article
stringlengths
7.34k
10k
/veya 3' UTR tarafından belirlenebilmesinin nedeni, ribonükleaz denen RNA yıkıcı enzimlerin ve yardımcı proteinlerinin onlara farklı bağlanma afiniteleri göstermesidir. Çevirim verimliliği ve bazen çevirimin tamamen ketlenmesi (inhibisyonu) UTR'ler tarafından kontrol edilebilir. 3' veya 5' UTR'lere bağlanan proteinler ribozomların mRNA'ya bağlanmasına etki edebilirler. 3' UTR'ye bağlanan mikroRNA'lar da çevirim verimliliğini ve mRNA kararlılığını etkileyebilir. mRNA'nın sitoplazmada konumlanmasının 3' UTR'nin bir işlevi olduğu düşünülmektedir. Hücrenin belli bir bölgesinde gerekli olan proteinler orada sentezlenebilir; böyle durumlarda 3' UTR, mRNA'nın çevrimi için oraya taşınmasını sağlayacak diziler içerebilir. Çevrilmeyen bölgelerdeki dizi elemanlarının bazıları RNA'ya yazıldıkları zaman karakteristik ikincil yapılar oluştururlar. Bu yapısal mRNA elemanlar RNA'nın düzenlenmesine yararlar. mRNA elemanlarının bir sınıfı, riboanahtarlar, küçük moleküllere doğrudan bağlanıp şekillerini değiştirirler, bunun sonucu yazılım veya çevirim hızı değişir. Böyle durumlarda, düzenleyici proteinler olaya karışmadığı için, mRNA kendi kendini düzenlemiş olur. 3' poli(A) kuyruğu, pre-mRNA'nın 3' kuyruğunda yer alan, çoğu zaman birkaç yüz adenin nüleotidinden oluşmuş bir zincirdir. Bu kuyruk çekirdekten ihracı ve çevirimi sağlar, ayrıca ökaryotlarda mRNA'yı yıkımdan korur. Bir mRNA tek bir proteini kodlamaya yetecek genetik bilgi içerirse onun "monosistronik" olduğu söylenir. Çoğu ökaryotik mRNA böyledir.. Buna karşın, polisistronik mRNA'lar birkaç gene ait bilgiyi taşırlar, bunlardan birkaç farklı protein kodlar. Bu proteinler çoğu zaman birbiriyle ilişkili işlevlere sahiptir, bir operon olarak yaynyana bulunurlar ve beraber düzenlenirler. Bakteri ve arkelerde bulunan mRNA'ların çoğu polisistroniktir.. Sadece iki protein kodlayan mRNA için disitronik terimi kullnaılır. Ökaryotlarda başlık bağlayıcı kompleksi ve poli(A)-bağlayıcı proteinin birleşmesi sonucu mRNA'ların daireselleştiği düşünülmektedir. Daireselleşmenin ribozomların geri dönüşümünü sağlayarak çevrimin daha verimli olmasını sağladığı öne sürülmüştür. Aynı hücrede farklı mRNA'ların farklı ömürleri (stabiliteleri) vardır. Bakterilerde mRNA'ların ömrü birkaç saniyeden bir saatten fazlaya kadar sürebilir; memeli hücrelerinde mRNA ömürleri birkaç dakikadan günlere kadar uzanabilir. Bir mRNA'nın stabilitesi ne kadar yüksek olursa ondan o kadar daha fazla protein üretilebilir. mRNA'nın sınırlı ömrü, hücrenin değişen ihtiyaçlarına bağlı olarak protein sentezini hızla değiştirebilmesini sağlar. Mesajcı RNA'nın ımhasına yol açan çeşitli mekanizmalar vardır, bazıları aşağıda açıklanmıştır. Prokaryotlardaki mRNA'nın ömrü ökaryotlardakinden genelde çok daha kısadır. Prokaryotlarda mRNA ömrünün düzenlenmesi ökaryotlardakinden çok daha basittir. Prokaryotlarda mesajları hızla yıkan çeşitli RNaz'lar vardır, bunlar RNA'nın dizisinden bağımsız olarak etkirler. Alternatif olarak, uzunluğu on ila yüzlerce nükleotit arası olan kısa RNA molekülleri (sRNA) belli mRNA'lara bağlanıp onların yıkımına neden olurlar. sRNA'daki tümleyici (komplemanter) diziler mRNA'ya bağlanarak iki iplikli RNA molekülleri oluştururlar, bunlar bazı tip RNaz'lara substrattırlar. Yakın zamanda bakteri mRNA'larında da bir çeşit 5' başlık olduğu bulunmuştur. 5' uçta bir trifosfat grubu bulunmaktadır, bundan iki fosfat çıkartılırsa kalan 5' monofosfat mRNA, RNaz E adlı eksonükleaz tarafından parçalanır. Ökaryotlarda çevirim ile mRNA yıkımı arasında bir denge vardır. Aktif olarak çevrilmekte olan mesajlara polizomlar, ökaryotik başlama faktörleri (eIF-4E ve eIF-4G), ve poli(A) bağlayıcı protein bağlıdır. eIF-4E ve eIF-4G başlık çıkarma enzimi DCP2'yi bloke eder, poli(A) bağlayıcı protein de eksozom kompleksi bloke ederek mesajı korur. Gıda yetersizliği veya viral enfeksiyon durumlarında çevirim aksayabilir ve yıkım hızlanabilir. Çevirim ve yıkım arasındaki denge, P-cismi adı verilen sitoplazmik yapıların büyüklüğü ve çokluğu ile anlaşılabilir. Bir mRNA'nın her çevirimi sırasında poli-A kuyruğu eksonükleazlar tarafından kısaltılır. Bunun sonucu olarak mesajın dairesel yapısı bozulur ve başlık bağlanma yapısı destabilize olur. Mesaj sonra eksozom kompleksi veya başlık çıkartma kompleksi tarafından yıkılır. Böylece etkin olmayan mesajlar hızle yok edilir, aktif mesajlar ise sağlam kalır, hücrenin o anda gerek duyduğu mesajlar seçime uğrar. Çevrimin durması ve mesajın yıkım komplekslerine aktarılmasının mekanizmasının ayrıntıları henüz bilinmemektedir. Bazı memeli mRNA'larındaki AU-zengini elemanların varlığı, bu dizilere bağlanan proteinlerin etkisi sonucu bu mesajları destabilize eder. AU-zengini elemanlar aracılığıyla mRNA'nın hızlı yıkımı, tümör nekroz faktör ve granülosit-macrofaj koloni uyarıcı faktör (GM-CSF) gibi etkili sitokinlerin fazla üretilmesine engel olan önemli bir mekanizmadır. AU-zengini elemanlar ayrıca c-Jun ve c-Fos gibi onkogenik transkripsiyon faktörlerini düzenler. AU-zengini elemanları tanıyan bağlanıcı proteinler hem eksozom kompleksi hem de başlık çıkarma kompleksi tarafından yıkıma önayak olur. Ökaryot mesajlar, mesaj içinde erken durma kodonlarına (anlamsız kodonlara) bakan "anlamsızlık aracılıklı yıkım" (İng. "nonsense mediated decay") ile denetlenirler. Bu durma kodonları alternatif uçbirleştirme, adaptif immün sistemdeki V(D)J rekombiansyonu, DNA'da mutasyonlar, transkripsiyon hataları gibi nedenlerle meydana gelebilir. Erken bir bitiş kodonunun algılanması halinde, ya 5 uçtan başlık çıkarma kompleksi ile, ya 3' uçtan eksozom ile ya da endonükleolitik kesme yoluyla yıkım ile sonuçlanır. Metazoanlarda, Dicer tarafından işlenmiş küçük çift iplikli bir RNA türü, RNA uyarımlı susturma kompleksi ("RNA-induced silencing complex", RISC) içine alınır. Bu komplekste yer alan bir endonükleaz, bu küçük RNA ile baz çifti kurabilen mRNA'ları parçalar. siRNA, çift iplikli RNA virüslerine kaşı bir savunma mekanizmasıdır. siRNA ayrıca, laboratuvarda, hücre kültüründe genlerin fonksiyonunu bastırmak için kullanılır. MikroRNA (MiRNA), mesajcı RNA'nın dizisine nerdeyse tam komplemanter olan kısa RNA'lardır. miRNA'nın mRNA'ya bağlanması sonucu mesajın çevrimi baskılanabilir veya başlık çıkarma kompleksi tarafında 5' başlık çıkartılabilir. miRNA'nın çalışma mekanziması aktif olarak araştırılmaktadır. Mesajların yıkımına neden olan başka mekanizmalar da vardır, bunların arasında bitişsiz yıkım (İng. "Non-stop decay"), Piwi-etkileşimli RNA tarafından susturma sayılabilir. Taşıyıcı RNA Taşıyıcı RNA (tRNA olarak kısaltılır) hücrelerde protein sentezi sırasında büyüyen polipeptit zincirine spesifik bir amino asit ekleyen küçük (yaklaşık 74-95 nükleotit uzunlukta) bir RNA molekülüdür. Amino asidin bağlanması 3' ucundadır. Bu kovalent bağlantı aminoasil tRNA sentetaz tarafından katalizlenir. Ayrıca, antikodon olarak adlandırılan üç bazlık bir bölge vardır, bu bölge mRNA üzerinde kendisine karşılık gelen üç bazlık bir kodon bölgesi ile baz eşleşmesi yapar. Her tip tRNA molekülü sadece tek tip bir amino asite bağlanabilir, ama genetik kod aynı amino asite karşılık gelen birden çok kodon bulunduğu için, farklı antikodonlara sahip tRNA'lar aynı amino asidi taşıyabilir. tRNA'nın birincil, ikincil ve üçüncü yapıları vardır. İkincil yapısı genelde "yonca yaprağı yapısı" olarak gösterilir. Üçüncül yapı bakımından tüm tRNA'ların benzer L-şekilli bir 3-B yapıya sahiptir, molekülün ribozomdaki P ve A bölgelerine yerleşmesini sağlayan. Bir antikodon üç nükleotitten oluşan bir birimdir, mRNA'daki kodonundun üç bazına karşılık gelir. Her tRNA spesifik bir antikodon üçlü dizisine sahiptir, bu üçlü bir aminoasit için olan bir veya daha çok kodon ile baz çiftleşmesi yapabilir. Örneğin, lizin için kodonlardan biri AAA'dır; bir lizin tRNA'sının antikodonu UUU olabilir. Bazı antikodonlar birden fazla kodon ile baz eşleşmesi yapabilir, oynak baz eşleşmesi (İng. "wobble base pairing") denen bir olgunun soncu. Çoğu zaman, antikodonun ilk nükleotidi, mRNA'da bulunmayan iki bazdan biridir: inozin ve psödouridin, bunlar birden fazla baz ile hidrojen bağı kurabilir. Genetik kodda bir aminoasit, üçüncü pozisyon olasılıklarının tüm dördü tarafından belirlenebilir. Örneğin glisin amino asidi GGU, GGC, GGA, ve GGG kodon dizileri tarafından kodlanır. tRNA molekülü ile amino asitleri belirleyen kodonlar arasında birebir bir ilişki sağlamak için hücrede 61 tip tRNA molekülü olması gerekir. Ancak, çoğu hücrede 61'den daha az sayıda tRNA vardır çünkü oynak baz belli bir amino asidi belirleyen birden fazla (ama mutlaka hepsi değil) kodona bağlanabilir. Aminoasilasyon bir bileşiğe bir aminoasil grubu eklme sürecidir. 3' CCA uçları bir amino aside kovalent bağlanmış tRNA molekülleri üretir. Her tRNA bir aminoasil tRNA sentetaz tarafından ona spesifik bir amino asit ile aminoasillenir (veya "yüklenir") her bir amino asit için birden çok tRNA ve birden çok antikodon olabilirse de, normalde her bir amino asit için bir aminoasil tRNA sentetaz vardır. Uygun tRNA'ın sentetaz tarafından tanınması sadece antikodon tarafından sağlanmaz, alıcı sap da önemli bir rol oynar. Reaksiyon: Bazen, bazı organizmalarda bir veya daha çok aminoasil tRNA eksik olabilir. Bunun sonucu olarak tRNA kimyasal olarak ilişkili başka bir amino asit ile yüklenebilir. Doğru amino asit, yanlış yüklenmiş amino asidi modifiye eden enzimler tarafından yapılır. Örneğin, "Helicobacter pylori"de glutaminil tRNA sentetaz eksiktir. Glutamat tRNA sentetaz, tRNA-glutamin (tRNA-Gln)'i hatalı olarak glutamat ile yükler. Bir amidotransferaz sonra glutamatın asi yan zincirini amide dönüştürüp doğru yüklenmiş bir gln-tRNA-Gln oluşturur. Ribozomda tRNA molekülleri için üç bağlanma yeri vardır: A ('aminoasil'), P ('peptidil') ve E (İngilizce 'exit', yani "çıkış") konumları. Translasyon sırasında A konumuna, o anda bulunan kodon tarafından belirlenen şekilde, bir aminoasil-tRNA bağlanır. Bu kodon büyümekte olan peptit zincirine bağlanacak olan bir sonraki amino asidi belirle
r. A konumu ancak P konumuna ilk aminoasil-tRNA bağlandıktan sonra çalışır. Birden çok amino asidin bir zincir halinde birbirine bağlı olduğu bir peptidil-tRNA molekülü, P konumunda bulunan kodona bağlıdır. Aminoasil tRNA'ya ilk bağlanan yer, P konumudur. P oknumunda bulunan bu tRNA sentezlenmiş olan amino asit zincirini taşır. E konumunda ise, ribozomu terk etmek üzere olan boş tRNA yer alır. Canlılar genomlarında bulunan tRNA genlerinin sayısı bakımından farklılık gösterir. Genetik çalışmalarda yaygın olarak kullanılan bir model organizma olan Nematod solucanı "C. elegans"ın çekirdek genomunda 29.647 gen vardır, bunların 620'si tRNA genleri kodlar. Ekmek mayası "Saccharomyces cerevisiae"nın genomunda 275 tRNA geni vardır. İnsan genomunda 27.161 gen vardır, bunların 4421'i protein kodlamayan RNA genleridir,bunların arasında tRNA genleri de vardır. 22 tane mitokondriyal tRNA geni; 497 tane sitoplazmik tRNA kodlayan çekirdek geni ve 324 tane tRNA kökenli psödogen vardır. Sitoplazmik tRNA genleri antikodon özelliklerine göre 49 aileye gruplandırılabilir. Bu genler, 22. ve Y kromozomu hariç tüm kromozomlarda bulunabilir. Kromozom 6'nın 6p bölgesinde 140 tRNA geni ile yüksek bir yoğunlaşma vardır. Ökaryotik hücrelerde tRNA moleküllerinin transkripsiyonu RNA polimeraz III tarafından yağılır. Buna karşın, mRNA moleküllerinin transkripsiyonu RNA polimeraz II tarafından yapılır. Pre-tRNA'larda intronlar bulunur. Bakterilerde bunlar kendi kendini çıkarma özelliğine sahiptir. Ökaryot ve ve arkelerde ise tRNA uçbirleştirmesi yapan endonükleazlar bu işlemden sorumludur. Francis Crick, RNA alfabesinin proteine aktarılması için bir adaptör molekül olması gerektiği varsayımından yola çıkarak tRNA'nın varlığı hipotezlemişti. 1960'larda ABD'de Alex Rich, Don Caspar, Jacques Fresco ve Birleşik Krallık'ta King's College London'da bir grup tarafından tRNA'ların yapısı üzerine önemli çalışmalar yapılmıştır. 1965'te Robert W. Holley tarafından yapılan bir diğer yayın, birincil yapı üzerine olmuştur. İkincil ve üçüncül yapılar 1974'te Amerikalı Kim Sung-Hou ve Britanyalı Alexander Rich and Aaron Klug'un araştırma grupları tarafından X-ışını kristalografisi ile elde edilmiştir. Ribozomal RNA Ribozomal RNA (rRNA), ribozomlarda bulunan bir RNA tipidir, ribozomun protein senteziyle ilişkili katalitik fonksiyonundan sorumludur. Ribozomal RNA'nın görevi, mRNA'daki bilginin translasyon süreci sırasında amino asit dizisine çevrilmesi için taşıyıcı RNA (tRNA) ile etkileşmek ve uzayan peptit zincirine amino asit takmaktır. Hücre sitoplazmasında bulunan RNA'nın %80'i rRNA'dan oluşur. Ribozom iki alt birimden oluşur, bunların her biri rRNA ve proteinlerden meydana gelir. Mesajcı RNA (mRNA)'nın ribozom tarafından çevirisi sırasında mRNA bu iki altbirim arasında yer alır. Küçük altbirime iki tRNA bağlıdır, bunlardan birine uzamakta olan peptid zinciri bağlıdır, öbürüne ise bu zincirin ucuna eklenecek olan bir amino asit. Ribozom bu amino asidin peptid zincirine eklenme tepkimesini katalizler. rRNA molekülleri sentezlenirken önce bir öncül RNA (prekürsör rRNA veya pre-rRNA) meydana gelir. Pre-rRNA sentezlendikten sonra, önce belli nükleotitlerdeki bazlar kimyasal değişimlere uğrar (bazı şeker gruplarının metillenmesi ve bazı uridinlerini psödouridine dönüşmesi gibi). Bunun ardından pre-rRNA kesilip kırpılarak üç farklı rRNA türü meydana getirir. Bu işlemler snoRNP'ler (İngilizce "small nükleolar ribonucleolar particles"; küçük nükleolar ribonükleolar tanecikler) tarafından gerçekleşir. SnoRNP'ler, snoRNA olarak adlandırılan kısa bir RNA molekülü ve sekiz-on proteinden oluşan birer kompleksdir; snoRNA, baz eşleşmesi yaparak rRNA üzerinde belli bir diziye bağlanır, böylece snoRNP'deki enzimlerin bu hedef diziye yönlenmesini sağlar. Bu enzimler rRNA'da kimyasal değişiklikler yapar ve onu keser. rRNA belli bölgelerindeki nükleotit dizileri birbirini tümleyici olduğu için bunlar birbirleriyle baz eşleşmesi yaparak molekülün kendine has üç boyutlu bir şekle girmesini sağlarlar. Ribozomdaki proteinler rRNA'nın belli kısımlarını tanıyıp oralara bağlanır, ardından bu proteinler arasındaki etkileşimler rRNA'nın daha da katlanmasına neden olur ve sonunda ribozom meydana gelir. Pre-rRNA'nın transkripsiyonu, işlenmesi, rRNA'ların proteinlerle birleşerek ribozom altbirimlerini oluşturması çekirdekçikte meydana gelir. rRNA'nın bazı kısımları ribozomda tRNA'nın bağlanma yerlerini (A-, P- ve E- konumları) oluşturur. Başka kısımları mRNA ile etkileşerek onun çeviriminin başlama yerini belirler. Ayrıca, rRNA, peptid bağının oluşumunu sağlayan peptidil transferaz adlı katalitik aktiviteden sorumludur. 23S rRNA molekülünün, yardımcı bir protein olmaksızın peptidil transferaz aktivitesine sahip olduğu gösterilmiştir. Ribozomlar hem prokaryot hem de ökaryotlarda iki altbirimden oluşur. Bu altbirimler santrifüjleme sırasında hangi hızda sedimante oldukları ile ilişkili olarak adlandırılır (adlarındaki S, Svedberg birimine karşılık gelir). Tabloda parantez içindeki rakamlar, altbirimde bulunan rRNA moleküllerine aittir. Not: Altbirimlerin S birimlerinin toplamı ribozomun S birimine eşit değildir, çünkü sedimantasyon hızı sadece kütle değil, taneciğin şekline de bağlıdır. Ayrıca ribozomların oluşumunda birkaç proteinlerde yer alır. Ökaryotların ribozomal küçük altbirimi 33 protein ve büyük altbirimi ise 49 protein içermektedir. Prokaryotlarda 30S ribozomal altbirimde 16S ribozomal RNA bulunur. 50S ribozomal altbiriminde ise iki rRNA türü vardır, bunlar 5S ve 23S rRNA'lardır. Bakterilerde 16S, 23S ve 5S rRNA genleri beraberce transkripsiyonu yapılan bir operon olarak organize olurlar. Genomda bu rRNA operonlarından birden fazla bulunabilir (örneğin, "E. coli" 'de yedi tane vardır). Arkelerde de bir veya birden çok rRNA olabilir. 16S, 23S ve 5S rRNA'ları, öncül bir RNA transkriptinin (pre-rRNA) üç parçaya kesilip, bu parçaların da uçlarının kısaltılması sonucu meydana gelirler. Ribozomlarda 16S rRNA'nın 3' ucu, mRNA'nın 5'ucunda bulunan Shine-Dalgarno dizisine bağlanır. Ökaryotlarda küçük ribozomal altbirimde 18S bulunur, büyük altbirimde ise üç tane rRNA türü vardır: 5S, 5.8S ve 28S rRNA'lar. Ökaryotlarda rRNA genlerinin pek çok kopyası vardır, bunlar art arda dizilmiş tekrarlar şeklinde olur. Yukarıda belirtilen sitoplazmik ribozomlardaki rRNA tiplerine ek olarak hayvanlardaki mitokondri ribozomlarında da rRNA'lar (12S ve 16S) bulunur. Bitki mitokondrilerinde bu ikisine ek olarak bir de 5S rRNA vardır. Ribozomal rRNA'lardan 28S, 5.8S ve 18S rRNA'lar, tek bir RNA molekülünün işlemden geçmesi sonucu oluşur. Memelilerde bu öncül rRNA (pre-rRNA) 45S büyüklüğündedir, bunun başından ve sonundan birer parça, iç kısmından da iki parça çıkınca kalan parçalar 28S, 5.8S ve 18S büyüklüğünde olur. Bu işlemden sonra 5.8S rRNA ve 28S rRNA birbirlerine hidrojen bağlarıyla bağlanırlar. 5S rRNA ayrı bir genden yazılır. Büyümekte olan hücreler pek çok ribozoma gerek duyduklarından çok sayıda rRNA sentezlemek durumundadırlar. Bu yüzden genomda çok sayıda rRNA geni bulunur. 45S rDNA geni, her biri 30-40 tekrar oluşan (kromozom 13, 14, 15, 21 ve 22'de) beş küme halindedir. Bunların transkripsiyonu RNA polimeraz I tarafından yapılır. 5S rRNA'nın transkripsiyonu ise RNA polimeraz III tarafından yapılır. 5S rRNA, 200-300 gen tarafından kodlanır, bunlar da art arda dizilmiş tekrarlardan oluşur, bu tekrar kümelerinden en büyüğü kromozom 1q41-42'dedir. Kurbağa yumurtalarında gözlemlenmiş bir olgu, rRNA gen kopya sayısının diğer hücre tiplerinden birkaç bin katı daha çok olduğudur. Yumurta hücresinin büyüklüğü ve onun çok miktarda protein üretme gereğinden dolayı, genomdaki rRNA gen sayısının amplifikasyonunu sağlayan bir mekanizma mevcuttur. 28S, 5.8S ve 18S rRNA'ları çekirdekçikte sentezlenir, 5S rRNA'sı ise çekirdeğin farklı bir bölgesinde sentezlenir. Ribozomlarda 18S rRNA'sının 3' ucu, mRNA'nın 5'ucu ile baz eşleşmesi yaparak mRNA'nın çevirisinin başlamasını sağlar. Ribozom altbirimlerindeki RNA'nın üç boyutlu yapısı X-ışını kristalografisi ile çözülmüştür. Bu RNA dört bölgeden oluşur, bunlar 5', merkez, 3' majür ve 3'minör bölgelerdir. 5' bölgenin yapısının modeli (500-800 nükleotitten oluşan) şekilde gösterilmiştir. Ribozomda peptit bağının oluştuğu aktif merkez tamamen rRNA'dan oluşur. Ribozomal RNA'nın işlevsel bölgelerinde (örneğin, peptidil transferaz veya altbirim arayüzünde) bulunan nükleozitlerin çoğu transkripsiyon sonrası değişime uğramıştır, muhtemelen bu değişimler ribozom fonksiyonu için önemlidir. rRNA'daki baz modifikasyonlarının meydana gelmesinden küçük nükleolar RNA'lar (snoRNA'lar) rol oynar, bunlar rRNA ile baz eşleşmesi yaparak modifikasyonu yapacak enzimleri pre-rRNA'nın uygun yerlerine yönlendirirler. Translasyon, mRNA tarafından taşınan bilginin ribozomlarda proteine çevrilmesi sürecidir. Prokaryotlarda 16s rRNA, mRNA'nın başlama kodonunun akış yukarısındaki bir dizi ile baz eşleşmesi yapar. Otium Otium, Latince "barış" ya da "boş zaman" anlamına gelen sözcük. Latinler, canları istemediği hâlde, yaşamlarının geleceği için yapmak zorunda oldukları işlerden hoşlanmadıklarından zorunlu işlerden oluşmayan vakit ve uzama, hem toplumsal hem de içsel barış anlamına gelen (İngilizce'deki peace kelimesi gibi) otium adını vermişlerdi. Birçok kadim metin bize, o vakitlerde otium'un değerinin bilinerek yüceltildiğini gösterir. Zaten o nedenle de otium"un dışında kalanı kelimenin olumsuz hâliyle, "nec otium diye isimlendirmişlerdir. İngilizce, Fransızca vb. dillerden birini bilenler "negociant", "negociation" gibi sözcüklerinin anlamlarının ticaretle ya da her türlü tecimsel ilişkilerle, işlerle ilgili olduklarını bilirler. Bu sözcüklerin nec otium'dan gelmiş olmasını bir tesadüf olarak görmemek gerekir. Ticaret de, o zaman için, mecburiyetten yapılan, aslında gönülden istenmeyen bir uğraştı. Horatius, zenginlik ve gücün asla otium'dan daha değerli olduğunu düşünmediğini anlatır. Gel ve Gör Gel ve gör (orijinal adı: Rusça: Иди и смотри, "İ
di i smotri"; Beyaz Rusça: Ідзі і глядзі, "İdzi i hlyadzi"), bir 1985 SSCB yapımı Elem Klimov filmidir. Ales Adamoviç'in "Kathyn'in Öyküsü" kitabından uyarlanan film, II. Dünya Savaşı'nda Alman işgali altındaki Sovyet Beyaz Rusya'sında bir gencin partizanlara katılma hikâyesi çevresinde, Nazi işgalinin yarattığı maddi ve ruhsal yıkımları ele alır. En önemli savaş karşıtı filmlerden biridir. Mosfilm Temmuz 1985 (Moskova Film Festivali) Elem Klimov Ales Adamoviç, Elem Klimov Aleksey Rodionov Oleg Yançenko Aleksey Kravçenko, Olga Mironova, Lyubomiras Lautsyavitçus, Vladas Bagdonas, Yurs Lumiste, Viktor Lorents, Kazimir Rabetskiy, Yevgeniy Tiliçeyev, Aleksandr Berda New York Times, Klimov'un yeteneğinin sorgulanamaz olduğunu belirtirken filmin sonunu başarısız bulmuştur.. Klimov bu filmin ardından başka bir film çekmemiştir. 2001'de konu ile ilgili: "Film çekmeye ilgimi kaybettim... Mümkün olan her şeyi yaptığımı hissediyorum" demiştir . Protein biyosentezi Protein biyosentezi, hücrenin protein sentezlenmesi için gereken bir biyokimyasal süreçtir. Bu terim bazen sadece protein translasyonu anlamında kullanılsa da transkripsiyon ile başlayıp translasyonla biten çok aşamalı bir süreçtir. Prokaryotlarda ve ökaryotlarda ribozom yapısı ve yardımcı proteinler bakımından farklılık göstermesine karşın, temel mekanizma korunmuştur. Protein biyosentezi için aminoasil-tRNA'ların hazırlanmasında ya da sentez süresince ATP ve GTP hidrolizi ile yüksek miktarda enerji harcanır. Ayrıca, hücreler ürettikleri enerjinin büyük kısmını protein sentezinde görev alan yapıları oluşturmakta kullanırlar. Bu sürecin genel hata oranı 10 civarındadır (her 10000 amino asitten bir hatalı yerleştirilir). Bazı antibiyotikler protein sentezine müdahale ederek etki gösterirler. Genetik bilgi akışında sıra protein sentezine geldiğinde mesajcı RNA (mRNA)’dan başka taşıyıcı RNA (tRNA) da devreye girerek ribozomlarda protein sentezi gerçekleşir. mRNA da yer alan kodonların taşıdığı genetik mesaj ribozomlarda adım adım deşifre edilerek uygun amino asitler tRNA vasıtasıyla ribozoma getirilir. Hücre sitoplazmasında 20 çeşit aminoasil-tRNA ların ribozomda bağlanabilecekleri çeşitli bölgeler bulunur ve amino asitlerini bırakan tRNA’lar ribozomlardan ayrılırken polipeptid zinciri de sentezlenmiş olurlar. tRNA’lar üzerinde yer alan nükleotitlere antikodon adı verilir. Örneğin, UUU şeklinde olan bir mRNA zincirine uyan tRNA antikodonunun nükleotid sırası AAA şeklindedir. UUU şeklinde bir kodon da fenilalanin adlı aminoasitin şifresidir. Taşıyıcı RNA (tRNA), translasyon sırasında büyüyen polipeptid zincirine özel amino asitlerin eklenmesini sağlayan küçük bir RNA zinciridir (74-93 nükleotid). Yapısında amino asit bağlanması için bir bölgesi ve mRNA üzerindeki kodon alanına başlanmasını sağlayan antikodon alanı vardır. Her tRNA molekülü sadece bir amino aside bağlanabilir fakat genetik kodun dejenere olması (yani genetik kodun aynı amino asidi belirten birden çok kodon içermesi) yüzünden farklı antikodonları oluşturan birçok tRNA tipi aynı amino asidi taşıyabilir. Taşıyıcı RNA, mRNA’daki kodon dizisini tanımaya aracılık eden, kodonun uygun amino aside translasyonuna izin veren ve Francis Crick tarafından hipotezi kurulan "adaptör" molekülüdür. Yaklaşık 80 nükleotid uzunluğunda tek zincirli bir yapıdadır. Farklı tRNA bölgeleri, hidrojen bağlarıyla birbirlerine bağlanmış haldedirler. tRNA'nın 3' ucu CCA nükleotid dizisine sahiptir ve burası amino asitlerin bağlandığı bölgedir. Antikodonlar 3'->5' yönünde, mRNA'da kodonlar 5'->3' yönünde okunur. Örneğin, antikodon baz sırası 3'-AAG-5' ise, mRNA’daki kodon 5'-UUC-3' biçimindedir. mRNA’daki her bir amino asit kodonuna özgü bir tRNA olsaydı, 61 çeşit tRNA olması gerekirdi. Oysa tRNA çeşidi yaklaşık 45'tir. Bunun sebebinin, aynı antikodon bölgesine sahip olarak hazırlan tRNA'ların, verilen amino asitlere uyumlu olarak birden çok kodonu tanıma yeteneğinde olduğu gösterilmiştir. Kodonların 3. pozisyonundaki baz ile onun antikodonundaki eşi olan 1. baz arasında standart olmayan bir baz eşleşmesi veya "oynaklık" özelliği nedeniyle bir tRNA çok sayıda kodonu tanıyabilir. Bu konuda en değişken tRNA, oynak pozisyonunda inosin (I) bulunduran tRNA'lardır. İnosin, 2. karbon atomunda amino grubu taşımayan bir guanin analoğudur. tRNA antikodonunun oynak pozisyonundaki inosin ile adenin, sitozin veya urasil ile eşleşebilir. Örneğin, tRNA antikodonu CCI olan bir tRNA, GGU, GGC ve GGA şeklindeki mRNA kodonlarına uyup, glisin amino asidini büyümekte olan protein zincirine katabilir. Kodon-Antikodon eşleşmesinden önce tRNA’nın doğru amino asidi taşıması gerekmektedir. Her bir amino asidi tRNA’ya bağlayan 20 çeşit aminoasit-tRNA sentetaz enzimi vardır. Bu enzimin aktif yüzeylerinden birine önce amino asidin bağlanması gerekir. ATP, AMP’ye dönüşerek amino aside bağlanır ve aktive edilmiş amino asit kendine özgün enzime bağlanır. Daha sonra bu enzime ve amino aside özgü tRNA enzime bağlanır ve amino asitle tRNA arasında bir bağ oluşur. Bu sırada AMP de açığa çıkar. tRNA ile birleşen amino asit, enzimden serbest bırakılarak sitoplazmaya geçer. Ribozom protein sentezinin yapıldığı, mRNA ile tRNA’lar arasındaki bağlantının kurulduğu organeldir. Büyük ve küçük alt birim olmak üzere iki kısımdan oluşur, bunlar protein sentezi sirasında birleşirler. Ribozom, protein ve ribozomal RNA’lardan (rRNA) meydana gelmiştir. Ökaryotlarda alt birimler çekirdekçikte sentezlenir. Her bir ribozomda üç bağlanma bölgesi vardır. Polipeptide eklenmek için bekleyen aminoasil-tRNA, A yüzeyinde beklerken, sentezlenen polipeptid P yüzeyinde durur. Yükünü boşaltan tRNA ise ribozomdan çıkmak için E yüzeyine geçer. Bu işlemlerin olabilmesi için mRNA kodonları ile tRNA antikodonları arasındaki eşleşmelerin uygun olarak gerçekleşmesi gerekir. Prokaryot ve ökaryot ribozomları arasında benzerliklerle birlikte bazı farklılıklar da vardır. Bakterilere karşı kullanılan antibiyotiklerin bazıları spesifik olarak prokaryot ribozomlarına etki ederek protein sentezini, ve dolayısıyla bakterinin büyümesini durdururlar. Protein yapımı (Translasyon) üç aşamaya ayrılabilir: başlama, uzama ve sonlanma. Translasyon için mRNA, tRNA ve ribozomların yanı sıra bazı protein faktörleri de gereklidir. Enerji ise guanozin trifosfat’tan (GTP) sağlanır. DNA'yı kaynak olarak kullanan RNA polimeraz enzimi tarafından üretilen mRNA molekülü, IF proteinlerinin yardımıyla önce ribozomun küçük altbirimine bağlanır. Daha sonra mRNA 5' ucundan okunmaya başlar. AUG kodonu protein sentezini başlatıcı kodondur. Bu kodona Met-tRNAi (bakterilerde fMet-tRNAf) molekülü bağlanır. Daha sonra ribozomun büyük alt birimi ile küçük alt birimi birleşir ve protein sentezi ilerler. Gerekli olan enerji GTP’den sağlanır. Başlatıcı kodona uyan tRNA, ribozomun P bölgesine yerleşerek A bölgesine kodona uygun yeni bir aminoasil-tRNA gelmesi beklenir. Ribozomun A yüzeyine uygun antikodona sahip tRNA gelir ve hidrojen bağlarıyla kodona bağlanır. Bu sırada 2 molekül GTP harcanır. İkinci basamakta P yüzeyde bulunan polipeptid, A yüzeyine gelen amino asit ile birleşecek biçimde ortama aktarılır. Ribozom, mRNA üzerinde 3' yönüne doğru hareket ederek A yüzeyinde bulunan tRNA ile birlikte polipeptidi P yüzeyine aktarır. P yüzeyinde bulunan tRNA ise E yüzeyine geçerek ribozomdan uzaklaştırılır. Enerji GTP’den sağlanır. Ribozom, mRNA üzerinde 5'->3' yönünde hareket eder. Okuma ise kodon seviyesinde gerçekleşir. Uzama, mRNA üzerinde durma kodonlarına kadar devam eder. A yüzeyine serbest bırakıcı faktörler geldiğinde okuma sonlanır. Bu faktörlerin A yüzeyine gelebilmesi için mRNA’daki kodonun UAG, UAA veya UGA şeklinde olması gerekir. Hidroliz enzimleri yardımıyla P yüzeyinde bulunan polipeptit serbestbırakılır. Böylece protein sentezi sonlanmış olur. Transkripsiyon için DNA çift sarmalının sadece bir iplikçiği gereklidir. Bu ipliğe "kalıp iplikçik" denir. Transkripsiyonun başlangıç noktasını tayin eden RNA polimeraz enzimi DNA üzerinde belirli bir bölgeye bağlanır. Bu bağlanma bölgesine promotor denir. RNA polimeraz promotora bağlandığında, DNA iplikçikleri açılmaya başlar. İkinci aşama uzamadır (elongation). RNA polimeraz, kodlamayan kalıp iplikçik üzerinde dolaşırken bir ribonükleotid polimeri sentezler. RNA polimeraz kodlayıcı iplikçiği kullanmaz çünkü herhangi bir ipliğin kopyası, kopyalanan ipliğin tümleyici (komplemanter) baz dizisini üretir. Polimeraz sonlanma (termination) aşamasına geldiğinde, RNA polimeraz, DNA ve yeni sentezienmiş RNA birbirlerinden ayrılırlar. Prokaryotlardaki süreçten farklı olarak ökaryotlarda yeni sentezlenen mRNA'nın sitoplazma ve endoplazmik retikulum dahil birçok hücre bölgesine ulaşması için değişikliğe uğraması gerekmektedir. Yıkılmasını önlemek için mRNA'ya 5' başlığı eklenir. Kalıp olmak ve daha sonra işlenmesini sağlamak için 3' ucuna bir poli-A kuyruğu eklenir. Ökaryotlardaki hayati önem taşıyan uçbirleştirme olayı bu aşamada gerçekleşmektedir. Aynı zaman diliminde birçok ribozomun tek bir mRNA’yı okuması, aynı proteinden birçok örneğin yapılmasını sağlar. Bir ribozom mRNA üzerinde ilerlerken, diğer ribozom da mRNA’nın 5' ucuna eklenip ilerlemeye devam eder. Böyle ribozom zincirleri poliribozomları oluştururlar. Prokaryotik ve ökaryotik hücrelerde bulunabilirler. Böylece kısa zamanda aynı proteinden çok sayıda sentezlenmiş olur. Proteinler sentezlendikten sonra işlevlerine göre değişik işlemlerden geçerek ait oldukları yerlere giderler. Hücrede ribozomların bir kısmı sitoplazmada serbest halde bulunup sentezledikleri proteini sitoplazmaya verirken, bazı ribozomlar zar sistemlerine (endoplazmik retikulum, Golgi aygıtı, lizozom) bağlı halde bulunurlar. Ribozomların hepsinde protein sentezi sitoplazmada serbest haldeyken başlar. Sentez ilerlerken endoplazmik retikuluma (ER)’ye bağlanma gerçekleşir. Büyüyen polipeptid de sinyal peptid kısmı da (20 amino asit) sentezlenince sitoplazmada bulunan Sinyal Tanıma Tanecikleri ("Signal Recognition Particle", SRP) ile birleşir. Prot
ein sentezi ilerler ve polipeptid ER’ye bağlı kanallardan organelin boşluğuna bırakılır. Böylece sinyal, peptidler yardımıyla hedef proteinler istenen organele iletilmiş olur. Aralarında birçok benzerlik olmasına rağmen prokaryotik ve ökaryotik hücrelerin protein sentezleri arasında bazı farklılıklar da vardır. Prokaryotik ve ökaryotik polimerazlar birbirlerinden farklı olduğu gibi, ribozomlar arasında da farklar vardır. Prokaryotlarda çekirdek zarının olmaması, transkripsiyon ve translasyonun aynı anda olmasını sağlar. Ökaryotlarda organellerin gelişmiş olması hedef proteinleri meydana getiren sinyallerin gelişmesine yol açmıştır. Bu sistemler prokaryotlarda bulunmaz. Ayrıca transkripsiyonun prokaryot canlılarda stoplazmada gerçekleşmesi, ökaryot canlılarda çekirdekte gerçekleşmesi de bir başka farklılıktır. Çünkü DNA ökaryotlarda çekirdekte, prokaryotlarda ise stoplazmada dağınık halde bulunur. DNA baz diziliminde nükleotidlerde oluşan değişiklikler nokta mutasyonlarını oluşturur. Üreme hücrelerinde oluşan nokta mutasyonları döllere aktarılır. Örneğin, orak hücre anemisinde hemoglobinin bir polipeptid zincirini sentezleyen geninde bir nokta mutasyonu oluşmuştur. Bu, anormal bir proteinin üretilmesine neden olur. DNA'da bir timin yerine adenin girmesi, mRNA’da adenin yerine urasilin gelmesine ve bu da translasyonda valin adlı amino asitin yanlışlıkla proteinin yapısına girmesine yol açar, bu da hemoglobinin şeklini bozarak hastalığa neden olur. Çeşitli mutasyon tipleri vardır. DNA’ya baz ilavesi (insersiyon) ya da çıkarılması (delesyon), en zararlı iki mutasyon tipidir. Kodonların kayma sonucu yanlış okunmasına çerçeve kayması mutasyonu ("frameshift mutation") denir. Baz çifti eklenmesinde, eğer üçüncü bazda bir değişme meydana gelirse çoğunlukla bir değişme olmaz. Örneğin, GGC yerine GGU olursa gene glisin amino asiti polipeptide eklenmiş olur. Diğer değişmeler ise farklı biçimlerde sonuçlanabilir. Baz eklenmesi ya da çıkması ise değişik amino asitlerin eklenmesini sağladığı gibi, durma kodlarının okunmasına da sebep olabilir. Ultraviyole ışınları, X ışınları gibi iyonize edici radyasyon, kozmik ışınlar, radyoaktif materyallerin emisyonları gibi yüksek enerjili radyasyon, mutasyonlara neden olur. İyonize edici radyasyon, basit tek baz değişimlerine sebep olabilir. Bazı mutajenik kimyasallar, etkilerini doğrudan bir bazı başka bir baza değiştirerek yaparlar. Örneğin, nitroz asidi sitozindeki amino grubunu deamine ederek urasil oluşturur. Bir polipeptidin sentezinden sorumlu olan nükleotidlerden oluşmuş DNA parçası (veya parçaları) o polipeptidin genini oluşturur. Ökaryotlardaki genler, içlerinde kodlamayan intron bölgeleri bulundurabilir. Ayrıca bir gene bitişik olarak, polipeptid sentezini idare ve kontrol eden promotor ve düzenleyici bölgeleri vardır. Bu bölgeler okunmaz, sadece gen sentezini denetler. Başka genler, rRNA ve diğer RNA çeşitlerinin de sentezinden sorumludur. Yani gen, bir polipeptid ya da RNA sentezinden sorumlu bölge olarak tanımlanabilir. Gıda ve Tarım Örgütü Gıda ve Tarım Örgütü (GTÖ; "Food and Agriculture Organization, FAO"), açlığı yok etmek ve beslenme şartlarını iyileştirmek amacıyla 1943'te kurulan ve 1946'da Birleşmiş Milletler'in uzmanlık kuruluşu haline gelen bir örgüttür. Açlığa karşı mücadelede çok yönlü etkinlikleri vardır. Hükümet ve teknik kuruluşların tarımı, ormancılığı ve balıkçılığı geliştirme projelerine aracı ve yardımcı olur. Bu tip konularda ülkeler düzeyinde teknik yardımlar sağlar. Eğitsel projeler geliştirerek, araştırmalar yapar ve seminerler verir. Dünyadaki tarımsal ürünlerin üretimi, tüketimi, ticareti ve depolanması, tabii kaynakların geliştirilmesi, ağaçlandırma gibi konularda danışmanlık yapar. İstatistikler tutarak bültenler yayınlar. GTÖ'nün merkezi Roma'dadır. Buna bağlı olarak dünyada yayılmış çok sayıda büroları mevcuttur. 1960'lardan sonra çalışmalarını, daha çok tarım ürünlerinin geliştirilmesi ve protein eksikliğinin giderilmesi konularında yoğunlaştırmıştır. BM ülkelerinin çoğu GTÖ'nün üyesidir. Gıda ve tarım için uluslararası bir örgüt kurma düşüncesi 19. asrın sonuna doğru ve 20. asrın başında ortaya çıkmaya başlamıştır. Gıda ve tarıma odaklı uluslararası bir örgüt düzenleme fikri ilk olarak Amerikan tarımcı ve aktivist David Lubin tarafından öne sürülmüştür. Mayıs ve aralık 1905'te Roma'da uluslararası bir konferans düzenlenmiştir. Bu konferans Uluslararasi Tarım Enstitüsü'nün kurulmasına yol açmıştır. Böylece gıda ve tarım alanında ilk uluslararasi örgüt kurulmuş oldu. Daha sonra 1943 yılında ABD cumhurbaşkanı Franklin D. Roosevelt Gıda ve Tarım konusu üzerine bir Birleşmiş Milletler Konferansı çağırmıştır. 18 mayıs ve 3 aralık tarihleri arasında 43 hükümet temsilcileri Virginia'da bir araya gelmişlerdir. Virginia'da hükümet temsilcileri gıda ve tarım için daimi bir örgüt kurmaya söz vermişlerdir. Söz konusu örgüt 16 ekim 1945 tarihinde Kanada'da Gıda ve Tarım Anayasası'nın imzalanmasıyla kurulmuştur. Gıda ve Tarım Örgütü'nün 1. Konferansı Kanada'da 16 ekim ve 1 kasım 1945 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Asman Asman, Pers mitolojisindeki bir gökyüzü tanrısıdır. Osmanlıca'da gökyüzü anlamına gelen asman kelimesinin Farsça karşılığı da asumandır. Zazaca'da Asmên olarak geçen kelime de gökyüzü anlamındadır. Behram Behram (veya Bahram), Pers mitolojisinde gezegenlerin ve zaferin tanrısıdır. Bazen Pers mitolojisinin zafer tanrısı olan Verethragna ile özdeşleştirilir. Behram, Ameşa Spentalardan biri olan Sraosa'nın yardımcısıdır. Ayrıca, "Behram" İran kültüründe sıklıkla kullanılan bir isimdir. Birçok önemli Pers kralının adı da Behram'dır. Behram isim olarak bugün hâlâ kullanılmaktadır. Tarık Dursun K. Tarık Dursun K. (veya tam adıyla Tarık Dursun Kakınç; kısaca Tarık Dursun olarak da anılmaktadır.) (d. 26 Mayıs 1931 - ö. 11 Ağustos 2015), Türk yazar ve yayıncı. 1949'da İzmir'de "Anadolu" gazetesinde sinema eleştirileri yazmaya başladı. Sonra sırasıyla "Yeni Gün", Ankara "Ulus", "Yeni İstanbul" ve "Vatan" gazetelerinde gündelik yazılar yazdı. "Pazar Postası" ve "Akis" dergilerinde sinema eleştirileri yazdı. Eleştirmen Ali Gevgilili ile birlikte aylık "Yeni Sinema" dergisini çıkarttı. Senaryo yazarlığı ve rejisörlük yapmıştır. 1969 yılında Kurul Kitabevi’ni açmış, Milliyet gazetesinde kitap tanıtma yazıları yazmış, Milliyet Yayınları’nı yönetmiştir. 1973 yılında Günümüzde Kitaplar adlı bir dergi çıkarmış, 1975 yılında Koza Yayınları'nın kurucuları arasında yer almıştır. Sanata 1949 yılında şiirle başlamış, 1951 yılında Cengiz Tuncer ile "Devrialem" isimli ortak bir şiir kitabı yayımlamıştır. Daha sonra hikâye yazarlığına başlamıştır. Kardeşi Faruk Kakınç'la beraber girdiği bir yarışmada soyadlarının karışması neticesinde soyadını K. olarak değiştirmiştir. İzmir, Foça ve Karşıyaka’da yaşayan, yazın ve sanat dünyasının çok yönlü ismi Tarık Dursun, 11 Ağustos 2015 saat 16.00′da akciğer yetmezliği sebebiyle hayata gözlerini yumdu. Cenazesi Çiğli Mezarlığına defnedilmiştir. Yazarın bütün hikâyeleri 2009 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından toplu olarak yayımlanmıştır. 1976 yılına kadar yazdıkları ("Bahriyeli Çocuk" dahil) "Karanfilli Hikaye, Toplu Öyküler 1" cildinde, 2006 yılına kadar yazdığı hikâyeler ("Hepsi Hikâye" dahil) "Gönlümün Bir Parçası, Toplu Öyküler 2" cildinde toplanmıştır. Ayrıca yazarın kendi öykülerinden hazırladığı bir seçki 2004'te Dünya Yayıncılık tarafından "Sümbülteber" başlığıyla yayımlanmıştır. 1992 yılında Gendaş Yayınları için gençler düşünülerek hazırlanan derlemenin başlığıysa "Hikâyeler"'dir. Samba (yazılım) Samba, Linux ve Unix işletim sistemleri ile Windows NT ve Windows 9x işletim sistemleri arasındaki iletişimi sağlayan bir ağ sunucusu uygulamasıdır. Samba linux bir makinede çalışan bir daemondur. Samba daemonu arka planda çalışan bir linux makineye windows yüklü diğer makineler tarafından erişilebilir. Yani ağ komşularından samba yüklü linux makinenin harddiski ve paylaşımlarına ulaşılabilir. Samba yüklü bir makinenin sağladığı tek avantajı o makineye ağ üzerinden windows makineleri ile ulaşabilmek değildir. Samba yüklü bir linux makine; yazıcı sunucu, dosya sunucu, PDC ("primary domain controller"), WINS sunucu, "local master browser", "domain browser" görevlerini de yapabilir. Aplikasyon Aplikasyon, genelde kimyasal terbiye işlemlerinde, kimyasal maddeleri içeren işlem çözeltisinin (flotte) tekstil ürününe düzgün bir şekilde aktarılması olayıdır. Kimyasal madde aplikasyonunda asıl amaç tekstil ürünü ile kimyasal maddenin hızlı ve yoğun bir şekilde etkileşimini (temasını) sağlamak ve onun üzerine düzgün bir madde aktarımını gerçekleştirebilmektir. Yani aplikasyon, kimyasal terbiye işlemleri için söz konusu olan bir terbiye basamağıdır. Aplikasyon işleminde mutlaka kumaşa bir kimyasal madde aktarımı söz konusudur ve bu aktarma işlemi de genellikle o maddenin sulu çözeltileri (flotte) ile yapılmaktadır. O nedenle kullanılan maddelerin sudaki çözeltileri veya emülsiyon, dispersiyon halindeki homojen dağılmış şekilleri ile çalışılmaktadır. Ağaç inancı Ağaç inancı birçok doğa inançlarının barındırdığı animizimde, ağaçların saygı gösterilmesi gereken bir ruha sahip oldukları, ve ağaçlara gösterilen saygı, bereketi etkilediğine inanmaktan kaynaklanan bir kült'dür. Eski Türklerin ve Moğolların inancı Tengricilikte, ve Kuzey Amerika'nın yerli inançlarında, ayrıca bir de dünyanın merkezinde durduğuna, ve yer ve gök alemini birleştirdiğine inanılan "Dünyalar ağacı" vardır. Ağaca tapınmanın izleri Oğuzlara kadar muhafaza edilmiştir: “Bay Terek”, “Temir Kavak”, veya “Hayat Ağacı” denilen kutsal “Evliya Ağaç” inanışına benzer inançlar sadece Türk mitolojisinde değil tüm dünya mitolojilerinde rastlanabilir. Türk etnik-kültürel geleneğine baktığımızda, önemli bir yer tutan ağaç miti, Türk düşüncesinde yaratılış nedeninin başlıca motiflerinden biri olarak gösterilir. Bu düşünceye göre, ilk insan dokuz budaklı bir ağacın altında yaratılmıştır. Türk mitolojisinde, “Evl
iya Ağaç”, Tanrı’ya kavuşmanın yoludur. İnanışa göre, yüce dağlar gibi bazı kutsal ağaçların bakışları da gözle görülemeyecek kadar göklere yükselir ve göklerde olduğu sanılan ışık dolu cennet alemine ulaşır. Cennet ise Ulu Tanrı’nın gözle görülebilen yanına çevrilmiştir. Böylelikle, “Evliya Ulu Ağaç” Türk düşüncesinde Tanrı’nın ilahi özelliklerinin maddi yeryüzündeki sembolü haline gelmiş, başka bir deyişle onu sembolize etmiştir. Ağaç, Türk halklarının geleneksel dünya görüşlerinde, insanların birbirleriyle ve doğanın insanlarla bağını da sembolize eder. Tanrı’yı sembolize eden kutsal Evliya Ağaçları’nın, Türk mitolojisindeki tanımına uygunluğu açısından birçok özelliği vardır; bu ağaçların tek ve benzersiz olması, ölümsüzlüğü sembolize etmesi ve sığınacak yer olması bunlardan bazılarıdır. Bu özellikler, aynı zamanda “Ulu Gök Tanrı”nın taşıdığı özelliklerdir. Bu nedenle, ağaç kutsal bilinmiş ve onu kesmek günah sayılmıştır. Tanrı Dağı gibi, “Evliya Ağaç” da Türk mitolojisindeki Tanrıcılıkta Tanrı’yı temsil etmektedir. Türk halklarında, ağaçların bereketli olması veya birkaç yıl ürün vermeyen ağaçların ürün vermesi için, "ağacı korkutmak" gibi adlarla bilinen gelenekler vardır. Uykuda, çiçeklenen ağaç görmenin, dünyaya çocuk geleceği, yıkılan ağaç görmenin de ölümün işareti olarak yorumlanması, ağaçlara bağlı eski inanışların bir ürünüdür. Mitolojik inanışa göre, öbür dünyada her yaprağı bu yeryüzündeki bir insana ait olan bir ağaç vardır; bir insan, yaprağı sararıp yere düştüğü zaman ölür. Kadir gecelerinde ise suların durduğuna ve ağaçların secdeye gittiğine inanılır. Ağaç, Azerbaycan dekoratif sanatında ortaya konan örneklerin tamamında da hayatın başlangıç sembollerinden biri olarak yer almaktadır. M. Kaşgari’nin, Oğuzlardan bahsederken, onların yüksek bir dağla yakınlıklarına değinir ve “gözlerine ulu görünen” büyük bir ağaca “Tankrı” dediklerini söyler. Derbent yakınlarında yaşayan Kumukların, dokunulmaz ve kutsal saydıkları ağacı, “Tenkrihan” olarak adlandırmış olması ve diğer birçok tarihsel bilgi, Türklerin gözünde Ulu Ağaç’ın, Tanrı’nın ilahi vasıflarını taşıdığını gösteriyor. Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi’nin uykusuna girip, hakimiyetinin nerelere kadar uzanacağını söyleyen, her tarafa dal-budak salan ve budaklarının gölgesi dört bir yanı örten de ağaçtı. Bazı kaynaklarda, Ertuğrul Bey’in adıyla bağlantılandırılan bu uykudaki ağaç motifi, Türk destan kültürüne de çok uygun düşüyor. Sayan Altay halk kültüründeki ağaç motifi, yer sahibi motifiyle ilintilidir. Burada ağaç, Ulu Ana’nın yaşadığı ve kahramanlara memesinden süt verdiği yerdir. Hakasların yaşlıları, kayın ağacının yerin derinliklerine işlemiş köklerinde, yeraltı dünyasındaki atalar alemiyle bağlı gücün ifadesini görürler. Türk halklarında ulu ağaçların evliya adlarıyla anılması da çok yaygındır. Büyük olasılıkla Tanrı’nın tekliğini simgelediği için, yalnız ağaçlar, mitolojik inanışlarda önemli yer tutmuşlardır. “Evliya Ağaç” mitolojisine dair edebiyatlarda, “Dünya Ağacı”, “Şaman Ağacı”, “Bay Terek” gibi adlara rastlanır. Dünya halklarının mitolojisinde “Hayat Ağacı”; Altay Türk mitolojisinde “Bay Kayınk” ; bazı hikâyelerde ise “Tamir Terek” adları geçmektedir. Dünyanın tam ortasından yükselen bu ağacın kökleri yeraltına iner, dalları ise dünya dağının zirvesine yükselir. Böylece bu kutsal ağaç, dünyanın her üç katını -gök, yer ve yeraltı dünyalarını- birbirine bağlamaktadır. Şamanist Türklerin en kutsal bildikleri ağaç , kayın ağacıdır. Kutsal sayıldığı için de “Bay Kayın” denilen bu ağaç, bütün şaman ayinlerinde yer alır. Ağaç motifi olan kayın, Altaylarda şaman ayinlerinde, doğum, düğün ve bayramlarda önemli unsurdu. Ataların hayatları bu ağaçla bağlanırdı. Altay şamanlarının inancına göre, insanlar yaratıldıkları zaman ilk kayın ağacı da Umay Ana ile beraber yere inmiştir. Şamanı besleyip, büyüten ağacın adı Ara Ağaç'tı. Yakutlara göre, göğün en üst katında olup, göğün yere açılan kapısıdır. Yerle göğü birbirine bağlayan Dünya Ağacı’nın zirvesinde, iki başlı bir kartal yuva kurmuştur. Bu kartalın görevi, gökleri korumaktır. Hakaslar, “Imay Toyı” adını verdikleri törenlerde kullandıkları ağacı, tören bittiğinde ormana götürüp dikerlerdi. Eğer bu ağaç kurumazsa, adına tören yapılan kadının ailede çocuklarının dünyaya geleceğine inanılırdı. Hakasların geleneksel görüşlerinde ağaç, aynı zamanda “insan”, “insanın canı” ve “soy” anlamlarıyla da bağlantılıdır. Toprağın ruhunun da kayın ağacında olduğuna inanılmıştır. Şamanlar kendi ilahilerinde, tören ve ayinlerin başlıca unsuru olan kayın ağacına “Bay Kayın” derlerdi. Kayın, Tanrı’yla kulu arasında ilahi bir köprü gibi düşünülürdü. Şorlar da dağ ve su ruhlarının şerefine yaptıkları ayinleri, kayının altında gerçekleştirirlerdi. Türk etnik-kültürel geleneğinde, her ağacın birer canlı varlık olduğuna inanılmıştır. Buna göre de kutsal ağaca zarar veren veya dallarını kıran birine zeval geleceğine inanılmıştır. Tapınılan ağaca ant içilir, her yıl bir kurban kesilirdi. Anadolu Kızılbaşları, kutsal ağacın ilahi özellik taşıdığını belirtmek için bu ağaçlara “Dede Ağacı” demiştir. Cengizname'ye göre, Cengiz, her boya bir işaret olarak ayrı ayrı damga, kuş ve benzeri şeylerin yanında bir de ağaç tayin etmişti. Altaylarda, “Genç Oğlan” adlı hikâyenin kahramanı, kayın ağacının altında geceledikten sonra ad alır. Kırgız ve Kazaklarda ise kısır kadınlar, yalnız ağacın (veya suyun) yanında geceleyip kurban keserlerdi. Yakutlarda, çocuğu olmayan kadınlar, kutsal bir ağacın dibinde ak-boz at derisinin üzerinde oturur, ağlayıp sızlayarak, yer sahibinden çocuk isterlerdi. “Er Sokotoh” destanında, Er Sokotoh’un ablası sekiz budaklı ağaç, kardeşine yenilmez güç vermek için onu emzirir. Oğuzname’deki “Kıpçak” efsanesinde de ağaçtan söz edilmektedir. Altay halk biliminde,kayın ağacından inip, yeni doğmuş çocuğa ad veren, insanlara yardım eden, ak sakallı yaşlı insan motifleri görmek mümkündür. Ancak, Türk mitolojisinde, ağaçtan doğma motifi görülmez. Kahramanlar ağaç yoluyla cennetten gelirler. Türk kültüründe, kutsal ağacın küçük bir dalını bile kesmeye kimse cesaret edemez. Azerilerin inanışlarına göre, dedebaba ruhları gününde, ne olursa olsun kesilemezdi. Türbe ve mezarların başında olan ağaçlar da kutsal sayıldığından, kesinlikle yakılmazlardı. Geleneksel görüşlere göre ağaç kesmek, genellikle günah sayılmış ve sadece mecbur kalındığında bu yola başvurulmuştur. Anadolu Alevileri ise ağaçları ziyaret etmektedirler, görkemli ağaç karşısında baş eğip, yılda bir kez orada tören yaparak kurban keserler. Ağaca tapınmanın bir başka ifadesi de evin temeli etıldığında ağaca kurban kesme geleneğiydi. İnanışa göre, ağır olduğu düşünerek, meyveli ağacın altına yatmazlar, tanrısal özellikler taşıyan Ulu Ağaç’ın dibinde oturmazlardı. Meyve getiren ağacın kesilmesi, günah sayılırdı. Bir ağaç kesildiği takdirde, ağaç sahibinin insana zarar vereceği düşünülürdü. M.Kaşgari, “Bay Yığaç”ı, bir yer adı olarak kayda almıştır. Kazakistan’daki birçok doğal obje ve yere “Avlıye Akaş” (Evliya Ağaç,Kutsal Ağaç) gibi adlar verilmiştir. Bütün bunlar, ağacın Türk uygarlıklarındaki yerine işaret etmekte, onun kutsallık yönünü bildirmektedir. Aşık Paşaoğlu tarihinde, “Devletli Kaba Ağaç” ifadesine rastlanılır. “Kaba Ağaç” anlayışı, bu şekliyle, Dede Korkut kitabında da geçer. “Kaba” sıfatı, ağacın ululuğuna, kutsallığına işaret olarak görülebilir. Alazlama Alazlama veya dağlama, Türk ve Altay halk kültüründe Ateş Tedavisi. Yalazlama (diğer bazı Türk dillerinde Alaslama veya Yalaslama) olarak da bilinir. Hastalıkları ateşle tedavi etmek demektir. Albastı (Al/Hal/Gal yani “Ateş” anlamı da dikkate alınarak) ve Alaz Han ile bağlantılı olduğu açıktır. Belki de Alaz Han’ın yardımı istenmektedir. Tören başlarken Alaz! diye bağırılması bunun açık bir göstergesidir. Alaz kelimesinin Amin! ile eşdeğer olduğu da öne sürülen başka bir görüştür. Kırmızı bir bez parçası yakılıp hastanın etrafında dolaştırılır. Ateşin temizleyici ve sağaltıcı bir varlık olduğu inancının bir sonucudur bu durum. Alazlama işlemi akşam karanlığında yanan ilk ışıkla birlikte başlatılır. Bir şeyin üzerinden alev geçirmek demektir. Cansız nesneler aleve tutulur. Canlı varlıkların ise simgesel olarak, değmeyecek bir mesafeden üzerinden geçirilerek dolaştırılır. Ateş, kötü ruhları korkutur ve onları kaçırır. Yıldırım çarpmış ağacın yanan parçalarıyla evin tütsülenerekj kötü ruhların kovulmasına Arçı adı verilir. Alazlama, bazı Türk boylarında geniş bir şekilde yayılmış olan bir tören şeklidir. “"Al"” sözcüğüyle aynı kökten olma fikri, araştırmacılarda, “"Al"” ruhunun, ateşle bağlantısı olduğu kanaatini uyandırmıştır. Altay ve Yenisey şamanları, törenin başlama zamanında, “"Alaz"” diye bağırırlardı. Alaz’ın Sami dilindeki anlamı, “"Amin"” demektir. Dağlama hakkında Peygamber Muhammed Hadis-i Şeriflerinde hacamat ile bahsetmiştir. Uygulayacak hakiki uzman çok nadir olduğundan, günümüzde tavsiye edilmez. Başkurtlar ve Oğuzlardaki “"Alazlama"” töreni, kırmızı bir bez parçası yakılıp hastanın başının etrafında, “"alaz alaz"” diye dolaştırılarak yapılır. Bu daha çok bir tedavi şeklidir. Altay ve Yenisey Türklerinde ise merasim başlayacağı zaman şaman, Ardıç ve kutsal bir başka ağacın parçasını duman içine atıp yakar. V. Radlov’un açıklamasından anlaşıldığına göre, Anadolu Türklerinde “"Alazlama"”, kızgın demirle dağlamak anlamına gelir. Anadolu uygarlıklarına dair araştırmalar, onun eski Şamanizm ve ateş kültü ile derin bağlantılı olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Burada da “"Alazlama"” bir tedavi şeklidir. Anadolu’nun bazı yerlerinde, “Alazlama” akşam karanlığında yanan ilk ışığa bakılarak yapılır. Azerbaycan şivelerinde, hastalanmak anlamında kullanılan “"Alızdamak"” sözü de “"Alazlama"” dolayısıyla da “"Al"” ruhuyla bağlantılıdır. (Al/Hal) kökünden türemiştir. Alaz sözcüğü ateş, alev demektir. Kırmızılık ve kandırma anlamları vardır, belki de kötü ruhların kandırılmasını ifade ediyor olabilir mecazen. Müzik mitolojisi Müzik mitolojisi, müzikl
e ilgili mitleri araştırır. Türk müziğinde müzik mitolojisi eski Yunan mitolojisiyle zaman zaman buluşsa da ilerleyen zaman diliminde kendine özgü bir hal alır. Müzik aletlerinin veya müziğin icat edilmesi etrafında oluşan mitler, Anadolu efsanelerinde de varlıklarını gösterirler. 15. yüzyıla ait bir müzik mitine göre Türk müzik teorilerinin ilk örneklerinde anlatılan maddesinin ceö ile niteliği, Safiyyüddin Abdülmümin'in müziğin kıymetli ve değerli bir bilim olduğunu göstermek için susuz deveyi müziğiyle yönlendirmesi örneği günümüzde aşık çobanla karakoyun hikâyesinde de devam ettmektedir. Türk müziğinde mitoloji konusu henüz fazla ele alınmamıştır.mitoloji eski yaşam demektir Demircilik Demircilik, demir işleme sanatıdır. Şamanizmle bağlantılı olup aynı zamanda falcılara ve büyücülere özgü bir sanat sayılmıştır. Heinrich Rudolf Hertz Heinrich Rudolf Hertz (22 Şubat 1857, Hamburg - 1 Ocak 1894, Bonn), Alman fizikçi. Berlin Üniversitesi'nde Helmholtz ve Kirchoff'un yönetimi altında fizik çalıştı. 1885'de Karlsruhe Üniversitesi'nde Fizik Profesörü unvanını aldı. Orada, 1888'de kendisinin en önemli başarısı olan radyo dalgalarını keşfetti. 1889'da Bonn Üniversitesi'nde fizik profesörü olan Rudolf Clausius'un yerine geçti. Katot ışınlarının belli metal filmlerden geçişini içeren deneyleri, katot ışınlarının parçacık olmaktan çok dalga tabiatlı oldukları sonucu doğurdu. Radyo dalgalarının keşfi, oluşumlarının gösterilmesi ve hızlarının tayini Hertz'in çok sayıdaki başarılarından bazılarıdır. Bir radyo dalgasının hızının ışık hızı ile aynı olduğunun bulunmasından sonra, Hertz, radyo dalgalarının ışık dalgaları gibi yansıma, kırılma ve girişim yapabildiklerini gösterdi. Kısa yaşamı boyunca bilime birçok katkı yaptı. Saniye başına titreşim olarak tanımlanan hertz, onun ismi ile anılmaktadır. Yapmış olduğu deneylerde laboratuvarlarının bir tarafındaki elektrik kıvılcımının yaymış olduğu manyetik dalganın bir tel halka tarafından hissedildiğini gözlemledi. Elektromanyetik ışımının başka bir türü olan radyo dalgalarının varlığını kanıtladı. Işığın toplanıp yansıtıldığı gibi radyo dalgalarının da aynı şekilde işlev gördüğünü gösterdi. Hertz'in yapmış olduğu çalışmalar, Maxwell'in daha önce ortaya attığı, elektromanyetik dalgaların elektrik dalgalarıyla aynı davranışları gösterdiği biçimdeki kuramını kanıtlamış oldu. Struan Reid, Patricia Fara, "Bilm Adamları" Tübitak Yayınları ISBN 9754031010 Verkaç Verkaç veya duvar pası, futbol başta olmak üzere basketbol, hentbol gibi takım sporlarında uygulanan en basit hücum taktiklerinden biridir. Genel olarak kapalı savunmaları açmak için kullanılan bu taktik kısaca topa sahip oyuncunun topu yakındaki bir arkadaşına pas vererek boş bir alana kaçması olarak nitelendirilebilir. Altın gol Altın gol, futboldaki elemeli sistemli turnuvalarda, normal süre sonunda beraberliğin bozulmadığı durumlarda kullanılan yöntemdir. Bu sistem, tek maç üzerinden veya iki maç üzerinden olan elemeli bir sistemde iki takımın birbirine üstünlük sağlayamaması durumunda oynanan ve penaltılara kadar olan ekstra sürede (genellikle 30 dakika) bir takımın gol atması halinde maçın o anda sonuçlanması ve golü atan takımın tur atlaması veya final ise rakibini geçerek turnuvayı kazanması esasına dayalıdır. Atılan bu gol "altın gol" olarak ifade edilir. Eğer uzatma sonunda gol gelmezse, penaltı atışları ile galip belirlenir. Altın gol kuralının ilk uygulandığı önemli turnuva 1996 yılında İngiltere'de oynanan Avrupa Futbol Şampiyonası'dır. Bu turnuvanın finali olan Almanya-Çek Cumhuriyeti maçı bu yöntemle galibin belirlendiği ilk maç oldu. 2002 yılında UEFA, bu kurala benzer yeni bir yöntem olan gümüş gol uygulamasını tanıttı. Bu tarihten sonra turnuvalar klasik uzatmalı sistem, altın gol ve gümüş gol kuralı gibi üç farklı şekilde yöntem belirlediler. 1 Temmuz 2004'te ise iki kural da FIFA tarafından kaldırıldı. Eric Chahi Eric Chahi Fransız bilgisayar oyun tasarımcısı. Adını geniş kitlelere ilk defa, artık bilgisayar oyunu severler arasında efsaneleşmiş olan "Another World" oyunuyla duyurdu. Söz konusu oyun, o zamana kadar hiçbir bilgisayar oyunun da görülmemiş tasarım, programlama, senaryo, ses ve görüntü kalitesine sahipti. Eric Chahi programlamaya Loriciels firmasın da, Amstrad ve Oric Atmos bilgisayarları ile başladı. Daha sonra buradan ayrılıp Chip firmasına girip, Amiga için oyun programlamaya başladı. 1989 da buradan da ayrılarak Delphine firmasına girdi. Burada tasarımından,programlamasına kadar, neredeyse tamamiyle kendi eseri olan; efsanevi oyun "Another World"´i yaptı. Günümüzde ise, ileriye dönük hiçbir projesi bulunmayan Eric Chahi, bir röportajında; günümüzdeki oyun yazılım firmalarının ruhlarının olmadığını belirtmiştir. Yine aynı röportajda, günün birinde yeniden oyun tasarımcılığına dönebileceğini de belirtmiştir. Interplay firmasında. Taner Sağır Taner Sağır (d. 13 Mart 1985, Razgrad), Olimpiyat ve Dünya Şampiyonu olan Bulgaristan doğumlu Türk haltercidir. 2004 yılında Atina'ya Olimpiyatlara katılmak üzere giderken gençler dünya rekoru elinde bulunmaktaydı. Daha 19 yaşında katıldığı olimpiyatlarda 77 kiloda olimpiyat rekoru kırarak koparma, silkme ve toplamda en iyi dereceleri yaptı. Böylece oyunlar tarihinin en genç altın madalya alan haltercisi unvanını aldı. 2006'da 75. Dünya Erkekler Halter Şampiyonası'nda 77 kiloda toplamda altın madalya kazanmış ve kariyerinde ilk defa dünya şampiyonu olmuştur. Taner Sağır, Dominik Cumhuriyeti 'nin başkenti Santo Domingo'da yapılan şampiyonada toplamda 361 kilo kaldırdı. Çin'de düzenlenen 2008 Yaz Olimpiyatları 'nda ise yarıştığı 77 kg kategorisinde 165 kiloyu 3 hakkında da kaldıramayınca sıfır çekti. 1.70 boyunda olan ve spor akademisinde öğrenimine devam eden Taner Sağır'ın abisi Nezir Sağır da haltercidir. Pul, Keban Pul, Elâzığ ilinin Keban ilçesine bağlı bir köydür. Yaklaşık yüz hane vardır. Kayısı bahçelerinin yanı sıra dut, elma vb. meyveler yetişir. Nadiren arıcılık da yapılır. Girne Amerikan Üniversitesi Girne Amerikan Üniversitesi (kısaca GAÜ), 1985'te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde kurulmuş olan ilk özel üniversitedir. Üniversite kampüsü Girne kentindedir. 31. yıl kutlamalarına başlayan üniversite bünyesinde bulunan fakülte ve yüksekokullar şunlardır: GAÜ TV üniversitenin eğitim ve uygulama televizyonudur. Karasal yayın yapmaktadır. Kıbrıs adasının tamamından izlenebilmektedir. Üniversite, bina adlarına verilen "Freedom, Millenium, Spectrum" gibi adlarla ilgi çekmektedir. Kafkasya Üniversiteler Birliği'nin üyesidir. Éomer Éomer, Tolkien evreninde hayali kahraman. Rohan orduları komutanı Eomund ve Kral Theoden'in kız kardeşi olan Theodwyn'in oğludur. Eomer'in Eowyn adlı kendisinden dört yaş küçük kız kardeşi vardır. Daha 26 yaşındayken, Rohirrimlerin 3. komutanı oldu ve Rohan'lı binicileri komuta etti. Gençlik yılları, Rohan için çok zor geçen yıllardı. Rohan insanları, kuzeyden gelen Ork'lar tarafından tehdit ediliyordu.Bu süre içerisinde, kralın sözde danışmanı Galmod oğlu Grima, Saruman'ın casusu olarak, kralı tamamen etkisi altına almıştı. 3. çağda, 25 Şubat 3019'da, "Fords of Isen" adı verilen çarpışmada, Kral Theoden'in oğlu ve varisi Theodred'in Saruman'ın güçleri tarafından öldürülmesi, Eomer'i kralın doğal varisi haline getirdi. Bundan 5 gün sonra, Éomer'in Riddermark bölgesinde 3 yabancıya rastlaması, Rohan'ın kaderini değiştirecekti. Bu 3 yabancı, Aragorn, Legolas ve Gimli'ydi. Eomer'in, ümitlerini kaybetmiş 3 kahramana yardımcı olması, Rohan'ın gelecekteki zaferinin habercisi oldu. Birkaç gün sonra, Gandalf, Edoras'a gelerek Kral Theoden'i, kendisini saran büyüden kurtararak uyandırdı. Rohirrim savaşa hazırlandı, Fords of Isen'in 2. savaşında da yenilmelerine rağmen, Battle of Hornburg'da Fangorn'lu Entlerin lideri Ağaçsakal (Treebeard) ve entler yardımıyla yardımıyla Saruman'ın ordularını bozguna uğrattılar. Eomer, Kral Theoden'le beraber Minas Tirith'e yardıma giderek Pelennor çayırlarında Sauron'un ordularına karşı savaştı. Bu süre içerisinde Éowyn, Edoras'ı yönetmek yerine Minas Trith'e geldi ve Buçukluk Merry yardımıyla Cadı-Kral'ı (Witch-King) öldürdü. Theoden'in savaş sırasında ölmesiyle, Éomer Rohan kralı oldu. Kendini Minas Trith surlarından atan Gondor Vekilharç Hükümdarı Denethor'un ölmesiyle kral olan Aragorn ile birlikte yüzük taşıyıcısının Mordor'daki yollarını açmak için Kara Kapılar'a Rohirrim'le birlikte at sürdü. Burada ölümüne savaştı ve yüzük taşıyıcısının yüzüğü Hüküm Dağı'un alev çatlaklarına atmasıyla tüm kötülük yok oldu. Eomer, kral olduğunda 28 yaşındaydı. Rohirrim'i 65 yıl yönetti. Gondor'la büyük bir dostluk ve ittifak içinde yaşadı. Hükümdarlığı sırasındaki bolluk ve barış ortamı nedeniyle ona "Eadig" (Blessed=kutsanmış) adı verildi. Dol Amroth Prensi İmrahil'in kızı Lothiriel ile evliliğinden Elfwine isimli bir oğlu oldu. Lefke Avrupa Üniversitesi Lefke Avrupa Üniversitesi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde bulunan bir vakıf üniversitesidir. Üniversite, 1989 yılında Kıbrıs Bilim Vakfı tarafından kurulmuş, 1990 yılında faaliyete geçmiştir. Üniversite bünyesinde 77 Lisans ve Yüksekokul, 38 yüksek lisans ve doktora programları bulunmaktadır. Üniversite sunulan programlar YÖK tarafından tanınmaktadır. Lefke Avrupa Üniversitesi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin batısındaki Lefke kentinde bulunmaktadır. Kampüs içerisinde öğrencilerin spor aktiviteleri için Dr. Fazıl Küçük Spor Merkezi bulunmaktadır Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi (İngilizce: "Cyprus International University") (Almanca: "Internationale Universität Zypern") 1997 yılında Lefkoşa'da İngiliz dilinde eğitim vermek üzere kurulmuş bir özel üniversitedir. Üniversitenin 10 fakülte (Eğitim, İktisadi ve İdari, Bilimler, İletişim, Güzel Sanatlar, Mühendislik, Eczacılık, Sağlık Bilimleri, Tarım Bilimleri ve Teknolojileri, Fen-Edebiyat, Hukuk) ve bu fakültelere bağlı 39 lisans programı vardır. Ayrıca, 4 yıllık programların bulunduğu Turizm
ve Otel İşletmeciliği Yüksekokulu, Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu (Yönetim Bilişim Sistemleri ve Bilişim Teknolojileri) ve 2 yıllık programların bulunduğu Meslek Yüksekokulu, Adalet Meslek Yüksekokulu ve Sağlık Hizmetleri Yüksekokulu bulunmaktadır. Lisansüstü Eğitim Öğretim ve Araştırma Enstitüsünde ise yüksek lisans ve doktora programları devam etmektedir. Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi'nde dersler, bilişim ve eğitim teknolojileri ile özel tasarlanmış modern dersliklerde işlenmektedir. Üniversite bünyesinde Ders uygulamalarının yapıldığı ve mesleki-teknik becerilerin geliştirildiği, Enstrümental Analiz, Mikrobiyoloji, Biyoteknoloji Araştırma, İnşaat, Merkez, Fizik, Kimya, Enerji, Elektrik-Elektronik, Ergonomi, Eczacılık Teknolojileri, Fizyoterapi ve Rehabilitasyon, Nöropsikoloji, Maket, 3D Processing, Linux, Yabancı Diller, Macintosh (Mac.)’ dan oluşan 18 tam donanımlı modern laboratuvar yer almaktadır. Akdeniz’in tarih ve kültür merkezi Kıbrıs Adası’nın çağdaş yönünü simgeleyen Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi, beş yıllık bir çalışma sonucunda 4 Şubat 1997 yılında kurulmuştur. Üniversite 1997-1998 Akademik yılında 3 fakültede 12 lisans, 1 Meslek Yüksekokulunda 3 ön lisans programıyla eğitime başlamıştır. Günümüzde Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi 75 farklı ülkeden 9.000 öğrencisi ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin en önemli ve en köklü eğitim kurumlarından biridir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin başkenti Lefkoşa’da bulunan Üniversite Kampüsü, sosyal ve kültürel yönden zengin şehir merkezine 5 dakika, Ercan Havalimanı’na ise 15 dakika mesafede olup adanın merkezi konumundadır.  (* ile işaretli bölümler Türkçe eğitim vermektedir. (ÖY) Özel yetenek bölümleridir) www.ciu.edu.tr== Akrediyasyonlar ve Uluslararası Üyelikler == Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi  toplam 17 yurt binasına sahiptir. Yüksek kalitede ve her türlü konfora sahip özel olarak tasarlanmış UKÜ yurtları, öğrencilerine huzurlu, etkin ders çalışmaya uygun ve güvenilir bir ortam sunar. Tüm odalarda ücretsiz ve limitsiz internet erişimi, LCD TV, çalışma masası ve sandalyesi, kütüphane, elbise dolabı, yatak, mini buzdolabı, odalar arası görüşmeye ve dıştan aranmalara açık telefon bağlantısı sizinledir. UKÜ yurtları, Stüdyo ve Apart tipi şeklinde ikiye ayrılır. Bir, iki ve dört kişilik odalardan oluşan stüdyo tipi  yurt binaları bir yıllık yemekhane üyeliği, yurt konaklaması ve eğitim ücretlerinin dahil olduğu ekonomik  paketler ile birlikte sunulur. 20 Temmuz 2010  yılında açılışı gerçekleştirilmiş olan CIU ARENA,  tüm spor alanlarını bünyesinde bulundurma özelliği ile KKTC’nin ilk entegre spor kompleksi olup 7500 m kapalı alan ve 15.000 m açık alandan oluşmaktadır. Kompleksin açık alanında iki halı saha, iki basketbol sahası, iki voleybol sahası, iki tenis kortu, beach handball, beach volley, beach football kortlarından oluşmaktadır. CIU ARENA kapalı alanı ise fitness salonu, kapalı spor salonu, kapalı yüzme havuzu, masa tenisi, aerobik salonu, tırmanma duvarı, atış poligonu, squash salonlarından oluşmaktadır. Bünyesinde bulunan modern spor tesislerinde, alanında bilgili eğitimcilerle, öğrencilerimizin çağdaş spor eğitimi alabilmelerini ve topluma kaliteli insan yetiştirmeyi amaçlamaktayız. UKÜ FM adında 107.2 frekansından yayın yapan bir eğitim ve uygulama radyosu bulunur. Yakın Doğu Üniversitesi Yakın Doğu Üniversitesi, 1988 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Başkenti Lefkoşa’da kurulan bir üniversitedir. Yakın Doğu Üniversitesi bugün 78 farklı ülkeden gelen 20 binden fazla öğrencisiyle, uluslararası bir kimlikte yüksek düzeyde eğitim olanakları ve yetkin öğretim kadrosuyla etkinlik gösteren bir yüksek öğretim kurumudur. Yakın Doğu Üniversitesi, Avrupa Üniversiteler Birliği'ne (EUA),UNESCO bünyesindeki Dünya Üniversiteler Birliği'ne (IAU), Uluslararası Mühendislik Eğitimi Topluluğu (IGIP), Dünya Sağlık Örgütü'ne bağlı Avicenna Group ve Uluslararası Saygın Medikal Akreditasyon Sistemi (JCI) ve İslam Dünyası Üniversiteler Federasyonu'na (FUIW) tam üyedir. Çağdaş bir kampüs alanı içerisinde yapılanmış olan Yakın Doğu Üniversitesi, bütün fakülteleri, yüksekokulları, enstitüleri, laboratuvarları, atölyeleri, bilgisayar merkezleri, kültür merkezleri, kütüphanesi, yurtları, olimpik kapalı yüzme havuzu ve diğer sosyal ve sportif tesisleri ile Özel Yakın Doğu İlkokulu ve Özel Yakın Doğu Koleji bir bütün oluşturmaktadır. Yakın Doğu Üniversitesi kampüsünde bulunan YDÜ-IBM İleri Araştırmalar Merkezi ile dünya sorunlarına çözüm aramaktadır. Tüm akademik ve idari birimleriyle Yakın Doğu Üniversitesi’nin tek amacı, 16 Fakülte, 135 bölüm, 2 Yüksekokul, 4 Meslekokulu ve 4 Enstitüsündeki 187 programda lisans ve lisansüstü eğitim yapan seçkin öğrencilerine en iyi eğitim ve öğretim ortamı sağlamak yanında, onları kendine güvenen, sorumluluğunu her şeyin üzerinde tutan, akılcı, yaratıcı, araştırmacı ve özgür düşünceye sahip Atatürk ilke ve devrimlerini özümsemiş bireyler olarak yetiştirmektir. Yakın Doğu Üniversitesi kuruluşundan bu yana geçen ve bir kurumun tarihi bakımından son derece kısa sayılan bir zaman dilimi içerisinde olağanüstü bir hızla gelişmiş ve Kıbrıs’ın bir eğitim ve kültür merkezi olmuştur. Uluslararası Europe Business Assembly (EBA) Değerlendirme Kurulu tarafından 2 Temmuz 2013’de Montreux’de (İsviçre) EBA’nın tek olarak verdiği “En İyi Üniversite Altın Ödülü”ne ve 4 Temmuz 2014’de İtalyanın Stresa kendinde Avrupa Uluslararası Kalite Ödülü’ne Yakın Doğu Üniversitesi layık görülmüştür. Mütevelli Heyeti Başkanı Doç. Dr. İrfan S. Günsel’e sunulmuş ve altı çizilen açıklamada, ödülün, üniversite bünyesinde ilk olarak gerçekleştirilen Eğitim ve Araştırma Hastane si, Büyük Kütüphane, IBM Süper Bilgisayar’ın da içinde bulunduğu İnovasyon ve Bilişim Teknolojileri Merkezi, Eczacılık Fakültesi, Diş Hekimliği Fakültesi ve son olarak da Girne Universitesi gibi gelişim projelerinin hayata geçirilmesinde üstlendiği lider rolün yanı sıra sözkonusu projelerin ulusal, uluslararası boyutta sağladığı sürdürülebilir kalite ile bilimsel, sosyal faydalar doğrultusunda verildiği vurgulanmıştır. Yakın Doğu Üniversitesi, 1988 yılında KKTC Milli Eğitim Bakanlığı’nın 17/1986 sayılı Yasası’na bağlı olarak Bakanlar Kurulu onayı ile Dr. Suat Günsel tarafından Lefkoşa’da kurulmuştur. Dr. Suat Günsel 1952 yılında Kıbrıs'da bir orman görevlisinin oğlu olarak dünyaya geldi. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü'nden mezun olduktan sonra Eğitim Psikolojisi dalında doktora yapmıştır.https://neu.edu.tr/ydu-hakkinda/kurucu-rektor-dr-suat-i-gunsel/?lang=tr Eğitim ve Sağlık konusunda uluslararası standartlarda bir dünya değeri yaratmayı ve bu değeri hem kendi toplumunun, hem de dünya insanlığının hizmetine sunmak Dr. Suat Günsel’in hayat felsefesi olmuştur. Dr. Suat Günsel Uluslararası Europe Business Assembly (EBA) Değerlendirme Kurulu tarafından 2 Temmuz 2013’de Montreux’de (İsviçre) yaptıkları çalismalarla uluslararası toplumun sosyal, ekonomik, kültürel gelişimine ve uluslararası işbirliğine katkılarından ötürü Uluslararası Socrates Ödülü’ne layık görülmüştür. 10 Ekim 2014’de Uluslararası Sokrates Komitesi Liderler Zirvesi’nde Dr. Suat İ. GÜNSEL’e ülkesindeki en büyük eğitim kurumunun yaratılmasına ve gelişmesine liderlik ederek, kurduğu ve geliştirdiği eğitim kurumunun sağladığı ve ayrıca, Avrupa’nın entegrasyonu ile gelişimine yine eğitim, bilim ve kültür alanında şahsen katkı koyduğu için Birleşik Avrupa Ödülü takdim edildi. İngilizce Hazırlık Okulu Tıp Fakültesi Yakın Doğu Üniversitesi Tıp fakültesi AVCİENNA listesinde. Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Mühendislik Fakültesi Mimarlık Fakültesi Fen Edebiyat Fakültesi Hukuk Fakültesi Sahne Sanatları Fakültesi Atatürk Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Turizm ve Otelcilik Meslek Yüksekokuluhttps://neu.edu.tr/akademik/meslek-yuksekokullari/turizm-ve-otelcilik-meslek-yuksekokulu/?lang=tr Bilgisayar ve Teknoloji Yüksekokulu Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokuluhttps://neu.edu.tr/akademik/yuksekokullar/beden-egitimi-ve-spor-yuksekokulu/?lang=tr Diş Hekimliği Fakültesi Eczacılık Fakültesi İletişim Fakültesi İlahiyat Fakültesi Veterinerlik Fakültesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Beslenme ve Diyetetik, Hemşirelik, Fizyoterapi ve Rehabilitasyon, Sağlık Kurumları Yönetimi. Uluslararası standartlar ve “Joint Commision International” (JCI) akreditasyon kriterlerine uygun olarak yapılan hastane, hastaların gerek medikal, gerekse diğer ihtiyaçlarını en üst kalite seviyesinde karşılıyor. Yakın Doğu Üniversitesi Kampüsü içinde fonksiyon itibarı ile üç, dört ve dokuz katlı üç ana blok olarak 55,000 metre kare kapalı alanı bulunan YDÜ Hastanesi, 22’si VIP olmak üzere 209 tek kişilik hasta odası, 8 ameliyathane, 30 yoğun bakım ile 17 yeni doğan yoğun bakım ünitesine sahip. Sağlıkla ilgili bütün testlerin yapılabileceği laboratuvarları, tanıda etkin rolü bulunan en gelişmiş görüntüleme cihazlarının olduğu Radyoloji, Kalb, Onkoloji , Diyaliz, Genetik ve Kanser Tanı Merkezleri vardır. YDÜ Hastanesi toplam olarak 36 bölümü ile uluslararası standartlarda hizmet vermekdedir. YDÜ Hastanesi 2013’de Avrupa Uluslararası En İyiler Ödül Töreni’nde (Frankfurt, Almanya) “Altın Kalite Ödülü”ne, ve uluslararası kurumlar ile kuruluşların sürdürülebilir güvenirlik ve kalite değerlendirmelerini yapan Otherways Yönetim Kuruluşunun “2013 Kalite ve İşletme Prestiji Altın Ödülü”ne (Roma, İtalya) layık görülmüştür. KKTC’nin en büyük kütüphanesi olan ve 15,000 m kapalı alan üzerinde yapılmış ve 4 kat ve 4 blokdan oluşan bu kompleks sadece boyutlarıyla değil sunduğu ve hedeflediği hizmetlerle de dünya standartlarına uygun bir kütüphanedir. Haftanın 7 gün 24 saati öğrencilere, akademisyenlere ve halka hizmet veren Büyük Kütüphane’de 600 binden fazla basılı kaynak, 150 milyon üzerinde elektronik kaynak bulunmaktadır. Gün içerisinde kütüphaneyi 6500-7000’e yakın kişi ziyaret etmektedir. Kütüphanede 51 dilde Beril alfabesi ile sesli kitap, 7 bine yakın
film arşivi mevcutdur. Kütüphanede 4 amfitiyatro bulunuyor. YDÜ Büyük Kütüphanesinin “Türk Dünyası Merkez Kütüphanesi” olarak kabul görmüştür. Yakın Doğu Üniversitesi (YDÜ) ile TC Kültür ve Turizm Bakanlığı arasında imzalanan protokol çerçevesinde YDÜ büyük kütüphanesinde uygulanan otamasyon sistemine uygun olarak TC’nin 1112 halk kütüphanesinin kullanacağı kütüphane otomasyon sistemi projesi gerçekleşmiştir. Yakın Doğu Üniversitesi, IBM ortaklığı ile YDÜ Teknoparkı'nın temeli, araştırma-geliştirme ve inovasyon aktivitelerinin güç merkezi olan “YDÜ-IBM İnovasyon ve İleri Araştırmalar Merkezi’ni kurmuştur. Yakın Doğu Üniversitesi Kampüsü’nde kurulan “YDÜ-IBM İleri Araştırmalar Merkezi, Avrupa Araştırma Alanı’nı (ERA) ve Türkiye Araştırma Alanı’nı (TARAL) misyonu çerçevesinde KKTC Araştırma Alanı’nın yaratılmasına öncülük etmiştir. Bu yapı içerisinde içinde yeralan süper bilgisayarlar 1280 işlemcilidir. Dörder çekirdekli Intel işlemcinin kullanıldığı Süper Bilgisayar’ın işlem yapabilme kapasitesi ise uygun olarak Rmax = 9,2 Tflops ve Rpeak =11,9 Tflops’dir. Süper Bilgisayar, iklim değişikliklerinin araştırılması, deprem simülasyonları, uzay araştırmaları, yüksek enerji fiziği, nano ve bioteknoloji ürünlerinin buluş ve tasarımında, disiplinlerarası ve üstü araştırmalarda, bilgi yönetiminde, temel bilimlerde, yaşam bilimleri olan tıp, eczacılık, mikrobiyoloji ve genetik gibi alanlarda bilimsel araştırmalar için büyük önem taşımaktadır. YDÜ ve TÜBİTAK ULAKBİM arasında imzalanan protokolle, YDÜ’deki Süper bilgisayar, Türk Ulusal Grid ve Yüksek Başarımlı Hesaplama e-Altyapısı’na dahil edilmiş ve Türkiye’deki akademik kurumların hizmetine açılmıştır. Kuzey Kıbrısın doğal bitkilerinden ve endemik türlerinden örnekler toplanarak oluşturulan herbaryum merkezi 6469 bitki örneği ile Temmuz 2007 tarihinden itibaren NyuYork Botanik Bahçesi (New York Botanical Garden) kayıtlarında NEU (Near East University, Nicosia) uluslararası kodunu almış bulunmaktadır. Adanın bitkileri ve bitki örtüsü ile ilgili çeşitli alanlarda bilimsel araştırma yapmak; adada nesli kaybolmakta olan bitkilerinin korunması ile faydalı ve ekonomik değeri olan bitkileri ile ilgili çalışmalar yapmak; tohum katalogları ve kuru herbaryum örnekleri değişimi ile dünya herbaryum merkezleri ile bilimsel ilişkilerde bulunmak; bitkileri öğrencilerimize ve halka tanıtmak merkezimizin amaçlarından[2] bazılarıdır. Herbaryum merkezi içerisinde Çiçekli Bitkiler, Mantarlar ve Alg’lerden (su yosunları) oluşan kolleksiyonlar bulunmaktadır. Kampüste mevcut olan Atatürk Kültür ve Kongre Merkezi, ,Olimpik kapalı Yüzme Havuzu, Sağlık ve Kondisyon Merkezi, Kulüpler, Amfiler, Kitap Evi, Kırtasiyeler, Eğitim Sarayı, Yurtlar ve Restoranlar öğrencilere en yüksek derecede hizmet vermektedir. Kampüste bulunan öğrenci yurtları dört, iki ve tek kişilik kullanıma göre düzenlenmiş, tümü internet destekli ve öğrencilerin günlük ihtiyaçlarına kusursuz cevap verecek şekilde oluşturulmuştur. Ayrıca YDÜ kampüsü içerisinde öğrenci ve öğretim görevlilerinin her türlü ihtiyacına cevap verecek kapasitede restoranlar, cafeler ve alış-veriş merkezleri vardır. 150’yi aşkın otobüs ve minibüsle Lefkoşa arterleri ve Ercan Havalanı’na düzenli olarak otobüs seferleri yapılmakta ve öğrencilerin ulaşım ihtiyacına cevap verilmektedir. Olimpik Kapalı Yüzme Havuzu, 2700 metrekarelik alan, 16 metre yüksekliği, 50 x 21 metrelik boyutu, 3100 ton su hacmi, merkezi ısıtma sistemi, 1000 kişilik seyirci kapasitesi ve modern iç donanım ile KKTC’nin ilk ve tek Olimpik Kapalı Yüzme Havuzu’dur. YDÜ yüzme takımı yüzücüleri KKTC’de düzenlenen tüm resmi müsabakaların yanı sıra, TC Yüzme Şampiyonası'na ve birçok uluslararası Yüzme Şampiyonalarına katılmış ve birçok yüzücü madalyalar kazanmıştır. Yakın Doğu Üniversitesi TV ya da YDÜ TV, Yakın Doğu Üniversitesi'nin eğitim ve uygulama televizyonudur. Üniversitenin iletişim Fakültesi’nin kurulmasının ardından Atatürk Kültür ve Kongre Merkezi binasında bir stüdyo, iki kurgu ünitesi ve bir reji ile deneme yayınlarına başlamıştır. UHF bandı 54. kanaldan yayın yapan Yakın Doğu Üniversitesi TV, Kıbrıs adasının tamamından izlenebilmektedir. Çoğunlukla öğrencilere hizmet misyonunu benimseyen kanal öncelikli olarak üniversite etkinlikleri, duyurular,üniversite bünyesindeki her türlü sosyal kültürel ve bilimsel toplantı, seminer ve konferansları yayınlamaktadır. 88.0 frekansından yayın yapan YDÜ FM veya Yakın Doğu Radyo ise üniversitenin eğitim ve uygulama radyosudur. Baraba Tatarları Baraba Tatarları; Batı Sibirya'da, Rusya, Novosibirsk obilasi. Baraba Tatarları’nın, 12. ve 13. yüzyıllarda, Batı Sibirya’nın, Ural Dağlarının batısında yaşayan Kıpçak kabilelerinin soyundan geldikleri sanılmaktadır. 13. yüzyılda Cengiz Han’a, daha sonraları 15. yüzyılda Sibir Hanlığına bağlandılar. Moğollar ve Sartlar ile ticari ilişki kurdular. Bölgedeki Samoyed ve Ugrian gruplarından vergi aldılar. Rus askeri güçleri bölgeye 1595 yılında girdilerse de, sonradan geri çekildiler. Buna rağmen bu istila Baraba Tatarları’nı yerlerinden ederek onların daha kuzeydeki Baraba bozkırlarına ve daha kuzeydeki bataklık bölgelere doğru yürümelerine sebep oldu. Barabalar 17. yüzyılda Kazaklara tabi idiler. Ruslar 18. yüzyılda tekrar bölgeyi işgale başlayıp, 1722 yılında ilk askeri kalelerini kurup, bölgeye “sürgün” köylüleri yerleştirmeye başladılar. 1840-1850 yılları arasında bu yerleştirme işi en yüksek boyuta ulaştı ve Baraba Tatarları kendi vatanlarında azınlık durumuna düştüler. 1822 yılından itibaren Baraba Tatarları ağır vergiler altında ezilmeye başladılar. Bu “ağır vergilendirme” 19. yüzyıl boyunca sürdü. 1919 yılından itibaren, yeni Sovyet yönetimi ağırlığını hissettirmeğe başladı. 1930 yılından itibaren, arazilerine, sığır ve at sürülerine devletçe el kondu. Devlet çiftlikleri ("rusça:Совхо́з; Sovhoz") kuruldu. İslamiyet, Batı Sibirya’da 18.yüzyılda yayılmaya başlamıştı. Baraba Tatarları (erkekler), hemen her köyde bulunan cami okullarında, mollalar tarafından 4-5 yıllık eğitime tabi tutuluyorlardı. Okur yazarlık bir hayli yüksekti. 19. yüzyılda Tatarlar, Batı Sibirya’daki en eğitimli kişilerdi. 1928 yılına kadar Arap alfabesi kullanmışlar (kısa süre Latin harfleri de kullanılmıştır). Bu tarihten sonra da zorunlu olarak Kiril alfabesine geçmişlerdir. Bütün bunlara rağmen Barabalar, bugüne kadar Terene, Tarı, Kölübü, Kargalı, Langa, Lüvey gibi oymak adlarını muhafaza etmişlerdir. Günümüzde bölge dışında yaşayan “özerk” Tatar topluluklarından temin ettikleri ders kitabı, roman, gazete, vs. ile kültürel hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. 1926 yılında yapılan nüfus sayımına göre: Tümenliler 22.636; Tobollular 32.102; Tarlıklar 11.517; Buharalı ve Tomlular 11.659 ve Barabalar 7.828 olmak üzere bölgede yaşayan Türk boylarının kişi toplamı 85,442'dir. 1970 yılına ait rakamlara göre bölgedeki bu Türk boyları 194.000 nüfusa sahiptirler. Basit bir oranlama ile Baraba’ların 1970 yılında yaklaşık 16.700 kişilik bir topluluk olmaları gerekmektedir. Bugün (2002) bu rakamın Türk nüfus artışı olan yıllık %o 25 hesabıyla 37.000’e ulaşmış olması gerekir. Ancak bir başka kaynakta “Baraba’ların nüfuslarının, 1979 yılında 8.000 civarında olduğu sanılmakta” denilmektedir. Bu rakam esas alındığında da günümüzdeki (2002) nüfusları yine yıllık Türk nüfus artışı olan %o 25 hesabıyla 14.000 kişi olmalıdır. Sayıları ister 37.000 ister 14.000 olsun, Baraba’lar bölgeye sonradan yerleşen Rus, Ukraynalı ve Tatar (Kazan Tatarı) halklar arasında azınlık durumuna düşmüşlerdir. Konuştukları Türkçe, Kazan Tatarları ve Altay-Xakas lehçelerinin benzeri, Batı Sibirya’da konuşulan Tatarca'dır. 19 yüzyıl sonlarına kadar dillerini korumuşlar. 1930 yılından sonra, bölgede çoğalan Rus yerleşimci ve idarecileri yüzünden Rus dilinin etkisi altında kalmışlardır. Bugün gençler Rusça’yı daha akıcı konuşurlar. Sosyal ve kültürel hayatta Rusça hakimdir. Anadil ise, yaşlı kuşaklar arasında günlük hayatta kullanılmaktadır. Richard Smalley Richard Errett Smalley (6 Haziran 1943 – 28 Ekim 2005), nanoteknolojinin kurucuları arasında sayılan ABD'li kimya, fizik ve gökbilimi profesörü. 1996 yılında, buckminsterfullerene ("buckyballs") adı verilen yeni bir karbon türü buluşundan ötürü, Robert Curl ve Harold Kroto ile birlikte Kimya dalinda Nobel Ödülünü kazandı. "Gelecek 50 Yılda İnsanlığın En Büyük On Sorunu" adıyla yaptığı çalışması çokça referans alınmaktadır. Buna göre en büyük on sorun: Muhammed Salih Muhammed Salih sürgündeki Özbek muhalifeti lideri. Yazar ve politikacı. İlk şiir denemelerini de öğrencilik yıllarında yapar. Özbekistan'da Sovyet Baskısına ve komünizme karşı edebi alanda bir mücadele başlatır. Gazetecilik, senaristlik ve 1988–1991 yılları arasında Özbekistan Yazarlar Birliği Başkanlığı yapar. Milletvekili seçilir. Siyasi dernekler kurar ve 1991'de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kerimov'a karşı adaylığını koyar. 1992 yılında baskılar sonucu yurdunu terk etmek zorunda kalır… Bir süre Azerbaycan'da yaşar sonra da Türkiye'ye gelir. Muhammed Salih 1949'da Özbekistan'ın Harezm vilayetinde dünyaya geldi. 1966’de liseyi bitirdi; Yüksek öğrenimini Taşkent ve Moskova'da tamamlamıştır. 1968-1970’de Sovyet ordusunda askerlik görevine çağrıldı. Askerliğini Çekoslovakya’da yapan Muhammed Salih, burada meşhur "Prag Baharı"nın şahidi oldu. Prag olayları henüz 18 yaşında olan Muhammed Salih’in zihninde iz bıraktı ve Sovyet sisteminin adil bir sistem olduğu hakkındaki propagandalara şüpheyle bakmaya başladı. 1970’de askerlikten terhis oldu. Aynı yıl Taşkent Devlet Üniversitesi'ne kabul edildi, 1975’de mezun oldu. Öğrencilik yıllarında şiir ve tercüme denemeleri yapmıştır. Dönemin genç kuşaklarını etkileyen varoluşçuluğu incelemiştir. Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Franz Kafka gibi ünlü yazarların eserleriyle ilgilenmiştir. Mezuniyet tezini "Çağdaş Fransız şiiri’’ olarak seçmiştir. O yıllarda Franz Kafka eserlerini ve XX. yüzyıl Fransız şiirini Özbek Türkçesine tercüme etmiştir. 1975-85 yıllarında 7 şiir kitabı yayınl
anmıştır. 1982’de “Dede Korkut Kitabı”nı, 1986’da Ziya Gökalp’in “Türkçülüğün Esasları”nı, daha sonra Türkçe’den “Yunus Emre Divanı”nı Özbek Türkçesine çevirtmiş ve yayınlatmıştır. Özbek şiirinde “Metoforistik Akım’’ denilen yeni bir ekolun mimari olan Muhammed Salih kısa sürede Sovyet aydınlarının tanıdığı bir isim haline gelmiştir. 1985 Ocak ayında ‘’Politbüroya Mektup’’ adlı eserini yazdı ve eser bütün SSCB’de büyük etki yarattı. Bu sosyal depresyon onu politikaya iten bir etken haline geldi. Şiiriyle başlayan tanınma sürecinde bir anda Özbek gençliğinin en çok okuduğu şair haline gelen Muhammed Salih, özellikle şiirine ustaca yerleştirdiği metaforlar yardımıyla dillendirilen özgürlük arayışı ve eleştirel ton dolayısıyla, Rusya içinde gizliden gizliye süregelen dilini bulamamış özgürlük arayışına katkısıyla, kısa sürede bir çok Sovyet aydının da tanıdığı bir isim haline geldi. 1985’te Özbek Milliyetçilerin baş eseri olan “Politbüroya Mektup” adlı manifestosunu yazarak, başta Türk soylu topluluklar olmak üzere devrin çürümeye yüz tutmuş SSCB’sinde adeta bir depremin ortaya çıkmasına yol açtı. Onun açtığı bu yolda baskı altındaki sanatçıya egemen olan depresyonun, zulümle yürütülen bir idareyi nasıl bir büyük depresyona götürebileceği gerçeği hiçbir dönemde olmamış biçimde bir yeni gerçekliği ortaya çıkardı. Muhammed Salih’in hem yerel  Özbek idaresi hem de genel Sovyet idaresi karşısında nasıl bir tehlike olabileceğini sezen Sovyet idaresi engel olamadığı bu gelişim karşısında son çare olarak ona bir takım ayrıcalıklar tanıyarak kontrol altına almaya çalıştıysa da, Muhammed Salih, hiçbir tavize yanaşmadan hemen her makalesinde halkının dertlerini dile getirmekten ve yüksek Sovyet idaresine keskin eleştiriler yöneltmekten geri durmadı. O kadar ki, Özbekistan Yazarlar Birliği genel sekreteri olarak SSCB Yazarlar Birliği kurultayında çıktığı kürsüde Sovyetler Birliği’ni tarihinde olmadık biçimde eleştirerek kendisine sus payı olarak sunulan Komünist Parti davetini reddeden ilk şair olmak şerefine ulaştı. Bir anda onu Özbek milletinin saygın liderlerinden biri haline getiren bu çıkıştan sonra kendisini bütünüyle bir özgürlük mücadelesinin içinde bulan Muhammed Salih, hem sanatsal hem  de siyasal söylemine katmış olduğu İslami boyut dolayısıyla da artık hiçbir biçimde önüne geçilemeyecek bir büyük söylemin sahibi olarak 1988 yılında üç arkadaşıyla birlikte zamanın ilk muhalif örgütü niteliğindeki ‘Birlik Halk Hareketi’ni ve bunu takiben de 1990’da daha sonra bir efsane gelecek olan ‘ERK’ Partisini kurdu. Aynı yıl Özbekistan Parlamentosu'na girmiştir. İlk hedefi özgür ve bağımsız Özbekistan olan Muhammed Salih, Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonraki ilk parlamentoda  ‘Özbekistan’ın Mustakillik Deklarasyonunu’ nu ortaya koyarak, geri dönülmez bir özgürlük ve demokrasi hareketinin de başlatıcısı oldu. 1985’den başlayarak o kendi makalelerinde her cepheden Özbek halkının dertlerini gündeme getirmeye başlamıştır. 1988 yılının Haziran ayında o Moskova’da SSCB Yazarlar Birliği Kurultayında, yüksek minberden ilk olarak Sovyetler Birliğini sert eleştiriler getirmiştir. Arkasından Moskova’nın arzusuyla Komünist Partisi üyeliğine davet edilmiştir. Bu daveti kabul etmemiştir. 1991 yılının Aralık ayında yapılan Cumhurbaşkanlık Seçimlerinde aday olmuştur. Resmi açıklamalara göre seçimden %12.7 oyla çıkmıştır. Seçimlerden hemen sonra Partisine baskılar başlamış ve parti gazeteleri yasaklanmıştır. Bir süre gözaltında tutulan Muhammed Salih daha sonra serbest bırakılmıştır. 1993 yılın ilkbaharında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın davetiyle Türkiye’ye gelmiştir. Belli bir süre Türkiye’de kaldıktan sonra, Norveç’e gitmek zorunda kalmıştır. 2002 yılın başlarında Çek Cumhuriyeti’ne yaptığı ziyaret sırasında tutuklandı ve daha sonra serbest bırakıldı. 2005 yılında ABD’de yapılan Özbekistan rejim muhaliflerinin toplantısı sonucu “Özbekistan Rejim Muhaliflerinin Lideri” seçilmiştir. SSCB’nin dağılmasından sonra, Türkistan kökenli Müslüman Türk coğrafyasında, iflah olmaz ve kendi iman ve inancından başka ölçü tanımaz her özgürlük hareketinde olduğu gibi, Muhammed Salih’in açmış olduğu özgürlük davası da sonradan Moskova ve Amerika’dan karışan ellerce ikinci plana itilerek ötekileştirildi. Bu ötekileştirme ve pazarlıkçı yönetim anlayışı sonucunda Özbekistan’ın onaylanmış kamusal alanının dışına iteklenen Erk partisi, bir yandan yalnızlaştırılmaya devam ederken bir yandan da birçok baskıya maruz bırakılarak zamanın moda deyimi ‘Radikalizm’le suçlanmaya başlandı. Önce Erk partisi taraftarı gazeteler kapatıldı, sonra Muhammed Salih gözaltına alındı ve sürgüne yollandı. İşte tam da bu süreç içerisinde, bir ülkedeki özgürlük hareketinin salt siyasal karakterinin yetmediği  bir noktada hareketin öncüsünün periferideki ve dünya genelindeki izzet ve itibarıyla, düşünsel ve sanatsal katkısının önemi ortay çıkmış, basit bir terörist olarak yaftalanmak istenen Muhammed Salih, siyasal mücadelesinin yanına eklenen düşünsel ve sanatsal mücadelesiyle de dünyanın dikkatini çekmiştir. Bu anlamda, Muhammed Salih’in Özbekistan içerisinde kuvveden fiiliyata geçirdiği gençliğin tavrı oldukça önemlidir. Bugün için Erk Partisi çevresinde şekillenen ve bütünüyle İslami ve milli değerlerle meydana gelmiş bir direniş söylemiyle varlık bulan bu gençlik, onun her sürgününde yanında yer almış, Özbekistan içerisinde mayalanan İslami ve milli şuurun her zaman diri kalacağına dair bir genel kanaati ortaya çıkarmıştır. Muhammed Salih’in kendisi için yapılan kitlesel gösterilerde, din, vatan ve özgürlük için ölümü göze aldığını beyan eden Özbekistan gençliğine söylemiş olduğu şu sözler oldukça düşündürücüdür… "‘Sizi ölmeye çağırmıyorum, sizi vatan için yaşamaya çağırıyorum. Çünkü vatan için yaşamak onun için ölmekten korkmamaktır.’" Vatan aşkı, inancı, sanatı ve direnişiyle, Millici ve Milliyetçi özgürlük söylemlerine oldukça katmanlı, bir felsefeyi içeren, edebi bir söyleme sahip ve dar etnisiteci bakışlardan uzak boyutlar kazandıran bu mücadele adamına Türkiye’den dönemler itibarıyla farklı yönelişler sergilenmiş  kimi zaman sahip çıkılmış, kimi zaman da dışlanmıştır. 1993 yılında gözaltından serbest bırakıldıktan sonra Turgut Özal tarafından Türkiye’ye çağrılan ve uzun zaman ülkemizde kaldıktan sonra Avrupa’ya geçen Muhammed Salih, o dönemden beri bitmeyen bir sürgünü yaşamaktadır. 1999 yılında zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in onu ‘düşman’ ilan etmesi ise hem ülkemiz idaresinin bir dönem sergilediği zigzaglı politikanın hem de tek başına özgürlük mücadelesi veren bir adamın uluslararası konumunu belirlemek anlamında oldukça manidardır. Bugün için Özbek ülkesinin yüreğindeki bir lider konumunda olan Muhammed Salih, özellikle SSCB sonrası Türk dünyasında ortaya çıkan ve nereye akacağı bilinemeyen özgürlük arayışına, millî ve dini değerlere bağlılık gibi hem Rusya’yı hem de İslam’ı bir tehlike olarak gören birçok Batılı ülkeyi tedirgin eden oldukça önemli bir boyut kazandırmıştır. Bu manada 2005 yılında kanla bastırılan Özbekistan halk hareketinden sonra Andican’da yükselen mazlum özgürlük söylemini engelleyemeyeceğini gören resmi idarenin 1000’den fazla tankla halkın üzerine yürümesi yetmezmiş gibi, Erk Partisini ve Muhammed Salih’i dünya kamuoyunda kötü göstermek için tezgahlamış oldukları Bahtiyar Rahimov önderliğindeki güya şeraitçi bir isyan varmış gibi gösterilen oyun bile Muhammed Salih’e hangi gözle bakıldığını anlamak için önemli ipuçları sağlayabilecek niteliktedir… Dünyaya onun, bir özgürlükçü olmaktan çok, bir milli direnişçi hatta bundan da öte radikal İslamcı bir terörist olarak gösterilmek istenmesindeki derin politikayı da işte bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir. 5. Fasıl, Ak Köylekler, Kudugdaki Ay, Velfecr,  Şeffaf Üy, Alıs Tebesüm Sayesi, Tünggi Teşbehler ve Arzu Fukarası adlı pek çok dile çevrilen şiirleri bir yana; Müstakillik/ Bağımsızlık yolunda çokça düzyazı da yazan Muhammed Salih, daha SSCB zamanında başlayan bir muhalif söylemle yazmaya başladığı muhalif yazılarını Közi Tiyren Derd, İkrar ve Yazarın Devlet Sırları adlı kitaplarında toplamış, kimi yazıları da kendisinden bağımsız olarak basılıp çoğaltılmış ve okunmuştur. Onun, yazılarında çeşitli vesilelerle ele aldığı diğer konular da oldukça geniş tutulmuş ve oylumlu biçimde işlenmiştir. Sözgelimi; sanat, dil, 20. Yüzyıl Özbek edebiyatı, Eğitim, Sovyet ideolojisi, Türkistan şuuru, Türk kuşağı, İslam ve Gençlik, Yeni, Milli ve inançlı toplum, mono-kültürel yapı, ekolojik bozulma, sağlık ve nüfus plânlaması gibi konuları sayabiliriz. Çözüm önerilerine katmış olduğu Milli görüş ile, dini boyut ciddi bir sanatsal ve düşünsel birikimle verildiğinden umulmadık bir büyük etki ortaya çıkarmıştır. Ona göre, günümüz Batı Kültürü bir batışa doğru ilerlemektedir ve büyük bir buhran içerisindedir. Doğu’nun ve özellikle Türk Yurtlarıyla Müslüman kardeşlerin yaşadığı toprakların büyük edebi birikimi bu buhrana bir cevap verecek niteliktedir. Ali Şir Nevai’den, günümüz Özbek şairi Abdullah Aripov/ Arifov’a kadar bir düşünsel ve sanatsal kökenden bahseden Muhammed Salih’in bu yerli ve milli edebi arayışını, Ali Şir Nevâ’nin şiiriyle Franz Kafka’ nın Açlık Şampiyonu adlı hikâyesi ile birlikte ele alarak yorumlamış olması ise onun cihanşumul sanatsal birikiminin ispatı gibidir. BBC radyosunun haberine göre Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov, Muhammed Salih'i öldürmeleri için Çeçenler'e 2 milyon dolar teklif etmiştir. BBC'nin, suikast pazarlığına şahit olan Behram Muminahunov adlı bir kişinin ağzından aktardığı haber, Kerimov'un Norveç'te yaşayan Muhammed Salih'i öldürmeyi kafasına koyduğunun kanıtı niteliğinde. "Burada bir siyasi lidere suikasta teşebbüsün şahidi olarak konuşacağım" diyen Behram'ın BBC'deki ifadeleri şöyle: "1999 Eylül ayında bir grup Çeçen iş adamı Moskova'dan Taskent'e geldi. Grubun başkanı sürgündeki Muhammed Salih'i tanıdığını söylemişti. Bu görüşmeden sonra İçişleri Bakanı Zakir Almetov, Terörle Mücadele Koordinatörü Batir Dursunov ve Özbekistan İnt
erpol Müdürü Mahmud Haitov beni İçişleri Bakanlığı'na çağırarak bu kişilerle görüşmek istediklerini bildirdiler. Ben de bu görüşmeyi sağladım. Dursunov ve Haitov Çeçenler'e, 2 milyon dolar karşılığında Muhammed Salih'i öldürme teklifinde bulundular. Biz bu tehlikeli girişim hakkında Muhammad Salih'i bilgilendirdik. Salih, teklifi kabul etmemizi rica etti. Amacı Kerimov rejiminin ne kadar mütecaviz bir rejim olduğunu su yüzüne çıkarmaktı. Haitov ve benim aramda geçen telefon konuşmalarının en önemli bölümleri ve görüntülü deliller elimizde. Konuşmalarda Muhammed Salih'e suikast siparişi reddedilmez şekilde açıkça ifade ediliyor. Almetov, Dursunov ve Haitov, 25 Nisan 2001'da yerel saatle 8'de Devlet Başkanı İslam Kerimov'a suikastle ilgili bilgi verdi. Eylül 2000'de Çeçenler'e suikaste hazırlanmak amacıyla ile 135 bin Amerikan Doları nakit olarak verildi. Ödemenin tamamı Muhammed Salih öldürüldükten hemen sonra verilecekti. Salih'in kellesi için verilen 2 milyon doların 1 milyonu Albay Tursunov ve Haitov arasında paylaşılacaktı. Özbek hükümetine Muhammed Salih'in Çeçenler'in elinde tutsak olduğunu kanıtlamak için biz, Salih'den birkaç hafta 'ortadan kaybolmasını' rica ettik. Akrabaları Salih'in kaybolduğunu ilan ettiler. Bu haber 23 Nisan'da yayınlandı. Buna inandılar ve 25 Nisan günü yukarıda da adını verdiğim üç kişi Kerimov tarafından kabul edildi. Çeçenler'e verilecek 1 milyon dolardan kalan kısmının (870 bin dolar) verilmesi için Almetov, muhalefet liderinin gerçekten öldürüldüğünü kanıtlayacak deliller, olay hakkında ERK Partisi'nin radyodan bildirisi ve bir de Salih'in bulunduğu devletin resmi mercileri tarafından olayın açıklanmasını istedi. Tabii ki, bu talepleri yerine getirmek imkansızdı ve biz böylece bu tehlikeli oyunu en doruk noktasında durdurmak zorunda kaldık. Bu üç kişi 26 Nisan'da Moskova'ya geldiler ve bana, para konusunun bir an önce çözülmesini kendileri de istediğini ancak Salih'in öldürüldüğüne inanmadıklarını söylediler. Son isteklerini yerine getiremedik ve maalesef oyunu "sohbetin" en sıcak noktasında kesmeye mecbur olduk. Ancak en önemlisi artık elimizde Kerimov rejiminin dehşetli yüzünü gösterebilecek bir delil var." 24 Agustos gecesi saat 01.42 de Özbekistan muhalefet lideri Muhammed Salih’in evine silahlı saldırı gerçekleştirildi. Olaya tanık olan güvenlik görevlisi S.Baş’ın verdiği bilgiye göre, ateş yol kenarında bulunan çalılıklar arasından açılmış. Açılan ateş sonucu evin kapısına isabet eden kurşunlar camları kırmış, hiçbir can kaybına yol açmamıştır. 2014 yılında polise başvuran Muhammed Salih, Anadolu yakasında oğlu Timur Salih ile yaşadığı villanın çevresinde şüpheli kişilerin bulunduğunu bildirdi. İhbar üzerine çalışma başlatan Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, villanın yakınında durumundan şüphelendikleri bir otomobili takibe aldı. Plakasından kiralık olduğu belirlenen araçtaki kişi, polisleri fark edince, koşarak kaçmaya başladı. Kovalamaca sonucu yakalanan kişinin, Özbekistan uyruklu M.D. olduğu tespit edildi. Soruşturma kapsamında Pendik'te bir eve de baskın düzenleyen polis ekipleri, M.D. ile bağlantısı bulunduğu belirlenen Dağıstan uyruklu F.A'nın arasında olduğu 5 kişiyi daha yakaladı. Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne getirilen şüphelilerden 4'ü, işlemlerinin ardından Cumhuriyet savcısının talimatıyla serbest bırakıldı. F.A. ve M.D. ise "Muhammed Salih ile oğluna suikast hazırlığı yaptıkları" iddiasıyla Kartal'daki Anadolu Adliyesi'ne sevk edildi. Cumhuriyet Savcısı, Dağıstan uyruklu F.A'yı ifadesini aldıktan sonra serbest bırakırken, Özbekistan uyruklu M.D'yi tutuklanması istemiyle mahkemeye sevk etti. Nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği, M.D'nin tutuklanmasına karar verdi. 2014 yılının Aralık ayında Zeytinburnu’nda uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden Abdullah Buhari suikastının ardından 4 kişilik infaz listesi çıkmıştı. Özbek istihbaratı tarafından hazırlandığı öne sürülen infaz listesine Rus istihbaratının da destek verdiği ileri sürülmüş. Listede hayatını kaybeden Buhari’nin yanında, Özbekistan Halk Hareketi Lideri Muhammed Salih’in, Salih’in oğlu Timur’un ve Kırgızistan’da meşhur alim olan Reşat Kari’nin de olduğu tespit edilmişti. Hazırlanan infaz listesinde Abdullah Buhari’nin, Timur Salih’in ve Reşat Kari’nin fotoğrafları ve kısa biyografileri yer alırken, Muhammed Salih için hedef noktası olarak direk evi belirlendiği tespit edilmişti. Muhammed Salih'e daha önce 2 kez suikast girişiminde bulunulmuştu. Doğu lejyonları Doğu lejyonları (Ostlegionen; kumandanlığı: Kommandeur der Ostlegionen), II. Dünya Savaşı sırasında, Nazi Almanyası saflarında savaşan ve doğu halklarından oluşan lejyonlar. Türkistan Lejyonu, Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler, Karakalpaklar, Balkarlar, Karaçaylar, Azeriler, Dağıstanlılar, İnguşlar, Çeçenler olmak üzere Müslüman halklardan oluşturulmuştur. Toplama merkezi: Legionowo Türkistan Lejyonu mensupları için "Yani Turkestan" ("Yeni Türkistan") gazetesi, "Milli Turkestan" ("Milli Türkistan") ve "Milli Edabiat" ("Milli Edebiyat") dergisi yayımlanmıştır. 1942 yılının sonuna doğru 450., 452., 781., 782., 783. ve 784. tabur olmak üzere altı tabur, 1943 yılının başlarında 785., 786., 787., 788. ve 789. tabur olmak üzere beş tabur, 1943 yılının ikinci yarısında ise 790., 791. ve 792. tabur olmak üzere üç tabur kurulmuştur. Toplama merkezi: Jedlnia Kafkas Müslüman Lajyonu'nun adı 2 Ağustos 1942'de Azerbaycanlı lejyonu olarak değiştirilmiştir. 1942 yılının sonuna doğru 804. ve 805. tabur olmak üzere iki tabur, 1943 yılının başlarında 806., 807., 817. ve 818. tabur olmak üzere dört tabur, 1943 yılının ikinci yarısında ise 819. ve 820. tabur olmak üzere iki tabur kurulmuştur. Toplama merkezi: Wesoła 1942 yılının sonuna doğru 800., 801. ve 802. tabur olmak üzere üç tabur, 1943 yılının başlarında 803. tabur, 835., 836. ve 837. olmak üzere üç tabur kurulmuştur. Toplama merkezi: Krussen (Kruszyna) 1942 yılının sonuna doğru 495. ve 496. olmak üzere iki tabur, 1943 yılının başlarında 797., 798., 799. ve 822. tabur olmak üzere dört tabur, 1943 yılının ikinci yarısında ise 823. ve 824. tabur olmak üzere iki tabur kurulmuştur. Toplama merkezi: Puławy Ermeniler,başta kafkaslarda olmak üzere, yaşadıkları bütün coğrafyalardan gönüllü olarak Nazi Almanyası Ordusuna katılmıştır. Dro Kanayan isimli bir Ermeni de, bu gruplara öncülük etmiştir. Gönüllü olarak yaklaşık 22 tabur, yani 20.000 den fazla Ermeni, gönüllü olarak Nazi Ordusuna katılmıştır. Sovyetlere karşı bir kutup olan Nazi Almanyasına katılan çeşit çeşit halklardan ziyade, bu gönüllüler saf Aryan Irkı fikrini benimsemekten ötürü böyle bir akıma dahil olmuşlardır. Toplama merkezi: Jedlnia İdil-Ural lejyonu,Tatarlar,Çuvaşlar,Udmurtlar ve Mariler gibi Volga çevresi halklarından oluşmuştur. 1943 yılının başlarında 825., 826. ve 827. tabur olmak üzere üç tabur, 1943 yılının ikinci yarısında 828. ve 831. tabur olmak üzere iki tabur kurulmuştur. cf. Slavlar Groningen (anlam ayrımı) Groningen adında birden çok yer bulunur: Benzeri adı taşıyan yerler: Western blot Western blot (diğer adı protein immünoblot) immünogenetik, moleküler biyoloji ve diğer moleküler biyoloji dallarında bir doku homojenatı veya ekstraktı numunesi içerisinde spesifik proteinlerin tanımlanmasında yaygın olarak kullanılan bir analitik teknik. Hedef proteinle etkileşmesi amacı ile sentetik veya hayvan kökenli antikorlar oluşturulur. Numune proteinleri denature edilir ve jel elektroforez uygulanır. Ardından, elektroforez membranı spesifik antikorlar içeren çözeltide yıkanır. Hedef proteine bağlanamamış antikorlaradan kurtulmak için ikinci yıkama işlemi gerçekleştirillir ve takiben birincil antikorlar etkileşecek olan ikincil antikorlar solusyona eklenir. Boyama, immünofloresan ve radyoaktivite gibi çeşitli metotlar ile ikincil antikor proteinleri görselleştirebilir. Western blot yaygın olarak kullanıldığı biyokimyada amaç tek bir proteinin ve protein modifikasyonunun (post translasyonel modifikasyon gibi) kalitatif analizini gerçekleştirmektir. Genel kullanımı bir karışımda bir tek proteinin varlığının veya yokluğunun anlaşılması üzerinedir. Sonuçta görülen protein bandının renk yoğunluğu ve ölçüye göre yarı kantatif yorum yapılabilir. The western blot is rutin olarak kolnlama işleminin aradından klonlamanın başarı olup olmadığını onaylamak için kullanılır. HIV testinde veya BSE-Testinde medikal teşhis koyma için de kullanımı mevcuttur. Western blot metodu jel elektroforezi, elektroforezde denature olmuş proteinlerin bir membran (genelde PVDF veya Nitroselluloz) üzerine elektroforetik aktarımını  ve takiben görselleştirme amaçlı immünoboyama adımını içerir. Boyama işlemi blot membranı üzerinde yapılır. SDS-PAGE' te SDS kullanımı sebebi ile bütün proteinler negatif yüklenir ve yük faktörü hemen hemen ortadan kalkar.  SDS-PAGE' in ardından proteinler bir membrana aktarılır. Yağsız süt yardımı ile membranın üstü süt proteinleri ile kaplanır. Yüzeyin kapanması ile birincil antikorların membran ile bağ kurması engellenirken aynı zamanda süt proteinlerine de bağlanma gerçekleşmez. Yani antikorların sadece hedef moleküllerine bağlanması sağlanır. Bu işleme bloklanma denir. Bloklanan faktör membrandır. Son olarak ikincil antikorlar eklenir. İkincil antikorun birincillere bağlanması ile boyanma gerçekleşir. Boyanma renk veya florasan ışık olarak gözlenebilir ve çeşitli araçlarla belirlenebilir. Numuneler bütün dokudan veya hücre kültüründen elde edilebilir. Katı dokular, blender homojenize edici veya yüksek ses ile, önce mekanik olarak parçalanır. Western blot sadece hücrelerle çalışmakla kısıtlı değildir, farzı misal, virüsler ve viral proteinler. Hücre çözülmesini sağlamak ve proteinleri çözünür hale getirmek amacı ile  çeşitli deterjanlar, tuzlar, ve tampon çözeltiler kullanılabilir. Proteaz ve fosfataz inhibitörleri hücrenin kendi enzimleri tarafından gene hücrenin kendi proteinlerini engellemek amacı ile sıkça kullanılır. Protein denaturasyonu ve parçalanmasından kaçın
mak için numune soğukta hazırlanır. Proteinlerin ayrımında kullanılan jel elektroforez izoelektrik noktasını (pI), moleküler ağırlığı, elektrik yükünü veya bu faktörlerin bir kombinasyonunu temel alarak çalışır. Proteinleri antikor ile bağlanmaya açık hale getirmek amaçlı proteinler nitrosellüloz veya PVDF' den yapılma membrana aktarılır. Jelden membrana doğru akım verilerek proteinlerin hareketinin sağlanmasına elektroblotlama denir. Geçiş sırasında proteinlerin jeldeki sırası ve organizasyonları korunur. Daha ilkel olan havlu metodu ise kapiler etkiden faydalanarak geçiş işlemini gerçekleştirir. Fkata havlu metodu çok zaman gerektirir. Nitroselluloz membranlar PVDF' den daha ucuz olmasına karşın çok daha kırılgan ve tekrar kullanıma uygun değildir.   Aktarımından ardından Total protein boyama adımı ile görselleştirme ve onun ardından bu görselliğin yoğunluğunun tespiti vardır. ISM ISM (Industrial Scientific Medical band, Türkiye'de SBT -  Sınai, bilimsel ve tıbbi cihaz bantı), birçok ülkede telsiz iletişimi için sertifika veya lisansa gerek olmadan belirli bir çıkış gücü sınırlamasına uyarak, üzerinden yayın yapılabilen banttır. Türkiye de geçerli Kısa Mesafe Erişimli Telsiz yönetmeliğine göre geçerli frekanslar (ISM bantları ve diğer genel amaçlı kısa menzil / düşük.güçlü bantlar dahil) aşağıdaki gibidir : Nota Diplomatik nota Diplomatik nota, dış politikada bir devletin başka bir devlete siyasi sorunlar, iş birliği önerileri, anlaşma teklifleri, bilgilendirme ve benzeri konularla ilgili olarak yolladığı yazılara denir. Neoplastisizm Neoplastisizm, Piet Mondrian'ın kurduğu, ilkel renkler ve basit geometrik biçimler arasındaki ilişkileri araştıran akım. Neoplastisizm, Kübizm'den çıkmıştır ve Mondrian'ın 1912'den 1917'ye kadar süren kuramsal ve plastik araştırmalarının sonucudur. Dik açı ile üç ilkel renk (mavi, sarı, kırmızı) ve renk sayılmayan siyah, beyaz, gri Neoplastisizm'in öğeleridir. Neoplastisizm daha sonra geometrik soyutlamanın kökeni olmuştur. Avrupa Rasyonalizmi'nin biçim anlayışı Neoplastitizm'e dayanır. Keraitler Keraitler (Çince: 克烈, kè liè Farsça: كرايت Kirāyt), Bugünkü Moğolistan'ın güney batı kısmında yaşamış göçebe bir topluluk. Cengiz Han'ın müttefiki boylardan biri ve en güçlüsüdür. Moğol olduklarını düşünenlerin yanı sıra Uygur alfabesini kullandıkları için ve Kerait yöneticilerinin adları ve unvanlarından dolayı Türk oldukları düşünenler de vardır. Nasturi Hristiyanlığı benimsemişlerdir. Bilinen liderleri Tuğrul Han aynı zamanda "Wang Han" unvanı taşıyordu. İlhanlılar'ın ilk hanı olan Hülagû Han'ın eşi Dokuz Hatun da Keraitler'dendi. Eşref Apak Eşref Apak (d. 3 Ocak 1983, Kalecik), Türk çekiç atma sporcusu. Şu anda Enka adına yarışmaktadır. 2004 yılında Atina'da yapılan Olimpiyatlar'ı dördüncü olarak tamamlayan Apak, üçüncü olan Macar atlet Adrian Annus'un dopingli çıkması ile bronz madalya alma hakkını kazandı. Apak böylece Türkiye'nin, Ruhi Sarıalp'in 1948'de aldığı bronz madalyadan 50 yılı aşkın süre sonra çıkardığı ilk olimpiyat madalyalı atleti oldu. 2005 yılında İspanya'nın Almeria kentinde yapılan Akdeniz Oyunları'na katıldı ve 77,88 metre atarak altın madalya kazandı. Üst düzey bir turnuvada iyi bir derece elde etmek için gerekli olan 80 metre üstü atma başarısına ulaştığı takdirde çok daha başarılı sonuçlar elde edeceğini iddia eden Apak, 4 Haziran 2005'te Cezmi Or anısına yapılan müsabakalarda 81,45 m. atarak hem kendisini en iyi derecesini elde etti, hem de Türkiye rekoru kırdı. Apak doping kontrolleri sonucu Türkiye Atletizm Federasyonu tarafından Ağustos 2013'te iki yıl spordan men edildi. Cezmi Or Cezmi Or (d. 1921, İstanbul - ö. 13 Aralık 1945), kısa mesafede yarışmış Türk atlettir. Cezmi Or, atletizme 1939 yılında Galatasaray Lisesi'nde başladı. 100 ve 200 metrelerde pek çok kez Türkiye rekoru kırdı. Galatasaray Spor Kulübü sporcusuydu. Henüz 24 yaşında iken, tifoya yakalanarak hayatını kaybeden atlet adına, 1946'dan başlayarak kesintisiz olarak Uluslararası Cezmi Or Kupası düzenlenmektedir. Entler Entler, Tolkien Evrenindeki kurgusal ırklardan/türlerden biridir. Yüzük Savaşı sırasında, Entler olarak bilinen garip orman devleri Orklar ile Isengard İnsanlarına karşı mücadeleye katıldılar. Yarı İnsan yarı ağaç olan bu yaratıklar, dört metre yirmi beş santim boyundaydılar ve en yaşlıları Orta Dünyada tam dokuz Yıldızlar ve Güneş Çağı boyunca yaşamıştı. Elf tarihçeleri, Gökyüzünün Kraliçesi Varda Yıldızlara yeniden ışık verdiğinde ve Elfler uyandığında, Arda'nın Büyük Ormanlarında aynı zamanda Entlerin de uyandığını anlatır. Yeryüzünün Kraliçesi Yavanna'nın düşüncelerinden yaratılmış olan Entler Ağaçların Çobanları idiler. Gerçekten de çoban ve bekçiler olduklarını kanıtladılar çünkü bir kez uyanan Ent öfkesi korkunçtu ve elleri ile taş ve çeliği parçalayabilecek güce sahiplerdi. Haklı olarak onlardan korkulmakla birlikte, aynı zamanda nazik ve bilgeydiler. Ağaçları ve tüm Olvar'ı (Orta Dünya bitkilerini) severler ve onları kötülüklerden korurlardı. Uyandıkları zaman Entler konuşamıyordu fakat Elfler onlara bu sanatı öğrettiler ve onlar da bu sanatı çok sevdiler. Aralarında İnsanların kısa şakıyan dilleri de olmak üzere pek çok dil öğrenmekten büyük zevk aldılar. Fakat hepsinden çok kendileri için yaratmış oldukları ve yalnızca kendilerinin öğrenebildiği dili sevdiler. Bu dil, dillerinden yuvarlanan tok ve yavaş bir gökgürültüsünü andırıyordu. Fakat Güneşin İkinci Çağının sonu gelmeden Ent-hanımlarının bahçeleri yok edildi ve bahçeleri ile birlikte Ent-hanımları da ortadan kayboldular. Bunların arasında Ağaçsakalı'nın eşi Hafifayaklı Fidankolu olarak da bilinen Fimbrethil de bulunuyordu. Hiçbir hikâye başlarına neler geldiğini anlatmamaktadır. Belki de Ent-hanımları güneye veya doğuya gittiler; fakat neler olduğunu, uzun yıllar boyunca onları arayarak dolaşan Orman Entlerinin hiçbir zaman öğrenemediler. Böylece, İnsanlar gibi ölmemelerine rağmen Entler, yaşlandıkça sayıları azalan bir ırk haline geldiler. Zaten hiçbir zaman sayıları çok fazla olmamıştı; bir kısmı çelik ve ateşle öldürüldü ve Ent-hanımlarının gidişinden sonra hiçbir Ent-çocuğu dünyaya gelmedi. Entler gibi, bir zamanlar içinde yaşadıkları uçsuz bucaksız olan Eriador ormanları da kesilip yakıldı ve geriye yalnızca Ağaçsakalı'nın Ent-ormanı, Shire ile sınırı bulunan Eski Orman kaldı. Zaman zaman Entmoot adı verilen büyük toplantılar yapmakla birlikte Entler, büyük ormanların içinde birbirlerinden uzakta Ent evlerinde tek başlarına yaşayan ve yalnızlığı seven bir halktı. Ent evleri genellikle, bol kaynak suyu bulunan ve güzel ağaçlarla çevrelenmiş dağ mağaralarıydı. Katı yiyeceklerden değil büyük taş kavanozlarda sakladıkları berrak bir sıvıdan oluşan yemeklerini de bu yerlerde yerlerdi. Ent içkileri olarak bilinen bu büyülü sıvılar altın ve yeşil renkli bir ışıkla parlardı. Ve yine Ent evlerinde, genellikle gece boyunca bir şelalenin kristal serinliği altında ayakta durarak rahatlamak suretiyle dinlenirlerdi. Böylece Entler bilge ve hemen hemen ölümsüz hayatlarını sürdürdüler ve Yeryüzünün pek çok farklı ırkı onların yüceliğini etkilemeden etraflarında ortaya çıktı ve kayboldu. Yalnızca kötü Orclar çelik silahları ile ortaya çıktığında, Entler öfke ile harekete geçtiler. Entler, Cüceleri de sevmezdi çünkü Cüceler silah olarak balta kullanır ve ağaç keserlerdi. Ve söylendiğine göre Güneşin İlk Çağında Menegroth'daki Gri Elf kalesini yağmalayan Nogrod'un Cüce savaşçıları, Entler tarafından yakalanarak yokedilmişlerdi. Yıldızışığı yıllarında Entler, hem dişi hem erkek türlere sahipti fakat Güneşin Çağlarında Ent-hanımları meyve ağaçları, çalılar, çiçekler, çimenler ve tahıllar gibi Olvar'ın daha küçük türleriyle ilgilenebilecekleri açık alanlara aşık oldular fakat erkek Entler ormanlardaki ağaçları seviyorlardı. Entlerin Efendisi, ortak dildeki ismi Ağaçsakalı (Treebeard) olan Fangorn idi. Çok iri ve yaşlıydı. Çünkü Dünyaya gelmiş olan en uzun boylu ve sağlam ırkın üyesiydi. Ağaçsakalı'nın kocaman kaba kabuklu gövdesi, bir meşe veya kayın ağacınınkini hatırlatıyordu; dala benzeyen düzgün kolları ve dallar gibi düğümlü yedi parmaklı elleri vardı. Ağaçsakalı'nın kendine özgü neredeyse boyunsuz başı yüksek ve gövdesi kadar kalındı. Kahve renkli gözleri iri ve bilge bakışlıydı ve yeşil bir ışıkla parlıyorlardı. Vahşi gri sakalı dallar ve yosunlardan yapılmış bir hasır gibiydi. Ağaçlar gibi liflerden yapılmıştı fakat yaşayan köklere benzeyen ayaklarının üzerindeki bükülmez bacakları ile, uzun bacaklı bir bataklık kuşu gibi sallanıp uzanarak çok hızlı yürüyebilirdi. Yüzük Savaşı başladığı sırada Ağaçsakalı, Uyanış Zamanında ortaya çıkmış olan en yaşlı üç Entten biriydi. Ağaçsakalı'ndan başka, adı "Yaprak lülesi" anlamına gelen Finglas ile adı "Deri kabuk" anlamına gelen Flandrif vardı fakat bu ikisi artık başka Entlerin sorunları ile bile ilgilenmiyorlardı. Entler, komşu şehir Isengard'da oturan Saruman'ın hizmetkarları tarafından rahatsız ediliyorlardı. Bu nedenle Yüzük Savaşına katıldılar ve Entlerin Büyük Yürüyüşü denilen olay meydana geldi. Kıtalarca Ent, Isengard kalesine yürüdü. Onlarla birlikte Entler tarafından yönetilen ve hemen hemen onlar kadar güçlü olan ağaç ruhları Huornlar da geldi. Ent öfkesi ile Isengrad'ın surları paramparça edilerek, Saruman'ın gücü yokedildi. Huornlar yürüyen bir orman gibi Hornburg Savaşına katıldılar ve Saruman'ın birlikleri de yokedildi. Yüzük Savaşından sonra Entler yine barış içinde Ent Ormanında yaşamaya devam ettilerse de, zamanla sayıları azaldı ve inanışa göre Dördüncü Çağda tamamen yok oldular. Gollum Gollum, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde karakter. Gollum eski bir Hobbittir. Gollum bir zamanlar, Anduin Vadileri'ndeki Gladden Düzlükleri'nde doğmuş olan Sméagol adlı bir Ülken Hobbit idi. Üçüncü Çağ'ın 2463. yılında Sméagol'ün kuzeni Déagol balık tutarken Tek Yüzük'ü buldu ve onu hemen öldüren Sméagol yüzüğü ele geçirdi. Yüzüğün gücü Sméagol'ün yaşam süresini uzattıysa da, onu tanınm
az hale getirdi. Bundan sonra konuşurken çıkardığı çirkin, mideden gelen sesler yüzünden "Gollum" adıyla tanındı. Işıktan korkan hayaletimsi bir yaratık haline geldi ve pis cinayetler işleyerek ve kirli etler yiyerek yaşadı. Yalnızca derin mağaraların karanlık yeraltı göllerinde huzur buldu. Derisi tüysüz, kara renkli ve nemli, bedeni ise zayıf ve kemikli bir hal aldı. Başı bir kafatasına benzedi, gözleri ise bir balığınkiler gibi yuvalarından fırladı. Dişleri Orklar'ınki gibi uzadı ve Hobbit ayakları düzleşerek perdeli hale geldi. Neredeyse beş yüz yıl boyunca Gollum, Dumanlı Dağlar'ın altındaki mağaralarda gizlenerek yaşadı. Daha sonra 2941 yılında Gollum'un mağarasına bir kader ziyareti yapan Bilbo Baggins, Tek Yüzük'ü ele geçirdi. 3019 yılında Gollum sonunda yeni Yüzük Taşıyıcısı Frodo Baggins'i yakaladı fakat yenemedi. Gollum eski Sméagol olmakta, Frodo Baggins sayesinde onunla geçirdiği zamanda umutlanmıştı o eski Sméagol olmak için zihnindeki Gollum'la sürekli iyilik ve kötülük adına yarıştı fakat zihnini yenemedi ve yüzüğün hükmü altındaki aciz bir yaratık olmaya devam etti. Sméagol olmak için Frodo ve Sam'in isteği Mordor'a gitmeyi ve onlara yolu göstermeyi bu iyilikle sonuçlandıracağını düşündü ama üzerinde zihni, yüzük ve Sam'in baskıları vardı ve Sméagol yine Gollum'du. Bir süre için Frodo Gollum'u evcilleştirmiş gibi göründüyse de, Gollum ihanetlerinden vazgeçmedi. Böylece son dakikada, iyi Frodo bile Kıyamet Dağı'nda yüzüğün gücünün etkisine girdiği sırada Gollum, Kıyamet Yarıkları'nın kenarında yüzük taşıyıcısına saldırdı. Tüm kötü gücünü bir araya toplayarak, Frodo'nun parmağını ısırıp kopardı ve yüzüğü ele geçirdi. Fakat tam da bu zafer anında dengesini kaybederek değerli ganimeti ile birlikte yeryüzünün ateşli karnına düşerek yok oldu. İmrahil Tolkien Evreninde Kurgusal Kahraman İmrahil; Üçüncü Çağın 2955. yılında doğmuştur. Numenor dilinde (Adunaic) olduğunu bilmemize rağmen adının anlamı meçhuldür.Finduilas ve Ivriniel isimli iki kız kardeşi vardır. İmrahil'in kız kardeşi Finduilas, Gondor Vekilharç Hükümdarı II.Denethor ile evlenecek olan kişidir. Bu evlilikten yeğenleri Boromir ve Faramir doğmuştur. Ayrıca İmrahil'in babası, II.Denethor'un babası olan II.Ecthelion'un hükümdarlığı zamanındaki Dol Amroth prensliğini yapmış olan Prens Adrahil'dir. Imrahil ve Dol Amroth prensliğinin geçmişi açık değildir. Imrahil'in; Erchirion, Amrothos ve sonradan Dol-Amroth prensi olacak olan Elphir isimli 3 oğlu; ve daha sonradan Rohan Kralı Eomer ile evlenecek olan Lothiriel isimli bir kızı vardır. Oğlu Elphir'den sonra Dol Amroth prensi olacak Alphros isimli bir torunu vardır. Dol-Amroth'lular insandılar ama Elf kanı taşıdıkları da söylenir. Anlatılanlara göre ilk Dol-Amroth prensi Galador yarım elftir. Babası bir Numenorean olan Imrazor, Annesi ise bir elf olan Mithrellas dır. Dol Amroth Prenslerinin elf kanı buradan gelir. İlk prens Galador'dan Imrahil e varıncaya kadar Dol-Amroth prensliği 21 kuşak geçirmiştir. Imrahil; Yüzük savaşı sırasında Minas Tirith'e, Dol Amroth'tan şovalyeleri ile yardıma gelmiştir ve Minas Trith kuşatmasında bulunmuştur. Rohan ordusunun Minas Tirith kuşatmasına yardıma gelmesiyle o da tüm Gondor askerlerini Minas Tirith kapısından çıkararak meydana sürmüş ve Pelennor Çayırları Savaşında bulunmuştur. Pelennor zaferinden sonra Gondor Kralı olan Aragorn Elessar II ile Mordor'a yürümüştür ve Kara Kapı önlerinde cesurca savaşmıştır. Imrahil soylu ve Kralına sadık olarak 100 yıl yaşamış ve Dördüncü Çağ'ın 34 yılında ölmüştür. Tarık Buğra Süleyman Tarık Buğra, (d. 2 Eylül 1918 – ö. 26 Şubat 1994), Türk gazeteci ve roman, hikâye, oyun ve fıkra yazarı. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının tanınmış yazarlarındandır. Çok yönlü bir yazar olan Buğra, özellikle romanlarıyla tanınır. 1991'de Devlet Sanatçısı unvanı almıştır. Bilim insanı Ayşe Buğra'nın babasıdır. 1918'de Akşehir'de doğdu. Babası, Akşehir'de Ağır Ceza Reisi olarak görev yapan Erzurumlu Mehmet Nazım Bey, annesi Akşehirli Nazike Hanım idi. Çocukluğunun geçtiği Akşehir de, sanat yaşamına nüfuz etti ve eserlerinin çoğunda mekân olarak bu şehri tercih etti. İlk ve ortaokulu Akşehir'de okudu. Ortaokulda Rıfkı Melül Meriç'in öğrenicisi oldu. 1933’de ortaokulu bitirdikten sonra yatılı öğrenci olarak İstanbul Lisesi'ne devam etti. İstanbul Lisesi’nde Hakkı Süha Gezgin'in, Pertev Naili Boratav'ın öğrencisi oldu. Yazar olmaya onuncu sınıfta karar verdi. “"Tarık Nazım"” takma ismiyle, hikâye ve şiirler yazmaya başladı. Okulun yatılı kısmı kapanınca Konya Lisesi'ne geçti ve 1936'da mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde iki yıl okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne geçti. Parasızlık nedeniyle zor bir öğrencilik dönemi geçirdi ve üç yıl sonra mezun olamadan bu okuldan da ayrıldı. 1942-1945 yılları arasındaki üç yıllık askerlik görevi sırasında devlet memurlarının bıyıklarını kesme kuralını ihlal ettiği için on bir sürgün yaşadı. İlk piyeslerini ve ilk romanını askerliği sırasında yazdı. İlk eseri, “"Akümülatörlü Radyo"” adlı piyes idi. Şehir Tiyatroları tarafından eser çevrilince onu roman haline getirmiş; böylece ilk romanı “"Yalnızlar"” ortaya çıkmıştı. Askerliği bittikten sonra İstanbul'a döndü ve 1947'de Edebiyat Fakültesi'ne kaydoldu. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan'ın öğrencisi oldu. Bir yandan da Şişli Terakki Lisesi'nde muallim muavinliği görevinde bulundu. 1948'de yazdığı “"Oğlumuz"” adlı hikâyesi Cumhuriyet gazetesinin açtığı yarışmada ikincilik ödülüne layık görüldü. Bu ödül ona edebiyat ve basın dünyasının kapılarını araladı. 1949'da ilk kitabı olan ve içinde 13 öykü bulunan “"Oğlumuz"”'u yayımladı. "Çınaraltı" dergisini çıkaran Yusuf Ziya Ortaç, kendisine dergiye katılmasını, “"Sanat Hareketleri"” başlıklı sütunda her hafta bir öykü yazmasını önerdi. Dergiye gönderdiği ilk hikâye, “"Havuçlu Pilav Meselesi"” başlıklı hikâyesi oldu. Basın dünyasından da iş teklifleri alan yazar, bu teklifler sayesinde basın hayatına atılmak için cesaret buldu ve Edebiyat Fakültesi’nden mezuniyet tezini vermeden ayrıldı. 1949-1952 arasında Akşehir’de babası Erzurumlu Mehmet Nâzım Bey’le birlikte “"Nasreddin Hoca"” gazetesini çıkardı. 1950'de Jale Baysal ile evlendi, on sekiz yıl sonra boşanma ile sonlanan bu evlilikten 1951’de kızları Ayşe dünyaya geldi. 1952'de babasını kaybeden Buğra, gazeteyi elden çıkardı ve İstanbul'a döndü. Aynı yıl, ikinci hikâye kitabı “"Yarın Diye Bir Şey Yoktur"” yayımlandı. 1952-1956 arasında Milliyet, Vatan, Yeni İstanbul gibi gazetelerde edebiyat tenkitleri ve denemeler yazdı. Gazeteciliğinin bu ilk yıllarında Abdi İpekçi, Reşat Ekrem Koçu ve Peyami Safa ile çalışma imkanı bulduğu bilinmektedir. Bu arada üçüncü öykü kitabı, "İki Uyku Arasında"'yı (1954)'te yayımlayan Buğra, 1955'te "Siyah Kehribar" ile romana geçti. Dönemin faşist İtalya'sında geçen romanın pek çok eleştirmen tarafından hoş görülmedi ve yazar bir bekleme dönemine girerek uzun süre tekrar roman yayımlamadı. Gazetecilik yaşamına, 1956-1957 yıllarında Vatan ve Yenigün gazetelerinde Yayın Müdürü olarak devam etti. 1958'de Milliyet Gazetesi spor sayfası sorumluluğu yapan Buğra, aynı yıl Tercüman ve Yeni İstanbul gazetelerinde de yazarlık görevini sürdürdü. 1959'da önce Tercüman'ın, ardından Yeni İstanbul'un, ardından da “"Türkiye Spor"” isimli günlük spor gazetesinin Yayın Müdürlüğü'nü yaptı. 1962 yılında ise, “"Yol"” adlı haftalık derginin Yayın Müdürlüğü'nü yaptı. Bu arada Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen "Küçük Ağa" romanını hazırladı. Küçük Ağa 1963 yılında Yeni İstanbul'da tefrika edildi ve 1964'te kitap olarak yayımlandı. Çok olumlu tepkiler alan roman, Mehmet Kaplan tarafından mezuniyet tezi olarak kabul edilmiş ve böylece yazar, Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü'nden diploma almıştır. Küçük Ağa'nın ardından Buğra dördüncü öykü kitabı Hikâyeler'i (1964), Küçük Ağa'nın devamı olan “"Küçük Ağa Ankara'da"”yı (1967) ve ardından da "Komik-i şehir” Naşit'in hayatından yola çıkarak yazdığı "İbiş'in Rüyası"'nı (1970) yayımladı. "İbiş'in Rüyası", 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması'nda başarı ödülüne değer bulundu. Buğra, 1970-1976 arasında Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı ve sanat sayfaları düzenleme işini sürdürdü. 1976'da Tercüman Gazetesi]]'ndeki işinden ayrıldı ve zamanını bütünüyle edebiyata verdi. "Firavun İmanı" (1976), "Dönemeçte" (1978), "Gençliğim Eyvah" (1979), "Yağmur Beklerken" (1981) adlı dönem romanlarını yayımladı. Bu romanlarda Cumnuriyet'in çeşitli evrelerini, demokrasiye geçiş sürecindeki çalkantıları konu edindi. Devlet Tiyatroları'nda Edebi Kurul Başkanlığı'nda Edebi Kurul üyeliği yaptı. 8 Eylül 1977'de hikâye yazarı Hatice Bilen ile ikinci evliliğini yaptı. Yazarın, "Ayakta Durmak İstiyorum" (1966) ve "Üç Oyun" (1981) adlarıyla kitaplaştırdığı piyeslerinin hemen hepsi sahnelendi, romanları da TV dizisi haline getirildi. Fıkralarından seçmeleri "Gençlik Türküsü" (1964), gezi notlarını "Gagaringrad" (1962), dil ve edebiyat üzerine yazılarını "Düşman Kazanmak Sanatı" (1979), denemelerini ise "Bu Çağın Adı" (1979) başlıklarıyla yayımladı. Yazarın ayrıca Sakıp Sabancı'nın hayatını anlattığı “Patron” isimli bir piyesi, yarım bıraktığı “Mimar Sinan” senaryosu ile Mehmed Akif'in hayatını ele aldığı bir romanı da mevcuttur. Buğra, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş yıllarını anlattığı Osmancık'la (1985) Milli Kültür Vakfı Edebiyat Armağanı’nı, “Yağmur Beklerken” romanı ile de 1989 Türkiye İş Bankası Büyük Ödülü'nü aldı. 1991'de Devlet Sanatçısı unvanını aldı. 1993'teki ani rahatsızlığının ardından kanser teşhisi konan Buğra, tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 26 Şubat 1994'te hayatını kaybetti. Cenazesi Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi. 1999-2000 öğrenim döneminde İstanbul'un Pendik ilçesinde açılan bir liseye “"Tarık Buğra"” adı verilmiş; 2002’de Akşehir merkez Ortaokulu’nun adı ""Akşehir Tarık Buğra İlköğretim Okulu"" olarak değiştirilmiş ve 2004 yılında Akşehir'e bir Tarık Buğra heykeli dikilmiştir. Ayrıca Ankara’da Milli Kütüphane önünde bir heykeli bulunur.
