article
stringlengths
7.34k
10k
eksen her iterasyondan 1 piksel artarken, yavaş artan eksen bazen sabit kalıp, bazen bir piksel artar. Matematiksel olarak anlatmak istersek: En son çizilen pikselin koordinatlarının (x, y) olduğunu ve y-ekseninin yavaş arttığını varsayalım. d gerçek doğruyla y arasındaki uzaklık olsun. d gerçek doğruyla y + 1 arasındaki uzaklık olsun. Eğer (d < d) ise y := y olmalıdır. Aksi halde y := y + 1 olmalıdır. y = mx + b doğrusu için Bölüm halindeki deltax'den kurtulmak için bulduğumuz formülü deltax'le çarpalım ve p olarak adlandıralım. p değeri optimize edilmiş algoritmada error olarak isimlendirilmişti ama burada ardışık error değerlerini karıştırmamak için p olarak adlandıracağız. Eğer p pozitifse gerçek doğru üst piksele daha yakın olduğu için y = y + 1, aksi halde y = y olacaktır. x = x + 1 olduğundan Eğer p pozitifse (y - y) = 1; aksi halde (y - y) = 0 Görüldüğü üzere error değeri (yani p) pozitifse 2 * deltax kadar azaltılıyor ve y değeri artırılıyor. Ayrıca error değeri, her adımda 2 * deltay kadar artırılmaktadır. Akşamcılık Akşamcılık, 16. yüzyılın ikinci yarısında (özellikle II. Selim ile birlikte) Bizans içki kültürünün etkisinde canlanan, İstanbul'a özgü bir gelenektir. Zaman içerisinde başka büyük kentlere de yayılmıştır. Hâlen Çiçek Pasajı, Kumkapı veya Boğaz'da nostaljik atmosferli meyhâneler bulunsa da 20. yüzyılın başlarında eski ortamını, tiplerini ve üslûbunu yitirmiştir. Akşamcılık, 'keyif için' akşam saatlerinde birkaç kadeh içmek demektir. 'Akşamcılar' özellikle Alkoliklikten ve "gündüzcülük"ten kaçmaya gayret ederler. İstanbul'un fethiden sonra İstanbul'da kalan Rumlar kendi meyhâne geleneklerini sürdürmekteydiler. Müslüman Türkler arasında ne zaman yayıldığı tam olarak bilinememekle birlikte Kânûnî Sultan Süleyman döneminde yinelenen içki yasakları bu dönemde hareketliliğin başladığına işaret sayılabilir. İçkiye düşkünlüğüyle de bilinen II. Selim'in pâdişah olmasıyla getirilen özgürlükler sâyesinde içki serbestliği Müslümanlar arasında da yayılmaya başladı. Bu dönemin ünlü Şeyhülislâm'ı Ebussuud Efendi'nin câmiye sahip yerlere açıkça içki sokulamayacağını ve içilemeyeceğini dile getirdi. İçkiyi bütünüyle yasaklamayan bu fetvâ ile insanlar akşamın karanlığıyla birlikte kurallara uyarak içmeye başladılar, akşamcılık geleneği de böylece doğmuş oldu. I. Ahmet, IV. Murat ve son olarak III. Selim döneminde sıkı içki yasakları uygulandı. Akşamcıların nüfûsunun kent nüfûsuna oranı çok düşüktü, bunun sebepleri arasında toplumda aşılamayan, içmenin hiçbir şekilde onaylanmaması, içki içenlerin alay konusu olması, dînî baskılar sayılabilir. Gene de İstanbul akşamcılığı 19. yüzyıla kadar meyhânelerde sürdürüldü. Sultan Abdülaziz döneminde daha üst düzey insanları ağırlayan ruhsatlı "selâtin" meyhâneler de açıldı. Saz ve söz eşliğinde sanatsever insanlar hep bu meyhânelerde ağırlandı. Akşamcılık 20. yüzyılın başlarında ise nitelik kaybıyla değişime uğradı. Kıyametin kopacağına inanılan akşam ezanı ve yatsı ezanı arasındaki zaman dilimi akşamcılar için günün en rahatlatıcı ya da eğlenceli saatleri sayılırdı. Akşam ezanından sonra başlayan içki faslı, yatsı ezanına kadar aşama aşama sürerdi. Yatsıya doğru yakalanan "keyif" sınırından sonra daha fazla içmeyi istemek yahut daha fazla içilmesi için ısrar etmek ayıp sayılırdı. Kadehi bir dikişte boşaltmak, mezeleri (çiroz, ringa, ciğer tava, piyazlar, pilaki, midye tava, çerkez tavuğu, peynir...) karın doyurmak için hakkından fazla yemek de gene aynı şekilde ayıplanırdı. Genelde arkadaş ortamına sâhip masalara yabancılar veya içmesini bilmeyenler fazla yaklaştırılmazdı. Akşamcılığı meyhane yerine evinde sürdürenlerin kurduğu masaya da "çilingir sofrası" denirdi. Ayrıca tütün de bu masaların değişmez elemanlarından biriydi. Bedřich Smetana Bedřich Smetena, (ya da "Friedrich Smetana") (d. 2 Mart 1824, Litonmyschl, Bohemya – ö. 12 Mayıs 1884, Prag). Çek müziğinin kurucusu kabul edilen piyanist, orkestra şefi, besteci. Müzik tarihindeki ilk milliyetçi bestecilerden birisidir. İlk müzik eğitimini kemancı olan babasından aldı. Prag’daki bir okula yazıldıysa da şehirdeki konserleri takip etmeyi ve arkadaşları için küçük eserler yazmayı tercih ettiğinden okulu ihmal etti ve babası onu Pilsen’deki başka bir okula yazdırmak zorunda kaldı. 1843’de Prag’a yerleşti ve geçimini öğretmenlik ile sağladı. Kont Leopold Thun’un evine yerleşerek bu aristokrat aileye müzik dersleri verdi ve kendisi de Josef Proksch’dan dersler aldı. 1847’deki konser piyanisti olma girişimi başarısız olunca Franz Liszt’in özendirmesiyle Prag’da bir müzik okulu açmaya karar verdi. Tahttan indirilen İmparator Ferdinand’a düzenli olarak çalarak ve özel ders vererek geçimini sağladı ve 1849’da Pilsen günlerinden bu yana tanıdiğı piyanist Katerina Kolárová ile evlenebildi. Bu evlilikten olan 4 kızından üçü, 1854-1856] arasında öldü. Smetena, 1856’da Göteborg’de piyano öğretmenliği yapma fırsatı bulunca İsveç’e gitti. İsveç’te, piyanist, öğretmen ve şef olarak başarılı bir kariyer yaptı ve Liszt’den etkilenerek senfonik şiirler yazdı. Eşinin sağlık sorunları nedeniyle 1859’da ülkesine dönmek için yola çıktı ancak eşi yolda, Dresden’de hayatını kaybetti. Göteburg’da iki yaz daha geçirdi ve bu arada Bettina Ferdinandová ile ikinci evliliğini yaptı. Macaristan’ın Avusturya’yı yenmesinin ardından doğmaya başlayan Çek milliyetçiliğinde aktif bir rol oynamak için ülkesine geri dönen Smetena, başlangıçta Prag’da eskisinden daha başarılı olamayarak hayal kırıklığına uğradı. 1866’da ilk operası Brandenburglar Bohemya’da sahneleninceye kadar ülkesinde fazla ilgi görmedi. Bunu, ikinci operası Satılmış Nişanlı izledi, daha sonra Dalibor ve İki Dul operalarını yazdı. 1866-1874 arasında Çek Ulusal Operasını yönetti ve 42 opera daha besteledi. Libuše adlı operası 1881’de Prag Ulusal Tiyatrosu’nun açışında sahnelendi. Bu operadan sonra Vatanım başlıklı senfonik şiirler besteledi. 1876’da Hayatımdan isimli, yaşamını anlattığı yaylı çalgılar dörtlüsünü yazdı. 1870’ten sonra işitme yetisini kaybetmeye başlayan Smetena, buna rağmen beste yapmaya bir süre daha devam etti. Ruhsal çöküntü içinde nöbetler geçirmeye ve dengesizlik belirtileri göstermeye başlayınca Prag'da bir akıl hastanesine yatırıldı. 12 Mayıs 1884'de bu hastanede hayatını kaybetti. Smetena operaları ve senfonik şiirleri ile ülkesinin efsanelerini, tarihini, kahramanlarını orijinal bir müzik tarzı ile anlatmış ve ülkesinde ulusal kahraman olmuştur. Operaları içinde Satılmış Nişanlı bir başyapıt olarak kabul edilir. En çok bilinen ve sevilen eseri ise Bohemya’daki bir nehrin kaynağında doğuşundan denize dökülene kadarki öyküsünü anlattığı senfonik şiiri Moldau’dur (6 senfonik şiirden oluşan Vatanım’ın içinde yere alır). Smetana, Antonín Dvořák ve Leoš Janáček gibi sonraki kuşak Çek bestecileri için de ilham kaynağı olmuştur. Akşamcı Akşamcı, şu anlamalara gelebilir, Takazlı, Beşikdüzü Takazlı, Trabzon ilinin Beşikdüzü ilçesine bağlı bir mahalledir. Mahallede kara lahananın çorbası, sarması, yığması, döşemesi yapılıp yenmektedir. Mahallenin toprakları çay, fındık, mısır, lahana, patates, fasulye ve kivi üretimine uygun olduğu için bu ürünler de sıklıkla kullanılmaktadır. Köy sakinlerinden ineği olanlar kendi yağ ve peynirlerini kendileri üretirler. Meyve ağaçları sayesinde ise dut pekmezi, üzüm pekmezi gibi ürünler de üretilmektedir. Trabzon iline 49 km, Beşikdüzü ilçesine 4 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, Karadeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Mahallenin ekonomisi tarım çay ve fındık başta ve hayvancılığa dayalıdır. Mahallede, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamasının yanı sıra taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Mahallenin içme suyu şebekesi yoktur ancak kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Kitle ve İktidar Kitle ve İktidar (özgün adıyla ""Masse und Macht""), Elias Canetti'nin kitle ve iktidar olgularını inceleyen eseri. 1960 yılında yayımlanmıştır. "Kitle ve İktidar" 1960 yılında ilk kez yayımlanmış olsa da, Canetti kitle olgusu ile 1925 civarında ilgilenmeye başlamıştı. Daha sonraları Avrupa'daki birçok ülkede iktidara gelen diktatörler ve özellikle 1933'te Hitler'in Almanya'da iktidara gelmesi Canetti'nin iktidar olgusuyla ilgilenmesine yol açtı. İncelemeleri kitle ve iktidar olguları arasında çeşitli ilişkiler kurmasına ve olası ilişkileri çözümlemeye çalışmasına neden oldu. Bu konudaki fikirlerini ve izlenimlerini "Kitle ve İktidar" eserinde ortaya koydu. Eserde kitle ve iktidar olguları antropolojik, sosyolojik ve psikolojik açılardan incelenirken bu iki spesifik olguyla ilgili çeşitli olgular da tanımlanmakta ve incelenmektedir. Eyyûbîler Eyyûbîler Devleti veya Eyyûbîler (, ; , ), Zengi Devleti'nin komutanı olan Selahaddin Eyyûbî'nin kurduğu hanedanın egemen olduğu Mısır'daki devletin adıdır. En güçlü olduğu dönemde Mısır, Suriye, Irak, Hicaz ve Yemen'i egemenliği altında tutmuştur. Eyyûbîler Kürt, Türk veya Arap kökenli Sünni İslam hanedanıydı. El-Hazrecî'nin Eyyubileri anlatan eserinin ismi Târihu Devleti'l-Ekrâd ve’l-Etrak () ismini taşımaktadır ).} Bu isim Memlûk Sultanlığı'nın en yaygın adıdır. Fakat bu yazarların Memlûk Sultanlığı'nın isminden esinlenmiş olma ihtimali yoktur, çünkü hem İbnü'l-Esîr hem de İbn Senaü'l-Mülk, Memlûk Sultanlığı'nın kuruluşundan (1250) önce ölmüşlerdir. Siyasi yapısı bakımından, Eyyûbî konfederasyonun yönetim tutumları kendi yurdunun siyasi kurumları ile alakalı olabilir. Fakat bu kurumları çağdaş Türk devletlerinin temel yapısıyla önemli ölçüde farksızdı ve Eyyubîler birçok yönden sadece Selçukluların bir halefi olarak anlaşılabilir. Fâtımîler’in son halifesi olan El-Âzıd bil-Lâh’ın 1171 tarihinde vefatı üzerine Şâfiî olan Selahaddin Eyyübi Mısır’a yerleşti. Bunun üzerine iki yüz yetmiş sekiz sene süren Mısır Şîʿa’sının tarihe karışması neticesi “Mısır Şia Batınilik mensupları d
a çeşitli ülkelere dağılmak zorunda kaldılar. Böylece, Sultan Selahaddin Eyyübi’nin baskısından bunalan Batınilik dâîleri bu yeni bağımsızlığına kavuşan bölgelere göç ettiler. 1158 yılında Büyük Selçuklular'ın sonu olarak kabul edilen Sultan Sencer’in evlât bırakmadan ölmesi üzerine Selçuklu valileri Horasan, Irak-ı Acem, Kerman, Halep, Şam, Konya Selçuk şubeleri oluşturdukları gibi Benî Artıklar, Elgarzîler, Musul ve Halep Atabeylikleri isimleri altında bağımsızlıklarını ilân ettiler. 1171’de Fatimilere son veren Selahaddin Eyyûbî, Mısır'da hutbeyi yeniden Abbasi halifesi adına okutmuş ve Mısır'da Sünnîliği yeniden başlatmıştır. 1174'te kendi adına hutbe okutarak devletin başına geçti. İlk iş olarak Zengileri kendi topraklarına bağladı. Suriye, Filistin, Hicaz, Ürdün, Yemen, Güneydoğu Anadoluyu egemenliği altına aldı. 1177 yılında Montgisard Muharebesinde Kudüs kralı IV. Baudouin'e yenildi. Selahaddin Eyyübi, Haçlılarla uzun süren mücadeleler yaptı. Onlara karşı İslam'ın geçilmez kalesi oldu. Kudüs'ü alarak tekrar İslamiyet'e kazandırdı. Fetihten sonra katliam beklentisi içinde olan Gayrimüslimlere gösterdiği engin hoşgörü ve benzeri insanî özellikler ile büyük takdir kazandı. İslâm dünyasında bir efsane hâline geldi. 1187 yılında Hittin Savaşı'nda Haçlıları yenilgiye uğratarak Kudüs'ü Haçlılardan geri aldı. 1188 yılında Selahaddin, Antakya Prensliği'ne (Haçlı Kontluğu) karşı sefere çıkmıştır. Bu bölgede birçok kaleyi ele geçirdi. 1189 yılı başlarında Üçüncü Haçlı seferi Papa tarafından başlatılmıştı. Bu sefere daha önce Hittin Savaşına katılan Haçlılardan başka İngiliz, Fransız, Alman ve Sicilya içinde olduğu devletlerin oluşturduğu donanmaları ve kara kuvvetleri haçlılara katıldılar. Selahaddin bütün Müslümanlardan yardım istedi fakat çok azı bu yardıma cevap verdi. Artık her iki tarafın askerleri de savaşın bitmesini istiyorlardı. Bunun üzerine anlaşmaya karar verildi. 2 Eylül 1192 tarihinden geçerli olmak üzere üç yıl sekiz ay karada ve denizde geçerli olacak bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma ile Yafa ile Sur arasındaki dar sahil şeridi Haçlılar'ın elinde kalıyor, diğer fethedilen yerler müslümanların oluyordu. Bu zaman zarfında Ortadoğu'daki Haçlı varlığının belini kırmış, onu asla eski gücüne kavuşamayacağı hale getirmişti. Sultan 4 Mart 1193 günü Şam'da öldü. Ölümü üzerine dört oğlu kendi aralarında mücadeleye başladı. Selahaddin Eyyübi, bütün bu işlerin dışında Haşhaşiler/Batınilik meselesi ile de uğraştı. Selahaddin Eyyübi'in kurduğu devlet, babasının adından dolayı Eyyûbîler olarâk anıldı. Eyyûbîler Devleti'nin sınırları kısa sürede Mısır, Suriye, Güneydoğu Anadolu ve Arabistan'ın güneyine kadar genişledi. Salman Rüşdi Salman Rushdie,(Hintçe: सलमान रश्दी, Okunuşu: Selman Rüşti) (d. 19 Haziran 1947, Bombay, Hindistan) Hint asıllı Britanyalı yazar ve romancı. Romanlarının çoğu Hindistan'ı konu alır. Anlatımı, mit ve fantaziyi gerçeklik ile iç içe geçiren bir tarzdır. Bunun yanında Günter Grass, Mikhail Bulgakov gibi isimlerden de etkilenmiştir. Booker ödülü yanında birçok ödül sahibidir. Salman Rushdie, Urduca ve İngilizce konuşan Müslüman bir ailenin oğlu olarak 1947'de "(bağımsızlıktan iki ay önce)" Bombay'da doğdu. 1961'de lise eğitimi için Birleşik Krallık'a gönderilen Rüşdi'nin ailesi, 1964'te diğer Müslümanlarla birlikte zorunlu olarak Pakistan'a göç etti ve Karaçi'ye yerleşti. Cambridge'de tarih eğitimi gören Rüşdi, fantastik bir bilimkurgu denemesi olan ilk romanı Grimus (1975) ile eleştirmenlerin dikkatini çektikten sonra, "Geceyarısı Çocukları" (Metis, 2000) romanıyla (1981 Booker, 1982 James Tait Black, 1993 Booker of Bookers ödülleri) dünya çapında ün kazandı. Hindistan tarihi ve politikasına eleştirel yaklaşımı nedeniyle Hindistan'da yasaklanan bu romanı, bu kez Pakistan'da aynı akıbete uğrayan "Utanç" (Metis, 2005) izledi. Nikaragua anılarını aktardığı "The Jaguar Smile"'ın (1987, Jaguar Gülüşü, Pencere, 1989) ardından yazdığı "The Satanic Verses" (1988, Şeytan Ayetleri) ile 1988 Whitbread ödülünü kazandıysa da Müslümanlığa hakaret ettiği gerekçesiyle kitap Hindistan ve Güney Afrika'da yasaklandıktan sonra Humeyni tarafından yazar hakkında ölüm fetvası verildi. Kasım 2005 ve Haziran 2008 tarihlerinde ABD'den Foreign Policy ve Birleşik Krallık'tan Prospect dergilerinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu Dünyanın ilk 100 entelektüeli listelerinde, 2005 yılında 10., 2008 yılında 23. sırada yer almıştır. 1989'da yayınlanan "Şeytan Ayetleri" romanı, İslam dini peygamberi Muhammed'e ithamda bulunduğu gerekçesiyle İslam dünyasından büyük tepkiler almış; Güney Afrika, Pakistan, Suudi Arabistan, Mısır, Somali, Bangladeş, Sudan, Malezya, Endonezya, ve Katar'da kitabın yayınlanması yasaklanmış; 14 Şubat 1989'da İran lideri Ayetullah Ruhullah Humeyni tarafından fetva verilerek Rüşdi'nin başına üç milyon Amerikan doları ödül konmuştur. Dünyanın birçok ülkesinde aleyhinde yapılan kitlesel gösteriler Şubat 1989 gündemini oluşturmuştur. Bunu takip eden yıllarda da çeşitli ülkelerde kitabın çevirmen ve yayıncı kuruluşlara yönelik saldırılar olmuştur. 1998'de İran, Birleşik Krallık ile ilişkilerini düzeltmeye yönelik bir adım olarak Salman Rüşdi hakkında aldığı ölüm cezası kararından vazgeçmişse de İran dini lideri Ali Hamaney 2005'te fetvayı sadece veren kişinin kaldıracağını, ancak bu kişinin yani Humeyni'nin 1989'da öldüğünü ifade etmiştir. Alkolizm Alkolizm, alkollü içkilere kişinin fiziki ve psikolojik sağlığına zarar verecek şekilde olan aşırı tutkunluk. Alkolizm sorunu olan kişiye ise alkolik denir. Genellikle alkole karşı düşkünlüğün başlaması, sinir gerginliğini yok etmek için içme ihtiyacının duyulmasıyla olur. Bunun arkasından yalnız olunduğu zaman alkole meyil ve uzun sarhoşluk devreleri gelir. Normal alkol alımının üzerinde, uzun süre boyunca yüksek oranlarda alkol alımı gerçekleşir. Alkole alışkanlık kazanmış kişinin kontrolü kaybetmesi ve davranışlarını özürlerle kapatmak istemesi kritik devrede olduğunun işaretleridir. Saldırgan olur, içki depolar ve sabahları alkol alma alışkanlığını kazanır. Bu noktadan sonra işini de ihmal etmeye başlar ve kendisinde titremeler, düşünme yetersizliği baş gösterir. Alkol alışkanlığının soya çekime bağlı olduğu söylenmişse de bugün bütün dikkatler olayın psikolojik ve sosyal (toplumsal) sebeplerine çevrilmiştir. Bağımlılığın ön işaretleri: Bağımlılığın ileri işaretleri: Alkollü içkiler tesirlerini ihtiva ettikleri etil alkol ile sağlarlar. Bu maddenin az miktarı (kan seviyesi 100–200 mg/cc iken) zahiri olarak (görünüşte) canlılık sağlar zannedilirse de daha çok alınır ve 200–300 mg/cc kan seviyesine ulaşırsa depresyon ve fiziki güçlerin yönlendirilmesinde güçlükler ve azalmalar olur. Kişiye ve bünyeye göre değişmekle beraber miktarın daha da arttırılması ve 500 mg/cc’yi bulmasıyla nefes alma güçleşebilir ve hatta ölüme sebebiyet verebilir. Bunlar alkolün birden alınmasında ortaya çıkan belirtilerdir. Devamlı alanlarda ise vücut işleyişinde kalıcı bozukluklar olur. Alkoliklerin en az 1/4’i karaciğer yetersizliği, beslenme yetersizliği ve mide rahatsızlıklarıyla karşı karşıyadır. Psikolojik durum bozuklukları ise bunlarda çok daha yaygındır. Alkolizmin erken devresinde hastalar ekseri normal ağırlıktadır veya kilo fazlalığı vardır. İleri devrelerinde gözle fark edilen bir zayıflama görülür. Hastalar iyice zayıfladıklarından sık sık enfeksiyon hastalıklarına yakalanırlar. İştahları yoktur ve iştahlarının olmayışının sebebi; hem alkolün merkezi sinir sistemine hem de bağırsak kanalına yaptıkları zararlı tesirlerdendir. Vitamin B12 ve folik asit eksikliği sebebiyle alkoliklerde kansızlık başgösterir. En hafif vakalarda bile karaciğerde toksik (zehirli) yağ birikimi olur. Bazı hastalarda alkolik hepatit (karaciğer iltihabı) ortaya çıkabilir. Müzminleşmiş alkol alımı, karaciğer sirozuna sebebiyet vermektedir. Bilhassa günde 80 gram alkol alanlar (ve daha fazlasını alanlar) bu tehlikeye maruzdurlar. Günde 160 gr alanlarda ise tehlike son derece fazladır. Östrojen denilen ve kadınlarda erkeklerden daha yüksek yoğunlukta bulunan bir hormonun yıkımı karaciğerde olur. Alkoliklerde karaciğer harabiyeti sebebiyle bu hormonun yıkımı azaldığından kandaki konsantrasyonu yükselir ve erkek alkoliklerde erkeklik hislerinin azalmasına sebebiyet verir. Midede asit salgılanmasını arttırarak mide ve onikiparmak barsağı ülserlerinin gelişmesine yol açabilir. Akut gastritlere (had mide rahatsızlıklarına) alkol alanlarda sık sık rastlanmaktadır. Uzun seneler devamlı alkol alanlarda müzmin pankreas iltihapları ortaya çıkar ve sık sık bu hastalığın tekrarlaması sonucu tam bir pankreas yetmezliği gelişir. Tam pankreas yetmezliği ise alınan gıdaların sindirimini ve bağırsaklardan emilimini bozar. Vücutta vitamin yetersizlikleri başgösterir. Şeker hastalığının ortaya çıkışını kolaylaştırır. Ayrıca böbreklerde de toksik etki yapıp nefrite yol açabilmektedir. Çok mühim bir tesiri de çevre sinirlerine olan toksik tesiri ve bunun sonucu polinevrit denilen sinir iltihaplarına sebep olmasıdır. Alkol, kalp hastalarına da negatif (olumsuz) etki eder, kalp kasları önce hacim genişlemesine uğrar ve sonra kalp yetmezliği meydana gelir. Koronerler (kalbi besleyen damarlar) de spazma ve göğüs ağrılarına sebep olur. Alkol genel olarak damar sertliğini hızlandıran faktörlerdendir. Alkoliklerde ruhi bozukluklara da rastlanır. Kronik alkolizmde zeka geriler. Öğrenme kapasitesi zayıflar ve hafıza kusurları ortaya çıkar. Ani alkol hastalığı, yani aşırı sarhoşluk halinde şok durumu ortaya çıkmazsa bir tedavi gerekmez. Şok ortaya çıkarsa hemen hastane bakımı gerekir. Müzmin alkol hastalığında ise tehlike çok ciddidir ve çeşitli usullerle tedaviye çalışılır: Alkol aldığından şüphelenilen kişinin kanındaki alkol miktarını tespit etmek maksadıyla polisler tarafından tatbik edilen bir testtir. Teste tabi tutulan kişinin üfleyerek verdiği nefes, test cihazının içindeki potasyum bikromat ve sülfürik asit çözeltisinden geçirilir. Nefesteki alkol miktarıyla or
antılı olarak çözeltinin görünüşünde değişiklik meydana gelir. Kandaki alkol oranı 100 mililitrede 80 miligramın üstüne çıktığı zaman trafiğe çıkmak tehlikeli olur. Mehmet Emin Yurdakul Mehmet Emin Yurdakul (d. 13 Mayıs 1869, İstanbul - ö. 14 Ocak 1944, İstanbul), Türk şair, milletvekili. ""Türk Şairi"", “"Millî Şair"” diye anılır. Türk Millî Edebiyat akımının öncü şairleri arasında yer almıştır. Ulusçu, halkçı görüşleri savunan şiirler yazan Yurdakul, Osmanlı Meclis-i Mebusan III. Dönem Musul Mebusluğu ile TBMM II. Dönem Karahisar-ı Şarkı, III. Dönem Şebinkarahisar ve IV. Dönem (Ara Seçim), V., VI. Dönem Urfa ve VII. Dönem İstanbul Milletvekilliği ile II. Dönem İrşad Encümeni Reisliği yapmıştır. 1869 yılında İstanbul’un, Beşiktaş semtinde doğdu. Babası balıkçılıkla uğraşan Salih Reis, annesi Emine Hatun’dur. Beşiktaş Askeri Rüştiyesi’nden sonra devam ettiği Mekteb-i Mülkiye’nin İdadi bölümünden ayrıldı, devlet memurluğuna başladı. 1899’da kaydolduğu İstanbul Hukuk Mektebi’ne bir süre devam ettiyse de öğrenimine ABD’de devam etmek için bu okuldan ayrıldı, ancak bu isteğini gerçekleştiremedi ve devlet memurluğuna döndü. Sadrazam Cevdet Paşa’nın tavsiyesiyle Rusumat Evrak Dairesi’nde göreve başlayan Mehmet Emin Bey, 1897-1907 yılları arasında Rüsumat Evrak Müdürlüğü yaptı. İlk şiirini 1897’de Yunan Harbi sırasında Selanik’te Asır Gazetesi’nde yayımladı. “"Cenge Giderken"” adlı bu şiir ile ünlendi. 1899’da “"Türkçe Şiirler"” isimli bir şiir dergisi çıkardı. İstanbul’da “"Servet-i Fünun"”’da, Selanik’te “"Çocuk Bahçesi"” Dergisi’nde, İzmir’de ""Muktebes"" adlı dergide şiirlerini yayımlamayı sürdürdü. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesiydi. Şiirleri ile hükümeti eleştirince 1907’de İstanbul’dan uzaklaştırılıp Erzurum’da görevlendirildi; II. Meşrutiyet’in ilanının ardından Trabzon’da gönderildi. II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan 31 Mart Olayı’ndan sonra İstanbul’a çağrıldı; Bahriye Nezareti Müsteşarlığı’na atandı ancak bu görevi istemeyince 1909’da Hicaz, 1910’da Sivas valiliği yaptı. Çalışmasının engellendiği gerekçesiyle 1910 yılında istifa ederek İstanbul’a geri döndü. Ahmet Ağaoğlu, Dr. Fuat Salih, Ahmet Ferit Beylerle birlikte “"Türk kültürü, dili ve sanatının geliştirilmesi amacıyla"” kurulan Türk Ocağı adlı örgütün kurucuları arasında yer aldı Örgütün ilk genel başkanı oldu, çıkarılan Türk Yurdu Dergisi’nin sorumluluğunu üstlendi. Ancak henüz dergi çıkmadan İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığa düşünce Erzurum’a vali olarak atandı, 1912’de bu görevde iken emekliye ayrılmak zorunda bırakıldı. İstanbul’a dönüp Türkçülük düşüncesini yaymak üzere yayıncılık yapmaya devam etti. 1913’te Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Musul milletvekili oldu. Türk Ocakları’nın 1918 tarihli kongresinde Hamdullah Suphi ve Ziya Gökalp gibi isimlerle birlikte örgütün “Hars ve İlim Heyeti” üyeliğine seçildi. 1919 seçimlerine katılan Millî Türk Fırkası'nın kurucuları arasında yer aldı. İstanbul’un işgalinden sonra Mayıs 1919'da Sultanahmet Meydanı'nda düzenlenen mitingde sarfettiği şu sözleri ünlüdür: 1921’de Millî Mücadele'ye katılmak için Anadolu’ya geçti. Antalya, Adana, İzmir yörelerinde dolaşarak halkın ve ordunun manevi gücünü arttırıcı konuşmalar yaptı. TBMM’de önce Şebinkarahisar, sonra da Urfa ve İstanbul milletvekili olarak beş dönem görev yaptı. Milletvekilliğini ölümüne kadar sürdürdü. Şiir yazmaya Servet-i Fünun Dergisi’nde başlayan Yurdakul bütün şiirlerinde sade bir dil ve hece ölçüsü kullandı; konularını toplum dertlerinden, sosyal-epik hayat sahnelerinden aldı; uyarıcı-öğretici şiirler yazdı. ""Türk Şairi"", ""Millî Şair"" diye anılır. 14 Ocak 1944 tarihinde İstanbul’da öldü. Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi. Bünyan Bünyan; Kayseri ilinin bir ilçesidir. Bünyan tarihinin çok eski olduğuna dair kanıtlar ilçe yakınlarındaki köylerdeki mevcut mağara ve kalıntılardan anlaşılmaktadır. MÖ 4000-1200 yıllarından Hititlere dayandığı anlaşılmaktadır. İran, Asur ve Roma kültürlerini yaşamış Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Türkleşmiştir. Bölge 1515 tarihinde Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katıldı. Eskiden adı "Sarımsaklı" olan ilçe, 1895 yılında Sivas ilinin Pınarbaşı (Aziziye) ilçesinden çıkartıldı ve Bünyan-ı Hamid adını kazanarak ilçe oldu. Bu isim "Hamid'in Yapısı" anlamına gelmektedir. 1908 yılında Meşrutiyet'in ilanı sonucu Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi ile Hamid adı kaldırıldı ve ismi Bünyan olarak devam etti. 1912 yılında Sivas ilinden ayrılarak Kayseri iline bağlandı. Bölgedeki tarihi eserler Hititler ve Selçuklular zamanından kalmıştır. Bu eserlerden bazıları Büyük Bürüngüz köyündeki Daniş Ali Bey Camii, Cami-i Kebir mahallesinki Bünyan Ulu Camii, Kayabaşı Mağaraları, Samağır köyündeki Abdurrahman Gazi Türbesi ve mağaralar, Doğanlar mahallesindeki Şammaspir Kilisesi, Karakaya kasabasındaki Seyit Halil Türbesi, Yenice mahallesindeki Papaz Çeşmesi, Sultanhanı köyündeki Sultan Hanı ve Karadayı köyündeki Karatay Hanı'dır. Bünyan merkezi, Koramaz Dağı'nın kuzey yamacına kurulmuştur. İl merkezine 40 km uzakta bulunan ilçenin toplam yüzölçümü 1306 km² olup ilçenin rakım değeri 1375 metredir. 36-37 Boylam ve 38-39 Enlem dereceleri arasında bulunan ilçe, doğuda Pınarbaşı, güneyde Tomarza ve Talas, batıda Kocasinan ve Melikgazi, kuzeyde Sarıoğlan, Akkışla ilçeleri ile komşudur. Erciyes Dağı'nın 40 km. kuzeydoğusunda yer almaktadır. Karasal iklim hüküm sürer. Yazları sıcak ve kurak kışları soğuk ve kar yağışlı geçer. Yağmurlar genel olarak Nisan, Mayıs ve Ekim aylarında boldur. Kar ise Aralık, Ocak ve Şubat aylarında yağar. Yıllık ortalama yağış miktarı 35 santimetredir. Yıllık ortalama sıcaklık 10° civarındadır. Gece ile gündüz arasındaki ısı farkı oldukça fazladır. Kış aylarında kuzeyden Poyraz, yazları doğudan Karayel, güneyden Lodos en çok esen rüzgarlardır. İlçe merkezinde daha çok doğudan batıya “Boğaz Yeli” denen soğuk rüzgar eser. Dağlarda yetişen bodur çalılıklara ve keven bitkisine rastlanmaktadır. Son yıllarda ilçe merkezinde ve köylerde bulunan su boylarında kavak ve söğüt ağaçları dikilmeye başlanmıştır. Meyveciliğe yönelik olarak ise meyve bahçeleri mevcuttur. İlçede kayısı, elma ve armut bol olarak yetişmektedir. Bünyan ilçesi, Merkez ve Elbaşı Bucağı ile bağlı köylerden oluşmaktadır. Merkeze bağlı köy sayısı 19, Elbaşı Bucağına bağlı köy sayısı 7 olmak üzere 26 köy mevcuttur. Bunların 26sı köy olmak üzere 57 muhtarlık mevcuttur. 2014 yılı itibarıyla toplam ilçe nüfusu 27.944 olarak belirlendi. Bünyan Şeker Fabrikası ve Sümerbank'ın kapatılmasıyla işsiz kalan yüzlerce kişi Kayseri'ye göç etti. Sağlık ve eğitimin yetersizliği nedeniyle birçok insan şehre gitti ve geriye çoğunluka yaşlılar kaldı. İlçe ekonomisini tarım, hayvancılık, mevsimlik inşaat işçiliği ve halıcılık oluşturur. İlçede bir adet fabrika bulunmaktadır. Bu fabrikada 50-55 civarında insan çalışmaktadır. 1970'li yıllarda halk iştiraki olarak kurulan ve çelik grit ve çelik bilye üreten Bünsa Döküm AŞ.'dir. Tarla tarımı köylerde ve ilçede en temel uğraş olup sadece hayvancılıkla geçinen köy bulunmamaktadır. Tarım ve hayvancılıkta istenen verime daha ulaşılamamıştır. Buğday ambarı bulunur. Buğday işleme fabrikaları vardır.Tarım hayvancılığa bakarak iyidir. Gilaboru meyvesi (halk arasında Giraboğlu olarak söylenir) buranın önemli gelir kaynaklarından birisidir. Böbrek taşı problemleri ve idrar yolu rahatsızlıklarına faydalı olan bu meyvenin üretiminin büyük kısmı bu ilçede yapılmaktadır. Halıcılık ekonomiye katkı anlamında ilçe merkezi ve köylerde uğraşılan bir zanaat dalı olarak yerini korumaktadır. Fakat son 10 yıl içinde önemi ve kapsamı sürekli azalmaktadır. Her evde bir halı tezgâhı mevcut olup kadınlar tarafından halı dokunmaktadır. İlçenin adını ülke genelinde ve yurt dışında duyuran Bünyan halıcılığının ekonomik şartlara ve makine halıları üretimi ile rekabet etmesi günden güne zorlaşmaktadır. İlçe eğitime önem vermektedir. Ancak Erciyes Üniversitesi'nin herhangi bir kolunun ilçede olmaması şaşırtıcıdır. Çok yaşlı kimselerin dışında okuma yazma bilmeyen sayısı çok azdır. Okuma yazma oranı %99’dur. İlçe genelindeki tüm okullarda “Tekli Eğitim” yapılmaktadır. İlçede önemli bir eğlence merkezi yoktur. Ancak Bünyan Belediye Başkanlığı'nın kurmuş olduğu Kayaaltı Alabalık Üretme Çiftliği, Sarımsaklı Çayı’nın kaynağı olan Pınarbaşı ile Kayseri-Malatya yolu üzerinde bulunan Sultan Çiftliği Alabalık Tesisi piknik alanı olarak ilgi çekmekte, az da olsa eğlence sunmaktadır. Eski konutlar birbirine yakın olarak toprak örtülü olarak yapılmış olup, hâlen mevcutları vardır. Yeni binalar ise betonarme ve çatılı olarak yapılmaktadır. Tarihi değeri olan Konak adında bir bina vardır ve sahipleri tarafından konut olarak kullanılmaktadır. Yerleşim merkez ve köylerde toplu bir görünümdedir. Mezra şeklinde dağınıklık yok denilebilir. Sadece Koyunabdal Kasabasında mezra bulunmaktadır. İlçe merkezinde ve Karahıdır köyünde birkaç çiftlik yerleşimi bulunmaktadır. Toplu yerleşim dolayısıyla devlet hizmetleri rahat götürülebilmektedir. Ayrıca Sultanhanı, Karadayı ve B.Bürüngüz Köylerinde Selçuklulardan kalma tarihi binalar ve kervansaraylar mevcuttur. Çankaya Köşkü Çankaya Köşkü, Türkiye'nin başkenti Ankara'da bulunan, Türkiye cumhurbaşkanlarının 2014 yılına kadar ikamet ettiği komplekstir. 2014 yılından itibaren Türkiye cumhurbaşkanlarının resmî konutunun Cumhurbaşkanlığı Sarayı olmasıyla, Çankaya Köşkü artık Türkiye başbakanları tarafından kullanılmaktadır. Çankaya Köşkü, Ankara'nın merkezi olan Kızılay Meydanı'nın yaklaşık 5 kilometre güneyindedir ve rakımı 1.071 metredir. Çankaya Köşkü 1,77 km² büyüklüğünde bol ağaçlı ve halka kapalı bir alan üzerinde kuruludur. Atatürk Müze Köşkü olarak adlandırılan bina, Cumhurbaşkanlığı kompleksi içindeki ilk yapıdır. Ankaralı bir Ermeni tüccar tarafından 1800'lü yılların son çeyreğinde yaptırılan ve sonrasında kentin zengin ailelerinden Bulgurzadeler'in eline geçen Kasapyan Köşkü olarak bilinen bağ evi,
Ankara Müftüsü Rifat Efendi'nin gayretleriyle halk arasında toplanan 4500 lira bağış sayesinde Bulgurzade Tevfik Efendi'den alınır ve Mustafa Kemal'e hediye edilir. Mustafa Kemal, Ziraat Mektebi ve Direksiyon binasından sonra, Ankara'daki yıllarını 1921 yılında yerleştiği bu bağ evinde sürdürür. Atatürk, bugün müze olan Köşkte, 1921 ile 1932 yılları arasında kaldı. Annesi Zübeyde Hanım ve eşi Latife Hanım da bir süre burada oturdular. Kasapyan Köşkü, 1924 yılında Mimar Vedat ve Mimar Arif Hikmet Beylerin yaptığı ilavelerle bugünkü durumuna getirildi. Müze Köşk'ün methal taşlık olarak anılan girişinden hole geçilir. Ortasında bilardo masası, tam karşı köşede piyano bulunan hole açılan üç kapıdan sağdaki ile yeşil salona, karşıdaki ile yemek salonuna, soldaki ile ise elçi kabul salonuna geçilir. Yine solda, üst kata çıkan merdivenler bulunur. Üst katta ise geniş bir sofa, çalışma odası, kütüphane, yatak odası, oturma odası ve banyo vardır. Mustafa Kemal Atatürk, ziyaretçilerini, büyükelçileri, yerli yabancı misafirlerini, gazetecileri bu küçük Köşk'te kabul eder ve ağırlardı. Dünya'da tarihi değeri olan pek çok bina, ünlerini büyüklüklerine ve mimarlarına borçludurlar. İlk Çankaya Köşkü'nün ise maddi bir büyüklüğü olmadığı gibi, mimarı da belli değildir. Atatürk'ü izleyen Cumhurbaşkanları da Çankaya'daki yeni Pembe Köşk'te günün ihtiyaçlarından doğan küçük değişikliklerle, Atatürk'ten gelen yaşayışı sürdürmüşlerdir. Çankaya Köşkü, Müze Köşk'ün hemen sağ tarafında ve onun bittiği yerde başlayan sütunlu, pembe tarihi bir yapıdır. Yapımına 1931 yılında başlanılan ve ilk yıllarda Yeni Köşk olarak da adlandırılan Çankaya Köşkü 1932 yılı ekim ayında tamamlandı. Pembe Köşk'ün üç cephesi de Ankara taşı ile çevrilidir. Alt katı bodrum ve genişçe bir teras üzerine iki kat olarak inşa edilen Çankaya Köşkü'nün birinci katı, çalışma ve misafirlerin kabulleri, üst katı ise ikametgâh için düzenlenmiştir. Çankaya Köşkü'nün çalışma ve kabul salonlarının bulunduğu birinci katına, binanın her dört cephesindeki kapılarla da giriş yapılabilmektedir. Türk Bayrağı'nın dalgalandığı büyük gönder, Köşk'ün sağ ön tarafında ve Gül Bahçesinin duvarlarının başladığı köşededir. Çankaya Köşkü'nün günlük kullanım kapısı, 19 taş basamaklıdır. Terasında köşeli küçük havuz ile bir çiçek bölümü vardır. Yabancı Devlet Başkanları'nın Köşk'ü ziyaretlerinde ise, ön cephedeki geniş merdivenler ile aynalı salonun terasa açılan kapısı kullanılmaktadır. Çankaya yerleşkesi içinde Atatürk'ün anısını yaşatan üçüncü bina olan Camlı Köşk, 1935 yılında Atatürk tarafından kız kardeşi Makbule Atadan'ın ikameti için yaptırılmıştır. Mimar Seyfi Arkan tarafından yapılmış, 1936 yılında tamamlanarak hizmete açılmıştır. Tek katlı bir yapı olan Camlı Köşk 1951-1954 yılları arasında Türkiye'yi ziyaret eden yabancı Devlet Başkanlarına ikametgâh olarak tahsis edilmiştir. 1954-1970 yılları arasında Başbakanlık ve Senato Başkanlığı ikametgâh olarak kullanılmıştır. 1985 yılında yeniden düzenlenmiş, 1994'te restorasyonuna başlanmış olan Camlı Köşk, restorasyon çalışmaları tamamlandıktan sonra, 1996 yılı başında tekrar yabancı Devlet Başkanlarını konuk etmek üzere kullanılmaya başlanmıştır. Başyaverlik binasının yapım tarihine ilişkin kesin bir bilgi yoktur. Kimi kayıtlarda 1922'de yapıldığının belirtilmesine karşın 1924 yılına ilişkin bir anı kitabında "Yaveran Binası" olarak belirtilen fotoğraftaki bina ile bugünkü bina arasında bir ilişki bulunmamaktadır. Tek katlı kagir bir bina olan Başyaverlik binasının pek çok restorasyon ve onarım geçirdiği, kimi bölümlerin sonradan eklendiği anlaşılmaktadır. Yine binanın arkasındaki bir taşlıkta 1928 tarihinin yazılı olduğu, ancak bunun, binanın yapımı sırasında mı yoksa bir restorasyonda mı yazıldığı bilinmemektedir. Cumhurbaşkanlığında mevcut binaların ihtiyacı karşılamaması üzerine yapılmıştır. 4 Nisan 1986 günü temeli atılan bina 1993 yılında hizmete açılmıştır. Projesi mimarlar Mustafa Aytöre ve Orhan Genç tarafından hazırlanan ve tamamen Başbakanlık birimlerinin çalışma ofisi olarak kullanılan binada, toplantı, kabul, resepsiyon salonları ile Başbakan'ın makamı ve çalışma ofisi bulunmaktadır. Türkiye başbakanlarının ikamet ettiği Çankaya'da bir atom sığınağı da yer alıyor. 1940'lı yıllarda İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığı döneminde inşa edilen sığınak, köşk binasının 50 metre arkasında yer alıyor. Çelik bir kapıdan girilen sığınak, Ankara'ya muhtemel bir nükleer saldırı durumunda Cumhurbaşkanı'nın çalışacağı mekân olarak planlandı. Her türlü ayrıntının düşünüldüğü bölmede mütevazı bir banyo, masalara yerleştirilmiş küçük kuru çiçekler, banyo terlikleri ve 1940'lı yıllardan kalma bir barometre var. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel sığınağa hiç girmemesini geçmişte istismar edilmesine bağlarken, onun bahsettiği dönem İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığı döneminde yaşanan II. Dünya Savaşı günleriydi. Demirel, halkın tepesine bomba atılacağı bir ülkede "Cumhurbaşkanı Çankaya'da sığınak buldu" diye laf çıkmasının kendisini o güne kadar sığınağa girmemeye yönelttiğini belirtti. Çankaya Köşkü'nün en yeni salonu 22 Kasım 1999'da açılan ve tam bir teknoloji harikası olarak tanımlanan Piramit Salon'dur. ABD Başkanı Bill Clinton'ın Ankara ziyaretine teknik aksaklıklardan dolayı yetişmeyen Piramit Salon'un ilk misafiri Finlandiya Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari oldu. Salonda simultane tercüme için gereken araçlar, ses cihazları ve kameralar bulunuyor. Duvarları ses yalıtımı için özel olarak kaplandı. Kırmızı rengin hakim olduğu salonda kameraların rahatça çekim yapabilmeleri için ayrı bir de bölüm oluşturuldu. 10 Ağustos 2014 tarihinde 12. Türkiye cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanlık binası olarak tasarlanan ve 1150'den fazla oda bulunan Atatürk Orman Çiftliği'nde yapılan binanın "Cumhurbaşkanlığı Sarayı" olduğunu açıkladı. Çankaya Köşkü'nün ise Türkiye başbakanının yeni makamı olacağını açıkladı. Başbakan, Çankaya Köşkü'nü sadece makam ve özel davetlerde kullanmaktadır. Başbakanlık yardımcıları Başbakanlık Merkez Binası'nda kalmaya devam etmektedir. Andrea Luchesi Andrea Luchesi (d. 23 Mayıs 1741 – ô. 21 Mart 1801), İtalyan besteci. Beethoven’ın öğretmenidir. 1741'de İtalya'da doğdu. İlk müzik eğitimini rahip ve orgcu olan ağabeyinden aldı. 15 yaşında Venedik'e gitti ve devrin önemli müzisyenlerinden dersler aldı. 1764'te San Salvador Kilisesi’nde orgculuk yapmaya başladı, sahne müzikleri, dini müzikler ve enstrümantal eserler besteledi. Ünlü bir orgcu olarak Venedik dışında da org çalmak için davet edildi. İtalya turnesinde iken Mozart ile tanıştı. 1771'de Bonn'a gitti ve 1774'te sarayın müzik yöneticisinin (Ludwig van Beethoven'ın dedesi) ölümü üzerine onun yerine bu göreve getirildi. 1775'te Anthonetta d'Anthoin ile evlendi, 1794'te şehrin Fransız işgaline uğraması ile görevinden alınsa da ömrünün geri kalanını Bonn’da geçirdi. Sarayda görev yaptığı yıllarda genç Beethoven onun öğrencisi oldu. Alyuvar Alyuvar, kırmızı kan hücresi veya eritrosit, kanda en çok sayıda bulunan hücre türüdür ve omurgalı hayvanlarda akciğer veya solungaçlardan vücut dokularına oksijen taşınmasında başlıca araçtır. Alyuvarın tıbbi ismi olan eritrosit sözcüğü Yunanca "erythros" (kırmızı) ve "kytos" (oyuk) sözcüklerinden türemiştir. Alyuvarları olan çoğu canlıda oksijen taşımakta kullanılan molekül hemoglobin iken yumuşakçalar gibi bazı canlılarda bakır içeren hemosiyanin bulunur. Alyuvarlar ilk kez 1658 yılında Jan Swammerdam tarafından oldukça ilkel bir mikroskop kullanılarak tanımlanmıştır. Çağdaş bilim insanları laboratuvarda alyuvar geliştirebilmeyi başarmışlardır. Alyuvarlar büyük oranda hemoglobin içerirler. Hemoglobin moleküllerine akciğerler veya solungaçlarda oksijen bağlanır. Böylece içinde oksijen bağlı hemoglobin taşıyan alyuvarlar vücuttaki dokulara oksijeni ulaştırabilirler. Hemoglobin ayrıca karbondioksitin de az bir bölümünü taşır; örneğin insanlarda oksijenin %2'si ve karbondioksitin çoğu kan plazmasında çözünmüş olarak taşınır. Benzer bir protein olan miyoglobin ise kaslarda oksijen depolamaya yarar. Alyuvarların rengi hemoglobindeki hem grubundan gelir. Tek bir alyuvar saman rengindedir, fakat bir aradayken eğer hemoglobine oksijen bağlıysa parlak kırmızı renkte, eğer hemoglobine oksijen bağlı değilse mavimsi-mor renkte gözükürler. Omurgalı hayvanların neredeyse tümünün alyuvarları çekirdeksizdir. Memeli alyuvarları bikonkav disk (iki yanından da basık yuvarlak) şeklindedir. Alyuvarların yapım yeri yassı kemiklerin iliğidir. Kemik iliğinde üretilme aşamasında olan olgunlaşmamış alyuvarların çekirdeği (ve böylece de bölünme yetenekleri) vardır, hemoglobin içermezler. Fakat gelişme süresinde alyuvar çekirdeğini dışarı atar ve hemoglobin içerir duruma gelir. Gelişme sona erdiğinde alyuvar çekirdeğin yanı sıra tüm organellerini yitirmiştir. Çekirdekleri olmadığı için DNA da içermeyen alyuvarlar bölünemezler. Mitokondrileri de olmayan memeli alyuvarları, fermantasyon (mayalanma) yaparak, glikozun glikolize edilmesiyle (glikozu glikolitik fermentlerle parçalama) enerji üretirler. Bu tepkime sonucunda laktik asit oluşur. İki yandan basık yassı şekilleri (bikonkav disk) ve hiçbir organel içermemeleri onları en etkili şekilde oksijen taşımaya elverişli kılar, ve aynı nedenlerden dolayı uzun bir süre yaşayabilirler. Ortalama yaşam süreleri 120 gündür. Ortalama bir insan alyuvarının çapı 6-8 µm'dir. Tek bir insan alyuvarı yaklaşık 270 milyon hemoglobin molekülü, ve her bir hemoglobin molekülü ise dört hem grubu içerir. Oksijeni bağlayan hem grubudur: her hem grubu bir oksijen molekülü bağlar, yani her hemoglobin molekülü dört adet oksijen molekülü bağlayabilir. Dört tane oksijen molekülü bağlayan hemoglobin bütünüyle doymuştur ve oksihemoglobin olarak adlandırılır. Oksihemoglobin parlak kırmızı renktedir. Oksihemoglobin bağladığı 4 oksijen molekülünden bir veya daha fazlasını yitirirse, deoksihemoglobin olarak adlandırılır. Deoksihemoglobin koyu kırmızı renktedir. Toplardamarlardaki kanda (venöz
kan) daha çok deoksihemoglobin bulunur; bu nedenle toplardamalardaki kan, atardamarlardaki kandan (arteryel kan) daha koyu renktedir. Alyuvarların hücre zarı her bireyde değişen özel proteinler içerir. Bu proteinlerden dolayı insan kanları, ABO diye adlandırılan kan gruplarına ayrılır. Eritrositik sedimentasyon hızı olarak da bilinir. Dikey olarak tutulan tüplerde uygulanan bu yöntem herhangi bir hastalık için patognomik olmayıp sadece genel sağlık durumunun değerlendirilmesinde kullanılır. Sedimentasyon hızı memelilerde oldukça farklılık gösterir. Örneğin atlarda oldukça hızlı iken, sığırlarda son derece yavaştır. Alyuvar ile ilgisi bulunan kan hastalıklarından bazıları şunlardır: Hemosiyanin Hemosiyanin, demir yerine bakır ihtiva eden, eklembacaklılarda ve birçok yumuşakçada bulunan mavi renkli kan pigmentidir. Kâşgarlı Mahmud Kaşgarlı Mahmud, tam adı: Mahmud bin Hüseyin bin Muhammed El Kaşgari (Arapça: محمود بن الحسين بن محمد الكاشغري, Uygurca: "Mehmud Qeshqeri"), d. 1008 - ö. 1105), Türk dilleriyle ilgili çalışmalarıyla tanınmış 11. yüzyıl leksikografı. Kaşgar'ın 45 km güney batısındaki Opal kasabasında dünyaya geldi. Bazı kaynaklara göre ise Isık Göl yakınındaki Bars Kul'da doğmuştur. Kaşgarlı Mahmud, 1008 yılında Kaşgar’da dünyaya geldi. Hamirler diye çağrıldığını, bunun Oğuzların Emir (Arapça: أمير ) yerine"Hemir" (Arapça: حَمِر ) demelerinden kaynaklandığından bahsetmektedir. Kendisinin verdiği bu bilgilerden, Türk tarihinin önemli devletlerinden birisi olan Karahanlı Devleti'nin hanedan sülalesine mensup olduğu anlaşılmaktadır. Başka araştırmalara göre Batı Karahanlı hakanlarından Buğrahan Muhammet Yağan Tekin ("Bogra Yagan Tégin")’in torunu ve Şehzade Hüseyin Emir Tekin'in oğludur. Yağan Tekin, 18 aylık kısa Hakanlık döneminden sonra tahtı kendi isteği ile Kaşgarlı Mahmud’un babası Hüseyin Emir Tekin ("Hüseyin Çağrı Tégin")’e devretmek istemiştir. Karahanlı soyundan asil bir ailenin ferdi olan Muhammed bin Hüseyin ("Hüseyin Çağrı Tegin")’in oğludur. Annesinin ismi Bibi Rābiy'a al-Basrī'dir. Babası Barsgan şehrinde yaşamakta iken bilinmeyen bir sebeple Kaşgar şehrine gelip yerleşmişti. O dönemde Kaşgar, önemli bir bilim ve kültür merkezi idi. Bu devir teslim için büyük ziyafetler hazırlanmış davullar dövülmüştür. Bu ziyafet sırasında Yağan Tekin’in eşlerinden Hanısı, tahta kendi oğlu İbrahim’i geçirebilmek için diğer şehzadeleri zehirlemiştir. Kaşgarlı Mahmud'un babası da zehirlenenler arasındadır. Bu saray darbesinden sonra İbrahim, 1057 yılında Batı Karahanlıların hakanı olmuştur. Kaşgarlı Mahmud ise bu tuzaktan kendisini kurtararak Batı Karahanlı Devleti'nin topraklarından kaçmıştır. Ancak İbrahim Han'ın adamları her yerde onu aradıklarından o kendisini gezgin veya bilgin gibi sıfatlarla takdim ederek sık sık yer değiştirmek zorunda kalmıştır. Kesin olarak Kaşgarlı Mahmud, dönemin bütün klasik ilimlerini tahsil etti. Arapça ve Farsça öğrendi. Saciye ve Hamidiye Medreseleri'nde tahsil gördükten sonra kendisini Türk dili tetkikatına vakfetmiştir. Bu amaçla Orta Asya'yı boydan boya kat ederek Anadolu'ya oradan da Bağdat'a gitmiş. 15 yıl boyunca Türklerin yaşadığı bütün illeri, şehirleri, obaları, dağları ve çölleri dolaştı. Bu geziler inceleme amaçlı idi. Türklerin örf ve âdetlerini mahallinde araştırdı. Gezileri sırasında, anadili Türkçenin Hakaniye, Oğuz, Kıpçak, Argu, Çiğil, Kepenek şivelerini de öğrendi. İyi öğrenim görmüş, İslâmiyet'le ilgili bilimsel çalışmaları yakından izlemiştir. Arapça ve Farsçayı da çok iyi öğrenmiştir. Türklerin bulunduğu bölgeleri gezmiş , anadili olan Türkçenin bütün lehçelerini yerlerinde öğrenmiş, geleneklerini göreneklerini yakından izlemiştir. Kaşgarlı Mahmut 1057’de Kaşgar’dan ayrılarak Bağdat’a yerleşti. Kitabında belirttiğine göre, ailesi Kaşgar'dan Irak'a göç etmişti. Melikşah'ın (1072-1092) eşi Terken Hatun'un maiyetinde pek çok Kaşgarlı, bu dönemde Irak'a gelmişti. Mahmut'un ailesinin de bunlarla birlikte gelmiş oldukları düşünülebilir. O sıralarda Irak İslâm Dünyası'nın en önemli kültür merkezlerinden biri idi. Bu nedenle bilimle uğraşanların buraya gelmek istemeleri doğaldı. Ayrıca Bağdat bu dönemde Türk nüfuzu altına girmiş ve halifeleri ayakta tutan da buradaki Türklerdi. Divânu Lügati't-Türk isimli, dünyaca bilinen eserin yazarıdır. Eserini 1072 yılında Bağdat’ta yazmaya başladı. 12 Şubat 1074 tarihinde tamamladı. Eserin tamamlanmasından sonraki iki yıl içerisinde dört defa baştan sona gözden geçirerek 1076‘da son şeklini verdi. 1077 Ocağında bitirilmiştir. Eserini Abbasi Halifesi Muktedî-Biemrillah’ın oğlu Ebü’l-Kasım Abdullah’a sunmuştur. Kitabın tek yazması olan nüsha bugün İstanbul’da Millet Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Kaşgarlı Mahmud’un, Kitabu Cevahirü'n Nahv Fi Lugati't Türk adlı bir eser daha kaleme aldığı biliniyor. Türk dilinin ilk gramer kitabının nerede ve nasıl kaybolduğu belirlenememiştir. Bu eser, günümüze ulaşmamıştır. Kaşgarlı Mahmut, 1080 yılında Kaşgar’a döndü. O artık, ülkesinin önde gelen bir bilim insanı idi. Adına izafeten, Mahmudiye Medresesi denilen binada dersler vermeye başladı. Binlerce öğrenci yetiştirdi. Mahmud, 1105 yılında, 97 yaşında iken fani hayata veda etti. Naaşı; ders verdiği Mahmudiye mezarlığında toprağa verildi. Burası, Kaşgar şehrine 45 kilometre uzaklıktaki Opal köyünde, etrafı kavak, çınar ve söğüt ağaçlarıyla çevrili bir tepedir (Enlem 39°18'51.19" Kuzey, Boylam 75°30'35.82" Doğu). Ölümünden sonra öğrencileri tarafından inşa edilen türbe, günümüze kadar dört defa yenilendi. Türbede, Kaşgarlı Mahmud’un sandukasının bulunduğu bir oda, Kur’an okumak için bir salon ve müze bölümü bulunuyor. Müzede değerli âlimin kitap ve makaleleri, el yazması ve basma Kur’anlar ile bazı eşyaları var. Müzenin duvarında, Doğu Türkistanlı bir ressam tarafından büyük boyda yapılmış, Kaşgarlı Mahmud’u çalışırken gösteren temsilî bir resim yer alıyor. Müzede ayrıca Uygurların Budizm inancını yaşadıkları dönemlere ait eşyalar göze çarpıyor. Bu eşyaların, arkeolojik kazılarda elde edildiği belirtiliyor. Karahanlılar dönemine ait çeşitli madenî para ve süs eşyaları, müzede sergilenen malzemeler arasında dikkat çekiyor. Türbenin iç ve dış duvarları ile oda ve salonların tavanları, Uygur sanatının süsleme unsurlarıyla bezenmiş. Süslemeler, ahşap tavanda eşsiz bir ihtişam oluşturuyor. Sincan Uygur Özerk Bölgesi Sincan Uygur Özerk Bölgesi (; Uygurca: , "Shinjang Uyghur Aptonom Rayoni"), Çin'in kuzeybatısında bulunan bir özerk bölge. Güneyde Tibet Özerk Bölgesi, güney doğuda Çinghay ve Gansu eyaletleri, doğuda Moğolistan, kuzeyde Rusya, kuzeybatıda Kazakistan ve batıda Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan ve Hindistan kontrolündeki Keşmir bölgesiyle komşudur. 1.664.897,17 km² yüzölçümü ile Çin Halk Cumhuriyeti'nin en geniş idari bölgesidir. Başkenti Urumçi, resmî dilleri Uygurca ve Standart Çincedir. Mançuların kurduğu Çing Hanedanı Qianlong döneminde "Yeni Sınır" anlamına gelen "Shinkyang ("Xinjiang")" (Mançu dilinde "Ice Jecen") adı verilmiştir. Ancak bu isim kimi zaman eleştirilmekte, "Doğu Türkistan" ya da "Çin Türkistanı" gibi isimlerin kullanılması savunulmaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti hükûmeti ise bu tür isimlerin kullanılmasını ayrılıkçılık veya Pan-Türkizm olarak nitelemektedir. Bu bölgede Uygurlardan başka Kazaklar ve Kırgızlar gibi Türk toplulukları da vardır. Zaten 20. yüzyılda Türkiye'ye göç etmiş Orta Asya Türk halklarının da çoğu Çin esaretinden kaçmıştır. Çin’in Han Hanedanı (MÖ 206 – 220) döneminde bölge merkezi Moğolistan steplerinde bulunan Hiung-nuların hakimiyeti altında bulunmaktaydı. MÖ 2. yüzyılda Çin bölgedeki yerel devletlerle Hiung-nu karşı ittifak oluşturmak amacıyla ilk defa Zhang Qian adında bir elçiyi batıya göndermiştir. Bundan sonra bölgenin hakimiyeti için Han Hanedanı ve Hiung-nu'lar arasında başlayan uzun mücadele Çin'in lehine sonuçlandı. MÖ 60 yılında Han Hanedanı bugünkü Bayin'gholin Moğol Özerk İli yakınlarındaki Vuley’de (乌垒/烏壘) kurulan Batı bölgeleri genel valiliği'ne (西域都护府/西域都護府) bağlanarak Çin himayesine girmiştir; Çin buradan başlayarak batıdaki Pamir Dağları'na kadar uzanan bölgeyi kontrolü altında tutmaktaydı. Çin’de Wang Mang karışıklıklarının yaşandığı dönemde Vilayette isyanlar baş gösterdi ve 13 yılında bu bölge tekrar Hun hakimiyetine döndü. Daha sonra bölgeye defalarca sefer düzenleyen Han Hanedanı 74-76, 91-107 yılları arasında, ve 123’ten sonra vilayet yönetimini tekrar kurdu. Han Hanedanı’nın devrilmesinin ardından Batı bölgeleri genel valiliği Vey Hanedanı (265’e kadar) ve Batı Jin Hanedanı (265’ten sonra) tarafından devam ettirildi. 4. yüzyıldan başlayarak kuzeyden gelen göçebe akınlarına maruz kalan Batı Jin Hanedanı yıkılınca Kuzeybatı Çin’de Beş Barbar Onaltı Krallık denilen dönemde Han Çinlisi olmayan halklar tarafından çeşitli krallıklar kuruldu. Bunlardan Qian Liang, Qian Qin, Hou Liang ve Batı Liang, Batı bölgeleri genel valilği egemenliği altına almaya çalıştı. Sonunda Kuzey Çin’i egemenliği altında birleştiren Kuzey Vey Hanedanı bugünkü Doğu Türkistan’ın güneydoğusunu hakimiyeti altına aldı. Batı bölgeleri ise Shule, Yutian, Guizi ve Qiemo gibi yerel devletlerin elinde kalmıştı; buna karşılık Turpan çevresindeki orta bölgeler Kansu merkezli Kuzey Liang krallığının ardılı olan Gaochang’ın kontrolü altındaydı. 5. yüzyılın sonlarına doğru bölgeye giren Tuyuhun ve Rouran boyları bu bölgedeki Çin egemenliğine son verdi. 6. yüzyılda Rouran hakimiyeti altındaki Altay bölgesinde Göktürkler tarih sahnesine çıktı. 1 yüzyıl içerisinde Rouranları yenerek nüfuzu batıda Aral Denizi, doğuda Baykal Gölünü aşan ve tüm Orta Asya’yı kapsayan geniş bir Göktürk İmparatorluğu kurdular. Kağanlığı 583'te doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldı; bu bölge Batı Göktürk Kağanlığı'nın egemenliğinde kaldı. 609 yılında Çin'in Sui Hanedanı Tuyuhunları yenerek güneydoğu Doğu Türkistan'ı ele geçirdi. Çin’de 618 yılında kurulan Tang Hanedanı bölgede hızlı bir yayılma göstermiştir. 620'ler ve 630'lardan başlayarak Göktürkler üzerinde baskısını arttıran T
ang Çin’i 657’de Batı Göktürk Kağanlığı’nın yıkılmasına yol açmıştır. Bu dönemde Anxi genel valiliği'ne (安西都护府/安西都護府; "huzurlu + batı şehir + koruma + merkez") bağlanmıştı. Ancak bu vilayet Tang Hanedanının sonuna kadar varlığını sürdürememiştir. 8. yüzyıldaki Anshi İsyanı döneminde, Tibet Tang Hanedanı'nın bu bölgeden Yunnan’a kadar olan geniş bir bölümünü ele geçirmişti. Bundan sonra Doğu Türkistan’ın güneyi Tibet’in kontrolüne girerken, bölgenin kuzey kısımı Uygur Kağanlığı’nın hakimiyetine girdi. 9. yüzyılın ortalarında Tibet ve Uygur Kağanlığı zayıflamaya başladı. Çeşitli Türk boylarının oluşturduğu Karahanlılar 10. ve 11. yüzyıllarda Batı Xinjiang’ın kontrolünü ele geçirdi. Bu arada 840’da Uygur Kağanlığı'nın Kırgızlar tarafından parçalanmasından sonra kimi Uygur boyları bugünkü Turfan ve Urumçi çevresine yerleşir. Burada kurulan Uygur devleti kimi zaman çeşitli devletlerin himayesine girse de 13. yüzyıla kadar Doğu Türkistan’ın doğusuna hükmetmiştir. Kimi araştırmacılar Karahanlılar ve Uygurların arasındaki benzerliklere değinmektedir.Uygurlarda islam dinini seçerek doğuda yaşayan halkların dinlerine girmediler çünkü onların dinlerini seçerlerse kendi öz benliklerini yitireceklerini biliyorlardı.Bu yüzden kendisi gibi Türk olan Karahanlılara uymuşlardır. 1132'de, Mançurya'daki Kitan’nın ardılları Kuzey Çin'deki Jurchen'lerin baskısından kaçarak bu bölgeye girmiştir. Burada Karahıtay Hanlığı’nı kurarak Tarım Havzasının büyük bölümünü 13. yüzyıla kadar hakimiyetleri altında tutmuşlardır. Moğolistan’ın hakimiyeti altında birleştiren Cengiz Han batıya doğru ilerlemeye başladığında Uygur devleti 1209’da Moğollara ittifak teklif eder. Cengiz Han’a vergi ve asker vermeyi öneren Uygurlar, buna karşılık Turfan - Urumçi bölgesinin egemenliğini elinde tutmayı başarır. 1218'de Cengiz Han Kara Hıtay devletini yıkar. Kara Hıtay'ın İslamiyete karşı baskıcı tutumları nedeniyle Cengiz Han Kaşgar bölgesinde bir kurtarıcı olarak karşılanır. Cengiz Han’dan sonra Moğol İmparatorluğu oğulları arasında paylaşılır. Bu bölge ise Çağatay Hanlığı’nın payına düşmüştür. Ancak Moğolistan ve Çin'deki Yuan Hanedanı diğer Moğol Hanlıkları burada hak iddia eder. 15. yüzyılda Çağatay Hanlığı parçalanır; Gulca, Yarkand ve Turfan'da hükümdarlık kurulur. 17. yüzyılda Cungarlar (Oyratlar, Kalmıklar) bölgede bir İmparatorluk kurar. Bunlardan Kalmıklar egemenliklerini Çin Seddinden Don Nehri'ne, Himalayalar’dan Sibirya’ya kadar genişletir. Çin’de Mançular tarafından kurulan Çing Hanedanı 18. yüzyılın ortalarında bölgenin hakimiyetini Cungarlar’ın elinden alır. Çing Hanedanı, Tarım Havzası ve Çungarya bölgesinde kendine bağlı küçük hanlıklar oluşturmak ister. Ancak 1758-1759 yıllarında çıkan isyanlar üzerine bu planını değiştirerek direk merkeze bağlı bir askeri yönetim kurar. İki bölge birleştirilerek Gulca’daki İli Generali'nin yönetimine verilir. 19. yüzyılın ortalarında Rus Çarlığı Çin’in kuzey bölgelerine baskısını arttırır. Afyon Savaşı, Taiping İsyanı gibi karışıklıkların içinde bulunan Çin’in uç karakollardaki etkinliği büyük ölçüde kısıtlanmıştır. 1864’te Doğu Türkistan’da Çinli Müslümanların (Huiler) ve Uygurların başlattığı geniş çaplı isyanlar bölgede Çin egemenliğinin kalkmasına neden olur. 1865’da komşu Hokand Hanlığından Yakub Beg Kaşgar’a girer ve ardından gelen altı yıl boyunca neredeyse tüm Doğu Türkistanı’ı ele geçirir. Ancak 1871’de kargaşadan yararlanan Ruslar Gulca dahil olmak üzere zengin İli nehri vadisini işgal eder. Çing Hanedanı generali Zuo Zongtang 1875-1877 arasında bölgenin kontrolünü tekrar ele geçirerek Yakub Beg'in hakimiyetine son verir. 1881’de diplomatik çabalarla Gulca bölgesi geri alınır. 1884’te Çing Hanedanı Sincan Eyaleti'ni (新疆省) kurarak burayı Çin idari sistemine bağlar. 1912’de Çing Hanedanının yerini Çin Cumhuriyeti alır. Sincan’daki Qing valisi Yuan Dahua kaçarak yerini Yang Zengxin (杨增新/楊增新)'e bırakır. Sincan’ın Çin Cumhuriyetine devrini gerçekleştiren Yang Zengxin 1928'daki ölümüne kadar bölgenin valisi olarak kalır. 1930’larda patlak veren isyanlar 1933’de Kaşgar’da Birinci Doğu Türkistan Cumhuriyeti (Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti)'nin ilanıyla sonuçlanır. Kısa süreli Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti'nin ardından Çinli bir savaşbeyi olan Sheng Shicai (盛世才) Doğu Türkistan’ın kontrolünü ele geçirir. 1944-1949 arasında Sincan’ın kuzeyinde bugünkü İli Kazak Özerk Bölgesi'nde Sovyetler Birliği'nin desteğiyle İkinci Doğu Türkistan Cumhuriyeti kurulur. Doğu Türkistan Cumhuriyeti 1949’da Halk Kurtuluş Ordusu’nun Sincan’a girmesiyle birlikte sona erer. 1954'te kurulan Sincan Üretim ve İnşaat Kolordusu bölgenin Hanlaştırmasına yardımcı olmaktadır. 1 Ekim 1955'te Sincan Eyalet statüsünden çıkarılarak Özerk Bölge olarak ilan edilir. Çin’nin Doğu Türkistan siyasetinde çeşitli çevreler tarafından eleştirilmektedir. Uluslararası İnsan Hakları örgütleri ve bağımsızlık taraftarları Çin Halk Cumhuriyeti’nin bölgedeki Han Çinlisi olmayan kültürleri baskı altında tutuyor olmasını eleştirirler. Buna karşılık Sincan’da yaşayan birçok Han Çinlisi yerli etnik grupların kayrıldığı, kendilerine karşı ayrımcılık yapılmakta olduğunu söyler. 1949’dan beri bölgede birçok defa etnik çatışmalar meydana gelmiştir. Ayrıca Çin'in Lop Nur gölü (Lop-Nur nükleer test alanı) civarlarında nükleer denemeler yaptığı söylenmektedir. 1990’ların sonundan 2008 başına kadar olan dönemde durum göreceli olarak sakin olmuştur. 2008 yılı Mart ayında Doğu Türkistan'daki Müslümanlar ve Tibet'teki Budistler, Ağustos ayında Pekin'de yapılacak 2008 Yaz Olimpiyatları dolayısıyla, kendilerinin Çin işgali altında olduklarını çeşitli eylemlerle Dünya halklarına hatırlatmaya başlamışlardır. Sincan, Çin Halk Cumhuriyeti’nin en büyük idari bölgesidir; Çin’in toplam yüzölçümünün altıda birinden fazlasını kaplar. Bölge Tianshan Dağları (Tanrı Dağları) tarafından iki havzaya bölünmüştür: Çungarya Havzası ve Tarım Havzası. Sincan’ın (aynı zamanda Çin’in) en alçak noktası deniz seviyesinin altında 155 metredir. En yüksek noktası ise, 8611 metre ile Keşmir sınırında yer almaktadır. Bölgede 699 yabanıl hayvan türü yaşamaktadır. Bun türlerin 137'si memeli, 85'i balık, 45'i sürüngen, yedisi ise amfibik sınıflara aittir Dört binin üzerinde bitki türü barındıran bölge, aynı zamanda ekonomik değeri olan bitki türlerine de sahiptir. 5 Temmuz 2009 günü Urumçi'de başlayan olaylardır. 25/26 Haziran 2009 tarihinde resmi kaynaklara göre iki Uygur'un hayatını kaybettiği olayları protesto etmek için toplanan Uygurlar ile buna tepki gösteren ve Çin'in en kalabalık etnik grubu olan Han'ların karşı karşıya geldiği olaylarda, resmi kaynaklara göre 197 kişi hayatını kaybetmiş, 1.721 kişi yaralanmıştır. Dünya Uygur Kurultayı lideri Rabiye Kadir ise, Washington'da yaptığı açıklamada 'Edindiğimiz bilgilere göre ölü sayısı 1000'in üzerinde, kimileri de 3 bin rakamını telaffuz ediyor' demiştir. 2015 nüfus sayımına göre nüfusu ve etnik yapısı. Halk Kurtuluş Ordusu Halk Silahlı Polisi sayılmamaktadır.2015 Census Dimitri Kantemiroğlu Dimitri Kantemiroğlu ya da Dimitrie Cantemir (26 Ekim 1673 - 1723), Osmanlı Devleti'ne bağlı Boğdan eyaletinin beyi, Rumen asıllı tarihçi ve yazar, İstanbul'da yaşadığı süre boyunca Klasik Türk müziğine büyük katkılarda bulunmuş müzik uzmanı. Dimitri Kantemiroğlu 26 Ekim 1673 tarihinde o zamanlar Osmanlı Devleti'ne bağlı Boğdan eyaleti olarak bilinen bugünkü Romanya sınırları içindeki Silişteni kasabasında (Kasabanın ismi sonradan Dimitrie Cantemir olarak değiştirilmiştir) doğdu. Babası Konstantin Kantemir okuma-yazma bilmediği halde Boğdan siyasetinde söz sahibi olmuş bir beydi. Annesi Ana Bantăş ise soylu bir ailenin çok iyi eğitim almış kızıydı. Dimitri ve erkek kardeşi Antioh çok iyi eğitim aldılar. Dimitri gençliğinde Latince, Yunanca ve İslav dillerinin yanı sıra din bilgisi ve silah kullanmayı da öğrendi. Genç yaşlarda müziğe ilgi duydu. Çağdaş Rumen yazarlarının araştırmalarına göre müzik zevkini, flütle Boğdan havaları çalan babasından almış, Boğdan’dayken müziğin temel kurallarını da öğrenmiştir. Dimitri Kantemiroğlu 14 yaşına geldiğinde Osmanlı Devleti babasını Boğdan beyliğine atadı. Geleneğe uyularak genç Dimitri 1687 yılında rehin olarak İstanbul’a gönderildi. Öğrenimini İstanbul’da sürdüren Dimitri, Rum Ortodoks Patrikhanesindeki akademide antik Yunan ve Latin kültürüyle Bizans ağırlıklı Ortodoks kültürünü, Enderunda ise Osmanlıca, Farsça ve Arapça dillerini öğrendi. Osmanlı siyaset ve kültür çevreleriyle yakın ilişki kurdu. Osmanlı Devleti’nin siyaseti, kurumları, etnik durumu ve İslam dini ve sanatına ilişkin bilgiler edindiği gibi Batı’daki hümanizma hareketlerini izlemeyi de ihmal etmedi. Müziğe olan ilgisi İstanbul'da da devam etti. Türk müziğine merak sardı. Kemani Edirneli Ahmed Çelebi’den bu müziğe ait bilgiler, Tamburi Angeliki’den ise tambur öğrendi. II. Ahmet zamanında Enderuna öğrenci olarak alındı. Kantemiroğlu’nun besteci olarak önemi, oluşturduğu nota sistemiyle pek çok yapıtı notaya almış olmasındadır. Dimitri Kantemiroğlu 1693 yılında babasının yerine Boğdan beyliğine getirildi ama hakkındaki şüpheler üzerine ülkesine dönmesine izin verilmedi. Saraya yaptığı ısrarlar sonucu ancak 1710 yılında Boğdan beyi olarak ülkesine dönebildi. Ülkesine döndükten sonra yaptığı ilk iş, güvendiği bir adamını Rus Çarı'na göndererek Rusya'nın desteğiyle Boğdan Prensliğini süresiz olarak kendisi ve sonra da evlatları için istemek oldu. Çar Büyük Petro bu teklifi kabul edince aralarında bugünkü Ukrayna'nın Lutsk kentinde gizlice bir antlaşma imzalandı. Dimitri Kantemiroğlu bir kısım boyarla beraber Osmanlı yönetimine isyan bayrağı açtı (Temmuz 1711). Aynı yıl çıkan Osmanlı-Rus Savaşında Büyük Petro yenilince Kantemiroğlu Boğdan beyliğinden azledildi. Yerine Fenerli Rum Nikola Mavrokordato getirildi. Canını kurtarmak için Rusya'ya kaçmak zorunda kalan kalan Kantemiroğlu hayatının geri kalan kısmını Rusya'da geçirdi. Rusya'dayken Osmanlı tarihi hakkında yazdığı bir eseri ve diğer kitapları sayesinde Rus edebiyatını
n başlangıcına sebep olduğu ileri sürülmüştür. Dimitri Kantemiroğlu 1723 yılında bugünkü Ukrayna'nın Harkov kentinde kendisine ait Dmitrievsk konağında öldü. Kantemiroğlu'nun çocukları 18. yüzyılda Rusya siyasetinde üst düzeyde rol oynadılar. Rusya'da gömülen Kantemiroğlu'nun naaşı ancak 200 yıl sonra 1935 yılında ülkesi Romanya'ya gönderilerek Yaş kentinde tekrar toprağa verildi. İstanbul'da yaşadığı dönemde ney üflediği de söylenen Kantemiroğlu, saz çalmanın kazandırdığı bilgilerle, Türk müziğinin kuramsal temelini kısa zamanda öğrendi. O dönemde, kuramsal konuları en iyi bilenlerden biriydi. Müzik meraklısı olan Hazine-i Hümayun müdürü İsmail Efendi ile saray hazinedarı Latif Çelebi’nin ısrarlarıyla ünlü kitabını yazdı (19 yaşında nasıl böyle bir kitap yazabildiği her ne kadar şaibeli ise de). Kısaca Kantemiroğlu Edvarı diye anılan, Kitab-ı İlmü’l-musiki ala vechi’l-hurufat (Mûsikiyi Harflerle Tespit ve İcrâ İlminin Kitabı) adlı kitap iki bölümden oluşur. Birinci bölümde makamlar, perdeler, usuller üstüne müzik teorisi bilgilerini, ikinci bölümde ise 16. -17. yüzyıla ait, arasında kendi bestelerinin de bulunduğu toplam 349 bestenin notasını verir. Kitap Osmanlı padişahı II. Ahmet’e sunulmuştur. Kantemiroğlu'nun kitabında yer alan besteleri kendi buluşu olan bir müzik notasyonuyla kaydetmesi sayesinde birçok besteyi yok olmaktan kurtarmıştır. Türkiye’deki çağdaş müzikoloji çalışmalarında, Kantemiroğlu'nun önemine ilk kez dikkat çeken Rauf Yekta Bey oldu. 1912’de Şehbal dergisinde yayımladığı iki yazı ile Kantemiroğlu'nun biyografisini sundu. Hüseyin Sadeddin Arel de aynı dergide bu edvarı yayımlayarak yapıt üstüne açıklamalarda bulundu. O. Wright, Yalçın Tura ve Rumen müzikolog Eugenia Popescu-Judetz, Kantemiroğlu hakkında pek çok çalışma yaptılar. Bunlardan biri 1999 (Popescu-Judetz'in çalışması) , diğeri 2000 (Yalçın Tura'nın çalışması) yılında Türkiye'de yayımlandı . Dimitri Kantemiroğlu İstanbul'da yaşadığı süre (1687-1710) boyunca sadece Türk müziği değil, tarih, siyaset, felsefe ve din konularında da birçok kitap yazdı. Rumence/Rumca yazdığı "Divanul sau Gâlceava Înţeleptului cu lumea sau Giudeţul sufletului cu trupul" (1698) ("Vücutla Ruh Arasındaki Anlaşmazlık Konusunda Ulaşılan Hükümün Divanı") felsefi bir kitaptır. "" (1705) Rumence yazılmış ilk roman olarak bilinir. Rusya’dayken yazarlığa devam eden Kantemiroğlu 1714-1716 yılları arasında Osmanlı tarihi hakkında Latince bir kitap hazırladı. Batı'da Osmanlı Devleti konusunda oluşan ön yargıların büyük kısmına bu kitabın sebep olduğu ileri sürülmüştür. Kitap, Avrupa devletlerine Türkler'i yenilgiye uğratmak için hayati önem taşıyan siyasal ve askeri öğütler içermekteydi. Çar Büyük Petro kitabın bir an önce Rusça'ya çevrilmesi için emir verdi. Kitap daha sonra 1734 yılında İngiltere'de, 1743 yılında da Fransa'da yayımlandı. İngiltere Kraliçesi Caroline'ın uzun süre bu kitabı başucundan ayırmadığı söylenir. 1714 yılında Berlin Kraliyet Akademisi'nin isteği üzerine Kantemiroğlu Boğdan'ı coğrafi, etnik ve ekonomik açıdan tanıtan ("Boğdan'ın Tasviri") kitabını yazdı, Boğdan'ın tarihteki ilk haritasını hazırladı. Roma-Cermen İmparatoru VI. Karl, hizmetleri karşılığında Kantemiroğlu'nu Roma-Cermen Prensi sıfatıyla onurlandırdı. Kantemiroğlu'nun mirasına Türkiye'de hem olumlu, hem de olumsuz yönlerden bakılmıştır. İstanbul'da yaşadığı dönemde Türk müziğine ve Türk kültürüne yaptığı katkılar övgü toplarken, İstanbul'dan ayrıldıktan sonra Osmanlı Devleti'ne karşı takındığı aşırı düşmanca tutum eleştiri konusu olmuştur. 1 Aralık 2003'te İstanbul'un Şişli ilçesinde bulunan Maçka Parkı'na dönemin Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün öncülüğüyle bir Dimitri Kantemiroğlu büstü konuldu ve parkın ismi Maçka-Dimitrie Cantemir Parkı olarak değiştirildi. Transilvanya'nın Romanya'ya katılmasının yıldönümü olduğu için her yıl Romanya'da "Birleşme Günü" adı altında bayram olarak kutlanan [[1 Aralık'ta yapılan bu açılış törenine [[Romanya]] Cumhurbaşkanı [[Ion Iliescu]] da katıldı. Kantemiroğlu'nun parktaki bu büstünde aşağıdaki yazı yer almaktadır: Büstte, Kantemiroğlu'nun Osmanlı yöneticisiyken [[Boğdan]]'ı Rus Çarı'na gizli antlaşmayla teslim etmesinden bahsedilmemesi, ertesi yıl [[Mustafa Sarıgül]]'ün [[Romanya]] Cumhurbaşkanı'nın elinden [[Bükreş]]’te Devlet Üstün Hizmet Madalyası alması ve Mustafa Sarıgül'ün daha önce [[Romanya]]'da fabrikalarının bulunması [[Türkiye]]'de eleştirilere sebep oldu. Nitekim [[18. yüzyıl]] [[Fransızlar|Fransız]] yazarı [[Voltaire]]'in "XII. Charles'ın Tarihi" adlı kitabında şu cümleler yer alır "Kantemiroğlu hangi aileden gelirse gelsin tüm varlığını Babıali'ye borçludur. Beyliğinin beratını henüz almışken velinimeti olan Türk Padişahı'na, daha çok umut bağladığı Çar'ın yararı için hainlik etti." [[Kategori:1673 doğumlular]] [[Kategori:1723 yılında ölenler]] [[Kategori:Cantemirești ailesi|Dimitri]] [[Kategori:Boğdan hükümdarları]] [[Kategori:Prusya Bilim Akademisi üyeleri]] [[Kategori:Rumen soylular]] [[Kategori:Rumen kartograflar‎]] [[Kategori:Rumen tarihçiler]] [[Kategori:Osmanlı tarihçileri]] [[Kategori:Osmanlı devlet görevlileri]] [[Kategori:İsyancılar]] Azot Azot ya da nitrojen, Periyodik cetvelde N simgesi ile gösterilen bir element olup atom numarası 7'dir. Renksiz, kokusuz, tatsız ve atıl bir gazdır. Azot, dünya atmosferinin yaklaşık %78'ini oluşturur ve tüm canlı dokularında bulunur. Azot ayrıca, amino asit, amonyak, nitrik asit, ve siyanür gibi önemli bileşikler de oluşturur. Azotun 1772'de, onu zehirli hava veya sabit hava olarak adlandıran Daniel Rutherford tarafından resmen keşfedildiği kabul edilir. Havayı oluşturan maddelerden birinin yanma olayında yer almadığı, Rutherford tarafından biliniyordu. Azot, yaklaşık aynı tarihlerde Carl Wilhelm Scheele, Henry Cavendish, ve Joseph Priestley tarafından da araştırılmaktaydı. Antoine Lavoisier de azotu, Yunanca αζωτος ("azotos") "cansız" anlamına gelen "azote" olarak adlandırmıştı. Azot için kullanılan diğer sözcük, "nitrogène," 1790 yılında Fransız kimyager Jean Antoine Chaptal tarafından, Yunanca "sodyum karbonat" anlamına gelen "nitron" ile, Fransızca "üreten" anlamına gelen ve yine Yunanca kökenli "gène" sözcüklerinin bir araya getirilmesiyle ortaya çıktı. Bu sözcük İngilizcede kullanılır oldu ve sonraları pek çok dile girdi. Bileşikleri orta çağlarda biliniyordu. Simyacılar, nitrik asidi aqua fortis olarak biliyorlardı. Metallerin kralı adı verilen altını çözebilen karışım olması dolayısıyla, nitrik asit ve hidroklorik asit karışımı; aqua regia (asil su) olarak biliniyordu. Azot bileşiklerinin ilk endüstriyel ve zirai kullanımı; güherçile (sodyum veya potasyum nitrat) ve kısmen de barut yapımı şeklinde oldu. Daha sonraları da gübre ve kimyasal hammadde olarak kullanıldı. Azot endüstriyel anlamda, sıvı hava`nın kısmi distilasyonu ile ya da gaz halindeki havadan mekanik olarak (basınçlı ters osmoz yöntemi) elde edilir. Azot, hayvan dışkılarının, üre ve ürik asit halinde büyük kısmını oluşturur. Moleküler azot, büyük oranda Satürn'ün Ay'ı Titan'ın atmosferinde bulunur. Ayrıca, yıldızlar arası uzayda da varlığı David Knauth ve arkadaşlarının yaptığı çalışmalarla saptanmıştır. Moleküler azot, atmosferde reaktif değildir fakat doğada, canlı organizmalar (bakteriler) tarafından biyolojik ve endüstriyel anlamda faydalı bileşiklere dönüştürülür. Endüstriyel anlamda azot ve doğal gaz, Haber prosesi ile amonyağa dönüştürülür. Amonyak da ya gübre olarak ya da patlayıcılar gibi başka maddelerin üretiminde (Ostwald prosesi ile nitrik asit üretimi) başlangıç maddesi olarak kullanılır. Azot tuzları içinde en önemlilerinden biri potasyum nitrat (veya saltpeter: güherçile) olup tarih boyunca barut yapımında kullanılmıştır. Diğer bir tuz da amonyum nitratdır ve gübre olarak kullanılır. Diğer azotlu organik bileşikler nitrogliserin ve trinitrotoluen olup patlayıcı yapımında kullanılırlar. Nitrik asit sıvı yakıtlı füzelerde oksitleyici olarak kullanılır. Hidrazin ve türevleri füze yakıtlarında kullanılır. Gazı, sıvı azotun ısınarak buharlaşmaya bırakılmasıyla kolayca elde edilebilir. Çok geniş kullanım alanları olup, oksidasyonun istenmediği ortamlarda hava yerine kullanılabilir: Endüstriyel anlamda ve büyük miktarlarda sıvılaştırılmış havadan distilasyon yoluyla üretilir ve LN şeklinde tanımlanırsa da doğru yazılış şekli NO(l) dir. Dondurucu bir sıvı olup canlı dokuyla temas etmesi halinde ani donmaya neden olur. Ortam sıcaklığından uygun şekilde izole edilmesi durumunda, basınç uygulaması gerektirmeyen bir azot gazı kaynağı oluşturur. Suyun donma noktasının çok altındaki sıcaklıklarda kalabilme özelliği (77 K, -196 °C veya -320 °F), sıvı azotun çok değişik alanlarda kullanımını mümkün kılar: Azot, sodyum asidin (NaN) ve amonyum dikromatın bozunması ile saf olarak elde edilebilir: NaN → 2Na + 3N (300 °C) (NH)CrO → N + CrO + 4HO Azot eldesinde kullanılan bir diğer yöntem ise, amonyağın kireç kaymağı ile reaksiyonudur: 2NH + 3Ca(OCl) → 3CaCl + N +3HO Nitratlı gübreler ekili arazilerin sulama sularıyla sürüklenerek akarsulara ve yeraltı sularına karışması büyük kirliliklerine sebep olmaktadır. Siyano (-CN) içeren bileşikler aşırı derecede zehirli tuzlar oluşturur ve tüm memeli canlılar için öldürücüdür. Panait Istrati Panait Istrati, (10 Ağustos 1884 - 18 Nisan 1935) Rumen yazar. Balkanların Maksim Gorki'si olarak anılır. Romanya'nın bir liman kenti olan İbrail'de doğan yazar, gençliğini, aralarında İstanbul'un da olduğu pek çok Osmanlı kentinde geçirdi. Babası Yunandır. Mısır'ı, Lübnan'ı, Suriye'yi gezdi. Bu dönemde, bulduğu bir sözlük sayesinde Fransızca öğrendi. 1921 yılında, Fransa'nın Nice kentine giderken, yalnızlığı dolayısıyla intihar girişiminde bulundu. O sırada üzerinde Romain Rolland'a yazılmış fakat henüz göndermemiş olduğu bir mektup bulunuyordu. İlk romanı Kira Kiralina (Yaşar Nabi Nayır tarafından Türkçeye çevrilmiştir) 1923 yılında Romain Rolland'ın yazdığı önsözüyle birlikte basılmıştır. Panait Istrati tüm eserlerini anadili olan Rumence d
eğil, Fransızca olarak yazmıştır. Türkçeye de çevrilmiş önemli eserleri arasında, Arkadaş (Mihail), Akdeniz, Sokak Kızı (Nerantsula), Angel Dayı, Kodin, Baragan'ın Devedikenleri, Uşak ve Sünger Avcıları gelir. Gençlik yıllarında devrimci hareketlerin etkisine kapılmış olan Istrati, 1929'da Komünist Partinin daveti üzerine Sovyetler Birliği'ni gezdikten sonra umutsuzluğa kapılmış ve politik mücadelenin dünyada bir şeyleri değiştirmek için yetersiz olduğu fikrini edinmiştir. Pek çok romanında da politikadan, politik mücadeleden çok insanı insan yapan değerler üzerinde durması bu yüzdendir. Panait Istrati romanlarının çoğunda yaptığı yolculukları anlatır. Fakat gezdiği ülkeler değil, tanıdığı insanlar ön plandadır. Istrati'nin eserlerinde gerçek bir insan sevgisi hissedilir. Bu karşılıksız ve koşulsuz sevginin hikâyesindeki kahramanların başına getirdiği belalar kadar, onlara yaptığı katkı da nesnel bir biçimde anlatılır. Panait Istrati'nin şaheseri olarak Arkadaş (Mihail) adlı kitabı gösterilebilir. Bu kitapta, Panait Istrati'nin pek çok başka romanındaki başkahramanı da olan Adrian Zografi ile Mihail'in arkadaşlığı anlatılır. Bu arkadaşlık, ideal bir sevgi görüşünü simgelemek için kullanılmıştır. Istrati birçok başka eserinde de arkadaşlık temasını kullanmıştır. Hatta bu eserlerin çoğunda büyük, efsanevi aşklar bile arkadaşlıklar uğruna feda edilmişlerdir. Dîvânü Lugati't-Türk Dîvânü Lugati't-Türk (Arapça: ديوان لغات الترك) (Türkçe: Türk Dilleri Sözlüğü), Orta Türkçe döneminde Kaşgarlı Mahmud tarafından Bağdat'ta 1072-1074 yılları arasında yazılan Türkçe-Arapça bir sözlüktür. Türkçenin bilinen en eski sözlüğü olup, batı Asya yazı Türkçesiyle ilgili var olan en kapsamlı ve önemli dil yapıtıdır. Bir kültür hazinesi olan Divanü Lûgati‟t-Türk (DLT), bir yandan XI. asırda söz varlığının genişliğini ve çeşitliliğini gözler önüne sermekte, bir yandan da o dönemde insan ve toplum yaşamıyla, maddî ve manevî kültürümüzle ilgili, ilgi çekici kayıtlar ortaya koymaktadır. Bu bakımdan zamanımızdan yaklaşık bin yıl önce yazılan DLT, Türkçenin ilk sözlüğü olmaktan öte pek çok araştırmacının teslim ettiği üzere tarihi ve kültürel başvuru kaynaklarımızın da ilklerindendir. Toplumların yaşam biçimleri, dünyayı algılayışları o toplumun dilinde de kendini gösterir. DLT, yaklaşık bir asırdır Türklük biliminin başlıca araştırma konularından biri olmuştur. Bu eser, edebiyat bakımından önemli olduğu kadar kültür özelliklerini yansıtması bakımından da değerlidir. Kökleşik Arap sözlük bilgisi ilkelerine göre hazırlanmış olan sözlük, Kaşgarlı Mahmud'un Türk boylarıyla ilgili ayrıntılı bilgisinin yanı sıra, Arap dil bilimi konusunda da esaslı bir eğitim görmüş olduğunu gösterir. 11. yüzyılda, Karahanlılar döneminde yetişen, soylu bir aileden gelen ve iyi bir eğitim alan Kaşgarlı Mahmud, bilinen ilk Türk dil bilginidir. Kaşgari olarak da tanınan ünlü Türk dil bilgini, Türk yurtlarını adım adım gezerek derlediği sözcük, bilgi ve şiir örnekleriyle o dönemin Türk diline ilişkin bilgiler vermiştir. Bir dönem Bağdat’ta bulunan Kaşgarlı Mahmud, Türk kültürünün Araplara tanıtılmasında büyük rol oynamıştır. Türkçeyi Araplara öğretmek amacıyla Divânü Lügati’t Türk ve Kitabu Cevahirü'n Nahv Fi Lugati't Türk adlı kitapları yazmıştır. Bu tür çalışmalarıyla Türkçenin gelişmesine ve Türk dil birliğinin sağlanmasına önemli katkıda bulunmuştur. Kaşgarlı Mahmud, ömrünün sonlarına doğru yeniden Kaşgar’a dönmüş ve burada ölmüştür. Türk dilinin en eski ve değerli sözlüğünün, elde bulunan tek yazma nüshası, 1266 yılında Şam'da yaşayan müstensih Muhammed bin Ebû Bekir ibn Ebi'l-Feth es-Sâvî ed-Dimaşki ("Muḥammad bīn Abū Bakr ībn Abū'l-Fath aṣ-Ṣāvī ad-Dimašqī") tarafından temize çekilip 1 Ağustos 1266 ("Hicri 27 Şevval 664") Pazar günü tamamlanmıştır. El yazma nüshası 638 sayfadır ve yaklaşık 9000 Türkçe kelimenin ve cümlenin oldukça ayrıntılı Arapça ve başka dillerde açıklamasını içerir. Ayrıca Türklerin tarihine, coğrafi yayılımına, boylarına, lehçelerine ve yaşam yöntemlerine ilişkin kısa bir ön söz ve metin içine serpiştirilmiş bilgiler içerir. 1915 yılında İstanbul’da tesadüfen Ali Emiri Efendi "(1857-1923)" tarafından eski maliye nazırlarından Nafiz Bey’in akrabası yaşlı bir hanım tarafından Sahaflar Çarşısı’nda satılması için Burhan Bey’in sahaf dükkânına bırakılan bu Divanü Lugâti’t-Türk’ün birinci nüshası eseri üç lira da bahşiş verip toplam otuzüç liraya satın almıştır. "Bir söylentiye göre de, yanında para olmadığı için eve gidip parayı alana dek kitabın başkasına satılmaması için, dükkân sahibini dükkâna kilitlemiştir. (Ancak daha önceki yüzyıllarda Antepli Aynî ve Kâtip Çelebi de Divan'dan söz ederler.)" Ali Emiri yazması, Sadrazam Talat Paşa'nın "(1874-1921)" araya girmesi ile Kilisli Rıfat Bilge Bey'in "(1873-1953)" denetimi altında 1915 - 1917 yılları arasında üç cilt hâlinde basılmış hemen bütün dünya Türkologlarının ilgisini çekmiştir. Breslav Üniversitesi Sâmi dilleri Profesörü Carl Brockelmann 1928 yılında, atasözlerini, halk edebiyatı örneklerini ve Türk edebiyatı ve dili ile ilgili bulunan bütün kısımları ayrıntılı notlarla sözlüğün Almanca çevirisini yayımlamıştır. Besim Atalay'ın modern Türkçe çevirisi 1940 yılında Türk Dil Kurumu tarafından basılmıştır. 1982 – 1985 yılları arasında Robert Dankoff ve James Kelly tarafından yayına hazırlanan ve çevirisi yapılan önsöz ve fihrist ("gösterge") içerikli İngilizce çevirisi, Harvard Üniversitesi basımevi tarafından yayınlanmıştır. Kaşgarlı Mahmud’un eserinin keşfedilmesi ve yayımlanması Türkoloji tarihinde yeni bir devir açan olağanüstü bir olaydır. Kaşgarlı Mahmud'un Divanü Lügati’t Türk kitabı döneminde yazdığı ve o döneme ışık tutan başka bir kitabı ("Kitabu Cevahirü'n Nahv Fi Lugati't Türk") kayıptır. Kaşgarlı Mahmud, Divânü Lügati't-Türk'e şöyle başlar; Esirgeyen, koruyan Allah'ın adıyla ""Allah'ın, devlet güneşini Türk burçlarından doğurmuş olduğunu ve Türklerin ülkesi üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. Allah onlara Türk adını verdi. Ve yeryüzüne hâkim kıldı. Cihan imparatorları Türk ırkından çıktı. Dünya milletlerinin yuları Türklerin eline verildi. Türkler Allah tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Hak’tan ayrılmayan Türkler, Allah tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi. Türkler ile birlikte olan kavimler aziz oldu. Böyle kavimler, Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler, himayelerine aldıkları milletleri, kötülerin şerrinden korudular. Cihan hâkimi olan Türklere herkes muhtaçtır, onlara derdini dinletmek, bu suretle her türlü arzuya nail olabilmek için Türkçe öğrenmek gerekir.."" ""Ben bu kitabı hikmet, seci', atalar sözü, şiir, recez, nesir gibi şeylerle süsleyerek hece harfleri sırasında tertip ettim. ... Bu lûgat kitabını baştan sonuna dek sekiz ayırımda topladım."" Kaşgarlı Mahmud'un 11. yüzyılda Balasagun'u merkez alarak çizdiği Dünya haritası o dönem Türklerinin yaşadıkları bölgeleri ve dağılımlarını göstermesi bakımından dikkate şayandır. Harita, Türklerin bulunduğu bölgeleri göstermek amacıyla çizilmiştir. Daire şeklinde olan haritanın çevresinde Doğu, Batı, Kuzey, Güney yönleri belirtilmiş, bazı deniz ve ırmaklar gösterilmiştir. Batıda işaret edilen yerler İdil boylarına, yani Kıpçakların ve Frenklerin oturdukları bölgelere kadar uzanır. Güney-Batıda Habeşistan'a, Güneyde Hint, Sint, Doğuda Çin ve Japonya'ya işaret edilmiştir. Ortada Balasagun, solda sırası ile İsbicâb, Taraz, Nzl ("Näzäl"), Yafınç, İkiöküz ve Kumi Talas, sağda ilk başta Barsgan, sonra aynı sırada üç şehir daha işaretlenmiş fakat isimleri yazılmamıştır, ikinci sırada sırası ile Koçnğar başı, Uç, Barman ve Koçu, üçüncü sırada başta Kaşgar, Yarkent, Hotan, Çurçan ve Şançu. (بِلَدُ أويغور, "Bilādū Uyghur") Uygur ilinde yedi tane şehir işaretlemiş, fakat bunlardan yalnız Beşbalık, Can-balık, Qočo ve Sulmi gibi şehirlerin isimlerini haritaya yazmıştır. Suyun çıktığı bozkırlar ve kumlar ise Lop Nur Gölü olabilir. Kuyas, Kayas ("Saplığ Kayas", "Ürünğ Kayas" ve "Kara Kayas"). Karnak, Sapran ("Sepren"), Sitgün, Karaçuk ("Fârap"), Cend, Yenkend ("Dizruyin"), Sugnak ""ترتق Tartuk" "Yağma ilinde bir şehir."" O dönemde Siri Derya havzasında konumlanmıştır. Aşçan ("Aşıçan"), Beşbalık, Can-balık, Çurçan, Koçu, Kinğüt ("Künğüt"), Qočo, Sulmî, Xotan ("Udun"), Yanğıbalık ve Yarkent. Barçuk, Buhara, Bulgar ("Bolğar"), Itlık, İnçkend, Katun sını, Kazvin, Kençek Señir, Keşmir, Kum, Mankent, Merv, Nişabur, Özçent ("Özçend", "Özkent"), Özkend ("Fergana"), Sayram ("İsbicâb"), Semerkand ("Semizkend"), Suvar, Şaş ("Taşkent", "Terken"), Şıknı, Tünkent, Türk, Yafgu ve Xoçand gibi daha birçok Türk kentleri yer almıştır. Asya'nın batısı, kuzeyi ve güneyi çizilmeden bırakılmış, bir plan olarak bile pek çok hatalarla dolu olmasına karşılık, Doğu bölgelerine ilişkin verdiği bilgiler gerçeğe uymaktadır. Haritasında Çin Seddi'ni göstermiş, bu seddin ayrıca yüksek dağların ve denizin Ye'cüc ve Me'cüc (Arapça: يأجوج و مأجوج ; "Ya'jūja Wa Ma'jūja")lerin dillerinin öğrenilmesini engellediğini bildirmiştir. Japonya'ya gelince; onu haritasının doğusunda bir ada olarak göstermiş ve denizin onların dillerini öğrenilmesine olanak vermediğine işaret etmiştir. İlk Japon haritası bir Japon tarafından 14. yüzyılda çizilmiş, bir Dünya haritasında yer alması ise 15. yüzyılda olmuştur. Bütün bu bilgilerin ışığı altında, bir plan biçiminde olsa da, yanlışlarla dolu da olsa ilk Japon haritası 11.yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından çizilmiştir. Divanü Lügati't-Türk'ten Orta Asya ve Uzak Doğu’nun o zamanki coğrafi deyimlerini öğreniyoruz; ""Tawgaç: Maçin'in adıdır. Burası Çin'den dört ay uzaktadır. Çin, aslında üç bölüktür: Birincisi, Yukarı Çin'dir ki, doğudadır; buna "Tawgaç" derler. İkincisi, Orta Çin'dir; burası, "Xıtay" adını alır. Üçüncüsü, Aşağı Çin'dir, "Barxan" adı verilir; bu, Kaşgar'dadır. Lâkin şimdi "Maçin", "Tawgaç" diye tanınmıştır. "Xıtay" ülkesine de "Çin" denilmiştir."" Bütün uzmanların fikrine göre; Kaşgarlı Mahmud’un Divan’ında tarihi coğrafya bakımından önemli
bilgiler vardır. “"Yazarın verdiği bilgiler genellikle güvenmeğe değer, Orta Asya’da yeni arkeoloji buluntuları da bunları sık sık teyit etmektedir"” "" ٱغُز Oğuz: Bir Türk boyudur. Oğuzlar Türkmendirler. Bunlar yirmi iki bölüktür; her bölüğün ayrı bir belgesi ve hayvanlarına vurulan bir alameti (tamgası) vardır. Birbirlerini bu belgelerle tanırlar. Birincisi ve başları: قنق Kınık "lardır. Zamanımızın Hakanları bunlardandır. Hayvanlarına vurdukları işaret şudur: ..., Bu saydığım bölükler köktür. Bu kökten bir takım oymaklar çıkmıştır; onları söylemedim, sözü kısa kestim. Bu bölüklerin adları onları kurmuş olan eski dedelerin adlarından alınmıştır. Araplarda dahi böyledir."" Oğuzları tanımladıktan sonra; ""Yağma, Toxsı (Tukhs), Kıpçak, Yabaku, Tatar, Kay Çomul ve Oğuzlar, birbirlerine uygun olarak, (ذ Dāl; dh) harfini her zaman (ى‎‎ Yā; y) ye çevirirler ve hiçbir zaman (ذ‎) li söylemezler. "Kayınağacı"na bunlardan başkası "kadhınğ", bunlar "kayınğ" derler."" ve "اراموت Aramut" ""Uygur illerine yakın oturan bir Türk bölüğü."" ve ""Bir yer adı."" ve ""Rum ülkesine en yakın olan boy Beçenek'tir; sonra Kıpçak, Oğuz, Yemek, Başgırt, Basmıl, Kay (Kayı), Yabaku, Tatar, Kırkız (Kırgız) gelir. Kırgızlar Çin ülkesine yakındırlar."". Ayrıca ""Çomul boyunun kendilerinden bulunduğu çöl halkı ayrı bir dile sahiptir, Türkçeyi iyi bilirler. Kay, Yabaku, Tatar, Basmıl boyları da böyledir. Her boyun ayrı bir ağzı vardır; bununla beraber Türkçeyi de iyi konuşurlar. Kırgız, Kıpçak, Oğuz, Toxsı (Tukhs), Yağma, Çiğil, Oğrak, Çaruk boylarının öz Türkçe olarak yalnız bir dilleri vardır. Yemeklerle Başgırtların dilleri bunlara yakındır. ... Dillerin en yeğnisi Oğuzların, en doğrusu da Toxsı ile Yağmaların dilidir."" şeklinde Türk boylarının yerlerini ve ağızlarını tanımlamıştır. Soğdak, Kençek, Argu, Xotan, Tübüt ve Tenğüt halkları hakkında Kaşgarlı Mahmud, Dîvânü Lugati't-Türk’de şu bilgileri de verir: ""En açık ve doğru dil - ancak bir dil bilip - Farslarla karışmayan ve yabancı ülkelere gidip gelmeyen kimselerin dilidir. İki dil bilen şehirlilerle düşüp kalkan kimselerin dilleri bozuktur. İki dil bilenler "سغداق Soğdak" , "كنجاك Kençek" , "ارغو Argu" boylarıdır. Gezginci olarak yabancılarla karışanlar "شْتَن Xotan" ve "تبت Tübüt" halkı ile "طَنغُت Tenğüt"lerin bir kısmıdır"." Kaşgarlı Mahmud, 1041 yılında Müslüman Türklerle Pagan Yabaku ve Basmıl Türkleri arasında cereyan eden büyük savaşa iştirak eden Türk gazilerini görmüş ve onlarla konuşmuş olması eserini yazdığı tarihten aşağı yukarı otuz yıl önce Türkistan’da, Kâşgar’da ve çevresinde bulunmuş olması gerektir. Kaşgarlı Mahmud, koyu bir Müslümandır. Pagan Türklerle savaşan, Budistlerin tapınaklarını yıkıp putlara en ağır hakaret eden gazilerin destanlarından parçalar nakletmektedir. “"Bana bir Tat geldi; ona: yat, kuşlara et ol, kuşlar, kurtlar seni bekler"”, dedim. Bu gibi şiirler naklederken Kaşgarlı mutaassıp bir Müslüman heyecanıyla izah ediyor. Fakat Müslüman Türklerin eski Şamanizm kalıntılarından olan kelimeleri ve terimleri izah ederken tam bir Şamanist Türk gibi konuşuyor. Bazan, Şamanist kalıntısı olan inanışları ifade eden kelimeleri ve terimleri anlatırken “"Türkler böyle inanırlar"”, “"bu inanış çok yaygındır"” demekle yetinir. Kaşgarlı’nın “"umay"” üzerine verdiği bilgiler dikkate değer. Bilindiği gibi Umay eski Türklerin dişi tanrılarından biridir (çocukları koruyan ruh). Mahmud Kaşgarlı’nın bu ruh hakkında verdiği bilgi pek fazla İslamlaştırılmıştır. Bununla beraber “"umayka tabınsa ogul olur"”, “"kadınlar bunu uğur sayarlar"” diyerek eski inanışa da işaret etmiştir. Çıvı cinlerden bir bölük. İslam'dan önce Göktanrı dinini (Tengricilik) benimseyen Türkler şuna inanırdı ki: iki bölük birbiriyle çarpıştığı zaman bu iki bölüğün vilayetlerinde oturan cinler dahi kendi vilayetlerinin halkını kollamak için çarpışırlar. Cinlerden hangi taraf yenerse onlardan yana çıktığı vilayet halkı da yener. Geceleyin bu cinlerden hangisi kaçarsa onların bulunduğu vilayetin hakanı da kaçar. Türk askerleri geceleyin cinlerin attıkları oktan korunmak için çadırlarında saklanırlar. Bu, Türkler arasında yaygındır, görenektir. Divânü Lügati't-Türk'te; ""قُلباَق Kulbak" "Bir Türk tapganın, din ulusunun adıdır. Balasagun dağlarında bulunurdu. Anlattıklarına göre, bir gün sert bir kaya üzerine "تآنغرِ كُلِ كُلبَك Tengri kulı Kulbak" diye yazar, yazı apak meydana çıkar, bir de bir ak kaya üzerine bu yazıyı yazar, yazı kara olarak belirir. İzleri bugüne kadar durmakta imiş."". Günümüzde Moğolistan Halk Cumhuriyeti’nin Bulgan Aymag (Moğolca: Булган Аймаг) bölgesinin sınırları içinde, Gurvanbulag (Moğolca: Гурванбулаг) Sum (Moğolca: сум, "ok")'un 17 km güneydoğusundaki Gurvaljin Uul’da (1176 m yükseklik) bulunmaktadır. Yazıt, 130-103 x 98-92 cm boyutundaki granitten bir kaya üzerine yazılmıştır. Yazıt başka bir yere (bir anıt mezara) götürülmek üzere burada hazırlanmıştır. Yazılı olduğu granit kaya parçası, üçgen şeklindeki bir dağın eteğinde bulunduğundan, Moğol bilginlerce "Gurvaljin Uulın Türeg Biçes" (Üçgen Dağın Türk yazıtı) diye adlandırılmıştır. Gurvaljin sözcüğü Moğolcada "üçgen", uul ise, "dağ" anlamına gelir. Yeri O. Namnandorj tarafından saptanan yazıt üzerinde ilk yayınlar Moğol ve Rus bilginlerce yapılmıştır. Türk bilginler ise, yazıtı ""Gürbelçin Yazıtı"", ""Gürbelcin Yazıtı"", ""Gürbelçin Abidesi"", ""Gurbalcin Yazıtı"", ""Gurvaljin Yazıtı"", ""Gurvaljin Uul Yazıtı"" biçiminde adlandırmışlardır. Fakat bu şekilde adlandırılmasıyla "üçgen yazıtı" anlamına gelmektedir. Oysa yazıtın adı, Moğolca‘da ""Gurvaljin Uulın Türeg Biçes"" sözcük kümesiyle karşılanmıştır. Bu sözcük kümesinin Türkçe‘deki karşılığı "Üçgen Dağın Türk Yazıtı" şeklindedir. Dolayısıyla, bu Eski Türk yazıtının Üçgen Dağın Türk Yazıtı diye adlandırılması daha uygundur. Üçgen Dağın Türk Yazıtı'nda bulunan ibare şudur: "Tengri kulı, bitidim" Bu ibare, günümüz Türkçesi ile "(Ben) Tanrı kulu, yazdım." anlamına gelmektedir. Yazıttaki bu ibare, Kaşgarlı Mahmud'un anlatmış olduğu "Kulbak" adlı eski Türk erenini akla getirmektedir. Mahmud Kâşgarî bu çok kıymetli eserini Türklerin bir devlet olarak islâm dinini kabul ettiklerinden bir buçuk asır sonra Irak'ta, ihtimal Bağdad'da oturduğu zaman yazmıştır. İslâm dünyasının kültür merkezi olan Irak'a ne zaman geldiğini bilmiyoruz. 1069-74 yıllarında en fasih ve beliğ arapça ile büyük bir eser telif edebilen Kâşgarî'nin her halde uzun müddet islâm kültürü merkezlerinde bulunmuş olduğuna şüphe yoktur. Onun, 1041 yılında müslüman Türklerle müşrik Yabaku ve Basmıl Türkleri arasında cereyan eden büyük savaşa iştirak eden Türk gazilerini görmüş ve onlarla konuşmuş olması (III, 227) eserini yazdığı tarihten aşağı yukarı otuz yıl önce Türkistan'da, Kâşgar'da ve çevresinde bulunmuş olması gerektir. Kâşgarî koyu bir müslümandır. Müşrik Türklerle savaşan, budistlerin tapınaklarını yıkıp putlara en ağır hakaret eden gazilerin destanlarından parçalar nakletmektedir (I, 343, 483). Bir müslüman Türk bir budist Uygur'u öldürdüğünü öğünerek anlatıyor: "Bana bir müşrik Uygur geldi, dedim: şimdi sen yat, kuşlara et ol, seni kerkes ve kurd istiyor" (I, 36). Bu gibi şiirler naklederken Kâşgarî mutaassıp bir müslüman heyecaniyle izah ediyor. Fakat müslüman Türklerin eski şamanizm kalıntılarından olan kelimeleri ve terimleri izah ederken tam bir şamanist Türk gibi konuşuyor. Bazan, şamanist kalıntısı olan inanışları ifade eden kelimeleri ve terimleri anlatırken "Türkler böyle inanırlar", "bu inanış çok yaygındır" demekle yetinir. Kâşgarî'nin "umay" üzerine verdiği bilgiler dikkate değer. O, bu dişi tanrıyı unutturma çabasını, bilerek göstermiştir. Kaşgarlı Mahmud’un Divan’ının Besim Atalay tarafından yapılan ve Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan çevirisi Türkologların eline düşünceleri bakımından derin, malzemesi bakımından ise önemli bir eser vererek Türkolojinin gelişmesine büyük katkılar sağlamıştır. Mercure sınıfı mayın tarama gemisi Fransa'da inşa edilen son sahil tipi mayın tarama gemileridir (MSC-Mine Sweeper Coastal). "Mercure" sınıfı gemiler ahşap gövde yapısına sahiptir ve Amerikan Bluebird sınıfı'na eşdeğerdir. Fransa'nın Cherbourg kentindeki Constructions Mécaniques de Normandie (CMN) tersanesi tarafından toplam yedi adet tekne inşa edildi. Fransız Donanması'nın tek bir gemi almasına karşılık diğer altı gemi Batı Alman Donanması için inşa edildi. Batı Alman Donanması'na bağlı tüm "Mercure" sınıfı gemiler 1970’li yılların ortasında Türk Donanması'na transfer edildi. Mayın tarama ekipmanı sökülen bazı gemiler devriye amacı ile de kullanıldı Fransız Donanması'nda Mercure sınıfı gemi: Amerikan Donanması'nda Mercure sınıfı gemiler Bluebird sınıfı olarak bilinirler. Batı Alman Donanması'nda Mercure sınıfı gemiler: Vegesack sınıfı olarak bilinirler. Türk Donanması'nda Mercure sınıfı gemiler: Karamürsel sınıfı veya K-sınıfı olarak bilinirler. Eclipse (yazılım) Eclipse, açık kaynak kodlu ve özgür bir tümleşik geliştirme ortamıdır (IDE). Ana odak noktası Java ve Java ile ilişkili teknolojiler olsa da, esnek yapısı sayesinde C ve Python gibi farklı diller için de kullanılmaktadır. 2001 yılında IBM tarafından başlatılan proje, Java'nın ana grafik sistemi olan Swing yerine bulunduğu platformda bulunan özellikleri doğrudan kullanan SWT'yi kullanarak Java dünyasında tartışmalara yol açmıştır. Hızlı arayüzü, şık görünümü ve çok kuvvetli özellikleriyle kısa zamanda Java geliştiricileri arasında en popüler geliştirme ortamı oldu. 2005 yılında Eclipse Projesi'nin yönetimi Eclipse Vakfı'na bırakılmıştır. Android geliştirme ortamının önemli bir bileşeni olan Eclipse'in içinde yazılan programları denemek için öykünücü kurulabilmektedir. Eclipse ortamı, sunulan eklentilerle işlevleri geliştirilerek birçok alanda kullanılabilmektedir. Miyopi Miyopi bir göz kırma kusurudur. Miyop bir gözün ön arka çapı kırma gücüne göre daha uzundur, bu nedenle göze paralel gelen ışınlar retinanın önünde göz yuvarlağı içerisindeki bir noktada odaklanmaktadır. Miyoplarda, gözün kırıcı bil
eşenleri gözün ön-arka çapına göre fazla güçlüdür, veya gözün ön-arka çapı gözün kırıcı bileşenlerine göre fazla uzundur. Bazen bu her iki durum bir arada bulunabilir. Yakındaki nesnelerden yayılarak gelen ışınların, retinada odaklanabilmesi için uzağa bakıştan daha çok mercek gücü gerekir, miyop bir gözün kırıcı bileşenleri, diğer bir deyişle mercek gücü fazla olduğu için yakından gelen ışınları retina üzerinde odaklayabilir, işte bu nedenle miyop kişiler yakını net görebilirler. Uzaktan gelen ışınlar 6 metreden sonra göze paralel olarak geliyor olarak kabul edilebilir, bu paralel ışınlar retinada odaklanamayacağı için miyoplar uzağı net göremezler. Kalın mercekli gözlükle geçici olarak düzeltilebilir. Ayrıca lazer yöntemi ile tamamen tedavi edilebilir. Miyopluk kalıtsaldır. Akrabalardan birbirlerine geçebilir. Miyopi kendini genellikle okul çağlarında belli eder, miyopi yetişkinlik dönemine kadar bir miktar artış gösterebilir. Genellikle çocukların net görmediklerine ilişkin bir yakınmaları yoktur, daha çok sınıfta tahtayı göremediklerinde fark edilirler. Miyopi ergenlikten sonra genellikle fazla değişmez, ancak dejeneratif miyopi denilen durumda miyopi erişkin yaşamda da artmaya devam edebilir. Miyopinin düzeltilmesinde kalın kenarlı –içbükey(konkav)- mercekler kullanılır. Bu mercekler göze gelen ışınların yayılmasını sağlayarak, görüntünün retinada net bir şekilde oluşmasını sağlarlar. Bu amaçla kontakt lensler de kullanılabilir. Aynı optik özelliklere sahip kontakt lensler de kırma kusurunu düzeltmek için kullanılabilir. Tedavisi ise, Kornea üzerine yapılan fotorefraktif keratektomi (photorefractive keratectomy, PRK) ve lazer eşlikli in situ keratomileusis (Laser Assisted In Situ Keratomileusis, LASIK) son yıllarda popülerlik kazanmış bazı tedavi yöntemleridir. Miyop, Miyopisi olan kişi. Bu kişiler, yakını net görebilirler ancak uzakta net göremezler. Uzakta net görebilmeleri için, kalın kenarlı -içbükey mercekler kullanmaları gerekir. Miyopu derecelerine göre sınıflandıralım: Miyopluğun bazı dönemlerde başlama yaşı: Karpuz Karpuz ("Citrullus lanatus"), kabakgiller (Cucurbitaceae) familyasından tek yıllık bir bitki türü. Karpuz sözcüğü Farsçadan Türkçeye geçmiştir.Kaşgarlı Mahmutun 1071 yılında yazdığı Dîvânü Lugati't-Türk ve Ali Şîr Nevaînin yazdığı Muhakemetü'l-Lugateyn (İki dilin yargılanması) de Karpuz sözcüğünün Türkçesi Büken olarak geçmektedir. Bitkinin kolları toprak yüzeyinde 100 – 200 m kadar uzayabilir. Normal şartlar altında ağırlığı 1,5-2 kilo ile 6,5-7 kilo arasında değişir. Susuz tarım şartlarında kökler oldukça derine inse de sulu tarım şartlarında saçak kökler daha çok 40–50 cm derinlikte yoğunlaşır. İri top şeklindeki meyveleri ise tatlı ve suludur.Karpuz yağ ve kolesterol içermez ancak şeker içeriği yüksektir. Karpuz, sıcak ve ılıman iklimde yetişir. Soğuklardan çok etkilendiği için yetişme devresinde don tehlikesi olmamalıdır. Tohum ekiminde toprak sıcaklığı 12 °C’nin üzerinde olmalıdır. Nem oranı fazla olan yerlerde hastalıklar görülebilir. 100 gr. dilimlenmiş karpuz Dünyada domatesten sonra en çok üretilen meyvedir. 2012 yılında 3,6 milyon ha alandan 105,4 milyon ton karpuz elde edilmiştir. Dünyada sırasıyla; Çin 70 milyon ton, Türkiye 4 milyon ton, İran 3,8 milyon ton, Brezilya 2 milyon ton, Mısır 1,9 milyon ton ile önemli üretici ülkelerdir. Çin dünya rekoltesinin %66'sını üretir, ikinci Türkiye'nin payı %3,8 düzeyindedir. Yarımburgaz Gelişmiş Paketleme Aracı Gelişmiş Paketleme Aracı (Advanced Package Tool veya APT), Debian GNU/Linux ve Debian tabanlı dağıtımlarda kullanılan paket yönetim sistemidir. APT, önceden derlenmiş dosyalardan ya da kaynak kodlarının derlenmesiyle yazılım paketlerinin alınmasını, yapılandırılmasını ve kurulumunu otomatikleştirerek yazılım yönetme sürecini basitleştirmeyi sağlar. Gültekin Oransay Gültekin Oransay (9 Eylül 1930, Berlin - 20 Kasım 1989, İzmir), müzikbilimci, tarih ve dil araştırmacısı. Gültekin Oransay; öğrenimi için Almanya’da bulunan babası mühendis Bekir Sıtkı Oransay ve öğretmen annesi Keriman (Karina) Oransay ile birlikte 1932 yılında ailesi Türkiye’ye döndü. Orta öğretimini ve lise eğitimini Ankara Koleji’nde tamamladı. Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki eğitiminin ardından müzik tutkusu ağır bastı ve 1950 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’nın Kompozisyon Bölümü’nün Yüksek Dönemi’nde eğitimine başladı. 1954 yılında mezuniyetinin ardından Münih Üniversitesi Felsefe Fakültesi’ndeki “Müzikoloji Doktorası”nı 1962 yılında tamamladı. Türkiye'ye dönüşünün ardından Ankara Devlet Konservatuvarı Müdürlüğü ve Öğretmenliği, Ankara İl Radyosu Transkripsiyon Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Şube Müdürlüğü görevlerini üstlendi. Bu dönemde Derleme Gezileri bünyesinde Kars ve Gaziantep gibi bölgelerde araştırmalar yaptı. 1971 yılında Doçent olan Oransay; Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk Din Musıkisi Kürsü Başkanlığı görevini üstlendi. 1976 yılında ise İzmir’e giderek EGE Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Küğbilim Bölümü’nü kurdu. 1978 yılında Profesör oldu. Aynı okulda Dekan Yardımcılığı görevini de üstlenen Oransay; kalp krizi sonucu vefat etti. Kitap okuma tutkusu ile tanınan Gültekin Oransay; geniş ve zengin bilgi dağarcığıyla bilinir. Türk geleneksel müzikleri üzerine müzikolojik araştırmaların yanı sıra çoksesli müzik üzerine de yayınlar sahip olan Oransay; Almanca, İngilizce, Arapça, Farsça ve Osmanlıca bilmekteydi. Bu sayede Osmanoğulları (Mehmed Sureyya'nın Sicill-i Osmanisi) gibi çeviriler de yapmıştı. Oransay’ın kitapları vefatından sonra ailesince Bilkent Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Müzik Bilimleri Bölümü’ne hibe edildi. Nihat Behram Nihat Behram (d. 18 Kasım 1946, Kars), Türk şair, yazar, gazeteci. Asıl adı Mustafa Nihat Behramoğlu. Evlidir ve Mavi adında bir kız çocuk babasıdır. Gazetecilik Yüksek Okulu'nu bitirdi. İlk şiiri 1967'de yayımlandı. Yayın hayatına Mart 1970'te başlayan "Halkın Dostları" dergisinde Nisan 1971 tarihli 13. sayıdan itibaren yazı işleri sorumlusu oldu. 1975'te ağabeyi Ataol Behramoğlu ile birlikte "Militan "dergisini çıkardı. 1972'de çıkardığı ilk şiir kitabı "Hayatımız Üstüne Şiirler" yasaklandı ve yazdıklarından ötürü 12 Mart Dönemi'nde iki yıl askeri cezaevinde tutuklu olarak yattı. Cezaevinden çıktından sonra bir süre gazetecilikle uğraştı. ""Vatan"" gazetesinde ele aldığı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın yaşamlarını ve mücadelelerini anlatan yazı dizisi "Darağacında Üç Fidan" adıyla kitaplaştırıldı. Bu yazı dizisi ve şiirleri öne sürülerek sivil mahkemelerde ve sıkıyönetim mahkemelerinde hakkında birçok dava açıldı. 12 Eylül Dönemi'nde Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığından çıkarıldı. 1996 yılında Türkiye'ye döndü. Bugüne değin 12 şiir kitabı yayımlandı. İsviçre'nin Basel şehrinde yaşamakta, "Yurt" gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır. Gökhan Akçura Gökhan Akçura (d. 1951), Türk yazar, araştırmacı, senarist, reklamcı, yayıncı, editör, radyo programcısı. Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Aynı alanda öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980'den sonra üniversiteden ayrıldı ve reklamcılık, senaryo yazarlığı, yayıncılık ve editörlük yaptı. İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda dramaturg olarak çalıştı. Serbest araştırmacı ve yazar olarak da çalışmalarını sürdürmektedir. Akçura'nın sinema, tiyatro ve gündelik yaşam tarihi ile ilgili birçok kitabı yayımlandı. 1998 yılında Albüm Dergisi'nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Birçok belgesel ve serginin hazırlanmasında katkıları oldu. Özellikle dokuz kitaplık Ivır Zıvır Tarihi dizisiyle ünlendi. Kurulduğundan itibaren dokuz yıl boyunca Açık Radyo'da "Arzın Merkezine Seyahat" adlı bir rock programı hazırlayıp sundu. Ayrıntılı bir bibliyografya çalışması için bak.: http://www.mikrobeta.com.tr/wp-content/uploads/bsk-files-manager/288_288_GÖKHAN-AKÇURA-KAYNAKÇASI.pdf 1988 Aralık. Foks Kozmetik şirketi için "Kadın Olmak Fevkalade Bir Şey (Türk Basınında Kozmetik İlanları 1900-1970)" başlıklı serginin küratörlüğü. Resim ve Heykel Müzesi- Hareket Köşkü. 1990 Haziran.Reklamcılar Derneği için "Geçmişe Bir Bakış" sergisinin küratörlüğü. Büyük Tarabya Oteli 1992 Mart. "Muhsin Ertuğrul 100 Yaşında" başlıklı serginin küratörlüğü. Cemal Reşit Rey Salonu 1995 Haziran. "Kağıt Üstünde Galata" sergisinin küratörlüğü (Galata Şenliği çerçevesinde). 1995 Ekim. "Sinemanın 100. Yılı "sergisinde danışmanlık. Yapı Kredi Kültür Merkezi. 1998 Ekim. "Türkiye’de Ambalaj Tasarımına Tarihsel Bakış" sergisi küratörlüğü. TÜYAP Beylikdüzü 2003 Ekim. "Kültür İnsanı Atatürk" başlıklı fotoğraf sergisinin küratörlüğü. Anıt Kabir 2008 Nisan. "Bir Kumbara Öyküsü" sergisinin küratörlüğü. İş Bankası Müzesi 2010. "İstanbul 1910-2010" başlıklı sergide “Popüler kültür danışmanlığı”. Bilgi Üniversitesi Santralİstanbul 2010 "Ada Sahillerinde Bekliyorum" sergisinin küratörlüğü. Adalar Müzesi 2012 "P & G’nin Türkiye’de 25 Yılı" sergisinin küratörlüğü. İstinye Park 2013 OTİ şirketi için "Türkiye Turizminin 150 Yılı" sergisinin küratörlüğü. Gezici sergi 2013 "Oryantalizmin Binbir Yüzü" sergisinin “Seyahat” bölümü küratörlüğü. Sabancı Müzesi 2013-14 Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın Ellinci Yılı dolayısıyla açılan "Seyyahinden Turizme (Türkiye Turizm Tarihinden Sayfalar)" sergisinin küratörlüğü. Atlas Pasajı Sergi Salonu - Ankara CerModern 2014 "Yüzyıllık Aşk (Türkiye'de Sinema ve Seyirci İlişkisi) "sergisi küratörlüğü (Müge Turan'la birlikte), İstanbul Modern 2014 "Yokuşun Başı. Demokrasi Mücadelesinde Tan Gazetesi 1935-1945" sergisi küratörlüğü. Tarih Vakfı. Halil Lütfü Dördüncü İş Merkezi Tanevi Salonu 2016 "(Geçmişten Günümüze) Piyalepaşa." Polat Holding sponsorluğunda. Rahmi Koç Müzesi Müzeyyen Senar Müzeyyen Senar (16 Temmuz 1918, Gököz, Keles, Bursa - 8 Şubat 2015, İzmir) Türk Sanat Müziği sanatçısı. "Cumhuriyetin Divası" olarak da anılır. 1918 yılında Bursa'da doğan Müzeyyen Senar'ın küçük yaşta evlatlık verildiği iddia
edilmektedir. R. Erkan Alemdaroğlu'na göre İnegöl’ün Hilmiye köyünde "Zeliha Eren" adıyla doğan Senar’ın baba adı "Reşit" anne adı ise "Fatma"'dır. Müzeyyen Senar, müzik eğitimine, Anadolu Musiki Cemiyeti'nde , kemençe üstadı Kemal Niyazi Seyhun Bey ve udi Hayriye Hanım gözetiminde başladı. Güçlü bir sese sahip olan bu kız çocuğunun ünü yayıldıkça, hafız Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Lemi Atlı, Mustafa Nafiz Irmak gibi devrin önemli üstatları da ona dersler verdi, zamanın sevilen şarkılarının yanı sıra, kendi bestelerini de öğretip söylemesine yardımcı oldu. Kemal Niyazi Bey ile İstanbul Radyosu'nda şarkı söylemeye başlayan Senar, Perşembe günleri ilgiyle izlenen bu programla geniş kitlelere adını duyurdu. Senar'ı bu programda dinleyenler arasında, İstanbul'un en önemli müzikhollerinden biri olan 10. Yıl Belvü Gazinosu'nun sahibi İbrahim Dervişzâde de bulunuyordu ve gazinonun 1933 yılının yaz sezonunun yıldızlar programına Müzeyyen Senar'ı da aldı. Senar, sonraki yıllarda İstanbul'un başka ünlü gazinolarında da sahne aldı. Müzeyyen Senar'ın yeteneği, Cumhuriyet'in kurucusu ve Türk sanat müziğinin büyük hayranı Mustafa Kemal Atatürk'ün de ilgisini çekti ve sanatçı birçok kez onun huzurunda, özel meclislerinde şarkı söyledi. 1936-1938 yılları arasında 5 kez Atatürk'ün huzurunda konserler veren sanatçı, ilk konserini 19 Aralık 1936'da İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda gerçekleştirdi. Daha sonra Bursa'da Çelik Palas Oteli'nde konser veren Müzeyyen Senar, 1937 yılında Mudanya'da Ege Vapuru'nda Cumhuriyet Balosu'nda konser verdi. Son konserini 1938 yılı Haziran ayında Savarona Yatı'nda veren Müzeyyen Senar, Radi Dikici'nin kaleme aldığı Müzeyyen Senar Efsanesi 'O bir devdi, devirdi' adlı kitapta Atatürk ile ilk karşılaşmasını "Sanki bana bir asır gibi gelen yolculuktan sonra saraya vardık. Girdiğimde bu zamana kadar görmediğim ihtişam adeta gözlerimi kör etti. Daha da şaşkın olmuştum. Yaveri takip ettik. Masanın kurulduğu salona girdiğim anda Atatürk'ü gördüm. Bir taraftan dizlerimin bağı çözülmüştü ama sanki uçuyor gibiydim. İçimden, 'Müzeyyen bu Atatürk ve onu görüyorsun. Rüya mıydı acaba? diyordum. Hayır değildi. Atatürk'ü gördüğümde bayılacaktım... Yüzüne bakamadım." diyerek anlatıyor. Müzeyyen Senar kitapta Atatürk'ün Rumeli türkülerinde kendisine eşlik ettiğini ve çok güzel zeybek oynadığını da belirtiyor., 1938 yılında Ankara Radyosu'nun ilk yayınlarına katıldı ve 1941 yılına dek radyo aracılığıyla dinleyicileri ile buluşmayı sürdürdü. Türkiye'nin ünlü gazinolarında yaptığı başarılı sahne programları ve plak çalışmalarıyla Türk musikisine yeni bir soluk getiren Müzeyyen Senar, son sahne konserlerini 1983 yılında İstanbul Bebek Gazinosu'nda verdi. Bu tarihten sonra yalnızca ender anlarda, müzikli özel toplantılarda şarkı söyledi. 1998 yılında Müzeyyen Senar ile Bir Ömre Bedel albümünü çıkarmıştır. Bu albümde Sezen Aksu'dan Nilüfer'e, Nükhet Duru'dan Ajda Pekkan'a, Tarkan ve Şebnem Ferah gibi isimlerin olduğu bir çalışma yapmıştır ve son albümü olarak En Son Okuduklarım 2001 Albümünü Yapmıştır. Müzeyyen Senar 1998 yılında Devlet Sanatçısı seçildi. Senar, 2004 yılında Sezen Aksu tarafından düzenlenilen ve sanatçı dostlarınında katıldığı gecede 72.sanat yılını kutladı. İstanbul Cemil Topuzlu Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'ndaki konserde Müzeyyen Senar'a sahnede Emel Sayın, Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Sibel Can, Halit Kıvanç gibi ünlü isimler eşlik etti. Müzeyyen Senar son konserini 5 Eylül 2006 tarihinde İstanbul Sarayburnu'nda Sepetçiler Kasrı'nda verdi. Muhteşem bir performans sergileyen sanatçıyı veda konserinde kızı Feraye, Bülent Ersoy, Adnan Şenses, Mediha Şen Sancakoğlu, Feriha Tunceli, Erol Evgin, Ahu Tuğba, Levent Yüksel gibi ünlü isimler yalnız bırakmadı. 26 Eylül 2006 tarihinde İzmir'deki evinde fenalaşan sanatçının beyin enfarktüsü geçirdiği ve vücudunun sol tarafının felç olduğu açıklandı. Beynindeki kan pıhtılaşması yüzünden felç olan sanatçının hayatî tehlikesinin bulunmadığı da ek olarak belirtildi. 2007'de İstanbul'daki Darüşşafaka'da Rehabilitasyon Merkezinde Nisan ayı başına kadar tedavi gördü. Bu tedavilerden sonra sol ayağının üzerine basabilmekteydi. Bodrum'da kızı Feraye ve oğlu Ömer ile birlikte yaşamaktadır. 24 Şubat 2008'de kızı Feraye annesi Müzeyyen Senar'ın sesini kaybettiği açıkladı. Senar sesini kaybettiğini bilmemekteydi. 22 Temmuz 2008'de sağlık durumunun iyi olduğu açıklanmıştır. Atatürk'ün en sevdiği sanatçılardan birisidir. 30 Ekim 2009'da öğrencisi Bülent Ersoy tarafından anısına Müzeyyen Senar'ın sanat yaşamından fotoğrafların yer aldığı "Cumhuriyetin Divası: Müzeyyen Senar" sergisi açıldı. 8 Şubat 2015 tarihinde sabah saat 07:30'da zatürre dolayısıyla tedavi gördüğü Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde 97 yaşında hayatını kaybetti. Unutulmaz sanat müziği icracısı Müzeyyen Senar'ın cenazesi 10 Şubat 2015'te Bebek Camii'nde kılınan öğle namazını müteakip Zincirlikuyu Mezarlığı'ndaki aile kabristanına defnedildi. Istanbul'a geldiği tarihten itibaren Kemal Niyazi Seyhun'la ve Yesarî Asım Arsoy'la yaptığı çalışmalar gelişimine yön verdi. Atatürk'ün huzurunda şarkı söylemesi ve Ata'nın yaklaşımları, sanatçıyı genç yaştan itibaren seçkin bir sanatçı olacağı konusunda bilinçlendirdi. Küçük yaşta geçirdiği kekemelik,üslûbunu belirleyen olgulardan biri oldu. Ağırlıklı olarak, Neoklasik döneme özgü eserlerden türkü ve mayalara değin uzanan geniş bir yelpazede sanat icra etmiştir. Sanatçı, Hacı Arif Bey'in ve Şevki Bey'in eserlerini ve Yesarî Asım Arsoy'un şarkılarını özgün üslûbuyla ve derin bir hissedişle okumuştur. Sanatçı kendi kariyerinin yükseliş döneminin seçkin bestekârları olan Sadettin Kaynak,Selahattin Pınar ve Şerif İçli'nin eserlerini Safiye Ayla'yla birlikte ilk kez seslendirmiştir. Senar'ın üslûbunun daha ziyade Selahattin Pınar'ın ve Şerif İçli'nin eserleriyle örtüştüğü kaydedilmelidir. Senar, Avni Anıl, Yusuf Nalkesen ve Erol Sayan gibi Türk Sanat Müziği'nin son dönem bestekârlarının eserlerini de sıklıkla okumuştur. Sanatçının Rumeli Türküleri'ne ilişkin başarımı ayrıca değerlendirilmek gerekir. Rumeli Türküleri'nin ruhuna sinen ve birbiriyle çatışmasına rağmen bu türkülerin bütünsel yapısını karakterize eden coşkulu nağmeleri ve hüzünlü fikri örgüyü ustalıkla yansıtmıştır. Sanatçının maya formunu musıkiyle kaynaştırması kayda değerdir. Sanatçının müzik faaliyeti; radyodaki, gazinolardaki çalışmalarının yanı sıra yoğun plak kayıtlarından oluşmaktadır. Yurt dışında ve yurt içinde çeşitli konserler vermiştir. Sanatçılığının ilk döneminde birçok sanatçı içinde Nubar Tekyay, Sadi Işılay, Hakkı Derman, Şerif İçli, Kadri Şençalar, Şükrü Tunar ve Selahattin Pınar kendisine yoğun bir şekilde eşlik etmiştir. Sanatçının 80'li ve 90'lı yıllarda doldurduğu son seçkin kayıtlarda kendisine Ali Erköse, Ercüment Batanay, Mustafa Kandıralı, İsmail Şençalar ve Selahattin Erköse eşlik etmiştir. GAP Bölge Kalkınma İdaresi Bölge Müdürü. Ralli Ralli önceden belirlenen ortalama bir hızda, kısmen veya tamamen normal trafiğe açık yol üzerinde yapılan yarışmalardır. Bir ralli, ya tüm otomobillerin izleyeceği tek bir güzergahtan ya da ortak bir güzergah izlenmeden, önceden saptanan ve sonrasında ortak bir güzergah bulunmayabilen bir toplanma noktasında buluşulan, birden fazla güzergahtan oluşabilir. Güzergah ve güzergahlar, bir veya birçok özel etabı, yani normal trafiğe kapalı ve bütünüyle rallinin genel klasmanının oluşturmak için önemli bir belirleyici ve işleve sahip olan kapalı yollar üzerinde yapılan tekil yarışları kapsar. Özel etapların dışındaki güzergah ve güzergahlara normal etap adı verilir. Bu normal etaplardaki sürat, hiçbir şekilde yarışmanın klasmanının belirlenmesinde bir faktör oluşturmamalıdır. Birinci kategoriden ralliler, Uluslararası Spor Takvimi'nin Düzenli Yarışmalar bölümüne kaydedilmelidir. Birinci kategori rallilere FIA tarafından Grand Prix veya Spor Otomobillerde sınıflandırılmış sürücüler kabul edilebilir. Ancak eğer bir rallinin toplam uzunluğunun %10'undan fazlası sürekli veya yarı sürekli pistlerde yapılan özel etapları kapsıyor ise, Grand Prix veya Spor Otomobillerde yarışan FIA sınıflandırılmış sürücülerin buna katılmaları; yarışın takviminin Sürat Yarışmaları bölümüne bir Uluslararası Yarışma olarak kaydını gerektirir. Organizatörlerin isteği halinde, böyle yarışma, Düzenli Yarışmalar takvimindeki yerini koruyabilir. Normal trafiğe açık yolu kısmen kullanan fakat rallinin toplam uzunluğunun %20'sinden fazlası sürekli veya yarı sürekli pistlerdeki özel etaplardan oluşan yarışmalar, Uluslararası Spor Takvimi'nin Düzenli Yarışmalar bölümüne kaydedilemezler ve prosedür açısından Sürat Yarışmaları olarak kabul edilirler. Bütün uluslararası rallilerde tüm otomobillerin gücü yaklaşık 300hp ile sınırlandırılmıştır. FIA her zaman ve her şartta bu güç sınırlamasına uyulmasını sağlamak için bütün gerekli önlemleri almak durumundadır. Homologasyon belgelerinde bazı geliştirmelerin ve kısıtlanmasına dair, aksine bir belirleme olmayan Aşağıdaki koşullara uyulması kaydıyla; Homologasyon belgelerinde bazı geliştirmelerin kısıtlanmasına dair, aksine bir belirleme olmayan A ve N grubu otomobiller homologasyon sürelerinin bitiminden sonra dört yıl boyunca Dünya Ralli Şampiyonası dışındaki uluslararası yarışmalara katılabilirler. Bu otomobiller homologasyonu olan araçlarla eşit koşullarda start alabilirler ve derecelendirmeye girebilirler. Yukarıda sözü edilen homologasonu olmayan otomobiller ancak; süreleri geçmiş olsa dahi homologasyon kâğıtları uygun olarak doldurulmuş, idari ve teknik kontrole sunulmuş ve teknik kontrol görevlileri tarafından orijinal teknik koşullara tam olarak uygun olarak kabul edilirlerse yarışa kabul edilirler. Bu araçların turbo bileziklerinin çapı ve minimum ağırlıkları o an geçerli olan kurallara uygun olmalıdır. kaynak:TOSFED2005 Otomobil Sporları Kurallar Kitabı;Uluslararası Spor Yasası(2005 FIA CSI'nin tercümesidir.) Syf.43 Uluslararası Otomobil Federasyonu Uluslararası Otomobil Federasyonu (), Otomobil yar
