büyük tüm çalışmalarının listesi: AAL AAL aşağıdaki anlamlara gelebilir: Pentium 4 Pentium 4, Intel firmasının 2000 yılının kasım ayında çıkardığı bir işlemci ailesidir. 2008 yılının Ağustos ayına kadar üretimi devam etmiştir. NetBurst mikromimarisine sahiptir. NetBurst mikromimarisinin önemli bir özelliği ise P6 mikromimarisinden sonra tasarlanmış ilk mikromimari olmasıdır. Çok yüksek saat sıklığına ulaşabilmek için derin bir boruhattına sahiptir. 2004 yılında 32 bitlik olan buyruk kümesi 64 bitlik hale dönüştürülmüştür. Intel işlemcilerin günümüzde de kullandığı ve başarım artışı sağlayan Hyper-threading teknolojisi de Pentium 4 ile birlikte geliştirilmiştir. Rakibi AMD Athlon ve öncülü Pentium III e göre yüksek saat hızları için düşünüldüğünden, oldukça uzun bir veriyolu hattına sahiptir. Bu sayı ilk versiyonlar Williamette ve Northwood'larda 20 iken sonra çıkan versiyonlarda 32 kademeye arttırılmıştır. Bu işlemcinin oldukca yüksek saat hızlarına çıkmasını sağlamış fakat işlemcinin saat frekansı başına düşen verimini azaltmıştır. Rakibi Athlon ise oldukça kısa bir pipeline sahibidir. Bu işlemciler boylece daha düşük saat frekansı ile Pentium 4'lerden daha yüksek performans gösterebilmişlerdir. Bu işlemci ailesi oldukça küçük birincil (L1) cache'leri ve oldukça büyük ikincil(L2) cache'lere sahiptir. L1 cache'ler sonraki versiyonlarda 32 kb'a kadar çıkmıştır. L2 cache ise ilk versiyonda 256 kb iken diğer revizyonlarda sırasıyla 512, 1024 ve 2048 kb'lara kadar çıkartılmıştır. Yüksek güç tüketimi dolayısıyla 4 Ghz bariyeri 3 Ghz'e ulaşılan 2002 yılından beri geçilememiştir. Pentium 4'ten sonra piyasaya sürülmesi planlanan Tejas güç sorununun bir türlü halledilememesi sebebiyle piyasaya çıkamamıştır ve Intel için büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştur. Tek bir çekirdeğe sahip işlemcilerin saat sıklığını arttırarak başarım arttırımı metodunun daha fazla çalışmayacağını fark eden Intel, Pentium 4 ve Tejas'dan aldığı derslerle çift çekirdekli mikromimarisi olan Core üzerine çalışmalarını yoğunlaştırmış; tek ve çok güçlü bir çekirdeğe sahip bir işlemci yerine birden çok daha zayıf çekirdeklerden oluşan işlemci tasarımlarıyla piyasada varolmaya devam etmiştir. Bir işlemcide saat sıklığını belirleyen en önemli unsurlar işlemcideki boru hattının derinliği ve işlemci üretiminde kullanılan üretim teknolojisidir. NetBurst, daha önceki İntel işlemcilerle karşılaştırıldığında, eğer üretim teknolojileri aynı olsaydı bile yaklaşık 2.5 kat daha hızlı bir işlemci saatini kullanabilecek boru hattı derinliğine sahiptir. Bir dallanma buyruğu yanlış tahmin edildiği zaman bu buyruğa bağımlı bir buyruk, NetBurst'den önceki P6 mikromimarisinde 10 farklı boru hattı aşamasından geçerek boru hattından ayrılırken NetBurst'de bu sayı yirmidir. Manchester Okulu Manchester Okulu, serbest ticareti vurgulayan klasik iktisadi düşünce okullarından birisidir. Laissez Faire politikasını, serbest girişimi ve rekabeti ekonomik refah ve büyümenin en iyi yolu olarak kabul etmişler, korumacılığa, kamu yardımlarına, zorunlu eğitim ve benzeri önlemlere karşı çıkmışlar, tahıl ithali üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını savunmuşlardır.İngiltere'dedir. Panzerkampfwagen IV Panzerkampfwagen IV, yaygın olarak bilinen adıyla Panzer IV, Nazi Almanyası tarafından 1930'ların sonlarında geliştirilen ve İkinci Dünya Savaşı sırasında yaygın olarak kullanılan orta sınıf tank. Bu tankın ordudaki envanter tanımı Sd.Kfz. 161 olarak geçmektedir. Başlangıçta bir piyade destek tankı olarak tasarlanan Panzer IV tankının görevi düşman zırhını delmeye yönelik değildi, bu görevi Panzer III tankları yapmaktaydı. Ancak, savaş öncesi doktrin kusurları belirgin hale geliyor ve demode kuzeni Panzer III gibi Panzer IV'de Sovyet T-34 tanklarına karşı yakın çarpışmalara girebiliyordu. İkinci Dünya Savaşı'nın en çok üretilen ve dağıtılan Alman tankı olan Panzer IV, Sturmgeschütz IV saldırı silahı, Jagdpanzer IV tank destroyeri, Wirbelwind kendinden tahrikli uçaksavar silahı ve Brummbär kendinden tahrikli silah da dahil olmak üzere birçok diğer savaş araçları için temel olarak kullanılmıştır. Sağlam ve güvenilir olan bu tank Almanya ile ilgili tüm muharebelerde hizmet gördü ve 1936 ile 1945 yılları arasında yapılan 8800'ü aşkın üretim ile birlikte savaş boyunca sürekli üretimi yapılan Alman tankı olma özelliğinide taşıyor. Geliştirmeler ve muhalif tank modellerine karşı sık sık yapılan tasarım değişiklikleri hizmet ömrünü uzatmıştır. Genellikle bu değişiklikler zırh ve top geliştirilmesi üzerine yapılmış ve savaşın son aylarına doğru Almanya'nın kayıplarını önlemek için üretim basitleştirme ve hızlandırma üzerine yoğunlaşılmıştır. Panzer IV, Alman servisinin yaygın olarak ihraç edilen tankı olmuştur. Finlandiya, İspanya, Romanya ve Bulgaristan gibi ortaklarına 300 civarında tank satılmıştır. Savaş sonrasında Fransa ve İspanya tarafından Suriye'ye satılan düzinelerce Panzer IV tankı 1967'de Altı
Gün Savaşı esnasında muharebe görmüşlerdir. Panzer IV, Alman general ve yenilikçi zırhlı savaş teorisyeni General Heinz Guderian'ın buluşudur. Konsept olarak, düşman tanksavar silahları ve tahkimatına karşı kullanılmak üzere destek tankı olması amaçlanmıştır. İdeal olarak, savaş esnasındaki tank bölükleri, Panzer III'lerden oluşan 3 orta tank grubu ve Panzer IV'lerden oluşan 1 ağır tank grubunun birleşiminden meydana gelmekteydi. 11 Ocak 1934 günü, Alman ordusu "orta traktör" için spesifikasyonlar yazdı ve savunma şirketlerinin bir dizi ihraç ettiğini duyurdu. Panzer III'ler desteklemek için 37 milimetre anti-tank silahı ile donanmış olacaktı, yeni araçların ana silahı kısa namlulu 75 milimetrelik obüs topu olarak ayarlandı ve 24 tonluk ağırlık limiti tahsis edildi. Almanya halen teorik olarak Versay Antlaşmasına bağlı olduğundan asıl amaçlarının fark edilmemesi için geliştirmeler Begleitwagen ("eşlik eden araç") adı altında yürütülmüştür. MAN, Krupp ve Rheinmetall-Borsig ilk prototipleri geliştirmiş, daha da geliştirilmesi için Krupp'un prototipi seçilmiştir. Şasi aslında bir altı tekerlekli serpiştirmeli süspansiyon ile tasarlanmış, ancak Alman Ordusu bunu torsiyon çubuğu sistemi ile değiştirmiştir. Yol performansını arttırmak ve mürettebatın konforu üzerine süspansiyon çalışmaları yapıldı ancak yeni tanka olan acil ihtiyaç sebebiyle öneri kabul edilmedi ve Krupp yerine basit bir yaprak yaylı çift bojili süspansiyon tercih edildi. Versuchskraftfahrzeug 622 (Vs.Kfz. 622) olarak hizmete kabul edildi. Üretim 1936 yılında Fried'da başladı. Krupp Grusonwerk AG Fabrikası, Magdeburg. Panzer IV başlangıçta sınırlı ölçüde kullanılmak üzere tasarlanmıştır, yani başlangıçta Krupp tankın tek üreticisiydi. Polonya Seferi öncesinde, sadece 262 adet Panzer IV üretilmiştir: 35 Ausf. A; 42 Ausf. B; 140 Ausf. C ve 45 Ausf. D. Polonya'nın işgalinden sonra, Almanya'nın zırhlı dayanak olarak tanka adapte edilmesi kararı ile, üretim Avusturya'nın Valentine kentindeki Nibelungenwerke fabrikasında(Steyr-Daimler-Puch tarafından yönetilen) devam etti. Üretim 223 tankın Alman ordusuna teslim edilmesiyle arttırıldı, Ausf E. versiyonu tanıtıldı. 1941 yılında, 462 Panzer IV, Ausf. F olarak monte edildi. Silahın geliştirilmesiyle birlikte F2 modeline geçiş yapıldı. Yıllık üretim toplamı daha savaşın başından bu yana dört kat arttı. Daha sonra Panzer IV modelleri ortaya çıktıkça üçüncü bir fabrika olarak Vomag(Plauen şehrinde bulunan) için montaj çalışmaları başladı. 1941 yılında aylık ortalama 39 tank üretimi yapıldı ve bu sayı 1942 yılında 83'e yükseldi, 1943 yılında 252 ve 1944 yılında aylık 300 tank üretimi yapıldı. Ancak, 1943 Aralık ayında, Krupp fabrikası Sturmgeschütz IV üretimine yönlendirildi ve Panzer IV montajı için sadece Nibelungenwerke fabrikası bırakılarak 1944 baharında Vomag fabrikasıda Jagdpanzer IV üretimine başladı. Müttefik hava ve kara saldırılarınında baskısıyla Alman sanayisinin yavaş çöküşü başladı. Ekim 1944'te Nibelungenwerke fabrikası ciddi bir bombardıman saldırısı sonucu hasar gördü. 1945 yılının Mart ve Nisan aylarında üretim seviyesi 1942'lerinde altına düşerek aylık 55 tank üretimi gibi bir rakama ulaşıldı. Panzer IV İkinci Dünya Savaşı'nın en fazla ihraç edilen Alman tankı olmuştur. 1942 yılında Almanya 11 tankı Romanya'ya ve 32 tankıda Macaristan'a teslim etti. Doğu Cephesi ile 1942'nin son aylarında ve 1943'ün başlarında bunların birçoğu yok oldu. Romanya tüm savaş boyunca farklı modellerinden yaklaşık 120 Panzer IV tankı aldı. Yeni bir zırhlı bölüğünün çekirdeğini oluşturmak üzere Bulgaristan Ordusu için, Almanya 46 veya 91 Panzer IV ve 12 adet İtalyan tankı sundu. Bu tanklar İtalyan diktatörü Benito Mussolini'nin devrik iken İtalyan ekiplerini eğitmek için kullandığı, ancak 1943'ün ortalarında İtalya'da Almanya tarafından geri alınan tanklardır. İspanyol hükümeti Mart 1943'de 100 adet Panzer IV için dilekçe verdi, ama Aralık ayına kadar sadece 20 adet teslim alındı. Finlandiya 1944 yılında 30 adet Panzer IV satın aldı ancak sadece 15 tanesi teslim alındı ve yine aynı yıl 62 ya da 72 adetlik ikinci parti Macaristan'a gönderindi(bunların 20 adedi Almanya'nın kayıplarına karşılık yönlendirildi). Tüm Panzer IV modellerinden toplamda 297 adet Almanya'nın müttefiklerine teslim edildi. Panzer IV, II. Dünya Savaşı boyunca üretilen ve mücadele eden tank türü oldu ve tüm savaş boyunca ölçülen istatistiklerle Wehrmact'ın %30'luk güç deposunu oluşturdu. 1939'ların başlarında kullanımda olmasına rağmen, Çekoslovakyanın işgali zamanında, savaşın başlarında Panzer I ve Panzer II zırhının önceliği artık demode olmuştu. Panzer I bir bakıma kendinin T-26 gibi Sovyet Tanklarından daha aşağılarda olduğunu İspanyol İç Savaşı sırasında kanıtlamıştı. Türk atasözleri Türk atasözlerin için en eski yazılı Türkçe kaynak Divânu Lügati't-Türk kabul edilir. Atasözleri bir toplumun derin manevi, tarihsel ve mitoloji bilgilerini birleştirirler. Türk atasözleri için de bu kural geçerlidir. Divânu Lügati't-Türk: Orhun Yazıtları: Kutadgu Bilig Moratoryum Moratoryum, borçlanıcının, ödeme gücünü kaybetmesi nedeniyle borçlarının tümünü veya bir kısmını ödeyemeyeceğini ilân etmesidir. Genelde borçlu ve alıcı arasında borcun yeniden yapılandırılması ile sonuçlanır. Moratoryum bir ülkenin dış borçlarıyla ilgili olabileceği gibi ülke içinde belirli bir grubun borçları üzerinde de yapılabilir. Devletler içine düştükleri yoğun döviz darboğazı dolayısıyla dış borçlarının ana para ve faizlerini ödeyemeyeceklerini ilan ettiklerinde, borçlularla alacaklılar arasında bir anlaşma yapılarak borçların vadesinin uzatılması işlemi de moratoryum olarak adlandırılır. Ayrıca uluslararası hukukta devletler tarafından bir durumun hatırlatılması amacıyla ilan edilen kararlara da moratoryum denilir. Vadesi gelmiş borçların yasayla, mahkeme kararıyla, borçlu ve alacaklı arasındaki bir anlaşma veya doğrudan doğruya tek taraflı ertelenmesi işlemi. Moratoryum, bir ülkenin dış borçları ile ilgili olabileceği gibi, ülke içinde belirli bir grubun borçları üzerinde de yapılabilir. Sel, deprem, kuraklık gibi doğal afetlere uğrayanların, bankalara olan borçlarının hükümet veya ilgili bankalar tarafından ertelenmesi, yeni vadelere bağlanması birincisine örnektir. Devletler de içine düştükleri yoğun döviz darboğazı dolayısıyla dış borçların anapara ve faizlerini ödeyemeyeceklerini ilân edebilirler. Bu durumda borçlularla alacaklılar arasında bir anlaşma yapılarak borçların uzatılması işlemi de moratoryum olarak adlandırılır. Örneğin; dış borçlarla ilgili olarak Osmanlı İmparatorluğu 1875'de moratoryum ilan ediliyor ve. 1881de Duyun-i Umumi idaresi kuruluyor. Türkiye Cumhuriyeti de 1958'de moratoryum ilân etmişti. Devletin mali anlamda güç durumda bulunduğu dönemlerde yeni bir anlaşma yapmak suretiyle borcun ödeme şekli ve süresini yeni esaslara bağlamasına moratoryum denir. Moratoryumda borç ortadan kalkmamakta, ödemeler ertelenmekte, faiz oranları yeniden belirlenmekte, belli durumlarda borcun kısmen silinmesi söz konusu olabilmektedir. Bertil Ohlin Bertil Ohlin (23 Nisan 1899 - 3 Ağustos 1979) İsveçli ünlü iktisatçı ve politikacı. Üniversite diplomasını 1917'de Lund Üniversitesi'nden almış; 1923'te Harvard Üniversitesi'nden master ve 1924'te Stockholm Üniversitesi'nden doktorasini almıştır. 1925-1929 arasında Kopenhag Üniversitesi ve 1929-1965 arasında Stockholm İktisat Okulunda profesörlük yapmıştır. Harvard Üniversitesi'nde misafir iktisat profesörlüğü yapmıştır. Ülkesinde politika ile uğraşmıştır ve İsveç Liberal Halk Partisi başkanlığı yapmıştır. Bu parti 1944-1967'de iktidar partisi olan İsveç Sosyal Demokrat Partisi'nden sonra en büyük muhalefet partisi olmuştur. 1944-1945de II.Dünya Savaşı sırasında bir koalisyon kabinesinde Ticaret Bakanlığı görevinde de bulunmuştur. İktisada asıl katkısı, Eli Heckscher tarafından ortaya atılan uluslararası ticaret teorisini geliştirici çalışmalardan kaynaklanır. Nitekim bu çalışmaları dolayısıyla teori de Heckscher-Ohlin Teorisi diye iki yazarın ismiyle adlandırılmıştır. Ohlin'in bu katkıları ilk olarak "Interregional and International Trade" (1933) adlı kitabında yayınlanmıştır. 1977'de Nobel İktisat Ödülü'nü kazanmıştır. Singer-Prebisch tezi Singer-Prebisch tezi, uzun dönemde ticaret hadlerinin, tarım ürünü ihraç eden gelişmekte olan ülkeler aleyhine ve sanayi ürünü ihraç eden sanayileşmiş ülkeler lehine değişeceğini savunan tez. Alman iktisatçı Hans Singer ile Arjantinli iktisatçı Raúl Prebisch‎ tarafından ayrı ayrı ortaya atılan ve özellikle II. Dünya Savaşından sonra yaygınlık kazanan bir görüştür. Gelişmekte olan ülkelerde ulusal hasılanın bir bölümünün sanayileşmiş ülkelere aktarılması anlamına gelir. Prebisch, bu tezin etkisiyle gelişmekte olan ülkelere, kalkınma için yoğun koruyuculuk duvarları arkasında sanayileşmeyi ve sermaye birikimini hızlandıracak para politikası araçları uygulanmasını önermiştir. Ticaret hadlerinin uzun dönemli seyri konusunda ileri sürülen ve bu tezi destekleyen çalışmalar vardır. Bunlardan bir kısmı, zamanla tarım ürünlerine olan dünya talebi azalırken, sanayi ürünlerine talebin artıyor olmasını açıklar. Bir kısım nedenler de gelişmekte olan ülkelerin, teknolojik gelişmelerden tam olarak yararlanamamalarıyla ilgilidir. Örneğin hızlı teknolojik gelişmenin üretimi artırması ve fiyatları düşürmesi, oysa monopolcü kuruluşların denetlenememesi ve etkin bir sendikal hareketin yokluğu dolayısıyla bu verimlilik artışlarının ülkede tutulamaması ve ihraç ürünlerinde düşük fiyatlar yoluyla sanayileşmiş ülkelere aktarılması gibi. Üçüncü bir faktör olarak da azgelişmiş ülkelerde ekonominin yapısal esnekliğinin çok düşük olduğu ve sermayenin bu ülkelerde kıt faktör olması nedeniyle kaynakları, verimliliği düşen sektörlerden diğer sektörlere kaydırmanın güçlükleri üzerinde durulmaktadır. Bu tartışmalar bugün de devam etmektedir. Gelişmekte olan ülkeler bu görüşlerin de etkisiyle sanayileşme çabalarına hız vermişler ve bozulan ticaret hadlerinden doğan kayıpların
ın karşılanması için kendilerine daha fazla kaynak transferi sağlanmasını savunmuşlardır. Prebisch Singer Tezi, hammadde ve tarım gibi emek yoğun üretimde uzmanlaşan geri kalmış ülkelerin uzun vadede dış ticaret hadlerinde karşılacağı bozulmayı açıklayan bir tezdir. Dış ticaretin başlamasıyla, geri kalmış ülkelerde ihracat kalemleri oransal bakımdan küçülürken ithalat kalemlerinde ya bir değişiklik olmayacak ya da bu kalem artacaktır. Buna sebep olarak temel üretim mallarına olan talebin gelir esnekliğinin, sanayi mallarına olan esneklikten daha küçük olması öne sürülmüştür. Böylece geri kalmış ülkelerde ihracat ve ithalat ürünleri arasındaki oransal fark giderek açılacaktır. Bu talep farkının yanında geri kalmış ülkelerin karşılaştırmalı üstünlüğe sahip oldukları hammade ve tarım üretimine olan talep dış ticaret ile artacak ve bu ülkelerin bu sektörlerde uzmanlaşmalarına neden olacaktır. Bu uzmanlaşma da yerli sanayi gelişimini baltalar. Böylece girdi ithalatçısı/sanayi malı ihracatçısı gelişmiş ülkeler ile girdi ihracatçısı/sanayi mali ithalatçısı geri kalmış ülkeler bir çıkmaza girecektir. Sanayi malları daha çok katma değer içerdiği için gelişmiş ülkeler bu ticaretten kazançlı çıkacak tek taraf olurlar. Bu durumun ihracat tarafı şu şekilde açıklanır. Geri kalmış ülkeler dış ticaretin başlamasıyla karşılaştırmalı üstünlüğe sahip oldukları emek yoğun mallarda hem ölçek artışı hem de zaman içinde gelişecek teknik ile daha ucuza üretim yapabilmeye başlayacaklardır. Fiyatlardaki düşüş iç pazarda olumlu karşılanabilecek bir durumken, ihracat miktarı büyük oranda değişmeyeceği için toplam hasılada düşüşe yol açacaktır. Bu da geri kalmış ülkelerin gelirini etkiler. Sermaye yoğun üretimde uzmanlaşan gelişmiş ülkeler ise dış ticaret ile hammade ve tarım mallarını daha ucuza elde etme olanağı bulacak ve ticaret haddini lehlerine çevirmeyi başaracaktır. İthalat açısından bakıldığında ise gelişmiş ülkeler ürettikleri mallarda tekel durumundadırlar. Bu sebeple teknik gelişmeler yoluyla üretim maliyetlerini düşürseler bile alıcıların alternatifleri olmadığı için fiyatlarda bir değişikliğe gitmeleri gerekmez. Bu maliyet düşüşü fiyat üzerinde bir etki yaratmaz ancak gelişmiş ülkelerin kar marjını arttırır. Geri kalmış ülkeler ihracatta hasıla kaybı yaşarken ithalat miktarları değişmese bile bu maliyet düşüşünden yararlanamayacakları için toplam ithalat hasılaları sabit kalır. Eğer genişleyen iktisadi faaliyetleri ile daha fazla ithal malına ihtiyaç duymaya başlarlarsa ithalat hasılaları da artacaktır. Bu da onlar için iki taraftan da olumsuz bir sonuç doğuracaktır. İhracat gelirlerinde meydana gelen düşüşe rağmen ithalatta aşağı yönlü bir değişme ihtimali olmaması emek yoğun üretimde bulunan ülkelerin dış ticaret ile uzun vadede zarar edeceğini gösterir. Bu duruma çare olarak geri kalmış ülkelerin karşılaştırmalı üstünlüklerine göre üretimde bulunmak yerine sermaye yoğun üretime yönelmesi önerilmiştir. Gerekli durumda korumacı, kapalı bir ekonomi ile emek yoğun üretime gelecek dış talep baskısı önlenmeli ve sanayici üretim doğrultusunda yol alınmalı, tasarrufları arttırma yoluyla sermaye birikimi sağlanmalıdır. Sermaye yaratılması için para politikası araçları önerilmiştir. Böylece geri kalmış ülkeler sadece tarıma ve hammedeye dayalı üretimden kurtularak ürün çeşitliliği sayesinde dış ticarette dengeye yakın bir konuma gelebileceklerdir. Danzig Koridoru Danzig Koridoru (Polonya Koridoru) Versay Antlaşması'yla oluşturulan bir düzenlemedir. Bu düzenlemeyle Doğu Prusya ile Almanya arasındaki bir arazi şeridi Polonya topraklarına katılmıştır. Danzig (Gdansk) liman kentini de içine alan bu arazi şeridi, Polonya'nın Baltık Denizi'ne bağlantısını sağlamaktadır bu şekilde. Ne var ki böylece hala Almanya'nın yönetiminde olan Doğu Prusya ile Almanya arasındaki kara bağlantısı kesilmiş oluyordu. 1938 yılının sonlarında Almanya, Danzig liman bölgesinin ve kara ulaşımı için kullanacağı bir toprak şeridinin kendisine verilmesini Polonya'dan talep eder. Buna karşılık Güney Prusya'dan bir kısım toprak da önermesine rağmen Polonya bunu reddeder. Bunun üzerine Hitler, generallerinin tüm ısrarlarına rağmen, kararlılık göstergesi olarak Polonya'ya saldırmaya karar verir. Fransa ve İngiltere daha öncesinde Almanya'nın herhangi bir Avrupa toprağı üzerinde hak iddia etmesini savaş sebebi olarak sayacağını belirtmiştir. Buna rağmen Hitler hiç kimsenin Danzig için topyekün bir savaşa girişmeyeceğinden emindi. Lakin Almanya'nın Danzig limanını bombalamasının ardından önce Birleşik Krallık ardından da Fransa Almanya'ya savaş ilan ettiler. II. Dünya Savaşı'nın ilk bombası Danzig'e atılmıştır. Öncesinde bir Avrupa Savaşı olan çarpışmalar tüm dünyaya yayılıp bir Dünya Savaşı'na dönüşmüştür. Celalettin Germiyanoğlu Celalettin Germiyanoğlu (d. 1889, İstanbul), İETT'nin kurucularından olan, İstanbullulara uzun yıllar hizmet vermiş bir bürokrattır. Kurumda önce Zat İşleri Müdürü, daha sonra da Genel Müdür Muavinliği yaptı. 1923'den 1950'li yıllara uzanan 30 yılı aşkın hizmet süresi boyunca bir uzman teknokrat olarak kabul edilmiş, önemli görevler almıştır. 20 Eylül 1889 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası, Atatürk'ün Harbiye yıllarında Mektep Nazırlığı yapmış (2. Abdülhamit'in hafiyesi olarak bilinen) Zülüflü İsmail Paşa, annesi Fatma İsmet Hanım’dır. Germiyanoğulları soyundandır; aile kökeni baba tarafından Kütahya'ya dayanır. Ali Haydar Germiyanoğlu (Sultan Vahdettin’in kızı Fatma Ulviye Sultan'ın ikinci eşi) adında ikiz kardeşi vardır. İstanbul Harbiye Mektebi’nden ve Erkan-ı Harbiye (Kurmay) Mektebi’nden mezun oldu; Fransızca ve Almanca öğrendi. Muhtelif kıta komutanlıklarında, Erkan-ı Harbiye hizmetlerinde, Erkan-ı Harbiye Mektebi Müdür Muavinliği ve muallimliklerinde, Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda vekaleten 2. ve 6., asaleten 13. ve 17. fırkalar erkan-ı harb reisliklerinde bulunduktan sonra önyüzbaşı görevinden istifa ederek, ordudan ayrıldı. Ancak, İETT'deki görevinin yanında, 1939 Temmuz'una kadar Harp Akademisi’nde bir sene fahri olarak, dört sene de ücretle, Tank ve Motorize Birlikler ve Hava Tabiyeleri mütehassıs mualiminin muavinliğinde çalıştı. Akademi’deki Alman mütehassıslar, hükümetlerinden aldıkları emir üzerine kontratlarını feshetmiş bulunduklarından bu o dönemde son derece önemli bir görev haline gelmişti. Bu nedenle dönemin Harp Akademisi Komutanı Korgeneral Fuat Erden 1939 yılında kendisine bir teşekkür belgesi vermiştir. Harp Tarihi, Sunufu Muhtelife Tabiyesi, Tank ve Motörlü Birlikler ve Hava Tabiyesi hakkında telif ve tercüme eserleri vardır. Celalettin Bey, 8 Aralık 1923 tarihinde İstanbul Elektrik, Tramvay ve Tünel İşletmeleri Memurin Müdürlüğüne tayin edildi. Önce yabancıların elinde olan Tramvay Şirketi’nin Milli İdareye intikalinde görev aldı. Tramvay İdaresi’nin İstanbul Belediyesi'ne intikali üzerine de İdari Müdür Muavinliğine getirildi, kısa bir süre sonra da Genel Müdür Yardımcısı olarak kariyerini bu sıfatla sürdürdü. 1949 Temmuz'unda yaş haddini dolduran Celaleddin Germiyanoğlu’nun görev süresinin uzatılması, zamanın Vali ve Belediye Reisi Muavini Necati Çiller (Tansu Çiller’in babası) (İstanbul'da vilayet ve belediye 1957 yılında ayrılmıştır) tarafından teklif edilerek onaylandı. 1954 yılına kadar bu müsaade ile İETT’de çalışmaya devam etti. Bundan sonra da, Vali ve Belediye Başkanı Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, Germiyanoğlu’nun görevini bir kez daha uzattı. Germiyanoğlu bir süre sonra kendi isteğiyle emekli oldu. Celalettin Germiyanoğlu'nun eşi Meymenet Hanım’dan Nuyan adlı bir kızı ve İsmail adlı bir oğlu doğmuştur. Kızı Nuyan Hanım'ın armatör Nazım Kalkavan ile evliliğinden 1962 yılında doğan kızı olan Billur Kalkavan'ın dedesidir. Drago Doktrini Drago Doktrini; ülkelerin dış borçlarının askeri müdahalelerle ödetilmesine karşı çıkan doktrin. Bu doktrin 1902'de Arjantin'in Dışişleri Bakanı tarafından ortaya atılmıştır. Louis M. Drago, borçlu devletin borcunu ödeyemediği durumlarda zorlama tedbirleri uygulamanın veya borçlu devletin topraklarını işgal etme hakkının olmadığını ve bunun uluslararası hukuğa aykırı olduğunu ilan etmiştir. Drago doktrinine göre, bir yabancı devlete borç veren sermaye sahipleri, söz konusu ülkenin kaynaklarını, ödeme kabiliyetini durumunda karşılayabilecekleri olası zararları gayet iyi bilirler. Bu yüzden de borcun şartlarını o derece ağır tutarlar. Ayrıca sermaye sahipleri borç verdikleri devletin egemen bir birim olduğunun ve borcunu ödemeye zorlanamayacağının da bilincinde olmak durumundadırlar. Buna karşılık borçlu devlet de mutlaka borcunu tanımak ve ödeme yollarını aramak zorundadır. Ancak, varolan borcu zorla ödetmeye kalkmak zayıfların kuvvetlilerin etkisi altına girmesine yol açacaktır. Drago'nun bu görüşleri 1907'de La Haye İkinci Barış Konferansı'nda yeniden ele alınmıştır. ABD temsilcileri Genel Horace Portes'in bazı önerileriyle birlikte biraz değişikliğe uğrayarak kabul edilmiştir. Drago Doktrini 1902'de Birleşik Krallık, Almanya ve İtalya tarafından Venezuela borçlarını ödemeyince kurulan deniz ablukasıyla gündeme gelmiştir. Drago doktrini Monroe doktrini çerçevesinde Avrupa'nın yarımküreye müdahale etmemesi prensibini desteklemek için ABD tarafından savunulmuştur. Bununla beraber borçlu devlet yargısal ve idari çareler bulamazsa uluslararası hukuk standartlarında hakkın reddi davasına konu olabilir. Böyle bir durumda bir dış devlet kendi vatandaşları adına diplomatik olarak müdahale edebilir. Loreena McKennitt Loreena Isabel Irene McKennitt (d. 17 Şubat 1957), Kanadalı vokalist, arpist ve piyanisttir. Özellikle güçlü ve duygulu sesiyle yorumladığı Kelt şarkılarıyla ve ünlü şiirleri Kelt müziğinin yapısına uygun bir biçimde besteleyip seslendirmesiyle tanınır. Ayrıca birçok unutulmuş anonim halk müziğini modern bir anlayışla yeniden diriltmiştir. Dünya çapında 14 milyondan fazla albüm satmıştır. İrlanda asıllı Kanadalı sanatçı, 1978'de Dumaurier yetenek taramasını kazandı, ülkesini aynı yıl UNESCO'nun Paris merkezinde ve ye
niden 1985'te Japonya'daki Expo'da temsil etti. 1980'lerde Kanada’nın ünlü Shakespeare Festivaline ev sahipliği yapan Stratford'a (Ontario) taşındı; "The Tempest" (1982) ve "The Two Gentlemen Of Verona" (1984) dahil, çeşitli festival prodüksiyonlarında oyuncu, şarkıcı ve besteci olarak yer aldı. 2001 ilkbaharında festivale Richard Monette'in "The Merchant Of Venice" prodüksiyonunun bestecisi olarak döndü. 1985'te McKennitt, "Elemental" adli ilk albümünü kaydederek çiftlik evinin önünden geçen köy yolunun adini taşıyan, çiçeği burnunda "Quinland Road" etiketi ile piyasaya sürdü. 1987 ve 1989'daki iki yeni albüm ve başarılı canlı performansları artan bir ilgi çekerek 1991'de Warner Music Canada ile yeni bir başlangıç oluşturacak nitelikte bir dağıtım anlaşması imzaladı; bunun ilk meyvesi olan "The Visit", uluslararası bir başarı kazanarak altın ve platin ödülleri listesinde ancak sanatçının diğer albümleri olan 1994'te "The Mask and Mirror" ve hatta daha da ötesi, dünya çapında hit olan "The Book of Secrets" geçebildi. Peter Gabriel'in Wiltshire'daki Real World stüdyolarında kaydedilen "The Book of Secrets" Billboard Top 20 single olurken MTV video hiti "The Mummers' Dance" gerek ABD radyosunda gerek dünya çapında büyük bir başarı kazandı. Albüm dünya çapında dört milyonu aşan satış rakamlarını yakaladı. Önceki iki albüm gibi Billboard World Music listelerini tırmanarak listenin şimdiye dek en basarili "crossover" albümü oldu. Ayrıca Yunanistan ve Türkiye'nin albüm listelerine ilk kez girip 1 numaraya yerleşirken Kanada'da 3 numara olmanın yanı sıra, İtalya, Yeni Zelanda ve Almanya listelerinde ilk 10, ABD, İspanya ve Fransa listelerinde ise ilk 20 arasına girdi. McKennitt, Kanada müzik endüstrisinin yıllık ödülü olan Juno'yu iki kez kazandı. Ayrıca kendisine 1997'de Billboard'un uluslararası başarı ödülü verildi. Bugüne dek ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Brezilya, Fransa, İspanya, İtalya, Yunanistan ve Türkiye’de altın, plâtin ve çoklu platin sertifikaları elde etti. Çeşitli filmler için müzik besteledi ve şarkıları çeşitli filmlerde yer aldı. Bunlar arasında "Jade", "Highlander III", "The Holy Man", "Soldier" ve "The Santa Clause" gibi Hollywood prodüksiyonlarının yanı sıra Kanada Ulusal Film Kurulunun "Women And Spirituality" dizisi ve Jean-Claude Lauzon'un "Léolo" filmi yer almaktadır. Bir süre önce, 2001 yılında gösterime girmesi planlanan bir Kanada/Venezuela ortak yapımı olan "A House With A view Of The Sea" filminde kullanılmak üzere "Dante's Prayer" parçasının İspanyolca versiyonunu kaydetti. Eserleri ayrıca "Northern Exposure", "Due South", "Legacy", "Ez Streets", "Boston Public", "Big Kevin Little Kevin" ve "Strange Luck" gibi birçok televizyon dizisinde de yer aldı. Loreena McKennitt ve müziği hakkında 1997 yılında yapılan 30 dakikalık bir belgesel olan "No Journey's End" gerek ABD gerekse diğer ülkelerin televizyonlarında yaygın biçimde gösterildi. 1999'da Loreena McKennitt, son kaydı olan ve grubu ile birlikte Salle Pleyel ve Massey Hall'de kaydedilen "Live In Paris and Toronto" isimli iki CD'li seti çikardi. Hayır amaçlı bir proje olan bu albüm, 1998'de Georgia Körfezindeki bir deniz kazasında yaşamlarını yitiren üç adam için Loreena McKennitt'in Ronald ve Richard Rees ile Greg Cook'un aileleriyle birlikte Kanada’da kurduğu "Rhe Cook-Rees Memorial Fund For Water Search and Safety" adlı kuruluşa gelir sağlamaktadır. Gümrü Antlaşması Gümrü Antlaşması, Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti arasında 3 Aralık 1920'de imzalanan antlaşmadır. Ayrıca TBMM'nin uluslararası alanda imzaladığı ilk antlaşmadır. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi'nden sonra Osmanlı Devleti, Brest Litovsk Antlaşması hükümlerine rağmen Kafkasya Cephesi'ndeki birliklerini geri çekmek zorunda kalmıştı. Yeni kurulan Bolşevik rejiminden yardım alan Ermeniler 1919'da Doğu Anadolu'da bazı bölgeleri işgal etmişti. Sovyet Rusya'nın genel siyasetini dikkate alan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hariciye Vekili Bekir Sami Bey başkanlığında Moskova'ya bir heyet göndermişti. Bu heyet, Sovyet Rusya ile TBMM Hükümeti arasında yapılacak antlaşmaya esas olacak ve Brest Litovsk Antlaşması'na dayanan bazı hususları tespit etmiş ve böylece 20 Ağustos 1920 tarihinde iki hükümet arasında olumlu görüşmeler başlamıştı. Sovyet Rusya Dışişleri Komiseri Georgiy Çiçerin'in Kafkasya'da Türkiye'ye ait bazı bölgelerin Ermenistan'a verilmesini istemesi üzerine antlaşmanın imzalanmasından vazgeçilmişti. Bunun üzerine Eylül 1920'de Doğu Cephesi'nde taarruza geçen Kâzım Karabekir komutasındaki 15. kolordu, Misak-ı Millî sınırları içinde olan Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır'ı geri alıp Gümrü'yü de işgal edince, barış görüşmeleri 22 Kasım 1920 tarihinde Gümrü'de başladı. Ermenistan Taşnak Hükümeti ile Türkiye arasında imzalanan bu antlaşma ile doğudaki harekât sona erdi. Kars sancağının bütünü, antlaşma öncesi Ermenistan'ın elinde bulunan Tuzluca kazası Türkiye topraklarına katıldı. Antlaşmanın 10. maddesiyle Ermenistan, Doğu Anadolu'da bir miktar toprağın Ermenilere verilmesini öngören Sevr Antlaşması'nı tanımadığını kabul etti. Türkiye sınırları içinde Ermenilerin çoğunlukta bulunduğu hiçbir bölge olmadığı kabul edildi. Erzurum-Bakü demiryolu açıldı. Türkiye-Sovyet Rusya arasında doğrudan bağlantı bu yolla sağlanarak Türkiye'nin bu devletten yardım alması kolaylaştı. Türk kuvvetleri doğudan emin bir şekilde güney ve batıda savaşma olanağı buldular. Antlaşmanın imzalanmasından bir gün sonra Ermenistan, Bolşevik Kızıl Ordu'nun denetimine girince burada bir Sovyet Hükümeti kurulduğu için Gümrü Antlaşması onaylanamadı. Bunun yerine Moskova Antlaşması ve Kars Antlaşması imzalanarak yürürlüğe girdi. Schengen Anlaşması Schengen Antlaşması, Avrupa Ekonomik Topluluğu üyesi beş ülke arasında, sınır kapılarındaki polis ve gümrük kontrollerini bütünüyle ortadan kaldırmayı amaçlayan antlaşmadır. "Schengen I" anlaşması 14 Haziran 1985 tarihinde beş Avrupa ülkesi arasında imzalanmıştır. Bu ülkeler Fransa, Batı Almanya'yla Belçika, Hollanda ve Lüksemburg'tan oluşan üç Benelüks (Benelux) ülkesidir. 19 Haziran 1990'da imzalanan "Schengen Anlaşmasını Uygulama Konvensiyonu" ise anlaşmayı uygulamaya koymuştur. Bu anlaşmaların imzalanması Lüksemburg, Fransa ve Almanya'nın sınırlarının kesiştiği yer olan Lüksemburg'un Schengen adlı kasabasında yapılmıştır. İkinci anlaşma ise Moselle Nehrinin ortasında "Prenses Marie-Astrid" isimli teknede imzalanmıştır. Ancak anlaşmanın yürürlüğe girmesi 26 Mart 1995 tarihine kadar uzamış ve bu zaman dilimi içinde Portekiz ve İspanya da anlaşmaya ortak olmuşlardır. Monako, Norveç ve İzlanda, Avrupa Birliği'ne üye olmamakla birlikte, bu anlaşmaya dahil olmuştur. Aynı şekilde, İsviçre de Aralık 2008'de Schengen Antlaşması kapsamına alınmıştır. Lichtenstein'ın katılımı ise ileri bir tarihe ertelenmiştir. Liechtenstein, Avrupa Birliği ile Schengen ortaklık anlaşmasını 28 Şubat 2008 tarihinde imzalamıştır ve 1 Kasım 2009 tarihinde Schengen Alanına katılması planlananmıştır. Ancak onay için başlangıçta Liechtenstein'ın vergi kaçırma ile mücadelesinin yeterli olmadığı öngören İsveç ve Almanya'nın isteği üzerine bu plan ertelenmiştir. 7 Mart 2011 tarihinde AB Bakanlar Kurulunun protokolün onaylanmasına izin vermesinden sonra Liechtenstein'ın 2011 yılı sonu itibarıyla Schengen bölgesine katılmasına karar verilmiştir. Liechtenstein 19 Aralık 2011 tarihinde Schengen Bölgesine resmen katılmıştır. 1997 yılına kadar Avrupa Birliği hukukundan ayrı ayrı olmasına rağmen bu tarihte yapılan Amsterdam Antlaşması ile topluluk hukukuna dahil olmuştur. Schengen anlaşması ile oluşturulan Schengen bölgesi, şu anda 26 Avrupa ülkesi için de geçerli olup yaklaşık olarak 4.312.099 kilometrekarelik alanı kaplamaktadır. 1914'den önce, bir pasaport olmadan Paris'ten Sankt-Peterburg'a gitmek mümkündü. I. Dünya Savaşı sona erdiği zaman, pasaport ve ülke sınırlarında rutin pasaport kontrolleri gerçekleştirme uygulaması kaldı ve 1985 yılında Schengen Alanı uygulanmasına kadar Avrupa normu haline geldi. 1944 yılında sürgündeki hükümetler Belçika, Hollanda ve Lüksemburg (Benelüks) kendi aralarında sınır kontrollerini ortadan kaldırmak için bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşma 1948 yılında yürürlüğe girmiştir. Germiyanoğulları Beyliği Germiyanoğulları Beyliği, Anadolu Selçuklu Devleti’nin çökmesi ve dağılmasıyla başlayan Anadolu Beylikleri döneminde Batı Anadolu’da Kütahya merkezli olarak kurulmuş bir beyliktir. Musul şehri Germiyan aşiretinin lakabının anlamı Farsça dillerinde ""sıcak"" anlamına gelen germâ sözcüğünden, yine Farsçadaki çoğul üretme takısı -yân ile türetilmiştir. ""Ilıcalar"" anlamına gelir. Germiyan aşiretinin menşei hakkında çeşitli görüşler vardır. Bunlardan biri, aşiretin Oğuzlar'ın Afşar boyuna mensup bulundukları, diğeri ise Harezmli oldukları yönündedir. Fakat bu iki görüşün hangisinin gerçeği ifade ettiği kesin olarak tespit edilememektedir. I. Murat döneminde bazı toprakları (Simav, Emet, Tavşanlı ve çevresi) çeyiz olarak Osmanlılara verildi. Ankara Savaşı’ndan sonra yeniden kurulurken, 1428 yılında II. Yakub Bey memleketini kız kardeşinin torunu II. Murad'a vasiyet ederek vefatını müteakip Germiyanoğulları beyliği, Osmanlılara katıldı. Germiyanoğuları’nın kesin olarak hangi tarihte Kütahya ve civarına yerleştikleri bilinmemektedir. Sultan I. Alâeddin zamanında Kütahya'nın kesin olarak Türkler'in hakimiyetine girmesini takip eden yıllarda bu yöreye yoğun bir Türkmen yerleşmesi olmuştur. Anadolu'nun Moğollar tarafından istilası sebebiyle bu yoğunluk daha da artmıştır. O tarihlerde Kütahya ve çevresine yerleşen Türkmenler'in sayısı üç yüz bin civarındadır. Aynı tarihlerde Kütahya merkez olmak üzere bir beylik kuracak olan Germiyanoğulları aşiretinin de Kütahya yöresine yerleştiği görülür. Baba İshak ayaklanmasının 1241’de bastırılmasından sonra, II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından bölgeye yerleştirildikleri ileri sürülmektedir.
Ayrıca, Selçuklu şehzadesi olduğu iddiasıyla Karamanoğlu Mehmed Bey’in ortaya çıkardığı Cimri "(Gıyaseddin Siyavuş)"’nin yakalanması hadisesinde (1277) rol aldıklarına göre bu tarihte Kütahya, Afyon ve Denizli taraflarında yerlesmiş oldukları tahmin edilmektedir. Baba İshak'ın Babai isyânı sırasında Malatya’da olan Germiyanlılar’ın Cimri hadisesi esnasında Batı Anadolu’da bulunmaları, muhtemelen Moğol istilası sebebi ile bu bölgeye göç ettiklerine delâlet etmektedir. Cimri olayı sırasında (1277) Batı Anadolu’da bulunan ve Anadolu Selçukluları’nın hizmetinde hareket eden Germiyanlılara bu hizmetleri karşılığında Kütahya ve civari iktâ, yani timar olarak verilmiştir. Bu hadise sırasında Sâhipataoğulları Beyliği emrinde oldugu görülen Germiyanlılar, bu tarihten itibaren güçlü bir beylik haline gelmeye başladılar. Nitekim Batı Anadolu’daki Aydın, Menteşe, Saruhan, Denizli beyleri ilk zamanlarında Germiyanoğulları’na tâbi idiler. Moğollar’ın Anadolu’yu işgali ve Selçuklu Devleti üzerinde hakimiyet kurmalarından sonra XIII. yüzyılın sonları ile XIV. yüzyılın başlarında uçlardaki beyler bağımsızlıklarını almaya başladılar. Germiyanlılar da Selçuklu-Moğol idaresine karşı çıkarak 1283’ten itibaren bir beylik olarak teşkilatlanarak II. Mesud’a karşı mücadeleye giriştiler. 1286 tarihinde Germiyan Türkleri Eşrefoğulları'nın Gargurum Vilayeti'ni yağma ederek tahribatta bulundular. Bunun üzerinde II. Gıyaseddin Mesud Moğol ve kendi kuvvetleri ile Germiyanlılar üzerine yürüdü. Germiyan askerlerinden elde edilenlerden bazıları katledildilerse de çoğu çekilmek durumunda kaldı. Bu sırada Selçuklu veziri Sahip Ata Fahrettin Ali Konya'ya gelip oradan Gargurum'da bulunan ve Germiyanlıları cezalandırmaya giden II. Mesud'un yanına geldi. II. Mesud, ortadan kaldırdığı Germiyan kuvvetlerinin tekrar meydana çıkacağını ümit etmediğinden askerini ihtiyatsız bulundurmuştu. Hatta Germiyan emirlerinden Mesud'un ordusuna esir olan 10 kişi serbest bırakıldı. Serbest bırakılanlar, Selçuklu ordusunun gafil vaziyetini Germiyanlılara bildirdiler ve Germiyanlılar da ansızın II. Mesud'un ordusuna baskın yaparak Ramazan ayının 17. günü, çarşamba, Selçuklu ordusunu bozguna uğrattılar ve esirlerini de kurtardılar. 1287'de II. Gıyaseddin Mesud kuvvet toplayarak tekrar Germiyanlılar'ın üzerine yürüdü. Germiyan kuvvetleri hiç gözükmediler. Mesud, Germiyan vilayetini yağma ederek ve birçok ganimet malı alarak Kayseri'ye döndü. 1288'de II. Mesud İlhanlılar'ın yanında iken I. Yakub Bey'in kız kardeşinin çocuğu Bedreddin Murat Selçuklular'la barışmak üzere Konya'ya geldi. Gıyaseddin Mesud'un ümerasından Hasbalaban Konya dışında ordugah kuran Germiyanlılar'ın yanına giderek onlarla görüştü ve kendilerine ikram ile gönüllerini aldı ve bu suretle mücadele sona erdi. 1289 senesinde Selçuklular ile Germiyanoğulları arasında harp tekrar başladı, hatta sınırlardaki emirler de harekete geçtiler. Mesud'un ümerasından İzzeddin Beylerbeyi, Germiyanoğulları üzerine yürüdü ve Bedreddin Murat'ın kuvvetlerine Denizli merkez kazası yakınlarında saldırdı. Germiyan askeri bozuldu ve Bedreddin Murat öldü. Bedreddin'in başı Konya'ya getirilerek teşhir edildi. Germiyanlılar bu mağlubiyetle yılmadılar; Germiyan eyaleti yağma edildi, bazen Mesud'un kuvvetleri bazen Germiyanoğulları galip geldi. 1290 senesinde kavga yatıştı. Bu olaylardan sonra Selçuklular ile Germiyanoğulları arasındaki münasebetin ne olduğu bilinmiyorsa da 1299 tarihli bir kitabeden Germiyanlılar'ın görünüşte de olsa Selçuklular'ın hakimiyetini tanıdıkları görülür. Aydınoğlu Mehmed Bey'in I. Yakub Bey'in emiri olduğu, Rumlar'la harp etmek üzere batıdaki İzmir Vilayeti ve etrafına gönderildiği bilinmektedir. Menteşeoğulları'ndan Menteşe Bey'in damadı olan Emir Sasa Bey batıya daha evvel gelmiş, Tire ve Ayasluğ (Selçuk)'u almış Sakız Adası'nı yağma etmişti. Sasa Bey, kendi fethine ortak olmak isteyen Germiyan kumandanı Mehmet Bey'in Birgi (Ödemiş) Kalesi'ni elde etmesini çekemedi. Aydın oğlu ile yalnız başa çıkamayacağını anlayan Sasa Bey Hristiyanlarla ittifak ettiyse de aralarında meydana gelen savaşta Sasa Bey öldürüldü (1310). Mevlânâ'nın torunu Ulu Arif Çelebi'nin ilk defa Birgi'yi ziyareti esnasında oranın yeni zaptedilip Aydın oğlu Mehmet Bey'in Birgi'de Germiyan emirinin su başısı olarak bulunduğu yazar. Bu olaylardan Aydınoğulları Beyliği'nin Germiyan emirlerinden Mehmet Bey tarafından tesis edildiğini açıkça gösterir. Zaten Saruhan Bey ve Karesi Bey gibi hükümet teşkil eden emirlerin de Germiyanoğulları emirlerinden olmaları pek muhtemeldir. İzmir etrafına kadar kuvvet gönderen Germiyan hükümdarlarının, Alaşehir ve Simav bölgesine kadar yayıldığı malumdur. Manisa ve Balıkesir civarına yayılan Karesi ve Saruhan Beyleri'nin her tarafı Germiyan kuvvetleri ile çevrilen bu bölgeye nereden geldiklerinin bilinmemesi de bu beylerin Germiyanoğulları'nın emirleri olduğunu doğrular. Gerek Aydın oğlu Mehmet Bey ve gerek diğer uç beyleri zaptettikleri yerlerde hükümet ederek bir müddet için Germiyanoğulları'nın hakimiyetini tanımışlardır. Aydınoğlu Mehmet Bey'in damadı olan Emir Sadeddin Mübârek Kâbız'ın Germiyan emiri olması Mehmet Bey'in Germiyanoğulları'yla olan münasebetini açıklar. Ertuğrul Bey'in uca yerleşmesinden ve Osmanoğulları'na sınırdaş olmasından dolayı Germiyanoğulları Osmanoğulları'yla rekabet içerisindeydi. Bundan dolayı aralarındaki münasebet, I. Yakub Bey zamanında daimi surette düşmanca olmuştur. Hatta bu anlaşmazlıktan Rumlar memnun idi. Germiyan hükümdarı Bilecik taraflarına akın ederek Rum memleketlerini yağmalamış, sonradan Ertuğrul Gazi'nin o bölgeye yerleşmesiyle Germiyan oğlu bundan sonra Bilecik Rumları üzerine saldırılarından vazgeçmiştir. Ertuğrul Gazi'nin vefatı yaklaşık 1289 tarihlerinde olduğu için iki beylik arasındaki düşmanlığın başlangıcı Yakub Bey'den önceye dayanmaktadır. Germiyan oğlunun Osman Bey'e husumet göstermesine bir sebep, Eskişehir'in Selçuk hükümdarı tarafından Osman Bey'e verilmesidir. 1313 senesinde Osman Bey, Leblüce (Leblebici) Hisarı'nı fethe giderken; Germiyanlılar saldırmasın diye Karacahisar'ın muhafazasını oğlu Orhan Bey'e bırakmıştı. 1315 senesinde Germiyan oğlunun teşviki ile Çavdar Tatarları Orhan Gazi'nin Eskişehir'de bulunduğu ve askerinin de terhis edildiği sırada Osman Bey'in arazisine hücum ederek Karacahisar şehrini ve pazarını yağmaladı. Bunu duyan Orhan Bey tedarik ettiği bir kuvvetle Tatarlar'ın arkalarından yetişerek Çavdar oğlunu mağlup etmiş ve esir almıştır. Germiyanlılar'dan bir mültezim, Eskişehir pazarında alış-veriş eden halktan gümrük vergisi almaya kalkmış ve buna engel olunarak mültezim Eskişehir'den kovulmuş ve bu olay iki hükümet arasında savaşa sebebiyet vererek Germiyanoğulları mağlup olmuştur. 1318 senesinde Osman Bey'in ihtiyarlığına rahatsızlığı da eklenmiş, ordu kumandasına Orhan Bey geçmiştir. Orhan Bey, Bizans İmparatorluğu arazisine esaslı bir saldırı hazırlamış ve bu planın tatbiki için mühim bir kuvvet gönderdiği sırada Germiyanoğulları'nın saldırısından dolayı bu teşebbüs neticesiz kalmıştır. 1361'de Orhan Gazi, Dimetoka'nın fethini belirten fetihnâmeyi Sarı Laçin vasıtasıyla Germiyanoğulları'na göndermiş, Germiyanoğulları'da karşılık olarak Mevlânâ Ali Fakih ile cevapnâme göndermiştir. Süleyman Şah: ""Karaman oğluna kız vireli Osman oğlu diyarımıza el uzattı"" diyerek Osmanoğulları'ndan şikayet etmiştir. Bu durum, bu tarihlerde Süleyman Şah ile I. Murad'ın aralarının bozuk olduğunu gösterir. Karaman ve Osmanlı Devleti gibi iki kuvvetli hükümetin arasında kalmış olan Germiyan Devleti, bu iki hükümetin saldırılarına daima açıktı. Bu tehlikeli vaziyeti gören ve her iki hükümetle de dostluk ilişkileri çok iyi olmayan ve bilhassa Karamanoğlu'nun düşmanca vaziyetinden son derece tedirgin olan Süleyman Şah, kızını I. Murad'ın oğlu Yıldırım Bayezid'e vermek isteyerek Edirne'ye bir heyet gönderdi ve en güzel memleketlerini Osmanlılara hediye etti. Germiyanogulları Beyliği’nin kurucusu Yakub bin Kerimüddin Ali Şîr olup, onun zamanında en parlak devrini yaşamıştır. Yakub Bey, Anadolu Selçuklu Devleti hizmetinde emir-i kebir sıfatını taşıyacak derecede önemli vazifelerde bulunmuştur. Yakub Bey bu dönemde nüfus sahasını Kırşehir’e kadar uzattı. III. Alâeddin Keykubad’ın saltanattan çekilmesinden sonra Selçuklu tahtına ikinci defa geçen II. Gıyaseddin Mesud’a tabi olmayan Yakub Bey, İlhanlı Devleti’nin hakimiyetini tanıyarak senelik vergi vermeye başladı. Bu dönemde Karamanoğlu Beyliği’nden sonra Anadolu’da en önemli beylik Germiyan Beyliği idi. Yakub Bey yaklaşık 1305’de kumandanı Aydınoğlu Mehmed Bey'i, Batı Anadolu'daki sınırlarını genişletmek maksadıyla görevlendirdi. Aydınoğlu Mehmed Bey, Birgi merkez olmak üzere İzmir ve civarının fethine teşebbüs etmiş ve daha sonraları bölgede kendi beyliğini kurmuştur. Yakub Bey zamanında Bizanslılar’la karşılıklı savaslar yapılmıştır. Nitekim Yakub Bey 1305’de Menderes nehri kenarındaki Tripolis şehrini ve Angir (Kiliseköy)’ü zaptetmiş ve Otuz Bin kişilik bir kuvvetle Alaşehir "(Filadelfiya)" kentini kuşatmıştır. Ancak Bizans’ın isteği üzerine yardıma gelen Katalanlar’ın saldırısı karşısında geri çekilmek zorunda kalmıştır. Katalanlar’ın bölgeyi terketmesinden sonra Yakub Bey, yeniden Alaşehir "(Philadelphia)" üzerine giderek burayı vergiye bağladı (1314). İlhanlı hükümdarı Olcaytu’nun Anadolu'daki beylikleri itaat altına almak için gönderdiği (1314) Emir Çoban’ın davetine gelerek itaatlerini bildiren beyler arasında Germiyanlı Alişiroğulları ve Germiyanoğulları’na tâbi beyler de vardı. Daha sonra Emir Çoban oğlu Timurtaş Noyan "(Demirtaş)", Anadolu’ya geldiğinde (1325) Eşref ve Hamidoğulları Beylikleri'ni ortadan kaldırmış, diğerlerini zaptetmek için Eğridir’de hazırlık yaparken maiyyetindeki beylerden Eretna’yı da Karahisar-i sahip taraflarına göndermişti. Yakub Bey’in damadı olan Karahisar Bey’i kayınpederinin yanına Kütahya’ya sığınmıştır. Yakub Bey ile Eretna Bey arasında bir savaş çıkmak üzere iken Timurtaş Noyan "(Demirtaş)"’tan gelen emir üzerine Eretna Bey Sivas’a ç
ekilmişlerdir (1327). Yakub Bey’in 1340’larda vefat ettiği tahmin edilmektedir. El-Ömerî, Yakub Bey devrinde Germiyan Beyliği'nin talimli düzenli ordusu olduğunu kaydetmektedir. Yakub Bey'den sonra Germiyanoğulları Beyliği'nin başına oğlu Mehmed Bey geçmiştir. "Mehmed Bey," mücadeleci ve savasçı anlamına gelen Çahsedan veya Çağsadan lakabıyla anılıyordu. Onun zamanında, daha önce Katalanlar tarafından işgal edilen Küldi "(Kula)" kasabası Rumlardan, Angir "(Simav)" kasabası Bizans İmparatorluğu'ndan geri alınmıştır. "Mehmed Bey" hakkında bilinenler çok azdır. Germiyanoğulları Beyliği Yakub Bey'den sonra eski üstünlüğünü kaybetmiş, hatta ""Mehmed Bey"" devrinde Aydınoğulları bağımsız hale gelmişlerdir. "Mehmed Bey" 1361'de vefat etmiştir. Sah Çelebi olarak da anılan Süleyman Şah, babası Mehmed Bey'in vefatı üzerine Germiyan hükümdarı olmuştur. Onun hükümdarlığının ilk yılları olaysız geçmiştir. Karamanoğulları Alaaddin Bey ile Hamidoğlu İlyas Bey arasındaki mücadelelerde İlyas Bey'in tarafını tutmuştur. Karamanoğlu'nun saldırısına uğrayan İlyas Bey kendisine sığınınca ona yardım etmiş ve topraklarını geri almasını sağlamıştır. Bu durum Süleyman Şah ile Karamanoğlu Alaaddin Bey'in arasını açmıştır. Bu dönemde Germiyan beyliği iki önemli Anadolu beyliği arasında sıkışmıştır. Süleyman Sah, kuzeyde devamlı topraklarını genişleten Osmanlılar'dan ve güneydoğuda Karamanlılar'dan gelecek saldırılara karşı topraklarını koruyabilmek için bazı imkanlar aramıştır. Bu maksatla kızı Devlet Şah Hatun'u I. Murad'ın oğlu Yıldırım Bayezid ile evlendirmiş ve kızının çeyizi olmak üzere Kütahya, Tavşanlı, Simav ve Eğrigöz dolaylarını Osmanlılar'a bırakmıştır. Böylece büyük fedakârlıklarla dostluk ilişkisi kurmaya çalışan Süleyman Şah, kendisi Kula'ya çekilmiştir (1381). Yıldırım Bayezıd ise Kütahya valiliğine getirilmiştir. Aynı dönemde Karamanoğlu Alaaddin Bey de Osmanlılar'la akrabalık kurmak istemiş ve I. Murad'ın kızı Melek Hatun ile evlenmiştir. Ancak bu evlilik Germiyanoğlu Süleyman Şah'ı tedirgin etmiştir. Süleyman Şah 1387'de Kula'da vefat etmiş ve orada yaptırdığı Gürhane Medresesi'ne defnedilmiş ve yerine oğlu II. Yakub Bey Germiyan Beyi olmuştur. Babası Süleyman Şah zamanında Uşak ve Suhud bölgesinde vali bulunan Yakub Bey onun ölümü üzerine (1387) Germiyan beyi olmuştur. Osmanlı Padişahı I. Murad'ın I. Kosova Muharebesi'ne diğer bazı beylikler gibi yardımcı kuvvet gönderen II. Yakub Bey, I. Murad'in savas meydanında sehit düsmesi üzerine Osmanlı nüfusundan kurtulmak istedi. Karamanoğulları başta olmak üzere bazı toprakları Osmanlılar tarafından alınan Hamid, Saruhan ve Menteşe beyliklerinin oluşturdugu ittifakı destekledi. Ayrıca bu durumdan istifade ederek babası tarafından kız kardeşinin çeyizi olarak verilen yerlerden geri aldı ve Kütahya'yı ele geçirdi. Bu durum karşısında Yıldırım Bayezid, Rumeli'de sulh ve sükunu sağladığı gibi Sırplarla da anlaşma yaptı. Daha sonra hemen Anadolu'ya geçen Bayezid, kısa zamanda kendi aleyhine gerçekleştirilen ittifakı dağıttı. Saruhan, Aydin ve Menteşe beyliklerini işgal ettikten sonra Kütahya'ya yöneldi. II. Yakup Bey bu durumdan endişeye düştüğü için Yıldırım Bayezıd'i pek çok hediyelerle karşıladı. Ancak Osmanlı Padişahı, kayınbiraderine güvenmediği için yakalatmış, veziri Hisar Bey ile birlikte Rumeli'de Ipsala kalesine hapsetti. Böylece bütün Germiyanoğulları'na ait topraklar Osmanlı ülkesine katılmış oldu (1390). Yakub Bey 1399'a kadar Ipsala'da kaldı ve sonunda bir fırsatını bularak kaçtı ve deniz yoluyla Şam'a gitti. O sırada Şam'a gelmiş olan Timur'a sığınan Yakup Bey, maiyyetinde olanlarla birlikte Ankara Savaşı'na katıldı (1402). Yıldırım Bayezid'in Timur'a mağlub olmasıyla Osmanlı Devleti'nin parçalanması üzerine diğer beylikler gibi Germiyan Beyliği de yeniden teskil edildi ve idaresi II. Yakup Bey'e verildi. Böylece Yakub Bey On İki yıllık bir aradan sonra yeniden beyliğinin başına geçmiş oldu. Timur, Ankara Savaşı'ndan sonra Kütahya'ya gelmiş ve bir ay kadar burada ikamet etmiştir. Yıldırım Bayezıd'in ölümünden sonra onun sehzadeleri arasında ortaya çıkan karışıklıklar sırasında önce Karamanoğlu ile bir ittifaka giren Yakub Bey, daha sonra Çelebi Mehmed'in tarafina geçti (1410). Ancak bu duruma tepki gösteren Karamanoğlu Mehmed Bey, Germiyan ili üzerine giderek Kütahya'yı zaptetti. Bu suretle Yakub Bey, ikinci defa ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Çelebi Mehmed'in Rumeli'de asayişi sağladıktan sonra Anadolu'ya geçmesi üzerine Bursa'ya kadar ilerlemiş olan Karamanoğlu derhal geri çekilmiş, hatta Germiyan topraklarını da terketmiştir. Osmanlı Padişahı Çelebi Mehmed Karamanoğlu üzerine yürürken Yakub Bey de yardımcı olmaya çalısmış, zahire ve levazım tedarik ederek harekatı kolaylaştırmıştır. Böylece Yakub Bey İkinci defa ülkesine sahip olmuş ve Osmanlı hakimiyetini tanımıştır (1413). II. Murad devrinde de Osmanlılar'la iyi geçinmeye çalışan Yakub Bey bir oğlunun olmaması ve yaşının ilerlemesi sebebiyle ülkesini Osmanlı Padişahı'na bırakmayı düşündü. Bu maksatla yaşı sekseni mütecaviz iken Bursa üzerinden Edirne'ye seyahat etti. II. Murad'la görüşmesi sırasında hüsn-i kabul gördü ve merasimle karşılandı. Germiyan ilini II. Murad'a vasiyet ederek tekrar ülkesine döndü. Yakub Bey, Kütahya'ya dönüşünden bir sene sonra öldü (Ocak 1429) ve kendi imaretinin mescidindeki mihrabin arkasına defnedildi. Yakub Bey, aradaki fasılalarla birlikte 42 yıl hükümdarlık yaptı. Germiyanoğulları Beyliği'nin sınırları içerisinde yaklaşık yedi yüz kale bulunuyordu. Batı sınırları Menderes Nehirleri'ni kapsıyordu ve halk bu nehirlerden oldukça istifade ediyordu. Germiyanoğulları'na tâbi başlıca yerleşim yerleri: Kütahya, Uşak, Gediz, Kula, Eşme, Alaşehir, Tavşanlı, Simav, Emet, Sarayköy, Banaz, Çivril, Denizli, Honaz, Dinar, Sarıgöl, Buldan, Afyonkarahisar'dır. Germiyanoğulları Beyliği'nin en güçlü olduğu I. Yakub Bey devrinde sosyal ve ekonomik hayatın da gelişmiş oldugu anlasilmaktadir. Sehabeddin Ömeri, Germiyan beyinin 700 şehir ve kalesi olduğunu, ordunun tam teçhizatlı olduğu, kıymetli eşya ve hayvanlara sahip bulunduğunu bildirmektedir. Ticarete önem veren ve nakliyesinde Menderes nehrinden yararlanan Germiyanlılar bazı ihraç mallarını bu vasıta ile Ayasulug ve Balat yoluyla denizden ihraç ederlerdi. Yine bu devirde Bizans, her yıl Germiyan beyine 100.000 dinar ve pek çok kıymetli eşyayı hediye olarak gönderiyordu. Germiyanoğulları devrinde "Germiyan kumaşları" olarak meşhur dokumalar çok kıymetli idi. Anadolu'nun her tarafında tanınan ve Bursa pazarlarında da bulunan Germiyan kumaşları Osmanlı sarayına giden hediyelik eşyalar arasında da yer alıyordu. Yine Denizli'de dokunan ve ak alemli denilen kumaştan hil'at yapılırdı. Sarıklık bezler de yine bu bölgede dokunuyordu ve I. Murad'ın kullandığı beyaz sarık ile kırmızı kaftan ve cübbesi Germiyan dokumalarındandı. Alaşehir'in kırmızı kumaşlarından da sancak yapılırdı. Germiyan askerlerinin elbiseleri mücevherli, kırmızı atlaslı ve buna benzeyen süslü elbiselerdendi. Kütahya'nın "Gümüş" kasabasında bolca gümüş, şimdiki Şaphane ilçesinde de bolca şap çıkıyordu. "Serköy" kasabasında da bolca pirinç ekimi yapılırdı. Menderes nehirleri sayesinde de gemilerle ticaret yapılırdı. Şecereli meşhur Germiyan atları vardı ve bunlar dışarılara da sevk edilirdi. Germiyanoğulları'ndan Osmanlılar'a intikal eden vakfiyelerden anlaşıldığına göre tesis edilen imaret ve zaviyelerde yolcu ve fakirlere en iyi şekilde hizmet ediliyordu. O dönemde halk yerleşik ve konar-göçer olmak üzere iki kısımdı. Köy ve kasabalarda yasayanlar zirai ekonomiye sahip oldukları halde, şehirdekiler ticaret yapıyorlardı. Konar-göçerler ise hayvan besiciliği ile meşguldüler. Meyve, süt, yoğurt ve bal oldukça ucuzdu ve ziraatle uğraşanlar refah içerisindeydi. Germiyan hükümdarı Süleyman Şah ve II. Yakub Bey adına bastırılmış gümüş sikkeler bulunmaktadır. Ayrıca Yakub Bey, Timur'un himayesinde iken onun adına, Osmanlı himayesinde iken II. Murad adına da para bastırmıştır. Ayrıca Germiyan hükümdarlarının Denizli'de yazlıkları vardı. Diğer Anadolu Beylikleri'nde oldugu gibi Germiyanoğulları'nda da askerî kuvvet timarli sipahi idi. Ayrıca beylerin iktalarına göre silahlı kuvvet beslemeleri gerekiyordu. Ordu kumandanına "Subaşı" deniliyordu. Germiyanoğulları'na tabi beyliklerle birlikte 200.000 atlı ve yayadan ibaretti. Beyliğin kendi ordusu ise 40.000 idi. Germiyanoğulları Beyliği ordusunda kargı kullanan ve ok atan birlikler bulunmakta, savaş haricinde ordu zaman zaman askerî manevralar yapmaktaydı. Ayrıca Germiyanlılar sınırlarının korunması maksadıyla ve savaşa karşı tedbir olmak üzere mevziler kazdırıp buralara topladıkları kuvvetlerle harp hazırlıkları yapıyorlardı. Germiyanoğulları devrinde Kütahya ilmî ve edebî faaliyetlerin merkezi idi. Burada, bugün Demirkapı Medresesi olarak bilinen Vâcidiye Medresesi ve II. Yakub Bey Medresesi en önemli ilim müesseseleridir. Fıkıh âalimi ve aynı zamanda Germiyanoğulları Vakfı'nın mütevellisi olan İshak Fakih'in inşa ettirdiği medrese de bu devirde faaliyet göstermiştir. Bu medreselerde nakli ilimlerin yanında heyet ve astronomi de okutuluyordu. Umur bin Savcı'nın yaptırdığı Vâcidiye Medresesi'ne adını veren Müderris Abdülvâcid, uzun yıllar hocalık yapmış ve bazı eserler kaleme almıştır. Fıkıh dalında Serhu'n-nikaye adlı eseri telif eden (1403) Abdülvacid, astronomi konusunda "Çagmini'nin Mülahhas" adlı kitabına şerh yazmıştır. Germiyanoğulları zamanında yetişen ilim ve fikir adamlarının varlığı bize bu devirde beylik merkezinin ne derece canlı bir kültür hayatına sahip olduguna delalet etmektedir. Germiyan beylerinin ilim ve fikir adamlarını korumaları ve onlara deger vermeleri bu ortamin gelişmesini saglamıştır. Germiyan ilinin Osmanlılar'a geçmesiyle bu dönemde yetişen ilim ve fikir adamları, edebiyatçı ve şairler de Osmanlı idaresinde hayatlarını sürdürmüşler ve eserler vermeye devam etmişlerdir. Edebî sahada ise Şeyhoğlu Mustafa, Ahmedî, Şeyhî, Ahmed-i Dâî, Abdullah-ı İlahi, Cemâlî Germiyanî, Kasım İzarî, Rahîmî, g
ibi isimler yetişti. Şeyhoğlu Mustafa, Süleyman Şah'ın emriyle Farsça Merzübannâme ve Kabusnâme'yi Türkçeye tercüme etmiştir. Yine Süleyman Şah'ın isteği üzerine kaleme aldığı Hursidnâme adlı mesneviyi onun ölümü üzerine Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezıd'e takdim etmiştir. Siyasetnâme tarzındaki eseri Kenzü'l-Kübera ise Türkçe mensur bir eserdir. Şeyhî Yusuf Sinan ise hem kabiliyetli bir saray doktoru olup hem de başta Hüsrev ü Şirin ve Harnâme olmak üzere önemli eserler vermiştir. Ahmedî'nin İskendernâme'si de yine bu dönemde kaleme alınmıştır. Ahmed-i Daî ise Yakub Bey'in emriyle rüya tabirine dair Tabirnâme adıyla Farsça'dan bir eser tercüme etmiştir. Germiyanoğulları devrinde cami, medrese, çeşme gibi çeşitli mimarî eserler inşa edilmiştir. Afyonkarahisar'da çeşmeler, Ankara'da Kızılbey Camii (1299), Denizli'de Süleyman Sah'in yaptırdığı Ulu Cami (1368) ve Merkez Çeşmesi, Sandıklı'da Çavuş Çeşmesi, Kütahya'da Yakub Çelebi Medresesi, Hisar Çeşmesi, Servi (Çatal) Camii, Kale-i Bâlâ Camii (1377), Kurşunlu Camii (1377), Balıklı Camii, Analıca Camii, Vâcidiye Medresesi, Uşak'ta Kavşit Çesmesi, Kütahya'da İshak Fakih'e ait çeşme mimarî eserlerin en önemlileridir. EpOX EPoX, Şubat 1995'te Tayvan'da kurulan bilgisayar donanımı üreticisi şirkettir. Firma, satış ve üretim kapasitesiyle hızla büyüdü ve 2 yıldan kısa sürede, dünya çapında satış ve servis ağına sahip oldu. Gelişmiş Ar-Ge ekibiyle EPoX, geniş bir ürün yelpazesi yakalamakla kalmadı, aynı zamanda bilgisayar sektöründe yenilikçi ve öncü kimliğiyle ön plana çıktı. Bilgisayar alanının dışında, 1998 yılından itibaren haberleşme alanında da genişlemeye devam eden EPoX, yakın gelecekteki planlarını ‘ 3C ’ uyumlu ürünler dizayn edip üretmek üzerine kuruyor. Aynı zamanda EPoX, Kasım 1999’dan beri Tayvan borsasında başarıyla listeleniyor.Türkiye Distribütörü MASCOM'dur.Fakat şirket 2007 tarihinde yönetimsel hatalardan dolayı iflas etmiştir. Ülke kodu Ülke kodu bir ülkenin isminin kısaltılmış halidir. Uzun ülke isimleri bu şekilde daha kolay kullanıma sunulmuştur. Bu kodlar uluslararası nitelik taşır. Veri işleme ve iletişimde sıkça kullanılır. Wikimedia Vakfı Wikimedia Vakfı (The Wikimedia Foundation Inc.; kısaca Wikimedia), Vikipedi (Wikipedia) ansiklopedisi gibi çeşitli özgür içerikli projeleri bünyesinde barındıran bir organizasyondur. Wikimedia kâr amacı gütmeyen ve ABD'nin Florida eyaletindeki yasalara tâbi bir vakıftır. Vakıf ilk olarak 20 Haziran 2003 tarihinde Vikipedi'nin kurucusu Jimmy Wales tarafından duyuruldu. Ocak 2004'te Jimmy Wales, Tim Shell ve Michael Davis'i vakfın vekilleri olarak atadı. Haziran 2004'te de Angela Beesley ve Florence Nibart-Devouard seçilerek vakfın yönetimine dahil oldular. 2005 yılında tekrar seçildiler. Aarhus Orhus ya da özgün adıyla Århus, Danimarka'nın ikinci büyük kentidir. Danca'da ""Århus"", İngilizcede ""Aarhus"" olarak yazılır. Bir liman kenti olan Århus, ülkenin Yülen (İngilizce "Jutland" ya da Danca "Jylland") yarımadasının kuzeydoğusunda yer alır. 2004 Sayımına göre 228.547 kişinin yaşadığı kent, Århus ilinin de merkezidir. Kent düz, verimli ve ormanlık bir alan üzerinde kuruludur. Tarımsal ürünlerin dışsatımı ile, kömür, demir gibi madenlerin dışalımında kentin limanının önemi büyüktür. Kentte gezilip görülecek yerler arasında; 13. yüzyıldan kalma, ülkenin ve kuzey Avrupa'nın en büyük kilisesi olan katedral, Danimarka'nın geçmişindeki yapıların yakın zamanda yapılmış tıpkılarının bulunduğu eski Dan yaşamını canlandıran "Den Gamle By" ("eski kent"), Bitkibilimi (Botanik) bahçesi, Tivoli Friheden eğlence parkı ve kentin sanat müzesi ARoS sayılabilir. Kent ayrıca, ülkenin önemli üniversitelerinden birini de barındırır. Haarlem Haarlem (Türkçede "Harlem" olarak da yazılır) Hollanda'nın batısında yer alan bir kenttir. Spaarne ırmağının kıyısında yerleşik kent, bu nedenden ötürü "Spaarnestad" olarak da adlandırılır. Haarlem, 20 Km doğusundaki ülke başkenti Amsterdam'ın da içinde olduğu "Kuzey Hollanda" bölgesinin yönetim yeridir. 2005 Sayımına göre 147,022 kişinin yaşadığı kent, Hollanda'da çiçek yetiştiriciliğinde çiçek, çiçek soğanı (özellikle de lale soğanı) dışsatımında önemli kentlerden biridir. Ayrıca New York şehrinin bir bölümü olan Harlem'in adı da bu şehirden gelir. Harlem Harlem aşağıdaki anlamlara gelebilir: Andrzej Wajda Andrzej Wajda (d. 6 Mart 1926, Suwalki- ö. 9 Ekim 2016, Varşova), Polonyalı sinema yönetmeni. 16 yaşından itibaren "Polonya Direnişi" ile birlikte savaştı. Savaştan sonra, Kraków Güzel Sanatlar Akademisi'nde (1945-48) resim öğrenimi, Lodz Ulusal Sinema Okulu'nda (1950-52) yönetmenlik eğitimi gördü. Daha sonra "Barska Sokağında Beş Çocuk" filminde Alexander Ford'un asistanı olarak çalıştı. Sinema alanında hem Polonya hem de Avrupa'nın önemli yönetmenleri arasında sayılır. Kanal (1957) filminde Polonya'nın kaderini ve 1944 Varşova Ayaklanması'ndaki kahramanlığını yansıtır. Wajda'nın fimleri, batıda yaygın bir şekilde izlenen savaş sonrası Polonya filmleri arasında yer aldı. Daha sonra, sinema ve TV için gerçekleştirdiği filmler tema ve içerik açısından büyük çeşitlilik gösterdi. 1972'de genç sinemacıları yüreklendirmek amacıyla Film Polski'nin bir dalı olarak kurulan Film Unit X'in başkanlığına, Polonya Sinemacılar Sendikası Başkanlığı'na seçilen Wajda, Polonya'daki politik durum nedeniyle 1981'de her iki görevinden de istifa etti. Daha sonra, çalışmalarını tiyatro ve yabancı stüdyolarla ortak film yapımları üzerinde yoğunlaştırdı. Kısa süre sonra Paris'e yerleşti. Polonya dışında birkaç film yönettikten sonra, 1986'da ülkesine döndü. 1989'un başında, yeni Polonya Halk Cumhuriyeti'nde senatörlüğe seçildi. Andrzej Wajda, çağımızın en çok ödül alan yönetmenlerinden biridir. İlk dönem filmlerinden Wajda'nın, duygusal bir tarih yaklaşımı ve romantik bir insan yazgısı kavramından oluşan kendi sanatçı damgasının yaratma yönteminin temellerinin atıldığını görürüz. Wajda'nın eserleri çağımızın birçok biçimini ve katmanını ortaya koyar. Tarih filmlerini çağdaş konulu filmler; geniş bir toplumsal yelpazeyi tarayan filmleri de insanların en mahrem deneyimleri üzerinde yoğunlaşan filmler izler. Wajda'nın tüm eserlerinin diğer bir birleştirici ögesi de, onun edebiyat ve sanat kaynaklarına bağlı kalışıdır. Filmlerinin hatırı sayılır bir bölümü edebiyattan gelirken; resimsel yönü de romantik sanat geleneğinden esin bulur. Filmlerinin ortak noktasını, onun büyük tarihsel sentezleri, mecazları ve sembolleri betimlemesini sağlayan tema seçimi tayin eder. Bireylerin ve toplumların kaderlerinde, trajik biçimde sonuçlanan olayların kesişme noktasını oluşturan anlar, hep onu çekmiştir. Filmlerinde, insan varoluşunun ana motifleri iç içe geçmiştir: Ölüm ve hayat, aşk, yenilgi, seçim yapmak zorunda kalmanın trajik ikilemi ve büyük hayalleri gerçekleştirmenin olanaksızlığı. Tüm bu motifler, hatta aşk gibi son derece öznel bir duygu bile, Wajda filmlerinde tarih bağlamında ele alınmıştır. Ünlü Polonyalı yönetmen 9 Ekim 2016 günü solunum yetmezliği nedeniyle Varşova'da hayatını kaybetti. Wajda dört kez evlendi. Üçüncü eşi aktris Beata Tyszkiewicz dir. Ondan 1967 yılında Karolina adında bir kızı olmuştur. Dördüncü eşi tiyatro kostümü tasarımcısı ve aktris Krystyna Zachwatowicz dir. Attis Attis, Eski Anadolu (Frigya) tanrılarından biri. Efsanelere göre Adonis kadar güzeldi bu yüzden Anadolu tanrılarının anası Kybele ona gönül verdi. Ondan hayat boyu kendisine sadık kalma sözü almıştı ancak Attis Sakarya Nehri'nin perisi Sagaratis’e gönül verdi. Kybele buna çok öfkelendi ve peri kızının hayatının bağlı olduğu ağacı keserek Attis’i de delirtti. Attis-Kybele, İsis ve Dionysos Sabazios'a bağlı ve sonradan Yunanistan ile Roma İmparatorluğu'nu istila eden Doğu Gizemleri, Bacchanalia , Eleusis törenleri ile birçok ortak özellikler taşımaktadırlar. Ancak, Doğu Gizemlerinde katılanların kendinden geçişleri (vecd) çok daha şiddetli, üstelik tanrılarla bütünleşme arzusunun yarattığı psikolojik gerilim çok daha tehlikeliydi. Örneğin, baş rahibin tanrının adını taşıdığı Attis tapımında inisiyeler kendilerini hadım ederlerdi. Tanrı ile bütünleşme, ya boğa kurbanı (Taurobolium) sırasında kana bulanma ya da sunak üzerinde kendi kollarının bıçakla kesilmesi ile sağlanırdı. Ayrıca bir kutsal evlenme töreni düzenlenir ve inisiye büyük tanrıça ile cinsel ilişki kurardı. Frigya gizemlerinde, dramatik olarak ifade edilen, Attis'in ölümü ve dirilmesi çok belirgindi. Bu törenlerin gerçeklestirildiği ""Hilaria"" (sevinç ve neşe) bayramı ilkbahara rastlardı. Emisyon Bir ülkede, kâğıt para, tahvil ve bono, hisse senetleri gibi değerlerin ilk kez piyasaya sürülmesine emisyon denir. Piyasadaki toplam para miktarına denir. Bruce Lee Bruce Jun Fan Lee, ("Lee Jun Fan" Kantonca'daki adı; d. 27 Kasım 1940, San Francisco – ö. 20 Temmuz 1973, Hong Kong), Çin kökenli aktör ve Jeet Kune Do savunma sanatı ustası. Bruce Lee, ABD doğumlu olup Çin kökenlidir. San Francisco'daki "Chinese Hospital" hastanesinde dünyaya gelmiştir. Babası Lee Hoi-Chuen (李海泉) Çinli, annesi Grace Lee (何金棠) yarı Çinli yarı Kafkaslıdır. Bruce Lee, Jeet Kune Do (Türkçe; durduran yumruk yolu) adını verdiği bir savunma sanatı sistemi geliştirmiştir. Lee'nin bu sistemi geliştirmeden önce eğitimini aldığı savaş sanatları arasında; Kung Fu, Wing Chun, Karate, Boks, Tayland boksu, Jujutsu, Kick Boks, Aikido, Judo, Eskrim, Güreş ve Taekwondo bulunmaktadır. San Francisco'da doğan Lee'nin gerçek adı Lee Jun-Fan'dır. İsmini doğumunda hazır bulunan doktor vermiştir. Babası ve annesi, Çin operasında oyuncuydu. Lee doğduğunda, bir turne için Birleşik Devletlerde bulunuyorlardı. Ailesi, Kung Fu öğrenmesini istedi. 6 yaşındayken bile ilerideki, hırçın ve sert karakterini belli ediyordu. Lee, Kung Fu tekniklerini bilinçsiz bir şekilde öğrenmeye başladıktan sonra, 1954'de ünlü Kung Fu Ustası Yip Man'ın öğrencisi olarak Wing Chun sistemini çalışmaya karar verdi. Bunun diğer bir nedeni ise bir sokak kavgasında küçük düşme korku
sunu yenebilmekti. İlerleyen zamanlarda da Wing Chun sistemine boks çalışmalarını da eklemeye başladı. Dansa büyük bir ilgi duymaktaydı. Henüz 14 yaşındayken dans etmenin çok eğlenceli olduğunu keşfetmişti, zaten bunun içinde yetenekliydi. Dans etmek isteyenleri geri çevirmezdi. Dans dengesi ve ayak hareketlerinin çoğu onun daha sonra dövüş stilinde etken olmuştur. En sevdiği dans olan "Cha Cha" dansında Hong Kong'da şampiyon bile seçilmişti. Sık sık karıştığı sokak kavgalarından dolayı 19 yaşındayken kötü şöhret edinince, 1959'da ailesi onu doğduğu Amerika Birleşik Devletleri'ne kendi arkadaşlarının yanına göndermiştir. Seattle'de otururken bir restoranın çatı katında garsonluk yaptığı sürece kalmasına izin verildi. Liseyi bitirip üniversiteye geçti. Washington Üniversitesinde Felsefe Bölümüne girdi ve geceleri restoranda çalışmaya devam etti. Bir yandan okula devam ederken, bir yandan da Amerikalılara Çin Kültürü'nün zenginliğini anlatmak için, o güne kadar Çinlilerden başkasına öğretilmesi yasak olan olan Kung Fu dersleri vermeye başlamıştı. Bu amaçla kendi adını taşıyan Jun Fan Kung Fu adında bir okul açmıştı. Bu spor okulu 1963 yılına kadar açık kalmış, yine aynı yıl Amerikalı Linda Emery ile evlenmiştir. Lee, daha sonra Oakland'da ikinci okulunu açtı. Burada geniş bir kitleye, Amerikalılara yabancı olan bu sanatın ne kadar geniş içerikli ve derin felsefeye sahip olduğunu ispatladı. Bruce Lee, Ed Parkers'la 1964 yılında ilk uluslararası çıkışını yaptı. Sonrasında "Green Hornet" adlı dizide oynamaya başladı. Bruce, bunun kendisi için bir çıkış olacağını düşünürken; dizi, bir sezon sonra yayından kaldırıldı. Daha sonra James Garner'in oynadığı ""Marlowe"" adlı filmde küçük bir rol kaptı ve birkaç bölümünde göründü. Sakatlansa da vazgeçmemişti fakat bu küçük rol kariyeri ona hiçbir fayda sağlamadı. İlk uzun metrajlı filmi; Çinli prodüktör Raymond Chow'un yeni kurduğu film şirketi Golden Harvest ile çekilen "Big Boss" ("Büyük Patron") filmidir. Film, Hong Kong ve güneydoğu Asya bölgesinde şimdiye kadar kırılmış tüm gişe rekorlarını altüst ederek büyük bir patlama yaptı. Bunun üzerine Asya milliyetçiliğinin işlendiği "Fist of Fury" ("Öfkenin Yumruğu") filminde oynadı. Lee'nin bu filmlerinde kendisine özgün stilini de görmek mümkündür. Hong Kong film sanayinde avantür filmlerin hareketli sahnelerine Bruce Lee'nin Hollywood tecrübesi ile olağanüstü koreografileri yeni bir boyut kazandırmıştır. Dönemin süper starı Wang Yu bile onun altında bir role razı hale gelmişti. Büyük Usta, çekilen filmin güzel olması için dövüş sahnelerinin koreografisini düzenlerken gece gündüz demeden çalışıyordu. Hareketli sahneler için uzun plan çekimler yapar, yüksek tekmeler kullanır, Escrima'nın (silahlı dövüş sanatı) Nunchaku, Bo, Kali, bıçaklar ve küçük Çin okları gibi tüm silahlarını kullanarak dövüş sahnesini olağanüstü artistlik figürlerle süslemekteydi. Bruce Lee, kalitesi ile Kung Fu sineması sektörüne yeni bir boyut kazandırdı. Escrima ustası Dan Inosanto, Lee'nin özgün stili Jeet Kune Do’nun kesinlikle gösteri olmadığını, aksine çok gerçekçi, fantezisi olmayan, vücut hareketlerinin işlevine uygun bir spor olduğunu söylemekteydi. Lee'nin komple bir sporcu olduğunu, Jeet Kune Do'nun da gerçek bir dövüşte çok etkili bir sistem olduğunu hararetle savunurdu. Bunun yanında Bruce Lee'nin de çok iyi bir aktör olduğundan, dövüş sanatını beyaz perdede fantastik bir şov olarak seyirciye sergilemeyi becerebildiğini söylemekteydi. İşte bu yüzdendir ki; filmleri dünya sinema klasikleri arasına girmiştir. Bruce Lee’nin üçüncü filmi "Way of the Dragon" ("Ejderin Yolu") oldu. Bu filmde Lee'nin yanında yardımcı oyuncu olarak, Amerikada yedi defa karate şampiyonu olmuş "Chuck Norris" görülmüştü. Filmin final mücadelesinde ise adeta Karate ve Kung Fu'nun üstünlük mücadelesi sergilenmektedir. Bruce Lee'nin her filmi bir diğerine nazaran yenilikleri ile göze çarpmaktadır. Bruce Lee'yi zirveye taşıyan film ise, Dan İnosantio ve Kerim Abdül-Cabbar ile birlikte rol aldığı "Game of Death" ("Ölüm Oyunu") filmidir (Fakat bu filmi tamamlayamadan ölmüştür). Amerikan filmlerinde başrol oynamayı çok isteyen ancak bunu başaramayan Lee, dördüncü filmini çekerken Amerikalı yapımcılardan başrol oynayacağı bir film teklifi geldi. Bunun üzerine sanatçı "Ölüm Oyunu" filmini yarıda bırakarak, Çin-Amerikan ortak yapımı olan "Enter the Dragon" ("Ejder Kalesi") filmini çekti. Son zamanlarda sırtından çok ciddi bir şekilde rahatsızlanmıştı. Doktorları ona dövüş sanatlarını kesinlikle bırakmasını ve iyileşmesi için yataktan çıkmaması gerektiğini söylediler. Bu Bruce Lee'nin hayatında en kötü dönemlerinden biriydi. Altı ay boyunca sırtüstü yatakta kaldı. Ama beynini çalışmaktan alıkoyamıyordu. Bu zaman diliminde ""Jeet Kune Do Tao"" adlı kitabı yazmaya başladı. Ancak bitiremeden hayata veda etti. Kitabını ölümünden sonra karısı tamamladı. 20 Temmuz 1973'teki Bruce Lee'nin ölümünü çevreleyen koşullar Asya'da bir bilinmezlik fırtınası ve dünyanın her tarafında ölümüne dair bir sürü iddianın gezindiği bir trajedi olarak kaldı. Betty Ting'in de başrol oynayacağı ""Game Of Death"" adlı filmini bitirmek için yapımcısı Raymond Chow'la görüşmek üzere Betty'nin dairesine gitmişti. Raymond, öğleden sonra akşam tekrar konuşmak üzere onlardan ayrıldı. Baş ağrısından şikayet eden Bruce, Betty'i her zaman kendisinin de kullandığı bir aspirin karışımı olan "Equogesic" verdi. Ondan sonra Bruce, uzanmak üzere yatak odasına gitti. Raymond akşam niçin gelmediklerini öğrenmek için onları aradığında; Betty, Bruce'un uyuyakaldığını söyledi. Raymond, Betty'nin dairesine gidip Bruce kaldırmayı çalıştı ama başaramadı. Panik olmaya başladılar ve Betty doktor çağırdı. Onu kurtarmak için yapılan birçok başarısız denemeden sonra ambulans çağrıldı. Küçük Ejder Bruce, hastaneye gittiğinde ölüydü. Acil müdahalede kalp ve solunuma müdahale edildi. Fakat bir hayat belirtisi yoktu. Bruce'nin nasıl öldüğü tartışma konusu oldu. Ölümünün beynindeki tümörden olabileceği söylendi. Bunun doğuştan mı yoksa daha sonra mı ortaya çıktığı meçhuldu ama kafasında her an patlamak üzere olan hasar görmüş bir damarla birlikte de çok vakti yoktu. Hatta ölümünden 2 ay önce bir beyin travması geçirmişti. Bruce Lee'nin genç yaşta ölümüyle; Hong Kong yasa boğulmuş, binlerce insan sokaklara dökülüp, son yolculuğunda onu yalnız bırakmak istememişlerdi. Kalabalığı durdurmak için polis tarafından barikatlar bile kurulmuştu. Diğer bir trajedi ise oğlu Brandon Lee'nin 31 Mart 1993'te Amerika'nın Kuzey Carolina eyaletinde ""The Crow"" filminin çekimleri sırasında kameralar önünde karnından vurularak ölmesidir. Bruce Lee, Amerika'nın Seattle kentinde (Vaşington eyaletinde) Lake View mezarlığına gömülmüştür. Daha sonra, 3 Mart 1993'te Brandon Lee de babasının yanına gömüldü. Her gün kendisinin ve oğlunun mezarı dünyanın dört bir tarafından gelen insanlar tarafından ziyaret edilmektedir. Bruce Lee hayatında sadece dört öğrencisine “Jeet Kune Do” hocası olma lisansı verdi. Bunlar Taky Kimura, James Yimm Lee, Dan Inosanto ve Ted Wong'dur. Ibanez Ibanez elektro gitar, akustik gitar, basgitar üreten, Japon kökenli bir firmadır. Firma Japonya Nagoya'da kurulmuştur. Sahibi Hoshino Gakki dir. Joe Satriani, Paul Gilbert, Steve Vai, Dino Cazares, Andy Timmons, John Petrucci, Frank Gambale, George Benson, Pat Metheny, John Scofield, Mick Thomson, Herman Li,Daron Malakian gibi pek çok ünlü gitaristin tercih ettiği Japon kökenli firma, elektro gitar pazarında Kore'de ve Endonezya'da ürettiği modeller de dahil olmak üzere en ön sıralardadır. Mahmut Erol Kılıç Mahmud Erol Kılıç (d. 1961, İstanbul - ) Türk akademisyen, ilim adamı, teolog. 1961 yılında İstanbul, Fatih'te doğdu. Hırka-i Şerif İlkokulu, Vefâ Lisesi ve İstanbul Üniversitesi'nde öğrenim gördü. Evli ve iki çocuk babasıdır. İngilizce, Arapça, Farsça ve Fransızca bilmektedir. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olduktan sonra bir müddet yurtdışında araştırmalarda bulundu. Lisans sonrası çalışmalarını özel olarak "İslam tasavvufu" alanında yoğunlaştırdı. 1988'de asistan olarak göreve başladığı İslam felsefesi anabilim dalında ""İslam kaynakları ışığında Hermes ve hermetik düşünce"" isimli yüksek lisans tezini hazırladı. Türkiye üniversitelerinde "tasavvuf anabilim dalı"nın kuruluşunun ardından bu anabilim dalında yapılan ilk doktora tezi sayılan ""İbn Arabi'de varlık ve mertebeleri"" isimli çalışması ile doktor ünvânına lâyık görüldü. Türkçe ve diğer dillerde birçok ansiklopedi ve dergilerde sahasıyla ilgili makaleleri yayınlandı. Pek çok uluslararası konferanslarda tebliğ sundu, radyo ve televizyon programlarına katıldı. Türkiye Yazarlar Birliği 2004 yılında ""Sufi ve şiir"" isimli kitabını inceleme-araştırma dalında yılın kitabı seçti. Mahmut Erol Kılıç, şu ilmi ve idari görevlerde bulunmuştur: Mach sayısı Mach sayısı, hareket halindeki bir kütlenin hızının, kütlenin bulunduğu şartlardaki ses hızına oranıdır. Kısaltması Ma ya da M'dir. Adını Avusturyalı fizikçi ve filozof Ernst Mach'tan alır. Ernst Mach'tan önce bu konu üzerine Fransız fizikçi Sarrau da incelemeler yaptığından Sarrau sayısı da denir. Örneğin, deniz seviyesinde, 1 atm basınçta ve 15C hava sıcaklığında 1 Mach = 1226,5 km/saat (340 metre/saniye) olarak belirtilir. Yerde ses hızı göğe oranla daha yüksek değerdedir. Yerden yükseldikçe hava sıcaklığı düşer. Deniz seviyesinden 11 km yüksekliğe kadar (Stratosfer sınırına kadar) olan atmosfer tabakasına "troposfer" adı verilir. Ses hızının karesi hava sıcaklığı ile doğru orantılı olarak değiştiğinden, yerden yükseldikçe ses hızı azalır. Buna bağlı olarak da o yükseklikteki "mach" sayısı deniz seviyesine göre daha az olur. Örneğin, "Stratosfer sınırında 11.000 metrede 1 Mach = 1062,2 km/saat"tir. Windows Media Player Windows Media Player, Microsoft'un ortam oynatıcı ürünüdür. Windows sürümü birçok özellik içerir: Ayrıca, Windows Media Player'ın Mac OS X ve Solaris için sürümleri mevcuttur, öte yandan bu programl