Escherichia coli Genelde E. coli kısaltması ile veya koli basili olarak bilinen Escherichia coli (okunuşu "Eşerihiya koli"), memeli hayvanların kalın bağırsağında yaşayan bakteri türlerinden biridir. Normalde bağırsakta yaşadığı için, "E. coli" 'nin çevresel sularda varlığı dışkı kirlenmesinin bir belirtisidir. "E. coli", pediyatrist ve bakteriyolog olan Theodor Escherich tarafından bebek dışkılarında keşfedilmiştir ve adını ondan alır; "coli", "kalın bağırsaktan" demektir. "E. coli", genel olarak bakteri biyolojisinin anlaşılması amacıyla üzerinde sıkça çalışılmış bir model organizma olmuştur. Canlılar arasında hakkında en fazla şey bilinen organizma olduğu söylenebilir. İnsanın bir günde dışkı yoluyla vücudundan geçen "E. coli" bakteri sayısı 100 milyar ila 10 trilyon arasındadır. Dışkıyı oluşturan bakteriler başlıca aerobik bakterilerdir, seçmeli anerobik "E. coli" hücrelerinin sayısı diğer bakteri türlerinin binde biri dolayındadır. Başka hayvanlarda etkisiz olan bazı "E. coli" tipleri insana bulaştıklarında hastalık yapabilirler. Bunların en ünlüsü sayılan adlı serotip kanlı ishale ve ölüme yol açabilir. "E. coli", normal bağırsak florasına aittir, biyolojik sınıflandırmada da bağırsaklarda yaşayan bakterilerden oluşan enterik bakteriler ailesinde yer alır. Bakteri çubuk şeklinde olup, boyutları 1-2 µm uzunluğunda ve 0.1-0.5 µm çapındadır. "E. coli" Gram-negatif bir bakteri olduğundan endospor oluşturmaz, pastörizasyon veya kaynatma ile ölür. Memeli hayvanların bağırsaklarında büyümeye adapte olmuş olduğu için en iyi vücut sıcaklığında çoğalır. Su arıtım sahasında "E. coli" yeni teknolojilerin gelişiminin en başından itibaren su kirliliğinin bir "göstergeci" olarak kullanılmıştır. Sudaki dışkı miktarı koliform endeks aracılığıyla ölçülmüştür. "E. coli" genelde zararsız olmasına rağmen kirlenmenin ölçütü olarak kullanılmasının nedeni, seçmeli (fakültatif) anaerob olmasından dolayı "E. coli" 'nin kolay kültürlenebilmesidir. Ayrıca, dışkıda bulunan "E. coli" sayısı patojen bakterilerin (örneğin tifo etmeni "Salmonella typhi") sayısından çok daha fazladır. Su kirlenmesini belirlemek amacıyla yapılan nispeten basit testlerde "E. coli" 'ye benzeyen organizmalar için "koliform" terimi kullanılır. Ancak, bağırsaklarda yaşamayan bazı saprotrof bakteriler de koliform tanımına uyarlar. Ayrıca, dışkı kirlennmesi olmayan ortamlarda da "E. coli" 'nin var olabildiği gözlemlenmiştir. Buna rağmen, pratik nedenlerden dolayı dünyanın çoğu ülkesinde su temizliğiyle ilgili standartlar "koliform sayısı"na dayandırılır. Bağırsak florasının normal bir üyesi olan "E. coli" ile konak organizma arasında uyumlu bir ilişki olduğundan bakteri normalde hastalık yapmaz. Ancak, ortama geçmesi halinde, ki bu aynı organizmada başka bir organ olabilir (idrar yolu enfeksiyonu ile mesaneye geçmek gibi) veya başka bir konak organizmanın bağırsağı olabilir, "E. coli" bir hastalık etmeni olabilir. Bazı "E. coli" tipleri içinde bulundukları hayvan için zararsız olmalarına rağmen insana geçtiklerinde hastalık yapabilirler. Bu hastalıklar arasında başlıca ishalli hastalıklar olmakla beraber idrar yolu enfeksiyonları, menenjit, peritonit, mastit, septisemi ve gram-negatif pnömoni de sayılabilir. "E. coli" 'nin, tavuk, dana ve başka hayvanlarda da hastalık yapabildiği gösterilmiştir. E. coli içinde hastalık yapan pek çok tipi vardır. Bunlar hasta ettikleri dokular ve hastalık mekanizmalarına bağlı olarak aşağıdaki "patotip" olarak gruplandırılırlar: İshalli hastalıklara neden olan E. coli tipleri aşağıdaki gruplara ayrılırlar: "E. coli" türü içinde büyük bir çeşitlilik vardır, hatta modern tekniklerle gösterilmiştir ki "Shigella" ve Salmonella familyasının üyeleri aslında E. coli'nin alt-tipleridir. "E. coli" türü içinde farklı özelliklere sahip olan, "suş" olarak adlandırılan çeşitli tipler vardır. Bunları birbirinden farklı kılan küçük mutasyonlar olabileceği gibi bütün bir genin, hatta pek çok genin, varlığı veya yokluğu, olabilir. Bu genler bakteriofaj, transpozon veya plazmidlerde bulunur ve bunlar başka bakteri türlerinden "E. coli"'ye iletilmiş olur. Suşları farklı kılan genler arasında toksin ve yapışma (adezyon) faktörleri gibi hastalık (virülans) faktörleri vardır. Örneğin suşunun taşıdığı Şiga toksini geni, "E. coli" 'ye "Shigella"'dan geçmiştir. Aşağıda "E. coli" 'nin hastalık yapmasını sağlayan özelliklerin bazıları sıralanmıştır. Bunların hepsi bir arada olmaz, belli "E. coli" suşları bu faktörlerin belli kombinasyonlarına sahiptir. Gıdaların yıkanması patojen "E. coli" enfeksiyonun yeme yoluyla yayılmasını engellemenin en etkili yoludur. "E. coli" bulaşmış yiyeceklerin kaynatılması da etkilidir. Uygun tedavi, enfeksiyonun nedeni olan "E. coli" tipinin antibiyotik duyarlılığına bağlıdır. "E. coli" enfeksiyonlarını tedavide kullanılabilecek antibiyotikler arasında amoksisilin, trimethoprim-sulfamethoxazole, ciprofloxacin, nitrofurantoin sayılabilir. "E. coli" 'nin neden olduğu her hastalık için her antibiyotik uygun olmayabilir, bu konuda bir doktora danışmak gereklidir. Antibiyotiğe direnç gelişmesi büyüyen bir sorundur. Bunun başlıca nedeni insanlarda antibiyotiklerin gereksiz kullanımıdır. Geniş spektrumlu beta-laktamaz üreten "E.coli" suşları çeşitli antibiyotiklere dayanıklı bir beta laktamaz enzimi üretirler ve bunların tedavisi çok daha zordur. Çoğu durumda bu suşlara karşı yalnızca iki oral antibiyotik ve damardan alınan sınırlı bir grup antibiyotik etkilidir. Bakterilerde "suş", ortak özellikleri ile başka suş'lardan ayırdedilebilen bir gruptur. Bu farklılıklar genelde moleküler düzeyde algılanabilse de bakterinin fizyolojisi ve yaşam döngüsüne etki edebilirler, örneğin patojenliğe yol açabilirler. Farklı "E. coli" suşları farklı hayvanlarda yaşadıkları için sudaki dışkı kirlenmesinin kaynağını anlamak mümkündür. Yeni "E. coli" suşları doğal mutasyonlar sonucu sürekli olarak belirmektedir ve bunların bazılarının özellikleri içinde bulundukları konak hayvana zararlı olabilir. Çoğu sağlıklı insanda böylesi yeni bir "E. coli" suşu bir hafif bir ishale yol açsa da, küçük çocuklarda, başka bir hastalıktan dolayı zayıf düşmüşlerde veya bazı ilaçları alanlarda ciddi bir hastalık hatta ölüm meydana gelebilir. "E. coli" suşlarını tanımlamanın bir yolu yüzeyindeki antijenler yoluyladır. "O" bakterinin yüzeyindeki, "H" de flagelladaki antijeni belirtir. Bu teknikle tanımlanan tiplere "serotip" denir. Bir serotip genetik anlamda homojen olmasa da genelde belli serotiplerin hastalık etkileri aynı olduğu için halk sağlığı ve tıbbi mikrobiyoloji açısından pratik bir sınıflandırma yöntemi olarak kullanılırlar. "E. coli" serotipleri arasında ölümcül olabilmesinden dolayı en ün yapmış olanı 'dir. E. coli türünün içinde büyük bir çeşitlilik vardır. Bu, kısmen farklı ortamlarda yaşayan bakterilerin ufak mutasyonlar biriktirerek faklılaşmasından dolayı olsa da, çeşitliliğin büyük bir bölümü bazı genlerin başka bakterilerden ediniminden meydana gelir. Çeşitli patojen "E. coli" türlerinin farklı suşlardan kaynaklandıkları, bunların birbirlerinden bağımsız olarak virülans genlerini "yatay transfer" yoluyla elde ettikleri gösterilmiştir. Genomunda "genetik ada" olarak adlandırılan bölgelerde dışarıdan alınma genler kümelenir. Shigella türlerinin patolojik E. coli türlerinden evrimleştiği düşünülmektedir. Yaygın bir bakteri olmasından dolayı "E. coli" mikrobiyolojide sıkça çalışılmıştır ve moleküler biyolojide bir gereç haline gelmiştir. Yapısı bellidir, hayat bilimlerini çalışan her seviyede ögrenci ve araştırmacı için ideal bir araştırma organizmasıdır. Bakteriyel konjügasyon, genetik rekombinasyon, operon kavramları ilk "E. coli" 'de keşfedilmiştir, DNA'nın çoğalması, RNA transkripsiyonu, protein sentezi gibi, moleküler biyolojinin pek çok önemli mekanizması, metabolizmanın çoğu ayrıntısı bu organizmada yapılan araştırmalarla anlaşılmıştır. En az on Nobel Ödülü "E. coli" 'de yapılan araştırmalara dayanır. Laboratuvarda kullanılan standart "E. coli" suşunun adı K12'dir. "E. coli" K12'nin ve O157:H7 serotipli bir suşun genom dizinleri çözülmüştür. K12 genomu yaklaşık 4200 genden oluşmaktadır, O157:H7 genomu ise K12'ninkiden %25 daha büyüktür. K12 suşu hastalık yapan bir faktörler taşımaz ve hatta K12'nin ilk izolasyonundan günümüze geçen yıllar zarfında kapsül yapma yeteneğini kaybederek laboratuvar ortamına uyum sağlamış, artık doğal ortamında (yani insan bağırsağında) başka "E. coli" türleriyle rekabet edemeyecek kadar zayıflamıştır. "E. coli" modern biyoloji mühendisliğinde önemli bir yeri vardır. Araştırmacılar bu bakteriyi büyük miktarda DNA veya protein üretmek amacıyla bir fabrika gibi kullanırlar. Rekombinant DNA teknolojisinin ilk faydalı uygulamalarından biri "E. coli" 'nin manipüle edilerek onun diyabetli hastalar için insülin üretmesini sağlamak olmuştur. Mycobacterium tuberculosis Mycobacterium tuberculosis, verem (tüberküloz) hastalığına yol açan bakteridir. İlk defa 24 Mart 1882 yılında Robert Koch tarafından tanımlanmıştr. Koch bu keşfi için 1905 yılında tıp alanında Nobel Ödülünü almıştır. "Mycobacterium tuberculosis"in genomu 1999 yılında çözülmüştür. Analog (biyoloji) Analog, kökenlerinin benzer olmasına gerek olmaksızın aynı görevi gören organlar. Evrimsel gelişim aşamasında canlıların yaşadıkları ortama göre seçilimlerinin gerçekleştiği göz önüne alındığında, analog organların gelişimi için benzer yaşam alanları ya da ihtiyaçlar gerekmektedir. Analog organlara verilebilecek örnekler midyedeki ve balıklardaki solungaçlardır. Bu iki organ da sudaki oksijeni vücuda almakta görevlidir ancak ikisinin de embriyonik gelişimleri ve kökleri birbirinden farklıdır. Analog organlar, evrim tartışmalarında uzun süre karşı görüşlere yol açmıştır. Lamarck tarafından savunulan teze göre analog organların oluşumu, canlıların ihtiyaçları olduğu için gerçekleşmiştir. Ancak ihtiyaçların moleküler evrimi tetiklemesi tezi Darwin´in Doğal Seçilim teziyle çürütülmüştür. Darwin´e göre analog organlarin oluşum
u isteğe bağlı değil ancak dogal cesitliligin icinden, ortama en uygun olanlarin secilmesi yoluyla gerceklesir. Midye ve balık örneklerindeki gibi, suda yaşayan canlıların çevresel etkileşimleri, bu canlılarda solungaç oluşumunu evrimsel olarak seçmistir. Blastosöl Blastosöl, embriyonik gelişimin blastula devresinde, dış tabakadaki hücrelerin içeriye doğru bir girinti yapması sonucu oluşan, ilkin vücut boşluğu. Bu safhada, tüm hücreler aynı büyüklüktedir ve blastula hücreleri bölünmelerini yavaşlatırlar. Tüm hücreler içte blastosöl, dışta da hyalin zarla temas içindedir. Çeşitli hücre bağları blastula hücrelerini blastosöl etrafında sızdırmaz bir küre haline getirir. Hücreler bölünmeye devam ettikçe, blastula bir hücre kalınlığına geriler ve genişler. Bu işlem, blastula hücrelerinin üstteki hyalin tabakasına eklemlenmesi ve blastosölü genişleten su alımı ile gerçekleşir. Dan-Sohkawa ve Fujisawa. (1980) Cell dynamics of the blastulation process in the starfish, Asterina pectinifera. "Developmental Biology" 77(2):328-39. Scott F. Gilbert. Developmental Biology. 6. Basım. 2000. Sinauer Associates Publishing Co., New York, ABD. Ellen DeGeneres Ellen DeGeneres (d. 26 Ocak 1958), Amerikalı oyuncu ve komedyen. Stand up kariyerine Teksas'ta, küçük bir kulüpte başladı. Ellen isimli dizide başrolü oynadı. 1997'de lezbiyen olduğunu açıkladıktan sonra birçok tepkiyle karşılaştı ama bu tepkilere rağmen dizinin popüleritesi arttı. Birçok firma (başta Chrysler olmak üzere) diziden sponsorluğunu çekti. Fakat dizi yine de bir Emmy Ödülü almayı başardı. 1997 ile 2000 yılları arasında aktris Anne Heche ile beraber oldu. 1999'da Anne Heche ile evlenmeyi planladı ancak çiftin ayrılması ile bu evlilik planı gerçekleşemedi. 2000 yılında 3,5 yıllık ilişkisini noktalayan Ellen DeGeneres aktris ve fotoğrafçı Alexandra Hedison ile birlikte oldu. 2004 yılında da dört yıllık ilişkisini noktalayan Ellen, Portia de Rossi ile 17 Ağustos 2008 tarihinde Beverly Hills'de evlendi. DeGeneres, de Rossi ile evleneceklerinin haberini, kendisinin sunduğu televizyon programında duyurmuştu. 25 Şubat 2007'de yapılan 79. Oscar Ödül Töreni'ni sunmuştur. Komedyen-oyuncu Ellen DeGeneres 1982 yılında ABD'nin en komik insanı seçilmiştir. Ellen DeGeneres 2003`de The Ellen DeGeneres Show isimli talk show programını sunmaya başladı ve şov almış olduğu başarılı reytingleri ile yayın hayatına hala devam etmektedir. Program konusu kısaca şöyledir: Ellen ilk olarak gelip başına gelen olayları veya komik şeyler anlatır, daha sonra izleyicilerle birlikte hit şarkılar eşliğinde dans eder. Şarkı ve dansın sonunda sehpasının üzerinden geçer ve şarkı yavaşça koltuğa oturmasıyla biter. Ardından birbirinden ünlü konuklarla sohbet eder. Birçok programda seyircilerle oyunlar oynar ve kaybedenler dâhil olmak üzere yarışmacılara gerçekten de müthiş ödüller verir. Ellen ayrıca mektup ve elektronik postalarını aldığı seyircilerinden bazılarını çekimler esnasında telefonla aramaktadır. Fakat program canlı yayınlanmamaktadır. Her çarşamba çeşitli komik internet videoları gösteren Ellen, ayrıca bazen izleyicilerin gönderdikleri ilginç veya komik resimleri de göstermektedir. Emmy ödülleri de alan program Türkiye'de e2 kanalında Türkçe dublajlı yayınlanmaktadır. Ellen'ın Türkçe seslendirmesini seslendirme sanatçısı Müdrike Coşansu yapmaktadır. Daytime Emmy Ödülleri: Emmy Ödülleri Halkın seçimi ödülleri Çocukların seçimi ödülü Faramir Faramir, Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde kahraman. Üçüncü Çağ'ın 2983 yılında Minas Tirith'te doğan Faramir, Gondor'un son hükümdar vekilharcı Echtelion oğlu Denethor'un küçük oğludur. Annesi, Dol Amroth prensi Adrahil'in kızı Finduilas'tı. Faramir, o doğduğundan beri ilk defa ciddi bir saldırı yapan Sauron'un Osgiliath'a saldırısını başarı ile savundu. Abisi Boromir o sırada Osgiliath'ta değildi. Ama Cadı Kral'ın gelmesi ile durum değişti ve faramir yenilmeye başladı. Ama abisinin yardıma gelmesiyle Cadı Kral ve orduları yenildi ve Cadı Kral, Mordor'un karakolu durumundaki kalesi, Minas Morgul'a çekildi. Faramir'in babası Denethor, Boromir'in gördüğü Tek Yüzük'le ilgili rüyalar nedeniyle Elrond'un divanına abisini yollamıştır. Faramir, kendisi gitmek istemiştir ama abisi ona göre bedence daha güçlüydü bu yüzden de o gitti. Ağabeyini her zaman sevmişti. Çünkü abisi ona her zaman saygı duyardı. Daha sonra abisinin Ayrıkvadi'de Yüzük'ü yok etmek için kurulan kardeşliğe katıldığını duydu. Boromir'in öldürüldüğünde Faramir Ithilien'de bulunuyordu ve ağabeyinin öldüğünü, onun nehir boyunca giden ölüsünün koyulduğu sandalda görünce anladı. Burada, bir Haradrim ordusunu, Mordor'a giderken pusuya düşürdü ve orduları dağıttı. Bu esnada aynı yoldan geçen yüzük taşıyıcısı Frodo ve yardımcısı Samwise'i esir aldı. Onlardan Boromir'in ölümünün tüm ayrıntılarını öğrendi. Abisi yüzüğü almak istemişti, daha sonra Merry ve Peregrin adlı iki buçukluğu korurken uruklar tarafından öldürülmüştü. Faramir, yüzüğü alıkoymaktan vazgeçti Frodo'nun gitmesine izin verdi. Yüzük Taşıyıcısı'nı yolladıktan sonra Faramir, Osgiliath'a yapılan saldırının savunulmasına yardıma gitti. Orada büyük bir zafer kazandı. Abisinin koruduğu bölge olan Osgiliath'ı, Ithilien'le eşzamanlı olarak korumaya başladı. Mordor saldırısına rağmen babasının "Oradan ayrılmayın!" emri sebebiyle orada kaldı ve ölümle yüz yüze geldi. Burada Nazgûlların efendisi olan Cadı Kral ile karşılaştı. Nazgûl Efendisi tarafından zehirlendi ve ölmek üzere olan bedeni Minas Tirith'e dayısı ve Dol Amroth efendisi İmrahil tarafından kargaşadan kurtarıldı. Faramir çok ağır yaralanmıştı. Bunun üzerine Denethor delirerek komadaki Faramir'i kendisi ile birlikte yakmaya çalıştıysa da,Gandalf,Peregrin ve kule muhafızı Beregond, Faramir'i kurtarmayı başardı. Gondor müstakbel kralı Aragorn'un sığayıcı elleri ise Faramir'i, Cadı Kral'ın "Kara Nefesi"nin neden olduğu ölüm benzeri uykudan uyandırdı. İyileşen Faramir, Rohan'ın Kalkan Kızı Éowyn'e aşık oldu. Çift, Yüzük Savaşı'ndan sonra evlendi ve Faramir Dördüncü Çağ 82'de Gondor Vekilharcı,Ithilien Prensi ve Emyn Arnen Efendisi unvanlarıyla hayata veda etti. Elboron adında bir oğlu oldu ve ondan sonra tüm unvanları oğlu Elboron'a kaldı. İbotenik asit İbotenik asit, "Amanita muscaria" ve "Amanita pantherina" gibi mantarlarda bulunan zehirli ve psikoaktif bir amino asittir. Kimyasal formülü "α-amino-3-hidroksi-5-soksazol asetik asit" tir. İbotenik asit, hayvanlarda Glutamik asit'in etkilerini taklit eder; motor depresyon, ataksi, davranış ve algılama değişiklikleri gibi. Müsimol (3-hydroxy-5-amino methylisoxazole) ibotenik asitin dekarboksile olmuş halidir ve insanlarda merkezi sinir sistemi nörotransmiterlerinin inhibe eden GABA (g-amino butirik asit) nın davranışlarını taklit eder. Müsimol Müskimol (pantherin, agarin olarak da bilinir), "Amanita muscaria" ve "Amanita pantherina" gibi mantarlarda bulunan zehirli ve psikoaktif bir kimyasaldır. İbotenik asit'in dekarboksilasyonu sonucunda ortaya çıkar. GABA A reseptörü|GABA reseptörlerinin spesifik bir agonistidir. Agonist Agonist hücre reseptörlerine bağlanarak hücrede bir tepki oluşturan bileşiklerdir. Agonistler genelde doğal olarak bulunan maddelerin davranışlarını taklit ederler. Agonistler eylem oluşturur, buna karşın Antagonist bileşikler ise bir eylemin oluşumunu engellerler. Vücut kimyasının ve farmakolojinin anahtar elemanlarındandır. "Bu metabolitler, hem vazokonstriksiyon yaparak, hem de diğer agonistlerin etkisini arttırarak agregasyonu kuvvetlendirirler." - Tıp fakültesi notundan alınan bu bilgide ise konu içeriğinde olan araşidonik asit metabolitlerin hücre membranında diğer maddeler yani onunla benzer ya da zıt etki yaratan maddelerden bahsetmiştir. Bunlardan eylem oluşturan benzer maddelerden "agonist" ifadesiyle dile getirmiştir. Biyolojik aktivite oluşturan endojen veya eksojen kaynaklı olabilirler. Agonist kelimesi Latincedeki "agnista" (yarışçı) kelimesinden gelir. Bu kelime de eski Yunancadaki "agn" (yarışma) kelimesinden gelmiştir. Jean-Baptiste Lamarck Jean-Baptiste Lamarck (asıl adı "Jean Baptiste Pierre Antoine de Monet, Chevalier de Lamarck") (1 Ağustos 1744 - 18 Aralık 1829), Fransız doğa bilimci. Evrim konusunda yaptığı çalışmalarla bilinir. "Kazanılmış karakterlerin iletimi" tezi oldukca büyük tartışma yaratmış, genetik aktarım prensiplerinin ortaya konmasıyla görüşleri geçerliliğini yitirmiştir. Bitki ve hayvan örneklerinin bilgili uzmanlarının kontrolünde sınıflandırılmasını ileri süren modern müze kolleksiyonculuğu kavramını ilk ortaya atanlardandı. Omurgasızların sistematiği ile ilgilenerek temel organların fonksiyonlarını ve yapısını incelemiş, çeşitli solucanlar ve yumuşakçalar arasındaki yüzeysel benzerliklerin altındaki farkları göstermiştir. Lamarck kendi döneminin ilk büyük botanikçisidir. "Flore Françoise" (1778) adlı eserinde Fransa'da yetişen bitkileri sınıflandırdı. Lamarckizm teorisinde çevrenin, bitkilerin değişmesindeki önemi anlatılır. 1778 yılında ilk eserinin yayınlanması ile ilmi hayatı başlayan Lamarck,1783’ten îtibâren Botanik Ansiklopedisi adlı eserini yayınladı. 1809’da neşrettiği Filozofî Zoolojik ismindeki kitabında “canlıların bir asıldan türeyebileceğini” yazdı. Lamarck’ın sisteminde ‘Evrim Teorisi’, ‘Tanrı’nın hikmeti’ ile özdeşleştirilmişti. Burada, türlerin yok olmasının Tanrı’nın hikmetine aykırı görülmesinin sebeplerinin ne olduğu sorulabilir. Birinci sebebin, canlıların varlığının sadece insanlara hizmet olduğu şeklindeki inanış olduğu söylenebilir; yok olan türlerin insanlara bir yararı olamayacağına göre, bu türlerin varlığı Tanrı’nın hikmetine aykırı bulunuyordu. Her şeyin insan için yaratılmış olduğuna dair inanç, Tanrısal hikmet adına yanlış anlayışların oluşmasına yol açmıştır. Astronomideki Aristoteles-Batlamyus sistemi ile biyolojideki Linnaeus’un sistemleri, bu yanlış önkabulden dolayı yanlış sonuçlara varan sistemlerin en önemlileridirler. Evrensel oluşumları sırf ‘insana hizmet gayesi’ ile
sınırlamak Tanrısal hikmeti sınırlamak değil midir? Ikinci sebep, Aristoteles’ten beri gelen ‘varlık skalası’ fikri idi. Eğer bazı türler yok olmuşsa ‘varlık merdivenleri’nde eksiklikler olacağı ve bunun Tanrı’nın mükemmel yaratışı ile uyuşmayacağı düşünülüyordu. Hatırlanacağı gibi, ‘varlık skalası’ anlayışında, her tür başka iki türün arasında yer alır, türler arası uçurumlar yoktur ve türler hiyerarşik bir sıralanmayla ‘varlık merdivenleri’nde belirli bir yere sahiptirler. Bu anlayışta eğer bu zincirin tek bir halkası olan bir tür bile çıkarılırsa sistem bozulacaktır. Bu yüzden hiçbir tür yok olamaz. Böylesi zihinsel bir kurgu, Tanrısal hikmetle özdeşleştirilmiş ve doğadaki varlıksal (ontolojik) yapı ile karıştırılmıştır. Bazı türlerin yok olduğunun anlaşılmasıyla, bu sanal kurgunun sadece filozofların zihinlerinden çıkan bir hayal olduğu ortaya çıkmıştır. Sonradan birçoklarının fark edeceği gibi Tanrısal hikmet ile türlerin yok olması arasında bir zıtlık bulmak suni bir sorundur. Tanrı’nın yaratışındaki hikmetleri, insana hizmet veya insanın gözlemiyle sınırlamaktan doğan hatalar yanlış yargılara yol açmıştır. Lamarck bu suni soruna çare bulduğunu düşünüyordu. Onun çağındaki ünlü muhalifi Cuvier (1768-1833), anatomi ve fosilbiliminde kendi döneminin en yetkin isimlerinden biriydi ve Lamarck’ı, ‘varlık merdivenleri’nde ilerleme (evrim) olduğunu söyleyen fikirlerinden dolayı eleştirdi. Canlılar dünyasında ‘hiyerarşik bir skala’ olmadığını, canlılar dünyasının en aşağıdan en yukarıya dizilmeye uygun olmayacak kadar çok çeşitli olduğunu söyledi. Cuvier’in çağdaşları, onun, Lamarck’ın Evrim Teorisi’ni geçersiz kıldığını düşündüler. Lamarck’ın, yeryüzünün, ufak ve yavaş değişimleri adım adım geçirdiğini düşünmesine karşılık; Cuvier, yeryüzünün, büyük değişimler (katastrofik) geçirdiğini savundu ve türlerin yok olması ile yeni yaratılışları bu değişimlere (Nuh Tufanı gibi) bağladı. Mısır’daki mumyalanmış hayvanlarla günümüz hayvanlarının aynı olmasını, türlerin sabitliğine ve evrimleşmenin, türlerin yok olmasını önleyecek bir mekanizma olamayacağına karşı delil olarak kullandı. Lamarck, canlılara içkin olan ve onları kompleksliğe götüren bir eğilim olduğunu ve bunun, Yaratıcı’nın canlılara bahşettiği bir unsur olduğunu söyledi. Görüldüğü gibi, sistematik bir şekilde Evrim Teorisi’ni ilk ortaya koyan kişi olarak gösterilen Lamarck, Tanrı’nın varlığını da kabul eden bir evrim görüşü savunmuştur. Bu da Evrim Teorisi’nin mutlak olarak ateist bir görüş olduğu iddiasının yanlışlığını gösteren önemli bir durumdur. Lamarck’a göre, en basit canlılar ‘kendiliğinden oluş’ yoluyla oluşuyordu ve daha sonra en kompleks canlılar baştaki bu ‘kendiliğinden türeyen’ canlılardan evrimleşiyordu. Insan en yüksek mükemmelliği temsil ettiği için, canlılar insana yaklaştıkları ölçüde mükemmeldi. İnsan evrimin en son ürünüydü ve maymunumsu canlılardan evrimleşmişti. Böylelikle Lamarck, Charles Darwin’den önce maymunumsu canlılardan insanın evrimleştiğini açıkça söyledi. Descartes ve Buffon gibi Fransız düşüncesinde etkin olan ve insanla hayvanlar arasına geniş bir uçurum koyan düşünürlere karşı Lamarck, insanla hayvanları evrimsel bir şemada birleştirdi. Lamarck’ın Evrim Teorisi’nin günümüzde algılanan şekliyle Evrim Teorisi’nden önemli farklarından biri, onun bütün türler için ‘ortak bir ata’yı savunmamış olmasıdır. Buffon ‘kökensel türler’in, diğer türler için ‘ortak bir ata’ olduğunu savunmuş, fakat evrim fikrini reddettiği için tüm türler için ‘ortak bir ata’yı reddetmiştir. Lamarck ise kendiliğinden türeyen birçok basit canlı formundan kompleks canlıların ‘farklı evrimsel çizgiler’de oluşumunu öngördüğü için ‘ortak bir ata’ fikrine tamamen yabancıydı. Lamarck, çevredeki yavaş değişikliklerin canlılarda yeni ihtiyaçlar doğurduğunu, bu ihtiyaçlar sonucunda canlıların hareketlerinin bedenlerinde değişiklikler oluşturduğunu ve bu değişikliklerin sonraki nesillere aktarıldığını söyledi: Kullanılan organlar sinirsel sıvıdan daha çok faydalanıp gelişiyor, buna karşın kullanılmayan organlar köreliyordu. Bilinen en ünlü örneğe göre zürafaların boyunları yüksek dallardaki yaprakları yiyebilmek için uğraşmaları sonucunda uzamıştır ve bu özellik sonraki nesillere aktarılıp türün özelliği olmuştur. Lamarck’ın bu yaklaşımı türlerin oluşumunu doğal seleksiyon temelinde açıklayan Darwin’inkinden farklıdır. Örneğin Darwinci tarzda uzun boyunlu zürafaları açıklamaya kalkan biri; önce kısa boyunlu zürafaların olduğunu, bazı uzun boyunlu varyasyonlar (çeşitliliğin içinde bir tip) oluşuverdiğini ve bu uzun boyunlu zürafaların daha iyi beslenebilmelerinden dolayı, yani daha avantajlı olmalarından dolayı yaşadıkları, kısa boyunlu olanların ise doğal seleksiyon sonucunda yok olduklarını söyler. Lamarck’ın anlatımında çevresel değişiklikler öncedir, bunlar canlıdaki değişime sebep olur. Darwin’de ise rastgele varyasyonlar önce vardır, doğanın düzenleyici etkisi olan doğal seleksiyon sonra devreye girer. Mendel’in ve Weismann’ın çalışmaları, Lamarck’ın Evrim Teorisi’nin kalbi olan ‘sonradan kazanılan özelliklerin aktarılması’ fikrinin yanlışlığını gösterdi. Weismann ünlü deneyinde, farelerin kuyruklarını kesti ve birçok nesilde devam ettirdiği bu uygulamanın farelerde hiçbir değişikliğe sebep olmadığını gösterdi. Lamarckçılar’ın sonradan kazanılan özelliklerin aktarılabildiğini göstermek için yaptıkları tüm deneyler sonuç vermedi. Genetik biliminin ve embriyolojinin bilinen tüm çalışmaları çevresel faktörlerin, üreme hücrelerindeki genetik koda etki etmeyeceğini ve embriyonun (yeni canlının), bu genetik koda göre gelişeceğini göstermiştir. Binlerce yıldır sünnet olan Yahudilerin çocuklarının sünnetsiz doğması ve eskiden beri ayaklarını özel ayakkabılarla sıkan Çinli kadınların çocuklarının dört burunlu hermotopoglitler olması kalıtım modelini yanlışlamaktadır. Darwin'de sonradan kazanılan özelliklerin aktarılabileceğini düşünüyordu; ama bu mekanizma, onun teorisinde, Lamarck’ta olduğu kadar önemli değildi. Yeni-Darwinizm’in ise -günümüzde Evrim Teorisi ve Darwinizm ile anlaşılan odur- en önemli özelliği, sonradan kazanılan özelliklerin aktarılmadığı bir evrim modelini savunmasıdır. Darwin, Lamarck’tan 50 yıl sonra ‘Türlerin Kökeni’ adlı eserini (1859) yazdıktan sonra Lamarckçılık, yepyeni formatlarla savunulmaya devam etti. Ancak 20. yüzyılın ilk yarısında genetikteki ilerlemeler Yeni-Lamarckçılığın ilerlemesini durdurdu. Darwin’in doğal seleksiyon fikrini rastgele, kör bir mekanizmaymış gibi savunanlara karşı Lamarckçılık, canlının çevresel faktörlere tepki verdiğini ve kendine içkin özelliklerle evrildiğini savunuyordu ki bu daha ümitvar bir yaklaşımdı: Hayat, doğanın içinde cevap veren aktif bir unsurdu, çevresel faktörlere karşı pasif bir konumda değildi. Bazı Marksistler, Evrim Teorisi’ni birçok yönden destekleseler de ‘doğal seleksiyon’ fikrini kapitalizme yakın buldular ve ‘güçlünün hayatta kaldığı’nı söyleyen bu fikre karşı Lamarck’ı desteklediler. Bu da ilerleyen sayfalarda görülecek olan, bilimsel yaklaşımın ideolojiden ve sosyolojik ortamdan bağımsız değerlendirilemeyeceğinin, sosyolojik unsurların bilimsel çalışmanın yapıldığı ortamı (paradigmayı) etkilediğinin sayısız örneklerinden biridir. Lamarckçı kalıtımın delilden yoksunluğuna rağmen uzun süre savunulmasının en önemli nedenlerinden biri ‘doğal seleksiyon’ mekanizmasının karşılaştığı güçlüklerden kaçınarak Evrim Teorisi’ni savunmak içindir. Bergson ve Spencer gibi ünlü felsefeciler; George Bernard Shaw gibi ünlü bir edebiyatçı; Carl von Nageli, Baldwin, Agassiz, Morgan, Eimer, Cope gibi ünlü bilim insanları ve düşünürlerle daha birçok etkili isim Lamarckçılıktan derinden etkilenmiştir. Spencer, sonradan kazanılan özellikler eğer Lamarck’ın dediği gibi aktarılamıyorsa evrimin doğru olamayacağını söyledi. Birçok düşünür, genel Darwinci yorumlara kıyasla Lamarckçılığı yaratılış ve tasarım fikirlerine daha uygun bulmuşlardır; bu da bazı düşünürlerin Lamarckçılıktan daha fazla etkilenmesinin önemli nedenlerinden biridir. Hürdoğan Hürdoğan, Sivas'ta yayınlanmakta olan günlük bağımsız siyasi gazetedir. Gazetenin Sahibi 25 yılı aşkın bir süredir bu mesleği yürüten Sirer Doğan'dır. Gazetede günlük olarak Sivas gündemini ve Sivasspor haberlerini bulabilirsiniz. Gazetenin ayrıca web adresi de bulunmaktadır. Gazete 14. yaşını kutlamaktadır. Moria Moria ya da Khazad-dûm, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir yeraltı şehri. "Cüce Konağı" anlamını taşıyan Khazad-dûm, cüce krallıkları arasında en ünlüsü ve Cücelerin Yedi Atalarından en büyüğü olan Ölümsüz Durin'in efsanevi konağıdır. Azanulbizar vadisi üzerinde ve Dumanlı Dağlar'ın doğu yamacında doğal mağaralar bulan Durin, Khazad-dûm'u kazarak inşa etmeye başladı. Birinci Çağ boyunca Khazad-dûm Cüceleri zenginlik içinde yaşadılar ve Dumanlı Dağlar'ın batı yamaçlarında bir mağara sistemi kazdılar. Birinci Çağ'ın sonunu getiren Öfke Savaşı'nda harap olan iki cüce şehri Nogrod ve Belegost'tan kaçan cüceler Khazad-dûm'a iltica etti; böylece önce Khazad-dûm'un nüfusu arttı, madenlerinde nadir bulunan ve sihirli nitelikler taşıyan bir metal olan mithril keşfedildikten sonra da refahı yükseldi. İkinci Çağı’nda, elfler ve Sauron arasında Güç Yüzükleri yüzünden çıkan savaş sırasında Durin’in soyunun ikamet etmekte olduğu Khazad-Dûm’un kapısı cüceler tarafından dış dünyaya kapatıldı ve cüceler dış dünya ile ilişkilerini kestiler. Kendilerine Sauron'a karşı yardıma gelmeyen cücelere kızan elfler Khazad-Dûm’a Moria ("Karanlık Yarık") adını verdiler. Moria’da kendilerini dış dünyaya kapamış bulunan cüceler Üçüncü Çağ'ın ortalarına kadar huzur içinde yaşadılar. Ü.Ç. 1980'de mithril çıkarmak için Kızılboynuz (Caradhras) dağının çok altına indiklerinde, Birinci Çağ'dan kalma Moria'ya hapsolmuş ateşten ve gölgeden yaratılmış bir iblis olan Balrogla karşılaştılar. İki cüce kralını öldüren Balrog, Moria’yı ele geçirdi ve tüm cüceleri buradan sürdü. Bu tarihten sonra Moria, Orta Dünya’nın karanlık yerlerinde saklanan orkların ve mağara
trollerinin yurdu haline geldi. Ü.Ç. 2989 yılında Balin önderliğindeki cüceler Moria’yı tekrar ele geçirmeye çalıştı, fakat Balrog ve güçleri tarafından öldürüldüler. Moria Ü.Ç. 3019 yılına kadar Balrog'un hükümdarlığında kaldı. Bu yıl Moria’dan geçmek zorunda kalan yüzük kardeşliğine saldırınca, kardeşliğin önderi olan Gandalf ile karşılaştı. Khazad-Dûm köprüsünde karşılaşan iki büyük güç, köprüden aşağıya düştüler ve dövüşe devam ettiler. Moria, Dördüncü Çağ'da tekrar cücelerin yurdu haline geldiyse de bir daha hiçbir zaman eski parlak günlerine dönemedi. Durin'in Kapıları ya da Moria'nın Batı Kapısı olarak da bilinir. İkinci Çağ'da Cüce Narvi tarafından inşa edildi. Khazad-dûm'un batı girişi olarak kullanılırdı. O dönemlerde kapı hep açıktı ve nöbetçi ile korunurdu. Elfler ve cüceler bu kapıdan serbestçe girip çıkarak ticaret yaparlardı. Moria'nın Doğu Kapısı'nın diğer adı Dimrill Kapısı'dır. Dimrill Kapısı'nda kapı dikmelerine monte edilmiş iki dev kapı kanadı bulunur. Kapının kanatlarında çeşitli dillerde uyarılar yazılıdır. Khuzdul lisanında, içeri girmeyi engelleyecek tılsımlı sözler işlenmiştir. Sindarin, Quenya, Ortak Lisan, Rohan, Vadi ve Dağlı lisanlarında, Khazad-dûm kralının izni olmadan giriş yapılamayacağı yazılıdır. Mazarbul Odası, "kayıtlar odası", Moria'da Balin'in mezarının olduğu odadır. Yüzük Kardeşliği kafilesi Moria'dan geçerken Balin'in mezarının bulunduğu odaya uğradıklarında, parlak bir gün ışığı hüzmesi dağdaki bir aralıktan Balin'in mezarının üzerine vuruyordu. Odanın duvarlarında çeşitli yarıklar, bölmeler meydana gelmişti. Bu bölmelerden birinde, Balin'in Moria seferinin anlatıldığı Mazarbul Kitabı vardı. Khazad-dûm Köprüsü, Moria'nın doğu kapılarının iç tarafında dipsiz bir uçurumun üzerine inşa edilmiştir. ""Yüzüklerin Efendisi""nin ""İkinci Kitap - Bölüm 5""inde Gandalf, köprüyü Durin'in Köprüsü olarak anmıştır. Gandalf ve Balrog burada dövüşerek köprünün yıkılmasına yol açtılar. Sonsuz Merdiven, Moria'nın en dipteki mahzeninden en tepedeki Celebdil doruğuna kadar uzanır. Merdiven, cüceler arasında -gerçekte hiç var olmayan- bir efsane olarak düşünülürdü. Gandalf, Cüce Gimli'ye, Balrog ile dövüşürken Merdiven'i bizzat gördüğünü söyleyerek Merdiven'in gerçek bir yapı olduğunu doğrulamıştır. Abel teoremi Gerçel analizde, Abel teoremi kuvvet serileri için tanımlanmıştır. Bir kuvvet serisinin limitini, katsayılarının toplamıyla ilişkilendirir. Norveçli matematikçi Niels Henrik Abel'in adını almıştır. "a" = {"a": "i" ≥ 0} herhangi bir reel veya kompleks sayı dizisi olsun ve formula_1 ifadesi de katsayısı "a" olan kuvvet serisi olsun "a". formula_2 serisinin yakınsadığını varsayalım Öyleyse, olur Bütün "a" katsayılarının gerçel olduğu ve bütün "i"'ler için "a" ≥ 0 ifadesi geçerli olduğunda yukardaki formula_4 formülü geçerlidir. Aynı zamanda formula_5 ifadesinin yakısamadığı durumda formülün iki tarafı da formula_6 olacaktır . Osgiliath Osgiliath, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir kent. Osgiliath, Gondor'un ilk başkentidir ve Güneşin İkinci Çağı'nın sonlarına doğru kurulmuştur. Osgiliath'a aynı zamanda "Citadel of Star" (Yıldız kalesi) de denirdi. Minas Anor ve Minas Ithil kentleri arasında Anduin ırmağı üzerinde kurulmuştu. Uzun yıllar boyunca Gondor'un başkenti oldu. Ancak sonra Mordor'dan çıkan Witch King komutasındaki orduların ısrarlı saldırıları sonucunda yıldan yıla cılızladı. 1636 yılındaki büyük salgından sonra kraliyet ailesi sonradan Minas Tirith adını alacak Minas Anor'a taşındılar burası yeni başkent oldu. Sonraki yıllar Osgiliath için çok parlak değildir. Her ne kadar artık boşaltılmaya yüz tutmuş da olsa Osgiliath stratejik önemi olan bir kentti ve Yüzük Savaşı'na kadar savunulmaya devam etti. Ancak bu en sonunda kentin düşmesini engelleyemedi. Sauron'un gönderdiği ordu Osgiliath Savaşında burayı işgal etti. Daha sonra Vekilharç Denethor oğlu Faramir geri çekilirken ağır bir şekilde yaralandı. Sauron'un yok edilmesinden sonra Osgiliath tekrar ele geçirildi. Eldarion döneminde başkent Minas Tirith'den Osgiliath'a taşındı. Minas Tirith Minas Tirith ya da eski adıyla Minas Anor, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir kale-kenttir. Üçüncü Çağ 2002'de Minas Ithil'in Cadı Kral tarafından alınmasının ertesinde adının Minas Morgul yapılması sonucunda Minas Anor da ad değiştirmiş ve “Minas Tirith” (Kolcu Kulesi) olmuştur. Bundan sonraki yüzyıllar boyunca Minas Tirith, Mordor’un kara güçlerine cesaretle karşı koymuş ve Orta Dünya'nın geri kalanı için kötülüğü durduran bir takım görevi görmüştür. Ü.Ç. 17. yüzyılda Gondor'un başkenti, düşman tehdidi altında olan Osgiliath’dan Minas Tirith’e taşınmıştır. Gondor'un son kralı Eärnur’un Cadı Kral'la güreşinden geri dönmemesinden sonra Gondor Krallığı'na uzun süre vekilharçlar hükmetmiştir. Bunlardan Vekilharç Ecthelion I kentin en yüksek yerinde Ak Kule’yi tekrar inşa etmiş ve Gondor’u başarı ile yönetmişti. Numenor’un yok olmasından sonra Elendil’in başçılığında Orta Dünya’ya dönen insanlar burada iki büyük krallık kurmuşlardı. Arnor ve Gondor adlı bu krallıklara aynı zamanda Arnor ve Gondor Birleşmiş Krallığı da denmekteydi. İşte bu krallıklardan Gondor pek çok büyük kent inşa etmişti. Ama hiç kuşkusuz bu kentlerden en görkemlisi “Minas Anor” (Güneş Kulesi) idi. İ.Ç. 2320'de kurulan Minas Anor oldukça stratejik bir konuma iye idi. Hem Anduin Nehrini kontrol edebiliyor hem de Mordor’dan gelmesi muhtemel tehlikelere karşı bir takım görevi görüyordu. Kurulduğu yıllarda Dunedain prensi Anarion’un denetimi altındaydı. Aynı yıllarda inşa edilen baka bir kule ise Anarion’un kardeşi tarafından kurulan Minas Ithil (Ay Kulesi) idi. Bu iki kale-kent uzun yıllar boyunca Mordor’dan gelen tehlikelere karşı Orta Dünya’yı korudular. Bu iki kentin arasında ise Gondor ve Arnor’un yani Birleşik Krallık'ın başkenti Osgiliath (Yıldızların Sarayı) bulunmaktaydı. Ancak Büyük Salgın'dan sonraki yıllarda Minas Ithil ve Osgiliath güç yitirmeye başlamış ve bu yüzden Gondor’un başkenti Minas Anor olmuştur. Ü.Ç. 1900'de Kral Calimehtar Minas Anor’un en yüksek yerine Ak Kule'yi inşa ettirdi. Ü.Ç. 2002'de Minas Ithil’in Cadı Kral tarafından ele geçirilip adının Minas Morgul (Kara büyü Kulesi) olarak değiştirilmesi üzerine Minas Anor’un adı da Minas Tirith (Kolcu Kulesi) olarak değiştirildi. Kent, her biri dağa oyulmuş ve dolayı, ortasında bir kapısı olan surlarla çevrilmiş yedi satıh üzerine inşa edilmişti. Ancak kapılar bir hizaya yerleştirilmemişti: Kent surlarındaki Büyük Cümlekapısı dairenin doğu noktasındaydı ancak bir sonraki güneye, üçüncüsü kuzeye bakıyor, bu böylece değişe değişe yükseliyordu; böylelikle Hisar’a tırmanan kaldırım taşlarıyla döşeli yol, dağın yüzünde bir o yana, bir bu yana dolanıp duruyordu. Yol, ne zaman Büyük Cümlekapısı’nın hizasına denk gelse, çıkıntı yapan muazzam kütlesi, ilki hariç Kent’in bütün dairelerini ikiye ayıran kayadan kocaman bir payandayı delerek kemerli bir tünelden geçiyordu. Çünkü kısmen tepenin ilkel biçimlendirmesinden, kısmen de eskilerin muazzam hünerleri ve emekleri sayesinde Cümlekapısı’nın arkasındaki geniş avlunun gerisinden kıyıları gemi omurgası kadar keskin, doğuya bakan, taştan yüksek bir tabya yükseliyordu. En üstteki dairenin hizasına kadar yükseliyor ve orada mazgallı siperlerle taçlanıyordu; böylece Hisar’dakiler, tıpkı dev bir gemideki gemiciler gibi tabyanın tepesinden, diklemesine aşağılarındaki, yedi yüz ayak* altlarındaki Cümlekapısı’nı gözleyebilirlerdi. Hisar’ın girişi de doğuya bakıyordu ama kapı, kayanın tam göbeğine oyulmuştu; oradan, lambaların aydınlattığı bir yokuş yedinci kapıya tırmanıyordu. Böylece sonunda Yüce Avlu’ya, Ak Kule’nin eteği önündeki Kaynak Yeri’ne varıyordu: Ak Kule yüksek ve biçimliydi, temelinden tepesine elli kulaç* yüksekliğindeydi ve tepesine dikilmiş Vekilharçların Sancağı ovanın bin ayak* tepesinde dalgalanıyordu. Gerçekten de sağlam, içeride eli silah tutan birileri bulunduğu sürece düşman ordularınca ele geçirilemeyecek bir hisardı burası; düşman arkadan dolanıp Mindolluin’in alçak eteklerine tırmanarak Kolcu Tepesi’ni dağ kütlesine bağlayan dar sırta varırsa o başkaydı tabii. Ancak beşinci sura kadar yükselen bu sırt, batı ucuna kadar dayanan sarp kayalıklara kadar koca surlarla çevrilmişti; ve burada da, göçüp gitmiş olan kralların ve hükümdarların dağ ile kule arasında hep sessiz duran evleriyle kubbeli mezarları duruyordu. (J.R.R. Tolkien) İthilien, Düşman’ın gölgesi altına düştükten sonra büyük bir emekle inşa ettikleri dış sura Rammas Echor diyordu Gondor’lu İnsanlar. Sur, dağın eteğinden on fersah kadar ilerliyor, sonra Pelennor Kırlıkları’nı da çevreleyerek geri dönüyordu. Pelennor Kırlıkları: Uzun yamaçlardaki zarif, bereketli kasaba toprakları ve Anduin’in derin düzlüklerine inen teraslar. Kent’in Büyük Cümlekapısı’ndan en uzak noktada, kuzey doğuda, sur dört fersah öteye uzanıyordu ve tam orada çatık kaşlı bir tepeden ırmağın yanındaki uzun düzlüklere bakıyordu; burada sur yüksek ve sağlam yapılmıştı, çünkü tam o noktada, surlarla çevrilmiş bir geçit üzerinde yol, Osgiliath köprüleri ve geçitlerinden gelecek her zaman meydan savaşına hazır olan kuleler arasındaki korunaklı bir kapıdan geçiyordu. En yakın yerinde, yani güneydoğuya bakan kısmında, sur Kent’ten bir fersah kadar ötedeydi.Burada, Güney İthilien’deki Emyn Arnen dağlarında geniş bir dirsek çizerek giden Anduin ani bir şekilde batıya dönüyor ve dış sur hemen ırmağın kıyısından başlıyordu; surun tam altında güney tımarlarından gelen tekneler için iskeleler bulunuyordu. Kent yedi katmandan oluşan devasa bir kale gibiydi. Her katmandan bir üstteki katmana sadece bir kapı ile geçilebiliyordu ve muhtemel bir istilayı önlemek için bu kapıların hepsi farklı yönlere bakıyordu. Böylece bir helezon şeklinde yükselen kenti büyük bir kayalık ikiye bölmekteydi. Her katmanın bu kayaya denk gelen kısmında kayanın içi oyularak tüneller yapılmıştı. Minas Tirith bu hali ile istila edilemez ve yenilemez görünüyordu ve tarihi boyunca hiçbir z
aman düşman eline geçmedi. Yüzük Savaşı sırasında Nazgul efendisi tarafından kuşatılan Minas Tirith’in düşmesini engelleyen Pelennor Çayırları Savaşı’na zamanında yetişen Rohirrim olmuştur. Kentin cümle kapısında Istari Gandalf ile karşılaşan Angmar'ın Cadı Kralı içeri girememiş ve Rohirrim’in gelmesi ile savaş alanına dönmek zorunda kalmıştır. Nazgul efendisinin ve Sauron’un ölümünden sonra Aragorn tarafından tekrar kurulmuş Birleşmiş Krallığın başkenti olmayı sürdürmüştür. Pelennor Savaşı'nda dönüm noktası ve alınmaya çalışılan en önemli yerdir. Rohan'ın kurduğu insanların ordusu ile Sauron'un büyük ordusu burada savaşmıştır. İnsanlık ırkının orta dünyadaki en büyük merkezidir. Dol Guldur Dol Guldur, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde kale-kent. Üçüncü Çağ'da Kuyutorman'ın güneyinde inşa edilen ve Sauron tarafından kullanılıp kötü güçlerin yayıldığı kaleye verilen addır. İkinci Çağ'da Isildur'un parmağından Tek Yüzük'ü kesmesiyle bir süre ortadan yiten Sauron tekrar Dol-Guldur'da ortaya çıkmıştır. Uzun süre bu bölgede güçlenmiş ve Mordor'un gelişi için hazırlanmasını yönetmiştir. 2063 yılında Gandalf bölgeye gelmiş ve buradaki kötü gücü araştırmıştır. Gandalf Dol-Guldur'da ki gücün Sauron olduğunu tahmin etse de yeterli kanıtları bulamamıştır. Gandalf 2850 yılında tekrar Dol-Guldur'a gitmiş ve bu kez kötü gücün Sauron olduğundan emin olarak dönmüştür. Sauron, Ak Divan'ın yönettiği saldırı sonucunda kaçarak Doğu'ya saklanmış, ardından Mordor'da kendini açığa çıkarmıştır. Ama Dol-Guldur'u tamamen boşaltmamış ve Dol Guldur'un komutasını nazgûllere bırakmıştır. Yüzük Savaşları sırasında Dol Guldur orduları Lothlorien ve Ormanlık Diyar topraklarına saldırdılar ancak yenilgiye uğratıldılar. Sauron'un yok edilişinin ardından Celeborn, Dol Guldur'u ele geçirdi ve içindeki tüm kötülükleri temizledi. Türkiye Biyogüvenlik Protokolü Türkiye´de biyogüvenlikle ilgili bir protokol Çevre Bakanlığı tarafından yürürlüğe konmuştur. Bu protokolün tanımlamaları ve düzenlemeleri şunlardır: Çağdaş biyoteknoloji, rekombinant DNA, nükleik asitlerin hücre veya organellere doğrudan enjeksiyonu, farklı taksonomik gruplar arasında uygulanan hücre füzyonu gibi doğal fizyolojik üreme- çoğalma ve rekombinasyon engellerini ortadan kaldıran ve klasik ıslah ve seleksiyon yöntemlerince kullanılmayan in vitro nükleik asit tekniklerinin tamamı olarak tanımlanmaktadır. Çağdaş biyoteknoloji kullanılarak elde edilen organizmalara Genetik Yapısı Değiştilmiş Organizmalar (GDO) veya uluslararası kullanımı ile Living Modified Organism (Değiştirilmiş Canlı Organizmalar) adı verilmektedir. Çağdaş Biyoteknolojik yöntemlerle kendi türü haricinde bir türden gen aktarılarak belirli özellikleri değiştirilmiş bitki, hayvan ya da mikro-organizmalara Transgenik de denilmektedir. Çağdaş biyoteknoloji ile: Çağdaş biyoteknolojinin temel işlevi türlerin tür olma özelliğini korumak için binlerce yılda oluşturduğu üreme-çoğalma engellerini kırmak, böylece farklı türler, hatta canlı familyaları arasında gen aktarımı yapmaktır. Bu işlem sonucu doğada doğaya ve kendi türüne yabancı yeni çeşitler üremeye-çoğalmaya başlayacaktır. Genetik yapısı değiştirilmiş canlıların ve metabolik ürünlerinin kısa ve uzun vadede ekosistem süreçleri ve işlevleri üzerinde nasıl bir etki yapacağı henüz bilinmemektedir. Bu belirsizlik nedeniyle konu 1992 yılında yapılan Rio Konferansında dikkate alınmış ve Rio Konferansının çıktılarından birisi olan Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesinde, hem ulusal önlemler almak, hem de uluslararası bağlayıcılığı olan bir protokol hazırlama ihtiyacını değerlendirmek anlamında yer almıştır. Çağdaş biyoteknoloji yeni ve doğal olmayan canlı çeşitlerinin ortaya çıkması ile sonuçlanmaktadır. Bu sonuç dünyada biyoteknolojide güvenlik tedbirlerinin geliştirilmesini gerektirmiş ve çağdaş biyoteknoloji kullanılarak elde edilmiş olan genetik yapısı değiştirilmiş organizmaların insan sağlığı ve biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşturabileceği olumsuz etkilerin belirlenmesi sürecini (risk değerlendirme) ve belirlenen risklerin meydana gelme olasılığının ortadan kaldırılması veya meydana gelme durumunda oluşacak zararların kontrol altında tutulması için (risk yönetimi) alınan tedbirleri ifade eden biyogüvenlik terimi güncel hale gelmiştir. Biyoteknoloji uygulamalarında teknolojinin kullanımı, sonuç ürün ve ürünün kullanım amacı ile yeri farklı riskler oluşturduğundan ayrı tedbirler gerektirmektedir. Bu nedenle biyogüvenlik, laboratuvar ve sera çalışmaları; gıda güvenliği ve çevreye salım durumları için ayrı düzenlemeleri içermektedir. Konunun küresel ölçüdeki önemi nedeniyle BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesine ek Biyogüvenlik Protokolü 24 Mayıs 2000 tarihinde taraf ülkelerin imzasına açılmıştır. Protokol transgenik canlıların biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşturabileceği olumsuz etkilerin önlenmesini amaçlamaktadır. Protokolün yürürlüğe girmesi ile, herhangi bir transgenik canlı çevreye salımı gerçekleştirilmeden önce tam bir risk değerlendirmeye alınacak ve bir başka ülkeye üretim ve doğrudan çevreye salım amacıyla ihrac edilmeden önce ithalatçı ülkenin önceden onayı alınacaktır. Tüketim veya işleme amacıyla ihracı yapılacak olan transgenik canlılar ve ürünleri hakkında ise takas mekanizması vasıtasıyla önceden bilgilendirme sağlanacaktır. Protokole taraf olan her ülke kendi iç mevzuatında, transgenik canlıların kontrolü için gerekli yasal, kurumsal ve idari tedbirleri almak ve idame ettirmekle yükümlüdür. Transgenik canlılardan kaynaklanacak zararların telafisi konusunda uluslararası bir sistem kurulması ve bu canlıların ve ürünlerinin etiketlenmesine ilişkin standartların oluşturulması Protokolün yürürlüğe girmesinden sonra yapılacak olan Taraflar Toplantısına bırakılmıştır. Protokolün yürürlüğe girmesi, biyogüvenlik alanında küresel seviyede yaşanan hukuki boşluğu doldurmakla birlikte, transgenik canlılardan ve ürünlerinden kaynaklanacak çevresel ve ticari sorunların önlenmesi ulusal seviyede alınacak kurumsal tedbirlere ve ulusal seviyede risk değerlendirme ve risk yönetimi için teknik kapasitesinin oluşturulmasına bağlıdır. Türkiye´de Transgenik Bitkilerle ilgili mevzuat hazırlığı çalışmalarını Tarım ve Köyişleri Bakanlığı 31 Mart-1 Nisan 1998 tarihlerinde Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğünde “Transgenik Bitkiler ve Güvenlik Önlemleri” konusunda, ilgili araştırma kuruluşları ve Genel Müdürlükler ile Üniversitelerden temsilcilerin katılımıyla yapılan bir toplantı ile başlatmıştır. Belirlenen ana esaslar çerçevesinde teknik uygulamalara temel teşkil edecek görüş ve raporlar oluşturulmuştur. Bu kapsamda, konu “1. Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri; 2. Transgenik Kültür Bitkilerinin Tescili; 3. Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmaların (GDO) Üretilmesi, Pazara Sürülmesi ve Gıda Olarak Kullanımı” olarak üç kısma ayrılmıştır. Bunlardan “Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri Hakkında Talimat” Makamın 14.5.1998 gün ve TGD/TOH-032 sayılı Makam Olur’u ile yürürlüğe konulmuştur. "Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri" ile ilgili talimatın aksayan yönlerinin düzeltilmesi amacıyla adı geçen talimatta yapılan değişiklikler 25.03.1999 tarihli Makam Olur'u ile yürürlüğe girmiştir. Belirtilen geçici düzenleme çerçevesinde Türkiye´de resmi yollardan genetik yapısı değiştirilmiş canlıların üretim amacıyla girişi önlenmiş durumdadır. Talimat gereği genetik yapısı değiştirilmiş bir tarım çeşidinin Türkiye´ye ithal edilmesinden önce alan denemesine alınması gerekmektedir. Ancak her genetik yapısı değiştirilmiş tohumun da alan denmesine alınması söz konusu değildir. Alan denemesine alınabilmesi için transgenik tohumun geliştirildiği ülkede ve biyogüvenlik düzenlemeleri olan ülkelerde kayıtlı olması ve 5 yıldır üretiliyor ve tüketiliyor olması şartı aranmaktadır. Böylece hiç denenmemiş, risk değerlendirmesi daha önce yapılmamış bir transgenik canlının Türkiye´de denenmesi, yani Türkiye´nin deneme tahtası olarak kullanılması önlenmektedir. Bu tedbirler acil olarak alınmış tedbirlerdir. Orta ve uzun vadede ülkemizin daha kapsamlı tedbirler alması ve risk değerlendirme-risk yönetimi sistemleri kurması gerekmektedir. Biyogüvenlik Protokolü Hükümetimiz adına Çevre Bakanı Fevzi AYTEKİN tarafından 24 Mayıs 2000 tarihinde imzalanmıştır. Protokole taraf olma çalışmaları devam etmektedir. Protokolün uygulanması ve ülkemizin genetik kaynaklarının zarar görmemesi için biyogüvenlik sisteminin kurulması doğrultusunda insan kaynağı ve teknik altyapı oluşturulması gerekmektedir. Bu kapsamda kaçak girişlerin önlenmesi için gümrük kontrollerinde yeni bir yapılanmaya da ihtiyaç duyulmaktadır. Çevre ve Kalkınma Hakkındaki Rio Deklarasyonunun 15 numaralı prensibinde yer alan ön tedbirci yaklaşıma uygun olarak, bu Protokolün amacı insan sağlığı üzerindeki riskler göz önünde bulundurularak ve özellikle sınır ötesi hareketler üzerinde odaklanarak, biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kullanımı üzerinde olumsuz etkilere sahip olabilecek ve çağdaş biyoteknoloji kullanılarak elde edilmiş olan değiştirilmiş canlı organizmaların güvenli nakli, muamelesi ve kullanımı alanında yeterli bir koruma düzeyinin sağlanmasına katkıda bulunmaktır. Protokol ön tedbirlilik prensibine dayanmakta, riskleri önceden belirlemeye ve önlem almaya yönelik bir sistem içermektedir. Hükümler, GDO nun doğaya veya insan sağlığına olabilecek olumsuz etkileri konusunda bilimsel verilerin yetersiz olması veya belirsizlik içermesi durumunda, veriler tamamlanıncaya ve belirsizlik giderilinceye kadar söz konusu GDO nun doğayla etkileşime girmesine izin verilmemesinden yanadır. Doğayla etkileşim protokolün kapsamını ve uygulama şeklini belirlemekte temel kriterdir. Tüm GDO lar, yaşamsal aktivitelerinden dolayı doğanın biyotik ve abiyotik bileşenleri ile etkileşime girebilir, bunedenle Protokol doğal üreme-çoğalma engellerini aşarak elde edilmiş tüm canlıları, yani tüm GDO ları kapsamaktadır. Yani protokolün öngördüğü risk değerlendirme, risk yönetimi, bilgi alışv
erişi, kaza ve acil durum tedbirleri, kaçak sınıraşan hareketlere karşı önlemler, sosyo-ekonomik yapının karar sürecinde dikkate alınması ve halkın bilgilendirilmesi maddelerinden oluşan genel tedbirler tüm GDO lar için geçerlidir. Genel tedbirler ulusal seviyede yapılacak düzenlemelere dayanmaktadır. Protokolün öngördüğü ve uluslararası seviyede düzenleme gerektiren temel mekanizmalar ise takas mekanizması, ön bildirim anlaşması ve dokümantasyon sistemleridir. Bu mekanizmalar uygulamada doğayla etkileşim kriterine dayanarak GDO ları kasıtlı olarak çevreye salımı gerçekleşek olan ve kasıtsız olarak çevreye salınabilecek olan GDO lar şeklinde ayırmaktadır. Kasıtsız çevreye salım kapsamında gıda, yem ve işleme amaçlı GDO lar, transit geçişler ve kapalı kullanıma tabi GDO lar ayrı ayrı ele alınmaktadır. Kasıtlı çevreye salımı, yani açık ve geniş alanlarda üretimi söz konusu olan GDO lar Ön Bildirim Anlaşması na tabidir. Ön Bildirim Anlaşması işlemi gereğince, ihracatçı taraf ithalatçı tarafa Protokolün Ek-I de belirtilen bilgileri içeren bir bildirimde bulunacaktır. İthalatçı ülkenin yetkili mercii bildirimi aldığında uygulayacağı karar sürecini, yani bildirimdeki bilgilerin yeterliliğine ve sınıraşan hareketin hangi şartlar altında başlayabileceğine dair bilgileri belirterek bir ön cevap verecektir. İthalatçı ülke GDO nun ithalatı konusunda karar vermeden önce GDO yu Protokol Ek-III de belirlenen metodoloji doğrultusunda vaka vaka (case by case) risk değerlendirmeye alacaktır. Aksi ithalatçı ülke tarafından belirtilmediği sürece GDO nun sınıraşan hareketi ithalatçı ülkenin yazılı izni alınmadan başlamayacaktır. GDO nun taşınması sırasında eşlik eden belgelerde GDO olduğu açıkça belirtilecek, GDO nun kimliği, özellikleri, güvenli muamele, depolama, taşıma ve kullanım şartları, ihracatçının irtibat bilgileri, hareketin protokole uygun olarak gerçekleştiğine dair deklerasyon bulunacaktır. Gıda, yem ve işleme amaçlı GDO lar için uygulanacak işlemler 11. madde ile belirlenmiştir. Buna göre, her bir taraf ülke dahilde doğrudan gıda veya yem veya işleme amacıyla kullanımını ve pazara sürülmesini onayladığı bir GDO ile ilgili olarak 15 gün içinde protokol Ek-II de belirtilen bilgileri içeren bildirimini takas mekanizması vasıtasıyla tüm taraf ülkelere yapacaktır. Yine takas mekanizması vasıtasıyla her bir taraf ülke gıda, yem ve işleme amaçlı GDO lar için öngördüğü ulusal yasa ve işlemlerini diğer ülkelere bildirecektir. Böylece her ülke uluslararası pazara sürülmeden önce gıda, yem veya işleme amacıyla kullanımı onaylanmış yeni bir GDO dan haberdar olacak ve iç mevzuatını harekete geçirecektir. Bu tür GDO lara eşlik eden belgelerde GDO içerebilir ibaresi açıkça konacak ve kullanım amacının çevreye salımı içermediği belirtilecektir. Transit geçişteki GDO lar için protokol yine uygulanacak işlemi ulusal sistemlere bırakmıştır. Aksi o ülke tarafından belirtilmediği sürece transit geçişteki GDO lar ön bildirim anlaşmasına tabi değildir. Ülkeler bu konudaki düzenlemelerini takas mekanizması vasıtasıyla diğer ülkelere bildirecektir. Kapalı kullanıma tabi GDO lar da ön bildirim anlaşmasına tabi değildir. Her ülke kapalı kullanım şartlarını ve standartlarını kendisi belirleyecek ve takas mekanizmasına bildirecektir. Bu kapsamdaki GDO lara eşlik eden belgelerde GDO olduğu açıkça belirtilecek, güvenli taşıma, depolama, kullanma bilgileri bulunacaktır. İşleme tabi tutularak yaşamsal aktivitesini yitirmiş olan ancak yeniden çoğalabilir nitelikte genetik materyal içeren GDO ürünlerinin doğaya kontrolsüz olarak salımını önlemek üzere protokol gereği yapılan bildirimlerin bu tür GDO ürünlerine ilişkin bilgileri ve ürünün kullanım amacını içermesi öngörülmektedir. GDO nun risk değerlendirmesi yapılırken de GDO nun ürünleri dikkate alınacaktır. GDO ürünlerine ilişkin bilgiler takas mekanizması vasıtasıyla diğer ülkelere bildirilecektir. Protokolün temel hükümlerinden birisini oluşturan risk değerlendirme, GDO nun olası potansiyel alıcı çevrede, vaka vaka, yeni genotipik ve fenotipik özelliklerinin belirlenmesi, olumsuz etkilerinin ortaya çıkma olasılığının ve gerçekleşmesi halinde ortaya çıkacak sonuçların değerlendirilmesi, sebep olduğu genel riskin tahmin edilmesi, sebep olduğu riskin kabul edilebilirliğinin ve yönetilmesine ilişkin stratejilerin belirlenmesi, alıcı çevre içerisinde gözlenmesi yoluyla bilgi eksikliklerinin ve belirsizliklerin giderilmesi amaçlarını taşımaktadır. Tüm işlemler tamamlanıp, GDO piyasaya sürüldükten sonra da olabilecek olumsuzlukların önceden belirlenmesi amacıyla risk yönetimi öngörülmektedir. Risk yönetimi GDO nun bulunduğu çevrede izlenmesi esasına dayanmaktadır. Protokol 50. ülkenin onay belgesi BM Sekreteryasına ulaştıktan sonra 90. günde dünyada yürürlüğe girecektir. Protokol yürürlüğe girinceye kadar, protokolün temel mekanizmalarının alt yapısı oluşturulacaktır. Bu kapsamda takas mekanizmasının kurulması, gelişmekte olan ülkelerde protokolün uygulanması için gereken teknik kapasitenin oluşturulması ve ulusal yasal düzenlemelerin yapılması öncelik taşımaktadır. Protokol yürürlüğe girdikten sonra ise belgeleme ve etiketleme standartları, protokole uygunluk şartları, sorumluluk ve telafi mekanizması Protokol taraflarınca belirlenecektir. Calvin ve Hobbes Calvin ve Hobbes, Bill Watterson tarafından 1985 ve 1995 arasında yayımlanmış çizgiroman dizisidir. Tüm dünyada 2400'ün üzerindeki gazetede yayınlanan karikatürler Calvin isminde 6 yaşındaki zeki ve hayalgücü kuvvetli ABD'li bir çocuk ile başkaları tarafından cansız, fakat Calvin tarafından canlı olarak görülebilen en yakın arkadaşı Hobbes ismindeki oyuncak kaplanının maceralarını anlatmaktadır. Calvin ve Hobbes, isimlerini 16. ve 17. yüzyılda yaşamış düşünürlerden, John Calvin ve Thomas Hobbes'dan almışlardır. Serinin yaratıcısı Watterson, çizgiroman literatürüne Peanuts (Snoopy) ve Pogo ile beraber dünyanın en başarılı serilerden birini kazandırırken, kendi eserine yaklaşımı ile de hayranlık verici bir örnek yaratıyordu. Watterson, çizimlerinin ve karakterlerinin değişik alanlarda kullanımına, yani bir ticari metaya dönüştürülmesine (lisanslamaya) karşıydı. "Disney" veya "Peanuts" karakterlerinin örneğinde olduğu gibi "Calvin ve Hobbes" da sırf lisans haklarının satılması ile milyonlarca dolar gelir sağlayabilecek bir fikri eserdir. Ancak baştan beri yayın haklarını elinde tutmaya özen gösteren Watterson, yaratısını porselen bardaklar, tişörtler ya da nevresimler üzerinde görmeyi reddediyordu. Watterson bundan Calvin ve Hobbes Kolekisyonu'nun önsözünde bahsetmiş, gençliğinde oyuncak bir robotun satışlarını artırmak için ona ayrı bir çizgi roman yapması için zorlandığını ama kabul etmediğini ve bu yüzden yıllar sonra Calvin ve Hobbes'ta da eserini ticarete dökmeyi reddetiğini söylemiştir. Bir 16. yüzyıl teologu olan John Calvin'e atfen adlandırılan Calvin'in soyadından hiçbir sayıda bahsedilmemiştir. Okuldaki kötü notlarına rağmen Calvin, zekasını sofistike kelime haznesi ve felsefi düşünceleriyle gösterir. Baba: "Öyle olsaydı, emin ol stratejimi yeniden gözden geçiriyor olurdum." Calvin sonra dönüp annesine: "Anne, babam bana hakaret ediyor!." Genellikle kırmızı-siyah çizgili bir tişört ve beyaz-açık kırmızı ayakkabılar giyer. Okula giderken veya karda oynarken üstünde bir ceket de görünür. Hevesli bir çizgi roman okuyucusudur ve okuduğu çizgi romanlarda veya favori mısır gevreği olan Çikolata Kaplı Şeker Bombası'nda tanıtılan ürünleri sipariş etme gibi bir yatkınlığı vardır. Watterson, Calvin'i şöyle tanımlamıştır: Calvin'i çizmesi çok kolay, çünkü çok dışadönük ve neşeli bir çocuk, ve aklındakileri söylemekten hiç de çekinmiyor. Sanırım yaşı için biraz fazla zeki. En sevdiğim yanı kendini hiçbir zaman dizginlemiyor; henüz yapmaması gereken şeyleri bilecek deneyimi yok. Calvin'in aynı zamanda duyarlı yönü de vardır. Bu tarafı, ölmekte olan bir rakun bulup onu kurtarmaya çalışması, fakat başaramamasında gösterilmiştir. Calvin'in Hobbes'tan hiçbir yere gitmemesini istemesi ve Hobbes'un da onu kucaklayıp bunun için söz vermesiyle bu sayı daha da dokunaklı hale getirilmiştir. Diğer karakterlerin bakış açısından Hobbes, Calvin'in oyuncak kaplanıdır. Calvin'in perspektifindense Hobbes ondan çok daha büyük, bağımsız tavırlar ve düşüncelerle dolu bir antropomorfik kaplandır. Perspektif başka bir karaktere geçtiğinde Hobbes oturup boşluğa bakan bir peluş oyuncak olarak görünür. Watterson şöyle açıklıyor: Hobbes'un bir karede oyuncak diğerinde canlı olmasıyla Calvin'in ve yetişkinlerin gerçekliğini yan yana koyuyor ve okuyucuyu hangisinin daha doğru olduğuna karar vermeye davet ediyorum. Birden fazla sayıda Hobbes çamaşır makinesinde yıkanırken görünüyor, bu Hobbes'un doğal karşıladığı ve Watterson'a göre Hobbes'un aslında ne olduğu konusunda en çok kafa karıştıran şeylerden biri. Watterson'ın "insan doğasına belirsiz bir bakış" olarak adlandırdığı Hobbes, ismini 17.yy filozofu Thomas Hobbes'tan almıştır. Hobbes, Kalvin'e göre çok daha mantıklı olması ve yaptıklarının sonuçlarını düşünmesine karşın Calvin'in yaramazlıklarına birkaç dolaylı uyarı dışında nadiren karışır. Calvin sevmediği şeyler konusunda ikiyüzlülük yaptığında Hobbes çoğunlukla ironikleşir. İlk sayı Calvin'in Hobbes'u bir ton balıklı sandviçi yem olarak kullanmasıyla elde ettiğini söylese de daha sonraki bir sayıda Hobbes'un Calvin'le bebekliğinden beri beraber olduğu ima edilmiştir. Watterson sonunda Calvin ve Hobbes'un nasıl tanıştığının önemli olmadığına karar vermiştir. Calvin'in ismi geçmeyen anne babası tipik bir orta sınıf ailesinin özelliklerini taşır. Serideki pek çok diğer karakter gibi ayakları yere basar ve Calvin'in çılgın davranışlarına mantıklı tavırla yaklaşırlar. Watterson, bazı hayranların anne-babasının Calvin hakkındaki görüşlerinden rahatsız olduğunu söylemiştir. Bu, Calvin'in babasının onun yerine bir dachshund istemesi ve sıklıkla biyolojik oğlu olduğunu reddetmesiyle vurgulanır. Biyogüvenlik Biyogüvenlik, biyoteknolojik çalışmalar
ın, doğayı ve insan yaşamını etkilememesi için ülkelerce yasal denetim altina alınması işlemi. Türkiye'de biyogüvenlikle ilgili bir protokol Türkiye Biyogüvenlik Protokolü adı altında Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından yürürlüğe konmuştur. Hastalıkların çiftliğe girmesinin sınırlandırılması ve patojen etkenlerin üniteler arası geçişini engellemesi adına yapılan bir dizi yatırım ve koruma programıdır. Bir işletmeye giren herhangi bir enfeksiyöz hastalık o işletmenin nakit akışı ve etkilenen hayvan türleri üzerinde çok tahripkar bir etki yapabilir. Pseudorabies, tüberküloz, paratüberküloz ve brucella hastalığı bu tür hastalıklara birkaç örnektir. Eğer bu hastalıklar çıkarsa işletmenin nakit akım sistemi hızla kilitlenebilir.Risk içeren noktalara "kontrol noktaları" denir. Mara Meimaridi Mara Meimaridi, Yunanistan'da 2001 yılında yayınlanan ilk romanı İzmir Büyücüleri ile ülkesinde ve pek çok başka ülkede üne kavuşmuş bir Yunan kadın yazardır. Aslen antropoloji konusunda Atina Üniversitesi'nde öğretim görevlisidir. Kastella'da doğmuş ve büyümüştür. İlk olarak Atina Üniversitesi Felsefe Bölümü'nü bitirmiştir. Öğrenciliğinde bazı arkeolojik kazılarda görev almış, aynı zamanda turizm rehberliği okulundan mezun olmuştur. Paris’te Sorbonne Üniversitesi'nde Arkeoloji üzerine yüksek lisans yaparken biyoloji ve tıp antropolojisi ile de ilgilenmiştir. Fransa Jussieu - Ecole de Medicine de Saints Peres tıp okulundan iyi derecelerle mezun olmuştur. Yunanistan’a döndükten sonra Avdira kazılarına katılarak iskelet yapılarını incelemiştir. Çocuk sağlığı, Aya Sofya Çocuk Hastanesi Pedagoji Bölümü gibi çocuk sağlığıyla ilgili yerlerde uzun süre çalışmıştır. En önemli araştırması olan 'Çocuk gelişiminde etnik kalıplar' Yunanistan'da bugün halen çocuk sağlığıyla ilgili kitaplarda kaynak olarak kullanılmaktadır. Atina Üniversitesi'nde Radyoloji araştırması yaparak 'Yunan çocuklarının gelişme karakterleri' adlı tezini hazırlamıştır. Birçok araştırması tıp dergilerinde yayınlanmıştır. Son yıllarda öncelikle beslenme alanında yazılar yazarken, bir taraftan da UMD Amerikan Üniversitesi'nde evrenbilimi ve astrofizik eğitimine devam etmektedir. İlk romanı İzmir Büyücüleri 19. yüzyıl sonlarının kozmopolit İzmir'inde yaşamış Katina adlı bir Rum kızının bir Türk kadınından öğrendiği büyü yöntemlerini kullanarak art arda erkekleri ağına düşürüşünü ve zenginleşmesini anlatmaktadır. Kitap Yunanistan'da televizyona da uyarlanarak dizi olarak yayınlanmaya başlamıştır. Kitabın Türkçe çevirisi de 2004 yılı içinde Türkiye'de hayli sükse yapmıştır. İzmir Büyücüleri'nin Türklüğü aşağılayıcı ifadeler içerdiği gerekçesiyle 2005 Aralığında Türk Ceza Kanunu 301. Maddesi çerçevesinde kitabın Türkiye'deki yayıncısı Literatür Yayınevi Yayın Yönetmeni Abdullah Yılmaz aleyhine Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından bir dava açılmıştır. Tesla Tesla aşağıdaki anlamlara gelebilir: Alman uçak üretim firmaları listesi Uçak ve helikopter imal eden Alman firmaları. AEG (anlam ayrımı) Berilyum Berilyum, periyodik tablonun II-A grubunda yer alan toprak alkali grubundan element. Berilyum ender elementlerdendir. Yerkabuğunda ancak %0,0006 oranında bulunur. Zengin yatakları bulunmadığından, berilden elde edilir. Fransız kimyacısı Nicolas Vaquelin tarafından 1798'de oksit halinde bulunmuş, 1828'de, birbirlerinden bağımsız olarak, Friedrich Wöhler ve Antoine Bussy tarafından elde edilmiştir. Alüminyumdan daha hafif, ama daha sert, erime noktası da yüksek bir element olan berilyum, metalurjide kullanılır. Ama alüminyumdan 200 kat pahalıya mal olması nedeniyle, kullanımı bilgisayar parçaları ve jiroskop yapımı, uzay teknolojisi gibi birkaç özel alanla sınırlıdır. En önemli berilyum alaşımı berilyumlu bakırdır. Berilyum oksitin bakırla eritilmesi ve indirgeyici kullanılır. Bileşikleri genellikle renksizdir. Çözelti, kuru toz ya da buhar halinde çözünür, bileşikleri ise zehirlidir. Berilyumun doğada bulunan tek kararlı izotopu berilyum-9'dur. Yarı ömrü 3.000.000 yıl olan berilyum-10 ve 10 saniyeden daha kısa sürede kendiliğinden iki alfa parçacığına bölünen berilyum-8 gibi yapay izotopları da üretilmiştir. Nureddin İbrahim Konyar Nurettin Paşa (Nureddin İbrahim Konyar veya Sakallı Nurettin Paşa; 1873, Bursa - 18 Şubat 1932, İstanbul), Türk asker ve siyasetçi. Müşir İbrahim Edhem Paşa'nın oğludur. 1890 yılında girdiği Pangaltı'daki Mekteb-i Füsun-u Harbiyye-i Şahane'ye girdi. 1893 yılında piyade sınıfının 31. olarak bitirerek Mülazım-ı Sani rütbesiyle mezun oldu. Arapça, Fransızca, Almanca ve Rusça biliyordu. 1893 yılının Mart-Nisan ayları arasında 5. Ordu'ya bağlı 40. Piyade Taburunda görev yaptı. Nisan 1893-Ekim 1898 tarihleri ​​arasında Hassa Ordusu (1. Ordu) karargâhı'nda görev yaptı. 31 Ocak 1895 tarihinde Mülazım-ı Evvel, 22 Temmuz 1895 tarihinde de Yüzbaşı rütbesine terfi etti. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda Başkomutan Ethem Paşa'nın yaverliğini yaptı. Savaştan sonra İstanbul'a döndükten sonra, Birinci Ordu karargâhı'na Harekât Başkanı olarak atandı. Ekim 1898 tarihinde Sultan II. Abdülhamid'in yaverliğine atandı. 1901 yılında, Binbaşı rütbesine terfi yükseltildi. 1901-1902 yılları arasında Bulgaristan Sınır Komutanlığı Kurmay Grubu'nda görev aldı. 1902-1903 yılları arasında da Makedonya'da çetecilerle savaştı. Aralık 1907'de, Selanik'te bulunan 3. Ordu karargâhına atandı. 1907'de Kaymakam (Yarbay) ve 1908'de Miralay (Albay) rütbesine terfi etti. 1908 Jön Türk Devrimi'nden önce, Müşir İbrahim Paşa orduda disiplini kurmaya çalışırken, Binbaşı Cemal Bey ve diğer İttihat ve Terakki üyeleri, Müşir İbrahim Paşa'nın oğlu Nureddin Bey'e yaklaştı ise de İbrahim Paşa oğlunu uyardı. Fakat Nureddin Bey babasını dinlemeyerek, İttihat ve Terakki Komitesi'ne katıldı. (Üyelik numarası 6436) 19 Ağustos 1909 tarihinde Tasfiye-i Rüteb-i Askeriye Kanunu ile rütbesi Binbaşılığa indirildi ve Birinci Ordu'ya bağlı yedek kuvvetlere atandı. Eylül 1909 tarihinde Küçükçekmece Mutasarrıflığı'na atandı. Nisan 1910 tarihinde 77. Piyade Alayı komutan yardımcılığı görevinde atandı. Aynı yıl içinde sonra 83. Piyade Alayı 1. Tabur Komutanlığı'na atandı. Şubat 1911 tarihinde XIV. Kolordu bünyesindeki kuvvetleriyle Yemen'de isyancılarla mücadele ederken Yarbay rütbesine terfi etti. 1913 yılında Balkan Savaşı'nın son aşamasında komutasındaki 9. Piyade Alayı ile Yemen'den döndü ve savaşa katıldı. Nisan 1914 tarihinde 4. Fırka'nın komutasını devraldı. 14 Nisan 1915'te Irak ve Havâlisi Genel Komutanı Süleyman Askeri Bey'in intihar etmesinden sonra 20 Nisan'da Irak ve Havâlisi Genel Komutanlığı'na atandı. Haziran ayında komutayı aldı. Aynı zamanda bu komutanlığın yanında Basra ve Bağdat Valiliği'ne de atandı. Tümgeneral Charles Vere Ferrers Townshend komutasındaki İngiliz 6. Poona Tümeni (Hint Tümeni) Bağdat'a ilerlemeye çalışırken 22-23 Kasım 1915'te Selman-ı Pak Muharebesi'ni (Ctesiphon) kazanamayarak geri çekildi ve 3 Aralık'ta Kut'a sığındı. İngilizleri takip eden Nureddin Bey'in komutasındaki Türk birlikleri İngiliz kuvvetlerini Kut şehrinde kuşatma altına aldı. Günlerce süren kuşatma sonucunda İngiliz kuvvetleri, 13 general, 481 subay ve 13.300 askeriyle birlikte Türk kuvvetlerine teslim oldu. Alman Generalfeldmarschall Colmar von der Goltz, 21 Aralık 1915 tarihinde Bağdat'a geldi. Nureddin Bey'in komutanı olduğu Irak ve Havâlisi Genel Komutanlığı'nın ismini Irak Ordusu olarak değiştirdi. Ordunun yönünü İran'a çevirterek İran'a bir harekât düzenlemek için hazırlıklara girişti. 20 Ocak 1916 tarihinde, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Nureddin Bey'in yerine amcası Miralay Halil Bey'i atadı. Nureddin Bey 9. Kolordu komutanı ve 3. Ordu komutan vekili olarak atandı. Ekim 1916 tarihinde Muğla ve Antalya Havalisi Komutanlığı'na atandı ve Aydın merkezli XXI. Kolordu'nun kurucu komutanlığına atandı. Bu görevlerden sonra 25 Ekim 1918 tarihinde Aydın Vali Yardımcılığı görevine atandı. 1918 yılında Mirlivalığa terfi etti ve Paşa unvanını aldı. Mondros Mütarekesi'nden sonra Kasım 1918'de, aynı zamanda İzmir merkezli XVII. Kolordu komutanı ve Aydın Vilayeti Valisi olarak atandı. 30 Aralık 1918 tarihinde, İstanbul merkezli 25. Kolordu komutanı olarak atandı. Urla'da isyan çıkınca 2 Şubat 1919 tarihinde tekrar Aydın Valiliği'ne ve Aydın Bölge Komutanlığı'na atandı. Valiliği sırasında, İzmir'in Sevr Antlaşması uyarınca Yunanlara verilmesine karşı çıkan İzmir Müdafaa-i Hukuki Osmaniye Cemiyeti'ni destekleyerek bir bir direniş komitesi kurulmasını sağladı. Bu faaliyetleri İtilaf Devletleri'ni rahatsız etti. İtilaf Devletleri Osmanlı Hükümeti'ne baskı yaparak, Nureddin Paşa'nın valilik görevinden alınmasını istediler. Nitekim Yunan İşgali'nden kısa bir süre önce 22 Mart 1919 tarihinde valilik görevinden alındı. Yerine önce 11 Mart 1919 tarihinde Kambur İzzet Bey, daha sonra da 22 Mart 1919 tarihinde Ali Nadir Paşa atandı. Haziran 1920'de Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere Anadolu'ya geçti. 9 Aralık 1920 tarihinde Pontus Rum çetelerine karşı Amasya'da kurulan 10,000 askerden oluşan Merkez Ordusu Komutanlığı'na atandı. İsyanı bastırmak için çok sert önlemler aldı: Amerikan misyonerleri sınır dışı edildi. İsyana destek veren Hristiyan ahaliden birçok kişi vatana ihanet suçundan idam edildi. 1922'de Ali İhsan Paşa'nın görevden alınması sonrasında Refet Paşa ve Ali Fuat Paşa'nın komutanlık teklifini reddetmesi üzerine 29 Haziran 1922 tarihinde 1. Ordu komutanlığına atandı. Bu görevinde Büyük Taarruz'a katıldı. Zaferden sonra Ferikliğe terfi etti. Koçgiri İsyanı'nı bastırma şekline ve Kurtuluş Savaşı'nın son günlerinde İzmit'te yazılarıyla milliyetçi cephenin tepkisini çeken gazeteci Ali Kemal'i linç ettirmesine ilişkin tartışmalar sürmektedir. Linç olayı İstanbul'daki İstiklal Savaşı'na muhalif çevrelerin bir anda çözülmesi sonucunu vermiştir. Hatta Vahdettin bu olaydan sonra İstanbul'dan ayrılmıştır. Bazı kaynaklar, bu eski ekole mensup (Kurtuluş Savaşı'nı gerçekleştiren kadronun yaş ortalamasının yaklaşık on yaş üzerindedir) komutanı 1922 İzmir Yangını sorumluluğu ile de ba
ğlantılandırmaktadır. İzmir'in geri alınmasından sonra kurulan askeri mahkemede, Milli Mücadele'yi sabote eden, düşmanla müşterek hareket eden bazı yerli ve Rum asıllıları muhakeme ettirmekten çekinmemiştir. Bunlar arasında Islahat Gazetesi sahibi Süreyya ve Efes Metropoliti Hrisostomos da bulunmaktadır. İşgal döneminde gazetesinde işgal kuvvetlerini metheden ve Milli Mücadeleyi kötüleyen gazeteci Süreyya mahkemece idama mahkûm edilmiş ve cezası infaz edilmiştir. Osmanlı tebaasından olmakla, Yunan işgali sırasında Türklere karşı bariz bir nefret ve bir din adamına yakışmayacak tavırlar sergilemiş olan Hrisostomos ise, Nurettin Paşa'nın makamına çağrılmasını takiben gevşek bir koruma ile Türk mahallelerinin ortasından geçirilmiş ve halk tarafından linç edilmiştir. Haziran 1923'te 1. Ordu'nun lağvedilmesi üzerine komutanlıktan ayrıldı. Yerine 1. Ordu müfettişi olarak Kâzım Karabekir atandı. Mart 1924'de Yüksek Askerî Şûra üyesi olarak atandı. Aralık 1924'teki, Türkiye Büyük Millet Meclisi için Bursa'da düzenlenen ara seçimde Nureddin Paşa bağımsız olarak, Halk Partisi'nin adayını yenerek milletvekili seçildi. Milletvekili seçildikten sonra Askeri Şura üyeliği görevinden istifa etti. 17 Ocak 1925 tarihine kadar askerlik ve milletvekilliği mesleğini bir arada yürüttüyse de meclisten çıkan kanun gereğince askerlikten emekli oldu. 2 Şubat'ta yeniden düzenlenen seçimlerde oylarını artırdı ve milletvekilliği görevine devam etti. Milletvekilliği sırasında Kasım 1925 tarihinde Şapka İktisasına Dair Kanun'un anayasayı ihlal ettiğini savundu. Ancak diğer milletvekilleri onu halk iradesi düşmanı ilan etti. Adalet Bakanı Mahmud Esad Bey, Nurettin Paşa'ya hitaben, ""Hürriyetin nasibi, irticanın elinde oyuncak olmak değildir... Ülkenin çıkarlarına olan şeyler hiçbir zaman anayasaya aykırı olamaz, olmaması mukayyettir."" sözlerini kullandı. Mustafa Kemal Atatürk tarafından Nutuk'ta sert bir dille eleştirildi. 18 Şubat 1932 tarihinde, Kadıköy Hasanpaşa Mahallesi, Kızlarağası Çeşmesi Sokak (günümüzde Müverrih Ağa Sokak) 23 no'lu evinde vefat etti. Nazmiye Hanım ile evlendi (soyadı: Türe, ö. 1951) ve Semiha Hanım (1896-1950) ve Memduha Hanım (1904-1970) isimli iki kızı vardı. Semiha Hanım Hüseyin Paşa ile evlendi, Memduha Hanım ise Dördüncü Umumi Müffetiş Vali Korgeneral Hüseyin Abdullah Alpdoğan (1310-P. 12) ile evlendi. Mezar taşında: 12 Eylül Darbesi'nden sonra oluşturulan, Atatürk Araştırma Merkezi tarafından tespit edilen, Kurtuluş Savaşı'nda Mustafa Kemal Atatürk'ün silah arkadaşı arasında yer alan 50 kişiyle birlikte mezarı Devlet Mezarlığı'na taşınması kararı alındı. Ayrıca Nureddin Paşa, Ferik değil ama Orgeneral (dört yıldızlı rütbe) olarak, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak'ı izleyen dördüncü kişi olarak gösterildi. Ve bu kararlar Genelkurmay tarafından kabul edildi fakat büyük tepki toplaması üzerine mezarının Devlet Mezarlığı'na taşınmasından vazgeçildi. Embriyonik gelişim Embriyonik gelişim, eşeyli üreyen canlılarda görülen ve canlının, döllenme ile doğumu ya da yumurta veya kozadan çıkmasına kadar geçen süredeki gelişimi. Embriyonik gelişimin safhaları ve yeri canlıdan canlıya farklılık göstermekle birlikte, bu süreç genelde annenin veya annenin ürettiği bir yapı koruyuculuğunda geçer. Hayvanlardaki embriyonik gelişimde 4 aşama görülür: Bu aşamada alışılmışın dışında bir büyüklüğe sahip zigot, kendi genomunun aynısını taşıyan daha kücük hücreler üretmek amacıyla üst üste mitoz hücre bölünmelerini gerçekleştirir. Ancak ilk anda zigotun kendi genleri aktif durumda değildir (bkz: yazılım (biyoloji)). Bölünme, halen annenin daha önceden zigota döllenmemiş yumurta aracılığıyla verdiği proteinler ve haberci RNAlar (mRNA) aracılığıyla yine annenin genomunun kontrolündedir. Bölünme dönemi, blastosöl oluşumu ile sona erer. Bu aşamada, önceden bölünmüş hücreler mekansal değişimlerle kendilerini hücre kümeleri ve tabakaları haline getirir. Bu olaya gastrulasyon denir. Şekillenme sonrası hayvanlarda 4 düzlem meydana gelir: Bu aşamada hücre katmanlarında değişim (differentiation) görülmezken, proteinlerin ve mRNAların hücreler arasında eşitsiz dağılımı sonucunda, ileride hangi hücrenin hangi hücre tipi olacağı belli olur. Bu olaya "kader belirlenmesi" (fate determination) denir. Gastrulasyon, 3 eşey zarını oluşturur (germ layer). Bunlar; Gastrula aşamasında, zigot artık kendi genlerini aktif hale getirir. Bu etkinliğe "orta-blastosöl geçişi" (mid-blastula transition) denir. Zamanla embriyodaki hücreler, yetişkin canlıdaki hücre tiplerini oluştururlar. Bu olaya değişim (differentiation) denir. Bu hücre tiplerinden bazıları; sinir hücreleri, kan hücreleri ve kas hücreleridir. Bu hücreler tabakalar halinde dokuları, dokular organları, organlar da sistemleri oluştururlar.ektodermden duyu organları ,diş minesi ,saç,tırnak ve sinir sistemi oluşur. Tüm sistemler oluştuktan sonra, hayvanların büyük bir kısmı gelişim safhasına girer. Gelişim, yeni hücrelerin ve hücreler arası sıvıların oluşmasıyla gerçekleşir. Zigot Zigot, biri anneden (oosit), biri babadan (sperm) gelen iki eşey hücresinin birleşmesi (fertilizasyon) sonucu oluşan diploit hücre. Zigot, gelişiminin devamında bölünerek canlıyı oluşturur. Hayvan zigotları mitoz bölünmeyle; embriyoyu oluştururken, diğer canlılarda bu dönemde mayoz bölünme gerçekleşebilir. Çoklu doğumlar, örneğin ikizler, tek zigottan (monozigotik) veya farklı zigotlardan kaynaklanabilir (dizigotik). İnsan neslinde oluşan normal zigot 44XX veya 44XY kromozom yapısındadır. Zigot mitotik aktivite ile çoğalır ama hacmi değişmez. Oluşan 12-16 hücreli yapı blastomer adını alır. Bu yapı uterus kavitesine gelir. Bu yapının uterus kavitesine yerleşmesine implantasyon denilir. İmplantasyon, fertilizasyondan yaklaşık 6-7 gün sonra olur. Biri anneden biri babadan gelen gen çiftlerinin (Alel) genotipi farklılık göstermiyorsa bu durumda bu gen çiftlerini taşıyan canlı homozigot olarak adlandırılır. Örneğin otozom çift için homozigotluk (A harfi ile) "AA" veya "aa" şeklinde olabilir. Biri anneden biri babadan gelen gen çiftlerinin (Alel) genotipi farklılık gösteriyorsa bu durumda bu gen çiftlerini taşıyan canlı heterozigot olarak adlandırılır. Örneğin otozom çift için heterozigotluk (B harfi ile) "Bb" şeklindedir. Yazılım (biyoloji) DNA zincirinden RNA zincirinin yapimidir. Kromozomların içerdiği DNA molekülü kalıtım birimleri olan genleri içerir. Genler tarafından taşınan kalıtsal bilgi nukleotitin baz dizisinde yazılıdır. Genlerin kontrol ettiği işlevlerin çoğu sitoplazma içinde olurken genler çekirdek içindedir ve bilginin çekirdek dışına aktarılması için bir mekanizma vardır. Bu mekanizma DNA’daki nukleotit baz dizisinin RNA’ya uyan baz dizisini veren transkripsiyon (yazılım) olayıdır. Bu RNA baz dizisi (m-RNA) daha sonra çekirdekten ayrılıp sitoplazmadaki protein sentez bölgelerine giderler. Burada amino asitler proteinleri oluşturmak için, m-RNA nukleotitlerindeki koda uygun bir dizilimle peptit bağlarıyla bağlanırlar ve bu süreç translasyon (okuma) olarak adlandırılır. Genler hücrelerin ve organizmaların özelliklerini belirleyen, birbirine bağlı sayısız kimyasal tepkimeleri düzenleyen enzimlerin sentezi için gerekli tüm bilgileri kodlarlar. Ece Erken Ece Erken (d. 11 Mayıs 1978, Çorlu), Türk televizyon sunucusudur. Baba tarafı Samsun'ludur. Babası subay olduğundan dolayı Ağrı, Ankara, Kıbrıs gibi çeşitli yerlerde yaşadı. Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi'ni bitirdi. Lise mezunudur. Sunuculuk kariyerine 12 yaşında, Kıbrıs'ta Bayrak Radyo Televizyon'da başladı. Sonra sırasıyla; Ankara'da Radyo Vizyon'da ve Radyo Genç'te çalıştı. Ardından İstanbul'a geldi ve Kral TV'de işe başladı. Kral TV'den sonra ise, Metropol FM, Alem FM, Show Radyo ve son olarak Radyo Viva'da çalıştı. Televizyonculukta işe ilk Star kanalında başladı. Daha sonra, Kanal 6, Number One TV, Genç TV'de çalıştı. Ayrıca 4 yıl Show TV'de program yaptı. 2000 yılında TGRT kanalında Nilgün dizisinde başrolde oynamıştır. 2002 yılında Aşk ve Gurur dizisinde rol aldı. 1 Eylül 2008'de Tuncer Öztarhan'la evlendi. Fakat 2009'da boşandılar. İlk dizisi Nilgün dizisiydi ve Nilgün rolündeydi. Bir ara ise "Lise Defteri" adlı dizide Nil rolünde oynadı. atv'de Mavi Şeker adlı programın sunuculuğunu yapmıştır. Fakat 2009 yılı sonunda reyting nedeniyle ekranlara veda etti. Annesi ile birlikte İstanbul, Maslak'da yaşamaktadır. atv'de Enbe Orkestrası ile birlikte Enbeyaz Geceler adlı programın sunuculuğunu yapmıştır. FOX TV'de Aç Aç Kazan adlı programı sunmuştur. 2011 yılında ise Kanaltürk 'te Davut Güloğlu ile Hayata Gülerken adlı eğlence programını, ardından Beyaz TV'de yayınlanan "Tatlım Benim" adlı programı sunmuştur. Şubat 2015 itibarı ile TRT 1'de yayınlanmakta olan İyi Fikir programının sunuculuğunu yapmaktadır. 7 Nisan 2015'te Eymen isminde bir oğlu oldu. Kalmah Kalmah, Fin melodik death metal grubudur. Brutal ve Scream vokal kullanırlar. Şu ana kadar 6 albüm yayınlamışlardır.Şarkılarında metal müziğinin temelini oluşturan nihilist perspektiften eleştirel yaklaşımı bulmak mümkündür. Kalmah ismi Karelce'de "ölüme giderken" anlamındadır. Grup en başlarda "Ancestor" adı altında kurulmuştur. www.kalmah.com Ebu Hanife Ebû Hanîfe veya tam adıyla Ebu Hanîfe Numân bin Sabit bin Zûtâ bin Mâh (Arapça: أبو حنيفة, d. 699, Kufe - ö. Eylül 767, Bağdat) İslam dininin dört fıkıh mezhebinden birisi olan Hanefi mezhebinin kurucusu ve Sünni fıkhının en büyük üstâdı sayılan İslam fıkıh ve hadis bilgini. Asıl adı "Nu’man bin Sâbit" olup sevenlerince ismi ""İmâm-ı Â’zam"" unvanıyla birlikte anılır. Ebû Hanîfe, 699 yılında, zamanının önemli bilim merkezlerinden olan Kûfe'de doğdu. Babasının adı Sabit, dedesinin adı Zûta'dır. Ebû Hanîfe'nin ""Hanîfe"" künyesini nereden aldığı konusu açık değildir. "Ebû Hanîfe" ismi, Arapça ""Hokka/Divit/Kalem Babası"" anlamına gelmektedir. Bu ismin Arapça'daki "gönülden tertemiz şekilde iman eden" anlamındaki "hanîf" sözünden 'hanîflerin babası" şeklinde onun öğrencileri tarafından kullanılmış olması muh
temel görünmektedir. Dedesi Zûta, Afganistan civarlarında yaşamış, Arapların burayı fethetmeleriyle esir düşmüştür. Teym kabilesinin kölesi olduysa da daha sonra özgürlüğüne kavuşmuştur. Fakat, Ebû Hanîfe'nin torunlarından İsmâil, büyük dedesinin asla bir köle olmadığını söylemiştir. Zûta, Ali bin Ebu Talib zamanında Kâbil'den gelerek Kûfe'ye yerleşmiştir. Onun oğlu olan Sâbit ise Tirmiz, Nesa ve Enbar'da yaşamıştır. Hatta Ebû Hanîfe'nin Enbar'da doğduğu dahi iddia edilmiştir. Daha sonra yerleştiği Kûfe'de kumaş ticaretiyle uğraşan varlıklı ve dindar bir kişiydi. Ali bin Ebu Talib ile görüştüğü, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını aldığı rivayet edilir. Ebû Hanîfe'nin ailesi Horasan'ın ileri gelenlerinden bir zatın soyundan gelir ki ailesinin Arap olmadığı kesindir. Fars olduğu şeklinde görüşler yaygındır. Bazı tarihçiler de Babil'de yaşamış bir Arap olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hanîfe, küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemiş ve Arapça'nın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahiv, şiir ve edebiyatını öğrenmiştir. Gençlik yıllarında sahabeden Enes bin Malik’i, Abdullah bin Ebi Evfa’yı, Vasile bin Eska’yı, Sehl bin Saide’yi ve en son hicri 102’de Mekke’de vefat eden Ebu’t Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüş, bu Sahabelerden hadis dinlemiş olduğundan tabiinden sayılır. Ebû Hanîfe, ilimle uğraşmaya başlamadan önce başarılı bir tüccardı. İmam-ı Şabi’nin tavsiyesiyle onun ders halkalarına devam etmeye başlamış, kelam, iman, itikad ve münazara bilgilerini Şabi’den öğrenmiştir. Daha sonra Hammâd bin Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh öğrenimine başlamış, Hammâd’ın derslerine on sekiz yıl devam etmiştir. Ebû Hanîfe, sık sık Mekke ve Medine’de çoğu tabiinden olan alimlerle görüşür, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh müzakereleri yapardı. Ehl-i Beyt'ten Zeyd bin Ali’den, Muhammed el-Bakır’dan ilim öğrendi. Tasavvuf bilgilerini Muhammed el-Bakır, ondan sonra da Silsile-i Aliyye'den olan Cafer-i Sadık'tan aldı. Sahabeden İbn-i Abbâs’ın ilmini Mekke fakihi Atâ bin Ebu Rebah’tan ve İkrime’den, Halife Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in azatlısı Nafi’den öğrendi. İbn-i Mesud ve Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü tabiinden öğrendi. Ebû Hanîfe, bütün zorlamalara rağmen Emevî ve Abbâsî saltanat sahiplerine boyun eğmemiş, yönetim anlayışını onaylamadığı Abbasi Devleti'nin ikinci halifesi Ebû Câʿfer "el-Mansûr", Ebu Hanîfe'yi Bağdat'ta hapsettirip işkence ettirmiş ve zehirleterek öldürtmüştür. Mezhebi, İslam dünyasının büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmi, Ebu Hanîfe'nin kabri üzerine bir türbe ve çevresine bir medrese yaptırdı. Akaid ve kelam; Ebu Hanifeye göre Kur'an mahluk (yaratılmış) değildir. Bu anlamda Kur'an ne O’nun kendisidir, ne de ondan başkasıdır. Arapça metin ise mahluktur. Fıkıh; Ebû Hanîfe, fıkıh meselelerinin çözümünde belli bir usul belirleyen ve bunu sistemleştiren ilk İslam bilginidir. Nitekim onun kurmuş olduğu bu sistem fıkıh tarihindeki ilk mezhebin doğuşuna ve kendisinin de ilk mezhep imâmı olarak anılmasına yol açmıştır. Ebû Hanîfe, meselelerin çözümünde dört delil olarak anılan Edille-i şer'iyye kavramını kendi görüşleri üzerine yeniden düzenlemiştir. Bunları kısaca incelersek: Buraya kadar sayılan Edille-i şer'iyye denilen dört temel delil, fıkhın mesele çözmede kullandığı ve Ebû Hanîfe'ye kadarki bilginlerin ihtilafsız kullandığı araçlardır. İmam bu araçları yeniden yorumlayarak benzersiz bir kullanımını ortaya koymuştur. Bu geleneksel delillere bir beşincisini ekleyerek fıkıh usulündeki asıl devrimini bu konuda yapmıştır: Aynı İmâm-ı Â’zam, H. 121 / M. 739 yılında “Hânedan-ı Alevîyye” mensuplarından "“İmâm Zeyd bin Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn”" tarafından Emevî Hâlifesi Hişâm bin Abd’ûl-Melik’in zâlimâne idaresine karşı çıkarılan isyânı da Muhammed’in komuta ettiği Bedir Savaşı’na benzetmiş, ve destek vermekten hiç çekinmemişti. ayrılmaktalardı. Akabinde verdiği fetvâlar ile sürekli olarak Ehl-i Beyt’e arka çıkan ve Alevîler’i destekleyen Ebû Hanîfe Nu’man İbn-i Sâbit de Halife Mansûr tarafından katledildi. Ebû Hanîfe kendisini en büyük imam "(İmâm-ı Â’zam)," müctehid, müceddit olarak niteleyen yüceltici sıfatlar yanında, yer yer akla aykırı gördüğü otantik dini kaynaklar (Hadis) reddine varan görüşleri dolayısıyla dîn yıkıcısı, en büyük fitne ve deccal olarak tanımlayan karşıt nitelendirmelerin de hedefidir. Ebû Hanîfe rey ehli olarak bilinir, hadisleri sadece senet ve rivayet açısından değil, anlam açısından da kritiğe tabi tutar. Mana açısından Muhammed'e atfedilemiyeceğine inandığı hadisleri kabul etmez ve bu hadislere aykırı fetvalar vermekten çekinmez. Bu şekilde 200 kadar hadise aykırı fetvası bilinir ve bu yüzden hadisleri dinde "mutlak nass" gören hadisçiler tarafından şiddetle tenkit edilir. Ebû Hanîfe, kendi zamanında ""Dehriyyun"" denilen Cebriyye, Abdullah İbn-i Sebe'nin Sebeiyye, ve Mürcie gibi dini fırkalarla mücadele etmiştir. Yaşar Nuri Öztürk Ebû Hanîfe hakkında yazdığı müstakil kitabında, onu Dîn-i İslâm'ı Arap yozlaşmacılığı ve Emevî uydurmacılığından kurtararak Kur'ân-ı Kerîm'in gösterdiği çizgiye oturtan bir şâhsiyet olarak tanımlamaktadır. Ebû Hanîfe, Emevî ve Abbâsî devletleri zamanında yaşamıştır. Ömrünün elli iki yılı Emevî, son on sekiz yılı da Abbasi devleti zamanına denk gelir. O, Emevîler'in Arap milliyetçiliği esaslı yönetim şekline karşı çıkmış, Ehl-i Beyt ve sahabilere karşı zalimane davranışlarına karşı etkin olarak mücadele vermiştir. Emevî devletinin yıkılması için Abbâsîler'e destek verse de bu hanedanın da Emevîler'in yönetim anlayışıyla aynı yolu izlemesi üzerine desteğini geri çekmiştir. Nitekim ölümü de bir Abbâsî halifesinin eliyle olmuştur. Ebû Hanîfe'nin doğumu, yetişmesi ve bir bilgin olarak parlaması devirlerinin tümü Emeviler Hanedanlığı zamanına denk gelir. Bu devirdeki Zeyd bin Ali'nin Hişam bin Abdülmelik'e başkaldırısını hem fikirleriyle hem de maddi olarak desteklemiştir. Bu başkaldırıyı Bedir Muharebesi'ne benzetmiş, Zeyd bin Ali'ye biat etmiş ve on bin dirhem nakdi yardım göndermiştir. Bu başkaldırıya direkt olarak destek vermemesini şu sözlerle savunmuştur ki bu ifadelerinde Zeyd bin Ali'yi Hüseyin bin Ali'ye benzetmiştir: Emeviler, derin ilmini ve etki alanının genişliğini gördükleri Ebû Hanîfe'ye kadılık teklif ederek yanlarına çekmeye çalışmışlardır. Bu teklifi Emevîler'in Irak valisi Ömer bin Hübeyre yapmıştır. Fakat Ebû Hanîfe, bu makamın ne niyetle verildiğini sezmiş ve bu görevi kabul etmemiştir. Bunun üzerine hiddetlenen vali, onu kırbaçlatmıştır. Bu durumdan imamı kırbaçlayan zindancı bile etkilenmiş, bu şekilde devam ederse imamın öleceğini valiye bildirmiştir. Bu zulüm esnasında yanına gelenlere Ebû Hanîfe'nin cevabı şu şekilde olmuştur: Bu olaydan sonra Ebû Hanîfe Kûfe'de kalamayacağını anladığı için Mekke'ye giderek altı yılı aşkın bir süre orada ikamet etti. Bu zaman zarfında kısa sürelerle Kufe'ye gittiği bilinse de bu ziyaretler uzun süreli olmamıştır. Ebû Hanîfe'nin, Emeviler'in yıkılıp Abbâsîler'in iktidara geldiği zamanlarda Mekke'de olduğu sanılmaktadır. Bu olay üzerine sevincini gizleyememiş ve bu duygularını şöyle ifade etmiştir: Fakat bu sevinci fazla uzun sürmemiştir. Abbâsî hanedanı da zamanında Emevîler'e destek verdiğini öne sürdüğü alim ve fazıl kişileri katletmeye ve adaletsiz bir yönetim tarzı izlemeye başladılar. Nihayet Muhammed bin Abdullah (Nefs’üz-Zekiyye) ve kardeşi İbrahim, Abbasi halifesine isyan edince, bu isyana Ebû Hanîfe de destek vermiştir. Öyle ki, Ebû Hanîfe halife ordusu komutanı Hasan bin Kahtaba'nın İmam İbrahim üzerine yürümesini engellemiştir. Tabiî ki bu davranışı halife Ebû Câʿfer "el-Mansûr"'un dikkatinden kaçmamıştır. Halife, Ebû Hanîfe'ye fiili bir saldırının onu daha da güçlendireceğini tahmin etmiş ve ona yakınlık göstererek yanına çekmeye çalışmıştır. Bu amaçla Ebû Hanîfe'ye değerli hediyeler göndermiş fakat İmam-ı Azam bu hediyelerin kamu malından alındığını belirterek hepsini reddetmiştir. Yapılan başkadılık teklifini de geri çeviren İmâm-ı Â’zam, son olarak Musul halkının isyanını bahane ederek isyancıların katli için fetva isteyen halifeye olumsuz cevap verince halife onu zindana kapatarak kırbaçlatmaya başladı. Yaşı oldukça ilerlemiş olan Ebû Hanîfe, bu eziyete dayanamadı ve bu direnişini daha fazla sürdüremeyerek vefât etti. Bazı kaynaklar, Ebû Hanîfe Nu’man ibn-i Sâbit'in Abbâsî Hâlifesi Ebû Câʿfer "el-Mansûr" tarafından zehirleterek öldürdüğünü de kaydederler. Halife Mansûr tarafından Kâbe’nin bir benzeri olarak Bağdat’ta “Kubbe’t-ül Adrâ” adında büyük bir kale inşa edilmiş ve halk Kâbe’ye Hac'dan menedilmişti. “İmâm Dâr ül-Hicre” adıyla da tanınan İmâm Mâlik’in bir fetvâsıyla, hilâfetin vaktiyle Alevîler arasında “Nefs’üz-Zekiyye” nâmıyla tanınan Hasan bin Ali’nin oğlu Hasan el-Mu’tenâ’nın torunu Muhammed bin ʿAbd Allâh’a ait olduğu tüm Abbâsî aleyhtarı fırkalara duyurulmuştu. Emevîler’in son günlerinde Medine toplantısında hazır bulunan bütün Ehl-i Beyt’in, ve hattâ Abbâsîler’in dahi biatleriyle hilâfeti kabul edilmiş olan Hasan el-Mu’tenâ’nın torunu olan Muhammed bin bin ʿAbd Allâh’ın lehine İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe Nu’man İbn-i Sâbit te fetvâ vermişti. Bunun üzerine, Abbâsîler tüm şiddetleriyle Alevîler aleyhine harekete geçtiler. H. 145 / M. 763 yılında “Hasan el-Mu’tenâ’nın torunu Muhammed bin ʿAbd Allâh” Medine’de Halife Mansûr’un amcası ""İsâ ibn-i Mûsâ"" tarafından öldürüldü. Hemen akabinde olayların kanlı bir biçimde gelişmesi ve Abbâsîler’in gittikçe artan zulmü karşısında, Alevîler yeni bir huruç hareketi başlattılar. Nefs’üz-Zekiyye’nin kardeşi “İbrahim bin ʿAbd Allâh” Ehl-i Beyt nâmına hilafeti ele geçirmek amacıyla İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe’nin de fetvâsını alarak, Abbâsîler aleyhine kendi hayatına mâl olan başarısız bir isyân girişiminde bulundu. Ebû Hanîfe, fıkhı kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usuller koymuş, 'Feraiz' ve 'Şurut' (şerait) kitaplarını yazmıştır. Ayrıca sahabenin peygamberden naklen bildird
iği iman, itikad bilgilerini de toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi. Ebû Hanîfe, İslamiyet’i iman, amel ve ahlak esasları olarak tedvin etmiş, sorulara cevaplar vermiş, önce inançta birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde fıkhının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir. Kendisine ikinci hicrî asrın müceddidi unvanı verilmiştir. Ebû Hanîfe'nin içtihâd ve çalışmalarıyla tedvin ettiği fıkıh (islam hukuku) bilgileri ile oluşturduğu yola “Hanefî Mezhebi” denildi. Talebelerine verdiği derslerde bir taraftan fıkhın eski hadiselere ait bilinen hükümleri anlatılır ve müzakeresi yapılır, diğer taraftan yeni olaylara ait hükümler kurulurdu. Geçmiş ve yaşanmakta olan hadiselerin hükümleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek hadiselere ait hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla İmam'ın derslerinde geçmiş ve yaşanmakta olan meselelerin çözümünden başka geleceğe ait meselelere geçilmiş ve fıkhın küllî (genel) kaideleri tespit edilmiştir. İlm-i Kelâm mütehassısları yetiştirdi. Başta gelen talebeleri; Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim, Muhammed Şeybani (her ikisi İmâmeyn, yani iki imam olarak da anılır), Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai, Esad bin Amr, Afiyat bin Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi âlimlerdir. Ebû Hanîfe’nin derslerinde çözülen fiilî ve nazarî fıkhî meselelerin sayısının altıyüzbini aştığı rivayet edilir. İmam-ı Matüridi, ondan gelen kelam bilgilerini kitaplaştırmıştır. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihad derecesine çıkmıştır. Bazı yazarların onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve künyelerini, mensup oldukları şehirlerini tespit edip yazmışlardır. Yenimahalle (anlam ayrımı) Kazan Kazan şu anlamlara gelebilir: Deoksiriboz Deoksiriboz, veya bilinen adlarıyla -Deoksiriboz ve 2-deoksiriboz, beş karbon atomu içeren ve aldehit grubu barındıran aldopentozların bir üyesidir. Deoksiriboz, penton riboz şekerinin 2 pozisyonundaki hidroksil grubunun hidrojen ile yer değiştirmesiyle oluşur, yani bu bir oksijen atomunun kaybı ile sonuçlanır. Hidroksil grubunun değişmesi aynı zamanda, halka yapısını C3'-endo pozisyonundan C2'-endo olacak şekilde değiştirir. Bu molekül, 1929 yılında Phoebus Levene tarafından keşfedilmiştir ve DNA nükleik asidinin önemli bir yapıtaşıdır. Riboz ((Sitozin)) atomu, dört köşesi karbondan, bir köşesi oksijenden oluşan beş köşeli halka şeklinde bir şekerdir. Hidroksil grupları, bu karbonlardan üçüne bağlanır. Diğer karbon ve hidroksil grubu ise oksijene bitişik olan karbonlardan birine bağlıdır. Deoksiribozda, bu bitişikteki karbona en uzak olan karbon atomu, ribozdaki SİTOZİN grubuna karşılık gelen kısımda yalnızca hidrojen barındırır. Özetle, bu karbona bağlı olan oksijen atomu yok olur. D-riboz ve D-arabinozun genellikle C3' ve C4' stereokimyasına sahip olmasından ötürü, D-2-deoksiriboz aynı zamanda D-2-deoksiarabinoz molekülüne karşılık gelir. Su içinde deoksiriboz üç farklı formda bulunur: düz zincirli şeker, beş üyeli deoksirinofuranoz halkası ve altı üyeli deoksiribopiranoz halkası. Riboz ve 2-deoksiriboz türevleri, biyolojide çok önemli bir yere sahiptir. Bu moleküllerin bilinen en yaygın türevleri, nükleik asitler içinde fosfatla 5 pozisyonunda bağlananlardır. Monofosfat, difosfat ve trifosfat formları ve 3-5 siklik monofosfatlar bunlardan en önemlileridir. Bunun yanında koenzim olarak sınıflandırılan önemli difosfat dimerleri bulunmaktadır. Öyle ki, pürinler ve pirimidinler, ribozlu ve deoksiribozlu bileşiklerde önemli bir sınıfta yer alır. Bu pürin ve pirimidin türevleri bir riboz şekeriyle eşlendiğinde bu ikililer nükleosit olarak adlandırılır. Bu bileşiklerde adlandırma eğilimi, şekerlerin karbon numaralarının ardına bir ′ eklemektir. Böylece, nükleosid türevleri adlandırılabilir, örneğin 5′-monofosfat terimi, fosfat grubunun şekerin 5. karbonuna bağlandığı anlamına gelir. Bazlar 1′ riboz karbona bağlanır. Fosforilasyona uğramış nükleozitler nükleotit olarak adlandırılır. 2-Deoksiriboz ve riboz nükleotitleri genelde dallanmamış 5'-3' polimerler halinde bulunur. Bu yapılarda bir monomer birimindeki 5/3 3'karbon, kendinden bir sonraki 5'karbona bağlı bir fosfata bağlıdır. Bu polimer zincirleri sıklıkla birkaç milyonluk monomer birimlerini barındırır. Çünkü uzun polimerlerin, yapıca daha küçük moleküllerden tamamen farklı fiziksel özellikleri bulunmaktadır. Bu moleküller makromoleküller olarak adlandırılır. Şeker-fosfat-şeker zinciri polimerin omurgası olarak tanımlanır. Omurganın sonunda bir bağımsız 5'fosfat bulunur, ve karşı taraftaki sonunda bağımsız bir 3'OH grubu bulunur. Omurga yapısı, her bir şeker molekülüne bağlı olan belirli bazlardan bağımsızdır. DNA'ın (deoksiribonükleik asit) her bir monomeri, deoksi- adenin, timin, guanin veya sitozin nükleotidlerinden biridir. Kromozomların DNA formları, helikal (sarmal) zincirler arasında uzanan komplementer nükleotitler arasındaki hidrojen bağlar yoluyla birbirine bağlı kalan ve sarmalın dış kısmında ters yönde giden iplikçikler olmak üzere iki molekül ihtiva eden çok uzun helikal yapılardır. DNA'da 2' hidroksil grubunun eksikliği, uzun çift-sarmal tüm yapısını oluşturan zincirin esnekliğini sağlar, bu uzun çift-sarmal sadece basit bir sarmal yapı değildir, ek olarak bir hücre çekirdeğinin çok küçük hacmine bu çok uzun molekülleri sığdırmak için sarmal yapı gereklidir. Buna karşın, deoksiriboz yerine riboz içeren çok benzer moleküller, ki genellikle RNA olarak bilinir, sadece nispeten "kısa" çift sarmalın tamamlayıcı bazları ile eşleştirilmiş formu olarak bilinir. Bunlar çok iyi bilinir, örneğin ribozomal RNA molekülleri ve taşıyıcı RNA, bir molekül içindeki palindromik dizilerden dolayı "firkete" ("hairpin") yapılar olarak adlandırılır. Riboz Riboz, aslen -riboz olarak bulunan ve doğada yoğun olarak bulunan bir monosakkarittir. Riboz molekülü, beş karbon atomu barındıran pentozlardandır. Asiklik durumda bir aldehit grubu bulunduran riboz, 1905 yılında Phoebus Levene tarafından tanıtıldı. Özellikle yaşamsal bazlardan olan RNA'nın omurgasını oluşturan riboz şekeri, genetik transkripsiyonlarda önemli yere sahip bir biyopolimerdir. Riboz molekülünden çıkarılan bir hidroksi grubu, DNA'nın yapısındaki deoksiribozu verir. Fosforilasyon sonucunda, riboz ATP, NADH ve birçok diğer metabolik bileşiğin alt birimi olabilir. -ribozun ve -gliseraldehitin sondan bir önceki karbon atom dizilişinin biçimi aynıdır. Biyolojide -ribozun hücre içinde kullanılabilmesi için önce hücre tarafından fosforilasyona uğraması gerekmektedir. Ribokinaz enizimi -riboz molekülünü D-riboz-5-fosfata çevirerek katalizleme yapar. Dönüştürme işlemi tamamlandığında D-riboz-5-fosfat, triptofan ve histidin adlı aminoasitlerin üretilmesini sağlayabilmektedir. -riboz vücut çalışan insanlar için bir ek besin olarak satışa sunulmaktadır. Günlük doz olarak 5 gram alınması önerilen riboz, buna rağmen kaslara dayanıklık ve genişlik verdiği kesin olarak kanıtlanmamış bir maddedir. -riboz ayrıca kronik bitkinlik sendromunda ve lif dokusu iltihabında beliren yorgunluk hissini önlemek için de kullanılmaktadır. 2006 yılı araştırmalarına göre günde üç kez beşer gramdan alınan -ribozun FM ve CFS sağaltımında etkili olduğunu ortaya koymuştur. Deneydeki 41 katılımcının 66%'sı bu ürünü kayda değer ve yararlı buldu. Kurşun Kurşun (Pb) atom numarası 82 ve atom kütlesi 207,19 olan mavi-gümüş rengi karışımı bir elementtir. 327,5 °C de erir ve 1740 °C de kaynar. Doğada, kütle numaraları 208, 206, 207 ve 204 olmak üzere 4 izotopu vardır. Kurşunun son katmanında 4 açık elektron olmasına rağmen, genellikle bileşiklerinde +4 yerine +2 değerlik alır. Çünkü kalan son 2 elektron kolayca iyonize olabilir. Nitrattan ve klorattan farklı olarak kurşun (II) tuzları suda çok daha az çözünür. Kurşunun kararlı bileşiklerinde (kurşun tetra-etil veya tetramethylead gibi) kurşun direkt olarak bir karbon atomuna bağlanmıştır. Bu bileşikler kaynama noktaları, sırasıyla 110 °C ve 200 °C olan renksiz sıvılardır. Yer kabuğunda bulunma sıklığı 12,5 g/t dur. Nabit (doğal) olarak bulunabilen metaller arasında yer alır. Kurşunun en çok rastlanılan cevherleri, sülfür minerali galen (PbS) ve onun oksitlenmiş ürünleri olan serüsit (PbCO) ve anglezittir (PbSO). Bu mineraller arasında en önemli olanı galendir. Genel olarak sfalerit (ZnS), gümüş ve pirit (FeS) ile birleşik halde bulunur. Kullanılmakta olan en eski metallerden biridir. Simyacılar kurşunu, en eski metal olarak düşünüp Satürn gezegeniyle özdeşleştirmişler ve onun simgesiyle göstermişlerdir. Çanakkale yöresindeki tarihi "Abydos" şehrinde bulunan bir figür MÖ 3000 yılına aittir. İlk üretim yapılan kurşun madenlerinden en iyi bilineni Balıkesir'de Balya-Karaaydın madenidir. Mısır'da eski Mısır medeniyetine ait kurşun borular bulunmuş ve kurşun lehimlerin çeşitli alanlarda kullanıldığı saptanmıştır. Fenikeliler Kıbrıs, Sardunya ve İspanya'da kurşun madenleri işletmişlerdir. Kurşun cevherleri yer altından kazma, patlatma, kırma ve öğütme aşamalarından geçirilerek çıkarılır ve daha sonra ekstraktif metalurji yöntemleriyle işlenirler. Köpük flotasyonu prosesi, kurşunun, beraberinde bulunan kaya ve toprak parçalarından ayrılarak, %65-80 Pb içeren bir konsantrede toplanmasını sağlar. Kurşun konsantresi kurutulduktan sonra pirometalurjik işlemlerle önce sinterlenir ve sonra da %97 Pb içerecek şekilde ergitilir. Ürün aşamalı bir şekilde soğutularak, kurşundan daha hafif empüritelerin (safsızlıklar) dross tabakası oluşturacak şekilde yüzeyde toplanması ve uzaklaştırılmaları sağlanır. Ergimiş kurşun bulyonunda kalan empüritelerin de bir sonraki aşamada, üzerinden hava geçirilen bir ergitme işlemiyle curuf fazında toplanarak ayrışmaları ve kurşunun safiyetinin de %99.9 a çıkması sağlanır. Kurşunun kolay işlenebilen, yaygın bir metal olması ve ergime derecesinin düşüklüğü (327.5 