ışma ve rekorlarını teşvik etme ve düzenleme amaçlı yönetmelikleri hazırlamak ve uygulatmak, FIA olarak Uluslararası Şampiyonaları düzenlemek için oluşturulmuş yetkili tek uluslararası spor kurumudur. Uygulamadan doğan anlaşmazlıklarda son karar noktasıdır, uygulamalar sırasında ortaya çıkan anlaşmazlıklara karar vermekle yükümlüdür. Uluslararası Temyiz Mahkemesi hüviyetine de sahiptir. Zeleia Zeleia Balıkesir'in Gönen İlçesinin bir beldesi olan şimdiki Sarıköy yerleşim birimininde bulunmaktadır. Ancak kentten günümüze pek bir şey kalmamıştır. Truva'ya asker göndermiş bir memlekettir. İskenderin savaş öncesi burada askerleriyle birlikte konakladığı söylenir. Homer'in İlyada destanında adı geçer. Devlet Sanatçısı Devlet Sanatçısı, sanata olan katkıları ve yaptıkları hizmetler sonucunda bazı sanatçılara Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından verilen unvandır. 1971'den bu yana Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın tavsiyesi, Cumhurbaşkanlığı'nın onayı ile Türkiye'yi dışarıda temsil eden kişilere devlet sanatçılığı unvanı veriliyor. Bu unvan ile maaşa bağlanan sanatçılar, 65 yaşında emekli olma hakkı kazanıyor. Sanatçılara yurtdışı seyahatlerinde birtakım ayrıcalıklar sağlanıyor. Ayrıca Devlet Sanatçıları VIP salonlarını kullanabiliyor; devlet törenlerinde de protokolde ağırlanıyor. Devlet sanatçılığı unvanını ilk alan isim Adnan Saygun oldu. Ancak, bu unvanın Saygun’a verilip Cemal Reşit Rey’e verilmemesi, kamuoyunda bir hayli tartışılmıştı. Cemal Reşit Rey, bu tartışmalardan çok sonra 1981’de bu onura layık görülmüştü. 1991 yılında oldukça fazla sanatçıya bu unvan verildiktan sonra 1998 yılında Kültür Bakanlığı ilk olarak Tekin Akmansoy, Mehveş Emeç, Rengim Gökmen ve Şefika Kutluer’e devlet sanatçısı unvanını verdi. Ancak daha sonra, bu isimlere 85 kişi daha ilave edildi. Bu kadar çok isme bu unvanın verilmesi, o günlerde kamuoyunda uzun süre tartışıldı. Aralarında Sezen Aksu, Selim İleri, Fikret Otyam, Nilüfer, Neşet Ertaş, Gazanfer Özcan ve Müşfik Kenter gibi isimlerin de olduğu bazı sanatçılar, bu unvanı reddetti. Bu unvanın verilmediği ressam Mehmet Güleryüz, devlet sanatçılığının iptali için mahkemeye başvurdu. Mahkeme, "Devlet Sanatçısı Olacak ve Bu Haktan Yararlanacaklar ile Bunların Nitelikleri ve Seçilmeleri Hakkında Yönetmelik"e dayanarak 89 sanatçıya verilen unvanı Ekim 1999'da oybirliğiyle iptal etti. Bu kavramı eleştiren bir diğer sanatçı ise fotoğrafçı Ara Güler oldu. Güler verdiği ropörtajda Devlet sanatçılığı kavramını eleştirerek "Ancak komünist ülkelerde devletin sanatçısı olur. Oralarda göğüsleri madalyadan geçilmeyen bir sürü adam görürsünüz sokaklarda" şeklinde açıklama yaptı. 15 Mart 1971 tarih ve 13779 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan yönetmelik çerçevesinde Devlet Sanatçısı unvanı verilen sanatçılar: Ayla Algan (Tiyatro Sanatçısı,ve Sinema Oyuncusu, Şarkıcı) 23 Haziran 1981 Tarih ve 17379 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan yönetmelik çerçevesinde seçilen devlet sanatçıları: 1 Şubat 1987 Tarih ve 19359 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan yönetmelik çerçevesinde Devlet Sanatçısı unvanı verilen sanatçılar: 1 Şubat 1987 Tarih ve 19359 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan yönetmelik çerçevesinde Devlet Sanatçısı unvanı verilen sanatçılar: 22 Ağustos 1991 Tarih ve 20968 Sayılı Resmi Gazetede Yayımlanan Yönetmelik Çerçevesinde seçilen devlet sanatçıları: 22 Ağustos 1991 Tarih ve 20968 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan yönetmelik çerçevesinde seçilen devlet sanatçıları: Sanatçı Mehmet Güleryüz’ün 89 kişiye “Devlet  Sanatçısı” unvanı verilmesi işlemine dayanak teşkil eden 22.08.1991 tarih ve 20968 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Devlet Sanatçısı Olacak ve Bu Haktan Yararlanacaklar ile Bunların Nitelikleri ve Seçilmeleri Hakkındaki Yönetmelik ile bu Yönetmelikte değişiklik yapılmasına dair 07.11.1998 tarih ve 23516 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Yönetmeliğin iptali” istemi ile açmış olduğu davada Danıştay 10. Dairesi’nin 18.01.2002 tarih ve  1999/2780 E., 2002/72 K. sayılı kararı ile söz konusu yönetmelik iptal edilmiş olup, Danıştay’ın ilgili kararı sonucunda 89 kişinin “Devlet Sanatçısı” unvanı kaldırılmıştır. Yönetmeliğin iptalinden sonra hiçbir sanatçıya bu unvan verilmemiştir. Seninle Bir Dakika Seninle Bir Dakika, Eurovision Şarkı Yarışması'na 1975 yılında ilk kez katılan Türkiye'nin yarışma parçasıdır. "TRT Türk Hafif Müziği Şarkı Yarışması" adıyla düzenlenen 1975 Türkiye elemelerine çok sayıda şarkı katıldı. Neredeyse memleketin bütün bestecileri, söz yazarları, şarkıcıları seferber olmuştu. Eli saz tutan herkes, bir beste yapıp Eurovision'a gönderiyordu. Ne de olsa, sesini duyuramayanlar için önemli bir fırsattı. Profesyonel ve amatör müzisyenlerin yanında, halk ozanlarından bile yarışmaya şarkı gönderenler oldu. Bülent Özveren'in sunduğu Türkiye finalinde gerçekten birçok şarkı yarışıyordu. Seçim yapmak zordu. İkili bir seçim sistemi kurulmuştu. Bir yanda posta kartları ile gönderilen halk oyları diğeryanda ise TRT'nin jürisi vardı. Nilüfer'in şarkısı çalıntı olduğu iddiaları yüzünden elemelerden çekilmişti. Şenay da eşi Şerif Yüzbaşıoğlu jüride olduğu için polemiklere neden olmamak için çekilmiş, Selçuk Başar da bestesini başka bir şarkıcının seslendirmesini istemeyince Umut yarışma dışı kalmıştı. Halk oylamasında Ali Rıza Binboğa Yarınlar'la birinci olurken, jüri daha Avrupai bir beste olan Semiha Yankı'nın seslendirdiği Seninle Bir Dakika'yı tercih etmişti. Cici Kızlar'ın Delisin'i de ortalama puanda öne geçerek birinciliğe ortak olunca, iş kuraya kaldı. Cici Kızlar'dan Bilgen Bengü boş zarfı çekti ve birinciliği Semiha Yankı'ya verdi. Türkiye'yi büyük finalde sözlerini Münir Ebcioğlu'nun yazdığı, bestesini Kemal Ebcioğlu'nun yaptığı Seninle Bir Dakika temsil edecekti. Melih Kibar'ın bestesi olan Çoban Yıldızı da bu sene ortaya çıktı. Eurovision Türkiye elemeleri için bir sinyal müziği bestelenmesine karar verildi. Timur Selçuk'un müzik okulundan öğrencisi olan Melih Kibar, Çoban Yıldızı'nı besteledi. Düzenlemeyi Timur Selçuk yaptı ve orkestrasıyla parçayı seslendirdi. Çoban Yıldızı o kadar sevilip benimsendi ki, yarışma dışı olduğu bilindiği halde, 1975 Türkiye elemelerinde halktan en çok oy alan şarkılar arasına girdi. Çoban Yıldızı Türkiye'de Eurovision Şarkı Yarışmaları'nın vazgeçilmez bir parçası oldu. Seninle Bir Dakika'nın seçilme biçimi epey karışık olmuştu. Üstelik finaldeki şarkılar arasında, "şu gitse daha mı iyi olurdu" diye düşündüren başka besteler de vardı. Yine de, Semiha Yankı ve Seninle Bir Dakika benimsendi, sahiplenildi ve büyük bir heyecanla Stokholm'de yapılacak olan final beklenmeye başlandı. 22 Mart 1975 Cumartesi gecesi televizyonların başına kilitlenildi. Sıra Türkiye'ye geldiğinde, önce orkesta şefi Timur Selçuk yerini aldı. Semiha Yankı sahneye çıkıp şarkısını seslendirirken, yarışmanın sonlarına yaklaşılmıştı. Şarkıların ardından ülkeler telefonla bağlanıp verdikleri puanları açıklamaya başladığında ise heyecan doruktaydı. Aslında yarım saatten kısa süren puanlama uzadıkça uzuyor, fakat beklenen puanlar bir türlü gelmiyordu. Oylamanın sonlarına doğru Monako'dan üç puan geldi. Ancak tam bu sırada puan panosu bozuldu, 3 puan güçlükle panoya yazılabildi. Oylamanın sonunda Türkiye, 19 ülkenin katıldığı finalde en az puanı alarak son sırada kalmıştı. Sonuç Türk halkında büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. 13. sırada yarışmanın uğursuzluğundan, Semiha Yankı'nın saç modeline, elbisesinin rengine, biçimine kadar pek çok yorum yapıldı. Yönetmen şarkıcımızı uzaktan, arkadan gösterdi diye eleştirildi; ve en çok da politik nedenlerden söz edildi. Bu sonuç Türkiye'de aylarca konuşuldu. Türkiye'nin yarışma konusunda çok deneyimsiz olması ve final öncesi yeterince tanıtım yapılmaması sonucu etkilemişti. Eurovizyondaki başarısızlığa rağmen 1975 finalinde birinci olan Hollandalı grup Teach-In'in şarkısı Ding-A-Dong, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de tanındı ve sevildi. Stokholm'de alınan tatsız sonuç, Seninle Bir Dakika'nın sevilmesine ve beğenilmesine engel olmadı. Seninle Bir Dakika aradan geçen 30 yılın ardından hala dinlenen ve sevilen bir şarkı konumunda olmayı sürdürdü. 2003 yılında Eurovizyon Komitesi tarafından yapılan bir değerlendirmede 1975 yılı sonuncusu şarkının Eurovizyon'un gelmiş geçmiş en iyi 20 parçası arasında gösterilmesi ise soru işaretleri uyandırdı. TÜBİTAK Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu, kısaca TÜBİTAK, Türkiye'de bilim ve teknolojiyi teşvik etme, yönlendirme ve popülerleştirmeyi amaçlayan, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı'nın "ilgili" kuruluşlarından olup özel hukuk hükümlerine tâbidir. 1963'te Cemal Gürsel tarafından hükümete danışmanlık yapılması ve millî bilim politikasına rehberlik edilmesi amaçlarıyla kurulduğunda "Türkiye Bilim Teknik ve Araştırma Kurumu" diye bilinirken, sonradan adı "Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu" olarak değiştirilmiş ve uzun süre bu adla anılmıştır. Bu arada 1993 yılından itibaren Popüler Bilim Kitapları basılmaya başlanmıştır. Ardından "teknik" yerine "teknolojik" kelimesinin kullanılması ile 2005 yılında kurumun adı son halini almıştır. TÜBİTAK, Türkiye'nin planlı ekonomi dönemine geçişiyle birlikte, 24 Temmuz 1963 tarih ve 11462 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren, 17 Temmuz 1963 tarihli 278 sayılı kanun ile kurulmuştur. Başlangıçtaki misyonu bilimsel araştırmaları ve genç bilim insanlarını desteklemek iken, bugün bünyesinde barındırdığı onlarca birimle birlikte, tarım politikalarının yönlendirilmesinden, Ar-ge projelerinin desteklenmesine kadar farklı alanları kapsayan bir misyona sahiptir. Kurum, Türkiye'de müspet bilimlerde araştırma ve geliştirme faaliyetlerini ülke kalkınmasındaki önceliklere göre geliştirmek, özendirmek, düzenlemek ve koordine etmek; mevcut bilimsel ve teknik bilgilere erişmek ve erişilmesini sağlamak amacı gütmektedir. 17 Temmuz 1963 tarih ve 278 sayılı Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu Kuruluş Kanunu'nun 6-b) maddesine göre Genel Sekreterlik Kurum’un yürütme organıdır. Kanunu
n 6-c) maddesine göre "Genel Sekreter, Bilim Kurulu'nun inhası üzerine, Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından imzalanan kararname ile atanır." Pratikte, bugünkü konuma göre Kurumun Başkanlığına eşdeğer bir görev tanımı bulunmaktadır. 11 Kasım 1987 tarihinde yürürlüğe giren 294 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Bilim Kurulu kaldırıldı ve "Yönetim Kurulu" oluşturuldu. Yönetim Kurulu, Başkan ve 8 üye olmak üzere toplam 9 kişiden oluşmaktadır. Kurum Başkanı aynı zamanda Yönetim Kurulu'nun da başkanıdır. 9 Eylül 1993 tarihinde yürürlüğe giren 498 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Yönetim Kurulu kaldırıldı ve "Bilim Kurulu" yeniden oluşturuldu. Bilim Kurulu, Başkan ve 12 üye olmak üzere toplam 13 kişiden oluşmaktadır. Kurum Başkanı Bilim Kurulu'nun da başkanıdır. Kurum, Türkiye'de bilimi popülerleştirmek ve insanları bilinçlendirmek amacı ile üç adet aylık popüler bilim dergisi (Bilim ve Teknik, Bilim Çocuk, Meraklı Minik) ve yıllık yaklaşık 20 adet popüler bilim kitabı (Tübitak Popüler Bilim Kitapları) yayınlamaktadır. Ayrıca, doğrudan Türkiye'deki bilim camiasına hitap eden 12 adet hakemli (Bilimsel Dergi) çıkartmaktadır. Yükseköğretime Geçiş Sınavı'nda İlk 5000'e giren öğrencilere, fizik, kimya, biyoloji, moleküler biyoloji ve genetik, matematik, sosyoloji, ekonomi, psikoloji, felsefe ve tarih bölümlerinden birine yerleşmeleri halinde, aylık 250 TL karşılıksız burs verilmektedir. Transseksüellik Transseksüel; kendisini karşı cinse ait hisseden, karşı cinse benzeme isteği duyan veya kendisini karşı cinsten biriymiş gibi hisseden kişilere verilen addır. Hem erkek hem de kadın için geçerlidir. Yani kişi erkek olduğu halde kadın olmayı isteyebilir, kadın olduğu halde erkek olmayı isteyebilir. Ancak transseksüel, daha çok ruhsal eğilimler için belirleyici bir kelimedir. Transseksüellik, kişinin davranışlarından çok iç dünyasında kendisini karşı cinsten biri gibi görmesi ve hissetmesidir. Bu yüzden transseksüelleri dış görünüşlerinden belirlemek söz konusu değildir. Çünkü kendilerini karşı cinsten hissettiklerini dış görünüşlerine her zaman yansıtmazlar. Travestilikten farklı olarak giyim, fiziksel görünüm ile davranışlardan öte transseksüellerin büyük bir kısmı cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirerek sosyal ve hukuki olarak karşı cinse geçerler. Transseksüel bireyler aslında bedensel açıdan ya erkek ya kadındırlar, fakat kendilerini, bulundukları cinsiyetten başka cinsiyete ait hissederler ve olabildiğince bu hissettikleri cinsiyetin özelliklerine bürünürler. Transseksüelliğin ne ölçüde hastalık olarak değerlendirilmesi gerektiği, kesinlikle çok tartışılan bir konudur. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) uluslararası hastalık sınıflama ölçütü ICD-10’a göre bir ruhsal rahatsızlık türü olarak tanımlanmaktadır. Fiziksel açıdan kadınsı özelliklere sahip, fakat eril cinsiyet kimliğinde olan bireyler, kadından erkeğe transseksüel, yani trans erkek olarak nitelendirilmektedirler. Fiziksel açıdan erkeksi özelliklere sahip, fakat dişil cinsiyet kimliğinde olan bireyler ise, trans kadın olarak tanımlanmaktadırlar. Transseksüel bireylerden bazıları, erkekten kadına transseksüellik (MTF) ve kadından erkeğe transseksüellik (FTM) kavramlarını reddetmektedir, çünkü onlara göre bu yeni kavram, onların asıl, yani yaratılıştaki cinsiyet kimliğine, cinsiyet belirleyici olarak uymamaktadır. Aynı zamanda bu iki kavram, bedensel özelliklerin değişimini ve davranış değişikliklerini de ele aldığından, cinsiyet değişimine olanak sağlamaktadır. Transseksüellere göre, onların asıl cinsiyetleri (bedensel ve davranış değişiklikleri de dâhil) değiştirilemez olduğundan, eleştirmenlere göre de onları bu kavramlarla nitelendirmek doğru değildir. Eski tıp kaynakçalarında yer alan, hissedilen cinsiyetin yerine, bedensel cinsiyetin ön planda tutulduğu transseksüel kadın (transkadın yerine geçen), ve transseksüel erkek (transerkek yerine geçen) kavramları, çoğu transseksüel tarafından reddedilmiş ve günümüzde de kullanımdan kalkmıştır. Tıbben veya hukuken cinsiyeti uygun hale getirilmiş transseksüel bireyler ise artık transseksüel olarak adlandırılmamaktadırlar. Bu bireyler için kullanılan kavramlar “transseksüel geçmişi olan erkek” ve “transseksüel geçmişi olan kadın”dır veya en basiti “kadın” veya “erkek” kavramlarıdır. Cinsiyet rolünü değiştiren insan olgusu, Antik çağlardan beri bilinmektedir. 20.yy’ın başından itibaren, cinsiyet değişimine ilişkin tıbbi olanaklar doğduğundan, bu yy.dan önce transseksüellik ve transvestizm arasında ayrım yapılmamaktaydı. Daha doğrusu cinsiyet kimliği kesin biçimi ayırt edilmemekteydi. Bunun yanı sıra, bilinen cinsiyet kimliği vakalarına ilişkin veya günümüzdeki cinsiyet rolü değişimleri için başka sebepler olup olmadığı soruları da, belge eksikliğinden dolayı açıklanamamaktaydı. Alman Doktor ve Seks araştırmacısı Magnus Hirschfeld, 1910 yılında ara sıra veya düzenli olarak karşı cinsiyetin kılığına giren insanlar için, travestlik kavramını kullanmıştır. Sadece kılık kıyafette değil, ayrıca bedensel anlamda da kendini diğer cinsiyete uydurmaya çalışan bireyler için ise Hirschfeld, 1923 yılında –Seks aşamaları bülteninin son basımında-“ruhsal transseksüellik” kavramını kullanmıştır. Bunun yanı sıra, transseksüelliği, transvestizmden farklı bir olarak yönelme değil, aksine ona gösterilen yoğun bir eğilim olarak nitelendirmektedir. Hirschfeld’in yayınları ve seks araştırma enstitüsü hakkında yoğun fikir sahibi olan Harry Benjamin, 1953 yılında Transvestizm ve Transseksüelizm adlı makalelerinde, “ruhsal transseksüellik” kavramını kullanmış ve 1966 yılında da Transseksüel Fenomeni adlı kitabıyla bu kavramı, seksüel tıbba kazandırmıştır. 1949 yılında yayınlanan makalesinde, transseksüel psikopatisi kavramını kullanan David O. Cauldwell yine bu yıllarda, bu kavramın öncüsü olarak görülmüştür. Cauldwell ve Benjamin’in çalışmalarında transseksüellik kavramı günümüzdeki anlamıyla kullanılmıştır. 90’lı yıllarda da transseksüellik kavramı, fiziksel rahatsızlıkların teşhisli ve statik el kitabı olan DSM-IV’den çıkarılmış, yerine cinsiyet kimliği rahatsızlığı kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Buna karşın ICD-10’da (Dünya Sağlık Örgütü’nün uluslararası hastalık sınıflama ölçütü) bu iki kavram hala eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Transseksüellik F sınıfı altında (fiziksel ve davranış rahatsızlıkları) ve f64.O. noktasında yer alan bir rahatsızlıktır. 1950’li yıllarda, Amerika’daki transseksüeller, hormon tedavisi görebilmekteydiler. Bu yıllarda, bu yeni araştırma alanının öncüsü olan Harry Benjamin, birçok transseksüel bireyle ilgilenmekteydi. Benjamin çoğu iş arkadaşının aksine, transseksüelliği fiziksel bir rahatsızlık olarak görmemekteydi. O, bireylerin bedensel cinsiyetlerinin, cinsiyet kimliklerinden uzaklaştığının farkındaydı. 1952 yılında, basın ilk kez cerrahi yolla cinsiyetini değiştiren (erkekten-kadına) Amerikalı transseksüel Chrisitine Jongensen ilgili bir haber yapmıştı. Dini kesim, bu tür operasyonları iyi karşılamayıp, hastanelere baskı yaptığından, transseksüel bireyler cerrahi operasyonlar için yurt dışına gitmek zorundaydı (öncelikli olarak Casablanka’daki Georges Burou ve Meksika’ya). Ayrıca Amerika’da transseksüeller psikopati olarak görülüyor ve zorla hastaneye yatırılıp, elektroşok veya antipati tedavisi uygulanıyordu. 1966 yılında ise Johns Hopkins Baltimore’daki tıp merkezinde cinsiyet kimliği kliniği kurmuştu. Bu klinikte, cinsiyet değişimine dair gerekli önlemler de alınmaktaydı. 1969 yılından sonra da, Stonly Diber gibi birçok ünlü araştırmacının çalıştığı daha başka uzmanlık klinikleri de açılmıştır. Transeksüelliğin etiyolojisi, başka bir deyişle transeksüelliğin nedenleri, birçok transeksüelin, doktorların, psikologların, diğer ruh sağlığı profesörlerin ve transeksüellerin aile üyeleri ve arkadaşlarının ilgi konusudur. Transeksüellik, cinsiyet kimliğinin doğumda belirlenen cinsiyetten ve bu cinsiyetin tipik davranışlarından farklı ifade edilmesiyle ilgidir. Bu huzursuzluk, cinsiyet hoşnutsuzluğu olarak adlandırılır. 1995’te Zhou ve meslektaşları tarafından yapılan bir araştırmada beyinde bed nucleus stria terminalis (BSTc) adı verilen bir bölgenin (seks ve endişe tepkileriyle ilgili bir bölge) büyüklüğü erkekten kadına transeksüellerde kadınlardaki büyüklükte, kadından erkeğe transeksüellerde ise erkeklerdeki büyüklükte olduğu bulunmuştur. Ama cinsel yönelimle ilgili bir bağlantı bulunamamıştır. Araştırmadaki transeksüeller daha önce hormon terapisi almıştır. Ama kontrol grubundaki hormon seviyeleri normal olmayan biyolojik kadın ve erkeklerde BSTc’nin büyüklüğü kendi cinsiyet kimlikleriyle uyumlu olduğu bulunduğundan, BSTc ile hormon seviyesi arasında bir ilişki olmadığı sonucuna varılmıştır. Araştırma, transeksüelliğin nörobiyolojik bir temeli olduğunu desteklemektedir. 2000’de Kruijver ve meslektaşları tarafından yapılan bir araştırmada transeksüel ve transeksüel olmayan kişilerin BSTc’lerindeki nöron sayıları incelenmiştir. Kadından erkeğe transeksüellereki nöron sayıları erkeklerin aralığında, erkekten kadına transeksüellerinkinin ise kadınların aralığında olduğu bulunmuştur. Ama cinsel yönelimle ilgili bir bağlantı bulunamamıştır. Transeksüellerin biri hariç hepsi daha önce hormon terapisi almıştır. Ama 1995’teki araştırmada olduğu gibi transeksüel olmayan kadın ve erkeklerin bazıları da, çeşitli nedenlerden dolayı hormon seviyeleri normalin dışında olan kişilerden oluşuyordu. Hormon seviyeleri normal olmayan biyolojik kadın ve erkeklerin BSTc’deki nöron sayılarının cinsiyet kimlikleriyle uyumlu çıkması ve daha önce hiç hormon terapisi almamış ama kendini kadın gibi hisseden bir erkeğin BSTc’deki nöron sayısının kadınların aralığında çıkması, BSTc’deki nöron sayısıyla hormon seviyesi arasında bir ilişki olmadığını göstermektedir. Bu araştırma da transeksüelliğin nörobiyolojik bir temeli olduğunu desteklemektedir. 2002’de Chung ve meslektaşları BSTc’deki seksüel dimorfizmin(cinsiyete göre değişiklik göstermesi) yetişkinliğe kadar oluşmadığını bulmuştur. Chung, bu bulg
u sonucunda BSTc’deki farklılığın transeksüelliğe yol açmadığı, kişilerin cinsiyet kimlikleriyle biyoljik cinsiyetlerinin uyuşmaması sonucu bu farklılığın transeksüel kişilerde yetişkinlikte oluştuğunu öne sürmüştür. Yani transeksüeller BSTc’leri farklı olduğu için transeksüel değildirler. Transeksüel oldukları için BSTc’leri farklıdır. 2008’de Garcia-Falgueras ve Swaab tarafından yapılan bir araştırmada transeksüel ve transeksüel olmayan kişilerin ön hipotalamuslarındaki INAH3 adı verilen bölgenin hacmi ve nöron sayıları incelenmiştir. Kontrol grubundaki erkeklerin INAH3’lerinin hacmi, kontrol grubundaki kadınlarınkinden ortalama 1.9 kat daha büyük, nöron sayılarının ise 2.3 kat daha fazla olduğu bulunmuştur. Erkekten kadına transeksüellerin sonuçları kadınların aralığında çıkarken, kadından erkeğe olan transeksüelin (sadece bir kadından erkeğe transeksüel denek vardır) sonucu erkeklerin aralığında çıkmıştır. Tüm transeksüeller daha önce hormon terapisi almıştır. Ama menopoz öncesi ve menopoz sonrası dönemde olan kadınların INAH3’lerinin hacim ve nöron sayısı bakımından aynı aralıkta olması, erkekten kadına olan transeksüllerinin sonuçlarının kadınların aralığında çıkmasının nedeninin östrojen hormonu almaları olmadığını göstermektedir. Transeksüellerin INAH3’lerindeki farklılık, kısmen de olsa beyinlerindeki erken seksüel farklılışmanın bir işareti olduğunu göstermektedir. Yine 2008’de Ivanka Savic ve meslektaşları tarafından yapılan bir araştırmada biyolojik erkek ve kadınların ve gynephilic erkekten kadına transeksüellerin (kendini kadın hisseden ama cinsel yönelim olarak yine kadınlara ilgi duyan erkek, başka bir deyişle translezbiyen) erkeklik ve kadınlık kimyasalları olan AND ve EST’i kokladıkları zaman beyinlerinin hangi kısımlarının aktivite olduğu incelenmiştir. Kadınlar ve GEKT’ler erkeklik kimyasalı AND’ı kokladıklarında hipotalamusları aktivite olurken kadınlık kimyasali EST’İ kokladıklarında amigdala ve piriform korteks’leri aktivite olmuştur. Erkekler ise EST’i kokladıklarında hipotalamus bölgeleri aktivite olmuştur. Ama GEKT’lerin EST’i kokladıklarında da sınırlı bir hipotalamus aktivitesi gösterdikleri, AND’ı kokladıklarında kadınlarla, EST’İ kokladıklarında ise erkeklerle bir hipotalamik küme paylaştıkları bulunmuştur. GEKT’lerin EST’e karşı gösterdikleri hipotalamus aktivitesi sınırlı olduğu için GEKT’ler önemli ölçüde sadece erkeklerden farklılık göstermiştir. Araştırmacılar, GEKT’lerin gösterdikleri aktivitelerin kendi biyolojik cinsiyetlerinden uzak, erkeklerin ve kadınlarınkinin ortasında olduğu ama ağırlıklı olarak kadınsal özellikleri gösterdiği sonucuna ulaşmıştır. Araştırma, transeksüelliğin belli hipotalamik bağlantılardaki değişken nöronal farklılaşmanın sonucu olan, cinsiyete göre atipik fizyolojik aktivitelerle bağlantılı olabileceğini göstermektedir. 2009’da Gizewski önderliğindeki Alman radyolog takımı biyolijik erkek ve kadınlara ve androfilik erkekten kadına transeksüellere (kendini kadın gibi hisseden ve cinsel yönelim olarak erkeklere ilgi duyan erkekler) erotik sahneler seyrettirilip manyetik rezonans görüntüleme kullanılarak beyinlerinin hangi bölgelerinin aktivite olduğunu incelemiştir. Erkeklerin beyinlerinin birkaç bölgesinde, kadınlar ve AEKT’lerin göstermediği bir aktivite olduğu gözlenmiştir. AEKT’lerin gösterdiği aktivitelerinse kadınsal yönde olduğu bulunmuştur. Yine 2009’daki bir araştırmada California Üniversitesi’ndeki araştırmacılar MRG’ler kullanarak biyolojik erkek ve kadınların ve hormon terapisi görmemiş erkekten kadına transeksüellerin (çoğunluğu gynephilic, azınlığı androfilik) beyinlerindeki gri madde değişimini incelemiştir. Erkekten kadına transeksüellerin beyinlerindeki gri madde değişimi, bir bölge hariç erkeklere kadınlarınkinden daha çok benzediği bulunmuştur. Erkekten kadına transeksüellerin beyinlerindeki gri madde değişiminin kadınlarınkine benzediği tek bölgenin sağ putamen olduğu tespit edilmiştir. Bu araştırma beyin anotimisinin cinsiyet kimliğinde rol oynadığını desteklemektedir. 2010’da Rametti ve meslektaşları difüzyon tensör görüntülemeyi kullarak erkek ve kadınların ve hormon terapisi görmemiş androfilik erkekten kadına transeksüellerin beyinlerindeki beyaz maddeyi incelemiştir. AEKT’ler, beyinlerinin birçok bölgesinde hem erkeklerden hem kadınlardan farklılık göstermiştir. Araştırmanın bulgularına göre AEKT’ler, beyaz madde bakımından kadınlar ve erkeklerin ortasında bir sonuç göstermektedir. Araştırma, AEKT’lerin beyin gelişmeleri sırasında bazı fasiküllerinin maskülenleşmeyi tamamlamamış olabileceğini göstermektedir. Rametti ve meslektaşları aynı araştırmayı biyolojik erkek ve kadınlar ve hormon terapisi görmemiş gynephilic kadından erkeğe transeksüeller (kendini erkek gibi hisseden ve cinsel yönelim olarak kadınlara ilgi duyan kadınlar) üstünde yapmış GKET’lerin beyinlerindeki beyaz maddenin erkeksel yönde olduğunu bulmuştur. Araştırma, kadından erkeğe transeksüellerin beyin yapısının doğuştan gelen bir farklılık içerdiğini kanıt göstermektedir. 2010’da yapılan başka bir araştırma da Nawata ve meslektaşları, heteroseksüel kadınların ve cinsel yönelim olarak kadınlara ilgi duyan ve aynı zamanda kadın kimliğini reddedip kendini erkek hisseden kadınların (gynephilic kadından erkeğe transeksüeller) pozitron emisyon tomografisini kullanarak beyin bölgesel kan akımlarını birbiriyle kıyaslamıştır. Kendini erkek gibi hisseden kadınların hiçbiri daha önce hormon terapisi almamıştır. Araştırma erkekleri içermemesine rağmen, GKET’lerin beyin bölgesel kan akımının erkeksel yönde olduğu sonucu çıkarılabilmiştir. GKET’lerin sol ön singulat kortekslerindeki kan akımı, heteroseksüel kadınlara göre daha az, sağ insulalarında ise daha çoktur. Bu iki bölge bilinç ve cinsel davranışlarla bağlantılı olmasıyla bilinmektedir. Araştırma transeksüelliğin biyolojik bir temeli olduğunu desteklemektedir. NR3C4 olarak bilinen androjen reseptörü, testosteron ya da dihidrotestosteronun bağlayıcılığı tarafından aktivite edilir. Bu reseptör, birincil ve ikincil erkek cinsiyet karakteristiklerin oluşumunda kritik bir rol oynamaktadır. 2009’da yapılan bir araştırmada Hare ve meslektaşları erkekten kadına transeksüellerde (hem androfilik hem gynephilic), transeksüel olmayan erkeklere göre reseptör geninin kopyalarını daha uzun bulmuştur. Bu uzun kopyalar, testosteronun bağlayıcılığının etkisini azaltmaktadır. Bu bulgu sonucunda araştırmacılar beyin gelişiminde androjen ve androjen sinyalinin azalmasının erkeklerde kadın cinsiyet kimliğinin oluşmasına neden olabileceğini öne sürmüştür. CYP17 adı verilen bir genin varyasyonu, cinsiyet hormonlarının metobalizmasında rol oynamaktadır ve erken beyin gelişimini etkilemektedir. Bu varyasyon erkeklerde kadınlara göre daha yaygındır. 2008’de Avusturya’da yapılan bir araştırmada, Clemens Tempfer ve meslektaşları kadından erkeğe transeksüellerin %44’ünün, transeksüel olmayan kadınların ise %31’inin bu varyasyona sahip olduğunu bulmuştur. Ayrıca kadından erkeğe transeksüellerdeki alel dağılımı da erkeklerle eşit çıkmıştır. Bu bulgu sonucunda araştırmacılar bu gen varyasyonunun kadınların kendini erkek gibi hissetme olasılığını arttırdığını öne sürmüştür. 2005’te Scheneider ve meslektaşları erkeklerin, kadınların, erkekten kadına transeksüellerin ve kadından erkeğe transeksüellerin 2D:4D parmak oranlarını kıyaslamıştır. 2D:4D işaret parmağının yüzük parmağa oranıdır. Ve doğum öncesi androjene ne kadar maruz kalındığının işareti olduğu düşünülmektedir. Erkekler anne karnında kadınlara göre androjene daha fazla maruz kaldığından 2D:4D oranları genel olarak kadınlara göre daha düşüktür. Araştırma da erkekten kadından transeksüellerin 2D:4D oranları erkeklere göre daha yüksek, kadınlara ise daha yakın olduğu bulunmuştur. Ama kadınlarla, kadından erkeğe transeksüeller arasında bir fark bulunamamıştır. Ayrıca hem erkekten kadına hem kadından erkeğe transeksüellerin, kadınlara ve erkeklere göre daha az sağ yanlı olduğu bulunmuştur. Başka bir deyişle sol yanlı olma veya her iki elini kullanabilme kabiliyetinin transeksüellerde daha yüksek olduğu bulunmuştur. Araştırmadaki erkeklerin %95’inin, kadınların %91’inin, kadından erkeğe transeksüellerin %79’unun, erkekten kadına transeksüellerin ise %74’ünün sağ yanlı olduğu gözlenmiştir. Doğum sırası efekti, cinsel yönelimin bilinen en güçlü biyodemografik habercisidir. Birçok araştırmaya göre her büyük erkek kardeş bir erkeğin eşcinsel yönelime sahip olma ihtimalini bir öncekinin %28-48’i kadar arttırmaktadır. Doğum sırası efekti aynı zamanda erkekten kadına transeksüellerde de gözlenmiştir. Androfilik erkekten kadına transseksüellerin, gynephilic erkekten kadına transeksüellere göre daha fazla büyük erkek kardeşe sahip olduğu bulunmuştur. Bu bulgular Kanada, Birleşik Krallık, Hollanda ve Polinezya'daki örneklerden elde edilmiştir. Çoğu transseksüel bireyde, “başka biri olma” duygusu, okul öncesi çağlarda gelişmektedir; fakat bu duygu henüz somut olarak bağlayıcı olmayabilir. Bazıları da okul öncesi çağda bedensel cinsiyetlerinin aksine, kız veya erkek olmak istediklerine dair bir bilinç geliştirdiklerini belirtmektedir. Bu bilinç, ilk defa ergenlik ya da yetişkinlik döneminde de ortaya çıkabilmektedir. Böyle bir durumda, çocukluk dönemindeki anıların bastırılıp bastırılmayacağı sorusu akıllara gelmektedir. Transseksüel bireylerin karşılaştığı psikolojik baskılar zamanla artmaktadır; özellikle ergenlik ve yetişkinlik dönemlerinde. Psikosomatik hastalıklar ve diğer çeşitli psikolojik problemlerin yanı sıra bu baskıların sonucu olarak depresyon ve uyuşturucu kullanımı gibi sorunlarla karşılaşılmaktadır. Çoğu transseksüel, er ya da geç çevresini transseksüelliğiyle ilgili bilgilendirmeye, cinsiyet rolünü de kalıcı (resmi) olarak değiştirmeye mecbur kalacaktır. Özellikle kriz evresinde alınan bu tür bir kararın sonucu da bireyin hayatını tehdit edebilmektedir. Transseksüellik sonucunda ortaya çıkan psikolojik problemlerin zamanı, bireyden bireye değişiklik göstermektedir. Bu, bireyin
içinde bulunduğu sosyal çevreye ve edindiği bilgilere de bağlı olmaktadır. Yalnız değişmeyen şudur ki yıllardan beri tıbbi tedavi görmek isteyen bireylerde ortalama yaş oranı giderek düşüş göstermektedir. Transseksüelliğe eğilim gösteren çocuklar, çoğunlukla çevrelerinin beklentilerine uymaya ve bedensel cinsiyetlerine uygun rolde yaşamaya çalışmaktalar. Bu tür baskılar da bedensel açıdan erkek olan transseksüellerde genellikle daha fazla olduğundan, trans erkek ve trans kadınlarda yaşanan tipik gelişimler farklı olmaktadır: Cinsiyet rolünün değişimi, önemli sosyal problemlere yol açabilmektedir. Örneğin, her zaman olmasa da, genellikle bireylerin yaşadığı ikili ilişkiler sona ermektedir. Çocuklar, çoğu zaman anne veya babasının rol değişiminin, beklenilenden daha iyi üstesinden gelmektedir. Tabii ki istisnalar da söz konusudur. Bu istisnalar, ergenlik dönemindeki veya dış baskılardan fazlasıyla etkilenmiş çocuklarda görülmektedir. Bireyin, istifasını vererek, işini kaybetmesi de artık sık rastlanan bir olay değildir; çünkü Avrupa Adalet Divanı, cinsiyet değişiminden dolayı bir kişinin işten çıkarılmasının, cinsiyet ayrımcılığı olduğunu açıklamıştır. Buna rağmen, bugüne kadar cinsiyet rolünün değişimi sebebiyle psikolojik veya psikoterapik destek almayan transseksüeller, bu tür desteği almaya başlamışlardır; çünkü bir birey için, psikolojik yardım aldığını kanıtlamadan, tıbbi ve hukuki olanaklardan yararlanıp rapor alması hemen hemen imkânsızdır. Son yıllarda transseksüel çocuğa sahip aile sayısı giderek artmaktadır. Aynı zamanda transseksüelliği reddetmek yerine, kabul eden aile sayısında da artış görülmektedir. Böyle durumlarda, ergenliğe girişi yavaşlatacak tıbbi önlemler alınmaktadır. Bu yolla, cinsiyet özelliğinin gelişimi engellenmektedir. Bu özellik, ilerleyen yıllarda büyük bir masraf ve şüphe götüren bir başarıyla, eski haline yeniden getirilmek zorunda olan veya artık geri dönüşü olmayan bir yapıdadır. Bu nedenle, ergenlik döneminde veya bu dönemden kısa bir süre sonra, cinsiyet rolünün değişmesine karar veren transseksüel bireylerin sayısı giderek artmaktadır. Çoğu birey, transseksüellik kavramını reddetmektedir. Çünkü, bu kavram, “seksüellik” kelimesini çağrıştırmaktadır. Transseksüellik, bir cinsiyet problemi değil, aksine seksüel tercihtir. Yalnız, transseksüellik cinsiyet kimliğinin bir sorunudur ve böylece de özünde seksüelliğin bir türü değildir. Transseksüeller, alışılmışın dışında seksüel eğilimleri olan bireyler değillerdir; aksine sadece yanlış cinsel organla dünyaya geldiklerine inanan bireylerdir. “Erkekten kadına” veya “kadından erkeğe transseksüel” yerine, eleştirenler daha basit deyimiyle trans kadın veya trans erkek olarak tanımlamayı tercih etmekteler. Almanya’da 1980ler’de öne atılan alternatif kavram da “trans kimlik” kavramıdır. Bu kavram, 1990 yılından itibaren, kesinlikle daha kapsamlı bir kavram olan “trans cinsel”in doğmasına zemin hazırlamıştır. Trans cinsel, bir anlamda doğuştan sahip olduğu cinsiyetine ayak uyduramayan insanlar için üst kavram olarak kullanılırken, diğer anlamıyla bu kavram kendisini iki cinsiyetin arasında hisseden, yani kendini %100 kadın veya erkek olarak nitelendiremeyen bireyler için kullanılmaktaydı. Aralarında Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, İsveç ve İsviçre’nin bulunduğu çoğu Avrupa ülkesi ve bunlara ek Avrupa dışındaki bazı devletler, transseksüel bireylere isimlerini veya nüfus kaydında yer alan cinsiyet bilgilerini, hissettikleri cinsiyete uygun olarak değiştirmesine izin vermiştir. Almanya’daki transseksüel yasasında (TSG), bu bireylerin isimlerini veya medeni durumlarını değiştirebilmesi için, bir dizi ön koşul belirlenmiştir. Bu koşulları yerine getirme olanağı da, ilgili yerel mahkemelerce sağlanmaktadır. Alman İçişleri Bakanı, transseksüel bireyler için bir dizi önkoşul getirmiştir. Bunlar arasında, doğum kaydı esnasında yazılan cinsiyetin ve isim değişikliğinin yapılması yer almaktadır. Bu yasayla da, bir trans kadının cinsiyetini uygun hale getirmek ve artık nüfus kaydındaki cinsiyetini düzelttirmek için fırsat doğmuştu. Yalnız bu izin, yasalara aykırı görülmüştü, çünkü evli olmayan kişiler de nüfus kaydındaki cinsiyetini değiştirme hakkına sahip olmuştu. Bu nedenle evli transseksüeller, nüfus kaydındaki cinsiyetlerini değiştirmeden önce, evliliklerinin hukuken bitmesi için cinsiyet değiştirme ameliyatına zorlanmışlardır. Kaldırılan izinden bağımsız olarak, isim değiştirme yasasında yer alan yönetmeliklerce, bireyin isim değişikliği yapması mümkündür. 1983 yılındaki transseksüel yasasının yerine geçen 1986 yılındaki yasa, 2006 yılının temmuzunda Avusturya Adalet Divanı tarafından yasalara aykırı olarak görülmüş ve yürürlükten kaldırılmıştır. İsviçre’de de özel bir transseksüel yasası yoktur. Yargı, cinsiyet değiştirildikten sonra mahkemeye verilen dilekçe ile kişinin ismini ve nüfus kaydında yer alan cinsiyet bilgisini düzeltme hakkına sahip olduğuna hükmetmektedir. Birleşik Krallık’ta 2004 yılında, transseksüel bireylere cerrahi operasyon veya herhangi bir bedensel uygulama şart koşulmaksızın, doğum kaydını düzelttirme imkânı sağlayan, Gender Recognition Act (cinsiyet onaylama yasası) yürürlüğe girmiştir. Fransa’da 17 Mayıs 2009 yılı itibarıyla, transseksüelliği fiziksel ve cinsel rahatsızlık sınıflamasından çıkarmıştır. 2010 yılında da psikolojik rahatsızlık listesinden çıkarmıştır. Belçika ve Lüksemburg’da transseksüellere ilişkin durum, Almanya’da olduğu gibidir. Yargı, genel yönetmeliklerle düzeltme veya değişikliğe izin vermektedir. Transseksüel bireylerin karşılaştığı problemlerden biri de, toplum tarafından farklı muamele görmeleridir. Bu durumda, polis, ceza mahkemeleri ve infaz devreye girmektedir. Özellikle, her bir tutuklama olayında, cinsiyet kimliğine uygun davranış biçimi sorunu ve bireyin bakım sorunları ortaya çıkmaktadır. Yetkili makamlar için, çözülmesi çok zor olan problemlerden biri de, erkek ve kadınların hapishaneye nasıl yerleştirileceğine dair kanun problemidir. Transeksüellik kavramı, çok eskilere dayanan bir olgusal duruma işaret eder. Türkiye'de ilk defa Bülent Ersoy'un geçirdiği cinsiyet değiştirme ameliyatı ile toplumun gündemine gelmiştir. Dünya çapında ise, ilk kez 1952 yılında Norveç 'te yapılmıştır. Bu ameliyatla, Amerikalı George Jorgensen kadın olmuş ve ismini değiştirmiştir. Cerrahi uygulamaların başlangıcı birincil lenfoid organların ve ikincil cinsiyet özelliklerinin değişimine yönelikti. Bu değişim, cinsel ilişkide bulunma eğilimini hadımlaştırma gibi yöntemlerle tamamen ortadan kaldırma açısından, eski Mısır’dan, Hindistan gibi eski kavimlere kadar uzanırdı. Örneğin doğurganlık ayini Sümerliler ve Anadolu’da, insanların ana Tanrıça Kibele’ye olan bağlılıklarını göstermek için yapılmaktaydı. Bu ayinlerde kendinden geçen insanlarla hadımlaştırma törenleri gerçekleştiriliyordu. Hadımlaştırma ayini, Roma İmparatorluğu dönemine kadar, tanrıça Diana’nın şerefine de yapılmaktaydı. Bu uygulamalar öncelikle, Ortaçağ’da hadım veya harem ağası adı altındaki köleler üzerinde uygulanmaktaydı. Bireyleri bayıltmadan ve sıhhî olmayan ortamlarda yapılan bu operasyonlar çoğu zaman ölümle sonuçlanırdı veya bireyin Skrotum (penisin alt bölümündeki kesenin içinde bulunan organlar); bazen de penisi alınırdı. Tıbbın ilerlemesiyle birlikte, bu tür operasyonlarda ölüm riski de azalmıştır. Başlangıçta yapılan operasyonlar toplumsal ve dini düşüncelerden etkilenerek yapılmış ve onur kırıcı bir cezalandırma yöntemi olmuştur. Rönesans döneminde, toplumda zamanla yeni bir cinsiyet tablosu gelişmişti. Bu oluşan tabloyu takiben, kadınların güçleri giderek artmış, erkeğe özgü cinsiyet özelliklerinin nasıl bir şey olduğunu hissetmişlerdir. Bu esnada da eril cinsiyetlerde de kadına özgü özellikler belirmiştir. Başka cinsiyete ait olma isteğinin, tarihsel bağlamda ne zaman ortaya çıktığına dair kesin bir tarih bulunmamaktadır. Barok ve Rokoko akımları, çoğu değişimin ve karşı cinsin görünüşüne bürünmenin moda olduğunu göstermiş ve bundan yola çıkarak bazı doktorlar 17. ve 18. yüzyıllarda cinsiyet değiştirme ameliyatı yapma cesaretini göstermişlerdir. Bu ameliyatlar, muhtemelen hastanın kendisini iyi hissetmesine yönelik değildi. Doktorlar kendi çıkarları doğrultusunda, bilimsel deneylerine katkı da sağlamak için bu operasyonları yürütmekteydiler. En bilindik örneği, androjeni kişiliğindeki (kadın ve erkek rolünün gerekliliklerini yerine getiren birey) bireyler, daha çok “canavar” adı altında pazarlarda veya sirklerde sunulmaktaydı. Buradan, bu operasyonlarda çoğu zaman ilkel aletler kullanıldığı sonucu da çıkarılabilir (bıyıklı kadın, sesi değiştirilmiş erkek opera aryalarının kalın seste opera söylemeleri gibi). 20. yüzyıl başları / Magnus Hirschfeld Transeksüel ve İnterseksüelliğin, fiziksel ve psikolojik sorunlarıyla ilgili ilk önemli bilgiler, doktor ve seksolog Magnus Hirschfeld tarafından, 20. yy.ın başlarında ortaya atılmıştır. Hirschfeld homoseksüel, transvestizm ve transeksüel kavramlarını da bulmuştur. İnsanların isteğine göre cinsiyetini değiştirmeleri fikrine bilimsel açıdan yaklaşıp, işe koyulan Hirschfeld sayesinde, 20 yıl içinde, Berlin’deki Seks Araştırma Enstitüsünün çalışanlarının yardımı ve girişimiyle, kimlik ve isim değişikliği; ayrıca sözde “travesti görünüşü” insanlara açıklanmıştır. Aynı zamanda ilk cinsiyet değişimi ameliyatı yapılmıştır. Patolojik tanımlama sonraki evrelerde gevşemiştir. 1923 yılında, Hirschfeld transvestizmle ilişkilendirilerek kullanılan “transeksüel” sözcüğünü, ilk defa bu kavramdan ayrı tanımlamıştır. Yaklaşık 2000 sayfalık, cinsiyet bilgisine genel bakışında, cinsiyet değiştirme isteğinin, aşırı transvestizmin bir türü olduğunu gözlemlemiştir. Hirschfeld bunu şu şekilde dile getirmektedir: "“Travestiliğin en baskın türünü, sadece yapay anlamda kendini değiştiren bireyde değil, aksine doğal kıyafetini; yani vücudu diğer cinsiyete bürümek isteyen bireylerde görürüz. Vücudunu değiştirmek isteyen bireylerin en ileri derecesinde, kişiler üreme organ
larını tamamen değiştirmek isterler. Bu bireyler, her şeyden önce cinsiyetlerini hislerine göre şekillendirmek isterler. Kadınlardaki transvestizmde reglinin durdurulması için yumurtalıklar alınırken, erkeklerde ise hadımlaştırma yöntemi uygulanır. Bu durum günümüzde çok yaygındır.”" Transseksüelliğin hastalık olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceği veya ne ölçüde hastalık olarak değerlendirilmesi gerektiği tartışmalı bir konudur. ICD-10 sınıflama ölçütü, transseksüelliği F 64,0 derecesinde bir hastalık olarak tanımlamaktadır; fakat transseksüel bireyler kendilerini “hastalıklı” hissetmezler. Onların bakış açısına “başkalık” kavramı daha uygun düşmektedir. Bu iki cinsiyet arasında olma hissi, aslında zihinsel interseksüellik gibidir. Tartışmalar, bir başka tartışmaları da beraberinde getirip, engelliliğin hastalık olarak görülüp görülmeyeceği veya ne ölçüde hastalık olarak değerlendirileceği problemini ortaya çıkarmaktadır. Transseksüelliğin hastalık sınıfında yer almasını destekleyenler, toplumda bireylerin, hasta bir insana, sapık veya deli birinden daha ılımlı yaklaştığını ve transseksüellerin hasta olarak nitelendirildiği takdirde toplum tarafından daha kolay kabul edileceğini tartışmaktadırlar. Bu sınıflandırmaya karşı olanlar ise, bu konuyu tartışmakla kalmaz, ayrıca transseksüelliğin kabulüyle, günümüzde artık hastalık olarak değerlendirilecek başka şeyleri de beraberinde getireceği görüşüne karşı çıkmaktalar. Bu görüşle şuna dikkat çekmekteler: günümüzde şizofreni ve alkolizmin, hastalık sınıfında yer almasına rağmen, şizofren ve alkoliklerin sayısı giderek artmakta ve dahası toplum tarafından aşağılanıp yalnızlığa mahkûm edilmekteler. Son olarak transseksüelliğe bağlı hastalıkların farklı olduğu dikkate alınmalıdır. Bunlar çoğunlukla psikosomatik hastalıklara yol açan rahatsızlıklardır (Depresyon, intihar fikri, mide- bağırsak rahatsızlıkları). Bunun yanı sıra transseksüeller, büyük ölçüde depresif ve intihara meyillidirler. Bunun nedeni de kişilikleriyle ilgili yaşadıkları ruhsal dengesizliklerdir. Cinsiyet değiştirme ameliyatı deyince akla, cerrahi önlemler gelmektedir. Bu tür önlemler, birincil veya ikincil cinsiyet özelliklerinin dış görünüşe ve değişen cinsiyetin fonksiyonuna göre uyarlanmasıdır. Bu tür müdahaleler interseksüellere ya da trans cinsel bireylere uygulanmaktadır. Yalnız, çoğu transseksüel birey de bu tür cerrahi müdahaleleri uygulatmak için çaba harcamaktalar. Herhangi bir kazadan veya hastalıktan dolayı kaybolan cinsiyet özelliklerini geri getirmek için de bu tür operasyon tekniklerine gerek duyulabilir. Bu operasyonlar, interseksüel bireylere ailesinin onayı da alındıktan sonra yapılırken, aynı şey interseksüel çocuklar için söz konusu değildir. Bu çocukların ameliyatı, erken yaşta yapıldığından, onlara danışılmaz veya onayları beklenmez. Ayrıca günümüzde, yasalarda birbirine bağlı, çoğunlukla da zıt hormon tedavisiyle yapılan metabolizmaya müdahaleye dair yeterince bilgi yer almamaktadır. Cinsiyet değiştirme müdahalesi, öncelikli cinsiyet özelliklerine yapılan operasyonlardır. Diğer müdahaleler ise ikincil cinsiyet özellikleri ile ilgilidir. Aşağıda, trans cinsel bireylere yapılan cerrahi müdahaleler yer almaktadır. Bunun yanı sıra, erkeksi görünen cinsiyet özelliklerindeki dişil kısımları değiştirmek zorunda olan (aynı operasyon tam tersi durumlar için de geçerlidir) insanlara da bu tür müdahaleler uygulanmaktadır. İnterseksüel bireylere uygulanan müdahale veya organların yeniden oluşturulmasına yönelik müdahaleler, her bireyde son derece farklı uygulanması gereken operasyonlardır. Trans cinsellerdeki tıbbi müdahalelerde, seks hormon tedavisi ön plandadır. Günümüz standartlarına göre, operasyonlardan sonra ömür boyu süren hormon tedavisi gerekmektedir, çünkü vücudun embriyo keseleri alındığı için, hormon eksiklikleri görülebilir. Bu tedaviyle, diğer cinsiyetin ikincil cinsiyet özellikleri geliştirilmektedir. Yalnız, bireyin anatomik cinsiyetinin ikincil cinsiyet özellikleri çoğunlukla korunmaktadır ve aynı şekilde öncelikli cinsiyet özelliklerine olan etkisi genellikle çok azdır. Bu özelliklerin uygun müdahalelerle dengelenmesi tavsiye edilmektedir. Böyle bir tedavi, ilk olarak karakter, ikinci olarak da ergenlik için zemin hazırlamaktadır. Böylelikle, ikincil cinsiyet özelliklerinin gelişimi başlatılır. Trans kadınlarda, hormon tedavisi çoğu zaman anti-androjenlerle tamamlanmaktadır. Trans kadınlarda, deri daha ince ve kuru yapıdadır. Vücut yağları, yüze, göğüse, kalça ve makata nakledilir. Tüylenme yavaşlar. Testosteronlara bağlı saç dökülmesi azalır. Yalnız sakal uzamasında, hemen hemen hiç değişiklik görülmez. Hayalar buruşur ve artık sperm üretimi durur. Libido (cinsel istek) azalır. Uzun vadede vücuttaki kas oranı ve vücut dayanıklılığı azalır. Trans erkeklerde ise deri gözenekleri büyür, vücut yağı, kalçadan bele nakledilir. Beden gücü ve bu güce bağlı olarak kaslarda artış görülür. Sakal uzar ve tüylenme artabilir. Klitoris genişler. Testosteron, düzenli âdet kanamalarını durdurur. Ses kalınlaşır ve cinsel istekte artış görülür. Ergenliğin ilk etkilerini, kusursuz bir biçimde geri döndürmek, ne trans kadın ne de trans erkek için mümkündür. Birincil lenfoid organların değiştirilmesi ya da onların gelişimi olanaksız bir şeydir. Hormon eksikliğinden doğan zararları önlemek için, ömür boyu hormon takviyesi gereklidir. Hormon tedavisi yerine veya hormon tedavisi desteğiyle, cinsiyet değiştirme ameliyatı operasyonu da mümkündür. Bu tedavilerin isteği, en azından “transseksüelliğin” teşhisi için de gerekli bir şarttır. Çeşitli ülkelerde (örn; Almanya) sigorta konusunda hukuksal boyutta sorunlar yaşamaktadır. Cinsiyet değiştirme ameliyatlarının masrafının tümünün veya büyük bir bölümünün yasalarla (özel sigorta gibi) karşılanması sorunu, hala sorun teşkil etmektedir. Bu sorun çoğunlukla şu iki tartışmayı beraberinde getirmektedir: Tıbbi önlemler, vücudu bireyin hissettiği cinsiyete olabildiğince uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Günümüzdeki deyişiyle, “cinsiyet değişimi” yanlış bir tabirdir; çünkü çoğu cinsiyet özelliği diğer cinsiyete dönüştürülemez. Bu önlemler, hormon tedavisi, cinsiyeti uygun hale getirme operasyonları ve gerektiğinde, sakalları epilasyonla uzun süreli uzaklaştırma işlemlerinden oluşmaktadır. Hormon tedavisinde, hedeflenen cinsiyetin seks hormonları vücuda verilmekte ve vücudun kendi hormonlarının gelişimi engellenmektedir.Kaynak Transerkek (kadından erkeğe) Mastektomi (ameliyatla göğüsün alınması) Mastektomi, dişil göğüs bezelerinin alınıp, erkek göğsünün oluşabilmesi için, göğüs uçları ve derinin en azından bir bölümünün korunarak yapıldığı bir operasyondur. Göğüs büyüklüğüne bağlı olarak, başarılı sonuçların alınması için farklı teknikler uygulanmaktadır. Öngörülen, ilerleyen zamanlarda anlaşılmayacak bir mastektomi uygulamasıdır. Bu operasyon bir yıl içinde, 6 ay aralıkla 2 defa yapılır ve özellikle büyük göğüslere uygulanmaktadır. İyileşme süreci 3 ile 10 gün arasındadır ve çoğu zaman küçük müdahalelere gerek duyulmaktadır. Bu müdahale neredeyse tüm trans erkeklere uygulanmaktadır. Bu operasyonla, vücut içerisinde yer alan dişil organlar; yani rahim ağzı, yumurtalık ve yumurta kanalı alınmaktadır. Bu tür müdahalede, kanser riski çok fazla olduğundan, hormon tedavisi öngörülmektedir. Bunun yanı sıra, transseksüel yasasınca öngörülen, aile durumunun değişikliği de bu tür operasyonlar için ön koşuldur. Histerektomi, ya karın kesilerek ya da vajina yoluyla endoskopik şekilde yapılmaktadır. Bu, günümüzde standart bir uygulamadır. İyileşme süreci 3 ile 10 gün arasındadır. Bu müdahale, çoğu trans erkeklere uygulanmaktadır. Cinsiyet değiştirme ameliyatlarında, kadından erkeğe yapılan değişime daha az rastlanmaktadır. Bu ameliyat çok zor bir süreçtir, çünkü yumurtalıkların alınması, meme ameliyatı ve hormon tedavisi gibi süreçleri kapsamaktadır. Gelinen en son aşama ise cinsel organ yapımıdır. Olmayan bir organın yapılması ve bu organı duyarlı hale getirmek çok zor ve kapsamlıdır. Çoğu trans erkek bu sebeplerden dolayı bu müdahaleden vazgeçmektedir. Bu operasyonda şu uygulamalara başvurulmaktadır: Vajina dudaklarından, haya torbası oluşturulur ve haya implantları silikonla doldurulur. Hormon tedavisiyle büyütülmüş klitoris, kısmen kendi derisinden kesilir ve idrar yolu küçük vajina dudaklarından oluşturulur. Hassasiyet mümkün olduğunca korunmaktadır. Büyüklüğü, 2- 3,5 cm arasındadır ve doğru teknikler uygulandığında, bireyin cinsel birleşme yaşaması da mümkündür. Bu operasyon, çok da karmaşık bir operasyon değildir ve bu uygulamada vücudun diğer bölgelerinden doku nakli yapılmaz. İyileşme süreci, hastane koşullarında 1 ile 2 hafta arasındadır. Baskın olmayan ön koldan (çoğunlukla sol taraftan), nadiren de üst kol veya kalça altından bir deri parçası alt dokusuyla birlikte damarlara ve sinir uzantılarına aktarılır. Böylelikle penis protezi meydana getirilir. Bazen bu teknik, Metoido estetiği ile birlikte yapılır ve operasyon iki aşamada gerçekleştirilir. Penis protezi, kan dolaşımına ve duyarlılık yetisine sahip olsun diye, damarlar ve sinir uzantıları birleştirilir. Bu yöntemle, idrar yolları penis protezinin uçlarına taşınmaktadır. Operasyonun başarısındaki en büyük pay, cerrahların becerisine düşmektedir ve çoğu zaman alınan sonuç, memnun edici olmayabilir. Vücutta çoğu zaman büyük ve göze çarpan yara izleri meydana gelmektedir. Operasyonun yöntemine bağlı olarak, hassasiyet mümkün olduğunca korunmaya çalışılmaktadır. Penis protezinin büyüklüğü, genellikle 10–12 cm arasındadır. Zaman zaman daha büyük de olabilir. Kol kalınlığına bağlı olarak, protezin genişliği azalabilir. İkinci operasyona kadar silikon haya ve eklem implantları (bunlar erkeklerde ereksiyon problemiyle ilerlemekte ve penis genişliğine pek katkısı bulunmamaktadır) yerleştirilerek cinsel birleşmeye olanak sağlanmaktadır. Komplikasyonlar, cerrahların becerisine ve ameliyat sonrası tedavilere bağlıdır. Çoğunlukla küçük müdahalelere ihtiyaç duyulmaktadır. İyileşme
süreci 2 ile 6 hafta arasındadır. Vücudun iki yanında uzanan karın kaslarından biri kaburga kemikleriyle ayrılır, yuvarlanır, aşağıya doğru katlanır ve kasık kıvrımı bölgesinden faydalanılarak penise benzer şekil verilir. Bununla birlikte idrar yolları, penis protezinin ucuna getirilir ve onun çıkış noktasında de sona erer. Bu oldukça zor bir yöntemdir, çünkü çoğu zaman penis plastiği kısmen veya tamamen yok olmaktadır. Sonuç, gözle görülebilir, fakat çoğu zaman işlevsel değildir veya işlevsellik için birçok düzeltici müdahalelere gerek duyulmaktadır. Hassasiyet, birkaç yıl sonra kısmen sağlanabilmektedir. Büyüklüğü genellikle 12 cm'dir. Zaman zaman daha büyük de olabilir. Eklem implantlarıyla cinsel birleşmeye olanak sağlanır. İlk müdahale için iyileşme süreci 6 ile 10 hafta arasındadır. Sırt kası operasyonu: Göğüs kası operasyonları, komplikasyon sıklığı nedeniyle doğru bulunmamakta ve ön kol estetiği de büyüklük bakımından olanaklar yetersiz olduğundan, hastalar için pek de memnun edici sonuçlar ortaya koymamaktadır. Bu gerçekten yola çıkarak, son yıllarda uzmanlık alanı kongrelerinde farklı teknikler sunulmaktadır. Bu tekniklerden biri de hedefe yönelik olan ve bu özelliğinden dolayı dünya çapında giderek daha çok merkezde yürütülen sırt kası operasyonudur (bu operasyon en geniş sırt kasından yapılmaktadır). Bu operasyonla, riskin ve işlev kaybının az olduğu bir penis yapılabilir. Ayrıca tedavi bittiğinde, orijinal büyüklüğüyle neredeyse aynı ölçüde bir penis ortaya çıkmaktadır. Berlin’de yapılan üroloji kongresindeki uluslararası forum tartışmasında, ön kol estetiği artık uygulamadan kalkan; dahası eski bir yöntem ve önerilmeyen bir operasyon olarak nitelendirilmiştir. Cinsel organa yapılan operasyonlar Cinsel organa yapılan operasyonun öncüleri, 1920’li yıllarda ortaya çıkmıştır. Bu operasyonlar, Berlin ve Dresden’deki kliniklerde yapılmıştır. Nasyonal sosyalistlerin hâkimiyetinden sonra, bu merkezler kapatılmış ve tıbbi belgelerin büyük bir bölümü ortadan kaldırılmıştır. Çoğu Yahudi doktor, bu dönemde sürgüne gönderilmiş, çalışma ve araştırmalarına farklı ülkelerde devam etmişlerdir. Danimarkalı ressam Einar Wegenerin, Dresden’li jinekolog Kurt Warnekros aracılığıyla yürüttüğü operasyonların belgeleri de muhtemelen Dresden’e yapılan hava saldırılarıyla yok edilmiştir. Operasyonlar çoğunlukla penisten, damar ve sinirle birlikte alınan uç kısmın bir parçasının dışa doğru genişletilerek ve uygun durumdayken tekrar dikilmesiyle yapılmaktadır. İlerleyen zamanlarda cinsel isteği mümkün kılan, kalan sinirler yoluyla yeni bir klitoris meydana getirilir. Aynı şekilde idrar yolları da genişletilerek, uygun ölçüde kısaltılır. Hayalar, tıpkı penis üzerindeki sertleşebilir dokularda olduğu gibi tamamen alınır. Tabii ki, vajinanın sertleşebilir dokusunda uygulandığı gibi teknikler de mevcuttur. Penis derisi içi boş bir beden kaplaması ile kaplanır ve vajina oluşturulur. Son olarak hayâ torbalarında, vajina dudakları şekillendirilir. Normal şartlarda, yaklaşık 14 gün boyunca hastanede kalmak herhangi bir komplikasyon oluşmaması için gerekli bir önlemdir. Çoğu durumda, birkaç ay sonra, bazı küçük düzeltmelerin yapılabilmesi için, bireye ikinci bir operasyon önerilmektedir. Operasyon teknikleri günümüzde artık o kadar ilerlemiştir ki, en azından bazı merkezlerde belirttiğimiz rutin müdahalelerden bahsedilmektedir. Bayan doktorlar artık operasyon sonuçlarının, doğal vajinadan neredeyse hiçbir farkı olmadığını belirtmekteler. Kadınsı sese ulaşmak için yapılan operasyonlarda farklı teknikler uygulanmaktadır. Bunlar, yönteme ve operatörlere bağlı olan riskli müdahalelerdir. Çoğu zaman seste kısılmalar olabilir ki bu kısılma oldukça dikkat çekicidir. En kötü ihtimalle, ses tamamıyla da kaybedilebilir. Ses teline yapılan operasyonlar bu ihtimallerden dolayı çok yaygın değildir, fakat operasyon tekniklerinin giderek profesyonelleşmesiyle, bu uygulama da sıklaşmıştır. Aslında germe ve kısaltma yöntemleri de mevcuttur. Kısaltma yöntemi son yıllarda çok sık tartışılsa da, yöntemin kalitesi giderek artmaktadır. Berlin, Stuttgart ve Würzburg’ta da bu yöntemle çok iyi sonuçlara ulaşılmıştır. Konuşma bozuklukları tedavisi bu müdahaleyi tamamlayıcı bir görev üstlenmektedir ve çoğu erkekten kadına transseksüeller için de ilk seçenektir. Gırtlağın; yani âdem elmasının göze batan bir büyüklüğü varsa, bu operasyona gerek duyulmaktadır. Bu sorunsuz bir operasyondur. Açıklanan bu uygulamanın yanı sıra, bazı durumlarda (her şeyden önce plastik cerrahi de) başka operasyonlara gerek duyulmaktadır. Bu müdahaleler de, özellikle hastalık sigortasıyla masrafların karşılanması için ön koşul olan tıbbi gerekirlilik tartışılmaktadır. Örneğin bu tür operasyonlar, burnun, çenenin veya elmacık kemiklerinin küçültülmesi ya da uygun müdahalelerle doldurularak yumuşaklığının sağlanmasıdır. 1900’lü yıllarda seks hormonunun etkisi keşfedilmişti. Kimyasal tecritle seksüel tıpta yeni bir sayfa açılmıştır: Vücudu diğer cinsiyete uyarlamadaki hormonal değişimin ilk denemelerinde, üreme organlarının nakline başlanmış, 1918’li yıllarda haya ve yumurtalıkların alındığına dair bilgiler verilmiştir. 20'li yılların başında ilk cerrahi cinsiyet değişimi yapılmıştır. Cerrahlar, 1. Dünya Savaşı sırasında üreme organlarına yapılan ameliyatı, yaralıları tedavi amaçlı uygulamışlardır. Bunun yanı sıra tıpçılar, başarısızlığa uğrayan deneyler sayesinde “Normalleştirme” ve Homoseksüellikten Heteroseksüelliğe yönlendirici yoğunlaştırmaya ilişkin birçok yeni bilgi edinmişlerdir. Seks Araştırma Enstitüsü hem bireyin psikolojik hazırlanma sürecinde, hem de operasyonların yürütülmesinde önemli rol oynamıştır. Çoğu hasta, kendisine rahatsızlık veren hayalarının veya yumurtalıklarının alınmasını talep etmiştir. Tam anlamıyla uygulanan ilk cinsiyet değiştirme ameliyatını, Seks Araştırma Enstitü müdürü Felix Abraham, 1931 yılında “iki eril travestinin cinsiyet değişimi” adı altında rapor etmiştir. Abraham, bu travestilerin konsültasyonundan sorumluydu. 30’lu yıllarda, ilk estetik operasyonlar adım adım uygulanmaya başlamıştır ve Abraham, Dr. Levi Lenz’in yardımıyla hadımlaştırma ve yumurtalıkların alınması operasyonlarını tanımlamıştır. Dr. Levi Lenz bu yıllarda vajinaya şekil verme operasyonlarıyla ilgilenmekteydi. 20. yüzyılda cinsiyet değiştirme ameliyatlarında uygulanan yöntemler oldukça ilerlemiştir. Cerrahi operasyonlarda yaşanan bu gelişmeler, konservatif tedaviler için de söz konusu olmuştur. 1950’li yıllarda uygulanan tıbbi yöntemler, özellikle Amerikalı doktorlar arasında yaygındı. Cerrahi operasyonların, çoğu zaman bir ile beş yaş arasında; cinsiyet yöneliminin henüz tam olarak belirlenemediği çocukluk dönemlerinde bireylere uygulanması rutin bir uygulamaya dönmüştü. Zamanın doktorları için bu, çok faydalı bir uygulamaydı, çünkü ilk operasyonlar akabinde ikincil operasyonları getirmiştir ve dahası bireyleri, ömür boyu sürecek olan hormon tedavisi uygulamasına yönlendirmiştir. Ayrıca birçok yeni yöntem geliştirilmiştir. Örneğin; son derece acılı bir yöntem olan genişletme operasyonu. Bu operasyonla yapay vajinaya penis benzeri bir alet yerleştirilir ve birleşme yetisine sahip olması için yapay vajina genişletilir. Günümüzdeki konservatif modern tedavilerin, 1950 ve 1960'lı yılların aksine çok daha az yan etkisi bulunmaktadır. 1960 ve 70’li yıllarda bile çoğu zaman, hormon tedavisine bağlı saç dökülmesi, diş çürükleri ve mantar hastalıkları gözlenmekteydi. Tıbbi uygulamalar, lazer tekniği ve yeni metotlar sayesinde estetik cerrahi uygulamasını kolaylaştırmıştır. Bu da vücuda uygulanan daha birçok radikal müdahaleler olabileceği anlamına gelmektedir. Bir birey, kendi hayatını hangi bedende sürdürmek istediğine kendisi karar verebilir, ancak böyle bir sistemin, hukuksal boyutu da mevcuttur, çünkü cinsiyet değiştirme ameliyatlarının devlet tarafından kabulü de gerekmektedir. Türkiye'de hukuksal bağlamda, transeksüellerle ilgili düzenleme, ilk kez 1988 yılında yasaya eklenen bir fıkra ile olmuştur. Bu yapılan düzenlemeyle, cinsiyetlerini değiştiren transeksüellerin, sağlık raporlarıyla birlikte, mahkemeye gittikleri takdirde, değiştirdiği cinsiyete uygun kimlik alabilme hakkına sahip olurlar. Evlilik gibi faktörler de, kişinin mahkemeye başvurmasına engel değildir. Yalnız, cinsiyet değişimi ile birlikte, evliliğin kendiliğinden biteceğinin kabul edilmesi gereklidir. Çocuğun vekâleti ise, mahkeme kararıyla taraflardan birine verilir. 2002 yılında ise, bu konuyla ilgili bir düzenleme daha yapılmıştır ve 18 yaşını doldurmuş, evli olmayan, transeksüel yapıda olduğunu kabul eden, bunun ruhsal zorunluluğunu kaldırabilen ve ömür boyu üreme yeteneğinden mahrum kalacağını bilen bir kişi, tüm bunları bir sağlık raporu ile belgelerse, şahsen mahkemeye başvurup, cinsiyet değişikliği talebinde bulunabilir. Verilen izinle birlikte, uygun bir cinsiyet değiştirme ameliyatı gerçekleştirildiğinin de belgelendiği halde, nüfus sicilinde gerekli düzenleme yapılmasına karar verilir. Eski düzenlemeye oranla, yeni düzenlemede çok önemli farklılıklar var olduğu söylenebilir. Bu düzenlemeyle birlikte, evli kişilerin ameliyat olamaması, rapor ve mahkeme kararı almaksızın yurt dışında ameliyat olup, Türkiye’de nüfusuna ilişkin düzenlemeler talep etmesi gibi konular, tartışmaları gündeme getirecektir. Türkiye’de cinsiyet değiştirme ile ilgili kanunlar olmasına rağmen, uygulamada önemli sorunlar yaşanmaktadır. Bunlardan biri, ameliyat olmuş bireyin iş hayatında yaşadığı sıkıntılardır. İş başvurusu yapan bireyden talep edilen nüfus kaydı sonrasında, kayıtlarda yer alan ameliyat öncesi kimliğinin görülmesi, kişinin özel hayatına zarar verir. Diğer bir sorun da yasalarda yer alan özürlülük ölçütü, sınıflandırılması uyarınca vücut fonksiyon kaybı cetvelinde bulunan transeksüellere ilişkin düzenlemedir. Bu cetvele göre, transeksüellik, özürlülük durumu olarak değerlendirilmektedir. Türkiye'de iç hukukta da büyük sorunlar yaşanmaktadır. Yaşanan onca soruna rağmen, cinsiyet değiştirmeye ili
şkin durumlar zamanla gelişmektedir. İfiklis İfiklis, Yunan mitolojisi karakterlerinden biridir. Amphitrion ile Alkmene'nin oğludur. Alkides(Herakles)'in ikiz kardeşidir. Ancak, Alkides'in babası Zeus'tur. Zeus sevgilisinin ikinci bir defa doğum sancısı çekmemesi için Alkides ve İfiklis'in aynı zamanda doğmasını sağlamıştır. Egeus Yunan mitolojisi karakterlerinden biri. Ege Denizi'ne ismini vermiştir. Aegeus, Atina kralı Theseus'un babasıdır. Theseus, Minotor'a karşı kazandığı zaferden dönerken beyaz yelken çekmediği için Aegeus oğlunun yenildiğini zannederek kendini denize atmıştır. Aegeus'un kendine attığı denize o günden sonra Ege adı verildiği rivayet edilir. Ayrıca Medea'dan Medus isminde oğlu olduğu da söylenir. Bilim İnsanı Destekleme Daire Başkanlığı Bilim İnsanı Destekleme Daire Başkanlığı (BİDEB), eski adıyla Bilim Adamı Yetiştirme Grubu, TÜBİTAK'ın gençlere bilimi sevdirmeyi amaçlayan alt birimidir. Türkiye'de gençleri temel bilimlere yönlendirmek amacı ile Ulusal Bilim Olimpiyatları ve Ortaöğretim Öğrencileri Arası Araştırma Projeleri Yarışması'nı düzenlemekte, lisans, lisans üstü ve doktora eğitimi için gerek yurt içinde gerek yurt dışındaki öğrencilere burs vermektedir. Âşık halk edebiyatı Âşık halk edebiyatı, âşıkların ortaya koyduğu eserlerin oluşturduğu halk edebiyatı içinde yer alan bir kol. Halk diliyle ve hece vezniyle meydana getirilen, saz eşliğinde söylenen şiirlerden oluşan geleneksel Türk edebiyatının adıdır. Anonim ürünlerin dışında kalan şiirlerin (koşma, destan, semâî, kalenderî vb.) oluşturduğu toplam, böyle adlandırılır. Kimi âşıkların başından geçen ve yaygınlaşıp ünlenen hikâyeler de âşık edebiyatı içinde incelenir. Bir tarikata mensup olup o yolda şiir söyleyen tekke şairlerinin eserleri tekke şiiri diye anılır, âşık edebiyatının içinde değildir. Âşık Edebiyatı geleneğini sürdüren şairlerimize âşık denildiği için bu edebiyata da Âşık Edebiyatı denilmiştir. Âşık Edebiyatı'nın kökü Orta Asya'ya kadar dayanır. Bu akımı temsil eden âşıklar, Orta Asya Türk şiir geleneğine bağlı kalıp ellerinde sazları ile diyar diyar dolaşarak sanatlarını icra ederler. Âşıklar halk arasında yetişir, duygu ve düşüncelerini saz çalarak dile getirirler. Böylece kendi şarkılarını Âşık Edebiyatı'na uygun olarak söylerler. Âşık Edebiyatı nazım biçimleri koşma, destan, semâî, ve varsağıdır . Hece ölçüsünün 7, 8 ve 11'li kalıpları çok kullanılmıştır. Daha çok yarım uyak kullanılmış, cinaslarada yer verilmiştir. Özgür ve açık kaynak kodlu yazılım paketlerinin listesi Açık kaynaklı bazı yazılımlar listesi: Gazanfer Özcan Saim Gazanfer Özcan (d. 27 Ocak 1931, İstanbul - ö. 17 Şubat 2009, İstanbul), Türk tiyatro ve sinema sanatçısı. İlkokulu Cihangir Firuzağa İlkokulu'nda, ortaokulu Beyoğlu Ortaokulunda, liseyi ise Vefa Lisesi'nde tamamladı. Lisedeyken oynadığı "Hisse-i Şayia" adlı oyundaki Bican Efendi rolüyle tiyatroyla tanıştı. Şehir Tiyatroları'nın Çocuk Bölümü'ne katıldı. 1955 yılında Komedi Tiyatrosu'nda oynanan "Mahallenin Romanı" oyunu tiyatro yaşamının dönüm noktası oldu. Bu oyunda rahatsızlanan Reşit Gürzap'ın yerine sahneye çıkıp başarılı olunca kadroya girdi. 1962 yılına kadar hem çocuk tiyatrosunda, hem yetişkin oyunlarında görev aldı. 1962 yılında Gönül Ülkü ile evlendi ve "Gönül Ülkü - Gazanfer Özcan Tiyatrosu"nu kurdu. 1950'li ve 1960'lı yıllarda çok sayıda sinema filminde de rol alan Gazanfer Özcan, uzun bir süre sinemaya ara verdikten sonra 2000 yılında çevrilen "Komiser Şekspir" filmi ile sinemaya döndü. Pek çok dizide de rol aldı. "Kuruntu Ailesi" adlı dizideki "Hüsnü Kuruntu" rolü ile tanındı, pek çok yapımda ailenin babası rolünü üstlendi. "Avrupa Yakası" adlı dizideki "Tahsin Bey" rolü ile de "baba" rolünü sürdürdü. Avrupa Yakası dizisinde 2004 - 2009 yılları arasında üst üste 5 sezon başrol oynadı. Kronik akciğer rahatsızlığı ve damar tıkanıklığı nedeniyle 1.5 ay boyunca tedavi gördüğü özel Hastanede 17 Şubat 2009 tarihinde hayatını kaybetti. Haldun Taner sahnesinde geniş katılımlı bir tören düzenlendi ve Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi. 23 Nisan 2010 tarihinde Kadıköy Belediyesi Kozyatağı Kültür Merkezi'ndeki Gazanfer Özcan Sahnesi'ni hizmete sunmuştur. Gazanfer Özcan, 1998 yılında Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanına sahipti. Astrild Astrild, (Eski Norveççede: "aşk ateşi") bir tür aşk tanrıçasıdır. İskandinav kültüründe Cupid'in dişi şekli. Bazı araştırmacılar Astrild'in İskandinav mitolojisinin bir parçası olduğunu belirtse de birçok uzmana göre Astrild'i ilk kez İsveçli şair Georg Stiernhielm yazılarında kullanmıştır ve İskandinav mitolojisinde yer almaz. Yıldız Kenter Yıldız Kenter (d. Ayşe Yıldız Kenter, 11 Ekim 1928, İstanbul), Türk tiyatro ve sinema sanatçısı. Aynı zamanda Devlet Sanatçısı ve UNICEF Türkiye İyi Niyet Elçisi'dir. 11 Ekim 1928 tarihinde İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ayşe Yıldız'dır. Annesi İngiliz Olga Cynthia (Turkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını aldıktan sonra adı Nadide Kenter olarak değişmiştir) ve babası Türk diplomatı Ahmet Naci Kenter'dir. Ankara Devlet Konservatuarı Yüksek Bölümünü sınıf atlayarak bitirdi. On bir yıl Ankara Devlet Tiyatrosunda çalıştı. "Rockefeller" bursu kazanarak, "American Theatre Wing, Neighbourhood Play House ve Actor’s Studio"’da oyunculuk ve oyunculuk öğretiminde yeni teknikler üzerine çalışmalar yaptı. Ankara Devlet Konservatuvarı'na hoca olarak atandı. 1959'da Devlet Tiyatrosu’ndan ayrıldı. Muhsin Ertuğrul ile bir yıl çalıştı. Kardeşi Müşfik Kenter ve eşi Şükran Güngör ile Kent Oyuncuları Topluluğunu kurdu. Daha sonraki yıllarda sürekli olarak Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık'ta "Değişen Eğitim Metotları" ve "Oyunculuk Metotları" üzerine çalışmalar yaptı. 1962’de tiyatro hizmetlerinden ötürü “Yılın Kadını” seçildi. 1968’de İstanbul’da Kenter Tiyatrosunun binasının inşaatını tamamladı. Sinema oyuncusu olarak üç kez “Altın Portakal” ödülüne layık görüldü. Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Almanya, Hollanda, Danimarka, Kanada, Yugoslavya ve Kıbrıs’ta İngilizce ve Türkçe oyunlar sergiledi. 100’ün üstünde oyun oynadı. 100’e yakın oyun sergiledi. Shakespeare, Çehov, Brecht, Inoesco, Pinter, Albee, Tennessee Williams, Alan Ayckbourn, Arthur Miller, Brian Freil, Neil Simon, Athol Fugard, Sergey Kokovkin gibi pek çok yazarların yanı sıra Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Güner Sümer, Adalet Ağaoğlu, Zeki Özturanlı, Güngör Dilmen, Muzaffer İzgü gibi pek çok Türk yazarının oyunlarını da sahneye koydu, oynadı. 1984 de Roma’daki İtalyan Kültür Birliğince “Adalaide Ristori” ödülüne layık görüldü. Profesör Yıldız Kenter, 37 yıldır sahne hocalığı yapmaktadır. 1989 yılında, Korsika - Bastia Film Festivalinde “Hanım” filmindeki rolüyle “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldı. 1991 yılında tiyatro sanatına hizmetlerinden ötürü Uluslararası Lions Kulübünün “The Melvin Jones” ile ödüllendirildi. İki kez Ulvi Uraz “En İyi Kadın Oyuncu”, üç kez de aynı dalda Avni Dilligil ödülüne laik görüldü. 1994’de “Konken Partisi” oyunundaki Fonsla rolü ile “Olağanüstü Yorum” ödülünü aldı. Finlandiya Dünya Kadın Kuruluşu tarafından yüzyılın en başarılı yüz kadınından biri olarak onurlandırıldı. 1995’de Kültür Bakanlığınca, tiyatro sanatına katkılarından ötürü “Onur” ödülüne layık gördü. Profesör Kenter’e aynı yıl tiyatro sanatına katkılarından dolayı “Mevlana Kardeşlik ve Barış Ödülü” verildi. 1996’da Magazin Gazetecileri Derneği tarafından Ramiz ile Jülide’deki Jülide rolü için “En İyi Kadın Oyuncu” ödülü verildi. 19 Mayıs 1997'de Uluslararası İstanbul Festivali tarafından ömür boyu Tiyatro Sanatına katkısından dolayı verilen onur ödülü Yıldız Kenter’e Dame Diana Rigg tarafından takdim edildi. 1998’de Ankara Sanat Kurumu “Yılın Kadın Sanatçısı” ödülü, 1998 Muhsin Ertuğrul yaşam boyu tiyatro sanatına katkılarından dolayı onur ödülü, 1998 Cumhurbaşkanlığı Büyük Kültür ve Sanat Ödülü, “Martı” adlı oyunda Madam Arcadina rolüyle 1999, Afife Tiyatro Ödülleri - En İyi Kadın Oyuncu ödülü . Atla Atla (mitoloji) Atla, İskandinav mitolojisinde bir su tanrıçası. Heimdallr'ın dokuz annesinden biri. Atla, Ran'ın kızıdır. Egoi Egoi, Bask mitolojisinde ikincil (küçük, minör) tanrılardan biri. Güney rüzgarının tecessümü ve tanrısıdır. Krista Krista, iç membranın mitokondri boşluğu içinde olan bir takım karışık uzantılar. Diğer bir deyişle, mitokondrideki kıvrımlı iç zardır. Krista iki tiptir: Gülseren Yıldırım Gülseren Yıldırım (d. 1973, İstanbul), Türk-Fransız şarkıcı. 1980 yılında ailesiyle birlikte Paris'e yerleşti. Müziğe, şarkı söylemeye ve darbuka çalmaya ilgi duyan Gülseren, Paris’te Türkoloji bölümünü okurken aynı zamanda da Konservatuvar ‘Hector Berlioz’ da lirik şan eğitimi alarak müzik çalışmalarına akademik bir yön vermiştir. Okul döneminden başlayarak çeşitli müzik grupları ile çalışmış ve bugüne kadar pek çok konser ve turnelerde solist olarak yer almıştır. 1998 de solo sahne tecrübesi ise ünlü Fransız Jazz Kulübü ‘Les Trois Mailletz’ de başlamıştır. Zaman içinde Fransa’da ve diğer Avrupa ülkelerinde, kendi orkestrasıyla sahne almaya başlamış ve sayısız konserler vermiştir. Kendi besteleri dışında pek çok dilde de (Türkçe, Fransızca, İspanyolca, Rumence, Yugoslavca, Ermenice, Arapça, Macarca, Yunanca) şarkılar söylüyor. Gülseren, kendi adini taşıyan ilk solo albümünü 2001 yılında çıkardığında Fransa’nın ünlü FNAC mağazaları tarafından "en iyi self-production" olarak seçilmiştir. Bunun dışında 5 farklı albümü daha vardır, bu siteden bilgi alabilirsiniz. 2001 yılında yönetmenliğini Meral Uslu'nun yaptığı, Hollanda yapımı "Roos ve Rana" adlı filmde rol almış ve filmin müziklerini müzisyen ve besteci olan eşi Luis ile beraber bestelemişlerdir. 2005 yılında TRT’nin açtığı 50. Eurovision Şarkı Yarışmasının Ulusal elemelerinde “Rimi Rimi Ley” ile 1. olmuştur.Büyükfinalde ise 13 olmuştur. Yarışmadan sonra Türkiye'ye yerleşen ve müzik çalışmalarını hızlandıran Gülseren, uluslararası sahne alma
ya devam ediyor. Kendi bestelerinden oluşan yeni albümünü tamamlamaktadır. Necla Nazır Necla Nazır (d. 16 Nisan 1956, İskeçe) Türk sinema oyuncusu ve şarkıcı. 16 yaşındayken “sinema güzeli” olarak tanındı. Ardından Yeşilçam’ın güzel ve masum yüzlerinden biri haline geldi. Bir fabrikada işçi olarak çalışırken bir anda meşhur oldu. Ferdi Tayfur ile evlendi. Karı koca birçok filmini beraber oynadılar. Bir de Ferdi Tayfur'un desteğiyle bir albüm çıkarmıştır. Çiftin Tuğçe isminde bir kızları bulunmaktadır. Çift günümüzde ayrıdır. Hoparlör Hoparlör, elektrik akımı değişimlerini ses titreşimlerine çeviren alettir. 1920 yıllarında elektrikli ses dalgalarının kaydedilip yayınlanmasına imkân sağlayan buluşlar ortaya çıktı. Bu buluşların neticesinde ilk hoparlör 1924-1925 yıllarında yapılmıştır. Chester W. Rice ve Edward W. Kellogg tarafından yapılan çalışmalar hoparlörü geliştirdi. Bu iki bilim adamının ortaya çıkardığı sistem, günümüzde önemli değişikliğe uğramamıştır. Çalışma şekillerine göre elektrodinamik, magnetostatik, elektrostatik ve elektromanyetik hoparlör olmak üzere dört tip hoparlör vardır. Hareketli bobinli hoparlörler, daire veya elips biçiminde bir diyaframdan meydana gelir. Diyafram ortası ve kenarları boyunca dizilen yaylarla metal bir çerçeveye asılıdır. Diyaframın ortasında sıkıca tutturulmuş silindir şeklinde bir çekirdek ve üstüne sarılı bir ses bobini bulunur. Bobin ve çekirdek bir mıknatısın kutupları arasına yerleştirilmiştir. Önceleri, bir yükselticiden alınan doğru akımla çalışan elektromıknatıslar kullanılıyordu, günümüzde yumuşak demirden kalıcı mıknatıslar veya seramik maddeler kullanılmaktadır. Hoparlör sözcüğünün Türkçedeki hali Fransızca "Haut-parleur"un okunuşudur, Fransızca "yüksek-konuşan/ses yapan" anlamına gelmektedir. İngilizce karşılığı olan "Loudspeaker" ve Almanca "Lautsprecher" da aynı anlama gelmektedir. Sözcüğün İspanyolcası "Altavoz" "yüksek ses" anlamına gelir. Lizozom Lizozom, ökaryotik hücrelerin sitoplazmasında bulunan, zarla çevrili, genellikle küçük, yuvarlak ve çapları 0,2-0,8 mikron arasında değişen yapılardır. İçerikleri asidiktir ve çeşitli sindirici enzimler içerirler.Lizozomun görevleri; Lizozomun görevleri; Lizozomlar Christian de Duve tarafından, hücrenin elektron mikroskobuyla incelenmesi sonucu bulunmuştur. De Duve, lizozomları tek kat zarla çevrelenmiş, içi homojen olmayan yoğun materyalle dolu oluşumlar olarak tanımladı. Araştırmalarla bunların içinde asit pH'de etkili 10-12 çeşit hidrolitik enzimler bulunmuşur. Bunlar arasında asit fosfataz, asit ribonukleaz, asit lipaz, kollagenaz vb. enzimler vardır. Lizozomlar, eritrositler dışındaki tüm memeli hücrelerinde görülürler. Bitki ve mantar türlerinde lizozomların işlevleri litik kofullar tarafından görülür. Lizozomlar, hücre içinde Golgi aygıtına çok yakın bölgede granüller biçiminde belirir ve birim zarla kuşatılır, çünkü enzimleri Golgi aygıtı tarafından üretilir. Bunların endoplazmik retikulumu ya da Golgi aygıtında meydana geldiği saptanmıştır. Herhangi bir nedenden dolayı lizozom zarı yırtılırsa içindeki sindirim enzimleri sitoplazmaya dağılır ve hücre sindirilir. Bu olaya "otoliz" ve lizozomun dokuyu sindirmesine da "histoliz" denir. Lizozom zarı hidrojen iyonlarını sitozolden lizozom lümenine pompalayarak,içerideki pH'nın pH 5'te tutulmasını sağlar. Lizozomlar yaklaşık olarak 0,5 mikron çapında lipoprotein yapıda bir zarla çevrilidir. İçerisinde genellikle sindirimde kullanılan bazı enzimler vardır. İlk olarak bir farenin karaciğerinde keşfedilmiş, daha sonra alyuvarlar hariç diğer bütün hayvan hücrelerinde, özellikle vücut savunmasında görev alan akyuvarlarda ve de makrofajların içerisinde daha çok sayıda bulunduğu gözlenmiştir. Böyle olmasının sebebi makrofajların ve de akyuvarların vücut içerisinde karşılaştıkları yabancı maddeleri fagositoz yoluyla içlerine alıp sindirmelerinden kaynaklanır. Bunların dışında mantarlarda ve de mayalarda da benzeri organellerin olduğu saptanmıştır. Bakterilerdeyse lizozoma rastlanmamaktadır. Ancak içlerinde bazı sindirim enzimlerine rastlanmıştır. Lizozomlar hücre içindeki sindirimden sorumludurlar. İçlerindeki enzimler çok etkili parçalayıcıdırlar. Eğer lizozomun zarı delinir ya da yırtılırsa lizozom otoliz olarak adlandırılan bir süreçle hücreyi sindirmeye başlar. Lizozom enzimleri ribozomlarda sentezlenerek ya endoplazmik retikulum aracılığıyla doğrudan doğruya ya da golgi aygıtı aracılığıyla dolaylı olarak paketlenerek, yani bir kesecik içerisine alınarak sitoplazmaya verilir, içi tanecikli, lamelli ya da homojen yapıda olabilirler. Lizozomlar hücre içinde yaşlanmış, yıpranmış ya da işlevini yitirmiş organelleri sindirirler. Bu olayın nasıl gerçekleştiği henüz çözümlenememiştir. Ancak bazı hücrelerin sindirim kofullarının içerisinde ribozom ve mitokondrilere rastlanmıştır. Fazla A vitamininin kemiklerdeki ve kıkırdaktaki lizozom enzimlerini serbest bıraktığı ve dolayısıyla kemikleri kolay kırılır bir duruma geçirdiği; fakat yeterli miktarlarda da yaşlı hücreleri yok etmeyi sağladığı için genç kalmada yardımcı olduğu saptanmıştır. Lizozom sürekli hareket içerisindedir. Kimi hücrelerin içerisinde sindirim yapar, kimisinin içerisinde işlevini yitirmiş organelleri yok eder, kimisinin de içerisine girmiş olan yabancı ve de zararlı mikroorganizmaları yok eder. Lizozomların görevlerinin en önemlisi, hücre içi ve dışı kökenli maddelerin sindirimidir. Ayrıca intihar kesecikleri olarak bilinir. Enzimleri, yaşlanmış molekül ve organelleri parçalar. Kurbağa larvasının kuyruğunun yok olması, hareketsiz kalan kasların erimesi, yaşlı dokuların, alyuvarların ve mikropların yok edilmesinde lizozom ve golgi aparatının enzimleri etkilidir. Windows Me Windows Me ya da Windows Millennium Edition, Microsoft'un ürettiği işletim sistemi ailesi Windows'un MS-DOS üzerinde yükselen altıncı ve son ana sürümüdür. 14 Eylül 2000 tarihinde piyasaya sürülmüştür. 16-bit/32-bit işletim sistemidir. Microsoft Windows ailesinin NT çekirdekli olmayan son temsilcisidir. Windows 98 sürümünün eksiklerini tamamlamak, ev ortamında kullanmak için geliştirilmiştir. Internet Explorer 5.5, Windows Media Player 7, ve yeni Windows Movie Maker gibi programlar içermektedir. Ayrıca Microsoft grafiksel kullanıcı arayüzünü güncellemiştir. Windows Me diğer Windows sürümlerine oranla daha az bir raf ömrüne sahip olmuştur. Nedeni ise 2001 yılında çıkan Windows XP ile aynı özelliklere sahipti ve Microsoft'un Windows XP'yi pazarlama politikası Windows Me'ye göre daha ağır basmıştır. Kısa zaman içinde Windows Me Windows NT tabanlı Windows XP sürümü ile yer değiştirmiştir. Windows Me, Windows 9x versiyonlarının devamıdır, fakat normal modda MS-DOS'a ulaşım sistem başlangıcını hızlandırmak için sınırlandırılmıştır. Windows Millennium Edition, 14 Eylül 2000'den 10 Temmuz 2006'ya kadar desteklenmiştir. Çıkışından bir sene sonra Windows XP çıktığı için daha fazla yayılamamıştır nedeni ise 2001 yılında çıkan Windows XP ile aynı özelliklere sahipti ama Windows XP'nin pazarlama politikaları Windows Me'ye göre daha ağır bastı. Teokrasi Teokrasi, dine dayalı yönetim biçimini tanımlamak için kullanılan terim. Daha doğru bir anlatımla, dini otorite organlarının siyasi otorite organları yerine devlet idaresini elde tuttuğu devlet biçimidir. Teokrasi en yalın anlamda "devlet işlerinden yönetim ile görevli din adamları (ör: Osmanlı Devletinde: ulema) sınıfının sorumlu olduğu ve devlet işlerinin dini temellere dayandırıldığı sistem" olarak tanımlanabilir. Teokrasi teriminin kökeni Yunanca θεοκρατία (theokratia)'dan gelmektedir. Tanrı düzeni (Josephus) demektir. Kelime Yunanca Teos'dan dönüşmüştür. Theos kelimesinin kökeni Hint Avrupa dillerinde dinî kavramlar içinde yer alır. Theos'un anlamı tanrı, Kratos'un anlamı ise düzen demektir. Kelime Yunancada Tanrı'nın Düzeni anlamına gelir. Teokrasi kelimesi hiçbir dilde de gerçek anlamında kullanılmamıştır. İngilizcede kaydedilen ilk kullanım 1622 tarihlidir. "İlahi Esin Altındaki Papazların Hükümeti" olarak (Tevratda Krallardan önce kullanıldığı şekliyle) anlaşılmıştır. 1825'ten sonra ise Din adamlığına ve dine dayalı politik ve sivil güce teokrasi denilmiştir. Din kurallarının geçerli olduğu sistem olan teokraside, kurallar ya dini kuralların aynısıdır, ya bunlardan büyük ölçüde etkilenmiştir ya da dini kurallarla çelişik olsa dahi dini temellere dayandırılır veya meşrutiyet için dayandırılması gerekir. Teokrasi ile yönetilen ülkelerde hukuk sistemi dine dayandırılması gerekir, hukuki kararların en yüksek mercii bir tür ruhban sınıfıdır. Teokratik sistemin dayandırıldığı dine göre ağırlığı ve önemi çeşitli olsa da, bu sistemde doğma mantığı ve akli durum göz önünde tutulur; çoğu zaman mantıki, akli ve pratik durumlar kabul edilen dogmalara adapte edilmeye çalışılır. Teorik anlamda, sistemin temeli "dogma"dır, diğer her türlü bilgi ikincil önem ve plandadır. Toplumsal yapı, hukuki yorumlar, eğitim ve kişisel hak ve özgürlükler dini kurallara göre uygulanır. Günümüzde Vatikan, Suudi Arabistan ve İran böyle yönetilmektedir. Teokratik monarşi, içinde hem teokrasiyi hem de monarşiyi barındıran yönetim biçimidir.Tek kişinin egemenliğinde olmasına rağmen din kurallarına uygun bir yönetim vardır. Windows 2000 Windows 2000, Microsoft'un ürettiği işletim sistemi ailesi Windows'un NT çekirdeği üzerinde yükselen beşinci ana sürümüdür. NT 4 sürümünden 3.5 yıl sonra, 17 Şubat 2000 tarihinde piyasaya sürülmüştür. Windows NT 5.0 adı ile çıkması beklenirken, Microsoft'un değişen sürüm isimlendirme kuralları gereği Windows 2000 adını almıştır. Windows 2000, Windows NT çekirdeği kullanması sayesinde, Windows 9x'ten çok daha kararlı çalışabilmektedir. Windows 2000'in Windows NT 4.0'a göre getirmiş olduğu yenilikler şu şekildedir: Özellikle DirectX'in NT platformuna sonunda entegre edilmiş olması, Windows 98 ile NT'yi birleştirmiş işletim sistemi olan Windows XP'nin işini kolaylaştırmıştır: Windows 2000'den Windows XP'ye olan 2 yıllık süreç içerisinde çoğ
u yazılım programcısı eski arabirimler yerine DirectX gibi modern alternatiflere yönelmiş ve kullanıcılar Windows 98'den Windows XP'ye daha rahat geçebilmiştir.Piyasaya çıkışından itibaren 4 adet service pack yayınlanmış olup 2013 itibarı ile genişletilmiş desteği Microsoft tarafından sonlandırılmıştır. Windows 2000 iki temel katmandan oluşuyordu; Kullanıcı ve Kernel. Kullanıcı katmanı Win32, OS/2 ve POSIX uygulamalarının faaliyetlerinden sorumluydu. Kernel katmanı ise donanım erişimi için kullanılıyordu ve "Input Output yöneticisi", "Nesne Yöneticisi", "Güvenlik Referans Monitörü", "Sanal Bellek Yöneticisi", "IPC Yöneticisi", "İşlem Yöneticisi", "PnP yöneticisi" ve "Güç kullanım yöneticisi" gibi alt katmanları vardı. Windows 2000, donanım ile yazılım arasındaki iletişimi sağlayan "Hardware Abstraction Layer" HAL "Donanım Soyutlama Katmanı" isimli bir yapıya sahipti. Hibrit kernel HAL ve Kullanıcı modu arasında iletişim sağlıyor ve çoklu işlemci kullanımına olanak tanıyordu. Windows 2000 sayesinde ilk kez bir sunucu işletim sistemi Microsoft tarafından Türkçeye çevirilmiştir. Bunun yanı sıra yeni sürüm "RRAS". "IIS". "PKI". "DNS". "IPsec" ve Akıllı kart desteği sağlıyordu. Sitoplazma Sitoplazma, yarı sıvı matriks olup, plazma zarı ile nükleus arasını doldurur. Sitoplazma organeller ve bunların içinde yer aldığı koyu kıvamlı sıvı kısım (sitozol)dan oluşur. Bu sıvı kısmın içeriğini enzimler, RNA, aminoasitler, nükeotitler gibi yıkım tepkimeleri sonucu oluşan atık ürünler, koenzimler, iyonlar ve büyük oranda su oluşturur. Sitoplazmanın submikroskobik morfolojisi 1945 yılında Porter tarafından elektron mikroskobu ile yapılan çalışmalar sonunda aydınlatılmıştır. Bir canlıda saptanan her türlü canlılık olayları sitoplazma içerisinde geçer. Genellikle saydam ve homojen bir kitle oluşturur. Sitoplazma solunum, fotosentez, beslenme, sindirim, boşaltım gibi bütün yaşamsal faaliyetlerin geçtiği yerdir. Bu olaylar ile ilgili tepkimeler sitoplazmanın sıvı kısmına dağılmış enzimler tarafından yapılırken bir kısmı da organellerde gerçekleştirilir. Sitoplazmanın miktarı hücrenin boyutuna göre değişir. Hücre zarının hemen altında yeralan kısımdır. Buna ektoplazma da denir. Bu kısım yoğun ve granülsüzdür. Dış sitoplazma kolloit yapısını belirgin olarak gösterir; reversiblkolloit özelliğini daima korur; jel halinden sol haline ya da zıt yönde kolayca değişebilir. Stoplazma solunum, fotosentez, beslenme, sindirim, boşaltım gibi bütün yasamsal olayların geçtiği yerdir, fakat yoğunluğu sudan daha yüksektir. Bu canlı maddenin özünü proteinler ve su oluşturur. Ayrıca çeşitli enzimler, lipitler, karbonhidratlar ve mineraller de vardır. Suyun bir kısmı bağımsız halde protein moleküllerinin arasını doldurmakta, az bir kısmı ise protein moleküllerine bağlanmış durumda bulunmaktadır. Hücre zarı ile çekirdek arasındaki sıvı bölüme sitoplazma denir. Sitoplazma büyük oranda su içerdiği için açık renkli yarı akışkan ve saydam özelliğe sahiptir. Cihat Burak Cihat Burak (d. 1915 istanbul/ Aksaray – ö. 13 Mart 1994 İstanbul), Türk ressam, mimar, yazar ve seramikçi. 1937 yılında Galatasaray Lisesi’nde tamamladığı ortaöğreniminin ardından girdiği, şimdiki adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan dönemin İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi mimarlık bölümünden Sedat Hakkı Eldem, Bonatz ve Emin Onat’ın öğrencisi olarak 1943 yılında mezun oldu. Branşı ile ilgili ilk mesleki deneyimini 1943 yılında işe başladığı Ankara Tekel Genel Müdürlüğü’ nde kazandı. Ankara Beden Tebiyesi Genel Müdürlüğü, İstanbul Teknik Üniversitesi proje bürolarında ve 1951 yılında Ankara Nafia Vekaleti (Bayındırlık Bakanlığı) Yapı İşleri Başkanlığı yaptıktan bir yıl sonra 1952’de Birleşmiş Milletler bursu ile Fransa’ya gönderildi. Üç yıl Pariste mimarlık ve resim eğitimi gördü. 1955’ te yurda döndüğünde yeniden Bayındırlık Bakanlığı’ndaki işine devam etti. 1957 yılında Afganistan’a Kabil Büyük Elçilik Binası projeleri için gönderildi. 1961 yılında Fransa Hükümeti’nin bursu ile tekrar gönderildiği Paris’te prefabrik inşaat yöntemlerini inceledi. Bursun bitiminde Paris’te kalmak üzere bakanlıktaki görevinden ayrıldı. Resim çalışmalarına ağırlık verdiği bu dönem sonunda 1965 yılında yurda döndüğünde Özel Işık Mimarlık Okulu’nda ve İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda (Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) resim dersleri verdi. İlk kişisel sergisini 1957 yılında İstanbul Beyoğlu Şehir Galerisin’de Fransa’da yaptığı çalışmalarla açan sanatçı, “Toplumsal Gerçekçilik” anlayışından hareketle çalıştığı yapıtlarının yanı sıra, Dolmabahçe Saray Kapısı, Mezar Taşları ve İncili Kız gibi yapıtlarında ise fantastik kurgu söz konusudur. “Kanaryam Güzel Kuşum Ben Sana Vurulmuşum” adlı yapıtında ölüm teması işleyen sanatçının çalışmaları arasında Yahya Kemal Beyatlı, Nâzım Hikmet, Neyzen Tevfik, Eren Eyüboğlu ve Aliye Berger gibi ünlülerin resimleri ile son dönem “Kedi” resimleri de bulunmaktadır. Mimarlığı geçinmek için, resmi ise sevdiği için yaptığını belirten sanatçının; metal baskı çalışmaları , porselen ve cam işleri ile pişmiş toprak heykelleri ve büstlerinde, resimlerindeki gibi Dışavurumculuk gözlenmektedir. 1992’de “Yakutiler” adlı kitabı ile Yunus Nadi Armağanı Yarışması’nda birincilik ödülü kazanan; el yazısı ve daktilo yazılarından derlenen “Zenci Kalınız” adlı kitabı ise ölümünden dokuz yıl sonra yayımlanan sanatçı 1994 yılında İstanbul'da öldü. Faruk Erem Faruk Erem, (1913, İstanbul - 15 Kasım 1998), Türk hukukçu, yazar. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Burslu olarak Belçika'da hukuk alanında doktora yaptı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde doçent olarak göreve başladı. Bir yıl İtalya'da kalarak ceza hukuku ve kriminoloji alanında çalıştı. Dönünce profesör oldu. Üniversitede dekan düzeyinde yöneticilik yaptı. 1978'de emekli oldu. Türkiye Barolar Birliği'nin 11 Ağustos 1969 tarihinde ilk Başkanı oldu ve bu görevi 9 Ocak 1980 tarihine kadar sürdürdü. Birçok kitabı ve yüzlerce makalesi vardır. "Bir Ceza Avukatının Anıları" isimli kitabı geniş kesimlerce okunmuş, sonradan Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahnelenmiştir. Prof. Erem ceza hukukunda hümanist doktrini savunmuştur. Binlerce hukukçunun hocasıdır. Türk Ceza Hukukunu derinden etkileyen hocalardandır. Horlama Horlama, genellikle uyku boyunca solunum yolu boşluğunun yutak bölgesindeki, anatomik yumuşak dokuların gevşemesi nedeniyle meydana gelen hava yolu daralması, hava akımı hızını arttırır. Dar bir pasajdan hızla geçen hava; üst solunum yolunun desteksiz dokularını (yumuşak damak, küçük dil gibi) titreterek gürültülü sesler ortaya çıkarır. Aşırı alkol kullanma, sigara içme, yorgunluk, kötü beslenme, şişmanlık, yumuşak damak kısmının gerginliğini kaybettirerek horlamaya sebep olurlar. Burun tıkanıklıklarında, şiddetli grip ve bademcik iltihaplarında, burundan nefes almanın engellenmesiyle horlama ortaya çıkabilir. Horlama, uyuyan şahıs için bir problem teşkil etmeyip, evli çiftlerde ve topluca yatılan yerlerde diğer şahısları rahatsız etmesi bakımından önemlidir. Tedavisinde asıl prensip, sebep olan rahatsızlığı iyileştirmektir. Horlayan şahısları yan çevirmek, çenesini yukarı kaldırmak, yastığını yükseltmek ve burundan nefes almasını kolaylaştıran diğer metotlara başvurmak şahsın horlamasını keser. Horlama her zaman masum olmayabilir. Uyku da apne ( nefes kesilmesi) ile beraber görülürse yaşamı tehdit edecek sonuçları olabilir. Doğal öldürücü hücre Doğal öldürücü hücre veya doğal kâtil hücre diye adlandırılan bir çeşit lenfosit hücresi. Doğal öldürücü hücreler kemik iliğinde yapılırlar, kan, kemik iliği ve dalakta bulunurlar. Doğal bağışıklığın bir parçasını oluşturan doğal öldürücü hücrelerin uyarılmaya ihtiyaçları yoktur. Mikropları direkt saldırarak imhā etmezler, bunun yerine virüsler tarafından enfekte edilmiş vücut hücrelerine ve kanser hücrelerine saldırırlar. Doğal kātil hücreler bağışıklık sisteminin özelleşmemiş savunma hücreleridir. Doğal kātil hücreler ("NK - Natural Killers") kandaki lenfositlerin %10’unu oluşturur. Bunlar, T ve B lenfositlerde bulunan, antijen reseptörleri için gen kodlanmasının yeniden düzenlenmesinden yoksundur. NK hücreler, MHC sınıf 1 moleküllerinin normal seviyelerini gösteren hücrelere saldırmaz, ancak yabancı MHC’leri öldürürler, öyle ki MHC I ifadesi azalmış olan veya namevcut olan olanları da öldürürler. Bu durum, sıklıkla viral enfeksiyonlarda ve kanserde görülür. NK hücreleri periferik kanda, azurofilik (kırmızı) granüller içeren büyük lenfositler olarak saptanabilir. "(büyük lenfositler = large granular lymphocytes – LGLs)" Doğal öldürücü hücreler büyük görünümlü lenfositlerdendir, fagositik değillerdir (fagositoz yapamazlar). Saldırdıkları hücrenin zarını zayıflatıp su ve iyonların hücrenin içine difüze olmasını (girmesini) sağlarlar. Artan basınç nedeniyle saldırılan hücre parçalanır. CD7,CD2 ve bazen de CD5 taşıyan NK-hücre/T-hücre progenitörleri kemik iliğinde, fetal karaciğerde ve timusta bulunur. Kemik iliği stromal hücrelerinde çok sayıda üretilen IL-15, NK hücrelerinin ayırt edilmesinde çok önemlidir;IL-2 ve IL-18 ise NK hücrelerinin daha ileri olgunlaşmalarına yardımcı olmaktadır. IgG'nin Fc bölümü için olan düşük afiniteli (eğilimli, yakın ilgili) reseptör (CD16) ve CD56 adhezyon (yapışma/yapıştırma) molekülü tipik NK hücresi işaretleyicileridir. En çok sayıda aktive edici ve inhibe edici NK-hücre reseptörleri kromozom 19 geni üzerinde kodlanmıştır. NKp46,NKp30 ve NKp44 ("doğal sitotoksik reseptörler, NCRs") gibi aktive edici reseptörler, NK-hücrelerin hedef hücrelere “kilitlenmesini” sağlamaktadır. Bunlar imminoglobülin (Ig) süperfamilyasına (/ailesine) aittir ve küçük intrasitoplazmik kuyrukları vardır. Bu nedenle doğal kātil hücrelerin aktivitelerini tetikleyebilmek için zinciri, Fc Rl ve DAP12 gibi uyum sağlayıcı polipeptidlerle birleşme gereksinimi duyarlar. Bunların ligandları hala bilinmemektedir. Dördüncü tetikleyici reseptör NKG2D’dir. Bu uyum sağlayıcı molekü
l DAP10 ile birleşen bir C-tipi lektin homodimerdir. NKG2D reseptörleri MICA ve MICB denilen MHC sınıf I bağlantılı proteinlerle birbirlerini etkilemektedirler, ki bu proteinler normal hücrelerde zayıf olarak ifade edilir lakin üst düzenlenmeleri stres hücrelerinde ve tümör hücrelerinde yapılır. Bu proteinler klasik MHC 1 moleküllerine benzerler fakat peptidlerle bağ yapmazlar ve 2 mikroglobülinlerle birleşmezler. Pek çok reseptör, klasik MHC molekülü tanımlamalarıyla karıştırılır. Antijene özel T hücrelerinden farklı olarak, bu reseptörler genellikle farklı HLA sınıf I alellerinden oluşan bütün takımı tanır fakat peptid/MHC komplekslerini tanımaz. Bunlar iki büyük familya (aile) olarak gruplandırılabilirler: kātil hüce immünoglobülin benzeri reseptörler "(killer cells immunoglobulin-like receptors –KIRs)" ve immünoglobülin benzeri kopyalar "(immunoglobulin-like transcripts – ILTs, ayrıca leukocyte immunoglobulin-like receptors yani lökosit immunoglobulin benzeri reseptörler – LIRs- olarak da bilinirler)". KIR’lar sadece NK hücrelerde ve T-hüclerinin bir alt grubunda bulunurken, ILT/LIR’lar aynı zamanda monositler, dentritik hücreler ve B hücrelerinde de bulunur. Bu reseptörler, çoğunlukla intrasitoplazmik kuyruklarının yapısına bağlı olarak, aktivasyon veya inhibisyona aracılık ederler. Çoğu durumda, uzun sitoplazmik kuyruk, immünoreseptör tirozince zengin inhibisyon motifi "(immunoreceptor Tyrosine-rich inhibition motif –ITIM)"’ın varlığını belirtir. ITIM, aktive edicireseptörlerden gelen hücre içi uyum sağlama sinyallerini bloke etmekten sorumlu özgül bir fosfatazı tetikler. Kısa sitoplazmik kuyruklu reseptörler ITIM’dan yoksundur ve aktive edici sinyale uyum sağlamak için ITAM "(immünoreseptör tirozin içerikli aktive edici motif – immunoreceptor tyrosine-based activating motif)" içeren adaptör moleküller DAP12 veya FcR gibi uyum sağlayıcı polipeptidlerle birleşirler. KIR ve LIR familyalarının (ailelerinin) her ikisi için de bir düzineden fazla farklı reseptör tanımlanmıştır. NK hücre reseptörlerinin 3. sınıfı, C-tipi lektin-benzeri reseptör ailesine aittir (daha önce aktive edici NKG2D reseptörleri olarak bahsedildiği gibi). Buna rağmen çoğu NK reseptörleri hem aktive edici hem de inhibe edici izoformlarda bulunmaktadır, bu gösterir ki ITIM ilişkili reseptörlerden gelen inhibe edici sinyaller çoğunlukla aktive edici sinyallerden baskın olmaktadır. Hedef hücrelerin, programlanmış hücre ölümü veya apoptozis tanımlarını da kapsayan "“hücre intiharı”"nı tetikleyici CD95 antijeni (Fas veya APO-1 de denir) gibi apoptozis reseptörleri olması nonsecretory (salgısız) liziz gerektirir. NK hücrelerinin en yaygın liziz mekanizması litik granül salmalarıdır. Granüller, konukçu hücrenin membranında porlar yaratan bir protein olan perforin ve farklı proteinazların oluşturduğu bir grup olan granzimleri içerir. Perforin varlığında, granzim B hücre ölümüne neden olan kaspazları (caspase) aktive ettiğin hücre çekirdeğine (nukleusuna) ulaşır. NK hücreleri antibadi kaplı hücreleri yok edebilirler. Antibadinin, NK hücresi üzerindeki Fc reseptörüne (CD16) bağlanması, proteolitik enzim salınmasına neden olarak antibadiye bağlı hücre aracılı sitotoksiklik ("antibody-dependent cell mediated cytotoxicity – ADCC") sitolitik programını aktive eder. Akyuvar Akyuvarlar ya da lökosit olarak da adlandırılan beyaz kan hücreleri, kemik iliği, lenf bezleri, dalak ve timüs bezinde üretilir. Çapları 20 mikron olan akyuvarlar vücudu bulaşıcı hastalıklara ve yabancı maddelere karşı koruyarak, bağışıklık sisteminin önemli bir bölümünü oluştururlar. Akyuvarlar iki gruba ayrılmaktadır. Çok çekirdekliler Granülositler, tek çekirdekliler ise Lenfositler ve Monositler olarak tanımlanır. Her akyuvarın kendine özgü savunma mekanizması vardır. Nötrofiller hastalığa sebep olan hücreleri yok eder, Monositler ölmüş dokulardan kalma hücreleri yok eder, Eozinofiller zehirli maddeleri, alerji yapan hücreleri ve parazitleri yok eder, Lenfositler ise vücudun tam bağışıklık sistemini oluşturur ve onu korur. Sağlıklı bir yetişkin insanın bir milyon hücreli kanında 4×10–11×10 adet, bir başka tanımla bir damla kanda yaklaşık 4.000 ilâ 11.000 arasında akyuvar bulunur. Bu durum lösemi hastalarında değişir: akyuvar sayısı şiddetle yukarı çıkar (özellikle Akut Lösemi'lerde) ve 100.000 değerini aşabilir. Üç tip granülosit vardır. Bağışıklık yanıtının sıvısal bölümünü oluşturan lenfositler, kandan çok lenf sisteminde bulunurlar. Kanda üç lenfosit türü bulunur: B hücreleri, T hücreleri ve doğal öldürücü (katil) hücreler. B hücreleri her antijene özel antikor üretirken CD4+ (yardımcı) T hücreleri bağışıklık sisteminin saldırgana verdiği cevabı düzenlerler. CD8+ (sitotoksik/öldürücü) T hücreleri ve doğal öldürücü hücreler, bakterileri ve virüslerle enfekte olmuş vücut hücrelerini yok edebilirler. Monositler fagositoz yapma özelliğine sahiptirler. Ayrıca T hücrelerini uyararak onların çoğalmasını sağlarlar. Kan dolaşımından ayrılıp dokulara giren monositler, burada hacimce büyüyüp enzim miktarlarını arttırarak makrofaj hâlini alırlar. Akyuvarlarla ilgili başlıca hastalıklar: İkizdere İkizdere, Rize iline bağlı bir ilçedir. Osmanlı döneminde, 1878’de Rize’nin sancak merkezi olması ile nahiye olmuştur. Eski adı "Yedi Köy" anlamına gelen Kura-i Seba olan İkizdere, 19. yüzyıl sonlarında Trabzon vilayetinin Lazistan Sancağındaki Rize Kazasına bağlı bir nahiye merkezi idi. 15 Şubat 1916 tarihinde Rus işgaline uğrayan yöre, 11 Mart 1918 tarihinde işgalden kurtulmuştur. 1933 yılında İkizdere adını alan yerleşim, 1945’te ilçe olan Güneyce’ye bağlı bucak merkezi iken, ilçe merkezi 1952’de İkizdere’ye taşınmıştır. Çamlık ve Cimil derelerinin birleştiği yerde kurulan İkizdere, adını bu derelerden almıştır. İlçe toprakları dağlıktır. Dağlar dar vadilerle parçalanmış olup yüksek kesimlerinde yaylalar bulunur. Bu yaylalar; Çağrankaya Yaylaları,Ovit Yaylası,Demirkapı Yaylası ile Şimşirli ve Ilıcaköy madensuyu kaynakları doğal güzelliklerinin başında gelmektedir. Başlıca akarsuyu İkizdere’dir. İkizdere üzerinde elektrik üretmek gayesiyle bir santral kurulmuştur. Dağlar zengin ormanlarla kaplıdır. İlçe topraklarını İkizdere sulamaktadır. Rize Dağlarından kaynaklanan Çamlık ve Cimil Dereleri ile Karadere’nin birleşmesinden oluşan İkizdere, kuzeye doğru akar ve ilçe sınırları dışına çıkar. Dağların doruklarında Buzyalakları ve Buzul gölleri vardır. tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri çay ve patates olup, ayrıca az miktarda kivi, mısır, armut ve fındık yetiştirilir. Yaylacılık metoduyla sığır ve koyun beslenir. Arıcılık gelişmiştir. Anzer balı meşhurdur. İlçe merkezi İkizdere kıyısında kurulmuştur. Rize-Erzurum karayolu ilçeden geçer. İl merkezine 56 km mesafededir. Denize kıyısı yoktur. 1954’te ilçe olan İkizdere’nin belediyesi 1952’de kurulmuştur. Rize-Erzurum karayolu üzerinde dik yamaçlar ve dogal güzellikler arasında yer alır. Köylerinden şehirlere göç vardır. Ünlü Anzer ballarının yapıldığı Anzer Yaylası, Çamlık Mesiresi, Çağrankaya Yaylaları ve Ovit sınırları içinde yer alır. Turizm gelişmektedir. Tipik Karadeniz İklimi hüküm sürmekte olan il her mevsim yağışlıdır. Bitki örtüsü ormanlarla kaplı olup, yüksek alanlarda iğne yapraklı ağaçlar, kızılağaç, gürgen, meşe, kestane, ladin, köknar ağaçlarından oluşan ormanlar bulunmaktadır. Yıllık sıcaklık ortalaması : 11.04 Derece. Yıllık en yüksek ortalama : 17.00 Derece Yıllık en düşük ortalama : 8.6 Derece Yıllık ortalama yağış : 1102 mm. Yıllık ortalama bağılnem : % 74.05 İkizdere, dik yamaçlı vadileri, doruklara ulaşılabilir dağları, yeşil yaylaları, tarihi kemer köprüleri, coşkun akan dereleri ile çok özel bir turizm ilçesidir. İkizdere-Anzer Yaylası (Ballıköy) Turizm Merkezi Ulaşım: Rize'nin İkizdere ilçesinin 39 km güneyindedir. İkizdere-Dereköy arasını 4 km asfalt, 25 km ham toprak yoldur. Yaz aylarında dolmuş bulunabilir. Özellikler: 3.000 m rakımlı yaylada alt yapı hizmetleri tamamlanmış durumdadır. PTT, bakkal, kasap, fırın, manav, kır kahvesi ve lokantalar hizmet vermektedir. Ünlü Anzer Balı bu yaylada bulunmaktadır. Konaklama-Yeme-İçme: Yaylada çok sayıda pansiyon bulunmaktadır. Her türlü yeme-içme ve ihtiyaçlar yayladan karşılanabilir. İkizdere-Çağrankaya Yaylaları Ulaşım: Rize'nin İkizdere İlçesinin 15 km kuzeydoğusundadır her türlü kara taşıtı ile yaylalara ulaşım mümkündür. Özellikler: 2300 m rakımlı Çağrankaya Yaylaları adını 2600 m rakımda yer alan Çağrankaya uçurumundan almıştır. Uçurum 55 km. uzaklıktaki Araklı sahilinden ve 25 km uzaklıktaki Rize merkezden görülebilmektedir. Elektrik altyapısına sahip olan Çağrankaya Yaylaları'nda, bakkal, kasap, kahvehane ve konaklama hizmeti veren yerel halk tarafından Han (konaklama) olarak adlandırılan işletmeler bulunmaktadır.Yaz aylarında kampçıların akınına uğrayan yaylalarda Çağrankaya Kar Yürüyüşü etkinliği sayesinde kış turizmine yönelik önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Şimşirli Köyü Camii Derin bir vadiye bakan cami, Karadeniz yöresindeki ahşap camilerin en güzel örneklerinden. 1849’da bütünüyle kestane ağacından inşa edilen yapının iki katlı iç mekanı inanılmaz bir ahşap işçiliğine sahiptir Arazinin eğiminden dolayı yüksek taş duvarlı bir su basman üzerine kurulmuştur. Ahmet Usta tarafından yapılmış ahşap camidir. Cami kareye yakın bir dikdörtgen alanı kaplar plan kuzey cephedeki giriş ve haremden meydana gelmektedir. Giriş kısmının üzerinde iç mahfile bağlanan fevkani bir mahfil bulunmaktadır. Kuzeyinde bir medresesi vardır. Bu medrese ile cami arasında 1988 yılında yapılan minare yer almaktadır. Taha Toros Taha Toros (1912, Adana - 26 Ocak 2012, İstanbul), Türk kültür tarihi araştırmacısı, yazar. 1912 yılında Adana`da dünyaya geldi. Annesi, çoğu ufak yaşlarda hayatını kaybeden dokuz çocuk dünyaya getirmiştir. Ailenin beşinci çocuğu olan Taha Toros, çocukluk yıllarında kalp hastalığı geçirmiş, kalbinin vücuduna göre büyük olduğu tespit edilmiştir. Bu yüzden okullarda jimnastik dersinden, hatta çocuk oyunlarından bile uzak kalması
çocukluğuna dair üzüntü verici bir anıdır. "Taha" ismini almasının ilginç bir hikâyesi vardır: Kendisinden on beş ay evvel doğan Ömer isimli kardeşi henüz bir yaşındayken hayatını kaybetmiştir. Yedi aylıkken erken doğum ile dünyaya gelen Taha Toros`a üç ay önce vefat eden kardeşinin henüz defterden silinmemiş olan nüfus kağıdı verilmiş, Toros bu nüfus kağıdını tahsil hayatında ve askerlikte de kullanmıştır. Ailedeki geleneğe göre isimler doğum tarihini belirtmek üzere ebced hesabıyla veriliyordu. Ancak alie, Rumi takvime göre 1328 sayısını tutturacak bir isim bulamamıştı. Dönemin Musul milletvekili Taha Efendi konudan haberdar olmuş ve ebced hesabına uygun olmasa da bebeğe kendi adını armağan etmiştir.Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanmış. Tarih 18 Mart 1923. Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım ile evlenmiş, eşi ile birlikte Çukurova’ya geliyor. Ben İttihat Mektebi’nde dördüncü sınıftayım. Atatürk ve eşi Latife Hanım’ın karşısında “Kahraman Gazi” başlıklı şiiri okudum; “Hoş geldin Tarsus’a Kahraman Gazi Yurdumu düşmandan kurtaran Gazi Bayrak ol göklerde dalgalan Gazi Hoş geldin, hoş geldin Kahraman Gazi… Önceleri müzik ve karikatürle ilgilenen Taha Toros, Adana Lisesi'nde birinci sınıfta okurken ünlü edebiyat tarihçisi İsmail Habib Sevük`ün teşvikiyle edebiyatla da ilgilenmeye başladı. "Hayat" mecmuasında şiirlerinin yayımlanmasıyla şiire iyiden iyiye merak sardı. Bir yandan da folklor çalışmalarına katılıyordu. 1929-1930 ders yılında Adana Lisesi`nden mezun oldu ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırdı. Atatürk’ün, 1930’daki İstanbul Üniversitesi’ni ziyareti esnasında derste bulunan İÜ Hukuk Fakültesi öğrencilerinden birisidir. 1 Eylül 1933 tarihinde mezun oldu ve maliye teşkilatında çalışmaya başladı. 1937'de Adana Ticaret ve Sanayi Odası Genel Sekreterliği`ne atanarak Adana`ya geri döndü. 1937 ve 1940 yılları arasında Adana Ticaret ve Sanayi Odası'nda genel sekreter olarak çalıştı. Bu dönemde Çukurova ve Toroslar`da geniş kapsamlı folklor araştırmaları yaptı. 1941`de Ticaret Bakanlığı bünyesinde başmüfettiş olarak çalışmaya başladı. Görevi gereği birkaç kez gönderildiği Paris'te Türk kültür tarihiyle ilgili araştırmalar yaptı. Vatikan arşivlerinde Osmanlı Devleti ile Papalık arasındaki ilişkileri inceledi. Polonya'da konferanslar verdi. 1975'te emekli olana dek Türkiye`nin bütün illerini dolaşarak, gittiği her yerin folklor ve edebiyatıyla ilgilenmeyi sürdürdü. Türk kültür tarihi ile ilgili zengin bir arşive sahiptir. Yayımlanmış birçok kitabının yanı sıra gazetelerde ve dergilerde de çok sayıda yazısı yayımlanmıştır. İstanbul'da Etiler semtinde zengin arşivini barındıran evinde 26 Ocak 2012 tarihinde sessizce bu dünyadan göçüp gitti. Mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı 'ndadır. 70 yılı aşkın bir süredir araştıran Taha Toros, arşiv sevdasını Mazi Cenneti I adlı kitabında şu cümlelerle özetler: ""Arşiv oluşturmak, özellikle ülkemizde nadir yetişen biyograf olmak, bibliyografyada uzmanlık kazanabilmek, yararına yürekten inandığım, kültür zenginliklerindendir. Yaşamım boyunca bunu yapmaya çalıştım. Aslında bu konularla ölesiye uğraşmak, tedavisi mümkün olmayan bir hastalık gibidir. Bugün kanserin bile tedavisi mümkün. Ama "arşiv" hastalığının tedavisi yok!. Ne diyelim, Tanrı, bu türden hastalığa yakalananları kurtarmasın!"" Selçuk (anlam ayrımı) Selçuk, İzmir'in bir ilçesi. Selçuk ayrıca şu anlamlara gelebilir: Monosit Monosit akyuvar (lökosit) türü. Monositler vücuttaki akyuvarların yaklaşık %7'sini oluştururlar. 12-20 μm çapındadırlar. Kemik iliğinde yapıldıktan sonra kan dolaşımına geçerler. Yaklaşık birkaç saat içinde kan dolaşımından çıkıp dokulara girerler. Dokularda bu monositler ayrı makrofaj türlerine olgunlaşırlar. Makrofaj dokularda bulunan monositlere verilen addır; her tür dokunun kendine özgü makrofajları vardır. Mikroskopik incelemede normal şartlarda, tipik at nalı benzeri çekirdekli görünürler.Fagositoz yetenekleri mevcuttur.Fakat bu özellikleri makrofajlara dönüştüklerinde daha güçlü olur. Monositler ayrıca, enfekte edilmiş vücut hücrelerini bağışanların yardımıyla imha edebilirler; buna antikora bağımlı hücresel sitotoksisite (ADCC) denir.Yangı fizyopatolojisinde oldukça önemli rolleri vardır. Türk kapı ve pencere sektörü Türkiye'de 1970'li yıllar dan itibaren nüfusun ve dolayısıyla konut ihtiyacının artmaya başlaması ve ölçek ekonomilerinin oluşması ile birlikte, inşaat sektörünün bütünü ile beraber gelişmeye başlayan Türk kapı ve pencere sektörü, Türk müteahhitlerinin yabancı ülkelerde almaya başladıkları inşaat sözleşmeleri ile birlikte ihracat potansiyelini de artırmış, inşaat sektörünü izleyerek, başta AB, Orta Doğu ve BDT ülkeleri olmak üzere, yeni piyasalara girmiştir. 2000'li yıllar itibarıyla yapılan araştırmalarda, Türk kapı ve pencere sektöründe üretimin standartlara uygun hale getirilmesini ve yüksek kalite düzeylerinden ödün verilmemesini sağlamak, sektörde faal 100 kadar şirketin aralarında haksız rekabet unsurları oluşturmalarını önlemek, ve bu arada genel ekonomik konjonktürdeki olumsuz dalgalanmalardan en az surette etkilenerek, olumlu gidişattan da en iyi avantajları elde etmelerinine imkân vermek, sektörün başlıca gündem maddeleri olarak ortaya çıkmaktadır. Standart dışı üretim, kalifiye eleman yetersizliği, kalitesiz üretimin artmasına etken olan üretim kapasitesi fazlalığı ve kimi sektör temsilcileri tarafından, Çin'in ileride kapı ve pencere sektörü için tehdit olarak görülebileceği konusundaki iddialar sektörü meşgul eden konular arasındadır. AB pencere standardının oluşturulması ve CE belgesi nin bu sektörde de uygulanmaya alınması beklentisi içinde, uygulamanın ne zaman başlayacağı konusunda net bir bilgi olmasa da, ileride firmaların ihracat faaliyetleri sırasında karşılarına bir engel çıkmaması için CE için hazırlık yapılmaktadır. Türkiye inşaat sektöründe görülen daralmalar da firmaları ihracata yönlendiren etkenlerden biridir. Pek çok üretici şirket Türk Cumhuriyetleri ve Avrupa ülkelerinde etkinliklerini artırma yolunda ilerlemektedir. İstanbul Maden ve Metaller İhracatçı Birlikleri (İMMİB) ve Orta Anadolu İhracatçı Birlikleri'nin (OAİB) verilerine göre iç pazarda iddialı olan PVC kapı ve pencere üreticileri ile demir-çelik ve ahşap pencere üreticilerinin ihracatlarında geçmiş yıllara oranla önemli artışlar görülmektedir. Sektördeki şirketler, kısmen, PUKAB (Pencere Üreticileri Kalite Birliği Derneği) ve bazıları da İMSAD (İnşaat Malzemesi Sanayicileri Derneği) çatıları altında toplanmaktadır. OAİB verilerine göre; ahşap pencere, pencere kasası, çerçeve ve pervazlarının yanı sıra kapı, kapı çerçevesi, pervaz ve eşiklerini içeren ürün grubunda 2003 yılında yapılan 3 bin 716 tonluk ihracat, 2004 yılında 4 bin 371 tona çıkmıştır. 2003 yılında 9 milyon 27 bin dolarlık ihracat değeri 2004’te 10 milyon 565 bin dolar değerine ulaşmıştır. Ahşap kapı pencere sektöründe 2005 yılının ilk üç ayında gerçekleştirilen ihracat değeri 3 milyon 703 bin dolar oldu. 2004 yılının ilk üç ayında ise 1 milyon 930 bin dolarlık değer elde edildi. 2005 yılının ilk 6 ayında 14 bin 623 tonluk ihracata karşılık 31 milyon 907 bin dolarlık değer kazanıldı. PVC kapı pencere ürünlerinde firmaların ilk sıradaki ihracat pazarı %13 payla Almanya oldu. Sektör bu ürün grubunda 2004 yılında Almanya’ya 6 milyon 760 bin dolarlık ihracat yaptı. Almanya’yı, 6 milyon 28 bin dolarlık ihracatla Kazakistan, 4 milyon 966 bin dolarlık ihracatla Romanya ve 3 milyon 665 bin dolarlık ihracatla Fransa izledi. Rusya'nın ihracatta öne çıkması ve pazarın çok hızlı yükselmesi, sıralamayı değiştirecektir. Alüminyum kapı-pencerede 2003’e oranla düşme gözlemlenmesine rağmen bu yıl yükseliş bekleniyor 2003 yılına oranla ihracatında daralma yaşanan tek alanın alüminyum kapı ve pencere sektörü olduğu kaydediliyor. Ancak sektördeki firmaların Avrupa’da süregelmesi umulan ekonomik iyileşme ile hareketleneceği ve artan inşaat faaliyetlerinin etkisiyle Avrupa’nın lider firmalar arasına girmesi bekleniyor. Bu alt sektörde 2005 yılının ilk 6 ayında yapılan 2 bin 597 tonluk ihracat ile 14 milyon 679 dolar değer elde edildi. Yılın ilk yarısında ulaşılan bu değerler sektörün en azından 2004’ten daha iyi bir performans göstereceğini sergiliyor. Demir-çelikten kapı-pencere, bunların çerçeveleri ve pervazlarını içeren ürün grubu ihracatında kısmi bir artış yaşandı. Sektörün 2005 yılının ilk 6 ayında gerçekleştirdiği ihracat 3 bin 473 tona karşılık 8 milyon 513 bin dolar olarak kayıtlara geçti. Firmaların en büyük ihracat payını % 13.5 ile oluşturan Irak'a geçen yıl 2 milyon 113 bin dolarlık ihracat gerçekleştirildi. İhracat yapılan ülke sıralamasında geçen yıl ikinci sırayı alan Türkmenistan'a 1 milyon 563 bin dolarlık, Nijerya'ya 1 milyon 317 bin dolarlık, Rusya'ya yaklaşık 1 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirdi. Kapı pencere sektöründe 2005'in ilk altı ayında toplam yatırım tutarı 18 trilyon 535 milyar lira olan 14 proje teşvik kapsamına alındı. Geçen yıl aynı dönemde ise 39 trilyon 159 milyar değerinde 15 proje teşvik kapsamında değerlendirilmişti. Teşvik tutarında bu yıl % 52 oranında düşüş yaşandı. Savunma Sanayii Araştırma ve Geliştirme Enstitüsü Savunma Sanayii Araştırma ve Geliştirme Enstitüsü kısa adıyla TÜBİTAK-SAGE, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK)'na bağlı, Türkiye'nin askerî ve teknolojik bilgi dağarcığını geliştirmek ve üretimini artırmak amacı ile kurulmuş bir enstitüdür. Savunma teknolojileri alanında uzmanlaşmıştır ve çalışmalarını başlıca Ankara Rüzgar Tüneli ile ODTÜ Güdüm Kontrol Laboratuvarı'nda devam ettirmektedir. 1972 yılında kurulan Güdümlü Araçlar Teknoloji ve Ölçüm Merkezi (GATÖM), 1983 yılında Balistik Araştırma Enstitüsü (BAE) ve 1987 yılında Savunma Sanayii Araştırma - Geliştirme Enstitüsü (SAGE) isimlerini almıştır. SAGE Ankara'da Beşevler, Lalahan ve ODTÜ olmak üzere üç yerleşkede çalışmalarını sürdürmektedir. SAGE'nin kuruluş amacı TÜBİTAK'ın diğer organlarıyla ve gerektiğinde kurum dışı yerli ve yabancı kuruluşlarla iş birliği
yapmak suretiyle genel olarak ulusal kalkınma hedefleri ve dünyadaki gelişmeleri gözününde tutarak savunma sanayii ile ilgili yurt dışı teknolojileri takip etmek, bu konularda yurtiçi teknolojileri oluşturmak, diğer kuruluşlara savunma sanayii ile ilgili konularda yardımcı olmak ve özel olarak bu ihtiyaçların giderilmesine yönelik araştırma, geliştirme ve eğitim çalışmaları yapmaktır. Bu amaç çerçevesinde Enstitü'nün görevleri; Kalkandere Kalkandere, Rize ilinin batısında yer alan ilçedir. İlçe, Rize merkez, İyidere, İkizdere ve Trabzon ilinin Of ilçeleriyle çevrili 95 km² lik alana sahiptir. Deniz sahiline uzaklığı 13 km mesafededir. İlçe, oldukça engebeli bir arazi yapısına sahiptir. Arazinin tümü ağaç ve yeşil bitki örtüsüyle kaplıdır. Düzlük arazi yok denebilecek kadar azdır. Bölgede vadi aralarında büyük-küçük birçok dere akmaktadır. İlçe sınırları içerisinde yükseklikleri 1.000 metrenin altında olan birçok tepe mevcuttur.İlçe merkezinin deniz seviyesinden yüksekliği yaklaşık 200 m'dir. İlçenin bilinen en eski adı Karadere'dir. İlçe merkezinden geçmekte olan derenin yatağındaki kara tasların, suyun rengini kara göstermesi ilçenin bu adı almasına sebep olmuştur. Daha sonra bu ad Kalkandere olarak değiştirilmiştir. Başka bir düşünceye göre derenin bol su getirerek taşmasına atıfta bulunularak " Kabaran Dere " anlamında Kalkandere denmiştir. Üçüncü anlamı da kötülüklere karşı koymaktır. Kalkandere, sırasıyla Kimmerler, Persler, Selçuklular ve Trabzon İmparatorluğu'nun egemenliği altında kalmış, 1461'de Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon İmparatorluğu'nu ortadan kaldırması ile Osmanlı İmparatorluğu'na katılmıştır. 11. yüzyılda başlayan büyük Türk göçü ile Kars-Çoruh yolu üzerinden Selçuklu Türkleri'nin bölgeye ilk defa giriş yaptığı bilinmektedir. Kalkandere, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Trabzon Vilayeti'nin Lazistan Sancağındaki Rize Kazasına bağlı bir nahiye merkeziydi. Kalkandere, Rize İli'ne bağlı eski bir bucak merkezi iken 27.06.1957 tarihinde yürürlüğe giren 7033 Sayılı Kanunla ilçe olmuştur. Kalkandere'nin etnik yapısını Çepni Türkleri ve Laz kökenli Türkleştirilmiş aileler oluşturmaktadır. Kalkandere dört mevsim ılıman ve yağışlı bir iklime sahiptir. İklim özellikleri şöyledir, İl dışında yaşayan vatandaşlardan çay üretimi yapanların üretim döneminde ilçeye gelmeleri nedeniyle oldukça hareketlilik yaşanmaktadır. İlçedeki vatandaşlardan bir bölümü, ilçe merkezi ve köylerdeki çay fabrikalarında geçici veya daimi işçi olarak çalışmaktadır. İlçede eğitim ve öğretime verilen önem giderek artmaktadır. İlçede halen 10 ilköğretim okulu, 1 anaokulu, 1 çok programlı lise ve 1 İmam-Hatip Lisesi olmak üzere 13 okul mevcuttur. Yüksek öğrenim alanında herhangi bir kurum bulunmamaktadır. İlköğretim okullarından 21 tanesi taşımalı ilköğretim nedeniyle kapalıdır. Kalan 10 okulda ise, eğitim öğretime devam edilmektedir. İlçede, ilköğretim kurumlarında 1593 öğrenci, çok programlı lisede 187 öğrenci, İmam Hatip Lisesi'nde ise 67 öğrenci olmak üzere toplam 1847 öğrenci eğitim görmektedir. İlçenin merkez ve köylerinde yaşanan göç nedeniyle öğrenci sayısı son yıllarda büyük ölçüde düşmüştür. Bu nedenle, ilçe merkezi ve köylerdeki birçok okul taşımalı ilköğretim kapsamına alınmıştır. Halen, toplam 21 köy, 3 mahalle ve 13 yerleşim merkezinden 387 kız, 371 erkek olmak üzere 758 öğrenci 58 araçla 7 merkezi ilköğretim okuluna (Atatürk, Dağdibi, Fındıklı, Çağlayan1, Ormanlı, Yolbaşı ve Çayırlı) taşınmaktadır. İlköğretim kurumlarında 54 sınıf öğretmeni ve 47 branş öğretmeni olmak üzere toplam 101, Çok Programlı Lise ve İmam-Hatip Lisesinde ise toplam 23 öğretmen görev yapmaktadır, ayrıca 28 sözleşmeli, 4 vekil, 7 ücretli öğretmen görev yapmaktadır. İlçede orta öğretim öğrencilerine yönelik olarak faaliyette bulunan iki özel öğrenci yurdu bulunmaktadır. (2 Erkek Yurdu), İlçede 12 yatak kapasiteli öğretmen evi mevcut olup, lokali ile birlikte hizmet vermektedir. İlçede ayrıca, Halk Eğitim Merkezi'nde 28 adet mesleki ve sosyal kurslar açılmış olup; bu kurslarda 280 kursiyer katılmış ve 30 usta öğretici görevlendirilmiştir. 8 Yıllık İlköğretim Okullarında OKS hazırlık kursları açılmıştır. Yaşam Boyu Eğitim Yönergesi çerçevesinde ilçede bulunan kahvehanelerde eğitim çalışmaları yapılmıştır. İlçede okuma-yazma ile ilgili çalışmalar yapılmış olup; 14-44 yaş arası 5 kadın, 45 yaş üstü 35 kadın-11 erkek okuma yazma bilmemektedir. İlçe nüfusunun 13.611 olduğu dikkate alındığında okuma yazma bilmeyenlerin oranı %0.37'dir. İlçede sinema, tiyatro, basımevi ve büyük ölçekte kitabevi bulunmamaktadır. Sadece, ilk ve orta öğretim öğrencilerinin ders kitabı ihtiyaçlarını karşılayan kırtasiye ve kitabevi vardır. Yine ilçenin amatör kümede oynayan Kalkandere Spor ve İnci-dilsizdağı Spor olmak üzere iki spor kulübü vardır. İlçenin çevre il ve ilçelerle bağlantısı karayolu ile sağlanmaktadır. İlçeyi il merkezine bağlayan sahil karayolu 33 km'dir. İlçeyi Yolbaşı Beldesi üzerinden il merkezine bağlayan eski karayolunda ise yeniden düzenleme ve yapım çalışmaları devam etmektedir. İlçenin bütün yerleşim birimlerinde yol, su, elektrik ve telefon mevcuttur. İlçenin içme suyu ihtiyacı "Andon İçme Suyu Projesi"nden karşılanmaktadır. Ancak, içme suyunun yeterli bulunmadığı durumlarda su ihtiyacı "Keson Kuyu" şebekesinden sağlanmaktadır Köylerimizin tamamına yakınında içme suyu yeterlidir. İlçe merkezinin bir bölümünde kanalizasyon çalışmaları bitirilmiş olup, mahallelerin kanalizasyon projesi yapılarak ihale aşamasına getirilmiştir. Yolbaşı Beldesi ve köylerimizde kanalizasyon şebekesi bulunmamaktadır. Köy yolları, bölgenin iklim ve coğrafi özellikleri nedeniyle genellikle betondur. İlçe merkezi ve köylerin tamamında elektrik olmasına rağmen elektrik şebekesinde sık sık arazılar meydana gelmekte olup, şebekenin bakım-onarım ve yeniden yapımına ihtiyaç vardır. İlçede özel radyo ve televizyon bulunmamaktadır. Ulusal ölçekte yayın yapan televizyonların yayınları rahatlıkla izlenebilmektedir. Ayrıca, Rize merkezli olarak yayın yapan yerel televizyonların yayınları da çok net olmamakta birlikte izlenebilmektedir. İlçe merkezi ve köylerinde toplam 7 merkezde kurulan telefon santrallerine bağlı 5089 abone mevcuttur. (Kalkandere merkez 2882, Kayabaşı 599, Yokuşlu 164, Fındıklı 247, Ünalan 180, Yeşilköy 222 ve Yolbaşı Beldesinde 795 abone olmak üzere toplam 5089 abone) Ayrıca, Telefon Santral Binasına kurulan ADSL Sistemi sayesinde İnternet iletişimi sağlanmaktadır. Kalkandere'de önemli bir turizm kaynağı tabii ki Çağlayan Köyü Şelalesi'dir. Kalkandere Merkez Belediyesi'ne ait bir adet piknik alanı olup, işletmeciliği özel teşebbüs tarafından yapılmaktadır. Piknik Alanı Kalkandere - İkizdere devlet karayolu üzerinde dere kenarında yer almakta ve ilçe merkezine 3 km mesafededir. İlçenin ekonomik hayatı çay tarımına ve sanayisine dayanmaktadır. İlçedeki toplam tarım arazisinin % 90'ından fazlasında çay tarımı yapılmaktadır. İlçede yıl içerisinde 1748 adet hayvancılık işletmesinde 2300 adet büyükbaş hayvan, 147 adet bal üreticisine ait 3145 adet arı kovanı kayıt altına alınmıştır. 3500 adet büyükbaş hayvan, 85 adet küçük baş hayvan, 1472 adet arı kovanının sağlık taraması olmak üzere toplam 3583 adet sağlık taraması yapılmıştır. İlkbahar Şap aşılaması döneminde 1101 adet büyük baş hayvan Şap aşısı (Trivalan) uygulanmış ayrıca 553 adet küçük baş havyana çiçek aşısı uygulanmış, 28 adet işletme ve 480 yeni doğan buzağılar kayıt altına alınmıştır. Ayrıca 2 çiftçiye proje kapsamında Trabzon hurması fidanı (50 adet) dağıtılmıştır . İlçe sınırları içerisinde; 300 baş buzağı-dana, 1650 baş inek, 160 baş öküz-boğa, 400 baş koyun, 250 baş keçi, 450 adet kanatlı, 3 adet tek tırnaklı hayvan mevcuttur. Ayrıca, 147 arı işletmesinden 3145 adet arı kovanı bulunmaktadır. Bu yıl rekolte kovan başına ortalama 30 kğ’ı geçmiştir. Arıcılarımızın % 70’ i gezginci arıcılık yapmakta olup, az sayıdaki değişik şahıslara ait kovanlar birer araya getirilip civar merkezlere (İspir, Gümüşhane, Erzurum, vs) götürülmektedir. 1950’li yıllardan sonra bölgede çay tarımı gelişmeye başlamış ve daha önceleri tarla, bağ ve bahçe düzenlenmesine elverişli olmayan yerlerde çay üretiminde olumlu sonuçlar alınmış olup, günümüze kadar gelen süreçte de artarak devam etmiştir. Halen İlçede 47.163 dekarlık alanda çay tarımı, 800 dekarlık bağ-bahçe ziraatı, 2.000 dekarlık tarla ziraatı, 2.000 dekarlık mera-çayır, 42.500 dekarlık ormanlık, 537 dekarlık kullanılmayan alan olmak üzere toplam 95.000 dekar mevcuttur. İlçede faaliyette bulunan devlete ait 2 adet ve özel sektöre ait 4 adet (Dağdibi Mahallesinde Kukuloğlu Çay Fabrikası, Çayırlı Köyünde Çayırlı Çay Fabrikası , Ormanlı Köyünde Doğuş Çay Fabrikası ve Hüseyinhoca Köyünde Acem çay fabrikası ) olmak üzere toplam 5 çay fabrikası ve 1 adet un fabrikası bulunmaktadır. Çay tarımı dışında kalan az miktarda tarım alanlarında yetiştirilen fasulye, mısır, karalahana aile ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Yine aileler kendi ihtiyaçlarını karşılamak için az sayıda büyük ve küçük baş hayvan yetiştiriciliği yapmaktadır. İlçede; Yumurtatepe, Cevizlik—Yenimahalle-Kızıltoprak, Dağdibi-Fındıklı ve İnci-Dilsizdağ olmak üzere 4 adet tarımsal kalkınma kooperatifi, 1 Sınırlı Sorumlu Esnaf ve Kefalet Kooperatifi, 1 Ziraat Odası, 1 Banka (Ziraat Bankası) bulunmaktadır. Kalkandere Çay Fabrikası; İlçe Merkezinde 95 ton/gün kapasite ile kurulu bir işletmedir. Mevsimlik İşçi 221, daimi Kadrolu İşçi 51 ve memur kadrosunda 17 personeli bulunmaktadır. Çay satan üretici sayısı 3.100 kişi olup, bu üreticilerin kayıtlı çaylıkları ise 13.700 dekardır. Üç sürgün olarak toplam alınan yaş çay miktarı 12.500-13.500 ton civarı olup, 8.000 ton kadarı Fabrikada işlenmekte olup, kalan diğer kısmı Çaykur’un fabrikalarına nakledilmektedir. Fabrikaya ait 18 adet lojman bulunmakta olup, memur ve daimi kadrolu personelin yanı sıra İlçede görev yapan memurlara da kullandırılmaktadır. Taşçılar Çay Fabrikası; İlçe Merkezinde 140 ton/gün kapasite ile kurulu bir işletmedir.