arın kullanımı sunduğu özelliklerin azlığı, düşük performans ve sağlamlık sorunları yüzünden tavsiye edilmemektedir (aynı iTunes ve Quicktime'in Windows sürümleri gibi). Birçok rakibinden farklı olarak Windows Media Player ücretsizdir, reklam göstermez ve herhangi bir casus yazılım içermez. Wuragag ve Waramurungundi Wuragag ve Waramurungundi, Aborjin mitolojisindeki ilk erkek ve kadın. "Wurugag" olarak da anılır. Avustralya'daki Gunwinggu topluluğuna göre Wuragag ilk erkek insan ve Waramurungundi'nin kocasıdır. Gunwinggulara göre ilk kadın ve Wuragag'ın karısı. İnanca göre Waramurungundi Avustralya'daki her şeyin yaratıcısı, ana tanrıçadır. Dünya'yı doğurmuş, daha sonra da dünya üzerindeki her türlü canlıyı doğurmuş, şekillendirmiştir. Ayrıca bu inanışa göre Waramurungundi yarattığı canlılara farklı dillerde konuşmayı öğretmiştir. Seyhan (anlam ayrımı) Seyhan aşağıdaki anlamlara gelebilir: Bütan Bütan, (ya da "n"-bütan) dört karbon atomu içeren dalsız bir bileşiktir: CHCHCHCH. İzobütan (i-bütan, 2-metilpropan) bütanın izomeridir, CHCH(CH). Normal şartlar altında bütan; aşırı yanıcı, renksiz ve kolay sıvılaşan bir gazdır. Bol oksijenli ortamlarda, bütan yanar ve karbondioksitle su buharı oluşturur: bütan + oksijen → su * karbondioksit + su buharı Oksijenin sınırlı olduğu durumlardaysa, karbon (tortu halinde) ya da karbon monoksit de oluşabilir. Bütan gazı tüp içinde satılır ve LPG ya da tüpgaz olarak adlandırılır. Ayrıca çakmaklarda yakıt olarak ve sprey ürünlerde itici gaz olarak kullanılır. Madde (felsefe) Özdek, bilinçten bağımsız olarak var olan her şey. Bilincin dışında ve ondan bağımsız olarak var olan her şey Özdek'tir. Bu anlamda özdek, Nesnel gerçek (Objektif realite) olarak tanımlanır. İnsan özdeği duyumlarıyla algılar. Bu dış gerçek olan özdeğin var olması için insan bilinci gerekli değildir, dış gerçek insanın ve böylelikle bilincin yeryüzünde varlaşmasından önce de vardı. Özdeğin özü devim (hareket)tir. Devim özdekte bir özgüç (Otodinamizm) olarak belirir. Özdek devimselliği ve değişkenliği gereği, sayısız biçimleri kapsar: taş, insan, yıldız, ısı, yerçekimi, elektromanyetik dalga, radyasyon, kozmik nebüloz. Antikçağ yunan düşüncesinde ilk seziler (Thales, Anaksimandros, Anaksimenes) ilk nedeni Canlıözdek olarak tasarlamıştı (Hilozoizm). Anaksimenes'in Ruh (Psike) olarak adlandırdığı ilkneden Soluk ya da Hava da özdeksel bir nitelikteydi. Sonra bu ilk neden katı, som, bölünmez (Atom) bir gerçek olarak düşünüldü (Leukippos, Demokritos). Demokritos Tanrıların bile incecik atomlardan meydana geldiğini ileri sürüyordu. Demokritos'un bu atomcu özdek anlayışı, Tanrılar bir yana, ondokuzuncu yüzyıla kadar geldi. Bu arada ilk olarak Ruh özdeğin dışına çekilerek ondan büsbütün ayrı bir şey olduğu ortaya atıldı. Ne var ki bu savı ortaya atanda (Anaksagoras) bir Atomcu özdekçiydi... Anaksagoras, kendiliğinden devimselliği sezmiş bulunan büyük Diyaletikçi Herakleitos'un tersine, devimin özdeğe dışarıdan verilmiş olması gerektiğini düşünmüş ve bu devim vericiliği de ruha yakıştırmıştır. Anaksagoras'ın bu kımıldatıcı güce Nous (Ruh ve Akıl) adını veriyordu. Gerçekte Herakleitos da evrensel bağımlılığı ve birliği buna benzer bir kavramla, Logos'la dile getirmişti. Özdeksel beynin özel bir fonksiyonu olan Us, yavaş yavaş karşıtına dönüşerek kendine yabancılaşmaya ve karşıt bir güç olarak belirmeye başlamıştı. Büyük soyutlayıcı Platon'la büyük biçimci Aristoteles spekülatif düşünceleriyle özdeğin bu yabancılaşmasını tamamladırlar. Bilim henüz emekleme çağını yaşıyordu. Bilimsel deney ve gözlemlerle denetlenemeyen spekülatif düşünceler ve varsayımlar başları boş durumda çeşitli alanlara yayılıyorlardı. Böylece, ilkel diyalektik anlayışın yerine yeni bir anlayış olan Metafizik geçiyordu. Artık bütün Ortaçağ süresince, soyut kavlaradan kurulu soyut, durgun hiyerarşik bir evren bir Evren düşlenecekti. Bu düş evreninin özdekleride gerçeklerinden soyutlanmış birer düş özdekleri olcaklardı. Ortaçağ Hristiyan Skolastiğinin düşünsel temelleri olan Platon ve Aristoteles'e göre özdek, Kendisine anlam kazandıran İde ve Biçim'in dışında düşünülürse, belirsiz bir şeydir. Platon onu büsbütün yoksayar, özdek yokluktur ve ancak İde'nin ona vereceği biçimle varlaşır. Aristoteles, onu bir hiyerarşiye bağlar, özdek bir yetkin olmayışır ve her basamak kendisinden daha yetkinin özdeğidir. Bu anlayışlar özdeğe şu nitelikleri yakıştırır: Tamlığa ve yetkinliğe direnen, kaba, durgun, çirkin ve biçimsiz, budala, varlığı yadsıyan, oransız ve olumsuz. Artık bütün Ortaçağ boyunca metafizik anlayış içinde özdeğin nitelikleri bunlar olacaktır. Özdeği küçümseme ve ondan kurtulma çabalarının düşünsel temeli bu anlayıştır. Önce katı ve som bir şey sayıldığı halde sonla "yokluk"'a indirgenen ve daha sonra "yoklukta kalabalık" olarak ele alınan özdek, nesnel gerçekliğini ileri süren Roger Bacon (1214-1294)'un izinde yürüyen Kepler (1571-1630), Galileo (1564-1642) ve Francis Bacon (1561- 1626)'un çalışmalarıyla kazanırmıştır. İngiliz düşünürü Locke (1632-1704), gittikçe gelişmekte olan bilimlerin kendisine verdiği bir açıklıkla, düşüncelerin deney ve gözlemlerden geldiğini ve bundan ötürü özdeksel bir temele dayandığını tanıtlamıştır. Özdek; XIX. yüzyılın özdeksel anlayışı içinde bilimsel anlamına kavuşur: Özdek zaman ve mekan içinde devim ve değişmeden ibaret bulunan somut ve nesenel bir gerçektir. Özdeksel evren, her şeyin her şeye bağlı ve ilişlişi bulunduğu somut bir bütün olduğundan bu evrende olup bitenlerin hepsi özdeksel süreçlerle açıklanabilir. Yanlış anlayışlar, bilimlerin yardımından yoksun bulunduklarından ötürü, özdeğin özüyle biçimini birbirine karıştırmaktan ve bunların aralarındaki ilişkiyi diyalektik bir açıdan görememekten, bilinci insan özdeğinden soyutlayıp soyut bir özdek kavramı ortaya atarak iki soyutluğu birbirleriyle tutuşturmaktan ve bütün bu soyutlamaların sonunda zorunlu olarak soyut bit evren elde etmekten doğmuştur. Sarıkamış Harekâtı Sarıkamış Harekâtı (22 Aralık 1914), I.Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu ve Rus İmparatorluğu arasında Sarıkamış'ta gerçekleşen kara çatışmalarından olup Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri taktik hatasıyla büyük bir başarısızlıkla sonuçlanan bir askeri girişimdir. Kasım 1914'te Azap ve Köprüköy'e saldıran Rusların, 3.Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa tarafından mağlup edilip dağıtılmıştır. Hasan İzzet Paşa dağılmış Rus ordusunu yakalamak yerine orduyu 15 kilometre geri çekmiştir. Hali hazırda dağıtılmış olan Rus ordusunu yok edip Bakü Petrollerine ulaşmak ve Alman İmparatorluğu'nun sanayi ihtiyacını karşılamak harekâtın amaçlarından biridir. Ayrıca 1877'deki 93 Harbi, Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisi ile sonuçlanınca Batum savaş tazminatı olarak Rusya'ya verilmiş, Sarıkamış, Kars, Ardahan ve Artvin de Berlin Antlaşması ile Rusya'ya bırakılmıştı. Bu yurt topraklarını geri almak amacıyla, 1914 yılında dönemin Başkomutan Vekili olan Enver Paşa, 19 Aralık tarihinde "Sarıkamış Harekâtı" planlarını kurmaylarına sundu. Osmanlı ve Alman kurmay heyeti planı kabul etmiştir. Doğuyu korumakla görevli ordu 3.Ordudur. Bu harekâtı uygulayacak 3.Ordu'nun 9., 10. ve 11.Kolordular ve 2.Süvari Tümeni'nden oluşuyordu. 3.Ordu karargâhı ve 9.Kolordu Erzurum Kalesi'nde yerleşmişti. 11.Kolordu Elazığ Kalesi'nde ve 10.Kolordu da Sivas'ta konuşlanmıştı. Üçüncü Ordu'nun toplam gücünün 125.000 olduğu yazılsa da bu güce savaşçı olmayan taşıma birimleri, depo alayı, askeri polis ile ulaşıldığı anımsatılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu muharip gücü eğitimli asker, yedekler ve Erzurum Kalesi'nin personeli de içinde olmak üzere 75.000 silahlı güçtür. Bu askere 73 makineli tüfek ve 218 adet top destek vermekteydi. Cephedeki Rus-Kafkas ordusu mevcudu 100.000'di. Sayıca fazla olmamalarına rağmen ağır silah, topçu ve donanım bakımından kesin bir üstünlüğe sahiptiler. Bu mevcuda dört tane olan Ermeni Gönüllü Tugaylarından iki tugay katılmıştır. Diğer iki tugay İran Cephesinde bulunmaktaydı. 6 Aralık'ta Enver Paşa ve Otto von Feldmann Yavuz Zırhlısına binerek Trabzon üzerinden Erzurum'a yola çıktı. 13 Aralık'ta Köprüköy'e ulaşılmıştı. Burada 3.Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa ile görüşülmüştür. Enver Paşa ve Genel Kurmay İkinci Başkanı Albay Hafız Hakkı planı geliştirmişlerdir. Planın amacı Ruslara sürat­le bir darbe indirerek bir Tanenberg yaratmaktır. Enver Paşa, Rus Kafkas Ordusunun zayıf ve özellikle çevirme manevralarına karşı çok hassas olduğunu biliyor. Osmanlı birliklerinin bu zayıflığı kullanmasını amaçlamaktaydı. Tamamen karlarla kaplı, çok yüksek dağlık ve yolsuz bir arazide o günün koşulları altında kış donatımından yoksun yaya ve atlı birliklerle yapılan bu harekât çok riskli idi ama Enver Paşa, başarıldığında Rusların bu cephede varlıklarının yok olmasının bu riske değeceğini düşünüyordu. Enver Paşa'nın amacı kuzeyden kuşatıcı bir manevra yapılmasıydı. Kısaca 11.Kolordu ve 2.Nizamiye Süvari Tümeni düşmanı cepheden karşılayacak, 11.Kolordu Çatak-Pitkir hattından kötek istikametine ve Albay Hafız Hakkı Paşa önderliğinde 10.Kolordu Bardız istikametinde düşmanı karşılayacaktı. Bunlara destek olarak 9. ve 11.Kolorduların Sarıkamış, Selim-Sarıkamış hattına ilerlemesiyle üç taraftan geniş bir çevirme hareketine dönüşecek ve bu kıskaç altında Ruslar imha edilecekti. Kağıt üzerindeki plana nazaran cephede malzeme ve iaşe çok noksandı. Mesela mevcut altı yıllık iaşesi için 88.000 ton buğday, çavdar ve arpa ihtiyacı olmasına karşın, Ordu ambarında 1.250 ton hububat vardı. Kışa girilmiş olduğu için erzağın gereği gibi taşınması, dağıtılması bir hayli güçtü. Bu güçlükte Rusların Karadeniz'deki donanma üstünlüğünün de payı vardı. Ruslar Zonguldak'ı bombalamak için 10 gemiyle denize açıldıklarında, doğuya erzak götürmekle görevli en büyük üç erzak gemisi "Bahriahmer", "Bezmialem" ve "Mithatpaşa" gemilerine rast gelmiş ve onları da batırmışlardır. Bunun yanında 4.000 tonluk "Derne" gemisinin yine Ruslar tarafından batırılması da askerin erzaksız kalmasındaki bir diğer önemli e
tkendir. Bir iddiaya göre de erzağın az olması ve salgın hastalık olması Enver Paşa'nın hemen bir harekâta girişmesine sebep olmuştur. 22 Aralık: 11.Kolordu büyük yürüyüşüne başlar. 9.Kolordu Lafsor'a kadar uzanan ilk hedefine ulaşır. 10.Kolordu Oltu'nun Batısı-Narman hattına zorlukla ulaşır. 23 Aralık: 11.Kolordu Rusların 4.Ermeni Tümeni ile karşılaşır. 9.Kolordu Çatak-Pitkir hattına ulaşır. 9.Kolordu'ya erlerin ikmalini mahallinden yapmaları, ve cephaneyi idareli kullanmaları emredildi. 9.Kolordu'nun ikmal ve ulaştırma güçlükleri daha ikinci günden başlamış bulunuyordu. 10.Kolordu Oltu'yu ele geçirmeyi başardı. 24 Aralık: 11.Kolordu'ya düşman karşı taarruzları devam etti. 9.Kolordu Bardız'a vardı. Hafız Hakkı Paşa 10.Kolordu'ya 30.ve 31.Tümenleri kendisi ile birlikte Kosor istikametindeki Stomin Tugayının peşine takılması ve bir tümenin Bardız'a ilerlemesini emretti. 10.Kolordu'nun büyük kısmı ile Kosor istikametinde geniş bir kuşatmaya girişmesi muharebe gücünün toplanmamasına ve geç kalınmasına sebep olmuştur ve netice olarak felaketin ana nedenlerinden birisi olmuştur. 25 Aralık: 9.Kolordu Sarıkamış'a doğru geriledi. 9.Kolordu ikmal ve ulaştırma zorlukları yüzünden asker kaybetmeye başladı. Sahra toplarını beraberlerinde taşıyamaz hale gelmiştir. Plana göre 10.Kolordu'nun Kosor yolunda olması gerekiyordu, ama ağır koşullar altında Beyköy hattına erişmesi ancak gerçekleşmişti. Beyköy hattında 10.Kolordu üç kilometre yolsuz bir kar çölü olan Allahuekber Dağları'nda kendi düşmanını bulmuştu. Doğa her geçen saat 10.Kolordu kuvvetlerinin erimesine yol açıyordu. Saldırı kısmında açıklandığı gibi 10. ve 11.Kolordu Sarıkamış'a ulaşamadan erimiştir. 9.Kolordu tek başına Sarıkamış'a ulaşabilmiştir. 29 Aralık 1914: Sarıkamış’a girebilen 300 kişilik bir 9.Kolordu kuvveti de Ruslar tarafından geri atılmıştır. Büyük kayıplar verilmiş ve 9.Kolordu'nun mevcudu azalmıştı. Müteaddit taarruzları başarısızlıkla sonuçlandı. 6 Ocak 1915: 3.Ordu karargâhı ateş altında kaldı. Hafız Hakkı Paşa geri çekilme emri verdi. 7 Ocak 1915: Kalan güçlerin Erzurum yolundaki yürüyüşü başladı. Ordunun bu atak için görevlendirilen güçlerinden sadece %10'u başlama pozisyonuna geri çekilmeyi başardı. 10 Ocak 1915: 3.Ordu komutanlığını Enver Paşa, Tuğgeneral Hafız Hakkı Paşa’ya devrederek İstanbul'a dönmüştür. Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığına göre Osmanlı zayiatları 60.000 ve Rus zayiatları 30.000'dir. Savaşın en hazin kısmı ise Osmanlı kayıplarının bir çoğunun Ruslar ile yapılan çarpışmalarda değil de ağır soğuk hava koşulları yüzünden ölmesidir. Ruslar; Türklerden 200 subay, 7000 eri esir, 20 makineli tüfekle 30 topu ganimet olarak almışlardır. 5000 kişi civarında esir alınmıştır. Bunlar tahmine göre Kırımda domuz çiftliğinde çalıştırılarak ve aç bırakılarak ölmüşlerdir. Tarihçi-yazar Mehmet Niyazi, Sarıkamış Harekâtı'ndaki ölü sayısının tüm belgelerde toplamda 23.000 olduğunu, 90.000 rakamının 60.000 kayıp veren Rusların yalanı olduğunu kaydeder. 90.000 askerin öldüğü iddiası ilk olarak Sarıkamış Harekâtı'ndan sekiz yıl sonra Binbaşı Şerif Bey'in yazdığı kitapta yer almaktadır. Osman Mayatepek 75.000 muharip kuvvetin bulunduğu tarafın 90.000 askerinin ölmesinin matematiksel olarak imkânsız olduğunu ifade etmektedir. Yenilginin sorumlusu halen tartışılmaktadır. Enver Paşa'nın Torunu Osman Mayatepek, Harekâtı şu şekilde değerlenmektedir: ""Şayet komutanlar Enver Paşa'nın emirlerini yerine getirseydi Sarıkamış zaferle biterdi. 10.Kolordu Hafız Hakkı Bey komutasında Bardız'a gitmesi gerekirken, Rus birliklerinin peşine takılıp Koşur istikametine yöneldi (30. ve 31.Tümenler). Yalnız 32.Tümen Bardız'a ilerledi. Bu hata Hafız Hakkı'nın, "zafer kazanma" ihtirası ile yolu 75 kilometre uzattığı yetmezmiş gibi, Allahuekber Dağlarını geçmeye mecbur kalmış; fırtına ve tipiye yakalanıp çok büyük zayiat vermiştir ve zamanında Sarıkamış'a intikal etmemiştir. 9.Kolordu ise 3.Ordu ile 24 Aralık'ta Bardız'da birleşir. Cephe arasındaki Rus birliklerine taarruz etmek için Kötek yönüne gidip ve Rus ihtiyat kuvvetleriyle taarruz edip Sarıkamış'a iltihak etmesi gerekiyordu. Maalesef yine evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Bu sapmanın başlıca sebebi Hafız Hakkı Paşa'nın (10.Kolordu) 25 Aralık tarihinde Sarıkamış'ta olacağı varsayımı tamamen ile Enver Paşa'nın 10.Kolordu yalnız kalmasın diye yönünü Kötek'ten, Sarıkamış'a çevirmesi olmuştur. Netice olarak 10.Kolordu büyük zayiatla bitkin bir şekilde ancak 29 Aralık'ta Sarıkamış'a gelebilmiştir."" Daha bir çok iddia daha vardır. Murat Bardakçı'nın "Hafız Hakkı Paşa'nın Sarıkamış Günlüğü" adlı kitabında Hafız Hakkı Paşa'nın kendi yazdığı bir günlükte ise şu yazmaktadır; 'Yarabbi! Bu felâkete ben sebep oldum, yine ben tamir edeceğim' Savaştan sonra İstanbul'a dönen Enver Paşa uzun bir süre Sarıkamış hakkında herhangi bir haber, bildiri, veya yayın yapılmasını engelleyerek sansür uygulamış ve Osmanlı halkı savaşta olup bitenleri uzun yıllar sonra öğrenebilmiştir. Ermeni gönüllü tümenleri Rus kuvvetlerinin başarısında önemli etken olmuştur. Bunlar kritik zamanlarda Osmanlı hareketlerine meydan okudu: "Osmanlı'nın gecikmesi Sarıkamış etrafında yeterli kuvvet konsantre etmesi için Rus Kafkasya Ordusu'na zaman kazandırmıştır." Enver Paşa, Ermeniler'i suçladı ve bölgede Rusya ile aktif beraberlikte bulunduklarını söyledi. 1918 Mart ayında Brest-Litovsk Antlaşması ile Sarıkamış ve Kars geri alınmış, ama aynı yılın Ekim ayında Mondros Mütarekesi uyarınca eski sınırlara dönülmüş ve topraklar elden çıkmıştı. Ali Kuşçu Ali Kuşçu (Özbekçe: Ali Qushchi Samarqandiy) asıl adı Ali Bin Muhammed (1403, Semerkand - 16 Aralık 1474, İstanbul), Timur İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu'nda bir astronom, matematikçi ve dil bilimcidir. Astronom, matematikçi ve kelâm âlimi olan Ali Kuşçu, 1403'te Semerkand'da doğdu. Türk ya da Fars olduğuna dair iddialar mevcuttur. Babası Muhammed, Timur İmparatorluğu Sultanı ve astronomu Uluğ Bey'in kuşçusu olduğu için ailesi "Kuşçu" lakabıyla meşhur oldu. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, Bursalı Kadızâde Rûmî, Gıyaseddin Cemşid ve Muînuddîn Kâşî’den Matematik ve astronomi dersi aldı. Daha sonra bilgisini arttırmak için Kirman'a gitti. Burada "Hall-ü Eşkâl-i Kamer" ("Ay Safhalarının Açıklanması") adlı risale ile "Şerh-i Tecrîd" adlı eserini yazdı. Ali Kuşçu, Semerkand ve Kirman'da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey'e yardımcı ve rasathanesine müdür oldu. 1449'da hacca gitmek istedi. Tebriz'de Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Osmanlı Devleti ile barış görüşmelerinde yardımını istedi. Ali Kuşçu, Uzun Hasan'ın sözcülüğünü yaptıktan sonra II. Mehmed'in davetiyle İstanbul'a geldi. Osmanlı - Akkoyunlu sınırında Fatih Sultan Mehmed'in emriyle büyük bir törenle karşılanan Ali Kuşçu, Ayasofya medresesine müderris oldu. 16 Aralık 1474 tarihinde İstanbul'da vefat etti.15 yüzyıla özgü mezarı Eyüp Sultan türbesi etrafındaki hazirededir. Soyunun bir kısmı Yavuz Sultan Selim'in Kahramanmaraş'ı fethetmesinden kısa bir süre sonra o bölgede Şiî Mezhebi'nin tekrar artması sonucu Ali Kuşçu'nun torunlarından bir kısmı ferman ile Kahramanmaraş'a gönderilmiştir. Geriye kalan torunları ise daha sonra Düzce'ye kendi arzularıyla göç etmişlerdir. Kahramanmaraş ta bulunan ailenin bir kısmı da Cumhuriyet'in ilanından sonra Bursa'ya yerleşmişlerdir. Bursa'daki Fuat Kuşçuoğlu Caddesi de ismini Ali Kuşçu'nun torunlarından Fuat Bey'in isminden almıştır. Soyu Kahramanmaraş, Düzce ve Bursa'da Kuşçuoğlu soy isimleriyle devam etmektedir. Ali Kuşçu'nun 15 yüzyıla özgü mezarı İstanbul, Eyüpsultan Cami haziresindedir. Kuruntu Ailesi Kuruntu Ailesi, Türk sitcom dizisi. Yönetmenliğini Uğur Erkır'ın yaptığı dizi, 1983 yılından başlayarak TRT'de uzun süre yayınlanan kült dizidir. Gazanfer Özcan, Gönül Ülkü, Doğu Erkan, Gazanfer Ündüz ve Fulya Özcan (Ündüz) başrolleri paylaştı. İlk bölümlerinde Adile Naşit de yer aldı. Dizi Türkiye'deki sitcom çalışmalarının öncülerinden sayılır. TRT'nin uzun dönem süren dizilerinden olmuştur. 1983 yılında başlayan dizi 2002'de sona ermiştir. Bir ara TGRT'de Bizim Kuruntu Ailesi adıyla yayınlanmıştır. Üst seviye alan adı Üst seviye alan adı, İngilizce'den "top level domain" çevirisidir (TLD). Internet alan adları belirli bir hiyerarşiye göre tanımlanmaktadır. Bu hiyerarşide bir web adresin en sağ tarafta yazan adı, en üst seviye alan adını belirlemektedir. "tr.wikipedia.org" örneğinde .org en üst seviye alan adıdır. Dünya genelinde, Internet alan adları .com, .net, .org ve .edu altında yer almaktadırlar. Mevcut Internet yapısındaki yetersizlik, kısıtlamalar ve tekelleşme eğilimine karşı, bazı bağımsız Internet kök sunucu işletmenleri ve Internet topluluğu üyeleri bir araya gelerek, kâr amacı gütmeyen uluslararası "Public-Root" (kamu kök) adlı bir federasyon kurdular. Bu sayede sadece ülkelerin alan adları (.tr .de .fr vb.) ve belirli sayıda .com, .net gibi alan adları yerine, her türlü üst seviye alan adının kullanımına olanak sağlandı. Public Root sistemi var olan Internet alan adlarını da olduğu gibi destekliyor. Sistemde yer alan kök sunucular ve üst seviye alan adları (TLD) düzenli olarak ICANN "("İngilizce "Internet Corporation for Assigned Names and Numbers," Türkçe "İnternet Tahsisli Sayılar ve İsimler Kurumu)" kurumunun bir departmanı olan (İngilizce "Internet Assigned Numbers Authority," Türkçe "İnternet Tahsisli Sayılar Yetkilisi") tarafından kontrol ediliyor. Dünya çapındaki kök sunucular: Sadi Irmak Mahmut Sadi Irmak (15 Mayıs 1904, Seydişehir, Konya - 11 Kasım 1990, İstanbul), Türk tıp doktoru ve siyasetçi. 1904 yılında Konya Seydişehir'de doğdu. İlk öğrenimini, Rüşdiyeyi ve Konya Sultanisi'ni birincilikle bitirip biyoloji öğretmeni oldu. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. 1923 yılında İstanbul Üniversitesinde öğrenci olduğu yıllarda üniversitenin Devlet Bursu ile Avrupa'ya öğrenci gönderileceğine dair üniversite duvarlarında gördüğü ilana başvuran 15
0 kişi arasından seçilen 11 kişiden birisi olarak Berlin Üniversitesi'nde tıp ve biyoloji öğrenimi görüp 1929 yılında pekiyi derece ile tıp doktoru oldu. Hagen ve Düsseldorf hastanelerinde asistan olarak çalıştı, yurda dönünce Ankara Hükûmet Tabipliği ve Gazi Terbiye Enstitüsü biyoloji öğretmenliği görevlerinde bulundu. 1933 yılında İstanbul Tıp Fakültesi doçentliğini kazandı. 1940 yılında fizyoloji profesörü oldu. Almanca, Fransızca ve Arapça bilmekte olup evli ve Prof. Dr. Yakut Irmak Özden ile eski milletvekillerinden Sabri Irmak'ın babasıydı. 1943 yılında Konya Milletvekili seçilip, aynı yıl Halkevleri Yüksek Danışma Kurulu Başkanlığı'na, sonra da Diyarbakır Bölge Müfettişliğine getirildi. 7 Haziran 1945 tarihinde Türkiye'nin ilk çalışma bakanı oldu. 1947'de Uluslararası Çalışma Konferansı ikinci başkanlığına seçildi. Eylül 1947'de bakanlıktan ayrıldı.CHP'nin 1950'de seçimleri kaybetmesi üzerine bir süre siyasetten uzaklaştı. Aynı yıl yeniden ilim ve meslek hayatına döndü. Münih, daha sonra İstanbul Tıp Fakültesi'nde akademik hayatını sürdürdü. 1974 yılında Kontenjan Senatörü seçildi. Cumhuriyet Halk Partisi'nin Milli Selamet Partisi ile kurduğu koalisyon hükümetinin istifasından sonra 17 Kasım 1974 tarihinde partiler üstü hükumeti kurmakla görevlendirildi. Oluşturduğu hükumet için TBMM'de yapılan güven oylamasında, 450 milletvekilinden yalnızca 18'inin lehinde oy kullanması dolaysıyla güvenoyu alamamasına karşın 31 Mart 1975 tarihine kadar başbakanlık yaptı. 12 Eylül Darbesi'nden sonra 15 Ekim 1981 tarihinde oluşturulan Danışma Meclisi'ne Konya üyesi olarak atandı ve 27 Ekim'de bu meclisin başkanlığına seçildi. Irmak bu görevi TBMM Başkanlığına Necmettin Karaduman'ın 4 Aralık 1983'te seçilmesine değin sürdürdü. 11 Kasım 1990 tarihinde İstanbul'da vefat etti. Mezarı Aşiyan Mezarlığı'ndadır. Gomidas Vartabed Gomitas, Gomidas veya gerçek adıyla Soğomon Kevork Soğomonyan Ermenice yazılımı ile (Սողոմոն Գևորգի Սողոմոնեան - Կոմիտաս Վարդապետ "Komitas Vardapet"; 26 Eylül 1869, Kütahya, Hüdavendigâr Vilayeti - 22 Ekim 1935, Paris), Ermeni ulusal müzik okulunun kurucusu sayılan Ermeni rahip, müzikolog, besteci, aranjör ve koro şefi. Gomidas, etnomüzikolojinin öncülerinden biri olarak tanınmaktadır. Gomidas, küçük yaşta yetim kaldı, Ermenistan'ın dini merkezi olan Eçmiadzin'e götürüldü ve burada "Gevorgian Seminary"'de eğitim gördü. 1895'de vardabed (bekâr rahip) olarak atandı ve Frederick William Üniversitesi'nde müzik okudu ve daha sonra "batılı eğitimini ulusal bir müzik geleneği oluşturmak için kullandı". Gomidas, Nisan 1915'te Ermeni Soykırımı sırasında yüzlerce Ermeni entelektüel ile birlikte, Osmanlı hükumeti tarafından İstanbul'da tutuklanmış ve cezaevi kampına sürüldü ve daha sonra serbest bırakıldı. Sürgün sırasındaki işkence ve kötü muamele sonrası posttravmatik stres bozukluğu yaşadı. İstanbul'a döndükten sonra durumu ağırlaşınca Şişli'deki La Paix hastanesine, ardından da geçireceği Paris'teki bir sanatoryuma yatırıldı ve kalan hayatını burada tamamladı. Gomidas, tanınmış bir soykırım kurbanı olarak kabul görüyor ve sanat alanında da Ermeni Soykırımı'nın başlıca simgelerinden biri olarak gösteriliyor. Soğomon Soğomonyan müzikle içli dışlı ve sadece Türkçe konuşan Kütahyalı bir aile içinde doğmuş, 1 yaşındayken annesi, 11 yaşındayken babası ölmüştür. 1880 yılına kadar babaannesinin yanında büyümüş, o yıl içinde iyi bir eğitim alabilmesi için Bursa'daki anneannesi ve dedesinin yanına gönderildi. Dört ay sonra babasının ölüm haberini alması üzerine Kütahya'ya döndü. Eçmiadzin'deki Ermeni kilisesi ruhban okuluna giderek 1895'te buradan mezuniyetiyle papaz olmuştur. 7. yüzyılda yaşamış bir Ermeni halk ozanı olan Katolikos Gomidas'ın ismine atfen Komitas adını almıştır. 'Papaz' anlamına gelen 'Vardapet' unvanı ile birlikte anılmaya başlandı. Eçmiadzin Manastırı korosunda bulunduktan sonra 1896'da Berlin'e giderek Kaiser Friedrich Wilhelm Üniversitesi'ne kaydolmuş ve müzikoloji öğrenimi görmüştür. 1899'da müzikoloji doktoru payesini almış ve Eçmiadzin'e dönmüştür. Kırsal kesimde geziler yaparak 3000 kadar Ermeni halk şarkısını derleyerek notaya geçirmiş ve eşsiz bir koleksiyon oluşturmuştur. Türkçe, Kürtçe ve Farsça derlemeleri de vardır. En önemli özgün eseri İlahi Litürji Badarak'tır. 1892'de bestelemeye başladığı bu eseri bitirememiştir. Uluslararası Müzik Cemiyeti'ne Avrupa dışından kabul edilen ilk müzik adamı olmuştur. Avrupa'da, Türkiye'nin çeşitli yerlerinde ve Mısır'da müzik icra etmiş, konuşmalar yapmıştır. 1910 sonrasında İstanbul'da yaşamıştır. 300 üyeli Gusan Korosu'nu kurmuştur. Gomidas, 24 Nisan 1915 tarihli Tehcir Kanunu gereğince tutuklanan 235 Ermeni ileri geleni arasındaydı. Ertesi gün 180 kadar İstanbullu Ermeni ile birlikte trene bindirilerek Çankırı'ya sürgün edildi. Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edib Adıvar ve yabancı diplomatların girişimleri üzerine Talat Paşa'nın özel emriyle, diğer 8 Ermeni sanatçısı ile birlikte İstanbul'a dönmesine 7 Mayıs'ta izin verildi. Dönüşünden sonra akıl sağlığını yitiren Gomidas, önce Şişli'deki La Paix hastanesine, ardından hayatının son 20 yılını geçireceği Paris'teki bir sanatoryuma yatırıldı. Hayatının son 18 yılında hiç piyano çalmadı, beste yapmadı, şarkı söylemedi ve konuşmadı. 20 Ekim 1935 tarihinde Paris'te öldü. Üretim faktörleri Üretim faktörleri, bir ürünün ortaya çıkabilmesi için gerekli olan unsurlardır. Klasik endüstri teoreminde 3 tane olan faktörler, bugün 4 tane olarak kabul ediliyor. Taban fiyat Tavan fiyat Henri Becquerel Antoine Henri Becquerel (15 Aralık 1852 – 25 Ağustos 1908), Fransız fizikçi, radyoaktivitenin kaşiflerinden. 1903 Nobel Fizik Ödülü sahibi. SI ölçü sisteminde betivorlyy birimi Bekerel (Becquerel, Bq) onun ismine ithafen verilmiştir. Babası Alexander Edmond Becquerel Paris Doğal Tarih Müzesinde uygulamalı fizik profesörüydü. Ailesinin bilim geleneğini devam ettirerek 1872 yılında École Polytechnique okuluna başladı ve 1888 yılında fizik üzerine doktorasını verdi. 1878 ile 1892 yılları arası Paris Doğal Tarih Müzesi'nde asistan, sonrasında da profesör olarak görev aldı. 1895 yılında École Polytechnique'te fizik profesörü olarak göreve başladı. Becquerel yağmurlu havadan dolayı birkaç gün uranyum tuzlarını güneş ışığına maruz bırakamadı. Siyah kağıda sarılı film ve üstüne konmuş uranyum bileşiği birkaç gün çekmecesinde güneşin doğmasını ve 1 Mart günü, belli bir sebebi olmaksızın, çekmecedeki filmi banyo etti, ve uranyum kristalinin güneş ışığına maruz kalmadığı halde filme iz bıraktığını gördü. Becquerel bunun x ışınlarına benzer görünmez bir ışın olarak tanımladı. Becquerel bulduğu bu sonucu 2 Mart 1896'da kısa bir makale olarak Fransa Bilim Akademisi'ne okudu. Bu olay o tarihten itibaren 1898 yılına kadar Becquerel ışınları olarak adlandırıldı. 1898 de Marie Curie adını daha genel bir isim olan, radyoaktivite ile değiştirdi. Becquerel radyoaktiviteyi bulmasının ardından, üç ayrı keşfe daha imza attı. 1899 ve 1900 yılları arası beta parçacıklarının elektrik alan ve manyetik alan içerisinde saptığını gözlemleyerek, beta parçacıklarının İngiliz fizikci J. J. Thomson'un yeni keşfettiği elektronlar ile aynı parçacık olduğunu gösterdi. Bunun yanı sıra yeni hazırlanmış uranyumun belli bir süre sonra kısmen yok olduğuna ve radyoaktiflik kazandığına dikkat çekti. Bu gözlem 1890 yılında Ernest Rutherford ve Frederick Soddy tarafından radyoaktif bozunma olarak adlandırılacaktı. Son olarak 1901 yılında cebinde taşıdığı radyumun vücudunda yanma yarattığını bildirerek sağlık fiziğine ve radyum kanser tedavisine katkıda bulunmuş oldu... Birçok onur ödülü ve Fransa'da ve Dünyadaki çeşitli akademik topluluklara olan üyeliklerine layık görüldü. 1903 yılında Pierre Curie ve Marie Curie ile birlikte radyokativitenin keşfinde oynadığı rolden dolayı Nobel Fizik Ödülü'nü aldı. 25 Ağustos 1908 yılında Fransa'nın Le Croisic şehrinde öldü. Ölümünün ardından onuruna, radyoaktivitenin SI ölçü sistemindeki birmine Bekerel (Becquerel veya Bq olarak da adlandırılır) ismi verildi. Ayrıca biri Ay'da diğeri Mars'ta olmak üzere iki kratere Becquerel krateri ismi verildi. Bursa İpekböceği Enstitüsü Bursa İpekböceği Enstitüsü ('İpekçilik Mektebi' veya 'Tohum Mektebi' veya 'Böcekhane' de denmektedir.) Bursa'nın (Bursa Büyükşehir Belediyesi sınırları içindeki) Yıldırım ilçesinde 1888 yılında açılmış ve bugün artık hizmet vermese de kentin kültüründe önemli bir yer tutmuş bir eğitim kurumudur. Yüzyıllardır ipekçiliği ile tanınan bir kent olan Bursa, bu özelliğini, büyük oranda, civarında yetişen dut ağaçlarından dolayı elde etmişti. Rivayete göre Bursa'ya ipek, Bizanslı keşişlerin özel olarak yaptırdıkları bastonların içinde sakladıkları ipek böceği ve kozalar yoluyla geliyor. Dut ağaçlarının yapraklarıyla beslenen bu böceğin ipeği, Bursa'nın en önemli ekonomik kazancı oluyor. Böylece Bursa sadece Osmanlı padişahlarını değil, aynı zamanda Avrupa saraylarını da giydirmiştir. Kayıtlar, 15. yüzyıl Bursa'sının bugünün Milano'suna denk bir lüks giyim merkezi olduğunu, bilinen dünyanın her yerine ipek kumaş ihraç ettiğini göstermektedir. 19. yüzyılda Avrupa'dan getirilen buharlı ipek çözücü makinalarla sanayileşmeye ayak uydurmaya çalışan Bursa ipek üreciliğinin, 1856'da 40 adet fabrikayı içerdiği, bu fabrikalarda 5000 civarı Türk, Rum, Ermeni işçinin çalıştığı görülmektedir. Kumaş aşamasına kadar üretimi büyük emek isteyen bir ticaret dalı olan ipekçiliğin, ön üretimi olan tohumculuk ve kozadan başlayarak, her aşaması bir risk taşımaktadır. Sanayileşmenin hızına ulaşmaya çalışan ipek üretiminin karşısına bu sefer de karataban hastalığı çıkmıştır. Önce Fransa'da, İtalya'da ve Avrupa'nın diğer kentlerinde görülen bu hastalık Bursa'ya da sıçramıştır. Avrupa'dan getirilen tohumlar da hastalıklı çıkınca ipek üretimi büyük oranda sekteye uğramıştır. Bu arada dönemin büyük alimi Pastör'ün karataban hastalığı üzerine çalışmalar yaptığı ve hastalığın önüne geçtiği öğrenilir. Bursa'dan hastalıksız tohum için birkaç g
önüllü gönderilir, ama bu yeterli olmaz. Pastör'le birebir yapılan görüşmeler üzerine Fransa'da Montpellier İpek Böçekçiliği Enstitüsü'ne bir öğrenci gönderilir. Bursa ipek üretiminden ciddi miktarlarda öşür alan Osmanli Devleti Kevork Torkumyan isimli bu genci burs vererek okutur. İşte bu ortamda Bursa’da yaygın olarak yapılan ipekböcekçiliği konusunda eğitim veren bir kurum oluşturulması aşamasına gelinmiştir. Ahmet Vefik Paşa'nın valiliği döneminde başlatılan girişimler sonucunda, 2 Nisan 1888 tarihinde Şehreküstü mahallesinde Kazaz Ahmet Muhtar Efendi'nin evi kiralanarak, o zamanki adıyla Harir Darüttalimi adı verilen mektep açılmıştır. 1889 yılında ilk mezunlarını veren okul, sonrasında daha geniş olan Setbaşı semtinde Burdurizade Osman Efendi'nin evine nakledilmiştir. Okul, 1894 yılında Maksem civarında inşa edilen bir binaya taşınmış ve adı İpek Böcekçiliği Enstitüsü olmuştur. Enstitü'nün idaresine getirilen Kevork Torkumyan, Pastör usulü tohum üretimi konusunda Bursa'da başarılı hizmetler görerek, çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir. Bir örneği halen Fransa'da Sivan eyaletinde müze olarak korunan bina, Fransa ve Japonya böcekhaneleri örnek alınarak inşa edilmiş ve tohum üretimine geçilmiştir. Sadece Bursa'nın ipek üretimi için gerekli olan tohumu değil, Balkanlara, İran'a da tohum sevkiyatları yapılmıştır. Tohum üretimi ve ipek böceği beslenmesi üzerine çalışan bu okuldan, 1897'si yabancı olmak üzere 5,000 öğrenci yetişmiştir. (Celâl Bayar da bu okulun mezunları arasındadır). Ciddi bir knowhow üretip, Avrupa'ya ve Orta Asya'ya da uzman yetiştirilmiştir. Binanın birinci katında bir idari oda, küçük bir laboratuvar, iki kuluçka ve bir koza kurutma odası, bir sınıf ve bir yemekhane bulunmaktadır. İkinci katta iki böcekhane, bir kelebekhane ve bir müze, üçüncü katta ise yatakhane, lavabo ve dinlenme odaları bulunuyor. Böcekler üşümesin diye binaya yerden ısıtmalı kalorifer tesisatı kurulmuştur. Günümüzde ise 1976 yılına kadar ipek böçekçiliği konusunda hizmet veren bu yapı, kendi kaderine terkedilmiş haldedir. Mülkiyeti Millî Emlak'ta, kullanımı Millî Eğitim'de, kendisi metruk haldedir. 2003 Mart'ında itfaiyenin raporlarına göre kundakçılıktan kaynaklanan bir yangın geçirmiş, mahalle sakinleri tarafından zor kurtarılmıştır. Yapının bir bölümü ciddi hasar almıştır. Bursa Yerel Gündem 21 Tarihi ve Kültürel Mirası Koruma Çalışma Grubu, konu üzerine çalışmalar yürütmekte, ilgili tüm kurumlarla temasa geçilerek binanin restorasyonu ve korunması gündeme taşınmaya çalışılmaktadır. Fransız Devrimi Fransız Devrimi veya Fransız İhtilâli (1789-1799), Fransa'daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesi'nin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktasıdır. Sosyal bir akımı başlatan en büyük etkendir. Fransız halkı önceki döneme göre büyük bir evrim geçirmektedir. Halk bilinçlenmektedir ve sarayın, kralın, seçkinlerin denetiminden çıkmaya başlamıştır. Şehirlerde yaşayan pek çok burjuva, büyük bir atılım içindedir. Kitaplar yaygınlaşmakta, aileler çocuklarını üniversitelere göndererek sağlam bir gelecek kurma yolunu tutarak kültürel seviyeyi yükseltmektedir. Bağımsız yayıncıların çıkardıkları gazete, bildiri ve broşürler, kitlesel bilinçlenmeye yol açmaktadır. Bu koşullar da toplumsal değişim taleplerinin olgunlaşmasına yol açmıştır. Toprak sahipleri ve soylular ayrıcalıklarını korumaya çalışmakta; bu sebeple burjuvaların soylu tabakasına geçmesini engelleyecek barikatlar yükseltilmektedir. Soylular statülerini koruma hevesindeyken, burjuvalar da ekonomik olarak güçlenmelerine rağmen toplumsal haklarda söz sahibi olamamaktan şikayetçidirler. Kırsal nüfus ise üzerindeki vergi yükünün hafiflemesini istemektedir. Devrimci düşünce, ülkede köklü yapısal değişikliklere gitmesi gerektiğine inanan katmanlar arasında yayılmaya başlamıştır. Merkezi otorite ülkenin içinde bulunduğu evrimsel süreci kavrayamamış ve eski yöntemlerle sorunları halletme yoluna yönelmek istemiştir. Oysa özellikle burjuva, İngiliz devriminin etkisiyle geçici çözümle yetinmek değil, kitlesel olarak İngiliz modelindeki gibi ‘parlamenter monarşi rejimi’ altında yönetime katılmayı arzulamaktadır. Toplum büyük bir hızla değişmekte, bunun altında da ‘aydınlanma filozoflarının' büyük etkisi bulunmaktaydı. Aydınlanma felsefesi, mantığın, köklü gelenekleri ve siyasal rejimin mutlakiyetçi eğilimlerini ortadan kaldırmayı emrettiğine kanaat getirmiştir. Aydınlanmacılar özgürlüğün tüm alanlarda olması gerektiği fikrini savunmaktaydı. Descartes, daha XVII. yüzyılda, aklın ve eleştirel zihniyetin üstünlüğüne vurgu yapmış, Montesquieu ise yasama erkinin halkı temsil eden vekiller aracılığı ile kullanılmasını ve güçler ayrılığı ilkesinin hayata geçirilmesini önermiştir. Voltaire'e göre kral, filozoflardan kurulu danışmanların örgütüne uyarak toplumu aydınlatmayı hedeflemeli, İngiliz modelini benimseyerek, parlamenter bir sistemin kapılarını açmalıydı. Rousseau, insanların doğuştan eşit olduğuna inanmakta, çoğunluğun iradesinin "(halk egemenliği)" siyasal rejime hâkim olması gerektiğini vurgulamaktaydı. Diderot ile d’Alambert ise yasa önünde eşitlik, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi talepleri dillendirmekteydi. Aydınlanma filozoflarının etkileri yanında İngiliz Halklar bildirgesi gibi metinler ve bunların temelini oluşturan John Locke’nin fikirleri ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nde dile getirilen demokratik ilkeler ve liberal ekonomi fikirleri burjuvaları hareketlendirmiştir. Fransızlar dışarıdan gelen fikir ve hareketleri içselleştirerek ihtilale zemin hazırlamışlardır. Devrimden önceki yıllar Fransız ekonomisi için pek de parlak sayılmamaktadır. Gelişen ticaret, savaşlar sebebiyle yavaşlama yönüne kaymış; köylü, mahsulünden beklenen verimi alamayarak büyük sıkıntılarla karşılaşmıştır. Ayrıca, tek kıtlıkla, açlığa kadar dayanan sorunlarla karşılaşmışlar tek çözüm yolu olarak kıta şehirlere göç etme yolunu tutmuşlardır, fakat şehirlerde de onları parlak bir yaşam beklememektedir; artan nüfusun ihtiyacını şehirler karşılayamaz duruma gelmiştir. Nüfus artması doyurulması gereken insanların çoğalmasına sebep olmuştur. Gelenlerin işsizlik sorunuyla da karşılaşması, istihdam olanağı bulamamaları toplumsal sorunların artmasına neden olmuştur. Aslında Fransa’nın ekonomisi pek çok çağdaş devlete göre ileri sayılmaktaydı; fakat önceki dönemlerle karşılaştırıldığında görülen fark edilir gerileme, halkı paniğe sokmuştur. Halkın içinde bulunduğu ekonomik sorunlar vergilerin düzenli olarak ödenmemesine yol açmış devletin en önemli gelir kaynağı olan vergilerin sekteye uğraması hazineyi büyük bir bunalıma sürüklemiş, uzayan savaş maliyetlerinin fazla olması ve teknolojinin gelişmesiyle savaş masraflarının artması, bir de saray masraflarının aşırılığı sebebi ile devlet iflasın eşiğine gelmiştir. Bu nedenle kral, vergilerin artırılması ve yeni vergiler konması yolunu tutmuş; bu plan dahilinde tüm toplumunda vergilerin yaygınlaşması düşüncesi ortaya çıkmıştır. Paris Parlamentosu da bu yeni vergi aleyhine onay vermeyerek genel meclisin, Etats Generaux'un toplanmasını istemiştir. Fransa, Kuzey Amerika’daki tüm kolonilerini 1763 tarihinde, Yedi Yıl Savaşları sonunda imzalanan Paris Antlaşması ile İngiltere'ye kaptırmıştı. İngiltere, Yedi Yıl Savaşları'nın mali yükünü, yeni vergilerle kolonilerden çıkarmaya kalkışınca; bu durum Kuzey Amerika kolonilerinde huzursuzluk yaratmıştı. 1774 yılında Onüç Koloni'nin başlattığı Amerikan Bağımsızlık Savaşı 1776 yılında bağımsızlık ilanıyla sürmüştü. Fransa ise bu çatışmalara büyük boyutlarda mali destek vererek dolaylı olarak katılmıştır. Bu harp harcamaları ve giderek artan saray masrafları dolayısıyla Fransız monarşisi de mali yönden tükenmişti. 1789 yılında XVI. Louis, soyluları toplayıp toprak mülkiyeti üzerinden vergi alınmasını istediğinde soylular parlamentonun toplanmasını istediler. 1614 yılından beri toplanmamış olan parlamento, soylular, din adamları ve halktan seçilen üç kamaradan oluşuyordu. Parlamentonun toplanması, toplumsal yapıdaki çelişkilerin de ortaya çıkmasına neden oldu. Bir yanda soyluların ve din adamlarının ayrıcalıklı durumu diğer yanda da burjuvazi ve halktan temsilciler arasında parlamentoda ciddi sorunlar ortaya çıktı. 18. yüzyılın başlarından beri Fransa dış ticaretinin kat kat artması, varlıklı bir burjuvazi oluşturmuştu. Bu sınıflar, artık sahip oldukları ekonomik güce karşılık gelecek bir politik güç istiyorlardı. Feodal yapının ve monarşinin kaçınılmaz sonucu olan sosyo-ekonomik sınırlamaların kaldırılmasından yanaydılar. Parlamentonun toplanmasıyla orta sınıftan halk, özellikle varlıklı sınıflar, monarşiye karşı savaş açtılar. Bir anayasayla monarşinin yetkilerinin sınırlandırılmasını, iç gümrük duvarlarının kaldırılarak iç ticaretin serbestleştirilmesi, vergilerin yeniden düzenlenmesi ve yönetimde daha fazla hak elde etme talebinde bulundular. Bu talepleri 16. Louis kabul etmedi. Orta sınıf, peşine halktan diğer unsurları da katarak 14 Temmuz 1789 günü Bastille hapishanesine saldırdı. Hapishane ele geçirilip mahkûmlar salındı. Fransız Devrimi 1789-1815 yılları arasında beş farklı dönem yaşayarak devam etti. Fransız Devrimi'nde çok farklı kesimler rol almıştır. Paris yoksullarının temsilcileri kendilerine Enragee (öfkeliler) adını vermişlerdi. Heberistler de yoksullara yakın ve radikal bir kesimi oluşturuyordu. Devrimi bir halk hareketinden çok salt bir ilerleme olarak anlayan üst kesim temsilcileri iki kanada bölünmüştü. Jakobenler radikal ilerlemeci, Jirondenler ise liberal ve ılımlı ilerlemeciydi. Jakobenler de daha sonra bölündü ve Danton ayrı baş çekti. Jakobenlerin içindeki en sertlik yanlıları Robespierre ve San Just'tu. San Just, "Hürriyetin istibdadını istiyoruz." paradoksal sözleriyle ün salmıştır. 14 Temmuz 1789'da Parisliler Bastille Hapishanesi'ne hücum ettiler. Bu genel ayaklanmanın ardından (1791) yılında bir kurucu meclis toplandı ve İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi yayınladı. Ardından d
a ulusal egemenliğe dayanan bir anayasa hazırlayarak monarşinin yetkilerini sınırlandırdı. Bu anayasa, halk tarafından seçilecek bir parlamentonun yasama ve yürütme yetkilerini kralla paylaşmasını öngörmekteydi. Kanunları hazırlamak, bütçeyi tasdik etmek ve hükümetin icraatını kontrol etmek görevleri meclise verildi. Ayrıca İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nin esasları uygulamaya konuldu. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nin uygulamaya konulması ve bir halk meclisinin yürütme erkini ele alması, Fransa’da feodalite kurumları yıktı. Zaten halk yığınlarındaki soylulara karşı gelişen öfke, pek çok soylunun topraklarını bırakarak diğer Avrupa ülkelerine kaçmalarına yol açtı. Fransa’daki tüm bu gelişmeler, tüm Avrupa açısından çok önemli sonuçlar doğuracak, sadece gelecek yılların değil, yüzyılların da içsel dinamiklerini kökten değiştirecekti. Avrupa’da herkes, feodal sınırlamalardan kurtulan bir Fransa ekonomisinin büyük bir gelişme göstereceğini, bunun ise Fransa’yı uluslararası ticaret alanında rekabet edilmesi çok zor bir güç haline getireceğini öngörebiliyordu. Üstelik böylesi bir ekonomik büyümenin, eskisinden çok daha güçlü bir Fransız askeri gücünü besleyebilecek durumda olması, kuvvetle muhtemeldi. Öte yandan Fransa’da ortaya çıkan, insan haklarından, eşitlikten ve özgürlükten yana bu düşünce hareketinin tüm Avrupa’ya yayılması ve mevcut monarşilerin geleceğini tehdit etmesi kaçınılmazdı. Başlarda burjuvazi, kralı ve liberal görüşlü soyluları safına çekerek Fransa’nın toplumsal ve ekonomik yapısında, her üç tarafın da çıkarlarına olan düzenlemeleri yapmak hesabındaydı. Ama karşılarında, bu görüşte bir müttefik yoktu. XVI. Louis, yetkilerinin sınırlanmasına razı olmamakta direndi. Ayrıca o tarihlerde Fransa’da liberal aristokratlar yoktu, hepsi tutucuydu ve eski düzenin geri gelmesini istiyorlardı. Bu durumda hem kral hem de soylular, Habsburg hanedanından imparator II. Leopold’e güveniyorlardı. II. Leopold, 1791 yılında, diğer Avrupa devletlerince de desteklenecek olursa, Fransız Devrimi'ne karşı askeri güç kullanılabileceğini duyurdu. II. Leopold, aynı zamanda Fransa kraliçesi Mari Antoniette’nin kardeşiydi. Kralın mutlakiyet idaresini yeniden kurmak için içeride isyan çıkartması, dışarıda ise Fransa'nın düşmanlarıyla işbirliğine gitmesi sonucu, 1792'de cumhuriyet ilan edildi. Fransız Devrimi cumhuriyeti ilan etmek isteyen birçok ülkeye örnek olmuştur. Fransa Kralı XVI. Louis görevlerinden mahrum bırakıldıktan ve ailesi tutuklandıktan sonra Fransız halkının büyük bir kısmı, kraliyet yandaşlarının ayaklanacaklarına inanmıştı. Radikaller bu gibi komplocuların öldürülmesini istemişlerdi. 2 Eylül 1792'de Parislilerden oluşan silahlı bir grup hapishaneden diğer bir hapishaneye nakil taşıyan konvoya saldırmış ve mahkûmları öldürmüştü. Bunun üzerine Paris, Lyon, Versay, Orléans gibi yerlerde kalabalık kitleler hapishaneleri bastılar ve mahkûmları imha ettiler. Sadece 1793 ile 1794 yılları arasında (Jakoben devrimci diktatörlüğü) 18.000 ile 40.000 arasında kişi Giyotin ile idam edildi. Cumhuriyet yönetimi millî birliği sağladı ve dış tehdidi etkisiz hale getirdi. 21 Ocak 1793'te dış güçlerle ittifak yaptığı için kral XVI. Louis idam edildi. 16 Ekim 1793'te kraliçe Marie Antoinette vatan hainliği suçundan idam edildi. 1793-1794 yılları arasında kalan bu döneme Terör Dönemi de denmektedir. Cumhuriyet esaslarına göre yeni bir anayasa hazırlandı. Fakat yasanın gerekleri yeterince ve ağırlaşan şartlar sebebiyle tatbik edilemedi. Zamanla ekonomik durumları normale dönen ve mali açıdan güçlenen halk temsilcileri, parlamentoda çoğunluk sağladılar ve ağır tedbirlerin kaldırılmasını istediler. Böylece 1795'te Direktuvar idaresi yapıldı. Bu dönemde icra kuvveti Beşyüzler ve İhtiyarlar Meclisi tarafından seçilecek beş direktuvara bırakıldı. Yasama yetkisi Beşyüzler Meclisi'ne verildi. Milli hâkimiyet esaslarının kullanılması cumhuriyet dönemine göre daha azaltıldı. Millet Meclisi seçimlerine katılmak zengin olmayı gerektirdi. Sonuçta: Devlet yönetimi güçleşti, meclisler arasındaki düşmanlık duyguları arttı, ordu, meclis kavgalarına ve siyasete girdi. Neticede konsüllük idaresine geçilmesine karar verildi. General Napolyon Bonapart ve Paul Barras önderliğindeki Cumhuriyetçi birlik, kral taraftarlarına karşı Paris sokaklarında mücadele etmiş ve cumhuriyetçilerin zaferi ile sonuçlanmış ayaklanmadır. Direktuvar, Fransız Devrimi sonucunda oluşan asıl gücün direktörlerde olduğu yönetim şeklidir. Napolyon tarafından yıkılmıştır. 1799'da konsüllük idaresi kuruldu. Bu idarede beş direktuvarın yetkileri üç konsüle devredildi ve tüm yetkiler biriinci konsülde toplandı. Birinci konsül de General Napolyon Bonapart oldu. Konsül yönetimine geçişe yol açan darbe, Marksist terminolojide burjuva devrimci döneminin sonu olarak değerlendirilir. Bu idare 1804 yılına kadar devam etti. Bundan sonra imparatorluk idaresi başladı. 28 Ağustos 1789'da Fransız Devrimi'nden sonra, Fransız Ulusal Meclisi tarafından, Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi kabul ve beyan olundu. Bildirge; insanların eşit doğduğunu ve eşit yaşamaları gerektiğini, insanların zulme karşı direnme hakkı olduğunu, her türlü egemenlik esasının millete dayalı olduğunu ve mutlak egemenliğin bir kişi ya da grubun elinde bulunamayacağını, devleti idare edenlerin esas olarak millete karşı sorumlu olduğunu, hiç kimsenin dini ve sosyal inançları yüzünden kınanamayacağını söylüyordu. Gibson Gibson, ABD merkezli elektro gitar ve akustik gitar üreticisi şirkettir. 1950'lerden beri üretmekte oldukları Les Paul modeli dünyada en çok satılan gitarlar arasındadır. Fender'in Bas gitar'ı icat etmesinden sonra bu patentten yola çıkarak dünyanın ilk elektro gitarı olan ES150'yi piyasaya sürmüştür İnternet Tahsisli Sayılar ve İsimler Kurumu İnternet Tahsisli Sayılar ve İsimler Kurumu (ICANN, İngilizce "Internet Corporation for Assigned Names and Numbers"), internetin iş dünyası, teknik, akademik ve kullanıcı gruplarının geniş katılımıyla oluşturulmuş kâr amacı gütmeyen bir özel sektör kuruluşudur. ICANN'ın görevi, interneti çalıştırmak değil, aksine, merkezi bir koordinasyon gerektiren teknik, idari ve politika geliştirme görevlerini koordine etmektir. İnternet alan adları sisteminin teknik yönetimini, IP adres alanlarının tahsisini, protokol parametrelerinin belirlenmesini ve internet ana servis sağlayıcı ("root server") sisteminin idaresini koordine etmekle görevlendirilmiş olan ICANN resmi olarak 30 Eylül 1998 tarihinde göreve başlamıştır. 25 Kasım 1998 tarihinde ABD Ticaret Bakanlığı ve ICANN arasında bir "Mutabakat Metni" imzalanmış ve böylece ICANN, ABD Hükümeti tarafından resmi olarak tanınmıştır. ICANN yönetiminin hukuki dayanağı 6 Kasım 1998 tarihinde yayımlanan Yönetmelik'tir ("Original Bylaws"). ICANN organizasyon yapısında en başta bir Yönetim Kurulu ve onun altında; Temsili Üyelik ("At Large Membership"), Alan İsmi Destek Kuruluşu ("Domain Name Supporting Organization"), Adres Destek Kuruluşu ("Address Supporting Organization") ve Protokol Destek Kuruluşu ("Protocol Supporting Organization") olmak üzere 4 ana birim bulunmaktadır. Temsili Üyelik sisteminden 9 ("At-Large") ve diğer Destek Kuruluşlarının her birinden 3 üye (toplam 9) olmak üzere toplam 18 kişi Yönetim Kurulu'na seçilmektedir. ICANN Yönetim Kurulu Başkan ile birlikte 19 yöneticiden oluşmaktadır. ICANN Temsili Üyeliği ("At-Large Membership") programı, bütün dünyadaki internet kullanıcılarının, internet alan adları ve sayıları sistemi için ICANN'ın teknik politikalarının oluşturulması sürecinde seslerini duyurmalarını sağlayacak bir araç olarak tasarlanmıştır. ICANN Destek Kuruluşları, uzmanlık konuları bulunan ve üyelik temeline sahip birimlerdir. Uzmanlık alanlarına göre üç gruba ayrılmışlardır: Charles Thomson Rees Wilson Charles Thomson Rees Wilson, (14 Şubat 1869 – 15 Kasım 1959) yılları arasında yaşamış X-ışınları, radyoaktivite ve kozmik ışın çalışmalarında kullanılmış “sis odası” buluşuyla 1927 yılında Nobel Fizik Ödülü kazanmış İskoç fizikçi ve meteorologtur. 14 Şubat 1869 yılında Glencorse, Midlothian, İskoçya'da çiftçi “John Wilson” ve “Annie Clerk Harper” çiftinin çocukları olarak dünyaya gelmiştir. 1908 yılında evlendiği “Jessie Fraser Dick” ile iki kız, iki erkek çocuk sahibi olmuşlardır. 4 yaşında babasını kaybedince, annesi ile birlikte İngiltere'de Manchester şehrine taşındılar. Owen's Kolleji'nde (şu anda Manchester Üniversitesi) eğitimine başladı. Fizik tedavicisi olmak istediğinden ilk yıllarında biyoloji derslerine ağırlık verdi. 1888 yılında Cambridge Üniversitesi'nden burs kazandı. 1892 yılında mezun olduğunda artık fizik ve kimya onun için daha önem taşımaktaydı. 1893 yılında meteorolojiye ilgi duymaya başladı. 1894 yılında Ben Nevis gözlemevinde bulut oluşumlarını incelemeye başladı. Bulut formasyonlarından çok etkilenen Wilson, bulutları Cambridge'teki laboratuvar ortamında oluşturma çalışmalarına girdi. Buhar içeren havayı kapalı bir ortamda genleştirerek deneyler yapmaktaydı. Yıllar geçtikçe deney ortamını geliştirdi ve sonradan çok kullanılacak sis odasını meydana getirdi. Bu deneyler sırasında iyonların hareketini gözlemleyen Wilson, yeni keşfedilen x ışınlarını kullanarak havanın daha iletken olduğunu keşfetmişti. 1895'te yaptığı "bulut odası" keşfi ile 1927 yılında Arthur H. Compton ile Nobel Fizik Ödülü'nü kazanmıştır. Wilson sis odası, yüklü taneciklerin izlerini görünür hale getiren bir aygıttır. Kabarcık odası'nın öncüsüdür; ama aşağı yukarı karşıt bir ilkeyle çalışır. 1911 yılında alfa ve beta parçacıklarının izlediği yolu fotoğraflayan ilk bilim adamıydı. 1923 yılında elektronların izlediği yollar üzerine 2 makale çıkardı. Ve bundan sonra sis odası nükleer araştırmalarda önemli bir yer etti. Sis odası, C.T.R. Wilson tarafından, 1912'de geliştirilmiştir. Wilson, Ben Nevis araştırma laboratuvarında bulut oluşumu üstünde çalışmıştır ve bulut oluşturan küçük su damlacıklarının, toz ya da iyonlaşmış hava moleküllerinde, başka yerlerdekin
den çok daha hızlı oluştuğunu farkettmiştir. Havada ilerleyen yüklü tanecik, hava moleküllerinden elektron alarak, iyonlaşmış moleküller oluşturduğuna göre, bulut oluşumu için gerekli koşullar sağlanırsa, taneciğin geçtiği yolda bir dizi damlacığın kalması sağlanabilirdi. Sis odası, kabarcık odası gibi, yüklü tanecikleri belirlemede kullanılır. Ama, sıvıda gaz kabarcıkları yerine, gazda sıvı damlacıkları oluşmasına dayanarak çalışır. Wilson sis odası; kozmik ışınlar, radyoaktivite, x-ışınları gibi olguların araştırmalarında ve nükleer silahların geliştirilmesine yardımcı olmuştur. Wilson yoğunlaşma bulutu adı verilen sistemle duman halkaları şeklinde oluşan ve karakteristik su üzerinde bir nükleer patlama oluşturulur. 1916 yılından sonra yıldırımları araştırmaya yöneldi. 1936 yılında Cambridge'ten emekli oldu. Fakat araştırmalarına devam etti. II. Dünya Savaşı sırasında İngiliz Hava Kuvvetleri'nin yıldırımlardan etkilenmemesi için çalışmalar yaptı. 15 Kasım 1959 tarihinde İskoçya'nın Carlops köyünde öldü. 1927 yılında Arthur Holly Compton ile birlikte Nobel Fizik Ödülünü aldı. Lipaz Lipaz, lipitlerin ester bağlarının hidrolizini katalizleyen bir enzimdir. Lipazlar esterazların bir alt sınıfıdır. Lipazlar, çoğu canlıda gıdasal lipitlerin (yani trigliseritlerin) sindirimi, taşınması ve işlenmesinde önemli rol oynarlar. Bazı virüslerde dahi lipaz genleri bulunur. Çoğu lipaz bir lipit substratın gliserol omurgasının belli konumlarında etkir. İnsanlarda sindirim sisteminde yağları sindirmekten sorumlu esas enzim olan pankreatik lipaz örneğinde, enzim, yağlarda bulunan trigliseritleri monogliseritlere ve yağ asitlerine dönüştürür. Fosfolipaz ve sfingomiyelinazlar da sayılırsa doğada çok büyük sayıda lipaz vardır. Amino asit dizisi bakımından birbirinden farklı çok çeşitli lipazlar vardır, bunlar protein yapıları ve katalitik yapıları bakımından incelendiğinde dahi birkaç tipten oluşurlar. Bunların çoğu alfa/beta hidrolaz katlanmasına sahiptirler (bkz resim). Kullandıkları hidroliz mekanizması kimotripsininkine benzer, bir serin nükleofil, bir asit kalıntı (genelde aspartik asit) ve bir histidinden oluşur. Gram negatif bakteriler tarafından üretilen çoğu lipaz, biyolojik olarak aktif biçimlerine kavuşabilmek için, doğru katlanmalarını sağlayan, kendilerine has bir yardımcı proteine gerek duyarlar. Lipazlar gıdasal trigliseritlerin rutin metabolizmasından, sinyal transdüksiyonu ve enflamasyona kadar çok çeşitli biyolojik süreçlerde yer alırlar. Bazı lipazlar hücre içinde belli bölmeler ile sınırlıdır, diğerleri ise hücre dışında mekanlarda işlev görürler. İnsan sindirim sisteminin başlıca lipazları mide tarafından salgılanan gastrik lipaz ve pankreas tarafından salgılanan pankreatik lipaz ve pankreatik lipazla ilişkili protein 2 (PLRP2)'dır. İnsanlarda ayrıca bunlarla ilişkili birkaç enzim daha vardır, hepatik lipaz, endotel lipaz ve lipoprotein lipaz olmak üzere. Bu lipazların hepsi sindirim sistemi ile ilgili değildir. (bkz. tablo) Diğer lipazlar arasında , , , , , , , , , ve sayılabilir. Ayrıca çok sayıda fosfolipaz da vardır ama bunlar her zaman diğer lipazlarla sınıflandırılmazlar. Mantar ve bakterilerden elde edilen lipazlar eski çağlardan beri yoğurt ve peynir yapımında önemli rol oynamışlardır. Ancak, bunların yanı sıra, modern uygulamalarda lipazlar lipitlerin yıkımı için kullanılan ucuz ve çok yönlü katalizörler olarak değerlendirilir. Örneğin, bir biyoteknoloji şirketi, ekmek ürünleri ve çamaşır tozu üretmek ve bitkisel yağları yakıta dönüştürmek gibi amaçlar için rekombinant lipaz enzimlerini pazarlamaktadır. Frederick Soddy Frederick Soddy (2 Eylül 1877 - 22 Eylül 1956), İngiliz kimyacı. 1921 Nobel Kimya Ödülü sahibi. Ernest Rutherford ile birlikte yaptığı ortak çalışmayla radyoaktif bozunma kanunlarını keşfetmiştir. Ayrıca izotop kavramını ortaya atmıştır. İngiltere'nin East Sussex'teki Eastbourne şehrinde doğan Soddy, okul yaşantısına Eastbourne Kolleji'nde başladı. Daha sonra Wales Üniversitesi'ne devam etti. 1895 yılında kazandığı bursla Oxford Üniversitesi'ne kaydoldu. 1898 yılında kimya bölümünü birincilikle bitirdi. Mezuniyet sonrası iki yıllık araştırmacı olarak üniversitede kaldı. 1900-1902 yılları arası Kanada'da Montreal'deki McGill Üniversitesi'nde uygulama öğretmeni olarak görev aldı. Şans eseri yeni keşfedilmiş radyoaktivite üzerine araştırma yapan Ernest Rutherford ile tanıştı. Birlikte yaptıkları çalışmalar sonucunda radyoaktif bozunma teorisi üzerine bir dizi makale çıkardılar. 1903 yılında Soddy Kanada'dan İngiltere'ye geri döndü. Londra'daki College Üniversitesi'nde İskoç kimyacı William Ramsey ile birlikte çalışmaya başladı. Beraber yaptıkları araştırmada, spektroskopi teknikleri kullanarak radyumun radyoaktif bozunması sonucu olarak helyum ortaya çıktığını gösterdiler. Bu gözlem radyumun ya da daha ağır çekirdeklerin bozunmasından ortaya çıkan alfa parçacıklarının helyum ile bağlantılı olduğunu açıklamıştı. 1904 1914 yılları arası İskoçya'daki Glasgow Üniversitesi'nde kimyasalların fiziksel özellikleri ve radyoaktivite üzerine öğretmenlik yaptı. Bu süreçte nükleer teknolojiye önemli faydalar sağlayacak katkılarda bulundu. Alfa parçacığı atan bir elementin periyodik tabloda iki sütun gerilediğini önererek Yer Değiştirme Kanunu'na katkıda bulundu. En önemli çalışması ise 28 Şubat 1913 günü "Kimya Haberleri" dergisinden duyurduğu izotop kavramıydı. Deneysel sonuçların ışığında aynı elementin kimyasal özellikleri aynı ama atomik ağırlıkları farklı iki ya da daha fazla formda olabileceği varsayımında bulundu. İzotop kavramı ile birlikte periyodik tablodaki bazı taşların yerine oturması kolaylaştı. Soddy'nin bu çalışması 1919'da Ernest Rutherford'un protonu tanımlamasına ve nötron olasılığını belirtmesine yardım etti. Fakat izotop hipotezi esas olarak 1932 yılında James Chadwick'in nötronu keşfetmesi ile kabul gördü. 1914 yılında kimya profesörü olarak İskoçya'daki Aberdeen Üniversitesi'ne atandı. I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere ordusuna katkı sağlamak için kimyasal çalışmalara ağırlık verdiğinden radyoaktivite üzerine çalışmayı bıraktı. 1919 yılında Oxford Üniversitesi'ne kimya profesörü olarak atandı ve 1937 yılında emekli oluncaya kadar bu görevde kaldı. Soddy, radyoaktif bozunma ve özellikle izotoplar hakkındaki teorinin gelişmesi konusunda getirdiği açıklamalardan dolayı 1921 yılında Nobel Kimya Ödülüne layık görüldü. Lise Meitner Lise Meitner (d. 7 Kasım 1878 - ö. 27 Ekim 1968), Avusturyalı fizikçi. Nükleer fizik ve radyoaktivite üzerine çalıştı. Fizyon'un teorik yorumunu yaptı. Avusturya'nın Viyana şehrinde doğan Meitner, o zaman kızlar için mümkün olan tüm eğitimleri aldı. Ardından 14 yaşında üniversiteye girmesinde yardımcı olması için özel matematik ve fizik dersleri aldı. 1901 yılında Viyana Üniversitesi'ne kabul edildi. Burada teorik fizikçi Ludwig Boltzmann ile çalıştı. 1906 yılında fizik üzerine doktorasını aldı. 1907 yılında Max Planck ile çalışmak üzere Berlin'e gitti. Marie Curie'nin çalışmalarından etkilendiğinden, radyoaktivite üzerine çalışmak istiyordu. Kısa süre içinde Otto Hahn ile tanıştı. Otto Hahn'ın kimya bilgisi ile kendisinin fizik ve matematik bilgisini birleştirip beraber çalışma yapmaya karar verdiler. 1918 yılında çalışmalarının ilk ürünü olan, keşfettekleri yeni radyokatif element olan protaktinyumu duyurdular. Bu keşif ikisinin Alman bilim dünyasında ünlerini artırdı. 1918 yılında, Meitner, Kaiser Wilhelm Enstitüsü'nde radyoaktivite fiziği bölüm başkanı oldu. Daha sonra, 1926 yılında, Berlin Üniversitesi'ne ilk kadın profesör olarak atandı. Hahn ile ortak araştırmalarına devam ederken bir taraftan da kendi başına beta parçacıkları üzerine araştırmalarını sürdürmekteydi. 1933 yılında Nazi Partisi, Almanya'daki Yahudi bilim adamlarının hayatını değiştirmişti. Yahudi olmasına rağmen, sahip olduğu Avusturya vatandaşlığı onu korumaktaydı. 1930'ların ortalarında Hahn'ın uranyumu yavaş nötronlarla bombardıman etmesi deneylerine katıldı. Amaçları uranyumumdan başka elementler elde etmekti. Daha evvel Enrico Fermi denemişti fakat sonuçları belirsizdi. 1938'de Almanya Avusturya'yı işgal edince, Meitner'in Avusturya vatandaşlığı kalkanı ortadan kalktı. Çalışmalarını yarıda bırakıp Hollandalı bir meslektaşının yardımı ile yasadışı yollarla Hollanda'ya kaçtı. Otto Hahn bir deney sırasında elde ettiği baryuma bir anlam verememişti. Ve bunu bir mektupla Meitner'e yazdı. Meitner bu sonuç karşısında uranyum çekirdeğinin parçalandığı kanısına vardı. Bu fikrini yeğeni fizikçi Otto Frisch ile paylaştı. O da bu açıklamayı onaylayınca, 11 Şubat 1939'da dünyayı değiştirecek bir makale yayınladılar. ""Uranyumun nötronlarla parçalanması: Yeni tip bir nükleer tepkime"" Bu makalelerinde Hahn ve Strassmann'ın deneylerini referans göstererek, çekirdeğin damlacık modeli kullanarak, baryumun uranyumun parçalanmasından ortaya çıktığını önerdiler. Bu olaya biyolojide de kullanılan fizyon ismini koydular ve bir çekirdekte oluşan nükleer fizyon tepkimesinden yaklaşık 200 milyon elektron volt (200 MeV) enerji açığa çıktığını hesapladılar. 1943 yılında, Frisch'in de katıldığı, ABD'nin yürüttüğü kod adı Manhattan Projesi olan atom bombası projesine gidecek olan İngiliz takımına davet edildi. Lise Meitner, bilimsel katkılarını askeri uygulamalarda kullanmayacağını belirterek, teklifi geri çevirdi ve II. Dünya Savaşı bitinceye kadar İsveç'te kaldı ve 1949 yılında İsveç vatandaşlığına geçti. 1960 yılında Stokholm'den, yeğeni Frisch'in yanına, İngiltere'ye taşındı ve 1968 senesinde Cambridge'te öldü. Nobel Kimya Ödülü komitesi, 1944 yılında Lise Meitner'in oynadığı rolü göz ardı ederek, fizyonu keşfetmesinden dolayı ödülü Otto Hahn'a verdi. Otto Hahn, bu yanlışlıktan ve Meitner'in katkılarından hiç bahsetmedi. Hahn'ın bu sessizliği Meitner'i çok etkiledi ve bir daha ortak çalışma yürütmediler. Lise Meitner, Nobel ödülünü alamamış olsa da, başka birçok ödül aldı. Bunların içinde en önemlileri, 1949 yılında Almanya'da aldığı Max Planck Ödülü ve 1966
yılında ABD Atom Enerjisi Komisyonu'nun verdiği Enrico Fermi Ödülü'dür. Bu prestijli Fermi ödülünü alan ilk kadın olarak tarihe geçti. 1997 yılında 109 nolu elementin adı onun anısına meitneryum olarak seçildi. Otto Hahn Otto Hahn (8 Mart 1879, Frankfurt am Main - 28 Temmuz 1968, Göttingen) Alman kimyacı. Radyoaktivite alanında öncü çalışmalar yapmıştır. 1944 Nobel Kimya Ödülü'nün sahibidir. Victor Francis Hess Victor Francis Hess (d. 24 Haziran 1883 – ö. 17 Aralık 1964), kozmik ışınları keşfi ile 1936 Nobel Fizik Ödülü’nü kazanmış Avusturyalı-Amerikalı fizikçidir. Victor Francis Hess 24 Haziran 1883’te  Avustralya’nın bir şehri olan, Peggau’da Vinzenz Hess ve Serafine Edle von Grossbauer-Waldstätt oğlu olarak dünyaya geldi. Orta okulunu 1893-1901 yılları arası Graz spor okulunda okudu.1901-1905yılları arasında Graz Üniversitesi’nde lisans eğitimi tamamladı ve 1910 yılında aynı üniversitede doktora yaptı. 1910-1920 yılları arası Stefan Meyer’in asistanı olarak Viyana Bilim Akademisi’nde Radyum Araştırma Enstitüsünde çalıştı. 1920 yılında Marie Bertha Warner Breisky ile evlendi. Hess, 1921 yılında izin alarak New Jersey’de bulunan  Birleşmiş Milletler  Radyum Kurumu’nda çalışmak üzere Amerika’ya seyahet etti. 1923’te  Graz Üniversitesi’ne geri döndü. İki yıl sonra yetkili deneysel fizik  profesörü olarak atandı. Innsbruck Üniversitesi Hess’i 1931 yılında Radyoloji Enstitü’sine yönetici profesör olarak atadı. 1938 yılında Nazi zulmünden kaçmak için karısıyla birlikte  Amerika’ya taşındı. Aynı yıl Fordham Üniversitesi’ne fizik profesörü olarak atandı. 1944 yılında Amerikan vatandaşlığına kabul edildi. 1955 yılında karısı kansere yenik düşüp hayatını kaybetti. Aynı yıl karının son dönemlerinde hemşiresi olan  Elizabeth M. Hoenke ile evlendi. 1946’da “Benim İnancım” adı altında inanç ve bilim arasındaki ilişki, ve neden Tanrı’ya inandığı hakkında bir yazı yazdı. 1958 yılında Fordham Üniversitesi’nden emekli oldu. 17 Aralık 1964 tarihinde New York’ta Parkinson hastalığı yüzünden hayatını kaybetti. 1911 ve 1913 yılındaki çalışmaları , 1936 yılında Hess’e Nobel Fizik ödülünü kazandırdı. Uzun yıllar boyunca, bilim insanları atmosferdeki radyasyonun iyonlaşma seviyesini ölçmekte sıkıntılar yaşıyordu. O günlerdeki varsayım radyasyonun dünyadan uzaklaştıkça azalacağı ve radyasyon kaynağının arttığı yönündeydi. Radyasyonun yaklaşık değerlerinin ölçülmesi için elektroskoplar kullanılırdı, fakat atmosferin üst kısımlarında radyasyonun yeryüzündeki değerinden daha yüksek olabilirdi. Hess hassasiyeti arttırılmış cihazı ile beraber balonla yükselip çözmeye karar verdi. 1911-12  yılları arasında 5.3 km irtifada sistemli olarak radyasyon seviyesini ölçtü. Hayatını tehlikeye atıp bu uçuşları gece gündüz demeden devam ettirdi. Hess’in özenle gerçekleştirdiği çalışması Viyana Bilim Akademisinde yayınlandı. Çalışmaya göre radyasyon seviyesi 1 km irtifaya kadar azalıyordu, fakat sonrasında büyük ölçüde bir artış gösteriyordu. İrtifa 5 km’ye ulaştığında ise radyasyon seviyesi deniz seviyesin dekinin neredeyse iki katına çıkıyordu. Radyasyonun uzaydan atmosfere nüfuz ettiği kanısına vardı. Bu keşfi radyasyona “kozmik ışın” ismini veren Robert Andrews Millikan tarafından onaylandı. Hess’in bu keşfi parçacık ve nükleer fizikteki yeni keşiflerin önünü açtı. Carl David Anderson pozitron ve müon’u keşfetti. Hess ve Anderson kozmik ışınlar keşfi ile 1936 Nobel ödülünü paylaştılar. Tavananna Tavananna, Hititlerde kral eşlerine verilen hititçe unvan. Türkçe karşılığı 'anne kraliçe'dir. Hititlerde tavananna büyük yetkilerle donatılmıştı. Kral, eşiyle neredeyse eşit haklara sahipti. Tavananna devlet işlerinde etkindi; öyle ki adı kraliyet mühründe bile bulunmakta, antlaşmalar ve devlet yazışmalarında kralın adının yanında yer almaktaydı. Savaş veya yolculuk gibi durumlardan meydana gelen kralın yokluğunda krala vekalet eder, yetkilerini üstüne alırdı. Ayrıca tavananna kralın başrahip olması gibi, başrahibe olarak da önemli bir dini güce sahipti. Hitit kraliçelerinin sahip oldukları saygınlık, hitit sosyal yaşamının da belirgin bir özelliğiydi. Kraliçeler tavananna unvanını kral kocaları öldükten sonra da taşıyorlardı. Yeni kralın eşi tavananna unvanını ancak bir önceki kral eşinin ölümünden sonra elde edebiliyordu. Bu yasa kazanılmış bir hakkın koruyucusu olma özelliğinden, o dönemki hitit hukukunun gelişmişlik düzeyinin önemli bir göstergesi olarak değerlendirilir. En çok tanınan tavanannalardan biri MÖ 13. yüzyılda yaşamış Puduhepa'dır. Hitit hükümdarı III. Hattuşili'nin karısı ve IV. Tuthaliya'nın annesidir. İki kralın yönetim süreleri içinde de Hitit Devleti'nin tavanannası olmuştur. Arthur Compton Arthur Holly Compton (d. 10 Eylül 1892 - ö. 15 Mart 1962), 1927’de elektromanyetik radyasyonun parçacık doğasını gösteren Compton etkisinin keşfi ile Nobel Fizik Ödülü kazanmış Amerikalı fizikçidir. Zamanında çok dikkat çeken bir buluştur. Işığın dalga doğası o zamanlarda iyi anlaşılmış olsa da ışığın hem dalga hem parçacık olabileceği fikri kolay kabul görmemiştir. Kendisi ayrıca Manhattan Projesindeki Metallurji Laboratuvarının başı ve 1945 ile 1953 seneleri arasında  St. Louis Washington Üniversitesi Rektörüdür. 1919’da Compton Ulusal Araştırma Kurulu tarafından ilk defa verilen iki burstan birini alarak yurtdışında eğitim görme fırsatı kazanmıştır. Gamma ışınlarının saçınımı ve absorpsiyonu konusunda çalışacağı Cambrigde Üniversitesi’ndeki Cavendish Laboratuvarını tercih etmiştir. Daha sonraki araştırmaları sonucunda Compton etkisini bulmuştur. X-ışınlarını kullanarak ferromanyetizmi incelemi ve bu olayın elektron spinlerinin aynı hizaya gelmesi sonucu olduğu sonucuna varmıştır, ayrıca kozmik ışınlar üzerine çalışmış ve bunların prensipte pozitif yüklü parçacıklar olduğunu keşfetmiştir. 2. Dünya Savaşı sırasında ilk nükleer silahların geliştirildiği Manhattan Projesinde anahtar rollerden birini oynamıştır. Raporları projenin başlatılmasında önemli rol oynamıştır. 1942’de Metalurji Laboratuvarının lideri konumuna gelmiştir ve sorumlulukları arasında uranyumu plutonyuma çevirecek reaktörleri üretmek ve tasarlamak, uranyum ile plutonyumu birbirinden ayıracak yolları bulmak ve bombanın tasarımını yapmak vardır. Compton Enrico Fermi’nin Chicago Pile-1 tasarımını öngörmüştür ve ilk nükleer reaktör olarak tasarım ilk defa 2 Aralık 1942’de çalıştırılmıştır. Metalurji Laboratuvarı ayrıca Oak Ridge Tennessee’deki X-10 Graphite Reaktörünün tasarlanması ve işletilmesinden de sorumludur. Plutonyum üretimi Hanford alanındaki reaktörlerde 1945’de başlamıştır. Savaşın ardından Compton St. Louis Washington Üniversitesinde rektör olarak görev almıştır. Çalıştığı sırada üniversite resmi olarak ırk ayrımını lisans bölümlerinde sonlandırmış, ilk bayan profesörünü işe almış ve savaş emeklilerinin Amerika'ya dönmesi ile rekor sayıda öğrenci almıştır. Elias ve Otelia Catherine Compton’un oğlu Arthur Compton 10 Ekim 1892 tarihinde Wooster Ohio’da dünyaya gelmiştir. Ailesi akademik kariyer sahibi idi. Elias Arthur’un da katıldığı Wooster Üniversitesinde dekandı. Artur’un en büyük kardeşi Karl, kendisi de Wooster’a katılmıştır, fizik alanında doktorasını Princeton Üniversitesinden 1912 senesinde almış ve MIT’de 1930 ile 1948 yılları arasında başkanlık görevi almıştır. İkinci kardeşi Wilson da Wooster’a katılmış ve ekonomi alanında doktorasını Princeton’da 1916 senesinde almıştır ve Washington Eyalet Üniversitesinde 1944 ile 1951 seneleri arasında başkanlık görevi almıştır. Her üç kardeş de Alpha Tau Omega yurdunun üyesidir. Compton ilk başlarda astronomi alanı ile ilgilenmiştir ve Halley kuyrukluyıldızının 1910 yılında fotoğrafını çekmiştir. 1913 yılı civarında yaptığı, dairesel bir tüpün içindeki suyun hareketini inceleyerek dünyanın dönüş hareketini gösterdiği bir deney yaptığından bahsetmiştir. O sene Wooster’dan lisans derecesi ile meazun olduktan sonra Princeton a girdi ve orada 1914 senesinde beşeri bilimler yüksek lisansını tamamlamıştır. Compton bundan sonra fizik alanında doktorasını Hereward L. Cooke denetiminde “X-ray yansıma yoğunluğu ve atom içinde elektronların dağılımı” konusunda tezini yazmıştır. Arthur Compton doktorasını 1916 senesinde doktorasını aldıktan sonra Karl ve Wilson ile beraber ilk defa 3 kardeş olarak Princeton’dan mezun olan kişiler oldular. Ablaları Mary , misyoner C. Herbert Rice ile evlenip Lahore’dakki Forman Christi an College’da müdür oldu. Haziran 1916’da Wooster’dan sınıf arkadaşı Compton Betty Charity McColaskey ile evlendi. Arthur Alan ve John Joseph Compton adında iki çocukları oldu Compton Minnesota üniversitesinde 1916-1917 yılları arasında fizik eğitmenliği yaptı. Ardından 2 sene sodyum buhar lambasını geliştirdiği Westinghouse Lamba Şirketi’nde araştırma mühendisliği görevi aldı. 1. Dünya Savaşı sırasında Haberleşme Bölüğü için uçak enstrumanları geliştirdi. 1919’da Compton Ulusal Araştırma Kurulu tarafından ilk defa verilen iki burstan birini alarak yurtdışında eğitim görme fırsatı kazanmıştır. Gamma ışınlarının saçınımı ve absorpsiyonu konusunda çalışacağı Cambrigde Üniversitesi’ndeki Cavendish Laboratuvarını tercih etmiştir. Daha sonraki araştırmaları sonucunda Compton etkisini bulmuştur. X-ışınlarını kullanarak ferromanyetizmi incelemi ve bu olayın elektron spinlerinin aynı hizaya gelmesi sonucu olduğu sonucuna varmıştır, ayrıca kozmik ışınlar üzerine çalışmış ve bunların prensipte pozitif yüklü parçacıklar olduğunu keşfetmiştir. Bir süre Compton Vaftiz Kilisesinde papaz yardımcılığı yaptı. “Bilim insanların Tanrı’nın çocuğu olduğu postulasını ortaya atan din ile tartışamaz” demiştir. Compton 1920’de Amerika’ya dönünce Wayman Crow tarafından Fizik profesörü ve St. Louis Washington Üniversitesinde Fizik bölüm başkanlığına getirildi. 1922’de serbest elektronlar tarafından saçılan daha uzun dalga boylu X-ray miktarını ve Plank ilişkisine dayanarak olarak gelen X-ışınlarından daha az enerjili olduklarını , aradaki enerji farkını elektronlara aktardıklarını buldu. Bu buluş “Compton
Etkisi” veya “Compton Saçınımı” olarak bilinir ve elektromanyetik radyasyonun parçacık konseptini gösterir. Compton 1923 yılında fotonları partikül gibi momentumlarından kaynaklanan X-ışını kaymasını, Einstein’ın 1905’te Nobel kazandığı foto-elektrik etkiyi açıklayan makalesini Physical Review’da yayınladı. Bu çalışmalar ilk olarak Max Plank tarafından 1900 senesinde, ışığın elementlerinin sadece ışığın frekansına bağlı olarak belli miktarda enerji taşıyabileceği şekilde kuantize edilmesi şeklinde avramsallaştırılmıştır. Makalesinde Compton, dalgaboyundaki kayma ile x-ışını saçınım açısı arasındaki matematiksel ilişkileri her x-ışını fotonunun bir elektron ile etkileşime girdiği kabulü ile türetmişdir. Makalesini deneysel verilerin aşağıda türetilmiş ilişki ile onaylandığını söyleyerek sonlandırmıştır formula_1Yukarıdaki formulde, λ ilk dalga boyu, λ' yansıma sonrası dalga boyu, h Plank sabiti, M Elektron serbest kütlesi, c Işık hızı, α Saçınım açısı ""⁄"Mc" büyüklüğü elektronun Compton dalgaboyu olarak bilinir ve 2.43×10 m’e eşittir. Dalgaboyu kayması sıfır ("θ" = 0° "için)" ve iki elektron için Compton Dalgaboyu ("θ" = 180°) arasındadır. Bazı X-ışınlarının büyük saçınım açıları ile saçınsalar dahi dalgaboylarında kayma gösterdiklerini farketmiştir. Bu olayın gerçekleştiği her durumda foton elektron koparmayı başaramamıştır. Bu yüzden kaymanın büyüklüğü elektronun Compton Dalgaboyu ile ilişkili değil tüm atomun Compton Dalgaboyu ile ilişkilidir ki bu 10 000 kat küçük olabilir. Compton daha sonra “Sonuçlarımı American Physical Society’e 1923’te sunduğumda hemen en ateşli şekilde tartışılan bilimsel fikir ayrılığı olmuştu ki bu benim gördüğüm en büyüğüydü” demiştir. Işığın dalga doğası iyi bir şekilde gösterilmiştir ve ikili doğası kolayca kabul görmemiştir. Söylemektedir ki krital kafes içerisinde kırınım ışığın dalga doğası ile açıklanabilmekteydi. Compton 1927’de Nobel Fizik Ödülünü kazanmıştır. Compton ve Alfred W. Simon aynı anda hem saçınan X-ışını fotonunu hem de geri tepen elektronu gözlemleyebilecek bir metot geliştirmişlerdir. Almanya’da Walther Bothe ve Hans Geiger bağımsız olarak benzer metotlar geliştirmişlerdir. 1923 senesinde Compton Chicago Üniversitesine  önündeki 22 yılını geçireceği fizik profesörü pozisyonunda taşınmıştır.  1925’te J.J.Thomson’un ön gördüğü şekilde 130 000 volt X-ışınının periyodik cetveldeki ilk 16 elementin polarize hallerinden saçınımını göstermiştir. Harvard Üniversitesinden William Duane’in öncülüğünde Compton’un Compton etkisi üzerine yaptığı yorum yanlış olduğunu kanıtlamak için çalışmalar yapılmıştır. Duane bir seri deney yaparak Compton’un fikrini çürütmek istemiştir fakat Compton’ın haklı olduğuna dair sonuçlar elde etmiştir. 1924’de Duane durum Compton’ın dediği gibi olduğu sonucuna varmıştır. Compton X ışınlarının tuz içerisindeki sodyum ve klorin çekirdekleri üzerindeki etkisini incelemiştir. X ışınlarını ferromanyetizmi incelemek için kullanmış ve bu etkinin elektron spinlerinin aynı hizaya gelmesi sonucu olduğunu bulmuştur. 1926’da General Electric Lamba Departmanına danışmanlık hizmeti vermeye başlamıştır. 1934’te ingiltereye dönmüş ve Oxford Üniversitesinde misafir profesörlük yapmıştır. Bu sırada Wembley’de bulunan General Electric Company’nin araştırma laboratuvarındaki aktiviteler ile ilgili rapor vermesini istemiştir. Orada yapılan flüoresan lambalar konusunda araştırmaların olanakları Compton’ın merakını çekmiştir. Hazırladığı rapor Amerika’da bu lambayı geliştiren araştırma programını başlatmış. Compton’un ilk kitabı X-ışınları ve Elektronlar 1926’da basıldı. Kitabında X-ışını kırınım desenlerinden nasıl kırınım yoğunluğunun hesaplanacağını göstermiştir. Samuel K. Allison’ın yardımı ile kitabını revize etmiş ve Teoride ve Pratikte X-Işınları olarak 1935’de yayınlamıştır. Bu çalışması sonraki 30 yıl daha standart referans olarak yerini korumuştur. 1930'ların başında Compton kozmik ışınlar ile ilgilenmeye başladı. O zamanda varlıkları bilinmekte fakat kaynakları ve doğaları çok spekülatif kalmaktaydı. Varlıkları hava veya argon gazı ile dolu küresel “bomba” kapta gazın iletkenliğinin ölçülmesi ile belirlenebilmekteydi. Avrupa Hindistan, Meksika, Peru ve Avustralya’ya yaptığı geziler Compton’a farklı yükseklik ve enlemlerde kozmik ışınları ölçme fırsatı sunmuştur. Dünyanın diğer yerlerinde de ölçüm yapan gruplarla birlikte  fark edilmiştir ki kozmik ışınlar kutuplarda ekvatora göre %15 daha yoğundur. Compton bunun sebebinin kozmik ışınların, Robert Milikan’ın önerdiği fotonlardan oluşmanın aksine,kısmi olarak yüklü parçacıklardan oluştuğu sonucuna varmıştır. Enlem etkisini Dünya’nın elektromanyetik alanından dolayı olduğunu düşünmüştür. Nisan 1941’de Vannevar Bush, Ulusal Savunma Araştırma Komitesi (NDRC) başkanı, Compton tarafından yönetilen özel bir komite oluşturup NDRC uranyum programı ile ilgili rapor vermelerini istemiştir. Mayıs 1941’de gönderilen Compton’un raporu uranyum-235 veya daha yeni keşfedilen plutonyum ile radyolojik silahlar, nükleer itme güçlü gemiler ve nükleer silahlar üretmenin mümkün olabileceğini öngörmüştür. Ekimde atom bombasının uygulanabilirliği ile ilgili bir rapor sunmuştur. Bu rapor için Enrico Fermi uranyum-235 için kritik kütle ile hesaplamalar için çalışmış ve bunun 20 kg ile 2 ton arasında olduğunu tahmin etmişlerdir. Ayrıca uranyum zenginleştirmenin başarı şansını Harold Urey ile tartışmış, nükleer reaktör içerisinde plutonyum üretiminin olabileceği ile alakalı Eugene Urey ile konuşmuş ve Robert Serber ile reaktör içerisinde üretilen plutonyumun uranyumdan ayrıştılıabileceğini tartışmıştır. Raporu kasım oyunda gönderilmiştir ve raporda atom bombasının yapılabilir olduğunu fakat bombanın yıkıcı gücü konusunda Mark Oliphant ve İngiliz meslektaşlarından daha tutucu olduğunu belirtmiştir. Compton’ın kasım ayında hazırladığı raporun son halinde plutonyumun kullanılması ile ilgili bir kısım bulunmamaktadır fakar Ernest Lawrance’ın son araştırmalarından sonra Compton plutonyum bombasının da yapılabilir olacağı konusunda ikna olmuştur. Aralık ayında Compton plutonyum projesinin başına getirilmiştir. Haziran 1943’e kadar kontrollü zincirleme reaksiyonu gerçekleştirmeyi ve haziran 1945’e kadar da bombayı üretmiş olmayı ummuştur. Problemi aşmak için plutonyum ve nükleer reaktör tasarımları üzerine Metalurji Laboratuvarında beraber çalışacak Columbia, Princeton, California, Berkeley gibi üniversitelerden gelen farklı araştırma gruplarına sahipti. Amaçları uranyumu plutonyuma çevirecek reaktörler üretmek ve plutonyumu uranyumdan kimyasal olarak ayrıştırmanın yollarını bulmak ve ayrıca tasarlayıp atom bombasını yapmaktı. Haziran 1942’de ABD Ordu Mühendisleri Bölümü nükleer silah programını kontrolü altına almaya başladı ve Compton’un Metallurji Laboratuvarıyla Manhattan Projesinin bir parçası oldu. O ay Compton Robert Oppenheimer’a bombanın tasarlanması sorumluluğunu verdi. Metalurji Laboratuvarlarında çalışanların geliştirdiği farklı reaktör tasarımlarından birini seçip onun doğrultusunda devam etme görevi daha önce başarılı bir reaktör yapılmamış olsa da Compton’a düştü. İşçi anlaşmaslıklarından dolayı Red Gate Woods’daki yeni evindeki Metalurji Laboratuvarlarının inşası ertelendiğinde, Compton Chicago Pile-1, ilk nükleer reaktörü Stagg Fields’da kurmaya karar verdi. Fermi’nin direktörlüğünde 2 aralık 1942’de ilk defa çalıştırıldı. Compton Mallinckrodt’un urantum madenini saflaştırma işini üstlenmesini ve DuPont’un Oak Ridge, Tennessee’de plutonyum yarısını inşa etmesini ayarladı. Plutonyum programında büyük kriz Temmuz 1943’de Emilio Segre’nin grubu X-10 Grafit Reaktöründe üretilen plutonyumun yüksek miktarda plutonyum-240 içerdiğini doğruladığı zaman ortaya çıktı. Bu malzemenin kendiliğinden fisyonu plutonyumun tabanca-tipi nükleer silah olarak kullanılması olasılığını ortadan kaldırıyordu. Oppenheimer’in Los Alamos Laboratuvarı bu sorunu içine patlayan tipte nükleer silah tasarımı ile aştı. Campton Eylül 1944’de ilk reaktörün çalıştırılması esnasında Hanford alanındaydı. İlk grup uranyum çubuğu Reaktör B’ye  kasım 1944’te beslendi ve Los Alamos’a plutonyum gönderilmesi Şubat 1945’te başladı. Savaş boyunca Compton bilimsel danışman ve yönetici olmaya devam etti. 1945’te Lawrance, Oppenheimer ve Fermi ile birlikte Bilimsel Panel’de Japonya’ya karşı askeri olarak nükleer silah kullanımını önerdi. Manhattan Projesindeki hizmetlerinden ötürü Liyakat Madalyası ile ödüllendirildi. Savaşın ardından Compton Chicago Üniversitesindeki Charles H. Swift Seçkin Hizmet Fizik Profesörlüğü makamından istifa etmiş ve St.Louis Washington Üniversitesine geri dönüp üniversitenin 9. rektörü olarak göreve başlamıştır. Compton’ın rektörlüğü süresince  üniversite resmi olarak  lisans bölümlerinde ırk ayrımını sonlandırmış, ilk bayan profesörünü işe almış ve asker emeklilerinin savaştan dönmesi ile rekor sayıda öğrenci kabul etmiştir. Ünü ve ulusal bilimsel çevrelerdeki bağlantıları sayesinde üniversiteye birçok ulusal anlamda ünlenmiş bilimsel araştırmacı kazandırmıştır. Başarılarına rağmen Compton, tarihçiler tarafından ırksal ayrımı sonlandırma konusunda, Washington Üniversitesi’nin yüksek son büyük öğrenim kuruluşunun kapılarını Afrikalı Amerikalılara açmada yavaş davranmak ile suçlamışlardır. Compton rektör olarak 1954’te emekli olmuş ve 1961’de tam zamanlı olarak emekli olana kadar Doğa Felsefesi Seçkin Hizmet Profesörlüğüne devaqm etmiştir. Emekliliğinde Atomic Quest adlı Manhattan Projesindeki rolünü anlatan kişisel notlarını 1956’da basmıştır. Compton iki aşamalı özgür irade modelini öneren sayılı bilim insanları ve felsefecilerden biridir. Diğerleri William James, Henri Poincaré, Karl Popper, Henry Margenau, ve Daniel Dennett’tir. 1931’de Compton insan özgürlüğünü  kaynağı olarak kuantum belirsizliği yola çıkarak mikroskobik kuantum olaylarının makroskobik dünyaya olasılık getirdiği fikrini ortaysa atmıştır. Kendisinin, bir amfiye bağlı dinamit çubuklarının Schrödinger’in kedisi paradoksunun sonucuna bağlı olan garip mekanizması