°C) nedeniyle iş yaşamında çok yaygın olarak kullanılır. Kurşun, hava, su ve toprak yoluyla, solunumla ve besinlere karışarak biyolojik sistemlere giren son derece zehirleyici özelliklere sahip bir metaldir. Yüzbinlerce ton kurşun, kurşunlu petrolden elde edilen ve kurşun tetra-etil ((CHCH)Pb) eklenerek oktan sayısı arttırılan yakıtlarla çalışan içten yanmalı motorlardan çıkan gazlarla dünya atmosferine boşaltılmaktadır. Atmosferden kurşun (büyük oranda metal oksitleri ve tuzları şeklinde) yağmurla tekrar yeryüzüne inerek çevremize her geçen gün daha fazla yayılmaktadır. Kurşun madenleri ve metal endüstrileri, akü ve pil fabrikaları, petrol rafinerileri, boya endüstrisi ve patlayıcı sanayii atık sularında da istenmeyen konsantrasyonlarda kurşun kirliliğine rastlanır. Pil fabrikası atık sularında 5,66 mg/l, asidik maden drenajlarında 0,02-2,5 mg/l, tetraetil kurşun üreten fabrika atık sularında 120–150 mg/l organik, 66–85 mg/l inorganik kurşun kirliliğine rastlanmıştır. Glukoz Basit bir şeker (veya monosakkarit) olan glukoz (veya glikoz veya glükoz) yaşam için en önemli karbonhidratlardan biridir. Hücreler onu bir enerji kaynağı ve metabolik reaksiyonlarda bir ara ürün olarak kullanırlar. Glukoz fotosentezin ana ürünlerinden biridir ve hücresel solunum onunla başlar. Adı Yunanca "tatlı" anlamına gelen "glukus" (γλυκύς) ve kimyada şekerlere verilen "-oz" sonekinden türetilmiştir. Türkçede "glikoz", "glukoz" 'dan daha yaygın kullanılmakla beraber kimyasal adlandırma sistemleri bakımından bu hatalıdır. Uluslararası Temel ve Uygulamalı Kimya Birliği (IUPAC)'ın önerdiği adlandırma kurallarına göre "glikoz", monosakkarit yerine kullanılan bir sözcüktür, glukoz ise burada söz konusu olan şeker türüdür. Kimyada gliko- öneki ile başlayan isimler şekerli bileşiklere aittir, gluko- öneki ile başlayan isimler ise glukozlu bileşiklere aittir. Örneğin glukozitler, glikozitlerin bir alt grubudur. Bu nedenle, bu metinde 'glukoz' kullanılacaktır. Doğal biçimine (-glukoz) gıda sanayisinde dekstroz olarak da değinilir. Bu maddede glukozun -biçimine değinilmektedir (molekülün ayna görüntüsü -glukoz olarak adlandırılır. Eğer bu madde veya herhangi bir bilimsel yazıda sadece Glukoz kelimesi geçiyorsa, yanı herhangi bir ön ek almamışsa D- ya da L- şeklinde, burada bahsı edilen D-Glukoz’dur. L-Glukoz sentetik olarak sentezlenebilen ama önem bakımından pek önemli olmayan Glukozun bir izomeridir. Glukoz altı karbon atomu ve bir aldehit grubuna sahip olduğu için aldoheksoz olarak sınıflandırılır. Glukoz molekülü açık halkalı (asiklik) veya halkalı (siklik) biçimli olabilir. Halkalı hali aldehitli C atomu ile C-5 hidroksil grubu arasında molekül içi bir reaksiyon ile bir hemiasetal oluşumunun sonucudur. Suda her iki biçim birbiriyle dengededir ve pH 7'de halkalı biçim coğunluktadır. Beş karbon ve bir oksijenden oluşan halka piran yapısına benzediği için glukozun halkalı biçimine glukopiranoz olarak da değinilir. Halkadaki karbonlardan dördü bir hidroksil grubuna bağlı, beşincisi ise halkanın dışında yer alan ve CHOH grubu oluşturan altıncı bir karbona bağlıdır. Glukozun altı optik merkezi vardır, yani teorik olarak glukozun (4²-1) = 15 optik stereoizomere sahip olabilir. Canlı organizmalarda bunların yedisine raslanır, bunlardan galaktoz ve mannoz en önemlileridir. Bu sekiz izomer (glukoz da sayılırsa) birbirlerininin diastereoizomerleridir ve hepsi -serisine aittirler. Glukoz halkalaşınca ("anomerik karbon atomu" denen) C-1'de bir asimetrik merkez daha oluştuğundan iki halkasal yapı oluşabilir: "α"-glukoz ve "β"-glukoz. Aralarındaki yapısal fark, halkadaki C-1'e bağlı hidroksil grubunun yönüdür. -glukoz Haworth projeksiyonu ile çizildiğinde "α", C-1'e bağlı olan hidroksilin halka düzleminin altında olduğu anlamına gelir, "β" ise üstünde. Mutarotasyon olarak adlandırılan bir süreçte "α" ve "β" biçimleri sulu çüzeltilde saatler mertebesinde bir sürede birbirlerine dönüşüp sonunda 36:64 gibi bir "α":"β" oranıyla dengeye ulaşırlar. Glukoz gıda sanayisinde nişastanın enzimatik hidrolizi ile üretilir. Nişasta kaynağı olarak pek çok tarım mahsulu kullanılabilir. Mısır, pirinç, buğday, patates, manyok, ararot, sagu dünyanın çeşitli yörelerinde kullanılır. Bu enzimatik işlem iki aşamalıdır. Yaklaşık 100 °C'de 1-2 saat boyunca enzim nişastayı 5-10 glukoz birimli küçük karbonhidratlara parçalar. Bu işlemin bazı çeşitlemelerinde nişasta karışımı bir veya birkaç kere 130 °C veya üstünde kısaca ısıtılır. Bu ısıtma nişastanın suda çözünürlüğüne yardım eder, ama enzimi de çalışmaz hale getirdiği için her ısıtmadan sonra yeniden enzim eklenmesi gerekir. Şekerleşme ("sakkarifikasyon") diye adlandırılan ikinci adımda kısmen hidroliz olmuş nişasta "Aspergillus niger" mantarından elde edilen glukoamilaz enzimi aracılığıyla tamamen glukoza parçalanır. Tipik reaksiyon şartları pH 4,0-4,5, 60 °C ve %30-35 oranında karbonhidrat konsantrasyonudur. Bu şartlarda 1-4 gün içinde nişastanın %96'dan fazlası glikoza dönüşür. Daha sulandırılmış reaksiyonlarda daha yüksek verim elde etmek mümkündür ama daha büyük bir reaktör ve daha çok su gerektiğiden genelde ekonomik değildir. Elde edilen glukoz süzülerek saflaştırılır ve çok kademeli evaporatör ile yoğunlaştırılır. Katı D-Glukoz tekrarlanan kristelleştirmelerle üretilir. Canlıların neden fruktoz gibi başka bir monosakkarit değil de glukozu bu kadar yaygın bir şekilde kullandıkları konusunda ancak tahmin yürütülebilir. Glukoz, abiyotik şartlarda formaldehitten oluşabilir, dolayısıyla ilkel biyokimyasal sistemler için kullanıma hazırdı. Gelişmiş organizmalar için daha önemli olan bir özelliği glukozun proteinlerin amino grupları ile reaksiyona girme eğiliminin diğer heksoz şekerlere kıyasla çok daha düşük olmasıdır. Glikasyon adı verilen bu reaksiyon pek çok enzimi ya yavaşlatır ya da tamamen durdurur. Glikasyon reaksiyonunun yavaş olmasının nedeni, glukozun daha az reaktif olan halkasal izomerini tercih etmesidir. Buna rağmen diabetin uzun dönemli komplikasyonlarının çoğu (örneğin körlük, böbrek yetmezliği, periferal nöropati) protein ve lipitlerin glikasyonundan kaynaklanır. Glikozilasyon, glukozun katıldığı önemli reaksiyonlardan bir diğeridir. Glukoz canlılarda çok yaygın bulunan bir yakıttır. Karbonhidratlar insan vücudunun başlıca enerji kaynağıdır, gram başına 4 kilo kalori (16 736 Joule) (1 kalori = 4.184 Joule)gıda enerjisi sağlarlar. Karbonhidratların (örneğin nişastanın) yıkımı mono ve disakkaritler sağlar ve bunların çoğu glukozdur. Glikoliz ve bunu izleyen sitrik asit döngüsü yoluyla glukoz sonunda CO2 ve suya oksitlenir ve başlıca ATP şeklinde olmak üzere enerji sağlar. İnsülin ve glukagon hormonları kandaki glukoz seviyesini düzenler. İnsülin hormonu kan şekerini düşürürken glukagon hormonu kan şekerini yükseltir. Diyabet hastalarının pankreası insülin hormonunu yeterince salgılamamaktadır. Aç karnına kanda glukoz seviyesinin yüksek olması diyabet öncesi veya diyabetik bir durumun göstergesidir... Glukoz proteinlerin üretiminde ve lipit metabolizmasında önemli bir rol oynar. Bitkilerde ve çoğu hayvanda C vitamini (askorbik asit) üretiminin bir öncülüdür. Glukoz çeşitli önemli bileşiğin sentezinde bir öncül olarak kullanılır. Nişasta, selüloz ve glikojen ("hayvan nişastası") glukoz polimerleri yani "polisakkarit"lerdir. Sütün başlıca şekeri olan laktoz, bir glukoz-galaktoz disakkaritidir. Önemli bir diğer disakkarit olan sükroz da fruktoza bağlı glukozdur. Bütün gıdasal karbonhidratlar glukoz içerirler, ya bir polimerin yapı taşı olarak (nişasta ve glikojende olduğu gibi) veya başka bir monosakkaritle birleşik olarak (sükroz ve laktoz gibi). Duodenum ve ince bağırsakta oligo- ve polisakkaritler pankreatik ve bağırsak glikozidazları tarafından monosakkaritlere parçalanırlar. Ardından, glukoz, enterositlerin önce bağırsak tarafındaki (apikal) zarlarındaki taşıyıcılar tarafından, sonra da dolaşım sistemi tarafındaki (bazal) zarlardaki taşıyıcılar tarafından taşınarak kana aktarılır. Glukozun bir kısmı doğrudan beyin ve alyuvarlara giderek onlara yakıt olur, gerisi ise glikojen olarak depolanmak üzere karaciğer ve kaslara, ve yağ olarak depolanmak üzere yağ dokulara gider. Galaktoz Galaktoz, glukoza göre daha az tatlı olan ve sudaki çözünürlüğü fazla olmayan bir şeker türüdür. Süt ve süt ürünlerinde, şeker pancarında, bazı bitkilerden elde edilen sakız ve reçinelerde zengin olarak bulunur. İnsan vücudu tarafından da sentezlenebilen galaktoz, glikolipid ve glikoproteinlerin yapısında kullanılır. Galaktoz karaciğerde aşağıda gösterilen enzimatik reaksiyonlar yardımıyla glikoz-6-fosfat'a çevrilmektedir. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübâdelesi, 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması'na ek olarak yapılan sözleşme uyarınca Türkiye ve Yunanistan Krallığı'nın kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına verilen addır. Göçe tabi tutulan kişilere ise "mübâdil" denir. Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hristiyan Rum Anadolu'dan Yunanistan'a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmıştır. Mübadele kapsamına giren kişiler ile mübadele kapsamına girmeyen kişiler arasındaki ayrımın ana kıstası ırk ya da dil değil din olduğu için Rum denilenlerin arasında, Türkçeden başka dil bilmeyen ve konuşmayan Türk Ortodoks Hristiyan Gagavuzlar ile Karamanlı Ortodokslar, Yunanistan'dan gelen Müslümanların arasında da Türklerin yanında Drama, Kavala, Karacaova ve Kesriye'den gelen Bulgarca ve Makedonca konuşan Pomaklar, Rumence konuşan Ulahlar, Yunanca (""romeika"") konuşan Patriyotlar ve kendi dilleriyle konuşan Arnavutlar da bulunmuşlardır. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında Türkiye'de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada'da oturan Rumlar, Yunanistan'da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardır. Mübadelede Drama, Girit, Midilli,Kavala, Selanik, Vodina ve Yanya'dan Türkiye'ye gelen nüfus Doğu Trakya ve Batı Anadolu'da Rum azınlığın ayrılışı ile boşalan yerlere iskan ed
ilmişlerdir. Mübadillerin yoğun olarak iskan edildikleri şehirler Adana, Balıkesir, Bilecik, Bursa, Çanakkale, Edirne, İstanbul, İzmir, Kırklareli, Kocaeli, Manisa, Mersin, Samsun ve Tekirdağ idi.. Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş, ancak geriye kalan az sayıda olayda 1930 İnönü-Venizelos sözleşmesine dek zorunlu göç uygulamasına devam edilmiştir. Zorunlu göç gerek Türk, gerek Yunan ekonomisinde yaklaşık 20 yıl süren ağır bir krize yol açmıştır. Osmanlı Devleti 1912 yılında, Balkan Savaşı sonrasında Rumelideki topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybederken geride, Osmanlı tebaasıyken bir anda başka bir devletin azınlık statüsündeki vatandaşları konumuna düşen yüzbinlerce Müslüman Türk bırakmıştı. Yunanlar tarafından potansiyel tehlike olarak görülen Epir bölgesindeki, Selanik ve çevresindeki şehirler ile birlikte adalardaki Müslümanlara karşı yoğun baskı ve yer yer katliamlar yapılmaktaydı. Bu durum yaklaşık on sene sürmüştü. 1922'de Yunan Ordusu'nun Anadolu'dan mağlup ayrılmasının ardından artık Anadolu'da can ve mal güvenliğini kaybettiğini düşünen 1,069,957 Anadolulu Rumun Yunanistan'a göç etmesiyle göçmenleri boş arazi ve evlere yerleştirme sorununun baş gösterdiği Yunanistan'da, Anadolu'dan gelen göçmenler Müslümanları evlerinden çıkarmaya ve onların evlerine yerleşmeye başlamıştı. Rum göçmenlerin barınması için gerekli arazi ve evlerin bir kısmı Müslümanların Türkiye'ye gitmesiyle sağlanacaktı. Hem Yunanistan'daki hem de Türkiye'deki azınlıkların sorunlarının daha da artması üzerine Lozan şehrinde barış anlaşmasının hazırlığı için görüşmelerin başladığı dönemde 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye ile Yunanistan arasında mübadeleyi öngören sözleşme imzalandı. Sözleşme 19 maddeden oluşuyordu. Sözleşme gereği 1 Mayıs 1923 tarihi itibarıyla Türkiye topraklarındaki Rum/Ortodoks nüfus ile Yunanistan topraklarındaki Türk/Müslüman nüfus arasında zorunlu göç uygulaması şarta bağlanmış oluyordu. Mübadeleye tabi tutulmayacak olanlar sözleşmenin 2. maddesinde belirtildiği üzere Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumları idi. 3. madde ile 18 Ekim 1912 tarihinden itibaren yerlerinden göç etmiş olanlar da mübadele kapsamına alınıyordu. 6. ve 7. maddelere göre göçe tabi tutulanlara her iki hükümet de gereken kolaylığı gösterecek, mübadil kişi terk ettiği ülkenin vatandaşlığından çıkacak yeni geldiği ülkenin vatandaşlığını alacaktı. 5. maddeye göre mübadillerin mülkiyet haklarına hiçbir zarar verilmeyecekti. 8. maddeye göre ise mübadiller her çeşit taşınır mallarını hiçbir vergiye tabi olmadan yanlarında getirebileceklerdi. 9. maddeye göre mübadillerin geldikleri yerde bırakmış oldukları mallar Karma Komisyon tarafından tasfiye edilecekti. Bu madde 18 Ekim 1912'den sonra yerlerinden ayrılanları da kapsayacaktı. 11, 12 ve 13. maddeler sözleşmenin uygulamasını üstlenecek karma komisyonun kurulması ile ilgiliydi. Karma Komisyonun sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihi izleyen bir ay içinde kurulması öngörülüyordu. 14. maddede göçmenlere yeni geldikleri ülkede geride bıraktıkları mallara eş değer nitelikte ve değerde mal verileceği belirtilmişti. 15.-18. maddeler ise tarafların Karma Komisyona karşı yükümlülükleri, mübadelenin gerçekleşmesi sırasında sağlanacak kolaylıklar, mübadeleye tabi olacak kişilere duyuru yapılması, sözleşmenin yürürlüğünün emniyete alınması için her iki hükümetin yapacağı yasal değişiklikler yer almıştır. Sözleşmenin 11. maddesin azınlıkların mübadelesini denetleyecek, mallarına değer biçmek ve bu malları tasfiye etmek üzere bir Karma Komisyonun kurulmasını ön görmekteydi. Komisyonun dört üyesi Türkiye hükümetini, dördü Yunanistan hükümetini temsil edecek, geriye kalan üç üye ise 1914-1918 I. Dünya Savaşı'na katılmamış ülkelerin Milletler Cemiyeti tarafından seçilecek temsilcilerinden oluşacaktı. Karma Komisyonun merkezi 8 Ekim 1923'ten 21 Haziran 1924'e kadar Atina, bu tarihten sonra tasfiye edilene kadar ise İstanbul'du. 1923-1926 arası Karma Komisyonun tahsis ettikleri ile Türkiye'ye gelen mübadil sayısı 355,635 idi. Bu sayıya kendi ulaşım olanaklarıyla Yunanistan'dan ayrılıp Türkiye'ye gelenler dahil değildir. 1921-1928 arası Türk hükümetinin iskan ettirdiği mübadil sayısı 463,534 kişidir. 1912-1914 arası Balkan Savaşı sonrasındaki süreçte Yunanistan'dan gelen göçmen sayısı ise 125.000 dir. Adana, Edirne, Balıkesir, İstanbul, Bursa, Tekirdağ, Kırklareli, İzmir, Kocaeli, Manisa, Çanakkale, Mersin, ve Samsun gibi iller Yunanistan'dan gelen mübadillerin en yoğun olarak yerleştirildiği illerdir. 1928 genel nüfus sayımına göre Yunanistan'daki göçmen nüfus 1,221,849 idi. Bunun 1,104,216 sı Türkiye'den, geri kalanı ise diğer ülkelerden gelmiştir. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi hakkındaki eleştiriler genel olarak iki husus üzerinde toplanmaktadır. Birincisi, mübadelenin mecburi olmasıdır. Onca savaş ve kötü muamelelere rağmen doğup büyüdükleri, resmi vatandaşı oldukları ülkenin topraklarda kalan insanların, temel bir insan hakkı olan "yerleşme ve seyahat hürriyeti" aksine devletlerarası bir anlaşma üzerine zorla yerlerinden edilerek dilleri ve kültürleri yabancı topraklara gönderilmesinin bir "vatana iade" değil "iki sürgüne gönderme" olduğu iddia edilmiştir. İkinci eleştiri hususu "milliyet" kıstasının "dini aidiyet" üzerinden anlaşılmasıdır. Yani lisan olarak Türkçe konuşanlar dahil bütün Ortodokslar Türkiye'den Yunanistan'a; buna karşılık yine lisanına bakılmaksızın Müslüman olan bütün halklar Yunanistan'dan Türkiye'ye gönderilmiştir. Hal böyle iken Katolik ve Protestan Rumlar yerlerinde kalmıştır. Bu uygulama Osmanlı "Millet Sistemi" anlayışının hâlâ işlevsel olduğunu göstermektedir. Ancak bu işlevin suiistimal edildiği; Anadolu'da Müslümanların yeni devletçe kurulmak istenen ulusal birliğe daha kolay uyum sağlayacağı ön kabulünde, Müslümanlık kıstasının Türklük kıstasına baskın olmasının etkili olduğu iddia edilmiştir. İnanca dayalı olarak yapılan zorunlu mübadele sonrası yaşanan dram ve ayrılık Türk toplumsal yaşamında ve Balkanlarda yaşan Türkler üzerinde derin kırılganlıklar yaratmış, mübadeleyi konu olan belgeseller, filmler, kitaplar ve müzikler yayınlanmıştır. Yönetmenliğini Çağan Irmak'ın yaptığı sinema filmi "Dedemin İnsanları", anonim Selanik türküsü "Bir Fırtına Tuttu Bizi" dikkat çeken eserler olmuştur. Arado İlk Arado uçakları: II. Dünya Savaşı’nda Arado uçakları: II. Dünya Savaşı’nda Arado projeleri: Lahad Datu Lahad Datu, Malezya'nın Sabah eyaletinde bulunan bir şehirdir. Şehir Borneo Adası'nın kuzeydoğusunda Darvel Körfezi'nin kuzey kıyısında yer almaktadır. Şehrin nüfusu 2010 yılı itibarı ile 199,830'dur. Lahad Datu, kakao ve palmiye yağı tarlaları ile çevrili olup aynı zamanda önemli bir kereste ihraç limanıdır. Şehre Lahad Datu Havalimanı hizmet vermektedir. Şubat-Mart 2013 tarihleri arasında Malezyalı güvenlik güçleri ile bölgede hak iddia eden Filipinli silahlı gruplar arasında çatışmalar meydana gelmiştir. Bileşik sayı Bileşik sayı, en az iki asal sayının çarpımı olarak yazılabilen pozitif tam sayıdır. Tektanrıcılık Tektanrıcılık veya monoteizm, tek bir tanrının varlığına ya da Tanrı'nın birliğine duyulan inanç olarak tanımlanır. Monoteizm sözcüğü, etimolojik açıdan, Yunanca mono (tek) ve theoi (tanrı) sözcüklerinden türemiştir. İnsanın düşünsel evriminde Tanrı inancı soyut düşüncenin gelişme süreciyle bağlantılanır. İlk tanrılar somut, kendilerinden bereket, korunma gibi belirli amaç ve umutlar beslenen, kişisel tapınmalarla ilgili olduğu iddia edilmektedir. Tektanrıcılığın 4000 yıl kadar önce eş zamanlı olarak Mısır, Babil ve Hint toplumlarında ortaya çıkmaya başladığı ifade edilmektedir. Orhan Gökdemir'e göre tek tanrılı dinlere gidiş bir dinde sadeleşme ve devrim hareketidir. Bu devrim eski dini anlayışları dümdüz ederek yıkar. Ancak başlangıçta görülen hızlı bir yıkım sonrasında devrim yavaşlar ve eski pagan inançlar yeni kimliklere bürünerek yeniden ortaya çıkarlar. Musevilik, İsevilik ve Muhammedilik kurucuları kadar bu karşılaşmanın da ürünü olan dinlerdir. Tek tanrılı dinlerde eski ilahların bir kısmı melek, cin, şeytan, aziz ve peygamberlere dönüştürülmüşlerdir. Yeniden kurgulanan mitolojik anlatımlarda Sümerlilerin eski tanrılarının tek tanrılı dinlerde Hızır, İlyas gibi peygamberlere ya da azizlere, velilere ve hatta meleklere, cinlere dönüştüğü görülebilmektedir. Allah'ın isimlerinden bir kısmı da Arap ve ortadoğu mitolojilerinde eski ilahlara verilen isimlerle ortak kök isimlerden oluşur. İskoç bilim adamı David Hume, “tarihin ne kadar gerisine gidersek gidelim, insanlığın çoktanrıcılığa o denli dalmış olduğunu görürüz” der. Ona göre, daha yetkin bir dinden ne bir iz ne de bir belirti vardır. Antropoloji'nin kurucusu kabul edilen ve animizmin isim babası olan Edward Burnett Tylor; ruhi varlıklara inanış olarak tanımladığı animizmin, insanlığın ilk dini olduğunu varsayar. Ona göre bu inanış tüm ilkel ırklarda görülür. Comte’un “fetişizm, politeizm ve monoteizm” diye sunduğu sınıflandırmayı o, “animizm A, animizm B ve monoteizm” diye sunar. Buna göre animizm, bir üst gelişim aşamasına ulaşıncaya kadar kendi içinde beş basamağa ayrılır. Bunlardan ilki, insandaki maddi olmayan yönün (ruh) varlığının keşfi; ikincisi, ruhun ölümden sonra da varlığını devam ettirdiğine olan inanç; üçüncüsü, ruhun rüya ya da trans halinde bedeni geçici olarak terk etme kabiliyetine sahip olduğunun keşfi; dördüncüsü, hayvanların ve hatta cansız varlıkların da ruha sahip olduklarına inanç; beşincisi de hayaletlere olan inançtır. İngiliz filozof ve sosyolog Herbert Spencer; Dinin kökeninin atalara tapınma ile başladığı fikrini ileri sürmektedir. Spencer, dinle ilgili görüşlerini First Principles (İlk İlkeler) (1862) ve The Principles of Sociology (Sosyolojinin İlkeleri) (1877 ve 1885) adlı eserinde dile getirmiştir. İskoç etnolog John Ferguson Mc Lennan (1827–1881) ise; dinlerin ilk safhasının totemizm olduğunu iddia etmiştir. Ona göre, ilkel insan hayvanlara, bitkilere ve tabii nesnelere canlılık ve kişi
lik atfettikten sonra her kabile saygı objesi olarak bunlardan birisini seçmiştir. Emile Durkheim ise, Robertson Smith’den aldığı dört önemli görüşten hareket etmektedir; İlkel din, kabile kültüdür ve bu kült totemiktir. Totem ve klan birbirinden ayrılmaz. Klanın tanrısı kutsallaşmış toplumun kendisidir. Totemizm en basit ve en ilkel din biçimidir. Bu görüşlerden yola çıkan Durkheim’e göre ilk din totemizmdir. Dinin kökenini totemciliğe bağlayan bir başka ilim adamı da Sigmund Freud’dür. Dine psikoanalitik bir yöntemle yaklaşan Freud’e göre din, bir yanılsamadan ibarettir ve onu doğuran da sürekliliğini sağlayan da suçluluk duygusudur. Freud, bireyin küçük yaşlarda yaşadığı bazı travmaların, uzun bir uyuklama devresinden (latens devresi) sonra buluğ çağı ve ileriki yaşlarda, tekrar gün yüzüne nevrozlarla çıkmasına benzer bir sendromun soy yaşamında da olabileceğini belirtir. Buna göre mesela, geçmişte yaşanmış cinsel şiddetle de ilgili bir travmatik olay, ileride dini doğurmuş olabilir. Max Müller'in savunduğu görüşe göre ise; tek bir başlangıçtan ziyade, farklı yollar ve görünümlerde ortaya çıkan hallerle evrimleşerek ilerleyen bir süreç olduğunu kabul eder. Bu sürecin doğayı tanıma maksadıyla farklı basamaklarla başladığını; insanın kendini aşan durumları ister ruh, ister doğa, ister atalara tapınma, isterse tabiat güçleri/tanrıları fikrinden gelerek kavramaya çalışsın, sonraki safhanın tabii gözlem yoluyla yüce tanrı fikrine ulaşılacağını iddia etmiştir. Müller tabii dini (naturalimzi) üç bölüme (Fiziki-Antropolojik-Psikolojik) ayırmış ve monoteizmi her bölümde olan bir safha olarak tanımlamıştır. Sosyolojinin kurucusu kabul edilen Auguste Comte insanın düşünsel evrimde 3 aşama geçirerek tek tanrıcılığa ulaştığını söyler. Ona göre: 1. Basamak’ta, insan, çevresindeki eşyayı canlı, akıllı varlıklar olarak düşünmüştü; putçuluk (fetişizm dönemi), 2. Basamak’ta, insan, çevresindeki olayların görünmez varlıklarca yöneltildiğine inandı; çoktanrıcılık (politeizm), 3. Basamak’ta, insan, bu görünmez varlıkların tek ve büyük bir iradenin yönetimi altında bulunduğu inancına vardı; tektanrıcılık (monoteizm). Politeizm dönemindeki tanrıların aşama aşama aile, kabile ve şehir ve ulus tanrılarına dönüştüğü düşünülmektedir. Bir sonraki aşama ise tanrılara soyut sıfatlar verilmesi, panteonda yer alan diğer tanrıların isim, sıfat ve eylemlerinin baştanrılarda toplanmasıdır. Bazen de bu tanrılar bir sonraki kültürde baştanrının yardımcılarına, melek, cin, şeytan gibi varlıklara dönüşür. Bu gelişime en açık örneklerden birisini Marduk oluşturur. Sümerlerin 50 kadar tanrısının ismi sonraları Marduk'a verilmiş ve tektanrıcılık yönünde adımlar atılmıştır. Ne var ki Buhtunnasr, Marduk'un tek tanrı olduğu inancını sadece kendi taşımış, ulusuna yaymak gücünü gösterememiştir. Bu tanrının birçok özelliklerinin Yahudi tanrısı Yahova'ya taşındığı, Hammurabi kanunlarının da Yahudi şeriatının temelini oluşturduğu ifade edilmiştir. Samuel Reinach, Orpheus adlı kitabında "Eğer Musevi kanunlarının Musa’ya Tanrı tarafından yazdırıldığı doğruysa, Tanrı, Hammurabi’nin yapıtını aşırmış demektir." ifadesini kullanmıştır. Mısırlı IV. Amenotep'in tek tanrısı Aton (MÖ 14. yüzyıl)'dur. Günümüz tek tanrılı dinlerindeki birçok kavram ve uygulamanın kaynağı sümer mitolojilerinde görülmektedir; Tek tanrılı dinlerdeki kadınların başörtüsü adetinin İnanna için yapılan tapınaklardaki tapınak fahişelerinin takmasından gelmesi; Meryem’e Madonna, yani bizim büyük hanımefendimiz denmesinin kökeninde yine İnanna’ya sesleniş şeklinin olması; İsa’nın 25 aralıktaki doğumu; Sümerlilerin eski tanrılarının tek tanrılı dinlerde Hızır, İlyas gibi peygamberlere ya da azizlere, velilere ve hatta meleklere, cinlere dönüşmesi; Sümer’de tarlaya benzetilen kadınların Tevrat’ta ve Kur'an’da da aynı benzetmeyle tanımlanmaları, Sümerliler’in kırmızı rahiplerinin tapınağa gelen insanlara Hıristiyanlıktakine benzer şekilde günah çıkarma seansları uygulamaları… vd. XIX. yüzyılda, diğer evrimci görüşlerin aksine dinin kökenin bir Yüce Varlık fikrinin olduğunu ileri süren, Andrew Lang’dır (1844–1912) Yazar ve Gazeteci olan Lang'ın bu iddiasını sistemli hale getiren kişi ise Wilhelm Schmidt olmuştur. İlkel tek tanrıcılık tanımını yaparak teorileştiren Wilhelm Schmidt, yaşadığı dönemde; natüralizm (Max Müller), fetişizm (Charles de Brosses, Auguste Comte, John Lubock), atalar kültü (Herbert Spencer), animizm (Edward B. Tylor), totemizm (W. Robertson Smith, Sigmund Freud, Emile Durkheim), büyücülük (J. G. Frazer, J. H. King) gibi din alanında hakim olan teorileri reddetmiş ve bunların dinin başlangıcını ve en eski dinî tecrübeyi yansıtmadığını savunmuştur. Wilhelm Schmidt tek tanrıcı fikrin çok tanrıcılık öncesinde de mevcut bulunması gerektiğini belirtmiştir. 1912 tarihinde ilk kez yayımladığı "Tanrı Fikrinin Kaynağı" adlı eserinde; 'Yüce ve merhamet sahibi olan' kavramının, kimi ilkel toplumlarda görüldüğünü ve bu tek yüce ekolünün, çok tanrılı sistemlerden önce görülen 'Primitif Monoteizm' olarak tanımlamak gerektiğini iddia etmiştir. Dolayısıyla monoteizmin öncülü olarak iddia edilen, fetişzm veya animizm evrelerinden de önce primitif monoteizm'in olması gerektiğini belirmiştir. Günümüz dinlerinin tanrı kavramı üzerine fikirleri; vahiy olmaksızın tanrı fikrine ulaşılamayacağını iddia eden ekollerden, Katolik öğretideki tanrı fikrine akıl ile ulaşılabileceğini iddia eden ekollere kadar değişkenlik göstermektedir. Dolayısıyla dinlerin (ilahiyatçı/vaiz/rahip/papaz/kelamcı ve benzerlerinin) tamamının ortak ve net bir görüşte olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bu inanç sistemi tüm evrenin yaratıcısının tek bir tanrı olduğunu savunur. Bahailik, İslam, Hırıstiyanlık, Musevilik, Kaodaizm, Atenizm, Zerdüştlük, Ekankar, Sihizm, Rastafaryanizm, Çendoizm, Ravideşa, Sekanova, Tenrikyo ve Sâbiîlik, Tengricilik, Burhancılık, Deizm Tektanrılı dinler veya inançlardır. Monizm, panenteizm, henoteizm, panteizm, öz monoteizm, üçleme monoteizm gibi yaklaşımlar tek tanrıcılıkla bağlantılıdır. Antik Mısır'da MÖ 14. yüzyılda Firavun IV. Amenhotep'in döneminde, onun tarafınca ortaya çıkarılmış tek tanrılı bir dindir. İbrahimi dinlerin kitaplarında de Tanrı kişileştirilmiş bir yaratıcıdır. Birincil kişi olarak konuşur ve gurur, öfke gibi duygular sergiler, bazen insanların karşısına "insan görüntüsü" ile çıkar. İslam'da Allah Müntakim (intikam alan, intikamcı), Mütekebbir (kibirli), ve hilecidir. Sabur (çok sabırlı), celil (çok öfkeli), rahim (çok merhametli), halim (yumuşak huylu) gibi insani duygular ifade eden isimlerle de anılır. Hristiyanlık inancına göre Tanrı vardır. Bazı mezheplere göre İsa onun oğlu, bazı mezheplere göre ise hem Tanrı'nın oğlu hem de Tanrı'nın bizzat kendisidir. İslam inancına göre Tanrı birdir ve tektir. Bu inanca tevhit inancı denir. Birden çok tanrıya tapınmak İslam'a göre şirk, yani Tanrı'ya ortaklar üretmektir. Çoktanrıcılık Çoktanrıcılık ya da Politeizm, politeizm sözlük anlamıyla birden çok tanrıya inanmak, tapınmak manalarına gelmektedir. Sözcük, etimolojik açıdan, Yunanca "poly" (çok) ve "theoi"z (tanrı) sözcüklerinden türemiştir. Birçok antik din, geleneksel tanrıların toplandığı panteonlarla, politeistik bir yapıya sahipti. Bu panteonlar ve farklı tanrılar uzun bir zaman dilimi içerisinde kültürel değiş tokuş ve deneyimle yoğrularak gelişmiştir. Eski toplumların birçoğu politeistti. Politeizmdeki önemli bir nokta, birçok tanrıya tapınmanın her şeyi bilen ve her şeyden güçlü bir ilahi varlığa inancı da içerebilecek olmasıdır. Nitekim çoğu politeistik dinde, panteonun başında, her şeyden ve diğer tanrılar da dahil herkesten güçlü ve bilge bir baş tanrı figürü bulunur. Politeistik inanç sistemlerinde, tanrılar bireysel yetenek, ihtiyaç, hikâye, arzu ve özelliklere sahip karmaşık kişilikler olarak ortaya çıkar. Çoğu zaman bu tanrılar sınırsız güç ve bilgiye sahip değildir, bunun yerine, insan benzeri kişisel özelliklere sahip, ek olarak bazı bireysel (doğaüstü) güç, yetenek ve bilgiye sahip olarak tasvir edilirler. Politeistik bir panteonda, tanrıların birden çok ismi olabilir ve her isim tanrının belirli bir rolüne veya hikâyesine gönderme yapıyor olabilir. Politeizm'in genel prensipleri arasında tanrılarının sayısının belirsiz olması ve her tanrının kendine özgü görevlerinin bulunması vardır. Eski Anadolu uygarlıklarından olan Hitit ve Friglerin dinleri, Antik Yunan ve Roma dinleri, Arapların eski dini ve günümüze ulaşmış olan dinlerden Hinduizm çoktanrılı dinlere örnektir. Politeizm dönemindeki tanrıların aşama aşama aile, kabile ve şehir ve ulus tanrılarına dönüştüğü düşünülmektedir. Bir sonraki aşama ise tanrılara soyut sıfatlar verilmesi, panteonda yer alan diğer tanrıların isim, sıfat ve eylemlerinin baştanrılarda toplanmasıdır. Bazen de bu tanrılar bir sonraki kültürde baştanrının yardımcılarına, melek, cin, şeytan gibi varlıklara dönüşür. Bu gelişime en açık örneklerden birisini Marduk oluşturur. Sümerlerin 50 kadar tanrısının ismi sonraları Marduk'a verilmiş ve tektanrıcılık yönünde adımlar atılmıştır. Ne var ki Buhtunnasr, Marduk'un tektanrı olduğu inancını sadece kendi taşımış, ulusuna yaymak gücünü gösterememiştir. Bu tanrının birçok özelliklerinin Yahudi tanrısı Yahova'ya taşındığı, Hammurabi kanunlarının da Yahudi şeriatının temelini oluşturduğu ifade edilmiştir. Samuel Reinach, Orpheus adlı kitabında "Eğer Musevi kanunlarının Musa’ya Tanrı tarafından yazdırıldığı doğruysa, Tanrı, Hammurabi’nin yapıtını aşırmış demektir." ifadesini kullanmıştır. Çoktanrıcılıktan Tektanrıcılığa doğru gelişimin 4000 yıl kadar önce eş zamanlı olarak Mısır, Babil ve Hint toplumlarında ortaya çıkmaya başladığı ifade edilmektedir. Orhan Gökdemir'e göre tek tanrılı dinlere gidiş bir dinde sadeleşme ve devrim hareketidir. Bu devrim eski dini anlayışları dümdüz ederek yıkar. Ancak başlangıçta görülen hızlı bir yıkım sonrasında devrim yavaşlar ve eski pagan inançlar yeni kimliklere bürünerek yeniden ortaya çıkarlar. Musevilik, İsevilik ve Muhammedilik ku
rucuları kadar bu karşılaşmanın da ürünü olan dinlerdir. Tek tanrılı dinlerde eski ilahların bir kısmı melek, cin, şeytan, aziz ve peygamberlere dönüştürülmüşlerdir. Yeniden kurgulanan mitolojik anlatımlarda Sümerlilerin eski tanrılarının tek tanrılı dinlerde Hızır, İlyas gibi peygamberlere ya da azizlere, velilere ve hatta meleklere, cinlere dönüştüğü görülebilmektedir. Allah'ın isimlerinden bir kısmı da Arap ve ortadoğu mitolojilerinde eski ilahlara verilen isimlerle ortak kök isimlerden oluşur. Megaloblastik anemi Megaloblastik anemi, B vitamini ve folik asit eksikliği sonucu oluşan bir anemi tipine verilen isimdir. Bu vitaminler DNA sentezinde önemli rollere sahiptirler. Bu nedenle eksikliklerinde DNA sentezinde çeşitli bozukluklar oluşur ve kemik iliğinde megaloblastik değişiklikler ortaya çıkar. Ayrıca perriferik kanda da makrositer anemi oluşur. Megaloblastik anemide eritrositlerin öncülleri normalden büyüktür, bu nedenle bu anemi türüne "megaloblastik" anemi denmiştir. Megaloblastik aneminin çeşitli sebepleri şunlardır: Tayyar Yalaz Tayyar Yalaz (1901, İstanbul - 12 Ekim 1943), Türk güreşçi. Tayyar Yalaz, Kuleli Askerî Lisesi'nde güreşe başladı. 1924 ve 1928 Olimpiyatları'nda milli forma giydi. 1928 yılında Amsterdam'da kazandığı dördüncülük 1936'ya kadar Türkiye'nin oyunlardaki en başarılı derecesi olarak kaldı. 1939-1943 yılları arasında Türkiye Güreş Federasyonu başkanlığı yaptı. Bu sırada binbaşı rütbesine kadar yükseldi. Tayyar Yalaz, federasyon başkanlığı görevi sırasında 12 Ekim 1943 tarihinde vefat etti. DJ DJ açılımıyla Disk Jockey Müzik akışını kontrol eden, parça seçiminde ve parçalar arası geçişlerde uyum sağlamakla görevli kişi.Djler genellikle bar, vb yerlerde çalışır. Dj'parçayı mixleyerek sunarlar. Akvaryum Akvaryum, çoğunlukla cam ya da yüksek dirençli plastik gibi saydam malzemelerden yapılan, genellikle balık olmak üzere, bazen de omurgasızlar ve ayrıca amfibyumlar, deniz memelileri ve sürüngenler gibi suda yaşayan bitki ve hayvanların tutulduğu ve daha çok bu canlıların sergilenmesi amacıyla kullanılan içi su dolu, küçük bir cam kavanozdan büyük su tanklarına kadar geniş bir yelpazede yer alan kap ve yapılar. Akvaryum sahibi olmak dünya çapında yaklaşık 60 milyon kişi tarafından paylaşılan popüler bir hobidir. Çağdaş akvaryumların öncülerinin ilk çıktığı 1850'li yıllardan beri, özellikle akvaryum balıklarını sağlıklı tutabilmek için daha karmaşık ışıklandırma ve filtreleme sistemleri de geliştirildikçe akvaryum ile ilgilenenlerin sayısı artmıştır. Halka açık akvaryumlar, evdeki akvaryumların büyük ölçekteki kopyalarıdır. Osaka Akvaryum, 5.400 m³’lük su tankı ve 580 türden oluşan su canlısı koleksiyonuna sahiptir ve Birleşik Krallık'ta yapılması planlanan "National institute for research into aquatic habitats" (Su yaşam alanlarını araştırmak için ulusal enstitü) 40 hektarlık büyüklüğüyle dünyanın en büyük akvaryumu olacaktır. İçinde tek bir balık barındıran cam kavanozlardan, dikkatle tasarlanmış destek sistemlerine sahip ve karmaşık ekosistemleri taklit etmeye çalışan büyük boyutlardaki akvaryumlara kadar çeşitli boyutlarda akvaryum bulunur. Akvaryumlar genellikle tatlı su, tuzlu su ve hafif tuzlu su akvaryumları olarak sınıflandırılır ve su sıcaklığı tropikal ya da soğuk ortamlara göre farklılık gösterir. Bu iki özellik ve diğerleri akvaryumda hangi balıkların ve diğer canlıların yaşayabileceğini belirler. Akvaryumda yaşayan canlılar sıklıkla doğadan toplansa da akvaryum ticareti için özel olarak yetiştirilen canlıların sayısı da gün geçtikçe artmaktadır. Dikkatli bir akvarist, akvaryumunda bulunan canlıların doğal yaşam alanlarının koşullarını taklit eden ekolojik dengeyi sağlayabilmek için önemli derecede çaba sarfeder. Su kalitesini sağlamak için besin maddelerinin giriş ve çıkışlarını, özellikle de akvaryumdaki canlıların ürettiği atıkları kontrol altında tutmak gereklidir. Azot çevrimi besin yoluyla azot girişini, canlılar tarafından toksik azot içeren atıkların üretilmesini ve yararlı bakteri popülasyonları tarafından bunların daha az toksik bileşiklere dönüştürülmesini tanımlar. Uygun bir akvaryum ortamı sağlamak için diğer önemli noktalar arasında uygun tür seçimi, biyolojik yüklemenin yönetimi ile iyi bir fiziksel yapı tasarımı bulunur. Bu koşulların sağlanamaması balık hastalıklarına davetiye çıkarır. Dipteki çakılların içerisinde yaşayan bakterilerle birlikte bitkiler güçlü bir arıtma sistemi oluşturur.Bitkiler,balıkların dışkılarındanmeydana gelen amonyumu ve nitratı alır.Fotosentez sırasında bitkiler besin olarak karbondioksiti kullanır.Ayrıca balıklar için hayati önem taşıyan,sudaki erimiş oksijen miktarını arttırır. Bitkiler,balıklar için barınak oluşturur ve balıkların stresini azaltır.Yavru balıkların saklanabilmesini sağlayan bir ortam oluşturur.İçinde bitkilerin yoğun olarak bulunduğu bir akvaryum egzotik su altı dünyasınıntadını çıkarmanızı sağlayacaktır. Akvaryum kelimesinin kökeni Latince "su" anlamına gelen "aqua" sözcüğü ile "yer, bina" anlamına gelen "-rium" son ekinin birleştirilmesiyle oluşan "aquarium" kelimesidir. Kapalı ve yapay ortamlarda balık bakılması, tarihi çok eskilere dayanan bir uygulamadır. Antik uygarlıklardan Sümerlerin, yakaladıkları balıkları yemek için hazırlamadan önce havuzlarda tuttukları bilinir. Koi ve japon balığının sazan balığından türetilmesine yaklaşık 2000 yıl önce başlandığı sanılmaktadır. Mısır’da Oxyrhynchus kazıalanında bulunan kalıntılarda Eski Mısır sanatına ait, dikdörtgen tapınak havuzları içinde kutsal balıkların beslenmesine dair çizimlere rastlanmıştır. Birçok kültürün tarihinde hem işlevsel hem de dekoratif nedenlerle balık beslendiğine rastlanır. Çinliler, Song hanedanı döneminde büyük seramik kaplar kullanarak Japon balıklarını iç ortama taşımıştır. İçinde bulunan balıkların gözlemlenebileceği, saydam ve kapalı bir su tankından oluşan, içeride tutulabilecek bir akvaryum fikri, görece yakın geçmişte ortaya çıkmıştır ancak bu gelişmenin tam tarihini bulmak oldukça güçtür. 1665 yılında günceleriyle tanınan Samuel Pepys, Londra’da "bir su kabında tutulan ve orada yaşayabilen, üzerinde yurtdışından getirildiği yazan oldukça ender rastlanan bir güzelliğe" rastladığını yazar. Peppys’in gördüğü balık büyük olasılıkla o zamanlar Doğu Hint Şirketi tarafından ticareti yapılan, Çin’in Kanton bölgesinde Guangzhou’da bulunan bir bahçe balığı olan cennet balığıydı (Macropodus opercularis). 18. yüzyılda biyolog Abraham Trembley, Hollanda’da bulunan hidraları incelemek amacıyla büyük camdan silindirlerde tutmuştur. Suda yaşayan canlıların cam kaplarda beslenmesi kavramı bu döneme dayanmaktadır. 1851 yılında Büyük Fuar’da dökme demirden çerçeveler içinde süslü akvaryumların yer almasından sonra Birleşik Krallık’ta akvaryumda balık beslemek yaygın bir hobi hâline gelmiştir. Çerçeveli camdan yapılan akvaryumlar 1830’larda uzun deniz yolculukları sırasında egzotik bitkileri korumak için Britanyalı bahçıvanlar için geliştirilen sırlı Ward kasasının özel bir çeşidiydi. 19. yüzyıl akvaryumlarının metal alt paneli sayesinde içindeki su altında yakılan ateş ile ısıtılabiliyordu. Akvaryuma ilgi konusunda Büyük Britanya ile yarışan Almanya’da yüzyılın başında Hamburg, Avrupa’ya birçok yeni akvaryum balık türünün giriş noktası olmuştur. I. Dünya Savaşı’ndan sonra yerleşim yerlerine elektrik verilmesinden sonra akvaryumlar daha da yaygınlaştı. Elektrik ile birlikte yapay ılıtma, havalandırma, filtreleme ve ısıtma gibi akvaryum teknolojisi büyük ilerleme kaydetti. Hava taşımacılığı ile birlikte birçok uzak bölgeden yeni türlerin getirilmesi akvaryumda balık beslemeye ilgi duyanların sayısının artmasını sağlamıştır. Dünya çapında yaklaşık 60 milyon kişinin akvaryumda balık beslediği ve daha fazla sayıda akvaryum bulunduğu tahmin edilmektedir. Özellikle Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika'da akvaryum hobisi yaygındır. ABD’de akvaryum sahiplerinin %40 gibi önemli birçoğunluğunun iki ya da daha çok akvaryumu bulunmaktadır. Türkiye’de akvaryum hobisi görece yeni olup kırk ile elli yıllık bir geçmişe dayanır. Özellikle 1980'lerde yurtdışından yabancı ve egzotik balık türlerinin ithal edilmesiyle birlikte ilgilenen sayısının artması ile günümüzde akvaryum ile uğraşanların 200.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Akvaryumlar antik çağlardaki bahçe havuzları ve cam kavanozlardan, çağdaş uzmanlaşmış sistemlere kadar geniş bir yelpazeye yayılır. Akvaryumun boyutları tek bir balığın bulunduğu küçük bir cam kavanozdan deniz ekosistemini tümüyle taklit edebilen devâsa halka açık akvaryumlara kadar değişir. İçinde yaşayan canlıların uzun süre hayatta kalabilmesinde en başarılı olan akvaryumlar, içindeki canlıların doğal yaşam alanlarındaki koşulları oldukça dikkatli bir şekilde tekrarlamaya çalışanlardır. Tatlısu akvaryumları, düşük maliyet ve bakım kolaylığı nedeniyle hâlâ en yaygın akvaryum tipi olsa da, kendini adamış kişilerin, çok zor olan ortamları deniz suyu akvaryumlarında tekrarlamayı başarmaları sonucu bu tür de yaygınlık kazanmaktadır. Evde bulunan sıradan bir tatlısu akvaryumunda filtre sistemi, yapay ışık sistemi, hava pompası ve ısıtıcı bulunur. Bunlara ek olarak bazı tatlı su tanklarında ve tuzlu su tanklarının çoğunda su dolaşımını artırmak için elektrikli karıştırıcılar kullanılır. Katı madde parçacıkları olduğu kadar potansiyel tehlikesi olan azotlu atıkları ve suda çözünmüş fosfatları ayırmak için tasarlanmış olan birleşik biyolojik ve mekanik filtre sistemleri de artık yaygın olarak kullanılmaktadır. Ev akvaryumlarının en karmaşık yapıya sahip olan parçaları filtreleme sistemleridir ve bu konuda çeşitli tasarımlar kullanılır. Sistemlerin çoğunda tankın suyunun az bir kısmı pompa yardımıyla çekilerek filtrelemenin yapıldığı su dışındaki bölüme gönderilir ve filtrelenen su tekrar akvaryuma verilir. Suya yeteri kadar oksijen taşımak için ya da yoğun olarak bitki barındıran akvaryumlara karbondioksit sağlamak için hava pompaları kullanılır. Bir zamanlar her akvaryumda kullanılan bu araçlar, yeni filtreleme siste
mleri yüzeyde yeteri kadar su çalkantısına sebep olup gaz değiştokuşuna neden olduğu için giderek daha az kullanılmaktadır. Akvaryum ısıtıcıları, etraftaki hava soğuduğunda akvaryum içindeki suyu istenen sıcaklıkta tutabilmek için termostat olarak çalışır. Soğuk su akvaryumlarında ya da ortam sıcaklığının istenen sıcaklığın üstünde olduğu yerlerde soğutucular da kullanılır. Bir akvaryumun fiziksel özellikleri tasarımın ayrı bir yönünü oluşturur. Boyut, ışıklandırma koşulları, yüzen ve köklü bitkilerin yoğunluğu, kütüklerin ve taşların yerleşimi, mağara oluşumu, akvaryum dibindeki karışım, akvaryumun oda içindeki konumu gibi birçok faktör akvaryum içindeki canlıların davranışını ve yaşam sürelerini etkiler. Bu ögeleri bir araya getirerek yapılmaya çalışılan, su kalitesini artırmak ve koşullarını akvaryum içinde yaşayan canlılar için uygun duruma getirmektir. Akvaryumlar, içinde barındırdıkları su hayatının tipine göre farklı şekillerde sınıflandırılabilir. Akvaryum içindeki suyun durumu ve özellikleri en önemli sınıflandırma kriteridir çünkü suda yaşayan canlıların çoğu uygun olmayan su koşullarına maruz kaldıklarında yaşamlarını sürdüremez. Akvaryumun boyutu da ne tür ekosistemin oluşturulacağı ve hangi türlerin besleneceği konusunda sınırlandırıcıdır. Tamamen çözünmüş katıların ve diğer maddelerin temel su kimyasını, dolayısıyla da organizmaların çevreleriyle nasıl etkileşime girebileceğini etkilediği için su içindeki çözünmüş madde içeriği su koşullarının en önemli yönüdür. Tuz içeriği ya da tuzluluk su koşullarının en temel sınıflandırmasını oluşturur. Bir akvaryumda göl ya da ırmak ortamını oluşturmak için tatlı su (tuz oranı < 0,5 PPT), ırmak ağızları gibi tatlı su ile tuzlu suyun karıştığı ortamları oluşturmak için yarı tuzlu su (0,5 ile 30 PPT arasında bir tuz oranı), okyanus ya da deniz ortamını oluşturmak için tuzlu su ya da deniz suyu (30 ile 40 PPT arasında bir tuz oranı) bulunabilir. Ender olarak, tuzlu su organizmalarını yetiştirmek için daha yüksek oranda tuz içeren sulardan oluşan özel tanklar da bulunur. Su içinde çözünmüş olan diğer maddeler, doğal ortamları akvaryumda oluşturmak için önemli diğer özellikleri belirler. Suyun pH oranı asitlik ya da alkalilik oranını belirler. Deniz suyu tipik olarak alkalidir ancak tatlı suyun pH oranı oldukça değişik olabilir. Sertlik, çözünmüş mineral içeriğinin bir ölçüsüdür, sert ya da yumuşak su tercih edilebilir. Çözünmüş organik içerik ve çözünmüş gazlar da diğer önemli faktörlerdir. Evinde akvaryum bulunduranlar genellikle yerel su şebekesinden aldıkları musluk suyunu kullanır. Tatlı su tankları için musluk suyunda dezenfeksiyon amacıyla kullanılan klor ya da chloraminei ayırmak için kimyasal maddeler kullanılarak su, akvaryumda kullanılmak üzere hazır hâle getirilir. Yarı tuzlu ve tuzlu su akvaryumlarına çeşitli tuz ve mineral karışımlarının eklenmesi gerekir. Bu karışımlar piyasada akvaryum kullanımı için satılmaktadır. Daha gelişmiş akvaryumlar için, suyu kullanmadan önce alkali oranını, sertliğini ya da çözünmüş organik madde ve gaz oranını ayarlamak üzere eklemeler yapılabilir. Bunu yapmak için iki işlem vardır: deiyonizasyon ve ters osmoz. Halka açık büyük akvaryumlar genellikle nehir, göl ya da deniz kıyısında kurulur, böylelikle çok fazla işlemden geçmesi gerekmeyen yüksek miktarda suya ulaşmak kolaylaşır. Akvaryumun başarılı olması için ikincil su özellikler de önemlidir. Su sıcaklığına göre en temel iki akvaryum sınıflandırması yapılır: Tropik ve soğuk su. Birçok balık ve su bitkisi çok sınırlı bir sıcaklık aralığını tolere edebilir: Yaklaşık ortalama 25 °C’lik su sıcaklığıyla tropik ya da ılık su akvaryumları daha yaygındır ve tropik balıklar akvaryumlarda en sık rastlanan balıklardır. Soğuk su akvaryumları bu derecelerden daha düşük sıcaklıktaki akvaryumlardır ve bazı balık türleri daha soğuk olan bu ortama daha uygundur. Su hareketi de doğal bir ekosistemi aslına sadık kalarak taklit etmek için önemli özelliklerden biridir. Akvaryumdaki balıklara göre durgun sudan, hızlı akıntılı suya kadar suya değişik hareketler verilebilir. Su sıcaklığı birleşik bir termometre ve ısıtıcı biriminin yardımıyla ve nadiren de soğutucuyla ayarlanır. Su hareketini düzenlemek için ise karıştırıcılar kullanılır ya da filtre sisteminin su çekip bıraktığı yerlerine dikkat edilerek iç su akışı ayarlanır. Bir akvaryumun boyutu bir litreden daha az su alan sade bir cam kavanozdan halka açık, içinde kelp ormanı gibi ekosistemleri ya da büyük köpek balıklarını barındıran ve yalnızca mühendislik kurallarıyla sınırlanan devasa akvaryumlara kadar değişebilir. Genel olarak daha büyük akvaryumlar, pH ve sıcaklık oynamalarına karşı dayanıklı oldukları ve daha büyük bir sistem dengesine izin verdikleri için tercih edilir. Evde bulunan akvaryumlar en az 11 litre kadar su alabilir. Bu boyutlar filtreleme ve diğer temel sistemler için pratik açıdan en küçük boyut olarak nitelendirilmektedir. Yakın geçmişte İtalya’da Roma şehrinin yerel yönetimi insanlık dışı olduğunu öne sürerek geleneksel japon balığı kavanozlarını yasaklamıştır. Suyun ağırlığı (tatlı suyun litresi 1 kg.’dır ve tuzlu su daha da yoğundur) ve içerideki su basıncı (kalın ve dirençli cam panellere gerek vardır) nedeniyle evlerde bulunan akvaryumlar en çok 1 m³ civarındadır. Büyük su canlılarını ve ekosistemleri sergilemek için kurulmuş halka açık akvaryumlar oldukça büyük olabilmektedir. Shedd Akvaryumu 19.000 m³’lük bir ve 1.500 m³’lük iki akvaryuma sahiptir. Monterey Körfezi Akvaryumu’nun akrilik izleme penceresi, 17 metreye 5 metrelik boyutu ve 330 milimetrelik kalınlığıyla bir zamanlar dünyanın en büyük izleme penceresiydi. Okinawa Motobu’da yer alan ve Okyanus Expo Park’ın bir parçası olan Okinawa Churaumi Akvaryumu dünyanın ikinci büyük akvaryumudur. Ana tankı 7.500 metreküp su alır ve 60 santimetre kalınlığında, 8,2 metreye 22,5 metrelik dünyanın en büyük akrilik izleme paneli burada bulunur. Bu akvaryumlarım büyüklüğü maliyet ile sınırlıdır. Akvaryum ile ilgilenenler arasında tür seçimi ile ilgili çeşitli teoriler dolaşmaktadır. Belki de bunların arasında en yaygın olanı akvaryumların "topluluk" ya da "saldırgan" tipi olarak ikiye ayrılmasıdır. Topluluk tankları birbirine karşı saldırgan olmayan çeşitli türleri bir arada barındırır. Günümüzde akvaryum ile uğraşanlar arasında en yaygın olan akvaryum tipi budur. Saldırgan tanklarda ise başka balıklara karşı saldırgan olan ya da saldırılara karşı dayanaklı olan sınırlı sayıda balık türü bulunur. Bu tank tiplerinin her ikisinde de akvaryumdaki balıklar aynı ya da farklı coğrafi bölgelerden gelseler de, aynı su koşullarına uyum gösteren türlerdir. Balıklara ek olarak omurgasızlar, su bitkileri ve akvaryum süsleri de bu tank tiplerinde bulunur. "Tür" ya da "örnek" tanklarında genellikle yalnızca tek bir balık türü ve bu balık türünün doğal yaşam alanında bulunan bitkiler ile ortamdaki diğer nesneler yer alır. Bu tanklar genellikle Aplocheilidae, Poeciliidae (Lepistes türü balıklar) ve Cichlidae (Çiklit türü balıklar) familyalarındaki balıklar için kullanılır. Bu tarz tanklar bazen yalnızca erişkinlerin yavrulaması için kullanılır. "Ekotip" ya da "ekotop" akvaryumlar doğal yaşamda bulunan belli bir ekosistemi taklt etmeye çalışır. Bu ekosistemde bulunan balıklar, omurgasızlar ve bitkiler bir araya getirilerek su koşulları ve çevre düzenlemesi ile doğal yaşam ortamlarına benzetilmeye çalışılır. Ekotop tipi akvaryumlar en gelişmiş hobi akvaryumları olarak değerlendirilir ve halka açık akvaryumlar mümkün oldukça bu tarz akvaryumları sergiler. Bu yaklaşım hem canlıları kendi yaşam ortamlarında gözlemlemeye en yakın durumdur hem de akvaryumdaki balıklar için en uygun ve sağlıklı ortamı oluşturur. Yukarıdaki tiplere ek olarak tuzlu su akvaryumlarının özel bir türü de mercan kayalığı akvaryumudur. Bu akvaryumlar, ılık ve tropikal okyanuslarda bulunan karmaşık mercan kayalığı ekosistemlerini taklit etmeye çalışır. Odak noktaları daha çok bu ortamlarda bulunan omurgasız canlı çeşitliliğini yansıtmaktır ve çok az küçük balık türü barındırırlar. 1980’lerden beri geliştirilen tekniklerle deniz anemonu, bazı mercanlar, canlı kayalar, yumuşakçalar ve kabuklular akvaryumda yaşatılabildiğinden, mercan kayalıkları ekosistemini taklit etmek mümkün olmuştur. Mercan kayalığı akvaryumları en zor akvaryum tipidir ve hem uzmanlık hem de normal malzemeler dışında protein toplayıcı, kalsiyum reaktörü, büyük hacimli filtrasyon (sump), metal halide türü ışıklandırma vb. çok özel ekipmanlar gerektirir, bu nedenle de maliyetleri yüksektir. İlk çağdaş akvaryumlarda kullanılan balık ve bitkiler doğadan toplanıp gemilerle Avrupa ve Amerika limanlarına getirilmiştir. 20. yüzyılın başlarında birçok küçük renkli tropikal balık türü Brezilya Manaus’dan, Tayland Bangkok’dan, Endonezya Cakarta’dan, Hollanda Antilleri’nden ve Hindistan Kalküta ile diğer tropik limanlardan getirilmiştir. Günümüzde hâlâ doğadan akvaryum için balık, omurgasız ve bitki toplama devam etmektedir. Dünyanın birçok yerinde yoksul yerel halk ana gelir kaynağı olarak akvaryumlarda kullanılmak üzere balık toplar. Yapay ortamlarda yavrulaması sağlanamayan birçok tür için bu önemli bir kaynaktır ve yeni türler de akvaryumseverlere sunulmaktadır. Doğal yaşam ortamlarından canlıların toplanmasının çeşitli olumsuz yanları vardır. Bu nedenle çıkılan seferler uzun sürer, maliyet yüksektir ve başarılı olmayabilir. Taşımacılık da balıklar için oldukça tehlikelidir ve ölüm oranı yüksektir. Çoğu, stres nedeniyle zayıflar ve yolculuğun sonunda hastalanır. Balıklar toplandıkları zaman sakatlanabilir, özellikle mercan kayalıklarında yaşayan balıkları daha kolay toplayabilmek amacıyla balıkları sersemletmek için siyanür kullanıldığı durumlarda bu kaçınılmazdır. Çok kısa süre önce, balık ve bitki toplamanın çevre üzerindeki yıkıcı etkileri dünyaçapında akvaryumseverlerin gündemine geldi. Bu etkilerin içinde mercan kayalıklarının ve toplanmayan canlıların zehirlenmesi, ender bulunan türlerin soyunun doğal yaşam alanlarında azalması, anahtar
türlerin büyük oranlarda toplanması nedeniyle ekosistemlerin zarar görmesi sayılabilir. Bunlara ek olarak yıkıcı balık avlama tekniklerinin kullanılması çevreciler ve akvaryumseverler arasında giderek artan bir endişe kaynağı hâline gelmiştir. Bu nedenle, birçok ilgili akvaryumsever tarafından balık yavrulatma programları sayesinde akvaryum balığı ticaretinin doğadan yakalanan balıklara bağlılığının azaltılması ve balık yakalamanın sertifikaya bağlanması gibi çeşitli girişimler oluşmuştur. Betalar ("Betta splendens") ilk defa başarılı olarak 1893 yılında Fransa’da üretildikten sonra yavaş yavaş doğal ortamı dışında üretme teknikleri bulundu. Akvaryum ticareti için balık üreticiliği güney Florida, Singapur, Hong Kong ve Bangkok’da yaygınlaşmıştır, ayrıca Hawai ve Sri Lanka’da da küçük ölçekli yapılmaktadır. 1990’lı yılların ortasından beri deniz organizmaları üretme programları acil olarak geliştirilmeye başlanmıştır. Tatlı su türleri için uygulanan üretme programları tuzlu su türleri için uygulananlardan daha çok ilerlemiştir. Su ürünleri yetiştiriciliği, kontrollü ortamlarda su içinde yaşayan organizmaların üretilmesidir. Akvaryum balık ticareti için su ürünleri yetiştiriciliği programlarını destekleyenler, iyi planlanmış programların hem çevreye hem de topluma yararlar sağlayacağını savunur. Su ürünleri yetiştiriciliği ya yetiştirilen organizmaların doğrudan satışa sunulması ya da doğal ortama salınarak sayılarının artırılması gibi yararlarla doğada yaşayan türler üzerindeki etkiyi azaltmaya yardımcı olur. Ancak bu uygulamaların çeşitli çevresel riskleri de bulunur. Akvaryum balık ticareti yayılmacı balık ve bitki türlerinin gelişmesinde kaynak olarak olumsuz bir yan taşır. Doğada bulundukları ortamlar dışında, sorumsuz akvaryum sahipleri tarafından egzotik balıkların ve bitkilerin akarsulara veya göllere salınması yerel türlere ve ekosistemlere kimi zaman tehdit oluşturmaktadır. İdeal akvaryum, doğada bulunan ekolojik dengeyi akvaryumun kapalı sistemi içinde tekrarlar. Pratik olarak kusursuz bir dengeyi sağlamak hemen hemen imkânsızdır. Örnek olarak dengeli bir avcı-av ilişkisini en büyük akvaryumlarda bile sağlamak mümkün değildir. Akvaryum sahibi küçük ekosisteminde dengeyi sağlamak için çaba sarfetmelidir. Yaklaşık bir denge sağlamak büyük su hacimleriyle kolaylaşır. Sistemi bozan herhangi bir olay akvaryumu dengeden uzaklaştırır, tankın içinde ne kadar çok su olursa sistemik bir şokla başa çıkabilmek o kadar kolaylaşır. Örneğin 11 litrelik bir akvaryumdaki tek balığın ölmesi sistemi önemli ölçüde değiştirir ancak aynı balığın, içinde başka balıklar da bulunan 400 litrelik bir tankta ölmesi sistemin dengesinde sadece küçük bir değişikliğe yol açar. Bu nedenle akvaryumseverler mümkün olduğunca büyük akvaryumları, daha kararlı bir sisteme sahip olduğu ve dengeyi sağlamak için çok fazla özen gerektirmediği için tercih eder. Akvaryum bakımının en önemli sorunu, içinde yaşayan canlıların biyolojik atıklarının idaresidir. Balıkların, omurgasızların, mantarların ve bazı bakterilerin atıkları amonyak şeklinde azot içerir ve bu atıklar azot çevrimine girer. Amonyak aynı zamanda bitki ve hayvan atık maddelerinin çürümesi yoluyla da oluşur. Yüksek konsantrasyonlarda azotlu atıklardan oluşan ürünler balık ve diğer canlılara toksiktir. İyi dengeli bir akvaryumda, diğer canlıların atıklarını metabolize edebilen organizmalar bulunmalıdır. Akvaryumda üretilen azotlu atıkları Nitrosomonas cinsinden bakteriler metabolize ederek sudan aldıkları amonyağı nitrite çevirir. Yüksek konsantrasyonlarda nitrit de balıklar için toksiktir. Nitrospira cinsinden başka bir tip bakteri de nitriti daha az toksik olan nitrata çevirir. Bu süreç, akvaryum azot çevrimi olarak bilinir. Bakterilere ek olarak su bitkileri de amonyak ve nitratları metabolize ederek azotlu atıkları elimine ederler. Bitkiler azotlu bileşikleri metabolize ettiğinde biyokütle hâline çevirirler ancak yapraklar ölüp çürüdüğünde azot, bitkiler tarafından suya geri verilmiş olur. Aslında akvaryumseverler tarafından azot çevrimi diye adlandırılsa da bu süreç gerçek çevrimin ancak küçük bir parçasıdır: Sisteme akvaryumdaki canlılara verilen besin yoluyla azot eklenmelidir, ayrıca sürecin sonunda nitratlar suda birikir ya da bitkilerin biyokütlesine bağlanır. Bu birikim nedeniyle, evde akvaryumu olanlar, yüksek nitrat içeren suyu değiştirmeli ve nitratlarla büyümüş bitkileri sökmelidir. Evde bakılan akvaryumların çoğunda içindeki canlıların oluşturduğu azotlu atıkları arındırmak için yeterli oranda bakteri popülasyonu bulunmaz. Bu sorun iki yoldan aşılır: Aktif karbon filtrelerle azotlu bileşikler emilir ve biyolojik filtrelerle de nitratlaşma sürecini yapan bakterilerin üremesi için gerekli koşullar oluşturulur. Yeni akvaryumlarda yeterli sayıda yararlı bakteri bulunmaması nedeniyle azot çevrimi sorunları oluşabilir. Bu nedenle yeni tankların, içine balık konmadan önce "olgunlaşması" gerekir. Bunu yapmak için iki yöntem bulunur: "Balıksız çevrim" ve "sessiz çevrim". Balıksız çevrimde tankın içinde hiçbir balık bulunmaz. Bunun yerine bakterileri üretebilmek için az miktarda amonyak eklenir. Bu işlem sırasında amonyak, nitrit ve nitrat düzeylerinin gelişimi test edilir. Sessiz çevrim ise akvaryumu hızlı büyüyen su bitkileri ile doldurup, azotun bitkiler tarafından tüketilmesini sağlayarak yararlı bakterilerin üremesi için zaman kazanmaktır. Bir tanktaki en büyük bakteri topluluğu filtrede bulunur. Bu nedenle verimli filtreleme hayati önem taşır. Filtrenin aşırı temizlenmesi bazen akvaryumdaki biyolojik dengeyi bozmak için yeterli gelebilir. Azot akvaryumdaki tek beslenme çevrimi değildir. Çözünmüş oksijen, bir hava pompası yardımıyla yüzeydeki hava-su arayüzünden sisteme dahil olur. Karbondioksit, sistemden kaçarak havaya karışır. Fosfat çevrimi önemli ama genellikle göz ardı edilen bir beslenme çevrimidir. Sisteme besin olarak giren ve atık olarak çıkan kükürt, demir ve diğer mikrobesinler de çevrime dahil olur. Azot çevriminin uygun idaresi ile birlikte yeterli derecede dengeli besin sağlanması ve biyolojik yüklemenin dikkate alınması diğer besin çevrimlerini de yaklaşık bir dengede tutacaktır. Biyolojik yükleme, akvaryumda yaşayan canlıların akvaryumun ekosistemine yükledikleri yükün bir ölçüsüdür. Bir akvaryumda yüksek biyolojik yükleme olması demek daha karmaşık bir ekosistemin bulunması ve dolayısıyla da dengenin daha kolay bozulabilmesi demektir. Ayrıca akvaryumun boyutuna bağlı olarak biyolojik yükleme için çeşitli temel kısıtlamalar bulunur. Havaya açık olan su alanı tanka giriş yapan çözünmüş oksijen oranını belirler. Nitratlaşmada yer alan bakterilerin kapasitesi koloni oluşturabilecekleri fiziksel hacimle sınırlıdır. Fiziksel olarak ancak sınırlı sayıda bitki ve hayvan, harekete de izin verecek şekilde bir akvaryuma yerleştirilebilir. Bir sistemin biyolojik yönden aşırı yüklenmesini önlemek için akvaryumseverler bazı genel kaideler geliştirmiştir. Bunların arasında en yaygın olanı belki de "bir litre su başına 7 mm" kuralıdır. Bu kural akvaryumda bulunan tüm balıkların kuyruk uzunluğu hariç uzunluklarının santimetre cinsinden uzunluğunun litre cinsinden ölçülen akvaryum kapasitesine olan oranını belirler. Bu kural balıkların erişkin olduklarındaki boyutları gözönüne alınarak uygulanır. (Ancak bu kural kedibalığı gibi geniş balıklar ve çiklit gibi saldırgan balıklar için uygulanamaz.) Japon balığı ve diğer yüksek atık çıkaran balıklar için oranın ikiye katlanması gerektiğini (yani iki litre su başına 7 mm. gibi) savunan akvaryumseverler vardır. Ancak birçok kişi, balıkların davranışını, hareketliliğini, diğer balıklarla uyumunu (örneğin iki erkek betta bir arada tutulmamalıdır), akvaryumun boyutlarını ve filtreleme kapasitesini dikkate almayan bu kuralın geçerliliğini sorgular. Balık miktarını belirlemenin en iyi yolu tecrübeli bir akvaryumsevere, yerel akvaryum ile ilgili örgütlere sormak ya da çevrimiçi forumlarda araştırmaktır. Bir sistemin maksimum ya da ideal biyolojik yüklemesinin hesaplanması teorik olarak bile çok zordur. Bunun için atık üretme hızı, nitratlaşma verimliliği, su yüzeyindeki gaz değişim hızı ve gerekli olan daha birçok değişkeni hesaplayabilmek gerekir. Pratik olarak çok karmaşık ve zor olan bu iş yerine akvaryumseverler genel kabul görmüş kaideleri ve deneme yanılma yöntemini kullanarak uygun biyolojik yükleme düzeylerini belirler. Halka açık akvaryumlarda birçok balık ve bitki türü sergilenmektedir. Halka açık akvaryumlarda amatör akvaryum hobicilerinin sahip olabileceğinden çok büyük birkaç tank ile birlikte çok sayıda tank bulunabilmektedir. En büyük tanklar milyonlarca litre su tutabilmekte ve yunuslar, köpek balıkları ya da beluga balinaları gibi büyük türleri içinde barındırabilmektedir. Su canlıları ve samur ile penguen gibi suda yaşayan canlılar da halk akvaryumlarında sergilenirler. İşletme açısından bir halk akvaryumu, hayvanat bahçesi ya da müzeye benzer özellikler taşır. İyi bir akvaryum, sabit koleksiyonunun yanı sıra sürekli gelen ziyeretçileri artırmak için özel gösteriler de sunabilmelidir. Bazılarında ufak bölümlerde balıklarla temasa geçilebilir. Örneğin Monterey Körfezi Akvaryumu’nda bulunan sığ su tanklarında yaygın vatoz türlerine elle dokunmak ve insan derisine benzeyen vücutlarını hissetmek mümkündür. Hayvanat bahçelerinde olduğu gibi, akvaryumlarda da koleksiyonlarında bulunan örneklerin biyolojik yapılarını ve yaşam tarzlarını inceleyen araştırma kadrosu bulunur. Yakın zamanda büyük akvaryumlarda açık deniz balıklarının çeşitli türlerini sergilemek ve yetiştirmek için (hatta denizanalarını bile) çalışmalar başlatılmıştır ancak doğal ortamlarında su tankının duvarları gibi katı yüzeylerle hiç karşılaşmamış olan bu canlılar duvarlardan içgüdüsel olarak kaçınmaktansa doğrudan duvarlara çarpmakta ve bu işi zorlaştırmaktadır. İlk halka açık akvaryum 1853 yılında Londra’da Regent's Park’ta açılmıştır. Bunu hızlı bir şekilde P.T. Barnum tarafından New York’ta Broadway’de açılan ABD’nin ilk halk akvaryumu izlem
iştir. Detroit, New York, Philadelphia ve San Fransisco’yu izleyen ABD’nin büyük şehirlerinin tamamında halk akvaryumları bulunur. Halk akvaryumlarının çoğunluğu doğal deniz suyu sağlamayı kolaylaştırmak için okyanus kıyısında kurulmuştur. Deniz kıyısında kurulmayan öncülerden birisi Chicago’daki Shedd Akvaryumudur. Bu akvaryuma deniz suyu özel tankerlerle demiryolu ile taşınmaktadır. 1911 yılında kurulan Philadelphia Akvaryumu yakındaki nehir aşırı kirlendiğinden şehrin su şebekesinden tatlı su çekmek zorunda kalmıştır. En iyi halk akvaryumları genellikle önemli deniz araştırmaları kurumları ile bağlantılı olarak ya da kendi başlarına araştırma programlarına sahiptir ve genellikle yöresel sularda bulunan ekosistemler ve türler üzerine uzmanlaşır. Örneğin Kanada Vancaouver’deki Vancouver Akvaryumu deniz araştırmaları, çevre koruması ve deniz memelileri rehabilitasyon merkezi olarak önemli bir yer teşkil eder ve Kuzeybatı Pasifik türleri üzerine uzmanlaşmıştır. Sadi Diren Sadi Rıfat Diren, (1927, İstanbul - 3 Şubat 2018), Türk Seramik sanatçısı, sanat eğitimcisi. 1927de İstanbul'da doğan Sadi Diren, 1946 Saint-Michel Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İlk yıl Ankara Hukuk, ikinci yıl İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde olmak üzere eğitimine 2 yıl hukuk alanında devam etti. Üniversiteyi yarıda bırakarak askerlik görevini yaptı. 1952 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Seramik Bölümünü bitirdi. İlk sergisini 1953 yılında İstanbul'da Maya Sanat galerisinde açtı. 1956 yılında yeni evlendiği eşi (Belma Diren) ile beraber davetli olarak Almanya'ya Offenbach Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’na eğitim vermeye gitti. Ama göreve dair gerekli düzenleme yapılamayınca Höhr-Grenzhausen’da bir seramik fabrikasında çalışmaya başladı. 1964 Türkiye'ye geri döndü, Eczacıbaşı Seramik Fabrikaları'nda süs ve mutfak eşyaları kısmına müdür ve sanatçı olarak çalışmaya başladı. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'ne aynı yıl öğretim üyesi olarak katıldı. 1970 yılında profesör oldu. Bu okulda Gül Erali gibi isimlerin öğretmeniydi. 1982 yılında ise Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi dekanı oldu, 1988 ve 1991 yıllarında tekrar dekan seçildi. 1994'te emekli oldu. 22 Ağustos 1991 Tarih ve 20968 Sayılı Resmi Gazetede Yayımlanan Yönetmelik Çerçevesinde Devlet Sanatçısı unvanı aldı. Sanatçı, sanat tarihçi Emre Zeytinoğlu Diren'in hayatını şöyle özetler: 1955’de Almanya'ya giden sanatçı, orada kaldığı dokuz yıl boyunca sadece sanat seramiğinin değil, endüstri seramiğini de sorgulama, çözme ve çeşitli şekillerde kullanma olanağı buldu. Yurt dışındaki süreçte, ‘biçimlerde sadelik, yüzeylerde süslemenin ön planda uygulandığı’ yapıtlarını, 1960-1963 arası ise seramikte ‘ilk duvar resimleri’ dönemi olarak adlandırılabilir. Özgün, çeşitli sır tekniklerine ait buluşları, onun bu dönemlerinin yapıtlarında görülür. Sanatının temelinde eski ve köklü Anadolu kültürü bulunur. Sırlı, sırsız seramikte, figürde, bronz heykellerinde hep Anadolu’yu görmek mümkündür: Yarısı yurt dışında olmak üzere birçok sergi düzenleyen Sadi Diren'in kimi yapıtları, Düsseldorf Hetjent Museum, Avrupa Parlamento Binası ve Türkiye'de de Devlet Resim ve Heykel Müzesi'ne, İstanbul Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne alındı. Sanatçı İş Sanat Kibele Galerisi’ndeki toplu sergisi ile 2009 Sedat Simavi Görsel Sanatlar Ödülü'nü aldı. 3 Şubat 2018'de İstanbul'da hayatını kaybetti. Histon Histonlar, çoğunlukla ökaryotik hücrelerde bulunan, küçük molekül ağırlıklı, bazik proteinlerdir. Lizin ve arginin içeriklerine göre, H1 (H5 de denir), H2A, H2B, H3, H4 ve arkeal histonlar olmak üzere 6 tiptir. Kromatin yapısında DNA, DNA'nın iki katı kadar protein bulunur. Hücre çekirdeğindeki bu proteinler, asidik özellikte "histon olmayan" ve bazik özelikte "histon" tipi proteinlerdir. Bir farenin karaciğer hücresinde yapılan araştırmaya göre hücre çekirdeğindeki proteinlerin %11'i histon %19'u histon olmayan proteinlerden oluşmaktadır. Spermde histonlar "protamin" adını alır. Histonlar molekül ağırlığı küçük moleküllerdir. Ökaryotların tüm soma ve eşey hücrelerinde bulunan histonlar, genelde türler arasında benzer tiptedir. Histon protein tipleri elektroforez yöntemleriyle kolayca ayrılabilir. Kar leoparı Kar leoparı ("Panthera uncia", eskiden "Uncia uncia"), kar parsı olarak da bilinir, kedigiller ("Felidae") familyasının Panthera cinsinin bir üyesi olan büyük kedi türü. Ortalama bir kar parsı 27–54 kg. ağırlığında, 1,2-1,5 m. uzunluğunda olur. Kuyruğu ise 91 cm. uzunluğundadır. Postları kalın, açık gri renkte olup daha koyu renkte beneklerle kaplıdır. Bu postu ona kayalık dağlarda iyi bir kamuflaj sağlar. Kar parsının çok geniş olan patileri kara batmasını engeller. Ayrıca patileri tüylü olduğundan kara batmasını engeller Kar parsının iki alttürü vardır; Başlıca avları yayılım alanlarına göre değişir. Himalayalar'da genellikle mavi koyun ("Pseudois nayaur") ile beslenirken, Karakurum, Tanrı ve Altay Dağları'nda genelde dağ keçisi ("Capra siberica") ya da argali ("Ovis ammon") ile beslenirler. Ancak marmot ve tavşan gibi küçük hayvanlarla ya da kar tavuğu gibi kuşlarla da beslendikleri görülmüştür. Yavrusunu büyüten dişi kar parsları dışında bu hayvanlar genelde yalnız dolaşır. Çiftleşme kışın sonlarında 1 veya 5 (genelde 2-3) kere gerçekleşir ve yavrular 90-100 gün sonra doğar. Yavrular bağımsız bir birey olduklarında -normalde 18-22 ay sonra- annelerinden ayrılır. Kar parsları genelde alaca karanlıkta hareketlidirler. Bir bölgede birkaç gün yaşayabilirler ve birdenbire kilometrelerce uzağa gidebilirler. Kar parsları Afganistan, Butan, Çin, Hindistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moğolistan, Nepal, Pakistan, Rusya, Tacikistan ve Özbekistan boyunca Orta Asya'nın dağlık bölgelerinde yaşar. Kar parsının yayılım alanı 2 milyon kilometre kare(Grönland ya da Meksika'nın yüz ölçümü kadar) alan kaplar. Yayılım alanlarının %60'ı Çin'dedir. Yine de bu hayvanlar eskiden yaşadıkları alanın önemli bir kısmını, örneğin Moğolistan'daki kısımlarını yitirmiştir. Kar Parsı Vakfı'na göre doğada 3.500 ile 7.000 arasında kar parsı kalmıştır. Bu sayı IUCN'e göre 4,080-6,590, National Geographic'e göre yaklaşık 6.000'dir. Bu farklılığın nedeni bu hayvanların insanlar için ulaşılması zor olan dağlık alanlarda yaşaması ve nadir görülmesidir. Hayvanat bahçelerinde bu hayvanlardan 600 kadar vardır. Kar parsı için başlıca tehditler arasında av tabanlı tükenme, yasa dışı ticaret, yerel halkla anlaşmazlıklar ve koruma hacmi, politikası ve bilinçlenmenin azlığı sayılabilir. Kar Parsı Yaşatma Stratejisi'ne göre bölgeye bölgeye göre takip edilen ve belirlenen başlıca tehditler; Çiftlik hayvanlarıyla rekabetten dolayı av hayvanlarının azalması, kar parslarının çiftlik hayvanlarını avlaması sebebiyle öldürülmesi, sınır ötesi iş birliğinin olmaması, askeri faaliyet ve insan nüfusunun artması veya fakirlik. Habitat kaybı ve parçalanması, kaçakçılık sebebiyle doğal avların azalması, kar parslarının çiftlik hayvanlarını avlaması sebebiyle öldürülmesi, etkin yasal yaptırımların olmaması, yerel halk ve politikacılar arasında kurumsal kapasite ve bilincin olmaması ve insan nüfusunun artması veya fakirlik. Kaçak avcılık sebebiyle doğal avların azalması, kar parslarının kürk veya kemik ticareti için yasa dışı avlanması, sınır ötesi iş birliğinin olmaması, askerî faaliyet ve insan nüfusunun artması veya fakirlik. Kar parslarının kürk veya kemik ticareti için yasa dışı avlanması, uygun politika ve etkin yaptırımların olmaması, yerel halk ve politikacılar arasında kurumsal kapasite ve bilincin olmaması ve insan nüfusunun artması veya fakirlik. Kar parsı habitatı koruma alanlarının içinde ve dışında çiftlik alanı ve mera olarak kullanılıyor. Çiftlik hayvanlarını avlamaları yüzünden yerel halkın öfkesini üstlerine çekmeleri de bu hayvanların üzerindeki önemli tehditlerden biri. Kar parsı yaşam alanındaki av hayvanlarının az bulunması habitat kalitesinin düşmesinden kaynaklanıyor, ki bu durum kar parslarını çiftlik hayvanlarını avlamaya itiyor. Bu durum da kar parslarını daha çok çiftçilerin hedefi haline getiriyor. Kar parsı tam boya ulaşmış erkek yak dışındaki tüm evcil hayvanları öldürebilir. Ancak çobanlar yağma riskini azaltmaya çalışıyor. Çiftlik hayvanları yerel halkın en önemli geçim kaynaklarından biri ve bazı yerlerde kar parsının avlarının %58'ini oluşturuyor. Çiftlik hayvanları ve yabani hayvanlar arasındaki bu tercih oranı kar parsının avlanma oranını belirliyor. Bir diğer tehdit ise ticari avcılık. Kar parsının avlanmalarının en büyük nedenlerinden biri kürkleridir. Ayrıca kar parslarının hayvanat bahçeleri ve sirkler için canlı yakalandıkları da bilinmektedir. Ayrıca kemikleri (Geleneksel Çin tıbbında kaplan kemiği ile aynı işe yarar), pençeleri, eti ve erkeklerinin üreme organları için de avlanırlar. Yasa dışı ticaret 1900'lerde ekonomisi kötü durumda, yeni bağımsız olmuş Orta Asya devletlerinin Sovyetler Birliği'nden ayrıldığı dönemlerde arttı. Yasa dışı ticaret komşu ülkelerde, örneğin Moğolistan'da Çin'in büyüyen ekonomik gücüyle çok artmış gibi görünüyor. Afganistan'da süren askeri olaylar sebebiyle denetimin zor olması yeni bir pazar oluşmasına zemin hazırladı. Doğal yaşamın, özellikle yırtıcı hayvanların korunması konusundaki yerel ve ulusal düzeyde genel bilgisizlik koruma çabalarına engel olmaktadır. Kar parsının yaşam alanı hassas uluslararası sınırlar nedeniyle üçte bir oranında düşmüştür ve sınır boylarında koruma çabaları çok zorlaşmıştır. Askerî olaylar kar parsının yaşam alanının büyük kısmında mevcuttur, ki bu durum doğal yaşam alanına çok büyük zarar vermektedir. Bu sebeple doğal yaşam alanları tahrip edilmekte ve mayın tarlalarına dönüştürülmekte, yerinden edilen insanların yemek ve bezin taleplerini karşılamak için yasa dışı ticaretleri yapılmaktadır. IUCN Kırmızı Liste göre kar parsının soyu tehlikededir. Sayılarının son iki nesilde (16 yılda) en az %20 azaldığından şüphelenilmektedir. CITES listesinde kar parsı Appendix I olarak geçer. Kar parsı yaşadığı 12 ülke
nin çoğunda kanunlarla koruma altındadır. Afganistan, kar parsını yasalarla korumaya 2009 yılında, ülkenin ilk tehlikedeki türler listesini oluşturmasından sonra başlamıştır. Bu yasa Afganistan'da kar parsının her türlü av ve ticaretini yasaklar. Kar Parsı Yaşatma Stratejisi şu koruma yöntemlerini önerir; Theile, kaçak avcılık ve yasa dışı ticareti engellemek için şunları önerir; Kar Parsı Şebekesi (Snow Leopard Network, SLN), bireyleri ve kuruluşları (Uluslararası Kar Parsı Vakfı [International Snow Leopard Trust] ve Kar Parsı Koruma [Snow Leopard Conservancy] dahil) eş-güdüm, iş birliği ve bilgi paylaşımı için birleştirir.Mart 2008'de Pekin'de yapılan Kar Parsının Geniş Çaplı Korunma Planı Üzerine Uluslararası Konferans, kar parsının korunması için önemli alanları (Kar Parsı Koruma Ünitesi) belirledi ve ulusal hareket planlarını geliştirmek için bir çerçeve sağladı. 4 ülkenin (Moğolistan, Rusya, Nepal ve Pakistan) zaten ulusal koruma planı vardı, ve Hindistan Kar Parsı Projesi'ni, kar parsı koruması için bir hükümet programı geliştirdi, ancak daha yeteri kadar desteklenmedi. Plastik ekstrüzyon Plastik ekstrüzyon boru, hortum, kablo, profil vb. plastik malzemelerin yapımında kullanılan bir imalat yöntemidir. Ekstrüzyonda kullanılan makina, enjeksiyon makinesine çok benzerdir. Bir motor, ısıtıcı ile kaplanmış bir kovan içindeki vidayı döndürerek sıcaklık ve basınç altında plastik granüllerin eriyik hale gelmesini sağlar. Eriyik haldeki plastik kalıp boyunca şekil alarak, soğuması için uzun bir kanal formundaki sıvının içine girer. Kalıbın şekli, kanalın şeklini de belirler. Soğutulduktan sonra katılaşmış olarak şekile alır. Kanalda markalama yapılabilir ve daha sonra eşit aralıklarla kesilir. Parçalar merdanelerin üzerinden ilerleyerek paketlenir veya stoklanır. Ekstrüzyondan çıkacak şekiller T-kesit, U-kesit, kare-kesit, I-kesit, L-kesit ve dairesel kesitler olabilir. Ekstrüzyon yolu ile üretilen ürünlere örnek olarak fiber optik kablo verilebilir. Trevanian Rodney William Whitaker (doğum 12 Haziran 1931, Granville, Washington County, New York - ölüm 14 Aralık 2005 Birleşik Krallık), ABD'li yazar. Romanlarında genellikle Trevanian takma adını kullandığı için bu isimle tanınır. 14 Aralık 2005'te 74 yaşında hayata veda etti. Birleşik Krallık'ın batısında adı açıklanmayan bir kronik akciğer hastalığı tedavisi gören Whitaker, 15 Aralık'ta toprağa verildi. Vasiyetine uygun olarak mezarının yeri açıklanmadı. "Trevanian" adıyla yazdığı casusluk ve macera romanlarıyla ünlenen Rod Whitaker, kendi adının dışında, "Nicholas Seare" ve "Benat LeCagot" gibi birçok takma isimle değişik konularda eserler yayımladı. "Katya'nın Yazı", "Şibumi", "Hesaplaşma", "Yirminci Mil" Türkçeye çevrilen ve en bilinen kitapları. Kitapları dünyada milyonlarca basılan Whitaker, yaşamı süresince hiç ortaya çıkmayarak kendisini gizledi. "Şibumi" (Shibumi) adlı macera romanı dünyada satış rekorları kırmıştır. Yazarın Yayımlanmış 10 kadar romanı 5 milyonun üzerinde satış yapmıştır. Türkçeye "İnfazcı" adıyla çevrilen ilk romanı "The Eiger Sanction", ünlü oyuncu / yönetmen Clint Eastwood tarafından sinemaya kazandırılmış ve çok başarılı performans sergilemiştir. Cabrakan Cabrakan, Maya mitolojisinde dağların ve depremlerin tanrısıdır. Dev Vucud Caquix ile Chimalmat'ın oğlu olan Cabrakan'ın inanışa göre altı çocuğu olmuştur. Bu çocuklardan bugüne isim olarak sadece "Chalybir" ulaşmış, diğerlerinin isimleri bilinmemektedir. Dev Zipacna Cabrakan'ın erkek kardeşidir. Dublör (sinema) Dublör, film çekilirken özellikle tehlikeli sahnelerde bir oyuncunun yerine oynayabilecek başka oyunculara denir. Dublörlüğe ilk kez 1903 yılında ilgi ve istek duyuldu. Bunun nedeni, sessiz filmlerde de zaman zaman tehlikeli sahnelerin bulunması ve heyecanlı anların artmaya başlamasıydı (Dublör aynı zamanda olağanüstü sahneleri yaratan demektir). Ancak bu isteğin gerçekleşmesi 1908 yılında "The Count of Monte Christo" filminde gerçekleşti ve bu filmde ilk kez bir dublör görev aldı. Bu filmde ve geçmişte yapılan ilk tehlikeli hareket, yüksek bir kayalıktan şelalenin içine atlamak oldu. Bu hareketi gerçekleştiren kişi bir akrobat ve sirk artistiydi; bu atlayış için de tam 5 $ ücret aldı. Aslında aldı demek yanlış olur, çünkü söz konusu paranın çok düşük olması bir yana, yaptığı tehlikeli atlayış onun ilk ve son işi oldu. Böylece yapılan ilk dublörlük ile birlikte bu mesleğin ne kadar tehlikeli olduğu ortaya çıktı. Bu filmlerden önce piyasada genellikle drama filmleri ile drama aktörleri vardı çünkü seyirci ve yönetmen başka filmlerin gerçekleşmesinde henüz tecrübeli değildi. Bu filmden sonra maceralı sahnelere merak doğdu ve böylece ilk aksiyon filmleri çekildi. Aksiyon filmeri alanındaki ilk dublörlük deneyimleri, ilk aksiyon filmi yıldızı Broncho Bill Anderson'ın tehlikeli sahnelerde oynayamaması nedeniyle oldu. Sanatçı tehlikeli sahneleri kendisi gerçekleştiremediği için, dublörlüğü icat etti. Böylelikle "aksiyon filmi aktörleri" doğmuş oldu. 1912 yılında ilk kez kadınların başrol alıp, dublörlük yaptığı "What Happended to Mary" dizisi piyasaya sürüldü. Burada rol alan en ünlü kadın dublörler (aynı zamanda öncüler ve dizi yıldızları) Pearl White, Helen Holmes ve Helen Gibson'dur. 1924 yılında Harry Arias Froboss dublörlüğün çeşitlerini icad etti ve Yakima Canutt bu çeşitleri gerçekleştirerek, bütün dublörlük çeşitlerinin öncüsü oldu. Film sektöründe oldukça ünlendi ve Jon Wayne gibi aktörleri kovboy olarak yetiştirdi. En ünlü dublör hareketlerini "Ben Hur" filminde yaratıp, bu sanata önemli bir adım atmış oldu. Onun yolunu izleyen dublörlerden bazıları da aksiyon filmi aktörlüğünden, drama ve aksiyon yıldızı olmayı başardılar, örneğin Terence Hill. Hamza Atlatonin Atlatonin veya Atlatonan, Aztek mitolojisindeki bir ana tanrıçadır. Aztek inanışına göre bu tanrıça aynı zamanda sahilin tanrıçasıdır. Tezcatlipoca ile çoğu kaynakta ilişkilendirilmiş, bazı mitlerde de Tezcatlipoca'nın eşlerinden biri olarak gösterilmiştir. Metztli Metztli, Aztek mitolojisinde ay tanrısı. "Meztli" veya "Metzi" olarak da anılır. Ay'ın erkeksi biçimini temsil eden ve literatürde "eski ay tanrısı" olarak da geçen Tecciztecatl ile benzerlikler taşır. Örneğin Tecciztecatl gibi ateşinden ürktüğü için Güneş'ten korkar. Açık hece Açık hece, Türkçe sözcüklerde sesli harf ile belirtilen kısa heceler. Örneğin a-na-do-lu, a-şı-la-ma gibi. Arapça ve Farsça’da ise sözcüklerde sesli harflerle yazılmayıp hareke ile gösterilen kısa hecelere verilen isimdir. Örneğin ka-de-me, ha-se-ne gibi. Aruz vezninde bütün açık heceler kısa hece olarak kabul edilir. Anjanbman Anjanbman ya da ulantı, şiirde cümlelerin bir dize ya da beyitte bitmeyip diğer dize, beyit veya bendlere kaymasıdır. Türk şiirine Fransız şiirinden geçmiştir. Servet-i Fünun döneminde yaygınlaşmıştır. Düzyazıyı şiire yaklaştıran önemli bir üsluptur. Yani söz işlemesidir. Cho Oyu Dağı Cho Oyu Dağı (veya Cho Oyo veya Zhuoaoyou) dünyanın en yüksek altıncı dağıdır. Cho Oyu Himalayalar'da yer alır ve Everest'in 20 kilometre batısındadır. Cho Oyu Tibetçe'de "Turkuaz Tanrıça" anlamına gelir. Cho Oyu'ya ilk kez Herbert Tichy, Joseph Joechler ve Şerpa Pasang Dawa Lama'dan oluşan Avusturyalı bir ekip tarafından 19 Ekim 1954'te dağın kuzeybatı sırtından çıkılmıştır. Cho Oyu'ya ilk çıkış denemesi, Eric Shipton liderliğindeki bir ekspedisyon tarafından gerçekleştirilmiştir fakat 6.650m'nin üzerinde bulununan bir buzul duvarının teknik zorluğu grubun yeteneklerini aşmıştır. Bugün bu buzul duvarları sabit hatlar sayesinde aşılmaktadır. Cho Oyu'nun birkaç kilometre batısındaki Nangpa La (5.716m/18,753 ft), Tibetlilerle Khumbu'nun Şerpaları arasındaki ana ticaret rotası olan bir buzullaşmış geçittir. Bu geçide olan yakınlığından dolayı, Cho Oyu tırmanışçılar tarafından tırmanılması en kolay sekizbinlik olarak görülür. Cho Oyu Annapurna'nın Haziran 1950'de, Everest'in Mayıs 1953'te, Nanga Parbat'ın Temmuz 1953'te ve K2'nin Temmuz 1954'te tırmanılmasının ardından tırmanılan beşinci sekizbinlik zirvedir. Lütfi Zade Lütfi Aliasker Zade, (, , d. 4 Şubat 1921, Bakü, ö. 6 Eylül 2017, Kaliforniya), babası Azeri asıllı İranlı annesi Yahudi asıllı Rus olan Azerbaycan'lı (ABD vatandaşlığına kabul edildi) matematikçi ve bilgisayar biliminde bulanık mantık teorisinin temelini koymuş bilim adamıdır. Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'nin Elektrik Mühendisliği ve Bilgisayar Bilimleri fakültesinde profesör görevi yapmış ve emekli (onursal) profesör adını taşımaktadır. Avrasiya Akademiyasının kurucu üyelerinden biridir. 4 Eylül 2017 yılında 96 yaşında hayatını kaybetmiştir. 1921'de bir İran gazetesinin Azeri-kökenli (Erdebilli) muhabiri Rahim Aliaskerzade ile Yahudi-asıllı Rus çocuk doktoru olan annesi Fania Koriman Aliaskerzade'nin oğlu olarak Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de doğdu. Psikosomatik "Psikosomatik"', psikolojik kökenli olan fiziksel hastalıklara verilen genel addır. Yunancada ruh anlamına gelen "psyche" ile beden anlamına gelen "soma" kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Psikolojik sıkıntılar ve duygular özellikle içe dönük insanlarda vücudu etkilemeye başlar. Kişi davranışlarını ve hareketlerini kısmen kontrol edemez Mide ya da karın ağrıları, yorgunluk, halsizlik, egzema ayrıca ciltte sindirim sisteminde ve iç organlarda bazı rahatsızlıklar görülebilir.Çocuklar da ve genç kızlarda görülme olasılığı yüksektir üzüntü dışa vuramama ve duygularını içine atma durumunda kişinin psikolojik olarak vücudunda ağrılar hissetmesi gibi belirtileri vardır çocukluk döneminde yaşanan olumsuz durumların sonradan ortaya çıkması şeklinde başlar,ve nedenleri arasında iç sıkıntının bedenle özdeştirilmesi de yer almaktadır Kişinin muhakkak bir doktora görünüp ilaç tedavisine başlaması gerekir. Selçuk Üniversitesi Selçuk Üniversitesi, 1975 yılında Konya'da kurulmuş olan bir devlet üniversitesidir. Konya'da üniversite açılması konusunun gündeme geldiği tarih 1955 yılıdır. Bu tarihte Konya'da üniver
sitenin kurulması için TBMM'de bir kanun tasarısı hazırlandı. Tasarı, Milletvekillerinin yarısından fazlası tarafından da imzalandı. Ancak tasarı talihsiz bir şekilde Milli Eğitim Komisyonu'ndan geçemedi. 1955 yılından 7 yıl sonra, 1962'de Konya, M.E.B.'e bağlı olarak açılan Selçuk Eğitim Enstitüsü ve Yüksek İslâm Enstitüsü ile üniversiteye sahip olma yolunda ilk ciddi adımını atmış oldu. Bu ilk adımın güçlendirilerek geliştirilmesi için 1968 yılında Konya'da Üniversite'yi Kurma ve Yaşatma Derneği kuruldu. Nihayet duyulan yakın ilgi, gösterilen üstün gayret ve sarf edilen çabalar boşa gitmedi ve bugünkü Mühendislik-Mimarlık Fakültesi'nin nüvesini teşkil eden Mühendislik-Mimarlık Yüksekokulu kuruldu. Binası, dersanesi, personeli ve bütçesi olmadığı halde Üniversite'yi Kurma ve Yaşatma Derneği'nin gayretleri ile 1970-1971 eğitim-öğretim yılında Çocuk Esirgeme Kurumu'na ait bir binada (Gazi Lisesi yanı) hizmet vermeye başlayan bu yüksekokul, 5 Temmuz 1971 tarih ve 1418 sayılı kanunun 9. maddesine istinaden Konya Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi unvanını aldı. Üniversitenin kuruluşuna hazırlık safhasını teşkil eden bu üç okuldan asıl üniversiteye geçiş ise, 1975 yılında gerçekleşti. 11 Nisan 1975 tarihinde yürürlüğe giren "4 üniversitenin kurulması ile ilgili" 1873 sayılı kanunla yurdumuzda dört üniversitenin kurulması öngörülmüş ve Selçuk Üniversitesi' de bu kanuna istinaden kurulmuştur. 1976-1977 eğitim-öğretim yılında Fen Fakültesi ve Edebiyat Fakültesi olmak üzere iki fakülte, 7 bölüm, 327 öğrenci ve 2 kadrolu öğretim üyesi ile faaliyete geçmiştir. Selçuk Üniversitesi için atılım yılı 1982 olmuştur. 20 Temmuz 1982 tarih ve 41 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname ile ilk etapta üniversitenin çekirdeğini oluşturan Fen ve Edebiyat Fakülteleri birleştirilerek Fen-Edebiyat Fakültesi'nin kurulmasına, Selçuk Yüksek Öğretmen Okulu'nun Eğitim Fakültesi'ne dönüştürülmesine, Konya Devlet Mühendislik-Mimarlık Akademisi'nin, Mühendislik-Mimarlık Fakültesi'ne dönüştürülmesine, Konya Yüksek İslam Enstitüsü'nün İlâhiyat Fakültesi'ne dönüştürülmesine, Hukuk, Tıp, Ziraat ve Veteriner Fakültesi ile Sağlık, Fen ve Sosyal Bilimler Enstitüleri'nin kurulmasına, Yabancı Diller Yüksekokulu'nun kaldırılarak Konya Meslek Yüksekokulu'na dönüştürülmesine, Niğde'de Niğde Meslek Yüksekokulu'nun kurulmasına, Kız Sanat Yüksek Öğretmen Okulu'nun Kız Sanat Eğitim Yüksekokulu'na dönüştürülmesine, Niğde Eğitim Enstitüsü'nün Eğitim Yüksekokulu'na dönüştürülmesine karar verilmiştir. 41 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname ile bir anda 8 fakülte, 4 yüksekokul ve 3 enstitü seviyesine ulaşmıştır. Bugün ise Selçuk Üniversitesi 21 Fakülte, 1 Devlet Konservatuvarı, 6 Yüksekokul, 22 Meslek Yüksekokulu, 6 Enstitü, 25 Araştırma ve Uygulama Merkezi 85.000'in üzerindeki öğrenci sayısı ve Türkiye'nin en büyük üçüncü kampüsüne sahip olması nedeniyle ülke üniversiteleri arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Her yıl mayıs ayında, 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'nı da içine alacak şekilde, 6 gün süren Selçuk Üniversitesi Bahar Şenliği düzenlenmektedir. 2012 yılında dokuzuncusu gerçekleştirilmiştir. Ayrıca her eğitim-öğretim yılı başında "Hoşgeldiniz Şenliği", aralık ayı sonunda "Yeni Yıl Konseri" ve mayıs ayı içerisinde de "Spor Şenlikleri" düzenlenmektedir. Selçuk Üniversitesi'nde Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı'na bağlı 60 civarı öğrenci topluluğu faaliyet göstermektedir. Alaaddin Keykubat Kampüsünde öğrencileri yararlanabileceği 1 adet kapalı tribüne sahip çim futbol sahası, 1 adat kapalı olimpik yüzme havuzu, 3 adet kapalı spor salonu, 2 adet basketbol sahası, 2 adet tenis kortu bulunmaktadır. Alaaddin Keykubat Kampüsü'nde 6 bloklu Atatürk Öğrenci Yurdu ve Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu'na bağlı Alaaddin Öğrencu Yurdu ve Cumhuriyet Öğrenci Yurdu bulunmaktadır. Süleyman Demirel Üniversitesi Süleyman Demirel Üniversitesi, SDÜ, Isparta'da 11 Temmuz 1992 tarihinde ve 21281 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 3837 Kanun ile kurulan devlet üniversitesi. Kurulma aşamasında adı Göller Bölgesi Üniversitesi olarak düşünülmüş daha sonra Ispartalı siyasetçi ve devlet adamı Süleyman Demirel'in adı verilmiştir. Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanlığı döneminde tanınırlığını artan üniversitenin Doğu Kampüsünde yer alan Tıp Fakültesi'ni iş adamı Dr. Üzeyir Garih yaptırmıştır. Kampüs, İstanbul yolu üzerindeki Çünür'de yolun iki tarafında Doğu Kampüsü ve Batı Kampüsü olarak ikiye ayrılmış durumdadır. Üniversitede 19 fakülte, 3 yüksekokul, 20 meslek yüksek okulu, 6 enstitü, 40 araştırma ve uygulama merkezi bulunmaktadır. Logosu daire şeklinde olup Isparta şehrinin simgesi gül ve eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in el yazısıyla "S. Demirel" yazısından oluşmaktadır. Dúnedain J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir insan soyu. Numenor İnsanları'na, özellikle onların soyundan gelen Arnor ve Gondor halklarına verilen isimdir. Numenor soyundan gelen insanlara uzun ömür verilmiştir. Elendil ve oğulları tarafından İkinci Çağ'ın sonunda Orta Dünya'da iki büyük ve kadim Dunedain Krallığı kurulmuştu: Kuzey Krallığı Arnor ve Güney Krallığı Gondor. Önceleri iki krallık daha büyük bir Dúnedain halkı için oluşturulmuş ve Annûminas'taki bir Yüksek Kral tarafından yönetilmesi düşünülmüştü. Bu dönemde Yüksek Kral Arnor'da yaşamakta olan Elendil'in kendisiydi. Ancak Elendil'in oğlu Isildur'un ölümünün ardından Arnor ve Gondor birbirinden ayrılıp tarih içinden birbirinden farklı yollar izlediler. Dúnedain'in Kuzey Krallığı Arnor, Isildur'un doğrudan vârisleri tarafından yönetildi. İlk Kral da Isildur'un en küçük oğlu Valandil'di. Ancak toprakları her zaman kargaşa içinde oldu. İç karışıklıklar ve Angmar ile yapılan savaş sonunda Arnor önce dağıldı, ardından tamamen yok edildi. Böylece Kuzey Dúnedain yavaş yavaş küçülen, önemini kaybeden ve oradan oraya dolaşan bir insan topluluğu haline geldi. Yine de Isildur'un kanı bu insanların Reis'lerinde devam etti. Aragorn II Elessar, Isildur'un 39. vârisiydi ve 3000 yıllık ayrılıktan sonra Dunedain Krallıkları'nı birleştiren de o oldu. Sonradan evlendi. Dunedianları uzun süre korudu. Sekizbinlik Sekizbinlikler, deniz seviyesinden ölçüldüğünde yüksekliği 8.000 m'yi geçen 14 dağa verilen isimdir. Bu dağların hepsi Asya'daki Himalaya ve Karakurum silsileleri içerisinde yer alırlar. Bütün on dört sekizbinliğe çıkan ilk kişi Reinhold Messner'dir. Bunu 16 Ekim 1986'da başarmıştır. Bir sene sonra, 1987'de Jerzy Kukuczka bütün sekizbinliklere tırmanan ikinci dağcı olmuştur ve günümüzde toplam 29 kişi bunu başarabilmiştir. Bütün sekizbinliklere tırmanmak çok riskli bir iştir ve bunu yapmaya çalışan en az dört kişi hayatını kaybetmiştir. Hayri Kozanoğlu Hayri Kozanoğlu, endüstri mühendisi, iktisatçı. ÖDP´nin eski genel başkanı. ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü´nü bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi İşletme Bölümü’ne araştırma görevlisi olarak girdi. Yüksek lisans ve doktorasını işletme finansmanı konusunda yaptı. Bir ara bürokraside Eximbank’ta görev aldı. 1992’de Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü’ne girdi. Halen aynı bölümde iktisat politikası profesörüdür. Evli ve iki çocuk babasıdır. Aralarında Küresel Krizin Anatomisi, Neoliberalizmin Gerçek 100'ü, Küreselleşme Heyulası'nın bulunduğu birçok kitabın yazarıdır. Birgün Gazetesinde yazmaktadır. 1988-1992 arası üniversiteden ayrılıp bürokraside çalıştığı yıllardı. Tekrar üniversiteye döndüğünde, arada geçen dönemde Türkiye’de sosyal hareketliliğin gelişmesine paralel olarak sendikaların canlanmaya başlaması, meslek örgütlerinin daha aktif hale gelmesiyle birlikte, üniversite örgütlenmeleri de canlanmaya başlamıştı. 1994 yılında kurulmuş olan Öğretim Elemanları Sendikasına 1995 yılında üye oldu. Orada da, 1996 yılından itibaren şube üyesi ve şube başkanı olarak aktif olarak görev yaptı. 2000 yılında da Öğretim Elemanları Sendikası Genel Başkanı oldu. 2001 sonunda çıkan Kamu Sendikaları Yasası, ana okulundan üniversitelere kadar, dikey, bütün sektörü içeren iş kolu örgütlenmesi anlayışını temel aldığından üyesi olduğu Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’na (KESK) bağlı Eğitim-Sen’e katıldılar. ÖDP’nin kuruluş öncesinden itibaren, ODTÜ’den arkadaşları olan insanlarla, geniş kitlelerin umudu olabilecek, Türkiye'nin temel meselesi olan Kürt sorununu çözme inisiyatifine sahip olabilecek, geçmişin hatalarından dersler çıkartabilen, geçmişin mirasına sahip çıkabilen, geçmişin deneyimlerinden öğrenmenin yanında geçmişin hatalarını aşabilen bir sol hareket nasıl oluşturabileceklerini düşünmeye, konuşmaya başlamışlardı. ÖDP’nin kuruluşu olan 1996 Ocak’ından önceki bir buçuk yıllık süreçte bu tartışmalarda ve kuruluş çalışmalarında yer aldı. Kuruluştan sonra da 2003 Ocak'ına kadar da Beşiktaş ilçe üyesi, Parti Meclisi üyesi, 1999 seçimleri öncesinde de bir dönem Merkez Yürütme Kurulu Üyesi olarak görev yaptı. Kuruluş öncesinden başlamak üzere kesintisiz olarak ÖDP ile birlikte örgütsel mücadele içinde oldu. Türkiye'nin en önemli ve temel meselesi olan Kürt sorununuyla ilgili önemli açıklamalarda bulunmuştur. 1 Şubat 2009'da yapılan ÖDP 5. Olağanüstü Konferansı'nda yeniden genel başkan seçilmiştir. Olağan Kongre'ye kadar devraldığı bu görevini 20 haziran 2009 tarihinde Alper Taş'a bırakmıştır. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu, kısaltması KESK olan 8 Aralık 1995'te kurulan memur sendikaları konfederasyonu. İlk olarak 28 Mayıs 1990 yılında eğitim emekçileri EĞİTİM-İŞ’i (Eğitim İşkolu Kamu Görevlileri Sendikası) kurdu. Ardından EĞİTİM-SEN (Eğitim, Bilim ve Kültür Emekçileri Sendikası) ve TÜM BEL-SEN'den (Tüm Belediye Memurları Sendikası) başlayarak çok sayıda sendika kitlesel başvurularla kurulmaya başlandı. Cihat Arman Cihat Arman (16 Temmuz 1915 - 14 Mayıs 1994, İstanbul), Fenerbahçe'nin ve Türkiye millî futbol takımının kalecilerindendir. Türk futbolunun ve Fenerbahçe'nin gelmiş geçmiş en iyi kalecilerinden biri olarak görülmektedir. İstanbul'da d
oğan Cihat Arman, okul hayatına Galatasaray Lisesi'nde başladı. Futbola bu dönemlerde ilgi duyan Arman, babasının Ankara'ya taşınması nedeniyle öğretim hayatına bu şehirde devam etti. Profesyonel futbola 1933 yılında 15 yaşında Gençlerbirliği'nin genç takımında başladı. Kısa zamanda A takıma yükseldi. 1936 yılında İstanbul'a Güneş Spor Kulübü'ne transfer oldu. Ancak bu kulübün kapanması ile Fenerbahçe'ye geçti. Mükemmel kurtarışlarıyla Uçan Kaleci unvanını aldı. Sarı-Lacivertli forma altında 308 kez sahaya çıktı. Giydiği sarı forma sebebiyle Fenerbahçe'nin kanarya sembolünü almasını sağladı. Fenerbahçe Marşı'nda yer aldı. ("Cihat'lar, Lefter'ler, Can'lar, Fikret'ler / Hala sevilen birer abidedirler") Fenerbahçe ile 6 şampiyonluk, 3 Başbakanlık Kupası, 3 İstanbul Ligi şampiyonluğu, 1 İstanbul Kupası, 1 İstanbul Şildi kazanmıştır. 1953 yılında futbolu bıraktı. II. Dünya Savaşı sırasında, etkin futbol yaşantısı döneminde millî maçların olmaması yüzünden millî formayı 13 yılda ancak 13 kez giyebildi. İlk kez 1936'da 17 yaşındayken Gençlerbirliği forması giyerken Yugoslavya karşısında millî formayı giydi. 1936 Yaz Olimpiyatları'nda Türkiye kadrosunda yer aldı ve Türkiye'nin Norveç'e yenilip elendiği tek maçta kaleyi korudu. 1948'de 2. Dünya Savaşı sonrası uluslararası futbola geri dönüldü. 23 Nisan 1948'de 11 yıl aradan sonra oynanan ilk Türkiye maçında sahaya çıktı. İlk kez Fenerbahçe bünyesinde millî takıma katılan Arman, maça ilk kez kaptan olarak da çıktı. 1948 Yaz Olimpiyatları'nda yine kadroda olan Cahit Arman, bu sefer kafilenin kaptanıydı. Türkiye'nin oynadığı iki maçta da kaleyi koruyan Arman, çeyrek final gördü. 1949'da ise Akdeniz Kupası'na katılan kadroda kaptan olarak sahaya çıktı. Burada oynanan 3 maçta da forma giydi. Futbolu bıraktıktan sonra spor yazarlığının yanı sıra teknik direktörlük de yaptı. Futbol hayatını sonlandırmadan 1949'da bir maçlığına Türkiye millî futbol takımını yönetti. 20 Kasım 1949'da Suriye ile oynanan 1950 FIFA Dünya Kupası eleme maçını yönetti. Türkiye maçı 7-0 kazandı ve Dünya Kupası'na gitme hakkını kazandı. Ancak maddi yetersizlikler nedeniyle Türkiye turnuvaya katılamadı. Cihat Arman, birkaç kez daha Türk millî takımını yönetti. Kasım 1956'da iki hazırlık maçı için millî takımı yöneten Arman'ın ekibi iki maçta da 1-1 berabere kaldı. 1964'te bir kez daha millî takımın başına geçti. Dünya Kupası elemeleri öncesi oynanan 3 hazırlık maçında 1 galibiyet 1 beraberlik 1 mağlubiyet aldı. Son olarak 1972 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde takımın başına geçti. 5 maçta takımın başına sahaya çıkan Arman, elemelere Arnavutluk galibiyeti ve Federal Almanya beraberlikleri ile iyi bir başlangıç yapsa da daha sonraki 3 eleme maçında ve 1 özel maçta yenildi ve görevden ayrıldı. Bunun dışında 1952'de genç millî takım antrenörlüğüne getirildi. Bir sene boyunca bu göreve devam edip, farklı turnuvalara katıldı. Dönem dönem bu görevi devam ettirdi. Teknik direktörlük kariyerine yıllarca futbol oynadığı Fenerbahçe'de başladı. Ağustos 1948'de başladığı görevi Şubat 1949'da bıraktı. Millî Lig'in düzenlenmediği sezonda İstanbul üçüncüsü olabildi. 1954 yılında Beyoğluspor takımının başına geçti. Birkaç ay bu takımı yönetti; ancak takım başarılı sonuçlar alamayıp İstanbul Ligi'nde son sırada yer alırken, yönetim ile anlaşamayan Arman görevinden ayrıldı. 1954 yılının sonlarında Beşiktaş'ın başına geçti. İlk sezonunda İstanbul'da ikinci oldular. 1955-56 sezonunda ise İstanbul'da üçüncü oldular. Sezon sonunda Beşiktaş'tan istifa eden Arman, antrenör kursalarına katıldı. 1956 yılında İstanbulspor'un teknik direktörlüğünü yaptı. Bir sezon görev yapıp İstanbul üçüncüsü oldular. 1957'de ise Kasımpaşa'nün başına geçti. Takımla Irak'ta özel maçlar oynamaya gitti. İstanbul Ligi'nde başarılı sonuçlar alamasalar da sözleşmesi uzatıldı. İkinci sezonunda da başarı gelmedi ve Millî Lig'e katılamadı. Federasyon Kupası'nda ise ilk 4 takım arasına giren Kasımpaşa, 1959-60 Millî Lig'e katılma hakkını kazandı. 1959-60 sezonuna da Kasımpaşa'da başladı ancak alınan kötü sonuçlar nedeniyle kasım ayında istifa etti. Sezon sonuna kadar millî takımda görev yaptı. 1960-61 sezonuna yeniden İstanbulspor'da girdi. Ligde 14. olabilen İstanbulspor, sezon sonunda Arman ile yollarını ayırdı. 1961-62 sezonunun ikinci yarısı Arman'ın yeni durağı Yeşildirek Spor Kulübü oldu. Sezon ortasında aldığı takımı ligde tuttu. 1962-63 sezonunun ilk yarısı kötü sonuçlar alınca Arman istifa etti. Yeşildirek de sezon sonunda küme düştü. Bir süre kulüp futboluna ara veren Arman, 1966'da Eskişehirspor'un başına gelerek liglere geri döndü. Ligi sekizinci olarak bitirdiler. 1967-68 sezonunda Mersin İdman Yurdu'nu yönetti. Ligi onuncu bitirdiler. 1968-69'da ise Vefa Spor Kulübü teknik direktörlüğüne getirildi. Teknik direktörlük hayatından sonra gazetelerde maç yorumlayan Arman, çeşitlik antrenörlük kursları da düzenledi. 1980'de ABD'ye gitti ve bir dönem orada yaşadı. Fenerbahçe kulübü üyesi olan Arman, takımıyla ilgili derneklerde başkanlık yaptı. 1988'de Fenerbahçe başkanlığına aday oldu ancak seçimlerden önce çekildi. 14 Mayıs 1994'te hayatını kaybetti. Fenerbahçe Melih Aşık tesislerinde düzenlenen bir törenden sonra Aşiyan Mezarlığı'nda toprağa verildi. Telcontar Hanedanı Tolkien Evreninde Hayali sülale. Sauron’un Tek Yüzük’ün yok edilmesiyle birlikte hükmünün sona ermesiyle Üçüncü Çağ bitmiş ve Dördüncü Çağ başlamıştı. Yeni bir çağın başlamasının diğer bir nedeni de Arnor ve Gondor krallıklarının yeniden birleşmesi idi. Bu yeni krallığın ilk kralı Arathorn oğlu Aragorn’du. Yeni doğan krallıkla birlikte Aragorn kendi nesline yeni bir isim seçti: Telcontari, Quenya dilinde “yolgezer” anlamına geliyordu. Böylece Aragorn soyundan gelenlere Telcontari denildi. Uruk-hai Uruk Hai, Tolkien'in Orta Dünya Evreninde ork/goblin kırması ırka verilen ad. Morgoth'un buyruğuyla Sauron orklar ile goblinleri melezleyerek ilk Uruk-Hai ırkını yarattı. Bu yöntem daha sonra Yüzük Savaşı döneminde Saruman tarafından tekrarlandı, böylece Saruman kendi melez ırkını yaratmıştır. Ancak Saruman'ın melez ırkı, Sauron'un eskiden ürettiği Uruk-hai ırkına oranla çok daha fazla insana benzemektedir. Kitabın yazarı J. R. R. Tolkien, bu konu hakkında şunları söylemiştir; "Şüphe yok ki ileride Üçüncü Çağ'da Saruman bunu yeniden keşfetti, veya kitaplardan öğrendi, ve efendi olma şehveti onu buna, en kötü işini yapmaya sevketti: Orkları ve goblinleri melezlemek. Neticede, şeytanî, büyük Adamorklar ve güvenilmez, aşağılık Orkadamlar türetti." Uruk-Hai ırkı insanlarla aynı boydadır ve insanlar kadar uzun saçları vardır. Orklara oranla çok daha güçlü zırhlar kullandılar ve kalkan, kılıç konumunda çok daha üstündüler. Uruk-Hai'ların bu özelliği Orta Dünya'da onları en tehlikeli ırk yapmıştır. Saruman'ın yenilişinin ve yüzüğün ateşe atılmasından sonra orklar ve goblinler Orta Dünya'da varlıklarını sürdürmesine rağmen, Uruk-Hai ırkı yok olmuştur. Çünkü Uruk-Hai'lar kendi kendilerine üreyebilen bir ırk değildir, ancak ork ve goblinlerin melezlenmesi sonucu ortaya çıkıyorlardı, bunu yapabilecek kötü güçler de ortadan kaldırılmıştı. Peyami Safa Peyami Safa (2 Nisan 1899 - 15 Haziran 1961), Türk yazar ve gazeteci. "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu", "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu" ve "Yalnızız" gibi psikolojik türdeki eserleriyle Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında ön plana çıktı. Yaşamı ve fikrî hayatındaki değişimlerini eserlerine de yansıttı. Server Bedi takma adıyla birçok roman kaleme aldı. Cingöz Recai tiplemesini Fransız yazar Maurice Leblanc'ın Arsen Lüpen karakterinden esinlenerek yarattı. Aynı zamanda çeşitli kurumlarda gazetecilik mesleğini sürdürdü ve ağabeyi İlhami Safa ile birlikte "Kültür Haftası" gibi çeşitli dergiler çıkardı. Peyami Safa'nın ismini şair Tevfik Fikret koydu. Küçük yaşlarda babasını kaybedince annesi ve ağabeyi ile zor şartlar altında yaşadı. Sağ kolunda kemik veremi hastalığı baş gösterdi. O yıllardaki psikolojisini otobiyografik romanı "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu"nda işledi. İlk edebi ürünlerini Vefa İdadisi'ndeki öğrenimi sırasında verdi. Kısa bir süre öğretmenlik yaptı. "Asrın Hikâyeleri" başlığı altında yayımladığı hikâyeleri ilgi gördü ve teşvik edici tepkiler aldı. Dönemin önemli edebiyatçılarıyla kalem kavgalarına girdi. Yaşamında pozitivist, materyalist, mistik, milliyetçi, muhafazakâr, antikomünist ve korporatist tutumlar sergileyerek çeşitli değişimler yaşadı. Fransızca bilmesiyle Batı kültür ve yeniliklerini yakından takip etti. İlk dönemlerinde Maupassant ve Rousseau gibi isimlerden tercümeler yaptı. Sonraki eserlerinde mekân olarak hep İstanbul'u seçti. Doğu ile Batı'nın sentez ve tahlilinden hiçbir zaman vazgeçmedi. "Cumhuriyet" ve "Milliyet" gibi gazetelerde eleştirel üslupla yazılar yayımladı. Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl Kısakürek ile olan iyi ilişkileri zamanla kalem kavgalarına dönüştü. İlk başta Cumhuriyet Halk Partisi'ne, sonrasında Demokrat Parti'ye yakınlaştı. Küçük yaşta başladığı yazın hayatını ölümüne kadar sürdürdü. Ağırlıklı olarak milliyetçi ve muhafazakâr bir tutum içinde oldu. "Fatih-Harbiye" ve "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" adlı eserleri Türkiye'de Millî Eğitim Bakanlığı tarafından ortaöğretim öğrencilerine tavsiye edilen 100 temel eser listesinde yer aldı. Eserleri çeşitli dönemlerde sinemaya ve dizilere uyarlandı. Peyami Safa 2 Nisan 1889 tarihinde Gedikpaşa'da doğdu ve ismini Servet-i Fünûn şairlerinden Tevfik Fikret koydu. Babası, Muallim Naci tarafından "anadan doğma şair" olarak anılan ve Trabzon kökenli bir aileye mensup olan İsmail Safa'dır. Annesi ise Server Bedia Hanım'dır. Peyami Safa'nın babası II. Abdülhamid'e muhalif olan isimlerdendir ve Sivas'ta sürgünde iken ailesine maddi anlamda hiçbir şey bırakamadan hayatını kaybetmiştir. Bir buçuk yaşındayken babasını kaybeden Peyami Safa, ağabeyi İlhami Safa ile birlikte annesi tarafından zor şartlarda yetiştirildi. İlköğrenimine devam ettiği yıllarda sağ kolunda kemik veremi ortaya çıktı. Hastalığı yüzünden okula devam edemeyerek kendisin