Mevsimlik İşçi 235, daimi kadrolu İşçi 45 ve memur kadrosunda 17 personeli bulunmaktadır. Çay satan üretici sayısı 3914 kişi olup, bu üreticilerin kayıtlı çaylıkları ise 16.020 dekardır. Üç sürgün olarak toplam alınan yaş çay miktarı 15.000 ton civarı olup, 17.000 ton kadarı Fabrikada işlenmekte olup, kalan diğer kısmı Çaykur’un diğer muhtelif fabrikalarına nakledilmektedir. Çiçek Pasajı Çiçek Pasajı ("Cité de Péra"), büyük Beyoğlu yangını sonucu yok olan Naum Tiyatrosu'nun arsasına 1876'da kurulan tarihi ve ünlü bir pasaj. 1870 yılındaki Büyük Beyoğlu Yangınında yanarak yıkılan Naum Tiyatrosu'nun arsası dönemin en zengin insanlarından biri olan "Hristaki Zografos Efendi" tarafından satın alındı. Rum "Cleanthy Zanno"`nun mimarlığında yeni bir tip çarşı binası olarak "Cité de Péra" adıyla yaptırıldı. Hem İstiklal Caddesi'ne hem de Tiyatro Sokağı'na açıldığı için pasaj niteliğinde olan yapı 24 dükkân, 18 lüks daireden oluşuyordu. Maison Parret ve Vallaury'nin pastanesi, Nakumara'nın Japon mağazası, Dulas'ın Natürel çiçekçisi, Schumacher'in hamur işleriyle ünlü fırını, Yorgo'nun meyhanesi, Keserciyan'ın terzihanesi, Acemyan'ın tütüncü dükkânı, Hristo'nun kafesi... pasajın ilk 30 yılı içerisinde faaliyete geçen önemli dükkânlarından sayılabilir. Cité de Péra ya da Hristaki Pasajı denilen binanın mülkiyeti 1908 yılında Sadrazam Küçük Said Paşa'ya geçti. Mütareke yıllarında birçok çiçek dükkânı açıldı, o güne kadar daha çok Hristaki Pasajı olarak anılan yer Çiçek Pasajı adını aldı. Asıl olarak 1940'lı yıllarda açılan meyhaneler (özellikle Nektar Birahanesi) büyük bir müşteri kalabalığı çekmeye başladı. 1950'lerde çiçekçiler başka sokaklara doğru kaymaya başlayınca boşalan yerlere yeni yeni meyhaneler açılmaya devam etti. 1950'lilerin sonunda "Çiçek" adı daha çok bir hatıra olarak kalmıştı, pasaj tümüyle bugünkü meyhane kimliğine büründü. 10 Mayıs 1978'de bir gecede aniden çöken bakımsız bina, 1988'e kadar yıkık ve dağılmış biçimde kaldı. Belediyenin ve pasajı kurtarmak için kurulan "Çiçek Pasajını Yaşatma ve Güzelleştirme Derneği" nin girişimiyle onarılıp, eski haline sadık kalarak hizmete sokuldu. Çiçek Pasajı Güzelleştirme ve Yaşatma Derneği, Beyoğlu Belediyesi ve Mey İçki arasında yapılan anlaşmayla dış cephe bakımı, cephe yenilemesi, çiçeklendirme ve aydınlatma gibi sorunlu kısımları yenileme çalışmaları için kısa bir süre kapalı kalan Çiçek Pasajı Aralık 2005'te tekrar hizmete girdi. 1970'li yıllarda Kayserili bir iş adamı satın almış fakat sonra anlaşmazlık nedeniye satmıştır. Girişle birlikte 3 katlı bina geniş bir alan üzerine oturur. Ana malzemesinin taş olduğu yapının ön yüzünde gösterişli bir cephe mimarisi hakimdir. Beyoğlu'nun en süslü binalarından biri olan Çiçek Pasajı, cephede kullanılan karyaditler, en üst katın orta bölümünde yer alan aslan ve insan başları ile ilgi çekicidir. Süslemeler ve mimarideki hareketli düzenleme göz önüne alındığında bu bina 19. yüzyıl Seçmeciliğinin tipik örneklerinden biridir. Pasajın cephesinde bulunan saat 1876 yılında yapının kendisiyle birlikte tamamlanmıştır. Binanın İstiklal Caddesi'ne bakan girişinin en üst katının orta bölümünde yer alan saatteki rakamlar Roma rakamlarından ibaret olup saat çalışmamaktadır. Properdin "Properdin"', insan serumunda bulunan bir protein. Properdin, insan ve bazı hayvanların serumunda bulunan bir globulin (proteini). Bağışıklık sistemine yardımcı etkisi olduğu kanıtlanmıştır; bazı virüsleri nötralize edebilirken bazı bakterileri de tahrip edebilmektedir. Properdin eksikliğinde özellikle menengokok (neisseria meningitidis) ve gonokok (neisseria gonorrhoeae) enfeksiyonlarına sık rastlanır. Bazofil Bazofil, kandaki bir akyuvar türüdür. Histamin, serotonin, heparin ve öteki maddeler içeren hücre içi granüllere sahiptirler. Kan sayımında %0-2 gibi küçük yüzdeleri vardır, normal şartlar altında en az bulunan lökosit türüdür. Lökositlerin bir grubu olan granülositlerden olan bazofil, sitoplazmik granülleri bazik boyaları tuttuğu için böyle adlandırılmıştır. Fagositoz yetenekleri vardır. Amin Maalouf Amin Maalouf ya da Emin Maluf (Arapça: أمين معلوف‎ "Emin Maʿluf"), 25 Şubat 1949 Beyrut doğumlu, kitaplarını Fransızca yazan Lübnanlı yazar. 1976'dan beri Fransa'da yaşamaktadır. Yazar 1993 yılında Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülüne layık görülmüştür. Kitapları 40'tan fazla dile çevrilmiş, eserleri Fransa'da ve çevrildiği birçok dilde geniş okur kitlesine ulaşmıştır. 1949'da Beyrut, Lübnan'da doğdu. Ekonomi ve toplumbilim okuduktan sonra gazeteciliğe başladı. Lübnan'da iç savaşın çıktığı 1975'e kadar Lübnan'da gazetecilik yaptı. Bu tarihte Paris'e göç etti. Yazar halen Paris'te yaşamaktadır. Çeşitli yayın organlarında yöneticilik ve köşe yazarlığı yapmış olan Maalouf, bugün vaktinin çoğunu kitaplarını yazmaya ayırmaktadır. Yapıtlarında çok iyi bildiği Asya ve Akdeniz çevresi kültürlerinin söylencelerini başarıyla işleyen Maalouf, 1983 yılında yayımlanan ilk kitabı "Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri" ("Les Croisades vues par les Arabes") ile tanındı. Bu kitap, çevrildiği dillerde de büyük bir başarı kazandı. 1986'da yayımlanan ve aynı yıl Fransız - Arap Dostluk Ödülü'nü kazanan ikinci kitabı ve ilk romanı "Afrikalı Leo" ("Léon l'Africain") bugün bir "klasik" olarak kabul edilmektedir. Maalouf'un 1988'de yayımlanan ikinci romanı "Semerkant" ("Samarcande") da coşkuyla karşılandı ve pek çok dile çevrildi. Maalouf'un sonraki kitapları da yine roman tarzındaydı: 1991'de yayımlanan "Işık Bahçeleri" ("Les Jardins de Lumiére") ve 1992'de yayımlanan "Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl" ("Le premier siècle après Béatrice"). Maalouf, 1993'te yayımlanan romanı "Tanios Kayası" ("Le Rocher de Tanios") ile Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü'nü kazandı. 1996'da "Doğunun Limanları" ("Les Echelles du Levant") adlı romanı ve 1998'de ise "Ölümcül Kimlikler" ("Les Identités Meurtrières") adlı deneme kitabı piyasaya çıktı. 2000'de " - "Baldassare'nin Yolculuğu"" ("Le Périple de Baldassare") adlı romanı yayımlandı. Ayrıca 2002'de opera için yazdığı ve Finlandiyalı müzisyen Kaija Saariaho'nun bestelediği "Uzaktan Aşk" ("L'Amour de loin") Maalouf'un ilk librettosudur. 2004'de yayımlanan "Yolların Başlangıcı" ("Origines") adlı romanından sonra, 2006 yılında "Adriana Mater" adlı ikinci librettosunu yayınladı. Kitaplarında genellikle doğuya ait öğeleri çok iyi işlemektedir. Doğuya ait gelenek ve görenekleri kitaplarında mutlaka tanıtır. Birçok kitabında Osmanlı-Türkiye üzerine yorumlara da rastlanmaktadır. Afrikalı Leo kitabında Osmanlı ve Yavuz Sultan Selim'in Kahire seferinde 8000 kişiyi öldürdüğünü iddia etmiştir. Kitaplarında doğu halklarının neden geri kalmış olduğu konusunda analizler ve tespitler yapmaktadır. Kitapları roman tarzında yazılmış da olsa sosyolojik temalar kitaplarında sürekli olarak işlenir. Kitaplarının Türkçe çevirileri Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanmaktadır. Dr. Necmettin Şeyhoğlu Stadyumu Dr. Necmettin Şeyhoğlu Stadyumu, Kardemir Karabükspor'un maçlarını oynadığı 16 000 kapasiteli stadyumdur. Sponsor kuruluşun da desteğiyle birçok kulüplerde bulunmayan bir ışıklandırma sistemi vardır. Eski adı ile Karabük Yenişehir Stadyumu'dur. Yenişehir Mahallesi'ndeki Kardemir lojmanları arasında bulunan stadyum şehir merkezinde yer almaktadır. Stadyuma 1968-1973 ve 1984-1987 yılları arasında Karabük Belediye Başkanlığı yapmış olan Dr. Necmettin Şeyhoğlu'nun adı verilmiştir. Karabükspor 2009-2010 sezonunda 1. Lig şampiyonluk kupasını bu stadyumda kaldırmıştır. İlk defa katıldığı Avrupa kupalarındaki maçları da burada oynamıştır. Kamera sistemi vardır. 2013-2014 yılları arasında yedek kulübesinin koltukları ve skorboard yenilenmiştir. Şovenizm Şovenizm, özgün anlamda abartılı, saldırgan bir vatanseverlik ve ulusal üstünlük inancıdır. Bu kavramın isim babası Nicolas Chauvin'dir. Napolyon'un ordusunda asker olan bu Fransız, 17 kez yaralandı ve yine de Fransa için savaşmaya devam etti. Kendisini ülkesi uğruna feda etmekten kaçınmayan Napolyon'un askeri Chauvin'i model alan saldırgan vatanseverlik için "şovenizm" denilmeye başlandı. Bu kavram aynı zamanda mimari dilde de kullanılmaktadır. Şovenizm bir ulusun sahiplenmiş olduğu kültür değerler ile ortaya çıkan mimaridir. Bir nevi "Bu benim mimarim." demektir. Bunlara ek olarak, daha geniş anlamda, bir kişinin mensup olduğu herhangi bir grubun körcesine, aşırı taraftarlığını yaptığı ve özellikle de bu taraftarlığın rakip gruplara karşı üstünlük iddiası, garez ve nefret içerdiği durumları da kapsar. Bu durumlara bazı yaygın örnekler olarak, erkek şovenizmi, bölge şovenizmi, mezhep şovenizmi, spor takımı şovenizmi gibi fanatizmin çeşitli özel biçimleri sayılabilir.. Şovenizmin Bilinçaltı Radikal milliyetçilik olarak tanımlanabilecek şovenizm, milli özgüven krizlerinin meydana geldiği durumlarda tezahür eder. Bu krizler, bir ulusun ya da toplumun siyasi, askeri ya da ekonomik olarak olağanüstü bir varoluş tehdidiyle karşı karşıya kalarak milli gururunun incinmesiyle ortaya çıkar. Milli gurur ve bilincin yeniden sağlanması amacıyla da radikal söylem ve politik eğilimler ortaya çıkar. Şovenizmin diğer önemli bir emaresi de ulus vurgusu gibi bazı kavramları merkeze alan güçlü bir propagandaya dayanmasıdır. Şovenizmde bireysel irade yerine 'ulus iradesi ön plana çıkar. İktidarlar ve onların politik temsilcileri hedeflerine ulaşmak için radikal milliyetçi söylemlere sık sık başvururlar. Bunun için milli bilinç ve yabancılara karşı nefret, propagandalarının merkez unsurlarından birini oluşturmaktadır. TCG Kuşadası (M-524) TCG "Kuşadası" (M-524), "Mercure" sınıfı sahil tipi bir mayın tarama gemisi olarak Fransa'nın Cherbourg kentinde kurulu Constructions Mécaniques de Normandie (CMN) tersanesi tarafından 20 Aralık 1957'de kızağa kondu. 21 Mayıs 1959 tarihinde denize indirilen tekne 10 Eylül 1959’da "Vegesack" ismi ve "M-1250" borda numarası ile Bundesmarine'e (Batı Almanya Deniz Kuvvetleri) katıldı. Altı üniteden oluşan Tip 321 Vegesack sınıfı mayın tarama ge
milerinin isim gemisidir. Wilhelmshaven’deki 2. Mayın Grubu’na (2. Minensuchgeschwader) tahsis edilen gemi 12 Temmuz 1963 tarihinde yedek kadroya alındı. 1973 Aralık ayında Bundesmarine'de görevine son verilen tekne, 1975 yılı Aralık ayında "Kuşadası" adı ve "M-524" borda numarası ile Türk Deniz Kuvvetlerine transfer edildi. 1998 yılında mayın tarama ekipmanı çıkarıldı ve devriye gemisi olarak kullanılmaya başladı. Borda numarası "P-302" olarak değiştirildi. Cengiz Onural Mustafa Cengiz Onural (d. 1961, İstanbul), Türk müzisyen, besteci, makine mühendisi, yüksek işletme mühendisi. 1961 yılında İstanbul’da doğdu. 1984 yılında İstanbul Boğaziçi Üniversitesi’nden makine mühendisi olarak, 1987 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden işletme yüksek mühendisi olarak mezun oldu. 1996 yılına kadar müziğin yanı sıra, mühendis olarak çalıştı. 1985 – 1997 yılları arasında Yeni Türkü grubunda ve grubun Günebakan, Dünyanın Kapıları, Yeşilmişik, Vira Vira, Rumeli Konseri, Aşk Yeniden, Her Dem Yeni, Süper Baba, Külhani Şarkılar albümlerinde yer aldı. Yeşim Ustaoğlu, Zeki Demirkubuz, Turgut Yasalar, Tayfun Pirselimoğlu, Çağan Irmak, Ersan Arsever gibi yönetmenlerin filmlerine müzik yaptı veya yapan ekipte yer aldı. 1997’de üniversiteden sınıf arkadaşı Bora Ebeoğlu ile “aria” grubunu kurdu ve halen bu grubun üyesi. Aria, sinema ve televizyon filmleri, dizi filmler, belgeseller, reklamlar ve multimedya ürünleri için müzik üretiyor. 1997 yılında Murat Aydemir ve Derya Türkan ile beraber İncesaz'ı kurdu ve halen bu grubun üyesi. Profesyonel müzisyenliği mühendisliğe tercih eden Onural, gitar, klasik kemençe, rebap, cura ve buzuki çalmaktadır. 1985-1997 yılları arasında besteci, söz yazarı ve icracı olarak Yeni Türkü grubu bünyesinde dokuz albüme katkıda bulundu. Bora Ebeoğlu ile birlikte çalıştığı Aria ile film ve dizi müziklerine ağırlık verdi ve 6 albüm çıkardı. 1997’de klasik kemençe sanatçısı Derya Türkan ve tambur sanatçısı Murat Aydemir ile İncesaz’ı kuran Onural, bu grupla da 1999 ve 2009 yılları arasında 7 albüm çıkardı. Sanatçı 1986’dan bu yana zaman zaman Muammer Ketencoğlu ile birlikte de müzik yapmaktadır. Ketencoğlu’nun oluşturduğu çeşitli gruplarda yer alan sanatçı, albümlerine de besteci, düzenlemeci ve icracı olarak doğrudan katılmıştır. 1985’ten bu yana gerek kişisel olarak gerek içinde bulunduğu gruplarıyla beş film, yirmi altı televizyon filmi, yedi belgesel, yirmi civarında televizyon dizisi ve aralarında Dedektif Fırtına adlı bilgisayar oyununun da bulunduğu beş multimedya yapımının müziklerini yaptı. Bu çalışmalardan bir kısmı albüm olarak yayınlandı. Yeni Türkü ile İncesaz ile Zuhal Olcay ile Aria ile İnternet (terim isim) İnternet, yönelticiler ile birbirine bağlanmış herhangi bir ağlar kümesini tanımlamak için kullanılır. İsmini "interconnected" (kendi arasında bağlı) ve "network" (ağ) kelimelerinin birleştirilmesinden alır. Artık kullanımda olmayan bir terim olarak "catenet" de aynı anlama gelir. Dünyanın en büyük interneti, özel isim olarak kullanılan internettir. TCG Kozlu (M-523) TCG "Kozlu" (M-523), Mercure sınıfı sahil tipi bir mayın tarama gemisi olarak Fransa’nın Cherbourg kentinde kurulu Constructions Mécaniques de Normandie (CMN) tersanesi tarafından 20 Ocak 1958’de kızağa kondu. 20 Ağustos 1959 tarihinde denize indirilen tekne 4 Aralık 1959’da M-1251 FGS Hameln adı ile Bundesmarine'e (Batı Almanya Deniz Kuvvetleri) katıldı. 1973 Aralık ayında Bundesmarine’de görevine son verilen tekne, 1975 yılı Aralık ayında "Kozlu" adı ve "M-523" borda numarası ile Türk Deniz Kuvvetleri’ne transfer edildi. 1998 yılında mayın tarama ekipmanı çıkarıldı ve devriye gemisi olarak kullanılmaya başladı. Borda numarası "P-301" olarak değiştirildi. "Kozlu" = Türkiye’de Zonguldak iline bağlı bir sahil kasabası. "Hameln" = Almanya’da Hannover kenti yakınlarında bulunan bir yerleşim. İnternet (anlam ayrımı) TCG Kerempe (M-521) TCG "Kerempe" (M-521), Mercure sınıfı sahil tipi bir mayın tarama gemisi olarak Fransa'nın Cherbourg kentinde kurulu Constructions Mécaniques de Normandie (CMN) tersanesi tarafından 19 Şubat 1958’de kızağa kondu. 17 Kasım 1959 tarihinde denize indirilen tekne 20 Şubat 1960'ta "Detmold" ismi ve "M-1252" borda numarası ile Bundesmarine'e (Batı Almanya Deniz Kuvvetleri) katıldı. Altı üniteden oluşan Tip 321 Vegesack sınıfı mayın tarama gemilerinin üçüncü gemisidir. Wilhelmshaven'deki 2. Mayın Grubu'na (2. Minensuchgeschwader) tahsis edilen gemi 2 Eylül 1969 tarihinde yedek kadroya alındı. 1973 Aralık ayında Bundesmarine'de görevine son verilen tekne, 1975 yılı Aralık ayında "Kerempe" adı ve "M-521" borda numarası ile Türk Deniz Kuvvetlerine transfer edildi. TCG Karamürsel (M-520) TCG "Karamürsel" (M-520), Mercure sınıfı sahil tipi bir mayın tarama gemisi olarak Fransa’nın Cherbourg kentinde kurulu Constructions Mécaniques de Normandie (CMN) tersanesi tarafından 19 Mart 1958’de kızağa kondu. 30 Ocak 1960 tarihinde denize indirilen tekne 30 Nisan 1960’da M-1253 FGS Worms adı ile Bundesmarine (Batı Almanya Deniz Kuvvetleri)’ye katıldı. 1973 Aralık ayında Bundesmarine’de görevine son verilen tekne, 1975 yılı Aralık ayında "Karamürsel" adı ve "M-520" borda numarası ile Türk Deniz Kuvvetleri’ne transfer edildi. TCG Kilimli (M-522) TCG "Kilimli" (M-522), "Mercure" sınıfı sahil tipi bir mayın tarama gemisi olarak Fransa'nın Cherbourg kentinde kurulu Constructions Mécaniques de Normandie (CMN) tersanesi tarafından 18 Nisan 1958'de kızağa kondu. 29 Mart 1960 tarihinde denize indirilen tekne 9 Temmuz 1960'ta "Siegen" ismi ve "M-1254" borda numarası ile Bundesmarine'e (Batı Almanya Deniz Kuvvetleri) katıldı. Altı üniteden oluşan Tip 321 Vegesack sınıfı mayın tarama gemilerinin beşinci gemisidir. Wilhelmshaven'deki 2. Mayın Grubu'na (2. Minensuchgeschwader) tahsis edilen gemi 19 Temmuz 1963 tarihinde yedek kadroya alındı. 1973 Aralık ayında Bundesmarine'de görevine son verilen tekne, 1975 yılı Aralık ayında "Kilimli" adı ve "M-522" borda numarası ile Türk Deniz Kuvvetlerine transfer edildi. TCG Kemer (M-525) TCG "Kemer" (M-525), "Mercure" sınıfı sahil tipi bir mayın tarama gemisi olarak Fransa'nın Cherbourg kentinde kurulu Constructions Mécaniques de Normandie (CMN) tersanesi tarafından 19 Mayıs 1958'de kızağa kondu. 25 Haziran 1960 tarihinde denize indirilen tekne 15 Ekim 1960'ta "Passau" ismi ve "M-1255" borda numarası ile Bundesmarine'e (Batı Almanya Deniz Kuvvetleri) katıldı. Altı üniteden oluşan Tip 321 Vegesack sınıfı mayın tarama gemilerinin son gemisidir. Wilhelmshaven’deki 2. Mayın Grubu’na (2. Minensuchgeschwader) tahsis edilen gemi 12 Temmuz 1963 tarihinde yedek kadroya alındı. 1973 Aralık ayında Bundesmarine'de görevine son verilen tekne, 1975 yılı Aralık ayında "Kemer" adı ve "M-525" borda numarası ile Türk Deniz Kuvvetlerine transfer edildi. 1998 yılında mayın tarama ekipmanı çıkarıldı ve yardımcı kurtarma gemisi olarak kullanılmaya başladı. Borda numarası "A-582" olarak değiştirildi. Nev Nevzat Doğansoy ya da bilinen adıyla Nev (d. 24 Aralık 1968, İstanbul), Türk şarkıcı, besteci, söz yazarı. Nev, İstanbul doğumlu. Müziğe mandolinle başladı. Sonraki yıllar üretim boyutuna zemin hazırlayan; dinleyerek, yeni müzikler keşfederek, koleksiyon yaparak geçirdiği ve müzikal kimliğinin temelinin atıldığı yıllar oldu. Üniversite 2. sınıfta bir elektro gitar aldı ve gitar eğitimine başladı. 5. ayın sonunda sahnelerdeydi. Üniversite eğitimi boyunca yaz aylarında güneyde müzik yaptı. Onu bugünkü duruşuna hazırlayan bu süreç, müzikal gelişiminde ciddi bir yer tuttu. Üniversite bittikten sonra kendisinden beklendiği üzere iş hayatına atıldı ama bu süreç müzikle bir arada devam etti. 1995 yılında Hakan Özer, Kıvanch K. ve Tolga İnci'den oluşan Chantage'la Cool Bar'da müzik yaptı. Bu tarihlerde Adidas ve Slazenger gibi markaların ürün müdürlüğünü yaptı. Zamanla bestecilik kimliği ağır basmaya başlayınca, artık bir yol ayrımında olduğunu fark etti ve tamamen müziğe konsantre oldu, çünkü artık birikimi üretime dönüşme noktasına gelmişti. 2000 yılında, Teoman'ın daveti üzerine katıldığı Türkiye turnesinde, Ege ve Akdeniz şeridinde 100.000'e yakın kişinin reaksiyonunu deneyimleme fırsatı buldu. Üç yıla yayılan özenli bir stüdyo çalışmasının ardından, tüm beste ve sözleri kendisine, Kıvanch K.'nın bir parçadaki remix'i dışında düzenlemeleri Hakan Özer'e ait olan; Özkan Uğur, Göksel, Tuba Önal gibi isimlerin yer aldığı ilk albümü "Her Şeye Rağmen" müzik marketlerde yerini aldı. Özellikle "Zor" parçasıyla büyük bir çıkış yakalayan Nev, engelliler için yazdığı "Her Şeye Rağmen" şarkısını da albümün ismine verdi. 2004 Temmuz ayında müzik marketlere sunduğu "Sen Gibi" albümüyle müzikteki başarısını kanıtladı. Kendi müziğini rock pop gibi belli tarz kalıpların içerisine sokmayan Nev bu albümle birçok müzikseverin yüreğinde yer etti. Yaptığı albümün ardından 2004 yılında Coca-Cola sponsorluğunda Türkiye’nin çeşitli illerinde birçok konser verdi. Yine 2004 yılının Mayıs ayında başlayan ve Haziran ayı boyunca devam eden, Türkiye genelinde 24 şehirde gerçekleştirilen Fanta gençlik festivalinde Candan Erçetin, Beyazıt Öztürk(Beyaz), Harem ve Çilekeş’le sahne aldı... Nev 3 yıllık aradan sonra 2007 yılının ağustos ayında çıkardığı "Işığım Ve Gölgem" albümüyle müzikseverlere merhaba dedi. "Işığım ve Gölgem", Nev ve Naim Korudağ prodüktörlüğünde 1,5 yılda hazırlandı. 12 şarkının yer aldığı albümde, Kör Kuyular ve Kelebek şarkılarının 2 farklı versiyonu yer almakta. Albümdeki tüm şarkıların söz ve besteleri Nev’e ait. Ayrıca albümde soloları da Nev hazırladı. 80’lerin naif ve lirik anlayışını 2000’lerin sounduyla birleştiren Nev, her zamanki samimi tavrıyla kendi hikâyelerini ve aynası olduğu hikâyeleri anlatmaya devam ediyor. Alaturka tınıları Pop-Rock merkezinde uyarlayan sanatçı, Işığım ve Gölgem’i kendisi ile yüzleşmek, gölgesine sahip çıkmak, bazen bir kelebeği özgürce dokunmadan sevebilmek, ayrılık, acı, mizah gibi temalara değinen bir albüm olara
k nitelendiriyor. Nev kendi albümünün yanı sıra prodüktör ve şarkıcı Ercan Saatçi'nin kendisine ait müzik şirketi Rec by Saatchi'den çıkan "Mucize Nağmeler" adlı alaturka albümünden ' "Kimseye Etmem Şikayet" ' adlı eseri seslendirdi. Ayrıca Nev, Türk Rock Müziği'nde 20 yıldır gitarist ve prodüktör olarak yer alan "Tanju Eren"in, 40 yaşına özel hazırladığı albümünde "İkisi Bir" 'i seslendirdi. Nev çıkardığı 'Işığım ve Gölgem' albümünün ardından 2007'de 13 üniversite tarafından 'En İyi Erkek Şarkıcı' seçildi. Nev; Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ, Yıldız Teknik Üniversitesi gibi Türkiye'nin en büyük üniversitelerinin yaptığı anketle En İyi Erkek Vokal kategorisinde diğer adayların önüne geçti. 3 albümün arkasından yoğun geçen konser ve bar çalışmalarıyla 2001 senesinden bu yana Türkiye çapında "400’e varan konser" verdi. Özellikle 2009 Mayıs'ında verdiği "8 üniversite konseri büyük bir ilgi gördü ve 180.000'i aşkın izleyici" kitlesi yakaladı. Nev'in en büyük ilgi gördüğü konser ise yaklaşık 60.000 izleyicisiyle Trabzon'da Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde gerçekleşti. Nev, 16 Haziran'da çıkan yeni albümü "Bir Nev-i Alaturka" ile sevenlerinin karşısına yeniden çıktı. Yeni albümün ilk klip çalışması 'Mazideki Aşk' parçasına oldu. "Bir Nev-i Alaturka" albümü cd ve plak olarak raflarda yerini aldı.Hazırlıkları iki yıl süren projede; eşsiz Türk Sanat Müziği eserlerini rock, tango, latin ve rembetika tınılarıyla yorumlandı. On şarkının yer aldığı, prodüktörlüğünü Nev’in, sanat danışmanlığını Hasan Esen'in üstlendiği albümün masteringi New York’da Sterling Sound stüdyosunda Tom Coyne tarafından yapıldı. Klasik alaturkaya ilgiyi arttıracak farklı bir tarza sahip olan albüm sayesinde; Kemani Serkis Efendi'nin, "“Kimseye Etmem Şikayet”"i, Kaptanzade Ali Rıza Efendi'nin, "“Akşam Misafiri”"i, "“Denizde Akşam”"ı, Yıldırım Gürses'in "“Mazideki Aşk”"ı, Dede Efendi'nin "“Ey Büt-i Nev Eda”"sı dinlenebilmektedir. Bu albümde geçmişe doğru kimi zaman hüzünlü kimi zaman coşkulu ve muhabbet dolu duygular benimsenmektedir."“Ben Küskünüm Feleğe”", "”Sevmekten Kim Usanır”", "“Şimdi Uzaklardasın”", "“Sensiz Olamam”" gibi duymaktan keyif alınan eserleri seslendiren albüm nitelikli olmasıyla öne çıkmaktadır. Bir Nev-i Alaturka albümünde klasik alaturka ve Anadolu'nun farklı renklerini ile yorumlamaktadır. Forbes Köşkü Forbes Köşkü, İzmir'in Buca ilçesindeki Buca Devlet Hastanesi (önceki adı Buca SSK Hastanesi) bahçesindeki köşktür. Buca'da yaşamakta olan Levanten Forbes Ailesi tarafından 1908 yılında yaptırılmıştır. Köşk yapımından bir yıl sonra, 1909'da tümüyle yanmış ve yangından hemen sonraki yıl, yani 1910'da yeniden yapılmıştır. Bir süre köşkte ikamet eden Forbes Ailesi İzmir'den ayrıldıktan sonra, köşkte Whittal Ailesi yaşamaya başladı. 1950'de ise SSK'nin malı olan köşk, uzun yıllar poliklinik olarak kullanıldı. Daha sonra aynı bahçeye yeni ve daha büyük hastane binası yapılınca köşk boş kaldı ve zaman içinde harabeye dönüştü. 1999 yılında köşk restore edilmeye başlandı. Forbes Köşkü, mimari açıdan Buca Eğitim Fakültesi Dekanlık binası olarak kullanılmakta olan Rees Köşkü'ne benzemekle birlikte, daha karma bir mimari tarzı yansıtmaktadır. Forbes Köşkü, Buca'nın Şirinyer semtindeki alışveriş merkezi sayılan Forbes Caddesi'ne de adını vermiştir. Körfez Savaşı Körfez Savaşı veya Birinci Körfez Savaşı, kod adı Çöl Fırtınası Harekatı (Operation Desert Storm) 2 Ağustos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesiyle başlayan krizin sonucunda, ABD öncülüğünde, Birleşik Krallık, Fransa, Suudi Arabistan, Suriye, Mısır'ın da aralarında bulunduğu 37 ülkenin dahil olduğu koalisyon gücünün Irak'a karşı düzenlediği askeri harekat (17 Ocak 1991-28 Şubat 1991). Körfez Savaşı, Basra Körfezi Savaşı, Kuveyt Savaşı veya Birinci Irak Savaşı (2003'te başlayan Irak Savaşı'ndan sonra) gibi adlarla da bilinir. 2 Ağustos 1990'da Irak'ın güneydoğu komşusu Kuveyt'i işgal etmesi uluslararası tepkilere neden olmuş, tepkilerin sonucu olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeleri tarafından Irak'a karşı bir dizi ekonomik yaptırım uygulamaya konmuştur. ABD Başkanı George H. W. Bush kendi ülkesinin birliklerini Suudi Arabistan'a yollarken, başka ülkelerden de bölgeye askeri güç göndermeleri çağrısında bulundu. Bunun sonucu olarak II. Dünya Savaşı'ndan sonraki en geniş çaplı askeri koalisyon gücü ortaya çıktı. ABD koalisyon gücünün asıl ağırlığını oluştururken Birleşik Krallık, Fransa, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan diğer başat güçlerdi. Suudi Arabistan savaşın 60 milyar ABD Doları tutan maliyetinin 36 milyarlık kısmını tek başına karşıladı. Harekat, 17 Ocak 1991'de Irak güçlerini Kuveyt'ten çıkartmak için yapılan hava bombardımanıyla başladı. Bunu 24 Şubat'taki kara harekatı izledi. Harekat sonunda Irak'ı Kuveyt'ten çıkaran koalisyon güçleri mutlak bir zafer elde etti. Kuveyt'in kurtarılmasıyla beraber, kara harekatının başlamasından 100 saat sonra ateşkes ilan edildi. Irak, Kuveyt ve Suudi Arabistan'ın Irak sınırında süren hava ve kara harekatlarına karşılık olarak, Suudi Arabistan'daki koalisyon hedeflerine ve İsrail'e karşı Scud füzeleriyle karşılık verdi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin Nisan 1991'de kabul edilen 687 no'lu kararıyla ateşkes hükümleri ilan edildi. 687 no'lu kararın uygulanmasına yönelik uygulamalar ve bu kararı takip eden kararlar 12 yıl sonra başlayacak başka bir savaşa neden oldu. Körfez Savaşı; Dünya'da televizyonlarda canlı izlenen ilk savaştır ve medyada adeta çığır açmıştır. Soğuk Savaş boyunca, 1950'li yıllardan itibaren Irak Sovyetler Birliği'nin bir müttefiki olmuş bu nedenle ABD ile anlaşmazlık halinde kalmıştı. ABD, bu dönemde özellikle Irak'ın Arap-İsrail savaşlarındaki İsrail'e karşı olan konumuyla ilgilenmiş, bu ülkenin çeşitli Arap ve Filistinli militan grupları desteklemesinden hoşnutsuz olmuştu. ABD, 1980'de Irak'ın İran'ı işgal etmesiyle başlayan İran-Irak Savaşı'nın ilk dönemlerinde resmi olarak tarafsız kalmış olmasına rağmen, Irak'a kaynak, siyasi destek ve askeri amacı olmayan hava araçları vermişti. Mart 1982'de İran'ın başarılı bir karşı saldırı gerçekleştirmesi üzerine ABD yönetimi Irak'a yardımı artırma kararı aldı. 1979'da terörü destekleyen ülkeler listesine alınan Irak, 1982'de listeden çıkarıldı ve bu ülkeyle tam diplomatik ilişki kuruldu. Görünürdeki nedenin Irak'ın terörizme karşı olan gelişimi olsa da, ABD Savunma Sekreteri Yardımcısı Noel Koch daha sonraları "Iraklıların terörizme destek vermeye devam ettiğine dair hiçbir şüphe yoktu, gerçek neden Irak'a, İran'a karşı başarılı olması için yardım etmekti" diyecekti. 1982'de Irak'ın yeni savaşta yeni kazanımlar elde etmesi, İran'ın da ateşkes tekliflerini reddetmesiyle Irak'a olan silah satışları rekor seviyeye ulaştı. Kasım 1983'te Irak lideri Saddam Hüseyin'in ABD'nin talepleri doğrultusunda Ebu Nidal'i Irak'tan kovmasından sonra, Ronald Reagan yönetimi Irak'la ilişkileri geliştirmek için Donald Rumsfeld'i özel bir heyetle Bağdat'a gönderdi. ABD Ticaret Komitesi'nin izniyle Amerikan şirketleri Irak'a şarbon ve böcek ilaçları gönderdi. Irak hükümeti sonradan şarbonu biyolojik silah programında böcek ilaçlarını ise kimyasal silah yapımında kullandı. Ağustos 1988'de İran-Irak Savaşı'nı bitiren ateşkes imzalandığında Irak borç batağında, halkı da sosyal patlamanın eşiğindeydi. Irak'ın borçlarının büyük kısmı Suudi Arabistan ve Kuveyt'e idi. Irak iki ülkeden de borçlarının silinmesini istedi, ancak iki ülke de bunu reddetti. Kuveyt, Osmanlı İmparatorluğu'nun Basra Vilayeti'nin bir parçasıydı. Bu nedenle Irak, Kuveyt'i kendisinin bir parçası olarak görüyordu. Kuveyt, Avrupa devletlerinin ilgisini ilk kez, Almanların Berlin-Bağdat Demiryolu'nu Kuveyt limanına kadar uzatmak için harekete geçtikleri 19. yüzyılın sonlarında çekmişti. Almanların tasarılarını engellemeye çalışan Britanya ile Osmanlılara karşı güvence arayan Kuveyt'i yöneten El-Sabah Hanedanı, 1899'da ülkenin dışişlerini Britanyalılara bırakan bir antlaşma imzaladılar. 1914'te Osmanlılarla savaşa giren Britanya, savaşın başlamasının hemen ardından Kuveyt'te protektora yönetimi kurdu. Savaşın ardından 1922'de imzalanan Ukayr Antlaşması'yla Necd (sonradan Suudi Arabistan) ile Kuveyt Şeyhliği arasındaki ilişkiler düzenlendi ve Tarafsız Bölge oluşturuldu. 1923'te de Kuveyt'in Irak'la olan kuzey sınırı çizildi. Bu antlaşmayla Irak'ın Basra Körfezi'ne yani denize ulaşımı hemen hemen ortadan kalkmıştı. Kuveyt sonraki dönemlerde Irak'ın kendi dezavantajlı konumunu iyileştirecek taleplerini reddetti. Irak ayrıca Kuveyt'i OPEC'in petrol üretimi için belirlediği kotayı aşmakla suçluyordu. Kendisi de bir petrol üreticisi olan Irak üyesi olduğu OPEC'in 18$'lık fiyat politikasına uyulmasını istiyordu. Buna rağmen Kuveyt ile Birleşik Arap Emirlikleri sürekli olarak petrol üretimlerini artırıyordu, Irak ise en azından İran-Irak Savaşı'ndan İran saldırıları ve bir ekonomik skandal nedeniyle oluşan kayıplarının karşılanmasını istiyordu. Sonuç olarak petrol fiyatlarındaki gerileme -varil fiyatı 10$'a kadar geriledi- Irak için, 1989 yılındaki ödemeler dengesi açığına denk gelen 7 milyar $ kayba neden oldu. Bu nedenle Irak hükümeti savaş nedeniyle hasar gören altyapısını onarmasının ötesinde, temel harcamalarını bile yapamaz bir haldeydi. Irak'la birlikte Ürdün bu petrol üretim politikasına karşı mücadele etmelerine rağmen çok az başarılı olabildiler. Irak hükümeti mevcut durumu bir tür ekonomik savaş olarak tanımladı, Kuveyt'i yönlü sondaj yöntemiyle Irak sınırı içindeki Rumeyla petrol sahasından yararlanmakla suçladı. Diğer taraftan Saddam Hüseyin İran-Irak Savaşı'nda ülkesine destek vermiş Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye çalışıyordu. Bu siyaset, Batı yanlısı Körfez ülkeleri'yle yakın ilişkiler kurmasının Irak'ı ABD'nin etki alanına sokacağı düşüncesiyle ABD tarafından da desteklenmişti. İran-Irak Savaşı sırasında güçlü olan Irak-Suudi Arabistan ilişkileri 1989 yılında da böyle devam etti. İki ülke arasında içişlerine karışmama ve saldırmazlık paktı imzalandı. Bu pakttan hemen sonra,
Kuveyt'in Irak'a ait Um Kasr limanını kiralama teklifi reddedilmesine rağmen Irak Kuveyt'e içme ve sulama amaçlı su satmasını öngören bir anlaşma yapıldı. Suudi destekli kalkınma projeleri ise Irak'ın büyük borçları ve 200 bin askerin terhis olması nedeniyle sekteye uğradı. Irak ayrıca bir silah ihracatçısı haline gelebilmek için silah üretimini artırmak için çalışmış, ancak bu projeler ortaya çıkan engeller nedeniyle başarısız olmuştur. Irak'ın Arap komşularıyla ilişkileri -özellikle Mısır- 200.000 askerin terhis edilmesinden sonra artan işsizlik nedeniyle ülkesinde çalışan yabancı işçilere karşı artan şiddet olayları nedeniyle bozuldu. Tüm bu gelişmeler, Doğu Avrupa'daki hızlı siyasi gelişmeler nedeniyle Arap Dünyası dışında çok az dikkat çekmişti. Bu önemde ABD, kötü insan hakları sicili nedeniyle Irak'ı kınamaya başlarken, Birleşik Krallık da Britanya gazetesi "The Observer" adına çalışan İran asıllı Farzad Bazoft'un casusluk yapmakla suçlanarak idam edilmesini kınadı. Saddam Hüseyin'in Irak'a karşı askeri güç kullanması halinde İsrail'e karşı ikili kimyasal silahlar kullanılacağını açıklamasından sonra ABD yönetimi Irak'a olan desteğini kesti. Filistinlilerin yaşamını kaybettiği İntifadanın yaşandığı İsrail işgali altındaki bölgeye gönderilecek Birleşmiş Milletler misyonunun ABD tarafından veto edilmesiyle, Irak, ABD'nin enerji kaynakları için bel bağladığı Orta Doğu'daki konumu nedeniyle, ABD dış politikasında güvensiz hale gelmişti. Temmuz 1990'ın başlarında Irak, şikayetçi olduğu Kuveyt'in kota politikası nedeniyle bu ülkeyi askeri harekatla açık biçimde tehdit etti. 23 Temmuz'da CIA'in Irak'ın Kuveyt sınırına 30.000 asker kaydırdığını raporlaması üzerine Basra Körfezi'ndeki ABD filosu alarm durumuna geçti. Saddam Hüseyin Irak karşıtı bir komplonun varlığına inanıyordu; Kuveyt İran'la görüşmeler başlatırken, Suriye de Mısır'a bir ziyaret ayarlamıştı. 15 Temmuz 1990'da Saddam hükümeti isteklerini açık biçimde Arap Ligi'nden istedi; "Bazı Arap hükümdarlarının politikaları Amerikan yanlısı...Onlar Arap çıkarlarının ve güvenliğinin zayıflatılması için Amerika tarafından teşvik ediliyorlar" sözleriyle birlikte Kuveyt ve BAE'den tazminat telebinde bulunup aksi takdirde askeri güç kullanma tehdidini savurdu. 31 Temmuz 1990'da Irak ile Kuveyt heyetleri aralarındaki petrol anlaşmazlığı nedeniyle Suudi Arabistan'ın Cidde kentinde bir araya geldi. Bu arada Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek de iki ülke arasında arabuluculuk yaptı. Cidde görüşmelerinin sonunda Irak'ın, Rumeyla nedeniyle uğradığı kaybın telafisi için Kuveyt'ten istediği tazminat talebine karşılık Kuveyt daha düşük bir miktar önerdi. Irak'ın buna cevabı ise Kuveyt'i işgal etmek oldu. 2 Ağustos 1990'da Irak Kuveyt'in başkenti Kuveyt şehrini bombalayarak işgali başlattı. İşgal sırasında Kuveyt ordusu üçü zırhlı, biri mekanize ve bir tane de yetersiz durumdaki topçu tugayından oluşan 16.000 kişilik bir orduydu. Kuveyt Hava Kuvvetleri ise 2.200 personel, 80 hava aracı ve 40 helikopterden oluşuyordu. Üstelik işgal tehdidine rağmen ordusunu alarm düzeyine getirmemişti. 1988'de, İran-Irak Savaşı sona erdiğinde Irak Ordusu 955.000 etkin personel sayısına ek olarak 650,000 kişilik milis güçle dünyanın en büyük dördüncü ordusuydu. John Childs ve André Corvisier'e göre, en düşük tahminde bile Irak'ın elinde 4.500 tank, 484 muharebe uçağı ve 232 savaş helikopteri vardı. Irak komandoları Kuveyt sınırına sızarak, geceyarısında saldırıyı yapacak olan asıl güçler için hazırlık yaptılar. Irak saldırısı iki uçtan gerçekleşti; ilk saldırı gücü Kuveyt şehrine ulaşmak için güney yönünde ilerleyerek ana otoyolunu ele geçirirken, yardımcı bir saldırı gücü de Kuveyt'e daha batıdan girdi, ancak daha sonra Kuveyt şehrinin ülkenin güney yarısıyla olan bağlantısını kesmek için yönünü doğuya çevirdi. Kuveyt'in 35. zırhlı tugayı Kuveyt'in 30 km kuzeybatısındaki Al Jahra yakınlarında Irak saldırısına karşı koymaya çalıştı. Kuveyt Hava Kuvvetleri ise Irak'ın kara güçlerine karşı çok az sorti gerçekleştirebildi. Kuveyt şehrine asıl Irak hücumu helikopterler ve teknelerle deniz tarafından gelen komandolarla gerçekleştirildi. Kuveyt Emiri Cabir Al-Ahmet Al-Cabir Al-Sabah'ın sarayına yönelik Irak saldırısında Emir'in en küçük kardeşi yaşamını yitirdi. Irak saldırısının başlamasından sonra 12 saat içinde direniş büyük ölçüde kırılırken, Emir Cabir Al-Ahmet Al-Cabir Al-Sabah, ailesi ve önemli bakanları ülkelerinin yönetimi Iraklılar'a bırakarak karayoluyla Suudi Arabistan'a kaçtılar. İki gün süren yoğun çatışmalardan sonra Kuveyt Ordusu'nun bir kısmı Irak'ın elit birlikleri olan Cumhuriyet Muhafızları tarafından safdışı bırakıldı, bir kısmı da Suudi Arabistan'a kaçtı. Irak güçleri Kuveyt şehrinin kontrolünü sağladıktan sonra güneye yönelerek Suudi Arabistan sınırını denetim altına aldılar. Irak'ın mutlak zaferinden sonra Saddam Hüseyin tarafından önce "Özgür Kuveyt Geçici Hükümeti" adlı bir kukla yönetim oluşturuldu, ardından 8 Ağustos'ta kuzeni Ali Hasan el Mecid'i Kuveyt valisi olarak atadı. Saddam Hüseyin yönetimi uluslararası çağrılara rağmen ısrarlı bir tutumla Kuveyt'teki kuvvetlerini çekmeyi reddetti ve 28 Ağustos 1990'da Kuveyt'i Irak'ın 19. ili olarak ilhak ettiğini açıkladı. İşgalden hemen sonra, ABD ve Kuveyt delegasyonlarının talebiyle saatler içinde toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) aldığı 660 no'lu kararı ile işgali kınayarak Irak'ın Kuveyt'ten derhal çekilmesini istedi. Arap Birliği de, 3 Ağustos tarihinde aldığı kararla sorunun Arap ülkeleri arasında çözülmesinin istendiğini ve dış müdahaleye karşı olunduğunu açıkladı. Yalnızca iki Arap ülkesi, Sudan ve Libya Irak'ın Kuveyt'ten çekilmesine dönük bir çözüme karşı olduklarını açıkladılar. Filistin Kurtuluş Örgütü de böyle bir çözüme karşı olduğunu açıkladı. Yemen ve Batı yanlısı olmakla birlikte Irak'la çok yakın ekonomik ilişkileri olan Ürdün ise Arap dünyası dışından gelebilecek askeri müdahalelere karşı olduklarını açıkladılar. BMGK 6 Ağustos'ta aldığı 661 no'lu kararla uluslararası düzeyde Irak'la ticareti yasakladı. 25 Ağustos'ta da bu kararı takip eden 665 no'lu kararla Irak'a gelen bu ülkeden giden yük gemilerinin aranması amacıyla, Kuveyt Hükümeti'yle işbirliği içindeki ülkeleri göreve çağırdı. Olayın başından itibaren Amerikalı yöneticiler, Irak'a tanınacak bir imtiyazın bu ülkenin bölgedeki gücünü artıracağından çekinerek Irak'tan işgali Orta Doğu'daki hiçbir sorunla bağdaştırmadan sonlandırmasını istediler. Irak lideri Saddam Hüseyin, 12 Ağustos tarihinde Bağdat radyosundan yayınlanan konuşmasında İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesini, Suriye'nin Lübnan topraklarını terk etmesini ve Suudi Arabistan'a gönderilen Amerikan askerlerinin yerine Arap kuvvetlerinin yerleştirilmesini istedi. Bu isteklerinin, BM Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde yerine getirilmesini isteyen Saddam, bundan sonra Kuveyt konusunun ele alınabileceğini vurguladı. Saddam Hüseyin bunlara ek olarak da, Irak'a karşı her türlü boykot ve ablukanın derhal dondurulmasını istedi. Bu açıklamaya karşın ABD Başkanı George H. W. Bush, krizin başından itibaren Kuveyt'in işgaliyle Orta Doğu'daki başka işgallerin ilişkilendirilmesine karşı oldu. Saddam 23 Ağustos tarihinde Irak devlet televizyonunda banttan yayınlanan görüntülerde Irak'tan çıkmalarına izin verilmeyen Batılılarla birlikte göründü. Ne zaman çekildiği belli olmayan görüntülerde Saddam bir grup İngilizle konuşurken görüldü. Britanya Başbakanı Margaret Thatcher görüntüleri "iğrenek" izlediğini söylerken, ABD Dışişleri Bakanlığı da, "Saddam utanç verici bir film çevirdi" açıklamasını yaptı. Ağustos ayı içinde kimliği açıklanmayan bir Iraklı yetkiliden ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Brent Scowcroft'a bir teklif ulaştırıldı. Teklife göre Birleşmiş Milletler ambargosunun kaldırılması, Kuveyt'e ait Bubiyan ve Varbah adaları üzerinden Basra Körfezi'ne erişimin sağlanması ve Rumeyla petrol sahası üzerinde tam hakimiyetin sağlanması halinde Irak'ın Kuveyt'ten çekilebileceği ve ülkesindeki yabancıların bırakılabilecği belirtildi. Teklifte ayrıca ABD ile Irak arasında iki ülkenin de ulusal güvenlik çıkarlarını tatmin edecek, Irak'ın ekonomik ve finansal sorunlarını hafifletecek ortak bir planın geliştirilmesi ve körfez bölgesinde istikrarın sağlanması için beraber çalışılması önerildi. Irak Aralık 1990'da yaptığı başka bir teklifte, yabancı askerlerin bölgeden çekilmesi, Filistin Sorunu'yla ilgili bir antlaşma ve hem İsrail hem de Irak'ın ellerindeki kitle imha silahlarını bırakmaları karşılığında Kuveyt'teki işgali sonlandıracağını belirtti. Beyaz Saray teklifi reddetti. Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat da daha önce Kuveyt'in işgaliyle Filistin-İsrail sorunu arasında sıkı bir bağ olduğunu söylemiş olmasına rağmen, ne kendisinin ne de Saddam Hüseyin'in bu iki sorunun çözümünün birbirleri için ön şart olarak sunulmasında ısrarlı olmayacaklarını açıkladı. Irak tarafından gelen tüm bu tekliflere karşılık olarak ABD yönetimi krizin başından itibaren devam eden, Irak'ın Kuveyt'ten çekilmesine değin bu ülkeyle müzakere yapmama ve Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesinin ona imtiyazlı bir durum kazandırmasının izin verilmemesi olarak özetlenebilecek siyaseti değiştirmedi. 9 Ocak 1991'de Irak Dışişleri Bakanı Tarık Aziz ile ABD Dışişleri Bakanı James Baker arasında İsviçre'nin Cenevre kentinde son bir görüşme yapıldı. Tarık Aziz'in, ülkesinin katı tutumunu sürdürdüğü ve Kuveyt sorununu, Filistin sorunuyla birlikte ele alınmasını istediği toplantı başarısızlıkla sonuçlandı. BMGK, 29 Kasım 1990 tarihinde aldığı 678 no'lu kararla Irak'a 15 Ocak 1991 tarihine kadar Kuveyt'i boşaltmaması halinde kendisine karşı zorlama önlemlerinin uygulanacağı, yani kuvvet kullanılacağı bildirdi. 14 Ocak 1991 tarihinde Fransa, Irak'a tanınan sürenin dolmasına kısa bir zaman kala 6 maddelik bir barış planı önerdi. Irak'a son kez çağrıda bulunulması, Irak'ın Kuveyt'ten bir takvime göre çekilme niyetini açıklamaya ve bunu bir an önce gerçekleştirmeye başlaması için davet edilmesi, I
rak birliklerinin Kuveyt'ten çekilmesini denetlemek üzere BM gözlemcileri gönderilmesi ve bölgeye özellikle Arap askerlerinden oluşan barışgücü sevkedilmesi, Irak'a saldırmazlık güvencesi verilmesi, barışçı çözüm sürecini güçlendirmek için gerekli her türlü tedbirin alınması ve başta Arap-İsrail sorunu olmak üzere bölgedeki diğer sorunların çözümü için aktif katkı sağlanması olarak 6 maddeden oluşan barış planı SSCB, Almanya, İspanya, Belçika ve İtalya ile birlikte Suudi Arabistan, Cezayir, Mısır başta olmak üzere birçok bağlantısız ülke planı desteklediğini bildirdi. Ancak plan ABD ve Britanya tarafından reddedildi. Fransa da Irak'tan somut bir adım göremediğini belirterek planı geri çekti. Batı'nın en önemli kaygılarından biri Irak'ın Suudi Arabistan için de tehdit olabilecek hale gelmesiydi. Irak ordusu Kuveyt'i işgal etmekle Suudi Arabistan'daki petrol sahalarını da kolayca erişebileceği bir hedef haline getirmişti. Saddam Hüseyin, Irak ve Kuveyt'teki rezervlere ek olarak Suudi petrol sahalarını da ele geçirerek dünyanın bilinen petrol rezervlerinin büyük kısmına sahip olabilirdi. Buna ek olarak İran-Irak Savaşı sırasında İran'ın kendi sınırları içindeki Şii azınlığın etkilenmesinden çekinen Suudi yönetimi Irak'a büyük miktarda borç vermişti. Irak yönetimi savaştan sonra, İran'la savaşarak bu borcu kapattığını düşünerek borcu ödeme zorunluluğu olmadığını düşünüyordu. İşte bu gelişme Irak-Suudi Arabistan ilişkilerinde sorunlara yol açmıştı. Saddam Hüseyin, Kuveyt'in işgalinden sonra 10 Ağustos 1990'da Irak devlet televizyonu ve radyosundan yayınlanan konuşmasında "İslam aleminin kıblesinin (Kâbe) bulunduğu Mekke ve Muhammed'in türbesinin bulunduğu Medine'nin yabancı güçlerin gölgesinde inlediklerini" belirterek cihat çağrısında bulundu. ABD Başkanı George H. W. Bush Irak'ın Suudi Arabistan'ı işgal edebileceği gerekçesiyle "tamamen bu ülkeyi korumak amacıyla" Çöl Kalkanı Harekatı'nın başlatılacağını açıkladı. Suudi Kralı Fahd'ın çağrısı üzerine 7 Ağustos 1990'tan itibaren Çöl Kalkanı Harekatı kapsamında ABD askerleri bu ülkeye konuşlanmaya başladı. ABD Donanması iki deniz muharebe grubunu Basra Körfezi'ne gönderdi. Uçak gemileri USS Dwight D. Eisenhower ile USS Independence'ın yanı sıra USS Missouri ile USS Wisconsin savaş gemileri de bölgeye gönderildi. Virginia'daki Langley Hava Üssü'ndeki 1. Avcı Filosu'ndaki 48 F-15 uçağının tamamı Suudi Arabistan'a getirilerek hemen Suudi Arabistan-Irak-Kuveyt sınırında devriye uçuşlarına başladılar. Bu ekibe ek olarak Almanya'daki Bitburg'da bulunan 36. Taktik Harp Filosu'ndaki 36 tane F-15 A-D uçağı katıldı. Bu filo Riyad'ın güneyindeki Al Harj Üssü'ne yerleşti. Ayrıca iki Ulusal Hava Muhafız birimi de burada konuşlandı. Amerikan asker sayısı ise 543.000'e ulaşmıştı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 29 Kasım 1990'da Irak'ın 15 Ocak 1991'e değin Kuveyt'ten çekilmemesi halinde kuvvete başvurulmasını öngören 678'no'lu kararı aldı. Karara uymaması halinde BM Antlaşması’nın 7’inci bölümünde öngörüldüğü üzere Irak’ın BM kararlarına uymasını sağlamak ve uluslararası barış ve güvenliği yeniden tesis etmek için gerekli her türlü aracın devreye sokulması söz konusuydu. Bunun için de tüm BM üyesi devletler gerekli desteği sağlamaya davet edilmekteydiler. ABD Dışişleri Bakanı James Baker savaşa ekonomik ve siyasi destek sağlamak için 1990'ın eylül ayında dokuz ülkeyi kapsayan Orta Doğu turuna çıktı. İlk durağı olan Suudi Arabistan'dan harekatın maliyetinin belirli bir kısmının karşılanmasını talep etti. 15 milyar ABD Doları tutarındaki talep Suudi yönetimince olumlu karşılandı. Baker, 7 Eylül'de görüştüğü sürgündeki Kuveyt Emiri Şeyh Cabir el Ahmet el Sabah'ın da Körfez'deki ABD askeri yığınağını ve koalisyona katılan ülkelerin ekonomilerini canlandırmak için para yardımı yapmayı taahhüt ettiğini açıkladı. Sonraki durağı olan Mısır'da ise, Saddam'ın kendisini aldattığı gerekçesiyle Saddam'a karşı kızgınlık duyan Hüsnü Mübarek yönetimi Suudi Arabistan'da oluşturulan koalisyon gücüne destek vereceğini, ama bu desteğin yanı sıra ülkesinin ABD'ye olan borcunun silinmesi konusunda iyi niyetli olunacağını umduğunu açıkladı. Baker Orta Doğu'daki son durağı olan Suriye'de, devlet başkanı Hafız Esed'le 4,5 saatlik bir görüşme yaptı. 1983 yılında Beyrut'taki ABD Deniz Piyadelerinin kışlasına düzenlenen bombalı saldırıdan beri iki ülke ilişkilerinin bozuk olmasına rağmen Esed'in Saddam'a duyduğu husumet nedeniyle Körfez'de oluşturulan koalisyona asker göndermeyi kabul etti. Şam'dan sonra Roma'da kısa bir ziyarette bulunan Baker daha sonra Almanya'ya geçti. Almanya Başbakanı Helmut Kohl, Irak'ın karşısında bulunan müttefiklere nakit ve malzeme olarak toplam 2 milyar dolarlık yardım yapacaklarını söyledi. Türkiye de, 8 Ağustos 1990'da, BM'nin Irak'a ambargo kararlarına uyarak Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattını kapatarak Irak'a yönelik uluslararası ambargoya katıldı. Irak'a karşı oluşturulan koalisyona 40'a yakın ülke katılırken, 30'dan fazla ülke de Basra Körfezi'ne asker gönderdi. II. Dünya Savaşı'ndan beri ortaya çıkan bu en büyük askeri koalisyona katılan ülkeler ABD, Arjantin, Avustralya, Bahreyn, Bangladeş, Belçika, Birleşik Arap Emirlikleri, Birleşik Krallık, Çekoslovakya, Danimarka, Fas, Fransa, Güney Kore, Hollanda, Honduras, İspanya, İsveç, İtalya, Kanada, Katar, Kuveyt, Macaristan, Mısır, Nijer, Norveç, Pakistan, Portekiz, Romanya, Senegal, Sierra Leone, Singapur, Suriye, Suudi Arabistan, Türkiye, Umman, Yeni Zelanda ve Yunanistan'dı. Japonya ve Almanya herhangi bir askeri katkıda bulunmamalarına rağmen, her biri sırasıyla 10 milyar ve 6,6 milyar dolar mali yardım gösterdi. Amerikalı general Norman Schwarzkopf, Jr. da koalisyon güçlerinin komutanı olarak atandı. Koalisyon üyelerinin çoğu Körfez Krizini Arap ülkelerinin arasında yaşanan bir sorun olarak gördüklerinden ya da ABD'nin Orta Doğu'daki etkisinin artırmasından çekinerek isteksiz davranmışlardı. Ancak ekeonomik yardım veya borç silme teklifleri ya da yardımları kesme gibi tehditlerle koalisyona katıldılar. Ocak 1991'e gelindiğinde Saddam'a karşı oluşturulan koalisyonun bölgedeki askeri gücü 956 bin kişiye ulaşmıştı. ABD 697 bin (% 73) askerle bu gücün asıl ağırlığını oluşturuyordu; geriye kalan bölüm Birleşik Krallık, Fransa, Mısır, Suudi Arabistan, Suriye ve başka ülkelerin sayıca daha küçük asker birliklerini kapsıyordu. "Çöl Fırtınası" (İngilizce: "Desert Storm") adı verilen harekat, 16 Ocak'ı 17 Ocak'a bağlayan geceyarısı ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin Irak'a karşı giriştikleri geniş çaplı hava akınıyla başladı. Savaş boyunca kesilmeden süren hava bombardımanında, 100 bin sorti gerçekleştirilirken, 88.500 ton bomba atıldı. Koalisyon güçlerinin öncelikli hedefi Irak'ın hava gücü ve hava savunma sisteminin yok edilmesiydi. Sortiler büyük ölçüde Suudi Arabistan'daki üsler ile Basra Körfezi ve Kızıl Deniz'de konuşlanmış olan uçak gemilerinden gerçekleştirildi. Hava saldırılarının başlamasından itibaren birkaç hafta içinde Irak'ın komuta ve iletişim altyapısı, elektrik üretim kapasitesi, havaalanları ve hava savunma sistemi, kimyasal silah ve nükleer araştırma tesisleri büyük ölçüde yok edildi. Şubat ortalarına gelindiğinde müttefik hava saldırılarının ağırlığı Kuveyt'te ve Irak'ın güneyinde bulunan ileri kara kuvvetlerine kaymış bulunuyordu. Bu saldırılar tahkimatların, yeraltı sığınaklarının, silah depolarının, tankların ve öteki zırhlı araçların yok edilmesini getirdi. Koalisyonun hava saldırılarına karşı Irak'ın uçaksavar savunması şaşırtıcı biçimde oldukça yetersiz kaldı. Savaş sırasında Koalisyon güçleri 75 hava taşıtı kaybederken, bunlardan yalnızca 44'ü Iraklılar tarafından düşürüldü. Bunlardan ikisi, Iraklıların yerden açtıkları ateşten kaçan iki koalisyon uçağının havada birbirleriyle çarpışmasıyla gerçekleşti. Hava saldırısının başlamasının ertesi günü Irak tarafından sekiz füze ateşlendi. Sekiz hafta süren savaş boyunca Irak tarafından 88 Scud füzesi ateşlendi. Irak, bu füze saldırılarına İsrail'in karşılık vermesini sağlayarak savaşın içine çekmeyi, böylece İsrail'le birlikte aynı safta görünmek istemeyen pek çok Arap ülkesinin koalisyondan çekilmesini sağlamayı hedeflemişti. İlk saldırılardan sonra İsrail Hava Kuvvetleri jetleri askeri bir misillemeye hazırlık olarak Irak'ın hava sahasının kuzeyinde devriye uçuşlarına başlamışlardı. Ancak ABD Başkanı Bush olası bir İsrail saldırısının koalisyondaki Arap ülkelerinin Irak tarafına çekeceğinden endişelenerek İsrail başbakanı İzak Şamir'e karşılık verilmemesi ve İsrail'in Irak üzerindeki uçuşlarına son verilmesi için baskı yaptı. Irak'ın İsrail'e yaptığı füze saldırısı menzilin uzaklığı nedeniyle fazla etkili olamadı. Füze saldırılarında çoğu panik nedeniyle 74 İsrailli yaşamın kaybederken, 230 İsrailli yaralandı. Ayrıca Irak füzelerine sarin gibi sinir gazları yerleştirilebileceği korkusuyla, İsrail hükümeti vatandaşlarına gaz maskesi dağıttı. Scud füzelerine karşı ABD yönetimi İsrail'e Patriot füzelerinden gönderdi. Hollanda Kraliyet Hava Kuvvetleri de Türkiye ve İsrail'e Patriot füzelerinden yerleştirdi. İsrail'e düzenlenenler dışında, Suudi Arabistan'a 50'ye yakın, Bahreyn ve Katar'a birer füze saldırısı gerçekleştirildi. Suudi yönetimi Irak'ın kullanabiliceği kimyasal veya biyolojik savaş başlıkları nedeniyle ülkesinde bulunanlara gaz maskeleri dağıttı. 25 Şubat 1991'de, Suudi Arabistan'ın Zahran kentindeki Amerikan askerlerinin bulunduğu bir binaya isabet eden Scud füzesi, 28 askerin ölümüne, 100'den fazlasının yaralanmasına neden oldu. 29 Ocak'ta Irak kuvvetlerinin Kuveyt-Suudi Arabistan sınırını geçmesiyle Körfez Savaşı'nın ilk ciddi kara çarpışması yaşandı. 29 Ocak tarihinde Irak güçleri saldırarak, iyi bir şekilde savunulmayan Suudi Arabistan'ın kuzeydoğusundaki liman şehri Hafci'yi tanklar ve piyade alayıyla işgal etti. İki gün süren Hafci Muharebesi, Irak askeri birliklerinin Katar askeri kuvvetleri ve ABD deniz piyadeleri tarafından desteklenen Suudi Arabistan Ulusal Muhafızları tarafından püskürtülmesiyle sonuçlandı. Hafci
'nin savunmasında müttefik kuvvetler, top ateşleri de kullanmışlardır. 23 Ocak 1991'de, kara harekatını deniz yönünden bekleyen Irak, petrol vanalarını açarak Basra Körfezi'nin kuzeyini petrol kuyusu haline getirdi. 100 Saatlik Kara Harekatı: 24 Şubat'ta Suudi Arabistan'ın kuzeydoğusundan Kuveyt içlerine ve Irak'ın güneyine doğru geniş çaplı bir müttefik kara saldırısı başladı. Saldırıdan bir gece önce ABD'nin yaptığı yanıltıcı hava ve deniz bombardımanları, Irak'lıların koalisyonun ana kara saldırısını Kuveyt'in orta kesiminden beklemelerine neden oldu. 24 Şubat 1991'de, 1. ve 2. piyade deniz bölükleri ile 1. hafif zırhlı piyade taburu Kuveyt'e girerek ülkenin başkenti Kuveyt'e doğru yöneldiler. Karşılaştıkları savunma mevzileri zayıf biçimde korunduğu için birkaç saat içinde düştü. Yaşanan birkaç tank çarpışması dışında Irak güçlerinin büyük bir kısmının savaşmadan teslim olmasıyla koalisyon askerleri çok az direnişle karşılaştı. Ancak Iraklılar yine de dokuz koalisyon uçağını düşürmeyi başardılar. Aynı sırada çeşitli Arap ülkelerinden gelen askerler Kuveyt'in doğusundan ülkeye girdiler. Koalisyon güçlerinin bu başarısına karşı asıl korku Cumhuriyet Muhafızları adlı Irak'ın elit güçlerinin yok edilmeden Irak'a kaçmalarıydı. Bu nedenle Britanya zırhlı güçleri planlanandan 15 saat önce Kuveyt'e gönderildi ve ABD güçleri de Cumhuriyet Muhafızları'nın peşine düştü. Ağır topçu ateşi desteğiyle koalisyon güçlerinin Kuveyt içlerinde hızla ilerlemeye başladılar. Saddam Hüseyin'den gelen doğrudan emirle Irak güçleri karşı saldırıya geçti. Ancak yaşanan yoğun çarpışmalara rağmen Irak birliklerini püskürten koalisyon güçleri Kuveyt şehrine doğru ilerlemelerine devam etti. Müttefikler üç gün içinde Irak direnişini çökerterek Kuveyt kentini geri aldı. Bu arada Kuveyt'in batı kesiminde zırhlı birliklerle bir yarma hareketine girişen asıl kuvvetler hızla Irak içlerine yöneldi ve Basra'nın güneyinde tutunmaya çalışan Cumhuriyet Muhafızları adlı seçkin Irak birliklerinin çoğunu 27 Şubat'ta saf dışı bıraktı. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George Bush 28 Şubat'ta ateşkes ilan ettiğinde, Irak direnişi bütünüyle kırılmış bulunuyordu. Ateşkes, Bağdat saatiyle 28 Şubat günü saat 08:00'de uygulamaya konuldu. Ateşkes görüşmeleri, Körfez Savaşı'na katılan Koalisyon Kuvvetleri ve Irak askeri heyetleri arasında 3 Mart 1991 günü Kuveyt-Irak sınırının 5 km kuzeyindeki Koalisyon Kuvvetlerinin eline geçmiş, Safven kasabası yakınında bir Irak hava üssündeki bir çadır içinde yapıldı. Görüşmeleri Koalisyon Kuvvetleri komutanı Amerikalı General Norman Schwarzkopf, İngiliz komutan Sir Peter de la Billiere ve Fransız General Michel Roquejeoffre ile Iraklı generaller Sultan Haşim Ahmet ve Irak'ın Kuveyt işgalinde 3. Alay komutanı olan Salih Abbud Mahmut yürüttü. BM Güvenlik Konseyi'nin 686 numaralı kararı olarak bilinen ateşkesin başlıca şartları; Irak, Kuveyt'i ilhak kararını kaldırmak ve savaş tazminatı ödemek başta olmak üzere bütün şartları kabul etmek zorunda kaldı. Bu şekilde Körfez Savaşı fiilen sona ermiş oldu. 1991 yılı Nisan ayının ilk haftasında, Irak'ın BM Güvenlik Konseyi tarafından ortaya konan ateşkes şartlarını kabul ettiğine dair yazılı müracaatı ile de Körfez Savaşı resmen sona erdi. Savaş başlamadan önce Irak, dünyanın beşinci büyük kara ordusuna sahipti. Fakat bu durum Irak'ın çok kısa bir sürede yenilmesine engel olamadı. Bu yenilginin en büyük sebebi, Amerika Birleşik Devletleri ve müttefik ordularının nitelik (eğitim ve donanım) bakımından Irak ordularına kıyasla çok üstün olmasıdır. Müttefik orduları, hızla harekat edebilen ve yüksek teknolojiyi etkin biçimde kullanabilen ordulardı. Buna karşılık Irak orduları, 8 yıl süren İran-Irak Savaşı'ndan yorgun çıkmış, savaşma iradesi düşük ve klasik piyade savaşına göre eğitilmiş ordulardı. Irak'ın yenilmesinde pay sahibi olan ikinci önemli etken, II. Dünya Savaşı'ndan beri bilinen bir savaş gerçeğiydi. Savaşılan bölgede hava üstünlüğünü sağlamak ve hava ile kara güçleri arasında etkin bir eşgüdüm sağlamak; karşı konulmaz bir üstünlük sağlar. Müttefikler hava-kara koordinasyonunu parlak bir biçimde gerçekleştirebilirken Irak güçleri bu avantajdan yoksundu. Çölde saklanamayan ve havadan korunamayan Irak ordusu, müttefik saldırıları karşısında tutunamadılar ve yok oldular. Nedenlerden üçüncüsü, vurucu gücü ne olursa olsun, tek bir silaha dayanmanın yarattığı aşırı ve yapay güven duygusudur. Saddam, Sovyetler'den aldığı Scud füzelerine ve bu füzelerin ucuna yerleştirmeyi planladığı kimyasal/biyolojik başlıklara güveniyordu. Ancak, bu füzeler savaş sırasında istenilen başarıyı gösteremedi. Füzeler Amerikan Patriot Hava Savunma sistemi tarafından havada yok edildiler. Körfez Savaşı modern tarihte yaşanmış savaşlar içinde belki de askeri bilançosu en orantısız olanıydı. Irak'ın kayıpları hakkında kesin rakamlar olmamakla beraber, savaş sırasında Irak kuvvetlerinin, Kuveyt cephesinde bulunanlar da dahil yaklaşık 20.000-35.000 ölü ve 75.000 üzerinde yaralı verdiği kesin gibi görünmektedir. Irak'ın komuta ve kontrol merkezlerinin yer aldığı Bağdat özellikle savaşın ilk günlerinde yoğun hava saldırılarına maruz kaldı. Askeri komuta merkezlerinin sivil yerleşmelere yakın olması, hem koalisyon güçlerinin hava harekatı sırasında hedef gözetmemesi, hem de Saddam yönetiminin önemli hedefleri insan kalkanıyla çevirmesi sivil ölümleri daha da artırdı. Irak'ın askeri kayıpları gibi sivil kayıpları da hayli yüksek oldu; kesin bilgiler olmamakla birlikte Irak'ın yaklaşık 100 bin sivil kayıp verdiği tahmin edilmektedir. Buna karşılık müttefik kayıpları çarpışmalar sırasında 190; dost ateşi, kaza ve öteki terslikler sonucunda da 358 dolayında olmak üzere tahmin edilenin çok altında bir düzeyde kaldı. Irak'ın yenilgisinden hemen sonra Saddam yönetimini hedef alan halk ayaklanmaları ülkenin önemli bir bölümünü sardı. Saddam yönetimi belirli bir güçlükle karşılaşmakla birlikte elinde kalan kuvvetleri kullanarak bu ayaklanmaları bastırmayı başardı. Mart 1991'de, Basra ve çevresinde başlayan Şiî ayaklanması Bağdat'a kadar sıçradı, ancak iki hafta içinde Irak kuvvetlerince sert biçimde bastırıldı. Şiî ayaklanmasından birkaç gün sonra da kuzeyde Kürt ayaklanması başladı. Ayaklanmalara karşı Saddam Hüseyin yönetiminin giriştiği sindirme hareketinin vardığı boyutlar yeni bir uluslararası bunalım yarattı. Toplu katliam korkusuyla Türkiye ve İran sınırlarına yığılan yaklaşık 1,5 milyon Kürt mülteci için Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında Huzur Harekatı adlı bir kurtarma harekatı başlatıldı. Nisan 1991'de, ABD yönetimi, Irak'a, Kürtlerin bulunduğu bölgede 36. paralelin kuzeyinde karada ve havada faaliyet göstermemesi uyarısında bulundu. Bu çerçevede 36. paralelin kuzeyinin Irak uçuşlarına yasaklanması, Birleşik Görev Gücü adındaki uluslararası bir askeri gücün bölgeye yerleştirilmesi ve sonraki gelişmeler Kuzey Irak'ta fiili bir Kürt yönetiminin oluşmasını getirdi. Ağustos 1990'da uygulamaya konan, Birleşmiş Milletler'in Irak'a yönelik ticaret ambargosu savaşın bitiminden sonra da yürürlükte kaldı. Başlangıçta ateşkes hükümlerine uyan Irak yönetimi, zamanla müdahale olarak gördüğü yardım programlarına ve Birleşmiş Milletler'in kitle imha silahlarını yok etme yönündeki çalışmalarına karşı çıkmaya başladı. Savaştan yenik çıkan Saddam Hüseyin'in içerideki konumunu yeniden güçlendirmesi dünya kamuoyunda savaşın gerçek sonucu konusunda kuşkular uyandırdı. Kasım 1992'de, George H. W. Bush'un ABD Başkanlık seçimlerini kaybetmesinden sonra, Saddam yönetimi Kuzey Irak'taki durum, ambargo ve ateşkes uygulamasıyla ilgili olarak sertleşmeye yöneldi. Gerginliğin tırmanmasıyla birlikte Şiileri korumak üzere 32. paralelin güneyi de uçuşa yasak bölge ilan edildi. Körfez Savaşı fiilen sona ermesine rağmen Amerika bazı bahanelerle zaman zaman Irak'ı bombalamaya devam etmiştir. 23 Ocak 1993 gecesi Güney Irak'ı, ABD eski Devlet Başkanı George H. W. Bush'a Kuveyt'te bulunduğu sırada suikast planladıkları gerekçesiyle 26 Haziran 1993 gecesi de Bağdat'ı bombalamıştır. Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra Batı açısından stratejik önemini kaybedeceğini düşünen Türkiye'nin endişeleri Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle birlikte ortadan kalktı. Özellikle Cumhurbaşkanı Turgut Özal, doğan fırsatı kullanarak Türkiye'nin stratejik öneminin azalmadığını göstermek istiyordu. Körfez krizinde aktif politika izlemek isteyen Özal, temkinli bir siyasetten yana olan Başbakan Yıldırım Akbulut, Dışişleri Bakanı Ali Bozer ve Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay ile karşı karşıya kaldı, Özal'ın tutumuna tepki gösteren Dışişleri Bakanı Ali Bozer (11 Ekim 1990), Millî Savunma Bakanı Safa Giray ve Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay (3 Aralık 1990) görevlerinden istifa ettiler. Ayrıca Özal'ın uygulamak istediği aktif siyaset muhalefet tarafından sert biçimde eleştirildi. ABD bu kriz sırasında Ankara'dan 3 konuda yardım istedi; Türkiye'deki üslerin Irak'a yönelik hava harekatlarında kullandırılması ve Saddam'ın Kuveyt cephesindeki asker sayısını azaltması için Türkiye'nin Irak sınırına asker kaydırması. Türkiye bu iki talebe olumlu cevap verirken, Suudi Arabistan'da toplanan koalisyon kuvvetlerine birlik gönderilmesi isteği ise Özal'ın tüm ısrarlarına rağmen Türk Silahlı Kuvvetleri'nin karşı çıkması sonucu gerçekleşmedi. Türkiye bu doğrultuda 180,000 kadar askeri Irak sınırına kaydırarak, Irak'ın kuzeyde 8 tümen tutmasını sağladı ve böylece kara savaşında koalisyon güçleri üzerindeki yükü hafifletmiş oldu. Türkiye, Körfez krizinin başında ılımlı bir politika izlemesine rağmen 8 Ağustos 1990'da, BM'nin Irak'a ambargo kararlarına uyarak Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattını kapattı. Irak'a yönelik uluslararası ambargoya katılmasına ve İncirlik Hava Üssü'nün Amerikan uçakları tarafından kullanılmasına müsaade etmesine rağmen Türkiye, Körfez Savaşı'na fiili olarak katılmadı. Sadece Irak'ın Türkiye topraklarına olası bir füze saldırısında bulunmasından Saddam'ı caydırmak amacıyla Irak sınırına asker yığmakla yetindi. Özal'ın Musul ve Kerkük'ün alı
nmasından, bölgedeki Arap ülkeleriyle geliştirilecek ekonomik ve ticari ilişkiler ile bu ülkeleri potansiyel silah pazarı olarak görme planları uzun vadede sonuç vermedi. Aksine, savaştan sonra Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattını kapatılmasından dolayı Türkiye'nin uğradığı zararın tazmin edilmesi için körfez ülkeleri tarafından verilen 3 milyar dolarlık yardımın ödenmesinde bile isteksiz davranıldı. Körfez ülkelerinden ve ABD'den alınan yardımlar ve tazminatlar, Türkiye'nin, Körfez Savaşı'ndan sonra da yaklaşık 12 yıl yürürlükte kalan BM ambargosuna uyması nedeniye uğradığı 100 milyar ABD Dolarının üzerindeki zararın karşılanmasında çok yetersiz kaldı. Ayrıca savaştan sonra ayaklanan Kürtlerin Saddam kuvvetleri tarafından saldırıya uğraması sonucunda, 1,5 milyon Kürt Türkiye sınırından geçti. Türkiye duruma kayıtsız kalmayıp Kürtlerin sığındıkları dağlardan indirilip, Irak tarafındaki düzlüklere yerleştirilmesi için burada bir tampon bölge oluşturulması fikrini ABD'ye iletti. Bundan sonra Irak'ın kuzeyinde Kürtler için oluşturulan Güvenlik Bölgesi'nin korunması için aralarında Türkiye, ABD, İngiltere ve Fransız askeri kuvvetlerinin bulunduğu Çekiç Güç'ün Türkiye sınırları içinde de konuşlanmasına izin verildi (Temmuz 1991). 2003'teki Irak Savaşı'na kadar görev yapan Çekiç Güç'ün varlığı Türkiye'de büyük tartışmalara yol açtı. Dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut'un Millî Düşünce Merkezi'nde bu konuyu anlattığı konferans yayınlanmıştır. Körfez Savaşı kesin bir askeri sonuç getirmekle birlikte bölgedeki istikrarsızlığı doğrudan çözemedi. Birinci Körfez Savaşı'nın en önemli ve en uzun vadeli sonucu, tüm Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde köktenci akımların güçlenmesidir. Körfez Savaşı sonucunda bölgede 1945'ten beri üzerinde çok konuşulan ve tüm Arap ülkelerinin siyasi partilerinin programlarının başında yer alan Arap ülkelerinin birleşmesi fikri, büyük bir darbe yemiştir. Körfez Savaşı'nda Arapların ayrı ayrı saflarda toplanmaları ve kendi ulusal devletlerinin olduğu kadar Batı'nın da çıkarlarını korumak için savaşmaları, Arap Birliği düşünü çok zayıflatmıştır. Savaşın bir o kadar önemli başka bir sonucu da, Irak'ın zayıflamasıyla beraber, İran'ın bölgedeki ağırlığı arttı. Bölgede İsrail, Irak'ın yenilmesiyle rahatlarken, Irak'ın yanında yer alan Filistin Kurtuluş Örgütü zor durumda kaldı. ABD'nin Bağdat'taki büyükelçisi olan April Glaspie'nin 25 Temmuz 1990'da Irak lideri Saddam Hüseyin'le yaptığı görüşmede, ülkesinin Araplar arasındaki sorunlara karışmak istemediğini belirtmesi, 2 gün sonra da Bağdat'tan ayrılması ve Irak'ın Kuveyt sınırına asker yığdığını bilmesine rağmen ABD yönetiminin ciddi bir uyarıda bulunmaması ABD'nin bilinçli olarak Irak'a yeşil ışık yaktığı şeklindeki değerlendirmelere yol açtı. ABD'nin bu savaştan elde ettiği kazançlar şöyle sıralanabilir; Aura Aura şu anlamlara gelebilir: Electronic Labyrinth THX 1138:4EB Electronic Labyrinth THX 1138:4EB, George Lucas'ın Güney Kaliforniya Üniversitesi'ne başvurmak üzere 1967'de çektiği kısa filmdir. 16 mm film formatında çekilmiştir. Uzunluğu 15 dakikadır. O dönemde Los Angeles metrosu inşaat halindedir. Filmde mekân olarak bu inşaat alanı kullanılmıştır. George Lucas bu kısa filmi ile Amerikan Ulusal Öğrenci Filmleri Festivali'nde büyük ödülü kazandı. Bunun sonucunda da Warner Brothers yapım şirketinde staja başladı. Lucas sonraki yıllarda bu filmden hareketle THX 1138 adındaki ilk uzun metrajlı filmini çekti. Mary Wollstonecraft Mary Wollstonecraft (27 Nisan 1759 - 10 Eylül 1797), İngiliz yazar, filozof ve kadın hakları savunucusu. Kısa kariyeri süresince romanlar, felsefi inceleme yazılarının yanı sıra bir seyahatname, bir "conduct book", bir çocuk kitabı ve bir Fransız Devrimi tarihçesi de yazmıştır. Wollstonecraft en çok kadınların erkeklerden yaradılış icabı daha değersiz olmadığını ancak eğitimsiz oldukları için daha değersiz göründüklerini savunduğu, 1792 yılında yayımlanan "Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi" ("A Vindication of the Rights of Woman") kitabıyla tanınır. Hem erkeklerin hem de kadınların akıl ve muhakeme sahibi varlıklar olarak kabul edilmelerini önerirken mantık üzerine kurulu bir toplumsal düzen tahayyül eder. 20. yüzyılın sonlarına kadar alışılmamış ve görenek dışı kişisel ilişkileri nedeniyle Wollstonecraft'ın yaşamı yazılarından daha çok ilgi gördü. Henry Fuseli ve Gilbert Imlay ile yaşadığı bahtsız ilişkilerinden sonra Wollstonecraft anarşist hareketin fikir babalarından biri olan filozof William Godwin ile evlendi. Imlay ile olan ilişkisinden bir kız çocuğu sahibi olan Wollstonecraft, Godwin ile olan evliliğinden olan kızının doğumundan on gün sonra öldüğünde ardında tamamlanmamış çok sayıda el yazması biraktı. İkinci kızı olan Mary Wollstonecraft Godwin annesi gibi başarılı bir yazar oldu ve "Frankenstein" eseri ile Mary Shelley adıyla tanındı. Dul eşi Godwin, Wollstonecraft'ın sıradışı yaşam tarzını açığa çıkaran biyografisini 1798'de yayımladı. Bu biyografi istemeden de olsa bir yüzyıl boyunca eşinin itibarının bozulmasına neden oldu. Ancak 20. yüzyılın başında feminist hareketin ortaya çıkmasıyla birlikte Wollstonecraft'ın kadınların eşitliğini savunduğu ve geleneksel kadınlık kavramını eleştirdiği yazıları giderek daha da önem kazandı. Günümüzde Wollstonecraft feminist felsefenin kurucularından biri olarak görülmekte ve feministler onun yaşamının ve eserlerinin üzerlerinde büyük bir etkisi olduğunu belirtmektedirler. Wollstonecraft, Elizabeth Dixon ve Edward John Wollstonecraft'ın yedi çocuğunun ikincisi olarak 27 Nisan 1759'da Londra'da Spitalfields'ta doğdu. Çocukken ailesi müreffeh bir gelire sahipse de babası zamanla servetini spekülatif projelerle yitirdi. Bunun sonucunda ailenin ekonomik durumunun kötüleşmesi nedeniyle Wollstonecraft gençliğinde sürekli taşınmak zorunda kaldı. Ailesinin ekonomik durumu öyle kötüleşti ki babası Wollstonecraft'ın erişkin olduğunda eline geçecek olan mirası da vermeye zorladı. Üstelik babası sarhoş iken eşini döven zorba bir adam hâline geldi. Wollstonecraft annesini korumak için yatak odasının önünde uyumaya başlamıştı. Wollstonecraft yaşamı boyunca kızkardeşleri Everina ve Eliza için de benzer bir annelik rolünde bulunmuştur. Örneğin 1784 yılında muhtemelen doğum sonrası depresyondan muzdarip kardeşi Eliza'yı kocasını ve çocuğunu terk etmeye ikna etti. Eliza'nın kaçışı için tüm ayarlamaları yapan Wollstonecraft toplumsal normlara meydan okumaya yönelik istekliliğini gösterdi. Ancak bu olayın bedeli kızkardeşi için ağır oldu: Sosyal dışlanmaya maruz kalan Eliza yeniden evlenemediği için yoksulluk ve zor koşullar altında yaşamını sürdürmek zorunda kaldı. Wollstonecraft'ın gençliğinde iki arkadaşlığının önemli etkisi oldu. Bunların ilki Beverley'de Jane Arden ile olan arkadaşlığıdır. Sık sık birlikte kitap okuyan iki arkadaş, kendi kendini yetiştirmiş bir filozof ve bilim insanı olan Arden'in babasının verdiği derslere katıldı. Ardenlerin evinde gördüğü entelektüel atmosferden oldukça büyük zevk alan Wollstonecraft Arden ile olan arkadaşlığına zaman zaman aşırı sahiplenmeye varacak kadar çok önem verdi. Wollstonecraft Arden'e şöyle yazmıştır: "Arkadaşlık hakkında romantik fikirlere sahibim;... Sevgi ve arkadaşlık konusunda fikirlerim biraz bireyci; ya ilk sırada olmalıyım ya da hiç görüşmeyelim." Wollstonecraft'ın Arden'e yazdığı mektuplarda daha sonra yaşamı boyunca görülecek olan değişken ve depresif duygular izlenebilmektedir. İkinci ve daha önemli olan arkadaşlığı, Hoxton'da yaşayan ve Wollstonecraft için manevî ebeveyn olmuş Clare ailesi tarafından tanıştırıldığı Fanny (Frances) Blood ile olan arkadaşlığıdır. Wollstonecraft zihnini Blood ile olan arkadaşlığının açtığını söyler. Ailesi ile olan yaşantısından memnun olmayan Wollstonecraft, Bath'ta yaşayan Sarah Dawson adlı dul bir kadının yanında "lady's companion" işini kabul ederek 1778 yılında ailesinin yanından ayrıldı. Ancak Wollstonecraft bu asabî kadın ile geçinmekte güçlük yaşadı ve bu deneyimini 1787 yılında yayımlanan ilk "Thoughts on the Education of Daughters" adlı ilk kitabında aktardı. 1780 yılında ölmek üzere olan annesine bakmak için çağrıldığı evine geri döndü. Annesinin ölümünde sonra Dawson'un yanına işin dönmek yerine Blood ailesinin yanına taşındı. Burada geçirdiği iki yıl boyunca kusursuz diye gördüğü Blood'un aslında geleneksel kadınlık değerlerine bağlı olduğunu anladı ancak yine de yaşamı boyunca hem Blood'a hem de ailesine olan bağlılığını sürdürdü. Örneğin Blood'un erkek kardeşine sık sık parasal yardımda bulundu. Wollstonecraft Blood ile birlikte kadınlara mahsus bir ütopyada yaşamayı tahayyül ediyordu; birlikte yaşayacak bir yer kiralamak ve birbirlerini hem duygusal hem de finansal olarak desteklemek üzere planlar yaptılar ancak ekonomik gerçeklikler nedeniyle bu planları suya düştü. Geçimlerini sağlayabilmek için Wollstonecraft kızkardeşleri ve Blood ile birlikte bir "Dissenter" cemaati olan Newington Green'de bir okul açtılar. Kısa süre sonra nişanlanan Blood evlendikten sonra eşi ile birlikte sağlık durumunun düzelmesi için Portekiz'de Lizbon'a gitti. Mekân değişikliğine rağmen Blood'ın sağlığı hâmile kaldıktan sonra daha da kötüleşti ve 1785'te Wollstonecraft okulu geride bırakarak Blood'a bakmak için Lizbon'a gitti. Wollstonecraft'ın okulu bırakmasından sonra okul kapanmak zorunda kaldı. Blood'ın ölümünün Wollstonecraft üzerinde büyük etkisi oldu ve bu olay 1788'de yayımlanan "" adlı ilk romanına esin kaynağı oldu. Blood'ın ölümünden sonra arkadaşlarının yardımıyla İrlanda'da Kingsborough ailesinin kızlarına mürebbiyelik yapmak üzere iş buldu. Her ne kadar Lady Kingsborough ile iyi geçinemese de çocuklar onu ilham verici bir eğitmen olarak gördü; Margaret King sonradan Wollstoncraft'ın "zihnini tüm bâtıl inançlardan arındırdığını" söylemiştir. Wollstonecraft mürebbiyeliği sırasında yaşadığı deneyimlerin bazılarını "Original Stories from Real Life" adlı 1788'de yayımlanan tek çocuk kitabında aktardı. Saygıdeğer ancak yoksul kadınlara açık kariyer seçenek
lerinin sınırlı olmasından hayâl kırıklığı duyarak yalnızca bir yıl mürebbiyelik yaptıktan sonra yazar olarak yaşamını sürdürmeye karar verdi. O zamanlar çok az sayıda kadının geçimini yazarlıkla sağlayabildiği göz önüne alındığında bu kararı oldukça radikaldi. Kız kardeşi Everina'ya 1787'de yazdığı mektubunda belirttiği gibi "yeni bir türün ilki" olmaya çalışıyordu. Londra'ya taşındı ve liberal yayıncı Joseph Johnson'ın yardımıyla yaşayacak ve çalışacak bir yer bularak geçimini sağlamaya başladı. Fransızca ve Almanca öğrendikten sonra yapmaya başladığı çeviriler arasında Jacques Necker'den yaptığı "Of the Importance of Religious Opinions" ("Dinî Kanaatlerin Önemi Hakkında") ile Christian Gotthilf Salzmann'dan yaptığı "Elements of Morality, for the Use of Children" (Çocuklar İçin Ahlâk Unsurları) metinleri dikkati çeker. Aynı zamanda Johnson'un süreli yayını "Analytical Review" için asıl olarak romanlar üzerine olmak üzere eleştiri yazıları da yazdı. Bu süre zarfında Wollstonecraft'ın entelektüel evreni yalnızca eleştiri yazıları için okudukları sayesinde değil aynı zamanda birlikte olduğu kişiler sayesinde de genişledi. Johnson'un ünlü akşam yemeklerinde Thomas Paine ve William Godwin gibi kişilerle tanıştı. Godwin ile Wollstonecraft ilk tanıştıklarında birbirlerinden pek hoşlanmamışlardı. Godwin akşam yemeğine Paine'i dinlemek için gelmişti ancak Wollstonecraft tüm gece boyunca onu meşgul ederek hemen hemen her konuda Godwin ile fikir ayrılığına düşmüştü. Johnson'u arkadaştan daha öte gören Wollstonecraft bir mektubunda ondan bir baba ve ağabey gibi bahseder. Londra'da bulunduğu sırada, evli olmasına rağmen ressam Henry Fuseli ile ilşkisi oldu. Fuseli'nin dehâsından, ruhunun yüceliğinden, anlayışının çabukluğundan ve sevecen sempatikliğinden etkilendiğini yazmıştır. Fuseli ve eşi ile birlikte birlikte yaşamayı teklif etti ancak eşinin bu teklif karşısında dehşete kapılmasından sonra Fuseli Wollstonecraft ile olan ilişkisini bitirdi. Fuseli'nin terketmesinden sonra olayın mahcubiyetiyle Wollstonecraft Fransa'ya gitmeye ve 1790'da yayımlanan "Vindication of the Rights of Men" metni ile kutladığı devrime katılmaya karar verdi. "Rights of Men" metnini Edmund Burke'ün Fransız Devrimi'ni eleştirdiği muhafazakâr yazısı "Fransa'daki Devrim Üzerine Düşünceler"e karşı cevap olarak yazmıştı ki bu metin ile kısa sürede tanındı. Joseph Priestley ve Burke'ün yazısına karşı verilen cevaplar arasında en popüler olanını yazmış olan Thomas Paine ile kıyaslandı. "Rights of Men" yazısında kaleme aldığı fikirleri en tanınmış ve en etkileyici olacak olan eseri "Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi"nde genişletti. Wollstonecraft Londra'dan 1792 Aralık ayında Paris'e gitmek için ayrıldı ve XVI. Louis'nin giyotin ile infazından yaklaşık bir ay önce Paris'e vardı. Fransa kargaşa içindeydi. Helen Maria Williams gibi diğer İngiliz ziyaretçileri aradı ve şehirde onlarla birlikte kalmaya başladı. "Kadın Hakları"nı yeni yazmıştı ve fikirlerini gerçek hayata uygulamaya kararlıydı. Fransız Devrimi'nin yarattığı teşvikkâr atmosferde o zamana kadar yaşadığı en deneyimsel romantik ilişkisine tanışır tanışmaz âşık olduğu Amerikalı macerâperest Gilbert Imlay ile girişti. Imlay'in evlenmek gibi bir niyeti yoktu ve Wollstonecraft ise Imlay'in hayâlinde canlandırdığı ideal portresine açık olmuştu. Wollstonecraft "Kadın Hakları"nda ilişkilerin cinsel bileşenini reddetmesine rağmen Imlay onun tutkularının açığa çıkmasını sağlayarak sekse olan ilgisini artırdı. Kısa sürede hâmile kaldı ve ilk çocuğunu 14 Mayıs 1794'te doğurdu. Çocuğuna en yakın arkadaşının adını verdi : Fanny. Hâmileliğinin ve yabancı bir ülkede yeni doğmuş çocuğuyla yaşamanın getirdiği zorlukların yanı sıra Fransız Devrimi'nin getirdiği kargaşaya rağmen büyük bir hevesle yazmaya devam etti. Fransa'nın kuzeyinde Le Havre şehrinde iken Londra'da 1794 yılının Aralık ayında yayımlanacak olan "An Historical and Moral View of the French Revolution" (Türkçe: " Fransız Devrimi üzerine Tarihî ve Ahlakî Bir Mütalâa") adlı Devrimin ilk tarihçelerinden birini yazdı. Siyasi durumun kötüleşmesiyle birlikte Büyük Britanya Fransa'ya savaş ilân etti. Bu savaş ilânı Fransa'da yaşayan Britanya uyrukluları önemli ölçüde tehlikeye sokuyordu. Wollstonecraft'ı korumak amacıyla Imlay, evlenmemiş olmalarına rağmen 1793'te onu karısı olarak kaydettirdi. Arkadaşlarının çoğu Wollstonecraft gibi şanslı değildi, Thomas Paine gibi çoğu tutuklandı ve hatta bazıları giyotine gönderildi. Wollstonecraft'ın kız kardeşleri onun da hapise atıldığını sanmaktaydılar. Fransa'dan ayrıldıktan sonra bile çocuğunun meşruluğunu sağlamak adına kendinden "Mrs. Imlay" olarak bahsetmeye devam etti. "Kadının ufkunu genişleterek güçlendirin aklını; körü körüne itaat sona erecektir; ancak, iktidar her zaman körü körüne itaate ihtiyaç duyduğundandır ki zorbalar ve şehvet düşkünleri, haklı olarak karanlıkta tutmaya çalışırlar kadını; çünkü bunlardan birincisinin tek istediği bir köledir, ikincisinin istediği ise elinde tutacağı bir oyuncak." Daha önce de böyle düşünen pek çok kadın olsa da bu ve daha pek çok görüşü Kadın hakları'nın savunulmasında bu kadar açık ve dolaysız bir şekilde ve daha da önemlisi yüksek sesle söyleme cesaretini ilk defa Wollstonecraft göstermiştir. 1795'de yayımcısı aracılığıyla tanıştığı ve dönemin çok satan kitaplarından olan "Siyasi Adalet"in yazarı William Godwin'le evlendi ve otuzdokuz yaşında, ikinci kızının ( Frankenstein'nin yazarı Mary Shelley) doğumundan on gün sonra öldü. Kitaplarından bazıları şunlardır; İbranice İbranice yahut İbranca (, "", ) Afro-Asyatik dillerin Kuzeybatı Sami (Semitik) dil grubunun Ken'an koluna bağlı ve 7 milyon kişi tarafından konuşulan bir dildir. İsrail'in resmî dili olmakla beraber İsrail dışında yaşayan Yahudi azınlıklar tarafından da konuşulur. İbranice, 22 harflik İbrani Alfabesi ile sağdan sola doğru yazılır. İsrail ve ABD başta olmak üzere Avustralya, Kanada, Almanya, Filistin, Panama ve Birleşik Krallık'ta konuşulur. Bunun dışında Batı Şeria'da Yahudi olmayan bir azınlık ve dünyanın birçok yerindeki Yahudi azınlıklarca da yerel dilin yanında Ladino, Yidiş veya Aramice ile beraber dini dil olarak konuşulur. Eski Ahid de denilen Tanah ve 3.300 yıl önce Musa zamanında indirildiğine inanılan Tevrat Ahit İbranicesi ile yazılmıştır. Yahudiler bu sebeple İbraniceye 'Laşon HaKodeş' ("Kutsal dil") de derler. Tarihçiler, Kudüs'ün Babilliler tarafından MÖ 607 yılında talan edilmesinden sonra günlük İbranicenin yerine zamanın Lingua franca'sı olan, Mezopotamya'dan Mısır'a kadar yaygın bir biçimde konuşulan ve yine Semitik bir dil olan Aramice konuşmaya başlamış, bu dönemden itibaren İbranicenin yerini yavaş yavaş Aramice almıştır. Tevrat’ın Aramice çevirileri yapılmış (Targum Onkelos) ayrıca Yahudi din adamları Babil'de ve Kudüs'de Musevi Hukuku'nu oluşturan ve Talmud'u Aramice olarak kaleme almışlardır. Romalılar'ın bölgeyi ele geçirmesiyle 3. yüzyılda İbranice konuşulan bir dil olmaktan çıkmış; ancak zaman içinde zenginleşerek önemli bir yazı dili haline gelmiştir. 19. yüzyıl sonunda İbranice, Siyonizm (Yahudi milliyetçiliği) ile birlikte modern İbranice olarak tekrar ayağa kaldırılmış ve zamanın Yahudilerince Yidiş, Arapça, Rusça gibi dillerin yerine konuşulmaya başlanmıştır. Özellikle Elyezer Ben Yehuda’nın kişisel çabalarıyla tekrar bir konuşma dili haline getirilmiştir. Ben Yehuda’nın oğlu Itamar Ben Avi (doğumu Ben-Tziyon Ben Yehuda) anadili modern İbranice olan ilk kişidir. Modern İbranice, 1921 yılında Birleşik Krallık yönetimindeki Filistin'de ve 1948 yılında kurulan İsrail Devleti'nde (Arapça ile birlikte) resmî dil olarak ilan edilmiştir. Sami dillerinin hemen hepsinde görüldüğü gibi İbranicede kelimeler üç ünsüz harften oluşan fiillerden türetilir. Fiil kökünün asıl anlamı bu üç ünsüz harf tarafından belirlenir. Bu kökün başına veya sonuna bir takım ünsüz harfler eklenerek isimler türetilir. İbranicede bileşik fiillere pek rastlanmaz, fiillerde zaman (geçmişte olması, şimdi olması) yerine yapılan işin bitirilmiş ya da bitirilmemiş olması ön plandadır. (Perfectum – Imperfectum) İbranicede isim çekimleri kaybolmuş olup bunun yerine את edatıyla accusativus (-i hali), -ב ön ekiyle locativus (-de hali), -ל ön ekiyle dativus (-e hali), מן edatı ya da -מ ön ekiyle ablativus (-den hali), שׁל edatıyla ya da –שׁ ön ekiyle de genitivus (-in –un –nin –nun) yapılır. İsimlerde erkek ve dişi olmak üzere iki tür bulunmaktadır. İsmin tekil, çoğul ve ikil çoğul (dual) olmak üzere üç biçimi bulunur. Eller, ayaklar, gözler, kulaklar, bacaklar gibi çift olan ya da iki nesneden oluşmuş çoğullar ikil çoğul son eki (–aim) ile, ikiden fazla çokluklar ise çoğul son eki (erkek için –im, dişi için –ot) ile yapılır. İsimlerde olduğu gibi sıfatlarda da erkek ve dişi olmak üzere iki tür bulunur ve bunlar ismin cinsine göre kullanılır. Sayı sıfatlarının da erkek ve dişi biçimleri bulunur. Oinone Oinone, İda Dağında yaşayan bir oreadır (Dağ Perisi). Kebren (Değirmendere) ırmağının tanrısının kızı.Parisbu kızı sevip evlenmişti, ayrıca Oinone Paris'i üç tanrıçanın hangisinin en güzel olmasıyla ilgili karar vermesine de engel olmaya çalışmıştı, Paris Helen'e gitmek üzere onu terk ederken Apollon tarafından şifalı bitkiler kullanması öğretilmiş olan Oinone Paris'e yaralandığında kendisine seslenmesini söylemişti yine de. Aphrodite tarafından Helen'in aşkı aşılanmış olan Paris bu peri kızını terk etti. Buna rağmen Truva savaşı sonunda Paris ağır yaralandığında Oinone Paris'e önce gitmedi, daha sonra pişman olup koşarak yanına vardığında çok geç oldu, onu iyileştirmeye çalıştı ama elinden bir şey gelmedi ve Paris öldü. Bunun üzerine Oinone üzüntüsünden kendi canına kıydı. Nerites Nerites, Yunan mitolojisinde Nereus ile Doris'in oğlu olup güzelliği ile Afrodit'i kendine aşık etmiştir. Afrodit tanrılar dağı Olympos'a çıkarken onu da yanında götürmek istemiş ancak, Nerites anne ve babasının memleketi olan denizi, tanılar dağına tercih etmiştir. Buna çok sinirlenen Afrodit
onu kayaların üzerine yapışıp kalarak hareket edemeyen kabuklu bir deniz hayvanına çevirmiştir. Sigur Rós Sigur Rós (vurgu ilk harflerde olacak şekilde "sigür rous" diye okunur); melodik, klasik ve minimalist öğeler kullanan, İzlandalı bir post-rock grubudur. Grup, özellikle de havai sesleri ve vokal yapan Jónsi’nin falsettosuyla anılmaktadır. Gruptan etkilenerek müzik yapan gruplar arasında, Múm ve Amiina rahatlıkla sayılabilir. Bu grupların hepsi İzlanda'nın yaratıcı ve renkli müzik sahnesinden gelişmiştir. Jón Þór (Jónsi) Birgisson, Georg Hólm ve Ágúst Ævar Gunnarsson grubu 1994 Ağustos'unda Reykjavík'te kurdu. İsimleri, Jónsi'nin grubun kurulduğu günde doğan kız kardeşi Sigurrós'tan gelmektedir. Kısa zaman içerisinde, Sugarcubes'un Bad Taste adlı plak şirketinden anlaşma ayarlayabildiler. 1997'de, "Von'u" ("Umut"), 1998'de de albümdeki parçaların remixlerini barındıran "Von brigði" çıkardılar. Remixlerin bulunduğu albümün adı İzlandaca bir kelime oyunudur: "Vonbrigði", "hayalkırıklığı" anlamına gelirken, "Von brigði", "umut değişimi" anlamına gelmektedir. Uluslararası başarıları, 1999'da Kjartan Sveinsson'un gruba katılımından sonra çıkardıkları "Ágætis byrjun'la" ("Fena olmayan bir başlangıç") geldi. Grubun müziği hakkındaki konuşmalar, albümden sonraki iki sene boyunca ortalıklarda dolaştı. Grubun albümü, grup Radiohead ve diğer büyük isimlerle çalmaya başlayınca, eleştirmenler tarafından döneminin en iyi albümü olarak görülmeye başladı. Üç şarkı ("Ágætis byrjun'un" isim parçası, onun ilk single'ı olan "Svefn-g-englar" ve daha sonra yayımlanınca "Untitled #4" adını alacak olan canlı "Njósnavélin"), Cameron Crowe'nin filmi "Vanilla Sky'da" yer aldı. Bunun arkasından birçok dizi ve filmde, grubun müzikleri kullanılmaya başladı. "Ágætis byrjun'un" çıkmasından sonra, grup, Jónsi'nin bir çello yayını gitarında kullanarak akışkan ve havai bir ses çıkarmasıyla da ünlüdür. Davulcu Ágúst, "Ágætis byrjun'un" kayıtları bittikten sonra grubu terk etti ve onun yerini Orri Páll Dýrason aldı. 2002'de, oldukça ilgi gören albümleri "( )" yayımlandı. Albüm ilk çıktığında, şarkıların hepsi isimsizdi; ancak daha sonra isimleri, grubun internet sitesinde yayınlandı. Albümdeki tüm şarkılar, "volenska" (bazen "Hopelandic" olarak da anılmakta) adı verilen İzlandaca'ya benzeyen seslerden oluşan anlamsız vokalizasyonların varolduğu bir dilde söylenmiştir. Bunun bir yapılma amacının da dinleyicinin, dinlediklerinden kendi anlamlarını çıkarıp, albüm kitapçığındaki boş sayfalara yazması olduğu söylenmiştir. Sigur Rós, 2003 Ekim'inde Radiohead'e katılarak Mere Cunningham'ın dans parçası olan "Split Sides" için üç parça besteledi. 2004 Mart'ında piyasaya sürülen bu şarkılar ("Ba Ba", "Ti Ki" ve "Di Do") bir araya getirilerek "Ba Ba Ti Ki Di Do" adlı bir EP halinde çıkarıldı. Aynı yıl, grubun çıkış albümü "Von", nihayetinde Amerika ve İngiltere'de de yayımlanabildi. 13 Eylül, 2005'te piyasaya çıkan son albümleri, "Takk..." ("Teşekkürler..."), ikinci albümlerindeki tarzlarını, daha rock-vari ve planlanmış bir müziğe dönüştürdü. Albümün ilk single'ı "Glósóli", 15 Ağustos'ta internetten indirilebilir bir hale geldi. Kuzey Amerika'daki hayranlar içinse, 16 Ağustos'ta ilk önce "Sæglópur" adlı parça indirilebilir hale geldi. "Takk...'tan" ikinci resmi single olan "Hoppípolla", dana önce "Von'da" yayımlanmış olan "Hafsól" adlı parçanın yeni bir versyonuyla 28 Kasım'da piyasaya çıktı. "Hoppípolla", BBC'nin oldukça ses getiren belgesel serisi "Planet Earth'te" kullanıldı. Aynı zamanda birkaç popüler spor karşılaşmasının televizyon yayınlarında da yer aldı. Parça, "Children of Men" adlı filmde de kullanılınca, EMI tarafından daha yaygın hale getirildi. Genişletilmiş bir "Sæglópur" EP'si 10 Temmuz, 2006'da piyasaya sürüldü. Aslında, bu EP'nin çıkış tarihi 5 Mayıs'tı, ancak "Hoppípolla"ya duyulan ilgi yüzünden tarih biraz ertelendi. Bu EP'de, üç yeni parça ("Refur", "Ó Fridur" ve "Kafari") bulunuyordu. Sigur Rós, 2006 Temmuz'unda Avrupa, Amerika, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Hong Kong ve Japonya'yı da içine alan büyük bir dünya turnesini bitirdi. Bunun arkasından, daha sonra bir DVD olarak piyasaya sürülmek için kamerya alınan, İzlanda'da bir dizi açık hava konserleri verdiler. 2006'nın sonu itibarıyla da, "Takk...'tan" sonraki bir albümü kaydetmek için stüdyoya girdiler. 2007 bitmeden, albümün kayıtlarının biteceğini düşünmekteler. Grup, bugün itibarıyla 2 milyondan fazla bir satış yakalamıştır. Grubun 8. resmi olarak yayınlanan stüdyo albümü "Meğ suğ í eyrum viğ spilum endalaust" 23 Haziran 2008 tarihinde piyasaya çıktı. Her zamanki gibi İcelandic ve Hopelandic dilleri ile birbirinden güzel şarkı sözlerinin yazıldığı albümde Sigur Rós tarihinde bir ilk olarak bir adette İngilizce şarkı bulunmaktadır. "All Allright" adındaki bu şarkı gurubun olağanüstü sese sahip solisti Jónsi tarafından bir erkeğe hitaben yazıldığı söylenmektedir. Grup albümün çıkışından hemen sonra başladığı yeni bir dünya turnesi ile albümlerini tüm dünyaya dinleterek hayran kitlesini iyice genişletmektedir. Grup üyeleri Game of Thrones dizisinin 4. sezonunda henüz açıklanmayan bir rolde oynayacaklardır. Grup The Simpsons'a da kısa süreli olarak konuk olmuştu. Büyük Doğu Büyük Doğu, 1943-1978 yılları arasında, Necip Fazıl Kısakürek'in farklı dönemlerde yayınladığı dergidir. Dergi yazarları kendilerine "Büyük Doğucular" olarak adlandırdı. Dergi İslami bir bakış açısına sahipti. Büyük Doğu dergisi, başlangıçta, birçoğu Necip Fazıl'ın yakın arkadaşı olan ve dönemin entelektüellerini kadrosunda barındıran bir dergiydi. İlk dönem Büyük Doğucularda, Sait Faik, Özdemir Asaf, Oktay Akbal ve Salih Murad Uzdilek gibi isimler yer aldı. Necip Fazıl'ın yönetiminde çıkan Büyük Doğu dergisi tek parti döneminde ve Demokrat Parti iktidarına muhalif bir tutum sergiledi. Büyük Doğu, 1940-1980 arası dönemde, İslamcı bir düşünce ekolü özelliği taşıdı. İslamcılığa yakın duran birçok kişi, siyaset insanı ve aydınını etkiledi. Büyük Doğu, aynı zamanda Necip Fazıl'ın kurduğu Büyük Doğu Hareketi düşünce sisteminin de adı oldu. Mehveş Emeç Mehveş Emeç, (d. 29 Ağustos 1963, İstanbul), Türk piyanist, pedagog ve eğitimci. 1998 yılında Kültür Bakanlığı Devlet Sanatçısı ödülünü almıştır. Gazeteci Çetin Emeç'in kızıdır. Salzburg'taki Mozarteum Üniversitesi'nden 1988 yılında mezun olmuştur. 2004 yılından bu yana Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi'nde öğretim üyesidir. Yurtiçi ve yurtdışı (Avusturya, Almanya, İspanya, Yunanistan, İrlanda, Birleşik Krallık) konserler, resitaller vermiş, özel projeler (Sertab Erener, Yavuz Bingöl), ve beste çalışmaları (enstrümantal ve sözlü eserler) yapmaktadır. Tekin Akmansoy Tekin Akmansoy, (d. 20 Ocak 1924, Sarayköy, Denizli - ö. 12 Şubat 2013) Türk tiyatro ve sinema sanatçısı. Sarayköy, Denizli' de 1924'te doğan Tekin Akmansoy, meddah geleneğinin sürdürücülerinden biri oldu. Babasının yüksek devlet memuru olması nedeniyle 1939 yılında Ankara' ya taşındılar. Uzun yıllar çeşitli tiyatrolarda görev alan Akmansoy, 17 yaşında, Ankara Halkevi'nde tiyatro kurslarına katıldığı yıllarda Necip Fazıl Kısakürek'in yazdığı "Para" isimli oyunda oynadı. Akmansoy, para kazandığı için bu oyunu ilk profesyonel oyunu saydı. Ankara Atatürk Lisesi'nden 1942 yılında mezun olan Akmansoy, 1947'de Ankara Devlet Konservatuvarı'nı bitirerek, aynı yıl Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçısı olarak göreve başladı. Bakanlar Kurulu'nun 1969 yılında Kıbrıs'a bir Türk tiyatrosu kurmakla görevlendirdiği Tekin Akmansoy, Kıbrıs Türk Tiyatrosu olan "İlk Sahne"yi kurdu. 1974 yılında başlayan ve uzun yıllar TRT' de yayınlanan Kaynanalar dizisinde Kayserili uyanık iş adamı Nuri Kantar tiplemesi ile ön plana çıkmıştır. Bu karakteri, yıllarca süren dizinin yanı sıra "Kaynanalar ve Nöri Gantar Ailesi" adlı sinema filmlerinde de canlandırmıştır. 1990'lı yıllarda kızı Arzu Akmansoy' un yönetmenliğini yaptığı Kaynanalar' ın yeni bölümlerinin yanı sıra Sonradan Görmeler gibi dizilerle uzun süre sonra televizyona geri döndü. 1998 yılında Devlet Sanatçısı unvanı aldı. Son olarak da İki Aile dizisinde Tahir Pamukçuoğlu karakterini canlandırmıştır. Zatürre teşhisiyle tedavi gördüğü hastanede 12 Şubat 2013 günü yaşamını yitirmiş; 14 Şubat 2013 perşembe günü Teşvikiye Camii'nden kaldırılan cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığı'nda 2002'de ölen eşi Meral Akmansoy'un yanına defnedilmiştir. Tekin Akmansoy aynı zamanda şarkıcı Ozan Orhon' un dedesidir. Bhutan Bhutan, Güney Asya'da bir ülkedir. Batısında ve güneyinde Hindistan'ın, kuzeyinde Çin'in yer aldığı Bhutan'ın coğrafî konumu 27-30 Kuzey enlemi, 90-30 Doğu boylamı üzerindedir. Ülkenin toplam yüzölçümü 47,000 km olup 1,075 km'lik bir kara sınırına sahiptir. Ülkenin sınırlarından 470 km'si Çin ile 605 km'si ise Hindistan'ladır. Ülke, dağlık bir arazi üzerine kuruludur. Ancak iklim çeşitlilik göstermektedir. Kuzey ovalarda tropikal iklim hâkimdir. Orta kısımdaki vadilerde kışlar soğuk, yazlar sıcak geçer. Himalayalar'da ise kışlar sert, yazlar serindir. Ülkede birkaç verimli ova ve ağaçsız bozkır yer almaktadır. Ülkenin en düşük rakımlı yeri, Drangme Chhu (97 m) adındaki bölgedir. Buna karşılık en yüksek rakımlı noktası Kula Kangri'nin zirvesi olup tam 7.553 m'dir. Ülkede kereste, alçıtaşı, kalsiyum karbür, hidro güç sanayileri yapılmaktadır. Ancak ülkede tarıma elverişli arazi hemen hemen yoktur. Ülkedeki tarıma elverişli alan oranı %2, otlaklar %6, ormanlık arazi %66 kadardır. Ülkedeki arazilerin sadece 340 km kadarı sulanabilmektedir. Ülkede tüm yıl boyunca sert fırtınalar, yağış sezonu boyunca yaygın toprak kaymaları görülmektedir. Ülke nüfusu 2006 sayımlarına göre 695.223 kadardır. Ülkenin %39,99'u 0-14 yaş arası; %56,05'i 15-64 yaş arası ve %3,96'sı 64 yaş üzeridir. Ülkedeki nüfus artış oranı %2,17'dir. Ülkede mülteci oranı çok düşüktür. Bhutan'da bebek ölüm oranı 108.89 ölüm/1,000 doğan bebek civarıdır. Ülkedeki ortalama yaşam süresi 52.79 yıldır. Bu oran kadınlarda 52.41 yıl, erkeklerde 53.16 yıldır. Ül
kede ortalama her kadının 5.07 çocuğu mevcuttur. Ülkedeki AIDS oranı %0.01 den azdır. Ülkedeki Butanlılar %50, Nepal kökenliler %35, yerli ve göçebe kabileler %15 oranda yer tutmaktadır. Ülkedeki din oranları Lama Budistleri %75, Hindistan ve Nepal Hinduları %25 şeklindedir. Ülkede Dzongka (resmi), Şarçopça, Bumthangca, Kurtopçe, Nepalce gibi diller konuşulmaktadır. Ülkedeki okur yazar oranı %42,2'dir. Bu oran erkeklerde %56,2, kadınlarda %28,1 kadardır. Resmi adı "Butan Krallığı"dır. Ülkenin yerel adı "Druk Yul (Barışçıl Ejderhanın Ülkesi)" olarak bilinir. Ülke yönetimi(belli bir ölçüde yumuşama olmakla birlikte) mutlak monarşi, ülkenin başkenti Thimphu'dur. Ülkedeki idari bölgeler aşağıdaki gibidir: Ülke, Hindistan'dan 8 Ağustos 1949'da ayrılmıştır. Butan'ın dikdörtgen biçimli bayrağı bir köşegen ile ikiye ayrılmıştır. Üstteki altın sarısı üçgen laik kraliyet gücünü, alttaki portakal renkli üçgen ise Budizmi simgelemektedir. Bayrağın ortasında ise Butan'ı simgeleyen bir ejderha bulunmaktadır. 8 Ağustos 1949'da bağımsızlık kazanan Butan'ın dış ilişkilerini Hindistan yürütmektedir. Dışarıdan aldığı yardımın büyük kısmı da Hindistan'dan gelmektedir. Butan - Hindistan bağlantıları hava taşımacılığında ve yol yapımında girişilen işbirlikleriyle daha da güçlenmiştir. Butan 1970'li yıllarda takas ekonomisini bırakıp para sistemine geçmiştir. Nüfusun büyük çoğunluğu tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktadır. Budist Butan Krallığı monarşiyi ve Budist yaşam biçimini koruyabilmek için kapılarını teknolojik gelişmelere kapalı tutmuştur. 2000 yılı itibarıyla ülkenin satınalma gücü paritesi 2,3 milyar $, reel büyüme %6, civarındadır. Ülkede çalışan kesimin %38'i tarım, %37'si sanayi ve %25'i hizmet sektöründe çalışmaktadır. Enflasyon oranı %7 olup millî gelirler 146 milyon $; giderler ise 152 milyon $ şeklindedir. Ülke sanayisi çimento, ormancılık ürünleri, meyve, alkollü içecek, kalsiyum karbür üzerinedir. Ülkedeki işsizlik oranı %9,3'dir. Ülkedeki tarım ürünleri pirinç, mısır, narenciye, hububat, süt ürünleri, yumurta şeklindedir. Ülke ihracatı 154 milyon $ olup alçıtaşı, kereste, el sanatları ürünleri, çimento, meyve, elektrik türü ürünler Hindistan'a satılmaktadır. Ülkenin ihracat ortakları arasında en büyük pay %94 ile Hindistan'dır. Ayrıca Bangladeş de bu payda yer almaktadır. Ülkedeki ithalat miktarı ise yaklaşık 269 milyon $'dır. Butan, dış ülkelerden yakıt ve yağlama maddeleri, hububat, makine ve yedekleri, araçlar, kumaşlar, pirinç satın almaktadır. Hindistan %77 ile en fazla satın alınan ülkedir. Hindistan'ı Japonya, Birleşik Krallık, Almanya ve ABD izlemektedir. Ülkenin dış borç tutarı 120 milyon $'dır. Butan'ın para birimi "Butan Ngultrumu" (BTN) ve Hindistan Rupisi (INR)'dir. Ülkede 1997 itibarıyla 6.000 telefon kullanıcısı yer almaktadır. Ülkenin telefon kodu 975 olup AM 0, FM 1 ve kısa dalga radyo yayınları mevcuttur. 1999 yılında 48 televizyon kanalının yayınlanmasıyla Bhutan, dünyanın en son televizyon yayını veren ülkesi olmuştur. Ülkenin internet kodu .bt'dir. Aşağıda ulaşım hakkındaki sayısal değerler bulunmaktadır. Kuveyt Kuveyt ya da resmî adıyla Kuveyt Devleti (, "Devletü'l-Kuveyt"), Arabistan Yarımadası'nın kuzeydoğusunda, Basra Körfezi kıyısında yer alan ülke. Kuzeyde Irak ve güneyde Suudi Arabistan ile komşudur. Ülkenin ismi, Arapça'da "su kenarındaki kale" anlamına gelen "akwat" kelimesinden gelmektedir. Yüzölçümü 17.818 km² olan ülkenin nüfusu 2010 tahminiyle yaklaşık 2,7 milyondur. Bölgeye ilk yerleşimler MÖ 4. yüzyılda Antik Yunanlar tarafından yapıldı. MÖ 123 yılında Partlar'ın yönetimine girdi. 123'te ise Sasani İmparatorluğu tarafından ele geçirildi ve Hajar olarak anılmaya başlandı. 18. yüzyıl başlarında bölgeye Arap kabilelerin yerleşmesiyle Kuveyt Şeyhliği kurularak günümüzdeki Kuveyt'in temelleri atıldı. 19. yüzyılda, Arap Yarımadası'ndaki yerleşim yerleriyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu yönetimine giren Kuveyt, 1899'da Britanya İmparatorluğu'yla yaptığı anlaşmayla, Britanyalıların güvencesi ve denetimi altında yarı bağımsızlık kazanıldı. 1930'ların sonlarına doğru ülkedeki zengin petrol yatakları keşfedilmeye başlandı. 1961'de Birleşik Krallık'tan ayrılarak tam bağımsızlık kazandı. Bu tarihten sonra ülkedeki petrol üretimi büyük bir artış gösterdi. 1990'da, sınır komşusu Irak tarafından işgal edildi. 7 ay süren işgal, ABD'nin başı çektiği koalisyon güçlerinin müdahalesiyle sonlandı. Irak güçleri Kuveyt'ten çekilirken, 773 kadar petrol kuyusunu yakarak büyük bir çevre felaketine sebep olurken, ülke ekonomisine de darbe indirmiş oldu. Savaşın ardından harap olan ülkede yeniden yapılanmaya gidildi. Parlamenter monarşi ile yönetilen Kuveyt'in başkenti, ülkeyle aynı adı taşıyan Kuveyt'tir. Petrol rezervleri bakımından dünyada beşinci konumda bulunan ülkede ihracatın %95'ini oluşturan petrol, ülke gelirlerinin ise yaklaşık olarak %80'ini oluşturmaktadır. Gayrı safi yurt içi hasılaya göre dünyanın en zengin yedinci ülkesi olan Kuveyt, en yüksek İnsani Gelişme Endeksi'ne sahip 31. ülkedir. Kuveyt, Dünya Bankası tarafından yapılan sınıflandırmaya göre yüksek gelirli ülkelerden birisi konumundadır. MÖ 4. yüzyılda, Kuveyt açıklarında bulunan ve Failaka olarak bilinen adada koloniler kuran Antik Yunanlar, buraya "Ikaros" adını verdi. MÖ 123 yılında bölge, Partlar'ın kontrolüne girdi. MS 224'te Sasaniler tarafından ele geçirildi ve Hacer olarak anılmaya başlandı. 7. yüzyıla gelindiğinde ise günümüzdeki Kuveyt'in de dahil olduğu topraklar, Arap Yarımadası'nın tamamıyla birlikte Dört Halife döneminde fethedildi. 17. yüzyılda bölgede sürekli yerleşim yapan ilk insanlar olan Arap Bani Halit kabilesi, 1756'da emirlik kurarak günümüz Kuveyt'inin temellerini attı. 1756'da halk tarafından seçilen Sabah I Bin Cabir, ülkenin ilk emiri oldu. Kuveyt'in şu anki hanedanı El-Sabah'ın soyu da I. Sabah'a kadar dayanmaktadır. El-Sabah'ın yönetiminde Kuveyt, önemli bir ticaret merkezi oldu. Özellikle inci ticaretinde büyük gelişmeler gösteren Kuveyt, günümüzde petrolün de etkisiyle bölgenin büyük ekonomilerinden biri olup; Hindistan, Afrika Boynuzu, Necd, Mezopotamya ve Levant arasındaki ticaret ağının bir parçası konumundadır. 19. yüzyıllarının sonlarında Arap Yarımadası'nın büyük bir kısmı ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu'nun kontrolüne girdi. Kuveyt, Osmanlılar döneminde El-Sabah hanedanlığının yönetiminde özerklik elde etti. Osmanlı'ya bağlı emirlik üzerindeki Birleşik Krallık etkisi, 19. yüzyılın başlarından itibaren artış gösterdi. Ocak 1899'da Kuveyt, Birleşik Krallık ile imzaladığı anlaşma gereğince, dış ilişkilerin kontrolü Britanyalıların elinde olacak, karşılığında ise her yıl belli bir miktar para alacaktı. Böyle bir anlaşma yapılmasının asıl sebebi ise Berlin ile Bağdat arasında yapılması planlanan demiryolunun, Alman İmparatorluğu'nun Basra Körfezi üzerinde güç sahibi olmasından Britanya'nın duyduğu rahatsızlıktı. 1913'te Birleşik Krallık ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan anlaşmayla Kuveyt emiri Mübarek el-Sabah, Kuveyt şehrinde oluşturulan özerk yönetimin yöneticisi olarak her iki devlet tarafından da tanındı. 1914'te I. Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla Britanyalılar anlaşmayı iptal ederek Kuveyt topraklarının Britanya İmparatorluğu himayesine girdiğini duyurdu. 1922'deki El Akir Konferansı'yla birlikte Kuveyt ile Suudi Arabistan arasındaki sınırlar belirlendi ve her iki ülke arasında yaklaşık 5.770 km²'lik tarafsız bölge oluşturuldu. 1934'te, BP ve Gulf Oil petrol şirketleri; Kuveyt Petrol Şirketi adı altında birleşerek bölgedeki petrol arama ve işletme haklarını ellerinde aldı. İlk petrolü 1938'de bulan şirket, işletimine 1946'da başladı. Abdullah III Al-Salim Al-Sabah tarafından yönetilen Kuveyt, 19 Haziran 1961'de Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını kazandı. Hindistan Merkez Bankası tarafından basılan Körfez rupisi, Kuveyt dinarının yerine kullanılmaya başlandı. 20 Temmuz 1961'de Arap Birliği üyesi olması ve geniş petrol yataklarının keşfiyle birlikte birçok yabancı girişimci ülkeye yerleşti ve ülke ekonomisi büyük bir yükselişin içine girdi. Petrol endüstrisindeki büyüme sayesinde Arap Yarımadası'nın en zengin ülkelerinden biri konumuna gelen Kuveyt, Basra Körfezi'nde en çok petrol ithalatı yapan ülke oldu. Ekonomideki bu büyümenin ardından, başta Mısır ve Hindistan olmak üzere çeşitli ülkelerden birçok işçi, çalışmak için Kuveyt'e akın etti. Tarafsız bölgedeki petrol hakları konusunda Suudi Arabistan ile anlaşmazlıklar yaşansa da bölgedeki tüm petroller eşit olarak paylaşılarak sorun çözüldü. Sınırlar konusunda tartışmalar yaşanmasına karşın Ekim 1963'te Irak, Kuveyt'i ve sınırlarını resmî olarak tanıdı. 1967'de patlak veren Altı Gün Savaşı'nın başlamasından bir gün sonra, 6 Haziran 1967'de, Arap devletleri ortaklaşa uyguladığı politika gereğince İsrail'e destek veren devletlere yaptığı petrol ithalatını durdurdu. Uygulanan bu ambargo, 1 Eylül'de, Hartum Önergesi'nin yayımlanmasıyla kaldırıldı. 1973 Arap-İsrail Savaşı'nda ABD'nin İsrail'e destek vermesi üzerine Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü üyesi devletlerle birlikte, İsrail'e destek veren ülkelere karşı 15 Ekim 1973'ten başlayarak ikinci kez petrol ambargosu koydu. Bununla beraber OPEC üyesi ülkelerle birlikte dünya petrol fiyatlarını yükselterek ülkeye giren kaynakların arttırılmasına karar verildi. Ambargoyla birlikte dünya ekonomisinde büyük bir kriz yaşandı. Birkaç ay sonra, 17 Mart 1974'de Vaşington'da yapılan petrol zirvesiyle ambargo kaldırıldı. 1970'lerde kamulaştırılmaya başlanan Kuveyt Petrol Şirketi'ndeki hükûmet iştiraki 1974'te %60'a çıkarılırken, kalan %40'lık kesim BP ve Gulf Oil arasında eşit olarak paylaştırıldı. 1982'de, Souk Al-Manakh borsasının çöküşünün ardından ülkede ekonomik kriz yaşandı ve petrol fiyatlarında artış görüldü. Fakat kriz kısa sürede aşıldı ve Kuveyt'teki petrol üretimi gittikçe artarak, İran-Irak Savaşı sebebiyle İran ile Irak'ta düşen petrol üretiminden kaynaklanan boşluğun doldurulması sağlandı. 1980'de başlayan savaşta önceleri tarafsız kalan Kuveyt, sonraları m
addi yönden Irak'ı destekledi. Bunun yanında Irak'a gönderilen savaş malzemelerinin de kendi üzerinden geçmesine olanak sağladı. 1983'te, ülkede seri halinde yaşanan altı bombalı saldırı sonucunda beş kişi hayatını kaybetti. Saldırıyı üstlenen Şii Dava Partisi, İran ile yaşanan savaş sırasında Kuveyt'in Irak'a verdiği destekten dolayı saldırıyı gerçekleştirdiğini açıkladı. Eylül 1987'de İran, Kuveyt'e İpekböceği füzeleri ile saldırılar düzenledi. 5 Nisan 1988'de, Bangkok'dan Kuveyt'e sefer yapan ve Kuveyt Kraliyet Ailesi'nin üç üyesinin de aralarında bulunduğu 112 yolculu, 422 sefer sayılı Kuveyt Havayolları'na ait Boeing 747 tipi uçak, bir grup Lübnanlı tarafından kaçırıldı. Silahlı ve el bombalı teröristler pilotu, İran'ın Meşhed şehrine iniş yapması için zorlarken, aynı zamanda Kuveyt'te tutulan 17 Şii gerillanın serbest bırakılmasını talep ettiler. Meşhed'e inildikten sonra Ürdünlü bir yolcuyu serbest bırakan teröristler, Sırasıyla Larnaka ve Cezayir'e iniş yapan hava korsanları iki Kuveytli yolcuyu da öldürdü. Kuveyt'in 17 esiri serbest bırakmayacağını açıklamasının ardından teröristlerin Cezayir'i terketmelerine izin verildi ve 16 gün süren eylem sona erdi. Savaşta, sekiz yıl boyunca maddi yönden Irak'ı destekleyen Kuveyt, savaşın sona ermesiyle birlikte Irak'ın 65 milyon $'lık borcunun silinmesi yönündeki teklifini reddetti. Kuveyt'in petrol fiyatlarını %40 oranında arttırmasıyla birlikte her iki ülke arasında ekonomik bir savaş başlamış oldu. Irak'ın; Kuveyt'in eğimli sondaj yaparak kendisine ait Rumeyla petrol sahasından petrol çıkardığı iddiasıyla iki ülke arasındaki tansiyon daha da yükseldi. 2 Ağustos 1990'da, Irak kuvvetleri Kuveyt'i işgal ederek kendi topraklarına kattı. Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, emir Cabir Al-Sabah'ı görevden alarak Ali Hasan el Mecid'i Kuveyt valisi olarak atadı. Irak işgali sırasında, yaklaşık 1.000 Kuveytli sivil öldürülürken 300.000'den fazla kişi ülkeyi terketti. Diplomatik görüşmelerin sonuç vermemesi sonunda, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından ABD'nin başı çektiği 34 ülkeden meydana gelen koalisyon güçleri oluşturuldu. Koalisyon güçleri; 17 Ocak 1991'de, Irak kuvvetlerini Kuveyt topraklarından çıkarmak amacıyla düzenledikleri Çöl Fırtınası Operasyonu ile Körfez Savaşı'na dahil oldu. 6 hafta sonra, 26 Şubat 1991'de, koalisyon güçleri başarıya ulaştı ve Irak güçlerinin ülkeden çekilmesiyle birlikte emir, yetkilerine yeniden kavuştu. Sonrasında ise Kuveyt, koalisyon güçlerine hizmetleri karşılığında 17 milyar $ ödeme yaptı. Irak kuvvetleri Kuveyt'ten çekilirken 737 petrol kuyusuna zarar verip, bunların 600 kadarını ateşe verdi. Irak işgalinin ardından yapılan tahminler sonucu yaklaşık 5-6 milyon galon (950.000 m³) petrolün yandığı belirlendi. Petrol ve kurum tabakası Basra Körfezi'nin tamamını etkiledi ve 25 ila 50 milyon galon (7.900.000 m³) petrolden meydana gelen "petrol gölleri" oluştu. Bu petrol tabakası, ülke yüzölçümünün %5'lik kısmını kapladı. Toplamda 11 milyon galon (1.700.000 m³) petrol Basra Körfezi'ne dökülürken, Kuveyt'in ham petrol rezervinin %2'lik kısmına tekabül eden 96 milyon galon (1.53×10 m³) petrol yakıldı. Yangınları söndürmek dokuz aydan uzun bir süre alırken, hükûmetin harcadığı 50 milyar $ sayesinde kuyuların tamiratı ve altyapı düzenlemeleri 2 yıl gibi bir sürede eski haline getirilebildi. Körfez Savaşı'nın ardından Kuveyt, sosyo-ekonomik, çevresel ve halk sağlığı açısından büyük bir gelişim gösterdi. Kuveyt Basra Körfezi ülkeleri içinde en eski seçilmiş meclise ev sahipliği yapmaktadır. Devletin başı Emir'dir. Emir başbakanı atar ki, başbakan da genellikle kraliyet ailesine mensuptur. Bakanlar Kurulu, hükümet işlerini yürütür ve bakanların sayısı meclis üyelerinin sayısının 1/3'ünden fazla olamaz. Meclis başbakanı veya kabinedeki bakanları görevden alma yetkisine sahiptir. Anayasaya göre yeni bir veliahtın tahta çıkması için meclis tarafından onaylanması gerekmektedir. Meclis 50 üyelidir ve 4 yılda bir yenilenir. Son reformlarla birlikte kadınlar da oy kullanma hakkına sahip olmuş ve seçmen sayısı 139.000'den 339.000'e çıkmıştır. Yakın bir zamanda Başbakan Şeyh Sabah el-Ahmet el-Sabah kabinede bir kadın bakanın yer alacağını duyurmuştur. 11 Kasım 1962'de kabul edilen ve günümüzde de yürürlükte olan anayasayla birlikte emirin yetkileri kısıtlandı. Dört yıllığına seçilen 50 üyeden meydana gelen bir meclis oluşturuldu ve hükûmetin yalnız aile üyelerinden oluşmasının önüne geçildi. Ocak 1965'te yeni hükûmet seçim yerine veliaht prens tarafından kuruldu. Abdullah III Al-Salim Al-Sabah'ın 24 Kasım 1965'teki ölümü üzerine ülke yönetimi, kardeşi Sabah III Al-Salim Al-Sabah'a geçti. Al-Sabah, başbakanlık görevini Cabir III Al-Ahmet Al-Cabir Al-Sabah'a bıraktı. 29 Ağustos 1976'da emir Al-Salim Al-Sabah tarafından meclis dağıtılarak basın üzerinde sıkı bir denetim kuruldu. 31 Aralık 1977'de Al-Salim Al-Sabah'ın ölümü üzerine ülkenin yeni emiri Cabir III Al-Ahmet Al-Cabir Al-Sabah oldu. Yeni emir, veliaht prens Saad I Al-Abdullah Al-Salim Al-Sabah'ı, 8 Şubat 1978'de başbakan olarak atadı. Ağustos 1980'de emir Cabir, yeni bir parlamento kurma çalışmalarına başladı. Yeni bir seçim yasası kabul edildi. 23 Şubat 1981'de yapılan seçimler, rejim yandaşlarının zaferiyle sonuçlandı. Arap Yarımadası'nın kuzey doğusunda yer alan Kuveyt, dünyadaki en küçük kıta ülkeleri arasındadır. Engebesiz bir yapı gösteren ülke topraklarının çoğunı Arap Çölü kaplamaktadır. Ülkenin en yüksek noktası ile ortalama yüksekliği arasında 306 m gibi küçük bir fark bulunmaktadır. Dokuz adaya sahip olan Kuveyt'te, Failaka Adası dışındaki adalarda yerleşim yapılmazken, kapladığı 860 km² alanla Bubiyan, ülkedeki en büyük ada konumunda olup anakaraya 2.380 m. uzunluğundaki bir köprüyle bağlanmaktadır. Topraklarının çoğu tarıma elverişli olan ülkenin 449 km uzunluğundaki kıyı şeridi boyunca yer yer yeşil arazilere rastlanmaktadır. İçerdiği petrol sahaları bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Kuveyt'teki Burgan sahasında ülkede çıkarılan toplam petrolün 70 milyon galonluk (1,1×10 m³) kısmı elde edilmektedir. 1991'deki Kuveyt petrol yangınları sırasında ülke genelinde 500'ün üzerinde petrol gölü oluşmuş ve yaklaşık 35,7 km² alana yayıldı. Meydana gelen kirlilik yüzünden ülkenin doğu ve güneydoğu kısımlar yaşanamaz hale geldi. Körfez Savaşı sonucunda oluşan petrol sızıntıları ülkenin deniz kaynaklarını da şiddetli biçimde etkiledi. Mart'ta başlayan ilkbahar, nadir olarak gerçekleşen sağanak yağışlara rağmen ılık geçmektedir. Kuzeybatıdan esen rüzgarlar sonbahar ve kış aylarında soğuk; ilkbahar ve yaz aylarında ise sıcak hava getirir. Güneydoğudan esen rüzgarlar genellikle sıcak ve nemli olup, Temmuz ile Ekim arasında etkisini gösterirken; aynı yönden esen sıcak ve kuru rüzgarlar ise ilkbahar ile yaz mevsiminin başlarında etkisini gösterir. Kuzeybatıdan esen ve şimal adı verilen rüzgarlar ise Haziran ve Temmuz aylarında etkili olup, kum fırtınalarına yol açmaktadır. Kuveyt'te her 100 kadına 143 erkek düşer, 25-54 arasında bu oran 175'e kadar çıkar. Bu oranlar Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn'den sonra erkeklerin aleyhine olan dünyanın en yüksek dördüncü cinsiyet oranlarıdır. Kuveyt, valilik adı verilen 6 idari bölgeye ayrılmıştır. Valilikler ise kendi içlerinde ilçelere ayrılır. Başkent Kuveyt ve El Cehrâ şehirleri, ülkenin en önemli şehirlerinin başında gelir. Katar Katar resmî adıyla Katar Devleti (Arapça: دولة قطر, "Devletü Katar"), Arap Yarımadası'nın doğusunda bulunan bir Basra Körfezi ülkesi. Tek kara sınır komşusu Suudi Arabistan olup diğer tarafları Basra Körfezi ile çevrilidir. Kuzeybatısında Bahreyn, batı ve güneyinde Suudi Arabistan, doğusunda Birleşik Arap Emirlikleri ve kuzeyinde İran bulunur. 2,15 milyon nüfuslu Katar, artan petrol fiyatları ve sahip olduğu doğalgaz rezervleri sayesinde kişi başına düşen gelire göre dünyanın en zengin ülkesidir. Katar, Orta doğu'daki bütün körfez ülkelerinde olduğu gibi ekonomik olarak hızla gelişmektedir. Katar, uzun yıllar bölge aşiret beylerinin emri altında yönetilmiştir. Bölge genellikle göçebe kabilelerin yaşadığı yer olduğu için idaresinde de sık sık değişmeler meydana gelmiştir. 19. yüzyılda bölgenin idaresi bugünkü emir'in büyük dedesi olan Muhammed al Sani'ye geçmiştir. Ülkede fiili Türk egemenliği ilk olarak 1852'de, daha sonra ve kesin olarak 1871'de Muhammed el-Sani'nin daveti üzerine başlamıştır. Katar'ın bugünkü başkenti Doha (Kal'atü't-Türk adı verilen kale) ve yine bugün ABD üssünün bulunduğu el-Obeid'e yerleşen Türk birlikleri 1913'e kadar kaldılar. Katar da Basra Vilayeti'nin Lahsa sancağına bağlı bir kaza (ilçe) oldu. Al-Sani ailesi de Osmanlı kaymakamları olarak görev yapmaya başlamışlardır. Osmanlı Devleti Katar üzerindeki haklarından 29 Temmuz 1913'te vazgeçti. Son Türk askeri Katar'dan Ağustos 1915'te çekildi. I. Dünya Savaşı'nın çıkmasının akabinde 3 Kasım 1916'da Katar İngiliz işgaline girdi. Katar, 3 Eylül 1971'de İngiliz hakimiyetinden ayrılarak resmen bağımsız bir devlet olmuştur. Petrol rezervlerinin keşfedilmesinden önce Katar ekonomisi balıkçılık ve inci avcılığına bağlıydı. Ama 1940'larda petrol rezervlerinin keşfiyle ülkenin tüm ekonomisi değişime uğradı. Bu değişim yüksek yaşam standartları ve büyük ülkelerin vatandaşlarına sunduğu sosyal hizmetleri de beraberinde getirdi. Ülke, dünyadaki en çok gaz rezervlerine sahip ülkeler arasındadır. Bu büyük etken ülke vatandaşlarının refah seviyesini en üst basamaklara taşımıştır. Ülkede hemen hemen hiçbir tüketim maddesi üretilmemekte, dışarıdan ithal edilmektedir. Fakat ülkedeki oldukça az olan vergi oranları ve enerjinin çok ucuz olması bu mallardaki fiyatı oldukça düşük tutması beklentisi doğursa da gıda benzeri tüketim malzemeleri ucuz değildir, ama elektrik ve elektronikte ucuzluk kendisini hissettirmektedir. 1 tanesi karada 6'sı açık denizde olmak üzere toplam 7 adet doğal gaz üretim noktası vardır. Ülkenin körfeze bakan kısmında ras laffan denen bir endüstri şehri kurulmuştur. Petrolün varlığı ül
kede gübre ve çimento sanayisinin gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Katar vatandaşlarının tamamına yakını İslam dinine mensuptur. Etnik Arapların dışında çoğu vatandaş çeşitli ülkelerden petrol sektöründe çalışmak için gelmiştir. Arapça ana dildir. Onlarca değişik milletten insanların bulunması İngilizceyi ikinci bir millî dil haline getirmiştir. Katar Araplarının genelde üst düzey yönetici, bürokrat ya da mal sahibi olduğu ülkede diğer ülke Arapları bankalarda, petrol ve gaz tesislerinde ya da devletin kurumlarında memur olarak çalışırlar. Ülkenin demografik yapısı göçmenlik sistemine dayalıdır. Ülkede yabancı ülkelerden yaklaşık 1,8 milyona yakın işçi çalışmaktadır. Genellikle Filipinler, Nepal, Hindistan gibi ülkelerden insanlar bu ülkeye inşaat, sağlık, hizmet, enerji sektörlerinde çalışmak için gelirler. Katar'da her 100 kadına 329 erkek düşer, 25-54 arasında bu oran 461'e kadar çıkar. Bu oranlar erkeklerin aleyhine olan dünyanın en yüksek cinsiyet oranlarıdır. Yakın tarihte Katar'da eğitime büyük önem verilmeye başlandı. Öğrenci sayısı az olduğundan daha iyi eğitim olanakları sağlanmaya başladı. Herkese bedava olarak verilen sağlık hizmetlerinin yanında anaokulundan üniversiteye kadar eğitim tüm Katar vatandaşları için ücretsiz hale getirildi. Ülkenin Katar Üniversitesi adında bir üniversitesi ve birçok yüksek eğitim kurumu vardır. Başkent Doha'da yapımı devam eden eğitim kasabası ülkenin tüm ortadoğunun en büyük eğitim yeri olmasını sağlamakta ve tüm bölgeden öğrencilerin burada toplanmasını hedeflemektedir. Katar Yarımadası Basra Körfezi'ne doğru Suudi Arabistan'dan çıkmış 160 km'lik bir uzantıya benzer. Genellikle alçak düzlüklerden oluşan ülke kumla örtülüdür. Ülkenin güneyi ise çöllerle kaplıdır. Yazın kurak ve nemli, kışın ise ılık ve az yağışlıdır. Katar en büyük yönetimsel birim olan 7 ayrı belediyeye bölünmüştür. Bunlar: Ad Doha, Al Rayyan, Umm Salal, Al Khor, Al Wakrah, Al Daayen ve Al Shamal belediyeleridir. Katar sosyal hayat olarak da birçok etkinliğe ev sahipliği yapmaktadır.Hareketli gece hayatı ve birçok dünya starının uğrak yeridir. Uçsuz bucaksız çöllerinde kamp yapabilir, Şubat ayında bile denize girilebilmektedir. Birçok alışveriş merkezleri bulunmaktadır. Ülkede en çok sevilen spor futboldur. Bu nedenle birçok ünlü futbol yıldızı ve dünya takımlarının katıldığı özel maç organizasyonları sık düzenlenmektedir. Tenis Katar da sevilen sporlar arasındadır. Her yıl uluslararası düzeyde 5 ayrı turnuva düzenlenmektedir. Katar, 2022 FIFA Dünya Kupası'na ev sahipliği yapmaya hak kazanmıştır. Katar Devleti, Resmi Portalı Mikronezya Federal Devletleri Mikronezya ya da resmî adı ile Mikronezya Federal Devletleri, Okyanusya içerisinde Büyük Okyanus'un batı kesiminde yer alan ve toplam 607 adadan oluşan ülke. Ülkenin başkenti Palikir'dir. Federasyon yönetim biçimine sahip olan ülkede toplam dört federe devlet mevcuttur. Ülkeyi oluşturan her bir federe devletin kendi yasayı ve hükumeti bulunmaktadır. 607 adadan oluşan ülke, Caroline Takımadaları’nın bir kısmını içine almaktadır. Dört tane kurucu federe devlet vardır. Bunlar Yap, Chuuk, Pohnpei ve Kosrae’dir. Bu dört devlet Mikronezya Federal Devletleri bayrağı üzerinde birer yıldızla temsil edilir. Ülkeyi oluşturan dört federe devlet şu şekildedir: Mikronezya’nın başkenti Pohnpei’deki Palikir şehridir. Palikir'de hükûmet binaları bulunmaktadır. Ülkenin en büyük şehri ise Chuuk adasındaki Weno'dur. Devletin 7 resmî dili vardır. Bunlar; İngilizce, Ulithian, Woleaian, Yapese, Pohnpeian, Kosraean ve Chuukese’dir. Adalarda bu dillerin dışında başka diller de konuşulmaktadır. Vatikan Vatikan, ya da Vatikan Şehir Devleti, İtalya'nın Roma şehrinde bulunan, Hıristiyanlık dininin Katolik mezhebinin yönetim merkezi olan devlet. Yerleşik nüfus 500 civarındadır. Fakat Vatikan turistik bir yer olduğundan bu nüfus turistlerle 1.500'ü aşmaktadır. Çevresi yüksek duvarlarla kaplıdır ve kameralarla izlenmektedir. Dünyanın yüzölçümü olarak en küçük ikinci ülkesidir (birinci Sealand'dır). Mutlak monarşiye dayalı bir yönetim uygulanır. Devlet başkanı olarak Papa'nın sözleri yasa hükmündedir. Papa, hem devlet başkanı, hem de Katolik mezhebinin ruhani lideridir. Katolik kilisesinin genel başkanı, Vatikan Devleti'nin de başkanı olur. Papa yasama, yürütme ve yargının da başkanıdır. Vatikan'ın, 100 kişilik İsviçre vatandaşı ve Katolik olması şart olan geleneksel giysili muhafızlardan oluşan sembolik yapıdaki küçük bir ordusu vardır. İtalya'nın tarihiyle hemen hemen aynı tarihe sahip olan dünya Katolik dininin merkezi kabul edilen 0.44 km karelik alana sahiptir. Pontificio ruhban sınıfı tarafından yönetilir. Devlet başkanı Papa'dır. 1929'da İtalya Devleti'yle Kilise arasında Laterano Antlaşması antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla ülkenin resmi dininin Katolik dini olduğu ve Roma'nın kutsal bir şehir olduğu ilan edildi. Papa'nın kabul günü genellikle kışın haftada bir kez çarşamba günleri Vatikan şehrinde, yazın ise Roma'ya yaklaşık 40 km. uzaklıktaki Castel Gondolfo'da gerçekleştirilir. Bu genel kabul gününe katılmak için "Prefetto della Casa Pontificia, 00120 Città del Vaticano" adresinde bulunan büroya başvurmak gerekir. Katolik dinine mensup olanların bağlı olduğu kiliseden bir yazı getirmesi istenmektedir. Papa'nın kabul gününe katılacak kadınların, uzun kollu, başı kapalı, koyu renkli veya dikkati çekmeyen sade giysilerle; erkeklerin ise koyu renkli ceket ve kravatla katılmaları gerekmektedir. Vatikan’ın doğrudan ya da dolaylı olarak sahibi olduğu veya yönlendirdiği günlük, haftalık ve aylık 200’den fazla gazete ve dergi, 154 radyo istasyonu veya emisyonu, 49 TV kanalı veya kablolu yayını bulunmaktadır. Bütçesi; katoliklerden kesilen kilise vergisi, aidatlar, bağışlar, şirket gelirleri, hisse senedi-tahvil-bono gelirleri, bankacılık ve faiz gelirleri, hediyelik eşya satışlarından elde edilen gelirlerle basın yayından elde edilen reklâm gelirlerinden oluşmaktadır. Vatikan'da etkileri ve güçleri tartışılamayacak başlıca birkaç akım vardır. Bunlardan ikisi laik, diğerleri "dinsel" niteliktedir. Laik akımlar Opus Dei ("Tanrı’nın Eseri")'yle Malta Şövalyeleri’dir. "Domeniken tarikatı": Domeniken kelimesi latinceden Türkçeye çevrilmiştir, asıl telaffuzu Domenicani'dir. Domenicani kelimesi, üç şekilde kullanmaktadırlar. Domeniken Tarikatı'ndaki rahip ve rahibeler, kendilerini Meryem'e adamış din adamlarıdır. Bunlar için en önemli husus, kurum olarak Kilise’nin sürekliliğinin korunması ve her koşul altında savunulmasıdır. Dominikenler, "Kiliseye öncelik" prensibine dayanan tarikattır. "Fransiskenler": Yoksullardan yana, din adına karşılıksız çalışan keşişler topluluğudur. Adlarını kurucusu olan "Assisili Aziz Fransua"'dan almıştır. "Cizvitler tarikatı": Katolik aleminin entelektüelleri olan Cizvitler için önemli olan "Papalık Makamı"'dır. Papaların kendileri veya Kilise'nin kendisi değil, Papalık Makamı'nın korunması ve savunulması öncelik taşımaktadır. Ayrıca bu tarikat papalık makamının korunması için kendi bankası olan "Dünya Bankası"'nı kurup tüm gelirini bu makamı güçlendirmek için kullanmıştır. Güney Avrupa'da, İtalya'da yer alır. Ilıman bir iklime sahiptir ve alçak tepeliklerden oluşur. Yaklaşık 900-1000 civarı bir nüfus bulunur. Bunların çoğunu çeşitli ülkelerden gelen papazlar ve İsviçreli muhafızlar oluşturur. Ana meydan olan Aziz Petrus Meydanı'nın korumasını İtalyan polisi üstlenmiştir. Vatikan Devleti'nin geriye kalan kısmında orayı koruyacak bir polis ya da askerî güç, İsviçreli Muhafızlar Kıtası dışında yoktur. Marshall Adaları Marshall Adaları Okyanusya'da Kuzey Pasifik Okyanusu'nda Hawaii ve Papua Yeni Gine arasında bulunan 31 adet yuvarlak ada grubu, 5 ada ve 1152 adet adacıktan oluşan adalar topluluğu. Adanın adı John Marshall'dan gelmektedir. 1946 ve 1958 yılları arasında ABD tarafından adalar civarında tam 67 kez nükleer bomba denemeleri yapılmıştır. 1954 yılında ise ada yakınlarındaki Bikini Mercan Adaları'nda ABD'nin gerçekleştirdiği en mühim ve en zararlısı olan Castle Bravo yani termonükleer hidrojen bombasının denemesini yapılmıştır. Atılan bombanın gücü Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarının yaklaşık 1.000 katı gücündedir.1947 ile 1986 arası A.B.D egemenliğinde kalmıştır. Atomic Energy Commission isimli oluşum 1956 yılında Marshall Adalarını "dünyanın açık ara farkla en kirletilmiş yeri(by far the most contaminated place in the world)" olarak damgalamıştır. Palau Palau ya da resmî adı ile Palau Cumhuriyeti, bir Okyanusya ülkesidir. Papua Yeni Gine'nin kuzeyindedir. 1994 yılında ABD himayesinden çıkmıştır. Yerli halk dilinde adı 'Belau'dur. Büyük Okyanus'un güneyindedir. Kuzeyde Palau adlı adalar grubunu, güney batıda Sonsorol, Merir, Pulo Anna ve Tobi adlı küçük mercan adaları ile Helen Resifini kapsar. Yaklaşık 350 adadan oluşmaktadır. Ben Palau'ya bağlı adalar Caroline Adalarının batı ucunu oluşturur. Yüksekliği 217 m'ye ulaşan Babelthuap Adası 143 km²'lik yüz ölçümüyle en büyük adadır. Babelthuap'ın hemen güneyinde yer alan ve yaklaşık 628 m'ye yükselen Koror adası cumhuriyetin başkenti ve nüfusu en büyük yerleşim yeridir. 2007 ye kadar ülkeye başkentlik yapmış ve o yıl ise hükümet başkenti Ngerulmud'a taşımıştır. Palau'nun iklimi tropikaldir. Koror adasında yıllık ortalama sıcaklık 28 °C'dir. Yıllık yağış miktarı Koror adasında 3,800 mm, Angaur adasında ise 3,290 mm'dir. Toprağın verimli olduğu Palau adalar grubunun kıyı kesimlerinde Mangrov bataklıkları, iç kesimlerinde ise savanlar, hindistan cevizi ağaçları ve yağmur ormanlarıyla kaplı tepeler vardır. 1543'te İspanyol denizci Ruy López de Villalobos'un ulaştığı Palau, üç yüz yıldan fazla süreyle İspanyol egemenliğinde kaldı. Palau adalar grubu Mariana ve Caroline adaları ile birlikte 1899'da Almanya'ya satıldı. Japonlar 1914'te ele geçirdikleri Palau adalar grubunda madenciliği, plantasyon tarımını ve ticari balıkçılığı geliştirdiler. II. Dünya Savaşı'nda Japonya'nın önemli bir deniz üssü olan adalar grubu 1944'te ABD kuvvetlerini
n eline geçti. Palau 1947'de ABD denetiminde Birleşmiş Milletler Pasifik Adaları Vesayet Bölgesi'nin bir parçası oldu. Yapılan iki referandumun ardından (1979'da Palau'nun Mikronezya'ya katılması için yapılan referandum sonucunda dil ve kültür farklılıkları yüzünden hayır kararı çıktı.) 1981'de bir anayasa kabul edildi ve aynı yıl seçimler yapıldı. 1981'de iç işlerinde bağımsız bir cumhuriyet olan Palau 1982'de ABD ile Serbest Birlik Sözleşmesi imzaladı. Sözleşmeye göre ABD Palau'da askeri üsler bulundurma hakkına sahip olacak, karşılığında ülkenin güvenlik ve savunmasından sorumlu olacak ve mali yardımda bulunacaktı. 1982'den 1994'e kadar uzanan geçiş sürecinde adadaki küçük, ama güçlü bir azınlık adada sürekli ABD askeri gücü, özellikle nükleer güç bulundurulmasına karşı çıktı ve düzenlenen şiddet eylemlerinde 1985 ve 1988 yıllarında iki ada yöneticisi öldürüldü.1994'te yapılan halk oylmasında ABD ile yapılan Serbest Birlik Sözleşmesi'nin devamı şartıyla bağımsızlık kararı alındı. Palau'ya bağlı adaların Okyanusya'nın batı eşiğinde bulunması, çeşitli etnik toplulukların önemli ölçüde birbirine karışmasına yol açmıştır. Palau'nun yerli halkının % 70'ini Mikronezyalılar, Polinezyalılar ve Melanezyalı halklarının birbirlerine karışmasından oluşan Palau halkından oluşur. Adalar grubunda çeşitli Asyalı ve Avrupalı azınlıklar da yaşar. Halkın büyük çoğunluğu Hıristiyandır. Konuşulan diller Endonezya diliyle akraba olan Palau dili, Sonsoral-Tobi dili, İngilizce ile Japonca'dır. Palau'da Turizm ve balıkçılık yaygın ekonomik etkinliklerdir. Tarım ve hayvancılık faaliyetleri geçimlik olarak yapılır. Adalar arasındaki ulaşım büyük ölçüde hava ve deniz yolu ile yapılır. Koror Adası köprüyle Babelthuap'a, geçitlerle de Arakabesan ve Malakal adalarına bağlanır. Mikronezya, Guam, Filipinler ve Avustralya'ya hava yolu bağlantısı vardır. Yürütme gücünün başında, 4 yıl için halk tarafından seçilen bir başkan bulunur. Başkan hem devlet hem hükümet başkanı sayılır. Yasama organı olan Palau Ulusal Kongresi 16 üyeli Temsilciler Meclisi ve 9 üyeli senatodan oluşur. Falkland Adaları Falkland Adaları (, ) Güney Atlas Okyanusu'nda Patagonya'nın 480 km doğusunda bulunan takımadalar. Yaklaşık 12.000 km²'lik yüzölçümüne sahip olan takımada Doğu Falkland, Batı Falkland ve 776 küçük adadan meydana gelir. Britanya Denizaşırı Toprakları'ndan biri olan Falkland Adaları içişlerinde serbest, dışişlerinde ve savunmada ise Birleşik Krallık'a bağlıdır. Adalar'ın başkenti Doğu Falkland'daki Stanley'dir. Birleşik Krallık, Arjantin'in adalar üzerindeki taleplerine rağmen 1833'te egemenliğini ilan etmiştir. Falkland'ın keşfedilmesi ve ardından kolonizasyonu Avrupalılar açısından oldukça tartışmalı bir dönemdir. Çeşitli dönemlerde adalar Fransız, Britan, İspanyol ve Arjantin yerleşimlerine sahne olmuştur. Nisan 1982'de Arjantin güçleri adaları işgal etse de iki ay sonra Falkland Savaşı sonucunda Birleşik Krallık egemenliğini yeniden kurmuştur. Askeri personel dışında 2932 kişilik nüfusa sahip adalardaki nüfusun çoğu Britanya kökenli Falkland Adalılar'dır. Diğer önemli etnik gruplar Fransızlar, Cebelitarıklılar ve İskandinavlar'dır. Birleşik Krallık, Saint Helena ve Şili'den göçenler neticesinde nüfusun azalması önlenmektedir. Resmi ve en çok konuşulan dilin İngilizce olduğu adaların halkı 1983 Britanya Vatandaşlığı Yasası'nın bir sonucu olarak Birleşik Krallık vatandaşıdır. Antartinaaltı okyanusal ve tundra iklimlerinin buluştuğu yerde bulunan adalarda 700 metreye ulaşan dağ zincirleri bulunur. Diğer bölgelerden getirilen kuş türlerinin adaya yerleşmesi neticesinde yaşanan rekabet sonucu yavrulamalarında azalma görülse de adalar büyük bir kuş popülasyonunu barındırır. Adaların en önemli ekonomik faaliyetleri balıkçılık, turizm, koyun çiftlikleri ve yüksek kalitede yün ihracıdır. Falkland Adaları Hükümeti tarafından lisanslandırılan petrol arama faaliyetleri Arjantin'le yaşanan kıta sahanlığı sorunu neticesinde tartışmalıdır. Aidiyeti oldukça tartışmalı olan adaların keşfi de Portekizliler, İspanyollar ve İngilizler tarafından sahiplenilmektedir. İngiliz seyrüseferci John Davis 1592'de adaları gördüğünü iddia eder ancak adaların ilk kez 1600 yılı civarlarında Hollandalı Sebald de Weert tarafından (görerek) keşfedildiği bilgisi günümüzde tartışmasızdır. İngiliz kaptan John Strong 1690'da adalara bilinen, ilk kayıtlı ayak basmayı gerçekleştirmiştir. Strong, iki ana ada arasındaki kanalı Britanyalı denizci Viscount Falkland'ın adına "Falkland" olarak adlandırılmıştır. Daha sonra bu ad tüm ada grubunun adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Fransız seyrüseferci Louis-Antoine de Bougainville adalardaki ilk yerleşkeyi 1764'te Doğu Falkland'da kurdu ve adalara "Malovine" adını verdi. 1765'te Batı Falkland'a ilk yerleşenler ise İngilizler oldu. 1767 yılında İspanyollar doğudaki yerleşkeyi Fransızlardan satın aldılar ve 1770'te İngilizleri adalardan atmayı başardılar. Britanya İmparatorluğu savaş tehdidi ile Batı Falkland'ı 1771'de geri aldı ancak ekonomik nedenlerle -hakimiyet iddiasından vazgeçmeden- adalardan çekilmek zorunda kaldı. İspanyollar Doğu Falkland'a yeniden yerleştiler ve adayı "Soledad" olarak adlandırdılar. İspanyollar 1829'da adaları Lois Vernet'in başkanlığında bir hükümete ve Arjantinli halka bıraktılar. Lois Vernet hükümeti 1831'de karasularını ihlal eden Amerikan gemilerine el koyunca ABD misilleme olarak bölgeye savaş gemileri yolladı. 1833'te bir İngiliz keşif heyeti Falkland'a yaptığı sefer sırasında bölgede kalmakta direten Arjantinlileri ortadan kaldırarak, İngilizleri Falkland'a yerleştirdi. Her ne kadar iki taraf da yıllarca adalar üzerindeki hak iddiasını sürdürdüyse de çeşitli anlaşmalarla silahlı mücadeleden kaçınılmaya çalışıldı. Bölgede meydana gelen ilk silahlı çatışma olan Birinci Falkland Savaşı, Alman ve İngiliz savaş gemilerinin birbirlerini takip ederken meydana gelen çatışmadır. Savaşta Almanlar Scharhorst, Gneisenau, Nürnberg ve Leipzig savaş gemilerini kaybettiler. Savaş kesinlikle adaları ele geçirmek gayesiyle yapılmamıştı. 20. yüzyılın ilk yarısı içinde taraflar iddia ve taleplerini sürdürürken, bir sonuca varılamıyordu. Milletlerarası Adalet Divanının selahiyetinin Arjantin tarafından tanınmaması üzerine, Divan da bölge hakkında hakemlik yapmayı reddetti. 1964'te Arjantin, BM'nin Sömürgeler Komisyonundan kanunun aracısız olarak iki toplumlu görüşmelerle sürdürülmesini istedi. Ancak her iki tarafın da taleplerinde kesin fikirli olması, bu girişimin de sonuçsuz kalmasına sebep oldu. 1977'de bu statüdeki görüşmeler tekrar başladı. 1980'de İngiltere, ada halkının fikirlerini sorarak, İngiliz yönetiminin devamının arzu edildiğini Arjantin'e bildirdi. 1982'de Arjantin'deki siyasî durum sebebiyle bölgede ikinci bir savaş meydana geldi. 19 Mart'ta Falkland'a bağlı olan Güney Georgia, 2 Nisan'da da Falkland Arjantinliler tarafından işgal edildi. 20 günlük bir seyirden sonra, bölgeye ulaşan İngilizler tarafından 25 Nisan'da Güney Georgia'dan çıkarıldılar. Arjantinliler'in elinde bulunan Falkland'a ilk saldırı ise 4 Mayıs'ta havadan yapıldı. Ertesi gün Arjantin Cumhurbaşkanı Leopoldo Galtieri bu saldırıda çok büyük kayıp verdiklerini açıkladı. 2 Mayıs'ta da bir İngiliz denizaltısı, Falkland adalarından 350 km uzaklıkta bulunan bir Arjantin kruvazörünü batırarak, 350 denizcinin ölümüne yol açmıştı. Çeşitli arabuluculuk teşebbüsleri sonuçsuz kaldı. 15 Mayıs'ta, Batı Falkland'daki bir havaalanına saldıran İngilizler 29 Mayıs'ta Doğu Falkland'daki Ghose Freen'i ele geçirdi. Sonunda Arjantin birlikleri teslim oldu. Savaş sırasında ve sonunda hem İngiltere hem de Arjantin'de çeşitli kabine değişiklikleri meydana geldi. Savaşın baş sorumlusu olarak itham edilen Arjantin Cumhurbaşkanı Galtieri kısa bir süre için tutuklanırken, Birleşik Krallık'ta Thatcher hükümeti yaklaşan seçimler öncesinde büyük bir prestij kazanmış oldu. Falklandlar fizikî yapı bakımından genellikle dağlıktır. Batı Falkland'ın en yüksek noktası olan Adam Tepesi, Doğu Falkland'ın en yüksek yeri Viskorne Tepesi (705 m) ile aynı yüksekliktedir. Kıyılar genellikle kayalık ve girintili çıkıntılıdır. Med-Cezir hadisesi kıyıların şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Yine kıyıların oyulmasında önemli bir sebep de buzullar olmuştur. Falkland'a serin ve nemli okyanus iklimi hakimdir. Yıllık yağış 600 mm'nin üzerinde, yıllık sıcaklık ortalaması ise 10 °C civarındadır. Nemli iklim ve kuvvetli okyanus rüzgârları arazinin kıraç bir durum arz etmesine sebep olmuşlardır. Bitki örtüsüne insan boyunda Tusso otları hakim olmakla birlikte, söğüt ve kayın ağaçları da görülür. Falkland'da yaşayan 2105 kişinin yarısından fazlası Port Stanley'de oturmaktadır. Halk tamamen İngiliz asıllıdır. Koyunculuk ve balık avcılığı ile uğraşılır. Ekonominin dayandığı en büyük kaynak koyun besiciliğidir. Büyük çiftliklerde toplam bir milyon kadar hayvan bulunur. Tabii kaynak olarak son senelerde bulunan petrol sayılabilir. Falkland'a bağlı Georgia da önemli bir balina av üssüdür. Şehirlerin birbirlerine iyi olarak nitelendirilemeyecek kara yollarıyla bağlı olduğu Falkland'da dış ulaşım genellikle hava yoluyla sağlanır. Adalar Kraliçe tarafından tayin edilen ve bir kısmı da seçilen, idare ve kanun koyma yetkisine sahip bir idare heyeti tarafından yönetilir. Fransız Polinezyası Fransız Polinezyası (Fransızca: "Polynésie française"), Polinezya ada öbeğinde, Büyük Okyanus'ta bulunan ve Fransa'ya bağlı bir Fransa Denizaşırı Bölgeler Topluluğu üyesi bölge. Fransız Polinezyası, Polinezya genelinde 118 ada ve mercandan oluşmaktadır. Bu adalar içerisinde en önemlisi ve nüfus yoğunluğunun fazla olduğu ada Sosyete Adaları'dır. Fransız Polinezyası'nın başkenti Papeete'de bu adada bulunmaktadır. 2007 yılında ise Clipperton Adası Fransız Polinezya'sına katılmıştır. Büyük Okyanus'un tam orta yerinde denize dağılmış haldeki 118 küçük ve volkanik adaların ve atolün en büyüğü ve en ünlüsü Tahiti'dir. Tahiti'yi oluşturan sönmüş Orohena Yanardağı'nın yüksekliği 2237 m'yi bulur. 1960 ve 197