nın bulunduğu yazısı 1935’te basılmıştır. İnsanların hareketlerinin direkt sebebinin şans olduğu fikrine karşı oluşan tepkilerden ötürü Compton iki aşamalı doğasına Atlantic Monthly’deki makalesiyle 1955’te açıklık getirmiştir. Önce rastgele olası olay bulunur, ardından kişi seçme işlemi için belirleme faktörünü ekler. Compton Berkeley Californiya’da 15 Mart 1962’de beyin kanaması sonucu ölmüştür.Wooster Ohio’daki Wooster Mezarlığına eşi ve çocukları hayattayken defnedilmiştir. Compton 1927’de Nobel Fizik Ödülü, 1933’de Matteucci Altın Madalyası ve 1940’da Franklin Enstitüsü’nün Benjamin Franklin Madalyası gibi hayatı boyunca birçok ödül almıştır. Adı birçok farklı biçimde anılmıştır. Aydaki Compton krateri kardeşi Karl ve kendisinin adını taşır. St Louis Washington Üniversitesinin fizik araştırma binası onun adını taşır. Compton daha uzun, nazik ve kademeli bir hız tümseği bulmuş ve bunun adını “Holly hump” koymuştur. Bu tümsek Washington Üniversitesi kampüsünde birçok yerde kullanılmıştır. Katarakt Katarakt, göz içindeki lensin saydamlığını kaybederek opak bir görünüm alması, göz merceğinin yoğunlaşmasıdır. Göz, kameraya benzeyen optik bir sistemdir. Dışarıdan gelen ışık ve görüntülerin görme merkezine net olarak ulaşabilmesi için, önce gözün en dış saydam tabakası olan korneada, sonra gözün içindeki lens tabakasında kırılması gerekir. Normal şartlarda bu iki tabaka da saydam yapıdadır. Göz merceğinin yoğunlaşması görüntüyü bulanıklaştırır. Birçok tipi olmakla birlikte, kataraktlar genel olarak 3 ana grup altında incelenebilirler: Katarakt en sık yaşa bağlı olarak ortaya çıkar. Bilinen bir sebebi olmamakla birlikte beslenme, ultraviyole ışınları gibi birçok risk faktörü bulunmaktadır. Lensin opaklaşmasının durumuna göre hastalar önceleri uzak ya da yakın görme bozukluğundan şikayet ederler. Opaklaşma arttıkça hem uzak hem de yakın görmeler hastanın sosyal yaşantısını rahatsız edecek şekilde artar. Kataraktın ilaçla veya gözlükle tedavisi mümkün değildir. İlerlemesini de durdurabilecek etkili bir yöntem bulunabilmiş değildir. Tek tedavisi ameliyattır. Ameliyat, şeffaflığını kaybetmiş olan göz merceğinin alınıp yerine yeni bir göz merceğinin yerleştirilmesi sistemine dayanmaktadır... Katarakt tedavisinin en güncel olan ameliyat sistemi "Fako" (Fakoemülsifikasyon) cerrahisidir. Fako cihazı, saniyede 40.000 defa titreşen ses dalgaları yardımıyla kataraktı göz içerisinde eritir. Böylece katarakt temizlendikten sonra, katlanabilir ve akrilik maddeden üretilmiş mercek göz içerisine yerleştirilir. Fako cihazı sayesinde göz içerisine çok küçük bir bölgeden girilerek ameliyat tamamlanmaktadır. Her türlü katarakta uygulanabilmektedir. İşlem süresini kısalmakta ve ameliyatın emniyeti artmaktadır. Harold C. Urey Harold Clayton Urey (d. 29 Nisan 1893 - ö. 5 Ocak 1981), 1934'te Nobel Kimya Ödülü kazanan ABD'li kimyager. Döteryum elementini keşfetmiştir. Atom bombasının geliştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Stanley Lloyd Miller ile birlikte yaptıkları, inorganik öncüllerinin kimyasal tepkimeler yoluyla organik bileşikleri sentezlediği hipotezini sınamak için yaptıkları Miller-Urey Deneyi ile de tanınmaktadır. Pankuş Pankuş, (veya yalın haliyle "panku-") Hitit devletinde bir meclis ya da kurul şeklinde çalışmış organizasyonun ismidir. Hitit dilinde "topluluk, kurul, grup" manasına geldiği gibi "tüm, bütün; hepsi, tamamı" manasıyla da kullanılır. Pankuş meclisi ile ilgili bilgilerin çoğu eski Hitit dönemine aittir. Özellikle I. Hattuşili'nin yıllığı ve Telipinu fermanında bahsedilir. Geç dönem dökümanlarında sadece bir iki defa bahsedilmiş olması, belki de zamanla etkin bir kurum olmaktan çıktığının göstergesidir. Kimi tarihçiler bu dökümanları, özellikle Telipinu fermanını Pankuş'un kralın üstünde ve bağımsız bir kurum olduğu yönünde yorumlamakla beraber, buna yönelik net bir delil yoktur. Mevcut belgeler Pankuş'un görevlerinin hukuki alanda olduğunu gösterir. Pankuş önemli antlaşmalara ve kraliyet bildirilerine şahitlik etmiş, ayrıca bir yürütme/denetleme kurulu gibi görev alarak bunların yerine getirilmesini sağlamıştır. Pankuş'un seçilmiş, sabit üyeleri olduğu yönünde bir delil yoktur. Kraliyet ailesi fertlerinin yanında sarayda görevli olan yetkililer ve çeşitli kademelerdeki askerler de bu kurumun elemanlarıdır. Pankuş, her ne kadar tam bağımsız bir meclis yapısında olmasa bile, bu türden bir kurumun tarihteki en eski örneklerinden biridir. Bedelli askerlik Bedelli askerlik, Türkiye'de Osmanlı döneminden bu yana aralıklarla zorunlu askerlik'e alternatif olarak süre kısalması karşılığı nakit bedel ödenmesi mantığına dayanan bir uygulamadır. Uygulamanın dayandırıldığı gerekçeler ordunun ve devletin maddi ihtiyaçları ve bireylerin işlerini kaybetmemeleridir. Uygulamanın Anayasa Mahkemesi tarafından eşitlik ilkesini ihlal etmediğine karar kılınmıştır. 18 yaş ve üzeri erkek Türk vatandaşlarından yurt dışında en az 3 yıl çalışmış olanların 21 günlük süre ile vatani hizmetlerini görmelerine olanak veren bedelli askerlik günümüzde geçerlidir, buna aynı zamanda "dahte" "dövizle askerlik hizmetine tabi erler" ismi de verilir. Diğer şekli ise geçici olarak Türkiye'de ikamet etmekte olanlara sağlanan olanaktır. Bu durumdaki askerlik süresi ise 21 gün olarak tespit edilmiştir. Cumhuriyet tarihinde 10 kez uygulanmıştır. En son uygulamalar, 1987, 1992, ve 1999 yıllarında yapılmıştır. 1999 yılındaki uygulamanın sebebi 17 Ağustos 1999'daki Gölcük depreminden sonra ülke ekonomisine katkı amacı taşımıştır. 2011 yılında uygulanan bedelli askerlikte, 30 yaşından gün alan ve 30.000 TL tutar ödeyen kişiler askerlik vazifesini yapmış sayılmışlardır. Yasa çerçevesinde adaylar 21 günlük temel askeri eğitimden de muaf tutulmuşlardır. 2 Aralık 2014 tarihinde Başbakan Ahmet Davutoğlu, 31 Aralık 1987 ve önceki tarihlerde doğanların 18.000 TL karşılığında bedelli askerlikten faydalanabileceklerini belirtmiştir. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra toplanan Bedelli Askerlik Komisyonu, bedelli askerlikten 1 Ocak 1988 ve önceki tarihlerde doğanların yine 18.000 TL karşılığında yararlanabileceğini belirten bir karar almıştır. Bu kararın 2 Ocak 1988 ve sonraki tarihlerde doğanlara hak ihlali oluşturduğunu düşünen askerlik yükümlüleri, kararı Ocak 2015'te Anayasa Mahkemesine taşımıştır. Tripsin Tripsin, çoğu omurgalının sindirim sisteminde bulunan, proteinleri parçalayıcı özelliğe sahip (peptidaz) bir sindirim enzimi. Pankreastan inaktif bir proenzim olan tripsinojen şeklinde üretilir ve ince bağırsağa ulaştığında enterokinaz tarafından aktif hale getirilir. Bağrıyanık (albüm) Bağrıyanık, 1979 yılında Saner Plak`tan uzunçalar olarak çıkan Müslüm Gürses albümü. Roy Forbes Harrod Roy Forbes Harrod (d. 1900 - ö. 1978) İngiliz ekonomist Post-Keynezyen ekonominin temelini oluşturan görüşlere sahip olan R.Harrod'un ekonomi bilimine getirdiği en büyük yenilik, iktisadi büyüme teorisi için oluşturduğu modeldir. Statik Keynezyen Teori'nin dinamikleştirilmesi ve uzun dönem istikrarlı büyüme şartlarının açıklanması açısından önemli olan Harrod modeli, meslektaşı Domar'ın da aynı özellikleri incelemesinden dolayı Harrod-Domar Modeli olarak bilinir. Araya Parça Giren Yıllar Araya Parça Giren Yıllar, Cihan Demirci'nin 2004 yılında İnkılap Yayınları'ndan çıkan 312 sayfalık inceleme-araştırma kitabıdır. “Araya Parça Giren Yıllar” Türk sinemasının kimilerince en “karanlık” dönemi sayılan “1974-1980 seks filmleri dönemi”ni inceleyen bir kitaptır. “Araya Parça Giren Yıllar” ilk tohumları 1972’de atılsa da, gerçek anlamda 1974’te başlamış olan 1980’e dek süren “Türk Seks Filmleri” dönemine bugüne dek pek bakılmamış bir açıdan olabildiğince derinden bakmayı denemiştir. 25 yıla ulaşan yazarlık deneyimi ve bugüne dek yayınlanmış 24 kitabıyla mizah edebiyatının kendine özgü kalemlerinden biri olan Cihan Demirci, araya “Behçet”lerin girmeye başladığı bu “parçalı” yılları gene kendine özgü mizahi bir dille aktarmaktadır. 1974’lerden başlayarak 1980’lere kadar süren bu dönemi, dönemin oyuncularıyla yapılmış röportajlarla, dönemden kalma anılar ve arka planda kalmış pek çok ayrıntılarla, bizzat bu filmlerin seyircisi olmuş kişilerin tanıklıklarıyla aktarmaktadır. Kitap ayrıca 1974-1980 dönemindeki seks filmlerinin arka planındaki yaşamlara da uzanmaktadır. Seks filmlerinin “hüzünlü” kadın oyuncularına özel bir yer açarak kadına karşı olan “ikiyüzlü” bakış açısını da gündeme getirmektedir. Bir dönem kitabı olan “Araya Parça Giren Yıllar” 1980’de bitmeyip, 1980’den 2004’e kadar olan süredeki cinsel değişimlerin izini de sürmektedir. Citizen Girl (roman) Citizen Girl, Emma McLaughlin ve Nicola Kraus tarafından yazılan ve Atria Books tarafından 2004 yılında yayımlanmış romandır. Kitap edebi açıdan çok güçlü olmamasına rağmen ABD'de büyük ilgi çekmiştir. Citizen Girl, Emma McLaughlin ve Nicola Kraus'un The Nanny Diaries'den sonra ortaklaşa yazdıkları ikinci kitaptır. Üniversiteden mezun olmuş, ancak hayalindeki işi bir türlü bulamamış olan feminist "Girl" katıldığı bir iş bulma semineri'nde "Guy" ile karşılaşır. Guy, Girl'ü işe alır. Girl artık kadınlara yönelik bir internet dergisinin "gerçekten" kadınlara yönelik olmasından ve daha geniş kitlelere ulaşmasından sorumludur. Guy'ın Girl'ü yapacağı iş konusunda tamamen serbest bırakmaktası karşısında Girl bocalamaya başlar. İnternet dergisinin bir porno siteye dönüştürülmesi ise girl açısından bardağı taşıran son damla olur. Dövmeli Kız Joyce Carol Oates'un 2003 yılında ABD'de yayımlanan, 2005 yılında Türkçeye çevrilen romanı. Kitabın orijinal adı The Tatooed Girl`dür. Babasından duyduklarının ışığında Nazi kamplarında can veren dedesiyle babaannesinin anılarını ve başka insanların anılarını romanlaştırarak genç yaşta ün kazanan bir yazar olan 39 yaşındaki Joshua Seigl, bekâr bir erkek olarak çok değer verdiği bağımsızlığından ödün vermesini elden giden sağlığına yormak zorunda kalır. Kafasını toplayamamaktan, işlerini bitirememekten şikâyetçidir. Kendini
daha çok kitaplara ve araştırmalara vermiştir. Yaşamının bu evresinde heyecan aramakta, aynı zamanda bundan kaçınmaktadır; artık alışkanlığa dönüşen yalnızlığından aslında pişmandır. Kendine bir asistan arayışına girişmekle ayrıcalıklı yaşantısının en tehlikeli serüvenine atıldığının farkında değildir. Vücudunun çeşitli yerlerinde (yüzündeki pervane dövmesi de dahil olmak üzere) tuhaf dövmeler bulunan kültürsüz, eğitimsiz Alma Busch Seigl'ın yanında işe başlar. Alma Busch Seigl’de karmaşık duygular uyandırır. Acıma? Arzu? Sorumluluk? Suçluluk? Seigl ve Alma birlikte atıldıkları yanlış anlamalarla, bilinmezlerle, keskin dönemeçler dolu serüvenlerinde el yordamıyla ilerlerken sürüklendikleri beklenmedik ama kaçınılmaz sonun ardından gelen son perde hiç beklemediğimiz bir kapanıştır. Joyce Carol Oates, bu romanında gizemli gerilim ve şaşırtıcı duygusallık arasında ustaca bir denge kurarak etnik nefretin çağdaş tragedyasını irdelemekte ve arzularımızın kabul edilmiş sınırlarını sorgulamaktadır. Dövmeli Kız, Oates’un en aykırı romanlarından biri olarak kabul edilmektedir. Sinekli Bakkal (anlam ayrımı) Yarı kamusal mal Yarı kamusal mal, faydası bölünebilen, pazarlanabilen ve topluma önemli ölçüde dışsal fayda sağlamakta olan mallardır. Yarı kamusal malların klasik iki örneği Eğitim ve Sağlıktır. Yarı kamusal mallar devletin asli hizmet alanı olmakla beraber bir kısmını mesela sağlıkta özel hastahaneler ve poliklinikler gibi veya eğitimde özel okullar örneğinde olduğu kendisinin gücünün yetmediği noktada tek merkezden hizmet verilmesi yerine yarı-rekabete açık bir sektörde bu hizmetleri halkın almasına imkân tanınan mallardır. Bekerel Radyoaktivitenin SI ölçü sistemindeki birimidir. Becquerel ya da sembol olarak Bq olarak da geçmektedir. Radyokaktiviteyi keşfeden Henri Becquerel'in adına ithafen konmuştur. 1 Bekerel bir atom çekirdeğinin bir saniyede bozunması demektir. Radyoaktivite biriminin eski adı curie (Ci) idi ve formula_1 Bekerel olarak tanımlanmaktaydı. Atom ile ilgili çalışmalar yapmıştır Rumelihisarı Klerukya Antik Yunan'da klerukya (Yunanca: κληρουχία, klēroukhia), Atina'nın kurduğu özel bir koloni türüdür. Terim olarak Yunanca'da "arazi tutucu" anlamındaki "klēroūkhos"dan gelir. Yunan kolonileri siyaseten bağımsızdılar; ana-şehir "Metropolis" ile özel bağları bulunabilse de pek çok konuda bir bağımlılık söz konusu olmazdı. Klerukyalar ise belirgin şekilde farklı yapılardı; göçmenleri ya da "Kleruklar", Atina vatandaşlıklarını korurlardı ve bu topluluklar Atina'nın siyasi birer uzantısıydılar. Klerukyalar üretim fazlalıklarını, hatta fakir toplulukları elverişli yerleşimlere ihraç etmede birer aracıydılar. Klerukyanın tertibinde katılımcı bir vatandaşa tarım arazisinden bir arsa ("kleros") verilirdi, böylelikle geçimini sağlayacak bir yol sağlanmış olurdu. Klerukyadaki vatandaş bu yolla mülk sahipleri sınıfına ("zeugitai") yükselmiş olurdu. Ayrıca tüm kleruklar kolonilerini birer hoplit olarak savunmakla yükümlüydü. Klerukya sistemi Atina'ya üç yoldan fayda sağlardı: Dizüstü bilgisayar Dizüstü bilgisayar ya da laptop, taşınabilir türden, genellikle ekran ve klavye olmak üzere iki parçadan oluşan kişisel bilgisayarlardır. Bir dizüstü bilgisayar bir masaüstü bilgisayarın klavye, fare ve ekran gibi bileşenlerini tek bir parçada toplar. Dizüstü bilgisayarlar bir AC bağdaştırıcıdan gücünü alır ve şarj edilebilir bir batarya ile güç kaynağından uzakta da kullanılabilir. Dizüstü bilgisayarlar küçük ve taşınabilir olmaları açısından avantajlıdır. İlk portatif DOS bilgisayarını 1985'de Siemens Nixdorf üretmiştir. Homecomputer, yani ev bilgisayarı sınıfında ilk portatif bilgisayar ise Commodore 64 SX olarak 1984'de piyasaya sürüldü. Dizüstü bilgisayarlar günümüz dünyasının en çok gelişen ve en çok ilgi gören teknoloji aygıtlarından biri olmuştur. İlk dizüstü bilgisayarı üreten şirketler Sony ve Compaq'tır. Masaüstü tabir edilen klasik ev ve iş bilgisayarlarına seçenek olarak geliştirilen dizüstü bilgisayarların yapılmasındaki temel amaç taşınabilir kullanım sağlamaktır. İlk olarak laptop (dizüstü bilgisayar) terimi 1983 yılında NEC UltraLite ve Compaq LTE model bilgisayarlar için kullanılmıştır. Laptop (dizüstü bilgisayar) sözcük anlamı olarak İngilizce (diz-üstü) sözcüklerinden türetilmiştir ve adında da taşınabilirlik birinci sırada yer almıştır. Ancak daha sonra laptop bilgisayarların kullanımının yaygınlaşmasıyla, sağlık örgütlerinin ve bilim çevrelerinin dikkati bu dala daha fazla yoğunlaşmıştır. Bulunan bulgularda dizüstü bilgisayarlar ilk defa düş kırıklığına uğratmış ve dizüstünde kullanımlarının sağlık açısından uygun olmadığı bulunmuştur. Aslında bu bulgu 'dizüstü' dünyasına yeni bir ad konması anlamına geliyordu. Bu zamandan sonra birçok dizüstü bilgisayar üreticisi bu bilgisayarları defter (notebook) bilgisayar adı altında satmaya başlamıştır. Bugün Avrupa ve Amerika'da geniş bir ölçüde kullanıma ev sahipliği eden isim de, defter bilgisayarlarıdır. Dizüstü bilgisayarlar ilk çıktıkları zaman büyük ilgi görmesine rağmen hızlı bir şekilde yaygınlaşamamış önce iş dünyasına ve iş adamlarına hizmet etmiş daha sonra da üretim maliyetlerinin ucuzlamasıyla ev kullanıcılarına ulaşmıştır. İlk başta tasarım amaçlarının başında klasik defter yerini tutup not tutturmaya yarayan bir aracı olarak görülse de 2000'li yıllarda bu düşünce değişip daha performanslı notebook ürünlerinin satışa sunulmasına başlanmıştır. Günümüzde dizüstü bilgisayarlar, en önemli rakipleri masaüstü bilgisayarlarla yarışır ölçüye gelmiş hatta bu yarışı bir adım önde götürmeye başlamışlardır. İlk çıktıkları yıllarda fahiş fiyatlardan satılan dizüstü bilgisayarlar günümüzde çok daha geniş bir kesimin erişebileceği fiyatlara gerilemiştir. Günümüz laptopları tasarımları gereği kendi çalışma prensiplerine uygun donanımlar yardımıyla donatılmalılardır. Bu nedenle sıradan bir masaüstü bilgisayarı için üretilmiş dahili bir donanım parçası notebook ile kullanım için uygun değildir. Laptoplar için ekran kartları büyük ölçüde pazar lideri olan dünyanın iki büyük ekran kartı şirketi NVidia ve ATI tarafından sağlanmaktadır. Laptopların performanslarını belirleyen diğer ölçüt ise bellek sistemleridir. Günümüzde laptop mimarisinin temel unsuru işlemciler ise büyük ölçüde AMD ve Intel tarafından sağlanmaktadır. Günümüzde dizüstü bilgisayarlar genel anlamda 4 grupta toplanabilir. Laptoplar(17"+), Notebooklar(13"-17"), Minibook ve Netbooklar(13"-), Ultrabooklar. Performans olarak da Laptoplar , Notebooklar ve Ultrabooklar ön plana çıkmakta olup çok çekirdekli işlemci kullanırken, diğerleri atom teknolojisini kullanmaktadır. Pantone Pantone Colour Formula Guide 2058 tire renk içeren ve her rengin ofset baskı sisteminde nasıl elde edileceğini karışım formülleriyle veren bir renk kataloğudur. Bu renkleri hem parlak ("Coated") hem de mat ("Uncoated") olarak ayrı ayrı göstermektedir. Pantone renk ifade edilirken renginin mat veya parlak bölümden seçildiğini belirtmek için renk numarasının sonuna U ve C harfleri eklenmektedir. Her bir karşılığı Pantone numarası mevcuttur ve her rengin altında formülü yazılıdır. Formül, yüzde ve ölçü olarak iki şekilde verilmiştir; Yüzde değeri karışıma giren ana renklerin %100’e tamamlanmasıyla, ölçü değeri ise birim ölçü değerlerinin adet bölündüğünde yüzde değerini vermektedir. Pantone renkler baskıda CMYK mantığı ile oluşturulmaz. Bu renklere ilave olarak ya da yalnız basılabilir. Pantone renkler özellikle rengin değişmesinin istenmediği kurumsal kimlik çalışmalarında tercih edilir. Renklerin ortak evrensel lisanı olarak tanımlanabilir. Pekinel Kardeşler Güher Pekinel ve Süher Pekinel (d. 29 Mart 1953 - İstanbul), Türk ikiz piyano sanatçılarıdır. Tek yumurta ikizi olan Güher ve Süher Pekinel, uluslararası üne sahip piyano ikilisidir, dünyanın en iyi piyano ikililerinden biri olarak kabul edilirler. İkili, birbirini görmeden çalmayı tercih eder ve alışılagelenden farkı olarak konserlerinde piyanolarını yan yana ve bir metre ara ile yerleştirir. 1991'den bu yana devlet sanatçısı unvanına sahip olan Pekinel kardeşler, klasik müziğin yanı sıra modern müzik repertuarındaki eserleri de icra etmektedir. 1953 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Pekinel kardeşler, ilk müzik eğitimlerini profesyonel piyanist olan annelerinden aldılar ve küçük yaşta Ferdi Statzer'in öğrencisi oldular. İkili, altı yaşında devrin cumhurbaşkanı huzurunda verdikleri konserle ilk kez seyirci karşısına çıktı. Bu ilk konserden üç yıl sonra, Hikmet Şimşek'in yönettiği Ankara Filarmoni Orkestrası eşliğinde, Ankara Radyosu'nda canlı olarak yayınlanan ilk orkestra konserlerini verdiler. İlkokuldan sonra ortaöğrenime Notre Dame de Sion Lisesi'nde başladılar. Müzik eğitimi için 1963'te devlet bursu ile Fransa’ya giden ikiz kardeşler, Paris Konservatuvarı’nda Yvonne Loriod ile iki yıl çalıştıktan sonra Almanya’ya giderek Frankfurt Yüksek Müzik Okulu'nda August Leopold ile, ardından ABD’ye giderek Philadelphia'daki "Curtis Institute of Music"'te 20. yüzyılın en önemli Beethoven yorumcularından Rudolf Serkin ile çalıştılar. Ayrıca New York'ta "Julliard Müzik Okulu"'nda Claudio Arrau ve Leon Fleisher ile de çalışma fırsatını buldular. 1978'de Juilliard Müzik Okulu ve paralel olarak Frankfurt Yüksek Müzik Okulu'nda yaptıkları yüksek lisans çalışmalarını üstün başarıyla bitirdiler. İkiz kardeşler, 18 yaşına geldiklerinde müzik yaşamlarına iki yıl ara verdiler. Süher Pekinel Frankfurt Üniversitesi’nde felsefe, Güher Pekinel ise psikoloji eğitimi aldı. Bu aradan sonra tekrar müziğe dönüp çeşitli uluslararası yarışmalarda gerek solo, gerekse ikili olarak ödüller aldılar. 1978'de Bratislava’da UNESCO Dünya Müzik Haftası kapsamında düzenlenen piyano yarışmasında Federal Almanya Cumhuriyeti'ni temsil ederek kazandıkları birincilik ödülü bu ödüller arasında yer alır. 1984'te Herbert von Karajan tarafında keşfedilerek Salzburg Festivali'ne davet edilen sanatçılar o zamandan beri ünlü orkestralarla dünya çapındaki müzik kariyerler
ine başladılar Pekinellerin uzun resital turneleri sırasında Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya'nın en önemli müzik merkezlerinde konserler verdiler. ABD, Almanya, İtalya ve Fransa'da yapılan uluslararası yarışmalarda her ikisi de hem ikili hem de solo olarak birincilik ödüllerini kazandılar. 1991 yılında Devlet Sanatçısı unvanı almanın yanı sıra Boğaziçi Üniversitesi Fahri Doktora unvanına sahiptirler. 2013 yılında İKSV Onur Ödülü kendilerine takdim edilmiştir. Pekinel Kardeşler, ikili piyano repertuvarının en önemli eserlerini Deutsche Grammophon, CBS, Teldec, Warner Classics gibi yapımcılarla kaydettiler. Leonard Bernstein, Jacques Loussier ve Bob James’in kendilerine özel olarak yazdıkları eser ve düzenlemeleri de kayıtları arasında bulunur. Leonard Bernstein’ın kendileri için düzenlediği ve ithaf ettiği "Batı Yakası Hikayesi" iki piyano versiyonu yılın plağı seçildi. Jacques Loussier’nin yine kendilerine ithaf ettiği caz projesi “"Take-Bach"” satış rekorları kırdı. Warner Classics'ten çıkan Bach'ın 2’li ve 3’lü piyano konçertoları ve Brahms ve Saint-Säens eserlerini içeren kayıtları ise Daily Telegraph ve Guardian gazeteleri tarafından “"Haftanın ve Ayın En İyi Albümleri"” seçildi. Son yılların en önemli konserleri arasında Zubin Mehta yönetiminde Viyana Filarmoni Orkestrası ile Eurovision konseri ve İsrail Filarmoni ile sekiz şehirlik turne, Orchestre de Toulouse’un 50. Yıldönümü konseri, Colin Davis ve İngiliz Oda Orkestrası ile İspanya ve İngiltere’de gerçekleştirdikleri turneleri, Luzern Piyano Festivali açılış konseri, 2007 Zürih ve Luzern Yeniyıl konserleri sayılabilir. İkilinin bu konserleri Arthaus Musik tarafından pazara sunulan “"Güher&Süher Pekinel: Lıve in Concert"” DVD’sinde yer alır. Pekineller konser kariyerlerinin yanı sıra Türkiye’de müzik eğitimi ile ilgili sosyal sorumluluk projeleri gerçekleştirmektedir. Pekineller'in hayatı konu alan iki önemli belgesel film bulunur. İlki, Alman ZDF kanalı tarafından gerçekleştirilmiştir. ARD-ARTE kanallarının ortak yapımı olan “"İkiz Yaşam"” adlı ikinci belgeselin ise, yayın hakları UNITEL tarafından devir alınmıştır ve zaman zaman dünya televizyonlarında tekrarlanarak yayımlanır. Pekinellerin ilk sosyal sorumluluk projesi, müzik eğitiminin ilköğretimden başlayarak ortaöğretim sonuna kadar yeniden müfredata entegre edilmesini sağlamak üzere çalışmalarını sürdürmektedir. İlk pilot proje olarak Türkiye’nin her yöresinden seçilmiş üstün yetenekli çocukların okuduğu özel yatılı vakıf okulu olan TEVİTÖL bünyesinde finansmanını üstlenerek 2007 yılında müzik bölümü kurmuş ve müzik eğitimini müfredata entegre etmişlerdir. Müzik eğitimi alanındaki diğer bir çalışmaları “"Dünya Sahnelerinde Genç Müzisyenler"” projesidir. Bu proje Türkiye’deki müzik alanında yetenekli gençlerin, eğitimlerini yurtdışında dünyanın önde gelen müzisyenleri ve pedagogları ile sürdürmelerini ve önemli uluslararası yarışmalara katılmaları için burs sağlamaktadır. Üçüncü projesi ise çocuklara analitik düşünce, yaratıcılık ve özgüven aşılayan ""Orff-Schulwerk Müzik Eğitimi"” kavramının Türkiye’de anaokulu ve ilkokullarda uygulanması için öğretmenlerin yetiştirilmesi amacını taşır. Bu çalışma 2010'dan bu yana Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı ile 9 ile de yürütülmektedir. Süher Pekinel Süher Pekinel (d. 29 Mart 1953, İstanbul), Türk piyanist. İkiz kız kardeşi Güher Pekinel ile birlikte Pekinel Kardeşler adıyla uluslararası üne sahip piyano ikilisi oluşturmuştur. İlk müzik eğitimini kardeşi Süher Pekinel ile birlikte profesyonel piyanist olan annelerinden aldı ve küçük yaşta Ferdi Statzer'in öğrencisi oldu. İlk kez 6 yaşında sahneye çıktı ve dokuz yaşında iki kardeş Ankara Filarmoni Orkestrası eşliğinde ilk canlı konserlerini verdi. İlkokuldan sonra ortaöğrenime Notre Dame de Sion Lisesi'nde devam etti. Müzik eğitimi için 1963'te devlet bursu ile Fransa’ya gitti. Önce Paris Konservatuarı'nda ardından Almanya'da Frankfurt Yüksek Müzik Okulu'nda, daha sonra ABD'de Curtis Institute of Music'te eğitim aldı. 18 yaşında müzik yaşamına iki yıl ara vererek Goeethe Üniversitesi'nde felsefe alanında eğitim gördü. 1978'de Juilliard Müzik Okulu ve paralel olarak Frankfurt Yüksek Müzik Okulu'nda yüksek lisans çalışmalarını tamamladı. Almanya'yı temsilen katıldıkları UNESCO Dünya Müzik Yarışması dahil, Almanya, ABD ve İtalya’da uluslararası yarışmalarda ikili ve solo olarak birçok ödül kazandı. Pekinel Kardeşler 1984'te Herbert von Karajan tarafında keşfedilerek Salzburg Festivali'ne davet edildi. Güher Pekinel, o zamandan beri ünlü orkestralarla dünya çapındaki müzik kariyerini kardeşi Süher Pekinel ile birlikte sürdürmektedir. 1991 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sanatçısı, 1987 yılında Boğaziçi Üniversitesi Fahri Doktora unvanına, 2013 yılında İstanbul Kültür Sanat Vakfı Onur Ödülü'ne layık görülmüştür. Kangal (anlam ayrımı) Kangal köpeği Kangal, Türkiye kökenli bir çoban ve bekçi köpeği ırkı. Adını Sivas'ın Kangal ilçesinden alır. Henüz FCI, AKC ve TKC gibi dünyadaki büyük köpek kulüpleri ve federasyonları tarafından tanınmamaktadır ancak Türkiye'deki otoritelerce dünyada safkan bir köpek ırkı olarak tanınması için çalışmalar yapılmaktadır. Kangal ilçesine de adını verdiği düşünülen, Orta Asya'dan göç eden Kanglı (Kangar) Türk boyunun, göç ederken bu köpek ırkını da getirdiği düşünülür. Orhan Yılmaz, "Kangal Köpeği / Tarihi-Tanıtımı-Yetiştirilmesi-Islahı" adlı kitabında “Kanglı” Türk boyunun Orta Asya'dan göç ederken yanlarında üç şeyi getirdikleri; bunların at, it ve koyun olduğunu söyler. 11 Temmuz 2003'te düzenlenen I. Uluslararası Kangal Köpeği Sempozyumu'nun sonuç bildirisinde, “büyük Türk göçleri sırasında Türkistan'dan Anadolu'ya getirilen bir köpek ırkı olduğu” kabul edilmiştir. Kangallar en geç 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı sultanları tarafından üretilmiş ve "samson" olarak adlandırılmıştır. Doğan Kartay, hem "Türk Çoban Köpeği Kangal" kitabında hem de I. Uluslararası Kangal Köpeği Sempozyumunda sunduğu bildiride, Kangalların, Osmanlı döneminde Yeniçeriler tarafından hem askeri işlerde hem de savaşlarda kullanıldığından bahsetmektedir. Kartay'ın bildirisinde, Romalılarda “aslan” sözcüğünün karşılığı olan “samson” kelimesine atfen kangalları kullanan birliğe “Samsoncular” denildiğini söylemektedir. Kangal köpekleri genellikle çoban köpeği olarak nitelendirilirler ancak bekçi köpeği tanımına daha çok uyarlar. Zira diğer çoban köpeği türleri sürüyü korumaktan ziyade yönlendirme ve yönetmekte ustadırlar. Kangal köpeğinin en belirgin özelliği ise sahibine duyduğu aşırı sadakat ve buna bağlı olarak sahibine ait olduğunu düşündüğü şeyleri korumaya yönelik kuvvetli içgüdüsüdür. Bu nedenle çok iyi bir dövüşçüdür. Kurt, çakal gibi yabani hayvanlara karşı çok etkin bir muhafız olmakla beraber aile fertlerine ve özellikle de çocuklara karşı hiçbir tehdit oluşturmazlar. Kangal köpekleri, örnek olarak Namibya'da üstün koruyucu yeteneklere sahip oldukları için, yaygın bir şekilde yerli çiftçiler tarafından kulanılırlar. Evliya Çelebi, Seyahatnâme'sinde kangaldan bahseder. Bu köpeklerin “aslan kadar güçlü” ve cüsseli olduğunu yazar. Kangalın, uzun bir yürüyüş veya kısa bir koşu şeklinde, her gün egzersiz yapmaya gereksinimi vardır. Ilık ila serin hava şartlarında dışarıda barınabilir. Kürk bakımı ihtiyacı azdır. Haftada bir ölü tüyleri temizlemek için tımarlanması gerekir. Kangal Koyunu Kangal koyunu, kangal köpeği kadar tanınmasa da yetiştiricileri ve besleyicileri tarafından bilinen ve tercih edilen bir Akkaraman ırkı koyun tipidir. Kangal Koyunu, Akkaraman ırkının lokal bir tipidir. “Akkaraman Koyun Irkı”nın cüsse, ağırlık ve yükseklik olarak en büyük olan tipidir. Kangal Koyunu'nda post, kirli beyazdır. Burun, göz ve ayaklarda siyah lekeler görülebilir. Koyunlar boynuzsuz, koçlar ise %5 boynuzludur. Yapağısı Akkaraman ırkına göre daha iyi nitelikte olup, yapısı daha ince ve kıvrıktır. Burun yapısı Akkaraman Koyun'undan daha farklıdır. Burun, dışarıya doğru bir çıkıntı yaparak, koç burnunu andırır. Kaburga sayısı, diğer ırklardan farklı olarak 14 tanedir. Kangal Koyunu yağlı bir koyun olup, kuyruk ağırlığı ortalama 5-7 kg civarındadır. İnce olan kuyruk ucu, yağlı olan esas kısmın üzerinde “S” şeklinde bir kıvrım oluşturur. Festivallerde koyun yarışmaları da düzenlenmektedir. Özellikle Sivas bölgesinde yetişir. İlgili bakanlık tarafından ırkın çıkış noktası Kangal ilçesine bağlı Mühürkulak köyü olarak tescil edilmiştir. Kangal balığı Kangal balığı ("Garra rufa"), sazangiller (Cyprinidae) familyasından bir balık türü. Ph değeri 7.0 - 7.4, KH-Değeri 3 - 16, sıcaklık 28 °C - 34 °C Sivas'ın Kangal ilçesinin kalkım köyü yakınlarında termallerde ve derelerinde yetişen sardalya ya benzeyen balık. Sırtı gümüşi karnı gri renktedir. Yaklaşık 3 ile 10 cm arası büyüklüğünde olup, bölgenin protein besi kıtlığı sebebi ile kolayca insanların derilerine yaklaşmaktadır. En önemli özelliği protein besi yetersizliği sebebi ile insanlara yaklaşması ve cilt ve ten üzerindeki ölü deri parçalarını ve çeşit genetik cilt hastalığı Atopik dermatit'i kemirmeleridir. Bir çeşit tuz salyasından kemirme sırasında deri altına karışmakta ve bu Psoriasis cilt hastalığını iyileştirdiğine inanılmaktadır. Hasta deri bölgelerini özellikle kemirirler. Bunlara ayrıca doktor balığı denilir. Balıkların şifa özelliğini Kangal halkı tespit etmiş ve ilkel şartlarla kurulmuş çadırların yanındaki su birikintilerinde balıkları ürkütmeden ciltlerinin kemirmelerini beklemişler. Bugün modern ve tıbbi şartlar altındaki yüzme havuzlarında balıkların tedavileri kıpırdanmadan ve özenle beklenmekte. Avrupalı biyolog Heckel 1843 senesinde bu balık türünü tespit etmiş ve litaratürlere latince Garra rufa olarak geçmiştir. Balığın uzun vaadede tıbbi araştırmaları yapılmakta. Balığın bu özelliği ile bölgenin sıcak ve güneşli yapısının tedavilerde önemli rol oynadığı sanılmakta. Tıbben her cilt hastalığına iyi geldiği ispat edilememiştir. "Avrupa'da da bu özelliği duyulmuş ve ülke
dışına kaçak yollardan kaçırılıp, çeşitli ülkelerde üretilmektedir." Ernst E. Hirsch Ernst Eduard Hirsch (20 Ocak 1902, Friedberg (Hessen) – 29 Mart 1985, Königsfeld im Schwarzwald), Alman-Türk hukuk profesörüdür. Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi'nde yirmi yıl ders vermiştir. Hirsch, Türk hükumetine çeşitli konularda danışmanlıklar yapmış ve bazı kanunların hazırlanmasında öncülük etmiştir. Almanya'da Mart 1933 yılında Yahudi kökenli olması nedeniyle üniversitedeki görevinden dolayı aynı yıl Türkiye'ye iltica etti. Hirsch, bilimsel anlamda, Türk hukukunun her alanında önemli etkinliklerde bulunmuştur. Birçok yasanın kodifikatörüdür. Hirsch Ticaret yasasının oluşturulmasında çok büyük katkıda bulunmuştur. Özellikle Medeni Kanun ile Ticaret Kanunu arasındaki ikilik bu bilim adamının katkılarıyla giderilmiştir. “Atatürk Yasası” nın hazırlanmasını (1951) sağlamıştır. Bu yasa ile sadece, çağdaş Türk Devletinin kurucusu değil, fakat aynı zamanda onun fiziksel anısı olan heykeller de, ceza hukukunun yaptırımlarına bağlanarak korundu. Yine CHP'nin Altı (6) okunun Anayasa'ya girişini de sağlamıştır. "Pratik Hukukta Metod" isimli eseri hâlâ yeni baskıları yapılan bir hukuk kaynağıdır. Berlin Belediye Başkanı Ernst Reuter tarafından Almanya'ya dönmesi konusunda ikna edildi ve 1953-1955 yılları arasında Berlin Serbest Üniversitesi'nde rektör yardımcılığı yaptı ve sonra rektör seçildi. Almanya'ya döndükten sonra Alman vatandaşlığına yeniden kabul edildi ve Türk vatandaşlığından geri çekildi, ama ölümüne kadar Türk pasaportunu muhafaza ettiği rivayet edildi. 1933 mayıs ayı sonunda, Türk Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı'nın çalışmaları doğrultusunda, Zürih'te bulunan Prof. H. Malche'ye İstanbul Üniversitesi için hazırlanan bir yeniden yapılandırma ve reform planı sunulmuştur. Hazırlanan bu plana göre, bir dizi yabancı üniversite hocasına iş sunulabileceği ve tek şart olarak da hocaların kendi alanlarında "isim sahibi" yetkili kişiler olmaları belirtilmişti. Prof. H. Malche ile yazıştıktan sonra Prof. Philip Schwartz, yurt dışına göçmüş ya da göçmeye niyetli Alman profesörlerinin listesiyle 1933 yılının temmuz ayında Ankara'da dönemin Millî Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip ve reform planı üzerine çalışan uzmanlar ile görüşmüştür. Bu görüşme sonucunda, Rof. Schwartz'a 30 kürsü ve her bir kürsü için birden fazla Alman biliminsanının adı yazılı olan bir liste verilmiştir. Prof. Schwartz'a bakan tarafından protokolde adı geçen biliminsanlarına teklif götürmesi ve İstanbul Üniversitesi'nden resmi davet yazısının iletilmesi için tam yetki verilmiştir. Hirsch, Almanya'daki iki işini de yitirdikten sonra, 1 Ekim 1933'te Almanya'dan göç etmek durumunda kalmıştır. O dönemde, Armsterdam Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde 1933/1934 eğitim-öğretim döneminde geçici doçentlik kadrosunda bir iş bulmuştur ve birkaç yıl içerisinde kalıcı olarak hukuk fakültesinde öğretim görevlisi olarak çalışabilecek şartlara da sahiptir. Hirsch, Armsterdam'da Zonneheuvel otelinde kalırken, Prof. Philip Schwartz tarafından telefonla kendisine İstanbul Üniversitesi Ticaret Hukuku Kürsüsü'nün başına geçmesi için teklif yapılmış ve Prof. Hirsch tarafından bu teklif kabul edilmiştir. Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi Anıtkabir'de Atatürk'ün mozolesinin bulunduğu Şeref Salonu'nun altındaki 3 bin metrekarelik sütunlu alanda bulunan 2002 yılında ziyarete açılmış müze. Müzenin Misak-ı Millî Kulesi ve İnkılap Kulesi arasında bulunan kısım, 1960'dan bu yana Atatürk müzesi olarak hizmet vermekteydi. Bu bölüm, Kasım 2001'de başlayan ve 9 ay süren bir çalışma sonunda yeni bölümlerle birleştirildi ve Büyük Taarruz'un 80. yıldönümü olan 26 Ağustos 2002 tarihinde dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile başbakanı Bülent Ecevit tarafından ziyarete açıldı. Müze, eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun talimatı ile yaptırılarak Genelkurmay Başkanlığı'nın sanat danışmanı Mehmet Özel'in koordinatörlüğünde hazırlanmıştır. Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi dört bölümden oluşur: Birinci bölümde Atatürk'ün özel eşyaları; ikinci bölümde Çanakkale Kara ve Deniz Savaşları panoraması; üçüncü bölümde Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz panoraması; dördüncü bölümde Atatürk devrimlerinin fotoğraf ve açıklamalarla tanıtıldığı, rölyeflerle zenginleştirilmiş tonozlu koridor bulunmaktadır. Birinci bölümde ilgi çeken bazı parçalar Atatürk'ün balmumundan heykeli ve köpeği Foks'un doldurularak saklanan bedenidir. İkinci ve üçüncü bölümlerdeki panoramalar, Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşanan olayları dönemin resimlerinden yararlanarak canlandırır. Panoramaların önünde maketlerle bir savaş alanı düzenleniş ve üç boyutlu bir etki sağlanmıştır. Çanakkale Savaşı panoraması önünde bu savaşta kullanılmış olan mermiler, silahlar, toplar, yanmış tekerlekler, kağnılar sergilenmektedir. Senaryosunu Turgut Özakman'ın yazdığı 40 metre uzunluğundaki panoromaları izlerken ziyaretçiye Muammer Sun'ın bestelediği müzikler, top sesleri, gemi düdükleri, kılıç şakırtıları, at nalları, "Allah Allah" nidaları gibi savaş efektleri dinletilir. İkinci ve üçüncü bölümün ortasında Kurtuluş Savaşı'na katılan komutanların portreleri ve Kurtuluş Savaşı'nı gösteren büyük boy tablolar sergilenmektedir. Bu çalışmalar, Moskova'daki bir stüdyoda Rus sanatçılar tarafından gerçekleştirilmiştir. Dördüncü bölüm, panorama bölümünü çevreleyen koridordaki 18 tonozda yer alan tematik sergi alanlarından oluşur. Tonoz müzesinde Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışından ölümüne kadar yaşanan olaylar 3 bin kadar fotoğrafla anlatılır. Her tonozda bir devrim anlatılmaktadır. Tonoz müzelerinin bulunduğu galeri boyunca Kara Fatma'dan Şahin Bey'e kadar asker ve sivil 20 kahramanın büstü ve özgeçmişi sergilenir. Müzenin dördüncü bölümünün yer aldığı alan, Atatürk mozolesinin bulunduğu Şeref Salonu'nu ayakta tutan sütünlu salon ile Anıtkabir'in temel duvarları arasında kalan bölümdür. Tonozlu odacıklar Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlarının defnedilmesi amacıyla hazırlanmış, ancak kullanılmayarak ve müzeye dahil edilmiştir. Müzenin çıkışında Atatürk'ün doğduğu evin, ilk meclis binasının, Kara Harp Okulu'nun maketleri, Turan Erol'un Çanakkale Savaşları'ndan bir kesiti anlatan büyük tablosu ve çeşitli Atatürk fotoğrafları yer alır. Müzede dünyada benzeri bulunmayan üç panorama sergilenmektedir: 6x40 metre büyüklüğündeki Çanakkale Kara ve Deniz Savaşları panoraması, 7x30 metre büyüklüğündeki Sakarya Meydan Savaşı panoraması ve 7x30 metre büyüklüğündeki Büyük Taarruz panoraması. Bu panoramalar ve müzedeki dev tablolar Aydın Erkmen'in yönlendirdiği 12 Rus ressam tarafından yapılmıştır. Panoramaların oluşturulabimesi için Turgut Özakman'ın yazdığı senaryodan hareketle Kurtuluş Savaşı muharebelerinin geçtiği alanlarda figüranlar kullanılarak 14 bin kare fotoğraf çekilmiş ve bu fotoğraflardan yararlanılarak eskizler hazırlanmıştır. Panoramaların eskizlerini Aydın Erkmen çizdi; renkli eskizler Rusya'da yapıldı. Rusya ve Hollanda'daki büyük resim stüdyolarında dev panoramalar bir bütün olarak hazırlandı ve bunları sarmak için bir makina imal edildi; böylece panoramalar silindir haline getirilerek uçakla Ankara'ya taşınmış, ardından tırlarla havaalanından Anıtkabir'e getirilmiştir. Silindirler özel makineyle açılarak tabana bağlanmış, eserlerin zedelenen kısımları sanatçılar tarafından 20 gün üzerinde çalışarak yenilenmiştir. Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi'nde oluşturulan Atatürk Özel Kitaplığı 26 Haziran 2005 günü düzenlenen bir törenle açıldı. Atatürk'e ait 3 bin 123 kitabın sergilendiği kitaplık, ziyaretçilerin kitaplara bilgisayar ortamında ulaşmalarını sağlayacak şekilde dizayn edilmiştir. Ziyaretçiler, dokunmatik ekranlı bilgi cihazlarından kitaplarla ilgili bilgiye ulaşabilmektedir. Kitaplık, ziyaretçilere, Atatürk’ün fikir hayatını oluşturan kitaplar hakkında bilgi alma ve özellikle okuyup altını çizdiği kitapları inceleyebilme fırsatı da vermektedir. TSK Anıtkabir Sayfası Hoyrat Hoyrat - halk edebiyatında maninin bir türüdür. “Kesik Mani, Cinaslı mani” adlarıyla geleneksel halk edebiyatımızda yer almaktadır. Bu tür manilere, Azerbaycan Türkleri, “Bayatî”, Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Irak Türkleri “Hoyrat” demektedir. Dize sayısı ve uyak sistemi değişiklik göstermektedir. Bu geleneksel mani şekli ile bunun müziğini ifade etmek için kullanılan hoyrat kelimesinin, hangi kelimeden türediği bilinmemektedir. “Fakir, garip, başıboş” anlamlarına gelen “Hoyrat” kelimesinden; Kerkük’ün bir semti olan “Korya” kelimesinden, veya “kaba saba, kötü, kibirli “anlamlarına gelen “hoyrat” kelimesinden geldiği hakkında görüşler bulunmaktadır. Hoyratlar dinleyenlerde ezgisi ve sözüyle yiğitlik ve mertlik havası uyandırır. En yaygın olduğu yerler, Irak’ın Kerkük ve Erbil şehirleri ile Türkiye’nin Doğu ve Güney Doğu illeridir. Ağırlı olarak, Urfa, Diyarbakır, Elazığ, Erzurum ve Kars yörelerinde görülür. Hoyrat yedi heceli dizelerden oluşur. İlk dize, kesiktir ve kafiye sözünü belirler. Çoğunlukla dört mısralı olmakla beraber, bazen mısra sayısı daha fazla olabilir. Hoyratın en önemli özelliklerinden biri. uyağın cinaslı olmasıdır. Az da olsa cinassız hoyratlara rastlamak mümkündür. Türkçenin eş sesli fakat anlamca farklı kelimelerinden yararlanılarak yapılan cinas, dinleyenleri şaşırtır, şiire güzellik, anlam zenginliği katarken, dikkatleri üzerinde toplar. Cinassız bir hoyrata şu örneği gösterebiliriz: Cinaslı hoyrata da şu örnekleri verebiliriz: Kendine has müziği ile söylenen hoyratlar, dinleyenleri etkileyicidir. Hoyratlarda, aşk, gurbet, kahramanlık, güncel olaylar işlenebilmektedir. Bu gelenek, Irak Türklerinde canlı bir şekilde yaşamaktadır. Cinaslı kafiyeler hoyratların vazgeçilmez özelliğidir. Cinas ne kadar ustaca kullanılırsa hoyrat da o kadar başarılı sayılır. Çoğunlukla yedili hece ölçüsü ile söylenen hoyratların, başına veya sonuna eklenen ve meyan denilen kelime ve mısralarla bu ölçünün bozulduğu da olur. İlk mısra genelde üç veya dör
t heceden oluşan ve anlam ifade eden bir kelimedir. Daha sonraki mısralara ayak verir. Hoyrat bu özelliği ile Eski İstanbul Semaî kahvelerinde ve Anadolu’da söylenen ayaklı veya kesik maniye benzer. Kesik manilerde de cinas önemli yer tutar. İlk mısra üç veya dört hecelik bir ayaktan oluşur. Bazen mısra ünlem özelliği taşıyan kelimelerle yedi heceye tamamlanır. Eksik hecelerin boşluğu hitap sözleriyle doldurulur.”Ah hele zalim, ah balam” gibi doldurma sözlerle kendine has bir girişi ve müziği vardır. Bunun için gür ve geniş ses gerekir. Müzik meclislerinde bu işin ustaları oturur ve karşılıklı olarak söylerler: Karşılıklı hoyrat çığırma, çığıranları coşturduğu gibi, dinleyenleri de galeyana getir. Karşılıklı çığırmaya, “kanşar- be kanşar çağırmağ” veya “kanşarın vermeğ” deyimleri kullanılır. “Çağırıcı, meclisteki meslektaşlarını düelloya davet amacıyla çok kez; şeklinde bir hoyrat çağırır. Bunun üzerine karşısındaki çağırıcı da hemen şu hoyratla karşılık verir: Bunun ardından başka hoyratlar söylenir, Mecliste hazır bulunan diğer çağırıcılar da yarışmaya katılırlar. Bazen ortalık kızışır, ama sonunda neşeli beste türküler söyleyerek ortalık yatıştırılır. Türkiye'de bütün canlılığı ile mani ve hoyrat geleneğini yaşatan illerden biri Şanlıurfa’dır. Burada erkeklerin dik ve tiz sesleriyle okuma şekline "Hoyrat" adı verilirken, kadınların daha pes sesle okuduklarına ise "Meani" denir. Şanlıurfa'da, Düz Urfa Hoyratı, Tecnis, İsfahan, Mesnevi, Kalata, Garip, Hüseyni, İbrahimi, Beşiri, Aşırtmalı, Acem, Kesik, Kesik kerem, Havar Kardaş, Yayla, Kılıçlı, Muhayyer, Daği, Bahçacı, Daşçı, Mahmudiye, Elezber, Çargah, Nevruz , Kürdi, Irak gibi hoyrat çeşitleri okunmaktadır. örneğinde görüldüğü gibi, Şanlıurfa’da, Hoyrat ve maniler belirli sevgi. ayrılık. yoksulluk veya belli bir olay üzerine bu konuda yeteneği olanlar tarafından yazılı veya o an doğaçlama olarak söylenir. Hoyratlar, dilden dile aktarılarak, yüzyıllar ötesinden günümüze kadar gelir. Bunların yazarı veya irticalen söyleyenleri belli değildir. Halkın ortak malıdır. Anonimdir. Ama, günümüzün sanatçıları da güncel hoyratlar söylemektedir. Şanlıurfa Mani ve Hoyratları üzerine araştırmalar yapan Abuzer Akbıyık’ın bir hoyratı şöyledir: Öte yandan hoyrat geleneğinin yaşadığı bir başka ilimiz Elazığ’dır. Elazığ’dan birkaç anonim hoyrat şöyle: Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, Hoyrat geleneği bu iki ilimizle sınırlı değildir. Ama hoyrat denilince, herkesin aklına ilk önce Kerkük gelir. Türkmeneli Edebiyatı’na ilişkin bir kitap yazan Şemsettin Kuzeci, “Hoyrat demek Kerkük demektir” tanımını kullanmıştır. Türkmen folklorunun en zengin unsuru geleneksel müzikleridir. Kırık hava yanında, yörede başlı başına bir ekol kabul edilen hoyrat, Türkmen folklorunun en çarpıcı kümesini oluşturur. Türkmenlerin yaşayışı, dünya görüşü, kültürü, tarihi, geleneği ve edebî zevki hoyratlarda dile gelmiştir. Bu yüzden Kerkük hoyratın, hoyrat da Kerkük’ün simgesi olmuştur. Yüreğir Yüreğir, Adana'nın Büyükşehir merkez ilçelerinden birisidir. Adana'nın ortasından geçen seyhan Nehri, Yüreğir ve Seyhan ilçelerini ayırır. Adana'nın merkez ilçesi olan Yüreğir, 5 Haziran 1986'da belediye olmuştur. İsmini 1250-1352 yılları arasında Türk Oğuz boyundan Üçoklara ait kavmin buraya yerleşmesinden dolayı almıştır. Adana'nın en çok göç alan ilçesidir. Coğrafi konum olarak Torosların eteğine kurulan Çukurova Üniversitesi’nin güneyinde başlayan Yüreğir İlçesi yerleşim alanı, doğuda Misis havzası, batıda Seyhan Nehri ve güneyde Karataş Ovası ile çevrelenmiş bölgede oluşan yerleşim alanıdır. Tarihsel olarak geçiş alanları üzerinde bulunması sebebiyle Yüreğir ilçesi önemli bir kavşak noktası olarak düşünülmüştür. İlçesinin kuzeyinde İmamoğlu, kuzeybatısında Karaisalı, batısında Seyhan, doğusunda Ceyhan, güneyinde Yumurtalık ve Karataş ilçeleri bulunmaktadır. İlk ve ortaçağda önemli bir yerleşim merkezi olan Yüreğir ve yöresinde eski eser olarak köprü ve höyük, yer mozaikleri ve su kemerleri, hamam ve kervansaray bulunmaktadır. Bu eserler Hitit, Roma, Selçuk ve Osmanlı dönemlerine aittir. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 106 mahalleden oluşmaktadır. Yüreğir'in 106 mahallesinin 39'u merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 360.628 kişi (% 83,8) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 40,8 km uzaklıktaki Çelemli'dir. Nüfusu en fazla olan mahalle, 25.966 kişi ile Kışla'dır. Yüreğir'in nüfusu 2017 yılında % 1,21 artmıştır. Yüreğir ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu * Km,  Seyhan Mahallesi'nde bulunan kaymakamlığa olan uzaklıktır. Feke Feke, Adana ilinin bir ilçesidir. Adana'ya 122 km uzaklıkta olup deniz seviyesinden 620 m yüksekliktedir. Feke ilk çağlardan günümüze kadar birçok kavim ve Devletlere yerleşim alanı olmuştur. Feke'nin MÖ 16. yüzyılda Hititlerin hakim olduğu bir federasyon bölgesinde kurulduğu rivayet edilmektedir. Son yıllarda Kayseri Kültepe ve Osmaniye Karatepe tablet ve yazıtlarından anlaşıldığına göre yönetim yeri Mezopotamya'daki Asur kenti olan, Asur Devleti vatandaşlarından oluşan tüccarlar MÖ 19. ve 18. yüzyılda Kültepe ve çevresi ile Anadolu’nun değişik yerlerinde ticaret kolonileri kurarak iyi örgütlenmiş bir Pazar ağı geliştirmişlerdir. MÖ 19. yüzyılda Asur ticaret kolonilerinin oluşturduğu Pazar ağında: İç Anadolu'nun yüksek Platoları ile Klikya Ovası arasındaki bağlantıyı sağlayan bir geçit olması ve bu güzergahtan geçen ticaret kervanlarının güvenliğini ve denetimini sağlamak amacıyla hakim noktalara karakollar kurulmuştur. Feke MÖ 6. yüzyılda Perslere, MÖ 333 yılında ise Persleri yenen Büyük İskenderin eline geçmiştir. İskenderden sonra MÖ 1. yüzyıl sonlarına doğru Roma İmparatorluğuna, daha sonraları Bizanslıların eline geçmiştir. 1375 yılında Mısır Memluklarının işgali ile Ermeni hakimiyetine son verildi. Vahka (Feke) Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır seferi sırasında Osmanlı Devleti tarafından ele geçirilmiştir. Sonraki yıllarda Yüreğir Türkmen Beylerinden Ramazanoğlu ailesinin idaresine girmiştir. Daha sonraki yıllarda Avşarlar, Varsaklar ile Kınık boyuna bağlı sırkıntı, bozdoğan, berber gibi Türkmen boyları bu bölgeyi yaylak olarak kullanmışlardır. 15. yüzyılın sonlarında Osmanlıların Kilikya'yı ele geçirmeleri üzerine Kozanoğulları, Sırkıntıoğulları, Menemencioğulları, Küçükalioğulları gibi birtakım derebeyleri ortaya çıkmıştır. Bunlardan Kozanoğulları Kozan'da idi ve askerleri Feke havalisinde bulunuyordu. I. Dünya Savaşı sırasında Fransızların Maraş-Antep ve Adana’yı işgalini fırsat bilen Haçin ve Feke Ermenileri buralarda bulunan Türklere, Fransızların tahrikiyle akla hayale gelmedik işkenceler yapmaya başlamışlardır. Kozan’ın Fransızlar tarafından işgal tarihi olan 1919 yılı Feke’nin de işgali demektir. Gerçi Feke’ye işgal maksadıyla doğrudan bir Fransız askeri kuvveti gelmemiş olmakla beraber,Fransız askerinden güç alan Ermeniler Türklere işkenceye ve işgal hareketine başlamıştır. Ermenilerin bu hareketlerini önlemek için Kaymakam Şeref Bey şehrin ileri gelenlerini ve halkı silahlandırarak bunlarla mücadeleyi başlatmıştır. Ermeni vahşeti kısa zamanda millî bir ayaklanmaya neden olmuştur. Feke'nin bu vahşetten kurtuluşu 1920 yılının Mart ayına rastlar. Arap Ali kumandasındaki kuvvetlerin Feke'ye girmesiyle Feke’nin kurtuluşu gerçekleşmiştir. Fekeliler her yıl 22 Mart tarihini kurtuluş günü kutlamaktadır. 1893 yılında Osmanlı Devleti tarafından yapılan nüfus sayımına göre Feke'nin nüfusu 12.919 kişidir. Bunun %75'i Türklerden, %14'ü Ermenilerden, %9'u Kürtlerden ve %1'i protestanlardan oluşmaktaydı. İlçenin nüfusu 2000 genel nüfus sayımına göre 20890'dir. Bunun 4632'si ilçe merkezinde, 16258'i ise kasaba ve köylerde yaşamaktadır. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 48 mahalleden oluşmaktadır. Feke'nin 48 mahallesinin 9'u merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 4.608 kişi    (% 22) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 54,4 km uzaklıktaki Çondu'dur. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan, 1.057 kişi ile Paşalı mahallesidir. Feke'nin nüfusu 2017 yılında % 2,74 azalmıştır. * Km,  İslam Mahallesi'nde bulunan kaymakamlığa olan uzaklıktır. Saimbeyli Saimbeyli, Adana ilinin bir ilçesidir. Eski adı Haçin olup, ilçeyi Fransız işgalinden kurtaran Saim Bey'in hatırasına, ismi Saimbeyli'ye çevrilmiştir. İlçe merkezinin nüfusu 2000 yılı Nüfus sayımına göre 5.200 kişidir. Adana'ya uzaklığı 157 km'dir, ve Saimbeyli'ye bağlı 25 köy bulunmaktadır. Ekonomik olarak Kozan'a bağlıdır. İlçenin kuruluşu hakkında elde kesin bilgiler bulunmaktadır. Tarihi kalıntılara göre Hititler devrine kadar uzanmaktadır. İlçenin eski adı Haçindir. Bu ismin de ovaya egemen olan Anavarza Beyliğin'den geldiği ve Bey Toryo'nun oğlunun adı olduğu bilinmektedir. Bölge çeşitli uygarlıkların etkisi altında kalmıştır. Osmanlı döneminde Maraş sancağının Elbistan kazasına bağlanmıştır. Kurtuluş savaşı sırasında Fransız işgali altında kalmış, 18 Ekim 1920'de Yüzbaşı Doğan ve Kaymakam Saim Bey tarafından kurtarılan bölge 1922 yılında Kaymakam Saim Bey'den dolayı bu adı almış, yeni bir ilçe olarak kurulmuştur. 1928 yılında da bugünkü yerine nakledilmiştir. Saimbeyli ile ilgili ilk bilgileri, İlçeyi ziyaret eden seyyahlar ve araştırmacılardan öğrenmekteyiz: V.Langlois (1852 -1853), Rahip Alishan (1800’lü yılların sonu), W. M.Ramsay (1800’lü yılların sonu), F.X.Schaffer (1900’lü yılların başı), C.Texier (19. y.y ilk yarısı) gibi seyyahlar Saimbeyli’yi ziyaret etmiş ve ilçenin ekonomik ve sosyal yaşantısının yanı sıra tarihsel dokusu ile ilgili bilgiler de vermişlerdir. İlçe 1800’lü yıllardan itibaren bu seyyahlarca Hadchin, Hadjine, Hacın, Hadschin ve Haçin olarak adlandırılmıştır. W. M. Ramsay ise ilçenin Roma ve Bizans Dönemleri’ndeki adının Badimon olduğunu yazmaktadır. Çukurova Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nden Y.Doç. K.Serdar Girginer tarafından yürütülen “Adana İli ve Çevresi Arkeolojik Yüzey Araştırmaları Projesi” kapsamında ilçenin 2003 yılında çok kapsamlı ve titiz
bir çalışmayla arkeolojik kültür envanteri çıkarılmış ve ilçeyle ilgili ilk bilimsel sonuçlar elde edilmiştir. Bu çalışmadan elde edilen veriler ışığında İlçe tarihinin Roma Dönemi’ne kadar uzandığı tespit edilmiştir.Bu çalışmada İlçede Roma, Bizans ve Ermeni Dönemi yerleşmelerine ait pek çok anıtsal eser tespit edilmiş ve İlçenin zengin kültürü Arkeolojik literatüre kazandırılmıştır. İlçe merkezi Göksu Çayı'nın kıyısında kurulmuştur. İlin kuzeyinde yer alan ilçenin denizden yüksekliği 1050 metre olup, toprakları dağlıktır. Orta Toroslar zincirine dahil olan Dibek Dağı ilçenin doğusunda, Bakır Dağı batısında yer alır. Dağlar derin akarsu vadileriyle parçalanmıştır. Dağların yüksek kesimleri köknar, kızılçam, karaçam ve sedir ormanları ile kaplıdır. Seyhan Irmağının başlıca iki kolundan biri olan Göksu ilçe topraklarını sular. Adana’yı Pınarbaşı üzerinden Kayseri’ye bağlayan yol ilçe merkezinden geçer. 1893 yılında Osmanlı Devleti tarafından yapılan nüfus sayımına göre Haçin (Saimbeyli)'in kaza nüfusu toplam 24.057 kişidir (11,452kadın, 12,605 erkek). Nüfus 13.026 Müslüman, 10.204 Ermeni Gregoryen, 145 katolik ve 682 protestanlardan oluşmakdadır. Saimbeyli'nin 28 mahallesinin 3'ü merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 3.596 kişi (% 24,2) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 46,4 km uzaklıktaki Topallar'dır. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan mahalle, 1.184 kişi ile Karakuyu'dur. Saimbeyli'nin nüfusu 2017 yılında % 2,61  azalmıştır. Saimbeyli ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu * Km,  İslam Mahallesi'nde bulunan kaymakamlığa olan uzaklıktır. ekonomisi hayvancılık ve tarıma dayalıdır. En çok koyun ve kılkeçisi beslenir. Tarım ürünleri ilçe halkının ihtiyacını karşılayacak seviyede olup, başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, kiraz, baklagiller ve üzümdür. İlçe topraklarında demir yatakları vardır. Ormancılık gelişmiştir. Ayrıca ilçe sınırları içerisinde bulunan yaylalar ilçe ekonomisine katkı sağlamaktadır. Saimbeyli -Tufanbeyli kara yolunun 2. kilometresinden sola dönülerek bahçeler arasından geçen 3 kilometrelik stabilize yolla ulaşılmaktadır. Saimbeyli'den belediye otobüs seferleri bulunmaktadır. Dağ yamacından akan küçük şelalelerin beslediği anıt çınar ağaçlarının gövde ve dalları üzerine kurulmuş çardaklarda piknik yapılabilen bir yayladır. Bol su kaynakları olan Çatak yaylası, Saimbeyli ilçesinin su ihtiyacını karşılamaktadır. Otobüs şu anda calışmamaktadır yollar acıktır ama özel aracları oaln insanlar yardımcı olurlar Obruk yaylası saimbeyli ilçesine 4 km uzaklıkta olup ana yoldan stabilize bir yola sapılır ve yaklasık 10 dk lık bir yolculuktan sonra Obruk'a ulaşılır. Burası belediye ve karayolları tarafından düzenlenmış ve halkın kullanımı için açılmıştır. Doğa yürüyüşü için ve bir mesire alanı olarak, bol su kaynaklı bir doğa harikasıdır. Suyun kaynağının olduğu yerde yapay bir havuz vardır. Girmesi cesaret isteyen bu su "karpuz çatlatan" olarak anılır. Obruk yaylası ile çatak yaylası aynı yeri isimlendirmektedir. Ayrıca yaz aylarının vazgeçilmezi olan rafting yapmak için yurt dışından gelenler, ilçe ekonomisi için bir gelir kaynağıdır. Tufanbeyli Tufanbeyli Adana ilinin bir ilçesidir. Doğusunda Kahramanmaraş'ın Göksun ilçesi, batısında Kayseri'nin Develi ve Tomarza ilçeleri, güneyinde Saimbeyli, kuzeyinde ise Kayseri'nin Sarız ilçesi) bulunur. Yüzölçümü 964 km², nüfus yoğunluğu yaklaşık 25 kişi/km²'dir. Coğrafi yapısı itibarıyla bağlı olduğu Adana ve komşu illere çok uzaktır. Adana'ya 196, Kayseri'ye 178 ve Kahramanmaraş'a 160 km uzaklıktadır. Rakımı 1474 metre civarındadır. Ekonomik olarak Kozan ve Kayseri'ye bağlıdır. Son zamanlarda Enerjisa'nın yüklenici olduğu Güney Koreli bir firmanın kurumunu yaptığı, Tufanbeyli Termik Santrali bölge ekonomisine ciddi katkıda bulunmaktadır. Kömür rezervi yüksek olan bölgede halen kurulum çalışmaları devam etmekte olup, hali hazırda bir ünite deneme aşamalarını tamamlamış durumdadır. Tufanbeyli ilçesi sınırları içerisinde kalan Comona (Şar Köyü)'nın tarih sahnesinde önemli yeri vardır. İlçedeki en önemli tarihi kalıntıların bulunduğu Şar Köyü'nde Roma, Bizans ve Hitit dönemlerine ait kalıntılar bulunmaktadır. Bunlardan ayakta olanlardan bazıları Ala Kapı, Kırık Kilise ve Antik Tiyatrodur. Tufanbeyli Hitit döneminin önemli merkezlerinden biridir. Kizzuwatna Krallığının en önemli merkezlerinden olan Comona o dönem için dini bir devlet niteliğindeydi. İç işlerinde bağımsız dış işlerinde ise Hitit Krallığına bağlı olan bu dini gücü olan devlet döneminde önemli olaylar cereyan etmiştir. Hitit Kralları insanlar üzerindeki etkisini yükseltmek için Kizzuwatna Krallığından kızlarla evlenirler ve bu dini gücü kullanırlardı. Tarihin ilk yazılı anlaşması olan Kadeş anlaşması Hitit Kralı III. Hattuşili, Mısır Firavunu II. Ramses ve Hitit Kralının eşi (Kizzuwatna Kralının kızı- Puduhepa) arasında imza edilmiştir. Buradan hareketle Tufanbeyli ve çevresinin tarihteki önemli yeri bir kez daha ön plana çıkmaktadır. Nur Dağları'nın devamı olan Binboğa Dağları ve Batı Toroslar'ın devamı olan Tahtalı Dağları arasında kalmış, engebeli ve kırık bir arazi yapısına sahip yüksek bir plato görünümündedir. 3000 metrenin üzerine çıkan yükseklikler vardır. Tufanbeyli'ye ulaşım güneyden Obruk beli geçidi, doğudan Kan geçidi, batıdan Gezbeli geçidi ile sağlanır. Seyhan Nehri'nin bir kolu olan Göksu ırmağı ilçenin yakınından geçer ve ilçe topraklarını kuzeyden güneye ikiye böler. İlçe iklim bakımından karasal iklim yapısına sahiptir. Yazlar sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlı geçer. Bitki örtüsü yönünden fakirdir. İlçenin kuzeyinde kalan dağlık bölgelerde çam, sedir, köknar ve ardıç ormanları bulunur. Ekilebilir arazi ilçenin güneyinde ve güneydoğusunda daha çoktur. Tufanbeyli, ilçe merkezine bağlı 3 merkez mahallesi ve 30 dış mahalle olmak üzere toplamda 33 mahalleden oluşmaktadır. 1958 yılına kadar Höketçe adıyla Saimbeyli'ye bağlı bucakken "Mağara" adıyla ilçe olmuş, 1965'te Çukurova bölgesi Kuvay-i Milliye komutanlarından Aydınoğlu Osman Tufan Bey'in adına izafeten bugünkü adını almıştır. Tufanbeyli'nin 33 mahallesinin 3'ü merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 5.825 kişi (% 35,0) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 31,8 km uzaklıktaki Pekmezli'dir. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan mahalle, 1.390 kişi ile Çatalçam'dır. Tufanbeyli'nin nüfusu 2017 yılında % 5,23  azalmıştır. Tufanbeyli ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu * Km,  İstiklâl Mahallesi'nde bulunan kaymakamlığa olan uzaklıktır. İlçe halkı geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlamaktadır. İlçede buğday, şekerpancarı, fasulye, nohut, patates üretimi çoğunluğu oluşturmaktadır. Son yıllarda meyvecilik içinde adımlar atılmaktadır. Su kaynakları açısından zengin olmasına rağmen kullanım yönünden zayıftır. Tufanbeyli ilçesine bağlı 30 adet mahalle bulunmaktadır. Bu köyler sırasıyla Karadurdu, Karaburun, Akçal, Akpınar, Ayvat, Bolatpınar, Bozgüney , Çatalçam, Çukurkışla, Damlalı, Demiroluk, Doğanbeyli, Doğanlı, Elemanlı, Evci, Fatmakuyu, Hanyeri, İğdebel, Karsavuran, Güzelim, Kayapınar, Kayarcık, Kirazlıyurt, Koçcağız, Ortaköy, Pekmezli, Pınarlar, Şarköy (Comana), Taşpınar, Tozlu, Yeşilova ve Yamanlı mahalleleridir. Çelikhan Çelikhan, Adıyaman ilinin bir ilçesidir. 2015 Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemine göre Çelikhan ilçesinin merkez nüfusu 8.405 olup, bucak ve köylerle birlikte 15.213’dır. Çelikhan ilçesi, doğuda Sincik ilçesi, batısında Malatya'nın Doğanşehir ilçesi, Güneyin de Adıyaman ili, Kuzeyin de Malatya ili Yeşilyurt ilçesi ile çevrilidir. İlçeye bağlı 1 kasaba ile 17 köy bulunmaktadır. İlçe ve Köylerin yerleşim yerleri genellikle dağlık ve engebelidir. Çelikhan İlçesi Adıyaman'a 56, Malatya'ya 57 km dir. Malatya-Adıyaman arasında bulunan Güneydoğu Torosların devamı olan yüksek dağların arasın da kurulmuş bir ilçedir. Rakımı , ilçe merkezi 1388 m dir. İlçenin yapısı dağlık ve engebelidir. İlçede karasal iklim hüküm sürmektedir. Kışları kar yağışlı ve soğuk yazları ise sıcak ve kuraktır. Ancak rakım yüksek olduğundan yaz aylarında Adıyaman il ve ilçelerine nazaran oldukça serindir. ilçenin yüksek dağı Akdağ olup rakımı 2700 m yüksekliktedir. En önemli akarsuları Bulam ve Abdulharap çayıdır. Abdulharap çayı üzerin de Çat barajı kurulmuştur. İlçe halkının geçim kaynağı çoğunlukla tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Ancak arazi yapısının dağlık ve engebeli olmasından dolayı tarıma elverişli alanlar oldukça sınırlıdır. İlçenin toplam 44.200 dekarlık tarım alanı mevcuttur. Bu miktarın 30.000 dekarlık alanında tütün, 3.000 dekarlık alanında hububat, 1.600 dekarlık alanında meyve, 3.800 dekarlık alanında bağ ve 500 dekarlık alanında ise sebze tarımı yapılmaktadır. Yetiştirilen bahçe bitkileri arasında elma, armut, kiraz, şeftali, kayısı, erik, ceviz gibi meyveleri saymak mümkündür. Bununla birlikte tarıma teşvik amacıyla "Havza Projesi" çerçevesinde 1999 yılında 150.000 adet Amerikan asma anacı, 9.000 adet fıstık, kiraz, elma, şeftali, kayısı ve zeytin fidanı, 2000 yılında 2.000 adet ceviz fidanı, 20.000 adet Amerikan asma anacı ve 300 kg fiğ tohumu dağıtılmıştır. İlçede her ne kadar geçmişe oranla azalma görülse de kısmen de olsa geçimini hayvancılıkla sağlayan aileler bulunmaktadır. Tarıma imkan tanımayan alanlarda özellikle de ilçenin dağlık köylerinde koyun ve keçi gibi küçükbaş hayvancılığın yaygın olduğu görülmektedir. Bunun yanı sıra ilçede besicilik ve süt inekçiliği de yapılmaktadır. Son yıllarda Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı'nın desteğiyle özellikle süt inekçiliği ve son zamanlarda kiraz yetiştiriciliğine önem verilmektedir.Küçükbaş ve büyükbaş hayvancılığın yanı sıra arıcılık alanında da ciddi manada bir gelişme gözlenmektedir. İlçede halen 6.000 adet çerçeveli fenni kovan mevcuttur. Bu kovanlardan ortalama kovan başına 15 kg verim elde edilmektedir. Bu da, ilçenin nüfusu göz önünde bulundurulduğunda, hiç de küçümsenmeyecek bir miktardır. Ayrıca üretilen balın floranin açısından zengin olması k
aliteyi arttırmakta, elde edilen bal piyasa içerisinde değer kazanmaktadır. Bu vesile ile ilçede her yıl düzenli olarak "Bal Festivali" düzenlemekte, düzenlenen festivalin ilçe tanıtımında büyük rolü bulunmaktadır. Çelikhan ilçesi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi içerisinde yer almakla birlikte, Doğu Anadolu Bölgesi geçiş noktasında bulunmaktadır. Bu nedenle de iklim özellikleri bakımından Doğu Anadolu Bölgesi'nin İklim özelliklerini taşır. Doğusunda Sincik ilçesi, batısında Doğanşehir ilçesi, Güneyinde Adıyaman ili, Kuzeyinde Yeşilyurt ilçesi ile çevrilidir. İlçeye bağlı bir kasaba ile 17 köy bulunmaktadır. Bu 17 köye bağlı bulunan irili ufaklı 21 mezra bulunmaktadır. İlçe ve Köylerin yerleşim yerleri genellikle dağlık ve engebelidir. İlçe Malatya ve Adıyaman illeri arasında yer almakta olup, Adıyaman İline 50, Malatya İline 90 km uzaklıktadır. Tamamlanan yeni malatya yolu ile Çelikhan Malatya arası 40 km'ye düştü. Kâhta Kâhta (Kürtçe: Kolîk, Süryanice: ܓܟܬܝ/ Gakhti [kh = h], Osmanlıca: کولک / "Kölük"), Adıyaman iline bağlı en büyük ilçedir. İlçe adının kaynağı; Kahtâ adının nereden geldiği yolunda kaynaklarda pek bilgi olmamakla beraber, tarihte, "Kâhta" isminin Persçe'de “Dağın Eteği” anlamına geldiği ve Komageneliler'den önce bölgede hakim olan Persler tarafından kullanıldığı, bu adın da eski yerleşim yerinin konumundan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Eski ilçe merkezi Eski Kâhta'dır ve Nemrut Dağı'nın eteklerinde yer almaktadır. Kâhta’nın geçmişi sabah medeniyetinin doğuş yeri olan Mezopotamya'ya yakın olması nedeniyle tarih öncesi dönemlere kadar uzanmaktadır. Bulunduğu coğrafî konum nedeniyle tarih öncesi dönemlerden günümüze kadar sayısız medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Yörede yapılan arkeolojik kazılardan elde edinilen eser ve bulgular ile günümüze intikal eden canlı tarihi bulgular en belirgin kanıtlardır. Paleolitik, neolitik, kalkolitik dönem ve tunç devrine ait elde edilen eserler Adıyaman müzesinde sergilenmektedir. MÖ 2000 yıllarında Kommagene Krallığının kuruluşuna kadar (MÖ 69) Hititler, Mitaniler, Aramiler, Asurlular, Geç Hititliler, Persler, Kummurlar ile makedonyalı büyük İskender’in hakimiyeti ve Doğu Roma imparatorluğun egemenliği hüküm sürmüştür. MÖ 69 yılında kurulan Kommagene krallığı bugün dünyanın sekizinci harikası olarak aday gösterilen Nemrut Dağı'ndaki dev heykelleri ve ilçedeki diğer tarihi eserleri bırakmıştır. 142 yıl yörede hüküm süren ve bugünlere intikal eden eserleri bırakan Kommagene krallığı MS 72 yılında Roma İmparatorluğu tarafından ortadan kaldırılarak Suriye eyaletine bağlanmıştır. İlçenin antik çağda ve Bizans döneminde adı bilmemektedir. Orta çağda İslam dünyasının sınır kalelerinden biri olmuştur. MS 670'de Emeviler, 758'de Bizans ve Sasaniler, 926'da Hamdaniler, 1226'da Seçuklular, 1284'e kadar Memlüklüler, Artuklular ve Dulkadiroğulları, 1393'te Timur ve 1516'dan sonra da Osmanlı İmparatorluğu bölgeye hakim olmuştur. Kâhta şehri şu anda bulunduğu yere Cumhuriyetin ilk yıllarında taşınmış olup daha önce şimdiki Kocahisar (Antik Kâhta) köyünün bulunduğu yerde idi. MÖ üçüncü yüz yılın ilk yarısında ARSEMES adlı bir kralın bu yörede hakimiyet kurduğu sanılmaktadır. II. Selevkos'un "(MÖ 246-225)" kardeşi Arsemes adındaki bir kralın kendi adıyla anılan iki kent görüyoruz. Bunlardan birincisi eski Kâhta kalesinin karşısındaki yukarı Arsemia’dır. Kâhta kalesi, Selçuklu İmparatoru Alparslan’ın Malazgirt zaferi (1071)'den sonra (1085) Selçuklular tarafından Bizanslılardan alınır. Yöre zaman zaman Malatya Danişmendlileri, Selçuklular ve Artuklular arasında el değiştirir. Kale daha sonra Melik’ul-Mansur tarafından onarılır. (12. yüzyıl) Bir süre Harput emirliği, Danişmendler ve Selçuklular arsında el değiştirir. Kaleyi daha sonra Sultan Alaeddin Keykubad’ın seraskeri Ceyli Bey zabteder. Bölgede Selçuklu hakimiyeti başlar. (1226) Kâhta, Baba İshak ayaklanmasında (1240-1241) yağmalanır. Kâhta kalesinin adı Memlüklüler ile Moğollar arasında geçen savaşlarda sık sık geçer. 1283-1289 yıllarında kale Halep valisi Kara Sungur tarafından alınır. Yeniden tahkim edilir. Daha sonra Osmanlı hakimiyetine geçer. Timur, Malatya ve Kâhta’ya kadar olan kaleleri ele geçirince Yıldırım Beyazıd kalelere koyduğu muhafızları kovarak Türkmenlerden Kara Osman'ı tahta geçirir. Timur’un çekilmesiyle Memlüklüler bölgeye hakim olurlar. (1417-1418) Memlüklülerin hakimiyeti Yavuz Sultan Selim’in bölgeyi ele geçirmesine kadar devam eder. 1516 yılında Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra diğer ilçeler gibi önce Dulkadirli Emaretine, Kanuni zamanında ise sancak merkezi haline getirilen Samsat’a bağlanarak Zülkadiriye eyaleti (Maraş)’ne bağlanır. Kâhta 1531 yılında Malatya’ya, 1349 yılında ise Semsur'a ("Adıyaman") bağlanır. 1859 yılında Malatya sancak olunca Kâhta’da diğer kazalar gibi yeniden Malatya'ya bağlanır. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasına kadar devam eder. 1859 yılında Kâhta’da bir Abdal ayaklanırsa da ayaklanma bastırılır. Milli mücadele döneminde M. Kemal’i yakalamak ve etkisiz hale getirmek için görevlendiren Ali Galip, Malatya’da sıkıştırılınca Kâhta’ya gelir. Beraberindeki zatlarla Hacı Bedir Bey’e misafir olur. Hacı Bedir Bey’den umduğu desteği bulamayınca da 15.9.1919 günü Kâhta’dan Urfa’ya oradan da Halep’e kaçar. Kâhta cumhuriyet döneminde Malatya'ya bağlı bir ilçe olarak eski durumunu muhafaza eder. Cumhuriyetin ilk yıllarında yer değiştirerek eski Kâhta'dan 26 km güneyindeki şimdiki yerine taşınır. Dünyanın 7. harikası (dünyanın en büyük açıkhava müzesi) Nemrut dağı öreni, Cendere köprüsü, Eski Kahta kalesi, Arsemia, Karakuş tepesi bunlar belli başlı ören yerleridir. Kahta'nın her tarafında bu ve buna benzer eşsiz kalıntılar bulunmaktadır. Dünyadaki en büyük Zeus Kralının heykeli Nemrut dağı öreninin üzerindedir. İlçe Merkezinin yerleşim yeri ova üzerindedir. İlçenin kuzey bölgesi dağlık olup, bu bölgede köyler tarım arazisi dışına, yamaçlara kurulmuştur. Güney bölümündeki köyler ise ova içersindedir. Kahta; 38-17 doğu boylamı ile 37-45 kuzey enlemi üzerinde yer alır. Denizden yüksekliği 750 metredir. Kuzeyde yüksekliği 2000 metreye ulaşan sıra dağlarla çevrili ilçe 1490 km'lik yüz ölçüme sahiptir. Adıyaman ilinin 33 km. doğusunda yer alır. İlçe yüzölçümünün -Kahta merkez dahil- yaklaşık üçte ikisi 1. derecede, kalan yaklaşık üçte biri ise 2. derecede deprem bölgesi içindedir. Kahta ilçesi, doğuda Gerger ilçesi, güney ve güneydoğuda Şanlıurfa ili, güneybatıda Samsat ilçesi, batıda Adıyaman, kuzeyde Sincik ilçesi ve Malatya ili ile çevrilidir. Şu anda ilçenin doğu ve güneydoğu kesimindeki sınırını Atatürk Baraj Gölü meydana getirmektedir. İlçenin kuzey kesimi dağlık alanlardan meydana gelirken, güney kesimi düzlük alanlardan meydana gelmektedir. Kuzeydeki en yüksek nokta Nemrut Dağı'dır (2.206 m), dağlık alanlardan güneye doğru gidildikçe önce plato alanlarına sonra geniş ovalara geçilir. Kahta Antitoros Dağları'nın güney eteklerinde başlayıp güneye doğru alçalan ve Harran ovası'na doğru uzanan bir arazi yapısına sahiptir. İlçe merkezi düz bir alanda kurulmuştur. İlçeye bağlı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 2 belde, 93 köy ve 18 mahalleden oluşmaktadır. Bununla beraber İlçeye Bağlı Bölükyayla Beldesi 4 mahalleden ve Akıncılar Beldesi 4 mahalleden oluşmaktadır. Samsat Samsat, Adıyaman ilinin bir ilçesidir. Kuruluş tarihi çok eskilere dayanan Samsat’a Sümerler zamanında “Semizata” dendiği rivayet edilmektedir. Mısırlıların ise yine Samsat’a “Şamşuata”(?) veya “Şemşiata”(?) dediği rivayet edilmektedir. Ancak kentin adını Kommagene krallarından I. Antiochos Epiphanes’in dedesi olan Kral Samos’tan almış olduğu düşünülmektedir. Bu ismin manasının ne olduğu bilinmemekle birlikte antik çağlardan itibaren Samsat ismi muhtemelen Kral Samos’tan dolayı “Samasota”, “Samusat”, “Şimsat” “Simisat” adıyla adlandırılmıştır. Samsat adının Süryanice ve İbranice isminin “Simsat” (Şimsat) olduğu ve bu ismin “Güneş” “Güneş Diyarı” manalarına geldiği söylenmekle birlikte bunun yanlış olduğu kanati vardır. Çünkü ortaçağın ilk dönemlerinde 4. yüzyılın başlarında Ermeniler Hıristiyanlığı kabul etmeden önce ateşperest idiler. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde bu eski dinlerini muhafaza etmiş olan Ermenilere “Arevebaşt” ("yani güneşe tapınan") veya “Arevorti” ("güneşin oğlu") deniliyordu. Bunların 14. yüzyıla kadar yoğun olarak yaşadıkları en önemli merkez Samsat’tı. Bu yüzden "Güneş Diyarı" değil de güneşe tapanların memleketi olarak bilinmelidir. İslam fetihleriyle birlikte “Samosata” ismi Arap şivesine uydurularak artık “Sümeysat” olarak adlandırılacaktır. Osmanlıların son dönemlerinden itibaren günümüze kadar olan dönemde ise “Sümeysat” adı değişerek günümüzdeki kullanılan “Samsat” halini almıştır. Sümerler zamanında SEMİATA adı Verilen SAMSAT’ın Demir çağında Hitit krallığının merkezi olduğu tahmin edilmektedir. Bölge MÖ 708'de 11. Sargon tarafından zapt edilerek Asur’a bağlı bir eyalet durumuna gelir. MÖ 605 yılında Babillilerin eline geçer. Daha sonra sırasıyla Medlerin, Perslerin (MÖ 533), Makedonya krallığının (MÖ 333)'de Selevkosların hakimiyeti altına girer. Samsat MÖ 69'da Kommagene Krallığı'nın merkezi olur. Kommagene kralları Antiochos sanıyla anılır. 150 yıllık bu süre içinde 4 kral tahta geçmiştir. Bunlardan Kral Antichos III'ün Romalılara yenilgisi üzerine Kommagene Devletinin egemeliği sona erdi. MS 72 yılında bir Roma eyaleti haline getirilen Samsat, bir ilim merkezi haline geldi. Ülü bilgin Lukianus bu dönemde Samsat’ta doğar. Bu arada Samsat birkaç kez Perslerle Romalılar arasında el değiştirir. MS 271'de tekrar Romalıların eline geçer. Bu dönemde nüfusu 50.000’i geçer. Daha sonra Bizans’ın ve sonra da Arapların eline geçer. Safvan bin Muattal burada vefat eder, kabri de Samsat'tadır. Samsat’a, Ömer zamanında Şimşat, Şümişat denir. 1085’te Melikşah, 1114’de Zengiler, 1180’de Selahattin Eyyubi, 1203’de Anadolu Selçukluları'nda Rüknettin Süleyman II, Samsat’a hakim olur. 1237’de Harzemşahlar tarafın
dan yağma edilen Samsat, 1240’da Moğol İmparatoru Hülagü Han tarafından, sonra da Dulkadiroğulları tarafından istila edilir. 1392'de Yıldırım Beyazıt Tarafından Osmanlı Devleti’ne bağlanır. 1401’de Timur tarafından tahrip edilir. 1516’da Yavuz Sultan Selim tarafından tekrar Osmanlılara katılır. Osmanlı yönetiminde eski önemini kaybeder ve sancak merkezi olur. Cumhuriyet döneminde daha da küçülerek bucak merkezi durumuna girer. Samsat, 1960’da ilçe merkezi haline getirilir ve Adıyaman iline bağlanır. Samsat ilçesi, Atatürk Barajının göl sularının altında kalmasından dolayı 05.03.1988 tarihinde eski yerleşim yeriden tahliye edilmiş ve 21.04.1988 tarihli, 3433 sayılı kanunla, merkezi değiştirilerek bugünkü yerine taşınmıştır. Günümüzde yapılan Arkeolojik araştırma ve kazılarla Eski Samsat ve civarında o dönemlere ait saraylar, su kemerleri, kaleler, v.b. yapılar, kıymetli eşyalar bulunmuştur. Bu eserlerden bir kısmı Adıyaman müzesinde sergilenmektedir. İlçemiz Güneydoğu Anadolu Bölgesinde, Adıyaman ilinin Güney-Doğu kesiminde yer almakta olup, km²’ye 35 kişi düşmektedir. Batısında Atatürk Baraj Gölü, kuzeyinde Kâhta ilçesi, doğusunda Atatürk Baraj Gölü, güneyinde Atatürk Baraj Gölü (karşı kıyıda) Şanlıurfa ili Bozova ilçesi bulunmaktadır. Yeni Samsat ilçesi, Atatürk Baraj Gölü'nün kıyısında üç yandan baraj gölü ile çevrili bir yarımada görüntüsü almıştır. Denizden yüksekliği 610 m olan ilçemizin il merkezine uzaklığı 47 km'dir. Arazi yapısı itibarıyla ilçemiz, güneye doğru eğilimlerle alçalan bir ova görünümündedir. Yazları oldukça sıcak ve kurak kışları ise ılık ve yağışlı geçen Akdeniz iklimi göze çarpsa da nispi nemin düşük olması nedeniyle Güney Doğu Anadolu iklimine benzemektedir. Ancak son yıllarda Atatürk Baraj Gölü nedeniyle nem oranı nispeten artmıştır. Nüfusun tamamına yakını Kürtler oluşturmaktadır. Sincik Sincik, Adıyaman ilinin bir ilçesidir. İlçenin başlıca kültürlerinin yanı sıra sanatsal kültürleri gelişmiş ve oldukça mana kazanmıştı. Sincik'in yeni yeni yetiştirdiği genç sanatçı ve ozanlar Türkiye'nin dört köşesinde Sincik'in namı ve manasını büyütmektelerdir. İlçe ekseri olarak akrabadır. Sincik'in hane halkının büyük bölümü Reşi aşiretinin Karaçur, Alikan koluna bağlıdır. İlçe Sincikin merkez konumu Karaman mahallesi (Avbi) dir. ilçede çiğköfte günleri olur ve sinciklilerin birbiriyle kaynaşmasını sağlar. İstanbul başta olmak üzere birçok yerde çiğköfte dükkanları açılmıştır. Bu dükkanlar Adıyaman'a artı bir değer katmıştır. Coğrafi yapısı nedeniyle her türlü bitkinin bulunması ve balcılık mesleğine yatkın kişilerin olmasından ötürü Sincik ilçesinde kaliteli bal üretimi de gerçekleştirilmektedir. Engebeli ve çetin yüzey şekillerinden dolayı da ulaşımda zorluklar çekilmektedir. Ters lale olarak adlandırılan bir tür çiçek üretilerek çiçekcilik ihracatında da bulunulmaktadır.İlçenin insanları imkansızlıktan dolayı İstanbuı başta olmak üzere birçok ile göç etmiştir. Tut Tut, Adıyaman ilinin bir ilçesidir. Adıyaman şehir merkezine 60 km uzaklıktadır. Adıyaman'ın kuzey batısında, Güney Doğu Torosların bir uzantısı olan Hacı Muhammed Dağı'nın eteklerinde, "yeşillikler beldesi" olarak bilinen bir ilçedir. Yolu dağlar arasından gitmekte olup, 14 kilometresi oldukça virajlıdır. İlçe nüfusunun yaklaşık 85-90%'ni Türkmenlerden oluşur ve sadece Türkçe konuşurlar. Tarım alanlarının olmayışı ve sosyo-ekonomik durmunun zayıf olmasından dolayı ilçe büyük oranda göçlere neden olmuştur. Tut'ta yerleşik halk nüfusunun iki katı yurt içinde ve yurt dışında başka yerlerde yaşamaktadır. Dut meyvesinin en verimli şekilde elde edildiği Tut ilçesi günümüzün en kaliteli Dut meyvesini sunmaktadır. Çay, Afyonkarahisar Çay, Afyonkarahisar ilinin ilçesi. İç Ege bölgesinde; Ege, Akdeniz ve İç Anadolu bölgelerinin kesiştiği güzergâh üzerinde yer alan Çay ilçesi, doğuda Sultandağı, güneyde Yalvaç, batıda Şuhut ve Afyon, kuzeyde Bolvadin’le çevrilidir. Çay ilçesinin tarihi, Eski Tunç Çağı'na kadar uzananmaktadır. Tarihi içinde Mısır, Suriye, Trakya krallarının birleşik ordusu ile Antigonos Hanedanlığı arasındaki İpsos Savaşı'na (MÖ 301) ev sahipliği yapmasıyla ünlenmiş, doğu-batı, kuzey-güney doğrultulu antik yolların kavşak noktası olmuştur. Selçuklu Türklerinin Anadolu’yu fethi sırasında Bekçioğlu Emir Afşin, Orta Anadolu’da Amerra (Emirdağ) önlerine kadar gelmiştir. Haçlı savaşları sırasında Haçlı orduları tarafından yakılıp yıkılan kente, 1155 yıllarında Selçuklu Devleti tarafından Oğuz Türkleri yerleştirilmiş, adı da "Çay Değirmeni" olarak değiştirilmiştir. Selçuklu Sultanı III. Gıyasettin Keyhüsrev'in ölümünden sonra bölge, önce Eşrefoğulları'na ve Sahipataoğulları'na, daha sonra ise Germiyanoğulları'na geçmiştir. Germiyan Beyi I. Yakup, beyliğini vasiyet yoluyla II. Murat’a bırakmış ve böylece yöre Osmanlı topraklarına katılmıştır. Selçuklu dönemine ait 1278'de Yusuf Bin Yakup tarafından yaptırılan Taş Medrese, Taş Han ve Taş Cami halen de kullanılan önemli tarihî eserleridir. Kurtuluş Savaşı sırasında kısa bir süre Yunan ordusunca işgal edilen Çay ilçesi, 24 Eylül 1921 günü bu işgalden kurtarılmıştır. 1958 yılında ilçe konumuna getirilmiştir. Çay ilçesi elektriğe 1935 yılında il merkezinden daha önce kendi kurduğu santralle ulaşmıştır. Afyon ilinin doğusunda, Sultan Dağları'nın kuzey eteklerinde kurulmuştur. Büyük bölümü dağlar ve akarsular tarafından derin biçimde yarılmış yüksek düzlüklerden oluşan ilçe topraklarını Sultan Dağları ile Karakuş Dağları engebelendirir. Karakuş Dağlarında yükseklik 2.000 m'nin altında iken, Sultan Dağlarında daha yüksektir. Sultan Dağlarının en yüksek noktası olan Topraktepe (2.519 m) Isparta sınırındadır. Eber Gölü'nün güneybatı bölümü ilçe sınırları içerisindedir. Gölü besleyen Akarçay Nehri kuzeyde doğal sınırı oluşturmaktadır. Afyon Ovasının bir bölümü de çay ilçesi sınırları içerisinde yer almaktadır. İl merkezine 48 km uzaklıkta bulunan ilçenin yüzölçümü 830 km²'dir. İlçenin doğal güzellikleri arasında Eber ve Karamık Gölleri bulunmakta olup, bu göllerde balık avcılığı (sazan, turna) ve çeşitli kuş avcılığı yapılmaktadır. Ayrıca Çağlayan Parkı ve Şelâlesi, Kanlı Yer Kavaklığı, Kardelen Parkı yöredeki az gelişmiş mesire yerleridir. İlçe ekonomisi tarıma dayalıdır. Yetiştirilen tarımsal ürünlerin başında tahıl, şeker pancarı, haşhaş gelmektedir. Dağlık kesimlerde mera hayvancılığı yapılmaktadır. İlçede un fabrikaları bulunmaktadır. Katmer, haşkeşli (haşhaşlı) lokul. Çay'da bu yiyeceklerin yanında etli yaprak ve kuru biber sarması, bamya çorbası ve peynirli börek sofraların vazgeçilmezidir. Bunlar aynı zamanda düğün ve mevlüt yemekleridir. Ayrıca bu yemekler, tek bir kap içerisinden sunulan 'davet' ismi verilen yemeklerin de genel menüsüdür. İlçenin nüfusu 2000 genel nüfus sayımına göre 45635'dir. Bunun 18137'si ilçe merkezinde, 27498'i ise kasaba ve köylerde yaşamaktadır. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 9 belde, 14 köy ve 17 mahalleden oluşmaktadır. Çobanlar Çobanlar, Afyonkarahisar iline bağlı bir ilçedir. Yöre tarihinin Akarçay Nehri kenarındaki höyüklerden de anlaşıldığı gibi Eski Tunç Çağı'na kadar uzandığı bilinmektedir. Bugünkü Kocaöz ("Feleli") Köyü'nde antik Anabura kenti kurulmuştur. Afyon Arkeoloji Müzesi'nde bulunan Artemis heykeli buradan çıkarılmıştır. Bir rivayete göre: Danişmentlileri oluşturan Avşar boylarından Süleymanlı koluna mensup bir grubun bu bölgeye yerleştiği Çobanlar, Işıklar ve Sülümenli beldelerinin bu oymak tarafından kuruldugu, hatta kurucuların kardeş oldukları rivayet edilir. Bilindiği gibi Danişmendlilerin dağılmasıyla onlara bağlı birçok oymak ve boy başta Batı Anadolu olmak üzere birçok yere dağılmışlardır. Rivayete göre; bölgenin Bizanslılardan Türklere geçmesiyle Çobanlar'ın, Sülümenli'nin ve Işıklar'ın Dulkadiroğulları Beyliği'ne mensup Oğuzların Avşar boyunun Civanşirli kolunun Selmanlı, Sülmenli, Süleymanlı aşireti tarafından kurulduğu rivayet edilmektedir. Bir başka rivayete göre ise; Civanşirli aşiretine mensup bir oymağın Mısır dolaylarından Eskişehir'e geldiği bu oymaktan iki kardeşin Afyonkarahisar'ın Çobanlar, Işıklar ve Sülümenli beldelerine göç ederek yerleştiği rivayet edilmektedir. Çobanlar halkının kökeninin bu aşirete mensup olduğu, hatta birkaç kitapta Çobanlar'ın 1151 yıllarında fethedildiği yazmaktadır. Bununla birlikte yine Kanunu Sultan Süleyman zamanındaki vergi kayıtlarından Çobanlar isminin Çobanlar-ı kebir ("Büyük Çobanlar") olarak adlandırıldığı anlaşılmaktadır. Yine ilçeye değişik vesilelerle civar köy kasabalardan zaman zaman göç olduğu ilçedeki bazı insanların soyadlarından da anlaşılmaktadır. Ayrıca, Nâzım Hikmet Kuvay-i Milliye Destanında Akarçay'dan ve Büyükçobanlar Köyü'nden şöyle bahseder; ""... Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir. Akarçay Dereboğazı’nda değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar. ve kocaman çiçekleri eflâtun kırmızı beyaz ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar. ve afyon önünde altıgözler köprüsü'nün altından gündoğuya dönerek ve konya tren hattına rastlayıp yolda büyükçobanlar köyü'nü solda ve kızılkilise'yi sağda bırakıp gider."" Merkezde, tipik Osmanlı mimarisinde inşa edilmiş avlulu evler dikkat çeker. Afyonkarahisar ilinin 25 km. doğusunda denizden 992 metre yükseklikte düz arazi üzerinde yeni kurulmuş bir ilçe olan Çobanlar'ın, kuzeyinde Bayat, kuzeydoğusunda İscehisar, güneydoğusunda Çay, doğusunda Bolvadin ilçeleri konumlanır. Batısında Işıklar (5.0 nm) ve Sülümenli (2.8 nm), kuzeyinde Gebeciler (4.6 nm), doğusunda Kocaöz (3.4 nm) ve güneyinde Değirmendere (4.2 nm) gibi belde ve köyler konumlanır. Yüzölçümü 422 km²'dir. İlçe merkezinde sekiz ilköğretim okulu ve bir tane çeşitli dalları barındıran çok programlı Lise mevcuttur. Toplam 2.735 öğrenciye, 137 öğretmen tarafından eğitim verilmektedir. İki adet sağlık ocağı ve bir sağlık evi ihtiyaca yetmediğinden, devlet-millet işbirliğiyle