i küçük yaşta doktorların, hastaların ve hasta bakıcıların arasında buldu. Bu hastalığın yarattığı tesiri "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" adlı eserinde işledi. 1910 yılında Fatih'teki Vefa İdadisi'nde lise eğitimine başladı. Bu yıllarda Ekrem Hakkı Ayverdi ve Elif Naci ile sınıf arkadaşıydı. Ayrıca Hasan Âli Yücel ve Yusuf Ziya Ortaç da lise arkadaşları arasındaydı. İlk edebi tartışmalarını ve ürünlerini o yıllarda verdi. İlk hikâye denemesi "Piyano Muallimesi"ni ve ilk roman denemesi "Eski Dost"u lisedeyken yazdı. Ayrıca bu dönemlerde yayımladığı "Sakın Bu Kitabı Almayın" adlı ilk hikâye kitabı merak uyandırdı ve birkaç gün içinde tükendi. Lise eğitimine hastalığı ve ailesinin yaşadığı geçim sıkıntıları yüzünden devam edemedi. Babasının yakın arkadaşlarından olan Abdullah Cevdet'in hediye ettiği "Petit Larousse"u ezberleyerek Fransızca dil bilgisini geliştirdi ve edebi eserler dışında tıp, psikoloji ve felsefe kitaplarına da ilgi duymaya başladı. İlerleyen dönemlerde tiyatroya olan ilgisinden ötürü Dârülbedayi sınavlarına girdi fakat başarılı olmasına rağmen devam edemedi. I. Dünya Savaşı'nın seyrettiği dönemlerde annesine yardım edebilmek için Posta ve Telgraf Nezâretinde çalışmaya başladı. Daha sonra da Boğaziçi'ndeki Rehber-i İttihad Mektebine öğretmen olarak atandı (1917) ve bir süre Düyûn-ı Umûmiye İdaresinde çalıştı (1918). Mütareke döneminde Rehber-i İttihad Mektebi'ndeki öğretmenlik görevinden 1918 yılında ayrılan Peyami Safa, ağabeyiyle beraber "Yirminci Asır" adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. Bu gazetede "Asrın Hikâyeleri" başlığı altında yayımladığı hikâyeleriyle dikkatleri üzerine çekti. Ayrıca ilk kalem kavgasını da Cenap Şahabettin'in "Küçük Beyler" adlı uyarlama piyesine karşı yaptı (1919). "Alemdar" gazetesinin düzenlediği hikâye yarışmasında derece alınca devrin önde gelen yazarları tarafından yazmaya teşvik edildi. Ağabeyi İlhami Safa ile beraber çıkardıkları "Yirminci Asır" gazetesi kapandıktan sonra "Tercüman-ı Hakikat" ve "Tasvir-i Efkâr" (1922), Cumhuriyetin ilanından sonra da "Son Telgraf", "Son Saat" ve "Son Posta" gibi yerlerde gazetecilik mesleğine devam etti. Ayrıca bu dönemlerde ilk romanı olan "Sözde Kızlar"ı geçim sıkıntısı çektiği için yayımladı. 1924 yılına gelindiğinde ise "Mahşer", "Bir Akşamdı", "Süngülerin Gölgesinde" ve "İstanbul Hikâyeleri" adlı eserlerini yayımladı. 1925'te Halil Lütfü Dördüncü ile birlikte "Büyük Yol" adında kısa ömürlü bir gazete çıkardı. Yine bu yıllarda hem "Server Bedi" hem de "Peyami Safa" imzası ile "Cumhuriyet" gazetesinde yazmaktaydı. "Cumhuriyet"le olan ilişkisini fıkra yazarlığı ve edebiyat bölümü yöneticisi olarak sürdürdü (1928-1940). "Hilal-i Ahmer" dergisinde yayımladığı "Yeni Edebiyat Cereyanları" adlı yazısı Ahmet Haşim'le kalem kavgasına yol açtı (1928). Peyami Safa gençliğinin ilk yıllarında Abdullah Cevdet'in etkisi altında kalarak pozitivist ve materyalist düşüncelerle "İçtihad" dergisinde yazılar kaleme aldı. Özellikle Abdullah Cevdet ve Celal Nuri İleri arasındaki tartışmaya "Zavallı Celal Nuri Bey" adlı broşürü yayımlayarak katıldı. Peyami Safa Mütareke döneminde genel olarak hem batıcı hem de milliyetçi bir görünüm verdi. Mustafa Kemal Atatürk döneminde gerçekleşen Harf Devrimi'ne ise kuşaklar arasında kültürel kopukluklara neden olacağını düşünerek endişeli yaklaştı fakat ilerleyen dönemlerinde bu devrimin tamamlayıcılarından biri haline geldi ve dil kurultaylarına katıldı. Peyami Safa "Cumhuriyet" gazetesinde edebiyat sayfasının yöneticiliğini yaptığı dönemlerde Türkiye'de af kanunu çıktı. Nâzım Hikmet bu kanundan yararlanmak için Türkiye'ye geldi, daha sonra da tutuklandı. Safa ise Nâzım Hikmet'in affedilmesi için ona ait olan "Yanardağ" adlı şiiri "Cumhuriyet"te yayımladı. Ertesi gün "Cumhuriyet" gazetesi şiirin altındaki imzanın kendi görüşlerini ve misyonlarını yansıtmadığına dair açıklamada bulundu. Bu açıklamadan sonra Safa gazeteden ayrıldı ve Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel tarafından çıkarılan "Resimli Ay" dergisinde yazmaya başladı. Bu derginin en tanınmış yazarları arasında Nâzım Hikmet dışında Sabahattin Ali, Vâlâ Nureddin ve Cevat Şakir Kabaağaçlı bulunuyordu. Peyami Safa ile Nâzım Hikmet ilerleyen dönemlerde "Hareket" dergisinde beraber görev aldı. İki isim arasındaki dostluk Peyami Safa'nın "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" adlı eserini Nâzım Hikmet'e ithaf etmesiyle devam etti. Nâzım Hikmet ise bu roman hakkında "Resimli Ay"da, Reşat Nuri Güntekin'e ait "Çalıkuşu"na da atıfta bulunarak şu ifadeleri kullandı: Safa "Hareket" dergisinin ilk sayısında "Varız Diyen Nesil" başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazı genç edebiyatçıların görüşlerini yansıtır hâle gelip bahsedilen yeni nesil de Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından "Milliyet"te eleştirilince Türk basın tarihinde "Saman Ekmeği Kavgası" adlı ünlü kalem kavgası başladı. Safa bu dönemlerde "Resimli Ay"da başlayan "Putları Yıkıyoruz" adlı tartışmalara Nâzım Hikmet'le beraber katılması ve sol eğilimli "Tan" gazetesinde yazılar yazmasından dolayı Bolşevik olmakla suçlandı. Fakat kendisi bu iddiaları her zaman reddetti. İkilinin bu dostluğu "Resimli Ay"ın kapanmasından sonra da devam etti. Zamanla Nâzım Hikmet'in onu komünizme kazandırmak istemesi, kendisinin de Nâzım Hikmet'i bu ideolojiden vazgeçirmek için uğraşması sonucunda aralarındaki bu dostluk büyük bir düşmanlığa dönüştü. Nâzım Hikmet "Tan" gazetesinde Orhan Selim takma adıyla yazdığı "Kahve ve Gazino Entelektüelleri" başlıklı yazısında Peyami Safa'ya yönelik ithamlarda bulundu. Peyami Safa da ağabeyiyle beraber çıkardıkları "Hafta" dergisinde "Biraz Aydınlık" başlıklı yazı dizisi altında Nâzım Hikmet'e cevap verdi. Bu noktadan sonra Peyami Safa ömrünün sonuna kadar antikomünist bir dünya görüşünü benimsedi. Sonraki süreçte ise Peyami Safa'nın Server Bedi imzası ile verdiği eserleri ile Cingöz Recai tiplemesi ikili arasındaki tartışmaların ana konusu oldu. Peyami Safa "Resimli Ay"ın kapanmasından sonra Ahmet Ağaoğlu çevresinde gelişen liberalizme yöneldi. "Kadro" dergisinin kuruluş yıllarında ise sol çevreden uzaklaşarak Mustafa Şekip Tunç, Ahmet Hamdi Başar, Hilmi Ziya Ülken, Namık İsmail, Münir Serim ve Ahmet Ağaoğlu gibi isimlerin dahil olduğu toplantılara katıldı. Yine bu yıllarda "Cumhuriyet"teki birkaç yazısıyla Cahit Sıtkı Tarancı'yı edebiyat dünyasına tanıttı (1932). Aynı yıl annesini kaybetti. Sonraki süreçte "Kültür Haftası" adlı derginin kuruluşuna ön ayak oldu. Doğu-Batı sentezini işlediği 1931 tarihli "Fatih-Harbiye" romanından sonra "Kültür Haftası" dergisinde de bu konuyu işledi. Yirmi bir sayı süren "Kültür Haftası" dergisinin kapanmasından sonra Avrupa seyahatine çıktı. Bu seyahati onun "Türk İnkılâbına Bakışlar" adlı eseri için önemli bir izlenim sağladı. Bir aylık Avrupa seyahatinde İsviçre gibi ülkelerde zaman geçirdi, dönünce de "Büyük Avrupa Anketi" adlı bir eserini "Cumhuriyet"te tefrika ettirdi (1938). "Türk İnkılâbına Bakışlar" adlı eseri de aynı yıl yayımlandı. Bu eser onun Kemalist inkılâbın felsefi kuramlarını temellendirdiği bir eser oldu. Eserin birinci baskısının önsözünde Türkiye'nin iki medeniyet arasında sıkışmışlığından ve bunun yarattığı sorunlardan bahsetti. Bu dönemde Nebahat Erinç'le evlendi (1938). Peyami Safa Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışını İngilizlere bağlıyor, İngilizlerle işbirliği içinde oldukları için Fransızlara da mesafeli yaklaşıyordu. 9 Ağustos 1940 tarihinde "Cumhuriyet"ten ayrılan Peyami Safa, "Yeni Mecmua" ve "Tasvir-i Efkâr" gibi yerlerde yazmaya başladı. Yine bu tarihlerde Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon tarafından çıkarılan "Çınaraltı" dergisinde milliyetçilik anlayışını temellendirdiği yazılar yayımlıyordu. II. Dünya Savaşı yıllarında Almanya'yı destekler bir dil kullanınca faşist olmakla suçlandı. Yeğeni Behçet Safa da amcasının Adolf Hitler'i desteklediğini ve imzalı "Kavgam" kitabına sahip olduğunu iddia etti. 1943 yılında aleyhinde Rıza Çavdarlı imzası taşıyan bir broşür yayımlandı. Peyami Safa ilerleyen süreçte "Çınaraltı" dergisindeki yazılarını "Millet ve İnsan" adlı bir kitapta topladı. II. Dünya Savaşı dönemi Peyami Safa'nın fikir hayatında arafta kaldığı bir dönem oldu. Bu dönemlerde milliyetçilik, turancılık ve mistisizm gibi konularda değişimler yaşadı. Özellikle bir süre sonra üzerinde etkili olacak olan mistisizmin ilk belirtileri bu dönemde ortaya çıktı. Peyami Safa'nın adı Irkçılık-Turancılık davası için hazırlanan 47 kişilik raporda geçti, fakat yargılanan 27 kişiden biri olmadı. Demokrat Parti iktidarı öncesinde Ziyad Ebüzziya'nın "Tasvir-i Efkâr"ın yerine çıkardığı "Tasvir"de yazmaya devam etti (1945). Aynı yılın Kasım ayında "Büyük Doğu"nun ikinci dönem yazı kadrosunda yer alan isimlerden biri oldu. II. Dünya Savaşı sonrasında dünya genelinde tek parti rejimlerinin varlıkları sorgulanmaya başlanmıştı. Bunun etkileri Türkiye'ye de yansıdı. Demokrat Parti'nin (DP) kurulması ve iktidara gelmesiyle çok partili dönem Türkiye'de de başlamış oldu. Peyami Safa önceleri Demokrat Parti'ye muhalif oldu fakat partinin ilerleyen süreçte antikomünist bir tutum sergilemesinden dolayı muhalifliği bıraktı. DP'ye muhalif olduğu dönemlerde "Vakit" gazetesinde parti aleyhinde yazılar yazdı. Savaş döneminde ilgi duymaya başladığı mistisizm, parapsikoloji ve metapsişik merakını bu gazeteye de taşıdı. Türkiye'deki demokrasi girişimlerine karşı çıkarak Meşrutiyet döneminden örnekler verdi. Onun bu tavrı, Peyami Safa'nın hayatını büyük ölçekte araştıran Beşir Ayvazoğlu tarafından, yeni kurulan cumhuriyetin buna henüz hazır durumda olmaması şeklinde yorumlandı. Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa'nın Cumhuriyet Halk Partisi'ne yakınlaştığını söyleyerek onunla bir kalem kavgasına girdi. Sonraki süreçte "Ulus"ta yazmaya başlayan Peyami Safa, 1949 yılında "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu" adlı eserini yayımladı. Bu eserinde mistisizme yöneldi. 1950 yılına gelindiğinde Cumhuriyet Halk Partisi'nden Bursa milletvekili adayı oldu fakat seçilemedi. Peyami Safa 1950 yılında Nâzım Hikmet için açılan af kampanyasına şiddetle karşı çıkarak mücadele etti. 1951 yı
lında "Yalnızız" romanını yayımladı. Bir süre sonra da "Ulus"tan ayrılarak "Türk Düşüncesi"ni çıkarmaya başladı. Derginin ilk on sayısı için gerekli parayı arkadaşı Kazım İsmail sağladı ve derginin ilk sayısı 1 Aralık 1953'te çıktı. Derginin programı ise Peyami Safa tarafından belirlendi. Dergiyi çıkarmaya başladığı dönemlerde Ali Naci Karacan'ın davetiyle "Milliyet"te yazmaya başladı (1 Ekim 1954). Buradaki ilk yazısından sonra kendisini ilk tebrik eden Adnan Menderes oldu. Sonraki süreçte Cumhuriyet Halk Partisi'yle yıldızı barışmadı, "solcuların" ve "dinsizlerin" parti içerisinde söz sahibi olduğunu belirterek eleştirilerini yineledi. Hem Demokrat Parti'nin antikomünist tutumu, hem de Cumhuriyet Halk Partisi'nin anlık durumu Peyami Safa'yı Demokrat Parti'ye biraz daha yaklaştırdı. Yeğeni Behçet Safa ise amcasının Adnan Menderes'in konuşmalarını telefon aracılığıyla Ankara'ya yazdırdığını belirtti. Aynı zamanda bu dönemlerde "Milliyet" gazetesindeki "Objektif" adlı köşesinde Aziz Nesin ve Çetin Altan gibi isimlerle kalem kavgalarına girdi. Gazete yönetim kadrosu sol kesime ilgi duyan kişilere geçince Peyami Safa bu gazeteden ayrılarak "Tercüman"a geçti (Mart 1959). Peyami Safa "Tercüman"da yazdığı dönemlerde Necip Fazıl Kısakürek'in "Büyük Doğu"sunda da yazıyordu. Fakat kısa bir süre sonra Necip Fazıl'la ikinci kalem kavgasına girdi ve dergiden ayrıldı. 29 Nisan 1960'ta ise yazı işleri müdürüyle anlaşamadığı için "Tercüman"dan ayrıldı. 27 Mayıs Darbesi'nden hemen önce Adnan Menderes'in davetlisi olarak Eskişehir'e gitti. Önceleri Demokrat Parti'yi desteklemesi ve Adnan Menderes'le yakın ilişikleri olması sebebiyle darbe sonrasında kurulan cuntacı rejim kendisine zorluklar çıkardı. Türk Dil Kurumu ve Türk Edebiyatçılar Birliği ile olan ilişkisi kesildi. Çıkardığı "Türk Düşüncesi" dergisinin yayımına ara verdi. "Havadis" gazetesi yazı kadrosuna girdi. Buradaki yazıları yüzünden aleyhinde protestolar düzenlendi. Sonraları "Düşünen Adam" ve "Son Havadis" gibi yerlerde yazılarına devam etti. Tüm bu süreç sonrasında yıpranan Peyami Safa, Erzincan'da yedek subay öğretmen olarak görev yapan oğlu İsmail Merve'yi 27 Şubat 1961'de kaybedince büyük bir sarsıntı geçirdi. 15 Haziran 1961'de Çiftehavuzlar'da bir arkadaşının evinde tansiyon yükselmesi sonrasında beyin kanaması geçirdi ve hayatını kaybetti. Gazeteciler Cemiyeti yazarın ölümünün ardından bir bildiri yayımladı ve tüm gazetecileri cenaze merasimine davet etti. 17 Haziran 1961'de ise Şişli Camii'nde kılınan cenaze namazı sonrasında Edirnekapı Şehitliği'nde toprağa verildi. Aile mezarlığında 1970 yılında ölen eşi ile kendisinden kısa süre önce ölen oğlunun da mezarı yer almaktadır. Cahit Sıtkı Tarancı, Peyami Safa eserlerinin daha iyi anlaşılması için hayatının bilinmesi gerektiğini belirtmektedir. Peyami Safa'nın küçük yaşlarda kemik veremi hastalığına yakalanması, kolunun kesilecek duruma gelmesi ve ailesindeki diğer hastalıklar eserlerine de yansımıştır. Peyami Safa'nın babası 1895 yılında vereme yakalandı, doktorların önerisiyle hava değişimi için Midilli'ye gitti ve iyileşerek İstanbul'a döndü. Bir süre sonra da Sivas'a sürgün edildi ve geçirdiği hastalıklar sebebiyle 35 yaşındayken hayatını kaybetti. Peyami Safa babasını kaybettiğinde henüz iki yaşındaydı ve bu sebepten "yetimi Safa" olarak anıldı. Ailedeki hastalıklar zinciri Peyami Safa'nın iki kardeşinin de ölümüne sebep oldu. Peyami Safa'nın amcası olan Ahmet Vefa'nın psikolojik sorunları bulunmaktaydı. Kardeşi İlhami Safa küçük yaşlarda tifoya yakalandı ve yedi yaşında sağlık durumu düzeldi. Annesi Server Bedia Hanım ise 1931 yılında üremi hastalığından hayatını kaybetti. Hastalıkların ve ölümlerin çok yaşandığı bir ailede büyüyen Peyami Safa'nın 1938 yılında evlendiği eşi Nebahat Hanım'ın da çeşitli hastalıkları oldu. Eşinin yürüme zorluğu daha sonra felce dönüştü. Doktor Ayhan Songar bu hastalığı psiko-nörotik olarak değerlendirdi. Beşir Ayvazoğlu, Peyami Safa'nın eşinin durumundan bir hayli etkilendiğini söyledi. Peyami Safa'yı en çok etkileyen durum ise oğlu Merve'nin hastalığı oldu. Merve Safa Erzincan'ın Tercan ilçesine bağlı Elmalı köyünde askerlik görevini yedek subay öğretmen olarak yaparken karaciğerinden rahatsızlandı, akut ve hepatit şüphesiyle hastaneye kaldırıldı ve hayatını kaybetti. Oğlunun ölümü Peyami Safa'yı derinden sarstı ve çöküntüye uğrattı. Peyami Safa, edebi hayatına henüz on bir yaşında iken yazdığı "Piyano Muallimesi" adlı hikâye ile başladı. On üç yaşına geldiğinde "Eski Dost" adında bir roman denemesi yaptı. Bu dönemlerde şiir de yazan Safa, dedesi, babası ve amcaları gibi şiirde ısrar etmedi. Vefa İdadisi'nde öğrenci iken "Bir Mekteplinin Hatıratı/Karanlıklar Kralı" (1913) adlı hikâyesini çıkardı. Rehber-i İttihad'da öğretmenlik yaptığı dönemlerde "Servet-i Fünûn" ve "Fağfur" gibi dergilere hikâye, makale ve tercüme denemelerini gönderdi. "Yirminci Asır"da imzasız olarak yayımladığı "Asrın Hikâyeleri" ile ismini duyurdu. Abdullah Cevdet'in etkisinde olduğu gençlik dönemlerinde fikirleri henüz temellenmemiş biriydi. Mütareke döneminde ise pozitivist ve materyalist düşüncelerin etkisinde kaldı. İlk uzun hikâyesi olan "Gençliğimiz" ve aynı yıl yayımladığı "Sözde Kızlar" adlı ilk romanıyla Mütareke İstanbulu'ndaki ahlaki kırılmaları eleştirdi. Yine bu yıllarda geçim sıkıntısını hafifletmek için "Server Bedi" imzasıyla aşk ve polisiye romanları yayımladı. 1924 yılında Maurice Leblanc'ın "Arsen Lüpen" adlı roman karakterinden esinlenerek Cingöz Recai tiplemesini yarattı ve oldukça ilgi gördü. 1924-1928 yılları arasında toplamda onar kitaplık "Cingöz Recai'nin Harikulâde Sergüzeştleri" ve "Cingöz Recai Kibar Serseri" kitap serilerini yayımladı. Gençlik dönemlerinde etkisinde kaldığı Abdullah Cevdet'in ilerleyen süreçte İngiliz mandasını savunması üzerine ondan uzaklaştı. Kendisinin düşünce anlamındaki temelleri I. Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarında belirginleşti. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında ise bohem bir yaşam sürdü. Bu dönemlerde başta felsefe olmak üzere diğer sosyal bilim dallarına olan ilgisi arttı. Mustafa Şekip Tunç ve Hilmi Ziya Ülken gibi birçok felsefeciyle yakın dostluklar kurdu. Türk Felsefe Cemiyeti'nin 1931 yılındaki ikinci kuruluşunda etkin rol aldı. Cemiyetin oldukça tartışmalı konferanslarından ilkinde felsefe ve diyalektik üzerine bir bildiriyi hazırlayıp sundu (13 Ocak 1931). Bu yıllarda rasyonalist bir düşünceye kapılan Peyami Safa, "Kültür Haftası"nda yayımladığı "Seziş Tahlil ve Riyâziye" başlıklı yazısında bu konudaki düşüncelerini açıkladı. Doğu ve Batı üzerine olan düşüncelerinin şekillenmesinde Avrupa'ya yaptığı seyahatin de etkisi oldu. Döndüğünde "Büyük Avrupa Anketi" ile fikri eserlerden sayılan "Türk İnkılâbına Bakışlar"ı yayımladı. Hilmi Ziya Ülken bu eseri Türk inkılâbının felsefi monografisi olarak yorumladı. Eserinde Avrupa medeniyetini "riyâziyeleşmek" ve "siteleşmek" kavramları üzerinden anlatarak; Avrupa medeniyetinin gelişmesinde Türk mutasavvıfların rolü tezini savundu. "Türk İnkılâbına Bakışlar"da Kemalist milliyetçi olarak değerlendirilen Peyami Safa, II. Dünya Savaşı öncesinde Almanya'nın yükselişini takip etti. Savaş yıllarında ise antikomünist bir tutum içinde olduğu için Almanya'yı ve tek şefliliği savundu. "Çınaraltı" dergisindeki yazılarında Marksistleri hedef alan yazılar yazıp korporatizmi savundu. Sonraki süreçte kendisi de Marksistlerin hedefi haline geldi. Hedefte olmasında "Millet ve İnsan" (1943) adlı eserinin büyük etkisi oldu. Bu eser "Çınaraltı" dergisindeki milliyetçi yazılarının derlemesi niteliğindeydi. Eserini 1961 yılında küçük değişiklikler yaparak "Nasyonalizm" adıyla tekrar yayımladı. "Türk İnkılâbına Bakışlar"ın ikinci baskısında da birtakım düzenlemeler yapıp kendisini Kemalist sıfattan uzaklaştırdı. Doğu-Batı sentezine yönelik düşüncelerine ise sadık kaldı. Safa, genel olarak on bir yaşında ilk adımını attığı, on dokuz yaşında ise gerçek anlamda başladığı yazı serüvenini ölümüne kadar devam ettirmiş, roman, makale, deneme ve fıkra gibi türlerde birçok eser vermiştir. Yazıları ile kendisini kanıtlamış ve çalıştığı gazetelerin tirajlarını artırmıştır. Beşir Ayvazoğlu gibi Safa'nın hayatını büyük ölçekte inceleyen Ergun Göze, 27 Mayıs sonrasında sekiz bin bile satmayan "Havadis Gazetesi"nin Peyami Safa'nın başa geçmesiyle beraber seksen bin tiraja çıktığını belirtmektedir. Kendisi sadece gazetelere bağlı kalmamış, kendi çıkardığı dergiler dışında dönemin önemli dergileri olan "Akbaba", "Bozkurt", "Fotomagazin", "Olimpiyat", "Seksoloji" ve "7 Gün"de de yazılar yazmıştır. Pek çok yazar Safa'nın bu üretkenliğine vurgu yapmıştır. Halit Fahri Ozansoy onun çok okuyan bilgili bir şahıs olduğu ve zaman içinde felsefe ve sosyolojiye ilgi duyduğunu açıklamıştır. Gazeteci Tekin Erer'de "Basında Kavgalar" adlı araştırma kitabında Peyami Safa'nın çok fazla yazmasını psikolojik sorunlarına bağlamaktadır. Toker Yayınları tarafından bir komisyona hazırlatılmış olan "Peyami Safa" adlı kitapta kendisinin yükseköğretim görmemesine rağmen psikoloji, felsefe, sosyoloji, tıp ve iktisat gibi konularda çok entelektüel bir tavrının olduğu vurgulanmaktadır. Bunun temel gerekçesi olarak da küçük yaşlarda Fransızcayı öğrenmesi gösterilmektedir. Kendisinin bu özelliğine atıfta bulunan diğer bir isim ise Galip Erdem'dir. Doktor Recep Doksat da Peyami Safa'nın tıp konusunda bir doktor kadar bilgili olduğunu belirtmektedir. Safa'nın üretken bir yazar olması, verdiği eserlerin ve bu eser türlerinin akademik olarak geniş çaplı incelenmesini zorlaştırmıştır. Çeşitli kişiler hakkında yazdığı biyografileri akademik olarak tıpkı hikâyeciliği gibi pek fazla ele alınmayarak gözardı edilmiştir. Çalıştığı gazete ve dergilerde nekroloji türünde yazılar yazan Safa en az 17 adet de biyografi türünde eser verdi. Bu türdeki eserlerinde genellikle tanıdığı kişilerin ölümlerinin ardından onlarla ilgili anılarını ve bilgilerini paylaşarak verdikleri eserler ile toplum içindeki etkilerini işledi. Biyografik özellikler taşıyan bazı yazıları ise Ötüken
Neşriyat tarafından Objektif serisi ile "Yazarlar, Sanatçılar, Meşhurlar" adlı kitapta toplandı. Safa'nın Osmanlı Türkçesi ile verdiği biyografik eserlerinde ağırlıklı olarak tarih ibaresi bulunmamaktadır. Fakat "Büyük Halaskârımız Mustafa Kemal Paşa" başlıklı eser bu tanımın dışında kalmakla beraber yayın tarihi konusunda iki farklı görüş bulunmaktadır. Beşir Ayvazoğlu bu eserin 1920 yılında yazıldığını belirtirken, eser içerisindeki bazı cümleler ise 1920 yılı yerine 1923-1924 yılı arasını işaret etmektedir. Peyami Safa'nın biyografi yazarlığına konu ettiği kişiler ise iki başlık altında incelenmektedir. Bunlar Türk Kurtuluş Savaşı kumandanları ve erken Cumhuriyet dönemini fikri anlamda etkilemiş kişilerdir. İlk gruptaki biyografileri daha duygusaldır ve Millî Mücadele dönemi koşullarını yansıtmaktadır: ikinci gruptakiler ise daha tarafsız ve bilimsel bir üslupla yazılmıştır. Türk Kurtuluş Savaşı kumandanları hakkındaki biyografileri kişilerin ölümlerinden önce kaleme almıştır. Kendisinin bu kişiler hakkında taraflı görüşleri en fazla Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki eserinde görülmektedir. Safa, Atatürk'ü ülküleştirerek yüceltmiş, insanüstü özelliklerle donatmış ve kusursuz bir Türk önderi olarak yansıtmıştır. Aynı durum Kâzım Karabekir biyografisinde de geçerlidir. Onun biyografi anlayışında duygusallığı ve sahiplenmeyi ön plana çıkarması bu türdeki eserlerinin biyografi tanımı ile tarihi roman tanımı arasında kalmasına neden olmuştur. Yaygın olan bir görüşe göre Peyami Safa'nın çok yazmasının ekonomik nedenleri vardır. Özellikle Server Bedi imzalı eserlerinde bu ekonomik nedenler belirgindir. Annesinin adından uydurduğu Server Bedi lakabı ile 140'a yakın roman yazmıştır. Bu romanlara edebiyat dünyasında piyasa romanı da denmektedir. Bu lakapla yazdığı romanları arasında en tanınan ise "Cumbadan Rumbaya" (1936) adlı eser ve Cingöz Recai tiplemesidir. Bu tiplemesini yaratırken Maurice Leblanc'ın Arsen Lüpen karakterinden esinlendi. Peyami Safa "Türk İnkılâbına Bakışlar"da Server Bedi imzasını ilk olarak ağabeyi İlhami Safa'nın kullandığını, kendisinin ise I. Dünya Savaşı sonrasında kullanmaya başladığını açıklamıştır. Halit Fahri Ozansoy ve bazı edebiyat eleştirmenlerine göre Peyami Safa'nın Server Bedi imzalı eserleri halk romancılığı kapsamına girmektedir. Ergun Goze, Peyami Safa'nın Server Bedi imzasını kullanmasının ana nedenini sanata duyduğu saygıya bağlamaktadır. Edebiyat tarihçisi İsmail Habip Sevük ise Peyami Safa'nın Server Bedi imzasını kullanmasındaki amacının bu imza ile verdiği eserler ile edebi ürünlerini ayırmak olduğunu ifade etmektedir. Bu açıklama "Türk Dili Ve Edebiyatı Ansiklopedisi"nde de geçmektedir. Server Bedi imzası taşıyan eserler ekonomik nedenlerle yazılmış polisiye ve halk tipi eserlerdir. Toker Yayınları tarafından çıkartılan "Peyami Safa" adlı kitapta yazarın kendisini iki ayrı türde yazmaya alıştırdığını ve Server Bedi imzalı eserlerin Peyami Safa imzalı olanlardan geri kalmadığı belirtilmektedir. Buna benzer ifadeler "Sevenlerin Kalemiyle Peyami Safa" adlı kitapta da tekrarlanmaktadır. Peyami Safa bir röportajında Server Bedi imzalı eserlerinden en çok "Zıpçıktılar", "Hey Kahpe Dünya", "Cumbadan Rumbaya" ve bazı Cingöz Recai serilerini sevdiğini belirtmiştir. Bu imza ile verdiği eserleri yoğun bir şekilde eleştirilmiş, kendisi de bu eleştirilere sert bir şekilde cevap vermiştir. Buna Nurullah Ataç, Selami İzzet ve eski öğrencisi ve dostu olan Doğan Nadi ile girdiği polemikler örnek verilebilir. Fakat bu konuda kendisine en ağır eleştiri ve ithamlar Nâzım Hikmet'den gelmiştir. Nâzım Hikmet Peyami Safa'yı başkalarının düşüncelerini Cingöz Recai tiplemesi ile çalıp çırpmakla suçlar. Bu söylemine gelen cevabın ardından Peyami Safa'yı burjuva edebiyatı yapmak ve "zina edebiyatı numuneleri vermekle" itham ederek eserlerinin işportaya düştüğünü iddia eder. Peyami Safa bu ithamlara "Hafta" dergisindeki yazısıyla cevap vererek, "eski dostunu cin çarptığını", "hafızasın kalmadığını", "kendisinin türü türlü zina ve sergüzeşt filmi, hikâyesi ve yazısı olduğu", "kendi kitapları hakkındaki eski methiyelerini unuttuğunu" söyler. Safa'nın bu sözlerine Nâzım Hikmet daha önceden Yakup Kadri Karaosmanoğlu'na yazdığı manzumenin bir benzeri ile cevap verir. Peyami Safa ise son olarak tartışma seviyesinin düştüğünü, Nâzım Hikmet'in tartışmayı soytarılığa çevirdiğini ve artık cevabı Cingöz Recai'nin vereceğini söyler. Aradan iki hafta geçtikten sonra Peyami Safa bilinen ilk manzumesini Nâzım Hikmet'e cevap olarak yazar. Server Bedi imzalı eserler Peyami Safa'nın kendi deyişiyle de tefrika romanlardır. Bu romanlarda ele aldığı temel konu polisiye olaylar ve kadın-erkek ilişkileridir. Bu imza ile verdiği eserlerinin çoğu ikinci baskıyı görememiştir. Bazı tefrikalarını sonradan düzeltme yoluna da gitmiştir. Bu imza ile bir çocuk romanı bir de casusluk romanı yazmıştır. "Amerika'da Bir Türk Çocuğu" adlı eser ısmarlama şeklinde yazılmıştır. Bu ısmarlama bilgisine kitabın başında değinilmiştir. Aynı durum "Cingöz Merih'te" adlı romanda da görülmektedir. Peyami Safa 1914-1961 yılları arasındaki yazın hayatında kendi imzası dışında Server Bedi, Çömez, Serâzâd, Safiye Peyman ve Bedia Servet gibi takma adlarla süreli yazılar yazmıştır. Peyami Safa'nın toplamda 500'e yakın yazısı bulunmaktadır. Fakat 2017 yılı itibarıyla eksiksiz bir bibliyografyası henüz hazırlanmamıştır. Kendisi edebiyatın hemen hemen her türünde eser vermesine rağmen romanlarıyla ön plana çıkmıştır. Sürdürdüğü yaşamın izleri romanlarına da yansımıştır. Çok küçük yaşlarda babasını ve kardeşini Sivas'ta kaybetmiştir. Sonraki süreçte ise annesi ve ağabeyi İsmail Safa ile birlikte ekonomik zorluklar altında yaşamıştır. Yine çocukluğunda yakalandığı kemik veremi hastalığı onda derin etkiler bırakmıştır. "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" adlı romanında hastane atmosferinin etkisi görülmektedir. Hastalığı yüzünden eğitimine devam edememiş, kendi kendisini yetiştirmek zorunda kalmıştır. Yusuf Ziya Ortaç ve Hilmi Ziya Ülken de onun bu yönüne dikkat çekmiştir. Peyami Safa'nın kültürel gelişiminde ve dolayısıyla romancılığında küçük yaşlarda öğrendiği Fransızca'nın da etkisi vardır. "Yalnızız" romanında Meral ve Feriha karakterleri arasındaki ilişki buna örnek verilebilir. Yine yabancı dil bilmesiyle Batı kültürünü de yakından tanıma fırsatı bulmuş; ilk yazılarının bir kısmı Maupassant, François de La Rochefoucauld, ve Jean-Jacques Rousseau'dan yaptığı tercümeler olmuştur. Peyami Safa'nın 1914-1918 yılları arasındaki ilk hikâye deneyimlerinde dönem şartlarına uygun "entrika" ağırlıklıdır. "Yirminci Asır" gazetesinde "Asrın Hikâye"leri başlıklı hikâyeleri onun ilk ciddi deneyimleri olmuştur. Hikâyelerinin beğenilmesi ve çevresindeki yazarlarca teşvik edilmesinden sonra itibar ve güven kazanmıştır. Kısa bir süre sonra yirmi üç yaşında iken ilk romanı olan "Sözde Kızlar"ı yayımlamış ve kamuoyunda daha da tanınmaya başlamıştır. Bu roman ilk başta Serâzâd imzasıyla "Sabah" gazetesinde tefrika edilmeye başlanmışsa da yarıda kalmıştır. Peyami Safa bu romanını kendi açıklamasına göre sadece geçim kaygısı güttüğü için kaleme almıştır. "Sözde Kızlar" Peyami Safa'nın ilerleyen süreçte sıklıkla değindiği ve eserlerinde kullandığı Doğu-Batı konusunun ilk izlenimleridir. Ayrıca bu romanının olumlu/olumsuz eleştirilere hedef olmasından sonra ikinci baskısının "Mukaddime" kısmında birtakım açıklamalara yer vermiştir. Ayrıca bu eseriyle beraber "Mahşer" ve "Cânân"ı "çocukluk eserlerim" diye tanımlar. Özellikle de "Cânân"ı "ele alınmayacak kadar" kusurlu bulur. "Sözde Kızlar", "Mahşer", "Cânân" ve "Süngülerin Gölgesinde" Peyami Safa romancılığının ilk evresine ait eserlerdir. Romancılığın ikinci evresine ait eserlerin başında ise "Şimşek" ve "Bir Akşamdı" gelmektedir. Özellikle "Şimşek" adlı eseri Peyami Safa'nın sonraki süreçte vereceği ürünlerin bir prototipidir. 1920-1930 yılları arasına ait bu eserler onun gerçek doygunluğa geçmesindeki önemli süreçlerden biridir. Eserlerinde zaman kavramı oldukça önemli olmuş, devrin özelliklerini yansıtmıştır. "Cânân" ve "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" I. Dünya Savaşı dönemi, "Sözde Kızlar", "Şimşek", "Mahşer", "Bir Akşamdı", "Bir Tereddüdün Romanı" ve "Biz İnsanlar" Mütareke Dönemi ve sonrası, "Fatih-Harbiye" İnkılap dönemi, "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu" ve "Yalnızız" ise II. Dünya Savaşı ve sonrasına ait eserleridir. Kendisi roman konusunda Maupassant'ın tesirinde kalmış, onu Flaubert'den daha başarılı bulmuştur. Peyami Safa'nın ilk dönem hikâye ve romanlarında Maupasant'ın izleri keskin bir biçimde görülmektedir. Kendisini etkileyen diğer romancılar arasında Émile Zola da vardır. Fakat onun etkisi Maupasant'a göre daha azdır. Peyami Safa'nın romancılık gelişimi ayrıntılı olarak izlendiğinde sadece Fransız romancılardan değil, İngiliz romancılarından da etkilendiği görülmektedir. Bu isimler ise genel olarak Aldous Huxley, Oscar Wilde ve Virginia Woolf'dur. Kendisinin iyi düzeyde Fransızca bilmesi, Batı'daki isimleri ve yenilikleri takip etmesine olanak sağlamıştır. Peyami Safa'nın "Sözde Kızlar" adlı romanı Sabah gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. Fakat gazetenin kapanması ile tefrika yarım kaldı. Kitap olarak ilk Orhaniye Matbaasında basıldı. Peyami Safa bu romanında yozlaştırılmış Batı kültür ve yaşamına eleştirel bir üslupla yaklaştı. Bu tarz bir hayatı benimseyenlerin vatanlarının işgal edilmesini bile umursamayıp keyfi bir yaşam sürmeleri romanın ana konusu olurken, asıl işlenen Doğu-Batı arasındaki kültürel çatışmalar ve bunun insanlar üzerine olan etkisidir. "Şimşek"te bir hasta ile rahat büyümüş bir kadının evliliğini ve kadının eşini aldatması konusunu işleyerek aile konusu üzerine durdu. Bu roman kendisinin ilk dönem eserlerinden olduğu için edebi ve tahlil yönünden sade bir görünüme sahiptir. "Mahşer"de I. Dünya Savaşı'nın yıkıcı ve sosyo-kültürel etkileri görülmektedir. Konusu genç bir öğretmenin Çanakkale Savaşı'na katılması, savaş sonrasında geçim sıkıntısı çekmesi, birçok olumsuz duruma şahit olması ve
yaptığı evliliğidir. Romanın genel teması ise savaş sonrasında yaşanan kültür değişimleridir. "Cânân"da kendi çıkarları için çevresindeki erkekleri kullanan güzel bir kadınının evli bir adamı eşinden ayırması, onunla evlenmesi, öz annesi tarafından öldürülmesi ve yalnız kalan erkeğin eski eşine geri dönmesini işledi. "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" adlı otobiyografik eseri "Resimli Ay" matbaasında basıldı. Bu eserini arkadaşı Nâzım Hikmet'e ithaf etti. Konu olarak da on beş yaşındaki genç bir çocuğun hastalığı sebebiyle yaşadığı acı ve sıkıntıları işledi. Yaptığı tahlillerle psikolojik roman türünde Türk edebiyatı'nın özgün eserlerinden birini verdi. 1943 yılında İngilizceye çevrilen "Fatih-Harbiye"de Doğu-Batı çatışmasını ve bunun genç nesillere olan etkisini bir genç kız ile onun ailesi, sözlüsü ve arkadaşları ekseninde işledi. "Bir Tereddüdün Romanı"nda I. Dünya Savaşı sonrasında Türk aydınlarının yaşadığı değişimleri ele aldı. "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu"nu parapsikoloji, metapsişik ve ispritizma gibi düşüncelere ilgi duymaya başladığı bir dönemde yazdı. Romanın ana temasında karşılaştığı birtakım olayları materyalist ve pozitivist dünya görüşü ile açıklamaya çalışan bir gencin hikâyesi vardır. "Yalnızız", "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" ve "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu" ile beraber Peyami Safa'nın bıraktığı en önemli eserlerin başında gelir. İlk olarak "Yeni İstanbul"da tefrika edilmiş ardından da kitap olarak basılmıştır. Bu romanda da parapsikolojik ve metapsişik gibi konular irdelenmiştir. Eserde Doğu-Batı sentezi kavramı bir ütopya olarak da işlenmiştir. Simeranya ütopyası ana karakter olan Samim'in hayali bir dünyasıdır. "Biz İnsanlar" Peyami Safa'nın son romanı sayılmaktadır. İlk olarak 1937 yılında "Cumhuriyet"de tefrika edilmeye başlanmışsa da ancak 1959 yılında kitap halini alabilmiştir. Bu eserde Mütareke dönemi aydınlarının düşünce dünyasını irdeleyen materyalizm, sosyalizm, mandacılık ve milliyetçilik akımlarının etkisi görülmektedir. Peyami Safa'nın romancılığı genel anlamda Doğu-Batı çatışmaları ve sentezi üzerine kuruludur. Bu medeniyetler arasında yaşanan psikolojik ve bedeni problemler romanlarında öne çıkan konuların başında gelir. Seçtiği hikâyeler metafizik unsurlarla genişletilmiştir. Eserleri yayımlandığı dönemlerin sosyal, psikolojik, kültürel, ekonomik ve siyasal izlerini taşır. Roman yazımı için önemli sayılan takdim, teşvik, takdir, tenkit, tasvir ve tahlil ögelerini romanlarında sıklıkla tercih etmiş, tahlil yeteneği ile Türk edebiyatı için önemli yapıtlar bırakmıştır. Anlatım tekniği çoğu zaman birinci ve üçüncü tekil şahsın anlatımıdır. Bu ikisi dışında biyografik anlatım tekniğinin izleri "Bir Tereddüdün Romanı" ile "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu"nda ağır basmaktadır. Romanlarında genç kadın karakterleri kültürel değişimlerinden en fazla nasibini alan kişilerdir. Romanlarındaki kadınların genel olarak belirli bir meslekleri yoktur; bazıları yabancı dil bilir (Mualla, Vildan, Vedia) bazıları da öğrencidir (Neriman, Selma). Romanlarındaki ana düğüm ve çözümler kadın karakterlerin üzerine kuruludur. Erkek karakterler ise genel anlamda bedeni ve ruhi anlamda zaafları olan kişilerdir. Maddi ve manevi problemler erkek karakterlerin genel özellikleridir. Bu kişiler ya ailelerinden ayrılarak yalnız yaşayan (Nihat, Ferit, Orhan) ya da ailesi ile yaşayan fakat farklı bir ruh dünyasına sahip kişilerdir (Genç Hasta, Şinasi). "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" ve "Bir Tereddüdün Romanı" Peyami Safa'nın otobiyografik eserleridir. Bu yapıtlarda ve bütün romanlarında geniş mekân olarak İstanbul'u seçmiştir. Bunların dışında Londra ("Bir Tereddün Romanı"), Berlin ("Dokuzuncu Hariciye Koğuşu"), Roma ("Bir Tereddün Romanı") ve Paris ("Yalnızız") gibi şehirler ile Fatih ("Fatih-Harbiye"), Şişli, Cerrahpaşa, Şehzadebaşı ("Sözde Kızlar") gibi mahalle ve semtleri mekân olarak tercih etmiştir. Dar mekân olarak da ev (müstakil, apartman dairesi, konak, yalı), otel, pansiyon, resmi daireler, otomobil, tramvay ve gemileri seçmiştir. Romanlarındaki mekân unsuru sosyal seviye ve yaşam tarzlarını da yansıtmaktadır. Örneğin Şişli ve Beyoğlu gibi semtler Avrupai yaşam tarzını, eğlenceyi ve alafrangalığı simgelerken, Fatih, Şehzadebaşı, Beyazıt ve Cerrahpaşa gibi yerler ise Doğu'yu temsil etmektedir. Romanlarındaki zaman dilimi on dokuz ve yirminci yüzyıldır. Genel anlamda Peyami Safa, yaşadığı şehir, zaman dilimini ve yaşamındaki değişimleri eserlerine da yansıtmış, Türk edebiyatında psikolojik roman türünde ön plana çıkmıştır. Ayrıca "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" ve "Fatih-Harbiye" adlı eserleri Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı tarafından ortaöğretim öğrencilerine tavsiye edilen 100 temel eser arasındadır. Peyami Safa'nın küçük yaşlarda vereme yakalanması onu tıp konusunda araştırma yapmaya iter. Annesi Server Bedia Hanım oğlunun tıp konusundaki ilgisinden söz etmiştir. Öğrendiği Fransızcanın da tıbbi bilgisinde etkisi olmuştur. Onun bu konudaki bilginliği sağlık camiasından kişilerinden de dikkatini çeker. Bu kişiler Ayhan Songar, Recep Doksat, Fahrettin Kerim Gökay ve Bülent Tarcan gibi tanınmış tıp profesörleridir. Hatta dost olduğu bazı doktorlar kendisinden mecazi olarak meslektaş olarak bahseder. Peyami Safa hem kendi hastalıkları hem de yakın çevresinde şahit olduğu hastalıklara romanlarında sıkça yer vermiştir. Romanlarında en az 32 hastalığa yan konu veya anlatımı zenginleştirmek amacıyla yer vermiştir. Fakat bizzat şahit olduğu hastalıklara daha fazla değinmiştir. Bunun sebebi küçük yaşta yakalandığı kemik veremi hastalığıyla yedi yıl gibi bir süre mücadele etmiş olmasıdır. Peyami Safa'ya göre en büyük hastalık ruhtadır. Ruhtaki hastalığın tedavi edilmemesi vücudun diğer yerlerine de sıçrar. Ayrıca sıkıntı en büyük hastalık nedeni olup kanser ve veremin de başlıca nedenidir. "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" hastalığın en çok işlendiği ve ana tema olduğu bir eserdir. İsimsiz başkahraman tıpkı yazar gibi kemik veremine yakalanmıştır. Fakat bu hastalık roman kişisinin ayağında, yazarın ise kolunda baş gösterir. Otobiyografik olan bu eserde çocukluk yıllarında yakalandığı kemik veremi yüzünden çektiği acıları anlatmıştır. Romanda verem hastalığının teşhisi ve tedavi süreci hem Latince adlarla hem de halk dilindeki söylemlerle okuyucuya aktarmıştır. "Cumbadan Rumbaya" adlı eserinde veremle ilgili ayrıntılı bilgilere yer vermiştir. "Bir Akşamdı"da Meliha'nın babası veremdir, ayrıca bu eserinde vereme neden olan Basil dö Koch virüsünü kişileştirerek konuşturmuştur. Felç de tıpkı verem gibi romanlarında sıkça yer verdiği hastalıklardan biridir. "Cânân"da bu hastalığın üç farklı türüne değinmiştir. "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu" bu hastalığın en çok yer aldığı romandır. İşlediği diğer hastalıklar ise genel olarak zehirlenme, menenjit, zatürre, bronşit, frengi ve kanserdir. Bunlar arasından menenjitin belirtileri konusunda dikkat çeken açıklamalar yapmış, "Biz İnsanlar"da bu hastalığın üzerine ayrıca durmuştur. Hastalıklara geniş yer ayıran Peyami Safa buna ters olarak hastanelere pek fazla yer ayırmaz. On dört romanında sadece Taksim ve Cerrahpaşa hastanelerinin adını verir. "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu" romanının başkahramanı Ferit tıp eğitimini yarıda bırakır, Safa ise eserlerinde telaffuz ettiği hastalıkların büyük bir kısmını Ferit karakteri ile okuyucuya aktarır. Bazı romanlarında bir hastalığın bütün yönlerini ele alırken bazılarında ise sadece tek bir türe yer verir. Tıbbi terimlerinin en fazla yer aldığı eseri ise "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu"dur. Romanlarındaki kadın karakterlerin benzer özellikleri vardır. Seçtiği kadın kahramanların genel olarak ruhsal ve fiziksel durumları ile toplum içindeki sosyal konumları büyük benzerlikler göstermektedir. Birbirlerine düşünsel ve yaşamsal olarak uzak olan kadın karakterler arasında piyano çalmak tarzında benzer davranış ve hevesler dikkate değer bir saptamadır. Kadın kahramanlar genel anlamda ruhsal olarak sinirli ve hassas kişiliklere sahip insanlardır. İstenmeyen ve aniden gelişen olaylara büyük tepki gösterirler. Bu tanımın tam tersi özelliklere sahip kadınlar da romanlarında görülmektedir fakat sayıları azdır. Kendisinden nefret eden kadınların sayısı da azımsanmayacak düzeydedir. "Bir Tereddüdün Romanı"nda Vildan, "Yalnızız"da Belma ve "Sözde Kızlar"da ise Meral kendisinden nefret duyan başlıca kadın karakterlerdir. Kadın karakterler bedenen sağlıklı görünen kişilerdir fakat çoğunun ruhsal sorunları mevcuttur. Kadınların yaş ortalaması genel olarak yirmi ile yirmi beş arasında değişmektedir. Bu rakamlar "Bir Akşamdı"da Meliha (18) ve "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu"nda Nüzhet (19) ile biraz daha düşmektedir. Kadınlar en az bir dünya görüşüne sahip kişilerdir. Tüm romanlarında mekan olarak İstanbul'u seçmesi gibi kadın karakterleri de ya İstanbul doğumludur ya da küçük yaşlarda bu şehre göç etmiştir. Küçük bir azınlık dışında çoğu eğitim almış kişilerdir ve Fransız mektebi kökenlidir; iyi derece Fransızca konuşurlar, bazen Fransızca düşünürler, hatta bazı kelimelerin Türkçe karşılıklarını unuturlar. Hizmetçiler dışında öne çıkan kadınların meslekleri yoktur fakat bu kadınlar klasik Türk ev kadını görünümünde değildirler. Boş zamanlarında piyano çalarlar, davet ve balolara katılırlar, eğlence ve ziyafetler düzenleyip gezintilere çıkarlar. Romanlarındaki evli kadın karakterleri Türk toplumunda önemli bir yeri olan aile kavramına olan bağlılıklarını yitirmiş durumdadırlar. İstanbul'un kenar semtlerinin tipik özelliklerini taşıyan kadın karakter ise hiç yoktur. Geçmişinde bu mahallerin izleri olan kadınlar ise sonraları sosyete ve zengin cemiyet ortamlarına dahil olmuştur. Bu genellemeye uyan kadınlar çoğunlukla dejenere olmuş ve batılılaşmayı yanlış yorumlayan kişilerdir. Aynı zamanda dönem olaylarına ilgisiz durumdadırlar. Türk edebiyatında hem romancı hem de bir düşünür olarak tanınan Peyami Safa'nın hikâyeleri pek fazla bilinmemektedir. Mehmet Kaplan'ın kapsamlı bir eseri olan “Hikâye Tahlilleri”nde de Peyami Safa'nın hikâyeciliği yer almamıştır. Bazı yaz
arlar onun bu yönünün pek fazla bilinmesini yeterli sayıda baskı yapılmamasına bağlamaktadır. Peyami Safa birçok Türk romancısı gibi yazın hayatına hikâye ile başlamıştır. İlk hikâye kitabı "Bu Kitabı Okumayın"dır ve bu eseri formattan oluşan bir yapıdadır. Daha sonra henüz 14 yaşındayken "Bir Mekteplinin Hatıratı / Karanlıklar Kralı" adlı hikâyesini yayımlar. Diğer hikâye kitapları ise "İstanbul Hikâyeleri", "Gençliğimiz", "Siyah Beyaz Hikâyeler", "Aşk Oyunları" ve "Ateş Böcekleri"dir. Kendisine ait çoğu hikâye 1980 yılında Halil Açıkgöz tarafından derlendi ve Ötüken Neşriyat tarafından "Hikâyeler" başlığı ile yayımlandı. Halil Açıkgöz takdim kısmında Peyami Safa'nın bu kitapta bulunanlardan daha fazla hikâyesi olduğunu belirtti. Peyami Safa'nın hikâyeciliği akademik olarak pek fazla incelenmemiştir. Çok az sayıdaki incelemelerden biri de İrfan Ülkü'nün Haziran 1981'de yaptığı derlemedir. Peyami Safa'nın hikâyeciliği Türk toplum değerleriyle özdeşleşen gözlemci bir yapıdadır ve toplum onun eserlerinde oldukça yer edinmektedir. Hikâyelerindeki gözlemci yapı dedektifi bir yapıdadır. Bu özelliği kendisinin polisiye romanlar yazmış olması ile açıklanmaktadır. Psikolojik tahliller romanlarındaki kadar geniş ölçekli olması da hikâyelerinde de görülmektedir. Mehmet Tekin Peyami Safa hikâyeciliğinin Maupassant'tan etkilendiğini ve ilk eserlerindeki üslup ve yazış şekillerinin benzediğini belirtmektedir. Peyami Safa hikâyeleri konularına genel olarak dört ayrı tasniften oluşmaktadır. Peyami Safa ilk olarak savaşlar silsilesiyle Türk toplumundaki etkileri ve ahlaki çöküntülerini işledi. Bu tarzdaki hikâyelerinde eşlerini aldatanlar, hırsızlar, dolandırıcılar ve dejenere olmuş insanlar geniş bir yere sahiptir. Peyami Safa İkinci olarak sevgi ve aşk temasını ve kadın-erkek ilişkilerini, üçüncü olarak az sayıda milliyetçi duyguları ve son olarak da bu üçü dışında kalan hayatın farklı yönlerini hikâyelerine yansıttı. Bütün romanlarında mekan olarak İstanbul'u seçen Peyami Safa, hikâyelerinde de ağırlıklı olarak bu tarzını sürdürdü. Genel anlamda romanlarıyla benzer özellikler taşıyan bu hikâyeler romanlarının bir prototipi olarak görüldü. Peyami Safa'nın 1918'den beri kaleme aldığı yazılarındaki konular günümüzde halen daha tartışılmaktadır. Çeşitli gazete ve dergilerde tartışma, savunma ve izahat gibi başlıklarla eğitim-öğretim, Cumhuriyet devrimleri, doğuluk, batıcılık, kültür, medeniyet, kozmopolitlik-milliyetçilik karşıtlığı, modernizm, sanat, felsefe, tenkit ve edebi akımlar gibi konularda düşünceleri açıklamıştır. Düşünceleri sebebiyle genel olarak Cumhuriyet devrimlerinin, millî hassasiyetlerin ve geleceğin savunucusu olarak görülmüştür. Arkadaşı Mustafa Şekip Tunç'a göre Peyami Safa'nın karşılaştığı zorluklar onu bir yandan terbiye etmiş, bir yandan da yazmaya teşvik etmiştir. Şükran Kurdakul ise Peyami Safa'nın düşünce yapısındaki değişimlere dikkat çekerek onun zamanında Nâzım Hikmet'le beraber eski ve gelenekçi edebiyat kuşağını tasfiye etmeye çalıştığını ifade etmiştir. Aynı zamanda Kurdakul, Peyami Safa'nın sosyolojik düşüncelerinde Durkheim'e yakın olduğunu ve faşist düşüncelerin II. Dünya Savaşı sonrasında yıkılmasından sonra da mistisizme yöneldiğini kaydetmiştir. Peyami Safa'nın sanat ve edebi görüşleri dönemin hareketli tartışmaları ve kalem kavgaları arasında gölgede kalmıştır. Cumhuriyet dönemi aydınlarından sayılan Peyami Safa'ya göre sanat, güzelin içinde doğruyu; bilim ise doğru olanın içinde güzel olanı bulur. Ona göre güzel ve doğru birbirine paraleldir, birbirlerinden büyük ölçekle ne ayrıdırlar ne de büsbütün benzerdirler. Her edebi ürün bir felsefi düşünceyi içinde barındırır. Öne çıkmış yazar ve şairlerde felsefi düşünce açık bir eğilim ve izahat halindedir. Sanat eserleri ise düşünsellikten çok yaşanmışlık sonrasında doğmaktadır. Edebi akımlarını ise "edebiyat çığırları" olarak incelemiştir. Bu akımları ekol, çeşit veya nazariye denebileceğini söylemekte ve bunların felsefi akımlarla bir tutulamayacağını da belirtmektedir. Peyami Safa romancılığının gelişim süresince roman anlatıcısının aradan çekilmesini arzulamıştır. Safa'ya göre roman bir plandan tamamıyla ayrılmamalıdır. Kendi romanlarında psikolojik betimlemeler ile insanın iç macerasını anlatmaya önem vermiştir. Düzmece gerçekleri biyografik gerçeklerden daha değerli bulmuş ve her romanında yeni teknikler geliştirmeyi denemiştir. Gerçeklik hisse veren romanları realist; yaşamı planlı bir şekilde taklit eden romanları ise romantik olarak değerlendirmiştir. Yeni roman kavramını ise natüralizm, realizm ve romantizm kavramlarından ayrı olarak betimlemiştir. Ona göre yeni roman anlayışında belirli bir konu yoktur, olayların zaman dizini değişmiştir; zaman ve mekân da belirsizdir. Safa'nın bu görüşleri günümüzde "postmodern", "büyülü gerçekçilik", "bilinç akışı", "parçalılık" ve "okur merkezli eleştiri yönelimi" şeklinde genel tanımlara aittir. Lisedeki küçük denemeleri ve Nâzım Hikmet'e cevaben yazdığı bir manzume dışında şiir türünde önemli eseri bulunmayan Peyami Safa, şiir sanatını "doktorluk gibi güç bir uğraş alanı" olarak yorumlamıştır. Ona göre Türkiye'de şiir yoktur fakat buna tezat olarak şair sayısı fazladır. Bu durumu şiirden az anlayanların çok fazla olmasına bağlamıştır. Halk şiirine de sıcak bakmayan Safa, bunu iptidai olarak değerlendirir. Şairlerin halk şairlerini özenmelerine karşı çıkarak bu uğraştan uzaklaşmalarını, hatta onları aşmaları gerektiğini belirtir. Bir yazısında ise halk şiirini işlenilmesi gereken bir ağaç gövdesine benzetmiştir. Genel olarak şiirin fizik ve metafizik arasında özgür bir şekilde olması gerektiğini savunmuş; şairi sahip olduğu zekasıyla değil ruhuyla yazan kişiler olarak tasvir etmiş, gerçek şiiri ise sadece vezin, kafiye veya güzellikten oluşmayacağı şeklinde yorumlamıştır. Peyami Safa küçük yaşlarda başladığı yazın hayatına birçok eser sığdırmış ve birçok değişim yaşamıştır. Bunun dışında gazetecilik mesleğini uzun yıllar sürdürmesi, dönemin öne çıkan gazete ve dergilerinde yazılar yayımlaması, Türk Dil Kurumu üyeliğinde ve İstanbul temsilciliğinde bulunması, Türk Felsefe Cemiyeti'nde yer alması, konferanslar vermesi, Osmanlı İmparatorluğu'nda doğup imparatorluğun çöküşüne, Balkanlar ve Trakya üzerinden gelen Türk göçlerine, yeni Türk devletinin kuruluşuna, Tanzimat'la başlayan yenileşmenin Atatürk Devrimleri ile hızlanmasına, Türkiye'de tek partili döneme, Türkiye'de çok partili döneme ve 27 Mayıs Darbesi'ne şahit olması onun fikri yönünü de etkilemiştir. Farklı konularda en az 18 adet fikri eser yazmış, çok sayıda "Kimdir, Nedir? Serisi" çıkarmış, Fransız yazarlardan tercüme yapıp öğrenciler için gramer kitapları hazırlamıştır. Peyami Safa milliyetçiliği Türk milletinin var olması için bir araç olarak gördü. Kemalist devrimlerin bir nevi savunuculuğunu yaptığı "Türk İnkılâbına Bakışlar"da milliyetçiliğin doğuşunu halkların gördüğü sarsıntılara ve yıkımlara bağladı. Türk milliyetçiliğinin doğuşunu ise Balkan Savaşları'na bağlayarak yeni Türk devletinin kendisini kanıtlamak için bir takım tarihi değerlere ve başarılara atıfta bulunduğu saptamasını yaptı. Kemalist milliyetçiliğin İtalyan emperyalizmine maruz kalmış Habeşistan veya Japonya ve Çin anlaşmazlığı sonucunda ortaya çıkan Asya kökenli milliyetçilikle bir tutulamayacağını belirtti. Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde ortaya atılmış fikirlerden sadece Türkçülük ve Batıcılığın ayakta kaldığını öne sürerek Osmanlı Türkçülüğünü ve Osmanlı Garpçılığını kangren olmakla nitelendirdi. Milliyetçilik Peyami Safa'ya göre ilk çağda bir tohum, orta çağda bir fidan ve başta yirminci yüzyıl olmak üzere günümüzde bütün dünyayı saran bir ağaç gibidir. Kendisinin milliyetçilik anlayışında toplum ve birey arasında önemli bir ilişki vardır. Ona göreve birey kavramı sadece milletin olduğu yerlerde değer kazanabilir ve millî düşüncelerin devlet tarafından oluşturulması gerekir. Bu konudaki benzer düşüncelerini ise Türkiye'deki yabancı okullarda yetişen aydınlara yöneltmiş ve onları millî konularda duyarsız olmakla suçlamıştır. Fransız milliyetçiliğinin 1870 sonrasında, Alman milliyetçiliğinin I. Dünya Savaşı sonrasında ve Osmanlı-Türk milliyetçiliğinin Balkan Savaşları sonrasında ortaya çıktığını savunan Peyami Safa, Kemalist milliyetçiliğinin ise Mütareke dönemi sonrasında ortaya çıktığı görüşünde bulundu. Bu görüşleriyle Türk milliyetçiliğinin dönemsel koşullar altıda mecburi olarak doğduğunu, sosyalizmden uzak ve faşizme yabancı olduğu değerlendirmesinde bulundu. Milliyetçiliğinin bir ırk, dil ve tarih hareketi olduğunu savundu. Özellikle II. Dünya Savaşı dönemlerinde ırkçı olmakla suçlandı. 1939 yılında "Cumhuriyet" gazetesindeki yazısında kendisini tepeden topuğa kadar milliyetçi olmakla nitelendirip kendisine faşist diyenleri rezil ve vatansız olmakla suçladı. Bu konu hakkında "Düşünen Adam" dergisinde ise “Irkçı mıyız, Milliyetçi mi?” adlı bir makale yayımlayarak kendisine yönelik ithamları reddetti. Milliyetçiliğin toplumlararası etkileşimi reddettiği veya insanları dar kafalı olmaya sürüklemesi durumunda ağır bir şekilde eleştirilmesi ve bu durumun acil olarak değiştirilmesi gerektiğini savundu. Öğretmen ve öğrencilerin milliyetçilik konusundaki yeri ve önemine dikkat çekti. Batı'da var olan milliyetçiliği gereksiz, Türkiye'dekini ise gerekli gördü. Bu konu hakkında "Onlarda ve Bizde Milliyetçilik" adlı bir makale yayımladı. Milliyetçi duygularını sadece fikri eserlerinde işlemekle yetinmeyip edebi eserlerinde de ele aldı. Romanlarında doğuyu temsil eden karakterleri genellikle milliyetçi ve manevi değerlere bağlı kişilerden seçti. "Mahşer"de Nihad ve "Biz İnsanlar"da Orhan bu tanıma uyan başlıca karakterler oldu. Genel olarak bakıldığında ise milliyetçilik kavramı Peyami Safa'yı etkileyen düşünce sistemlerinin başında gelmektedir. Peyami Safa'nın milliyetçilik dışında öne çıkan yönlerinden biri de muhafazakârlığıdır. 1930'lu yılların sonuna doğru somut hale gelen muhafazakârlık düşüncesinin Türkiye'de kurucu ideologlarından başınd
a gelen isimlerdendir. Cumhuriyet dönemi muhafazakârları arasından Cumhuriyet modernleşmesini ve toplumsal değişimleri yakından takip eden isimlerden biri olan Peyami Safa, bu değişim sancılarının odak isimlerinden biri haline geldi. Ordinaryüs profesör Hilmi Ziya Ülken Peyami Safa muhafazakârlığını iki yönde ele aldı. Bunlar Türk devrimlerinin Peyami Safa'ya göre bir kopuş hareketi olması ve Peyami Safa'nın mistik yönünün varlığı şeklindeydi. Peyami Safa değişim yıllarında Kemalizmin muhafazakâr söylemcisi olmaktan çok bu düşüncenin devrimci yönüyle uyuşmaya çalışan bir yazar görüntüsü verdi. "İrticâ ve Yobazlık" başlıklı yazısında muhafazakârlığı yobazlık olarak görmediğini ifade ederek birtakım açıklamalarda bulundu ve muhafazakârlık, yobazlık ve irtica arasındaki farklara değindi. Bu yazısında bu iki söylemin birbirleriyle sık sık karıştırıldığını belirterek muhafazakârlığı geçmişin değerlerini samimi bir şekilde savunan gerilik olarak, irtica ve yobazlığı ise savunduğu ve ulaşmak istediği değerleri kültürel bünyesinde barındırmamak şeklinde tanımladı ve radikalizmle eş tuttu. Peyami Safa Genç Kalemler ile başlayan Yeni Lisan Hareketi'ne karşı çıkan isimlerden biri oldu. Lisan için fikrin feda edilemeyeceğini belirtti. Hareketin öncülerinden Ömer Seyfettin'i eleştirerek eserlerinde ruh tahlilinin olmadığını ve sade olma özelliğinin basitliğe dönüştüğünü ifade etti. Yeni Lisan Hareketi ve Genç Kalemler'e olan karşıtlığını her fırsatta dile getirerek konuşma dilini yazı diline yaklaştırmayı olumsuz karşıladı. Buna gerekçe olarak da konuşma dilinin ortak bir dil olduğunu, bilim dilinin ise özel olduğunu söyledi. Dillerin saf ve öz olmadığını, evrensel olaylardan ve etkileşimlerden etkilenebileceğini belirtti. Öz Türkçe isteyenlerin diler arasındaki etkileşimden dolayı ölçülü olmak zorunda olduklarını 1958'de "Milliyet" gazetesinde savundu. Peyami Safa'ya göre yabancı bir dilin hakimiyetinde kalmakla yabancı bir ordunun kölesi olmak arasında fark yoktur. Bu sebepten diller arasındaki kaide alışverişini zorunlu olarak görüp, ölçülü olunmasını bildirdi. Dile giren her kelimenin imla değiştirmediği sürece sözlüğe alınmasına karşı çıkarak, kelimelerin öncelikle halkla aynîleşip halkın malı olması gerektiğini belirtti. Yabancı kelimelere gösterdiği hassasiyet ile kendisini dil otarşisinden kurtardı. Mana inceliklerini farkında olarak heba etmek istemediğinden dolayı romanlarında özellikle Fransızca kelimeler kullandı ve çeşitli çözüm önerilerinde bulundu. Dil ile ilgili sorunların çözümünde edebiyatçılara daha fazla danışılması gerektiğini belirterek bu kişilerin dilbilimcilerden daha önde olmasını arzuladı. Dil hakkındaki sorunların çözüm süresinin ise süreç dahilinde gerçekleşmesini ve üstünkörü bir şekilde yapılmamasını istedi 1 Kasım 1928'de gerçekleşen Harf Devrimi'ne karşı çıkan isimlerden biri oldu. Değişimden sonrasında eski sistemin devam etmesini olanaksız olarak gördü ve bu değişimi kabullendi. İlerleyen yıllarında ise okullar için çeşitli gramer kitapları yazdı. Okullarda Latin alfabesinin dışında Arap harflerinin de okutulmasını, kültürler ve kuşaklar arasında kopukluk olmaması için gerekli gördü. Osmanlıcanın da üniversiteler dışında lise eğitiminde de okutulmasını öneren bir yazı kaleme aldı. Peyami Safa başta romanlarında olmak üzere yazdığı deneme, makale ve gazete yazılarında Doğu-Batı konusu üzerine sıkça durdu. Batıyı "hem bir kıta hem de bir kafa" olarak gördü. Avrupa'yı bir kıta içinde doğan, süreç içerisinde sınırlarını aşan ve medeniyet tarihine bağlı bir mahiyet olarak gördü. Verdiği eserlerde batı zihniyetinin oluşumundaki önemli etkenlere değinerek bunu konu üzerine söylemleri olan yazar, sanatçı ve düşünürlerin fikirlerinden yararlandı. Avrupa medeniyetinin Yunan, Roma ve Hristiyanlık ekseninde geliştiğini belirterek yalnız bu üç şeyden oluşan zihniyetle Avrupalı olunabileceğini dile getirdi. Hristiyanlığı ise Avrupa ve Asya arasındaki en belirgin fark olarak gördü. Peyami Safa Türk toplumunda taklit olarak görülen ve çeşitli sosyolojik ve edebi araştırmaların konusu olan Batılılaşmayı riyazileşmek ve siteleşmek kavramları üzerinden yorumladı. Romanlarında öne çıkan doğu-batı sentezini medeniyetlerin ruhunu inceleyip ardından da karşılaştırması şeklinde verdi. Avrupa medeniyetinin oluşmasında rasyonalist matematik zihniyetinin etkili olduğunu belirterek Doğu'nun bundan yoksun olduğu ifade etti. Dogmatizmi doğunun gelişmemesinde en büyük engel olarak gördü. Batı'yı maddeye hakim olması ve teknik olarak ilerlemesi gibi gerekçelerle yüceltti, Doğu'yu ise pasif olarak nitelendirdi. Türkiye'nin batılılaşmasını isteyerek kuramlarını oluşturduğu sentezlerini bunun için bir araç olarak gördü. Tanzimat Dönemi ile başlayan yenileşmenin yanlış yorumlanmasına da eleştirel bir tavır sergiledi. Peyami Safa din hakkında olumlu düşüncelere sahip bir insandı. İnsanın maddi ve manevi olarak iki tabiattan oluştuğunu ve ahlak ile din arasında sıkı bir bağ olduğunu düşündü. Dünyanın teknik anlamda ilerlediğini fakat buna karşın manevi olarak gerilediğini ve bu durumdan en fazla gençlerin etkilendiğini belirtti. Maneviyat ve mistik değerlerden yoksun olanların ahlak problemleri yaşayabileceğini düşündü. Türkiye'deki yenileşme sürecinin millî ve manevi değerlerden uzak olmamasını isteyerek Avrupa'daki din özgürlüğünden örnekler verdi. Türkiye'nin gelişmesinde dinin bir engel olduğu yönündeki görüşlere katılmadı. Din ile pozitif bilimlerin arasında aykırılık olmadığını da savunarak İkisinin ayrı olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtti. Hayatının farklı dönemlerinde fikri olarak değişimler yaşayan Peyami Safa genel olarak milliyetçi bir yazar ve Cumhuriyet dönemine ait bir aydın olarak görülmektedir. Peyami Safa'nın Rusya ve Ruslar hakkındaki düşünceleri Türk halkının dönemsel düşüncelerinden kesin çizgilerle ayrılmamaktadır. Peyami Safa'nın "Mâhutlar" ve "Sosyalizm-Marksizm-Komünizm" adlı eserleri incelendiğinde yazarın Rusya ve Ruslar hakkında Fransızca kaynakları takip edip incelediği anlaşılmaktadır. Kendisindeki Rus algısının oluşmasında 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Balkan Savaşları, savaş sonrasında Balkanlar ve Trakya üzerinden Anadolu'ya gelen Türk göçmenler, eğitimlerini Rusya'da almış olup daha sonra Türkiye'ye kaçan aydınlar, Ruslara esir düşmüş Türk askerlerinin hatıraları ve Rus edebiyatına ait klasiklerin büyük etkisi oldu. Bunların dışında 1917 Devrimi sonrası Türkiye'ye gelen Beyaz Ruslar, yeni komünist Rus rejiminin propagandalarını Türk üniversitelerinde yapan kişiler ve eski dostu Nâzım Hikmet'le olan ilişkilerinin de Ruslar hakkındaki düşüncelerinde etkisi oldu. Rus halkı ile Rusya yönetimini birbirlerinden ayrı olarak değerlendirmeye tabi tuttu. Genel olarak Rus halkını mazlum, mağdur ve fakir, Rus yönetimini ise zalim, bencil ve istilacı olarak gördü. Peyami Safa Sovyet ordularının Macaristan topraklarını işgal ettiği dönemde "Rus Kahbeliği" başlıklı bir yazı yayımlayarak "Rus" ve "Kahpe" kelimelerinin birbirlerini severek çiftleştiklerini ve bu ikisinin birbirlerinden ölümün bile ayıramayacağını yazdı. Ona göre 1917 Devrimi ile Rusya'ya komünizm gelmemiş, sadece beyaz çarın yerine kızıl çar; eski burjuvazierin yerine de Bolşevik seçkinler geçmiştir. Makale ve denemelerindeki Rus algısı romanlarındaki Rus algısıyla da benzerdir. Fakat bu benzerlik üslup açısından farklıdır. Romanlarında daha yumuşak, makalelerinde ise daha sert olan bir dili tercih etmiştir. Bunların dışında hiçbir romanında leitmotiv olarak Rusları işlememiştir. "Fatih-Harbiye" dışındaki romanlarında bir Rus karaktere veya tiplemeye yer vermemiş sadece "Bir Tereddüdün Romanı", "Cânân", "Bir Akşamdı", Mahşer, "Sözde Kızlar", "Matmazel Noraliya’nın Koltuğu", "Biz İnsanlar" ve "Yalnızız" gibi romanlarında dönemin güncel Rusya'sından ve Rus halkından bahsederek atıfta bulunmuştur. Peyami Safa "Milliyet" gazetesindeki yazılarında ve "Türk Düşüncesi" dergisinde Kıbrıs konusu üzerine görüşlerini paylaştı. "Türk Düşüncesi"nin Kıbrıs özel sayısı ile bu konuda halkı bilgilendirmeyi ve siyasetin nabzını tutmayı hedefledi. Derginin Şubat-Mart 1958 sayısı "Kıbrıs Savımızı Savunurken" başlığı ile çıktı. Peyami Safa Kıbrıs Adası'nın İngiltere tarafından Yunanistan'a verileceğinin konuşulduğu günlerde bu anlaşmazlığın basit bir mevzu olduğunu ve sadece Türkiye ile İngiltere'yi ilgilendirdiğini yazdı. Yunanistan'ın ada üzerinde herhangi bir hakkı olmadığını belirtti ve adanın birine verilecekse Türkiye'ye iadesinin en uygun seçenek olduğunu söyledi. Türkiye'de ortaya atılan "Kıbrıs Türktür" tezi ve 1955'li yılların Türkiye kamuoyunun görüşlerini paylaşarak Yunanistan'ın adada daha fazla Rumun yaşadığı yönündeki tezlerine karşı çıktı ve Kıbrıs'ın Anadolu'ya ait olduğunu belirtti. 6-7 Eylül Olayları ile Kıbrıs konusu arasında bağlantı kuran söylemlerden etkilendi. Bu olayları ilk olarak bir "komünist ihtilal provası" olarak gördü. Azınlıklara yönelik bu tahrip ve yağma saldırılarına köşe yazılarında da yer verdi. Bu tarihten sonra yazılarında Kıbrıs konusuna daha fazla yer vermeye başladı. Atatürk'ün Selanik'te bulunan evinin saldırıya uğramasını önce Yunanlara bağlayıp daha sonra 6-7 Eylül Olayları ile beraber bu saldırılarının kızıl solcularca gerçekleştirildiğini düşündü. 7 Eylül 1955'te "Milliyet" gazetesindeki bir yazısında Türk ordularının Yunanları denize döktüğünü fakat Misak-ı millî'ye bağlı kalındığını belirterek Atatürk evinin saldırıya uğramasını acizlik, kahpelik ve ahmaklık olarak gördü. Peyami Safa Kıbrıs konusuna genel olarak milliyetçi bir tavır sergiledi. Ona göre Kıbrıs'ın Türk kimliği asla pazarlık konusu olmamalı ve bu konudan geri adım atılmamalıdır. Peyami Safa adanın hiçbir zaman tarihsel, dinsel, ırksal, siyasal ve coğrafi olarak Yunan kimliği taşımadığını da iddia etmiştir. Propaganda konusunda ise Yunanistan'ı dünya çapında daha etkili, Türkiye ise pasif ve gevşek olarak yorumlamıştır. Kıbrıs konusundaki eleştirilerini zengin vatandaşlar, politikacılar ve yazarların umursamazlığına da yöneltmiştir. İn
giltere'ye ise hiçbir zaman güvenmeyip sorunu daha karışık hale getirmekle tenkit etmiştir. Adanın jeopolitik önemine de vurgu yapan Peyami Safa, gerekirse Türkiye'nin NATO'dan çekilmesi belirtmiş ve Kıbrıs'ı NATO üyeliğinden daha değerli bulmuştur. Yazarın verdiği eserlerin çoğu günümüzde basımı yapılmamaktadır. Bunlardan birisi de Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki "İlk Reis-i Cumhurumuz Mustafa Kemâl Paşa" adlı eseridir. Eser iç kapağında ise "Büyük Halaskârımız Mustafa Kemâl Paşa" tanımı mevcuttur. Yazar, iç kapağında dahil edilmesiyle 24 sayfadan oluşan eserinde "P.S" imzasını tercih etmiştir. Beşir Ayvazoğlu eser için 1920 tarihini vermiştir fakat içerikteki tarihlerden eserin 1923 tarihli olduğu anlaşılmaktadır. Arapça kökenli Türk alfabesi ile yazılmış eser Atatürk'ün hayatını öznel bir şekilde anlatmaktadır ve yazarın Atatürk hakkındaki düşüncelerinin tahlili için önemlidir. Genel olarak Atatürk'e saygı ve sevgi duyan Peyami Safa Türk millî mücadelesine katılmamıştır fakat bu mücadeleyi desteklemiştir. "Şimşek", "Mahşer", "Biz İnsanlar" gibi dönemsel romanlarında dolaylı olarak bu mücadeleye atıfta bulunur. "Gün Doğuyor" adlı piyesinde ise Kurtuluş Savaşı atmosferini göstermeye çalışmıştır. Piyesin sonunda Atatürk'ün üniformalı bir resmi görünür. "Türk İnkılâbına Bakışlar"da yazarın Atatürk ve Atatürk Devrimleri'ni ele aldığı bir eserdir. Tanzimat ile başlayan yenileşmenin Türk toplumunda yarattığı "Doğu-Batı" ikileminin çözülmesi için Atatürk'ün önemli bir adım attığı görüşünü paylaşır. Eserin bir bölümünde ise Atatürk'ün milliyetçiliğine atıfta bulunur. Peyami Safa Cumhuriyet dönemi aydınlarından biridir. Aynı zamanda yayımladığı romanları Türk edebiyatının önemli yapı taşlarındandır. Yaşamı ve eserleri akademik olarak farklı zamanlarda ve farklı düzeylerde incelenmiştir. Beşir Ayvazoğlu, Ergun Göze, Vecdi Bürün, Hamdi Koç, Nan A Lee, Mehmet Tekin ve yakın dostu Cahit Sıtkı Tarancı'nın yazar hakkında yayımladığı kitaplar bulunmaktadır. Özellikle Beşir Ayvazoğlu ve Mehmet Tekin'in yazar hakkındaki çalışmaları akademik olarak sıkça atıf almaktadır. Aynı zamanda yazarın "TDV İslâm Ansiklopedisi"nde bulunan maddesini de Beşir Ayvazoğlu kaleme almıştır. 2016 yılı Yükseköğretim Kurulu Tez Arama Verileri'ne göre yazar ve eserleri hakkında en az 12 doktora ve 54 yüksek lisans tezi bulunmaktadır. Aynı zamanda eserlerini sinemaya aktaran yönetmenler arasında ise Muhsin Ertuğrul, Metin Erksan ve Turgut Demirağ gibi isimler bulunmaktadır. Eğitimini sağlık sorunları gibi nedenlerden dolayı tamamlayamamış olması ve bu sebepten kendi kendisini yetiştirmek zorunda kalması sıklıkla öne çıkarılan bir yönüdür. Adı Türkiye'deki çeşitli ilkokul ve lise gibi eğitim kurumlarına verilmiştir. Aynı zamanda şair Cemal Safi de çocuklarından birine Safa'nın ismini vermişti. Milliyetçi yönüne ise Türkiye'deki bazı parti liderlerince atıf yapılmaktadır. İmparatorluktan Cumhuriyete geçişin sancılarını dile getirmesi sıklıkla değinilen başka bir yönüdür. Genel olarak romanlarıyla ön plana çıkmasından ötürü gazete ve düşünsel yazıları pek fazla bilinmemektedir. Türkiye'de polisiye roman yazarlığının temellerini atan isimlerden biridir ve Maurice Leblanc'in Arsen Lüpen karakterinden esinlenerek yarattığı Cingöz Recai tiplemesi yaygın olarak bilinmektedir. Bu tiplemeyi Arsen Lüpen'in yerli versiyonu olarak görenler vardır. Yayıncı Hüseyin doğru ise yazarın Çekirge Zehra ve Kartal İhsan tiplemelerini de en az Cingöz Recai kadar dikkate değer olduğunu belirtmektedir. Halvet Halvet, Arapça bir kelime olan halvet, tenha, tenhaya çekilme, yalnızlık ve yalnız kalma anlamlarına gelir. Halvet etmek, istenilen tenha ve her şeyden boş bir mahalde, zihne takılan ve takılacak olan şeylerden kurtularak feragat köşesini her şeye tercih etmektir. Bir başka ifade ile büsbütün yalnız durmak, biri ile tenhaca konuşmak üzere yalnız kalıp kimseyi içeri almamaktır. Halvete girmek, ibadet, zikir, riyazet ve murakabe ile meşgul olmak üzere yalnız başına tenha bir odaya, tekkelerde halvethane denilen bir hücreye, kapanmaktır. Halvete çekilmek, tenha bir yerde yalnız başına oturmaktır. Halk arasında kırk günlük halvet eğitimine çile de denir. Bilindiği gibi "Çile" sözü, Farsça'daki çihil (kırk) kelimesinden alınmıştır. Bu deyim zamanla zorluk ve ızdırabı göğüslemek anlamında "Çile doldurmak" ya da "Çile çekmek" şeklinde kullanılmış; tekkelerdeki halvethanelere çilehane de denilmiştir. Tasavvufî bir ıstılah olarak halvet, Hak ile gizli konuşmak şeklinde tanımlanabilir. Sofiyyede halvet ise, şeyhin emir ve tensibi ile müridin karanlık ve dar bir hücreye çekilip ibâdet, riyazet, murakabe, zikir ve fikirle vakit geçirmesi yerinde kullanılan bir tabirdir. Bununla birlikte tekkelerde halvet, genellikle kırk gün sürdüğü için buna "erbain çıkarmak" da denir. Yugoslavya (anlam ayrımı) Yugoslavya Balkan Yarımadası'nda yer alan ve 1918-2003 yıllarında çeşitli idari yapılarda varlığını sürdürmüş bir Balkan devletidir. Mama Ocllo Mama Ocllo, İnka mitolojisinde bir ana tanrıça. Bereket tanrıçası olarak da kabul edildiği olmuştur. Bir efsanede Güneş tanrısı Inti ile Ay tanrıçası Mama Quilla'nın çocuğu olarak geçse de, bir başka efsanede Viracocha ve Mama Cocha'nın çocuğu olarak geçer. Manco Capac'ın kız kardeşi ve eşidir. Cuzco'yu beraber keşfetmişlerdir. Ayrıca İnkalara iplik eğirmeyi öğretenin Mama Ocllo olduğuna inanılır. Quechua'da (Peru'da yaşayan, İnkaların yönetici sınıfı) ona bazen "Mama Uqllu" da denirdi. Mama Ocllo isminin farklı alfabelerce "Mama Ogllo" olarak da yazıldığı bilinmektedir. Yanlış OCR okumaları sonucu isim: "Mama Oello, Mama Oella, Mama Oullo" ve "Mama Occlo" gibi yanlış şekillerde de yazılmış olduğu düşünülmektedir. Winona Ryder Winona Ryder (d. 29 Ekim 1971, Minnesota), ABD'li oyuncu ve yapımcı. Gerçek adı Winona Laura Horowitz'dir. Annesinin adı Cindy, babasının adı Michael olan oyuncunun vaftiz babası ise Timothy Leary'dir. Adını, doğduğu kasaba olan 'Winona'dan alır. 1986 yılında rol aldığı "Lucas" ile Hollywood'a ilk adımını atan Ryder, 1988 yapımı "Beterböcek", 1992 yapımı "Dracula" ve 1994 yapımı "Little Women" filmleri ile sinema dünyasında ses getirmiş, 1999'da rol aldığı "Girl, Interrupted" ile kariyerinin zirvesine çıkmıştır. 2001 yılında Beverly Hills'de bir mağazada hırsızlık yaparken yakalanan Ryder, bu davadan kefaletle beraat etse de kariyerinde sıkıntılı günler yaşamıştır. 2006 yılında gösterime giren iki filmi "Darwin Awards" ve "Scanner Darkly" ile hayranları ile tekrar buluşmuştur. 2 kere 'Oscar' a aday olmuştur. Alen Markaryan Alen Markaryan (d. 30 Haziran 1966, İstanbul), Ermeni kökenli Türk amigo, spor yazarı ve Çarşı grubunun liderlerinden biri. BJK İnönü Stadyumu'nda oynanan futbol maçlarında kapalı tribünü, basketbol karşılaşmalarında ise pota arkası tribününü yönetir. Müsabakaların başlamasına dakikalar kala taraftarlarca sahaya davet edilir.Bir süre önce BJK TV'de yayınlanan "Karakartal Forum" programının yorumcularından birisiydi. İstanbul Çarşı ve Alen Markaryan, Çarşının İstanbuldan sonra en büyük ve etkili yerlerinden biri olan İzmire devamlı olarak ziyaretler gerçekleştirmekte ve Anadolu'nun birçok bölgesine seyahat etmektedirler. "Quaresma" adında bir kitabı bulunan Alen Markaryan aktif olarak makaleler, köşe yazıları ve şu an üzerinde çalıştığı kitabının yazımını sürdürerek yazarlığına devam etmektedir. Amigoluğun dışında Balmumcu'daki "Aleni Kebap Salonu" nun işletmecisidir. Evli ve bir kız çocuğu babasıdır. Şu an Akşam Gazetesi'nde yazarlık yapmaktadır. Kanji Kanji (漢字, かんじ, Çin Harfi anlamında), Çince yazı karakterlerine Japoncada verilen isim. Japoncaya Çince yazının gelişi üzerine farklı teoriler varsa da en kabul göreni 5. yüzyılda Budist rahipler tarafından getirilen Çince yazılı Budizm metinleri ile geldiği şeklindedir. Çince karakterler Japon diline girdiğinde Çincedeki okunuşu (On 音, おん) ve karakterlerin kelime anlamlarının Japoncada önceden beri kullanılan söylenişi (Kun 訓, くん) olarak genellikle ikili bir telaffuza sahip oldu. Bu harflerin hızlı yazımı iki diğer Japonca harf dizisi olan Hiragana (平仮名, ひらがな) ve Katakana (片仮名, カタカナ) dizilerini doğurdu. Yakın dönemde Japonya'daki dil reformları ile kanji kullanımı isimler, sıfat ve fiil kökleri ile sınırlanarak biçimleri sadeleştirildi. Sayıları on binleri bulunan karakterlerin en çok kullanılan 1945 adedinin oluşturduğu Günlük Kullanım Kanjileri (常用漢字, じょうようかんじ, Jooyoo Kanji) ve bu listeye ek olarak kişi isimlerinde kullanılmak üzere 983 karakterlik bir Kişi Adları Kanjileri (人名用漢字, じんめいようかんじ, Jinmeiyoo Kanji) listeleri resmî olarak kabul edildi. Altay Alsancak Stadyumu Altay Alsancak Stadyumu, Türkiye'nin İzmir ilinin Konak ilçesindeki Alsancak semtinde yer alan futbol stadyumu. Altay'ın iç saha maçlarına ev sahipliği yapmaktaydı. Stadyum 2015 yılı Temmuz ayında yıkılmıştır. 1910'ların başında bölgede o zaman yaşayan Rumların takımı olan Panionios o zamanlar maçlarını bu alanda oynamış, ne var ki Türk Kurtuluş Savaşı'ndan sonra bölgeyi terk etmek durumunda kalmıştır. Böylece İzmir Valiliği'ne kalan bu futbol alanı, 1929 yılında kapalı ve açık tribünlerin inşa edilmesiyle Alsancak Stadı adıyla tam anlamda bir futbol stadına dönüştürülmüştür. 1971 yılında Mimar Harbi Hotan tarafından stada son şekli verilerek yenileme çalışması yapılmıştır. 1959 yılında kurulan Türkiye Futbol 1. Ligi'nde Altay, Göztepe, Karşıyaka, Altınordu ve İzmirspor olmak üzere beş İzmir takımı bulunuyordu. Alsancak Stadı o yıllardan süregelerek yarım asırdır Türkiye Ligleri'ndeki İzmir takımlarına evsahipliği yapmaktadır. Bu stadta Olympique de Marseille, AS Roma, Benfica, Atlético Madrid, TSV 1860 München, Cardiff City gibi o dönemin "Avrupa devleri" ağırlanmış,"İstanbul'un Üç Büyükleri" pek çok kez İzmir takımları tarafından mağlup edilmiştir. Stad şu anda Altay kulübünün kendi stadyumudur. Bu kulübün maçlarına ve Göztepe, Karşıyaka kulüplerinin maçlarına ev sahipliğini yapmaktadır. Ayrıca zaman zaman Altınordu ve İzmirspor da ihti
yaca göre bu stadı kullanabilmektedir. Stadyumda, kapasite koltuklu olarak 15.358'dir. Kale arkası tribünleri yoktur. Birçok kez elden geçirilen stadyum, aynı zamanda 2005 Yaz Üniversite Oyunları'na da ev sahipliği yapmıştır. 6 Ağustos 2014 tarihinde yapılan depreme dayanıklılık testinde, sonucun stadın can güvenliği bakımından riskli çıkması dolayısıyla 20 Ağustos 2014 tarihinde alınan kararla stadyum kapatılmıştır. Bu durumdan sonra işletme hakkına sahip Altay kulübü kendi internet sitesinde karara tepki göstermiştir. 2015 yılının Mart ayında Gençlik ve Spor Bakanlığı, Gençlik Hizmetleri ve Spor Genel Müdürlüğü'ne talimat göndererek stadta yıkım işlemlerinin başlamasını bildirdi. Yapılan açıklamada yıkımın ardından yeni projenin başlanacağını ve 2015-16 futbol sezonuna yetiştirileceği bildirilmiştir. Gençlik Hizmetleri ve Spor İzmir İl Müdürü Ali Osman Tatlısu, 2015 yılının Nisan ayında yaptığı açıklamada stadın yıkımına başlanacağını ve tesisin 2015-16 sezonun ikinci yarısında maçların yeniden oynanmasına uygun hale geleceğini belirtti. Ancak yıkım çalışmalarına 2015 yılının Temmuz ayında başlanmış ve Eylül ayında sona ermiştir. Hiragana Ayrıca sadeleştirme sonrası kullanımdan kalkan ゐ=(w)i ve ゑ=(w)e diye iki harf daha bulunmaktaydı. Katakana Katakana (片仮名, カタカナ): Japonca yazmak için kullanılan hece yazısı. Kanji adı verilen Çince yazı karakterlerinin bir parçasının kullanılmasıyla oluştu. Daha çok rahipler tarafından kullanılmaya başlandı. Japonya'daki dil reformları ile yabancı kökenli kelimelerin yazımında kullanılmaya başlandı. Ayrıca sadeleştirme sonrası kullanımdan kalkan ヰ=(w)i ve ヱ=(w)e diye iki harf daha bulunurdu. Himalaya Dağları Himalaya Dağları, dünyanın en büyük ve en yüksek sıradağları arasında zirveyi çeker. Asya'nın orta güney kısmında, doğu batı doğrultusunda uzanır. Dünyanın en yüksek zirvesi Everest'i (8848 m) içine alır. Everest Tepesi, Nepal ile Tibet (Çin) sınırında yer alır. Everest tepesi Nepal'in sınırları içersindedir. Himalayalar, levha tektoniği kuramına göre, iki kıtasal levhanın yani Hindistan levhası ve Asya levhasının çarpışması sonucu oluşmuştur ve bu oluşum halen devam etmektedir. Pakistan, Hindistan, Çin, Nepal ve Butan' dan geçen 2400 km uzunluğundaki Himalaya dağ zincirinin buzulları, Asya' nın 9 büyük nehrini besliyor. 1,3 milyar insan, bu su yollarına bağımlı olarak yaşıyor. Verilere göre ise Himalayalarda sıcaklıklar, son 30 yıl içinde on yılda bir 0,06 ile 0,15 derece artmakta ve sıcaklıkların artmaya devam etmesi halinde 50 yıla kadar buzul ve karların tamamen erimesi bekleniyor. Geç Prekambriyan ve Paleozoik dönemleri boyunca, Avrasya kıtasından Eski Tetis Okyanusu'yla ayrılan Hindistan alt kıtası, Gondwana kıtasının bir parçasıydı. Erken Karbonifer döneminde, Gondwana üzerine kıtasal riftleşme süreci başladı ve Erken Permiyan Dönemi'nde Yeni Tetis Okyanusu'nu oluşturdu. Böylelikle bugünün İran, Afganistan ve Tibet bölgelerinin bir kısmını oluşturan kıta parçaları Gondwana'dan ayrılarak kuzeye doğru sürüklendi. Daha sonra Norian (210 Ma) Dönemi'nde başlayan bir başka riftleşme süreci, Gondwana kıtasını ikiye ayırdı. Hindistan, Avustralya ve Antarktika ile birlikte Doğu Gondwana'yı oluştururken, Doğu ve Batı Gondwana'nın birbirinden arada okyanus kabuğunun oluşmasıyla ayrılması daha sonra gerçekleşti (160-155 Ma). Erken Kretase döneminde, Hindistan levhası Avustralya ve Anarktika'dan ayrıldı ve Güney Hint Okyanusu oluşmaya başladı (130-125 Ma). Daha sonra Hindistan, Avrasya kıtası ile arasındaki okyanus kabuğu tüketilene kadar hızla kuzeye doğru sürüklenmeye başladı (84 Ma). Yaklaşık 6000 km yol katettikten sonra, okyanus kabuğu tüketilince bu sefer kıtasal kabuklar karşı karşıya geldi. Okyanus kabuğu, kıtasal kabuğa göre daha ince ve yoğun olduğundan, kıtasal kabuğun altına görece daha kolay batar. Ancak, kıtasal kabuklar karşılaştığında, bu kabuklar hemen hemen aynı kalınlıkta ve yoğunlukta olduğundan birbirlerinin altına kolayca batmazlar ve deformasyon meydana gelir. Hindistan ve Avrasya kıtalarının birbirlerine göre hızlarının 55 Ma civarında çok hızlıdan (18-19.5 cm/yıl) hızlıya (4.5 cm/yıl) düşmesinden, kıtasal kabukların bu zaman diliminde karşılaştıkları düşünülmekte. Yapılan ölçümler, tüm bu süreç boyunca Hindistan'ın kıtasal kabuğunda 2500 kmkısalma olduğunu gösteriyor. Bu kısalmayı açıklamak için çeşitli model mekanizmalar öneriliyor. Birincisi, Hindistan kıtasal kabuğunun kısmen de olsa Tibet'in altına batmış olabileceği yönünde. İkinci modele göre (), Hindistan çarpışma esnasında Avrasya kıtasını oluşturan kıtasal parçaları hareketlendirmiş ve bunların yanal olarak yolundan çekilmesini sağlayarak kendine yer açmış olabilir. Diğer bir modele göreyse (), çarpışmanın etkisiyle Hindistan'ın kıtasal kenarında oluşan bindirme faylar ve katlanmalar ile Tibet kabuğunun deformasyonunun, bu kısalmanın bir kısmını karşılamıştır. Kıtasal kabuktaki bu büyük miktarda kısalmada bu üç mekanizma da rol oynamış olmakla birlikte, Himalayaların yükselmesi, son mekanizmaya bağlıdır. İhsan İhsan (Arapça: إحسان‎), bir İslam dini terimidir. İhsan gerek Kur'an gerekse hadislerde geçen bir İslam dini terimidir. İhsan bir davranışı en güzel biçimde yapmak demektir. İslam genel olarak inanan kişinin ihsanla kulluk etmesini istemiş, ayrıca Kur'an'da ebeveynleri ile ilişkilerde de ihsan ile davranılması gerektiğini belirtmiştir. İhsan terimi ünlü Cibril hadisi'nde de geçer. Bu hadiste İslam'daki vahiy meleği Cebrail (veya "Cibril") kişi kılığında İslam dininin son peygamberi Muhammed'e çeşitli sorular sorar. Sorulardan birisi de "İhsan nedir?" şeklindedir. Peygamber soruyu şöyle yanıtlar "Allah'a, onu görüyormuşcasına kulluk etmendir. Sen O'nu görmesen dahi O seni görür.". Bunun dışında İslam'daki inançsal hareketlerden Sufizmde ihsan kavramı sahip olduğu genel anlamın ötesinde, daha farklı bir deruni anlayışla tanımlanmıştır. Şehzade Camii Şehzade Camii (Şehzade Mehmet Camii ya da Şehzadebaşı Camii olarak da bilinir), İstanbul'un Fatih ilçesinde yer alan ve Mimar Sinan tarafından yapılan cami. I. Süleyman tarafından Saruhan Sancak Beyi iken 1543'te 22 yaşında ölen oğlu Mehmed adına yaptırılmıştır. Camiyi 1543-1548 yılları arasında Mimar Sinan'a yaptırttı. Mimar Sinan'ın çıraklık eserimdir dediği camidir. 18,42 metrelik kubbesi 4 büyük yarım kubbeye yaslanır. Şadırvan avlusu 12 sütunda 16 kubbelidir. İkişer şerefeli çift minaresi vardır. İmaret ve medrese, tabhane, türbeler cami bahçesinde ve arka sokaktadır. Şehzade türbesinin içi rengarenk çinilerle doludur. Ortadaki sandukada Şehzade Mehmed, sağında Şehzade Cihangir yatar, solunda Hümaşah Sultan. Şehzade türbesinin sol tarafında Rüstem Paşa'nın türbesi bulunur. Diğer şehzade türbeleri Vefa tarafındadır. Dış avluda Destari Mustafa Paşa'nın türbesi vardır. Abdullah Kuran:Sinan:The grand old master of Ottoman architecture,Ada Press Publishers,1987.ISBN 0-941469-00-X (İngilizce) İhsan Fazlıoğlu İhsan Fazlıoğlu (d. 1966, Ankara) Türk felsefe-bilim tarihçisi, yazar. 1966 yılında Ankara'da doğdu. Kadıköy İmam Hatip Lisesi'ni 1985 senesinde bitirdi. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden 1989 yılında mezun oldu. 1987-1990 yılları arasında İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) yazmalar bölümünde çalıştı. İstanbul Üniversitesi Bilim Tarihi Bölümü'nde 1989 yılında Araştırma Görevlisi olarak göreve başladı ve aynı bölümde İslâm matematik tarihi üzerine yüksek lisans çalışmasını 1993 yılında ve yine aynı bölümde Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı yönetiminde Aristoteles'in matematik felsefesi üzerine doktora tezini ise 1998 yılında tamamladı. Amman'daki Ürdün Üniversitesi'nde Prof. Dr. Ahmed Selim Saîdân ve Halep'teki Arap Bilim Tarihi Enstitüsü'nde Prof. Dr. Mustafa Mevâldî ile birlikte 1990-1992 yılları arasında bilim ve matematik tarihi üzerinde araştırmalar yaptı. İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) yazmalar bölümündeki görevine devam etti. Kâhire'de, Uluslararası bir çalıştayda, kısa bir müddet yazmalar üzerinde çalışmalarda bulundu. 2001-2002 yılları arasında Oklahoma Üniversitesi, Bilim Tarihi Bölümü'nde, Prof Dr. Jamil Ragep ile birlikte Osmanlı ile Batı Avrupa örneğinde farklı medeniyet havzaları arasında bilimsel bilginin dolaşımı ve aktarımı konusunda doktora sonrası çalışmasını yürüttü. 2005 yılında Felsefe Tarihi alanında doçent unvanını aldı. McGill Üniversitesi, İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde (Kanada/Montreal) misafir öğretim üyesi olarak bulundu; Prof. Dr. Jamil Ragep ile Prof. Dr. Robert Wisnowsky tarafından yürütülen "İslam’da aklî bilimler" [Rational Sciences in Islam (RASI)]  adlı projede danışmanlık yaptı ve 2008-2011 yılları arasında kıdemli-uzman araştırmacı olarak çalıştı. 2011 yılında İstanbul Medeniyet Üniversitesi , Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü'ne profesör olarak atandı ve halen aynı bölümde öğretim üyesi olarak ilmî ve akademik hayatını sürdürmektedir. İstanbul Üniversitesi, McGill Üniversitesi, Fatih Sultan Mehmed Üniversitesi, 29 Mayıs Üniversitesi ve halen görev yaptığı İstanbul Medeniyet Üniversitesi'nde lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri veren İhsan Fazlıoğlu ayrıca Bilim Sanat Vakfı (BİSAV), İlim Sanat Tarih Edebiyat Vakfı (İSTEV), İlmî Etüdler Derneği (İLEM) ve Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Aile ve Gençlik Merkezi (KAGEM) gibi kurumlarda seminerler yürütmektedir. "Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi", "Nazarîyat: İslâm Felsefe ve Bilim Tarihi Araştırmaları Dergisi" (Türkçe ve İngilizce) gibi ilmî ve akademik dergilere katkıda bulunan İhsan Fazlıoğlu, "Anlayış", "İtibar", "Okur" ve "Arka Kapak" gibi edebiyat ve düşünce dergilerinde de 'felsefe-bilim'e ilişkin düşünce yazıları kaleme almaktadır. M60 (makineli silah) M-60 Amerikan yapımı bir makineli tüfektir.Alman MG42 tüfeğinden esinlenerek yapılmıştır.7.62x51 mm´lik NATO mermisi kullanır.Bu silah seri,isabetli fakat üretimi pahalı bir silahtır.Yaklaşık 2000 metre menzili ve 1100 metre kadar da etkili menzili vardır.Amerika Bi
rleşik Devletleri'nin II. Dünya Savaşı'ndan sonraki bütün çatışmalarına girmiş bir tüfektir.Gaz ve open bolt tekniği ile çalışır.Deniz kuvvetlerinden helikopterlere kadar birçok alanda görev yapılmıştır. İbn Miskeveyh İbn Miskeveyh (Farsça : ابن مسکویه ) (Arapça : مسكويه) (Ahmed bin Muhammed Miskeveyh) (940-1030) Fars asıllı ünlü Şii filozof. İran'ın Rey kentinde 940'ta (hicri 320) doğdu. Aktif politik kişiliğini filozof rolüyle birleştirdi. Tarihçi yönü de olan Miskeveyh Bağdat, İsfahan ve Rey şehirlerindeki Büveyhî Hanedanı'na hizmette bulundu. Aralarında Sicistani'nin de olduğu bir entelektüel grubunun üyesiydi. İslam dünyasında Neoplatonik geleneğin ortaya çıkışında Miskeveyh'in telifçi rolünün etkisi bulunmaktadır. İbn Miskeveyh tarihten psikolojiye, kimyadan metafiziğe kadar pek çok farklı alanda çalışmalarda bulundu ve eserler kaleme aldı. Yunan filozoflarının tevhid ile ilgilendiklerini öne sürmekle Miskeveyh din ile felsefeyi uzlaştırma hususu probleminden uzak durmuştur. Tam adı "Ebû Ali Ahmed bin Muhammed bin Yakub bin Miskeveyh" olan İbn Miskeveyh 936 senesinde İran’ın Rey kentinde doğdu. 940 veya 951 senesinde doğmuş olabileceği ortaya atılmıştır. İbn Miskeveyh öğrenimini, doğduğu kent olan Rey kentinde tamamladı, iyi bir eğitim gördü. İbn Miskeveyh döneminin ünlü bilginlerinden ve hocalarından ders aldı. Çağının önde gelen filozofları (İbn-i Sina, Birûni ve Ebu Hayan et-Tevhîdî gibi) ile bilgi alış-verişinde bulundu. İbn Miskeveyh özellikle Farabi’den çok etkilenmiş ve meşşai ekolünün önemli isimlerinden olmuştur. Müslüman filozoflar evrimden bahsetmişlerdir. Onların zihnindeki evrim tasarımı Allah'ın iradesiyle olan akışla ilgilidir. Bilimi yeterince anlamayan sözde dini kesimler ile, dini yeterince anlamayan sözde bilimsel çevreler birbiriyle ideolojik açıdan tartışa dursunlar, insanlığın bütün düşünsel ürünlerine saygı duymak gerekir. İbn Miskeveyh asıl ilgi alanı olan felsefenin dışında uzunca bir süre kimya ile de ilgilendi, çeşitli araştırmalar yaptı. Kimya alanında yaptığı çalışmalardan hiçbiri bugüne ulaşmamıştır. İbn Miskeveyh felsefe ve kimya dışında tıp, edebiyat, tarih, ahlak ve metafizik ile de ilgilenip, bu konularda birçok eser kaleme aldı. Özellikle ahlak sistemi ile dikkat çeken İbn Miskeveyh ahlak konusunda çok önemli bir yere sahip olmuştur. Eserlerinde Farâbi metodunu izlese de, genel olarak Farâbi’nin aksine pratiğe nazariyeden önce yer verip, pragmatizme yaklaştı. Kendisinden önceki Meşşai ekolü filozofları gibi Eflatun ile Aristo’nun fikirleriyle İslam dinini uzlaştırmaya çalıştı. İbn Miskeveyh dönemin önemli isimlerinin yanında kâtiplik ve kütüphanecilik yaptı. İlk önce vezir Ebu’l-Fadl İbnu’l Amîd’in kütüphane memurluğunu yapmış, ün ve itibar kazanmaya başlamıştı. Daha sonra da sarayda kâtiplik, özel kütüphane memurluğu, hazinedarlık ve muallimlik gibi çeşitli görevler aldı. Ahlâk felsefesinde özellikle Eflatun, Aristo ve Calinos’tan etkilenen İbn Miskeveyh ahlâkın gayesinin üstün saadete erişmek olduğunu düşünmekteydi. Ona göre ahlâkın dört temel fazileti hikmet, şecaat, rikkat ve adaletti. Bu faziletlerin tek başına yaşayan bir insanda değil de toplumda oluşabileceğini öne sürdü. Bu nedenle ona göre ahlâk, “"sosyal ahlâk"”tı. Miskeveyh daha çok etik alanındaki eserleriyle İslam Felsefe geleneğinde tanınmıştır. Hatta etik konuları ilk ele alan İslam filozofu olduğundan bazı kimselerce kendisine ""Muallim-i Selase"" (Üçüncü Öğretmen) -bu sıfat, Aristo'nun ""Muallim-i Evvel"" (İlk Öğretmen), Farabi'nin ""Muallim-i Sâni"" (İkinci Öģretmen) oluşu gözönüne alınarak kendisine verilmiştir- unvanı verilmiştir. Miskeveyh Plato ve Aristo'nun yanı sıra, Porfirius, Pisagor, Galen, Afrodisyaslı İskender gibi Yunan filozofların eserlerinden etkilenmiş ve yararlanmıştır. Felsefe tarihçilerine göre İbn Miskeveyh öldüğünde geride 20 cilt eser bıraktı. Fakat bu eserlerin çoğu bugüne ulaşamamıştır. 1030 senesinde İsfahan’da öldü. Reggae Reggae, Jamaika'ya özgü bir müzik türü. Ritmini kalp atışından aldığı söylenir. Jamaika usulü rock olarak da geçer. Kökleri calypso, ska/rocksteady, rock'n roll ve hatta rythm and blues a dayanır. Reggae'nin, genel olarak ska, dub ve ragga gibi Jamaika'ya özgü tüm müzik türlerini tanımlamak için kullanıldığı sanılsa da yanlış bir algıdır, reggae ska ve rocksteady ile akraba fakat başlı başına apayrı bir türdür. 1960'larda Jamaika'da ska ve rocksteady müziklerinden esinlenilerek doğmuştur. Temposu ska ve rocksteady'ye göre daha yavaştır. Özellikle roots reggae türü rastafarianizm ile içiçedir. İnanç, aşk, barış, yoksulluk, eşitsizlikler gibi temalar barındırır. 1970'lerden itibaren dünyada popülarite kazanmıştır. Efsanevi sanatçı Bob Marley reggaenin dünya çapında tanınmasını sağlamıştır. Reggae müziğinde baslar büyük önem taşır. Davul/perküsyon ritimleri Afrika kökenli olup en ünlüsü Nayahbingi ritmidir. Bir diğer ünlü ritim one droptur ve üçüncü zamana vurgu yapar. Bas ve davul arasındaki ilişki son derece ritmiktir. Ayrıca her temel davul ritmi için bir isim vardır. Örneğin warrior, foundation, stepper, rubadub, rockers veya two step gibi. 1960ların sonunda o dönem ska/rocksteady yapan Toots and The Maytals'ın "Do The Reggay" isimli parçası ilk reggae parçası olarak kabul edilir. Reggae müziğin gelişmesinde, 1950'lerden beri Jamaika'ya müzik sağlayan (ilk başlarda Amerika'dan getirttikleri Rythm&Blues plaklarını çalıyorlardı sonradan lokal prodüksiyona başladılar) efsane prodüktör Sir Coxone Dodd ve stüdyosu Studio One'ın çok önemli bir payı vardır. Bütün büyük isimler işe O'nun sayesinde başlamıştır. O dönemin iki diğer önemli plak şirketi Treasure Island ve Trojan'dır. Reggae 1970'lerde analog imkânlarla yapılan bir müzik iken 1980'lerin ortalarından itibaren dönemin teknolojik gelişmeleriyle doğru orantılı olarak dijital bir sounda doğru yol almıştır. 1980'lerde yapılan prodüksiyonlar dijital ve analog soundun mükemmel bir sentezisidir. 1990'lı yıllarda kaliteli reggae/dub prodüksiyonu daha çok İngiltere'ye kaymış, özellikle 2000'lerde Jamaika'da az da olsa oldschool yapımlar devam etse de sound dancehall/ragga ya dönmüştür. Shaggy gibi isimler ragga/dancehall tarzında çalışmalar yapıp Jamaika'yı yine popülerleştirdiler. Son yıllarda Sean Paul, Kevin Little ve Kid Kurup ragga/dancehall'un tanınmasında büyük rol oynadı. Ancak yukarda da bahsettiğimiz gibi reggae nin bugün popüler olan dancehall ragga ile alakası yoktur, ne vibes olarak ne sound olarak ne de sözler ve kafa olarak. Bugün artık Jamaika'da roots reggae prodüksiyonu yapan yeni isimler maalesef çıkmamakta ve sadece kalça sallama üzerine bir müzik anlayışı devam ettirilmektedir. Buna karşılık roots rastafarian reggae bütün dünyada bu müziğe gönül verenleri etkisine almış ve pozitif dalgalarını yaymıştır. Baba Biyolojik olarak baba, anneye sperm vererek bir çocuğun dünyaya gelmesinde rol alan erkek. Genlerin yarısı babadan gelir. Bununla birlikte "baba" tanımı sosyolojiden hukuğa, farklı alanlarda farklı şekillerde açıklanır. Biyolojik babası tarafından terkedilen insanların genellikle kendilerini yetiştirenleri baba olarak kabul ettiği gözlenir. Anne ve baba boşandıktan sonra annenin yeni eşini baba olarak kabul edenler de olabilir. Dolayısıyla her birey kendi görüşleri yönünde insanları baba olarak kabul edebilir. Pek çok ülkenin yasalarında çocuk babasını hiç tanımamış olsa bile, evlatlık verme gibi istisnalar dışında, biyolojik babanın sorumlulukları tanımlanmıştır. Ülkeden ülkeye değişecek şekilde her ay anneye nafaka ödeme, çocuğun bakımını üstlenme gibi sorumluluklar biyolojik babaya mahkeme kararı ile verilebilir. Korunmadan tek gecelik cinsel ilişkiye giren insanlar da bu tür sorumlulukları yasalar çerçevesinde almak zorundadır. Geleneksel ailede baba para kazanma, anne ise ev işleri ve çocukların bakımı sorumluluklarını üstlenirdi. Günümüzde de bu tür aileler varolsa da, artık geleneksel rollere bağlı kalmayan ebeveynler de vardır. Kadınların da iş hayatında etkin olmaya başlaması ve ekonomik özgürlüklerini kazanmaları sonucu baba ve annenin sorumlulukları paylaşılmaya başlanmıştır. Geleneksel ailede baba, çocuklar için saygı duyulması gereken, genellikle korkulan bir otorite simgesidir. Günümüzde modern ailelerde ise baba çocukları ile daha yakın, sadece baba-çocuk ilişkisi dışında arkadaşça bir ilişki kurabilmektedir. Türk Medeni Kanunu'nda çocuğun yasal babasının kim olacağı madde olarak tanımlanmıştır. Medeni Kanuna göre bir babanın çocuğuyla soybağı olması için biyolojik baba olmak zorunda değildir, evlatlık edinme gibi durumlarda yasal olarak baba ve çocuk arasında soybağı olduğu kabul edebilir. Türk Medeni Hukuku'nda evlatlıktan reddetme hükmü yoktur. Hiçbir koşulda ebeveynler, çocuklarının anne ve babası olmaktan vazgeçemezler ve mahkeme kararı olmadıkça miraslarından mahrum edemezler. HyperTransport Çok Yüksek Aktarım (HyperTransport™) AMD (Advanced Micro Device) firmasının yeni işlemcilerinde kullandığı yüksek hızlı vadeden, düşük gecikme süresi sağlayan, sunucu ve ana çatı bilgisayarlar arasındaki haberleşme süresini düşüren yeni bir teknolojidir. HyperTransport Consortium AMD HyperTransport™ Technology Robert E. Lee Robert Edward Lee (d. 19 Ocak 1807, Virjinya, ABD - ö. 12 Ekim 1870, Virjinya, ABD), Amerikan İç Savaşı sırasında (1861-1865) Konfederasyon Ordusunun komutanıdır. 19 Ocak 1807 tarihinde Virjinya'nın Westmoreland ilinde doğmuştur. West Point Askeri Akademisinden 1829 yılında mezun olmuş, Meksika Savaşı'na süvari subayı olarak katılmış, ve 1861 yılının Nisan kadar süren parlak bir askerlik kariyeri sonunda, bu tarihte ABD ordusundan ayrılarak Konfederasyon ordusuna katılmış, önce Batı Virjinya kuvvetlerinin ve Ağustos 1861 tarihinden sonra da tüm Konfederasyon Ordusunu başına geçmiştir. Silah, malzeme ve sayı bakımından kendisinden çok üstün bir kuvvet karşısında başarı ile mücadele etmiş ancak, 9 Nisan 1865 tarihinde Virjinya Appomattox'da ABD Ordusuna teslim olmak zorunda kalmıştır. Savaştan sonra “Başkan Washi
ngton Koleji”nin (Sonradan Washington ve Lee Koleji) müdürlüğünü yapmıştır. 12 Ekim 1870 tarihinde Virjinya'nın Lexington kentinde ölmüştür. Rauf Orbay Hüseyin Rauf Orbay (27 Temmuz 1881, İstanbul - 16 Temmuz 1964, İstanbul), Türk asker, siyasetçi. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde, Kurtuluş Savaşı'nda ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde önemli görevlerde bulunmuştur. Trablusgarp ve Balkan Savaşları'nda gösterdiği başarıdan ötürü "Hamidiye Kahramanı" olarak tanındı. 1918 Ekim'inde Osmanlı Devleti'nin Bahriye Nazırı olarak görev yapan Orbay, devletin çöküş belgesi olan Mondros Mütarekesi'ni hükûmet adına imzalayan kişidir. Kurtuluş Savaşı sırasında 12 Temmuz 1922-4 Ağustos 1923 tarihleri arasında Türkiye'nin başvekilliğini üstlendi; İsmet Paşa ve Fevzi Paşa'dan sonra Türkiye'nin üçüncü başbakanıdır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucularındadır. İzmir Suikastı davasında idamla yargılanmış, on yıla mahkûm edilmiştir. 1939'da politikaya dönen Orbay, Kastamonu mebusluğu ve Londra büyükelçiliği yapmıştır. 1881'de İstanbul'da Cibali semtinde dünyaya geldi. Babası, Abhaz kökenli Bahriye Birinci Feriki (Oramiral) ve Ayan Meclisi azası Mehmet Muzaffer Paşa; annesi Kürt aşiret reislerinden Bedirhan Paşa'nın kızı Rüveyde Hanım'dır. Babasının görevi nedeniyle orta öğrenimini Trablus Askeri Rüştiyesi'nde yaptıktan sonra İstanbul'a döndü. Heybeliada Bahriye Okulu'nu 1899'da bitirip deniz kuvvetlerine katıldı. Güverte mühendisi (teğmen) rütbesiyle askeri yaşamına başlayan Hüseyin Rauf 1901'de üsteğmenliğe, 1904'te yüzbaşı rütbesine yükseldi. 1904'te "Mesudiye" zırhlısına atandı. 1905-1911 arasında gemi satın alma, gemi inşa tezgâhlarını inceleme gibi görevlerle Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Almanya'da bulundu. 1907'de kolağalığına (kıdemli yüzbaşı) yükseldi. 13 Kasım 1907'de sağkolağası (ön yüzbaşı) olarak 31 Mart Ayaklanması sebebiyle İstanbul’a gelen Hareket Ordusu'nun faaliyetlerine katıldı. Bu harekât sırasında Mustafa Kemal ve İsmet Bey ile tanıştı. 25 Mayıs 1909’da Hamidiye Gemisi komutanlığına atandı Arnavutluk Ayaklanmasının bastırılmasında rol oynadı. 1911 Türk-İtalyan Savaşı’nda Trablusgarp'a ikmal sevkiyatında görev aldı. Balkan Savaşları başladığında "Hamidiye" kruvazöründe süvari idi. I. Balkan Savaşı sırasında Yunan donanması Çanakkale'yi abluka altına almıştı. Rauf Bey komutasındaki Hamidiye, ablukadan kaçmayı başararak Akdeniz'e açıldı; tarihin ilk korsan kruvarzör harekâtını gerçekleştirdi. 7 ay 24 gün süren harekât, bütün Akdeniz'i, zaman zaman Kızıldeniz'i de içine alıyordu. Harekat boyunca Hamidiye Sırbistan’da askeri tesisleri bombaladı; düşman savaş ve ticaret gemilerini batırdı, Çanakkale ağzındaki Yunan baskısını azalttı. Bütün dünya basının gün gün takip ettiği harekât Osmanlı Devleti açısından büyük bir propaganda başarısı sağladı. Rauf Bey kamuoyunda "Hamidiye Kahramanı" olarak tanındı. Devlet "Hamidiye" Kruvazörü Hümâyunu adını taşıyan bir madalya ihdas etti. 2 Temmuz 1913'te daha dönüş yolunda iken Rauf Bey binbaşılığa terfi ettirildi. O yılın sonuna kadar "Hamidiye" kruvazörünün komutanı olarak göreve devam etti. I. Dünya Savaşı'nda İran ve Irak'ta Osmanlı gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak bulundu. Kerkük'te iken yarbaylığa terfi etti; Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı'na atanınca İstanbul'a döndü. 1917'de Bahriye Nazırı Cemal Paşa ile birlikte Alman İmparatoru II. Wilhelm'ı ziyaret etti. Dönüşte kalyon kaptanlığına (albay) yükseltildi. Savaş boyunda Deniz Kurmay Başkanı sıfatıyla bu görevde kaldı. Brest Litovsk Barış Konferansı'nda Deniz Kuvvetleri delegesi olarak Osmanlı'yı temsil etti. Rauf Bey, savaşın kaybedilmesi ve İttihat ve Terakki hükûmetinin istifa etmesinden sonra kurulan Ahmet İzzet Paşa kabinesinde Bahriye Nazırlığı görevine getirildi ve Osmanlı Devleti'nin çöküş belgesi olan Mondros Mütarekesi'ni hükûmet adına imzalamak zorunda kaldı. Bahriye Nazırlığı, onun son askeri görevi oldu. Rauf Paşa, Ahmet İzzat Paşa kabinesinin çekilmesi üzerine Bahriye Nazırlığı’ndan ayrıldı ve Anadolu'daki Millî Mücadele hareketine katıldı. 8 Haziran 1919'da Ankara'ya ulaştı. Mustafa Kemal Paşa'ya katılmak üzere Ali Fuat Paşa ile birlikte Amasya’ya geçtiler. 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi'ni imzaladılar. Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Erzurum'a giden Rauf Bey, Erzurum Kongresi'nde Heyet-i Temsiliye Başkan vekili idi. Ardından Sivas'a geçti ve Sivas Kongresi başlamadan önce kongrenin başkan yardımcılığına getirildi. İstanbul'daki Son Meclis-i Mebusân toplantısına Heyet-i Temsiliye adına katılacak delege olarak seçildi. Hüseyin Rauf Bey, Sivas Kongresi'nden sonra Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na Heyet-i Temsiliye adına katılmak üzere Hüsrev Gerede ile birlikte İstanbul'a gitti. Mecliste Felah-ı Vatan grubunun kurulmasına önderlik etti. 16 Mart 1920'de meclisin İngiliz kuvvetleri tarafından basılmasından sonra tutuklanan Rauf Bey, 22 Mart 1920'da Malta'ya sürgüne gönderildi. Rauf Bey, Malta'da 20 ay süren tutuklu kaldıktan sonra İnebolu'da Binbaşı Rawlinson'la mübâdele edildi. 15 Kasım 1921'de Ankara'ya gelen Rauf Bey, Sivas milletvekili sıfatı ile TBMM'ye katıldı. 21 Kasım 1921’de Nafia vekilliği (Bayındırlık Bakanlığı) ve Meclis ikinci başkanlığı görevlerine getirilen Rauf Bey, 14 Ocak 1922'ye kadar bu görevlerde kaldı. 30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi öncesinde Fevzi Paşa'nın yoğun çalışmaları sebebiyle TBMM İcra Vekilleri Heyeti Başkanlığı görevine geldi ve 12 Temmuz 1922-4 Ağustos 1923 arasında TBMM İcra Vekilleri Heyeti Başkanlığı yaptı. Kurtuluş Savaşı'nın Türk ordusunun zaferiyle sonuçlanmasının ardından başlayan Lozan Barış Konferansı sırasında İsmet Paşa’nın üstlendiği Millî Savunma ve Dışişleri Bakanlıklarına vekalet etme görevi Rauf Bey'de idi. Lozan görüşmeleri sırasında bazı hükûmet kararlarının dışına çıktığı için İsmet Paşa'ya sözleşmeyi imzalama yetkisini vermemesi iki devlet adamının arasını açtı. İsmet Paşa'ya gerekli yetkiyi TBMM reisi Mustafa Kemal verdi. Lozan Anlaşması’nın imzalanmasından sonra Rauf Bey başbakanlıktan istifa etti. İkinci dönemde İstanbul milletvekili olarak mecliste yer alan Rauf Bey, Halk Fırkası'ndan bağımsız bir politika takip etmeye başladı. 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulduğunda Rauf Bey, daha önce İkinci Grupta başlattığı muhalefetini bu toplulukta sürdürdü. Parti, 3 Haziran 1925'te kapatılıp, yönetici kadro, 17 Haziran 1926'daki İzmir Suikasti olayıyla ilgili görülerek yargılandı. Yargılama sırasında Rauf Bey, tedavi için Viyana'da bulunmaktaydı. Mahkeme on yıl kalebentliğe, medeni haklardan mahrum edilmesine ve mallarının haczine hüküm verdi. Rauf Bey hakkındaki suçlamaları ve kararı kesinlikle kabul etmedi, kararı temyiz imkanı olmadığı için de yurda dönmedi. Yurt dışına kaldığı dönemde Birleşik Krallık, Hindistan, Çin ve Mısır'da bulundu. 1933'te çıkan af kanunundan yararlanmayı "...benim asla ve hiçbir suretle en ufak bir cürümle dahi suçlu olmadığım için, ilan edilen aftan katiller ve şakiler gibi faydalanmayı düşünmem mümkün değildir" diyerek reddetti. Eniştesinin 1935'te vefatı üzerine ailesinin ısrarıyla yurda döndü. Yeniden politikaya atılarak 1939 yılında TBMM'nin altıncı döneminde Kastamonu'dan milletvekili seçildi; ancak Cumhuriyet Halk Partisi'ne katılmadı. Eski sürgün mahkûmiyeti ile ilgili 12 Aralık 1940 tarihinde Millî Müdafaa Vekaleti aleyhine dava açtı. Gayesi, murur-u zaman bahanesiyle ele alınmayan mahkûmiyetin haksızlığının tescil edilmesi idi. Askeri Temyiz Mahkemesi 23 Temmuz 1941 tarihli 1342 Esas sayılı kararı ile bunu tescil etti. VI. Dönem Kastamonu Milletvekili seçilmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında 1942'de Londra Büyükelçiliği'ne getirilmesi nedeniyle 16 Mart 1942 tarihinde Milletvekilliğinden istifa etmişti. Büyükelçilik görevinden de 1944 yılında kendi isteği ile ayrıldı ve bir daha devlet görevi kabul etmedi. Hayatının geri kalanın hayatını üniversitelerde ders ve konferanslar vererek ve seyahatlere çıkarak geçirdi. 1964 yılında İstanbul'da geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. Mezarı Erenköy Sahrayıcedid Mezarlığı'ndadır. Rauf Orbay'ın siyasi hatıraları Feridun Kandemir tarafından haftalık "Yakın Tarihimiz" dergisinin çeşitli sayılarında yayımlandı. 1965 yılında Feridun Kandemir, "Hâtıraları ve Söyleyemedikleri İle Rauf Orbay" adlı kitabı yayımladı. Bu hatıralar 1993'te, "Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni -Siyasî Hatıralarım", adıyla iki cilt halinde, 2003 yılında ise, "Siyasî Hatıralar" adıyla tek cilt halinde tekrar yayınlanmıştır. Christopher Robert Christopher Robert New York'lu olup, Amerika Birleşik Devletleri sınırları dışında açılan en eski Amerikan okulu olan Robert Kolej'in kurucusudur. Tam adı Christopher Rheinlander Robert'tir. Robert Kolej'in kurucusu Cyrus Hamlin olarak bilinse de, Robert Kolej ismini Christopher Robert'ten alır. Zengin yatırımcı Christopher Robert Kırım Savaşı sırasında tanıştığı inşaat mühendisi, mimar Cyrus Hamlin'e Robert Kolej'i kurmak için gerekli mali yardımı sağlar. Bunun üzerine Hamlin hayallerindeki okulu açar ve Christopher Robert'in anısına okula Robert Kolej ismi verilir. Robert Kolej'in bugün sahibi olduğu arazi de Christopher Robert'in araya girip, maddi olarak fedakarlık etmesi sayesinde Ahmet Tevfik Paşa'dan alınmıştır. Klitoris Klitoris, memeliler, devekuşları ve bunların dışında sınırlı sayıda hayvanda bulunan sertleşebilen dişi cinsel organıdır. İnsanlarda üretranın girişinin üstünde, iç dudakların kesişme noktasında düğme şeklinde bir kısmı görülebilir. Erkek penisinin homoloğudur. Ancak penis gibi idrar kanalı tarafından delinmemiştir, bu nedenle işeme amaçlı kullanılmaz. Az sayıda hayvan klitorisinden işer; gelişmiş bir klitorisi olan benekli sırtlan ise bu organ aracılığıyla işer, çiftleşir ve doğum yapar. Lemurlar ve örümcek maymunları da gelişmiş klitorise sahiptir. Kadınlardaki en hassas erojen bölgedir ve genelde cinsel hazzın anatomik olarak başlıca kaynağıdır. İnsan ve diğer memeli embriyolarında genital tüberkül adı verilen çıkıntıdan g