0'li yıllarda yürütülen nükleer denemeler nedeniyle çevre adalardan "Fransiz Polinezyası"'na göçler yüzünden nüfus 259,800'ü bulmuştur. Kültür incisi üretimi yanında, turizm ve askeri birliklere hizmete yönelik ekonomisiyle ülkenin ulusal geliri kişi başına yıllık 17,500$'ı geçmektedir. Ülkedeki ilk bağımsızlık hareketleri, 1950'lerde şeçimle işbaşına gelen Pouvaana a Oopa 1960'ta Fransızlarca tutkulanması ve 1971'de serbest bırakıldığında adaların temsilcisi olarak "Fransız Senatosu"'na seçilmesiyle şekillendi. 1977'de kabul edilen yeni anayasayla yerel yönetimin yetkileri arttırıldı. Baker Adası Baker Adası, Büyük Okyanus'ta ekvatorun kuzeyinde Honolulu'nun yaklaşık 3090 km güneybatısında bulunan üzerinde yerleşim olmayan bir atol. Hawaii ve Avustralya'nin hemen hemen ortasında bulunan adanın en yakınındaki yerleşim adanın 68 km kuzeyindeki Howland Adası'dır. Birleşik Krallık adayı 1897 ile 1936 arası kendi imparatorluğuna dahil saysa da ada 1857 yılından beri Amerika Birleşik Devletleri'nin toprağıdır. Amerikan Samoası Amerikan Samoası, (Samoaca: "Amerika Sāmoa" veya "Sāmoa Amelika"; İngilizce: "") Güney Pasifik Okyanusu kesiminde konuşlanmış bir ada ülkesidir. En büyük ve gelişmiş adası Tutuila adasıdır. Amerikan Samoası, Amerikalıların bu bölgeyi ve halkını dünyaya açmak için Mikronezya, Filipinler, Guam, Marshall adalarıyla birlikte yayılmacılıkta kullandığını söyleyebiliriz. Amerika Birleşik Devletleri'ne ait bir bölgedir. Bazı kişiler bu ülkeyi, millî takımından tanır. Avustralya'dan bir maçta 31 gol yiyen Amerikan Samoası millî futbol takımı, bir maçta dünya üzerinde en farklı yenilen takım olmuştur. Arkeolojik bulgulara göre bugün Amerikan Samoası olarak bilinen adalara ilk kez 2500 yıl önce Polinezyalıların yerleştiği sanılmaktadır. Avrupalılar burayı keşfetmeden önce Tutuila, Upolu Adasına (bugün Batı Samoa'nın bir parçasıdır) bağlı bir bölgeydi; Manua Adaları güçlü Yerli şefler tarafından yönetiliyordu. 1722'de Hollandalı denizci Jacop Roggeveen, Manua Adalarını keşfetti ve burada yaşayanlarla ilişki kurdu. 1768 ve 1787'de adalara ulaşan Fransız keşif heyetinden 11 kişi öldürüldü. Daha sonraki 40 yıl boyunca Avrupalı kaşifler adalardan uzak durduklarından, buraları kaçak denizciler ve suçlular için bir sığınak oldu. Londra Misyoner Derneği'ne bağlı ilk misyonerler 1830'larda bu adalara ulaştılar.Misyonerlerin etkisi arttıkça Tatuila'ya ve Manua Adalarına gelen Hıristiyan misyonerlerin sayısı da çoğaldı. ABD, Ocak 1872'de Pago Pago'da bir deniz üssü kurma hakkını elde etmek için Samoa Krallığı ile bir antlaşma imzaladı. 1889'da ABD, Birleşik Krallık ve Almanya, Samoa'nın tarafsız kalması konusunda aralarında anlaşmaya vardılar ve adalar bu üç devletin koruması altına girdi. 1899'da yapılan bir toplantıda 171° batı boylamının doğusunda kalan adalarda ABD'nin, batısında ise Almanya'nın çıkar üstünlüğü kabul edildi. Yerel şeflerin senetleriyle doğudaki adalar 1904'te ABD'ye bırakıldıysa da, ABD Kongresi 1929'a değin adaları kabul etmedi. (Swains Adası 1925'te Birleşik Krallık tarafından ABD'ye bağışlandı). 1951'e değin ABD donanmasının yönetimi altında olan bu adalar, bu tarihten sonra ABD İçişleri Bakanlığı'na bağlandı. 1960'ta ada halkının oluşturduğu bir kurucu meclis bu toprakların ilk temel yasasını onayladı. 1978'de de Amerikan Samoası'nın seçimle işbaşına gelen ilk valisi görevine başladı. Amerikan Samoası'nın yönetim yapısı (yürütme, yasama ve yargı organları) ABD'ninkine çok benzer. Yönetimin başında, seçimle gelen bir vali bulunur. 1977'ye değin vali ABD İçişleri Bakanlığı tarafından atanırdı. Yasama organı ("fono") bir Senato ve bir Temsilciler Meclisi'nden oluşur. Senato, 15 ilden dört yıl için ve Samoa geleneklerine göre seçilen toplam 18 üyeden kuruludur. Temsilciler Meclisi'nde ise seçimle gelen 21 üye yer alır. Swains Adası temsilcisinin oy hakkı yoktur. Amerikan Samoası 16 il ve köy'den oluşmaktadır. Toplam arazinin üçte ikisinden fazlasını kaplayan Tutuila, Amerikan Samoası'nın en büyük adasıdır. Adalar grubunun batı ucunda, Batı Samoa Adalarına bağlı Upolu'ya 33 km kadar uzaktır. Tutuila'nın 97 km doğusundaki Manua Adaları ikinci büyük toprak parçasını oluşturur;Tau, bu grubun içindeki üç adanın en büyüğüdür. Öbür adalar oldukça küçüktür; Aanuu, Tutuila'nın güneydoğu ucunun açıklarında yer alır. Issız olan Rose adası bir atoldür ve Tutuila'nın yaklaşık 400 km doğusundadır; bir başka atol olan ve Tutuila'nın 450 km kuzeybatısında bulunan Swains ise özel mülktür. Swains ve Rose'un dışında kalan adalar sönmüş yanardağ kalıntılarından oluşmuştur.Tutuila ve Manua adalarını iç kesimlerindeki sıradağlar bölgeye egemen bir konumdadır.Tutuila'nın en yüksek noktası Matafao Dağı (653 m) olmakla birlikte, genellikle bulutlarla kaplıolduğu için Yağmu Yağdıran adıyla bilinen Pioa Dağı (563 m) daha ünlüdür.Koni biçimli bir ada oolan Tan'da, bölgenin en yüksek doruğu olan Lata Dağı (950 m) bulunur.Olosega ve Ofu adalarının en yüksek noktaları, sırasıyla, 938 m ve 484 m'ye ulaşır; alçak bir ada olan Swains'in deniz düzeyinden yüksekliği ise yalnızca 6 m kadardır. Adaların, özellikle de Tutuila'nın açıklarında mercan resifleri bulunur; bunların bazı lagünlerin ağzını kapatan engeller oluşturur. Kıyı ovaları sıradağlar ve mercan resifleri nedeniyle yer yer daralmıştır. Akarsuların çoğu denize yakın yerlere göre dağlık bölgelerde daha çok su taşır ve genellikle okyanusa varmadan gözenekli bazalt kayaçlarına sızar. Alize rüzgarları ve çok sık yağan yağmurlar bölgenin tropik iklimini yumuşatır. Pago Pago, çoğunluğu kasım ve mart ayları arasında olmak üzere yılda ortalama 3.000 mm yağış alır. Ortalama sıcaklık 20 ile 32 °C arasında değişir; nem oranı her zaman yüksektir. Arazinin yüzde 70'i yüksek eğrelti otları ile hindistan cevizi, ekmekağacı, vidaağacı ve Barringtonia asiatica gibi ağaçlarla kaplıdır. Hayvan varlığı Polinezya faresi, meyve yarasası ve az sayıda yabani domuzdan oluşur. Otuzdan fazla kuş türü saptanmıştır; bunlar arasında papağan, kumru, yabani ördek ve Samoa'ya özgü dişli güvercin de bulunur. Amerikan Samoası'nın nüfusu oldukça türdeştir, nüfusun büyük çoğunluğunu Samoalılar ve yarı Samoalı melezler oluşturur. Samoalılar Hawaii, Tahiti, Tonga ve Yeni Zelanda'nın yerli halklarıyla akraba olan bir Polinezya halkıdır. Samoa dili ise Malezya-Polinezya dil ailesine bağlıdır.Amerikan Samoası halkının çoğu İngilizce konuşur. Nüfusun yarısından çoğu Kongregasyon Kilisesi'ne bağlıdır. Geri kalanlar da genellikle Katolik ya da Metodist kiliselerin üyesidir. Toplam nüfusun yaklaşık yüzde 95'i Tutuila Adasında yaşar.Tutuila Adasının yarısından fazlası da adanın doğu kesimine yerleşmiştir; en büyük yerleşim merkezi olan Pago Pago'da buradadır.Geri kalan nüfusun hemen hepsi Manua Adalarındadır; Swains Adasının nüfusu ise çok azdır. Amerikan Samoası'nın 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yavaşlayan doğum oranı 2004 itibarıyla 24.46/1000'e gerilemiştir. Adalar, özellikle Batı Samoa, Hawaii ve ABD'ye yönelik büyük göçler vermektedir. Amerikan Samoası'nın ekonomik temelini balıkçılık sanayisi oluşturur. Gayri Safi Millî Hasılası (2007) 537 milyon dolar olan Amerikan Samoası, kişi başına düşen 8,000 $'lık millî geliriyle Pasifik Adaları içinde en yüksek gelire sahip olanlardan biridir. Tarımsal üretim çoğunlukla iç tüketime yöneliktir. Çoğu besin maddesi ithal edilmektedir. Başkent Pago Pago önemli bir turizm merkezidir. Ülkenin tek uluslararası havaalanı Tutuila'dadır. Amerikan Futbolu ve güreş dallarında dünyaca ün kazanmış pek çok Amerikan Samoalı vardır. Köpek dövüşleri de ülkede yasal durumdadır. Amerikan Samoası millî futbol takımı 2002 FIFA Dünya Kupası elemelerinde Avustralya'ya 31-0 yenilerek futbol tarihindeki en farklı yenilgi rekorunu kırmıştır. Şefika Kutluer Şefika Kutluer (5 Mayıs 1961, Ankara), "Sihirli Flüt" lâkaplı Türk flüt virtüözü. 1998 yılında Kültür Bakanlığı Devlet Sanatçısı unvanını almıştır. Aynı zamanda UNICEF Türkiye İyi Niyet Elçisi'dir. Kutluer'in babasının arkadaşı olan Ulvi Cemal Erkin'in Kutluer'e kulak testi yapması ve konservatuvara teşvik etmesi sonucunda müzik eğitimi başladı. İmtihanları kazandıktan sonra ilkokul dördüncü sınıfta Ankara Devlet Konservatuvarı'na girdi. Kâmuran Gündemir ile piyano çalıştı. Enstrüman seçimi yapan komisyon tarafından Kutluer "flüt"e seçilmiştir ve Saki Şarıl'la flüt öğrenimine başlamıştır. Şefika Kutluer Ankara Devlet Konservatuvarı'ndan 3 sınıf atlayarak 1979 yılında mezun olmuştur. Aynı yıl Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nda çalışmaya başladı. İlk profesyonel konserinde Mithat Fenmen, Şefika Kutluer'e piyanoda eşlik etti. Yüksek lisans derecesini İtalyan hükümetinin davetlisi olarak gittiği Roma'da, Santa Cecilia Akademisi'nde aldı. Santa Cecilia Akademisi'nde Prof. Ançillotti, Prof. Vinçenzoni, Prof. Balboni, James Galway ve Viyana Filarmoni'nin baş flütçüsü Prof. Werner Tripp gibi flütçülerle solistlik kariyer çalışmaları yaptı. Kutluer'i daha önce Roma'da dinleyen Werner Tripp, Kutluer'i "Viyana’ya solistlik sınıfına davet etti" İtalya'dan sonra çalışmalarını Viyana'da sürdürdü. Viyana'da ilk kez katıldığı Uluslararası Flüt Yarışmasında 3. olan sanatçı ertesi yıl aynı yarışmada dünya birincisi oldu. 1985'te Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı Kültür-Sanat Madalyası'nı aldı. Kutluer'in flütleri Hammig ve Albert Cooper tarafından yapılmıştır. Kutluer 5 Kıtada sayısız ülkede çeşitli konser turnelerine çıktı, uluslararası müzik festivallerine katıldı, radyo-televizyon programları yaptı, çok başarılı eleştiriler aldı. Uzmanlık sınıfı ve atölye çalışmaları yaptı. Birleşmiş Milletlerin 60. Yılı dolayısı ile Cenevre’de Birleşmiş Milletler Sarayında, İspanya sarayında Kral ve Kraliçe’nin huzurunda ve Japonya’da Prens Mikasa’nın himayesinde konserler verdi. New York Times eleştirmeninin verdiği "Sihirli Flüt" adıyla da tanınan Kutluer, dünyanın pek çok yerinde televizyon ve radyo programında çaldı. Zubin Mehta, Sir Charles Mackerras, Peter Breiner, İngiliz Royal Filarmoni Orkestrası, Berlin Filarmoni, İskoç
Oda Orkestrası, Northern Sinfonia, Tokyo Senfoni Orkestrası, Litvanya Filarmoni, European Union Oda Orkestrası, Virtuosi Di Praga, Slovak Filarmoni Orkestrası, St.Petersburg Akademik Filarmoni Orkestrası, Zagrep Solistleri gibi ünlü şef ve orkestralarla konserler verdi, CD kayıtları yaptı. Ian Anderson Kutluer için “Şefika’s Tango” adlı bir eser besteledi. Kutluer Jethro Tull ile “Şefika’s Tango” eserini de seslendirdiği konserler yaptı. Claude Bolling ile Jean Pierre Rampal’in anısına konserler verdi. Dünyada sağladığı popülarite ile müzik organizasyonları ve festivallerin aranılan sanatçısı haline gelen Şefika Kutluer’in dünya piyasasında bulunan 16 CD’si Pan Classical, Gallo International, Naxos ve Sony Classical firmaları tarafından yayınlanmaktadır. Sanatçının kompakt diskleri dünya çapında aranan CD’ler arasındadır ve çok parlak eleştiriler almaktadır. Kutluer doğduğu kent Ankara’da bir Uluslararası Festival başlatmıştır. Şefika Kutluer, iş adamı olan, kendisi gibi flüt çalmasını bilen 1974 Tarsus Amerikan Koleji ve ODTÜ Ekonomi – İstatistik bölümü mezunu Ahmet Refik Kutluer ile 1983 yılında evlenmiştir. Kendi mesleğiyle ilgili okumayı, kültürel geçmişimizle ilgili araştırmalar yapmayı, tarihimizle ilgili kitaplar okumayı seven Şefika Kutluer hâlen Ankara'da ikâmet ediyor. Yukarıda listelenmiş albümlerinin yanı sıra kaydettiği ancak henüz yayınlanmamış CD'leri de vardır. Makine mühendisliği Makine mühendisliği, temel fizik prensipleri ve malzeme teknolojileri kullanarak mekanik sistemlerin tasarım, analiz, imalat ve bakımı ile ilgili çalışmalar yapan ve fiziksel olay ve durumları matematiksel olarak modellemek suretiyle problemlere analitik çözümler sunabilen mühendislik disiplinidir. Mühendislik faaliyetlerinin en eskisi ve en geniş mühendislik alanı olan makine mühendisliği, makineler, enerji ve imalat yöntemleri ile ilgilenir. Makine mühendisleri takım tezgâhlarının yanı sıra endüstrinin tüm dalları için makineler ve donanımlar tasarlar ve imal ederler. Örneğin; türbinler, baskı presleri, hafriyat makineleri, besin işleyiciler, iklimlendirme ve soğutma sistemleri, yapay kalpler ve uzuvlar, uçaklar, dizel lokomotifler, otomobiller, kamyonlar, kitle ulaşım araçları için motorlar vb. Makine mühendisi, çalıştığı kurumun yapısına göre, mekanik sistemlerin, gaz ve buhar tribünlerinin, vidalı veya pistonlu kompresörlerin, nükleer reaktörlerin, içten yanmalı motorların, soğutma, ısıtma, havalandırma sistemlerinin tasarımını yapar, geliştirir. Bunu yaparken kullanışlılık ve ucuzluk faktörlerini göz önünde bulundurur. Enerji konusundaki uzmanlık alanında, makine mühendisleri, elektrik jeneratörlerini tahrik edecek hidrolik türbinlerin ve buhar gücü oluşturacak kazanlar, motorlar, türbinler ve pompaların tasarımı, üretimi ve çalıştırılmasıyla ilgilenirler. Enerji santralleri tasarlarlar, çalıştırırlar ve yakıtların ekonomik yanması, ısı enerjisinin mekanik güçe dönüştürülmesi ve bu gücün yararlı işler yapmak için kullanılması ile ilgilenirler. Isıtma, havalandırma ve iklimlendirme alanında, makine mühendisleri; evler, işyerleri, ticaret binaları ve endüstriyel tesislerde kontrollü sıcaklık ve nem koşulları sağlarlar. Besinlerin soğuk tutulması, soğuk depolama ve buz üretim tesisleri için gerekli donanım ve sistemleri geliştirirler. Makine mühendisleri ayrıca yolcu, savaş ve yük gemilerinde makineler tasarımında, otomotiv endüstrisinde otomobiller, kamyonlar ve otobüsler tasarımında ve üretiminde ve hava-uzay endüstrisinde yeni uçak ve uzay araçlarının tasarımında çalışmaktadırlar. Makine mühendisliği programı, her türlü mekanik sistemlerin ve enerji dönüştürüm sistemlerinin tasarımı, geliştirilmesi, üretiminin planlanması ve bakım konularında eğitim ve araştırma yapar. Program; Tekfen Karadeniz Filarmoni Orkestrası Tekfen Karadeniz Filarmoni Orkestrası. Karadeniz, Hazar Denizi ve Doğu Akdeniz çevresindeki ülkelerden seçilmiş sanatçıların yılda birkaç defa bir araya gelmesiyle oluşan ve repertuarında otantik çalgılar için yazılmış eserlere yer vermesi ile dünyada ayrıcalıklı bir yeri olan filarmoni orkestrası. 1992 yılında "Karadeniz Oda Orkestrası" adı ile kuruldu. Kurucusu, Tekfen Grup Şirketlerinin kurucularından olan "A. Nihat Gökyiğit"'tir. Orkestranın faaliyetlerini daha geniş çapta sürdürebilmesi için "Tekfen Holding A.Ş." orkestrayı bünyesine kattı. Orkestra, kar amacı gütmemektedir. 2003 yılında kurunla Tekfen Kültür Sanat Ürünleri Yayın ve Yapım Sanayi Ticaret A.Ş, orkestraya maddi ve idari destek sağlar. Orkestranın sanat yönetmenliği, orkestra şefi Prof. Saim Akçıl yürütmektedir. Orkestra, yılda birkaç defa bir araya gelerek Türkiye’de ve yurtdışında 3-4 konser verir ve CD çalışmaları yapar. Repertuarı ve eşlik ettiği "yerel çalgılar", orkestranın ayırt edici özelliğidir. Kazakistan'dan kılkobuz, Rusya'dan domra, Özbekistan'dan çang, Ukrayna'dan bandura gibi otantik çalgılar için bestelenen eserlere repertuarında yer verir. Tefken Filarmoni Orkestrası, başlangıçta Karadeniz Ekonomik İşbirliği'ne üye ülkelerin sanatçılarından oluşmakta idi. Zamanla Hazar Denizi ve Doğu Akdeniz ülkelerinden sanatçıları da bünyesine katmıştır. Günümüzde 23 ülkeden 55 sanatçı orkestrada yer almaktadır. Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ya da kısaca BİFO, 1999 yılında Gürer Aykal yönetiminde Borusan Holding desteğiyle kurulan ve İstanbul’da faaliyet gösteren senfonik orkestradır. İlk olarak Aralık 1993'te "Borusan Oda Orkestrası" adıyla kurulan orkestra, 1999 yılında Borusan Holding'in Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefi Gürer Aykal'ı transfer etmesiyle Aykal'ın yönetiminde senfonik bir orkestraya dönüştürüldü. Orkestra ilk konserini 13 Mayıs 1999'da Yıldız Sarayı'nda verdi. Orkestra kuruluşundan itibaren İstanbul’un Avrupa ve Asya yakasında her ay iki konser vererek bir kent orkestrası haline geldi. İstanbul Kültür Sanat Vakfı etkinliklerindeki konserlerin (İstanbul Film Festivali, İstanbul Müzik Festivali, İstanbul Tiyatro Festivali) sürekli orkestrasıdır. İstanbul dışında değişik Anadolu kentlerinde zaman zaman konser vermektedir. Orkestra ayrıca her yıl Aralık ayında “Yeni Yılı Karşılama Konserleri” gerçekleştirmeyi gelenek haline getirdi. 2008–09 sezonundan itibaren Avusturyalı Sascha Goetzel orkestranın başına sanat yönetmeni ve sürekli şef olarak getirilirken, selefi Gürer Aykal onursal şef unvanını aldı. Orkestra, Goetzel yönetimindeki ilk konserini 28 Ocak 2009'da verdi. BİFO, 2010 Andante Ödülleri'nde 2009 yılının en iyi orkestrası olarak ödüle layık görüldü. Akbank Oda Orkestrası Akbank Oda Orkestrası (AOO) , ""Türkiye'nin ilk özel sektör orkestrası" olarak kurulan, 1992- 2011 yılları arasında İstanbul’da faaliyet göstermiş olan bir oda orkestrasıdır. Akbank Oda Orkestrası, faaliyet gönsterdiği dönemde İstanbul'un her iki yakasında sunduğu düzenli konser dizilerine ek olarak Anadolu turneleri ve çoğunlukla üniversitelerde düzenlenen Gençlik Konserleri ile birlikte yılda yaklaşık 25 konser vermiştir. 1992'de Hakan Şensoy'un başkemancılığında başında şef olmadan kurulan orkestra, daha sonra Igor Oistrakh, Ionescu Galati, Howard Griffits gibi değişik şeflerle birçok salonda faaliyet gösterdi; 1996 yılında yeniden yapılandı ve 1998'de Cem Mansur daimi şefliğe getirildi. Orkestra, konser dizilerinin yanı sıra tarihi mekanlarda "mini-festival"ler düzenlemiştir. 1998 yılında Aya İrini'de düzenlenen "Bach, Caz ve Lale Devri" 1999 yılında Tophane-i Amire'de düzenlenen "Alla Turca" ve aynı mekanda 2000 yılında düzenlenen "1789, Akl-ı Selim'in Müziği" ile 2001 yılında Yıldız Sarayı içindeki Istabl-ı Amire-i Ferhan Salonu'nda (saray atlarının yetiştirildiği yer) düzenlenen "At-Nağmeler" ve 2004’te Aya İrini’de düzenlenen “İstanbul’da Erguvan Zamanı” bu mini festivallerden bazılarıdır. Orkestra 2011 yılında Akbank yönetimi tarfından yapılan “"kurumun aldığı stratejik kararlar sonucunda AOO’nun faaliyetlerini bundan böyle sürdüremeyeceği"” duyurusu ile kapanmıştır. Friedrich Lips, Fabio Zanon, Anders Paulsson, Alexander Markov, Stephen Kovacevich, Benyamin Sönmez, Bernd Glemser, Nicholas Daniel, Toros Can, Patrick Gallois, Ernst Kovacic, Chen Halevi, Christian Blackshaw, Yuri Gandelsman, John Harle, Christian Lindberg, Maria Tanzini, Adrian Brendel, Carlos Bonell, Toros Can, Mayumi Fujikawa, Hakan Hardenberger, Natalie Clein, Elizabeth Wallfisch, Michael Collins, Eduardo Fernandez, Dame Evelyn Glennie, Natalia Gutman, İdil Biret, Ayla Erduran, Raphael Wallfisch, Suna Kan, Anna Ryberg, James Gilchrist, Russel Smythe, Stephen Allen, Kevork Tavityan, Tedi Papavrami, Julian Lloyd-Webber, Ipswich Choral Society, Elena Duran, Gülsin Onay, Anna Tobella, European Voices İstanbul, Fabio Maria Capitanucci, Capucine Chiaudani, Natalia Gavrilan, Shalva Mukeria, Maria Gesswagner, Judith Halasz, Atilla Aldemir, Kudsi Ergüner, Gökhan Aybulus, Emre Elivar, Benal Tanrısever, Tahir Aydoğdu, Elina Vahala, Lara St. John, Sharon Bezaly, Matti Rantanen, Colin Currie, David Pyatt, Andréa Tyniec, Gloria Campaner, Kostas Kotçiolis, Ole Edvard Antonsen, Jean Louis Steuermann Losna Losna, Etrüsk mitolojisinde bir ay tanrıçasına verilen isimdir. Yunan mitolojisindeki Leukothea'ya büyük oranda benzemektedir. Bilkent Senfoni Orkestrası Bilkent Senfoni Orkestrası (BSO), Bilkent Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren senfoni orkestrası. Türkiye’nin ilk özel, akademik, uluslararası sanat topluluğu olma özelliğini taşır. Müzik direktörlüğünü Klaus Weise'ın yaptığı orkestra, Türkiye ve yurtdışından, büyük bölümü aynı zamanda üniversitede öğretim üyesi olarak görev yapan 120 sanatçıdan oluşur. BSO 2009 yılından beri UNICEF iyi niyet elçisidir. Orkestra, Eylül 1993'te Bilkent Üniversitesi'nin bir sanat projesi olarak kurulmuş, "Sinfoniette" tanımına uygun bir topluluk olarak çalışmalarına başlamıştır. Böylece "Bilkent Akademik Senfoni ve Sinfonietta Orkestrası (BASSO)" adıyla sanat dünyasına giren orkestra daha sonra genişletilerek tam bir senfoni orkstrası
na dönüştürülmüş, "Bilkent Senfoni Orkestrası (BSO)" adıyla çalışmalarına devam etmeye başlamıştır. Yapısında bir "Akademik Oda Orkestrası" ve bir "Yaylı Çalgılar Topluluğu" barındırması nedeniyle günümüzde bir senfoni orkestrası olmasının yanı sıra bir "Orkestralar Topluluğu" 'dur. Topluluk, her yıl 1980'den fazla konser vermekte, ayrıca televizyon, radyo ve cd kayıtları yapmaktadır. Bugüne kadar "CPO", "Naxos", "EMI", "Peer Music" gibi uluslararası dağıtım yapan firmaların işbirliğiyle CD kayıtları yaparak, "BMP(Bilkent Music Production)" etiketiyle bu kayıtlarını yurtdışında da dinleyiciyle buluşturmuştur. İdil Biret, Kamran İnce, Jean-Philippe Collard, Hakan Aysev, "Hande Dalkılıç", Fazıl Say ve orkestranın daimi sanatçısı Gülsin Onay gibi virtüözlerle ve Erol Erdinç, Gürer Aykal, "Emil Tabakov" gibi şefler yönetiminde yaptığı yaptığı Liszt, Beethoven, Tchaikovski, Ahmet Adnan Saygun, Chopin, Debussy kayıtları dinleyiciyle buluşan albümlerinden birkaçıdır. Orkestra Almanya, San Marino, Belçika, Portekiz, İsviçre ve Japonya'da belli başlı sanat olaylarında festival orkestrası olarak konserler vermiş, yurtiçinde ise klasik müzik beğenisini yaygınlaştırma ve Türk bestecileri tanıtma amaçları ile "Bilkent Konserler Dizisi", "Türk Bestecileri Haftası", "Bilkent Anadolu Müzik Festivali" gibi tematik konser dizileri ile klasik müziği halkla buluşturmuştur. BSO kurulduğundan beri; Vladimir Ashkenazy, Gürer Aykal, Serge Baudo, Jean-Claude Casadesus, Alexander Dimitriev, Jean Fournet, Howard Griffiths, Peter Gülke, Ernest Martinez Izquierdo, Yoel Levi, Gennady Rozhdestvensky, Nello Santi, Jose Serebrier, Lior Shambadal, Volodymir Sirenko ve Emil Tabakov gibi önemli şeflerle konserler vermiştir. Valery Afanassiev, Pierre Amoyal, Alison Balsom, İdil Biret, Han-Na Chang, Robert Cohen, Jean Philippe-Collard, Costas Cotsiolis, Jose Cura, Nikolai Demidenko, Evelina Dobracheva, Albert Dohmen, Emre Eliver, Denyce Graves , Ilya Gringolts, Vsevolod Grivnov, Janine Jansen, Sumi Jo, Suna Kan, Olga Kern, Lang Lang, Elisabeth Leonskaja, Mischa Maisky, Xavier de Maistre, Shlomo Mintz, Christiane Oelze, Gülsin Onay, Emanuel Pahud, Güher-Süher Pekinel, Mihail Pletnev, Viktoria Postnikova, Vadim Repin, György Sandor, Fazıl Say, Hüseyin Sermet, Sayaka Shoji, Marco Socias, Akiko Suwanai, Dima Tkachenko, Janis Vakarelis, Ruşen Güneş gibi solistler de orkestranın bugüne kadar eşlik ettiği ünlü sanatçılar arasındadır. Bilkent Senfoni Orkestrası, seyircilerini Ankara'da 750 izleyici kapasiteli "Bilkent Konser Salonu"'nda ve 4000 izleyici kapasiteli ODEON amfitiyatrosunda ağırlarken, Erzurum'da "Özel Bilkent Erzurum Laboratuvar Lisesi" 'nin 375 izleyici kapasiteli çok amaçlı salonunda, Erbil'de ise "uluslararası Bilkent Erbil Koleji" 'Nin 750 seyirci kapasiteli konser salonunda konserler vermektedir. “Sanatın toplumsal yaşamada işlevsel kılınması” amacıyla hareket eden orkestra, çeşitli sivil toplum örgütleri ile işbirliği yapmaktadır ve bu çalışmaları sonucu Mevlana Vakfı’ndan Evrensel Kardeşlik ve Dünya Barışı’na Katkı Ödülü, Ankara Halkla İlişkiler Derneği’nden Yerelden Evrensele Kültürel Tanıtım Ödülü ile 2011 yılında Andante Klasik Müzik Ödülleri etkinlğinde en iyi orkestra ödülülünü almıştır. BSO aynı zamanda 1999 yılında meydana gelen depremde yaşamını kaybedenler anısına, gelirini zor durumdaki çocuklara bağışlamak üzere yayımladığı iki albümü ve UNICEF yararına verdiği konserler dolayısıyla 2009 yılında "UNICEF iyi niyet elçisi" ilan edilmiştir. Bilkent Üniversitesi'nin kurucusu İhsan Doğramacı ile yakın bir ilişkisi olan Ahmet Adnan Saygun, özellikle yaşamının son yıllarında destekçisi olan ve uzun süredir açılmasını istediği müzikoloji bölümlerinin Türkiye'deki konservatuvarlarda kurulmasına önayak olan Prof. Dr. Doğramacı'ya iki yapıtını adamıştır. Bunun yanı sıra, vasiyetinde mirasını ve eserlerini Bilkent Üniversitesi'ne bırakmıştır. Günümüzde, Saygun'un eserleri ve bazı eşyaları günümüzde "Bilkent Konser Salonu" binasında ve Bilkent Üniversitesi kampüsünde inşa edilen "Ahmet Adnan Saygun Müzik Araştırma ve Eğitim Merkezi"'nde korunmakta, bu merkezde Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi ve "Müzik Hazırlık Okulu" öğrencileri yıl boyunca resital vermektedir. Bilkent Senfoni Orkestrası da kuruluşundan bu yana Saygun'un birçok yapıtını seslendirmiş ve kayıt altına almış, birçoğunun da yayımlanmasına destek vererek "BMP(Bilkent Music Production)" etiketiyle piyasaya çıkmasını sağlamıştır. Türk Eğitim Vakfı ve "Ahmed Adnan Saygun Müzik Araştırma ve Eğitim Merkezi"'nin Saygun'nun doğumunun 100. yılı dolayısıyla siparişi ettikleri "Saygun Emre Operası" 'nın librettosu Şefik Kahramankaptan tarafından 2006 yılında yazılmış, bestesi ise Yiğit Aydın tarafından beş yıllık bir süre içinde tamamlanmıştır. Eserin, Saygun'un mirasını Bilkent Üniversitesi'ne bırakışını anlatan ve İhsan Doğramacı'nın da bir karakter olarak yer aldığı" Vasiyet" sahnesi BSO'nun eşliğinde 2009 yılında "Bilkent Konser Salonu" 'nda Prof.Dr. Doğramacı anısına verilen bir konserde sahnelenmiştir. İstanbul Oda Orkestrası İstanbul Oda Orkestrası 1961 yılında Dr. Hamit Alacalıoğlu tarafından kurulmuştur. Orkestra 1961 - 1972 yılları arasında zamanın solist ve müzisyenleri ile birlikte konserler vermiş ve TRT İstanbul Radyosu’nda canlı konser kayıtları yapmıştır. Ayrıca, 1972 - 2001 yılları arasında da zaman zaman değişik şefler ile çalışmış, 2001 yılı itibarıyla düzenli konserlerine tekrar başlamıştır. Cihat Aşkın ve Hakan Şensoy'un önderliğinde yeniden hayat bulan orkestra, yurt çapında verdiği konserler ile ülkenin en prestijli topluluklarından biri durumuna gelmiştir. 2001-2005 yılları arasında elliyi aşkın konser yapan İstanbul Oda Orkestrası, bu konserlerde çoğunlukla Türk bestecilerinin eserlerine yer vermiş ve kendisi için yazılmış pek çok eserin de ilk seslendirilişini gerçekleştirmiştir. 31. İstanbul Müzik Festivali'ne iki konser ile katılan orkestra bu konserlerden birinde dünyaca ünlü keman virtüözü Shlomo Mintz'e eşlik etmiştir. 2004 NATO zirvesinde dünya liderlerine bir konser veren İstanbul Oda Orkestrası ayrıca Almanya, Arnavutluk, Bulgaristan, İsrail, İtalya ve Pakistan'a davet edilmiştir. 2006 yılında Cemal Reşit Rey’in eserlerinden oluşan ilk CD’sini yayınlayacak olan orkestra gelecek dönemlerde CD kayıtlarına devam edecektir. "Sivil Toplum" orkestrası olarak bir araya gelen ve yetenekli müzisyenlerin toplanmasıyla oluşan orkestranın bir başka özelliği de yeni yetişen genç müzisyenlere bünyesinde yer vererek kendine özgü bir orkestra tınısı oluşturmasıdır. İstanbul Oda Orkestrası, Kadıköy Belediyesi ile yaptığı iş birliği sonucu 2004 yılından itibaren, "Kadıköy Belediyesi İstanbul Oda Orkestrası" adı altında Anadolu yakasında aylık halk konserleri vermeye başlamıştır. Veive Veive, Etrüsk mitolojisinde intikam tanrısı. Genellikle elinde oklar ve yanında bir keçi ile resmedilmiştir. Aveta Aveta Kelt mitolojisinde doğum tanrıçası. Özellikle Gallerde tanınır ve tapılırdı. Yeni Kaledonya Yeni Kaledonya, Mikronezya ada öbeği içerisinde, Büyük Okyanus'un güneydoğusunda yer alan, Fransa'ya bağlı bir bölge olarak özel bir statü ile kendine özgü bölge konumunda olan Fransa Denizaşırı Bölgeler Topluluğu üyesi bölge. Yeni Kaledonya'nın başkenti Nouméa'dır. Yeni Kaledonya konum olarak Zelandiya'nın kuzey ucunda, Mikronezya ada öbeği grubu içerisinde yer almaktadır. Avustralya'nın kuzeydoğusunda, Yeni Zelanda'nın ise kuzeyinde yer alan bölge, toplamda 18.576 km² yüzölçümüne sahiptir. Yeni Kalendoya'nın en büyük adası konumunda olan Grande Terre sahip olduğu 16.372 km² yüzölçümü ile bölgenin neredeyse tamamını oluşturmaktadır. Bu adanın haricinde Belep Adası, Chesterfield Adaları, Pins Adası ve Sadakat Adaları'da Yeni Kaledonya sınırları içerisinde kalmaktadır. Adanın en yüksek noktasını 1628 m ile Grande Terre adası üzerinde bulunan Panié Dağı oluşturmakta olup, en uzun akarsu ise 150 km uzunluğa sahip olan Diahot oluşturmaktadır. Bölgenin en eski yerleşimcileri olarak Melinezya topluluklarından olan Kanaklar nüfusun %44'ü ile adanın en yoğun etnik grubunu oluşturmaktadır. Bunun haricinde toplum içerisinde yüksek bir orana sahip olan ve "Caldoches" olarak adlandırılan ve adaya gelen ilk Fransızların torunları ile adaya yakın dönemde gelmiş olan ve "Métropolitains" olarak adlandırılan nüfusun oluşturduğu grup yer almaktadır. Bu gruplarla birlikte ada genelinde beyazların nüfus içerisindeki oranı %34,1 düzeyindedir. Yeni Kaledonya orta yaşta bir nüfusa sahip olup, 2016 tahmini verilerine göre sadece %39,48'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin %8,96'sı 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %22.78 (erkek 32,057/kadın 30,681) 15-24 yaş: %16.7 (erkek 23,496/kadın 59,127) 25-54 yaş: %43.26 (erkek 3,762,054/kadın 3,718,266) 55-64 yaş: %8.29 (erkek 11,085/kadın 11,739) 65 yaş ve üzeri: %8.96 (erkek 10,979/kadın 13,705) Bölgenin tek resmi dili Fransızca'dır. Bölge nüfusunun 2004 nüfus sayımı esnasında belirttiği üzere 14 yaş ve üzeri nüfusun %97'si Fransızca dilini hem konuşup hem de yazabilmektedir. Yerel olarak Melanezya-Polinezya dil grubuna ait 33 farklı lehçe bölgede konuşulmaktadır. Bölge nüfusunun büyük çoğunluğu hristiyan inancına göre yaşamaktadır. Bu gruplardan %60'ı katolik, %30'u ise protestan mezhebine göre dini inancını yaşamaktadır. Bölge nüfusunun geri kalan %10'luk kesimi ise diğer dinlere inanmaktadır. Yeni Kaledonya 1946 yılına kadar Fransa sömürge bölgesi olarak, 1946 yılından 2003 yılına kadar da Fransa Denizaşırı Bölgeler Topluluğu içerisinde Denizaşırı Bölge (TOM = Territoire d’outre-mer) olarak yer aldıktan sonra 2003 yılında gerçekleştirilen anayasa değişikliği sonucu Fransa'ya bağlı kendine özgü bir bölge (Sui generis) olarak konumlandırılmıştır. Yeni Kaledonya kendi içerisinde üç ile, bu iller de yine kendi içerisinde 33 ilçeye ayrılmış konumdadır. Adanın üç ili şu şekildedir: Yeni Kaledonya illeri de kendi içerisinde 33 ilçeye ayrılmış olup, Poya kendi içerisinde iki ile bölünmüş durumdadır. Nüfusun çoğunluğu
nun yaşadığı kuzey kesimi Kuzey ilinin bir parçası konumundayken, daha az nüfusa sahi olan güney kesimi Güney ilini bir parçasıdır. Yeni Kaledonya, Okyanusya bölgesinde yer alan ülkelerin katıldığı Pasifik Oyunları'nda en başarılı takım olarak ön plana çıkmaktadır. 1963 yılından bu yana on beş kere düzenlenen oyunlarda Yeni Kaledonya toplamda 2091 madalya elde etmiştir. Pasifik Oyunları bugüne kadar 1966, 1987 ve son olarak 2011 yılında olmak üzere üç kere Yeni Kaledonya'da düzenlenmiştir. 1980 yılında gerçekleştirilen OFC Uluslar Kupası ile 1983 yılında gerçekleştirilen OFC Kadınlar Uluslar Kupası başkent Nouméa'da düzenlenmiştir. Yeni Kaledonya'da 1950 yılından bu yana lig sistemi mevcut olup, günümüzde "Super Ligue" adı ile oynanmaktadır. Bunun haricinde "Coupe de Nouvelle-Calédonie de football" adı altında düzenlenen kupa müsabakaları, bölgenin Fransa Kupası olan Coupe de France'a katılımcıyı belirlemek adına gerçekleştirilen önemli bir turnuva konumundadır. Bölge genelinde futbolun haricinde 7'li ragbi de önemli spor dalları arasında yer almaktadır. Cook Adaları Cook Adaları (Cook Adaları Maori dili: "Kūki 'Āirani"), Güney Büyük Okyanus'da 15 küçük adadan oluşan ülke. Yeni Zelanda'ya bağlı takımadalar. Başkenti Raratonga atolündeki Avarua'dır. Amerikan Samoası'nın güneyinde, Tonga'nın doğusunda, Yeni Zelanda'nın kuzeydoğusunda, Pitcairn'in (Birleşik Krallık'a ait bir ada) kuzeybatısında, Kermadec'in (Yeni Zelanda'ya bağlı takım adalar) kuzeyinde görülür. Cook adaları adını ünlü ingiliz denizci James Cook'tan almaktadır. Kuzey ve güney grubu adaları olarak 2 bölüme ayrılır. Niue Niue, Büyük Okyanus'ta kısmen Yeni Zelanda'ya bağlı ada. Başkenti Alofi'dir. Midnight Commander Midnight Commander, metin tabanlı, açık kaynaklı bir dosya yöneticisidir. Fare kullanılabilmesi ve menülerinin olması kullanımını çok kolaylaştırmaktadır. Konsol kullanmayı bilmeyenler dahi bu yönetici ile birçok şeyi çok rahatlıkla yapabilmektedirler. Fermat'nın küçük teoremi Fermat'nın küçük teoremine göre her "p" asal sayısı, "a" tam sayı ("a" ve "p" aralarında asal) olmak üzere, her "a" − "a" sayısını böler. Bu, modüler aritmetik sembolleriyle şeklinde gösterilir. Örnek olarak, "a" = 2 ve "p" = 7 ise, 2 = 128, ve 128 − 2 = 7 × 18 sayısı 7'nin tam katıdır. Pierre de Fermat bu bu teoremi öne sürmüş, fakat ispatlamamıştır. Teorem, daha sonra Leonhard Euler tarafından 1736'da ispatlanmıştır. Teorem asallık testlerinde ve bilgisayarda büyük sayılarla işlemlerde kullanılır. Gılgamış Gılgamış (Asurca: ܓܲܠܓܵܡܸܫ Gilgameş) Mezopotamya'da yaşayıp hüküm sürdüğüne inanılan efsanevi Uruk kralının adı olup, Antik Çağ Mezopotamya edebiyatının en iyi bilinen eserlerinden Gılgamış Destanı'nın baş kahramanıdır. Destanın daha eski olan Sümerce metinlerinde adı Çélgameş olarak geçer. Üçüncü Ur Hanedanı (yaklaşık MÖ 2100-2000) zamanına ait Sümerce metinlerde Gılgamış birbirinden ayrı birkaç hikâyenin kahramanı olarak görülürken Eski Babil dönemi (yaklaşık MÖ 1900-1600) ve sonrasında bu metinler bir araya getirilerek günümüzde daha yaygın olarak bilinen Gılgamış Destanı oluşturulmuştur. Bu destanda Gılgamış’ın anne ve babası tanrıça Ninsun ve bir diğer efsanevi Uruk kralı Lugalbanda’dır. Dolayısıyla Gılgamış yarı tanrıdır ve insanüstü bir güce sahiptir. Güçlü Gılgamış Uruk kenti erkeklerinin de kendisi gibi soluksuz çalışmasını isteyince, kentin kadınları, erkekleri kendilerine vakit ayırabilsin diye tanrıça Aruru'ya ve diğer tanrılara yakarır ve onlar da Gılgamış’a rakip olacak ve onu oyalayacak vahşi ve güçlü Enkidu'yu yaratırlar. Gılgamış Enkidu ile arkadaş olur ve birlikte maceralara atılır, ancak Enkidu bir gün ölür. Enkidu'nun ölümü Gılgamış'ı tam anlamıyla yıkmıştır ve kendinin de yarı insan olması nedeniyle bir gün öleceğini düşünerek ölümsüzlüğü aramaya koyulur. Onu asıl meşhur eden de bu ölümsüzlük arayışıdır ki, Gılgamış denizin dibinden ölümsüzlük otunu çıkarmasının ardından gelen türlü maceralardan sonra gerçek ölümsüzlüğün, adının gelecek kuşaklar tarafından anılması olduğunu anlayacaktır. Me-Turan’da (Tell Haddad höyüğü) bulunan Sümerce bir tablet Gılgamış’ın ölümünü anlatır. Tanrılar tarafından ölümsüzlük isteği reddedilen Gılgamış öldüğünde, Uruk halkı geçici olarak Fırat nehrinin yatağını değiştirip, ölen krallarını nehir yatağına inşa edilen bir mezara gömerler. 2003 yılında bir arkeloji kazısında bulunan yapının bu mezar olabileceği iddia edilmiştir. Gılgamış’ın tarihi bir karakter olup olmadığı halen tartışma konusudur. Gılgamış ismi Sümer Kral Listesi’nde tufan sonrası dönemde Uruk şehrinin beşinci kralı olarak görülür ve 126 yıl hüküm sürdüğü yazılıdır. Ayrıca Gılgamış öncesindeki kralların hüküm süreleri de binlerce yıl gibi fantastik rakamlardır. Uzmanlar arasındaki genel kanı Sümer Kral Listesi’nin Üçüncü Ur Hanedanı zamanında (yaklaşık MÖ 2100-2000) yazıldığıdır ve henüz bundan önceki dönemlere ait dökümanlarda Gılgamış ismine rastlanmamıştır. Gılgamış ( ܓܲܠܓܵܡܸܫ Gilgameş) adı Asurca bir tamlamadır ve iki kelimeden oluşmaktadır. Gıl(Deri) + gameş(Camış) = Gıl-gamış, bu ad kahramanın gücünü ve kuvvetini simgelemektedir. Öyle ki derisinin camış gibi olduğunu söylemektedir. Sümer destanı Gılgameş'teki (Sümerce: Bılgames, Bılgamış) isimlerin Türk halklarının destanlarındaki kahramanlara (Alpamış, Alpomis, Alpmanas) ses bakımından benzer olması, büyük ve ciddî bir inceleme konusu olmalıdır. Türk destanlarında Bilgebek, Bilge Kağan, Bilge Hakan, Bilgames (bilgili, kahraman, pehlivan) ismindeki kahramanlara çok rastlanır. Bilge Kağan yazıtı “bilge” kelimesinin Türklerde önceden mevcut olduğunu gösterir. Türk Mitoloji Ansiklopedisi'ne göre Gılgameş ismi iki muhtemel köklerden gelir: Hücre zarı Hücre zarı ya da hücre membranı, hücrenin dış kısmında bulunan, molekülleri özelliklerine göre hücre içine alan veya dışarı bırakan seçici geçirgen katmandır. Hücre zarı dinamik ve esnek bir yapıya sahiptir. Hücre zarını ayırarak doğrudan analizlerden önce hücre zarının moleküler yapısı hakkındaki kuramlar, dolaylı kanıtlara dayanır. Yağda eriyen maddeler hücre zarından kolayca geçebildiği için, Overton (1902) hücre zarının ince bir lipit tabakasından yaptığını ileri sürmüştür. Gorter ve Grendel (1902), hücre zarının iki lipit molekülü kalınlığında bir tabaka (bilayer) olduğunu ileri sürmüşlerdir. Geçirgenlik, yüzey gerilimi elektrik ve kimyasal özelliklerini göz önünde bulundurarak, Danielli ve Davson 1935'de hücre zarının simetrik zar modelini teklif etmişlerdir. Bu modele göre, zarın yapısında tek tabakalı iki protein yaprağı arasında lipit molekülleri vardır. Lipit moleküllerinin polar uçları (hidrofilik kısımları) dışa doğrudur ve protein tabakalarıyla örtülüdür. Moleküler yapıyla ilgili ikinci model, Robertson (1959) tarafından teklif edilen asimetrik zar modelidir. Asimetrik zar modelinde, ortada iki molekül kalınlığında lipit tabakası, iki tarafında da tek molekül kalınlığında protein tabakası vardır. İki model de birbirine benzemekle, arasındaki fark; birinci simetrik modelde ortadaki lipit molekül sırasının veya tabakasının kalınlığı belli değildir. Yani, iki veya daha fazla lipit molekül sırasının bulunup bulunmadığını gösteren hiçbir kanıt yoktur. Oysa, asimetrik modelde ortadaki lipit moleküllerinin sayısı sadece ikidir. İki model arasında ikinci önemli fark, lipit tabakasının iki yanındaki protein tabakalarının simetrik modele simetrik, asimetrik modele ise, kendisine eklenen yeni elementlerden dolayı sitoplazma tarafındaki protein tabakasının dıştaki protein tabakasından belli kimyasal farklar göstermesi, yani asimetrik oluşudur. Daha sonraları ortaya çıkan teori ise, Danielli-Davson'un modelidir. Danielli-Davson'a göre, lipit moleküllerinin polar, hidrofilik uçlarının koyu bölgeleri şekillendirdiği, polar olmayan, hidrofobik yağ asidi zincirlerinin açık renk bölgeleri şekillendirdiği düşünülmektedir. Bu modellerde hücre zarı, fosfolipit elementlerin kimyasal özelliğinden dolayı iki tabakalı görülür. Bu üç tabakalı yapı, plazma zarı dışında hücrenin sitoplazmada bulunan tüm zarlı yapılarında da görülmektedir. Danielli-Davson ve Robertson modelleri, hücre zarının elektriksel ve pasif geçirgenlik özelliklerini açıklamak yeterlidir. Bununla beraber, zardaki protein elemanlarının aktif taşınmayı nasıl gerçekleştirdiğini anlamak bu modelle zordur. Danielli ve Davson modelinin, hücre zarının işleyişini tam olarak ortaya koyamamasından dolayı, yeni hücre zarı modelleri geliştirilmiştir. 1972 yılında Singer ve Nicolson tarafından hücre zarının tüm özelliklerin açıklayan bir model ileri sürülmüştür. Böylece, mozaik zar modeli ya da akışkan-mozaik zar modeli 1966 yılında Singer ve Lenard tarafından ortaya atılmasına rağmen, 1972'de yayınlanmıştır. Bu modelde fosfolipit tabakaları daha önceki modellerdekine benzer şekilde hidrofilik başları zarın yüzeyine doğru, hidrofobik kuyrukları ise, içe doğru sıralanır. Asıl farklılık proteinlerin dizilişinde görürlür. Bu modelde proteinler zarın hem iç, hem dış yüzeyinde mozaik şekilde dağılırlar ve devamlı bir tabaka meydana getirmezler. Hücre zarında bulunan zar proteinleri; bu modelde yağ tabakasının her iki yüzünde olan ekstrinsik proteinler, yağ tabakasının içine gömülmüş olanlar ise; intrinsik proteinler olarak kabul edilmiştir. Bir lipit denizinde yüzen, protein ve glikoproteinlerden yapılmış, almaç denilen özel bölgelerle dışarıya açılan bir model olarak mozaik zar modeli günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Hücre zarının moleküler yapısı hakkında bilgiler, kimyasal analizlerden, yaşayan hücrelerin yüzey gerilimi, elektrik ve geçirgenlik özellikleri gibi farklı fizikokimyasal özelliklerinden, antijenik özelliklerinden, polarizasyon, X-ışını difraksiyonu ve elektron mikroskobu gözlemlerinden elde edilmiştir. Elektron mikroskobuyla yapılan çalışmalarda, hücre zarlarının ortada açık renk bir tabakayla ayrılan iki koyu tabaka olmak üzere üç tabakalı bir yapı olduğu gösterilmiştir. Bu yapı, Danielli-Davson ve Robertson tarafından bildirilen mo
dellere uygundur. Bu modelde, fosfolipit tabakalarının hidrofilik başları zarın yüzeyine doğru, hidrofobik kuyrukları ise, içe doğru sıralanır, proteinler zarın hem iç, hem dış yüzeyinde mozaik şekilde dağılırlar ve devamlı bir tabaka meydana getirmezler. Akışkan zar modelinde zar hareketsiz değildir, birbirine zayıf bağlarla bağlı olan bireysel lipit molekülleri lateral olarak hareket edebilirler. Buna göre, herhangi bir molekül belli bir zamanda belli bir pozisyonda bulunurken, birkaç saat sonra tamamen farklı bir pozisyonda bulunabilir. Lipitlerin hareketi en fazla kolesterol içermeyen zarlarda görülür. Proteinler de belli sınırlar içinde lateral olarak hareket edebilirler. Fakat proteinlerin hareketi lipitlerinkinden daha azdır. Lipit yapraklarını baştan başa kat eden, iki yüze de açılan zar proteinleri şekillerine göre kabaca ikiye ayrılır. Bunlar; çubuk şeklinde ve küre şeklinde zar proteinleridir. Bu proteinler hücre dışı moleküller olarak reseptör görevinde ve bağışıklık sisteminde yabancı maddeleri tanımada rol oynarlar. Hücre zarında bulunan zar proteinleri; yağ tabakasının her iki yüzünde olan ekstrinsik proteinler, yağ tabakasının içine gömülmüş olanlar ise; intrinsik proteinler olarak bilinir. İntrinsik proteinler, karanlıkta 1/3'ü oranında, aydınlıkta ise, ½'si oranında zar içine gömülüdür. Ekstrinsik proteinler sulu ortamla temas halinde bulundukları için, hidrofilik aminoasitleri, intrinsik proteinler ise bir tarafları yağ tabakasına gömülü olduğu için bu kısımlarına hidrofobik aminoasitleri, sulu ortamla temas halinde olan diğer taraflarında ise, hidrofilik aminoasitleri taşırlar. Hücre zarında, çekirdek zarında bulunan porlar bulunmaz. Hücreye giren besinleri ve hücreden çıkan atık maddeleri; zar geçirgenliği, üç tabakalı moleküler diziliş ve özellikle proteinden oluşmuş almaçlar (reseptör) ile elektriksel yükün de önemi olduğu düşünülmektedir. Bir hücre zarından zardan her türlü madde geçebiliyorsa bunlara geçirgen (permeabl), hiçbir maddeyi geçirmiyorsa geçirgen olmayan (impermeabl) ya da geçirimsiz, bazılarını geçiriyor ve bazılarını geçirmiyorsa da seçici geçirgen (semipermeabl) hücre zarı denir. Tekhücreli bir canlıdaki hücre zarında bir yara oluşursa, bu yara yeni bir zarla hemen kapatılır, bu yeni zara plazmalemma denir. Yan yana duran iki hücrenin sitoplazma zarları arasında 150-200 Å (angstrom) genişliğinde hücrelerarası bir alan vardır. Bu alan, hücreleri birbirine yapıştıran bir madde ile doludur. Hücre zarı girintili çıkıntılıdır. Bu yapı hücreler arasında adezyonu ve aynı zamanda hücreler arasındaki dokunma yüzeyini artırır. Plazma zarının sitoplazmaya bakan yüzünde zar elemanları bulundukları noktalara demirleyen sitoiskelet elemanları yer alır. Sitoiskeleti oluşturan elemanlar şunlardır: Mikrofilamentler ve mikrotübüller reseptörlerin kontrolünde iş görürler. Mikrofilamentler kasılarak reseptörlerin hareketini idare ederler. Mikrotübüller ise, demirleme elemanlarıdır. Reseptörleri tutarlar veya serbest bırakırlar. Elektron mikroskobunda hücre zarı oldukça basit yapıda görülür. İki koyu ve bir açık renk olmak üzere üç tabakalı görülen yapıya, üç tabakalı veya unit zar, birim zar, denir. Bu tabakaların kalınlığı 75-100 Å arasında değişir. Lipitlerin hidrofobik kuyrukları açık renk görülür. Lipitlerin hidrofilik uçlarıyla proteinler birlikte koyu çizgiler oluşturur. Hücre zarı, oldukça karmaşık ve devingen yapısıyla, hücre canlılığının çok önemli bir bileşenidir. Hücre canlılığının ve özgün hücre işlevlerinin sürekliliğini mümkün kılan çok önemli bazı fonksiyonları yerine getirir ki, bunları şöyle sıralamak mümkündür; Nötrofil Nötrofil, "nötrofil granülosit" olarak da adlarılan lökosit (akyuvar) hücresi. Granülosittir. Lökositlerin sık bulunan tipidir. Polimorfonükler hücrelerin 99% oluştururken, Polimorfonükler hücreler de toplam lökosit sayısının 70% civarında bir kısmını oluştururlar. Sahip olduğu granüller, boyalara özel bir afinite (bağlanma eğilimi) göstermediği için "nötrofil" olarak adlandırılmıştır. Nötrofillerin dışındaki granülositler, Eozinofil ve Bazofillerdir. Yaşam süreleri çok kısa olan nötrofiller (ortalama olarak bir günden az) kemik iliğinde üretililer. Aktif fagositozlardır. Özellikle organizmayı mikroorganizmaların istilasından korurlar. Bazen küçük partikülleri de fagosite ederler. Bu yüzden büyük partikülleri fagosite eden makrofajlardan ayırmak için mikrofajlar da denir (pseudopod, fagozom). Ölmüş nötrofiller, bakteriler, yarı yarıya sindirilmiş yapılar iltihaplı bölgede kıvamlı ve sarı renkte "cerahat-irin" birikmesine sebep olur nötrofil sayısının azalmasına nötropeni, artmasına ise nötrofili denir. Nötropeni, konjenital (kalıtsal bozukluk) olabileceği gibi çeşitli sebeplerden de ortaya çıkabilir. Kemoterapi gibi tedavilerin yan etkisi olarak da oluşabilir. Sistemik bir infeksiyon ya da yangı sonucu kandaki miktarları artar. Genel olarak viral infeksiyonlarda nötrofil sayısı artmaz(Feline Infectious Peritonitis hariç), bakteriyel enfeksiyonlara karşı ise oldukça aktiftirler. Tayfun Korkut Tayfun Korkut (d. 2 Nisan 1974, Stuttgart), Türk eski millî futbolcu, teknik direktör. Tayfun Korkut, 29 Ocak 2018'den itibaren VfB Stuttgart'in teknik yöneticiliğini yapıyor. Korkut, Stuttgart yakınlarındaki Ostfildern şehrinde büyüdü ve futbola 6 yaşında yerel bir takım olan TB Ruit'te başladı. 12 yaşında da alt lig takımlarından Stuttgarter Kickers'ın altyapısına seçildi. Bu kulüpte tüm altyapı takımlarında oynadı ve başarılı olarak A takım'a kadar yükseldi. 13 Ağustos 1994'te Almanya Kupası karşılaşmasında SC Freiburg karşısında son 15 dakika oyuna girerek ilk resmî maçına çıktı. Dönemin üçüncü ligi olan Regionalliga'da mücadele eden takım ile ilk lig maçına ise 25 Eylül 1994'te SSV Ulm 1846'e karşı çıktı. Sezon sonunda birinci olan SpVgg Unterhaching'in üç puan ardında kalarak ikinci olup, 2. Bundesliga'ya çıkamadılar. 21 yaşında Fenerbahçe'ye transfer olarak Türkiye'ye geldi. Daha ilk sezonunda takımın önemli isimlerinden biri haline geldi. Sezon öncesi resmi olmayan TSYD Kupası'nda Galatasaray ve Beşiktaş'a karşı 90 dakika sahada kalıp, iki maçta da galibiyet gördü. Fenerbahçe ile ilk maçı, 8 Ağustos 1995'te Partizan Tirana ile oynanan UEFA Kupası ön eleme maçı oldu. İlk golünü 9 Eylül 1995'te Gaziantepspor'a attı. İlk sezonunda 30 maça çıkıp 5 gol kaydetti. Sezon sonunda Türkiye ligi şampiyonu oldular. 1996/97 mevsiminde eylül ve ekim aylarında üst üste geçirdiği sakatlıklar sebebiyle Tayfun Korkut çok sık forma şansı bulamadı. O sezon ilk kez UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarında forma giydi. 2000'e kadar formasını giydiği Fenerbahçe'de teknik adamların en çok kullandığı futbolculardan biri oldu. 1998'de Başbakanlık Kupası ve Atatürk Kupası'nı kazanan kadroda yer aldı. Fenerbahçe'de 5 sezon forma giydikten sonra Arif Erdem'le beraber Real Sociedad'a transfer oldu. Yabancı dil avantajından dolayı İspanya'da adaptasyon sorunu yaşamadı. Ligin ilk hafta maçı olan Racing de Santander karşılaşmasında sahaya ilk 11'de çıkmıştı. Ancak 32. dakikada sakatlanarak oyundan çıktı ve Aralık ayına kadar sakatlığı devam etti. Sakatlıktan döndükten sonra formayı kapan Korkut, sezonu 24 maçta 4 golle kapattı. 2002-03 sezonunda eskisi kadar şans bulmasa da millî takımdan arkadaşı Nihat Kahveci ile oynadığı sezonu lig ikincisi olarak bitirme başarısı gösterdiler. 2003-04 sezonunda bir başka La Liga ekibi Espanyol'a transfer oldu. Sezon başlarında sık sık forma şansı bulsa da sezon sonuna doğru tercih edilmemeye başladı ve sezonu golsüz kapatıp, İspanya yıllarına son verdi. 2004-2005 sezonu başında Beşiktaş kulübüne transfer olarak, yeniden Türkiye'ye döndü. Beşiktaş'ta da ilk 11 oyuncusu olarak başladığı sezonu yedek kulübesinde tamamladı. Sonraki sezon da sakatlıkları nedeniyle forma şansı bulamayınca Aralık 2005'te sözleşmesi karşılıklı feshedildi. 2005-2006 sezonu devre arasında Gençlerbirliği'ne transfer oldu. Gençlerbirliği'ndeki yarım sezonunda 13 maçta 1 gol kaydetti. Sezon sonunda aktif futbolculuk kariyerine son verdi. 94 kez millî takımlara çağrılan Tayfun Korkut, 3 kez Türkiye U-21 ve 42 kez de Türkiye forması olmak üzere toplam 45 kez millî formayı giymiştir ve bu karşılaşmalarda bir gol atmıştır. Tayfun Korkut, futbolculuk kariyerini noktalandıktan sonra, antrenörlük yapmaya başladı. İlk deneyimini Real Sociedad altyapısında görev alarak edindi. 2009 yılında Bundesliga ekiplerinden 1899 Hoffenheim'ın 17 yaş altı takımını çalıştırdı. Daha sonra Almanya'nın Köln kentindeki Hennes Weisweiler Akademisi'nde "57. UEFA Pro Lisans Kursu"'na katıldı ve teknik direktörlük diplomasını almaya hak kazandı. 2011/12 mevsiminde VfB Stuttgart'ın 19 yaş altı takımını çalıştırdı. 2012/13 mevsiminde Türkiye A karmasında yardımcı teknik yönetici olarak da görev yaptı. 31 Aralık 2013'te Hannover 96, takımın başına teknik idareci olarak Tayfun Korkut'un getirildiğini ilân etti. Böylece Tayfun Korkut, Özcan Arkoç'tan sonra, Bundesliga'da görev alan Türk asıllı ikinci teknik direktör olarak kayıtlara geçti. Korkut, 15 Haziran 2016'da 2. Bundesliga takımlarından 1. FC Kaiserslautern ile 2018 yılına kadar sözleşme imzaladı. 26 Aralık 2016'da ise istifa ederek bu görevini bıraktı. 6 Mart 2017'de Bayer Leverkusen ile anlaştı. Bayer Leverkusen, görevine son verdiği Roger Schmidt yerine, 2016/17 mevsiminin sonuna kadar takımı Tayfun Korkut'a emânet ettiğini ilân etti. Endoplazmik retikulum Endoplazmik retikulum hücrede bulunan, veziküller, tüpler ve sisternalardan oluşmuş bir organeldir. Bu organel çeşitli işlevlerden sorumludur: membran proteinlerinin veya bir membran içinden geçerek (hücre dışına veya membran çevrili bir organelin içine) salgılanacak olan proteinlerin çevrimi, katlanması ve taşınması; kalsiyum depolanması; ve bazı lipit ve makromoleküllerin depolanması. 1945 yılında Keith R. Porter, Albert Claude, ve Ernest F. Fullam, elektron mikroskobu ile yaptığı çalışmalarda, hücre sitoplazmasının dantel şeklinde bir ağ manzarası görünümünde olduğunu sap
tamıştır. Bu ağ yapı hücrenin ektoplazmasında görülmediği için bu araştırmacılar buna endoplazmik retikulum (plazma içi ağı) adını vermişlerdir. Yapılan daha derin çalışmalarda endoplazmik retikulum'un sitoplazmada bulunan bir koful sistemi olduğu ve bu sistemin bir zarla çevrilmiş olduğu saptanmıştır. Endoplazmik matriks ise koful sisteminin dışında, yani kofullar arasında kalan alanı doldurur. Endoplazmik retikulum, Golgi aygıtı ve lizozomun oluşturduğu yapıya endoplazmik vakuol sistemi adı verilir. Endoplazmik retikulumun zarının kalınlığı 50-60 Å kadardır. Kalınlığı hücre zarından az olduğu halde aynı yapıyı gösterir. İki koyu ve arasında bir açık renk tabakadan yapılmıştır. Endoplazmik retikulumu bir kargo sistemine benzetilebilir. Hücre içinde ve hücre dışına proteinleri taşımayı sağlar. Aynı zamanda bazı hücrelerde glikojen, steroidler, ve diğer makromolekülleri depolar. Üzerinde ribozom olan endoplazmik retikulum granüllü endoplazmik retikulum, ribozom olmayanlar granülsüz endoplazmik retikulum adını alır. Granül, tanecik demektir, elektron mikroskobunda bu yapıların üzerinde küçük tanecikler görünmesinden dolayı bu şekilde adlandırılmışlardır. Endoplazmik retikulum ağsı yapısı üzerinde ribozom taşıyan tiplerine "granüllü endoplazmik retikulum" denir. Bu tip endoplazmik retikulumlar protein sentezinde görevlidirler. Sentezledikleri proteinleri küçük veziküllere yüklenip Golgi aygıtına taşınırlar. Protein sentezinde görevli olan hücrelerde daha fazla görülürler. "Granülsüz endoplazmik retikulum", lipid sentezinde görevli hücrelerde bulunur. Membran üzerinde ribozomlar bulunmaz. Bir nevi paketleme ve taşıma görevi üstlenen bu organel bazı maddelerin hücre içinde dağılmasını sağlar. Birçok metabolik reaksiyonda, karaciğerdeki metabolik reaksiyonlarda, steroid yapılı hormonların sentezinde, fosfolipid sentezinde, lipid taşımasında, karaciğerdeki metabolik reaksiyonlarda görev alır. Karbonhidrat ve lipit sentezi yapan hücrelerde daha çok bulunur. Granülsüz endoplazmik retikulum özellikle kas hücrelerinde kalsiyum depolar. "Sarkoplazmik retikulum" (Yunanca "sarks", "et" demektir) düz ve çizgili kaslarda bulunan özel bir tip granülsüz endoplazmik retikulumdur. Aradaki fark, sarkoplazmik retikulumda (SR) bulunan proteinlerin kalsiyum depolamaya ve pompalamaya yaramalarıdır. Kas uyarılınca SR'de depolanan kalsiyum salınır, bu da kasın kasılmasına neden olur. Morris (çizer) Maurice de Bevere (d. 1 Aralık 1923, Kortrijk - ö. 16 Temmuz 2001, Brüksel) Belçikalı çizer. Türkiye'de en bilinen eseri Goscinny ile beraber hazırladığı Red Kit (Lucky Luke) serisidir.2001 kazayla düşerek ölmüştür. 1946 yılında Spriou isimli Fransız dergisinde Lucky Luke ismiyle çizmiştir. Lucky Luke Türkiye'de bilinen adıyla Red Kit ona yardım eden sadık dostu Düldül ile (orijinal adı ile Jolly Jumper) Vahşi Batıyı gezen yalnız bir kovboydur. Fransız ve yahudi çizer/yazar/editör.Morris çizgi romanlarında senaryo yazmayı pek sevmez çizgileri ön plana çıkarmayı sever Goscinny ile anlaşır ve senaryoyu onun yazmasını ister.Goscinny ile tanıştıktan sonra Red Kit'in meşhur daltonları çizilmiştir.Goscinny öldükten sonra Morris pek çok farklı çizerle çalışmıştır fakat pek çok karakterin yaratılmasında ilham kaynağı olan Goscinny'dir. Lucky Luke, Türkiye'de Red Kit isminin verilmesinin hikâyesi şöyle; Ferdi Sayışman'ın,(kaligraf) daha sonra isim babası olacağı Red Kit ile tanışması 1954-56 arasında rastlıyor. "O zaman Lucky Luke'un maceraları Fransız Spirou dergisinde çıkıyordu. Burada da yayınlamaya karar verince, Türkçe ne isim koyalım, diye düşünmeye başladık. Bir arkadaşın çıkarmak istediği Red Rider (Kızıl Sürücü) diye bir dergi vardı. Ben de Bil Kit diye başka bir derginin kopyasını yapıyordum. Red kısmını Red Rider'dan Kit kısmını da Bil Kit'ten aldık, Red Kit oldu." Ünlü çizer Morris 78 yaşında yüksek bir yerden düşmesi sonucu meydana gelen kazada ölmüştür. Tipo baskı Tipo baskı metal harflerle (hurufat) yapılan yüksek baskıya denir. Uzun ve zahmetli bir baskı hazırlık süreci gerektirir. Metal harflerin tek tek sayfa oluşturacak bir biçimde düzenlenmesi yöntemi kullanılır. Baskı hazırlık işlemi her ne kadar gelişim göstermiş olsa da günümüz masaüstü yayıncılık sisteminin sağladığı imkânlardan çok uzaktır. Tipo baskıda iki silindir bulunur. Bunlardan biri kalıp silindiri, diğeri baskı silindiridir. Doğrudan baskı sistemidir. Yani kalıp üzerindeki görüntü doğrudan baskı materyaline aktarılır. Kalıp üzerindeki yüksek kısımlar mürekkebi alırken, alçakta kalan kısımlar mürekkebi almaz. Yüksekte kalan kısımlar baskıyı gerçekleştirir. (Patates baskısına benzer) Kalıp üzerindeki görüntü terstir. Günümüzde kullanımı önemli oranda bırakılmıştır. Ender olarak, kartvizit, fatura ve özel koleksiyon yayınların basımında kullanılır. Tipo baskı makinaları daha çok matbaacılığa; kesim, gofre, numaratör baskı, piliyaj-perforaj başka alanlarda hizmet eder. M-765 FS Mercure Mercure sınıfı sahil tipi bir mayın tarama gemisi olarak “Askeri Savunma Yardım Paktı” dahilinde Amerikan AMS-254 tanımlaması ile Fransa’daki Cherbourg kentinde kurulu Constructions Mécaniques de Normandie (CMN) tersanesi tarafından 1955 Ocak ayında kızağa kondu. 7 Şubat 1955’de inşası devam eden geminin tanımlaması MSC-254 olarak değiştirildi. 21 Aralık 1957 tarihinde denize indirilen tekne 20 Aralık 1958’de "Mercure" ismi ve "M-765" borda numarası ile Fransız Donanması’na katıldı. Bu sınıfa ait ilk ve tek Fransız Donanması gemisidir ve kendisinden sonra gelen mayın harbi gemi sınıfları için örnek teşkil etmiştir. Brest’deki 23ncü Mayın Tarama Kısmı’na (23ème Division de Dragueurs) tahsis edilen gemi daha sonra yedek kadroya alındı ve Cherbourg limanına çekildi. 1979-80 yılları arasında yine Cherbourg’da kurulu Direction des Consctructions Navales (DCN) tersanesi tarafından bir devriye gemisi olarak tadil edilen tekne, 19 Aralık 1980 tarihinde "P-765" borda numarası ile tekrar Fransız Donanması’na katıldı. Balıkçılık koruma ve kontrol amacı ile kullanılan geminin mayın tarama ekipmanları söküldü, arka güverte bölümünde mürettebat için ek bir kabin yapıldı, Mercedes-Benz dizel motorları Fransız yapımı SACM MGO motorları ile değiştirildi ve yeni elektronikler eklendi (Decca 1226 radar vs.). Esas olarak La Pallice kentinde üslenen "Mercure", Lorient limanında 27 Nisan 1991’da hizmet dışı kaldı ve 1992 yılında sökülmeye başladı. "Mercure" = Merkür, Roma Mitolojisinde haberci tanrı. Temel bilimler Matematik, fizik, kimya, biyoloji ve astronomiyi kapsayan bilimler topluluğuna temel bilimler denir. Diğer bilim dallarına 'temel' oluşturdukları için bu adla anılırlar. Zeki Ömer Defne Zeki Ömer Defne (d. Çankırı, 1903 - ö. Aralık 1992), Türk şair. Ankara Muallim Mektebi’nden mezun olduktan sonra ilkokul öğretmeni olarak görev yaptı. Daha sonra dışarıdan bitirme sınavları yoluyla lise öğretmenliğine geçti. Kastamonu Lisesi’nde Türkçe ve edebiyat öğretmenliği ve yöneticilik yaptı. İstanbul’da Kabataş Lisesi’nde de çalıştı. Sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü 1939 yılında tamamladı. Daha sonra sırasıyla Galatasaray Lisesi’nde, Alman Lisesi’nde, Şişli Terakki Lisesi’nde ve Harp Akademisi’nde edebiyat öğretmeni olarak görev yaptı. İlk şiiri 1923’te Halk Yolu dergisinde yayınlandı. Halk edebiyatı geleneklerine bağlı ve hece ölçüsünde çağdaş şiirler yazdı. 1940’tan başlayarak Çınaraltı, Sanat ve Edebiyat, Hareket, Ün, Şadırvan, Edebiyat Dünyası gibi dergilerde şiirleri yayınladı. 1969’da Galatasaray Lisesi'ndeki görevinden emekli oldu. 1970’lerde şiirleri daha çok Varlık dergisinde görüldü. Anadolu’yu şiirlerinin ana teması olarak aldı. Yurt güzellemeleriyle tanındı. Yazdığı yurt güzellemeleri şiirlerinde Erzurum, Eğin, Ilgaz, Isparta, Bursa, İstanbul, Konya illerini çeşitli özellikleriyle tanıttı. Güçlü bir anlatıma ve duyarlığa sahip olan şiirleri ancak 1970’lerden itibaren kitaplaşmaya başlamıştır. Zeki Ömer Defne, Aralık 1992’de yaşama gözlerini yumdu. Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilmiştir. Erkek organ (çiçek) Erkek organ, stamen ya da anter olarak da bilinir, çiçeğin erkek üreme organı. Bir çiçekte bulunan erkek organların tümüne birden "andresium" ya da "androecium" denir. Genellikle dişi organın çevresinde yer alan erkek organların her biri, ipçik olarak bilinen sap kısmı (filament) ve çiçektozlarının üretildiği başçık (anter) bölümlerinden oluşur. İpçik genellikle silindir biçiminde ya da yassıdır. Biçim ve renk olarak büyük çeşitlilik gösteren başçık ise çoğu kez "teka" adı verilen iki kısımdan (loptan) meydana gelir. Her bir tekada iki polen kesesi ("lokulus") vardır. Polen keselerinde polenleri meydana getiren polen ana hücreleri vardır. Stamenlerin sayısı ve biçimi taksonomik ilişkilerin saptanmasında önemli bir etkendir. Satmenler için de haploid spor ya da polen taneciklerinin oluştuğu polen keselerini (mikrosporangiumları) içerir. Polen keseleri içinde meydana gelen polen ana hücreleri mayoz bölünme ile her biri 4 polen (polen tetratı) meydana getirir. Başlangıçta tek haploit nukleusa sahip olan polenler mitoz bölünme ile biri generatif diğeri vejetatif olmak üzere iki nukleus meydana getirir. Vejetatif hücre polenin çimlenmesi esnasında polen tüpünü meydana getirir, generatif hücre tekrar bölünerek 2 sperma nukleusu oluşturur. Polenler, angiospermlerde çeşitli şekillerde bulunurlar. Genellikle 2 zara sahiptirler, dıştaki eksin zar olup bu zar sert yapılı ve üzerinde porlar bulunur, içteki intin zardır, daha ince yapılıdır. Genç bir anterden enine kesit alınıp incelendiğinde dıştan içe doğru epidermis, endotesyum, aratabaka, tabetum ve polen ana hücreleri olarak sıralanırlar. Olgun anterlerde tabetum hücreleri genellikle parçalanmış ve kalıntıları kalmıştır. Polen ana hücrelerinde polen tatratları meydana gelir. Anterler olgunlaştığı zaman boyuna bir yarıkla, enine bir yarıkla, delik veya kapakla açılırlar. Yarıklar anterin iç yüzüne açılıyorsa intrors, dış yüzüne açılıyorsa ekstrors olarak ad
landırılır. Anterlerin filamente bağlanış şekilleride farklıdır. Filament anterin tabanına bileşikse bazifiks, anterin ortasına bileşikse versatil, filament anterin sırtında bir yere bileşikse dorsifiks olarak adlandırılır. Bir çiçekte bulunan stamenlerden ikisi uzun, ikisi kısa ise didinam, 6 stamen mevcut ve bunlardan 4’ü uzun, 2’si kısa ise tetradinam adını alır. Filamentler genellikle serbesttir, bazen bileşikte olur. Filamentler bir tüp halinde birleşmisse monodelf, iki grup halinde birleşmisse dialydelf olarak adlandırılır. Filamentler serbest anterler bileşikse singenezik, filamentler ginekeumla birleşmişse ginostegyum olarak adlandırılmaktadır. Verimsiz stamenler staminod adını alır. Dil aileleri Dil ailesi, birbiriyle aynı kökten gelen akraba dil topluluğuna verilen ad. Yani aynı dil ailesine mensup dillerin, aynı kökenden, belki de aynı ilkel dilden türediği kabul edilir. Çoğu dilin yazılı tarihi çok kısa olduğu için, çok az dilin kesin kökeni bilinmektedir. Dil ailelerinin belirlenmesi, uzun bilimsel çalışmalar sonucunda mümkün olmuştur. Dil aileleri ağaç şeması olarak gösterildikleri için kendilerine "dil ağacı" da denir. Bu sebeple alt bölümlerinde de "dil kolları" denir. Bazı diller bulundukları aile içindeki bir alt grubun tek temsilcisi olarak soyutlanmış olabilirler. Örneğin Yunanca, Hint-Avrupa Dil Ailesi içerisinde soyutlanmış bir dildir. Bazı dillerin ise bilinen hiçbir yaşayan akrabası bulunmamaktadır ve bu yüzden bütün dünya dilleri içinde soyutlanmıştırlar. Örneğin Baskça tamamen soyutlanmış bir dildir. Bu ailedeki dillerde köken birliği az, yapı birliği çoktur. Bu dil ailesinde tüm diller eklemeli dillerdir. Bu dil ailesinde ünlü uyumu ortak özellik taşımaktadır. Asya'daki en büyük dil ailesidir. Brahui, Gondi, Kannada, Malayalam, Tamilce, Telugu Kaingan Hivaro Mohawk, Çerokice (Cherokee), Kayuga, Seneka, Onandayga Gürcüce, Lazca, Megrelce, Svanca Aravakça, Garifuna, Karib, Taino Hottentot dilleri, San (Buşman lehçeleri) Apalaçian, Çikasovca, Çoktavca, Krikçe Çolca, Çontalca, Hüsnanimce, Kakçikel, Kekçice, Tzeltalca, Tzotzilce, Yukatekçe Mişe, Zoke Pano dilleri, Takana dilleri İç Saliş dilleri, Kıyı Saliş dilleri Apsalokece (Crow), Dakotaca, Lakotaca, Nakotaca, Omahaca Guarani, Tupi Havasu, Hopice, Huiçol, Komançice, Nahuatl, Pima, Papago, Şoşone, Tarahumara, Tepehuan, Ute, Yaki Koçimi, Yuma dilleri Serkan Erdoğan Serkan Erdoğan, (d. 30 Ağustos 1978, Amasya), Türk millî basketbolcudur. Kariyeri boyunca şutör gard ve oyun kurucu mevkilerinde görev yaptı. Basketboluyla kendini Tuborg'da gösteren Serkan Erdoğan, o dönem büyük yatırım yapan ve aldığı dünya çağında yıldızların yanında gelecek vadeden Türk oyuncuları da toplayan Tofaş'a transfer oldu. Burada Tuborg'daki kadar oynama şansı bulamayarak istatistikleri düşmesine rağmen David Rivers gibi bir ustanın yedeği olması basketboluna pek çok şey kattı. Tofaş'ta iki şampiyonluk yaşadı. Tofaş SAS'ın şampiyon olduğu 1999-00 sezonun hemen ardından Türkiye Basketbol Ligi'nden çekilme kararı ile takım dağıldı ve Serkan Erdoğan Ülkerspor'a transfer oldu. Burada önemli rol aldığı bir dönemde Nisan 2001'de doping testi sonucu pozitif çıktı ve 2 yıl ceza aldı. Kariyeri için oldukça önemli bu olay sonrası, Türkiye'nin final oynadığı Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda oynama şansını kaçırdı. 2002-03 sezonunda Ülkerspor formasıyla basketbola döndü ve burada oynadığı iki buçuk senede her geçen gün kendini geliştirdi. 2004-05 sezonunda EuroLeague'e Aralık ayının oyuncusu seçildi ve haftanın oyuncusu unvanını da kazandı. 2005 yılı Temmuz ayında Liga ACB takımı Tau Ceramica Vitoria ile 3 yıllık sözleşme imzalayarak İspanya'da oynayan ilk Türk basketbolcu oldu. Tau Ceramica Vitoria da iki sezon boyunca kariyerinin en iyi basketbolunu oynadı. Avrupa'nın en iyi liglerinden olan İspanya (ACB) ve EuroLeague'de iki sezon boyunca şampiyonluğu kovalayan Avrupa devinde, taraftarın en sevdiği oyunculardan biri oldu ve Avrupa'nın en iyi şutörlerinden biri olarak gösterildi. Ayrıca Avrupa'nın bu en üst düzey basketbolunda sertliğini iyice geliştirdi ve şutörlüğü kadar iyi savunmasıyla da dikkat çekti. Oyunun iki yönünü oynayabilen komple bir iki numara haline geldi. TAU'da Luis Scola, Zoran Planinic, Igor Rakocevic ve Pablo Prigioni gibi dünya yıldızlarına kendini kabul ettirdi ve büyük sorumluluklar aldı. Özellikle 2005-06 sezonunda Euroleague çeyrek finalinde Panathinaikos (basketbol takımı) deplasmanında oynadığı basketbolla takımını dörtlü finallere taşıyan oyunculardan birisi oldu. İkinci sezonunda geçirdiği sakatlıklardan dolayı takımını zaman zaman yalnız bıraktı. 2007-08 sezonu için Efes Pilsen'ne transfer oldu. Efes Pilsen'de ilk zamanlar Drew Nicholas'ın gölgesinde kaldı ve Amerikalı koç David Blatt Serkan'a çok fazla süre aldırmadı. Sonrasında geçirdiği sakatlıktan dolayı aylarca basketboldan uzak kaldı, iyileşince de form tutamadan lig bitti. 2008 yılında Türk Telekom ile 2 yıllık sözleşme imzaladı. 2009-10 sezonuna da bu takımda başlayan Serkan, Beko Basketbol Ligi 17. haftasından sonra sürpriz bir kararla, İspanya'nın Meridiano Alicante takımına transfer oldu. Bu takımda kaydettiği sayılarla İspanya Basketbol Ligi'nde 1000 sayı barajını gecen ilk Türk oyuncu oldu. İspanya Ligi'nde tam 99 maça çıktı. Ayrıca İspanya Ligi'nde oynayan ilk Türk basketbolcu unvanını elde etti. Serkan Erdoğan Euroleague'de 1000 sayi barajını geçen yedi Türk oyuncudan birisi oldu. Tau Ceramica takımı ile iki yıl üst üste Final Four oynadı. İspanya Basketbol Kral Kupası sekizli finallerinde en skorer oyuncu ödülünün de sahibi oldu. 20 Ocak 2011 tarihinde Beşiktaş Cola Turka ile anlaştı. Beşiktaş'ta geçirdiği üç ay gibi kısa bir sürede 15 sayı ortalaması tutturdu. Ardından Banvit'ya transfer oldu. İki yıl Banvit forması giydi. 2013-14 sezonu başında Royal Halı Gaziantep takımına transfer oldu. Bu takımla 12 maça çıktıktan sonra Aralık ayında antrenmanda yaşadığı diz sakatlığının ardından basketbolu bırakma kararı aldı. 2006 Dünya Basketbol Şampiyonası için millî takıma dahil edildi. Özellikle iki NBA yıldızı Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur'un millî takımda oynamayı reddetmesi üzerine son Tau Ceramica'daki performansından ötürü Türkiye'nin en büyük kozlarından biri oldu. Japonya'da düzenlenen şampiyonanın ilk maçlarına biraz tutuk başlasa da yaptığı savunmayla takıma önemli bir direnç kazandırdı. İlerleyen maçlarda skorer özelliğini de sahaya yansıtan Serkan, A millî basketbol takımının birçok eksiğine rağmen sürpriz bir şekilde çeyrek final oynamasına çok önemli katkılarda bulundu. Basketbolu bıraktıktan sonra kariyerine antrenör olarak devam etme kararı alan Erdoğan, Pınar Karşıyaka altyapı şubesinde görev alacağını açıkladı. Burada genç takımda asistan koçluk yapan Erdoğan, oyuncuların şut gelişimiyle de özel olarak ilgilendi. Pınar Karşıyaka'dan sonra Erdoğan'ın koç olarak ikinci durağı ise Tofaş oldu. Orhun Ene'nin teknik ekibinde Oyuncu Geliştirme Departmanı dahilinde çalışacak Erdoğan, genç ve altyapı oyuncuları için bireysel çalışmalar yapacak. Serkan Erdoğan, evli ve iki kız çocuğu babasıdır. TBL: 29 maç, 10.2 sayı ort. TBL: 22 maç, 4.3 sayı ort. TBL: 23 maç, 3.6 sayı ort. Suproleague: 8.1 sayı ort., 1.2 rib. ort., 1.3 ast. ort. TBL: 15 maç, 8.9 sayı ort., 2.1 rib. ort., 1.9 ast. ort. "2001 yılı Nisan ayında girdiği bir doping testi sonucu pozitif çıkınca 2 sene ceza aldı." EuroLeague: 20 maç, 6.6 sayı ort. TBL: 35 maç, 9.4 sayı ort., 1.9 rib. ort., 1.7 ast. ort. Euroleague: 16 maç, 5.3 sayı ort. TBL: 23 maç, 7.9 sayı ort., 1.6 rib. ort., 1.1 ast. ort. Euroleague: 22 maç, 16.6 sayı ort., 2.3 rib. ort., 2.5 ast. ort. TBL: 25 maç, 11.1 sayı ort., 1.6 rib. ort., 2.3 ast. ort., 1.0 top ç. ort. Euroleague: 22 maç, 10.7 sayı ort. Euroleague: 21 maç, 12.1 sayı ort. Euroleague: 8 maç, 6.8 sayı ort. TBL: 14 maç, 8.4 sayı ort., 1.9 rib. ort., 1.9 ast. ort. TBL: 26 maç, 14.7 sayı ort., 2.2 rib. ort., 1.9 ast. ort. TBL: 13 maç, 13.9 sayı ort., 2.0 rib. ort., 4.2 ast. ort. TBL: 25 maç, 9.0 sayı ort., 1.6 rib. ort., 1.4 ast. ort. TBL: 20 maç, 8.9 sayı ort., 0.9 rib. ort., 1.5 ast. ort. TBL: 12 maç, 13.3 sayı ort., 2.1 rib. ort., 3.4 ast. ort. Ormancı türküsü Ormancı türküsü, Temmuz 1946'da Muğla'nın Gevenes Köyü'ndeki (günümüzdeki adı Çaybükü, Muğla) Belen Kahvesi'nde vuku bulan gerçek bir olay üzerine Değirmenci Pisili Tahir Usta tarafından söylenen ve zamanla ünü Türkiye geneline yayılan bir halk türküsüdür. Derleyicisi ve TRT Repertuarına katılmasını sağlayan da Nazmi Yükselen'dir. Türkünün sebep olduğu ilgi nedeniyle Çaybükü köyündeki Belen Kahvesi yakın geçmişte restore edilmiş olup, ziyaretçi akınına uğramaktadır. Gevenes mahallesinde 1922 yılında dünyaya gelen Mustafa Şahbudak, ağa çocuğudur. Mustafa’nın en yakın arkadaşı köy muhtarı Tevfik Cezayir'dir. Her akşam köy kahvesinde dama oynayan iki arkadaşın iddialı ve dostane karşılaşmaları kahvehanedekiler tarafından da ilgi ile izlenir. 1946 yılının bir Temmuz gününde, Mustafa Şahbudak ve Muhtar Tevfik Cezayir, yine dama tahtasının başına otururlar. Oyunun yarısında 'Sarı Memet' lakaplı Orman Memuru Mehmet İn çıkagelir. Mehmet, sarhoştur. Bir gün önce, komşu Çiftlik mahallesinde yangın çıkmıştır. Ormancı, yangın evrakının bir an önce ilçeye götürülmesi için bekçiyi muhtardan ister. Ancak bu arada 1946 seçimlerinin evrakı da Yatağan’a gönderilecektir. Her türlü evrak Yatağan’a köy bekçisi tarafından götürülmektedir. Muhtar Cezayir, 'Olmaz, daha acil olan seçim sonuçlarının ulaştırılması gerekiyor. Bekçiyi gönderemem' cevabını verir. Bunun üzerine ormancı ile muhtar arasında tartışma başlar. Muhtar Tevfik Cezayir, 'Ayıp ediyorsun Mehmet, bize müsaade et' der ve oyuna devam eder. Ormancı dama masasına bir yumruk atar. Mustafa Şahbudak, bu davranışa tahammül edemez ve ormancıyı tokatlar. Olayın büyüyeceğini anlayan köylüler, ormancıyı sakinleşmesi için kahvenin arka tarafına götürürler. Ormancı bağırarak küfürler savurmaktadır. Küfürler Mustafa Şahbudak’ın tah
ammül sınırını daha da zorlar. Şahbudak, yerinden kalkar, ormancının üzerine yürür. Ormancı Mehmet, kamasını çıkarıp Mustafa Şahbudak’ı kolundan yaralar. O zaman, Mustafa Şahbudak ormancıyı korkutmak için, belindeki tabancayı çıkarır, yere doğru ateş eder. Muhtar, ormancının ikinci kez kama vurmaması için elini tutar. Fakat, Mustafa tetiği çoktan çekmiştir ve kurşun muhtar Tevfik Cezayir'e isabet eder. Ormancı Mehmet İn, bunun üzerine kaçmaya başlar. Mustafa Şahbudak kaçmasın diye, bir el daha ateş eder. Bu ateş de öldürmek için değil, kaçmasına engel olmak içindir. İkinci atışta Mehmet İn, yere düşer. Arka cebinde tütün tabakası olduğu için, ona bir şey olmaz. Ama Tevfik kanlar içindedir. O günlerin imkânsızlıkları içerisinde Tevfik’i, tahta bir sal üzerinde köyden 23 kilometre uzaklıktaki Muğla Devlet Hastanesi’ne götürürler. Tevfik, çok kan kaybetmektedir. Mustafa, Doktor Veli Bey’e, “Babamın selamı var, bu adamı iyileştir” diye yalvarır. Doktor Veli Bey, “O ölecek, önce senin kolunu saralım” diye yanıt verir. O sırada Tevfik eliyle işaret edip Mustafa’yı yanına çağırarak, ”Ben ölüyorum, hakkını helal et” dedikten sonra can verir. Mustafa, en yakın arkadaşını öldürdüğü için teslim olur, 4 yıl ceza alır. Cezaevindeyken her gece Tevfik rüyasına girer. Ancak ormancıya kini gittikçe artar. Bu acı olaydan sonra köyde kalamayacağını anlayan Mehmet İn ise, tayinini ister, Kavaklıdere Orman Müdürlüğü’ne atanır. Aslen Marmarislidir. Emekliliğinden sonra oraya yerleşir. Doksanlı yılların başında da ölür. Mustafa Şahbudak da, cezaevinden çıktıktan sonra, anılarla dolu o köyde yaşayamayacağını anlayıp, Muğla’ya yerleşir. Çok sevdiği, günlerini birlikte geçirdiği arkadaşı Muhtar Tevfik Cezayir’i öldürdüğünde, arkada 25 yaşında bir eş ve 3 çocuk bırakır. Muhtar’ın eşi Pembe, bu acıya dayanamayıp birkaç yıl sonra akli dengesini yitirir. Oğlunun biri İzmir’e yerleşir. Diğer oğlu ile kızı, köyde evlenirler ve hayatlarını orada sürdürmeye devam ederler. Bu arada Mustafa'nın anne tarafından akrabası olan Değirmenci Pisili Tahir Usta Gevenes Köyü’nde yaşanan bu acı olayın türküsünü bestelemiştir. Bu türkü bugün düğünlerde okunan, herkesin diline düşen Ormancı türküsüdür. Hayatının kalan yıllarını bu olayı unutmaya çalışarak geçiren Mustafa Şahbudak da 28 Mart 2005 günü İzmir Ege Üniversitesi Hastanesi’nde 83 yaşında ölür. Müzeyyen Senar, Sümer Ezgü, Hale Gür, Ahmet Günday, Tolga Çandar, Kubat ve İbrahim Tatlıses gibi sanatçılar tarafından okunmuştur. Tarçın Tarçın ("Cinnamomum"), defnegiller familyasından anavatanı Güney ve Güneydoğu Asya olan, yaprak dökmeyen aromatik kokulu ağaç cinsi. Diğer Türk dillerinde de (Azerice "darçın"; Türkmence "dalçın"; Kırgızca "darçin"; Kazakça "darşın") kullanılan Türkçedeki tarçın sözü «Çin ağacı» anlamına gelen Farsça "dārçïn" (دارچين) kelimesinden alıntıdır. Farsçadaki uzatımlı diğer bir form olan "dārçïnï" (دارچينى) kelimesinden de Arapçaya "dārşïnï" (دارشينى), Tibetçeye "dal çini" biçiminde geçmiştir. Tarçının bilimsel adındaki cins adı olan ""Cinnamomum"", Yunanca'daki ""kinnamomon"" sözcüğünden gelir. İnsanlık tarihinin en eski baharatlarından biridir. M.Ö. 3000 Çinliler tarafından kullanılıyordu. Avrupa'da 16.'dan 18.yy'a kadar en değerli ve pahalı baharatlarından biri sayılıyordu. Ünlü tüccar Anton Fugger 1530'da İmparator V. Karl'ın borç senetlerini onun gözleri önünde tarçın baharat çubuklarından oluşan bir ateşle yakmış, böylece kendi zenginliğini kanıtlamıştır. Esasen ağacın kurutulmuş kabukları kullanılır. Kabukların dış kısmında mantar tabakası bulunur ve grimsi renklidir. Tarçın baharatı, ağacının gövde ve dal kabuklarının dış kısmı sıyrıldıktan sonra kalan iç kabuğun kurutup öğütülmesiyle elde edilir. Ayrıca kabuklarının iç içe konularak rulo gibi kıvrılmasıyla da çubuk tarçın elde edilir. Kokusu kuvvetli, kesin ve uzun süreli, tadı tatlımsı ve yakıcıdır. Tanen ve uçucu yağ taşır. Baharat olarak kullanılır. Meyveleri de baharlı, lezzetli ve tarçın kokuludur, tarçın yerine kullanılır. Tatlılara, özellikle de sütlü tatlılara çeşni olarak katılır. Kahve, çikolata ve meyve soslarında, içeceklerde de yaygın olarak kullanılır.Mutfakta Kullanılışı Kuzu eti, tas kebabı, çeşitli soslar, sütlü ve pirinçli tatlılar, çikolatalı kekler, tartlar, punç, sıcak şarap, çay vb. Yıldıray Baştürk Yıldıray Baştürk (d. 24 Aralık 1978, Herne, Almanya), Türk millî futbolcudur. Futbola diğer Türk futbolcular Hamit Altıntop ve Halil Altıntop gibi 1996 yılında SG Wattenscheid 09'da başlamıştır. 1997'de Bundesliga takımlarından VfL Bochum'a transfer olmuştur. 8 Ağustos 1997'de MSV Duisburg karşısında ilk kez kadroya alınan futbolcu, 78. dakikada Norbert Hofmann'ın yerine oyuna dahil olarak ilk maçına çıktı. İlk sezonunda 17 maça çıkan futbolcu, Schalke 04'ü 3-0 yendikleri karşılaşmada ilk golünü de kaydetti. UEFA Kupası kadrosuna da dahil edilen futbolcu, Trabzonspor ile oynanan birinci tur karşılaşmalarında kadroya alınsa da forma giyemedi. İkinci turda ise FC Brügge ile oynanan ilk maçta son dört dakika forma şansı buldu. İkinci sezonunda Bochum ekibinde daha fazla forma şansı bulmaya başladı. 28 maçta forma şansı bulup, sezonu yine FC Schalke 04'e attığı tek golle kapattı. Ancak Bochum ekibi sezon sonunda küme düştü. Kariyerinde ilk kez 2. Bundesliga'da forma giyen futbolcu, attığı 7 golle iyi bir performans gösterdi ve Bochum'un lig ikincisi olarak tekrar Bundesliga'ya dönmesindeki en önemli etkenlerden oldu. Ayrıca DFB-Pokal'da çeyrek finale kadar çıkmayı başarırlarken Baştürk 4 maçta 4 gol atmıştı. 2000-01 sezonunda ise bir kez daha Almanya Kupası'nda çeyrek final görse de, Bundesliga'ya ikinci kez veda etti. Bochum'da çok iyi bir performans sergileyen Yıldıray 2001 yılında Bayer 04 Leverkusen'e transfer oldu. Takımın teknik direktörlüğünü Baştürk'ü Bochum'da profesyonel futbola kazandıran Klaus Toppmöller yapıyordu. Toppmöller'in sisteminde Baştürk önemli bir yer tutuyordu. Baştürk, ilk maçına bir DFB-Ligapokal maçı olan Hertha Berlin karşılaşmasında ilk 11'de çıktı. Ligin ilk haftasında da sahaya ilk 11'de çıkıyordu. Leverkusen, sezona çok iyi bir başlangıç yapmıştı. 13. haftada liderliği ele geçirirken, UEFA Şampiyonlar Ligi'ne katılmayı başardı. 25 Eylül 2001'de FC Barcelona ile oynanan grup maçında ilk Avrupa golünü kaydetti. Nisan ayının sonunda ligde liderliğini sürdürürken, Şampiyonlar Ligi'nde yarı finale, Almanya Kupası'nda ise finale kalmışlardı. Ancak 33. hafta 1. FC Nürnberg'e 1-0 yenilen takım, ikinci sıraya düştü ve son hafta Hertha Berlin'i 2-1 yenseler de şampiyonluğu kazanamadılar. 11 Mayıs'ta FC Schalke 04 ile Almanya Kupası finalinde karşılaştılar. Baştürk'ün 90 dakika forma giydiği maçı 4-2 kaybedip, kupayı da kaybettiler. Ancak Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Manchester United'ı 2-2 ve 1-1'lik skorlarla geride bırakıp finale kaldılar. Baştürk, 3 golün ikisinin asistini yapmıştı. 15 Mayıs 2002'de Real Madrid ile oynanan finalde Baştürk sahaya ilk 11'e çıktı. Böylece Şampiyonlar Ligi'nde final oynayan ilk Türk futbolcu unvanını aldı. Ancak bu maçı da kaybedip, üç kulvarda finale kaldıkları sezonu kupasız kapattılar. Bir önceki sezonun aksine, 2002-03 sezonu Leverkusen için kötü bir sezon oldu. Almanya Kupası'nda yarı finale çıktılar. Doğrudan katıldıkları Şampiyonlar Ligi'nde ikinci gruplara kalsalar da ikinci turda galibiyet alamadılar. Baştürk ise 11 maçta forma giyip, sadece 1 asist yapabildi. Ligde ise geçen sezon son hafta şampiyonluğu kovalarken, bu sezon kümede kalma maçına çıktılar. Leverkusen, 1. FC Nürnberg'i 1-0 yenerek kümede kalırken, golü kaydeden isim Baştürk'tü. Sonraki sezon fazla forma şansı bulamadı. İlk maçına altıncı hafta çıkabilen Baştürk, FC Bayern München karşısında 3-3'lük beraberliği sağlayan isim oluyordu. Baştürk'ün 17 maç forma giyebildiği sezon sonunda Leverkusen, lig üçüncüsü oldu. 2004 Temmuz'unda bir başka Alman devi Hertha Berlin Berlin'e geçmiştir. 25 maçta attığı 7 golle takımın en golcü isimlerinden olan Baştürk, Berlin ile ilk sezonunda lig dördüncüsü oldu. Sonraki sezon uzun bir aradan sonra Avrupa kupalarında oynama şansını buldu. Ligde ise 27 maçta 6 gol atarak takımın etkili isimlerinden biri oldu. 2006-07 sezonu sakatlıklarla boğuştuğu bir sezon oldu. UEFA Intertoto Kupası'ndan UEFA Kupası'na geçmeyi başarırlarken, FK Moskova'yı 2-0 yendikleri maçta bir gol kaydetti. Ligde ise sadece 19 kez forma giydi. 2007-2008 sezonu başında ise önceki sezonun Almanya şampiyonu VfB Stuttgart'a transfer olmuştur. Stuttgart'ta ilk maçına UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarında çıktı. Ancak gruplarda sadece bir galibiyet alabildiler. Baştürk, özellikle sezonun ikinci yarısında Stuttgart'ın en önemli isimlerinden biri oldu. 2008-09 sezonunda UEFA Intertoto Kupası'ndan UEFA Kupası'na çıkmayı başardılar. Ancak Eylül başında geçirdiği sakatlık nedeniyle 4 ay sahalardan uzak kaldı. Sakatlıktan döndükten sonra Bayern München ile biri lig biri kupa olmak üzere iki maça çıktı ancak sonrasında bir daha sakatlık geçirerek sezonu kapattı. Sonraki sezon Stuttgart, UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarında mücadele etme başarısı gösterse de Baştürk, sakatlığından dolayı forma giyemedi. Ligde ikinci hafta maçında Borussia Mönchengladbach karşısında son 10 dakika sahaya sürülse de bu maç dışında forma şansı bulamadı ve devre arasında Stuttgart ile yollarını ayırdı. 2009-2010 sezonunun devre arasında Blackburn Rovers'a transfer olmuştur. İlk olarak Blackburn Rovers'ın rezerv takımıyla maçlara çıkan Baştürk, Mart ayında ilk kez kadroya alınsa da forma şansı bulamadı. 24 Nisan 2010'da Wolverhampton Wanderers karşısında ilk maçına çıktı. Sahaya ilk 11'de sürülen futbolcu, devre arasında oyundan alındı. Bu maç, Yıldıray Baştürk'ün Premier Lig'deki ve Blackburn Rovers'taki ilk ve son maçı oldu. Sezon sonunda Blackburn Rovers tarafından sözleşmesi uzatılmayan Baştürk futbolu bırakmıştır. Yıldıray, millî takımının formasını ilk defa 21 Ocak 1998 tarihinde Arnavutluk ile oynanan hazırlık maçında giydi. Millî takımla ilk golünü ise 2002 FIFA Dünya Kupası "play o
ff" maçında Avusturya'ya karşı atmıştır. Türkiye'nin 2002 FIFA Dünya Kupası ve 2003 FIFA Konfederasyonlar Kupası kadrolarında da yer alan Yıldıray 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nın 26 kişilik kadrosunda yer almış ancak kadronun 23'e düşürülmesiyle Halil Altıntop ve İbrahim Kaş ile birlikte kadrodan çıkarılmıştır. Bu olay üzerine Yıldıray, Ve Fatih Terim millî takımın başında bulunduğu sürece bir daha millî takım formasını giymeyeceğini açıklamıştır. Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımı ile 1997 yılında oynanan Akdeniz Oyunları katıldı ve final müsabakasında İtalya Olimpik millî futbol takımına yenilerek ikincilik kazanan kadroda bulundu. NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." Hamit Altıntop Hamit Altıntop (d. 8 Aralık 1982, Gelsenkirchen), Türk millî futbolcudur. Aslen Malatyalı olan futbolcunun ailesi 1972 yılında Almanya'ya göç etmiştir. Şu anda güncel kulübü SV Darmstadt 98'tir. Malatya’dan 1971 yılında Almanya’nın Gelsenkirchen kentine göç eden Altıntop ailesi, 1982 kışının Aralık ayında 10’ar dakika arayla dünyaya gelen ikiz bebeklere sahip oldu. Hamit Alıntop kardeşi Halil Altıntop'tan 10 dakika önce doğdu. Henüz iki yaşındayken babalarını kaybeden Altıntop kardeşler, amcalarının da etkisiyle "DJK Gelsenkirchen-Süd" takımında futbola başladı. Altıntop kardeşler, 11 yaşlarına bastıklarında DJK TuS Rotthausen takımına transfer oldu. Burada dört sene geçiren Altıntop kardeşler genellikle ofansif özellikleriyle dikkat çektiler. Bu dört senenin sonunda Wattenscheid 09 takımına transfer oldular. Bu takımın alt yaş grubu takımlarında oynayan Altıntop kardeşler, Hans Bongartz'ın başında olduğu A Takıma kadar yükseldi. Bu takımın hocası olan Bongartz, Wattenscheid 09, Schalke 04 ve Kaiserslaurten takımları için oynadı. Teknik direktörlük yıllarında ise iki ayrı sekansta (1990-1994 ve 1998-2004) SG Wattenscheid 09 kulübünü çalıştırdı. Bongartz, Altıntop kardeşlerin A takıma alınmasının ardından İki oyuncuya çoğu maçta şans verdi. ki oyuncu, aynı zamanda o dönem Almanya Bölgesel Ligi’nde oynamaya başlayarak TFF Avrupa bürosunun dikkatlerini çekti. Ve Bulgaristan 18 yaş altı millî takımı ile 14 Kasım 2000 günü oynanan maçta ilk kez Türkiye forması giydi. Millî takımın rakibini Kartal Stadı’nda 3-1 mağlup ettiği karşılaşmada gollerden birini de Hamit Altıntop kaydetti. Bölgesel lig ve millî takımda gösterdiği performanslarıyla dikkatleri çeken Altıntop kardeşler, 2003 yılında Schalke 04'ün radarına takıldı. Halil Altıntop attığı goller ile, Hamit ise “oyunun iki yönünde de etkili olabildiği için” tercih ediliyordu. Sezonun ardından kardeşler Schalke 04'e transfer oldu. Ve kardeşler böylelikle Gelsenkirchen şehrinde doğduğu eve geri döndü.Ayrıca bu transfer hakkında Dönemin Schalke 04 Genel Menajeri Rudi Assauer, transferden dolayı büyük mutluluk duyduklarını söyledi. Bu hamle için ayrıca Schalke 04 kasasından 1,8 milyon avroluk bir bonservis bedeli çıktı. Bu arada Hamit'in kardeşi Halil ise Kaiserslaurten’e transfer oldu. Hamit Bundesliga’da ilk maçına Gelsenkirchen bölgesinin büyük derbisinde Borussia Dortmund karşısında çıktı. "9" numaralı formayla bu maçta 2 gol birden atan Hamit, takımını 2-0 öne geçirse de önce Flavio Conceiçao, ardından Marcio Amuroso’nun golüyle 90 dakika sonunda maç berabere bitti. Maçın sonunda Schalke 04 Teknik Direktörü Jupp Heynckes, karakterini “kusursuz” olarak nitelendirdiği Altıntop’u Lothar Matthäus’un gençliğine benzettiğini açıklamıştır. Hamit, UEFA Intertoto Kupası’nda attığı golün ardından sezonun üçüncü haftasında yine taraftarın önüne çıktı.Hamit, Köln karşısında eşitlikle girilen son bölümde, 90+3. dakikada, Schalke 04 lehine skoru değiştiren isim oldu. O sezon Bundesliga’daki attığı beş golünün hepsini İç sahda kaydeden Hamit. Türkiye için 18 yaş altı ve 20 yaş altı millî takımda forma giydikten sonra 21 yaş altı’nda da oynadı. U-21 takımından sonra Almanya veya Türkiye arasında seçim yapmak zorunda olan Altıntop,2004 Avrupa Şampiyonası Eleme Grubu’nda Almanya ile Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımı arasında oynanan maçta "forvet arkası" mevkiinde oynadı. Almanya’ya muhteşem bir gol atarak Türkiye'ye üstünlüğü getirse de, İlk maç Almanya'da 1-0 Almanya'nın üstünlüğüyle bitmişti ve Türkiye'ye bir gol daha gerekmekteydi. Türkiye ne kadar pozisyon bulsa da bu pozisyonları değerlendirememiş ve maçın sonlarında Almanya skoru 1-1'e getirmiştir. Bu maçtan üç ay sonra Danimarka ile oynanan hazırlık maçında kardeşiyle birlikte A millî takım forması giyen Hamit Altıntop, Almanya'nın ısrarlarına rağmen Türkiye millî futbol takımını tercih etti. Bundesliga’da 2004-2005 sezonunu Bayern Münih’in ardından ikinci sırada tamamlayarak UEFA Şampiyonlar Ligi’nde oynamaya hak kazanan Schalke 04, gruplarda AC Milan, PSV ve Fenerbahçe ile mücadele etti. İkinci maç haftasında Milan ile karşılaşan Schalke 04 adına 68. dakikada Fabian Ernst’in yerine oyuna dâhil olan Hamit Altıntop, iki dakika sonra uzaktan harika bir gol atarak skoru 2-2’ye getirdi.Aynı sezonun devre arasında ise Altıntop ailesi için önemli bir gelişme daha yaşandı. Kaiserslaurten’den Halil Altıntop ile Schalke 04 arasında sezon sonu geçerli olmak üzere sözleşme imzaladı. Sezon sonunda Kaiserlautern küme düşse de Hamit'in kardeşi Halil sezonu 20 golle bitirerek dikkatleri çekti. Böylelikle Altıntop ikizleri, yeniden bir araya geldi. Hatta Bundesliga'nın ilk maçında Halil gol sevinci yaşadı. Ne var ki; Hamit, sürelerinin azalmasından memnun kalmadı ve Ocak 2007’de Bayern Münih Teknik Direktörü Ottmar Hitzfeld’in isteğiyle yeni sezon için Bavyera’nın yolunu tuttu. Bonservis ücreti ödenmenden Bayern Münih'e transfer olan Hamit Altıntop, O sezon Oliver Kahn, Lucio, Philipp Lahm, Ze Roberto, Franck Ribery, Mark van Bommel, Bastian Schweinsteiger, Miroslav Klose, Luca Toni gibi ilk anda bile hemen akıllara gelen yıldız oyuncularla dolu kadroda kendisine yer buldu. Hamit Altıntop, farklı birkaç pozisyonda görev alabildiği için teknik direktörünün elini güçlendirdi.. İlk sezonunda Bayern ile Lig Kupası, DFB-Pokal ve Bundesliga şampiyonluğu yaşayan Altıntop, kariyerinin belki de en gösterişli performanslarını ise o sezonun sonunda Avusturya ve İsviçre’de yapılan 2008 Avrupa Şampiyonası’nda gösteriyordu. Portekiz ve İsviçre ile aynı grupta yer alan Türkiye’ye Çek Cumhuriyeti ile oynanacak son maçta üst tura yükselebilmek için mutlaka galibiyet gerekliydi. Bitime 15 dakika kala ise skorda Çeklerin 2-0’lık üstünlüğü vardı. Ancak önce 75. dakikada çizgiye inen ve Arda Turan’a golü attıran Hamit Altıntop, sonra 87 ve 89’da Nihat Kahveci’yi golle buluşturarak mucizenin yaratılmasını sağlayacaktı. Fatih Terim’in liderliğinde yarı final oynayarak ülke tarihine altın harflerle yazılan Türkiye adına turnuva sonunda altın 11’de yer alan tek isim de Hamit Altıntop oldu. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası öncesinde tarak kemiğinde kırık tespit edilen Hamit Altıntop, turnuvanın ardından aynı sakatlıkla bir kez daha yüzleşti. Ve üç ay boyunca sahalardan uzak kaldığı 2008-2009 sezonunda Bayern Münih adına sadece üç lig maçında boy gösterebildi. Bir sonraki sezon Lig Kupası ve Bundesliga şampiyonu olan, UEFA Şampiyonlar Ligi’nde final oynayan Bayern Münih için, bu defa ayak bileği ve kas sakatlıkları yaşadığından, 15’i lig toplam 30 maça çıkabildi, 2010-2011 sezonunda Bayern’de süreleri azalırken, 29 Mart 2011 günü Türkiye’nin Avusturya ile oynadığı Euro 2012 eleme grubu maçına ilk kez “kaptan” olarak çıktı. Hamit, Nisan 2011’de Bayern’den ayrılacağını ve önünde birkaç opsiyon bulunduğunu açıkladı.Hamit sezonun ardından ise Portekizli teknik adam Jose Mourinho tarafından Real Madrid'e transfer edildi. Hamit, Real Madrid takımındaki ilk resmi maçına 27 Eylül 2011 tarihinde Ajax takımıyla oynanan ve 3-0 galibiyetle sonuçlanan UEFA Şampiyonlar Ligi karşılaşmasında, 83. dakikada Mesut Özil'in yerine oyuna girerek çıkmıştır. La Liga'da Real Madrid formasıyla ilk maçına 15 Ekim 2011 tarihinde oynanan ve 4-1 kazanılan Real Betis maçının 77. dakikasında Cristiano Ronaldo'nun yerine oyuna girerek çıkmıştır. La Liga'da Real Madrid formasıyla ilk golünü ise 17 Aralık 2011 tarihinde oynanan ve 6-2 kazanılan Sevilla maçının 89. dakikasında atmıştır. Sırtındaki problemden dolayı sezon öncesinde tam hazır olamasa da toplam 12 kez Real Madrid formasını terletti. Ve Real Madrid’in üç senelik Barcelona hâkimiyetini bitirerek LFP şampiyonu olduğu kadroda bulunan 2. Türk futbolcu oldu. Bir süre adı Fenerbahçe ile de anılan Hamit Altıntop,Türkiye Millî futbol takımından eski hocası Fatih Terim'in çalıştırdığı Galatasaray takımına transfer olmuştur. 12 Temmuz 2012 Gece 11 gibi kampa katılan Hamit için resmi açıklama 13 Temmuz 2012 tarihinde yapılmıştır. Galatasaray Spor Kulübü KAP(Kamuyu Aydınlatma Platformu)'na yaptığı açıklamada;"Real Madrid CF profesyonel futbolcularından Hamit Altıntop ile 2012-2013 sezonundan başlamak üzere 4 futbol sezonu için anlaşmaya varılmıştır. Buna göre futbolcunun kulübüne 3.500.000 EUR bonservis bedeli ödenecektir. Futbolcuya ise 2012-2013 ve 2013-2014 sezonlarının her biri için 2.900.000 EUR sabit transfer ücreti ve 20.000 EUR maçbaşı ücreti, 2014-2015 ve 2015-2016 sezonlarının her biri için 2.750.000 EUR sabit transfer ücreti ve 25.000 EUR maç başı ücreti ödenecektir." açıklamalarına yer vermiştir. Hamit, Galatasaray formasıyla ilk resmi maçına Fenerbahçe karşısında Süper kupa maçında çıkmış ve Galatasaray bu maçı 3-2 kazanmıştır. Hamit ilk lig maçına ise Kasımpaşa maçında çıkmıştır. Avrupa kupalarındaki ilk maçı ise 19 Eylül 2012 tarihinde UEFA Şampiyonlar Ligi'nde oynanılan ve 1-0 kaybedilen Manchester United maçıdır. Galatasaray formasıyla UEFA Şampiyonlar Ligi'nde 3 ve Süper lig'de 5 topu direkten dönen Hamit Altıntop, Galatasaray formasıyla ilk golünü ise Galatasaray'ın UEFA Şampiyonlar Ligi son 16'da Schalke 04 deplasmanında kaydetmiştir. Hamit Altıntop 2012-13 sezonundaki ilk asistini ise Süper Lig'in 5.haftasında Akhisar Belediyespor maçında Burak Yılmaz'a yapmıştır. Sezon boyunca Süper Lig'de 29 maça çıkan Altınto
p, 6 tane de asist yapmıştır. Bununla birlikte 2,180 dakika sahada kalan oyuncu, 7 tane de sarı kart görmüştür. UEFA Şampiyonlar Ligi'nde de 10 maçın 9 maçına çıkan Altıntop, 1 gol atmış, 2 asist yapmış ve 1 sarı kart görmüştür Hamit bu alanda ise tam 629 dakika şans bulmuştur. Ayrıca o sezonun bu turnuvada en fazla şutu direkten dönen oyuncusu olmuştur. Türkiye Kupası'nda da bir maça çıkan Hamit, toplamda ise 42 maç, 1 gol ve 8 asist istatistiğiyle oynamıştır. Ayrıca sezon sonunda Galatasaray, 19. Süper Lig Şampiyonluğuna ulaşmıştır. 2013-14 sezonu öncesinde Emirates Cup'ı kadrosuna götüren Galatasaray'da forma giyen Altıntop, ilk resmi maçına ise 12 Ağustos 2013'te Türkiye Süper Kupası maçında Fenerbahçe karşısında çıkmıştır. Altıntop, normal süresi 0-0 biten bu maçta 80 dakika sahada kalmış, Galatasaray bu maçı 99.dakikada Didier Drogba'nın kafa golüyle 1-0 yenerek Türkiye Süper Kupası'nı müzesine götürmüştür. O sezon Süper Lig'deki ilk maçına ligin ilk haftasında Gaziantepspor karşısında çıkan Hamit, maçın ikinci yarısında yerini Emre Çolak'a bırakmıştır. İkinci maçına ise Süper Lig'in 2.haftasında Bursaspor karşısında çıkan Hamit, bu maçta Burak Yılmaz'ın attığı golün asistini yaparak o sezonki ilk asistini yapmış ayrıca 84 dakika forma giymiştir. Bu maçın ardından bel sıkıntısı çeken Hamit için alternatif tedavi yöntemleri uygulandı. Belindeki sakatlık nedeniyle uzun süre sahalardan uzak kalan hatta ve hatta UEFA Şampiyonlar Ligi'nde tek maça dahi çıkamayan Hamit, bel fıtığı nedeniyle özel bir tedavi programıyla çalışsa da daha sonra tecrübeli futbolcunun, ameliyat dışında yeniden toparlanma ihtimalinin az olduğu görüşü üzerine Hamit'e cerrahi müdahale yapılmasına karar verildi ve ameliyat için doğduğu ülke olan Almanya'ya gitti. Bel fıtığı teşhisi konulan ve ikinci kez aynı bölgeden operasyon geçiren Hamit Altıntop'un ameliyatını ise 28 Ekim tarihinde Bayern Münih'te forma giyerken ameliyatını gerçekleştiren ünlü Alman doktor Müller Wohlfahrt gerçekleştirdi. Bu tedavinin ardından Şubat ayına kadar sahalardan uzak kalacağı söylenen Hamit, 2013-14 devre arası kampı için Galatasaray ile Antalya'ya gitti. Şubat 2014 ise takımla antrenmanlara başlayan Hamit, 12 Şubat 2014 günü Türkiye Kupası'nda oynanan Antalyaspor maçında oyuna Umut Gündoğan yerine dahil olmuştur. 24 Şubat 2014 günü ise Kasımpaşa SK ile oynanan A2 ligi müsabakası için Aykut Erçetin, Lucas Ontivero, Umut Gündoğan, Oğuzhan Kayar, Koray Günter, Emre Can Coşkun, Berk İsmail Ünsal ve İbrahim Coşkun gibi isimlerle kadroya dahil edildi. Bu maçta 90 dakika forma giyen Altıntop, maçın ikinci yarısında sol çaprazdan bir de serbest vuruş golü atsa da takımı 2-1 mağlup oldu. Bu maçın ardından ise İstanbul BB A2 ile oynanan maçta forma giyen Hamit, bu maçta ise Guillermo Burdisso'nun golünün asistini yaptı. 8 Mart 2014 tarihinde ise tam 195 gün sonra Akhisar Belediyespor maçı ile Süper Lig'de bir maça çıktı. 2014-15 sezonu sonunda geçirdiği bel fıtığı operasyonundan sonra ardı ardına sakatlıklar yaşamıştır. Sözleşmesi alacaklarının üzerine cüzi bir miktar ödenerek uzatılan Altıntop Tuzlaspor karşısında sergilediği kötü performans sonrası seyirciden tepki almış ve Galatasaray yönetimi tarafından sözleşmesi feshedilmiştir. 2016-17 sezonu başında Bundesliga ekiplerinden Darmstadt 98 ile sözleşme imzaladı. Bu takımda 34 numaralı formayı giymeye başladı. Çifte vatandaş olmasına rağmen Alman millî takımının teklifini reddedip, Türk millî takımını tercih etmiştir. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonasında Türkiye millî futbol takımının yarı finale yükseldiği Hırvatistan maçında, üçüncü penaltıyı gole çevirmiş ve UEFA tarafından maçın adamı seçilmiştir. 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde Kazakistan'a attığı gol FIFA tarafından yılın golü seçilmiştir. 22 Mayıs 2014 tarihinde Çırağan Sarayı'nda düzenlenen törenle hayatını Feyza Veli ile birleştirdi. Halil Altıntop Halil Altıntop (d. 8 Aralık 1982, Gelsenkirchen), Türk millî futbolcudur. Çek Cumhuriyeti takımlarından Slavia Prag'da forma giymektedir. Futbola ikizi Hamit Altıntop ile birlikte doğduğu şehrin takımın olan "Schwarz-Weiß Gelsenkirchen-Süd" takımında başladı. Ardından "TuS Rotthausen, SG Wattenscheid 09" takımlarında amatör olarak futbol yaşantısını sürdürdü. 2000-01 sezonunda üçüncü ligde mücadele eden takımın kadrosuna alınan Altıtop, 3 Mart 2001'de Tennis Borussia Berlin ile oynanan lig maçında 70. dakika oyuna alınarak, ilk maçına çıktı. Oyuna girdikten 2 dakika sonra da ilk golünü kaydetti. İlk sezonunda 14 maçta 5 gol atmayı başardı. Bir sonraki sezon ise kendini gösterdiği sezon oldu. Sezonun bütün maçlarında forma giyen futbolcu 14 gol kaydetti. 6 hafta üst üste gol atma başarısı gösteren futbolcu, 12 Mayıs 2002'de Holstein Kiel'i 5-2 yendikleri maçta hat-trick yaptı. Bir sonraki sezon ise performansını daha da arttıran futbolcu, bu sefer de sezonu 16 golle kapattı. 2003 yılında üçüncü ligden Bundesliga ekibi Kaiserslautern 'e transfer oldu. Böylece ikizi Hamit Altıntop'tan ilk kez ayrıldı ve kardeşi de bir başka Bundesliga ekibi Schalke 04'e transfer olunca rakip olmuş oldular. Burada ilk iki sezonunda istenilen performansı sergileyemedi. İlk sezonunda Miroslav Klose'nin yedeği oldu. İlk Bundesliga maçı, 9 Ağustos 2003'te Köln ile oynanan ikinci hafta maçıydı ve 64. dakikada Klose'nin yerine oyuna dahil oldu. İlk Bundesliga golünü 1 Mayıs 2004'te Borussia Mönchengladbach'a attı. Halil, ilk sezonunda ilk kez Almanya Kupası'nda mücadele ederken, UEFA Kupası birinci turunda Teplice karşısında forma giyerek ilk Avrupa maçına da çıkmış oldu. Aynı sezon zaman zaman üçüncü ligdeki Kaiserslautern II takımı forması da giydi. Kaiserslautern'deki ikinci sezonunda biraz daha etkili olan futbolcu, sezonu 6 gol 7 asistle kapattı. Almanya Kupası'nda ise ikizi Hamit'in takımı Schalke 04'e penaltılarla elenirlerken, Halil penaltısını gole çeviremedi. Halil, 2005-06 sezonunda attığı 20 golle gol krallığı yarışında eski takım arkadaşı Klose'nin ardından 2. sırada yer aldı. Sezon içinde kendi sahalarında oynanan Duisburg, Borussia Dortmund ve Wolfsburg maçlarında hat-trick yapmayı başardı. Kaiserslautern'deki son performansıyla 2006-07 sezonu başında kardeşinin takımı olan Schalke 04 takımına transfer olmuştur. Schalke ile çıktığı ilk resmi maç Bayer 04 Leverkusen ile oynadıkları DFB-Ligapokal mücadelesi oldu ve Altıntop, seri penaltı atışlarında gol atarak sezona iyi bir başlangıç yaptı. Almanya Kupası ilk turu ve Bundesliga'nın ilk haftasında da turnuvaları golle açmıştı. Ancak Kaiserslautern'deki performansının altında kalarak, sezonu 6 golle kapattı. Sezonu son iki haftaya kadar lider götürseler de ligi ikinci bitirdiler. 2007-08 sezonunda Hamit'in Bayern Münih'e transferiyle ikizlerin yolları tekrar ayrıldı. Sezona Ligapokal ikinciliği ile başladılar. Altıntop, Ekim-Kasım ayları arasında geçirdiği sakatlık dışında sık sık forma bulmasına rağmen sezonu yine 6 golle kapattı. O sezon kariyerinde ilk kez UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarında forma giydi. Son 16'da Porto'yu penaltılarla elerken, Altıntop penaltıdan gol atanlardan biriydi. Ancak çeyrek finalde Barcelona'ya elendiler. 2008-09 sezonunda da etkisiz bir görüntü çizerek Kevin Kuranyi ve Jefferson Farfan'ın arkasında kaldı. 2009-10 sezonunda ise genellikle ilk 18'e alınsa da fazla forma şansı bulamadı. Sadece kupada bir gol bulabildi. Devre arasında takımdan ayrıldı. 2010'da Eintracht Frankfurt'a transfer oldu. Transferinden sonraki 15 maçta, Michael Skibbe tarafından hep ilk 11'de sahaya sürüldü ve yarım sezonu 3 gol 3 asist ile tamamladı. Sonraki sezon ise genellikle sol kanatta oynatılan futbolcu, bütün lig maçlarında oynasa da sadece 3 asist yaptı ve gol atamadı. Kötü bir sezon geçiren takım da sezon sonunda 2. Bundesliga'ya düştü. 2011 Mayıs'ta biten sözleşmesi de yenilenmedi. Halil'in adı 2010 yaz transfer döneminde, ismi uzun süre Eskişehirspor'lu anılmasına rağmen, 22 Haziran 2011'de Trabzonspor ile anlaştığı resmen açıklanmıştır. Türkiye'deki ilk sezonunda 5 gol 7 asist ile oynadı. Trabzonspor ile şampiyonluk play-off'una katılma başarısı yaşadı. Play-off'ta Beşiktaş'ı 1-0 yendikleri maçta takımının galibiyet golünü kaydetti. O sezon kariyerinde ikinci kez Şampiyonlar Ligi gruplarında boy gösteren Altıntop, Inter'i deplasmanda 1-0 yenerlerken asist yaparken, kendi evlerinde oynadıkları Inter maçında da gol attı. 2012-13 sezonunda gol sayısını 7'ye çıkardı. Türkiye Kupası'nda finale çıkan Trabzonspor'un Fenerbahçe ile oynadığı final maçında 90 dakika sahada kaldı ancak kupayı Fenerbahçe'ye kaptırdılar. Bu maç Trabzonspor forması altında çıktığı son maç oldu. 2013 sezonunun sonunda Trabzonspor ile olan sözleşmesi feshedilen Türk millî oyuncu Halil Altıntop, Alman Birinci Futbol Ligi takımlarından Augsburg ile sözleşme imzalamıştır. Sezona Almanya Kupası'nda attığı golle başladı ve gollerine sezon içinde de devam etti. 30 Kasım 2013'te Hertha Berlin karşısında 250. Bundesliga maçına çıkan futbolcu, Yıldıray Baştürk'ü geçerek, Bundesliga'da en çok forma giyen Türk futbolcu oldu. 01 Temmuz 2017 tarihinde Slavia Praha takımına transfer olmuştur. Halil, millî takım olarak Alman millî takımının teklifini reddedip, Türkiye'yi seçmiştir. U-18, U-20, ümit millî ve A2 Millî olduktan sonra A millî takımın formasını ilk kez 30 Mart 2005 tarihinde Gürcistan'la yapılan maçta giymiştir. Millî takımla ilk golünü ise 8 Haziran 2005'te Kazakistan'a karşı atmıştır. 2006 ve 2010 FIFA Dünya Kupası ve 2008 ve 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde forma giydi. EURO 2008 elemelerinde 3 maçta 2 gol kaydedip, takımın 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'na katılmasında yardımcı oldu. Altıntop, Türk millî takımının 26 kişilik turnuva kadrosunda yer almış ancak daha sonra kadronun 23 kişiye indirilmesiyle kadrodan çıkarılmıştır. EURO 2012'ye katılmak için oynanan play-off maçlarının birinde forma giydi ancak golle buluşamadı. Viyana kuşatması Sinekli Bakkal Sinekli Bakkal, Halide Edib Adıvar'ın ünlü romanıdır. İlk olarak İngilizce The Clo
wn and His Daughter, ("Soytarı ile Kızı") adıyla 1935 yılında Londra'da yayımlanmıştır. Türkçe olarak ilk defa 1935 yılında "Haber" gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra 1936 yılında kitap olarak basılmıştır. 2006 itibarıyla 37. basımı yapılmıştır. Birçok yabancı dile çevrilen roman, 1942'de CHP Roman Armağanı'nı kazanmıştır. II. Abdülhamit devrinde Aksaray’da Sinekli Bakkal Mahalliyesi’nde imamın küçük kızı Emine, aynı mahalleden orta oyuncu Tevfik ile babasının karşı çıkmasına rağmen evlenir. Tevfik, zenne rolüne çıktığı için “Kız Tevfik” diye anılmaktadır. Bir süre sonra bu yüzden ayrılırlar . Ayrıldıktan sonra Rabia isminde bir çocukları dünyaya gelir. Tevfik ünlü bir sanatçı iken İstanbul’dan sürgüne gönderilir. Bu sırada Rabia sesi ile herkesi büyülemektedir. Kuran ve mevlid okumakta üstüne kimse yoktur. Tevfik sürgünden döner, kızını yanına alır. Ancak bu sefer de "Genç Türkler" adlı bir gruba yardım ettiği için Şam’a sürülür. Rabia ise Müslüman olan piyano öğretmeni "Peregrini" ile evlenir. 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra Tevfik sürgünden döner, Sinekli Bakkal Mahallesi’nde eski mutlu günlere dönülür. Ancak annesi hastalığından dolayı vefat eder. Rabia annesinin vefatına üzülür. Gülseren Gülseren adlı kişiler: Ogün Sanlısoy Ogün Sanlısoy (d. 12 Mart 1971; Gölcük, Kocaeli) Türk şarkıcı, besteci ve aranjör. Ogün Sanlısoy, 12 Mart 1971 tarihinde Gölcük'te doğdu. Babasının görevi dolayısıyla pek çok farklı bölge ve şehirde geçen ilkokul yıllarından sonra Fenerbahçe Lisesi'nde ortaokul ve liseyi okudu. 1988 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümüne girdi ve mezun oldu. 1989 yılında yakın arkadaşı Kubilay Özvardar ile birlikte hazırladığı akustik dinleti onun ilk sahne deneyimiydi. Bu yıllarda Sugar Mice grubuyla çalışmaya başladı ve ilk demo kaydını gerçekleştirdi. Daha sonra çeşitli amatör gruplarda solist olarak çalıştı. 1992 yılında Pentagram'a katıldı ve aynı yıl çıkan "Trail Blazer" albümünde vokaliyle yeraldı. Türkiye'de ve yurtdışında Pentagram'la pek çok konser gerçekleştirdi. 1993 ve 1994 yıllarında Hıbır ve Rock dergilerinin okuyucuları tarafından "Yılın En İyi Erkek Rock Şarkıcısı Solisti" seçildi. 1994-95 yıllarında Gür Akad'ın kurduğu Klips grubunda solist olarak yeraldı ve bu grupla çeşitli konserler verdi. 1995 yılında piyasaya çıkan Özlem Tekin'in "Kime Ne" adlı ilk albümünde besteci, enstrümanist ve süpervisor olarak çalıştı. 1999 yılında ilk solo albümü olan "Korkma"'yı çıkardı. 2004 yılında ise ikinci solo albümü "O Gün"'ü çıkardı. Bu albümün kayıtlarında davul ve defte Timur Kurşunoğlu, elektrik, akustik gitar ve e-bow'da Faruk Kavi, bas gitarda ise Umut Arabacı Ogün Sanlısoy'a eşlik etmiştir. 2006 yılında piyasaya sürdüğü "Üç" adlı albümünde Pentagram grubundan arkadaşları Metin Türkcan ve Tarkan Gözübüyük ile çalıştı. Bu albümle birçok dergi tarafından "Yılın En İyi Rock Müzik Vokalisti" seçildi. 2007 yılında "Korkma" albümünü 3 parçanın yeni versiyonlarıyla ve el kamerasıyla albüm kayıtları sırasında yaptığı çekimlerin dvd'si ile birlikte tekrar çıkardı. "Korkma" parçasının yeni versiyonunda Hayko Cepkin ile düet yaptı. 2008 yılında rock müzik grubu Almora'nın "Kıyamet Senfonisi" albümündeki "İyiler Siyah Giyer" parçasında vokaliyle yer aldı. 2009 yılında "Büyüdük Aniden" isimli single, daha sonra da "Yukarıya Bak" isimli single yayınlandı. Ayrıca rap şarkıcısı Killa Hakan'la "Volume Maximum" albümü için bir düet yaptı. Ogün Sanlısoy, 7 Şubat 2011 tarihinde 4.solo albümü "Ben"'i yayınladı. Albümün prodüktörlüğünü Volkan Başaran yaparken albümde Sanlısoy'a, gitarda Aytek Akçakaya, bas gitarda Sertan Coşkun, davullarda ise Sertan Soğukpınar eşlik etti. Albümün kayıtları 5 ayrı stüdyoda gerçekleştirildi. Masteringi ise dünyaca ünlü grupların masteringlerini yapan Helsinki finnfox stüdyolarında Mika Jussila tarafından yapıldı. Miksleri ise Uğur Memiş yaptı. Albümde 13 parça bulunmakta ve bu parçaların 12 tanesinin söz ve müziği Ogün Sanlısoy'a ait. Ayrıca söz ve müziği Selahattin Sarıkaya'ya ait olan ve Erkin Koray'ın sesiyle hepimizin aklına kazınmış parçalardan "Anma arkadaş"ın yeni düzenlemesi de albümde yer almakta. Albümün ilk klip parçası Mahir Akyol tarafından "Avunmak Zor" isimli parçaya çekildi. Albümün imaj fotoğraflarında ise yine Mehmet Turgut imzası var. 2011 yılında Türk Rock Metal müzik grubu İklim’in "Girdap" albümündeki "Girdap" parçasında vokaliyle yer aldı. Aynı yıl içerisinde Pop şarkıcısı Nilüfer "12 Düet" isimli Rock albümünde Ogün Sanlısoy "Hey Gidi Günler" adlı parçada Nilüfer ile düet yaptı. 2016 yılının nisan ayında Metin Türkcan'ın solo albümü olan "Vakti Geldi" albümünde "Beynim Çatladı" parçasında vokaliyle yer aldı. Pentagram ile : Akustik (2017) Trail Blazer (1992) Solo çalışmalar: Çökertme zeybeği Çökertme Bodrum yöresinin tipik Ege Bölgesi tınılarına sahip ve Türkiye genelinde bilinen bir türküsüdür. Yörede "Halil'im türküsü" olarak da bilinir. "Sacayağı" olarak anılan ve birbirleri ile bağlantılı üç türkünün ikincisini oluşturur. Bir kaynağa göre, türkünün en eski kaynak kişisi, Ortakent'li kemancı "Köroğlu Hasan Hüseyin Salım"’dır. Bodrum henüz günümüzün uluslararası turizm merkezi haline gelmemişken, 20. yüzyıl başlarının küçük ve sakin bir sahil kasabası görünümünde iken, halkın başlıca geçim kaynakları, balıkçılık, süngercilik ve özellikle de kaçakçılık idi. Kaçakçılık, Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinin tütün tekeli olan "Tütün Rejisi" sisteminin dışına çıkarak, karşıdaki İstanköy adasında gizlice tütün satmak ve karşılığında rakı, kahve vs. getirmek idi. Türkünün kahramanı "Halil Efe"' de, yakın arkadaşı "İbram (İbrahim) Çavuş" ile birlikte, hayatını kaçakçılıktan kazanırmış.(Kendisinin bizzat kaçakçılık yapmadığı, ancak adalardan gelen kaçak malları daha iç kesimlere taşıyan kervanlardan haraç aldığı rivayet edilmektedir.) Türkü'nün bayan kahramanının asıl adı "Havse (Hafize)"dir. Havse'nin annesi Türkbükü'lü "Kel Güssüm (Gülsüm)"dür. Kel Güssüm aynı zamanda "çengi"dir. Çengi erkeklerin sazlı sözlü ve alkol alınarak yapılan eğlencelerinde dans eden ve onlarla birlikte olan kadın demektir. Güzelliği dillere destan olan "Havse" Çerkes kaymakamın yanında temizlik vb. işler yaparak çalışmaktadır. "Havse"yi "İbram Efe" 2. eş olarak alınca gerek ailesinden gerekse çevreden tepki almıştır. Bu durumun farkında olan diğer efeler (Bunların arasında "Halil Efe" de vardır) İbram Efe'nin evini basarak Havse'yi kaçırmak istemişlerdir. İbram Efe önce karşı çıksa da 1. eşini ve gelinlik yaşa gelen kızını korumak için Havse'yi teslim etmek zorunda kalmıştır. Efeler tarafından dağa kaldırılan Havse artık annesi gibi çengi olacak ve bu andan sonra Çakır Güssüm olarak anılacaktır. Daha sonraları Halil Efe, Çakır Güssüm'e aşık olacak ve onu dağdaki efelerden (arkadaşlarından) kaçıracaktır. Bu arada hem efeler hem de Çerkez kaymakam Halil' in peşine düşecektir. Aylarca süren bu kaçışın son duraklarından biri Çökertme' dir. Burada adı geçen Çökertme Yalıkavak' ta, şu anda Yalıkavak Marina'nın olduğu yerin adıdır. Gökova'daki Çökertme'nin Türkü dekiyle alakası yoktur. Halil Efe ve Gülsüm Yalıkavak Çökertme'den adalara kaçmayı planlarlarken, Rum denizci "Kostapao" ve gemicisini de rehin alarak Kostapao'nun teknesiyle yola çıkarlar. O zamanlarda Rumlar tarafından pek sevilmeyen ama son derece de korkulan Halil Efe'nin deniz ve denizcilikle ilgisi yoktur. Ne yapacağını şaşıran Kostapao bu olumsuz durumdan kurtulmak için fırsat kollamaya başlar. Nihayetinde rüzgar ve deniz sertleşince, Halil Efe'ye böyle devam ederlerse teknenin dayanamıyacağını, daha açıklarda havanın daha çok sertleşeceğini ve batma tehlikesi olduğunu bildirir. Hava kalana kadar Aspat' a (Karaincir plajının yanında bulunan, zirvesinde gözcü kalesi olan dağın adı. Bitez Yalısı' nın karşısındadır.) sığınmanın uygun olacağını daha sonra oradan adalara (muhtemelen İstanköy'e) geçmenin kolay olacağını söyler. Kostapao'nun asıl amacı fırtınayı bahane ederek teknesini Bodrum'a yaklaştırmaktır. Halil Efe bunu kabul edince Aspat' a yönelirler. Kostapao Aspat'a doğru giderken Halil Efe'nin ve Gülsüm'ün rakısına balık yakalamak için de kullanılan bitkiden elde edilen beyaz renkli bir sıvı karıştırır. Böylece Halil ve Gülsüm derin bir uykuya dalarken, tekne Aspat'ı geçerek karşısındaki Bitez koyuna gelir. (Kostapao'nun Halil ve Gülsüm'ü doğrudan Bodrum Limanına götürüp teslim edememesinin nedeni Bodrum halkından çekinmesidir.) Kostapao'nun yardımcısı karaya çıkarak Çerkez Kaymakam'a Halil ve Gülsüm'ün Bitez'de teknenin içinde olduğunu bildirir. Çerkez Kaymakam emrindeki kolcuları karadan Bitez'e yollarken, gümrük muhafaza teknesi de denizden kaçmalarını engellemek için yola çıkar. Bitez'e daha önce gelen kolcular dayanamayıp ateş etmeye başlayınca, kendisi ve teknesi de ateş altında kalan Kostapao hemen demir alır ve kıyıdan uzaklaşmaya başlar. Bu arada Halil Efe'yi de uyandırır. Çok geçmeden muhafaza teknesiyle karşılaşırlar ve muhafaza teknesinden açılan ateş sonucu Halil Efe yaralanır. Yaralı olarak Bodrum limanına muhafaza teknesiyle getirilir. İbret olsun diye akşama kadar Kaymakamlığın bahçesinde bırakılır. Su istediğinde bile yaralı Halil Efe'ye su vermeyen kolcular, pek ölmeye niyeti olmayan Halil Efe'yi kaymakamın emriyle gece iz bırakmadan boğarlar. Başta Gülsüm olmak üzere, ölüm haberini alan bütün Bodrum yasa bürünmüş ve anısına bu türküyü yakmıştır. Aldı Beni İki Kaşın Arası benzer müziğe sahiptir. Lefteris Menemenlis söylediği 1926 yılında plak kaydına alınmış Stis Triantafilias Ta Fila adlı şarkı ile de ayrıca benzer müziğe sahiptir. Bas gitar Bas gitar, çoğunlukla dört teli olan ve kalın ses veren telli bir çalgıdır. Günümüz müziğinin vazgeçilmez enstrümanlarından biridir. Bas gitar yoğun olarak Rock, Metal, Caz, Blues, Funk, Punk ve R&B gibi müzik türlerinde kullanılır. İlk olarak Fender tarafından 1950'li yılların başlarında Fender Precision Bass modeliyle üretilmiştir. Bas gitar, elektrik ve akustik olarak ikiye ay
rılır. Elektrikli basta tellerden gelen titreşimler manyetikler tarafından elektrik sinyaline çevrilip bu sinyali sese çevirecek olan yükselteçe yollanırken, akustik basta akustik gitar gibi geniş ve oyuk olan gövde tellerden gelen sesi güçlendirip duyulabilir bir seviyeye çıkarır. Kimi akustik baslarda sesin yükseltece de iletilebilmesi için piezo adı verilen kuvars kristalli piezoelektrik ses alıcıları bulunur. Bas gitarın sesi, normal gitarlardan daha kalın, kontrbas gitarlardan daha incedir. Normal bir gitardan daha kalın tellere ve daha uzun bir ölçeğe sahip olan basgitarın gövdesinin elektrik baslarda ön, akustik baslarda yan tarafında ton ve sesi değiştirmeye yarayan bir eşitleyici bulunur. Bas gitarların elektro gitar yükselticilerinden farklı olan, düşük frekanstaki sesleri daha iyi verebilen özel yükselteçleri bulunur. Klasik basgitar genellikle perdeli ve dört tellidir. Günümüzde tellerinin sayısı on ikiye ulaşan klasik basgitarlar mevcuttur. Perdesizleri de kullanılmaktadır. Genelde yardımcı çalgı olarak kullanılan basgitar, elektronik ve bilgisayarların katkısı ile günümüzde yoğun olarak ön çalgı olarak da kullanılmaktadır. Bas gitar partisyonları fa anahtarı ile yazılır. Bas gitar bir türev enstrümandır ; her müzik türünün kendine özgü bas enstrümanları vardır. "bas" kavramı temel olarak sinyal düzenleyici özelliğe sahip bir durumdur. Bas gitarın ise "solo ve ritm enstrümanları arasındaki armonik ve ritmik bağı kurması" görevi vardır. Yani basgitar ; solo çalgıların (gitar, keman, flüt, klarnet, kanun, trompet, vs.) verdiği sinyallere uygun armonik hareketleri yapmak, ritm enstrümanının (davul, darbuka, djembe, kahon, bongo, vs.) verdiği ritmik yapıya denk gelecek vuruşlar yapan bir enstrümandır. Bas gitar, genel olarak rock müziği için kullanılan bas çalgıdır. Türk müziği için "bas bağlama", klasik yaylılar için "kontrbas", metal üflemeliler için "tuba", ağaç üflemeliler için "kontrfagot", piyanonun sol eli ve benzeri enstrümanlar da icra edilen müzik tarzları için kullanılan bas çalgılardır. Fender Fender, ABD merkezli tüm Dünya çapında çok ünlü bir gitar üreticisi şirkettir. 1952 yılında dünyanın ilk basgitarını üreten bu firma artık bir marka değil de bir tür olmuştur. Üreticisi 1909 doğumlu bir Amerikalı olan Leo Fender dir. Uzun yıllar popülerliğini koruyan firma 60'lı yıllarda Meksika ve Kore'de fabrika açmıştır. 1965'de CBS tarafndan satın alınmıştır. Daha sonra, Japonya ve Çin'de de fabrikaları kurulmuştur. Fakat özellikle üretim kalitesi ve gitarların mutlak ses tonunun farklı olması nedeniyle en çok tercih edilen fabrikası, ABD, Carona, Kaliforniya ve Teksas'daki fabrikalarında üretilen gitarlar ve parçalar daha çok ilgi görmüştür. Firmanın satmış olduğu ilk modelin adı Esquire'dir. Daha sonra bu modelin iki manyetikli bir versiyonu olan Broadcaster piyasaya sürülür. Broadcaster, model adı ile ilgili bir anlaşmazlık sonucu çok kısa bir süre için model ismi basılmadan piyasaya sürülür. Müşteriler arasında Nocaster adıyla anılan bu gitarlar daha sonra yerini Telecaster modeline bırakacaktır. Telecaster halen Fender'in üretimde tuttuğu en çok tercih edilen modellerden biridir. Bir diğeri ise Stratocaster dır. Şirketin kurucusu Leo Fender 1990'ların başında Parkinson hastalığının yol açtığı sebeplerden ötürü ölmüştür. Fender, ilk kez seri üretim katı-gövde İspanyol tarzı elektrik gitar, Telecaster(ilk ismiyle Broadcaster)'ı piyasaya sürmüştür. Ayrıca, bu marka neredeyse diğer tüm elektrik gitar üreticilerinin söz konusu Rickenbacker katı-gövde Hawaii tarzı gitar yapım projelerine başlamasına neden olumuştur. Fender çok yönlü katı-gövde elektrik gitar yaratmıştı. Bu gitarlar ve hala çeşitli türlerden müzisyenler için popülerdir. Birçok grup günümüzde Fender gitarları kullanır. Fender elektrik gitar üretimi, diğer şirketlerle birlikte 1920'lerin sonlarından beri elektrik gitar imal ettiği ve bu markanın bir ilk olmadığı bilinirken, diğer hiçbir marka ticari ve kullanım oranı olarak Fender gibi başarılı olamamıştır. Telecaster gitarlar Leo Fender tarafından 1950'li yillardan itibaren yapilmaya baslanmis, elektrik gitar tarihinde en onemli yeri kaplayan modeller arasinda yer almistir. Yapımında dişbudak ağacı, ıhlamur ve kızılağaç kullanılır. Bu modelli kullanan ünlüler: Stratocaster, Amerikan Fender gitar şirketinin ürettiği en yaygın gitar modeli. Stratocaster sevilen kasa yapısıyla, dünyadaki çoğu gitarın şekil olarak esinlendiği gitardır. Asıl modeli 3 single coil manyetikten oluşur. Geniş bir ton yelpazesine sahip olması onu çağdaş müzik tarihinin en popüler enstrumanlarından biri yapmıştır. Genelde kızılağaç gövde, akçaağaç sap ve akçaağaç klavye kombinasyonuyla üretilir. Ancak günümüzde dünya çapında yaygınlaşmasıyla birçok değişik seçenek sunulmaktadır. Bu modelli kullanan ünlüler: Harmandalı Harmandalı Zeybeği, Ege yöresine ait Türkiye genelinde bilinen bir türkü ve zeybek oyunudur. Türkünün çıkış yeri bilinmemekle birlikte Çanakkale-Balıkesir tarafları olduğu görüşü yaygındır. Harmandalı zeybeği,Uşak,Kütahya, İzmir, Denizli, Balıkesir, Çanakkale, Manisa, Aydın köylerinde sıklıkla oynanmaktadır. Harmandalı Efem Geliyor Geliyor, Bileğinden Kanlar Akıyor Gümüş Bilezikli Mavzerin Namlusu Şimşekler Çakıyor Efeme De Mor Cepkenler Yaraşır Yaraşır, Efem Ne Giyerse Yakışır Bütün Kızanların Önünde Elinde Yatağan Savaşır Fikret Muallâ Fikret Muallâ Saygı (d. 1903, Moda, Kadıköy, İstanbul - ö. 20 Temmuz 1967, Reillanne), Türk ressam. Çalkantılı ve bohem yaşam tarzı nedeniyle sadece sanatı değil, yaşamı da resim tarihine adeta bir mitoloji olarak geçmiştir. 1903 yılında İstanbul'un Moda semtinde doğdu. Babası, Düyun-u Umumiye ikinci müdürü Ekrem Bey (Mehmet Ekrem Mualla Saygı) annesi Emine Nevber Hanım idi. Kız çocuk bekledikleri için önceden Mualla adını belirlemişlerdi, bebek erkek olunca Fikret adı eklendi. Çocukluk ve gençlik yılları Kadıköy, Bahariye çevresinde geçti. Saint Joseph ve Galatasaray liselerinde öğrenim gördü. Yatılı olarak Galatasaray Lisesi'ne verilmesinin sebebinin, kendisini derslerine çalışmaktan alıkoyan futbol tutkusu olduğu rivayet edilir. Futbolcu dayısı Hikmet Topuzer'in etkisi ile futbola çok düşkündü. 12 yaşında, Galatasaray Lisesi'nde futbol oynarken bir kaza sonucu sağ ayağının kırılması ve topal kalması ile büyük bir sarsıntı geçirdi. Çok düşkün olduğu annesinin kaybı ise onda derin izler bırakan ikinci olaydı. Okuldan kaptığı gribi eve taşıması sonucu İspanyol gribine yakalanan annesinin genç yaşta ölümü üzerine Fikret Mualla'nın hayatına suçluluk duygusu egemen oldu. Annesinin ölümünün hemen ardından babasının çok genç birisiyle yeniden evlenmesi de onu çok etkilemişti. Ardından babasının bu genç hanım yerine oğlunun tepki göstermeyeceğini düşündüğü akrabaları Behice Hanım ile evlenmesi de oğlunda benzer öfkeli bir tepki yarattı. Yaşadığı sarsıntılar Fikret Mualla'yı sinirli ve uyumsuz birisi yapmıştı. Babasının evliliğini bir türlü benimseyemeyen Fikret Mualla, 17 yaşında iken Galatasaray Lisesi'ndeki öğrenimini yarıda bırakıp İsviçre'ye mühendislik okuması için gönderildi. Bunu, evden atıldığı şeklinde yorumladı. İsviçre'de zamanla, resmin mühendislikten daha çok ilgisini çektiğini fark etti. Savaş yıllarına rastlayan İsviçre'deki öğrencilik döneminde parasız kalmıştı. Dönemin konsolosunun (Rıza Bey) desteği sayesinde resim eğitimi almak için Almanya'ya geçti. Münih Güzel Sanatlar Akademisi'nde afiş ve desinatörlük, ardından Berlin Güzel Sanatlar Akademisi'nde resim eğitimi aldı. Akademide Hale Asaf ile birlikte Arthur Kampf’ın öğrencisi oldu. Almanya'da bulunduğu yıllarda babasının mali durumu bozulup para gönderemez hale gelmesinden sonra Mısır Hidiv’i Abbas Halim Paşa’dan maddi destek gördü. Almanya'da topallığı ve utangaçlığı nedeniyle yalnızlaşan Fikret Mualla, resim yapmadığı zamanlarda içki içiyordu. İlk defa 1928 yılında Almanya'da alkol bağımlılığı nedeniyle tedavi olmak zorunda kaldı. Tedavisinin ardından İtalya ve Fransa'daki sanat merkezlerini gezdi. Fikret Mualla, evden gelen para kesilince geçim sıkıntısı çektiği için 1937'de Türkiye'ye döndüğünde, mezun olduğu Galatasaray Lisesi'nde ve Ayvalık Ortaokulu'nda kısa bir dönem resim dersleri verdi. Galatasaray Lisesi'nden düşük maaş almasından ötürü, Ayvalık Ortaokulu'ndaki görevinden ise Ayvalık'ta o dönemde elektrik bulunmaması nedeniyle ayrıldı, İstanbul'a döndü. İstanbul sanat çevrelerinde umduğu ilgiyi bulamadı, çalışmaları aşağılandı. Bir süre ilgisini edebiyata yöneltti. Kendisiyle benzerlikler bulduğu Schiller hakkında bir kitap yazdı. "Şiller (Schiller) 1759-1805, Hayatı ve Eserleri" adlı kitabı 1932'de yayımlandı. 1938 yılında Ses dergisinde yayınlanan "Usera Karargahı" ve "Masal" adlı öyküleri de onun edebiyatçı yönünün eseridir. Mualla, bu dönemde geçimini sahne kostümleri çizerek, kitap resimleyerek sağlıyordu. İstanbul Şehir Tiyatrosu sopranosu Semiha Berksoy'a duyduğu ilginin de etkisiyle Beyoğlu semtine yerleşti. İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelenen "Lüküs Hayat, Deli Dolu, Saz Caz" gibi operetlerin kostümlerini çizdi; İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun "Yeni Adam" Dergisi'nin yazılarını resimledi, aynı dergide dönemin sanatçılarının portre desenleri ve karikatürlerini çizdi; Nâzım Hikmet'in "Varan 3" adlı şiir kitabını ve "Benerci Kendini Nasıl Öldürdü?" adlı oyununu resimledi. Resim yapmayı da sürdürüyordu, İstanbul'un çeşitli semtlerinden manzaralar yaptı. 1934 yılında suluboya ve desenlerini sergilediği ilk sergisini açtı, ancak fazla ilgi görmedi. İstanbul döneminde, sanatsever Salah Cimcoz, ona Moda'daki konağında rahatça çalışacağı bir yer tahsis etmişti. Bu evde Cimcoz'un üç çocuğuna (birisi ilerde cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün eşi olacak Emel idi) resim dersi veriyordu. Ne var ki Salah Cimcoz ile içkili iken yaşadıkları bir tartışma sonucu konağa gidip üzerinde çalıştığı portreleri parçalayan, dev bir panoda toplu halde portrelerini çizmekte olduğu devlet büyükleri hakkında uygunsuz sözler sarfeden Fikret Mualla, sözlerinden ötürü sorgu ve tah
kikata uğradı. Ömrü boyunca onu terketmeyecek polis korkusu böylece başladı. Bu olaydan sonra (1936) bir buçuk yıl süreyle Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde tedavi gördü. Hastanede ünlü doktor Mazhar Osman'ın kontrolündeydi ve Neyzen Tevfik ile aynı odayı paylaştı. Fikret Mualla, 1938 yılında babasını kaybedince yüklü bir mirasın sahibi olmuştu. Mal varlıklarını satarak Paris'e yerleşmeye karar verdi. Gitmeden önce, Abidin Dino'nun ricası üzerine 1939 Uluslararası New York Fuarı Türk Pavyonu için İstanbul konulu 30 kadar tablo yaptı. Aynı yıl Ses dergisi için çizdiği desenlerden bazıları müstehcen bulununca hakkında dava açıldı; Mualla, davadan beraat ettikten sonra 26 yıl boyunca yaşayacağı Fransa'ya gitti. Fransa'ya gittiği dönemde ülkede Edvard Munch ve Wassily Kandinsky gibi ressamların temsilcisi olduğu dışavurumculuk akımı gündemdeydi, ressam da bu anlayıştan etkilendi. Paris'te kısa bir süre eğlenceli, lüks bir yaşam süren Fikret Mualla, II. Dünya Savaşı'nın başlaması ve ülkenin işgal edilmesi üzerine zor bir döneme girdi. Sanatçının, günlük gereksinimlerini karşılamak üzere tablolarını yok pahasına sattığı anlatılır. Alkol sorunu, polis fobisi, yurt özlemi nedeniyle yaşadığı sıkıntılar birkaç kez hastanede tedavi görmesini gerektirdi. Fikret Mualla, sıkıntılarını resim yaparak ve içki içerek atlatmaya çalışıyordu. Ressam Hale Asaf'a aşık oldu ama karşılık görmedi. İki ay için hastaneye yattı ama resmi bırakmadı. Bundan sonraki yaşamı çeşitli sanatseverlerin koruması altında sürdürdü. Mualla, hastanede kendisine resim yaptıran Dina Vierny'nin koruması altına girmişti. Burada yaptığı resimlerle 1954 yılında Paris'te Dina Vierny Gallery'de ilk sergisini açtı. 25 yıl boyunca eserlerini toplu olarak hiçbir yerde sergilememişti. O güne kadar tablolarını satın almak isteyenlar onu Paris kahvelerinde bulurlar ve genellikle eserlerini ucuza kapatırlardı. İlk sergisini de iki tablo simsarı organize etti. Sergide, eserleri büyük ilgi gören Mualla'nın tüm tabloları satıldı. Tablo simsarları, Mualla'ya vadettikleri payı vermeyerek onu dolandırmışlardı ama bu sergi sanatçıyı Paris'teki sanat çevrelerine görkemli bir şekilde tanıttı, "Paris ressamı" olarak tanınmasını sağladı. Birçok büyük sanatçıyla tanıştı, Picasso'nun da dikkatini çekti. İkinci sergisini ise iki yıl sonra açtı ve sergiden sonra tekrar akıl hastanesine yatırıldı. Taburcu olduğunda sanayici Lhermin ile bir anlaşma yaptı. Aynı dönemde resimlerinin sürekli alıcısı olan Madam Angles ile tanıştı. Mualla, resimlerinde Paris şehrini konu edindi. Giderek Paris ortamında bir ün kazandı. Eserleri, koleksiyon yapanlar tarafından toplanmaya başlamıştı ancak kendisine düzenli bir hayat kuramadı. 1962 yılında felç geçiren sanatçının bakımını, kocası Alpler bölgesi senatörü olan Madame Fernande Agnes adlı sanatsever üstlendi. Raquel Agnes'in eşi Madam Fernande Agnes, onu bir bakıcı eşliğinde Reillanne'daki çiftliğine götürdü. 1967'de ölümüne kadar bu çiftlikte Madam Agnes için çok sayıda eser üretti. 1967 yılı Mayıs ayında sinir krizleri nedeniyle bir dinlenme evine yatırıldı. 20 Temmuz günü ölü bulundu. Reillane'daki Mane Mezarlığı'na gömüldü. Cenazesinin isteğine uygun olarak yurduna getirilmesi 1974 yılnda gerçekleşti. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün eşi Emel Hanım'a çocukluk yıllarında resim dersi vermiş olması ve bu sebeple Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün ilgilenmesi üzerine kemikleri İstanbul'a getirilerek Karacaahmet Mezarlığı'na gömüldü. Fikret Mualla mutlu olabilmek ve her şeyi unutmak için resim yapmıştı. Bu nedenle sanat dünyasındaki çeşitli akımlardan etkilenmedi, resimlerini yaparken sezgilerini kullandı, kendi tarzını yarattı. Eserlerine kendi hislerini aktardı. Coşku dolu resimler yaptı. Huysuz, uzlaşmasız kişiliğini ve mutsuz yaşamını resimlerine yansıtmadı, yaşama sevinci dolu resimler yaptı. Şehirleri resmetmeyi seven Mualla, resimlerine İstanbul ve Paris'in insanlarını, sokaklarını, kafelerini, sirkleri, genelevleri, balıkçıları resimlerine taşımıştır. Renklerle oynamayı seven sanatçının, Henri Matisse'in renk kullanımından çok etkilendiği bilinir. Resimlerini genellikle renkli fon kâğıtları üzerine guaj boya ile yaptı. Suluboya ve pastel malzemelerini resimlerinde sıkça kullandı. Paris sanat ortamında tanınması biraz zaman alan Fikret Mualla'nın eserlerini Picasso'nun övdüğü, hatta bir resmini satın aldığı, kendi çalışmalarından birini de ona hediye ettiği ve Fikret Muala'nın da Picasso'nun verdiği tabloyu bir rakı parasına sattığı bilinir. Remzi Raşa, Hakkı Anlı, Abidin Dino, Selim Turan, Avni Arbaş, Nejat Devrim, Mübin Orhon ve Albert Bitran ile beraber Paris Türk Ekolü pentür sanatçılarındandır. Fikret Mualla'nın başlıca eserleri arasında "Oturan Adamlar, Kafe, Marsilya'da Fransız İşçileri Bir Kahvede, Haliç ve Süleymaniye, Paris'te Bir Sokak, Baloncu" ve "Balıkçı" sayılabilir. Ölümünden sonra Paris'te açık artırmaya çıkarılan resimleri de Türk devleti tarafından satın alınmış ve Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nde bir Fikret Mualla Salonu oluşturulmuştur. 1976'da dostlarından, yakınlarından ve çeşitli koleksiyonlardan derlenen 118 resmi ile Ankara'da adına bir sergi düzenlendi. Yapıtlarının çoğu bugün özel koleksiyonlarda bulunmaktadır. Günümüzde Paris'te "Fikret Mualla Dostları Derneği" adında bir dernek vardır, Bu dernek, Fikret Mualla'nın tablolarının orijinalliğini araştırmak ve ressamı tanıtmak sorumluluğunu yüklenmiştir. İhap Hulusi Görey İhap Hulusi Görey (28 Kasım 1898, Kahire - 27 Mart 1986, İstanbul), Türk grafik tasarımcısı, illüstratör. Görey, Türk grafik sanatının kurucusu ve reklamcılığın ilk büyük isimlerindendir. En çok bilinen işleri Türk markaları için yaptığı tasarımlardır. Birçok devlet kurumununun kurumsal kimliğini oluşturmuş ve bunları yaparken aslında yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'nin görsel kimliğinin oluşturulmasında katkı sağlamıştır. 28 Kasım 1898'de Mısır'ın Kahire şehrinde doğan İhap Hulusi, Mısır'ın ünlü bir mimar ve müteahhiti olan Ahmet Hulusi'nin oğludur. Kemahlı bir asker olan dedesinin Hıdıv maiyetinde görev yapması nedeniyle Mısır'a gelmiş bulunan aile, I. Dünya Savaşı'nda Kahire İngiliz işgaline uğrayınca İstanbul'a döndü. Kardeşlerinden Yavuz Görey Türkiye'de ünlü bir heykeltıraş, Nihat Hulusi ise Mısır'ın önde gelen müzecilerinden birisi olmuştur. İhap Hulusi, ilk ve orta tahsilini Kahire'deki İngiliz okullarında yapmıştı. 1917'de Almanya'da yaşayan bir ressamdan postayla resim dersleri aldı, 1920 yılında resim eğitimi görmek üzere Almanya'ya gitti. Önce Münih'te Heimann Schule atölyesinde üç yıl çalıştı. 1923'te düzenlenen Galatasaray Sergisi'ne Almanya'da yaptığı çalışmalarıyla katıldı. Daha sonra Kunstgewerbe Schule'ye devam ederek tahsilini tamamlayan İhap Hulusi, 1925'te İstanbul'a döndü. Arapça, Almanca, İngilizce ve Fransızca bilmesi nedeniyle babası tarafından Dışişleri Bakanlığı'na girmesi istendi, kısa bir süre Dışişleri Bakanlığında çalıştıysa da sonunda memuriyeti reddetti ve hayatını resim yaparak kazanmakta ısrar etti. Kendini tanıtmak için önce zamanın en gözde dergisi olan Akbaba dergisinde Münif Fehim ve Ramiz Gökçe'yle birlikte karikatürist olarak çalıştı. Zamanla afiş çalışmalarına ağırlık veren İhap Hulusi, afişi yaparken "Buluş"un önemine değinerek "Seyredenlerin ilgisini çekmeli ve düşündürmeli" diye yorumladı. İlk afiş siparişini 1927'de aldı; bu, İzmir'den İnci Diş Macunları'nın reklam afişi idi. İhap Hulusi, birçok gazete ilanı ve afiş siparişi almaya başlayınca 1929'da İstanbul'da ilk atölyesini kurdu. Kulüp Rakısı etiketi(1930) ve Atatürk'ün siparişi üzerine Türk alfabesinin kapağını (1932) tasarladı, Ziraat Bankası, Türkiye İş Bankası, Yapı ve Kredi Bankası, Garanti Bankası, Sümerbank, Emlak Kredi, Türk Ticaret Bankası, Maliye Bakanlığı (tahviller), Türk Hava Kurumu, Kızılay, Yeşilay, Tariş, Zirai Donatım Kurumu ve birçok özel kuruluşa çeşitli çalışmalarıyla hizmet verdi. Çoğu taşbaskısı olan yüzlerce çalışma ile 50 yıllık bir dönemin endüstri, kalkınma, ticaret ve sosyal yaşamın gelişmelerini belgeledi. Yeni kurulmuş bir devletin ilk uzman tasarımcısı olarak tanındı. Cumhuriyetin 10. yılında yaptığı hizmetlerden dolayı kendisine Atatürk tarafından kol saati hediye edili. 1948'de Viyana Uluslararası Afiş Sergisi'nde 'Bursa ve İzmir' adlı afişleriyle derece aldı. Tayyare Piyangosu (bugünkü adıyla Millî Piyango) idaresi için 45, Tekel İdaresi için 35 yıl çalışan İhap Hulusi, bu süreçte yurtdışında da adını duyurdu. Bayer'in afiş ve etiketleri, Mısır'ın Tekel İdaresi, Devlet Demir Yolları ve şehir hatlarına ait ve ilanları, ünlü İngiliz viskisi John Haigh'ın, İtalyanların Cinzano ve Fernet Branca'sının afiş ve etiketleri İhap Hulusi tarafından yapıldı. Birçok sergi açtı, ilk sergisini 1935’te İstanbul'da, Beyoğlu'nda açtı. Türkiye’deki ilk grafik tasarım sergisi bu şekilde açılmış oldu. Suluboya çalışmalarının yanı sıra, son yıllarında hat sanatını modernize ederek başarılı örnekler veren İhap Hulusi Görey, ömrünün son yıllarında çizim yeteneğini yitirdi, tanıtımını yaptığı hiçbir kurum tarafından sigortalanmamış olduğu için son yıllarını Şişli'deki dairesinde sefalet içinde geçirdi. Çevresindekilere mektup yazdıysa da sanatçı onuru nedeniyle uzun süre gönderemeyen sanatçıya, Millî Piyango için yaptığı çizimlerden dolayı cüzzi bir aylık bağlandıysa da bu parayı kullanmaya ömrü yetmedi ve 27 Mart 1986'da İstanbul'da 88 yaşında yaşamını yitirdi. İhap Hulusi'nin şapkasından saatine, divitlerinden eskizlerine kadar pek çok şahsi eşyasını Ender Merter adlı koleksiyoner toplamıştır. Ender Meter tarafından İhap Hulusi hakkındaki yayımları şunlardır: Uygulama yazılımı Bilgisayar uygulaması, bilgisayarların çeşitli işlerde kullanılmasını sağlayan, belirli bir bilgisayar mimarisi "(i386, PowerPC, Motorola 680x0 vs.)" için uygulama geliştirme dilleri "(C/C++, Perl, Python, Java vs.)" aracılığı ile hazırlanan yazılımdır. Uygulamalar sadece bilgisayarların anlam verebildiği ikili "(binary)" komut yığınlardan oluşur. Yazılım ise uygulama ve