hastane yapılmıştır. İlçede bir adet semt futbol sahası bulunmaktadır. Çobanlar Belediye Spor, merkez belediyesinin desteğiyle Afyon amatör liginde mücadele ediyor. İlçede 6 adet kadrolu olmak üzere toplam 8 adet cami bulunmaktadır. İlçede bir adet belediyeye ait halısaha vardır. İlçede tarım ve hayvancılık bitme noktasına gelmiştir. İlçeye belediye ve il genel meclisi tarafından çok kapsamlı bölge hayvan pazar yeri yapılması gerekmektedir. Bu sayede ilçe hayvancılıgı organize bir hal alıp geliştirilmesi mümkün olacaktır. İlçenin arazisi yaylıma elverişli olup hayvancılık kalkındırılması yapılması gerekmektedir. İlçe sakinleri geçimini tarım ve büyük-küçük baş hayvancılıktan sağlamaktadır. Topraklarının büyük bölümü sulanan Çobanlar, Afyon Şeker Fabrikası'nın pancar deposudur. Tarımcılıkta pancar ekimi ön sırayı alır. İlçede iki adet un fabrikası mevcuttur. Bu küçük ilçede ayrıca, Türk otomotiv sanayisinin en ilginç aracı üretilmektedir. Taşımacılık ve tarım işlerinde kullanılan Patpat adlı römork-pikap karışımı araçlar, ilçenin küçük atölyelerinde imal edilir. İlçe'de 2008 yılında başlanan ve 2009 Mayıs ayında bitecek olan Türkiye ve Avrupa standartlarında ilk ve tek sera kurulmaktadır. İlk etapda 300 kişi işçi alacak olan işletme ilerde kapasitesini geliştirerek 2000 işçi ve bir okdarda ürün beklemektedir. Şirket Hollandalı bir şirketle ortak olup üretecegi domatesi tamamen Avrupa'ya satacaktır. İlçenin termal yönü çok büyük yatırım olup yeni yeni keşif edilmiştir. Belediye yap işlet devret yöntemiyle çok amaçlı termal tatil köyü ve oteller projesi bulunmaktadır 2009 yılında inşaatına başlanacak ve 2010 yılında tamamlanması planmaktadır. Çobanlar, Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda Mareşal Fevzi Çakmak ve Ali Çetinkaya Paşalar tarafından 1926 yılında nahiye yapılmış, 1955 yılında halk oylaması yapılarak Belediye olmuştur. 1990 yılında da 20 Mayıs 1990 gün ve 20523 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile İlçe olmuştur. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 1 belde, 3 köy ve 16 mahalleden oluşmaktadır. Havza, Samsun Havza, Samsun'un Amasya'ya komşu olan bir ilçesidir. Havza'nın isim olarak kökeninin Hititler'in Amasya valisi olan Kavuzhan'dan kaynaklandığı, adına izafeten "Kavza" olduğu rivayet olunmakta ve bu ismin zamanla halk ağzında ve söyleyiş kolaylığı sebebiyle "Havza" haline geldiği ileri sürülmektedir. Ne var ki bu bilgiler Rum Pontuslular'dan günümüze ulaşan bazı haritalarda ve diğer belgelerde şehrin adının "Khavza" olarak yazılmış oluşuyla birlikte değerlendirildiğinde "Kavza" nın, gerçekte olup olmadığı ya da kim olduğu meçhul “Kavuz Han”a ithaf edilerek bu şehre verilen bir isim olmak yerine Havza’nın Rum dilindeki ifadesi (söyleniş biçimi) olma olasılığını daha çok ön plana çıkardığından pek de sağlıklı bir iddia olmadığını ortaya koymaktadır. Asar-ül Bilad adlı kitabın yazarı Zekeriya bin Mahmut el Kazvini, kitapta 1050 yılında olan bir depremden söz ederken depreme uğrayan yerleşim yerinin adı olarak "Ancere" kelimesini kullandığını görmekteyiz. Zekeriya b.Mahmut el Kazvini, ”Asar-ül Bilad” adlı eserinde bu Hançere (Ancere) kasabasını şöyle tanımlıyor; ""..Ancere Anadolu da bir şehir olup orada Ters akan Irmağı vardır. Rivayet olduğu üzere 8 Ağustos 442 (1050) Pazartesi zelzele olmuş,zelzele 2 gün devam ettiğinden Anceredeki birçok bina yıkılmış; bir kilise yere batarak hiçbir eser kalmamış, yerinden gayet sıcak bir su çıkıp yetmiş kadar mezrayı harap etmiş, birçok kişinin boğulmasına sebep olmuş, sıcak suyun akışı dokuz gün devam ettiğinden herkes dağ başlarına kaçmış daha sonra su çekilmiş ve bir miktar kalmıştır...”" Ancere kasabası, Havza'nın şimdiki yerine göre Aslanağzı Kızgözü hamamının batı tarafında, düz bir yerde olduğu tarihi vesikalarda zikredilen malumattan anlaşılmaktadır. Havza’nın eski adı ve bu şehrin yerinde daha önce başka bir yerleşim olup olmadığı konusunda yaptığı araştırma bulgularını dile getiren Zübeyrzade Mehmet Fuat Efendi de “Yurdumuz Havza” adlı eserinde; Havza’nın “nam-ı kadimi”(eski adı) nın belli olmadığını belirterek, "“..Gerçi milattan evvel ve sonraları şimdiki Havza’nın yerinde büyük ve muntazam bir şehrin mevcut olduğunu bazı Rum tarihçileri yazmakta ve eski Rumların ,Bizanslıların buraları icra-i hükümet (idare) ettiklerini göstermekte iseler de bunların ne dereceye kadar mevsuk (inanılır) oldukları anlaşılamamakla beraber esasen ne malumatların bizimle bir alakası ne de o şehrin şimdiki Havza ile bir ilişkisi yoktur..”" demektedir. Mehmet Fuat Efendinin sözünü ettiği Rum tarihçilerinden günümüze kadar intikal eden bir rivayete göre,bugünkü Havza’nın yerinde Hançereden de önce mevcut yer leşimin batı ve kuzey-batı istikametinde adı “Çetrik”(Çermik) olarak anılan oldukça büyük bir yer leşim merkezi bulunuyordu. Bu yer leşim merkezinde sırasıyla Hititler,Pontuslular,Romalılar hüküm sürdüler. Kuruluşu ve adının kaynağı konusunda böylesine çok değişik görüş ve iddialarla karşılaştığımız Havza’nın , Roma ve Bizans İmparatorlukları zamanında bir kaplıca beldesi olduğunu ifade etmesi bakımından "“Thermee Phoseemeomitearem”" olarak anıldığı belirlenmiştir. Antik Anadolu Coğrafyası (Geographika) yazarı Strabon’un söz konusu eserinde yerleşimin adından "“Phazemotis sıcak su kaynaklarının bulunduğu yer”" olarak bahsedilirken Evliya Çelebi'nin “Seyahatname”sinde karşımıza çıkan bir diğer isimde "“Koze”" kazasıdır. Nihayet,1524 yılından sonra benimsenip özellikle resmi kayıtlarda kullanılarak yaygınlaştırılan ve günümüze kadar ulaşan "Havza", adından önce anıldığı şekli ile “Hevze” ve “Hevize” Türk dilinde olduğu gibi Arapça ve Farsça’da da herhangi bir anlam ifade etmez. Havza’ya gelince “dalmak” ve “Havz etmek” anlamına geldiği gibi “bir parça” veya “ara” anlamlarını da ifade eder. Havza yöresinin yazılı tarih öncesi dönemlerini aydınlatan çalışmaların ilki 1971 yılından önce ikincisi de 1972-1973 yıllarında Prof. Dr. U. Bahadır ALKIM ve ekibi tarafından yapılmış, Tarih Kurumu adına yürütülen bu küçük çaplı kazı ve yüzey araştırmaları sonucu saptanan en eski bulgular Havza sınırları içinde Paleolitik dönemden bu yana yerleşildiğini ortaya çıkarmıştır. Her iki tarihte yapılan kazı ve yüzey araştırmaları sırasında Havza sınırları içerisinde toplam 17 höyük ve düz yerleşme alanı, 6 Roma Geç Antik Çağ yerleşmesi, 7 tümülüs, 1 kaya mezarı, 1 mezarlık alanı ve 1 antik kaplıca kalıntısı tespit edilmiş buralarda Erken Tunç Çağı, Orta Tunç Çağı, Demir Çağı, Roma ve Geç Antik Çağ uygarlıklarına ait yerleşimlerin bulunduğu belgelenmiştir. Amasyalı Coğrafyacı Strabon’a göre Samsun-Amasya toprakları arasında Phazamonitis diye anılan bir bölge vardır. Bugünkü Havza’yı da içine alan bölgeyi Strabon şöyle anlatıyor: "“Roma komutanlarından Pompeus, Pontos krallarından Mithridates’le yaptığı savaşta tarihsel kaynaklarda Mithridates Savaşları olarak anılan Pontos zaferini kazandıktan sonra bu bölgede yaptığı gezi sırasında burada bulunan Phazemon mahallesindeki yerleşmeyi bir kent olarak ilan etmiş ve Neapolitis ismini vermiştir. (Merzifon tarihi konusunda yapılan bazı araştırmalarda, araştırmacılar bu kentin, yüzyıllar boyunca adı birçok değişikliklere uğrayan Merzifon olmasının kuvvetli bir olasılık olduğu üzerinde durmaktadır.)”" "Bu ülkenin kuzey kısmı, Gazelonitis ve Amisoslular'ın ülkesiyle sınırdaştır. Batısı, Halys nehri, doğusu Phanoria ve geri kalan kısmı da hepsinin en büyüğü ve en iyisi olan benim ülkem Amasia ile çevrilidir. Phazamonitis’in Phanaroia’ya doğru uzanan kısmında Stiphane isminde denize benzeyen bir göl vardır. Burada pek çok balık ve her çeşit otlak bulunur. Bu gölün kenarında şimdi terk edilmiş olan İkizari Kalesi ve yakınında şimdi harabe halinde olan bir saray vardır. Ülkenin geri kalan kısmı genellikle ağaçsız ve ekime elverişlidir. Amaseia’lıların ülkesinin üst tarafında, Phazemonitis Sıcak Su Kaynakları bulunur, bunlar sağlık için çok iyidir." Türkiye'nin tarihi coğrafyasını ve arkeolojisini incelerken başvurulan kaynakların ilk sırasında gelen Amasyalı Strabon’un “Geographika” (Coğrafya) adlı bu eseri kimi araştırmacılara göre MÖ 7 yılında, kimilerine göre de MS 18-19 yılları arasında yazılmıştır. Tıpkı Evliya Çelebi gibi yazdığı her yeri gezip, yerinde inceleyerek anlatan Strabon’un Havza’yı da kapsayan alanın Phazemonitis olarak tanımlandığını belirtmesi diğer tarihsel kaynaklarında teyit ettiği gibi söz konusu tarihte ve öncesinde buraların Pontos sınırları içinde olduğunu ve Strabon’un kaydettiği Pontos-Roma savaşları sırasında Pont sınırı veya Pont karargahı olarak kullanıldığını ortaya koymaktadır. Bölge tarihi açısından çok önemli olan Mithridates Savaşları (Pontos-Roma savaşı) genel olarak bölge ve Havza tarihi konusunda üzerinde durulması gereken önemli bir dönüm noktasını teşkil eder. Çünkü bu tarihte Strabon’un da sınırlarını aynı şekilde çizdiği alanda "(ki bu alan, günümüzdeki yerleşim yerlerine göre kuzeyde Kavak ya da genel olarak Samsun’un güney kesimleri, Ladik ve Havza ile güneyde Merzifon’a kadar uzanan hattın doğuda Niksar ve batıda Kızılırmak'la çevrildiği bir bölgeyi içine almaktadır.)" Pontos Krallığı ile Romalılar arasında yapılan kanlı savaşlar sırasında bölgede bulunan hemen hemen tüm yerleşim merkezleri yerle bir edilmiş ve yakılmıştır. Bu tahribatın Pontos uygarlığı ile sınırlı olmayıp bölgede yaşanmış Hitit çağı ve tarihten önceki devirlere (Paleolitik, mezolitik, kalkolitik ve bakır çağı) ait izlerinde önemli oranda silinmesine neden olduğu kuşkusuzdur. Bu açıklamadan sonra tekrar Strabon’un coğrafya eserine dönecek olursak, tanımlanan bölgede Amaseia (Amasya) lıların ülkesinin üst tarafında bulunan Phazemonitis sıcak su Kaynakları’nın Havza Kaplıcaları olduğu tartışma götürmez. Nitekim Strabon’un sözünü ettiği bu sıcak su kaynaklarının Havza’da bulunduğu yine Strabonu kaynak göstermek suretiyle başka eserlerde de belirtilmiştir. Havza’nın tarihi, kuruluş itibarıyla çok eskilere dayanmaktadır. Milattan önce 2000’li yıllarda, Kızılırmak ve Yeşilırmak deltaları arasında
kurulmuş olup, kuruluşu Hitit Uygarlığı dönemine uzanmaktadır. MÖ VII. yüzyılda Samsun’un İyonyalılar’ca kıyı kenti olarak kuruluşundan bir süre sonra, Miletliler’in etki alanına giren bölge, daha sonra Kafkaslardan gelen Kimmerler’in istilasına uğramış, yapılan savaşlar sonuncunda ise, önce Persler tarafından idare edilmiş, Büyük İskender’in Anadolu’yu istilasından sonra Makedon İmparatorluğu’nun egemenliğine girmiştir. MÖ I. yüzyılda Roma istilasına uğrayan Havza, daha sonra Roma İmparatorluğu’nun bölünmesiyle, Doğu Roma İmparatorluğu’na dahil olmuştur. Havza, 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türk hakimiyetine girmiş ise de Haçlı Seferleri sonucu sık sık el değiştirmiştir. XIII. yüzyılda Selçukluların eline geçen bölge, Selçuklu Hanedanlığı'nın çöküşünden sonra Canik Beyliği’ne ve daha sonra da 1414'te Osmanlı Yönetimine geçmiştir. Havza ilk fethedildiği zaman, buraya Türk aşiretlerinden Gidürlü, Çarıklı ve Kanıklı aşiretleri yerleştirilmiş olduğundan bugün, bazı köyleri bu isimlerle anılmaktadır. Havza'nın o gün için 50 kadar mahallesi vardır. Kaza olarak genel nüfusu da 30.000 civarındadır. Halas Nahiyesi: Havza ilçesinin güney doğu taraflarını çevreler. Kamlık Nahiyesi: Havza ilçesinin kuzey doğu taraflarını çevreler. Gidürlü Nahiyesi: Havza ilçesinin kuzey batı taraflarını çevreler. Simre Nahiyesi: Havza ilçesinin batı taraflarını çevreler. Bu başlık altında, hicri 1297, 1301, 1311, 1312, 1313, 1314, 1318 ve 1324 tarihli salnameler (yıllık rapor) incelenmiş, ilk iki salnamede Havza'nın bir nahiye konumunda olması nedeniyle ve genelde söz konusu salnamelerin kendi hazırlanma tekniği itibarıyla çok yüzeysel (sadece bağlı olduğu vilayet ve sancak isimleri ile bunlara ait yönetici isimleri) bilgiler temin edilebilmiştir. Havza ilk kez bu salnamede yer almıştır. Buna göre Sivas vilayeti, Amasya sancağına bağlı bir nahiye (bucak) konumundadır. Havza; Sivas vilayeti, Amasya sancağı, Osmancık kazasına bağlı bir nahiyedir. Üstelik ismi bir önceki, 1297 yılı salnamesinde olduğu gibi Havza değil Havsa olarak yer almıştır. Bu salnameye göre artık Havza bir kazadır ve Amasya sancağı, Sivas vilayetine bağlıdır. Vilayetin Aziziye, Goçgiri, Divriği, Darende, Gürün, Tonos(Altınyayla), Hafik ve Yıldızeli olmak üzere merkeze bağlı sekiz ilçesi; Amasya, Şarki Karahisar, ve Tokat olmak üzere üç sancağı vardır. Amasya sancağına Havza dışında Merzifon, Köprü, Mecidözü, Osmancık, Ladik ve Gümüşhacıköy olmak üzere altı ilçe daha bağlıdır. Toplam: 4 bucak, 86 köy Toplam: 4 bucak, 86 köy Toplam: 4 bucak, 86 köy İlk kez bu yılki salnamede ilçeler derecelere ayrılarak çeşitli ölçütlere göre sınıflandırılmışlar ve Havza da üçüncü sınıf bir ilçe olarak mülki tasnifteki yerini almıştır. Toplam: 4 bucak, 86 köy Toplam: 4 bucak, 86 köy Bu yılki salnamede, mülki taksimat bakımından kimi önemli değişiklikler görülüyor: Buna göre merkez vilayete bağlı ilçeler arasına Yenihan, Kangal ve tekrar Tonos(Altınyayla) katılmış buna karşılık Yıldızeli ilçesi ayrılmıştır. Böylece merkeze bağlı ilçe sayısı on olmuştur; bağlı sancak sayısında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Ayrıca söz konusu salnameye kadar dört adet bucağa sahip olan Havza, merkezi dışında sadece bir adet bucağa sahip kalmıştır. Toplam: 1 bucak, 84 köy 1891'de Sivas valisi olan, sabık dahiliye nazırı Mazlum paşa'nın oğlu Memduh efendi, bu kasabadaki iktisadi faaliyetleri görünce, büyük hamamın güneyinde büyük bir otel ile bu otelin altına bir hamam yaptırmıştır. Memduh efendinin bu faaliyetlerine kaza ve vakfın mütevellisi olan Hacı Mahmud Ağa itiraz etmiş ve bundan dolayı, Memduh efendi'nin gayretleriyle Alucra'ya sürülmüştür. 1908'de ilan edilen meşrutiyetten sonra, Memduh efendi gözden düşmüş ve yaptırmış olduğu hamama zorla akıttığı su da elinden alınarak, memleketin maarif hizmetlerine devamlı bir gelir olarak tahsis edilmiştir. Anadolu'nun bütün diğer yörelerinde olduğu gibi Havza'da da, 93 harbi olarak tarihimizde anılan Osmanlı-Rus savaşı, Balkan savaşları, "Düvel-i muazzama" yani o dönemin süper güçlerine karşı verilen ve Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla gerçekleşen Çanakkale savaşlarının sebep olduğu maddi ve manevi yıkımlar kendini olanca ağırlığıyla hissettirmişti. Bu dönemde Havza'nın karşı karşıya kaldığı manzarayı ilçenin medar-ı iftiharlarından Mustafa Kemal Paşa'nın Havza'daki çalışma arkadaşlarından olup o dönemin Havza'sını konu alan ve "Yurdumuz Havza" adıyla bir kitap yazan Zübeyirzade Mehmet Fuat Efendi'nin satırlarından takip edelim: "Savaşlar, iç ayaklanmalar ve darbe girişimleri ile ekonomik gücünü iyice kaybetmeye başlayan Osmanlı Devleti'nin halka yüklediği "bar'ı tekalif"den doğal olarak Havza ve çevresi de etkilenmişti. Ağır vergi yükü altında ezilmesi yetmiyormuş gibi bir de nüfusunun büyük bölümü Rumların ve Ermenilerin teşkil etmesinden dolayı istihbarat teşkilatı ile jandarma takiplerine konu olup, sık sık baskınlara uğrayan Havza, hemen hemen bütün maddi varlığı ezilmiş, kendisi de eritilmiş bir kasaba durumundaydı. Bu tarihler arasında ilçeye iskan edilen muhacirler (kafkas ve tatar göçmenleriyle Doğu Anadolu ve Karadeniz'den gelip yerleşenler) genel iaşeyi tamamen yok etmiş, sefaleti ve her geçen gün artan ölümleri de beraberlerinde getirmişlerdir. Nihayet 1914 yılında 1. Dünya Savaşı için ilan edilen "genel seferberlik" Havza'nın sosyal hayatını, ilerlemesini ortadan kaldırarak adeta varlığı dondurulmuş bir kasaba haline gelmesine sebep oldu. Bölük bölük cepheye giden gençlerimiz; Çanakkale'nin, Sarıkamış'ın, Galiçya'nın, Sina'nın, Irak'ın, Arabistan'ın meçhul ufuklarında Allah'ına kavuşurken geride bıraktıkları aileleri de yoksulluktan ve sefaletten dolayı ölümle pençeleşiyorlardı." Yeni bir Türk devleti kurmak amacıyla 19 Mayıs 1919 yılında Samsun'a çıkan Mustafa Kemal Paşa, 25 Mayıs 1919'da Havza'ya gelmiş olup, 12 Haziran 1919'a kadar ilçede kalmıştır. Mustafa Kemal Paşa 24 Mayıs 1919 Cumartesi günü Harbiye Nezareti'ne gönderdiği bir telgrafla Havza'ya geçiş nedenini şöyle belirtmiştir. Havza'ya çektiği bir diğer telgrafla da; diyerek bu durumu Kaymakam Fahri Bey'e bildirmiştir. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları 25 Mayıs 1919 günü kapalı ve hafif yağmurlu bir günde beraberlerindekiler ile birlikte üç hurda Mercedes marka otomobille Havza'ya gitmek üzere Samsun'dan hareket ederler. Otomobillerin eski olması nedeniyle bu yolculuk esnasında Mustafa Kemal Paşa'nın bindiği otomobil sık sık arıza yapar. En son ve en önemli arıza Havza'ya yakın Karageçmiş mahallesi civarında gerçekleşir ve araç tamamen durur. O vakitte ve orada kalmak istemeyen Mustafa Kemal Paşa maiyetindekilerle birlikte yürümek ve yürürken de okumak için duygulu bir ses tonuyla yanındakilere: ""Dağ başını duman almış marşını biliyor musunuz?"" diye sorar. Kimseden ses çıkmaz. Belli ki bu marşı bilmiyorlardı. Volkan patlaması bir ses yayılır Mustafa Kemal'in gür soluğundan: Dağ başını duman almış, Gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan şimdi doğar, Yürüyelim arkadaşlar!... (bkz.Gençlik marşı) Yavaş yavaş sesler, Mustafa Kemal Paşa'nın sesine katılıyordu. Sanki tüm milletin bağımsızlık sesi yurdu kurtarmak amacıyla Anadolu'ya çıkan bu insanların seslerine katılmıştı. Anadolu bir yürek olmuş atıyordu. Bir ara yabancı bir ses karıştı bu sese. Arkalarına dönüp baktılar ki hurda Mercedes onarılmış. Herkes yerini aldı. "Dağ başını duman almış" marşını kesmeden yollarına devam ettiler. 19 Mayıs'la özdeşleşen bu marş, daha sonra işgal altındaki güzel yurt topraklarını, düşmanlardan kurtarmak için hürriyet aşkıyla kanı kaynayan dinamik bir gençliğin, duygularını yansıtan gönül nağmeleri olmuştur. On sekiz günlük ikamet müddetinde Millî Mücdele bakımından son derece önemli işler gerçekleştirilmiştir: İlk Heyet: Mustafa Kemal Paşa Samsun'a çıkar çıkmaz hemen faaliyetlere başlamış ve ziyaretine gelen heyetleri kabul etmeye başlamıştır. Bunlardan en önemlisi hiç kuşku yok ki Havza heyetidir. Heyetin başkanı olan Çonzade Bayram Efendi kendisini Havza'ya davet etmek için geldiklerini, kabul ettiği takdirde emirlerine mevcut yaklaşık yüz elli kişilik bir silahlı grup da verebileceklerini ifade etmiştir. Paşa'nın karargahını Havza'ya nakletmesinde bunun da etkili olduğunu söylemek mümkündür. İlk Marş: Yukarıda bahsedildiği üzere "Gençlik Marşı" ilk kez Havza yollarında okunmuştur. İlk Müdafa-i Hukuk Cemiyeti: Mustafa Kemal Paşa'nın emri ve kontrolü dahilinde kurulmuş ve teşkilat "Taş Mektep" şimdiki Merkez İlköğretim Okulu'nda toplanmıştır. İlk Tamim:(Havza Genelgesi) 28 Mayıs'ta tüm valilik, kolordu komutanlık ve bağımsız mutasarrıflıklara gönderilen tamimle ilk kez hukuki, siyasi ve idari nitelikleri ağır basan bir emir yayımlamış; misyonunu bir anlamda belli etmeye başlamıştır. İlk Nümayiş(miting): İlk miting, Paşa'nın Anadolu'ya çıkışından sonra ilk kez Havza'da yine O'nun talimatıyla gerçekleştirilerek İzmir'in işgali protesto edilmiştir. İlk Cüret: Mondros mütarekesi neticesinde terhis edilen Ortadoğu'daki birliklere ait silahlar ve bunlara ait çeşitli parçalara Havza'da el konarak sadece İstanbul Hükümeti'ne değil daha da önemlisi müttefiklere meydan okunmuştur. İlk Gönüllü Silahlı Grup(Serdengeçtiler): Nüvesi zaten var olan böyle bir grup daha da geliştirilerek yaklaşık dört bin beş yüz kişilik bir birlik haline getirilerek Pontusçu Rum çetelerine karşı kullanılmış, hatta Zile isyanının bastırılmasında olduğu gibi iç isyanlarda görev almıştır. Amasya Tamimi: Bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ilk habercisi ve müjdecisi olan Amasya Tamimi'nin altında imzaları bulunanlardan 20. kolordu komutanı Tuğgeneral Ali Fuat Cebesoy ve eski bahriye nazırlarından Rauf Orbay Mustafa Kemal Paşa ile görüşme talebinde bulunmuşlardır. Paşa da onların kimliklerini gizleyerek Havza'ya gelmelerini istemiştir. Ancak İngilizlerin baskısıyla İstanbul Hükümeti Mustafa Kemal Paşa'nın müfettişlik görevini sona erdirip İstanbul'a dönmesini isteyen telgraf emri ve Erzurum'daki kongrenin toplanıp kendisini bekledikleri haberi sebepleriyle Havza'dan ayrılmak zorunda kalması sonucu
Amasya'ya doğru yola çıkmıştır. A.Fuat Paşa ve Rauf Orbay bundan habersiz Çeltek mahallesine kadar gelmişler ama, burada Mustafa Kemal Paşa'nın Havza'dan ayrılıp Amasya'ya geçtiği iletilince geri dönüp kendileriyle Amasya'da mülaki olabilmişlerdir. Dolayısıyla böyle bir zorunluluk olmasaydı muhtemelen söz konusu "Tamim" belki de Havza'dan yayınlanacaktı. Yazışmalar: Mustafa Kemal Paşa Havza'da kaldığı süre zarfında telgrafla elli altı adet yazışma yaparak bilgi alışverişi, planlama ve talimat verme işini gerçekleştirmiştir. Kurtuluş mücadelesi, hiç şüphe yok ki başlı başına bir destandır. Bu "Kurtuluş Destanı"nın başlangıç ve en önemli bölümlerinden birini oluşturan "Havza Bölümü"dür. Mustafa Kemal Paşa, ilçeye gelişinin 2. günü olan 26 Mayıs 1919 tarihinde kendisini ziyarete gelen heyete şu tarihi sözleri söylemiştir. 12 Haziran 1919 günü Mustafa Kemal Paşa, kendisiyle görüşmeye gelenlere 13 Haziran 1919 Cuma günü Amasya'ya hareket etmek zorunda olduğunu bildirerek içtenlikle, "Bugün artık üniforma sahibi değilim size daha önce de bildirdiğim gibi sade bir millet adamıyım." diyerek İstanbul Hükümeti ile arasındaki bağın koptuğunu işaret etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 13 Haziran 1919 günü Havza'dan ayrılarak Amasya'ya geçmiştir. İlçede kaldığı 18 gün boyunca şimdi restore edilerek müze olarak kullanılan Mesudiye Oteli'nde ikamet etmiştir. Rahatsız olarak geldiği ilçede hem Millî Mücadele'nin temellerini atmış, hem de şifalı kaplıcalarında sağlığına kavuşarak ayrılmıştır. 13 Haziran 1919'da Havza'dan ayrılan Mustafa Kemal, 24 Eylül 1924'te ikinci, 18 Eylül 1928'de üçüncü ve son olarak 22 Kasım 1930'da dördüncü kez Havza'yı ve Havzalıları onurlandırmışlardır. 24 Eylül 1924 tarihinde, Havza'yı ziyaretinde Havzalılara şu şekilde hitap ederek, Havza ve Havzalıların adını Cumhuriyet tarihimize altın harflerle yazmışlardır: "Sizinle en elemli en yeisli günlerde tanıştım. Aranızda günlerce kaldım. Bana mazinin hatırasını hatırlatan şu daire içinde kıymettar mesai ve muavenetinizden pek müstefit oldum. Eğer Havzalıların o samimi ve metin hüsn-ü kabulleri olmasa, eğer Havza'nın nafi şifalı kaplıcaları ahaval-i sıhhiyem üzerinde müspet bir tesir bırakmasaydı, emin olunuz ki İnkılap için çalışamayacaktım. Bundan dolayıdır ki Havza ve Havzalılara çok borçluyum. Kalbi rabıtamı ebediyen saklayacak ve sizi hiç unutmayacağım." "İlk cür'eti, ilk cesareti gösteren, ilk teşkilatı yapan sizlersiniz. İnkılap ve Cumhuriyet tarihinde kahraman Havza'nın ve Havzalıların büyük bir yeri vardır." Mustafa Kemal ATATÜRK İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerini Karadeniz Bölgesi'ne bağlayan yolların kesişme bölgesinde bulunan ilçenin, Kuzeyinde Bafra, Güneyinde Suluova, Doğusunda Kavak, Batısında Vezirköprü, Güneybatısında Merzifon, Güney doğusunda Ladik ilçeleri ile komşudur. Yüzölçümü 793 km olup, bunun 765 km'si kırsal kesime, 28 km'si ilçe merkezine aittir. Rakımı ise 675 metredir. İlçeye bağlı 2 kasaba ve 80 köy vardır. Havza: İlçeden ulaşım karayolu ve demiryolu ile yapılmakta olup, Samsun-Ankara devlet karayolu ilçe merkezinden geçmekte, Samsun-Amasya-Sivas demiryolunun 5 kilometresi ilçe merkezi sınırları içerisindedir. İlçenin yüzölçümü: 788,125 km (788.125 da.) olup, arazinin bölünmesi aşağıdaki gibidir. Ekilebilen arazi: 422.585 da. (Sulu; 14.834 da, Kuru; 407.751 da.) Ormanlık alan: 295.471 da. Çayır-mera: 29.549 da. Tarım dışı arazi: 40.520 da. (İmar,taşlık,kayalık,gölet v.b.) Toplam: 788.125 da. İlçede üretimi yapılan başlıca ürünler şeker pancarı, buğday, arpa, silajlık mısır, fiğ ve ayçiceğidir. Diğer ürünlerle birlikte arazilerin kulanım olarak dağılımı aşağıdaki şekildedir. Tarla Bitkileri: 388.121 da. Sebze: 1.554 da Meyve: 1.000 da Ekilemeyen tarım alanı: 31.910 da. Sulanabilir arazi miktarı yaklaşık 2.000 hektar olup, bu alanların bir kısmı Tersakan çayından sulanmaktadır. Bunun haricinde Kamlık ve Dereköy’ den geçen çaydan çevre köyler sulama yapmaktadır. Hacıdede Mahalleninde baraj yapımı devam etmekte olup, inşaat bittiğinde, Havza ve Merzifon İlçelerinde çevre köylerde toplam 520 ha. arazi sulama imkânı sağlanacaktır. Havza'da turizm faaliyetlerinin büyük bir bölümü termal turizme dayanmaktadır. Kaplıcalar yaklaşık 2000 yıldan beri kullanılan tarihi sağlık merkezleridir. Şifalı suları bulunan ilçeye eski çağlardan beri bazı hastalıkların tedavisinde yaradığı için çevreden hatta bütün Anadolu'dan çok sayıda insan gelmektedir. Diğer bir deyişle Havza'da daha çok sağlık, dinlenme ve temizliğe dayalı turizm söz konusudur. Kaplıcaların suları Arsenik, Çelik, Bikarbonat, Radyoaktivite ihtiva eder. Yukarıda belirtilen maddeleri ihtiva eden kaplıca suları H A3 O4 halinde litrede 0.00008742 gramdır. Bu rakam az görülse de Avrupa'daki çeşitli arsenikli sulardan çok daha faydalıdır. Havza'nın içerisinde Samsun-Ankara yoluna 1 km uzaklıkta bir tepenin eteğinde beş kaplıca bulunmaktadır. Bu kaplıcaların üçü eski tarihlerde yapılmış; Aslanağzı-Kızgözü, Şifa ve Maarif hamamları; diğer iki tanesi sonradan yapılmış modern Türk hamamı, Lokman Hekim hamamıdır.En son yapılan havzanında eski adı olan ANCERE otel ve kaplıcası vardır Havza çok kıymetli stratejik bir bölgede kurulmuştur. İç Anadolu'yu Karadeniz bölgesine bağlayan, kara ve demiryolu ilçeden geçer. Kuruluşunun ilk yıllarında yaptırılan medrese ve camiler, kaplıca hamamları günümüzde tarihi özelliklerini koruyarak halen hizmet vermektedirler. Ayrıca Kurtuluş savaşı başlangıcında Atatürk'ün ilçede ikamet etmesi nedeniyle zamanın bina ve yerleşim alanları günümüzde halen muhafaza edilmektedir. İlçede günümüzde var olan en önemli tarihi eserlerin başlıcaları şunlardır: Çeşitli eserlerden hamamın Romalılar tarafından yapılmış olduğu anlaşılmış, yapılış tarzı bakımından (Yalkız Darz Mimarisi) Selçuklu eserlerine benzemektedir. Vakıf kayıtlarına göre hicri 655 (m.1256) yılında Selçuklu sultanı II. Mesut tarafından inşa edildiği yazılıdır. Hamamın Şadi Paşa tarafından vakfedildiği bilinmektedir. Dış ve iç yapısı bakımından çok gösterişli ve zarif olmayan hamamın üstünde bir büyük kubbe ve iki küçük kubbe mevcut olup, içinde altı köşeli büyük, dört köşeli küçük bir havuz bulunmakta, altı kurna ve halvetten meydana gelmektedir. Hamamın Aslanağzı denilen büyük kurnasının sağında bir sütun bulunmakta, buraya Kız Gözü denilmektedir. Hikâyesi şöyle rivayet olunmaktadır; Zamanında üç güzel genç kız hamamda yıkanırken zorbalar tarafından baskın yapılır. Bu kötü niyetli insanlar karşısında çaresiz kalan kızlar, feryat ederek Allah'a yalvarırlar: Duaları kabul olur ve iki kız, kuş olup uçar, diğeri ise taş kesilir banyonun köşesinde yaşlı bir heykel gibi kalır. Sütun üzerindeki oluğa, kızın gözleri olarak kabul edilen oyuklardan akan su damlacıkları bu kızcağızın göz yaşları diye nitelendirilmektedir. Günümüzde halen damlamaya devam etmekte olan bu su damlacıklarının oluşumu ise, toplanan su buharının özel bir sistemle su haline dönüştürülerek köşelerden banyoya damlaması şeklinde yorumlanmaktadır. Büyük hamamın bitişiğinde bulunur. Büyük hamama yapı bakımından hiç benzemez. 1429 yılında Yörgüç (Yangıç) Paşazade Mustafa Bey tarafından erkeklerin yıkanması için yaptırılmış ve 1436 tarihinde vakfedilmiştir. 1890 tarihinde II. Abdülhamid'in son Dahiliye Nazırı Mazmun Paşazade Memduh Paşa Sivas valisi iken hamamı inşa ettirmiştir. 1900'ün ilk yıllarında yapıldığı zannedilen üç katlı bir binadır. "Mesudiye Oteli" adıyla hizmet vermekte iken Mustafa Kemal Paşa'nın 25 Mayıs 1919 tarihinde Havza'ya teşrifleriyle birlikte zamanın kaymakamı Fahri Bey tarafından kendisinin ikametine tahsis edilmiştir. 25 Mayıs - 13 Haziran 1919 tarihleri arasında çalışmalarını yürüttüğü bu binanın odası eşyalarıyla birlikte muhafaza edilerek "Gazi Odası" adı altında ziyaretçilere açık tutulmuştur. İmaret mahallesinde, kaplıcaların batısında bulunan imaret binası miladi 1429 yılında II. Murat zamanında Amasya Valisi Yörgüç Paşazade Mustafa Bey tarafından yaptırılmıştır. Bu binanın duvarında bir taş üzerine işlenmiş Latince bir söz vardır. Bu sözün tercümesi şöyledir. "Plancius Piso" Küçük hamamın bitişiğinde Selçuklu mimari tarzında yapılmış olan cami, Yörgüç Mustafa Bey tarafından yaptırılmıştır. 1911 yılında Samsun-Sivas demiryolu keşif heyetinden mühendis Hüseyin Yakup, Süreyya Sami ve Nazif Bey'ler tarafından projesi hazırlanarak inşaatına başlanmış, Sivas valisi Muammer Bey'in ilgileri sayesinde kısa zamanda tamamlanarak ilçenin eğitim hizmetine sunulmuştur. İlçeye bağlı Kayabaşı(Tahna) mahallesinde Vezirköprü ile sınır çizen istavroz çayı üzerinde bulunan köprünün ne zaman ve kim tarafından yapıldığına dair kesin bilgi bulunmamaktadır. Ancak Bizanslılar zamanında yapıldığı zannedilmektedir. Selçuklu sultanı II. İzzeddin Keykavus döneminde 1249 yılında Selçuklu Emir El Hac Veliyüddin Bin Berekat Şah tarafından Dereköy'de yaptırılmıştır. Havza'nın Sivrikese mahallesindedir. 1903 tarihinde Ali Osman Ağa tarafından Todor Usta'ya yaptırılmıştır. Aynı adla anılan camini bitişiğinde olup, Emeviler'in bölgeye geldikleri sırada şehit olan Horasanlı bir alay komutanı ve oğluna ait olduğu söylenmektedir. 1429'da yapılmış, kare planlı bir yapıdır. Kubbeye geçişi sağlayan geometrik motifli tuğla örgü bezeme dikkat çekicidir. Şeyhsafi mahallesindeki türbenin kime ait olduğu konusunda tereddütler olmakla birlikte Abdi Zade Hüseyin Hüsameddin'e göre ""-Resmi kayıtlardan kesin olarak anlaşıldığına göre son Selçuklu Sultanı II. Mesut bugün Vezirköprü ilçesine bağlı Tatar Kale mahallesinde Şehzadesi ve halefi Gazi Çelebi lakabıyla meşhur Sultan Taceddin Altunbaş-ı Selçuki de Şeyh Savcı mahallesinde medfundur."" İmircik mahallesindedir. Erken Tunç Çağı, Demir Çağı ve Geç Roma yerleşmeleri vardır. Yazıkışla mahallesindedir. Erken Tunç Çağı, Demir Çağı ve Geç Roma yerleşmeleri vardır. Erikbelen mahallesindedir. Erken Tunç Çağı, Demir Çağı ve Geç Roma yerleşmeleri vardır. Erken Tunç Çağı, Demir Çağı ve Geç Roma yerleşmeleri vardır. Kuşkonağı mahallesindedir. Erken Tunç Çağı, Orta Tunç Çağı, Demir Çağı ve Geç
Roma yerleşmeleri vardır. Ilıca kasabasındadır. Erken Tunç Çağı yerleşmesi vardır. Ilıca kasabasındadır. Erken Tunç Çağı, Demir Çağı ve Geç Roma yerleşmeleri vardır. Ilıca kasabasındadır. Erken Tunç Çağı, Demir Çağı ve Geç Roma yerleşmeleri vardır. Ilıca kasabasındadır. Erken Tunç Çağı, Demir Çağı ve Geç Roma yerleşmeleri vardır. Demiryurt mahallesindedir. Erken Tunç Çağı, Orta Tunç Çağı, Demir Çağı ve Geç Roma yerleşmeleri vardır. Çamyatağı (Lerdüğe) mahallesindedir. Erken Tunç Çağı, Orta Tunç Çağı, Demir Çağı, Roma ve Geç Roma yerleşmeleri vardır. Karameşe mahallesindedir. Erken Tunç Çağı, Orta Tunç Çağı, Demir Çağı ve Geç Roma yerleşmeleri vardır. Bekdiğin kasabasındadır. Bekdiğin kasabasındadır. Erken Tunç Çağı, Orta Tunç Çağı, Demir Çağı ve Geç Roma yerleşmeleri vardır. Güvercinlik mahallesindedir. Erken Tunç Çağı yerleşmeleri vardır. Taşkaracaören mahallesindedir. Erken Tunç Çağı, Orta Tunç Çağı, Demir Çağı ve Geç Roma yerleşmeleri vardır. Tuzla mahallesindedir. Erken Tunç Çağı yerleşmeleri vardır. Kayabaşı mahallesindedir. Roma ve Geç Antik Çağ yerleşmeleri vardır. Havza'nın batısında yer almaktadır. Roma ve Geç Antik Çağ yerleşmeleri vardır. Havza'nın kuzey doğusunda yer almaktadır. Roma ve Geç Antik Çağ yerleşmeleri vardır. Havza-Kavak yolu kuzeyinde yer almaktadır. Roma ve Geç Antik Çağ yerleşmeleri vardır. Çamyatağı mahallesindedir. Ormanlı yamaçların düzlüklerine kurulmuş beş tümülüs (Yığma Tepe) bulunmaktadır. Bu kültür varlığı şekil ve yapı bakımından çok yerde görülebilen mezar anıtı, yani tümülüsten başka bir şey değildir. Tümülüsün tam zirvesi altına rastlayan kısımda mezar odası vardır. Burada bulunan eşyalar koruma altına alınmış, daha sonra Ankara Arkeoloji Müzesi'ne gönderilmiştir. Tümülüslerin yaşının, gerek yapı unsurları ve gerekse süslemeler bakımından MÖ I. yüzyıla ait oldukları sanılmaktadır. Taşkaracaören mahallesinin batısında yer almaktadır. 1881’ e kadar kadı ve müftü ile yönetilen Havza, 1882’de kaymakam ve belediye başkanı tarafından yönetilen bir ilçe haline getirilmiş, 1925 yılında Amasya’dan ayrılarak Samsun’a bağlanmıştır. Hocalar Hocalar, Afyonkarahisar ilinin bir ilçesidir. İlçe merkezine bağlı; 15 köy ve 3 mahalle bulunmaktadır. Köyleri Akçadere, Avgancık, Çalca, Çepni, Davulga, Devlethan, Güre, İhsaniye, Kocagöl, Kozluca, Örencik, Örtülü, Uluköy, Yağcı ve Yeşilhisar'dır. Mahalleleri Hürriyet Mahallesi, Şafak Mahallesi ve Yenimahalle'dir. Hocalar'ın geçim kaynağı hayvancılık ve tarımdır. İhsaniye İhsaniye, Afyonkarahisar ilinin bir ilçesidir. 2012 Haziranında Finlandiya'nın başkenti Helsinki'de düzenlenen Avrupa Atletizm Şampiyonası'nda kadınlar 3000 metre engelli finalinde altın madalya kazanan Gülcan Mıngır'ın memleketidir. İhsaniye İlçesinin Tarihi Frigyalılar devrine kadar uzamaktadır. Döğer, Ayazini ve Kayıhan yerleşim birimleri Kapıkayalar, Aslantaş, Maltaş ve Yılantaş isimli ibadet yerleri ile mezar oldukları sanılan tarihi kalıntılar Frigler dönemine aittir. Bölge Pers, Helen, Roma ve Bizanslıların egemenliğine girmişse de bu medeniyetlerden günümüze kadar yaşayabilen eser ya da iz kalmamıştır. Anadolu’ nun 1071 Malazgirt zaferinden sonra Türklerin yerleşimine açılması sonucunda bazı Türk boylarına mensup kafilelerin bu bölgeye yerleştikleri sanılmaktadır. Döğer ve Alanlı bölgelerinin Oğuz Türkleri tarafından 1085 yıllarında iskan edildiği tahmin edilmektedir. Osmanlı döneminde 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (93 harbi) sırasında Bulgaristan’ın Silistre, Pazarcık İlçesine bağlı Şahinler Köyünden gelen göçmenlerin yerleşmesiyle 1888 yılında köy olarak kurulmuştur. Göçmen olarak gelen halkın bu yöreye iskanından sonra, iskan yerine Belcemeşe adı verilmiş sonradan demiryolu hattının geçmesiyle bu yörede kurulan istasyona verilen İhsaniye adını alarak ad değişikliğine uğramıştır. 1942 Yılına Kadar Köy Olarak Kalan İlçemiz, 1 Nisan 1959 Tarihinde 7033 Sayılı Yasa İle İlçe Olmuştur. İhsaniye 13 Temmuz 1921’de Yunanlar tarafından işgal edilmiş ve tam 13 ay 14 gün düşman zulmü altında inlemiştir. Düşman Uşak-Dumlupınar istikametinden İstasyon yönünden köye girdi. Sonraları İnönü, Sakarya ve Ankara’ya doğru ilerleyen düşman bu cephelerde tutunamayarak geri çekilmek zorunda kaldı. İhsaniye merkezî bir duruma getirildi. Ordugâh olarak tayin edilen bu yerde mühimmat depoları bulunuyordu. Düşman askerinin kilit noktaları ise Türkmentepe ve Çalltepe idi. Tarihin önemli savaşlarından Büyük Taarruz’ un başlangıç noktası da yine bu muhitlerdir. Saadet, Olucak sırtları, Döğer - Eğret Hattı ile Alcalı, Kaplanlı Sırtları savaşın bütün şiddet ve ağırlığını görmüştü. Nihayet 27 Ağustos 1922’de düşman istilasından İhsaniye ebediyen kurtuluyordu. Ogünlerin acı bir hatırası olarak İhsaniye’ nin birçok tepesinde hala savaşın kalıntıları olarak mevziler, top ve tüfek mermilerine rastlanmaktadır. İlçenin nüfusu 2000 genel nüfus sayımına göre 33220'dir. Bunun 4466'si ilçe merkezinde, 28754'i ise kasaba ve köylerde yaşamaktadır. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 8 belde, 23 köy ve 5 mahalleden oluşmaktadır. Frigya denilen İçbatı Anadolu kısmında dağlar 1000 metre bir zemin üzerinde 2000 metreden geçen tepeleri ihtiva eder. Umumi istikamet güneydoğudan kuzeybatıya doğrudur. Başlıca iki özellik göze çarpar. Fakat bunlar sıra dağlar olmaktan ziyade adavari özelliktedir. İç kısımda Emirdağ 5240 m. ,Türkmendağı ile Domaniç arasında bir çukurluk mevcut olup Eskişehir – Kütahya demiryolu buradan geçer. Bu dağlara muvazi olarak Sandıklı – Simav arasında bir dağ dizisi (Murat Dağı ve Eğriboz Dağı) uzanır. Bu iki yükseklik arasında İhsaniye’ den Kütahya ve Tavşanlı’ ya hatta Orhaneli’ ye kadar uzanan bir alçak kısım bulunur. İhsaniye mevki olarak Orta Anadolu ile Batı Anadolu bölgeleri arasındadır. Doğudan İscehisar, batıdan Kısmen Kütahya ve Altıntaş, Kuzeyden Seyitgazi kısmen Kütahya, Güneyden Afyonkarahisar ve kısmen Anıtkaya (Eğret) ile çevrilidir. Yüzölçümü 900 km² ‘dir. İlçe genel görünüm itibarıyla yayla karakterini göstermektedir.Rakım 1093 m’dir. Coğrafi Yapı Olarak İlçemiz 90.900 Hektar Bir Alana Sahiptir. Ovalık Kısımlar  Steplerle, Dağlık  Kısımlar İse Yer Yer Meşe, Çam Ormanlarıyla Kaplıdır. Akarsu  Boylarında Da Söğüt Ve Kavak Ağaçlarından  Oluşan Şerit Halinde  Yeşilliklere Rastlanır. İlçemizde  Önemli  Bir  Akarsu  Bulunmamakla Birlikte Yazın Kuruyan Küçük Ölçekte Dereler Bulunmaktadır. Döğer Kasabası  Sınırları İçerisinde  Köy Hizmetleri Tarafından Sulama Amaciyla Yaptirilan Küçük Bir Gölet Olan  Emre Gölet’ i Ve DSİ Tarafından Yapılan Ayazini Kasabasında ve Üçlerkayası Köyünde Sulama Göleti Bulunmaktadır. İkinci jeolojik yapı oligosen, neojen, Quaterner, alüvyon ve paleozoik oluşumuna ait izler vardır. Paleozoik devrin Bilür, devon, karbon ve perm kısımlarını yaşamıştır. Alçak yerlerde...veya kubbeleşmiş şekilde neojen tabakalrını derin vadiler ve yüksek tepelerde mermer ve sistlerden müteşekkil eski tabakalara rast gelinir. Bazı kısımlarda açı renkli ve büyükçe feldispat billurlarını ihtiva eden trakit kütlelerine rastlanılmaktadır. Yer yer sönmüş volkan izlerine ve bunlardan oluşan tabakalara tesadüf edilmektedir. İğdemir, Ablak köyleri civarında buluna Karahisar maden suyu kaynakları ve bu mıntıkanın az ilerisinde bulunan içerisinde mevcut bir kısım madensel maddeleriyle şifa sağlayan tabii sıcak su kaynaklı hamamlarının varlığı bu mıntıkaların volkanlar civarında olduğunu göstermektedir. Araziler umumiyetle yükselme neticesinde vücut bulmuştur. Bunun yanı sıra ovalar ve bazı indifalar da meydana gelmiştir. İhsaniye denizlerden uzak ve dağlarla çevrili olduğu için tipik bir kara iklimine sahiptir. Genellikle kışları çok soğuk, yazları çok sıcak ve kısa geçer. Sıcak yazlara ve soğuk kışlara sahip olan bu bölgede yağışlar 400 mm’ den fazladır. Hatta yüksek dağlarında bu miktar 1 metreyi geçer. Yağışlar bilhassa kış aylarında ve bir kısmı kar halinde düşer. Dağlar aylarca karla örtülü kalır. İlçe ekonomisi; hayvancılık, besicilik, tarım ve az da olsa ticarete dayanmaktadır. Sanayi olarak dünyaca ünlü Kızılay Madensuyu ve Yıldız Madensuyu İşletmesi ve özel sektöre ait 2 adet un fabrikası bulunmaktadır. Gazlıgöl kaplıcası İhsaniye ilçesi sınırları içerisinde, Afyonkarahisar’a 25 km uzaklıktadır. Bulgaristan – Smolyan ili Madan İlçesi İscehisar İscehisar, Afyonkarahisar ilinin bir ilçesidir. İscehisar’ın bilinen en eski adlarından birisi Dokimeion olup, bu ad Hellenistik dönemden beri kullanılmaktadır. Makedonyalı askerlerin yerleştirildikleri bu iki askeri koloniden Synnada büyük bir yerleşim yeri olmasına karşın, Dokimeion ilk kurulduğunda bir köy biçiminde idi. Dokimeion, Synnada askeri yöneticisi Antigonos Dokimos tarafından, ordusunda bulunan Makedonyalı askerlere barınak olması için bir garnizon şehri olarak MÖ 321 yılında kurulmuş ve “Makedonyalıların Dokimeon” u olarak adlandırılmıştır. Dokimeion’un kurucusu Antigonos Dokimos, MÖ 302 yılında I. Antigonos Monophtalmos’a ihanet ederek savaşmadan Synnada’yı ve Dokimeion’u Anadolu’ya gelen Lysimakhos’a teslim etmiştir. Dokimeion adı Roma ve Bizans dönemlerinde Dokimeion, Dokimia Kome, Dokimaion, Docimeium ve daha sonraları Dokimion biçiminde uzun bir zaman kullanılmıştır. Sikkeleri üzerinde Dokimeon Makedonon, “Makedonialıların Dokimeionu’nun (parası)” yazılıdır. Uzun süre basımı devam eden Dokimeion sikkeleri üzerinde çok çeşitli figürler yanında “Ana Tanrıça” Kibele de tanımlanmıştır.Roma döneminde genel olarak Docimeium olarak isimlendirilen kent en parlak dönemini bu zamanda yaşamış, “Synndin” adı verilen mermer ocakları ve işlikleri büyük çapta çalışarak kent hem zenginleşmiş hem de ününü duyurmuştur. Roma’nın yeniden inşasında ve Vatikan’da Dokimeion mermerlerinin kullanılması yanında İmparatorluğun Anadolu’daki birçok önemli yerine ham, yarı işlenmiş ya da tam işlenmiş mermerler gönderilmiştir. Dokimeion, Bizans döneminde önemli bir Hıristiyanlık merkezi konumunda olması yanında mermerciliği ile de önemli bir yer edinmiş ve mermer ocakları çalışmalar
ına devam etmişlerdir. Bu devirde kent, Ayasofya kilisesinin yapımına verdiği mermerleri ile de ünlenmiştir. Tarihte kalabalık bir yerleşim birimi olan Dokimeion’un kent olarak kurulmazdan önce de bir yerleşim yeri olduğu Kahya Tepesi’nde ele geçen kimi arkeolojik bulgulardan anlaşılmaktadır Kent; kuruluşundan 12. yüzyıla değin yaşamını devam ettirmiş, Türk akınlarının başladığı yıllarda ise önemini kaybederek köy haline gelmiştir. Türkler geldiklerinde kenti ıssız bir biçimde bulmalarından dolayı “İssizcekarahisar”, “İssüzcekarahisar” olarak adlandırmışlardır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bu ad kullanılmış, sonraları “İscehisar” biçimine dönüşmüştür. Bu dönemde şehir yeniden inşa edilerek; Kavak, Çukur, Eski Hamam ve Medrese Mahallelerinin olduğu yerde yeniden kurulmuştur. İlk kurulan mahalle ve yerleşim yeri Kavak Mahallesidir. Derviş Ahi Elvan zaviyesini burada kurmuş ve bir mescit yapmıştır. İkinci olarak Çukur Mahalle kurulmuş ve ilk büyük camii olan Ulu Camii inşa edilmiştir. İscehisar, 1341 yılında Germiyanoğulları Beyliği yönetimi altına geçmiş, 1429 yılında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Cumhuriyet Döneminde hızla gelişen İscehisar 1952 yılında belediye, 1987 yılında ilçe olmuştur. Ege Bölgesi’nin en doğusunda bulunan ilçelerden biri olan İscehisar, Afyonkarahisar iline bağlı olup, Afyonkarahisar-Ankara karayolunun 23. kilometresindedir. İlçe merkezi Belen Tepesi, Koca Tepe, Kahya Tepesi, Tepecik, Tuzla Tepesi, Kıran Tepe ve Hoyuklu Kaş Tepeleri olmak üzere 7 tepe üzerine kurulmuştur. İscehisar Çayı ise, ilçeyi ikiye ayırmıştır. Coğrafi konumu itibarıyla ilçe, Ege ve İç Anadolu Bölgelerinin birbirlerine en çok yaklaştıkları yerde kurulmuştur. Bu özelliğinden dolayı İscehisar’da Akdeniz ve Karasal iklimin özellikleri görülür. Ancak denizden uzaklığı, yüzey şekilleri ve yükselti gibi nedenlerden dolayı ilçede karasal iklim daha hakimdir. Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlı geçen ilçede en soğuk ay Ocak, en sıcak ay ise Ağustos’tur. Cumhuriyet’in başlarında Afyon’un merkez ilçesi sınırları içinde bir nahiye merkezi durumunda olan İscehisar’ın nüfusu 1955 yılında 3293, 1975’te 5398 kişiden oluşmaktaydı. İlçenin nüfusu 2007 genel nüfus sayımına göre 44.114'dür. Bunun 12000'i ilçe merkezinde, 12114'ü ise kasaba ve köylerde yaşamaktadır. Merkez dışında ilçeye bağlı 2 belde, 10 köy ve 10 mahalleden oluşmaktadır. İlçe Merkezi Afyonkarahisar'a 23 km uzaklıktadır. İlçede bulunan mermer ocaklarından çıkarılan mermerler(Docimeion mermeri) dünya mermer literatüründe 1. sınıf olarak kabul edilmektedir. İlçede 650'nin üzerinde irili ufaklı mermer fabrikası bulunmaktadır. Daha çok koyun,sığır, keçi, tavuk, hindi ve ördek yetiştirilmektedir. Son Dönemde ülkedeki ekonomideki payı günden güne artmaktadır. İhracattaki nüfusa oran payı düsünüldüğünde Türkiye'deki en zengin ilçeler arasındadır. Her sene buradan Afyonkarahisar'ın vergi rekortmenleri çıkmaktadır. Turizm olarak bakıldığında İscehisar Frig Vadisinde bulunduğundan dolayı bu konuda çok zengindir. Seydiler Kalesi, peribacaları, Kırkinler, Çatal Kayalar, Menevşeli Kayalar, Kızıl Kayalar, Selimiye Kayalıkları, Ornaş Kayalıkları, Bacak Kale,Omuz Kale, Dökümeon Kale surları, Gresunlular Şehitliği, Frig, Roma ve Bizans dönemlerine ait yerler görülmeye değer eser ve tabiat harikalarıdır. Alanyurt, Selimiye, Çatağıl ve Dağlat çevreleri yayla ve dağ turizmine elverişlidir. İlçe merkezinin kuzeyindeki ormanlık alanlar piknik yapmaya ve avcılığa oldukça müsaittir. Seydiler Gölü çevresi, Köroğlu dağları ormanlık sahaları ve Acısu mevkii ilçenin belli başlı dinlenme yerleridir. İlçenin Seydiler kasabasında Hasan bin Basri Türbesi ve Camisi bulunmaktadır. Kuduz hastalığını tedavi eden Hasan Bin Basri ve beş bilgin arkadaşı, Horasan'dan gelip Seydiler kasabasına yerleşmişler ve burada yaşamışlardır. Bunların türbesi Hasan Bin Basri soyundan gelen "Tekkeşin" adı verilen kişilerce yaptırılmış ve bunlar türbenin bakım ve temizliğini nöbetleşe olarak üstlenmişlerdir. Hasan Bin Basri'nin muhafızları olduğu sanılan Çoban Dede yatırları da bu kasabamızdadır. Coğrafî konumu itibarıyla ilçe, Ege ve İç Anadolu bölgelerinin birbirine en çok yakınlaştıkları yerde kurulduğu için, bu özelliğinden dolayı İscehisar'da Akdeniz ve karasal iklimin özellikleri görülür. Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlı geçmektedir. İklim şartlarına ve yüzey şekil özelliklerine bağlı olarak belirlenen tabiî bitki örtüsü "bozkır" dır. Ormanlık alanı ilçe yüzölçümünün ¼'ü kadardır. Başlıca orman ağaçları bambu, karaçam, meşe, ardıç, palamut ve karaağaçtır. İlçede 1500 kişi kapasiteli 1 arena ve 1 spor kulübü bulunmaktadır. Kızılören Kızılören, Afyonkarahisar ilinin bir ilçesidir. Türkiye'nin en küçük 10 ilçesi arasında yer alır. Dinar'a 26 kilometre, Ankara asfaltına 3 km açıkta bulunmaktadır. Maddi sıkıntılar nedeniyle özellikle Denizli ve Antalya olmak üzere çevre illere bir hayli göç vermiştir. Nüfusu 2600 civarındadır. Göçler genelde yurtdışına ve şehirlere olmaktadır. 1990 yılında ilçe olmuştur. Kendisine bağlı 4 köyle (Gülyazı, Ekinova, Yenibelkavak, Türkbelkavak) beraber Afyonkarahisar ilinin en küçük ilçesidir. Sanayileşme olmadıgı için geçimini hayvancılık ve çiftçilikle idame ettirmektedir. Sultandağı Sultandağı, Afyonkarahisar ilinde, Afyonkarahisar şehrinin 68 kilometre doğusunda bulunan bir ilçesidir. Sultandağı, Afyon İli'nin doğusunda, Ege Bölgesi ile İç Anadolu Bölgesi'nin birleştiği yerde, Konya ve Isparta illerinin sınırında bir ilçedir. Kuzeyinde Bolvadin, güneyinde Yalvaç, doğusunda Akşehir, batısında Çay ilçeleri ile komşudur. Batısında Deresenek (2.9 nm) ile Yakasenek (2.8 nm), kuzeyinde Ortakarabağ (9.5 nm), doğusunda Kavakçiftliği (3.8 nm) ile Taşköprü (4.0 nm) ve güneyinde Borazan ("Geyik üretim çiftliği") (2.5 nm) ile Kırca (1.9 nm) gibi yerleşim yerleri bulunur. İshaklı, Selçuklu uç (eski Türkçe: "sınır, kenar") beylerinden İshak Bey tarafından kurulmuştur. 1958 yılına kadar Bolvadin ilçesine bağlı İshaklı adında bir nahiye aynı yıl içinde Çiftlik beldesi ile idari olarak birleştirilip Sultandağı adıyla ilçe statüsü verilmiştir. 1972 yılında, ilçenin kuruluşuna 1958 yılında dahil edilen Çiftlik yeniden ayrılmış ve Yeşilçiftlik adıyla belde olarak yeniden ihdas edilmiştir. 1116 yılında Bizanslılarla Selçuklular arasında cereyan eden Bolybotum (Bolvadin) Savaşı'nda, Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Müizzeddin Melikşah (Arapça: ملكشاه الثاني بن بركياروق ) ordusunu güneydeki dağın yamacına, Emir Mengücek ise ordusunu kuzeydeki dağın yamacına yerleştirmiş, işte bu durum üzerine sultanın çekildiği dağa Sultan dağı, Emir Mengücek'in çekildiği dağa da Emir dağı adı verilmiştir. Sultandağı, Tunç Devri'ne kadar uzanan çok eski bir geçmişe sahiptir. Sultandağı, MÖ 2000-700 tarihleri arasında Hitit ("Hittite") sınırları içinde, MÖ 750-600 yılları arasında Yanık Frigya ("Phrygia Paroreius") sınırları içinde, Akşehir ("Philomelium") ve Çay ile birlikte yönetim birimi olmuştur. Julia ("Ipsus") eski bir Frigya ("Phrygia Paroreius") kentidir, eski İmparatorluk döneminde adı Julia olarak değiştirilmiş, bu kent büyük bir olasılıkla bugünkü İshaklı'da veya yakınında, şimdiki Sultandağı denilen dağ eteklerinin kuzey-doğu uçunda olduğu tahmin edilir. Sultandağı, MÖ 680-546 yılları arasında Lidya ("Lydian") sınırları içinde, MÖ 546-333 yılları arasında Pers İmparatorluğu sınırları içinde, MÖ 333-323 yılları arasında Büyük İskender'in Makedon İmparatorluğu sınırları içinde, MÖ 323-30 yılları arasında bölgede hüküm süren Helenistik krallıkların sınırları içinde ve MÖ 30 - MS 395 yılları arasında Roma İmparatorluğu sınırları içinde kalmıştır. Sultandağı, Bizanslılar ve Selçuklular zamanına kadar batı ve doğunun yol uğrağıdır. Ayrıca Anadolu - Bağdat İpek Yolu'nun Sultandağı'ndan geçmesi de ticarî bir önem kazanmıştır. İshaklı Anadolu Selçukluları zamanında ""Karahisar-ı Devle"" ismiyle anılan şimdiki Afyonkarahisar'a bağlı 10 kadılıktan birisi olan Bolvadin'e bağlı olan bir nahiye imiş. Sâhipataoğulları Beyliği'nin hüküm sürdüğü bu bölgeye Orta Asya’dan göç eden Oğuz ve Türkmen boyları yurt edinmiş ve kaldıkları mezra ve köylere kendi boy ve oymaklarının isimleri vermişlerdir. Anadolu Selçuklu Sultanı I. Rükneddin Mesud (Arapça: ركن الدين مسعود‎, "Rukn al-Dīn Mas'ūd") döneminde Afyonkarahisar ve çevresinde 300 yerleşim bölgesi tespit edilmiş, Türk Boyları buralara iskan edilmiştir. Selçuklular döneminden kalma bir Kervansaray, bir Cami ve bir de Hamam vardır. Anadolu Selçuklu Mimarisinin güzel örneklerinden olan İshaklı Hanı 1249 (Hicrî 647) yılında Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından yaptırılmış olduğu avlu taçkapısındaki ve kapalı bölüm taçkapısındaki yazıtlardan anlaşılmaktadır. Kuzeydoğu – güneybatı yönünde konumlanan kervansarayın yakın çevresinde güneybatı yönünde 15. yy. Osmanlı Döneminde yaptırılan Çifte Hamam, Cami, Karamanoğlu İbrahim Bey zamanında 1458 yılında yaptırılmıştır. 1912 tarihinde yıktırılarak yerine şimdiki Ulu Cami (Çarşı Camii-Aşağı Camii) inşa edilmiştir. Eski camiden sadece minare ile kitabesi kalmıştır, güneyinde ise Lâleli Çeşme bulunmaktadır. Ulu Camii'nin cephe duvarında bulunan kitabede, (Hicrî 863, Milâdi 1458) yılında ve Karamanoğullarından "İbrahim bin Mehmet" bey zamanında konmuştur. Yazısı sülüstür. "Bu cami "Mehmet bin Halil", "Mehmet bin Hamza" ve "ali bin Şeyh" isimlerinde üç kişi yaptırmıştır." Ayrıca Ulu Cami'de Ashab-ı Kiram ya da Eshab-ı Kiram'lardan alınan kutsal emanetlerden olan "Sakal-ı Şerif" saklanır. 13. yüzyılda Anadolu'ya gelen Horasan Erenlerinden Ahmed Remzi Tahranî ("Aḫmad Ramzī al-Tahranī" veya halk dilinde "Ahmed-i Remzi")'nin türbesi ilçede Akşehir yolunun sol tarafındadır. Diğer erenlerden Ahi Ömer Çavuş'tur. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Mühimme Defterlerinde İshaklı nahiyesine bağlı: "Ak-Evlü, Ahi Hoca, Ak Koyunlu, Burhan, Çelik, Çiftlik, Çukur, Dereçine, Dere Hasan, Durud, Eber, Ecem, Ecem Hasanek, Elvanbeyli, Gedil, Hasenek, Kınık, Kırca, Küçük Hasene, Mes’ud Paşa, Oğuz, Salur, Taşköprü, Y
aka Hasenek" (şimdiki Yakasenek), "Yan köy, Yavi" ve "Yazı Çeliği" gibi köylerden bazıları Eber Gölü'nün su seviyesinin en yüksek olduğu dönemde su altında kalmış, bazıları terk edilmiş, isimleri değişmiş veya günümüzde komşu ilçelere bağlanmıştır. "Yenice, Ada Çal, Altı Ahur, Arpa Çukuru, Aygır Ovası, Bağra, Bağı, Benk Öyüğü, Boğaz, Boğaz tatar, Çay Ayağı, Çiftlik Viran, Çukur Ağıl, Derbent Baş, Dibek Kuyu, Deniz Ovası, Eski Kışla, Gövercinlik, İt Burnu, Kafir Viran, Kara Pınar, Kasım Fakih, Kaş Kuyusu, Kırk Sarnıç, Köpek Kışlası, Mamad, Obacılar, Sofular, Uslu Burnu, Üçkuyu, Üçöyük, Yarım Dam, Yenice Kuyu" ve "Ziyaret Höyük" gibi mezralardan bazıları zaman içinde köy yerleşim yerlerine dönüşmüştür. Başbakanlık Arşivi'nde mevcut bulunan ve Surre Emini tarafından 1837 yılında hac yolculuğu esnasında, Surre-i Hümâyûn Alayı'nın gidiş ve dönüşte oluşan yolculuk masraflarının kaleme alındığı bir defter'de (Arapça: در مرحله إشَكلو, "der merhale-i İshaklu") İshaklı o dönemde Hacc yolu güzergahı üzerinde bir konaklama yeri idi. 1890 yılında Friedrich Sarre ismindeki bir Alman Doğu bilimci, Kazıbilimci, Sanattarihçisi Anadolu'yu gezmiş, "Reise in Kleinasien" ismindeki kitabında İshaklı ismini kullanmış, kitabında birkaç tane İshaklı'dan resimler bulunmaktadır. Sultandağı, 38° 31′ 52″ kuzey paraleli ile, 31° 13′ 41″ E doğu meridyenin kesiştiği noktada Afyon - Konya karayolunun 68.km'sinde Sultandağları'nın eteğinde kurulmuştur. Sultandağı yerleşim olarak Ege bölgesi ile İç Anadolu bölgesinin kesişim noktasına yakın bir alandadır. Özgün yeri, Göller Bölgesi olarak da adlandırılan alanın kuzeyinde Eber - Akşehir Gölleri ile Batı Torosların İç Anadolu`daki uzantısı olan Sultandağı'nın eteklerinde yer almaktadır. Kuzeyinde Bolvadin ilçesi, güneyinde Isparta ili Yalvaç ilçesi, doğusunda Konya ili Akşehir ilçesi, batısında ise Çay ilçesi ile sınır komşusudur. Dereçine kasabasında bulunan Buzluk Mağarası da turistlerin oldukça ilgisini çekmektedir. Sultandağı ilçesi 1. derece deprem bölgesinde bulunmaktadır. 03.02.2002 tarihinde Mw ölçeğine göre 6,0 şiddetinde yaşanan Sultandağı - Çay depreminde ilçe, belde ve köyleri çok ağır hasar görmüştür, ayrıca Sultandağları boyunca 170 km. uzunluğunda fay üzerindedir. Orta Çağ'larda böylesi depremlerde olmuştur. İlçenin toplam ormanlık ve fundalık alanı ortalama 17.817 hektardır. Yüzölçümü ise 983 km²'dir. Dort Deresi Asmalı mevkiindeki orman sahasında Geyik Üretim Merkezi bulunmaktadır. Bu geyik üretim merkezinde geyikler koruma altındadır İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 6 belde, 7 köy ve 31 mahalleden oluşmaktadır. İlçede 12 ilköğretim okulu, 3 ortaöğretim okulu bulunmaktadır. Ayrıca ilçede 1 Meslek Yüksekokulu olup, 643 öğrenciye 4 öğretim görevlisiyle eğitim hizmeti verilmektedir. İlçede, 50 yataklı 1 Devlet Hastahanesi, 1 Sağlık Ocağı, 1 Sağlık Evi ve 1 Sağlık Meslek Lisesi bulunmaktadır. İlçe merkez dahil 7 belde , 7 köy ile 31 mahalleden oluşmaktadır. Buna göre merkez ve kasabaların mahalleleri ile köylerin adları şunlardır. Sultandağı Merkez İlçe Mahalleleri: a. Çavuş Mahallesi b. Kayran Mahallesi c. Pazaraltı Mahallesi d. Selçuk Mahallesi e. Yıldırım Mahallesi f. Gazi Mahallesi a. Camikebir Mahallesi b. Ortamescid Mahallesi c. Hacıbostan Mahallesi d. Kavaklı Mahallesi e. Karaman Mahallesi f. Kemal Mahallesi a. Cumhuriyet Mahallesi b. İnönü Mahallesi c. Selçuk Mahallesi a. Çınarlı Mahallesi b. Pınarlı Mahallesi c. Yeşilyurt Mahallesi a. İmam Aziz Mahallesi c. Ulupınar Mahallesi b. Ortamescid Mahallesi d. Yeni Mahalle a. Akpınar Mahallesi b. Aşağı Mahalle c. Sıra Mahalle d. Tepebaşı Mahallesi e. Yıldız Mahallesi f. Yukarı Mahalle a. Bahçelievler Mahallesi b. Hisar Mahallesi c. Çağlayan Mahallesi Sultandağlarının etekleri ile demiryolu ve Akşehir Gölü arasında kalan sulanabilir alanlarında meyvecilik, ilçenin diğer bölümlerinde ise hububat ve hayvancılık yapılmaktadır. Sanayi ve el sanatları pek gelişmemiştir, ilçemizin kuzeyinde bulunan dağlık ve kırsal alandaki halkın geçim kaynağı çok zor sartlarda yapılan kuru tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır (Göç olayının en hızlı olduğu yerleşim birimleride bu alanlardadır). İlçenin sulanabilir arazileri üzerinde ise meyvecilik önde gelmektedir. Kiraz, Vişne, Elma üretimi ilçe ekonomisinin temelini oluşturmaktadır. Kiraz üretiminin %80'i ihracata gitmekte olup, elma ve vişne daha ziyade iç piyasaya sürülmekte, kalan kısmı da ilçede bulunan Morello meyve suyu ve konservecilik fabrikalarında değerlerdirilmektedir. Dünyanın en güzel ve en kaliteli Napolyon (ziraat900) kirazı, Fransa, Hollanda, İngiltere, Almanya ve Belçika'ya ihraç edilmektedir. Ayrıca Yurtdışı sermayeli Karl Kühne KG (GmbH & Co.) Sirke Fabrikası mevcuttur. Ekilebilir arazi 18.260, nadasa bırakılan 12.630, meyvelikler 33.156, sebzelik arazi ise 22 hektardır. Buna bağ sahası da eklenince tarıma elverişli arazi toplamı 35.579 hektardır. Çayır ve mera alanı 14.967, tarım dışı arazi 7.477 hektardır. İlçede meyveciliğin yanında daha çok buğday, arpa, mercimek, fasulye, haşhaş, nohut ve kimyon üretimi yapılmaktadır. Hayvancılık olarak koyun, kıl keçisi, sığır, tavuk ve arıcılık yapılmaktadır. Şuhut Şuhut, Afyonkarahisar iline bağlı, İç Ege Bölgesi'nin en doğusunda yer alan bir ilçedir. İl merkezine uzaklığı 29 km'dir. 1946 yılında ilçe olmuştur. Şuhut, "keşkek" yemeğiyle ünlüdür. Önemli bir et ve patates üretim merkezidir. İlçenin tarihinin Neolitik çağa kadar uzandığı Şuhut Hisar, Karaadilli Höyüğü, Kepirtepe Höyüğü'nün bu çağa ait eserler olduğu tahmin edilmektedir. Hitit döneminde ise Afyonkarahisar ve Kütahya illerinde hüküm süren Mira Krallığı'na bağlı bir prenslik olan Kuvalya'nın başkentinin Şuhut olduğu bilinmektedir. Şuhut'un netleşmiş biçimdeki tarihi ise, Alemas adlı Frig komutanının Truva Savaşlarına katılan ve mağlûplar arasında yer alan birliklerini buraya kadar çekerek MÖ hâkimiyeti 1180 yıllarında "Synnada" kentini kurmasıyla başlamaktadır. MÖ 3500'lere kadar uzanan tarihi içinde Roma döneminde bir başkent ve medeniyet merkezi olmuştur. Bugünkü Şuhut, Truva Savaşları sonunda Trakyalı, Makedonyalı ve Ahiyalı birlikleriyle bölgeye gelen Akomas tarafından "Synnada" adıyla MÖ 1180'de kurulmuştur. Daha sonraki yıllarda ise Synnada'nın önce Lidya, daha sonra da Pers hâkimiyeti altına girdiği görülmektedir. Hatta Perslere sığınan Atinalı ünlü komutan Alkibiyedes MÖ 404 yılında bugünkü Balçıkhisar Kasabası sınırları içerisinde yer alan "Melisse" çiftliğinde ölmüştür. Daha sonraki yıllarda Antik Romalılar ve Bizanslıların egemenliğine girdiği bilinmektedir. Bizans döneminde "cfut" olan adı ise değişikliğe uğrayarak önce "çıfut" olmuştur.1- Şuhut 1219 dan önce de hatta 1150 den önce de Türk ve İslam Yurdudur. Şuhut Adı Şeyh şuhudi Ömer efendiye ,izafeten Şuhut'a verilmemiştir. Şuhut'a izafeten Şeyh ömer efendiye Şuhutlu manasında Şuhudi denmiştir. 2- Akan ya da Akhan adında Türk boyu yoktur. Muhtemelen matbaa ya da harf hatası nedeniyle yeni bir boy icat etmenin de lüzumu yoktur. ŞUHUT Halkı AKHUN'lara bağlı KHALAÇ= HALAÇ Boyundandır. Khalaç= Halaç'lar koyunculukla geçimlerini sağlayan orta asyanın güneyinde kuzey azerbaycan- iran(kum kentinin bulunduğu) halacistan ve afganistan'daki Türkistan olarak bilinen bölgede devletler kurmuş,diğer bir kısmı 1500 yıllara kadar yenidelhi başkent olmak üzere hindistanı yönetmiş,hindistandakiler yine bir Türk boyu olan çağatay türkleri tarafından devletleri yıkılmış,iran ve afganistandakiler yine bir Türk boyu olan Avşarlar tarafından yıkılarak yerine avşar hanedanlığının kurulmasından sonra bir kısmı irandan hakkari,malatya yoluyla Anadolu topraklarına dağılmışlardır. Kaşgarlı mahmut divanı lügati türk'de kalaç'ın aç kal,aç kalasın anlamında ilenme ilenç sözü olarak söyendiğini belirttiği çağ yayınlarınca basılan islam tarihinde ifade edilmektedir. iran ve arap tarihçiler kalaç'ı khalaç olarak yazdıkları bununda zamanla anadolu ağzında k düşerek Halaç a dönüştüğü,Halac_ı mansur'un da aynı boydan olduğu belirtilmektedir. Şuhut, 1862'de yıkıcılığı yüksek olan bir deprem geçirdi ve binaların yarısı ile çok sayıda tarihi anıt yıkıldı. Şuhut 1884 yılında bucak oldu. 1896 yılında köy, 1912 yılında yeniden bucak olmuştur. Şuhut'ta belediye teşkilatı bucak düzeyinde 1913 yılında kurulmuştur. Şuhut 1946 yılında ilçe olmuştur. Şuhut, İç Ege Bölgesinin en Doğusunda ve Afyonkarahisar'ın Güneyindedir. Batı Anadolu'yu İç Anadolu'ya bağlayan eşik arazi üzerinde olup, 1151 m rakımıyla Afyonkarahisar'un en yüksek yerleşim merkezlerinden biridir. İlçenin kuzeyinde Afyonkarahisar ili, batısında Dinar, Sandıklı, Sinanpaşa ilçeleri, doğusunda Çay, güneyinde ise Isparta ilinin Yalvaç ve Senirkent ilçeleriyle çevrilidir. 1 Merkez ve 6 Belde Belediyesi ile 31 köyü mevcuttur. Yüzölçümü ise 1182 km²'dir. Her yıl Şuhut ilçesinden Kocatepeye Büyük Zafer yürüyüşü yapılmaktadır.(25 Ağustosu 26 Ağustosa bağlayan gece saat 04:00 da ) Mustafa Kemal 25 Ağustos 1922 de geldiği şuhutta 1 gece konaklamış; buradan gece yolculuğu yaparak, Kocatepeye intikal etmiş ve büyük taarruzu başlatmıştır. Meşaleler eşliğinde gece yapılan Zafer yürüyüşüne Üniversiteler, sivil toplum örgütleri ve vatandaşların yanı sıra aralarında yüksek rütbeli Subayların da bulunduğu askeri erkan da katılmaktadır.Yürüyüş Şuhut'un Çakırözü Köyü'nden, başlar ve Kocatepede sona erer. Mustafa kemal'in kullandığı yaklaşık 14 KM olan güzergah yürüyerek geçilmektedir. Yerleşim yeri Şuhut ilçe merkezindedir. Geçmişi ET.Ç.’na kadar uzanmaktadır. Hellen, Roma ve Bizans dönemlerinde Merkezi Frigyanın başkenti olmuş büyük bir kenttir. Burada Apemeia gibi Hellen döneminde tam özerk, Roma döneminde yarı özerk bir konuma ulaşmış; imparator adına ve Hieropolisle ortaklaşa, gümüş cistophorus ve bronz sikkeleri bastırılmıştır. İlçenin nüfusu 2007 genel nüfus sayımına göre 63.800'dir. Bunun 26.038'i ilçe merkezinde, 37.762'i ise kasaba ve köylerde yaşamaktadır. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 6 belde
31 köy ve ? mahalleden oluşmaktadır. Bunlar: Atlıhisar Belde Belediyesi, [Karaadilli Belde Belediyesi], Balçıkhisar Belde Belediyesi, Efe Belde Belediyesi, Karacaören Belde Belediyesi ve Kayabelen Belde Belediyesi İlçe ekonomisinin temel taşını tarım ve hayvancılık sektörü teşkil etmektedir. İlçemizde genellikle buğday, arpa, nohut, patates, şeker pancarı, ayçiçeği, haşhaş ziraatı yapılmaktadır. Meyvecilik son 15 yılda düzenli bir gelişme göstermiştir. Meyve ziraatinde vişne üretimi ön sırayı almaktadır. Bundan başka kiraz, elma, erik, armut gibi meyveler de yetiştirilmektedir. Vişne haricinde diğer meyvecilik alanları ticarî amaçtan çok, aile meyveciliği şeklindedir. Sebzecilik, ilçede büyük çapta aile ziraati şeklinde yapılmaktadır. İlçemizde hayvancılık, tarım alanı içinde ekonomik değer bakımından en önemlisidir. Merkez ilçe ve köylerinde çok sayıda besihane bulunmaktadır. Besihanelerin çoğunluğunda dana besiciliği yapılmaktadır. İlçede et kombinaları vardır. Bu kombinalarda hazırlanan etler, firikofirik vasıtalarla, başta İstanbul olmak üzere, Ankara, İzmir ve Antalya'ya sevk edilmektedir. İlçede hayvancılık içerisinde ikinci sırayı tavukçuluk almaktadır. İlçe merkez ve köylerinde çok sayıda tavuk kümesi mevcut olup, yumurta tavukçuluğu yapılmaktadır. İlçe ekonomisine yumurta üretimiyle çok büyük katkı sağlanmaktadır.Bunlardan başka koyun ve süt sığırcılığı da önemli ölçüde gelişme göstermiştir. İlçede şahıslara ait yağ ve un fabrikaları mevcuttur. İlçenin Hisartepesi (Synnada Höyüğü),Hüseyinli inleri (Balçıkhisar), Bininler Kaya Mezarları ve Asmakaya Kalesi eski yerleşim yerleri olup, Kayabelen Göleti ve Selevir baraj gölü mesirelik ve dinlenme yerleridir. Bininler; ilçenin Senir Köyü'ne 5 km uzaklıkta, birbirine bağlantılı odalardan meydana gelen Bizans kaya yerleşimidir. Günümüzde ise yayla barınağı olarak kullanılmaktadır. Kayalar üzerinde yer yer mezar odaları ve kaya mezarları ile eteklerinde Bizans dönemine ait ören yeri vardır.Ayrıca Balçıkhisar sınırlari içinde Karacemal Mağarası bulunmaktadır.İlçenin Kayabelen Kasabası'nda her yıl Mayıs ayının 1. haftasında Şeyh Hamza Dede'yi Anma ve Hıdırellez Kültür Bayramı, Karaadilli Kasabası'nda her yıl Mayıs ayının 4. haftasında geleneksel yağlı güreşler yapılmaktadır. Hamur, Ağrı Hamur, Ağrı ilinin bir ilçesidir. Düşman işgalinden kurtuluş günü 14 Nisan'dır. Hamur Ağrı iline bağlı bir bucak iken 01 Nisan 1958'de ilçe olmuştur. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı 46 köy ve 50 mahalleden oluşmaktadır. Patnos Patnos, Ağrı ilinin bir ilçesidir. Ağrı il merkezine uzaklığı 82 km dir. Ağrı-Van, Ağrı-Muş, Ağrı-Bitlis yollarının kavşağında kurulmuş olması hızlı gelişmesine neden olmuştur. Nüfus yoğunluğu açısından Ağrı'nın en büyük ilçesidir. Yüzölçümü 1.424 km'dir. İlçeye bağlı; 1 belde, 91 köy ve 16 mahalle bulunmaktadır. Taşlıçay Taşlıçay, Ağrı ilinin bir ilçesidir. Türkiye İran transit yolu üzerinde, Murat nehrinin kuzey kıyısında kurulmuştur. Doğusunda Diyadin ve Doğubeyazıt, batısında Ağrı ve Eleşkirt yer alır. Alanı 798 km, deniz seviyesinden yüksekliği 1660 metredir. İlçe’nin en yüksek noktası, güneydeki Aladağ üzerinde bulunan Muratbaşı (Koçbaşı) (3510m) dağıdır. İlçe’de kara iklimi egemendir. Yazlar sıcak, kışlar soğuk ve Kar yağışlı geçer. Yüksek yerlerde kar kalınlığı 1 metreyi bulur. Nüfusu 2015 itibarı ile toplam 22,000, merkezi ise 6,600'dür. İlçenin ekonomi etkinliği ve halkın geçimi başlıça tarım ve hayvancılıktır. Ağrı'ya 30 km., Doğubeyazıt'a 65 km., Ankara'ya 1095 km. ve İstanbul'a 1450 km. uzaklıktadır. Yüzölçümü ise 845 km²'dir. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 37 köy ve 4 mahalleden oluşmaktadır. Göynücek Göynücek, Amasya ilinin bir ilçesidir. Amasya ilinin güney batısında yer alır. Göynücek, Türkiye'de sadece illere has bir konuma sahiptir; 4 tane ilin arasındadır. Göynücek, bir dönem Çorum iline bağlı olmuştur. Amasya, Tokat, Çorum ve Yozgat illerinin ortasında bulunmaktadır. Buradan geçecek çarpı şeklindeki bir otoyol, Karadeniz Bölgesi'ni, İç Anadolu Bölgesi'ne, Doğu Anadolu Bölgesi'ne, hatta Ege ve Akdeniz bölgelerine daha yaklaştıracaktır. İlçenin yüzölçümü 845 km²'dir. Gümüşhacıköy Gümüşhacıköy Amasya ilinin en batıdaki ilçesidir. Daha önceki adı Hacıköy iken Gümüş Nahiyesi ile adı birleştirilerek Gümüşhacıköy denmiştir. Karadeniz Bölgesi'nde, Amasya iline bağlı ilçenin Yüzölçümü 819 km karedir. Doğuda Merzifon ilçesi, güney ve batıda Çorum, kuzeyde Samsun illeriyle çevrilidir. Amasya ilinin kuzeybatısındaki dağlık kesimde yer alan ilçe topraklarının kuzeydoğusunu Tavşan Dağı, güneybatısını Ereğli Dağı, batısını da Inegöl Dağı (1873) engebelendirir. Tavşan ve Ereğli Dagları'nın dorukları ilçe sınırları dışındadır. İlçenin orta ve doğu kesimi ovalıktır. Dağlardan inen Gümüşsuyu çayı ve Hamamözü Deresi gibi akarsular bu ovalık alanı suladıktan sonra ilçe sınırları dışında Kızılırmak ve Yeşilırmak’a katılır. Doğu Roma İmparatorluğunun gözde şehri Etonia (M.S 140) üzerine kurulmuştur. Bilinen ilk sakinleri Kimmerler olduğundan önceleri Kimmari olarak bilinmektedir. Yöre 11. yüzyılda Artu Bey tarafından ele geçirilir. Sadreddin Artik el-Kimmari’nin 14. yüzyıl sonlarında imar ettiği yerleşme, sonradan Artıkova (Artukova) ve Artıkabat (Artukabat) adlarını alır. (Yakın ilçe Boyabat olduğu gibi) Yörede gümüş yataklarına nazır olarak atanan ve burada uzun süre kalan Sadreddin Artık’in torunu Haci Ahmet Çelebi’den dolayi Haci Nazir Köyü olarak degistirilen adi, zamanla Haciköy’e dönüstü. Gümüş madeninin has arpalık olarak Rumelili bir aile olan Köprülü Mehmet Paşa’ya verilmesi nedeniyle bir süre Has Arpalik olarak anildi. 19. yy sonlarinda Sivas vilayetinin Amasya sancagina bagli bir kaza merkeziydi. O dönemde Mecitözü’ne de Haciköy dendiğinden adı Gümüşhacıköy olarak degistirildi. Amasya ili Karadeniz Bölgesi’nin orta bölümünde yer almaktadır.Gümüşhacıköy ilin kuzey-batısında konumlanmaktadır. İlçe doğusunda Merzifon'a 20 km, batıda Çorum ili Osmancık ilçesine 40 km, güneyde Hamamözü ilçesi (25 km) üzerinden Çorum iline 60 km devlet karayolu ile bağlı olup, ayrıca kuzeyden de Samsun ili Vezirköprü ilçesine yayla yolundan 40 km uzaklıkta bulunmaktadır. İlçe 600 km² civarında bir yüzölçüme sahiptir. Deniz seviyesinden yüksekliği 810 m'dir. İlçemizde 4 adet sulama amaçlı gölet bulunmaktadır. Bunlardan en büyüğü Karaköy (Balıklı), sırası ile İmirler, Çitli Bağlıca, ve Keltepe mevkiinde bulunan Ayvalı göletleridir. Bu göletler sulu tarım alnlarını genişleterek hakımızın ekonomik gelir seviyesini artırmakla kalmayıp, barındırdığı balıklarla da sosyal hayata renk katmaktadır. Yazları sıcak ve kurak, kışları ilçe merkezinde ılıman ve yağışlı, yüksek kesimlerde soğuk ve kar yağışlı olarak geçer. Kentte kendir işleyen büyük ölçekli bir ip fabrikasının yani sıra, iki un fabrikası vardır. Geleneksel bir uğraş olan leblebicilik günümüzde de önemini korumaktadır. Gümüşhacıköy ekonomik bakımdan Amasya ilinin az gelişmiş ilçelerindendir. Tarımın bütün kollarının yanı sıra tarım dışı etkinliklerde oldukça çeşitlenmiştir. En önemli tarla ürünleri şeker pancarı, buğday, arpa, baklagiller, tütün, ayçiçeği ve kendirdir. Akarsu boylarında başta elma olmak üzere çeşitli meyveler ve yerel tüketime yönelik sebzeler yetiştirilir. Gümüşhacıköy' ün yüksek nitelikli basma tütünü, tütün harmanlarında tat ve koku vermekte kullanılır. İlçede bir tütün basım evi vardır. Hayvancılık oldukça gelişmiştir. Yaylalarda koyun, ovalık kesimlerde ise geniş çaplı sığır beslenir. Ayrıca tavukçuluk ve arıcılık da yapılır. Orman ürünleri çeşitli atölyelerde değerlendirilir. İşleyen fabrika ve imalathanelerde üretilen sicim ve ipler il dışında satılır.. İlçe topraklarında manganez yatakları vardır. Gümüshaciköy kentindeki tarihsel yapılar sunlardir: Gümüshacıköy Belediyesi 1890 yılında kurulmuştur.Son yapılan nüfus sayımına göre şehir merkezi nüfusu 14.620'dir. Köy nüfusu 10.615'dir. Toplam nüfusu 25.235'tir.İlçeye bağlı 12 mahalle bulunmaktadır. Hasadı yapılan tarım ürünleri buğday, şeker pancarı, soğan tütün haşhaş arpa fiğ ve nohuttur. İlçemizde yeni yeni bağ ve bahçecilik ve seracılık yaygınlaşma göstererek ürün çeşitliliğinin artmasına ve halkımızın gelir seviyesinin artmasına yeni alternatifler sunmaktadır. İlçemizin hayvan potansiyeli yerli, melez ve kültür ırkı büyük baş hayvanlardan oluşmakta ve suni tohumlama hizmetleri ile kültür ırkı hayvan oranı gün geçtikçe artmaktadır. Aralık 2003 itibarıyla hayvan sayılarımz: büyük baş hayvan: 14122, küçükbaş hayvan sayımız 18000 civarındadır. İlçenin yüzölçümü 653 km², rakımı 810 metredir. Samsun'u İstanbul'a bağlayan karayolunun güneyinde yer alan Gümüshaciköy, bu yolla il merkezi Amasya'ya 68 km uzaklıktadır. Merzifon’a 18 km, Hamamözü’ne 23 km ve Osmancık’a 35 km uzaklıktadır. İlçe Merkezi Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesini İstanbul’a bağlayan Devlet karayolu üzerinde kuruludur. Çevresini saran yesillikler arasında, genis yolları, düzgün binalarıyla güzel bir görünümü vardir. Suluova Suluova, Amasya ilinin bir ilçesidir. İl Merkezine 25 km mesafede ve batıda yer alır. Orta Karadeniz'in şirin ilçelerinden biri olan Suluova Miladi ilk yıllarda “Arguma” (Sulakyurt) adıyla anılır. 1902 yılında “Suluca” ismiyle bucak olmuştur. 1946 yılında “Suluova” ismini almış ve ilçe olmuştur. 2010 yılı Nüfus sayımına göre Suluova’nın nüfusu, ilçe merkezinde 37.669, kasaba ve köylerde 9.841 olmak üzere toplam 47.510’dur. İlçeye bağlı bir belde (Eraslan Beldesi) ve 38 köy bulunmaktadır. İlçe merkezinde 20 mahalle vardır. Köylerin 2/3'ü ova köyü, 1/3'ü ise orman ve dağ köyüdür. Köylerin yerleşimi topludur. Suluova’nın tarihi MÖ 2000'li yıllara dayanmaktadır. “Doğukent” mahallesinde bulunan Kumbettepe’ de yapılan kazılarda çıkan envantere göre ilçe tarihi, kalkolotik çağ ve Hititler devrine kadar uzanmaktadır. Selçuklular döneminde Türk idaresine (egemenliğine) girmiştir. 1386 yılında Osmanlı idaresine geçmiştir. Zengin bir linyit ka
ynağına sahip ilçe merkezi 1954 yılında Şeker Fabrikasının kurulması ile hızlı bir gelişme göstermiştir. Taşova Taşova, Amasya ili'nin 4. büyük ilçesidir. Taşova İlçesi, Türkiye'nin Orta Karadeniz Bölümünde yer almaktadır. Taşova İlçesi 40° 46' 36" kuzey enlemi ile, 36° 13' 12" doğu boylamı üzerinde bulunuyor. Taşova doğuda Koyulhisar'dan başlayarak, Reşadiye, Niksar ve Erbaa gibi önemli büyük ilçeleri içine alan verimli ovanın batısındadır. İlçenin doğusunda Tokat'ın Erbaa ilçesi, Batısında Amasya ve Samsun İli'nin Ladik İlçesi, kuzeyinde Samsun İli'nin Çarşamba İlçesi ve güneyinde Tokat İli'nin Turhal İlçesi bulunuyor Taşova, tarihte birçok devletin hakimiyeti altına girmiştir. İlçede yapılan kazılarda arkeolojik buluntulara rastlanmıştır. Taşova'da egemenlik kuran ilk devlet Hititlerdir. Hititler, MÖ 1650 yıllarında Anadolu'ya hakim olunca, Taşova ve çevresini de idareleri altına aldılar. Daha sonra yöreye Frigler (MÖ 1200-700) ve Kimmerler hakim oldu. İran'da kurulan Med İmparatorluğu, Anadolu yönünde genişlemeye başlayıp Kimmerler Devleti'ne son vererek bölgeye hakim oldular. Taşova Pers Kralı 3. Adaşir zamanında Pers hakimiyetine geçti. Makedonya Kralı İskender, MÖ 331 yılında Anadolu'yu istila etti. Dolayısıyla Taşova da Makedon idaresine geçti. Makedonya Krallığı'nın dağılması üzerine yörede Pontus Krallığı kuruldu. (MÖ 291) Pontus Krallığı'nın egemenliği Amasya'nın Roma İmparatorluğu'na katılmasına kadar devam etti. Roma İmparatoru, Jules Sezar, Pontus Kralı Farnak ile yaptığı çarpışmayı kazandı (MÖ 47). Romalılar, MS 25 yılında yöreyi tamamen topraklarına kattılar. Amasya ve Alparslan Müzelerinde sergilenen pek çok eser, yörede Makedonya ve Roma İmparatorluklarının hakimiyet sürdüğünü doğrulamaktadır. Taşova 395 yılına kadar Roma hakimiyetinde kaldı. Bu tarihten sonra asırlarca Bizanslar yöreyi ellerinde tuttular. 712 yılında Emeviler Taşova'yı ele geçirdiler. Yerleşim bir süre sonra yeniden Bizans egemenliğine girdi. Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan, 26 Ağustos 1071'de Malazgirt Meydan Muharebesi'nde Bizans ordusunu yenilgiye uğratarak Anadolu'nun kapılarını Türklere açtı. Sultan Alp Arslan'ın Anadolu'ya gönderdiği Türk komutanlar Anadolu şehirlerini birer birer ele geçirmeye başladılar. Malazgirt Savaşı'nı takip eden ikiyüzyıl boyunca Horasan ve Maveraünnehir'den göç eden Türk boyları, şehir ve kasabalara yerleştiler. Bu arada 1257'de Horasan'dan göç eden Seyyid Nurettin Alparslan, bugünkü Alparslan Kasabası'na gelerek yerleşti. Rufai tarikatına mensup olan Seyyid Nurettin zaviye bir vakıf tesis etti. Yörenin Türkleşmesinde ve halkın manen eğitiminde etkili oldu. Seyyid Nurettin'in kurduğu vakıf 1901 yılına kadar faaliyetini sürdürdü. Taşova, 1075 yılında Danişmentliler'in eline geçti. Danişmentli Hükümdarı Melik Gazi, yöreyi ele geçirerek adeta Amasya'yı Türk-İslam kültürünün merkezi haline getirdi. Taşova ve çevresi II. Kılıçarslan zamanında 1174'te Türkiye Selçukluları'nın hakimiyeti altına girdi. Bu dönemde bölge, Trabzon Rum İmparatorluğu'nun saldırılarına maruz kaldı. Kösedağ Savaşı'ndan sonra yöre, Moğol İstilası'na uğradı. Anadolu'da kıtlık, yoksulluk ve kargaşa baş gösterdi. Meşhur Babai ayaklanması yörede etkili oldu. Selçuklu Devleti karışıklıkları önlemek için ülkeyi ikiye ayırdı. Taşova Rum Eyaleti içinde kaldı ve idaresi Seyfettin Torumtay'a bırakıldı. Selçuklu Devleti'nin dağılmasından sonra ülkede beylikler kuruldu. Önce Kadı Burhanettin Devleti, sonra Tacettinoğulları yörede 1425 yılına kadar hakimiyet sürdü. Bu tarihte Osmanlı Sultanı Çelebi Mehmet, Tacettin Beyliği'ne son vererek, Taşova'yı ülkesine dahil etti. Taşova Osmanlı Devrinde, Tokat Sancağı'na bağlı bir köy olarak teşkilatlandırılmıştır. Devlet yıkılana kadar bu özelliğini korumuştur. Kurtuluş Savaşı'nda Taşova, Rum Çetelerinin saldırılarına hedef oldu. Rum çeteleri, Türk Köylerine saldırılar yaparak, kadın, çocuk ve ihtiyar demeden pek çok Türkü katlettiler. Türk halkı bu gelişme üzerine silahlanarak, Rumlara karşı harekete geçti. Mustafa Kemal'in önderliğindeki Milli Mücadele başarıya ulaştıktan sonra yöreye askeri kuvvet gönderildi. Yapılan silahlı mücadele sonunda yöre Rum Eşkıyalarından temizlendi. Taşova Cumhuriyet Döneminde 1923'ten 1944 yılına kadar, Tokat İli Erbaa İlçesine bağlı olarak kaldı. Bu devirde adı Yemişenbükü idi. 4 Ağustos 1944 tarihinde 4448 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile bağımsız bir ilçe olmuştur. Tokat İline ulaşımın güç olması ve hizmetlerinin gecikmesi sonucu 1953 yılında alınan Bakanlar Kurulu Kararı ile ilçe, Tokat İlinden ayrılarak, Amasya ilinin sınırlarına dahil edilmiştir. Hayko Cepkin Hayko Cepkin, (d. 11 Mart 1978; İstanbul), Ermeni asıllı Türk besteci, şarkıcı ve piyanist. Baba tarafından Yozgat Ermenisi olan Hayko, Özel Getronagan Ermeni Lisesi'ni bitirdikten iki sene sonra Mimar Sinan Üniversitesi'nde şan, solfej ve piyano dersleri aldı. Çeşitli yerlerde de piyano ve armoni dersleri gördükten sonra da 1997 yılında profesyonel müzik kariyerine başladı. İlk albümü "Sakin Olmam Lazım" ile iyi bir çıkış yapan Hayko, ikinci albümü "Tanışma Bitti" ile de hayran kitlesini arttırdı. 3. albümü "Sandık" ile daha geniş alanlara yayıldı. İlk albümü olan ""Sakin Olmam Lazım""ı albümleri arasında saymayan Hayko Cepkin, demo olarak nitelendirdiği albümünün konusunu kendi ile alakalı olarak açıklıyor. İkinci albümü ""Tanışma Bitti"" daha profesyonel bir yapıya sahip. Hayko Cepkin, ""Tanışma Bitti""nin konusunu "korku" olarak belirledi ve insanların korkuları ile yüzleşmeleri gerektiğini işledi. Üçüncü albümü ""Sandık""ın konusu ise, "ölüm" yani kaçınılmaz gerçek. Hayko Cepkin'in son albümü ise 'Aşk' konulu 13 Kasım 2012 çıkışlı ""Aşkın Izdırabını..."" albümüdür. 2016'da çocukluğunda dinlediği şarkıları kendine has tarzıyla yorumladığı "Beni Büyüten Şarkılar Vol.1" isimli albümünü yayımladı. Hayko Cepkin, Kurban, Öztürk, Birol Namoğlu, Ogün Sanlısoy, Aylin Aslım, Koray Candemir ve Demir Demirkan gibi isimlerle sahneyi paylaşmıştır. Çalıştığı isimlerin bazılarının albümlerine düzenleyici olarak katkıda bulundu. Son olarak da Murathan Mungan'ın "Söz Vermiş Şarkılar" adlı albümünde Aylin Aslım'ın seslendirdiği ""Kimdi Giden"" (Yeni Türkü'nün Dünyanın Kapıları albümünde ""Terkeden"" adıyla yer almıştı) adlı bir Yeni Türkü bestesini düzenledi ve Ogün Sanlısoy ile ""Korkma"" adlı şarkıyı seslendirdi. Ayrıca Sanlısoy'un albümünde yer alan ""Kaybettik Severken"" parçasında klavye performansı yer aldı. Bu sırada evinin odasında kaydettiği bestelerini hayata geçirme kararı aldı ve 29 Haziran 2005'te "Sakin Olmam Lazım" adlı albümü piyasaya sürüldü. 2007 yılında da projelerini devam ettirdi ve "Tanışma Bitti" adındaki ikinci çalışmasını oluşturdu. Teoman'ın ""Gökdelenler"" şarkısını, 3 Hürel grubunun "Saygı" albümünde ""Ağlarsa Anam Ağlar"" adı parçayı ve son olarak Cem Adrian'nın "Emir" adlı albümündeki ""Kelebek"" parçasını kendi tarzında yorumlamıştır. Gökçe Dinçer ile ""Aklım Giderken"", Serap Yağız ile ""Hoşgeldin Güneş"" adlı parçalarda düet yapmıştır. Nilüfer'in 3 Şubat 2011 tarihinde çıkardığı "12 Düet" adlı albümünde Hayko ile Nilüfer ""Aşk Kitabı"" adlı parçayı beraber söylemişlerdir. Kurtalan Ekspres'in "Göğe Selam" albümünde Barış Manço, Cem Karaca, Bahadır Akkuzu'ya ithafen okunan şarkılar içinde Barış Manço'nun ""Yeni Bir Gün"" şarkısını seslendirdi. Kurtalan Ekspres'in "Göğe Selam II" adlı albümünde Cem Karaca'nın ""Maden Ocağı"" adındaki parçasını seslendirdi. Son olarak Ahmet Kaya anısına 2014 yılında piyasaya sunulan "...Bir Eksiğiz" isimli albümde "Memleket Hasreti" isimli parçayı kendi yorumunu katarak seslendirmiştir. Bas gitarda Poyraz Kılıç, bateride Murat Cem Ergül, elektro Gitarda Özgür Özkan. Sanatçı, verdiği organizasyonlarda da görev almıştır. 2006, 2007 ve 2009 yıllarında Rock'n Coke ve 2007 yılında Rock Müzikaller ve Van için Rock bunlardan başlıcalarıdır. "Araf" filminin müziklerini bestelemiştir, ayrıca "Sakin Olmam Lazım" albümünde yer alan ""Son Kez"" şarkısı filmde kullanılmıştır. Aynı zamanda "Çocuk" adında, 2008 yılında çekilen fantastik dram filminde "İsfandiyar" karakterini canlandırmıştır. 2008 ve 2009 tarihinde ise "Rock'n Dark Expres"te yer almıştır 2007/2008 Zeytinli Rock Festivali ve 2009 yılında Foça Rock Festivali'nde konuk sanatçı olarak yer almıştır.. Aynı zamanda DJ İlker Aksungar ve Manga grubundan DJ Efe Yılmaz'ın ortak albüm hazırlık evresindeki ilk çalışmaları olan "One the Run" adlı videoda yer almıştır. Hayko Cepkin, TRT için Ramazan'da, sözleri Pir Sultan Abdal'a ait olan ""Demedim mi?"" adlı nefesi Sufi Klipler Kuşağı için özel olarak yorumlamıştır. Aynı zamanda ""Demedim mi?""ye klip çekilmiştir. Rock'n Dark 2010 organizasyonunda jüri üyelerinden biridir. Rock'n Dark yarışmasının finalinde 30 Nisan 2010'da Anneke van Giersbergen ile sahne almıştır. En son ise Sonisphere adlı festivale katılmıştır. 2014 Nisan'ında yapılan Ege Rallisinde ”Ünlüler Etapta“ organizasyonu çerçevesinde, ralli pilotu Dr. Tunç Tuncer’in co-pilotluğunu yapmıştır. Hayko Cepkin'in resmî hayran sitesi, Hayko Cepkin ve site yöneticileri tarafından kapatılma kararı alınmıştır. Twitter sayfasında da hiçbir sayfaya resmiyet verilmediğini, resmiyet verilmeyeceğini de bildirmiş sadece diyalog içinde kalacaklarını söylemiştir. Davut Güloğlu, Cine 5 TV kanalında 3 Ağustos 2009 tarihinde yayınlanan "Yakın Takip" adlı magazin programında kendisine yöneltilen "Hayko Cepkin’i nasıl buluyorsunuz?" sorusuna "“Korku filminden çıkmış gibi maymuna benziyor, kedi mi köpek mi kesiyor belli değil, bu ve bunun gibileri şaklaban, öyle birileri gece bağıra bağıra gelse çeker vururum.”" diye cevap vermesi üzerine Davut Güloğlu'na "hakaret suçundan" 2 yıla kadar hapis istemiyle dava açmış ve hukuki süreç başlatmıştır. Cepkin, avukatı aracılığıyla yolladığı basın açıklamasında şahsına yönelik ağır hakaret, tehdit, şiddet içeren sözler sarf ettiğini ve onu toplumda kabul görmeyen bir sınıfın içine sokmaya çalışarak adeta hedef haline getirdiğini belirttiği Davut Güloğlu ha