elişir. Bu çıkıntı ilk başlarda cinse göre farklılaşmamıştır. Sonraları Y kromozomunda yer alan bir genin kodladığı TDF proteini mevcutsa penise dönüşür, değilse klitoris meydana gelir. Klitoris karmaşık bir yapı olup büyüklüğü ve hassasiyeti kişiden kişiye değişebilir. Baş kısmı (glans) aşağı yukarı bezelye büyüklüğündedir ve burada sonlanan tahminen 8.000 sinir hissiyat iletir. Klitoris üzerine sosyolojik, seksolojik ve tıbbi tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmaların başlıca konuları arasında klitoris anatomisinin doğruluğu, orgazmdaki ve G noktasının fizyolojik olarak açıklanmasındaki rolü, klitorisin körelmiş bir yapı mı yoksa bir adaptasyon mu olduğu ve üreme sürecinde rol oynayıp oynamadığı yer almıştır. Klitorisle ilgili toplumsal kanılar kadınların cinsel hazzındaki rolü veya büyüklüğü ve derinliğiyle ilgili olabilir. Klitorisin büyütülmesi, pirsingle delinmesi veya kesilmesi (kadın sünneti) gibi çeşitli estetik, kültürel ve tıbbi inanışlardan kaynaklanan modifikasyonlar mevcuttur. Klitoris hakkındaki bilinenler toplumsal ve kültürel bakış açılarından etkilenir. Araştırmalar diğer cinsel organlara kıyasla klitorisin varlığı ve anatomisi hakkında bilginin az olduğu ve klitorisle ilgili eğitimin kadın vücudu ve cinselliğiyle ilgili toplumsal damgaları hafifletebileceği bulgusuna ulaşmıştır. Bu damgalar arasında klitoris ve genel olarak kadın üreme organlarının çirkin olduğu düşüncesi, kadınların mastürbasyon yapması etrafındaki tabu ve erkeklerin kadın orgazmlarını ustalıkla kontrol edebilmeleri beklentisi yer alır. Memelilerde cinsel karakteristiklerin gelişimi X ya da Y kromozomu taşıyan sperm tarafından belirlenir. Erkeklerdeki Y kromozomunda cins belirleyici SRY geni bulunur. Bu gen testis belirleyici faktör (tdf, "testis determining factor") proteinine yönelik bir transkripsiyon faktörü kodlar. Bu protein ise embriyoda testosteron ve Anti Müller hormon salgılanmasına yol açar. İki cins arasındaki bu farklılaşma gebeliğin sekiz veya dokuzuncu haftasında başlar. Bazı kaynaklara göre on ikinci haftaya dek devam eder; başka kaynaklara göre sürecin sonuçları on üçüncü haftada net olarak gözlenebilir ve cinsel organlar on altıncı haftaya dek tamamen gelişir. Klitoris embriyodaki genital tüberkül isimli bir çıkıntıdan gelişir. Başlarda iki cinste de aynı olan bu çıkıntı, androjenlere maruz kalırsa uzar ve penise dönüşür; kalmazsa klitoris oluşur. Klitoris penisin başını (glans) ve boynunu (şaft) oluşturan kısımlardan meydana gelir. Bu ortak köken nedeniyle iki organ homolog, yani aynı yapının farklı versiyonları kabul edilir. Nadir görülen vakarda, embriyonun aşırı androjene maruz kalması sonucu kliteromegali (anormal derecede büyük klitoris) oluşur. Erk Partisi Erk Partisi Özbekistan’da rejim muhalifi siyasi partidir (Kuruluş tarihi: Nisan 1990). “ERK Demokratik Partisi” olarak da bilinir. Başkanı halen ülke dışında sürgünde bulunan Muhammed Salih ’tir. ERK Demokratik Partisi, Özbekistan Cumhuriyeti tarihinde ilk defa resmi kayıttan geçirilen siyasi partidir. Partinin Tüzüğü Özbekistan Adalet Bakanlığınca 3 Eylül 1991 tarihinde, 039 numaralı evrak olarak kayıttan geçirilmiştir. ERK Demokratik Partisinin ana faaliyet amacı, Kayıt Belgesinde belirtildiği gibi, egemen demokratik devlet kurmaktır. Parti lideri – Muhammed Salih, Genel Sekreter: Atanazar Arif. Partinin resmi yayın organı: ERK Gazetesi , Özbekistan Basın Konseyi tarafından 19 Eylül 1991 tarihinde No: 000092 sıra ile kayıttan geçirilmiştir. Gazete 1990 yılından itibaren Özbek Türkçesinde ve Rusça olarak yayınlanmaktadır. ERK Partisi Özbekistan’ın bağımsızlığından sonra yapılan (29 Aralık 1991 tarihli) ilk genel seçime katılmıştır. ERK Partisi lideri Muhammed Salih bu seçimde İslam Kerimov un karşısına tek rakip olarak çıkmıştı. Muhammed Salih, muhalefet lideri, İslam Kerimov ise cumhurbaşkanıydı. Resmi seçim sonuçlarına göre Muhammed Salih % 12,7, almıştı. Fakat resmi sonuçlar açıklanmadan önce Özbekistan Devlet Radyosu, Muhammed Salih’in aldığı oyu % 33 diye ilan etmişti. Bağımız gözlemcilerin tahminlerine göre ise Salih; % 50’nin üzerine oy almıştı. ERK partisi temsilcileri birçok seçim bölgelerinde seçim sonuç protokollerinde onların rızası ve imzaları olmadan sonuçları değiştirerek Merkez Seçim kuruluna gönderildiğini, Devlet Merkez Basımevi çalışanları ise ERK Partisi Ofisine müracaat ederek, basılan ve seçim bölgelerine gönderilen Seçim Pusulası toplam seçmen sayısından % 50 daha fazla olduğunu bildirmişlerdir. Kabul edilen "Bağımsızlık Deklarasyonu" kanun tasarısı ERK Partisinin önerisiydi. Özbekistan Cumhuriyeti Yüksek Konseyi, Özbekistan Komünist Parti Merkez Komitesini Birinci Sekreteri İslam Kerimov’un şiddetli muhalefetine rağmen, 1990 yılın 20 Haziran günkü gündemine ilişkin değişiklik önerisini kabul ederek, Özbekistan’ın Sovyetlerden bağımsızlığını gündeme almış, ERK Partisi'nin hazırladığı "Bağımsızlık Deklarasyonu" kanun tasarısı oybirliğiyle kabul edilmişti. Fakat tasarının oylamasıyla ilgili kuliste telefonla Özbekistan Komünist partisi 2. Sekreteri Efimov tarafından sürekli bilgilendirilen Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Mihail Gorboçov'un Kremlin’den verdiği talimatla tasarıda, oylama öncesi ve hatta kabul edildikten sonra küçük çaplı bazı değişiklikler yapılarak halka açıklandıysa da, bütün bu tahrifatlar tasarının ruhunu değiştiremedi. ERK Partisinin İlk Kurultayı; 30 Nisan 1990 günü Taşkent’te gerçekleşti.. Kurultayda parti Tüzüğü ve Programı kabul edilmiş, parti Genel Başkanlığına o zaman Özbekistan Yazarlar Birliği Başkani, tanınmış şair Muhammed Salih seçilmiştir. Başkan yardımcılığına (daha sonraki kurultaylarda bu makam Parti Genel Sekreteri olarak değiştirilmiştir) fizik profesörü Atanazar Arif seçilmiştir. 2-Kurultay; 3 Şubat 1991 tarihinde Taşkent’te yapıldı. Tüzük ve Programda değişiklikler yapan bu Kurultayda Merkez Komitesi Genel Sekreteri ve Merkez Komite Sekreterleri makamları tahsis edildi. Merkez Komite Genel sekreteri olarak yazar Ahmad Azam, Merkez Komite sekreterleri olarak, Atanazar Arif ve Hamidulla Nurmuhammad seçildi. 3-Kurultay; Acilen çağrılan bu Kurultay, 25 Ağustos 1991 tarihinde Taşkent’te yapıldı. Kurultay, zor kullanarak Sovyet iktidarına el koyan Yanaev yönetimindeki Olağanüstü Hal Devlet Komitesi (GKÇP) girişimini ve Özbekistan yönetiminin bu durumu desteklemesini protesto etti. Kurultay Özbek Sovyet yönetimine 20 Haziran 1990 tarihinde ERK Partisi önerisiyle kabul edilen ‘’Özbekistan Bağımsızlık Deklarasyonu’’nun tatbiki için talep ve önerilerini ortaya koydu. Ve ‘’Özbekistan Bağımsızlık Deklarasyonunun tatbiki hakkındaki Kanun’’ tasarısını teklif etti. Asgarisi 3 bin olan üye sayısı talebine karşılık 4 bin üye listesi ve 3. Kurultay kararları ile Özbekistan Adalet Bakanlığına Başvuru dilekçesi sunan ERK Partisi’nin 3 Eylül 1991 tarih, 39 No’lu Devlet Resmi Kayıt Belgesi ile devlet resmi kaydı yapıldı. 4-Kurultay; 25 Eylül 1993 yılında Taşkent’te yapıldı. Parti kimlik kartı dağıtımı ve delege seçme oranı esas alınarak yapılan hesaplamaya göre kurultay öncesi ERK Partisi üyesi 54 bini aşmıştı. Parti Genel Başkanı Muhammed Salih, muhaciratta bulunduğu için kurultaya katılamadı. Kurultay hükümet kolluk kuvvetlerinin yoğun baskısı altında gerçekleşti. Kurultay Tüzük değişikliği yaptı, parti Genel Başkanını, Merkez Yürütme Kurulunu ve diğer yönetim organlarını seçti. Parti Genel Başkanlığına, yurtdışında bulunmasına rağmen Muhammed Salih yeniden seçildi. 5-Kurultay da Taşkent’te 22 Ekim 2003 tarihinde gerçekleşti. Parti Tüzüğü ve Programına değişiklikler yapıldı. Merkez Yürütme Kurulu ve diğer organlar yeniden seçildi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine parti adayı makamı tahsis etti. Parti liderliğine Muhammed Salih, Genel sekreterliğe Atanazar Arif seçildi. Sovyet (konsey) Sovyet, Çarlık Rusyası'nda 1905 Devrimi sırasında kurulan ve Ekim Devrimi'nden sonra Sovyetler Birliği'nin siyasal temelini oluşturan konseyler. İlk Sovyet, 1905 yazında Rus Devrimi sırasında İvanovo – Voznozensk'de 70.000 grevci işçi tarafından seçilen temsilcilerden oluştu. Ekim – Aralık 1905 arasında Çarlığın baskılarına karşın, Çarlıkla savaşmak üzere büyük kentlerde işçi sovyetleri oluşturuldu ve yönetimi büyük ölçüde ele aldı. Bolşevikler, dünyada ilk örnek olan sovyetleri, devrimci erkin çekirdeği olarak değerlendirdiler. Menşevikler'in görüşleriyse, bunları yerel yönetim organları sayma doğrultusundaydı. 1905 sonunda ezilen hareket 1917 Şubat Devrimi sırasında yeniden canlandı. Devrimi izleyen günlerde köylülerin ve askerlerinde katılmasıyla işçi, köylü, asker sovyetleri kuruldu. Burjuva geçici hükümeti karşısınnda sovyetlerin varlığı ülkede ikili erk yarattı. 25 Ekim (7 Kasım) 1917'de geçici hükümetin devrilmesiyle tüm ülkede devlet erki, İşçi, Asker ve Köylü temsilcileri Sovyetleri’ne geçti. Penguen (dergi) Penguen Dergisi, 2002 ile 2017 yılları arasında Türkiye'de ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde yayınlanmış haftalık-bağımsız mizah ve hiciv dergisidir. Türkiye'nin en çok satan haftalık mizah dergilerinden biri olan dergi, Oğuz Aral'ın Gırgır ekolünden yetişen mizahçılarca kurulmuştur. Haftalık Leman Dergisi'nden ayrılan Metin Üstündağ, Bahadır Baruter, Selçuk Erdem, Erdil Yaşaroğlu ve arkadaşlarınca Eylül 2002'de kurulan derginin ilk sayısı, 25 Eylül 2002 günü yayınlanmıştır ve dergi, kuruluşunun ardından Türkiye'nin en çok satılan haftalık mizah dergisi haline gelmiştir. 30 Temmuz 2003 tarihine kadar Çarşamba günleri yayınlanan dergi, 8 Ağustos 2003 ile 22 Ağustos 2003 tarihleri arasında Cuma günleri yayınlanmıştır. 28 Ağustos 2003 tarihinden beriyse, her hafta Perşembe günleri yayınlanmaktadır. 2007 Ağustos ayında, kadrosundan Yiğit Özgür, Memo Tembelçizer, Oky, Ersin Karabulut, Umut Sarıkaya ve Uğur Gürsoy yeni bir dergi kurmak üzere ayrılmıştır. Bu çizerler Eylül 2007'de "Uykusuz" adlı bir dergi çıkarmaya başlamışlardır. Derginin amblemi uçmaya çalışan penguendir. Derginin kurucu karikatüristlerinden Selçuk Erdem tarafından çizilmiştir. Kapak karikatürü, ge
nellikle Türkiye'nin gündemindeki bir olay ile ilgili olmaktadır. Töre cinayetlerindeki artış, Irak Savaşı, kadına şiddet, Gezi Parkı Direnişi vb. konular, kapak konusu olmuştur. Derginin gündeme dair tutumu, muhalif ve eleştirel çizgidedir. Kapakta ayrıca derginin Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ndeki fiyatı, derginin resmi sitesi, tarih, sayı ve barkod bilgileri yer alır. Kapakta, dergi adından önce küçük puntolarla yazılı olan "Haftalık" ibaresi bulunur. Penguen dergisi 657. sayısından itibaren mesajını verdiği yenilenme sürecini, 21 Mayıs 2015 tarihinde yayımlanan 661. sayısında gerçekleştirmiştir. Böylece dergiye Ahmet Ümit, Ece Temelkuran, Ozan Önen, Zeynep Deniz Özturhan gibi yazarlar ve Doruktan Turan, İlker Altungök, Emir Sağlam gibi çizerler dahil olmuş ve dergi karikatür ve mizahın yanı sıra hiciv metinlerine de yer vererek 24 sayfaya çıkartılmıştır. Ayrıca 3 TL olan fiyatı, 4 TL olmuştur. Dergiden yapılan açıklamada gazete ve dergi okuma alışkanlığının kaybedildiğini, dünyada basının küçülmekte olduğunu, yapılan çalışmalardan haksız kazanç elde edenlerin olduğunu, özgürlüklerin kısıtlandığını ve ekonomik sorunların yaşandığını belirterek 4 sayı sayı sonra yayın hayatına son verecekleri belirtildi. Çizerlerden Serkan Yılmaz ve Serkan Altuniğne'den ise farklı yorumlar geldi. 18 Mayıs 2017 tarihinde güneşe doğru uçan bir penguen ve "Her şey için teşekkürler!" yazılı kapak ile veda edildi. Chuck Yeager Charles Elwood Yeager (d. 13 Şubat 1923), Amerikalı pilot. 1923'te Amerika Birleşik Devletleri'nin Virjinya eyaletinde doğdu. II. Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri emrinde savaştı. Savaş sona erdikten sonra hava kuvvetlerinden ayrılmadı ve test pilotu oldu. 14 Ekim 1947'de roketlerle takviye edilmiş Bell X-1 uçağını test ederken, ses hızını aşan ilk insan unvanını kazandı. Daha sonra askeri kariyerinde general rütbesine kadar yükseldi. İstanbul (anlam ayrımı) İstanbul, Türkiye'nin bir ili ve en kalabalık şehri. İstanbul ayrıca şu anlamlara gelebilir: Aman Aman şu anlamlara gelebilir: Númenor Númenor, Tolkien Mitolojisinde kurgusal bir coğrafi bölgedir. Orta Dünya ve Aman'ın arasında,büyük denizin ortasında bir adada Dúnedain'lerin yaşadığı krallıktır.Ada Melkor'la savaşan sadık insanlara Valar tarafından denizin ortasından çıkarılarak hediye edilmiştir. Númenor'un çöküşü Akallabêth'de anlatılmaktadır. "Hediye edilen ülke" anlamına gelen Andor, Arda'nın Atlantis'i; Númenor'un Elfçe isimlerinden biridir. Bu, Güneşin İkinci Çağının sonunda Büyük Deniz Belegaer sularına gömülen büyük ada krallığıdır. Undying Lands (ölümsüz Topraklar) ile Orta Dünya arasında bulunan bu adada yaşayan Numenorlular özellikle denizlerde büyük bir güç haline gelmişler fakat güçlendikçe kibirlenmişlerdi. Sonunda Sauron'un da çabaları ile Valar'a savaş açan Numenorlular kendi sonlarının da gelmesine neden olmuşlardır.Ve denir ki Aman topraklarına ayak basan Ar-Pharazôn ve savaşçıları Son Savaş'a ve Hüküm Günü'ne dek Unutulmuş Mağaralar'da hapis kalacaklardı. Ancak Númenor'lular arasında Valar'a sadık kalanlar da olmuştur. Kendilerine "vefakarlar" diyen bu grup, yılları boyu Andunie lordlarının koruması altında yaşamış ve son Andunie lordu Amandil'in oğlu Elendil tarafından çöküşten kurtarılmışlardır. Númenor'un çöküşünden kurtulmayı başaran Elendil ve takipçileri Orta Dünya'ya gelir. Elendil Arnor Krallığını, oğulları Isildur ve Anarion ise Gondor Krallığı'nı kurar. Bu iki krallık "sürgündeki krallıklar" olarak bilinir. Annapurna Annapurna, Himalayalarda bulunan bir dizi zirvedir. 55 km uzunluğunda olan bu silsile üzerinde bulunan Annapurna I, 8.091 metre (26.538 ft) yüksekliğindedir ve bu da onu dünyanın onuncu en yüksek zirvesi ve sekizbinlik dağlarından biri yapar. Annapurna Sanskritçede "Hasat Tanrıçası" anlamına gelir. Annapurna masifi 6 ana zirve barındırır: Annapurna I 8.000 metrelik ilk tırmanılan zirvedir. Maurice Herzog ve Louis Lachenal'dan oluşan Fransız ekip zirveye 3 Haziran 1950'de ulaşmıştır. 3 Şubat 1987'de Jerzy Kukuczka ve Artur Hajzer'den oluşan Polonya ekibi, sekizbinlik bir dağın ilk kış tırmanışını yapmışlardır. Anduin Tolkien Evreninde Hayali Irmak. "Ulu Irmak" diye de adlandırılır. Orta Dünya'nın kuzeybatısındaki en büyük ırmaktır. Ered Mithrin'den doğup güneye doğru yaklaşık 1500 mil boyunca akar ve Belfalas Koyu'nda Büyük Deniz'e ulaşır. Angband Angband, Tolkien'in hayalî evreni Eä'daki mekanlardan biridir. Şeytani Vala Melkor'un ilk ve asıl yeraltı krallığı Utumno'dur; fakat Valar Lambalarının yok edilmesini izleyen karanlık çağlarda Melkor, Beleriand'ın kuzeyinde Angband "(Demir Zindan)" adı verilen büyük bir cephanelik ve yeraltı kalesi daha inşa etmiştir. Yıldızların İlk Çağı'nın sonunda Utumno yok edilmiş ve Melkor zincire vurulmuş fakat Güçler Savaşı sırasında esas surları yok edilmekle birlikte Angband'ın kuyuları ve zindanları zarar görmemiştir. Melkor'un esir olduğu dört yıldızışığı çağı boyunca Sauron'un önderlik ettiği hizmetkarları ve emrindeki kötü ruhlar Angband'ın derinliklerinde saklanmışlardır. Melkor yeniden güçlenerek Valar Ağaçlarını yok edip Silmarilleri ele geçirdiğinde, yine Angband'a kaçmıştır. Şeytanlarını çağırarak Angband'ı eskisinden daha büyük ve daha güçlü biçimde yeniden inşa etmiştir. Angband'ın üzerinde güçlü surlar görevini görmek üzere, üç doruklu volkanik bir dağ olan Thangorodrim'i yaratmıştır. Güneşin İlk Çağı ile Mücevherler Savaşı boyunca Melkor Angband'da hüküm sürmüş ve şeytanlar ile Ejderhalar gibi çeşitli canavarlar yaratmıştır. Pek çok kez saldırıya uğrayan Angband, Öfke Savaşı ile Büyük Muharebe'ye dek düşmemiştir. Ancak Valar, Maiar ve Eldar ordularının tüm gücü, Angband'ın surlarını geçerek, şeytanlarını yok etmeye ve Melkor'u da boşluğa fırlatıp atmaya yetmiştir. Meydana gelen muharebe o kadar şiddetli olmuştur ki, yalnızca Angband yok edilmekle kalmamış, Beleriand topraklarının tamamı da sulara gömülmüştür. Ered Luin Ered Luin, Tolkien Evreninde hayali coğrafi bölgedir. Beleriand'daki Elf ülkelerinin doğu sınırını oluşturan büyük dağ sırası Ered Luin ya da Blue Mountains idi. Bu dağlar aynı zamanda, Belegost ve Nogrod'daki ikiz cüce (Dwarfs) krallıklarının bulunduğu yerdi. Fakat Güneşin İlk Çağının sonunda Beleriand'daki Elf ve cüce krallıkları yok olduğunda, çok ufak bir kısmı dışında Blue Mountains'ın da tamamı sulara gömüldü. Dağların su üstünde kalan kısmı ise, Gulf of Lune (Hilal Körfezi) ile ikiye bölünmüştü. Daha önce Beleriand'da yaşayan Falathrim Elflerinin efendisi Lord Círdan burada, Eldar'ın Orta Dünyadaki son limanı olan Grey Havens'ı (Gri Liman) kurdu. Blue Mountains'in batısında Beleriand'dan geriye kalan ve Lindon adı verilen küçücük toprak parçasının üzerinde ise, Orta Dünya'da yaşayan son Yüksek Eldar Kralı Gil-galad'ın krallığı bulunuyordu. Üçüncü Çağ boyunca Lindon Elf ülkesi olarak kaldı ve Blue Mountains de birkaç farklı cüce boyunun evi oldu. Korumalı kip Korumalı kip (İngilizce: Protected mode), x86 (286 ve üstü intel ailesi ve uyumlu (AMD,via vb.) ) işlemcilerde bellek adreslerine erişim belirli kısıtlamar çerçevesinde olur. Yani her uygulama her istediği bellek adresini istediği gibi kullanamaz. Her bellek bölgesinin erişim hakları descriptor denen kayıtlarla saklanır. Bu kayıtların arka arkaya dizilimi ile hafızanın tamamen adreslendiği bellek haritası (memory map) oluşturulur. CPL (bilişim) CPL, Code Privilege Level (Kod Yetki Düzeyi) x86 işlemcilerde descriptor tarafından ayarlanan ve o kodun çalıştığı yetki seviyesini (privilage level) gösteren 2 bitlik değerdir. 0 en yüksek yetki seviyesidir, ring 0 diye geçer. 3 ise en düşük değerdir, ring 3 olarak geçer. Arada ring 1 ve ring 2 diye tanımlanan başka seviyeler olmasına karşın işletim sistemlerinin çoğu yalnızca ring 0 ve ring 3 seviyelerini kullanırlar. Dizel motor Dizel motor, içten yanmalı bir motor tipidir. Daha özel bir tanımla, dizel motor oksijen içeren bir gazın (genellikle bu atmosferik havadır) sıkıştırılarak yüksek basınç ve sıcaklığa ulaşması ve silindir içine püskürtülen yakıtın bu sayede alev alması ve patlaması prensibi ile çalışan bir motordur. Bu yüzden benzinli motorlardan farklı olarak ateşleme için bujiye ve yakıt oksijen karışımını oluşturmak için karbüratöre ihtiyaç yoktur. 1892'de Alman mühendis Rudolf Diesel tarafından bulunmuş ve daha sonra 23 Şubat 1893'te patenti alınmış bu süreç "diesel çevrimi" olarak bilinir. Motorun mucidi, geniş kömür yataklarına sahip olan Almanya'nın petrole bağımlılığını azaltmak için kömürle çalışan bir motor yapmayı hedeflemiştir. Ancak kömür tozunun yanmasından dolayı ortaya çıkan kül büyük sorunlar doğurmuş, daha sonraları ise motorda farklı yakıtların kullanılması tasarlanmıştır. Nitekim Rudolf Diesel, motorun sunumunu 1900’deki Dünya Fuarı'nda, yakıt olarak yer fıstığı yağı (Biodizel) kullanarak yapmıştır. Gaz sıkıştırıldığında, sıcaklığı yükselir, dizel motorda, gazın bu özelliğinden dolayı yakıt, kendiliğinden ateşlenir. Hava, dizel motorun silindiri içine çekilir ve bir piston tarafından, kıvılcım ateşlemeli (benzinli) motorlardakinden çok daha yüksek (25 katı bulabilir) bir oranda sıkıştırılır. Hava sıcaklığı 500-700 °C'a ulaşır. Piston hareketinin en tepe noktasında, dizel yakıt yüksek basınçla atomizer memeden geçerek yanma odasının içine püskürtülür, burada sıcak ve yüksek basınçlı hava ile karışır. Bu karışım hızla tutuşur ve yanar. Hızlı sıcaklık artışı ile yanma odası içindeki gaz genleşir, artan basınç, pistonu aşağı doğru hareket ettirir. Biyel (piston) kolu vasıtasıyla oluşan bu itme krank miline iletilip, krank milinden de dönme momenti elde edilir. Motorun süpürmesinde, egzoz gazını silindirin dışına atma ve taze hava çekme işlemi, kapakçıklar (valf) veya giriş ve çıkış kanalları aracılığıyla yapılır. Dizel motorun kapasitesinin tam olarak kullanılabimesi için içeriye alınan havayı sıkıştırabilecek turboşarjer kullanılması gerekir; turboşarj ile havanın sıkıştırılmasından s
onra bir ara soğutucu ile içeri alınan havanın soğutulması ayrıca verimi arttırılır. Çok soğuk havalarda, dizel yakıt koyulaşır, viskozitesi artar, balmumu kristalleri oluşur veya jel haline dönüşür. Yakıt enjektörü, yakıtı silindirin içine etkili bir şekilde itemez ve bu yüzden soğuk havalarda motorun çalıştırılmasını zorlaştırabilir. Dizel teknolojisinde bu zorluğu yenmek için çeşitli önlemler geliştirilmiştir. Sıkça kullanılan bir uygulama, yakıt hattı ve yakıt filtresini elektrikle ısıtmaktır. Bazı motorlarda silindir içinde bulunan kızdırma bujileri denen küçük elektrikli ısıtıcılar, çalıştırmak için silindirleri önceden ısıtırlar. Az sayıda motorda kullanılan başka bir teknolojide ise, manifold içindeki rezistans telli ısıtıcılar, motor çalışma sıcaklığına gelinceye dek giriş havasını ısıtır. Soğuk havalarda, motor uzun süreli (1 saatten daha fazla) kapatıldığında kullanılan ve şehir cereyanı ile çalışan motor blok ısıtıcıları, aşınma ve çalıştırma zamanını azaltmak için sıklıkla kullanılır. Eski dizel motor sisteminin en önemli parçası hız kontrol ünitesidir; bu ünite yakıtın gelme hızını kontrol ederek motorun hızını sınırlar. Benzin motorlarından farklı olarak dizel motorlarda hava emme sübabı yoktur(burada kastedilen benzinli motorlardaki karbüratörün içindeki kapış diyaframı ve hava emiş kelebeğidir), bu yüzden hız kontrol ünitesi olmazsa motor fazla hızlanır. Eski tip hız kontrol üniteleri motordan bir vites sistemi ile yönlendirilir ve böylece sadece motor hızıyla doğru ilişkili olarak yakıt sağlanırdı. Modern elektronik kontrollü dizel motorlar, benzin motorlarındakine benzer bir kontrol mekanizmasını "(ECM) Elektronik Kontrol Modülü" veya "Elektronik Kontrol Ünitesi (ECU)" yoluyla uygularlar. Motor "bilgisayarı" ECM/ECU içinde motorun çalışmasıyla ilgili algoritmalar ve kalibrasyon tabloları kaydedilmiştir. "ECM/ECU" bir sensörden motor hızına dair sinyal alınca gereken bilgi işlemlerini yapar, elektronik ve hidrolik valfler aracılığıyla yakıt miktarını ve yanma zamanlamasını kontrol ederek motor hızını sabit tutar. Yakıtın pistonların içine enjeksiyonunun başlama zamanının kontrolü, emisyonların azaltılması ve motor veriminin (yakıt ekonomisi) artırılması için en önemli unsurdur. Silindir içine yakıt enjeksiyonu başlama zamanlaması, günümüz modern motorlarında elektronik olarak kontrol edilmektedir. Zamanlama, genellikle "üst ölü noktanın (TDC/Top Dead Center)" önündeki pistonun krank ünitesi açısı ile ölçülür. Örneğin, piston üst ölü noktadan 10 derece önde olduğu zaman eğer "ECM/ECU" yakıt enjeksiyonuna başlarsa, "enjeksiyon başlama veya zamanlama 10 derece öndedir" denir. Optimal zamanlama, motorun hızı ve yükü kadar tasarımına da bağlıdır. Dizel motorlarda yakıt enjeksiyonu, "endirekt" ve "direkt" olarak iki tiptir. "Endirekt enjeksiyonda" yakıt, dizel motorda yanma odası dışında, "ön oda" olarak adlandırılan yere verilir. Yanma başladığında yanma odasının içine yayılır. Bu tipte motordaki aşırı gürültü ve titreşim düşürülür, fakat ısı kaybı artar ve motor verimi düşük olur. "Direkt enjeksiyon" ise modern dizel motorlarda kullanılır. Burada motordaki yanma odasına yakıt doğrudan püskürtülür. Dizel motorların en büyük sorunlarından biri, yanma veriminin düşük olmasıdır. Bir başka deyişle, yanma odasına giren yakıt homojenize bir şekilde yanmaz. Bunun sonucunda ortama çok fazla sera etkisi yapacak gazlar verilir. Bunun kontrolü son yıllarda dizel motor üreticilerinin en büyük sorunlarından birisi haline gelmiştir. Avrupa Birliğinin almış olduğu karara göre Kasım 2008'de Euro V standartları Avrupa'da devreye girmiştir. Emisyon değerlerini düşürmek için ise araştırmalar hâlâ devam etmekte. "NADI" konsepti diye tabir edilen bir uygulama ile emisyon değerleri düşürülürken performans artışı da kayda değer bir şekilde artmaktadır. Bu uygulama ile enjeksiyon açıları düşürülerek küresel ısınmaya etkisi olacak gazların oluşumu bir nebze olsun azaltılmaktadır. Brendibadesi Brendibadesi (O.L.: Brandywine), Tolkien'in kurguladığı hayalî Orta Dünya evreninde bir nehirdir. Üçüncü Çağ'da Eriador'un üç büyük ırmağından biri idi. Tepelerden aşağıya, yok olan Arnor krallığının bir zamanlar merkezini oluşturan Evendim Gölü kıyısındaki Annúminas'tan geçerek güneybatıya doğru akan bu ırmak, Shire ile Eski Orman'ı geçtikten sonra Mavi Dağlar'ın güney ucundan denize dökülüyordu. Bütün nehir boyunca yalnızca iki yerden geçit vardı: Bunlar, Shire'ın güneyindeki Sarn Geçidi ile Shire'ın doğusunda, Eski Orman'ın hemen kuzeyinde ve Büyük Doğu Yolu'nun üzerinde yer alan Bridge of Stonebows (Taşkemerler Köprüsü) idi. Irmağın Elfçe ismi, rengine atfen ve "sarı-kahverengi ırmak" anlamına gelen Branduin idi. Brandywine adı ise, Shire'ın doğu sınırını belirlediğinden "sınır-suyu" anlamına gelen ırmağın asıl Hobbitçe ismi Branda-nîn'in Ortak Lisan'a tercüme edilmiş halidir. Zamanla bu ad, "eski bira" anlamına gelen Bralda-hîm biçiminde bozulmuş olduğundan, Brandywine olarak tercüme edilmiştir. Bree (Orta Dünya) Bree, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir şehirdir. Güneşin İkinci Çağında Bozdiyar'dan gelen insanlar tarafından kurulan Bree, Bree eli'nin başköyü idi; diğer köyler ise Koyak, Tokay ve Staddle adını taşıyordu. Shire'ın doğusunda ve bir zamanlar Arnor krallığının merkezini oluşturan topraklarda Büyük Doğu Yolu ile Kuzey Yolunun kavşak noktasında bulunan köyde sayısı yüze yaklaşan Hobbit ve İnsan yaşıyordu. Yüzük Savaşı dönemine gelindiğinde Bree oldukça küçülmüş ve Arnor krallığının güçlü döneminde sahip olduğu önemi fazlasıyla yitirmişti. Fakat, Angmarlı Cadı Kral'ın Arnor'a vermiş olduğu zararın büyüklüğü gözönüne alındığında, Bree'nin tamamen yokolmaması epey şaşırtıcıdır. Yokolmayışının nedenlerinden en önemli iki tanesi kuşkusuz, Kuzeyli Kolcuların sağladığı koruma ile iki ana ticaret yolunun kavşak noktasında bulunmasıdır. Bu yollarda seyahat edenler için Bree'nin ünlü olmasının nedeni, bölgenin en eski hanı ve hem yakın hem uzak bölgelerden gelen haber ve dedikoduların duyulabileceği tek yer olan, Sıçrayan Midilli Hanı idi. Celeborn Tolkien’in eseri Yüzüklerin Efendisi’nde, Lord Celeborn ("Keleborn"), Galadriel’in Elf kocası, Galadhrim Beyi ve Galadriel ile birlikte Lothlórien’in yöneticisidir. Teleri Elfi'dir. İlk Çağ'da Doriath Prensi'dir. Lórien Efendisi olarak Üçüncü Çağ’da tanınmıştır. Elrond’un eşi Celebrian’ın babası, dolayısı ile Arwen Akşamyıldızı’nın dedesidir. Ayrıca İlk Çağ Elf Kralı Thingol’ün hısmıdır. Celeborn, Sindarin dilinde “(uzun) gümüşi ağaç” demektir. Kendisine, Lórien Beyi, Galadhrim Efendisi veya Altın Ormanın Efendisi diye farklı şekillerde de hitap edilir. Lothlórien’de sadece Lord Celeborn veya Lord olarak anılır. Peter Jackson’ın Yüzük Kardeşliği filminde bu rolü Marton Csokas oynamıştır. Celeborn ve Galadriel'in hayatı Bitmemiş Öyküler kitabında farklı versiyonlarda anlatılmıştır. Orta Dünya'daki yaşantılarına dair iki farklı versiyon mevcuttur. İlkinde Celeborn ve Galadriel, Alqualondë'deki ilk akraba kıyımında ufak bir mücadeleden sonra birlikte Orta Dünya'ya doğru yolculuğa çıkarlar ve Doriath'a gelirler. Diğer versiyonda Galadriel, Noldor ile beraber Helcaraxe'den geçer ve Doriath'a gelir. Kardeşi Finrod, Nargothrond'a gitmesine rağmen kendisi kalır. Çünkü ilerde evleneceği Celeborn ile tanışmıştır ve aralarında büyük bir aşk vardır. Nargothrond ve Gondolin düşmeden önce Orta Dünya'ya gelmişlerdir ve elfler tarafından Eriador'un Beyi ve Hanımı ünvanını almışlardır. Celebrimbor ile birlikte Eregion yöneticiliği de yapmışlardır. Ayrıca Celeborn, Eregion'un düşüşünde mücadele etmiştir. 3. çağın ortalarında Amroth'un kaybolmasından sonra elflere sahip çıkmak için Lorien'e kalıcı olarak yerleşme kararı almışlardır. Lorien krallık olmasına rağmen Kral ve Kraliçe ünvanlarını almamışlardır. Çünkü kendilerini elflerin doğudaki son ileri karakolu olan bu güzelim şehri korumaya adamışlardı. Lorien'in Beyi ve Hanımı olarak bilinirler. Lorien, Yüzük Savaşları döneminde Dol Guldur tarafından üç defa saldırıya uğradı. Her saldırı Celeborn, Galadriel, Nenya'nın gücü ve Galadhrim sayesinde püskürtüldü. Tek Yüzük yok edildikten sonra Celeborn, sayısız tekneyle Anduin'i geçti. Birkaç gün içinde Dol Guldur'u ele geçirdi, Galadriel kalenin duvarlarını yıktı ve orman temizlendi. Celeborn, Dol Guldur'un yer aldığı toprakları aldı ve Doğu Lorien olarak isimlendirdi. Filmdekinin aksine Celeborn gümüş saçlıdır ve Galadriel Orta Dünya’dan ayrıldığında, Celeborn bir süre daha kalmıştır. Galadriel'in gidişinden sonra Ayrıkvadi'deki torunlarının yanına, Elrond'un oğulları olan Elrohir ve Elladan'ı görmeye gitmiştir. Ancak hanımına ve kızına duyduğu sevgi nedeniyle daha fazla Orta Dünya'da kalamaz ve Dördüncü Çağ’da, Valinor’a gitmek üzere Orta Dünya’dan ayrılır. “Aragorn ve Arwen’in Öyküsü”, kısa süre sonra Lórien’in tamamen boşaltıdığını anlatır. Celeborn’un, eski zamanların anılarını aktaran son kişi olduğu söylenir. Celeborn ayrıca Tol Eressëa’da büyüyen Beyaz Ağaç’ın adıdır. Galathilion ağacının tohumundan büyümüştür, Valinor’un İki Ağacı’nın daha yaşlı olanıdır. Númenor ve Gondor’un Ak Ağaçları’nın atasıdır. Meriadoc Brandybuck Tolkien Evreninde Kurgusal Kahraman Meriadoc Brandybuck, Shire'lı bir hobbittir. Üçüncü Çağın 2982. yılında doğan Meriadoc Brandybuck, Erdiyarı'nın efendisi Saradoc Brandybuck'ın oğludur. Üçüncü Çağ'ın 3018 yılında Merry, Yüzük Kardeşliği'nin dört hobbit üyesinden biri olarak seçildi. Kardeşlik ile birlikte Mordor'un derinliklerine gitmek, Frodo'nun yüzüğü atmasına yardımcı olmak görevini üstlenirken hiç tereddüt etmedi.Kardeşlik kafilesi ile birlikte Moria'da savaştı ve Gandalf'ın köprüden düşüşüne ve soyu tükenmiş olan balrogların son ferdiyle savaşmasına tanık oldu. Kafilenin geri kalanıyla -Aragorn'un liderliğinde- Lothlórien'e gitti ve bizzat üç yüzüğün taşıyıcısından biri olan Galadriel'le yüz yüze görüştü ve ondan elf pelerini hediyesi aldı. Kardeşliğin son konak yeri olan Amon Hen'de arkadaşı Pippin ile birlikte, u
ruklar dört bir yanlarını sarmışken, Gondor'un başkomutanı ve cesur kahramanı olan kardeşlik üyesi Boromir tarafından kurtarıldılar.Boromir ile birlikte orklarla savaşırken Boromir'in yardımına kimsenin gelmeyişine ve Boromir'in öldürülüşüne tanık oldular.Boromir birçok ok yiyerek Pippin ve Merry'nin kaçırılmasını izlemeye mecbur kaldı.Kardeşlik bozulana dek pek çok macera atlattı ve bu olayın ardından arkadaşı Pippin (Peregrin Took) ile birlikte uruklar tarafından esir alındı. Uruklar Rohirrim'in saldırısına uğradığında kurtulan iki hobbit Merry ve Pippin, Fangorn Ormanına sığınarak entlerin Isengard'a saldırmaya ikna edilmesinde önemli rol oynadılar. Merry daha sonra Rohan Kralı Théoden'in hizmetine girdi. Pelennor Çayırları Savaşı'nda Éowyn'in Angmarlı Cadı Kral'ı öldürmesine yardım ederek kahraman oldu. Bu olayda ölümden dönen Merry'yi, Aragorn iyileştirdi. Aynı yıl daha sonra Shire'a geri döndüğünde, Subaşı Savaşı'nda Şef'in adamlarını bozguna uğrattı. Merry daha sonra Estella Bolger ile evlenerek, Erdiyarı efendisi olarak babasının yerini aldı.135 cm boyunda olan Merry ve Pippin tarihteki en uzun hobbitlerdi. Dördüncü çağın 63. yılında Rohan kralı Eomer'i ziyaret etmiş , onu son görenlerden olmuştur.Dördüncü Çağın 64. yılında Merry ve Pippin, Shire'dan ayrılarak hayatlarının geri kalanını geçirmek üzere Rohan ve Gondor'a gittiler. Burada öldüklerinde büyük bir onurla Minas Tirith'in Kral Mezarlığı'na Gondor krallarının mezarlarının yanına gömüldüler. Peregrin Took Tolkien Evreninde Kurgusal Karakter, Pippin olarak da bilinir. Peregrin Took, Shire'lı bir Hobbittir . Üçüncü Çağın 2990. yılında doğan Peregrin Took, Shire Şerifinin oğludur. Frodo Baggins'in sadık bir arkadaşı ve 2. dereceden kuzeni olarak 3019 yılında Yüzük Seferine katıldı. Moria'da Gandalf'ın Balrog ile dövüşüne tanık oldu.Aragorn'un liderliğinde Lothlorien'e geldi ve Galadriel'in evinde ağırlanarak,ordan hediyeler alıp,kardeşliğin son durağı olan Amon Hen'de onların hayatını kurtarıp kimsenin yardımına gelmeden yüzlerce orka karşı savaşıp, birçok ok yiyip ölen Boromir'i çaresizce izlemek zorunda kaldı ve sonunda uruk-hai'lar tarafından kaçırıldı.Yüzük Kardeşliği bozulana dek Kardeşlik ile birlikte pek çok macera atlattı ve bu olayın ardından arkadaşı Merry (Meriadoc Brandybuck) ile birlikte Uğluk ve Grishnakh Uruk-Hailer ve orklar tarafından esir alındı. Şanslı bir biçimde fangorn ormanı'na sığınan iki Hobbit, ent ağaçsakalı ile karşılaştılar ve entlerin Isengard'a saldırmaya ikna edilmesinde önemli rol oynadılar. Daha sonra Gandalf,Pippin Saruman'ın küresine baktığı ve Gondor'un tehlikede olduğunu gördüğü için Pippin'i Gondor'a götürdü ve Pippin burada Gondor'un hizmetine girerek Kale Bekçisi unvanını aldı ve Kral Vekilinin oğlu Faramir'in hayatının kurtarılmasına yardımcı oldu. Mordor'un Kara Kapısı önünde yapılan savaşta Pippin bir Troll öldürerek ün kazandı ve savaş alanında Merry'yi de bularak ona göz kulak oldu. Aynı yıl daha sonra Shire'a döndüğünde, Bywater Savaşı'nda dövüştü. Tam tamına yüz otuz beş santimetre boyunda olan Merry ile Pippin tarihteki en uzun Hobbitlerdi; bu boylarını içtikleri Ent İçeceklerine borçluydular. Dördüncü Çağın 14. yılında Pippin, Shire Şerifi oldu ve bu görevini 64 yılına dek sürdürdü. Merry ile birlikte hayatlarının geri kalanını Rohan ve Gondor'da geçirmeye karar verdiler ve burada öldüklerinde büyük bir onurla Kral Mezarlığına gömüldüler. Çember Çember, düzlemde sabit bir noktaya eşit uzaklıkta bulunan noktaların kümesinin oluşturduğu yuvarlak, geometrik şekil. Çemberin çevrelediği 2 boyutlu alana daire denir. Tanımda bahsi geçen sabit noktaya "çemberin merkezi", eşit uzaklıkların her birine "yarıçap", yarıçapın iki katı uzunluğa ise "çap" denir. Genellikle, merkez "o", yarıçap "r", çap ise "R" (Büyük r harfi) ile gösterilir. Çember üzerindeki iki noktayı birleştiren doğru parçasına ise "kiriş" adı verilir. Bu anlamda, merkeze göre birbirine bakışık(simetrik) olan iki noktayı birleştiren doğru parçasının uzunluğu aynı zamanda çapa eşittir. Analitik geometride çemberin denklemi xy-koordinat sisteminde şu biçimde yazılabilir: Eğer çemberin merkezi koordinat sistemi içinde (0,0) noktası olursa, yukarıdaki ifade şeklinde de yazılabilir ve bu çembere yarıçap 1 olduğunda "birim çember" denir. Yarıçapı "r" olan bir çember için çevre formula_3 sayısının formülünden bulunur formula_5 formülüyle bulunur. Çemberin merkezi, merkez açının köşesidir. Çevre açının köşesi, çemberin üzerindedir. Merkez açının içinde kalan çember parçasına, merkez açının gördüğü yay; çevre açının içinde kalan çember parçasına, çevre açının gördüğü yay denir. Merkez açının kenarlarının, çemberi kestiği noktaların arasındaki yaylardan birisi majör, yani büyük çember yayı, diğeri de minör, yani küçük çember yayıdır. Merkez açının gördüğü yay, minör yaydır. Merkez açının ölçüsü, 0 ile 180 derece arasında, çember yaylarının ise, 0 ile 360 derece arasındadır. Albatros Albatros, Diomedeidae (albatrosgiller) familyasını oluşturan kuş türlerine verilen ad. Kanatları hariç albatrosların vücutları beyazdır. Pek az gri ve kahverengi olanları vardır. Hayatlarının çoğunu açık denizlerde saatlerce avlanmakla geçirirler. Uzun müddet kanat çırpmadan süzülerek uçabilirler. Kanat uzunluğu 4 metreye ulaşabilir. Kanatlarını sabitleyen özel bir kiriş yapısı (omuz kilidi) sayesinde fazla kas enerjisi harcamadan bunları açık tutmayı başarırlar. En uzun kanat açıklığına sahip olan kuştur. Albatroslar açık deniz kuşları olup suda uyur ve beslenirler. Ancak yumurtlamak ve kuluçkaya yatmak için karaya çıkarlar. Eşler birbirlerine son derece saygılı ve centilmendir. Saatlerce birbirlerine sevgi gösterilerinde bulunurlar. Dişi albatros senede bir tek beyaz yumurta yumurtlar. Eşler nöbetleşerek kuluçkaya yatarlar. Eşlerden birisi denizde iken diğeri yumurtanın üzerinde bir hafta kadar oturabilir. 80 günlük kuluçka devresinden sonra çıkan yavruyu 8-9 ay sindirilmiş besinleri gagasına kusarak beslerler. Aldehitler Aldehitler, yapılarında karbonil grubu bulunan organik bileşiklerden, karbonil grubuna bir hidrojenin bağlı olduğu bileşiklerdir. Aldehitler genel olarak yüksek sıcaklıklarda alkollerin dehidrojenasyonundan elde edilebilirler, aldehit adı da buradan gelmektedir. Polar moleküldür. Düşük ve yoğun fazlarda hidrojen bağı yoktur. Aynı karbon sayılı ketona göre kaynama noktası daha yüksektir. Primer alkollerin yükseltgenmesi veya primer alkollerin 300*C de zorunlu tepkimesi ile (entalpi > 0) aldehit oluşturulabilir. C-X2 formulündeki alkil dihalejanürün, NaOH veya KOH ile tepkimesinden de aldehit elde edilebilir. Tollens ve Fehling ayracı ile tepkime verebilir. Tollens ayıracı: Amonyaklı AgNo3 ile tepkimeye giren aldehit, Ag+2 (gümüş) iyonu ile yükseltgenir. İndirgenen gümüş iyonu, çökelti oluşturur. Oluşan çökelti, gümüş aynasıdır. Fehling ayıracı: aldehitler, yüksek sıcaklıkta, Cu+2 (bakır) iyonları içeren, çözeltide, karboksilik aside yükseltgenirken, Cu+2 => Cu+1 indirgenir. Çözeltinin rengi, maviden, kırmızıya dönüşür. Sebebi ise oluşan Cu2O [bakır(I)oksit] bileşiğidir. Birçok aromatik aldehit doğada bol miktarda bulunur (benzaldehit bademde, vanilin vanilyada, sinnamaldehit tarçında). Kendilerine has özel kokuları vardır. Aldehitler yapılarındaki karbonil grubu sebebiyle birçok reaksiyona kolaylıkla iştirak edebilirler. Kolayca yükseltgenerek karboksilli asitleri, indirgenerek alkolleri verirler.Formaldehit ve asetaldehit gibi aldehitler kolayca polimerleşir. Bu basit aldehitler, birbirine bağlanarak on binlerce molekül ihtiva eden ve polimer adı verilen uzun makromolekül zincirleri oluşturur. En çok kullanılan plastik maddeler, bir aldehit (bilhassa formaldehit) ile başka türden moleküllerin polimerleşmesiyle elde edilmiştir. Mesela formaldehit ile fenolin polimerleşme ürünü bakalit, formaldehit ile ürenin polimerleşme ürünü ise formikadır. Polimerlerin bileşeni, plastiklerin, boyaların, ilaçların, çözücülerin ve parfümlerin hammaddesi olan aldehitlerin çoğu sanayide büyük miktarda üretilmektedir. Aldehitlerin çoğunun fizyolojik etkileri de vardır. Mesela aldehit grubu ihtiva eden fizyolojik bileşiklerden retinen, A1 vitamininin yükseltgenmesiyle teşekkül eder ve görme olayında önemli rol oynar. B6 vitamini grubundan olan pridoksal fosfat ise temel hayati olaylara katılan aldehitli bir koenzimdir. Formaldehit, proteince zengin maddelerin bozulmasını önlediği için gıda sanayiinde katkı maddesi olarak kullanılır. Glikoz gibi basit şekerlerin (aldozlar ya da aldoheksozlar) ve steroit yapısındaki tabii veya sun'i hormonların çoğunda bir aldehit grubu bulunur. Formaldehitin %40’lık sulu çözeltisine formalin adı verilir. Bir formaldehit polimeri olan paraformaldehit, antiseptik ve böcek öldürücü olarak kullanılmaktadır. IUPAC Sisteminde, alifatik aldehitler, ilgili alkanın sonuna –al eki getirilerek adlandırılırlar. Örneğin: HCHO ilgili alkanı metan olduğu için metanal olarak adlandırılır. CHCHCHCHO ilgili alkanı da bütan olduğu için bütanal olarak adlandırılır. Karbonil grubu (-CHO) bir halka sistemine bağlı olan aldehitler karbaldehit son eki ilave edilerek adlandırılır. Aldehit grubunun karbon atomlarının zincirinin ucunda olması gerekir. Bu nedenle yerini ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Başka sübstitüentler varsa, karbonil grubuna 1 rakamı verilir. Birçok aldehitin ayrıca yaygın adları da vardır ve bunlardan bazıları IUPAC tarafından kabul edilebilir adlar olarak belirlenmiştir. Örneğin : Metanal – Formaldehit, Etanal – Asetaldehit, Benzenkarbaldehit – Benzaldehit olarak sıkça kullanılırlar. Alkol Alkol, karbon atomuna doğrudan bir -OH grubunun bağlı olduğu organik bileşiklere verilen genel ad. Genel formulü CHOH olan mono alkoller, alkollerin önemli bir sınıfıdır. Bunlardan etanol (CHOH), alkollü içeceklerde bulunan türüdür. Genellikle alkol kelimesi ile etanol kastedilir ki yeni fermente olmuş birada etanol oranı %3 - %5 arasında iken şarapta %12 - %15 arasındadır. Türkçeye Fransızca "alcool"
sözcüğünden geçen alkolün kökeni Arapça "al-kuhl" (kara toz) sözcüğüdür. Arapçada "kuhl" denen madde sürme yapımında kullanılan antimon sülfat ve kurşun sülfattır. Doymuş hidrokarbonlarlardan türemiş olanların genel formülü CH-OH (R-OH) şeklindedir. Bir alkil (R) grubuna bir -OH grubunun bağlanmasıyla teşekkül etmektedirler. Mono alkoller üç ayrı sınıfta toplanır: Türediği parafinin sonuna ol - eki veya alkilin isminden sonra “alkol” kelimesi getirilerek adlandırılırlar: CH-OH metanol (metil alkol) CH-OH etanol (etil alkol) CH-OH propanol (propil alkol) CH-OH butanol (butil alkol) Dört karbonlu bir alkol primer, sekonder veya tersiyer olabilir. Farkı belirtebilmek için ol-ekinden önce -OH grubunun bağlı olduğu karbonun numarası söylenmelidir: CH-CH-CH-CH-OH Butan-l-ol (primer) CH-CH-CHOH-CH Butan-2-ol (sekonder) Önemli mono alkoller: Elde edilişi: Metanol ilk defa 1661’de odunun kuru kuruya damıtılmasıyla elde edildi. Damıtma ürününde % 1,5-3 metanol, % 10 asetik asit, % 0,5 aseton ve başkaları bulunmaktadır. Endüstride, karbonmonoksit ile hidrojenin reaksiyonundan elde edilir. Bu metodla saf metanol elde edilirse de sıcaklığın 30-40 derece yükselmesi halinde n- propanol ve izobutanol teşekkül edebilir. Özellikleri : Saf metanol 64,6 derecede kaynayan akışkan bir sıvı olup, parlak olmayan mavimsi bir alevle yanar. Bütün organik çözücülerde her oranda çözünür. Fraksiyonlu destilasyonla sulu çözeltisinden % 99’luk bir saflıkta elde edilir. Susuz (mutlak) metanol elde etmek için Mg kullanılır: 2 CHOH + Mg → (CHO)Mg + H (CHO)Mg + HO → 2C HOH + MgO Çok az miktardaki metanol canlı organizma için zehirdir. Kalıcı yaralar, bozukluklar meydana getirir. Örneğin 25 gram metanol içilirse gözler kör olur. Kullanılışı: Endüstride çözücü ve motor yakıtlarının bir bileşeni olarak geniş çapta kullanılır. Formaldehit ve anilin boyalarının elde edilişinde kullanılır. Ayrıca metillendirme vasıtası olarak organik sentezlerde ve tıbbi ve endüstriyel alkolün içilmezliğini sağlamada yaygın olarak kullanılır. Vücutta metabolize olabilen tek alkol türüdür. ayrıca metil alkol zehirlenmelerinde panzehir olarak kullanılır. (Metil alkol alkolu metabolize eden enzimleri meşgul ederek bu süre içinde metil alkolün vücuttan uzaklaşmasını sağlar. çünkü Vücuda asıl zehirli olup atılamayan ürün metil alkol değil, vücutta metil alkolden oluşan formaldehittir. Oysa etil alkolden oluşan asetaldehit vücuttaki aldehit dehidrojenaz enzimi tarafından metabolize edilip atılır. Sanayide üretilmiş olan ilk arabaların çalışmasında etil alkol kullanılmıştır. Sanayideki etil alkolün üretimi etan gazının sülfürik asit eşliğinde suyun içinde çözülmesiyledir. İki tane yapı izomeri vardır; n-propanol ve izopropanol. n-propanol, CH-CH-CH-OH hoş kokulu, renksiz, 97.2 derecede kaynayan bir sıvıdır. Metanol sentezi yanında bir yan ürün olarak ve füzel yağı içinde bulunur. Ticari olarak oxo prosesi denilen işlemle hazırlanır. İzopropanol, (CH)2-CH-OH, 82.4 derecede kaynayan renksiz bir sıvıdır. Asetonun katalitik hidrojenasyonu ile elde edilebilir: Ticari olarak propenin sülfürik asit içinde tutulması ve bunu müteakip meydana gelen esterin hidrolizi ile elde edilir. Propanol ve izopropanol çözücü olarak sık kullanılır. . Bu sınıf bileşikleri temsil eden en basit örnekler, dihidrik alkol (etilen glikol), trihidrik alkol (gliserin) ve tetrahidrik alkol (eritritol)dür: CHOH-CHOH (Etilen glikol) CHOH-CHOH-CH-OH (Gliserin) CHOH-CHOH-CHOH-CHOH (Eritritol) Bu bileşiklerin hidroksil grubu arttıkça eter ve alkoldeki çözünürlükleri artar. Polialkollerin bazısı kıymetli tabii ürünlerin birer bileşenidir. Mesela gliserin yağlarda bulunur. Daha yüksek polialkoller mesela pentiol ve hexitoller karbonhidratlar kimyasında önemli yer tutar. Elde edilişi: Özellikleri: Etilenglikol renksiz, kaynama noktası 198 derece olan vizkoz (kıvamlı) tatlımsı bir yağdır. Su ve alkolde her oranda karışır, 1, 2 - glikollerin kimyasal özellikleri mono alkollerinkine benzer. Etilen glikolün biraz derişik sülfürik asitle veya derişik fosforik asitle ısıtılmasıyla kıymetli bir çözücü olan dioksan elde edilir. Kullanılışı: Etilen glikol, onun monometil eteri, monoetil eteri ve dioksan kıymetli çözücüdürler. (Misal, vernikler ve selüloz asetatlar için.) Etilen glikol antifriz olarak, gliserin yerine sık sık kullanılır. Gliserin, poli alkollerin en önemlisi ve hemen hemen hayvani ve nebati yağların tamamında görülen gliseridlerin bir bileşenidir. İlk olarak zeytin yağının hidroliz ürünü olarak keşfedildi. (1779). Elde edilişi: Özellikleri: Gliserin tatlımsı ağdalı, K.N. 290 derece olan renksiz bir sıvıdır. Su ve alkollerde her oranda karışır fakat eterde hemen hemen hiç çözünmez. Susuz gliserin şiddetli bir şekilde soğutulduğunda kristallenir. (E.N. 18 °C). Üçlü bir alkolün göstermesi beklenilen kimyasal davranışı gösterir. Gliserinin hafif oksitlenmesi sonucu hem birincil hem de ikincil OH grupları gliseraldehit ve dihidroksi aseton teşkil edecek şekilde değişirler. Kullanılışı: Gliserin yaygın bir ticari uygulama alanı bulmuştur. Ecza endüstrisinde merhem, diş macunu imalatında ve kozmetikte kullanılır. Kumaş dokumada bir amil olarak ve tütün endüstrisinde son mamülün nemini muhafaza edici olarak kullanılır. Gaz saati ve araba radyatörlerinde sulu çözelti içinde bir antifriz olarak kullanılıp bir fren sıvısı olarak bilinmektedir. Daktilo şeritlerinde higroskop olarak kullanılır. Gliserinin en önemli kullanılma alanlarından biri de patlayıcı madde endüstrisidir. Nitrogliserin ve dinamit endüstrisinde kullanılır. Bunlara ilaveten alkid reçineleri üretiminde bir başlangıç materyalidir. Aromatik alkoller yan zincirde OH- grubu bulundurduğundan aril grubu ve alifatik alkol grubu bileşiği gibi düşünülebilirler. Misal: Fenil metanol, CH-CHOH, renksiz, hoş kokulu bir sıvı olup KN. 205 ° dir. Suda az çözünür. Elde ediliş reaksiyonu aşağıdaki gibi gösterilebilir. CH-CHCl+NaCO+HO ® CH-CH OH+NaHCO+NaCl Fenil etanol, CH-CH-CHOH, gül yağının en fazla olan bileşeni olup, esterleri parfümeride çok kullanılır. Alkil halojenürler, sulu sodyum hidroksitle ısıtıldıklarında nükleofilik yer değiştirme tepkimesi verir. Aldehitlerin indirgenmesiyle primer alkol, ketonların indirgenmesiyle sekonder alkol elde edilir. Tersiyer alkoller indirgenme ile elde edilemez. Asit katalizörlüğünde alkenlere su katılır. Örneğin etene su katılmasıyla etanol oluşur. Grignard bileşiği; formaldehitle tepkimeye girdiğinde primer alkol, diğer aldehitlerle tepkimeye girdiğinde sekonder alkol, ketonlarla tepkimeye girdiğinde tersiyer alkol oluşur. Bayağı bıldırcın Bayağı bıldırcın ("Coturnix coturnix"), sülüngiller (Phasianidae) familyasından 18–20 cm boyunda, küçük başlı, narin ve sert gagalı kuş türü. Başı koyu kahverengi ve gözlerinin çevresi beyaz halkalıdır. Otlar, tahıl tarlaları ve bodur ağaçlıklı alanlarda gezinerek tohum, kurtçuk ve böceklerle beslenir. Yuvasını çalılıklar altında eştiği bir çukurda yapar. Sarı kahverengi benekli 7-15 yumurta yumurtlar. Yılda 2-3 defa kuluçkaya yattığı olur. Üç haftada yumurtadan çıkan yavrular, hemen analarının peşlerine takılarak kurtçuk ve böcek yemeye başlarlar. Bıldırcınlar Ağustos-Eylül-Ekim aylarında Afrika’ya göç ederek kışı geçirir. Mart-Nisan-Mayıs'da tekrar Rusya ve Romanya bozkırlarına dönerler. Gece alçaktan uçarak göç ettiklerinden ağ kurularak rahatlıkla yakalanırlar. Eti çok lezzetlidir. Coturnix Coturnix, sülüngiller (Phasianidae) familyasından bıldırcınları içeren kuş cinsi. Ayrıca tarihöncesi döneme ait: Güneybatı ve Orta Avrupa'da Oligosen ile Miyosen dönemin sonlarına ait fosillerde "Coturnix gallica" türü de tanımlanmıştır. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (İDGSA), bugün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ismiyle eğitimine devam eden yüksek öğretim kurumunun 1928-1982 yılları arasındaki unvanıdır. Osman Hamdi Bey tarafından 1882'de Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane adıyla kurulan ve ülkedeki ilk sanat ve mimarlık yüksek okulu olan eğitim kurumu 1928'de Güzel Sanatlar Akademisi adını aldı. Akademi 1969'da 1172 sayılı Devlet Güzel Sanatlar Akademileri Kanunu'nun kabul edilmesiyle birlikte bilimsel özerkliğe kavuştu. 1980 yılındaki askeri darbe sonrası 1982'de çıkan kanunla akademilerin üniversiteye dönüşmesi ve kurulan YÖK'e bağlanması kararı ile kurum adını Mimar Sinan Üniversitesi olarak değiştirdi. 2004 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adını almıştır. Dünya Üniversite Oyunları Universiade, FISU tarafından iki yılda bir düzenlenen, üniversite öğrencisi sporcuların katıldığı, uluslararası ve çok sporlu bir etkinliktir. Türkçede "Dünya Üniversite Oyunları" (İng. "World University Games") olarak da anılır. Universiade adı "üniversite" (university) ve olimpiyat (olympiad) kelimelerinin birleşmesinden oluşur. Olimpiyat Oyunları'ndan sonraki en büyük çok sporlu etkinliktir. Her iki yılda bir farklı kentte düzenlenen bu oyunlar Yaz ve Kış Oyunları olmak üzere ikiye ayrılır. Kış oyunlarında kayakla atlama (Ski Jumping) branşı zorunlu branşdır. Ayrıca Tekler ve Çiftler figür pateni de zorunlu branşlardandır. Uluslararası Üniversite Sporları Federasyonu Fédération internationale du sport universitaire (FISU); Uluslararası Üniversite Sporları Federasyonu, 1949 yılında kurulmuş olan Uluslararası bir spor organizasyonudur. FISU’nun esas sorumluluğu, Yaz ve Kış Dünya Üniversite Oyunlarının (Universiade) ve Dünya Üniversite Şampiyonalarının denetimidir. Kısa adı FISU olan Uluslararası Üniversiteler Spor Federasyonu (Fédération Internationale du Sport Universitiare), olimpiyatlardan sonra dünyanın ikinci büyük spor organizasyonudur. FISU, Ulusal Üniversite Sporları Federasyonlarının 134 üyesinin temsil edildiği bir Genel Meclisten oluşur. Genel Meclis FISU’nun ana idari organı olup, FISU etkinliklerinin düzgün yürütülmesi için gerekli tüm kararları alan İcra Kurulunu dört yıllık bir süre için seçer. (2003 de seçim yapıldı). On daimi komisyon, uzman
oldukları alanlarda, görevini kolaylaştırmak amacı ile İcra Kuruluna danışmanlık yaparlar. FISU amblemindeki U harfi Üniversite kelimesini, altında yer alan değişik renkteki yıldızlar ise beş kıtayı temsil etmektedir. FISU konferansları; spor faaliyetlerinin sosyolojik ve bilimsel araştırmalarla tamamlayıcı olması amacıyla üniversite oyunları ile aynı zamanda yapılmaktadır. Spor ve üniversite ruhunu bir araya getirmek amacıyla gerçekleştirilen konferanslar, "Üniversite Sporlarını İrdeleme Konferansı" olarak da adlandırılmaktadır. Konferanslarda spor ve beden eğitimine ilişkin konular tartışılmaktadır. Üniversite oyunlarının düzenlenmediği yıllarda, üniversite görevlileri ve öğrencilerini bir araya getirmek amacıyla kültür ve spor konularının görüşüldüğü seminerler düzenlenmektedir. Trombositopeni Trombositopeni veya "trombopeni" kandaki trombosit sayısının azlığına verilen isimdir. Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi trombositopeni bir hastalıktan öte bir durum, bulgudur. Genel olarak sağlıklı bir insanın trombosit sayımı 150.000 - 350.000 mm arasında değişir. Trombosit sayısının 150.000/mm'den az olması trombositopeni olarak tanımlanır. Trombositopeni çoğunlukla belirgin semptom göstermez. Bazen bereler ve burun kanamaları görülebilir. Trombositopeniye rastlandığında dikkat edilmesi ve yapılması gerekenlerden bazıları; diğer kan hücrelerinin (eritrosit ve lökositlerin) sayısında da bir azalma olup olmadığı, trombositopeni yapabilecek hastalıkların semptom ve bulgularının var olup olmadığı, ilaç kullanımının sorgulanması ve aile öyküsüdür (konjenital trombositopeni nedenler için). Her ne kadar kaba bir anlayışla trombositpeninin sadece sık kanamaya yol açtığı düşünülse de bu düşünce pek doğru değildir. Trombositopenili hastalarda sadece kanama olmayıp, ayrıca trombositopeni tipine göre (örneğin heparine bağlı trombositopeni gibi) tromboza bile rastlanabilir. Trombositopeninin birçok nedeni vardır. Patofizyolojik olarak trombositopeninin nedenlerini üç ana başlıkta toplanabilir: "yapım azlığı, yıkım artışı" ve "trombosit dağılımında bozukluk". Düşük trombosit sayımları genel olarak tedavi gerektirmez. Ancak, (sıklıkla) kanamanın ve/veya çok düşük sayımın olduğu durumlarda tedavi gerekebilir. Ağır kanamalarda trombosit transfüzyonu gerekebilir. Splenektomi (dalağın cerrahi operasyonla çıkarılması) de sıklıkla yararlı ve bazen de tamamen tedavi edicidir. Kanama bozuklukları intranasal (burun içi) desmopressin (ddAVP) ile tedavi edilebilir. Desmopressin faktör VIII ve von Willebrand faktörünün, plazmadaki seviyelerini yükselten bir ilaçtır. 2005 Dünya Üniversite Yaz Oyunları 2005 yılında İzmir'de organize edilen Universiade spor organizasyonudur. Yirmi birincisi 2001 yılında, Çin'in Pekin kentinde, yirmi ikincisi 2003 yılında Güney Kore'nin Daegu kentinde yapılan Üniversite Yaz Oyunları'nın yirmi üçüncüsü 11 - 21 Ağustos 2005 tarihleri arasında İzmir'de gerçekleştirmiştir. XXIII Dünya Üniversite yaz oyunları amblemi, İzmir Körfezi'nin kuşbakışı görüntüsünden esinlenerek "U" harfi şeklini almıştır. Pürüzsüz anahattı ile Universiade ruhu uyumu ve bütünlüğüne vurgu yaparken, Universiade'ın "U" şeklindeki, çok kültürel özelliğini simgeleyen amblemi ile de uyum sağlamıştır. Efe, İzmir 2005 Yaz Universiad oyunlarının resmi maskotudur. (Oyunların hazırlık ve Organizasyon Komitesi Pazarlama ve Halkla İlişkiler Komisyonu Başkan Yardımcısı) Abdurrahman Tekin tarafından çizilen karakter, İzmir'de görülen nadir türlerden yalıçapkını'ndan esinlenmiştir. Maskot adını, Türkçe isim olarak da kullanılan, bölgenin folklorik karakterleri olan Kurtuluş Savaşı sırasında savaşan, cesur savaşçılardan, efe'lerden almıştır. İzmir'in ev sahipliğini üstlendiği oyunlar; 10 zorunlu ve 4 isteğe bağlı spor dalında gerçekleştirilmiştir. Bu branşlardan güreş, okçuluk, tekvando ve yelken; İzmir kentinin önerisiyle oyunlara dahil olan spor dallarıdır. Çaka Bey Çaka Bey veya Çağa Bey (Yunanca: Τζαχάς - Cahas; ö. 1092), 1071'deki Malazgirt Meydan Muharebesi'nin hemen sonrasında Selçukluların Anadolu coğrafyasına yayıldıkları dönemde Smyrna (günümüzde İzmir) merkezli bağımsız bir beylik kuran ve yöneten 11. yüzyıl Selçuklu komutanı ve denizcisidir. Türk tarihinin ilk donanmasını oluşturduğu için tarihteki ilk Türk amirali olarak kabul edilmektedir. 1071 yılı sonrasında Anadolu'ya yapılan Selçuklu akınlarına katılan ve 1078 civarında Bizans İmparatorluğu'na esir düşen Çaka Bey, İmparator III. Nikiforos'in dikkatini çekerek "protonobilissimus" unvanıyla saraya alındı. 1081'de imparatorluğa I. Aleksios geçince kendisine verilen unvan ve ayrıcalıkların geri alınması sebebiyle saraydan ayrıldı. Aynı yıl, İzmir tarihindeki ilk Türk hâkimiyetini sağladı. Bir müddet sonra sınırlarını genişleterek bazı Ege adaları ile Ege kıyı şeridindeki bazı şehirlerde hâkimiyet kurdu. 1092 yılı civarında, günümüzde Çanakkale'de yer alan Abidos'u kuşattı, fakat Bizans İmparatoru I. Aleksios'un Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan'ı kışkırtması üzerine Kılıç Arslan tarafından öldürüldü (kuşatma başarısızlıkla sonuçlandı). 1071 yılında Büyük Selçuklu Devleti ile Bizans İmparatorluğu arasında yapılan Malazgirt Meydan Muharebesi sonrasında Bizans İmparatoru Romen Diyojen esir düşmüş, Anadolu'da Türkmen boyları tarafından kurulan beylikler ortaya çıkmıştı. 1080 yılında, Sivas merkezli olarak kurulan Danişmendliler Beyliği'nin kurucusu Danişmend Gazi'ye bağlı bir bey olarak, Batı'daki Bizans topraklarına düzenlenen akınlara katılan Oğuzların Çavuldur boyuna mensup Çaka Bey, 1078 yılı civarındaki akınların birinde Bizans'a esir düştü. Başkent Konstantinopolis'e (günümüzde İstanbul) götürülmesini takiben İmparator III. Nikiforos'un dikkatini çekerek saraya alındı ve kendisine "protonobilissimus" unvanı verildi. Burada Yunanca da öğrenerek diğer bazı Türk esirler gibi sarayda iyi mevkilere yükseldi. 1081 yılında tahta İmparator I. Aleksios geçince kendisine verilen unvan ve ayrıcalıklar geri alındı ve saraydan ayrılarak Anadolu'daki Türkmenlerin arasına döndü. Çaka Bey, Bizans ile Peçenekler arasındaki mücadeleden de faydalanarak 1081 yılında Bizans'ın elindeki Smyrna'yı (günümüzde İzmir), yaklaşık 8.000 askeriyle ele geçirdi. Buradaki Rum ustaları kullanarak 40 parçalık bir donanma oluşturdu. Donanmanın oluşturulduğu 1081 yılı, aynı zamanda Türk Deniz Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir. Bizans'ın Balkanlar'da ve Peçenekler ile yaptığı çarpışmalardan haberdar olan Çaka Bey, Smyrna merkezli beyliğinin sınırlarını genişletme amacı çerçevesinde, ilk olarak Klazomenai'i (günümüzde Urla) ele geçirdi. Ardından Phokaia'ya (günümüzde Foça) düzenlediği ilk saldırıda şehri topraklarına kattı. Bir süre sonra Lesbos'un (günümüzde Midilli) yönetiminden sorumlu Alopus'a yazdığı mektuplarla, şehri terk etmemesi durumunda kendisini cezalandıracağını bildirdi. Bu tehditlerin ardından Alopus adayı terk ederken, Çaka Bey komutasındaki kuvvetler 1089'da, herhangi bir direnişle karşılaşmadan Mytilene (günümüzde Midilli şehri) şehrini ele geçirdi. Ancak adanın diğer tarafındaki Mithymna şehri, kuvvetli surları ve yapılacak saldırılara elverişsiz coğrafyası sebebiyle alınamadı. Lesbos'un Çaka Bey'in kontrolüne geçtiğini öğrenen Bizans İmparatoru I. Aleksios, derhal adaya bir donanma gönderdi. Öte yandan Lesbos'tan ayrılan Çaka Bey ise 1090 yılında Chios'a (günümüzde Sakız Adası) düzenlediği ilk saldırı sonrasında adayı kontrolü altına aldı. Aynı yıl, Niketas Kastamonites komutasındaki Bizans kuvvetleriyle Chios'ta yapılan muharebeyi kazandı. Elde edilen bu mağlubiyetin ardından imparator, Konstantinos Dalassenos komutasındaki başka bir Bizans donanmasını Chios üzerine gönderdi. Adadaki kalenin Dalassenos tarafından kuşatılmasının ardından Smyrna'dan yaklaşık 8.000 Türkmen ile ayrılan Çaka Bey; 19 Mayıs 1090 günü, Chios ile Karaburun arasında kalan Koyun Adaları civarında yapılan deniz muharebesini kazanan taraf oldu ve elde edilen bu galibiyetin ardından bazı Bizans gemilerini ele geçirdi. Muharebenin ardından barış görüşmeleri için Dalassenos ile buluşan Çaka Bey, kendisine imparator tarafından Bizans unvanları verilir ve kendi oğlunun imparatorun bir kızıyla evlenmesi kabul edilirse barışa hazır olduğunu ve zapt ettiği adaları geri vereceğini söyledi. Ancak bu talepler imparator tarafından kabul edilmedi. Çaka Bey Smyrna'ya geri döndükten sonra Dalassenos Chios'u geri alsa da, 1090 yılı sonlanmadan ada yeniden Çaka Bey'in kontrolüne geçti. 1090 ve sonrasında ise Rodos ve Samos (günümüzde Sisam) adalarında hâkimiyet kurdu. Gücünü artırdıktan sonra kendisine imparator unvanı veren ve Bizans İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopolis'i kuşatma amacı güden Çaka Bey; bu doğrultuda, imparatorluğun doğusunda yer alan Türk boyu Peçenekler ile temasa geçti. Öte yandan bir başka Türk boyu Kıpçaklar ile anlaşan İmparator I. Aleksios, 29 Nisan 1091 tarihinde, kadın ve çocuklar da dâhil olmak üzere Peçenekleri kılıçtan geçirdi ve bu tehlikeyi ortadan kaldırdı. Hemen sonrasında ise Nicaea'da (günümüzde İznik) tahta geçen Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan ile ilişki kurdu. Diğer taraftan Çaka Bey de kızını I. Kılıç Arslan ile evlendirmişti. 1092 yılında I. Aleksios, Konstantinos Dalassenos yönetimindeki donanma ile İoannis Dukas komutasındaki kara ordusunu Çaka Bey'in üzerine gönderdi. Bizans kuvvetleri Çaka Bey'in kardeşi Yalvaç'ın yönetimindeki Lesbos'u kuşatırken; Çaka Bey ise donanmasıyla birlikte ada açıklarında mevzilenmişti. Üç ay kadar süren mücadeleler sonrasında Çaka Bey, Smyrna'ya serbest dönebilme şartıyla adayı terk etti. Hemen ardından Bizans donanması Samos'u da geri alarak Konstantinopolis'e döndü. Bir müddet sonra, Bizans donanmasının Girit ve Kıbrıs'taki isyanlarla uğraşmasını fırsat bilen Çaka Bey, Ege adaları üzerinde yeniden hakimiyet kurdu ve Çanakkale Boğazı'da kadar Batı Anadolu'yu kontrolü altına aldı. Aynı yıl içerisinde Adramytteion'u (günümüzde Edremit) ele geçirmesinin ardından, Abidos'u (günümüzde Nara Burnu, Çanakkale) kuşattı
. Bunun üzerine I. Aleksios, Çaka Bey'in hem Bizans hem de Selçuklular için bir tehlike olduğunu savunarak I. Kılıç Arslan ile Çaka Bey'e karşı bir ittifak kurdu. Abidos kuşatması esnasında Bizans donanması denizden, Selçuklu ordusu ise karadan Çaka Bey'e karşı harekete geçti. İki devlet arasındaki ittifaktan haberi olmayan Çaka Bey, I. Kılıç Arslan ile bir görüşme talep etti. Kendisini merasimle karşılayan I. Kılıç Arslan, verilen ziyafet sırasında kılıcını çekerek Çaka Bey'i öldürdü. Çaka Bey'in ölümünün ardından I Aleksios, I. Kılıç Arslan'ı Nicaea'dan çıkarmak ve olası Türk saldırılarını püskürtmek için Avrupa'daki Hıristiyan devletleri harekete geçirdi ve Birinci Haçlı Seferi'nin başlamasını sağladı. 1097 yılında şehri ele geçiren Haçlılar, burayı Bizans'a teslim etti. Anadolu'nun içlerine doğru ilerleyen Haçlılar Dorlion'da (günümüzde Eskişehir) yapılan muharebede Selçukluları mağlup ederken, Smyrna'ya saldıran Bizans kuvvetleri de şehri karadan ve denizden kuşattı. Buradaki Türk kumandan şehri teslim etmesine rağmen, 1097 yazında 10.000 kadar Türk kılıçtan geçirildi. Bir başka Türk beyi Tanrıvermiş'in elinde bulunan Ephesos'u da teslim alan Bizans ordusu, esir edilen yaklaşık 2.000 Türk'ü adalara dağıttı. Çaka Bey'in Türkmenleri ise önce Polybotum (günümüzde Bolvadin), sonrasında ise Filadelfiya (günümüzde Alaşehir) civarına çekildi. Filadelfiya'nın da Bizans tarafından alınmasının ardından ise bu Türkmenler daha da doğuya, Gerede civarına kadar geriledi. Çaka Bey'in adı, İzmir ilinin Çeşme ilçesine bağlı bir mahalleye adını vermektedir. 2008 yılında, yine İzmir'in Çeşme ilçesine bağlı İnönü mahallesine, Çeşme Belediyesi ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığınca Çaka Bey'in büstünün de yer aldığı bir anıt dikildi. 600 metrekare alan üzerine yapılan anıt; biri 20 metre, diğeri 17 metre yüksekliğinde iki yelken figürünün arasında yerleştirilen, 3,5 metrelik kaide üstünde 2 metrelik Çaka Bey büstünden oluşmaktadır. İstanbul'un Beşiktaş ilçesindeki İstanbul Deniz Müzesi'nda Çaka Bey'in bir büstü sergilenmekte olup, müze içerisinde bulunan sergi salonu da Çaka Bey'in ismini taşımaktadır. Mersin Deniz Müzesi'nde de Çaka Bay'in bir büstü yer alır. Öte yandan Aydın'ın Kuşadası ilçesi, İstanbul'un Kartal ilçesi, İzmir'in Buca ilçesi ve Kocaeli'nin Derince ilçesinde Çaka Bey'in adını taşıyan birer ilköğretim okulu, Kocaeli'nin Gölcük ilçesinde Çaka Bey'in adını taşıyan Gölcük Çakabey Anadolu Lisesi ile İzmir'in Çiğli ilçesinde Özel Çakabey Okulları bulunmaktadır. İstanbul Deniz Otobüsleri filosunda yer alan deniz otobüslerinden biri ile İzdeniz'in vapur filosuna 2014 yılında katılan bir vapura da Çaka Bey'in ismi verilmiştir. 1976'da, Yavuz Bahadıroğlu'nun yazdığı ve Çaka Bey'in hayatını romanlaştırdığı "Çaka Bey" adlı kitabı piyasaya sürüldü. 2005'te ise Mehmet Dikici'nin aynı adlı bir romanı, Akçağ Yayınları'ndan yayımlandı. Akna Hara, Fındıklı Hara, Rize'nin Fındıklı ilçesinde, Pishala Deresi vadisinde, denizden 7 km. uzaklıkta, vadi tabanından başlayarak vadinin her iki yamacında tepelere doğru yayılmış bir köydür. Hara Köy'ünde ne geçmişte ne de bugün at yetiştiriciliği yapılmamıştır. Köyün, adını, Fındıklı ilçesindeki en büyük düzlüklere sahip olmasından ötürü aldığı düşünülmektedir. Köyün içinden geçen Pishala Deresi, köy içerisinde en geniş yatağa sahiptir. Hatta dere içerisinde kalan Korsan Adası, ziyaret edilmesi gereken yeridir. Köy, su gücü ile çalışan ve hala çalışır durumdaki un değirmenleri, Pishala Deresi üzerinde kurulu çok sayıda asma köprüleri, dere kenarındaki düzlüklere yayılmış piknik yapmak ve balık tutmak için elverişli fındık bahçeleri ve meyve bahçeleri ile bilinir. Kalenderhane Camii Kalenderhane Camii (Azize Theotokos Kyriotissa), İstanbul'un Vefa semtinde Doğu Roma döneminden kalma bir yapıdır. Bozdoğan Kemeri'nin en doğu ucunun güneyinde yer alır. Doğu Ortodoks Kilisesi formundadır. 18. yüzyılda Osmanlı'lar tarafından camiye çevrilmiştir. Yüksek olasılıkla kilise ilk durumunda Theotokos Kyriotissa'ya adanmıştı. Yapı, Yunan haçı kemerli Bizans kilisesi örneğinin var olan birkaç örneğinden birini temsil eder. Plan ve üslup özelliklerine göre binanın 9. veya 10. yüzyıla ait olduğu varsayılır. Yapı Osmanlı döneminde ilk olarak Kalender Tarikatı'na mensup dervişler tarafından kullanıldığından adı Kalenderhane olmuştur. Caminin avlusunda kilisenin ilk zamanlarında yapıya dahil olan ancak şimdi yıkılıp harabe halini alan duvar kalıntıları bulunmaktadır. Caminin kubbesi dört köşeden örülen kemelerle oluşturulan dairenin üstüne oturtulmuştur. Kubbede çok da eskiden kalmadığı anlaşılan mozaik desenleri bulunmaktadır. Özellikle yapı içinde yer alan mermer kaplamalar göz alıcıdır. Bu sitedeki ilk yapı, Roma hamamı idi. Altıncı yüzyılı takiben (tarihleme taş işçiliğine bakılarak yapılmıştır) kilisenin büyük kubbesi ve yarı kubbeleri Bozdağan kemerine rağmen yükseliyordu. Daha sonra-olasılıkla yedinci yüzyıl-daha büyük bir kilise, ilk kilisenin güneyine yapıldı. Üçüncü bir kilise, tekrar kutsal yer olarak kullanılıyordu. Yarı kubbeler daha sonra "Commenian" döneminde on ikinci yüzyılın sonu olarak tarihlenebilir Osmanlı'larca yıkıldı. Kilise manastır yapıları ile çevreleniyordu, Osmanlı döneminde hepsi tamamiyle yıkıldı. Constantinople'un Latin'lerde fethinden sonra, yapı Roma Katolik kilisesi olarak kullanıldı. İstanbul'un 1453 yılında fethinden sonra, kilise Fatih Sultan Mehmed tarafından Kalenderi dervişlerine verildi. Dervişler burayı medrese olarak kullanıyordu. O zamandan beri Kalenderhane (Kalender evi) olarak biliniyordu. 18 nci yüzyılda "Babüssaade (saray) Ağası Maktul Beşir Ağa" tarafından camiye dönüştürüldü. Yangından ve depremden zarar gören cami 1854 yılında restore edildi. Kalenderhane caminin minaresine 1930 yılında yıldırım düşerek yıkılmıştır. Minaresinin yanıp çökmesinden dolayı terk edildi. 1966-1975 yılları arasında Harvard Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi iş birliği ile yapılan bir araştırma ve kazıya konu olmuş, harap durumdayken 1968 yılında restore edilerek tekrar ibadete açılmıştır. Mehmet Hacım Mütevellizade Hacım'lı Mehmet Bey olarak tanınır. 1876 yılında Uşak ilinin Hacım köyünde doğmuştur. Uşak'ta anonim ortaklık kurarak, halk arasında Ateş Değirmeni diye bilinen un değirmenini kurmuştur. Fabrikaya Ateş Değirmeni denilmesinin sebebi, değirmenin buhar gücü ile çalışması ve buharın kömür kazanından edinilmesiydi. Yörede ilk defa bir anonim şirket kuruluşuna öncülük yaptığı için kendisine devlet tarafından onur beratı verilmiştir. Yunan işgali sırasında Ateş Değirmeni'nde çalışan rum ve ermeni kökenli ustalar fabrikayı terketmişlerdir. Fabrika Yunan işgalinde yağma edilmiş ve yakılmıştır. Mehmet Hacım Yunan işgaline karşı başlatılan Kuvayi Milliye hareketinin öncülerindendir. Uşak ve çevresindeki Hacım, Şükraniye, Yayalar köylerinden (şimdi Yayalar Kasabası) ve diğer birçok yerleşim biriminden silahlı birlikler oluşturarak yunan kuvvetlerine karşı mücadele yürütmüştür. Ankara Hükümeti'nin kurulması ve Mustafa Kemal Atatürk'ün orduyu yeniden toplaması üzerine kuvayi milliye güçleri olarak birlikleri ile beraber Albay rütbesi ile orduya katılmıştır. Uşak'ın kurtuluşu olan 1 Eylül 1922 de Kafkas Tümen komutanı Halit Bey tarafından Yunan ve Avrupa orduları başkomutanı General Trikopis'in esir alınmasında bizzat bulunmuştur. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte aktif olarak ticaret ve sanayi hayatına atılmıştır. Cumhuriyet tarihinin ilk özel ve anonim yatırımı Mehmet Hacım ve mahalli müteşebbisler tarafından Uşak'ta 26 Kasım 1926 kurulan Uşak Şeker Fabrikası ile gerçekleştirilmiştir. Bu fabrikanın kuruluşuna ekonomik gücü olan bütün Uşak' lılar bir altın, bir bilezik, 20 ölçek buğday ve ne verebildiyse onunla katkıda bulunmuştur. Her biri katkıda bulundukları oranda hisse senedi sahibi olmuşlardır. Tam bir Anonim şirket olarak kurulmuştur. Fabrika daha sonra CHP döneminde devletleştirilmiştir. Fakat Uşak' lı Şeker Fabrikasını her zaman kendisine ait görmüştür. Kuruluşu esnasında Mehmet Hacım'a "sizin adınızı verelim" tekliflerini kabul etmeyerek fabrikanın olması gerektiği gibi kurulması için her türlü fedakarlığı gösteren şehrinin adı ile anılmasını istemiştir. Uşak Şeker Fabrikası halen faaliyetine devam etmektedir. Mehmet Hacım Kurtuluş Savaşı'nda gösterdiği çabalardan dolayı TBMM tarafından Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası almaya layık görülmüştür. Mütevellizade Hacım'lı Mehmet Bey ; Cumhuriyet Türkiye'si Kurtuluş Savaşı'nın hemen arkasından Mehmet Hacım ve onun gibiler sayesinde, hemen ayağa kalkıp Atatürk'ün önderliğinde, bugün dahi inanılmaz inkılapları gerçekleştirmiştir. II. Abdülhamit tarafından savaşta ve padişah yanında gösterdiği üstün başarıdan dolayı düğün hediyesi olarak kendi tuğrasını taşıyan altınlar verilmiştir. Denizli-Uşak'da bulunan bir çiftlik alanı da yörükler ile yapılan Türkiye'nin en uzun zamandır süren davasıdır. Denizli Çivril'deki hastane alanını kendi satın alıp bağışlamış, tüm tekliflere rağmen isminin verilmesini kabul etmemiştir. EĞİTİM SEN Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası "(ya da kısaca EĞİTİM SEN)", 23 Ocak 1995'te kurulmuş, şu anda Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu'na bağlı olarak eğitim,öğretim ve bilim hizmetleri iş kolunda örgütlenen sendikadır. Bilim ve eğitim görevlilerini bünyesinde toplayan sendikanın kısa adı EĞİTİM SEN'dir. Merkezi Ankara'dadır. Sendika Eğitim, Öğretim ve Bilim Hizmet Kolunda kurulmuştur. Bu hizmet koluna, hizmet koluna dahil kurumları gösterir. Yönetmelikte belirtilen kurumlar ve işyerleri dahildir Egitim-Sen'in genel merkez organları şunlardır: Türkiye'deki sendikalar listesi Türkiye'de sendikalar, 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu’nda “sınıf esasına dayalı cemiyet kurulamaz” ifadesinin 5 Haziran 1946'da metinden çıkarılmasıyla yasallık kazandı. 7 Aralık 1946 tarihinde sıkıyönetim kararıyla kapatılan sendikalar, 1947'de İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanunun kabul edilmesiye tekrar yasal oldu. Türkiye’de işçi sendikalaşma
sı oranı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın verilerine göre 2003 yılında %57.5 iken 2014 yılında %9.68 oranına kadar düştü. OECD’ye göre ise sadece %4.5 oranındadır ve OECD ülkeleri arasında en düşük seviyededir. 2016 yılında yayınlanan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre sendikalı işçi sayısı 1.514.053 oldu ve sendikalı çalışan oranı Ocak 2016 itibarıyla %11.96’ya ulaştı. Bu oran Avrupa'da ortalama %25-30 arasındadır. Kaynak: Adnan Mahiroğulları, "Türkiye'de Sendikalaşma Evreleri ve Sendikalaşmayı Etkileyen Unsurlar", Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 1 Kaynak: Adnan Mahiroğulları, "Türkiye'de Sendikalaşma Evreleri ve Sendikalaşmayı Etkileyen Unsurlar", Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 1 "Ana Madde: Cihan-Sen" Birgi, Ödemiş Birgi, İzmir'in Ödemiş ilçesine bağlı bir mahalle. İlçe merkezine 10 km uzaklıktadır. Ulu Cami ve Çakırağa Konağı gibi tarihî yapılara ev sahipliği yapmaktadır. 2012'de UNESCO tarafından Dünya Mirası Geçici Listesi'ne eklendi. Birgi, sırasıyla Frigler, Lidyalılar, Persler, Pergamonlular ve Romalıların egemenliği altına girdi. 13. ve 14. yüzyıllarda Aydınoğulları Beyliği'ne başkentlik yaptı. 1426'da ise Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırlarına dahil oldu. = Turistik Yerler = Tarihi Birgi mahallesinde yer alan turistik yapılar şöyledir: Hüsamettin Arslan Hüsamettin Arslan, (d. 12. Ocak 1956, Mesûdiye, Ordu - ö. 2. Ocak 2018, İstanbul), sosyolog, akademisyen. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yaptı. Yatılı okuduğu Tunceli Öğretmen Okulu'nu bitirdi. 1979 yılında Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdarî Bilimler Fakültesi tarih bölümünden mezun oldu. 1979 ile 1981 yılları arasında aynı fakültede yüksek lisansını tamamladıı ve ""Ondokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda sanayileşme girişimleri"" konulu bir yüksek lisans tezi ile mezun oldu. Doktora çalışmasını, 1986 ile 1991 arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi sosyoloji bölümünde yaptı. Doktorluk tezi, ""Epistemik Cemaat / Bir bilim sosyolojisi denemesi"" (Paradigma Yayınevi, İstanbul 1992) başlığıyla yayımlandı. Çalışmaları; bilgi sosyolojisi, bilim sosyolojisi, sosyal bilimlerde yöntem ve hermenötik alanlarında yoğunlaşmıştır. Uludağ Üniversitesi'nde sosyoloji bölümünde profesör ünvânı ile vefâtına kadar görev yaptı. Erdal Eren Erdal Eren (25 Eylül 1961, Şebinkarahisar, Giresun - 13 Aralık 1980, Ankara), 12 Eylül Darbesi öncesinde bir askeri inzibat erini öldürdüğü suçlamasıyla hüküm giyen ve darbeden sonra asılarak idam edilen Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi ve Ankara Yapı Meslek Lisesi öğrencisi. Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğrencisi Sinan Suner, 30 Ocak 1980 tarihinde Milliyetçi Hareket Parti'li Bakan Cengiz Gökçek'in koruması Süleyman Ezendemir tarafından vurularak öldürüldü. Erdal Eren, Suner'in öldürülmesini protesto etmek için 2 Şubat 1980 günü düzenlenen gösteride gözaltına alınan 24 kişinin arasındaydı. Gösteri sırasında çıkan çatışmada er Zekeriya Önge'yi öldürdüğü iddiasıyla tutuklanan Erdal Eren, yargılanarak suçu sabit bulundu. Nüfustaki doğum kaydı 25 Eylül 1961 olan Erdal Eren'in, ailesinin nüfusa büyük yazdırdığı yönündeki ifadesi üzerine fizyolojik olarak 18 yaşından küçük olduğu ve gerçek yaşının tespiti için kemik grafilerinin çekilerek tıbbi tespit yapılması istendi. Askeri Yargıtay Daireler Kurulu, "doğum tarihinde bir ihtilaf olmadığı" gerekçesiyle bu talebi kabul etmedi ve cezayı onayladı. Erdal Eren, idam edilmeden 16 saat önce kendisini ziyaret eden gazeteciler Savaş Ay ve Emin Çölaşan'a, ""avukatıyla görüştürülmediğini, 18 yaşının altında olmasına rağmen idam edilmek istendiğini, yaşının 18'den küçük olduğunu tespit edecek olan kemik testi yapılması talebinin kabul edilmediğini, vurduğu söylenen jandarma erine çok uzaktan ateş açtığını ama otopside yakın atışla öldüğünün kanıtlandığını, kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını"" söyledi. Ağabeyi Erkan Eren, Erdal'ın Mamak Askeri Cezaevi'nde tutuklu kaldığı dönemde gördüğü ağır işkencenin izlerine tanık olduğunu dile getirdi. Erdal'ın idam edildiği tarihte yaşının 18'den küçük olduğunu belirten Erkan Eren, infazı radyodan öğrendiklerini ve Erdal'ın kimsesizler mezarına gömülmek istendiğini söyledi. 19 Mart 1980 tarihinde idama mahkûm edildi. 12 Eylül Darbesinden sonra Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan karar, 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde infaz edildi. Nudizm Nudizm veya Naturizm, kişilerin vücutlarını utanmadan rahatlıkla sosyal olarak çıplak bir şekilde bir arada ve doğa ile bütünleşmiş olarak bulunabilmeleri halidir. Seksüel bir anlam taşımamaktadır. Fatih Üniversitesi Fatih Üniversitesi, Büyükçekmece, İstanbulda yerleşik vakıf üniversitesi. Türkiye Sağlık ve Tedavi Vakfı tarafından 18 Ocak, 1996'da kurulmuştur. Açılışını dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel gerçekleştirmiştir. İngilizce ve Türkçe ile öğretim yapan üniversite, Almanca, Fransızca, Rusça, İspanyolca derslerini de seçmeli ders olarak vermektedir. Dokuz üyesi bulunan Mütevelli Heyeti ile yönetilmektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün talebi üzerine; Büyükçekmece 5. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından, Fatih Üniversitesi'nin kurucusu Türkiye Sağlık ve Tedavi Vakfı'na kayyum atanmıştır. 23 Temmuz 2016 tarihinde, Olağanüstü Hal (OHAL) Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname'yle üniversite kapatılmıştır. Öğrencileri çeşitli üniversitelere yerleştirilmiştir. Ayrıca Olağanüstü Hal (OHAL) Kararnamesi kapsamında Hazineye geçen "Fatih Üniversitesi Sema Hastanesi" Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi'ne devredilerek, "Bezmiâlem Tıp Fakültesi Dragos Hastanesi" olarak hizmetine devam etmektedir. Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne Bağlı olarak hizmet veren, hastanedir. 15 yıl boyunca Ankara’da hizmet verdikten sonra Sema Hastanesi’ni devralarak İstanbul’a taşınmıştır. İstanbul'da biri Dragos'ta, diğerleri Ümraniye ve Şirinevler'de olmak üzere 3 noktada hizmet vermektedir. Fatih Üniversitesi, 15 Temmuz 2016'da gerçekleştirilen askerî darbe girişimi sonrasında 65. Türkiye Hükûmeti tarafından çıkarılan 667 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname doğrultusunda, "millî güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ/PDY) aidiyeti, iltisakı veya irtibatı belirlenen" kurumlar arasında yer aldığı gerekçesiyle kapatıldı. SS SS (tam ad: Schutzstaffel, Türkçe: "Koruma Timi"), önceleri Hitler'in kişisel muhafızlığını yapmak üzere kurulan birliklerdir. İlk kurulduğunda, polis görevi yapan silahlı parti militanlarından oluşuyordu. Toplama kampları kurulup, Heinrich Himmler tarafından bunların yönetiminden SS sorumlu tutulunca iki ana gruba ayrıldı. Bunların ilki, "Waffen-SS" (Silahlı SS) örgütüydü, bu örgüt artık askerî bir yapı almıştı. Ordudan geçmiş subaylar tarafından yönetiliyordu. 1942 yılından sonra askerlik yükümlüsü gençler de burada görev yapmaya başladığı için “parti muhafızı” vasfını kaybetti, normal birliklerden bir farkı kalmadı. Diğer bölüm ise, "Allgemeine-SS" (Genel SS). Bu örgüt bir çeşit polis görevi yaptı. SS'lerin soykırım suçu işledikleri iddia edilen bölümü "Allgemeine-SS"’tir. Bunların subayları genelde ordu kökenli değildi. Her iki bölüme de (önce Waffen-SS'e) yabancı personel alındı. Önce Alman asıllılardan veya Alman ulusuna akraba uluslardan SS tümenleri oluşturulurken sonraları çeşitli uluslardan toplam 38 SS tümeni oluşturuldu. Allgemeine-SS birlikleri de bir süre sonra tank, top ve zırhlı araç gibi ağır silahlarla silahlandırılıp yeni tümenler oluşturuldu. Bu birliklere yabancılar ve eski mahkûmlar da alındı. Bu şekilde oluşturulan Oskar Dirlewanger komutasındaki Dilrewanger Tugayı (daha sonra 36. SS Waffen Grenadier Tümeni oldu) ve Bronislav Kaminski komutasındaki Kaminksi Tugayı (daha sonra 29. SS Waffen Grenadier Tümeni oldu) savaş sırasında işledikleri katliam, yağma ve tecavüz ile bilinir. Gönüllülerden ve Avrupa'nın her yanından zorla görevlendirilenlerden oluşan birlikleriyle, savaşın sonlarına doğru sayıları yaklaşık 900.000'i buluyordu . SS'e bağlı askerlerin en önemli özellikleri "Onurun Sadakatindir" ilkesinden sapmaksızın Führer'e kesin boyun eğmeleri ve bağlılıklarıydı. 1940'da Waffen-SS kurulmuş ve SS örgütsel yapı iki ayrı şubeye ayrılmıştır: Allgemeine-SS (Genel SS) ve Waffen-SS (Silahlı SS). 1944'e kadar Almanya'nın içi ve dışındaki örgütün bütün etkinlikleri 12 daire tarafından yönetilmekteydi. Einsatzgruppen, Sicherheitsdienst (SD) ve Gestapo ise RSHA'nın altında yer almaktaydı. Bretton Woods sistemi Bretton Woods sistemi, II. Dünya Savaşı sırasında Temmuz 1944'te ABD'nin küçük bir kasabası olan Bretton Woods'da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans konferansında ortaya çıkan iktisadi sistemdir. Bretton Woods uluslararası para idare sistemi, dünyanın önde gelen devletleri arasındaki ticari ve finansal işlemlerde uyulması gereken kuralları belirler. Bu sistem , dünya tarihinde ilk kez, bağımsız ulus-devletlerin kendi aralarında ortak bir parasal düzen üzerinde anlaşmaları sonucunda uygulamaya konulmuştur. Uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen bu anlaşma, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) kurulmasına karar vermiştir. Bu kurumlar, 1946'da, yeterli sayıda ülke anlaşmayı imzalayınca faaliyete geçmiştir. Bu sistemin getirilmesini isteyen ABD'nin önerilerini ünlü ekonomist Harry Dexter White sunmuştur. John Maynard Keynes ise İngiliz ekibinin başındadır. Bu konferansta altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verilmiştir. Tüm para birimlerinin dolara endeksli olması zamanla piyasalarda gerilim yaratmış ve 1971'de ABD'nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla sistem çökmüştür. Ortaya çıkan bu krizin en önemli sebebi ABD dışındaki ülkelerde dolar miktarının artması ve b
u sebeple doların değerinin düşmesidir. Helal Helal (Arapça: حلال), İslami terim. İslam hukukuna göre meşru, yasal veya uygun anlamındadır. Haram teriminin zıt anlamındadır. Çoğu zaman Mübah ile eş anlamlı olarak da kullanılır. Helal ayrıca en az iki şahit huzurunda tarafların kabullerini sözlü olarak beyan ettiği ve mehir (boşanma tazminatı) miktarının kararlaştırıldığı bir tören ile evlenilmiş eş anlamında da kullanılır. Fıkıhçılar Şeriatta esas olanın ibaha (helal olma) olduğu, haram ve yasak olma durumunun istisna olduğunu ve adına nass denilen şer'i kaynaklarca bu haram ve yasak oluşun açıkça belirtilmiş olması gerektiğini ifade ederler. Ayrıca bu kaynaklar şer'i delil olma açısından geçerli bir kaynak olmalı ve kendi içerisinde çelişki barındırmamalıdır Maide: 3 ve Maide: 90'da helali ile ilgili ifadeler vardır. Bir ürünün "helal" olması için gerekli şartları taşıdığını ifade eden ve tüm dünya müslümanları tarafından kabul görmüş bir "helal" sertifikasyonu yoktur. Bu tür sertifikasyon yapan bağımlı ya da bağımsız birçok kurum ve kuruluş olsa da, yahudilerin kaşer (Kosher) kurumu gibi bir sistem mevcut değildir. Türkiye'de TSE tarafından helal sertifikası verilmektedir. Ayrıca bu konudaki çalışmalar, Gimdes ve Dünya Helal Birliği adlı kuruluşlar tarafından da yapılmaktadır. 31.mart2013 tarihi itibarıyla İİT İslam İşbirliği Teşkilatına bağlı SMIIC İslam ülkeleri Standartlar ve Metroloji Enstitüsü çalışmakta olup merkezi istanbuldadır.SMIIC-1 SMIIC-2 standartları yayımlanmıştır.Enstitünün 20 daimi 13 gözlemci ülkesi mevcuttur.Türkiyede TSE ve Dünya Helal Birliği (World Halal Union) SMIIC standardını kabul edip buna göre HELAL SERTİFİKASI vermektedirler.Helal AKREDİTASYON henüz tamamlanmamıştır. SMIIC çatısı altında olmayan İslam ülkeleri de vardır. Helal gıda ,müslüman gıda tüketicilerinin hassasiyetleri doğrultusunda inançlarına uygun İslami gıda şartlarının yerine getirilmesiyle oluşan sonuçtur. Helal girdi olmadan helal gıda sonucu elde edilemez. Helal gıda üretimi İslami esaslara dayanan süreçler toplamının neticesinde ortaya çıkan bir neticedir. = Olaylar = Moscow Halal Expo — helal ürünler için 2010 yılından beri düzenlenen uluslararası bir sergidir. Sergiyi düzenleyen firma — Alif Consult, yöneticisi — Kirill Skogorev, yönetici ortağı — Madina Kalimullina. Bu sergi, HoReCa ve perakende satış sektörlerinde helal ürünlerin konumunu güçlendirmek, ekolojik ve kaliteli ürünlerin Rusya’nın pazarındaki payını artırmak, helal sektörüne yatırım çekmek, ihracat yükseltmek ve uluslararası helal ürün ticaretinin hacmini artırmak için yapılıyor. Sergi, Rusya Müftüler Kurumu, Moskova hükümeti, Rusyanın Ticaret ve Sanayi odası'nın himayesi altında ve Rus ve yabancı örgütlerin desteği ile yer alıyor. Serginin ortakları: Thomson Reuters, Salaam Gateway, Al Baraka Banking Group.   Temel tematik sektörler: helal et ve et ürünleri, helal kümes hayvanlarının eti, eko- ve biyo-ürünler, özel et ürünleri, kahve, çay, içecekler, konserve ürünler, süt ürünleri, HoReCa için ürünler vs.  Helal gıda sertifikası İslami esaslara dayanan altyapısını tümüyle İslam dininin inanç ve şartlarından alan tamamen İslam kökenli bir kavramdır. Halal arapça bir kelime olup Türkçe’ de “Helal” olarak karşılık bulmuştur. Bu nedenle tüm İslami coğrafyalar da helal gıda sertifikası alan firmalar ürünlerini daha kolay pazarlama imkanı bulmaktadır. Helal sertifikası alabilmek için gereken koşular TSE tarafından yayınlanmış ve din işleri yüksek kurulundan bir yetkilinin de kontrolü dahilinde TSE tarafından da verilmektedir. TSE’ den helal gıda sertifikası almak için bizzat TSE’ ye başvuru da bulunarak helal sertifikasının nasıl alınır öğrenilebilmektedir. Türkiye’ de helal gıda sertifikasını devlet düzeyinde vermekte olan tek devlet onaylı helal kurumu TSE’ dir. Helal gıda sertifikası almak isteyen fakat nasıl alınacağı konusunda şüpheleri olanlara devlet tarafından verilen tek helal sertifikasının nasıl alınacağı açıklandıktan sonra diğer helal sertifikası veren firmaların helal gıda sertifikası verdikleri konusuna da değinmek gerekmektedir. Helal gıda sertifikası almak isteyen firmalara farklı alternatif çözümler de sunulmaktadır. Türkiye’ de özel sektörde çeşitli birlikler ve dernekler altında faaliyet göstermekte olan firmalardan da helal sertifikası almak mümkündür. Helal gıda sertifikası alınabilecek çeşitli helal kurumlarının tek ortak özelliği helal sertifikasını dünya ya sertifika düzeyinde ilk kazandıran ülke Malezya tarafından akredite edilmiş olmalarıdır. Peki neden Malezya, helal gıda sertifikası almak isteyen işletmeler için seçenek olmaktadır_? Bunun ilk sebebi yukarıdaki paragrafın sonunda açıkça ifade ettiğimiz üzere Malezya’ nın helal sertifikasını veren ilk ülke olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Malezya’ nın şeriatle yönetiliyor olması helal sertifikası alma konusunda daha rahat davranabilmesinden ötürüdür. Bu rahatlık helal şartları, denetimi, kontrolü ve helal gıda yönetmeliklerinin tek devlet kuruluşu altından onay alabiliyor olmasından kaynaklı olup ayrıca kaynaklarının da müslümanlar için daha önemli olan Kur’an ve Hadisler doğrultusunda oluşturulmuş olmasıdır. Din ve devlet işlerinin birlikte yönetildiği Malezya bu açıdan daha avantajlı konumda bulunmakla birlikte son yıllar da Singapur gibi çeşitli İslam ülkeleri de dünya helal belgelendirme pazarında söz sahibi olabilmek adına helal kurumları oluşturmaya başlamışlardır. Türkiye’ de faaliyet gösterip yurt dışında bulunan üstte açıkladığımız devlete bağlı yabancı helal sertifikasyon kuruluşlarından yetki alarak helal sertifikası alımı sağlayan firmalar bulunmaktadır. Böylece bu firmaların nasıl helal gıda sertifikası verdikleri de gayet açık bir şekilde açıklanmıştır. Ayrıca Malezya helal konusunda çok aktif çalışmalar yürütmesi ve ilk olması sebebiyle şu an için dünya da en çok tercih edilen helal sertifikası kurumlarına sahiptir. Helal gıda sertifikası nasıl alınır sorusuna yukarıda verdiğimiz iki seçenekli tercihten sonra üçüncü bir nasıl helal sertifikası alınır yöntemi daha bulunmaktadır. Türkiye’ de belgelendirme yapmakta olan firmalar veya farklı isimler altında kurulmuş helal birlikleri, helal gıda denetçilerine sahip özel şirketler, İlahiyat Fakültelerin de anlaştıkları bir fetva kurulu ile birlikte hareket ederek helal belgelendirme yapmakta olan firmalarda bulunmaktadır. Üç farklı helal gıda sertifikası alma yollları olmakla birlikte tüm dünya da müslümanlarca kabul edilip yayınlanmış ortak bir helal standardı henüz bulunmamaktdır. Helal şartlarının standart olabilmesi için İslam ülkelerinin tamamı veya çoğunun ortak karşılıklı şekilde üzerinde uzlaşıp imza altına alınarak istişare ile geliştirilmiş ve yayınlanmış uluslararası standart yayımlanması gerekmektedir. Gülşen Tatu Arife Gülşen Tatu, (d. İzmir). Flüt sanatçısı. 1971`de İzmir Devlet Konservatuvarı’nı bitirdi ve bir yıl aynı kurumda asistanlık yaptı. 1972’de DAAD bursunu kazanarak Almanya'ya gitti. Essen ve Freiburg Müzik Yüksek Okullarında Prof. Rütters ve dünyaca ünlü Prof. Nicolet'in asistanlığını yapıp aynı zamanda Güney Batı Almanya Radyo Senfoni Orkestrası’nda solo flütist olarak görev yaptı. Eğitimci olarak göstermiş olduğu başarılı çalışmalar nedeni ile Karlsruhe ve Stuttgart Müzik Yüksek Okullarından teklif alan sanatçı bir süre her üç müzik akademisinde eğitimci olarak çalıştı. Bu çalışmaları 1986 senesindeki Trossingen Müzik Yüksek Okulu’na profesör olarak atanmasına kadar sürdü. Aynı sene İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’na solist olarak atanan sanatçı, şimdi bu görevini İzmir Devlet Senfoni Orkestrası sanatçısı olarak sürdürmektedir. Bu arada pek çok Avrupa ülkesiyle, Uzak Doğu’da başarılı konserler, kayıtlar, ve de flüt kursları vermekte olan sanatçının birçok Uluslararası Flüt Yarışmasında almış olduğu ödüller bulunmaktadır: Sanatçının bu yarışmada kazandığı 1.’lik ödülü 1985’den 1997’ye kadar verilen tek 1.’lik ödülü olarak kalmıştır. Gülşen Tatu 1997’de dördüncü kez bu yarışmada juri üyesi olarak katılıp, çeşitli konserler ve de kurslar vermiştir. Sanatçının 1998’de dünyaca ünlü opera sanatçısı ve de Prag Devlet Operası Müzik Direktörü Eva Randova tarafından davet edilmesi nedeni ile orkestra ile seslendirdiği “Carmen Fantezi” büyük yankılar uyandırmıştır. İstanbul Festivali’ndeki Kremlin Oda Orkestrası ile çalışan Gülşen Tatu, yine aynı orkestra ile 1999 senesinde deprem yararına Moskova’da ünlü Çaykovski Konservatuvar Konser Salonu’nda Mozart’ın Flüt Konçertosu’nu şef Misha Rachlewsky yönetiminde seslendirmiştir. Sanatçı Mozart’ın Flüt Konçertolarını ayrıca Salzburg Mozart Solistleri ve de Macar Devlet Orkestrası Şef Prof. Hikmet Şimşek yönetiminde CD olarak kaydetmiştir. Sanatçı beş yıldır yapmış olduğu çeşitli kurslarla Türkiye’deki genç flüt sanatçılarına destek olmaya devam etmekte, başarılı olanlarını yurtdışında eğitmektedir. Kaliforniya Sacramento Üniversitesi tarafından davet edilen sanatçı Cardiff (Birleşik Krallık) ve de Trömsö (Norveç) Müzik Akademilerinde misafir profesör olarak ders vermektedir. 1998 yılında Devlet Sanatçısı unvanı verilen sanatçı, bu unvanın yoğun olarak tartışıldığı dönemde unvanı reddetmiştir. Albus Dumbledore Albus Percival Wulfric Brian Dumbledore (1881-1997), J.K. Rowling tarafından yazılmış Harry Potter serisindeki bir kurgusal karakterdir. Çok zeki, araştırmacı, sakin ve kendini duygularına kaptırmayan çok güçlü bir büyücüdür. Gençliğinde aşırı güç meraklısıdır, daha sonra daha mantıklı davranmaya karar verir. (Kibar, biraz ilginç ve güçlü yapısıyla tipik iyi büyücü özelliklerini taşımaktadır.) Harry Potter'ın sorunlarını anlayışla karşılamasıyla ona diğer öğretmenlerden daha 'iyi' davrandığı söylenebilir. Herkes tarafından sevilen ve sayılan bir büyücü olan Dumbledore, Lord Voldemort'un korktuğu yegane büyücüdür. Sihir otoritelerinin genel kanısına göre de gelmiş geçmiş en güçlü büyücüdür. Dumbledore'un yaşamı 116 yıl sürmüştür. Altıncı kitapta (Harry Potter ve Melez Prens) Severus Snape tarafından Avad
a Kedavra lanetiyle öldürülen Dumbledore, 1944-1997 tarihleri arasında Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'nun müdürlüğünü yapmıştır. Uzun ve ince olarak betimlenen Dumbledore'un uzun saç ve sakalları vardır. Ünlü büyücünün, mavi gözleri, çok uzun ve kancalı bir burnu ve uzun parmakları vardır. Yarım ay çerçeveli gözlükleri ve şaşaalı cübbesi ilk göze çarpan şeylerdir. Sol dizinin üstünde Londra metro'sunun haritasını gösteren, bir düellodan kalma bir yara izi vardır. Dumbledore'un Çikolatalı Kurbağa kartına göre oda müziği ve on lobutlu bowlingden hoşlanmaktadır. 1945'te kara büyücü Grindelwald'u yenmesi ejderha kanının 12 ayrı konuda kullanılışını bulması ve arkadaşı Nicholas Flamel ile simya konusunda yürüttüğü çalışmalarla ünlüdür. Sihirli ya da sihirsiz bütün şekerli yiyeceklere karşı bir zaafı vardır. Ofisini koruyan heykelin şifresini de genellikle bu tatlı isimlerinden seçer. Ancak, Bertie Bott 1930 doğumlu olduğu için, Dumbledore'un "gençlik" ile neyi kastetitiği anlaşılamamıştır. En sevdiği tatlar ise, Böğürtlen ve Marmelat'tır. Dumbledore, aynı zamanda bir örgü meraklısıdır. Ayrıca yazar J.K Rowling' in yaptığı açıklamaya göre kendisi eşcinseldir ve Gellert Grindelwald'a aşıktır. Yazarın böylesine bilge bir kişiye "Albus Dumbledore" ismini vermesi rastgele yapılmış bir seçim değildir. Albus, Latince "beyaz" anlamına gelir ve "bilgelik" ile "aydınlanmayı" temsil eder. Dumbledore ise "yabanarısı" (İngilizce "bumblebee") anlamına gelmekle yazar tarafından özellikle seçilmiştir çünkü İngilizce'de "bumble around", "etrafta dikkatsizce gezinmek" demektir. Yazar Dumbledore' u yaratırken onun Hogwarts koridorlarında dolaştığını hayal ettiği için bu fiille ilintili bir isim seçmiştir. Dumbledore'un bir kız kardeşi ve bir erkek kardeşi vardır. Kız kardeşi Ariana, daha küçük bir çocuk iken, 3 erkek muggle çocuk tarafından saldırıya maruz kalmıştır. Bu saldırının şokunu atlatamayan Ariana, bakıma muhtaç kalmıştır. Bunun üzerine babası muggleların peşine düşüp onlara saldırmıştır. Ariana'nın babası yakalandığında neden saldırdığını anlatmamış ve Azkaban'a yollanmıştır. Ve orada da hayatını kaybetmiştir. Annesi Kendra ise bir gün, Ariana'nın ona yardım etmek isterken gücünü kontrol edememesi sonucunda ölmüştür. Dumbledore daha genç iken Grindelwald ile arkadaş olmuştur. Kendilerini güç verilmişler olarak tanımlamaktadır. Onun fikirlerinin Dumbledore'u daha genç iken nasıl etkilediğini kendisi daha sonradan Harry'ye itiraf etmiştir. Dumbledore, arkadaşı Grindelwald ile birlikte Ölüm Yadigarları'nı aramaya çıkmayı planlamıştır. Fakat Aberforth Dumbledore, Ariana'ya bakması gerektiğini ona soylediğinde kız kardeşini de seyehatlerine almayı düşünmüştür. Bu fikri hiç sevmeyen Grindelwald sinirlenip Aberforth'a asasını çekmiştir. Sonra üçü birlikte orada düello etmeye başlar. Ve kız kardeşi o düello sırasında hayatını kaybetmiştir. İçlerinden hangisinin Ariana'nın ölümüne sebep olan laneti yaptığını hiç öğrenememişlerdir. Dumbledore'un ölümünden sonra Rita Skeeter tarafından yazılan kitapta Dumbledore'un gençliğindeki bütün kötü yanlar çarpıtılarak anlatılmıştır. Skeeter'e göre Ariana bir kofti (büyücü olmasına rağmen sihirsel yetenekleri olmayan kişi) olduğundan Dumbledore tarafından öldürülmüş veya öldürülmesine izin verilmiştir. Oysa Ariana annesini kontrol edemediği büyü gücü yüzünden öldürmüştür. Fakat Albus Dumbledore genç iken Grindelwald'in fikirlerine kapılmasına rağmen, Ariana'nın ölümünden sonra her türlü haksızlığa karşı savaşmaya başlamıştır. İleriki zamanlarda Grindelwald'ı kendisi yenmiştir. (Görenler tarafından Dünya'nın en büyük düellosu olarak söylenir.) Muggle haklarını savunmuş ve muggle doğumluları korumuştur. En başından beri Lord Voldemort'a karşı savaşmıştır. Dumbledore, kendi isteği üzerine Severus Snape tarafından öldürülmüştür. Ölümünden sonra bile daha önceden yaptığı planlar ve Severus Snape'e verdiği emirler sayesinde Harry Potter, Lord Voldemort'u yenilgiye uğratmıştır. Kalbi her zaman sevgiye açık olmuştur. Dumbledore'un olağanüstü sihir yeteneği gençken fark edilmiştir. Onun FYBS sınavına da giren Hogwarts Sınav Kurulu Başkanı Griselda Marchbanks, okul çağındaki Dumbledore'un Tılsımlar ile Biçim Değiştirme büyüleri üzerinde "Daha önce bir asayla yapıldığına hiç şahit olmadığı şeyler yaptığına" tanık olmuştur. Bazı okuyucular da, onun 1894'ten önceki Üçbüyücü Turnuvalarında (yüz yıldır yapılmamıştı) bir başarı göstermiş olabileceğine inanılmaktadır. Dumbledore Gryffindor binasından mezun olmuştur. Felsefe Taşı kitabında Hermione Granger, onun Gryffindor'dan mezun olduğunu söylemiştir. Ayrıca Ateş Kadehi kitabında da Harry ile Gryffindor yatakhanesinde konuşurken demiştir ki "bu perdeleri hiç sevemedim 4. sınıftayken onları ateşe vermiştim, tabi kazayla" demiştir. Bu da onun Gryffindor'dan mezun olduğunu gösterir. Mezuniyetinden bilinmeyen bir süre kadar sonra, okula Biçim Değiştirme ve Bina Başkanı olarak geri dönmüş, ayrıca okula öğrenci alımlarına yardım etmiştir. Büyüceşura'nın Başbüyücü'sü olmasının yanı sıra, Uluslararası Büyücü Konfederasyonu'nun Başkanlığı'nı üstlenmiştir. Ancak bu görevlerini, Cornelius Fudge hükümeti sırasında, Sihir Bakanlığı, Voldemort'un geri döndüğünü kabul edene kadar bırakmıştır. Yaşamı boyunca ona birçok kez teklif edilen Sihir Bakanı koltuğunu her seferinde reddetmiştir. Birinci sınıf Merlin Nişanı'na sahiptir. Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nın kurucusu ve başkanıdır. Dumbledore aynı zamanda, Felsefe Taşı'nın bilinen tek yapımcısı olan Nicholas Flamel ile çalışmış ünlü bir simyacıdır. Ayrıca Ejderha kanının on iki farklı kullanılışını da keşfetmiştir. Gubrathia Ateşi (sönmeyen ateş) yaratabilir. Patronus'unun Anka Kuşu olduğu bilinmektedir. Silah seçimini ateşten yana yapmayı tercih eder bunlar; (Voldemort'la düellosunda onu ateşten bir iple bağlaması, genç Tom Riddle'a sihirsel kabiliyetlerini gösterirken Riddle'ın gardırobun alev almasını sağlaması, mağarada Inferius'ları uzak tutmak için ateş kullanmasıdır. Dumbledore, patronus ile mesaj gönderme üzerine, sadece Zümrüdüanka Yoldaşlığı üyelerine öğrettiği bir metot geliştirmiştir. Hayal Bozan büyüsü konusunda en yetenekli büyücüdür. Görünmezlik Pelerini'ne ihtiyaç duymadan görünmez olabilir. Zihnibend "(Occlumancy)" ve Zihnifendet'de "(Legilimency)" 'de en yetenekli büyücüdür. Dumbledore asasız büyü yapma yeteneğine sahip bir büyücüdür. Hatta tüm kalkan, lanet ve büyüleri asasız yapabilmektedir. Harry Potter 3. yılında Hufflepuff - Gryffindor maçında Ruh Emicilerle karşılaşıp aşağı düşerken Dumbledore zamanı yavaşlatıp Harry Potter'ı kurtarmıştır. Harry Potter'ın 5. yılında Esrar Dairesi'ndeki savaşta Dumbledore savaşın bulunduğu odaya gelmiş ve ufak bir bilek hareketi ile tüm Ölüm Yiyenler'i görünmez bir iple duvarlara doğru yapıştırmış (karşı buharlaşma büyüsü) ve onların Azkaban'a gitmesini sağlamıştır. Harry Potter'in 6. yılında birçok lanet ve Karşı buharlaşma büyüsü ile Hogwarts'ı koruma altına almıştır. Karşı buharlaşma büyüsü oldukça zor bir büyüdür ve bu büyüyü Voldemort dahi aşamamıştır; çünkü Hogwarts'ın içine hiçbir türlü girememişlerdir. Dumbledore anılara büyük önem vermiştir; onları hem bir silah, hem de bir araştırma aracı olarak kullanmıştır. 6. kitapta, anıları Harry Potter'a Tom Riddle'ın nasıl Lord Voldemort'a dönüştüğünü, ve Hortkuluk yapmasına giden yolda neler yaşadığını göstermek için kullanmıştır. 6. kitabın sonunda Severus Snape tarafından öldürülmüştür. Bu olay her ne kadar Karanlık Lord'un emirleri üzerine gerçekleştirilen bir cinayet olarak görülse de sonradan, her şeyin planlı olduğu ortaya çıkmıştır. Albus Dumbledore bir hortkuluk olarak bilinen Gaunt'un yüzüğü tarafından engellenemez bir lanete tabi tutulmuştur (Yaşı çok ilerlediği için zehri vücudundan yok etmemiştir. Sadece Snape'e onun elinde toplamasını söylemiştir.) Zehir vücudunu ele geçirmektedir. Bunu bilen Dumbledore Snape ile konuşmuş,Snape her ne kadar bunu istemediğini söylese de hem planlarının devamını getirmek, hem de acınası bir sondan kurtulmak için Snape'e zamanı geldiğinde onu öldürmesini söylemiştir. Dumbledore, Ölüm Yiyenler okulu bastığında Snape tarafından öldürülmüştür. Portresi halen müdür odasında yer almaktadır. Dumbledore Denizdili (Deniz Halkı'nın kullandığı dili) ve diğer birçok dili konuşabilir. Çatal dilini de anlar; fakat konuşamaz. Dumbledore, olağandışı bilgeliği ve bilgi dağarcığı ile tanınmaktadır. Bu özelliğini, 6. kitapta Harry'ye de dediği gibi, "...çoğu insandan daha büyük düşünebildiği için, yaptığı hataların da daha büyük olduğunu..." söyleyerek kabul eder. Albus Dumbledore, gelmiş geçmiş en güçlü büyücüdür. Bunun en büyük kanıtı olarak önce Lord Voldemort gelene kadar en güçlü karanlık büyücü olarak gösterilen Gellert Grindelwald'ı bizzat yenmesi, ardından yaptığı gerçekten dahice planlarla Harry Potter'ın Lord Voldemort'u yenmesini sağlaması gösterilebilir. Ona bu gücü, kimsenin aklının almadığı yüce zekası, yetenekleri ve elindeki mürver asanın verdiği inanılmış ve kabul edilmiştir. Ariana Dumbledore, Albus Dumbledore'un kız kardeşidir. Altı yaşlarında üç muggle çocuğu tarafından büyü yaparken görülmüş ve onlar tarafından saldıraya uğramıştır. Bu nedenle büyü gücü içine dönmüş ve kontrol edilemez hale gelmiştir. Ailesi büyücüdür fakat büyü yapamamaktadır. Tam olarak bir kofti değildir fakat büyüsünü kontrol edememektedir. Albus, onu korumaya yemin etmiştir ve bunu bir süre yerine getirmiştir fakat bir gün arkadaşı Grindelwald ile düello yapmıştır ve bu düellodan çıkan bir Öldüren Lanet, Ariana'yı öldürmüştür. Albus, bu laneti kimin yaptığını asla bilememiştir ve bunun için vicdan azabı çekmiştir. Ali Poyrazoğlu Ali Poyrazoğlu, (d. 9 Temmuz 1946, İstanbul), sinema ve tiyatro oyuncusu, yazarı ve yönetmeni. Kasım 2012'den beri UNICEF Türkiye İyi Niyet Elçisi'dir. Ali Poyrazoğlu oyunculuk kariyerine İstanbul Şehir Tiyatroları'nda başladı. Pek çok tiyatro oyununda oynadı. Oynadığı tiyatrolar arasında Dormen Tiyatrosu, Kent Oyuncuları, Ulvi Uraz Tiyatrosu, Gülr