ilişkili diğer bileşenlerin (simgeler, yardım, sesler vs.) tamamıdır. Bilgisayarınız ile bir etkileşim içinde olduğunuz fiziksel olmayan hemen hemen her şey (örn. işletim sistemleri, çizim araçları, ses ve video oynatıcılar, mesajlaşma araçları vs.) birer uygulamadırlar. Virtüöz Virtüöz kelimesi, (İtalyanca "virtuoso" , ya da "virtuous", Latince ise "mükemmellik", "yetenek" veya "mertlik" anlamlarına gelen "virtus" ya da "virtue") sözcüklerinden gelmektedir. Virtüöz'ün çoğul halleri İngilizceye çevrildiğinde virtuosi veya virtuosos, kadın sanatçılar için kullanıldığında ise virtuosa veya virtuose'dir. "Virtüöz", icra ettiği sanatta olağanüstü yeteneklere sahip kimselere denir. Genellikle müzik ve resim gibi alanlarda kullanılmaktadır. Zannedildiği gibi sadece müzikte kullanılmaz. Resmî bir unvan değil bir iltifattır. Ancak günümüzde bir unvan gibi kullanılmaya başlanmıştır. Bir müzisyene Virtüöz denebilmesi için aranan belirleyici nitelik, mevzubahis müzisyenin, sanatını icra ederken, bunu diğer sanatçılardan çok daha üstün bir şekilde gerçekleştirebilecek yeteneğe sahip olmasıdır. Cihanoğlu ailesi Cihanoğulları (veya Cihanoğlu ailesi), Osmanlı Devleti'nde merkezi yönetimin zayıflayarak bölgesel derebeyliklerin ön plana çıktığı 18. yüzyılda Aydın çevresinde hakimiyet kurmuş iki aileden biridir. Cihanoğulları'nın hakimiyeti Aydın merkeze 22 km uzaklıktaki Koçarlı çıkışlı olmuş, diğer derebeylik soyu olan Arpazlı ailesi ağırlığını daha iç kısımda Nazilli merkezli olarak hissettirmiştir. Aile içi rivayetlere göre, Kanuni Sultan Süleyman 1522 yılında Rodos ve İstanköy adalarını almak için ordusuyla Koçarlı'dan geçerken, Mersinbelen, Yağcıdere ve Dereköy dolaylarında konaklamış. O sırada 250 kişilik bir Türk aşireti de bu bölgede bulunmaktaymış. Aşiret Reisi Mehmet Bey, Kanuni'nin ordusuna katılarak, Rodos seferinde bulunacağını padişaha arz etmiş. Tam bu sırada Mehmet Bey'in çadırında bir çocuk dünyaya gelmiş. Padişah bu haberin kendilerine uğur getireceği düşüncesiyle çocuğun adını "Cihan" koymuş ve çocuğa Beşparmak Dağlarından başlamak üzere Çine Çayı ve Sarıçay arasında kalan ve Büyük Menderes Nehri 'ne kadar olan araziyi bağışlamış. Cihanoğulları bu şekilde kök salmış ve 18. yüzyılda güçlerinin doruğuna ulaşmışlardır. 16. yüzyılda Koçarlı yakınındaki Cincin köyünde inşa ettirilen kale, 1753'te Koçarlı Dedeköy'de Cihanoğlu Hacı Mehmet tarafından 'müceddeden' (mevcut bir yapının yerine) yaptırılan Dedeköy Cihanoğlu Camii, 1756 tarihli ve Cihanoğlu Müderris Abdülaziz Efendi tarafından yaptırılan Aydın Cihanoğlu Camii ve medresesi ve Koçarlı Cihanoğlu Camii, 1763-1764 yıllarında Cihanoğlu İbrahim Ağa tarafından Koçarlı'da caminin ve aile konağının yanı başında inşa ettirilen gözetleme ve savunma amaçlı Cihanoğlu Kulesi de bu gücün simgeleri olmuştur. Ailenin 18. yüzyıl eserlerinde bir alamet-i farika gibi dikkati çeken önemli bir özellik, bunların Türk barok mimarisinin öncülüğünü yapmış olmalarıdır. Gerçekten de, İstanbul'da, ancak 70-80 yıl sonra, 19. yüzyıl ortalarında Balyan ailesinin eserleriyle mimari manzaranın bir parçası haline gelecek barok stil, Aydın'da Cihanoğulları tarafından çok önceleri uygulanmıştır. Aileden birkaç fert ve sayılan eserler günümüze kadar gelmiştir. Rahşan Ecevit Rahşan Ecevit (doğum adıyla Zekiye Rahşan Aral); ("d." 1923, Bursa), Türk ressam, yazar ve siyasetçi. Demokratik Sol Parti ile Demokratik Sol Halk Partisi'nin kurucusu ve ilk başkanıdır. 1946'da Bülent Ecevit ile evlendi. Aslen Selanik'ten Şebinkarahisar'a yerleşmiş bir ailenin çocuğudur. Babası Namık Zeki Aral, annesi Zahide Aral'dır. Ankara Lisesi ve Robert Koleji mezunudur. DSP'nin kurucusu ve eski genel başkanıdır. Çok iyi derecede İngilizce bilmektedir. Yazdığı "Pülümür'de Aşk" adlı roman, 2002 yılında tiyatroya uyarlanmıştır. Kurucusu olduğu Demokratik Sol Parti'den 4 Haziran 2009 tarihinde istifa etti. 17 Ocak 2010 tarihinde kurucusu olduğu Demokratik Sol Halk Partisi'nin 2. Genel Başkanlığına seçildi. 22 Mayıs 2010 tarihindeki 33. CHP kurultayına bağımsız milletvekili Emrehan Halıcı ile katılarak, tek başına genel başkan adayı olan ve kazanan Kemal Kılıçdaroğlu'na ve CHP'ye desteğini açıkladı. Arpazlı ailesi Arpazlılar (veya Arpaz ailesi veya Arpazlı ailesi) Osmanlı Devleti 'nde merkezi yönetimin zayıflayarak bölgesel derebeylik lerin ön plana çıktığı 18. ve 19. yüzyıllarda Aydın çevresinde hakimiyet kurmuş iki aileden biridir. Arpazlıların hakimiyeti Nazilli merkezli, diğer derebeylik soyu olan Cihanoğulları ise Aydın merkeze 22 km. uzaklıktaki Koçarlı çıkışlı olmuştur. Aile içi rivayetlere göre, Aydın bölgesi ile özdeşleşmiş olmalarına rağmen, soy aslen Osmanlı, başka bir deyişle İstanbul kökenlidir. Fatih Sultan Mehmet 'in planladığı İtalya seferinin ilk ayağı olarak Otranto çıkarması nı gerçekleştiren ve İtalya çizmesinin topuğuna bir süre hükmettikten sonra İstanbul'a dönerek sadrazam olan Gedik Ahmet Paşa Arpazlı ailesinin atası olarak anılmaktadır. Müstakbel Sultan II. Beyazıt 'ın bir konuyu tahta çıktıktan sonra görüşmelerini istemesi üzerine, 'Siz tahta çıkınca ben belime kılıç bile kuşanmam' gibi bir karşılık vermesi nedeniyle, oracıkta saray aşçı ve çırakları tarafından boğdurulmuştur. Ancak sofu, barışçı ve vicdanlı bir kimse olan II. Beyazıt sonradan bu yaptığına pişman olarak Gedik Ahmet Paşa'nın iki oğlunu "sipahi beyleri" olarak atamış, Nazilli'nin kenarından geçen Büyük Menderes Nehri bir hudut, Karacasu 'nun Nargedik köyü bir hudut olmak üzere arada kalan toprakları onlara bağışlamıştır. Nazilli'nin yanıbaşındaki Karyalılar dan kalma Harpassa kalesinin eteklerindeki Arpaz kasabası bu şekilde kurulmuş ve sipahi beyleri soylarını burada devam ettirmişler. Bu durum, Atçalı Kel Mehmet Efe 'nin çağdaşı olan Arpazlı Hacı Hasan Bey 'e kadar süregelmiştir. Aynı zamanda Arpaz kulesini ve konağını yaptıran kişi olan Islahat Kumandanı Arpazlı Hacı Hasan Bey, rivayete göre, konağında sığır çobanlığı yapan Atçalı Kel Memet'i bir kabahatinden dolayı, döverek konaktan kovmuştur. Bir başka rivayet de, Atçalı Kel Memet'in Arpazlı beyinin kızına aşık olduğu ve anasını kızı istemeye gönderdiği, fakir bir yetim olan Kel Memet'e kızın verilmesinin söz konusu olmadığı gibi, cüretinden dolayı da kendisine sıkı bir dayak atıldığı, Kel Memet'in de bunun üzerine dağa çıkarak tarihin Atçalı Kel Mehmet Efe'si olduğu, ve günün birinde intikam için gelerek Hacı Hasan Bey'in oturduğu büyük konağı, onun bulunmadığı bir sırada ateşe verdiği şeklindedir. Her halükarda, Atçalı Kel Mehmet Efe ile, başka bir deyişle Aydın İhtilali ile başedemeyen Arpazlı Hacı Hasan Bey Padişah'ın gazabına uğrayıp, Rodos 'a sürülmüştür. İsyanın bastırılmasıyla dönüşünde beraberinde Rodos'tan yapı ustaları getirmiş ve bugünkü Arpaz Kulesi ve Arpaz Konağı bu ustaların hünerleriyle yükselmiştir. Güvenlik kulesi, ambarı, ahırları ve müştemilatı ile bir şatoyu andırmaktadır. 10 Aralık 1910 günü Arpazlı Osman Ağa'nın yıkılmış bulunan ve halkın kullandığı Menderes Köprüsü'nü tamir ettirmemesi üzerine Çakırcalı Mehmet Efe Arpaz köyünü basmış, ağanın evini ateşe verip, ağayı kaçırmıştır. Kılavuz olarak kullandığı bir çobanın takip edilmesi (kimi kaynaklara göre ihbarı) üzerine yakındaki Karıncalı Dağları Düzce ve Adapazarı bölgeleri Kafkas göçmenlerinden toplanmış ve Rüştü Kobaş komutasındaki bir gönüllü zaptiye birliğince kuşatılır. Çıkan çatışmada Çakırcalı ölür. Çakırcalı'nın cesediyle birlikte Osman Ağa'nın cesedi de bulunur. Aile fertleri günümüze kadar uzanmıştır. Ayrıca, Arpazlı zeybeği Ege Bölgesi nde oynanan bir halk dansı çeşididir. Atlas sediri Atlas sediri ("Cedrus atlantica"), çamgiller (Pinaceae) familyasından doğal olarak Kuzey Afrika, Cezayir, Fas ve Atlas Dağlarında yetişen sedir türü. 40 m'ye kadar boy ve 3 m kadar da kutur büyümesi gösterir. Piramit biçimlidir. Dipten itibaran dallanır. Yaşlanınca da bu formunu kaybetmez. Yaprakları mavi-yeşil, gümüşi gri veya nadiren açık ya da koyu yeşil renkli olup 2-2,5 cm uzunluğundadır. Kozalakları parlak açık kahverengi, 5–7 cm uzunlukta ve uç kısmı basıktır. Almanya Donanması mayın tarama gemileri listesi Federal Almanya Cumhuriyeti Deniz Kuvvetleri (Bundesmarine)'de hizmet eden mayın gemi ve tekneleri: Himalaya sediri Himalaya sediri ("Cedrus deodora"), çamgiller (Pinaceae) familyasından Batı Himalaya'larda yetişen sedir bir türü. 50–60 m boy ve 3 m'den fazla çap yapabilir. İğne yapraklar uzun ve yeşildir (3–5 cm). Bu yaprakların aşağıya doğru sarkık olması ile diğer türlerden ayrılır. Tepe sürgünü karakteristik olarak aşağıya sarkar. Piramidal görünüşlüdür. Kozalakları 7–10 cm boyundadır. Soğuklara karşı hassastır. Kuru ve kireçli topraklarla, hava nisbi neminin düşük olduğu yerlerde iyi gelişemez. Kıbrıs sediri Kıbrıs sediri ("Cedrus brevifolia"), çamgiller (Pinaceae) familyasından doğal olarak Kıbrıs'da yetişen bir sedir türü. 15 m'ye kadar boylanır. İğne yapraklar mavimsi yeşil renklidir, dallara horizantal çıkar. Kozalakları silindir şeklinde ve 7–8 cm uzunluktadır. Yaşlanınca tacı dağılır ve şemsiye şeklini alır. Bellek yönetimi Ana belleğin işlemler arasında paylaştırılmasına ana bellek yönetimi ya da bellek yönetimi (Memory Management) adı verilir. İşletim sisteminin bu amaçla oluşturulan kesimine de bellek yöneticisi (Memory Manager) adı verilir[1]. Bellek yöneticisinin görevi, belleğin hangi parçalarının kullanımda olduğunu, hangi parçalarının kullanılmadığını izlemek, süreçlere bellek tahsis etme(allocate), tahsis edilen belleği geri almak ve bellek ile disk arasındaki takas işlemlerini gerçekleştirmektir[2]. Bir işletim sisteminin bellek yönetiminin sonuçları şunlardır: Çok görevli işletim sistemlerinde bellek yönetim sistemleri genellikle aşağıdaki konuları içerir. Sanal bellekli sistemlerde bellekteki programların farklı zamanlarda, belleğin farklı yerlerinde bulunabilmesi gerekir. Bunun temel nedeni, programın bir süreliğine bellekten dışarı götürülmesinin ardından tekrar geri getirildiğinde her zaman aynı bellek
bölgesine yerleştirilmesinin mümkün olmamasıdır. Bu yüzden işletim sisteminin bellek yönetimi bellekte programların yerini değiştirebilmeli ve bu yer değiştirme sonrasında program kodu içindeki referansları doğru şekilde ayarlayarak her zaman bellekte doğru yeri işaret etmesini sağlayabilmelidir. Süreçler (process), başka süreçler için ilgili sürecin izni olmadan bellek başvurusu yapmamalıdır. Bellek koruması adı verilen bu mekanizma ile programdaki kötü niyetli ya da hatalı işleyen bir kodun diğer programların çalışmasını etkilemesi engellenir. Farklı süreçler arasındaki bellek her ne kadar koruma altında olmuş olsa da uygun durumda farklı sürecin farklı bellek alanına erişip bilgiyi paylaşması mümkün olmalıdır. Programlar genelde modüller şeklinde yapılandırılmıştır. Bu modüllerin bir kısmı gerek sadece okuma, gerekse veri değiştirme şeklinde başka programlar tarafından da kullanılabilir. Bellek yönetimi doğrusal fiziksel alanından farklı olan bu mantıksal yapılanmanın düzenlenmesinden sorumludur. Bunu sağlamanın yöntemlerinden birisi kesimlemedir (segmentation). Bellek genellikle hızlı birincil depo ve yavaş ikincil depo şeklinde bölümlenmiştir (örneğin rastgele erişimli bellek RAM ve sabit disk gibi). İşletim sistemlerindeki bellek yönetimi bilginin bu bellek katmanları arasında taşınmasından sorumludur [4]. Aporia Aporia, genel olarak konuşmacının konunun hangi yönü takip etmesi gerektiği, konuya nereden başlanıp nerede bitirileceği, ne deneceği hakkında yolunu yitirdiği durumun adı olarak ya da konuşmacının ne söyleyeceğini ya da düşüneceğini bilmediği bir durumda başvurduğu, genellikle yapmacıklı kuşku ifadesi olarak tanımlanır. 18. yüzyıl İngiliz düşünce dünyasının önemli isimlerinden Samuel Johnson’a göre aporia, “retorikte, konuşmacının çok yönlü bir konuya nereden başlayacağını ya da tuhaf ve belirsiz bir konu hakkında ne diyeceğini bilemediği ve böylece durumu kendi kendisine tartıştığı durumun adıdır.” Terimin “muamma karşısında kilitlenme ya da kafa karışıklığı” anlamı özellikle İlkçağ felsefesinin yöntemsel gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Erken dönem Platon diyaloglarında Socrates, çözümlerini sunmadığı sorular ortaya koymuş ve sorduklarının makul çözümleri olmadığını da göstermişti. Aporetik yöntem, daha sonradan Sokrates’in gerçeği ortaya çıkarmak için kullandığı diyalektik yöntemin önünü açmıştı. Aporia terimi, Aristoteles tarafından öznenin düşüncesinde isteme bağlı olmaksızın ortaya çıkan ya da toplumdan yahut bilgelerden edinilen ‘saygın’ kabul edilen inançlardan türeyen bağdaşmazlıklarla ilgili kafa karışıklıkları için kullanılmıştı. Aristoteles’in yaklaşımı, çatışmaları uzlaştırmak için gereken asgari uyuma ulaşmak amacını güdüyordu. Villeneuve-d'Ascq Villeneuve-d'Ascq, Nord-Pas-de-Calais Bölgesi, Nord İli, Lille Arrondissement'da bulunan dür. Villeneuve-d'Ascq, 25 Şubat 1970'de Ascq, Annapes ve Flers'ın birleşmesiyle meydana gelmiştir. Komünün adının anlamı "Ascq - Yenişehir" olup Felemenkçe "ask" (dişbudak) kelimesinden geldiği düşünülmektedir. 1999 nüfus sayımına göre 65.000 kişi olan nüfusu ile, Fransa'da bir belediye. Bhopal felaketi Bhopal felaketi, 3 Aralık 1984 günü, ABD kökenli Union Carbide firmasının Hindistan'da Bhopal'de kurduğu böcek ilacı üreten fabrikadan yanlışlıkla 40 ton metil isosiyanat gazını dışarı atması 18.000 kişinin ölümüne, 150.000'den fazla insanın zehirlenmesine neden oldu. Çevresel etkileri Çernobil faciasından bile korkunç olan bu kaza sonrasında, Bhopal eyaleti doğal afet bölgesi ilan edildi. Greenpeace'in bölgede kazadan 20 yıl sonra, 2004 yılında yaptığı ölçümlerde, toprakta normalin 6 milyon katı toksik madde bulundu. Union Carbide'ın böylesine bakımsız ve kontrolsüz bir fabrikayı ABD'de kurmasının mümkün olmadığı, fabrikanın yetersiz teknolojiyle açılmış olduğu iddia edildi. 18.000 insanın ölümüne, 150 binden fazla insanınsa ömürlerinin geri kalan kısmını sakat ve hasta geçirmesine yol açan facia sonrasında, Union Carbide firması bir "ticari sır" olduğu gerekçesiyle toksik maddenin adını bile açıklamaktan kaçındı. Bu durum, zehirlenenlere bir tanı konmasını imkânsız kılarken, hastanelerde ölümlerin artmasına yol açtı. Birkaç yıl sonra açılan davada Union Carbide firması mağdurlara ve yakınlarına 470 milyon dolar tazminat ödemek zorunda kaldı. Ancak Hindistan devletine ödenen paranın çok azı gerçek mağdurlara dağıtılabildi. Bu miktar hayatta kalanlar tarafından paylaşıldığında, kişi başına 500 dolar civarı para düştü. Union Carbide firmasını satın alan ve burada üretime devam eden Dow Chemical Company ise kazazedelerle iletişime bile girmeyi reddetmektedir. Bu felaketin ardından açılan dava da ancak 7 Haziran 2010 tarihinde sonuçlandı. Felaketin sorumlusu olarak gösterilen Union Carbide firmasının üst düzey yöneticileri sadece 2 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Davanın bu şekilde ve olaydan ancak 26 yıl sonra sonuçlanabilmesi bu felaketten etkilenenler ve onların temsilcilerinden oldukça sert tepki gördü. Cezaya çarptırılanların kaza olduğu günlerde, fabrika genel müdürü Keshub Mahindra dahil olmak üzere, fabrikada üst düzey yöneticiler oldukları belirtildi. Hapis cezasına çarptırılanlar hapis cezasına ek olarak 100,000 Hindistan rupisi (yani 1,400 İngiliz Sterlini) para cezasına da çarptırıldılar. Cezalandırılan yöneticiler: Bu davaya ek olarak Union Carbide’nin genel müdürü olan Warren Anderson hakkında açılmış ikinci bir dava da halen devam ediyor. Warren Anderson’un kaza olduğu tarihten beri ABD’de yaşadığı ve de Hindistan’a bir daha gelmediği belirtildi. Allen Iverson Allen Ezail Iverson (d. 7 Haziran 1975, Hampton, Virginia), Amerikan basketbol eski oyuncusudur. Lakabı "The Answer"dır. Kariyer sayı ortalaması 26,7 sayı olan Iverson, 2001 yılında NBA'da normal sezon MVP ödülüne layık görülmüştür. 2010-11 Türkiye Basketbol Ligi'nin başında Beşiktaş Cola Turka'ya transfer olmuştur. Dört kez NBA sayı kralı olmuştur. Annesi, kendisine henüz 15 yaşında gebe kalmış ve NBA'de oynarken (1997) "Sixers'ın yıldızı Iverson'un babası sevgilisini bıçakladı" haberleri patlak verene kadar babasından haber alamamıştır. Hayat standardı NBA'ya girene kadar açlık sınırında kalmış,her şeyiyle ilginç bir NBA yıldızıdır. Amerikan Futbolu onun ilk gözağrısıydı. Basketbola ise annesinin zoruyla başladı. Lisede okulun hem Amerikan Futbolu hem de Basketbol takımında yer aldı. İki takımda da eyalet şampiyonluğu yaşadı ve Virginia'daki liseler arasında en değerli sporcu ödülünü aldı. Arkadaşlarıyla birlikte şampiyonluğu kutlarken ırkçı bir grupla çıkan kavga sonucu çete kurmak suçlamasıyla tutuklandı. Kavganın çıktığı bowling salonundaki kameralarda görüntüsü çıkmamasına rağmen, hakimin davalılardan birinin yakını olmasından dolayı 5 yıl hapse mahkûm edildi. Kamuoyundaki yoğun baskılar sonucu cezası ağır ceza kapsamından çıkarıldı ve 4 ay sonra özgürlüğüne kavuştu. Dönemin eyalet valisinin (Doug Wilder), eyalet tarihinin ilk siyahi vali olmasının bu kararda etkili oldugu söylenir. Keza Iverson valinin özel af talebiyle hapisten çıkmıştır. Bu kavga ve sonrasındaki hapis dönemi Allen Iverson'a birçok üniversitenin yolunu kapatmıştır. Ona üniversite yolunu açan isim ise Georgetown Üniversitesi antrenörü John Thompson'dur. Geçmişinden dolayı başlarda şüpheyle yaklaştığı Iverson'a üniversitedeki yılları boyunca koçluğun yanı sıra babalık da yapmıştır. Georgetown Üniversitesi'nin resmi gazetesi The hoya dahil olmak üzere Iverson'un üzerine her gidildiğinde koç Thompson yıldız oyuncusuna sahip çıkmıştır. Özellikle Amerikan dindar ve ırkçı kesiminin Iverson'a (hapis dönemindeki curcuna ve hapisten çıkış şeklinden dolayı) duydugu öfke çoğu kez Georgetown takımının deplasmanda oynadığı maçlarda pankartlarla ve kavgalarla ortaya çıkmıştır. Bu olayların hepsinde koç Thompson oyuncusuna sahip çıkmıştır. Bu dönemde Iverson uslu durmak adına etrafında olup bitenlere sahada attığı sayılarla cevap verdiği için "The Answer" lakabını almıştır. Ancak ailesinin maddi imkânsızlıkları ve kardeşinin hastalığı sebebiyle okuduğu güzel sanatlar bölümünü bırakarak 1996'da NBA'a katılma kararı almıştır. Tiura adında bir kızı ve Allen adında bir oğlu vardır. Sports Illustrated dergisini okumaktan hoşlanır. Samuel L. Jackson ve Al Pacino en sevdiği aktörlerdir. En sevdiği aktris ise Halle Berry dir.Favori şarkısı Notorious B.I.G den Unbelievable'dir. Bir tane rap tarzında albümü de vardır. Adı "Allen Iverson aka Jewels : 40 Bars"dır ancak tartışmalara yol açan şarkı sözlerinden dolayı albüm piyasaya çıkamamıştır. Kariyerine 26 Kasım 2009 tarihinde son verdiğini açıklamıştır. 2 Aralık 2009 Çarşamba günü tekrar 1 yıllığına eski takımı Philadelphia Sixers'la anlaşarak NBA'e geri dönmüştür. Allen Iverson, Beşiktaş Cola Turka ile bir yılı opsiyonlu, iki yıllık sözleşmeye imza attıysa da sakatlanarak bir sezonu dolduramadan takımdan ayrılmak zorunda kalmıştır. Resfebe Kelime veya kelime gruplarının, harf, sayı ve resimlerle temsil edilmesiyle oluşturulan oyunlara rebus deniyor. Hemen hemen hepimizin okul yıllarından hatırladığı "C1=Cebir" bilmecesi bunun en temel örneği. Köksal Karakuş, resim ve alfabe kelimelerini birleştirerek bu oyunlara türkçede resfebe adını vermiş. Cihan Altay da resfebe bilmeceleriyle ünlüdür. Türkçe resfebe soruları Akıl Oyunları ve Zeka Oyunları dergilerinde yayınlanmaktadır. Macarca Macarca, Ural Dillerinden, Macaristan ve çevre ülkelerde konuşulan bir dildir. Yaklaşık 14.5 milyon konuşanı vardır ve bunların 10 milyonu Macaristan'da yaşar. En büyük topluluk, 1.5 milyon konuşanı ile komşu Romanya'daki Transilvanya bölgesindedir. Batı Sibirya ile Kuzey Norveç arasında yaşayan kavimlerin konuştukları dillere Fin-Ugor dilleri denir. Lapça, Fince, Estonca, Mordvince, Çeremisçe, Züryence, Votyakça, Vogulca, Ostyakça ve Macarca bu dil ailesi içinde yer alırlar. Fin-Ugor dillerinin en yakın akrabası ise Kuzey Sibirya'da konuşulan Samoyetçedir. Fin-Ugor ile Samoyet dilleri Ural dillerini oluştururlar. Macarca'nın dahil olduğu Ural
dil Ailesi'nin Türk Dilleri, Moğolca ve Mançuca-Tunguzcanın içinde yer aldığı Altay dilleri ile de akrabadır. Macarlar İsa'dan yaklaşık 1000 yıl önce bağımsız bir kavim olarak yaşamaya başlamış ve İsa'nın doğumu sıralarında Ural dağlarının doğusuna ulaşmışlardır. İsa'dan sonra V. yüzyılda Macarlar İç-Asya'dan batıya doğru göç eden Türklere katılarak onlarla birlikte Kafkas bölgesine gelmişler ve kesintisiz 500 yıl boyunca da burada oğuz Türkleri ile birlikte yaşamışlardır. Macarlar önce Batı Türkleriyle (Ogur /Oğuz/, Onogur /Onoğuz/, Şarogur ve Bulgar Türkleri) daha sonra da Doğu Türkleriyle (Hun, Sabir, Avarlar, kısmen Bulgar Türkleri ve Hazarlar) sıkı bir ilişki kurmuşlar ve bu dönemde Macarcaya gerek Batı gerekse Doğu Türklerinden özellikle de hayvan yetiştiriciliği ve tarımla ilgili yaklaşık 250 kadar sözcük geçmiştir. Bunlara örnek olarak árpa (arpa), búza (buğday), borsó (burçak), gyümölcs (yemiş), szőlő (<sidleğ / üzüm), bor (şarap), bika (boğa), ökör (öküz), borjú (buzağı), barsony (<barçın / kadife), sátor (çadır), kapu (kapı), tenger (deniz), sárga (sarı), bélyeg (<bilig / pul), vb.. Batı Türkleri Macarların yazıyla tanışmasında önemli bir rol oynamışlardır: Günümüz Macarcasında kullanılan ve Macarcaya Batı Türkçesinden geçen ír (yazmak) ve betű (<betik / harf) sözcükleri bu etkiyi en açık biçimde göstermektedir. Macarlar kendi dillerine özgü bazı sesleri gösteren işaretleri de ekleyerek Orhun abecesindeki harflere çok benzeyen harflerden meydana gelen bir tür oyma yazısı kullanmışlardır. Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra bu abece yerini Latin abecesine bırakmış olmakla birlikte bugünkü Romanya'nın Doğu Erdel bölgesinde oturan bir Macar boyu olan Székely'ler (Sekeller)tarafından yüzyıllar boyunca kullanılmıştır. Şimdiki yurtları olan Karpatlar havzasına 896 yılında yerleşen Macarlar, 1001 yılında Hıristiyanlığın kabulünden sonra bulundukları bölgenin etnik karakteri dolayısıyla eski kilise Slavcası, Sırp, Hırvat, Sloven, Çek, Slovak dillerinden de tarım, ekonomi, ev aletleri, din, devlet yönetimine ilişkin birçok sözcük almışlardır. Bunun dışında Macar diline Latinceden de özellikle Hıristiyanlık, devlet yönetimi, devletlerarası ilişkiler, eğitim ve hukuk alanlarında birçok sözcük girmiştir. Macarcaya en başta Almancadan olmak üzere, İtalyanca ve Fransızca, Arapça ve Farsçadan da birtakım sözcükler girmiştir. Macar alfabesi 42 harftir. Macarlar gerek bugünkü Kuzey Rusya'da, gerekse Karpatlar havzasında ilişkiye geçtikleri Kumanlar ve Peçeneklerden de Türkçe sözcük almışlardır [bicska (bıçak), boza (boza), koboz (kopuz),anya (ana/anne). Yaklaşık 150 yıl kadar süren Osmanlı egemenliği döneminde Türkçeden Macarcaya birkaç sözcük girmiştir [Örn: findzsa (fincan), dohány (<duhan / tütün), ibrik (ibrik), papucs (pabuç), csizma (çizme) ...] Son olarak da hangi dönemde Macarcaya yerleştiği bilinmeyen sözcükler vardır. [Örn.: oroszlán (arslan) ... ] Uçan süpürge (anlam ayrımı) Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali, 1998'den beri gerçekleştirilen Türkiye'nin ilk kadın filmleri festivalidir. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivalinin organizasyonu 2016 yılına kadar Uçan Süpürge Kadın İletişim ve Araştırma Derneği tarafından düzenlenmekteyken, 2017 yılından itibaren Uçan Süpürge Araştırma Eğitim Proje Danışmanlık Turizm ve Organizasyonları Limited Şirketi tarafından düzenlenmeye başlanmıştır. Festival, Türkiye ve dünyadan kadın yönetmenlerin uzun, kısa, belgesel ve animasyon filmlerinin belirli başlıklarda izleyiciye sunulduğu ve bu çerçevede panel, söyleşi ve sergilerin düzenlendiği uluslararası bir organizasyondur. Film gösterimlerinin yanı sıra festival kapsamında filmleri gösterilen yerli ve yabancı yönetmenler, basın mensupları, festival yöneticileri, sinema eleştirmenleri Ankara'da ağırlamaktadır. 6. senesinden itibaren festival, sinemaya her alanda emek vermiş kadınları hatırlatmak, ve bu emekleri unutturmamak adına "Uçan Süpürge Onur Ödülü" ve "Bilge Olgaç Başarı Ödülleri" adı altında ödüller vermeye başlamıştır. Türkiye’nin ilk kadın filmleri festivali ve önemli festivallerinden biri olan Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, Avrupa Kadın Filmleri Festivalleri Ağının da etkin bir üyesidir. Festival, FIPRESCI (Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu) jürisinin yer aldığı ödül verdiği tek kadın filmleri festivali olma özelliğine de sahiptir. 8-18 Mayıs 2015 tarihlerinde “18’in halleri” temasıyla düzenlenen 18. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali kapsamında 31’i uzun, 39’u belgesel, 47’si kısa ve 16’sı canlandırma olmak üzere toplam 133 film gösterimi gerçekleştirildi. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali 19. kez 5-12 Mayıs 2016 tarihleri arasında "Sevgi Neydi?" temasıyla Ankara'da gerçekleştirildi. Uçan Süpürge Onur Ödülleri 2003 yılında gerçekleştirilen 6.Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nden bu yana sinemaya yönetmenlik ya da oyunculuk alanında emek vermiş kadınların emeklerini görünür kılmak amacıyla veriliyor. Yıllara göre Uçan Süpürge Onur Ödülleri; Bilge Olgaç Başarı Ödülleri 2003 yılında gerçekleştirilen 6.Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nden bu yana sinemanın farklı alanlarında emek veren kadınların başarılarını ve emeklerini görünür kılmak amacıyla veriliyor. Yıllara göre Bilge Olgaç Başarı Ödülleri: Genç kadın oyuncuları yüreklendirmek, onların sinema yolculuklarını destekleyerek bu alandaki üretimlerine dikkat çekmek ve Türkiye sinemasında kadınlara yönelik güçlü, olumlu kadın rollerinin yazılmasını teşvik etmek amacıyla 2009 yılından bu yana veriliyor. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, 16. yılında festival yeni bir ödül kategorisi daha ekledi. Bu yıldan itibaren, kendi alanında “uğraşına” bir ömür vermiş kadınları selamlayacağımız bu ödülün ilk sahibi Yıldız Kenter. Festivalin “Herbiri Ayrı Renk” bölümünde yer alan filmlerin Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu (FIPRESCI) jürisi tarafından değerlendirilerek ödüllendirilir. Dünyada FIPRESCI ödülünün verildiği tek kadın filmleri festivali olan Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali FIPRESCI Ödülleri; Ukraynaca Ukraynaca (Ukraynaca: украї́нська мо́ва, "ukrayinska mova"), Doğu Slav dillerine ait bir dil. Ukrayna'nın resmî dilidir. Ukraynaca Kiril alfabesi ile yazılır. Rusça, Lehçe, Slovakça gibi yakın akrabası olan Slav dilleriyle ortak kelime haznesi geniştir. Ukraynaca, Çarlık Rusyası ve SSCB dönemindeki konuşma yasaklarına rağmen hayatta kalmıştır. Bunu başarmasının sebebi geniş kullanıcı tabanı ve köklü halk edebiyatıdır. Samet Ağaoğlu Samet Ağaoğlu, (1909, Bakü - 6 Ağustos 1982, İstanbul), Türk yazar, siyasetçi. Samet Ağaoğlu Azerbaycan'dan Türkiye'ye göç eden Ağaoğlu ailesinin dördüncü çocuğudur ve kendisi gibi yazar ve fikir adamı olan Ahmet Ağaoğlu'nun oğludur. İlk ve orta öğrenimini Bayazıt Fevziye Lisesi'nde tamamladıktan sonra, 1929 yılında Ankara Lisesi'nden mezun oldu. 1931 yılında Ankara Hukuk Mektebi'ni bitirdikten sonra Strazburg'a giderek üniversitenin "yüksek etüdler" bölümünde 16 ay okumuş, ancak doktorasını tamamlayamamış, babasının işlerinin bozulması üzerine yurda dönmek zorunda kalmıştır. Yurda döndükten sonra ekonomi ve ticaret bakanlıklarında bazı üst düzey görevlerde bulunmuş, 1946 yılında devlet hizmetinden ayrılmıştır. Avukatlık yapmaya başladığı sırada Demokrat Parti saflarında politikaya atılmıştır. 1950, 1954 ve 1957 seçimleri ile IX., X., XI. Dönem Manisa Milletvekilliği yapmıştır. Çalışma, sanayi ve devlet bakanlığı vazifelerinde bulundu.27 Mayıs 1960 askerî darbesinde tutuklanıp hüküm giydi. Ömür boyu hapisle cazalandırıldı. İmralı ve Kayseri cezaevlerinde tutuklu kaldı. 1964 yılında Yassıada'da cezasını çekerken çıkan özel bir afla salıverildi. Bundan sonra siyasetle dolaylı olarak ilgilendi. Kendini tümüyle yazılarına verdiği bir dönemde, 6 Ağustos 1982'de vefat etti. Yazmaya lise sıralarında başlayan Samet Ağaoğlu, 1929 - 1931 yıllarında Behçet Kemal Çağlar, Ahmet Muhip Dıranas gibi arkadaşlarıyla "Hep Gençlik" adında bir dergi çıkarmıştır. Strazburg yaşamını anlatan ilk öyküleriyle görünmüştür. Politik çalışmaları dolayısıyla kitaplarını uzun aralıklarla çıkarmış, ancak yaşamının sonuna kadar yazınla ilgisini koparmamıştı. Siyâsî içerikli pek çok yazıya da imza atmış olan Samet Ağaoğlu, öykü ve denemelerini dönemin Varlık, Yücel, Çığır gibi önemli dergilerinde yayımlamıştı. Yazılarında Samet Agayef imzasını da kullanmıştır. Psilocybe cyanescens Psilocybe cyanescens, Strophariaceae familyasından psilocybin içeren etkili bir halüsinojen bir mantar türü. Çiçek tarhları ve talaş içeren nemli yerlerde yetişir. Küçük çocuklarda tehlikeli olabilir. Diğer "Psilocybe" türleri gibi asıl tehlikesi "Galerina autumnalis" gibi zehirli mantarlarla karıştırılma riskidir. Portishead Portishead, İngiliz trip-hop müzik grubu. İsimlerini Bristol'ın bir sahil kasabasından almışlardır. Grup 1991'de Geoff Barrow ve Beth Gibbons tarafından kuruldu. Grup adını Barrow'un doğduğu şehirden aldı. Barrow daha önce Bristol'lü gruplardan olan Massive Attack ve Tricky ile de çalıştı. Grubun, solistliğini Beth Gibbons'ın yaptığı, Dummy, Glory Times, Portishead, Roseland NYC Live ve Third adlı 5 albümü vardır. "Sinematik" diye adlandırılan bir yapıları olduğu söylenir. Beth Gibbons'ın ayrıca Out Of Seasons adlı bir de solo albümü vardır. Psilocybe baeocystis Psilocybe baeocystis, Strophariaceae familyasından psilocybin içeren etkili bir halüsinojen bir mantar türüdür. Çizildiği veya berelendiği zaman mavi renk alır. Diğer halüsinojen "Psilocybe" türleri gibi çoğu ülkede yetiştirilmesi ve kullanılması yasadışıdır. Küçük çocuklarda tehlikeli olabilir, yetişkinlerde de kötü tecrübeler, korku ve panik atak gibi istenmeyen durumlara yol açabilir. Diğer "Psilocybe" türleri gibi asıl tehlikesi "Galerina autumnalis" gibi zehirli mantarlarla karıştırılma riskidir. Avrupa Çevre Ajansı Avrupa Çevre Ajansı,
kısaca AÇA (İngilizce: EEA), çevre ile ilgili sağlıklı, bağımsız bilgiler vermekle görevli Avrupa Birliği kurumudur. Çevre politikalarını geliştirme, benimseme, uygulama ve değerlendirme alanlarında çalışanlar kadar kamu için de önemli bir bilgi kaynağıdır. AÇA'yı kuran tüzük Avrupa Birliği tarafından 1990 yılında kabul edildi. Tüzük AÇA’nın yerinin Kopenhag olması kararının hemen ardından 1993’ün sonlarında yürürlüğe girdi. Gerçek anlamda çalışmalara 1994’te başlandı. Tüzük ile birlikte Avrupa Çevre Bilgi ve Gözlem Ağı (EIONET) da kuruldu. AÇA bir Avrupa Topluluğu kurumu olmasına rağmen üyelik hedefleri paylaşan AB üyesi olmayan ülkelere de açıktır. EEA'nın şu anda 32 üye ülkesi vardır: AB'nin 27 üye ülkesinin tümü, İzlanda, Lihtenştayn, Norveç, Türkiye ve İsviçre. Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Makedonya Federal Yugoslav Cumhuriyeti Sırbistan ve Karadağ da üyelik için başvuruda bulunur. Türkiye, Avrupa Birliğine giriş sürecinde, Haziran 1999 üyelik başvurusunu yapmış, 18.03.2003 tarih ve 25052 sayılı resmi gazetede anlaşma yayımlanmış, 1 Mayıs 2003 tarihinde de Avrupa Çevre Ajansına tam üye olmuştur. Çalışmalarda mevcut bilgi örgütlerinden yararlanılır; onlarla iş birliği yapar, çalışmaları Avrupa düzeyinde koordine eder ve aynı işin tekrarlanmasını önlemeye çalışır. Farklı ülkelerden mevcut en iyi çevresel bilgiyi bir araya getirir. Verileri iyice derledikten ve kurumsal ağ (EIONET) aracılığıyla doğruladıktan sonra bilgiler çeşitli yollarla sunduğu raporlarla kullanıcıların ulaşabileceği bir duruma getirilir. AÇA, EIONET dışında bazı çevreye ilişkin ağlar içerisinde yer almaktadır. Bu ağlar için veri üretmekte, üretilen verileri kullanarak farklı ürünler oluşturmaktadır. Bu ağlar; Avrupa Clearing House Mechanism Ağı _Biyoçeşitlilik konulu Ecoinformatics ağı _Çevre alanında yapılan projelerin değişimi konulu Çevre Koruma Ajansları ağı EnviroWindows ağı _ Çevresel bilgini paylaşıldığı ağ AÇA’nın web sayfasında dijital haritalar üzerinden gerçek zamanlı çevresel bilgiye ulaşma imkânı ve interaktif haritalara ulaşma imkânı da bulunmaktadır. Bunlar; AÇA tarafından ilköğretim öğrencilerine yönelik hazırlanan internet üzerinden oynan iki adet de oyun bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi 6-12 yaş grubuna yönelik Honoloko adlı bir oyundur. Honoloko adlı hayali bir adada geçen oyun,çocukların sağlığın ve çevrenin iyileşmesine katkı bulunacak kararları vermesine istemektedir. Burada çocuklara yaptıkları her şeyin çevre üzerinde etkileri olduğunu anlatmaktır. http://honoloko.eea.europa.eu/Honoloko.html Diğer bir oyun ise daha kapsamlı 8-17 yaş grubu daha büyük çocuklar için hazırlanan Eco ajan adlı oyundur. Çevre şuurunun zihinlerde küçük yaşlardan itibaren yer etmesinin sağlamak ve duyarlılığı artırmak amacıyla yapılan bu oyunda çevre gönüllüleri çevreyi korumak için teşkilatlanarak maceradan maceradan koşmaktadırlar. http://ecoagents.eea.europa.eu/ Katalanca Katalanca, Hint-Avrupa Dillerinin Romans koluna bağlı bir dildir. İspanya'nın bazı bölgelerinde ve Andorra'da resmi dilidir. Katalanca konuşanların çoğu İspanya'da yaşar. Katalanca, İspanya'nın Akdeniz kıyılarında, özellikle Barselona kentinde konuşulan bir Latin dilidir. Güney Fransa'da konuşulan Oksitancaya oldukça yakın bir dildir. Katalanca, 13. yüzyılda Oksitan dilinden farklılaşıp gelişmiş bir güney lehçesidir. Dil, İspanyolca ve Portekizce ile çok benzer özellikler taşımaktadır. Katalancayı anadili olarak konuşanlar bugün çoğunlukla İspanya'nın Katalonya özerk bölgesinde yaşamaktadırlar ve bu bölgede Katalanca, İspanyolca'dan önce gelmektedir. Öyle ki hemen bütün tabelalarda önce Katalanca sonra İspanyolca açıklamalar yazmaktadır. Katalanca, İspanyolca'dan çok Portekizce ve Fransızca'ya yakındır. Aşağıda Katalanca bazı önemli ifadeler yer almaktadır: Taha Akyol Taha Akyol, Abhaz asıllı Türk Gazeteci ve yazar. 1946 yılında Yozgat'ta doğdu. Babası Mustafa, annesi Fatma Akyol'dur. İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Yazarlık mesleğine 1977 yılında Her gün gazetesinde başladı. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Milliyetçi Hareket Partisi yönetiminde bulundu. Darbe sonrasında tutuklandı ve uzunca bir süre Mamak Cezaevi'nde yattı. Askeri mahkemede yargılandı ve beraat etti. Yankı dergisinde, Tercüman, Meydan ve Milliyet gazetelerinde çalıştı. 80'li yılların ortalarından itibaren Türk milliyetçisi çizgiden uzaklaşarak muhafazakar-liberalizme yöneldi. Siyasi ve iktisadi olarak kendisi tam bir klasik liberal iken, kültür ve dış politika alanında sağ-kanat yaklaşımı benimsemektedir. TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi mütevelli heyeti üyesi olan Akyol hâlen CNN Türk program yapımcısı ve Hürriyet gazetesi'nde yazar olarak çalışmaktadır. Taha Akyol evli ve iki çocuk babasıdır. Gazeteci ve yazar Mustafa Akyol'un babasıdır. Tavas Tavas, Denizli ilinin bir ilçesidir. Tavas ilçesi adını 40 km yakınında bulunan Kale ilçesinin eski adı olarak bilinen "Davaz" adından alımıştır. Kale ilçesinin antik çağda ismi "Tabea"'dır. Aslında Tavas ismi Tabea'dan bir dönüşümdür. Yıllar sonra değişime uğramış ve Tavas adını almıştır. Tavas'ın eski adı "Yarengüme"dir. Yöredeki en eski yerleşim yerinin Medet Höyüğü olarak anılan mevki olduğu tespit edilmiştir. Höyük Eski Tunç Çağı, Hititler, Frigya, Pers İmparatorluğu, Antik Yunanlar, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve Türk dönemlerinin izlerini taşımaktadır. Ancak Medet Höyüğü'nde henüz bilimsel kazılar yapılmamıştır. Orta Anadolu'da Hatti ve daha sonra da Hitit İmparatorluğu'nun kurulduğu dönemde, Batı Anadolu'da Ahhiyava ve Lukkalıların uygarlıkları vardı. Bu uygarlıklar Herodot Tarihi'nde daha sonraları; Likya, Karya ve İyonya uygarlıklarının kökeni olarak gösterilmektedir. Likyalılar daha ziyade Gediz Nehri vadisinde, Karyalılar ise bugünkü Kale-Tavas, Karacasu ilçeleri ile Muğla ilinin tamamını içine alacak şekilde Büyük Menderes Nehrinin güneyinde yerleşmişlerdir. Menderes'in kuzeyi İyonya, İyonya'nın kuzeydoğusu ise Lidya bölgesidir. Karya'nın kuzeydoğusunda geniş bir sınırı olan Frigya bölgesi yer almış, Frigya'yı Karya'dan Babadağ ve Honaz Dağları ayırmıştır. Bugünkü Kale ilçesinin güney bitişiğinde bulunan ve günümüzde terkedilmiş durumdaki "Eski Kale" adıyla anılan doğal kayalığın üzerinde kurulmuş olan yerin adına Tabae (Tabai, Taba) olarak rastlanmaktadır. Yazıtlarında Tabenon olarak görülür. Tabae'nin ilk kuruluşu hakkında kesin belgeler bulunmamakla beraber, yüzeydeki kalıntılar ile birlikte yöre ile ilgili çeşitli kaynaklar Hellenistik dönemden önceki Karyalılar zamanından beri var olduğunu göstermektedir.Bu yerleşim kesintisiz olarak Karya, Hellen, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı şeklinde devam etmiştir. Pek çok gezgin değişik zamanlarda yaptığı seyahatlar sırasında Tabae sözcüğünün antik dönemdeki benzer adlar ile olan bağını incelemişlerdir. "Taba" adının günümüzde "Kaya" anlamına geldiğini savunmaktadırlar. Antik dönemde "Taba" ile kullanılan birçok yer adlarından bahsederler. Tabae'nin "Kaya" yı simgelediğini bunun kentin konumu ve görüntüsüne bağlı bir ad olduğunu iddia ederler. Antik dönemlerde kurulan kentlerin mitolojik bir efsane veya mitolojik bir kahramanın adının bulunduğunu unutmamak gerekir. Tabenos adlı bir kahramanın Tabae kentini kurduğunu ve onun gibi Kibiras'ın da Kibyra'yı (Bugünkü Gölhisar), diğer kardeşi Kidramos'un ise Kidrama'yı (bugünkü Yorga köyü) kurduğunu gerek tarihçilerden gerek günümüz araştırmacılarından öğreniyoruz. Kibiras ve Kidramos, Tabenos'un kardeşleridir. Tabae, yüzeydeki kalıntılar ve sikkelerden anlaşıldığı kadarıyla, Büyük İskender'den sonra Anadolu'da kurulan antik kentlerdendir. Tabae kenti'de, Hellenistik dönemde sikke bastırmıştır. Özellikle gümüş, bronz, bakır olarak bastırılan sikkeler kendine özgü tipleri ve stilleri ile diğer sikkelerden hemen ayırdedilebilirler. Sikkelerin ön yüzünde tanrısal başlar, arka yüzünde Tabea kentine ait resim ve yazılar bulunmaktadır. Sikkenin basılışı MÖ 3. yüzyıl ve 2. yüzyıllara tarihlendirilebilmektedir. 12. ve 13. yüzyıllara kadar Bizanslıların elinde bulunan Tabea bölgesi bu yüzyıllardan sonra Türklerin eline geçmiştir. Türkler Kale-Davas adını kullanmışlardır. Bu isim 1950 yılından sonra Tavas olarak devam etmiştir. Büyük Selçuklu İmparatorluğu komutanlarından Afşin Bey'in Malazgirt Meydan Muharebesi öncesindeki keşif harekatlarından birinde Honaz yakınlarına kadar geldiği bilinmektedir. 12. yüzyılın başlarında Türkler Anadolu’ya iskan amaçlı akınları esnasında Selçuklu komutanlarından Cafer Paşa komutasındaki Mirza Bey Tabea'yı fethetmiştir. 14. yüzyıl gezgini İbn Batuta ve Evliya Çelebi yöreyi Davaz şeklinde anmaktadır. 13. yüzyıl sonlarına kadar Anadolu Selçuklu Devleti hakimiyetinde kalan Davaz yöresinde, 1243 yılındaki Kösedağ Savaşından sonra Selçukluların zayıflamaya ve dağılmaya yüz tuttuğu dönemde Babadağ'ın güneyindeki , şimdiki Tavas ve Kale ilçelerinin sahalarını kaplayan Tavas ovasında Tavas Beyliği kurulmuştur. Selçukluların zayıflayıp yıkılması ile 1300'lü yıllarda Tavas Beyliğini İlyas Beyin yönettiği ve çevre ahalisinin Mevlevi tarikatına bağlı oldukları bilinmektedir. Tavas Beyliği Germiyan, Aydın, Hamit ve Menteşe oğulları Beyliği arasındaki bir bölgede kurulmuştur. Denizli’nin Germiyan oğullarına geçişi ile Tavas Beyliği l365 tarihinde Menteşeoğulları Beyliğine bağlanmıştır. Beylik önceleri Horasanlı köyünden sonra da Hırka, Tavas köyünden yönetilmiştir. Bölge 1424 yılında II. Murat tarafından tamamen Osmanlı Devletine bağlandıktan sonra, yaşantısına sakin bir şekilde devam etmiştir. 1702 - 1703 yıllarında vuku bulunan depremlerde, 12.000 kişi ölmüş, o zamanki Kale civarında bulunan şehir oturulamayacak hale gelmiştir. Bundan sonra şehir daha yukarıya, şimdiki merkezine doğru çekilmiştir. Tavas´a bağlı toplam 10 belde ve 36 köy vardır. Bu beldelerden en büyüğü olan Kızılcabölük aynı zamanda eski Bucak merkezidir. Uzun zaman ilçe olmaya çalışmıştır.İlçeye uzaklığı yakın olduğu için (4 k
m) ilçe olamamıştır. Tavas kurbağası' ("Rana tavasensis") dünyada yalnızca Tavas'ta yaşayan endemik kurbağa türüdür. Dark Tranquillity Dark Tranquillity, İsveç kökenli melodik death metal grubudur. Bu alanda en uzun süredir aktif olan grup olan Dark Tranquillity aynı zamanda İsveç death metali denilen tarzın da yaratıcılarındandır. 1989 yılının başlarında vokalist Anders Friden, gitarist Niklas Sundin, ritim gitarist Mikael Stanne, basgitarist Martin Henriksson ve baterist Anders Jivarp bir araya gelip "Septic Broiler" adında bir thrash metal grubu kurdular. 1990 yılında "Enfeebled Earth" adlı bir demo kaset hazırladıkları sırada grup aninden fikir değiştirip demo çalışmasını bıraktı. Adını "Dark Tranquillity" olarak değiştirdi ve death metale geçti. Bu ad altında 1991 yılında "Trail of Life Decayed" ve 1992 yılında "A Moonclad Reflection" demolarını yayınladılar. "A Moonclad Reflection" 1500 sattı. Grubun müziği, her ne kadar death metal yapsalar da, 80’lerden gelen klasik thrash müziğinin öğeleriyle gitar harmonilerinin bir karışımı gibiydi. 1993 yılında ilk albüm olan "Skydancer" 'ı çıkardılar. Bu albümde misafir sanatçı olarak Anna Kajsa Avehall vokalde gruba yardım etti. Albüm çıktıktan sonra Anders Friden gruptan ayrıldı ve Mikael Stanne vokalist rolünü üstlendi. Gitar boşluğunu da Friedrik Johansson’u gruplarına alarak kapattılar. Yeni kadroyla 1994 yılında "Of Chaos And Eternal Night" adlı EP'yi ve ardından 1995 yılında "The Gallery" albümünü yaptılar. Albüm büyük beğeni topladı ve gruba büyük bir başarı kazandırdı. "Skydancer" 'da daha çok black metal etkili ve ağır parçalar yazan grup, "The Gallery" 'de tamamen özgün bir tarz yakalamıştır. Birçok hayran tarafından grubun en sevilen şarkısı olarak görülen "Lethe" bu albümdedir. Grubun enstrumanlarındaki hakimiyetinin ve beste kabiliyetinin "Skydancer" 'a göre oldukça gelişme gösterdiği albüm, melodik death metal tarihinin en önemli albümlerindendir. Ayrıca, birçok Dark Tranquillity hayranına göre grubun en iyi eseridir. "The Gallery" kayıtları sırasında gruptan ayrılan şu anki In Flames vokalisti Anders Friden'in yerine geçen Mikael Stanne, şüphesiz yaptığı başarılı vokaller ile grubun başarısını etkilemiştir.Niklas Sundin, grubun kurucu elemanlarındandır, hem bestelerle hem de grubun kapak tasarımlarıyla ilgilenmektedir. "The Gallery" sonrası, 1997'de "The Mind's I" albümünü çıkaran grup, başarısını devam ettirmiş, 1999 tarihli albümleri "Projector" ile yoğun eleştiriye tutulmuştur. "Projector", grup üyelerine göre "zamanın ötesinde bir albüm" olmuştur. İçerdiği elektronik elementler ve "Stanne"'nin temiz vokali nedeniyle, ilk başta "yumuşama" iddialarıyla karşılaşan albüm, daha sonra grubun en iyi albümlerinden olarak görülmeye başlanmıştır. Şu an birçok melodik death metal grubunun elektronik denemeler ve temiz vokal kullandığı varsayılırsa, "Projector" 'un ne kadar önemli bir albüm olduğu anlaşılabilir. "Projector" 'dan sonra sırasıyla "Haven", "Damage Done" ve "Character" albümünü çıkaran Dark Tranquillity, her albümüyle eleştirmenlerden iyi not almış ve müziğini bir adım daha ilerletmiştir. Ayrıca, 2004 yılında çıkardıkları "Exposures - In Retrospect and Denial" adlı derleme albümleriyle canlı performanslarını, "Trail of Life Decayed" ve "A Moonclad Reflection" demolarının ses kalitesi yükseltilmiş versiyonlarını ve daha önce yayınlanmamış parçalarını dinleyicileriyle paylaşmışlardır. "Fiction" adlı albümlerini ise 23 Nisan 2007 tarihinde yayınlamışlardır. Resmi sitesinde Mart 2008'de yeni albüm için stüdyoya girdiklerini YouTube resmi Dark Tranquillity kanalında bir video ile açıklamıştır. 23 Ağustos 2008 tarihinde, grubun 1998 yılından beri basgitaristi olan Michael Nicklasson gruptan ayrıldığını açıkladı. Grup, 27 Ağustos'ta yeni basçı arayışlarına başladığını resmi web sayfasından duyurdu. Arayışlar 19 Eylül'de son buldu. Gruba Soilwork grubunun eski gitaristi olan Daniel Antonsson katıldı. Daniel Antonsson, şu anda Dimension Zero grubunda da çalmaktadır. Trakya Üniversitesi Trakya Üniversitesi, Edirne merkezli bir devlet üniversitesidir. 1973 senesinde İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp fakültesine bağlı Edirne Tıp fakültesiyle ilk adımları atılan, 20 Temmuz 1982’de kuruluşunu tamamlayan Trakya Üniversitesi 12 fakültesi, 4 enstitüsü, 6 yüksekokulu, 10 meslek yüksekokulu, 1 konservatuvarı, 28 uygulama ve araştırma merkezi, 1 anaokulu, 4 bölümü ve 2017 yılı itibarıyla yaklaşık 47 bin öğrencisi vardır. Trakya Üniversitesi Türkiye'nin Balkanlarla olan ilişkilerinin geliştirilmesinde bölge üniversitesi rolünü üstlenmiştir. Sadece bilimsel gelişmelerle değil; kültürel, sanatsal ve sportif başarılarla da adından söz ettiren Trakya Üniversitesi, Trakya Bölgesi’nde kara, su, toprak kirliliği başta olmak üzere çevre problemlerini araştırmak, kontrol etmek, çözüm önerileri üretmek amacı ile sanayi çevreleri, yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri, kamu kurum ve kuruluşları ile görüşmelerde bulunan ve Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı Projesini başarıyla tamamlayıp Çevre Bakanlığı’na sunan, Avrupa Konseyi 2004 Yılı Avrupa Müze Ödülü ile müzecilik anlamında çok ciddi adımlar atan ve Türkiye'nin tüm dünyada adının duyulmasında etkin rol oynayan bir üniversitedir; ayrıca Türkiye’de ilk defa öğrenci temsilciliği seçimi yapılan üç üniversiteden biridir. Araştırma Görevlisi ve Öğrenci Temsilciliği Sistemi ile seçilen öğrenciler ve araştırma görevlileri senato ve yönetim kurullarında öğrencilerin ve araştırma görevlilerinin fikirlerini ve isteklerini iletme olanağına sahiptir. Üniversitenin Tıp, Biyoloji, Mühendislik ve Tarih Bölümleri yüksek standartlara sahiptir. Arnavutça Arnavutça ("gjuha shqipe", "gûha şkîpe" veya "cuha şçipe"), Arnavutların konuştuğu dil. Hint-Avrupa dil ailesi içinde özgün bükümlü ve eklemeli bir dildir. Roma'nın 5. yüzyılda Gotlarca yıkılması sonrasındaki İllirya bölgesindeki Slav işgali sonucu Slav dilleri ile yakınlaşan Arnavutçaya 1000 yıldan fazla Doğu Roma (Bizans) yönetimi sonucu Yunanca ve ayrıca 432 yıl süren Osmanlı yönetimi sonucu Türkçe ve Arapça kelimeler de girmiştir. Ancak en çok etkilendiği dil Orta Çağ boyunca yönetiminde bulunduğu Venedik sebebiyle Latincedir.Arnavutça'nın fonetik yapısı ,Almanca,İtalyanca,Rusça,Fransızca ve Yunanca 'nın karışımından oluşan bir yapıya sahiptir. Günümüz modern Arnavutçasında Latince kökenli sözcüklerin sayısı giderek artmaktadır. Modern Arnavutça, ulusal Arnavut eğitim politikası gereğince Osmanlı döneminde Türkçe ve Arapçadan geçen sözcüklerden neredeyse tamamen arındırılmıştır. Türkçeden Arnavutçaya geçen, ama resmi Arnavutça yazışmalarda kullanılmayan sözcükler listesi: Kurban (müzik grubu) Kurban Türk rock grubu. Kurban 1995 yılında "Outside" adı ile kuruldu. Bu isim altında İngilizce şarkılar çaldılar. 1997 yılında grubun ismini Kurban olarak değiştirdiler ve aynı yıl Roxy Müzik Yarışması'na katılarak 3. oldular. 1999 yılının Ocak ayında ilk albümleri olan Kurban'ı piyasaya sürdüler. 1999 yılında Metallica'nın Ali Sami Yen Stadyumu'nda verdikleri konserde alt grup olarak konser verdiler. Ardından gitaristleri Umut Gökçen'in Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşmesi ile Özgür Kankaynar ile yola devam kararı aldılar. 2000 yılında Fasulye filminin müziğini yaptılar. 2004’de Sert ve 2005’de İnsanlar albümleri ile müzik hayatlarına devam ettiler. Rockİstanbul 2005'te Megadeth'in alt grubu olarak konser verdiler. Grup Haziran 2005 tarihinde dağıldığını açıkladı. Dağılmanın ardından Deniz Yılmaz Panik isimli grupla, davulcu Burak Gürpınar Athena'yla, basçı Kerem Tüzün Demir Demirkan'la, gitarist Özgür Kankaynar ise Fransa'da So Loud ve birçok grupla sahne aldı. Grubun bir akustik albüm projesi vardı, fakat dağılmaları sonucu bunu gerçekleştiremediler. Kurban 31 Aralık 2006 tarihinde tekrar bir araya geldiklerini açıkladı. Tekrar birleşmelerinin ardından çeşitli şehirlerde konser verdiler. 2007’nin ilk aylarında turneye çıkan Kurban, solist Deniz Yılmaz'ın askere gitmesiyle 25 Şubat 'den sonra 15 aylık bir ara verdi, onun askerden dönüşü ile birlikte konserlerine tekrar başladı. 2009 yılında çeşitli üniversitelerin bahar şenliklerinde bir dizi konser veren grup 2010’da çıkaracakları albümü de tanıttı. Kurban, Sahip isimli 4. albümünü 23 Mart 2010'da yayımladı. Bu albüm Kurban'ın tekrar bir araya geldikten sonra çıkardığı ilk albümdür. Rock'n Coke 2011'de ana sahnede çaldılar. 30 Ekim 2011'de Van depremi ertesi Küçükçiftlik Park'ta yapılan Van İçin Rock yardım konserinde 40 rock grubu ve müzisyeni ile birlikte yer aldılar. 2012 yılında Usulca adlı single'ı yayımladılar. 2014 yılında "Müslüm Gürses Baba Şarkılar" albümünde "Felek Bile Ağladı" adlı şarkıyı yorumladılar. 2014 sonbaharında "Nafile" adlı single'ı, 2015 yılında "İyi Ol" adlı single'ı yayımladılar. Kurban (anlam ayrımı) Kurban sözcüğü ile aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir: Telif feragatı Telif feragatı (İng. copyleft), telif hakkı (İng. "copyright") teriminin zıt anlamlısıdır. Eserin telif haklarının belirli bölümlerinden, eser sahibi tarafından belirtilen şartlar altında feragat edilmiş olduğuna işaret eder. Hukuki anlamda telif feragatı, aslında "telif hakları" kavramıyla tanınan hakların taraflar arası düzenlenen bir sözleşme yerine, bir tarafı anonim olan bir sözleşme ile paylaşılması anlamına gelir. Herhangi bir telif müsaadeli sözleşme (ki bunlar genelde lisans olarak geçer) ile yayınlanmış olan ve fikri mülkiyeti haiz herhangi bir ürün aslında telif hakları şartlarına bağlı; ancak yazarının önerdiği sözleşme şartlarına bağlı kalındığı sürece haklar alıcı tarafından sağlanmış demektir. Ürünü kullanan, yayınlanmış olan lisans anlaşmasına uymadığında hukuk nezdinde telif hakları yazar tarafından kullanılabilmektedir. Tersi ele alınırsa, telif feragatlı bir lisans ile yayınlanmış olan herhangi bir ürünün kullanıcısı, yazarı tarafından hukuki işleme tabii tutulduğunda söz konusu lisans anlaşmasının yazar tarafından belirli hakların sağlanması a
macıyla sunulduğunu göstererek kendi haklarını koruma olanağına sahiptir. GNU Tasarısı'na göre; "Telif feragatı, bir yazılımı veya başka bir çalışmayı, tüm değiştirilmiş ve genişletilmiş sürümleri ile birlikte özgür yapmak" demektir. Bu kavram GPL, LGPL gibi telif feragatlı lisanslarla garanti altına alınmaktadır. Telif feragatı (copyleft) kavramı ilk kez 1985 yılında Richard Stallman tarafından GNU Manifestosu'nda ortaya konulmuştur. Eozinofil Eozinofil, "eozinofil granülosit" veya "asidofil" olarak da adlandırılan lökosit hücresi. Granülosittir. Parazitlerce oluşturulan enfeksiyonlarla savaşırlar. Sahip oldukları granüller "eozin" isimli asidik boyayı tuttuğu için eozinofil olarak adlandırılmışlardır. Eozinofiller tüm lökositlerin %2.3'ünü oluştururlar. Ortalama 10-12 μm büyüklüğündedirler. Çekirdekleri iki lobludur Spesifik granüller Major Basic Protein (MBC) adlı protein içerir. Bu protein granüllerin eozinofilik olmasının başlıca sebebidir. Bu proteinin parazitlere karşı etkili olduğu düşünülmektedir. Kandaki değerlerinin sayıca artmasına Eozinofili denir. Eozinofili, alerjik reaksiyonlarda ve paraziter infeksiyonlarda kendini gösterir. Venom (çizgi roman) Venom, sadece simbiyoz hâlinde yaşayabilen, organik bir kostüme benzetilebilecek uzaylı bir canlıdır. Örümcek Adam çizgi romanında ve çizgi filminde en çok Eddie Brock ile simbiyoz hâlinde göründüğü için bu karakterle özdeşleşleştirilse de, aslında başlı başına bir yaşam formudur. Anlamı ""zehir""dir. Karakterin isminin Venom olmasının mantığı örümceğin öfkelendiğinde zehirini akıtmasıdır ve Venom'un en belirgin özelliği de öfkesidir. Örümcek Adam, ""gizli savaşlar"" olarak anılan, hemen hemen tüm ""süper kahraman"" ("superhero") ve ""supervillain"" karakterlerin katıldığı büyük bir savaştan dönerken, siyah bir balçığı yanında getirir. Bunun ne olduğunu anlamaz. Bilinen Örümcek Adam kostümü siyah renk olur ve ortasında beyaz, büyük bir örümcek logosu olan belirir, bu kıyafet Örümcek Adam'ın yeteneklerini şiddetlendirmektedir. Giysiye dönüşebilir ya da bir şekilde gizlenerek, mihmandarının simbiyoza geçmeden önceki hâli ile görünmesini sağlayabilir. Organik, bitmeyen ağlar atabilir. Örümcek Adam her uyandığında yorgun olarak kalkıyordu. Uzun zaman geçmeden nedenini anladı; kıyafet onu o uyurken dışarı gezmeye çıkarıyordu. Örümcek Adam, Fantastik Dörtlü üyesi Reed Richards'a gider. Mr. Fantastic, Örümcek Adam'a bu kıyafetin aslında canlı bir organizma, bir "simbiyot" olduğunu, hemen kurtulması gerektiğini, aksi takdirde Örümcek Adamın "simbiyot"'un hakimiyetine gireceğini söyler. Reed, simbiyozu sonik titreşimler ile Örümcek Adam'ın üzerinden çıkartır ve bir yere kapatır. Ancak organizma oradan kaçar ve tekrar Peter Parker ile birleşir. "Peter", bu kıyafetten kurtulmak için bir çan kulesine gider. Eddie Brock, hayatını kazanmak ve geleceğini hazırlamak istemektedir ancak, Eddie profesyonel anlamda yetenekli olduğundan "Daily Bugle" gazetesinde serbest fotoğrafçılığa başlar. Ayrıca kendini bildiğinden beri Komiser'in kızı ve Peter Parker'la aynı okulda olan Gwen Stacy'ye aşıktır. Sam Raimi'nin çektiği Örümcek Adam 3'te Peter, Eddie'nin elinden her şeyini almıştır, önce işini sonra da Gwen'i. Eddie, Peter'ın başarısını kıskanıyordur, ayrıca Örümcek Adam'la karşılaşmalarının bugüne kadar hep kötü geçmesi sonucu Örümcek Adam'ın onun hayatını mahvettiğini düşünmektedir. Bir çan kulesine, dua etmeye gider, dileği; Örümcek Adam'ı yok etmek için güçtür. Eddie dua ederken, Örümcek Adam, simbiyot'u çan kulesinin sesi ile üstünden çıkarmıştır. Simbiyot öldü sanmaktadır, fakat ölmemiştir. Eddie tam duasını ederken, simbiyotla birleşmiştir. Simbiyot'un ve Eddie'nin nefretleri birleşmiştir. Artık Örümcek Adam'ın yegâne düşmanı oluşmuştur; "Venom". Simbiyozun Eddie'yi tercih etmesinin sebebi Eddie'nin Peter Parker'a olan öfkesidir. Ayrıca Eddie, kanser tedavisi gördüğü sırada çok fazla adrenealin içeren hap kullanmıştır. Simbiyoz da ancak adrenalin ile yaşayabilmektedir Bu nedenle Eddie Brock'u tercih etmiştir.. Simbiyoz bulaştığı kişiyi kötü olmaya zorlar ve insan üstü güçler verir. Örümcek Adam'ın en ama en azılı düşmanıdır. Venom'un güçleri arasında kamuflaj ve ağırlığının yaklaşık 250 katını kaldırabilmek vardır, ayrıca simbiyoz önce Peter Parker'la birleştiğinden Peter Parker ile ilgili her türlü sırrı bilir. Bu nedenle Venom'un en büyük silahı Örümcek Adam'ın örümcek hissi ve refleksinin ona karşı işe yaramamasıdır. Venom, Örümcek Adam'ı öldürmek üzeredir. Peter, yukarıda duran metal boruları görünce onlardan büyük bir diyapozom oluşturup Venom'u öldürür. Yine de Venom çizgiroman hikâyelerine bakacak olursak Peter Parker'ın kötü biri olmadığını anladıktan sonra onunla ortak bile olur, tabi bu ortaklık çok sürmez. Venom, "Ultimate Spider Man" serisinde ölmez ve yakalanamaz. Çünkü birlikte yaşadığı simbiyoz ona çok büyük bir acı verir. Belli bir süre kendi benliğini unutur ve beslenmek için insan enerjisine ihtiyaç duyar ki, yine aynı serideki Carnage karakteri ("Robert Parker'ın Peter Parker'a verdiği kötü dna'lar ile oluşan simbiyoz") Gwen Stacy'yi yer. Bu Peter için de Eddie için de mutsuz bir sondur. Venom kendini kötülerle savaşan biri haline çevirir, suçlulara kendi usulü cezalar verir ancak en kötü hissettiği şey Carnage'dir. Carnage gerçek adı Celtus Kassady olan 37 kişiyi öldürüp hapse giren bir azılı katildir. Venom'un simbiyoz'u ve Peter Parker'ın DNAlarından oluşan bir kostüm giydiği için Venom da Örümcek Adam da Carnage'e karşı büyük bir sorumluluk taşır. Venom birçok kez Örümcek Adam'ı öldürme şansı bulmuştur fakat Eddie Brock simbiyoz ile baş etmesi gerektiğini düşünerek kendine engel olmuştur. Uzun yıllar sonra Eddie Brock kanser olur. Kendisinin iyi bir insan olduğunu ve kimseye zarar vermediğini bunları yapanın simbiyot olduğunu söyler. Simbiyot Eddie'yi güçsüz bulduğu için onunla olan bağını koparmak ister ama Eddie bu kadar zaman boyunca simbiyotla yaşadığı için Venoma %100 bağlanmıştır. Zorlada olsa Eddie bu talebi kabul ederek simbiyotu açık arttırmayla mafya babası Don Fortunato'ya satar. Don ise simbiyotu mafya aleminde hor görülen oğlu Angeloya verir. Angelo simbiyotun hafızası sayesinde Örümcek Adamın kim olduğunu öğrenir ve çevresindekilere zarar verir. Masum insanları öldürdükten sonra polis Angeloyu yakalar ama Angelo kaçar. Simbiyot ise Angeloyu bir korkak olarak görür ve havadayken Angelodan ayrılır.Uzun bir arayıştan sonra simbiyot 'Scorpion' Mac Gargan'a gider ve onu yeni Venom yapar. Mac Gargan Venomken eski akrep üstündeki kuyruğu taklit edebilir.Bu yüzden Spider Man ona Veno-rpion der. Eddie Brock son duasını ederken Dr. Negative onu Anti-Venom yapar. Eddie yeni güçlerini iyilik için kullanmayı seçer ve Spider Man ile birlikte Venomu yenerler. Güçleri kaybolan Gargan ise kendine yeni bir kostüm yaptırır. Eski kostümüne nazaran bu kostümünde akrep kıskaçlarıda vardır. Marvel Şubat 2011 de yeni Venomun Eugene 'Flash' Thompson olacağını duyurmuştur. Diğerleriyle farkı bu Venom daha çok askeri bir imaj verilerek dizayn edilmiş bir kostümdür. Bacakları kopan Flash için simbiyot ona bir çift bacak yapar. Simbiyota fazla bağlanmaması için Flash sadece birkaç saat simbiyotla kalabilir. Flash Thompson Venoma %1 bağımlıdır. Beta-lizin Beta-lizin, (kan) plazmasında ve gözyaşında bulunan, bazı bakterileri yok edebilen bir madde. Kurban Kurban, ilah olarak kabul edilen ya da yüceltilmiş bir varlığa sunulmak üzere kesilen canlı hayvan. Bir dileğin gerçekleşmesi için sunulan kurbana ise adak denir. Antik çağlardan beri tanrıları veya yüce kabul edilen varlıkları memnun etmek, felaketlerden korunma ve benzeri amaçlar doğrultusunda insanlar ve hayvanlar kurban edilmiştir. Ancak kurbanın, bazı dönem ve uygarlıklarda sadece tapılan ilaha değil aynı zamanda libasyon yani sıvı adağı ile ölülere de sunulduğu bilinmektedir. Bu libasyon törenlerinde şarap ve çeşitli bira gibi sıvıların kullanılmasının yanı sıra taze insan kanı da kullanılmıştır. Türk Dili'nin en eski ve değerli sözlüklerinden Divânu Lügati't-Türk'te kurban karşılığı olarak ""yagış"" kelimesi geçmektedir. "يغش "Yagış", İslam'dan evvel Türkler'in adak için, yahut tanrılara yakınlık elde etmek için kestikleri kurban" olarak tanımlanır. Yine aynı eserde ıdhuk ("ıduk") kelimesi geçmektedir. "اذق "Idhuk": Kutlu ve mübarek olan her nesne. Bırakılan her hayvana bu ad verilir. Bu hayvana yük vurulmaz, sütü sağılmaz, yünü kırkılmaz; sahibinin yaptığı bir adak için saklanır." şeklinde tanımlanmıştır. Kurban kelimesinin, Türkçeye Farsçadan, Farsçaya ise Arapçadan dan geçtiği ve Arapça krb (yakın olma)dan türediği düşünülse de Arapçada -an eki olmayışı sebebiyle, "kurban" sözcüğünün İbranicedeki "korban" (קרבן) sözcüğünden alındığı düşünülebilir. Arapçada kurban için hedy (hediye)sözcüğü kullanılır. Antik Yahudilerin komşuları olan Ammonilerin korkunç ilahları Molek kullarından canlı kurbanlar istemektedir. Bu kurbanlar Molek’e yakılarak sunulur. Kurban törenleri Geben Hinnom (cehennem ya da Hinnom vadisi) da yapılır. Daha sonra Geben Hinnom cehennem’e, Molek ise Malik’ ve melek’e dönüşür. Herodot'a göre, Antik Mısır'da domuzun kötü kokması, hasatlara saldırması nedeniyle ne domuzlar ne de domuz çobanları sevilirdi. Nitekim, Antik Mısır'da domuz da kurban edilen hayvanlar arasındaydı. Antik Mısır'da en göze çarpan kurban etme eylemlerinden biri de insanların kurban edilmesiydi. Öyle ki, başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere insanlar kurban edilmekteydi. Nil Nehri'ne bırakılan insanlar da aranan ortak özellik masumluktu; bu nedenle özellikle kadın ve çocuklar Nil Nehri'ne bırakılarak kurban edilirdi. Kurban edilecekler arasında bakirelik bir öncelik olarak sayılıyordu. Bakireliğin, saflık ve masumluk anlamı taşıması kurban olarak özellikle bakirelerin seçilmesine önemli bir etkendi. Eski Çağ'da ölen kişinin eşyalarının yanı sıra eşi ve köleleri de kurban edilir ve onlarla birlikte gömülürdü. Antik Yunanistan'da ölülerin mezarlarında hâlâ yaşadıklarına inanı
lır ve onlara düzenli olarak sunu takdim edilirdi. Örneğin; bir kap içinde kan sunulurdu. Kan, hayat demek olduğu için ruhun kanı içince geçici bir canlılığa kavuşacağı fikri hakim idi. Eğer bu ihmal edilir ise, ölülerin çevreye ölüm ve çeşitli hastalıklar salarak intikam alacağı düşünülürdü. Euripides'in İphigenia Tauris'te adlı tragedyasında rahibe, kralın kurban etmek istediği iki yabancının kanla lekeli olduklarını ve arınmaları gerektiğini söyler. Çeşme suyundan mı, yoksa okyanus dalgalarından mı? diye sorar kral. ""Tuzlu deniz"" diye cevap verir rahibe, bütün pislikleri temizler. Sadece kurban olunanın değil, kurban edenin de temizlenmesi gerekir. Eğer yakarıcı, tanrıdan bir şey elde etmek istiyorsa yere kapanarak ya da ellerini göğe doğru kaldırarak ona, törelere uygun biçimde yakarır, belli kelimeler kullanırdı; çünkü büyüden pek az farkı olan duanın, büyülü bir gücü vardı. Genel olarak büyüyle birlikte adak adanırdı; çünkü her şeye rağmen insan olan tanrıların gönülleri armağanlarla alınabilirdi. Zeus İlyada'da "Hektor bana, çok kıvrımlı İda tepelerinde ve büyük kentte birçok yanık öküz armağan etti; bu yüzden yüreğim ona acıyor" diyerek, Hektor'u yaklaşmakta olan ölümden kurtarmayı düşünür. Dolayısıyla, karşılaştığında lütuflar elde etmeyi uman insanlar tanrılara yiyecek ve içecek ya da kurbanın hoş kokusunu sunmak durumundaydılar. Mikenlerin günlük yaşamlarında kullandıkları gıda maddeleri ve hayvanları kurban sunusu olarak kullandığı bilinmektedir. Metinsel veri niteliğindeki Pylos'ta ele geçen tabletler neticesinde, denizlerin hakimi tanrı Poseidon'a yapılan sunuların listesi bunu göstermektedir. Kurban olarak sunulan boğa ve keçinin yanı sıra libasyon sunuları sırasında un, şarap ve bal gibi gıdalarında kullanıldığı bilinmektedir. Özellikle ritüeller arasında önemli bir yer tutan libasyon törenlerinde bir kap içindeki kan ya da sıvı yere doğru akıtılmaktadır. Bu sunular arasında koyun postları da göze çarpmaktadır. Diğer tabletlerden anlaşıldığı üzere kurbanlar arasında inek, dişi evcil domuz ve yaban domuzları bulunmaktadır; özellikle dişi hayvanlar kurban olarak seçilmişlerdir. Lineer B metinlerinde sunulan sıvılar altın kapların içerisindedir. Bu törenler sırasında elinde altın kaplarla tanrıya yaklaşan insanlar da kurban olarak tanrılara sunulmuştur. Mikenlerdeki cenaze törenlerinde ise günümüzde bazı toplumlardaki cenaze sonrası kurban kesme adetine benzer bir biçimde gerçekleştirilmiş sunularda çok sayıda hayvan da kurban edilmiştir. Kült merkezlerinde bulunan sunak ve hayvan kemikleri kurban törenlerinin yaygınlığını açıkça ortaya koymaktadır. Hagia Triada lahdinin üzerindeki sahneler, özellikle kadınların ön planda olduğu libasyon törenlerinde ellerinde kan dolu bir kapı tutan kadının sıvıyı akıtışını göstermektedir. Aztekler ve Mayalar için Venüs, tehlikeli bir göksel güçtü. Aztekler onu, sabah yıldızı olarak yeniden belirdiği günlerde kurban edilen tutsakların kanıyla besliyorlardı. 1200 yıl önce Maya ve Toltek unsurlarının karışımıyla oluşan melez kültürün gaddar törenlere olan düşkünlüğü, bölgede bir istisna değildir. Meksika’da yeşeren bütün büyük uygarlıkların insan kurbanını törenleştirdikleri biliniyor. Ayrıca bu törenlerin yüzyıllar boyunca şiddetini artırarak varlığını sürdürmesi şaşırtıcıdır. “Göksel korku” altında yapılan bu törenlerde tapınakların çoğu fiili olarak birer mezbahaya dönüşmüş, rahiplerin ellerindeki taş bıçaklarla kalpler canlı canlı yerinden sökülmüş; kimi zaman da sunak (Orta Amerika piramitleri) larda kafalar kesilmiştir. Eski Mezopotamya'da kurban ritüelinin sıklıkla yapıldığı bilinmektedir. İnsanların, başlarına bir uğursuzluk gelme ihtimaline karşı tedbir olarak hayvanları adak olarak adadıkları bilinmektedir. Kimi zamansa kestikleri kurban sayesinde günahlarının temizleneceğine dair olan inanışları sebebiyle çeşitli hayvanları kurban etmişlerdir. Mezopotamya'da gerek tanrının azabından korkma, gerekse hayvanların tanrının birer besini olarak algılanması dolayısıyla, tanrıyı doyurmak amaçlı kurban kesilmiştir. Bu ve benzeri korkular Mezopotamya'daki kurban kesme ritüelinin daha ciddi bir hâl almasına neden olmuştur. Sümerlerde en değerli kurban olarak görülen kuzunun yanı sıra yabani ve evcil domuz dahil olmak üzere diğer hayvanlar da kurban edilirdi. Ancak yabani ve evcil domuz daha çok, bir hastanın iyileşebilmesi maksadıyla kurban edilirdi. Sümerlerde günümüze benzer bir şekilde kurban kesiminden hemen önce kesilecek hayvanın kulağına doğru yaklaşılıp dua okunurdu. Uruk'taki Anu tapınağında bir tabletteki kayıtlar, Sümerlerde bazı hayvanların bazı tanrıların sofrasında yer almasının yasak olduğunu göstermektedir. Hititlerde insanlar tanrılara kurban kesip yalvarır ve karşılığında da tanrıların onları düşmanlardan, hastalıktan koruduğuna inanılırdı. Antik İsrail'de kurbanların merkeziyeti açıktır; Tora'nın genelinde ve özellikle Levililer kitabının başlangıç konularında kurban sunuları metotlarıyla ilgili detaylı bilgiler aktarılır. Kurbanlar ya kanlı kurbanlardır (hayvan) ya da kansız sunulardır (tahıl ve şarap). Kanlı kurbanlar, hayvanın tamamının yakıldığı "yakımlık sunular" (), hayvanın bir kısmının yakıldığı ve bir kısmının rahibe verildiği "kusur sunuları", ve yine sadece hayvanın bir kısmının yakıldığı "barış sunuları" olarak kategorilere ayrılır. Peygamberlerin dile getirdiğine göre, kurban etme eylemine kişinin dahili ahlak ve iyiliği eşlik etmelidir. Kudüs Tapınağı yıkıldıktan sonra, Samiriler dışındaki Yahudiler ayinsel kurban sunmayı bıraktı. Ortaçağ Yahudi rasyonalisti Rambam, Tanrı'nın gözünde kurbanın, dua ve felsefi meditasyon kadar değeri olmadığını dile getirir. Tanrı, komşu pagan kabilelerin tanrılarıyla iletişime geçmek için kurban yöntemi kullandığından, İsrailoğulları'nın hayvan kurban edilmesine alışık olduğunu bilmektedir; dolayısıyla Rambam'ın görüşüne göre Tanrı ile insan arasında iletişim kurmanın İsrailoğulları tarafından kurban kesmekten geçtiğinin düşünülmesi doğaldır. Rambam'a göre, Tanrı'nın kurban kesilmesine izin vermesi, insanın psikolojik sınırlarına ayrıcalık tanımasından kaynaklanmaktadır. İsrailoğullarının pagan ibadetlerinden dua ve meditasyona bir kerede sıçramasını beklemek gerçekçi olamazdı. Bu konuyla ilgili görüşlerini Şaşkınlara Kılavuz isimli eserinde de dile getirmektedir. Nahmanides gibi çoğu kişi Rambam'ın görüşüne katılmamaktadır ve kurban kesiminin Yahudiliğin merkezi ve ülküsel ibadetlerinden olduğunu dile getirmektedir. MÖ yirmi birinci yüzyıl dolaylarında Kuzey Suriye’den Filistin’e dek uzanan bölge içinde yaşayan Sami kabilerlerde, doğan ilk oğul Tanrı’ya kurban edilir ve yakılırdı. İbrahimle birlikte, İbrani toplumunda bu uygulamaya son verildiği biliniyor. Tora ve Tanah'ta İsrailoğullarının insan kurbanına aşina olduğu anlatılır ve buna en önemli örnek İbrahim'in oğlu İshak'ı neredeyse kurban etmesidir. Bunun yanı sıra, Yiftah'ın kızını kurban ettiği, Moav kralının varisi olan oğlunu yakmalık sunu olarak sunduğu, Mika kitabında birinin 'günahlarım için ilk doğan oğlumu kurban edeyim mi?' diye sorduğu anlatılır. Yeremya kitabında çocuk kurbanının tiksinilecek bir şey olduğundan bahsedilir. İslam'da kurban, Kurban Bayramı'nda fıkıhçılar tarafından tespit edilen belirli nitelikleri taşıyan hayvanlardan birini, uygun koşullar dahilinde mümkünse kesim için, hayvanı keserek yapılan bir ibadettir. Kurban kesmek Kur'ân'da farzdır. Hanefi mezhebinde vacip, diğer sünni mezheplere göre sünnettir. Kurban etinin kesen aile tarafından tüketilebileceği fakat kabul olması için belli kısmı kesinlikle ihtiyacı olan kişilere, fakirlere dağıtılmalıdır. Kurbanın geçerli olması için kurbanı kestiren kişiler bakmasa bile kesilirken kurbanın yanında olmalıdır. Eğer kesilen bölgede herkesin maddi durumu iyi ise kurban kabul olmaz, gereksiz tüketimden dolayı israf ve günaha girer. Kurban bayramında kesilen kurban üçe taksim edilir. En az üçte biri yoksullara, diğer üçte biri ziyarete gelen komşu, dost, akrabaya ikram edilir, geriye kalan kısmı kişinin ailesi yiyebilir. Kesilen bölgede çok yoksul varsa tamamı fakirlere dağıtılmalıdır. Eğer bölgede kurban eti dağıtacak yoksullar yoksa kurban kesimi günahtır. Hanefi mezhebinde kurban ibadetinin vakti kurban bayramının birinci günü bayram namazı kılındıktan sonra başlar ve bayramın üçüncü günü güneş batıncaya kadar devam eder.Şafii mezhebinde ise bayramın dördüncü gününde de bu ibadet ifa edilebilir. Bu ibadet için en faziletli vakit ise bayramın ilk günüdür.Bu kurbanın etinden ibadeti yapan ve akrabaları dahil herkes yiyebilir. Kurban yalnızca Kurban Bayramı'nda kesilmez. Adak veya şükretmek için de kurban kesilebilir. Adak kurbanının eti fıkıhta usul diye tabir edilen kişinin annesi,babası,dedeleri ve onların eşleri tarafından yenilemediği gibi kişinin füru diye tabir edilen çocuğu ve torunları tarafından da yenilemez bu hayvanın etini bunların dışında kalan fakirler ve yoksullar tüketebilir. Lizozim Lizozim, muramidaz veya N-asetilmuramit glikanhidrolaz, tükürük, gözyaşı, ter ve mukus gibi vücut salgılarında bulunan glikozit hidrolaz cinsi bir enzim. Bazı bakterileri yok edebilir. Bakterilerin hücre duvarını parçalayan bir enzim olan lizozim, bağışıklık sisteminin bir unsurudur, bakteriyel enfeksiyon riskini azaltır. Alexander Fleming tarafından 1922'de tanımlanmıştır. 1965 yılında kristalografi ile yapısı çözümlenmiştir, yapısı çözümlenen ilk enzim niteliğini taşımaktadır. Estonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Estonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, kısaca: Estonya SSC (Estonca: Eesti Nõukogude Sotsialistlik Vabariik, kısaca: Eesti NSV), II. Dünya Savaşı sırasında, 21 Haziran 1940'ta Sovyetler Birliği'ne katılan bir cumhuriyettir. Kısa bir süre sonra bağımsızlığını ilan eden ülke 6 Ağustos 1940'ta tekrar Sovyetler'e katılmıştır. 1941'de Almanya tarafından işgal edilen ülke 1944'te Sovyet askerleri tarafından tekrar alınmıştır. Estonya'nın bağımsızlığı döneminde Narva'nın bir parçası olan Jaanilinn, 1945'in Ocak ayında Rusya SFSC'nin Leningrad iline
bağlanmış ve İvangorod isimini almış ve 1954'te kent statüsü kazanmıştır. ABD, Birleşik Krallık, Türkiye ve diğer bazı batı ülkeleri Estonya'daki Sovyet egemenliğini kabul etmemiş, bu ülke ile diplomatik ilişkilerini bağımsız bir devlet statüsünde devam ettirmiştir. Estonya SSC, 20 Ağustos 1991'de, Sovyetler'in dağılma sürecinde, ülkedeki ayaklanmalar ardından resmen ve fiilen Sovyetler Birliği'nden ayrılmış ve Estonya Cumhuriyeti kurulmuştur. Fourier analizi Fourier analizi, tabiataki bütün periyodik fonksiyonları birbirine dik iki farklı periodik fonksiyonun artan frekanslardaki değerlerinin dik toplamı şeklinde gösterilebilir. Fourier, bu toplamı sinüs ve kosinüs fonksiyonlarını kullanarak göstermiştir. Günümüzde Euler bağıntısı kullanılarak sinüs ve kosinüs fonksiyonları yerine kompleks üslü sayılar kullanılmaktadır. Fonksiyonların komplex üslü sayıların toplamı olarak gösterilmesine Fourier serisi gösterimi denir. Fourier açılımı sayesinde fonksiyonların frekansı kolaylıkla belirlenebilir. Bu yaklaşım farklı periyotlarda girdiye maruz kalan sistemlerin çıktısını ve çıktısının frekansını belirlemekte kolaylık sağlar. Fourier, söz konusu seri açılımını iki farklı yüzeyi farklı ısılarda olan katı bir cismin sıcaklık dağılımını hesaplamak için kullanmıştır. Bu yaklaşım, yoğun bir işlem çabası gerektirdiğinden ve sonuçta yaklaşık sonuç verdiğinden kullanılmamaktadır. Günümüzde Fourier analizi bilgi ve sinyal işleme ve titreşim analizinde kullanılmaktadır. Mary Shelley Mary Wollstonecraft Godwin Shelley (d. 30 Ağustos 1797 - ö. 1 Şubat 1851), yazdığı romanlarla ünlü İngiliz yazar. 1797 yılında Londra'da doğdu. Babası William Godwin, radikal siyasal görüşleriyle tanınan bir yazar, annesi Mary Wollstonecraft ise dönemin etkili bir kadın hakları savunucusuydu. Annesi doğumu sırasında ölünce, babası tarafından büyütüldü ve doğal olarak ondan ve arkadaş çevresinden oldukça etkilendi. Bu şartlar altında edebiyat ve felsefe'nin başlıca ilgi alanları olması kaçınılmazdı. Çocukluğunun büyük bölümünü kitap okuyarak, hikâyeler yazarak geçiren Mary 1814'de, dönemin en gözde romantik şairlerinden Percy Bysshe Shelley'e aşık oldu. Percy Shelley'in evli olması nedeniyle İsviçre'ye kaçmak zorunda kaldıklarında Mary henüz 17 yaşındaydı. Babası William Godwin bu ilişkiye karşı çıktı. İki sevgili, Percy'nin eşinin 1816'da ölümünden sonra Londra'ya dönüp evlenebildiler. Ardından İtalya'ya yerleştiler. Frankenstein'in düşüncesi; Mary'de, 1816 yazında yarı uyanık olarak gördüğü bir kâbus sebebiyle oluştu ve hikâyeyi geliştirmesi için eşi tarafından desteklendi. Frankenstein ya da Modern Prometheus 1818 başlarında yayımlandı. Romanın doğuşunda, İngiltere'deki sanayi devriminin, Locke ve Hobbes gibi düşünürlerin etkisini de görmek mümkündür.1822 yılında eşini bir tekne kazasında kaybeden Mary, Londra'ya döndü ve 1851 yılında ölünceye kadar profesyonel yazarlık yaptı. Frankenstein; kuşaktan kuşağa bir korku klasiği olarak aktarılsa da, öyküde doğrudan korkuya yapılan bir gönderme yoktur aslında. Katil, canavar denilen yaratık ve yaratıcısı Dr. Frankenstein kurbandır aslında. Modern çağa ve rasyonel aklın egemenliğine karşı romantik başkaldırının metaforudur onlar. Yani toplum dışına itilen, kendi savaşını veren ve bu savaşta yenilen farklı insanların acıklı öyküsüdür. Daha çok Frankenstein ile anılan Mary Shelley ayrıca, "Lodore", "Falkner" ( 1837 ), "Perkin Warbeck" ve insanlığın yavaş yavaş yok oluşunu inceleyen ve 1826 da yayımlanan apokaliptik bir roman olan "The Last Man"'in de yazarıdır. II. Viyana Kuşatması II. Viyana Kuşatması ya da Viyana Bozgunu, 1683 yılında IV. Mehmet devrinde Osmanlı İmparatorluğu'nun Viyana'yı kuşatması ile gerçekleşti. 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya Arşidüklüğü arasında yapılan savaşların en uzun süreni bu kuşatma ile başladı. Avusturya, yönetimi altındaki Macarlara iyi davranmıyor, onları ağır vergilerle eziyordu. Ayrıca mezhep hürriyeti de tanımıyordu. Macarlar, baskılara daha fazla dayanamayınca Tökeli İmre'nin önderliğinde ayaklandılar. Kendi güçleriyle başarılı olamayacaklarını anladıklarından Osmanlı İmparatorluğundan yardım istediler. Politik nedenlerden dolayı Osmanlı İmparatorluğu uzun yıllardır Macaristan'da ve Avusturya'da Katolik olmayan azınlığa yardımda bulunuyordu. Osmanlılar zaten Tökeli İmre'yi yukarı Macaristan kralı olarak tanıyorlardı. Henüz kuşatmadan önce Osmanlı İmparatorluğu ve Habsburglar arasında Vasvar Antlaşması'nın bir sonucu olarak yirmi yıllık bir barış sözleşmesi vardı. 1681 ve 1682'de Tökeli İmre ile Habsburglar arasındaki sınır çatışması şiddetini artırdı. Habsburg kuvvetlerinin merkezi Macaristan içlerine tecavüz etmeleri, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya Osmanlı ordusunu sefere çıkarmak için IV. Mehmet ve divanını ikna etmek için önemli bir gerekçe oldu. Padişah IV. Mehmet, Kara Mustafa Paşa'ya Yanıkkale (Raab) ve Komarom kalelerine (ikisi de Kuzeybatı Macaristan'da) operasyon yapmaya ve onları kuşatmaya izin verdi. Osmanlı ordusu 21 Ocak 1682'de seferber edildi. 6 Ağustos 1682'de de savaş ilan edildi. Viyana, Doğu Akdeniz-Almanya ticaret yolu üzerinde oluşu, Tuna üzerinde iç kontrol noktası olması gibi nedenler yüzünden Osmanlı İmparatorluğu'nun stratejik hedeflerinin tam ortasındaydı. Kuşatma için büyük hazırlıklar yapıldı; Avusturya'ya ve lojistik merkezlere giden yollar tamir edildi; yenileri inşa edildi. Cephane, mühimmat, top ve diğer kaynaklar imparatorluğun her yanından bu lojistik merkezlere ve Balkanlar'ın içlerine gönderilmesi yapıldı. Lojistik zamanı, Ağustos ve Eylül 1682'de bir istilaya başlamanın mümkün olmadığını ifade ediyordu. Üç aylık bir seferde Osmanlılar kışın Viyana'da olacaklardı. Ama seferin başlaması ve hazırlanması için gereken 15 aylık bir sürede de Habsburglar hazırlancak ve diğer Avrupa krallıklarına yardım için başvuracaklardı. Nitekim kış süresinde Habsburglular ve Lehistan bir antlaşma imzaladılar. Antlaşmaya göre Osmanlılar Krakow'a saldırırlarsa Habsburg kuvvetleri Lehistan'a yardıma gelecekti, karşılık olarak da Leh ordusu Viyana'ya bir saldırı olursa yardıma gelecekti. İlkbaharda Mayıs'ın erken zamanında Osmanlı ordusu Belgrad'a ulaştı. Daha sonra Viyana şehrine doğru hareket etti. 7 Temmuz'da 40.000 Tatar kuvveti Viyana'nın 40 km doğusuna vardı. Kuşatma süresince Habsburg imparatoru I. Leopold 80 bin Viyanalı ile şehirden kaçtı ve Linz'e yerleşti. Lehistan kralı Sobieski de 1683 yazında antlaşmadaki yükümlülüğünü yerine getirmek için bir yardım sevkiyatı hazırlıyordu. Osmanlı ordusu 14 Temmuz'da Viyana'yı kuşattı. Artakalan 11.000 askerin, 5.000 sivil ve gönüllünün lideri Graf Ernst Rüdiger von Starhemberg teslim olmayı reddediyordu. Viyanalılar şehrin etrafındaki evleri ve duvarları tahrip ettiler, yıkıntıları temizlediler ve boş bir alan bıraktılar. Kara Mustafa Paşa bu problemi kuvvetlerine şehre doğruca giden hendek kazmalarını emrederek çözdü. Osmanlılar zamanı hesaba almadılar, bununla beraber zaman onların tarafında değildi. Bu noktadaki hataları, savaşın ilanından sonra ordularını birleştirip ilerlememeleri; yardım kuvvetlerinin ulaşmasına izin verdi. Tarihçiler Kara Mustafa Paşa'nın şehri zenginlikleri ve bozulmamış haliyle ele geçirmek istediğini söylemektedir. Viyana'ya ise her anlamda yiyecek desteği kesilmişti. Garnizon ve sivil gönüllüler aşırı kayıplara katlanıyordu. Kışla hizmeti öyle bir problem haline geldi ki Graf Ernst Rudiger von Starhamberg herhangi bir asker nöbette uykuda bulunursa öldürüleceği emrini verdi. Ümitsizlik gittikçe artıyordu. Bu sırada Lorraine dükü V. Charles komutası altında olan imparatorluk kuvvetleri, Macar Tökeli İmre ile Viyana'nın 5 km kuzeydoğusunda, Bisamberg'de çarpışıyorlardı. Kuşatma devam ederken Lehistan Kralı Sobieski'nin 120 bin kişilik yardım kuvvetini, Kırım Hanı Murad Giray Han'ın durduramaması üzerine bu Viyana Kuşatması neticesiz kaldı. Viyana bozgununun sorumluluğunu taşıyan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa idam edildi. Padişah daha sonra düşünüp yapmış olduğu başarılı hizmetlerden dolayı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın başının kesilmesini geri almak istemiş ve ikinci bir emirle affedilmesini emretmiştir. Fakat ikinci emir ulaşana kadar görev verilen ulaklar paşayı idam etmişlerdi. Kesilip gömülen başının üzerine seng-i ibret (ibret taşı) ibaresi konuldu. Osmanlının bu hezimeti Avrupa'da büyük sevinçle karşılandı. Artık Osmanlıların yenilmez olmadıklarını gören Avrupa, karşı hücuma kalkmaya başladı. Psikolojik savaş olarak da Osmanlı üzerinde büyük bir kayıp, Avrupalılarda ise büyük bir kazanç olarak değerlendirildi. Bu savaş sonucunda Osmanlının gerileme devrine girdiği kabul edilmektedir. Böylece Türklerin Sakarya Muharebesi’ne kadar sürecek bir geri çekilme süreci başlamış oldu. Kuşatma sonrası kurulan Kutsal İttifak, Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'na neden oldu. Türk Tuborg Türk Tuborg Bira ve Malt Sanayii A.Ş 1967 yılında İzmir-Pınarbaşı’nda kuruldu. 1969 yılında üretime geçen Türk Tuborg, Türkiye'de özel sektörün ilk birasını Tuborg markasıyla piyasaya sundu. Dünyanın en büyük 5 bira şirketi arasında yer alan 140'ı aşkın ülkede faaliyet gösteren, 40'tan fazla ülkede üretim yapan bir biracılık kuruluşu olan Carlsberg Breweries ve Türk Tuborg’un güçlü iş birliği bulunmaktadır. Türk Tuborg Fabrikası, yılda 36 bin ton malt ve 300 milyon litre bira üretim kapasitesi ile Türkiye’nin en büyük bira fabrikasıdır. İzmir'de bulunan bu fabrika Carlsberg, Tuborg Gold, Tuborg Amber, Tuborg Special, Tuborg Fıçı, Vole, Skol, Troy ve Venüs markalarıyla bira üretmektedir. Ayrıca corona, guinness, hoegaarden, leffe, kilkeny ve weihenstephen biralarınıda ithal etmektedir. Türk Tuborg Bira ve Malt Sanayii A.Ş 22 Ağustos 1967'de İzmir-Pınarbaşı’nda kuruldu. 28 Haziran 1969'da üretime başlayarak, Türkiye’de özel sektörün ilk birası “Tuborg”u piyasaya sundu. Carlsberg Breweries, 31 Mayıs 2001’de Türk Tuborg’un hisselerini satın aldı. Daha sonra Carlsberg vakfı, Türk Tuborg Fabrikası üzerindeki hisselerini İsrail menşel
i International Beer Brewiers Ltd. şirketi aracığıyla eski ortağı İsrailli, Central Bottling Company gurubuna devretti. Ve yalnız Türkiye'de Türk Tuborg tarafından üretilen Carlsberg markası ile üretim lisansını elinde tutmaktadır. . Türk Tuborg Fabrikası, yılda 36 bin ton malt ve 300 milyon litre bira üretim kapasitesi ile Türkiye’nin en büyük bira fabrikasıdır. İç piyasanın yanı sıra, Birleşik Arap Emirlikleri, Arjantin, Azerbaycan, Bahreyn, Kanada, Kongo, İsrail, Fildişi Sahili, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Cibuti, Cezayir, Etiopya, Gana, Ekvator Ginesi, Honduras, Irak, İzlanda, Kenya, Kuzey Kore, Lübnan, Liberya, Fas, Morityus, Umman, Panama, Paraguay, Katar, Seyşeller, Sudan, Sierra Leone, Senegal, El Salvador, KKTC, Uganda, Uruguay, Mayotte, Türk Tuborg’un ihracat yaptığı ülkeler arasındadır. Bot (robot) Bot, bilişim dünyasında "robot" anlamında kullanılan yaygın bir terimdir. Pek çok bilgisayar işlemini yarı-otomatik olarak yapabilen robotlar bilişimin tüm alanlarında kullanılır. En ünlü oldukları alan, arama motorları tarafından kullanıldıkları endeksleme teknolojisidir. Akıllı ajan teknolojilerinin İnternet ile birlikte hızla yaygınlaşması, "İnternet robotu" ya da kısaca bot olarak adlandırılan ve özel olarak Internet üzerinde hareket göstermek üzere geliştirilen bir ajan yazılımı grubunu ortaya çıkarmıştır. Bu grupta esasen web tabanlı arama motorlarının çekirdeklerinde yer alan "örümcek" yazılımları ve özel amaçlı tarayıcı yazılımlar gibi değişik türler de yer alır. Kesin bir çizgi olmamakla birlikte, Çek dilinde "iş" anlamına gelen "robota" kelimesinden türeyen robot kelimesinin kısaltılmışı olan bot kavramı, akıllı ajan yazılımlarının Internet üzerinde etkinlik gösterenlerine verilen bir ad olmuştur. Belki de bu adlandırmada, gerçek dünyada robot davranışı olarak adlandırılabilecek türden davranışların sanal dünyadaki karşılığı olmaları beklentisi etkili olmuştur. Günümüzde pek çok değişik bot türünden söz edilmektedir. Ticari, veri madenciliği, e-posta, oyun, kamusal, haber grubu, sohbet, alışveriş, hisse senedi, yazılım gibi, hedeflenen bilgi türüne göre adlandırılan pek çok bot tür mevcuttur. Bu türlerin hemen hepsi karakteristik olarak otonom bilgi ajanları/arabirimleri olarak ve özellikle Internet üzerinde faaliyet göstermek üzere tasarlanmış ve geliştirilmiş yazılım türleridir. Hakan Evrensel Hakan Evrensel (d. 1967, Ankara), Türk hikâye, roman ve senaryo yazarı. Askeri okulları bitirdikten sonra Güneydoğu'da çeşitli yerlerde görev aldı. Bir süre sonra askerliğin kendisini tatmin edemeyeceğini hissetti ve ordudan üsteğmen rütbesinde ayrıldı; gazetecilik ve kitap yazarlığı yapmaya başladı. Yazdığı kitaplarda Güneydoğu'daki terör sorununu insanlara anlatmaya çalıştı. Kitaplarında devletin sadece terörist ile mücadele ettiğini terörle mücadele adına ise hiçbir şey yapmadığını söyledi. Yöre insanın sıkıntılarını, devlete olan güvensizliğini, PKK'nın halk üzerinde oluşturduğu korkuyu aynı zamanda cahillik yüzünden geri kalmışlığını anlatttı. Ayrıca Türk askerinin hangi zor şartlarda görev yaptığını ve buna rağmen nasıl başarılı olduğunu anlattı. Terör örgütünü destekleyen yabancı devletlerin o topraklar üzerindeki çıkarlarına da değindi. Kitapların ardından sinema ve dizi senaryo yazarlığı yaptı. Şair Şâir, şiir yazan demektir. Şâir kelimesi Arapça'dan gelir; doğaüstü güçlere sahip, meczûp, kâhin gibi anlamlar da yüklenmiştir. Günümüzde sadece kitaplarla değil, internet ile de geçmişin usta şâirleri ve günümüzün şâirleri okuyucularına ulaşmaktadırlar. Edebiyat akımlarından en sonuncusu serbest şiir akımı iyiden iyiye özgürlükçü şiir ve şâir kavramına kavuşmuştur. Şâir, gerek insana, gerek doğaya, gerek olgu ve olaylara daha farklı ve duyarlı, sezgisel ve derinlikli bir perspektiften bakan; bunu, bu ayrıcalıklı statüsünün bir sonucu olarak, en etkili ve dolaysız ifade biçimi olarak, ahenkli ve yüklü mısralarla dile getiren kişi diye nitelenmiştir. Şâirler şiir yazdıklarında genelde duygu ve düşüncelerini o şiire katmak isterler. Dövüş Kulübü (film) Dövüş Kulübü, (orijinal adı Fight Club), Chuck Palahniuk tarafından yazılmış olan aynı isimli roman üzerinden çekilen kült filmdir. 1999 yapımı olan film, David Fincher tarafından yönetilmiştir ve başrollerde Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter rol almıştır. Müziklerini Dust Brothers yapmıştır. "Dövüş Kulübü" ABD'de 37.030.102$, uluslararası olarak 63.823.651$ hasılat ile toplam kazancı 100.853.753$'a ulaşmıştır. Film ABD'de gösterime girdiği hafta 11.035.485$ gelir elde etmiştir. 2000 yılında film, "en iyi ses efektleri" dalında Akademi Ödüllerine aday oldu ve 2001 yılının kasım ayında "en iyi film müziği" dalında Brit ödülünü almıştır. Filmin elde ettiği büyük başarı üzerine bilgisayar oyunu da çıkarılmış ancak kitabın ve filmin hayranları tarafından ticari amaçlı olmakla suçlanmıştı. Oregon Üniversitesi'nde yüksek lisansını yapan Chuck Palahniuk'un uzak olmayan bir gelecekte geçen ve kafası karışık genç bir erkeği konu alan romanından yola çıkılarak çekilen Fight Club'da filmi anlatan, ünlü bir otomobil firmasında iyi bir işe sahiptir. Tekdüze yaşamı kronik uykusuzluk sorunuyla çekilmez bir hale gelmiştir. Ailesi ve yakın bir arkadaşı olmayan Anlatıcı doktorunun tavsiyesi üzerine kanserli hastaların terapi grubuna katılır. Bu toplantılar esnasında Marla ile tanışır; o da genç adam gibi hasta olmadığı halde grubun toplantılarına katılmaktadır. Anlatıcı'nın ve Marla'nın çabaları, tüketici kültürünün anlamsızlığına karşı bir duruştur adeta, kariyer sahibi ama yalnız insanların bir tepkisi. Anlatıcı'nın jenerasyonu ölü bir jenerasyondur. Bir yolculuk sonrası evinin yanmış olduğunu gördüğünde arayabileceği tek kişinin yolculuk sırasında tanıştığı sabun satıcısı Tyler olması da adeta bunun bir kanıtıdır. İçilen birkaç biranın ardından park yerinde Tyler, kahramanımızı kendine vurması için kışkırtacaktır. Aralarında başlayan bu kavga Anlatıcı'nın hayatını değiştirecektir. Bir süre sonra Anlatıcı, Tyler'ın yanına taşınır. Tyler'ın liderliğinde bir dövüş kulübünün kuruluşuyla bu kulüpte sayıları elliyi aşmamak kaydıyla genç erkekler birbirleriyle dövüşmeye başlayacaklardır. Kısa sürede popüler hale gelen kulüp ve Tyler hızlı bir şekilde bu ölü jenerasyonun mesihi haline gelir. Durum gün geçtikçe içinden çıkılmaz bir hal almaya başlamıştır. Tyler ve Anlatıcı'nın olaylara verdikleri tepkiler paralellik kazanmaya başlar. Kurdukları kulüp ise kapital dünyada kendini önemsiz ve dışlanmış hissedenler için bir buluşma noktası olma özelliğini edinir, gün geçtikçe üye sayısı ve derinliği artar. Anlatıcı bu olaylar olurken Tyler'ın kendisine bilerek bilgi vermediği bir Kıyamet Projesi'nden haberdar olur ve Tyler'ın onu yalnız bırakması ile şok geçirir. Onu bulabilmek için birçok dünya şehrine gider ve gittiği her şehirde kulübün ne kadar geliştiğini ve o şehirlere de yayıldığını görür. Artık kontrol edilemeyen bu ilerleyişe son vermek isteyen Anlatıcı harekete geçer ve Kıyamet Projesi'ni polise anlatır. Kıyamet Projesi büyük bankaların merkezlerinin havaya uçurularak bütün hesapların silinmesi ve insanların borçsuz olarak yeni bir hayata başlamasını esas alır. Bu filmin kazandığı ödüller: Bu filmin bazı ödül adaylıkları: Alan Parker Alan Parker (d. 14 Şubat 1944); Britanyalı film yönetmeni. İlk olarak yapımcı David Puttnam'ın desteğiyle " Melody " (1971) adlı filmin senaryosunu yazarak sinema dünyasına atılan Alan Parker daha sonra BBC için kısa filmler çevirdi. Gerçek anlamda ilk yönetmenlik denemesini 1976 yılında "Bugsy Malone" adlı filmle gerçekleştiren Parker, bu filmin ardından çevirdiği, uyuşturucu kaçakçılığı yüzünden hapsedilen bir Amerikalı'nın Türkiye'den kaçışını konu alan ve gerçekleri çarptırdığı gerekçesiyle Türkiye'de büyük tepkilere yol açan "Midnight Express (Geceyarısı Ekspresi)" ile En İyi Yönetmen dalında Oscar'a aday gösterildi. Ayrıca Pink Floyd the Wall filminin de yönetmenliğini yapmıştır. Percy Bysshe Shelley Percy Bysshe Shelley (d. 4 Ağustos 1792, Horsham, Sussex – ö. 8 Temmuz 1822, Livorno), İngiliz yazınının ve Romantik Dönem'in en önemli şairlerinden biri. Eton'da eğitim gördü. 1811'de yazdığı "Ateizmin Gerekliliği" adlı makalesinden dolayı Oxford'dan atıldı ve babası tarafından da reddedildi ve Londra'ya gitti. Orada Harriet Westbrook adlı bir bayanla evlendi. İrlanda'da ayaklanmayı kışkırttı. 1815'de Godwin'in kızı Mary (Frankenstein'in yazarı) ile tanıştı. Evli olmasına rağmen onunla beraber oldu. Godwin'nin bu ilişkiye sert tepkisi üzerine İngiltere'yi birlikte terk ettiler. İsviçre'de Lord Byron ile tanıştı. Eşinin ölümünden sonra İngiltere'ye dönüp evlendiler fakat 1816'da İtalya'ya yerleşmeye karar verdiler. 1816-1818'lerde "The Revolt of Islam" ve 1820'de "Prometheus" adlı yapıtlarında kadın ile erkeğin beraberliğini, kurtarıcı bir ilişki olarak kutsadı ve umudunu "Doğu"ya bağladı. Ayrıca bu yüzyılda hızla yayılmaya başlayan vejetaryen'liğin, gönüllü avukatlığını Leo Tolstoy ile birlikte yaptılar. 1822'de boğularak ölmüş ve İtalya'da sahile vurduğu yerde yakılmak suretiyle kendisi için bir cenaze töreni düzenlenmiştir. Törende, Lord Byron, arkadaşının kafatasını hatıra olarak saklamak istemiş, ancak yine bir yazar olan aile dostları Edward Trelawny buna izin vermemiştir. Fakat, tören sırasında Trelawny, Shelley'nin kalbini ateşten çalmış ve Percy'nin dul eşi Mary Shelley'ye vermiştir. Kalp sonunda, oğulları Sir Percy Florence Shelley öldüğü zaman, onunla beraber gömülmüştür. Mezarında Latince Cor Cordium ("Kalplerin Kalbi") yazmaktadır. Müzik tarihi Müzik tarihi, müzikolojiye bağlı bir bilim alanıdır. Müzik tarihi, kendine ait metotlara sahip olmakla birlikte, genellikle tarih metodolojisini kullanır. Metodolojik anlamda müzik tarihi araştırmaları müzikolojinin kurulduğu yıllarda başlamıştır. Alan araştırmaları, güncel müzik tarihine girmektedir. Türe, ülkelere, coğrafi bölgelere, insan toplumlarına ve konularına göre müzik tarihi yazılabilir. Müzik tari
hi metinlerinde araştırılan konunun terimlerine bağlı kalmak kabul edilen esaslardandır. Kırgızistan tarihi Kırgızistan tarihi. Türk tarihinin bilinen en eski kavimlerinden biri olan Kırgız Türkleri, Çin kaynaklarında “Ge-kun”, “Kie-kun”, “K’i-ku”, “Hegu” adıyla geçmektedir. Köktürk yazılı metinlerinde “Kırkız”, Tibetçe kaynaklarda “Gir-kis” şeklinde geçen Kırgız adının, bazı araştırıcılara göre, “kır” ile “gez” kelimelerinin birleşmesinden oluştuğu ve “kır gezen” anlamına geldiği; bazılarına göre ise “kırk” ve “yüz” sayılarının birleşmiş şekli olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca Kırgız adının, “kır Oğuz” yani kır Oğuzları kelimesinden çıktığı da belirtilir. Ayrıca "kırk- uz (soy)" kelimesinden çıkmış olabileceğide rus ve kırgız tarih profesörleri tarafından söylenmektedir. Kırgızlar, efsanelere göre “kırk kız”dan meydana gelmişlerdir. Kırgızlar, Orta Asya'daki en eski milletlerden biridir. Yazılı bir dile sahip olmadıklarından dolayı köklerine ilişkin çalışmalar, bölgedeki diğer gruplar tarafından Kırgızlara yapılan atıflara dayanmaktadır. Kırgızlar ile ilgili ilk yazılı belgelere, MÖ 3. yüzyıla ait Çin kaynaklarında rastlanmaktadır. Bu dönemde Hun yöneticisi mao-tun(mete han) tarafından Kırgız toprakları zapt edilmiş ve Kırgızlar uzun asırlar boyunca birçok göçebe imparatorlukta aktif bir şekilde savaşmışlardır. MÖ 2. ve 1. yüzyıllarda Tanrı Dağları'nın doğusuyla Tannu-ola arasındaki bölgede Kien-Kun adında müstakil bir devlet kurmuşlardır. Daha sonra Aral Gölü ve Hazar Denizi'nin kuzeyindeki bozkırlar ile Tanrı Dağlarına kadar yayılmışlar. MS 560’ta Köktürklere tâbi olmuşlardır. Bu dönem Kırgızların önderine ajo (veya aça, aço) (elteber) denilmekteydi. 581 yılı I. Kök Türk Kağanlığı'nın yıkılmasıyla 629 yılına kadar Çinlilere uzak kaldığından Kırgızlar serbest beylikler halinde yaşadı. Tarihte Kırgızların bu dönemine dair üç yönetici adı geçer. Gyesi bey, Güybaşı bey ve Ali bey. (711 yılına kadar 2. Göktürk devletine karşı düşman olmuşlarlardır. 703 yılında 2. Göktürk kağanı Kapkan kağan asker toplayıp kırgızlarla savaşmış ancak başarılı olamamıştır. Bunun üzerine, Bilge kağan için yazılan taş sütun üzerine, Kırgızların kağanı Barsbekin adını yazıp; " Biz o zaman Barsbekin kağan olduğunu kabul edip, kız kardeşimi Barsbekle evlendirdim" diye yazmaktadır. Ancak Barsbek hala 2. Göktürk devletine düşmandı. Bu yüzden, türgişlere ve Çinlilere Elçi gönderip birlik kurmayı teklif etti. (Bu teklif kabul edilse de savaş zamanında yardım gelmedi). Bu durum üzerine 2. Göktürk devleti saldırıp [(711)] yılında Barsbekide bu savaşta öldürerek kırgızları egemenliği altına aldı. Fakat [(744)]. yılı Uygurlar 2. Göktürk devletini yıkınca, tekrar Bağımsız olan kırgızlar, uygurların egemenliğne girmemek için, Karluk ve Çiklerle birlik kurdu. ANcak bunu öğrenen Uygurlar Çikleri [(751)] yılında, Kırgızları ise 758 yılında yenerek egemenliği altına aldı. 758’de Uygurların hâkimiyetine girmişlerdir. [(795)] yılı Uygur hakimiyetine karşı ayaklanan kırgızlar 20 yıl ayaklanmayı sürdürdüler. İç savaş nedeniyle gücünü kaybeden Uygurlar [(840)] yılında Uygurları yıkmışlardır. 840'ta Uygurları mağlup eden Kırgızlar, Ötüken’e yerleşerek bir devlet kurmuşlardır. Moğol imparatorluğu döneminde Çağatay ulusuna dâhil olan Kırgızlar, Asya’da Moğol üstünlüğü sona erdikten sonra, 1700 senesinde kurulan Hokand Devletinin hâkimiyetine girmişlerdir. 1867 yılında Kırgızistan’ın bir kısmı Türkistan Vilayetine bağlanmıştır. 1876 yılında Hokand tamamen Rusya’nın hâkimiyetine girmiştir. 20. yüzyılın başında Buhara, Rusların hâkimiyetine girince Kırgızlar da Çarlık Rusya'sının etkisi altına girmişlerdir. 1862'de Bişkek'te kurulan Rus Garnizonu 14 yılda tüm Kırgızistan’ı işgal altına almıştır. 1916 yılında zorunlu askerlik uygulaması Kırgızların Ruslara karşı şiddet olaylarının patlamasına yol açmış ancak Ruslar bu ayaklanmayı şiddet yoluyla bastırmışlardır. Devrimden ve kanlı bir iç savaştan sonra 1919 – 1920 yıllarında Kırgızistan’da Sovyet gücü kurulmuştur. Ruslar tarafından işgal edilen yerler, “Türkistan Bölgesi” adı altında Orenburg’a bağlı bir askerî valilik haline getirilmiştir. Orenburg’dan sonra 1867’de Taşkent merkez olmak üzere Türkistan genel valiliği oluşturulmuştur. Kırgızlar, 1873 – 1875 yıllarında Rus idaresine karşı ayaklanmışlar; 1885 Oş İsyanı'ndan sonra vuku bulan 1898 Andican isyansı yenilgiyle sonuçlanmıştır. Kırgızların en kanlı isyanı 1916’da cereyan etmiş, bu isyandan sonra binlerce aile Çin’e göçmüş ve yüzlerce insan kurşuna dizilmiştir. 1 Mayıs 1918’de bütün Türkistan, Türkistan Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adı altında birleştirilmiş; 1926 yılında Kırgızistan, Kırgız Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını almıştır. Daha sonra 1936’da Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını almıştır. Sovyet döneminden sonra Gorbaçov’in 1986’da başa geçmesiyle başlayan açıklık (glasnost) ve yeniden yapılanma (perestroyka) hareketi sonucunda Kırgızistan Cumhuriyeti 31 Ağustos 1991 günü bağımsızlığını ilân etmiştir. Steyr Aug Steyr AUG, Avusturya yapımı saldırı tüfeği, 1970'lerde tasarlanan ve 1978'ten bu yana Steyr Mannlicher firması tarafından üretilen 5,56mm'lik tam otomatik bir bullpup piyade tüfeğidir. AUG ismi ise Almanca "Armee Universal Gewehr" yani "Evrensel Ordu Tüfeği" kelimesinin baş harflerinden oluşmuştur. 1977 yılında Strumgewehr 77 adında Avusturya ordu servisine kabul edilmiştir. Üretimine 1978 yılında başlanmıştır. Dünyadaki bullpup tasarıma, yani şarjör yerinin tetik yerinin arkasında olma özelliğine sahip ilk tüfektir. Avusturya, Avustralya, Yeni Zelanda, İrlanda ve Lüksemburg orduları tarafından kullanılmaktadır. Bullpup tasarımı sayesinde namlusu daha geriye verilmiş, böylece silahın boyunu uzatmadan namlunun boyu uzatılabilmiştir. Standart olarak dürbün ile gelir. Yapımında genelde alüminyum madde kullanılır, şarjörleri ise plastiktir. Uzun namlusu sayesinde normal saldırı tüfeklerinden daha uzun mesafelere atış yapabilir. Hafif,uzun menzilli ve seridir.Üzerine sabit bir dürbünü vardır.Silahın bir problemi, seri atışlarda namlunun geri teperek kalkmasıdır.Bu da kontrolü zorlaştırmktadır.İlk modelleri metal şarjör ile daha sonra polimer şarjör ile üretilmiştir.İlk olarak 1977 de Steyr Mannlicher tarafından üretilmiştir. Önceki versiyonu ile benzerdir, fakat üst kısmı raylıdır ve dürbün takılıp/sökülebilir, En yeni versiyonudur, 2005'ten beri üretilmektedir, önceki modellerine göre namlusu kısadır, Çalışma mekanizması diğer Steyr AUG versiyonlarıyla aynıdır.Ancak 9mm Luger/Parabellum mermi atmaktadır ve namlusu daha kısadır. Steyr AUG'lar başta İngiliz SAS birlikleri olmak üzere pek çok özel tim veya ordu tarafından da kulllanılmaktadır. Çekçe Çekçe, Slovakça,Lehçe ve Sorb dili ile birlikte, Hint-Avrupa Dilleri'ne bağlı Slav dillerinin Batı kolunu oluşturan dildir. Çoğu Çek Cumhuriyeti'nde yaşayan 12 milyon Çek tarafından konuşulur. Slovakça ve Çekçe birbirlerine çok benzerler ve Çekoslovakya'nın ikiye bölünmesinden önce sürekli etkileşim içinde olan iki taraf, birbirini rahatça anlayabilir. Yeni nesil, hızla değişen kelimeleri anlamakta zorluk çekebilir. Hızlı konuşulduğu ve karmaşık bir dil olduğu için, öğrenilmesi zor bir dil olarak kabul edilir. Dilin karmaşıklığı, çoğu Slav dilinde olduğu gibi farklı çekimlerin çokluğu ve genel olarak dilin serbestliği yüzündendir. Tüm dünya dillerine geçmiş olan en tanınan Çekçe sözcük robot'dur A, Á, B, C, Č, D, Ď, E, É, Ě, F, G, H, Ch, I, Í, J, K, L, M, N, Ň, O, Ó, P, Q, R, Ř, S, Š, T, Ť, U, Ú, Ů, V, W, X, Y, Ý, Z, Ž Panathinaikos AO Panathinaikos A.O. Atina, kısaca PAO (Yunanca: "Παναθηναϊκός A.O."), Yunanistan'ın başkenti Atina'da kurulmuş ülkenin en popüler spor kulüplerinden biridir. Kulüp futbol ve basketbol başta olmak üzere pek çok dalda faaliyet göstermektedir. Kulüp, tarihi boyunca 24 farklı sporda mücadele etmiştir. Şu anda 20 spor dalında faaliyet göstermektedir. Slovence Slovence, çoğunluğu Slovenya'da yaşayan 2 milyon kişi tarafından konuşulan bir Slav dili. Az kişi tarafından konuşulmasına rağmen çok fazla lehçesi vardır. Bunun sebebi, Slovencenin çok karışık bir dil olması ve değişimlere açık olmasıdır. Slovakça Slovakça, Çekçe, Lehçe ve Sorb dili ile birlikte Slav Dilleri'nin batı kolunu oluşturan bir dildir. Çekçe'yle çok benzerdir ve târihî münâsebetleri sebebiyle iki dilden birini bilen insanlar kolaylıkla anlaşabilir. Slovakça hızlı konuşulan bir dildir. Çoğu Slovakya'da yaşayan 6 milyon kişi tarafından konuşulur. Ayrıca yarım milyon Slovak göçmenin bulunduğu ABD ve Çekoslovakya zamânından Çek Cumhuriyeti tarafında kalan Slovaklar da buna dâhildir. CDSL Consumer DSL, ADSL'den biraz daha yavaştır ancak kullanıcı tarafına sinyal bölücüsü gerektirmediğinden kurulumu daha ucuzdur. CDSL Rockwell tarafından geliştirilen özel bir çözümdür ve kendi taşıyıcı teknolojisine sahiptir. Alexander Fleming Alexander Fleming (6 Ağustos 1881 – 11 Mart 1955), penisilini bulan İskoç bakteriyolog. Londra’da Azize Mary'nin Hastanesi'nde (St. Mary's Hospital) ("Aşılama Bölümünde") görev yaptığı 1924-1948 yılları arasında bilim çalışmalarında bulundu. 1927 yılında başlayarak penicillium cinsi içinde bir küfün özellikleri üzerinde incelemeler yaptı. Çıbanlara sebep olan bakterilerin üretilmesi sırasında havadan gelen bazı sporların saf kültürü mavi-yeşil renkli bir küf lekesi gibi çevrelediğini ve bakterileri öldürdüğünü tespit etti. Aynı sene penicillium üzerindeki bakteriyolojik tetkiklerini bitirmesine rağmen maddeyi üretmek için maddi imkânı olmadığından 1939 yılına kadar bekledi. Sir Howart Florey, Ernst Boris Chain adlı bilginler kendisine yardımda bulundular ve beraberce penisilinin formolojik ve klinik çalışmalarını Oxford Okulunda bitirdiler. Böylece sınai olarak penisilinin üretimi Amerika’da başladı. İki arkadaşı ile birlikte 1945 yılında Nobel Tıp Ödülünü kazandı. Başlıca eseri "Penisilinin Tatbikatta Kullanılması" adlı kitabıdır. Fleming; Lochfield, İskoçya doğumludur. Kilmarnock’taki akademide iki yıl bulu
ndu ve ardından I. Dünya Savaşı çıkana dek Londra’daki St. Mary’s Hospital’da hizmet verdi. Savaş esnasında cephelerde bulundu. Cephelerdeki hizmeti sırasında askerlerin enfeksiyonlar sonucu korkunç ölümlerine şahit olmuştu, savaşın bitiminden sonra St. Mary’s Hospital’a geri döndü ve çalışmalarını antiseptikler üzerinde yoğunlaştırdı. Fleming her iki keşfini de 1920li yıllarda rastlantılar sonucu yapmıştır. İlki olan lizozim, Fleming’in içinde bir bakteri ağı olan kapların içine hapşırması sonucu bulundu. Birkaç gün sonra fark etti ki mukusla temas eden bölgedeki bakteriler ölmüştür. Londra'da hastanede bulunduğu 1924-1948 yılları arasında ilmi çalışmalarda bulundu. 1927 yılında başlayarak penicillium cinsi içinde bir küfün özellikleri üzerinde incelemeler yaptı. Çıbanlara sebep olan bakterilerin üretilmesi sırasında havadan gelen bazı sporların saf kültürü mavi-yeşil renkli bir küf lekesi gibi çevrelediğini ve bakterileri öldürdüğünü tespit etti. Aynı sene penicillium üzerindeki bakteriyolojik tetkiklerini bitirmesine rağmen maddeyi üretmek için maddi imkânı olmadığından 1939 yılına kadar bekledi. Sir Howart Florey, Ernest Boris Chain adlı bilginler kendisine yardımda bulundular ve beraberce penisilinin formolojik ve klinik çalışmalarını Oxford Okulunda bitirdiler. Böylece sınai olarak penisilinin üretimi Amerika’da başladı. İki arkadaşı ile birlikte 1945 yılında Nobel Tıp Ödülünü kazandı. Başlıca eseri Penisilinin Tatbikatta Kullanılması adlı kitabıdır. Fleming’in laboratuvarı her zaman dağınık olurdu, fakat 1928 yılının Eylül’ünde bu durum bir avantaja dönüştü, labaratuarın dört bir yanına dağılmış türlü deneyleri bir düzene sokmaya çalışıyordu. Sıraya koyarken her birini dikkatle inceliyordu ki ilginç bir mantar kolonisi keşfetti, mantarlar Staphylococcus aureus bakterisi tarafından sarılmış kaplarda yetişmişlerdi. Fakat dikkatle incelendiğinde görünecekti ki bu mantarlar, zararlı olmaya potansiyeli olan bakterileri yıkıyordu. Bunun anlamı mantarın zararlı hücreleri yok ettiğiydi. Bunun önemini hemen kavradı ve bir yıl sonra (1929da) Penisilin adını verdiği keşfi hakkında bir makale yayınladı. Fleming genelde bahçe toprağı ile çalışırdı, bu da bir kimyager için zor bir işti, çünkü bahçe toprağını analiz etmek, elemek ve içinde doğru mantarları yetiştirmek uzun ve zahmetli bir süreçti. Fleming buluşunu buradan daha ileriye taşımadı. Buluşun bugünkü haline gelmesi iki farklı bilim adamına kalmıştı, Howard Florey ve Ernst Boris Chain, penisilininin geliştirilip etkili bir hale getirilmesini sağladılar. Bu çalışmaları sayesinde II. Dünya Savaşı ve sonrasında pek çok insanın yaşamı kurtuldu. Fleming, 11 Mart 1955 yılında 73 yaşındayken kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Buluşuyla modern tıbbın antibiyotiklere bakışını değiştirmiş, milyonların yaşamını kurtarmıştır. kurtarılan yaşam sadece bir kalp kırıklığıdır diye anısına kitap yazılmıştır. Fleming gerçekleştirdikleri sebebiyle 1944 yılında şövalyelik unvanını aldı. Fleming, Florey, ve Chain, 1945 Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülünü paylaştılar. Fakat II. Dünya Savaşında milyonların hayatını kurtarmış olmak Fleming için çok daha büyük bir onur olacaktı. Fleming, Michael H. Hart'ın kaleme aldığı “List of the Most Influential Figures in History” (En Etkin 100 - Sabah Kitapları, 1994) isimli eserde 43üncü sırada yer aldı Fleming, ressam James McNeil Whistler’ın daveti sonucu 1891de kurulmuş ve her daldan sanatkarı bünyesinde kabul eden Chelsea Sanat Kulübünün de üyelerindendir. Fleming mikrop boyamalarıyla kulübe kabul edilmiştir, çünkü bakteriler görünmezdir ama Fleming onları parlak renklere boyayarak görünür kıldı ve bu yöntem bugün bile laboratuvarlarda kullanılmaktadır. Fleming, 11 Mart 1955 yılında 73 yaşındayken kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Buluşuyla modern tıbbın antibiyotiklere bakışını değiştirmiş, milyonların yaşamını kurtarmıştır. Henri Bergson Henri-Louis Bergson (18 Ekim 1859 – 4 Ocak 1941), Fransız filozof. Özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında etkili olmuştur. Bergson, birçok düşünürü, gerçekliği kavramak için sezgi süreçlerinin soyut rasyonalizm ve bilimden daha anlamlı olduğuna ikna etmiştir. 1927 yılında "zengin ve hayat verici fikirleri ve bu fikirlerin sunulmasında kullandığı parlak yeteneği sebebiyle" Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülmüştür . 1930 yılında Fransa tarafından Legion d'honneur ile ödüllendirilmiştir. Temel İlkeler: Temel eserleri arasında Essais sur les Donnees immediates de la Conscience (Bilincin Dolayımsız Verileri Üzerine Denemeler), Matiere et Memoire (Madde ve Bellek), Les Deux Sources de la Morale et de la Religion (Ahlak ve Dinin İki Kaynağı) ve L'Evolution creatrice (Yaratıcı Evrim) gibi kitaplar bulunan Bergson, Almanya'da doğup gelişmiş olan idealist felsefenin Fransa'daki temsilcisi olarak tanınır. Aynı zamanda, süreç felsefesi adı verilen felsefe türünün de en önemli temsilcilerinden olan Bergson, pozitivizmin ya da oldukça dar bir çerçeve içinde kalan bilimsel yorumların iddialarına şiddetle karşı çıkarken, insani ve dinsel değerlerin önemini vurgulamıştır. O, işte bu çerçeve içinde, 20. yüzyılda gelişen akla karşı başkaldırının önemli öncülerinden biri olmak durumundadır. Bergson dinamik ve düalist bir felsefe akımının daha doğru olduğunu benimsedi. Düşüncelerinden dolayı Sezgicilik (entüisyonizm) akımını kurdu. Bergson bilimin asıl bilgi kaynağı olduğunu reddetti ve sezginin daha önemli olduğunu savundu. Bilimin, yaşamın dinamik özüne ulaşamayacağını söyledi. Düşüncenin evrene benzediğini bir yanda maddenin diğer bir yanda sezginin olduğunu öne sürdü. Bergson'un 1907'de yayımlanan Yaratıcı Evrim adlı eseri hem felsefede hem de edebiyatta büyük etkiler yaptı. Zaman konusundaki fikirleri Proust sayesinde daha da fazla tanındı. Georges Sorel devrimci sendikalizmi Bergson'un düşüncesiyle birleştirmeye çalıştı.Deleuze'in bazı 1-2 eserinde Bergson'a övgüler vardır. George Bernard Shaw ise onun "yaşamsalcılığı" olarak gördüğü şeyden etkilendi. Kendisinden sonra gelen birçok düşünür onun kapalı ve mecazi bir anlatımı olduğunu söyledi. Keçiboynuzu Keçiboynuzu ("Ceratonia siliqua") veya harnup, baklagiller (Fabaceae) familyasından olup Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü yerlerde doğal olarak yetişen ve baklaları (meyveleri) yenen, herdem yeşil çalı ya da ağaç formunda olan bir bitki türü. Uzun ömürlü ve boyu 10 m. kadar olan maki türü bir ağaçtır. Sert ve koyu yeşil yapraklıdır. Yaprakları, karşılıklı dizilmiş bileşik yapraklar olup boyları 10–20 cm. uzunluğunda olup damla uçludur. Çiçekleri; 6–12 cm. uzunluğunda olup açık yeşilimsi kırmızı, küçük ve çok sayıdadır. Çiçekler eylül-ekim aylarında açar ve kötü kokuludur. Ağacın meyveleri (legümen) ise 15–20 cm. kadar olabilen ve ilk zamanlar yeşil ama olgunlaştığında kahverengileşmektedir. Ağaç Meyvesinin mezokarpı (orta tabakası), taze iken yumuşak ve tatlıdır. Her bir meyvenin (bakla) içerisinde on beş kadar sert kabuklu yassı tohumlar bulunur. Tohumlar "Trigosol" adı verilen bir madde içerir. Bitkinin bazı cinsleri hermafrodit, bazılarında ise erkek dişi ayrı ağaçlardadır. Erkek ağaçlar meyve vermez. Bitkide en erken meyve 15-20 yıl içerisinde alınır. Akdeniz kıyılarında, Kıbrıs adası, Libya ve ABD'nin Kaliforniya bölgesinde bulunur. Türkiye'de Antalya'nın Alanya, Manavgat, Gazipaşa ilçeleri ile Mersin'nin Anamur, Erdemli, Bozyazı, Aydıncık, Gülnar ve Silifke ilçeleri ile Muğla'nın Marmaris ve Datça ilçeleri dolaylarında küçük veya büyük gruplar halinde yetişmektedir. Keçiboynuzu meyveleri öksürük ilaçlarında kullanılır. Çiğneme tütününe tat vermek için katılır. Keçiboynuzu meyvesinden pekmez de yapılır. Tohumlarından elde edilen balsam, tekstil endüstrisinde apreleme için kullanılır. Ayrıca çikolata imalatında tatlandırıcı olarak da kullanılmaktadır. Afrodizyak özelliğiyle cinsel gücü artırdığına da inanılmaktadır. Yunanca'da "keration", İngilizcede "carob", Arapça'da ise "kharub ("خروب) veya "kharnub" olarak anılır. Keçiboynuzu tohumu yüzyıllar boyunca elmas ölçmek için kullanılmış, elmaslar keçiboynuzu tohumu ile tartılarak satılmıştır. Bu yüzden, "kırat" ya da "karat" denilen ölçüye adını vermiştir. Prof.Dr. "Aydın Akkaya" konuyu şöyle açıklıyor: Eklem Eklem, iki kemiğin vücut bölümlerinin hareket edebilmesini sağlamak için birleştiği kısıma verilen ad. Eklemler yapısal ve fonksiyonel olmak üzere iki tip sınıflandırmaya tabi tutulurlar. Eklemi oluşturan kemikler birbirine fibriz bir doku aracılığıyla bağlanmıştır. Yapısal özellikleri nedeniyle bu gruba dahil edilen syndesmosis tipi eklemler dışındakiler hareketi olmayan eklemlerdir. Eklem yüzleri kıkırdakla örtülü olup sınırlı hareketler yapabilen bu eklemler içerdikleri kıkırdak tipine göre ikiye ayrılırlar. Synovial eklemler vücuttaki eklemlerin büyük bir bölümünü oluşturan ve fonksiyonel olarak en önemli olan tam hareketli eklemlerdir. Omuz ekleminde olduğu gibi sadece basitçe karşı karşıya gelen iki kemikten oluşan synovial eklemlere art. simplex adı verilir. Dirsek ekleminde olduğu gibi ikiden fazla kemiğin oluşturduğu ya da meniscus, discus gibi yapıların eklemin yapısına katıldığı synovial eklemlere ise art. composita (complexa) adı verilmektedir. Oynar eklemlerdeki kemiklerden birinin başı, öbür kemiğin çukuruna girmiş şekildedir. İki kemik, birbirlerine eklem bağları ile bağlanmıştır. Kemiklerin birbirlerine sürtünmeleri sırasında aşınmaları önlemek için, bu eklem yüzlerinde kıkırdak yastıkları ve buraları yumurta akı bir madde ile sıvayarak kaygan hale getiren eklem kesecikleri bulunur. Eklem aralığındaki bu sıvının korunması ve her iki kemiğin hareket kabiliyetinin sağlanması görevide eklem kapsülüne aittir. Oynar eklemlerin etrafında bir de hareketleri sağlayan ve eklem kapsülünü koruyan ligamentler vardır. Kasların bitiş noktalarını oluşturan ligamentler aynı zamanda eklemin hareketlerinin yönlerini belirler. Bazı oynar eklemlerin iç kısmında yani kapsülün içinde kalacak şekilde menisküs denilen yapılar ve iç ligamentler bulunur. Endonezce Endone
zce (bahasa Indonesia), Endonezya'nın resmî dilidir ve Doğu Timor'da da resmi statüsü vardır. Aslında, 1945'te Endonezya'nın bağımsızlığını ilan etmesinden sonra standartlaştırılmış bir Malayca şivesidir. Bugün Malayca ve Endonezce farklı diller olarak kabul edilmelerine rağmen neredeyse aynıdırlar. Endonezya'da yaşayan insanların çoğunun anadili yerel şivelerdir, ancak herkes Endonezceyi de ikinci dil olarak bilir. Ülkedeki resmi yazışmalar, eğitim dili ve basın dili Endonezcedir. Endonezya dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesidir. Nüfusunun çokluğundan dolayı Endonezce dünyanın en çok konuşulan dillerinden biridir. Endonezyalıların çoğu Endonezceyi anadil olarak kullanmanın yanı sıra yerel diller de kullanabilmektedirler (örneğin Cava ve Sunda dilleri gibi). Ülke genelinde eğitim, iletişim ve medyanın dili büyük çoğunlukla Endonezce'dir. 1975'ten 1999'a kadar Endonezya'ya bağlı olan Doğu Timor'da da Endonezce, İngilizce ile birlikte çalışma dili olarak kabul edilmiştir. Rumence Rumence (kendi dilinde: Română), Romanya'nın resmî dilidir ve Roman dillerinin doğu koluna mensuptur. Çoğunluğu Romanya ve Moldova'da yaşayan 28 milyon kişi tarafından konuşulur. Moldova'nın resmî dili Moldovaca da Rumence ile aynı olmasına rağmen ülke yasaları kapsamında ülkenin resmî dili Moldovaca olarak yer almaktadır. Krikor Balyan Krikor Amira Balyan (1764-1831), Osmanlı döneminde birçok mimari eserlere imzasını atmış Balyan Ailesinden gelen mimardır. Krikor Balyan, Osmanlı saray mimarlarından Kayseri kökenli Bali Kalfa'nın oğludur. Babasının adı ile ilintili olarak Baliyan veya Balyan olarak adlandırılmıştır. Daha sonraları Balyan ismini kendisine soyadı olarak benimsemiştir. Saray mimarlarından Minas Kalfa'nın damadı ve Ohannes Amira Severyan'ın kayınpederidir. 1790’da Minas Kalfa’nın kızı Soğome ile evlenir. Bülbüldere’nin üstünde ilk tepede otururlar. Semtin Bülbüldere adını almasını sağlamıştır. Bülbüllere meraklıdır ve evinin yakınında bülbül yetiştirir, yaşlanınca oraya gidip sürekli onların sesini dinlermiş. Pazar günleri Bağlarbaşı'ndaki geniş bağında, yanında çalışan işçiler ve ustaları ziyaret sofrasında toplar, onlarla sohbet edermiş. Birçok kimsenin hayatını kurtarmıştır, yoksullara ve yetimlere yardımla bulunmuş, hayırseverdir. Krikor Balyan'ın 6 çocuğu olur. Garabed, Sofia, Hovhannes, Lusia, adı bilinmeyen bir kız ve Haçadur. Hassa Mimarlık görevine II. Mahmud'un hükümdarlığı altında devam eder. II. Mahmud Krikor'un şahsi dostudur ve en verimli dönemini bu padişah altında geçirir. Padişahın itimadını kazanarak Saray'da büyük nüfuza sahip olur. Ecnebi sefirler bazı meselelerin halli için onun tavassutuna başvurur. 1809'da II. Mahmud tarafından verilen beratla vergi muafiyeti, dilediği biçimde giyinmek, ata binmek vb. imtiyazlar elde eder. Maiyetinde iki kişi bulundurmak, sakal bırakmak, çift kürekli bir kayığa malik olmak, bazı vergi ve masraflardan muaf tutulmak bu muafiyetlerin diğerleridir. Bu yıl Kirkor Balyan'a Beşiktaş Sarayı'nın onarım görevi verilir. Bu onarıma Londra sefiri Yusuf Agah Efendi de katılır. Onarım, Hassa mimarbaşısı Mustafa Ağa, mimar Hafız Mehmed Eendi, Feti Komyanos, Yorgi ve Todori kalfaların işbirliğiyle yapıldı. Birçok bölüm yıkılarak baştan yapıldı. Onarımda elden geçen yerlerin arasında yazıcı efendi, kahveicbaşı, kuşhane, sülüflü baltacılar daireleri, hasekiler koğuşu, helvahane, kiler bunların arasında. Krikor Balyan 1825'de Selimiye Kışlası'nın kagir olarak tadilatını üstlenir. Krikor'un yardımcısı resimcibaşı Mıgırdıç Kalfa Çarkyan'dır. Sırpça Sırpça (Sırp Kiril: , Latin: "srpski") Slav dillerinin güney grubundan, Sırpların konuştuğu dil. Hırvatça ile birlikte "Sırp-Hırvat dili" olarak da bilinir. Sırpça, Sırbistan'ın resmî dilidir. Ayrıca Bosna-Hersek'in resmî dillerinden biridir. Çoğu Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek ve Hırvatistan'da yaşayan 10 milyon Sırp tarafından konuşulur. 19. yüzyılda Kiril alfabesi Sırpçaya uygulanırken, her ses için bir harf oluşturulmuştur ve bu yüzden (Türkçe için de dendiği gibi) Sırpça yazıldığı gibi okunan ve okunduğu gibi yazılan bir dildir. Sırpçanın ilginç bir özelliği, hem Latin alfabesi hem de Kiril alfabesi kullanılarak yazılmasıdır. Bunun sebebi tarihseldir. Yugoslavya SFC yönetimi Sosyalist rejim nedeniyle Kiril alfabesini tercih etmiş; ancak ondan önceki Sırp-Hırvat federasyonunda kullanılan Latin alfabesinin kullanımı devam etmiştir. Sırpçada Türkçeden gelme 8965 sözcük bulunmaktadır. Aşağıda bu kelimelerden bazılarını görebilirsiniz. А а Б б В в Г г Д д Ђ ђ Е е Ж ж З з И и Ј ј К к Л л Љ љ М м İki büyük diyalekt vardır: Shtokavian: Standart lehçedir. Torlakian: İkinci büyük diyalektdir. Sırbistan, Kosova, Makedonya başta olmak üzere diğer Balkan ülkelerinde konuşulur. Korece Korece, Kore yarımadasında ve komşu Yanbian özerk bölgesinde (Çin) yaygın olarak kullanılan bir dildir ve hem Kuzey Kore hem de Güney Kore'nin resmî dilidir. Dünyada eski SSCB, Avustralya, ABD, Kanada, Brezilya, Japonya ve Filipinlerdeki göçmen komünitelerle birlikte toplam 78 milyon Koreli vardır. Korece ve Korelilik özdeşleşmiştir. Korecenin kökeni uzun süre belirlenememişti ve uzmanlar Altay Dillerine ve Dravid dilleri bağlı olduğunu düşünüyorlardı. Korece, konuşulan dilin adıdır. Koreliler tarih boyunca Hanja adını verdikleri Çince yazı karakterlerini kullanmıştır. Günümüzde ise ağzın ve dilin aldığı şekle göre karakterize edilen Kore alfabesi Hangul kullanılmaktadır. Güney Kore'de çocuklara halen 1800 adet Çince karakter öğretilmektedir. Münih Antlaşması (1938) Münih Antlaşması, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya ve Almanya arasında yapılan ve Çekoslovakya'nın Südet bölgesinin Almanya'ya verilmesini öngören 29 Eylül 1938 tarihli antlaşmadır. Avrupa'nın büyük devletleri arasında başgösteren Südet Krizi sonucu olarak 1938'de Münih'te toplanan Münih Konferansı, Hitler, Mussolini, Birleşik Krallık başbakanı Neville Chamberlain ve Fransa başbakanı Édouard Daladier arasında düzenlenmiştir. Konferansa Fransa'nın taraf olması, Çekoslovakya ile aralarındaki 1924 yılında yapılmış olan ve Çekoslovakya'nın toprak bütünlüğünün garantisi niteliğindeki antlaşmadır. İtalya ise konferansa, 7 Ocak 1935 tarihli Laval - Mussolini Antlaşması dolayısıyla taraf olmuştur. Sovyetler Birliği ile Çekoslovakya arasında, bu ülkenin toprak bütünlüğü konusunda bir antlaşma vardır. Bu antlaşma, Çekoslovakya'nın toprak bütünlüğünü tehdit edecek bir saldırı durumunda Sovyetler Birliği'nin askeri müdahalesini, Fransa'nın müdahalesi önşartına bağlamaktadır. Dönemin Sovyet Dışişleri Komiseri Maxim Litvinov, Sovyetler Birliği'nin bu antlaşmadan doğan yükümlülüğünü yerine getireceğini sıklıkla belirtmiştir. Bununla birlikte Sovyetler Birliği konferansta temsil edilmemiştir. Konferans sırasında toplantı salonuna alınmamakla birlikte yan odada iki Çekoslovakya temsilcisi de bulunmaktaydı. Berlin’deki Çekoslovak elçisi Dr. Vojtek Matni ile Prag’daki Dışişleri Bakanlığı elemanı Dr. Hubert Masaryk. Südetler, Çekoslovakya'nın stratejik öneme sahip bir bölgesiydi. Büyük bir silah fabrikası olan Skoda bu bölgedeydi. 2,5 milyon Almanca konuşan nüfusa sahip olan bölge, Versay Antlaşmasının Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı kuralına göre, Almanya'nın kontrolü altında olmalıydı. Konferansın amacı Südet Krizi nedeniyle bir Avrupa savaşını önlemekti ve bölgenin neredeyse tamamının Almanya'ya teslim edilmesiyle sonuçlandı. Bu, Yatıştırma Politikasının en bariz örneği oldu. Çekoslovakya konferansa çağrılmadığı için anlaşma Çekler tarafından Münih Diktesi olarak adlandırılmaktadır. Hatta çoğu zaman Münih İhaneti olarak da isimlendirirler zira Çekoslovakya'nın Fransa'yla, Fransa'nın da Birleşik Krallık'la askeri ittifakı vardı ve bunlar konferansta hiç gündeme gelmedi. Mart 1938'de Almanya Avusturya'yı ilhak etti ("Anschluss"). Nazi politikacı Konrad Henlein tarafından yönetilen ve nüfusunun çoğunluğu Alman kökenli olan Çekoslovakya'nın Südetlerinin, Hitler'in bir sonraki isteği olacağı beklenmeye başlamıştı. Hem Fransa'nın hem de Sovyetler Birliğinin Çekoslovakya ile askeri ittifakı vardı ama ne Fransa ne de Sovyetler bir savaşa hazır değildi. Gerçekte, Sovyet Rusya ve Stalin kapitalist anlaşmalardan oldukça rahatsızdı ve Fransa'nın başında ise yatıştırıcı bir dış politika izlemekten yana olan Edouard Daladier vardı. 1938'de Fransa'da yapılan genel seçimler de Fransa'nın askeri güç göndermesinin mümkün olmadığını göstermişti. Batı Avrupa'daki hiçbir devlet savaş istemiyordu. Nazi Almanyasının askeri harekat kabiliyetini fazla abartmışlardı. Öte yandan Hitler'in çeşitli kamuoyu açıklamalarında ısrarla vurguladığı barış çağrıları, Avrupa kamuoyunda son derece olumlu karşılanmaktaydı ve ikna ediciydi. Diğer taraftan Hitler ise Batı'nın bu zaaflarını iyi değerlendiriyordu ve bir an Orta Avrupa'da hedeflerine ulaşacak bir dış siyaset izliyordu. Konferans yapılması için Benito Mussolini tarafından ikna edildi. Zira İtalya da henüz Avrupa çapında bir çatışmaya hazır değildi. Alman askeri liderliği de ordunun durumunun farkındaydı ve savaşı engelleyebilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Konferansa giden günlerde Avrupa'nın süper güçleri, I. Dünya Savaşından sonra ilk defa ordularını mobilize ettiler. Birçokları savaşın kaçınılmaz olduğunu ve herkesi memnun edecek bir barışın mümkün olmadığını düşünüyordu. Fakat bir anlaşmaya varıldı ve 29 Eylülde Adolf Hitler, Neville Chamberlain, Édouard Daladier ve Benito Mussolini Münih Anlaşmasını karara bağladılar. Her ne kadar antlaşma 29 Eylül tarihini taşıyorsa da imzalanması 30 Eylül 1938 gününün ilk saatleridir. Çekoslovakya hükumeti anlaşmaya uymayı kabul etti. Anlaşma Südetlerin kontrolünü 10 Ekimden itibaren Almanya'ya veriyordu. Antlaşmada kabul edilen metin, Mussolini’nin teklif ettiği metindir. İtalyan Dışişleri Bakanı Galeazzo Ciano’nun yayımlanmış anılarında ve Erich Kordt’un 4 Haziran 1948 tarihinde Nürnberg mahkemesindeki ifadesinde, sözkonusu belgenin aslında Alman teklifi olduğu belirtilmektedir. Her iki şahı