kkında savcılığa suç duyurusunda bulunmuştur. Hayko Cepkin'in Avukatı Dilek Şahbaz'ın açıklaması; ""Cine 5 Kanalında 3 Ağustos 2009 tarihinde yayınlanan "Yakın Takip" adlı magazin programına konuk olan Davut Güloğlu, müvekkilim Sayın Hayko Cepkin hakkında: “Korku filminden çıkmış gibi maymuna benziyor, kedi mi köpek mi kesiyor belli değil, bu ve bunun gibileri şaklaban, öyle birileri gece bağıra bağıra gelse çeker vururum.” diyerek eleştirinin dozunu aşmıştır. Söz konusu şahıs; müvekkilime yönelik ağır hakaret, tehdit, şiddet içeren sözler sarf etmiş ve müvekkilimi toplumda kabul görmeyen bir sınıfın içine sokmaya çalışarak adeta hedef haline getirmiştir. Davut Güloğlu hakkında cezalandırılması için tarafımızdan savcılığa suç duyurusunda bulunulacak ve tazminat davası açılacaktır. Bununla ilgili çalışmalarımız devam etmektedir."" şeklinde olmuştur. Davut Güloğlu hakkında basın yoluyla hakaret suçundan kamu davası açıldığını kararında açıklayan Mahkeme, yargılamanın durmasına karar verdi. Ahmet Ada Ahmet Ada (d. 1947, Ceyhan - ö. 19 Mart 2016, Adana) Türk şair 20 Mayıs 1947'de Ceyhan'da doğdu. Nazire Ada ile Ahmet Ada'nın oğlu. İlk ve ortaokulu Ceyhan'da okudu. Ceyhan Lisesi'nde okurken öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Çeşitli işlerde çalıştı. Kayseri’de devlet memurluğu yaptı. 1993'te emekli oldu, 2002 yılında Mersin'e yerleşti. TYS üyesi. İlk şiiri 'Tabuttur Kitaplar' 1966 yılında Soyut'ta yayımlandı. Sanat ve edebiyat dergilerinde şiir ve şiir üzerine yazılarıyla göründü. Kimi şiirleri Fransızca, Almanca, İngilizce, Kürtçe dillerine çevrildi. 1980'li yıllar şiirinin önemli temsilcileri arasında yer alır. Şiirlerinin İkinci Yeni şiir havzasından beslendiği gözlense de kendine özgü lirik bir şiir kurdu. Gerçekçi tutumlardan beslenen, destansı, lirik, hüzünlü ve incelikli şiirler yazdığı eleştirmenlerce dile getirildi. Uzun ve epik özellikler barındıran şiirlerinde göç, savaş gibi olgulara insanî bir perspektiften bakan çok sesli bir şiire yöneldiği görülür. Poetik yazılarından oluşan 'Şiir Okuma Durakları' (2004) adlı kitabı modern şiir bilgisi içeren bir el kitabı olarak değerlendirildi. 2006 yılında Çukurova Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi'nde '40'ıncı Sanat Yılında Ahmet Ada'nın Şiiri' konulu bir sempozyum düzenlendi, sempozyum bildirileri 'Ahmet Ada'nın Şiirine Bakışlar'adıyla yayımlandı (2009). Yayımlanan son şiir kitabı "Yağmur Başlamadan Eve Dönelim"dir [Ve Yayınevi, 2015). 19 Mart 2016'da tedavi gördüğü Adana'da hayata veda etti. 20 Mart 2016'da Kayseri'de toprağa verildi. Alphonse de Lamartine Alphonse Marie Louise Prat de Lamartine (Alphonse-Marie-Louis de Prat de Lamartine) (21 Ekim 1790 - 28 Şubat 1869), Fransız yazar, şair ve politikacı. "Graziella", "Göl", "Şairane Düşünceler" gibi kitapları romantik edebiyatın en ünlü yapıtları arasına girmiş bir edebiyatçıdır. Çeşitli tarih kitapları da yazan Lamartine'in "Jirondenlerin Tarihi" adlı yapıtı Fransa’daki 1848 ihtilalinin düşünce zeminini oluşturan eserlerdendir. İhtilalden sonra ülke yönetiminde önemli görev almış; Dışişleri Bakanlığı’nı üstlenmiş bir siyasetçidir. Bir “Türk dostu” olan yazar, Türk tarihi ve Türkiye izlenimlerini "Doğuya Seyahat", "Doğuya Yeni Seyahat" ve "Türkiye Tarihi" adlı eserlerinde aktarmıştır. 21 Ekim 1790 tarihinde Fransa'da, Paris'in güneydoğusunda yer alan Mâcon'da dünyaya geldi. Krala çok sadık, Katolik bir aristokrat ailenin çocuğu idi. Lyon'da ve Belley'de öğrenim gördü. Gençliğinde orduya girmek veya diplomatik bir görev almak istiyordu ama ailesi, ülke Napolyon tarafından yönetildiği sürece devlet hizmetine girmesine izin vermedi. Bu nedenle gençlik yıllarında avare bir aristokrat hayatı yaşadı. Hıristiyanlık dininde karşılaştığı tezatlıklar dininden soğumasına, uzaklaşmasına ve sebep oldu; kalp temizliğini esas alan transandantalizm felsefesine bağlandı. 1811-1812'deki İtalya seyahati sırasında Napoli’de "Antoniella" adlı bir işçi kızla yaşadığı aşk onu çok etkiledi, 1815'te ölen bu sevgili, birçok şiirine ilham kaynağı oldu. 1814'te Napolyon Elbe Adası'na sürgüne gidip Bourbon Hanedanı Fransa tahta oturunca Kral XIII. Louis'nin muhafız birliğine girdi ama kısa süre sonra Napolyon’un Elbe'den kaçıp Paris'e dönüşü yüzünden İsviçre’ye kaçmak zorunda kaldı. Napolyon'un Waterloo Muharebesi'nde yenilmesi ve Bourbonlar'ın Fransız tahtını gele geçirmesinden sonra ülkesine dönen Lamartine, askerlik mesleğini bıraktı; kendisini edebiyatla uğraşmaya verdi. 1816'da sağlık sorunları nedeniyle kaplıca tedavisi için gittiği Aix-les-Bains’de "Julie Charles" adlı evli bir kadınla tanıştı. Bourget Gölü kıyısındaki gezintileri sırasında aşık olduğu Julie, ona ünlü “"Le lac"” (Göl) adlı şiiri için ilham verdi ve 1817'de hayatını kaybetti. 1820'de ilk şiir derlemesi olan “"Méditations poétiques"” (Şairce Düşünceler) adlı eserini yayımladı. Şair, bu eser ile büyük bir başarı kazanarak Fransız Edebiyatının genç romantik kuşağı arasında önemli bir yer edindi. Aynı yıl Napoli’de Fransız elçiliğinde elçilik katibi olarak atanan Lamartine, o günlerde "Maria-Ann Birch" adlı bir İngiliz hanımla evlendi. Bu evlilikten 1822'de kızları "Julia" dünyaya geldi. Lamartine, 10 yıl boyunca Napoli ve Floransa’da görev yaptı ve şiir yayımlamaya devam eti. Bu dönemde yayımladığı başlıca eserleri “"Mort de Socrates"” (Sokrat’ın Ölümü) ve “"Harmonies poétiques and religeuses"” (Şairce Dini Ahenkler)'dir. 1829’da Paris'teki "Fransız Akademisi"'ne üye seçildi. 1830'da Fransa tahtına Louis-Philippe’in geçmesinden sonra politikaya atılmak için diplomatik görevlerinden istifa eden şair, seçimleri kaybedince karısı ve kızını yanına alarak özel bir gemi ile doğu seyahatine çıktı. Seyahatleri, tamamı Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan Lübnan, Filistin, Suriye ve İstanbul'u kapsıyordu. Hasta olan kızı Julia bu seyahat sırasında hayatını kaybedip Beyrut’ta toprağa verilince uzun sure şehirden ayrılamadı. Kızının ölümünden duyduğu umutsuzluk, "Géthsémani" adlı eserinde ifade buldu. 1833’te milletvekili seçildiği haberinin gelmesi üzerine seyahatini sonlandırarak Anadolu ve Almanya üzerinden dönüş yoluna girdi. İstanbul'u ziyareti sırasında padişah II.Mahmud tarafından iyi karşılandı, kendisine refakat etmek üzere Namık Paşa ve Halil Rıfat Paşa görevlendirildi. Seyahat hatıralarını 1835 yılında dört cilt halinde bastırdı. 1833'te parlamentoya giren Lamartine, iyi bir hatip olarak ün yaptı. Başlangıçta liberal bir mutlakiyetçi iken gittikçe daha demokratik görüşere sahip oldu. 1842’den itibaren “burjuva kral” Louis-Philippe’e muhalefeti gittikçe arttı ve Temmuz Monarşisi’ni sonlandıran “akşam ziyafetleri” adlı siyasi kampanyada aktif rol aldı. 1847’de “ Histoire des Girondins” (Jirondenlerin Tarihi) adlı sekiz ciltlik eseri yayımlayan Lamartine, Jirondenler’in tarihini kadar; kendi siyasi görüşlerini anlatıyordu. 1848’de aniden gelişen Şubat Devrimi’nde önemli bir figür olarak yer aldı. Bu devrimi “"1848 Devriminin Tarihi"” adlı 2 ciltlik eserinde anlattı. Devrim sonrası oluşturulan geçici hükümette Dışişleri Bakanlığına getirildi. 24 Şubat 1848’e başladığı bakanlık görevi, 11 Mayıs 1848’te son buldu. Bu dönemde ülke yönetiminin emanet edildiği beş kişilik komitenin bir üyesiydi. ve birkaç aylık bir süre için Avrupa’'nın en öndegelen siyasetçilerinden birisi olmuştu. İçinde yar aldığı geçici hükümet, soyluluk ünvanlarını kaldırdı politik suçlardan idam cezasını kaldırdı; Fransa kolonilerinde köleliği kaldırdı. Lamartine Ocak 1849'da cumhurbaşkanlığına aday olduysa da sadece birkaç bin oy alabildi ve üç ay sonraki seçimlerde meclise de giremedi. Köleliğin kaldırılmasından iki yıl sonra 1850'de kaleme aldığı ve Haiti’deki köle devrimini konu alan "Toussaint Louverture" adlı oyunu çok popüler oldu. 1850'de ikinci kez İstanbul'a gitti, Sultan Abdülmecit ile görüştü. III. Napolyon bir darbeyle imparatorluğunu ilan etmesi üzerine siyasetten tamamen ayrıldı. Lamartine, siyasi kariyeri sırasında birikimlerini kaybetmiş ve büyük maddi sıkıntı içine girmiş olduğundan ülkesinden ayrılıp Türkiye'ye yerleşmek istedi. Sultan Abdülmecit'e bir mektup yazarak çiftlik kurmak üzere İzmir veya Marmara yakınlarında kendisine bir arazi verilmesini talep etti. Hükümet, Burgaz Ovası olarak anılan bölgede 38 bin dönümlük toprağın, mülkiyeti sadrazam Mustafa Reşid Paşa üzerine geçirilmek şartıyla Lamartine'e kiralanması ve kira bedelinin hazinece ödenmesine karar verdi. Lamartine, Osmanlı yönetimi ile 25 yıllık kira sözleşmesi imzaladı ama çiftliğin işletilmesi için gerekli sermayeyi karşılayamadı ve projeden vazgeçmek zorunda kaldı. Lamartine, Osmanlı yönetimine minnetinin bir ifadesi olarak sekiz ciltlik "Histoire de la Turquie (Osmanlı Tarihi)" adlı eserini yazdı. Eser, 1859’da Paris’te yayımlandı. 1851'den sonra hayatını yoksulluk içinde geçiren Lamartine, 1863'te eşini uzun ve acı veren bir hastalıktan sonra kaybetti 1867'de geçirdiği bir krizden sonra kısmen bilincini kaybetti; 28 Şubat 1869 tarihinde Paris'te yaşamını yitirdi. N.B. Ces oeuvres, ainsi que les poèmes dramatiques (théâtre) et les romans en vers ("Jocelyn" et "La Chute d'un ange", sont réunies dans les "Oeuvres poétiques" de la Bibliothèque de la Pléiade aux éditions Gallimard (texte établi, annoté et présenté par Marius-François Guyard). Jean Landry Jean Baptiste Octave Landry de Thézillat (10 Kasım 1826, Limoges - Kasım 1865, Paris), Fransız tıp doktoru ve nöroloji uzmanıdır. Jean Landry, günümüzde Guillain-Barré sendromu olarak bilinen nörolojik hastalığın temel klinik görünümünü 1859'da ve ilk kez tanımladığı için tıp literatürüne geçmiştir. Limoges, Fransa'da doğan ve büyüyen Landry, bir psikiyatri ve nöroloji uzmanı olan tıp doktoru amcasından etkilenerek tıp öğrenimine yönelmiştir. 1850'de, 24 yaşında, Paris'de stajyer doktor olarak görev yapmaktayken, Oise İli nüfusunun yaklaşık onda birinin kırılmasında neden olan kolera epidemisine karşı çalışmalara katılmak için, gönüllü olarak bu ile gitmiştir. Burada yapmış olduğu özverili çalışmaları nedeni ile k
endisine minnettar kalan Oise halkı, görevini tamamlayarak Paris'e dönen Landry'yi madalya ile ödüllendirmiştir. 1852'de, Claude-Marie-Stanislas Sandras (1802-1856) ve Adolphe-Marie Gubler (1821-1879) gözetiminde, Hôtel-Dieu de Paris ve Hôpital Beaujon isimli Paris hastanelerinde intörn doktor olarak çalışmalarını sürdüren Landry, tıp öğrenciliği yıllarından itibaren özellikle ilgilendiği sinir sistemi hastalıkları üzerine çalışmaya bu dönemde de devam etmiş ve doktora tezini de bu konu üzerine yapmıştır. Yine bu dönemde hem etken (aktif), hem de edilgen (pasif) kas hareketleri için duysal (aferent) sinir uyarılarının gerekliliğini öne süren Landry, arka sütun (posterior column) ataksisinin tanımını da Moritz Heinrich Romberg'den (1795-1873) bağımsız olarak ama ondan dört yıl sonra yapmıştır. Landry, 1859'da, daha sonra ""Landry'nin yükselici felci (Landry'nin asendan paralizisi)"" olarak anılacak olan felç tipini tanımlamıştır. Bu konudaki çalışmaları, Landry'nin tıp literatürüne yaptığı son ve en büyük katkı olmuştur. Landry, 1857'de, toplum içindeki duruşu itibarı ile saygın ama parasal varlığı açısından mütevazı Claire Giustigniani (1832-1901) ile evlenmiştir. Babasının ölümüyle birlikte onun zor durumda kalan ailesine de bakmak zorunda kalan Landry, böylece bilimsel araştırmalarına son vermek zorunda kalmış ve sinir sistemi hastalıklarının tedavisi üzerine özelleşmiş bir kaplıcada çalışmak üzere Auteuil'e taşınmıştır. Burada oldukça varlıklı bir hayat sürmüş ve öne çıkan bir kişi olmuştur. Cömert ve mütevazı bir kişiliğe sahip olan Landry, sosyal açıdan çok yönlü oluşu ile de dikkat çekmiştir: binicilik, avcılık, dağcılık, dans ve neredeyse profesyonel kalitede bir şarkıcı gibi müzikle uğraşmıştır; jeoloji ve kristallere özel ilgi duymuştur. Ancak, 1864'de, henüz 38 yaşındayken bir beyin hastalığına yakalanınca, tüm bu etkinliklerinden giderek uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Landry, 1865'de, Paris varoşlarında patlak veren kolera epidemisine karşı çalışmak üzere Paris'e gitmiştir. Ancak, kendisi de koleraya yakalanmış ve kısa bir süre sonra da kendisi gibi bir nöroloji uzmanı olan Jean-Martin Charcot'nun (1825-1893) gözetiminde vefat etmiştir. Landry, daha sonraları ""Landry'nin yükselici felci (Landry'nin asendan paralizisi)"" olarak anılacak olan felç tipini 1859'da tanımladığında, tanımı içinde şu üç belirti tipine yer vermiştir: Aynı yıl Adolf Kussmaul'un (1822-1902) da benzer iki hasta bildirdiği bu klinik tablolardan sadece yükselici felç tipi Landry'nin ismi ile ilişkilendirilmiştir. Landry tanımını, beşi kendi hastaları ve beşi de tıp literatüründe dikkatini çekmiş olan hastalar olmak üzere, toplam on hastaya dayandırmıştır ve solunum yetmezliği nedeniyle ölen vakalarından birini özellikle ayrıntılı anlatmıştır. Kıdemlisi Dr. Glauber’in histeri tanısıyla kendisine danıştığı bu hastada, Landry hastalığın oldukça erken bir evresinde doğru tanıyı koymuş ve sonucunu da öngörebilmiştir. Hastanın otopsisinde herhangi bir anormallik bulunamadığı için, Landry hastalığın nedenine yönelik bir açıklama yapmamıştır. Buna mukabil, Glauber bu vaka ile difteri sonrasında gelişebilen felç arasında yakın bir bağlantı olabileceğine değinmiştir. İlerleyen dönemde difteri ile "Guillain-Barré sendromu" arasında bir neden-sonuç ilişkisinin olmadığı gösterilmişse de Glauber’in gözlemi iki hastalıktaki felcin de demiyelinize edici nöropati zemininde geliştiğinin değerlendirilmesini sağlamıştır. "Landry’nin yükselici felci" terimi ilk olarak 1876’da Westphal tarafından kullanılmıştır. O dönemde uygulanması genellikle tercih edilen ilaç striknin olmuştur ama bu da hastaya yarardan çok zarar getirebilen bir uygulamadır. ""Duyu ve hareket sistemleri eşit düzeyde etkilenebilir. Ancak, kaslarda herhangi bir refleks hareketin, sürekli kasılı olma durumunun (kontraktür) ya da sarsılıcı kasılmanın (konvülsiyon) bulunmadığı gevşek durumdaki kol ve bacaklarda kas gücünün evreli olarak azalmasına bağlı hareket bozukluğu temel sorunmuş gibi durmaktadır. Hemen tüm vakalarda idrar yapma ve dışkılama normal kalmaktadır. Merkezi sinir sistemine bağlanabilecek herhangi bir belirti, omurga ağrısı ya da hassasiyeti, başağrısı ya da deliriyum gözlenmemektedir. Hastalığın son aşamasına gelinmedikçe, zihinsel fonksiyonlar korunmaktadır. Genel bir halsizlik hali, el ve ayaklarda iğnelenme ya da karıncalanma ve hatta hafif kramplar felç başlangıcının öncülü olabilir. Farklı olarak, hastalık ani ve beklenmedik bir şekilde de başlayabilir. Her iki durumda da kas güçsüzlüğü bedenin alt kısımlarından yukarı doğru hızla yayılır ve istisnasız tüm bedeni tutma eğilimi gösterir."" ""İlk belirtiler, özellikle bacaklar için geçerli olmak üzere, kol ve bacakların uç kısımlarını etkiler. Tüm bedenin etkilenişine giden süreçte, ilerlemenin sırası az-çok aynıdır: (1) ayak parmakları, baldırlar, uyluk arkası ve gluteal bölge (popo bölgesi) kasları ve sonunda da uyluğun ön ve iç bölgesindeki kaslar; (2) el parmakları ve el, kol ve sonunda da omuz kasları; (3) gövde kasları; (4) solunum, dil, yutak, yemek borusu vb. kasları. Bundan sonra felç tüm bedene yayılmış olur ama kol ve bacakların uç kısımlarında en şiddetli haldedir. İlerleme az-çok hızlıdır. Felç bir vakada 8 günde, bir diğerinde ise 15 günde gelişmiş olsa da daha sıklıkla 2-3 gün, hatta bazen de saatler içinde gelişmektedir. Bu haliyle de hastalığın ivegen (akut) bir hastalık olarak sınıflanabileceğini düşünüyorum."" ""Felcin en üst yoğunluğuna ulaştığı durumda her an solunum yetmezliği gelişebilme tehlikesi daima vardır. Buna mukabil, yetkin tıbbi müdahale ya da kendiliğinden gerileme ile bu evreye ulaşmış on hastadan sekizi ölümden kurtulmuştur; diğer iki hasta ise kaybedilmiştir."" ""Felcin çözülmesi gelişiminin tam tersi sırayla olur. Bedenin en geç etkilenen üst bölgeleri hareketliliklerini geri kazanan ilk bölgeler olur ve sonra de felç yukarıdan aşağı doğru çözülür."" Adobe Photoshop Maliye bölümü Maliye bölümü, kökü Ankara Mülkiye'ye dayanan 1981 sonrası yüksek öğretimin yeniden yapılanmasıyla diğer iktisadi fakültelerde de açılan ve ilgi alanı kamu kesimi ekonomisi olan bölüm. Cumhuriyet döneminde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi ile İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Türkiye'de Maliye bölümlerinin doğmasına katkı sunmuştur. Maliye lisans eğitimi dünya genelinde Türkiye'de ve birkaç Uzakdoğu ülkesinde verilmektedir. Batı ülkelerinde "Maliye" adı altında lisans programı yoktur. Batılı ülkelerde mali konularda daha çok "Kamu Ekonomisi" adı altında yüksek lisans ve doktora eğitimi verilmektedir. Maliye bilimi, bir tarafı iktisata bir tarafı da hukuka uzanan disiplinlerarası bir bilim dalıdır. Maliye biliminin ilgi alanı, iktisat biliminin ilgi alanının özel bir bölümü olduğundan iktisat temelinde yükselen bir bilim dalıdır. Maliye, devlet ile toplum arasındaki mali olayları ve ilişkileri inceleyen bilim dalıdır. Maliye teriminin İngilizce'deki karşılığı "Public Finance", Fransızca'daki karşılığı "Finance Publique"dir. Başta devlet olmak üzere tüm kamu kurumlarının kamusal ihtiyaçlarını karşılamak üzere, kamusal mal üretmek amacıyla yaptıkları harcamaları ve bu harcamaları yapabilmek için gerekli gelirleri, ayrıca gelir ve gider arasındaki dengeyi inceleyen bilim dalıdır. Türkiye'de alt bilim dalları şu şekilde oluşturulmuştur. Maliye bölümleri, öncelikle devletin mali personel ve uzman ihtiyaçlarını karşılama amacıyla kurulmuştur. Bölümün amacı öğrencileri yurtiçi ekonomisine ve dünya ekonomilerine dair işleyiş kuralları konusunda eğitmek, kamu sektörünün ihtiyaçları doğrultusunda yetiştirmektir. Bunun yanında özel sektörde etkinlik gösteren finansal kuruluşların ihtiyaçlarını da karşılamaktadır. Öğrenciler maliyenin temel dersleri yanında iktisat ve işletme alanında teorik ve pratik dersler yanında hukuk, siyaset bilimi gibi dersler alırlar. İstatistik ve matematik gibi dersler de destekleyici dersler olarak yer alır. Bölüm mezunları Maliye ve İçişleri Bakanlıkları, Hazine Müsteşarlığı, Devlet Planlama Teşkilatı başta olmak üzere birçok kamu kurumunda çalışmaktadırlar. Örgün eğitim veren üniversiteler: (Birçok üniversitenin ikinci öğretim programı da bulunmaktadır.) Henüz lisans eğitimi vermeyen ve yapılandırmasını sürdüren üniversiteler: Uzaktan eğitim veren üniversiteler: Açıktan öğretim veren üniversiteler: 1985 yılından beri, her yıl Mayıs ayında Türkiye'deki tüm Maliye bölümlerinin katıldığı sempozyum düzenlenmektedir. 1985 yılında Anadolu Üniversitesi öncülüğünde başlamıştır. 1996 yılında düzenlenememiştir. "Mikro" "Makro" Uluslararası ilişkiler Uluslararası İlişkiler siyaset biliminin bir dalıdır ve "uluslararası sistem" içindeki aktörlerin, özellikle de uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul edilen devletlerin, diğer devletlerle, uluslararası/bölgesel/hükumetler arası örgütler, çok uluslu şirketler, uluslararası normlar ve uluslararası toplumla olan ilişkilerini inceleyen disiplinlerarası bir disiplindir. Disiplinler arası bir disiplin olması sebebiyle siyaset bilimi, iktisat (uluslararası iktisat, uluslararası politik ekonomi), tarih "(siyasi tarih)", hukuk (anayasa hukuku, yönetim hukuku ve özellikle uluslararası hukuk), felsefe (siyaset felsefesi ve etik), sosyoloji, psikoloji, coğrafya, antropoloji, sosyal çalışma, kriminoloji, toplumsal cinsiyet çalışmaları ve kültürel çalışmalar gibi pek çok farklı disiplinden faydalanır. Uluslararası İlişkilerin çalışma alanı oldukça geniştir. Küreselleşme, devlet egemenliği, uluslararası güvenlik, ekolojik sürdürebilirlik, nükleer silahların yayılması, milliyetçilik, ekonomik kalkınma, küresel finans, terörizm, organize suç, insan güvenliği, dış müdahalecilik ve insan haklarına kadar pek çok konuyu uluslararası düzeyde inceler. Uluslararası İlişkiler tarihinin başlangıcı çoğu akademisyen tarafından 1648 tarihli Westphalia Barışı devlet sisteminin oluşturulma kavramının kabul edilmesi, ve eski ortaçağ Avrupası'nın din dayanaklı sisteminin terkedilmesidir. Westphalia
Barışı ile birlikte devlet yöneticilerinin sınırları içinde tek egemen oldukları ve devletleri dışında bir merciye bağlı olmadıkları belirtilmiş, ayrıca ulus devlet kavramının oluşturulmasına destek ve yükselmesine olanak sağlanmıştır. Bu gelişmeler sayesinde devletler bürokratik, diplomatik ve askeri kurumsallaşmaya yönelmiştir. Avrupa kökenli bu sistem kolonileşme süreciyle tüm dünyaya yayılmış ve medeniyetin şartları olarak gösterilerek, çoğu zaman zorla, benimsetilmiştir. Günümüz uluslararası sistemine geçiş ise Soğuk Savaş ve bu süreçte gerçekleşen kolonilerden çekilme ve eski sömürgelerin bağımsızlıklarını ilan ederek çoğunlukla ulus devletler örneğinde kurulmalarıyla gerçekleşmiştir. Realizme göre tüm devletlerin ortak özelliği hepsinin idealler veya etik değerler yerine çoğunlukla ekonomik ve askeri güç peşinde olmasıdır. Realizm, temelde devletlerin birbiriyle iş birliği yapmaya yanaşmayacağını, iş birliği halinde dahi öncelikli olarak kendi çıkarlarını gözeteceğini belirtir. Bu bağlamda realist teoriler güç dengesi, çıkar optimizasyonu gibi konularla yakından ilişkilidir. Bu teoriye göre devletler arasındaki işbirlikleri kısa süreli ve rastlantısaldır. II. Dünya Savaşı ile yükselişe geçen realizmin kurucuları Thucydides, Morgenthau, Machiavelli ve Thomas Hobbes olarak kabul edilir. Liberalizm, tartışmalı da olsa Uluslararası İlişkilerin ilk teorisidir. I. Dünya Savaşı sonrasında devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde savaşı engelleyememeleri ve kontrol edememelerine bir tepki olarak yükselir. Woodrow Wilson teorinin ilk destekçilerindendir. Devletlerin uluslararası arenadaki davranışlarının kökenlerine inerek açıklamayı hedefler. Bu kökenleri üç kavram üzerinden açıklar ve birleştirir. Bunlar; kimlik, çıkarlar ve normlardır. Neorealizmin kurucusu kuşkusuz olarak Kenneth Waltz'dır. Neorealizm, Klasik ve Neoklasik realizmin bazı noktalarını kabul eder - örnek olarak egemen devletlerin uluslararası anarşi içinde varolduklarını ve işlediklerini -fakat asıl ayrılma noktası insan doğası ve devlet yönetiminin ahlaki boyutunu reddederek daha "bilimsel" bir açıklama getirmeye çalışmasında yatmaktadır. Devletlerin dışişlerinde uyguladıkları yıkıcı ve çıkarcı tavrın sebebinin uluslararası anarşi olduğunu ve devletin iç politikalarıyla uluslararası arenadaki tavrının açıklanamayacağını, çünkü devletlerin diğer devletlerle ilişkilerini göreceli kazanç ve güç odaklarına karşı denge sağlama amacıyla sürdürdüğünü belirtir. Neoliberalizm, neorealist bir öneri olan uluslararası ilişkilerde anahtar oyuncuların devletler olduğunu kabul ederek realizmi güncelleştirmeyi amaçlar fakat Uluslararası Örgütlerin ve devlet dışı aktörlerin önemini de vurgular. Teori, neoliberal ekonomik teoriden etkilenmiştir. Soğuk Savaş süresince artan devletlerarası bağımlılık teorinin şekillenmesinde etkili olmuş ve bu yüzden liberal kurumsalcılık olarak da adlandırılmıştır. Teorinin öncüleri Robert O. Keohane ve Joseph S. Nye olarak kabul edilir. Küresel Yönetişim dünya hükümeti anlamına gelmemektedir. Uluslararası İlişkilerdeki artan resmi kurumsallaşmaya ve bu kuruluşlar aracılığıyla artan devletler arası bağımlılığa dikkati çekmektedir. Mülteciler, çevre sorunları, kalkınma, suç şebekeleri, küresel terörizm gibi konuların gittikçe karmaşıklaştığını ve sadece devletler arası resmi iş birliği ile çözülebileceğini belirtir. Uluslararası toplum teorisi, devletlerin ortak değer ve ilkelerini ve bunların uluslararası ilişkilere etkilerini inceler. Bu ilkelerin örnekleri diplomasi, düzen ve uluslararası hukuku insani müdahaleyi savunurken, çoğulcular ülkelerin egemenliğine ve uluslararası düzene daha çok önem verirler. Teorinin önde gelen isimleri çoğulcu Hedley Bull ve dayanışmacı Nicholas Wheeler'dir. Kritik teori, doğası gereği pek çok sosyal bilimi kapsar ve sadece bir uluslararası ilişkileri teorisi değildir. Devlet merkezli bir teoridir ve diğer uluslararası ilişkiler teorilerine eleştirel bir bakış açısıyla gerektiğini ve devletlerin görevlerinin azaltılarak hizmetlerin ve bireylerin güvenliğinin sağlanmasıyla sınırlı kalması gerektiğini savunur. Devletlerin kendi üstülüğünü halka kabul ettirdiğini belirtir. Feminist Teori, 1980'lerden sonra uluslararası ilişkiler disiplininde yer almaya başlamıştır. bunun nedeni ise, uluslararası ilişkiler disiplininin diğer sosyal bilimlerden daha çok erkek egemenliğini dayanan kavram ve teorilerin hakimiyetinde olmasıdır. Uluslararası İlişkiler Disiplini içerisinde alternatif yaklaşımlardan biri olan feminist teori, erkeklere tanınan toplumsal, ekonomik ve siyasal hakların tamamının kadınlara da verilmesini savunan ve kadının toplum içindeki rolünü genişletmek isteyen bir doktrindir. Dünya üzerindeki tarih, iktisat ve siyaset bilimleri gibi bilim dallarının kadınların gelişim ve değişimlerini göz ardı ettiklerini ve bunun nedeninin de erkeklerin hemen her toplumda iktidar sahibi olarak hüküm sürmeleri olduğunu ileri sürer. Günümüzde de devam etmekte olan erkek egemen dünyada, feminist teoriye göre kadınlar, genellikle özel alan (aile ve ev içi hizmetler) içerisinde tutulmakta ve kamusal alan’da (toplum ve devlet düzeni) rolleri yedekte tutulmaktadır. Ancak erkeklerin bulunmadığı durumlarda kadınlar istihdam edilebilmektedir. Bu düzenlemeler nedeniyle ortaya çıkan kadın ezilmişliği ve dışlanmışlığı kavramları feminist teorinin temel aldığı kavramlardır. Güç kavramı, uluslararası ilişkilerde, kaynaklara (askeri ve ekonomik) erişim, kabiliyet, devletlerarası sisteme etkinin büyüklüğü olarak tanımlanır ve bunlar aracılığıyla ölçülür. Genellikle katı güç "(ing. hard power)" ve yumuşak güç (hafif güç) "(ing. soft power)" olarak ikiye ayrılır. Katı güç askeri kabiliyeti tanımlarken, hafif güç ise ekonomi, diplomasi ve kültürel etkiyi tanımlar. Kutuplaşma kavramı, uluslararası sistem içindeki güç düzenine işaret eder. Kavram özellikle Soğuk savaş döneminde iki süpergücün çekişme halinde bulunduğu iki kutuplu düzenle ortaya çıkmıştır. Bu kavram çerçevesinde 1945 öncesi sistem gücün büyük devletler tarafından paylaşılması sebebiyle çok kutuplu olarak isimlendirilir. Benzer biçimde SSCB'nin 1991'de dağılmasıyla ABD'nin tek süpergüç kalmasıyla oluşan düzen de pek çok akademisyen tarfından tek kutuplu sistem olarak adlandırılır. Uluslararası bağımlılık, yani karşılıklı sorumluluk ve başkalarına bağımlı olma, çoğunluğun görüşüne göre uluslararası sistemin karakteridir. Bu görüşün savunucuları küreselleşmeye, özellikle ekonomik ilişkilere işaret ederek, Uluslararası örgütlerin rolünün ve uluslararası ilişkilerde giderek artan belirli ilkelerin kabul edilmesinin uluslararası sistemin ana ilkesinin uluslararası bağımlılık olduğunu belirtmektedirler. Bağımlılık, uluslararası bağımlılıktan farklı bir şekilde, marksizmle yakından ilişkili bir teori olan bağımlılık teorisini belirtir. Bu teoriye göre gelişmiş merkez devletler, kendi refahları için, zayıf çevre devletleri sömürürler. Birleşmiş Milletler(BM), kendini "adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş global bir kuruluş" olarak tanımlayan, günümüzün en önemli uluslararası kuruluşudur. Yargı: İnsan hakları: Çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri Sanayi devriminden sonra işgücünde meydana gelen artış ve buna bağlı olarak çalışma ilişkilerinin karmaşıklaşması Çalışma Ekonomisi ve Endüstri ilişkilerini başlangıcını oluşturur. İlk olarak İngiltere'de ortaya çıkmıştır. Sanayi devrimi işçi sınıfı meydana getirmiş, toplumun en kalabalık kesimini oluşturmalarına neden olmuştur. İşverenlerin aşırı kar güdüsü ve kazanma hırsı çalışanların daha fazla sömürülmesine neden olmuştur. Bu durum 18. yüzyılda İngiltere'de işçi sınıfı oldukça çalışma koşullarına sahip olmasına neden olmuştur. Günde 14 saat ve üzerinde çalışmak durumunda bırakılmışlardır. İngiltere hükümetinin çalışma saatlerini sınırlaması ve çalışma ortamlarının iyileştirilmesi ile ilgili çıkardığı yasalarla sosyal politika alanında ilk önlemleri almış olup direkt olarak Endüstri İlişkilerini düzenlemiştir. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri'nin, Türkiye'de kuruluşu 1859'a kadar uzanan Siyasal Bilgiler Fakültesi içinde olmuştur. İlk kez 1960 yılında Prof. Dr. Cahit Talas tarafından kurulan Sosyal Siyaset Kürsüsü ile başlar. "Çalışma Ekonomisti" unvanıyla lisans derecesi vermenin yanı sıra Yüksek Lisans ve Doktora programları da yürüten bölüm bünyesinde dört anabilim dalı ve bir araştırma merkezi bulunuyor: Günümüzde 15 farklı üniversitede Lisans, Yüksek Lisans ve Doktora programları yürütülmektedir. Son zamanlarda Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri büyük bir parlama göstermektedir. Gerek iş imkânı gerekse başka üniversitelerin hukuklarından bile daha geleceği parlak bir bölüm olarak uzmanlarca değerlendirilmektedir. İlerde Mülkiye'nin içerisinde kendini çok daha iyi hissettirecektir. Falanks Falanks (Grekçe φάλαγξ, ἡ ), genellikle mızrak ve benzeri silahlar kullanan askerlerin birbirinden ayrılmadan art arda saflar halinde savaşmasını esas kabul eden bir savaş düzenidir. İlk uygulamaları Arkaik Yunanistan'da Hoplites adı verilen ağır piyadelerin savaş düzeni olarak ortaya çıkmıştır. Falanks düzeninden önce savaşlar, düzensiz gruplar arasında bire bir çatışmalar şeklinde yürütülmektedir. Falanks düzeni, kütlesel bir vuruş gücüyle son derece etkili bir savaş düzeni olarak ortaya çıkmıştır. Falanks düzeni ile ilgili bilinen en eski tasvirlere Sümer dikilitaşlarında rastlanmaktadır. Bu örneklerde askerler mızrak, miğfer ve vücutlarının büyük bölümünü kaplayan kalkanlar ile tasvir edilmişlerdir. Antik Mısır ordularının da geçmişte benzer taktikler kullandıkları bilinmektedir. Yunan orduları tarafından kullanılışı ile ilgili tarihçilerin mutabık kaldıkları bir nokta olmamasına karşın; benzer savunma ve kale savunma ilkeleri tarih boyunca büyük uygarlıkların orduları tarafından bilinmektedir. Bunlardan sonra bazı yazar ve tarihçiler Yunanlarda "falanks düzeni"nin ortaya çıkış tarihi olarak MÖ 8. yüzy
ılı ve yer olarak da Sparta’yı göstermelerine rağmen, "Falanks düzeni" MÖ 7. yüzyıl de Argos’ta Apsis savunmasının geliştirilmiş ve gözden geçirilmiş haliydi. Falanks düzeninde hoplitler, omuz omuza dizilmiş saflar oluştururlar ve arkaya doğru en az dört sıra halinde düzen alırlar. Bu tertiplenişte hoplitler, kalkanlarını birbirlerine kilitlerler, bu sırada en öndeki askerler mızraklarının öne doğru tutarlar. İkinci sıradaki askerler de birinci sıradakilerin üzerinde mızraklarını öne doğru uzatırlar Her asker, sağ eliyle kavrayıp kaburgaları ve dirseği arasına sıkıştırdığı kargıyla düşman sıralarına koşarak ilerler ve düşman sıralarındaki kalkan boşluklarına saplamaya çalışırdı. Bu şekilde ileri uzanmış mızraklar, bir elin parmaklarını andırdığından, bu savaş düzenine falanks denilegelmiştir. Falanks, Latince bir tıp terimidir ve parmak kemikleri anlamındadır. Kalkan, vücudun sol yanını örttüğü için her asker, sağ yanını güvene alabilmek için sağındaki askere iyice sokulmak zorunda kalıyordu. Bu yüzden falanks sıraları ileri hareketleri anında hafifçe sağa kayardı. Bu tarz bir taarruz, düşman hatlarının dağıtılmasına yöneliktir. Düşman hatlarının düzeni bozulduğunda, yakın çatışmada kullanılması olanaksız olan mızraklar bırakılarak kılıçlarla savaşa devam edilirdi. Falanks düzeni Makedonlarca da kullanılmış olup Büyük İskender'in Pers İmparatoru III. Darius'la yaptığı Gavgamela Savaşı'nda da etkisini büyük ölçüde göstermiştir. Makedonların falanks düzeni biraz farklı idi: İskender bölükleri 16'ya 16 kare şeklinde sıralandırarak oluşturmuştu. Yanlarında saritsa adında 5 veya 5,5 metre uzunluğunda mızraklar ve kopis adı verilen kamaya benzeyen bir kılıç taşırlardı. "Doru" Helen dünyasında kullanılan bir tür mızraktır. Çok çeşitli boylarda bulunmasına rağmen, genelde 5 - 5,5 metre uzunluğundaydı. Tek el ile tutulur, diğer elde ise kalkan olurdu. Mızrakların uçları yaprak şeklindeydi, bunun yanında bu silahı kullanan askerler; yakın çarpışmalarda avantaj sağlaması için yanlarında ikinci bir silah bulundururdu. Askerlerin, mızraklarını omuzlarının altında ya da üstünde tuttukları her iki durumda avantajları ve dezavantajları mevcuttu. Mızrakları omuz altında tuttukları takdirde vuruşları daha etkisiz olurdu ama duruşları ve hareketleri daha kontrollü olurdu. Savaş meydanında içinde bulundukları duruma göre mızrak tutuşlarını ayarlarlardı. Sarissa, Makedonyalıların Yunanlar tarafından bilinen bütün dünyayı işgal ettikleri zamanlarda, Makedon Ordusu tarafından kullanılan bir tür mızraktır. Günümüzde, uzunluğu tam olarak bilinmese de "Doru" adlı mızrağın iki katı olduğu tahmin edilmektedir. Muazzam uzunluğu ve bunun sonucu olan ağırlığı, denge sağlamayı imkânsızlaştıracağından, bu silah iki elde tutularak kullanılırdı. Bu yüzden bu mızrağı kullanan birlikler apsis zırhı yerine ondan daha küçük ve zayıf olan pelte adlı zırhı kullanırlardır. Mızraklarının uzunluğu sayesinden güçlü bir savunma hattı oluştururlar ve düşmanın belli bir mesafeden daha yakına yaklaşmasına izin vermezlerdi. Bu da zırhlarının daha küçük ve zayıf olmasından doğan dezavantajı kapatırdı. Zaten Sarissaları kullanan askerlerin, silahın uzunluğu ve ağırlığı nedeniyle hareket etmesi zorlaşıyordu, bunun yanında bir de ağır bir zırh kullanılamazdı. Sarissa birlikleri savaş alanlarında sarsılmaz bir ün bıraktılar ve özellikle Makedon Ordusu’na çok şeyler kattılar. Falanks birliklerini en etkili şekilde kullanabilmek için generaller çeşitli denemeler yapmışlar. Sıradan dizilişlerle ve çarpışmalarla yetinmeyen generaller, duruma göre en uygun adaptasyonu sağlamak için çeşitli yollara başvurmuşlar. Bunların en meşhurları Maraton Savaşı’nda Yunanların falankslarını seyreltmeleri ve cephe uzunluğu artırmalarıydı. Bu sayede Pers okçularının saldırılarından en az zararlar kurtulmuş ve Perslerin sayıca çok üstün olan Darius birlikleri tarafında arkadan kuşatılma tehlikesini bertaraf edebilmişlerdi. Bu uygulanan taktik kanatlardan kuşatma idi ve sonuç olarak Yunanlara ezici bir galibiyet kazandırdı. Leuctra Savaşı’nda, General Epaminondas uyguladığı falanks taktiği ile başarıya ulaşmıştı. Bu taktik, orta ve sağ aksamları biraz azaltıp en zayıf aksam olan sol cenahı güçlendirmeyi amaçlıyordu. Oblique (eğimli) Falanks olarak da bilinen bu taktik sayesinde, güçlendirilmiş sol kanat ile, Spartalılar mağlup edilmiştir. Sparta’nın Agema adlı seçkin birlikleri her zaman sağ tarafta konuşlanırlardı, Epaminondas’ın taktiği sayesinde Kral birlikleri ve Sparta ordusu büyük bir bozgun ile mağlup edildi ve Sparta’nın yenilmezlik efsanesine son verildi. Makedonya Falanksı Yunan savaş taktiklerinin çok önemli bir çeşididir. Epaminondas ve İphikrates reformları ile yenilenen falanks birlikleri sarissa adı verilen normalinden daha uzun mızraklar kullanmaya başladılar. Falanks sistemi karşısındaki düşman daha hafif zırhlı, kolay manevra yapabilir durumda olduğunda sorunla karşılaşıyordu. Sparta ile Atina arasında yapılan Lechaeum Muharebesi sırasında Sparta falankslarına karşı Atinalıların mızrakçıları ve okçularının saldırısı falanksın bozulmasına sebep olmuştur. Falankslar cephe saldırılarına karşı çok iyi savunma sağlasa da yanlardan ve geriden savunmasızlardı. Kendisi gibi falanks düzeninde savaşmayan düşmanlar eğer hızlı hareket edebilirse falanks bu manevralara cevap veremeden bozguna uğratabilirdi. Falanks sisteminin iyi bir koordinasyona sahip olması vazgeçilmezdir. Ayrıca zorlu saha koşulları nedeniyle falanks yapısı halinde ilerlemeye izin vermeyen yerlerde savunmasızdır. Falanksta en önemli olan en ön sıradaki askerlerin başarısı olduğu için ölen ya da yaralanan askerin yerine yenisinin derhal gelmesi ve aynı başarıyı sergilemesi önemlidir. Ayrıca düşmanın savunmasını kırdıktan sonra ardından takip edecek destek birlikleri bulunmayan falankslar kazandıkları başarıyı kalıcı kılamayacaktır. Büyük İskender’in zaferleriyle beraber savaş taktiği olarak zirve yapan falanks, Makedonya devletlerinin yavaş yavaş güç kaybetmesiyle daha az kullanılmaya başlanır. İskender tarafından kullanılan eş zamanlı saldırılar yerini cepheden taarruza bırakır. Falanks sisteminin düşüşü Roma Cumhuriyetinin gelişmesi dönemine denk gelir. Askeri anlamda yükselmekte olan lejyon yapısı esnek yapısıyla egemenlik kuracaktır. Makedon devletlerinin hepsini zamanla fethedecek olan Romalılar artık savaş tarzlarını da belirleyecektir. Buna rağmen falanks sistemi tamamen ortadan kalkmaz. Özellikle mızraklı, kargılı askeri taktikler ateşli silahların kullaınlmasına kadar etkili olacaktır. Falanks sistemi gibi bir şekilde kullanılmasa da mızrak ve kargılı taktikler Orta Çağ boyunca yoğun olarak kullanılmıştır. Bu alanda özellikle İsviçreli paralı askerler ün kazanmıştır. 16. ve 17. yüzyılda mızrak ve arkebüzlü karma birlikler kullanılırken tüfeklerde süngünün kullanılmasıyla mızrak tamamen ortadan kalkmıştır. Sparta Sparta (eski Elence; Attika lehçesi: Σπάρτη Spártē, eski Dor lehçesi: Σπάρτα Spártā), klâsik antik çağda en çok „Λακεδαίμων“ Lakedaimōn olarak adlandırılan kent MÖ 2. binyılın sonunda yaşanılan Dor istilasının hemen sonrasında Peloponnes (Mora) Yarımadasında Dorlar tarafından kurulan şehir ve şehir devleti. En güçlü rakibi Mora ile Tesalya arasında bulunan Attika bölgesinde kurulmuş olan Atina şehir devletiydi. İki devlet arasında Pers istilası yıllarında oluşturulan ittifak ilişkisi daha sonra Atina'nın bütün Helen dünyasını kendi çatısı altında birleştirmeyi arzulayan politikası neticesinde rekabete dönüştü. Bu rekabet sonucunda MÖ 431'de başlayıp aralıklar ile 27 yıl süren ve tarihe Peloponnes Savaşı olarak geçen bu savaş Yunan dünyasının Büyük İskender dönemine dek parçalı siyasal yapıda kalmasına yol açtı. MÖ 9. yüzyıl sonunda Pitana, Meson, Limnai, ve Kynosura isimli dört köy birleşti. Ancak şehir hiçbir zaman sur içine alınmadı. MÖ 8. yüzyılda Eurotas vadisi yakın dağlar ve kıyı ovası da şehrin topraklarına katıldı. Zengin eyalet Messinia ele geçirildi. İç savaşlarında yaşandığı dönemde şehride örgütlenmeler başladı. Kurumlar Lykurgos tarafından kuruldu. Bir tür anayasa ilan edildi. Lakedaimonların sitesi tüm haklara sahip vatandaşlardan oluşuyor, eşitler olarak adlandırılan bu yurttaşlar devletten, Heiloslar tarafından işlenen toprak hissesi (kleros) alıyorlardı. Heiloslar bazen aşağılanıyor ve ülkede huzuru sağlamak için gerekli görülen terör dönemlerinde öldürülüyorlardı. Perioikoslar ise kendi geleneklerine göre yaşıyorlardı. Orduyu iki kral komuta ediyor, siyasal yaşamı ise Gerusialar yönetiyordu. Sparta'daki yaşam bu dönemde çok parlaktı. Ancak ülkede gerginlik artmaya başladı. Argos ile yapılan savaşta yenildiler. Sistem katılaştı. Katı bir eğitim sistemi kabul edildi. Her türlü lüks yasaklandı. MÖ 550'ye doğru, Khilon'un dönemindeki Sparta, elindekileri korumakla yetinen, kendi içine kapanık bir şehir oldu. Sparta Uygarlığının en belirgin özelliği aşırı disiplinli askerî örgütlenmesiydi. Toplumda her erkek ve kadının görevleri vardı. Erkekler askerdi. Kadınlar ise devlete asker yetiştirmekle görevli anne konumundaydı. Her kadın çocuğuna altı yaşına kadar büyütmek, dayanıklı ve sağlıklı olarak yetiştirmek mecburiyetindeydi. Altı yaşına kadar ailelerinin yanında kalan çocuklar bu yaştan sonra askeri disipline yavaş yavaş alıştırılmak üzere devletçe alınır ve ilerleyen yaşlarında eziyet verici şartlara dayanıklı olabilmeleri için bölge bölge dolaştırılırdı. Çocuklar yirmi yaşına geldiklerinde tam bir asker olarak hizmete başlar ve altmış yaşına kadar askerlik görevini yapardı. Altmış yaşına gelebilen erkekler bundan sonraki hayatlarını toplantılar yaparak geçirirlerdi. Sparta'da çok sert bir askeri disiplin yönetimi bulunuyordu. Sparta Uygarlığı'nın bir diğer özelliği ise köle düzenindeki farklılıklardı. Diğer Yunan uygarlıkları aksine Sparta Uygarlığında köleler temelde devlete aitti. Bir kölenin tüm kullanım hakkı devletindi ancak bağlı bulunduğu toprak sahibine de tarım ürünlerinden bir pay vermek zorundaydı. Toprak sahibi köleyi öldüremez ve ona işkence yap
amazdı. Uygarlığın köle sınıfı helot adını taşıyordu. Helotlar bir tür ekonomik özerkliğe de sahiplerdi. Çalıştıkları devletin eşit olarak bölüp dağıttığı arazi parçasını (Kleros) ekip biçerler ve üründen arpa, buğday, şarap, peynir gibi besin maddelerini toprak sahibine verirlerdi. Spartalılar savaşarak kazandıkları topraklardaki halkı da Kleros sistemine dahil ederdi. Kleroslarda hiçbir gerçek Sparta vatandaşı yaşamazdı. Sahip oldukları Kleroslar'da yaşamazlar, Sparta'da yaşarlar ve kendilerine bağlı helotları yönetmezler, denetlemezler, topraklarından çıkaramazlar ve satamazlardı. 60 yaş üzeri üyelerden oluşan İhtiyarlar Meclisi devlet yönetimi ile ilgili kararlar alır ve 30 yaşını geçmişlerin oluşturduğu diğer bir meclis bu kararları sonuca bağlardı. Spartalılarda karar alma işlemi olağan dışıdır. Okunan maddeler toplantıya katılan kalabalığın çıkardığı seslerle hükme ulaştırılırdı. Kimin sesi çok çıkarsa o yönde karar çıkardı. Aristotales bu yüzden Spartalıları çok çocuksu bulmuştur. Spartalılarda bir diğer sınıf Periyekler adı verilen sınıftı. Periyekler 30.000 kişi kadardı. Bunlar devlet ilk kurulurken işgal edilen Lakonya bölgesinde yaşayan Aka uygarlığı soyundan gelenlerdi. Periyeklerin bir Sparta'lı gibi yönetimde söz sahibi olması ve asker olabilmesi ayrıca bir Periyek'in bir Sparta'lı ile evlenmesi de mümkün değildi. Periyekler tarım ticaret ve zanaatla uğraşmak ve devlete vergi vermekle yükümlülerdi. Helotlara göre oldukça özgürdüler fakat Sparta topraklarında yaşamak onlar için de kolay değildi. Spartalılarda helotları denetlemek amacıyla muhbirler ve gözeticiler görev yaparlardı. Helotların yaşadığı kasabalara ara sıra pusu kurulur ve daha önceden tespit edilen ve ileride sakıncalı olabilecek helot bireyleri öldürülürlerdi. Bu işle görevli kurumun adı Krypti'di. Bu yüzden helotlar asla sivrilme davranışı içinde olamazlardı. Sparta Uygarlığında 2 kral vardı. Devlet iki kral tarafından yönetilirdi. Bu iki kralın saygınlıkları çok yüksekti. Krallık babadan oğula geçerdi. İpek Yolu İpek Yolu (Arapça: طريق الحرير: Çince: 丝绸之路; Farsça: جاده ابریشم; Rusça: Великий Шёлковый Путь; Kırgızca: Zhibek Zholu), Çin'den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa'ya kadar uzanan ve dünyaca ünlü ticaret yoludur. Haziran 2014'te UNESCO, İpek Yolu'nun Chang'an-Tianshan koridorunu Dünya Mirası olarak belirledi. İpek Yolu sadece tüccarların değil, aynı zamanda doğudan batıya ve batıdan doğuya bilgelerin, orduların, fikirlerin, dinlerin ve kültürlerin de yolu olmuştur. Milattan yüzyıllar önce Mısırlılar, daha sonra da Romalılar, Çinlilerden ipek satın alırlardı. Ulaşım ise, daha sonra İpek Yolu adı verilen güzergahı izleyen kervanlarla sağlanırdı. İpek endüstrisi, eski çağlardan beri birçok milletin hayatında çok önemli bir yer tutmuştur. Uzak Doğu'dan gelen ipek ve baharat, Batı dünyası için, uluslararası ilişkilerde önemli bir rol oynamıştır. İpek, ayrıca Doğu kültürünün Batı tarafından tanınmasını da sağlamıştır. Doğu'nun ipeği ile baharatının kervanlarla batıya taşınması, Çin'den Avrupa'ya ulaşan ticaret yollarını oluşturmuştur. Orta Çağda, ticaret kervanları, şimdiki Çin'in Şian kentinden hareket ederek Özbekistan'ın Kaşgar kentine gelirler, burada ikiye ayrılan yollardan ilkini izleyerek Afganistan ovalarından Hazar Denizi'ne, diğeri ile de Karakurum Dağları'nı aşarak İran üzerinden Anadolu'ya ulaşırlardı. Anadolu'dan deniz yolu ile Akdeniz ve Karadeniz (Tirebolu) limanlarından veya Trakya üzerinden kara yolu ile Avrupa'ya giderlerdi. Doğudan batıya doğru gelişen bu ticari harekette daha önceki çağlardan beri kullanılmakta olan bir yol şebekesinden yararlanılmıştır. Yoğun bir şekilde ipek, porselen, kâğıt, baharat ve değerli taşların taşınmasının yanında kıtalar arasındaki kültür alışverişine de imkân sağlayan bu binlerce kilometre uzunluğundaki kervan yolları zaman içinde İpek Yolu olarak adlandırılmıştır. İpek Yolu Asya'yı Avrupa'ya bağlayan bir ticaret yolu olmasının ötesinde, 2000 yıldan beri bölgede yaşayan kültürlerin, dinlerin, ırkların da izlerini taşımakta ve olağanüstü bir tarihsel ve kültürel zenginlik sunmaktadır. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra, İpek Yolu'nun hem bir ticaret yolu, hem de tarihsel ve kültürel değer olarak yeniden canlandırılması gündeme gelmiş, bu yol boyunca inşa edilmiş ve artık kullanılmayan yapıların, yeni işlevler kazandırılarak korunmaları ve yaşatılmaları için çalışmalar başlamıştır. İpek Yolu çeşitli Türk uygarlıklarının ekonomik kaynağı olmuştur. Orta Asya bölgeleri ile her zaman bağlantılar var olmuştur. Örneğin; Çin ile Avrupa arasında en eski zamanlardan beri, en az Tunç Devrinden beri bağlantılar vardı. İlk zamanlarda maden elde etme ve işleme konusunda bilgi alışverişine ve ticari malların değişimine dayanmış olan bu bağlantılar, diplomatik ilişkilerin kurulmasını ve iki kültürün birbirini tanımasını da sağlamıştır. Ancak, arabulucular yolu ile gerçekleştirilmiş olan bu bağlantılar bir süreklilik göstermemiş, uzun süreli kopukluklar yaşanmış, ticaret ve bilgi alışverişinin uzun bir süre gerçekleşmediği dönemler de olmuştur. Çin’in batıya doğru genişlemesi, İpek Yolu’nun doğu sınırının tamamen açılmasında önemli bir etken olmuştur. İmparator Vudi (M.Ö. 142–87) döneminde Han İmparatorluğu sınırlarını neredeyse iki katı kadar genişletmiştir. Sınır tehditlerine karşı düşman bölgelerini istila ederek karşılık veren İmparator Vudi, ordularını kuzeye, güneye ve batıya göndererek birçok devleti boyunduruk altına almış, Hiung-nu zaferi ile de Orta Asya’nın tüm kontrolünü ele geçirmiştir. Vudi’nin birlikleri, Pamir dağlarını ve Fergana şehrini de işgal ederek, Çin ile Batı arasındaki ticaret yollarını açmıştır. İpek Yolu üzerinden gerçekleşen ticaret sayesinde Hun İmparatorluğunun başkenti Batılı seyyahlar ve Batı’dan gelen lüks mallarla dolup taşmaya başlamıştır. Doğuda barışın hüküm sürdüğü zamanlar, Batı bir savaş alanı idi. Romalılar ile Partlar arasında uzun zamandan beri yaşanan sorunlar, birinci Roma İmparatoru Augustus’un diplomatik başarısı ile son bulmuş, iki taraf arasında bir barış süreci başlamıştır. Bu barış süreci, İpek Yolu’nun batı bölümünün daha güvenli olmasını ve Uzak Doğu ile yapılan ticaretin canlanmasını sağlamıştır. Geç Antik Çağ döneminde Doğu Roma, yani Bizans ile Sassani İmparatorluğu arasındaki ticaret Roma-Pers Savaşları nedeniyle büyük ölçüde engellenmiştir. İpek Yolu, bir diğer yükselme dönemini, Perslerin İpek Yolu üzerindeki hâkimiyetine son veren Tang Hanedanlığı döneminde yaşamıştır. İkinci Tang İmparatoru Taizong, Orta Asya’nın büyük bir bölümünü ve Tarım Vadisini kontrolü altına almıştır. Bizans İmparatorluğu, 7. yy.da Asya’daki bazı topraklarının Müslümanlar tarafından ele geçirilmesiyle İpek Yolu ile bağlantısını ara sıra koruyabilmiş ve uzun süre Doğu’dan gelen malların ana aktarma yeri olarak işlev görmüştür. Tang döneminden sonra İpek Yolu üzerindeki ticaret trafiği azalmaya başlamıştır. Bunun nedeni, Beş Hanedanlık döneminde Tang Hanedanlığı’nda iç istikrarın korunamaması ve ticaret yollarının güvenliğinin azalmasıdır. Avrupa ile Asya arasındaki ticaret veba salgınları nedeniyle de uzun süre askıya alınmış ve gerçekleşmemiştir. Asya ile Avrupa arasında doğrudan bağlantı kurulmasında, 13. yy.da Moğollar’ın büyük katkısı olmuştur. Moğol istilaları sık ve geniş iletişim çağının başlamasında etkili olmuştur. Bu durum, Moğolların ele geçirdikleri yerlerde sistemlerini kurduktan sonra, yabancılarla iletişim kurarak yönetime devam etmeleri ile gerçekleşmiştir. Bu dönemde Moğolların yabancılara olan misafirperverlikleri sayesinde ticaret yeniden artmıştır. Ancak, Moğol İmparatorluğu’nun ömrü kısa sürmüş ve 1262 yılında koca imparatorluğun çöküşü başlamıştır. Buna rağmen İpek Yolu’nun doğu bölümünün güvenliği Kubilay Han döneminde uzun süre sağlanmıştır. Çin milliyetçiliği canlanmaya başlamış; 1368 yılında, yabancı egemenliği Moğol kökenlilere karşı saldırgan bir dış politika tutumu izleyen Ming Hanedanlığı dönemini sona erdirmiştir. Moğollar dönemindeki rahatlığa rağmen, İpek Yolu üzerinde yapılan ticaret hiçbir zaman Tang Hanedanı dönemindeki seviyesine ulaşmamıştır. Song Hanedanlığı döneminde İpek Yolu önemini yitirmeye devam etmiştir. Çin deniz ticareti sayesinde Güneydoğu Asya’da yeni pazarların keşfedilmesi ve Arapların koyduğu yüksek gümrük vergileri nedeniyle İpek Yolu daha az tercih edilmiştir. Erken Yeni Çağ döneminde Avrupalı denizcilerin dünya geneline açılmaları ile İpek Yolu tamamen önemini yitirmiştir. Böylece uzun süren yolculukların ve malın aracılara teslim edilmesinin yerine daha kısa süren ve doğrudan gerçekleştirilen deniz taşımacılığı önem kazanmıştır. İpek Yolu’nun yerini gemiler almıştır. Çinli tüccarlar jonk adını verdikleri gemileri ile Hindistan’a, hatta Arap ülkelerine kadar gidebilmekteydi. Avrupalı tüccarların Çin ile yaptıkları ticaret Song Hanedanı döneminden beri kısıtlanmaktaydı. Bu nedenle, Avrupalıların deniz seferleri ile gerçekleştirmek istedikleri asıl amaçlarından biri de Hitay’a ulaşmaktı. İlk olarak, 1514 yılında Portekizliler Çin’e ulaşmış ve orada çok canlı bir ticaret başlatmışlardır; ancak bu pazar daha sonra İspanyollar tarafından ele geçirilmiştir. İmparatorluk, 16. yy.dan itibaren, yenidünyada Avrupa kolonilerinden temel fayda sağlayanların arasında yer almaktaydı. Kolonilerde çıkarılan madenin büyük bir bölümü Avrupalılara satılmak amacıyla Çin’e gönderilmekteydi. Ticaret şirketlerinin gemileri Avrupalı soylulara lüks eşya ve sanat eserleri tedarik etmek amacıyla, Doğu Asya’ya ulaşımda İpek Yolu görevini görmekteydi. Petrol yataklarının bulunması ile İpek Yolu yeniden önem kazanmaya başlamıştır. Yeni yollar inşa edilmiş ve ıssız bölgelere ulaşım kolaylaştırılmış, bölgeler sanayileştirilmiştir. Bunun yanı sıra eski ticaret yolları onarılmış ve turistik amaçlı kullanılmaya başlanmıştır. 32 Asya ülkesinin katılımı ve Birleşmiş Milletler desteği ile Asya uzak ticaret yolları ağı inşası projesi yürütülmektedir. 2005 yılı itibarıyla y
ol ağının yenilenmesine 25 milyar dolar para harcanmıştır.Kaynak İpek Yolu’nun güzergâhı ile ilgili ilk belgeler Antik Yunan ve Romalılara dayanmaktadır. Tarım Havzası’nın kuzeyinden geçen kuzey rotasını ünlü tarihçi Heredot M.Ö. 450 yılında ayrıntılı bir şekilde tarif etmiş, güzergâh merkezlerine de oradaki yerli halkların isimlerini vermiştir. Heredot’un tarifine göre kuzey rotası Don Nehri ağzından başlayarak ilk olarak kuzeye ve hemen sonra Partların bölgesine doğru doğuya ilerlemekte, oradan da Çin’in batısında bulunan Kansu şehrinde son bulan Tanrı Dağları’nın kuzeyindeki kervan yolu üzerinden geçmektedir. Güney rotasına ilişkin buna benzer bir tarif bulunmamaktadır. Ancak güney rotası yeniden kurgulandığında, rota Mezopotamya’dan başlamaktadır; fakat bu veri kesin değildir. İpek Yolu Anadolu’da Antakya’da başlayıp, Gaziantep'ten geçerek İran ve Afganistan'ın kuzeyinde Pamir Ovası'na kadar uzanmaktadır. Ayrıca Güneydoğu Bölgesi'nde bulunan Gaziantep ve Malatya'yı geçip, Trakya üzerinden ve Ege kıyılarında İzmir, Karadeniz'de Trabzon ve Sinop, Akdeniz'de ise Alanya ve Antalya gibi önemli limanlar üzerinden Avrupa'ya ulaşmaktadır. Üçüncü bir yol da Mısır ve Mezopotamya rotalarının birleşmesi ile meydana gelen Narmada Nehrinin Hint Okyanusu’na döküldüğü Hindistan’ın liman kenti Bargyzaga şehrine ulaşan deniz ve kara yollarının birleşimi ile oluşmaktadır. Her üç rota da İpek Yolu’nun yüzyıllar süren gelişmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Bunların haricinde İpek Yolu bir doğa yolu olarak var olmuştur. Akdeniz’den Çin’e kadar çöl üzerinden uzanan, yeryüzünde en ıssız yollardan geçip, en susuz ve acımasız arazilerden ilerleyen, bir vahayı bir diğerine bağlayan yollardan biridir. Güneyden gelinip de Taklamakan Çölü’ne ulaşıldığında, yeryüzünün en yüksek sıradağlarıyla karşılaşılır. Bu dağlar sadece, derin uçurumları ve 5000 m. yükseklikleri ile dünyanın aşılması en zor birkaç buzlu geçit üzerinden aşılabilmektedir. Aynı zamanda bu bölgenin iklimi de çok serttir. Sık sık kum fırtınaları meydana gelmekte, sıcaklık yazın 40 °C üzerine çıkmakta, kışın ise -20 °C altına inmektedir. Bu olumsuzluklara rağmen yol, doğu ile batı arasındaki milletlerarası iletişim konusundaki önemini yüzyıllar boyunca muhafaza etmiştir. Bu yollar, vahaların yanı sıra yollardaki geçiş trafiğinin kontrolünü sağlayan askeri merkezler tarafından da kullanılmıştır. Bölgenin coğrafi özelliklerinden dolayı çok az sabit ulaşım ve ticaret yolu oluşmuştur. Çok hassas olan bu yollarda çıkan en küçük bir çatışma bile doğu ile batı arasında tüm trafiğin durmasına sebep olabilmiştir. Tarih boyunca çok az insan İpek Yolunun "tam uzunluğu olan yaklaşık 6000 km".’yi dolaşmıştır. Ticaret sürekli birden çok ara duraklar üzerinde gerçekleşmiş ve yolun teğet geçtiği bütün uluslar, toptancı olarak kazançlarını en yüksek düzeyde tutmak istemişlerdir. Böylece, rekabet nedeniyle sürekli silahlı çatışmalara dönen kavgalar çıkmıştır. Sadece, 13. ve 14. yy.larda Moğol iktidarı döneminde bütün Asya tek bir yönetim altında toplanmış ve güvenli bir ticaret ortamı sağlanmıştır. Teknik alandaki gelişmelerin, kültür ürünlerinin veya ideolojilerin aktarımı, ticari mallara göre daha doğal ve kalıcı olmuştur. Ticari, politik, diplomatik veya misyonerlik nedenler ile gerçekleştirilmiş uzak ticaretin bütün türleri farklı toplumlar arasında kültürel değişimi meydana getirmiştir. Şarkılar, hikâyeler, dini düşünceler, felsefi görüşler ve bilimsel bilgiler seyahat edenler yoluyla taşınmış ve güncel kalmıştır. Bunların yanı sıra gıda maddelerinin girişi ile tarımsal değişim de gerçekleşmiştir. Kâğıt üretimi ve matbaa, damıtma gibi kimyasal süreçler, etkili at koşumu ile üzengi gibi önemli buluşlar dünyaya Asya üzerinden yayılmıştır. İpek Yolu üzerinde taşınan kalıcı şeylerden biri de dinler olmuştur. Örneğin 4. ve 5. yüzyıllarda Kuzey Vey Hanedanlığı döneminde Budizm, kuzey güzergâhı yoluyla Hindistan’dan Çin ve Japonya’ya gelmiştir. Bazı istisnalar haricinde, Hıristiyanlığın Anadolu’da yayılmasının 3. yy. da Sasani İmparatorluğu döneminin başlaması ile mümkün olduğu kabul edilmektedir. Hristiyanlık, Orta ve Doğu Asya’da hiçbir zaman hâkim din olmamasına rağmen, İpek Yolu’nu kullanarak Çin sınırlarına kadar dayanmıştır. Moğollar döneminde Yunan teolog Nestorius’a dayanan Diofizit hasaba katılması gereken kültürel bir silah olmuştur. Hıristiyanlığın yayılması diğer dinlerden baskın olan İslam’ın yayılmasına göre daha kısıtlı olmuştur. M.S. 632 yılında Muhammed’in vefatından sonra İslamiyet, Arap yarımadası üzerinde hızla yayılmaya başlamış ve sonraki yüzyılda da eski Roma şehirleri olan Suriye, Mısır ve bütün Kuzey Afrika’da yerleşme sürecine girmiştir. Kısa süre içinde İpek Yolu’nun batı kısmı ve böylelikle Asya üzerinde gerçekleşen ticaret Müslümanların kontrolüne geçmiştir. Pers İmparatorluğu’nun fethi ile genişleme doğuya doğru gerçekleşmeye devam etmiştir. İslamiyet, ilk olarak İpek Yolu üzerinde yer alan şehir merkezleri boyunca etkili olmuş ve daha sonra kırsal kesimlere kaymıştır. Orta Asya, Çin, Bengal ve daha sonra Endonezya’da da askeri veya politik bir girişim olmadan Müslüman yerleşim yerleri oluşmuştur. Pers kökenli olan Zerdüştlük ve Mani Dini de İpek Yolu üzerinden yayılmıştır. Dinler ve diğer kültürel öğeler gibi hastalıklar ve enfeksiyonlar da İpek Yolu üzerinde yayılmıştır. Uzun seyahat edenler, virüslerin ortaya çıktıkları bölgelerden çıkmasına ve bu virüsler yoluyla ortaya çıkan hastalıkların, bağışıklığı olmayan toplumlarda yayılmasına yol açmışlardır. Bu durum da felaketle sonuçlanan salgınların ortaya çıkmasına neden olmuştur. İpek Yolu üzerinde hastalıkların yayılmasına verilebilecek en iyi örnek 14. yy.da görülen veba salgınıdır. 1330’lu yıllarda Çin’de ortaya çıkan, kemirgenlerden pireler yoluyla insanlara bulaşan aşırı bulaşıcı olan bir veba ortaya çıkmıştır. Bu salgın, uzun bir süre sadece Çin’in güney şehri olan Yunnan’da görülmüştür; fakat 14. yy.ın başında Moğol orduları yoluyla vebalı pireler Yunnan’dan Çin’in diğer bölgelerine taşınmış ve böylece veba, İpek Yolu boyunca çok hızlı bir şekilde yayılmıştır. Veba, Kafa (günümüz Feodosya) şehrinden gelen ticaret gemileri ile Kırım Yarımadası üzerinden geçerek 1348 yılında Avrupa’ya da ulaşmıştır. Asya’dan Avrupa’ya kadar etkili olan ve Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birinin hayatını kaybettiği büyük veba salgını ortaya çıkmıştır. Bu salgın, Ortadoğu, Hindistan ve Çin’de yaklaşık 75 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Özellikle kürk ihracatı salgının hızlanmasına neden olmuştur. İpek, Batı için İpek Yolu üzerinde taşınan en sıradışı, alışılmadık maddedir ve bu madde yola da adını vermiştir. Ancak, yol üzerinde başka mallar da taşınıp takas edildiğinden, bu kavram ticaret gerçekliğinden uzaktır. Çin’e doğru yol alan kervanlar altın, değerli taş ve cam da taşımışlardır. Ters istikamette de özellikle kürk, seramik, yeşim taşı, tunç, vernik ve demir taşınmıştır. Yol üzerinde malların çoğu değiştirilmiş ve asıl varış noktasına yetişmeden birden çok el değiştirmiştir. İpeğin yanı sıra baharat da Yeni Çağa kadar Güneydoğu Asya'dan taşınan önemli mallar arasında yer almıştır. Baharat sadece baharat ve tatlandırıcı olarak değil, aynı zamanda ilaç, anestezi, afrodizyak, parfüm olarak ve tılsımlı içecekler için de kullanılmıştır. Buna rağmen ipek en değerli Çin ürünü olarak kalmıştır. İpek dokumacılığının gelişimi, Çin'de M.Ö. de 2. yy.a uzanmaktadır. İpek üreticilerinin eğitimi ile görünmeye başlayan ihracat için fazla miktarda üretim yapılması ilk olarak M.Ö. 3 yy.de “kavgalı imparatorluklar döneminde” gerçekleşmiştir. Avrupa'da en eski Çin ipeği M.Ö. 6 yy.ye dayanan Kelt Prensliği kazılarında bulunmuştur. O zamanlar ipek Batı'da oldukça nadir bulunan bir madde olup, Roma İmparatorluğu döneminde kürk ve cam gibi lüks eşyalar arasında sayılmıştır. Sadece zamanın en zenginleri bu pahalı maddeden kayda değer bir miktarda sahip olabilmiştir. Ticaret yollarının güvenliği büyük tehdit teşkil etmekteydi. Korsanlar, Çin’den Mısır’a kadar kervanları rahatlıkla yağmalayabilecekleri dar geçitlerde kervanlara saldırmaktaydılar. Bu yüzden, Han İmparatorluğu kervanlarını özel savunma birlikleri ile donatmış, güzergâh bölümleri boyunca da Çin Seddi'ni inşa etmiştir. Kıtalararası gerçekleşen bu ticaretin organizasyonu oldukça karışık ve zor olmuştur. Yüz binlerce hayvan, çok sayıda çoban ve tonlarca ticaret malının bir araya getirilmesi ve hareket ettirilmesi, insanların ve hayvanların bu uzun yolculuklarda, zorlu coğrafi ve iklim koşullarında hayatta kalmalarının sağlanması gerekmekteydi. Ancak bilindiği gibi tüccarlar mallarını satmak için tüm yolu gitmiyorlardı ve ticaret birden çok ara tüccar (komisyoncu) aracılığı ile gerçekleştirilmekteydi. İpek Yolu’nun sonunu uzun bir zaman Partlar, daha sonra Sasaniler kontrol etmiştir; bu dönemlerde, Orta Asya’da mal değişimine hâkim olanlar, göçebe kökenliler idi. Önemli bir taşıma aracı olarak da Orta Asya’da yaşayan çift hörgüçlü develer kullanılmaktaydı. Bu develer tek hörgüçlü develere göre sıcağa daha dayanıklıydılar ve kış derileri vardı. Böylece, yükseklikleri arasında büyük farklılıklar olan bozkır ve dağlık bölgelerde sürekli görülen kıta iklimsel büyük sıcaklık değişimlerine daha uygundular. Aslında, develer ticari ilişkilerin başlamasından bu yana kullanılmaya başlanmıştır. İpek Yolu üzerinde sadece baharat, ipek, cam ve porselen gibi mallar taşınmamış, bu yol üzerinde yapılan ticaret yoluyla din ve kültür de kıtalararası yayılmıştır. Böylece, Hindistan’da doğan Budizm İpek Yolu üzerinden Uzak Doğu’ya, Çin’e ve Japonya’ya kadar yayılmış ve orada hâkim din olmuştur. Bugünkü Xi'an (Şian) şehrinde bulunan bir tablete göre, Hristiyanlık İpek Yolu üzerinden zamanın Çin’in başkentine kadar yetişmiştir. Bunların yanı sıra bu yol Türklerin dininin, Şamanlığın, Mani Dini'nin, Mazdehizm'in ve daha sonra İslamiyet'in yayılma ortamı bulduğu bir yol, bir bölge olmuştur. Kâğıt ve barut bilgisi yine İpek Yolu ile Arap ülkeleri üzerinden Avrupa’ya gelmiştir. Günümüzde İpek
Yolu daha çok turistik bir öneme sahiptir. Batı, İpek Yolu güzergâhı üzerindeki Doğu Mistisizmini kitaplar yoluyla tanımaya başladıktan sonra Batı’nın Doğu’ya olan ilgisi ve buna bağlı olarak turistik faaliyetler artmıştır. Özellikle, “Marco Polo’nun izlerinin peşinden” adı altında düzenlenen gezilerle bölgeye sürekli daha fazla turist gelmektedir. Çin, yabancı turistlere kapılarını 1970’li yılların sonlarına doğru açması ile büyük turizm potansiyelinin hemen farkına varılmış, İpek Yolu üzerinde bulunan görülmeye değer birçok yer ve kültür anıtı restore edilmiş ve resmi makamlarca koruma altına alınmıştır. Türkiye'de de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Anadolu güzergâhı üzerinde bulunan 11 kervansaray restore edilmiş, turizm amaçlı hizmetler sunabilecek hale getirilmiştir. Bu hanlar; Yapılan arkeolojik kazılar ile İpek Yolu üzerinde sürdürülmüş olan hayat araştırılmış ve ortaya çıkarılmıştır. Taklamakan Çölü üzerinde yapılan seyahatlerde sürekli şehir harabeleri ve mağara kalıntıları karşımıza çıkar. Güzergâh üzerinde yaşayan halklar ve günümüze kadar korunmuş olan yaşam tarzı en ilgi çekici olan noktalardır. Günümüzde pek çok turist Budizm’in Japonya’ya varana dek geçmiş olduğu ülkeleri görmek amacıyla Japonya’dan gelmektedir. Taklamakan bölgesinde seyahat yapmak iklim ve coğrafi özelliklerin sunduğu bazı kolaylıklara rağmen günümüzde hala neredeyse eskisi kadar zahmetlidir. İpek Yolu üzerindeki son demir yolu parçası 1992 yılında, Almata – Urumçi arasında uluslararası hattın açılması ile kapatılmıştır; fakat buna rağmen Pekin – Tahran veya Pekin – Moskova arasında düzenli tren seferleri ya da sabit aktarma bağlantıları bulunmamaktadır. Günümüzde Asya ile Avrupa’yı, daha somut bir ifadeyle 28 ülkeyi birbirine bağlayan 114 bin kilometrelik Trans-Asya Demir Yolu Ağı ile 141 bin kilometreyi bulan Asya Hızlı Demir Yolu ağı projeleri yürütülmektedir. Bu projeler bölgenin ekonomik ve ticari gelişmeleri ile stratejik bütünleşmesini açısından büyük öneme sahiptir. Bu projelerin Türkiye için de önemi büyüktür: Türkiye'nin 'doğu batı arasındaki tarihi köprülük' misyonu için büyük önem arz eden Bakü-Tiflis-Kars demiryolu projesi tamamlandığında da Londra'dan kalkan bir tren Çin'e kadar gidebilecektir. Aşağıdaki liste Ptolemy'nin listesine dayanmakta olup, bütün şehir isimleri onun çalışmalarından alınmıştır. Bazı şehirler yok olmuş, bazıları ise farklı bölgeye taşınmıştır. Yine de Ptolemy önemli bir tarihi referans niteliği taşımaktadır. Bilim ve Gelecek Bilim ve Gelecek, "Bilim ve Ütopya" dergisinden ayrılan Ender Helvacıoğlu, Nalân Mahsereci ve Ruken Kızıler tarafından 2004 yılının Mart ayından itibaren çıkartılmakta olan aylık bilim, kültür ve politika dergisidir. Genel yayın yönetmeni Ender Helvacıoğlu'dur. Derginin aynı isimde bir de yayınevi bulunmaktadır. "50 soruda" başlığını taşıyan, pek çok konuda kitap serisi vardır. Harlem, Manhattan Harlem, ABD kenti New York'un bir bölümüdür. Yaklaşık olarak sınırları, Manhattan adasının ortasındaki Central Park'ın kuzeyinden (110. caddeden) baslayıp, 155. caddede son bulur. Suç oranı yüksek bir bölgedir. Çoğunlukla Afrika kökenli ABD'lilerin yaşadığı Harlem'de, Karayip kökenlilerin yaşadığı bölüm "Spanish Harlem" (İspanyol Harlem'i) ya da "El Barrio" olarak adlandırılır. Harlem adı, Hollanda'daki Haarlem kentinden gelir. New York'un Nieuw Amsterdam (Yeni Amsterdam) adıyla Hollanda egemenliğinde olduğu 1658'de, ilbay (vali) Peter Stuyvesant, Hollanda'daki Haarlem kentinden esinlenerek kentin bu bölümünü Nieuw Haarlem (Yeni Haarlem) olarak adlandırmıştır. Bazıları Salsa müziğinin "El Barrio"'da doğduğunu öne sürerler. Yeni Amsterdam Hollandaca "Yeni Amsterdam" anlamına gelen Nieuw Amsterdam, koloniyel dönem Hollanda'sının Kuzey Amerika'daki Nieuw Nederland (Türkçe: Yeni Hollanda) sömürgesindeki yerleşim birimidir. II. İngiliz-Hollanda Savaşı()'nda bölgeyi İngizliler işgal etmiş ve daha sonra Hollanda Surinam karşılığında bölgeyi İngilizlere satmıştır. Bugün ABD'nin en kalabalık şehrinin kurulduğu bu bölgeye İngilizler New York adını vermişlerdir. Neşati Neşati, (d. ? 30 Kasım 1623Edirne - ö. 1674) Divan Edebiyatı şairi. Asıl adının ise Süleyman veya Ahmed olduğu sanılmaktadır. Yaşamıyla ilgili bilgiler sınırlı. Gelibolu Mevlevihanesi'nde Şeyhi Ağazâde Mehmet Efendi'nin dervişi oldu. Şeyhinin ölümünden sonra bir süre Konya'da bulundu. 1670'te Edirne Mevlevihanesi'nde Osman Dede'den boşalan şeyhliğe getirildi. Dört yıl kadar bu görevde kaldı. 17'nci yüzyılın usta şairi Neşati, büyük ölçüde Nef'î ve Urfî'nin etkisinde kaldı. 20 sayfalık Şerh-î Müşkilât-ı Urfî adlı eseri hem Farsça'ya olan hakimiyetini hem de Urfî'ye hayranlığını gösterir. Sultan IV. Murat, Sultan İbrahim, IV. Mehmed gibi padişahlarla; Köprülü Mehmed Paşa, Köprülüzâde Fâzıl Ahmet Paşa gibi devlet büyüklerine kasideler yazdı. Kaside de yazmış olmakla birlikte, esas ününü gazelleriyle kazanmıştır. Kasidelerinde Nef’î’nin etkisi görülür. Divan edebiyatının Sebk-i Hindî tarzının öncülerindendir. 1674'te yaşamını yitirdi. Edirne Mevlevihanesi'nin avlusuna gömüldü. Divanı 1933'te Nüzhet Ergun tarafından yayımlandı. Karbonmonoksit Karbonmonoksit, bir karbon ve bir oksijen atomundan oluşan molekülün adı. Molekül formülü: CO. Molekül ağırlığı M: 28,01 g/mol. Renksiz, kokusuz bir gazdır. Bazen görüldüğü gibi, sobalarda mavi bir alevle yanar. Çok kuvvetli bir zehirdir. Solunan havada konsantrasyonu artarsa, kana geçer ve oksijenin taşındığı hemoglobine O'den daha kolay bağlanır. Yani bütün CO'lar bitmeden O bağlanamaz. Bu bakımdan oksihemoglobin meydana gelemez ve kanda karboksihemoglobin artar, dokulara oksijen taşınamaz ve hücre ölümü meydana gelir. CO, kanın hemoglobininin merkez atomu demire bağlanarak ölüme sebep olur. Zehirlenme tablosunda başağrısı, görme bozuklukları, uyku hali, zihni bulanıklık ve koma vardır. Yargı kabiliyeti bozulur ve sezgi kaybolur. Sonuçta kalıcı beyin hasarı meydana gelebilir. Ayrıca nevrasteni, depresyon görülebilir. Belirgin iyileşme durumunu oksijensizliğe ikincil gelişen ansefalopati takib edebilir. Organik psikozlar aylarca sürebilir, fakat sonu nispeten iyi biter. Tedavisi mekanik bir solunum aracı ile %70 azot ve %30 oksijen verilmesi veya acil durumlarda ağızdan solunum yoluyla yapılır. Endüstride jeneratör gazı, su gazı, kuvvet gazı ve hava gazı içinde kullanılır. Yakıt olarak da kullanılmaktadır. Ayrıca sigaranın içinde de bulunur. Karbondioksit Karbondioksit, kovalent bağlı bir karbon ve iki oksijen atomundan oluşan moleküle sahip, normal koşullarda gaz halinde bulunan bileşiğin adıdır. Renk ve kokusu yoktur. Formülü CO şeklinde olup molekül ağırlığı 44,009 g/mol'dür. Karbon içeren besin maddelerin metabolize edilmesi sonucu meydana gelen bir son üründür. Solunumdaki yeri açısından hayati önem arz eder. Oksijen akciğerlere üst hava yollarını geçerek gelir ve alveolde hemoglobin ile taşınarak alveole getirilmiş olan karbondioksit ile yer değiştirir. Daha sonra karbondioksit oksijenin takip ettiği yolla dışarıya verilir. Bitkiler gündüz CO alır, O verirler. Gece ise O alır, CO verirler. CO serbest gaz halinde volkanik bölgelerden çıkan gazlarda, suda çözünmüş olarak ise maden suyunda bulunur. Şehir ve dağlık bölgelerde değişmek üzere atmosfer havasında ortalama %0,03-0,04 nispetinde, egzozda ise %13 nispetinde bulunur. Laboratuvarda CO, kızdırılmış kok kömürü üzerinden hava geçirilerek elde edilir. CO kanda belli seviyelerde bulunur ve vücudumuzun tampon sistemlerinden birini meydana getirir. Kanda artması halinde asidoz, azalması halinde ise alkaloz meydana gelir. Bu durumlar dolaylı olarak hidrojen iyonu konsantrasyonunu etkilemesi ile meydana getirir. Atardamar kanında, CO basıncı 120 mm Hg'ye varırsa; baş ağrısı, adale seğirmeleri, oryantasyon bozukluğu, (olmayan şeyleri gören) bir şuur bulanıklığı, konfüzyon, hatta koma görülebilir. Karbondioksitin su ile reaksiyonu sonucu meydana gelen zayıf bir asittir: (CO + HO → HCO). Gazoz ve soda yapımında kullanılır. Karbonik asit basınç altında şişelere konur, bir kısmı çözünür, bir kısmı ise sıvının üzerinde kalır. Kapak açılınca kaynama sesi vererek dışarı çıkar. Çözünmüş kısım ise gazoza, sodaya tat verir. CO yangın söndürme aracında da kullanılır. Bugün birçok yerde bulunması mecburi olan bu araçların aslını basınçla doldurulmuş CO meydana getirir. Kafi miktarda CO bulunan yerde yanma olayı devam edemez. Çelik tüplerde 50 Atmosfer basınç altında CO saklanır. Tüp içinde basınç sebebiyle sıvı halde bulunur. Musluğu açıldığında CO hızla buharlaşır ve yanmakta olan cismin üzerini örter, hava ile temasını keser. Böylece yanma olayı durur. Kuru buz (veya karbondioksit karı), katı karbondioksittir. Katı sudan çok daha yoğundur ve donma noktası da çok daha düşüktür. Gaz sıkıştırılarak dışarı ısı vermesi sağlanır ve bu ısı kondansatörler yardımıyla depolanır. Daha sonra birden basınç düşürülünce, madde, alması gereken ısıyı geri alamaz ve buz halinde kalır. Oda koşullarında (~1 atm) kuru buzda katı-gaz faz geçişi, süblimleşme olur. Adının kuru buz olmasının sebebi de budur. Kuru buz, ılık veya sıcak suya konulursa, havada sisli bir ortam elde edebilirlerdi. Bunun sebebi, kuru buzun süblimleşirken ortamdaki ısıyı almasıdır. Bu, hava içerisinde bulunan su moleküllerini soğutur ve sonuçta ağır hareket eden yoğun bir sis bulutu ortaya çıkar. Aynı şey, sıvı azot için de geçerlidir. Kuru buz elde etmek için yapılması gereken ilk iş, CO gazını sıvı hale dönüştürmektir. Bunun için de yüksek basınç ve düşük sıcaklık gerekir. Bir tüp içinde sıvı halde bulunan CO, tüp eğilerek dışarı döküldüğünde, gürültü ile etrafa dağılır ve sıvı halden gaz haline geçer. Bu değişim için gerekli enerjinin tamamını dışarıdan alamaz (olay çok hızlı cereyan eder) ve bir miktarını kendi içinden alır. Böylece gaz halindeki CO kendini soğutarak donar. Buna "karbondioksit karı" denir. Bu olaydan faydalanılarak istenildiği anda -80 °C'lik soğuk ortam elde edilebilir. Dewar kapları bu karın asetonla karıştı
rılmasıyla meydana getirilen özel termoslardır. Bu termosların dışarıyla ısı alış verişi olmadığından -80 °C'lik ortam elde edilmiş olur. Bilimsel gösterim Bilimsel gösterim, çok büyük ve çok küçük sayıları göstermek için kullanılan bir standarttır. Bilim adamlarının ilgilendikleri pek çok nicelik ya çok büyük ya da çok küçük değerlerdir. Örneğin ışığın hızı yaklaşık olarak 300.000.000 m/s dir. Yazıları standart büyüklükte olan bir kitaptaki, "i" harfinin noktasını koymak için gerekli mürekkebin kütlesi de 0,000000001 kg'dır ya da bir AIDS virüsünün uzunluğu 0,00011 milimetre'dir . Böyle sayıları okumak, yazmak ve dikkatle takip etmek oldukça zordur. Bundan kurtulmak için 10 sayısının kuvvetleri kullanılır: Buradaki sıfırların sayısına 10 sayısının "üssü" denir ve 10 sayısının kuvvetlerine karşılık gelir. Örneğin, ışığın hızı 300.000.000 m/s dir ve 3×formula_7 m/s şeklinde ifade edilebilir. Birden küçük sayılar için, aşağıdaki işlemleri yazmak mümkündür: Bu işlemlerde ondalık noktanın yeri, 1 sayısının sol tarafına doğru ve üssün (negatif) değeri kadar gidilerek elde edilir.1 ile 10 arasındaki sayılarla çarpım halinde olan 10 un kuvvetleri şeklindeki sayı yazılışları, bilimsel gösterim olarak bilinir. Örneğin 5 943 000 sayısının bilimsel gösterimi 5,943×formula_18 ve 0,000832 nin bilimsel gösterimi 8,32×formula_19 tir. Burada n ve m herhangi bir sayı olabilir(tamsayılar olması gerekmez). Örneğin formula_20.Üsler negatif olsa da bu kural uygulanır. Örneğin, formula_21 Bilimsel gösterim, atomik kütle biriminde elektron gibi küçük kütleli maddelerin kütlelerinin ölçülmesinde, bazı fizik ve kimya formüllerinde -özellikle maddeyle ilgili olanlarında- matematikte hesaplamalarda, büyük şirketlerin kâr-zarar durumunun ölçülmesinde ve astrofizik alanlarında kullanılır. Bilimsel gösterim logaritmanın kullanıldığı yerlerde de bazen işe yarayabilir. Bilim adamlarının ilgilendikleri pek çok nicelik ya çok büyük ya da çok küçük değerlerdir. Böyle sayıları okumak, onlarla işlem yapmak çok zordur. Bilimsel gösterim sayesinde 10 sayısının kuvvetlerini kullanarak böyle zorluklardan kurtuluruz. Bilimsel gösterim, hayatımızdaki zor sayılarla işlem yapmamızı kolaylaştırır. Tutu Tutu, bir alacağa karşı güvence olan mal. Kişiler: Diğer: Gotlar Sütunu Topkapı Sarayı dış bahçesinde, Gülhane Parkı Sarayburnu girişinde bulunan ve Roma devrinden günümüze hiç değişikliğe uğramadan gelen en eski abidedir. Etrafını saran yüksek ağaçlar arasına saklanmış gibi durmaktadır. Yüksekliği 18.5 metredir. Prokonnessos mermerinden tek bir blok halinde yapılmıştır. Sütun başı korint uslubunda kartal arması ile süslüdür. Sütunun ismi kaidesinde buunan kısaltılmış, Latince bir yazıttan gelmektedir. FORTUNAE REDUCI OB DEVICTUS GOTHOS Bu kısa kısım "Gotların yenilgisi sebebi ile geri dönen Fortuna'ya" anlamında gelmektedır. Genel inanışa göre bugünkü kitabe II. Claudius'un Gotlara karşı kazandığı zaferi anmaktadır. Fakat I. Konstantin'in, 331-332 tarihlerinde Got kabilelerine karşı kazandığı galibiyetleri zikretmesi de muhtemeldir. 6. yüzyıl tarih yazarı Lidyalı İonnes, sütün başlığının aslen Yunan Şans ve Baht Tanrıçası olan Tike'nin bir heykelini taşıdığını söyler. Tike'nin pagan tanrıçası olması nedeniyle, Hristiyanlığın resmi din olmasından sonra kaldırılmış olabilir. 14. yüzyıl tarihçisi Nikephoros Gregoras'a göre sütun Byzantion'a adını veren Megaralı Byzas'ın bir heykelini taşımaktaydı. Bu iddianın nedenlerinden biri de şehrin kurucularının karaya çıktığı yerin, kolonun çok yakınlarında olmasıdır. Tekfur Sarayı Tekfur Sarayı, İstanbul'da bulunan Blaherne Sarayı kompleksinden günümüze kalan tek saray. İstanbul'da, Fatih İlçesi sınırları içerisinde kalan Edirnekapı semtinde; kara surlarına bitişik olarak inşa edilmiş, konum olarak Edirnekapı ve Eğrikapı arasında kalan kalın duvarlı saray “Tekfur Sarayı” olarak isimlendirilir. Tekfur Sarayı’nın ne zaman ve kimler tarafından inşa edildiği konusunda net bir bilgi bulunmamaktadır. Bazı tarihi kaynaklarda, İsa'nın doğumundan sonra onuncu asırda "Porfirogennetos" (Mor Oda'da Doğan) Bizans İmparatoru VII. Konstantinos emri ile yaptırıldığı ve arka kısmında bulunan büyük sarayın ek binası olduğu savunulmaktadır. Bu bilgiyi reddeden diğer tarihi kaynakların görüşü ise milattan sonra on üçüncü ve on dördüncü asırlarda “Bukoleon Sarayı” olarak bilinen sarayda yaşayan hizmetkarların ikamet etmesi için yapıldığı yönündedir. Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethedilmesinden sonra “Tekfur Sarayı”, on yedinci yüzyılın sonlarına kadar metruk şekilde kalmıştır. On yedinci asrın sonlarında ise Tekfur Sarayı’na hayvanat bahçesi kurulmuştur. İstanbul şehrine gezgin olarak gelen John Sanderson’un rivayetine göre ise kendinden kırk yıl evvel gelen Ogier Ghiselin de Busbecq, buradaki hayvanat bahçesinde bulunan zürafayı görmek istemiş fakat zürafa birkaç gün önce öldüğünden dolayı dünyada hiçbir ülkede göremediği bu canlıyı görmek ve merakını gidermek için zürafanın mezarını kazdırmak sureti ile merakını nihayetlendirmiştir. On sekizinci yüzyıl başlarında seramik atölyesi olarak kullanılan “Tekfur Sarayı”, on dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren cam ve cam ürünleri imalathanesine dönüştürülmüştür. Dünyaca ünlü “kaşıkçı elması” ise “Tekfur Sarayı”nın çöplüğünde bulunmuştur. Günümüzde ise yeni tarihi olaylara şahitlik etmek amacı ile Tekfur Sarayı’ndaki arkeolojik kazılar sürmeye devam etmektedir. Çırağan Sarayı Çırağan Sarayı, Türkiye'nin İstanbul ilinin Beşiktaş ilçesinde, Çırağan Caddesi üzerinde bulunan tarihi saray. Çırağan'ın bugün Beşiktaş ve Ortaköy arasında bulunan yeri 17. yüzyılda "Kazancıoğlu Bahçeleri" diye bilinirdi. 18. yüzyılda Beşiktaş kıyılarını süsleyen denize nazır saraylar ve bahçeler Lale Devri diye bilinen 'Çiçek ve Müzik Aşkı' döneminin en önemli simgelerinden sayılmıştır. Bu dönem, bir eğlence olduğu kadar bir kültür parlaklığı devriydi. Dönemin hükümdarı olan III. Ahmed buradaki mülkünü gözde Vezir-i Azam'ı İbrahim Paşa'ya hediye etmiş ve ilk yalı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından eşi Fatma Sultan (III. Ahmed'in kızı) için inşa ettirilmiştir. Kendisi burada Çırağan Şenlikleri denilen meş'ale şenliklerini düzenletmiştir. İşte bu olaylar dolayısıyla bu alan Farsçada ışık anlamına gelen 'Çırağan' ismiyle anılmaya başlanmıştır. Sultan II. Mahmud 1834'te bu alanı yeniden yapılandırma kararı alır. Önce mevcut olan yalıyı yıktırır. Yapının etrafında bulunan okul ve cami ortadan kaldırılır ve mevlevihane yakında bulunan bir yalıya nakledilir. Yeni saray için büyük ölçüde ahşap kullanılır gibi görünmesine rağmen esas bölümün temelinin yapımında tamamen taş kullanılmıştır. 40 adet sütun dikilerek klasik bir görünüm verilmiştir. Abdülmecid 1857'de Sultan II. Mahmud'un yaptırdığı ilk sarayı yıktırmış, batı mimarisi tarzında bir saray yaptırmayı planlamış ancak 1863'te vefat ettiğinden ve parasal sıkıntılar yüzünden sarayın yapımı yarım kalmıştır. Abdülaziz, yeni sarayın inşaatını 1871'de tamamlatmış ancak stil olarak batı değil, doğu mimarisi seçilmiş ve Kuzey Afrika İslam Mimarisi uygulanmıştır. Sarayın müteahhitliğini Sarkis Balyan ve ortağı Kirkor Narsisyan yapmıştır. Eski Çırağan Sarayı'nın tahta binası yıkılarak yerine yenisinin taştan temelleri konmuştur. Sarayın paha biçilmez işlemeli kapılarından bin altın değerinde olan biri Vortik Kemhacıyan'ın elinden çıkmış. Sultan II. Abdülhamid bu kapılardan bir tanesini, onları çok beğenen dostu Almanya İmparatoru Kayzer II. Wilhelm'e armağan etmiştir. Dünyanın her yanından nadide mermer, porfir, sedef gibi maddeler getirtilerek sarayın yapımı için kullanılmıştır. Yalnız sahil inşasında 400.000 Osmanlı lirası harcanmıştır. Yapımına 1863'te başlanan Çırağan Sarayı 1871'de bitirilirken 2,5 milyon altın harcanmıştır. Son kez 1876 yılının Mart ayında buraya gelerek bir süre dinlenen Sultan Abdülaziz, halk arasında Beşiktaş Mevlevihanesi'nin yıktırılarak saray arsasına katılmasının uğursuzluk getireceği gibi söylentiler çıkması üzerine Çırağan Sarayı'nı terk ederek Dolmabahçe Sarayına yerleşmiştir. Sultan Albdülaziz'in yeğeni olan V. Murad 30 Mayıs 1876'da padişah olmuş, 31 Ağustos 1876'da tahttan akli dengesini yitirdiği için indirilmiş ve bugün Beşiktaş Lisesi olarak kullanılan Harem binasına nakledilmiştir. 29 Ağustos 1904 tarihinde de bu ikametgâhında vefat etmiştir. 14 Kasım 1909'da Çırağan Sarayı Meclis-i Mebusan Binası olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönemde sarayda II. Abdülhamid'in büyük sanat koleksiyonundan Rembrandt ve Ayvazovski'nin eserlerine yer verilmiştir. 20 Ocak 1910 yılında Meclis-i Mebusan Salonu'nun üst bölümünde ve çatı katındaki kalorifer bacasından çıkan bir yangınla saray 5 saat içerinde yanmıştır. Çok değerli antikalar, II. Abdülhamid'in özel koleksiyonu ve V. Murad'ın kütüphanesi de yanarak kül olmuştur. I. Dünya Savaşı sonunda İstanbul'un işgal altında bulunduğu dönem içerisinde Çırağan Sarayı harabeleri 'Bizo Kışlası' ismiyle bir Fransız istihkam kıtası tarafından kullanılmıştır. 1930'da Saray'ın bahçesi, Beşiktaş Futbol Kulübü tarafından ulu ağaçlar kesilerek Şeref Stadyumu adıyla bir futbol sahası haline getirilmişti. Daha sonradan da Prof. Bonatz ve ünlü Türk mimarı Prof. Sedat Hakkı Eldem tarafından, buraya turistik bir otel yapılmak üzere tetkiklerde bulunulmuştur. 1946 yılında Saray'ın bodrum katında bulunan Mevlevi dervişlerine ait mezarlar, bir istihkam yüzbaşısının altın aramak için yaptığı kazılarda tahrip edilmiş aynı yıl içerisinde Saray çıkarılan bir kanunla İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bırakılmıştır. 1987 yılında otel olarak kullanılmak amacıyla Japon Kumagai Gumi ve Türk Yüksel İnşaat tarafından restorasyonuna başlanmış, 1990 yılında otel 1992 yılında ise Saray hizmete açılmıştır. Uzun süren tasarım ve inşaat çalışmaları sonrasında "Çırağan Sarayı Oteli" 1990 yılında açıldı. Tarihi Saray ise kapılarını 1992 yılında açtı. Saray'da bundan sonra yapılan renovasyon ise 20 Nisan 2006'da bitirildi ve Saray süitleri tamamen yenilendi. Haliç ve B