iz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu vardır. 1972 yılında Poyrazoğlu Tiyatrosu'nu kurdu. New York Broadway'de sahnelen "Pera Palas" adlı oyunda İngilizce başrol oynadı. Sinemaya 1970'de başladı. Ancak 1970'lerin ortasında Türk Sinemasına damga vuran seks filmleri furyasına katıldı. Bu dönemde sadece iki yıl içinde "Hop Dedik Kazım, Kadınlar Hayır Derse, Çapkın Kızlar, Canavar Cafer, Deli Deli Tepeli, Çukulata Sevgilim, Kazım'a Ne Lazım, Beş Atış Yirmibeş, Bir Baba Hindi, Çılgın Gençlik, Çilli Yavrum Çilli, Çin İşi Japon İşi, Elma Şekeri, Kokla Beni Melahat, Bulunmaz Uşak, Kayıkçının Küreği, Çifte Kavrulmuş, Mahallede Şenlik Var, Namus Belası, Ne Alsan İki Buçuk" gibi filmlerde rol aldı. Ancak daha sonra Yeşilçam'dan tamamen uzaklaştı. Uzun süre sonra 1986'da Asiye Nasıl Kurtulur adlı filmle sinemaya döndü. Mazhar Alanson'la başrolünü paylaştığı ve döneminde oldukça konuşulan bu komedi filminde Şeytan rolündeydi. Arkadaşım Şeytan ile 1989'da 2. Ankara Film Şenliği'nde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu; 9 filmindeki rolüyle ise 2003'te 8. Sadri Alışık Ödülleri'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır. Ali Poyrazoğlu, 1960'lı ve 1970'li yıllarda birçok sinema ve tiyatro oyuncusunun yaptığı gibi dönemin modasına uyarak bir de müzik plağı doldurmuştu. 1976 yılında "Ali Uyanık" adını kullanarak yaptığı bu 45 devirlik vinil plağın A yüzünde "Tufaya Bak Tufaya", B yüzünde ise "İcabında Fenerbostan" adlı parçalar yer alıyordu. 45'lik plak Hop Plak şirketinden çıkmıştı ve 509 etiket numarasını taşıyordu. Vertigo (anlam ayrımı) Vertigo, bir tür baş dönmesidir. "Vertigo" sözcüğüyle ayrıca şunlardan biri kastedilmiş olabilir: Vertigo Vertigo, vücudun denge sisteminde yaşanan bir sorun nedeniyle ortaya çıkan baş dönmesidir. Belirtileri; baş dönmesi, halsizlik, şiddetli baş ağrısı, midede bulantı ve bayıltıdır. Tansiyon düşmesi ile ilgili baş dönmeleri vertigo kapsamında değildir. Vertigo ile kastedilen labirentit, iç kulak iltihabı, meniere hastalığı gibi durumlarda olan baş dönmesidir. Korkuya bağlı baş dönmesi de vertigo kapsamında yer alır. Baş dönmesi her hasta tarafından farklı anlatılır. Her taraf dönüyor, başımı tutamıyorum, yer ayağımın altından kayıyor, bir yana doğru kayıyorum, kafamın içi boşalıyor, gözlerim kararıyor şeklinde açıklamalar sık duyulur. Bunların hepsine birden baş dönmesi denir. Siz de kendinizde vertigo olup olmadığını basit bir test yaparak anlayabilirsiniz. Ayakta kendi etrafınızda 2-3 dk dönün ya da belinizle eğilerek kafanızla yuvarlak çiziniz. Kısa bir süre sonra etrafınızdaki her şey dönmeye başlıyorsa, kendinizi berbat hissediyorsanız sizde de vertigo var demektir. Vertigosu olan kişiler etrafında dönülen hareketler dışındaki diğer hareketleri yapabilirler. Dikkat etmezlerse bir kere tam olarak vertigo yaşarsa kendilerine gelmeleri en az 2-3 saat sürer. Baş dönmesi deyince hastanın dengesini sağlamadaki her türlü problem anlaşılır. Bu durum hastayı yatağa düşürüp gözlerini dahi açamayacağı şiddetten, sadece zaman zaman bir kayma hissine kadar değişebilir. Hatta sadece bir göz kararması şeklinde ortaya çıkabilir. Tıp dilinde genel olarak vertigo adı verilir. Dengenin sağlanması hala tam olarak çözülememiş çok karmaşık ve çok fazla organın rol oynadığı bir durumdur. Bu konuda rol oynayan organ ve sistemler arasında beyin, omurilik, iç kulak (labirent), gözler, eklem ve kaslar sayılabilir. Bu organları etkileyen herhangi bir hastalık baş dönmesi ile birlikte o organa ait diğer belirtilerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Bu kadar çok organın rol oynadığı bir belirti olan baş dönmesi doğal olarak sadece bir branş uzmanı tarafından değerlendirilemez. Genellikle başlangıçta KBB ve Nöroloji doktorları muayene etse de göz, dahiliye veya fizik tedavi branşlarında da muayene olmak gerekebilir. Baş dönmesi her hasta tarafından farklı anlatılır. Her taraf dönüyor, yer ayağımın altından kayıyor, bir yana doğru kayıyorum, kafamın içi boşalıyor, gözlerim kararıyor şeklinde açıklamalar sık duyulur. Bunların hepsine birden baş dönmesi denir. Baş dönmesi olan hastalarda, sebebin ne olduğuna göre başka belirtilerde olur. Kulak hastalıklarına bağlı baş dönmelerinde bereberinde kulak çınlaması, işitme azlığı, kulakta basınç hissi, bulantı-kusma, kulak akıntısı ve gözlerde anormal hareketler ( nistagmus ) saptanabilir. Nörolojik hastalıklara bağlı baş dönmelerinde ise baş ağrısı, uyuşmalar, felçler, göz hareketlerinde anormallikler olabilir. Baş dönmesi ile bulunabilecek diğer şikayetler çok değişken olabilir. Ancak birçok hastada da sadece baş dönmesi mevcuttur. Yukarıda anlatıldığı gibi baş dönmesi birçok organa bağlı olabilir. Ancak burada daha çok iç kulaktaki baş dönmesi yapan hastalıklardan bahsedilecektir. İç kulaktaki herhangi bir hastalık diğer kulak şikayetleri ile beraber baş dönmesi yapabilir. Ancak sadece baş dönmeside oluşabilir. Baş dönmesi yapan kulak hastalıkları arasında şunlar sayılabilir: Baş dönmesi eğer iç kulaktaki bir hastalığa bağlı ise genellikle kulak muayenesinde bir problem görülmez. Sadece orta kulak iltihaplarının iç kulağı etkilemesine bağlı baş dönmesi varsa kulak zarında delik ve orta kulakta iltihaplanma görülür. Hastada anormal göz hareketleri saptanabilir. Bu göz hareketlerinin yönü hangi kulağın hasta olduğuna dair bazı bilgiler verebilir. Baş dönmesi gözle görülen bir problem olmadığı için mümkün olduğunca çok bilgi edinilmelidir. Bu amaçla doktorunuz ayakta ya da yatarken hatta yürürken bazı testlere tabi tutacaktır. Muayene masasında Dix-hallpike Manevrası yapılarak çoğu hastada santral periferik ayrımı yapılabilir. Baş dönmesi için ne gibi tetkiklerin yapılacağı muayene sonunda elde edilen bilgilere göre yapılır. Eğer muayene sonucunda kulakla ilgili bir hastalık olmadığı kararına varılırsa doktorunuz sizi diğer branşlara sevkedecektir. Ancak buna karar verirken muayene sonrası bazı tetkikler genellikle yapılır. Bu tetkikler arasında en sık başvurulan odiometri adı verilen ve hem işitme hem de iç kulak fonksiyonları hakkında bize bilgi veren test uygulanır. Ayrıca yine kulakla ilgili normal filmler, bilgisayarlı tomografi veya manyetik resonans (MR) tetkiki yapılabilir. Bu testlere bazı kan tahlilleri de eklenebilir. Ancak birçok kulak hastalığında dahi odiometri, bilgisayarlı tomografi ya da MR' ile bile bir şey görülmemektedir. Bu gibi testler genellikle tümör gibi daha ciddi problemleri ayırmak için uygulanır. Baş dönmesi kendisi bir hastalık olmayıp başka hastalığın belirtisi olduğu için öncelikle asıl sebebin tedavisi gerekir. Ancak birçok başdönmesi hastasında ortaya net bir sebep konamamaktadır. Bu nedenle asıl amaç baş dönmesini ortadan kaldırmak haline dönmektedir. Kulak hastalıklarına bağlı baş dönmeleri (tümörler hariç) genellikle kısa ya da uzun zamanda kendiliğinden ortadan kalkmaktadır. Çünkü diğer kulak zaman içinde hasta kulağın problemini kompanse etmektedir. Bu bazen 6 ay ya da 1 yıla kadar uzayabilir. Baş dönmesi eğer pozisyonel baş dönmesi (BPPV) ise bunun tedavis Epley manevrası denen ve doktorunuzun size muayene masasında uygulayacağı bazı hareketlerle olmaktadır. Bu hareketler iç kulaktaki bazı partiküllerin yerine oturmasını sağlamaktadır. Diğer sebeplerde ilaç tedavisi kullanmak gerekir. Bu amaçla değişik ilaçlar kullanılsada hemem hemen hepsi belli oranda baş dönmesini azaltırlar. Baş dönmesi şiddetli olan hastalar bazen serum takılıp hastaneye yatırmak gerekebilir. Tümörlere bağlı baş dönmelerinin tedavisi tümörün çıkarılmasıdır yani ameliyattır. İlaç tedavisine cevap vermeyen Meniere hastalığı nda da bazen ameliyat yapılır. Menderes Samancılar Menderes Samancılar (d. 1 Mayıs 1954, Adana) Türk sinema ve dizi oyuncusu. 1974 yılında bir gazetenin açtığı fotoroman kralı yarışmasında birinci oldu. İki yılda yirminin üzerinde fotoromanda başrol oynadı. 1975 yılında, yönetmenliğini Yılmaz Duru'nun yaptığı "İnce Memed Vuruldu" filmiyle sinemaya adım attı. 1998 yılına kadar, dördü başrol olmak üzere yaklaşık seksen filmde çeşitli roller oynadı. 1998'de, Fransız yönetmen Claude Lelouche'un çektiği "Hasards ou coïncidences" ("Şans ya da Tesadüf") adlı filmde rol aldı. Son dönemde pek çok televizyon dizisinde oynadı. 2005 yılında Sadri Alışık Kültür Merkezi'nde sergilenen "Selvi Boylum Al Yazmalım" adlı oyunun başrollerini Kerem Alışık ve İpek Tuzcuoğlu ile paylaştı. Menderes Samancılar, 1999 genel seçimlerinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin Adana milletvekili adayı oldu. 15 yaşından beri şiir yazan Samancılar, Eylül 2003'te "Sonbaharın Sarısını Vurdular Gece" adlı şiir kitabını yayımladı. Samancılar, sinema için gelecek dönemlerde çok iyi bir senaryo yazmak istiyor. Mehmet Kerim Okanşar Mehmet Kerim Okanşar (d. 20 Ekim 1961, İstanbul), Türk-Belçikalı piyanist, besteci, orkestra şefi, yazar ve eğitmen. Mehmet Kerim Okanşar, Ankara Devlet Konservatuvarı'nda Nimet Karatekin'le piyano, Necil Kazım Akses’le kompozisyon çalışmış, kazandığı bursla öğrenimini Brüksel Kraliyet Konservatuvarı'nda sürdürerek 1981'de bu kurumdan birincilik ödülüyle mezun olmuştur. Aynı yıl, Belçikalı piyanist Jean-Claude Vanden Eynden'in solist yetiştirmek amacıyla kurduğu “Avrupa Yüksek Müzik Eğitim Merkezi”ne seçilen sanatçımız, 1986'da “yüksek piyano diploması” almıştır. Ayrıca kompozisyon ve orkestrasyon dallarında uzmanlık çalışmaları yapan Okanşar, 1989'da bu dallardan da mezun olmuştur. Mehmet Kerim Okanşar, Anvers Filarmoni, Brüksel Opera ve Utah Senfoni orkestralarıyla; Joseph Silverstein, Charles Dutout gibi şeflerle konserler vermiş; Paris, Amsterdam, Roma, Brüksel, Atina, Calgary, Salt Lake City gibi kentlerde ve Salle Gaveau, Concertgebouw, Symphony Hall gibi seçkin salonlarda resitaller sunmuştur. ABD, Belçika ve Kanada’da radyo ve televizyon programlarında sanatını dinleten Okanşar, Belçika’da Liszt'in yapıtlarından oluşan bir plak kaydı gerçekleştirmiştir. İstanbul'da doğan sanatçı ilk öğretimini Paris'te tamamlamıştır. Prof. Nimet Karatekin ile öz
el dersler alarak piyanoya başlayan Okonşar, kısa bir süre içinde Ankara Devlet Konservatuvarı'na, piyano (Nimet Karatekin) ve kompozisyon (Necil Kazım Akses)'in öğrencisi olarak kabul edilir. Ankara Devlet Konservatuvarı kitaplığının, o dönemlerde, sahip olduğu son derece zengin kaynaklarıyla ve Ankara Fransız Kültür Derneği'nin gene o dönemlerdeki zengin "médiathėque"'i yardımıyla, Boulez, Varėse, Messiaen ve Pierre Schaeffer gibi bestecilerin yapıtlarıyla tanışır. Ankara Devlet Konservatuvarında bir buçuk yıl kadar eğitim gördükten sonra, babasının tayini dolayısıyla Brüksel'e yerleşen sanatçı, eğitimine Brüksel Kraliyet Konservatuvarı'nda Jean-Claude Vanden Eynden () ile devam eder. Okonşar'ın taze piyano tekniğini, farklı temeller üzerine yerleştiren Vanden Eynden, aslında Franz Liszt'ten gelen bir ekolün takipçisidir. Liszt, Weimar'da eğitim verdiği son yıllarında, aralarında Hans von Bülow'un da bulunduğu perçok öğrenciye dersler vermiştir. Bunlar arasında genç bir Fransız öğrenci Marie Jaell dikkat çekmektedir. Bayan Jaell, etrafındaki diğer öğrenciler gibi konser piyanisti olma arzusunda değildir. Müzik tarihinde bleki de ilk kez piyano tekniğinin bilimsel ve fizyolojik temelleri üzerine düşünmektedir. Hatta kökünde bu konuyu derinleştirmek için Weimar'a gelmiştir. Burada Liszt'ten öğrendiklerini, 30'lu yıllarda, Paris'de, genç bir İspanyol konser piyanisti olan ve tekniğini yeni ve daha güçlü temeller üzerine oturmak isteyen Eduardo del Pueyo'ya aktarır. del Pueyo ise, 60 'yıllarda Vanden Eynden'in eğitmeni olur. Bu biçimde Okonşar'ın piyano tekniği kökünde doğrudan Franz Liszt'e dayanmaktadır. Bu arada Türkiye'de iktidar değişmiştir, (1977) ve Bülent Ecevit hükümetinin Maliye Bakanı Deniz Baykal, liberal görüşleri ve Süleyman Demirel'e yakınlığıyla bilinen, Maliyeci Hesap Uzmanı olan Okonşar'ın babasının Elçilik bünyesindeki görevine son verir. Türkiye'ye dönen Mehmet Okonşar, Gülay Uğurata, piyano ve Nevit Kodallı'ya "verilir". Kodallı, bir dersinde Messiaen'in "gökkuşağı" akorlarının rastgele "cluster"'ler olduğunu söyleyince Okonşar sınıfı terk eder, Gülay Uğurata'nın derslerine ise hemen hiç katılmamaktadır. Bu süreçte Selman Ada ile tanışır ve dostluklarından pek çok bilgi edinir. İlk önemli resitalini bu dönemde verir (1979) programda Messiaen'in prelüdleri ve Mussorgsky'nin "Bir Sergiden Tablolar"ı bulunmaktadır. 1980 darbesinden hemen önce Okonşar'ın babası Devlet'e karşı açtığı davayı kazanır ve Briksel'deki görevine iade edilir. Vanden Eynden ile eğitimine yeniden başlayan Okonşar, 1980'de Brüksel Konservatuvarının "Premier Prix" (lisans dengi) olan diplomasını alır. Programında Liszt'in "Dante Sonatı" yer almıştır. Babasının vefatından sonra Devlet Bursu ile eğitimine aynı kurumda devam etmiştir. 1986'da "Diplome Supérieur de Piano" "Avec la plus Grande Distinction" (en üst derece ile Yüksek Piyano Diploması)'nı "Premier Nommé" (birincilik) unvanıyla elde eder. Bu yarışma-sınva'da Arnold Schoenberg'in op.42 Piyano Konçertosu'nu seslendirmiştir. Alexis Weissenberg, Okonşar'ın bir kaydını dinledikten sonra kendisini, İsviçre'de birlikte çalışmak için davet eder. Bu efsane piyanist ile (burslu olarak) yaptığı çalışmalar Okonşar için en derin etkiyi bırakacaktır. Aynı yıl, Belçika'nın en ünlü bestecilerinden, "Prix de Rome" ve Henri Dutilleux'nün öğrencisi olan Madame Jacqueline Fontyn'in öğrencisi olarak kompozisyon ve orkestrasyon sınıflarına kabul edilir. Bu sırada Messiaen'in öğrencilerinden, Paris Konservatuvarı'ndan Claude Ballif ile çalışma olanağı bulur. 1989'da bu braşlardan başarıyla mezun olur. 1992 yılında Belçika tabiyetini, "Çifte Vatandaşlık" statüsüyle alan Okonşar, aynı yıl, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in kendisine sunduğu "Devlet Solist"liği unvanı dolayısıyla, eşi ressam Lale Okonşar ile birlikte Türkiye'ye yerleşir. Uluslararası kariyerini Türkiye'den sürdüren Okonşar, 2009 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi "Müzik İleri Araştırmalar Merkezi" (MIAM)'da katıldığı müzik kompozisyon doktora programında iki kez başarısızlığa uğratılır ve kovulur. Sanatçı, Istanbul ve Ankara'da, eşi, kedileri ve papağıyla birlikte yaşamakta, Türkiye içi ve dışı konserler, besteler ve yayınlarla meşgul olmaktadır. Kendi CD firması (LMO-Records) ve yayınevini (Inventor-Musicæ) yönetmektedir. Mehmet Okonşar'ın kariyeri, 1982 yılında Anvers'te düzenlenen Uluslararası Genç Virtüozlar Yarışmasında aldığı birincilik ile başlar. Bu yarışmanın sonunda Rachmaninoff'un Üçüncü Piyano Konçertosunu seslendirir. Bu yarışmanın ardından pek çok uluslararası yarışmalarda dereceler alır. Bunlar arasında: 1989 Paris, Uluslararası J. S. Bach yarışması ("Salle Gaveau"), ikincilik; 1990'da Roma'da Chopin Derneğinin düzenlediği "Uluslararası Etruria Ödülü" yarışmasında Birincilik ve Altın Plaket ve 1991'da ABD'nin Utah Eyaletinde, bin yüz piyanistin katıldığı "Gina Bachauer" yarışmasında altıncılık en önemli sırayı almaktadır. Bu piyano yarışmalarının yanı sıra, Belçika'da Enghien şehrinde, Uluslararası Çağdaş Sanatlar Akademisinin düzenlediği "Büyük Enghien Ödülü" yarışmasında, akustik ve elektro-akustik kompozisyon dallarında Birincilik ve Altın Madalya kazanmıştır. "Gramophone" dergisinin ünlü İngiliz eleştirmeni ve piyanist Bryce Morrison'un "21. yüzyılının en önemli piyanistleri arasına girecek" dediği Mehmet Okonsar, Utah Senfoni, Anvers Filarmoni, Brüksel Opera Orkestrası ve Joseph Silverstein, Charles Dutoit, Christof Escher gibi ünlü şeflerle çalışmıştır. Londra ("Royal Opera House"), Paris ("Salle Gaveau"), New York, San Francisco, Tokyo, Brüksel, Anvers, Amsterdam ("Concertgebouw"), Rotterdam, Roma, Atina, Calgary, Salt LakeCity, Ljubljana gibi şehirlerde resitaller vermiş olan sanatçı, Avrupa, Amerika ve Japon basınlarında piyanodan elde ettiği renkler, özgün yorumları, eklektik repertuarı ve sahne karizmasıyla dikkat çekerek birçok makaleye konu olmuştur. Aynı zamanda Tokyo’da P.T.N.A. (“Piano Teachers National Association”) yarışmasında jürilik yapan Okonşar, bunun yanı sıra Hamamatsu'daki Yamaha Merkez fabrikalarında "Müzik ve Teknoloji" konusunda bir konferans vermiştir. Müzik teknolojisi alanındaki özgün çalışmaları sonucunda, TRT 2. Kanal televizyonunda, "Müzik Teknolojisi" adında 13 bölümlük bir eğitici dizi hazırlayıp sunmuştur. Aynı zamanda yazar ve müzikolog olan Okonşar'ın Türkçe yazıları "Andante" ve Türk Zeka Vakfı "Oyun" dergilerinde yayınlanmıştır. Bu yazılarla "Bestecilerin Çalışma Yöntemleri", "Müzikte Sembolizm" gibi konuları "Oyun" dergisinde işlemiştir; "Andante" dergisinde yayınlanan "Mefisto'yla Söyleşiler" ise klasik müzik alanında, Türkiye'de ve dünyada yaşanan popülizm ve bunun yarattığı dekadans işlenmiştir. Ayrıca, İngilizce ve Fransızca kaleme aldığı analiz ve incelemeleri mevcuttur. Konuşmacı olarak çeşitli kurum ve Üniversitelerde teknoloji ve müzik alanlarında sunumlar vermiştir. Mehmet Okonşar, İstanbul'da ilk seslendirilişini yaptığı A. Schoenberg'in Piyano Konçertosu, Polonya’da seslendirdiği W. Lutoslawski'nin Piyano Konçertosu ve sıklıkla konser programlarına yerleştirdiği A. Webern, A. Berg, I. Stravinsky, K. Stockhausen, P. Boulez ve L. Berio gibi bestecilerin yapıtlarıyla dikkatleri çekmiştir. ABD, Kanada, Belçika ve Türkiye'de çok sayıda radyo ve televizyon çekimlerine katılmıştır. 2000 yılında, Merkezi Cambridge'de bulunan, "Who is Who in Music" in yayıncıları olan "International Biographical Centre"'in hazırladığı, "2000 Outstanding Musicians of the 20th Century" kitabına girmeye değer bulunmuştur. Mehmet Okonşar'ın repertuvarı 17.yüzyıl başlarından ("The Fitzwilliam Virginal Book"), Orlando Gibbons, Giles Farnaby ve benzerlerinden başlayarak, 1980'li yıllara, Karlheinz Stockhausen ve Witold Lutoslawski'ye kadar uzanır. Repertuvarının dikkat çekici özelliklerinden birkaçı: J.S. Bach'ın en büyük çalgısal eserlerini ("Die Kunst der Fuge", "Das Wohltemperierte Klavier" ve "Goldberg" çeşitlemelerini) içermesi ve aynı zamanda Arnold Schoenberg, Alban Berg ve Anton Webern'in tüm piyano eserlerini de kapsamasıdır. Bunların yanı sıra Igor Stravinsky'nin "Petrouchka" süiti ve Karlheinz Stockhausen'in "Klavierstücke"leri de Okonşar'ın repertuvarı kapsamındadır. "Özgür Müzik" ("Free Music") ilkesine bağlı olan sanatçı hak sahibi olduğu yayınları (CD ve beste notalarını) sanal ortamda, Genel Kamu Lisansı altında yayınlamaktadır. Mehmet Okonsar 11 yaşında müzik bestelemek başladı, modelleri Arnold Schoenberg ve Pierre Boulez idi. Bu etki günümüzde de sürmektedir. Pierre Boulez'in "Üçüncü Piyano Sonatı"nın bir nüshası, Ankara Devlet Konservatuvarı kütüphanede bulunmaktaydı. Bu yapıt öğrenci Okonşar'ı en çok etkileyen unsurlardan bir tanesi oldu. Ankara'da bulunan Fransız Kültür Merkezi'nin o zamanlarda sahip olduğu kapsamlı "Médiathèque" ile son derece zengin müzik dinleme fırsatlarını Okonşar'a sağladı. Edgar Varėse, Pierre Schaeffer, Iannis Xenakis ve Olivier Messiaen öğrenci Okonşar'ın ile müzikal duyarlılığını oluşturdu. Okonşar'ın eserleri, başından itibaren, korkusuzca alışılmadık biçimleri keşfetmeye ve az denenmiş topluluklar kullanma yönünde oluştu. Seksenli yıllarda atonal Jazz ve benzeri çağdaş akımlardan etkilenen Okonşar, Cecil Taylor ve Bill Evans'ın çalışmalarıyla tanıştı. Bu etkileşim, Okonşar'ın müziğinde süregelen genişletilmiş serialism ilkelerini yumuşatmış ve esnetmiştir. Diziselcilik (serialism) dışındaki diğer bir önemli etki ise K. Penderecki, I. Xenakis ve G. Ligeti tarafından gelmiştir. Altmışlı yıllarda Ligeti, Stockhausen, Xenakis, Pousseur ve diğerleri tarafından yapılan elektronik müzik denemeleri orkestrasyon için tamamen yeni ve modern bir yaklaşım oluşturdu. Bunlardan etkilenen Okonşar, geleneksel orkestra ses kaynaklarını ses "envelopes"ları, "formants"lar ve ses "filtreleri" açılarından ele almaya başlanmıştır. Mehmet Okonşar'ın müziği son derece yapısalcıdır (structuralist) ve analitik yaklaşımı davet eder. Besteciye göre, bir müzikal kompozisyon için olmazsa olmaz kural, derin bir "organik" yapısallıktır. Bu a
maçla Okonşar bilgisayar algoritmik ve sembolik programlama dilleri (özellikle LISP ve "Common Music") kullanmaktadır. Okonşar'ın müziğindeki bu zengin ve yapısal iç çekirdek, son derece ayrıntılı, hassas, girift ve rafine bir müzikal yazı ile notaya dökülmektedir. Okonşar, Türkçe Fransızca ve İngilizce yazmaktadır. İngilizce analiz ve teknik makaleleri: İngilizce müzikbilimsel yazıları: Türk Zeka Vakfı "Oyun" Dergisi Yazıları: "Andante" Dergisi Yazıları "Mefisto ile Söyleşiler" adı altında ve soru-yanıt şeklinde, klasik batı müziğinin Türkiye'ye ithal edilişinden yola çıkarak, günümüzde içinde bulunduğu duruma ve bunun olası nedenlerine kadar yapılan "söyleşiler" dizisi yazıları. Bunlarda "Mefisto", Okonşar'ın pek çok yerde vurgulayarak eleştirdiği popülist yaklaşımı simgelemektedir. Mehmet Okonşar resmi WEB sitesi: www.okonsar.com Mehmet Okonsar, İngilizce Wikipedi Besteleri: IMSLP - Petrucci Music Library Londra konseri: Turkish Weekly Who's who rehberi: Turkish culture.org Bach-Cantatas.org: Biyografi Türkiye Cumhuriyeti Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) elektrik piyasalarının düzenlenmesi amacıyla 4628 sayılı Yasa ile 2001 yılında kurulmuştur. Daha sonra çeşitli kanunlarla doğal gaz, petrol ve LPG piyasalarının da düzenlenmesi görevi verilmiştir. 1 Ocak 2005'ten itibaren belli bir aralıkla serbest bırakılan akaryakıt fiyatları dışında, bu alandaki her türlü düzenleme ve faaliyetleri kontrol etme yetkisi bulunmaktadır. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun (EPDK) ayrı bir kuruluş kanunu olmayıp 20 Şubat 2001 tarihinde kabul edilen 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun 4. maddesi uyarınca kurulmuştur. EPDK, bağımsız nitelikte bir üst kuruldur. Bir kamu kurumu olmasına karşın Hükümetin vesayeti altında değildir. Böyle bir yapı kurulmak suretiyle enerji piyasalarının tarafsız bir otorite tarafından ekonomik kurallar dikkate alınarak yönetilmesi hedeflenmektedir. Kurumun merkezi Ankara'daki 18 katlı bir binadadır. Kurumun ilişkili olduğu Bakanlık, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'dır. Kurumun, dağıtım bölgelerinde müşteri ilişkilerini sağlamak üzere İstanbul'da bir irtibat bürosu kurulmuştur. Şebeke endüstrileri olarak da adlandırılan enerji endüstrilerinde işleyen bir piyasa ekonomisinin tesis edilmesi kendine has güçlükler göstermektedir. Bu yüzden EPDK tamamiyle uzmanlık gerektiren bir görevi yerine getirir. EPDK başlangıçta elektrik piyasasını düzenlemek amacıyla kurulmuş, ancak yapılan mevzuat değişiklikleri ile doğal gaz, petrol ve LPG piyasalarının düzenlenmesi de kurumun görevleri arasına dahil edilmiştir. Bretton Woods Bretton Woods. Küçük bir ABD eyaleti olan New Hampshire'deki bir Carroll kasabasının bir bölgesi. 1944 yılında burada yapılan Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı ardından imzalanan Bretton Woods Anlaşması ve adı bu anlaşma ile ortaya çıkan Bretton Woods sistemi ile ünlenmiştir. Anlaşma buradaki, 1905 yılında kurulmuş olan Mount Washington Oteli'nde imzalanmıştır. Uluslararası ticaretin yeniden başlaması ve dünya savaşları döneminin paramparça ettiği uluslarasi para sisteminin (UPS) hızlı bir sekilde yeniden oluşturulması düsüncesi taşıyan konferanstır. İngiliz John Maynard Keynes ve Amerikan Harry White karşıt iki görüşü temsil eden taraflar idi. Keynes'e göre UPS'yi gerçek bir uluslararası para üzerine kurmak gerekiyordu. "Bankor" adlı bu kaydı para, uluslarüstü bir banka tarafından uluslararası mübadelenin büyümesine bağlı olarak basılacak ve değişken bir orana bağlı olarak altına göre tanımlanacaktı. Aynı yıl, II. Dünya Savaşı sürerken 44 ülke yeni bir para sistemine geçmiştir. Ünlü ekonomist White’ın görüşünü temel alan bu sistem (White- Plan), uluslararası para birimlerinin Amerikan Doları’na endekslenmesidir. Amerikan Doları’nın altınla konvertibilitesi sağlanmış, bu görevi de Amerikan Merkez Bankası üstlenmiştir. Böylelikle Amerikan Doları ve diğer para değerleri arasında sabit bir döviz kuru ilişkisi oluşmuştur. Daha sonra ise Uluslararası Para Fonu (IMF) ve de Dünya Bankası kurulmuştur. IMF’nin görevi uluslararası para sisteminin istikrarını desteklemek, finans düzeni ve belirlenmiş döviz kurlarını kontrol altında tutmaktır. IMF’ nin Özel Çekme Hakları (SDR), da bu görevin yerine getirilmesinden sorumludur. Amerikan Doları, Bretton Woods sisteminin temelini teşkil ettiği için, doların değeri tüm para sistemlerinin değeri için büyük bir önem kazanmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında dünya çapındaki ekonomik büyüme her şeyden önce Amerikan sermaye ihracatını yaratmıştır. Doların değeri bu yüzden yükselmiştir. Vietnam Savaşı’ nın başlamasıyla da Amerika’nın para arzı ansızın artmış, bunun sonucunda da doların değeri düşmüştür. Amerika’da altın standardı oluşturulamamış, böylece de Bretton Woods sistemi çökmüştür. CP/M CP/M (Control Program for Microcomputers, orijinali Control Program/Monitor idi) Intel 8080/85 ve Zilog Z80 işlemcili mikrobilgisayarlar için Digital Research şirketinin kurucusu Gary Kildall tarafından geliştirilmiş 8-bit işletim sistemi.DOS işletim sistemlerinin atasıdır. Söğütbülbülü Söğütbülbülü ("Phylloscopus trochilus"), ötleğengiller (Sylviidae) familyasından orman kenarlarıda, çalılıklarda ve parklarda yaygın olan ince ve yeşilimsi bir kuş türü. Tipik olarak açık renk bacaklı, oldukça düz kafalı, uzun kanatlı bir kuştur ve kendine özgü, tatlı ve kalınlaşan notaların akıcı serisinden oluşan bir ötüşü vardır. Üst tarafı açık grimsi-yeşilden zeytin yeşili-yeşile kadar değişir. Gözünün üzerinde açık renkli bir çizgi bulunur, bu çizgi gencinde daha uzun ve daha sarıdır. Açık renk göz halkası, çıvgının aksine çok net görünmez. Alt tarafı beyazımsı, göğsü açık sarı, gencinin alt tarafı tamamen daha parlak sarıdır. Bacakları açık kahverengidir, nadiren koyu olabilir. Primer projeksiyonu çıvgınınkinden biraz daha uzundur. Kuzeybatı Avrupa kuşları ya daha gri ya da daha kahverengidirler, yeşil renkli kuşlar daha azdır. Beslenirken kuyruğunu çıvgın gibi yere doğru eğmez. Sesi tek heceli tatlı bir ‘huu-iit’. Ötüşü çok açık ve basit ritimlidir, sakin başlar, hızlanır daha sonra kuvvetlenir, azalır ve gösterişli bir biçimde sonlanır. Dağ kuyruksallayanı Dağ kuyruksallayanı ("Motacilla cinerea"), kuyruksallayangiller (Motacillidae) familyasından dağlık bölgelerde yaşayan bir kuş türüdür. Sarı kuyruksallayan ve ak kuyruksallayandan ("Motacilla alba") farklı olarak, gri sırtıyla birleşen sarı kuyrukaltı ve sarı-yeşil kuyruk sokumuna sahiptir. Yazın erkeğin boğazı siyah, göğsü parlak sarıdır. Uzun kuyruğunun yanları beyazdır. Geniş, beyaz kanat çizgisi alttan belirgin olarak görülür. Sesi ak kuyruksallayandan çok daha patlayıcı ve keskindir, genellikle tek notadan ibaret, "tişi" ya da "tisik" şeklindedir. Bayağı sarıasma Bayağı sarıasma ("Oriolus oriolus"), sarıasmagiller (Oriolidae) familyasından pembe gagalı, sarı renkli, ötücü bir kuş türü. Erkeği göz alıcı derecede sarı ve kanatları siyah renkli, gagası pembedir. Dişisi erkeğine benzer ancak gagaya yakın siyahlıktan yoksundur ve göğsü siyah noktalıdır. birçoğunun renkleri daha yeşil, kuyruksokumları sarı, kanatları koyu renk ve alt tarafları açık renktir. Genç erkekler dişilerine çok benzerler ama bir tek gagalarından ayırt edilirler: gagaları pembedir. İlkbaharda Türkiye'ye gelip sonbaharda Afrika’ya döner. Ormanlarda, bahçe ve parklarda yapraklarını döken yaşlı ağaç tepelerinde yaygın olarak bulunur. Uçuşu derin kanat vuruşları ile hızlıdır. Sesi gür ve flütümsüdür ve kısa perde değişiklikleri içerir: ‘ii-lo-vi’ ya da ‘viiidl-o’; ötüşü ise pes ve serttir: ‘şaaak’. Bitki liflerinden ördüğü yuvasını ağaçların çatallı dallarının arasına kurar. 3-4 yumurta yumurtlar. Kuluçka süresi 14-15 gün kadardır. Bu devrede erkek dişisini yuvada besler. Tırtıl ve meyve ile beslenir. Kiraz, üzüm ve incir temel besinleridir. Ayrıca dut, kavak, incir ve üzüm ağaçlarında da görebilirsiniz Sarı kuyruksallayan Sarı kuyruksallayan ("Motacilla flava"), kuyruksallayangiller (Motacillidae) familyasından bir kuyruksallayan türü. Erkeğinin alt tarafı parlak sarı, üst tarafı yeşilimsi, kanatları koyu renk, kanat çizgileri ise açık renktir. Dişileri daha mattır, üst tarafı yeşilimsi (bazılarının oldukça gri), alt tarafı kremdir ve kuyrukaltı daha sarıdır. Gençler daha kahverengi, alt tarafı ise uçuk kahverengidir ve kolyeyi andıran göğüs kuşağı, göz çizgisi ve bıyığı koyu renktir, gözünün üstünde açık renk bir çizgi vardır. Hepsinin kuyruğu uzun, ince ve siyah, kuyruk yan kenarları beyaz, bacakları uzun ve siyahtır. Çoğunlukla Avrupa'nın ve Asya'nın ılıman kesimlerinde ve kuzey Amerika'da Alaska bölgesinde bulunur. Osmanlı nakış sanatı Osmanlılar’da resim için “nakış” ya da “tasvir” tabirleri kullanılırken minyatür sanatçıları için de ressam anlamında nakkaş ya da musavvir ismi kullanılmıştır. Minyatürler daha çok kitapları resimlemek amacıyla faaliyet gösterdiğinden resimlerin ebatları küçük tutulmuştur. Topkapı Sarayı’nda kurulmuş olan Nakkaşhane’de nakkaşbaşının emrinde çalışan sanatkarlar, kitapların minyatürize edilmesinden, cami ve sarayların boyanıp süslenmesine kadar her türlü süsleme ve bezeme faaliyetlerinde çalışma yapmaktaydılar. Fatih döneminde saray nakkaşhanesinde beş yüz kadar ustanın çalıştığı kaydedilmektedir. Nakkaşlık sanatı İran’da ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde İran’dan getirilen Nakkaş Şahkulu’na bir atölye tesis edilmiş ve günlük yüz akçe yevmiye ile Arslanhane binasındaki nakkaşhanede sanat icra etmiştir. Aynı dönemde Osmanlı nakkaşhanesinde ünlü tezhib ve minyatür ustaları Kara Memi ve Şaban Usta’da çalışmaktadırlar. Kanuni dönemi başlarında Kıncı Mahmut Usta da eserleri ile kendini gösteren sanatkarlardandır. Sultan III. Murat dönemi Osmanlı nakkaşlığı klasik devresini yaşamıştır. Bu dönemde Nakkaş Seyyid Lokman Hünername-i Al-i Osman adlı eseri tezyin etmiştir. Bu eser, 16. yüzyıl Osmanlı tezhip ve minyatür sanatının en güzel örnekleri ile tezyin edilmiştir. E
vliya Çelebi, nakkaşlar ile ilgili şu açıklamayı yapmaktadır: “Esnaf-ı nakkaş-ı musavveran dükkân 4, nefer 40, pirleri yoktur. Zira suret yazmak şeriatımızda memnudur (yasaklanmıştır)”. Belki de Evliya Çelebi’nin de satır aralarında anlattığı gibi Osmanlı nakkaşları, eserlerini imzalamaktan çekinerek kimliklerini gizleme yolunu tutmuşlardır. Osmanlı Devleti’nde yağlı boya ve sulu boya ve bina boyası işleri yapan ustalara da nakkaş denilmiştir. İstanbul’da ve İmparatorluğun diğer şehirlerinde bazı sanatları icra etme yetkisi sadece Müslümanlara verilmiştir. Nakkaşlık’ta bunlardan biridir.ancak 1826- 27 yılında çıkan bir fermanla bu sanatın Osmanlı tebasın olan herkes tarafından icra edilebileceğine dair izin çıkmıştır. Levni, minyatüre getirdiği yeni üslubuyla Türk nakkaşlık sanatında bir dönüm noktası olmuştur. 19. yüzyılın batılılaşma ve yenileşme hareketleri hareketleri ile birlikte Osmanlılar’da nakkaş eseri minyatürler yerini çağdaş resim sanatına bırakmaya başlamıştır. Bu anlamda Mühendishane ve Harbiye gibi okullara resim dersinin konulması resim sanatının yazma kitapların arasından çıkarak kitlelere mal olmasına ve ressam asker sınıfının doğmasına sebep olmuştur. Imlad Morgul Tolkien Evreninde Hayali Vadi Ephel Dúath'ın batısındaki Morgulduin vadisidir. Mordor'un girişlerinden biridir. Minas Morgul buradadır. Vadinin güneybatısına doğru Ithilien ve Anduin bulunur. Minas Morgul Minas Morgul ya da eski adıyla Minas Ithil, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir kale-kenttir. Minas Ithil (Ay Kulesi), Minas Anor'un (Güneş Kulesi'nin) karşısına Ithilien'in doğusunda İkinci Çağ’da yapılmıştı. Angmarın Büyücü Kralı Minas İthil'i ele geçirdikten sonra adı Minas Morgul olarak anılır oldu. Kent ele geçirildikten sonra Minas Anor'un adı da Minas Tirith olarak anılmaya başlandı. Üçüncü Çağ'ın 2002. yılında iki yıl süren bir kuşatmadan sonra düşen kent, Sauron düşene dek Mordor’un kötülüğünü yaymakta kullandığı en önemli karargahlarından biri olmuştur. Bu önemli kentte ikamet eden Büyücü Kral planlarını bu kentte yapmış ve yıllarca bıkmadan Gondor’a saldırmıştır. Ü.Ç. 2050 yılında Gondor’un son Kralı Earnur’u öldüren Cadı Kral (ya da Büyücü Kral), 2475 yılında komuta ettiği Uruk-Hai ordusu ile Osgiliath’ın önemli bir sevkiyat yolu olan taş köprüyü yıkmış ve bundan sonra Gondor’u yavaş yavaş yıpratmaya devam etmiştir. Minas Morgul’un önemi Yüzük Savaşı’nda bir kez daha anlaşılmıştı. Bu savaşta Sauron’un orduları Cadı Kral tarafından bu kentten yola çıkmış ve Osgiliath istila edilmişti. Pelennor Düzlükleri Savaşı’nda yok olan Cadı Kral ve arkasından yok edilen Sauron’dan sonra Minas Morgul tekrar Gondor tarafından geri alınmış ve adı bir kez daha Minas Ithil olmuştu. Ancak yüzyıllarca Cadı Kral'ın korkunç hükümdarlığına ev sahipliği yapmış bu kentte bir daha yaşayan olmamıştır. Ayrıca kentin içinde 3 enerji elması bulunmaktadır. Frodo Baggins buradan geçerken çıkan yeşil ışığın kaynağı da bu elmaslardır. Melian Melian (Melyanna), Tolkien Evreninde kurgusal Maiar kahraman. Adının anlamı "Sevgili Armağan" dır. Yavanna'nın akrabası, Eldar (Elf) Kral Elwe (Elu Thingol)'nin karısıdır. Eşiyle birlikte Doriath yönetirler. Melian, Luthien'in annesi ve Elrond ile Elros'un anne tarafından atasıdır. Melian, Lorien'deki halkı arasında güzeli, yetenekleri ve bilgeliği ile ün salmıştı. Öyle ki o şarkı söylemeye başladığında Valar bile işini bırakıp onu dinlerdi. Elfler "Cuivinen Gölü" 'nün yakınında uyandıklarında, Melian yaşamakta olduğu "Lorien Bahçeleri" 'ni terkedip, Orta Dünya'ya gelmiştir. Melian, Orta Dünya'ya geldiğinde sessiz toprakları kendi sesiyle ve kendisiyle beraber gezen bülbüllerin şakımalarıyla doldurmuştur. O sırada Valinor'a olan Büyük Yolculuk'un sonuna yaklaşmakta olan Noldor ve Teleri Halkı birbirinden ayrılmıştı. Çünkü Teleri halkının "Gelion Nehri" boyunca dinlendiği sürece Noldor batıya ilerlemeye devam etmişti. Teleri Hükümdarı Elwe arkadaşı Noldor Hükümdarı Finwe'yi aramak için Noldor un yaşadığı yerlerde gezinirken tarif edilemez güzelliği ve yüzündeki Aman ışğıyla ağaçlar arasında tek başına duran Melian ile karşılaştı ve onunla kaldı. Bu yüzden halkı onu bulamadı ve Olwe önderliğinde batıya doğru yolculuklarına devam ettiler. Elwe Orta Dünya'yı asla terketmemiş ve kraliçesi, Orta Dünya'nın en bilgesi, Melian ile birlikte Doriath'taki gizli konakları Menegroth'ta (Bin Mağara) büyük bir krallık kurmuşlar. Kudretli Maia Melian güçlü bir Eldar Beyi olan kocası Elwe'ye büyük bir güç ödünç vermiş ve onunla uzun bir süre krallıklarında hüküm sürmüşler. Melian kötülüğün topraklarına girmemesi için ülkesinin çevresini Melian kuşağı adı verilen bir kuşakla çevreledi. Elwe'nin ölümünün ardından Melian'ın Deniz'in ötesine gitmesiyle bozuldu. Melian ve Elwe'nin aşkları Maia ve Elf kanının karışmasını sağlamış ve bu kandan olmuş olacak en güzel çocuklar gelmiş. Rohan Rohan, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir ülke. Orta Dünya kıtasındadır. Başlarda Gondor'un sınırları içerisinde kalan Ak Dağlar'ın kuzeyinde bulunan Calenardhon bölgesi Üçüncü Çağ'ın 2510 yılında Vekilharç Cirion tarafından Kuzeyli Eorl ve halkına armağan edildi. Kuzeyin engin diyarından adamlarına önderlik ederek Gondor'un yardımına gelen Eorl, halkı ile birlikte kendilerine hediye edilmiş topraklara yerleşti. Eski Gondor ile yeni Rohan arasındaki yıllar sürecek müttefikliğin yemini bu olayla birlikte edildi. Rohan tarihi karmaşa ve savaş ile doludur. Ak Dağlar'dan gelen orklar, batıda bulunan Bozdiyarlılar ve son olarak kuzeydeki Orthanc'da bulunan Saruman ile mücadele, Rohan tarihinin önemli bölümlerini oluşturur. Yine de Rohan Kralları'nın soyu Eorl'ün zamanından Yüzük Savaşları'na ve ötesine uzanır. Rohan Kralları Eorl oğlu Brego'nun inşa ettirdiği Edoras'taki Altın Konak (Tekev)'ta ikamet ederlerdi. Rohan halkı Gondor'un en büyük zaruret anında Eorl'ün Yemini'ni yerine getirerek kadim müttefiklerine yardım etmek üzere atlarını Pelennor Çayırları Savaşı'na sürmüşlerdir. Rohan toprakları at yetiştirmeye son derece uygun geniş meralardan oluşmaktadır. Diyar, kuzeyden güneye ve doğudan batıya 300'er millik* bir alanı kapsamaktadır. Kireçışığı Nehri, Rohan'ın kuzey sınırını oluşturken Ak Dağlar, bölgenin güney sınırında uzanmaktadır. Anduin, doğuda "Rohan'ın Doğu Duvarı" denilen Emyn Muil'in uzantısı ile Rohan arasında sınır oluşturmaktadır. Sınırın güneybatı yönünde meyil verdiği bu kesimde Entsuyu Ağzı ve Mering Çayı, Gondor ile Rohan arasındaki sınırı oluşturur. Rohan'ın batı sınırında ise Fangorn Ormanı ve Dumanlı Dağlar'ın en ucunda bulunan Rohan Geçidi bulunur. Geçidin kuzeyinde Isengard yer alırken, geçidin güney korumalığını Miğfer Dibi üstlenir. Rohan'ın bir bölümü Rohan Geçidi'nin batısına uzanmaktadır. Bu bölüme Batısınırları denir ve Isen ile Adorn nehirleri tarafından sınırlandırılır. Rohan tarihinin oldukça büyük bir kısmında bu bölgede, Dumanlı Dağlar'ın batısında bulunan Bozdiyarlılara ve Rohirrime benzerlik gösteren karışık kanlı insanlar ikâmet etmekteydi. Fangorn'dan Anduin'e akan Entsuyu Nehri Rohan'ı iki bölgeye ayırır. Bu iki bölge Batıemnet ve Doğuemnet olarak adlandırılır. Rohan'ın bu bölgelerinde çobanlar her yıl kamp kurarak at sürülerini otlatır. Entsuyu'nun batı tarafı Batıemnet'te bataklıklar ve su havuzları yer alır. Yer yer ise atlı bir adamın dizine ulaşacak boylarda otlar yetişir. Doğuemnet'te ise zemin daha serttir. Kuzeye uzanan ana yol bu bölgenin içinden geçer. Doğuemnet'in en kuzey bölgesinde ise yer yer tepecikler uzanır. Bu tepeciklerin kuzeyi ise Ortak Lisan'da "Bozkır" olarak adlandırılır. Rohan nüfusunun büyük bölümü Rohan'ın güneyindeki ağaçlık sayvanlarda ve derin vadilerde yaşar. Rohan Kralı'nın yaşadığı Tekev - Altın Konak'ın da bulunduğu başkent Edoras, Tapanvadi'nin hemen girişindeki bir tepe üzerinde yer alır. Tapanvadi'de Tapanaltı ve Yukarıçay adı verilen iki köy bulunur. Dunharrow istihkâmı, vadinin doğu yönündeki yükseltilerde yer alır. Karçayı Dunharrow'dan kaynağını alarak Entsuyu Nehri'ne akar. Karçayı'nın batı tarafı Batıağıl olarak adlandırılır ve bu bölgede çok sayıda yerleşke bulunmaktadır. Miğfer Dibi istihkâmı, Rohan Geçidi'nin yanıbaşında bulunan Dip Vadisi'ne konuşlandırılmıştır. Isengard ve Fangorn'a yakın olan, Batıağıl'ın kuzey kısmına ise nadiren ayak basılır. Doğuağıl ise Ortak Lisan'da Toprak ve Çayır denilen iki bölge arasında yer alır. Çayır, Gondor sınırında uzanan Mering Çayı boyunca, yer yer bataklıklara sahiptir. Yine ortak lisanda Çamlık denilen bölge de Mering Çayı'ndan Rohan'dan içeri uzanır. Bu bölge teorik olarak Gondor'un bir toprak parçası olarak görünmekle birlikte, zaman geçtikçe Rohan'ın bir bölgesi olarak kabul edilmiştir. Doğu-Batı Yolu Ak Dağlar boyunca Gondor'dan Rohan Geçidi'ne kadar uzanır. Yol burada, kuzeydeki Eriador'a uzanan Kuzey-Güney yolu ile birleşir. Bu yol aynı zamanda Karçayı ve Edoras'a da ulaşır. Askeri amaçlar için, Rohan Doğu-Yurt ve Batı-Yurt olmak üzere ikiye bölünmüştür. Karçayı ve Entsuyu Nehirleri'nin bu iki bölge arasında bir sınır olduğu kabul edilir. Aynı zamanda Rohan'ın askeri güçlerine komuta eden üç başkumandan bulunmaktadır. Birinci başkumandan - Yurt'un Başkumandanı diye de adlandırılır -, Edoras ve Tapanvadi'nin de dahil olduğu çevresinden sorumludur. İkinci başkumandan, tehditin geldiği yöne göre değişkenlik göstermek ile birlikte Batı-Yurt ya da Doğu-Yurt denen bölgenin sorumlusudur. Geri kalan bölgeler ise üçüncü başkumandanın sorumluluğundadır. Yüzük Savaşları'nın ardından Kral Éomer bu rütbeleri kaldırarak iki eşit rütbe ile değiştirmiştir. Bunlar Doğu-Yurt başkumandanlığı ile Batı-Yurt başkumandanlığıdır. Rohan insanlarının soyu Kuzeyliler'e dayanmaktadır. Kuzeyliler'in, insanların atalarının kadim soyları olan Edain ile akrabalıkları vardır. Fakat Edain'in ataları, Beleriand'a ve daha sonraları Númenor topraklarına göç ettiler. Kuzeyliler ise, Yabaneller'e yerleşim yerleri inşa ettiler. Kuzeyliler, ilk olarak Kuyutorman'ın doğu sınırına yakın yerler
de yaşadılar ve orman ile Akan Su arasında kalan bölgede at sürüleri yetiştirdiler. Gondor'un, İkinci Çağ'ın 3320 yılında Númenor'un yıkımından kurtulanlar tarafından kuruluşunun ardından aradaki uzak da olsa kan bağı sebebiyle Gondorlular ve Kuzey Halkı müttefiki oldu. Üçüncü Çağ'ın 1250 yıllarında Gondor Kralı II. Rómendacil'nin oğlu Valacar, Kuzey Halkı'nın kudretli lideri Vidugavia'nın kızı Vidumavi ile evlendi. Bu evliliğin ardından doğan Eldacar, bir sonraki nesilde Gondor Kralı oldu. Gondorlular'ın pek çoğu kral kanının karışmasına tepkiliydi ve akabinde sivil bir savaş olan Akraba Çekişmesi patlak verdi. Kral Eldacar, on sene sonra, 1447 yılında yeniden tacını giyene ve Kuzeyliler ile bağları oluşturana dek tahttan indirildi. 1635 kışında Doğu'dan gelen Büyük Veba pek çok Kuzeyli'nin ve atlarının ölümüne neden oldu. 1636 yılında salgın, Gondor'a sıçradı ve nüfusunu önemli oranda azalttı. Gondor'un -daha sonraları Rohan olarak adlandırılacak olan- Calenardhon bölgesinde ise pek çok insan yaşamını yitirirken, geri kalanların pek çoğu da yöreyi terketti. 1851 yılında ise Doğu'da yaşayan ve Arabasürücüleri diye adlandırılan vahşi insan ırkı Gondor'a ve Kuzeyliler'e saldırdı. Vidugavia'nın soyundan gelen Marhari, 1856 yılında Arabasürücüleri'ne karşı yapılan savaşta Gondor kuvvetlerine katılmak için halkına öncülük etti. Bu yılda yapılan Ovalar Savaşı'nda Gondor güçleri geri çekilmeye zorlandı, açıkta kalan Kuzeyliler kılıçtan geçirildi ya da esir alındı. Arabasürücüleri'nin katliamından sağ kalan Kuzeyliler, Marhari oğlu Marhwini öncülüğünde Ferah Nehir ile Carrock arasındaki Anduin'in batı kıyılarına yerleştiler ve kendilerine Éothéod ("At Halkı") dediler. Éothéod, Gondor ile olan dostluklarını bu dönemde yeniledi. 1899 yılında Marhwini ve Éothéod Gondor Kralı Calimehtar'a yardım ederek, Arabasürücüleri'nin istilasını engelledi. Marhwini aynı zamanda Arabasürücüleri'nin esaretinde bulunan Kuzeyliler'e yardım etmek için girişimlerde bulundu fakat girişimleri başarısız oldu. Sonraki yüzyılda Éothéod yeniden Arabasürücüleri'nin kıskacı altına alınmıştı. Arabasürücüleri varlığını Kuyutorman'ın doğusuna ve Anduin'in güneyine kadar olan bölgelerde göstermekteydi. Marthwini oğlu Forthwini, Gondor Kralı Ondoher'i Arabasürücüleri'nin yeniden toparlandığı ve saldırıya hazırlandığı yönünde uyardı. İstila başladığında Éothéod Süvarileri, Gondor kuvvetlerine katılmıştı. Yapılan savaşta Kral Ondoher öldürüldü fakat Eärnil savaşın devamında üstünlük sağlayarak Arabasürücüleri'ni bozguna uğrattı ve bir sonraki Gondor Kralı oldu. 1977 yılında Éothéod bölgeden taşınma kararı aldı zira kendileri ve atları için daha fazla alana ihtiyaç duymaktaydılar. Taşınma etkenlerinden biri de Kuyutorman'daki Dol Guldur'dan yayılan huzursuzluktu. Kendileri bunu bilmese de Sauron, Dol Guldur'daydı. Frumgar'ın öncülüğünde Éothéod kuzeye, yeni yurtlarına göç etti. Éothéod'un yeni yurdu, Anduin'in kaynağının etrafıydı. Anduin'i besleyen Uzunkaynak ve Greylin, Éothéod'un yeni yurdunun güney sınırını oluşturmaktaydı. Batıda Dumanlı Dağlar, Doğu'da Orman Nehri, kuzeyde de Gri Dağlar bölgenin diğer yönlerdeki sınırlarıydı. Greylin ve Uzunkaynak'ın kesiştiği yere korunaklı Framsburg hisarı inşa edilmişti. Angmarlı Cadı Kral 1975 yılında yenilgiye uğratılsa da dağılan kuvvetleri Dumanlı Dağlar'ın doğusunda yaşamaya devam ediyordu. Éothéod yaptığı baskınlar ile bölgeyi tamamen temizledi. Frumgar oğlu Fram Gri Dağlar'da yaşayan Solucan Scatha'yı öldürdü ve bölge uzun yıllar boyunca ejderha tehdidi olmaksızın varlığını sürdürdü. Fakat Scatha'nın hazinesini alan Fram, bu davranışıyla cücelerin tepkisini çekti ve iki halk arasında düşmanlık başladı. 2501 yılında Éothéod lideri Leod ihtişamlı ve son derece vahşi bir at yakaladı fakat bu atı sürmeye çalışırken öldürüldü. Leod oğlu Eorl bu atı ehlileştirdi ve ata Felarof ismini verdi. Felarof gibi, soyundan gelen atlar da aynı görkeme ve ihtişama sahipti. Bu atlara yılkı dendi ve yalnızca Eorl soyundan gelenlerin küheylanlarıydılar. Eorl babasının yerini aldığında yalnızca 16 yaşındaydı. Onun zamanında gerek at sayıları gerekse insan nüfusu ikiye katlanmıştı. Éothéod'un daha fazla alana ihtiyacı olmaya başladı fakat keşfedip taşınabilecekleri bir alan yoktu. 25 Mart 2510'da Borondir isimli ulak Gondor Vekilharcı Cirion'dan Eorl'a bir mesaj getirdi. Cirion, Rhûn'dan gelen Balchoth adı verilen insanlara karşı mücadelede Eorl'ün yardımını istemekteydi. Eorl bu talebi geri çevirmedi, çünkü Gondor düşerse Orta Dünya'daki tüm diyarların teker teker fethedileceğini düşünmekteydi. Eorl, halkının yaşlılar heyetini topladı ve ordusunu savaşa hazırladı. Éothéod yurdunu korumak için geride kalan birkaç yüz asker ile yaşlılar, kadınlar ve çocuklar dışında bütün Éothéod Eorl ile birlikte savaşa gidiyordu. Eorl'ün toparladığı muazzam Éohere ("süvari ordusu") 7000 kadar ağır zırhlı süvarilerden ve birkaç yüz atlı okçulardan oluşmaktaydı. Ordu, 6 Nisan'da, güneye doğru yapacağı 500 millik yolculuğuna başladı. Éohere, Sauron'un bulunduğu Dol Guldur'dan geçerken Anduin'in karşı kıyısındaki Lothlórien Ormanı'ndan beyaz bir sis bulundukları bölgeyi bastırdı. Sis, Dol Guldur'dan yayılan gölgeye üstün çıktı ve süvarileri düşman gözlerden gizledi. Borondir, Lothlórien Hanımı Galadriel'in kendilerine yardım ettiğini düşünmekteydi. Éothéod Süvarileri, 15 Nisan'da Lothlórien ile Kireçışığı Nehri arasında bulunan Celebrant Ovası'na ulaştılar ve burada Gondor'un kuzey ordusunu müşkül durumda buldular. Balchoth Kireçışığı'nın güneyindeki Calenardhon'u işgal etmiş ve Gondor ordusu Bozkır'da yenik düşmüştü. Gondorlular, Kireçışığı'ndan Celebrant Ovası'na doğru geri çekilirken, Dumanlı Dağlar'dan çıkagelen bir ork ordusu, işi daha da zorlaştırmıştı. Eorl ve süvarileri tam vaktinde buraya ulaşarak daha sonraları Celebrant Ovası Savaşı olarak anılacak mücadeleye katılarak savaşın kaderini değiştirdi. Arka saflarında muazzam bir ordu ile karşılaşan düşman güçleri Kireçışığı'na sürüldüler. Éothéod Süvarileri, düşmanın tamamı kılıçtan geçirilene dek Calenardhon Ovası boyunca düşmanı kovaladılar. Savaş sonrasında Eorl ile Cirion, Gondor ile Calenardhon sınırında bulunan Çamlık'ta, Halifirien'de karşılaştılar. Bu büyük yardımın bedeli olarak Cirion, uzun zamandır Salgın'dan, dışa göçten ve savaştan ötürü terkedilmiş halde duran Calenardhon topraklarını Éothéod'a bıraktı. Eorl, bunun üzerine Gondor'un müttefiki olacağına ve ihtiyaç durumunda Gondor'un yardımına geleceğine dair Cirion'a yemin etti. Anlaşmaya göre, Eorl'un Yemini ve Cirion'un Armağanı Gondor Kralı geri dönene kadar geçerli olacaktı. Éothéod'ün yeni toprakları zamanla "At toprakları" anlamına gelen Rohan olarak anılmaya başladı. Burada yaşayan halka da "At beyleri" anlamına gelen Rohirrim dendi. Halk ise kendine, Eorloğulları ismini vermişti, Eorl'ün onuruna. Topraklarına ise Atçanyurt ya da kısaca Yurt diyordu. Eorl, Yurt'un ilk kralı oldu. 2510'dan 2545'e kadar Yurt Kralı sıfatını taşıdı. Eorl, ülkesinin başkentini Ak Dağlar'daki Tapanvadi'nin girişinde bulunan bir tepe olarak seçti ve buraya Edoras dendi. Fakat Tekev, Altın Konak onun zamanında yapılmadı. Eorl, Toprak'taki Aldburg'da ikamet etti. Doğulular, Anduin boyunca ve Rohan'ın doğu sınırındaki Emyn Muil'e dizi halinde saldırılar yapmaya başladı. 2454 yılında Eorl, Bozkır'da Doğulular ile yapılan mücadelede öldürüldü. Eorl'ün naaşı, Edoras'ın bulunduğu tepenin eteklerinde, bir höyüğe gömüldü. Sorumluluk artık Eorl oğlu Brego'daydı ve o da elinden geleni yaptı. Doğuluları Bozkır'dan dışarı sürerken, Dumanlı Dağlar'ın batısında Isen Nehri ile Rohan'dan ayrılan bölgede bulunan Bozdiyarlıları da geri püskürtmeyi başardı. Tekev, Brego zamanında inşa edildi. Görkemli konak 2569 yılında tamamlanmıştı. Kutlamaların yapıldığı festivalde Brego oğlu Baldor, Ölülerin Yolu'na gireceğini duyurdu. Brego ve Baldor Tapanvadi'yi araştırırken Kara Kapı'yı buldular. Girişte yaşlıca bir adamla karşılaştılar, adam onlara tünelin gerisinde Ölüler'in yaşadığını söyledi. Baldor 2570 yılında Ölülerin Yolu'na girdi ve geri dönmedi. Kısa süre sonra da babası Brego, oğlunun acısına duyduğu kederden dolayı öldü. Brego'nun ikinci çocuğu Aldor Yurt Kralı olmuştu. Yaşlı Aldor olarak da bilinen kral, 2570'den 2645'e kadar tam 75 yıl boyunca krallık yapmıştır. Aldor, tahtta oturduğu süre boyunca Rohirrim'den iyice nefret etmeye başlamış olan son Bozdiyarlılar püskürtmüştür ve Aldor'un zamanında Rohirrim nüfusu artarak, Ak Dağlar'daki Tapanvadi dolaylarındaki bölgeye yayılmaya başlamışlardır. Aldor oğlu Fréa tahtı babasından devraldığında ömrünün büyük kısmını tamamlamıştı ve 2659 yılına kadar yalnızca 14 seneliğine krallık yapabildi. Fréa oğlu Fréawine ve Fréawine oğlu Goldwine dönemlerinde Rohan istikrarlı ve barışçıl bir dönem geçiriyordu. Goldwine oğlu Déor 2699 yılında tahta çıkarak kral oldu. Onun döneminde Bozdiyarlılar, Batıağıl'a akınlar düzenleyerek at çalmaya başladılar. Pek çok Bozdiyarlı, Isen Nehri boyunca üzerlerine gelmişti ki durum daha sonradan anlaşılacaktı. Bozdiyarlılar, Isengard ve Fangorn yakınlarında, Batıağıl'ın kuzeyinde yerleşim yerleri kurmuşlardı. 2710 yılında Déor kuzey Batıağıl'a yapılan sefere öncülük etti ve Bozdiyar ordusunu yenilgiye uğrattı. Déor, Isengard'ın Bozdiyarlıların elinde olduğunu fark etti. Kale Gondor'a aitti fakat Gondorlu reisler ölmüştü ve Isengard'ın yeni reisi Bozdiyarlılara dost, karışık kanlı bir kişi olmuştu. Hala Isengard'ın, Gondor'a sadık kalması gerektiğini düşünen birkaç yerli de öldürülmüş ve Isengard Halkası, Bozdiyarlılarca ele geçirilmişti. Déor, sorunun çözümü için Gondor'dan yardım istedi fakat Gondor'un, Doğu ile mücadele etmekten Batı yönünde ayıracak askeri yoktu. Rohirrim'in Isengard'ı ele geçirecek kaynakları ve gücü yoktu ve Déor bunun üzerine süvarilerden oluşturduğu bir muhafız bölüğünü, Batıağıl'ın kuzeyini gözlemesi için görevlendirdi. Déor, tahtını 2718 yılında oğlu Gram'a bıraktı. 2741 yılında Gram oğlu Miğfer Yurt Kralı oldu. Onun döneminde Rohan, Bozd
iyarlılar tarafından kuşatıldı. Damarlarında Bozdiyarlı kanı taşıyan Freca isimli bir Rohanlı, Yurt Kralı'nın otoritesine meydan okuyarak Rohan ile Bozdiyar sınırlarındaki topraklarını genişletti. 2754 yılında yapılan bir divan buluşmasında Freca, oğlu Wulf için Kral Miğfer'in kızına talip oldu. Freca, Miğfer'in bu öneriyi geri çevirişine sinirlendi ve divanda Miğfer'e hakaretler yağdırdı. Bunun üzerine Miğfer, Freca'ya attığı tek yumrukla onu öldürdü. Bu olayın ardından kral, Miğfer Balyozel olarak anılmaya başlandı. Dört yıl sonra 2758 yılında Freca oğlu Wulf, Rohan'ı istila etmek için halkına öncülük etti. Bozdiyarlılar, Gondor'a çok ciddi saldırılar yapan Korsanlar'ın da yardımını almaktaydı. Rohan, Doğu'dan gelen düşmanlarca kuşatıldı. Bozdiyarlılar Rohan'ı istilada başarılı oldular ve Edoras'ı ele geçirdiler. Miğfer'in oğlu Haleth, Tekev'in kapılarında savunma yaparken öldürüldü ve Wulf Altın Konak'ın tahtına oturdu. Miğfer, Isen Geçitleri'nden Dip Vadisi'ndeki kaleye çekilmek zorunda kaldı ve kaleye bu zamandan sonra Miğfer Dibi dendi. Rohirrim'in pek çoğu buraya sığınırken, bir bölümü de Miğfer'in kızkardeşinin oğlu Fréalaf'ın savunduğu Dunharrow istihkamına sığındı. 2758 Kasımı'nda Uzun Kış başladı ve Mart 2759'a kadar beş ay sürdü. Rohirrim, kuşatma altındaki kalelerinde yiyecek sıkıntısı geçiyordu ve çaresizdi. Miğfer oğlu Hàma, Miğfer Dibi'ndeki kuşatmayı kaldırmak için yaptığı karşı saldırıda öldürüldü. Miğfer ise Miğfer Hendeği'nde donarak yaşamını yitirdi. Baharın gelişi ile Fréalaf, Dunharrow'dan çıkardığı kuvvetler ile birlikte Edoras'ı tekrar ele geçirdi. Wulf'un, Fréalaf tarafından öldürülmesiyle birlikte Rohirrim, Bozdiyarlıları Rohan'dan sürdü. Eriyen kar suları, Entsuyu Ağzı dolaylarında sel meydana getirdi ve Doğulular geri çekilmek durumunda kaldılar. Gondor da geç de olsa Rohan'a destek gönderebildi. Aynı yıl içerisinde Gondor Vekilharcı Beren Isengard istihkâmını Rohan'ın korunmasında yardımcı olması düşüncesiyle Saruman'a bıraktı. Miğfer'in kızkardeşi Hild'in oğlu olan Fréalaf, Rohan Kralları'nın ikinci soyunun başlangıcı kabul edilir. Saruman da Fréalaf'in taç giyme törenine katılarak, Fréalaf'e hediyeler sundu. Rohan zamanla Uzun Kış'ın ve savaşların yaralarını sardı. 2798 yılında Fréalaf tahtını oğlu Brytta'ya bıraktı. Brytta cömertliğinden ve yardıma ihtiyacı olana yardım etmeyi sevdiğinden ötürü oldukça sevilen bir kraldı ve "Léofe" (sevgili) olarak anılırdı. Onun döneminde, cüceler ile yaptıkları Azanulbizar Savaşı'nda Dumanlı Dağlar'dan Ak Dağlar'a kaçan orklar, Rohan için tehlike oluşturmaktaydı. Byrtta 2842'de öldüğünde Ak Dağlar'dan gelen orkların gittiği düşünülüyordu fakat 9 sene sonra 2851 yılında Brytta oğlu Walda orklar tarafından Dunharrow yakınlarında öldürüldü. Walda oğlu Folca Yurt Kralı oldu. Folca 2864 yılına kadar yürüttüğü mücadelede bölgeyi orklardan tamamiyle temizledi. Bu görevi tamamladıktan sonra Folca, Çamlık'ta çıktığı av sırasında Everholt'un Yabandomuzu ile karşılaştı. Folca domuzu öldürdü fakat aldığı yaraları uzun süre taşıyamadan hayatını kaybetti. Folca oğlu Folcwine döneminde Rohan eski görkemine ve istikrarına tekrar kavuştu. Folcwine Adorn ile Isen Nehirleri arasındaki Batı-sınırlarını Bozdiyarlılardan tekrar ele geçirdi. Kral Folcwine komutasında, Rohan ordusu yeniden düzenlendi. Rohirrim ordusunun tamamı -Éohere-, 100 bölükten oluşuyordu ve her bölük -Éored- en az 120 süvariden meydana geliyordu. Dolayısıyla Éohere'nin toplam gücü en az 12000 süvariydi. 2885'te Folcwine, Eorl'ün Yemini'ni tutarak Haradrim'in yaptığı Gondor kuşatmasını durdurmak üzere birlikler gönderdi. Birleşmiş Gondor ve Rohan kuvvetleri galebe çaldı fakat Folcwine'in ikiz oğulları Folcred ve Fastred savaşta öldürüldü. İkiz kardeşler, Ithilien'deki Poros Nehri kıyısındaki bir höyüğe gömüldüler. Dönemin Gondor Vekilharcı II. Turin, Folcwine'in fedakârlığını bir nebze telafi etmek ve teşekkürlerini sunmak için kendisine altın yolladı. 2903 yılında Folcwine, yerini üçüncü oğlu Fengel'e bıraktı. Fengel, Rohan tarihinde en az sevilen kraldı. Başkomutanları ve kendi çocukları ile sıklıkla kavga ederdi, aynı zamanda açgözlüydü. Oğlu Thengel, onun zamanında Rohan'ı terkederek Gondor'a geldi ve Vekilharç Turgon'a hizmet etti. Thengel burada Lossarnachlı Morwen ile evlendi ve dört çocuğu oldu. Çocuklarından biri, Théoden'di. Thengel babasının ölümünün ardından 2953 yılında Rohan'a geri döndü. Gondor'dan ayrılmaya oldukça gönülsüz olan Thengel, Altın Konak'ta Gondorluların kullandığı şiveyi kullanmaya devam etti. Yine de Rohan'ı akıllıca ve başarıyla yönetti. Thengel döneminde Saruman, kendisini "Isengard'ın Efendisi" olarak ilan etti. Saruman, Bozdiyarlılar ile gizlice ittifak kurup, bir ork ordusu oluşturmaya başladı. Ordunun içerisinde -ilginç bir şekilde günışığında da yaşayabilen- Uruk-Hai denilen ork türü de bulunmaktaydı. Kısa süre içerisinde Uruk-Hailer Rohan üzerine saldırılar düzenlemeye başladılar fakat Rohirrim, bu ork türünün Isengard'dan geldiğini henüz bilmiyordu. Mordorlu orklar da aynı dönemde Anduin'i geçerek Rohan'dan at çalmaya başladılar. Özellikle Nazgûl'a küheylan olarak kullanılabilecek siyah atları seçmekteydiler. Doğuağıllı Éomund -Thengel kızı Théodwyn'in kocası-, Emyn Muil'de orklar tarafından öldürüldü. Çok geçmeden Théodwyn de yaşamını yitirdi. Éomund'ın çocukları Éomer ve Éowyn amcaları Théoden'in 2980 yılında kral oluşunun ardından Tekev'e gelerek burada yaşamaya başladılar. Théoden, döneminin başlarında halkının sevgilisiydi, güçlü ve cesurdu. Fakat 3014 yılında danışmanı Gríma'nın marifetleriyle fiziken zayıf düştü. Rohirrim Gríma'nın, Saruman'ın hizmetkârı olduğunu uzun süre boyunca anlayamadı. Gríma, ikna ediciliği ve muhtemelen kullandığı zehirler ile Théoden'i zayıf düşürdü ve bu da Rohan savunmasını doğrudan etkiliyordu. 3018 yılının Eylül ayında Gri Gandalf Rohan'a gelerek, Théoden'i Saruman'ın ihaneti konusunda uyardı. Fakat Théoden -Gríma'nın tesiriyle- büyücüyü kovdu. Kısa süre sonra, Saruman Rohan'ı fetih planlarını açıkça belli etmeye başladı. Rohan toprakları üzerinde hükümdarlık ilân eden Saruman, Rohan Geçidi'ni Rohirrim'e kapatarak Uruk-Hai birliklerini Rohan sınırlarına gönderdi. Théoden oğlu Théodred ve yeğeni Éomer, durumun vahimliğini fark edip Rohan savunmasının komutasını aldılar. Saruman, bu iki ismin kendisi adına tehdit oluşturabileceğini anladı. 25 Şubat 3019'da, Birinci Isen Geçitleri Savaşı'nda Théodred, Saruman'ın güçlerince öldürüldü. Gríma da Théoden'i, Éomer'in güç tutkusu ve itaatsizliği yönünde kandırmaya çalıştı. Éomer, Emyn Muil üzerinden gelen bir Uruk-Hai birliğinin varlığını öğrenince, Gríma Théoden'i saldırıyı engellemek için yapılacak girişimlere izin vermemesi yolunda ikna etti. Fakat Sauron ile Saruman arasındaki olası ittifaktan şüphelenen Éomer, emirlere karşı çıkarak kendi Éored'i ile birlikte mücadeleye katıldı. Éomer ve emrindeki süvarileri 29 Şubat'ta Fangorn Ormanı'nın kıyısında Uruk-Hailer'e saldırdılar ve hepsini kılıçtan geçirdiler. Süvariler bilmese de, öldürülen Uruk-Hailer tarafından kaçırılan Meriadoc Brandybuck ve Peregrin Took isimli iki hobbit saldırı esnasında firar ederek Fangorn ormanına kaçmayı başarmışlardı. Bir sonraki gün Éomer, hobbitleri kaçıran Uruk-Hailerin Rohan boyunca izini süren ve onları kurtarmaya çalışan Aragorn, Legolas ve Gimli ile karşılaştı. Bu karşılaşmada Éomer, Aragorn'un Gondor tahtının yasal varisi olduğunu öğrendi ve bu üçlüyü yolculuklarına devam etmelerine müsaade etti fakat bu kralın emirlerine itaatsizlikti. Éomer Edoras'a döndüğünde hapis tutuldu. 2 Mart'ta Gandalf; Aragorn, Legolas ve Gimli ile birlikte Edoras'a geldi ve Kral Théoden'in zihnini, Gríma'nın tesirlerinden kurtardı. Uzun zamandan beri ilk defa özgür biçimde düşünebilen Théoden, Saruman'ın güçlerine karşı savaşma kararı aldı. Edoras'taki Rohirrim'e savaş kararını açıkladı. Aynı gün içerisinde Saruman, 10000 ork ve Bozdiyarlıların bulunduğu muazzam ordusunu Isengard'dan yola çıkardı. Ordunun öncü kolu, Isen Sığlıkları'nda Grimbold ve Elf Miğferi'nin başını çektiği direnişle karşılaştılar. Rohirrim, burada yapılan İkinci Isen Geçitleri Savaşı'nda yenilgiye uğradı ve kurtulanlar etrafa dağıldı. Saruman'ın ordusunun Isengard'dan ayrılmasının ardından istihkâm, Fangorn Ormanı'ndan çıkagelen, Ağaçsakal'ın önderliğindeki entlerin saldırısına uğradı. Entler, Isengard'ı yıkıma uğrattılar ve Saruman'ı Orthanc Kulesi'nde esir aldılar. Kral Théoden, Isen Sığlıkları'ndaki yenilgiyi ve Saruman'ın güçlü ordusunun yaklaştığını öğrenince bulabildiği tüm gücü toplayıp Miğfer Dibi'ne gitti. Saruman'ın ordusu ise Batıağıl boyunca yaptığı ilerleme sırasında karşılaştıkları herkesi kılıçtan geçirdi ve her yeri yaktı. Miğfer Dibi Savaşı'nda 3 Mart ve 4 Mart tarihlerinde Rohirrim'i kuşattılar. 4 Mart şafağında Kral Théoden, Miğfer Dibi'ndeki karşı hücuma öncülük etti. Bu esnada Gandalf, başlarında Batıağıl Beyi Erkenbrand ile birlikte 1000 kadar Batıağıllı'yı Miğfer Dibi'ne getirdi. Saruman'ın ordusu Ağaçsakal'ın yolladığı Huornlardan oluşan ormana kaçtılar ve bir daha görülmediler. Isengard'da Saruman ile yüzleşmesinin ardından Kral Théoden, Tapanvadi'ye giderek burada Rohirrim'i toparlamaya başladı. Hirgon isimli Gondorlu ulak, Sauron'un saldırı hazırlığı içerisinde olduğu haberini getirdi. Hirgon, Kral Théoden'e "Kızıl Ok" getirmişti. Bu alamet, Gondor Vekilharcı Denethor tarafından, Rohirrim'in Eorl'ün Yemini'ni yerine getirmesi için yollanmıştı. 10 Mart'ta Théoden, ardından 6000 kadar Rohirrim ile birlikte Tapanvadi'den Gondor'a doğru yola çıktı. Rohan'ı korumaları için de geride 4000 asker bırakmıştı. 12 Mart'ta Lothlórien'i istila etmekte başarısız olan Dol Guldurlu bir ork ordusu Rohan Bozkırı'na girdi. Entler tarafından engellenen orkların birçoğu öldürüldü, kurtulanlar da Anduin tarafına kaçtı. Kral Théoden ve Rohirrim, 15 Mart'ın şafağında Minas Tirith etrafındaki Pelennor Çayırları'na ulaştılar. Şehir, Sauron'un ordusu tarafından bütünüyle kuşatılmış durumdaydı. Rohirrim, atlarını sa
vaş alanına sürdüler ve düşmanla çarpıştılar. Nazgûl Efendisi, Minas Tirith kapılarından şehre girmek üzereyken dikkatini Rohirrim'in gelişine verdi. Kanatlı bineğini çağırarak şehre girmekten vazgeçen Nazgûl Efendisi, Rohirrim saflarına saldırdı. Kral Théoden bu esnada öldürüldü. Yeğeni Éowyn ve silahtar Merry Brandybuck, Nazgûl Efendisi'ni öldürdü. Pelennor Çayırları Savaşı, birleşmiş Rohan ve Gondor güçlerinin zaferiyle sonuçlandı. Théoden'in ölümü ile birlikte Éomer Yurt Kralı oldu ve Rohan Kralları'nın üçüncü soyunun babası oldu. Kral Éomer 16 Mart'ta Batılı Komutanlar'ın toplantısına katılarak Yüzük Taşıyıcısı Frodo Baggins'e görevini tamamlamasına zaman tanımak için ordusunu Mordor'un Kara Kapısı'na götürmeyi kabul etti. 3000 Rohirrim, Elf Miğferi'nin komutasında Gondor'un geri kalan bölgelerinde kalan düşmanlarla mücadele etmek üzere Batı Yolu'na gönderildi. Kral Éomer ise 500 piyade ve 500 atlı Rohirrim'e öncülük ederek Kara Kapı'ya doğru yola çıktı. 25 Mart'ta Rohan ve Gondor orduları, Tek Yüzük yokedilinceye dek Morannon Savaşı'nda Sauron orduları ile çarpıştılar. Yüzük sonunda yok edildi ve Sauron kalıcı olarak mağlub edildi. Frodo Baggins ve yol arkadaşı Sam Gamgee onuruna düzenlenen, Cormallen Kırları'nda yapılan kutlamaya Kral Éomer de katıldı. Aynı şekilde 1 Mayıs'ta Aragorn'un Birleşmiş Krallık Gondor ve Arnor'un Kralı sıfatını aldığı taç giyme töreninde de yer aldı. Éomer ve Aragorn dost, Gondor ile Rohan müttefik kaldılar. Éomer Aragorn'a, Eorl'ün Yemini'ni ve Cirion'un Armağanı'nı yeniledikleri Halifirien'e kadar eşlik etti. Éomer ve Rohirrim, Aragorn'un doğuya ve güneye yaptığı kontrol amaçlı seyahatlerde sıklıkla kendisine eşlik ettiler. Bu bölgede halen Sauron'un hizmetkarları yaşamaktaydı. Éomer, pozisyon olarak Kral'ın otoritesi altında Rohan'ı yönetmekteydi. Éomer, Dol Amroth Prensi Imrahil'in kızı Lothíriel ile evlendi. Çocukları Adil Elfwine idi. Éomer'in kızkardeşi Éowyn ise Gondor Vekilharcı ve Ithilien Prensi Faramir ile evlendi. Éomer, Dördüncü Çağ'ın 63 yılında ölene dek Rohan Kralı idi. 65 yıllık hükümdarlığı boyunca Rohan nüfusu artış gösterdi. Rohirrim ova ve yaylalara yayılmaya başladı ve at sürüleri yetiştirmeye devam etti. Dördüncü Çağ'ın başlangıcında Rohan barışın ve refahın hüküm sürdüğü bir bölgeydi. "İsim" "Doğum Tarihi" "Krallık Başlangıç" "Krallık Bitiş" "İsim" "Doğum Tarihi" "Krallık Başlangıç" "Krallık Bitiş" "İsim" "Doğum Tarihi" "Krallık Başlangıç" "Krallık Bitiş" Istari İstari ya da Büyücü, J.R.R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evrenindeki bir ırk. Valar, Morgoth egemenliğinin sona erdirilmesinden sonra yükselişe geçen Sauron tehdidine karşılık, kendi Maiar'ından olan bu temsilcileri Orta Dünya'ya göndermişlerdir. Üçüncü Çağ 1050 civarında, Gri Limanlar'a, bir elf gemisi içinde, beş görevlendirilmiş Maia geldi. Gri Limanlar'da gemi yapımcısı Círdan tarafından karşılanan bu beş Maia, daha sonraları elfler tarafından "İstari", insanlar tarafından ise "Büyücü" olarak adlandırıldılar. Büyücüler Orta Dünya'ya geldiklerinde yaşlı görünüyorlardı, güçlerinden arınmış "Yaşlı Adamlar" kılığındaydılar. Maiar olduklarından ölümsüzdüler. İnsan formunda oldukları sürece tüm zevk, acı ve korkuları hissedebiliyorlardı. Yine de yaşlanarak ölmekten muaf olmalarına rağmen, fiziki formları yok edilebiliyordu. Bu beş Maianın Orta Dünya'ya gelme amaçları, Sauron'un büyüyen kötülüğüne karşı tüm Orta Dünya'yı haberdar etmek ve onları örgütlemekti. Valar onların, Orta Dünya halklarını ikna ve teşvik yolu ile yönlendirmelerini, zor kullanmamalarını istemiştir. Bu elçiler tanrıların yüce ırkından oldukları için doğal güçlerine şahit olan insanlar, onları bilge elfler zannetmişlerdi. Zaten insanların Olorin'e taktığı Gandalf ismi "gezgin elf" anlamına gelir. Her biri Valar tarafından seçilmiş bu beş büyücüden en güçlüsü Valinor'da Curumo olarak bilinen, elflerin Curunir adını verdikleri Saruman’dı. Onu Sauron'a karşı savaşması için seçen aynı zamanda Sauron'u da yaratan Vala Aulë'dir. Orta Dünya'ya bastığında beyazlar giyinmişti ve bu yüzden ona "Ak Saruman" dendi. Saruman daha sonra kötülüğe dönmüş, kendine "Yüzük Yapıcısı Rengarenk Saruman" adını takmış ve Sauron gibi Valar'a ihanet etmiştir. İstari arasında en yaşlı görüneni Olórin idi. Gri elbiselere bürünmüştü. İnsanlar tarafından Gandalf olarak bilinirdi. Elfler Mithrandir, cüceler ona Tharkûn ve Haradrim ise Incanus derdi. Valar Manwe tarafından seçilmişti. Istariyi karşılayan Círdan beş Istari içinde en kararlı ruhun Gandalf olduğunu gördü ve bu nedenle ona korumakta olduğu güç yüzüklerinden Kırmızı Narya'yı verdi. Gandalf bu beş Istari içerisinde Sauron'un kötülüğüne karşı koyabilen tek büyücüydü. Yüzük Savaşı sırasında Orta Dünya'nın her yerindeydi. Ayrıkvadi'de Frodo'nun nehri geçerek Nazgüller'den kurtulmasında onun da katkısı vardı.Khazad-dûm'da Balrog'la dövüşerek 'ni, kendini feda etmek pahasına kurtardı. Borukent Savaşı'nda Rohan'a yardım etti. Pelennor Çayırları Savaşı'nda Cadı Kral'ı Minas Tirith'in kapılarında durduran oydu. Saruman'ın görevini gerçekleştirmemesi ve kötüye katılması üzerine Saruman "Ak" olmaktan alıkoyulmuş ve bu unvan Gandalf'a verilmiştir. Böylece artık Gri Gandalf, Ak Gandalf olmuştur. Bir diğer Istar, Valinor'da Aiwendil olarak bilinen Kahverengi Radagast, insan ve elf meseleleri ile pek az ilgilenmiştir. Onun Vala Yavanna tarafından Orta Dünya'ya yollanmasının nedeni, Kelvar (Hayvanlar) ve Olvar (Bitkiler) ile yani Orta Dünya'nın konuşamayan canlıları ile ilgilenmesi ve onları Sauron'un kötülüğünden korumasıydı. O da Kuyutorman'ın yakınındaki evinde bu görevi sürdürdü. Denir ki Radagast'ın esas görevi sadece Olvar içindi. Çünkü Kelvar kendini kaçıp koruyabilirdi; bunu Valie Yavanna'nın Vala Aulë ile konuşmalarında da görebiliriz. Ayrıca Entlerin Son Yürüyüşleri'nin gerçek tetikleyicisi her ne kadar Hobbit ırkından Merry ve Pippin gözükse de aslında entleri ayaklandıran Radagast'tı. Gelen beş Maiadan ikisi mavi kıyafetler giyinmişti. Ithryn Luin (Mavi Büyücüler) olarak bilinen Alatar ve Pallando isimli bu iki Maia, Vala Orome tarafından bu görev için seçilmişlerdi. Onlar hakkında Orta Dünya tarihinde fazla bilgi yoktur. Sadece doğuya gittikleri ve bir daha geri dönmedikleri bilinmektedir. Yüzük Savaşı sona erip Sauron'un gölgesi sonsuza kadar kalktığında görevleri biten beş Istariden sadece Gandalf'ın Ölümsüz Topraklar'a geri döndüğü kesin olarak biliniyor. Alatar ve Pallando'nun akıbeti hiçbir zaman öğrenilemedi. Saruman, yüzük yok edilip Sauron düştükten sonra, istila ettiği Shire'da casusu Gríma tarafından boğazı kesilerek öldürüldü. Radagast, bir büyücü olarak geldiği Orta Dünya'da, bitkiler ve hayvanlarla ilgilenmeye o kadar daldı ki, vazifesinden taviz verdi, bununla birlikte Radagast'ın düştüğü başarısızlık Saruman'ınkine nazaran çok küçük olduğu için Tolkien'e göre, Aman'a geri dönmesine Valar tarafından izin verildi ve Radagast da Orta Dünya'dan ayrıldı. Ama Bitmemiş Öyküler’de net bir şekilde sadece Gandalf’ın Valinor’a döndüğünü şu şekilde belirtmiştir:"“Efsaneyi öğrenecek misin uzun zamandır saklı tutulan,""Gelen beşli hakkındaki uzak bir diyardan?""İçlerinden yalnızca biri döndü.""Diğerleriyse bir daha görülmedi.”" Maiar Maia (çoğ. Maiar), J.R.R. Tolkien'in yarattığı Orta Dünya evreninde bir ırktır. Yaratıcı Eru Ilúvatar, Zamanötesi Salonlar'da Ainur'u yarattı. Ainur çok güçlü meleksi varlıklar olarak yaratıldı. Ainur'un her birinde bir özellik üstünlük gösteriyordu, fakat içlerinden Melkor'a hepsine verilenden bir parça verilmişti ve içlerinde en güçlü Ainur oydu. Ainur, Eru'nun isteiği üzerine, onun için şarkı söylemeye başladı ve bu şarkıda (Ainur'un Müziği)'nde, yaratılacak olan Arda'nın tasarımı bestelendi ve icra edildi. Eru Eä'yı ve Eä'nın da içinde Arda'yı yarattı. Böylece, -elfler tarafından daha sonra Valar ismi verilecek olan- bir grup Ainur Arda'ya indiler ve Arda'nın fizik kanunlarına uygun olmak için maddî forma büründüler. 15 taneydiler. Valar ile birlikte birçok daha az güçlü Ainur da yeryüzüne indi, bunlar Valar'ın yardımcılarıydılar ve Maiar adını aldılar. Valar'ın yaşadığı Ölümsüz Diyar'da birçok Maiar vardı ve bunlardan az bir kısmı Orta Dünya'da tanındı ve isimlendirildi. Eönwë, Maiarın en güçlüsü Manwë'nin Maiasıydı. Eönwë bir Vala kadar güçlü idi ve Melkor'a karşı verilen savaşlarda bir Vala kadar iyi savaştı. Kollarındaki gücü hiç kimse geçemezdi ve Manwë'nin sancaktarıydı. Ilmare, Varda'nın hizmetçisiydi ve güzelliği dillere destandı. Varda'nın yanından hiç ayrılmadı. Salmar hakkında çok fazla şey bilinmeyen ama Ulmo'nun ünlü borusunu deniz kabuklarından yaptığı söylenen ve Ulmo'nun yanından hiç ayrılmayan Ulmo'nun Maiasıydı. Arien ve Tilion insanların tanıdıkları Maiardı. Arien Güneş'i yönlendiriyordu, Tilion ise Ay'ı. Tilion genelde istikrarsızdı ve hızı hiç belli olmuyordu. Arien ise istikrarlı ve yavaştı. Arien eskiden Vana'nın Maiasıydı ve Tilion ise Orome'nin avcılarından biriydi. Ossë (Denizlerin Efendisi) ve Uinen (Denizlerin Hanımı) denizcilerin yakından tanıdıkları Vala Ulmo'nun yardımcılarıydı. Ossë dalgaların efendisi idi ve her denizci ondan çok korkardı. Uinen ise durgun ve sakin havanın Maiasıydı ve bu yüzden denizciler tarafından sevilirdi. Osse başta Melkor'un tarafına geçmişti ve dalgaları öfkeyle kullanarak toprakları dövüyordu. Bu yüzden Aulë Uinen'e rica etti ve Uinen Osse'ye yalvararak onu iyi tarafa çekti. Ama yine de Osse içindeki kızgın ruhu hiç atamadı. Eldarın Teleri kolu ölümsüz diyara giderken onların bir kısımını Orta Dünya'da tutmayı başardı ve gemiyapımcısı elflere uzun süre eğitim verdi. Bu elfler, Falas kıyılarında yaşayan Círdan'ın emrindeydiler. En ünlü Maia ise kuşkusuz Melian’dı. Valinor'da hem Vàna hem de Estë'nin emrinde olan Melian, Orta Dünya'nın karanlığa büründüğü Ağaçların Çağı'nda Orta Dünya'ya gelmiş ve burada ormanlar arasında şarkı söylerken ve gezerken Elf Kralı Elwë Thingol ile evlenmişti. Lúthien adını verdikleri bir kızları oldu. Melian ve kocası Thingol, Doriath ormanın
da bir krallık kurdular. Bu krallığın halkı, Elwe'yi arayan Sindar elflerinden Avar elflerinden oluşuyordu. Melian, bu krallığı Melian Kuşağı ile çevirmişti. Elwë'ye de gücünün bir kısmını aktardı. Ölümsüz Topraklar'da yaşayan Maiar, Arda'daki tek Maiar değildi. Kötü Vala Melkor'a hizmet eden birçok Maiar vardı.Kendisine ayarttığı Maiar korkunçtu ve bunlardan bir kısmı balrog olarak bilindi. Bu balrogların en dehşetlisi Gothmog’du. Efendisi Melkor için birçok kötülük yaptı. Görüntü olarak örümcek formunu seçen Ungoliant, Ölümsüz Topraklar'ın en güneyindeki karanlık bir bölgede yaşardı ve kimseye itaat etmezdi. Kara Efendi Melkor, bu Maia'ya üstün gelemedi ve onunla işbirliği yapma yolunu seçti. Ungoliant bir örümcek şeklindedir ve görünmez ağları vardır. Ayrıca sürekli açtır. "Yüzüklerin Efendisi"’nin üçüncü bölümü "Kralın Dönüşü"’nde bahsedilen dişi örümcek Shelob, Ungoliant'ın yavrusudur. Melkor tarafından nasıl türetildikleri belli olmayan vampir Thuringwethil ve kurtadam Draugluin birer Maiaydılar. Melkor'un hizmetindeki en kötü ve en ünlü Maia ise Sauron’du. Kötülükte neredeyse Melkor'a denkti. Melkor'un bütün planlarında Sauron'un bir payı vardır. İlk başlarda Demirci Aulë'nin Maiası olan Sauron, sonradan taraf değiştirip Melkor'un yanına geçti. Birinci Çağ'ın sonunda Melkor, Valar tarafından başlatılan Öfke Savaşı'nda yenilerek Boşluk'a atıldığında, Sauron Orta Dünya'nın doğusuna kaçtı ve sonraki çağlarda kötülüklerin başı Kara Efendi olarak Aman dışındaki bütün dünyaya korku saçtı. Orta Dünya tarihinde en önemli rol oynamış Maiar ise hiç kuşkusuz beş Istaridir. Istarinin bazısı karanlık yola saptı, bazıları ise aydınlıkta kaldılar. Üçüncü Çağ'da Orta Dünya'ya gelen bu beş Maia, Curumo, Aiwendil, Olórin, Alatar ve Pallando idi. Mavi Büyücüler Alatar ve Pallando ile Ak Büyücü Saruman (Curumo), Orta Dünya'nın doğusuna gittiler. Alatar ve Pallando geri dönmedi ve onlara ne olduğu bilinmiyor. Saruman geri döndü ve Tek Yüzük'te saklı olan büyük güç hakkındaki ilmi arttıkça, Orta Dünya'ya geliş amacını unuttu ve yoldan çıkarak orta dünya'ya hükmetmek istediği içinde yeşerdi.Radagast (Aiwendil) ise orta dünya da giderek yozlaştığı için ne kötü ne de iyidir. Ve orta dünya da kalmıştır. İçlerinden sadece Gandalf (Olórin) özünü bozulmaktan korudu. ve Orta Dünya'daki görevini başarıyla yerine getirerek Üçüncü Çağ'ın sonunda Ölümsüz Diyar'a gitmek üzere Orta Dünya'dan ayrıldılar. K.O.P. Konya Ovası Sulama Projesi. birkaç değişik kaynaktan Konya Ovası'nın sulanmasını sağlayacak büyük sulama projesidir. Bu kaynaklar; Kuyruksallayan Kuyruksallayan ("Motacilla"), yont kuşu olarak da bilinen, kuyruksallayangiller (Motacillidae) familyasının "Motacilla" cinsinden kuş türlerine verilen ad. Toktamış Ateş Toktamış Ateş (d. 4 Nisan 1944, İstanbul - ö. 19 Ocak 2013, İstanbul), Türk siyaset bilimi profesörü, yazar. Türk müsteşrik (doğubilimci, şarkiyatçı) Ahmet Ateş'in oğlu olan Toktamış Ateş, 1944 yılında doğmuştur. Orta ögrenimini Sankt Georg Lisesi Ortaokulu'nda, lise eğitimini ise Vefa Lisesi'nde yaptı. 1967 yılında İstanbul Üniversitesi'nin İktisat Bölümü'nü bitirdikten sonra bu bölümün Siyasal Bilimler Kürsüsü'ne asistan olarak atandı.1969'da "Kurtuluş Dönemi Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı" başlıklı çalışmasıyla Doktora, 1974'de "Demokrasi Teorisi" başlıklı çalışmasıyla doçent, 1982'de de profesör oldu. İstanbul Üniversitesi'nin yanı sıra, değişik kurumlarda ders verdi. Yine ders vermek için, çeşitli dönemlerde ABD (Iowa) ile Almanya'da (Berlin - Münih) bulundu. İstanbul Üniversitesi'nin İktisat Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanlığının yanı sıra, kurucuları arasında yer aldığı Bilgi Üniversitesi'nde Yönetim Kurulu üyesiydi. Yayınladığı kitap sayısı 30'u geçen Ateş, 10 yılı aşkın bir süre boyunca Cumhuriyet gazetesinde yazmıştır. Son olarak Bugün gazetesinin yazarları arasında yer alan Ateş, Zirve Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesiydi. Toktamış Ateş, 19 Ocak 2013 tarihinde tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde vefat etmiş; cenazesi Fatih Camii'nden kaldırılarak Merkezefendi Mezarlığı'na defnedilmiştir. Aman Doktor Aman Doktor, Candan Erçetin'in 2005 yılının son günlerinde çıkardığı müzik albümüdür. Albümde, Türk-Yunan ortak kültürüne ait geleneksel şarkıların yeni yorumları yer almaktadır. Şarkıları yarı Türkçe, yarı Yunanca olarak yorumlayan Erçetin, müzikal anlamda ürün yelpazesini oldukça genişletmiş, genel anlamda beğeni ve takdir toplayan bu yedinci stüdyo albümünü, bir "ara albüm" olarak değerlendirmiştir. Albümün kutulu özel basımında parçalara dair hikâye ve yorumların olduğu, resimlerle desteklenmiş bir kitap da dinleyenlere sunulmuştur. Sanatçının DMC ile çalıştığı ilk albümüdür. Albümün müzik yapımcısı Tolga Görsev'dir. Biftek mantarı Biftek mantarı ("Fistulina hepatica"), Fistulinaceae familyasından yenebilen bir mantar türü. Şekli çiğ eti andırdığından ve kesildiği zaman kırmızı bir sıvı çıkardığı için biftek mantarı ismini almıştır. Fransa'da pazarlarda halen satılmaktadır. Tadı, ekşimsi ve hafif asidiktir. Genelde canlı ve çürümüş ağaçlarda yetişir. Çınar ve kestane ormanlarında oldukça sık rastlanır. Avustralya'da okaliptüs ağaçlarının yaralanmış yerlerinde yetişir. Pythagoras (anlam ayrımı) Fresk Fresk; Islak Kireç sıva üstüne, ezildikten sonra su ya da su ve kireç bileşimi bir bağlayıcı ile karıştırılan pigmentlerle yapılan resim. Yüzey kurudukça kireç, pigmentin sıvaya nüfuz etmesini sağlar. Bu usulde boyalar sıvanın içine geçerek kalınca bir renkli sıva tabakası oluşturduğundan resim çok sağlam olur. Eski zamanlarda binaların duvarlarına hep bu yolla suluboya resimler yapılarak tezyin edilirdi. Gayet basit görünen bu usulde resim yapmak epeyce güç bir iştir. Resmi çok dikkatle ve kararlı yapmak gerekir. Üzerine resim yapılacak duvar ister taş, ister tuğladan olsun önemi yoktur. Fakat resmin uzun zaman dayanabilmesi için üzerine resim yapılacak sıva tabakası iyi hazırlanmalıdır. Duvarın harcından ve sıvasında rutubet ve güherçile olmamalıdır. Üzerindeki sıva alçılı olursa renkler bozulur. Bu sıvanın mutlaka iyi yıkanmış dere kumu ve sönmüş kireçten ibaret olması lazımdır. Resim yapılacak duvar evvela ıslatılır ve kalınca harç tabakasından bir astar çekilir. Bu astar iyice kuruyunca ikinci bir astar harç vurulur. Boyalar bu ikinci harç tabakası daha yaşken sürülür. Bunun için ressam bir günde ne kadar yer işleyebilecekse duvarı o kadar kısımlara ayırarak yalnız her gün işleyebileceği kadar yeri astarlamakla yetinir. Fresklerin uygulandığı yüzeyler, uygulama teknikleri ve kullanılan boyalar diğer resimlere göre oldukça farklıdır. Doğal malzemeler zamanla oldukça kötü bir yıpranma ve bozulma sürecine girer, hatta çürürler. Onarım yapılmazsa yok olma riskiyle karşı karşıya kalırlar. Fresk çıplak duvar yüzeyine uygulandığı için, duvarın maruz kaldığı her türlü kötü şartlardan etkilenirler. Freske en fazla zararı rutubet verir. Bu durumda kabarma ve dökülmeler görülür. Ayrıca freskler yer altında veya mahzenlerde bulunuyorsa, karanlık ortamdan etkilenerek bozulabilirler. Özellikle vandalizm başlıca bozulma sebebidir. Hatalı sergileme ve hatalı korumalar da bozulmaya neden olmaktadır. Eseri bulunduğu ortamdan başka bir ortama taşımak hatalı koruma örneğidir. Diğer bir bozulma sebebi de hatalı onarımlardır. Ne yazık ki sıkça rastlanılan bu tür bozulmalar bütün tarihi eserler için geçerlidir. İşin uzmanı olmayan kişilerce yapılan onarımların esere yarardan çok zarar vereceği bir gerçektir. Yeşim Vatan Yeşim Vatan (d.1969) Türk şarkıcı ve vokalist. 1985'ten bu yana başta Barış Manço olmak üzere önemli kişilere vokalistlik yapmıştır. Yeşim Vatan: 2000 yılında "Ay benim aklım" adlı bir single çalışması gerçekleştirmiştir, ilkokulun hemen ardından konservatuvara giren ve 11 sene süren eğitiminde, Türk Sanat Müziği,Türk Halk Müziği,Batı Müziği eğitimi almıştır. İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Çalgı Eğitimi Bölümünden mezun olmuştur. 1989'da konservatuvarda, lise üçüncü sınıftayken Kayahan, Emel ve Erdal la birlikte Eurovision Türkiye finallerine katılan Yeşim 1988'de Barış Manço'nun vokalistliğini yapmaya başlamıştır. Ardından Ajda Pekkan,Nükhet Duru,Leman Sam,Aşkın Nur Yengi, Kenan Doğulu,Sertab Erener,Emel Müftüoğlu,Mustafa Sandal,İzel,Serdar Ortaç ve Yaşar'ın vokalistliğini yaptı. Yeşim'in söz ve beste çalışmaları da konservatuvar yıllarında başladı. Sözlerini yazdığı "Vazgeçmem Senden" adlı parça, Onur Mete'nin "Bitmesin" adlı albümünde yer aldı. Yeşim Vatan başta Barış Manço olmak üzere birçok sanatçıya vokalistlik yapan, üç solo albüm sahibi müzisyendir. Beğenilen bir eser olan ve ve ilk defa Nilüfer'in seslendirdiği ara sıra bazı bazı şarkısını yeniden yorumlamıştır. Yeşim Vatan, 14 yıllık müzik eğitimi alan ve son dönemde piyasaya çıkan hemen hemen tüm albümlerde ismine ve sesine rastlayabileceğiniz müzisyen son olarak 2006 yazında Ajda Pekkan'ın yaz turnesinde görev almıştır. Best Fm'in ödüllü programcısı Rıza Esendemir ile evlendi. Yeşim ve Rıza Esendemir çiftinin bir de çocukları vardır Yeşim Vatan, “Şarkılarımın ilham kaynağı” dediği radyocu eşi Rıza Esendemir’den anlaşmalı olarak 5 yıl sonra 2011 Eylülünde boşandı. Floransa Floransa (İtalyanca: "Firenze"), İtalya'da bir şehirdir. Kuzey İtalya'daki Toskana bölgesinin başkentidir ve kendi ismini taşıyan ilin merkezidir. Kısa bir dönem, İtalya Krallığı'na da başkentlik yapmıştır. Şehir, içinden geçen Arno Nehri çevresinde kurulmuştur. Çevresindeki yerleşim alanlarıyla beraber yaklaşık bir milyona yakın nüfusa sahip olan şehir, geçmişte olduğu gibi bugün de İtalya ve Avrupa'nın önemli ticaret merkezlerinden biridir. Bunun yanı sıra İtalyan Rönesansının doğum yeri olarak bilinen Floransa, kültürü ve mimarisiyle dünyaca ünlü bir turizm kentidir. Şehirde önemli sanat galerileri ve müzeler bulunmaktadır. Leonardo da Vinci ve Michelangelo bu tarihi şehirde yetişmiş dünyaca ünlü sanatçılardır. Yine ünlü yazar ve şair Dante Alighieri bu şehirde
yaşamış ve ilham almıştır. 1520’li yıllarda, Nicollo Machiavelli (1469 – 1527) Floransa tarihini ilk defa kitaplarında anlattığı için Floransa’nın tarihi şu an oldukça iyi bilinmektedir. Nicollo Machiavelli, Medici ailesinin özel isteği üzerine “Istorie fiorentine” kitabını yazmış, ardından da 1525 yılında VII. Clemens olarak bilinen Papaz Guilio de Medici’ye bu kapsamlı eserini takdim etmiştir. Machiavelli, henüz gençlik yıllarında ülkesinin tarihi hakkında kitaplar yazmaya başlamıştı ve ilk kitabı "Decannale" dir. Buna benzer tarihi eserler verdiği için Machiavelli, ilk tarihçilerden birisi olmuştur. MÖ 59 yılında Jül Sezar ordusundan emekliye ayrılmış askerlere Arno Nehri vadisindeki bu verimli toprakları vererek Floransa'nın kurulmasına neden oldu. Kurulduğu zaman şehrin adı Florentia idi. Daha sonra M.S. 3. yüzyılda Roma İmparatoru Diokletian Floransa'yı Toskana vilayetinin başkenti yaptı. Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra kent Bizans ve Ostrogot istilalarına uğradı. Nüfusu bir ara 1.000 kişiye kadar düştü. 6. yüzyılda Lombardların egemenliği altında kent tekrar gelişmeye başladı. 774 yılında Şarlman Floransa'yı işgal etti ve Toskana Düklüğü'ne bağladı. 12. yüzyılda kent tekrar bağımsız oldu. 13. yüzyılda kent Guelfo ve Ghibellino adı altındaki iki grubun çekişmelerine sahne oldu. Guelfolar Roma kentindeki Papa'nın mandasını savunurken Ghibellinolar Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun mandası altına girmek istiyorlardı. Sonunda Guelfolar bu çatışmayı kazandılar ama bu sefer de Guelfolar Beyaz Guelfo ve Kara Guelfo adı altında iki gruba ayrılıp çatışmaya devam ettiler. Bu çatışma aralarında ünlü yazar Dante Alighieri'nin de bulunduğu Beyaz Guelfoların kentten sınır dışı edilmesine yol açtı. Bu siyasi çalkantılara rağmen Floransa gelişmesine ve zenginleşmesine devam etti. Daha önce çok kuvvetli bir kent olan komşu kent Pisa'yı ele geçirdi. 1348 yılındaki veba salgını kentin çok sayıda sakinlerinin ölümüne neden oldu. Nihayet 15. yüzyılın ilk yarısında kent ünlü Medici ailesinin eline geçti. Medici ailesi bankacılık mesleği dolayısıyla zengin olmuş nüfuzlu bir aileydi. Önceleri kenti perde arkasından yönettiler. Ailenin ilk önemli üyesi olan Cosimo büyük bir saray (Palazzo Medici) inşa ettirdi. Sonra yerine geçen oğlu Piero ve torunu Lorenzo çok gösterişli binalar inşa ettirmeğe ve dönemin mimar ve heykeltıraşlarını maddi bakımdan desteklemeye devam ettiler. Lorenzo'nun 1469-1492 yılları arasındaki önderliği döneminde Floransa altın çağını yaşadı. Lorenzo aralarında Michelangelo, Leonardo da Vinci ve Botticelli'nin de bulunduğu sanatçılara verdiği destek ile İtalya yarımadasında Rönesans çağının başlamasını sağladı. Lorenzo kendisine o kadar büyük bir saygınlık kazandırdı ki Lorenzo il Magnifico yani Muhteşem Lorenzo adıyla anılmağa başladı. Lorenzo'nun ölümünden sonra oğlu Piero aynı saygınlığı kazanamadı. Girolamo Savonarola adında muhafazakar bir papazın önderliği altında ayaklanan halk Piero'yu başa geçmesinden iki yıl sonra kentten sınır dışı etti. Bu tarihten sonra kent bir süre Savonarola tarafından yönetildi. Savonarola Floransa'nın birçok ender sanat eserlerini edep dışı ve günahkar olarak kabul ediyordu. Adamlarını kapı kapı dolaştırarak birçok değerli sanat eserini toplattı ve onları kentin ana meydanı olan Piazza della Signoria'da büyük bir ateş yaktırarak imha ettirdi. Ama sonunda Floransa halkı Savonarola'nın zulümüne isyan etti. Papa'nın da Savonarola'yı aforoz etmesinin ardından, aynen günahkar olduklarını düşünüp yakarak öldürttüğü birçok insan gibi, Savonarola da önce asılılıp sonra da kent meydanında yakılarak öldürüldü. 1537 yılında Medici ailesi Floransa'da tekrar iş başına geldi. Bu sefer kendilerini resmen Floransa Dükü ilan ederek Medici hanedanını kurdular. Daha sonra 1569 yılında kendilerini Toskana Grandükü ilan ettiler. Medici ailesinin üyeleri 1737 yılına kadar aralıksız olarak Floransa'yı yönettiler. Bu tarihte Medici hanedanı nesillerinin tükenmesi yüzünden sona erdi. Kent Avusturya İmparatorluğu' nun eline geçti. 1861 yılında da yeni kurulmuş olan İtalya Krallığı' nın bir parçası oldu. Floransa, 1865 yılında İtalya'nın başkenti oldu. 6 yıl süren başkentlik İtalya'nın Roma kentini ele geçirmesiyle son buldu. Bu tarihten sonra Roma, İtalya'nın başkenti haline geldi. Floransa (eski adı: Florenz), Faesulae (Fiesole) yakınlarında bulunan küçük bir tepenin üzerine kurulmuştur. Roma dönemine ait bir şehir olduğu isminden de anlaşılmaktadır. Floransa’nın, "Via Flaminia" ve "Via Cassia" yollarının yapımında rol oynadığı bilinmektedir. Antik dönemde şehir hakkında fazla bilgi yoktur. Marius ve Sulla arasındaki savaşta Floransa büyük zarara uğramış ve MÖ 15 yılında Clains (Chiana) vadisinden akan Arno nehrinin sularının bir bölümünün yatak değiştirmesine engel olmuştur. Bu dönemdeki Floransa tarihi düşünüldüğünde, M.S. 405 yılında şehrin Gotlar tarafından kuşatılması ve bir Roma generali tarafından da kuşatmanın kaldırılması şu ana kadar bilinen ilk ve önemli olaydır. Batı Roma İmparatorluğu’nun M.S. 476 yılında yıkılması ile birlikte, M.S. 493 yılından sonra Ostrogotlar İtalya’ya hâkim olmuştur. Doğu Roma İmparatoru I. Justinian imparatorluğu yeniden düzeltmeye çalıştıysa da; İtalya 535 yılından itibaren imparatorluğun komutanlarından Belasir ve Narzes arasında kanlı savaşlara sahne olmuştur. Ostrogotlar’ın kralı Totilia 542 yılında Floransa’yı kuşatmasına rağmen imparatorluğun bir kumandanı (Garnison) tarafından geri püskürtülmüştür, daha sonra ise Floransa şehri Gotlar tarafından işgal edilmiştir. Lombardlar M.S. 570 yıllarında Toskana’da (Toscana) ortaya çıktılar ve sekizinci yüzyılda Lombardlar "Dux civitatis Florentinorum" (Floransa halkının yöneticisi) olarak adlandırılmıştır. Dukalığın isminden de anlaşılacağı üzere Floransa şehri bu dukalığa başkentlik yapmıştır. Frenklerin hâkimiyeti, Guelfo’lar (kilise yanlısı) ve Ghibellino’lar (krallık yanlısı) arasındaki mücadele: M.S. 786 yılında Floransa’da bulunan Frenk Kralı Büyük Karl, bu şehre büyük önem verdiğinden dolayı Kuzey İtalya’dan Roma’ya giden yol önem kazanmıştır. Din adamlarının yolsuzluğa ve dini görevlerinin satılmasına karşı verdikleri mücadele hareketi, San Salvi Manastırı’nın papazı San Giovanni Gualberto zamanında Floransa’da zirveye ulaşmıştır. Pietro Mezzabarba’nın Floransa piskoposluğuna seçilmesi, Roma ile ciddi ve uzun süren karışıklıkların yaşanmasına neden olmuştur. Bu yaşanan karışıklık, keşiş Petrus Igneus’un elde ettiği yenilikçi hareketin zaferiyle son bulmuştur. Bu yaşanan olay Floransa’nın özgüveninin ortaya çıkmasında önemli bir yere sahip olmuştur. Toskana (Toscana), Frank – Cermen İmparatorluğunun bir derebeyliğiydi. Derebeylikler daha sonra o kadar çok güçlendiler ki, imparatorluk için büyük tehlike oluşturmaya başlamıştılar. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu Kralı I. Otto (Büyük Otto) zamanında Ugo derebeyliği ortaya çıktı ve 1024 yılında başa geçen Kutsal Roma İmparatoru Kralı II. Konrad, sınırları Po nehrinden Roma şehirlerine kadar uzanan bir bölge olarak Tuszien Derebeyliği’ne Canossa’lı Bonifaz’ı atamıştır. Bonifaz 1052 yılında ölünce derebeyliğin başına kızı Kontes Matilda geçmiştir. Kontes Matilda, derebeyliği 40 yıl yönetti ve İtalya tarihinde bu dönem için büyük rol oynamıştır. Kilise (din) yanlısı ve krallık yanlısı kişilerin verdiği mücadelede Matilda papalık tarafındaydı. (Bu kişilere daha sonra “Guelfo’lar” denildi.) Guelfo’ların karşısında ise krallık yanlısı Ghibellino’lar bulunmaktaydı. Matilda sık sık ordunun başında savaşlara katılmıştır. Bu dönemde Floransa halkının toplumsal saygınlığı artmaya başlamıştır. Kontes Matilda krallık adına mahkemelere başkanlık ederken, Toskana’daki zamanın avukatları, hâkimleri ve soyluların oluşturduğu bir grup olan "boni homines" ya da "sapientes" (iyi ve akıllı kimseler) tarafından desteklenmiştir. Kontesin mahkemelere başkanlık etmediği durumlarda, sözü edilen grup karar verebilmekteydi. Özgür bir şehrin yolu böylece açılmış oldu. Halk, şehrin yüksek mevkilerinde bulunan soylulara karşı bir tutum sergilemekteydi. Floransa, diğer devletlerin ve soyluların bir dizi savaşlarına sahne olmuştu. Halk kendi arasında kuruluşlar ve gruplar oluşturarak esnaf birliğinin temellerini attı. Kontes Matilda’nın 1115 yılında ölmesinden sonra krallık, soyluların oluşturduğu bir grup tarafından ele geçirildi ve aynı zamanda halkın adına adaleti sağladı. Bununla beraber şehrin en alt yönetim birimi olan komünler oluşmaya başlamıştır. 1138 yılından sonra büyük şatolara sahip soylu ailelerin ve aristokratların belirlediği “boni homines” (iyi insanlar) adında bir konsey oluşturulmuştur; bu konsey arti (zanaatkârlardan) ve esnaf birliğinden meydana gelmekteydi. Başlangıçta, delle torri (şatolara sahip soylu kişiler) tarafından her bölge için 2 tane oluşturulan 12 konsül seçiliyordu. Konsüller, zanaatkarların (arti) hakim olduğu 100 tane konsülden (boni homines) oluşan bir kurul tarafından görüş alışverişinde bulunulmaktaydı. Böylece soylu aileler, yönetimde kendini daha az göstermişlerdir. Floransa Cumhuriyeti nüfuzunu genişlettiyse de Fiesole şehri yağmalanarak tahrip edildi; fakat şehir yakınlarında yaşayan soylular, krallık kontluklarınca korundular. Daha önceki kontluklar, Floransa halkına şatoları yıkılan Alberti ailesine karşı savaşmaları için göz yummuştur. Kral III. Lothar Floransa’yı kendi egemenliği altına aldı, fakat kralın 1137 yılında ölmesinden sonra Floransa eski durumuna geri dönerek, Kont Guidi’ye karşı başarılı mücadeleler vermiştir. 1152 yılında krallığın başına geçen Friedrich Barbarossa otoritesini Toskana (Toscana) bölgesine kadar genişletmiştir. Bavyera bölgesinde bulunan “Welfen”leri kontluğa yükseltmiştir. Floransa ve diğer şehirler Lombardiya’da bulunan kralın zorlu savaşlarına sahne olmuştur. Kral Toskana (Toscana) bölgesinde merkezi bir krallık kurmaya başlamıştır. Kral bir potestas’ı (vali), San Miniato şehrine atadı. Egemenliğini Contado’ya kadar genişletti. Merkezden uzaktaki valilerin ve şehirdeki konsüllerin olu
şturduğu ikili yönetim karışıklığa neden oldu. 1176 yılında, Floransa ve Fiesole’nin tüm toprakları aristokratların eline geçmiştir. Buna karşın Alberti ailesinin ve feodal beylerin desteklediği soylular ve konsüller arasında bir çatışma baş göstermiştir. Daha sonra ise bu soylu aileler şatolarını bırakıp şehirde yaşamak zorunda kalmışlardır (1177 – 1180). Çıkan çatışmalar sonucunda, Alberti ailesi başarısız olmasına rağmen bazı durumlarda ailenin konsüle katılmasına izin verilmiştir. Floransa, Toskana bölgesinin merkezi şehirleri ile bir birlik oluşturmuştur. Guidi’ler ve Alberti’ler ile bu birlik son bulmuştur (1202). Daha sonra şehirde bulunan ve bir yıllığına seçilen potestas’lar (vali) yedi danışma kurulu ve yedi rectores super capilibus artium (zanaatta yüksek yetkinlik müdürleri) tarafından desteklenmişlerdir. Feodal grupların azınlıkta kalan meslek birliklerinin ve alt sınıfın desteklemesi feodalitenin (derebeylik) zaferi anlamına gelmekteydi. 1207 yılında bu başarı Gualfredotto da Milano’da yeni bir kurulun oluşturulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu yeni kurula consiglio del comune (şehir konseyi) adı verilmiştir. Bunun yanı sıra eski senato da görevine devam etmiştir. Floransa çoktan önemli endüstri ve bankacılık merkezi haline geldiğinden Floransa halkı ticaret yollarını Roma’ya açmıştır. Büyük soylu aileler arasında önceden beri bir anlaşmazlık bulunmaktaydı. Buondelmonte de Buondelmonti’nin Amidei ailesinin bir kızıyla evlenmesi bu anlaşmazlığa yenisini eklemiştir (1213). Guelfolar ve Ghibellinolar arasındaki çatışmalar derinleşerek tüm İtalya’yı sarmıştır. Soyluları yok etme eylemi ve şehrin durumu hakkındaki tartışmalar düşman şehirler arasındaki çekişmelere neden olmuştur. 1222 yılında Floransa Pisa, Lucca ve Pistoia şehirlerine karşı başarılı olmuştur. İki yıl sonra Siena ile yapılan savaş ise karşılıklı başarılar ile sonuçlanmıştır. Krallık, Ghibellinolar’ı desteklemesine rağmen, Sienalılar 1235 yılında olumsuz şartlardan etkilenerek Almanya’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Papa IX. Gregor’un ölümünden sonra ve hükümdarsızlık döneminde (1241–1243) Toskana bölgesinde bulunan Ghibellinolar’ın (krallık yanlısı) nüfuzları arttı ve yeniden krallık otoritesi kurulmuştur. 1244–1245 yılları arasında papalığa karşı çıkan ayaklanmalar, Podestà Pace da Pesamigola’nın (sulh yargıcı yönetimi) araya girmesiyle son bulmuştur. Bu yaşanan olay kilise yanlıların olumlu tepkisiyle sonuçlanmıştır. Fakat II. Friedrich’ten sonra, krallığın düşmanları Sicilya’da olduğu gibi Lombardiya’da da anlaşmaya vardılar. II. Friedrich, Antiochia’da (Antakya) bulunan oğlu Friedrich’i krallığın vekili olarak Toskana bölgesine atamıştır. İç savaşlar yaşanırken; Alman şövalyeleri de bu savaşlara katılmıştır. Ghibellino’lar yapılan mücadelelerden kesin zaferlerle ayrılmıştır. 1249 yılında da Guelfoların liderleri sürgüne gönderilmiştir. Sürgüne gönderilen Guelfoların (kilise yanlısı) liderlerinin bulunduğu Montevarchi kalesini ve diğer kaleleri ele geçirme eylemi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1250 yılında halk soylulardan bağımsız caporali di popolo (halk bölükleri) adında 36 tane grup oluşturmuştur. Bu grupların başında capitano del popolo (halk komutanı) adında kişiler bulunmaktaydı. Ghibellinolar kendi egemenlik haklarını savunmada yetersiz olduğu için, şehir iki özerk yönetime ayrılmıştır. Birincisi yargıçların öncülük ettiği komünler, ikincisi captinao’ların (halkın başkanı) önderlik ettiği popolo (halk) grubuydu. Merkezi seçim 12 anziani, yani daha eskileri ile temsil edilmekteydi. Podestà (sulh yargıcı) genellikle orduyu komuta ediyor, yabancı güçlere karşı şehri temsil ediyor ve aynı zamanda sözleşmeleri imzalıyordu. Podestà, 90 tane consiglio speciale (özel danışman) ve soyluların oluşturduğu 300 tane consiglio generale (genel danışman) tarafından desteklenmekteydi. Capitano del popolo ise halkın oluşturduğu iki komiteden meydana gelmekteydi. Bu komiteler başkan, loncalar (esnaf birlikleri) v.b. kişilerden oluşmaktaydı. Bu dönemde podestà’lara şato yapılmıştır ve ilk olarak altın para basılmıştır. Daha sonra bu para tüm Avrupa’da yaygınlaşmıştır. Montepulciano ve diğer yerlerin egemenliği hakkındaki yenilenen anlaşmazlıklardan sonra Floransa, Siena ve Pista gibi şehirler arasında savaş başlamıştır. 4 Eylül 1260 yılında Floransa ordusu, Siena ordusuyla karşı karşıya gelmiştir. Yapılan Montoperti savaşında Floransa ordusu yenilgiye uğramıştır. Conte Giordano, Floransa içlerine girerek Ghibellinolar’a zulüm ve baskı uygulamıştır. Bu oluşan huzursuzluk ortamı yerini eski barışçıl ortama bırakmaya başlamıştır. Popolo grubu endüstride ve ticarette refahı sağlamıştır. Podestà ve kralın temsil ettiği eski düzenin büyük bir kısmı yeniden oluşmuştur. Bir yandan siyasi çok az yaptırımı olan ve istikrar vadetmeyen anayasa bir şekilde gelişirken bir yandan da halk hayret verici bir ticaret örgütü kurmuştur. Yedi “arti maggiore”den (yün ve ipek dokumacılığı ile bankacılık, tıp ve hukuk gibi meslekleri içine alan) veya yüksek loncalardan her birisi kendi kurullarıyla, kanunlarıyla, meclisleriyle, belediye meclisleriyle vb. küçük bir devlette örgütlenmiştir. Bu örgüt zor zamanlarda halk milisini devreye sokmaktaydı. Floransa tekstilleri, tüm Avrupa’da değer kazanarak satın alınmaktaydı. Bu nedenle Floransalılar, çağın ilk tüccarları olarak bilinmektedir. Hükümetteki bir sürü değişiklik ve aralıksız devam eden iç savaşlara rağmen, şehirdeki yaşamın devam etmesi, hükümet olmaksızın yönetimlerini devam ettirebilen loncaların dayanışmasına borçluydu. Karl’ın 1268’de Konradin von Hohenstaufen’i mağlup etmesinden sonra Floransalılar, 1269’da Siena’ya saldırarak Pisa topraklarını da sık sık yağmalamıştır. Karl, sürekli Floransalıların meselelerine karışmaktaydı; daima Grandi denilen soyluları ya da Guelfo yandaşlarını tercih ettiğinden Ghibellino’lardan birkaçı geri çağırılmıştır. Bu olay aynı zamanda başka anlaşmazlıklara yol açmıştır. 1279’da Papa Nikolaus, aynı yıl Ostia'nın kardinal papazı ilan ettiği keşiş yeğeni Latino Frangipani Malabranca’yı, Floransa’daki taraflar ile bir kez daha uzlaştırmaya göndermiştir. Geçici diktatör olarak kabul gören Kardinal Latino’nun mutlak bir çevrede başarısı bulunmaktaydı. 1000 kişilik bir bölük düzeni sağlamaya, Grandi’leri yasaya uymaya zorlamak için Podesta'nın ve Capitano’nun (her ikisi de halk tarafından seçilmekteydi) emrine girmiştir. Sicilya Savaşı, Karl’ın konumunu zayıflattıysa da imparatorluktan, krallardan ve papazlardan kurtulmak için tam bağımsızlık mücadelesi veren toplulukları güçlendirmiştir. Floransa Cumhuriyeti, Ghibellino şehirleri olan Pisa ve Arezzo’nun iktidarını yıkmayı planlamıştır. 1289 yılında Aretini’ler, Campaldino civarında Floransalılar tarafından tam anlamıyla bozguna uğratılmıştır. 1284 yılında Cenevizliler tarafından Melorya Deniz Savaşı’nda bozguna uğratılan Pisalılara karşı yapılan savaş, daha planlı bir şekilde yürütüldüğü için 1293 yılında barış sağlanmıştır. Fakat Campaldino zaferinde başlıca katkıları olan Grandi’ler özellikle Corso Donati ve Vieri de Cerchi gibi kimseler daha da güçlendiler. Karl, çok sayıda şövalye atayarak şövalyelerin sayılarını arttırmıştır. Şövalyelerin adalet makamını ele geçirme çabaları bastırılarak, şövalyelerin etkilerini azaltmak için yeni yasalar çıkarılmıştır. 15. yy.da Floransa’da “arti” (zanaatkârlar) olarak adlandırılan esnaf birlikleri ya da loncalar kurulmuştur. Bunlar; Arti Maggiori olarak adlandırılan birincil sanatlar, soylu meslekler ve Arti Minori olarak adlandırılan ikincil sanatlar, demircilik, ayakkabıcılık, duvar ustalığı gibi daha basit elişleri, olarak ikiye ayrılmıştır. İkincil sanatlar birliklerinin sosyal gelişimlerine izin verilmezken, tüccar birlikleri (Arte dei Mercantanti o di Calimala), sarraf ile bankacı birlikleri (Arte del Cambio), bir de kürk tüccarları birlikleri (Arte di Lana) büyük öneme sahip olmuşlardır. Bir toplantı binası ve Floransa’da bulunan Medici Bankası gibi banka işletmeleri de bu birliklere bağlıdır. Mediciler sadece sarraflar loncasında değil, başka birincil sanatlar birliklerinde de temsil edilmiş ve politikada dikkate değer bir gelişim göstermişlerdir. Birçok kurumun kapatılmasına rağmen hala etkili olan devletin içinde bağımsız kabileler oluşturan Grandi’lerin büyüyen güç ve kibirlerini huzursuzca gözlemleyen Floransa demokrasisi için bu yeterli olmamıştır. Yasa, kabilenin (consorteria) her üyesini diğer tüm üyeler için kefil olmasını zorunlu kılmaktaydı. Bu durum, diğer herhangi bir kabilenin işleyeceği suçun para cezasının ödenmesi için finansal bir teminatı olmuştur. Yasalar her zaman kabul edilmediği için yenileri ve daha ağırları çıkarılmaktaydı. Signoria’dan lonca üyeleri dışında herkesin ihracını öngören bu yasalar, 1293 yılında çıkarılan meşhur Ordinamenti della Guistizia yasalarıydı. Sonrasında loncaların kurulları ve emrinde 1000 askeri olan her “sestiera” için iki “savi” bulunmaktaydı; Grandi ailelerinin sayısı 38 (sonradan 72) olarak belirlenmiştir. Ordinamenti davalarının hükümleri üzerine görevlendirme yoktu. Bu reformların ruhani babası Popolana ticaretiyle soyluluğa kavuşan Giano della Bela olmuştur. O olmadan Ordinamenti’nin yürürlüğe girmeyeceğini bilen Grandi’ler, onun “popolani grassi”de ününün kaybetmesi için çalışmışlardır. Sonradan Toskana bölgesinde otoritesini genişletmeye çabalayan Papa VIII. Bonifatius (1294’te seçildi) ile müzakerelere geçtiler. Düşmanca tavırlar içerisinde olan Signoria’ya karşı Giano’nun seçilmesinden sonra Papa 1295'te görevinden uzaklaştırılmıştır. Grandi’ler, Podestaya rüşvet yedirerek ve örgütleşmemiş halk olan popolo minuto (feodal devirden kalan çeşitli asilzadeler tarafından oluşturulan bir grup) ile iyi geçinerek güçlerinin birazını geri kazanmıştır. Fakat “arti”ler (zanaatkârlar) sabit kalırken Grandi’lerin arasında yaşanan kavga, onların kesin başarılarına engel olmuştur. 1225’te Grandi’ler için uygun ve "Ordinamenti"nin daha yumuşak bir hali olan bir Signoria yasası çıktı, ancak Grandi’ler şimdi ikiye ayrılmıştır: Birisi “Ordi