s da Münih Konferansı’nda onaylanan antlaşma metninin, gerçekte Alman planı olduğunu iddia etmektedir. Antlaşmanın hemen ardından, antlaşma şartlarına göre kurulan “uluslararası komisyon”, Britanya, Fransa, Çek ve İtalya elçileriyle Almanya Dışişleri Bakanlığı Devlet Sekreteri Ernst von Weizsäcker’den oluşmaktadır ve antlaşma metninde yer almayan ama Hitler’in vazgeçmediği toprakların da Almanya’ya verilmesini karara bağlamıştır. Ayrıca, Hitler ve Chamberlain olası bütün anlaşmazlıkları barış yoluyla çözmek konusunda bir anlaşmaya vararak bunu da imzaya döktüler. Bu anlaşma ise çoğu zaman Münih Anlaşmasıyla karıştırılmaktadır zira Chamberlain'ın Britanya'ya dönüşünü gösteren fotoğraflardaki kâğıt Münih Anlaşması değil Hitler ve Chamberlain'ın imzaladığı iyi niyet anlaşmasıdır. Britanya'ya dönüşünde Chamberlain için resepsiyon verildi ve yaptığı anlaşmayı kalabalığa göstererek meşhur "zamanımızın barışı" konuşmasını yaptı. Britanyalılar ve Fransızlar mutluydu, Alman generaller de savaş çıkmadığı için rahatlamışlardı ama Hitler kızgındı. Diplomatlarının ve generallerinin kendisini bir burjuva politikacı olarak davranmaya zorladığını düşünüyordu. Joseph Stalin de Münih Anlaşmasından memnun değildi. Sovyetler konferansta temsil edilmemişti ve büyük güçlerden biri olarak en azından bilgilendirilmeleri gerektiğini düşünüyordu. Birleşik Krallık ve Fransa ise Sovyetleri daha çok Almanya'ya karşı bir denge unsuru olarak kullanıyorlardı. Stalin, batının bir müttefiki bu kadar kolay satmasından da rahatsız olmuştu ve gelecekte aynı şeyi Sovyetlere de yapıp Nazilerle Komünistleri birbiriyle savaştırarak her şey bittiğinde onların gelip geride kalanları toplayacağını düşünmeye başlamaıştı. Bu endişe ve Birleşik Krallık ve Fransa'ya yaptığı, Almanya'ya karşı bir ittifak önerilerinin dikkate alınmayışı, Stalin'in 1939'da Nazi Almanyasıyla Molotov-Ribbentrop Paktını imzalamasına neden oldu. Çekler de durumdan hiç hoşnut değildi. Südetleri Almanya'ya vermek zorunda kalan ve daha sonra da Cieszyn Silesya bölgesi de Polonya tarafından geri alınan Çekoslovakya Almanya'ya karşı savunma hatlarını tamamen kaybetmişti. Mart 1939'da Chamberlain'ın sözlerine inananlar yanıldıklarını anladılar. Almanlar, Bohemya ve Moravya'nın geri kalanını da işgal ettiler ve daha doğudaki topraklar da Slovakya adıyla Almanya'nın kontrolünde bir kukla devlet haline geldi. Başbakan Chamberlain Nazilerin Çekoslovakya'yı işgal etmesiyle ihanete uğradığını ve artık Münih Anlaşmasının bir ehemmiyetinin kalmadığını düşünerek Britanya İmparatorluk Kuvvetlerine savaş hazırlığı emri verdi. Fransa da aynısını yaptı ancak ikisi de herhangi bir girişimde bulunmadı. Ta ki Polonya'nın işgali savaşı artık kaçınılmaz hale getirene kadar. Tom Clancy Thomas Leo Clancy Jr. (12 Nisan, 1947 – 1 Ekim, 2013) Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında yazdığı askeri, politik ve polisiye macera romanları ile ünlenen Amerikalı bir romancıdır. Yapıtları gerçekçiliği ve teknik detaylara gösterilen özen ile dikkat çeken Clancy, aynı zamanda askeri ve teknolojik konularla ilgili bir dizi dokümenter yapıt ve bilgisayar oyunu için danışmalık yapmış ve ismi bu yapıtlara marka olarak verilmiştir. (örn. Tom Clancy's Rainbow Six & Splinter Cell : Blacklist) ABD Büyük Beyzbol Ligi'nde mücadele eden Baltimore Orioles takımının da ortaklığını yapmış olan Clancy, takımın halkla ilişkiler yöneticiliğini de yürütmekteydi. Tom Clancy, ABD'nin Maryland eyaletinin Baltimore kentinde doğmuştur. Loyola Blakefield katolik lisesinden 1965 yılında mezun olan Clancy, Loyola College üniversitesinde İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrenimi görmüştür. Buradan da 1969 yılında mezun olan Clancy, ABD Ordusu'nda hizmet etmek için başvuruda bulunmuş, ancak görme bozukluğu sebebiyle orduya alınmamıştır. Yazarlığa adım atmadan evvel kısa bir süre sigortacılık ile uğraşan Clancy, 1993 yılında bir grup yatırımcı ile ortaklık kurarak Baltimore Orioles beyzbol takımını satın almıştır. Tom Clancy, 26 Haziran 1999 tarihinde 32 yaşındaki (kendisinden 21 yaş küçük) Alexandra Marie Llewellyn ile evlenmiştir. Llewellyn, daha sonra ABD Dışişleri Bakanlığı görevini üstlenecek olan Colin Powell'ın kuzeni olup çifti Powell'ın tanıştırdığı bilinmektedir. Daha önce de askeri ve teknolojik konularla ilgili bir dizi dokümenter yapıt ve bilgisayar oyunu için danışmalık görevi yürütmüş olan Tom Clancy'nin isim hakları, 2008 yılında Fransız bilgisayar oyun yapımcısı Ubisoft tarafından açıklanmayan bir meblağ karşılığı satın aldı. 1 Ekim 2013 tarihinde Baltimore, Maryland'da hayatını kaybetmiştir. Tom Clancy genel olarak muhafazakar siyasi görüşe yakın olarak görülmekteydi. Kendisi de bu öngörüyü destekler şekilde Cumhuriyetçi Parti'ye bugüne dek toplam 256.000 Amerikan doları bağışta bulunmuştur. 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında başta NBC olmak üzere pek çok televizyon kanalında görüşlerine başvurulan Clancy, pek çok insan için şaşırtıcı bir şekilde saldırıların İslam dini ile bağdaştırılmaması gerektiğini savunmuş ve olaylardan başta CIA olmak üzere istihbarat örgütlerinin yetki ve kaynaklarını sınırlayan ABD politikalarını sorumlu tutmuştur. Daha sonraki dönemde de sık sık George W. Bush ve özellikle de eski ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'e yönelik eleştirilerde bulunmuştur. Yapıtlarında ABD'ye düşman ülkeler olarak genellikle Sovyetler Birliği (Rusya), Çin, Hindistan, Japonya ve İran'a yer veren Clancy, buna karşılık İngiltere, Pakistan ve Suudi Arabistan'ı ABD'nin yakın ve sadık müttefikleri olarak betimlemiştir. Tom Clancy, kendi yazdığı romanlar haricinde benzer konulu bir dizi romana danışmanlık yapmış ve bu romanların kendi ismi altında yayımlanmasına onay vermiştir. ABD Ordusu'na bağlı çeşitli savaşçı birlikler ve savaş gemilerini detaylı şekilde tanıtan bu yapıtlar Türkçeye henüz çevrilmemiştir. 1996 yılında bilgisayar oyunları yapımcısı Red Storm Entertainment'ı kuran Tom Clancy, bu firma bünyesinde konusu ve karakterleri kendisi tarafından geliştirilen çok sayıda başarılı oyuna imza atmıştır. Daha sonra Ubisoft tarafından satın alınan firmanın geliştirdiği oyunların bir kısmı aşağıda listelenmiştir: Irak Savaşı ile ilgili bir röportajı (İngilizce) Yapıtları hakkında eleştiriler (İngilizce) Sık Sorulan Sorular (İngilizce) Internet Book Database of Fiction (İngilizce) 1984 ve 1986 yılında yapılan röportajları (İngilizce) Penguin Group, Tom Clancy'nin ana yayımcısı (İngilizce) Fransız Donanması mayın harbi gemileri listesi Fransız Deniz Kuvvetleri mayın tarama gemileri listesi: Jean Marie Auel Jean Marie Auel (d. 18 Şubat 1936, Chicago), ABD'li yazar. Kitaplarında tarih öncesi çağları anlatmıştır, o zamandaki insanların yaşayış biçimlerini geleneklerini ve bu geleneklerinin günümüzdeki yansımalarını irdelemiştir. Kapsamlı çalışmaları dünya çapında arkeologların ve antropologların saygısını kazandı. Kitapları 20 dile çevrildi ve toplam 35 milyondan fazla sattı. 5 kitaptan oluşan Yeryüzü Çocukları serisini yazmıştır. Dizinin ilk kitabi olan Magara Ayısı Klanı piyasaya çıktığı 1980 yılından itibaren büyük başarılar kazandı ve yıllarca çok satanlar listelerinde kaldı. Kars Fen Lisesi Kars Fen Lisesi, 1997 yılında Kars'ta kurulmuş bir eğitim-öğretim kurumudur. Her ders yılı için 104 öğrencilik bir kontenjan hakkına sahiptir. Kars Fen Lisesi'nde, modern anlamda fizik, kimya, biyoloji ve bilgisayar laboratuvarları bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, 300 kişi kapasiteli pansiyonu mevcuttur. Pansiyon farklı illerden gelen öğrenciler ve Kars'ta bulunan öğrencileri bünyesinde barındırmaktadır. Kars Fen Lisesi, YGS-LYS başarı sırasında il birincisidir.2011 yılı YGS-LYS yerleştirme oranı %55'tir . http://www.karsfenlisesi.meb.k12.tr/ Pidgin (yazılım) Pidgin (önceki adıyla "Gaim"), çoklu platform destekli (Linux, BSD, MacOS X, Windows), özgür ve ücretsiz bir anında iletişim yazılımıdır. Pidgin kullanıcıları farklı iletişim kurallarındaki birden fazla hesabına aynı anda giriş yapabilirler. Bu sayede aynı anda MSN üzerinden sohbet edebilir, Yahoo Messenger'daki arkadaşlarla da konuşabilir, bir IRC kanalına katılabilirler. Pidgin ile dosya aktarması yapılabilir, Buddy Pounce özelliğiyle kişiye özel olaylar atanabilir ve eklentileri yoluyla çok daha fazlası elde edilebilir. İsim (Gaim) değişikliği AOL şirketiyle olan telif sorunlarından kaynaklanmaktadır. Bur süre hukuksal mücadele veren Pidgin geliştiricileri, daha sonra yazılımın adını değiştirmeyi daha uygun bulmuşlardır. Synaptic Synaptic uygulaması APT paket yönetim sistemini kullanan Debian ve Debian tabanlı, Ubuntu, openSUSE gibi GNU/Linux dağıtımları için grafiksel kullanıcı arayüzü (GUI) sunan bir paket yönetim aracıdır. Türkiye'deki arkeolojik sitler listesi Tripartite sınıfı Tripartite sınıfı Uluslararası mayın av gemisi projesi. Belçika Donanması'nda Tripartite sınıfı gemiler: Aster sınıfı olarak da bilinirler. Üç gemi daha sonra Fransız Donanması’na transfer oldu. Bir tekne mühimmat taşıma maksadı ile kullanılmaktadır. Fransız Donanması'nda Tripartite sınıfı gemiler: Eridan sınıfı olarak da bilinirler. Hollanda Donanması'nda Tripartite sınıfı gemiler: Alkmaar sınıfı olarak da bilinirler. Beş gemi 2000 ve 2003 yılları arasında hizmet dışı kaldı. Romantik Dönem Romantizm, Klasik Roman akımına tepki olarak 18. yüzyılın sonlarında doğan ve Victor Hugo'yla birlikte büyük ün kazanan, insanın yaratma özgürlüğü önündeki her şeye karşı duran bir akımdır. "En iyi kural, kuralsızlıktır" diyen romantikler, insanın duygularını, düş gücünü ve insanı düzeltmenin toplumu düzeltmekle olabileceğini savunurlar. Romantizm akımı değişik ülkelerde değişik biçimlerde ortaya çıkmıştır. İngiliz edebiyatında daha çok şiirde kendini gösterir. İngiliz şiirinde kalın bir çizgide kendini gösteren romantizmin bu çizgideki ilk ismi William Wordsworth'tur. Tabiata karşı kutsal saygı düşüncesini benimser ve şiirlerinde doğayı yapmacıksız bir şekilde anlatır. Ayrıca Samuel Taylor Coleridge, Percy Bysshe Shelley ve John Keats da bu çi
zgide yer alır. Çizginin en kalın yerinde ise Lord Byron bulunur. Alman edebiyatında 18. yüzyılın ikinci yarısında "coşkunluk akımı" ile birlikte gelişir. Bu hareketin öncüleri Klopstock ve Herder romantizmin müjdesini verir. Ancak, Alman edebiyatında romantizme giden kapıyı dünya edebiyatının en büyük isimlerinden biri olan Johann Wolfgang von Goethe açmıştır. "Genç Werther'in Acıları" mektup-romanında Goethe, "Werther" adı altında gizlediği kimliğiyle, yaşadığı aşkı ve pastoral yaşama duyduğu özlemi duygusal ve coşkun bir dille anlatmıştır. "Wilhelm Meister" ve "Wilhelm Meister'in Seyahat Yılları" adlı eserlerinde toplumun yeniden düzenlenmesi sorununa dokunur. Ama onun en büyük eseri "Faust"tur. Goethe'nin açtığı yoldan ilerleyen Friedrich von Schiller ise yapıtlarında özgürlük, isyan, doğa, ihtilal gibi romantiklerin yaslandığı temel kavramları yadsımadan, tarih olgusunu zenginleştirmiştir. "Haydutlar", "Hile ve Sevgi", "Mary Stuart" ve "Wilhelm Tell" gibi yapıtlarında despot yönetime başkaldırma temalarını işleyen Schiller'in bu tarihi yönelimi, daha sonraki Alman romantiklerini de geliştirmiştir. Romantizmin Alman şiirindeki öncüsü ise Heinrich Heine'dir. Romantizm Fransız edebiyatında daha yaygın bir özellik gösterir. François Rene de Chateaubrian,roman, deneme ve gezi yazıları türünde eserler kazandırmıştır Fransız edebiyatına. Fransızların dünya edebiyatına kazandırdığı ve bu akımın öncülerinden olan Victor Hugo'dan başka; Benjamin Constant, Alphonse de Lamartine, Alfred de Vigny, Alfred de Mussed ve Theophile Gautier sayılabilir. İtalyan edebiyatında romantizm akımı içinde anılması gereken isimler;Alessandro Manzonil ve Giacomo Leopardi'dir. Rus edebiyatında ise Byron ve Schiller'den etkilenen Aleksandr Puşkin, Rus toplumunun renkliliğinden de yararlanarak bu akımı zenginleştirmiştir. Romantizm Türk edebiyatı üzerinde de etkili olmuş, özellikle Tanzimat Dönemi yazarları bu akımı çağrıştıran eserler vermiştir. Victor Hugo'dan etkilenen Namık Kemal bu dönemin en etkili yazarlarındandır. Söke Söke, Ege Bölgesi'nde Aydın ilinin batısında yer alan Ege Denizi'ne kıyısı olan bir ilçe. 1064 km²'lik yüzölçümü bakımından ilin en büyük, nüfus bakımından ise 3. ilçesidir. Eski adı: Yunanca: Σώκια, Sokia, Aneon olan Söke, Bizans egemenliğinin sonlarına doğru, 1300 yıllarında, Aydın Bey'in Türkmen aşiretlerini buraya getirdiği ve Söke'yi bu aşiretlerden birinin başkanı olan Süleyman Şah'ın dedesi adına aşiretin merkezi yaptığı söylenir. 1426'da Menteşe Beyliğinin merkezi olan Söke, Osmanlılar döneminde Aydın Vilayeti'nin Menteşe Sancağının merkezi olmaya devam ettiyse de 17. yüzyıldan itibaren Kaptanpaşa Eyaleti'nin sancağı, 1841'de Aydın Eyaleti'nin (1861'den sonra Aydın Vilayeti) Sığla sancağına bağlı kaza olarak kaldı. 1924'ten sonra Aydın'ın ilçesi oldu. Söke'den 19. yüzyıl ile 20. yüzyıllar arasında Bozdoğan Aşiretine mensup yörük aşiretleri Kozan Postkabasakal Köyü, Zeytinbeli kasabası, Tarsus gibi Çukurova gibi yörelerine Osmanlı Devleti tarafından zorunlu göç ettirilmiştir. İlçede 49 mahalle bulunmaktadır. İlçeye her gün İzmir(Basmane)- Söke istasyonları, ayrıca Denizli-Nazilli-Aydın-Söke istasyonları arasında düzenlenen tren seferleri ile ulaşilabilir. Kuşadası, Aydın otogarlarından minibüs, İzmir otogarından ise otobüs seferleri de mevcuttur. İzmir Adnan Menderes Havalimanı’na uçak ile gelen yolcular, buradan düzenli olarak kalkan servisler ile şehre ulaşabilirler. Pipo Pipo, tütün içmeye yarayan, ahşap, taş, metal, cam, kil benzeri malzemeden yapılan gereçtir. Günümüzde genellikle briar veya lületaşı gibi malzemelerden yapılmaktadır. El yapımı iyi bir pipo oldukça yüksek fiyatlardan alıcı bulabilir. Pipolarda özel olarak harmanlanmış, belirli nem oranına sahip tütün karışımları kullanılır. Geleneksel bir pipo, içine tütün konularak tutuşturulan yanma haznesi ve ebonit veya benzeri maddelerden yapılan ağızlıktan oluşur. Klasik pipoda ağızlığın pipo gövdesine bağlandığı kısmın ucunda yanma sırasında ortaya çıkan su buharını yoğuşturmak ve dumanı bir miktar soğutmak için genellikle alüminyum ya da pirinçten yapılma bir filtreleme elemanı bulunur. Günümüzde üretilen pipolarda yoğuşturucu yerine balsa ağacından yapılma ahşap ya da karton kılıflı, içinde aktif karbon bulunduran filtreler kullanılır. Bu tür filtreler piponun yapısına göre 4–9 mm gibi kalınlık 30–35 mm gibi uzunluklarda üretilir. Aktif karbon veya balsa filtre kullanımı tütün içiminin sağlık üzerindeki olumsuz etkilerini bir miktar azaltır. balsa filtreler %90 civarı koruma sağlar daha çok bu filtre tercih edilir. Tütünün yanması ile açığa çıkan dumanı içinde su bulunan bir kaptan geçirmek sureti ile filtre eden nargile benzeri çok parçalı pipolar da mevcuttur. Tütün içmek için kullanılan ilk pipo benzeri gereçler MÖ 1500'lerde Amerika kıtası yerlileri tarafından kullanılmıştır. Yerliler için tütün içimi daha çok törensel amaçlıydı. Barış çubuğu adını verdikleri pipo benzeri gereçler özel toplantılarda kullanılırdı. Avrupalıların Amerika kıtasına ayak basmalarından sonra eski kıtaya gelen tütün kısa sürede yaygınlaştı. 16. yüzyılda tütün bitkisi eski kıtada da üretilmeye başlanmıştı. Bu dönemlerde tebeşir taşından yapılan pipolar ile tütün içilmesi özellikle gemiciler arasında çok yaygındı. Diğer tüm tütün tüketim biçimleri gibi pipo içiminin de sağlığa zararlı olduğu kesindir. Bulundurduğu nikotin maddesinin bağımlılığa yol açtığı klinik olarak kanıtlanmış olan pipo; dil, dudak ve gırtlak kanserinin de tetikleyicisi olabilmektedir. Tütünün yanması sonucu açığa çıkan duman karbonmonoksit, kadmiyum, siyanür, kloroform, DDT ve Etanol içermediği halde astım, nefes darlığı ve en önemlisi anfizeme yol açmaktadır. Birçok ülkede tütün ürünleri üzerine 'hastalıklara yol açabilir' uyarısı konulması zorunludur ve topluma açık yerlerde kullanılması yasaktır. Herbisit Herbisit, Latince bitki (Herb-) kelimesinden türetilmiş ve bitki öldürücü anlamında kullanılmaktadır. Bakınız; pestisit (zirai ilaçlar). Herbisit bitkilerde toksik etki oluşturur. Herbisit, ağaçların kökleri veya yaprakları tarafından alınırsa ağaçlar bu durumdan olumsuz etkilenir. Yabancı otlarla mücadelede kullanılan zirai ilaçtır.Genel anlamda, yabancı otları öldürmede veya normal gelişimini önlemede kullanılan kimyasal maddelerin tümüne birden herbisit denir. Bordo Bulamacı’nın asma mildiyösü hastalığına karşı kullanılışı sırasında, 1896 yılında bu bulamacın bağlardaki yabancı otları da öldürdüğü dikkati çekmiş ve bu tarihten itibaren kültür bitkisi içerisindeki yabancı otlara karşı kimyasal mücadele üzerinde çalışmalar başlamıştır. 1900 yılından itibaren de sülfürik asit, demirsülfat, bakırnitrat, amonyak ve bazı potasyum tuzları herbisit olarak kullanılmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra büyüme maddesi (hormon) tabiatlı herbisitler üzerindeki çalışmalar büyük gelişmeler göstermiştir. Bugün hızlı bir gelişme süreci içerisinde bulunan herbisitleri kesin bir sınıflandırmaya tabi tutmak hemen hemen imkânsızdır. Birçok araştırıcı herbisitleri kendi maksatlarına uygun düşecek şekilde çok değişik olarak sınıflandırmışlardır. Kültür bitkisinin ekim ve çıkışı esas alınarak yapılan sınıflandırmada: "Bu şekilde herbisitler 3 gruba ayrılarak incelenir." Herbisitlerin atıldığı yer esas alınarak yapılan sınıflandırmada ise: "olarak 2 gruba ayrılarak incelenir." Diğer bazı araştırıcılar ise herbisitleri; "olmak üzere 2 ana grupta toplanmaktadırlar. Bu son sınıflandırma şekli tarımla uğraşanlar için daha gerçekçidir." Sultanhisar Sultanhisar, Ege Bölgesi'nde Aydın iline bağlı bir ilçedir. 1958 yılına kadar Nazilli ilçesine bağlı bir bucak merkezi olan Sultanhisar, 1958 yılında ilçe olmuştur. Sultanhisar 1270 yılında Selçuklular tarafından kurulmuş bir kültür merkezidir. 1425 yılında Osmanlı İmparatorluğu hakimiyeti altına girmiştir. Aydın Bey’in kızlarından Nilüfer Sultan'ın hisarıdır. Şehir onun eseri olup kasaba ismini böylece Sultanhisar olarak almıştır. Konum olarak İzmir-Denizli Devlet Karayolu (D 320), Avrupa E-yolları'ndan E87 ve İzmir-Afyonkarahisar demiryolu üzerinde bulunan Sultanhisar Aydın’a 30 km. uzaklıkta bulunmaktadır. İlçede on sekiz mahalle bulunmaktadır. İlçenin sanayisi tarıma dayalıdır. Bunlar zeytinyağı fabrikaları, pamuk çırçır fabrikaları, tarım ürünleri mumlama ve paketleme tesisi ve incir işletmeleridir. İlçede yetiştirilen belli başlı ürünler Akdeniz Bölgesi ve Ege Bölgesi'nin özelliklerini taşıyan zeytin,(kestane), incir, üzüm, narenciye pamuk ve çilektir. Bunlardan başka bir emaye, bir jant bir tekstil ve bir dişli fabrikası mevcuttur. İlçede ilk eğitim kurumu Yağdere'de 1923 yılında açılmıştır. İlçede okuma yazma oranı %95'tir. İlçede 2 anaokulu, 13 ilkokul, 5 ortaokul, 3 lise ve Adnan Menderes Üniversitesi'ne bağlı 2 meslek yüksekokulu bulunmaktadır. Sultanhisar’ın ilk kurulduğu yer İlçe merkezinin 3 km. kuzeyindeki Nysa Antik Kentidir. Nysa Antik Kenti'nin tarihi Eski Roma devrine kadar uzanır. Ünlü coğrafyacı Strabon (Latince: Strabo), devrin en önemli eğitim merkezlerinden biri Nysa'da eğitim görmüştür. Sultanhisar (anlam ayrımı) Sultanhisar aşağıdaki anlamlara gelebilir: Jiddu Krishnamurti Jiddu Krishnamurti (Telugu: జిడ్డు కృష్ణ మూర్తి) veya J. Krishnamurti (Telugu: జే . కృష్ణ మూర్తి) veya (Tamilce: கிருஷ்ணமூர்த்தி)(12 Mayıs 1895 - 17 Şubat 1986), Hindistan asıllı düşünür, konuşmacı ve yazar. Hindistan'ın Madanapalle kentinde doğdu. 1909 yılında C.W. Leadbeater tarafından keşfedildi. 13 yaşındayken Theosophical Society tarafından "dünya öğretmeni" olarak seçildi. Konuşmaları ve yazıları herhangi bir dinle bağlantılı değildir. Kendisine mesihlik yakıştırılmış olmasına rağmen bunu kesinlikle reddetmiştir. Bütün dünyada geniş bir dinleyici kitlesine ulaşmış olmasına rağmen çevresindekiler tarafından oluşturulan örgütü kendisi dağıtmıştır. Hiçbir zaman kendisini bir otorite olarak görmedi ve çevresinde müridlerin oluşmasını istemedi. Her zaman bir birey ile bir başka birey olarak konuşmayı tercih
etti. Krishnamurti, 1986'da ölümüne kadar konuşmalarını sürdürdü. Kendi adıyla basılan eserler Dünyayı dolaşarak yaptığı konuşmalardan derlenmiştir. Konuşmalarında "hakikatin/gerçeğin yolları olmayan bir ülke" ("truth is a pathless land.") olduğunu ve bireyin ancak sessiz/dingin bir farkındalıkla ve tüm yaşam ile bütünleşerek yaşaması halinde gerçeğin/hakikatin kendiliğinden geleceğini söylemiştir. Ölüm ile Yaşamın bir ve tekliği, yaşamın durağan olamayacağı, korku, özgürlük, şiddet, doğa ve çevre vb. üzerine konuşmalar yapmıştır. Lepista nuda Lepista nuda, Tricholomataceae familyasından yenilebilen bir mantar türü. Şapkası, menekşe veya leylak renginde olabilir. Lameller gri menekşe, soluk leylak, açık kahverengi renktedir, sapa çentik şeklinde girinti yaparak bağlanır. sapı 5–10 cm uzunlukta, tabanı şişkin çomak şeklinde, gençken koyu tonlarda olup sonra renk açılır. Boyuna liflidir. Spor baskısı açık pembedir. Türkiye'de Bolu bölgesinde "Mavi cincile", Karaman civarında da "Mor mantar" olarak adlandırılır. Yetiştiği ortama çok güzel bir koku salar. Kesinlikle çiğ olarak yenmemelidir, hafif zehirlenmelere veya mide problemlerine yol açabilir. Tereyağında sote, makarna sosunda veya mangalda yapıldığı zaman oldukça lezzetlidir. Yine Bolu yöresinde böreği ve çorbası yapılarak tüketilir. Benzer renklere sahip olan "Cortinarius violaceus" ile kesilikle karıştırılmamalıdır. Windows Server 2003 Windows Server 2003, 25 Nisan 2003'te piyasaya çıkan, Windows 2000 gibi, küçük ve merkezi yönetimli kuruluşlardan geniş çaplı kuruluşlara kadar her çapta kuruluşun gereksinimlerine yanıt vermek üzere tasarlanmış, ayrıca kuruluşların .NET Framework özelliğinden tam olarak yararlanabilmesini sağlayacak biçimde geliştirmiş sunucudur. Windows'un .NET adını taşıyan ilk sürümü olarak Windows Server 2003 ürünü Microsoft. NET Framework yapısını da içermektedir. Bu yapı geliştiricilerin XML Web hizmetleri oluşturmalarına ve bu hizmetleri geleneksel uygulamalarla birleştiren geleceğin uygulamalarını oluşturmalarına olanak verir. Böylece, uygulamaların oluşturulması, dağıtımı ve sürekliliğinin sağlanması basitleşirken, tamamen Web özellikli bir yapıya kavuşmak kuruluşların iletişimlerini, iş birliğini ve bağlantılarını daha ileri düzeylere getirmelerine olanak sağlayabilecektir. Windows Server 2003 ürünü Windows 2000 Server sürümünü temel aldığından, müşterilerin bir Windows sunucu işletim sisteminden isteyebileceği (güvenilirlik, güvenlik ve ölçeklenebilme gibi) tüm temel işlevlere sahiptir. Windows Server 2003, sistem yönetiminde kolaylık ve güvenilirliği her kademede sağlamak için gereken çeşitli yenilikleri sunarken, varolan Windows 2000 tabanlı dizinlerle, Web uygulama, ağ, dosya ve yazdırma hizmetleri ile de bütünleşebilecektir. Microsoft Windows Server 2003 ailesi şu dört sürümden oluşmaktadır: Her Windows Server 2003 sürümü, müşterinin belirli ticari ve IT gereksinimlerini karşılayacak biçimde özelleştirilebilen işlevlere sahiptir. Gabya sınıfı fırkateyn Gabya sınıfı fırkateyn veya G sınıfı fırkateyn, Türk Deniz Kuvvetleri'ne ait fırkateyn sınıfı. ABD Deniz Kuvvetleri'nden devredilen Oliver Hazard Perry sınıfı fırkateynlerden oluşur. GENESIS (Gemi Entegre Savaş İdare Sistemi) ile modernize edilmektedir. Bosna Piramitleri Bosna Piramitleri Boşnak araştırmacı ve yazar Semir Osmanagiç tarafından insan yapımı olduğu iddia edilen geometrik yüzey şekilleridir. Bulunduğu şehrin adıyla Visoko Piramitleri ya da iki piramidin mevcut olduğu savından hareketle, biri Bosna Güneş Piramidi -'Bosanska Piramida Sunca'-, diğeri de Bosna Ay Piramidi -'Bosanska Piramida Mjeseca'- şeklinde de adlandırılmaktadır. Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna ile Zenica arasında yer alan Visoko kentinin arkasında yükselen hayli düzgün bir piramit şeklindeki tepe ve bu tepeden görülebilen benzer şekilli daha küçük bir yükseltidir. Dr. Semir Osmanagiç<, 2005 yılı içinde 'Güneş Piramidi' olarak adlandırdığı alanda bizzat finanse ettiği kazı çalışmalarına başlamıştır. Tepenin uçlarının kuzey-güney-doğu-batı yönlerine denk geldiğine dikkat çekmekte, ve taş döşenmiş bir giriş holü, altında piramidin yer aldığına inandığı kil katmanları bulduğunu öne sürerek, Visoko Piramitleri'nin Avrupa'nın bilinen ilk piramitleri olduğunu iddia etmektedir. Mevcut bir tepenin şeklinin düzgünleştirilerek piramit şekline sokulmuş, yamaçlarında da basamaklar inşa edilmiş olması da başka bir ihtimaldir. Osmanagiç'e göre, Piramitlerin tarihi, bölgeye M.S. 600 yıllarında gelmeye başlayan Slav kavimlerinden önce Balkanlar´da yerleşik bulunan İlliryalılardan (muhtemelen Arnavutlar ın ataları) da öncesine dayanmaktadır. Osmanagiç'in savları birçok arkeolog tarafından temelsiz bulunarak reddedilmiştir. Alman Arkeoloji Enstitüsü başkanı Hermann Parzinger önderliğinde Avrupa'nın birçok önemli arkeologunun imza attığı bir bildiri yayınlanarak, bu iddiaların inandırıcılığı olmadığı ve gerçek bilimde böyle iddiaların hiçbir açıdan ciddiye alınamayacağı açıklanmıştır. Bosnalı birçok arkeolog da yapılan kazı çalışmalarının bölgede bulunan ve piramit iddialarıyla ilgisi olmayan bazı tarihi kalıntılara zarar vermekten başka bir işe yaramayacağını açıkça belirtmiştir. Gelibolu sınıfı fırkateyn Gelibolu sınıfı fırkateyn, Türk Deniz Kuvvetleri'nde hizmet etmiş olan Alman Köln sınıfı firkateynler. Aynı sınıftan "Lübeck" (F-224) ve "Braunschweig" (F-225) gemileri yedek parça olarak kullanılmak amacı ile alındı. Midyat Midyat, Mardin ilinin bir ilçesidir. Midyat, dinlerin (İslam, Hristiyanlık ve Ezidilik) ve dillerin (Türkçe, Kürtçe, Arapça ve Süryanice) buluşma noktasıdır. MÖ 9. yüzyıl Asur tabletlerinde "Matiate" olarak tanımlanır. "Matiate", Aramice/Süryani bir isimdir ve "mahallesim", "vatanım", demektir. Asur kralı II. Asur Nasırpal Tur Abidin'in Aramileri talan ettikten sonra, bu savaşın tarihi tablalar yazılmıştır. Midyat'taki ilk Süryani Hristiyanlar da mağaralarda yaşardı. Midyat tarih boyunca birçok kere kuşatılıp talan edilmiştir. Son olarak I. Dünya Savaşı'nın karanlık günlerinde, "Ferman" yılında, kasaba sakinlerinin üçte ikisi yaşamını kaybetmiştir. Ancak 1930 yılından sonra kasaba yeniden canlanmış: Kiliseler, evler ve bazı mekanlar onarılmıştır. Ondan sonra yerleşim düzeni zamanla oturmaya başlamıştır. İlçenin deniz seviyesinden yüksekliği 1070 metredir. Mardin ilinin en geniş ve nüfus bakımından en kalabalık ilçelerinden biridir. İlçeye bağlı 43 köy ve mezraa bulunmaktadır. Midyat'da Müslüman olarak Kürtler, Türkler ve Araplar yaşamaktadırlar Din ve grupları ise Hristiyan. Dinine mensup Süryaniler, Ermeniler ve Keldaniler yaşamakta bu dil grupları mezhep olarak aralarında Katolik, Ortodoks ve Protestan olmak üzere üç mezhebe ayrılırlar. Hristiyanlar kendi aralarında çok az sayıda olmak kaydı ile Süryanice konuşmaktadır, Keldanice ve Ermenice bu bölgede unutulmuş dil gruplarıdır ve konuşulmamaktadır. Midyat'da bu dinlerin yanı sıra sayıları çok az olmakla beraber Ezidi dinine mensup insanlar da yaşamaktadırlar. Bu nedenle Midyat'a "Diller ve Dinler Şehri" denir. Süryanilerin milattan önceki tarihleri, eski Mezopotamya'da yaşayan ulusların tarihidir. Süryani halkının kökleri de eski Mezopotamya'nın en eski tarihsel dönemine kadar inmektedir. Yukarı Mezopotamya'nın yazılı tarih evresi yalnız Asurlar ile başlar. MÖ 3000'lerde Sümer'in kuzeyinde yer alan Asurlar ve Akadlar, Fırat'ın orta kesiminde, çok sayıda bağımsız site devletleri kurmuşlardır. Buradaki halk, Sümerlere benzeyen bir medeniyetten oluşmaktadır. Bu kabile, bir Sami dili olan Asurca ve Akadça/Aramice konuşuyordu. İki yerleşim biriminden oluşan, dinlerin ve dillerin birleşme noktası, ""Gelen ağlar giden ağlar"" sloganı ile adeta özdeşleşen Midyat Güneydoğu Anadolu bölgesinin en gelişmiş ilçelerinden biridir. 1990'lı yıllardan itibaren okur yazarlık oranında büyük bir ilerleme yaşanmıştır. Geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. 2000'li yıllardan itibaren "İlçede çekilen Dizi Film ve Sinema Prodüksiyonları" sayesinde unutulmakta olan Midyat'ta yaşayan tüm toplulukların ortak değeri olan "Telkari" ("Gümüş İşleme") sanatında büyük gelişme yaşanarak bu sanat tekrar canlanmakta olup endüstri haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu çalışmalar iç ve dış turizmin gelişmesine de katkı sağlamıştır. Midyat'a özgü mimarisi olan ve adını yine Midyat'tan alan "Midyat Evleri"ni süsleyen" ""Taş İşleme Sanatı"" ("Nahid") da Midyat'ta yaşayan tüm toplumların ortak değeri olarak ayrı bir önem taşımaktadır. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı 6 belde, 50 köy ve 7 mahalleden oluşmaktadır. Midyat'a bağlı birçok köy ve belde bulunmaktadır. 55 köy ve 6 belde bağlıdır. Bu köy ve beldelere bağlı birçok mezra da bulunmaktadır. Bugün bu mezraların çoğunda kimse yaşamayıp, dışarıdan gelen Koçerlerin hayvanlarını barındırabileceği yer olarak ve mera alanı olarak kullanılmaktadır. Kuzugöbeği Kuzugöbeği ("Morchella esculenta"), Morchellaceae familyasından, yenilebilen bir mantar türüdür. Genelde ormanlarda tek tek veya küçük gruplar halinde bulunur, özellikle orman yangınlarında sonra sıkça rastlanır. Genelde bahar aylarında ortaya çıkar. Bahar aylarında yağışın olmaması olumsuz yönde etkiler. "Gyromitra esculenta" gibi zehirli türlerle (sahte kuzu göbeği mantarı) karıştırılma riski olduğundan dikkatli olunmalıdır. Çeşitli alerjik reaksiyonlara neden olacağından çiğ olarak yenmemelidir. Fransız mutfağının önemli bir öğesi olan kuzu göbeği mantarı ekonomik değeri olan ve pek çok gurme tarafından tercih edilen lezzetli bir türdür. Semir Osmanagić Semir Osmanagić (d. 1 Haziran 1960, Zenica), Boşnak arkeolog. Houston, Teksas'ta yaşamaktadır. Bosna-Hersek'in Visoko kentinde bulunduğu ve Avrupa'nın bilinen tek piramitleri olduğu iddia edilen Bosna Piramitleri üzerinde araştırmalar yürütmektedir. Huş mantarı Huş mantarı ("Piptoporus betulinus"), Fomitopsidaceae ailesinden, genelde çürümüş ağaçlarda, özellikle Huşağacında yaşayan çürükçül bir ağaç mantarıdır. Yüzey
i açık kahverengidir, yaşlandıkça koyu kahveye dönüşür. Yenmez. Asya, Avrupa ve Amerika'da Huş'un bulunduğu her yörede yaygındır. Üreme organı yarım şapka şeklinde ya da böbrek biçiminde olup öne doğru uzamıştır. Gövdeden 7–12 cm uzaklıkta olup 8–25 cm genişlikte ve 2,5 cm kalınlıktadır. Arkaya doğru sap şeklinde uzanır. Şapkanın rengi açık gri esmer ya da soluk esmer sarımtıraktır. Üst tarafı çıplak, yaşlandıkça çizgili ve kalkık pullarla örtülüdür. Alt tarafı düz, borucuklar sarı beyazımtırak ya da esmerdir. Borucuklar 2–4 cm uzunlukta olup delikçikler köşeli ve düzgün değildir. Genç mantar etli, yumuşak, daha sonra mantarımsı ve kurudur. Çeşitli huş türlerinde hem öz, hem de diri odunda zarar yapar. Hastalık normalde dal ve tepelerde başlar ve aşağıya doğru ilerler. genç ve iyi gelişme gösteren gövdeler diri odunlarında bu hastalığa karşı direnç gösterirler. Mithat Fenmen Mithat Fenmen (1916 – 1982) Türk besteci, piyanist. Türkiye’de çoksesli müzik yaşamının gelişmesi yönünde önemli katkılar getirmiş olan besteci, piyanist, piyano öğretmeni, müzik yazarı ve müzik yayıncısı Fenmen, müziksever bir ailenin çocuğu olarak 9 yaşında piyanoya başlamıştır. Mühendis olan babası flüt, amcası piyano ve keman, annesi piyano çalardı. 1929 yılında İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda Cemal Reşit Rey’in öğrencisi olan genç besteci, 1935 yılında liseyi bitirdikten sonra Paris’e giderek Ecole Normale de Musique’te öğrenim yapmış, Alfred Cortot ile piyano, Nadia Boulanger ile armoni ve kompozisyon çalışmıştır. Konservatuvarı bitirdikten sonra, Almanya’ya giderek Münih Devlet Konservatuvarı’nın kompozisyon bölümünde Joseph Haas’ın öğrencisi olmuştur. II. Dünya Savaşı’nın patlaması üzerine 1939 yılında yurda dönmüş ve Ankara Devlet Konservatuvarı’na piyano öğretmeni olarak atanmıştır. 1954 yılında İngiliz bale sanatçısı Beatrice Appleyard ile evlenen besteci, iki kez konservatuvar müdürlüğü yapmıştır. Mithat Fenmen, bir virtüöz olarak Avrupa’da resital ve konserler vermiş, Türkiye’ye gelen ünlü müzikçilere de eşlik etmiştir. Piyano edebiyatının başlıca yapıtlarını Türkiye’de ilk seslendiren üretici kimliğiyle de tanınmıştır. Türkiye'de "ilk seslendirme" kapsamında oda müziği yapıtlarına da el atmış, kurduğu oda müziği topluluklarıyla bu alandaki başlıca yapıtların yorumlanmasını sağlamıştır. 43 yıl boyunca piyano öğretmenliği yapan Fenmen, üstün yetenekli çocukların keşfedilmesi yolunda öncülük etmiştir. Müziğe başlattığı öğrencileri arasında Selman Ada, İdil Biret, Pekinel Kardeşler, Gülsin Onay ve Fazıl Say vardır. 1951 - 1954 ve 1970 - 1973 yılları arasında Ankara Devlet Konservatuvarı müdürü olarak görev yapan besteci, 1973- 1975 yılları arasında Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü'nü üstlenmiştir. Fenmen, besteciliğe gençlik yıllarında başlamıştır. 16 yaşındayken bestelediği bir "vals", ölümünden sonra bulunmuş, son öğrencisi Fazıl Say tarafından seslendirilmiştir. Paris ve Münih’teki kompozisyon öğreniminin getirdiği geniş açılımla yapıtlarında yerel renklere yönelmemiş, yeni müzik tekniklerini yumuşak bir anlayışla kullanarak derinlikler araştırmıştır. "Piyanistin Kitabı" ve "Solfej" adlı kitaplarının yanı sıra, 1949- 1954 yılları arasında "Müzik Görüşleri" adlı aylık bir dergi yayınlayan Fenmen’in en önemli yapıtı kabul edilen piyano ve orkestra için Concertino’su, Ahmet Say belgeliğindedir. Yapıtlarının yayın ve seslendirme hakları ailesine aittir. Mithat Fenmen, 1971 yılında Devlet Sanatçılığı unvanı aldı. İdil Biret, Hüsnü Baylav, Fazıl Say gibi pek çok piyanist yetiştirmiştir. (Praetorius yönetimindeki CSO ile solist Fenmen tarafından 1944 yılında "dünya prömiyeri" gerçekleştirildi. 1980’de yeniden SCO eşliğinde Fenmen ile, 1986’da ADK Orkestrası eşliğinde Fazıl Say tarafından yorumlandı). Frankenstein Frankenstein ya da Modern Prometheus, İngiliz yazar Mary Shelley (1797–1851) tarafından yazılan ve genç bir bilim insanı olan Victor Frankenstein'ın yarattığı alışılmışın dışında bir bilimsel deneyde garip şekilli ama akıllı bir yaratığın hikâyesini ele alan romandır. Shelley, hikâyeyi 18 yaşındayken yazmaya başladı ve romanın ilk baskısı, 1 Ocak 1818'de yazar 20 yaşındayken Londra'da isimsiz olarak yayımlandı. Yazarın adı ilk kez 1823'te Fransa'da yayımlanan romanın ikinci baskısında yer aldı. Shelley, 1814'te Avrupa boyunca seyahat ederek Gernsheim'de verdiği bir molada iki yüzyıl önce bir simyagerin deney yaptığı Frankenstein Kalesi'nden 17 km uzakta olan Almanya'nın Ren Nehri boyunca yolculuk etti. Daha sonra hikâyenin geçtiği yer olan Cenevre (İsviçre) bölgesine gitti ve burada arkadaşları arasında -özellikle de sevgilisi ve gelecekteki kocası Percy Shelley- yaptığı sohbetlerin konusu arasında galvanizm ve benzeri esrarengiz fikirler yer aldı. Mary, Percy, Lord Byron ve John Polidori, en iyi korku hikâyesini kimin yazabileceğini görmek için bir yarışma düzenlemeye karar verdiler. Günlerce düşündükten sonra Shelley, canlı birini yaratan ve yaptığı şey yüzünden dehşete düşmüş bir bilim insanını tasavvur etti ve hayal ettiği şey, daha sonra romanının olay örgüsüne dönüştü. "Frankenstein", Gotik roman ve romantizm hareketleri unsurlarından etkilenmiştir. Yazdığı eser aynı zamanda, bilimkurgunun ilk örneklerinden biridir. Brian Aldiss, romanın  daha sonraki bilimkurgu romanlarına benzeyen fantastik ögelerle önceki öykülerden farklı olarak merkezi karakterin "kasıtlı bir karar vermesi" ve fantastik sonuçlar elde etmek için "laboratuvarda modern deneyler yapması"ndan ötürü ilk gerçek bilimkurgu öyküsü olarak düşünülmesi gerektiğini savunmuştur. Edebiyatta ve popüler kültürde önemli bir etkiye sahip olan "Frankenstein"; korku hikâyelerine, filmlere ve oyunlara etki etmiştir. Romanın yayımlanmasından bu yana, canavarı nitelemek için "Frankenstein" ismi kullanılmaktadır. Bu kullanım bazen yanlış kabul edilir fakat  bu ifadeyi kullanan eleştirmenler bu tanımlamayı, oturmuş ve kabul edilebilir bir ifade sayarlar.  Yaratık romanda "yaratık", "canavar", "iblis", "başarısızlık", "sefil", "arkadaş" ve "o" olarak adlandırılır. Victor Frankenstein ile konuşmasında kendini "Âdem olması gerekirken haksız yere mutluluktan mahrum edilen, cennetinden kovulmuş bir meleğe" benzetir. Ayrıca yaratığın okuduğu ve kitabın alt başlığıyla da bağlantılı olan "Kayıp Cennet"'teki Lucifer ile de kendini durumunun timsali olarak görür. "Frankenstein", çerçeve anlatı tekniği biçiminde Kaptan Robert Walton'un kız kardeşine yazdığı mektup ile başlar. Olaylar, 18. yüzyılda belirtilmemiş bir zamanda geçer ve mektubun tarihleri "17-" olarak verilmiştir. "Frankenstein" romanı, Kaptan Robert Walton ve kızkardeşi Margaret Walton Saville arasında kurgusal bir yazışmayı belgeleyen mektup roman halinde yazılmıştır. Walton, başarısız bir yazar ve kaptan olup Kuzey Kutbu'nu keşfetmek ve bilimsel bilgiyi, şöhret elde etme umuduyla genişletmek için yola çıkmaktadır. Yolculuk sırasında geminin mürettebatı yaklaşık yarım mil ötede bir kızağa sabitlenmiş, köpekler tarafından çekilen bodur bir binek aracının kuzey yönüne doğru gittiğini ve üstüne insan suretinde ama devasa boyutlarda bir yaratık oturduğunu ve yaratığın köpekleri idare ettiğini görür. Mürettebat birkaç saat sonra ekip Victor Frankenstein adında neredeyse donmakta olan ve zayıflamış bir adamı kurtarır. Adam, Walton'un da aynı şeyi dert ettiğini fark eder ve ona başından geçen büyük ve benzersiz felaketleri anlatmaya başlar. Anlatılan hikâye, Frankenstein'ın anlatılarının çerçevesi olarak kullanılır. Victor çocukluğundan bahsetmekle başlar. Napoli'de zengin bir Cenevizli ailede doğan Victor ve kardeşleri Ernest ile William, Caroline Beaufort'un oğlu olan Alphonse Frankenstein'ın çocukları olarak kimya yoluyla dünyayı daha iyi anlamak için teşvik edilirler. Victor küçük bir çocukken birbiriyle çelişen binlerce teoriyi birleştirerek ve çeşitli bilgilerin bataklığında çaresizce çırpınarak çökertilmiş sistemlerle uğraşır. Victor beş yaşındayken ailesi, hayatını koruyucu bir ailenin yanında sürdüren İtalyan asilzadesinin yetim kızı Elizabeth Lavenza'yı evlatlık edinir ve Victor, kıza daha sonra aşık olur. Bu süreçte Victor'un ebeveynleri Alphonse ve Caroline, William'ın dadısı olacak Justine Moritz adlı başka bir yetim, evlatlık alır. Almanya'daki Ingolstadt Üniversitesi'nden ayrılmadan önce annesi kızıl hastalıktan ölür ve Victor, annesinin yasıyla baş etmek için kendini deneylere gömer. Üniversitede, kimya ve diğer bilim dallarından oldukça başarılı olup yakın bir sürede canlı olmayan maddelere hayat vermek için gizli bir teknik geliştirmektedir. Sonunda, bir insan türü yaratmayı üstlenir fakat küçük parçaların detayları kendi hızını yavaşlatacağını düşündüğünden 2,4 metre boyunda ve orantılı uzuvlara sahip devasa boyutlarda bir yaratık geliştirmeye karar verir. Güzel bir yaratık yaratma niyetine rağmen yaratığın gözleri ve teni sarıydı. Ayrıca sapsarı teni yaratığın teni ve altlarındaki damarları zar zor örtmektedir. Çalışmasından iğrenen Victor, yaratık uyandığında ondan korkup kaçar. Sokakları dolaşırken çocukluk arkadaşı Henry Clerval ile karşılaşır ve Henry'yi kendi evine götürür. Henry'nin canavarı görmesinden çekinir fakat canavarın kaçmasıyla bununla uğraşmak zorunda kalmaz. Victor, hastalanır ve Henry kendisine bakar. Dört aylık bir nekahat döneminden sonra erkek kardeşi William'ın öldürüldüğünü öğrenince evine döner. Victor, Cenevre'ye ulaştığında canavarı olay mahallinde görür ve canavar dağa tırmanırken ondan kendisinin sorumlu olduğuna inanır. William'ın dadısı Justine Moritz, Caroline'in minyatür bir portresini içeren William'ın madalyonunun cebinde bulunmasıyla William'ı öldürme suçundan yargılanır ve suçlu bulunur. Victor, anlatsa da kimsenin kendisine inanmayacağını bildiği için kadının asılması konusunda çaresiz kalır. Keder, üzüntü ve suçluluk duygusu içinde Victor dağlara çekilir. Yaratık onu bulur ve yaşadıklarını Victor'un bilmesini ister. Akıllı ve konuşkan yaratık, hayatının ilk günlerini yalnız yaşayarak vahşi doğada yaşar ve görüşünden ötürü ins
anlarından kendisinden korktuğunu ve nefret ettiğini anlamasıyla saklanmaya başlamıştır. Bir kulübeye bağlı terk edilmiş bir yapıda yaşarken orada yaşayan fakir bir aileye ilgi duyar ve ihtiyatlı bir şekilde aile için odun toplamaya başlar. Aylarca ailenin arasında gizlice yaşayan yaratık, onları dinleyerek konuşmayı öğrenmiş ve ormanda kayıp kitap çantasını keşfetmesiyle okumayı öğrenmiştir. Bir gölette yansımasını gördüğünde fiziksel görünüşünün korkunç olduğunu fark eder ve görünüşün normal insanları nasıl korkuttuğu anlayınca dehşete kapılır. Bununla birlikte, arkadaşı olma umuduyla ailenin yanına yaklaşır. Başlangıçta ailenin görme engelli babasıyla arkadaşlık kurmayı başarır fakat ailenin diğer üyeleri korkup evden kaçınca yaratık öfkeyle yakar. Ardından yaratıcısının kendisini nefret ettiği bir dünyaya getirdiği için yaratıcısından intikam alacağına dair yemin eder. Victor'un günlüğündeki ayrıntıları kullanarak Victor'un aile mülküne giderek William'ı öldürür ve Justine'in olayını tertipler. Yaratık, Victor'dan kendisi gibi bir kadın eş yaratmasını ister. Canlı bir varlık olarak mutlu olma hakkı olduğunu savunur. Bu isteğe razı gelinirse Güney Amerika’nın uçsuz bucaksız ormanlarına giderek ortadan kaybolacağına dair Victor'a söz verir. Talebinin reddedilmesi halinde yaratık, sağ kalan arkadaşlarını ve sevdiklerini öldürmekle Victor'u tehdit eder ve onu tamamen mahvedinceye kadar durmayacağını belirtir. Victor, ailesinin başına bir şeyler gelebileceği endişesiyle yaratığın fikrini gönülsüzce kabul eder. Yaratık, süreci gizlice izleyeceğini söyler. Clerval, İngiltere'ye kadar Victor'a eşlik eder ve Perth, İskoçya'ya varınca Victor'un ısrarıyla ondan ayrılırlar. Victor, yaratığın onu takip ettiğinden şüphelenir. Orkney Adaları'ndaki kadın yaratık üzerinde çalışırken yaratacağı kadının yaratıktan nefret edecek biri ya da yaratıktan daha şeytani biri olması halinde yaşanacaklardan rahatsız olur. Ayrıca iki yaratığın insanoğlunun ölümüne yol açabilecek bir ırkın oluşmasına neden olabileceğini düşünür. Yaratığı pencerede görünce yaratığın kendisini gerçekten takip ettiğini anlayan Victor, tamamlanmamış kadın yaratığı parçalara ayırır. Yaratık olanlardan sonra çalışmaya devam etmesi için Victor'u tehdit eder ancak Victor, yaratığın kötü olduğuna ve eşini de kötü yapacağına ve çiftin tüm insanlığı tehdit edeceğine inanmaktadır. Victor, çalışmayı yok edince yaratık kendisine "Öyle olsun. Gidiyorum ama sakın unutma düğün gecende görüşeceğiz." der. Victor, bu tehditi kendi yaşamına yönelik olarak algılar ve mutlu olduğu bir anda yaratığın kendisini öldüreceğine inanır. Victor, İrlanda'ya geldiğinde Clerval cinayeti için tutuklanır.  Yaratık, Clerval'i boğarak öldürmüştür ve yaratıcısının geldiği yerde bulunması için cesedi terk etmiştir. Beraat edildikten sonra Victor, babasının servetinin bir kısmını Elizabeth'e geri getiren babasıyla eve döner. Cenevre'de Victor, Elizabeth'le evlenmek üzeredir ve kendini tabancalarla ve bir hançerle silahlandırarak yaratıkla ölümüne savaşmaya hazırlanır. Düğünlerini izleyen gece Victor Elizabeth'e odasında kalmasını ister, kendisi ise "iblis"i aramaktadır. Victor evde arama yaparken yaratık,  Elizabeth'i boğarak öldürür. Victor, Elizabeth'in cesedini işaret eden Yaratık'ı pencereden görür ve Victor onu vurmaya çalışır ancak yaratık kaçar. Cenevre'ye döndükten sonra Victor'un babası, yaşlılıktan ve Elizabeth'in ölümüynden birkaç gün sonra zayıf düşer ve ölür. İntikam almak isteyen Victor, yaratığı Kuzey Kutbu'na kadar takip eder ancak yorgunluktan bitkin düşer ve hipotermiye yakalanır. Victor'un anlatımının sonunda Kaptan Walton, hikâyeyi anlatmaya devam ederek Victor'un çerçeve anlatımını bitirir. Yaratık kaybolduktan birkaç gün sonra gemi buz parçaları arasında kapana kısılır ve Walton ekibinin geri kalanı serbest bırakıldıktan sonra güneye dönmek için ısrar etmeden önce birçok mürettebat soğuktan ölür. Walton, Victor'un hikâyesini bir uyarı olarak görür ve gemiyi çevirmeye karar verir. Victor kısa bir süre sonra ölür ancak ölmeden önce Walton'a "kendini hırslara kaptırmaktan kaçın" der. Walton, gemisinde ve Victor'un cesedini yas tutan yaratığı fark eder. Yaratık, Walton'a Victor'un ölümünün kendisine huzur getirmediğini aksine, suçları onu tamamen yalnız bıraktığını söyler. Yaratık, lombozdan dışarı, geminin yanında duran buzulun üstüne atlayarak çok geçmeden dalgalarla sürüklenip karanlığın içinde, uzaklarda gözden kaybolur. 1816 yılının yağışlı yazı olan "Yaz Yaşanmayan Yıl" sırasında dünya 1815'de Tambora Dağı'nın patlaması sonucu uzun bir soğuk volkanik kışa kilitlendi. 18 yaşındaki Mary Shelley ve sevgilisi -daha sonra kocası olacak olan- Percy Bysshe Shelley, İsviçre'de Cenevre Gölü'nden Villa Diodati'de Lord Byron'u ziyaret etti. Hava, sürekli olarak çok soğuk ve kasvetli olduğu bu yaz, planladıkları açık hava etkinliklerini gerçekleştiremeyince grup, şafak vaktine kadar evin içinde inzivaya çekildi. Byron'un villasında şömine başında otururken grup "Fantasmagoriana" adlı kitaptan  Fransızcaya tercüme edilen Alman hayalet hikâyeleri okuyarak zamanını geçirdi. Daha sonra Byron, "herkesin bir hayalet hikâyesi yazması"nı önerdi.  Bir hikâye tasarlayamayan genç Mary,  endişelendi: "Hikâye düşündün mü? [Bu soru] bana her sabah soruldu ve küçük düşürücü bir olumsuzlukla cevap vermek zorunda kaldım." Yaz ortasının bir akşamında tartışmalar yaşam ilkesinin doğasına çevrildi. "Belki de bir ceset yeniden hayat bulacaktı." dedi ve "Galvanizm böyle şeyleri simgelemişti." diye ekledi Mary.  Gece yarısından sonra inzivaya çekilmişlerdi. Mary, uyumakta zorlandı ve yarı uyur yarı uyanık hâldeyken bir "uyanık düş" gördü ve gördüğü bu hayalin dehşetiyle irkildi. Eylül 2011'de gökbilimci Donald Olson, önceki yıl Cenevre Gölü villasını ziyaret ettikten ve ayı ile  yıldızların hareketi hakkındaki verileri inceledikten sonra Mary'nin "uyanık düş"ünün Lord Byron'un herkesin bir hayalet hikayesi yazmasnı önerdikten birkaç gün sonra 16 Haziran 1816'da "saat 2 ila 3 arasında" gerçekleştiği sonucuna vardı. Mary, kısa bir hikâye olacağını varsaydığı şeyi yazmaya başladı. Percy Shelley'nin cesaretlendirmesiyle hikâyeyi tam teşekküllü bir roman haline getirdi. Daha sonradan İsviçre'deki o yaz mevsimini, "çocukluktan hayata attığı ilk adım" olarak yorumladı. Shelley romanın ilk dört bölümünü, kız kardeşi Fanny'nin intiharının ardından birkaç hafta içinde yazdı. Byron, Balkanlar 'ı gezerken duyduğu vampir efsanelerine dayanan bir parça yazmayı başarmış ve John Polidori romantik vampir edebiyat türünün atası olan "The Vampyre"'ı (1819) yaratmıştır. Böylece efsanevi bu iki hikâye, bu özel toplantılardan çıkmıştır. Grup aydınlanma ve karşı-aydınlanma fikirlerinden de bahsetti. Shelley, aydınlanma fikrinin siyasi liderlerin güçlerini sorumlu bir şekilde kullanmaları halinde toplumu ilerletebileceğini ve büyütebileceğini bununla birlikte yanlış kullanılmış romantik fikrin toplumu yok edebileceğini düşünüyordu. Mary ile Percy Bysshe Shelley'nin 1818'deki ilk üç ciltlik baskısı (1816-1817 yazısı)  ve Mary Shelley'nin yayıncısı için hazılanmış temiz bir kopyası, şu an Oxford'daki Bodleian Kütüphanesi'nde yer almaktadır. 2008'de Bodleian, Mary Shelley'nin orijinal metninin Percy Shelley'nin eklemeleri ve müdahaleleri ile karşılaştırmalarını içeren, Charles E. Robinson tarafından düzenlenmiş "Frankenstein"'ın yeni bir basımını yayımladı. Shelley, yazısını Nisan/Mayıs 1817'de tamamladı ve "Frankenstein ya da Modern Prometheus", 1 Ocak 1818'de küçük bir  Londra yayınevi olan  Lackington, Hughes, Harding, Mavor, & Jones tarafından basıldı. İsimsiz olarak, Percy Bysshe Shelley tarafından Mary için yazılmış bir önsöz ve babası filozof William Godwin'e ithaf ile yayımlandı. 19. yüzyılın ilk baskılarında kullanılan standart "üçlü katmanlı" formatta sadece 500 kopyadan oluşan üç cilt halinde piyasaya sürüldü. "Frankenstein"'ın ikinci baskısı, Richard Brinsley Peake tarafından yazılan Presumption; or, the Fate of Frankenstein adlı piyesin başarısından sonra  11 Ağustos 1822'de iki cilt halinde yayınlandı (G. ve W. B. Whittaker tarafından) yayımlandı.  Bu baskıda, kitabın yazarı olarak kapakta Mary Shelley'nin adı yer almıştır. 31 Ekim 1831'de Henry Colburn & Richard Bentley tarafından yayımlanan tek bir ciltlik "popüler" baskısı ortaya çıktı. Mary Shelley, bu baskıda hikâyeyi kısmen daha radikal hâle getirmek için ağır bir şekilde revize etti ve hikâyenin oluşumunun biraz süslenmiş halini içeren uzun bir yeni önsöz yazdı. 1818 yılındaki metni birkaç basım takip ederken, bu basım en çok yayımlanan ve okunan basımdır.  Bazı uzmanlar, eserin orijinal versiyonunu tercih ederek bu versiyonun, Mary Shelley'nin hayal gücünün ruhunu koruduğunu belirtmektedir. 2008 yılında Charles E. Robinson'ın düzenlediği "The Original Frankenstein" adlı romanın yeni baskısı yayınlandı.  Robinson, Mary Shelley tarafından yazılan orijinal elyazmasını inceledi ve Percy Bysshe Shelley'nin yaptığı düzenlemeleri kaydetti. Frankenstein, yarattığı canavarı reddetmesiyle yaratığa bir isim vermemiş, bu da kimlik eksikliğine yol açmıştır. Roman boyunca "yaratık", "canavar", "iblis", "başarısızlık", "sefil", "arkadaş" ve "o" gibi sözcüklerle nitelenmiştir. Frankenstein, 10. Bölüm'de yaratıkla sohbet ettiğinde yaratık için "iğrenç canavar", "aşağılık iblis",  "iğrenç yoldaş" gibi tanımlar kullanır. Frankenstein'ın anlatımları boyunca Shelley yaratığı "Âdem" olarak nitelemiştir. Shelley, şu epigrafla Aden bahçesindeki ilk insana gönderme yapmıştır:  Ey Yaratan, ben mi istedim, çamurumdan Beni, insanı yoğur diye, ben mi yakardım sana Karanlıktan beni çıkart diye? —John Milton, "Kayıp Cennet" (X. 743–5) Yaratık, daha sonraki çalışmalarda kadavradan meydana gelen ve elektrik kullanımı ile yeniden canlandırılan bütün vücut parçalarının bir bileşimi olarak tanımlansa da bu açıklama Shelley'nin çalışmasıyla tamamen uyumlu değildir: hem elektrik kullanımı hem de Frankenstein'ın canavarının arıtılmış görüntüsü, James Whale'in 1931'de popüler ola
n hikâyenin film uyarlaması ve yaratığa dayanan diğer ilk film çalışmaların bir sonucudur. Shelley'nin orijinal eserinde Dr. Frankenstein daha önce bilinmeyen yaşamın temel ilkesini keşfeder ve bu kavrama, cansız maddeye canlılık kazandıran bir yöntem geliştirmesine izin verir ancak sürecin tam doğası büyük ölçüde belirsiz kalır. Doktor, bu gücü kullanmada oldukça tereddüt ettikten sonra iki yıl boyunca yaratığın vücudunu titizlikle inşa eder ve belirtmediği süreci kullanarak yaratığa hayat verir. Yaratık çoğu kez yanlış bir şekilde "Frankenstein" olarak adlandırılmaktadır.  1908 yılında bir yazar konu hakkında "Kültürlü insanlar tarafından bile korkunç canavarı tanımlarken 'Frankenstein' teriminin neredeyse evrensel olarak yanlış kullanıldığını görmek oldukça tuhaf." sözlerini dile getirmiştir. Edith Wharton'un "The Reef" (1916) romanında "bebek Frankenstein" olarak yaramaz bir çocuk şeklinde tanımlanmıştır. David Lindsay'in 12 Haziran 1844'te "The Rover"'da yayımlandığı "The Bridal Ornament"te "Zavallı Frankenstein'ın yapımcısı" olarak bahsedildi. Whale'in sinematik "Frankenstein"'ın yayımlanmasından sonra insanların çoğu yaratık için "Frankenstein" demeye başladı. Bu durum "Frankenstein'ın Gelini" (1935) ve "İki Açıkgöz Frankenstein'a Karşı" (1948) gibi filmlerin de dahil olduğu Frankenstein filmlerinde sürmeye devam etti. Ayrıca, hikâyenin gelecekteki sahnelenme ve uyarlamaları, kötü bir laboratuvar asistanı Igor ya da Ygor'u içerirken orijinal öyküde böyle bir karakter  yer almamaktadır. Mary Shelley, Frankenstein adını gördüğü bir rüyadan türettiğini ileri sürmüştür. Bununla birlikte, orijinalliğe dair kamusal iddialarına rağmen, Shelley'nin gerçek ilham kaynağı olarak bir takım diğer kaynaklar öne sürülmüştür. Alman ismi olan Frankenstein, "Frank taşı" anlamına gelmektedir ve Darmstadt, Hesse'deki Frankenstein Kalesi ("Burg Frankenstein") ile Palatinate'ta bir kasaba olan Frankenstein'daki Frankenstein Kalesi dahil olmak üzere Almanya'daki çeşitli yerlerle bağlantılıdır. Ayrıca Bad Salzungen'de Frankenstein adında bir kale ve Saksonya'da Frankenstein adında bir belediye de mevcuttur. 1945'te şu an Aşağı Silezya Voyvodalığı'nde bir şehir olan Ząbkowice Śląskie, çoğunlukla Almanlardan oluşmaktaydı ve Almancadaki adı Frankenstein idi ve 1606'da mezarcıların  etrafında dönen bir skandala imza atan bir mekândı. Buranın da yazar için bir ilham kaynağı olduğu ileri sürülmüştür. Son olarak Franconia'dan aristokrat Franckenstein Hanedanı isim hakkında iddialarda bulunmuştur. Radu Florescu, Mary ve Percy Shelley'nin  İngiltere'ye geri döndükleri sırada 1814'de Darmstadt yakınlarındaki Frankenstein Kalesi'ni ziyaret ederek İsviçre'ye gittiklerini savunmuştur. Bu kale, ünlü bir simyager olan Conrad Dippel'in insan vücudu üzerinde deneyler yaptığı bir yerdi ve Florescu, Mary'nin yazmış olduğu eserin orijinalliğini sağlamak için yaptığı ziyaretten bahsetmediğini gerekçe göstermiştir. A. J. Day'ın edebi bir denemesi, Florescu'nun Mary Shelley'nin tanıdığı ve ilk romanı yazmadan önce Frankenstein Kalesi'ni ziyaret ettiğini desteklemektedir. Day, Mary Shelley'nin 'kayıp' dergilerinde yer alan Frankenstein Kalesi'nin iddia edilen tanımının detaylarını ele almıştır. Jörg Helene'e göre, 'kayıp dergiler' ve Florescu'nun iddiaları doğrulanamamıştır. "Victor" adının muhtemel kaynağı, Shelley üzerinde büyük bir etkisi olan John Milton'ın "Kayıp Cennet"nden gelmektedir ve eserin açılışında yer alan bir epigrafta "Kayıp Cennet"ten bir alıntı yer almakta ve eserin yaratığı da bu kitabı okumaktadır. Milton, bu eserinde sıklıkla Tanrı için "Victor" sözcüğünü kullanırken Shelley de Victor karakterine birine hayat vererek Tanrıcılık oynama rolü vermiştir. Buna ek olarak Shelley'nin betimlediği yaratık, "Kayıp Cennet"teki Şeytan karakterine çok şey borçludur ve yaratık, epik şiiri okuduktan sonra şiirdeki şeytan karakteriyle empati kurduğunu söylemektedir. Victor ile Mary'nin kocası olan Percy Shelley arasında pek çok benzerlik mevcuttur. "Victor" adı, Percy Shelley ile kardeşi Elizabeth'in birlikte yazdığı "Original Poetry by Victor and Cazire" adlı şiir koleksiyonunda Percy Shelley'nin mahlasıydı. Victor Frankenstein için Mary Shelley'nin modellerinden birinin Eton'da "elektrik ve manyetizma ile barut ve sayısız kimyasal reaksiyon deneyleri yapan" ve Oxford'daki odalarında bilimsel ekipmanlar olan Percy olduğunu söylenmektedir. Percy Shelley, güçlü politik bağlantıları olan ve Sir Bysshe Shelley'nin soyundan gelen zengin bir ülke şövalyesinin ilk doğan oğluyken eserdeki Victor, kendi soyunu "Soyum Cenevreli, ailem o cumhuriyetin en seçkin ailelerindendir. Atalarım kuşaklar boyu müsteşarlık, meclis üyeliği yaptılar. Babam ise saygınlık ve itibarla çeşitli kamu görevlerinde bulundu. Tanıyan herkes onun dürüstlüğüne ve kamu işlerinde gösterdiği sonsuz titizliğe hayranlık duyardı. Gençliğinin büyük bölümünü durmaksızın ülke işleriyle uğraşarak geçirmişti." cümleleriyle anlatmaktadır. Percy'nin Elizabeth adlı bir kızkardeşi varken Victor'un evlat edinilen kız kardeşinin adı Elizabeth'tir. 22 Şubat 1815'de Mary Shelley iki ay erken doğum yaptı ve bebek iki hafta sonra öldü. Percy, bu erken doğan bebeğin durumu hakkında pek endişelenmemiş ve Mary'nin üvey kız kardeşi Claire ile gitmiştir. Victor ise yaratığın canlandığını görünce dairesinden kaçmasına rağmen bir çocuğun ebeveynine yaklaşması gibi yaratık ona yaklaşma başlamıştır. Victor'un yaratık üzerindeki sorumluluğu konusu kitabın ana temalarından biridir. "Modern Prometheus" romanın alt başlığıdır fakat günümüzdeki bazı modern baskılarda bu kısım sadece girişteki önsözlerde yalnız yer almaktadır. Yunan mitolojisinin sonraki versiyonlarında Prometheus, Zeus'un emriyle insanoğlu yaratan bir Titan'dı ve tanrıların biçimime sahip bir varlık yaratarak ona ruh üfler. Prometheus; insanlara avlanmayı, okumayı ve hastalarını iyileştirmeyi öğretir ve insanlardan kalitesiz adakları kabul etme konusundan Zeus'u kandırınca Zeus, insanoğlundan ateşi alır. Prometheus, ateşi insanoğluna vermek için Zeus'ta çalar. Zeus, bu durumu öğrendiğinde Prometheus'u Kafkasya kayalıklarına bağlayarak sonsuza kadar cezalandırır ve burada her gün bir kartal gelip Prometheus'un karaciğerini parçalar ve ölümsüzlüğünden ötürü Prometheus ertesi gün yeniden var olur. Sonsuza kadar burada cezasını çekip yalnız kalması amaçlanan Prometheus'u, sonunda Herakles (Herkül) kurtarır. Yunan mitolojisindeki Titan Prometheus, Victor Frankenstein ile paralel bir hikâyeye sahiptir. Victor'un yeni yollarla insanı yarattığı çalışma ile Titan'ın insan yaratmada yaptığı yenilikçi çalışmayı yansıtmaktadır. Bazıları Mary Shelley'nin Prometheus'u kahraman olarak görmediğini daha ziyade bir şeytanın parçası olarak gördüğünü, insanoğluna ateşi verdiği için sorumlu tuttuğunu ve insan ırkını et yemeye teşvik ettiğini savunmaktadır. Prometheus, Latin efsanelerinde de yer alır fakat farklı bir hikâyeye sahiptir. Bu versiyonda Prometheus, insanı çamur ve sudan yaratır ki bu da "Frankenstein" temalarıyla bağlantılıdır. Victor, doğa kanunlarına karşı çıkar ve sonunda yarattığı şey tarafından cezalandırılır. Byron özellikle Eshilos tarafından yazılan "Zincire Vurulmuş Prometheus" oyununa bağlanmıştı ve Percy Shelley yakın bir zaman içinde kendi "Prometheus Unbound" (1820; "Zincire Vurulmuş Prometheus") eserini yazacaktı. "Modern Prometheus" terimi, Immanuel Kant tarafından Benjamin Franklin'e ve onun elektrik deneylerine yönelik kullanılmış bir terimdir. Shelley, çalışmasına bir dizi farklı kaynak eklemiştir. Ovidius'un Promethean miti bunlardan biridir. John Milton'ın "Kayıp Cennet"iyle Samuel Taylor Coleridge'ın "Yaşlı Gemici" eserlerinin etkisi romanda açıkça görülmektedir. Mary, Humphry Davy'nin "Elements of Chemical Philosophy" adlı kitabından Frankenstein'ın karakteri için bazı fikirler kazanmış olabilir. Fransız Devrimi'ne yapılan atıflar romanda yer almaktadır. François-Félix Nogaret'nin "Le Miroir des événemens actuels, ou la Belle au plus offrant" (1790) eseri olası kaynaklar arasındadır. Son otuz yıl kadar bir süredir, birçok yazar ve tarihçi, popüler bazı doğa filozoflarını (şimdi fizik bilimciler olarak adlandırılmaktalar) birkaç önemli benzerlik nedeniyle Shelley'nin eseriyle ilişkilendirmeye çalışmıştır. Shelley'nin çağdaşları arasındaki en önemli iki filozoftan ilki, Londra'daki biyo-elektrik galvanizmi yoluyla insanı canlandırmada birçok kamuoyu girişiminde bulunan Giovanni Aldini'yken diğeri, İnsan hayatını uzatmak için kimyasal yollar geliştirmeyi destekleyen Johann Konrad Dippel idi.Shelley, hem bu adamların hem de faaliyetlerinin farkında iken yayımladığı veya yorumladığı notların hiçbirinde bunlardan veya deneylerinden bahsetmemektedir. Kükürt mantarı Kükürt mantarı ("Laetiporus sulphureus"), Polyporaceae familyasından yenilebilen bir mantar türü. Tadı tavuğu andırır. Mantar, büyük yığınlar halinde yetişir, kilolarca ağırlıkta olabilir. Özellikle Okaliptüs, karaağaç, ve ceviz ağaçlarında görülür. Genç mantarlar, nemli, etli, gövdesi sarı ve uçları turuncu renkte olurken yaşlı örnekler daha solgundur. Pek çok kişi bu mantara karşı alerjik olduğundan özellikle genç mantarlar tercih edilmeli ve yenmeden önce küçük bir miktarı denenmelidir. Diğer yabani mantar türlerinde olduğu gibi, zehirli mantarlarla (Örneğin, "Omphalotus olearius") karıştırılabileceğinden kesin emin olunmadan tüketilmemelidir. Türkiye Bilişim Derneği Türkiye Bilişim Derneği (TBD) 22 Nisan 1971 tarihinde kurulan merkezi Ankara'da bulunan dernek. Türkiye'de bilişim ile ilgili her türlü çalışma ve düzenlemenin toplumsal gelişmeye katkı sağlayacak biçimde, çağdaş boyutlarda gerçekleşmesini sağlamak amacı ile Aydın Köksal, Önal Örs, Ersay Gürsoy, Bülent Dikman, Atalay Yunusoğlu, Tamer Uykal, Ünal Yarımağan ve Coşkun Arslan tarafından kuruldu. 7 Mart 1994 tarihinden beri Kamu Yararına Çalışan Dernekler arasındadır. TBD, Faaliyetlerine kuruluşundan bu yana hiç ara vermemiş, Türkiye'nin bilişim alanındaki ilk sivil toplum kuruluşudur. Genel
Merkezi Ankara'da olmakla birlikte İstanbul, İzmir, Antalya, Samsun, Eskişehir ve Erzurum 'da şubeleri bulunmaktadır. TBD Mevcut Yönetim Kuruluna www.tbd.org.tr adresinden erişilebilmektedir. TBD, bilişim alanında bir mesleki örgüt olmanın yanı sıra bilişim terimlerinin Türkçeleştirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında da rol oynamış, bilgisayar, yazılım, donanım vb. terimleri dilimize kazandırmıştır. Düzenli olarak genel amaçlı, bilgi işlem merkezi yöneticilerine yönelik ve kamu bilgi işlem merkezlerine yönelik olmak üzere Ulusal Bilişim Kurultayı, BİMY ve Kamu-BİB adlarında üç konferansı her yıl organize etmektedir. Bilişim adlı 1970'lerden bu yana devam eden bir yayını son yıllarda elektronik ortamda yayınlanmaktadır. TBD'nin yapısı merkez ve şubeler olarak ayrılmış, şubeler de yarı otonom yapı içinde kendi konferans, eğitim çalışmaları ve toplantılarını yapmaktadırlar. Özel ilgi alanlarındaki çalışma gruplarındaysa bu alanlarda faaliyetleri ve yayınları yapılmaktadır. TBD Genel Merkezi, Ankara Şubesiyle her sene Ulusal Bilişim Kurultayı, Citex Ankara Bilişim Fuarı, KAMU-BİB Kamu Bilgi İşlem Platformu, BİMY Bilgi İşlem Yöneticileri Zirvesi, Sayısal Gündem 2020 Çalışmaları gibi büyük çapta etkinlikler ve toplantılar düzenlemektedir. TBD İstanbul Şubesi, 2000'li yillarda faaliyete geçerek, binlerce üyesiyle ilk büyük çaplı şubeyi oluşturmuştur. TBD İstanbul Şubesi, 2002 yılındaki Eğitimde E-Dönüşüm kurultayından bu yana onbinlerce katılımın olduğu çok sayıda sempozyum, konferans ve yüzün üzerinde profesyonel eğitim çalıştayı düzenlemiştir. Düzenli olarak her yıl İstanbul Bilişim Kongresi adlı bir sempozyum ve Bilişim Yıldızları adlı çok alanda ödüllerin verildiği bir ulusal yarışma yapılmaktadır. Yine 1998'den beri her yıl düzenli olarak TBD Bilimkurgu Öykü Yarışması'nı gerçekleştirerek Türkiye'nin bu alandaki en uzun soluklu yarışmasına ev sahipliği yapmaktadır. TBD İzmir Şubesi, her yıl İzmir Uluslararası Bilişim Hukuku Kurultayını düzenlemektedir. ÖSYM Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (kısaca ÖSYM) yükseköğretim programlarına girmek için başvuran adaylar arasından, başarılı olma olasılıkları diğerlerinden daha yüksek olanları seçerek bu programlara yerleştirmek amacı ile 1974 yılında kurulmuş olan devlet kurumudur. Merkezi Ankara'da bulunur. Yılda yaklaşık 10 milyon adaya sınav uygulamaktadır. Kurum ilk olarak 22 Kasım 1974 tarihinde , Üniversitelerarası Kurul tarafından, 1750 sayılı Üniversiteler Kanununun 52. Maddesine göre, "Üniversitelerarası Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÜSYM)" adıyla kuruldu. 1981 yılında yürürlüğe giren 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Yükseköğretim Kurulu'na (YÖK) bağlanarak "Ölçme Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM)" adını almıştır. ÖSYM'nin görevleri 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 10. maddesinde şu şekilde belirlenmiştir:Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi, Yükseköğretim Kurulunun tespit ettiği esaslar çerçevesinde yükseköğretim kurumlarına öğrenci alınması amacıyla sınavları hazırlayan ve yapan, öğrenci isteklerini de göz önünde tutarak Yükseköğretim Kurulunun tespit ettiği esaslara göre değerlendiren, öğrenci adaylarının yükseköğretim kurumlarına yerleştirilmesini sağlayan ve bu faaliyetlerle ilgili araştırmalar ve diğer hizmetleri yapan Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı'na bağlı bir kuruluştur. Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi Başkanlığı, 6114 sayılı Kanun ve ilgili diğer mevzuatla verilen görevleri yerine getirmek ve yetkileri kullanmak üzere kamu tüzel kişiliğine, idari ve mali özerkliğe sahip, Yükseköğretim Kurulu ile ilgili, merkezi Ankara’da bulunan özel bütçeli bir kuruluştur. Başkanlığın karar organı olan Yönetim Kurulu, Başkan ve Başkan yardımcıları dahil yedi üyeden oluşur. Başkan, Yönetim Kurulunun da başkanıdır. Cumhuriyet döneminde, 1960'lı yıllara gelinceye kadar lise mezunları az olduğundan pek çok fakülte, kendisine başvuran bu mezunları sınavsız kabul etmiştir. Kontenjanlarını aşan bir taleple karşılaşan fakülteler seçme işini, genellikle şu yolların birini izleyerek yapmıştır: (a) Başvuru sırasını dikkate alma ve ihtiyaç kadar adayı kabul ettikten sonra kayıtları durdurma, (b) Fakültede verilen eğitimin niteliğini dikkate alarak liselerin fen ya da edebiyat kolu mezunlarını kabul etme, (c) Başvuranları lise bitirme derecesine göre sıralayarak bu sıraya göre öğrenci alma. Lise mezunlarının artması ve lise dengi okul mezunlarına da yükseköğretime başvurma hakkı verilmesiyle, yukarıda özetlenen öğrenci seçme yöntemleri ihtiyaca cevap veremez duruma gelmiş; fakülteler kendi amaçlarına uygun giriş sınavları düzenlemeye başlamıştır. Bu son durumda öğrenciler, sınavlara katılabilmek için ülke içerisinde şehirden şehire koşuşturmak zorunda kalmışlar; aynı gün ve saatlere rastlayabilen sınavlardan birine katılıp diğerine katılamama durumlarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Bu durum, adaylar ve velileri arasında önemli yakınmalara yol açmıştır. 1960'lı yıllarda, önce bazı üniversiteler kendileri için giriş sınavları düzenlemeye başlamışlar; sonra bazı üniversiteler bu amaçla birlikte hareket etme yoluna gitmişlerdir. Aday sayılarındaki artış, sınavlarda çok sorulu ve objektif tip testlerin hazırlanmasını, başvurma, puanlama, seçme ve yerleştirme, sonuçları bildirme gibi işlemlerde bilgi-işlem yöntem ve araçlarından yararlanılmasını gerektirmiştir. 1974 yılında, Üniversitelerarası Kurul, üniversiteye giriş sınavlarının tek merkezden yapılmasını uygun bulmuş ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanununun 52. Maddesine dayanarak 19 Kasım 1974 tarihinde Üniversitelerarası Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezini (ÜSYM) kurmuştur. Üniversitelere öğrenci seçme ve yerleştirme işlemleri, 1981 yılına kadar bu merkez tarafından yürütülmüştür. 1981 yılında, Merkez, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 10. ve 45. maddeleriyle Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) adı ile Yükseköğretim Kurulunun bir alt kuruluşu haline getirilmiştir. Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sınavı, 1974 ve 1975 yıllarında aynı gün sabah ve öğleden sonra birer olmak üzere iki oturumda, 1976-1980 yıllarında aynı günde ve bir oturumda uygulanmış; 1981 yılından itibaren iki basamaklı bir sınav haline getirilmiştir. İki basamaklı sınav sisteminde ilk basamağı oluşturan Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) nisan, ikinci basamağı oluşturan Öğrenci Yerleştirme Sınavı (ÖYS) ise haziran ayı içinde uygulanmıştır. 1974 yılından itibaren adaylardan yükseköğretim programlarına ilişkin tercihleri de toplanmış ve adaylar puanlarına ve tercihlerine göre yükseköğretim programlarına merkezi olarak yerleştirilmiştir. 1982 yılından itibaren de ortaöğretim kurumlarından adayların diploma notları toplanmaya başlanmış ve bu notlar Ortaöğretim Başarı Puanı (OBP) adı altında belli ağırlıklarla sınav puanlarına katılmıştır. 1987 yılından itibaren, yükseköğretim programları ile ilgili tercihlerini belli alanlarda toplayan adaylara, sınavda belli testleri cevaplama, diğerlerini cevaplamama olanağı tanınmıştır. 1999 yılında iki basamaklı sınavın ikinci basamağı kaldırılmış, sınav ÖSS adı altında tek basamaklı bir sınav haline getirilmiştir. Aynı yıl ayrıca ortaöğretimdeki alanlardan mezun olanların aynı alandaki yükseköğretim programlarına yerleştirilmelerinde OBP’nin daha yüksek bir katsayı ile çarpılması uygulamasına da geçilmiştir. 1999 yılındaki değişiklikte önceki yıllarda uygulanan ÖSS’de herhangi bir değişiklik yapılmamış, sınavda sorulara temel teşkil eden bilgilerde temel eğitim müfredatının üstüne çıkılmamıştır. 2006-ÖSS’de yapılan değişiklikle sınavın bir basamakta uygulanmasına devam edilmiş, ancak soruların bir kısmı önceki yıllarda olduğu gibi ÖSS tipinde sorulmuş, bir kısmı ise tüm lise müfredatı göz önünde tutularak hazırlanmıştır. ÖSYM'nin görevleri 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 10. maddesinde şu şekilde belirlenmiştir:Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi, Yükseköğretim Kurulunun tespit ettiği esaslar çerçevesinde yükseköğretim kurumlarına öğrenci alınması amacıyla sınavları hazırlayan ve yapan, öğrenci isteklerini de göz önünde tutarak Yükseköğretim Kurulunun tespit ettiği esaslara göre değerlendiren, öğrenci adaylarının yükseköğretim kurumlarına yerleştirilmesini sağlayan ve bu faaliyetlerle ilgili araştırmalar ve diğer hizmetleri yapan Yükseköğretim Kuruluna bağlı bir kuruluştur.Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi, yükseköğretim kurumlarının isteği üzerine yükseköğretim kurumlarına anket, doçentlik sınavları dahil her düzeyde sınav ve değerlendirme ile öğrenci kayıt işlemlerini ve Yükseköğretim Kurulunca verilecek diğer işleri yapar.2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun yükseköğretime giriş ile ilgili 45. maddesi aşağıdaki gibidir:a. Öğrenciler Devlet Yükseköğretim Kurumlarına esasları Yükseköğretim Kurulu tarafından tespit edilen sınavla girerler. Sonuçların değerlendirilmesinde adayların ortaöğretimdeki başarıları dikkate alınır. Ortaöğretim kurumlarını birincilikle bitiren adaylar kendileri için yükseköğretim kurumlarında ayrılacak kontenjanlara, tercih ve puanları göz önünde tutularak yerleştirilir.Yükseköğretim kurumlarına öğrenci seçiminde, adayların ortaöğretim süresindeki başarıları Yükseköğretim Kurulunun uygun göreceği şekilde Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi tarafından geliştirilecek bir yöntemle ek bir puan olarak tespit edilir ve yükseköğretim kurumlarına giriş sınav puanlarına eklenir.Bir mesleğe yönelik programlar uygulayan liselerin mezunları, Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenecek aynı alanda bir yükseköğretim kurumuna girerken, başarı notları ayrıca tespit edilecek bir katsayı ile çarpılmak suretiyle değerlendirilerek giriş sınavı puanlarına eklenir.b. Yükseköğretim Kurulunca düzenlenen esaslara göre belli sanat dallarında üstün kabiliyetli olduğu tespit edilen öğrenciler, ilgili dalda eğitim yapmak kaydıyla yine bu esaslar içerisinde belirlenecek özel yöntemlerle yükseköğretim kurumlarına alınabilirler. Elektronik beyin Elektronik beyin 1950-1970'li yıllarda Türkiye'de bilgisayar yerine kullanılan sözcük. Elektronik bileşenlerle yapılan bilgisayarlar
ın dünyada ve Türkiye'de pek yaygın olmaması ve işlevlerinin bilinmemesi yüzünden, bilgisayarlar 50'li yıllarda daha çok bilim kurgu unsurlar olarak algılanmıştır. 1960 yılında o zamanki adı ile Karayolları Umum Müdürlüğü'ne satın alınan "elektronik beyin," gerçek anlamda Türkiye'de kullanılan ilk bilgisayar olmuştur. 1960'lı yılların ortalarında bilgisayar kullanımı yaygınlaşmış, Türkiye'deki bilgisayar sayısı 50-60 civarına ulaşmıştır. Bu dönemde bilgisayar "elektronik beyin"'in yanı sıra; "kompüter", "kompitör", "hesaplama ve maluti değerlendirme sistemi"" gibi ilginç ve kişiye göre değişen adlarla anılmıştır. İlerleyen yıllarda artan bilgisayar sayısı ortak bir adlandırma biçimi bulunmasını gerektirmiştir. Adlandırma karmaşası, 1969 yılında Hacettepe Üniversitesi'nde çalışmakta olan Aydın Köksal'ın, gereksinim duydukları bilgisayarı kiralamak için gazeteye verilen bir ilanda bilgisayar sözcüğünü ilk kez kullanmasına kadar devam etmiştir. Bilgisayar sözcüğü dönemin birçok kullanıcısı tarafında hemen benimsenmiş, bir kesimden de uzun sürecek tepkiler almıştır. 80'li yıllarda kişisel bilgisayarların yaygınlaşması ile günlük dile giren bilgisayar kelimesi, toplumun büyük bölümü tarafından benimsenerek eski adlandırma biçimlerinin yerini kesin olarak almıştır. Utah Jazz Utah Jazz Salt Lake City, Utah'ta yer alan NBA takımı. New Orleans Jazz olarak kuruldu, fakat maddi sorunlar yüzünden 1979'da Utah'a taşındı. 1980'lerin sonunda yükselmeye başlayan başarı grafiği, 1990'ların sonuna kadar devam etti. Takım Jerry Sloan yönetiminde, Karl Malone ve John Stockton'ın arasındaki (uzun forvet ve oyun kurucu) ahenkli uyumla 1997 ve 1998 yıllarında NBA Finallerine kadar yükselme başarısını gösterdi. 1974 yılında New Orleans şehrinde kuruldu. Takımda Pete Maravich gibi yıldız bir oyuncu olmasına rağmen sportif başarı bir türlü gelmedi. Finansal açıdan da zora giren New Orleans Jazz kötü geçen beş yılın sonunda yani 1979`da Salt Lake City, Utah`a taşındı. Jazz kültürü Utah`da fazla gelişmemiş olmasına rağmen takım bu ismi korudu ve günümüze kadar ulaşacak olan Utah Jazz ismini aldı. 1979-1980 sezonu öncesinde kadrosunu gard/forvet Adrian Dentley`i Lakers`tan alarak güçlendiren Utah, Maravich`i de sezon içinde bıraktı. 1980`de de NBA Seçmeleri`nde 2. sırada Darrell Griffith`i kadrosuna kattı. 1980-1981 sezonu sırasında takımın başına Frank Layden geçti ve 1982`de Mark Eaton 4. sıradan seçildi. Bu dört adam Utah`ın gelecekteki başarısının önünü açtı. Takım yeni isimlere rağmen başlarda iyi gitmedi. Thurl Bailey`in 1983 NBA Seçmeleri`nde birinci turdan seçilmesiyle yükselişe geçen takım o zamana kadarki en büyük başarısını 1983-84 sezonunun sonunda Ortabatı grubu birincisi olarak kazandı, fakat daha sonra henüz play-off ikinci turunda Phoenix Suns`a elendi. 1984 yılında oyun kurucu John Stockton`ın Gonzaga Üniversitesi`nden 16. sırada seçildi. Bir sonraki yıl da kadroya 13. sıradan seçilen Karl Malone katıldı ve uzun yıllar NBA`e damgasını vuracak ikili doğmuş oldu. 1984-1985 ve 1985-1986 sezonlarında Utah playoff`ları kaçırdı. Stockton ve Malone ikilisi kendilerini zaman içerisinde kayda değer biçimde geliştirdi ve birbirlerine alıştı. "Stockton to Malone" ("Stockton`dan Malone`a pas") tümcesi bir deyim halini aldı. 1989-1989 sezonu sırasında Frank Layden koçluğu bırakarak Utah Jazz`a başkan oldu ve takımın başına yardımcı koç Jerry Sloan geldi. 1989`da Ortabatı Grubu`nu birinci olarak bitirdiyseler de, Playoff`larda ikinci tura kalma başarısını gösteremediler. 1990'lar başladığında Utah Jazz`ın playoff`lardaki kederi sürüyordu. 1990'da Phoenix Suns`a ilk turda, 1991`de Portland Trail Blazers`a ikinci turda elendiler. Kadrosunu Jeff Malone ile güçlendiren Utah, veteran oyuncu Darrell Griffith`i 1991-1992 sezonunda serbest bıraktı. Salon 1991`de Salt Palace`dan Delta Center`a taşındı. 1992`de konferans finaline yükselmeyi başardılar, fakat gene Portland`a elendiler. 1993-1994 sezonunda ise Utah, Jeff Malone`u Philadelphia 76ers`a vererek karşılığında eksiksiz, saf bir şutör olan skorer gard Jeff Hornacek`i aldı. Jazz, gene konferans finalinde bu sefer Houston Rockets`a elendi. 1994-1995 sezonuna iddialı başlayan Utah`ın playoff`un ilk turunda Houston`a elenmesi hayalkırıklığı yarattı. İri pivot Greg Ostertag ve Bryon Russell kadroya dahil edildi. 1995-1996 sezonunun sonunda takım tarihinde üçüncü kez konferans finallerine ulaşmayı başardı fakat Seattle SuperSonics`a 4-3 kaybetti. Sonraki iki sezon Utah Jazz tarihinin en başarılı dönemini yaşadı. 1996-1997 lig sezonunu Stockton, Malone, Hornacek, Russell, Ostertag, Antione Carr, Howard Eisley ve Shandon Anderson`lı efsanevi kadrosuyla 64 galibiyet 18 mağlubiyetle kapattı. Playoff finaline kadar da çok zorlanmadan ilerleyen Utah, finalde bu sefer Michael Jordan`lı Chicago Bulls`a kaybetti. İlk defa normal sezonun "En Değerli Oyuncu" (MVP) ödülünü Utah`lı bir oyuncu Karl Malone aldı. 1997-1998 sezonunda kadrosunu koruyan Utah şampiyonluğun favorileri arasındaydı. Stockton sakatlıktan dolayı ilk 18 maçı kaçırdı, fakat yıl sonunda gülen yine 62-20 (galibiyet-mağlubiyet) ile Utah oldu. 98` NBA Finaline gelindiğinde rakip gene Chicago Bulls`tu. Los Angeles Lakers`ı 4-0 ile aşan Utah bu yıl kupayı kazanmaya kararlıydı, fakat serinin 6. maçında Delta Center`da Michael Jordan`ın Bryon Russell`a verdiği fake ve attığı basket ile 86-87 ile kazanan Bulls oldu. Seri böylece 4-2 sonlanmış oldu ve Chicago şampiyondu. 1999`da grev nedeniyle 50 maç oynanabilen ligi 37-13 ile sonlandırdı. Karl Malone normal sezonun "En Değerli Oyuncu" (MVP) ödülüne ikinci defa layık görülürken takım playoff ikinci turunda Portland Trail Blazers`a eleniyordu. 1999-2000 normal sezonunu Ortabatı Grubu birincisi olarak bitiren Utah ikinci turda gene Portland`a elendi. Tatile girdiğildiğinde ise Jeff Hornacek emekli olmuş ve Howard Eisley`in yerine 4 takımın dahil olduğu bir takas zinciri sonrası Donyell Marshall alınmıştı. Jazz, NBA Seçmeleri`nde tercih hakkını DeShawn Stevenson`dan yana kullandı. 2000-2001 sezonunu da 53-29 ile kapatan Utah, playoff ilk turda Dallas Mavericks`e elendi. 2001-2002 sezonu başlamadan takıma 1999`da NBA Seçmeleri tarihinde seçilen en genç Avrupalı Andrei Kirilenko`da katıldı. Kirilenko, takıma yeni bir hava getirse de sezon 44 galibiyet 38 mağlubiyet ile sonlandı ve ilk turda Sacramento Kings`e elenildi. 2002-2003 sezonu geldiğinde Donyell Marshall ve Bryon Russell başka takımlara yollandı ve Matt Harpring Philadelphia 76ers`dan alındı. Bu sezonu da 47-35 ile tamamlayan Utah, gene ilk turda Sacramento Kings`e elenmekten kurtulamadı. Bu mağlubiyetten sonra artık takım için bir devir kapanıyordu, John Stockton emekli oldu ve Karl Malone şampiyonluk yüzüğü için Los Angeles Lakers`ın yolunu tuttu. 2003-2004 sezonu öncesinde otoriteler Jazz`ı ligin en zayıf takımlarından biri olarak görüyordu, fakat takım Kirilenko`nun önderliğinde Raja Bell ve Matt Harpring`in önemli katkılarıyla sezonu dengeli biçimde götürdü ama playoff`u son anda kaçırdı. 2004-2005 sezonu öncesinde takım Carlos Boozer ve Mehmet Okur ile sözleşme imzaladı ve Ostertag`i Sacramento`ya yolladı. Takımdaki potansiyelin bu yıl ortaya çıkabileceği düşünülüyordu, fakat sakatlıklar takımı ciddi biçimde etkiledi. Arroyo, Raul Lopez ile başlayan zincir Boozer ve Kirilenko ile devam etti. Bu zor dönemde Sloan`da genç oyunculara olan ilgisizliği yüzünden ciddi biçimde eleştirilere uğradı. Arroyo yıl ortasında Detroit`e yollandı ve karşılığında Elden Campbell alındı, fakat bu oyuncu da kısa bir süre sonra serbest bırakıldı. 2004-05 bittiğinde ise takım 26 galibiyet 56 mağlubiyet ile son 23 yılın en kötü dönemini yaşıyordu. 2005 yazında NBA tarihinin en büyük takas zinciri (5 takım, 13 oyuncu, ve iki seçim hakkı) sonrası Raja Bell Phoenix Suns`a, Raúl López Memphis Grizzlies`e, Kirk Synder de New Orleans Hornets`e yollandı, Utah da NBA Seçmeleri`nde 3. sıradan oyun kurucu Deron Williams`ı aldı. 2007 sezonunda sakatlıklardan kurtulabilen Utah Jazz, Mehmet Okur, Carlos Boozer, Deron Willams ve Andrei Kirilenko dörtlüsüyle büyük bir çıkış yakalayarak, Kuzeybatı Grubu'nu lider bitirmiştir. "1 Temmuz 2015 itibarıyla" Hatırlanması gerekenler Prometheus Prometheus, Hesiodos'a göre İapetos'la ve Klymene'nin oğlu ve Atlas, Menoitios ve Epimetheus'un kardeşidir. Bazı metinlerde Prometheus'un annesi Asia ve kardeşi Athos olarak gösterilir. Prometheus, öteki kardeşleri gibi, tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış ne var ki öteki kardeşlerinden farklı olarak sonunda insanoğlunu yaratarak ve onlara ateşi (yaratıcılığı, bilimi, uygarlığı) vererek bu düzeni değiştirmeyi başarmıştır. Prometheus, Hint-Avrupa dil ailesindeki "önce" öneki olan ""pro"" ve ""metheus"" olarak ayrılır. Metheus sözcüğünün yakın kökeni, "“matematik”" sözcüğünün bile dayanağı olan, Yunanca "“öğrenmek”" anlamındaki “math-”tır (μάθ). Grekler, mitolojideki Prometheus’a “önceden öğrenen” anlamını yükleyerek onu bir kahin tanrı olarak nitelendirmişlerdir. Uzak kökeni ise Sanskritçeye dayanır. Prometheus, Hint mitolojisindeki ateş tanrısı Agni ile eşlenebilir. Sanskritçedeki "“yakmak”" anlamında kullanılan "“mathaya” (मथाय)" Grekçedeki "“metheus”" sözcüğünün mitolojik kaynağını böylece açıklar; Prometheus ateşi çalarak insanları yaratmıştır. Olympos Tanrıları'nın kuvvet ve kudretine karşılık, Prometheus'da kurnazlık ve zeka vardır. Titanların isyanları sırasında tarafsızlığını korumuş ve başkaldırmamış bir Titan oğlu olarak Zeus'un gözüne girmeyi başarmıştı. Zeus onu Olympos'daki ölümsüzlerin arasına aldı. Oysa o Zeus ve arkadaşlarına karşı kin besliyordu. Dedelerinin öcünü almak için, kendi gözyaşıyla yoğurduğu balçıktan ilk insanı yarattı. Sonra onun acizliğine acıyarak, Hephaistos (Ateş Tanrısı) alevler saçan ocağından bir kıvılcım çaldı ve insanlara armağan etti. Bunun için Tanrı Zeus tarafından Kafkas Dağında zincire vurulmuş ve "Prometheus Desmotes" (zincire vurulmuş Prometheus) adıyla anılmıştır. Tanrılarca görevlendirilen bir kartal(bazen akb
abayla karıştırılır) sürekli olarak, her gece yeniden oluşan karaciğerini kemirmektedir. Onu Kafkas dağının tepesindeki bu işkenceden Zeus'un oğlu yarı tanrı, ölümlü Herakles kurtarır. Prometheus; ""Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur"" der, böylelikle insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur. Bu arada Zeus, kendisini hiçe sayan insanlara da bir ders vermek için, Hephaistos'a su ve balçıktan ilk bakirenin heykelini yaptırdı ve kalbine ruh yerine Prometheus'un ateşi çaldığı yerden aldığı bir kıvılcımı koydu ona Pandora ismini verdi. Onu insanlara yollarken eline verdiği kutuda ise tüm kötülük ve ızdıraplar vardı. Zeus böylece insanlardan da intikamını aldı. Zincire vurulmasındaki asıl neden Zeus'un ondan korkuyor olmasıdır. Geleceği görme yetisi olan bir titan'dır ve bu yetisini kullanarak Zeus'un Kronos'u tahttan indirmesine yardımcı olmuştur. Gelecekte de Prometheus'un bu özelliğini kendisinin tahttan düşürülmesi için de kullanacağından korkan Zeus, Prometheus'un ateşi (bilgiyi) çalarak insanlara vermesi ile ondan kurtulmak için gerekli fırsatı elde etmiştir. Bu işkence 30000 yıl sürmek üzere planlanmıştı, fakat Herkül'ün onu serbest bırakmasıyla Prometheus kendisinin karaciğerini her gün yiyen kartalı buldu ve öç olarak Zeus'un Prometheus'u cezalandırmakla görevlendirdiği kartalın karaciğerini yedi. Zeus bu şekilde cezasını sonlandıran Prometheus'u affetti ve tekrar ölümsüzler arasına aldı. Prometheus'un Grek kültüründeki yeri bakımından felsefi yorumu Yükseköğretim Kurulu Yükseköğretim Kurulu, 1982 Anayasası'nın 131. maddesi esasında; "Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim-öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak maksadı ile" kurulmuş olan kurum. Anayasa'ya göre; Kurulun teşkilatı, görev, yetki, sorumluluğu ve çalışma esasları kanunla düzenlenir. Söz konusu kanun 1981’de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'dur. Bu kanuna göre Yükseköğretim, akademik, kurumsal ve idari yönden yeniden yapılanmamıştır. Kanunla Türkiye'deki tüm yükseköğretim kurumları Yükseköğretim Kurulu (YÖK) çatısı altında toplanmış, akademiler üniversitelere, eğitim enstitüleri eğitim fakültelerine dönüştürülmüş ve konservatuvarlar ile meslek yüksekokulları üniversitelere bağlanmıştır. Böylece, söz konusu kanun hükümleri ve Anayasa’nın 130. ve 131. maddeleriyle kendisine verilen görev ve yetkiler çerçevesinde özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip bir kuruluş olan Yükseköğretim Kurulu, tüm yükseköğretimden sorumlu tek kuruluş haline gelmiştir. Yükseköğretim Kurumu tarafından 2016 yılında hazırlanan uygulamadır. Öğrenciler YÖK Atlas uygulaması ile, YÖK'e bağlı bulunan üniversitelerin ilgili tüm bölümlerine yerleşen öğrencilerin istatistik verilerine ulaşabiliyor. 3 farklı türde sistemi olan Atlas uygulaması ile, herhangi bir bölüme yerleşmek isteyen adayların kaç net yapmaları, kaç puan almaları, sıralamalarının nasıl olması gerektiği gibi soruların cevapları ortalama değerlerle bulunabiliyor. Atlas uygulaması ilgili sınav yılından bir önceki sınav yılındaki istatistik verileri yansıtıyor. Karasenir, Kozaklı Karasenir Kasabası, Nevşehir ilinin Kozaklı ilçesine bağlı bir Kasabadır.Bağlı bulunduğu Kozaklı ilçesine uzaklığı 8 kilometre'dir.1964 yılında kasaba olmuştur.2008 yılında,meclis kararı ile nüfus yetersizliğinden dolayı Köy statüsüne geçirilmesine karar verilmiş ancak Karasenir Belediyesi'nin açtığı dava üzerine Kasaba olarak kalmasına karar verilmiştir. Karasenir Kasabası'nın tarihi ile ilgili kesin bilgiler bulunmamaktadır.Kasaba hakkındaki bilgiler kasabanın yaşlılarından edinilmiştir.Ancak bu bilgiler rivayet olmakla birlikte çelişkili bilgilerdir.Bu rivayetlerden birisinde Kasabaya ilk yerleşenlerin Şereflikoçhisar yakınlarındaki Karasenir Dağından göç ettikleri söylenmektedir.Bir diğer söylenti ise Konya'da bulunan Karasenir Köyünden göç ettikleridir.Başka bir rivayet ise Karasenir Kasabası ahalisinin Haremeyn Aşireti mensubu oldukları ve Oğuzların Bozok Kolunun Yıldızhan Oğulları Boyuna bağlı Avşar Türklerinden "Senir" Aşireti mensupları olduklarıdır.Kasabanın isminin ise Kuzey anlamına gelen "Kara" ve Düz arazideki çıkıntı anlamına gelen "Senir" kelimelerinin birleşmesinden türediği tahmin edilmektedir. Karasenir Kasabası, İç Anadolu Bölgesi'nde bulunmaktadır. Kasabanın içerisinden yerel adı Karasu (Kozanözü veya Boğazlıyan Çayı) olan bir çay geçmektedir.8 km Güneyinde Kozaklı ilçesi, Doğusunda Kanlıca kasabası, Batısında Karahasanlı Kasabası bulunmaktadır. İl merkezi olan Nevşehir'e uzaklığı 80 km olup, çevre iller olan Kayseri,Kırşehir ve Yozgat'a ortalama uzaklığı 85 ile 100 km arasında değişmektedir. Kasaba ,Ankara-Kayseri tren yolu üzerinde bulunmaktadır.Kasaba'da tren istasyonu bulunmaktadır.Tren yolu aynı zamanda Kasabanın en önemli ulaşım aracıdır.Karasenir Kasabası'na,Karasenir belediye otobüslerinin belirli saatlerdeki seferleri ile ilçe merkezi olan Kozaklı'dan ulaşım imkânı vardır.Kozaklı'ya uzaklığı 8 kilometre'dir. Halkın en önemli geçim kaynağı tarım dır.Kıraç alanlara Buğday ve Arpa, sulak yerler de ise Bağcılık,Yonca,Şeker Pancarı ekimi yapılmaktadır.Şeker Pancarı ve Yonca üretimi hem yemcilik, hem de tohumculuk olarak yapılmaktadır.Hayvancılık'ta önemli geçim kaynakları arasındadır. Karahasanlı, Kozaklı Karahasanlı, Nevşehir Kozaklı ilçesine bağlı bir Kasabadır. Gülay Uğurata Gülay Uğurata, (d. 1940 - ö. 14 Aralık 1995). Türk piyanist, müzisyen. Beş yaşında piyanoya başladı. 1947'de İstanbul Belediye Konservatuvarı'na girerek Ferdi Ştatzer'in öğrencisi oldu ve konservatuvarı 1955'te bitirdi. 1956'da Bavyera Müzik Akademisi'nin bursuyla Almanya'ya gitti. Friedrich Wührer'le piyano, Wilhelm Stross'la oda müziği çalıştı. Wührer'in master sınıfında öğrenimini 1959'ta tamamladı. Öğrenciliği sırasında Münih Filarmoni Orkestrası ile konçertolar seslendiren piyanist, girdiği yarışmalarda ödüller aldı. Kariyerini 1963'e kadar Almanya'da sürdüren sanatçı, yurda dönünce Ankara Devlet Konservatuvarı'nda öğretmenlik yapmaya başladı. 1966'da Suna Kan ile keman - piyano ikilisi kurararak, Kan'la birlikte yurtdışında çok sayıda resital verdi. Ayrıca bireysel olarak da hemen hemen bütün kıtalarda konserler sundu. Gülay Uğurata'nın "dünya prömiyeri" kapsamında yorumladığı yapıtlar şöyle sayılabilir: 1971 yılında "Devlet Sanatçısı" unvanıyla onurlandırılan ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın yıllarca solistliğini yapmış olan Uğurata'nın piyano edebiyatının yapıtlarına ilişkin zengin nota koleksiyonu, ölümünden sonra Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'na bağışlandı. Gülay Uğurata, gazeteci Yasemin Çongar'ın annesidir. Pleistosen arkeolojisi Pleistosen, yaklaşık 2,5 milyon yıl önce başlayan ve yine yaklaşık 10-14 bin yıl önce bugün içinde bulunduğumuz ve Holosen olarak adlandırdığımız dönemin başlamasıyla biten buzul çağları dönemidir. Bu dönemde insan evrimsel gelişmesinde belki de en büyük değişimlerden birisi olan taş aletler yapmaya başlamıştır. Bu döneme ait arkeolojik buluntuları Paleolitik Çağ arkeolojisi, yani Pleistosen arkeolojisi inceler. Paleolitik bu dönemin kültürel adıyken, Pleistosen, aynı dönemi ifade etmek için jeolojik bir adlandırmadır. Türkiye'ye Paleolitik Çağ'ın en eski dönemlerinden beri yoğun olarak yerleşilmiştir. Ama buna karşın Türkiye'de Pleistosen arkeolojisi, daha geç dönemlerin görkemli buluntularının yanında daha "sönük" buluntular vermesi dolayısıyla, ikinci planda kalmıştır. Türk arkeologlarının Paleolitik Çağ'a ilgi duymamasına karşın, yine de, tüm arkeoloji alanlarında olduğu gibi, Pleistosen arkeolojisinde de son 20-25 yılda önemli değişimler oldu. Ancak yine de kuruldukları günden bugüne kadar İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde Pleistosen arkeolojisi uzmanı sayısı toplam olarak onu geçmedi. Buna karşın son 35-40 yıl içinde Pleistosen arkeolojisi hakkındaki bilgiler arttı. 1960 öncesinde bir-iki düzineyle sınırlı olan Paleolitik Çağ buluntu yerlerinin sayısı -bazısı baraj alanlarındaki yüzey araştırmaları olmak üzere- büyük çaplı projelerin etkisiyle arttı [Arsebük 1995:18]. Bugün 210'a yakın Paleolitik Çağ buluntu yeri bilinmekte. Araştırma yetersizliğinden dolayı Pleistosen boyunca yoğun olarak yerleşilen Anadolu ve Trakya'da bilinen yerleşimler belirli birkaç bölgede toplanmakta bazı bölgeler ise hiç buluntu yeri yokmuş gibi gözükmekte. Weserübung Harekâtı Weserübung Harekâtı (Almanca: Unternehmen Weserübung, anlam: "Weser Tatbikatı" harekâtı), II. Dünya Savaşı’nda, Almanya’nın Norveç’e yönelen askeri harekatıdır. Harekat 9 Nisan - 10 Haziran 1940 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Almanya Mart 1938’de Avusturya’yı, Mart 1939’da Çekoslovakya’yı ilhak etmiş, 1 Eylül 1939’da da Alman orduları Polonya sınırını geçerek bu ülkeyi işgale başlamıştı. Bu gelişmeler, Almanya’nın yayılmasının ve askeri operasyonlarının Orta Avrupa topraklarında olması karakterini taşır. Diğer deyişle Alman yayılması “doğu”ya yönelmektedir. Norveç Seferi’yle Alman yayılması ilk kez “batı”ya yönelmekle kalmıyor, Alman silahları da “batı”ya dönmüş oluyor. Bu bağlamda Norveç Seferi, II. Dünya Savaşı’nın kilometre taşlarından biri sayılır. Norveç’in jeopolitik konumunun önemi, hem Müttefikler –Birleşik Krallık ve Fransa- hem de Almanya açısından, askeri, ekonomik ve politika alanlarında kendini göstermektedir. İngiliz donanması, I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Alman donanmasını Baltık Denizi’ne kapatmıştı. Dar Kuzey Denizi’ni, mayınlanmış alanlarla, devriye gemileriyle tutmuşlar, Alman su altı ve su üstü gemilerinin İskandinavya ile Danimarka arasından Kuzey Denizi’ne ve Atlantik’e çıkışını önlemişlerdir. Kuşkusuz sade
ce askeri gemiler değil, Almanya’nın ticaret filosu da denize açılamaz hale gelmişti. Alman donanması için bu acı deneyimin ardından I. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda pek çok Alman deniz subayı, ilk adımda Alman denizaltılarının Atlantik’e açılabilmesi için, Kuzey Denizi’nde deniz üslerinin zorunlu olduğunu düşünmektedirler. Bu tarz deniz üsleri için de en uygun yer Norveç’in derin fiyortlarıdır. Alman endüstrisinin demir cevheri gereksinmesinin % 85’i İsveç’le yapılan ticari anlaşma gereği bu ülkeden sağlanmaktadır. Kış ayları dışında demir cevheri nakliyatı, Kuzey İsveç’teki bir koya kara yoluyla, oradan da Alman limanlarına Baltık denizi üzerinden, deniz yoluyla gelmektedir. Baltık Denizi, Alman donanması tarafından kontrol edilebiliyor ve İngiliz donanmasına kapatılıyordu. Dolayısıyla bu nakliyatta bir sorun yoktur. Ancak kış aylarında Baltık denizi donduğundan nakliyat, Kuzey Denizi kıyısındaki Norveç limanı Narvik’e demiryoluyla geliyor, oradan da kıyı boyunca ticaret gemileriyle taşınması gerekiyordu. I. Dünya Savaşında Kuzey Denizi’nin İngiliz donanmasının ablukası sonucu Alman gemilerine kapanması acı gerçeği anımsanacak olursa, İsveç’ten yapılan demir dışalımının, sadece barış koşullarında sürdürülebilirliği gerçeği ortadadır. Tarafsız bir Norveç Almanya için en uygun durumdur. İskandinavya topraklarında asker bulundurmak zorunda kalmamak, askeri olanaklarını fazlaca yaymamak açısından önemlidir. Almanya’nın Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Amiral Erich Raeder, 27 Eylül 1939’da Polonya Seferi sona erer ermez Norveç’in kontrolünün ele geçirilmesi için bir plan hazırlamaya girişiyor. Raeder, Hitler'e 10 Ekim 1939 da geniş bir rapor sunar, Norveç’in istila edilmesi planıdır bu. Amiral Raeder’le bu plan üzerine görüşen Hitler, konuyla ilgilenir ve üzerinde düşüneceğine söz verir. Ancak Hitler’den sonrasında pek ses çıkmaz. O tarihlerde Hitler, Avrupa haritasında tarafsız bir Norveç görmeyi tercih etmektedir. Ne var ki Hitler kısa bir süre sonra olayların dayatmasıyla Amiral Raeder’in önerisini hatırlamak, dahası uygulamaya koymak zorunda kalacaktır. Hitler, Polonya sorununu halletmişti ve şimdi Fransa’nın üzerine yürümek niyetindedir. Polonya Seferinin sonlanmasından iki hafta bile geçmemiştir ki 6 sayılı emrini 10 Ekim 1939’da dikte ettiriyor, Hollanda ve Belçika üzerinden Fransa’ya yönelik bir saldırıların hazırlıklarına başlanması emrini veriyor. Tam da Amiral Raeder’in planı kendisine ilettiği gün. Almanya’da bunlar olurken Müttefikler de Norveç konusunda stratejik analizler geliştirmektedirler. Sovyetler Birliği 30 Kasım 1939 da Finlandiya’ya saldırdığında, Churchill ’in eline stratejik bir fırsat geçmiştir. Finlandiya’ya askeri yardım. Böyle bir yardım ancak İsveç üzerinden yapılabilirdi. Demir sevkıyatının yapıldığı Norveç’in Narvik limanın yanı sıra, demiryolu hattının uzandığı İsveç’in Gallivare demir madenleri bölgesi askeri olarak kontrol altına alınmalı ve bu demiryollarının devamı kullanılarak Finlandiya’ya askeri birlikler sevk edilmeliydi. Böylece müttefikler, askeri sevkıyat bahanesiyle Norveç’ten Almanya’ya olan demir cevheri sevkıyatını kesebilirlerdi. Dahası İngilizler İsveç ve Finlandiya’da askeri bir varlık bulundurma şansına kavuşmakla, Almanya’yı kuzeyden çevirmiş olacaklardı. Kuşkusuz ki bu, İngilizler adına ciddi bir stratejik avantaj olacaktır. Doğal olarak Amiral Raeder de tüm bu gelişmelerden haberdardır ve Hitler’e bunları hatırlatır. Aralık ayı başlarında bu bilgileri ve yorumları Hitler’e aktarır. Ve açıktan açığa “Norveç, işgal edilmelidir” der. Hem I. Dünya Savaşı’nda yaşanan sorunlardan kaçınmak, Alman denizaltılarını Atlas Okyanusu’na güven içinde çıkarabilmek için, hem de İsveç demirinin nakliyatını garantiye alabilmek için. 15 Ocak 1940’ta Fransız başkomutanı Gamelin, dönemin başbakanı Daladier’e, Norveç’in ve İsveç’in işgaline ilişkin bir savaş planı verir. İngiliz Kanalı’nın öte yanında ise Churchill, tarafsız ülkelere BBC’den yaptığı çağrıda Almanya’ya karşı birlik olunması çağrısı yapıyor. Aynı gün İngiliz parlamentosunda başbakan Chamberlain, iki İngiliz tümeniyle bir Fransız tümeninin Finlandiya’ya yardım için Norveç kıyılarına çıkartma yapması konusunu oya sunuyor. Çıkartma bölgesi olarak en kuzeydeki Narvik’i şiddetle savunuyor. İsveç’teki Gallivare demir cevherlerinin kontrolünün bir an önce sağlanması için en uygun yer burasıdır. Öncelikle Almanya’nın demir dışalımı durdurulacaktır. Bunlar bardağı taşıran son damlaları oluyor ve Müttefiklerin İskandinav topraklarında bir cephe açmak konusunda kesin kararlı olduklarına inanan Hitler, 27 Ocak 1940’ta Norveç’in istilası için bir plan hazırlanması konusunda emir veriyor. 5 Şubat 1940’ta Paris’te yapılan Müttefik Yüksek Savaş Konseyi’nde, Finlere yardım için iki İngiliz tümeniyle bir Fransız tümeninin gönderilmesi karara bağlandı. İngiliz başbakanı Chamberlain, bu toplantıda birliklerin Narvik’e çıkmasının demir madenlerini kontrol altına alabilmek açısından yararlarını açıklayacaktır. Ne var ki Müttefik cephesinde askerlerin politikacıları ikna etmeleri zaman almaktayken 17 Şubat 1940 günü yaşanan bir kriz, durumu ciddi boyutlara taşımaktadır. Altmark adlı Alman ikmal gemisi, Alman gemileri tarafından batırılan İngiliz gemilerinden toplanan 300 kadar İngiliz esiri, Almanya’ya götürmek için seyir halindedir. 18 Şubat’ta bir İngiliz destroyeri Altmark’la temas kuracak, çıkan ufak çaplı çatışmada 4 Alman denizcisi ölecek ve İngiliz esirler kurtarılacaktır. Ancak Norveç doğal olarak, İngiliz hükümetini kendi karasularında yaşanan bu olay dolayısıyla diplomatik yoldan protesto eder. Birleşik Krallık da, Norveç hükümetini İngiliz esirlerin taşınmasına göz yummakla suçlar. Norveçli yetkililer gemiyi araştırmış, boş yağ varillerine tıkılmış İngiliz esirlerinin farkına varamamışlardır. En azından Norveçli yetkililerin açıklaması budur. Her ne hal ise, Altmark olayı, Birleşik Krallık ve Norveç arasındaki, en azından diplomatik ilişkileri, belirgin biçimde gerginleştirmiştir. Norveç’in Altmark olayıyla ilgili protestosu, Hitler açısından, diplomatik bir manevradır. Norveç’teki bir aşırı sağcı partinin lideri olan Quisling, bunun bir danışıklı dövüş olduğu, iki Norveç hücumbotunun o bölgede olmalarına rağmen olaylara seyirci kaldıkları raporunu verir. Almanya’nın bakış açısından ise Altmark olayı, Birleşik Krallık’ın Norveç’in tarafsızlığı konusunda bir duyarlılık göstermemekte olduğunu açıkça ortaya çıkarmaktadır. Hitler, Norveç’in istilası konusunda artık kararsız değildir. 21 Şubat 1940'ta Hitler, harekatı yönetmekle görevlendireceği general Nikolaus von Falkenhorst’la görüşür. Emrine beş tümen verilecektir ve görevi, stratejik olarak önem taşıyan beş Norveç limanının ele geçirilmesidir. Mart 1940 başlarında Fin ordusu, sürekli takviye alan Sovyet birlikleri karşısında artık zorlanmaktadır. 13 Mart 1940 günü Finler ateşkes isterler. Finlandiya’nın teslim olması, Müttefiklerin elini ayağını bağlamıştır. Bu durumda Finlandiya’ya yardım bahanesiyle Norveç’e yerleşemeyeceklerdir. Diğer yandan Almanlar da aynı açmazdadır, Müttefikler Norveç’e gelmeyeceğine göre, Almanların orada bulunmasının haklı bir nedeni de kalmamıştır artık. Oysa Birleşik Krallık ve Fransa’nın Narvik üzerinden yapılan demir sevkıyatını kesmek konusunda kararlı olduklarını bilmektedir Hitler. Hitler 1 Nisan’da Norveç harekatı için emir verecektir. Harekat 9 Nisan’da yapılacak ve ulaşım hatlarının güvenliği için Danimarka da istila edilecektir. Nisan 1940 başından itibaren çok sayıda Alman subay ve eri, turist kimliğiyle Norveç’e gönderilmeye başlandı. Bunlar emir aldıklarında hava alanlarının ele geçirilmesi, haberleşme merkezlerinin, kıyı bataryalarının ve deniz fenerlerinin etkisiz hale getirilmesini sağlayacaklardı. Bir kısım dağ birlikleri de balıkçı tekneleri ve ticari gemilerle Norveç kıyılarına yollandılar. 8 Nisan gecesi Oslo limanına yönelen Alman donanmasına Norveç kıyı topçusu ateş açar. Amiral gemisi kısa sürede, 1.600 kişiyle birlikte sulara gömülüyor. Alman donanması çaresiz geri çekiliyor. Oslo kıyı topçusunun cesareti Norveçlilere, gizli evrakları ve daha önemlisi de 20 kamyon dolusu Norveç Merkez Bankası altınlarını kaçırabilme olanağı sağlamıştır. O sırada İngiliz donanması, çıkartma yapacak Müttefik birliklerini Norveç’e doğru götürmekteydi. Yarı yolda Norveç’in Almanlar tarafından istila haberini alınca geri dönmekten başka çareleri kalmadı. Norveç fiyortlarına mevzilenmiş olduğu kuşku götürmeyen Alman birliklerine karşı bir çıkartma yapmayı göze alamadılar. Bununla birlikte donanma, çıkartma birliklerini indirdikten hemen sonra, Norveç açıklarındaki Alman donanmasını biraz olsun hırpalamak için yeniden denize açılacaktır. 9 Nisan 1940 sabahı saat tam 05.40’ta Oslo’daki Alman elçisi, Norveç hükümetine Alman ültimatomunu sundular. Ribbentrop, bu işlemin, askeri harekatla aynı anda başlaması talimatını vermiştir. Alman ültimatomunda, “... Bu bakımdan Alman askerleri Norveç topraklarına birer düşman olarak ayak basmış değillerdir... Tersine, Alman askeri harekatının amacı yalnızca kuzeyi, Norveç üslerinin İngiliz ve Fransız kuvvetleri tarafından işgal edilmesi tehlikesine karşı korumaktır... Bundan ötürü, Alman hükümeti, Norveç hükümeti ile Norveç halkının herhangi bir karşı koyma hareketiyle karşılaşmayacağını umar. Herhangi bir karşı koyma eldeki bütün olanaklarla bastırılacaktır...” denilmektedir. Benzer bir ültimatom, aynı anda Danimarka hükümetine de sunulmuştur. Danimarka hükümeti bu ültimatoma uyarak teslim olacaktır. Almanların bu denli uzak bir bölgede, üstelik de çok güçlü bir İngiliz donanması tarafından kıyıdan korunan topraklarda indirme ve çıkartma yaptıkları haberine Müttefik yöneticileri önce inanamıyorlar. Hele hele Narvik gibi çok fazla kuzeyde yer alan bir kentte bunların olmasına ihtimal veremiyorlar. Mayın döşeme dahil, İngiliz donanmasının alınabilecek tüm önlemleri aldığı bir bölgede Almanların çıkartma yapması olanaksız görünüyor. Fakat haberler doğru çıkıyor. Başkent Oslo ve Narvik
dahil, tüm çıkartma ve indirme bölgelerinde başarılı olmuştur Alman ordusu. Norveçliler direnme kararındadırlar, yer yer direnme de gösterilir. Luftwaffe’nin akınları, kısa zamanda direnme odakları üzerinde etkili olur. İngilizlerin nisan ayı içinde iki farklı Norveç limanına çıkartma girişimleri de Almanlar tarafından püskürtülüyor. Yine de Norveçlilerle birlikte 10 Haziran 1940’a kadar Narvik limanını ve kentini elde tutmayı başarabildiler. Alman donanması ağır bir darbe yemiş, kendine güveni sarsılmıştır ama, Norveç operasyonu Almanya için geniş olanaklar getiriyor. Demir nakliyatının güven altına alınmasının yanı sıra Norveç’te kurulacak deniz üsleri, bu ülkeden sağlanan kereste, süt ürünleri, balık ve bazı maden ve mineraller ileriki yıllarda Almanların çok işine yarayacaktır. Mırra Mırra, Arap coğrafyasına özgü, birkaç kez demlenerek hazırlanan acı kahvedir. İsmi, Arapça "acı" anlamına gelen مر "mur"dan türemiştir. Çok acı ve koyu olması nedeniyle ufak bardakta içilir. Türkiye'de de Gaziantep, Şanlıurfa, Adana, Mardin gibi Arap kültüründen esintiler olan yörelerde kültürel açıdan anlamlı, sunumu özel çaba gerektiren bir içecektir. Mırra için özel bir kahve çekirdeği yoktur. Kahve çekirdekleri kavrulup dibek adlı havan benzeri kaba alınır ve taneleri çok inceltilmeden dövülür. Dövme işlemi için günümüzde değirmenler ve kahve makineleri de kullanılmaktadır. Mırranın hazırlanmasında en önemli kısım kaynatma evresidir. Kaynama süresi, bilinen yöntemlere göre çok uzundur, belli aşamalarda kahvenin telvesi ayrılıp karışıma su eklendikten sonra devam edilir. Çekilmiş kahve üzerine su eklenerek kaynatılır, belli bir kıvama geldikten sonra tortusundan ayırmak amacıyla mutbak adlı özel kaba süzülür. Elde edilen karışıma tekrar kahve ve su eklenir. Bir iki defa daha süzme, kahve ve su ekleme işlemi gören kahve, tortusundan ayrıldıktan sonra kahve katılmadan sadece su eklenerek bir iki kere daha mutbaktan geçirilir. Mırraya tat vermesi amacıyla karışıma kakule katılabilir. Şekersiz içildiği için hazırlanırken tatlandırılmamaktadır. Kahve fincanının kenarını boyayacak kadar pekmezimsi bir kıvama gelen mırra servis için bakır, işlemeli bir imbiğe ya da cezveye aktarılır. Mırra geleneksel olarak kulpsuz, küçük tek bir fincan ile servis edilir. Serviste yaş olarak büyükten küçüğe doğru giden bir sıra takip edilir. Kahveyi servis eden kişi sırası gelen konuğa bir içimlik, fincanın aşağı yukarı yarısına gelecek kadar mırra doldurur. Konuk kahveyi içtikten sonra yine aynı miktarda kahve doldurulur. İkinciyi de içen konuk, fincanı servis eden kişiye geri verir. Kahveyi servis eden kişi her servisten sonra bardağı siler ve bir sonraki konuğa aynı fincanla ikramda bulunur. Belirtildiği üzere kahvesini bitiren konuk fincanı kahveyi servis edene geri verir. Rivayetlere göre fincanı masaya ya da yere koyan kişi şunlardan bir veya birkaçını yerine getirmekle yükümlüdür: Geleneksel olarak mırra ustaları tarafından hazırlanması makbul olan mırra, zahmetli bir içecek olduğu için günümüzde kuvvetli kahvelere çok az su eklenerek sunulmaktadır. Bu tür kahveler mırra olmayıp, sadece kuvvetli, yoğun kahvelerdir. Mırranın Espresso ile benzerliği bilinmektedir. Ancak, sadece kuvvetli tat açısından benzerlikleri vardır, hazırlanmaları farklıdır. Kuvvetli espresso hazırlamak için kullanılan "double shot" (bardak başına düşen kahve miktarını iki katına çıkarmak) yöntemi ile mırra hazırlama yöntemi farklıdır. Double shot sadece kahve miktarını arttırırken mırra hem fazla miktarda kahve ile hem de birden fazla demlenerek hazırlanır. Eyyübiye Eyyübiye, Türkiye'nin Şanlıurfa ilinin bir ilçesi. 363.943 kişilik nüfusuyla Şanlıurfa'nın en kalabalık ilçesidir. İlçe adını İslam dini Peygamberi Eyyub'den almaktadır. Burada hastalığında çile çektiğine inanılan mekanı türbe haline getirilmiştir. 12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun ile Şanlıurfa merkez ilçesinin üçe bölünmesi sonucu ilçe olmuştur. Durağan Durağan, Sinop iline bağlı bir ilçe. Durağan. Anadolu'nun en büyük ırmağı Kızılırmak ile Batı Karadeniz'in en büyük ırmağı Gökırmak'ın birleştiği noktada kurulu ilçedir. Türkiye'nin en büyük ve en verimli çeltik ovalarından birine sahip olan ilçe bugüne dek üç çeltik şölenine ev sahipliği yapmıştır. Ayrıca kent eski ipek yolu üzerinde bulanmakta olup tarihi "Durak Han" a sahiptir, kentin ismide zaman içerisinde buradan gelmiştir. Sinop'un güneydoğusunda, Samsun il sınırında yer alan Durağan; Dikmen, Boyabat ve Saraydüzü ilçeleri ile komşudur. Osmanlı döneminde Kastamonu'ya bağlı yerleşim, 1899'da Boyabat'a bağlı bir bucak merkezi iken 1954 yılında Sinop'a ilçe olarak bağlanmıştır. İlçeye bağlı belde yoktur; bağlı köy sayısı ise 70’tir. Kızılırmak havzasında, İç Anadolu'yu Karadeniz'e bağlayan yollar üzerinde, Gökırmak Vadisi'nde kurulmuş olan ilçe sınırları içinde II., III. ve IV. sınıf verimli tarım toprakları bulunmakla birlikte, ilçe genelinde VII. ve VIII. sınıf tarım toprakları ağırlıktadır. İlçenin dağlık alanları Tarım Master Planı'nda belirtilen II. alt bölge; ovalık alanları ise III. alt bölge olarak nitelendirilen alanlarda kalmaktadır. İlçede sulu tarım alanlarında yetişen en önemli ürün çeltiktir. Kuru tarım alanlarında ise tahıl ekimi yapılmaktadır. Durağan nüfus büyüklüğü açısından Sinop ilinin üçüncü büyük yerleşmesidir. 2009 Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi'ne Göre ilçe nüfusu 21.762 kişi olup bunun 7.705'i kentsel, 14.057'si kırsal nüfusu oluşturmaktadır. Kentsel nüfus oranı %34.17 olan ilçenin kentleşme oranı düşüktür. İlçe nüfusu 1980'den itibaren azalma eğilimi göstermektedir. Tarımın yanında hayvancılık da ilçe halkının önemli gelir kaynakları arasındadır. Şalpazarı Şalpazarı, Trabzon'un bir ilçesidir.Trabzon'a 69 km uzaklıktadır. Osmanlı Devleti yönetimindeki Karadeniz Bölgesi'nde o devirde Trabzon'a bağlı olan olan Görele Kazası'na dahil iken 1798 de Vakfıkebir Kazası'na bağlandı. Halkının çok önemli bir bölümü Türkmen/Çepnilerden oluşur. Şalpazarı ilçesinde yerleşimin çok eski tarihlere dayandığı bilinmektedir. Yörede yaşayan insanlar Oğuzların Üçoklar boyundan olan Çepni’lerdir. Çepni’lerin bu bölgeye Trabzon’un fethinden önce Akkoyunlu Hükümdarı ve Safavi Türkmen İmparatorur Şah İsmail'in Dayısı Uzun Hasan zamanında kafileler halinde geldikleri bilinmektedir. Çepni kelimesinin anlamı; Düşmana karşı gözü pek, Asi, mazlumlara karşı merhametli, mert, sınır bekçiliği yapan manasına gelmekte olup, yöre insanı bu özelliklerin tümünü taşımaktadır. İlçede yaşayan çepniler; Horasan Orta Asya’dan göç ettikten sonra Doğu Anadolu’nun Doğu kesimleri ile İran’a yerleşmiş oldukları, buralarda yaşadıkları sırada yönetime karşı ayaklanma faaliyetlerine karıştıkları bilahare yönetim tarafından çıkarılan bir fermanla Anadolu’ya sürgün edildikleri tarihçilerin yapıtlarından anlaşılmaktadır. Buradan sürgün edilen Çepni Türklerinden 100.000 kadarı Doğu Karadeniz’de Gürgentepe-Koyulhisar-Dereli Görele, Tirebolu, Şebinkarahisar, Torul, Kürtün ve Ağasar (Şalpazarı) yörelerine yerleşmişlerdir. Şalpazarı ile ilgili ulaşılan en eski belge (H.921 – M.1515) tarihli Trabzon Tahrir Defteri'dir. Belgede Şalpazarı'nın İsmi "Akhisar Deresi" olarak zikredilmektedir. Daha sonraki kayıtlarda da yine ya Akhisar Deresi veya Akhisar Deresi Nahiyesi olarak kaydedilmiştir. Halk arasında bilinen ismi ile Ağasar kelimesinin kökeni budur. Trabzon 1320-1902 Salnamesi'nde ilçenin adı "Şar pazarı" olarak geçmektedir. Şar-şal yünden dokunan bir kumaş çeşidi olup aba, zıpka, peştamal gibi dış kıyafetlerin yapımında kullanılırdı. İlçe merkezi de bu kumaşların alınıp satıldığı bir pazar yeri olarak gelişti. Şalpazarı İlçesi, 1914 yılında Vakfıkebir kazasına bağlı nahiye haline getirilmiş, 1987 yılında çıkarılan bir kanunla ilçe olmuş ve 02.08.1988 tarihinde teşkilatlanıp fiilen faaliyete geçmiştir. İlçede yaşayan insanların % 10’i aile işletmeciliği şeklinde ziraat ve hayvancılık, % 35’i gurbet işçiliği, % 20’si de diğer mesleklerde iştigal etmektedir. Geleneksel olarak Türkmen/Çepniler okumaya meraklı, kültürlü, daima mazlumun yanında hoşgörülü kimselerdir.İlçemizde birçok kültürel faaliyet yapılmaktadır. Gazete, dergi, kitap okuma oranı çok yüksektir. Okuma-yazma oranı % 95 civarında olup, okuma yazma bilmeyenler genelde 60 yaş ve üzeri insanlardır. Müzik Ve Halk Oyunları: Yörede temel müzik aleti kemençedir. Bunun yanında davul, zurna ve kaval da kullanılır. Kemençe temel müzik ensturmanı olmakla beraber davul-zurna düğün ve şenliklerde kullanılır. Kaval ise bireysel zevk için çalınır.Ali ÇİNKAYA, Kazım GÜLBAHAR (Aluğun Kazım), Süleyman YAŞAR, Çangaloğlu, Bekiroğlu, Yanıklı Ali önde gelen kemençecilerdir. Yörede oynanan tek halk oyunu türü horondur. Horonlar sadece erkekler veya kadın erkek karışık olarak oynanır. Eski devirlerde kadınlar kesinlikle horon oynamazken günümüzde bu durum ortadan kalkmıştır. Dik horon başlıca erkek horonu çeşididir. Bütün vücudun titretildiği, son derece zor bir horon çeşididir. Kız horonu, yan horon(yayma horon, Ağasar sallaması) başlıca horon çeşitleridir. Giyim Kuşam: Yöresel kadın kıyafetleri eski yıllardan beri çeşitliliğini kaybederken gösterişi artan şekilde günlük hayatta kullanılmaya devam etmektedir. Fistan, yelek, kuşak, peştamal, şalvar, bağlar ve başörtüden oluşur.Erkek kıyafeti ise günümüzde terk edilmiş olup zıpka, aba, yelek, göynek,ve kabalak denen başlıktan oluşurdu. Şalpazarı ilçe merkezinde belediye teşkilatı mevcuttur. Trabzon'un büyükşehir olması dolayısıyla Geyikli Beldesi kapanmıştır. İlçeye bağlı 24 mahalle bulunmaktadır. Ayrıca yaz aylarında mezra hüviyeti kazanan (10) kadar yayla vardır. Arazi yapısı nedeniyle mahallelerin yerleşim durumu dağınıktır. Köylerde mevcut evler birbirinden uzaktır. İlçe merkezine en uzak mahalle (kuzuluk mahallesi) 26 km, en yakın mahalle ise 4 km mesafededir. İlçenin eğitim ve kültür durumuna bakıldığında; Cumhuriyetin ilanından sonra ilk eğitim kurumunun 1923 yılında Geyikli beldesinde eğitim ve öğretime açıldığını gö
rmekteyiz. Bunu takiben 1928 yılında Şalpazarı İlçe merkezi ile Simenli mahallesinde ilkokul açılmıştır. Günümüzde her mahallede ilköğretim okulu mevcuttur. Bu okulların pek çoğu taşımalı hale getirilmiştir. Orta öğretime gelince; 1965 yılında Şalpazarı lisesinin orta kısmı eğitim-öğretime açılmıştır. Bugün ise bu okullara ilaveten Geyikli beldesi, Kasımağzı, Doğancı, Sayvança-tak ve Gökçeköy köylerinde ikinci kademesi bulunan ilköğretim okulları mevcuttur. İlk lise olan Şalpazarı lisesi 1975-1976 yılında eğitim-öğretime açılmıştır.İlçede okuma yazma oranı % 95 civarındadır. Okur-yazar olmayanlar 60 yaş ve üzeri insanlardan oluşmaktadır. İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü yeni Hükümet konağında hizmet vermekte olup, bu kurumda (1) müdür, (2) şube müdürü, (1) şef, (1) memur ve (3) hizmetli görev yapmaktadır. İlçemizde toplam 118 öğretmen ve 1702 öğrenci bulunmaktadır. 2012 yılında 4+4+4 sistemine geçilmiştir. 2012-2013 eğitim öğretim yılında 1 ana okulu(Ali İBRAHİMAĞAOĞLU Anaokulu), 5 ilk okul(Atatürk, Doğancı,Geyikli,Simenli,Gökçeköy), 6 orta okul(Atatürk, Doğancı,Geyikli,Simenli,Gökçeköy, İmam Hatip), 1 çok programlı lise, 1 imam hatip lisesi ve 1 sağlık meslek lisesi vardır.İlçemizde toplam 118 öğretmen ve 1702 öğrenci bulunmaktadır. İlçede özel şahıslara ait 2 kitabevi ve interaktif olarak yayın yapan olan “Yeni ŞALPAZARI”, "Şalpazarı Haber", "Gündem Yazar Şalpazarı", "Şalpazarı Gündem" ve "Şalpazarı Ses" adlı mahalli gazeteler bulunmaktadır. İlçe merkezi ile Geyikli beldesinde Kültür Bakanlığınca açılmış halk kütüphanesi mevcuttur. İlçede sinema, tiyatro ve benzeri faaliyetler olmadığından bu eksiklik TV kanallarından istifade ile giderilmeye çalışılmaktadır. Folklorik etkinlik olarak yaz aylarında Acısu, Kadırga, Alaca, Sisdağı ve Ağakonağı ile İzmiş şenlikleri geleneksel olarak her yıl yapılmaktadır. Yapılan bu şenliklerde yörenin folklorik özellikleri, yöresel el sanatları ve geleneksel kültür birikimleri ile ilçenin örf, adet, gelenek ve göreneklerini görmek mümkündür. İlçe günlük hayatta kullanılmaya devam eden geleneksel kadın kıyafetleri ile meşhurdur. İlçe Merkezinde (1) hastane vardır. Burada temel sağlık hizmetleri verilmektedir. İlçe insanları ekonomik ihtiyaçlarını geçmişten bu güne gurbet işçiliği, çiftçilik ve hayvancılıkla temin etmişlerdir. İlçede istihdam sağlayıcı herhangi bir yatırım yoktur. Tarıma elverişli toprakların az oluşu halkın başka geçim kaynakları aramasına neden olmaktadır. Bunların içerisinde gurbet işçiliği ve memuriyet başta gelmektedir. Mısır, fındık, patates, tereyağı ve diğer sebze çeşitleri tarımsal ürünleri teşkil eder, ancak bu mahsullerden fındık haricindekiler ticari bir gelir getirmekten çok aile içerisinde tüketilmektedir. Genel olarak 18.000 dekar alanda (-) ton fındık, 6.900 dekar alanda 1.890 ton mısır, 3.200 dekar alanda 5.600 ton patates üretilmekte olup, geriye kalan arazi çayır ve orman vasıflıdır. İlçede süt ve et bazında hayvancılık üretimi % 40 yerli ve % 60 jersey melezi unsurlardan ibarettir. İlçede (7.000) adet büyükbaş, (4.000) adet küçükbaş hayvan ile az miktarda taşımacılıkta kullanılan katır, at ve eşek bulunmaktadır. Ayrıca ilçe genelinde (1.000) adet tavuk mevcuttur. İlçe Sosyal yardımlaşma ve Dayanışma Vakfınca geçen yıllarda “Süt sığırcılığı ve arıcılık Projeleri” uygulamaya konulmuş ve projeler gelecek yıllara sari olarak devam etmektedir. Son yıllarda arıcılık büyük gelişme kat etmiş olup, (5.850) adet fenni ve ilkel arı kovanı mevcuttur. Bu kovanlardan elde edilen bal ilçe ekonomisine (1.170.000.000.000) TL. yıllık katkı sağlamaktadır. İlçede yerli hayvan ırkının ıslahı için damızlık jersey boğa ve yeteri kadar saf kan holştain ırkı düve getirilmiş olup, İlçe Tarım Müdürlüğü’nce kurulan suni tohumlama istasyonunda çalışmaları sürdürülmektedir. Genel olarak tarım ve hayvancılık alanlarında yapılan üretim çalışmalarının ilçe ekonomisine katkısı toplam olarak (8.712.500.000.000.-) TL civarındadır. S.S.Sütpınar mahallesi kalkındırma kooperatifince hazırlanan 100x2 süt sığırcılığı projesi gerçekleştirilerek getirilen süt inekleri hak sahiplerine dağıtılmıştır. İlçe halkı kooperatifleşme konusunda bilgi sahibi olmadığından uzun yıllar bu alanda herhangi bir gelişme olamamıştır. Buna mukabil (2) adet Tarım Kredi Kooperatifi, (1) adet Esnaf Odaları Birliği ve (3) adet Köy Kalkınma Kooperatifi mevcuttur.İlçede T.C. Ziraat Bankası şubesi mevcuttur. T.C.Ziraat Bankasında (8) adet personel bulunmaktadır. Banka çiftçilerimize yönelik kredilendirme çalışmalarını sürdürmekte ve yılda (690) çiftçiye kooperatifler aracılığı ve doğrudan hayvancılık,çevirme, gübre ve donatım kredisi olarak toplam (1.745.643.150.400.- TL kredi sağlamakta, bu kredinin % 50’lik kısmı süre sonunda tahsil edilebilmektedir. Ekonomiyi canlandırıcı mahdut sayıda sergi açılmakta olup, panayır olarak Acısu, Alaca, Kadırga, Sisdağı, Ağakonağı ve İzmiş şenliklerini sayabiliriz. İlçemizde mevcut Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş. (TEDAŞ) işletme Başmühendisliği(6) adet personel ile hizmet vermekte olup, ilçe merkezi ve köylerin tamamında, yayla ve mezraların % 99’unde elektrik vardır. İlçenin elektrik ihtiyacı ulusal enerji hattından sağlanmaktadır. İlçeye bağlı köylerin su sorunu halledilmiş olup, Şalpazarı ilçe merkezinde Belediyeye ait su arıtma tesisi vardır. İlçenin Kanalizasyonu yapılmıştır.İlçenin Karadeniz sahiline (Beşikdüzü) bağlayan 15 km uzunluğundaki yol karayolları 10. Bölge Müdürlüğünce yapılıp asfaltlanmıştır. İlçede toplam olarak yaklaşık (270) km köy yolu ağı vardır. Bu yol ağının 10 km asfalt, 6.2 km’lik bölümü betonlanmıştır. Yolsuz köy bulunmamakla birlikte köy yollarının stabilize hale getirilmesi için program dahilinde altyapı çalışmaları sürdürülmektedir. Şalpazarı-Gökçeköy-Sinlice grup yolunun Şalpazarı-Acısu arası 9 km’lik bölümünün asfalt işlemleri bitirilerek hizmete açılmış olup, Acısu-Sinlice arası 12 km’lik bölümü komple yol olarak ihale edilmiş ve asfaltlama çalışmalarına müteahhidince başlanmıştır. Yayla ve mezraların ulaşım sorunu özellikle yaz ayları için çözümlenmiş durumdadır. A Akçiriş, Ağırtaş, Ç Çamlıca, Çarlaklı, Çetrik, D Dorukkiriş, Doğancı, Düzköy, F Fidanbaşı, G Geyikli, Gökçeköy, Gölkiriş, Güdün, K Kabasakal, Karakaya, Kasımağzı, Kuzuluk, P Pelitçik, S Sayvançatak, Simenli, Sinlice, Sütpınar, Sugören T Tepeağzı, Ü Üzümözü, Bilim ve Teknik Bilim ve Teknik, TÜBİTAK'ın Ekim 1967'den beri yayımlanan aylık popüler bilim ve teknik dergisidir ve Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı tarafından lise ve dengi okullara; Genel Kurmay Başkanlığı tarafından Silahlı Kuvvetler personeline tavsiye edilmiştir. Bilim ve Teknik dergisi Haziran 2006'da çıkan 463. sayısında ilk sayıdan başlayıp 457. sayısına kadar olan dergilerini sanal ortama aktararak okurlarına DVD biçiminde "Bilgi Hazinesi" adıyla hediye olarak vermiştir. Bilim ve Teknik, 1967'den 1994 yılına kadar dergi formatında basılmıştı ve ciltleri TÜBİTAK'ta satılmıştı. 1994'ten itibaren de boyutu büyütülerek A4 (21x29,7 cm)ölçülerinde basılmaya başlandı. 2001 yılında İrfan Sayar'ın çizdiği Zihni Sinir'in "procelerini" yayınlamaya başladı. Bu yılda 400. sayısında (Mart 2001) birlikte ek olarak "İnsan Genomu" verildi. Bundan sonraki yıldan itibaren,2002 yılında ek olarak "Yeni Ufuklara" adlı küçük bir dergi verilmeye başlandı. Şimdiler de ise "Yıldız Takımı" eki dergiyle birlikte verilmektedir. Bu ekte güncel ve ilginç bilimsel konuların daha basit şekilde anlatımları bulunmaktadır. Ayrıca dergiyle birlikte her ay Bilim CD'leri Serisi adıyla belgesel CD'leri verilmektedir. 2005 yılında Formula-G adı verilen yarışları düzenlenmesinde rol alan Bilim ve Teknik dergisi, 2007 yılında da Hidromobil yarışlarını düzenleyerek Türkiye'de yenilenebilir enerji kaynakları konusunda farkındalığın oluşturulmasında öncülük etmiştir. Ocak 2009'dan itibaren dergide kalıcı değişiklikler olmuştur: Dergi boyutu biraz küçülmüş 21x27,5 cm olmuştur. "Yıldız Takımı" adlı ek bölüm 4 ayda 1 yayımlanmaya başlanmıştır. Bilim ve Teknik Dergisi, Temmuz 2009 sayısında ise 1967'den 2008'e dek bilgi birikimini döktüğü bir DVD'yi okurlarına armağan etmiştir. Bu arşivdeki dosyalar PDF dosyası şeklindedir. Howland Adası Howland Adası ekvatorun hemen kuzeyinde, Büyük Okyanus'un ortasında, Honolulu'nun 3.100 km güneybatısında, 0°48′24"K 176°36′59"B koordinatlarında bulunan bir mercan adasıdır. Hawaii ve Avustralya arasında neredeyse yarıyolda yer alan ada üzerinde yerleşim yoktur ve yasal olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne bağlıdır. Adanın hiçbir ekonomik işlevi yoktur ve genellikle Amelia Earhart'ın ulaşamadığı ada olarak bilinir. Savunması Birleşik Devletler'in sorumluluğundadır ve iki yılda bir ziyaret edilmektedir. Üzerinde bulunan az sayıda yol ve kalıntı daha önce üzerinde Polonezlerin bulunduğuna işaret etse de Birleşik Devletler tarafından 1857'de sahiplenildiğinde üzerinde insan bulunmamaktaydı. Adadaki Guano rezervleri kısa sürede Amerikalı ve İngiliz şirketlerce tüketildi. 1935'te, ekvator çevresinde kalıcı A.B.D. yerleşimleri oluşturulmasıyla ilgili Birleşik Devletler Ticaret Bakanlığı tarafından yürütülen bir proje dahilinde kolonileştirilmesi denendi. Ada'da 1937'de Amerikalı pilot Amelia Earhart ve rotacı Fred Noonan tarafından gerçekleştirilecek dünyanın çevresini dönen uçuşta yakıt ikmali için kullanılmak üzere adada üç adet uçak pisti inşa edildiyse de Yeni Gine, Lae'den kalkış yapan uçak adaya erişemeden kaybolmuştur. Adaya giriş ancak A.B.D. tarafından genellikle bilim adamları ve eğitimcilere verilen özel bir izinle gerçekleştirilebilir. Kuzey Büyük Okyanusda yer alan ada 1.84 km²'lik yüzölüçümü ve 6.4 km'lik sahil şeridiyle ufak bir adadır. Kuzey-güney ekseninde uzunca bir şekli vardır. Ekvator iklimine sahip olan adaya pek sık yağmur düşmez ve güneş yakıcıdır. Doğu'dan sürekli esen rüzgarlar iklimi az da olsa ılımanlaştırır. Yüzeyi alçak ve kumludur. Ortasında en yüksek noktası 6 metre olan hafif bir çıkıntıya sahip olan ada mercan kayalıklarıyla çevrilidir. Adanın tatlı s
u kaynağı bulunmamaktadır. Bitki örtüsü çimenler, yatay sarmaşıklar ve bodur çalılardan ibarettir. Adada liman bulunmamaktadır. Mercan kayalıkları da gemilerin yanaşması için tehlike arz etmektedir. Batı kıyısının ortasında teknelerin yanaşabileceği tek bir nokta bulunmaktadır. Uçakla da ulaşılabilir. Morchella Morchella, Morchellaceae ailesinden mantar cinsi. Emma Goldman Emma Goldman, (d. 27 Haziran 1869, Litvanya – ö. 14 Mayıs 1940, Toronto) Anarşist yazar. 20. yüzyılın ilk yarısında ABD ve Avrupa'da anarşist görüşün yayılmasında ve gelişmesinde büyük bir rol oynamıştır. Emma Goldman, 27 Haziran 1869'da, Rusya kontrolündeki Kaunas, Litvanya'da Yahudi bir ailenin kızı olarak doğdu. Emma daha 13 yaşındayken aile Sankt-Peterburg'a taşındı. Bundan kısa süre önce 2. Alexander öldürülmüştü ve siyasi bir baskı olan ortamda Yahudiler çeşitli katliamlarla karşı karşıya kalmaktaydılar. St. Petersburg'a gelişlerinden sadece 6 ay sonra Goldman okulu bırakıp çalışmak zorunda kaldı, ailesi maddi sıkıntılar yaşıyordu. Bir fabrikada çalışmaya başlayan Emma devrimci düşüncelerle ilk kez burada karşılaştı. Fabrikada eline geçirdiği Çernişevski'nin ""Nasıl Yapmalı?"" isimli eseri onu derinden etkiledi. Bu eser ileride filizlenecek anarşist fikirlerinin tohumlarını ekmekle kalmadı, hayatını istediği gibi özgürce yaşaması konusundaki fikirlerini de güçlendirdi. 15 yaşlarına geldiğinde babası onu evlendirmek istedi fakat o karşı çıktı ve evlenmedi. 17 yaşına geldiğinde ise, ailenin kararıyla, kız kardeşi Helene'le birlikte, diğer kardeşleri Lena ile yaşamak için Rochester, New York'a (ABD) göç etti. Burada bir tekstil fabrikasında birkaç yıl çalıştı. 1886'daki Haymarket Olayı'nın neticesinde dört anarşistin asılması Emma'nın anarşizmle ilgilenmesine yol açtı. 1887'de yine fabrika işçisi olan Jacob Kersner ile evlendi. Fakat anarşist harekete girişi ile bu evliliği kısa sürdü. Ailesi ve kocasını terk ederek önce New Haven, Connecticut'a sonra New York City'ye gitti. New York'ta Alexander Berkman ile tanıştı ve beraber yaşamaya başladı. Berkman o dönemlerde ABD'deki anarşist hareketin önemli figürlerindendi. 1892'de Berkman ile Henry Clay Finch'e suikast planları yaptılar, fakat bu planları başarısızlıkla sonuçlandı. Henry Clay Finch suikast girişiminden yaralanarak kurtuldu, Berkman 22 yıllık hapis cezasına mahkûm edildi. 14 yıl hapiste kaldıktan sonra 1906 yılında salıverildi. Başarısız suikast girişiminden sonra Berkman'ını savunmak için elinden geleni yaptı, fakat bu girişimleri devletin, resmi otoritelerin ona karşı cephe almasına yol açtı. Bu sıralarda Hippolyte Havel ile dostluk kurdu. 1893'de işsizleri güç kullanarak otoritelere karşı gelmeye ("zor kullanarak ekmek almaya"')kışkırttığı için tutuklandı. Tutuklanmasına neden olan bu söylemi ""İş isteyin. Eğer iş vermezlerse, ekmek isteyin. Eğer ekmek vermezlerse, ekmeğinizi alın."" zamanla ünlü bir söylem olmuştur. Blackwell Adası (Blackwell's Island) cezaevinde bir yıl tutuklu kaldı. 8 Eylül 1901'de, Chicago'da, dokuz kişiyle birlikte tekrar tutuklandı. Tutuklanma nedenleri Başkan McKinley'in suikasti idi. Leon Czolgosz isimli münzevi bir anarşizm sempatizanı McKinley'i birkaç gün önce vurmuştu. Aslında olaylarla ilgisi olmayan Goldman ve diğer dokuz kişinin tutuklanmasının nedeni anarşist hareketin halk nezdindeki itibarını sarsmaktı. Delil yetersizliğinden Goldman 24 Eylül'de serbest bırakılırken, olayın faili Leon Czolgosz suçlu bulundu ve idam edildi. 1910 yılında ""Anarşizm ve Diğer Makaleler"" isimli kitabı yayımlandı. Emma Goldman 11 Şubat 1916'da tekrar tutuklandı. Bu sefer tutuklanma sebebi dağıttığı doğum kontrolü hakkında bilgilendirici dokümanlardı. Fakat hayatında bir dönüm noktası olan tutuklanması 1917 gerçekleşti. Berkman ve Goldman, "Zorunlu Askerliğe Hayır" isimli kurdukları birlik ve Birinci Dünya Savaşına karşı düzenledikleri gösteriler nedeniyle tutuklandılar. İki yıl hapsedildikten sonra Amerikan vatandaşlığından azledilerek Rusya'ya sürüldüler. İlk enternasyonal'deki anarşist ve komünist ayrılığına rağmen, Rusya'ya vardığında Goldman Bolşeviklerin tarafında yer aldı. Fakat 1919'da Berkman ile ülkeyi gezerken tanık oldukları politik baskı, bürokrasi ve zorunlu çalışma Bolşeviklere olan sempatilerini yok etti. Hayal kırıklığı ile Aralık 1921'de Rusya'yı terk etti. Dönemin Rusya'sı ve Bolşevikler hakkındaki görüşlerini ""Rusya'daki Hayal Kırıklığım"" ve ""Rusya'daki İlave Hayal Kırıklığım"" isimli eserlerinde belirtmiştir. Ayrıca, Rusya'da tanık olduğu yoğun şiddet ve güç kullanımı onun şiddete ve güç kullanımına olan fikirlerinin farklı bir boyut kazanmasına neden oldu. Şiddetin toplumsal (sosyal) dönüşüm sürecinin (istenilmese de) zorunlu bir parçası olduğunu kabul etmekle beraber, şiddetin toplumsal mücadelenin yegane ve en önemli aracı olarak kullanmasına karşı çıktı. Ona göre şiddet ""çarpışma sırasında bir savunma aracı olarak başvurulabilecek"" bir şeydi. Ayrıca bu düşüncesi ilk zamanlarda savunduğu ""amaç aracı haklı çıkarır"" fikrinden ayrıldığının göstergesiydi. 1921'de Birleşik Krallık'a gitti. Sürgün edilebileceği haberlerini duyulunca Birleşik Krallık vatandaşlığına girebilmesi için bir maden işçisi kendisine evlenme teklif etti. Britanya pasaportuyla birçok ülkeyi gezebilme fırsatı buldu. 1928'de Saint-Tropez'e taşındı, 1936'ya kadar burada yaşadı. Bu arada, 1931'de ""Hayatımı Yaşarken"" isimli otobiyografisini yayımladı. 1936'da İspanyol Devriminin başlamasından kısa bir süre önce Berkman intihar etti. Emma Goldman ise aynı yıl, 67 yaşında, İspanyol Devrimine katılmak için İspanya'ya gitti. CNT-FAI'li anarşistlerin 1937'de koalisyon hükümetine katılmalarını, giderek güçlenen komünistlere savaş faaliyetinin daha iyi yürütülebilmesi için taviz vermelerini onaylamadı. Faşizmin Avrupa'daki yükselişi karşısında büyük bir üzüntü duysa da düşüncelerinden taviz vermeyi reddetti. Emma Goldman 14 Mayıs 1940'da, Kanada'nın Toronto kentinde öldü. Chicago'da, Haymarket İsyanı sonucu asılan anarşistlerin gömüldüğü yerin yakınına gömüldü. Fleetwood Mac Fleetwood Mac 1967'de kurulmuş etkili ve ticari olarak başarılı bir İngiliz/Amerikan rock grubudur. Grubun isim babalığını da yapmış olan Mick Fleetwood (davul) ve John McVie (bas) kuruluşundan bu yana gruptadır. Christine McVie (klavye) ise sadece iki albümde yer almamıştır. Grup adına her ikisi de kendi içinde başarılı iki farklı dönemden bahsedilebilir. 60'ların sonlarından 70'lerin ortalarına kadar süren ilk döneminde liderliğini Peter Green'in üstlendiği Fleetwood Mac, İngiliz Blues Akımının etkisinde kalmış; 1975-1987 yılları arasında ise Mick Fleetwood, John McVie, Christine McVie, Stevie Nicks ve Lindsey Buckingham'dan oluşan bir pop-rock grubuna dönüşmüştür. Albüm ve single satışlarının 100 milyondan fazla olduğu tahmin edilmektedir. Bu sayı onları rahatlıkla en çok satan müzik sanatçıları listesine geçirmektedir. Polyporaceae Polyporaceae, "delikli mantarlar" olarak da bilinir, Basidiomycota (bazidiumlumantarlar) bölümünden çok sayıda mantar türünü kapsayan familya. Bu mantarların bazidiokarplar kabuk, konsol ya da şapka biçimindedir. Bazidiler ise, lobut şeklinde ve daima dört sporludur. Bazı türlerin bazidiokarpları gençken yumuşak ve esnek, olgunlaşınca ekseriya ser, derimsi, mantarımsı ya da odunsu olurlar. bazı türlerde lamelli olsa da bazidiler tipik olarak porların ya da tüplerin iç kısımlarını kaplarlar. Bu familyanın üyeleri orman ve park ağaçlarında en sık görülen, beyaz ve kahverengi çürüklükler oluşturan çok zengin türler içeriri. Ayrıca çeşitli meyve ağaçlarının odun ve gövdelerinde çürüklüklere neden olur. Yenipazar, Aydın Yenipazar, Ege Bölgesi'nde Aydın ilinin bir ilçesidir. İzmir-Denizli Devlet Karayolu (D 320)'den 8 km. içeride bulunduğundan göç almamış ve bu nedenle Aydın Kültürü'nü korumuş olan, kendine has pide çeşitleriyle ünlü bir ilçedir. Aydın'a bağlı bir ilçedir. Aydın'ın Yenipazar ilçesinin 5 kilometre doğusunda Orthasia adlı yerleşim merkezi Yenipazar'ın çok eski bir yerleşim merkezi olduğunu ortaya koyuyor. Yenipazar'ın Donduran köyünde ortaya çıkarılan Orthasiadan Yunan coğrafyacı ve tarihçi Strabon, Karya yerleşmesi olarak söz ediyor. M.Ö 7. yüzyılda Kimmerlerin saldırısına uğrayan kent, Lidya kralı Alyattes'in Kimmerleri yenmesi sonucu Lidyalıların eline geçmiş, M.Ö 6. yüzyılda ise İonya birliğine katılmış ve birçok Anadolu kenti gibi Perslerin egemenliğine girmişti. Kentteki önemli yapılar arasında yer alan tiyatro ve bir Bizans yapısı, bugünde ayakta duruyor. Nekropol üzerinde ise iyi korunmuş durumda lahitler ve oda mezarlar, kaliteli işçilik gösteriyor. Yenipazar ilçesinin doğusunda Nazilli, Aydın ve Bozdoğan ilçeleri, kuzeyinde Sultanhisar ilçesi ve Atça beldesi, batısında Efeler ilçesi, güneyinde Çine ilçeleriyle çevrilidir. Yenipazar'da 1884 yılında belediye teşkilatı kurulmuştur. 1957 yılında ilçe olmuştur. Halkın büyük bölümü geçminin tarımdan karşılamaktadır. Pamuk, narenciye, zeytin, biber, sera sebze-meyveciliği ve hayvancılık ön planadır. İlçede okuma yazma oranı %98'dir. 1900 yılların başında kurulan Yenipazar Gündüz Mektebi bugünkü adıyla Yenipazar Merkez İlköğretim Okulu Efeler İlköğretim Okulu ve yeni açılan Cumhuriyet İlköğretim Okulu olarak üç tane ilköğretim okulu bulunmakta. Ayrıca lise düzeyinde eğitim veren Yenipazar Lisesi bulunmaktadır. Adnan Menderes Üniversitesi'ne bağlı Yenipazar Meslek Yüksekokulu, 3 Ekim 1994 tarihinde açılmıştır. Yenipazar Cüneyt Türel Cüneyt Türel (d. 1942, İstanbul - 1 Mayıs 2012, İstanbul), Tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu, seslendirme sanatçısı. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü mezunu olan Cüneyt Türel, tiyatroya Yeşil Sahne ve Gençlik Tiyatrosu'nda başladı. Aynı dönemde "İstanbul Üniversitesi Türk Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu"`na katıldı. Burada hem konservatuvar düzeyinde bir iç eğitim alıyor hem de pratik olarak seyirci karşısına çıkıyordu. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden mezun olduktan sonra, 1962 yılı