oğaziçi’nin en güzel yerleri sultanlar ve önemli kişilere saray, köşkleri ve yapıtlar için tahsis edilmişti. Zaman içinde bunların birçoğu yok olmuştur. Büyük bir saray olan Çırağan’da 1910 yılında yanmıştı. Önceki bir ahşap sarayın yerinde 1871 yılında Sultan Abdülaziz tarafından Saray Mimarı Sarkis Balyan’a yaptırılmıştı. 4 yılda 4 milyon altına mal olan yapının ara bölme ve tavanı ahşap, duvarlarda mermer kaplıydı. Yapımı için Avrupa devletlerinden borç alınmıştır. Taş işçiliğinin üstün örnekleri sütunları zengin döşenmiş, mekânlar tamamlardı. Odalar nadide halılarla, mobilyalar altın yaldızlar ve sedef kalem işleri ile süslüydü. Boğaziçi'nin diğer sarayları gibi Çırağan da birçok önemli toplantıya mekân olmuştu. Renkli mermerle süslenmiş cepheleri, abidevi kapıları vardı ve arka sırtlardaki Yıldız Sarayına bir köprü ile bağlanmıştı. Cadde tarafı yüksek duvarlar ile çevriliydi. Yıllar boyu harabe halinde duran kalıntı büyük tamirler sonunda yeniden ihya olmuş, yanına ilave edilen eklentiler ile bir sahil oteline dönüştürülmüştür. Günümüzde birçok sosyal aktiviteye ev sahipliği yapmaktadır. Yine birçok basın ve halkla ilişkiler ajansı tarafından hemen her gün bir başka basın toplantısına da ev sahipliği yapar. Bekir Sıtkı Erdoğan Bekir Sıtkı Erdoğan (1926, Karaman - 24 Ağustos 2014, İstanbul), Türk şair. Kuleli Askeri Lisesi ve 1948’de Kara Harp Okulunu bitirdi. Kıta subaylığı yaptı. Bu arada Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden de mezun oldu. Heybeliada Deniz Lisesi, Özel Alman Lisesi ve Marmara Koleji'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Şiirlerinden bazıları bestelendi. Rubai türündeki şiirleri Hisar Dergisi’nde yayımlandı. 1973'te Cumhuriyet'in 50. Yılı Şiir Yarışmasını Ellinci Yıl Marşı ile kazandı. Marşı Necil Kazım Akses besteledi. Saab Saab AB (Svenska Aeroplan AktieBolaget) (İsveç Uçak Anonim Şirketi) , 1937 yılında kurulan İsveçli havacılık ve savunma sanayi şirketi. 1947 yılından 1990 yılına kadar Saab Automobile adı altında otomobil üreticisi olmuştur. 1968 ve 1995 yılları arasında ticari araç üreticisi Scania ile birleşerek Saab-Scania olarak adı altında ticari araç üretmiştir. Cevat Çapan Cevat Çapan (d. 18 Ocak 1933, Kocaeli), Türk şair, yazar, çevirmen, İngiliz Edebiyatı profesörü ve sinema oyuncusu. Cevat Çapan, 1933 yılında Kocaeli Darıca’da doğdu. Robert Koleji ve Cambridge Üniversitesi İngiliz Edebiyatı bölümünü bitirdi. 1957 yılında BBC'de çalıştı.1960 yılında İstanbul Üniversitesi'ne asistan olarak girdi. Aynı üniversitede 1968'de doçent, 1975'te profesör oldu. 1980 yılında o zaman ismi Güzel Sanatlar Akademisi olan Mimar Sinan Üniversitesi'nin Tiyatro Bölümü'ne geçti. 1981 yılında Fulbright bursuyla New York'a gitti ve burada İngiliz Edebiyatı dersleri verdi. Daha sonra Tiyatro bölümünün kurulmasında payının olduğu Anadolu Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalıştı. 1996 yılında Yeditepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde kurucu dekanlık yaptı ve İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü kurdu. Burada 16 yıl boyunca İngiliz Edebiyatı, dünya tiyatrosu ve Shakespeare dersleri verdi. Bu bölümden emekli oldu. İlk şiirini 1952 yılında Varlık dergisinde yayımladı. Şiirleri yurt dışında Fransa ve İngiltere'de, yurt içinde ise Adam Sanat, seçilmiş hikâyeler, Varlık, Yeditepe gibi dergilerde yayımlandı. İngiliz, İrlanda ve Amerikan edebiyatından yaptığı çevirilerin yanı sıra İtalyanca ve Yunancadan da Türkçeye çeviriler yaptı. Çağdaş Yunan şiiri, İngiliz şiiri ve Amerikan şiiri antolojilerinin de aralarında olduğu birçok kitap yazdı, çevirdi. Ayrıca halen Cumhuriyet gazetesinin kitap ekinde Şiir Atlası köşesinde şiir çevirileri yayınlamaktadır. Ayrıca çeşitli televizyon dizileri ve sinema filmlerinde rol almıştır. Eserlerinden Örnekler TimeOut: Istanbul makalesi, 2009 Repo REPO (Repurchase agreement); kısa dönemli bir menkul kıymetin belirli bir dönem sonunda ilk satıcısı tarafından geri alınmasını öngören bir satış işlemidir. Repoları diğer para piyasası araçlarından ayıran en belirgin özellik, bir menkul kıymetin gerçek vadesinin alıcı ve satıcının ihtiyaçlarını karşılamak için kısaltılmasıdır. Repo işlemlerine konu olabilecek menkul kıymetler şunlardır; devlet tahvilleri, hazine bonoları, banka bonoları ve banka garantili bonolar, Kamu Ortaklığı İdaresi ve Toplu Konut İdaresince ihraç edilen borçlanma senetleri ile piyasada veya borsada işlem gören VDMK dışındaki diğer borçlanma senetleri. Uygulamada, menkul kıymetler, müşteriye teslim edilmeyip, TCMB’de bloke hesaplarda ya da İMKB Takas Ve Saklama A.Ş.’de depo edilmektedir. Hazine bonosu veya devlet tahvilinin teslimi yerine, bir makbuz düzenlenir. Müşteri repo vadesi dolduğunda makbuzu iade edip, tutar kendisine nakden ödenir. Repo işlemi yapılırken vade sonundaki fiyatın saptanması için iki yöntem uygulanabilir: Varlığa Dayalı Menkul Kıymetleştirme Varlık Dayalı Menkul Kıymetleştirme ("securitization"), borçlanma aracı olarak banka kredilerinin yerini alan ciro edilebilir enstrümanların gelişimidir. Tasarruf kurumlarının ve diğer aracıların likit olmayan aktiflerinin paketlenerek menkul kıymetlere dönüştürülmesi işlemidir. 1980’lerde büyük bir ivme kazanan menkul kıymetleştirme işleminin doğuşu ABD ipotek piyasasının gelişimine dayanmaktadır. İpotek finansmanındaki arz ve talepteki bölgesel dengesizlikleri ortadan kaldırmak gereği ile bir devlet kurumu olan GNMA menkul kıymet programını başlatmıştır. GNMA, çeşitli devlet kurumlarının garanti verdiği ipotek kredilerine dayalı olarak ihraç edilen menkul kıymetlerin faizine ve anaparasına garanti vermeye yetkili kılınmıştı. Bir devlet kurumunun garanti vermesi ile bu menkul kıymetlerin geniş yatırımcı tabanına ulaşması ve yatırımcılar açısından cazip olmasıdır. Kredileri portföyünde bulunduran kurum, bu kredileri bir fona satar. Bu kredilerin meydana getirdiği varlık havuzuna, kredilerin geri dönmemesi durumunda menkul kıymet sahiplerine ödemelerin yapılabilmesi için garanti sağlanır. Kredi garantisi, ihraç gününde ilgili aktiflerin belirli bir oranını kapsar. Bu oran derecelendirme kuruluşu tarafından saptanır. Kredi ödemelerinde geri dönmeme söz konusu olursa, kredi garantisi veren kurum, menkul kıymete yapılacak ödemeyi garanti kapsamında yerine getirir ve ilgili kredi kontratını tüm hakları ile birlikte alır. Menkul kıymetleştirme başlıca iki değişik yapıda şekillenmektedir; pass-through (ödeme aktarmalı sertifikalar) ve pay-through (nakit aktarmalı sertifikalar). Pass-through’da alacaklar garantör yeddi emine satılır. Alacakları satan kurumun aktifinden çıkan kredilerin yerine bilançoya nakit girişi olur. Yeddi emin aktifler üzerinde bölünemez hakkı temsil eden sertifikalar çıkarıp satar. Bu tip sertifikalar en yaygın olandır. Pay-through’da, menkul kıymetin teminatı olan varlık havuzu bilançoda kalmakta ve bu havuza dayalı olarak ihraç edilen menkul kıymetler, bunu çıkaranların finansal tablolarında borç olarak gösterilmektedir. Varlığa dayalı menkul kıymet (VDMK) ihracı, Türkiye’de 31 Temmuz 1992 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan, Sermaye Piyasası Kurulu'nun Seri III., No.14 “Varlığa Dayalı Menkul Kıymetlerin Kurul Kaydına Alınmasına ve Genel Finans Ortaklarının Kuruluş ve Faaliyet İlkelerine Dair Esaslar Tebliği” ile uygulamaya girmiştir. VDMK ihraç etmelerine izin verilen kuruluşlar şunlardır; bankalar, finansal kiralama şirketleri ve genel finans ortaklıkları. VDMK çıkarılmasında işleme konu olabilecek alacak türleri tebliğde şu şekilde açıklanmıştır: VDMK’nın ihracı iki şekilde yapılmaktadır; kendi ticari işlemlerinden doğmuş alacaklar karşılığında doğrudan ve devraldıkları alacakları karşılığında dolaylı olarak. Bankalar gerek doğrudan ve gerekse dolaylı ihraç yapabilirken, finansal kiralama şirketleri yalnız kendi alacakları, genel finans ortakları da yalnızca devraldıkları alacaklar karşılığında VDMK çıkarabilir. Çıkarılacak VDMK’nın nominal değer toplamı, her bir tertip için, bu tertibin dayalı olduğu alacakların ihraç tarihindeki toplam tutarının % 90’ını aşamayacaktır. Yaşamak Sanatı Yaşamak Sanatı, Fransız yazar André Maurois tarafından kaleme alınmış kitap. Türkçeye "Yaşama Sanatı" ismiyle de çevrilmiştir. Eserin orijinal ismi ""Un Art de Vivre""dir. Deneme olarak tanımlanabilecek eserde beş ana başlık ile okuyucuya "entelektüel açıdan zengin nasihatlar" sunulmaktadır. Bu beş ana başlık: "Düşünmek Sanatı", "Sevmek Sanatı", "Çalışmak Sanatı", "Emretmek Sanatı" ve "Yaşlanmak Sanatı" adını taşımaktadır. Max Ferdinand Scheler Max Ferdinand Scheler (22 Ağustos 1874, Münih - 19 Mayıs 1928, Frankfurt), Alman filozoftur. Görüngübilim, etik ve felsefi antropoloji konularında yaptığı çalışmalarla tanınır. Fenomenlerle ilk iglilenen kişi olan Edmund Husserl'in görüşlerini geliştirmiştir. Daha sonra Papa II. Ioannes Paulus olacak olan Karol Wojtyla, 1954 yılında verdiği doktora tezinde, Max Scheler'in kuramını Hıristiyan etiğine uyarlamıştır. Eduard Bernstein Eduard Bernstein (d. 6 Ocak 1850 - ö. 18 Aralık 1932), Alman sosyal demokrat teorisyen ve politikacıdır. SPD üyesi ve reformizm ve sosyalist revizyonizmin kurucusudur. Marksizimi revize ve moderinize etmek için çalışmalarda bulundu. İngiliz Fabianizminden ve Kant’ın felsefesinden etkilendi. Sınıf savaşının mevcut olmadığını savundu ve sosyalizme barışçıl bir şeklide geçmenin mümkün olduğunu belirten ampirik bir eleştiri geliştirdi. Bernstein bu yaklaşımını Evrimci Sosyalizm adlı eserinde de değindi ve tanımını genişletti. Birinci Dünya Savaşı’na karşıtlığından dolayı SPD’den ayrıldı, daha sonra ise geri döndü. Bernstein genellikle modern sosyal demokrasinin kurucu figürlerinden biri olarak tanımlanır. Katalpa Katalpa ("Catalpa" ), Bignoniaceae familyasının "Catalpa" cinsinden ağaç türlerine verilen ad. Yaz yeşili yaprakları yürek şeklindedir. Çiçekleri hoş kokuludur ve Haziran-Temmuz aylarında açar. Ağaç gövdesi çatlaklı ve esmer renklidir. Güneş alan organik maddelerce zengin derin toprakları severler. Bi
lgisayarlı tomografi Bilgisayarlı tomografi (BT, İng. "" ("CT")), 1963 yılında Allan McLeod Cormack ve Godfrey Hounsfield tarafından teorize edilmiş ve radyolojide yeni bir çığır açmış kesitsel görüntüleme yöntemidir. Temeli Röntgen cihazına dayanmaktadır. Bir cismin değişik açılardan çok sayıda iki boyutlu X ışını görüntüleri alınarak o cismin iç yapısının üç boyutlu görüntüsü elde edilmeye çalışılır. İlk bilgisayarlı tomografi cihazlarında, tek bir kesit oluşturabilmek için gerekli verileri toplamak, beş dakika gibi uzun bir süre gerektirmekteydi. Bu olay bilgisayarlı tomografinin kullanılmasını engellemiş ve geciktirmiştir. Bilgisayarlı tomografi uygulaması sadece beyin incelemesinden ibaret kalmış, sürenin uzunluğu dolayısı ile solunum, intestinal peristaltizm gibi sınırlamalar, bilgisayarlı tomografinin toraks, batın gibi uygulama alanlarında da kullanılmasını geciktirmiştir. Bilgisayarlı tomografi cihazları, geliştirilme ve rutinde kullanılma aşamalarında bir sıra evrim geçirmiş ve bu gibi dezavantajlarından arındırılmıştır. Allan McLeod Cormack ve Godfrey Hounsfield, X-ışını temelli BT üzerine yaptıkları çalışmalar nedeniyle 1979 yılı Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü'nü paylaşmışlardır. Nükleer manyetik rezonans Nükleer manyetik rezonans (NMR) atom çekirdeklerinin manyetik özelliklerine bağlı bir fiziksel olgudur. Tek sayılı nükleon içeren tüm çekirdekler ve çift sayılı olan bazı diğer çekirdeklerin bir manyetik momenti vardır. En yaygın kullanılan çekirdekler hidrojen-1 ve karbon-13'dür, ancak çoğu başka elementin de bazı izotopları da gözlemlenebilir. NMR, bir manyetik çekirdeği incelemek için onun manyetik momentini dışarıdan uygulanan kuvvetli bir manyetik alan ile aynı doğrultuya sokar, sonra momentlerin yönlenmesi bir elektromanyetik dalganın etkisiyle bozulur. Manyetik alan tarafından yönlendirilmiş olan çekirdeğin momenti yer alabileceği iki enerji seviyesı vardır, biri manyetik alanla aynı yönde olan düşük enerjili bir seviye, öbürü manyetik alana ters yönde olan, yüksek enerjili bir seviye. Bu iki seviye arasındaki enerji farkına karşılık gelen frekansta bir foton soğurulursa moment bir an için yön değiştirir, dolayısıyla o frekansta bir rezonans gözlemlenir. Bu rezonans, nükleer manyetik rezonans spektroskopisi ve manyetik rezonans görüntülemede kullanılır. NMR spektroskopisi bir molekül hakkında fiziksel, kimyasal ve yapısal bilgi edinmek için kullanılan başlıca tekniklerden biridir. Biyolojik moleküllerin çözelti içinde üç boyutlu yapıları hakkında ayrıntılı bilgi veren tek yöntemdir. Ayrıca, nükleer manyetik rezonans, basit kuantum bilgisayarlar oluşturmak için kullanılan tekniklerden biridir. Terimde kullanılan "nükleer" sözcüğü atomun çekirdeğine değinmektedir, radyoaktivite ile hiçbir ilgisi yoktur. Alman fizikçiler Otto Stern ve Walther Gerlach,  1922 yılında gümüş buharıyla yaptıkları deneyde atomların  manyetik alanda saptırıldıklarını  gösterdiler  [1].  Bu  deney  daha  sonradan  Stern-Gerlach Deneyi  olarak  anılmış  ve  kuantum  fiziğinin  temellerinden  kabul  edilmiştir.  Deney  sonucu  gerek elektron ve proton gibi parçacıkların gerekse bazı atomların içsel manyetik momente sahip oldukları gösterilmiş oldu. Yani bir başka deyişle bu parçacıklar küçük birer mıknatıs gibi davranıyorlardı. Deney üzerindeki  -  gümüş  atomları  kullanılmasından  kaynaklanan  -  ufak  çaplı  şüpheler,  1927  yılında  T.E. Phipps ve  J.B.  Taylor’un  deney  sonuçlarını  hidrojen  atomları  kullanarak  tekrar  elde  edebilmesiyle dağılmış oldu  [2]. Stern  bu deney sayesinde 1943 Nobel Fizik Ödülü’nün sahibi oldu.  Gerlach ise Nazi Almanyası’yla işbirliği yaptığı gerekçesiyle bu ödülden mahrum bırakıldı. Manyetik  momenti  olan  bir  parçacık,  manyetik  alan  içerisine  bırakıldığı  takdirde  alan  yönünde hizalanma  eğilimindedir.  Manyetik  alana  dik,  kuvvetli  ikinci  bir  manyetik  alanın  kısa  bir  süreliğine açılıp  kapatıldığını  düşünelim.  Manyetik  moment  iki  alanın  bileşeni  yönüne  dönecek,  ikinci  alan kapatıldıktan  sonra  ise  sabit  olan  ilk alan yönüne  geri  gelmeye  çalışacaktır.  Ancak  bu  geri  gelme doğrudan değil ama presesyon denilen sabit manyetik alan etrafında döne döne olacaktır. Presesyon hareketi  tıpkı  bir  topacın  dönme  ekseninden  hafifçe  saptırılıp  bırakıldığında  eksen  etrafında dolanması  gibidir.  Zaten  manyetik  moment  tabiri  de  dönme  momentine  izafeten  ortaya  atılmıştır. Topaç  örneğinde  görülen  dönme  momenti  etrafındaki  presesyon  hareketinin,  belli  periyoda  sahip olduğu –  sözgelimi dakikada bir tur gibi -  gözlemlenecektir. Bu periyod ya da diğer bir deyişle dönme sıklığı (frekansı)  topacın şekli ve yerçekimi ivmesi  –  dolayısıyla topacın ağırlığına  –  bağlı bir sabittir. Manyetik momentin manyetik alan etrafındaki presesyonu da  tıpkı böyle  belli bir frekansa sahiptir. Bu  frekansa  Larmor  frekansı  denmektedir.  Larmor  frekansı  manyetik  alanın  şiddetiyle  doğru orantılıdır. Orantı sabiti manyetojirik oran (γ) olarak tanımlanmaktadır. Yani Larmor frekansı ile manyetik alan şiddeti (B) arasındaki ilişki şöyledir: ω= γB Manyetojirik  oran  ve  manyetik  alan  şiddetine  bağlı  olan  Larmor  frekansı sistemin manyetik rezonans frekansıdır. Bunun nedenle manyetik momentleri saptırmak için asıl manyetik alana eşdeğer ikinci bir manyetik alan değil, rezonans frekansa sahip çok zayıf bir radyo frekans sinyali dahi  manyetik  momentleri  saptırmaya  yetmektedir.  Rezonans  frekansa  denk  gelen  herhangi  radyo frekans sinyali  (RF)  derhal soğrulmaktadır. Örneğin proton için 2 Tesla civarında bir manyetik alan için rezonansı 20 MHz’lik bir RF dalgası sağlamaktadır. Nükleer  Manyetik  Rezonans  (NMR),  atom  çekirdeğinin  manyetik  momentinin  rezonansını  ifade eden  ve  çekirdeğin  elektromanyetik  ışımayı  soğurup,  geri  yaydığı  fiziksel  olgunun  adıdır.  NMR’ı 1938 yılında kimyasal maddelerin ayrıştırılmasında kullanarak bilim dünyasına kazandıran Amerikalı fizikçi Isidor Isaac Rabi olmuştur. Rabi bu çalışmalarından ötürü 1944 yılında Fizik Dalında Nobel Ödülüne layık bulunmuştur. Daha sonra Nükleer manyetik rezonans 1946'da Felix Bloch ve Edward Mills Purcell tarafından birbirlerinden bağımsız olarak keşfedilmiş ve bu keşifleri için ikisi 1952 Nobel Fizik Ödülü'nü paylaşmışlardır. Rezonans  frekansının  manyetik  alan  şiddetiyle  doğru  orantılı  olması  NMR  tekniğinin  tıbbî görüntülemede  kullanılmasının  anahtarıdır.  Tekdüze  olmayan  bir  manyetik  alana  konulan  bir numunenin  farklı  bölgeleri  farklı  rezonans  frekansına sahip  olacaktır.  1950  yılında Herman  Carr  tek eksende  monoton  değişen  manyetik  alan  kullanarak  bir  boyutlu  manyetik  rezonans  görüntülemeyi başarmıştır  [3].  1973  yılında  Paul  Lauterbur,  karmaşık  bir  radyo  frekans  darbe  düzeni  ve manyetik alanı  ana  eksenden  anlık olarak hafifçe  saptıran  manyetik  gradyan darbeler  kullanarak  Nükleer  Manyetik  Rezonans Görüntülemeyi  başarmıştır  [4].  O  tarihten  itibaren  tıp  alanında  kullanılmaya  başlayan  bu görüntüleme  tekniği,  nükleer  kelimesinin  yanlış  çağrışımlarından  dolayı  olacak  yalnızca  “Manyetik Rezonans Görüntüleme” ya da Türkçemizdeki yaygın şekliyle kısaca  Emar(MR)  diye anılmaya başlanmıştır. İngilizce’de ise “Magnetic Resonance Imaging” ya da MRI (emaray) şeklinde anılmaktadır. Lauterbur tıp tarihini değiştiren buluşundan tam otuz yıl sonra 2003’te Sir Peter Mansfield  ile birlikte Tıp Alanında Nobel ödülüne layık görülmüştür.  Bu ödül aynı dönemlerde MR üzerinde benzer çalışmaları bulunan ve kendisininde  bu  ödülü  paylaşması  gerektiği  düşünülen [5] Ermeni  asıllı  ABD'li fizikçi Raymond Vahan Damadian'ın (Damatyan) sert eleştirilerinin hedefi olmuştur. [1]Gerlach, W.; Stern, O. (1922). "Das magnetische Moment des Silberatoms". Zeitschrift für Physik [2] Phipps, T.E.; Taylor, J.B. (1927). "The Magnetic Moment of the Hydrogen Atom". Physical Review 29 (2): 309–320. [3] Carr, Herman Y. (July 2004). "Field Gradients in Early MRI". Physics Today (American Institute of Physics) 57 (7) [4] Lauterbur PC (1973). "Image Formation by Induced Local Interactions: Examples of Employing Nuclear Magnetic Resonance". Nature 242 (5394): 190–191. [5]"Does Dr. Raymond Damadian Deserve the Nobel Prize for Medicine?". The Armenian Reporter. 2003-11-08. Retrieved 2007-08-05 Ultrason Ultrason veya yansılanım (İng, ultrasound), insan kulağının işitemeyeceği kadar yüksek frekanslı ses dalgalarına verilen addır,İngilizce "Ultrasound" sözcüğünden oluşturulmuş bir kelimedir,bu kelimde "Yüksek ses" anlamına gelir. Ses bir enerji türüdür ve cisimlerin titreşimi sonucunda meydana gelir. X ışınları nın tersine ses elektromanyetik değildir. Ultrases, katı, sıvı veya gaz ortamda akustik bir dalgadır. Sesin iletilebilmesi için bir ortam (madde) gereklidir v yayılımı, bir yerden başka bir yere enerji taşınımı şeklindedir. Ses dalgalarının yayılma hızı, ortamın yoğunluğuna bağlıdır. Ses dalgaları üçe ayrılır. Ultrasonik frekanslarda belli bir ortamdaki ses hızı sabit olduğu için Hız = Frekans× Dalga boyu denklemine göre frekans artınca sesin dalga boyu kısalmaktadır. Aradaki ilişki ters orantılı olduğu için sert dokuda ses frekansı 888 MHz'den 3 MHz'ye çıkınca dalga boyu da 0,5 mm'den 1 mm'ye çıkar. Ses şiddeti Watt/cm² birimi ile ölçülür. Pratikte ses şiddeti Bel ile ölçülür (1 B = 10 dB). Ultrasonografi, yankı temeline dayanması nedeniyle röntgen, tomografi ve manyetik rezonansla aynıdır. Ultrason, farklı akustik yoğunluklu yumuşak doku yapıları arasındaki ara yüzeyleri ayırdedebilir. Yansıyan ekoların yoğunluğu akustik ara yüzeye ve ses demetinin çarptığı açıya bağlıdır. Ses demetinin geliş açısı dik açıya ne kadar yakın ise o kadar az ses yansıması olur. Dik açıdan üç dereceden fazla sapma olması durumunda algılayıcı sensör, yansıyan sesi yakalayamamaktadır. Ultrason, organlardan ve yumuşak dokulardan iyi bir şekilde geçerken dalaktan ve gastrointestinal sistem gibi hava içeren organlarda da na
kledilemez. Kemikler de ultrasonu geçirmediklerinden kemiklerin etrafında çevrelenen organlar ultrason ile incelenir. Ultrason dalgasının yoğunluğu absorbsiyon, refleksiyon ve dağılmayla azalır. Doku absorbsiyonu ultrason dalgasının frekansının artmasıyla artar. Ultrason demeti, belli akustik özellikli bir dokudan farklı akustik özellikli bir dokuya geçtiği zaman ses demetinin bir bölümü yansır. Refleksiyon açısı, genellikle gelme açısına eşittir. Yansıma, ses demetinin dalga boyundan daha büyük ve düz bir düzey gerektirmemelidir. Örneğin diyaframa damar duvarları ve birçok eşyaların sınırları bu özellikteki yüzeylerdir. Nükleer tıp Nükleer tıp, canlılara verilen ışın etkin (radyoaktif) maddelerin yaydıkları ışınların özel yöntemler veya aygıtlarla dışarıdan sayımı (parıltı sayımı) ya da görüntü olarak izlenmesi ya da tanımlanması ile tanı konulmasını sağlayan tıp dalıdır. Sintigrafi; eser düzeyde ışın etkin (radyoaktif) bir maddenin genellikle damardan verilmesinden sonra "Gamma kamera" denen görüntüleme aygıtıyla işlevbilimsel bir durumun (organdaki kanlanma vb. değişim) görüntülenmesi tekniği olup, kemik, kalp, beyin, ve dinamik böbrek sintigrafisi gibi türleri bulunmaktadır. Kullanılan aygıtlar, radyoaktivite sayıcıları, Gamma kamera ve PET-CT (Pozitron Emisyon Tomografisi) olarak adlandırılır. Görüntüleme için kullanılan bileşikler, radyonüklidler ya da radyonüklidler ile birleştirilen farmasötiklerdir. Bu maddeler vücutta fizyolojik işlevsellikleri ile görüntü sağlarlar. Görüntü almak için kullanılan en basit aygıta "Gamma kamera" adı verilir. Bu cihazların daha gelişmiş türleri "SPECT" (Single Photon Emission Tomography) adını alır. En son kullanıma giren Nükleer Tıp aygıtı PET/CT ya da PET/MR'dır. Bu sistemlerde amaçlanan işlev bilimsel görüntüleme ile anatomik görüntülemenin tek bir görüntüde birleştirilmesidir. Nükleer tıbbın sağaltımı (tedaviyi) ilgilendiren yanında vücuda ayrı yollarla verilen radyonüklidlerden yararlanılır. Burada radyasyonun sağaltıcı ya da ağrı giderici özelliklerinden yararlanılır. Tiroid urları ve hipertiroidin tedavisi buna örnek gösterilebilir. Türkiye'de birçok üniversite hastanesinde "Nükleer Tıp Anabilim Dalları"nda, Sağlık Bakanlığı Hastanelerinde "Nükleer Tıp Bölümleri"`nde ve birçok özel nükleer tıp laboratuvarında, nükleer tıp incelemeleri yapılmaktadır. Vücuda damar yolu ile enjekte edilen radyoaktif maddenin, radyasyon ölçüsü olarak herhangi bir zararı bulunmamaktadır. Sintigrafik araştırmalarla radyolojik araştırmalar arasındaki tek benzerlik, iki yöntemde de elde edilen görüntülerin bir filme aktarılmasından oluşmasıdır. Özünde, görüntüleme için kullanılan yöntem de, elde edilen görüntü de (sintigrafide fizyolojik, radyolojide anatomik) oldukça ayrıdır. 1-PET/CT ile Kanser 2-PET/CT ile Beyin 3-PET/CT ile Kalp 4-Akciğer 5-Böbrek 6-Kemik 7-Tiroid 8-Sindirim sistemi (Gastrointestinal) 9-Lenfosintigrafi 10-Sentinel Akkan (Lenf) Düğümü İncelemesi 11-Dakriyosintigrafi 12-Böbreküstü bezi kabuk bölgesi Sintigrafisi 13-Erbezi (Testis) Sintigrafisi Ayrıca kimi tür sintigrafiler kendi alt basamaklarıda çeşitlilikler içermektedir. Nükleer tıp küçük oranlarda ışın etkin maddelerin genellikle toplar damardan (intravenöz) uygulanışının ardından doku ile organların fiziksel ve biyokimyasal olarak bunları almasıyla oluşan görüntüleri inceleyen tıp dalı. Nükleer Tıp, biyolojik maddelerin X ve gama ışınına geçirgen olması ilkesine göre çalışır. Nükleer Tıp uygulamalarında kullanılan radyofarmasötiklerin çoğu tanı amacına yöneliktir. Radyofarmasötikler genellikle radyoaktif bölüm ile farmasötik bölüm olmak üzere iki bileşenden oluşur. Üreteç sisteminin temel ilkesi; fiziksel ya da kimyasal bir yöntemle daha uzun yarı ömrü bulunan ana radyonüklidden daha kısa yarı ömürlü bir yavru radyonüklid elde etmektir. Nükleer Tıp merkezlerinde en çok Mo99-Tc99m jeneratörü kullanılmaktadır. Jeneratör içerisinde Mo99 bulunmaktadır. Mo99 bozunmaya uğrayarak Tc99m oluşturur. Üretecin içerisinden serum fizyolojik geçirilerek Tc99m perteknetat’ın molibdenden ayrılması sağlanır. Bu olaya sağım (elution) denir. Bir sağımdan sonra jeneratördeki molibdenden yeniden Tc oluşur. Bu da ikinci bir sağımda üreteçten dışarıya alınır. Tc-99m perteknetat: Tanı amacıyla en sık kullanılan radyoaktif maddedir. Bu biçimiyle tiroid sintigrafisinde kullanılır. Radyofarmasötikler "Tc-99m" ile işaretlenir. Iyot-131: Tedavi amaçlı, tiroid sintigrafisi. Sağaltım amacıyla en sık kullanılan radyoaktif maddedir. Hipertiroidi ya da tiroid kanseri tedavisinde kullanılır.Galyum-67: Tümör ve enfeksiyon görüntülemesiTalyum-201: Miyokard perfüzyon görüntülemesi Tümör görüntülenmesi ya da sağaltımında kullanılabilir. Tiroid lobuna olan sıçramalar 150 mCi; akkan (lenf) düğümü metastazı 175 mCi; Uzak metastazlar: 200 mCi Kısa dönemde görülenler: Uzun dönemde görülenler: İncelemenin özü verilen radyofarmösitiğin belirli bir zamanda tiroid bezince tutulan miktarının yüzde olarak hesaplanmasına dayanır. Bu işlem, "I-131, Tc-99m O4", veya "I-123" ile yapılabilir. Verilen radyoaktif iyotun element iyot gibi tiroidde tutunması ve hormona dönüşmesine dayanır. 4-6 saat açlıktan sonra "1mikroCi/kg I-131" hastaya ağız yoluyla verilir. Aynı oranda etkinlik ölçün (standart) olarak kullanılır. 4. ve 24. saatte hastadan ve standarttan sayımlar alınır. Uyluk bölgesinden de 4. ve 24. saatte sayımlar alınır. Tiroid tutulum (%): Tiroid üzerindeki sayım-uyluktaki sayım/standattaki sayım işlemi ile hasaplanır. Yüksek tutulumu olan durumlar: Düşük Tutulum Gerekirlik durumları: I-131, I-123, Tc-99m perteknetat, Tl-201 kullanılabilir. Ayrımlaşmış tiroid kanser tanısı almış ve ameliyat edilmiş hastaların izleminde kullanılır. Bu inceleme için 4 hafta öncesinden T4, 2 hafta öncesinden de T3 hazırlamaları kesilmeli ve düşük iyotlu diyet uygulanmalıdır. I-131' in ağızdan verilmesinden 24 ve 96 saat sonra boyun bölgesinden ve tüm vücuttan görüntüler alınır. Tc-99m MIBI'nin i.v. (toplar damardan) verilmesinden 15 dakika ve 3 saat sonra boyun bölgesinden görüntü alınır. 15. dakikada tiroidde de, paratiroidde de tutulum gözlenirken, 3. saatte tiroiddeki etkinlik boşalır, paratiroid patolojisinde ise etkinlik birikimi sürer. Tl-201 toplar damardan verilir ve boyundan görüntü alınır. Daha sonra Tc-99m i.v. olarak verilir ve görüntü kayıt edilir. Bilgisayar yardımı ile görüntüler birbirinden çıkarılır. Tl-201, tiroidde de, paratiroidde de, Tc-99m O4 ise yalnızca tiroidde tutulur. Radyonüklid yöntemler kullanılarak; böbreğin anatomik yapısı, fonksiyonel durumu, GFR (Glomerül filtrasyon hızı), ERPF (renal plazma akımı), böbreklerin rölatif fonksiyonu, vezikoüreteral reflü değerlendirilebilir. Klinik Uygulamalar Renal kortikal sintigrafide daha çok DMSA kullanılır. "Dimerkaptosüksinik asit (DMSA)" plazma proteinlerine sıkıca bağlanır. Çok az bir bölümü ekskrete olduğundan ekskresyon fonksiyonunu değerlendirmek amacıyla kullanılmaz. Renal kortikol dokuda konsantre olur. Verilen doz uzun süre böbreklere lokalize olduğu için böbreklerin aldığı radyasyon dozu yüksektir. En sık olarak üriner sistem enfeksiyonu sonrasında böbrek parankim hasarının değerlendirilmesi ve takibinde kullanılır. Miyokard perfüzyon sintigrafisi; koroner arter hastalığı tanısı, akut koroner sendrom, konjestif kalp yetmezliği ve/veya sol ventrikül disfonksiyonu olan hastaların değerlendirilmesi, yaşlı hastaların değerlendirilmesi gibi durumlarda kullanılabilir. Talyum-201 veya Tc-99m ile işaretli ajanlar (Tc-99m sestamibi (MİBİ), Tc-99m tetrofosmin) kullanılır. Biyomedikal Biyomedikal teknoloji ve biyoteknoloji, esas olarak tıpta teşhis ve tedavi amacıyla kullanılabilecek tüm madde, malzeme, aparat ve cihazların üretimi ile ilgilenen disiplinlerarası bir teknoloji dalıdır. Sağlık sektöründe farklı amaçlar için kullanılan maddelerin (ilaçlar, aşılar, büyüme faktörleri, hormonlar, proteinler, oligopeptidler, oligonükleotidler, vb.) özellikle modern biyoteknoloji teknikleri kullanılarak sentezi/üretimi, kısaca “Sağlık için Biyoteknoloji” günümüzde uluslararası düzeyde (özellikle gelişmiş ülkelerde) en çok yatırım yapılan bilim ve teknoloji dalları arasında ön sırada yer almakta/hızla gelişmektedir, ve “Biyomedikal Teknoloji” nin önemli bir bölümüyle örtüşmektedir. Biyomedikal Teknolojinin önemli bir dalı yine teşhis ve tedavi amacıyla malzeme üretimidir. Polimerler başta olmak üzere, metaller ve alaşımlar, özel seramikler, karbon ve bunların kompozitlerinden oluşan malzemeler (“Biyomateryaller”) yapay organlar, sert ve yumuşak doku protezleri, ve teşhis ve tedavi amaçlı aygıtların/cihazların yapımında yaygın olarak kullanılmaktadır. Sağlık sektöründe diğer bir alt grup ise, tanı kitleridir. Hastaneler, klinikler, üniversiteler, laboratuvarlar ve kişisel olarak kullanılan birçok tanı kiti geniş bir pazar oluşturmaktadır. Biyoçip teknolojisi çoklu tanının aynı anda yapılmasına olanak vermektedir ve Biyomedikal Teknolojinin çok hızla gelişen dalları Genomiks ve Proteomiks ile ilgili uygulamalarında önemli bir role sahip olacağı muhakkaktır. Biyomedikal Teknoloji ürünleri boyut ve kapasite olarak üretimleri az, dolayısıyla küçük fakat özel mekanlarda, özel koşullarda üretilen ürünlerdir, ancak olmazsa olmaz tanımına uyan bir pazara sahiptir ve fiyatları komodite ürünlere göre çok yüksektir. Biyoteknoloji/ Biyomedikal Teknoloji, birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkede olduğu gibi Türkiye’de de öncelikli desteklenmesi gereken Bilim ve Teknoloji Dallarından bir olarak görülmekte ve çeşitli plan ve programlarda yer almaktadır. Tüm modern/yeni teknoloji dallarında olduğu gibi bu teknolojinin doğru ve hızlı gelişimi için sanayi-akademi ilişkisine gereksinim vardır. Elefterios Venizelos Elefterios Venizelos (Yunanca: Ελευθέριος Βενιζέλος) (d. 23 Ağustos 1864 - ö. 18 Mart 1936), Yunanistan'ın eski başbakanı, Megali İdea (Türkçe: "Büyük Fikir", Yunanca: "Μεγάλη Ιδέα")nin mimarı ve modern Yunanistan'ın en önemli siyasetçilerinden biriydi. 1864 y
ılında o zamanlar bir Osmanlı toprağı olan Girit adasındaki Hanya şehrinde doğdu. Hukuk öğrenimi gördü. Girit'in Yunanistan'a katılmasını amaçlayan ayaklanmaları düzenledi. 1898 yılında Girit komiserliğine atanan Prens Georgios'u düşürdükten sonra, yüksek komiser yardımcılığını elde etti. 1910 yılında Yunanistan'daki askeri yönetimin başkanlığına getirildi. Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ ile kurduğu Balkan Birliği'nin desteğiyle, Osmanlı İmparatorluğu'na açtığı savaşta, Girit'in 1913 yılında Yunanistan'a bağlanmasını sağladı. Osmanlılardan aldığı toprakları kaybetme korkusuyla, I. Dünya Savaşı'nda tarafsız kalmayı tercih etti. Ancak, İtilaf Devletleri'nin verdiği teminatla Çanakkale'ye kuvvet göndermeye kalkışınca, 1915 yılında Kral Konstantin tarafından istifaya zorlandı. Aynı yıl yapılan seçimlerle tekrar iktidara geldi. Fakat Sırbistan'ın yanında savaşa girme kararı, ikinci kez görevinden uzaklaştırılmasına sebep oldu. 1916 yılında Selanik'te muhalif bir hükümet kurdu ve ancak 1917 yılında Konstantin'in tahtı bırakmasından sonra Yunanistan'a dönebildi. I. Dünya Savaşı'ndan sonra yapılan Nöyyi ve Sevr Antlaşmaları'yla sağladığı topraklarla, 1918 muhtırasında belirttiği Megali Idea gerçekleştiremeyince, İngilizlerin desteğiyle 1920 yılında Türkiye ile savaşa girdi. 1928 yılında millî birlik hükümetiyle iktidara geldi. Bu yıllarda Türkiye'ye karşı barışçı bir siyaset uygulamaya çalıştıysa da ülke içindeki ekonomik dengesizlik nedeniyle 1933 yılında iki kez hükümetten çekildi. 29 Ekim 1930'da Türkiye'deki Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına katıldı. 1935 yılında Girit'in bağımsızlığını ilan etmesi durumunu güçleştirdi. Seçimleri kaybedince Paris'e gitti ve orada gıyaben ölüme mahkum edildi. 1936 yılında Paris'te öldü. Gebelik Gebelik veya hamilelik; erkekten gelen sperm ile kadının yumurtalıklarından atılmış olan yumurtanın döllenmesi ile meydana gelen fetusun kadın organ ve dokularında değişiklikler meydana getirdiği, doğuma kadar geçen yaklaşık 9 aylık (266-270 günlük) dönem. Döllenmenin oluştuğu andan 8. haftanın sonuna kadar geçen döneme "embriyotik dönem" denirken bundan sonrasına ve doğuma kadar olan döneme de "fetal dönem" denmektedir. Gebelik genç yaştaki bayanlarda döllenme sonrası ilk gün içinde belirlenebilir. Çünkü adet düzensizliği tamamlana kadar vücudun ürettiği her yumurta döllenmeye daha uygundur. Yaş ilerledikçe doğurganlığın azalması bununla ilgili bir durumdur. Döllenme sonrası 8-10 saat içerisinde ilk kusma gerçekleşir. Yaşı ilerlemiş bayanlarda ise belirtiler 1 hafta ile 2 ay arasında gözlemlenir. Ergenlik döneminde hamilelik ise ilk 12 saat içinde belirlenebilir. Ergenlik döneminde yumurtalar henüz olgunlaşmamıştır ve bu yüzden spermin yumurtayı döllemesi 5 ile 20 dakika arasındadır. 16 yaşını doldurmamış bir bireyin döllenme gerçekleştikten 10 gün sonrasında embiriyonun vücuttan alınmamısı durumunda bireyde ciddi şekilde fiziksel ve ruhsal sorunlara yol açabilir. Çünkü 16 yaş altı ergenlerde duygu dünyasının yapım aşamasıdır. Lakin kişi yaşıtlarından bu denli farklı bir olayla karşılaştığı için ileriki dönemlerde kendine güvensizlik gibi psikolojik eksiklikler yaşayabilir. Halk arasında yanlış bilinen bazı inanışlar -adet döneminde gebe kalınmaz gibi- kişide ciddi ruhsal sorunlara yol açabilir. En önemli bulgu kadındaki adet gecikmesidir. Ancak her adet gecikmesi, kadının gebe olduğu anlamına gelmez. Kadının yaşamındaki değişiklikler, bazı rahatsızlıklar, psikolojik durumu ve stres gibi birçok etken kadının adet düzeninin bozulmasına ve gecikmelere neden olabilir. Gebelik belirtileri aşağıda listelendiği gibidir: Gebelik dişi gamet olan oositin erkek gamet spermatozoon ile birleşmesi yani döllenme sonucu oluşur. Döllenme ile birlikte yumurta meydana gelir. Bu pratikte ençok cinsel birleşme yolu ile olur. Ancak günümüzde yapay inseminasyon ve in vitro fertilizasyonla da gebelik oluşturulmaktadır. Perinatal kelimesi gebeliğin 22. haftasıyla (bu dönemde doğum ağırlığı 500 gramdır) doğumdan sonraki 7. gün arasında kalan zamanı tanımlar. Bu dönem doğumla başlar ve yaklaşık 6 hafta sürer. Beklenen doğum tarihi son adet kanamasının ilk gününden 40 hafta sonradır ve doğum genellikle 37 ve 42. haftalar arasında olur. Gerçek gebelik süresi döllenmeden sonra 38 haftadır. 40 hafta, 9 ay 6 gün demektir; bu da doğum gününün tahmininde kullanılan Naegele kuralının temelini oluşturur. Gebelik 37 ile 42. haftalar arasında (252 ile 294. günler) ise miadında olarak tanımlanır. 37 haftanın tamamlanmasından önceki eylemler preterm, 42 haftadan sonrakiler ise postterm adını alır. Gebelik 42 haftayı aşarsa anne ve bebekte komplikasyon gelişme riski belirgin şekilde artar. Bu nedenle genellikle uzmanlar bu döneme ulaşmış ama başlamamış doğum eylemini tıbbi yöntemlerle uyarırlar. Doğumların %5'ten azı, tam gününde gerçekleşir. %50'si, tahmini güne göre 1 hafta farkla; %90'ı ise 2 hafta farkla olur. Düzenli uterus kasılmalarıyla birlikte serviksinde silinme ve dilatasyon olan bir kadın doğum eylemine girmiş kabul edilir. Doğumların çoğu başarılı vajinal doğumlardır, ama bazen komplikasyonlar gelişir ve sezaryen yapılması gerekebilir. Gebelik başlangıcı, birkaç değişik yolla saptanabilir. Bu gebenin kendisi tarafından tıbbi test kullanmadan ya da bir tıbbi test yardımıyla olabilir. Gebelerin çoğu bu duruma işaret eden belirtiler yaşar. Bunlar bulantı ve kusma, aşırı yorgunluk ve bitkinlik, normalde aranmayan yiyeceklere karşı istek duyma, geceleri sık idrara kalkma olabilir. Bazı erken tıbbi bulgular da gebelikle ilişkilidir. Bunlar döllenmeden sonraki ilk birkaç haftada ortaya çıkar. Bu belirtiler tüm gebeliklerde olmadığı gibi tek başlarına tanı da koydurmaz. Kan ve idrarda insan koryonik gonadotropini (hCG) saptanması, adet kanamasının olmaması, son adet kanamasından sonraki 3. veya 4. haftada embriyonun uterusa yerleşmesine bağlı implantasyon kanaması, ovulasyondan sonra iki hafta ya da daha uzun süre ile bazal vücut sıcaklığında artış saptanması bu belirtiler arasındadır. Gebelik testleri yeni oluşan plasentanın salgıladığı hormonları saptama esasına dayanır. Klinikte kan ve idrar testleri embriyonun yerleşmesinden 12 gün sonra gebeliği gösterebilir. Kan testleri daha güvenilirdir. Evde yapılan testler idrar testleridir ve döllenmeden sonra 12-15 gün geçmeden gebeliği saptayamazlar. Embriyonun yerleşmesinden sonra blastosist hücreleri yumurtalıktaki corpus luteumun progesteron üretmeye devam etmesini sağlamak üzere insan koryonik gonadotropini (hCG) salgılarlar. Böylece uterusun iç yüzeyinin korunması ve embriyonun beslenmesi sağlanmış olur. Erken dönemde yapılan ultrason gebelik yaşını oldukça doğru biçimde saptar. Pratikte doktorlar gebelik yaşını son adetin ilk gününü başlangıç noktası alarak belirtirler. Gebelik testleri kanda (Beta-HCG) veya idrarda bakılan gebelik testlerinden oluşur. HCG, hamilelik araştırması, testis ve kadın genital tümörlerinin araştırılması vb. amaçlarla kullanılabilen bir testtir. Testler immünolojik metotlu HCG ölçüm testleridir. Çok erken dönemde antijen yetersizliği, geç dönemde antijen fazlalığı negatif teste yol açabilir. Negatif sonuçlar kişinin hamile olma olasılığını yok etmediği gibi pozitif sonuçlar da kesin hamilelik anlamına gelmez. Gebelik, her biri üç ay süren üç dönemde incelenir: Döllenme sonrası embriyo uterusun endometrium tabakasına implante olur. Ama bazen de işler yolunda gitmez ve yerleşim fallop tüplerine ya da servikse olur ve dış gebelik meydana gelir. Kadınların çoğu implantasyon döneminde herhangi bir belirti hissetmez ama bu dönemde minimal bir kanama olması da çok nadir değildir. Bazı kadınlarda 1. trimestırda kramplar olur. Bu durum birlikte kanama da yoksa genellikle önemli değildir. İmplantasyon sonrası endometrium desidua adını alır. Plasenta kısmen desiduadan kısmen de embriyonun dış tabakalarından oluşur ve fetusa besin maddeleriyle oksijen taşınmasından ve atıkların uzaklaştırılmasından sorumludur. Umblikal kord yani göbek bağı embriyo ya da fetusu plasentaya bağlar. Bu dönemde gebelerin %70'inde sabah rahatsızlıkları olur ve bunların da çoğu ilk 3 aydan sonra düzelir. Hormonlardaki geçici artışa bağlı olarak meme başları ve etrafındaki renkli halka (areola) koyulaşır. Düşüklerin çoğu, bu dönemde gerçekleşir. 4-6. ayları kapsayan dönemdir. Kadınların çoğu, kendilerini daha enerjik hisseder ve sabah rahatsızlıkları azalırken kilo alımı başlar. Bu dönemin ikinci, gebeliğin beşinci ayının son haftasında yani 20. haftada uterus, normal büyüklüğünün 20 katına ulaşır. 1. üç aylık dönemde fetus hareketleri başlasa da bunların anne tarafından hissedilmesi, ancak 2. üç aylık dönemde olur. Bu, tipik olarak 5. ayın sonu - 6. ayın başı olan 20-21. haftalarda, anne daha önce hamile kaldıysa da 19. haftada olur. Ancak bazı kadınlarda hareketin çok daha sonraları hissedilmeye başlaması da nadir değildir. Plasenta, bu dönemde tamamen çalışmaya başlar. Fetus insülin üretir ve idrar oluşturur. Cinsiyet tayini de mümkündür. Gebeliğin en çok kilo alınan evresidir. Fetus günde 28 gram kadar büyür. Fetus doğuma hazır olacak şekilde başaşağı döner ve gebenin göbek şekli buna göre değişir. Fetus düzenli olarak hareket eder ve gebe bunu hisseder. Bu hareketler kadını rahatsız edecek kadar şiddetli olabilir. İdrar kaçırma ve bel ağrısı görülebilir. Gebe olan annelerin en büyük problemlerinden birisi gebelikte kansızlıktır. Anne adaylarının en çok merak ettiği konulardan birisi, gebelikte kansızlık vakasının bebeği ne derecede etkilediğidir. Peki gebelikteki kansızlığın belirtileri ve bebeğe etkileri nelerdir? Gebelik, anne vücudunda ikinci bir canlının oluştuğu dönemdir. Yetersiz ve dengesiz beslenme gebe anne üzerinde çeşitli bozukluklara neden olur. Gebelik süresince bebek, anne zayıf olsa bile kendisi için gerekli olan enerjiyi, protein, demir, kalsiyum gibi minaralleri ve vitaminleri anneden alarak gelişimini sürdürür. Böylece annenin bu besin öğelerine olan gereksinimi artar. Artan gereksinimlerin karşılanmaması halinde; beslenme yet
ersizliğinin belirtileri olan kansızlık, diş çürümesi kemik bozuklukları meydana gelir. Anne halsiz ve yorgun düşer, bebeğini de yeterince besleyemez. Bu kez bebeğin büyüme ve gelişmesi tam olmaz ve sağlıksız doğar. Kansızlık (anemi) Nedir? Dünya Sağlık Örgütü, kana rengini veren hemoglobin maddesinin düzeyinin 11 gr/dl altında olduğu durumları anemi olarak tanımlamaktadır. Bununla beraber, gebeliğin 6. ayından (2.trimester) sonra, kan plazma hacminin artmasına bağlı olarak 10,5 gr/dl sınır değeri olarak kabul edilmektedir. Gebelikte Anemi Nedenleri Nelerdir? Gebelerde anemi genellikle birden fazla sebebe bağlıdır. Bunlar: Doğurganlığın fazla, buna karşı etkili ve modern aile planlaması yöntemlerinin yetersiz kullanılması ülkede anne ölüm riskini arttıran bu 4 tip gebeliğin yaygın olduğunu düşündürmektedir. Gebeliğini hijyenik koşullarda sürdüren, gebeliği sırasında düzenli izlenen eğitilen ve gerekli tedavilerini zamanında yaptıran, doğumu sağlıklı koşullarda ve sağlık personeli tarafından gerçekleştirilen bir annenin gebelik ve doğuma bağlı bir nedenle ölmesi veya sakat kalması normal koşullarda nadirdir. Bu koşulların yerine getirilmemesi halinde ise anne ve çocuk sağlığı ile ilgili önemli sorunların ortaya çıkması muhakkaktır. Anne adayının birden çok bebeğe gebe kalması durumuna çoğul gebelik denir.Çoğul gebelik durumu iki başlıkta incelenir. Tek Yumurta ikizi ve Ayrı yumurta ikizi olmak üzere iki tür çoğul gebelik vardır.Anne adayının yaşı ve gebelik sayısı attıkça çoğul gebelik riski de artmaktadır.35-40 yaş arası 4 çocuk veya daha fazla çocuğa sahip kadınlarda 20′li yaşlardaki kadınlara oranla çoğul gebelik riski 3 kat daha fazladır. İleri yaşlarda üreme tedavisi gören kadınlarda çoğul gebelik riski daha genç adaylara oranla yine fazladır. Anne adayının yaşı çoğul gebelik riskini artıran faktördür. Yine ailesinde üreme tedavisi olmaksızın ikiz olanların çoğul gebelik şansı olmayanlara göre yüksektir. Tüm bunların dışında günümüzdeki en önemli neden üremeye yardımcı tekniklerdir (tüp bebek v.s). Üreme tedavilerinde anne rahmine transfer edilen embryo sayısı ile gebelik oranları arttığı için hekimler mümkün olan en fazla sayıda embryo transferini hedefler. Bu durum çoğul gebeliklerin sayısını artırmaktadır. Bu duruma ‘’su hamileliği’’ de denilmektedir. Gebelik kesesini zar ve plasenta oluşturmaktadır. Bu yapılar oluşurken içerisinde bebek mevcut değildir. Su hamileliğinin teşhisi; ultrason ile embriyo ve kalp atımları görülmesi gereken haftalarda kesenin boş olarak görülmesi ile konulmaktadır. Boş gebelik, erken gebeliklerde koyulan bir tanıdır. Bu sebeple de çeşitli durumlara dikkat edilmesi gerekir. Bunlar: adet kanamalarının düzensiz olması, yumurtlamanın gerçekleşmesi beklenen tarihten daha sonra gerçekleşmiş olması gibi faktörler söz konusu ise, boş gebelik daha da ciddiye alınmalıdır. Gebelik sürecinin ilk belirtileri; adet gecikmesi ya da hamilelik testinin pozitif çıkmasıdır. Gebeliklerin erken dönemlerinde kimi zaman adet sancısına benzer sancılar ya da lekelenme, damlama tarzı kanamalar görülebilir. Daha sonra vücut, hamileliği sonlandırarak dışarı atar. Bu durumda, normal adet kanamasından daha fazla kanama yaşanır. Riskli gebeliklerde ise, kimi zaman her şey yolunda iken, gebelik hormonu artmaya devam eder, bebeğin eşi büyür. Bu gibi durumlarda ise gebeliğin 8. Haftasında yapılan ultrason ile gebelik kesesinin boş olduğu tespit edilir ve tanı koyulur.. Saray, Tekirdağ Saray Tekirdağ'ın bir ilçesidir. İlçe şehir merkezi nüfusu 21.243 (TÜİK 2008)'dur. İlçe, köyler ve beldeler toplam nüfusu 24.396'dır (TÜİK 2008). İlçe şehir merkezi ve köyler toplam nüfusu 45.639'dur (TÜİK 2008 ). Saray ilçesi, kuzeyde Vize, doğuda Çatalca, güneyde Çerkezköy, batıda Çorlu ile çevrilidir. Yüzölçümü 612 km² olup İl merkezine uzaklığı 82 km’dir. İlçenin yükseltisi ise 140 metredir. Düz bir alan üzerine kurulmuş bulunan ilçe topraklarının büyük bölümü Ergene Havzasında yer alır. Arazi kuzeydoğuda Yıldız Dağlarına doğru yükselerek uzanır. İlçenin en yüksek noktası Yıldız Dağları üzerinde yer alan Karatepe’dir (473 m). Trakya bölgesine hayat veren Ergene nehri Saray ilçesindeki Karatepe Güneşkaya mevkiinden doğar. Diğer iki akarsu Vize suyu ile Galata deresidir. Vize suyu ilçe dışında Ergene nehrine karışırken, Galata deresi Saray ilçesinin doğusundan geçip Çerkezköy ilçesinde Ergene nehrine ulaşır. İlçenin sahip olduğu toprakların 314.895 dekarı kullanılan tarım alanları teşkil ederken orman ve fundalık alanlar 255.665 dekardır. Trakya’da tek Karaçam ormanı Saray Kastro yöresinde bulunur. Bu sebeple Kastro yöresindeki 329 hektarlık Karaçam ormanı 18 Nisan 1988 tarihinde doğayı koruma alanı (Millî Park) olarak ayrılmıştır. Yıldız Dağları ormanlıktır. Bu ormanlarda geniş yapraklı ağaçlardan, meşe ve karaçam hakimdir. Bahçeköy bölgenin önemli orman işletmelerinden biridir. İlçede kara iklimi hakimdir. Kış ayları soğuk ve yağışlı geçmektedir. Yazlar sıcak ve kuraktır. Yıllık yağış ortalaması 678.2 mm’dir. Saray’ın eski bir yerleşme merkezi olduğu, Güneşkaya (Güneşli) mevkiindeki tarihi kalıntılardan anlaşılmaktadır. Tekirdağ ilindeki en eski yerleşme bölgelerinden Saray ilçesi sınırları içindeki Güneşkaya ve Güngörmez mağaralarında Paleolitik (Eski Taş Devri) ve Kalkolitik yerleşme izlerine rastlanmıştır. İlçe, Bizans döneminde küçük bir yerleşme birimiydi. Osmanlılar döneminde ise Istıranca Dağlarının güney eteklerini izleyerek ikinci başkenti Edirne’yi İstanbul’a bağlayan yol üzerinde yer almasından önem kazanmıştır. Cengiz Han’ın soyundan gelen Kırım Hanları 18. yüzyılda bu bölgede özellikle de Saray dolaylarında sürgün hayat yaşamışlardır. Bugün, Saray Ayaz Paşa Camii avlusunda gömülü olan Kırım Hanları şunlardır: Saray, Fatih döneminden 19. yüzyılın sonlarına kadar Edirne Vilayeti Kırkkilise (Kırklareli) Sancağı’nın Vize kazasına bağlı bir nahiye olarak yönetilmiş. 1916’da Kırkkilise sancağına bağlı bir kaza merkezi olmuştur. Millî mücadele sırasında bütün bölge ile birlikte Yunan işgaline uğramıştır. 1920’de başlayan bu işgal Mudanya Mütarekesi ile 15 Ekim 1922'de İtalyanlara teslim edilen Saray, 1 Kasım 1922'de Yunan işgalinden kurtulmuştur. Saray’ın eski bir yerleşim merkezi olması ve yine Eski Edirne-İstanbul yolu üzerinde olması ilçenin önemini arttırmıştır. Saray ilçesinde tarihi ve kültürel değerlerin varlığı da dikkati çeker. Güneşkaya: Saray ilçesinin 2 km. batısındadır. Eski bir yerleşim merkezi olan bu alanda mağaralar ve tarihi kalıntılar vardır. İlin en eski yerleşim merkezi burasıdır. Yapılan yüzey araştırmalarında MÖ 5000- 3000 Kalkolitik Çağ buluntularına rastlanmıştır. Güngörmez Mağaraları: Güngörmez karayolunun 3. km'sinde Saray’ın güneyinden geçen Galata deresinin dik yamaçlarında yer alırlar MÖ 5000-3000 kalkolitik çağ buluntularına rastlanmıştır. Bizans Su Yolları: Vize’den gelerek Ergene deresi su kaynaklarından beslenerek vadilerde kemerli su köprüleri inşa edilerek İstanbul’a kadar giden antik su yolları Saray çevresinden geçmektedir. Ayas Paşa Camii: Sadrazam Ayas Mehmet Paşa (1536-1539) tarafından 1539’da yaptırılmıştır. Kesme taştan yapılmıştır. Tek şerefeli ve silindirik gövdeli bir minaresi vardır. Yapı, tek kubbeli ana mekân ile son cemaat mahfelinden ibarettir. Ayas Paşa Hamamı: Sadrazam Ayas Mehmet Paşa’nın yaptırdığı külliyenin hamamıdır. Ayas Paşa Cami’nin yanında yer alır. Cami ve hamam ilçede bulunan tek Osmanlı Devri mimari eseridir. Saray ilçesi 1.Viyana Seferi esnasında Kanuni Sultan Süleyman tarafından kullanılan Avyolu güzergahı üzerindedir. Bu güzergah günümüzde yeniden keşfedilerek Sultanlar Yolu ismiyle doğa, kültür ve tarih sevenlerin kullanımına açılmıştır. Sultanlar Yolu işaretlemeleri Saray içinde ve çevresinde Sultanlar yolunu yeniden keşfeden Sedat Çakır tarafından yapılmıştır. Sultanlar Yolu Viyana-Simmering' den İstanbul Süleymaniye camii ve Topkapı Sarayı'na kadar uzanan 2133 kilometrelik bir yoldur. Çorlu ve Çerkezköy gibi endüstrileşmiş ilçelere komşu olması ve nispeten bu iki ilçeye göre büyük şehirlere uzaklıgından dolayı fazla gelişememiştir. Halk Pazarı günleri Çarşambadır. "Saray'da" Trakyanın çeşitli bölgelerinden ve Bulgaristan'dan getirilen çeşitli sebzeler ve şarap türleri bulabilirsiniz. Çerkezköy ve Vize'ye 30, Çorlu'ya 60, İstanbul'a ise 2 saatlik mesafededir. "Saray" yeşil alanlardandır. Birçok sanatçının burada yazlık türünde evleri vardır: (Bülent Ersoy, Orhan Gencebay, İsmail YK). Saray'da dört ilköğretim okulu (Atatürk İlköğretim Okulu, Cumhuriyet İlköğretim Okulu, Mehmet Uygun İlköğretim Okulu, 75. Yıl İlköğretim Okulu), üç lise (Ali Naki Erenyol Lisesi ANEL, Mesleki Teknik Eğitim Merkezi METEM, Mustafa-Elmas Arıcı Anadolu Lisesi MEAAL bulunur. 2009 Yerel Seçimleri sonucunda Cumhuriyet Halk Partisi adayı Nazmi Çoban, Saray Belediye Başkanı olmuştur. Saray ilçesi idari yönden 4 mahalle (Ayazpaşa, Kemal Paşa, Pazarcık, Yenimahalle) 2 belde (Beyazköy, Büyükyoncalı ) ve 19 köyden oluşmaktadır. Köyleri sunlardir: Saray ilçesinde biri ilçe merkezi ikisi belde merkezinde ( Beyazköy, Büyükyoncalı) olmak üzere 3 belediye teşkilatı vardır. EĞİTİM-KÜLTÜR Saray ilçe merkezinde okur-yazar oranı % 94.63’tür. (2000) ilçede 15 ilköğretim okulunda 5110 öğrenci eğitim görmektedir. 1 Yüksekokul, 1 Genel Lise, Genel Lise bünyesinde 1 süper lise, 1 Mesleki ve Teknik Eğitim Merkezi, 1 Anadolu Lisesi ve Büyükyoncalı kasabasında Çok Programlı Lise ile birlikte ilçede 5 lise bulunmaktadır. Liselerimizde 1376 öğrenciye 70 öğretmen eğitim vermektedir.Mesleki ve Teknik Eğitim Merkezi'nde Bilgisayar, Elektrik, Makine, Ressamlığı, Metal İşleri, Mobilya Dekorasyon, Çocuk Gelişimi ve Tekstil Konfeksiyon bölümleri bulunmaktadır. İlçede okul öncesi eğitimde 19 okul , 387 öğrenci ve 19 öğretmen; ilköğretimde 15 okul, 5110 öğrenci 184 öğretmen ve 164 derslik vardır. Şehir merkezinde öğretmen başına 28, derslik başına 32 öğrenci düşmektedir. Taşımalı ilköğretimde 5 merkez okul, 14 taşınan okul vardır. İlçede Halk Eğitimi Merkezi 1980-1981 E
ğitim yılında faaliyete geçmiştir. Mesleki kursların yanında sosyal faaliyetlere de yer vermekte olan merkezde bugüne kadar 170 kurs açılmış olup, toplam 3341 kursiyere belge verilmiştir. Saray ilçesinin turizm açısından önemi Tekirdağ ilinin Karadeniz’e açılan tek kapısı olması ve bunun yanında Istıranca Dağlarının bir bölümü, bu ilçemiz sınırları içerisinde bulunmaktadır. Eski adıyla Kastro, şimdiki ismiyle Çamlıkoy Trakya’nın Bahçeköy deresinin Karadeniz’e döküldüğü bu küçük koy 2.5 km kumsalıyla, Saray’ın sahil şerididir. Yıldız Dağları ormanları ve Karadeniz’in güzelliklerini bir arada barındıran, yeşil ile mavinin kucaklaştığı Çamlıkoy yurdumuzda eşine ender rastlanan turizm merkezlerinden biridir. Saray’dan Çamlıkoy’a kadar olan yol güzergahı da Yıldız Dağlarından (ormanlarından) geçer. Güzergahta yapılan dağ evleri, nehir boylarındaki mesire yerleri görülmeye değerdir. Kastro yöresindeki 329 hektarlık karaçam ormanı 18 Nisan 1988 tarihinde Doğayı Koruma Alanı (Millî Park) olarak ayrılmıştır. Orman İşletmesi tarafından piknik ve dinlenme yeri olarak düzenlenen bu alanda bazı hizmet tesisleri ve konaklama yerleri vardır. Aynı yerde dinlenmek, kayık gezintisi yapmak ve denize girmek mümkündür. Bu doğal plaj, ilçeye 27 km uzaklıktadır. Saray ilçesi 1.Viyana Seferi esnasında Kanuni Sultan Süleyman tarafından kullanılan sefer yolu güzergahı üzerindedir. Bu güzergah günümüzde yeniden keşfedilerek Sultanlar yolu ismiyle doğa, kültür ve tarih sevenlerin kullanımına açılmıştır. Sultanlar Yolu işaretlemeleri Saray içinde ve çevresinde Sultanlar yolunu yeniden keşfeden Sedat Çakır tarafından yapılmıştır. Sultanlar Yolu Viyana-Simmering' den İstanbul Süleymaniye camii ve Topkapı Sarayı'na kadar uzanan 2133 kilometrelik bir yoldur. Tekirdağ'ın Karadeniz'e açılan tek kapısı durumundaki Saray; Istıranca dağlarının güney eteklerinden geçen İstanbul - Kırklareli yolu üzerindedir. İl merkezine Çorlu-Çerkezköy ilçeleri üzerinden 81 km, Muratlı ilçesi - Vakıflar kavşağı üzerinden 78 km'dir. Frodo Baggins Frodo Baggins, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreni 'ninde bir karakter. Frodo Baggins, Shirelı bir hobbit ve "Yüzük Taşıyıcısı"dır. Üçüncü Çağ 2968'de doğan Frodo, Drogo Baggins ile Primula Brandybuck'ın oğludur. Çocukluğunda yetim kalan Frodo, amcası Çıkın Çıkmazı'nda yaşayan Bilbo Baggins tarafından evlat edinilmiştir. Bir Hobbit için pek maceracı olan Bilbo, aynı zamanda çok iyi bir eğitim almıştı ve hem bir şarkı yazarı hem de Elf gelenekleri ile dili konusunda uzman sayılırdı. 3001 yılında Bilbo yeni maceralara atılmak için Shire'ı terk edeceği sırada Gandalf, Bilbo'da ki yüzüğün tek yüzük olabileceğini düşündü ve giderken yüzüğü Frodo'ya bırakmasını istedi. Bu Bilbo için çok zor olsa da yüzüğü Frodo ya bırakmak zorunda kaldı. Gandalf Minas Tirith'e giderek yüzük hakkında bilgiler topladı. Artık emindi o yüzük İsildur'un Sauron'un parmaklarını kesip aldığı yüzüktü. Frodo'yu hemen Yüzük Seferi'ne yolladı; Gandalf Frodo'ya onu Sıçrayan Midilli Han'ında bekleyeceğini söyledi ancak Gandalf Saruman tarafından alıkoyuldu. Frodo, Sam Merry ve Pippin ile hana varınca Gandalf'ı orada bulamadı. Orada onları Gandalf'ın dostu olan Yolgezer yani Aragorn buldu. Aragorn 4 hobbiti Nazgulların saldırısından son anda kurtardı. Aragorn, Frodo Merry Pippin ve Sam ile birlikte Ayrıkvadi'ye götürmek için yola çıktı. Frodo ona güvendi ve Ayrıkvadi'ye doğru yola çıktılar. Bir hayli yol kat ettikten sonra Aragorn Frodo ve diğerlerini dinlenmek için Amon Sul Kulesi'ne götürdü. Aragorn etrafı kollamaya gittiğinde Frodo uyumuştu, Sam, Merry, Pippin yemek yemek için ateş yakmışlardı ki Frodo birden uyanıp ateşi söndürdü tam o anda Kara Süvari'ler onları fark etti ve Nazgûl'lerin lideri Angmarlı Cadı Kral onu zehirli Minas Morgul hançeriyle bıçakladı. Tam o sırada Aragorn 9 süvariyle baş edip, Frodo ve diğerlerini kurtardı. elf lordu Glorfindel yetişip Frodo'yu iyileştirmesi için Elrond'a götürdüler. Ayrıkvadi'deki yüce divana Frodo da katıldı. yüzüğü taşımaya gönüllü biri çıkmayınca gönüllü oldu ve Yüzük Kardeşliği'nin bir üyesi oldu. Daha sonra yolculuğa devam ettiler. Moria Madenleri'nden geçerken büyücü Gandalf'ı kaybettiler, daha sonra da Boromir'i... Merry ile Pippin kaçırıldı; Aragorn, Legolas ve Gimli onları takip ettiler. Sam ise onu hiç yalnız bırakmadı. Tam Mordor'a gidecekken Faramir, Frodo, Gollum ve Sam'i esir aldı. Güç yüzüğünün Frodo da olduğunu öğrenen Faramir onları Osgiliath'a götürdü. Osgiliath'a Nazgul saldırısının ardından Faramir canı pahasına onları serbest bıraktı. Frodo, Mordor yolunda devasa bir örümcek tarafından zehirlendi ve Sam, Frodo öldü sanıp yüzüğü ondan aldı. Ama orklar onları esir aldı. Frodo yüzüğü yok ettikten sonra Shire'a geri döndü. Sonra da ölümsüz diyar Aman'a yelken açtı. Melkor Morgoth (Melkor), J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde kuvvetçe en güçlü Vala ve en kötü varlıktır. "Melkor" ismi, Quenya dilinde türetilmiş bir kelimedir ve "Güç içinde yükselen" anlamına gelir. Sindarin dilinde, düşmanları tarafından "Morgoth Bauglir" olarak anılırdı ("Morgoth" = "Kara Düşman", "Bauglir" = "Zorba Hükümdar"). Melkor'un Valar arasında bilinen orijinal adı ise hiçbir zaman Orta Dünya halkları tarafından öğrenilemedi. Bir Vala olan Melkor, Karanlıkların Efendisidir. Ainur ruhlarından biridir ve en büyük güç ve bilgi ona verilmiştir. Tüm Valaların kudretlerinden bir parçaya sahiptir. İsmi "güç içinde yükselen" anlamına gelen Melkor, kibir doluydu ve Büyük Müzik ve Görüntünün armonisini bozmuştu. Bir süre herkesi Iluvatar'ın Çocuklarının iyiliğini istediğine kandırdı ama içten içe Iluvatar'ın elflere ve insanlara bahşetmeye söz verdiği ihsanları kıskanmıştı. Elfleri ve insanları boyun eğdirmeyi ve diğer güçlerin üzerinde bir güç olmayı diledi. Arda üzerinde Melkor, hükmettiği konular olarak karanlık ve soğuğu seçti. Arda'nın Yaradılışında işleri bozarak, Dünya'nın bozuk ve kusurlu olmasına neden oldu. Melkor Valara burasının kendi krallığı olacağını ve burayı kendine aldığını söyledi. İçtenlikle Iluvatar'ın çocukları için çalışan kardeşi Manwe ona karşı çıkarak haksızlık etmeyeceğini ve burada herkesin çalıştığını söyledi. Melkor ve Valar arasında çekişme vardı ve Melkor çekilip başka bölgelere gitti ve kötülükler yaptı ama gene de Arda Krallığına duyduğu arzuyu kalbinden uzaklaştıramadı. Ve Valar, Almaren'de krallıklarını kurmaya başladıklarında, Melkor Maiar ruhlarından pek çoğunu kötülüğe çekti. Bu ruhlar arasında en korkunç olanları ateşin kırbaçlarıydı, Orta Dünya'da onlara dehşetin ifritleri, Balrog denir. Onları yanına alarak Orta Dünyanın kuzeyine gitti ve rakip krallıkları Utumno ve Angband'ı kurdu. Onun hizmetkarlarından en bilineni Eldar'ın Sauron dediği Zalim Gorthaur'dur. Arda'da Melkor, Valar'a karşı beş büyük savaş çıkararak, Almaren'i yakıp yıktı ve hem Büyük Lambaları hem de Valar Ağaçları'nı yok etti. Başlangıçta Melkor hem iyi hem de kötü biçimlerde ortaya çıkabiliyordu fakat Işık Ağaçlarının yokedilişinden sonra yalnızca, Elfler tarafından Morgoth yani "Dünyanın Karanlık Düşmanı" olarak adlandırılan kötü biçimini kullandı. Bu isim ona Silmaril'leri zorla almasından dolayı Fëanor tarafından verilmiştir. Bir kule kadar uzun boylu olan Morgoth, demir bir taç ile kara bir zırh giyiyordu. Grond ya da Alt Dünyanın Çekici adı verilen bir gürz ve kocaman kara bir kalkan taşıyordu. Gözlerinde kötülüğünün ateşi vardı, yüzü biçimsiz ve yaralıydı ve elleri Silmarillerin ateşi ile sürekli yanıyordu. Fakat Öfke Savaşında Melkor'un tüm güçleri yokedildi ve Valar arasından yalnızca o, Dünya kürelerinden sürülerek sonsuza dek boşlukta dolaşmaya mahkûm edildi. Melkor lambaların Çağı'ndan Üçüncü çağ'a kadar tutsak kalmasından dolayı intikam almayı arzuladı. Ungoliant'la bir pazarlık yaptı.Valar'ın Ağaçları'nı karartmak karşılığında Melkor iki eliyle onu besleyecekti.Valinor'a Aman'a vardılar. O sırada herkes şölene katılmıştı. Melkor ağaçların üstüne atlayıp karınlarını deldi,Ungoliant ise ikisini birden aynı anda içiyordu.Melkor'u tiksindiren Ungoliant susuzluğunu gidermeyip,Aman'ın nehirlerini kurutana kadar içerken Morgoth'u bile korkutacak şekilde büyüdü. Kara dumanlar çıkardı.Daha sonra Morgoth Finwe'nin evine gidip Silmarilleri istedi. Ama Noldor Kralı Finwe vermeyince Morgoth Finwe'yi öldürüp Silmarilleri zorla aldı. Şölen haberleri duyunca Tulkas ve atlılar onun peşine düştü.Ancak Ungoliant karanlığını kullanıp atlıları kör etti.Orta Dünya'ya kadar vardıklarında Ungoliant Melkor'dan onu beslemesini istedi. Ancak Melkor gönülsüz olduğu halde sağ elyle besledi onu. Ungoliant bütün mücevherleri yedi. Sol elini açmasını isteyince Melkor bunu reddetti. Çünkü sol elinde Silmaril vardı. Ungoliant kızıp Morgoth'u ağlarıyla sardı. Melkor'un çığlığı Angband'ın derinliklerine kadar yankılandı ve Balrog'ları uyandırdı. Balroglar Angband'dan çıkıp gelerek kırbaçlarıyla Ungoliant'ı kaçırdılar. Dördüncü savaş,Angband'ın Kuşatmalarında Noldor ordusu çok uzaklara püskürtüldü. Fingolfin bunu nihai yenilgi olarak nitelendirdi ve tek başına Angband'ın kapılarına gidip Morgoth'la teke tek dövüş yapmak istedi. Morgoth derinliklerden ağır ağır yukarı çıktı. Kapıya geldi ve dövüş başladı. Morgoth Grond'u her yere vuruşunda yerde bir krater açılıyordu.Fingolfin Morgoth'u yedi kez yaraladı. Fingolfin yorgun düşünce Morgoth onu yere serdi ve sol ayağını onun boynuna koydu. Fingolfin son bir darbeyle ayağı yardı.Morgoth'un ayağından çıkan siyah kan çukurları doldurdu. Ve böylece Fingolfin öldü. Morgoth bedeni ikiye büküp kurtlarına yem atmak için götürdü. Ancak Thorondor gelip Fingolfin'i kaptı ve Morgoth'un yüzünü bereledi. Bu savaş Morgoth'un son savaşı oldu. Ayağı savaştan sonra her zaman aksadı.Yüzündeki izler de hiç silinmedi. Saray (anlam ayrımı) Mehter Mehter veya mehteran, Osmanlı Yeniçeri Askerî Bandosu. Dünyanın en eski askerî bandolarından birisidir. Farsçadaki "mihter" kelimesinden türemiştir. İslamiyetten önceki Türk devletlerinde, küçük değişikliklerle yer
almıştır. Yeniçerilerin olduğu gibi Mehteranın da Piri Hacı Bektaşi Veli olup, her icraattan önce mutlaka Peygamber, Ali ve Hacı Bektaşi Veli adına dua okunması ve marşlarda adlarının zikredilmesi gelenektendir. Üç önemli sembol yer alır; ocak, sancak ve zafer. Osmanlı mehterinde; zurna, boru, kurrenay ve mehter düdüğü gibi nefesli, üflemeli, kös, davul, nakkare, zil ve çevgân gibi vurmalı ya da çarpmalı çalgılar yer almıştı. Tüm çalgıların sayısı eşit tutulmuş ve bu sayıya dayanarak mehterin kaç katlı olduğu belirlenirdi. Farsçada mihter olarak geçen mehter kelimesi, ekber (en büyük), âzam (pek ulu) mânâsında bir ism-i tafdildir. Türkçeye bu kelimenin Arapçalaştırılmış şekillerinden mehter, çoğulu olarak da mehterân yerleşmiştir. Mehteran bölüğü, 1826 yılında Padişah II. Mahmut tarafından Yeniçeri, Ahi ve Bektaşi Ocaklarıyla birlikte kapatılmış ve 1908 yılında Enver Paşa tarafından yeniden açılmıştır. Yeniçeri ocağının bir parçası Olan Mehterin, hangi tarihte kurulduğu kesin olarak tespit edilememekle birlikte bunun, 14. yüzyılda I. Murat (Hüdavendigar) döneminde Çandarlı Kara Halil Paşa'nın tavsiyesiyle bir ocak halinde kurulduğu söylenebilir . Bazı kaynaklarda bu kuruluşun 1365 yılında olduğu söyleniyorsa da büyük bir ihtimalle bunun 1362 yılında olduğudur. Özelikle Orhan Gazi’nin Alevî-Bektaşilikle ilgilendiği bilinmektedir. Orhan Gazi yeniçeri teşkilatı kurulacağı zaman Hacı Bektaş dergahına gelir. Yeni kuracağı yeniçeri ocağı için dua ister. Hacı Bektaş, Pir'i de "Bunların adı yeni asker Yeniçeri olsun" diyerek Cenabı Hak yüreklerini ak, pazılarını kuvvetli, kılıçlarını keskin, oklarını tehlikeli, kendilerini daima galip buyursun diye dua eder. O yüzden yeniçeri ocaklarına Ocak-ı Bektaş-î-yân, kendilerine Taifei Bektaş-î-yân, Güruh Bektaşiye, Zümre-i Bektaşiye gibi isimler vermişlerdir. Osmanlı Devleti, devşirme denilen Hıristiyan çocuklarından oluşturduğu orduyu Hacı Bektaş-ı Veli'nin düşüncelerinden yararlanarak eğitti ve şekillendirdi. Yeniçeri Ordusu denilen bu ordunun ve bağlısı Mehteranın başında bulunan ağa da Bektaşî idi. Bu ordu, 1826 yılına kadar Osmanlı Devleti'nin birinci gücü olmuştur. 1826 yılına kadar Osmanlı Ordusu savaşa gitmeden önce, Yeniçeri ocağından bir müfreze Hacıbektaş'a geliyor, Dergah Avlusu'nda saf tutarak, Hacı Bektaş-ı Veli Evlâdı’ndan postnişi olan zatın da katılması ile: Mehter teşkilatının başında devletin Emiri Alem denen bir memuriyet makamı vardı.Mehterhane ve onun başı olan mehterbaşı ona bağlı idi.Bütün mehter teşkilatının başı olan Emri Alem Mehter bölüklerine yapılacak teyinleri tastik etmek, Elçi kabul törenlerinde hazır bulunmak, Sancak beyliğine tayin edilen kimseye yeni sancak iletmek ve göndermek gibi selahiyetlere sahipti. Mehter teşkilatına iki türlü mehterhane (mızıka takımı) bağlı idi: Tabi-ü Alem mehteri Saltanat sancaklarını korumaya memur edilen Alemdarlar ile Mehterhaneden meydana gelmiştir. En başta gelen mehter takımı padişahınki idi. Bu mehtere tabi-ü Alem Hassa adını taşıyordu. Sonra Veziri Azam, kubbe vezirleri, defterdar, reisülküttap, beylerbeyi, sancak beyleri ile Türkmen beylerinin mehterhaneleri var idi. Bektaşi geleneği olarak hep tek katlı mehter kurulmuştur. Padişah ve Veziriazama ait olanlar dokuz katlıydı. Mehterler mükemmel peşrevler çalardı. Alay düzen peşrevi, At Peşrevi, Hünkar Peşrevi, Elçi Peşrevi bunlardandı. Göç borusu, Benefşei-zar, Şükufei-Zar gibi askerî bestelerimiz ve Cengi Harb gibi hücum havalarımız vardı. Batı müziğinin şah eserlerini yazmış olan Mozart, Bizet gibi besteciler mehter müziğinin etkisinde kalarak Türk Tarzında (Ala Turka) denilen besteler yapmışlardır. Bunlara Mozart'ın Türk Marşını, Bizet'in Arleziyen süitini örnek verebiliriz. Batı orkestraları, zilleri mehterden almışlardır. Hindistan'daki Türkmen Bey'leri de mehtere benzer takımlar kurmuşlardır. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı bağlantılı Mehterhane ve Ahi Ocakları kapatıldı ve Yeniçeriler kıyımdan geçirildi. 1826 tarihi ayni zamanda Osmanlı topraklarında Bektaşilik tarikatının yasaklanmasının da tarihidir. Bu ocağın kuruluş sebebi, mevcut askerin azlığına rağmen, fetihlerin çoğalıp sınırların genişlemesi ve eldeki askerin de bu sınırları koruyamaz duruma gelme endişesi idi. Halbuki hem Rumeli’yi elde tutabilmek hem de yeni fetihlerde bulunabilmek için devamlı ve hükümdarın emir komutası altında bir askerî birliğe ihtiyaç vardı. Benzer teşkilatlar, yani esirlerden istifade etme sistemi, daha önceki Türk devletlerinde de vardı. Bu manada Osmanlıların, Selçuklular ile Memlukluları örnek aldıkları anlaşılmaktadır. Yeniçeriliğin ilk kuruluşunda, orduya bin kadar yeniçeri alınmıştı. Bunların her yüz kişisine komutan olarak daha önce Türklerden meydana getirilen yaya askeri usulüne uygun olarak bir "Yayabaşı" tayin edilmiştir. Mehterhane 1826'da kaldırılarak yerine Avrupai bandolar kuruldu ve Mehteran bölüğü kaybolup gitti. Sonradan 1914 yılında Türkçülük akımının kuvvetlenmesi üzerine Enver Paşa'nın emriyle "Mehteran-ı Hakaniye" adıyla yeniden kuruldu ve askerî müzeye bağlandı. Isildur Isildur, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir karakterdir. Irk: İnsan Dil: Adunaic, Sindarin, Quenya Cinsiyeti: Erkek Soy: Numenorlu- Elendil Hanedanı Ebeveynleri: Babası Elendil, annesinin adı bilinmiyor. Çocukları: Elendur, Aratan, Ciryon ve Valandil Kardeşi: Anarion Doğum Tarihi: 2.Çağ 3209 Ölüm Tarihi: 3.Çağ'ın 2. yılı İkamet Ettiği Yerler: Numenor, Minas Ithil Taşıdığı Ünvanlar: Gondor ve Arnor'un Yüce Kralı, Dunedain Kralı, Yüzük-taşıyıcısı Yüce Kral Elendil'in büyük oğlu. Gondor ile Arnor'un ikinci kralıdır. İsmi "Ay' a Adanmış" anlamına gelir. 234 Sene yaşadı. Soy Ağacı Isildur, son Andúnië Lordu Amandil'in torunu olarak İkinci Çağın 3209. Yılında Númenor'da dünyaya geldi. Küçük kardeşi Anarion ise 3219 da doğdu. Isildur'un 4 çocuğu oldu; Elendur, Aratan, Ciryon ve Valandil. Karısının ismine dair bir bilgi yoktur. Aynı zamanda doğduğu yer de olan, Numenor'un doğu kıyılarındaki, Romenna Limanında yaşadılar. Numenor' un ilk kralı olan Yarı Elf Elros, bir insan olarak ölümlü olmayı seçmişti. Kardeşi Elrond ise bir elf olarak ölümsüz olarak hayatına devam etmeyi tercih etti. Zamanla Numenor Kralları atalarının seçimini doğru bulmayıp kendileri için ölümsüzlüğü arzuladılar. Elflere ve Valar'a karşı yabancılaşıp, kendilerini yaratan Eru'ya inançlarını zayıflattılar. Sadece içlerinde Andunie Lordlarının da bulunduğu küçük bir grup Numenor, Elfler ve Valar'a dost, Eru'ya da inançlı kaldı. 3262’de, Numenor Kralı Ar-Pharazon, Sauron'u esiri olarak Numenor'a getirdi. Sauron direnmedi çünkü Numenor halkını bozup onların çöküşünü getirebileceğini biliyordu. Onların ölümsüzlük arzusunu kullanarak Eru'ya olan inançlarını çürütüp Morgoth'a tapınmalarını sağladı. Böylece Isildur, Sauron'un Numenor'a getirilişini görmüş oldu. Nimloth' un Kesileceği Isildur' a Söylendiğinde Bir ara Sauron'un Ölümsüz Diyarlardan getirilen Ak Ağaç Nimloth'u kesmek istediğini dedesi Amandil'den öğrendi ve kılık değiştirip gizlice Kralın Sarayına girdi. Nimloth'dan bir meyvesini aldı fakat gardiyanlar onu fark ettiler ve saldırdılar. Isildur ağır yaralandı ama kaçıp meyveyi dedesine götürmeyi başardı. Aylarca ölüm döşeğinde kaldı ama Ak Ağaç'ın meyvesi filizlenmeye başlayınca Isildur uyandı ve yaraları da iyileşti. Daha sonra bu meyve Minas Anor'a dikildi. Numenor' u Terk Edişi Sauron' un gittikçe artan etkisi karşısında kendilerini İnançlı olarak adlandıran bir grup Numenor'lu, adayı terk etmek için hazırlandılar. Gemilerini, aileleri ve içinde Palantir'lerin de bulunduğu birçok değerli eşya ile doldurdular. Isildur, üç gemiye sahipti ve Ak Ağaç'ın fidanıyla birlikte karısı ile 3299’da doğan oğlu Elendur'u gemiye getirdi. Büyük babası Amandil, Valar'a İnançlıları esirgemesi için yalvardı. Batıya, Ölümsüz Diyarlara doğru yelken açtı. Ama sonra ona ne olduğunu kimse öğrenmedi ve o günden sonra da tekrar görülmedi.Sauron'un yalanları Ar-Pharazon'u, ölümsüzlüğün ancak Ölümsüz Diyarlara gidilirse elde edile bilineceğine inandırmıştı. 3319 da Ar-Pharazon, Ölümsüz Diyarları güç kullanarak ele geçirmek için kudretli bir donanma hazırladı. Ama karaya çıktığında Eru, denizleri kabarttı. Donanma ile birlikte Numenor, büyük bir dalgayla sulara gömüldü. Minas Ithil, Minas Anor ve Taht Şehri Osgiliath'ın Kurulması İnançlıları gemisine ise merhamet gösterildi. Büyük bir rüzgarla Orta-Dünya kıyılarına gönderildiler. Elendil kuzeye çıktı. Isildur ile Anarion da Güneye, Anduin Nehri'nin ağzına geldi. Elendil ve oğulları 3320 de, Kuzey Krallığı Arnor ile Güney Krallığı Gondor'u kurdular. Elendil her iki krallığında Yüce Kralı oldu ama Arnor'da yaşadı ve Gondor'u da oğullarının yönetimine bıraktı. Isildur ve Anarion, Anduin üzerinde kurdukları Osgiliath'ın her iki tarafında yan yana bulunan tahtlara sahip oldular. Anarion, nehrin batı kıyısında, Minas Anor'da yaşadı. Isildur ise evi olarak, nehrin doğusundaki Ithilien'i seçti. Ve Gölge Dağlarının bir vadisinde sonradan Minas Morgul olarak bilinecek Minas Ithil'i kurdu. Minas Ithil, güzel, beyaz bir şehirdi. Ayrıca Mordor'daki kötülüklere karşı bir kale olarak kullanıldı. Başta Sauron'un Mordor'a geri dönüp gücünü tekrar oluşturmaya başladığı fark edilmedi. Aynı zamanda Minas Ithil ile Minas Anor' un ortasında olan Osgiliath'ı ise başkentleri yaptılar. Isildur, babası ve kardeşiyle haberleşmek için kullandığı, Ithil Taşı olarak bilinen bir Palantir'e sahipti. Ak Ağaç fidanını evinin önüne dikti. Karısıyla birlikte 2 çocuk sahibi daha oldular; Aratan 3339’da, Ciryon da 3379’da doğdu.Gondor'un ilk yıllarında, Ak Dağlardaki Blackroot Vadisinin girişinde bulunan Erech Tepesine gitti. Tepenin zirvesine Numenor'dan getirdiği büyük siyah bir küre olan Erech Taşı'nı koydu. Burada kendisine, taşın üzerine bağlılık yemini eden Dağların Kralı ile tanıştı. Daha sonradan Dağın İnsanlarını Sauron ile savaşa çağırdı fakat çağrısı reddedildi. Isildur onların bu sadakatsizliklerine karşı onlara lanet okudu. Yeminlerini yerine getirmedikleri sür