namenti”yi tamamen ortadan kaldırmayı umut eden Donati, diğeri "Ordinamenti"nin kaldırılmasını istemeyen Cerchi’ydi. Bu gruplar sonradan Neri (Siyahlar) ve Bianchi (beyazlar) olarak adlandırılmıştır. Papanın Grandi'leri uzlaştırma çabaları sonuçsuz kaldıktan sonra Karl von Volois’in desteğini isteyerek, ona imparatorluk tacını vadetmiştir. 1301'de Karl, İtalya’ya gelerek Bianchileri popolo ve Nerilerin yararına ortadan kaldırmayı istediğinde ise, Papa tarafından paciaro, yani barış getirici olarak ilan edilmiştir. 1 Kasım’da Karl Floransa’ya geldikten sonra onların yasalarına uyacağına söz vermiştir. Karl ile beraber gelen yeni Podesta (vali) Cante Gabrielli da Gubbio, Bianchi’ler grubundan birçok kimseyi cezalandırdı; onun tarafından kovulanlar arasında Dante de bulunmaktaydı (1302). 1308 yılında Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’na seçilen Lüksemburglu Heinrich, Papa’nın isteği üzerine İtalya’ya gelmiştir. Floransalı sürgünler ve İtalya’nın Ghibellio’ları (aralarında Dante de vardı) Heinrich’i ülkenin bir kurtarıcısı olarak görmüşlerdi, buna karşılık Floransalı Guelfo’lar, kendi özgürlüklerine karşı Ghibellio’ları tehlike olarak gördükleri için hem krala hem de papaya karşı gelmişlerdi. Guelfo’lar, Heinrich’in boyunduruk altına alma talebine aldırmadan Napolili Kral Robert korumayı kabul etmiştir. 1312 yılında Heinrich Roma’da VII. Heinrich olarak imparatorluk tacı giydiyse de istenilen evrensel ve barış getirici bir hükümdar yerine şartlar onu bir imparator gibi davranmaya ve ayaklanan toplulukları bastırmaya zorlamıştır. Floransalıları birkaç kez yense de Floransa kuşatmasında başarı elde edemedi. Heinrich’in ölümünden sonra Guelfo’ların intikamından korkan Pisalılar, imparatorluğun papaz vekili Die Uguccione della Fagginolas'ın egemenliğini Cenova’da kabul ettiler. Floransa, Kuzey İtalya’nın Ghibellino’larından destek alan Castruccio Castracani degli Antelminelli 1320 ve 1323 yılları arasında Floransa’yı kuşatarak birçok kez savaş kazanmıştır. Pistoia'yı işgal etmiştir; Floransalılar, Raymundo di Cardona egemenliği altındaki Napoli’den ve Kalabriya dükünden yardım almasına rağmen Castruccio Castracani degli Antelminelli şehir surlarına kadar her şeyi yakıp yıkmıştır. İlk meclisler, capitona’lar arasındaki 300 popolani’den (halkçı temsil) oluşan consiglio del popolo ve yarısı soylulardan, diğer yarısı popolani’lerden oluşan Podesta’lar (güç sahibi) arasındaki 250 üyesiyle consiglio del comune (toplum/şehir konseyi) ile yer değiştirildi. Priori’ler (öncüler) ve diğer memurlar 98 vatandaştan oluşan özel bir kurul aracılığıyla kamu görevi için uygun bulunan 30 yaş üstü Guelfo’lulardan belirlenmekteydi (1329). Sistem ilk başta iyi işliyordu, fakat hemen sonra görevi kötüye kullanmalar ortaya çıkmıştır. Floransalılar Lucca’ya yöneldiler. Şehri dolaylı yönden 80.000 Florin karşılığında satın alabilirlerdi, ancak Signoria’daki (senyörlük; üst kurul) fikir ayrılığından dolayı bu düşünce boşa gitmiştir. Martino della Scala, Verona’nın kralı, Floransalılara 1335’te söz verdi, ancak sözünü tutmadı; Floransalıların ekonomisi o zaman henüz gelişmemiş olmasına rağmen Floransa Venedik’e savaş ilan etmiştir. İlk başlarda başarılıydılar, fakat Venedikliler, Floransalılardan bağımsız olarak Scala ile ateşkes ilan etmiştir. 1339'da yapılan barış sayesinde Lucca bölgesinin bir kısmını ele geçirmiştiler. Aynı zamanda Tarlati’den Arezzo’nun koruyuculuğunu on yıllığına ele aldılar. Ama felaket şehrin üstüne çökmüştür: İngiltere’nin kralı III. Edward Fransa’yla yaptığı savaş için Floransa’da bulunan Bardi ve Peruzzi bankalarından aldığı yüksek kredileri ödemeyi reddetmiştir (1339). Bu bankalar ve diğer küçük firmalar iflas etmiştir ve Floransa bankacılığına olan dünya genelindeki güven sarsılmıştır. Fransa Kralı VI. Philippe tefecilikten vazgeçerek kendi bölgesindeki Floransalı tüccarların ve bankerlerin yüksek miktardaki paralarını şantaj yaparak almıştır. 14. yüzyılın 40'lı yıllarındaki Ortaçağ’da veba ve açlık çok büyük zararlara yol açmıştır ve kısmen başarı sağlanamayan son savaşlar ve ekonomideki tatmin edici olmayan durum nedeniyle Grandi’ler (soylular) ve Popolo’lar (halkçılar) arasındaki ayaklanmalar yeniden patlak vermiştir. Bu karmaşaya bir son verilmesi için Atina dükü VI. Walter von Bienne 1342’de koruyucu ve muhafız birliğinin yüzbaşısı seçilmiştir. O, öngörüşlü, cömert ve hırslı bir adamdı; barış ve ona büyük popülerlik kazandıran adalet politikasıyla hükümdarlığına başlamıştır. Fakat Walter, kendisini güvence altına aldığına inanır inanmaz Floransa genelinde kral olarak kabul görmeyi başarmıştır. Podesta’lar ve capitano’lar Walter’in hainliğini kabul ederken o, Guelfo’ları görevlerinden uzaklaştırdı, priori’lerin işlevlerini zayıflattı, halkı silahsızlandırmıştır. Bunun üzerine Arezzo, Volterra, Colle, San Gimignano ve Pistoia’nın hükümdarlığını kabul etmiştir. Hepsi dizginsiz ve kaba Fransızlardan oluşan korumalarının sayısını 800’e yükseltti. Koyduğu baskıcı vergiler ve tüm muhaliflerine karşı zalimliği ve Pisa ile yapılan yetersiz anlaşmalar yüzünden Walter’in hükümdarlığına karşı sert bir nefret oluşmuştur. Popolo’ları ortadan kaldırmadığı için, grandi’lerin özgürlüklerini kısıtladığı için ve arti grubuna (zanaatkârlar) müdahalede bulunduğu için Grandi’ler hayal kırıklığına uğramış durumdaydı. Walter’e karşı bir sürü başarısız komplolar düzenlenmiştir. Walter, Antonio degli Adimari tarafından düzenlenen bir komployu açığa çıkarmıştır. Antonio degli Adimari’yi sarayına çağırtıp tutuklattı. Yönetimde bulunan 300 vatandaşı onlara danışmak bahanesiyle mahkemeye çağırtmıştı, ama onlar hainlik kokusu sezdikleri için oraya gitmeye karşı çıktılar. 26 Temmuz 1343’te bu karşı çıkış silahlı ayaklanmaya dönüşmüştür; vatandaşlar dükün tahttan çekilmesini talep ederek onu saraydan kovmuştur. Komşu şehirler Floransalılara yardıma geldiler. Podestà ihraç edildi ve on dört kişilik balia (yönetim) oluşturuldu. Dük, Admiri’nin ve diğer tutukluların serbest bırakılması ve korumalarının çoğunun halkın en aşağı tabakası tarafından öldürülmesi dayatma görmüştür. Teslim edilmeleri istenen önemli adamlarının üçü kelimenin tam anlamıyla parça parça doğrandığından, sonunda 1 Ağustos’ta tahtan inmek zorunda kalmıştır. Yoğun güvenlik altında birkaç gün yolculuk etti ve on dört kişi onun yönergesini feshetmiştir. Kral, savaş sırasında oldukça dikkatli bir tavır sergilemiştir. Seçimlere izinsiz müdahaleler sonucunda Lapo da Castiglionchio ve Piero delgi Albizzi tarafından yönetilen Parte Guelfa’ya yeniden önem verilmeye başlanmıştır. Parte’ye karşı bir tutum sergileyen Salvestro de’ Medici, Gonfaloniere’ye (adalet işlerini yürüten sancaklar) yaptığı entrikalara rağmen seçilmiştir ve “ammonizioni”nin kaldırılması için bir yasa önerisinde bulunmuştur, daha sonra bu yasa 18 Haziran 1378 yılında kabul edilmiştir. Fakat halk Parte’lerin gücünü kırmak için 21 Haziran 1378 tarihinde isyan etmiştir. Albizzi ve diğer soyluların evleri ateşe verilmiştir. Halk daima arti minori’lerin (kuyumculuk, seramik, oymacılık gibi ikincil sanatlar ile uğraşan grup) daha fazla ayrıcalık istemesinden huzursuzdu. Zanaatkârlar, arti maggiori’lere (mimarlık, resim ve heykel gibi ana sanatlar ile uğraşan grup) karşı eylemlerinde ısrar etmekteydiler. Özellikle de dokumacıların kendi haklarını savunmalarını zanaatkârlar desteklemekteydi. Dokumacılardan oluşan büyük bir grup halk yönetimini kurmak ve Signoria’yı (senyörlük) yıkmak için şehir dışında toplanmıştır. Popolo minutolar’ın (feodal devirden kalan çeşitli asilzadeler tarafından oluşturulan bir grup) yönetime katılmasını ve kendilerinin de yönetimde yer almalarını istemekteydiler. Bu nedenle dokumacılar kendilerine Tommasso Strozzi’yi sözcü olarak belirlemiştir. Şatolarda bulunan halk Michele di Lando adındaki kişiyi dokumacıların başkanı olarak belirledikten sonra Michele di Lando bütün bu karışıklığa bir son vermiştir. Di Lando bir günlüğüne de olsa Floransa’nın yöneticisi olmuştur. Bu kısa zamanda anayasada bazı değişiklikler yapmıştır. Üç yeni lonca oluşturulmuştur. Yeni oluşturulan loncalardan sonra yeni lonca temsilcileri atanmıştır. Atanan lonca temsilcilerinin üçü, arti maggiori’den (resim, mimarlık, heykel gibi ana sanatlarla uğraşan grup), üçü arti minori’den (kuyumculuk, seramik, oymacılık gibi ikincil sanatlar ile uğraşan grup) ve üç tanesi de yenilerden oluşmaktaydı. Oluşan bu her sınıf için adalet işlerini yürüten sancaktarlar (Gonfaloniere di Guistizia) seçilmiştir. İlk sancaktar ise Michelle di Lando olmuştur. Dokumacılar bu durumdan memnun olmayarak karışıklık çıkardılar ve alt sınıfların dışlanmadığı yeni bir yönetim istediler. Halkın ayaklanmasını engellemek için çoğu grandi ve Piero degli Albizzi suçlamalar neticesinde infaz edilmiştir. Çoğu kişi de yakılarak öldürülmüştür. Bu huzursuzluk ortamı sermayenin kötüye gitmesine neden olarak işsizliği ve sefaleti arttırmıştır. 1382 yılında Loncalar kötü giden durumu bir dereceye kadar düzeltmiştir. Lonca temsilcilerinin (Pirioren) yarısı ve adalet işlerini yürüten sancaklar (Gonfaloniere) tarafından yeniden yeni bir anayasa belirlenmiştir. Bu arada cumhuriyet dış işlerindeki pozisyonunu koruyarak 1383 yılında teğmen Karl von Durazzo’nun mirası ile Arezzo’yu geri kazanmıştır. Gian Galeazzo Visconti Kuzey İtalya’nın büyük bir bölümünü ele geçirdikten sonra, 1390 yılında yapmış olduğu entrikalar ile Pisa ve Siena şehirlerini ele geçirmiştir. Sadece Floransa, Hawkwood’un 7000 kişilik ordusu ile Gian Galeazzo Visconti’ye karşı savaş açmıştır. 1392 ve 1397 yılları arasında Gian Galeazzo Visconti ile yapılan savaşlarda Floransa şehri, başarı elde ettiyse de Visconti Pisa Siena ve Perugia üzerinden Toskana bölgesine hâkim olmuştur. Hawkwood’un ölümünden sonra Floransa, Kral Rupert’in yardımını almıştır, fakat kralın orduları bozguna uğratılmıştır ve Milanolular Floransa’ya doğru ilerlemek isterken, Gian Galeazzo Visconti ölmüştür. Visconti’nin ölümünden sonra toprakları oğulları ve Condollieriler’i arasında paylaştırılmıştır. Bu arada Pisa şehrini
Giovanni Maria Visconti yönetmekteydi. Papaz IX. Bonifatius ile Floransalılar, aralarında bir birlik oluşturarak Perugia ve Bolonya’yı tekrar ele geçirmek istemiştir. Bu birlik başarılı bir şekilde oluşturuldu; fakat Papaz IX. Bonifatius amacına ulaşır ulaşmaz anlaşmayı bozarak Floransalıları hayal kırıklığına uğratmıştır. Floransalıların Pisa şehrini tek başlarına ele geçirme isteği ise başarısızlık ile sonuçlanmıştır. Gabriele Maria Fransız Kraliyeti’nin korumalığına girmiştir. Sonuç olarak Pisa şehrinin parayla satılmasına karar verilerek, 1405 yılında Floransa, Pisa’yı 260.000 Florin karşılığında satın almıştır. Yeni hükümet ile ciompiler ütopik taleplerinin yerine getirilmemesinden dolayı birkaç hafta içinde hayal kırıklığına uğramış, küçük loncalar ve ciompiler arasında çıkar çatışması çıkmıştır. 31 Ağustos’ta Piazza della Signoria önünde toplanmış olan büyük bir ciompi grubu büyük ve küçük loncaların oluşturduğu kuvvetler tarafından fazla bir çaba sarf etmeden sürülmüşlerdir. İsyan sona ermiş, ciompiler tarafından oluşturulmuş olan lonca feshedilmiş ve Salvestro de’ Medici’lerin düşmesinden sonra dört yıl içerisinde üst yönetim yeniden büyük loncaların eline geçmiştir. Ciompi isyanı, 14.yy.lın ikinci yarısında, kara ölüm (1347–1353) olarak adlandırılan veba salgınından sonra, hak sahibi olmayan grupların yaşam koşullarını iyileştirmek amacıyla meydana gelen ilk ve son ayaklanma olmamıştır. Buna benzer diğer ayaklanmalar, Fransa’da meydana gelmiş olan Jacquerie Ayaklanması (1358) ve İngiltere’de görülen olan Jack Cade ayaklanmalarıdır. Medici Hanedanlığı, Gian Gastone de' Medici’nin 1737 yılında ölümüne kadar Toskana’da hüküm sürmüştür. Daha sonra büyük dukalık, Loren’in dükü Franz Stephan’ın eline geçmiştir. 1753 yılına kadar krallık ile yönetildikten sonra yönetimi, Avusturya hanedanı Maria Theresia’nın oğlu Peter Leopold devralmıştır; böylece Floransa, Avusturya Habsburg Hanedanlığı hâkimiyetine girmiştir. Napolyon Savaşları sırasında Habsburg-Loren Grandükü III. Ferdinand tahtı ele geçirmiştir. Toskana 1808 yılında Fransız İmparatorluğu tarafından ilhak edilmiştir. Floransa, 1809 yılında Etrurya (Etrurien) Krallığı’na başkentlik yapmıştır; fakat 1814 yılında Napolyon’un düşüşünden sonra, Ferdinand tekrar yönetimi ele geçirmiştir. 1833 yılında Ferdinand’ın ölmesinin ardından yönetimi II. Leopold devralmıştır. 1848 yılında Floransa’da liberal devrimcilik hareketi başladığı sırada Leopold bir anayasa kabul etmiştir. Fakat kabul edilen anayasa karşıtlıklara neden olmuştur. 1849 yılında Grandük Avusturya koruması ile geri dönmüştür. 1859’da Fransızların ve İtalyanların Lombardiya bölgesinde Avusturya üzerindeki zaferlerinden sonra Floransa’daki devrim sonucu Leopold, sınır dışı edilerek Toskana, Sardinya-Piemonte Krallığı tarafından ilhak edilmiştir. 1865 ve 1895 yılları arasında Floransa, büyük bir kentsel yenileme ve yapılanma içerisine girmiştir. Kısa süren başkentlik süresi boyunca (15 Eylül 1864 yılından 20 Eylül 1870 yılına kadar) olaylara yön veren bir şehir konumuna gelmiştir. Mimar Giuseppe Poggi, Poggi Planı adı altında yaptığı modernleşme çalışmaları ile şehir Ortaçağın önemli şehirlerinden biri olmuştur. Böylece şehir gelişmiştir; ayrıca su baskınları için yapılan korumalar Poggi tarafından sağlamlaştırılmıştır. Yine bu bağlamda Poggi, şehrin kuzeyinde yer alan şehir duvarını yıkmıştır. Arno nehrinin güneyinde yer alan manzara yolunu “Viale dei Colli”, egzersiz alanı, tren istasyonu ve mezbahana inşa ederek fabrika bacaları için filtreler yapmıştır. Mayıs 1865 yılında başlanan inşa çalışmaları 5 yıl sürmüştür. Şehrin kurulumunu hızlı bir şekilde yapmak için kamusallaştırmaya gidilmiştir. Eski şehir kapıları civarında bulunan büyük alanlara burjuvazilerin ikamet etmesi sağlanmıştır. Viale dei Colli manzara yolunun en yüksek noktasına yabancı turistlerin de ilgisini çeken Pizzale Michelangelo adında manzara noktası oluşturulmuştur. Piagentina, San Jacopino gibi yeni mahalleler oluşturulmuştur. 1869 yılında Mercato Vecchio adındaki büyük şehir pazarının yenilenmesi amaçlanmıştır. Fakat durgunluk ve kriz atmosferi projenin durmasına neden olmuştur. Durgunluk ve kriz atmosferi kısa sürede atlatıldıktan sonra, eski şehrin ortasında modern merkezler oluşturulmuştur. 2 Nisan 1885 yılında proje kapsamında yeni merkezlerin oluşturulacağı alanları, ilgili halk hızla boşaltmaya başlamıştır. Tarihi kiliseler ve yapılar restore edilerek modern bir merkez oluşturulmuştur. Turizm ve modernleşme sonucunda şehir ekonomik açıdan yükselmeye başlamıştır. 19. yüzyılın sonlarına doğru şehir nüfusu üç katına çıkmıştır. Turizm ve endüstri gibi yeni sektörlerin oluşturulmasıyla 20. yüzyılda, artmış olan bu nüfustan olumlu şekilde yararlanılmıştır. Böylece ekonomi ve ticaret yeniden gelişme göstermiştir. II. Dünya Savaşı’nda şehir 1943 ve 1944 yılları arasında Alman ordusu tarafından işgal edilmiştir. Bu süre boyunca Gerhard Wolf yönetimindeki Alman Konsülü şehrin yönetimini ele geçirmiştir. Adolf Hitler 1938 yılında Floransa gezisinde Floransa’ya hayran kalmıştır; fakat Alman askerleri geri çekilirken tarihi bir köprü olan Ponte Vecchio’yu (eski köprü) yıkmakla kalmamışlar, aynı zamanda yolları da kullanılmaz bir duruma getirmişlerdir. Floransa Ilıman okyanusal iklimine sahiptir. Yazlar sıcak ve yağışlı, kışlar serin ve yağışlı geçer. Deniz kenarında olmaması nedeniyle yaz sıcaklığı biraz daha yüksektir ve kışlar daha soğuk geçer ve kar yağışı da görülür. Floransa komününün belediye sınırları içinde nüfusunun 19. ve 20. yüzyıllarda gelişmesi resmi nüfus sayımı sonuçlarına göre şu gösterimde özetlenmiştir: Floransa İtalya devleti yerel idaresi sistemine uygun olarak bir "komun 9belediye)" statusu tasimaktadir. Floransa "komunu" icin yasama organi "Consglio Communalle (Belediye Konseyi)" olmaktadir. Belediye Konseyi 46 meclis uyesindne olusmaktadir ve bunlar her bes yilda bir "nisbi temsil" secim sistemin uyularak yapilan secimlerle secilmketedirler. Bu secim sirasinda ayrica dogrudan dogruya bir oylama ile "Belediye Baskani" da secilmektedir. Floransa Komunu yonetim kurulu dogrudan dogruya secimle gelen bir Belediye Baskani yaninda onun tarafından adayligi konulup secilen 7 adet "degerleyici" adı verilen "Giunta Communale (Belediye Idare Kabinesi)"'dir. Gunumuzde Floransa Komunu Belediye Baskani gorevi "İtalya Demokratik Parstis", "Sol Ekoloji Bagimsizlik" partisi ve "Sol Federasyonu" adı verilen bir progresif partiler birlesik koalisyonu tarafından secilmis olan "Matteo Renzi"'nin 4 Mart 2014'te istifasindan sonra onun yardimci belediye baskani olarak secmis oldugu "Dario Nardella" tarafından yapilmaktadir. Kentin merkezindeki en önemli meydan Piazza della Signoria'dır (Signoria Meydanı). Bu meydan etrafında tarihsel binalar ile çevrilmiş ve birçok heykel ve anıt bulunan çok çekici bir meydandır. Bu meydanın ortasında Neptün Çeşmesi bulunur. Neptün Havuzunun ortasında mermerden yapılmış deniz tanrısı Neptün'ün heykeli, mermer atlar ve etrafında deniz kızları ve erkek deniz tanrıları bulunur. 1565 yılında yapılmıştır. Ayrıca Neptün'ün altında bulunan yunuslarda Floransanın denizlerde hakimiyetini temsil eder. Meydandaki büyük saray Palazzo Vecchio uzun seneler yönetim merkezi olarak kullanılmıştır. İçinde birçok Rönesans eserleri bulunur. Rönesans ressamı Giorgio Vasari buradaki sayısız eseriyle İtalya'nın önemli ressamlarından biridir. Ayrıca aynı meydanda Michelangelo'nun ünlü heykeli David'in bir kopyası bulunur (aslı Accademia Müzesi'nde koruma halindedir). Bu meydan bulunan "Loggia" adli yapı üzeri kapalı ama kenarlı kemerli ve açık bir gösterim binası olup içinde birçok antik ve daha yeni yapılmış heykeller gösterilmektedir. Kentin en önemli sanat müzesi Piazza della Signoria'nın yakınındaki Uffizi Galerisidir. Dünya çapında İtalyan Rönesansının en nadir örnekleri bu müzede bulunur. Bu müzeye çok yakın bir mesafede bulunan Arno nehrinin üzerindeki Ponte Vecchio ("Eski Köprü") çok ilgi çekici bir köprüdür. Köprüler şehri Floransa'nın II. Dünya Savaşı'ndan zarar almadan tek çıkan köprüsüdür. Kentin en önemli kilisesi yapımı 1436 yılında biten Santa Maria del Fiore'dir. Genellikle "Duomo" adıyla bilinen bu katedralin kubbesi çok büyük bir mimarlık harikası olarak bilinir ve Floransa resimlerinde her zaman ön planda görünen bir yapıdır. Duomo'nun bir parçası sanılan Campanile (çan kulesi) ve yine hemen yanındaki Battistero di San Giovanni Vaftizhanesi de özellikle bronzdan dökme kapılarında İncil sahnelerini rölyef halinde gösteren önemli yapıdır. Floransa'da diğer müzeler Pitti Sarayı, Duomo Katedral Müzesi, Bargello heykel müzesi, Accademia dell' Arte del Disegno müzesi önemli dünya müzeleri arasındadır. Bunların dışında çok sayıda bahçe, saray ve kilise yer almaktadır. Boboli Bahçeleri, Santa Crocce, Santa Maria Novella ve San Lorenzo kiliseleri görülmeye değer yerler arasında yer alırlar. Floransa'nın en ünlü gezi yerlerinden biri de Vasari Koridoru ve Bountalenti Mağarasıdır. Vasari Koridoru, Palazzo Pitti ile Palazzo Vecchio arasında özel bir bağlantı yolu sağlar.Bu koridor Giorgio Vasari tarafından dönemin hükümdarlarının halkın arasına karışmadan iki büyük saray arasındaki ulaşımı sağlaması için yapılmıştır. Günümüzde içinde değerli eserler saklıdır. Floransa'nın nüfusu diğer İtalyan kentleri gibi yaşlı bir nüfustur. 14 yaşın altındaki çocuklar nüfusun sadece %11'ini oluşturmaktayken 65 yaş üzerindeki emekliler nüfusun %28'ini oluştururlar. Dünyaca ünlü modacı Gucci'nin merkezi Floransa'da bulunur. Kentin ATAF adıyla bilinen oldukça etkin bir belediye otobüsü sistemi vardır. Floransa'nın Amerigo Vespucci Havaalanı kent merkezine çok yakın olup Lufthansa ve Air France gibi uluslararası uçak firmaları bu havaalanına çok sık seferler yapmaktadırlar. Floransa şu kentlerle kardeş şehir (KŞ) ve dostluk pakti (DP) bağlantısı kurmuştur: Alerjik konjonktivit Alerjik konjonktivit aslında bir grup hastalığı tanımlayan genel bir terimdir. Temelde tip I aşırı duyarlılık reaksiyonu ile birlikt
e görülmekte birlikte, süreğen -kronik- tiplerinde hücresel bağışık yanıt da -tip IV reaksiyon- rol oynamaktadır. En sık rastlanan alerjik göz hastalığıdır, genellikle çocuklukta başlar, aile öyküsü vardır, astım gibi benzer alerjik şikayetler bulunabilir. Yatkın bireylerin, konjonktivasına temas eden havadaki allerjen maddeler, konjonktivada, tip I alerji reaksiyonu oluşturur. Konjonktivada yer alan bazofil ve mast hücrelerinin IgE antikorları için reseptörleri vardır. Hücre içerisindeki salgısal taneciklerden, histamin proteoglikan (heparin), proteazlar (triptaz), gibi etken maddeler de salgılanır. Bu etken maddeler, damar duvar geçirgenliğinde artış, akciğer bronşlarında daralma, yangı hücrelerinin ortama çekilmesi gibi etkilere sahiptir. Konjonktivada bu açığa çıkan maddelere bağlı olarak; gözlerde kaşınma, kızarma ve sulanma görülür. Göz kapakları hafif şişmiş olabilir, kornea çoğunlukla salimdir ve kişinin görmesi etkilenmemiştir. Aynı zamanda, burun akıntısı, hapşırma, burunda tıkanıklık ve kaşıntı gibi, alerjik rinit bulguları da olabilir. Tedavisinde, soğuk kompresler, etkenden kaçınması, antihistaminik ilaçlar, nonsteroidal anti inflamatuar (NSAİ) ilaçlar, kortikosteroidli damlalar kullanılabilir. "Not: Kortikosteroidli damlaların ciddi yan etkileri bulunur." Pereniyal, kelime anlamı olarak yıl boyunca süren demektir. Pereniyal alerjik konjonktivit, aslında mevsimsel alerjik konjonktivitin türevidir, belirtileri ve bulguları bir miktar daha hafif olmakla birlikte mevsimsel alerjik konjonktivitte olduğu gibidir. Bu hastalıkta mast hücreleri sürekli aktiftir ve etken maddeleri sürekli bir şekilde salgılarlar. Zaman zaman alevlenmeler ve, eşlik eden alerjik rinit bulguları da olabilir. Bu hastalıktan genellikle, mevsimsel özellik göstermeyen allerjenler sorumludur, bunlar, akarlar, mantarlar, ev tozu, kuş tüyleri gibi daha çok organik kökenli moleküllerdir. Tedavisi, mevsimsel alerjik konjonktivitte olduğu gibidir, ilaçların sürekli kullanılması gerekebilir. Allerjene maruz kalma ile ani olarak ağır kapak ödemi, konjonktivada kızarıklık, ve ödem gelişebilir. Allerjen etken olarak topikal ilaçlar, polenler, mantarlar ve böcek ısırmaları sayılabilir. Aynı zamanda alerjinin diğer belirtileri olan rinit ve ürtiker de görülebilir. İleri olgularda anaflaksi bulguları (anjioödem, bronkospazm ve hipotansiyon) bulunabilir. Tedavisinde soğuk kompresler, sistemik ve topikal antihistaminikler, damar büzücü (vazokonstriktör) ilaçlar genellikle yeterli olur. Ağır olgular ölüm riski içerir, anaflakside olduğu gibi tedavi edilmelidir. Bu tip, konjonktivada ve korneada daha şiddetli bir tutulum yapar. Dev papiller alerjik konjonktivit oluşumunda Tip I aşırı duyarlılık yanı sıra hücresel bağışıklık da sorumludur. Vernal konjonktivit, tipik olarak çocukluk çağlarında, 10 yaş öncesinde başlar ve 20’li ve 30’lu yaşlarda sıklığı azalır. Ergenlikten önce erkeklerde kızlara göre 2-3 kat daha fazla görülür ancak 20 yaşından sonra cinsiyetler arasında bu görülme sıklığı farkı ortadan kalkar. Limbal ve palpebral olmak üzere iki formu vardır. Palpebral formda, özellikle üst göz kapak konjonktivasında, limbal formda ise kornea ve sklera bileşke bölgesindeki konjonktivada tutulum vardır. Erken evrelerde küçük ve sayıca az olan papillalar, zamanla sayıca ve hacim açısından artış gösterirler, ve konjonktivada kaldırım taşı manzarasında dev papillalara dönüşürler. Konjonktiva ödemli ve kalınlaşmış olarak izlenir. Her iki formda da ağır olgularda kornea tutulumu olabilir. Bir önceki konuda sözü geçen genel tedavi önlemleri bu hastalık için de geçerlidir. Tedavinin temel bileşeni mast hücre membran stabilazörü ilaçlardır. İlaçların yıl boyunca kullanılması gerekebilir. Ağır olgularda kısa süreli kortikosteroidli damlalar kullanılabilir. Genellikle ailesel veya kişisel olarak, atopik dermatit, astım, alerjik rinit, ürtiker veya besin alerjisi gibi atopik hastalığı olan kişilerde görülür. Atopik keratokonjonktivit olan hastalarda en sık rastlanan atopik hastalıklar, astım ve atopik dermatitdir. Atopik dermatiti olanların yaklaşık %25’inde atopik keratokonjonktivit vardır. Çocuklukta başlayabilse de vernal konjonktivitden farklı olarak daha geç olarak 20’li yaşlar civarında başlar. Göz kapakları sıklıkla tutulmuştur, göz kapaklarının cildi kızarık ve pul pul olmuştur. Konjonktiva tutulumu genellikle alt kapaktadır, papillalar vardır ancak bunlar vernalde olduğu kadar belirgin değildir, daha çok skatrizan -yara yeri iyileşme dokusu- bir görünüm vardır. Kornea tutulumu vardır. Tedavisi vernal olduğu gibidir, kirpik diplerinin temizliği ve hijyeni önemlidir. Cilt tutulumu için sistemik ilaç tedavisi gerekebilir. Kontakt lenslere, göz küresine uygulanmış bazı protez veya eksplantlara veya göz ve çevre dokularında kullanılan dikiş malzemesine bağlı olarak gelişir. Oluşmasında mekanik irritasyonunun önemli bir yeri vardır. Tedavisinde yol açan etkenin ortadan kaldırılması ve antialerjik ilaçların kullanılması gerekebilir.? São Paulo São Paulo, , Brezilya'nın 26 eyaletinden birisinin başkenti ve ülkenin başlıca sanayi merkezlerinden biridir. 12 milyonu aşan nüfusuyla Güney Amerika'nın en büyük kentidir. (Çevresindeki metropolitan alanıyla birlikte, nüfusu 20 milyonu aşmaktadır.) São Paulo, Brezilya'nın güneydoğusunda işlek bir liman olan Santos'tan 48 km uzakta, Serra do Mar tepeleri üzerinde kuruludur. Santos'a elektrikli tren hattı ve otoyolla bağlanmıştır. Bu tepelerden doğan Tietê ırmağı kentin hemen doğusundan geçer. São Paulo, bir dizi küçük kasabaya ve geniş tarım alanlarıyla otlaklara tepeden bakar. Rio de Janeiro, São Paulo'nun 355 km. kuzeydoğusunda yer alır. São Paulo 1554'te Portekizli Katolik rahipler tarafından bir "yerli" yerleşim merkezi olarak kuruldu. 1700'lerde küçük bir kasaba iken çabuk büyümesinin nedenleri arasında verimli toprakları ve yüksek rakımı sayesinde gelişen kahve üretimi yer almaktadır. Yerleşim yeri üç patikanın kesiştiği 800 metre yükseklikte bir tepedeydi. Kahve plantasyonlarının bölgenin başlıca zenginlik kaynağı haline geldiği 19. yüzyılda São Paulo gelişmeye başladı. Kısa süre sonra da, bir sanayi, ticaret ve bankacılık merkezine dönüştü. Kent ve çevresinde İtalya, Portekiz, İspanya, Almanya ve Japonya'dan pek çok göçmen geldi. Portekizce konuşulan São Paulo'da halkın büyük bölümü Katolik'tir. Dokumacılık ürünleri, mekanik ve elektrikli gereçler, mobilya, gıda maddeleri ve ilaçtan Brezilya sanayi ürünlerinin üçte biri São Paulo'da üretilir. Kentin yakınlarındaki Cubatão'da Brezilya'nın en büyük petrol rafinerisi bulunur. São Paulo bölgesinde kahvenin yanı sıra şekerkamışı, pamuk, mısır, pirinç, fasulye ve meyve yetiştirilir. Sığır yetiştiriliciliği de yaygınlaşmaktadır. Kentte çok sayıda okul ve kütüphane bulunur. Yılanlar ve yılan sokmaları üzerinde araştırmalarıyla ünlü Butanta Enstitüsü de São Paulo'dadır. São Paulo'nun 19. yüzyıldan bu yana sürekli büyümesi gecekondulaşmayı da beraberinde getirdi. Milyonlarca insan kentin çevresinde, sağlıksız barınaklarda yaşamaya başladı. 20. yüzyılın başlarında, Japon, Suriye ve Lübnanlı göçmenlerin gelişiyle göç dalgası sürer. Çevre kirliliği ciddi boyutlara ulaştı. Kent içi ulaşım önemli bir sorun oldu. Durmadan yeni yolların yapıldığı ve gökdelenlerin yükseldiği São Paulo, "Güney Amerika'nın Chicago'su" olarak nitelendirilir. 1940'ta 1,3 milyon olan nüfusu hızlı kentsel gelişmeyle 1960'ta 3,7 milyona, 2010'da ise 12 milyona ulaştı. 2009 Yılının Mayıs Ayında THY İstanbul-Sao Paulo seferlerini başlatmıştır. Jeep Jeep Chrysler otomotiv grubuna ait tescilli bir arazi aracı markasıdır. 1938 yılında motosikletlerinin ve diğer askeri araçlarının "(modifiye edilmiş Ford Model-T)" yerine geçebilecek; hafif, manevra yeteneği güçlü, sağlam, güvenli ve seri bir genel maksatlı araç arayışı içinde olan ABD ordusu bu ihtiyacını karşılamak için bir yarışma düzenledi. 135 farklı firmaya yarışmaya katılması için çağrıda bulunuldu. Ancak yarışmaya katılacak firmalar bazı kısıtlamalara da uymak zorundaydılar. Taşımacılık için ağırlığın 600 lbs'yi ve dingil aralığının 75 inç'i geçmemesi bu kısıtlamalardan bazılarıydı. Sadece 49 günde bir prototip ve ayrıca 75 günde 70 test aracı üretmek için kıyasıya bir mücadele başladı. Sonuç olarak sadece üç firma bunu başarabildi (Bantam, Willy-Overland, ve Ford). Yarışmayı kazanan 738,74 $'lık fiyatıyla Willy-Overland oldu. Bu modelin adı CJ1A idi. Bir askeri araç için gayet lüks olan bu araçta tente ve otomatik camlar vardı. Ertesi yıl, orduda epey iyi tutan bu araç CJ2 ismi ve birkaç farklılıkla sivil halkın kullanımına sunulmuştu. Jeep isminin nerden geldiği tam olarak bilinememekle birlikte Ford'un yarışma için ürettiği 'Ford GP' isminden geldiğine inanılmaktadır. 'GP' isminin ise General-Purpose "(Genel maksatlı)" ya da G=Government ve ABD'deki 4X4 sınıfını ifade eden P'nin birleşimiyle oluştuğu düşünülmektedir. O güne kadar ABD ordusunda kullanılan araçlar "GP" "(General Purpose okunuşu: cipi)" olarak adlandırılıyordu, bu yüzden de Willy ilk üretilen araçlara Jeep ismini koydu, "CJ" ismi ise daha sonra bu jeeplerin sivil halka satılmasıyla başladı, sivil jeep'i anlamına gelen "Civilian Jeep" isminin kısaltması olarak CJ kullanıldı cj3 - cj6 arası olanlar 1100 kilogramdır. Düz 6 silindir ve düz 4 silindir, benzinli motorları vardır. cj serisinin vitesleri 3 ve 4 vitestir. Cherokee serisi ise 5 vites Otomatik şanzımanlıdır. Epistemik Cemaat Epistemik Cemaat, Prof. Dr. Hüsamettin Arslan'ın 1986 - 1991 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nde yaptığı doktora tezi çalışmasının kitap olarak yayınlanmış biçimidir. Kitaba göre, bilgi Batıda (ABD, Birleşik Krallık, Fransa vs.) üretilir ve Doğudakiler onları (üreticileri) takip ederler. Yazar, bu gruba bilimin eşik bekçileri anlamında epistemik cemaat demektedir. Kitabın tam adı "Epistemik Cemaat / Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi" olup , 1992 yılında Paradigma Yayınevi tarafından İstanbul'da yayınlanmıştır. Atış bilimi At
ış bilimi veya balistik, mermi ve füzelerin hareketlerini inceleyen bir bilim dalıdır. Uygulamalı mekaniğin bir kolu olarak düşünülebilir. Balistik üç bölüme ayrılır: Her bir kısım bir önceki bölümle sıkı irtibatlıdır. Bu bölüm, kimyasal enerji kaynağını, gazın genişlemesini ve ortaya çıkan enerjinin kontrolünü ve yönlendirilmesini inceler. Askeri silahlar, askeri olmayanlara göre sıcaklık ve basınç bakımından daha çok zorlanmış durumlarda çalışırlar. Bir merminin silah içindeki hareketi, gazın mermiye etkisi ile ilgilidir. Mermi hareketi sırasında, içinde bulunduğu namluya basınç yaparken arada sürtünme kuvveti ortaya çıkar. Yüksek sıcaklıktaki gaz, namluyu o derece ısıtır ki, onunla kimyasal reaksiyona dahi girer. Gerçekte modern bir silah bir ısı makinasından ibarettir. Çalışması otomobil motoruna benzer. Burada genişleyen gaz bir piston yerine merminin hareketine sebep olur. Ateşlemenin yapılması sonucu yüksek basınçla yayılan gazın basıncı artarken, mermi atalet ve sürtünme sebebiyle hareket etmez. Ancak, basıncın daha da artması, merminin hareketine sebep olur. Merminin hareketi sonucu hacim büyürken, basınç bir maksimuma erişinceye kadar hızla yükselir. Bundan sonra basınç düşer, mermi silahı terk ederken bu miktar maksimumun % 10-30'u arasında değişir. Silahın ağzındaki basınç, merminin burayı terk etmesinden sonra da belli bir mesafe için hızlanmasını sağlar. Değişik bir düzen şekli de, genişleyen gazların bir kısmının diğer yönde çıkması sağlanarak silahı etkileyen kuvvetler dengelenir. Mermi hızlarını ve gaz basınçlarını zaman ve merminin silah içindeki hareketine bağlı olarak ifade eden formüller geliştirilmiştir. Modern top mermilerinde yerçekimi ivmesinin 20.000-30.000 katları kadar ivme elde edilirken, yüksek gerilimler meydana gelir. Bu sebeple, iç balistik namlu gerilmesinin hesabını önemli bir konu olarak telakki eder. Silahta ortaya çıkan iç gerilmeler, aynı zamanda dışarıdan tatbik edilecek gecikmelerle önemli ölçüde azaltılır. İç balistiğin diğer bir konusu da, silahın namlu içindeki spiral şeklindeki yiv ve setlerdir. Bu, uzun bir merminin dönerek hedefe ulaşmasına sebep olurken, yörüngesinin kararlı olmasını sağlar. Spiral yivler silah namlusunun eğimine bağlıdır. Düzgün olabileceği gibi, ağza doğru sıklaşabilir veya bunların bir çeşit birleşmesinden ibaretir. Mermi veya füzeye tesir eden atalet, yerçekimi ve hava tarafından tesir eden aerodinamik kuvvetlerin bilinmesi halinde, yörüngelerin hesabı önemli bir zorluk arz etmez. Ancak, aerodinamik kuvvetlerin bilinmesi oldukça zordur. Bir mermi, hava direncini yenmek ve dengeli (stabil) uçuş yapmak için uçuş müddeti boyunca hedef noktasına doğru ilk çıkış pozisyonunda gitmek zorundadır. Eğer mermi pozisyonunu değiştirirse, hatta takla atarsa, bu uçuşun planlandığı gibi sonuçlanmamasına ve menziline düşmemesine sebep olur. Uçuş stabilizasyonunu sağlamak için iki metot vardır. Bunlar, kanatçık stabilizasyonu ve dönme stabilizasyonudur. Kanatçık stabilizasyonunda, mermi üzerine monte edilmiş kanatcıklar merminin kendi ekseninde dönmeden gitmesini sağlarlar. Bu durum kanatçıklar üzerinde ortaya çıkan aerodinamik kuvvetler yardımıyla temin edilir. Spin stabilizasyonlu bir merminin ise sahip olduğu jiroskobik dönme hareketinin bir sonucu olarak daima ilk hedef doğrultusu boyunda hareketi devam eder. Bu dönme hareketinin ataleti, doğru eksenden olacak sapmalara müsaade etmez. bkz Balistik katsayısı Temel bilgilerin elde edilmesindeki güçlükler dolayısıyla balistiğin bu kolu, diğer dallar olan iç balistik ve dış balistikten geri durumdadır. Fakat Radyografi alanındaki ve yüksek sürat fotoğraf çağındaki hızlı gelişmeler bu konuya yardımcı olmuştur. Ancak alınan bilgilerin güvenilebilirliği konusu hala tartışılagelmektedir. Bütün bilinen silah tipleri ve hedef şartlarında hedefin tahrib edilmesi aşağıdaki fiziki tesirlerle olmaktadır: Kriminalistik Kriminalistik, adli bilimler veya bilimsel polislik, suçluların bilimsel yöntemler kullanılarak tespit edilmesini ve suç olaylarının aydınlatılmasını içeren bilimler demeti. Kriminalistik, etimolojik olarak Latince "crimen" (suç) kelimesinden türetilmiş olup kriminolojinin bulgularından faydalansa da nitelik ve maksat açısından bu iki dal birbirinden ayrılır. Kriminalistik bir bilim değil bir tekniktir ve fizik, biyoloji ve kimya bu tekniğin temelini teşkil eder. Kriminalistiğin kendi değişmez kanunları yoktur. Uygulanacak kurallar ve teknolojideki gelişmeler kriminal incelemelerde büyük değişiklikler meydana getirir. Kriminalistik alanı suçlunun ortaya çıkarılmasını hedeflediği kadar, masumun hatalı yere suçlanmasını önlemeyi de hedefler. Kişinin suçlu olduğunun ispatı yöntemi tarih boyunca birçok değişiklik göstermiştir. İlk zamanlar ispat şeklinin en kolay yolu olan itiraf kullanılmış ancak bu yöntem insanlık için büyük bir utanç olan işkence uygulanmasını da beraberinde getirmiştir. Zamanla bu yöntemin ve kişilerin tanıklıkları ile sonuca gitmenin sayısız olumsuz sonuçları insanları yoruma bağlı olmaksızın gerçeği ortaya çıkartacak bazı teknikler bulmaya itmiştir. 19.yy.'ın sonlarına doğru bilim alanında ve teknolojideki gelişmeler suçla mücadelede yeni ufuklar açmıştır. Bu değişiklik kriminal bir olayın çözümünün laboratuvarlarda olabileceği düşüncesini doğurmuştur. Günümüzde polisin laboratuvardan yoksun olarak çalışamayacağı gelişen olaylardan açıkça anlaşılmaktadır. Kriminalistik, olayla ilgili maddi delillerin bulunması ve bu delillerin ilgili kişilerle karşılaştırılması yolu ile olayın çözümlenmesini sağlarken, gelişmiş teknikler uygulayan laboratuvarlar ve konularında uzman bilirkişilerden faydalanır. Maddi delilleri incelemenin temel prensibi çok basittir. Bir kişi olay yerinden bir şey alır veya orada kendisinden bir şey bırakır. Bu nedenle olay yerini inceleyen uzmanlar hangi maddi delilin ne şekilde olayı aydınlatacağı, nelerin delil özelliği olabileceği ve bu delillerin laboratuvarlara hangi koşullarda ulaştırılacağı konusunda fikir sahibi olmalıdır. Suçluların kendini sürekli olarak geliştirdikleri günümüzde suçla mücadele yöntemlerinin de sürekli yeniliklere açık olması gerekmektedir. Bertillon'un Antropometrisi ile başlayan bu süreç bugün birçok bilim dalının bir araya gelmesi ile çok farklı bir boyut kazanmıştır. Artık tıp doktorları, biyologlar, odontologlar, entomologlar, toksikologlar, kimyacılar, bilgisayar programcıları, fizikçiler ve hatta meteoroloji uzmanları gibi çok farklı dallarda çalışan kişiler suçların çözümlenmesi, suçluların yakalanması ve masumların serbest kalması için polis birimleri ile omuz omuza çalışmakta ve adalete hizmet vermektedir. Bir olayda elde edilen mermi çekirdeklerinin, daha önceki olaylarda kullanıldığı saptanan silahlarla atılan mermi çekirdekleri ve bilgisayar ortamında tutulan arşivlerle kıyaslanması, herhangi bir belgenin sahte olup olmadığının veya belge üzerine sonradan bir ekleme yapılıp yapılmadığının tespiti, olay yerinde bulunan iz miktardaki biyolojik materyalden DNA analiz yöntemleri ile kişinin kimlik tayininin yapılması, vücut sıvılarında bulunan iz miktardaki toksik maddenin varlığının ortaya çıkarılması, cesette bulunan böcek larva türleri ve polenlerin incelenmesiyle olayın geçtiği yerin ve ölüm zamanının tayin edilmesi, belli tarihte belli bir bölgedeki meteoroloji kayıtları göz önüne alınarak, bu bölgede olayın geçtiği ortamın gün ışığı, rüzgar, nem gibi açık hava şartlarını tespit edilmesine kadar son derece detaylı incelemeler yapılabilmektedir. Bu incelemelerin sonuçları, her biri konusunda uzman bilirkişilerce mahkemede açıklanıp olayın çözümlenmesine önemli katkıda bulunulur. Kayseri Fen Lisesi Kayseri Fen Lisesi, 1984 yılında kurulmuştur. Fen liseleri arasında açılış tarihi olarak dördüncü sırada bulunmaktadır. Okul binası Kayseri'nin 20 km uzağında bulunmaktadır. Kurulduğu yıllarda çok az bina ile eğitim sağlayan okul, geride bıraktığı 30 yılı aşkın sürede geniş olanaklı bir kampüse kavuşmuştur. Okul binası; Okul bahçemizde 2 basketbol sahası, 1 voleybol sahası, 1 futbol sahası mevcuttur. Okul Pansiyonumuz,çok amaçlı salonumuz ve okul kantinimizde okulumuz bahçesi içerisinde yer almaktadır. Fizik, kimya, biyoloji ve bilgisayar laboratuvarlarımız derslerin deneysel kapasitesini kaldıramayacak şekilde olup araç-gereç ve malzeme eksiğimiz bulunmaktadır. 209.956 m²'lik eski Taksan arazisine Kayseri Valisi Sayın Yüksel ÇAVUŞOĞLU'nun büyük gayret ve çalışması ile açılmasına karar verildi. 24 Eylül 1984'de Cumhurbaşkanı Sayın Kenan EVREN, Millî Eğitim Bakanı Sayın M. Vehbi DİNÇERLER ve Kayseri Valisi Sayın Yüksel ÇAVUŞOĞLU' nun katıldığı bir törenle hizmete açıldı. 1989 yılında Kayseri'nin Büyükşehir statüsüne kavuşması ile şehir merkezi iki ilçeye ayrılmıştır. Fen Lisesi Melikgazi ilçesi sınırlarında kaldığı için Kayseri Melikgazi Fen Lisesi olarak anılmaya başlanmıştır. Okulumuz, ana bina, kız ve erkek yurtları, misafirhane, personel ve öğrenci lokalleri ile yemekhanesi, kantin ve kooperatifi, kapalı spor salonu, 32 öğretmen lojmanı, lisan, bilgisayar, fizik, kimya, biyoloji laboratuvarları ve internet salonuyla komple bir tesisdir. Öğrencilerimiz yurt odalarında 6-8 (İstisna olarak 4) kişi birlikte kalırlar. Yalnız kız yurdunda televizyon izleme odası mevcuttur. Okulumuza her yıl 78 kişi alınmakla birlikte son 2 yılda alımlar 120 kişi olmuştur.Bununla birlikte kontenjan sınırı kalktığı için bazı sınıfların mevcudu 30 kişiyi geçmiştir.Eğitimimiz Türkçedir. ÖSS,ÖYS,YGS VE LYS'de Türkiye okullar sıralamasında ve bireysel bazda üst sıralarda yer almıştır. http://kayserifenlisesi.meb.k12.tr Kangal Kangal, Sivas ilinin bir ilçesidir. Eski devirlerdeki ismi "Arangas" ya da "Aranga"'dır. Kangal, ilk çağlardan beri yerleşimin varolduğu bir bölgedir. Karaseki'de, Akçakale Köyü'nde, “Hitit Şehri” kalıntıları ve iskânları tespit edilmiştir. İlk çağlara ait birçok bulgu, çeşitli müzelerde sergilenmektedir: Havuz Beldesi, Karaseki bölgesinde bulunan, Geç Hitit Dönemi'ne ait “Kapı Aslanı” heykeli Ankara
Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde; Yarhisar Höyüğü'nde bulunan, yine Hitit Dönemi'ne ait, üzeri hiyeroglif yazılı altın mühür yüzük, Sivas Müzeler Müdürlüğü'nde sergilenmektedir. Osmanlı döneminde kayıtlarda Yeni-il olarak geçmektedir. Yeni-il mali bakımdan padişah III. Murat'ın validesi Nur Banu Sultan'ın İstanbul Üsküdar'da yaptırdığı caminin evkafına bağlanmıştır. Bu nedenle de bu bölgeye yerleştirilen Türkmen gruplarına Yeni-il Türkmeni veya Üsküdar Türkmenleri denilmektedir. Kangal köylerinde etnik yapı; Türkmen, Karapapak, Kürt ve Zaza gruplarından oluşmaktadır, Kürt ve Zaza kökenli Alevi vatandaşların çoğunluğu Tunceli bölgesinden gelmiş olup Koçgiri aşiretindendir. 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra Türk hakimiyetine giren Kangal, Selçuklu Devleti ve Danişmend Devleti egemenliklerini görmüştür. 1413'te I. Bayezid devrinde Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Kangal, 1302 tarihli Sivas Salnamesi'nde “kaza” olarak geçer. 1902'de ilçe olmuştur; ilk kaymakam olarak eski Sivas valilerinden Muammer Bey atanmıştır. Kangal'ın adının duyulması ve gelişmesine Kangal Ağaları büyük katkıda bulunmuşlardır. Milli Mücadele Dönemi'nde, bazı kaynaklarda geçen adı ile “Ulviye Kadın Cemiyeti”nin bir şubesi de Kangal'da açılmıştır. Sivas Kongresi sırasında çıkarılan, Milli Mücadele'nin ilk resmi yayını “İrade-i Milliye Gazetesi”nde yayınlanan bir nizamnâme ile kurulan ve Anadolu'nun birçok kentinde faaliyet gösteren “Anadolu Kadınları Müdafa-i Vatan Cemiyetleri”nin ilk şubelerinden biri Kangal'da açılmış, Milli Mücadele'ye cephe gerisinde çok önemli hizmetlerde bulunmuştur. Nüfusu 12.000 ile 14.000 arasında değişen ilçe sürekli göç vermekte, ilçenin nüfusu giderek azalmaktadır. Önceki yıllar, İstanbul başta olmak üzere büyük illere göç veren ilçe, son yıllarda Sivas merkezine de göç vermektedir. Ayrıca ilçede 1996 yılında öğretime başlayan birde yüksek okul(Kangal Meslek Yüksek Okulu)bulunmaktadır. Yüksek okulda; Teknik programlar bölümüne bağlı "Makina-Elektrik-Bilgisayar Teknolojisi ve Programlama", İktisadi ve İdari Programlar bölümüne bağlı "İşletme-Muhasebe" bölümleri bulunmaktadır. Yüksek okul, Kangal ilçe merkezinde bulunmaktadır. Yüksekokul kampüsü içerisinde 3 katlı okul binası, öğrenci yurdu,yemekhane, çamaşırhane, atölye ve laboratuvar binaları bulunmaktadır. Kampüs içerisinde, kapalı ve açık basket, voleybol, futbol sahaları ile masa tenisi salonu bulunmaktadır. Yüksekokul binasında; 10 adet derslik, 1 bilgisayar laboratuvarı, 1 elektrik ölçme laboratuvarı, 1 görsel derslik ve kantin bulunmaktadır. Kangal köpeği ve Kangal Koyunu meşhurdur. Ayrıca Kangal balıkları, Sedef Hastalığı (psoriasis) adı verilen bir cilt hastalığının tedavisinde alternatif metod olarak kulanılıyorlar. Ayrıca "Sivas kangal köpekleri"', Namibya'da yaygın bir şekilde yerli çiftçiler tarafından kulanılıyor. Güney Afrika Cumhuriyetindeki çiftçiler hayvanlarını ve ekinlerini başta Çitalar olmak üzere yırtıcı hayvanlardan korumak için bu köpekleri kullanıyorlar. Gırtlak Gırtlak (larinks veya larenks), boynun ön soluk borusunun üst kısmında yer alan bir solunum ve ses organı. Boynun ön tarafında; yetişkinlerde 3. ve 6., bebeklerde ise 2. ve 4. boyun omurları hizasında bulunur. Basit bir kutu görünüşünde olan gırtlak; kıkırdak, zar ve bağlardan yapılmış önemli vazifeleri bulunan bir organdır. Solunum yolunun üst kısmını teşkil eder ve aynı zamanda ses organıdır. Bu sebeple gırtlağın yapısı solunum borusunun diğer kısımlarından daha farklı ve karışıktır. Gırtlağın üst deliği solunum yolunu daraltabilecek ve hatta icabında tamamıyla kapatabilecek bir mekanizmaya sahiptir. Bilhassa sesin meydana gelmesi ile ilgili olan bu mekanizma, icabında solunum yolunu kapatmak suretiyle yabancı maddelerin daha içerilere girmesine mani olur. Bu suretle organizma kendini ölüme bile götürebilecek olan bir hadiseden kurtulma imkânına sahip bulunmaktadır. Büluğ çağında erkek çocukların gırtlağı hızla büyümeye başlar. Bütün kıkırdaklarda ve her yönde cereyan eden bu büyüme sonucunda bir sene zarfında mizmar aralığının uzunluğu hemen hemen iki misline çıkar. Ses kıvrımlarının (ses tellerinin) uzaması neticesinde bu çağda erkek çocuklarının sesi değişir ve kalınlaşır. Kız çocuklarında gırtlağın büyümesi büluğ çağında da yavaştır. Bu yüzden gırtlak erkeklerde hem genişlik hem de uzunluk bakımından kadınlardan daha büyüktür. Gırtlağın çevresi erkeklerde ortalama 136, kadınlarda 112 milimetre kadardır. Cins ve yaş durumlarından başka, çeşitli şahıslarda da gırtlak büyüklük ve şeklinde çeşitli farklılıklar görülebilr. Bundan dolayı insanların sesleri de birbirinden çok farklıdır. 20 yaşından itibaren gırtlak kıkırdakları kemikleşmeye başlar ve elastiki kıkırdaktan yapılmış olan epiglot ve ses tellerinin bağlandığı çıkıntılar hariç diğer kıkırdakların büyük kısmı yaşlılarda kemikleşmiş olur. Gırtlağın iskeletini meydana getiren kıkırdaklar dokuz tanedir. Bunların üçü çift, üçü tektir. Tek olanlar tiroit kıkırdak (kalkansı kıkırdak), krikoit kıkırdak (yüzüksü kıkırdak) ve epiglot (gırtlak kapağı kıkırdağı)tur. Çift olanları ise aritenoit, corniculat ve cuneiform kıkırdaklarıdır. Tiroit kıkırdağın boynun ön tarafında yaptığı çıkıntıya halk arasında "adem elması" ismi verilir. Gırtlağın kasları da beş tanedir. Bunlardan dört tanesi çift, bir tanesi de tektir. Bunların kimisi ses tellerini uzatır, kimisi de kısaltır. Yine kasların bazıları mizmar aralığını daraltırken, bazıları da genişletir. Gırtlak kaslarının vazifelerinden ikincisi ise, yabancı cisim ve zararlı maddelerin alt solunum yollarına geçmesini önlemek için gırtlağı kapatmaktır. Bu kasları harekete geçiren uyarı, yabancı zararlı maddelerin gırtlak iç yüzeyine teması neticesinde meydana gelen reflekstir. Gırtlağın iç yüzü, bütün solunum yollarında olduğu gibi, çok katlı titrek tüylü epitel ile örtülmüştür. Yalnızca fazla mekanik tesirler altında kalan ses tellerinin üzeri boynuzsu (çok katlı yassı) epitel ile örtülmüştür. Gırtlak mukozasının altında her tarafta çeşitli salgı bezleri bulunur. Bunların vazifeleri gırtlak iç yüzünün daima nemli kalmasını sağlamaktır. Bu durum, burun boşluğunda olduğu gibi buradan geçen havanın temizlenmesi ve neminin arttırılmasında önemli rol oynar. Larinks aynası denilen bir alet ile gırtlağın üst ve orta bölümleri görülebilir. Gırtlağın sinirleri vagus sinirinin iki dalından gelir. Bunların dallarının kesilmesi veya kanser hücreleri tarafından buraların istila edilmesi neticesinde ses kısıklığı meydana gelir. Gırtlağın kendi özel isimleriyle anılan çeşitli hastalıkları vardır. Gırtlak difterisi, gırtlak veremi, larenjit (gırtlak iltihabı), gırtlak felci en önemlileridir. Bütün organlarda olduğu gibi, gırtlak tümörleri de iyi huylu (selim) ve kötü huylu (habis) olmak üzere ikiye ayrılır. Gırtlağın iyi huylu tümörleri sıklık sırasına göre papillomlar, fibromlar, anjiomlar ve poliplerdir. Papillomlar virüslerle meydana gelirken, ses teli nodülleri sesin kötü kullanılmasından ileri gelir. Bir kısmı da doğuştan beri mevcuttur. Selim gırtlak tümörlerinin en sık rastlanılan belirtisi ses kısıklığıdır. Gelip geçici veya daimi ses kısıklığı olabildiği gibi bir kısmı ses kısıklığı husule getirmeyebilir. Ağrı çok nadir görülür. Çok büyük tümörler nefes darlığına sebep olabilirler. Tedavileri tümörlerin cerrahi olarak çıkarılmalarından ibarettir. Çıkarılmasalar bile ses kısıklığı ve nefes darlığından başka zararları olmaz. Gırtlağın habis tümörleri denilince gırtlak kanserleri akla gelir. Kanser dışında habis tümörü varsa da bunların oranı % 1'i geçmez. Gırtlak kanserleri bütün vücud kanserlerinin % 2'sini teşkil eder. Daha ziyade 45-50 yaşları arasında görülür. 20 yaşın altında görülmesi çok nadirdir. Erkeklerde sık görülür. Yaklaşık on erkeğe karşı bir kadında görülür. Hazırlayıcı sebepler arasında ilk sırayı tütün alır. Müzmin iltihaplar, aşırı ses tahrişi, tahriş edici gazlar ve alkolizm diğer sebepler arasında yer alırlar. Gırtlak kanserlerinin belirtileri erken ve geç belirtiler olarak ikiye ayrılır. Erken teşhis edilen gırtlak kanserinde tedavi oldukça başarılıdır. İki haftayı geçmiş her ses kısıklığı vakası veya yukardaki belirtileri gösteren her şahıs hele sigara içiyor ve yaşı 45'in üzerindeyse, muhakkak bir kulak-burun-boğaz doktoruna muayene olmalıdır. Bekdik, Sarıyahşi Bekdik, Aksaray ilinin Sarıyahşi ilçesine bağlı bir köydür. Anadolu Türk (Türkmen) toplumunun tarihsel süreç içinde ürettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı genel Anadolu kültürü vardır. Köyün iklimi, karasal iklim etki alanı içerisindedir. Eskiden kışları oldukça soğuk ve kar yağışlı geçerdi ancak son yıllarda kuraklığın etkisi giderek hissedilmektedir. Halk genel ağırlıklı olarak rençperlikle uğraşmakta olup Bekdik köyü Kızılırmak kıyısında olduğu için halkın az bir bölümü de balıkcılık yapmaktadır. Demirciobası, Sarıyahşi Demirciobası, Aksaray ilinin Sarıyahşi ilçesine bağlı bir köydür. Aksaray il merkezine 100 km, Sarıyahşi ilçesine 10 km uzaklıktadır. Köyün iklimi, karasal iklim etki alanı içerisindedir. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Tarımda arpa ve bugday revaçta iken üzüm ,ceviz , elma gibi iç anadolu meyveleri köy çiftçileri tarafından yetiştirilir. Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak taşımalı eğitimden faydalanılmaktadır. Köyün içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. Köyde Sağlık merkezi ve PTT acentesi bulunmaktadır. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Sipahiler, Sarıyahşi Sipahiler, Aksaray ilinin Sarıyahşi ilçesine bağlı bir köydür. Köyün asıl ismi "Issızbağlar"dır ancak, halk dilinde bu "Isbağlar" olarak adlandırılır. Cumhuriyet yıllarında köy ismi kayıt altına alınırken "Isbağlar" ile "Sipahiler" arasındaki benzerlikten isim, "Sipahiler" olarak kaydedilmiştir. Bir Türkmen köyü olan Sipahiler Köyü'nde çok eski Türk örf ve ananeleri hala yaşatılmaktadır. Köyün geleneksel yemeği yaprak cacığı, yaprak dolması ve boz bulamaçtır. Aksaray iline 80 km, Sarıyahşi ilçesine 10 km uzaklı
ktadır. Köyün iklimi, karasal iklim etki alanı içerisindedir. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Türkiye'nin eşsiz granit türü "sipahi" bu köyden çıkarılmaktadır. Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamasının yanı sıra taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Köyün hem içme suyu şebekesi hem kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Yaylak, Sarıyahşi Yaylak, Aksaray ilinin Sarıyahşi ilçesine bağlı bir köydür. Aksaray il merkezine 105 km, Sarıyahşi ilçesine 5 km uzaklıktadır. Köyün iklimi, karasal iklim etki alanı içerisindedir. Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak taşımalı eğitim olduğu için faal değildir. Köyün hem içme suyu şebekesi hem kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ayrıca ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Yenitorunobası, Sarıyahşi Yenitorunobası, Aksaray' ın Sarıyahşi ilçesine bağlı bir köydür. İlçe merkezine 11 , il merkezine 66 kilometre uzaklıktadır. 2010 verilerine göre 57 haneden oluşan köyün nüfusu 30'dur. Karasal iklimin etkisindeki köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Köyde bir okul ve bir de cami bulunmaktadır. Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamasının yanı sıra taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır.içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesine sahip olan köyde PTT şubesi, sağlık ocağı veya sağlık evi yoktur. İlçeye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup, köyde elektrik ve sabit telefon sistemi vardır. Köyün güneyinde Toklu Kalesi, kalenin çevresinde magra ve inler vardır. Köyün yakınındaki Bezirgan pınarı mevkisinde iki de kapalı mağra vardır. Boğaz (organ) Boğaz, kafatası alt kısmından başlayıp alt gırtlak kıkırdağı hizasında yemek borusu ile birleşen, duvarlarını kasların teşkil ettiği sindirim sisteminin ağızdan sonraki ikinci ünitesi. Boğaz, yaklaşık 12 cm uzunluktadır. Arka boğaz duvarı yassı ve dik biçimdedir. Buraya hiçbir kanal açılmaz. Boğaz; ön yukarı kısımda burun boşluklarının arka kısmına, ön ortada ağız boşluğuna, en aşağı kısımda da gırtlak boşluğuna açılır. Boğazın ağız boşluğu ile birleştiği yerde bademcikler bulunur. Yine boğazın çatısında boğaz adenoitleri denilen küçük ve bademcik yapısındaki bezler vardır. Boğazın üst kısmında yan duvarlarda, orta kulağa açılan bir boru bulunur. Burun ve ağız kapatılıp akciğerler zorlanarak hava dışarı verilmek istendiğinde hava bu kanaldan geçip kulak zarına tazyik yapabilir. Kulağa damlatılan ilaçlar bu kanaldan (östaki borusu) boğaza akabilir. Boğazın orta kısmında solunum yolu ile yemek yolu kesişmektedir. Yeni doğan bir çocukta gırtlak dil kökünden daha yukarıda olduğu için bebek süt emerken bir taraftan da nefes alabilir. Çünkü içilen süt, gırtlak kıkırdağı örtüsünün yan kısmından geçip yemek borusuna ulaşmakta ve böylece hava yollarına gitme tehlikesi olmamaktadır. Erişkinlerde ise gelişme ilerledikçe gırtlak da aşağıya inmekte, böylece yemek yoluyla hava yolu kesişmektedir. Erişkinlerde yemeğin hava yollarına gitmemesi için bazı refleksler harekete geçer ve yemeğin hava borusuna gitmesini önler. Boğazın, solunum sistemiyle ilgili hastalıkları mühimdir. Bazı enfeksiyon ajanlarına bağlı olarak ortaya çıkan boğaz ve ses telleri iltihaplarından gırtlak kanserine kadar ortaya çıkan ekseri hastalık tablosunun en dikkati çeken belirtisi ise, ses kısıklığıdır. Ses kısıklığı olan kimselerde özellikle tedaviye direnç gösteren vakalarda çok dikkatli muayene ve tetkik yapılmalıdır. Sindirim sistemini ilgilendiren boğaz hastalıklarında en mühim bulgu yutma zorluğudur. Yutma zorluğunda, yakın temas dolayısıyla solunum sisteminin üst kısmını ilgilendiren hastalıklar da akla gelebilir. Yutma zorluğu, boğaz ağrısıyla birlikte olabilir veya sadece ağrısız mekanik bir zorluk hissedilebilir. Bunlar arasındaki ayrımı hekime bırakmalı ve hasta tetkikten kaçmamalıdır. Çatalzeytin Çatalzeytin, Kastamonu iline bağlı bir ilçedir. 1954 yılında ilçe olmuştur. Batı Karadeniz Bölgesi'nde yer almakta olup, kuzeyi Karadeniz, güneyi Taşköprü ve Devrekani, doğusu Sinop'un Türkeli ilçesi, batısı Abana ve Bozkurt ilçeleri ile çevrilidir. Kastamonu il merkezine 100, Ankara'ya 350 İstanbul'a 650 kilometre uzaklıktadır. Merkezi Sinop ile Kastamonu il sınırında yer almaktadır. Bu iki ili Çatalzeytin'in doğusundan Karadeniz'e dökülen Akçay ayırır. Adını sahilinde bulunan kayıkçıların kayıklarını bağladığı çatal zeytin ağacından gelir. 41 köyü vardır. Bu bölgenin insanlarının kökeni Oğuz boylarından Çepnidir. Mustafa Alabora Mustafa Alabora, (d. 16 Mart 1946, İstanbul), Türk tiyatro, sinema, dizi oyuncusu ve seslendirme sanatçısı. İstanbul Şişli'de doğup büyüyen Mustafa Alabora, Sabahattin Alabora ve Nur Hayat Fatma Pınar'ın oğludur. Talatpaşa Ortaokulu'nu bitirdikten sonra, İstanbul Belediye Konservatuvarı'ndan mezun olmuştur. 1968-1969 yıllarında Halk Oyuncuları'nda oynadıktan sonra, Vasıf Öngören, Halil Ergün ve Erdoğan Akduman'la birlikte Ankara Birliği Sahnesi'ni kurdu. 1972 yılında siyasi tutuklu olarak 2,5 yıl ceza evinde kaldı. Kent Oyuncuları, İstanbul Şehir Tiyatrosu ve Dormen Tiyatrosu gibi tiyatrolarda pek çok rolde oynadı. TV'de pek çok seslendirme yaptı. Uzun yıllar MSM - Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde öğretim üyesi olarak görev yaptı ve tiyatro bölüm başkanlığını sürdürdü. "Kurtuluş" ve "Kara Melek" adlı TV dizilerinde oynadı. Mustafa Alabora, oyuncu Memet Ali Alabora'nın babasıdır. Ünlü Türk bestekarı Selahattin Pınar, Mustafa Alabora'nın dayısıdır. Derya Alabora ise kuzenidir. Sevecen Tunç'un Mustafa Alabora ile yaptığı nehir söyleşi, "İşim Gücüm Yaşamak: 'Mustafa Alabora' Kitabı "başlığı ile Heyamola Yayınları tarafından 2015'te yayımlanmıştır. İdo İdo kelimesi aşağıdaki anlamlara gelebilir: Vatandaşlık Vatandaşlık, genellikle bir ülke olan politik kurumların bir parçası olmak demektir. Anayasal ülkelerde, o ülkede yaşayanların devlet tarafından anayasada vaadedilen haklardan yararlanmaları için o ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olmaları gereklidir. Bu kişilere vatandaş denir. Vatandaşın politik katılım hakkı vardır. Her anayasal ülkenin vatandaşlık gereklilikleri anayasalarında yazmaktadır. Günümüzde bu gerekliliklerin başında milliyet, doğum yeri ve kültür gelir. Örneğin 2000 yılına kadar Alman vatandaşı olmak için anne veya babasının Alman olması gerekliliği vardı. Fransa'da, doğum yeri Fransa sınırları içinde olanların vatandaş olma hakları vardır. ABD'de ise, vatandaş olmak isteyenler, Amerikan toplumuna tümüyle uyum sağladıklarını ve Amerikan geleneklerini benimsediklerini kanıtlamak durumundadırlar. Uyrukluk (tabiyet=nationality), bir kişi ile bir devlet arasındaki hukuki bağdır, kişinin etnik kökeniyle ilgili değildir. Vatandaşlıkla ilgili olarak şu terimler geçer: uyrukluk, yurttaşlık, vatandaşlık, tabiyet. Buradaki nationality'nin karşılığı milliyet değildir. Milliyet, hukuki kavram değildir. Kişiler için, uyrukluğundan söz edilir, uyruk denilmez. Kişilerin uyrukluğu olur. Uyrukluk tabiyet, vatandaşlık yurttaşlık yerine kullanılmaktadır. ABD'de vatandaş ve uyruk aynı değildir. Uyruk, yurttaşları belirttiği gibi, sadakat yoluyla da uyruk olunabilmektedir. Amerikan Samoa ve Swan halkları böyledir (non-citizen nationals). Bazı hukukçulara göre yurttaş (citoyen, citizen) iç hukuku; uyrukluk (nationality, nationalite) uluslararası hukuku ilgilendirir. Uyrukluk Konusanda Avrapa Sözleşmesi'nde ise uyrukluk ile yurttaşlık eşanlamlı kullanılmıştır. Vatandaşlık, gerçek kişilere has kullanılır. Tüzel kişi ve nesneler için uyrukluk kavramı kullanılmaktadır. Vatandaşlık hukuku, kamu hukuku içinde değerlendirilir. Devletler doğum yeri, kan bağı ve bunların karmasından oluşan ilkelerle uyrukluk verirler. Türk anayasasının 66. maddesi, "Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'dür" demektedir. Bu ilke, anayasa hukuku bakımından, vatandaşların siyasal haklardan yararlanmaları açısından önemlidir. İdare hukuku ve sosyal güvenlik hukuku, ceza hukuku, uluslararası hukuk, insan hakları, usul hukuku, vergi hukuku açısından da vatandaşlık tanımı birçok özellik kazanmıştır. Uluslararası hukuk ilkeleri, vatandaşlık hakkında üç ilke benimser: Her kişinin vatandaşlığı olmalıdır, her kişinin yalnız bir vatandaşlığı olmalıdır, kişi vatandaşlığını seçmede ve değiştirmede özgür olmalıdır. Türk vatandaşlığı kanunu, 11 Şubat 1964'de kabul edilmiş ve birkaç kere değişikliğe uğramıştır. İskan Kanunu ise 14 Haziran 1934'de kabul edilmiştir. Vatandaşlık işleri İçişleri Bakanlığı'nca yürütülür. Bakanlığın birimleri vatandaşlıkla yakından ilgilidir: Nüfus ve Vatandaşlık işleri gm, İller İdaresi gm, Mahalli İdareler gm, Sivil Savunma gm, Kaçakçılık ve İstihbarat Harekat ve Bilgi Toplama gm. Doğrudan birim,Vatandaşlık İşleri db'dır. Türkiye CIEC (Uluslararası Kişi Halleri Komisyonu) üyesidir (1953). TVK'ya göre Türk vatandaşlığına giriş üç yolladır: Kanunla, yetkili makam kararıyla, seçme hakkıyla. Yapılan değişikliklere göre Türk'le evlenen yabancılar, bakanlık kararıyla vatandaşlığa geçebilmektedirler. İskan Kanunu'na göre ise yurtsuzlar ve mültecilere dair hükümlerle bunların vatandaşlığa geçişleri düzenlenmiştir. Vatandaşlıkla ilgili kararlarda yargı denetimi açıktır. Vatandaş Vatandaş, bir ülke olan politik kurumların bir parçası olan kişiye denir. Anayasal ülkelerde, o ülkede yaşayanların devlet tarafından anayasada vaadedilen haklardan yararlanmaları için o ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olmaları gereklidir. Türk vatandaşlığı kanunu, 11 Şubat 1964'de kabul edilmiş ve birkaç kere değişikliğe uğramıştır. İskan Kanunu ise 14 Haziran 1934'de kabul edilmiştir. Vatandaşlık işleri İçişleri Bakanlığı'nca yürütülür. Bakanlığın birimleri vatandaşlıkla yakından ilgilidir: Nüfus ve Vatandaşlık işleri gm, İller İdaresi gm, Mahalli İdareler gm, Sivil Savunma gm, Kaçakçılık ve İstihbarat Harekat
ve Bilgi Toplama gm. Doğrudan birim,Vatandaşlık İşleri db'dır. Türkiye CIEC (Uluslararası Kişi Halleri Komisyonu) üyesidir (1953). Nutuk Nutuk aşağıdaki anlamlara gelebilir. Beyaz Gül Beyaz Gül şu anlamlara gelebilir; Beyaz Gül / Kaderim Beyaz Gül, yönetmenliğini Turan Day'ın yaptığı, başrollerini Gül Gülgün ve Reşit Gürzap'ın paylaştığı 1958 yapımı siyah-beyaz bir Türk filmidir. Juju (kültür) Juju sihirli bir cisim, tılsım veya fetiş diye açıklanabilecek genel anlamda Afrika büyüsüne verilen isimdir. Genellikle Batı Afrika'da yaygındır ve eğer bir bebek ateşlenirse o bebek juju büyücüsüne götürülür. Büyücü o bebeğin vücudunu özel bir bıçakla özel şekiller yaparak keser. İzler o kadar derindir ki hayat boyunca taşınır. Malkoçoğlu (çizgi roman) Malkoçoğlu, Ayhan Başoğlu tarafından yazılan ve çizilen çizgi roman. Ayhan Başoğlu, yedek subay olarak asteğmen rütbesi ile askerlik yaparken gittiği Kore'de Türk şehitliğini gezer. Orada şehitler için bir şeyler yapmaya karar verir. Sonraki birkaç yılı araştırarak geçirir.Sonuçta bu araştırmalar, 16. yüzyılda gerçekten yaşadığı iddia edilen, Osmanlı akıncı birliklerinden Malkoçoğulları üstünde yoğunlaşır. Başoğlu, bu sülaleden bir kahraman stilize eder. Bu, Malkoçoğlu Bali Bey'in oğlu Tur Ali'nin doğuşudur. Malkoçoğlu, 26 Ekim 1964'de, Cumhuriyet Gazetesi'nde yayına başlar ve bir Malkoçoğlu fırtınası patlar. Bu ilk macera isimsizdir. Ama daha sonra, "Dağlar Kralı" adıyla tekrar yayınlanır. Malkoçoğlu, oldukça özgün, tereddütsüz çizgisi ve sinematografik kurgusuyla da göze çarpar. Malkoçoğlu, karakter yapısıyla tam bir görev adamıdır. Öncelikle aldığı görevi inceleyip analız eden Malkoçoğluna hemen hemen tüm maceralarında yaşlı akıncı Ejder ve müthiş at Karakız eşlik eder. Ejder, serinin komedi unsuru olarak da kullanılır. Malkoçoğlu tipi, Clark Gable-Errol Flynn karışımıdır. Gerek fiziği, gerekse bildiği çok sayıda yabancı dille pek Türk'e benzemez. Bu yüzden de çoğu insan onu "sinyor" diye çağırır. Son ana kadar kimliğini gizler, Türk düşmanı görünebilir. Sonuca ulaşana kadar ne gerekiyorsa yapar. Kızılmaske'nin kurukafalı yüzüğü gibi, kurt başlı bir muştası vardır ve bununla düşmanını damgalar. Alaycı kişiliği ve sürekli tebessümüyle, rakiplerini asağılar görünümdedir. Malkoçoğlu'nun kadınlarla arası iyidir ama, alaycı kişiliğiyle onları da gırgıra alır, aşkı da görev için yapar. Malkoçoğlu, 1971 yılında 4 cilt halinde çıkar. Daha sonra 1974'te bağımsız dergi olarak da kısa bir macera yaşar. Malkoçoğlu Albümleri; İntikam Yemini, Tuna Casusu, Kızıl Kule ve Cem Sultan'dır. Haftalık yayın olarak da Zoltan'ın Kılıcı, Napoli Prensesi, Beyaz İlahe, Dağlar Kralı ve Altın Mihver adlı maceralar yayımlanır. Malkoçoğlu'nun gördüğü ilgi, filmleri de peşinden getirir. Toplam sekiz Malkoçoğlu filmi çekilir; Malkoçoğlu, Malkoçoğlu Krallara Karşı, Malkoçoğlu Kara Korsan, Malkoçoğlu Akıncılar Geliyor, Malkoçoğlu Ölüm Fedaileri, Malkoçoğlu Avrupa'yı Titreten Türk, Malkoçoğlu Cem Sultan ve Malkoçoğlu Kurt Bey. Malkoçoğlu ailesi Malkoçoğulları, adı Malkoç Bey olan ve I. Murad döneminden itibaren özellikle Balkan ülkelerine yapılan akınlarda görev yapmış, Türk kökenli bir akıncı beyinin soyundan gelen aile mensuplarına verilen addır. Malkoçoğulları 14. - 15. ve 16. yüzyıllarda etkin olmuş ve yaptıkları başarılı akınlarla tanınmışlardır. Malkoçoğlu akıncıları Silistre civarında bulunurdu. Bilinen Malkoçoğlu Beyleri akrabalık bağına göre şu şekildedir. Sultan I. Murad ve Yıldırım Bayezid zamanının komutanlarındandır. 1389 yılında 1. Kosova savaşında sağ cenah okçu kumandanı olarak savaşmış bu savaşta oğlu Mustafa bey de sol cenah okçu kumandanı olarak görev yapmıştır. Tarih sayfalarında bu savaşta adı Hamidoğlu Malkoç olarak geçmiştir.1396 yılında Niğbolu savaşında Osmanlı ordusunun sol kanadında komutan olarak görev yapmıştır. Malkoç Beyin türbesi şu an Bulgaristan sınırları içerisinde bulunan Burya' dadır (eski adıyla Malkoçova). Malkoç Bey'in Malkoçoğlu Mustafa Bey ve Malkoçoğlu Mehmet Bey adlarında bilinen iki oğlu vardır. Malkoç Bey'in oğludur. İlk olarak 1389 yılında 1.Kosova savaşında babası Malkoç beyin sağ cenahta savaştığı orduda, sol cenah okçu komutanı olarak görev yaparak adını duyurmuştur.Timur'un Anadolu'yu işgali sırasında Sivas kalesi komutanıdır. 1400 yılında Timur'un Sivası kuşatmasında 3.000 kişiyle 200.000 kişilik Timur ordusuna karşı kaleyi 18 gün yiğitçe savunan Mustafa Bey açlık ve susuzluğa dayanamayıp Timur'un canlarının bağışlanacağı vaadi üzerine kaleyi teslim etmiştir. Fakat Timur sözünde durmayıp kale teslim edildikten sonra bütün askerlerle beraber Malkoçoğlu Mustafa Bey'i de öldürmüştür. Malkoç Bey'in oğludur. Rumeli'nin fethinde babası Malkoç Bey ile beraber görev yaptığı düşünülmektedir. Türbesi Gebze’de olup 1385 yılında vefat ettiği bilinmektedir. Türbesi babası Malkoç Bey tarafından yapılmıştır. Genç yaşta babasından önce vefat etmiştir. Fatih Sultan Mehmet Han'ın kurdurmuş olduğu, Enderun-ı Hümayün adlı Saray Üniversitesinde yetişen meşhur akıncı beyi. Sultan İkinci Bayezid Han devrinde Silistre Beylerbeyliği yaptı. Pek çok ve büyük hizmetlerde bulundu.Kendisi Silistre Beylerbeyi bulunduğu sıralarda isyan eden Eflak Voyvodasına karşı gönderilen Osmanlı ordusunda yararlıklar gösterdi. Yine aynı beylerbeyliği sırasında Macaristanda ordu sevkederek Varadin Kalesi ile diğer pek çok yeri zaptetti. Daha sonra Prut Nehrini geçerek Akkerman Kalesini ele geçirmek isteyen Buğdan Voyvodasını ordusu ile hezimete uğrattı. 1498 yılında 40.000 kişilik ordusu ile Lehistan üzerine akınlar yaparak Varşova şehrine kadar uzanmış ve büyük bir zafer kazanmıştı. Bu akınları sırasında tam 10.000 esir ve pek çok harb ganimeti ile dönmüştü. Bu ganimet ve esirlerden bir kısmını seçerek, Kethüdası Mustafa Bey ile Sultan İkinci Bayezid Hana gönderdi. Büyük oğlu Ali Bey, Sofya Sancakbeyliği yaptı. Küçük oğlu Tur Ali Bey ise, babasından sonra Silistre Sancakbeyliği hizmetinde bulundu. Sinan bey adında bir oğlu da Aydın sancakbeyliği yapmıştır. Hamza bey adındaki küçük oğlu da alaybeyi iken 1501 yılında genç yaşta çatışmada öldü. Bali Bey 1513 yılında vefat etti. Malkoçoğlu Bali Bey'in oğludur. Sofya sancak beyi olan Ali Bey de kardesi Tur Ali Bey gibi bu muharebede ölmüştür. Malkoçoğlu Bali Bey'in oğludur. Silistre sancakbeyi olarak görev yapmış, 1514 yılında Çaldıran Savaşı'nda bizzat Şah İsmail tarafından öldürülmüştür. 1501 yılında II. Beyazıt'ın kızı Hüma Hatunla evlendiğinde Bali Bey adında bir oğlu vardı. II. Beyazıt'ın kızı Hüma Hatun'dan da Malkoçoğlu Ahmet Bey ile Malkoçoğlu Mehmet Bey olmuştur. 1480'de Bosna Beyi, 1481'de Rumeli Beylerbeyi, 1504 yılında Kubbe Veziri oldu ve 1506 yılında vefat etti. Bilinen 3 oğlu Malkoçoğlu Bali Bey (Silistre beylerbeyi olan Bali Bey en büyükleridir), Malkoçoğlu Mehmet Bey, Malkoçoğlu Ahmet Bey'dir. Bu komutanlardan aynı zamanda Yahyapaşazadeler diye bahsedilir. Malkoçoğlu Yahya Paşa'nın oğludur. Koca Bali Paşa şeklinde de anılır. 1495'te doğmuş olup, Kanuni Sultan Süleyman'ın çağdaşıdır. II. Bayezit'in kızı hûma sultanın oğludur. Semendire sancak beyi olmuş, 1521 yılında Belgrad'ın fethinde görev yapmıştır. Daha sonra Belgrad sancakbeyi ve Bosna Beylerbeyi oldu. 1526 yılında Mohaç Muharebesi'nde çok üstün başarılar gösterdi. Bir hafta gibi kısa bir sürede ordunun nehirden geçip Mohaç ovasına ulaşmasını sağlayacak şekilde bir köprü inşa ettirmiş, Mohaç Muharebesi'nde oldukça yararlı olmakla birlikte, Mohaç Muharebesi'nde Sağ Ordu komutanıydı. Budin'in (Budapeşte) ikinci beylerbeyi ve vezir oldu. 1548 yılında vefat etti. Budapeşte'nin en büyük meydanının adı, Osmanlıların Budapeşteyi kaybettiği zamana kadar, Gazi Bali Paşa Meydanıdır. Mehmet Bey adında bir oğlu vardır. Malkoçoğlu Damat Yahya Paşa’nın torunu, Bali Beyin oğludur. Enderunda yetişti. Varat sancakbeyi oldu. 1548'de Anadolu valisi oldu. 1563 yılında Kanuni'nin Zigetvar seferinde Gyula kalesini fethetmekle görevli Pertev Paşa ile beraber 59 günde kaleyi teslim aldı. Aynı yıl Babofça kalesini fethetti. 1567 yılında Lala Mustafa Paşa ile beraber Yemen'de savaştı. 1570 yılında Kıbrıs'ın fethinde Magosa kuşatmasında vurularak öldürüldü. Malkoçoğlu Damat Yahya Paşa’nın oğludur. Gazi Sultanzade Mehmet Paşa şeklinde de geçer. Kanuni Sultan Süleyman'ın halasının oğludur. 1526'da Mohaç alaybeyi, 1527'de Semendire sancakbeyi, ve aynı yıl Belgrad sancakbeyi oldu. 1529'da 1. Viyana Kuşatmasında Bavyera'nın merkezi Regensburg ve Morova'nın başkenti Brünn'ü fiilen zaptetti. Çekoslovakya bölgesini işgal etti. 1530'da Andrea Doria'nın işgal ettiği Mora'daki Koron kalesini geri aldı. Aynı yıl Budin'i kuşatan Alman mareşalini yendi. 1531 yılında Avusturya akınında 15.000 esirle geri geldi. Peç'i Almanlardan geri aldı. 1535'de tekrar Semendire sancakbeyi oldu ve 8 yıl görev yaptı. 1537 yılında Vertizo Savaşı'nda 45.000 kişilik Alman ordusunu imha etti. Bu zaferde kardeşi Yahyapaşazade Malkoçoğlu Ahmet Bey ile oğlu Şifalı Arslan Paşa da vardı. 1538'de Boğdan seferine katıldı. 1541'de Budin seferine katıldı. 1543'de ölen abisi Koca Bali Paşa'nın yerine üçüncü Budin Beylerbeyi oldu. 4.5 yıl görevde kaldı. 1566 yılında Budin'de vefat etti. Malkoçoğlu Damat Yahya Paşa’nın oğludur. İnebahtı sancakbeyi olarak bilinir. 1537 yılında Vertizo Savaşı'na katıldı. 1543'de Belgrad sancakbeyi oldu. Yahyapaşazade Malkoçoğlu Mehmet Bey'in oğulları Arslan Bey ve Derviş Bey olarak bilinmektedir. Arslan Bey, Şifalı Arslan Paşa şeklinde anılır. 1537 yılında Vertizo Savaşı'na katıldı. 1537'de Pojega sancakbeyi oldu. 1565'de Budin'in ondördüncü beylerbeyi oldu. Kendisi aynı zamanda şairdir. 1566 yılında Sokollu Mehmet Paşa tarafından idam edildi. Ömer Seyfettin'in Kütük adlı hikâyesinde anlattığı Arslan Bey bu kişidir. Malkoçoğlu Damat Yahya Paşa’nın torunu, Mehmet Bey’in oğludur. Malkoçoğlu soyundan son olarak bilinen kişidir. 1603 yılına kadar Mısır Beylerbeyliği görevini yaptı. Bu sırada 1603 yılında İstanbul'a çağırıldı ve sadrazamlığa getirildi. İlk iş o
larak İran meselesini ele aldı. 1604 yılında Macaristan seferi sırasında Sofya'da rahatsızlandı. Belgrad'a ulaştığında da vefat etmiştir. Mezarı Yozgat'ın Yerköy ilçesindedir. Malkoç (Yavuz) Ali Paşa'nın hayatı; Kelâmî ve Muhyî mahlaslı şairler tarafından mensur olarak yazılan ve Süleymaniye Kütüphanesi, Halet Efendi Bölümü no. 612’de kayıtlı ""Vekâyi-i Alî Paşa"" isimli minyatürlü gazâvât-nâme eserde anlatılmıştır. 17. yüzyıldan bugüne ulaşan bu eser iki kişi tarafından ortaklaşa yazılmıştır ve yazarların kaleme aldıkları bölümlerin ilk sayfalarında altın yaldız zemin üzerinde serlevhalar bulunmaktadır. Ertegün kardeşler Ertegün kardeşler, Ahmet Ertegün (d. 31 Temmuz 1923, İstanbul - ö. 14 Aralık 2006, New York) ve Nesuhi Ertegün (d. 26 Kasım 1917, İstanbul - ö. 15 Nisan 1989, New York kenti) Atlantic Records plak şirketinin kurucularındandırlar. 1963 yılında ünlü Türk müzik yapımcısı Arif Mardin de bu plak şirketine katilip 1969 yılında da başkan yardımcısı olmuştu. Türkiye'nin Amerika Büyükelçisi olan babaları Münir Ertegün (d. 1883, İstanbul - ö. 1944, Vaşington, DC) ile birlikte son olarak görev yaptığıVaşington, DC'ye taşındılar. Ahmet Ertegün, abisi Nesuhi, produktör Tom Dowd ve Jerry Wexler 1947'de Atlantic Records'ı kurdular. Bu şirket 1960'lardan günümüze jazz ve pop müziğe damgasını vurarak Aretha Franklin, Led Zeppelin, John Coltrane, Genesis, Cream, Rolling Stones, Yes, INXS, Ray Charles, AC/DC, Otis Redding ve Foreigner gibi birçok grup ve müzisyeni üne kavuşturdu. Kardeşler 1987 ve 1991 yıllarında Rock & Roll Hall of Fame ödülünü; 1993 ve 1995 Grammy Lifetime Achievement Award/Grammy Yaşamboyu Başarı Ödülü`nü almışlardir. Ahmet Ertegün 2005 yılında ilk kez verilen Grammy Onur Ödülü`nü de almıştı. Taban fiyat (ekonomi) Taban fiyat bir ürünün, özellikle de tarımsal bir ürünün belirli bir fiyatın altında satılamayacağını gösteren ifadedir. Tarımsal üreticinin, iç ve dış piyasa koşulları sonucu ürün fiyatının belirli bir düzeyin altına düşmesini önlemeyi amaçlayan, ülkenin kamu otoritesince alınan bir karardır. Hem ülke ekonomisini, hem de o ürünün üreticisi kesimleri, tarımsal ürünlerdeki piyasa koşullarının doğası gereği aşırı fiyat dalgalanmalarından (Örümcek Ağı Teoremi) korumak amaçlıdır. Çoğu kez ülke ekonomisi için stratejik önemdeki tarımsal ürünler için uygulanır. İngilizcede "price floor" olarak da bilinen taban fiyat tarım alanında önemli bir hususdur. Taban fiyat (borsa) Hisse senetlerinin bir seans içinde işlem görebileceği en düşük fiyattır. Her hisse senedi için fiyat ve fiyat adımı göz önüne alınarak ayrı ayrı hesaplanır. Tavan fiyat (ekonomi) Tavan fiyat, bir ürünün satılabileceği en yüksek fiyatı ifade eden ekonomi terimidir. Hükümetin koyduğu tavan fiyat uygulamasının etkili olması için koyulan tavan fiyatın serbest piyasa fiyatından aşağıda olması gerekir. Tavan fiyat (borsa) Borsada hisse senetlerinin bir seans içinde işlem görebileceği en yüksek fiyattır. Her hisse senedi için fiyat ve fiyat adımı göz önüne alınarak ayrı ayrı hesaplanır. Erebor J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir cüce devleti ve bu devlete adını veren dağ. Erebor Grey Mountains’in (Gri dağlar) güneyinde, Iron Hills (Demir Tepeler) ile Mirkwood (Kuyutorman) arasında bulunan Cüce krallığıdır. Diğer bir ismi ile Lonely Mountain’de (Yalnız Dağ) bulunan bu krallık; Kıngdom Under The Mountain olarak da bilinir. Güneşin 3. Çağı’nın 1999. yılında Thrain I tarafından kurulan bu krallık 7 yüzyıl boyunca bölgeye hükmetti ve zenginleşti. Yakınlarda bulunan Dale insanları ile iyi ilişkiler içinde bulunan krallık 2770 yılında Smaug isimli bir ejderha tarafından yerle bir edildi. Cüceleri dağdan kovan ejderha iki yüzyıl boyunca bölgeyi elinde tuttu. 2941 yılında Gandalf’ın da yardımı ile Thorin Oakenshield ile 12 cüce ve Hobbit Bilbo Baggins, Smaug’un Bard the Bowman tarafından öldürülmesi ile sonuçlanan yolculuklarını yaptılar. Smaug’un ölümünden sonra yapılan Beş Ordu Savaşı’nda Thorin öldü, fakat bölgedeki ork birliklerinin büyük bir kısmı da yok edildi. Savaş sonucunda II.Dain önderliğinde Dağın Altındaki Krallık tekrar kuruldu. Yüzük Savaşları sırasından Sauron’un birlikleri tarafından saldırıya uğrasa da Tek Yüzük’ün yok edilmesi ile cüceler ve Dale insanları Sauron’un ordularını bir kez daha yenilgiye uğrattılar. Güneşin 4. Çağı’nda Erebor, Kral Elessar ile dostluğunu sürdürdü. Húrin J. R. R. Tolkien’in kurgusal Orta Dünya evreninde Hurin Thalion yani Sadık Hurin, Dor-lómin’in son efendisidir. (d. G.Y. 439, ö. 502 ) İlk çağda yaşayan ölümlülerin en güçlüsü, en fedakârı ve bahtsızı Turin’in babası. Hurin, Marach Hanedanı’ndan Dor-lóminli Hador’un torunudur. Galdor’un ve Haladin Hanedanı’ndan Hareth’in en büyük oğlu ve Huor’un ağabeyidir. G.Y. 458. yılında Hurin ve Huor akrabalarıyla birlikte Brethil Ormanı’nda yaşarken, orklara karşı savaşa girerler. Sirion Vadisi’nde, iki kardeşin diğer akrabalarıyla iletişimi kesilir ve Orklar tarafından izlenirler. Bu sırada, Vala Ulmo nehirler üzerinde sis oluşturarak kardeşlerin Dimbar’a kaçmasını sağlar. Burada iki kartal onları bularak Gondolin’e getirir. Gondolin’in kralı Turgon, Ulmo’nun Gondolin'in en çok ihtiyaç duyduğu anda Hador hanedanının yardıma geleceğine dair kehanetini hatırlayarak, iki kardeşi içtenlikle buyur eder. Turgon, iki kardeşin saklı krallık Gondolin’de kalmasını ister ancak Hurin ve Huor akrabalarının yanına dönmek isterler. Bunun üzerine, Gondolin şehrinin gizliliğini açığa çıkarmayacaklarına dair yemin ederler ve kartallar onları Dor-Lomin’e geri götürür. G.Y. 462 yılında Morgoth, Hithlum’a saldırır ve Hurin’in babası Galdor Ered Wethrin’i savunurken ölür. Hurin, çok kayıp verilmesine rağmen Orkları Anfauglith düzlüklerinde geri püskürtür. Hurin, Hithlum’da Dor-Lomin’li Hador Hanedanı’nın yeni efendisi olur. 2 yıl sonra Beör hanedanından bir Maia olan Morwen’le evlenir, oğulları Turin doğar. Daha sonra Turin’in kız kardeşi Lalaith doğar, ancak 3 yaşında iken Angband’dan yayılan bir veba sonucu ölür. G.Y. 472 yılında Sayısız Gözyaşı Savaşı’nda (Nirnaeth Arnoediad) Hurin ve Huor, yanlarında Hador hanedanının savaşçılarıyla birlikte yer alır. Savaşın ortasında Turgon ve ordusuyla karşılaşır, çok kutlu olmuştur bu karşılaşma. Savaş Doğuluların ihaneti sonucu kaybedilince, Hurin ve Huor, Turgon’un kaçışını sağlamak için Orklara karşı set kurarlar. Huor katledilir; ancak Hurin baltasıyla, ölü orkların oluşturduğu bir yığının altında kalıncaya kadar savaşır. Bu esnada, düşmana karşı her yaptığı vuruşta, “aure entuluva!” (gün yeniden doğacak!) diye haykırdığı ve bunu 70 defa tekrarladığı söylenmektedir. Hurin, bir balrog tarafından esir düşürülür. Morgoth’un huzuruna getirilir ve Gondolin’in yerini söylemediği için o ve ailesi Morgoth tarafından lanetlenir. Hurin, Morgoth tarafından büyü veya zincirle Thangoridrim’in tepesine oturtulur. Buradan, oğlu Turin’in başına gelecek her türlü kötülüğü görür. Esareti sırasında doğan ikinci kızı Nienor’u hiç göremeyecektir. G.Y. 500 yılında, çocuklarının ölümünden sonra Morgoth tarafından serbest bırakılır. Hithlum’a getirilir. Ancak, burada şimdi Doğulular hüküm sürmektedir ve Morgoth’a hizmet ettiğini düşünerek Hurin’den çekinirler. Hador halkı katledilmiş ve esir edilmiştir. Burada 7 kaçak ona katılır, birlikte Sirion Vadisi’ne giderler. Hurin, diğerlerinden ayrılarak Gondolin’in girişini arar ancak giriş kapatılmıştır ve Turgon, Hurin’i Gondolin gözlendiği için içeri almak istemez. Hurin, Turgon’un bulunduğu yöne doğru bağırır ve uzaklaşır. Hurin gider gitmez Turgon pişmanlık duyarak fikir değiştirir, Thorondor ve kartalları Hurin’i bulmaya gönderir ancak bulamazlar, Hurin gitmiştir. Hurin, oğlu ve kızının öldüğü Brethil Ormanı’na gider, eşi Morwen ölmeden hemen önce onunla karşılaşır. Ve morwen'in yaslandığı kayanın dibinde ikisi de son nefesini verir ve sonsuza dek sessizliğe bürünürler. Kirchhoff kanunları Kirchhoff yasaları karmaşık devrelerin analizinde kullanılan, elektrik yükünün ve enerjisinin korunumuna dayalı, ilk kez 1845 yılında Gustav Kirchhoff ("Kirhhof" okunur) tarafından tanımlanan iki eşitliktir. Bu yasa aynı zamanda birinci yasa ve düğüm yasası olarak da adlandırılır. Bu yasaya göre herhangi bir düğüm noktasına gelen akımların toplamı, çıkan akımların toplamına eşittir. Daha teknik anlamda Kirchhoff akım yasası, Ampere yasasının diverjansı ve Gauss yasasının birleştirilmesiyle şu şekilde elde edilir: Bu yasa, yük korunumunun ifadesidir. Herhangi bir noktaya ne kadar akım girerse, o kadar da terk etmek zorundadır. Kapalı bir göz (çevre, loop, ilmek) içerisindeki toplam gerilim düşümü sıfırdır. Ya da kapalı bir çevrede harcanan gerilimlerin toplamı, sağlanan gerilimlerin toplamına eşittir. Sibirya Sibirya, Rusya'nın, Ural Dağları'ndan Büyük Okyanus'a kadar uzanan topraklarına verilen ad. Sibirya, Kazakistan Cumhuriyeti ve Orta Asya'yı meydana getiren diğer cumhuriyetleri de ihtiva eder. Yaklaşık olarak 13 milyon km²'lik bir yüzölçümüne sahiptir. Sibirya bölgesinde 30 milyon civarında insan yaşar. Kuzeyinde Kuzey Buz Denizi, doğusunda Pasifik Okyanusu, güneyinde Kazakistan, Moğolistan ve Mançurya ülkeleri bulunur. Batısında ise Ural Dağları bulunur. Sibirya esas olarak üç bölgeye ayrılır; Batı Sibirya, Doğu Sibirya ve Rusya'nın Uzak Doğusu. Urallar ile Yenisey Nehri arasında yer alan Batı Sibirya bölgesi, ilk yerleşim alanıdır. Nüfûsun çoğunluğunun yaşadığı ve Sibirya arazisi içinde en gelişmiş olan kısımdır. Yarı çorak Kazakistan bölgesinde Kutup Denizi'ne doğru uzanan büyük alçak yayla, Batı Sibirya'nın en tabii fiziki özelliğidir. Bu yayla 2,5 milyon km²'lik yüzölçümüyle dünyanın en büyük yaylalarından biridir. Umûmiyetle düz bir arazidir. Kıyıdan 1600 km kadar içeride bulunan Omsk şehri deniz seviyesinden sadece 82 m kadar yüksektedir. Fakat bu düzlük güneydoğuda Altay Dağları tarafından bozulur. Rusya Federasyonu sınırındaki bu dağların en yüksek noktası Beluka Tepesi, yaklaşık 4620 m’dir. Genel olarak kara iklimi
hüküm sürer. Kışları çok soğuk geçer. Yaz ve kış günleri arasındaki sıcaklık farklılığı oldukça yüksektir. Ortalama ocak ayı sıcaklığı Tomsk’da -21 °C kadardır. Tomsk şehrinde kar yaklaşık 6 ay toprakta kalır. Batı Sibirya’nın topoğrafik birliği toprak ve bitki örtüsü bakımından bozuktur. En kuzey tundra onun altında kozalaklı ağaçlardan meydana gelmiş ormanlar bulunur. Bu ormanlara tayga denir ve Batı Sibirya Yaylasının üçte ikisini teşkil eder. Batı Sibirya’nın güneyi, Altay Dağlarına kadar çeşitli türlerde steplerle örtülüdür. Altay Dağları Ob Nehrine ve onun kolu İrtiş’e kaynaklık yapar. Bu iki nehir Kuznetsk Havzasını meydana getirirler. Bu bölge Rusya’nın kömür kaynağı ve Sibirya’nın endüstri açısından kalbidir. Nüfus, sosyal ve siyasi hayat: Nüfusun büyük bir bölümü ağaçlıklı step bölgelerinde yaşar. Ruslar, Ukraynalılar, Finler ve Yakut Türkleri nüfusu meydana getiren etnik gruplardır. Türk halkları, Altay Dağları bölgesinde yaşayıp, avcılık ve çobancılıkla geçinirler. İdari olarak bir memlekete (Krai) ve 5 bölgeye (Oblast) ayrılmıştır. Bu altı idari merkez şunlardır: Tyumen, Omsk, Nobosibirsk, Tomsk ve Kemerova bölgeleriyle Altay Karai. Batı Sibirya ekonomisi, tarım ve endüstriye dayanır. Kuznetsk Havzası kömür, demir filizi, petrol, tabii gaz ve kereste açısından zengindir. Dolayısıyla demir ve çelik endüstrisi gelişmiştir. Yılda yaklaşık 100.000.000 ton kömür çıkarılır. Tarım ürünleri arasında buğday başta gelir. Bundan başka yulaf, patates, şekerkamışı ve ayçiçeği yetiştirilir. Altay bölgesi, sığır ve koyun yetiştiriciliği bakımından çok önemlidir. Süt endüstrisi buralarda gelişmiş durumdadır. Bölgenin demiryolları güneyde yer alır. Trans Sibirya demiryolu ana hattır. Bunun güneyinde Güney Sibirya demiryolu ve bu ikisi arasında, Orta Sibirya demiryolu bulunur. Ob ve Irtysh nehirlerinin buzlu sularının eridiği 6 aylık dönemde su ulaşımına müsaittir. Doğu Sibirya, batıdan doğuya 3000 km ve kuzeyden güneye 2500 km uzunluğundadır. Arazinin % 75’i dağlık ve yüksek yaylalıktır. Yüzölçümü 4.125.000 km2dir. Doğu Sibirya iklimi daha sert ve kuraktır. Sıcaklık çoğu zaman ortalama -40 °C kadardır. Yılda 180 günü aşan dondurucu bir hava mevcuttur. Kar kalınlığı yaklaşık 50 cm'dir. Doğu Sibirya’nın bir kısmı donmuş topraklarla, büyük bir bölümü tundralar ve taygalarla kaplıdır. Kereste hacmi yüksek bir bölgedir. Sibirya’nın en büyük su yollarından biri olan Yenisey Irmağının havzası, Doğu Sibirya içindedir. Su ulaşımına imkân verir. Aynı zamanda ülkenin su gücünün % 40’a yakın bir bölümü burada olduğundan hidroelektrik güç potansiyeli yüksektir. Mineral kaynakları bakımından çok zengindir. Batı Sibirya’nın iki misli kömür çıkarılır. Demir, altın, mika, kurşun, çinko, bakır, grafit, alüminyum ve elmas diğer önemli madenleridir. Nüfusu en az olan bölgedir. Nüfusun çoğunluğu yine tarım ve endüstriyle uğraşır. Trans-Sibirya demiryolu boyunca Ruslar yerleşmiştir. Ukraynalılar, Buryatlar (Moğol ırkından) ve Türkler diğer etnik gruplardır. Az sayıda Fin de mevcuttur. Siyasi olarak, Doğu Sibirya 6 büyük bölgeye ayrılır: Bunlar Krasnoyarsk Krai (memleketi), Tuva Otonom Cumhûriyeti, Irkutsk Oblast (bölgesi), Buryat Otonom Cumhûriyeti, Chita Oblast (bölgesi) ve Evenki Millî Sahası (Okrug). Ekonomi büyük ölçüde endüstriye ve hidroelektrik santrallara bağlıdır. Irkutsk, Bratsk ve Krasnoyarsk santrallarından elde edilen gelirler endüstri alanına kaydırılır. Doğu Sibirya, Rusya’nın en önemli alüminyum üretici bölgesidir. Altın, nikel, kalay, tungsten, lityum ve berilyum endüstride kullanılan diğer madenlerdir. Tarım ürünleri içinde daha çok buğday ve yulaf yetiştirilir. Hayvancılık gittikçe gelişmektedir. Avcılık, balıkçılık ve ormancılık diğer önemli gelir kaynaklarıdır. 1891'le 1916 yılları arasında inşa edilen Trans-Sibirya demiryolu hattı bu bölgenin de ana hattıdır. Bundan başka Ulan-Ude, Taishet-Ust-Kut ve Çin demiryolları da mevcuttur. Rusya-Çin demiryolu yaklaşık olarak 1160 km uzunluğundadır. Uzak Doğu Rusyası bölgesi Pasifik kıyısında, kuzeyde Bering Boğazı ve güneyde Kore arasında yer alır. Yaklaşık olarak 4000 km uzunluğundadır. Yüzölçümü 6.2 milyon km² kadardır. Pasifik Okyanusu, Bering, Oknotsk ve Japon denizleriyle kıtaya girme yapmıştır. Kıyı bölgeler kıyıya paralel olarak dağlıktır. Bölge yedi karakteristik bölgeye ayrılabilir: Mavitime, Amur, Okhotsk, Kamçatka Yarımadası, Chukchi Yarımadası, Sakhalin Adası ve Lena Nehri Havzası. Rusya Uzak Doğusu çoğunlukla muson ikliminin tesiri altındadır. Doğu Sibirya kaynaklı kış musonları soğuk ve kuru, denizden gelen yaz musonları ise nemli bir hava getirir. Chukchi Yarımadası ise tipik bir kutup iklimine sahiptir. Bölgeden soğuk Kamçatka okyanus akıntısı geçmektedir. Rusya Uzak Doğusunun kuzey kesimleri tundralarla kaplıdır. Diğer alanların çoğunluğu ormanlarla örtülüdür. Kuzeyde kozalaklı ağaçlar da bulunur. Güney bölgelerde geniş yapraklı ağaçlar daha çoktur. Sovyet Uzak Doğu bölgesindeki bu ormanlarda çok çeşitli türdeki hayvanlar yetişir. Yeraltı kaynakları bakımından çok zengin bir bölgedir. Bureya Havzası ve Vladi Vostok bölgeleri kömür yataklarına sahiptir. Ayrıca kalay, demir, bakır, kurşun ve çinko da çıkarılır. Nüfûsun % 90’dan fazlası Rus ve Ukraynalıdır. Az sayıda yerli kabileler mevcuttur. 400.000 kadar Yakut Türkleri bu bölgededir. İdari bakımdan yediye ayrılır. Habarovsk Krai, Maritime Krai, Amur Oblast, Sakhalin Oblast, Kamçatka Oblast, Magadan Oblast ve Yakut Otonom Cumhuriyeti. Sibirya'nın iklimi dramatik olarak farklıdır. Kuzey kıyısında (Kuzey Kutup Dairesi'nin kuzeyi) çok kısa süren yaz mevsimi vardır(yaklaşık bir ay uzunluğunda). Sibirya'nın bitki örtüsü çoğunlukla tayga, kuzey ucu kenarında tundra kuşağı ile geniş yapraklı ve karışık ormanları ile güney bölgesi. Hemen hemen bütün nüfus güneyde Trans Sibirya Demiryolu hattı boyunca yaşar. Buradaki iklim "subarctic" olarak adlandırılan genellikle çok soğuk kışları ve kısa ılık yazları ile Köppen iklim sınıflandırmasına giren tanımlama içinde yer alır. Güvenilir büyüme mevsimiyle (bol güneş ışığı ve sonderece bereketli kara topraklarıyla) Güney Sibirya verimli tarıma uygundur. Sibirya'da yağış genellikle düşüktür. Sadece Kamçatka'da 500'mm yi aşar. Burada nemli rüzgarlar Ohotsk Denizi'nden yüksek dağların üzerine akar ve Muson etkisi güney ucundaki Primorye'nin çoğunda ağır Yaz yağmurlarını üretir. Bölgenin adı çokmış olan çok soğuna rağmen karın yağışı özellikle bölgenin doğusunda genellikle tamamiyle hafifdir. Sibirya kelimesinin etimolojik söz kökeni henüz tespit edilememiştir. Fakat yorumlamalar dikkate alınırsa bilim adamlarının çoğu kelimenin kökeni için Eski Türkçe kelimelerden tespit edebilmektedirler. Sayısız Kar fırtınaları sebebiyle kar tozu süprülmesi, Seber, sübür şeklindeki eski adı da dikkate alınarak Tatar Türkçesinde süpürmek anlamına geldiği belirtilir. Sib (uyuyan), yir (yer, toprak) olarak da Tatar Türkçesinden yorumlayanlar vardır. Aynı zamanda tarihi Türk topluluklarından bazılarında Sibir adı görülür. 13. yy.'da İranlı yazarların eserlerinde "Sebur" olarak geçer. Rus yıllıklarında (kronik) ilk olarak 15. yy.'dan itibaren bu adı günümüz Sibirya bölgesi için kullanıldığını görüyoruz. Sibirya'da Ortodoks Hristiyanlık, İslam, Tibet Budizmi gibi çeşitli inanışlar vardır . Sibirya'da yaklaşık 70.000 Yahudi'nin yaşadığı tahmin edilirken , buna karşılık 4.000.000 kadar Türk soyundan türlü halklar yaşamaktadır. Müslüman Türk nüfusu azdır. Hakim olan grup ise "Rus Ortodoks Kilisesi"ne ait olan Ruslardır. Her durumda yerli din yüzlerce yıl geriye tarihlenir. Sibirya'nın büyük kara parçası tanrıların farklı yerel geleneklerine sahiptir. Bu örneklerin içerdikleri: Ak Ana, Anapel, Bugady Musun, Kara Han, Khaltesh-Anki, Kini'je, Ku'urkil, Nga, Nu'tenut, Numi-Torem, Numi-Turum, Pon, Pugu, Todote, Toko'yoto, Tomam, Xaya Iccita, Zonget. Kutsal alanlar Baykal Gölü'ndeki bir ada olan Olkhon'u içerir. Sibirya'daki Petropavlovsk-Kamçatski gibi pek çok yere Rusya ve Asya'daki diğer büyük şehirlerden karayolu ile ulaşılamaz. Sibirya'ya ulaşmanın en iyi yolu Trans Sibirya Demiryolu'dur. Trans Sibirya Demiryolu, batıda Mosova'dan, doğuda Vladivostok arasında çalışır. Tren ikinci mevki 4 yataklı kompartmana, birinci mevki 2 yataklı kompartmana ve bir restorana sahiptir. Demiryoluna yakın olmayan şehirlere ulaşımın en iyi yolu havayoludur. Sibirya bölgesinde en çok nüfuslu şehir Rusya Federasyonu'nun da üçüncü büyük şehri olan Novosibirsk şehridir. Bu şehirde Ruslar çoğunlukta olsa bile Türk soylu halklarda epey bir nüfusa sahiptir. Sibirya neredeyse tamamen Türk ülkesi konumundadır. Sibirya'nın hemen her yerinde Türk ülkesi veya Türk topluluğu vardır. Sibirya'daki konuşulan Türk dilleri aşağıdadır. Sibirya Türkleri günümüzde genel olarak Rusya Federasyonu etkisiyle Kiril Alfabesini kullanmaktadır. Çoğunluğu 20. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren bu alfabeye geçirilmiştir. Selim Sırrı Tarcan Selim Sırrı Tarcan (d. 24 Mart 1874, Yenişehir, Tesalya - ö. 2 Mart 1957, İstanbul), Türkiye Millî Olimpiyat Komitesinin kurulmasına önderlik ederek Türkiye'nin Olimpiyatlar'da temsil edilmesini sağlayan eden eğitmen, spor yöneticisi ve siyasetçi. Türkiye'nin ilk beyin cerrahi uzmanı ve bestekâr Bülent Tarcan, Mimar Öğr. Gör. Ercüment Rıza Tarcan ile Etnomüzikolog, konser piyanisti ve bilimsel araştırmacı Haluk Tarcan'ın amcaları olmaktadır. Harika çocuk yasasıyla Avrupa'ya gönderilen ve hala Viyana'da piyano profesörlüğü yapan Fuat Kent ise torunudur. Ülkenin ilk beden eğitimi öğretmenlerini yetiştiren Selim Sırrı Tarcan, Türkiye'de voleybol sporunun kurucusudur. Tek partili TBMM V., VI., VII. dönemlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'nden Ordu milletvekili olarak mecliste görev yapmıştır. 1874 yılında Teselya'nın Yenişehir Fener’inde dünyaya geldi. Babası Miralay Yusuf Bey, annesi Zeynep Hanım’dır. Yusuf Bey’in 1876 Karadağ Muharebeleri’nde şehit düşmesi üzerine 2 yaşında babasız kaldı ve ailesi ile birlikte İstanbul’a, asker olan dayısının yanına gitti. Bir süre sonra dayıs
ının da II. Abdülhamit’e muhalefet nedeniyle sürgüne gönderilmesi üzerine Galatasaray Lisesi’ne yatılı öğrenci olarak yazıldı. Lise yıllarında Ali Faik (Üstünidman) Bey’den jimnastik dersleri aldı. Galatasaray Lisesi’ndeki sekiz yıllık öğreniminin ardından Mühendishane-i Berr-i Hümayun'u bitirdi. Bir süre Servet-i Fünun dergisinde spor bölümünü yönetti. O dönemde Galatasaray Lisesi öğretmenlerinden Juery ile iyi görüşen Selim Sırrı, Juery aracılığıyla Pierre de Coubertin ile temas kurdu. Coubertin, Türkiye'nin de IOC'ye girmesini istiyordu. 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte harekete geçen Selim Sırrı, ilk Millî Olimpiyat Komitesi'ni kurdu. 28 Mayıs 1909'da Berlin'de yapılan Uluslararası Olimpiyat Komitesi toplantılarına katıldı ve aynı yıl İsveç Kraliyet Askeri Beden Eğitimi ve Cimnastik Akademisi'ne başladı. 1911'de akademiyi bitirip yurda döndü ve beden eğitimi öğretmeni olarak çalışmaya başladı. İsveç'te yöresel kültürlerin nasıl topluma kazandırıldığını yani folklor çalışmalarının nasıl yapıldığını görmüş, 1911'de yurda dönünce Osmanlı'da folklor çalışmalarını başlatan ilk kişi olmuştur. Ege bölgesinden zeybek oyunları derleyerek, İstanbul şehir toplumuna tanıtmaya çalışmıştır. Beraberinde kimi İsveç şarkılarının notalarını da getirmişti. Bunlardan "Tre trallande jäntor" adlı şarkıyı marş formatına getirdi ve çok yaygın olarak bilinen Gençlik marşı (""Dağ Başını Duman Almış"")’nın yaratıcısı oldu. 1913-1934 yılları arasında yayımlanan "İdman" adlı spor dergisinde yazıları yer aldı. I. Dünya Savaşı nedeniyle 1918'de Uluslararası Olimpiyat Komitesi üyeliğinden çıkarılan Türkiye'nin Millî Olimpiyat Komitesi de dağıldı. 1922'de Selim Sırrı'nın çabalarıyla Türkiye Millî Olimpiyat Cemiyeti tekrar kuruldu ve komitenin başkanlığına seçildi. Galatasaray Lisesi kompleksi adıyla yayımladığı kitabında, 1925 yılında yapılan VIII. Olimpik Kongrenin konuşmalarını yayınladı ve çeşitli konferanslarda "amatörlük, amatör sporcu ve spor müsabakaları" konularında keskin görüşler dile getirdi. 1926'da konuşmaları yüzünden Türkiye İdman Cemiyeti İttifakı (TİCİ) tarafından kınandı. Selim Sırrı bu olay karşısında Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi Başkanlığından çekildi ve 1930'da Uluslararası Olimpiyat Komitesi üyeliğinden de istifa etti. Selim Sırrı Tarcan, yaşamı boyunca 58 kitap, 2500 makale ve yine pek çoğu spor konusunda 1520 konferans vererek erişilmesi güç bir rekora ulaştı. Tarcan, Türkiye'de voleybol sporunun altyapısını okullarda kurarak başlatan ilk isimdir; ayrıca Türkiye'de boks sporunun da kurucusudur. Boksu Galatasaray Lisesi Edebiyat öğretmenlerinden Mösyö Goury'den almış (1904), kendisi de ilk Türk boksörlerinden Sabri Mahir gibi boksörler yetişmiştir. Cumhuriyet'in ilanına kadar çeşitli okullarda beden eğitimi öğretmenliğini sürdüren Selim Sırrı, 1924'te Beden Terbiyesi Başmüfettişi oldu. Bu görevini 1935'e kadar sürdürdü. 1935 yılında Beden Terbiyesi Başmüfettişliğinden emekliye ayrılan Selim Sırrı Tarcan, 1935 seçimlerinden itibaren Ordu milletvekili olarak TBMM’de yer aldı. V., VI., VII. dönemlerde mecliste görev yaptı. 2 Mart 1957 yıllında İstanbul'da hayatını kaybetti. Apollon Apollon (, ), mitolojide müziğin, sanatların, güneşin, ateşin ve şiirin tanrısı, kehanet yapan, bilici tanrıdır. Aynı zamanda kahinlik yeteneğini diğer insanlara da transfer edebilir. Biseksüel yönüyle ağır basan Apollon'un mitolojideki eşi Kassandra olup Zeus ve Leto'nun oğlu, Artemis'in ikiz kardeşidir. Sarışın ve çok yakışıklıdır. Orijini Yunan olan Apollon, Roma mitolojisine Apollo ismiyle geçmiştir. Mitolojideki en önemli tanrılardan biri olan Apollon, Anadolu kökenlidir. Düşüncesi Hermes'in tanrısal gücüyle ikiye ayırdığı inek bağırsağını, kaplumbağa kabuğuna bağlama olan altın bir lir çalan Apollon müzler korosunun başıdır. Gümüş yayıyla oku en uzağa o atabilir ve okların tanrısıdır. Tıbbı insanlara o öğretmiştir, yine hekimliğin tanrısıdır. Asla yalan söylemez; ışığın ve gerçeğin tanrısıdır. Kutsal ağacı defne, hayvanları yunus, atmaca, kuğu ve kargadır. Lakapları "okçu", "Likya'lı" ve Latincede yırtıcı kuşlara ilişkin olarak kullanılan, "yırtıcı" anlamına gelen "Vulturus"dur. Olymposluları altın liriyle eğlendiren, çok uzaklara ok atabilen, hastaları iyileştiren, iyileştirme sanatını hastalara ilk öğreten gümüş yayın efendisi okçu Tanrı olarak Yunan şiirlerine geçmiştir. Aynı güneş ışınları gibi Apollon'un okları da hem hasta edici hem de iyileştiricidir. Her ne kadar ışıkla özdeşmeşmiş ise de, ilk ortaya çıktığında Apollon, güneş tanrısı değildir. Asıl yunan güneş tanrısı Helios'dur. Apollon ve Artemis'in, güneş-ay ile özdeşleşmesi daha sonradan gerçekleşmiş, özellikle Romalılar döneminde bu anlayış kuvvetlenmiştir. Orfe öğretisinde sezgi, ilham ve vicdanın sembolü olan Apollon'dan Yunan mitolojisinde kökeni Luvi dilinde ışık anlamına gelen, kurt anlamındaki “lyk” (Latincede lux biçimine dönüşmüştür) sözcüğünden türeyen "Lykya"'lı olarak söz edilir. Likyalı sıfatının Apollon adının aslı olduğu, bir iddiaya göre, Etrüsk dilinde bir ilahı belirtmek üzere kullanılan Aplu, Apulu ya da Aplum adıdır. Yunan mitolojisinde Apollon'un yaptığı sayısız işlerden bazıları şunlardır: Percy Jackson ve Olimposlular kitabında tasvir edildiği üzere genç, yakışıklı, kendini beğenmiş ve şakacıdır. Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi (kısaca TMOK), 1908 yılında Selim Sırrı Tarcan'ın önderliğinde kurulan Uluslararası Olimpiyat Komitesine (IOC) bağlı kuruluş. 1912’de de IOC'un kabul etmiş olduğu ilk 16 komiteden biri olan TMOK, ilk olarak 1908'deki II. Meşrutiyet'in ardından Osmanlı Milli Olimpiyat Cemiyeti adıyla kurulur ve Modern Olimpiyatların düzenleyicisi olan ve Selim Sırrı Tarcan ile daha önceden tanışan Baron de Coubertin'e bildirilir. İlk Olimpiyat Komitesinin başkanlığına "Servet-i Fünun" gazetesinin sahibi eski sporculardan Ahmet İhsan Tokgöz getirilir. Selim Sırrı Tarcan genel sekreterlik görevini üstlenir. Üyelikleri ise Hasib, Asaf ve Cevat Rüştü Beyler yaparlar. 1924 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile Türkiye Milli Olimpiyat Cemiyeti kamu yararlı bir kuruluş olarak kabul edilmiştir. Hindi Hindiler ("Meleagridinae"), tavuksular takımına ait olan sülüngiller familyası içerisinde bir alt familya oluştururlar. Amerika'ya ilk göç edenler tarafından keşfedilmiş ve 17. yüzyıl'ın başlarında Avrupa'ya getirilmiştir. Günümüzde eti için yetiştirilen bir kümes hayvanı olarak tanınırlar. Hindinin 2 türü vardır. "Meleagris gallopavo" Doğu ve Güney Amerika kökenli bir tür olup, 1 m'ye kadar büyür. Diğer tür "Meleagris ocellata"ise Meksika Yucatan menşeli olup belirgin bir şekilde daha küçüktür. Hindi Amerika'nin keşfi ile dünyaya yayılmış olmasına rağmen Türkçedeki Hindi kelimesinin Colomb'un Amerika'yı Batı Hint Adaları sanması ile bir ilgisi yoktur. Çünkü yine hindiye benzeyen ve Afrika kıtasına ait olan bir kuş olan Gine tavuğu Türkler tarafından eskiden beri bilinmekteydi ve çeşitli kaynaklara göre Hint tavuğu olarak da bilinen bu kuşa halk arasında Hint illerinden gelen kuş manasında Hindi kuş da denilmekte idi. Keşiften sonra ise halk Gine tavuğuna benzerliği yüzünden hindiyi de aynı isimle çağırmaya başladı. İngilizcede ise "Turkey" olarak anılan hindiye bu ismin verilmesi de buna benzer bir şekilde olmuştur. Keşfin yapıldığı yıllarda Akdeniz ticareti Levantenlerin elinde idi. Yeni kıtadan gelen hindiler de İngiliz halkına "Turkey Merchants" adı ile de bilinen "" adlı şirket tarafından ulaştırılıyordu. Hatta bu sebepten Levantenler İngilizce'de "Turkey merchants" (Hindi tüccarları) olarak da anılırdı. Türkler tarafından getirilen bu yeni kuşun adına da halk "Turkey bird" (Türk kuşu) veya "Turkey cock" (Türk horozu) ismini vermekte gecikmemiştir. Aslında keşiften önce de yine Osmanlı denizciler tarafından İngiltere'ye getirilen Gine tavuğu da bir süre "Turkey bird" olarak anıldıysa da daha sonra Linnaeus tarafından başlatılan bu karmaşa çözülmüştür. Fransızca da ise Colomb'un Amerika'yı Batı Hint Adaları sanmasına binaen Hintten gelen manasında "cocq de l'Inde" (hint horozu) ve sonraları kısaca "dinde" denilmiştir. Hollandaca da ise kalkoen denilen hindiye bu isim aslında o zamanlar hollandalı denizciler aktif olarak ticaret yaptıkları bir liman olan Hindistan'ın 'Kalikut'limanına istinaden bu isim verilmiştir. Çünkü Hollandalılar da bu kuşun Hindistan'dan geldiğini sanmışlardır ve halk o zaman Hollanda'ya pek çok malın getirildiği bu liman şehrinden geldiğini düşünüp bu ismi vermiştir. Önceleri "Kalikutse Haan" (Kalikut horozu) olarak halk ağzında kalkoen şekline dönüşmüştür. Hollandacadan bu kelime kuzeydeki Finlandiya, Norveç, Isveç ve Danimarka gibi ülkelerin dillerine geçmiştir. Almancada da önceleri "Kalkuhn", sonraları "Turkische Hahn" (Türk horozu) şimdilerde ise "Truthahn" diye bilinmektedir. Mısırlılarda Türkiye'den geldiğini düşünüp "dikrum" demişlerdir. Herkes hindinin Hindistan'dan geldiğini düşünedursun, Hindistanlılar da Portekizliler aracılığı ile hindi oraya ulaştığında bu kuşun o zaman İspanyolların kontrolünde olan Peru'dan geldiğini düşünmüşler ve Peru bird (Peru kuşu) demişlerdir. Oysa o zamanlarda Peru'da hindi bulunmamaktaydı. Portekizce'de de Peru ismiyle bilinmektedir. Evcil hindinin Kuzey Amerika'ya ulaşması ise İngiltere üzerinden olmuştur. ABD'nin kurucularından Benjamin Franklin hindinin yeni kurulan devletin simgesi olmasını önerdiyse de bu kabul edilmemiş ve kel kartal seçilmiştir. Anime karakterleri listesi Lütfen herhangi bir karakteri aramadan önce okuyunuz; Bu liste sürekli büyümektedir. Liste alfabetik sıralamaya sahiptir ve karakterlerin isimleri, olası diğer isim ve lakapları ile ait oldukları animelerin isimleri listelenmiştir. Eğer karakter birden fazla isme sahipse bu fazla isimler karakterin ilk özgün Japonca isminden sonra listenir (Ör: "Sailor Moon" gibi bir kod isminden sonra değil). Ayrıca insan olmayan karakterler de listede yer almaktadır. Karakterler en çok kullanılan isimleriyle listelenmişlerdir (Ör