nda Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosu'nda profesyonel oldu. Daha sonra Lale Oraloğlu Tiyatrosu'nda çalıştı. 1965 yılında Cimri oyunu ile 30 yıl boyunca çalışacağı Şehir Tiyatroları'na geçti. 1995 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları'ndan ayrıldı ve Tiyatro İstanbul bünyesinde bir sezon "Sanat" adlı oyunu oynadı. 1975 yılında Ajda Pekkan'ın "Palavra palavra" şarkısında yaptığı düetle, herkesin hafızasında sesiyle kalıcı iz bıraktı. 1995 yılında Işıl Kasapoğlu ve Tilbe Saran ile birlikte Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu'nu kurdu. 2007 yılında kapanana kadar bu tiyatronun her oyununda oynadı. 2004 yılında Kent Oyuncuları'na misafir oyuncu olarak katıldı ve üç oyunda rol aldı. 2007 yılında tekrar Tiyatro İstanbul'da "Çıkmaz Sokak Çocukları" adlı oyunda misafir oyuncu olarak oynadı. 2008 yılında Tiyatro Dot'a "Karatavuk" adlı oyunla misafir oldu. 2007 yılından başlayarak rol aldığı Robert Wilson'un yönetimindeki "Rumi" (In the Blink of the Eye) oyunu Atina'da, Varşova'da ve Ravenna Festivalinde sergilendi. 2009 yazında İstanbul Tiyatro Festivali'nin özel projesi kapsamında ünlü Fransız oyuncu Jeanne Moreau ile birlikte Rumeli Hisarı'nda sahnelenen ve Amos Gitai'nin yönettiği, "Işığın Oğulları ile Karanlığın Oğullarının Savaşı" adlı oyunda rol aldı. Oyuncu, 1979 yılından bu yana çeşitli sinema, televizyon ve seslendirme çalışmalarını da yaptı. 1 Mayıs 2012'de İstanbul'da vefat etti; cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığı 'nda toprağa verildi. Pilli Bebek (müzik grubu) Pilli Bebek, özellikle 1990'lı yıllarda popüler olan Türk rock grubudur. Varlığını 1993’den beri aralıksız sürdüren grup, 42 şehirde, toplam 1600’den fazla canlı performans gerçekleştirmiştir. Heavy Metal'den Türk Sanat Müziği'ne, Kuzey Avrupa rockından Latin müziğine kadar birçok türden etkilenirken, köklerini denizcilik tarihiyle aynı dönemlere dayandıran, klasik dönemde isimlendirilmiş ve halen Venedikli gondolcuların serbest form ve melodik yapılarıyla uyguladıkları Barkarol tarzını kavramsal olarak kendilerine yakın bulmuş, müziklerini de böyle tanımlamışlardır. Geleceğin Türk Müziğini yapmakta oldukları yorumlanıyor. Şarkılarında Türkçe kullanımına özel bir hassasiyet gösteren grup, sözsüz parçalarında da aynı hassasiyeti müzikal biçimleri içerisinde uygulamaktadır. Behzat Ç. dizisinin müziklerini yapmışlardır. Dizinin müzikleri ise genellikle Olsun adlı albümden alınmıştır. Pilli Bebek'in temelleri 1992'de Cem Kısmet ve Ahmet Başbağlar tarafından atıldı. Ankara'nın Sakarya Caddesi'nde konserler vermeye başlayan ikilinin projesi Kısmet'in askere gitmesi ile bir süre askıya alınsa da, Kısmet'in geri gelmesi ve Sonat Özer'in gruba girmesi ile tekrar aktif oldu. Grup, 1995 yılında Pilli Bebek adını aldı. Grubun adı 1970'lerin başında TRT'de gösterilen bir çocuk programından (orijinal adı "Torchy the Battery Boy") gelmektedir. 1980'lerin sonunda yazılmaya başlanan şarkıları kaydetme fikri 1992'de doğsa da, grup albüm kayıtlarına 1999'da başlayabildi. Ocak 2000'de grubun ilk albümü Uyandırmadan grubun şarkılarını orijinal düzenlemelerine sadık kalarak dinleyici ile buluşturdu. Albümde Kısmet ve Başbağlar'ın dışında davulda Gürcan Konanç yer almaktaydı. Albüm, dokuz şarkının yanı sıra Selçuk Alagöz'ün Malabadi Köprüsü şarkısının da yeni bir yorumunu içeriyordu. Grup, ikinci albüm kayıtlarına başlarken kadro değişiklikleri yaşadı. Başbağlar'dan sonra basgitarda Cudi Genç, davulda ise Konanç yerine Onur Ertem yer aldı. Albüm kayıtlarında yer almasa da 2006'da gruba ikinci gitarist olarak Ozan Erkan katıldı. Grubun ikinci albümü Olsun, 2007'de yayınlandı. Yine 10 şarkıdan oluşan albümün bir şarkısı (orijinali bir Hümeyra şarkısı olan Beyhude) dışında hepsi orijinal şarkılardı. Bu dönemde grup Ankara'dan İstanbul'a taşındı. 2010 yılında televizyonda yayınlanmaya başlayan Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi, dizi müzikleri için Pilli Bebek ile anlaştı. Yoğun olarak Olsun albümünden şarkıların kullanıldığı dizi için Kısmet, yeni şarkılar da yazmaya başladı. Bu şarkılar, 2012'de çıkan Behzat Ç. müzikleri albümünde toplandı. Bu albümde Pilli Bebek, 10 şarkı ile yer aldı. Bu şarkıların yarısı eski şarkıların yeni yorumları, öteki yarısı ise bir cover şarkı (Nilüfer'den Haram Geceler) ve de dört yeni şarkıdan oluşuyordu. Albümün geri kalanının çoğunu ise Cem Kısmet'in dizi ve Behzat Ç. Seni Kalbime Göndüm filmi için yaptığı besteler oluşturuyordu. Bu dizi sayesinde Pilli Bebek, daha büyük kitlelere ulaşmayı başardı. Yıldıray Şahinler Yıldıray Şahinler, (d. 7 Şubat 1968 İstanbul), Türk tiyatro ve sinema oyuncusu, yazar, yönetmen. 1986 yılında henüz 18 yaşındayken İstanbul Şehir Tiyatroları kadrosuna girdi ve uzun yıllar görev yaptı. Pek çok tiyatro oyunda rol aldı. Tiyatro dışında kamera karşısına da geçerek sinema ve dizi filmlerde oynadı. 2007 yılı başında İstanbul Halk Tiyatrosu adlı tiyatro grubunun kurucuları arasında yer almıştır. 2014 sonbaharında Kanal D'de başlayan Hayat Yolunda dizisinde Tayfun Kuzu karakterini canlandırmıştır. Son olarak İçerde adlı dizide Hasan Alyanak karakterini canlandırdı. Şu sıralar ise " Ufak Tefek Cinayetler " adlı dizide Mehmet karakterine hayat vermektedir Eseasar Eseasar, Afrika Mitolojisinde yer alan bir arz (toprak, dünya) tanrıçası. Kocası gökyüzü tanrısı sayılan Ebore'dir. Avusturya'nın ilhakı Avusturya'nın ilhakı, 12 Mart 1938'de Hitler'in Almanya'yı genişletme çabalarının ilk adımı olmuştur. Avusturya'nın ilhakını, (Almancadaki karşılığı "Anschluss") Versay Antlaşması gereği 15 yıldır Milletler Cemiyetinin kontrolünde olan Saar bölgesinin Almanya'ya verilmesi, Çekoslovakya'nın Südetlerinin Almanya'ya hediye edilmesi, Almanya'nın Çekoslovakya'yı işgali ve en sonunda Polonya'nın işgali takip etti. İlhaka giden yolun başlangıcı Almanya'nın yasa dışı Avusturya Nasyonal Sosyalist Partisi'nin Avusturya tarafından tanınması ve hükümet ortaklığının kabul edilmesi yolundaki baskıları oluşturdu. 1938'de Avusturya Şansölyesi Kurt Schuschnigg, bağımsızlığı korumak ümidiyle son bir hamle yaparak Almanya'yla birleşme ya da bağımsızlık üzerine bir referandum yapmaya karar verir. O zaman Almanya Schuschnigg'e iktidarı Nazi partisine devretmesi için baskı yaptı. Bu çok iyi planlanmış darbe sonucu Avusturya Nasyonal Sosyalist Partisi Viyana'da 11 Martta kontrolü ele geçirince Alman orduları Avusturya'ya girdiğinde hiçbir direnişle karşılaşmadı. Avusturya'nın ilhakına uluslararası tepki yumuşak oldu. Versay Antlaşmasına göre Avusturya ve Almanya'nın birleşmesi yasaklanmıştı ve bunu gözetmekle görevli I. Dünya Savaşının İtilaf Devletleri sadece diplomatik protesto ile yetindiler. Bağımsız Avusturya ancak II. Dünya Savaşı sona erdiğinde yeniden ortaya çıktı. Bütün Almanları tek bir devlet altında birleştirme tartışmaları Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun 1806'daki yıkılışından itibaren devam ediyordu. 1866'ya kadar, bu birleşmenin ancak Avusturya altında gerçekleşebileceği tahmin ediliyordu ancak Avusturya-Prusya Savaşı'nı Prusya kazanınca Otto von Bismarck 1871'de Prusya egemenliğinde bir Alman Devleti kurmuş oldu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 1918'de dağılınca Avusturyalıların çoğunluğu Almanya'ya katılmak istedi ancak galip devletler hem Versay Antlaşmasıyla hem de 1919 St. Germain Antlaşmasıyla bunu yasaklamışlardı zira Fransa ve Birleşik Krallık, Almanya'nın genişlemesinden çekiniyorlardı. 1930'ların başında Avusturya'da Almanya'yla birleşme istekleri baskın olmaya başlamıştı ve Avusturya hükümeti de 1931'de Almanya'yla gümrük birliği anlaşması üzerinde duruyordu. Ancak Hitler ve Naziler Almanya'da işbaşına geçince Avusturya Almanya'yla resmi bağlar kurmaktan vazgeçti. Avusturya doğumlu olan Hitler, bütün Almanların birleştiği bir imparatorluk sözü vermişti ve daha 1924'te bile "Kavgam"da gerekirse güç kullanarak bir birleşme için uğraşacağını yazmıştı. 1929 bunalımı sonrası oluşan ekonomik türbülanstan Avusturya da payını almıştı ve tıpkı kuzey ve güney komşuları gibi Avusturya'da da yüksek işsizlik oranları ve ticaret ve sanayideki dengesizlikler genç demokrasi için ciddi tehdit oluşturuyordu. İlk Cumhuriyet 1933'ten 1934'e kadar yavaş yavaş bozuldu ve 1934 Şubatındaki Avusturya iç savaşından sonra iktidardaki Hristiyan Sosyal Parti (CS) dışındaki tüm partiler yasaklandı ve basın özgürlüğü de ortadan kaldırıldı. Yetkiler Şansölyelik binasında toplanmıştı ve Şansölye ülkeyi yönetmeliklerle yönetiyordu. Avusturya'nın bu faşist hükümetinin Nazilerden farkı, Nazilerin aksine Hristiyan Sosyal Partide Katolik öğretinin çok büyük etkileri vardı. Hem Engelbert Dollfuss hem de halefi Kurt Schuschnigg Avusturya'yı İtalya'ya yanaştırmaktaydı. Benito Mussolini, Avusturya'nın bu kendine özgü ve bağımsız hareket eden faşizmini elinden geldiğince destekledi. Ta ki, Etiyopya'nın işgali için Almanya'dan yardım istemek zorunda kalıncaya ve 1937'de Berlin-Roma Mihver İttifakını imzalayıncaya kadar. 25 Temmuz 1934'te başarısız darbe girişimi sırasında Şansölye Dollfuss, Avusturya Nazi Partisi tarafından öldürülünce bir yıl içindeki ikinci iç savaş başladı ve Ağustos 1934'e kadar sürdü. Başarısız darbe girişiminden sonra Avusturya Nazi Partisinin birçok ileri geleni Almanya'ya kaçtı ve hareketlerine oradan devam ettiler. Geride kalan Naziler ise Avusturya hükümet binalarına karşı terörist saldırılar düzenlemeye devam ettiler (1934 ile 1938 arasında yaklaşık 800 kişi öldü). Dollfuss'un halefi Schuschnigg, selefinin izinden gitti ve Nazilere karşı sert tedbirler aldı. Bunlar arasında Nazilerin kamplarda toplanması da vardı (bundan Sosyal Demokratlar da nasibini almıştı). 1938 başlarında Hitler Almanya'daki gücünü pekiştirmişti ve sırada uzun zamandır planladığı genişleme hareketi vardı. Uzun süren baskılarından sonra Hitler, Şubat 1938'de Schuschnigg ile bir görüşme yaptı ve ona eğer Nazi partisi üstündeki yasağı kaldırmaz,tutuklu Nazileri serbest bırakmaz ve Nazilere hükümette görev vermezse askeri tedbirler düşünmeye başlayacağını söyledi. Schuschnigg Hitler'in isteklerini kabul etti ve bir Nazi avukat Arth
ur Seyss-Inquart'ı İçişleri Bakanı, bir diğer Nazi Edmund Glaise-Horstenau'yu Devlet Bakanı yaptı. Şubat görüşmesinden önce de Schuschnigg aşırı bir baskı altındaydı. Genelkurmay Başkanı Alfred Jansa'nın görevden uzaklaştırılması isteğine uyması da bunun göstergesiydi. Jansa ve kurmayları olası bir Alman saldırısına karşı bir savunma planı hazırlamışlardı ve Hitler, her ne pahasına olursa olsun böyle bir durumla karşılaşmak istemiyordu. Takibeden haftalarda Schuschnigg yeni atadığı bakanların kendi gücünü ele geçirmeye çalıştıklarını fark etti. Schuschnigg Avusturya çapında destek toplamaya ve vatanseverliği ateşlemeye çalıştı. 12 Şubat 1934'ten beri ilk kez sosyalistler ve komünistlerin meydanlarda boy göstermesine izin verildi ve komünistler artan Nazi baskıları karşısında hükümete kayıtsız şartsız destek verdiklerini ilan ettiler. Sosyalistler de bazı yetkiler karşılığında hükümete tam destek vereceklerini açıkladılar. 9 Martta Schuschnigg, bağımsızlığı kurtarmak amacıyla son bir gayret olarak 13 Martta bir referandum yapılacağını ilan etti. Referandumda çoğunluğu sağlayabilmek için minimum yaş sınırlamasını 24 olarak belirleyerek Nazilere sempati duyan gençleri ekarte etmek istedi. Referanduma gitmek Schuschnigg için riskli bir hamleydi ve ertesi gün Hitler, yanıbaşında Avusturya halkoyuyla bağımsızlığını açıklarken yerinde oturup beklemeyeceğini gösterdi. Hitler, referandumun ciddi bir sorun kaynağı olacağını ve Almanya'nın bunu kabul edemeyeceğini açıkladı. İlaveten, Alman Propaganda Bakanlığı basın bültenleri yayınlayarak Avusturya'da isyanlar başladığını ve halkın Alman askerlerinin müdahalesini istediğini yaymaya çalıştı. Schuschnigg derhal cevap vererek bu haberlerin yalan olduğunu—ki öyleydi, açıkladı. Hitler 11 Mart'ta Schuschnigg'e bir ültimatom göndererek bütün yetkileri Avusturya Nazi Partisine devretmesini ya da işgalle karşı karşıya kalacağını bildirdi. Ültimatomun öğlen 12'ye kadar süresi vardı ancak iki saat uzatıldı. Ancak Hitler, cevabı beklemeden saat 13'te Alman birliklerinin Avusturya'ya hareket etmesini isteyen bir emri imzalamıştı ve sadece birkaç saat sonra Hermann Göring'e iletmişti. Schuschnigg umutsuzca Avusturya'nın bağımsızlığını kurtaracak bir destek aradı fakat ne Birleşik Krallık'ın ne de Fransa'nın hiçbir şey yapmayacağını anlayınca o akşam Şansölyelikten istifa etti. İstifasını açıkladığı radyo konuşmasında değişen şartları kabul ettiğini ve kan dökülmesini engelleyebilmek için Nazilerin hükümeti kontrol etmelerine izin verdiğini söyledi. Bu arada Avusturya Cumhurbaşkanı Wilhelm Miklas, Seyys-Inquart'ı şansölye olarak atamayı reddetti ve diğer Avusturyalı politikacılardan görevi üstlenmelerini istedi. Fakat Naziler iyi organize olmuşlardı. Saatler içinde Viyana'daki çok sayıda kilit noktayı ve polisi kontrol eden İçişleri Bakanlığını ele geçirmişlerdi. Miklas bir Nazi Şansölye atamayı hala reddettiği ve Seyss-Inquart Avusturya hükümeti adına Alman askerlerini çağıran bir telgraf gönderemediği için Hitler çok sinirlenmişti. Saat gece 10 sularında, birliklere hareket emri verdikten çok sonra Göring ve Hitler beklemekten vazgeçip Avsuturya hükümeti adına, Alman askerlerinin müdahalesini isteyen bir telgrafı kendileri hazırladılar. Geceyarısı civarında Naziler Viyana'daki tüm kritik yerleri ele geçirdikten ve eski hükümet ileri gelenleri tutuklandıktan sonra Miklas, Seyys-Inquart'ı Şansölye olarak atadı. 12 Mart sabahı Alman 8. Ordusu Almanya-Avusturya sınırını geçti. Avusturya ordusundan herhangi bir direniş görmediler. Aksine onları selamlayan Avusturyalıların arasında ilerlediler. Her ne kadar işgal güçleri iyi organize olmamış ve düzensiz idiyse de bunun bir önemi yoktu. Nasıl olsa herhangi bir çatışma olmuyordu. Yine de, ilerideki işgaller için komutanlara bir uyarı oldu bu. İlginçtir ki, işgalin başlamasından birkaç saat sonra ilk kayıp verildi. Bir Nazi, Heinrich Kurz von Goldstein, Salzburg'taki kutlamalar sırasında kalp krizinden öldü. Hitler'in arabası öğleden sonra Braunau'dan, Hitler'in doğum yerinden Avusturya'ya girdi. Akşam saatlerinde Linz'e vardı. Onuruna, hükümet binasında büyük bir hoşgeldin merasimi düzenlendi. Atmosfer o kadar yoğundu ki Göring, o akşam yaptığı bir telefon konuşmasında: "Biz bile bu kadar sempatiyle karşılanacağımızı tahmin etmiyorduk" demişti. Hitler'in Avusturya içinde ilerlemesi gittikçe bir zafer yürüyüşüne döndü ve Viyana'da, Heldenplatz'ta 200.000 Avusturyalının Hitler'in nutkunu dinlemesiyle zirveye ulaştı (Video: Hitler, Avusturya'nın III. Reich'a dahil olduğunu açıklıyor (2MB)). Hitler daha sonra şöyle demiştir: "Bazı gazeteler bizim Avusturya'yı zorbalıkla işgal ettiğimizi iddia etmişlerdir. Sadece diyebilirim ki: ölürken bile yalan söylemekten vazgeçmezler. Politik mücadelem süresince halkımdan çok sevgi gördüm fakat Avusturya sınırını geçtikten sonra gördüğüm sevgi selini hiçbir zaman görmedim. Biz zorbalar olarak gelmedik, kurtarıcılar olarak geldik." 13 Martta bir genelgeyle ilhak yürürlüğe girdi ve onaylanması için 10 Nisanda bir halkoylamasına gidildi. Halkoyunun sonucuna göre ilhaka destek %99,73 oldu. Tarihçiler sonuçlar üzerinde oynama yapılmadığını fakat oylamanın gizli yapılmadığını kaydetmişlerdir. Oylama merkezlerinde oyları elden toplayan görevliler bulunmaktaydı. Oylamadan önceki haftalarda da Hitler'in olası bir muhalefeti bastırmak için uyguladığı metotlar da görülmüştü. Hatta daha ilk Alman askeri sınırı geçmeden Himmler ve birkaç SS subayı eski cumhuriyet ileri gelenlerini tutuklamak üzere Viyana'ya gitmişti. İlhaka uluslararası tepkiler zayıf kaldı. Hatta Birleşik Krallık'ta yayınlanan The Times 200 yıl önce de İskoçya'nın İngiltere'ye katıldığını anımsatarak abartılacak bir durum olmadığı yorumunda bulundu. Hükümet ise sadece diplomatik protestoyla yetindi. Roman Polanski Roman Polanski (d. 18 Ağustos 1933, Paris), Polonyalı aktör, yönetmen, yapımcı ve senarist. Polanski, 1933'te Polonyalı bir Yahudi ile bir Rus göçmeninin oğlu olarak Paris’te dünyaya geldi. Üç yaşında ailesi ile birlikte Krakov’a taşındı. 1940’ta şehrin Almanlar tarafından işgal edilmesinin ardından ailesi bir toplama kampına gönderildi. Naziler tarafından götürülmesinden hemen önce babasının sayesinde kaçmayı başaran Polanski, iyiliksever Katolik ailelerin yardımı sayesinde hayatta kalmayı başarır. Annesi Auschwitz’de ölür. Kamptan sağ olarak kurtulmayı başaran babası, oğluyla birlikte Krakov’a döner. Babasının tekrar evlenmesi üzerine, artık bir yetişkin olan Polanski evden ayrılır. Babası, Polanski’yi bir teknik okula gönderir. 1950’de bir sinema okuluna devam etmek üzere okulu terk eder. Aynı zamanda, Krakov tiyatrosunda aktör olarak işe başlar. İlk sahneye çıkışı, 1954’te Andrezj Wajda’nın “Pokolenie / Bir Kuşak”ı ile olur. 1954’te Lodz’un ünlü Devlet Film Okulu’nda yönetmenlik bölümüne girer, üç yıl sonra öğrencilik döneminin ilk filmi olan “Rozbijemy Zabawe/ Break Up The Party” yi çeker. İlk tanınan filmi 1962’de çektiği “ Knife in The Water - Suda Bıçak” olur. Bu filmde senaryo üzerinde kendisi çalışmıştır. Sonraki iki filmini çekmek üzere Birleşik Krallık'a giden yönetmenin burada yaptığı ilk film olan “ Repulsion - Tiksinti”, parlak bir başarı elde edemez. Filmin, yönetmenin en çok sevdiği filmi olduğu söylenir. Polanski’nin Hollywood’a ayak basışı, 1968’de çektiği korku filmi “Rosemary’s Baby- Rosemary'nin Bebeği ” ile olur. Önceki eserlerinde olduğu gibi bu filmde de yönetmen, uğursuzluklara işaret eden bir dehşet havası yaratır. Bir sonraki filmi "Macbeth", bir Shakespeare uyarlamasıdır. İkinci karısı Sharon Tate’in Manson Ailesi tarafından canicesine öldürülmesinin hemen ardından çekilmesi, yönetmenin hissettiği acı ve şiddetin filme yansımasına sebep olmuştur. Bu filmin ardından kılık değiştiren yönetmen, İtalya’ya gidip bir seks komedisi çeker. Ardından, en iyi filmlerinden biri sayılan “Chinatown”u çekmek üzere tekrar Hollywood’a döner (1974). Film, Polanski’ye bir Oskar, bir de İngiliz Akademi Ödülü getirir. 1976 yılında çektiği heyecan verici ve gerçeküstü “The Tenant- Kiracı” ile başarıları devam eder. Uğursuz, paranoyak bir delilik, suistimal ve intikam hikâyesini anlatan filmin Polanski’nin Paris’e geldiği ilk yıllarda yaşadığı mahallede çekildiği söylenir. Bu film aynı zamanda "apartman üçlemesinin" Repulsion ve Rosemary'nin Bebeği'nden sonraki üçüncü ve son filmi olma özelliğini taşımaktadır. Polanski 13 yaşındaki bir kıza hukuken tecavüzden (ki bu olayın Jack Nicholson'un evinde vuku bulduğu rivayet edilir) suçlu bulunur. Bu olayın ardından ABD'deki tutuklama kararı nedeniyle Paris’e yerleşir ve Fransız vatandaşlığına geçer. Fransız otoriteler yönetmeni iade etmezler. 1979 yılına kadar da film yapmaz. Thomas Hardy’nin bir romanından uyarlanan üç saat uzunluğundaki “Tess” (17 yaşındaki Nastassja Kinski filmde rol alacaktır.), Fransa’da o zamana kadar çekilen en pahalı film olur. Polanski, bunun karşılığını bir Oskar ödülü ve Cesar’da en iyi yönetmen ödülüyle alacaktır. Bir sonraki filmi olan “Pirates-Korsanlar” (1986) ise tam bir hayal kırıklığı yaratır. 1987’de çektiği ve Harrison Ford’un rol aldığı gerilim filmi “Frantic” de ne eleştirmenlerden, ne de işin ticari kısmıyla ilgilenenlerden olumlu puan alabilmiştir. 1992’de “ Bitter Moon - Acı Ay” u çeker ama beğenilmez. Polanski eleştirmenlerin övgüsünü ancak 1994’te çektiği “ Death and the Maiden” ile kazanabildi. Ariel Dorfman’ın oyunundan uyarlanan filmde Ben Kingsley ve Sigourney Weaver başrol oyunculuğu yaptılar. İki yıl sonra deneysel bir çalışma olan “Gli Angeli”ye imza atan yönetmen, 1999’da “The Ninth Gate (Dokuzuncu Kapı)” ile esrarlı gerilim filmlerine dönüş yaptı. Yönetmen, 2002 yılında, kendi yaşam-öyküsünün aynası niteliğindeki "Piyanist"i çekti. II. Dünya Savaşı sırasında, Varşova'nın varoş sokaklarında yaşam savaşı veren bir adamın hikâyesini konu alan film, 55. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü'ne layık görüldü. 2005 yılında ise Charles Dickens'in Oliver Twist romanını filme çekmiştir. Hikâye, 19. yüzyılda, yetim
bir çocuğun, Londra sokaklarında yaşamak zorunda kaldığı sefilliği anlatır. Loko (mitoloji) Loko Dahomey'de (Benin) tapınılan bir tanrıça. Ayaba'nın kız kardeşi. Meetro Meetro, bölgesel bazlı hizmetlere dayalı, çoklu iletişim ağlarını kullanan bir mesajlaşma yazılımıdır. AOL Instant Messenger, Yahoo Messenger, MSN Messenger ve ICQ ağları ile uyumludur. Meetro'nun temel özelliği, tüm bu iletişim ağlarını tek bir program içerisinde birleştirmesinin yanı sıra, belirtilen konularda benzer ilgi alanlarına sahip diğer kişiler ile tanışma imkânı sunmasıdır. Meetro'nun üreticisi olduğu ana şirket, Palo Alto Kaliforniya 'da bulunan, Meetroduction firmasıdır. Meetro ilk sürümünü 1 Haziran 2005 tarihinde gerçekleştirdi. 14 Ağustos 2005'te, Slashdot, arama motoru devi Google'ın Meetro'yu satın almak için temaslarda bulunduğuna dair söylentiler olduğu haberini yayınladı. Meetroduction CEO'su Paul Bragiel her ne kadar tüm bu olaylar asılsız söylentilerden başka bir şey olmasa da yapılan reklamın mesaj iletişim yazılımlarına yeni kullanıcılar eklediğini belirtti. Meetro kullanıcıların bölgesel tanımlar yaparak bulundukları bölgelere yakın olan diğer kullanıcılara erişmesinden dolayı diğer popüler mesajlaşma yazılımlarından farklılık gösterir. Bölge bulucusu şu anda ABD ve Avrupa 'nın çoğu bölgesinde erişim yapabilmektedir ve bu alan diğer bölgelere doğru genişlemektedir. Lokasyon bilgilerine ulaşılamayan kullanıcılar bu bilgileri kendileri girmek sureti ile diğer kullanıcılara ne uzaklıkta olduklarını o an itibarı ile öğrenebilirler. Meetro aktif olarak kullanıcının yakınında olan kablosuz erişim noktalarına MAC adres taraması ile erişmek suretiyle çalışır. Meetro merkez veritabanı sunucusuna bağlanır ve doğru noktayı bulabilmek için erişim noktaları ile MAC adres karşılaştırmaları yapar. Ardından ise bazı matematiksel hesaplamalar ile enlem ve boylam değerlerini elde eder. Meetro bir kez kullanıcının fiziksel konumunu genel alan olarak hesapladığında (genellikle çeyrek mil) diğer kullanıcılarla aralarındaki mesafeyi çeyrek mil, yarım mil ve bir mil vs. çaplarında ölçeklendirir ve bu alanlara giren kullanıcıları gösterir. Meetro program içerisinde kullanıcılara kişiselleştirilmiş gruplar yaratma imkânı tanır. Bu gruplar Meetro kullanıcılarının belirlediği kombinasyonlara göre (Durum (uzak/uygun), Cinsiyet (erkek, kadın, tanımsız), Minimum Mesafe, Maksimum Mesafe, Anahtar Kelimeler, İlişki (arkadaş, arkadaşın arkadaşı, ilişkisiz, MeetroHQ)) diğer kullanıcıları alt kümeler halinde gösterebilir. Örneğin 3–4 km içindeki tüm çevrimiçi kullanıcıları içeren bir grup yaratabilirsiniz. Meetro kullanıcılara özel profil sayfaları yaratmaya ve istedikleri resimleri ekleyebilmelerine olanak sağlar. Meetro programı diğer iletişim programlarından farklı olarak sahte yapay profillerin erişim sağlamasına ve ağa sızıp kullanım zorluklarına yol açmasını mümkün kılmaz. Pek çok Meetro kullanıcısı aynı zamanda kullanıcı profillerindeki bilgilerı baz alarak kendi özel veya bölgesel tabanlı gruplarını yaratmıştır. Titan (mitoloji) Titanlar, Yunan mitolojisine göre efsanevi Altın Çağ'da dünyayı yönetmiş olan güçlü tanrı ırkıdır. Genellikle baz alınan Hesiod'un theogonisine göre en başta on iki Titan vardı. Bu Titanlar değişik kavramlarla özdeşleştirilmiştir. Örnek olarak, okyanus, hafıza, görüntü ve doğal kanun verilebilir. Baştaki on iki Titan daha sonra başka Titanları doğurdular. Bunlardan bazıları Prometheus ve Atlas'tı. Titanlar, babası Uranus'u tahttan atan Kronos tarafından yönetilmiştir. Titanlar ise Olimposlu tanrılar tarafından tahttan indirilmiştir. İlk başta olan, orijinal on iki Titan ve simgeledikleri kavramlar aşağıdaki gibidir: Elektrokimyasal potansiyel dizisi Belirli bir oksidasyon veya redüksiyon yarı-reaksiyonu için “redüksiyon potansiyeli” adıyla bilinen rakamsal bir değer mevcuttur. Sembolü E° olup standart termodinamik şartlar altında (tüm gazların 25 °C, 1 atm de ve tüm sulu çözeltilerin 1M konsantrasyonda olduğu) anlamına gelir ve reaksiyonun yazıldığı yönde gerçekleşme olasılığının büyüklüğünü gösterir. Birimi Volt dur. Pozitif bir redüksiyon potansiyeli değeri, ürünlerin (reaksiyonun sağ tarafındaki çıktılar) oluşumunu desteklerken, negatif bir değer reaksiyona giren maddelerin oluşumundan yanadır. Diğer bir deyişle, redüksiyon potansiyeli ne kadar negatifse, reaksiyon gerçekleşmekten o kadar uzaktır. Örneğin; Li → Li + e ...Eº = 3.05 V (oksidasyon potansiyeli) F + 2 e → 2 F ...Eº = 2.87 V (redüksiyon potansiyeli) reaksiyonlarında, lityumun oksidasyonu ve florun redüksiyonu görülmektedir. Yazıldığı şekliyle her iki reaksiyon da pozitif E° değerine sahiptir ve yazıldıkları yönde gerçekleşmeleri beklenir. Aslında bu reaksiyonlar, bir oksidasyon (lityum) ve redüksiyon (flor) reaksiyonu için en yüksek potansiyel değerlerine sahiptirler. E° değerleri aynı zamanda, bir redoks reaksiyonunda hangi atomun veya molekülün elektron alacağını tahmin etmek için de kullanılabilir. Örneğin, manganez ve çinkonun oksidasyon potansiyelleri pozitiftir, her iki atomun da elektronları kolayca uzaklaştırılabilir: Zn → Zn(aq) + 2 e...E° = 0.763 V Mn → Mn(aq) + 2 e...E° = 1.18 V Redüksiyon potansiyelleri karşılaştırıldığında, manganezin elektronlarını uzaklaştırmaya çinkodan daha yatkın olduğu görülür. Kısacası, hem katı hem de iyon halinde manganez ve çinko içeren bir çözeltide, aşağıdaki yarı-reaksiyonlar oluşacaktır: Zn(aq) + 2 e → Zn...E° = - 0.763 V Mn → Mn(aq) + 2 e...E° = 1.18 V Burada çinko redüklenmek istememesine rağmen, manganez reaksiyonunun yüksek potansiyeli, çinkoyu fazla elektronları absorbe etmesi için zorlayacaktır. Zn(aq) + Mn → Zn + Mn(aq)...E° = 0.417 Bazı redüksiyon potansiyellerinin pozitif, diğerlerinin negatif olması, bu değerlerin nasıl ölçüldüğü sorusunu akla getirebilir. Redüksiyon potansiyellerinin ölçüldüğü bir “mutlak standart” yoktur. Bunun yerine, bilim dünyası, H iyonlarının hidrojen gazına redüksiyonuna ilişkin redüksiyon potansiyelinin 0.00 V olduğunu kabul etmiştir. 2H + 2e → H...E° = 0.00 V Bu sistem, tüm diğer redoks reaksiyonları bu değere karşı ölçüldüğü için referans elektrodu veya standart hidrojen elektrodu olarak bilinir. Daha kuvvetli oksitleyici reaktifler (pozitif redüksiyon potansiyeline sahip olanlar) hidrojeni oksitlenmeye zorlarken, daha zayıf olanlar (negatif redüksiyon potansiyeline sahip olanlar) H tarafından oksitlenirler. Ancak, bu değerlerin standart şartlar için geçerli olduğu unutulmamalıdır...[7] Kuyucaklı Yusuf Kuyucaklı Yusuf, o zamana kadar öykü yazarı olarak bilinen Sabahattin Ali'nin 1937 yılında yayımlanan ilk romanıdır. Baş kahramanı olan Yusuf, Türk edebiyatının en romantik karakterlerinden biri olarak kabul edilir. Roman, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı’nın ortaöğretim öğrencilerine tavsiye ettiği 100 Temel Eser listesinde yer almaktadır. Roman, 1985 yılında Feyzi Tuna tarafından aynı adla sinemaya uyarlandı. 1903 yılında Aydın'ın Kuyucak İlçesinde bir karı kocanın öldürülmesi olayını soruşturmaya giden Nazilli kaymakamı Salahattin Bey, anne babası gözleri önünde katledilmiş olan 9 yaşındaki oğlu Yusuf'u, evlatlık olarak alıp evine götürür. Salahattin Bey, kendisinden on beş yaş küçük Şahinde Hanım ile evlidir. Hem yaş farkı, hem de mizaç bakımından uyuşmazlık yaşadığı eşiyle zor yürüttüğü ilişkisi, Yusuf’u eve getirmesiyle daha da bozulur. Şahinde, kocasının eve getirdiği bu köylü çocuğunu benimsemez. Yusuf, evin küçük kızı Muazzez ile birlikte, karı koca arasındaki huzursuzluğun içinde büyür. Kaymakam, Yusuf’u eve getirişinden bir yıl sonra Edremit'e atanır; Yusuf evdeki karı-koca kavgalarının getirdiği huzursuzluğa rağmen Edremit’te mutlu bir çocukluk geçirir. On dokuz yaşına gelen Yusuf, bir bayram günü kaymakamın kızı Muazzez'e kasaba eşrafından Hilmi Beyin oğlu Şakir'in sataşması üzerine onunla kavga eder. Bu olay sonucu kasabanın en zengini olan fabrikatör Hilmi Bey’in gücü ile karşı karşıya gelir. Şakir bayramyerindeki olaydan bir süre önce Kübra adında bir genç kıza tecavüz etmiştir. Şakir, babası ve Hacı Ethem Bey’in tertibi ile Kübra ve annesini de kullanarak suçu Yusuf’a yüklemeye çalışır. Ancak Kübra’nın itirafı sonucu plan başarısız olur; Yusuf tarafından korunan Kübra ve annesi kaymakamın zeytinliğinde çalışmaya başlar; bu durum Şakir’in Yusuf’a kinini arttırır. İlk defa bir genç kıza gösterdiği ilgi ters karşılanan Şakir, Yusuf’la kavgasından sonra Muazzez’le evlenmek ister. Babası Hilmi Bey, evliliğe kaymakamı ikna etmek için yeni bir plan yapar. Selahattin Bey’i hileli bir kumar oyununa dahil ederek borçlandırır. İmzalattığı senetler karşılığında Muazzez’i oğlu Şakir’e ister. Şahinde Hanım kızını Şakir ile evlendirme düşüncesini sevinçle karşılar ama Selahattin Bey işi sürüncemede bırakır. Kübra’ya Şakir’in tecavüz ettiğini öğrenince borcu ödeyip kızını Şakir’le evlenmekten kurtarmanın yollarını arar. Yusuf, esnaf arkadaşı Ali’den para alarak borcu kapatır ve karşılığında Muazzez’i onunla evlendirmeyi düşünür Muazzez ise Yusuf’u sevdiği için Ali ile evlenmeye yanaşmaz. Yusuf Ali’ye Muazzez’in onunla evlenmek istemediğini söyleyemeyip zeytinliğe kapanır. Evlilik hazırlıklarına başlayan Ali’yi bir arkadaşlarının düğününde Şakir bütün kasabanın gözü önünde öldürür. Güçlüden yana olan kasaba halkı, elbirliği ile bu cinayeti örtbaseder. Şakir’in Muazzez ile evlenme düşüncesi Şahinde Hanım’ın da teşviki ile yeniden canlanır. Bunu öğrenen Yusuf, Muazzzez’i kaçırıp evlenir. Yusuf tahrirat katibi olarak kaymakamlıkta işe girer. Kalbinden rahatsızlanan Salahattin Bey çok geçmeden ölür; yeni atanan Kaymakam İzzet Bey, Şakir ve Hilmi Bey’in oyuncağı gibidir; onların isteğiyle Yusuf'u masa-başı işten alıp süvari tahsildarı yapar. O köy köy gezerken, Muazzez annesinin ısrarları ve paranın cazibesi sonucu eşraf ve bürokratların evlerindeki içki alemlerine katılır; alkole alışır; kendi evlerinde içki alemleri düzenler. Durumdan şüphelenen Yusuf, bir gece habersiz çıkıp gelir. Gördüğü durum karşısında çılgın
a dönerek, her yana gelişigüzel ateş eder. Yanlışlıkla Muazzez’i vurur, onu yaraladığının farkında olmayarak onu atına atıp kaçırır. Muazzez yolda ölür; Yusuf karısını gömer ve atını dağlara sürer. Sabahattin Ali'nin ilk eseri olan "Kuyucaklı Yusuf", yazarın 1931'de Aydın'daki cezaevinde yatarken tanıştığı Yusuf'un yaşadıklarından yola çıkılarak kaleme alındı. 1931-1932 yılları arasında tamamlandığı düşünülen eser, üç cilt olarak tasarlansa da sadece bir cildi yazıldı. Cevdet Kudret Solok, Sabahattin Ali ile yaptığı bir söyleşiye dayanarak eğer yazılsaydı ikinci cildin Çineli Kübra, üçüncü cildin de dağdan şehre inen Yusuf'un dünyasını konu alacağını bildirmiştir. Kuyucaklı Yusuf, ilkin Konya'da yayımlanan "Yeni Anadolu" gazetesinde tefrika edildi fakat ücret anlaşmazlığından ötürü yarıda kesildi. Mart 1936'da "Projektör" dergisinin birinci ve Kasım 1937'de "Varlık" dergisinin sekizinci sayısında yayımlandı fakat yarıda kesildi. Romanın tam tefrikası 9 Kasım 1936 ile 21 Ocak 1937 tarihleri arasında "Tan" gazetesinde tefrika edildi. Eser, roman olarak 1937'de Yeni Kitapçı tarafından basıldı. Daha sonra beşinci baskıya kadar sırasıyla Akba Kitabevi (1943), Varlık Yayınları (1965), Bilgi Yayınları (1972), Cem Yayınları (1980) tarafından basıldı. 2001'den beri Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmaktadır. 2017'de "Kuyucaklı Yusuf 80 Yaşında" özel baskısı yayımlandı. Yazarın ilk romanı olan eser, Türk edebiyatının önemli romanlarından biridir. 20. yüzyıl başında Edremit’te romanın baş karakterleri olan Yusuf ile Muazzez'in aşkı etrafında gelişen eser, romantik felsefeden kaynaklanan zengin ve fakir, zalim ve mazlum, saf olanla yozlaşmış olan, doğal hayat ve yapay hayat, köy ve kent, medeniyet ve tabiat arasındaki karşıtlıklardan beslenir. Diğer eserlerinde genel olarak toplumsal gerçekçi edebiyat çizgisini sürdüren Sabahattin Ali, bu ilk romanında bu çizginin dışına çıkarak romantik edebiyata yakınlaşır. Bu evrensel temanın yanı sıra Anadolu kasabasındaki toplumsal, töresel yaşamı güçlü bir gözlemcilikle yansıtır. Romanda kasaba ve köy gerçekliği; bir bireyin iç dünyası, yalnızlığı ve değerleri üzerinden anlatılmaktadır. Kasaba hayatında eşraf ve bürokrasinin kurduğu adaletsiz düzene romanda geniş yer verilir ve bu düzen eleştirilir. Romanın sonunda Yusuf'un kasabadaki eşraf ve bürokrat temsilcilerini öldürerek atını dağlara doğru sürmesi nedeniyle eser, Türk edebiyatındaki başkaldırı ve eşkıya romanlarının öncüsü kabul edilir. Eleştirmen Alaattin Karaca'nın iddiasına göre Yusuf karakteri, köyden kente çeşitli nedenlerle göç eden ve uyum sağlayamayan köylü tipinin de habercisidir. Gerce, Kozaklı Köyün iklimi, Karasal iklim etki alanı içerisindedir. Karasal iklimde yazları çok sıcak ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlı geçer. 1997'de 255 olan nüfus, 2000'de 220 olarak sayılmıştır. 120 haneli köyün rakımı 1140 metredir. Nevşehir'e uzaklığı 88, Kozaklı'ya uzaklığı 17 km'dir. Sağlık ocağı, PTT şubesi veya kanalizasyon şebekesi olmayan köyde, [[Türkiye'de eğitim|taşımalı eğitim]] yapılıyor. Köyde ilkokul vardır ancak faaliyet göstermemektedir. Köy muhtarı Servet Polat'tır. Yaz aylarında, özellikle düğün yapılan haftalarda köyün nüfusu iki katına kadar çıkmaktadır. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Köyün büyük bir bölümü yurt dışında işçi olarak çalışmakta, köy her yıl dışarıya göç vermekte ve köylüler yurdun çeşitli il ve ilçelerinde çalışmaktadırlar. Gerce, Nevşehir ilinin Kozaklı ilçesine bağlı bir köy olup Kozaklı-Yozgat yolu üzerinde 5. kilometrede yer alır. 1700'lü yıllarda kurulduğu tahmin edilen, Herikli aşiretine bağlı bir köy olan Gerce Köyü 1954 yılında Kozaklı'nın ilçe olmasına kadar Nevşehir Avanos ilçesine bağlı olarak kalmıştır. Türkmenlerin Herikli aşiretine bağlı olan köy, 8 pare Herikli köyünden birisidir. Şiddetli karasal iklime sahiptir. Eskiden derelerin gürül gürül aktığı köyde son yıllarda büyük bir kuraklık yaşanmaktadır. Tüm Gerceliler kendilerini Herikli aşiretine mensup olarak benimserler. Gerce Köyü halkının tamamı Türkmen’dir ve köy halkını oluşturan büyük aile grupları şunlardır: (Gerce,Ali hocalar,) Köromarlılar, Hasankaler, Çakırlılar, Esekaler, Haydarlı, Hamzallı, Halikaler, Kekeçler, Sarıgözlüler, Aile gruplarının aktarımı alfabetik sıraya göre yapılmıştır. Köydeki bazı aileler kışın çok soğuk olduğunda şehre oturmaya gitmektedir. Verimli topraklara sahip köyde, iklimdeki düzensizlikler ve kuraklık nedeni ile ürün kalitesi ve miktarında azalma başgöstermiştir. Son yıllarda Gerce köyünde ekilen başlıca tarım ürünleri buğday, Ayçiçeği ve pancardır. Pancarın sulama sorunu nedeniyle masraflı oluşu, köylüyü daha çok buğday ve bazen de arpaya yöneltmiştir. Tarlalar, nadasa bırakılır. Anız yakma işlemi sık görülür. Nesrin Sipahi Nesrin Sipahi (d. 29 Kasım 1934 İstanbul) Kırım Türkü ses sanatçısı. 1934 yılı Kasım ayında İstanbul, Yeşilköy'de doğdu. Yeşilköy İlkokulu ve Bakırköy Ortaokulu'nu bitirdikten sonra Sanat Okulu'nun Moda ve Biçki-Dikiş Kursu'na gitti. İngilizce öğrenmek için Amerikan okuluna devam etti. Önce Batı Müziği ve Şan dersleri alan Nesrin Sipahi'nin Türk Sanat Müziğine olan yeteneği, İstanbul Belediyesi Konservatuarı'nda Ahmet Nuri Canaydın tarafından keşfedildi. Şerif İçli'den ders aldı, İstanbul Radyosu'nda münferit programlara çağrılırken, açılan sınava girerek 1953 yılında TRT Ankara Radyosu'nda kadrolu sanatçı olarak göreve başladı. Radyoya girişini, ağabeyi olan tiyatro sanatçısı Nihat Akçan'ın o zamanki eşi tiyatrocu Yıldız Kenter'in teşvik ettiğini ifade eder. Ankara Radyosu'nda, Ankara Devlet Konservatuarı'nın hocalarından yararlandı. Radyoda, Ferit Ruşen Kam, Refik Ahmet Sevengil, Halil Bedii Yönetken, Suphi Ziya Özbekkan ve Ekrem Güyer'den istifade etti. 1957'de ilk plağını Odeon Plak Şirketi'nden çıkarttı: Bir Rüzgârdır Gelir Geçer Sanmıştım. 23 Ocak 1957'de Hasan Aldemir Sipahi ile evlenerek, soyadını değiştirdi. Bu evlilikten iki erkek çocuk sahibi oldu. Sanat yaşamında "Sipahi" soyadını kullandı ve "Nesrin Sipahi" adıyla tanındı. 1965 yılında Tamer Yiğit'le baş rolünü paylaştığı Kalbimdeki Serseri adlı müzikli filmde oynadı.1974 yılında o dönemin Fenerbahçe futbolcularıyla kulübün bilinen ilk marşı olan sözleri Fecri Ebcioğlu'ya ait Yaşa Fenerbahçe'yi söyledi 1998 yılında Kültür Bakanlığı tarafından Devlet Sanatçısı unvanı verildi. Klasik Türk Sanat Müziği Sanatçısı olarak uzunca bir dönem gazinolarda as solistlik yapan sanatçı 1968 yılında tarzının dışına çıkarak, popüler müzik tarzında birer aranjman olan Bebek ve Arkadaşımın Aşkısın adlı parçaları plağa okudu. Azerbaycan'daki tek konserini 1970 yılı Haziran ayında o zamanki Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin başkenti Bakü'de konser vermiştir. 25 yıl aradan sonra 21 Ekim 2016'da Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda konser veren Nesrin Sipahi doğum gününü sahnede kutladı. Müziğe katkılarından dolayı 2016 Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel Ödülü'ne lâyık görüldü. Nesrin Sipahi ödülünü 9 Şubat 2017 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde gerçekleştirilen törende 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın elinden aldı. Müziğe olan yeteneğinin genç yaşta farkına varan sanatçı, İstanbul Belediyesi Konservatuarı'nda öğrenim gördüğü sırada, Şerif İçli'den Harbiye'de bestekârın İstanbul Radyosu'nun karşısındaki evinde ders almaya başladı. Bu süreçte İstanbul Radyosu'nda bazı emisyonlara katılan sanatçı, Ankara Radyosu'nda stajyer sanatçı mülakatının yapılacağını öğrenince, ağabeyinin ve ablasının Ankara'da yaşadığı bu dönemde sınava girdi ve başarılı oldu. 1953 yılından itibaren Ankara Radyosu'nda çalışmalarına başlayan, düzenlediği Anadolu konser turnesinin ardından 1968 yılında çıkardığı "Bebek - Arkadaşımın Aşkısın", "Yunus - Karamehmet" plaklarıyla geniş dinleyici kitlesi elde eden sanatçı, davet edildiği ülkelerde de ismini duyurmuştur. 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır. Sanatçının hususiyetini, özellikle sesinin gürlüğü, genişliği ve sanatçının repertuvar tercihleri karakterize etmektedir. Sanatçı, sesinin genişliği sayesinde, Münir Nurettin Selçuk'un Endülüs'te Raks eseri örneğinde olduğu gibi, zorlu ve çıkışlı eserleri oldukça yetkin bir biçimde seslendirmiştir. Popüler eserleri sıklıkla seslendirmekle birlikte, sanatçının klasik eserlere özel bir önem atfettiği, özellikle Neoklasik dönem eserlerini oldukça doyurucu bir şekilde icra ettiği kaydedilmelidir. Sanatçının Türk Sanat Müziği'nin 12 Pırlantası albümü, Kudsi Erguner yönetiminde hazırlanan ve Paris'te yayınlanan Şarkı albümü ve Osman Nihat Akın'ın En Seçme Eserleri albümü, seçkin saz sanatçılarıyla hazırlanması, geleneksel icrayı ve sanatçının musıki zevkini yansıtması itibarıyla diğer çalışmalarından ayrılmalıdır. TRT arşiv programlarında sanatçının başkaca geleneksel icraları da düzenli olarak yayınlanmaktadır. 21 Ekim 2016'da Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda, 25 yıl aradan sonra konser verdi., Nesrin Sipahi, tek filmi "Kalbimdeki Serseri"de Tamer Yiğit ile baş rolde oynamıştır. Leyla Gencer Ayşe Leyla Gencer, (d. 10 Ekim 1928; Polonezköy, ö. 10 Mayıs 2008; Milano), Türk opera sanatçısı. 20. yüzyılın en önemli sopranolarından biri olarak görülür. Batı ülkelerinde "La Diva Turca", "La Gencer", "La Regina" olarak ün yapan; Milano, Roma, Napoli, Venedik, Viyana, Paris, San Francisco, Köln, Buenos Aires, Londra, Rio de Janerio, Bilbao, Chicago’da sanatını dinleten; Lucia’nın, Norma’nın, Lady Macbeth’in, Queen Elizabeth’in, Filoria Tosca’nın, Lucrezia’nın, Madam Butterfly’ın, Alceste’nin, Aida’nın, Violetta’nın, Leonora’nın "Leyla la Turca"sı soprano Leyla Gencer, hem seçkin opera sahnelerinde hem resitallerinde hayranlık uyandırmış sanatçılardandır. Opera repertuarı 23 bestecinin 72 yapıtını kapsamıştır. Gencer, T.C. Devlet Sanatçısıdır. Leyla Gencer 1928'de Polonezköy'de doğdu. Babası Safranbolulu köklü Müslüman bir ailenin oğlu olan Hasanzade İbrahim Bey, annesi Polonyalı Katolik bir ailenin kızı olan Alexandra Angela Minakovska'dır. Ailesi sonradan "Çey
rekgil" soyadını aldı. Annesi, İbrahim beyle evlendikten sonra Müslüman olup "Atiye" adını aldı. Gencer ileriki yıllarda bir röportajında "Müslüman ve oryantal bir altyapıdan geliyorum" demiştir. Babası İbrahim Bey, ağabeyi Hüseyin Çeyrekgil ile çiftçilik, balıkçılık, taşımacılık ve Çubuklu suyunun işletmesini yapıyordu; ayrıca Lale Sineması’nın işletmesini üstlenmişti ve Karaköy’de hanları bulunuyordu. Leyla, babasını genç yaşta kaybetti. 1946'da varlıklı bir bankacı olan İbrahim Gencer ile evlendi ve Gencer soyadını aldı. Leyla Gencer, İstanbul İtalyan Lisesi'ni bitirdi ve bir süre İstanbul Devlet Konservatuvarı'nda şan eğitimi aldı. Konservatuvarda, Fransa'nın önde gelen hocalarından Reine Gelenbevi, ünlü orkestra şefi Muhittin Sadak ve besteci Cemal Reşit Rey'in öğrencisi oldu. Ankara Devlet Konservatuvarı'nda ders vermek üzere Türkiye'ye gelen ünlü İtalyan soprano Giannina Arangi-Lombardi ile tanıştıktan sonra İstanbul'daki konservatuvar eğitimini yarıda bırakarak çalışmalarını Ankara'da onun özel öğrencisi olarak sürdürdü. Ankara Devlet Tiyatrosu'nun (opera da tiyatroya bağlı idi) korosuna girdi. Hocası Arangi Lombardi, bir yıl sonra kızını ziyaret için gittiği İtalya'da hastalanarak hayatını yitirince çalışmalarını İtalyan bariton Apollo Granforte ile sürdürdü. Leyla Gencer, Devlet Tiyatroları Ankara Operası'nda korist olarak görev yapmaktayen Ankara'ya geldiği yıl (1950'de) sahnelenmeye başlayan "Cavalleria rusticana" operasında Santuazza rolü ona verildi, Gencer'in opera kariyeri bu rolle başladı. Leyla Gencer, Ankara Devlet Operası'nda görev yaptığı 1950-1958 yılları arasında devlet konuklarına verilen resitallerde en çok görev alan sanatçılardan oldu. ABD devlet başkanlarından Harry S. Truman, Dwight Eisenhower, Yugoslavya'nın kurucusu Mareşal Tito, İran Şahı Rıza Pehlevi ve eşi Prenses Süreyya, Ürdün Kralı Hüseyin, huzurunda resitaller verdiği devlet konuklarındandır. İlk defa 1953 yılında, Türkiye ile İtalya arasında imzalanan Kültür Anlaşması çerçevesinde bir radyo konseri vermek için Roma'ya gitti. Bu konserin başarısı üzerine Napoli Yaz Festivali'nde sahnelenen "Cavalleria rusticana" operası'nda başrol üstlenmek fırsatını elde etti. Bir sonraki sezon Napoli'nin ünlü San Carlo Operası'nda "Eugenio Onegin" ve "Madam Butterfly" operalarında başrol oynama teklifi aldı. Leyla Gencer'in uluslararası platformdaki opera serüveni böylece başladı, Madam Butterfly operasındaki başarısı ile Napolillerin sevgisini kazanan Gencer, "Napolili Türk" olarak anılmaya başladı. Bu başarı bir sonraki sezon San Carlo Operası'nda sahnelenen "La Traviata"daki "Violetta" rolü ile sürmüştü. Sanatçı "La Traviata"'yı Palermo, Trieste, Ankara, Torino, Varşova, Poznan, Lodzi Krakov'da, Viyana Devlet Operası'nda Herbert von Karajan yönetiminde, San Francisco ve Philadelphia'da, Moskova ve Leningrad'da seslendirdi. 1956'da San Francisco operasında "San Francesca da Rimini" operasında son anda oynayamayacağını bildiren ünlü soprano Renata Tebaldi'nin yerine başrolü seslendirdi. Eserin San Francisco ve Los Angeles temsillerinden sonra San Francisco operası ile kontrat imzaladı. 1957 sezonunda San Fransicso Operası'nda sahnelenen La Traviata operasında başrolü Leyla Gencer, "Lucia di Lammermoor" operasında ise dünyaca ünlü soprano Maria Callas üstlenmişti. Callas'ın gelmemesi üzerine Lucia rolünü de Gencer üstlendi ve büyük başarı kazandı. O günden başlayarak ABD'de sayısız opera temsili, resital, konser gerçekleştirdi. 26 Ocak 1957 gecesi Leyla Gencer, kendisine koyduğu Milano'nun ünlü La Scala Tiyatrosu'nda sahneye çıkma hedefine ilk defa ulaştı. Fransız besteci Francis Poulenc'in Carmelit'lerin Diyaloğu eserinin dünyadaki ilk temsilinde başrolü (Lidoine-başrahibe) oynadı. Scala'daki ilk sahneye çıkışından sonra Gencer, 18 Şubat 1957'de tüm zamanların en büyük orkestra şefi kabul edilen ve kısa bir süre önce ABD'de hayatını kaybeden Arturo Toscanini için Milano'nun Duomo di Milano Katedralı'nda düzenlenen görkemli cenaze töreninde Verdi'nin Requiem'i seslendirilirken soprano partisini başarıyla söyledi. Bu başarının ardında La Scala Operası'nın Köln Operası'nın açılışı nedeniyle düzenlediği turnede Verdi'nin "Kaderin gücü" adlı eserinde başrol oynadı. 1958'de Pizzetti'nin dünyada ilk gösterimi gerçekleşen "Katedral'de Cinayet" adlı eserinde "başrahibe" rolünü, ardından Boito'nun az bilinen "Mefistofele" operasında "Margherita" rolünü üstlendi. Gencer, 1958 yılında kontratı feshedilinceye kadar yurtdışındaki operalarda Ankara Devlet Operası Sanatçısı sıfatıyla rol aldı. 1958'de görevine son verildikten bir süre sonra Milano'ya yerleşti. 1958'de İtalyan Radyosu'nda Donizetti'nin "Anna Bolena" operası Leyla Gencer'in yorumuyla yayımlanmıştı (Bu yayım, 1980'de plak olarak piyasaya çıktı). Bu yorumun başarısı üzerine ünlü orkestra şefi Vittorio Gui şefliğini yaptığı 3 ayrı eserde, 3 ayrı kentte (Palermo, Floransa Roma Operaları) başrol teklif etti. Gencer böylece 1959 yılı Floransa Festivali'nin açılışında Verdi'nin 1849'dan beri hiç sahnelenmemiş "Legnano Savaşı" adlı eserinde başrolü oynadı. Bunu, Palermo'da Verdi'nin "Macbeth" Operası, Roma'da Mozart'ın "Don Giovanni" Operası'nı seslendirdi. Gencer, 1960'larda mesleğinin doruğuna çıktı. Hiç bilinmeyen operaları seslendirmeyi sürdürdü. 1963'te Verdi'nin unutulmuş operası "Kudüs"te başrol "Elena"'yı oynadı. Bunu Donizetti'nin hiç bilinmeyen operasıRobert Devereux'daki Kraliçe Elizabeth rolü ve Bellini'nin 130 yıldır sahnelenmeyen Beatrice di Tanda operası takip etti. 1985 yılında sahneye veda eden sanatçı, 1983-1988 yılları arasında As. Li. Co.’nun genel sanat yönetmenliğini yürüttü, 1997-1998 arasında La Scala korosunun genç sanatçılar okulunda yöneticilik yaptı, vefatına kadar La Scala Tiyatrosu'nda opera sanatçıları için kurulan akademinin sanat yönetmenliğini yapmaktaydı. Gencer, aynı zamanda opera yorumu üzerine dersler vermeye devam ediyordu. Uluslararası yarışmalarda seçiciler kurulu üyelikleri yapan, festivallere, seminer ve konferanslara katılan Leyla Gencer, İstanbul’da kendi adını taşıyan “Uluslararası Şan Yarışması”nın kurucusudur. Yarışma, 1995 yılından beri düzenlenmektedir. Leyla Gencer, 1988 yılında "Devlet Sanatçısı" unvanıyla onurlandırıldı. 2004 yılında Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü tarafından 1000 yılın Türkleri özel koleksiyonunda adına 15.000.000 TL değerinde 0.999 ayar gümüş hatıra para basıldı. 10 Mayıs 2008'de Milano'daki evinde kalp ve solunum yetmezliğine bağlı olarak hayatını kaybetti. Leyla Gencer’in cenazesi 12 Mayıs günü Milano’da La Scala Operası’nın Santa Babila Kilisesi‘nde düzenlenen kalabalık bir törenden sonra vasiyeti doğrultusunda krematoryuma götürülerek yakıldı. Leyla Gencer’in külleri daha sonra İstanbul’a getirildi. Kendi vasiyeti gereği küller, 16 Mayıs günü Dolmabahçe Sarayı ile Dolmabahçe Camii arasındaki yapılan bir törenden sonra Dolmabahçe açıklarında Boğaz sularına döküldü. Törende, Mozart'ın Requiem'inden "Lacrimosa" ile Ahmed Adnan Saygun'un "Yunus Emre Oratoryosu"'nun 5, 12 ve 13. bölümleri İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestra ve Korosu tarafından seslendirildi. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın yeni yapılmakta olan merkezinde sanatçının vasiyeti üzerine bir "Leyla Gencer Müzesi" oluşturulması öngörülmektedir. İlki "Yapı Kredi Uluslararası Leyla Gencer Şan Yarışması" adıyla 3-9 Eylül 1995 tarihinde gerçekleştirilen Leyla Gencer Şan Yarışması, 2006 yılından bu yana iki yılda bir, La Scala Tiyatrosu Sahne ve Gösteri Sanatları Akademisi Vakfı işbirliğiyle İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenleniyor. 1997 yılındaki ikinci yarışmaya Leyla Gencer jüri üyesi olarak katıldı. Her iki senede bir gerçekleştirilen yarışma 1999 yılında 17 Ağustos Depremi nedeniyle düzenlenmedi. Bugüne kadar birçok ülkeden yüzlerce sanatçının katıldığı Leyla Gencer Şan Yarışması'nda dereceye girenler dünyaca ünlü operalardan konser teklifleri aldılar. C önişlemcisi C önişlemcisi ("preprocessor"), program dosyalarini, işlemciye hazır hale getiren programın adıdır. Eğer bir yazılım dosyası diğer bir dosyayı çağırıyorsa (#include) önişlemci kullanılan dosyanın içeriğini kullanan dosyaya döker. Eğer önceden tanımlı makrolar varsa onları da açar. Genel komut (Microsoft Derleyicisi, cl): cl /p yaz.cpp Alpay Özalan Fehmi Alpay Özalan (d. 29 Mayıs 1973, İzmir), Türk eski millî futbolcu ve teknik direktör. Alpay, futbola Altay Spor Kulübü'nde başladı. 1991-92 sezonunda 3. Lig'te mücadele eden Soma Linyitspor'a kiralık verildi ve profesyonel kariyeri başlamış oldu. 8 Eylül 1991'de Çeşmespor ile oynanan maç kariyerinin ilk maçı oldu. Aynı maç kariyerinin de ilk golünü kaydetti. Buradaki performansı ile yalnızca kulübü Altay'ın değil millî takımın da dikkatini çekti ve Fatih Terim tarafından izlenmeye başlandı. Bir sonraki sezon da Altay'a geri döndü. 30 Ağustos 1992'de Galatasaray karşısında hem ilk kez Altay forması giydi hem de ilk kez birinci lig maçına çıktı. İlk birinci lig sezonunda 24 maça çıkan futbolcu gösterdiği başarılı performanstan dolayı ertesi sezon Beşiktaş'a transfer oldu. Beşiktaş'taki ilk maçı 19 Eylül 1993'te forma giydiği Bursaspor maçı oldu. Teknik direktör Gordon Milne futbolcuyu ilk 11'de sahaya sürdü ve 90 dakika oyunda tuttu. Maç 0-0 berabere sonuçlandı. Ancak önce Milne sonra da Christoph Daum tarafından sürekli ilk 11 oyuncusu olarak oynatılmadı. O sezon Kupa Galipleri Kupası'nda oynayarak ilk kez Avrupa arenasında boy gösterdi. Ajax ile oynanan iki maçta da sahaya ilk 11'de çıktı. Alpay, ilk kupasını bu sezon kazadı. Beşiktaş'ın Galatasaray ile eşleştiği Türkiye Kupası finalinin ilk maçında 54. dakikada kırmızı kart görerek takımını eksik bıraktı ancak maç 0-0 sona erdi. Rövani maçında ise oyuna 72. dakikada dahil olan futbolcu 83. dakika Beşiktaş'a galibiyet getiren golü attı ve maçı 3-2 kazanan Beşiktaş, kupayı kazanan taraf oldu. 1994-95 sezonunda ise Daum'un değişmez futbolcularından biri Alpay oldu ve ligde 29 maç forma giydi. Beşiktaş, sezon sonunda lig şampiyonu oldu. Alpay, defans
ta performansı dışında attığı 3 golle de takımının şampiyonluğunda katkı sağladı. Bir sonraki sezon maç sayısını 31'e yükseltti ve kariyerinde ilk kez UEFA Şampiyonlar Ligi ön eleme maçına çıktı. 1996-97 sezonunda Başbakanlık Kupası'nın sahibi oldular. 1997-98'de ise ikinci Türkiye Kupası şampiyonluğunun yanı sıra Cumhurbaşkanlığı Kupası da gördü. Ayrıca ilk kez Şampiyonlar Ligi gruplarında beş maçta forma şansı buldu. 1998-99 sezonu sonrasında Beşiktaş ile yollarını ayırdı. 1999 senesinde Beşiktaş'tan ayrılan futbolcu Siirt Jetpaspor ile anlaştı. O dönem Sergen Yalçın gibi önemli futbolcuların haklarını alan bu kulüp ile gelen teklifleri düşünen Alpay, İstanbul'un bir başka büyüğü olanFenerbahçe'ye kiralandı ve bir sezon burada top koşturdu. 8 Ağustos 1999'da Vanspor ile oynanan maçta ilk kez sarı lacivertli forması giyen futbolcu, bir de gol attı. 29 maçta forma giyen futbolcu, iki kez de kırmızı kart gördü. Ligi dördüncü bitiren takım, Türkiye Kupası ve UEFA Kupası'nda da ilk turda elenince kadrosunda değişime gitti ve Alpay ile sözleşme yenilemedi. 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda oynadığı iyi futbol ile 2000-01 sezonu başında Aston Villa'ya transfer oldu ve 4 sezon boyunca adada başarılı performans sergiledi. İlk ilk haftasında Leicester City FC ilk oynanan maçta sahaya ilk 11'de çıktı ve takımının kalesini gole kapattı. İlk sezonunda 33 maça çıktı. 2001-02 sezonuna da Intertoto Kupası kazananı olarak UEFA Kupası'na çıkarak başarı ile başladı. Ligde ise 14 maç üst üste sahaya ilk 11'de çıkarak takımının en önemli oyuncularından olduğunu gösterdi. Ancak bileğinden geçirdiği bir sakatlık nedeniyle sezonu Aralık ayında kapatmak zorunda kaldı ve 2002 FIFA Dünya Kupası'nı kaçırma tehlikesi yaşadı. 2002-03 sezonunda yönetim ve taraftarlar ile sorun yaşayan futbolcu sadece 5 maçta forma şansı bulabildi. 2003-04 sezonunda ise kulüp ile bağları daha da gerildi. 20 Eylül 2003'te Charlton Athletic ile oynanan maçta tribünden tepki göreb Alpay, Villa için ilk ve tek golünü attığında seyirciye sus işareti yaparak tepki çekti. Ekim ayında 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde oynanan Türkiye-İngiltere maçında, David Beckham ile yaşadığı gerginlik sonucu kulübünden ayrılmak zorunda kaldı. Güney Kore ve Japonya düzenlenen 2002 FIFA Dünya Kupası'nda gösterdiği performans ile bu ülkelerdeki futbol kulüplerinden astronomik teklifler alan Alpay, Ocak 2004'te Güney Kore'nin Incheon United takımına transfer oldu. Aynı sezon içerisinde Japonya'nın Urawa Red Diamonds takımına geçti. Asya'da yılın defans oyuncusu seçildi. Alpay Özalan daha sonra oynadığı yedi maçta üç kırmızı kart gördü. Japon kulübü Alpay'ın disiplin sorunları nedeniyle yapılan sözleşmeyi iptal etti. Urawa Red Diamonds takımından ayrıldıktan sonra, 2005-2007 yılları arasında Almanya'nın 1. FC Köln takımında oynadı. Ağustos 2005'te Alpay, Bundesliga ekibi 1. FC Köln'e transfer oldu ve ilk maçına 19 Eylül 2005'te Borussia Dortmund karşısında çıktı. Maçta takımının tek golünün asistini yaptı. 22 Ekim 2005'te Eintracht Frankfurt'a 6-3 yenildikleri maçta da ilk Bundesliga golünü kaydetti. 3 Aralık 2005'te Hamburg ile oynanan maçta rakibi Guy Demel'e dirsek atan Alpay kartla cezalandırılmasa da maç sonunda Almanya Futbol Birliği futbolcuya 4 maçlık bir ceza verdi. O sezon ligi 17. bitiren Köln ekibi küme düştü. Alpay bir sonraki sezon 2. Bundesliga'da 27 maçta görev yaptı. 2007-08 sezonunda teknik direktör Christoph Daum ile anlaşamayan futbolcu, sezonun ilk yarısında zaman zaman yedek kulübesinde otursa da forma şansı bulamadı ve kadro dışını bırakıldı. Sezon sonunda 1. FC Köln birinci lige tekrar yükseldi. Alpay ise futbol hayatını sonlandırdı. 2008 yılında futbolu bırakan Alpay Özalan, 23 Haziran 2016 tarihinde 1. Lig ekiplerinden Eskişehirspor' da teknik direktörlük görevine başlamıştır. 11 Şubat 2017 tarihinde 5-1 Manisaspor yenilgisinden sonra 12 Şubat 2017 tarihinde Eskişehirspor yönetimi Alpay Özalan ile yolları ayırma kararı almıştır. 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası'ndaki Hırvatistan-Türkiye karşılaşmasında, maçın son bölümünde Hırvatların yakaladığı bir kontra atakta, rakip forvet Goran Vlaović'e faul yapmamış ve bu atakta Goran Vlaović topu Türkiye ağlarına göndermiştir. Bu centilmence hareketinden ötürü UEFA tarafından Fair Play ödülüne layık görülmüştür. 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda Türkiye'nin gruptan çıkmasına büyük katkı sağlamıştır. Özellikle Türkiye-İtalya karşılaşmasında oynadığı futbol, kale çizgisinden çıkardığı bir top ve gösterdiği performans ile Avrupa ve Türkiye'deki futbol otoritelerinden tam not almıştır. Ancak, Arif Erdem'in penaltı kaçırdığı çeyrek finaldeki Portekiz maçının 30. dakikasında kırmızı kart görerek takımını 10 kişi bırakmış ve Türkiye maçı 2-0 kaybederek kupadan elenmiştir. 2002 FIFA Dünya Kupası elemelerinde Makedonya ile oynanan ve 3-3 berabere biten maçta, millî formayla attığı 4 golün 3'ünü atarak hat-trick yapmış; takımının beraberliği kurtarmasını sağlamıştır. 2002 FIFA Dünya Kupası'nda altın karmaya girerek Türkiye'nin en büyük gurur kaynaklarından biri olmuştur. Ayrıca 2002 FIFA Dünya Kupası karşılaşmasında uzatma dakikalarında yaptırdığı penaltı ile kırmızı kart görmüştür. 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerindeki İngiltere maçında, David Beckham'ın kaçırdığı penaltı sonrası Beckham'ın yüzüne rivayete göre, ""Yüz tane atsan biri bile girmezdi!"" demiştir. Bunun üzerine Beckham'da onun üzerine yürümüş ve gerginlik yaşanmıştır. Bu maçtan sonra Alpay Özalan, İngiltere'de istenmeyen adam ilan edilmiş ve Aston Villa kulübü ile yollarını ayırmıştır. 2006 FIFA Dünya Kupası Türkiye-İsviçre play-off rövanş mücadelesinde 2. dakikada takımının aleyhine penaltı yaptırmıştır. Ayrıca İsviçreli futbolcu Marco Streller ile maç sonunda girdiği kavga ve İsviçreli futbolcuları tekmelemesinden dolayı FIFA tarafından 6 maç men ile cezalandırılmıştır. Cezası 2 Haziran 2007 tarihinde oynanan Bosna Hersek-Türkiye maçıyla son bulmuştur. Not:"Ev sahibi ülke olarak Türkiye baz alınmıştır." Tugay Kerimoğlu Tugay Kerimoğlu (d. 24 Ağustos 1970, Trabzon), orta saha mevkisinde görev yapmış eski millî Türk futbolcudur. Kerimoğlu, futbola Galatasaray altyapısında yetişmiştir. Burada kendini gösteren Tugay Kerimoğlu, genç millî takım kadrolarına çağrılmaya başladı. 1987-88 sezonunda Jupp Derwall tarafından A takım kadrosuna yükseltilen Tugay, sezon başında Almanya kampına katılan futbolculardan oldu ve hazırlık maçlarında şans buldu. Teknik direktör Mustafa Denizli tarafından ligde ve Avrupa kupalarında ilk 16'ya alınan Tugay'ın ligdeki ilk maçı 12 Eylül 1987'de Çaykur Rizespor karşılaşması oldu. Uğur Tütüneker'in yerine oyuna dahil olan Tugay, sezon içinde toplam 4 maçta yedeklerden oyuna dahil oldu. Sezon sonunda kariyerinin ilk lig şampiyonluğunu gördü. 1988-89 sezonunun özellikle son maçlarına doğru ilk 11'e dahil olmuştu. O sezon Galatasaray'ın Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finaline çıktığı kadroda yer alsa da yarı finalin ikinci maçında Gheorghe Hagi'li Steaua București karşısında 1-1 berabere kalınıp elendikleri maçta ilk 11'de sahaya çıkıp ilk Avrupa maçını oynamış oldu. 1991-92 sezonu Tugay'ın 26 maçta, hepsinde de ilk 11'de sahaya çıktığı bir sezon oldu. 2 Kasım 1991'de Gaziantepspor'u 1-0 yendikleri maçta ilk golünü kaydetti. Sezon sonunda Beşiktaş'a 4-3 yenildikleri maçta ilk kez kırmızı kart gördü. Sonraki sezon Karl Heinz Feldkamp yönetimindeki takım ile kariyerinin ikinci lig şampiyonluğunu gördü. Sezon içinde 4-1 kazandıkları Fenerbahçe derbisinde 2 gole imza atmıştı. Sonraki sezon bir kez daha lig şampiyonluğu gören Tugay, kariyerinin en gollü sezonunu 26 maçta 10 golle yaşıyordu. ön elemede Manchester United'ı eledikleri efsanevi 3-3 ve 0-0'lık maçlarda 90 dakika forma giydi ve takımının UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarında oynayan ilk Türk takımı olmasına yardım etti. 1996-97 sezonunun başında takımın başına gelen Fatih Terim ile 4 sene boyunca Türkiye Ligi'ni domine eden kadroda yer aldı. İlk üç sezon lig şampiyonluğu yanında, Şampiyonlar Ligi'nde de önemli maçlara çıktı. 5 Kasım 1997'de Sparta Praha'ı 2-0 yendikleri Şampiyonlar Ligi grup maçında iki golü de atıp Avrupa'daki ilk golünü atmış oldu. 1999-2000 sezonu Galatasaray'daki son sezonu oldu. Sezonun ilk yarısında 10 maçta forma giyen Tugay 1 gol kaydetti. Galatasaray'daki son resmi maçı Fenerbahçe'yi deplasmanda 2-1 yendikleri 22 Aralık 1999 tarihli maç oldu. Tugay maçın son 23 dakikasında oyuna girmişti. Bu galibiyet, Galatasray'ın bugüne kadar Fenerbahçe deplasmanında aldığı son lig galibiyeti olmuştur. Tugay, Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi grubunda da maçlara çıktı ve takımın üçüncü olmasına yardım etti. UEFA Kupası'nda devam eden Galatasaray'ın 3. turda Bologna ile oynadığı maçın son 20 dakikasında oyuna girdi. Sezon arasında Tugay takımdan ayrıldıktan sonra, Galatasaray 4. kez üst üste lig şampiyonu olan ilk ve şu ana dek tek Türk futbol takımı oldu. Ayrıca UEFA Kupası'nı kazanan Galatasaray, Avrupa'da kupa kazanan ilk ve şu ana dek tek Türk takımı oldu. Lig şampiyonlukları dışında Tugay, birçok kupaya da sahip oldu. İlk Türkiye Kupası'na 1990-91 sezonunda kavuşan Tugay, biri final olmak üzere 2 maçta forma giymişti. Galatasaray, Ankaragücü karşısında 1-1 biten maçı uzatmalarda 3-1 kazanırken, Tugay da takımının son golünü kaydetmişti. 1992-93, 1995-96 ve 1998-99 sezonlarında 3 kupa daha kazandı. 1999-2000 Türkiye Kupası'nda da 1 maç oynayan Tugay, sezon arasında ayrıldığı için kupayı kaldıran kadroda yer alamadı. Bunun dışında 1988, 1991, 1993, 1996, 1997 yıllarında Cumhurbaşkanlığı Kupası kazanan kadroda yer aldı. Bu 5 maçın 3'ünde forma giymişti. 1990 ve 1995'te iki kez Başbakanlık Kupası'nı kazandı. Avrupa kariyerine 2000 yılında İskoç kulüp Rangers'a transfer olarak başlamıştır. 1999-2000 sezonunun devre arasında teknik direktör Dick Advocaat tarafından takıma kazandırıldı. 22 Ocak 2000'de Aberdeen FC karşısında alınan 5-0'lık galibiyet ile Rangers macerasına başladı. 16 maçta forma şansı bulan Tugay, 18 Mart 2000'de Motherwell FC
'ye Avrupa kariyerindeki ilk golünü penaltıyla kaydetti. Sezon sonunda İskoçya şampiyonu oldular. Ayrıca Scottish Cup'ı da kazanan takımda Tugay, final maçında yedeklerden oyuna dahil oldu. 2000-01 sezonunda Tugay, Rangers takımı ile kupa kazanamadı. Tugay, sezon içinde 3 gol kaydetti. Takım ligde 2. oldu, lig kupalarında ise başarılı olamadı. Tugay, bu sezon ilk kez Rangers forması ile Şampiyonlar Ligi'nde forma giydi. İki ön eleme turunu geçen takım gruplara kaldı. Tugay, gruplarda eski takımı Galatasaray ile karşı karşıya geldi. 27 Eylül 2000'de Ali Sami Yen Stadı'na Rangers formasıyla çıkan Tugay, 3-2'lik mağlubiyete engel olamadı. İkinci maçta ise 0-0 berabere kaldılar. Sezon sonunda Tugay, Blackburn Rovers'a transfer oldu. Tugay, 2001 yılında 2009 yılına kadar İngiltere'nin Blackburn Rovers takımında forma giymiştir. Tugay'ın Blackburn Rovers'a transfer eden, bir dönem Galatasaray'ı da çalıştıran İskoç teknik adam Graeme Souness oldu. 2003-04 sezonunda Blackburn'ün en iyi futbolcu seçilen Tugay; performansını devam ettirmesiyle 2006-07 sezonunda da Blackburn'ün en önemli futbolcularından biri olmuştur. 2004 sezonuna kadar da; Galatasaray'dan eski hocası Graeme Souness'ın teknik direktörlüğünde çalışmıştır. Blackburn'deki ilk golünü Blackburn'un West Ham United'ı 7-1 yendiği maçta uzaktan bir şutla atan Tugay; ilk maçını da Southampton FC karşısında oynadı. Tugay Blackburn Rovers taraftarlarının en beğendiği futbolcular arasında yer alır; velhasıl ilk sezonunda lig kupasını kazanılmasında önemli rol oynamıştır. 2006/07 UEFA Kupası'nda FC Basel karşısındaki 3-0 lık galibiyette ceza sahası dışından attığı gol ile dikkatleri çeken Tugay; birkaç maç sonra Tottenham Hotspur FC karşısında da benzeri bir gol atmış ve karşılaşmada kırmızı kart görmüştür. Blackburn'un hocası Mark Hughes; Tugay'ın yeteneklerine hayran olduğunu belirtmiş ve 2007-08 sezonunda da Tugay'ı takımında istediğini iletmiştir. Tugay Lucas Neill'in 2007 yılı başında West Ham United'a transfer olmasıyla Blackburn'ün birinci kaptanı olmuştur. 2007-2008 sezonunun ardından sözleşmesi 1 yıl daha uzatılmıştır. Tugay Kerimoğlu 24 Mayıs 2009 da oynanan Blackburn Rovers'ın, West Bromwich Albion ile oynadığı sezonun son karşılaşmasında profesyonel futbol hayatına nokta koydu. Blackburn Rovers kulübünün kendi kuralları gereği 10 yıldan az formasını giyen futbolcuya jübile yapmaması nedeniyle sezon sonunda profesyonel futbolu bırakma kararı alan alan Tugay Kerimoğlu'nun oynadığı son maç, 32 bin kişilik Ewood Park Stadyumu'nu dolduran futbolseverlerin coşkun sevgi gösterileri sonucunda adeta bir jübileye dönüştü. Blackburn Rovers Kulübü yönetimi tarafından, karşılaşmadan önce stadyumdaki seyircilere, kâğıttan yapılmış Tugay maskeleri değıtıldı. Karşılaşmayı izlemeye çoğu Türk bayraklarıyla gelen Blackburn Rovers taraftarları, 8 yıldır takımlarında oynanan Tugay'a, karşılaşma boyunca Türk bayrakları ve Tugay maskelerini sallayarak veda ettiler. 21.10.2010 tarihinde Galatasaray spor kulübünde, Aynı tarihte teknik direktörlüğe başlayan Hagi'nin yardımcısı olarak göreve başlamıştır. 13 kez Türkiye U-16 takımın formasını giymiş 1 de gol atmıştır. 1986 U-16 Avrupa Şampiyonası elemelerinde ilk kez millî formayı giyen Tugay, takımın şampiyonaya katılmasını sağlayamadı. 1987 elemelerinde ise Türkiye başarılı olurken, Tugay 2 eleme maçında da oynadı ve 1 gol kaydetti. 1987 Avrupa 17 Yaş Altı Futbol Şampiyonası kadrosuna da giren Tugay, 5 maçta da forma giydi. Türkiye grup birincisi olarak yarı finale çıksa da İtalya ve Fransa'ya kaybederek Avrupa 4.'sü oldu. 8 kez Türkiye U-18 millî takım formasını giymeyi başarmıştır. Katıldığı ilk turnuva Balkan Şampiyonası oldu. Ayrıca EURO U-18 şampiyonası elemelerinde yer aldı. 1988'de Japonya ile oynanan bir hazırlık maçında ilk kez olimpik millî takımda forma giydi. 1991'de ise bu takımla Akdeniz Kupası'na katıldı. Türkiye, kupada 2. oldu. Tugay, bütün maçlarda oynayıp İtalya'yı 2-0 yendikleri grup maçında iki golü de kaydetti. 1993'te ise yine bu turnuvaya katılan Tugay, bu sefer şampiyonluk kazanan kadroda yer aldı. 20 kez Türkiye U-21 millî formayı giymiş ve maçlarda 3 kez rakip fileleri havalandırmıştır. 139 kez millî takımlara çağrılan Tugay, 94 kez Türkiye A Milli takım formasını giymiş 2 de gol atmıştır. Tugay Kerimoğlu futbol yaşantısına Manchester City altyapısında antrenör olarak devam etmiştir. 4 Mart 2010'da Galatasaray'da antrenör olarak göreve başlamıştır. 21 Ekim 2010'da Galatasaray teknik direktör yardımcılığı görevine getirilmiştir. 30 Eylül 2013'te Roberto Mancini'nin gelmesiyle tekrar Galatasaray teknik direktör yardımcılığı görevine getirilmiştir.  26 Kasım 2015 tarihinde Tugay Kerimoğlu, 1 buçuk yıllık sözleşme imzalayarak 1. Lig ekiplerinden Şanlıurfaspor'un teknik direktörü oldu. 10 Nisan 2016 tarihinde art arda gelen yenilgiler üzerine istifa etti. 4 Kasım 2017 tarihinde, Türkiye'de teknik direktörlük yapmak istemediğini açıkladı. Teknik Direktör Başarıları Serkan Balcı Serkan Balcı (d. 22 Ağustos 1983; Nazilli, Aydın), Türk futbolcudur. MKE Ankaragücü'nde forma giymektedir. Profesyonel kariyerine başladığı Gençlerbirliği'nde daha çok orta sahada oynamış, daha sonra ise genellikle defansın sağında forma giymiştir. 22 Ağustos 1983'te, Aydın ilinin Nazilli ilçesinde doğdu ve büyüdü. Daha küçükken anne-babası ayrıldı ve annesinin yanında yaşamaya devam etti. Futbola adımını doğduğu il olan Aydın'ın amatör takımlarından Pamukspor'da başladı. Bu takımda beş yılı aşkın bir süre forma giydi. 1999 yılında ise Muğla'nın Yalıkavak Belediyesi'nin amatör futbol takımına transfer oldu. Amatör bir takımda oynarken, Süper Lig ekiplerinden Gençlerbirliği'nin teklifini kabul etti. 11 Ağustos 2000'de Gençlerbirliği ile resmî sözleşme imzaladı. Böylece profesyonel oldu. Gençlerbirliği'nde önce PAF takımıyla maçlara çıkan Serkan, 2000-01 sezonunda Gençlerbirliği'nin Adanaspor'u deplasmanda 3-2 yendiği maçta Süper Lig'deki ilk maçına çıktı. Süper Lig'deki ilk golünü ise 2002-2003 döneminde Elazığspor'a attı. 2004'te Gençlerbirliği'nden Fenerbahçe'ye transfer oldu. 9 Ağustos 2006'da oynanan ve UEFA Şampiyonlar Ligi 3. Ön Eleme Turunda Fenerbahçe'nin FK Dinamo Kyiv'e 3-1 yenildiği maçta kırmızı kart gören Serkan, bu olaydan sonra dört ay kadar Fenerbahçe'de kadroya giremedi. Kadroya girememesinden dolayı:"Kimse arkamda durmadı." diye beyanet veren oyuncu, sözleşmesi bitince başka takımlarla da görüşeceğini söyledi. Üç yıllık Fenerbahçe kariyerinin son yılında, zamanın Trabzonspor Başkanı Nuri Albayrak ile anlaştı ve sezon sonunda (2007'de) Trabzonspor ile iki yıllık sözleşme imzaladı. 2007-08 sezonunda Ziya Doğan'ın takımında Tolga Zengin, Ceyhun Eriş, İbrahima Yattara, Gökdeniz Karadeniz ve Umut Bulut gibi isimlerle takımın değişilmezi olan Balcı, ilk maçına 12 Ağustos 2007 günü Sivasspor karşısında çıktı ve takımı 3-0 galip geldi. Sezon boyunca Ziya Doğan ile başlayan ve Ersun Yanal ile devam eden takımda vazgeçilmez olan Balcı, 22.hafta oynanan MKE Ankaragücü ile oynanan maçta Umut Bulut'un golünün pasını vererek ilk asistini yaptı. O sezon toplamda 26 maça çıkan oyuncu 1 tane de asist yaptı. 26 ile 32.haftalar arasında ise kadroya dahil edilmedi. 2008-09 sezonunda yeni transferler Egemen Korkmaz, Hrvoje Cale ve Rigobert Song ile savunma dörtlüsünü oluşturan Balcı, sağbek mevkiinde değişilmez oldu. 18.haftada oynanan Ankaraspor maçında ilk asistini yapan Serkan, o sezon 32 maça çıktı ve 4 asist yaptı. 2009-10 sezonunda ise UEFA Avrupa Ligi elemelerine katılmaya hak kazanan takım ile Toulouse FC maçlarında görev yapan Serkan, 4-1'lik dez avantajla yenilen takımın elenmesini engelleyemedi. Hugo Broos ile başlayan sezonda Selçuk İnan, Gustavo Colman, Umut Bulut, Rigobert Song, Hrvoje Cale, Egemen Korkmaz gibi isimlerle takımın değişilmezi oldu. O sezon ligdeki ilk maçına ligin ilk haftasında Sivasspor karşısında çıktı takımı bu maçı 2-1 kazandı. İlerleyen haftalarda Broos ile yollar ayrıldı ve yerine Şenol Güneş getirildi. Şenpl Güneş ile çıkışa geçen takım ile 14.hafta oynanan Eskişehirspor maçının 20.dakikasında Selçuk İnan'ın golünün asistini yapan Balcı, 58.dakikada ise Trabzonspor kariyerindeki ilk golünü bu takımın ağlarına yollayarak takımının 2-1 kazandığı maçın kahramanı oldu. Türkiye Kupası'nda da Denizli BB maçında gol atan Serkan, Süper Lig'de 30 maça çıktı, 1 gol attı ve 3 asist yaptı. Türkiye Kupası'nda ise Galatasaray, Denizli BB, Orduspor ve MKE Ankaragücü'nün olduğu gruptan çıkan Trabzonspor, Çeyrek final maçında İstanbul BB takımını, yarı finalde ise Antalyaspor'u eleyerek finale kaldı. Finalde ise Fenerbahçe ile karşılaşan takım Engin Baytar, Gustavo Colman ve Umut Bulut'un golleriyle rakibini 3-1 mağlup etti. Bu maçın sonunda ise Trabzonspor 2010 Türkiye Kupasını müzesine götürdü. 2010-11 sezonunda ise ilk maçına Türkiye Süper Kupası maçında Bursaspor karşısında çıkan Balcı, takımının 3-0 galip geldiği maçta 90dk süre aldı. Daha sonra UEFA Avrupa Ligi maçı elemelerinde Liverpool FC karşısında çıkan Serkan, takımının elenmesine engel olamadı. O sezon ilk Süper Lig maçına Ankaragücü karşısında çıkan Serkan, 4.haftada oynanan Sivasspor maçında 89.dakikada Burak Yılmaz'ın attığı golün ortasını açarak ilk asistini yaptı. O sezon ligin son haftasına kadar Fenerbahçe ile şampiyonluk mücadelesi veren takımda 31 lig maçına çıktı ve 7 asist yaptı. Türkiye Kupası'nda ise 21 Aralık 2010'da Gaziantep BB karşısında o sezon kendi adına tek golünü attı. O sezon tüm turnuvalarda toplamda 37 maça çıktı, 1 gol attı ve 7 asist yaptı. Sezon sonunda ise takımı sezonu Fenerbahçe ile aynı puanda bitirirken ikili averaj ile 2. olarak sayıldı. Bir sene sonra ise bu sürecin şaibeli olduğu iddia edildi ve Şike soruşturması kapsamında Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım tutuklandı. 2011-12 sezonunda Şenol Güneş yönetiminde ilk maçına UEFA Şampiyonlar Ligi elemelerinde Benfica karşısında çıktı. 2 maçta da oynayan Balcı, takımının elenmesine engel olamadı. Daha sonra ise takımıyla UEFA Avrupa Ligi el
emelerinde görev yapan Balcı ve takımı ilk maçta Athletic Bilbao ile 1-1 berabere kalsa da 2.maçın Şike süreci nedeniyle oynanmayacağı ve Trabzonspor'un Fenerbahçe yerine direkt olarak UEFA Şampiyonlar Ligi'ne katılacağı açıklandı. O sezon takımıyla Trabzonspor kariyerindeki ilk Şampiyonlar Ligi maçına 14 Eylül 2011'de çıkan Serkan, takımının deplasmanda 1-0 kazandığı maçta 90 dk mücadele etti. O sezon ilk asistini 4.hafta oynanan Kardemir Karabükspor maçında Burak Yılmaz'a yaptı. Sezon boyunca sezon sonu eklenen Süper Final dahil olmak üzere tüm turnuvalarda 51 maça çıkan oyuncu, 2 asist yaptı. 2012-13 sezonunda ise ilk maçına Videoton karşısında çıkan Serkan, takımının kaptanı olarak sahaya çıktı. İki maçta da berabere kalan takım, penaltılarda rakibine elenerek turnuvaya veda etti. Şenol Güneş ile başlayan sezon, Tolunay Kafkas ile devam etti. Serkan o sezon 6.hafta oynanan Mersin İdman Yurdu maçında Soner Aydoğdu'nun golünün asistini yapan isim oldu. Sezon boyunca tüm turnuvalarda 34 maça çıkan oyuncu 1 asist ile sezonu tamamladı. 2013-14 sezonunda serbest kalan Serkan, Ağustos ayında Milan Baros, Gökçek Vederson ve Anton Ferdinand gibi isimleri kadrosuna katan Samet Aybaba yönetimindeki Antalyaspor'a transfer oldu. Antalyaspor'da "6" numaralı formasıyla ilk maçına ligin ilk haftasında Kayseri Erciyesspor karşısında çıkan Serkan, bu maçta ön libero mevkiinde görev yaptı, takımı 0-0 beraberlikle ayrıldı. 13.hafta oynanan Sivasspor maçında Antalyaspor formasıyla ilk asistini Emrah Başsan'a yapan Serkan, takımının üst üste mağlubiyetlerine engel olamasa da Türkiye Kupası da dahil olmak üzere 38 maça çıktı 4 asist yaptı. Sezon sonunda ise takımı küme düştü. 2014-15 transfer döneminde ise karşılıklı anlaşılarak sözleşmesi feshedildi. 2014-16 Kasımpaşa SK ve Başakşehir SK gibi kulüplerle de anılan Serkan Balcı, Rıza Çalımbay'ın çalıştırdığı Mersin İdman Yurdu ile Ağustos 2014'te 1 yıllık sözleşme imzaladı. MKE Ankaragücü (futbol takımı)'ne transfer olmuştur. U-19 millî takımı ile Türkiye'nin Rusya'yı 3-0 yendiği özel maç millî olduğu ilk karşılaşmadır. Türkiye millî futbol takımı kadrosuna ilk kez FIFA Konfederasyonlar Kupası'nda Amerika Birleşik Devletleri millî futbol takımına karşı oynanan maçta girmiştir. Oynadığı ilk karşılaşma, yine FIFA Konfederasyonlar Kupası'nda oynanan ve 2-2 biten Türkiye-Brezilya maçıdır. Serkan; Türkiye U-20 ve U-21 millî takımlarının formasını da terletmiştir. İsviçre millî futbol takımına FIFA Dünya Kupası baraj maçında Türkiye millî futbol takımının elenmesi sonucu çıkan olaylardan sonra FIFA'dan iki maç (millî takımda geçerli olmak üzere) ceza almıştır. "(13 Ağustos 2009)" Fenerbahçe'deyken UEFA Şampiyonlar Ligi'nde biri ön eleme olmak üzere 7 maça çıkmıştır.Trabzonspor'da ise dört UEFA Intertoto Kupası maçına çıkmış, bu maçlarda bir de gol atmıştır. Ayrıca, Gençlerbirliği ile sekiz UEFA Kupası maçına çıkmış; bu maçlarda 687 dakika forma giymiştir. Trabzonspor forması giyerken 2009 yılında "Berfin Uluman" ile evlendi. Rıdvan Dilmen Rıdvan Dilmen (d. 15 Ağustos 1962, Nazilli), Türk futbolcu ve teknik direktör, futbol yorumcusu. 15 Ağustos 1962’de, Aydın’ın Nazilli ilçesinde Mehmet Lütfü Bey ile Makbule Hanım’ın dördüncü ve son çocukları olarak dünyaya gelen Dilmen, spora atletizmle başladı, daha sonra futbola yöneldi. Küçük yaşına rağmen, mahalle takımlarının aranan ismiydi. Gazoz ve şekere karşılık, mahalle arası transfer olduğu söylenir. Mahalle maçlarında herkes kendine bir futbolcunun adını yakıştırırken, o Fenerbahçe'li Cemil Turan’dı. Küçük yaşlardan itibaren Fenerbahçe taraftarı olduğunu saklamayan Dilmen, sarı-lacivertli takımın maçlarını izleyebilmek için, İzmir’e otostop yaptığını belirtir. 12 yaşındayken, babasını kaybeden Rıdvan’ın ağabeyi Ercüment, ailenin geçimine katkıda bulunmak için Denizlispor’da bir süre futbol oynamıştır. Şeytan lakaplı Rıdvan Dilmen 13-14 yaşlarında, mahalle arasında oynarken keşfedilmiş ve daha sonra Nazilli Sümerspor’da futbola başlamıştır. O sezon takımı yenilgisiz şampiyon olmuştu. Daha sonra, Muğlaspor, Rıdvan’ı transfer etmek istedi ancak kulübü bu öneriyi geri çevirdi. Sonunda, 25 futbol topu karşılığında, Muğlaspor antrenörü Kemal Dirikan tarafından transferi gerçekleşti. Rıdvan’ın oynadığı sezon Muğlaspor, amatör ligden ikinci lige çıktı. Dirikan’ın "Şeytan gibi bir zekan var" sözü, Rıdvan’ın hala anıldığı "Şeytan" lakabının temeli oldu. Muğlaspor’da oynadığı futbolla büyük takımların dikkatini çekmeye başlayan 19 yaşındaki Dilmen, sezon sonunda birinci lig takımı Boluspor’a transfer oldu. Takım ilk maçını, Fenerbahçe Stadı’nda, Fenerbahçe’yle, ikinci maçını da Galatasaray’la oynadı. 1-1 biten maçın ertesi günü, Dilmen’in adı, Ziya Şengül, İslam Çupi gibi yazarların köşelerinde geçiyordu ve hakkında yapılan yorumlarda "Türkiye’de bir yıldız doğuyor. Gelecek hafta Boluspor - Galatasaray maçında Rıdvan’ı mutlaka izleyin!" ifadeleri kullanılıyordu. Bir hafta sonra Boluspor’un Galatasaray'a 2-1 kaybettiği maçta, takımının tek golünü kaydeden Rıdvan, aynı akşam açıklanan millî takım kadrosunda yerini aldı. İki yıl Boluspor’da oynayan ve sonra Sarıyer’e transfer olan Dilmen, dört yıl da Sarıyer forması giydi.[1987-88 sezonu sonunda Fenerbahçe’ye transfer olan futbolcu, kendi deyimiyle 'hayallerini gerçekleştirdi'. 1988-89 sezonunda, kariyerinin zirvesine çıkan Dilmen’in takımı Fenerbahçe, 103 gol atarak şampiyon oldu. Aykut, Oğuz, Hakan, Schumacher gibi oyuncuların bulunduğu takımda, Dilmen, 19 gol atıp, 41 gol attırarak, şampiyonlukta büyük rol oynadı. 1989 yılında, İtalya’nın Udine kentinde oynanan Brezilyalı ünlü futbolcu Arthur Zico’nun jübile maçında ilk yarıda Dünya Karması formasını giydi, Dünya Karması, Brezilya millî takımını 2-1 mağlup etti. Rıdvan Dilmen, Dünya Karması’nın ilk golünün hazırlayıcısı oldu. 1989-90, Rıdvan şanssız bir sezon geçirdi. Trabzonspor’un Yugoslav oyuncusu Miodrag Ješić’in tekmesiyle sağ ayağı sakatlanan Rıdvan’ın, futbol hayatı dalgalanmaya başladı. Dört kez dizinden ameliyat olan Dilmen’e doktorları altı ay oyun yasağı koymasına karşın, üç ay sonra sahalara döndü. Ancak bu erken dönüş, sakatlığının bir türlü iyileşmemesine yol açtı. 1991’de, Galatasaray maçında sol omzu kırılan Rıdvan, yine uyarılara kulak asmadı ve İzlanda - Türkiye millî maçına çıktı. 90. dakikada omzu aynı yerden bir kez daha sakatlandı. Eskiye dönmek için çaba harcayan Rıdvan’ın şevki, tekrarlayan sakatlıklar ve nükseden ağrılar yüzünden kırıldı. Taktik zekası ve oyun kabiliyetiyle göz dolduran Rıdvan, sonraki dönemde sınırlı sayıda maç oynayabildi. 1994’te, Ali Şen’in başkanlık yaptığı Fenerbahçe’yle, karşılıklı olarak yollarını ayırdı. Rıdvan Dilmen, Dünya Karması'nda Camp Nou'da genç yıldızlar Zinedine Zidane ve Xavi Hernandez'in kaptanı sıfatıyla oynamıştır. Maç takviminin uyuşmaması yüzünden, jübilesi üç kez ertelenen Rıdvan, 31 Ocak 1996’da, -7 derecelik bir havada jübilesini yaptı. Soğuk yüzünden, sadece 1982 seyircinin bulunduğu maçta gol de attı ve futbol kariyerini, 81’si Fenerbahçe’de olmak üzere, toplam 152 golle tamamladı. 29 kez Türkiye A millî takımı forması giyen Rıdvan, bu formayla da, 5 gole imzasını attı. Futbol hayatına teknik direktörlükle yeni bir sayfa açan Rıdvan, Vanspor, Konyaspor, Altay, Karşıyaka, Adanaspor ve Fenerbahçe'de teknik direktörlük yaptı. 1996-97 sezonunda Ali Şen'in isteğiyle Fenerbahçe'de menajerliğe geçti. Sezon sonunda görevine son verildi, daha sonra TV programlarına yorumcu olarak katıldı. 1998-99 sezonunda Türkiye 2. Futbol Ligi'nde Vanspor'un başına geçti, Van ekibini şampiyon yapıp Süper Lig'e taşıdı. 1999-00 sezonunda Fenerbahçe'nin başına getirildi. Fakat namağlup olmasına rağmen Fenerbahçe'nin UEFA kupasından elenmesi sonucunda görevini bıraktı. Daha sonra Altay ile anlaştı. Burada da yükselme maçlarında Altay'ın başarılı olamaması sonucunda görevinden ayrıldı. 2001-02 sezonunda anlaştığı Adanaspor'dan da ayrılmak zorunda kalan Rıdvan Dilmen; 2003 yılında Bank Asya 1. Lig A klasmanında yer alan Karşıyaka'da teknik direktör olarak görev aldı. Fakat Karşıyaka'da başarılı olamadı. NTV Spor'daki "%100 Futbol" programında yorumculuk ve Sabah gazetesinde köşe yazarlığı görevine devam eden Rıdvan Dilmen aynı zamanda Fanatik gazetesinde İddaa tahminleri yapmaktadır. Zaman zaman da UEFA Şampiyonlar Ligi'ndeki önemli maçları Star TV'de yorumlamaktadır. 1 Ağustos 2010 tarihinde Sabah gazetesine geçmiştir. Yönetmenliğini Ali Taner Baltacı ve Cem Yılmaz'ın üstlendiği 2008 filmi "A.R.O.G"da rol aldı. 20 Mayıs 2016 tarihinde kaleme aldığı 'Önce Okurlarım...' başlığını taşıyan köşe yazısında hasta olduğunu belirterek, okurlarından dua istedi. Aynı gün 'Lenf kanseri' olduğu kamuoyuna yansıdı. Fenerbahçe Spor Kulübü ve spor camiasının pek çok ismi Dilmen'e 'geçmiş olsun' mesajları yayınladı. Sabah gazetesindeki köşe yazısında hasta olduğunu kamuoyuna duyuran Dilmen, sonraki hafta içinde Liv Hospital'da ameliyat oldu. Ameliyatın ardından yapılan açıklamada, Dilmen'in sağlık durumunun iyi olduğu belirtildi. Muzzy İzzet Mustafa Kemal İzzet veya takma adıyla "Muzzy Izzet" , (d. 31 Ekim 1974, Londra) orta saha mevkiinde görev almış Türk eski millî futbolcudur. Kıbrıs Türkü bir baba ile İngiliz bir anneden dünyaya gelen İzzet'in kendisi gibi futbolcu olan kardeşi Kemal İzzet ise İngiltere'nin 2. Lig Takımlarından Colchester United'ta oynamaktadır. Futbola Londra takımlarından Senrab FC'de başladı. Daha sonra İngiliz futbolunun önemli takımlarından Chelsea FC'nin altyapısına geçti. 1993'te 19 yaşındayken takım ile profesyonel sözleşme imzaladı. Ancak A takımında forma şansı bulamadı. 1996'da teknik direktör Glenn Hoddle, tecrübe kazanması için kiralanmasına izin verdi. Mart 1996'da Leicester City FC takımına kiralandı. 27 Mayıs 1996'da Crystal Palace ile oynadıkları play-off maçında forma giydi. 75. dakikada penaltı kazandırarak, maçın 1-1 olmasını sağladı. Leicester City maçı uzatmalarda kazanarak Premier League'e çıkmayı başardı. 9 maçta forma giyip 1 gol atan İ
zzet, 800,000£ karşılığı bu takıma transfer oldu. Premier League'deki ilk sezonunda da takımdaki yerini korudu. Başarılı geçen bir sezon ardından ligde dokuzuncu olup, EFL Cup'ı kazandılar. Sonraki sezon Atlético Madrid karşısında ilk kez UEFA Kupası maçına çıktı. 1998-99 sezonunda, Leicester onuncu oldu ve tekrar Lig Kupası'nda finale kaldılar ancak bu sefer Tottenham Hotspur takımına yenildiler. Sonraki sezon ligde sekizinci olup, bir kez daha Lig Kupası finaline çıktılar ve Tranmere Rovers'ı 2-1 yenerek bir kez daha kupayı kaldırdılar. Sonraki sezona 5-0'lık Bolton Wanderers mağlubiyeti ile başladılar. Sezon çok kötü geçmiş, ligden düşmekten zor kurtulmuşlardı. İzzet, 11 gol ile takımının en golcü ismi oldu. 2001-02 sezonu öncesi takımdan ayrılmak istediğini açıkladı. Sezon sonunda küme düştüler. 2002-03 sezonunda Championship'te ikinci olarak tekrar birinci lige çıktılar. Ancak sonraki sezon bir kez daha küme düşüyorlardı. Bu dönemde İzzet, Middlesbrough, Aston Villa ve Blackburn Rovers gibi takımlardan teklif almış ancak anlaşma sağlanamamıştı. 2003-04 sezonu sonunda Leicester City, Muzzy İzzet'in maaşını karşılayamadığı için ayrılmasına izin verdi. Premier League tarihinde üst üste iki sezon asist kralı olmayı başarmış tek futbolcudur. Leicester City futbol taraftarları tarafından yılın futbolcusu ödülüne layık görülmüştür. Futbolu bırakmasına rağmen hala Leicester şehrinin en sevilen simalarından olmakla beraber stad yakınlarında kendisi için yapılmış bir bronz heykeli bile vardır. Haziran 2004'te, sözleşmesi biten İzzet, Birmingham City FC'ye üç yıllığına transfer oldu. İlk sezonunda sakatlıklarla boğuşan futbolcu sadece 10 maç forma giyebildi. Ancak takımdaki ilk golü Bolton karşısında beraberliği getiren gol oldu. İkinci sezonunda dizinden sakatlığı daha da arttı. 27 Haziran 2006'da futbolu bıraktığını açıkladı. 28 Kasım 2009'da, Leicestershire Yerel Ligi takımlarından Thurmaston Town FC ile futbola geri döndüğünü açıkladı. Bu takım ile sadece bir maçta forma giyebilen futbolcu, sakatlığı nedeniyle her hafta futbol oynayamayacağı için takımdan ayrıldı. 2000 Avrupa Futbol Şampiyonasında tüm maçlarda forma giyen İzzet, 2002 FIFA Dünya Kupası öncesi Azerbaycan ile oynanan hazırlık karşılaşmasına '10' numaralı formayla ve kaptanlık pazubandıyla çıkmış, 2002 FIFA Dünya Kupası'nda ise sadece yarı finaldeki Brezilya karşılaşmasında forma giymiştir. Tolga Seyhan Tolga Seyhan (d. 17 Ocak 1977, Giresun), Türk defans oyuncusudur. 2002 yillinda Çanakkale Dardanelspor'dan Malatyaspor'a transfer oldu. 2003 yılında teknik direktör Ziya Doğan'ın isteği üzerine Malatyaspor'dan Trabzonspor'a, 2005 yılında da Mircea Lucescu'nun yoğun çabalarıyla 3,5 Milyon € karşılığında FK Şahtar Donetsk'e transfer oldu. Ukrayna takımı içerisinde kendi mevkiinde çok fazla oyuncu bulunduğu için fazla oynama şansı bulamadı. FK Şahtar Donetsk ile kontratı süren oyuncu, 2006 yılında 1 yıllık olmak üzere Galatasaray ile kiralık olarak anlaştı. Bir sene sonra da Trabzonspor'a kıralandı. Tolga Seyhan yeni sezonunda Süper Lige yeni yükselen ekiplerinden Kocaelispor'a transfer oldu. 20 Ocak 2009 tarihinde de Hacettepe'ye transfer oldu. 26 Haziran 2009 tarihinde Hacettepe'nin küme düşmesiyle beraber Gençlerbirliği'ne transfer olmuştur. Son olarak Gaziantepspor'da forma giymiştir. Oynadığı takımlarda memleketinden dolayı 28 numaralı formaları terletmiştir. 2010 yılında memleketinin takımı olan Giresunspor'la anlaşmıştır. 29 kez millî takımlara çağrılan Tolga Seyhan, 2 kez Türkiye U-15, 1 kez Türkiye A2 ve 23 kez de Türkiye forması olmak üzere toplam 26 kez millî formayı giymiştir. Lefter Küçükandonyadis Lefter Küçükandonyadis (22 Aralık 1925, Büyükada, İstanbul - 13 Ocak 2012, İstanbul), forvet mevkinde forma giymiş Rum asıllı Türk futbolcu ve teknik direktördür. Doğum adı Rumcada özgür anlamına gelen Elefterios (Yunan alfabesi ile: Ελευθέριος) olan futbolcu, kısaca Lefter olarak anılmaktadır. Aynı zamanda ordinaryüs lakabıyla da tanınmaktadır. Türk futbolunun en popüler futbolcularından biri olarak yıllarca alkışlanan Lefter, Fenerbahçe marşında da adı geçen sembol oyunculardandır. Fenerbahçe ile İstanbul Profesyonel Ligi'nde 2, Türkiye Şampiyonası'nda 3 kere şampiyonluk yaşadı. 13 Ocak 2012 tarihinde, tedavi gördüğü Amerikan Hastanesi'nde 86 yaşında ağır zatürreye bağlı kalp yetmezliğinden vefat etmiştir. 22 Aralık 1925 tarihinde, Büyükada'daki Hamam Sokak'ta dünyaya geldi. Babası balıkçılık yapan Hristo, annesi ise Argiro idi. Doğum adı Eleftherios olan ve Panani'nin ardından ailenin ikinci erkek çocuğu olan Küçükandonyadis'in ailesi, 20. yüzyıl başında Arnavutluk'tan Büyükada'ya göçen Rum kökenli bir aileydi. Futbola Büyükada'da başladı. Taksim Spor Kulübü'nde yetişti. Taksim Kulübü yöneticileri kendisine lisans çıkartabilmek için 1941'de mahkeme kararıyla yaşını büyüttüler. Ancak bu sayede takımda oynayabildi. 2 yıl Taksim takımında yer aldı. 1943'te askere gitti, 4 yıl süren askerlikten sonra 1947'de İstanbul'a döndü ve Fenerbahçe kulübüne girdi. Buradaki futboluyla dikkat çeken Lefter, 3 Ekim 1951'de 17.500 liralık transfer ücretiyle İtalya'nın ACF Fiorentina takımına transfer oldu. 1 yıl da Fransa'nın OGC Nice takımında oynayan Lefter, 1953-1954 sezonundan itibaren yeniden Fenerbahçe'de top koşturmaya başladı. Aynı sezon, İstanbul Ligi'nde gol kralı olan Lefter, 1964'e kadar toplamda 17 yıl giydiği Fenerbahçe forması altında 400'ün üzerinde gol kaydederek erişilmesi güç bir rekora imza attı. Bu süre zarfında, Türk futbolunun efsaneleşen isimlerinden biri olarak tanındı. Golcülüğünden ötürü "Ver Lefter'e, yaz deftere!" sloganı onun için yaygın olarak kullanıldı. Futboldaki ustalığından, çalımlarından ve gollerinden ötürü "Ordinaryüs" sıfatıyla anıldı. Futbol yaşamında toplam 50 kez millî formayı giydi (46 kez A, 1 kez B, 3 kez 21 yaş altı). 1954 FIFA Dünya Kupası'nda forma giyen Lefter turnuvada 2 de gol attı. Türk futbolunda 50. Millî Maç altın madalyasını alan ilk futbolcu oldu. millî takım formasıyla attığı 21 golle en çok gol atan millî oyuncu unvanını 33 yıl boyunca elinde tuttu, 9 kez de millî takım kaptanlığını yaptı. 1964'te futbolu bıraktıktan sonra Yunanistan'ın Egaleo, Güney Afrika'nın SuperSport United, Türkiye'nin Samsunspor, Orduspor, Mersin İdman Yurdu ve Boluspor takımlarında teknik direktörlük yaptı. 1966-67 sezonunda 2. Lig'de mücadele eden Mersin İdman Yurdu takımının başındaydı. Mersin İdman Yurdu o sezon Osman Arpacıoğlu'nun attığı 23 golle şampiyon olarak ilk kez 1. Lig'e yükselmiştir. O sezon 17 takımlı ligde oynadığı 32 maçta 63 gol atan kırmızı-lacivertliler rekor puanla ilk kez 1. Lig'e yükseldiler. 1970'in 17 Kasım'ında, Naci Özkaya'nın görevinden ayrılması sonrasında Sivasspor teknik direktörlüğüne geldi. 1971 Haziran'ında ise görevinden ayrıldı. Antrenörlük kariyerinden sonra da bir süre spor yazarlığı yaptı. 3 çocuğu vardır. 3 Mayıs 2009'da Kadıköy'de Kuşdili Parkı'na heykeli dikilmiştir. 13 Ocak 2012 tarihinde, kalp yetmezliğinden hayatını kaybetti. Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda binlerce kişi ve üst düzey yetkilinin katıldığı bir törenle ebediyete uğurlandı. Lefter 17 yaşındayken gayrimüslimlere karşı Varlık Vergisi yasası çıkarıldı. Vergiyi ödeyemeyenler toplama kamplarına gönderildi. Lefter'in babası yoksul olduğu için sürgüne gitmekten kurtuldu, ama bütün akrabaları Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. 6-7 Eylül Olayları’nda ise Büyükada’daki evini basan çapulcular taşlayıp “Vurun şu gâvura” diye bağırdılar, Lefter sabaha dek elde silah kapıda bekledi. Lefter’in evinin basıldığını duyan Fenerbahçeliler Kartal’dan motorlara binip Ada’ya koştular, Lefter’in evinin önüne barikat kurdular. "Sana bunu kim yaptıysa söyle, haddini bildirelim" diyerek saldırganların isimlerini öğrenmek istediler. Lefter saldıranların hepsini tanıdığı halde kimseyi ihbar etmedi, şikâyetçi de olmadı. Bülent Korkmaz Bülent Korkmaz (d. 24 Kasım 1968, Malatya), Galatasaray ve millî takımda forma giymiş eski Türk futbolcu ve teknik direktör. Futbolculuk döneminde stoper mevkinde forma giymiştir. Malatya, Doğanyol, Gevheruşağı Köyü'nden Osman Korkmaz ve Nevin Korkmaz’ın üç erkek evladının ortancasıdır. Ahmet Keskinkılıç ve o dönem Galatasaray Altyapı Sorumlusu olan Salih Bulgurlu tarafından Galatasaray alt yapısına kazandırılır. 15 yaşında 14-16 yaş takımında Ahmet Keskinkılıç onu liberoda görevlendirir. Aynı yıllarda, genç takımı çalıştıran Bülent Ünder onu genç takıma çağırır. Bülent Korkmaz, 1984 yılında Galatasaray genç takımı ile Türkiye Şampiyonası öncesi, Rangers, Crvena Zvezda gibi güçlü takımlarların da katıldığı Almanya'da turnuvası kadrosunda yer alır. Galatasaray A2 takımı Bayer 04 Leverkusen ile finalde karşılaşır ve penaltılarla turnuva ikincisi olur. Bülent Korkmaz performansı ile dikkat çeker ve Leverkusen takımından transfer teklifi alır. 1984-85 sezonunda dönemin teknik direktörü Mustafa Denizli tarafından Tugay Kerimoğlu ile birlikte A takıma çağrılır. Galatasaray'daki ilk sezonunda Mustafa Denizli, Bülent Korkmaz'ı lig maçlarından çok Avrupa kupalarında oynatır ve o sezon adı ""Avrupalı Bülent""e çıkar. 1992-93 sezonunda Karl-Heinz Feldkamp Galatasaray Teknik Direkörü olduğunda, Feldkamp'ın oynattığı çift stoperli ve liberolu sistemde Bülent Korkmaz, Reinhard Stumpf ve Falko Götz ile birlikte savunmada görev alır ve üçlü savunmanın solunda stoper olarak görev yapar. 14 yıl boyunca Yusuf Altıntaş, Semih Yuvakuran, Erhan Önal, Reinhard Stumpf, Falko Götz, Mert Korkmaz, Gheorghe Popescu, Emre Aşık, Ahmet Yıldırım, Frank de Boer, Rigobert Song, Stjepan Tomas gibi birçok yıldızla defansta beraber oynamıştır. 17 Mayıs 2000'de, Kopenhag Parken Stadı’nda Galatasaray'ın UEFA Kupası’nı kazandığı final maçında omzundan sakatlanmasına rağmen sargılı koluyla formayı giymeye devam etmiş ve o yılki kupanın simgesi olmuştur. Bülent Korkmaz takım arkadaşı Hagi’nin yıllar boyunca oda arkadaşlığını yapar. 2004-05 sezonu sonunda futbolu bırakır. Galatasaray Kulübü, gerek kariye
ri, gerekse oyun tarzı itibarıyla Paolo Maldini'ye benzetilen Bülent Korkmaz'ın 14 sezon giydiği "3" numaralı formasını müzeye kaldırmayı teklif etmiş, ancak "büyük kaptan" bunu istememiştir. Galatasaray'da yıllarca kaptanlık yaptığı için "Büyük Kaptan", mücadeleden yılmayan, kavga eder hatta savaşır gibi oynaması ve acıya dayanıklı yapısı nedeniyle de ""Cengaver"" lakabıyla anılmaktadır. 123 defa çeşitli düzeylerde Türk millî takımına çağrılan Bülent Korkmaz, 3 kez Türkiye U-21, 102 kez de Türkiye A millî takım olmak üzere 105 kez millî formayı giymiş, bu maçlarda 3 de gol atmıştır. 2006-07 sezonu ikinci yarısında Kayseri Erciyesspor takımına teknik direktörlük görevine getirilmiştir. Kayseri Erciyesspor ile Türkiye Kupası'nda final oynamıştır. 2006-2007 sezonu sonunda, ilk yarıda alınan kötü sonuçlar nedeniyle, tüm çabalarına rağmen takımını küme düşmekten kurtaramamış, Kayseri Erciyesspor takımından ayrılmış ve 2007-2008 sezonu için Bursaspor takımı ile anlaşmıştır. Ancak Bursaspor'un 6 hafta üst üste galibiyet kazanamaması ve ligdeki yerinin endişe verici olması sebebiyle kulüple ilişkileri kesilmiştir. Daha sonra, Gençlerbirliği'nin teknik direktörlüğü görevini üstlenmiştir. Gençlerbirliği'ni küme düşme potasından bir türlü çıkaramaması nedeniyle sözleşmesi tek taraflı feshedilmiştir. 2008-2009 sezonunun ikinci yarısının 22. haftasında Galatasaray teknik direktörlük görevine getirilmiştir. 24 Şubat 2009'da Galatasaray ile 1 yılı opsiyonlu 2,5 yıllık sözleşme imzalamıştır. Takımının başında çıktığı ilk maçta Bordeaux'u 4-3 yenerek takımını UEFA Kupası'nda bir üst tura taşımıştır. 2. UEFA Kupası maçında ise Hamburg ile [deplasmanda 1-1 berabera kalarak rövanş için avantaj yakalamıştır. Fakat rövanşında ise Hamburg takımına yenilmiş ve Avrupa'dan elenmişlerdir. Süper Lig'de toplam 52 maça çıkan; 18 galibiyet‚ 16 beraberlik ve 18 mağlubiyet alan Bülent Korkmaz‚ %34.6 galibiyet oranı tutturabildi. Galatasaray'ın başında iken eleştirilmeye başlanan Bülent Korkmaz'ın çalıştırdığı takımlardaki galibiyet oranları şu şekildedir: 3 Haziran 2009 tarihinde Galatasaray yönetim kurulu tarafından istifası kabul edilip, görevinden istifa etmiştir. Ardından 18 Eylül 2009 tarihinde Bakı takımıyla görüşmeler yapan Bülent Korkmaz, kulüp başkanı Hafiz Mammadov'un teklifini kabul ederek Bakü takiminin teknik direktoru olmuştur. Azerbaycan'ın Bakü Futbol Takımı'nı ligin son sıralarından alan ve zirveye oynayan bir takım haline getiren, Azerbaycan Kuboku'nda takıma yarı final oynatan Bülent Korkmaz, yönetimle yaşadığı anlaşmazlıkların ardından 22 Mart 2010 tarihinde görevini bıraktığını açıklamıştır. 8 Kasım 2011 tarihinde, istifa eden Yücel İldiz'in yerine Kardemir Karabükspor'un teknik direktörlüğüne getirilmiştir. 10 Kasım 2011 tarihinde bu görevine gelmesini resmileştiren imzayı atmıştır. 2011-12 sezonunun sonunda Mayıs 2012'de buradaki görevinden ayrılmıştır. 4 Temmuz 2014 tarihinde Kayseri Erciyesspor kulübünün teknik direktörlüğüne getirilmiştir. Yardımcılıklarını ise Ayhan Akman ve Nezih Ali Boloğlu'nun yapacağı açıklanmıştır. 24 Kasım 2014 itibarıyla sözleşmesi karşılıklı olarak feshedilmiştir. 22 Eylül 2015 tarihinde Mersin İdman Yurdu ile 1 yıllık sözleşme imzalamıştır. 1 Ocak 2016 tarihinde kulüp yönetiminin tek taraflı olarak fesh etmesiyle görevinden ayrılmıştır. "İstatistikler hazırlanırken sadece resmi karşılaşmalar baz alınmıştır." [[Kategori:Yaşayan insanlar]] [[Kategori:1968 doğumlular]] [[Kategori:Malatya doğumlu sporcular]] [[Kategori:Türk futbolcular]] [[Kategori:Galatasaray SK futbolcuları]] [[Kategori:Türkiye millî futbol takımı futbolcuları]] [[Kategori:1996 Avrupa Futbol Şampiyonası futbolcuları]] [[Kategori:2002 FIFA Dünya Kupası futbolcuları]] [[Kategori:2003 FIFA Konfederasyonlar Kupası futbolcuları]] [[Kategori:Süper Lig futbolcuları]] [[Kategori:Türk teknik direktörler]] [[Kategori:Galatasaray SK teknik direktörleri]] [[Kategori:Bursaspor teknik direktörleri]] [[Kategori:Kayserispor teknik direktörleri]] [[Kategori:Gençlerbirliği SK teknik direktörleri]] [[Kategori:Kardemir Karabükspor teknik direktörleri]] [[Kategori:İstanbul Başakşehir FK teknik direktörleri]] [[Kategori:Kayseri Erciyesspor teknik direktörleri]] [[Kategori:Süper Lig teknik direktörleri]] [[Kategori:Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımı futbolcuları]] [[Kategori:Defans futbolcuları]] Fatih Tekke Fatih Tekke (d. 9 Eylül 1977; Köprübaşı, Trabzon), Forvet mevkinde forma giymiş şu anda İstanbulspor un teknik direktörlük görevini yürüten Türk eski millî futbolcudur. 16 yaşında Trabzonspor A takımına yükselen; Hami Mandıralı, Ünal Karaman, Tolunay Kafkas, Abdullah Ercan, Ogün Temizkanoğlu, Orhan Kaynak'lı kadroda yer alan Fatih Tekke, tecrübesizliği ve agresifliği yüzünden Altay Spor Kulübü'ne kiralandı. 1998-99 sezonunda Trabzonspor'a geri döndü. Ama çalkantılı dönemlerden geçen Trabzonspor'da pek başarılı olamadı. Sürekli değişen teknik direktörler ve taktik anlayış içerisinde Fatih Tekke sürekli olarak farklı mevkilerde denendi ama başarılı olamadı ve gönderildi. 2002-03 sezonunda Trabzonspor'a geri döndü. Takıma katılmasıyla Trabzonspor 2 Türkiye Kupası'yla birlikte 2 lig ikinciliği kazandı. Ayrıca 2004-05 sezonunda 31 golle Süper Lig Gol Kralı ve UEFA Gümüş Ayakkabı sahibi oldu. 1997-98 sezonunda Altay'da kiralık olarak forma giydi. Altay'da futbol hayatını sürdürürken Çanakkale Dardanelspor maçında ayağı kırıldı. 2000-01 sezonu öncesi Trabzonspor'dan ayrılıp Gaziantepspor'a transfer oldu. Fatih Tekke, buradaki formuyla A millî takıma kadar yükseldi. 2006-2007 sezonunun başında 7.5 milyon € ücretle Trabzonspor'dan Rusya'nın Premier Lig ekiplerinden Zenit takımına transfer olmuştur. FK Zenit forması ile 2007-08 sezonu Rusya Premier Ligi şampiyonluğu yaşamış ve UEFA Kupası Finalinde İskoçya'nın Rangers takımını yenerek UEFA Kupasını kaldırmıştır. Finalindeki futboluyla UEFA internet sitesinde (uefa.com) sitenin okurları tarafından maçın adamı seçilmiştir. En son olarak Zenit takımıyla son UEFA Şampiyonlar Ligi Şampiyonu Manchester United'i yenerek UEFA Süper Kupası'nı kazanmıştır. 10 Kasım 2009 itibarıyla kulübün resmi sitesindeki istatistiklere göre Rusya Premier Liginde, Rusya kupasında, UEFA Kupasında ve Şampiyonlar liginde toplam 84 maça çıkmış ve 30 gol atmıştır. Zaman zaman yedek kaldığı için takımı tarafından düşünülmediği medyada yer alsa da Rusya'da yeni başlayan sezona çok başarılı bir giriş yapmıştır. Zenit forması ile 73 Premier Lig maçında 24 gol atmıştır. Mart 2010'dan geçerli olmak üzere Rubin Kazan ile 3 yıllık sözleşme imzalamıştır. Rubin Kazan formayı ile 5 maça çıkmış hiç gol atamamıştır. 2010-11 sezonu öncesi transfer döneminin son günü olan 31 Ağustos 2010 çarşamba günü Beşiktaş kulübü ile Rubin Kazan kulübü millî oyuncunun transferinde 750 bin € bonservis bedeli karşılığında anlaştı. İki yıllık sözleşmeye imza atan Fatih Tekke ise yıllık 1,5 milyon TL garanti para artı maç başına 40 bin TL alacak. Yeni takımında 33 numaralı formayı giyecek olan millî oyuncu Türkiye’ye döndüğü için çok mutlu olduğunu belirtirken, konuşmasında şunları söyledi: Beşiktaş'ın teknik direktörü Bernd Schuster ile anlaşamadıkları iddia edilerek takımdan gönderilmiştir. Fatih Tekke Beşiktaş'tan ayrılış sürecini şu sözleriyle anlatmıştır: Fatih Tekke, ara transfer döneminde Ankaragücü takımı ile 19 Ocak 2011 tarihinde 1,5 yıllık sözleşme imzalamıştır. Transfer dönemiminin bitmesine anlar kala 2 yıllık sözleşmeye imza atmıştır. Fatih Tekke 6 kez Türkiye U-15 millî takım formasını giymiştir. Türkiye U-16 millî takım forması ile 18 maça çıkmış bu maçlarda 5 gol atmıştır. 1994 yılında İrlanda'da yapılan Avrupa U-16 Futbol Şampiyonası'nda U-16 takımı ile şampiyonluk yaşamıştır. Türkiye U-17 millî takım ile 10 maça çıkmıştır. Türkiye U-18 millî formayı 13 kez giymiş, rakip takım filelerini 5 kez havalandırmayı başarmıştır. 1 kezTürkiye U-21 millî takım formasını giymiştir. 1998-2007 yılları arasında 32 kez A millî takım formasını giymiş, bu maçlarda 14 kez gol sevinci yaşamıştır. 29 Mart 2015 tarihinde Kayseri Erciyesspor ile sözleşme imzaladı. 21 maçta topladığı 17 puanla 16. sırada bulunan Denizlispor'un başına Şubat 2018'de getirildi. Tekke yönetiminde çıktığı 13 maçta 21 puan toplayarak 38 puana ulaştı ve Denizlispor'u küme düşme hattından çıkararak sezonu 15. sırada tamamlamasına katkı sağladı. NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." Gökdeniz Karadeniz Gökdeniz Karadeniz (d. 11 Ocak 1980, Giresun), Türk millî futbolcudur. Çempionat Rossii Po Futbolu takımlarından Rubin formasını giymektedir. Futbola Yeniyolspor'da başlayan Gökdeniz, 1995'te Trabzonspor'un alt yapısına transfer oldu. Trabzonspor'la 1998-1998 sezonunda profesyonelliğe adım attı. Basında çıkan bahis operasyonunun ardından can güvenliğinin olmadığı gerekçesiyle Rubin'la 2 yılı opsiyonlu 5 yıllık kontrat imzalayan Gökdeniz, çıktığı ilk karşılaşma olan Gençlerbirliği karşısında, eski takım arkadaşı Ayman'ın takımıyla yaptığı maçta iki gol birden attı. Gökdeniz yeni takımında da 61 numaralı formayı taşımaktadır.20 Ekim 2009 günü UEFA Şampiyonlar Ligi mücadelesinde Barcelona'yı deviren golü atarak maçın yıldızı seçildi. 11 Mart 2008'de Çempionat Rossii Po Futbolu takımlarından Rubin'a transfer oldu. 16 Mart 2008'de Lokomotiv Moskva karşısında ilk resmi maçına çıktı. 90 dakika oynadığı ilk maç olan önceki sezonun şampiyonu FK Zenit'u 3-1 yenerken, 2 gol 1 asist ile oynayarak galibiyetin mimarı oldu. 30 maçın 27'sinde oynayıp 6 gol 6 asist ile oynayan Karadeniz, sezon sonunda Rusya şampiyonluğu gördü. Bu şampiyonluk, Kazan takımının tarihinde aldığı ilk lig şampiyonluğuydu. Ligin en iyi 33 futbolcusu arasına seçilen Karadeniz, Andrei Arshavin ve Marko Topić'in ardından ligin en iyi üçüncü sol forveti olarak adlandırıldı. 2009 sezonuna Superkubok Rossii ile başlamak isteseler de uzatmalarda CSKA Moskova'ya elendiler. Devre arasında oyuna giren Karadeniz, maç 1-1 devam ederken uzatmanın ilk yarısının duraklamalarında ikinci
sarı kartta takımını 10 kişi bırakmıştı. Mayıs ayında ise Karadeniz'in 90 dakika oynadığı Kubok Rossii finalinde yine CSKA Moskova'ya bu sefer 90+2'de yedikleri golle elendiler. Eylül 2009'da ise UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarında mücadele etmeye başladılar. Karadeniz, 19 Eylül 2009'da FK Dinamo Kyiv'e 3-1 yenildikleri grup maçında ilk kez Kazan formasını Avrupa'da giyiyordu. 20 Ekim 2009'da Barcelona'yı deviren golü atarak maçın yıldızı seçildi. Rubin Kazan, grup üçüncüsü olarak UEFA Avrupa Ligi'nde devam etme hakkı kazandı. Sezon sonunda ise Karadeniz, Rubin ile birlikte üst üste ikinci kez Rusya şampiyonluğu gördü. Mart 2010'da geçirdiği sakatlık nedeniyle sahalardan 3 ay uzak kaldı. Kısa bir süre önce Rusya Süper Kupası'nı CSKA Moskova'yı 1-0 yenerek müzeye götürmüşlerdi. Karadeniz, kupa maçında yedek kulübesindeydi. 2010 sezonu Karadeniz ve Kazan için başarısız bir sezon oldu. Karadeniz, sakatlığı nedeniyle sadece 17 maçta forma giyip 1 gol attı. Kazan ise ligi üçüncü bitirirken, son 32'den başladıkları Rusya Kupası'nda bir üçüncü lig takımına elenip, UEFA Avrupa Ligi'nde VfL Wolfsburg'a uzatmalarda elendiler. Eylül 2009'da ise yeniden mücadele ettikleri Şampiyonlar Ligi gruplarında yine üçüncü olurken, Karadeniz bütün maçlarda oynuyordu. 2011-12 sezonu Kazan için başarısız bir sezon olsa da Karadeniz 35 maçta 6 gol 7 asist ile formuna geri döndüğünün sinyallerini veriyordu. Karadeniz, 4 yıl sonra yeniden yılın en iyi 33 futbolcusu arasına girip, Aleksandr Samedov ve Aiden McGeady'nin arkasında en iyi üçüncü sağ kanat seçiliyordu. Sezon sonunda Rusya Kupası'nın sahibi olurlarken, Karadeniz çeyrek finalde Lokomotif Moskova'yı 4-0 yendikleri maçta 2 gol atarak yıldızlaştı. 2012-13 sezonuna da bir Rusya Süper Kupa galibiyetiyle başladılar. UEFA Avrupa Ligi'nde çeyrek finale çıkma yolunda takıma büyük katkılarda bulunan Karadeniz, 10 maçta 3 gol 3 asist yapmıştı. 22 Kasım 2012'de FC Internazionale Milano'yu 3-0 yendikleri maçta 1 gol 2 asist yapan futbolcu, önceki senenin kupa sahibi Atlético Madrid ile deplasmanda oynanan son 32 maçının ilkinde de ağları sarstı. 17 Ekim 2013 tarihinde Kazan ile sözleşmesini 2016 yılına kadar uzattı. millî takım formasını ilk kez 30 Nisan 2003 tarihinde Çek Cumhuriyeti'ne karşı oynanan dostluk maçında giymiştir.millî takımla ilk golünü ise 11 Haziran 2003 tarihinde oynanan Makedonya maçında atmıştır.Türkiye'nin 2003 FIFA Konfederasyonlar Kupası kadrosunda da yer almış , biri Brezilya'ya biri Fransa'ya olmak üzere 2 gol atmıştır. NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." Hüseyin Çimşir Hüseyin Çimşir (d. 26 Mayıs 1979, Trabzon) Trabzon'un Araklı ilçesinde doğan Türk futbolcudur. Futbola Trabzonspor altyapısında başladı. A Takıma alındı. Igor Nikolovski karşılığında Sakaryaspor takımına verildi. Sonra Antalyaspor takımında forma giydi. Tekrar Trabzonspor'a döndü. 2008-2009 futbol sezonu dahil Trabzonspor'da mücadele eden ve bir dönem kaptanlık yapan Hüseyin, 2008-2009 sezonu ardından sözleşmesi bitince Trabzonspor'un anlaşma yapmaya isteksiz davranması sonucu Trabzonspor ile iplerini koparmıştır.Dinamo Tiflis ve birçok Anadolu takımından teklif almış, ancak Bursaspor ile 2+1 yıllık sözleşme imzalamıştır. Bursaspor'un şampiyon kadrosunda yer almıştır. Futbolculuk hayatında, basit ama yararlı oyunuyla Türk millî takımına kadar yükselmiştir. Özellikle hakemin verdiği beğenilmeyen kararlar sonucunda gösterdiği agresif hareketleriyle tanınmıştır. 2007-2008 sezonunda Fenerbahçe maçında yaptığı hatalardan dolayı Trabzonspor taraftarının hedef tahtası haline gelmiş, o tarihten sonra bir türlü taraftarın tepkisinden kurtulamamıştır; bu durum yönetimde de istenmeyen adam olmasına zemin hazırlamıştır. Trabzonspor teknik direktörü Hugo Broos tarafından oyunu beğenilmiş ve takıma döndürülmesi istenmiş, ancak bu düşüncesi Trabzonspor yönetimi tarafından kabul görmemiştir. Takım için yaptıklarına rağmen kendine haksızlık yapıldığını:"Trabzonspor’un bünyesine henüz 8 yaşında girdim. 30 yaşına gittim. Yani 22 yıldır bu kulübün içindeyim. Ne yazık ki kendimi belli çevrelere sevdiremedim. Artık burada kalmamın anlamı yok. Futbol hayatımın son dönemini Yurt dışında oynayarak ve huzur içinde sürdürmek istiyorum. Bunun için de gelecek sezon takımdan ayrılacağım." diyerek açıklamıştır. Ayrıca bu Trabzonspor'dan ayrılışının sebebi olarak da görülmektedir. 2012-13 sezonunun sonunda futbolu bırakarak Trabzon Akçaabat FK U14 takımında ilk teknik direktörlük görevine soyunmuştur. Aykut Kocaman Aykut Kocaman (d. 5 Nisan 1965; Geyve, Sakarya), Türk eski millî futbolcu ve teknik direktör. Profesyonel futbol kariyerine 1984 yılında Sakaryaspor'da başlayan Kocaman, ardından 1988 Fenerbahçe'ye transfer olarak olmuş ve bu takımda 3 defa Süper Lig gol kralı olarak büyük başarıya imza atmıştır. 8 sezon Fenerbahçe'de başarıyla oynadıktan sonra 1996 yılında İstanbulspor'a transfer olmuş, 2000 yılında futbolu bırakmıştır. Süper Lig'de attığı gollerle 100'ler kulübüne girip, toplamda 200 gol atarak Süper Lig tarihinin en golcü 5. futbolcusu olmuştur. 1 kez Türkiye U-21, 15 kez de Türkiye A millî takım olmak üzere 16 kez millî formayı giymiş, bu maçlarda bir gol atmıştır. 2000 yılında futbolu bırakan Aykut Kocaman, İstanbulspor'da teknik direktörlüğe başlamıştır. Öncelikle sırasıyla; Malatyaspor, Konyaspor ve Ankaraspor takımlarını çalıştırmıştır. Ardından 2009-2010 sezonunda Fenerbahçe'de sportif direktör olarak görev yapmıştır. "(Dönemin teknik direktörü Daum'dur )" 2010-2011 sezonunda Fenerbahçe teknik direktörlüğüne getirilmiştir. Daum ile son dakikada kaçan şampiyonluk sonrası, Fenerbahçe Spor Kulübü yöneticileri futbol takımını Aykut Kocaman'a emanet etme kararı aldılar. Fenerbahçe, Aykut Kocaman yönetiminde ilk resmi maçına UEFA Şampiyonlar Ligi eleme turunda Young Boys deplasmanında çıktı. Maç, Fenerbahçe'den Emre Belözoğlu, Miroslav Stoch; Young Boys'tan Emiliano Ariel Dudar, Moreno Costanzo'nun karşılıklı golleriyle 2-2 berabere bitti. İstanbul'da oynanan rövanş maçında Young Boys, deplasmanda Fenerbahçe'yi Henri Bienvenu'nün 40. dakikada attığı golle 0-1 geçerek Fenerbahçe'yi eledi. Bu sonuçla birlikte UEFA Şampiyonlar Ligi'nden elenen Fenerbahçe, UEFA Avrupa Ligi eleme turunda PAOK Saloniki ile eşleşti. Aykut Kocaman, Süper Lig'de Fenerbahçe'nin başında ilk maçına Antalyaspor mücadelesiyle çıktı. Kadıköy'de oynanan mücadelede Fenerbahçe, Antalyaspor'u 4-0 mağlup etti. Aykut Kocaman yönetimindeki Fenerbahçe, Antalyaspor maçı sonrası UEFA Avrupa Ligi eleme turu maçında PAOK ile karşılaştı. Yunan temsilcisi, Yunanistan'da Fenerbahçe'yi 1-0 mağlup etti. Paok mağlubiyeti sonrası Trabzonspor deplasmanına giden Fenerbahçe, Trabzon'da Şenol Güneş'in takımına 3-2 mağlup oldu. Fenerbahçe, Trabzonspor mağlubiyeti sonrası Kadıköy'de Paok ile eleme turunun rövanşında karşılaştı. 50. dakikada Emre Belözoğlu'nun attığı golle durumu 1-0'a getirip maçı uzatan Fenerbahçe, 110. dakikada Zlatan Muslimovic'in golüne engel olamadı ve UEFA Avrupa Ligi'nden de elendi. Paok'a elenen Fenerbahçe, Süper Lig'in üçüncü haftasında Manisaspor'u konuk etti ve maçtan 4-2 galip ayrıldı. Kocaman'ın öğrencileri bir sonraki hafta Kayserispor deplasmanına gittiler ve 2-0 mağlup oldular. Fenerbahçe, ligin 5. haftasında Aykut Kocaman yönetiminde ilk kez bir derbi maçına çıktı. Kadıköy'de Beşiktaş ile oynanan mücadele Mamadou Niang ve Guti'nin karşılıklı golleri ile 1-1 berabere bitti. Derbi karşılaşmasından sonraki hafta Kasımpaşa SK ile Ali Samiyen Stadyumu'nda oynayan Fenerbahçe, rakip ağlara 6 gol bırakarak maçı 2-6 kazandı. Kasımpaşa maçını rahat kazanan Fenerbahçe, ligin yedinci haftasında Gençlerbirliği'ni konuk etti ve rakibini 3-0 yendi. Bir sonraki hafta Konyaspor deplasmanına giden Fenerbahçe, bu deplasmandan da 1-4 galip ayrıldı ve iyi gidişini sürdürdü. Üç hafta üst üste galibiyet serisi yakalayan Fenerbahçe, ligin dokuzuncu haftasında ezeli rakibi Galatasaray'ı konuk etti. Maç golsüz eşitlikle sonuçlandı. Derbide Galatasaray ile puanları paylaşan Fenerbahçe futbol takımı, bir hafta sonra Bursaspor deplasmanına gitti. Maç, Semih Şentürk ile Ivan Ergic'in karşılıklı golleriyle berabere bitti. Galatasaray ve Bursaspor maçlarından beraberlikle ayrılan Fenerbahçe, 11. hafta Kadıköy'de Eskişehirspor'u 4-2 mağlup ederek iki hafta aradan sonra galibiyet elde etti. Eskişehirspor galibiyeti sonra Ziraat Türkiye Kupası'nda MKE Ankaragücü deplasmanına giden Fenerbahçe, Ankara'da rakibine 4-2 mağlup oldu ve kupaya mağlubiyet ile başladı. 4-2'lik Ankaragücü yenilgisi sonrası Gaziantepspor deplasmanına giden Fenerbahçe, 18. dakika 0-1 öne geçtiği maçta 78 ve 85. dakikada yediği goller ile 2-1 mağlup oldu. Bir sonraki hafta Kadıköy'de Bucaspor'u konuk eden Fenerbahçe rakibini 5-2 mağlup etti. Farklı Bucaspor galibiyeti sonrası 14. hafta İstanbul Büyükşehir Belediyespor deplasmanına giden Fenerbahçe 33. dakikada Alex'in attığı golle 0-1 galip geldi. İki hafta üst üste galibiyet ile ilerleyen Fenerbahçe, 15. hafta konuk ettiği Kardemir Karabükspor'u 2-1 mağlup ederek galibiyet serisini üç maça çıkardı. Karabükspor galibiyeti sonrası Ankaragücü deplasmanına giden Fenerbahçe, rakibine 2-1 mağlup oldu ve galibiyet serisi sona erdi. İlk yarının son maçında Sivasspor'u ağırlayan Fenerbahçe, maçı Alex'in frikik golüyle 1-0 önde tamamladı. Ligde ilk yarı tamamlandığında Fenerbahçe 33 puandaydı ve lider Trabzonspor'un 9 puan gerisindeydi. Lige verilen arada Türkiye Kupası'nda mücadele eden Fenerbahçe, Kadıköy'de Bucaspor'u ağırladı ve 2-3 mağlup oldu. Bucaspor yenilgisi sonrası kupada Malatyaspor deplasmanına giden Fenerbahçe Malatya'da rakibine 2-1 mağlup oldu ve kupada çıktığı 3 maçta da galibiyet alamadı. İkinci yarının ilk lig maçında Antalyaspor deplasmanına giden Fenerbahçe Gökhan Gönül'ün golüyle 0-1 galip geldi ve ikinci yarıya galibiyet ile başladı. Kupada üç maçtır kazanamayan Fenerbahçe, dördüncü maçta Gençlerbirliği'ni konuk etti ve 2-1 mağlup etti. Böylece kupada ilk ve son kez galibiyet almış oldu. C grubunu 3 puan
la son sırada bitirerek gruptan çıkamadı. Ligin 19. haftasında lider Trabzonspor'u konuk eden Fenerbahçe, 20. dakikada Diego Lugano'nun ve 23. dakikada Mamadou Niang'ın golleriyle 2-0 galip geldi. Böylece lider Trabzonspor ile puan farkını 4'e indirdi. Ligde üst üste üç hafta kazanma başarısını gösteren Fenerbahçe, 20. hafta Manisaspor deplasmanında 1-3 kazanarak galibiyet serisini 4 maça çıkardı. Bir sonraki hafta Kayserispor'u ağırlayan Fenerbahçe, bu maçı da 2-0 kazandı ve seriyi 5 maça çıkarmış oldu. Seri galibiyetlerle ilerleyen Fenerbahçe, ligin 22. haftasında ezeli rakibi Beşiktaş'a konuk oldu. 5. dakikada Necip Uysal'ın kendi kalesine attığı golle 0-1 öne geçen Fenerbahçe, 43'te Ekrem Dağ, 50'de İbrahim Toraman'dan yediği gollerle 2-1 geri düştü. 65, 72 ve 75. dakikalarda Alex de Souza'nın ayağından bulduğu gollerle birlikte maçı 2-4 kazandı. Seri galibiyetler ile form yakalayan Fenerbahçe, Beşiktaş maçı sonrası evinde konuk ettiği Kasımpaşa SK'u 2-0 mağlup etti ve Trabzonspor'un evinde Kayserispor ile 3-3 berabere kalmasıyla birlikte liderliğe yükseldi. Üst üste galibiyetler ile liderlik koltuğunu ele geçiren Fenerbahçe, 24. hafta Gençlebirliği deplasmanından 2-4 galip ayrıldı ve galibiyet serisini 8 maça yükseltti. 25. haftada Konyaspor'u ağırlayan Fenerbahçe, bu maçtan da 2-0 galip ayrıldı. Ligin 26. haftasında Türk Telekom Arena'da ilk Galatasaray-Fenerbahçe derbisi oynandı. Maça etkili başlayan Galatasaray, 14. dakikada Colin Kazım Richards'ın ayağından bulduğu golle öne geçti. Fenerbahçe 75 ve 87'de bulduğu gollerle maçı çevirdi ve 1-2 galip geldi. Böylece galibiyet serisi 10 maça çıkmış oldu. Fenerbahçe, Galatasaray maçından bir hafta sonra Bursaspor'u ağırladı ve maç golsüz eşitlikle sonuçlandı. Bu sonuçla birlikte Trabzonspor yeniden lider oldu. Bir sonraki hafta Eskişehirspor deplasmanına giden Fenerbahçe, 1-3'lük galibiyet ile lider Trabzonspor'u takibini sürdürmeye devam etti. 29. hafta Gaziantepspor'u konuk eden Fenerbahçe, 90 dakika boyunca gol bulamadı. Uzatmalar oynanırken 90+5'te André Santos'un ayağından bulduğu golle maçı 1-0 kazandı. Gaziantespor galibiyeti sonrası Bucaspor deplasmanına giden Fenerbahçe, deplasmanda 3-1'ten dönerek maçı 3-5 kazandı. Aynı hafta Trabzonspor'un Eskişehirspor'la golsüz berabere kalmasıyla birlikte ligin sonuna 4 hafta kalmışken liderliğe yükseldi. Lider Fenerbahçe, 31. hafta İBB'yi konuk etti ve 2-0 galip geldi. 32. hafta Kardemir Karabükspor deplasmanına giden Fenerbahçe, 66. dakikada Lugano'nun attığı tek golle maçı 0-1 kazandı ve ligin bitimine iki hafta kala liderliği sürdürdü. Bitime iki hafta kala Ankaragücü'nü Kadıköy'de konuk eden Fenerbahçe, Alex'in 5 gol attığı maçta rakibini 6-0 mağlup etti ve ligin son haftasına lider girdi. Bu galibiyet ile birlikte Fenerbahçe, Aykut Kocaman yönetiminde ligde çıktığı son 17 maçtan 16 galibiyet 1 beraberlik ile ayrılmış oldu. Son hafta Sivasspor deplasmanına giden Fenerbahçe, deplasmanda 3-4 galip geldi ve puanını 82 yaptı. Trabzonspor ise Karabükspor'u deplasmanda 0-4 mağlup edip 82 puana ulaştı. Fakat Fenerbahçe, deplasmanda 3-2 mağlup olduğu Trabzonspor'u evinde 2-0 yenip ikili averajda üstün geldiği için şampiyon olan taraf oldu. Trabzonspor ligi 82 puanla 2. sırada tamamlarken, aynı puanda tamamlayan Fenerbahçe 2010/2011 şampiyonu oldu. Şenol Güneş'in yönettiği Trabzonspor'u saf dışı bırakarak 2010/2011 kupasını kaldıran Fenerbahçe, Aykut Kocaman yönetiminde ilk şampiyonluğuna ulaşmış oldu. Kulüp tarihinde de 18. şampiyonluğunu kazandı. Fenerbahçe Teknik Direktörü Aykut Kocaman, sarı lacivertli kulüpte en fazla galip gelen teknik direktör olma unvanını yakaladı. Süper Lig'de Fenerbahçe'nin başında 39 maça çıkan Aykut Kocaman; 30 galibiyet, 5 beraberlik ve 4 mağlubiyet ile yüzde 76.9'luk bir galibiyet oranı elde etti. 1995-1996 sezonunda Fenerbahçe'yi şampiyon yapan Carlos Albeto Parreira, 38 maçta 28 galibiyet, 6 beraberlik ve 4 yenilgiyle yüzde 76.4'lük bir galibiyet oranı yakalamıştı. 2012 senesinde Fenerbahçe'nin 28 yıllık Türkiye Kupası hasretine son vermiştir. 2013 yılında ligi 2.sırada bitirmiş olup Türkiye Kupası'nı bir kez daha müzesinde götürmüştür. Bu dönemde en büyük başarısını da 2012-13 UEFA Avrupa Ligi'n de takımı yarı finale çıkararak yaşamıştır, bu Fenerbahçe tarihinin en büyük Avrupa başarılarından biridir. 2012-2013 yılında takımıyla beraber 64 resmi maça çıkmış olup bu anlamda da bir rekor sahibidir. 2010-2011 sezonunda son 18 maçın 17'sini kazanan takımın teknik direktörüdür. Fenerbahçe tarihinde üst üste 108 lig maçında takımın başında çıkarak bu dalda rekoru elinde bulunduran teknik direktör olmuştur. Göreve gelişinin 3. sezonunun 9. haftasına kadar takımı evinde yenilmemiştir. 29 Mayıs 2013 tarihinde Fenerbahçe'den istifa etmiş ve istifası yönetim tarafından kabul edilmiştir. 27 Ekim 2014 itibarıyla Torku Konyaspor'la anlaşmaya varmış, 8 yıl aradan sonra Konyaspor'un başına geçmiştir. Konyaspor'la 2015-2016 sezonu 3. bitirerek Konyaspor tarhinde ilk kez Avrupa Ligine katılmaya hak kazanmıştır. 66 puan toplamıştır ve bu Konyaspor tarihinin en yüksek puanıdır. 2016-2017 sezonunda takımı ligde pek bir varlık gösteremese bile Ziraat Türkiye Kupası'nda finalde Başakşehir'i penaltılarda yenmiş ve Konya şehrine ilk kez kupa getirmiştir. Sezon sonunda Konyaspor ile olan sözleşmesini karşılıklı anlaşarak fesh etmiştir. 16 Haziran 2017'de Fenerbahçe ""YUVANA HOŞ GELDİN AYKUT KOCAMAN"" başlığı ile Aykut Kocaman ile anlaşıldığını duyurmuştur. Aykut Kocaman, Arzu Kocaman ile evli olup Ekin ve Yağmur adında 2 kız çocuğu vardır. Aykut Kocaman her zaman kibar bir insan ve gerçek bir profesyonel olarak adlandırılır. Barış Tut tarafından kaleme alınan ve Aykut Kocaman'ı konu alan "Kocaman Bir Adam Sıradışı Bir Teknik Direktörün Portresi" isimli kitap 2004 yılında yayınlanmıştır. Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısı ""Aykut Kocaman, bu ülkenin futbol çölünde bir vahadır"" cümlesiyle başlar. Haşim Şahin 2001 yılında ilk kez yayımladığı "Kral ve İmparator" adlı kitabında Aykut Kocaman ve Oğuz Çetin'in yaşamlarını anlatmıştır. Kitabın ikinci basımı 2011 yılında yayımlanmış olup Aykut Kocaman ağırlıklıdır. Adrian Ilie Adrian İlie (d. 22 Nisan 1974 Craiova, Romanya), Rumen eski millî futbolcudur. Türkiye'de Galatasaray ve Beşiktaş formalarını giyen İlie, Romanya millî futbol takımı formasını da 10 yıl boyunca giymiştir. Beşiktaş'tan sonra Zürich takımına transfer olmuş bu takımda kısa bir süre futbol oynadıktan sonra dizinden geçirdiği bir sakatlık sonrası 31 yaşında futbolu bırakmıştır. Şu anda Romanya 2. lig takımlarından Forex Braşov'un sahibidir.Bir derbi maçında Beşiktaş'a 3 gol birden atarak tarihe geçmiştir. Kardeşi Sabin Ilie ise Fenerbahçe'ye büyük umutlarla gelip beklenen başarıyı yakalayamamıştır. İlk millî maçı 7 Mart 1997'de Faroe Adaları'na karşıdır. 2009 yılında futbola geri dönmek istemiş ve Rusya'nın Terek Groznıy takımıyla görüşmeler yapmıştır. Fakat yapılan sağlık kontrollerinin ardından anlaşmadan vazgeçilmiştir. Kadın üreme organları Kadın üreme organları (genital organlar), kadınlardaki cinsel organlardır. İç genital organlar kadın iskeletinde bacakların hemen üzerinde yer alan leğen kemikleri ve bel kemiği tarafından oluşturulan kemik çatının (pelvis) içinde koruma altına alınmışlardır. Kadın üreme organlarının bazıları büyük bazıları da küçük anatomik yapıya sahiptir. Vulva olarak adlandırılan dış cinsel organlardan bazıları; dış dudaklar (büyük dudaklar), venüs tepesi (mons pubis), iç dudaklar, klitoristir. Kadın dış genital organları vücudu örten cilt tabakasının bir devamıdır ve kadın iç genital organlarına giriş kapısını, bebeğin doğduğu "doğum kanalından" çıkış kapısını oluştururlar. Dış genital organlara topluca vulva adı verilir. İç genital organlar penisi içine kabul eden vajinayla başlar, rahim içine giriş kapısı olan ve aynı zamanda sperm için bir depo görevi üstlenen rahimağzı ile, bebeğin büyüyerek geliştiği ve gebe olunmayan dönemlerde adet kanamasının oluştuğu rahim ile devam eder, buradan sağlı sollu rahimin her iki yanında boynuz gibi yer alan Fallop tüplerine uzanır ve her bir Fallop tüpü, uçlarında bulunan saçaklarıyla yumurtalıklarla yakın temas eder. Rahim Rahim,Dölyatağı veya Uterus memelilerde gebelik organı. Rahim, ucunda rahim ağzı (serviks) bulunan, yanlarda da boynuz şeklinde Fallop tüpleri yer alan, kasılma yeteneği güçlü kaslardan oluşan armut şeklinde bir yapıdır. Rahim içindeki boşlukta rahim iç tabakası (endometrium) yer alır. Dölyatağı, çeperleri kaslı içi oyuk bir organdır. Döllenmiş yumurtayı barındırmaya ve doğacak duruma gelince dışarı atmaya yarar. Dölyatağı, bağırsakların alt tarafında, göden bağırsağı ile sidik torbasının arasında, dölyolunun üstünde bulunur. Önden arkaya doğru yassı, 6–7 cm uzunluğunda kabataslak bir armut biçimindedir. Orta kısmının biraz altında "kıstak" denen bir boğumlanmayla iki kısma ayrılır. Alttaki kısma "boyun" denir, burası dölyoluna açılır. Daha büyük olan üst tarafı ise "gövde" adını alır. Buranın yukarı ve ön kısmı genellikle eğik durur. Üst kenarında, yani dibinde, her iki yanda değirmi bağ (tutunma organı) ile Fallop borusu yer alır. Fallop boruları, dölyatağı ile yumurtalıkları birleştirir. Dar bir oyuk şeklindeki dölyatağı boyun kısmındaki delikle dölyoluna açılır. Dölyatağının çeperi üç tabakadan oluşur: İç zar(endometrium), kalın kas(myometrium) ve dış zar(serosa) kısımlarından oluşur. Rahim, gebe olunmayan dönemde mandalina büyüklüğünde bir yapıdır ve ağırlığı yaklaşık 60 gramdır. Gebelikte rahim yaklaşık 3 kilogramlık bir bebeği içinde taşıyacak şekilde büyür ve doğum eylemi başladığında güçlü kaslarının kasılmasıyla, rahimağzının da gevşeyerek açılmasıyla bebeğin doğması sağlanır. Rahmin bilinen tek işlevi doğmamış bebeğin gelişmesini sağlayacak ortamı oluşturmak, bebeği dıştan gelebilecek darbelerden korumak (bu işlevi amniyos sıvısıyla elele yürütür) ve doğum eyleminde kasılarak bebeği dış dünyaya çıkarmak için anne adayının ıkınmalarıyla birlikte gerekli i
tici gücü oluşturmaktır. Menopoza giren bir kadında rahimin görevi de tamamlanmıştır ve boyutları giderek ufalır. Pırtımpırt Pırtımpırt veya kirtimburt, Kayseri'nin Develi ilçesine ait bir ev yemeğidir. Taze asma yapraklarının parçalanıp (pırtılıp) tencerede pişirilmesiyle ortaya çıkan hafif ekşili tat, yemeği diğer yeşil yaprak (ıspanak, pazı) yemeklerinden ayırır. Bir su bardağı nohut ve bir çay bardağı gendime (iri buğday, yarma) akşamdan ıslatılır. Suları değiştirilip ayrı tencerelerde haşlanır ve süzülür. Yarım kilogram asma yaprağı haşlanır. Kevgirle süzgece alınıp suyu süzülür ve ince ince doğranır. İki soğanın kabukları soyulup küp şeklinde doğranır. İki çorba kaşığı tereyağı tencerede eritilip soğan pembeleşinceye kadar kavrulur. Yarım kilogram kemikli et ilave edilip kavurmaya devam edilir. Bir çorba kaşığı domates salçası, bir kaşık suyla ezilip tencereye eklenir. Asma yaprağı, nohut ve gendime ilave edilip karıştırılır. Üzerine çıkacak kadar su eklenip kapağı kapalı olarak pişirilir. Sıcak olarak servis yapılır. Kâbe Kâbe (, "Kâbe-i Şerif", "Kâbe-i Muazzama" veya "Beyt-i Atik"), Mekke'de Mescid-i Haram'da yer alan ve İslam dininde en kutsal sayılan cami. İslâm dininin ilk ve en kutsal mekânı kabul edilir. Bu yapının etrafında Mescid-i Harâm bulunur. Kur'an'da Kâbe'nin İbrahim ve oğlu İsmail tarafından revaklarıyla inşa edilmiş olduğu belirtilir. Dünya'daki bütün Müslümanlar, nerede olurlarsa olsunlar, namazlarını Kâbe'ye dönerek kılarlar. Kâbe'nin olduğu yöne kıble denir. İslâm'ın beş temel şartından biri olan Hac sırasında Kâbe; farz olan ziyaret tavafı ve vacib olan veda tavafı ile en az iki kere tavaf edilir. Bunların dışındaki tavaflar ise sünnettir. Tavaf, (yukarıdan bakıldığında) saat yönünün tersine bir yönde Hacerü'l-Esved köşesinden başlayarak Kâbe'nin etrafında yedi tam tur yürümektir. Tavaf sırasında dönülen her bir tura ise şavt denir. Tavaf ayrıca Umre'nin de şartları arasındadır. Hac sırasında yaklaşık 6 milyon hacı toplanarak aynı gün tavaf yaparlar. Kâbe’nin de içinde bulunduğu alanı çevreleyen büyük mescide “Mescid-i Harâm” () denilmektedir. Kâbe'nin geniş duvar yapısı yaklaşık bir küp biçimindedir. Kabe'nin Kuzeydoğu duvarı 12,63 kuzeybatı duvarı 11,03 güneybatı duvarı 13,10 metre güneydoğu duvarı 11,22 metre ve yüksekliği 13 metredir. Böylece 145 m² alan üzerine kurulmuştur. Duvarlarında kullanılan taşlar Mekke tepelerindeki granit taşlardandır. Kâbe'nin içerisine ancak yılda iki defa (Ramazan ayı başlamadan ve Kurban Bayramı ile Hac ziyaretleri başlamadan yaklaşık 15 gün önce) "Kâbe'yi temizleme töreni" adı verilen törenle Kâbe'nin anahtarını geleneksel olarak ellerinde tutan Beni Şeybe kabilesi mensupları ve seçilmiş misafirler girebilmektedir. Kâbe kapısı zeminden yüksekte olduğu için özel bir tekerlekli merdiven kullanılarak girilir. Kâbe'nin tavanı ahşaptır. Tabanı mermer ve kireçtaşı kareler ile kaplıdır. Tavana kadar iç duvarlarının alt yarısı mermerle kaplı olup bu mermer duvar üstüne üzerine Kur'an'dan ayetler kazılmış olan mermer tabletler konulmuştur. İç duvarların üst tarafı üzerinde altın işleme ile Kur'an ayetleri bulunan bir yeşil bez ile kaplıdır. Kâbe, tarih boyunca birçok değişikliklere maruz kalmıştır. Çeşitli dönemlerde kısmen ya da bütünüyle yeniden inşa edilmiştir. Kâbe'nin ilk olarak Adem tarafından yapıldığına ancak ondan geriye sadece temellerinin ayakta kaldığına inanılır. Kur'an'a göre İbrahim ve İsmail peygamberler tarafından temelleri yükseltilmiştir. İslam'dan önce Kâbe'de pagan Araplar tarafından kutsal sayılan 360 tane put bulunmaktaydı. Bunların en büyüğü en güçlüsü Al-İlâh'ın Güneş'le evli olup Al-Uzza, Al-Menat ve Al-Lât adlı üç kızı olduğuna inanılırdı. Putların yanı sıra İbrahim, İsmail, İsa ve Meryem'in figürlerinin de yer aldığı kaydedilmiştir. Muhammed zamanında Kâbe Müslümanların kontrolüne geçti ve bütün putlar kaldırıldı. Kabe bugün 16 metrelik yüksekliğe sahiptir. Ancak Mekke’'nin fetih günü Muhammed'in damadı Ali’yi omuzlarına çıkarıp onun da Kâbe’nin üzerindeki putları aşağı indirip kırdığına dair hadise dayanarak 630 yılında yüksekliğinin günümüzdekinden daha alçak olduğuna inanılır. Muaviye'nin ölümü sonrasında çıkan Yezid ve İbn-i Zübeyr savaşında Kâbe, mancınık atışından isabet alarak yıkılmış ve yanmıştı. İsabet alan karataş üç parçaya bölünmütür. İbn-i Zübeyr, Kâbe’yi yıkıp yeniden inşa etti. I. Mervan döneminde ise Kâbe eski haline döndürüldü. 929'da Büyük Karmat generali Ebu Tahir Mekkeyi zabtederek Kabe'yi yağmalamış ve Kabe hazinesi ile birlikte Karataş'ı alıp götürmüştür. Taşın bir kısmı 951'de geri getirilerek yerine konulmuştur. Kâbe'nin etrafını çeviren ve Kâbe yüksekliğini aşmayan kubbeli yapı (revaklar), eskilerinin etrafına, Osmanlı Padişahı II. Selim zamanında yapılmış, planlarını Mimar Sinan hazırlamıştır. I. Süleyman tarafından onarılan Kâbe, beşinci onarımını I. Ahmed döneminde görmüş, IV. Murad döneminde yine sel baskını sonucu yıkılmış ve yeniden onarılmıştır. Kâbe'nin içinde dokuz adet oyma, bir adet altın kabartma ayet, işlemeli tahta bir sandık, oymalı ve içinde tütsü yakılan tarihi bir ocak, metal zemzem testileri ve kandiller bulunmaktadır. Kâbe, Müslümanların "namaz" ibadetleri sırasındaki yöneldikleri kıbledir. Hanefi mezhebine göre Kâbe ve onun üzerinden semaya doğru olan boşluk kıbledir, Şafii mezhebine göre sadece Kâbe'nin bina kısmı kıbledir. İslam'ın şartlarından olan Hac ibadeti Kâbe ziyaretini ve tavafını da kapsar. Sri Chandrasekharendra Saraswathi Doğuşundaki adı Sri Swaminathan olan Sri Chandrakesharendra Saraswathi Mahaswamigal (1894 Villupuram - 1994 Kancheepuram). Tindivanam'da çalışırken zahitlik (ascetic) tarikatına girdi ve hindu azizi ve Advaita Vedanta ekolünün tarihteki en önemli sözcüsü Sri Şankaraçarya'nın kurduğu Kanchi Kamakoti Math manastırının 68. Açaryası unvanını aldı ve kendisine sanyasa ismi Sri Chandrakesharendra Saraswati ismi verildi. Sri Chandrasekharendra'nın başta gelen ilgisi Vedaların, geleneğin ve dharmanın korunmasıdır. Sadeliği, şatafattan gösterişten ve israftan kaçınmayı savundu. 8 Ocak 1994'de 100 yaşındayken Kancheepuram'da öldü. Morphy savunması Ruy Lopez'in en sık kullanılan ve de sağlam olan devam yoludur. 1.e4 e5 2.Af3 Ac6 3.Fb5 a6 4.Fa4 Af6 5.o-o Axe4 6.d4 Ad6 7.Fxc6 dxc 8. dxe Af5 9.Vxd8+ Şxd8 10.Ac3 ... şeklinde devam eden varyanttır. 1.e4 e5 2.Af3 Ac6 3.Fb5 a6(morphy savunması) 4.Fa4 Af6 5.0-0 Fe7 6.Ke1 b5 7.Fb3 0-0 8.c3 d5(marshall gambiti ilk olarak Frank j. Marshall tarafından Jose R. Capablanca'ya oynanmıştır)9.ed Ad5 10.Ae5 Ae5 11.Ke5 c6 12.d4 Fd6 13.Ke1 Vh4 14.g3 Vh3 15.Fe3 fg4 v.s. den oluşmaktadır.Burada siyahlar Kfe8-e6-h6 diğer kaleyi de Ke8-e6-g6 vb. şekilde getirip piyon fedası sayesinde beyazın şah kanadına çok baskılı bir oyun oynarlar. Swami Rama Swami Rama (1925 - 1996). Uttar Pradesh'de eğitimli bir Brahmin ailesinde doğan Swami Rama'nın çocukluğu Himalayaların eteklerindeki Bengalli bir büyük yogi ve azizin yanında geçti. Gençliğinde Himayalaların geleneksel manastırlarında yoga ilmi ve felsefesinin çeşitli disiplinlerini tecrübe etti. Yüksek eğitimini Prayaga, Varanasi ve Oxford üniversitesinde tamamladı. Yirmi dört yaşında Güney Hindistan'da Karvirpitham'ın Şankaraçaryası oldu. On bir aylık yoğun bir meditasyon sürecinin sonunda Doğu öğretilerini Batı'ya taşımaya karar verdi ve üstadının teşvikiyle Batı felsefesi ve psikolojisini çalışmaya ve Batı üniversitelerinde Doğu felsefesini öğretmeye karar verdi. Londra'da tıbbi danışman olarak çalıştı ve Moskova'da parapsikolojik araştırmalara eşlik etti. Daha sonra bir klinik ve aşram kuracağı Rishikesh'e (Hindistan) döndü. 1960'da tıp fakültesinde lisansını tamamladı. Büyük bir merkez kurduğu Japonya'ya gitti. Üstadının isteğiyle 1969'da Amerika Birleşik Devletleri'ne gitti. Kansas Topeka'da Menninger Foundation'dan Dr. Elmer Green'in daveti üzerine onun başında bulunduğu ve istem dışı durumların iradeyle kontrolüne dair bilimsel araştırmalara danışman olarak katıldı ve kendi yoga tecrübesini bilim adamlarına gösterdi. Kalp atım sayısı ve vücut sıcaklığı gibi istem dışı beden faaliyetlerinin yoga ilmi yoluyla kontrol edilebileceğini bilim adamlarının gözleri önünde sergiledi. Bunu yapma amacını şu şekilde açıklamıştır: ""Ben bunları bir büyücü veya insanüstü bir varlık olduğumu göstermek amacıyla değil zihnin kalp ve akciğerler gibi istem dışı denilen kasları da dahil beden fonksiyonlarını kontrol edebileceğini göstermek için yapıyorum. Bunlar çoğu psikosomatik rahatsızlıkların da gelişmesine neden olan otonom sinir sisteminin kontrolü yoluyla gerçekleşmektedir."" Swami Rama 1971'de "Himalayan International Institute of Yoga Science and Philosophy"'yi kurdu. Enstitü yoga ve meditasyonun çeşitli yönlerini öğretmek amacıyla kurulmuş gönüllü bir organizasyondur. Swami Rama yazdığı kitaplarla da bu antik geleneğin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. 1996 yılında kendisinden sonra yerine herhangi bir halef bırakmadan bu dünyaya gözlerini yuman Swami Rama, ardında bıraktığı kitaplar ve öğrencileriyle antik yoga'nın daha doğru anlaşılması yönünde hizmet etmeye devam etmektedir. Yümni Sezen Yümni Sezen (d. 1938, Birecik), din sosyoloğu, akademisyen. Doğduğu şehir olan Birecik'te ilk ve ortaokul öğrenimini yaptıktan sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-78 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör unvanlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Evli ve üç k