ece ruhları hiçbir zaman huzura ermesin istedi. Ve o zamandan sonra bu insanlar, Ölü Patikasını yerleri olarak bellediler. Sauron Minas Ithil'e Saldırdığında Şehirden Kaçışı 3429’da Sauron Minas Ithil'e saldırdı ve ardından şehri ele geçirdi. Isildur ailesi ve yanında bir başka Ak Ağaç fidanı ile kaçtı. Ailesi ile birlikte Anduin ağzından bir gemiye bindiler ve Orta-Dünya kıyılarında, babasının bulunduğu, Arnor'a doğru ilerlediler. Son İttifak'ın Kurulması ve Son İttifak Savaşı Elendil, Arnor'un batısında, Lindon'da yaşayan Elflerin Kralı Gil-Galad' a başvurdu. İki Kral 3340 da Sauron' a karşı Elflerin ve İnsanların Son İttifakını oluşturdular. Aynı sene Isildur' un en küçük çocuğu Valandil, Ayrıkvadi' de dünyaya geldi. Birleşik Ordu, 3431 de Ayrıkvadi' de toplandı ve savaş için donatıldı. Isildur ve üç oğlu ordu ile birlikte ilerlediler. Karısı ve henüz bir yaşında olan oğlu ise Ayrıkvadi' de kaldılar. Son İttifak Savaşı, 3434’te başladı. Sauron'un orduları Dagorlad Savaşı'nda mağlup edildi. Ve İttifak Ordusu Mordor'a girip Barad-dûr'u kuşattı. Bu kuşatma yedi sene sürdü, birçok elf ve içlerinde Anarion'un da olduğu (Ki 3440’da ölmüştür) insan katledildi. En sonunda Sauron, 3441 de kulesinden çıkıp savaş alanına geldi. Gill-Galad ve Elendil ile Kıyamet Çatlağı eteklerinde bizzat savaştı. Ama iki Yüce Kral bu mücadelede yenik düştüler. Elendil' in ölümüyle birlikte kılıcı da düşüp kırıldı. Son İttifak Savaşı, 3434’te başladı. Sauron'un orduları Dagorlad Savaşı'nda mağlup edildi. Ve İttifak Ordusu Mordor'a girip Barad-dûr'u kuşattı. Bu kuşatma yedi sene sürdü, birçok elf ve içlerinde Anarion'un da olduğu (Ki 3440’da ölmüştür) insan katledildi. En sonunda Sauron, 3441 de kulesinden çıkıp savaş alanına geldi. Gill-Galad ve Elendil ile Kıyamet Çatlağı eteklerinde bizzat savaştı. Ama iki Yüce Kral bu mücadelede yenik düştüler. Elendil' in ölümüyle birlikte kılıcı da düşüp kırıldı. Sonra zırhını çıkarıp nehrin karşısına geçmek için suya girdi. Ama akıntı güçlüydü ve onu Ferah Çayırlar Bataklıklarına doğru sürükledi. Bu sırada Yüzük, parmağından çıktı ve suda kayboldu. Bu yüzden Yüzük artık "Isildur' un Laneti" olarak anılmaya başladı. Nehrin akıntısına çabucak karşı koydu ama Yüzük ona ihanet edip onu yalnız bıraktı. Isildur Yüzük' ün kaybolduğunu ve bilerek kendi parmağından çıktığını anlayınca hayatının da Yüzük gibi kendisini terk ettiğini kabullendi. Karanlığa ve zırhı Elendilmir'e rağmen, hala ölmemiş olanları arayan Orklar tarafından fark edildi ve Orklar Isildur'a saldırmaya başladılar, attıkları oklardan biri boğazına bir diğeri de kalbine isabet etti. Isildur, bir hizmetkârına daha Orklar etraflarını sarmadan Narsil'i vermişti. Böylece Narsil korundu. Bir diğer hizmetkârı Estelmo ise henüz ölmemişken onu bulabildi. Thranduil'in krallığına bağlı Elfler ise bu saldırı haberini hemen duydular ama artık onları kurtarmak için çok geçti. Hiç yoktan cesetlerini kurtarabilmek için bir karşı saldırı düzenlediler. Yüzük, 2463’de Deagol tarafından bulunana kadar Ferah Çayırlarda kaldı. Isildur'un vücudu da sular altındaydı ama fark edilmedi. Yüzük Savaşı boyunca Sauron hizmetkârlarıyla durmadan Ferah Çayırları aradı ama Isildur'a dair hiçbir şey bulamadı. Aslında kalıntılar çoktan Saruman tarafından, Yüzük için yaptığı araştırmalar sırasında ele geçirilmişti. Sauron'un hizmetkârlarını kandırıp, onlardan daha önce Ferah Çayırlara gelen Ak Büyücü içinde Isildur'un zırhı Elendilmir'in de bulunduğu birkaç kalıntıyı oradan Isengard'a getirmişti. Isengard düştüğünde Gimli Orthanc'da bu zırhı saklandığı yerden çıkardı. Ayrıca söylenenlere göre kutsal sayılan bazı eşyalarını da buldu, ancak doğru olup olmadığı kesin değildir. Isildur'dan sonra Arnor tahtına on yaşındaki oğlu Valandil geçti. Valandil Gondor üzerinde hak iddia etmeyince ki krallık birbirinden ayrıldı ve Gondor Anarion soyundan gelenler tarafından, Arnor da Isildur soyundan gelenler tarafından yönetilmeye devam etti. Bu Isildur'un varisi Aragorn'un, Üçüncü Çağın sonunda Yeniden Birleşmiş Krallığın Kralı olmasına kadar böyle devam etti. Yani Isildur, Üçüncü Çağın sonunda Yeniden Birleşmiş Krallığın Kralı, Kral Elessar'a kadar Gondor ve Arnor'u beraber yöneten son kral oldu. Elendil Elendil, J. R. R. Tolkien'in kurgusal evrenindeki bir karakter. Arnor ve Gondor'un yüksek kralı ve Isildur-Anárion kardeşlerin babası. Uzun Elendil diye de tanınan bir prens, ardından kral olmuştur. Ayrıca Valar'a olan sadıklığı nedeniyle Sadık Elendil ya da Dürüst Elendil diye de tanınmıştır. Elendil, İkinci Çağın 3119 yılında Númenor'da doğdu. Babası, Númenor'un en önemli şehirleriden olan Andúnië'nin Lordu olan Amandil'dir. İki oğlu Isildur ve Anárion ile Númenor'un düşünün ardından dokuz gemi ile denize açılmışlardır. Orta Dünya'ya ilk olarak 5 gemiyle Isildur ve Anárion Pelargir'de adım atmışlardır. Elendil ve 4 gemi ise daha kuzeyde, Lindon'a yakın bölgelerde demirlemiştir. Orta Dünya'da, İkinci Çağ'ın 3320 yılında, Gondor ve Arnor krallıklarını kurdular. Bu nedenle bu iki krallık Dúnedain, yani Númenor soyundan gelenler olarak anılır. Tol Eressëa adında bir Elf'ten alınan beyaz ağaç fidesi, dikildi. Bu, Númenor'un Ak Ağaç'ı oldu. Kurulan Arnor ve Gondor krallıkları kısa zamanda geliştiler. Elendil, Arnor'da Annúminas'ta yaşamayı tercih etti. İki oğlundan Anórien, Minas Anor (yani Minas Tirith) kalesinde, diğer oğlu ise Minas Ithil (ileride Minas Morgul) kalesinde yaşıyordu. İlk başkent olan Osgiliath, İkinçi Çağ'ın sonlarına doğru kuruldu. Palantir'lerden biri buraya yerleşti ve diğer krallıklarla iletişim sağlandı. "Yüzük Kardeşliği" 'nde açıklandığı üzere, Sauron Orta Dünya'ya geri döndüğünde Mordor'da bir krallık kurdu. 3428 yılında Minas Ithil kalesine saldırdı ve burayı ele geçirdi. Minas Ithil, Yüzük Savaşı'na kadar bir daha geri alınamadı. Kaleden kaçan Isildur, Gondor'a döndü. 3434 yılında Isildur, babası Elendil ile birlikte, kuzeydeki Elflerin yüksek kralı Gil-Galad ile anlaşarak Elflerin ve İnsanların Son İttifak'ını oluşturdu. Son İttifak önce Dagorlad'da zafer kazanmış, ardından Mordor'un içlerine kadar girmiştir. Burada Barad-Dûr kulesi kuşatılmış ancak Elendil, oğlu Anárion'u kaybetmiştir. 3441 yılında, Sauron'un savaş alanına girmesiyle, savaş daha da kızışmıştır. Gil-Galad ve Elendil Sauron'u bulmuş ve onunla ölümüne bir düelloya girişmiştir. Bu düelloda Gil-Galad ve Elendil ölmüş, Sauron ise zayıf düşmüştür. Babasının kırık kılıcı Narsil ile Isildur, Sauron'un elindeki Tek Yüzük'ü parmağıyla birlikte kesmiş ve Sauron'un vücudunun ölmesine neden olmuştur. Ancak Sauron'un ruhu yaşamaya devam etmiştir. Elendil, Gondor ve Arnor'da her zaman sadık, cesur ve iyi biri olarak tanınmıştır. Adi huş Adi huş ("Betula pendula"), huşgiller (Betulaceae) familyasından 30 m'ye kadar boylanabilen ağaç veya ağaççık formunda bir huş türü. Gövde beyaz renklidir. Kabukta yırtılmalar görülür ve ileri yaşlarda karamsı bir renk alır ve sertleşir. Genç dallar ince, uzun ve dolayısıyla sarkıktır. Yaprakları üç köşeli, yürek biçiminde, sivri uçlu, 3–7 cm uzunlukta, 2,5–4 cm genişliktedir. Yaprak sapı 2–3 cm'dir. Kenarları kaba ve katlı dişlidir. Yeni yaprak ve sürgünler elde oğuşturulunca güzel bir koku çıkar. Erkek çiçekler uzunca silindir biçiminde ve sürgün ucunda bulunur. Dişi çiçekler 2–4 cm uzunlukta gene uzunca silindir biçiminde erkek çiçekler gibi başak kuruluşunda toplanmış olup, yan sürgünlerde bulunur. Meyveler yumurta biçiminde ve geniş kanatlıdır. Işık ağacıdır. Yüksek nemden hoşlanır. Zengin ve fakir topraklarda yetişebilir. İlk 5 yılda büyümesi ağırdır, sonra hızlı büyür ve 50 yaşından sonra büyüme durur. Çiçekler Mart-Mayıs aylarında açar, meyveler aynı yılın Haziran-Ağustos aylarında olgunlaşır. Olgunlaşan kozalaklar ağaç üzerinde açılır ve tohumlar etrafa saçılır. Daha çok Avrupa'nın Kuzey bölgelerinde, İsveç, Norveç, Finlandiya, Rusya, Alpler, Asya'da Kafkasya'da Türkiye'nin Doğu ve kuzey Anadolu bölgelerinde görülür. Ares Yunan mitolojisinde Ares, Savaş Tanrısı'dır. Zeus ve Hera'nın oğlu ve On İki Olimposludan biridir. Roma'da Mars olarak da bilinir. Barış tanrıçası olan Athena'nın zıttıdır. Mitolojide Athena ile giriştiği mücadeleler ve sevgilisi Afrodit ile olan kaçamakları ile ünlüdür. Sparta kenti ve Trakya bölgesi tanrının başlıca kült merkezleridir. Gigantlar arasındaki karşıtı Damasen'dir. Yunan mitolojisindeki benzer isimli çok sayıdaki öykülerden biri Ares'in oğluna ilişkindir. Aphrodite ile yaşadığı gizli aşkın ortaya çıkmasıyla olan Olympos'taki rezaletin ardından Ares Trakya'da da boş durmaz ve barbar Trakyalılar'ı Amazonlar'a karşı kışkırtır. Çıkan savaştan zevk alarak önüne geleni öldürürken kendisi adına kafataslarından bir piramit inşa eden oğlu Kyknos'un ölüm haberi gelir. Kyknos, piramiti tamamlamak üzeredir. Zirvede tek bir kafatası için boş yer kalmıştır. Teselya kralının kafasıyla zirveyi tamamlamayı düşünürken, Herkül'ün oradan geçtiğini görür. Çıkıp Herkül'e meydan okur ve Herkül onu öldürür. Bu haberi alır almaz savaş arabasına atlayan Ares, kendisini kafatasından tapınakla onurlandıran oğlunun intikamı için Herkül'ün üzerine saldırır. Yunan tanrıları içinde belki de en fazla utanç verici duruma düşen tanrıdır. Hades ve Aphrodite dışında kimsenin sevmediği bu tanrı sık sık zor durumlara düşürülür. Bunların başında tunçtan bir küpe 13 ay boyunca hapsedilmesi gelmektedir. Günlerden bir gün Olimposlu tanrılar ziyafette iken müthiş gürültülerle ayağa fırlarlar. Bir türlü Olimposlu tanrılar arasına kabul edilmeyen, Gaia'ın oğulları Otis ve Ephialtes tanrılara savaş açmışlar, gökyüzünü fırlattıkları dev kayalarla bombalamaya başlamışlardır. Üstelik, cüretkar bu iki gigant sadece Olympos'a kabul edilmeye diğer tanrıları zorlamakla kalmayıp, en güzel tanrıçaları Athena ve Hera'yı da isterler. Hera ki Zeus'un karısıdır! Zeus çok sinirlenerek bu işi halletmesi için Ares'i görevlendirir. Athena'nın alayları arasında savaş arabasına binen Ares, hışımla iki devin üstüne saldırır. Ancak, bir an tedbiri elden bırakır
ve kalkanını indirir. Bu sırada devlerden birinin fırlattığı kaya Ares'i bayıltır. İki dev Ares'i tunçtan bir küpün içine kapatırlar. Ares'i diğer tanrılar hiç sevmeseler de iki güçlü tanrıçaya göz koyacak kadar yoldan çıkmış bu iki devin kazanmasını da istemezler. Tanrıların habercisi Hermes uzun aramalardan sonra 13 ay sonra ölmek üzereyken Ares'i bulur. Ares tekrar güneş ışığını gördüğünde Otis ve Ephialtes'in cezası çoktan verilmiştir. Ölüler diyarında yılanlar tarafından bir sütuna bağlanmışlardır. Yılanlar her defasında dayanılmaz acılar veren zehirlerini boşalttıkları ısırıklarla iki devi rahat bırakmazlar, omuzlarına tüneyen baykuşlar ise devamlı öterek beyinlerini tırmalarlar. Ares'in Truva Savaşına karışması da Olympos'un tanrılarının hiç sevmediği bir sonuç doğurmuştur, özellikle de Hera'nın. Ares, Truvanın yanında savaşa katılıp Yunanları öldürmeye başladığında eski bir defter yeniden açılır. Truva kralının çapkın oğlu Paris, üç güzeller yarışmasında Hera'yı değil Afrodit'i güzel seçmiştir. Truva savaşının nedenlerinden biri de zaten budur. Hera, doğrudan savaşa müdahil olmadan önce Zeus'un iznini ister. Zeus, karısının karışmasına izin vermez ama aynı yarışmanın diğer mağduru Athena'nın karışmasına izin verir (Athena'da Ares'ten en az Hera kadar nefret etmektedir). Savaşçılığıyla ünlü kahraman Diomedes'e destek vererek Ares'in üzerine saldırmasını sağlar. Ares, görmediği Athena'nın varlığını anlamadığı bir şekilde elinden mızrağı düştüğünde fark eder. Bu fırsatı değerlendiren Diomedes Ares'i yaralamayı başarır ve Ares Truva savaş meydanından çekilmek zorunda kalır. Tanrılar tanrısı Zeus'un pek de sevmediği tanrı Ares bir destanda şöyle geçmiştir:Bulutları devşiren Zeus yan yan baktı, dedi ki; "Böyle ağlayıp durma dizimin dibinde dönek." "Olympos'ta oturan tanrılar arasında benim en tiksindiğim tanrısın sen !" "Hep hır gür kavga, savaş senin işin gücün, ele avuca sığmaz huysuzluğun, biliyorum," "Annen Hera'dan miras sana. " "Ben de ona zorla dinletirim sözümü, " "Onun öğütlerinden geldi başına, ne geldiyse. " "Ama böyle acı çekmene de dayanamam, benim soyumdan gelmişsin bir kere, benden doğurdu anan seni, " "Yoksa bu yıkıcı bu karıştırıcı huyunla, bir başka tanrıdan doğmuş olsaydın sen, " "Çoktan Uranüsoğullarının yurdundan ta aşağılarda bulurdun kendini." Apollon ile Athena'nın Ares hakkında söyledikleri ise şöyledir: "Ares, İnsanların baş belası Ares, " "Ey kaleler yıkan, elleri kanlı Ares..." "Yaklaş ona saldırgan Ares'ten çekinme, " "Delinin biridir, kötünün kötüsüdür o, " "Bir o yana döner bir bu yana..." Antikçağın tragedya ozanı Ayshilos; bir tragedyasında tanrı Ares'in savaş anındaki dehşetini açık açık şöyle dillendirmiştir: ""Bu masum kentin göklerinde, Sayıklar gibi gürül gürül soluyor Yakıp yıkıyor acımadan Nesi varsa sevip saydığı insanlarınAres adlı bu acımasız tanrı! Dehşet çığlıklarıyla doluyor sokaklar, Asker askerin önünde düşüyor. Bu dinmeyen bebek çığlıklarıKan gölü sokaklardan geliyor!"""" Ares 4 büyük yardımcılarıyla Phobos (Korku), Deimos (Dehşet), Eris ve Enyo ile tüm dünyaya dehşet verir. (Trakya'da katliamlar yapar. 3 nehir insan kanı akıtır.) Sonunda Olympos tanrıları Ares'e karşı savaş açarlar fakat ne yazık ki çıkan savaşta Olympos düşer. Phobos öyle bir korku salmıştı ki Zeus'un tamamen Olymposdan düşmesini sağlıyordu. Fakat Ares sadece Olympos'a katılmak isteyip Zeus'u eski yerine geçirir. Böylece 5 tanrı, Ares ve yardımcıları, Olympos'un en büyükleri oldular. Zeus yine de Ares'i sevmesede Ares'in bağlılık yemini sürekli devam ettirecekti. Yunan mitolojisinin en büyüklerindendir. Dünyanın yönetimini tamamen elinde tutmuş, insanlara her türlü korkuyu ve acıyı tattırmıştır. Amacına ulaşan Ares Olympos'a girdikten sonra Zeus'la son anlaşmasını yaparak artık hiçbir tanrının dünyaya karışmaması zorunluluğu koyar. Eğer Zeus bu şartı kabul etmezse Olympos düşecektir ve Ares dünyanın hakimi olacaktır. Fakat Zeus Ares'in şartını kabul eder ve dünyaya giden kapıların hepsini kapatır. Ares asıl ilgiyi İtalyanlarda, Mars adı altında Roma'da görür. Roma'nın kurucusu Romulus'un efsanevi babası olan Mars (Ares) Romalılar tarafından ataları olarak benimsenmiştir. Granülosit Granülosit, lökositlerin (akyuvarların) bir bölümünü oluşturan çeşitli hücre tiplerine verilen isimdir. Bu ismi almalarının nedeni granülosit hücre tiplerinin sitoplazmalarında bulunan farklı boyama özelliklerine sahip granüllerdir. Bu hücrelere farklı şekillere sahip, çoğunlukla 3 loba ayrılmış biçimdeki, hücre çekirdekleri nedeniyle ""polimorfonükleer lökosit"" ("PMN" veya "PML") de denir. Yaygın kullanımda "polimorfonükleer lökosit" tanımı çoğu kez nötrofil granülositini tanımlamak için kullanılır. Nötrofil granülositi, granülosit tiplerinin içinde en çok sayıda bulunanıdır. Granülositlerin 3 tipi vardır: Granülosit tipleri granüllerinin farklı boyalara gösterdiği afiniteye göre isimlendirilir. Tomografi Tomografi, radyolojik teşhis yöntemidir. 1915 yılında Fransız hekim Boccage tarafından icat edilmiştir. Fakat kullanıma geçilmesi 1930'ları bulur. Tomografi, X ışını üreten tüp ile röntgen filmi, radyografisi elde edilmek istenen organın karşısında hareketi ile elde edilir. Yürütme hareketi,sadece bu hareketin eksenindeki düzlemlerin görüntülerini okuyacak şekilde uygulanır. Tomografi, bir organın 1 ile 2 cm kalınlığında ince dilimlerinin görüntülerini verir. Bu yolla önden arkaya, yukarıdan aşağıya ya da yatay düzlemde organın incelenebilmesi sağlanır. X ışınları kullanıldığı için tomografi'de de radyasyon alımı söz konusudur. Hatta normal radyolojik görüntülemeye nispeten hasta daha yoğun radyasyona maruz kalır. Tomografinin normal radyolojik görüntülemeye tercih edilmesindeki en önemli nedenlerden biri, daha yüksek kontrast elde edilmesi, bir diğeri ise kesitler şeklinde görüntü alındığı için daha detaylı inceleme yapılabilmesidir. Dikbıyık, Çarşamba Dikbıyık, Samsun'un Çarşamba ilçesine bağlı bir mahalledir. Çarşamba'ya 10 km, Samsun'a 25 km uzaklıktadır. Güzpınar ve Dikbıyık mahallelerinin birleşmesi ile Dikbıyık Mahallesi ortaya çıkmış olup Bahçelievler ve merkez olmak üzere iki muhtarlığa ayrılmıştır. Dikbiyik Mahallesi'nin içinden Abdal deresi geçmektedir. Samsun-Trabzon otoyolu beldeyi ikiye ayırmaktadır. Mahallede bir lise ve bir ortaöğretim kurumu vardır. Nevzad Atlığ Dr.Nevzad Atlığ, (d. 14 Ekim 1925, Sarayköy, Denizli). tıp doktoru ve Türk musikisi koro şefi. Nevzad Atlığ, aslen Edirneli ve süvari albayı olan babasının görevde bulunduğu Denizli'ye bağlı Sarayköy’de doğdu. İlk müzik bilgilerini aynı zamanda bestekâr olan babası Nazmi Atlığ’dan aldı ve keman öğrendi. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirip radyoloji uzmanlığı ihtisası yaptı. İstanbul Ünivesitesi korosunda keman çaldı. Ercümend Berker’in askere gitmesi dolayısıyla bu koronun şefliğini yaptı. İstanbul Radyosu Türk musikisi şefi, İstanbul Konservatuvarı icra heyeti şefi ve 1954 - 1958 yılları arasında İstanbul Radyosu müdürlüğü görevlerinde bulundu. İstanbul Radyosu küçük korosunu yönetirken 1963’de Mesut Cemil’in vefatı üzerine klasik Koronun şefliğine getirildi. 1976 yılına kadar aralıksız bu görevi yürüttü. 1969’da Millî Eğitim Bakanlığı Türk Musikisi komisyonuna başkan seçildi. Bu komisyon Kültür Bakanlığı’na geçince başkanlık görevine devam etti. “1000 Temel Eser Komisyonu” üyeliği yaptı. TRT yönetim kurulu üyeliği görevinde bulundu. 1976 yılında kuruluşunda önemli hizmetler yaptığı Kültür Bakanlığı Klasik Türk müziği korosunun şefliğine getirildi. Çeyrek asır devam ettiği İstanbul Belediye Konservatuvarı’ndaki sanat kurulu başkanlığı ve Türk musikisi hocalığından ayrıldı. 1981 yılında Klasik Türk müziği dalında başarı ödülünü aldı. Türkiye Millî Kültür Vakfı’nca 1983 yılında Türk Kültürüne Hizmet Ödülü’ne lâyık görüldü. 1983 yılında Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu üyeliğine seçildi ve 1984 yılında TRT yüksek kurulu üyeliğine atandı. 1985 yılında profesör, 1987 yılında da Devlet Sanatçısı unvanını aldı. 1999 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne lâyık görüldü. Türk Musikisi Vakfı'nın kurucuları arasında yer alarak, bir dönem yönetim kurulu başkan vekilliği görevini yaptı. Kültür Bakanlığı Web Sitesi Granülositopeni Granülositopeni, kandaki granülosit yoğunluğunun anormal biçimde düşük olması durumudur. Bu durum vücudun bağışıklık sistemini negatif etkiler ve enfeksiyon riski yükselir. Bazı ilaçların yan etkisi olarak da ortaya çıkabilir. Oyun kurucu Oyun kurucu, defans oyuncuları ile forvet oyuncuları arasında yer alan, görevi her iki mevkiideki basketbolculara da yardım edip takımın sayı yapması paslarla oyunu yönlendirmek olan ve genellikle iki elini de iyi kullanan basketbolculara verilen ad. Oyun kurucu olan futbolcunun futbol zekâsı, oyunu okuyacak ve etkili bir şekilde topu oyuna dağıtabilecek seviyede olmalıdır. Çok hızlı olmalı ve sahanın neresinde hangi futbolcuya pas vererek oyunun akışını ne tarafa yönlendireceğini iyi bilmelidir. Takım arkadaşları içinde topu en çok ayağında tutmalı ve atak başlatırken diğer takım üyelerine kendini oyun kurucu olarak kabul ettirmek zorundadır. Oyun kurucuların görünürdeki rolü ise, takımın gol yollarını açmak ve gerekirse gol pası (asist) vermektir. Trombosit Trombosit veya kan pulcukları kan pıhtılarının oluşumunda görev alan hücre parçalarına verilen isimdir. Platelet olarak da adlandırılır. Düşük trombosit seviyeleri veya fonksiyon anormallikleri (disfonksiyon) kanamayı yatkınlaştırırken, yüksek trombosit seviyeleri -çoğunlukla asemptomatik- tromboz (damarda kanın pıhtılaşması) riskini yükseltir. Kan pulcukları çok sayıda granül içeren renksiz hücre parçalarıdır. Çapları 1.5-3.0 μm arasında değişir. İnsanlarda eritrositler (alyuvarlar) gibi, anükleer (çekirdeksiz) ve disk şeklindedirler (diskoid). Hücre zarının sitoplazma içine doğru parmak şeklinde girmesi sonucu oluşan ve yüzeye açılan bir kanal sistemine sahiptirler. Bu kanal sistemine kanaliküler sistem adı verilir. Ayrıca RNA v
e birkaç farklı granül tipi içerirler. Kan pulcukları lizozomları veya Lambda granülleri: asit hidrolazlar içeren, 175-200 nm çapındaki granüller. Granüllerin içerdikleri maddeler iltihaplara verilen tepkide ve hemostazda rol alırlar. Kan pulcukları kemik iliğinin megakaryosit diye adlandırılan büyük ve multinükleer olan hücrelerinin parçalarından oluşur. Megakaryosit parçaları sistemik dolaşıma girince "kan pulcukları" olarak adlandırılırlar. Başlıca karaciğer tarafından üretilen "trombopoietin" hormonu kan pulcukları yapımını uyarır ve çoğalmasını kontrol eder. Kan pulcukları dolaşımdaki ömrü 9-10 gündür. Daha sonra dalakta ayrıştırılır. Hiposplenizm (dalağın fonksiyonunda azalma veya yok olma) yüksek kan pulcukları sayımlarına, hiperslepnizm (dalağın aktivitesinde anormal artış) düşük trombosit sayımlarına neden olabilir. Kan pulcukları kollajen ile temas ettiklerinde aktive olurlar. Damarın içindeki endotel bir şekilde hasar gördüğünde altındaki kollajen (bağ dokusu) açığa çıkar, aktive olan kan pulcukları kollajene bağlanır. Hasarlı bölge üzerine kan pulcukları kümelenir ve trombotik tıkaç oluştururlar. Bunun (oluşan tıkacın) sonucu olarak da ihtiva ettikleri granüllerin içeriğini ortama boşaltırlar. Ortama boşaltılan bazı maddeler yüzünden kan pulcukları birbirlerine bağlanırlar, yeni gelen kan pulcukları hasarlı yüzeye bağlanmış kan pulcukları bağlanır. Ayrıca granüllerin içeriği ortama boşaldığında ortaya çıkan serotonin salınımı damar duvarındaki düz kasların kasılmasına neden olarak hasalanmış bölümden kan akımını engeller. Bunun nedeni serotonininin vazokonstrüktör olmasıdır. Ayrıca agregasyon sırasında kan pulcuklarında yüksek oranda bulunan miyozin ve aktin filamentleri kasılarak oluşan tıkacı güçlendirirler. kan pulcukları1 plazmada bulunan fibrinojene ilave olarak fibrinojen salgılar. Bunun sonucu olarak pıhtılaşma sırasında daha çok fibrinojen fibrine dönüşürek, daha çok (trombosit ve diğer) kan hücrelerinin tutunacağı fibröz ağ oluşturur. von Willebrand faktörü hasarlı damar duvarına yapışarak kan pulcuklarının buraya tutunmasını kolaylaştırır. Bu nedenle koagülasyon için önemlidir ve von Willebrand faktörü eksikliği veya bozukluğunda koagülasyon bozuklukları görülür. von Willebrand faktörünün eksikliğinden kaynaklanan hastalığa von Willebrand hastalığı denmektedir. Damar duvarı prostasiklin (PGI) isimli, kuvvetli bir trombosit agregasyon inhibitörü (engelleyici) sentezler. Böylece kan pulcukları tıkacı sadece hasarlı bölgede oluşur, yayılamaz. Bilinen birçok kan pulcukları aktivatörü (etkinleştirici) vardır. Bunlardan bazıları: Sağlıklı bir insandaki trombosit sayımı 250-500 x 10/L kan arasındadır. Trombositopeni (düşük trombosit sayımı) ve trombositoz (yüksek trombosit sayımı) koagülasyon problemlerinin ortaya çıkmasına neden olabilir. Kaba bir anlatımla, düşük trombosit sayımı kanama riskini yükseltirken, yüksek trombosit sayımı tromboz riskini yükseltir. Samba (müzik) Samba, Brezilya'daki Afrika kökenlilerden ortaya çıkan değişik tarzdaki müziklerin en ünlülerinden biridir. "Samba" adı, büyük olasılıkla Angola'da geleneksel bir müzik türü olan 'mesemba'dan gelmektedir. Samba, Bahia'dan göç eden siyahların güçlü etkisi altında, yirminci yüzyıl başlarında Rio de Janerio'da (sonra Brezilya'nın başkentinde) ayırt edici bir müzik tarzı olarak gelişmiştir. (Bahia, Brezilya'nın kuzeydoğusunda bir eyalettir.) Donga ve Mauro Almeida'nın yaptığı "Pelo Telefone" (1917) genel olarak ilk samba plağı olarak kabul edilir. Plağın büyük başarısı, bu türü siyah azınlık mahallelerinden dışarı taşıdı. Müziği kimin yarattığı kesin değil, ancak büyük ihtimalle, aralarında Pixinguinha ve João da Bahiana'nın da bulunduğu Tia Ciata'da çalışan işçiler tarafından yaratıldı. 1930'larda, Ismaeil Silva önderliğindeki bir grup müzisyen, Estácio de Sá civarında ilk samba okulu olan Deixa Falar'ı kurdu. Onlar bu müzik türünü karnaval gösterilerine daha iyi uyacak şekle dönüştürdü. On yıllık süre içinde, bu müziğin popülaritesi bütün ülkede radyo sayesinde yayıldı ve milliyetçi diktatör Getúlio Vargas'ın da desteğiyle, samba Brezilya'nın "resmi müziği" oldu. Bugünlerde, samba Brezilya'da hala en popüler müzik türlerinden biridir. İskenderiye İskenderiye (Arapça: الإسكندرية , Yunanca: Ἀλεξάνδρεια, Kıptice: Rakotə), Mısır'ın Akdeniz kıyısında bulunan, ikinci büyük şehridir. Ayrıca 4,5 milyonluk nüfusuyla Akdeniz kıyısındaki en büyük yerleşimdir. Büyük bir sanayi bölgesinin merkezi ve Mısır'ın ana limanı olan İskenderiye'de Mısır dış ticaretinin büyük kısmı gerçekleşir. Kahire'nin 183 km kuzeybatısına düşer. Aynı zamanda İskenderiye ilinin merkezidir. İskenderiye, Mısır'ın yararlı bölümüne oranla kenarda kalır (Nil Deltası'nın kuzeybatısındaki işlenen toprakların sınırında), ama liman olanakları açısından son derece elverişli bir yerde, kumtaşlı bir adacık (Faros) üzerinde kurulmuştur. Faros Adasına uzanan bir dalgakıran olan "T" biçimli burnun sap bölümü, zaman içinde biriken millerle genişleyerek yaklaşık 1 km genişliğinde bir kıstak oluşturmuştur. Böylece Faros Adası çok geçmeden Akdeniz ile sığ Maryut (Mareotis) Gölü arasındaki bir set olan kıyı şeridine bağlandı ve şehir özellikle bu gölün kıyılarında gelişti. Adacık ve set iki önemli limanı sınırlandırır: Kıstağın doğusunda daha büyük olan eski liman, batısında ise modern liman yer alır. Batı limanı, biri 1870-74'te, öbürü ise 1906'da yapılan iki dalgakıranla korunmaktadır ve Doğu Akdeniz'in en güzel limanlarından biridir. Doğu limanı ise günümüzde artık yalnızca gezinti teknelerini barındırır. İskenderiye'nin tipik bir Akdeniz iklimi vardır. Ilık geçen kış aylarında zaman zaman şiddetli yağışlar ve fırtınala görülür. Ocak ayında günlük ortalama sıcaklık 18 °C'dir. Yazın denizden esen meltemler havayı bir ölçüde yumuşatır; ama nem oranı çok yüksektir. Ağustos ayında günlük ortalama sıcaklık 31 °C'yi bulur. İskdenderiye, adını aldığı, Mısır'da bir Yunan kültür merkezi oluşturmak isteyen Büyük İskender tarafından, Rodoslu mimar Dinokrates'in hazırladığı plana göre MÖ 332'de kuruldu. Dinokrates, Rhakotis'te bir kent kurmakla görevlendirildiğinde, Mısır'ın küçük bir yoksul balıkçı ve çoban kasabası olan İskenderiye, Avrupa ile Asya arasında giderek artan ticaretin etkisiyle kısa sürede gelişti. Ayrıca Helenistik ve Semitik öğretilerin merkezleri olarak Yunan düşün ve bilim dünyasındaki en önemli gelişmelerin odağı durumuna geldi. Ptolemaioslar, İskenderiye'yi başkent yaptılar; burada yaşayan Yunanlar, sık sık çıkardıkları isyanlarla Ptolemaios Hanedanı tarihinde önemli bir rol oynadılar. Kent, Mareotis Gölünü Akdeniz'den ayıran kara parçası üzerinde dikgen bir plana göre ve bir Makedonya Khlamysi biçiminde kuruldu. Faros Adası, doğudaki Büyük Limanı batıdaki Eunostos'tan ayıran Heptastadion yoluyla karaya bağlandı. Knidoslu Sostratos'un 280'e doğru yaptığı Fener (İskenderiye Feneri), XIV.'ya kadar ayakta kaldı. Doğuda büyük liman boyunca uzanan Brukhion semtinde, Ptolemaioslar tarafından zamanla birçok anıtsal yapı inşa edildi (saraylar, tapınaklar, Museion ve kitaplığı, gymnasion, tiyatro vb.) güneybatıda Serapeion, daha sonraları da Diocletianus sütunu (ya da Pompei Sütunu) yer alıyordu. I. Ptolemaios'un yaptırdığı Museion Helenistik dünyanın başlıca kültür merkezlerinden biri durumuna geldi; kitaplığında o dönemim bilgin ve yazarlarının bütün yapıtları toplandı. MÖ 47'de İskenderiye'ye giren Sezar, burada ölümden zor kurtuldu. Octavianus, MÖ 30'da, kenti ve krallığı zapt ederek özel mülkü haline getirdi, "İskenderiye ve Mısır praefectusu" unvanını taşıyan bir valinin yönetimine verdi. Roma egemenliğine girdikten sonra eyalet merkezi yapılan İskenderiye, bu dönemde Roma'dan sonra ikinci önemli kent olarak imparatorluk tarihinde birçok olaya sahne oldu. Eyaletin bütün iktisadi ve mali etkinlikleri bu kentte toplandı. Mısır'da üretilen bütün ürünler, limanda depolanıyor ve ülkenin annona kurumları her yıl buradan Roma'ya buğday gereksiniminin üçte birini gönderiyordu. Mısır'ı iktisadi bakımdan tümüyle yalıtmak amacıyla Roma parasının burada kullanılması yasaklandı; Roma parasının İskenderiye'de yerel parayla değiştirilmesi zorunluğu kondu. Bu durum, |yüzbinlerce kişinin yaşadığı kozmoğolit bir kent olan İskenderiye'yi, önemli bir mali merkez haline getirdi. Burada ethnarkhia biçiminde örgütlenmiş bulunan Diaspora Yahudileri, Lagos döneminden başlayarak kenti bir İbrani araştırmaları merkezine dönüştürdüler. Aziz Markos'un 45'te İskenderiye'de Hıristiyanlığı kabul ettiği söylenir. Hıristiyanlık, 2. yüzyıldan başlayarak, kentte hem ateşli taraftarlar, hem de ateşli düşmanlar buldu. 215'te İmparator Caracalla'nın emriyle kentte büyük bir kıyıma girişildi. İmparatorluğun Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra kent ilahiyat ve kilise yönetim merkezi olarak yeni bir önem kazandı. Coşkulu din tartışmalarının merkezi olan kentte, birçok sapkın mezhep ortaya çıktı: 2. yüzyılda Gnosisçilik, IV. yüzyılda Ariusçuluk, V. yüzyılda Monofizizm, VII. yüzyılda Tektanrıcılık. Hıristiyan Kilisesi'nin en önemli patrikliklerinden birinin bulunduğu İskenderiye, İstanbul Patrikliği ile uzun süre çekişti. Bizans döneminde Kipti Patrikliğinin merkezi oldu. İskenderiye 616'da Perslerin eline geçmesine rağmen 629'da tekrar Bizanslıların eline geçti. Araplar ilk kez 642'de, ikinci kez de 645-646'te İskenderiye'ye girdiler; bu dönemde kent büyük ölçüde zarar gördü. Müslüman Arapların yeni merkezi olan Fustat'ı (bugünkü Kahire yakınlarında) kurması ve kara ulaşımını yeğ tutması nedeniyle ikincil bir deniz üssü durumuna geldi. İzleyen yüzyıllarda Akdeniz ticaretinin gelişmesine bağlı olarak kısa süreli canlanma dönemleri yaşadı. 811-827 arasında maceracı İspanyollar'ın eline geçen kent, bunları Girit adasına gitmesiyle kurtuldu. İskenderiye 1155 ve 1173'te Sicilyalı Normanlar'ın, 1166'da Kudüslü Amauri'nin, 1365'te Kıbrıs kralının saldırısına uğradı. Ortaçağ'da İskenderiye'de ticaret çok gelişti. XIV. yüzyıldan başlayarak, Kızıldeniz ve Nil yoluyla gelen doğu ürünlerini
silah ve Balkanlar'dan toplanan köleler karşılığında Avrupa'ya dağıtan Pisalılar'a, Cenevizliler'e ve Venedikliler'e öneml ayrıcalıklar tanındı. Önce Pisalılar, sonra Cenovalılar bertaraf edilince, Venedikliler'in ambarı olan kent XIV. ve XV. yüzyıllarda Avrupa'ya baharat dağıtımının en önemli merkezi oldu. Ama Portekizliler 1498'de, Hindistan'a giden yeni bir denizyolu olan Cape yolunu bulunca, Venedikliler için, baharatı Lizbon'dan almak daha karlı bir hale geldi. Bunun üzerine İskenderiye ticareti düşüşe geçti. Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında (1516) fethedilerek Osmanlı topraklarına katılan kente daha sonra Venedik gemilerinin herhangi bir saldırı olasılığına karşı önemli miktarda topçu kuvveti yerleştirildi ayrıca kıstak üzerinde yeni bir yerleşme kuruldu. Yalnız İskenderiye'den toplanan vergiler Mısır hazinesine girmez, doğrudan İstanbul'a gönderilirdi. Akdeniz'in Osmanlı egemenliğine girdiği 16. yüzyıl ortalarından başlayarak İskenderiye, Septe Boğazına kadar uzanan bir alanda etkinlik gösteren Türk korsan gemilerine liman hizmeti gördü. Ayrıca, vali paşalarca kurdurulan tersanelerde 17. yy. sonlarına kadar hayli ticaret ve savaş gemisi yapıldı. 18. yy. sonlarında Napoléon komutasındaki Fransız kuvvetlerince işgal edildi (1798). Serdarıekrem Kör Yusuf Ziyaüddin Paşa tarafından kuşatılan kenti boşaltmak zorunda kalan Fransızlar'dan geri alındı (1801). İskenderiye'nin yeniden canlanması Hıdiv Mehmed Ali Paşa döneminde (1805-48) başladı. 1807'de Britanya'nın işgaline uğrayan kent, aynı yılın eylül ayında Mehmed Ali Paşa tarafından geri alındı. Bu dönemde Mısır'ın yönetim merkezi oldu. Surları yeniden yaptırılarak (1811) bayındırlık etkinliklerine hız verildi. Kavalalı Ayaklanması sırasında İskenderiye önüne gelen bir İngiliz filosunun amirali, önerisi reddedilirse kenti topa tutacağını söyleyerek Mehmet Ali Paşa'yı Londra Antlaşması'nın hükümlerini kabul etmeye zorlayınca onunla İskenderiye Antlaşması'nı imzaladı (27 Kasım 1840). 1818-20 arasında tamamlanan 72 km uzunluğundaki Mahmudiye Kanalı'yla kentin Nil'le bağlantısı yeniden sağlandı. Yeni doklar ve bir tersane inşa edilerek bazı sanayilerin temeli atıldı. Süveyş'i Kahire üzerinden İskenderiye'ye bağlayan demiryolunun inşa edilmesi ve Süveyş Kanalı'nın açılmasının ardından kente çok sayıda yabancı tüccar ve spekülatör yerleşti; bu zümre hem Hindistan'a yapılan taşımacılıkta, hem de Avrupa'ya yapılan pamuk ihracatında ayrıcalıklar elde etti. Mısır'ın bağımsızlığını amaçlayan Arabi Paşa Ayaklanması sırasında İngiliz donanması tarafından topa tutulan kent, büyük yıkıma uğradı (11 Temmuz 1882). Mısır'la birlikte Osmanlı yönetiminden çıkarak Britanya egemenliği altına girdi, Britanya'nın 1882'de kenti işgaliyle başlayan sömürge yönetimi 50 yıl sürdü. I. Dünya Savaşı'nda Müttefikler'in Doğu Akdeniz'deki başlıca üssü olan kent, II. Dünya Savaşı'nda Almanlarca birçok kez bombalandı. 1967-75 arasında Süveyş Kanalı'nın kapanması ve Port Said'in İsrail tarafından bombalanması liman trafiğini İskenderiye'ye yönelterek nüfusunun aşırı derecede artmasına yol açtı. Limanı yenileme ve genişletme çabaları 1970'lerde başladı. Ebu Kir Körfezinde doğal gaz yataklarının bulunması ve Kızıldeniz'den petrol taşıyan boru hatlarının tamamlanması sonucunda kent petrol ihraç merkez durumuna geldi; birçok petrol rafinerisi ve petrokimya kompleksi inşa edildi. İskenderiye, son derece modern görünüşlü, dama tahtası gibi dörtgen planlı (Avrupa etkisiyle gerçekleştirilen yayılmanın sonucu olarak) bir kenttir ve bu bakımdan geleneksel İslam kentlerinden farklı bir görünüm taşır. Bugünün İskenderiye'si yerleşimin yoğunlaştığı kıyı boyunca dizilen restoranları, sömürge döneminden kalma binaları, otelleri, palmiyeleri, yürüyüş parkurları ve parklarıyla canlı ve renkli bir şehirdir. Kentin odak noktasını Brukheion (Yunan), Rhakotis (Mısır), Regio Judaeorum (Yahudi) ve Faros antik mahalleleri oluşturur. Modern kentin ortasında Meydanü't Tahrir (Özgürlük Meydanı; 1952'ye değin Mehmed Ali Paşa Meydanı) yer alır. Meydanı, İngilizlerce yaptırılan Anglikan St. Mark Kilisesi, hukuk mahkemeleri ve başka görkemli binalar çevreler. Kentin ticaret ve alışveriş merkezi meydanın güneydoğusuna düşer. Kıyıyı izleyen el-Ceyş (Ordu) Caddesi modern kentin en önemli bölümlerinden biridir. Doğu-batı doğrultulu Hürriyet Caddesi'nin güneyindeki camide Said Paşa'nın mezarı bulunur. Eski İskenderiye'den kalma yapılar çok azdır. Faros Adasının doğusunda bulunan İskenderiye Feneri'nin yıkıntıları 1477'de Kayıtbay tarafından kale ve cami yapımında kullanılmıştır (Kayıtbay Kalesi). Ptolemaios'un kurdurduğu araştırma merkezi ve 500 bin cilt kitap barındırdığı söylenen kütüphane 391'deki iç savaşta yıkılmıştır. Antik Mısır'dan kalma iki obelisk (Kleopatra'nın İğneleri) 19. yüzyıl sonunda Londra ve New York'a götürülmüştür. Kentin güneyinde Tanrı Serapis'in Tapınağı'nın (Serapeion) bulunduğu yerde Pompei Sütunu ve Hadrianus döneminde inşa edilen katakomplar vardır. Kentin sanayisinde pamuk önemli yer tutar; ayıklama ve preslemenin yanı sıra dokuma ve boyama işleri de yapılır. Kentte pamuk borsası da vardır. Öteki sanayi ürünleri arasında kâğıt, çikolata, şekerleme, gıda, deri, sabun, plastik ve otomontaj sanayileri önemlidir. Kentin dışındaki Abis yöresinde 1950'lerin ortalarında başlayan ıslah çalışmalarıyla kurutulan bataklık alanlarda örnek köyler kurulmuştur. Batıdaki çöllük alanlar zeytin, incir ve domates üretimine elverişli duruma getirilmiştir. Mısır'ın İskenderiye'den yüklenen en önemli ihraç ürünü ham petroldür. Öteki önemli ihraç ürünleri ham pamuk, tahıl, sebze, meyve, ahşap ve plastik ürünlerle dokumadır. Başlıca ithal kalemleri ise çay, kereste, ham yün ve makinedir. İskenderiye ülkenin öteki merkezlerine demir, kara ve hava yollarıyla bağlanır. Nil'le kanal bağlantısı vardır. İki ana karayolu Kahire'ye, üçüncü yol ise Libya sınırına uzanır. İskenderiye'nin 7 km güneydoğusundaki İskenderiye Uluslararası Havalimanı ile 40 km güneybatısındaki Borg El Arab Havalimanı'ndan hava ulaşımı sağlanır. Kentteki başlıca öğrenim kurumları İskenderiye Üniversitesi ile Mu'assa Hastanesi ve Hemşire Yüksekokulu'dur. Birçok müze İskanderiye'nin tarihine tanıklık eder. Kumu'ş-şugafa yeraltı mezarlıkları (MÖ 1.-2. yüzyıllar) ile Anfuşi mezarlığıysa (MÖ 3.-2. yy.'lar), Yunan-Mısır sanatının çeşitli yanlarını gözler önüne serer. Yunan-Roma Eserleri Müzesi'nde Antik Çağa ait geniş bir koleksiyon vardır. Öteki önemli kültür kurumları Belediye Kütüphanesi, İskenderiye Üniversitesi Kütüphanesi ve sanat galerisidir. Kentte Nüzhe Bahçeleri ve Antoniadis Parkı adlı iki botanik bahçesi vardır. Makale Makale, herhangi bir konuda, bir görüşü, bir düşünceyi savunmak ve kanıtlamak için yazılan yazılara denir. Gazete ve dergilerde yayımlanır. Bir gerçeği açıklamak, bir konuda görüş ve düşünceler öne sürmek ya da bir tezi savunmak, desteklemek için yazılan yazılara da "makale" denir. Makaleler bir gerçeği kanıtlamak için yazılır. Makalelerde bilimsel verilerden yararlanılır. Eleştiri Eleştiri, bir kişi, eser ya da konuyu doğru ve yanlışlarını göstererek anlatmak amacıyla yazılan kısa metinlerdir. Sanat, edebiyat, düşünce eserlerini hem öz hem yapı yönünde açıklayan, başarılı ve başarısız ya da değerli ve değersiz yönlerini gösteren, bunları örneklerle somutlayıp belirten yazı türüdür. Eleştirinin Özellikleri; Tanzimat dönemi Romantik eleştiri yazarları Şinasi, Namık Kemal, Abdülhak Hamid; Realist eleştiriciler Samipaşazade Sezai, Beşir Fuad, Nabizade Nazım, Mizancı Murat olup Servet-i fünun döneminde, Cenap Şahabettin intikad (sahte parayı gerçeğinden ayırmak) anlayışıyla tenkit eder. Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit dönemin eleştiricileridir. Cumhuriyetin ilk yıllarında eleştiri Yahya Kemal ve Ahmet Haşim'le başlar. İsmail Habip Sevük ve Ahmet Hamdi Tanpınar eleştiriyi edebiyat tarihi içinde ele alırlar. Nurullah Ataç, Suut Kemal Yetkin iki öznelci eleştirmendir. Sistematik eleştirmenler Asım Bezirci, Fethi Naci, Hüseyin Cöntürk bağımsız yöntemi geliştirdi. Sabahattin Eyüboğlu ile Vedat Günyol hümanist eleştirmenlerdir. Çağdaş eleştirmenler Mehmet Kaplan, Tahsin Yücel, Adem Serin, Özkan Çam, Akşit Göktürk, Şara Sayın, Ünsal Oskay, Murat Belge, Orhan Burian, Tahir Alangu, Memet Fuat, Mehmet Doğan, Bedrettin Cömert, Enis Batur, Nihat Sami Banarlı, Cemil Meriç, Kenan Akyüz, Melih Cevdet, Konur Ertop, Orhan Şaik Gökyay, Alpay Kabacalı, Cevdet Kudret, Agah Sırrı, Berna Moran, Rauf Mutluay, Yaşar Nabi, Ahmet Oktay, Atilla Özkırımlı, Nermi Uygur ve Fuad Köprülü. Anı Anı, edebiyatta kişisel yaşantının bütününü veya belli bölümlerini kapsayan, bu dönemlerdeki gözlemleri dile getirmek amacıyla yazılmış metinlerdir. Otobiyografi ile karıştırılabilen anı, ondan dışsal olaylara verdiği önem ile ayrılır. Anıda kişisel yaşam izlenimlerinin yanı sıra bu izlenimlerin dış boyutları da geniş olarak yer alır. Otobiyografide yazar öncelikle kendilerini konu edinirken anı yazarları çoğunlukla çeşitli tarihsel olaylarda rol oynamış veya bu olayların yakın gözlemcisi olmuş kişilerdir. Anılar genellikle siyasi ve edebi olmak üzere iki kategoriye ayrılır ancak bunlar kesin sınırlandırmalar değildir. Bir siyasi anı kitabında edebî anılar da olabilmektedir. Kimi anı kitapları da toplum içinde belli özellikleriyle seçilmiş kişilerin portrelerinden oluşmaktadır. Anı türünün en bilinen örnekleri Cevat Şakir Kabaağaçlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu,Halide Edib Adıvar ve Falih Rıfkı Atay vermiştir. Mavi Sürgün, Falih Rıfkı' nın Çankaya, Halide Edib'in Mor Salkımlı Ev ile Türk'ün Ateşle İmtihanı ve Yakup Kadri'nin Gençlik ve Edebiyat Hatıraları anı türünün cumhuriyet dönemindeki en güzel örnekleridir. Anılar iki başlık halinde incelenir: A) Olay merkezli anılar: Bu tür metinlerde yazar yaşadığı ya da tanık olduğu olayları anlatır. B) Kişi merkezli anılar: Bazı kişilerin yazar üzerinde bıraktığı izlenimlerin ya da onlarla yaşanan bazı olayların anlatımı üzerinde kurulmuş kişilerin türlü özellikleri üzerinde yoğunlaşmış m
etinlerdir. Yazar tanıdığı kişilerin portrelerini çizer onların kendisinde bıraktığı izlenimleri aktarır onlarla yaşanmış ilginç ve önemli olayları dile getirir. Anı ile günlük karıştırılmamalıdır. Anı geçmişe dönüktür. Yaşanmış, bitmiş olayların üzerinden uzunca bir zaman geçtikten sonra yazılan yazı türleridir. Günlük ise içinde bulunulan zamana yöneliktir. Melanin Melanin, normalde deride, saçlarda, göz zarlarında, beynin bazı bölgelerinde, melanik denen bazı urlarda bulunan ve tirozin'in yükselmesiyle oluşan koyu renkli biyolojik pigment. (siyah-kahverengi saçlılarda ömelanin, sarışınlar ve kızıl saçlılarda feomelanin ve ten rengindeki pembeliği belirleyen eritromelanin adını alır)hücre içindeki kromotoforda bulunur. Başlıca iki melanin tipi vardır: Ömelanin, elips şeklindeki melanozomlarda yapılır ve siyah, kahverengi saç ve deri renginden sorumludur. Feomelanin, küre şeklindeki melanozomlarda yapılır ve sarı, kırmızı saç ve deri renginden sorumludur. Ayrıca Pheomelaninin zararlı ışınlara karşı daha yüksek bir direnç sağladığı sanılmaktadır. Melaninin esas görevi, deriyi UV’nin zararlı etkilerinden, UV’yi absorbe ederek korumaktır. Melanin ayrıca, çeşitli inflamatuvar olaylar sonucu ortaya çıkan toksik ürünlerin biyoşimik nötralizasyonunda da rol oynar. Azlığında saçlarda beyazlama görülür. Karbondisülfür Karbondisülfür, formülü CS olup yanabilen, hemen hemen renksiz olan, oldukça zehirli bir sıvı. Ticari karbondisülfürün kokusu safsızlıktan ileri gelmekte olup, çürük lahana veya yumurta kokusuna benzer. Karbondisülfür dikkatli depolanmalı ve taşınmalıdır. Buharının konsantrasyonu havada milyonda 20 kadar olduğunda zehirlenme başlar. Havadaki derişimi % 2 ila 50 arasında olduğu zaman patlayıcıdır. Böyle bir karışımı sıcak buhar borusu ateşleyebilir. Karbondisülfür -108,6 °C de donar, 46,3 °C de kaynar. Spesifik gravitesi 1,261 g/cm³tür. Suda az çözündüğü halde alkol, eter ve karbontetraklorürde çok çözünür. Madeni ve hayvan yağlarını, mumları, kauçuğu, kükürtü, iyotu ve beyaz fosforu çok iyi çözer. Karbondisülfür, elektrik fırınında 800-1000 °C de kükürt ile kömürün ısıtılması suretiyle elde edilir. Fırından buhar halinde çıkan karbondisülfür yoğunlaştırılarak toplanır. Karbondisülfür en çok viskos ipeği ve selefon imalatında kullanılır. Ayrıca, karbon tetraklorürün, ditiyokarbonatların, tiyosiyanatların ve ürenin imalatında, ziraatte depolanmış tahılların toprağının dezenfekte edilmesinde ve toprakta yuvalanmış hayvanların öldürülmesinde kullanılır. Karbondisülfür apolar bir moleküldür. Saim Batuk Saim Batuk, 25 Ocak 1979 Erzurum doğumlu Türk boksördür. 15 yaşındayken Milli Takım'a katılmaya hak kazanan Saim Batuk 1996 Türkiye boks müsabakalarında rakiplerini yenerek finale çıkmıştır. Finalde altın madalya almaya hak kazanmıştır. 1998'in Ağustos ayında kazandığı 1.lik derecesi ile İzmir bölge şampiyonu olarak yine altın madalya kazanmıştır. 2000 Mart ayında askerlik yaptığı dönemlerde Ordu Milli Takımı'nda spor yapmaya devam etmiştir. Çorum ilinde yapılan Türkiye boks müsabakalarında 1. olup altın madalya kazanmıştır. Kazandığı 1.lik derecesi ile ordu tarafından ödüllendirilmiş, sporuna orada da devam etmiştir. 2001 tarihinde askerliği bitirmiş ve 2006 tarihine kadar spora ara vermiştir. 2006 yılında girmiş olduğu İzmir kulüpler arası boks müsabakasında 1 .olmuş yine altın madalya almaya hak kazanmıştır. Spor hayatında hiç yenilgisi ve 2. liği olmayan başarılı bir sporcudur. Kaynak Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü w w w . g s g m . g o v . t r Pigment Pigment, tüm nesnelerin renklerini oluşturan moleküllerdir. Pigment moleküllerinin harekete geçmesi için belirli bir enerji gereklidir. Renklerin oluşmasındaki diğer tüm aşamalarda olduğu gibi, pigmentlerle ışık arasında da ilişki vardır. Zira dünyaya ulaşan güneş ışığı, canlılarda renk molekülü olarak bilinen söz konusu pigment molekülleri için önemli rol oynar. Gözün retinasında bulunan koni hücrelerinin üç ana rengi (kırmızı, sarı ve mavi) algılamasının nedeni de içlerinde bulunan özel pigment molekülleridir. Pigmentlerin renkler için gerçekleştirdikleri en hayati işlem, kendilerine gelen ışığın renk enerjisini elektrik sinyaline çevirmeleridir. Yani insan gözünde "renk" diye tanımlanan her şey aslında gözde bulunan pigmentlerin kendilerine gelen ışığın dalga boyunu elektrik sinyali olarak beyne iletmeleridir. Görünür ışığın sahip olduğu enerji düzeyi, canlıların derilerinde, derilerini kaplayan pullarında, tüylerinde veya kürklerinde bulunan pigment moleküllerini harekete geçirmek için gereken enerji düzeyine eşittir. Görünür ışığın aralığı içinde olan ve belirli renklere karşılık gelen dalga boyları bu pigmentleri harekete geçirerek canlıların renklerini oluşturur. Çiçeklerin yapraklarındaki renk çeşitliliğinin nedeni ise, yapılarında bulunan pigment moleküllerinin ışığa karşı verdikleri tepkidir. Kısacası, canlıların hem görme merkezlerinde hem de vücutlarında bulunan pigmentler, işleyen diğer vücut sistemleriyle birlikte tam bir uyum halindedir. Bir canlının görme merkezinde özel bir pigment molekülünün bulunmaması veya gerektiğinden az bulunması, onun çevresindeki renkleri ayırt edememesine (Renk körlüğü) neden olur. Astor Piazzolla Astor Pantaleón Piazzolla, (d. 11 Mart 1921, Mar del Plata - ö. 4 Temmuz 1992, Buenos Aires), Arjantinli bandoneoncu ve Tango Nuevo'nun kurucusu. Buenos Aires'e 400 km uzaklıkta Atlantik sahilinde bir sayfiye yeri olan Mar del Plata'da doğdu. İki yaşındayken ailesi New York'a yerleşti, 1937'ye kadar ABD'de yaşadı. Annesi terzi, babası ise berberdi. Mahalle arkadaşı Rocky Marciano, daha sonra dünya ağır sıklet boks şampiyonu olacak, bir grup arkadaşı ise Kaliforniya'da Alcatraz'da, bir kısmı ise New York'ta Sing Sing'de oturmak zorunda (!) kalacaktı. Ama o kendini müziğiyle kurtardı. 10 yaşındayken tango orkestralarının önemli çalgısı bandoneonu ustaca çalışıyla ün kazandı, 1934'te tango şarkıcılarının kralı sayılan Carlos Gardel ile çalmaya başladı. Piazzolla bestelediği oda müzikleri, senfoniler, bale müzikleri ve tangolarında kendine özgü stiline her zaman sadık kaldı. 1954'te eğitim için bursla Paris'e gitti, ünlü Fransız eğitmen Nadia Boulanger'den ders aldı ve Gerry Mulligan ile de orada tanıştı. Bir yıl sonra Arjantin'e döndü, tangoyu monotonluktan kurtarmak için bir sekizli kurdu ve kendi tango stilini kabul ettirmeyi başardı. O günlerin en ünlü iki tango topluluğu için 200'den fazla parça düzenledi ve Buenos Aires Üniversitesi'nde konser veren ilk tango müzisyeni oldu. Kısa zaman sonra tiyatro toplulukları, film ve plak şirketlerinden beste siparişleri almaya başladı. Paris Opera Orkestrası Yaylı Çalgılar Topluluğu ve La Scala Opera Orkestrası müzisyenleriyle birlikte konserler verdi, 100'den fazla kayıt yaptı. Dünyanın en ünlü senfoni orkestraları onun, bandoneon konçertolarını yorumladı. 4 Temmuz 1992'de Buenos Aires'te öldü. Nurcan Taylan Nurcan Taylan (29 Ekim 1983, Ankara), Türk kadın halterci. Türkiye'ye Olimpiyat Şampiyonluğu kazandıran ilk kadın sporcu. 11 yaşında antrenör Mehmet Üstündağ tarafından keşfedildi. Halterde 6 Avrupa ve 2 Dünya rekoru kırdı. 2004 yılında Atina'daki Olimpiyatlar'da 48 kiloda dünya ve olimpiyat rekoru kırarak altın madalya kazandı. Böylece Türk spor tarihinde ilk defa bir kadın sporcu bu başarıya ulaşmış oldu. Ekim 2004'te millî halterciler Aylin Daşdelen, Sibel Şimşek ve Şule Şahbaz, Türk Millî Takımı antrenörü Mehmet Üstündağ'ı taciz suçlamasıyla mahkemeye verdi. Antrenör iddiaları reddederken Nurcan Taylan da hocasını savundu. Konu ile ilgili soruşturma başlatıldı ve Nurcan Taylan'ın Bulgaristan'da yapılan 2005 Dünya Şampiyonası'na katılması engellendi. Nurcan Taylan 2008 Pekin Olimpiyatları'nda 3 hakkında sıfır çekerek başarısız oldu ve erkenden elenerek hayal kırıklığı yaşattı. Romanya' da düzenlenen 2009 Avrupa Halter Şampiyonasında koparma, silkme ve toplamda 3 altın madalya alarak eski günlerine dönüş sinyalleri verdi. Antalya'da gerçekleşen 2010 Dünya Halter Şampiyonası'nda 48 kiloda yarışan Nurcan Taylan, silkmede 121 kilo kaldırarak dünya rekorunun ve altın madalyanın sahibi oldu. Nurcan koparma ve silkmenin ardından toplamda da altın madalya kazandı. 14 Haziran 2012 tarihinde Uluslararası Halter Federasyonu (IWF), Nurcan Taylan’a doping kullandığı gerekçesiyle 26 Ekim 2011 tarihinden geçerlik olmak üzere 4 yıl müsabakalardan men cezası verdi. EKim 2012'de 2 yıla indirilen cezası 26 Ekim 2013'te sona erdi. Dini Hayatın İlkel Biçimleri Dini Hayatın İlkel Biçimleri veya Din Hayatının İptidai Şekilleri: Emile Durkheim tarafından Fransızca kaleme alınmış ""Les Formes élémentaires de la vie religieuse"" isimli eserin Türkçe adıdır. Türkçeye ilk kez Yrd. Doç. Dr. Fuat Aydın tarafından İngilizce çevirisinden tercüme edilmiştir. Ancak eser Fransızca aslından din sosyologu Prof.Dr.İzzet Er tarafından çevrilmiş ve yayınlanmıştır. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,"Dini Hayatın İlk Şekilleri", Mayıs 2009, Ankara'da basılmıştır. Yapılan bu çeviri ile ilgili bir değerlendirme yazısı için bkz. Kirman, M. Ali (2005), “Dinî Hayatın İlkel Biçimleri ve Türkçe Çevirisi Üzerine”, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl 3, Sayı 5, Ocak-Haziran 2005, s.133-147 Mortgage Mortgage, Türkçe anlam karşılıklarında; Tutsat, tutulu satış, ipotekli satış, rehinli satış ya da mortgage bir malın kendisinin güvence olarak gösterilerek, ödünç alınan parayla satın alınması anlamına gelen iktisadi terimdir. Tutulu satış genellikle taşınmaz mal (çoğunlukla da yapı) satınalımlarında kullanılır. Bu gibi satışlarda, parasal kurumlar ödünç verdikleri tutar (kredi) geri ödenene dek, taşınmaz mala el koyabilme yetkisini ellerinde tutarlar. Bu tutu, parasal kurumların ödünç verdikleri para için bir güvence niteliğindedir. Bu yöntem, özel ya da tüzel kişilerin, bir taşınmaz malın ederi kadar paraları başlangıçta olmasa da, malı alıp, genellikle 15-30 yıllık süre içerisinde parça parça ödemelerini ve sonunda da tümüyle sahip olmalarını sağlar. Ödeme ta
mamlandığında, tutu durumu ortadan kalkar. Ödünç verilen tutar, ödünç isteyenin geri ödeme kapasitesine (genellikle aylık gelirinden giderleri çıkarıldıktan sonra hesaplanır) ve satın alınmak istenen taşınmaz malın ""Hemen Paraya Çevrilebilir Değeri""ne (HPÇD) bağlıdır. HPÇD genellikle malın değerinin %75'i ile %90'ı arasında olur ve borcun ödenememesi durumunda malın parasal kurumca hemen satılabileceği tutara denk gelir. Ödemelerde gecikme olduğu takdirde parasal kurumlar kalan borcun tamamını tahsil etmek amacıyla tutulu malın satışını isteyebilmekte, ve satışın borcu karşılayamaması durumunda ise borçlu hakkında icra takibi yapma hakkını saklı tutmaktadır. Tutu yöntemiyle ödünç alınan tutarın geri ödenmesinde, genellikle o ülkedeki vergi yasalarına ve ödünç alanın alabileceği risklere bağlı olarak değişik parasal yapılar kullanılır. Örneğin borç faizlerinin vergiden düşülebildiği ülkelerde (ABD gibi), geri ödemelerin faiz olan kısmınını borçlu gelirinden düşebilir. Birçok ülkede, özellikle de gelişmiş ekonomilerde, ev, iş yeri satınalımlarının tutu yöntemiyle yapılması çok olağandır. Gülseli İnal Gülseli İnal, (d. 1947 - İstanbul) Türk şair. İstanbul'da 1947 yılında dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Felsefe-Sosyoloji Bölümü'nü bitirdi. Erken yaşta evlendi, iki çocuk sahibi oldu. 1991 yılında boşandı. 1981 yılında Yazko Edebiyat dergisinde ilk şiiri yayımlandı. Ardından Varlık, Gösteri, Yazko Edebiyat, Sombahar, Somut ve diğer dergilerde şiir ve denemeleri peşpeşe yayımlanmaya başladı. 1985 yılında ilk kitabı Sulara Gönüllü Çağrı, (sanatçı Burhan Uygur’un şiirler için yaptığı desenlerle birlikte) yayımlandı. 1988 yılında Dolunay adlı eseri Şahin Kaygun tarafından beyazperdeye aktarıldı. Dolunay yurtiçi ve yurtdışında birçok ödülü kazandı. İlk Aşk, İlk Dans İlk Aşk, İlk Dans. Yönetmenliğini Emile Ardolino'nun yaptığı başrollerini Jennifer Grey ve Patrick Swayze'nin paylaştığı 100 dakilalık 1987 ABD yapımı film. Türü romantik dramdır. Bağımsız bir yapımdır. Orijinal adı "Dirty Dancing"dir. 1980'li yılların en önemli filmlerinden biri sayılan İlk Aşk, İlk Dans 1988'de en iyi şarkı dalında Oscar ödülünü "The Time of My Life" şarkısıyla kazanmıştır. Adından da anlaşılacağı üzere dansa ve müziğe ağırlık vermesine karşın film, sınıfsal farklılıklara dikkat çekmesi, onur ve gurur gibi kavramları yer vermesi nedeniyle beğeni toplamıştır. Film, Türkiye sinemalarında da gösterime girmiştir. Yıl 1963. Bir tatil beldesinde dans partneri ve arkadaşı Penny (Cynthia Rhodes) ile birlikte dans öğretmenliği yapan Johnny Castle (Swayze), iş dışında kalan vakitlerinde de otelin diğer çalışanlarıyla arkadaşlık ederek ve dans ederek geçirmektedir. Baby olarak tanınan Frances (Grey) adlı genç bir kız Johnny'nin çalıştığı otele ailesiyle birlikte gelir. Penny'nin hamile olduğunun ortaya çıkması üzerine Baby Johnny'nin dans partneri olur. Bu arada iki genç birbirine aşık olur. Sınıfsal farklılar birçok problem yaşanmasına yol açar. Film, Johnny'nin Baby'e söylediği "Kimse Bebek'i bir kenara atamaz" repliği ile de hafızalarda yer etmiştir. Mordor Mordor, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir ülke. İkinci Çağ'ın 1000'li yıllarında bulundu. İkinci Çağ'ın 3441 ve Üçüncü Çağ'ın 1980 yılları arasında Gondorluların denetimine girdi. Üçüncü Çağ'ın 3119 yılında Sauron'un hükümdarlığına son verildi. Gondor'un doğusunda yer alır. Elfçe bir söz olan "Mordor" adının manası ""kara" "ülke""dir (Türkçede "Kara Diyar", "Kara Ülke" veya "Karanlık Ülke" olarak bilinir). Mordor yaklaşık olarak 175.000 milkarelik bir alanı kaplamaktadır. Kuzeyinden güneyinde 350 mil, doğusundan batısına yaklaşık 500 millik bir alana uzanmaktadır.(deniz mili:1852 metre) Mordor'un kuzey sınırında Kül Dağları (Ered Lithui), güney ve batı sınırlarında ise Gölge Dağları (Ephel Dúath) yükselmektedir. Mordor'un doğu sınırı ise herhangi bir yerşekli ile çizilmemiştir. Ancak Mordor ile ittifak halinde bulunan Rhûn - Doğu Diyarı - Mordor'un doğusunda başlamak üzere millerce kuzeye ve doğuya uzanmaktadır. Dolayısı ile bir düşmanın doğu sınırlarından Mordor'a sızma ihtimali imkansıza yakındır. Mordor'un giriş çıkışları esasen Kara Kapı'dan yapılmaktadır. Burası Mordor'un ana girişidir. Mordor'un kuzeybatısında, Kül Dağları ile Gölge Dağları'nın birbirine uzandığı Cirith Gorgor geçidine inşa edilmiş olan Kara Kapı son derece iyi korunmaktadır. Kara Kapı Mordor ordularına katılmak için gelen askerleri, sayıları ne değin fazla olursa olsun bir sorun yaşanmadan içeri alabilecek büyüklüktedir ve tamamı çeliktendir. Kapının her iki tarafındaki yükseltilere inşa edilmiş Diş Kuleleri'nin ise millerce uzaktan Mordor'a yaklaşan bir yabancının görülebileceği değin geniş bir görüş alanı vardır. Kara Kapı'dan içeri giren bir ork, kendisini yüksek dağlarla çevrili Udûn'un derin vadisinde bulur. Udûn'da Mordor savunması için gerekli olabilecek çok sayıda derin cephanelik ve tünel bulunmaktadır. Bu cephanelik ve tüneller, içerisinde çok sayıda silahı ve savaş teçhizatını barındırmaktadır. Udûn'un çevresi boyunca inşa edilmiş birkaç kale ve çok sayıda gözetleme kulesi bulunmaktadır. Bunlardan en muazzamı kadim Durthang Kalesi'dir. Udûn'u geçen ork, kendisini Mordor'un çorak topraklarını barındıran Gorgoroth düzlüklerine ulaştıracak olan İsen Ağzı'nda bulur. İsen Ağzı oldukça sığ ve doğal koşullarla oluşmuş bir geçittir. Geçidin bir tarafından diğer tarafına geçmek, yalnızca buraya kurulmuş köprü vasıtasıyla gerçekleşmektedir. İKİNCİ ÇAĞ 1000 ≈: Sauron, Númenorlular'ın büyüyen gücüne karşılık olarak Mordor'da hükümranlığını ilân etti. Barad-dûr'un yapımına başlandı. 1200 ≈: Sauron Mordor'dan ayrılarak Eregion'a geldi ve iyi görünüşüyle burada yaşayan elfleri kandırarak onlara iyi olduğu demircilik yeteneklerinden kimilerini öğretti. 1500 ≈: Eregionlu Demirci Elfler, Sauron'un denetiminde Güç Yüzüklerini dövmeye başladılar. Sauron Mordor'a geri döndü. 1600 ≈: Sauron Hüküm Dağı'nda Tek Yüzük'ü dövdü. Celebrimbor ve Elf Demircileri Sauron'un farkına vararak kandırıldıklarını fark ettiler. 1693: Sauron Mordor'da büyük bir ordu oluşturdu ve elflere karşı savaş ilân etti. 1695: Sauron Eriador'u istila etti. 1701: Elfler ile Númenorlu insanların oluşturduğu güçlere yenilen Sauron Mordor'a geri döndü. 1800 ≈: Sauron'un gücü Doğu'ya doğru yayılmaya başladı. 2251: Nazgûl ilk kez Orta Dünya'da görüldü. 3262: Ar-Pharazón Mordor'a gelerek Sauron'a teslim ol çağrısında bulundu. Sauron Númenor'a götürülmeyi kabul etti. 3319: Númenor'un yıkılışı. Sauron yıkımda gövdesini yitirdi, ruhu kaçmayı başardı. 3320: Sauron Mordor'a geri döndü. Elendil ve oğulları Gondor ve Arnor adlı iki krallık kurdular. Mordor'a gözcülük etmek amacıyla Minas Ithil inşa edildi. 3429: Hüküm Dağı'ndan duman yükselmeye başladı. Sauron Gondor'a saldırı düzenleyerek Minas Ithil'i ele geçirdi. Anárion Sauron'un güçlerini geri püskürttü. 3430: İnsanların ve Elflerin Son İttifakı oluşturuldu. 3434: Sauron'un güçleri Dagorlad Meydan Savaşı'nda yenilgiye uğradı. Son İttifak güçleri Kara Kapı'dan Mordor'a girdi. Barad-dûr Kuşatması başladı. 3441: Sauron Barad-dûr'dan inerek Elendil ve Gil-Galad ile savaştı. Sauron yenik düştü. Isildur, Sauron'un parmağını keserek Tek Yüzük'ü aldı. Sauron'un ruhu kaçarak saklanmaya başladı. ÜÇÜNCÜ ÇAĞ 2: Orklar Ferah Çayırlar'da Isildur'u katletti. Tek Yüzük sulara karışarak yitti. 1050 ≈: Sauron Yeşil Orman'da Dol Guldur adında bir kale inşa etti. 1636: Büyük Salgın Gondor'u tahrip etti. Gondor'un ileri karakol güçleri cılızladı. 1980: Nazgûl Beyi Mordor'a geldi. Sauron'un geri dönüşüne hazırlanmaları için diğer Nazgûlları bir araya getirdi. 2000: Minas Ithil kuşatıldı. 2002: Nazgûl Minas Ithil'i ele geçirdi. Kentin adı Minas Morgul olarak değiştirildi. Palantirlerden Ithil Taşı Nazgûl'un eline geçti. 2050: Eärnur Nazgûl Beyi'ne meydan okumak için Minas Morgul'a girdi, bir daha kimse tarafından görülmedi. Kral soyunun kuruması üzerine Gondor'a vekilharçlar hükümdarlık yapmaya başladı. 2475: Gondor, Mordor'un kara Uruklarının saldırısına uğradı. 2901: Mordorlu Uruklar Ithilien'in denetimini ele geçirdiler. Ithilien yerlileri bölgeyi terkettiler. 2942: Sauron gizlice Mordor'a geri döndü. 2951: Sauron gizlenmekten vazgeçerek kendini belli etti. Mordor'un güçlerini bir araya getirdi ve Barad-dûr'u yeniden inşa etti. 2954: Hüküm Dağı'ndan alevler yeniden yükselmeye başladı. 3000 ≈: Mordor'un Gölgesi genişlemeye başladı. 3017: Gollum Sauron tarafından esir edilerek Barad-dûr'a getirildi. İşkence sırasında Shire ve Baggins adlarını veren Gollum'un kaçmasına izin verildi. 20 Haziran 3018: Sauron'un buyruğuyla Nazgûl Osgiliath'a saldırı düzenledi ve Yüzük'ü aramaya başladı. 5 Mart 3019: Hobbitler Kara Kapı'ya geldiler ancak Kapı'yı geçemeyeceklerini anladılar. Frodo, Gollum'un gizli bir yoldan Mordor'a girme önerisini kabul etti. 9 Mart 3019: Hobbitler alacakaranlıkta Morgul Yolu'na ulaştılar. Karanlık Mordor'dan yayılmaya başladı. 10 Mart 3019: Şafaksız Gün. Morannon'dan gelen ordu Cair Andros'u işgal ederek Anórien'e ilerledi. Sauron, Nazgûl Beyi'ne işaret yollayarak Minas Tirith saldırısının başlama buyruğunu verdi. Hobbitler Gollum'un rehberliğinde Düz Merdiven'i ve Döner Merdiven'i tırmandılar. 12 Mart 3019: Gollum hobbitleri Shelob'un İni'ne getirdi. 13 Mart 3019: Shelob Frodo'yu yaraladı. Orklar tarafından baygın olarak bulunan Frodo, Cirith Ungol Kulesi'ne hapsedildi. 14 Mart 3019: Frodo, Samwise Gamgee tarafından kurtarıldı. 15 Mart 3019: Pelennor Çayırları Savaşı. Sauron'un güçleri bozguna uğradı. 16 Mart 3019: Frodo ve Sam Morgai'den Hüküm Dağı'na baktılar. 17 Mart 3019: Shagrat Frodo'nun pelerini ile mithril zırhını, Sam'in kılıcını Barad-dûr'a getirdi. 18 Mart 3019: Frodo ve Sam ork birliklerinin Udûn'a yürüyüşlerine katıldı. Batının Hükümdarları Kara Kapı'nın görüş alanına girdiler. 19 Mart 3019: Frodo ve Sam orklardan kurtuldu ve yola devam etti. 22 Mart 3019: Frodo ve Sam, yoldan ayrılarak doğuya yöneldi. 23 Mart 3019
: Hobbitler pek çok eşyasını yoldaki çukurlardan birine attı. 24 Mart 3019: Hobbitler Hüküm Dağı'nın eteklerine ulaştı. 25 Mart 3019: Batı'nın Komutanları Morannon Savaşı'nda Sauron'un güçleriyle çarpıştılar. Frodo, Kıyamet Çatlakları'na vardı ve Yüzük üzerinde hak iddia etti. Gollum Frodo'nun parmağını ısırarak Yüzük'ü ele geçirdi ve Kıyamet Çatlağı'na düştü. Tek Yüzük yok edildi. Sauron'a karşı nihai ve kesin zafer kazanıldı. Mordor yıkıma uğradı. 1 Mayıs 3019: Aragorn, yeniden birleşen Gondor ve Arnor krallıklarının tahtına çıktı ve tacını giydi. Mordor'un kölelerini erkin bırakarak onlara Núrnen Denizi dolaylarındaki toprakları bıraktı. Birinci Çağ'ın sonlarında Orta Dünya'nın kuzeylerindeki şer yuvalarının yıkımının ardından Sauron, güneye ilerleyerek kendisine yeni topraklar aramaya başladı. İkinci Çağ'ın ilk milenyumunun sonlarında kendisine dağlarla çevrili, doğal koruma sağlayan bir yer seçen Sauron, buraya muazzam kalesi Barad-dûr'u inşa etti. Sauron'un bu bölgeye yerleşmesinin ardından buraya Mordor (Kara Diyar) denmeye başlandı. Bölgenin Sauron'un gelişinden öncesindeki geçmişine dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Son İttifak Savaşı'nda Sauron'un aldığı yenilginin akabinde bölge Gondor'un denetimine geçti. Gondorlular şer varlıklarının ülkeye geri dönmesini engellemek adına burada istihkâmlar inşa ettiler; bu istihkâmların en büyük ve görkemlisi, "Gölge Dağları"'nın çıkıntısına inşa edilen Minal Ithil (sonraları Minas Morgul) idi. Gondor'un gücünün zayıflamasıyla birlikte bölge bir kez daha düşmanın eline geçti; iki bin yıllık Dikkatli Huzur Dönemi'nin ardından Nazgûl bölgeye geri dönerek Sauron adına bölgeyi ele geçirdi. Sauron'un kendisi ise o dönemde Kuyutorman'daki Dol Guldur'da bulunmaktaydı ve Yüzük Savaşları'ndan yaklaşık yetmiş yıl öncesine dek kendini açığa vurmaktan kaçındı. Bu savaşta, Yüzük'ün Kıyamet Çatlakları'na atılmasıyla birlikte Sauron'un gücü mağlup edildi ve Mordor Yurduna bir kez daha Gondor Krallığı'nın komutasına girdi. Aragorn Aragorn, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir karakter. İnsan ırkından Dúnedain Arathorn ve Gilraen’nin oğlu. Eriador kolcusu ve Yüzük Kardeşliği'nin bir üyesi. Aragorn'un soyu uzun ömür bahşedilenlerden olduğu için Aragorn normal insandan çok daha uzun bir ömre sahiptir. Arwen Undómiel’in kocası. Eldarion ve iki kız çocuğunun babası. Başka herhangi bir çocuğu olduğuna dair kitapta bilgi yoktur. Dunedain'in Reisi ve Yeni Birleşik Krallık'ın ilk kralı. Aragorn, Üçüncü Çağ 1 Mart 2931'de, Arathorn ve Sarışın Gilraen’nin oğlu olarak doğdu. Henüz iki yaşındayken babası orklar tarafından öldürüldü ve Dunedain reisi ve Isildur’un varisi oldu. O ve annesi Ayrıkvadi’de Elrond’un gözetiminde kaldılar. Aragorn'un gerçek kimliği öğrenildiği takdirde düşman tarafından hedef haline geleceğini bilen Ayrıkvadi elfleri Dúnedain’in düşmanlarından saklı kalması için kendisine, umut anlamında Estel adını taktılar. Yirmi yaşlarında ve Efendi Elrond'un oğullarıyla çıktığı maceralarda yiğitliğini kanıtladıktan sonra ona gerçek neslini ve ismini açıkladılar. O zaman Elrond ona Isildur’un varislerinin nesilden nesile taşıdığı aile yadigarları olan Barahir’in Yüzüğü'nü ve Elendil’in Kılıcı Narsil’in kırık parçalarını verdi. Ama Annúminas’ın Asası’nı, onu hak edene kadar alıkoydu. Ertesi gün Aragorn Ayrıkvadi’nin bahçelerinde gezinirken Arwen’le karşılaştı ve onu ilk gördüğünde -hakkında birçok hikâye dinlediği- Lúthien Tinúviel'i gördüğünü sanarak büyülendiğini düşündü. Arwen'in güzelliğine, kadim bilgisine aşık oldu. Ama aşkı uzun süre karşılıksız kaldı. Çünkü Arwen yüzyıllar görmüş bir elf kızı, Aragorn ise henüz daha çok genç bir ölümlü insandı. Ayrıkvadi’den ayrıldı ve Orta Dünya’nın yabanında otuz uzun yıl süren yolculuğuna başladı. Bu zaman süresince Sauron’un faaliyetlerine karşı mücadele etti. Bu dönemde Gandalf’la dost oldu. Rohan Hükümdarı ile birlikte Thorongil takma adıyla Gondor’a gizlilik içinde hizmet etti. Görevleri sırasında yolu onu uzak Batı’ya ve Sauron’nun hizmetkarlarının yollarını öğrendiği Doğu’ya sevketti. Gondor’dayken Umbar’a doğru küçük bir filoya liderlik etti ve orada korsanların birçok gemisini yaktı ve kişisel olarak Liman Kaptanı’nı yıktı. Kırkdokuz yaşına geldiğinde Aragorn, elf krallığı Lothlórien’de dinlenmek istedi. O bilmemesine rağmen Arwen bir süreliğine Lórien'e gelmişti ve burada tekrar karşılaştılar. Aragorn, geçen uzun yıllar boyunca büyük bir endam ve güce erişmişti ve bir elf beyi gibi görünüyordu. Arwen bu görüşünde Aragorn'a aşık oldu ve Yazortası Arifesi’nde, Cerin Amroth tepesi üzerinde bağlılıklarına dair birbirlerine söz verdiler. Ve aşkının göstergesi olarak, Aragorn Arwen’e Barahir’in Yüzüğü'nü verdi. Her ne kadar Arwen'in babası ve Ayrıkvadi efendisi Elrond buna çok üzülse de, Aragorn ve kızı arasındaki sözü duyduğunda tepki göstermedi. Bir yarı elf olması ve -ölümlü olmayı seçen- erkek kardeşi Elros'un İkinci Çağ'da ölmesi, Elrond'a Aragorn-Arwen aşkının sadece büyük bir kederi doğuracağını düşündürüyordu. Kızının bir insanla evlenmesini kabul etmedi, ta ki Aragorn yeniden kurulan Gondor-Arnor Birleşik Krallığı'nın kralı oluncaya kadar. Arwen'in bundan daha azına ölümsüzlükten vazgeçmesini istemiyordu. Bunun üzerine Aragorn yabana döndü ve aslında krallıkta gözü olmamasına rağmen Dúnedain'in bir zamanlar kurmuş olduğu ve Angmarlı Cadı Kral tarafından yıkılan Gondor-Arnor Birleşik Krallığı'nı tekrar kurmak için araştırmalar yaptı. Onyıllarca dolaştı. Ü.Ç. 3001 yılında Gandalf, Gollum’un aranıp yakalanmasında Aragorn'dan yardım etmesini istedi. Onu arama işi bir süre umutsuz ve sonuçsuz gitti. Üçüncü Çağ 3009 civarında Gollum'u Anduin Vadisi ve Kuyutorman'da arıyordu. İzler Aragorn'u Mordor'a yöneltti ve sonunda Ü.Ç. 3017 yılında Gollum'u Ölü Bataklıklar'da yakaladı. Onu Gandalf'ın sorgulaması için Kuyutorman'daki yeşil elflerin kralı -ve Legolas'ın babası- Thranduil'e götürdü. Daha sonra Aragorn, Yolgezer olarak bilindiği Eriador’un yabanında, bir kolcu olarak birçok yıl geçirdi. Zamanının en usta avcısı haline geldi ve düşmanların tuzaklarına yakalanmama işinde daha da ustalaştı. Yüzlerce millik alanı ve buralarda yaşayan insanların hemen hepsini çok iyi biliyordu. Yüzük Savaşı’ndan bir yıl önce, zamanının çoğunu -hobbitlerin diyarı- Shire sınırına gözcülük ederek geçirdi. Gandalf onu Frodo’nun seyahati hakkında bilgilendirmişti, Gildor’dan hobbitlerin Shire’dan ayrıldıklarını öğrendiğinde, Bree’de Sıçrayan Midilli hanında onları bekledi. Onlara Kara Süvarilerin saldırılarından korunmalarında yardım etti. Bunun ardından Bree ve Ayrıkvadi arasında gidecekleri uzun yol boyunca sahip olduğu tüm bilgi ve birikimi tüm zorluklara ve Kara Süvarilere karşı kullandı. Fırtınabaşı’nda Nazgûl'ün saldırısına uğradılar. Nazgûl Efendisi zehirli Morgul bıçağı ile Frodo'yu yaraladı. Kadim iyileştirme tekniklerindeki engin bilgisini kullanan Aragorn, Athelas’ı buldu ve Frodo’nun yarasının etkinliğini yavaşlattı. Sahip olduğu kolcu özellikleriyle, Ayrıkvadi yolculuğunda hobbitler için ne kadar önemli ve gerekli olduğunu bir kez daha kanıtladı. Ayrıkvadi’de Elrond'un Divanı'na katıldı ve Yüzük Kardeşliği’nin bir üyesi seçildi. Ama kardeşliğin diğer üyeleri yolculuk için dinlenip hazırlanırken o, Elrond’un oğullarına katılarak, Tharbad’ın uzak güneyindeki Gri Sel Nehrindeki görevlerine öncülük etti. Döndüğünde, Elendil’in kılıcı Narsil'in kırılmış parçaları tekrar dövüldü ve Aragorn ona "Batı’nın Alevi" anlamında Anduril adını verdi. Caradhras’ta, Kızılboynuz Geçidi'nin kullanılması imkânsızlığını kanıtladığında, cüce Gimli Moria'ya girilmesini teklif etti. Aragorn, daha önce oraya girmiş olduğundan, Moria’nın kullanılmasına karşı çıktı. Ama Gandalf’ın liderliğine boyun eğdi. Büyücü Khazad-dum Köprüsü’nden düştüğünde, Aragorn kardeşliğin lideri oldu, onları Galadriel'in ülkesi Lothlorién’e götürdü. Lorién’den sonra Gandalf’ın ne gibi bir yol izleyeceğini bilmediklerinden, Aragorn grubu botlarla Parth Galen çayırlarına, Amon Hen tepesinin eteklerine getirdi ve burada kısa süreliğine konakladılar. Bu sırada Saruman tarafından gönderilmiş bir uruk birliği onlara saldırdı. Frodo Baggins ve Samwise Gamgee kaçtı ama Merry ve Pippin -Yüzük'ü taşıyan hobbitler oldukları düşünülerek- esir alındılar. İki hobbiti kurtarmaya çalışan Boromir, Uruk-hailerin lideri Lurtz tarafından katledildi. Aragorn Gondorlu yoldaşını kurtarmak için geç kalmıştı ve bu yüzden kafileyi Amon Hen’e getirmekten büyük bir pişmanlık duydu. Boromir’in bedenini elf kayıklarından birisiyle Anduin’in sularına bıraktılar ve geriye kalan -kendilerine taktıkları isimle- Üç Avcı (Aragorn, Legolas, Gimli) yakalanmış hobbitleri kurtarmak için Rohan'ın bozkırında Uruk-hai'ları takibe başladılar ve Frodo-Sam ikilisini Mordor yolunda kendi çabalarına terk etmek zorunda kaldılar. Üç avcı günlerce takip etti ama Isengard'a giden uruklara yetişemediler. Bununla birlikte, uruk birliği Rohanlı Eomer'in komutasındaki Rohirrim birliği ile karşılaştılar ve kuşatıldılar. Hepsi katledildi ve hobbitler çatışma esnasında Fangorn ormanına kaçmayı başardı. Üç Avcı, hobbitlerin Fangorn'a girdiğini anladı ve Fangorn'a daldı. Burada Moria'da kaybettikleri Gri Gandalf'ın Ak Gandalf olarak karşılarına çıkmasıyla şaşkına döndüler. Büyücü onlara hobbitlerin entlerin lideri Ağaçsakal’la birlikte güvende olduklarını söyledi ve kendisiyle birlikte Rohan'ın başkenti Edoras’a gelmelerini istedi. Aragorn Miğferdibi Savaşı esnasında, surlarda tek başına düşman ordusuyla karşı karşıya gelerek ve birçok uruk öldürerek çok cesur bir savaşçı olduğu kanıtladı. Sonra Orthanc'a giderek buradaki palantir'i Saruman'dan aldılar. Geri alınmasından sonra Aragorn Borukent Kalesi'ne geri döndü ve taşın gerçek kullanıcısı olarak onu kendi isteği doğrultusunda kullandı ve kendini Sauron’a gösterdi. Aragorn Palantir'de, Gondor’un güney sahillerine yaklaşmakta olan Umbarlı korsanların filosunu gördü. Aragorn, düşman ordusunun büyüklüğünü gördüğünde, Ölülerin Yolu’na giderek Ölü Or
du'yu (ya da Ölüler Ordusu) toplamanın gerekliliğini anladı. Korkusuzca Ölülerin Yolu’ndan geçti ve Erech Taşı’nda daha önce Dúnedain'e verdikleri sözlerinden dönen hainlerin ruhlarını çağırdı. Hayalet Ordu onu Pelargir’e kadar izledi, en sonunda onu geçerek Umbar’ın gemilerini ele geçirdiler ve korsanları def ettiler. Aragorn ve liman halkı gemilere bindiler ve Anduin’in sularında Gondor'un başkenti Minas Tirith'e yöneldiler. Aragorn Gondor filamalı Umbar gemileriyle savaşın gidişatını değiştirdi ve çayırların ortasında Eomér’le buluşarak, Pelennor Çayırları Savaşı'nı zafere taşıdı. Vekilharç kendisini çağırana kadar Minas Tirith’e kral olarak girmek istemediği için, oraya kolcu şeklinde girdi. İlk iş olarak yaralı haldeki Faramir, Eowyn ve Merry’yi iyileştirmek üzere Ak Şehir Minas Tirith'in "Şifa Evleri"ne yöneldi. Mordor'un Kara Kapısı'nın önünde Aragorn, Sauron'un Ağzı ile tartıştı ve büyücüyü kısa bir savaşla yendi. Sauron’un Ağzı'nın geriye çekilmesi ve Sauron’un Ordularının Morannon’dan dışarı çıkmasıyla, Aragorn emrindeki orduların sabrı, kartallar'ın yardımı ve Yüzük’ün yok edilmesiyle savaş kazanıldı. Sonunda Sauron yenilmiş ve Kralın Dönüşü gerçekleşmişti. Aragorn ve galip gelen ordu Minas Tirith’e döndü ve orada ona Kral Elessar olarak Gandalf tarafından taç giydi. Elfçe’de Yolgezer anlamına gelen Telcontarı kendisine soy isim olarak aldı. Ardından Arwen ve Elrond geldiler. Elrond ona verdiği sözü tuttu ve Yazortası Arifesi’nde Üçüncü Çağ 3019'da Aragorn ile Arwen evlendiler. Daha sonra, Arwen'in babası Elrond da dahil bütün elfler Orta Dünya'yı terkettiler. Elessar olarak Gondor ve Arnor Yeniden Birleşmiş Krallığı’nı uzun süre idare etti. Ve Arwen ona bir Eldarion adını verdikleri bir erkek çocuk verdi. Eldarion aynı zamanda babası Aragorn dan sonra bilinen kaynaklara göre Gondorun son kralı olmuştur ve babasının birçok lakabı ona benzerliğinden dolayı ona geçmiştir. Aragorn bizzat oğlu Eldarion'u, kendi birikimleri ile eğitip gerçek bir kral yapmıştır. Aragorn genç bir karakter gibi görünse de uzun ömür bahşedilenlerden olduğu için Miğfer Dibi muharebesinden önce Rohanlı Teoden'in yeğeni Eowyn'le yaptığı konuşmada 87 yaşında olduğu bilgisi açığa çıkmıştır Aragorn’a birçok isim verildi: Arwen tarafından Elftaşı, Bree insanları tarafından Yolgezer, Minas Tirith şifacıları tarafından İyileştirici veya Envinyatar, Bilbo tarafından Dúnadan, Bill Eyrelti tarafından Uzunbacak, Eomer tarafından Kanatayak ismi verilmiştir. Şeref Hanım Şeref Hanım, (d.1809-ö.1861) Türk şair. 1809'da İstanbul'da doğdu. Şair ve kültürlü bir ailenin kızıdır. Kadirî ve Mevlevî tarikatlarına girdiği bilinmektedir. Sıkıntılarla dolu bir yaşam sürmüştür. Padişah II. Mahmud ve Valide Sultan’a yazdığı şiirlerinde bu sıkıntıları anlatır. Geleneksel kalıplar içinde kalan şiirleri sadelikleri ve düzgün anlatımlarıyla dikkat çekmektedir. Bir divanı vardır.1861'de yaşamını yitirmiştir. GAZEL Dildeki dag-i füruzanım ile eğlenirim Geceler kendi çerağanım ile eğlenirim Ederim ziver-i aguş-ı hayalim yâri Daima hidmet-i mihmanım ile eğlenirim Söyletip çektiğini şuh-i cefakarından Sergüzeşt-i dil-i nalanım ile eğlenirim Komaz avare vü tenha beni manend-i safa Yine derd-ü gam-i cananım ile eğlenirim Dest-i ahım dokunup saz-i derunun teline Nağme-i nale vü efganım ile eğlenirim Söyleyip serdi-i mihnetle nice taze gazel Şeref eş'ar-i perişanım ile eğlenirim Mülkiye (anlam ayrımı) Arwen Arwen, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde Ayrıkvadi'nin elf prensesi, yarı elf Elrond ile elf kraliçe Celebrian'ın kızıdır. Onda Luthien'in çehresinin yeniden dünyaya geldiği söylenirdi. Ona Undómiel (Akşamyıldızı) derlerdi. Üçüncü Çağ 241'de doğan Arwen, çağının en güzel kızı olarak kabul ediliyordu. Elflerce Undómiel olarak, insanlar tarafından Akşamyıldızı olarak biliniyordu. Yaklaşık üç bin yıl boyunca Ayrıkvadi ve Lórien'de yaşadı. Dúnedain veliahtı Aragorn ile ilk karşılaştığında Aragorn ona aşık olmuş fakat o karşılıksız bırakmıştı. Isildur'un varisi Aragorn kıza aşık oldu. Bunu Arwen'in babası Elrond'dan gizleyemedi. Çünkü Elrond çoğu kişinin yüreğini okuyabilirdi.Aragorn Yabanellerde -Dúnedain reisi olarak- emrindeki kolcularla birlikte dolaştı. Arwen, 2951 yılında Dúnedain krallıklarının veliahtı Aragorn ile tekrar karşılaştı. Bu sefer karşısında yıllar görmüş geçirmiş bir adam duruyordu ve bir elf beyi gibi haşmetliydi. Üçüncü Çağ 2980'de Cerin Amroth'ta, Arwen ve Aragorn birbirlerine bağlılık yemini ettiler ve Aragorn, bağlılığın nişanesi olarak Arwen'e Barahir'in Yüzüğü’nü verdi. Arwen'in babası durumu öğrendi ve endişelendi. Zira, Arwen bu aşkın bedeli olarak ölümsüzlükten vazgeçmek zorundaydı ve Elrond, kardeşi Elros'un ölümünü bir kez de kızında yaşamak istemiyordu. Elrond, kızı Arwen'in bu fedakarlığına ancak çok büyük bir iş pahasına ikna olacağını belirtti. Aragorn, Yeni Birleşik Krallık'ı kurana dek evliliğe izin vermeyecekti.  Aragorn, Yüzük Savaşı'nda müttefikleriyle birlikte zafere ulaştı ve Sauron'u devirdi. Ardından Yeni Birleşik Krallık kuruldu ve Aragorn, Elessar adıyla tahta geçti. Elessar böylece Elrond'un şartını yerini getirmiş oldu. Bunun üzerine Arwen'in evlenmesine babası izin verdi ve Arwen ölümlü olmayı seçti. Arwen için bu çok cesur bir seçimdi çünkü evliliği ile tüm ölümlülerin ortak kaderini paylaşmayı da kabul etmişti. Yeni Birleşik Krallık'ın ilk kralı Aragorn ve ilk kraliçesi Arwen olarak, mutlu bir hayat sürdüler. Oğullarına Eldarion adını verdiler ve ismi bilinmeyen birkaç kızları oldu.  Kral Aragorn, Dördüncü Çağ 120'de öldü ve Minas Tirith'te Kralların Mezarlığı'na gömüldü. Arwen, bu kaybın üzüntüsüne dayanamadı ve her yanı hatıralarla dolu Minas Tirith'te daha fazla kalamadı. Arwen Undómiel, anneannesi Galadriel'in bir zamanlar hüküm sürdüğü fakat şimdi bomboş olan Lothlórien'e gitti ve Cerin Amroth tepesinde ölüm uykusuna yattı.""Öyle görünüyor" dedi Aragorn. "Lakin hem Gölge'yi hem Yüzük'ü reddikten sonra son sınavda yıkılmayalım. Hüzünle gitmeliyiz ama yeisle değil. Bak! Sonsuza kadar dünyanın döngüleriyle bağlı değiliz ve bunların ardında hatıradan fazlası var. Elveda!""""Estel, Estel!" diye ağladı Arwen ve bununla birlikte Aragorn daha onun elini tutup öperken uykuya daldı. Sonra içinden çok büyük bir güzellik çıktı ortaya, öyle ki sonradan gelen herkes hayretle baktı; çünkü gençliğinin zarafetinin, olgunluğunun, yiğitliğinin ve yaşlılığının bilgeliği ve haşmetinin hep birbirine karıştığını gördüler. Ve uzun süre yattı orada; İnsanlarının Kralları'nın nurunun bir sureti olarak dünyanın parçalanmasından önce solmayan bir şan içinde.""Fakat Arwen Ev'den ayrıldı; gözlerindeki ışık sönmüştü ve halkına, yıldızsız bir gecede çeken bir akşam gibi soğumuş ve grileşmiş görünüyordu. Sonra Eldarion'a, kızlarına ve sevdiği herkese veda ederek, Minas Tirith şehrinden ayrıldı, Lorien ülkesine gitti ve kış gelinceye kadar solan ağaçlar altında tek başına yaşadı. Galadriel göcüp gitmişti, Celeborn da yoktu, ülke sessizdi.""Orada, sonunda mallorn yaprakları dökülürken ve henüz bahar gelmeden dinlenmek için Cerin Amroth'a uzandı; ve orada durur yeşil kabri, dünya değişinceye ve yaşamının tüm günleri ondan sonra gelen insanlar tarafından tamamen unutuluncaya kadar. Ve Deniz'in doğusunda artık elanor ve niphredil hiç çiçek açmaz."""Bu öykü, Güney'den bize geldiği kadarıyla burada bitmiştir; Akşamyıldızı'nın solmasından sonra artık bu kitapta eski günler hakkında bir şey söylenmez.""  Gimli Gimli, J. R. R. Tolkien'in yarattığı Orta Dünya evrenindeki kurgu kahramanlardan biri. Gimli, Durin'in halkından Ereborlu bir cüce. Babası Bilbo'nun yanında Yalnız Dağ'a yapılan sefere katılan Glóin'di. Gimli genç olduğu için babasının yanında o serüvene katılamadı, ama kendisi de Tek Yüzük'ü yok etmek için kurulan "Yüzük Kardeşliği"'ne üye olarak babasından çok daha önemli bir serüvene katıldı. Gimli onurlu, bilge ve güçlü bir savaşçıydı. Savaş alanındaki favori silahı baltasıydı. Gimli, elf leydisi Galadriel ile karşılaşmasında ondan çok etkilenmişti; ayrıca elf Legolas ile de sağlam bir dostluğu vardı. Bu ilişkiler Orta Dünya'nın cüceleri ile Eldar arasındaki uzun ama zayıf ilişkinin iyileştirilmesine büyük katkıları oldu. Üçüncü Çağ'ın 2876. yılında Mavi Dağlar'da doğan Gimli, Ejderha Smaug'un ölümünden sonra 2941 yılında Erebor'a yerleştirildi. Gimli'nin babası Glóin, cüce Tharin'in ve daha sonra da Thorin'in yol arkadaşlarından biridir. 3018 yılında Gimli babası ile birlikte Ayrıkvadi'ye gittiler ve "Yüzük Kardeşliği" üyeliğine katıldılar. Gimli, elfler ile dost olan nadir cücelerdendir. Gimli, Kardeşlik'e Moria'dan geçmelerini öğütledi, kuzeni Balin'i orada görmeyi umuyordu. Gimli burada Balin'in mezarını gördü. Gandalf'ın balrog ile karşılaşmasına tanık oldu. Moria'dan çıkan Aragorn önderliğindeki Yüzük Kardeşliği kafilesi ile Lorien'e girdi ve oradan da Amon Hen'e gittiler. Orada Boromir'in ölüsünü Büyük Nehir'den aşağı yolladı ve Gandalf'ın geri dönüşüne tanık oldu. Gimli, Miğfer Dibi Savaşı'nda, Pelennor Çayırları Savaşı'nda ve Morannon Savaşı'nda yer aldı. Savaştan sonra Gimli, Miğfer Dibi altında bulunan "Parıldayan Mağaralar"ın Efendisi oldu. Dördüncü Çağ'ın 120. yılında Aragorn'un ölümüne dek Rohan'daki krallığının başında kaldı; bu olayın ardından bir elf gemisi ile "Ölümsüz Topraklara" doğru Legolas ile birlikte yelken açtı. Legolas Legolas, Tolkien Evreninde bir kurgusal kahramandır. Kuyutorman'ın Elf prensidir. Babası Thranduil'dir. Annesi Sayısız Gözyaşı Savaşında ölmüştür. Adı "yeşil yaprak" güneş ışığı, elf perisi anlamına gelen Legolas, Kuzey Karanlık Ormanı olan Kuyutorman'ın Sindar Elf Kralı Thranduil 'in oğludur. Yakışıklılığı ve üstün ok atma becerisiyle dikkat çeker. 3. Çağın en güçlü elf okçularından biridir. Önceleri babası onu Gollum'u bulması için görevlendirdi ama Legolas, yüzyıllardan beri kimseye gözükmeyen, saklanmayı çok iyi beceren Gollum'u bulmayı başaramadı. Daha sonra Güneşin Üçüncü Çağının 3019. yılında Legolas, Elrond tarafından yüce divan
a çağrılarak Yüzük Kardeşliği'nin bir üyesi oldu. Keskin elf gözleri, ormanlık alanlardan edindiği deneyimleri ve ölümcül yayı, hızı ve zekası ile, Kardeşliğe büyük yararı dokundu. Daha sonra Gandalf'ın liderliğinde Caradras geçidine, daha sonra da cücelerin mekanı Moria'ya gitti. Gandalf kaybolduktan sonra Aragorn'un önderliğinde Lothlorien'e oradan da Amon Hen'e gitti. Amon Hen'de Boromir öldürüldü, Merry ile Pippin kaçırıldı, Frodo ve Sam ise onlardan farklı bir yol izleyince kardeşlik bozuldu. Aragorn ve Gimli ile birlikte Merry ile Pippin'i kurtarmak için Ork'ların peşine düştü. Daha sonra Legolas Rohan'ı savunmak için Miğfer Dibi Muharebesine katıldı. Savaş bittikten sonra be üçlü Gondor'u kurtarmak için, Ölüler Geçidinden geçerek Pelargir'deki Korsan gemilerini ele geçirdi ve gemilerle Pelennor Düzlükleri Savaşı'na katıldılar. Sauron yok edildikten sonra Legolas, Ithilien'de bir Ormanlık Bölge Elfleri kolonisi kurdu ve buranın efendisi oldu. Dördüncü Çağın 120. yılında Aragorn'un ölümünün ardından kendisinin yaptırdığı gemi ile Legolas, arkadaşı Cüce Gimli birlikte Ölümsüz Topraklara doğru yelken açtı. Samba Samba, Aleko Mulos Aleko Mulos, Osmanlı İmparatorluğu'nu (Türkiye adıyla yer aldı) Olimpiyat Oyunları'nda temsil eden ilk sporcudur. Galatasaray Lisesi öğrencisi olan Aleko Mulos, Modern Olimpiyat Oyunları'nın kurucusu Baron Pierre de Coubertin'in İstanbul'u ziyareti sırasında tercümanlık yapmıştır. Coubertin'in daveti üzerine 1908 Londra Olimpiyatları'na jimnastik dalında katılmıştır. Tatavla Heraklis Jimnastik Kulübü sporcusu olan Mulos, oyunlarda derece elde edememiştir. 1984 (anlam ayrımı) 1984 bir yıldır. Şu anlamlara da gelebilir: Bursa Bursa, Türkiye'nin bir ili ve en kalabalık dördüncü şehri. 2016 itibarıyla 2.901.396 nüfusa sahiptir. 2016 Dünya Yaşanabilir Şehirler sıralamasında Dünya'da 28. Türkiye'de 1. sırada yer almaktadır. Marmara Bölgesinin Güney Marmara bölümünde, 40° batı boylam ve 29° kuzey enlem daireleri arasında yer alır. Eski adı Hüdavendigâr'dır. Kuzeyinde Marmara Denizi ve Yalova, kuzeydoğuda Kocaeli ve Sakarya, doğuda Bilecik, güneyde Kütahya ve batıda Balıkesir illeri ile çevrilidir. Ekonomik açıdan Türkiye'nin en gelişmiş kentlerinden biri olan Bursa doğal ve tarihsel zenginlikleriyle de önem taşır. Bursa'da en çok Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş dönemine ait tarihî eserlerin bulunmasının sebebi ise, Bursa'nın Osmanlı Devleti'nin ilk başkenti olmasıdır. Bursa alışveriş merkezleri, parkları, müzeleri ve çarşısıyla bölgede öne çıkar. Ayrıca Bursa Marmara bölgesinin İstanbul'dan sonra gelen ikinci büyük şehridir. Türkiye'nin en önemli birkaç sanayi kentinden biridir. Şehir İstanbul'dan sonra en büyük ikinci ihracatı gerçekleştirmektedir. Şehrin futbol takımı Bursaspor 2009-10 sezonunda Süper Lig şampiyonudur. Bursa, sanayi istatistiklerine göre Türkiye'nin en büyük sanayi kenti ve otomotiv üretim merkezidir. CNN International tarafından Türkiye'nin Detroit'i yakıştırması yapılmıştır. Tofaş-Fiat, Renault, Bosch, Peugeot, Karsan Otomotiv, binek otomobil ve ticari araçlar ile Cobra Güleryüz otobüs fabrikaları Bursa'da bulunmaktadır. Bursa'nın otomotiv sanayinin Türkiye'de merkezi olmasından dolayı kurulan Bursa Otomobil Müzesi yine bu şehirde bulunmaktadır. Bursa'da şimdilik bilinen en eski arkeolojik kalıntılar Yenişehir yakınlarındaki Menteşe Höyüğü ve Orhangazi yakınlarındaki Ilıpınar'dan bilinmektedir. Bu arkeolojik buluntu yerlerinin en eski tabakaları yaklaşık 7 bin yıllıktır. Bu tabakalardaki kültür, çanak çömleğin gelişmiş olarak ortaya çıktığı, mimarinin dörtgen planlı, bol miktarda ahşap destekli kerpiç kullanılarak inşa edilmiş yapılardan oluştuğu tabakalardır. Bursa'da David French, Mehmet Özdoğan ve Jacop Roodenberg'in arkeoloji ile ilgili çalışmaları tarih öncesiyle ilgili pek çok yeni bilgi ortaya koymuştur. Bursa ve civarında MÖ 4000'li yıllardan itibaren çeşitli yerleşimlerin olduğu saptanmıştır; fakat yöreye ait kesin bilgiler MÖ 700'lere dayanmaktadır. Homeros, bölgeden Mysia olarak söz etmektedir. Günümüzde Bursa yöresinde Mysia yerleşmelerini anımsatan iki köy bulunmaktadır: Misi(Gümüştepe) ve Misebolu. Tarihi coğrafyada bölgeye Frigya da denilmektedir. MÖ 700'lerde İskitler'den kaçan Kimmerlerin Frigya devletini yıktıkları bilinmektedir. Bursa adı, bu şehri kuran Bitinya Kralı "Prusias"dan gelmektedir. MÖ 7. yüzyılda bu bölgeye göç eden Bityn'ler(Bitinler) buraya "Bitinya" adını verirler. MÖ 185'te, Kartaca'nın yetiştirdiği büyük generallerden Hannibal'ın Kral I. Prusias'a, Prusias ve Olympus kentinin kurulmasını örgütlediği bilinmektedir. "Prusias" adı zamanla "Prusa", sonra da "Bursa"'ya dönüşmüştür. MÖ 74'te Roma İmparatorluğu’nun egemenliğine geçen Bitinya, Roma'dan gönderilen Proconsul(Eyalet Valisi)'lerce yönetilen bir Asya Eyaleti haline gelmiştir. Bursa, MS 385-1326 yılları arasında ise Bizans dönemini yaşamıştır. MS 555 civarında bölgede "ipek" üretimine başlanmış ve doğal sıcak sulu kaplıcaların üretilmesi ile küçük bir "kaplıca kenti" kurulmuştur. Bursa, 1204-1261 yılları arasında İznik'e bağlıdır, genelde kale içinde kalmış, fazla büyüyememiştir. Anadolu Selçuklu Devleti'nin zayıflayıp dağılmaya başlamasıyla kurulan Anadolu Beylikleri içinde zamanla gelişen Osmanlı Beyliği, çevredeki tekfurların arazilerini de alarak güçlenmiştir. Bursa, 1307 yılında Osman Bey tarafından kuşatılmış, uzun süren kuşatmadan sonra 6 Nisan 1326'da Osman Bey'in oğlu Orhan Bey tarafından alınmıştır. 1335 yılında başkent Bursa'ya taşınmış ve kentte büyük imar hareketleri yaşanmıştır. Osmanlılar Bursa'yı aldıklarında kent sadece hisar içinden ibaretken, Orhan Gazi şehri hisarın dışına çıkararak Orhan Gazi Külliyesini kurdurtmuştur. Surlar dışında mevcut yerleşmeye yakın, hakim noktalarda cami, hamam, imarethane, darüşşifa, medrese gibi kamu yapıları inşa edilerek bu külliyelerin çevrelerinde konut alanları yaratılmış ve böylece bir yerleşme geleneği başlamıştır. Başkent, 1363 yılında (I. Murad Hüdavendigâr döneminde) Edirne'ye taşınmıştır. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethetmesinden sonra ise Bursa'nın faal rolü son bulmuş ve yönetim merkezi niteliğini kaybetmiştir. Bursa'da Osmanlı Devleti hakimiyetinde, 1922 yılına kadar, Müslüman, Rum, Ermeni ve Yahudi toplumları birlikte yaşamışlardır. Tanzimat sonrası dönemde "Hüdavendigar Vilayeti merkezliği" yapan Bursa'ya 1900'lü yılların başında Biga (merkezi Çanakkale), Bilecik, Kütahya, Karesi (Balıkesir), Karahisar (Afyon) sancakları bağlı bulunmaktaydı. Millî mücadele dönemlerinde çeşitli ayaklanmaların yaşandığı Bursa, 8 Temmuz 1920 de Yunanlarca işgal edilmiş; Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nden sonra 11 Eylül 1922'de Türk birliklerince geri alınmıştır. Bursa, 1987 yılında çıkarılan 3391 sayılı kanun ile büyükşehir unvanı kazandı. Başlangıçta üç ilçe (Nilüfer, Osmangazi ve Yıldırım) Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin sınırlarına dahil edildi. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 30 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi. Bu sınırlar içinde kalan 7 ilçe, büyükşehir ilçe belediyeleri hâline geldi. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu. 21 Ekim 2014 tarihinde, Bursa Valiliği ve Bursa Kültür Tanıtma Birliği tarafından Bursa şehir logosu tanıtılmıştır. Logo Bursa şehrinin markalaştırılması amacıyla tasarlanmıştır. Logoda Türk islam sanatının bilinen motiflerinden olan çintemani desende lale motifi yer almaktadır. Genelde ılıman bir iklime sahiptir. Ancak, iklim bölgelere göre de değişiklik göstermektedir. Kuzeyde Marmara Denizinin yumuşak ve ılık iklimine karşılık güneyde Uludağ'ın sert iklimi ile karşılaşılmaktadır. İlin en sıcak ayları Temmuz - Ağustos , en soğuk ayları ise Aralık- Ocak'tır. 52 yıllık gözlem süresi itibarı ile yıllık ortalama yağış miktarı 70,6 cm.dir. İlde ortalama nispi nem % 69 civarındadır. İl Nüfusu: 2.901.396'dır (2016). İlin yüzölçümü 10.813 m²'dir. İlde km²'ye 268 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 5907 kişi ile Yıldırım’dır) İlde yıllık nüfus artış oranı % 2,07 olmuştur. Bursa İl Nüfusu: 2.936.803(2017 sonu). İlin yüzölçümü 10.813 km2'dir. İlde km2'ye 272 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 5887 kişi ile Yıldırım’dır) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,22 olmuştur. 2017 yılında TÜİK verilerine göre 17 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 1060 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Kestel (%5,02)- Keles (-%3,71) 2007 yılı nüfus sayımı resmi kesin sonuçlarına göre Türkiye'nin 4. büyük kentidir. Brookings Institution ve JP Morgan'ın 2014 yılı baz alınarak oluşturulan ekonomide yükselen kentler sıralamasında Bursa 300 şehir arasında İstanbul'un ardından 4. sırayı aldı. Aynı listede Türkiye'den İstanbul ve Bursa dışında İzmir 2 ve Ankara 9. sırada yer almıştır. Bursa; otomotiv, tekstil, makine, gıda sanayi sektörlerinde söz sahibidir. Tarihte ilk havlu üretiminin Bursa'da gerçekleştiği söylenir. Halen de havlu üretimi ve ihracatı gerçekleştirilir. İpek üretimi ve bıçakçılık Bursa'nın eskiden dünyaca tanınmasını sağlamasına rağmen şu anda bitme noktasına gelmiştir. 1961 yılında kurulan Türkiye'nin ilk organize sanayi bölgesi Bursa Organize Sanayi Bölgesi ile daha sonra oluşan Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi ve özellikle İzmir ve Ankara yollarının çevresi Bursa'da sanayileşmenin yoğun olduğu yerlerdir. Kaplıcaları, Uludağ'ı, İskender Kebabı,Kestane Şekeri, İnegöl Köftesi,Şeftalisi, Havlusu ile meşhurdur. Türkiye'nin ilk zeytinyağı laboratuvarı Bursa'ya kurulmuştur. Bursa'da otomotiv sanayi kuruluşları, otomobil, otobüs, tren vagonları ve bunlara ait yedek parçaların imalatını yapmakla birlikte, yurt içine ve yurt dışına satış yapmaktadır. Fiat, Renault fabrikaları ve bu fabrikalara parça sağlayan diğer fabrikalar sayesinde Bursa önemli bir otomotiv kentidir. Şehrin göç almasın
daki en büyük etkenlerin başında bu fabrikalar gelir. İnegöl İlçesinde Organize sanayi bölgesinde faaliyet göstermektedir. Ayrıca İnegöl ilçesinde sadece mobilya üzerine satış yapan İnegöl Mobiliyum AVM bulunmaktadır. Türkiye'deki birçok yerli tekstil markasının fabrikaları ve Bursa Uluslararası Tekstil Ve Ticaret Merkezi Bursa'da bulunmaktadır. Ayrıca tekstil sanayi olarak da Türkiye'nin en gelişmiş şehirlerinden biri konumundadır. 2000'de UNESCO tarafından Dünya Mirası Geçici Listesi'ne dahil edilen Bursa, 2014'te ise Dünya Mirası olarak tescil edildi. Türkiye'nin ilk tekstil müzesi Bursa'dadır. Uluslararası Bursa Festivali 1962 yılından beri, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı'nın (BKSTV) koordinasyonunda düzenleniyor. Bursa Bölge Senfoni Orkestrası, temeli 1997 yılında atıldı. Bursa Botanik Parkı, 1998 yılında hizmete açılmıştır. Bursa Hayvanat Bahçesi, 1998 yılında hizmete açılan Avrupa standartlarındaki hayvanat bahçesidir. Karagöz Gölge oyunu, tarihte Bursa'nın Türk kültür yaşamına kazandırdığı en önemli etkinliklerden birisidir. Cumhuriyet tarihinin ilk modern sinema-tiyatro-konser salonları arasında yer alan Tayyare Kültür Merkezi, mimar Arif Hikmet Koyunoğlu'nun projesi doğrultusunda Tayyare Cemiyeti (Türk Hava Kurumu) tarafından yaptırılmış ve 1932 yılında Bursa'da hizmete açılmıştır. Bursa Devlet Tiyatrosu 1957 yılında kuruldu. Bursa Devlet Türk Sanat Müziği Korosu 1991 yılında kuruldu, Kültür Bakanlığı’na bağlı. Kılıçkalkan, yörenin ünlü halkoyunudur. Bunun yanı sıra Uludağ yöresi Türkmen oyunları olan Güvende, Sekme, Çiftetelli, Düz Oyun, Büyük Oyun ilgi çekicidir. Bursaspor 2009-10 sezonunda Süper Lig şampiyonu olmuştur. Süper lig tarihinde şampiyon olan 5. takımdır. Anadolu kulüpleri içinde Trabzonspor'dan sonra şampiyon olmuş tek futbol kulübüdür. Bursaspor'un müzesinde çeşitli kupaların yanı sıra bir adet Türkiye Kupası da vardır. Ayrıca UEFA Şampiyonlar Liginde gruplara kalan ilk Anadolu kulübüdür. Kulübün Teksas adıyla Türkiye çapında tanınan taraftar grubu vardır. 2017-2018 sezonunda, Bursaspor futbol takımı süper ligde 13. olmuştur. Basketbol Tofaş 1998-99 ve 1999-2000 sezonlarında Türkiye Basketbol Ligi şampiyonu olmuştur. 2017-2018 sezonunda Avrupa kupalarına basketbol erkekler EuroCup’ da Tofaş grup 5.si olarak elenmiştir. Bayanlar Voleybol 1. Liginde Nilüfer Belediyesi mücadele vermektedir. Bu alanda Bursa Büyükşehir Belediyespor (kadın voleybol takımı) Cev Challenge Kupasını alarak Avrupa Şampiyonu olmuştur. Ayrıca 2010-11 sezonunda Tofaş Erkek Voleybol takımı da yine 1. lig de mücadele etmiştir. 2017-2018 sezonunda Challenge Cup’ da Bursa Büyükşehir Belediyespor, geçen yıl şampiyon olduğu kupada bu yıl 2.olmuştur. Voleybol erkeklerde İnegöl Belediyespor Balkan şampiyonu olmuş ve Challenge Cup’ a katılmış, ilk turda elenmiştir. Voleybol kadınlar süper liginde Nilüfer Belediyespor ligi 7.sırada tamamlamıştır. 2017-2018 sezonunda hentbol süper liglerinde erkeklerde Nilüfer Belediyespor, kadınlarda Osmangazi Belediyespor ve Mudanya Bld. Dinçspor bulunmaktadır. Önemli spor tesisleri: Bursa Büyükşehir Belediye Stadı (43.331), Tofaş Spor Salonu (7.500), Cengiz Göllü Spor Salonu (5.000), Atıcılar Kapalı Yüzme Havuzu-olimpik (2.500), Bursa Osmangazi Hipodromu (2.690) ve Uludağ Kayak Merkezidir. 2005 yılında Bursa Büyükşehir Belediyesi Türkiye'nin ilk ve tek kalite belgeli büyükşehir belediyesi olmuştur. 2016 yılında TÜİK verilerine göre 17 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 1.060 mahalle bulunmaktadır "En büyük ilçe:" Mustafakemalpaşa (1731 km²) "En küçük ilçe:" Gürsu (118 km²) "En yoğun ilçe:" Osmangazi (841.756) Türkiye'nin en büyük 4. ilçesidir. "En az nüfus:" Harmancık (6.551) "(2016 yılı nüfus verilerine göre)" Bursa sınırları dahilinde çok sayıda ilk ve orta dereceli eğitim kurumu bulunmaktadır. Bursa, Yerel Medya Kuruluşlarının en fazla olduğu illerden biridir. Bursa'da 27'si Merkezde olmak üzere Toplam 39 Yerel Radyo Kanalı, 8 Yerel Televizyon Kanalı, 20'si Merkezde Toplam 46 Yerel Gazete bulunmaktadır. Bunun yanında kentin cemiyet hayatını ve gece yaşantısını anlatan magazin dergileri ve yerel ekonomi dergileri de Bursa'nın diğer yerel basın kuruluşlarıdır. Yerel basın kuruluşları haricinde tüm ulusal radyo ve TV kanalları da Bursa'da farklı frekanslarda yayın yapmaktadır. Şehirde ayrıca, Anadolu Ajansı, İhlas Haber Ajansı, Cihan Haber Ajansı, Doğan Haber Ajansı gibi önemli haber ajanslarının büroları bulunmaktadır. Şehir içi ulaşım 1998'e kadar Taksi, Dolmuş ve Belediye otobüsü gibi klasik sistemlerle karşılanıyordu. 1998'de Bursa metrosu'nun temeli atıldı ve 2002'de işletmeye açıldı. Bursa ile Uludağ arasında ulaşımın sağlanması amacıyla bir Teleferik hattı kullanılmaktadır. Bu teleferik hattı, Türkiye'nin ilk ve en uzun teleferik hattıdır. Heykel - Kent Meydanı arasında T1 tramvay hattı ve Cumhuriyet Caddesi - İncirli Caddesi üzerinde bir tramvay hattı bulunmaktadır. Bursa tramvay hatlarında ASELSAN tarafından üretilen ve Türkiye'de üretilen ilk tramvay olan "İpekböceği", 2013'ten beri işlemektedir. Bursa, İstanbul ve İzmir illeri arasında bir köprü gibidir. Bu D-200 karayoludur. Bursa'da otoyol da mevcuttur.(O-33) Bursa şehir merkezinin kuzeyinde bulunur, iller arası ulaşımı kolaylaştırmak için yapılmıştır. Şehir içi ulaşım ise BURULAŞ'a aittir. Bursa'da çok sayıda halk otobüsü, minibüs, dolmuş ve taksi bulunur. Otobüsler ve Bursaray'da ücretler Bukart adı verilen manyetik kartla sağlanır. 75 dk. içinde Metro-otobüs aktarmalarında ücretlendirmede indirim olur. Bursa'da hava ulaşımı Bursa Yenişehir Havaalanı aracılığıyla yapılır. Anadolu da birçok merkeze Ankara aktarmalı sefer düzenlenmektedir. Hava alanı Yenişehir ilçesinde bulunur. Hava yolunun şehrin merkezinde bulunmamasının sebebi eskiden askeri amaçla kullanılan yedek hava meydanının sivilleştirilmiş olmasıdır. Ayrıca Gemlik'ten İstanbul(Haliç)'a BURULAŞ tarafından deniz uçağı seferleri yapılmaktadır. Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin İDO'ya karşı çıkarmış olduğu BUDO Mudanya'dan İstanbul'a deniz otobüsü seferleri yapmaktadır. İDO aracılığıyla da Güzelyalı, Mudanya'dan İstanbul'a deniz otobüsü ve feribot ulaşımı yapılır. Ayrıca BURULAŞ yaz aylarında körfez seferleri düzenlemektedir. Türkiye'de demir yolu ulaşımı ilk olarak 1892'de yapılan Mudanya demir yollarının 1931'de satın alınmasıyla gelişse de 10 Temmuz 1953'te Bursa-Mudanya demiryolu hattının kapatılması sonrasında TCDD tarafından Bursa'ya demir yolu ulaşımı, 1928-1932 arasında inşa edilen Kütahya-Balıkesir demiryolu kapsamında 1930'da açılan Harmancık istasyonu haricinde sağlanmamıştı. 30 Aralık 2011 tarihinde Bursa hızlı tren hattı sözleşmesi imzalandı. Proje 2015 yılına kadar gerçekleştilecek. Bursa'da demiryolu ulaşımını BursaRay yapar. Yapımına 1998'de başlanmıştır. Bursa'nın merkez ilçe ve semtlerini çoğu noktada doğu-batı doğrultusunda birbirine bağlar. BURULAŞ isimli Bursa Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı şirket tarafından işletilmektedir. Belirli etaplar halinde yapıldığından henüz tamamen bitirilmemiş bir projedir. 2002'de ilk olarak iki hat halinde işletmeye açıldı. Şu anda bu hatlar Emek'ten başlanan ve Kestel'de sona eren 1 no'lu hat ve Uludağ Üniversitesi'nden başlayan ve yine Kestel'de sona eren 2 no'lu hattır. Toplam uzunluğu 51 km'dir. Bursa Cumhuriyet Caddesinde Zafer Meydanı ile Çınarönü arasında nostaljik tramvaylar hizmet vermektedir. Hem ulaşım hem turizme katkı sağlayan 1,5 km'lik hat, 28 Mayıs 2011 günü törenle hizmete açılmıştır. Nostaljik tramvayın ilgi görmesinden dolayı mevcut hatta ilave yapılmıştır. 20 Temmuz 2011 tarihinde başlayan inşaat çalışmasıyla nostaljik tramvay, Yıldırım'ın Davutkadı semtine uzatıldı. İlave hat, 5 Kasım 2011 günü törenle hizmete açılmıştır. Hattın uzatılmasıyla birlikte hem nostaljik hem de normal tramvaylar hizmet vermektedir. Günde 7.000'den fazla yolcu bu hattı kullanmaktadır. T1 hat numaralı Heykel-Kent Meydanı tramvay hattının çalışmaları 07.08.2012 tarihinde başlamıştır. Stadyum Caddesi-Altıparmak Caddesi-Atatürk Caddesi-Heykel-İnönü Caddesi-Kıbrıs Şehitleri Caddesi-Kent Meydanı-Darmstad Caddesi güzergahında sefer yapacak olan tramvayda hat boyunca 13 İstasyonu bulunan T1 tramvay hattı 12 Ekim 2013 tarihinden itibaren yolculu seferlere başlayarak Heykel-Osmangazi-Darmstad Caddesi arasında ring sefer yapmaktadır. Uludağ ile Bursa arasındaki ulaşımı kolaylaştıran bir sistemdir. Türkiye'nin en uzun teleferiği olan Uludağ Teleferiği, Bursa'dadır. Yıldırım'daki Teferrüç semti ile Uludağ'daki Sarıalan yaylası arasında 1963'te kurulmuştur. Kadıyayla istasyonundaki aktarma ile toplam 4766 metre uzunluğundadır. 374 metrelik rakımdan başlayan yolculuk, yaklaşık 20 dakika sonra 1634 metrelik rakımda sona erer. Bu teleferik aynı zamanda Türkiye'nin ilk teleferiğidir. 2014 yılı itibarı ile tamamen yenilenen teleferik Sarıalan'a 12 dakikada ulaştırmaktadır. 2015 yılında oteller bölgesine açılan teleferikle Bursa teleferiği, Dünya çapında en uzun mesafeli teleferik hattı olmuştur. Bursa sağlık açısından çok gelişmiş bir şehirdir. Çok sayıda özel ve devlet hastanesi barındırır. Hastanelerden bazıları aşağıdadır. Fergana,Özbekistan Kemalettin Tuğcu Kemalettin Tuğcu (d. 27 Aralık 1902 - ö. 18 Ekim 1996), Türk yazar. 200'den fazla Türkçe romana imza attı. İstanbul'da doğdu. Ayaklarındaki bir özür nedeniyle, uzun süreli eğitim görmedi. Kendi kendini yetiştirmiş olan Tuğcu, 13 yaşlarında şiir ve öykü yazmaya başladı. Özellikle, acıklı konuları ve melodramatik olay örgüleri olan romanlarıyla tanındı. 1928 yılında Türkiye Yayınevi'nde çalışmaya başlayan Tuğcu'nun ilk romanı, 1936 yılında yayımlandı. Türkiye'nin hızlı bir değişim geçirdiği, özellikle köyden kente göçle birlikte kentlerin büyüdüğü, şehir merkezlerinde ahşap evler yıkılıp apartmanlar inşa edilirken kentlerin çevresinde kenar mahallelerin oluştuğu 1960'lı yıllarda Kemalettin Tuğcu'nun kısa romanları çok sayıda okura ulaştı. Okurları çoğunlukla çocuklardan ve gençlerden oluşan Kemalettin Tuğcu'nun 300
'den fazla romanı yayımlandı. Kemalettin Tuğcu, Türk sinemasında çocuk yıldızların rol aldığı filmlerin ilki olan Ayşecik'in senaryosunu kaleme almıştır. "Baba Evi" adlı romanı, aynı adlı televizyon dizisine ilham vermiştir. 1990'lı yılların sonlarında Star TV'de aynı adlı kitaplarından uyarlanarak yayınlanan Üvey Baba, Küçük Besleme, Mercan Kolye, Babamın Günahı ve Altın Saçlı Kız filmleri ile filmlerin devamı niteliğinde aynı kadroyla çekilen Üvey Baba, Küçük Besleme, Mercan Kolye dizileri büyük başarı kazanmıştır. 18 Ekim 1996 tarihinde vefat eden Kemalettin Tuğcu Çengelköy mezarlığı'nda toprağa verilmiştir. Kurumsal kimlik Kurumsal kimlik, pazarlamada (marketing), bir kurumun görünen yüzüne verilen isimdir. Kurumun kendini ifade etme şeklidir. Bu ifade belli sınırları çizilmiş ve genellikle değişmez bir ifadedir. Kurumu anımsatacak bir tasarımın ne ölçülerde ve nasıl kullanılması gerektiğini belirten kurumsal kimlik kitabı bu sistemin vazgeçilmez öğesidir. Öyle ki bir kurumsal kimlik tasarımı içinde amblem (logo) den ofis dizaynına, çalışanların giyim kuşamından araç üstü giydirmeye, antetli kâğıttan, tabelaya, web sitesinden vefat ilanlarına, ambalaj dizaynından faaliyet raporuna kadar her şeyin ne ölçülerde ve nasıl kullanılacağı belirtilmiştir. Kurumsal kimlik kurumun imzasıdır ve bu yönüyle değişime kapalıdır. Belli dönemlerde firma ve tasarımcıların ortak çalışmasıyla değiştirilebilmesine rağmen firma kurumsal kimlik ile oluşturduğu imajı sıklıkla değiştirmek istemez. Kurumsal kimlik çalışmalarında hiç şüphesiz çalışmanın temeli firma amblemi üzerine kurulmuştur. Amblem renklerinin her durumda aynı değerde basılması, yazı tiplerinin hiçbir zaman değişmemesi bu çalışmanın temelini oluşturur. Özellikle renk bilgisinin taşınması, değişmemesi için renklerin pantone numaraları belirtilir. Kurumsal kimlik firma için oluşturduğu imajla, tüketicinin aklına kazınır. Bu yönüyle firmanın reklam yatırımlarının başarılı olmasının sağlayan çalışmalardan biridir. İkinci Çağ İkinci Çağ veya Güneşin İkinci Çağı, J. R. R. Tolkien'in hayalî evreni Orta Dünya'da bir zaman dilimidir. Kurgusal Orta Dünya Tarihi'de, aslında gerçek Dünya'nın tarihinin kadim zamanları ima edilmiştir. İkinci Çağ, Manwë'nin habercisi Eönwë'nin komuta ettiği Batılı Efendiler'in Morgoth'u Boşluk'a yollaması ile başlamıştır. 3441 yıl süren bu periyot, Númenor'un Çöküşü'nden bir süre sonra İnsanların ve Elflerin Son İttifakı tarafından Sauron'un mağlup edilmesi ile sona ermiştir. Bu çağın belirleyici olayları Númenor'un Yükselişi, Sauron'un Yükselişi, Yüzüktayflarının yaratılışı ve Yüzükler için Elfler ve Sauron arasında yaşanan ilk savaşlardır. İkinci Çağ, Silmarillion'da anlatılan Birinci Çağ ve Yüzüklerin Efendisi'nin de yer aldığı Üçüncü Çağ'dan farklı olarak kronolojisi ayrıntılı olarak kaydedilmemiştir. Bununla birlikte, "Yüzüklerin Efendisi"'nde İkinci Çağ hakkında bazı bilgiler verilir. Bu bilgiler arasında, Morgoth'un son yenilişi ile Birinci Çağ'ın sona ermesi ve Sauron'un ilk yenilişi ile Üçüncü Çağ'ın başlaması vardır. "Yüzüklerin Efendisi" "Ek B"'de geçen "Yılların Hikâyesi" başlıklı yazıda, İkinci Çağ hakkında bazı bilgiler verilir, bunlar özellikle Yüzüklerin Efendisi'ndeki olaylar ve kişilerle ve/veya Güç Yüzükleri ile alakalı bilgilerdir. "Yüzüklerin Efendisi Ek A", Númenor'un kraliyet ailesinin şeceresi bulunmaktadır. Ayrıca "Unfinished Tales"'de, Númenor ve bazı kralları ile ilgili daha ayrıntılı bilgi mevcuttur. İkinci Çağ ile ilgili başka birkaç yazı daha mevcuttur ancak birçok hikâye bilinen olaylara dair bilgiler verip hiç bilinmeyen bazı dönemleri boşlukta bıraktığı için İkinci Çağ 'ın bütünü ile ilgili bilgiler, eksik kalmaya devam etmektedir. Saruman Ak Saruman (3.Çağ 1000–3019, Orta Dünya’da 2019 yıl boyunca yaşadı) 3.Çağ’da, Orta Dünya’ya Valar’ın Temsilcisi olarak gelen ilk sihirbaz, diğer bir adla Istari’dir (Büyücü kelimesinin başka bir karşılığıdır Istari). Ak Divan’ın başıdır. Sindarin’deki adı, “Yetenekli İnsan” manasına gelen, Curunír’dir. Valinor’da, Manwë tarafından bir divan toplandı. Bu muhtemelen, 2.Çağ’ın ortalarında, güç yüzüklerinin yaratımından kısa bir zaman sonraydı. Divan esnasında Orta Dünya’ya beş temsilci gönderilmesine karar verildi. Gönderilecek olanlar, ”güçlü, Sauron’a denk, yine de güçten yoksun ve ete kemiğe bürünmüş” olmalıydı – yani Istari veya Sihirbazlar. Gönderilenlerden biri, Valinor’da Curumo, Sindarin’de Curunír olarak bilinen Saruman’dı. Kendisi aynı zamanda Aulë’nin oldukça kuvvetli bir Maia’sıydı (tıpkı bir zamanlar Sauron’un da olduğu gibi... Aulë, Eru’nun ırkları yaratmasını bekleyemeden kendi ırkını yaratan Vala’dır. Başka bir deyişle cüceleri yaratan güçtür). Maiar da tıpkı Valar gibi insanın melek formlarıdır, sadece daha düşük versiyonlarıdır. İkisi birlikte (Maiar ve Valar) Ainur’dur (tekili Ainu) ve Arda’nın, yani dünyanın, yaratımından önce vardırlar. Saruman, Manwë tarafından gönderilecek takımdaki gönüllülerden biriydi ve aynı zamanda Mithrandir’den (Gandalf) sonrakidir. Saruman’ın Gandalf’a karşı olan kıskançlığı burada bile baş göstermişti. Varda (Manwë’nin eşi), Gandalf’ı üçüncü Istari, sihirbaz olarak gösterdiğinde Saruman’ın içinde neden kendisi üçüncü olarak seçilmedi diye bir fırtına kopmuştu. Saruman Radagast’ı kendinden aşağı görmesine rağmen kendisiyle gelmesi için zorlamıştı. Birçok öyküye göre, Saruman Mithlond’a (Boz Limanlar), Eriador’un batısına, bir gemiyle yalnız başına vardı. Bu varış yaklaşık 3.Çağ’ın 1000 yılında gerçekleşmiştir ve yalnızca bir Sindarin elfi olan Círdan Saruman’ın kimliğini ve kökenini biliyordu. Burada iki kısa ama birbirinden biraz farklı hikâye vardır. Bunlardan ilki Curumo’nun (Saruman’ın), Aiwendil’i (Radagast’ı) yanına Yavanna ona yalvardığı için aldığıdır. İkinci hikâyeye göre ise, “Curumo’nun (Saruman) Aiwendil ‘i (Radagast) yanına, Yavanna’nın eşi Aulë onu buna mecbur ettiği için” yanına aldığını söyler. (Yarım kalmış Öyküler, Bölüm dört, Kısım II: Istari). Saruman, tıpkı kendisinden önce buraya gelen iki mavi sihirbazın (yani Alatar ve Pallando’nun) yaptığı gibi ilk olarak Orta Dünya’nın doğusuna gitti. 1500 yıl sonra ise Sauron Dol Guldur’de yeninden güçlendiği sırada yönünü batıya çevirdi. 3.Çağ’ın yaklaşık 2463 yılında Ak Divan ilk kez kurulduğunda Saruman divana başçılık yapacak kişi olarak seçildi. O zaman bile Saruman, Sauron’un yeniden güçleneceğini sezmişti ve gücüne karşı içinde büyük bir arzu ve kıskançlık baş gösterdi. Özellikle de Tek Yüzük’e karşı… Tesadüfen bu yıl aynı zamanda Gollum’un Tek Yüzük’ü bulduğu aynı yıldı. 3.Çağ’ın 2759 yılında Gondor’un o zamanki Vekilharcı olan Beren, Isengard halkasında bulunan Orthanc Kulesini karargâh olarak kullanması için Saruman’ın emrine verdi. Böylece Saruman, Batı’nın hür halklarının savunması için önemli bir nokta olmuş oldu. Orthanc’da, bir Palantír’e, yani 7 kadim görme taşından birine rastladı ancak bu bilgiyi gizli tuttu, özellikle de Ak Divan’dan. Daha sonraki zamanlarda da taşı kullandığını gizleyerek Divan’a ihanet edecekti. 3.Çağ’ın 2850 yılında, Gandalf Dol Guldur’a girdi ve şeytani varlık Sauron’un dönüşünü doğruladı. Saruman’ın tavsiyesiyle Ak Divan, Dol Guldur’a saldırmama kararı aldı. Bu olayla birlikte Gandalf ilk kez, Saruman’ın Tek Yüzük üzerinde bir hâkimiyet arzusu olduğuna dair şüphelendiğini gösterdi. Saruman’ın Divan’ın Dol Guldur’ saldırmasını engellemesinin arkasındaki gerçek stratejisi, Sauron’un gücünü toplamasına devam etmesine izin vermek ve bu sayede Tek Yüzük’ün kendisini ortaya çıkarmasını sağlamaktı. Bu noktada, Saruman yüzüğü ilk olarak kendinin ele geçirmeye gücünün yeteceğini umuyordu. Kısa süre içinde, Sauron’un yüzüğün bulunabileceği yerler hakkında beklediğinden daha fazla şey bildiğini fark etti ve 3.Çağ’ın 2941 yılında nihayet Sauron’a karşı Dol Guldur’a bir saldırı düzenlenmesine razı oldu. (Bu noktada Sauron, Mordor’a geri çekildi ve 5 Ordular Muharebesi yaşandı.). Görülen o ki ya bu zamanlarda ya da yüzük-bilimine dair olan çalışmaları başarıya ulaşmadan kısa zaman önce Saruman, Noldor’lu Eregion’un yeteneğinin bir kısmını taklit etmeyi başardı ve kendi güç yüzüğünü yarattı. Muhtemelen bu yüzüğü güçlerini artırmak için kullandı ve sesinin de gücü ile birlikte çok daha büyük bir büyücüye dönüştü. Ancak görünen o ki, Saruman’ın yüzüğü, Tek Yüzük şöyle dursun, Elflerin Üç Yüzüğü kadar bile güçlü değildi. Sauron Dol Guldur’u terk etti, yeniden ortaya çıktı ve Mordor’da hükümdarlığını başlatarak kendini tamamen açığa çıkardı. Mordor’da, Minas Ithil (ya da sonraki adı ile Minas Morgul)’de ele geçirdiği palantír sayesinde Saruman ile temas kurmayı başardı. Gandalf’a duyduğu aşırı kıskançlık ve gittikçe büyüyen gururu ile kibiri, palantír vasıtası ile Düşman tarafından çarpıtıldı, sonunda Saruman, Sauron’un bir hizmetkârı haline geldi. (Yine de gizliden gizliye Tek Yüzük’ü kendisi için ele geçirmeyi umuyordu.) Yaklaşık olarak bu zamanlarda, Rohan’ı kontrol etme teşebbüsleri adına Saruman, Kral Théoden’in akıl danışmanı olan Solucandil Gríma’nın sadakatini satın aldı. Böylece Gríma, Sauron’un artan güçlerine karşı hiçbir şey yapmama konusunda kralı ikna etmeye ve ona bu yönde tavsiyeler vermeye başladı. Eğer ertesi yıl Gandalf bu olaya el atmayıp, Kral Théoden’e sağ kolunun gerçek yüzünü göstermeseydi ve kralı tekrar eski, sağlıklı haline döndürmeseydi Saruman ve Solucandil’in bu ihaneti Rohan ordusunun gücünü büyük ölçüde zayıflatacaktı. Gandalf, Tek Yüzük’ün keşfedişini ve yüzüğün yerini kendisine iletinceye kadar Saruman gerçek niyetini açığa vurmadı. Gandalf bu bilgiyi kendisine aktardığında ise Saruman ona, Sauron ile olan anlaşmasını itiraf etti ve Sauron’a katılmadıkları takdirde yitirmeye mahkûm olduklarını dile getirdi. Kendini “Renkli Saruman” olarak ilan etti ve Gandalf kendisine katılmayı reddettiğinde onu Isengard’da hapsetti. Daha sonra Gandalf kaçmayı başardı ve Elrond’un Divanı’nda Saruman ile arasında geçenleri anlattı. Böylece Saruman’ın ihaneti Ak Divan’ın geri kalanı tarafından
da bilinir oldu. Saruman çok geçmeden Cadı-Kral Isengard’a geldiğinde yalan söyleyerek yeni efendisi Sauron’a da ihanet eder. Sauron, birkaç yıl önce yüzüğü bulan Baggins’i ve onun yurdu olan Shire’ı araması için Nazgûl’u göndermişti. Saruman, Shire hakkında hiçbir şey bilmiyormuş gibi davrandı. Ancak daha sonra Nazgûl, onun gönderdiği Shire ajanlarından birini yakaladı. Böylelikle Saruman iki taraf tarafından yakalanmış ve hain olarak damgalanmıştı. Bu andan sonra Saruman Tek Yüzük’ü ele geçirmek için tüm gücünü ve imkânlarını ortaya koymaya başladı. Saruman zaman yitirmeden Rohan’a saldırı planlarına, Kral’ın oğlu olan Théodred’i öldürme girişimlerine, Shire’dan kaçan Frodo Baggins’i yakalamak için ajanlarını göndermeye ve Frodo ve arkadaşlarının Gondor’a doğru izleyebileceği muhtemel yollara akıncı takımları yollamaya başladı. İronik olarak bu akıncı takımlarından biri Peregrin Took ile Meriadoc Brandybuck’ı yakalayarak ikiliyi tam zamanında, Entleri harekete geçirmeleri için Fangorn Ormanı’na taşıdı. Gandalf, Saruman’ın bu sıralarda yüzük kaybolmadan önce onu taşıyan Isildur’un kalıntılarını da bulduğundan ve onları da yok ettiğinden şüpheleniyordu. Saruman’ın Shire’a kurduğu şebeke Frodo Baggins’i ele geçirmeyi başaramadı, kısmen de olsa tek başarılı olan akıncıları Éomer tarafından durdurdu, Gandalf Rohanlıları zafere götürdü ve Entler Isengard’ın hakimiyetini ele geçirdi. Tamamen yenildiğinin farkında olan Saruman yaptıkları yüzünden pişmanlık duymayı ve af dilemeyi düşünse de son anda bundan da caydı. Hâlâ kaçabileceğine dair biraz umudu vardı ve bu ufacık umut kırıntısı bile yok etmeye çalıştığı kişilerin ellerinde alay konusu olmaktan çok daha iyi görünüyordu gözüne. Gandalf ve Théoden’i davasına katmak için son bir çaba daha sarf etti ancak başaramadı; asası kırıldı ve Istari arasından kovuldu. Gandalf’ın esareti sırasında Saruman Orclardan, Doğudöllerinden ve Uruk-hai’larden oluşan ordusunu kurmaya başlamıştı. Ta ki Gandalf ve Entler gelip Isengard’ı yok edinceye dek… Eğer işler daha yavaş gelişmiş olsaydı ya da Gandalf doğru zamanda doğru yerlerde olmasaydı Solucandil, Rohan üzerinde tam bir hakimiyet kurabilir ve böylece Rohan esareti altına girebilir veya yok edilebilirdi. Saruman planlarında başarılı olamadı çünkü Gandalf’ın kaçışı yüzünden hamlelerini çabucak ve acele ile gerçekleştirmek zorunda kaldı, onları mükemmelleştirmek için yeterli zamanı yoktu. Saruman kendisini halen “düşmemiş” olarak görürken Gandalf’ı kendi yanına çekeceğine gerçekten de inanmıştı ve Gandalf onu reddettiğinde ise kendini ihanete uğramış gibi sezdi. Emyn Arnen’de yüzüğü kendisi için ele geçirmeyi başaramaması planlarını daha da fazla bozdu çünkü artık Mordor tarafından da bir hain olarak görünecekti. Yüzük Savaşı’nın son kısımlarında saf dışı bırakılan Saruman, sesinin büyüsünün de yardımıyla Entleri kendisini bırakmaları yönünde ikna etti. Ardından ajanı Lotho Torbaköylü-Baggins sayesinde denetimini ele geçirdiği Shire’a gitti. Son günlerini Sharkey takma adı ile burada kurdu bir haydut çetesini yöneterek geçirdi. 3. Çağ’ın 3019 yılında Frodo ve arkadaşları Shire döndü ve buradaki harekatlarına son verdi. Solucandil, Saruman’a ihanet etti ve onu bıçaklayarak öldürdü. Bir Maia olan Saruman gerçekten ölmedi elbette ancak ruhu şeklini yitirdi. Tıpkı Númenor’un düşüşü sırasında ve Son İttifak’taki yenilgisinden sonra Sauron’un da yitirmiş olduğu gibi… Gövdesini yitirdiğinde ruhu Mandos’a gitmeliydi, tüm Elfler, insanlar ve diğerleri öldüklerinde gidecekleri salonlara… Ama salonlara gidişi engellendi ve belki de (Tek Yüzük’ün yok edilişinin ardından tıpkı Sauron gibi) Orta-Dünya üzerinden güçsüz ve amaçsızca dolaşmaya mahkûm edildi. Saruman kara saçlı, ihtiyar bir adam görünümündeydi. Üçüncü Çağ’ın sonlarında saçının ve sakalının büyük çoğunluğu beyaza dönmüştü. Sahip olduğu tek kara saç dudaklarının ve kulaklarının çevresindekilerdi. Uzun boylu, uzun suratlı ve derin, karanlık gözlere sahip bir adamdı. Ak bir cüppe giyerdi. Daha sonraları cübbesini o yürüdükçe renk değiştiren başka bir tane ile değiştirdi. Gerçekte o ne bir insan ne de çoğu kişinin şüphelendiği gibi bir Elf değildi. Aksine, ete kemiğe bürünmüş bir Maia idi, bir Istar. Ölümsüz ve oldukça güçlü bir varlıktı ancak bu güçleri ne kadar kullanabileceği sınırlandırılmıştı. En belirgin güçleri sesi ve irfanıydı. İnsanlar tarafından kendisine verilen isim, Saruman, Rohan lisanındadır. Tolkien’in çalışmalarında İngilizce, Westron diline yani Ortak Lisan’a denk gelirken bu lisanın atası olan Anglosakson İngilizcesi ise Rohan lisanına tekabül etmektedir. (Tıpkı Sayın Erkal’ın Ortak Lisan için modern Türkçeyi, Elf Lisanı için Osmanlıcayı, Rohan Lisanı için ise Orta Asya Türkçesi kullanması gibi…) Tolkien, Anglosakson kökenli olan ve “skill / yetenek” ya da “cunning / kurnaz” manasına gelen serau kelimesini kullanmıştır. Bir dilbilimci olan Tolkien’in, bu adın aynı zamanda gerçek bir tarihi kişi olan ve adının manası “divanının başkanı” manasına gelen Jaruman ile olan benzerliğinin farkında olması da mümkündür. Saruman’ın Westron dilindeki adı ise bilinmemektedir. Elfler arasındaki adı Curunír, genellikle “Ak” manasına gelen 'Lân (veya Glân) takısıyla birlikte kullanılırdı. Valinor’daki adı Curumo ise Quenya Lisanı’ndaki orijinal adıdır. Sindarin Lisanı erkeklik belirten –mo takısı olmadığından bu takı Quenya’da olmayan –ndir ile değiştirilmiştir (Curumo – Curunír). Aslında Saruman görünüş ve huy olarak Gandalf’a benzemektedir. Ancak Gandalf’ın aksine Saruman kibirlidir. Kendisini Istari arasında en güçlü kişi olarak görürdü ve Boz Radagast’ı açık bir şekilde küçümserdi. Aptal da değildi (her ne kadar Radagast’ın öyle olduğunu düşünse de), Gandalf’ın gücünü fark etmişti ve kısa süre içinde onu dengi olarak görmeye başlamıştı. Daha sonra ise acı içinde, aslında kendisinden bile üstün olduğunu da fark etti. Gandalf’ı kıskanmaya ve Gandalf’ın aleyhine çalıştığına inanmaya başladı. Böylece asıl kendisi Gandalf’a ve Ak Divan’ın geri kalanına karşı çalışmaya başladı. Büyük bir ihtimalle Saruman, başlangıçta görevine sadıktı ve Sauron’u durdurmak amacı güdüyordu. Ancak gururu ve kibiri (aynı zamanda Boz Gezgin’e duyduğu kıskançlık) onu hizmet ettiği davaya karşı bir haine çevirdi. İhaneti aniden değildi, zamanla yavaş yavaş büyüdü ve sonunda kendisini başka bir yol izleyemeyeceğine dair ikna etti ve artık yaptıklarının geri dönüş olmayacağına inandı. İçine düştüğü bu durumdan en çok Gandalf’ı sorumlu tuttu ve bu hatalı inanışı onu hatalarından kurtulmaktan alıkoydu. Çünkü suçlaması gereken kişi yalnızca kendisiydi ama o buna inanmayı reddediyordu. Tolkien, Saruman için “en çok insanlar arasında dolaştı.” demiştir. Her zaman güç aradı ve Üçüncü Çağ’daki en güçlü krallıklar insanların ellerindeydi. Orta-Dünya’nın doğusuna yaptığı yolculuklar hakkında hiçbir kayıt bulunmaz. Ancak batıya döndüğünde bir süre Gondor’un bir hizmetkârı olarak çalıştığı bilinir. Bu süre içerisinde dönemin Gondor Vekilharcı olan Beren tarafından kendisine Orthanc’ın anahtarları teslim edildi ve kulenin kolcusu olarak atandı. İleriki yıllarda Saruman, herhangi bir hüküm (ya da Gondor’dan gelen bir itiraz) olmadan Orthanc kulesinin kendisine ait olduğunu iddia eder. Yine de hâlâ Gondor ve Rohan’a sadıktır. Bu zaman zarfında Minas Tirith arşivlerindeki parşömen ve kitapları uzun uzun incelemiş ve çalışmalar yapmıştır. İhanete başladığı zamanlarda bile planlarını gerçekleştirebilmek için insanlardan faydalanmıştır. Ne de olsa Saruman hilelerin efendisiydi ve eski garezleri kolaylıkla yeni bir nefrete dönüştürebiliyordu. Doğudölleri ordusunda kendilerine yer bulmuşlardı ve büyük bir olasılıkla bu adamlardan kimileri Uruk-hai ordusunun yaratılışı sürecinde de yer almıştı. Doğudöllerinin, “Saman kafalar” gelmeden uzun süre önce Rohan düzlüklerinde yaşadığı ve başçıları Freca’nın Miğfer tarafından öldürüldüğü eski öykülerde anlatılanlardır. Solucandil Gríma, Saruman’ın planlarında hayati bir yere iye idi. Yaşlanan Kral Théoden’in danışmanı olan Gríma gizliden gizliye kralın kuzeni olan Éowyn’i arzulamaktaydı. Ancak Éowyn onu reddetmişti. Solucandil’in mi Saruman’a yanaştığı yoksa tam tersinin mi olduğu kesin değildir. Ancak kesin olan bir şey vardır ki Saruman, Solucandil’i kralı zayıflatması, diğer danışmanlarda hatta kendi tebaasına bile yabancılaştırması için kullanmıştır. Ta ki Grima, Rohan’ın asıl başçısı olana dek… Saruman bir zamanlar Elfler ile iyi geçinirdi ve Sauron’a karşı birleşmiş bir öbek Elf ve Istari’den oluşan Ak Divan’a başçı olarak seçilmişti. Bununla birlikte Saruman Üçüncü Elf Güç Yüzüğü olan Narya’nın Gemi yapımcısı Círdan tarafından Gandalf’a verildiğini de biliyordu. Bu Gandalf’a karşı olan kıskançlığını daha da körükledi ve Elflere karşı kin duymaya başladı. Elfler, Saruman’ın Orta-Dünya’nın batısındaki etkinlikleri sırasında göz ardı edildi. Onların ülkeleri az ve gizliydi ve kimi harika güçler barındırsalar bile bunları Saruman’ın ilginç ya da kullanışlı bulacağı şekilde göz önüne çıkartmak gibi bir alışkanlıkları da yoktu. Aynı zamanda Elfleri bükmek ve manipule etmek diğer ırklara göre daha zordu. Karargâhı olan Isengard, bir Elf krallığı olan Lothlórien’e çok yakın olmasına rağmen Saruman onlarla yok denecek kadar az temas kurmuştu. İhanetinden sonra ise Galadriel’e asla güvenmediğini ve Gandalf’ın kendisine karşı hazırladığı planlarda ona yardım ettiğinden şüphelendiğini açıkça ifade etmişti. Özet olarak Saruman, Elferle çok az ilgilenmiş ve onlardan çok az faydalanmıştır. Saruman, Valinor’dan ayrılırken her ne kadar bundan nefret etse de Yavanna’nın isteği üzerine Radagast’ı da yanına eş olarak aldı. Yine de Orta-Dünya’ya ilk olarak ve yalnız başına varmayı başardı. Kısa bir süre sonra diğer iki Mavi Büyücü (Alatar ve Pallando) ile Doğu’ya gitti ve tek başına döndü. Ithryn Luin (Elflerin deyimi ile Mavi Büyücüler) Düşman’ın iradesine karşı Doğu’da pek çok müthiş iş başarmış olabilirler. Yazgıları hakkında bilinen şeyler pek azdır. Saruman onu sürek
li küçümsemesine rağmen Radagast kendisine gayet iyi (ve olaylardan tamamen habersiz) şekilde hizmet etti. Saruman her ne kadar Gandalf’a “Ona biçtiğim rolü oynayacak kadar aklı varmış.” dese de (Gandalf’ı Isengard’a gitmeye ikna ederek) Radagast aslında daha fazlasını yaptı. Saruman’ın (ve de Gandalf’ın) isteği üzerine kuşları Saruman’a ve Gandalf’a haber taşımaları için görevlendirdi. Bu yolla hem Saruman oldukça kıymetli şeyler gördü hem de Gandalf, Orthanc’in tepesindeki esaretinden kurtuldu. Dürüst ve soylu Radagast, Yavanna’nın kendisine verdiği göreve sadık kalmış ve Orta-Dünya’daki kuşları ve hayvanları (örneğin kartalları) kullanarak Sauron’a karşı olan mücadelede oldukça önemli bir rol oynamıştır. Saruman, her zaman Gandalf’ı kıskandı ve onun kendisinden kimi sırları sakladığına inandı. Aslında bu şüphelerinde tamamen haksız da sayılmazdı zira Gandalf, Bilbo’nun yüzüğü hakkındaki bilgilerini ve şüphelerini kendisinden saklı tutmuştu. Gandalf aynı zamanda Narya’yı da bir sır olarak saklamıştı. Gandalf da Saruman’ın Tek Yüzük’ü kendisi için ele geçirmek istediğinden şüpheleniyordu. Hatta Ak Divan’ın bir toplantısında bu şüphesini hafiften belli etmişti. Gandalf, piposunun dumanı ile neredeyse dokunulacak kadar somut olan yine de sonunda dağılıp giden dokuz küçük duman halka ve bir tane de büyük halka oluşturmuş ve bununla Saruman’ın Tek’i kendisi için istemesinin sonucunu sembolize etmişti. Genel olarak Saruman, Gandalf’ı kendisinin tek dengi olarak gördü ve ona korku ile karışık bir saygı duydu (her ne kadar saygısını göstermese de). Her zaman Gandalf’ın yaptıklarını dikkatle izledi. Hatta Shire’a gönderdiği ajanları sayesinde öğrendiği pipo içme alışkanlığını bile ondan kaptı. Olaylar iyice ortaya çıkmaya başladığında ise Gandalf’ı kendisi için bir müttefik olarak gördü. Muhtemelen bu Saruman için sadece siyasi bir durum değil aynı zamanda duyduğu saygı, yoldaşlık sezgisi ve paylaştıkları yazgı gibi sebepler ifade ediyordu. Bir ihtimalle de Sauron’un tek hizmetkârı pozisyonunda olmaktan korkuyordu. Şüphesiz Saruman, Gandalf’a göre daha güçlüydü. Narya yüzüğüne sahip olmasına rağmen bile Gandalf onu yenememiş ve Orthanc kulesinde esir olmuştu. Kitapta Saruman’ın güçlerini yitirdiğine ya da Gandalf’ın güçlerinin arttığına dair bir metin bulunmamaktadır. Ancak Gandalf, “Ak Gandalf” olarak döndüğünde Saruman’ı sadece iradesi ile çağırabilmiş, huzurunda zorla tutabilmiş ve tek bir sözü ile asasını kırabilmiştir (tüm bunların Saruman’ın sahip olması gereken güçleri temsil ediyor olması muhtemeldir). Saruman birkaç kez gururunu bir kıyıya atmaya ve Gandalf’tan yardım istemeye yaklaşmıştır. Buna en yakın olduğu zaman, Yüzük-Hayaletleri’nin (Shire’a olan yolculukları sırasında) Isengard’a uğradıkları ve Gandalf’ın halen kulede esir tutulduğu andır. O an Saruman içinde bulunduğu durumun farkına varmış ve Gandalf’dan özür dilemek için harekete geçmiştir. Ancak bulduğu tek şey esirinin çoktan kaçmış olduğudur. Saruman, Ork gücünün büyük çoğunluğunu muhtemelen Puslu Dağlar üzerindeki kabilelerden hatta belki de Moria’dan almıştır. Isengard’da Ork üretmiş hatta insan-ork karışımı kırmalar üretip Uruk-hai birliklerini oluşturmuştur. Görünüşe göre bu amaçla Orkları insan eti ile beslemiştir. Uruk-hai ordusu daha ağır, daha güçlü ve güneşe dayanıklı olmak gibi özelliklerinin yanı sıra büyük bir disiplin ve sonsuz bağlılık da göstermektedir. Uruk-hai ve insanlar arasında Ork görünümlü, çeşitli dereceleri olan orta sınıflar da vardır. Bu sınıflar Merry ve Pippin tarafından Saruman’ın normal ordusunun bir parçası olarak belirlenmiştir (ele geçirildikleri zamanı hatırlayarak). Saruman’ın hizmetkârları onu hem Isengard’da hem de Shire’da “Sharkey” olarak adlandırmıştır. Bu muhtemelen Kara Lisan'da “yaşlı adam” manasına gelen sharku sözünün bir çeşit uyarlamasıdır. Saruman sözün manasından habersizdir (Gandalf ise dili iyi bildiğinden manasını bilir). Belki de bu adın kendi adının Ork dilindeki söylenişi olarak algılamıştır. Bunun manası ise Orkların Saruman’ı gerektiği kadar ciddiye almadıklarıdır. Saruman, Isengard’a yerleştikten kısa bir süre sonra Entler ile temas kurmuştur. Entlerin en yaşlısı olan Ağaçsakal onu buyur etmiş ve ormana girişini serbest kılmıştır. Saruman aynı zamanda Entlerin hatırlayabildikleri kadar eski zamanları öğrenebilmek için Ağaçsakal’a danışmıştır. Saruman bu iyiliği karşılıksız bırakmış, sadece dinlemekle yetinmiştir. Entler, Saruman’ın ihanetini önceden görmüş ve bu konu hakkında oldukça endişelenmişlerdir. Özellikle de Saruman’ın Orcları Fangorn’un kıyısındaki ağaçları ocaklarında kullanmak için (veya bazen hiç sebep bile yokken) kesmeye başladıkları zamanlarda… Entlerin bazı şeylerin nasıl olması gerektiğine dair bir düzen duyguları olduğu da görülmektedir. İnsan ve Orcların melezleştirilmesi onları bir nebze de olsa alarma geçirmiş, Saruman’ın endişelenmesi gereken düşmanları arasına yenisini katmıştır. Aynı zamanda bu endişeleri Saruman’ın ihanetinin de sebebidir zira Entlere göre Istari, özel sorumluluklara sahip olmalıydı. Saruman Entleri ve Fangorn’u endişe duymaksızın ve sonuçlarını düşünmeden kullanmıştır. Entlerin yeteneklerini ve harekete geçtiklerinde kazandıkları azimlerini açık bir şekilde yanlış yargılamıştır. Saruman, bunu kullanışlı bulduğu zamanlarda Entlerin düşünce yapısını anlama yeteneğine açıkça sahiptir. Çünkü Ağaçsakal ile sadece konuşarak kendisini Orthanc’deki esaretinden kurtarmayı başarmıştır - Entler canlıların kafese kapatılmasından hoşlanmazlar. Gandalf’ın onlara duyduğu özel ilgiyi fark edene kadar Hobbit ırkı ve onların ülkeleri Saruman’ın ilgisini hiç çekmemiştir. Gandalf’ın işlerine duyduğu gizli ilgi sebebiyle Hobbitlere ve Shire’a giderek daha fazla odaklanmaya başlamıştır. Kısa bir süreliğine oraya gizlice seyahat etmiş ve diyarın haritalarını çıkartmıştır. Gandalf bunun farkındadır fakat o zamanlar bu onu sadece eğlendirmiştir. Gizlice pipo içmeye başlamıştır. Tütün ihtiyacını karşılamak için Isengard ile Shire arasında bir alış-veriş başlatmış, parasının gücü ve yaratabileceği bozulma ilgisini çekmiştir. Ajanlarının bazıları gizlilikle Shire’a girmiştir, bazılarının varlığı ise Gandalf ve Kolcular tarafından bilinmektedir. Hobbitlere karşı olan nefreti Gandalf’ın onlara gösterdiği dikkatten ve bu dikkati Saruman’a ya da onun planlarına göstermediğinden kaynaklanıyor olabilir. Hobbitlerin Tek Yüzük’ü Gandalf ile birlikte kendisinden sakladıklarını öğrendiğinde ise nefretinin büyümüş olduğu kesindir. Bu bilgiyi öğrenmesi ve Yüzük-tayflarının Yüzük Taşıyıcısı’nı bulmak için Shire ile Ayrıkvadi arasında avlanmasının sebep olduğu ani aciliyet, bölgedeki aktivitelerini arttırmasına sebep oldu. Daha sonra Isengard’daki hükümdarlığının Entlerin ellerinde (ya da dallarında) son bulmasından dolayı ortalığı ayağa kaldıran Peregrin Took ve Meriadoc Brandybuck’ı suçlamış da olabilir. Sauron’un düşüşünden sonra Saruman Entlerin elinden kurtuldu ve Shire’a giderek burada oluşturduğu haydut şebekesinin başına geçti. Derhal yıkım işlemlerine başladı, hava kirliliği yarattı, cinayetler işletti, yangınlar başlattı ve sebepsiz yere ağaçları kestirdi. Bunu Gandalf’a karşı son bir darbe olarak düşünüyordu. Aynı zamanda evini yerle bir eden Hobbitlerin her şey bittikten sonra huzurlu yuvalarına dönmeleri fikrine katlanamıyordu. Özellikle de Hobbitler kendi evinin yıkımına neden olduktan sonra… Bu son çabaları da bir Hobbit Ayaklanması ile son buldu ve Frodo Baggins’i öldürmeye çalışmasına rağmen hayatı bağışlandı. O anda Frodo’ya gerçekten de saygı duydu ve bu oldukça kısa ömürlü oldu. Saruman, Manwë buna karşı gelse de Orta –Dünya’ya gitmeye oldukça hevesliydi. Ölümünden sonra Valinor’a dönmesi engellendi. Ayrıca yeniden hayata dönmesine de izin verilmedi ve bir duman haline gelip yok oldu. Saruman gibi Aulë’nin bir Maia’sı olan Sauron onu hem kendisine hayran bıraktı hem de korkuttu. Kibirinin boyutu en üstlerde iken Saruman, Sauron’un yerini yeni bir Karanlık Lord olarak almayı düşündü fakat sonunda kendini çok daha büyük bir ruh ile karışırken buldu. Ayhan Baran Ayhan Baran (3 Nisan 1929, Ankara - 24 Temmuz 2014) Cumhuriyet dönemi şan ve opera sanatçısıdır. Avrupa’daki etkinliklerine 1959 yılında Münih’te Bavyera Radyo Senfoni ve Hannover’de Niederrsachsen Senfoni orkestraları eşliğinde verdiği konserlerle başlamıştır. 1961 yılında “Enescu” ve 1963 yılında “Verviers” şan yarışmalarında ödüller kazanan sanatçı, 1963 yılında “Harriette Cohen” altın madalyasına lâyık görülmüştür. 1967 ve 1969’da Düsseldorf ve Duisburg operalarında konuk sanatçı olarak sahneye çıkan Baran’ın 1968 yılında Londra’da Maria Rossi yönetimindeki orkestra eşliğinde seslendirdiği Verdi’nin “Les Vêpres siciliennes” operası, İsviçre’de Sonic firması tarafından plak yapılmıştır. Budapeşte Filarmoni Orkestrası eşliğinde Adnan Saygun’un halk şarkılarını içeren dört plak ise 1985 yılında Fransız Plak Akademisi’nin ödülünü kazanmıştır. 1987 yılında Devlet Sanatçısı ünvanıyla onurlandırılan solist, İstanbul Devlet Operası’ndaki görevinde bulunmuştur. 2007 yılında TRT tarafından 3 Cd'den oluşan "Geçmişten Günümüze Ayhan Baran" albümleri yayınlanmıştır. 24 Temmuz 2014'te 85 yaşında vefat etmiş ve Cebeci Asri Mezarlığında toprağa verilmiştir. Vasfi Rıza Zobu Vasfi Rıza Zobu (d. 5 Aralık 1902, İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu – ö. 23 Kasım 1992, İstanbul, Türkiye), Türk tiyatro ve sinema sanatçısı. Beyazıt Rüştiyesi`nin ardından Kuleli Askerî Lisesi'ni yarıda bırakarak Alman Ticaret Mektebi'ne girdi ve bitirdi. Daha sonra, iki yıl Güzel Sanatlar Akademisi'ne devam etti. 1917 yılında Darülbedayi Tiyatro Okulu'na, 1923'te ise sahneye çıkmaya başladı. Şehir Tiyatroları'nda oyuncu, yönetmen ve yönetici olarak uzun yıllar görev yaptı. 1948 yılında, İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda, senaryosunu Cevat Fehmi Başkut'un yazdığı "Paydos" adlı dramatik eserin başrolünde oynayarak ününü arttırdı. Şehir Tiyatroları genel sanat yönetmenliğinde bulundu. 1984'de genel sanat yönetmenliğinden
ve Şehir Tiyatroları`ndan ayrıldı. Birçok çeviri ve uyarlama oyuna imza atan Vasfi Rıza Zobu, özellikle güldürü ve vodvillerdeki rolleri ile beğeni kazandı. 1921'de kısa dizi filmlerle sinema oyunculuğuna da başladı ve Muhsin Ertuğrul'un yönettiği filmlerde oynadı. 1923'den sonra gazete ve dergilerde tiyatro ile ilgili yazılar yazdı. 1987 yılında Devlet Sanatçısı ödülü aldı. 23 Kasım 1992 günü İstanbul'da vefat etti. Vasfi Rıza Zobu, kendisi gibi tiyatrocu olan Bilge Zobu'nun amcasıdır. Yabancıların Türkiye'de mülk alımı Türkiye uluslararası emlak sektöründe en cazip yatırım bölgelerinden biri olarak artan ilgi görmektedir. Türkiye'nin dünya coğrafyasındaki özel konumu ve giderek daha yoğun şekilde fark edilen güzellikleri ve insani ve ekonomik anlamda cazibeleri, global ekonomi ile bütünleşmesi, yeni mevzat ve düzenlemelerin getirdiği kolaylıklar, Avrupa Birliği ile ilişkilerin sıklaşması, bu ilginin nedenleri arasında başta yer almaktadır. Uluslararası emlak piyasası uzman danışmanlık şirketi Amberlamb tarafından Türkiye'nin ekonomik ve siyasi göstergelerinin incelenmesiyle Kasım 2006 tarihinde yayınlanmış olan bir raporda Türk emlak piyasasının sermaye kazancı açısından 2007'de Avrupa piyasaları arasında ilk 5'e girme yolunda emin adımlarla ilerlediği belirtilmiştir. Bu ilginin Türkiye ekonomisine getireceği katkının yanı sıra, uzman anlamda takip edilebilmesi, çıkabilecek sorunların doğmadan ortadan kaldırılabilmesi de, Türkiye, güzellikleri ve değerleri açısından önem taşımaktadır. Türkiye'nin dünya taşınmaz mülkiyet profilleri bakımından göze çarpan çok önemli bir özelliği de, hazine'ye ait olan veya vakıf konumu veya paralel bir başka özel konumu bulunan arazilerin, özellikle kırsal kesimde kapladığı yüksek orandır. Yabancıların Türkiye'de mülk edinmesine ilişkin esaslar 22 Kasım 1934 tarih ve 2644 sayılı Tapu Kanunu'nda ve özellikle de bu Kanun'un 35. maddesinde ele alınmıştır. Bu alandaki mevzuat Türkiye tarihinin tecrübeleri de dikkate alınarak tam bir karşılıklılık ve sıkı denetim esasına dayalıdır. Bu kanunun bazı maddelerinin değiştirilerek yabancıların Türkiye'de mülk edinmelerinin kolaylaştırılması için, 3 Temmuz 2003 tarih ve 4916 sayılı Çeşitli Kanunlarda ve Maliye Bakanlığı'nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'de Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun yürürlüğe konulmuş, ancak TBMM CHP Grubunun başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi'nin 14 Mart 2005 tarihli 2003/70 esas ve 2005/14 karar sayılı kararı ile ilgili Kanun'un temel bazı fıkra ve cümleleri iptal edilmiştir. Ancak bu Kanun'un yürürlükte kaldığı iki yıllık süre, yabancıların Türkiye'de emlak alımı trendlerini gösterdiği için önemlidir. Anayasa Mahkemesi’nin 14 Mart 2005 tarihinde Tapu Kanunu’nun yabancılara mülk satışının önündeki engelleri kaldıran hükmünü iptal etmesinin ardından hazırlanan yeni kanun taslağı Bakanlar Kurulu’nun ve Cumhurbaşkanı'nın onayından geçerek 29 Aralık 2005 tarihinde Tapu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair 5444 sayılı Kanun şeklinde yasalaştı. Bu Kanun ile yabancılara mülk satışının sınırları Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararının gerekçeleri dikkate alınarak tekrar belirlendi. 22 Aralık 1934 tarihli ve 2644 sayılı Tapu Kanununun Anayasa Mahkemesince iptal edilen 35'inci madde değişiklikleri yeniden düzenlendi. 5444 sayılı yeni kanun, önceki mevzuatın geçerliliğinin sona erdiği 26 Temmuz 2005 tarihinden itibaren geçerli sayılmaktadır. 1934-2003 arası ve 3 Temmuz 2003 - 26 Temmuz 2005 arası (4916 sayılı Kanun) ve 26 Temmuz 2005'den günümüze kadarki (5444 sayılı Kanun) dönemlerde yabancıların Türkiye'de mülk alım trendleri farklı tablolar ortaya koymuştur. İrlanda, Danimarka, Norveç, İsveç, Hollanda ve Belçika’dan da hatırı sayılır sayıda alıcı güney sahillerinde mülk edindi. En çok tercih edilen ilçelerin Alanya, Fethiye, Didim, Bodrum, Kuşadası, Selçuk ve Ürgüp olduğu görülmüştür. Almanlar ve İskandinav ülkeleri vatandaşları ağırlıklı olarak Alanya’da yaşıyor. Fethiye ve Didim ise artık ‘Küçük İngiltere’ olarak anılıyor. Diğer ülke vatandaşları ise bu altı bölgeye dağılmış durumda. 2007 Ocak itibarıyla, Antalya, İzmir ve Muğla’da bugüne kadar 41 bin 362 yabancı, 32 bin 635 adet mülk satın aldı. Yabancılara en fazla mülk satışı Antalya, Aydın, İzmir ve Muğla’da gerçekleşti, yabancılar kapladığı yer bakımından en fazla Muğla’dan yer edindi. Adet olarak yabancılara en fazla mülk satışı 14 bin 124 ile Antalya’da olurken, bu ili 8 bin 218 ile Muğla, 5 bin 744 ile Aydın, 4 bin 549 ile de İzmir illeri izledi. Bu arada Hatay ili açısından, Fransız mandası döneminden kalma Suriyeli mülk sahiplerinin özel durumlarının söz konusu olduğu belirtilmelidir. Kamuoyunda yerleşik olduğu görülen bir başka kaygı da, son dönemde verime kavuşturulmuş GAP bölgesi topraklarının yabancı ülkelerin stratejik projeleri doğrultusunda satınalma yoluyla kontrol altına alınmasıdır. Klonlama Klonlama, temel olarak, herhangi bir şeyin aynısının kopyalanması anlamına gelmektedir. Klon ise; tek bir bireyden eşeysiz üreme yoluyla üretilmiş, genetik yapısı birbirinin tıpatıp aynı olan canlı topluluğuna karşılık gelen bir biyoloji terimidir ve kısaca "cl." simgesiyle gösterilir. Klonlama temelde üç ana başlığa ayrılarak incelenebilir: Hücre çekirdeğinin çıkarılıp başka bir hücreye aktarılması yöntemiyle materyalinin hepsinden alınıp, başka bir organizma (alıcı) içine aktarılmasıdır. Bu teknik, bir organizmanın (donör) genetik bedensel hücre çekirdeği aktarımı yöntemiyle materyalinin hepsinden (genom) alınıp, başka bir organizma (alıcı) içine konulur. Bu teknikteki canlılar, insan embriyolarının kök hücreleri alınıp, hasta insanlarda "bedensel hücre çekirdeği aktarımı" yöntemiyle oluşturulmuş embriyoların gelişmesiyle ortaya çıkan canlılardır. Bu yöntemde, yetişkin bir canlıdan alınan hücre çekirdeği çıkarılmış bir embriyo hücresine aktarılır. Buna örnek olarak lenf kanserlerinde embriyonik kemik iliği hücrelerinin kanserli doku ile değiştirilmesi verilebilir. Bilimsel çalışmalar sonucunda, embriyonik kök hücrelerinin yetişkinlerde bulunan herhangi bir hücre çeşidini yapabileceği bilinmektedir. Bu nedenle doğru kullanılan kök hücreleri, tıpta çığır açacak devrimsel yeni kullanım alanları doğurmaktadır ve hastalıkların tedavisinde bizi çözüme bir adım daha yaklaştırmaktadır. "Bedensel hücre çekirdeği aktarımı" yöntemiyle oluşturulmuş embriyoların gelişmesiyle ortaya çıkan canlılardır. Bu yöntemde, yetişkin bir canlıdan alınan hücre çekirdeği, hücre çekirdeği çıkarılmış bir embriyo hücresine aktarılır. 1996 yılında klonlanan Dolly, bu yöntemle ortaya çıkarılan ilk memeli canlıdır. klonlanan diğer hayvanlardan bazılarıdır. Ayrıca klonlanmış tüm hayvanların listesi bu bağlantıdan görülebilir. Tıpta Uzmanlık Eğitimi Giriş Sınavı Tıpta Uzmanlık Eğitimi Giriş Sınavı ya da Tıpta Uzmanlık Sınavı (kısaca TUS), Türkiye'de tıp fakültesi mezunlarının uzmanlık eğitimi için gereken branş seçme sınavıdır. Her yıl eylül ve nisan aylarında olmak üzere 2 kez yapılır. ÖSYM'nin Türkiye geneli için Ankara, İstanbul ve İzmir'de yapılan bir sınavdır. 2012 öncesinde TUS yalnızca Ankara'da yapılmaktaydı. Sınav, Tıbbî Yabancı Dil Sınavı ve Bilim sınavı olmak üzere iki basamaktan oluşmaktadır. İlk basamak olan Yabancı Dil Sınavının amacı Bilim Sınavına girecek adayları seçmektir. Bilim Sınavı olarak adlandırılan ikinci basamak sınavının amacı ise bu sınav sonucuna göre tıpta uzmanlık eğitimine kabul edilecek adayları seçerek tercihlerine göre mevcut kontenjanlara yerleştirmektir. Bu sınavdan en az 50 puan alanlar ancak bilim sınavına girmeye hak kazanırlar. Sınavda 20 metin bulunmakta olup her metinle ilgili 5 tane soru bulunmaktadır. Toplam 100 sorudan oluşan bir sınavdır. Yabancı Dil Sınavında alınan puan, sınavda yapılan doğru sayısıdır. Yanlış sayısı net alınan puanı etkilememektedir, dolayısıyla sadece en az 50 doğru yanıt yeterlidir. Önceki iki yıl içinde yapılan yabancı dil sınavlarına katılıp bu sınavların en az birinde 50 ve üstü puan alanlar isteklerini bildirmeleri halinde Yabancı Dil Sınavından muaf tutululurlar. Ayrıca 2009 yılında yayımlanan yeni yönetmeliğe göre ÜDS veya KPDS'den alınacak 50 puan da muafiyet sağlamaktadır. 1 Temmuz 2011 tarihinde yayınlanan "Tıpta ve Diş Hekimliğinde Uzmanlık Eğitimi Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik" uyarınca mesleki yabancı dil sınavı 2011-TUS Sonbahar Dönemi'nde son kez uygulanmıştır. Bu sınavdan başarılı olan adaylar 3 yıl süreyle sınavdan muaf olacaklardır. Bu tarihten sonraki sınavlarda ise ÜDS veya KPDS puanı geçerli olacaktır. 2013 yılından itibaren de ÜDS KPDS vb. sınavlar kaldırılmış sadece Yabancı Dil Seviye Belirleme Sınavı (YDS) yapılacaktır. 2009'da yapılan düzenlemeyle sınava sadece Tıp fakültesi mezunları girebilmekteydi. Sınavda Temel Tıp Bilimleri Testi-1 (TTBT-1) ve Klinik Tıp Bilimleri Testi (KTBT) olmak üzere iki testten oluşmaktadır. Ancak açılan davanın sonuçlanması sonucu tekrar sınava tıp fakültesi dışı adaylar da girebilmektedir, ancak bu adaylara açılan kadro sayısı son derece azdır. Bu adaylar sınavda KTBT kitapçığı yerine TTBT-2 kitapçığı almaktalar. TTBT-1 anatomi, histoloji-embriyoloji, fizyoloji, tıbbi biyokimya, tıbbi mikrobiyoloji, tıbbi patoloji ve tıbbi farmakoloji gibi alanlara ilişkin sorulardan, KTBT ise dahiliye ve cerrahi gruplarına dahil alanlar ile pediatri ve kadın hastalıkları ve doğum gibi alanlara ilişkin sorulardan oluşmaktadır. Tıp fakültesi mezunları için Temel Tıp Bilimleri Testi'nde 120 soru, Klinik Tıp Bilimleri Testi'nde 120 soru toplam 240 soru bulunmaktadır. Sınav iki aşamalı yapılmakta sabah oturumunda Temel Tıp Bilimleri Testi yapılmaktadır. Süresi 150 dakikadır. Öğleden sonraki oturumda Klinik Tıp Bilimleri Testi yapılmakta ve bunun da süresi 150 dakikadır. Toplam sınav süresi 5 saattir. Tıp fakültesi dışı mezunlar KTBT soruları yerine TTBT-2 sorularını cevaplamaktadırlar. Soru sayıları ve süreler aynıdır. Adaylar tercihlerine göre Tıp fakülteleri, Sağlık Bakanlığı Eğitim ve Araştırma
hastaneleri veya Adli Tıp Kurumunda uzmanlık eğitimlerini alabilirler. Nature (dergi) Nature; ilk olarak 4 Kasım 1869´da yayına başlayan dünyaca ünlü bilim dergisi. Yalnızca en üst düzey bilimsel çalişmaların yayınlanabildiği bu dergide geçmişte yayınlanan bazı makaleler arasında şunlar vardır: Digital Research Digital Research (orijinal ismi Intergalactic Digital Research) Dr. Gary Kildall tarafından CP/M işletim sistemi ve yan ürünlerinin geliştirilmesi ve pazarlanması için kuruldu. Mikrobilgisayar döneminin ilk büyük yazılım şirketiydi. 8080/Z80 işlemcili mikrobilgisayarlar için geliştirdiği CP/M ile başlayan işletim sistemleri serisi, MS-DOS ve MS Windows'un gelecekte olacağı gibi, döneminin de-facto standardı oldu. Novell, işletim sistemi pazarına girmek için bu şirketi 1991 yılında satın aldı. DR ürün yelpazesi, orijinal CP/M işletim sistemi ve çeşitli yan ürünlerinden (MS-DOS uyumlu DR-DOS ve çok kullanıcılı MP/M) oluşuyordu. Kendi işletim sistemlerini destekleyen platformlar için C, Pascal, COBOL, Forth, PL/I ve BASIC gibi programlama dillerinin derleyici ve yorumlayıcı larını da geliştirdi. GKS grafik standardının mikrobilgisayar versiyonunu GSX adıyla üretti ve bunu GEM GUI çalışmalarında temel aldı. GEM GUI programları ve GSX tabanlı DR-DRAW'dan oluşan uygulama programları daha az bilinir. Digital Research, birden fazla kullanıcının aynı anda aynı bilgisayarda DOS programlarını çalıştırabildikleri "Multiuser DOS" yardımcı programını geliştirmiştir. CP/M'nin ilk kullanım tarihi olan Aralık 1974 tarihinden, ticari bir marka olarak ilk kullanıldığı 15 Kasım 1976 öncesine kadar geçen sürede CP/M, "Control Program/Monitor" ifadesinin kısaltması idi. Daha sonra, "Control Program for Microcomputers" oldu. Bu isim değişikliği, Kildall ve aynı zamanda iş ortağı olan eşinin, CP/M ve Intel-kontratlı PL/M derleyicisi projelerini kişisellikten çıkartıp daha ciddi bir ticari girişime dönüştürme çabalarının küçük bir parçasıydı. "microcomputer"'da yer alan "micro" tutarlı bir marka ismiydi (Control Program for Microcomputers, Programming Language for Microcomputers, Microsoft'un Xenix'i ile rekabet eden Microport Unix). IBM ve Microsoft firmalarının daha sonra kişisel bilgisayarları kendi ürünleriyle eşanlamlı yapmayı başardıkları gibi Kildall'lar kendi markalarını, müşterinin zihninde mikrobilgisayarlar ile eşanlamlı hale getirme niyetindeydiler. Klonal çoğalma Klonal çoğalma, hücrelerin, kendi genetik materyalinin aynısını taşıyan başka hücreler üretmesi. En yaygın olarak bağışıklık hücrelerinden B-lenfositlerinde görülür. Klonal çoğalma hücrelerin, kendi Hücre, canlının canlılık özelliklerini taşıyan, yapı ve görev bakımından en küçük parçasıdır. Hücreye "göze" de denilebilir. Atomların molekülleri, moleküllerin makromolekülleri, makromoleküllerin makromoleküler kompleksleri oluşturmasıyla, dokuların en küçük yapı taşları olan ve yaşamın tüm özelliklerini sergileyen hücreler oluşmaktadır. Genel olarak tüm hücreler temelde aynı yapıya sahiptirler. Fakat bulundukları dokuya ve dolayısıyla fonksiyonlara bağlı olarak bazı özelleşmeler gösterirler. Genetik materyalinin aynısını taşıyan başka hücreler üretmesi. En yaygın olarak bağışıklık hücrelerinden Gen, mutasyon yoluyla değişmediği takdirde bir kuşaktan öbürüne geçen, büyük ve ayrıntılı yapılı deoksiribonükleik asit (DNA) moleküllerine tekabül eden kalıtımın hipotetik temel ünitesidir. Bu kalıtım maddesi, biokimyasal reaksiyonların bazılarını hızlandırarak, bazılarını da geciktirerek, kontrol etmesi dolayısıyla, birtakım etkiler gösterir. Plazmid Plazmid, kendi kendini eşleyebilen, kromozomdan ayrı bir DNA parçasıdır. Tipik olarak dairesel ve çift sarmallıdır. Genelde bakterilerde, bazen ökaryotlarda da (örneğin "Saccharomyces cerevisiae" deki "2 mikrometre plazmidi" ) bulunur. Plazmidlerin boyu 1 ila 400 kilobaz çifti arasında değişir. Bir hücrede büyük bir plasmidin bir kopyası, daha küçük boy plazmidlerin ise yüzlerce kopyası bulunabilir. Hatta, yüksek kopya sayısına sahip olması amacıyla seleksiyona uğratılmış bazı yapay plazmidlerin (örneğin pUC plazmid serisindekilerin) binlerce kopyası olabilir. "Plazmid" terimi Amerikalı moleküler biyolog Joshua Lederberg tarafından 1952'de ilk defa kullanılmıştır. Çoğu plazmid içinde bulundukları bakteriye selektif avantaj sağlayan, bakteriyi bir antibiyotiğe dirençli yapmak gibi özellikler sağlayan genler veya gen grupları taşırlar. Her plazmid kromozomdan bağımsız olarak kopyalanmasını sağlayan, bir DNA dizinine sahiptir. Replikasyon orijini (İngilizce "origin of replication") veya 'ori' olarak adlandırılan bu dizin DNA replikasyonunun başlama noktasıdır (şekil 2). Çoğu plazmid, Şekil 2'de gösterildiği gibi daireseldir ama ökaryotların kromozomlarına yüzeysel olarak benzeyen, doğrusal (lineer) plazmidlerde vardır. Epizom, konak organizmanın kromozom DNA ile bütünleşebilen bir plazmiddir. Bu yüzden uzun süre bütünlüğünü koruyabilir, her hücre bölünmesinde kopyalanır ve genetik yapının bir parçası olarak varlığını sürdürür. Plazmidler için bu terim artık kullanılmamaktadır çünkü bir plazmidin epizom olmasına nedeni, hem o hem kromozomda bulunan, transpozon gibi bir homolog bölgenin varlığıdır. Memeli hücrelerinde epizom terimi, konak kromozomlardan birine kovalent olmayan şekilde başlanmış dairesel DNA (viral bir genom gibi) için kullanılır. Genetik mühendisliğinde kullanılan plazmidlere vektör denir. Bir canlıdan diğerine gen aktarımı için kullanılırlar ve genelde seleksiyon için kullanılabilecek bir fenotip oluşturan bir genetik işaret taşırlar. Çoğu vektörde bir çoklubağlaç (İngilizce "polylinker" veya çoklu klonlama yeri (İngilizce "multiple cloning site") de bulunur, buraya DNA parçalarının kolayca eklenmesi için yaygınca kullanılan restriksiyon yerleri içeren kısa bir bölgedir. Aşağıda Uygulamalar bölümüne bakınız. Plazmidleri sınıflandırmanın bir yolu, başka bir bakteriye kendini aktarabilme yeteneğine göredir. "Konjügatif" plazmidler "tra-genleri" taşırlar, bunlar, bir plazmidin başka bir bakteriye trasnferi olan konjügasyon olayının gerçekleşmesini sağlarlar. "Nonkonjügatif" plazmidler konjügasyonu başlatamazlar, ancak konjügatif plazmidlerin yardımıyla, 'kazara' aktarılabililer. Bir ara sınıf olarak "seferber edilebilir" (İngilizce "mobilizable") plazmidler sayılabilir, bunlar aktarım için gereken genlerin bir kısmına sahip oldukları için konjügatif plazmidlerin paraziti gibi davranırlar, ancak onların varlığında yüksek frekansta transfer olabilirler. Farklı tiplerde plazmidlerin bir hücrede beraber bulunmaları mümkündür. "E. coli" 'de yedi farklı plazmid bir arada bulunmuştur. Ancak "ilişkili" plazmidler birbiriyle bağışıksızdır, yani temel plazmid işlevlerinin denetiminin bir sonucu olarak bunlardan sadece bir tipi varlığını sürdürebilir. Dolayısıyla plazmidler "uyumluluk grupları" 'na ayrılırlar. Plazmidlerin bir diğer sınıflandırması işlevlerine göredir. Beş ana sınıf vardır: Plazmidler bu grupların birden fazlasının birden üyesi olabilirler. Her bakteride bir veya birkaç kopya halinde bulunan plazmidler, hücre bölünmesinin ardından yavru bakterilerden birine aktarılmama riskini taşırlar. Bu tür tek kopyalı plazmidler her yavru hücreye plazmidin bir kopyasının dağıtılmasını sağlayan sistemlere sahiptirler. Bazı plazmidler bir "bağımlılık sistemi" veya "ayrılma sonrası öldürme sistemi" (İngilizce "postsegregational killing system (PSK)") içerirler. Hem uzun etkili bir zehir ve kısa etkili bir panzehir üretirler. Plazmidi tutan yavru hücreler sağ kalırlar, plazmidin bir kopyasını almamış bir yavru hücre ise ya ölür ya da ana hücreden kalan zehirin etkisiyle yavaş büyür. Bu plazmidlerin "bencil DNA" yönlerinin bir örneğidir. Plazmidler biyokimya ve moleküler biyolojide kullanılan önemli araçlardır. Genlerin çoğaltılması (pek şok kopyasının elde edilmesi) veya ifadesi için kullanılan ticari kaynaklı pek çok plazmid mevcuttur. Çoğaltılacak olan genin kopyası, hücreleri belli bir antibiyotiğe dayanıklı yapan genler içeren bir plazmide eklenir. Sonra plazmid, transformasyon olarak adlandırılan bir yöntemle bakterilerin içine sokulur. Ardından bakteriler o antibiyotiğe maruz bırakılırlar. Plazmid onları dirençli kıldığı için yalnızca plazmidi içine almış bakteriler antibiyotikli ortamda sağ kalırlar. Bu bakteriler çok sayıda büyütülürler, sonra toplanıp eritilerek (lizis) içlerindeki plazmid izole edilir. Plazmidlerin bir diğer kullanımı çok miktarda protein üretimidir. Bu durumda arzu edilen geni taşıyan plazmidi içeren bakteriler büyütülür. Bakteriler antibiyotik direnci sağlayan proteinlerini üretmeye başlattıkları sırada eklenmiş genden bol miktarda protein üretmesini sağlayacak şekilde uyarılabilir. Bu şekilde bir gen veya onun kodladığı bir protein (örneğin insülin), hatta antibiyotikler ucuz ve kolay bir şekilde üretilebilir. Plazmidler çoğu zaman belli DNA dizinlerinin saflaştırılması için kullanılırlar, çünkü genomun geri kalanından kolayca ayrıştırılabilir. Vektör olarak kullanımları ve moleküler klonlama için plazmidlerin izole edilmesi gerekir. Bakterilerden plazmid DNA'sı elde etmenin birkaç yöntemi vardır. Bunlar miniprep, midiprep ve maksiprep olarak adlandırılırlar. Birincisi genelde plazmidin arzu edilen özelliğe sahip olduğunu kontrol etmek için kullanılır. Elde edilen DNA çok saf olmamakla beraber restriksiyon sindirimi ve bazı basit klonlama tekniklerine yetecek kalitededir. Maksiprep tekniğinde büyük hacimli hücre süspansiyonu kullanılır. Yapılan işlem esas olarak büyük ölçekli bir miniprep tekniğidir, üzerine ek saflaştırma adımları gelir.Sonuçta nispeten bol miktarda (birkaç mg) çok saf plazmid DNA'dır. Yakın yıllarda farklı ölçeklerde , saflık derecelerinde ve otomasyon seviyelerinde plazmid saflaştırması yapmayı sağlayan çeşitli ticari kitler oluşturulmuştur. Plazmid DNA beş farklı biçimde (konformasyonda) olabilir, bunlar elektroforezle farklı hızlarda ayrışırlar. Bu konformasyonlar elektroforez hız sırasına göre, en yavaştan en hızlıya
aşağıda listelenmiştir: Ju 87V1 Alman Hava Kuvvetleri’nin birinci Junkers Ju 87 Stuka prototipi Ju 87V1 (Seri no. 4921, sivil tanımlaması D-UBYR) ilk uçuşunu 17 Eylül 1935’de, pilot Willi Neuenhofen kumandasında gerçekleştirdi. Uçak, eskiyen Heinkel He 50 pike bombardıman uçağının yerini almak üzere 1934 yılında çalışmalara başlayan ve Hermann Pohlmann başkanlığındaki bir teknik ekip tarafından tasarlanmıştı. Aslında kökleri firmanın daha önceki bir dizaynı olan Junkers K47/A48’ye dayananır. Tanımlamasındaki V harfi “Deneysel” (Almanca “Versuchs” kelimesi) anlamına gelir. Tüm bunların yanında Ju 87V1 hiç de güzel görünümlü bir uçak değildi. Büyük su soğutmalı motoru içeren garip bir burun ve arkasında oldukça yüksek yapılı kokpit, eleron ve flap çıkıntılarına sahip ters martı biçiminde kanatlar, kanat altında sabit “pantolon” içinde gizlenmiş iniş takımları ve takviye çubukları ile donatılmış bir çift dikdörtgen dikey kuyruk. Mükemmel görüş açısı sağlayan cam kokpit içinde pilot ve telsizci/makinelitüfek nişancısı sırt sırta oturuyordu. Firma daha önceki Junkers tasarımları Ju 52, Ju 86 ve K47’de kullandığı kanat firar kenarına monte edilen flap ve eleronları bu uçağa da uyguladı. Amaç düşük hızda kolay kontrol yeteneği kazanmaktı. Alman endüstrisi henüz ihtiyaç duyulan güçte bir motor üretemediğinden dolayı ilk prototip tıpkı Messerschmitt Bf 109 gibi İngiliz yapımı 525 hp gücünde bir Rolls Royce Kestrel motoru ile donatılmıştı. Motor sabit açılı iki palalı ahşap bir pervaneyi tahrik ediyordu. Motorun soğutmasında sorun yarattığı için daha sonra prototipin radyatör hava girişi genişletildi. Pike dalış için kullanılması düşünülen hava frenleri kanat hücum kenarı altına yerleştirilen dikdörtgen çubuklardan meydana geliyordu. 90° açı ile dönen bu çubuklar uçağın hızını aniden azaltmakta ve pike dalışa geçmesine sebep olmaktaydı. Başlangıçta ilk prototipe monte edilmeyen frenler daha sonra ikinci prototipe eklendi. Bir pike dalış tecrübesi sırasında yüksek dalış hızı nedeniyle zayıf kuyruk yapısı parçalandı ve "Ju 87V1" prototipi 24 Ocak 1936’da meydana gelen bu kazada hurdaya döndü. Tecrübeyi gerçekleştiren test pilotu Willi Neuenhofen ve bir teknisyen kazada hayatını kaybetti. Kazaya sebep olan dikey kuyruk yapısı ikinci prototip olan Ju 87V2’de tamamı ile değiştirildi ve uçak geniş yüzeye sahip tek dikey kuyruk ile donatıldı. Alman Junkers Ju 87V1 uçağının test uçuşları başlangıcındaki çizimi. Alman Junkers Ju 87V1 uçağının radyatör hava girişinin genişletilmesi sonrası çizimi. Mesajcı RNA Mesajcı RNA (İngilizce: messenger RNA) (mRNA), sentezlenecek bir proteinin amino asit dizisine karşılık gelen kimyasal şifreyi taşıyan bir moleküldür. mRNA, bir DNA kalıptan transkripsiyon yoluyla sentezlenir ve protein sentez yeri olan ribozomlara, protein kodlayıcı bilgiyi taşır. Burada, çevirim (translasyon) süreci sonucu, RNA polimerindeki bilgi ile bir amino asit polimeri üretilir. Nükleik asitlerin (mRNA ve DNA) amino asit dizilerine karşılık gelen bölgelerindeki her üç baz, proteindeki bir amino asite karşılık gelir. Bu üçlülere kodon denir, her biri bir amino asit kodlar, bitiş kodonu ise protein sentezini durdurur. Bu işlem iki diğer RNA türünü daha gerektirir: taşıyıcı RNA (tRNA) kodonun tanınmasına aracılık eder ve ona karşılık gelen amino asiti getirir; ribozomal RNA (rRNA) ise ribozomdaki protein imalat mekanizmasının kataliz merkezidir. Bir mRNA molekülünün varlığı onun transkripsiyonu ile başlar ve yıkımı ile sona erer. Çevrim başlamadan evvel bir mRNA molekülü işlenmiş, redaksiyona uğramış ve taşınmış olabilir. Ökaryotik mRNA molekülleri çoğu zaman kapsamlı bir işlenme (İng. "procesing") ve taşınma gerektirirler, prokaryotlar ise bunu gerektirmezler. Transkripsiyon sırasında RNA polimeraz, DNA'daki bir gendeki bilgiyi gereken sayıda mRNA olarak kopyalar. Bu süreç ökaryot ve prokaryotlarda birbirine benzer. Önemli bir fark, transkripsiyon sırasında ökaryotik RNA polimerazın mRNA işlenme enzimleriyle beraber olmasıdır, öyle ki transkripsiyon başladıktan sonra işlenme hızla takip edebilir. Kısa ömürlü olan, işlenmemiş veya kısmen işlenmiş ürüne "pre-mRNA" denir; tamamen işlendikten sonra "olgun mRNA" olarak adlandırılır. mRNA işlemesi ökaryot, prokaryot ve arkeler arasında büyük farklılık gösterir. Ökaryotik olmayan mRNA'lar transkripsiyon sonrasında olgundurlar ve ender durumlar dışında işlenme gerektirmezler. Buna karşın, ökaryotik pre-mRNA'lar, kapsamlı bir işlenme gerektirirler. "5' başlık" (diğer adlarıyla RNA başlığı, RNA 7-metilguanozin başlığı veya RNA mG başlık), transkripsiyon başlangıcından hemen sonra bir ökaryotik mRNA'nın "önüne" yani 5' ucuna eklenmiş, değişime uğramış bir guanin bazlı bir nükleotittir. 5' başlık, ilk yazılmış nükleotit ile 5'-5'-trifosfat bağı ile bağlanmış bir uç (terminal) 7-metilguanozin kalıntısıdır. mRNA'nın ribozom tarafından tanınması ve RNaz'lardan korunması için varlığı çok önemlidir. Başlık eklemesi transkripsiyon eşliklidir ve transkripsiyonla beraber gerçekleşir, öyle ki iki süreç birbirlerine etki ederler. Transkripsiyonun başlamasından kısa süre sonra, sentezlenmekte olan mRNA'nın 5' ucuna, RNA polimeraz ile birleşik olan başlık sentezleme kompleksi bağlanır. Bu enzim kompleksi, mRNA başlık eklemesi için gerekli kimyasal adımları katalizler. Sentez, çok adımlı bir tepkimedir. Uçbirleştirme (İng. "splicing"), intron adı verilen, protein kodlamayan bazı kısımların pre-mRNA'dan çıkartılması işlemidir; kalan kısımlar protein kodlayıcı dizileri kapsar ve bunlara ekson denir. Bazen pre-mRNA molekülleri farklı şekillerde uçbirleştirmeye uğrayabilirler, böylece bir gen birden fazla proteini kodlayabilir. Bu sürece alternatif uçbirleştirme denir. Uçbirleştirme genelde splisozom olarak adlandırılan bir RNA-protein kompleksi tarafından gerçekleştirir, ama bazı RNA molekülleri kendi uçbirleştirmelerini kendileri katalizleyebilir. (bkz. ribozimler). Bazı durumlarda bir mRNA'nın bilgi içeriği, onu meydana getiren bazlarda kimyasal değiklikler sonucu, hücre tarafından değiştirilir. İnsanlarda bunun bir örneği, apolipoprotein B mRNA'sıdır, bazı dokularda dizisi değişir (redakte olur), bazılarında ise değişmez. Redaksiyon sonucu erken bir durma kodonu yaratılır, bu da çevrim sonucu daha kısa bir protein oluşmasına neden olur. Poliadenilasyon, bir mRNA molekülüne bir poladenilil parçasının kovalent bağ ile eklenmesidir. Ökaryotik organizmalarda çoğu mRNA, 3' ucunda poliadenile olur. Poli(A) kuyruğu ve ona bağlı olan protein, mRNA'nın eksonükleazlar tarafından yıkımından korur. Poliadenilasyon ayrıca, transkripsiyon sonlanması için, mRNA'nın çekirdekten ihracı ve çevirim için de önemlidir. mRNA prokaryotik organizmlarda da poliadenile olabilir, ama bu canlılarda poli(A) kuyruğu eksonükleotik yıkımı engellemek yerine kolaylaştırır. Poliadenilasyon DNA'nın RNA'ya yazılımı sırasında ve onu hemen takiben olur. Transkripsiyon tamamlanmasının ardından RNA polimerazla birleşik bir endonükleaz kompleksi aracılığıyla mRNA zinciri kesilir. mRNA kesildikten sonra kesim yerindeki serbest 3' uca yaklaşık 250 adenozin kalıntısı eklenir. Alternatif uçbirleştirmede olduğu gibi, bir mRNA'nın birden fazla sayıda poliadenilasyon çeşidi olabilir. Ökaryotlarla prokaryotlar arasındaki bir diğer fark mRNA taşımasıdır. Ökaryotik transkripsiyon ve translasyon hücre içinde farklı bölmelerde cereyan ettiği için, ökaryotik mRNA'nın hücre çekirdeğinden sitoplazmaya ihracı gerekmektedir. Olgun mRNA'lar gördükleri işlemler sayesinde tanınırlar ve çekirdek gözeneğinden ihraç edilirler. Nöronlarda mRNA'lar soma'dan dendritlere taşınırlar, dış bir uyarmanın ardından orada yerel bir çevirim olur. Çoğu mesaj ise kendilerini hücre içinde belli konuma hedefleyen "posta kodları" taşır. Prokaryotlarda mRNA işlenme ve taşınmaya gerek duymadığı için ribozom tarafından çevrilmeleri transkripsiyon olur olmaz başlayabilir. Bu yüzden prokaryotik çevrimin transkripsiyonla eşlikli ve "ko-transkripsiyonel" (eş yazımlı) olduğu söylenir. İşlenmiş ve sitoplazmaya taşınmış ökaryotik mRNA (yani olgun mRNA) ribozomlar tarafından çevrime uğrayabilir. Çevrim ya sitoplazmada serbest dolaşan ribozomlarda olur ya da, sinyal tanıma taneciği mRNA'yı endoplazmik retikuluma havale ettikten sonra oradaki ribozomlarda olur. Dolayısıyla, prokaryotlardan farklı olarak, ökaryotik çevrim, transkripsiyon ile doğrudan eşlikli değildir. 5' başlık pre-mRNA'nın "önüne" (5' ucuna) 5'-5'-trifosfat bağı ile eklenmiş, değişime uğramış bir guanin nükleotittir. Bu değişim mRNA'nın ribozomar tarafından tanınıp bağlanması, ayrıca 5' eksonükleazlardan korunması için gereklidir. Uçbirleştirme ve taşınma gibi başka temel süreçler için de gereklidir. Kodlayıcı bölgeler kodonlardan oluşur, bunlarda bulunan bilgi deşifre edilip ribozomlar tarafından bir proteine (genelde ökaryotlarda) veya birkaç proteine (genelde prokaryotlarda) çevrilir. Kodlayıcı bölgeler bir başlama kodonu ile başlar ve bir bitiş kodonu ile sona erer. Genelde başlama kodonu bir AUG üçlüsüdür, bitiş kodonu ise UAA, UAG, veya UGA'dır. Kodlayıcı bölge genelde dahilî baz çiftleriyle stabilize durumdadır, bu onun yıkımını engeller. Protein kodlayıcı olmanın yanı sıra, kodlayıcı bölgenin bazı kısımları pre-mRNA'dadüznleyici dizi olarak işlev görebilirler, örneğin eksonik uçbirlştirme hızlandırıcısı ve eksonik uçbirleşirme susturucusu olarak. Çevrilmeyen bölgeler (yaygın olarak İngilizce "Untranslated region" kısaltması olan UTR olarak adlandırılırlar) mRNA'nın başlama kodonundan evvel ve bitiş kodonundan sonra gelen, çevrilmeyen kısımlardır. Bunlar kodlayıcı bölge ile birlikte yazılırlar, olgun RNA'da da yer aldıkları için eksonik sayılırlar. Bu bölgelerin gen ifadesinde çeşitli roller oynadıkları gösterilmiştir, bunların arasında mRNA kararlılığı (stabilitesi), mRNA konumlanması (lokalizasyonu) ve çevirim verimliliği bulunmaktadır. Bir UTR'nin bu işlevleri yerine getirmesi UTR'de bulunan dizilere bağlıdır ve mRNA'lar arasında fark edebilir. mRNA'nın kararlılığının 5' UTR ve