ız babasıdır. Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmi sosyoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. QDOS QDOS (Quick and Dirty Operating System) Seattle Computer Products (SCP) şirketinin Intel 8086 işlemcili makinaları için 1980 yılının ortalarında Tim Paterson tarafından dört ayda yazılmış 16-bit işletim sistemidir. İbrahim Tatlıses İbrahim Tatlıses (d. 1 Ocak 1952, Şanlıurfa), ya da asıl adıyla İbrahim Tatlı, Türk şarkıcı, besteci, yapımcı, oyuncu, televizyon programcısı, iş adamı. İbrahim Tatlıses, müzik kariyerinin dışında, gıda, inşaat ve arama kurtarma sektörlerine de çeşitli yatırımlar yapmıştır. Örneğin, bunlardan, "Tatlıses Çiğköfte" hala devam etmektedir. "Ayağında Kundura" türküsü ile ünlenen Tatlıses, günümüze kadar otuzdan fazla albüm çıkardı, birçok filmde oyuncu ve yönetmen olarak görev aldı ve 19 yıl süren "İbo Show"da sunuculuk yapmıştır. Tatlıses, Türkiye'nin yanı sıra Yunanistan ile Orta Doğu'da da tanınmaktadır. Müzik, televizyon ve sinemanın yanında İbrahim Tatlıses'in gıda, turizm, inşaat, iletişim (TV kanalı, radyo istasyonu), ulaşım gibi birçok alanda yatırımı bulunmaktadır. 14 Mart 2011 tarihinde program çıkışı uğradığı silahlı saldırıdan ağır yaralı olarak kurtuldu. Tatlıses doğduğunda babası cezaevinde bulunmaktaydı. Hiçbir zaman okula gitmemiştir. Daha sonra neden okuyamadığı sorulduğunda "Urfa'da sanki Oxford vardı da biz mi gitmedik" yanıtını vermiştir. Çocuk yaşlarda çalışmaya başlamıştır: su satmış, çığırtkanlık yapmıştır. İnşaatlarda soğuk demir ustalığı yapmıştır. İnşaatta türkü söylerken Adanalı bir sinemacı tarafından keşfedildi. İlk başlarda Adana'da daha sonra Ankara'ya gelerek burada gazinolarda, pavyonlarda sahne aldı. 1974'te Ankara'daki Kınalı Pavyon'da söylediği "Ayağında Kundura" ile ünlenerek önce Ankara Radyosu'na, sonra da bir yılbaşı gecesi televizyona çıktı. 70'li yılların ortalarına doğru İstanbul'a geçerek burada sahne almaya başlamıştır. Burada, kendisine soyadını veren müzisyen Yılmaz Tatlıses ile tanıştı. "Kara Kız" ile "Beni Yakma Gel Sevdiğim" adlarında 45'likler ile müzik dünyasına giriş yaptı. 30 Haziran 1976 tarihinde dışarıdan bitirdiği ilkokulun diplomasını Kilis'teki Kartalbey İlkokulu'ndan almıştır. 1978 yılında "Ayağında Kundura-Ceylan" filmiyle sinema sektörüne giriş yaptı. 1979 yılında "Kara Yazma" filminde Perihan Savaş ile rol almıştır. 1983'te Derya Tuna ile "Günah" filminde oynadı. 1987'de Tatlıses Müzik'i kurdu. 90'larda ünü, Yunanistan ve Orta Doğu'ya kadar genişledi. 1997'de İdobay Müzik'i kurdu. İbrahim Tatlıses aynı zamanda yönetmen, oyuncu, senarist, söz yazarı, köşe yazarı, besteci, programcı ve şarkıcı kimliğiyle de tanınmıştır. İbrahim Tatlıses'in sahip olduğu şirketler; gıda, film, yapım, turizm, havacılık ve yayıncılık grubu dallarında faaliyetlerini sürdürmektedir. 10 Mart 2008 tarihinde Neden adlı albümünü Mayıs 2009 da ise Yağmurla Gelen Kadın adlı albümünü piyasaya sürmüştür. Ayrıca bu albümde çok konuşulan ve tartışılan "Şemmame" adlı Kürtçe türkü de bulunmaktadır. 2009'da yıllarca söz ve beste aldığı sanatçı Yıldız Tilbe ile müzikal olarak tüm bağını kopardığını açıklamıştır. 2010 yılında son albümü Hani Gelecektin'i piyasaya çıkardı. İbrahim Tatlıses, müzik kariyerinin yanında, gıda, inşaat ve seyahat sektörlerine girerek çeşitli yatırımlar yapmıştır. Bunlardan "Tatlıses Çiğköfte" halen faaliyet göstermektedir. "Tatlıses TV", İbrahim Tatlıses'e ait müzik kanalıdır. Sonrasında Türksat'tan çıkmıştır. Yayın yeri ve stüdyoları Seyrantepe'dedir. Kendisine ait Uplink ile Türksat uydusuna çıkmıştır. Tatlıses TV'de Türkçe müzik ağırlıklı yayın yapıldığı gibi aktualite, magazin, şehir rehberi, talk showlar, siyaset programı gibi programlar da yayınlanmıştır. D-Smart platformundan, Türksat 2A uydusundan yayın yapmıştır. Bir dönem Digiturk, Kablo TV ve karasal yayın yapmıştır. Borçlarını ödeyememsi nedeniyle 5 Eylül 2014 tarihinde yayın hayatına son vermiştir. İbrahim Tatlıses; 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimlerinde Genç Parti'den İstanbul 3. Bölge 1. sıradan milletvekili adayı olmuş, partisi barajı aşamayınca milletvekili seçilememiştir. Tatlıses 2011 Türkiye genel seçimlerinde önce Adalet ve Kalkınma Partisi'ne adaylık başvurusunda bulunmuş ancak bu partiden aday gösterilmemiştir. İbrahim Tatlıses bu seçimlerde Şanlıurfa'dan bağımsız milletvekili adayı olmuştur fakat sonradan adaylığını geri çekmiştir. İbrahim Tatlıses, ilk evliliğini Urfa'da Adalet Durak ile yaptı. Çiftin üç çocuğu oldu. 1979 yılında "Kara Yazma" filminde tanıştığı Perihan Savaş ile birlikteliği başladı. Savaş'la evliliğinden Melek Zübeyde adında bir kız çocuğu oldu. 9 Ağustos 1984 tarihli gazetelerde yer alan haberlerde şu belirtildi: "İbrahim Tatlıses tarafından kaçırıldıktan sonra yedi saat boyunca dövüldüğünü ileri süren film oyuncusu Perihan Savaş, savcılığa başvurarak Tatlıses'in ruh hastası olduğunu söyledi ve tutuklanmasını istedi. Savaş'ın gözünün morarmış, sol kaşının da patlamış olduğu görüldü. Tatlıses polisteki sorgusunda "Savaş çocuğumun annesidir. Sağda solda dolaşmasını bir erkek olarak gururuma yediremedim" ifadelerini kullanmıştır. Savaş, sonrasında Tatlıses ile olan ilişkisini bitirdi. 1983'te "Günah" filmini çekerken tanıştığı Derya Tuna'yla ilişkisinden "İdo" (İbrahim) adında bir oğlu oldu. İbrahim Tatlıses, 27 Eylül 2011'de Ayşegül Yıldız'la hastanede evlendi. Çiftin nikahını Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül kıyarken, Fatih Terim de nikah şahidi oldu. 29 Kasım 2013 tarihinde Ayşegül Yıldız ile boşandı.İbrahim Tatlıses'in Ayşegül Yıldız ile olan evliliğinden Elif Ada isimli bir kızı var. Ayrıca, Hülya Avşar'ın televizyon programına katılan Tatlıses'in oğlu İdo Tatlıses 7 kardeşinin olduğunu ifade etmiştir. 14 Mart 2011 gecesi Beyaz TV'de yayınlanan İbo Show programı çıkışında Maslak'ta uzun namlulu silahla açılan ateş sonucu kafasından yaralandı. Akabinde hastaneye kaldırılan Tatlıses, 6 saat süren ameliyat sonucu yoğun bakım ünitesine bağlandı. Doktorlar tarafından yapılan resmî açıklama şöyleydi; "Sanatçının hayatî tehlikesi var ama ilk başladığımız noktaya göre daha az." Saldırıda İbrahim Tatlıses'in asistanı Damla Buket Çakıcı da yaralanmıştır. Gri Fiat Linea marka arabadan yapıldığı öğrenilen saldırı hakkında geniş çaplı bir soruşturma başlatılmış, 16 Mart 2011 tarihi itibarıyla araç bulunmuştur. Suikastin bir numaralı zanlısı Abdullah Uçmak yakalanmıştır. İki hafta boyunca Acıbadem Maslak Hastanesi'nde yoğun bakımda kalan sanatçı, 28 Mart 2011 günü doktorlarının yaptığı açıklamaya göre yoğun bakımdan çıkarılmıştır, böylece hayati tehlikesi ortadan kalkmıştır. 6 Nisan 2011 tarihi itibarı ile ailesi tedavilerin Almanya da sürdürülmesi isteği ile Tatlıses'i Türkiye Cumhuriyeti'ne ait uçakla Almanya'ya götürmüşlerdir. Ağırnas, Melikgazi Ağırnas, Kayseri'de bir mahalledir. Mimar Sinan'ın doğduğu ev burada bulunmaktadır. Dehlizleri, mağaraları, yeraltı şehir kalıntılarıyla Ağırnas günümüzden en az 3000 yıl öncesinden insanların oturduğu anlaşılan bir yerleşim merkezidir. Ağırnasın geçmişi ile ilgili Selçuklular dönemine ait elimizde tarihi belgeler bulunmamakta, ama Osmanlı dönemine ait 1500 yılında yapılan tahrir defterine Ağırnasın Kayseride bulunan 9 nahiyeden biri olan Koramaz nahiyesine tabi, 53 hane hıristiyan (Gebran hane), 3 hane Müslüman, 2 adet değirmen 4 adet bezirhanesi bulunan ve 18 bin akçe vergi ödeyen hem nüfus hem de ekonomik yönden oldukça büyük bir köy olarak kaydedilmiştir. Kasaba nüfusunun %95 ini Rumlar teşkil etmektedirler. 1834 kayıtlarında Ağırnas'ta 145 hane Müslüman, 28 hane de hıristiyan yer almaktadır. 1875 yılı nüfus sayımında Ağırnas'ta 258 hanede 658 erkek nüfus bulunup bunların 138'i hıristiyan, 560'ı Müslümandır. Köy arazisinin kıraç ve volkanik olması tarım yapmaya ve bol verim elde etmeye musait olmayışı tarımın bir yıl yapılıp ikinci yıl ekilecek yerlerin nadasa bırakılması zorunlu olduğundan hatta yapılan tarımda verimin çok düşük en olumlu şartlarda bile bire beş veya bire yedi gibi ürün vermesi insanların geçimlerini temin etmek için başka meslek dallarına itibar etmelerine neden olmuştur. 16. ve 17. yy. Türkiye'den İngiltere'ye ihraç edilen mallara ait listenin ilk sırasında Ağırnas'ta dokunan kumaşlar yer almaktadır. Bilhassa ""Ağırnas boğası"" denilen ince yumuşak beyaz pamuklu bez başta İngiltere, Fransa ve Hollanda da çok aranan rağbet gören ticari mallar arasında görülmektedir. Burası 1923-2003 arası Taşören adını taşımış ve daha sonra yeniden eski adına dönmüştür. 1875 kayıtlarına göre Ağırnas'ta bulunan boyahanenin varlığından, çok sayıda el tezgâhlarının bulunduğu ve bu geçmiş yıllarda Ağırnas'ta el tezgâhlarında oldukça kaliteli ve bol miktarda kumaşın dokunup yurt dışına satıldığını bilinmektedir. El dokumacılığının dışında insanlar taş işleme, duvarcılık, nakkaşlık, boyacılık, sıvacılık gibi inşaat işçiliğini ve ustalığını oldukça benimsemişlerdir. 15 ve 16. yy. dan itibaren İstanbul, Kahire, Cezayir, Rodos, Girit, Kıbrıs, Şam, Halep, Kırım, Belgrad, Edirne gibi İmparatorluğun önemli merkezlerindeki tarihi binaların inşaatlarında bulunmuşlardır. Bu vesileyle çalıştıkları yerlerde gördükleri üstün maddi kültürel değerleride kendi köylerine intikal ettirmişlerdir. Mutfak zenginliği ev nefaseti, giyim kuşamdaki ince zevk ve zerafet kullanılan ev gereçlerinin zarif ve İstanbul benzeri imalattan oluşu konuşulan şivenin Kayseri'den çok farklı oluşu ve İstanbul ağzına yakın arı, duru, güzel Türkçe oluşu sosyal yapının gelişmesine sanat ve kültürün itibar örmesine sebep olmuştur. Kasabaya ilk okul 1876 da açılmış 1908'de Vali Muammer Bey ve Turanlı Yunus Bekir'in gayretleriyle Mustafa Ağırnaslı'nın yaptırmış olduğu okul bugün kütüphane olarak kullanılmaktadır. Ağırnas mahallesi 1889 da ilk kasaba okulu yapılmıştır. XviD DivX video sıkıştırma codec'inin ücretli hale getirilmesi üzerine, bu projeden ayrılanlar ve yeni katılanların oluşturduğu grubun ortaya cıkardığı alternatif codec. SourceForge üzerinden pay
laşılarak geliştirilen bu codec, kaynak kodunun açık ve ücretsiz olması nedeni ile kısa sürede DivX'ten daha popüler olmuş, çoğu otorite tarafından DivX'e oranla daha kaliteli olduğu belirtilmiştir. Günümüzde DivX olarak adlandırılan video dosyalarının birçoğu aslında XviD ile kodlanmıştır. Çanak yaprak Çanak yaprak (Kaliks), Sepal olarak da bilinir, bir çiçeğin en dış halkasını oluşturan, genellikle yeşil renkli yapraklardan her biri. Özellikle çiçeğin iç bölümündeki öbür organları korumakla görevli olan çanakyapraklar birbirleriyle bitişik ya da ayrı olabilir. Kloroplast organeli taşıdıklarından fotosentez yaparak çiçeğin beslenmesini sağlarlar. Senkron uzaktan eğitim Senkron uzaktan eğitim, uzaktan eğitimde eğitmen ve öğrencinin farklı mekanlardan iletişim teknolojilerini kullanarak eşzamanlı olarak etkileşime girmesi haline denir. Senkron eğitim; eğitmen ve katılımcıların sanal ortamda aynı anda, aynı ya da farklı mekânlarda bir araya geldiği, birbirleriyle etkileştiği, deneyim paylaşımında bulunduğu ve öğretim elemanlarının yönettiği çevrimiçi bir öğrenme eğitimdir. gibi yöntemleri kapsıyor. Öğrencilerin duyabilmeleri, görebilmeleri ve internet karşısında yapılan uygulamaları paylaşabilmeleri için birçok araç gerekmektedir. İletişime katılmak için belirtilen zamana uyulmak zorunda okunulduğundan daha az esnek bir seçenektir. Eş zamanlı sistemler, uzaktan öğrenicilere daha az izole edilmiş duygusu yaratarak, öğrenme grubundan enerji ilham almalarını sağlar. Uzaktan dil öğreniminde geri besleme önemli bir rol oynamaktadır. Eş zamanlı iletişim, anında geri beslemeye izin verir. Eş zamanlı iletişimde, bütün öğreniciler iletişime katılamadığı için esneklik kaybı olur. Bazı öğreniciler bir derse katılmak için sabit bir zamanın bulunmasını tercih ederken bazıları bunu çok kısıtlayıcı bulabilir. Uzaktan Eğitimde eğitmen ve öğrenci aynı anda etkileşime girerlerse buna senkron uzaktan eğitim zaman gecikmeli olarak etkileşime girerlerse buna asenkron uzaktan eğitim denir. Karma öğrenim kısaca yüz yüze eğitim (senkron eğitim) ve asenkron eğitimin karışımıdır. Bazı aktiviteler yüz yüze gerçekleştirilirken diğerleri sanal olarak gerçekleştirilir.  Senkron modelde (gerçek zamanlı), geleneksel eğitim yaklaşımı e-eğitimleri de kapsar. Bu modelde eğitmen (ya da mentor) ve katılımcı bir araya gelirler. Genellikle; her iki grup da aynı mekanda birbirleriyle etkileşerek deneyim paylaşımında bulunurlar. İnternet yoluyla yapılan senkron eğitimler ayrıca katılımcı için aynı anda farklı yerde olabilme seçeneğini de sunar. Geleneksel sınıf eğitimlerinden ve laboratuvarlardan sıkılmış ve farklılık arayan katılımcılar için bu bir tercih nedenidir. Bu eğitim metodu geleneksel sınıf, sanal sınıf, canlı ürün uygulaması (laboratuvar), etkileşimli sohbetler ve mentorluk (koçluk) gibi faktörleri içinde barındırır. Senkron eğitime sınıf ortamını webe aktaran: bir teknoloji olan Adobe Connect yapısı ile gene aynı işlev için kullanılabilecek DimDim programlarıdır. Senkron Eğitimin Dezavantajları Görsel Asenkron uzaktan eğitim Uzaktan Eğitim Nedir? Öğrenci ve öğretim elemanlarının farklı coğrafi mekanlarda olduğu, ders malzemesi aktarımı ve etkileşiminin teknolojiden yararlanılarak gerçekleştirildiği eğitim biçimidir.                 Uzaktan eğitim en yalın ifadesiyle, öğrenci ile öğretmenin aynı ortamlarda olmaması durumunda kullanılan bir eğitim teknolojisi olarak tanımlanabilir. E-öğrenme Öğrenme sürecinde İnternet, herhangi bir bilgisayar ağı veya bireyin çeşitli multimedya teknolojilerinden yararlanarak hem öğrenci hem de öğretici için mekan ve zaman bakımından esneklik sağlayan eğitim faaliyetidir. E-öğrenme hem bilgisayar ağı hem de bir ağa bağlı olmayan bilgisayarlardan yararlanarak yapılan eğitimi de içerdiği için hem çevrim içi öğrenmeyi hem de bilgisayar tabanlı öğrenmeyi(ağsız öğrenme) de kapsar. E-öğrenme üçe ayrılır: FARKLI ZAMANLI(ASENKRON) ÖĞRENME Asenkron olarak da bilinen bu model, bilginin önceden üretildiği ve depolandığı, daha sonra öğrencilerin dilediği zaman ve dilediği sayıda tekrarda erişebildiği bir uzaktan eğitim-öğretim şeklidir. Bu modelde bilgi, bilgisayarda dinamik olarak sürekli yenilenir, öğrenci sayfaları ziyaret ettiğinde izlenir, konu ile ilgili öğretici sorular yöneltilir ve otomatik raporlar oluşturulur. Bu modelde bilginin hazırlanıp bilgisayar ortamına depolanması iki şekilde olabilir: Asenkron uzaktan eğitim, öğrenciye tam anlamıyla zaman ve mekan bağımsızlığı sağlamaktadır. Öğrenci istediği zamanda istediği yerden ders içeriğine ihtiyacı olduğu sürece erişebilir. Bu uzaktan eğitim türünde daha çok öğrenci-içerik etkileşimi ön plana çıkmakta, öğrenci-öğretmen etkileşimi gecikmeli olarak yaşanmaktadır. Öğrenci içerikle ilgili sorularını e-posta veya forum yoluyla öğretmene iletir, belli süre aralıklarıyla cevaplanan bu soruların cevapları öğrencilere aynı yollarla iletilir. Çimyaprağı Çimyaprağı, "kotiledon" olarak da bilinir, bir tohumun embriyosunda bulunan tohum yaprağı. Embriyonlarında tek bir çenek bulunan çiçekli bitkilere bir çenekliler, iki çenek bulunanlara iki çenekliler denir. Açıktohumluların embriyonlarındaki çenek sayısı çok değişkendir; 8'den 20'ye kadar ya da daha çok olabilir. Ahmed Hulûsî Efendi Müftü Ahmed Hulûsî Efendi (d. 13 Eylül 1861- ö. 22 Kasım 1931), Türk Millî Mücadelesi'ne önemli katkıları olmuş olan bir Türk din adamıdır. İzmir, Yunan işgali altında iken Denizli’de 15 Mayıs 1919’da bir miting düzenlemiş ve “"İşgal edilen memleket halkının silaha sarılması dinî bir görevdir"” diye haykırıp, halkı ayaklandıran ilk kişi olmuştur. 13 Eylül 1861′de Denizli'nin Kayalık Mahallesi’nde doğdu. Babası, Osman Nuri Efendi, 1895 yılında vefat edene kadar Denizli müftüsü olarak görev yapmış bir din adamı, dedesi Veliyyüddin Efendi de devrinin Denizli'nin önde gelen müdderis ve bilim adamlarındandı. Denizli'de, Tekelizade Bekir Efendi'den aldığı ilkögretimden sonra öğretimine babası Osman Nuri Efendi'nin Kayalık Mahallesi'nde bulunan medresesinde devam etti. Mezuniyetinin hemen ardından babasının medresesinde hocalığa başladı. Osmanlı yüksek uleması hiyerarşisinde önemli bir konum olan "sahn müderrisliğe" kadar yükseldi. 1885 tarihinde babası Denizli Müftüsü Osman Nuri Efendi'nin yanında fahri müftü yardımcılığı göreviyle memuriyete başladı. 1910'da bu göreve asaleten atandı. Aslen müftü yardımcısı olduğu 1910 yılında Aydın Vilayeti İl İdare Meclisi üyeliğine seçilen Ahmet Hulusi Efendi, bir yıl süreyle Denizli sancağını temsil etti. Ağabeyi Mehmet Tahir Efendi'nin ölümü üzerine 1918'de yönetici, ulema, halk ve esnaf temsilcilerinin yaptığı seçim sonucu Denizli müftüsü olarak tayin edildi. Aynı yıl başlayan Denizli Millî Mücadele Hareketi'nde önemli rol aldı. 15 Mayıs 1919 günü tellallar ile halkı topladığı müftülük binasının önünde fetva veren Ahmet Hulusi Efendi ""Müftünüz olarak Cihad-i Mukaddes Fetuasını ilan ve tebliğ ediyorum. Elinizde hiçbir silahınız olmasa dahi üçer taş alarak düşman üzerine atmak suretiyle mutlaka fiili mukabelede bulununuz"" sözleriyle halkı ayaklandırdı. Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi'nin çabası millî teşkilâtlanmayı başlatmaktı. Bu çaba İstanbul Hükümetini tedirgin etti. Bu nedenle İstanbul'ca Denizli'deki bu millî hareketi engelleme girişiminde bulunuldu. Hulusi Efendi İstanbul hükümetin 1919`da Denizli Millî Heyetinin kaldırılması ve dağıtılması emrine karşı çıktı. 22 Kasım 1931'de yaşamını yitirdi. Seattle Computer Products Seattle Computer Products (SCP), Seattle, Washington'daki bir bilgisayar donanım firmasıydı. Tim Paterson'un, S-100 tabanlı hafıza kartlarındaki hataları düzeltmek için Haziran 1978 tarihinde iş başı yaptığı firmadır. SCP'nin Kasım 1979'da Microsoft BASIC ile pazarladığı Intel 8086 işlemcili bilgisayarlar için genel amaçlı 16-bit işletim sistemi olarak QDOS'u yazdığı yerdir. Temmuz 1981'de QDOS işletim sisteminin tüm haklarını satın alan Microsoft'un, bu ürünü gizlice IBM'e satmasını dava ederek 1986 yılında 1 milyon Amerikan Doları tazminat almıştır. Şu anda bilgisayar firmaları mezarlığındadır. Şansölye Şansölye, Roma İmparatorluğu mirası üzerinde kurulmuş çeşitli ülkelerde değişik zamanlarda değişik anlamlarda kullanılmış bir görev isimlendirmesidir. Bugün ise en bilinen manasıyla Almanya ve Avusturya'da (Türkiye'deki başbakanlığa denk düşen) hükümet başkanlığı makamıdır. Almanya Federal Cumhuriyeti'nin hükümet başkanıdır. Bakanları ve hükümet politikasının ana hatlarını belirler. Pratikte en güçlü Alman politikacıdır. Buna karşın protokolde devlet başkanı ve parlamento başkanından sonra üçüncü sırada yer alır. Almanya Federal Meclisi ("Bundestag") tarafından seçilir ve parlamentonun yasama dönemi süresince sadece güven oyu yoklaması sonucu görevden alınabilir. Almanya'nın şu anki şansölyesi Angela Merkel'dir (CDU). Şansölye ("Bundeskanzler") Avusturya'da federal hükümetin başı ve Avusturya Cumhuriyeti hükümet lideri olarak ülkenin en yetkili politikacısıdır. Almanya'dan farklı olarak Avusturya şansölyesinin bakanlar karşısında emir ve direktif yetkisi, hükümet politikasının ana hatlarını belirleme gücü yoktur. Anayasaya göre hükümetin diğer üyeleriyle yasal olarak eşit statüdedir. Bununla birlikte bakanların görevden alınması için devlet başkanına öneride bulunabilir. Ayrıca genellikle hükümet partisinin başı olarak pratikte önemli bir etkiye sahiptir. Şansölyenin atanması teorik olarak tümüyle devlet başkanının özgür tercihine bağlıdır. Pratikteyse Ulusal Konseydeki (Nationalrat) çoğunluk ilişkilerinin dikkate alınması gerekir. Şansölye devlet başkanına atanacak diğer hükümet üyelerini önerir. Yemin töreniyle birlikte gerek hükümet, gerekse de şansölye doğrudan göreve başlar, parlamentonun onayı gerekli değildir. Bununla birlikte parlamento hükümet aleyhinde her zaman güven oylaması yapabilir. Avusturya'nın şu anki şansölyesi Christian Kern'dir (SPÖ). Tim Paterson Tim Paterson (d. 1956) Amerikalı bilgisayar programcısı. MS-DOS işletim sisteminin temeli olan Q
DOS'u yazan kişidir. Washington Universitesi'nde öğrenciyken Seattle, Washington'da bir bilgisayar dükkânında tamir teknisyeni olarak çalıştı. Haziran 1978'de mezun olduktan sonra Seattle Computer Products şirketinde tasarım mühendisi olarak işe başladı. Bir ay sonra Intel, 8086 işlemcisini piyasaya sürdü. Kasım 1979'da SCP tarafından pazara sunulacak S-100 tabanlı 8086 işlemcili kartların tasarımı üzerinde çalışmaya başladı. Bu kartın üzerinde çalışabilen tek ticari yazılım Microsoft BASIC idi. Üzerinde gerçek bir işletim sistemi olmayan kartların satışı yavaşlamıştı. 8-bit işletim sistemleri konusunda CP/M ürünü ile isim yapmış Digital Research firmasının 8086 işlemcisi için 16-bit CP/M-86 işletim sistemini geliştimesi beklenirken Paterson, Nisan 1980 tarihinde QDOS üzerinde çalışmaya başladı. 8086 assembly kodu ile yazılmış yaklaşık 4000 satırdan oluşan, CP/M işletim sisteminin API'leriyle uyumlu QDOS 0.10 sürümü Temmuz 1980'de tamamlandı. Aralık 1980'de Microsoft QDOS lisansını satın aldı. Nisan 1981 tarihinde Paterson, SCP'den ayrıldı ve Mayıs 1981 - Nisan 1982 arası Microsoft için çalıştı. SCP için kısa süreli ikinci bir çalışma döneminden sonra kendi şirketini, Falcon Technology adı altında kurdu. Bu şirket 1986 tarihinde Microsoft tarafından satın alındı. Paterson 1986-1988 ve 1990-1998 olmak üzere iki dönem daha Microsoft için çalıştı. Daha sonra Paterson Technology adında bir yazılım şirketi kurdu. Comedy Central televizyon programı Battlebots'da yer aldı. Paterson ayrıca SCCA Pro Rally serilerine de katılmaktadır. Bir de Tim Paterson’a ait olan DosMan Drivel adında blog sayfası bulunmakta. Ağaçaltı Kilisesi Ihlara Vadisi, Aksaray Kapadokya'da Ihlara Vadisi'nde bulunur. Gişeden geçtikten sonra merdivenlerden ininca sağ tarafa doğru 10 m. ileridedir. Ancak merdivenlerin yarısına kadar inip sağa dönülmelidir. Kilisenin asıl girişi toprak altındadır. Şimdiki giriş 2. kat olarak kabul edilen galerinin apsis kısmındandır. Girişin hemen karşısında aslanla birlikte betimlenen Aziz Daniel adıyla da anılır. En üstte kalan kilisedir. İçindeki resimlerin birçoğu silinmiş olsa da hala samanlarla yapılmış hristiyanlığa ait resimler bulunmaktadır. İncilden sahnelerin yer aldığı Ağaçaltı Kilisesi eski bir kilisedir. Taşların içine oyulmuştur. Daha aşağıda Pürenli Seki kilisesi bulunur. Bu kiliseye rivayete göre belli bir kapısı olmadığı için ağaçlar yardımıyla girilip çıkılır. Fokker E.III Fokker E.III, I. Dünya Savaşı'nda bir Alman avcı uçağı. 10 Ağustos 1916'da kurulan "Jagdstaffeln" (tek-koltuklu avcı uçakları filosu) bu uçaklarla donatıldı. E.III'ler E.II'lerin kanatlarının büyütülüp yeniden tasarlanmasıyla ortaya çıkmıştır. 100 bg'lik Oberursel U.I motoruna 81 lit'lik yakıt deposuna sahiptiler. E.III'ler 2,5 saat uçabiliyorlardı ve bu E.II'lerden bir saat fazla idi. Silah olarak ise bir adet MG 08 makineli tüfeğine sahiptiler. Bu silahlara 500 mermi yüklenebiliyordu. Sonraları E.III'lerin çifte tüfeklileri de yapıldı. Almanya, Osmanlı Devleti'ne bu uçaklardan 22 tane vermiştir. Osmanlı Devleti bu uçakları Çanakkale Cephesi'nde ve Sina ve Filistin Cephesi'nde kullanmıştır. Kokar Kilise Kokar Kilise, Aksaray Ihlara Vadisi'nde bulunan 9. yüzyıla ait kilise. Tek nefli ve beşik tonozlu bir kilisedir. Günümüzde, bugün yıkılmış olan apsisinden içeri girilebilmektedir. Bizans döneminde, kayanın iç kısımlarına doğru oyularak genişletilmiş, cenaze salonu orta nefe ilave edilmiştir. İçinde mezar odaları da bulunmaktadır. Günümüze kadar ulaşan iyi korunmuş freskleriyle ünlüdür. Bu fresklerin 11. yüzyılın ikinci yarısında yapıldığı sanılmaktadır. Süslemelerde gri renk hâkimdir. Orta mekâna rastlayan tonozun üzerinde İsa’yı sembolize eden büyük bir haç motifi vardır. Haç motifinin ortasında yer alan kare çerçeve içindeki el motifi üçlü kutsama işaretidir. Bu motifin etrafı dört bölüme ayrılmış ve geometrik bezemelerle süslenmiştir. Burada çeşitli sahneler yer alır: Yılanlı Kilise (Aksaray) Yılanlı Kilise, Ihlara Vadisi, Aksaray Gişeden geçtikten sonra merdivenlerle aşağı inildiğinde sola (Selimeye) doğru 50 m. ilerledikten sonra köprüyle karşıya geçerek 20 m daha ilerleyip merdivenle yukarıya çıkılarak ulaşılır. Haç planlı, beşik tonozlu ve tek apsislidir. Kuzey duvarında bulunan şapelin içinde keşiş mezarları yer alır. Batı duvarındaki yılanların saldırısına uğramış dört çıplak günahkar kadınla ilgili sahneden dolayı kiliseye bu ad verilmiştir. Sekiz yılanın saldırısına uğrayan birinci kadına ait kitabe tahrip olduğundan suçu anlaşılmamaktadır. Yılanlar ikinci kadını çocuğunu emzirmediği için göğsünden, üçüncü kadını yalan söylediği için ağzından, dördüncü kadını itaat etmediği ve söz dinlemediği için kulaklarından ısırmaktadırlar. Yılanlı Kilise, 9. yüzyılın sonlarına aittir. Ana mekan enlemesine dikdörtgen planlı, beşik tonozlu, güneyde mezarların bulunduğu ek mekan ise düz tavanlıdır. Apsisi sol uzun duvara oyulmuş, kilise tamamlanmadan bırakılmıştır. Girişi kuzeydendir. Kilise tonozunun her iki yanında Kapadokya'da saygın olan azizlerin tasvirleri bulunmaktadır. Asi Said Halim Paşa Sait Halim Paşa, (d. 19 Şubat 1864 - ö. 5 Aralık 1921), 12 Haziran 1913 - 3 Şubat 1917 tarihleri arasında, fiili gücün İttihat ve Terakki ve özellikle de Talat Paşa - Enver Paşa - Cemal Paşa üçlüsü elinde olduğu bir dönemde sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. 19 Şubat 1864 tarihinde Kahire'de doğdu. Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın dört oğlundan biri olan Mehmet Abdülhalim Paşa'nın oğludur. Sait Halim Paşa, ilk ve orta tahsilini Kahire'de özel olarak yaptı, Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca öğrendi. Daha sonra İsviçre'de beş yıl siyasal bilgiler öğrenimi görmüştür. 1888'de Mîr-i Mîran rütbesi ile ve Mecîdî nişanı ile Şûra-yı Devlet (Danıştay) âzâsı olmuştur. Kendisine, 1889'da II. ve 1892'de I. rütbe Osmânî ve 1899'da murassa Mecîdî nişanı, 1900'de de Rumeli Beylerbeyi pâyesi verilmiştir. 1908'de ise bulunduğu Şûrâ-yı Devlet âzâlığından kadro dışı bırakılmış, ancak aynı dönemde Belediye genel seçimlerinde Yeniköy Belediye Dairesi Reisliği'ne tayin olunmuştur. Daha sonra ise Cemiyet-i Umumiye-i Belediye İkinci Reisliği, 1908'de de Âyân Meclisi âzâlığı yapmıştır. 23 Ocak 1912-23 Temmuz 1912 tarihlerinde Şura-yı Devlet Reisliği de kendisine verilmiştir. Sait Halim Paşa 1912'de Reislikten çekilmiştir. Bu sırada İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Genel Sekreterliği'ne seçildi, Mahmut Şevket Paşa'nın sadrazamlığı sırasında 1913'de de 2. defa Şûrâ-yı Devlet Reisliği'ne ve üç gün sonra Hariciye Nezareti'ne (Dışişleri Bakanlığı'na) atandı. Mahmut Şevket Paşa'nın 11 Haziran 1913'te şehit edilmesinin ardından, önce vezirlik rütbesi verilerek Sadâret Kaymakamlığı'na, ertesi gün de (12 Haziran 1913) Sadrazamlık (Başbakanlık) makamına getirildi. Sait Halim Paşa, 1913 Eylül'ünde, Bulgarlarla Edirne'nin Osmanlı Devleti'nde kalması ve Meriç nehri hudut olmak üzere sulh imzalanması hizmeti sebebi ile Padişah tarafından İmtiyaz Nişanı ile onurlandırılmıştır. Osmanlı Devleti 1914 yılında tarafsızlığının ihlal edilmesi nedeni ile I. Dünya Savaşı'na katıldı. Bu süreçte Almanya sefiri Baron Wangenheim ile Yeniköy'de Sait Halim Paşa Yalısı'nda ittifak anlaşması imza edilmiştir. 1915'te Hariciye Nazırlığı'ndan, 3 Şubat 1917'de Sadrazamlıktan çekilmiştir (yerine Talat Paşa geçmiştir). 1919 Mart ayında harp ilanı sırasındaki bazı kabine azaları ve Sait Halim Paşa tutuklanmış, Paşa, diğer milletvekilleri ile beraber tahliye olunduktan sonra Roma'ya gitmiştir. 5 Aralık 1921'de bir Pazartesi günü akşamı araba ile evinin kapısına geldiği sırada Arşavir Şıracıyan adlı bir Ermeni komitacının silahlı saldırısına uğrayarak hayatını kaybetmiştir. Naaşı İstanbul'a getirilmiş ve 30 Aralık 1921 günü Yeniköy'deki yalısından alınarak büyük bir törenle II. Mahmut Türbesi'nin bahçesine defnedilmiştir. Tevfik Fikret'in ardından Galatasaray Spor Kulübü'nün hâmi Başkanlığını üstlenmiş, savaş şartlarında kulübün zarar görmemesini sağlamıştır. Mehmet Güleryüz Mehmet Güleryüz ( d. 1938 İstanbul) Türk ressam, yazar tiyatro sanatçısı Günümüz ilköğretim düzeyindeki dönemin ilk ve orta öğrenimininin ardından, liseyi Saint Benoit Fransız Lisesi’nde tamamladı. 1958 yılında şimdiki adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümüne uygulamalı yetenek sınavını kazanarak kaydını yaptırdı. Dört yıl boyunca gördüğü sanat eğitimini bölümünün birincisi olarak 1966 yılında tamamladı. Bu dönemde resim eğitiminin yanı sıra tiyatro çalışmalarına da zaman ayırarak; oyunculuğunu geliştirdi ve profesyonel oyunculuğa 1963 yılında Asaf Çiğiltepe’nin yönetimindeki “Arena Tiyatrosu”nda başladı. Aynı yıl kişisel olan ve çoğunluk çalışmarını desen oluşturan ilk sergisini de açtı. Kazandığı devlet bursu ile resim ve Lithografie ihtisası yapmak üzere gittiği Paris’te Pont des Arts’daki performansını geliştirerek ilk heykellerini yaptı. Taş baskı ve yüksek resim dallarında kendisini geliştirerek 1975 yılında yurda döndü. Beş yıl boyunca mezun olduğu akademinin resim bölümünde öğretim görevliliği yaptı. 1980 yılında New York’a gitmek üzere görevinden istifa etti. 1984 yılına kadar kaldığı New York’tan 1985 yılında istanbul’a geri dönerek 2000 yılına kadar kendi adını taşıyan atölyesinde sanat eğitimi dersleri verdi. Bu arada, 1986’da Kalın adlı sanat dergisinin yayımını gerçekleştirdi. 1988’de yirmi beş yıllık birikimini Galeri Nev Sanat Galerisi’nin girişimi ile metni, Nan Freman’a ait kitabı ile birlikte İstanbul’da ilk “Retrospektif” sergisini açtı. 1989’da üstlendiği Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği kurucu başkanlığını1992 yılına kadar sürdürdü. 14 resimden oluşan “Karşı Rüzgar” serisini 1991 yılında Ankara Shearaton Oteli için sürekli sergilenmek üzere gerçekleştiren sanatçı, 1992’de Polat Rönesans Oteli Lobisi için yedi modülden oluşan seriyi de tamamladı. Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanlığı döneminde kendisinin de aralarında bulunduğu 89 kişiye verilen "Devlet San
atçısı" unvanının iptali için danıştaya 1998 yılında başvurdu. İki yıl sonra, 2000 yılında kazanılan dava sonucunda unvanlar geri alındı. Resimden taşan, heykele sığmayan imgeler diye bahseder Mehmet Güleryüz'ün Sanat anlayışından Levent Çalıkoğlu. Ve devamla: "İMGENİN, gözümüzün önünden bir belirip bir kaybolan hayaletimsi varlığına, tutkulu bir şekilde direnen bir sanat anlayışı var Mehmet Güleryüz'ün. Şeffaf ve boyutsuz bir katman olarak düşüncede beliren ve ardından resimsel bir zemine akan imgenin ele avuca gelmeyen doğası onun çalışmalarının ana çıkış noktası. ister satıhsal bir düzlemde isterse de üç boyutlu bir gerçeklikte belirsin, onun imgeleri, olmayan bir mevcudiyetin görsele dönüşmesindeki zorluk ve tedirginlikten beslenir. Hafızada patlak veren imgenin görselleştirilmesiden doğan gerilim onu her zaman atik ve zinde tutar." der. Sanatçı halen kendi sanat atölyesinde çalışmalarına devam etmektedir. Fındıklı (anlam ayrımı) Fındıklı kelimesi aşağıdaki anlamlara gelebilir: AIM-9 Sidewinder AIM-9 Sidewinder, pek çok modern jet tarafından kullanılan, ısı güdümlü, Amerikan havadan havaya muharebe füze sistemidir (AAM). Etkili bir patlayıcı başlığa ve kızılötesi yol gösterici sisteme sahiptir. Birim fiyatı 90.000 dolardır. AIM-9M Sidewinder'ın temel olarak 12,7 cm bir tüp şeklindeki borunun içine yerleştirilmiş yüksek teknoloji ürünü parçalardan oluşmaktadır, 287 cm uzunluğundaki AIM-9 tüpünün, ön kısmında BSU-32 kanatçıkları vardır. Bunların uzunluğu 38 cm'dir. Arka tarafta bulunan kuyruk kısmının kanat uzunluğu ise 63 cm'dir. Ağırlığı 88 kg olan Sidewinder'in burun kısmında bu füzenin beyni sayılan, WGU-4A/b Güdüm Kontrol Kısmı arayıcısı bulunmaktadır. Burada kızıl ötesi enerji yayan kaynakları algılayan bir algılayıcı vardır. Bir magnesyum florür transparan cam yüzeyin arkasında bulunan indiyum-antimonide (InSb) detektörü ve Joule-Thompson cryosat soğutucunun bulunduğu bu baş kısmında, bir hedef bulunduğunda bilgileri sinyal işlemcisine gönderilir ve bu bilgi daha sonra füzenin yön kanatcıklarına iletilerek füzenin yön kumandaları verilir. Bu sistemin en ölümcül yanı, iki değişik dalga boyunda da işlem yapabilmesidir. Yani bu baş kısım hem kısa, hem de orta dalga boylarındaki kızıl ötesi ışınları tespit edebilmektedir. Roket motorlarının önünde WDU-17 harp başlığı bölümü bulunmaktadır. Buradaki 12 kg başlık, proximity tapa taşımaktadır. DSU-15/B Aktif optik Hedef Detektörü, lazer detektör halkaları sayesinde bir hedef kaçırıldığı zaman kendi kendini imha ederek şarapnellerin aktif hale gelmesini sağlamaktadır. AIM-9 Sidewinder füzesi, Türk Hava Kuvvetleri envanterine ilk defa 1960'lı yıllarda girmiştir. Sidewinder'ın ilk modeli olan AIM-9B füzesi, o zamanların en gelişmiş uçakları olarak sayılan ve Türk Hava Kuvvetleri envanterine yeni giren F-5A ve F-104G uçaklarında kullanılmak üzere satın alınmışlardır. Daha sonra AIM-9P füzesi F-4 Phantom uçaklarının alınması sonucunda envantere girmiştir. AIM-9L/M Sidewinder füzesinin gelmesi ise F-16'ların seçilmesi ve filolarda görev başlamasıyla beraber gerçekleşmiştir. Türk F-16'ları L/M/S varyantlarındaki AIM-9 füzelerini modellerini taşımaktadır. Türk Hava Kuvvetleri envanterinde B modelinden 210, M modelinden 500, L modelinden 640, S modelinden 310 ve P modelinden de 750+ adet AIM-9 Sidewinder füzesi olduğu tahmin edilmektedir. Türkiye ayrıca F-16C ve D modellerinde kullanılmak üzere F-16 CCIP kapsamında 35.7 milyon dolar maliyetle 127 adet AIM-9X ve 22 adet AIM-9X Captive eğitim füzesi satın almaktadır. IRIS-T IRIS-T (Infra Red Imaging System Tail/Thrust Vector-Controlled) kısa mesafeden Havadan-Havaya taktik saldırı füzesidir. Bir nevi Avrupa'nın AIM-9 Sidewinder'a cevabıdır. Yüksek 90 derecelik görüş dışı hedef takip yeteneği ve IHMDS ile olağanüstü angajman yeteneği, yüksek manevra ve hız, thrust vectoring ve 3. nesil IIR FPA teknolojisine sahip bir füzedir. Ön kanatçıksız yapısı ve arkaya doğru uzayan uzun blok kanatçığı ile göze çarpar. AIM-9 Sidewinder fırlatma yeteneğine sahip her uçak IRIS-T de taşıyabilir. 1980'lerde Almanya, İngiltere ile beraber ASRAAM projesinin içindeyken 1990'ların başında projeden ayrılmış ve IRIS-T üzerinde çalışmalara başlamıştır. 1995'de de Almanya (%46), İtalya (%19), İsveç (%18), Yunanistan (%13) Norveç ve Kanada (İkisi de sonradan ayrıldı) ortaklığında IRIS-T geliştirme programı ortaya çıkmıştır. İspanya'da 2003 yılında bu ortaklığa katılmıştır. IRIS-T, Alman ve İtalyan Eurofighter, İsveç Gripen, İspanya F-18 ve Yunanistan ile Norveç F-16'ları tarafından kullanılmaktadır. AIM-120 AMRAAM AIM-120, savaş uçaklarından fırlatılan yeni nesil bir orta menzilli havadan havaya füzedir. 1980'lerin sonunda ABD'de geliştirilmiş olan bu radar güdümlü füze ABD envanterindeki en öldürücü havadan-havaya füzedir. "(Advance Medium Range Air to Air Missile)" BVR "(beyond visual range)" görüş ötesi kapasiteli olup her hava ortamında kullanılmak üzere dizayn edilmiştir. AMRAAM süpersonik, havadan havaya , kendi önlemesini yapan aktif radar izlemesi ile hedef izler. Aktif "(kendi başına)" yarı aktif "(uçak radarından bilgi alarak)" olarak kullanılabilir. 340 poundluk katı yakıt kapasitesiyle 4 mach hızında yaklaşık 72 km üzerinde bir menzile sahiptir. Uzun menzilli takiplerde AMRAAM kendi güdüm mekanizmasıyla hedefe kilitlenirken data link vasıtasıyla uçak radarından gelen bilgilerle hedef malümatını yeniler. Hedef kendi monopulse radar menziline geldiğinde terminal moduna geçer. Elektronik karıştırma uygulandığında "Home-on-jam " karıştırmanın merkezine yönlenme kabiliyeti vardır. AIM-7 SPARROW füzesinin daha gelişmişi olarak düşünülebilir. AIM 7 için füze atıldıktan hedefe vuruncaya kadar mevcut radar kilidinin kırılmaması gerekirken AMRAAM da bu belli bir menzilden sonra kendi radarı görevi devraldığından daha farklı ve yeteneklidir. AMRAAM füzelerinin burnunda hedefe kilitlenen bir radar vardır. Bu radar F-16'nın radarından küçük olduğu için hedefi uçağın radarı kadar uzağa izleyemez. Bu yüzden önce F-16 radarı hedefi bulur ve füzeyi füzenin küçük radarının hedefi yakalayabileceği en yakın noktaya güdümlendirir. Füze bu noktaya gelince özerkleşir ve F-16'dan başka yardım almadan hedefe güdümlenir. AIM-120'nin A, B, RB 99 ve C modelleri mevcuttur. Tüm Dünyada 20 ülke envanterinde yer alan bu füzeden HvKK envanterinde 176 adet A ve 138 adet de B modelinden olmak üzere yaklaşık 314 AIM-120 AMRAAM füzesi bulunmaktadır. Bu füzelerin AIM-120 C modelinden Türkiye 107 adet satın almak için ABD'ye başvuruda bulunmuştur. ABD kaynaklarının açıkladığı bilgilere göre eğer satış gerçekelşirse ve satış içerisindeki tüm opsiyonlar kullanılırsa satışın toplam tutarının yaklaşık 157 milyon ABD dolarını bulabileceği ifade edilmektedir. AIM-120 F-16, F-4, F-15, F/A-18, F/A-22, F-35 JSF, EuroFighter, Harrier, Tornado, JAS-37 ve JAS-39 uçaklarında kullanılmaktadır. Penguin Penguin, Norveçli Kongsberg Defence & Aerospace (KDA) firması tarafından üretilen NATO'nun ilk serbest uçuşlu anti-gemi füzesidir. Füzenin orijinal adı Penguin olmakla birlikte ABD kodlaması AGM-119'dur. Ufak ve orta tonajlı gemilerle satıhtaki denizaltılara karşı taarruz amaçlı geliştirilmiştir. Penguin Mk 1'in geliştirilmesine 1960'lı yıllarda Amerikan Donanmasının mali desteği ile Norveçli Kongsberg Våpenfabrikk tarafından başlanmıştır. Küçük gemilerden ve kıyı bataryalardan ateşlenerek ufak ve orta tonajlı gemilere karşı kullanılmak üzere geliştirilmiştir. Penguin'in güdüm sistemi İskandinavya'nın doğal coğrafi özelliklerine uygun olarak geliştirilmiştir. Derin fiyortlardan ve iç içe geçmiş sarp falezlerden oluşan kıyılar radar dalgalarının kaybolmasına ve dağılmasına neden olduğu için füze IR (kızılötesi) takip güdümlüdür. Fırlatıcı platformun sensör ve atış kontrol sistemleri tarafından hedefe ait bilgiler atış gerçekleşmeden önce füzeye aktarılır. Ek bir avantaj olarak pasif IR takibi saldırılan hedefin tehlike uyarı zamanını kısaltır. Penguin Mk 1, AGM-12 Bullpup'larda da kullanılan 113 kg'lık MK 19 harp başlığına sahiptir. Norveç Donanmasında 1972'de hizmete giren Penguin Mk 1 serviste fazla kalmamıştır. Penguin Mk 2, yüzer platformlardan kullanılmak üzere geliştirilmiş ve 1980 yılında servise girmiştir. Mk 1 varyantının sahip olduğu 20 km'lik menzil geliştirilerek 30 km'ye çıkarılmıştır. Hedef arayıcıların gelişmişliğine göre Mod 3, Mod 5 gibi alt varyantları vardır. Mk 2 Mod 7, Penguin'in en son geliştirilen varyantıdır. Ocak 1986'da Amerikan Donanması ile Norveç Kraliyet Deniz Kuvvetleri, Penguin Mk 2 Mod 3'lerin SH-60B Seahawk helikopterlerine sertifiyesi konusunda bir kontrat imzalanmış, Mk 2 Mod 3'ler çeşitli geliştirmelere tabi tutularak Mk 2 Mod 7 adıyla modifiye edilmiştir. ABD Donanması bu füzeleri AGM-119B Penguin adıyla 1994 yılından itibaren kullanmaya başlamıştır. Bu füzeler S-70B Seahawk, Bell 412, SH-2 Seasprite ve Super Lynx helikopterleri tarafından kullanılabilmektedir. Daha önceki Mk 2 alt varyantlarından temel farkı helikopter gövde altına monte edilebilecek şekilde dizayn edilmesidir. AGM-119B, AGM-119A/Mk 3 gibi IR arayıcı ve dijital sinyal işlemciye sahiptir. AGM-119B ayrıca diğer varyantlardan farklı olarak WDU-39/B harp başlığı taşımaktadır. Penguin Mk 3, Norveç Kraliyet Hava Kuvvetleri'nin F-16 Fighting Falcon uçaklarında kullanılmak üzere geliştirilmiştir. Uçaklardan fırlatılabilen tek varyanttır. 1984'te ilk uçuş gerçekleşmiş ve 1987'de Norveç Kraliyet Hava Kuvvetleri envanterine katılmıştır. ABD Hava Kuvvetleri tarafından AGM-119A Penguin olarak adlandırılmış fakat envantere katılmamıştır. Mk 2'ye göre Mk 3'ün uzunluğu daha fazla, kanatları daha kısa ve menzili daha uzundur. Başka bir farklılık olarak Mk 3 dijital uçuş kontrol sistemine sahiptir. 40 km mesafeden hedefe fırlatılabilir, atıştan önce birkaç farklı hedefe programlanabilir. Atıştan sonra füze atalet seyrüsefer sistemi ve radar altimetresi kullanarak deniz yüzeyine yakın bir seviyeye alçalır, ardından güvenli bir rota dahilinde hedefe yönelir. Füze
seyir sırasında arama paternine girdiğinde IR terminal arayıcılarını aktifleştirerek hedefi bulur. Penguin'den bugüne kadar yaklaşık 1.200 tane üretilmiş olup bu füzeler halen, Türk Deniz Kuvvetleri envanterinde 1975-1977 arasında alınan ve Kartal sınıfı hücumbotlar tarafından kullanılan 60 adet Mk 1 versiyonu ile 2001-2002 arasında alınan ve S-70B Seahawk helikopterleri tarafından kullanılan 16 adet Mk 2 Mod 7 versiyonunda Penguin füzesi bulunmaktadır. 16 adetlik Penguin alımında Norveç, Türkiye'de insan haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle satışa sıcak bakmamış fakat AB adaylık sürecinin başlamasıyla pürüzler giderilerek alım gerçekleşmiştir. 05 Aralık 2007 tarihinde yapılan Savunma Sanayi İcra Komitesi toplantısında, Türk Deniz Kuvvetleri enventerine katılacak olan ikinci paket 17 adet S-70B Seahawk helikopterlerinde kullanılmak üzere 16 adet Penguin Mk2 Mod7 füzesi alınmasına karar verilmiş olup bu alım için Kongsberg firması ile görüşmeler devam etmektedir. Ayrıca Türk Hava Kuvvetleri'nin Öncel Barışı III modernizasyon projesi ile deniz taarruz görevi verilecek F-16 Fighting Falcon filolarında kullanılmak üzere bir miktar AGM-119A Penguin anti-gemi füzesi tedarik etmesi beklenmişse de tercih daha modern ve etkili bir füze olan AGM-84K SLAM-ER'dan yana kullanılmıştır. Korkuthan, Beşikdüzü Korkuthan, Trabzon ilinin Beşikdüzü ilçesine bağlı bir mahalledir. Köy halkının soyu Çepni boyundan gelmektedir. Mahallede yaşayan halkın çoğu dışarıdan gelmiş olup yerlisi çok az bulunmaktadır. Gelenek ve görenekleri hakkında bilgi yoktur. Trabzon iline 40 km, Beşikdüzü ilçesine 4 km uzaklıktadır. Doğusunda Takazlı, Yeşilköy; güneyinde Şahmelik; batısında Kutluca ve Akkese köyleri bulunmaktadır. Mahallenin iklimi, Karadeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Yaklaşık 191 hanedir. Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Geçim genelde fındık üzerine olup, çay da üretilir. Ailelerin ihtiyacını karşılayacak kadar; mısır, fasulye, patates, soğan, domates, salatalık, elma, armut, muşmula ve erik üretilir. Mahallede, ilköğretim okulu vardır; ama faal değildir, taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Mahallenin içme suyu şebekesi var, kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup, mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. YerelNET Ferzende Kaya Ferzende Kaya, (d. 1978, Van, Başkale) Gazeteciliğe lise yıllarında başladı. Uzun süre OHAL Bölgesi'nde görev yaptı. Aralarında, AA, Politika, Selam, Nokta, Radikal, Yeni Gündem ve Turkish Daily News'in de bulunduğu çok sayıda kurumda çalıştı, yazdı. Kürt sorunu, insan hakları ve Orta Doğu üzerine çok sayıda araştırması yayınlandı. Medya eleştirmenliği ve müzik yazarlığı da yapan Kaya, halen USA Newport University'de İletişim Psikolojisi üzerine yüksek öğrenimini sürdürüyor. Gazeteciliğin yanı sıra biyografi kitaplarıyla tanınıyor. Ayrıca, Türkiye'deki dergiciliğin önemli isimlerinden. Bakış açısı, kadrosu ve içeriğiyle edebiyat ve kültür-sanat dergiciliğinde yeni bir çığır açan Öküz dergisinin ekibinde yer aldı. Yeni Harman ve Hayvan dergisinin kurucuları arasındaydı. Ocak 2005'te 120 kişilik dev bir kadroyu toplayarak Esmer dergisini kurdu ve 33 sayı Genel Yayın Yönetmenliği ile İmtiyaz Sahipliği'ni yürüttü. Ekim 2007'de 150'ye yakın isimle beraber Esmer'den ayrılarak MULTİKULTİ adında, çokkültürcü bir dergi kurdu. Derginin ilk sayısı Ocak 2008'de yayınlandı.Nisan 2013 yılında ise DEVE Dergisi'ni kurdu. DEVE Dergisi, Türkiye düşünce dünyasının her köşesinden yazar, şair, çizere sahip. Kendisini solcu, sağcı, dindar, liberal, Alevi, Sünni, Kürt, Türk, ateist diye tanımlayan birçok kültür üreticisini DEVE Dergisi için bir araya getirdi. Kaya, dergiciliğin yanı sıra, TV ve show dünyası için de senarist ve metin yazarı olarak üretimlerde bulunuyor. Ressam Ahmet Güneştekin tarafından TRT 1 ve TRT 2 için hazırlanan 53 bölüm olarak Güneşin İzinde adlı belgeselin yayın koordinatörlüğünü ve metin yazarlığını yaptı. Ayrıca, "Hayattan Şarkılar" (Belgesel - TRT Müzik), "Tewlo" (Komedi Programı - TRT 6), "Sazbend" (Belgesel - TRT 6), "Hayatın Renkleri" (Aktüel - Sohbet - TRT 6), "Hatıralar Sarmış Dört Bir Yanımı" (Müzik / Anma - TRT Müzik), "Huzur Sokağı" (Drama - atv) projelerinde çalıştı. - Başım Belada / Ahmet Kaya Biyografisi - Gam Yayınları - 2002 - Mezopotamya Sürgünü / Abdülmelik Fırat'ın Yaşam Öyküsü - Alfa Yayınları - 2003 - Uzun Roman / Mehmed Uzun Portresi - Alfa Yayınları - 2007 İbrahim Balaban İbrahim Balaban (1921, Bursa, - *). Ressam, yazar. 1921'de Bursa - Seçköy, Osmangazi'de dünyaya geldi. Doğduğu köyün 3 yıllık okulunda eğitim gördü. 1937 yılının son günlerinde, henüz 16 yaşındayken hint keneviri yetiştirmek suçundan cezaevine girdi. Cezaevinde kendini avutmak için resim çizmeye başladı. Resimlerini zeytinyağına batırdığı renkli kalemlerle yapıyordu. Altı ay hapis ve 16,000 lira da para cezasına çarptırılmıştı; ancak para cezasını ödeyemeyince, para cezası üç yıl mahkümiyete çevrildi. Cezasının bitmesine çok az bir zaman kala dört mahkûmun saldırısına uğrayan Balaban, cezaevinden çıktıktan sonra evlendiği gün düğün evini basan hasmını öldürdü ve yeniden cezaevine girdi. 1942 ile 1944 ve 1947 ile 1950 yılları arasını Bursa Cezaevi'nde geçirdi. Cezaevindeyken önce babası Hasan Çavuş'un cinayete kurban gittiği; daha sonra da doğumda karısının öldüğü ve çok kısa bir süre sonra da çocuğunun ölüm haberlerini aldı. Balaban, Bursa Cezaevi'nde kendisinden 20 yaş büyük olan Nâzım Hikmet'la tanıştı. Onun desteği ve ilgisi sayesinde resim yeteneği ortaya çıktı ve gelişti. Nâzım Hikmet, Orhan Kemal’i hikâyeci, Balaban’ı ise ressam olarak yetiştirmek istiyordu. İbrahim Balaban cezaevinde resmin yanı sıra felsefe, sosyoloji, ekonomi-politik konularında pratik bilgiler edindi. Ressam, yedi yıl süren Nâzım Hikmet'li günlerini ileriki yıllarda yazdığı "Şair Baba ve Damdakiler" kitabında anlatmıştır. İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sahneye konan "Aslolan Hayattır" adlı tiyatro oyununda ve "Mavi Gözlü Dev : Nâzım Hikmet" adlı sinema filminde (Yönetmen: Biket İlhan) bu kitaptan alıntılar vardır. Ayrıca kitabı yazar Haldun Çubukçu tarafından oyunlaştırılmış ve yönetmen Ayşe Emel Mesci tarafından sahneye konularak 2011 yılında Ankara Devlet Tiyatrosunda sahnelenmiştir. Balaban, “Sanat yaşantının izdüşümüdür. Konu bir özdür, her öz kendi kabuğunu yapar. (Yani sanatsal biçimini oluşturur.) “ kuramını ortaya koymuş ve sanatını bu kuram üzerine oturmuştur. İlk sergisini 1953'te İstanbul’da, Fransız Kültür Merkezi'nde açtı. Sonraki yıllarda hem Türkiye'de, hem de yurtdışında pek çok sergi açtı. 1961'de Yeni Dal Grubu sergisindeki bir tablosundan dolayı yargılandı, ancak aklandı. Yine 1968'de Gazi Dergisi'nde basılan bir tablosundan dolayı yargılandı; ondan da aklandı. 1969’da Adana’da sergilediği resimleri saldırıya uğradı. Resim eleştirmenleri kendisini ""Anadolu insanının yaşamından ve halk efsanelerinden yola çıkarak toplumsal gerçekçi yapıtlar üreten ressam"" olarak tanımlarlar. Balaban, sanat hayatını Dağınık, Nakışsı, Ağır Aksak, Oyuncaksı, Tutsak, Özgürlük gibi dönemlere ayırır. Önceleri köy yaşamının yoksulluğunu, köylü üretim araçlarını resmeden sanatçı, giderek destanlara, halk inançlarına, kahramanlarına, söylencelere, mitolojiye uzanır. Giderek kente göçü, kentteki yaşam ve demokrasi mücadelesini ele alır. Son dönemde Anadolu Erenleri ve Bereket Anaları'nı resimler. Bugüne kadar ikibinden fazla tablo ve bunun birkaç katı desen üretti; kendisi aynı zamanda yazar olup, yayınlanmış 11 adet kitabı bulunmaktadır. Ressam, son olarak desen çalışmalarını 2005'te İstanbul'da sergilemiştir. Bu desenler Balaban-Yaşamın Çizgileri / Desenler (Remzi Oğuz Yılmaz) kitabında toplanmıştır. 1990 yılında yayınlanan İbrahim Balaban-yaşamı sanatı anılar yankılar (Ahmet Köksal) kitabından sonra; resimlerini içeren Balaban-Yaşantının İzdüşümü (Zafer E. Bilgin) 2008 yılında yayınlanmıştır. Hasan Nazım Balaban ve Zafer E. Bilgin tarafından hazırlanıp 2009 yılında yayınlanan Balaban-Bir Ressam Yunus Emre kitabı kendisi hakkında yayınlanmış şiir, yazı, makele, kitap ve ansiklopedilerden derlenmiş yazıların toplandığı bir başvuru kitabıdır. Hapiste birlikte yattığı Nâzım Hikmet de, onun "Bahar" adlı tablosundan etkilenerek "İbrahim Balaban'ın Bahar Tablosu Üstüne" adlı şiri yazacaktır: "İşte seyreyle gözüm, hünerini Balaban'ın /.../İşte sürülen toprak / İşte insan: / dağın, taşın, kurdun kuşun efendisi. / İşte çarıkları, işte poturunda yamalar / İşte karasaban. / İşte sağrılarında kederli, korkunç oyuklarıyla öküzleri. / On yıl mapusta yattı ama, kaybetmedi umudunu Balaban. / İşte Seçköyünden Ali'nin kızı geliyor al taylarıyla tarlaya. " Ayrıca Nâzım Hikmet, İbrahim Balaban'ın "Mapushane Kapısı" ve "Harman" tabloları için de birer şiir yazmıştır. Mart 2008 de vizyona giren Reis Çelik'in yönetmenliğini yaptığı "mülteci" filminde "Bülbül hoca" rolüyle yer almıştır. İkinci evliliğinden iki erkek, bir kız çocuğu ve beş torunu vardır. 1955 doğumlu oğlu Hasan Nazım Balaban da kendisi gibi ressamdır. ressambalaban.com Mavi Gözlü Dev Mülteci Yılanlı Kilise Yılanlı Kilise: Vadideki Zambak Honoré de Balzac'ın en bilinen kitaplarından biridir. Kocasıyla mutlu olmayan Henriette'le, kendisinden çok daha genç olan Felix'in imkânsız aşkını anlatan kitap, MEB'in 100 Temel Eser'i arasındadır. Eser 18 yy. Fransa'sındaki, devrim sonrası, toplumsal hayat hakkında da ipuçları içermekte, duygusal bir yakınlaşmayı anlatmaktadır. Yeşil vadiler, sık ormanlar arasındaki güzel şatolar tüm gerçekçiliği ile tasvir ediliyor. Ustanın, yeteneğini tümüyle gösterdiği romanı olarak da bilinir. Balzac, acı ve ızdırabı en hissedilir şekilde romanına yansıtmıştır. Başka bir gözden aşkın ızdıraplı yüzünü, roman severlere çok iyi yansıtmış ve de özgün anlatımıyla okuyucuların gözüne girmiştir. Ayrıca kişi ve yer tasvirlerinde büyük ustalıkla okuru olayın kurgusunun içine sürüklemiştir. Romanda,
18. yy. ailesi tarafından çeşitli itilişlere maruz kalan bir gencin zamanla hayatında olan değişimleri ve ilerde tanıştığı bir kadına olan bağlılığı anlatılıyor. Vadideki Zambak kitabı Balzac'ın kendi hayatından kesitlere yer verdiği bilinmektedir. Balzac tarzı harikulade tasvirlerle kitabı okurken, o dönemi bire bir yaşıyorsunuz. İlhan Başgöz İlhan Başgöz (d. 1921, Sivas). Folklor araştırmacısı, yazar. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde okudu. Aynı yerde asistanlık yaptı, doktora yaptı. Sonra oradaki görevinden uzaklaştırıldı ve Tokat Lisesi'nde öğretmenlik yaptı. Ocak 1953'te Türk Ceza Kanunu'nun özellikle solcuların o dönemde hapse düşmesine neden olan 141. maddesine aykırılıktan dolayı tutuklandı ve iki yıl hapiste yattı. 1960'ta ABD'ye gitti. Indiana Üniversitesi'nde öğretim üyesi oldu. Türk folklörüyle ilgili çalışmalarıyla tanınmaktadır. Zaman zaman Cumhuriyet Gazetesi'nde ve Radikal Gazetesi'nde yazıları yayımlanmaktadır. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyeliği yaptı. Şu an Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde görevine devam etmektedir. Taşpınar, Aksaray Taşpınar Aksaray ilinin merkez ilçesine bağlı bir beldedir.Taşpınar 1957 de Belediye Olmuştur Beldenin adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur. Taşpınar beldesi, Aksaray il merkezine 27 km mesafededir. Aksaray - Adana istikameti üzerinde yer alan Taşpınar, halıları ile dünyaca ün yapmıştır. Afif Yesari Afif Yesari (16 Nisan 1922- 23 Ağustos 1989). Türk yazar. Elazığda doğdu. Yazar Mahmut Yesari'nin oğludur. Ortaokulu terk ederek okul yaşamına son verdi. Kendi kendini yetiştirdi. Tiyatro ve sinema oyunculuğu da içinde olmak üzere birçok iş yaptı. Yazılar yazdı, kitaplar hazırladı. Birçok çeviri yaptı. Bazılarını Muzaffer Ulukaya takma adıyla imzaladığı iki yüz kadar dedektif romanı (büyük bir bölümü sahte Mike Hammer romanları) yazdı. Tanin, Son Havadis, Hürvatan, Dünya gazetelerinde ve Hayat dergisinde gazeteci-yazar olarak çalıştı. Dergi ve gazetelerde magazin, sinema eleştiri yazıları yazdı. Gazetecilik dışında zaman zaman aktörlük yaptı; İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda, özel tiyatrolarda ve filmlerde rol aldı. Radyo oyunları ve skeçler kaleme aldı. İTÜ Televizyonu’nda yayımlanan ilk yerli TV oyununun senaryosunu yazdı. Düşünce Tiyatrosu adını verdiği tiyatroda diyalogu kaldırıp piyes kahramanının düşüncelerini spikerin ağzından aktaran bir tekniği ilk uygulayan oyun yazarı olarak ün kazandı. Bu tür tiyatro üzerine kurumsal yapıtlar da yayımladı. Ağustos 1989'da öldü. * Tren Yolu (1949) Otto von Bismarck Otto von Bismarck (1 Nisan 1815 - 30 Temmuz 1898), 19. yüzyılda gevşek bir konfederasyon olan Almanya’nın güçlü bir imparatorluğa dönüşmesinde en önemli rolü oynayan ve ilk şansölyesi (başbakan) Alman devlet adamıdır. Unvanları Bismarck-Schönhausen Kontu ve Lauenburg Dükü olan Otto von Bismarck Yeni Almanya'yı "kılıç ve kan" politikasına göre kuracağını söylediği için kendisine "Demir Şansölye" (başbakan) adı verilmiştir. Tam adı Otto Eduard Leopold von Bismarck-Schönhausen olan Bismarck, 1 Nisan 1815’te Prusya’da Branderburg'un küçük bir kasabasında Junker’in (büyük toprak sahibi aristokrat) oğlu olarak dünyaya geldi. Berlin'de lise eğitimini tamamladıktan sonra Göttingen Üniversitesi'nde hukuk okudu. Güçlü bir fiziksel yapıya sahip olan Bismarck vaktini ava gitmek ve at binmek ile geçirirdi. 1847'de Federal Meclis (parlamento) üyeliğine seçildi. Bismarck, eski yönetim biçimini korumaktan yana olduğu için Almanya'yı sarsan 1848 Devrimleri'nin, askeri güç kullanılarak bastırılmasını savundu. 1859'da Rusya, 1862'de de Fransa büyükelçiliğine getirildi. Ocak 1861 tarihinde tahta çıkan Prusya kralı I. Wilhelm’in askeri harcamaların artırılması yönündeki çabaları, Prusya parlamentosundaki liberaller tarafından engellenmiştir. Bunun üzerine I. Wilhelm, muhafazakarların da desteklediği Bismarck’ı başbakan atamıştır. 22 Eylül 1862 tarihinde göreve başlayan Bismarck, meclisteki ilk konuşmasında, büyük sorunların “kan ve kılıçla” çözülebileceğini belirtmiştir. İzleyeceği politika da hep bu temele dayanacaktır. Bismarck, Almaya'da kapitalizmin sanayide ve ticarette gelişmesini desteklemek için, eski karşıtları olan liberaller ile iş birliği yaptı. Bununla beraber katoliklere ve siyasal temsilci Merkez Partisi'ne karşı yeni devletin düşmanları olduklarını ileri sürerek savaşıma girişti. Kulturkampf (Kültür Savaşı) adı verilen bu uygulama katoliklerin direnişi ve Bismarck'ın Almanya'yı yeni ortakları olan tutucuların yardımıyla yönetmek istemesi nedeniyle 1878'de son bulmuştur. Bismarck, ilk işi olarak meclisi dağıttı ve kralın otoritesinin üstünde bir güç tanımadığını açıkladı. 1863 yılında Polonya’da çıkan bir ayaklanmada Rusya’yı destekleyen Bismarck, bu ülkeyle ilişkilerde bir yumuşama sağladı. Ardından Fransa ile bir ticaret antlaşması imzaladı. Bu antlaşma, Prusya’nın denetimindeki ve diğer Alman prensliklerinin de katılmış olduğu gümrük birliği için de geçerli bir antlaşmadır, dolayısıyla Avusturya antlaşmanın dışında tutulmuş oldu. Almanya’nın ulusal birliğini kurmak için yola çıkan Bismarck, Avusturya’yı da yanına alarak, "Germen Konfederasyonu" adına 1864'te Danimarka'ya savaş açtı. Schleswig ve Holstein düklüklerini -ki nüfuslarının büyük çoğunluğu Alman asıllıdır- Danimarka krallığından kopardı. Bu iki düklükten Schleswig, Prusya, Holstein de Avusturya tarafından ilhak edildi. Ertesi yıl, uyguladığı diplomasiyle Fransa ve Rusya'nın tarafsızlığını sağlayarak 1865'de, Holstein’i işgal eden Bismarck, Germen Konfederasyonu’nun sona erdiğini ilan ederek Prusya ordularını Bohemya’ya sürdü. 1866 yılında Sadowa’da Avusturya ordusu yenilgiye uğramıştır. Buna karşın, hiçbir direnci kalmayan Avusturya karşısında ilerlememiştir. Gerçekte ordularını Viyana'ya sürebilecek olanağı vardı. Bismarck, ileriki yıllarda Avusturya'ya bir müttefik olarak ihtiyaç duyacağını hesaplamıştır. Savaşın ardından yapılan antlaşmayla Avusturya, Prusya'nın önderlik ettiği Kuzey Alman Konfederasyonu'ndan çıkarıldı. Bu çatışmalar sırasında Prusya’ya cephe alan Alman prensliklerinin üzerine giden Bismarck, bu prensliklerin topraklarını ilhak etti. Bütün bu gelişmelerin sonucunda Orta Avrupa’da “Alman birliği”, bir federasyon çatısı altında oluşturulmasının ilk atılımlarıdır. Hemen ardından halk tarafından seçilen temsilcilerden oluşan bir parlamento, Reichstag, ve Alman Federasyonu’nu oluşturan devletlerin atadıkları temsilcilerden oluşan Federal Konsey, Bundesrat kuruldu. Bismarck, güneydeki Alman devletlerini de Prusya'nın denetimi altına almak istiyordu. Ama bunu sağlamak için Fransa’yla bir çatışma nedeni gerekiyordu. 1870'te, Fransa, Kral Wilhelm'den İspanya tahtı üzerindeki haklarından vazgeçmesini, İspanya tahtına Prusya Hohenzollern Hanedanından Leopold’ün getirilmemesini istemesi, Bismarck’a aradığı fırsatı sağladı. Yine diplomasiyle Rusya ve Avusturya'nın yansızlığını sağladı. Kral Wilhelm’in buna karşı çıkmasının ardından Fransa ve Almanya çatışma ortamına sürüklendi. Kral III. Napolyon komutasındaki Fransız kuvvetleri, Sedan Muharebesi (1870)'nde yenilgiye uğradı. 1871 tarihinde düzenlenen Frankfurt Barışı ile Fransa, Alsace ve Lorraine endüstri bölgesini yitirmesi yanı sıra savaş tazminatı ödemek zorunda kaldı. Bismarck bu savaşta henüz Alman birliğine katılmamış olan güneydeki Alman devletlerini de safına çekmeyi başarmıştır. Bu zaferin sonucunda, Alman Ulusal Birliği kurulmuş oldu. Prusya Kralı I. Wilhelm, Alman İmparatoru, Bismarck ise Alman Şansölyesi unvanlarını aldılar. Fransa'nın yenilgisi ise III. Napolyon İmparatorluğu'nun yıkılmasına ve Fransa'da 3. Cumhuriyetin kurulmasına yol açmıştır. Bismarck, Prusya egemenliğinde güçlü bir Almanya kurma düşünü gerçeğe dönüştürdü ve Wilhelm, 1871'de Alman imparatoru olarak taç giydi. 21 Mart 1871 tarihinde Prens unvanı alan Bismarck, şansölye olarak atanmıştır. Bismarck’ın içerdeki uygulama ve düzenlemeleri, ortak bir para biriminin belirlenmesi, bir merkez bankasının kurulması ve ticaret kanunu, medeni kanun gibi temel yasal düzenlemelerle başlamıştı. Amacına ulaşmış olan Bismarck, yeni Almanya'yı güçlendirmek ve zenginleştirmek için barış yanlısı bir siyaset izlemeye başladı. Almanya, Avusturya ve Rusya arasında Üç İmparator Birliği diye bilinen antlaşmayla hem Avusturya ve Rusya arasında barışı korumaya, hem de Fransa'yı Almanya'ya saldırmaktan caydırmaya çalıştı. Mart 1878 de Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasındaki barış görüşmelerin çıkmaza girmesi üzerine arabuluculuk görevi üstlenen Bismarck, Berlin Kongresinin toplanmasını sağlamış ve bu kongreye başkanlık etmiştir. Kendisi de bir Junker (büyük toprak sahibi aristokrat) olan Bismarck, iç politikada giderek tutucu bir çizgiye yönelmekteydi. Ağırlıklı olarak askeri harcamaların getirdiği bütçe açıklarını giderebilmek için ek vergiler koymak istemesine karşı çıkan parlamentoyu, I. Wilhelm’e yönelik bir suikast girişimini bahane ederek fesh etmiştir. 1870-1900 yılları arasında, nedenleri halen tartışmalı olan genel ekonomik durgunlukla mücadele için gümrük duvarlarını yükseltmiştir. Dış ticarette izlediği bu korumacı politika, büyük toprak sahipleri kadar sanayicilerin de desteğini kazanmasına yol açmıştır. Dış politikada karmaşık bir ağ oluşturan antlaşmalar ve ittifaklar yoluyla uzlaşmacı bir tutum izleyen Bismarck, iç politikada tam tersi bir tutum sürdürmüştür. 1890’lı yıllarda ortaya koyduğu korumacı dış ticaret politikası, baştan beri kendisini destekleyen Liberal Parti’nin taban kaybetmesine yol açmıştır. Öte yandan Bismarck, Avrupa’da ilk olarak işçi kesimini kapsayan emeklilik sistemi, sağlık ve kaza sigortalarını da düzenlemiş, Sosyal Demokrat’ların tabanını zayıflatmıştır. 1882'de de Prusya'yı, Avusturya ve İtalya ile Üçlü İttifak'ta birleştirdi. 1884 yılına kadar Almanya’nın sömürgeleri olması gereği üzerinde hiç durmayan Bismarck, Güneybatı Afrika, Doğu Afrika, Kamerun, kısmen Yeni Gine üzerinde sömürge hakimiye
ti kurmuştur. Bu girişimler, Almanya’nın tek büyük ithalat-ihracat limanı olan Hamburg’lu büyük ticari kesimin desteğini sağlamaktır. Öte yandan kara Avrupa’sı dışında çıkar alanlarının olması, İngiltere’ye karşı Fransa ile ittifak kurabilmek için dayanak oluşturmakta, bu girişime bir inandırıcılık kazandırmaktadır. 1888 yılının Mart ayında I. Wilhelm ölünce yerine III. Friedrich imparator tacını giymiştir. Haziran ayında III. Friedrich ölünce yerine II. Wilhelm imparator oldu. 1890 yılında antisosyalist yasaların sürelerinin uzatılması konusunda meclis tıkanınca seçimlere gidilmiştir. Seçimler, Bismarck’ı destekleyen, -başta Liberal Parti olmak üzere- yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Bismarck’ın politikalarına karşı olan Sosyal Demokrat, İlerici ve Katolik Merkez Partileri ise seçimlerden güçlenerek çıkmışlardır. Bismarck, II. Wilhelm’e, bir askeri darbeyle parlamenter sistemin ortadan kaldırılması ardından parlamentonun yetkilerini kısıtlayan bir anayasa yapılmasını, bundan sonra parlamenter rejime dönülmesi için baskı yapmıştır. II. Wilhelm bu baskıya karşı çıkınca bakanları topluca istifaya çağırmıştır. Ancak, dışişleri bakanı olan oğlu dışında hiçbir bakan buna taraftar olmamıştır. Tüm desteğini yitiren Bismarck, görevinden ayrıldı. Friedrichsruh’taki malikânesine çekildi ve 30 Temmuz 1898’de öldü. Necdet Yaşar Necdet Yaşar, (d. 1930 Nizip, Gaziantep- ö. 24 Ekim 2017). Klasik Türk müziği sanatçısı, tanburi. İstanbul Radyosu'nda 1953 - 1980 yılları arasında yirmi yedi yedi yıl çalışmış; 1991 yılında devlet sanatçısı unvanını almıştır. "İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu"'nun kurucusudur. Sazı tam kapasiteyle kullanma yolunda yeni bir tambur tekniği ortaya koyan Necdet Yaşar, dünyanın birçok ülkesinde konserler verdi. Tamburi Cemil Bey ve oğlu Mesut Cemil'le günümüze kadar gelen yeni tambur üslubunun 1950'den sonraki en güçlü temsilcilerinden birisi idi. 1960'lı yıllarda neyzen Niyazi Sayın'la birlikte oluşturduğu ikilinin ortaklaşa taksimleri başka müzisyenleri de etkilemiş ve ""ortaklaşa taksim"" yaygınlaşmıştır. 1930 yılında Nizip'te doğdu. Adliyede katiplik, dava vekilliği yapan, geniş bir plak koleksiyonuna sahip olan babası sayesinde müziğe ilgi duydu. Çocukluğunda, Aşık Veysel'i dinleyip bağlama çalmaya başladı. Mesut Cemil'in tambur çalışını dinledikten sonra, yirmi yaşında tambura yöneldi. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde okudu. Öğrencilik yıllarında tamburuyla Nevzat Atlığ yönetimindeki üniversite korosunun çalışmalarına ve konserlerine katıldı. 1953 yılında üniversiteyi bitirdi. Üniversite korosunun bir radyo konserinde yayınlanan taksimini çok beğenen Mesut Cemil'in önerisiyle İstanbul Radyosu'na girdi; Mesut Cemil'in yönettiği Klasik Koro'da tambur çaldı. 1953 - [980 yılları arasında yirmi yedi yıl İstanbul Radyosu'nda çalıştı. 1958'de Münir Nurettin Selçuk yönetimindeki İstanbul Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti'ne tamburi olarak girdi. 1976'ya kadar bu topluluğun, o dönem için büyük önemi olan Şan Sineması konserlerinde tambur çaldı. 1976'da İstanbul Devlet Klasik Türk Müzigi Korosu'na girdi. 1983'te bu topluluktan ayrıldı. 1960'lı yıllarda neyzen Niyazi Sayın'la oluşturduğu ikilinin verdiği saz musıkisi konserleribüyük ilgi gördü. İkili, sadece saz eserlerinden oluşan, zaman zaman mevlevî ayini gibi sözlü eserlerinde saza uygulandığı programlar icra ettiler. Birbirleriyle çok iyi anlaşan, "sazlarını yenebilmiş" bu iki musıkicinin özellikle "beraber taksim" diye nitelendirilen ortaklaşa taksimleri başka musikicileri de etkiledi. Ortaklaşa taksim, bu sanatçıların çalışmalarından sonra yaygınlaştı. 1972 - 1973 ve 1980 - 1981 öğretim yıllarında ABD'de Seattle'daki Washington Üniversitesi'nde tambur dersleri verdi. Bu derslerde Türk Musikisinin makam, perde ve usûl sistemini öğretti. Amerika Birleşik Devletleri'ndeyken, Amerikalı etnomüzikolog Karl Signell'le birlikte, elektronik cihazlara, Türk musıkisinde kullanılan bazı önemli aralıkların grafiklerini çıkardı. Hertanini aralığında, yani hertam aralıkta diyez yahut bemol olarak kullanılan, yaklaşık 2.5 koma değerindeki perdelerin ölçümlerini gerçekleştirdi. Bu çalışmanın sonuçları Karl L. Signell'in "Makam: Türk Sanat Musikisinde Makam Uygulaması" (YKY, 2006) adlı kitabında yayımlandı. 1972'de Toronto Üniversitesi'nde, 1981'de Seul'de, 1982'de İngiltere'de Durham Üniversitesi'nde, 1983'te New York'taki Columbia Üniversitesi'nde, 1988'de de Hong Kong'da düzenlenen, çeşitli ülkelerden birçok müzik otoritesinin katıldığı uluslararası müzikoloji kongrelerine tamburi olarak davet edildi. Bu kongrelerde Türk müziğini tanıtıcı konserler verdi; büyük müzik otoritelerinin takdirlerini kazandı. Yaşar, bundan sonra, ""Necdet Yaşar Ensemble"" adlı küçük müzik toplulukları kurarak üç kıtadaki birçok sanat merkezinde ve tanınmış üniversitede konser verdi. 1987'de Kültür Bakanlığı'na bağlı İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu'nu kurdu ve sanat yönetmenliğini üstlendi. 1995'in sonlarında emekliye ayrılana kadar gerek solo olarak, gerekse yönettiği topluluğun sazları ve hanendeleriyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, Finlandiya, Güney Kore, İsrail gibi ülkelerde sayısız konser ve resitale katıldı. 1991 yılında Kültür Bakanlığı tarafından Devlet Sanatçısı unvanı ile onurlandırıldı. 2009 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görüldü. 24 Ekim 2017'de İstanbul'da öldü. Necdet Yaşar, Türk musıkisinin öteki sazlarına göre, ses hacmi düşük olan tamburdan yüksek bir ses verimi elde etmek amacıyla, daha kuvvetli mızrap vuruşları geliştirmiş; sol el kıvraklığını mızrap vuruş şiddetiyle bütünleştirmiştir. Bu sağ ve sol el tekniğini değişik hareketlerle beslemek amacıyla, ses kaydırma (glissando) tekniğini tambura uygulayarak çekme seslerden yararlanmıştır. Öte yandan, bağlamaya özgü tezeneleri tambur mızrabıyla, klasik musıki zevkiyle biçimlendirerek taksimlerinde halk musıkisi temalarına da sık sık yer vermiştir. Bu uygulamalar, sazın çeşitli tınılarını daha iyi ortaya çıkardıgı gibi, çalınan parçalara da yeni nüanslar verilmesini sağlamıştır. Yaşar, uzun sapı yüzünden çok kıvrak bir teknikle çalınması zor bir saz olan tamburu keman, klasik kemençe, ut, kanun gibi daha kıvrak sazlara rahatlıkla ayak uydurabilecek bir sağ ve sol el tekniği ile çalabilmek için çok çalışmış bir tamburidir. Sol el kıvraklığını hem yüksek tınılı, hem de zengin, doyurucu seslerle birleştirebilmesi tambur tekniginin en ayırt edici yönüdür. Yaşar, Tamburi Cemil Bey'in tekniğiyle beslenmiş olan bütün bu özellikleriyle, sazı tam kapasiteyle kullanma yolunda yeni bir tambur tekniği ortaya koymuştur. Yaşar, "taksim" denilen, doğaçlamaya dayalı musiki şeklinin çok başarılı bir yorumcusu olarak tanınıdı. Onun taksimleri gelişmiş bir saz tekniği, makam bilgisi, geçki zenginliği, alışılmamış geçkiler, çeşniler, şedler ve bunlara bağlı değişik nağme buluşlarıyla işlenmiştir. Nağme buluşlarındaki farklılık hemen kendini belli eder. Aynı makamdan çeşitli taksimleri yan yana getirildiğinde, her taksiminin diğerlerindenden farklı nağmelerle örülü olduğu görülür. Taksimlerinde daima makamların işlenmemiş yahut az işlenmiş yönlerini arar. Taksimi hiçbir zaman basit bir "seyir gösterme" göreviyle sınırlandırmaz. Tıpkı besteli bir eser gibi güzel, kalıplaşmamış nağmelerle bezemek, makamı bir besteci gibi yaratıcı ve disiplinli bir şekilde işlemek ister. Taksimlerinde dikkati çeken bir nokta da, taksimden sonra okunacak yahut çalınacak eserin makam yapısıdır. Necdet Yaşar, okunacak sözlü eserin bestelendiği makamın kendine özgü seyir özelliklerini, o makamın farklı kullanılışları varsa, söz konusu eserdeki uygulamayı hiçbir zaman gözden uzak tutmamıştır. Yaşar'ın klasik bir eserden, sözgelimi bir murabba besteden önce ettiği taksim ile 20. yüzyıl'da bestelenmiş, sözgelimi bir fasıl şarkısından önceki taksimi de birbirinden farklıdır. Eserin bestelendiği dönemin musıkisine özgü duyarlılığı taksimine yansıtmaya çalışmasi onun icradaki titizliklerindendir. Taksimleri kolaylıkla ayırt edilir. Herhangi bir taksimi, sadece tekniği ile, mızrap vuruşlarıyla değil; nağmeleriyle, nağmeyi geliştirirken kullandığı tınılarla ve baskı (intonation) titizliğiyle de hemen kendini belli eder. Tamburi Cemil Bey ve oğlu Mesut Cemil'le günümüze kadar gelen yeni tambur üslubunun 1950'den sonraki en güçlü temsilcilerinden biri olduğu ifade edilir. Türk musıkisinin makam, perde ve aralıkları konusunda da en bilgili ve hassas icracılardandır. Perde baskıları kusursuzdur. Makamlara ayırt edici kimliğini veren önemli sesleri, makamların geçki ve şed yollarını, kimi makamlara özgü küçük aralıkları, birbirine benzeyen makamlar arasındaki ince farkları çok iyi bilir. Ama bu konuda belki de en dikkate değer yönü, az kullanılmış, "nadide" makamlar hakkındaki icra bilgileridir. Arşivlerde bu tür makamlar dan birçok örnek taksimi vardır. Bu bakımdan, Necdet Yaşar, taksimleri sadece zevkle dinlenecek bir tamburî değil, aynı zamanda, makamları işleyişinden önemli icra bilgileri de öğrenilebilecek bir makam hocasıdır. Körük Körük, çeşitli yerlerde, ateşi canlandırmak için, daha çok demirci ve kalaycıların kullandıkları bir alet. Açılıp kapanarak içindeki havayı ateşe üfleyen bu alet, uzun zaman el sanatları ile uğraşan erbabı tarafından kullanılmıştır. Değişik boy ve tipte olanları vardı. Genellikle basit iki deri tulumdan meydana gelirler. Bütün körüklerde hava akımının devamı, birbiri üzerine konmuş iki körüğün sıra ile sıkıştırılması ile temin edilir. Eskiden Anadolu'da çok kullanılan körükler, küçük iş yerlerinde hala istifade edilen aletlerdendir. Bilhassa demirci ve kalaycılar kullandıkları kömürün devamlı hararetini muhafaza etmeleri için kurdukları körük ile ateşi devamlı üflerler. Kömürün üzerindeki demir parçası, kor; kalaylanacak kap da sıcaklığını muhafaza edecek halde bulunur. Demirci ve kalaycılar bu işleri yapmak için körükçü çırakları kullanırlardı. Bir şeyin üst üste katlanmış açılıp kapan
maya elverişli kısmına da körük adı verilmektedir. Fotoğraf makinesi körüğü, kitap körüğü gibi. Ayrıca eskiden kiliselerde kullanılan orglarda enstrumanın ses çıkartması için ihtiyacı olan havayı üflemesi için de körük kullanılırdı. Türkiye'nin köyleri Türkiye'nin köyleri, Türkiye'de kırsal nüfusun yaşadığı ve köy kanununun uygulandığı yerleşme birimleri. 2010 verilerine göre 34.247 olan köy sayısı 2014 Türkiye yerel seçimleri ile yürürlüğe giren yeni büyükşehir yasası ile birlikte 18.335'e düşmüştür. Geriye kalanı 26,000 yerleşim birimi ise idari yönden köylere bağlı çiftlik, mahalle, oba, mezra, iskele ve istasyon gibi çok az haneli yerleşim yerleridir. Köy, Türkiye mahalli idare teşkilatının en küçük yerleşim yeridir ve muhtar ile tüzel kişiliğe sahiptir. 5442 sayılı İl İdare Kanunu'na göre yapılan idari teşkilatta köyler, bucak ve kasabalara bağlıdır. Köy kanunu ile merkezi idareyle olan münasebetleri düzenlenmiştir. Bu kanuna göre nüfusu 2000'den aşağı olan yerler köydür. Köyü, muhtar ve köy ihtiyar heyeti (azalar) idare eder. Bunlar, seçmenler tarafından beş senede bir seçilir. Köyün öğretmeni ile imamı köy ihtiyar heyetinin tabii üyesidir. Köy kanununa göre, yabancı uyruklu olanlar köyde mülk edinemezler ve İçişleri Bakanının izni olmadan orada yerleşip oturamazlar. Köy tüzel kişiliği dayanağını anayasanın 127. maddesinden alır. Bununla birlikte 06/12/12 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanan 6360 sayılı On üç İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile, İstanbul ve Kocaeli il mülki sınırları içerisinde bulunan köylerin tüzel kişiliği kaldırılarak bağlı bulundukları ilçe belediyesine mahalle olarak katılmıştır. Bu kanun hükümleri uyarınca Aydın, Balıkesir, Denizli, Hatay, Malatya, Manisa, Kahramanmaraş, Mardin, Muğla, Ordu, Tekirdağ, Trabzon, Şanlıurfa ve Van illerinde, sınırları il mülki sınırları olmak üzere aynı adla büyükşehir belediyesi kurulmuş ve bu illerin il belediyeleri büyükşehir belediyesine dönüştürülmüştür. Ayrıca, Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Erzurum, Gaziantep, İzmir, Kayseri, Konya, Mersin, Sakarya ve Samsun büyükşehir belediyelerinin sınırları il mülki sınırları olarak belirlenmiştir. Bu illere bağlı ilçelerin mülki sınırları içerisinde yer alan köy ve belde belediyelerinin tüzel kişiliği kaldırılmış, köyler mahalle olarak, belediyeler ise belde ismiyle tek mahalle olarak bağlı bulundukları ilçenin belediyesine katılmıştır. Böylece 30 ile bağlı köyün köy tüzel kişiliği 6360 sayılı kanun ile kaldırılmıştır. Fatıma Fatıma bint Muhammed, Fatıme Zehra, Fatimeh El Zehra veya Ez Zehra (Arapça: فاطمة الزهراء, Farsça: فاطمه زهرا), İslam peygamberi Muhammed'in kızı, Ali bin Ebu Talib'in eşi. Muhammed’in ilk eşi Hatice bint Hüveylid’den olan kızıdır. Muhammed’in soyu, Fatıma ve eşi Ali bin Ebu Talib’in çocukları yoluyla devam etmiştir, çünkü Muhammed’in vefatından sonra hayatta kalan tek çocuğu Fatıma’dır. Sünni inanışına göre 605 veya 609, Şîʿa'ya göre 614 yılında Mekke'de dünyaya gelmiştir. 632 yılında, Medine'de babasının vefatından 6 ay sonra vefat etmiştir. Doğum tarihiyle ilgili çeşitli rivayetler olsa da bunlardan en güçlüleri 614 (Şîʿa görüşü) ve 605 veya 609 (Sunni görüşü) yıllarıdır ve iki rivayette doğumun Mekke civarlarında olduğu görüşündedir. Fatıma, Muhammed 45 yaşında iken dünyaya geldi. Doğumundan önce, Muhammed'in muhalifleri, onun son oğlunun da öldüğünü görünce, Muhammed'in soyunu sürdürecek kimsenin kalmayacağı, yolunun da bu yüzden mahvolacağı yönünde propaganda başlatmışlardı. Bu propagandaya Kevser Suresi ile cevap verilmiştir: "Şüphesiz biz sana bol hayır (bereketli nesil) vermişiz. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu asıl ebter (soyu kesik) olan sana kin duyandır." Küçük yaşından itibaren, babasının her işine koşturması, onu bir anne gibi koruyup kollaması sebebiyle, babası Muhammed ona; “Ümmü Ebîha” yani "Babasının Annesi" lakabını vermiştir. 624’de, aynı zamanda Muhammed’in kuzeni olan Ali bin Ebu Talib ile evlendi. 632'de Şii kaynaklarına göre Ömer ile aralarında geçen tartışma sonucu ölmüştür. Naaşı, kendi isteği doğrultusunda, geceyarısı ve gizlice gömüldü, halen mezarı bilinmemektedir. Fatıma, Ali bin Ebu Talib ile olan evliliğinde, ikisi kız, üçü oğlan olmak üzere beş çocuk sahibi olmuştur. Çocuklarının isimleri; İslâmiyet'in Şiî/Alevî ve Kızılbaş/Bektâşî yorumlarına kaynaklık eden bir takım anlatılarda Fatıma'nın aynen Ali gibi zaman zaman İslâm Peygamberi Muhammed’in de önüne geçen mitolojik bir figür olarak öne çıkarıldığı görülür. Enes bin Malik'den, Şiîlik ve Sünnîlik ekollerinde güvenilir sayılan raviler yoluyla nakledilen bir hadis şöyledir; "Âlemlerdeki kadınların en iyisi dört tanedir: İmran kızı Meryem, Mezahim kızı Asiye, Hüveylid kızı Hatice ve Muhammed kızı Fatıma." "Muhammed bu dört kadını âlemlerin en iyi kadınları olarak saydıktan sonra Fatıma’yı hem dünyada, hem de ahirette diğer üçüne üstün kılmıştır." Muhammed bin İsmail Buhari “Sahih”te ve imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de Ebu Bekir kızı Ayşe’den Muhammed’in Fatıma’ya yönelik şu sözünü naklediyorlar: "Ey Fatıma! Sana müjdeler olsun, Allah seni âlemdeki kadınların üzerine genel olarak ve Müslüman kadınlar üzerine de özel olarak seçti ve seni tertemiz kıldı." Buhari ve Müslim Sahih'lerinde, İmam Ahmed bin Hanbel Müsned'de, İbn-i Abbas'dan rivayetle: "Şura suresinin 23. ayetindeki; “De ki: Ben bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir” ayetiyle ilgili olarak sahabenin “Ya Resulallah! Allah’ın, sevgisini üzerimize farz kıldığı yakınların kimlerdir?” sorusuna peygamberin “Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’dir.”şeklinde cevap verdiğini kaydetmişlerdir. Mübahele Ayeti': “Sana gelen bunca ilimden sonra, yine de bu hususta seninle çekişip tartışmalara girişirlerse de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, nefsimizi (kendimizi) ve nefsinizi (kendinizi) çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah’ın lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım.” ayetiyle ilgili olarak Necran (Hırıstiyan)'lılarla yaşanan tartışmada, Muhammed'le birlikte gelenlerin kim olduğunu sorduğunda, Nasranî bilgini Oskof'a: "O genç, O’nun damadı ve amcası oğlu Ali bin Ebi Talip’tir, O kadın O’nun kızı Fatıma’dır, O iki çocuk ise O’nun torunları ve kızının evlatları olan Hasan ve Hüseyin’dir." şeklinde cevap verildiği ifade edilmiştir. Ahzab suresi 33. “Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.” ayetindeki Ehli Beyt'in Ali bin Ebu Talib, Fatıma Zehra, Hasan ibn Ali, ve Hüseyin ibn Ali'nin kastedildiği ifade edilmiştir. İslâm Dünyası'nın iki büyük ekolü olan Şia ile Sünnî dünya arasında popüler olmasa da, Fatıma'nın yaşamı üzerinde hâlâ süregelen tartışmalar vardır. Bunlardan en meşhurları Fedek Arazisi, Fatıma'nın ölene kadar Ömer ve Ebubekir ile küs kalması, ve Fatıma'nın gizlice defnedilmesi üzerine olanlarıdır. Türkçede sıklıkla bir kadın ismi olarak kullanılan "Fatma"nın kökeni Arapça "Fatıma" ismidir. Şii kaynaklara göre Fatıma'nın diğer isim ve lakapları şu şekildedir: Badminton Tüytop ya da badminton, raket ve bir tür tüylü topla oynanan tenis benzeri bir oyundur. Kaz tüyünden yapılma bir top ve raketle oynanan bir oyun olan Badminton, topun file üzerinden rakip alana atılması ve geri dönmemesini sağlamak amacına dayanan bir spor dalıdır. Badminton, kolayca öğrenilebilen, erkek ve kadın, 7 yaşından 77 yaşına kadar bütün yaş grubunda insanların yapabildiği ender spor dallarından biridir. Tenis oyunları gurubundan olması nedeniyle rakipler arasında bir net(file) bulunur. Dolayısıyla herkes kendine ayrılan sahada oynar, topu (tüytop) oldukça zararsızdır, böylece yaralanma veya sakatlanma riski en düşük etkinliklerdendir. Her yaşta ve her performans düzeyinde oynanır ve zevk verir, kişiyi zorlamaz, aşırı yüklenmenin kötü sonuçları oluşmaz. Özellikle ayak hareketleriyle sahayı tutma ve hamleleriyle Türkler'in ata sporu kılıç kullanmaya benzemektedir. MÖ 5. yüzyılda Çinliler, Badminton'un atası sayılan Ti Jian Zi adı verilen bir oyun oynarlarmış. Yine badmintona benzeyen bir oyun, 19. yüzyıl ortalarında Hindistan'da poona adıyla oynanıyormuş. Birçok açıdan günümüz badmintonuna benzeyen bu oyunu gören İngiliz subaylar, 1860 yıllarında bunu ülkelerine getirmişler. Beauford Dükü'nün kızları bu oyunu ilk defa Badminton Evi'nde oynamışlardır. Badminton ismi de bu salondan gelmektedir. J.L. Baldwin isimli sporcu, bu sporun kurallarını ilk koyan kişidir. 1870'li yıllarda Hindistan'dan dönen İngiliz subayları, Badminton'u J.L. Baldwin'in koyduğu kurallara göre oynamaya başlamışlardır. Dört yıl gibi kısa sürede İngiltere'de ilk badminton kulübü kuruldu ve kuralları belirlenen oyun ülke geneline yayıldı. Daha sonra, çeşitli ülkelere yayılan badminton, 1934'te Uluslararası Badminton Federasyonu'nun kurulması ile yeni bir ivme kazanmıştır. 1934'ten beri özellikle Çin ve Endonezya bu oyunda hayli başarılı olmaktadırlar. Badminton, ilk kez 1972 Münih oyunlarında olimpiyat sahnesine gösteri sporu olarak çıkmıştır. Yine, 1988'de Seul'de bir kez daha denenen badminton, 1992'de Barselona'da esas spor olarak ilk kez oynanmıştır. Asya ülkelerinin yanı sıra Danimarka ve İngiltere'de bu oyunda en iyi olan ülkeler arasında yer almaktadır. Badminton esasında atası sayılan sporlardan çok farklılaşmamıştır. Denebilir ki, 1800'lerde nasıl oynanıyorsa, bugün de aşağı yukarı aynı şekilde oynanmaktadır. 31 Mayıs 1991'da Türkiye  Badminton Federasyonu kurulmuştur.104. üye olarak 3 Kasım 1991'de Uluslararası Badminton Federasyonu'na tam üye olmuştur. Türkiye'de ilk kez düzenlenen Badminton Ligi Tespit Müsabakaları 11 Bölgeden 24 takımın katılımı ile 4-7 Nisan 1994 tarihleri arasında Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Üniversiteler 1. ve 2. Liginden başka, 10’u 1.Lig, 20’si Bölgesel lig olmak üzere toplam 30 kulübün mücadele ettiği
deplasmanlı Badminton Ligi’ne 2000 yılında minikler ligi de dahil olmuştur. 1 adet mantar ya da plastik bir başlığa takılı 14 ya da 16 tüyden oluşan, ağırlığı 4,73 g ile 5,50 g arasında değişen "kuş" adı verilen tüylü bir top, 2 adet raket ve esnek ayakkabılar (yaralanmaları engellemek için). Badminton teorik olarak her yerde oynanabilir. Ancak rüzgâr alan yerlerde oynanamaz. Kapalı spor salonları çok uygundur. ^ 6.10 m X 13.40 m ebatındaki kortla çok fazla yer işgal etmez. Cemaat Cemaat veya Cemaât (), dinde ibadet etmek için bir araya gelen topluluklara denir. İslâm'da ayrıca tasavvuf ve benzeri hareketlerde, belli bir görüş ve inanca sahip gruplar için de kullanılır. Tasavvuf cemaatine tarikat denmektedir. Sosyoloji literatüründe ise cemaat kavramı, cemaatin üyelerinin ortaklaşa paylaştıkları bir şeye (genellikle ortak bir ideolojiye ya da bir kimlik duygusuna) dayanan, özel olarak oluşturulmuş bir toplumsal ilişkiler bütünüdür. Türkiye'de yayılmış belli başlı İslami cemaatler şunlardır: Vacip Vâcib, Efâl-i mükellefinden sayılan İslam dini terimi. Arapça kökenli bir sözcük olan "vâcip", İslam'da yapılması gereklilik ifade eden eylemleri tanımlamak için kullanılır. Türkçede dini bir mana içermeden sadece ""yapılması gereken"" manasında da kullanılır. İslam dininin kutsal kitabı olan Kur'ân'da bulunmakla birlikte “açıkça emredilmiş” olmayan emirlerdir. “Açıkça emredilmek” tanımı emrin miktar, yer ve zaman gibi tamamlayıcı unsurlarının da tam olarak anlaşılır olmasının yanında muhataplarının da belli olmasını kapsar. Bu özellikleri sağlamadığı halde bir emir olarak Kur’anda bulunan dini emirler için Hanefi mezhebinde daha alt düzey bir gereklilik ifadesi olarak “vacip” deyimi kullanılır. Örneğin Kurban kesme ibadeti Hanefi mezhebine göre vaciptir. Farklı fıkhi mezheplerin farklı vacip anlayışları vardır. İslam'ın fıkhi mezheplerinden olan Şâfiî mezhebine göre vâcib denince farz (yapılması mutlak olarak emredilen) anlaşılır. Fakat diğer mezheplerin vâcibe bakış açısı çoğunlukla daha hafiftir. Hanefi mezhebinde vacip olarak tanımlanan hususlar diğer mezheplerde genellikle sünnet olarak tanımlanır. Hanefilerde genel görüşe göre vâcibin terk edilmesi, tahrîmen mekrûhtur. Yâni harama yakın mekrûhtur. Fakat haram değildir. Bu konuda da farklı mezhepler farklı görüşler beyan etmiştir. Bazı klasik İslam âlimlerine göre vacip olan eylem yapılmadığında kişinin tövbe etmesi gerekir. Eğer bu tövbeyi etmeden ölürse günah işlemiş olur ve azap görür. Ayrıca, İslam dininde çok önemli bir yeri olan namazın vâciblerinden birini bilerek yapmamak namazı bozmamakla beraber günâh olur. Fakat o namazı yeniden kılmak efdal olandır ama yeniden kılınmasa da namaz sahihtir. Namazın vaciplerinden bazıları ise şunlardır: Dört rekatlı namazlarda ilk oturuşu yapmak, hem bu oturuşta hem de son oturuşta tahiyyat duasını okumak, her fiili yerli yerinde ve istenilen asgari miktarda yapmak olan tadil-i erkana riayet etmek, namazın nihayetinde selam vermek. Vacip olan fiili unutarak yapmayan kişi namazın sonunda sehiv secdesi (unutma secdesi) yapar. Hanefi Mezhebinde vacip olan eylemlerden bazıları şunlardır: Vitir namazı ve bayram namazlarını kılmak, bozulan bir nafile orucun kazasını tutmak, Haccda sa'y ve veda tavafı yapmak hanefi mezhebinde vacip olan efallerdendir. Nafile Nafile (Arapça: صلاة نفل‎‎, ṣalāt al-nafl)), Arapça kökenli sözcük. İslam dininde, gerek olmamasına rağmen fazladan yapılan ibadetlere verilen isimdir. İslam'da farz ve vâcib olmayan ibâdetler, ""nafile"" olarak tanımlanır (sınıflandırılır) ve ""nafile ibadetler"" olarak adlandırılır. Örneğin, vakit namazları dışında kılınan (farz veya vacib olmayan) namazlara "nafile namaz", oruç tutulması şart olmayan günlerde tutulan oruca da "nafile oruç" denir. Mekruh Mekruh (Arapça: مكروه), İslam fıkıhında haram gibi kesin ve bağlayıcı olmamakla birlikte- yapılmaması istenen şeydir. Efâl-i mükellefindendir. Sözcük anlamı olarak ""hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey"" manasına gelir. Hanefîlikte mekrûh, tahrimen mekrûh ve tenzîhen mekrûh olmak üzere ikiye ayrılır. Tahrîmen mekrûh: Dinde ayetlerin yorumlanması veya hadislere göre yapılmaması istenen şeydir. Yapılması helalden çok, harama yakındır. Ancak, açık ayet gibi kesin olmayan bir delile dayandığından veya delaletindeki bir kapalılıktan dolayı haram sınıfına alınmamıştır. Bu sebeple "amelî haram" olarak da bilinir. Kesin olmamakla birlikte bu tür fiilleri işleyenlerin de ahirette cezaya uğrayabileceğine inanılır. Bunlara örnek olarak sigara içmek, bahis olmasa bile tavla ve kâğıt oyunları gibi oyunlar oynamak, erkeğin altın takması ve ipek giymesi gösterilebilir. Tenzîhen mekrûh: Şeriatın bağlayıcı ve kesin olmayan bir tarzda yapılmamasını istediği fiildir. Yapılmaması yapılmasından daha iyi olan davranışları tanımlar. Bu tür fiilleri işlemek cezâ ve kınanmayı gerektirmez; ancak terk eden övülür. Örneğin toplu bir ibadete katılacak kimsenin soğan-sarımsak yemesi ve ikindi namazından sonra kerahat vaktine kadar nafile namaz kılmak bu tür mekrûhlardandır. Müstehap Müstehap (veya Müstehab), ""sevilen, beğenilen"" anlamına gelen İslam dini terimi. Edeb ve mendub da denir. Efâl-i mükellefin'dendir. İslam'da yapılınca sevap sayılan, yapılmayınca günah olmayan eylemlere verilen isimdir. İslam'a göre müstehaplar, Allah'ın yapıldığında hoşnut olduğu eylemler olarak görülür ve bu nedenle klasik İslam alimleri tarafından yapılmaları tavsiye edilir. Nafile sadaka vermek, kuşluk namazı kılmak, farz namazları cemaat ile kıldıktan sonra safları bozmak, vs. müstehabdır. Haram Haram (Arapça: حرام); din kurallarına aykırı olan, dini bakımdan kesinlikle yasak olan eylemleri tanımlayan bir İslam dini terimidir. Türkçede genel anlamda " dini yasak" manasında ve diğer dinlerde yasak olan davranışları tanımlamakta da kullanılır. Fıkıh terminolojisinde Allah’ın (fıkıh bağlamında şeriat, ya da kanun koyucu olarak tanımlanan 'Şâri'nin') yapılmamasını mutlak biçimde emrettiği fiillere verilen genel isimdir. Örneğin, içki içmek, domuz eti ve Allah'tan başka birinin adına kesilmiş hayvanın etini yemek, faiz, kumar, kenz, zina, zulmetmek veya adam öldürmek haramdır. Haram kelimesi fıkıh terminolojisinde Allah tarafından yasaklanmış eylemleri ifade eder. Bu sebeple bir eylemin haram sayılabilmesi için O fiilin Kur'anda yahut da sahih hadislerle yasaklanmış olması gerekir. " "De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızıkları kim haram kılmış?"" (A'râf suresi, 32) ""De ki: "Rabbim, ancak açık, gizli bütün hayasızlıkları, her türlü günahı, haksız yere isyanı ve Allah'a, hiçbir zaman bir delil indirmediği herhangi birşeyi ortak koşmanızı ve Allah'a bilmediğiniz şeyler yakıştırmanızı yasakladı." " (A'râf suresi, 33) ""De ki, "Baksanıza, Allah sizin için nice rızıklar indirdi, siz onlardan bir kısmını haram, bir kısmını helâl yaptınız". De ki, "Size Allah mı izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?"" (Yunus suresi, 59) ""Allah'a ortak koşanlar dediler ki: 'Eğer Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız Ondan başkasına ibadet etmezdik; Onun izni olmadan da hiçbir şeyi haram kılmazdık.'..." "(Nahl suresi, 35) ""Dillerinizin yalan vasfetmesi ile: "şu helaldir, şu haramdır" demeyin; aksi halde Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah'a yalan uyduranlar asla kurtulamazlar."" (Nahl suresi, 116) ""Kim Allah'’a karşı yalan uydurandan daha zalimdir? işte bunlar, rablerine arz edilecekler ve şâhitler de, “rablerine karşı yalan söyleyenler işte bunlardır” diyeceklerdir. Biliniz ki, Allah'’ın lâneti zalimler üzerinedir."" (Hud suresi, 18) ""Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; onun dışında, dilediği kimsenin günahını bağışlar. Allah'a ortak koşan ise pek büyük bir günahla iftirada bulunmuş olur."" (Nisa suresi, 48) ""Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir."" (Tahrim suresi, 1) ""Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, 'Bu Allah katındandır' diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!"" (Bakara suresi, 79) Bölgesel anlayışların etkisi; Özel durumlar dışında Haram ve helal yiyeceklerin belirlenmesinde, Şafiî ve İbn Kudame gibi bazı fakihler haram ve helalliğin kriterini "Arabın tabiatına uygunluk ve aykırılık" ile sınırlamışlardır. Haram tanımlamaları, dini açıdan kaynağın kendisinin veya kaynaktaki ifadenin anlam ve kapsam açısından ifade etmesi gereken kesinlik algısına göre mezhepler ve anlayışlara göre değişebilmektedir. Örneğin balık dışı deniz ürünleri mut'a nikahı, tesettürde haram sayılan bölgeler vb. Ayrıca Kur'an tercümelerinde başvurulan yöntemler dolayısıyla ayetlerde yapılan kapsam genişletmeleri veya anlam kaydırmaları inananlar açısından diğer problemler arasında sayılabilir. Fıkıhta zanni delil sayılan hadis'lerle haram hükmü konulup konulamayacağı da ayrı bir tartışma konusudur. Kıyas ve ictihad ile bir şeyin haram kılınması da beraberinde tartışmaları getirebilecek metotlardandır. Sarhoş etmeyecek derecede alkol içeren yiyecek ve içeceklerin haram sayılması bu bağlamda verilebilecek örneklerdendir. Mübah Mübah (), İslami terim. Efâl-i mükellefin'dendir. Yapılmasında veya terkinde dinî yönden hiçbir mahzûru bulunmayan, yani, mükellefin yapıp yapmamakta tamamen serbest olduğu işlerdir. Oturmak, yemek, içmek, uyumak gibi... Mübah olan bu gibi işlerin ne yapılmasında sevab vardır, ne de terkinde günâh vardır. İslam dininde inanan kişinin gerçekleştirmesine (yapmasına) Allah tarafından izin verilen fiillere verilen isimdir. Her ne kadar sözcük köken bakımından bir İslam dini terimi olsa da Türkçede ""yapılmasına izin verilen"" manasında hem dinî hem de dinî olmayan şekilde kullanılmaktadır. Sözcük olarak "mübâh" Arapça kökenlidir. Bir şeyin mübah olması, yapılabilir olduğu anlamına geldiği için, eyleme cevaz verilmiştir; yani eylem caizdir. Bu sebeple mübah yerine câiz sözcüğünün de kullanıldığı olur.
Seyahate çıkmak veya yemek yemek gibi fiiller örnek olarak verilebilir. Bununla birlikte bir şeyin mübah oluşunun sınırları vardır; bir seyahatte ölüm riski varsa ve seyahati gerektirici herhangi bir sebep yoksa bu belirli seyahatin mübah olup olmadığı tartışılabilir. Aynı şekilde kişinin yemek yemesi mübah ise de, sağlığını bozacak şekilde aşırı yemesi veya haram şeylerden (İslam dininde yemesi yasaklanan şeylerden, domuz eti gibi) yemesi mübâh değildir. İslam'a göre mübah olarak sınıflandırılmış eylemler, iyi niyetle yapılırsa tâat (Allah'ın beğendiği şey) olur. Kötü niyetle yapılırsa, günah olur. Önemli olan kişinin niyetidir. Mübah iki çeşittir: "mübah liaynihi" ve "mübah ligayrihi". Mübah liaynihi, kendisinden (bizzat özünden) dolayı mübah iken, mübah ligayrihi, kendisi dışındaki başka unsurlar sebebiyle mübah olandır. Örnek vermek gerekirse: haram olmayan şeylerden yemek özü sebebiyle mübahtır. İçki içmek veya haram bir şeyi yemek haramken, eğer kişi can tehlikesiyle karşı karşıyaysa (örneğin eğer içki içmezse öldürülecekse veya açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya iken yanındaki tek şey ise) içki içmesi veya haram bir şeyi yemesi mübah sayılır. Burada fiilin kendisi, örneğin içki içmek mübah değildir, fakat fiilin kendisi dışında unsurlar, can tehlikesi gibi, fiili mübah kılabilir. İzar İzar İslam dini terimi. İslam dininde ölen kişinin bedeninin gömülmeden önce sarıldığı bez parçası (kefen) ile ilgilidir. İslam dininde ve geleneğinde kefenin baştan ayağa kadar olan ve genişliği bir metreyi bulan parçasına verilen isim. Ayrıca, hacta erkeklerin belden aşağısını örtmek için kullandıkları beze de bu ad verilir. Lifafe Lifâfe, İslam dininde bir terim. İslam'da ölen kişinin bedeninin sarılıp gömülmesi gereken bez parçasının (kefenin) bir parçası. Lifâfe baştan ve ayaklardan aşırı uzunlukta olup kefenin en geniş parçasıdır. Baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanır. Tilavet secdesi Kur'ân-ı Kerîm'deki on dört secde ayetinden herhangi birini okuyan veya işiten bir mükellefin, yani akıllı ve ergenlik çağına erişmiş bir Müslümanın yapması vâcib (lâzım gelen) secde. Secde ayetleri, Kur'ân-ı Kerîm'in A'râf sûresi 7-206, Ra'd sûresi 13-15, Nahl sûresi 16-49, İsrâ sûresi 17-109, Meryem sûresi 19-58, Hac sûresi 22-18, Furkân sûresi 25-60, Neml sûresi 27-25, Secde sûresi 32-15, Sâd sûresi 38-24, Fussilet sûresi 41-37, Necm sûresi 53-62, İnşikâk sûresi 84-21 ve Alak sûresi 96-19 sûrelerinde bulunmaktadır. (Bkz. Secde) Nahl Suresi Nahl Suresi (Arapça: سورة النحل), Kur'an'ın 16. suresidir. 128 ayettir. Medine döneminde yazılmış olan son üç ayetin dışındakiler Mekke döneminde indirildiğine inanılmaktadır. Adını 68. ayette geçen ve bal arısı anlamına gelen 'Nahl' kelimesinden almıştır. Surede başlıca, kainatta Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren deliller, vahiy, öldükten sonra dirilme gibi konular yer almaktadır. Surenin 90. ayeti her Cuma namazında hutbenin ardından okunmaktadır. Secde Secde, Arapça kökenli sözcük, İslam dini terimi. Namazda alnı, burnu, el ayalarını, dizleri ve ayak parmaklarını yere koymaya verilen isimdir. Namazın farzlarındandır. Secde sadece namazda değil, dua ederken de yapılan bir harekettir. Ayrıca Türkçede bugün secde "yere çöküp yüzünü ve ellerini yere koymaya" verilen genel bir isim olmuştur. İslam dışı dinler ve inançlarda (Paganizmden diğer semavi dinlere kadar) da, özellikle dua veya çeşitli ritüeller sırasında, sık sık tekrarlanan bu harekete Türkçede çok genel bir açıdan ""secde"" denmektedir. Çoğu farklı dinin bu harekete verdiği farklı özel isimler de bulunmaktadır. "İnsan namazda kıyamda iken dikey, rükûda yatay bir halde bulunur. Secdede ise başı yerdedir. Bu sonuncu halde iken Allah'a âzamî derecede yaklaşır. Secde vaziyeti insanın Rabbine en yakın olduğu haldir. İnsan Allah karşısında maddî olarak ne kadar eğilir ve küçülürse, mânen o nispette büyür ve yücelir." Atatürk Olimpiyat Stadyumu İstanbul Atatürk Olimpiyat Stadyumu, olimpiyatlara hazırlık projesi kapsamında Türk atletizmine ve futboluna hizmet etmesi amacıyla yaptırılmıştır. 1999 yılında İstanbul'un Başakşehir ilçesi İkitelli bölgesinde 584 hektarlık alana Olimpiyat Parkı'nın en büyük projesi olan Atatürk Olimpiyat Stadyumu'nun yapımına başlandı. 2002 yılında yapımı tamamlanmıştır. Uluslararası futbol şampiyonaları ve dünya atletizm şampiyonalarının yapılabileceği, IAAF, FIFA, IOC şartlarını karşılayan Atatürk Olimpiyat Stadyumu'nun son düzenlemelerden sonra toplam seyirci kapasitesi 75.145'e düşürülmüştür. Her türlü spor, sosyal ve kültürel faaliyetlerin yapılabildiği stadyumumuzda, sporcu, antrenör ve eğitimci yetiştirilebilecek altyapı bulunmaktadır. Ayrıca 9 kulvarlı ana atletizm pistinin haricinde 2 adet ışıklandırılmış antrenman ve atletizm sahası bulunmaktadır. Dünyanın sayılı stadlarından Atatürk Olimpiyat Stadı büyük organizasyonlara ev sahipliği yapmıştır. İtalya'da "Cribaudo Yayınevi" tarafından 2005 yılında yayınlanan "Stadi Del Mondo" (Dünya Stadları) adlı kitapta dünyanın en büyük ve en önemli stadları arasında gösterilmektedir. Her türlü spor, sosyal ve kültürel faaliyetlerin yapılabildiği statta, sporcu, antrenör ve eğitimci yetiştirilebilecek altyapı bulunmaktadır. Stadyum bir dönem ilgili kulübün başvurusu üzerine İOOHDK tarafından Galatasaray'ın kullanımına tahsis edilmiştir. Şu anda da belli bir kulüp için üst kullanım hakkı devredilmeyen (kiralanmayan) stadyum, İOOHDK tarafından çeşitli başvurular değerlendirilerek pek çok farklı kulübün/takımın kullanıma verilmektedir. 31 Temmuz 2002'de oynanan Galatasaray-Olimpiakos dostluk maçı ile açılmıştır. Atatürk Olimpiyat Stadında oynanan ilk Galatasaray-Fenerbahçe derbisini 70.125 seyirci tribündeki yerini alarak izledi ve derbi izlenme rekoru kırıldı. 23 Eylül 2013 tarihinde oynanan Beşiktaş - Galatasaray maçında bu rekor 76,127 seyirci ile kırıldı. Galatasaray 2003-04 ve 2006-07 sezonlarında İstanbul'daki UEFA Şampiyonlar Ligi maçlarını da burada oynadı. 2004 yılındaki Trabzonspor - Gençlerbirliği Türkiye Kupası finali, 25 Mayıs 2005 tarihindeki Liverpool - Milan Şampiyonlar Ligi finali, 2009 yılındaki Fenerbahçe - Beşiktaş Türkiye Süper Kupası karşılaşması ile 2010 yılındaki Bursaspor - Trabzonspor Süper Kupa karşılaşması, bu stadyumda oynanmıştır. 2000 Olimpiyat oyunlarına aday olan ancak tesis yetersizliği,metro hattının olmaması ve trafik sorunları nedeniyle bu organizasyonu kazanamayan İstanbul için dünyadaki örnekleri gibi bir stadyum yapılması gerektiği bazı spor otoriteleri tarafından gündeme getirilmişti. Bu konuda stad inşaası ile ilgili ilk girişim dönemin 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından başlatıldı. Arazi aramalarına başlanan stadyum için yerli yabancı bazı firmalarla fikir alışverişinde bulunuldu. İlk olarak Küçükçekmece ve Büyükçekmece tarafındaki boş alanlarda incelemeler yapıldı. Stadın mümkün olduğunca şehirden uzak olması ama aynı zamanda toplu taşıma alanlarına yakın olması hedefleniyordu. Sinan Erdem başkanlığındaki Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin ortak çalışması sonrası şimdi Olimpiyat stadının bulunduğu alanda stad yapımı için karar kılındı. Seçilen arazi hem stadyum hem yan yol hem de Olimpiyat Parkı ve parkın içerisine kurulacak tesisler için yeterli yüzölçümüne sahipti. 1998 Kasım ayında yapılan Olimpiyat Stadyumu inşaatı ihalesini Tekfen İnşaat-Fransız Campenon Bernard S.A.E. International ortaklığı kazandı. Genelde konut ve plaza inşaat çalışmalarıyla dikkat çeken Tekfen'in geleneksel çizgisinin dışında gerçekleştirdiği projeler arasında yeralan Olimpiyat Stadı projesi 1999 yılının şubat ayında ilk hafriyat çalışmaları ile birlikte başlamış oldu. Projesi, Fransa Stadyumu'ın mimarları tarafından, tüm uluslararası mimarlık, güvenlik, yapı tekniği ve spor standartlarına uygun olarak tasarlanan stadın inşaatı hiç duraksamadan devam etti. İstanbul'un İkitelli bölgesinde 584 hektarlık alana kurulacak olan Olimpiyat Parkı'nın en büyük projesi olan ve Mimarlığını Michel Macary ve Aymeric Zublena’nın yaptığı stadyum inşaatı 2002 yılında yollar hariç tamamlanma aşamasına gelmiştir. İstanbul Atatürk Olimpiyat Stadı inşaatı bünyesindeki tüm boya ve sinyalizasyon işleri Benart Mimarlık tarafından gerçekleştirilmiştir. 31 Temmuz 2002 tarihinde Galatasaray ile Yunanistan'ın Olympiakos takımları arasında oynanan karşılaşma ile açılmıştır. Maç öncesi Galatasaray ve Olympiakos takımları arasında 'olimpiyat Ateşkesi' anlaşması imzalanmıştır. O dönemlerde 2008 Avrupa şampiyonasına birlikte aday olan Türkiye ve Yunanistan'ın iki spor temsilcisi arasında Swiss otelde barış ve işbirliği toplantısı düzenlenmiştir. Törene Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın, Olympiakos Başkanı Socrates Kokkalis, Teknik direktörler Fatih Terim ve Takis Lemonis ile kaptanlar Bülent ve Djordjeviç katılmışlardır. Törende Galatasaray ve Olympiakos takımları daha önce ABD eski başkanı Bill Clinton tarafından imzalananan Olimpiyatlardan 7 gün öncesinden 7 gün sonrasına kadar ülkeler arasındaki tüm anlaşmazlıkların durdurulmasını hedefleyen deklerasyonu imzalayan ilk spor kulüpleri olmuşlardır. Açılış öncesi yolların tam olarak inşa edilememesi ve Olimpiyat komitesi heyetinin stat açılışına maksimum 50 bin kişi beklemesinden kaynaklanan organizasyon bozuklukları nedeniyle tarihi maç büyük sıkıntılara neden olmuştur. İstanbul'un çeşitli bölgelerinden otobüslerle ve araçlarıyla stada hareket eden taraftarlar Olimpiyat Stadına Masko tarafından giden yolun gişeler kısmından sonraki alanda büyük sıkışıklıklara neden olmuşlar birçok taraftar arabasını TEM otoyolunda bırakarak stada yürümüş onlarca otobüs ise sıkışan trafikte kalmış birçoğu geri dönmüştür. Aynı sıkışıklıklar TEM yolunun Edirne yönündeki geliş istikametinde de yaşanmış meydana gelen trafik sıkışıklığı nedeniyle TEM yolu-Olimpiyat stadı ara yolunda maç öncesi büyük bir insan seli oluşmuş binlerce insan yaklaşık 1 km'lik yolu yürüyerek katetmiştir. Temde
oluşan yoğun trafik ve binlerce seyircinin stada yürüyerek gelmesi ve buna bağlı olarak bilet sahibi çok sayıda taraftarın maça yetişememesi ve aynı anda Galatasaraylı futbolcularında stada gelişte gecikmeleri nedeniyle daha önce 21:00'de oynanacağı açıklanan karşılaşma 21:30'a alınmıştır. Karşılaşma öncesi Galatasaray ve Olympiakos takımları stada gelene kadar büyük sıkıntılar yaşamışlardır. Metin Oktay tesislerinden saat 18:30'dan çıkan sarı kırmızılı kafile Florya'da İkitelli'ye yoğun trafik nedeniyle 1,5 saatte gelebilmişlerdir. Biletix tarafından internet üzerinden 75 bin bilet satıldığı bildirilen karşılaşmanın bilet fiyatları kapalı alt tribün 2 milyon , kapalı üst tribün 4 milyon, numaralı alt tribün 4 milyon, numaralı üst tribün 6 milyon lira olarak belirlenmişti. Açılış karşılaşmanın ilk golünü 27. dakikada Berkant Göktan atmıştır. Aynı karşılaşmada Galatasaray'a 2-0 lık üstünlüğü getiren ikinci gol 90. dakikada Arif Erdem'den gelmiştir. Bilet gişelerinin bağlı bulunduğu kartlı geçiş sisteminden alınan bilgilere göre karşılaşmaya toplam 79,414 seyirci girmiştir. Ancak maçı izlemeye gelen toplam seyirci adedinin yoğun trafiği geçemeyip geri dönenler ve maçın yarısında evine yetişmek için stadı terkedenlerin yerine gelenlerle birlikte yaklaşık 100 bin kişi civarında olduğu tahmin edilmektedir. Açıldığı dönemde Balkanların ve Ortadoğu'nun en modern stadı olarak kabul edilen stadyumda maça gelen seyirciler dışında yüzlerce seyyar satıcı kaldırımların kapanmalarına neden olmuşlar bu nedenle Polis görevini yapmakta zorluk çekmiş birçok güvenlik aracı stadın bulunduğu alana girememiştir. 2000 yılında Galatasaray'a UEFA Kupası'nı kazandıran Fatih Terim iki yıl aradan sonra tekrar Galatasaray ile anlaşmış ve ilk defa bu maçta takımının başına geçmiştir. Galatasaray ve Olympiakos arasında yapılan maç, Türkiye ve Yunanistan'ın 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'na ev sahipliği yapmak konusunda ortak adaylığı için de ayrı bir anlam taşımış, iki ülke takımları dostluk maçında stadın denemesinde karşı karşıya gelerek, tüm Avrupa'ya birlik mesajları vermişlerdir. Açılış maçını 2001 yılında oynanan ve 4 Galatasaraylı oyuncunun kırmızı kart gördüğü Fenerbahçe - Galatasaray maçının hakemi olan Ali Aydın yönetmiştir. Karşılaşmanın yan hakemliklerini Murat Şahin ve Alpaslan Dedek yapmıştır. Daha önce İstanbul’da bulunan 3 statta dar bir alanda görev yapan medya mensupları, bu stadyumda modern bir ortamda çalışma imkanı bulmuşlardır. Medya mensupları, Türkiye'de ilk defa dizayn edilen basın tribününde masalı ve monitörlü yerlerde oturup, karşılaşmayı televizyondan da takip edebilme imkanını yakalamışlardır. Atatürk Olimpiyat Stadının açılış maçı sonrası Galatasaray Kulübü İkinci Başkanı Ali Dürüst şu açıklamaları yapmıştır: "Galatasaray olarak stadın dünya kamuoyu tarafından tanınmasına aracılık ettiğimizi düşünüyorum“Bu maçla diğer eksikleri göreceğiz. Bizim gördüğümüz kadarıyla en büyük sorun ulaşım. Henüz stada ulaşamayan taraftarlar olduğu için maçı geç başlattık. Burada maç yapıp yapmayacağımıza daha sonra karar vereceğiz. Henüz kesin bir karar yok." Maç bitiminde aynı yoğunluk devam etmiş konuk takımın ve misafirlerin öncelikli stadı terk edebilmeleri amacıyla stadı otobüsle terk edecek seyirciler yaklaşık 1,5 saat kadar otobüslerde bekletilmiştir. Birçok seyirci TEM otoyoluna kadar stadı yürüyerek terk etmiş birçoğu ise stadın çevresinde bulunan tepelik alanları aşarak evlerine gidebilmişlerdir. Açılış maçı nedeniyle saat 18:00'den itibaren saat 24:00'e kadar TEM otoyolu hem Trakya tarafından hem de Masko gidiş yönü tarafından tarihinin en yoğun gününü yaşamıştır. Aşırı trafik yoğunluğu nedeniyle birçok insan evine ancak sabah saatlerinde ulaşabilmiştir. Türkiye'nin en fazla seyirci kapasiteli stadı olan Atatürk Olimpiyat Stadı Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC), Uluslararası Amatör Atletizm Federasyonu (IAAF) ve Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FIFA) kural ve koşullarını karşılayan Türkiye’deki üç stadyumdan biridir. Karşılıklı 2 kapalı tribünü bulunan statta, batı tribünü 27 bin 763, doğu tribünü 26 bin 164 kişi, kale arkalarında yer alan kuzey ve güney tribünleri ise 13 bin 335’er kişi alıyor. Stat içinde engelli seyirciler için 400 kişilik bölüm, medya mensupları için de 2 bin koltuk ayrılmış durumdadır. 134 giriş, 148 de çıkış kapısı bulunan stadın, 12 dakikada tamamıyla boşaltılmaktadır. Stat bünyesinde açık ve kapalı olmak üzere toplam 18 bin 900 araçlık otopark alanı bulunmaktadır. Stat içinde erkekler için 100 tuvalet, 100 lavabo, bayanlar için 90 tuvalet, 60 lavabonun yanı sıra, engelli erkek ve bayanlar için de tuvalet ve lavabolar yer alıyor. 2004 yılında UEFA Stat ve Güvenlik Komitesi tarafından 5 yıldızlı stadyumlar listesine alındı. İstanbul Olimpiyat Oyunları Hazırlık ve Düzenleme Kurulu (İOOHDK) tarafından yapılan açıklamaya göre, İOOHDK tarafından yapımı gerçekleştirilen 80 bin kişi kapasiteli Atatürk Olimpiyat Stadı, UEFA Stat ve Güvenlik Komitesi tarafından yapılan inceleme ve değerlendirmeler sonucunda 5 yıldızlı statlar listesine dahil edilmiştir. Yapılan açıklamada, UEFA'nın 5 Kasım 2003 tarihinde Atatürk Olimpiyat Stadı'na yaptığı ziyaret sonrasında Türkiye Futbol Federasyonu'na gönderilen rapora göre 2004 yılı itibarıyla Avrupa'da bu kategoriye ulaşabilen toplam 20 stat bulunduğu bildirildi. Aynı raporda Atatürk Olimpiyat Stadı'nın, UEFA Stat ve Güvenlik Komitesi'nin değerlendirmede kıstas aldığı ve aralarında uluslararası ulaşım (hava alanı) imkanı da dahil olan toplam 20 maddelik istekleri tam anlamıyla karşıladığı ifade edilmiştir. Atatürk Olimpiyat Stadı Türkiye'de gerçekleştirilen en büyük spor yatırımlarından biridir. Projeyi farklı kılan, stadın batı tarafındaki hilal şeklindeki çelik çatı ve çelik çatının artgerme sistemle oluşturulan iki dayanak ile desteklenmesidir. Yerde monte edilen ve vinçlerin yardımıyla yerine oturtulan 3,420 ton ağırlığındaki çelik konstrüksiyon çatı 18,600 m², stadın doğu çatısı ise 13,000 m² alana sahip ve 1,200 ton ağırlığındadır. Bu uygulama, Türkiye'de gerçekleştirilen çatı ve dayanak uygulamaları arasında önemli ve ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Stadın kullanıcılarına ait kapalı mekanlar, batı bölümünde yer alan ve toplam kapalı brüt alanı 48,860 m² olan yedi katlı bir yapı içerisine yerleştirilmiştir. Bu katlarda, sporcu, hakem ve antrenörlere ait, spor sahası ile doğrudan bağlantıları olan alanlar, teknik ve lojistik alanlar, polis istasyonu, itfaiye ve sağlık merkezi, organizatörlere ait ofisler ve toplantı odaları, tribünlere doğrudan bağlantısı olan basına ait alanlar ve dinlenme alanları bulunmaktadır. Stadyumun 9 kulvarlı ana atletizm pisti yanında; kuzeybatısında tünelle bağlantı sağlanabilen IAAF'ce istenen tüm şartları karşılayan 1 adet 24,000 m²'lik ışıklandırılmış antrenman sahası ve 1 adet 15,000 m²'lik atletizm ısınma sahası vardır. 52,000 m² taban alanı üzerine inşa edilen stadın plaza ile birlikte toplam alanı ise 120,000 m²'dir. Diğer teknik detaylar: UEFA tarafından 25 Mayıs 2005 tarihinde oynanacak Şampiyonlar Ligi Finali'ne ev sahipliği yapacağı bildirilmiştir. O dönemlerde Galatasaray'ın maçlarını oynadığı ve rüzgar sorunu nedeniyle Türkiye'de çok eleştiri alan stadyum, Fransa Stadyumu, Estadio do Dragao, Jose Alvalade, Estadio da Luz ve Vicente Calderon'u saf dışı bırakmıştır. UEFA İcra Komitesi'nin, İsviçre'nin Nyon kentinde yaptığı toplantıda verdiği bu kararla balkanlarda ve Türkiye'de ilk defa Şampiyonlar ligi finali düzenlenmiştir. Stadyumun Şampiyonlar Ligi finali için seçilmesiyle ilgili dönemin UEFA Asbaşkanı Şenes Erzik şunları söylemiştir: "Tabii ki çalışmalar olmasa böyle bir kararın çıkması mümkün değildi. UEFA Genel Sekreterliği'ni de takdir etmek lazım. Geldiler, incelediler ve ülkeler arasında güzel bir kıyaslama yaptılar. Alternatifler vardı ama ne mutlu ki bizim teklifimiz kabul edildi." 2005 UEFA Şampiyonlar Ligi Finali, 25 Mayıs 2005 tarihinde İngiltere'nin Liverpool FC ve İtalya'nın AC Milan takımları arasında oynandı. Karşılaşmanın ilk yarısını 3-0 geride kapatan Liverpool, ikinci devrede bulduğu üç golle önce maçı uzatmaya taşımış ardından penaltı atışlarında rakibine üstünlük kurarak Şampiyonlar Ligi finalini kazanmıştır. Atatürk Olimpiyat Stadı'nın tüm zamanlarındaki seyirci rekoru açılış maçında kırılmıştır. Bu karşılaşmayı biletli toplam 79.600 seyirci izlemiştir. 22 Eylül 2013 tarihinde oynanan Beşiktaş - Galatasaray karşılaşması ise süper lig tarihinin en seyircili maçı olarak kayıtlara geçmiştir. Bu karşılaşmayı ise 76.127 seyirci izlemişti. 2006-07 sezonunda ev sahibi olarak tüm maçlarını oynayan İstanbul BBSK 2013-14 sezonunda da maçlarını burada oynamaya devam etmektedir. son 6 sezon içerisinde çeşitli dönemlerde Trabzonspor, Orduspor, Sivasspor, Kasımpaşa lig maçlarını, Galatasaray spor kulübü şampiyonlar ligi grup eleme maçlarını yine Olimpiyat Stadında oynamışlardır. Bu sürede birçok başka faaliyette ev sahibi vazifesi gördü ve stadyumda açılıştan bu yana 120'yi aşkın reklam filmi çekildi. Bu faaliyetlerin bazıları; Stadyuma 2004 yılında UEFA tarafından "5 yıldızlı stadyum" unvanı verildi. Olimpiyatlar düşünülerek inşa edilen Atatürk Olimiyat Stadyumu, Uluslararası Atletizm Federasyonları Birliği ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından birinci sınıf atletizm sahası olarak kabul edilmektedir. Türkiye 2009 yılında, 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası'nı düzenlemek için UEFA'ya adaylık başvurusunda bulundu. Bu şampiyonanın açılış ve final maçları dahil 8 maçının Atatürk Olimpiyat Stadyumu'nda oynanması planlandığı için stadyumu yenileme projesi geliştirildi. Bu projeye göre stadyumun hilal biçiminde olan çatısında değişiklik yapılacak ve tüm tribünlerin üstü kapatılacaktı. Net ve brüt kapasiteyi sırasıyla 81.000 ve 90.000’in üzerine çıkarmak için zemin 2,15 metre alçaltılacaktı. Bu sayede yeni tribünler eklenecek ve tribünler sahaya yaklaştırılacaktı. Ayrıca VIP alanları genişletilecek ve yeni localar inşa edilecekti. Türkiye'nin 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası düze
nleme hakkını bir oy farkla Fransa'ya kaptırması sonucu bu yenileme projesinin akıbeti belirsizleşmiştir. Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç Olimpiyat Stadının Türkiye Futbol Federasyonuna devredileceğini bildirmiştir. Stadın Türkiye futbol Federasyonu'na devri ile birlikte millî maçların burada oynanması planlanmaktadır. İstanbul'un İkitelli bölgesinde bulunan Olimpiyat Köyü'nün maç günleri dışında pek toplu ulaşım imkanı bulunmamakla birlikte, planlamalarda İETT otobüsleri ile birçok merkezden ulaşım için çalışmalar yapılmaktadır. 2013 yılında ise Metro (M3 hattı) devreye girmiştir. Bu çalışmalar tamamlanana kadar İETT'nin Bahçeşehir - Yenikapı arasında bulunan 146-T hat numarası ile çalışan otobüsü ulaşım imkanı sağlanmıştır. Ayrıca maç günleri İstanbul'un birçok merkezinden seferler ile İETT ulaşım hizmeti vermektedir. Zafer Biryol Zafer Biryol (d. 2 Ekim 1976, Rize), teknik direktör, Türk eski futbolcudur. Beşiktaş altyapısında futbola başlayan Zafer Biryol, Beşiktaş'ta profesyonel oldu. Daha sonra Mersin İdman Yurdu, Edirnespor, Yeni Salihlispor ve Şekerspor'da forma giydi. Şekerspor'da oynarken 2000-2001 sezonunda attığı 20 golle dikkatleri üzerine çeken Zafer Biryol, Süper Lig'de Göztepe'ye oradan da Konyaspor'a transfer oldu. Konyaspor forması ile 2003-2004 sezonunda 33 maçta 25 golle gol kralı olan Biryol, bu performansı ile 2005-2006 sezonunda Fenerbahçe'ye transfer oldu. Burada fazla yıldızı parlamayan Biryol, 2006 yılında Fenerbahçe'den Bursaspor'a transfer oldu. Bursa'da da aradığını bulamayan Biryol Çaykur Rizespor'a transfer oldu. 2. Lig ekiplerinden Konya Şekerspor, 2009-2010 sezonunda Altay Spor Kulübü'nde forma giyen Zafer Biryol ile anlaştı. 2010 yılından itibaren Konya Şekerspor forması giymeye başladı. Kısa bir süre sonra futbolculuk kariyerini Konya Şekerspor'da noktaladı. Futbolu bıraktıktan sonra Kanada'ya yerleşen Biryol, Toronto'da kendisine ait futbol okulu kurdu. 7 kez Türkiye millî futbol takımında forma giyip bir de gol kaydeden Biryol, ilk millî maçına 18 Şubat 2004'te Danimarka karşısında çıktı. 3 Kasım 2015 tarihinde Bandırmaspor teknik direktörlüğüne getirildi. Şubat 2016'da görevinden istifa etti. NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." Fábio Luciano Fabio Luciano (d. 29 Nisan 1975, Vinhedo), Brezilyalı eski futbolcudur. 2003-2004 sezonunun başında Brezilya'nın Corinthians takımından Fenerbahçe'ye kiralık olarak geldi. Fenerbahçe'nin defansının ortasında görev yaptı. En önemli özelliği oldukça sık gol atmasıdır. Evli ve Geanlucca adında bir oğlu var. Fenerbahçe'de oynarken uzun süreli bir sakatlık dönemi yaşadı. Ardından eski Fenerbahçe teknik direktörü Christoph Daum'un çalıştırdığı Köln takımına kiralandı. İlk maçında 2 gol atarak taraftarın yüzünü güldürdü. Daha sonra 2007-2008 sezonu için Brezilya'nın Flamengo takımına transfer oldu. 2009 yılında futbola veda etti. Volkan Demirel Volkan Demirel (d. 27 Ekim 1981; Fatih, İstanbul), millî futbolcudur. Kaleci pozisyonunda görev alan Demirel, Süper Lig ekiplerinden Fenerbahçe'de forma giymektedir. Profesyonel futbolculuk kariyerine 2000 yılında Kartalspor'da başladı. 2002'de, Süper Lig'deki Fenerbahçe'ye transfer oldu. Burada beş Süper Lig, iki Türkiye Kupası ve üç Türkiye Süper Kupası şampiyonluğu yaşadı. 2004'ten itibaren Türkiye millî takımının formasını giyen futbolcu, ülkesinin yarı finale kadar yükseldiği 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda mücadele etti. 27 Ekim 1981 tarihinde İstanbul'un Fatih ilçesinde doğmuştur. Kaleciliğe ortaokul takımında başladı. Okul takımında genelde orta saha mevkiinde görev yapan Volkan, takımın kalecisinin takımdan ayrılmasının ardından kaleye geçti. Volkan bunun ardından okul takımındaki arkadaşlarıyla Kartalspor'a transfer oldu. Kartalspor'da ilk resmi maçına 24 Eylül 2000 tarihinde Sarıyerspor maçında çıkan Volkan Demirel, bu maçta kalesinde 2 gol görmüştür ve maç 2-2 bitmiştir. Kartalspor'da Servet ve Egemen gibi millî futbolcularla forma giyen Volkan, bu takımda 51 maçta forma giydi ve burada geçirdiği iki yılın ardından 2002-03 sezonunda Fenerbahçe’ye transfer oldu. Fenerbahçe'deki kariyeri 29 Haziran 2002'de TSV Dorfen ile yapılan hazırlık maçı ile başladı. İlk resmi maçına Rüştü Reçber'in sakatlığı nedeniyle 26 Nisan 2003'te Samsunspor karşısında çıkmıştır. Maçın ilk dakikalarında kalesinde gol görmüştür fakat Johnson'ın attığı golle karşılaşma 1-1 sonlanmıştır. Ayrıca Volkan, bu maçta 24 numaralı formayı giymiştir. 2002-03 sezonunda Süper Lig'de Fenerbahçe-Diyarbakırspor maçında çıkan tartışmaya yedek kulübesinden karışıp kırmızı kart gören Volkan, 2002-03 sezonunda başka maçta şans bulamamıştır. 2003-04 sezonunda ise Rüştü Reçber'nün Barcelona'ya transfer olmasının ardından teknik direktör Christoph Daum tarafından şans bulmaya başlayan Volkan, bu sezon ilk maçına 7 Aralık 2003 tarihinde MKE Ankaragücü karşısında çıkmıştır ve takımı Pierre van Hooijdonk'un 2 golü, Ümit Özat ve Selçuk Şahin'un golleriyle 4-1 galip gelmiş ve Fenerbahçe formasıyla ilk galibiyet sevincini yaşamıştır. 13 Aralık 2003 tarihinde Fenerbahçe'nin Denizlispor ile oynadığı karşılaşmada kalesini gole kapatan Volkan, takımının 2-0 galip gelmesinde büyük pay sahibi olmuştur ve ilk defa bir resmi maçta kalesini gole kapatmıştır. Volkan ilk Galatasaray derbisine 28 Şubat 2004 tarihinde çıkmıştır. Fenerbahçe, Nobre'nin golüyle öne geçmiştir fakat daha sonra Volkan, Ömer Erdoğan'in golüne engel olamamıştır. Fakat son dakikalarda Mehmet Yozgatlı'nın attığı golle Fenerbahçe, karşılaşmadan 2-1 galip ayrılmıştır. 2003-04 sezonunda 19 lig maçında 22 numaralı formasıyla mücadele eden Volkan Demirel, o sezon ilk şampiyonluğunu yaşamıştır. 2004-05 sezonunda 1 numaralı formayı almıştır. Geri dönen Rüştü Reçber ise 34 numarayı almıştır. Fakat Rüştü'nün dönmesiyle Volkan, ikinci kaleci konumuna düşmüştür. 2004-05 sezonunda 6 maçta forma giyen Volkan, İstanbulspor, Denizlispor ve Kayserispor maçlarında kalesini gole kapatmıştır ve sezon sonunda kariyerinin ikinci şampiyonluğa ulaşmıştır. 2005-06 sezonunda 18 lig maçına çıkan Volkan, birinci kaleci Rüştü'den daha çok maçta forma giymeye başlamıştır. O sezon Türkiye Kupası çeyrek final rövanş maçında Ali Sami Yen Stadyumu'nda Tuncay'a asist yapmıştır. 2006-07 sezonunda 16 lig maçında forma giymiştir ve ayrıca kariyerinin üçüncü lig şampiyonluğu yaşamıştır. 2007-08 sezonunda Türkiye Kupası çeyrek finalde Galatasaray ile oynanan rövanş maçında Lincoln'ün kendisine küfür ettiği gerekçe göstererek ona saldırmıştır ve kırmızı kart görerek 3 maç ceza almıştır. Aynı sezon Fenerbahçe, Şampiyonlar Ligi'nde tarih yazarken Sevilla ile oynanan ikinci tur rövanş karşılaşmasında ilk 10 dakikada uzaktan 2 gol yemiştir. Bu hem Fenerbahçe'nin hem de Volkan'ın moralini bozmuştur. Fakat Fenerbahçe, maçı penaltılara kadar getirmiştir. Penaltı atışlarında 3 kurtarış yaparak Fenerbahçe'yi "Çeyrek Final"e taşımıştır. Bu maçta Sevilla takımından Dani Alves'in kullandığı 5. penaltı atışındaki kurtarış 2015 yılının Mart ayında UEFA Şampiyonlar Ligi'nde unutulmaz 5 penaltı kurtarışı arasında gösterilmiştir. Yine aynı sezon Galatasaray ile şampiyonluk yarışında olan Fenerbahçe, bitime 3 hafta kala Galatasaray ile deplasmanda karşılaşmıştır. Sabri'nin ortasında boşa çıkan Volkan, Edu ile çarpışmış boşta kalan topu Nonda tamamlamıştır. Maçı bu golle Galatasaray 1-0 kazanmıştır. Kalan 2 haftada da avantajını sürdürerek sezonu şampiyon tamamlamıştır. 2008-09 sezonu Süper Lig 3. hafta karşılaşmasında Fenerbahçe, Ankara'da Hacettepe'ye konuk olmuştur. Maç 2-1 Hacettepe'nin üstünlüğüyle devam ederken son dakikalarda Volkan bir penaltı yaptırmıştır. Penaltı kaçınca hakeme "Bak, Allah da izin vermedi!" diyerek kırmızı kart görmüştür. Cezası önce 2 maç olarak açıklanmış daha sonra 1'e indirilmiştir. 12 Nisan 2009'da Ali Sami Yen Stadyumu'nda Fenerbahçe, Galatasaray ile karşı karşıya gelmiştir. Baştan sona kadar gergin bir havada oynanan maçta, kıyamet son dakikada kopmuştur ve birçok futbolcu birbirine girmiştir. Volkan da taraftarlara kışkırtıcı hareketler de bulunmuştur. Maç içinde herhangi bir kart görmeyen Volkan, daha sonraki incelemelere göre 3 maç ceza almıştır. 2009-10 sezonunda 32 Süper Lig, 9 UEFA Avrupa Ligi ve 6 Türkiye Kupası maçında forma giyen Volkan, iç sahada 7 maç üst üste gol yememe rekoru kırmıştır. Fakat son maçta Trabzonsporlu Burak'ın aşırtma golüne engel olamamış ve Fenerbahçe, bu golle şampiyonluğu yine son maçta yitirmiştir. 2010-11 sezonunda yine 32 lig maçında forma giymiştir ve kariyerinin 4. lig şampiyonluğuna ulaşmıştır. 2011-12 sezonu Fenerbahçe için sancılı başlamış ve sezon sonuna kadar öyle devam etmiştir. Birçok yabancı futbolcu (Emenike, Lugano, Santos, Niang, Güiza) kulüpten ayrılırken o, diğer arkadaşları gibi takımdan asla ayrılmayacağını ve mücadelelerini sonuna kadar devam ettireceklerini belirtti. Bunun sonucunda harika bir sezon geçirmiştir. 7 Aralık 2011'de Türk Telekom Arena'da fırtına gibi esen Galatasaray ile kötü futbol oynayarak kazanan Fenerbahçe karşı karşıya gelmiştir. Maç beklendiği gibi Galatasaray ataklarıyla başlamış ve maç boyu öyle sürmüştür. Volkan, elinden geleni yapmış, müthiş kurtarışlara imza atmıştır. Fakat Eboué, Elmander ve Melo'nun gollerine engel olamamıştır, Galatasaray karşılaşmayı 3-1 kazanmıştır. Lig boyu 32 maçta forma giymiştir. Fakat asıl patlamayı Süper Final'de yapmıştır. İkinci karşılaşmada Galatasaray'a konuk olan Fenerbahçe maçı 2-1, onun sayesinde kazanmıştır. Maç boyu atak futbol oynayan Galatasaray'ın birçok topunu engelleyen Volkan, Selçuk'un serbest vuruş golüne engel olamamıştır. Fenerbahçe, üçüncü karşılaşmada Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda Beşiktaş'ı konuk etmiştir. Maçın başlarında bir pozisyonda Edú ile çarpışan Volkan'ın dizi yarılmıştır. Maç içinde, devre arasında ve maç sonunda birçok tedavi görmüştür. Bir sonraki maç olan yine Beşiktaş maçında forma giyemeyeceği açıklansa da oynamıştır. Fakat Fenerbahçe maçı 1-0 kaybetmiştir. Son maçta Fenerbahçe, Galatasaray'ı konuk etmiş
tir. Maç 0-0 sona ermiştir ve şampiyon Galatasaray olmuştur. Ama Fenerbahçe ve Volkan, sezon boyu ayakta alkışlanası bir mücadele örneği göstermiştir. Fenerbahçe, her ne kadar şampiyonluğu kaçırsa da Türkiye Kupası'nı kazanmıştır ve bu da Volkan'ın kariyerindeki ilk Türkiye Kupası olmuştur. 2012-13 sezonunda ilk resmi karşılaşmasını Şampiyonlar Ligi üçüncü ön eleme turu ilk karşılaşmasında Kadıköy'de Vaslui karşısında çıkmıştır. 75. dakikada Antal'ın golüne engel olamamıştır ve maç 1-1 sona ermiştir. İkinci karşılaşmada maç 1-1 iken bir penaltı kurtarmış ve maçı Fenerbahçe 4-1 kazanmıştır. Bu yüzden bir anlamda turu getiren futbolculardan biri olmuştur. 2012-13 sezonu başında Galatasaray ile oynanan TFF Süper Kupa maçının başlarında bir pozisyonda omzu çıkmıştır ve yerine Mert Günok kaleye geçmiştir. Sakatlığı olsa da ameliyatını sezon sonuna ertelemiş ve sezon içinde forma giymek istediğini belirmiştir.Alex de Souza'nın takımdan ayrılmasıyla kaptan olmuştur. Ancak Ocak Ayındaki transfer döneminde Emre Belözoğlu'nun takıma geri gelmesi ile kaptanlığı Emre Belözoğlu'na bırakmıştır ve kendisi 2. Kaptan olmuştur. 25 Nisan 2013 tarihinde Avrupa Ligi yarı final mücadelesinde Benfica'ya karşı Fenerbahçe kalesini koruyan deneyimli eldiven, bu maçla birlikte Avrupa kupalarında 62. maçına çıkarak, sarı-lacivertli ekibin Avrupa kupalarında en çok forma giyen futbolcusu oldu. Bu alandaki rekor daha önce 61 maç ile Brezilyalı oyuncu Alex de Souza'te bulunuyordu. Volkan Demirel bu sezonda 33 maça çıktı ve kalesinde 34 gol gördü, Fenerbahçe'nin sezonu şampiyon bitirmesinin ardından da kariyerinin 5.şampiyonluğuna ulaşmıştır. Volkan Demirel bu sezonda 29 maça çıktı 2573 dakika süre aldı ve 23 gol yedi. Bu sezonda bir başarı kazanamadı. Volkan Demirel 2015-16 Sezonunun ilk 15 haftası itibarıyla ligde 15 maçın tamamında ilk 11 de yer aldı ve kalesinde 12 gol gördü diğer yandan Şampiyonlar ligi ön elemede 2 maça çıkan Volkan Demirel bu 2 maçta kalesini gole kapatamadı ve kalesinde 3 gol birden gördü. Avrupa ligi elemelerinde ise 2 maça çıkan Volkan Demirel bu maçlarda kalesini gole kapatmayı bildi ve gol yemedi. UEFA Avrupa Ligi gruplarında da 1 maça çıktı ve bu maçta da kalesinde gol görmedi. 2001 yılında 4 kez Türkiye U-20 millî takımına çağrıldı. Türkiye millî takımına ilk kez 2004 yılında çağrıldı. Millî takım ile ilk maçına 28 Nisan 2004 tarihinde, Belçika'ya karşı dostluk maçında giydi. Volkan Demirel maça ikinci yarıda Rüştü Reçber'in yerine girdi. Maç 3-2 Türkiye'nin galip gelmesi ile sonuçlandı. 2016 Avrupa Şampiyonası A Grubundaki Türkiye-Kazakistan maçı öncesindeki ısınma sırasında kendisine yapılan ıslıklı,küfürlü tezahüratlar sonucu sahayı terk etti. O tarihten bu yana Türkiye Futbol Direktörü Fatih Terim tarafından bir daha kadroya alınmadı. Volkan Demirel "2009 Miss Belçika" güzeli Zeynep Sever ile 21 Eylül 2010'da evlendi. Çiftin 8 Şubat 2014 tarihinde Yade adında bir kız çocuğu oldu. Önder Turacı Önder Turacı (d. 14 Temmuz 1981, Liège), Belçikalı-Türk futbolcudur. Erzincan'in Kemah ilçesinden Belçika'ya göç eden bir Türk işçi ailenin çocuğu olarak Liège kentinde dünya'ya gelen Önder Turacı, burada 1986'da henüz 5 yaşındayken, Club Ligue altyapısında futbola başladı. Burada 1995'e kadar oynadıktan sonra, Tilleur Liège'in genç takımına geçti. 1999 yılında R. Standard de Liège takımına transfer oldu. Burada kısa zaman içerisinde kendini tam anlamıyla göstermiş ve 2004-2005 sezonunda Fenerbahçe'ye transfer olmuştur. Çifte vatandaşlığı bulunan Turacı önce Belçika ümit millî takımında oynamış ve millî takım seçme yaşını geçirdikten sonra Türkiye millî takımını seçmiştir ve 1 maç oynamıştır. Ancak bu maç özel karşılaşma olduğu için Belçika millî takımının itirazı ile Türkiye millî takımında oynayamamıştır. Belçika Futbol Federasyonu ise Turacı'nın Belçika millî takımında oynamasını istemiş ve hakkının bulunduğunu belirtmiştir. Ancak Turacı Belçika millî takımının bu teklifini reddetmiştir. Türkiye millî takımında oynamak istediğini belirtmiştir. Takıma geldiği ilk 3 sene de banko oynamış ancak 2007-2008 sezonunda yedek kalınca o zamanın teknik direktörü Zico ile görüşmüş ve hakkında düşündüklerini sormuştur ama aldığı cevap ilk 11'de düşünülmediği olmuştur. Sezonun sonlarında doğru Rusya'nın FK Moskva takımıyla ön protokol imzalamıştır. Ancak Fenerbahçe, Zico ile yollarını ayırmış ve İspanya millî takımını 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası şampiyonu yapan Luis Aragonés'i takımın başına geçirmiştir bu da Önder'in takıma geri dönmesine yeterli olmuştur ve Rusya ekibine cebinden 250 bin dolar tazminat ödeyerek anlaşmayı bozmuş ve yeniden takımına dönerek yeni anlaşma imzalamıştır. En sonunda FIFA'nın Bahamalar'ın başkenti Nassau'da düzenlediği kongrede çift pasaportlu oyuncuların millî takım seçme konusundaki yaş sınırlaması kaldırılması kararı ile Türkiye millî futbol takımının Ukrayna ile deplasmanda yapacağı özel maçın aday kadrosuna Fatih Terim tarafından çağrılmıştır. Temmuz 2011 tarihinde Süper Lig'in yeni ekiplerinden Mersin İdman Yurdu'yla bir sezonluk sözleşme imzalayarak buraya transfer olmuştur. Agustos 2011' de Mersin İdman Yurdu Önder Turacı'nın sözleşmesini karşılıklı olarak feshetmiştir. 12 Ocak 2012 tarihinde 1. Lig'in güçlü ekiplerinden Göztepe'yle 2.5 yıllık sözleşme imzalamıştıtr. 2011-12 sezonunun başında Süper Lig'e yeni yükselen Mersin İdman Yurdu'yla anlaşmıştır. Fakat lig başlamadan bu sözleşme kulüp tarafından fesh tekrar feshedilmiştir. 12 Ocak 2012 Tarihinde 1. Lig Ekiplerinden Göztepe SK ile anlaşmıştır. 6 Eylül 2013 tarihinde Türkiye'de transfer sezonunun son gününde Sarıyer'e transfer olmuştur. 5 Ekim 2016 tarihinde eski Kayınbiraderi tarafından bıçaklanmıştır. Selçuk Şahin Selçuk Şahin (d. 31 Ocak 1981, Tunceli), Türk millî futbolcudur. Süper Lig ekiplerinden Göztepe'de forma giymektedir. Selçuk Şahin şimdiye kadar Zico, Luis Aragonés, Christoph Daum, Aykut Kocaman ve Ersun Yanal gibi antrenörler ile çalışmıştır. Gençlik yılları Silifke'de geçti. 23 Temmuz 1999'da Hatayspor'da profesyonelliğe geçti. 2003-2004 sezonunda İstanbulspor A. Ş. takımından 3 yıllık sözleşme yapılarak Fenerbahçe’ne transfer edildi. Orta saha mevkiinde oynamaktadır. Fenerbahçe'deki ilk maçı, 16 Temmuz 2003 tarihinde oynanan Waldhof Mannheim - Fenerbahçe, hazırlık maçıdır. Fenerbahçe'deki ilk resmi maçı, 10 Ağustos 2003 tarihinde oynanan ve takımının 0-3 kaybettiği Fenerbahçe - İstanbulspor, Süper Lig maçıdır. Uzun yıllar boyu oynamaya devam ettiği kulüpte birçok kez yedek kalsa da inişli-çıkışlı performansıyla hiçbir zaman ilk on birin değişmez futbolcularından biri olamadı. Fenerbahçe'ye transfer olduktan sonra 21 numaralı formayı giymeye başlayan Selçuk, 2011-2012 sezonunda memleketi Tunceli'nin plaka numarası olan 62 numara ile maçlara çıktı. Bir sene boyunca 62 numaralı formayı giyen Selçuk, 2012-2013 sezonunda tekrar 21 numaralı formayı giymeye başladı.Selçuk derbi maçlarında ve kritik maçlarda attığı gollerle Fenerbahçe'de 10 senedir forma giymektedir.Selçuk, 23 Mayıs 2013 günü Fenerbahçe ile 2 senelik yeni sozlesme imzalamıştır. 18 Haziran 2015'te sözleşmesi yenilenmediği için takımdan ayrılmıştır. Selçuk Şahin İsviçre 2. Lig takımlarından Fuat Çapa nın teknik direktörlüğünü yaptığı FC Wil 1900'e transfer oldu. 2015-2016 sezonu arasında Gençlerbirliği'ne gitti. 20 kez A Milli, 2 kez 21 Yaş Altı Millî ve 1 kez de B Millî formayı giydi. 5 Mayıs 2015 tarihinde İstanbul'da gerçekleşen düğünle Emel Demiryürek ile evlendi. Servet Çetin Servet Çetin (d. 17 Mart 1981; Tuzluca, Iğdır), Türk eski futbolcu ve teknik adam. Antalyaspor'da Rıza Çalımbay'ın yardımcılığı görevini yapmaktadır. 30 Temmuz 1999'da Kartalspor'da profesyonel oldu. 3 sezon Kartalspor'da oynadıktan sonra Göztepe ve Denizlispor'da oynadı. Göztepe takımı ile 1. Lig'e çıkma başarısı gösteren Servet Çetin, 2002 yılında Denizlispor'a transfer oldu. Denizlispor'da istikrarlı bir grafik çizdi. Özellikle 2002-2003 sezonunda Denizlispor'un UEFA Kupasında 4.tur oynamasında payı vardır. 3.Tur rövanş maçında Fransa'da Lyon karşısında gösterdiği performansla hem 3 büyüklerin hem de Lyon'un transfer listelerine girdi. 2003-2004 sezonunun 1 Eylül 2003 tarihinde Fenerbahçe'ye transfer oldu ve 2 defa Süper Lig şampiyonluğu sevinci yaşadı. Kısa sürede ilk 11'de kendine yer buldu ve Türkiye millî takımdaki yerini aldı. Fakat geçirdiği sakatlıktan dolayı sonra uzun süre kadro dışında kaldı Fenerbahçe'nin savunma bölgesine Uruguaylı Lugano ve Brezilyalı Edu'yu transfer etmesinden dolayı forma bulma şansı azaldı ve 2006-2007 sezonu 30 Ağustos 2006 tarihinde 2 yıllığına Sivasspor'a transfer oldu. Sivasspor'da oynadığı 2006-2007 sezonunda savunmadaki bel kemiklerinden olan Servet, aynı zaman da Sivasspor takım kaptanıydı. O yıl Sivasspor'da gösterdiği başarılı performansının karşılığını tekrar Türk millî takımına davet edilerek almış ve bir sonraki sezonda da Galatasaray'a transfer olmuştur. 17 Nisan 2007'de Galatasaray ile sözleşme imzalayan Servet, takımdan ayrılıp Rusya'ya transfer olan Stjepan Tomas'ın görevini devraldı ve Rigobert Song ile birlikte Galatasaray savunmasının göbeğinde oynamaya başladı. Galatasaray'daki ilk sezonunda oynadığı 61 resmî maçın 59'unda forma giyerek büyük bir başarıya imza atan Servet aynı sezon Galatasaray formasıyla Şampiyonluk sevinci yaşamıştır. 2009-2010 sezonunda Frank Rijkaard ile yaşadığı tartışma sonucu kadro dışı kalan Servet, Frank Rijkaard hakkında şu açıklamalarda bulunmuştur; "Ben bu takıma Rijkaard'tan daha çok hizmet verdim. Yakında o gidecek ben kalacağım. O zaman herkes gerçek Servet'i görecek" Almanya ve Fransa liginden birçok takımdan teklif alan ve Galatasaray'da kadro dışı kalan Servet, 2010-2011 sezonunda şans bulmuş ve teknik direktörlüğe Gheorghe Hagi'nin getirilmesinin ardından 31 maçta forma giymiş ve 5 gol atma başarısını göstermiştir. Galatasaray'ın eski stadı Ali Sami Yen'de oynanan Galatasaray - Beypazarı Şekerspor maçında röveşata ile gol atan Servet takımının 3-1