: "Koyomi Mizuhara" yerine "Yomi"). Böylece aramalar daha kolaylaşmaktadır. Eğer bir ismin başında Mr/Mrs/Ms gibi tanımlamalar varsa bunlar kaldırılmıştır. [[Kategori:Anime ve manga karakterleri|#Karakter]] [[Kategori:Anime ve manga listeleri|*Karakter]] Billie Joe Armstrong Billie Joe Armstrong (d. 17 Şubat 1972; Oakland, Kaliforniya), pop punk/punk rock grubu olan Green Day'in vokalist, söz yazarı ve gitaristidir. Altı kardeşin en küçüğü olan Billie Joe Armstrong, 17 Şubat 1972'de Oakland, Kaliforniya'da dünyaya gelmiştir. Daha sonra Rodeo, Kaliforniya'da büyümüştür. Babası Andy, caz müzisyeni ve kamyon şoförüydü. Armstrong 10 yaşındayken babası özofagus kanserinden ölmüştür. Annesi Rod's Hickory Pit isimli yerel bir restoranta garsondu. Billie 5 yaşında şarkı söylemeye başladı. Hastaların kendilerini iyi hissetmelerini sağlamak için hastanelere gidip onlara şarkı söylüyordu. Bu sıralarda yerel bir şirket olan Fiat Records'da ilk kaydı olan "Look For Love"ı kaydetti. İlk elektro gitarını 11 yaşındayken aldı ve ona "Blue" ismini verdi (Fernandes Stratocaster). Billie hala Blue'yu kullanıyor ama elinde gitarın birçok kopyası var. Annesi bundan sonra altı çocuğa bakabilmek için iki katı çalışmaya başladı. Billie ve Mike bir dönem annesinin çalıştığı restoranta çalıştılar. Annesi, babasının ölümünden iki yıl sonra bütün çocukları her ne kadar karşı çıksa da tekrar evlendi. 10 yaşındayken okulun kantininde Mike ile tanıştı. Birbirilerinin evlerinde yatıya kaldıkları zaman birlikte eski metal şarkıları çaldılar, Ozzy Osbourne, Def Leppard ve Van Halen. 14 yaşındayken annesi ve üvey babasını anlatan ilk şarkısını yazdı "Why do you want him?". 15 yaşındayken Mike ve buldukları bir baterist ile Sweet Children adlı ilk grubunu kurdu. Liseyi grup çalışmalarına yoğunlaşmak için son senesindeyken bıraktı. İlk turnelerindeki Minneapolis konserinde gelecekti eşiyle tanıştı "Adrienne Nesser". Bir süre çıktıktan sonra 2 Temmuz 1994'te evlendiler. Düğünlerinden sonraki gün Adrienne'in hamile olduğunu öğrendiler. Oğulları Joseph Marcicano Armstrong Mart 1995'te doğdu. Ondan üç yıl sonra 12 Eylül 1998'de ikinci çocukları Jakob Danger Armstrong aileye katıldı. Mors alfabesi Mors alfabesi veya mors kodu, kısa ve uzun işaretler (• ve –) ile bunlara karşılık gelen ışık veya sesleri kullanarak bilgi aktarılmasını sağlayan yöntem. 1832'de telgraf ile ilgilenmeye başlayan Samuel Morse tarafından 1835 yılında oluşturuldu. 1837'de kullanılmaya başladı. 1840 yılında patent için başvuruldu. İlk hat ABD'de Baltimore, Maryland ile başkent Washington arasında kuruldu. İlk mesaj İncil'den bir cümleyi içeriyordu ve 24 Mayıs 1844 tarihinde gönderildi. Orijinal mors kodu kısa ve uzun sinyallerin kombinasyonunun bir sayıya karşılık gelmesinden oluşmuştu. Her sayı da bir harfe karşılık geliyordu. Ancak Morse'un bulduğu sistemin kullanımı kolay değildi. Asistanı Veil ile bu konu üzerine ortaklaşa çalışmaya başlayan Morse, bir süre sonra Veil'in önerdiği sistemin daha basit olduğuna ikna oldu. Veil'in sisteminde kısa ve uzun sinyallerin yanı sıra duraklamalar da kullanılıyordu. Bu sistem daha sonra Amerikan Mors Kodu olarak isimlendirildi. Mors kodu; sesli olarak, radyo sinyallerinin açılıp kapatılmasıyla, telegraf tellerinden geçen elektrik akımıyla, mekanik yolla ya da görsel (ışıkların yanıp sönmesi) gibi çeşitli yollarla iletilebilir. Sistem genel olarak Mors alfabesi olarak adlandırılsa da uygulamada İngiliz alfabesi ve buna bağlı noktalama işaretlerini ifade etmek için iki farklı tür mors kodu kullanılmaktadır. Bunların birincisi olan Amerikan Mors Alfabesi, genellikle telgraf sistemlerinde kullanılırken, Uluslararası Mors Alfabesi ise araları görmezden gelerek sadece kısa ve uzun sinyallere göre çalışır. Telgraf şirketleri mesajların uzunluğundan şikayetçiydi. Bunun üzerine 5 koddan oluşan kısaltmalar geliştirildi. Örneğin; Ticari amaçlar için günümüzde kullanılmamaktadır. Kimi kaynaklarda "Demiryolu Morsu" diye anılır. Kısa ve uzun sinyallerin yanı sıra ara sıra da boş aralar kullanılmaktadır. Bu tür mors alfabesi karada telgraf telleri üzerinde haberleşen telgraf operatörleri için geliştirilmiştir. Günümüzde demiryolu müzelerinde görülebilmektedir. Kodun en eski hali Morse kodu ile haberleşen operatörlerin birbirleri ile anlaşanabilmeleri için geliştirilmişti. İlk günlerde operatörler sadece iki tane ses duyarlardı: Klik ve klak sesi. Tuşa her basış klik, tuştan parmağın çekilmesi ise klak sesini yaratıyordu. Ancak bu sistemi düzgün olarak kullanabilmek çok zordu. Örneğin, operatörün A(. -) sesini gönderebilmesi için "klik klak" yapması gerekiyordu. Birçok telgraf operatörü önceleri demiryollarında daha sonra Western Union ile haber ajanslarında çalışıyordu. Ünlü bilim adamı Thomas Edison da gençlik yıllarında telgraf operatörlüğü yapmıştı. Modern Uluslararası Mors Kodu, 1848 yılında Alman Friedrich Clemens Gerke tarafından geliştirildi. Bu kod türü ilk kez Hamburg ile Cuxhaven arasında Almanya'da kullanıldı. 1865 yılına dek birtakım küçük değişiklikler yapıldı ve aynı yıl Paris'teki Uluslararası Telgraf Konferansı'nda Uluslararası Mors Kodu olarak kabul edildi. Bu mors kodu halen yürülükte olan koddur. ITU (Uluslararası Telekomünikasyon Birliği) tarafından kabul edilmiştir. Mors kodu radyo cihazları ile yayınlanmak istendiği zaman diğer radyo bazlı iletişim cihazlarından daha basit bir düzenek kullanmak yeterlidir. Yüksek cızırtılı, düşük frekanslı ortamlarda bile kullanılabilmektedir. Bir diğer avantajı da daha düşük bant genişliğine ihtiyaç duymasıdır. Örneğin sesli iletişimde 2400 Hz bant genişliği kullanılırken, Mors kodu için tek taraflı 100–150 Hz yeterli olmaktadır. Mors alfabesinin geliştirilerek kullanıldığı bir diğer alan ise Q kodlarıdır. Amatör radyocular, sık kullandıkları mesajları kısaltıp Q kodları haline çevirmişlerdir. Radyo frekansı üzerinden haberleşmelerinde bu Q kodlarını kullanırlar. Bunun dışında mors alfabesi ile haberleşme yazılı mesajlaşmadan daha hızlıdır. Hatta bazı cep telefonu şirketleri mors alfabesi uyumlu cep telefonu üretmektedir. 1991 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde FCC'nin Amatör Radyocu lisansını alabilmek için dakikada 5 kelimeyi Mors alfabesi ile alıp, göndermek gerekliydi. 2000 yılına kadar amatör radyo lisanslarının en üst seviyesi olan "extra class" için bu rakam 20 kelimeye kadar çıkıyordu. 2000 yılından itibaren bu lisans için de 5 kelime yeterli sayıldı. 2003 yılında Dünya Radyo İletişimcileri Konferansı'nda alınan karar gereğince Uluslararası Mors Alfabesini bilmek amatör telsizci sertifikası alma koşulu olmaktan çıkarıldı. Tecrübeli bir Mors operatörü, dakikada 40'ın üzerinde kelimeyi okuyabilir. Geleneksel telgraf cihazları yerine yarı ve tam otomatik cihazlar kullanılması sayesinde mors sinyallerinin gönderilme hızı artmıştır. 24 Mayıs 2004 tarihinde ise ilk telgrafın 159. yıl dönümünde Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (ITU), "@" işaretini de Mors alfabesine ekledi. @ işareti (AT COMMERCIAL) kelimesinin baş harfleri olan "AC" harflerinin karşılığı ile ifade ediliyor. Düzköy Düzköy, Trabzon ilinin bir ilçesidir. "Haçka" adında köy iken 1944 yılında Bucak olmuş, 1961 yılında ismi değiştirilerek "Düzköy" adıyla Belediye olmuştur. Akçaabat ilçesine bağlı belediyeyken, 9 Mayıs 1990 tarih ve 3644 sayılı yasa gereğince ilçe statüsüne kavuşmuştur. Trabzon merkez ilçesine 40 km uzaklıktadır. Tepecik, Yeni Mahalle, Cevizlik, Orta Mahalle, Büyük Mahalle ve Düzalan olmak üzere altı mahallesi vardır. İlçeye 4'ü belediye (Düzköy Merkez, Çalköy, Çayırbağı ve Aykut Belediyeleri), 6'sı köy (Gürgendağ, Alazlı, Çiğdemli, Gökçeler, Taşocağı ve Küçüktepe köyü) olmak üzere toplam 10 yerleşim birimi bağlıdır. Aile planlaması uygulamaları nedeniyle nüfus artış hızının düştüğü ve sahip olunan çocuk sayısının azaldığı gözlenmektedir. İlçe nüfusu etnik bakımdan homojen bir yapı sergilemektedir. İlçe nüfusunun toplam 6 köy ve 4 belediye sınırları içerisinde dağınık bir yerleşim yapısı içinde yaşadıkları gözlemlenmektedir. Her aile evini kendi tarla ya da bahçesinin bir kenarına yapmıştır. Mezarlıkların dahi bu dağılıma uygun olduğu, ilk bakışta anlaşılabilir. Bu dağınık yerleşim arazi yapısından kaynaklanmakta olup, hizmetlerin maliyetini artırmaktadır. Nüfus hareketleri açısından yayla ve mezra (mezere) lar önem taşımaktadır. Halkın büyük bir bölümü Nisan ayından sonbahar başlarına kadar mezra ya da yaylalara göç etmektedir. (Çalışabilir nüfusun bir kısmının iş bulmak amacıyla büyük şehirlere gittiğini de ayrıca belirtmek gerekir.) Trombopoetin Trombopoetin, Trombopoietin veya TPO 1994'de bulunmuş olan bir hormon. Trombopoetin, trombosit üretimini kontrol eden başlıca hormondur. Bir glikoprotein olan trombopoetin türüne göre 353-356 amino asitten oluşur. Esas yapım yeri olan karaciğerin dışında, böbrek, kemik iliği ve dalakta da yapılır. Trombopoetin molekülü 353 amino asitli oluşmasına rağmen ilk 195 amino asitli kısmı tüm fonksiyonları gösterebilir. Molekül ilk sentezlendiğinde daha uzundur, fakat proteolitik parçalanmayla karboksi terminalinden kısalarak esas molekülü oluşturur. Ayrıca, yapısal olarak sinir hücrelerinin gelişiminde görev alan bazı nörotrofinlere benzer. Trombopoetin megakaryositlerin farklılaşmasını (diferansiasyon) ve böylece de trombosit üretimini düzenler. Son yıllarda yapılan çeşitli çalışmalar, trombopoetininin özellikle trombosit salınımından önceki son dönem megakaryosit farklılaşmasında mutlak gerekli olduğunu göstermiştir. Trombosit sayısı ile kandaki trombopoetin düzeyleri arasında ters ilişki vardır. Trombosit sayısı akut olarak azaldığında trombopoetin düzeyi hızla yükselmeye başlar. Fakat trombopoetin salınımını sağlayan mekanizma henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Trombopoetin trombosit sayısının artmasına neden olmasının yanında, trombositler üzerinde bulunan reseptörler aracılığıyla trombositlerin adezyon (yapışma, bağlanma) ve agregasyonunu da arttırır. Trombopoetin geni 3. kromozomda q27-28
’dedir. Bazı kalıtsal trombositozlarda bu gende anomali oluşmuştur. Ayrıca bazı lösemi durumlarında da bu gende anomali tespit edilmiştir. Düzköy (anlam ayrımı) Samur Samur ("Martes zibellina"), sansargiller (Mustelidae) familyasından kürk ticaretinde postu en değerli sayılan Rusya'nın kuzeyindeki soğuk ve çok geniş Sibirya bölgesinde yaşayan memeli türü. Uzunluğu, 13-18 santimetrelik kabarık tüylü kuyruğu dışında 30–50 cm, ağırlığı 0,9-1,8 kg, yüzü sivri, postu genel olarak parlak koyu kahverengidir. Son derece ince olan tüyleri sivri uçlu, boynunun altı bazen koyu esmer ya da sarımsı tüylüdür. Sansargillerin öbür üyeleri gibi samur da ayrım gözetmeden çok çeşitli hayvanları avlayıp yer. Kurbanları arasında tavşanlar, fareler, sıçanlar ve kuşlar sayılabilir. Avlanma dürtüsü tıpkı gelincik ve sansarlarda olduğu gibi çok güçlüdür. Kurbanlarını yalnız aç olduğu zaman değil, sık sık yalnızca öldürmüş olmak için öldürür ve tümüyle tüketmeden bırakır. Samurlar yalnız yaşarlar. Çiftleşmeden sonra döllenmiş yumurtanın dölyatağı duvarına yuvalanması geciktiğinden gebelik dönemleri 250-300 gün kadar sürer. Bir batında doğan yavru sayısı 1-4 arasında değişir. Tophane Çeşmesi Tophane Çeşmesi İstanbul’un Tophane Meydanı’nda yer alan Sultan I. Mahmut tarafından 1732 yılında yaptırılmış, bir meydan çeşmesidir. İstanbul’un üçüncü büyük çeşmesidir ve şehirdeki en yüksek duvarlı çeşmedir. Tarih kitabesi şair Nafihi'ye aittir. 1. Mahmud Han Çeşmesi adıyla da bilinir. Tophane Çeşmesi, güneyden Kılıç Ali Paşa, kuzeyden Nusretiye camileriyle, batıdan Tophane atölyeleri ve doğudan rıhtım ile çevrili Tophane Meydanı’nın ortasında inşa edilmiştir. Zamanla kıyının doldurulmasıyla denizden uzakta kalmıştır. 1700- 1740 yılları arasında meydanların ortasına geniş saçaklı, anıtsal meydan çeşmeleri yapılmıştır. Böylece çeşme yapımında klasik Osmanlı üslübundan Batı üslübuna geçiş yaşanmıştır. Tophane Çeşmesi de bu geçiş döneminin eseri olan bir çeşmedir. Çeşme Gümrük Emini olan Ahmed Ağa'ya 76.000 kuruş 84 akçeye yaptırılmıştır. Çeşme yapılacağı zaman burada bulunan tüm dükkânlar yıktırılarak meydan açılmıştır. Çeşmenin dört tarafı mimari ayrıntı olarak birbirinin aynısıdır. Çeşmenin açılışı ile Taksim Suyu Sistemi faaliyete girmiştir ve padişah Taksim'den suyu kendi eliyle salıvermiştir. Tophane çeşmesi yapıldığı dönemden itibaren iki defa büyük kapsamlı onarım görmüştür. Bunlardan ilki 1837 yılında gerçekleşmiş, çeşmenin üst örtüsü tamamen değişmiş, teras çatı yapılmıştır. 1956-1957 yıllarında ise, kentsel dönüşüm müdahaleleri kapsamında İstanbul Sular İdaresince restore edilmiştir. Bu onarımdan 50 yıl sonra Saka Su tarafından restorasyon çalışmasına yeniden başlandı. Restorasyon çalışmaları 2006 yılının Mayıs yılında tamamlandı. Restorasyonu çalışmasında 15 mimar ve 4 hat sanatı ustası görev aldı. Çeşme, yapıldığı dönemin zevkine uygun olarak bitki motifleriyle bezenmiştir. Taş süslemede saksı içindeki meyve ağaçları, vazoda çiçek görüntüleri yer alır. Bu motifler dikdörtgen çerçevelere, kenarlara ve nişin içine doğru bir sıralama dizi gibi sıralanmışlardır. Motifler birbirlerinden farklı kompozisyonlarda birer natürmorttur. Çeşmenin geniş ve üst köşelerinde eğri dönen saçağı ile barok mimari yaklaşık 1730'lu yılların karakteristiğidir. Dönemin mimari sentezini ve bezemesini özgün halde günümüze taşıyan Tophane çeşmesi Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün mülkiyetindedir. İstanbul'daki çeşmeler listesi Aleksandra İvanovskaya Aleksandra İvanovskaya (d. 1989, Rusya), 22 Aralık 2005 tarihinde 49 rakibini de geride bırakarak "Miss Rusya 2005" güzeli seçildi. Bu yarışmadan önce de "Miss Uzak Doğu 2005" yarışmasında birinci gelmişti. Ülkesini "Miss Dünya 2006" yarışmasında temsil etti. Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (International Civil Aviation Organization-ICAO) Chicago Konvansiyonu’na (7 Aralık 1944) imza atan 52 ülke tarafından, Birleşmiş Milletler kuruluş kararnamesinin 43. maddesine dayanarak 4 Nisan 1947 tarihinde kurulmuştur. Aynı yılın Ekim ayında ise, Birleşmiş Milletlerin yasal havacılık organı olarak kabul edilmiştir. Merkezi Kanada-Montreal’dedir ve Bangkok, Kahire, Dakar, Lima, Mexico City, Nairobi ve Paris’te 7 bölge ofisi bulunmaktadır. Bu örgüte üye olabilmenin en önemli koşulu BM üyesi olmak ve BM’den onay almaktır. Günümüzde ICAO’nun üye sayısı 190’dır. ICAO tüm üye ülkelerin temsil edildiği bağımsız “asamble” ve bunun altındaki yönetici organ olan 36 üyelik “konsey” den oluşmaktadır. Petabayt Petabayt (PB) bilgisayarlarda kullanılan, 1024 terabayt anlamına gelen bir veri büyüklüğü birimidir. Alt ve üst birimleri Adenozin difosfat Adenozin difosfat, İngilizce "Adenosine diphosphate"dan ADP olarak kısaltılır, bir nükleotittir. Pirofosforik asit ile adenin nükleotidinin bir esteridir. ADP'de bir pirofosfat grubu, bir riboz şekeri ve bir adenozin nükleobazı vardır. ADP, ATP'nin ATPaz enzimleri tarafından defosforilasyonu ile oluşur. ADP, ATP sentaz tarafından ATP'ye dönüştürülür. ATP hücrelerde enerji taşıyan bir moleküldür, bu enerjiyi kullanan reaksiyonlarda ATP ADP'ye dönüşür. Not : Atp (Adenozin trifosfat) idir.yuani 1 fosfat fazldır adp ise (Adenozin difosfat) Laos kipi Kip, Laos para birimidir. 1 "Kip"=100 "at" tır. Şu anda "at" tedavülde değildir. 1, 5, 10, 20, 50, 100, 500, 1.000, 2.000, 5.000, 10.000 ve 20.000 Kip'lik banknotlar kullanılır. Ülkede madeni para kullanılmaz. Arto Tunçboyacıyan Arto Tunçboyacıyan (d. 4 Ağustos 1957, İstanbul), Türkiye Ermenisi müzisyendir. 1957 yılında İstanbul'da doğdu. Müzisyen Onno Tunç'un kardeşidir. Amerika’da yaşıyor. Küçük yaşlarda müziğe ilgi duydu. Joe Zawinul, Al Di Meola, Paul Winter, gibi müzisyenlerle çalıştı. Sezen Aksu ile albüm çalışmaları yaptı. Bütün vurmalı çalgıları rahatlıkla çalabilen Arto Tunç, ”Sezen Aksu'nun "Işık Doğudan Yükselir" albümünde de iki bestesiyle yer almış, diğerlerine de katkıda bulunmuştu. ("Onu Alma Beni Al" ve "Yeniliğe Doğru") Arto Tunçboyacıyan, bir uçak kazasında ölen ağabeyi 'Onno' için söyledikleri şarkıları, Ara Dinkjian ile birlikte hazırladığı "Onno" albümü adıyla 1998 yılı Haziran ayında piyasaya sundu. Bugüne kadar çıkardığı on albümde Anadolu ve Ermeni müziklerinin büyük etkisi görünür. 2000 yılında Los Angeles'ta Ermeni Müzik Ödülleri'nde Ermeni asıllı Amerikalı müzik grubu System of a Down'un kurucusu ve solisti Serj Tankian ile tanışan Tuncboyacıyan grubun "Toxicity" adlı albümünde yer alan "Aerials" adlı parçanın Hidden Track bölümüne katkıda bulunmuştur. Ayrıca yine Serj Tankian ile beraber 2003 yılında Serart adında bir müzik grubu kurup ardından grupla aynı adı taşıyan bir albüm çıkarmıştır. Yaşar Kurt ile birlikte, Yash-ar adlı müzik grubunu kuran Tunçboyacıyan, 1998'den beri Armenian Navy Band'in de üyesidir. Lalapaşa Lalapaşa, Edirne ili'ne 22 km uzaklıkta yer alan bir ilçedir. İlçenin kuzeyinde ve batısında Bulgaristan, doğusunda Süloğlu ilçesi ve güneyinde Edirne ili yer almaktadır. İlçenin yüzölçümü 536.788 dekar, rakımı ise 72 m olup Edirne'ye uzaklığı 22 km'dir. İlçe arazisi genelde düz olmakla birlikte Balkan (hudut) kesimleri engebelidir. Tepelerin üst kısımlarında aşınma ile oluşmuş sivri dişli granitler bulunmaktadır. Kış yağmurları ile beslenen dereler Tunca nehrine dökülmektedir. İlçede birçok derecik olmasına rağmen önemli bir akarsuyu yoktur. İlçe iklimi tipik karasaldır. İlçeye düşen yıllık yağış miktarı 350–450 mm.dir. İlçe aynı zamanda serhat bölge konumundadır. Türkiye'nin Bulgaristan ile olan sınırının 55.455 metresi Lalapaşa bölgesindedir. Edirne-Lalapaşa-Hamzabeyli hudut devlet yolu ise ilçe sınırları içerisinden geçmektedir. Osmanlı döneminde, önemli bir yeri olan ilçe zamanın şehzadelerine dinlenme ve avlanma olanağı sağlamıştır. Son yıllarda yapılan arkeolojik araştırmalar göstermiştir ki ilçenin, çok sayıda yer altı zenginliklerine sahiptir. Lalapaşa, tarihi kalıntılarının çokluğu, ilçesi ve köyleri ile birlikte 17 bin yıllık bir tarihi sinesinde barındırmaktadır. Tarihi eserlerden dolmenler, yurdumuzda sadece Kars ilinde ve Lalapaşa ilçesinde bulunmaktadır. Menhirler ve kale kalıntıları yanında Mimar Sinan'ın yaptığı su yolları birer tarihi anıt olarak bugün de varlığını ayakta durarak sürdürmektedir. Buluntu ve kalıntılardan, ilçede günümüzden 5-6 bin yıl öncesinde insanoğlunun yaşadığı anlaşılmaktadır. Bazı kaynaklar da MÖ 3 bin yılında Anadolu'ya geçen ve Avrupa'dan geldiği sanılan Lüviderden söz eder. Bunların Hint Avrupa ailesinden olduğu belirtilir. Yazılı kaynaklar bölge tarihini Traklarla başlatır. MÖ 8. ve 6. yüzyıla ait yazılı kaynaklardan Traklar'ın ismine raslanmaktadır. Trak kabilelerinin bölgeye kuzey yoluyla geldiği ve Traklar'ın önce mağaralarda, sonra etrafı hendeklerle ve çiderle çevrilmiş köylerde yaşadıklarını belirtiyorlar. Lalapaşa, Padişah I. Murad'ın lalası, Lala Şahin Paşa tarafından 1361 yılında fethedildi. Komutan Lala Şahin Paşa'nın isminin bu beldeye verildiği yazılı kaynaklarda belirtiliyor. Lalapaşa ilçesi Balkan Savaşı'na kadar merkezi Hacıdanişment olan Çöke Bucağı'na ait bir köydü ve adı Paşaköy olarak anılırdı. Lalapaşa ilçesi, Edirne'ye 22 km uzaklıkta olup ulaşım karayolu ile sağlanmaktadır. Her gün düzenli olarak 15 dakikada bir Lalapaşa-Edirne arası karşılıklı servis vardır. Bir yıla yakın zamandır kooperatif servisleride hizmet vermektedir. Sadece Pazar günleri yarım saatte bir minibüs servisleri yapılmaktadır. İlçe merkezinden Edirne'ye gidiş süresi ortalama 25 dakikadır. Hamzabeyli Sınır Kapısı yolunun yapım çalışmaları tamamlanmıştır. Ulaşım konforu uluslararası yol niteliğinde olduğundan oldukça artmıştır. Hamzabeyli Sınır Kapısının açılması ilçeye ve köylerine ticaret ve turizm açısından önemli katkıları olacağı düşünülürse bu yolun hayati önemi daha iyi anlaşılır. Muhiddin Baba, doğum tarihi belli değil ölüm tarihi (Rumi 919) Miladi 1513 yılında Anadolu Yörük Türklerinden Saru Türkleri buraya gelerek yerleşmişlerdir. Köyün kuruc
usu II. Bayezid dönemi vezirlerinden, Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa'dır. İbrahim Paşa, Kazaskerliği döneminde bu köyü İstanbul'daki camisine vakfetmiştir. İbrahim Paşa'nın oğlu olan Muhiddin Mehmet Çelebi'nin zaviyesi köyün birkaç kilometre kuzeyinde bulunuyordu. Muhiddin Mehmet Çelebi'nin ölümü sonrası zaviye ziyaret yeri olmuştur. Bir mezar odasının çeperlerini oluşturan dikey taşların desteklediği bir ya da daha fazla blok taşın oluşturduğu tarih öncesi yapısıdır. Dolmenlerin, Türkiye'de yalnızca Kars'ta ve Lalapaşa'da yer aldığı bilinmektedir. Lalapaşa' da bulunan Dolmen'ler Lalapaşa ilçesi'nin merkezinde Tümülüs içine gömülmüş sıradan olmayan bir Dolmen yer almaktadır Mezar odası dışarıya açılan koridoru ile görülmeye değer niteliktedir. Hacıdanişment Vaysal ve Kalkansöğüt Köyü Kapaklı Kaya Mevkiinde muhtelif büyüklükte pek çok Dolmen bulunmaktadır. Dolmenler yekpare kabataş bloklarından inşa edilmiştir. Hepsi de güneye bakan yekpare taş blok duvarların zemine yakın kısmında bir menfezi vardır. Genellikle açık bir giriş ve art arda kapalı iki mekandan oluşmaktadır. Men "taş" ve Hir "uzun" Uzuntaş anlamına gelmektedir ve toprağa dikine yerleştirilmiş tek bir blok taştan meydana gelmiş anıtlardır. Lalapaşa'nın kuzeydoğusunda çok sayıda menhire rastlanmaktadır. Hacıdanişment köyüne 1 km. kala Yenibağlar Kayalığı denilen yerde de menhirler vardır. Hacılar köyü'nün 200 m. Güneydoğu yönünde de menhirler yer almaktadır. Bir mezar odasının, üstüne taş ve toprak yığılarak oluşturulan yapay tepeciktir. Eski mezar, tepesi anlamındadır. Trakya'da 2-3 bin civarında tümülüs olduğu sanılmaktadır. Edirne - Lalapaşa yolu üzerindeki Hıdırağa köyü'nün çıkışında ve Küçükdöllük köyü'nün girişinde birer tane tümülüs vardır,Bunların dışında Lalapaşa-Ortakçı arasındaki, Dokuztepeler denilen mevkide dokuz tane tümülüs yer almaktadır. Lalapaşa ilçesi ve köylerinde kara ve su avcılığı yapılmaktadır. Yörede avcılığa karşı büyük bir ilgi vardır. Bölge halkının yanı sıra civar il ve ilçelerden de avcıların avlanmak için yöreye geldiği gözlenmektedir. Hacılar, Vaysal, Hacıdanişment, Kalkansöğüt ve Çallıdere gibi ormanlık alanlarda da avcılık yapılmaktadır. Lalapaşa merkezinde iki ilköğretim ve bir lise bulunmaktadır. Lalapaşa Lisesi, Atatürk İlköğretim Okulu ve Cumhuriyet İlköğretim Okulu (http://www.cumhuriyetliyizbiz.meb.k12.tr) Ayrıca köylerinde de Demirköy İlköğretim Okulu ve Hacıdanişment İlköğretim Okulları eğitim-öğretim hizmeti vermektedir. İlçe ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Yöre halkının %95'i geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlamaktadır. Bölgede kayıtlı çiftçi sayısı 2.781 kişidir. İlçenin toplam alanı 536.788 dekardır. İlçe tarım arazisinin büyük çoğunluğunda buğday, arpa ve ayçiçeği üretimi yapılmaktadır. Ayrıca silajlık mısır, fasulye, yulaf, yonca ve sebze ekilmektedir. İlçedeki büyükbaş hayvanların %95'i saf kültür ırkı (Holstein, Simental, Montofon) ve melezi, %5'i yerli ırktır. İlçede T.C. Ziraat Bankası şubesi olup başka bankaların şubeleri bulunmamaktadır. Ziraat Bankası şubesince yöre çiftçilerine tarımsal araç kredisi, ithal süt hayvancılığı kredisi, bitkisel üretim kredisi ve besicilik kredisi verilmektedir. Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi, 6762 sayılı Türk Ticaret Kanununun 37'inci maddesi ve 18 Mayıs 2004 tarihli 5174 sayılı Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ile Odalar ve Borsalar Kanununun 56/m maddesine dayanılarak Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) tarafından tatil günleri dışında her gün Ankara'da çıkarılır. Sahibi Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği adına Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği başkanıdır. Türkiye Ticaret Müdürlüğü, TOBB Bilgi Hizmetleri Dairesi Başkanlığı bünyesinde toplam 25 personel ile faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi Müdürlüğü'nde 2007 yılında toplam 574.050 adet ilan , ayda ortalama 47.838 adet ilan, günde ise ortalama 2.287 adet ilan girişi yapılmaktadır ve ortalama 734 sayfa gazete matbaa tarafından basılarak ilgililerin adreslerine kargo, özel dağıtım ve PTT kanalı ile teslim ediliyor. Ayrıca yıllık ortalama 17.000 adet destek telefonu hizmeti verilmektedir. Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi'nde yayımlanan ilanların ücretleri Gümrük ve Ticaret Bakanlığı'nın onayından sonra ve Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi'nde bu tarifenin yayınlanmasından 10 gün sonra yürürlüğe girmektedir. Çağan Irmak Çağan Irmak (d. 4 Nisan 1970, İzmir) Türk dizi ve film yönetmeni, senaryo yazarı. 4 Nisan 1970 tarihinde İzmir'de doğdu. Çocukluğu Seferihisar'da geçti. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi radyo, TV ve sinema bölümünden mezun oldu. "Asmalı Konak" adlı televizyon dizisiyle ismini bütün Türkiye'ye duyurdu. Sonra hem 1980'li yılların karışık, gergin ve politik halini, hem 2000'li yıllardaki bir sonraki kuşağın yaşadıklarını anlatan "Çemberimde Gül Oya" dizisini yazdı ve yönetti. "Bana Şans Dile", "Mustafa Hakkında Herşey", "Babam ve Oğlum", "Ulak", "Issız Adam", "Karanlıktakiler", "Prensesin Uykusu","Dedemin İnsanları", "Tamam mıyız?", "Unutursam Fısılda" ve "Nadide Hayat" adındaki on bir uzun metrajlı sinema filmi ve "Çilekli Pasta" adlı tv filmi bulunmak üzere, ödüllü kısa filmleri de bulunmaktadır. Çağan Irmak birçok projesinde aynı isimlere yer vermiştir. Projelere göre çalıştığı ortak isimler; Gülriz Sururi - Kabare (2003) Zerrin Özer - Ama Bazen (2007) Zerrin Özer - Ömür Geçiyor (2007) Sertab Erener - Kız Leyla (2015) Ara Dinkjian Ara Dinkjian, (d. 1958, New Jersey, ABD), Ermeni kökenli Amerikalı udi, besteci. Diyarbakır kökenli Ermeni bir ailenin çocuğu. Babası Onnik Dinkjian, kilise korosu solisti ve halk müziği sanatçısı. İlk kez sahneye beş yaşında, 1964'te New York'ta düzenlenen Dünya Fuarı sırasında babasıyla çıktı, perküsyon çaldı. 18 yaşında Hartford'da (Connecticut) sahne sanatları eğitimi veren The Hartt School'a burslu olarak kabul edildi. Bu arada babasıyla çalışmayı sürdürdü. 1986'da ABD'de perküsyoncu Arto Tunçboyacıyan ile Night Ark grubunu kurdu. Etnik caz türünde çalışmalar yapan grup ismini Nuh'un Gemisi'nden alıyordu. Topluluğa daha sonra piyanist Armen Donelian ve basçı Marc Johnson da katıldı. Pictures'ın ardından yayımlanan Moments ve Wonderland adlı albümleri ilgiyle karşılandı. Besteci, aranjör Onno Tunç'un yakın dostu olan Dinkjian, onun kanalıyla pek çok Türk müzikçiyle ortak çalışmalar yaptı. Sezen Aksu, Kibariye, Mine Koşan, Ahmet Kaya ve Coşkun Sabah'a besteler verdi. Ayrıca Yunan sanatçı Eleftheria Arvanitaki ile birlikte çalıştı. Sezen Aksu'ya ait Sezen Aksu'88 adlı albümde yer alan "Sarışınım" ("Yunanca:Dinata Dinata"), "Vazgeçtim" ve Ahmet Kaya'nın yorumladığı "Ağladıkça, Dinkjian'ın" en bilinen besteleri. Uluslararası Olimpiyat Komitesi Uluslararası Olimpiyat Komitesi (UOK, , İng. "IOC"), 23 Haziran 1894 günü Pierre de Coubertin'in önderliğinde kurulmuş olan ve Olimpiyat Oyunları'nı düzenleyen organizasyondur. Komitenin merkezi İsviçre'nin Lozan kentindedir. M.Ö. 776 ile M.Ö. 396 yılları arasında düzenlenen antik olimpiyat oyunlarının tekrar düzenlenmesi amacı ile kurulan komitenin ilk kuruluşu 1894 yılının Haziran ayı ortasında, Sorbonne Üniversitesi'nde düzenlenen bir kongrede gerçekleşmiştir. 37 spor kuruluşunu temsilen 78 kişi ve 9 ülkeden 20 delegenin de yer aldığı 2000'i aşkın bir davetli topluluğunu "International Athletic Congress" adlı toplantının gündeminde gündeminde amatörlük kavramının anlamı, uygulaması ve Olimpiyatlar konuları vardı. "Olympism" diye adlandırılan ikinci komitenin başında, Yunan Demitrios Vikelas ve üyeler arasında da Amerikalı Dr. William M. Sloane vardı. Coubertin, Kongre'den bir hafta önce Revue de Paris dergisinde yayınladığı bir makalede canlandırmasını istediği olimpiyatların temel ilkelerini sıraladı. Oyunların kongreden iki yıl sonra Atina'da başlaması ve Olimpizmin temel ilkeleri kongrede karara bağlandı. IOC, 1896 yılında başlayan Modern Yaz Olimpiyat Oyunlarının yanı sıra ilki 1924 yılında Fransa'da gerçekleştirilen Kış Olimpiyatları'nı da organize etmektedir. Pierre de Coubertin Baron Pierre de Coubertin (1 Ocak 1863 - 2 Eylül 1937), Fransız pedagog, tarihçi ve sporcu. Modern Olimpiyat Oyunları'nın kurucusudur. İtalyan kökenli ve aristokrat bir Fransız ailesinin çocuğu olarak 1863’de Paris’te doğdu. İngiliz ve Amerikan okullarındaki eğitim sistemini inceleme fırsatı buldu. Bu onun eğitim anlayışının gelişmesine ve ülkelerdeki değişik sistemlerin avantajlarını ve dezavantajlarını görmesine sebep oldu. Alman orduları karşısında Fransa'nın bozguna uğrama nedenini Fransız gençliğinin fiziksel olarak iyi yetişmemesine bağladı. Antik oyunların yapıldığı Olympia antik kentinin o dönemde açığa çıkarılmasından doğan eski oyunlara genel ilgi onu da yakından ilgilendirdi. Oyunların yeniden başlatılması fikrini planlamaya başladı. Bu planlarını açıklamak için 23 Haziran 1894 günü Paris, Sorbonne'da bir kongre organize etti. Bu kongrede oyunların tekrar başlatılmasını teklif etti. Kongre sonunda Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) kuruldu ve Pierre de Coubertin genel sekreter oldu. De Coubertin, 1937 yılında Cenevre'de ölene dek IOC'nin onursal başkanı olarak kaldı. Öldükten sonra komitenin genel merkezinin bulunduğu Lozan'da gömüldü. Denis MacShane Dr. Denis MacShane (21 Mayıs 1948)'de Denis Matyjaszek ismi ile doğmuş ve Britanya İşçi Partisi'ne mensup İngiliz siyasetçi. Babası II. Dünya Savaşı'na katılmış ve savaş sonunda Polonya'da komünist rejimin iktidara gelmesiyle İngiltere'de sürgün olarak kalmış bir Polonyalı, annesi ise İskoçyalıdır. Denis Matyjaszek, BBC'de çalıştığı dönemde patronlarının talebi üzerine annesinin kızlık soyadını resmen aldı ve adı Denis MacShane oldu. 1994'den günümüze Birleşik Krallık Parlamentosunda Rotherham seçim bölgesi ("constituency") parlamenteridir. 2002 yılından 2005 Birleşik Krallık Genel Seçimlerine kadar Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı çatısı altında, AB ile ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanlığı yaptı. Oxford Üniversitesi Merton
Koleji Tarih bölümünden mezun oldu, Londra Üniversitesi'nde Uluslararası Ekonomi alanında doktora yaptı. 1969'dan itibaren BBC için çalışmaya başladı. Birleşik Krallık Ulusal Gazeteciler Birliği'nin ("National Union of Journalists") başlangıçta faal bir üyesi, sonradan da başkanı oldu. 1992-1994 yılları arasında Brüksel'de bulunan Avrupa Politikaları Enstitüsü ("European Policy Institute")'nün direktörlüğünü yaptı. 1974'de İngiltere'de aday olarak girdiği ilk seçimdeki denemesi başarısızlıkla sonuçlandı, Parlamento'ya 20 yıl sonra 1994 yılı içinde, seçim bölgesinin parlamenterinin ölmesi nedeniyle düzenlenen ara seçimde girdi. 1997-2002 yılları arasında Parlamento ile ilişkilerden sorumlu kabine üyesi oldu, 2002-2005 yılları arasında da AB ile ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanlığı yaptı. Polonya'da Dayanışma Sendikasının bağımsızlık mücadelesi verdiği 1980'lerde babasının ülkesi adına faaliyetlerde bulunmuş, 1982'de bir yürüyüşe katıldığı için Polonya'da tutuklanarak sınırdışı edilmiştir. İşçi Partisi içinde, ne tam anlamıyla Tony Blair taraftarı, ne de doğrudan rakibi Gordon Brown'dan yana olabildiği şeklinde bir izlenim yarattığından, iki arada kalmış, ve 2005 genel seçimleri sonrasında kabinede kendisine yer verilmemiştir. The Guardian gazetesi için köşe yazıları yazmaya devam etmektedir. Tutkulu ve bir politikacı için son derece açıksözlü olarak değerlendirilen üslubu beğeni toplamaktadır. 2003 yılında (İngiltere'de henüz herhangi bir İslamcı terör eylemi vuku bulmamışken) seçim bölgesindeki Müslüman seçmenlere hitaben, "ya İngiltere'nin yollarını ya da teröristlerin yollarını seçmeleri gerekeceği" şeklinde bir konuşma yapması İngiltere Müslüman Cemaati nezdinde infial yaratmış, 'İslam düşmanlığı (İslamofobi)' ve ajan provokatörlükle suçlanmıştır. 2004 yılı içinde, ilk eşi BBC televizyon sunucusu Carol Barnes'dan olma kızı Avustralya'da bir hava müsabakasında paraşütünün açılmaması sonucu ölmesi üzerine bir aile trajedisi yaşadı. 2005 yılı içinde, liberal demokrasinin bütün dünyada (gerekirse askeri müdahalelere başvurularak) yaygınlaştırılması gerektiğini savunan, ve bu arada da İngiliz liderliği altında Avrupa askeri modernizasyonunun ve bütünleşmesinin sağlanması savlarını savunan, Cambridge'de yerleşik Henry Jackson Society'nin (Henry Jackson Cemiyeti) imza sahibi katılımcılarından biri oldu. Böylece, hamileri ve katılımcıları arasında 'Karanlıklar Prensi' Richard Perle, eski CIA Direktörü James Woolsey, İngiliz istihbarat teşkilatı eski şefi Sir Richard Dearlove gibi seçkin isimlerinin bulunduğu bu cemiyetin çatısı altına girdi. Bu neocon tabiatlı kuruma kayıtlı İşçi Partili iki kişiden biridir. 2005 Aralık ayında İstanbul'da Orhan Pamuk davası ilk duruşması için boy gösteren Avrupalı parlamenterlerden biridir. Duruşma sonrasında milliyetçi müşteki avukatları ile küfürleştiği görüntüler ekranlara yansımış, avukatlardan birinin yüzüne vurduğunu iddia etmiş, ancak herhangi bir şikayette bulunmamıştır. Aydın'ın ilçeleri Aydın'ın ilçeleri 17 tanedir: Aydın İl Nüfusu: 1.080.839 (2017 sonu). İlin yüzölçümü 8.116 km²'dir. İlde km²'ye 133 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 461 kişi ile Efeler’dir) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,18 olmuştur. 2017 yılında TÜİK verilerine göre 17 ilçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 670 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Didim (%2,98)- Karacasu (-% 1,61) *Metropol ilçelerin merkeze uzaklıkları, kaymakamlık ile valilik arasındaki uzaklıktır. Saniye Uluslararası Birimler Sistemine göre saniye, en düşük enerji seviyesindeki (ground state) Sezyum-133 atomunun (133 Cs atom çekirdeği) iki hyperfine seviye arasındaki geçiş radyasyonunun 9.192.631.770 periyoduna karşılık gelen süredir, (13. CGPM, 1967). 1997 deki CIPM toplantısında bu tanımın durağan ve 0 K termodinamik sıcaklıkta Sezyum atomu için geçerli olduğu onaylandı. Değişkendir. Sözcük, kökenini Arapça "iki" sayısı olan "isnân"dan almaktadır. Bunun nedeni ise Biruni'nin zaman birimlerini adlandırırken sayısal sıralamalar kullanmasıdır (örneğin, "salise" de "üç" anlamındaki "selâse"den gelmektedir). Artık saniye Artık saniye, Dünya'nın Güneş etrafındaki turunu çeşitli nedenlerle yavaş ya da hızlı gerçekleştirmesi sonucu yıl sonunda meydana gelen fazlalık. Okyanuslarda yaşanan gelgitler de artık saniyeyi oluşturan etmenler arasındadır. Artık saniye 1999 yılından bu yana dünyanın dönme süresinin toplam 0.9 saniye gecikmesi nedeniyle uygulanmıştır. İlk artık saniye 30 Haziran 1972'de gerçekleşmişti. ABD Ulusal Standartlar ve Teknoloji Kurumu'ndan yapılan açıklamada, atomik saatlerin gece yarısında 00:00:00’ı göstermeden önce 23:59:60’ı göstereceği belirtildi. Değişiklik “Eşgüdümlü Evrensel Zaman” esasına göre atom saatlerinin ayarlanmasıyla gerçekleşti. Londra’da kış saatine göre gece yarısına denk gelecek değişiklik Türkiye'de 1 Ocak gecesi 02:00’de yaşandı. İlk artık saniyenin tespit edildiği 1972 yılından sonra 26. saniye 30 Haziran 2015 yılına eklenecektir. Dünyanın çevresinde dönen ve çekim kuvveti uygulayan Ay dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşünü 1,4 milisaniye yavaşlatmaktadır. İnsanların günlük hayatını fazla etkilemeyen bu olay, bilgisayar ve internet gibi alanlarda sorun oluşturmaktadır. Muammer Güler Muammer Güler (d. 21 Mart 1949, Mardin), Türk eski bürokrat ve siyasetçi, İstanbul eski valisi ve eski Türkiye İçişleri Bakanı. Recep Tayyip Erdoğan tarafından kurulan 61. Türkiye Hükûmeti'nde yapılan bir kabine revizyonu ile Ocak 2013–Aralık 2013 tarihleri arasında İçişleri Bakanı olarak yer alan Güler, 2010–2011 yılları arasında KDGM Müsteşarlığı görevini üstlenmiştir. Bu görevinden önce 2003–2010 yılları arasında İstanbul Valiliği yapmıştır. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da tamamlayarak 1972 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. İlk kamu görevine 4 Mart 1973 tarihinde Balıkesir'de maiyet memuru (kaymakam adayı) olarak başladı. Sırasıyla Denizli, Çal İlçesi kaymakam vekilliği, Pehlivanköy, Horasan kaymakamlıklarında bulunduktan sonra İçişleri Bakanlığı Personel Şube Müdürlüğü’ne atandı. İçişleri Bakanlığı’nda şube müdürü, daire başkanı, personel genel müdür yardımcısı ve personel genel müdürü görevlerinde bulundu. Personel Genel Müdürü iken 29 Ocak 1992 tarihinde Niğde Valiliği’ne atandı. Daha sonra 27 Eylül 1993 tarihinde Kayseri Valiliği'ne ve 6 Temmuz 1994 tarihinde Gaziantep Valiliği'ne atandı. Bu görevini sürdürürken 28 Temmuz 2000 tarihinde Samsun Valiliği'ne atandı. 30 Ocak 2003 tarihinde İstanbul Valiliği'ne atanarak 17 Şubat 2003 tarihinde görevine başladı. 12 Mayıs 2010 Valiler Kararnamesiyle Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı'na atandı. 7 Mart 2011 tarihi itibarıyla Adalet ve Kalkınma Partisi'nden milletvekili olmak amacıyla görevinden istifa etti. 24. Dönem Mardin Milletvekili olarak TBMM'ye girdi. Okan Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesi olarak görev yaptı ve İstanbul Ticaret Üniversitesi Mütevelli Heyeti Onur Üyeliği görevinde bulundu. Matematik öğretmeni Neval Hanım'la 1977 yılında evlendi. Güler çiftinin Barış ve Burcu adlarında iki çocuğu bulunmaktadır. 24 Ocak 2013'te yapılan kabine revizyonu ile İdris Naim Şahin'in yerine İçişleri Bakanlığı'na getirilmiştir. Güler, 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturması kapsamında "rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık" suçlarını işlediği iddiasıyla" hakkında soruşturma açılan 4 bakan arasında yer aldı. Oğlu Barış Güler bu soruşturma kapsamında gözaltına alındıktan sonra 25 Aralık tarihinde bakanlık görevinden istifa etti. Hakkında cezai soruşturma açılabilmesi için TBMM'ye fezlekeler sunuldu. Mecliste 5 Mayıs 2014'te bu amaçla kurulan komisyon 5 Ocak 2015'e kadar çalışmalarını sürdürdü ve bakanların Yüce Divan'a gönderilmemesi yönünde karar aldı. Mecliste yapılan oylama sonucu bakanların Yüce Divan'a gitmemeleri yönünde karar çıktı. Güler'in oylamasında 241 kabul oyuna karşılık 258 ret oyu kullanıldı. FAMAS FAMAS, Fransız yapımı bir saldırı ve piyade tüfeği. Fusil d'Assaut de la Manufacture d'Armes de St-Etienne kelimelerinin kısaltılması ile oluşmuştur. Bullpup tasarıma sahiptir. Standart 5.56 x 45 mm'lik NATO mermisi kullanır. FAMAS F1, FAMAS G2 isimli iki modeli bulunur. FAMAS G1 modeli ise çok büyük faklılıklar getirmesede 1994'te üretilen G2 modeli oldukça geliştirilmiştir. FAMAS F1 ilk üretilen modelidir, G2 ise daha sonra üretilen modelidir. FAMAS F1 25 mermilik şarjörler kullanırken, daha yeni olan FAMAS G2 ise 30 mermilik şarjörler kullanır. FAMAS G2' nin ise "commando," hafif makineli (MP5 gibi) ve "keskin nişancı" gibi özel versiyonları da bulunur. Famas yakın mesafe ve uzak mesafeden çok etkilidir. Bunun sebebi yakın mesafede otomatik modda kullanılırken uzak mesafede üçlü atış modunda kullanılmasıdır. Uzak hedefleri otomatik modda vurmak zordur çünkü mermileri uzak mesafede seker. FAMAS'ın F1 modelinin yaklaşık maaliyeti 1500 euro, G2 versıyonunki ise 3000 euro'dur. Kovan atım boşluğunun kolayca değişimi sayesinde solaklar tarafından da rahatlıkla kullanılabilir. Şarjör boşluğu arkasına yerleştirilen bir sistem sayesinde seri atış yaparken tetiğe her dokunuşta üç fişek atılması mümkündür. Atış hızı ortalama 1000 fişek/dk ile müadili silahlara göre oldukça yüksektir. Namlusunun tahmin edilen ömrü 30 000 atımdır. Amerikan M203 40 mm bombaatar silahın altına monte edilebildiği gibi çeşitli amaçlara matuf, namlu ucundan atılabilen tüfek bombaları da kullanılabilir. Eğik bir atış pozisyonu ile 120 ila 340 metreye kadar bu bombalar kullanılabilir. Taşıma koluna dürbün takılabilmektedir. FAMAS yatarak atışa elveren iki ayağa sahiptir. Bunun yanında lazer noktalayıcı, gece ve gündüz görüş dürbünlerinin montajı imkan dahilindedir. Fransız ordusunu donanımı maksadıyla ilk prototipleri 1973 yılında yapılmıs ise de seri üretimine 1979 yılında geçilmiştir. O tarihe kadar Fransız Ordusu tarafından kullanılan MAS, MAT ve MAC piyade tüfeklerinin yerini almıştır. FAMAS'ın ilk modeli olan F1, 40
0 000 adetten fazla satmıştır. Fransız Kara Kuvvetleri yanında, Cibuti, Gabon, Senegal, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere ihraç edilmiştir. Bilahare NATO STANAG'a uygun olan G2 modeli geliştirilmiş, Fransa Deniz Kuvvetleri tarafından kullanılmıştır. Saint-Etienne silah fabrikasının 2000 yılında kapatılması ile birlikte FAMAS'ın üretimine son verilmiştir. Bakım ve onarımı halen MAT 49'un üretimini yapmış olan Nexter Mechanics tarafından sağlanmaktadır. FELEN (Fantassin à Équipements et Liaisons INtégrés), FAMAS G2 modelinin geliştirme aşamasındaki modeli olup, atıcıya "taktik bilgiler" sağlayan bir bilgisayar sisteminin yanında, gece ve gündüz atış imkanı sunan bir termal kamera'ya sahip olacaktır. Bu sistem sayesinde, bir mevzi gerisinden düşmanın görüşüne girmeksizin atış yapabilmek mümkün olacaktır. Atış sırasında geri tepmeden dolayı oluşan hareketliliği minimize edebilmek amacıyla silahın üst kısmına dikey olarak ikinci bir tutma kolu yerleştirilmiştir. İnsan İnsan, taksonomik adıyla Homo sapiens (Latince "akıllı insan" veya "bilen insan"), primatlar takımının büyük insansı maymunlar familyasının "Homo" cinsinde bulunan tek canlı türü. Anatomik olarak 200.000 yıl önce Afrika'da ortaya çıkmış ve modern davranışlarına 50.000 yıl önce kavuşmuştur. Dik duruşa, görece gelişmiş bir beyne, soyut düşünme yeteneğine, konuşma (dil kullanma) kabiliyetine sahiptir. Bu yetenekleri dünyadaki diğer türlerden farklı olarak kullanış amacı geniş araç-gereç yapımına imkân sağlamıştır. Kendisinin farkında olması, rasyonelliği ve zekâsı gibi yüksek seviyede düşünmesini sağlayan özellikler insanı "insan" yapan nitelikler olarak sayılmaktadır. ├─ Bitkiler ├─ Mantarlar ├─ Protistler ├─ Bakteriler └─ Hayvanlar İnsanoğlunun kökeni ile ilgili çalışmalar daha çok "Homo" cinsi etrafında yoğunlaşsa da sıklıkla Australopithecus gibi diğer hominid ve homininleri de kapsar. Fosil kayıtlarına göre anatomik olarak çağdaş insan tanımına uyan en eski fosiller 195.000 yıl öncesine aittir ve Afrika'da bulunmuşlardır. Çağdaş tipte "Homo sapiens" altürünün ilk ırkı olan Cro-Magnon insanı ise zamanımızdan 50 bin yıl önce ortaya çıkmıştır. İnsanoğlunun evrimine dair kabul gören başlıca iki hipotez vardır. Bunlardan birincisi çağdaş insanın Afrika'da ortaya çıkıp dünyaya yayıldığını öne süren "tek orijin" hipotezi, diğeri farklı bölgelerde evrim geçirerek çağdaş insana dönüştüğünü öne süren "çoklu bölge" hipotezidir. Çağdaş insanın ve diğer insansı maymunların ilk ortak atası kabul edilen iki ayak üzerinde doğrulabilen ve gözleri ileri bakan canlının bundan yaklaşık 6.5 milyon yıl önce Afrika'da ortaya çıktığı tahmin edilmektedir. Bu canlının ağaçlardan inip ayakta durmaya başlamasının nedeninin iklim değişikliğine bağlı kuraklık, yiyecek kıtlığı ve göç zorunluluğu olabileceği düşünülmektedir. İnsanı oluşturmaya başlayan organik evrim bilimsel adı olan Antopogenesis zamanımızdan yaklaşık 3,5 milyon yıl önce başlamıştır. İnsan adını hak eden başlangıç noktası ise "Homo" cinsinin ortaya çıkması ile olmuştur. Çağdaş insanın soyu tükenmemiş en yakın akrabaları sıradan şempanzeler ("Pan troglodytes") ve bonobolardır (cüce şempanze, "Pan paniscus"). Bu iki şempanze türü ve insanoğlu yaklaşık 6.5 milyon yıldır farklı bir evrim çizgisi izlemelerine rağmen tamamlanmış gen haritalarına göre aralarındaki yakınlık fare ile sıçan arasındaki yakınlıktan on kat daha fazla, akraba olmayan iki insan arasındaki yakınlıktan sadece 10 kat daha azdır. Bu iki şempanze türü ve insanın DNA'sının %98.4'ü tamamen aynıdır. Bundan yaklaşık 1.8 milyon yıl önce dik duran "Homo erectus" türü ortaya çıkmıştır. Bir bataklığa yüzüstü düşmüş halde bulunan Turkana boy ismi verilen "Homo erectus" iskeleti, günümüze kadar neredeyse tam olarak ulaştığı için "Homo erectus"lara dair birçok bilgiye ulaşılmasını sağlamıştır. Bulgular "Homo erectus"un oldukça iri olduğunu, avcılıkla veya leş yiyicilikle geçindiğini göstermektedir. "Homo sapiens" ile bundan yaklaşık 250-300 bin yıl önce ortaya çıkan Neandertalin uzunca bir süre dünya üzerinde birlikte bulunduğu ve bu iki türün birbirleriyle karşılaştığına dair arkeolojik kanıtlar mevcuttur. Kimi görüşler de, bu iki türün birbirinin farklı olduğunu fark etmeden birlikte üremiş olabileceğini, dolayısıyla da günümüz insanının kökeninde Neandertaller'in de olduğunu iddia etmektedir. Nitekim Asya'da bulunan bir fosilin Neandertal ve "Homo sapiens" türlerinin çiftleşmesinden meydana geldiği anlaşılmıştır. Neandertalın kemik-iskelet yapısı günümüz insanından oldukça farklıdır. Neandertal insanının çene kemiğindeki mandibular kemik kanalının tipik yapısı ayırt edici bir temel özelliktir. Neandertalın soyunun nasıl tükendiği kesin olarak bilinmemektedir. Bazı teorilere göre daha zeki ve daha yetenekli olan "Homo sapiens" tarafından yok edilmişlerdir. Günümüze ulaşmış birçok Neandertal fosili bulunmuştur. Bu nedenle hakkında en fazla bilgiye ulaşılmış hominid türüdür. Neandertallerin soyu yaklaşık 30.000 yıl önce tükenmiştir. Ancak küçük bir kısmının çok daha uzun süre yeryüzünde kalmış olabileceği düşünülmektedir. Belki de dünyanın her yerinde binlerce yıldır karşılaşılan koca ayak vb. folklorik öykülerin kökeninde bu hantal ve tüylü hominid vardır. Neandertaller fosillerinde yapılan çalışmalar parmaklarının kalın ve hantal olduğunu göstermektedir. Bu çağdaş insan kadar ince el işleri yapamadığının kanıtıdır. Neandertaller toplu halde yaşamış sosyal yaratıklardır. Sakat kalanlara bakmış, ölülerini gömmüşlerdir. Çok fazla fosil bulunmasının nedeni ölülerini gömmüş olmalarıdır. Erkek cinselliği ve kadın cinselliği iki alt alan olmak üzere cinsel davranışı konu alan cinsel yönelim, cinsel kimlik, cinsel sapkınlıklar, cinsel suçlar, cinsel organları, cinsel ilişkiyi, ruhsal-cinsel gelişim (psikoseksüel gelişim) evrelerini, cinsel yolla bulaşan hastalıkları içeren bir şemsiye kavramdır. Pornografi cinsel anlamda tahrik etme amacıyla insan vücudunu veya cinselliğin mahremini yansıtmaktır. Pornografik görüntülere düşkünlük, erkeklerde, kadınlardan daha yaygındır. Yapılan araştırmalar, erkeklerin "çıplak" insan resimlerine bakmak için ufak bir miktar para ödemeye razı olduğunu, kadınların ise ancak para karşılığında resimlere bakmaya razı olduklarını ortaya çıkarmıştır. Maymun ve insansı maymunların da pornografiye insana benzer tepkiler verdiği ortaya çıkmıştır. Erkek maymunlar, kendilerine gösterilen resimler arasında en çok karşı cinsin poposuna ve gruptaki baskın erkeğin yüzüne ilgi göstermişlerdir. Genel olarak "yasaklanan" veya "cezalandırılan" davranışlara denir. Bir grubun, bir topluluğun ve bir toplumun oluşturduğu ayırt edici değerleri, normları ve maddi mallarıdır. Kültür, insanın toplumsal birliğinin en ayırıcı özelliklerinden birisidir. Kültür birikimli ilerlemekle birlikte, çok yavaş bir değişim geçirir. Gelenek, örf ve adetler her an görebileceğimiz yapılardır. İnsanın davranış kodlarını veya davranış örüntülerini oluşturur. İnsanlar, dünyayı anlamak ve denetlemek için bilim ve teknolojiyi geliştirdiler. İnançlar, efsaneler, gelenekler, değerler ve toplumsal kurallar insanın hayatında önemli bir etken olan kültürü oluştururlar. İnsan, alet kullanabilmesini sağlayan, kolların serbest olduğu dik bir vücuda sahiptir. Beyni soyut düşünme, anlam verme, konuşma ve kendini gözleyebilme yeteneklerine sahiptir. Alet kullanabilmesi ve zihninin özellikleriyle insan diğer canlılardan ayrılır. Doğayı anlayabilir, denetimi altına alabilir ve kendi amaçları doğrultusunda doğanın güçlerini kullanabilir. Bebeklik | Çocukluk | Ergenlik | Yetişkinlik | Yaşlılık İnsan zihninin temel özelliği bilinçtir. Bilinç ile birlikte, kendini gözleyebilme, zamanı algılayabilme ve özgür irade insanda bulunan özel niteliklerdir. Psikoloji bilimsel bakış açısı ile insan zihnini incelerken, dinler değer yargıları ile insanı inceler. Yapılan davranışın iyi veya kötü olması ile ilgilenir. İnsan aklının temeli bilinçtir. Bu bilinç insanın kendisi ve çevresi ile ilişkisini düzenlemesini sağlar. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellik olarak bilinci kabul edebiliriz. İnsan ayrıca özgür iradeye ve zaman bilincine de sahiptir. Dil veya lisan, insanların düşündüklerini ve hissettiklerini bildirmek için kelimelerle veya işaretlerle yaptıkları anlaşmadır. Konuşma ve yazma biçimleri olarak da adlandırılabilir. Arapça kökenli bir sözcük olan "din" sözcüğü, köken itibarıyla "yol, hüküm, ödül" gibi anlamlara sahip olup genellikle doğaüstü, kutsal ve ahlaki ögeler taşıyan, çeşitli ayin, uygulama, değer ve kurumlara sahip inançlar bütününe verilen isimdir. Zaman zaman inanç sözcüğünün yerine kullanıldığı gibi, bazen de inanç sözcüğü din sözcüğünün yerinde kullanılır. Dinler tarihine bakıldığında, birçok farklı kültür, topluluk ve bireyde din kavramının farklı biçimlere sahip olduğu görülür. İnsanoğlu çok eski çağlardan beri doğaüstü olana ilgi göstermiş, kendini tüm insan ırkı içerisinde yalnız hissetmiş ve bir tanrıya veya tanrılara sığınma ihtiyacı duymuştur. İnsan bir varlık arayışı içerisindedir. Bu arayış geçmişten günümüze değin gelmektedir. Bu arayış neticesinde varlıklarını anlamlandıracak çeşitli somut ve soyut olgulardan yararlanarak birçok inanç sistemi geliştirmişler veya kabul etmişlerdir. Bunlar arasında metaya, canlıya, doğaya veya 5 duyu ile tespit edilemeyip akıl ve hissiyat ile buldukları bir tanrının veya pek çok tanrının varlığına inanmaları en temel olanıdır. İnsanların pek çoğu ölümden korkmaktadır. Birçok dinin temasında varlığın bir şekilde biçim veya boyut değiştirerek devam edeceği inancı vardır. Hiçbir dine inanmayan veya bir tanrının varlığını kabul etmeyen bireylerin bir kısmı bile insana ait tözün bir şekilde enerji olarak devam edeceği düşüncesine sahiptir. Bu düşünce, öldükten sonra hiçliğe karışılacağı düşüncesinin insanlara verdiği psikolojik rahatsızlıktan ötürü bulunur. Bu da insanın varlık arayışının bir başka yönüdür ve dine yönelten bir özelliğidir. Birçok dinde insanın yüce bir varlık tarafından bugünkü halinde
yaratıldığı inancı mevcuttur. İbrahimî dinlerde insan ırkının, ilk insan olduğuna inanılan Âdem ve onun eşi Havva'dan türediğine inanılır. Bu inanç herhangi bir antropolojik temele dayanmadığından, bilim çevrelerince dikkate alınmaz. İnsanlar, gelişmiş sosyal yapılar kurmuşlardır. Bu yapılar duruma göre aynı amaca yönelik birlik veya rakip olabilirler. Aile en temel sosyal yapı sayılabilir. Güvenlik ve adalet için devletler kurmuşlardır. Aynı dili konuşanlar milletleri oluşturmuşlardır. Kabardeyce Kabardeyce, Doğu Çerkesçesi ya da Kabartayca, Kabarca (Kabardeyce: Qeberdeyıbze ya da адыгэбзэ; Adigece: къэбэрдеибзэ), çoğunluğu Kabartay-Balkarya'da yaşayan Kabardeylerin ve Besleneylerin konuştuğu Çerkes dilleri grubundan bir dildir. Kafkas Dilleri kabardey içinde, Abhaz-Adige Dilleri veya diğer adıyla Kuzeybatı Kafkas Dilleri'nden Adigece'nin doğu kolunu oluşturur. Kabardeyce, Rusyana bağlı Kabardey-Balkar ve Karaçay-Çerkes cumhuriyetlerinde kullanılan resmi diller arasındadır. Bunun dışında Suriye, Ürdün, Türkiye ve Rusya'daki Krasnodar ve Stavropol Kraylarında konuşulmaktadır. Kabardeyceyi toplam 1,012,000 kişi konuşmaktadır. Kabardeyce 1924 öncesinde Arap alfabesini, 1924-1936 arası Latin alfabesini kullanmıştır. 1936'dan beri Kiril alfabesini kullanmaktadır. Kaberdeyce, diğer tüm Kuzeybatı Kafkas dilleri gibi çok karışık bir dilbilgisi sistemine sahiptir. Kabardeycenin dört ana lehçesi vardır. Kabardey-Balkar Cumhuriyeti ve Karaçay-Çerkesya Cumhuriyeti'nde konuşulan asıl "Kabartay", Kuzey Osetya-Alaniya Cumhuriyeti ile Stavropol Kray'da konuşulan "Mozdok Kabartay", Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti'ndeki iki köyle Krasnodar Kray'daki iki köy ve Adigey'deki bir köyde (Vılap köyü) konuşulan Besleney ya da Besnıy ve Adigey'deki üç köyde (Koşhabl, Bleşepsın, Fedz ya da Hodz)konuşulan "Kuban Kabartay" (Kabartayca: Hajret Qeberdeyıbze) lehçelerine ayrılır. Edebiyat dili asıl Kabartaycanın Baksan ağzına dayanır. Asıl Kabartay lehçesinin, yazı dili olan Baksan ağzı dışında, üç ağzı daha vardır: "Terek ağzı" (Terek Irmağı boyunda konuşulur), "Malka ağzı" (Malka Irmağı boyunda konuşulur) ve "Kuban-Zelençuk ağzı" (Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti'nde konuşulur). Türkçeden Kabardeyceye geçen Türkçe kökenli sözler ile Türkçenin aracılığıyla Arapça ve Farsçadan geçen sözlerden bir kısmı şöyledir: Kabartayca,bugün, 1864 Adıge sürgünü sonucu, bir göçmen dil olarak, Türkiye, Suriye, Ürdün, ABD ve AB ülkelerinde de konuşulur. Türkiye'de en çok Kayseri (Uzunyayla yöresi), Sivas, Tokat, Amasya, Çorum, Kahramanmaraş, Adana, İçel, Ankara, Eskişehir, Balıkesir (Bandırma'nın Yeni Sığırcı mahallesi) ve daha başka yerlerde de konuşulur. Kabartayca, RF dışında Ürdün'deki "Emir Hamza Okulu" adlı özel bir okulda seçmeli bir ders olarak da okutulmaktadır. Kabartayca, Diaspora'daki birçok internet radyo-tv yayını dışında, Türkiye'de yasak dil kapsamından çıkartılmış olarak 2004'ten beri her hafta Perşembe günleri radyo ve tv'den yayınlanmaktadır (Radyo 1,sabah 6.30;TRT-3,sabah 07.30).Kafkasya'daki Kabartayca radyo-tv yayınları 2003te kaldırılmıştı,ancak yeni devlet başkanı Arsen Kanoko'nun çabasıyla,2006 yılı ile birlikte,Kabartayca ve Balkarca yayınlar yeniden başlatılmıştır. Kabartayca 1924 yılına değin Arap, ardından 1936 yılına değin Latin, 1936'dan beri de Kiril alfabesini kullanmaktadır. Kabartayca Nalçik ve Çerkessk'teki devlet üniversitelerinin ilgili bölümleriyle, buralardaki bilimsel araştırma enstitülerinde incelenmekte ve öğretilmektedir. Kafkasya'da Kabartayca eğitim, giderek zayıflamış olmakla birlikte, yine de 1960 yılına değin sürmüş; 1960 yılında, küçük dil ve kültürleri büyük dil olan Rusça içinde eritme politikası olan "Büyük Ülkü" uygulaması gereği, öteki küçük Sovyet dilleri gibi Kabartayca ve Balkarca eğitim de kaldırılıp Rusça eğitime geçilmiş; 1985'te Mihail Gorbaçov'un başa geçmesinin ardından getirilen demokratikleştirme programı gereğince, Ruslaştırma anlamındaki "Büyük Ülkü" politikasına son verilerek, 1990-1991 ve 1991-1992 eğitim-öğretim yıllarında, bütün temel dersleri kapsar bir biçimde, Kabartayca ve Balkarca eğitim başlatılmış; ancak RF Devlet Başkanı Boris Yeltsin yönetimi döneminde, yani 1992-1993 eğitim-öğretim yılı ile birlikte Kabartayca ve Balkarca eğitimde kısıtlamaya gidilmiş, Kabartayca ve Balkarca dillerinde eğitim iki seçmeli ders ile (Adıgece, Adıge edebiyatı) sınırlanmıştır. Şimdi,Kabartay-Balkar ve Karaçay-Çerkes cumhuriyetlerinde, Kabartaycanın konuşulduğu yerlerdeki ilk (1-4.sınıflarda Adıgece) ve orta dereceli (5.sınıf ve üstü sanıflarda Adıge edebiyatı) okullarda seçmeli ders olarak (okul ve sınıfına göre haftada 2 ile 3-4 ders saati tutarında) okutulmaktadır. Ancak 2007-2008 eğitim-öğretim yılından başlanmak üzere, Kabartay-Balkar Cumhuriyeti'nde Devlet Başkanı Arsen Kanoko'nun verdiği destekle, Rusça'nın yanında birer resmi dil olan Kabartayca ve Balkarcanın da,bir "pilot uygulama" olarak, 20 kadar okulun ilk sınıflarında okutulmasına karar verilmiş ve bilgisayar olanaklarıyla üç aylık ilk eğitim dönemi ders kitapları da hazırlanmış ve uygulamaya konmuştur. Dört yıl sürecek bir kademeli geçiş programı sonunda,bütün okullarda Kabartayca ve Balkarca eğitime geçiş süreci tamamlanmış olacaktır. Kabartayca olarak aylık "Oşhamaho" (1уащхьэмахуэ) edebiyat dergisi ile pazar günleri dışında "Adıge psatle" (Адыгэ псалъэ/Adyghepsale;internetten de) gazetesi (Nalçik) yayınlanmaktadır. Jules Verne Jules Gabriel Verne (; 8 Şubat 1828 – 24 Mart 1905), Fransız yazar ve gezgin. Verne, Hugo Gernsback ve H. G. Wells ile genellikle ""Bilim kurgunun babası"" olarak adlandırılır. Eserlerinde ayrıntılarıyla tarif ettiği buluşlar ve makinaların o sıralarda gelişmekte olan Avrupa sanayisi ve teknolojisine ilham kaynağı olduğu düşünülür. Özellikle uzay, hava taşıtları, denizaltılar hakkında yazmıştır. Daha çok "Denizler Altında Yirmi Bin Fersah" (1870), "Dünyanın Merkezine Yolculuk" (1864) ve "Seksen Günde Devr-i Âlem" (1873) romanlarıyla tanınır. UNESCO’nun çeviri kitap veritabanına (Index Translationum) göre dünyada en çok çevrilen ikinci bireysel yazardır. 8 Şubat 1828’de Fransa'nın Nantes şehrinde doğdu. Varlıklı bir avukat olan Pierre Verne ile eşi Sophie Henriette Allotte de la Fuye’nin beş çocuğundan en büyüğüdür. Kış aylarında yoğun trafikli bir liman şehri olan Nantes’da; yaz aylarında ise Loire Nehri kıyısında yelkenlileri ve gemileri izleyerek geçirdiği çocukluğu, seyahat ve macera üstüne hayallerini ateşledi. 12 yaşında iken tayfalık yapmak üzere bir gemiye binip evden kaçmaya yeltenen Jules Verne’in, babası tarafından yakalanıp gemiden indirildiğinde “"bundan sonra yalnız hayal dünyasında seyahat edeceğine"“ dair ailesine söz verdiği rivayet edilir Bu hikayenin gerçekliği hakkında şüpheler vardır.. Jules Verne'nin deniz ve macera tutkusunu kardeşi Paul de paylaşıyordu; Paul, sonunda bir deniz mühendisi oldu. Jules Verne ise kısa hikayeler ve şiirler yazmaya başladığı yatılı okul döneminin ardından 1846'da babasının işini devam ettirebilmek için hukuk öğrenimi görmek üzere Paris’e gitti. Jules Verne, Paris'e gittikten sonra kısa sürede hukuk diplomasını aldı ancak bu süre içinde edebiyat hevesinin hukuka ilgisinden daha büyük olduğunu fark etti. Amcası aracılığıyla Paris edebiyat çevresi ile tanıştı Şahsen tanıdığı Victor Hugo, Alexandre Dumas (oğul) gibi yazarların etkisinde tiyatro oyunları kaleme aldı; bohem bir hayat sürdürdü. Baba-mesleğini devam ettirmek yerine tiyatro ve edebiyata yönelmesine kızan babası maddi desteğini kesince geçimini yazarak karşılamak zorunda kaldı. Yazarlığa, arkadaşı müzisyen "Jean Louis Aristide Hignard" ile birlikte tiyatro oyunları yazarak başladı. İlk tiyatro eseri 12 Haziran 1850'de sahnelendi. 1852-1855’te bir Paris tiyatrosunda sekreterlik yaptı; komediler, operetler yazdı; kısa hikâyeler kaleme alıp dergilerde yayınlatmaya başladı. Çoğu Paris’te çıkan “"Musée des familles"” adlı dergide yayınlandı. Amerikalı yazar Edgar Allan Poe'nın eserlerini okuduktan sonra onun büyük bir hayranı olan Verne, Poe etkisinde yazılar üretmeye başladı. Bir gemi ile dünyayı dolaşmış olan Fransız seyyah "Jacques Arago" ile dost oldu. Bu dostluk ona, Paris’ten daha geniş ve ilginç dünyalar hakkında yazılar yazması için ilham verdi; Fransa dışına hiç çıkmamış olsa da hayal gücünü kullanarak başka dünyaları anlattı. 1857’de iki kız çocuğu sahibi bir dul hanım olan "Honorine de Viane More" ile evlendi. Eşinin borsacı erkek kardeşinin etkisi ile Paris Menkul Kıymetler Borsası’nda brokerlik yapmaya başladı ama edebi çalışmalarına ara vermedi. 1859’da arkadaşı Aristide Hignard ile birlikte ilk defa Fransa’nın dışına çıkarak, Britanya Adaları’nı gezdi. Bu seyahatin notlarını “"İskoçya Seyahati"” adıyla romanlaştırdı. 1861 yazında aynı arkadaşı ile çıktığı İskandinavya Seyahati, eşinin doğum yaptığı haberinin gelmesi üzerine yarıda kaldı. Jules Verne’in, 5 Ağustos’ta dünyaya gelen oğullarına “"Michel"” adı verildi. Verne, borsadaki işine devam ederken yirmiden fazla günlük gazeteyi, her türlü bilimsel yayınları okuyor; astronomi, meteoroloji ve fizyoloji alanlarındaki deneyleri, keşifleri yakından takip ediyor; coğrafya ile ilgileniyordu. Okuduklarına dayanarak o günlerde Avrupalılar için gizemli bir kıta olan Afrika’da balonla yapılan bir seyahat hakkında kitap yazmayı düşündü. O yıl Fransız fotoğrafçı "Nadar", adını “"Dev"” koyduğu bir sıcak hava balonu yapmaya çalışıyordu ve bu konu kamuoyunun çok ilgisini çekiyordu. Jules Verne, kitabı üzerinde çalışırken Nadar ile tanıştı; bu ilişki sayesinde romanı için gerekli teknik bilgileri edindi. Yazdığı roman, coğrafi gerçekler, bilimsel buluşlar ve hayal ürünü bir hikayeyi bir araya getiren yeni bir tür roman idi. “"Balonla Beş Hafta"” adlı bu eseri, daha sonraki çalışmalarında izlediği biçimin temelini oluşturdu. Yayınlatmaya çalıştığı kitabı çeşitli yayıncılar tarafından reddedilen Jules Verne’in edebi kariyeri yayıncı "Pierre Jules Hetzel" ile tanıştıktan sonra başladı. “"Balonla Beş Hafta"”, 1863 yılında Hetzel tarafında
n yayımlandı ve bir anda büyük başarı kazandı. Kitabın başarısından sonra borsacılığı bırakıp kendisini tamamen edebi çalışmalara veren Jules Verne, Hetzel ile bir sözleşme yaptı ve yirmi yıl boyunca her yıl iki cilt fenni roman veya daha kısa sürede 40 adet fenni roman yazmayı taahhüt etti. İlk olarak "Dünyanın Merkezine Yolculuk" (1864), "Aya Seyahat" (1865), "Ayın Etrafında" (1870) adlı kitaplarını yayınladı. Kitapçı Hetzel, yazarla yaptığı ilk sözleşmeyi içine daha parlak şartlar koyarak beş defa tekrarladı. Jules Verne, ömrü boyunca ardı ardına eser vermeyi sürdürdü. Yapıtları arasında "Denizler Altında Yirmi Bin Fersah" (1870), "Bir Gazetecinin Yolculuk Notları" (1872), "Seksen Günde Devr-i Âlem" (1873), "Esrarlı Ada" (1875), "Chancellor Kazazedeleri" (1875), "Michael Strogoff" (1876), "15 Yaşında Bir Kaptan" (1878) vardır. Jules Verne, 1859 ve 1861’de arkadaşı Aristide Hignard ile yaptığı ilk yurtdışı seyahatlerinden sonra Nisan 1867’de kardeşi Paul ile birlikte Amerika kıtasına seyahat etti. Verne’nin bu seyahatinin 26 günü gemide geçmişti; sadece sekiz gününde New York’u ve Niagara Şelalesi’ni görebildi. Ancak bu gezisi, “"Yüzen Şehir"” adlı kitabına “"Denizler Altında 20.000 Fersah"” adlı romanındaki birçok fikre ilham sağladı Yazar, 1872’de eşinin doğduğu şehir olan Amiens’e yerleşti. Kitaplarından elde ettiği kazançla “"St. Michel"” adını verdikleri bir yat satın aldı ve kendi hayatında da kitaplarındaki gibi maceralar yaşamak üzere yatı ile seyahatlere çıktı. Seyahatleri yeni kitapları için ilham sağladı. 1872’de Londra ve Woolwich, 1871-1873 arasında yayıncısı Hertzel’in davetiyle Manş Adaları’na geziler yaptı, 1876’da İngiltere kıyılarını dolaştı. 1878’de yatı ile uzun bir geziye çıkarak Lizbon, Tanca ve Cebelitarık’ı dolaştı. 1881’de Hollanda, Danimarka, Almanya’yı ziyaret etti. 1884’te yeniden yatıyla Akdeniz gezisine çıkarak Cezayir, Malta, İtalya’yı dolaştı. 1883’te yayımladığı ve mekân olarak Osmanlı topraklarını seçtiği “"İnatçı Keraban"” adlı kitabındaki detaylı İstanbul tasvirlerinden ötürü yazarın Türkiye’ye de seyahat etmiş olduğu düşünülür ancak bunun da Verne’nin gerçekte hiç Türkiye’de bulunmadığı, bunun da onun hakkındaki efsane ve söylentilerden birisi olduğu söylenir. 1886’da evine döndükten sonra akıl hastası olan yeğeni tarafından vuruldu ve bu nedenle hayatının geri kalanında baston kullanmak zorunda kaldı; tedavi için sürekli uğraştı. 1887’de yayıncısı Hetzel’in ve ardından annesinin ölümü üzerine hayatının karamsar bir dönemine girdi. 1888’de siyasete atılan Jules Verne, Amiens belediye meclisinde görev aldı. Tiyatrolar, okullar ve şehircilik gibi kültürel sorunlarla ilgilendi. 1889’da Belediye Sirkini kurdu. 1892, 1896 ve 1900 dönemlerinde de Meclis üyeliğine yeniden seçildi. İlerleyen şeker hastalığı sonucu 1902’de kısmen görme yeteneğini kaybeden yazar, 24 Mart 1905’te Amiens’teki evinde hayatını kaybetti. Amiens’te La Madeleine Mezarlığı’na defnedilmiştir. Ölümünden iki yıl sonra mezarının başına bir heykeli dikildi. Heykelde Verne, mezarında doğrulmuş, bir elini yıldızlara uzatır biçimde betimlenir. Jules Verne eserlerinin Türkçeye çevrilip yayınlanmasının geçmişi 1875 yılını bulur. Harf Devrimi’nden sonra eserleri yeni harflerle tekrar yayımlandı. En önemli Jules Verne çevirmeni, "Ferid Namık Hansoy"’dur. 1940’larda Jules Verne’in eserlerini çevirmeye başlayan Hansoy, yazarın elli eserini Türkçeye kazandırdı. "Yirminci Yüzyıl'da Paris" romanı, kaleme alındıktan 130 yıl sonra yayımlanabilmiş bir eseridir. Verne, bu kitabı 1863 yılında kaleme almış ama yayıncısı Hetzel, fazla karamsar olduğu gerekçesiyle yayımlamayı reddetmişti. Eserin kaybolduğu sanılan yazması, 1990’da ailesi tarafından eski bir sandıkta bulundu. Eser, 1994 yılında Fransa’da yayımladı ve büyük ilgi gördü. Jules Verne ismi, kaynakların çoğunda Hugo Gernsback ve H. G. Wells ile birlikte bilimkurgunun babası olarak anılıyor olsa da öykülerindeki ayrıntıları bilimsel gerçeklere dayanarak kaleme alındığı için Jule Verne’nin bilimkurgu yazarı değil, "bilim yazarı" veya "teknoloji yazarı" olarak anılması gerektiği iddia edilir. Verne'nin romanları, pek çok filme esin kaynağı olmuştur. Bunların başlıcaları şunlardır : Ceza Ceza, genel anlamıyla suç karşılığında uygulanan bir yaptırımdır. Ceza Arapça kökenli bir kelimedir. Anlamı, yapılan kötü bir eylemin karşılığıdır. Cezanın genellikle kabul edilen üç temel amacı vardır. Elwing J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir yarı-elf. Luthien oğlu Diorun tek kızıdır. Adının anlamı Yıldız Serpintisi'dir. Çünkü Lanthir Lamath'ın çağlayanının serpintisinde ışıkları parlayan yıldızlı bir gecede doğmuştur. Feanor oğulları Doriath'a saldırmadan Elwing, halkın bir kısmı ve Silmarillerle Sirion deltasına geldi. Orada Tuor ve İdrilin çocukları Denizci Earendil ile evlendi.Ve ona Elrond ve Elros adlı iki oğlan verdi. Earendil denize açıldığı bir zaman Feanor oğullarından Silmarili iade etmeleri için Elwinge çağrılar geldi. Elwing'in bunu kabul etmemesi üzerine Feanor oğulları saldırdı.Elwing'de göğsünde silmarille kendini denize attı. Ulmo Elwing'i dalgaların arasından aldı ve ona kuş biçimi verdi. Sonunda Elwing Earendil'in gemisine ulaşarak bir daha dönmemek üzere Valinor'a gittiler. Penguen Penguen, Penguengiller (Spheniscidae) familyasını oluşturan, uçamayan, dimdik durabilen, perde ayaklı deniz kuşlarıdır. Güney Kutbu, Yeni Zelanda, Avustralya, Güney Amerika, Güney Afrika ve hatta Galapagos kıyılarında yaşarlar. Kuzey Kutbunda bulunmazlar. Büyüklük bakımından 30 – 105 cm. arasında değişik 17 kadar türü bilinmektedir. En irileri olan İmparator penguen 45 kg. ağırlığa ulaşır. Sıcak bölgelere doğru gidildikçe boyları küçülür. Denizlerdeki kabuklular, balık ve mürekkep balıkları ile beslenirler. Tüyleri kuş tüylerine hiç benzemez. Sırtları siyah veya gri, karın kısımları beyaz ince ve pulsu tüylerle örtülüdür. Türler birbirinden, başlarındaki renkli tüyleriyle ayrılır. Kuyrukları kısa ve ayakları vücutlarının gerisinde olduğundan rahatlıkla dimdik ayakta durabilirler. Denizde, saatte 10 deniz mili hızla yüzebilirler. Hatta gerektiğinde bu hızlarını iki katına çıkarabilirler. Kanatları uzun telek tüylerinden yoksun olup, kırılmadığı için uçmaya yaramaz. Buna karşılık yüzerken çok kuvvetli yüzgeç vazifesi görür. Penguenler, buz üzerinde sıçrar ve çok iyi kayarlar. Göğüslerinin üzerinde yatarak yüzgeç kanatlarının yardımıyla kızak gibi kayarak, karada birkaç yüz kilometre içeriye kadar girebilirler. Yalnız üreme mevsimlerinde yumurtlamak için karaya çıkarlar. Vücutlarını örten sık tüyler ve deri altlarındaki kalın yağ tabakaları ile Antarktika 'nın sıfırın altındaki dondurucu soğuklarından korunurlar. Vücut ısılarını ayarlayan otomatik bir mekanizmaya sahiptirler. Gerektiğinde kan damarlarıyla deriye giden kanı azaltarak, yükselterek ve tüylerini dikleştirerek vücut sıcaklıklarını kontrol ederler. Güney Kutbu penguenleri 40 °C'lik vücut ısılarıyla -40 °C'lik Antarktika soğuğuna uyum sağlarlar. Vücutlarındaki tüy, yağ ve besinlerden elde ettikleri enerji ve kontrol mekanizmalarıyla 80 °C'lik ısı farkına dayanırlar. Antarktika 'nın kral penguenleri günde ortalama 140 defa suya dalarlar. Bunun ancak yüzde onunda av yakalayabilirler. Tüy dipleri deriye yakın kısımda ısıya karşı yalıtkan bir iç tabaka meydana getirerek vücudu soğuktan emniyetle korur. Bazı türler, kuluçka dönemlerinde dört aya yakın bir zaman açlığa dayanırlar. Bu devrede ağırlıkları yarı yarıya düşer. Antarktika dışında yaşayanların, su akıntıları ve yüzen buzlarla Güney Kutbu 'ndan geldikleri sanılmaktadır. Üreme devrelerinde bir kısmı yan yana yuvalar kurarak yüzbinlerce bireyden hasıl olan "kuluçka kolonileri" meydana getirir. Yuva yapanlar 2 - 3 yumurta yumurtlar. İmparator penguen ("Aptenodytes forsteri") ve kral penguen ("Aptenodytes patagonicus") ise yuva yapmaz, birer yumurta yumurtlar ve tek yumurtalarını ayakları üzerinde ve karınlarının altındaki gerçek kuluçka derisinin altında muhafaza ederek soğuktan korur. Yuva yapanların erkekleri, dişilerine çakıl taşları hediye ederek kur yapar. Dişi, karlar eridikçe bu taşlarla yuvasının seviyesini yükseltir. Erkek ve dişi sırayla kuluçkaya yatar. Kuluçka devresinde bir şey yemezler. Yavrular anne ve babaları tarafından birlikte bakılır ve ısıtılır. Birçok hayvanın aksine penguenler tek eşli bir yaşam sürerler. Penguenler insandan kaçmadıkları için, yağlarından istifade etmek isteyenler tarafından çok miktarda avlanarak tüketiliyor. Çıkarılan kanunlarla nesilleri korunmaya çalışılıyor. Dünyanın birçok hayvanat bahçesine de uyum sağladıkları görülmüştür. 2010 yılında tespit edilen 36 milyon yaşındaki penguen ile de penguenlerin geçmişinde yeni bir dönem açılmıştır. Bu penguen o bölgede çok iyi korunmus ve eskisi gibi mükemmeldir.İncelemeler sonucu penguenin melanozomları fırtına kuşu ve albatrosa benzediği tespit edilmiştir. Ve de çoğu kişinin aklına gelmeyen penguenlerin renklerinin kav-rengi ve kırmızı olmasıdır. Araştırmacı Julia Clarke 'Bu fosili görene kadar kişisel fikrim, penguenlerin önceden de siyah ve beyaz renklerden oluştuğuydu' demiştir. Bu bilgiler kasım 2010 yılında Bilim ve Teknik Dergisinde yayınlanmıştır. Hüküm Dağı Hüküm Dağı, Tolkien evreninde kurgusal mekân. Mordor'da Gorgoroth yaylası üzerinde bulunan volkanik bir dağdır. Sauron, onun alevleri üzerinde Tek Yüzük'ü dövdü ve Yüzük yine onun tepesindeki Kıyamet Çatlağı'na düşerek yok oldu. Sauron kendini gizlemediği sürece alev püskürtmeye devam eden dağın zirvesinde geniş bir krater bulunur. Dağ çok yüksek olmasa da yaylada tek başına yükselir. Kıyamet Dağı, Ateş Dağı, Kızgın Dağ diye de anılır. Orta dünya'ya alev püsküren bu dağın hükmü, Sauron yeniden toprağa karışıncaya kadar sürdü. Frodo ve arkadaşları yüzüğü yok edince Hüküm Dağı'nın kızgın ve hırçın lavları Sauron ile sonsuza dek söndü. Kimlik belgesi Kimlik belgesi, vatandaşlarına devletçe verilen, kimlikleriyle kişisel durumlarını gösteren resmî belge. Türkçede k
imlik, kafa kâğıdı, kafa koçanı, nüfus kâğıdı, nüfus tezkeresi, hüviyet cüzdanı gibi isimlerle de anılır. Çoğu ülkede nüfus cüzdanları ya da kimlik belgelerinde kişinin adı, soy adı, ana-baba adı, doğum tarihi ve yeri, diğer vatandaşlardan kesin olarak ayırmak için kişiye verilmiş numara ve medeni hali belirtilir. Varna Muharebesi Varna Muharebesi veya Varna Savaşı, 10 Kasım 1444 tarihinde, Papalık önderliğinde Macar, Leh, Eflak ve çeşitli Balkan milletlerinden oluşan, Kral I. Ulászló komutasındaki Haçlı ordusu ile II. Murat önderliğindeki Osmanlı ordusu arasında bugünkü Bulgaristan'ın Varna şehri yakınında yapılmış bir savaştır. Osmanlı ordusu kazanmıştır. II. Murat, Papa IV. Eugenius'un önayak olmasıyla oluşturulan Haçlı ordusu ile Niş Muharebesi ve sonrasında Izladi' de yapılan savaşların ardından 1444 yılının yaz aylarında Edirne-Segedin Antlaşması'nı imzalamıştı. Bu antlaşma 10 yıl sürelik bir barış dönemini öngörüyordu. Antlaşmanın imzasından kısa bir süre sonra şehzade Alaüddin'in av sırasında attan düşerek ölmesi nedeniyle II. Murat tahtı 12 yaşındaki oğlu şehzade Mehmet'e bırakarak Manisa'ya çekilmişti. Ancak Edirne-Segedin Antlaşması'nın koşullarından hoşnut kalmayan Papalık, Kardinal Julian Cesarini vasıtasıyla Macar kralını ikna ve kutsal kitaba el basılarak antlaşmanın bozulması için çalıştı. Müşriklere karşı yapılan yeminin hükmü olmayacağını beyan ile antlaşmayı bozdurdu ve Krallık meclisi Türklerle tekrar muharebeye karar verdi. Sonbaharda harekata başlayan müttefikler Orşova' dan Tuna nehrini geçip Vidin' e geldiler ve şehri yaktıktan sonra Niğbolu' da Eflak voyvodası Vlad II Dracul' un kuvvetleriyle birleşerek Şumnu üzerine hareket ettiler. Şumnu' ya geldikten sonra şehri aldılar ve Pravadı yoluyla Varna önüne geldiler. Haçlıların sınırı geçtiği haberi alınınca Vezir-i azam Çandarlı Halil Paşa’nın çağrısı üzerine, II. Murat askerleri ile beraber Manisa’dan İstanbul boğazına doğru hareket etti. Oradan, asker başına birer duka altın vererek; Ceneviz gemileriyle Rumeli'ye geçti. Oğlu II. Mehmet ve Vezir-i azam Çandarlı Halil Paşa'yı, Edirne’de bırakarak Varna’ya doğru Haçlı ordularını karşılamak üzere hareket etti. Osmanlı ve Haçlı orduları bugünkü Bulgaristan'ın Varna kenti yakınlarında karşılaştılar. Osmanlı ordusunun sağ kolunu Anadolu Beylerbeyi Karaca Paşa ve sol kolunu Rumeli Beylerbeyi Hadım Şehabeddin Paşa kumanda ediyorlardı. II. Murat, kaide üzere merkezde yeniçerilerle beraber yerini almıştı. Ordunun gerisi tahkim edilmediğinden sarılma tehlikesi vardı. Merkezde yeniçerilerin önünde kazıklarla muhafaza edilmiş hendek bulunuyordu. Padişah'ın bulunduğu cephenin önüne Edirne-Segedin Antlaşması'nın metni asılıydı. Haçlılar'ın sol kanadı Varna bataklıklarıyla muhafaza altına alınmış ve sağ kanadı ise açık ovaya ve şehre doğru bakıyor olup, Macar kuvvetleri tamamen sağ kanada toplanmıştı. Muharebe başlar başlamaz János Hunyadi Osmanlı ordusunun Karaca Paşa kumandasındaki sağ koluna hücum ederek bu kolu geri çekilmeye zorladı. Sol kanada yüklenen Eflak kuvvetleri ise bu kanadı bozdular ve hatta yandan padişahın bulunduğu ordu merkezine doğru yürüdüyseler de püskürtüldüler. Ordunun gerisinin tahkim edilmemesinden dolayı bu kısım tehdit edildi. Sağ ve sol kollar dağılmış olduklarından ordu merkezinde yalnız padişah, maiyeti ve kapıkulu kuvvetleri kalmıştı. Osmanlı ordusunun sağ ve sol kollarının bozulduğunu gören Kral I. Ulászló, János Hunyadi' nin uyarılarını dinlemeyerek Leh kuvvetleriyle birlikte Ormanlı ordusunun merkezine ve padişahın üzerine hücum ederek sancakların bulunduğu yere kadar geldi. Yeniçeriler şiddetle müdafaada bulundular ve merkezden içeriye giren düşman kuvvetlerini çevirdiler. Bu sırada Timurtaş adlı yeniçeri kralın atının ayağına balta ile vurarak atı ve kralı yere düşürdü. Kralın düştüğünü gören yayabaşı Koca Hızır derhal koşarak kralın başını kesti ve bir mızrağın ucuna takarak III.Murat'a götürdü. Bunu gören koalisyon kuvvetleri bozulup kaçmaya başladılar. Bu sırada Osmanlıların sol kanadını çevirmekte olan János Hunyadi süratle yetişerek vaziyeti düzeltmeye ve kralın ölüsünü almaya ve "biz kral için değil dinimiz için savaşmaya geldik" diye askeri cesaretlendirmeye çalıştı ve hattâ bir iki hamle daha yaptıysa da kralın katlini duyan Türk kuvvetlerinin dönerek kuvvetin arttığını görmesi üzerine kendi kuvvetini toplamaya muvaffak olamamış ve kralın katli duyularak haçlı ordusunda genel bir panik meydana gelmiştir. Bunun üzerine János Hunyadi'de Leh kuvvetlerinden kurtulanları alarak kaçmış ve Sultan Murat'ın muharebe meydanını terk etmemesi bu büyük başarının elde edilmesine sebep olmuştur. Savaşta Anadolu Beylerbeyi Karaca Paşa şehit düşmüştür. Haçlı ordusundan ise Kral I. Ulászló ile Edirne-Segedin Antlaşması'nın bozulmasında birinci derecede etkili olan Kardinal Julian Cesarini ölmüştür. Varna Muharebesinden sonra ismini kurtarmak isteyen János Hunyadi tekrar ordularını toplayarak, kendisine katılmak istemeyen Sırbistan’ı işgal edip Tuna’yı geçecek ve Kosova Meydan Muharebesinde Osmanlı ordusu ile tekrar karşılaşacaktı. Mora ve Bulgaristan Osmanlı Devleti`ne bağlandı. Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'daki otoritesi artmaya başladı. Ahmet Danyal Topatan Danyal Topatan (d. 1 Ocak 1916; Tarsus, Mersin - ö. 26 Eylül 1975, İstanbul), Türkiye Ermenisi sinema, tiyatro ve dizi oyuncusu. Gerçek ismi Danyel olan aktör ortaokul 1. sınıfta eğitimini yarım bırakarak seçimini Yeşilçam'dan yana yaptı ve sinemaya 1953 yılında çekilen Drakula İstanbul'da filmi ile giriş yaptı. Yüzlerce filmde karakter oyuncusu olarak rol aldı. Karaoğlan filmlerinde canlandırdığı "Camoka" karakteri ile kitleler tarafından tanındı. Topatan, 26 Eylül 1975 tarihinde akciğer kanserinden öldü. Mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı'ndadır. Zuğaşi Berepe Zuğaşi Berepe (Türkçe: "Denizin Çocukları"), Lazca sözlü rock yapan ilk müzik grubudur. 1993-1998 yılları arasında etkinlik göstermiştir. 1993 yılında Mehmedali Barış Beşli'nin Lazca sözlü ve politik içerikli müzik yapma fikri üzerine M. B. Beşli, Kazım Koyuncu tarafından "ŞK'U" (biz) adıyla kuruldu. İki arkadaş bir yıl sonra aralarına İlhan Karahan ile Metin Kalaç’ı da alarak grubun adını Zuğaşi Berepe’ye (Denizin Çocukları) dönüştürdü. İlk albümleri Va Mişkunan (Bilmiyoruz) 1995 yılında Anadolu Müzik etiketiyle yayınlandı. Albümde sert rock tınılarına, bir Karadeniz müzik enstrümanı olan tulum da eşlik eder. Albümde sol-politik mesajlar da göz ardı edilmemiş, "Ernesto", "Oxoşk'va do Oropa Şeni" (Özgürlük ve Aşk İçin) adlı Lazca şarkıların yanı sıra "Ben" adlı Türkçe parçada anarşizan sözler kullanılmaktadır. Aynı albümde "Avlask'ani Cuneli' (Avlun Güneşlidir), "Golas Empula Yulun" (Yaylada Bulut Geziyor) gibi otantik Laz şarkıları da seslendirilmiştir. 1998 yılına gelindiğinde sınırlı sayıda basılan ve konser kayıtlarıdan oluşan "Bruxel-Live" CD'sinden sonra İgzas (Yürüyor) adlı albümü çıkaran grubun, eleman sayısının arttığı gözlenir. Bu süreçte gruba Cafer İşleyen (bass gitar, perküsyon ve flüt), Gürsoy Tanç (elektronik gitar), Zülkifil Murat Dilek (davul), Uğurcan Sezen (keyboard) katılmıştır. Tulumda ise ilk albümde olduğu gibi bu enstrümanın sayılı ustalarından Mahmut Turan vardır. Bu albümde sert rock müzik yerine daha yumuşak ve teknik altyapılı bir müziği tercih eden grup, "Ka Tun Mita Xendasoç" (Dilerim Kız Sen Yaşamayasın) adlı Hemşince bir şarkıya da yer vermiştir. Zuğaşi Berepe, bu albümden sonra dağılmıştır. Grubu yaşatmak adına kurulmuş site mevcuttur Game Game veya games ile aşağıdakiler kastedilmiş olabilir: Abdülhamit Abdülhamit, erkek ismidir. Kelime anlamı: "Hamîd`in Kulu" demektir. "Arapça" kökenlidir. Ayrıca, Osmanlı'da iki tane "Padişah"`a verilen isimdir. Abdülhamit aşağıdaki anlamlara gelebilir: Kibariye Bahriye Tokmak ya da bilinen adıyla Kibariye (d. 10 Ağustos 1960, Manisa), Türk Arabesk-pop müzik şarkıcısı. Asıl adı Bahriye Tokmak olan Kibariye, 10 Ağustos 1960 yılında Çingene kökenli Doğan ve Makbule Tokmak çiftinin ilk çocuğu olarak Manisa'nın Akhisar ilçesi Kapaklı köyünde doğdu. Kibariye doğduğunda annesi ile babası henüz evlenmemiş ve bu nedenle nüfus kayıtlarına doğum tarihi daha sonra 1959 olarak geçti. 1981'de kayıtlardaki doğum tarihinin düzeltilmesi için mahkemeye başvurdu ve 1960 olarak değiştirildi. Ailede daha sonra 8 kardeşi oldu. Ailesi pamuk ve tütün toplayıcılığı ile geçinmekteydi. Ailesinin geçim sıkıntısı nedeniyle hiç okula gitmedi. İlk olarak Akhisar'da bir gazinoda sahne aldı. Kısa süre sonra aynı gazinoda çalışan bir arkadaşının aracı olmasıyla 1974'te İzmir'deki bir pavyona sahne almak için gitti. Ancak pavyon sahipleri Kibariye'nin sesini dinlemeden, fiziğine bakarak Kibariye'yi işe almadı. İki yıl sonra 1974'te yine aynı "Çağlayan Saz"a gitti ve bu kez pavyon sahibiyle anlaşarak sahne aldı ve 150 lira aldı. 1980'lerde İzmir sahnelerinde çalışan Kibariye, o yıllarda İzmir Fuarı'na gelen tüm sanatçıların dikkatini çekti. Bunlar arasında Muzaffer Özpınar da vardı. Ünlü bestekar, sanatçıyı o zamanlar İstanbul’da Stardust gazinosunu çalıştıran Turgut Akyüz'e anlatır ve merhum Turgut Akyüz Kibariye'yi dinlemek ister. İzmir'den İstanbul'a gelen Kibariye'nin kaderi de böylece değişmeye başlamış olur. Gazinocu Turgut Akyüz tarafından çok beğenilen Kibariye Stardust gazinosunda sahne almaya başladı. Kibariye çok kısa sürede gerek sesi, gerekse yorum her şeyden önemlisi de doğallığıyla tüm medyanın dikkatini çekti. Böylece bir teklif yılbaşı gecesi (1981) TRT Televizyonundan gelir. Kibariye'nin yaşamını birdenbire değiştiren yeni hayat başlamış oldu. 1982'de ilk kez bir sinema filminde rol aldı. Kibariye "Kim Bilir" adlı parça ile çıkış yakalar ve 1981'den 1990'lara 21 albüm yaptı. Halkın Kibariye'ye gösterdiği yoğun ilgi çeşitli gazinolarda gece kulüplerinde Anadolu ve Avrupa turnelerinde çalışması sağlamış oldu. Bu çıkış Özel TV kanallarının da ilgisini çekti. İlk show programı "Darısı Başınıza" isimli evlendirmeyi konu alan eğlence programı ile Kanal 6 ile başladı daha
sonra "Eğlen Coş İşte Kiboş" ismi ile atv'de devam etti. Star TV'de "Kibariye Show" ile ve son olarak TGRT'de yapılan program ile sona ererdi. Ardından 2011 yılı Ekim ayında Kanaltürk'te Kibariye isimli programa başladı. Kibariye’nin bugüne kadar çalışmış olduğu şirketler Süper Atlas Plak-SembolPlak, Bayşu Müzik, Makro Müzik-Banko ve Prestij Müzik'tir. 3 ocak 2017 itibarı ile Fox tv'de "Ben Söylerim" adlı ses yarışmasında Serdar Ortaç ile birlikte jüri üyeliği yapmıştır. Son olarak da atv'de yayınlanan Oryantal Star yarışmasında jürilik yapmıştır. 2016 yılında 85. İZMİR Enternasyonal Fuarı'nda Tepecik Filarmoni Orkestrası ile birlikte konser veren Kibariye, İstanbul Maçka'da gazino günlerini yaşatmak için düzenlenen Küçükçiftlik Park'ta ki Yeni Bi’ Fest'te Kenan Doğulu ile birlikte sahne almıştır., 21 Aralık 1979'da taksi şoförü Tunay Ürek ile evlendi. Ve yıllar sonra boşandı. 1999 yılında İkinci evliliğini Ali Küçükbalçık ile yapan Kibariye'nin bu evliliğinden Birgül adlı bir kızı vardır., A A, a Latin ve Türk Alfabesi'nin ilk harfidir. A sesi/harfi dünyanın en yaygın /- Harfi/sesi kabul edilir. Arap alfabesi/Hint-Avrupa alfabeleri/Slav alfabeleri bu harf-sesle başlar. Arapçada A sesi ile Elif (ا) harfi ile gösterilir. "Ayın" (ع) ise gırtlaksı bir ses olup, kesinlikle "sessiz" bir harftir. Türkçede bu ses yoktur. Normal A sesi ile farkı ortadan kalkmıştır. Bazı Avrupa dillerinde Ayın'a benzer sesler Ă ile gösterilir. Örneğin: "Ăyan". Türkçede ise Arapça'dan gelen sözcüklerde çok nadiren kesme işareti ile kullanılır. Örneğin: "Măruf (Ma'ruf)". Ayın ile aynı kaynaktan çıkan (غ) harfi ise hırıltılı bir G sesidir (Ģ). “Yumuşak-G” (Ğ) harfine benzer ama sert ve titreşimlidir. Örneğin: "Maģrur". Buradaki Ğ hırıltılı olarak söylenir. E Ee, Türk alfabesinin 6. harfidir. Şimdiki Suriye ve Filistin coğrafyasında yaşayan Sümerler, alfabelerinin beşinci harfi olan "he"´yi bu harfle sembolize etmişlerdir. Sümerler, Mısırlıların hiyeroglif yazısındaki eğlenen adam sembolünü, E harfinin sembolü olarak almışlardır. Bunun en olası nedeni, “he” sesinin sevinç ifadesi olan “hey” ünlemini andırmasıdır. Eski Yunanlarsa E harfini, kendi "epsilon" harflerini yazmak için kullanmışlardır. Romalılar ise E harfine şimdiki görünümünü vermişlerdir. E, yazınlarda en fazla kullanılan harftir. Ayrıca bakınız È, É, Ê, Ë, Ē, Ĕ, Ė, Ę, Ě, E. Carl Zeiss Carl Zeiss (Weimar, Almanya 11 Eylül 1816 - 3 Aralık 1888), optik malzemeler üreten Alman iş adamı. 1846'da Almanya'nın Jena kentinde bilimsel aletler yapan küçük bir atölye açtı. Yirmi yıl sonra, Zeiss'in Jena'daki dükkânında çalışan bir öğretmen olan Ernst Abbe, çok üstün bir optik cam geliştirdi. Mükemmel bir bilim adamı Abbe ve yetenekli iş adamı Zeiss, şu an dünyanın önde gelen optik araç üreticilerinden biri olan Zeiss'i beraber kurmuşlardır. Anadolu Hisarı Anadolu Hisarı (Güzelce Hisarı olarak da bilinir), İstanbul'un Anadoluhisarı semtinde, Göksu Deresi'nin İstanbul Boğazı'na döküldüğü yerdedir. Anadolu hisarı, 7.000 metrekarelik bir alan üzerine, Boğazın en dar noktası olan 660 metre mesafedeki bölgesine 1395 yılında, Yıldırım Beyazıt tarafından inşa edilmiştir. Cenevizliler, Bizans'la birlik olup Karadeniz'de "(Kefe, Sinop ve Amasra'da)" koloniler kurmuşlardı. Bu sebeple, Boğaz geçişi Cenevizliler için hayati önem taşımaktaydı. Aynı durum Osmanlılar için de söz konusuydu. Karşı sahilde, İstanbul'un Avrupa yakasında bulunan Rumeli Hisarı ise, 1451-1452 yılları arasında II. Mehmed tarafından, bu yabancı ülkelerin gemilerinin geçişlerini denetim altında tutabilmek amacıyla inşa ettirilmiştir. Fatih Sultan Mehmed, Rumeli Hisarı'nı yaptırırken bu kaleye dış surlar ekletmiştir. Anadolu Hisarı, iç ve dış kale ile bu kalelerin surlarından oluşur. İç kale, dikdörtgen biçimindeki dört katlı bir kuledir. İlk yapıldığında, bir giriş kapısı bulunmadığı için, kuleye iç kale surlarına uzanan bir asma köprüden giriliyordu. Üst katlarına da içerideki ahşap merdivenlerle çıkılıyordu. İç kale surları, dış kalenin kuzeydoğu ve kuzeybatı köşelerini birleştirir. Bu surlar üç metre kalınlığındadır. İç surlarla birleşen dış kale surlarının üzerinde birçok kemer ve surları korumak için yapılmış üç kule bulunur. Asıl kalenin surları doğu-batı yönünde 65 metre; kuzey-güney yönünde 80 metre boyunca uzanır. Surların kalınlığı 2.5 metredir. Dış surlarda topların yerleştirildiği menfezler bulunur. Anadolu Hisarı'nın asıl kalesinde ve iç surlarında, araları harçla doldurulmuş blok taşlar kullanılmıştır. Anadolu Hisarı, İstanbul'un fethinden sonra askeri önemini yitirmiş, çevresi zamanla bir yerleşim bölgesi durumuna gelmiştir. Bugün bazı bölümleri yıkık olan Anadolu Hisarı’nın ortasından yol geçmektedir. 0 (sayı) Sıfır, aritmetikte 0 rakamını simgeler. Bugünkü sayı sisteminde sıkça kullanılan sıfır, bir niteliğin yokluğunu temsil eder. Toplamada toplandığı sayıyı değiştirmeyen etkisiz, çarpmada sonucu sıfır yapan yutan, bölmede ise bir sayıya bölündüğünde 0 sonucu çıkar. Ancak bir sayıyı böldüğünde sonuç tanımsızdır. İlk defa El-Harezmi kullanmıştır. 0 sayısı pozitif ve negatif olmayan bir sayıdır. "0" Roma rakamlarında gösterilemeyen tek rakamdır. Birçok skalada sıfır başlangıç ya da nötr bölgeyi temsil eder. Sayı doğrusunda sıfırın sağı artı, solu eksi değerleri barındırır. Sıcaklık derecelendirmelerinde sıfırın yeri derecelendirme sistemine göre değişir. Örneğin Kelvin derecinde sıfır noktası -273 °C'ye (mutlak sıcaklık) denk gelmektedir. Celsius derecesinde ise 0 noktası suyun erime/donma noktası olarak alınmıştır. Sıfırın MÖ 450 yıllarında Orta Amerika'da yaşayan Maya kabilesinde kullanıldığına dair kanıtlar vardır. M.S. 800 civarında ise Hintler sıfıra benzer bir sembol kullanmışlardır. Hindistan'dan yayılan sıfır, M.S. 1400 yıllarında Avrupa'da da benimsenmiş ve kullanılmıştır. Sıfır sözcüğü büyük olasılıkla Arapça "sifr" sözcüğünden türemiştir. Sifr ise Hintçe'de boş anlamına gelen "sunya" sözcüğünün tercümesidir. İnsanlar sıfır gibi bir sayısal değere 2000 yıl öncesine kadar başvurmaya gerek duymamışlardır. Bunun temelinde yatan en önemli etken ise 0 rakamının temsil ettiği anlam ve yokluk kavramının ince bir çizgide ayrılmasıdır. İnsanın evrimi İnsanın evrimi, modern insanın ("Homo sapiens") evrimsel kökenini ve ne tür evrimsel süreçlerle ortaya çıktığını incelediği gibi insanın en eski atalarını ve atasal kökenlerini de konu edinir. Bunun yanında insanla ortak ataları paylaşan ve insan ile yakın akraba olan türlerin evrimini ve kökenini de araştırır. İnsan evrimi, konu olarak 1863 yılında T. H. Huxley tarafından oluşturulan bilim dalı primatolojiyi ve günümüz maymunlarının tüm yaşam formları ile onların eski atalarının fosillerini de dikkate almaktadır. Bunun yanında insanın evrimsel tarihi üzerindeki çalışma ve araştırmalar fiziksel antropoloji, primatoloji, arkeoloji, dilbilim, genetik ve embriyoloji dahil olmak üzere birçok bilimsel disiplinleri de içerir. Genetik araştırmalar ve fosil kayıtlar ışığında, insanın da üyesi olduğu Primat takımının evrim sürecinde günümüzden yaklaşık 65-55 milyon yıl arasında Paleosen dönemde ortaya çıktığı tespit edilmiştir. "Hominidae" ailesi veya büyük insansı maymunlar, 15-20 milyon yıl önce Miyosen dönemde "Hylobatidae" (Gibongiller) ailesinden ayrılmıştır. Yaklaşık 14 milyon yıl önce "Ponginae" veya orangutanlar "Hominidae" ailesinden ayrılmıştır. Goril ve şempanze ata formlarının da "Homo" cinsine giden soy hattından 5-6 milyon yıl önce ayrıldığı düşünülmektedir. "Homo" cinsi veya insan ailesi, bundan 2.3 ile 2.4 milyon yıl önce Afrika'da "Hominini" ve "Australopithecine" türlerinin son ortak atasından evrilmiştir. Bu anlamda insanın yakın dönem evrimi, insan ve şempanzelerin ortak ataları olan popülasyonların birbirinden ayrılmasından sonra başlamıştır. Bu iki popülasyondan insanın ortaya çıktığı grup ile bu grubun tüm nesli tükenen soyları "Hominini" olarak adlandırılırlar. Afrika, Asya ve Avrupa'nın farklı bölgelerinde giderek artan sayıda iyi korunmuş fosillerin bulunuşu, insan evrimi hakkındaki bulguların genişlemesine ve insanların ataları hakkında bilgilerin artmasına neden olmakla beraber bu bulgulardan elde edilen bilgiler, insan ve insan öncesi türlerin tam olarak yaşadıkları zaman aralıkları ile dağılım bölgelerinin eksiksiz olarak tespit edilmesinde ve bilimciler arasında tam bir görüş birliği sağlanmasında yeterli olmayıp buna dair daha fazla tartışmaların ve kapsamlı araştırmaların yapılmasını gerekli kılmaktadır. İnsan evrimi hakkındaki araştırmalar, mevcut yöntemlerin sınırlarında ya da bu bulguların sağladığı analitik verilerin altında hareket ettiği içinBernard Wood, Terry Harrison: "The evolutionary context of the first hominins." In: "Nature", Band 470, 2011, S. 347–352, insanın soy ağacı hakkındaki tartışmalar, insanın atası olan tarih öncesi birçok türün soy ağacındaki yerlerinin sistematik sınıflandırması ile bu türlerin birbirleriyle olan akrabalık dereceleri ve yakınlıkları tartışmalı olup tam olarak tamamlanmamıştır. Çoğu kez "Hominini" türleri şu şekilde belirlenmiştir: insandan önce insana yakın türleri içeren ve "ön insan" denilen Australopithecine'ler; "ilk insanlar" olarak tanımlanan "Homo habilis" ve "Homo rudolfensis"; "erken insanlar" olarak daha sonra ortaya çıkan ve "Homo" cinsine dahil olan tüm türler ("Homo sapiens" hariç); "modern insan" veya ""günümüz insanı"" olarak tanımlanan "Homo sapiens". Bunun yanında insanın evrimine, bazen insandan önceki bir zaman dilimi olan ve günümüzden 20 milyon yıl öncesini kapsayan Miyosen dönemindeki hayvandan insana geçiş aşaması da dahil edilir. Fosil kayıtlarından izlenebilen ve insanın atası olduğu düşünülen en uzak köken orman tabanında yaşayan yumuşakcalarla beslenen bir prosimiyen olduğu görüşü yaygındır. Bu canlı 70 milyon yıl önce orman tabanını bırakarak orman tavanına yani ağaçlara sıçrayan bir türdü. Uzmanlarca bu türe ağaçsivrifaresi denmiştir. Ağaçsivrifaresi yaklaşık 50 milyon yıl boyunca ağaçlarda yaşadığı sanılmaktadır. Bu
süre sonunda bedeni irileşmiş, iskeleti dikilme yönünde gelişmiş, parmakları nesneleri güçlü bir şekilde kavrayacak şekilde gelişmiş, gözleri üç boyutlu olarak görme olanağı verecek şekilde yanlardan önlere doğru kaymıştır İnsan evrimi diye nitelendireceğimiz bölümde "Homo sapiens"'e kadar gelen türler ve özellikleri şöyledir : 100 milyon yıl önce ortaya çıkan memeli sınıfı prosimiyenler ve antropoidler olarak çatallanıp iki primat takımına ayrıldığı düşünülmektedir. Antropoidler ise kuyruklu büyük maymunlar ve kuyruksuz büyük maymunlar olarak iki sınıfta incelenmektedir. Hominidae, tarih öncesi insansı canlıları ve insanı kapsayan bilimsel aileye verilen addır. Eski dünya kuyruksuz maymunlarından 7 – 7,5 milyon yıl önce soyu orangutana varacak olan pongidler cinsi ayrılmıştır. 6 milyon yıl önce günümüzün goril şempaze cinslerini oluşturan atalar ayrılmıştır Günümüzden 5 milyon yıl önce homininilerin yolu ayrılmıştır. Fosiller aracılığıyla türler tek tek birbirlerinden ayırt edilebildiği gibi var oldukları da bu fosiller temelinde belgelenip kanıtlanabilmektedir. Buna karşın belirli bir türün bireylerinin fiziksel özelliklerinin onları daha genç ve erken bir döneme atacak kadar evrimleşip farklılaştığı tam zaman noktası fosiller temelinde sadece kaba bir şekilde tahmin edilebilirler. Bunun nedeni, bir önceki türün ilk özellikleri ile bir sonraki türün yeni kazanılmış özellikleri arasında keskin olmayan, tam aksine çok yumuşak ve akıcı geçişlerin bulunmasıdır. Birbirini takip eden iki tür arasında keskin bir çizgi çizmek zor olduğu gibi çoğu zaman fosil bulgulardaki eksiklikler ve aralıklar yüzünden de neredeyse imkansızdır. Moleküler saat, türlerin birbirinden ayrıldığı zamanı daha tam ve daha yakın olarak tespit etmek için araştırmalarda kullanılan önemli bir metot olup bunun için günümüzde yaşayan türlerin DNA analizlerine ihtiyaç duyulur. Moleküler saatin tam akış hızı ve geçmiş dönemlerde mutasyon görülme sıklıkların oranı tam olarak bilinmediği ve kalibrasyon karşılaştırmaları fosil kalıntılara bağlı olduğu için bu değerlendirmelerin sonuçları uzmanlar arasında tartışmalı olup sadece primat evrimin erken aşamaları için de söz konusu değildir. Bu anlamda 1960'ların sonlarında primatların evrimi için oluşturulan zaman çizelgesi ilke olarak hala geçerliğini korusa da detaylara girildiğinde fazlaca açıldığını ve yayıldığını göstermiştir. Bunun yanında moleküler saat ile hesaplanan zamanlar ile fosil bulguların tarihlendirilmeleri ile elde edilinen zamanlar arasında çoğu zaman milyonlarca yıl fark bulunabilmektedir. Bu anlamda, 1985 yılında DNA analizlerin sonucuna dayalı olarak yayınlanan bir çalışmaya göre 90 milyon yıl önce Euarchontoglires ailesinden diğerlerinin yanında bir taraftan günümüz fareleri ile diğer taraftan içinde büyük insansı maymunlar ve gibongillerin de yer aldığı insansılar oluşmuştur. Son analizler de aynı şekilde bu tarihlendirmeyi onaylamakta ve bu türlerin 80 ile 116 milyon yıl arasında genetik ıraksama ile birbirinden ayrıldığını öngörmektedir. Yine bu araştırmaya göre, günümüz köpeksi maymunlara (asıl köpeksi maymunlar ile babun ve şebeklerin dahil olduğu grup) götüren soy ile insansılara götüren soy günümüzden 23 milyon yıl önce, Miyosen başlarında birbirinden ayrılmaya başlamıştır. İnsansılar ise bu yeni tarihlendirmeye göre yaklaşık 15 milyon yıl önce Gibongiller ve büyük insansı maymunlar olmak üzere iki kola ayrılmıştır. Büyük insansı maymunların Asya'daki türleri (orangutanın atası) ile Afrika'daki türleri arasındaki ayrılma günümüzden 11 milyon yıl önce, goril ile şempanzelerin birbirinden ayrılması 6,5 milyon yıl önce ve son olarak şempanze ve hominini ayrılması ise 5,2 (± 1,1) milyon yıl öncesine denk gelmektedir. Bu zamanların şu anda ne kadar geçerli olduklarını aşağıdaki örnekler göstermektedir: Moleküler saat yöntemi ile yapılan hesaplamalarda primatların ortaya çıkışı 90 milyon yıl önceki Kretase dönemine tarihlendirilirken bulunan fosil kayıtlar temelinde yapılan hesaplamada ise 56 milyon yıl öncesine, Paleosen dönemine tarihlendirilmiştir. Daha önceki araştırmalarda temel olarak alınan mutasyon oranları, goril genom diziliminin çözülmesinden sonra goril ile şempanzenin ayrışma zamanını 5,95 milyon yıl olarak gösterirken fosil bulgular temelinde yapılan çalışma ise bu tarihlendirmeyi göreceli hale getirmiş ve -günümüzde yaşayan "Homo sapiens" popülasyonlarının mutasyon oranları temel alınarak- soy çizgilerinin ayrımını 6-10 milyon yıl önce gerçekleştiğini gösteren daha yavaş bir mutasyon oranı öngörmüştür. 2010 yılı başlarında Terry Harrison fosil kalıntılar yardımıyla şempanze ve hominini ayrımını 7,5 milyon yıl öncesine tarihlendirirken Claude Owen Lovejoy ise 2009 yılında, moleküler saat temelinde yapılan çalışmasında şempanze insan ayrımını 6 ile 5 milyon yıl öncesine tarihlendirmiştir. İnsan ve diğer primatların kromozom yapılarıyla ilgili genom projelerinin tamamlanması, bu türlerin ortak ata ve DNA özgeçmişlerine işaret eden bulgular sunmuştur.(Görsel kaynak[]) Primatların evrimsel tarihi günümüzden 65 milyon yıl öncesine kadar takip edilebilir. Bilinen en eski primat benzeri memeli türler olan "Plesiadapis'ler", Kuzey Amerika'dan gelmekle beraber Paleosen ve Eosen devrinde elverişli tropikal iklim şartlarında Afrika ve Avrasya'ya kadar yayılmışlardı. Modern iklim şartlarının başlangıcı, günümüzden yaklaşık 30 milyon öncesine uzanan Erken Oligosen dönemde ilk antarktik buzulların oluşumu tarafından tetiklenir. Bu döneme ait bir primat örneği "Notharctus'tur". 1980'li yıllarda Almanya'da bulunan 16.5 milyon yıllık fosil, Doğu Afrika'daki benzer formlardan 1.5 milyon yıl daha eski olup insanların en eski atalarının Afrika kökenli olduğuna dair teorileri sorgulamaktadır. Bir görüşe göre, Avrasya coğrafyasında yayılarak gelişen bu primatlar "Dryopitekus" da dahil olmak üzere Afrikalı büyük insansı maymunlar ile insanlara giden soyu oluşturdular ve bu soy daha sonra Avrupa kıtasından Batı Asya'ya ve Afrika'ya doğru göç ettiler. İnsansıların üst ailesi olan "Hominoidea'ların" beşiği, günümüzden 23 ile 16 milyon yıl öncesine yayılan. erken Miyosen döneminin Doğu Afrikasıdır. Hominoidea üst ailesinin erken Miyosen dönemdeki ilk formları "arkaik" veya "kök "Hominoidea"" olarak tanımlanır. Bu ilk formların birbirleriyle olan akrabalık ilişkileri ve bu ilk formlar ile onların daha sonra ortaya çıkan türleri arasındaki akrabalıkları fosil örneklerin henüz yetersiz sayıda bulunmuş olmalarından dolayı tartışmalıdır. Bunun yanında bilinen Miyosen dönemi ilk insansıların hiç birisi, büyük insansı maymunlar için yürümeye dair tipik olan fiziksel özellikleri henüz göstermemektedirler. Görünüşe göre, Miyosen dönemi insansıları artan oranlarda ormanlardan açık alanlara çıkarak daha sonra günümüzden yaklaşık 5 milyon yıl önce Pliyosen devri insansılarını ("Hominoidea") oluşturmuşlardır. Bundan yaklaşık 18 ile 15 milyon yıl önce iki evrimsel kol ayrılır: Bir kol gibonlara ("Hylobatidae") ayrılırken diğer kol halihazırda Miyosen döneminde soyları tükenmiş olan cinslere, "Afropitekus", "Kenyapitekus", "Griphopitekus", "Pierolapitekus", "Dryopitekus" ve "Oreopitekus"a ve ayrıca büyük insansı maymunlara ayrılır; yani Asya'daki orangutanlar ("Ponginae") ile Afrika'daki büyük insansı maymunlara ("Homininae": goril, şempanze, insan). Bazı uzmanlar paleontolojik bulgulardan yola çıkarak büyük insansı maymunların, bu dönemde var olan ve "Proconsul"a ismini veren Proconsulgiller üst ailesinden ("Proconsuloidea") gelmiş olduğunu varsayarlar. Nitekim "Proconsuloidea" ailesi türler açısından son derece zengin ve sıra dışı bir takson oldukları gibi özellikle Afrika'nın tropikal yağmur ormanlarında ve Arap Yarımadası'nda bulunmuşlardır. Diğer paleontologlar ise Proconsulgillerin bir kardeş taksonunun büyük insansı maymunları oluşturmuş olabileceği görüşünü daha olasılıklı bularak buna dair herhangi bir spekülasyonda bulunmazlar. Şimdiki bilgi düzeyine göre, bilinen Miyosen dönemi "Hominoidea" taksonlarından hiç biri Afrika büyük insansı maymunları ve "Hominini" soyu için doğrudan bir ortak ata olarak gösterilememektedir. 17 ile 14 milyon yıl önce Afrika kliması Rift Vadisi'nin tektonik yükselişi etkisiyle kurumaya başlarken diğer yandan yıllık sıcaklık ortalamaları arasında güçlü farklılıklar da ortaya çıkmaya başladı. Ekolojik şartlardaki bu değişimler, bugünkü bilgilerimize göre Proconsulgillerde çeşitliliğin azalmasına yol açarken köpeksi maymungiller ile insansılar (örneğin "Kenyapithecus wickeri", "Equatorius africanus" ve "Nacholapitekus") bu tarihlerde hakim olan ve çoğunluğa geçen cinsler olmaya başladılar. Bu dönemden kalma fosillerde, güçlü çene yapıları, kalın azı dişleri ve diş minesi kalınlığının artışı gibi sert kabuklu ve lifli yiyeceklere uyum sağlama ile ilgili adaptasyonların geliştirilmiş olduğuna ve 16 ile 15 milyon yıl önce ilk defa Afrika dışında kalan yerlerde, Avrasya'nın geniş bölgelerinde bu türlerin yerleşmiş olduğuna dair izlere rastlamak mümkündür. Yaklaşık 16 milyon yıl önce, erken Miyosen'den orta Miyosen dönemine girildiğinde orangutanın Asya'daki türleri diğer büyük insansı maymunlardan ayrılmaya başladı. Orangutanlar ile akraba olan gruplar içinde fosil kalıntılardan bildiğimiz "Ramapitekus", "Sivapitekus", "Ankarapitekus", "Lufengpitekus", "Khoratpitekus" ve "Gigantopitekus" gibi cinsler yer almaktadır. 1930'lu yılların başlarında Kuzey Hindistan'da ilk defa fosil kalıntıları bulunan "Ramapitekus", 1960 ve 1970'li yıllarda hatalı bir biçimde "Homininlerin" atası olarak düşünülmüştü. 13 ile 9 milyon yıl önce insansı türlerin sayısı Avrupa kıtasında artmaya başlamıştır. Bu döneme ait İspanya'da bulunmuş olan "Pierolapitekus" ve "Anoiapitekus" dışında en az dört ayrı "Dryopitekus" türünün daha olduğu da bilinmektedir. Buna benzer bir gelişme, tek hayatta kalanının orangutan olduğu Asya'daki diğer formlarda da görüldü. 9,6 milyon yıl önce Avrupa'da Valesiyen krizi olarak bilinen olayda ekosistemde önemli değişiklikler baş göstermeye başladı. İspan
ya'nın Akdeniz bölgesinden başlayarak Batı ve Orta Avrupa'nın subtropikal ve daima yeşil ormanları giderek artan soğukluk nedeniyle yok oldular. Bu orman örtüsünün yerini yaprak döken ağaç türleri ve güneydeki bazı bölgelerde de bozkırlar ve stepler aldı. Bitki örtüsünü etkileyen bu iklim değişiklikleri bölgede yaşayan hayvanların yaşamını da önemli bir şekilde etkilemeye başladı. Bunun sonucu olarak bu dönemdeki çoğu insansıların Avrupa'daki türleri yok oldular. Sadece "Oreopitekus", yaklaşık 7 veya 6 milyon yıl öncesine kadar Sardinya / Korsika bölgesindeki bir adada hayatta kalmayı başardı. 8 ile 7 milyon yıl önce Tibet Platosu'nun tektonik yükselişi Asya'da muson iklim yoğunluğunun artmasına neden oldu. Bunun sonucu olarak, C-bitki türlerin artış göstermesiyle kanıtlandığı üzere -Avrupa da dahil- yağış sıklığı azalmaya başladı. İklim değişikliği nihayetinde Avrupa'daki tüm insansıların neslinin tükenmesine yol açarken Asya'da da sadece orangutanlar ile gibongillerin hayatta kalabildiği şiddetli bir tür azalmasına neden oldu. Kuzey ve Doğu Afrika da 9,6 milyon yıl önceki Valesiyen krizinden etkilenmiştir. Ancak bu bölgelerde 13 ile 7 milyon yıl öncesine ait fosil kalıntılara pek rastlanılmamaktadır. Bu bölgelerde fosil buluntulara pek sık rastlanılmaması, insansı maymunların Asya'da geliştiği ve daha sonra Afrika'ya geri göç ettikleri var sayımına yol açmıştı. Aslına bakılırsa fosil oluşumu için iklimin çok nemli oluşu gibi elverişsiz şartlar Afrika'da ancak az sayıda fosil bulunmuş olmasının temel nedenlerinden biridir. Ancak 2007'de ilk kez tanımlanan 10 milyon yıllık "Nakalipithecus nakayamai'nin" Kenya'da bulunması, ayrıca daha önce de Kenya'da olduğu bilinen ve biraz daha eski olan "Samburupithecus kiptalami" ile Etiyopya'da bulunan ve yine biraz daha eski olan "Chororapithecus" fosiline rastlanılması ile Afrika'da da Orta ve Geç Miyosen dönemlerinde çok sayıda insansı türlerin yaşamış olduğu ortaya çıkarılabilmiştir. Yaklaşık 6 ile 8 milyon yıl önce Afrika'da Geç Miyosen döneminde goril ve şempanze soy çizgileri "Hominini" soy çizgisinden ayrılmaya başlamıştır. Haziran 2006'da "Nature" dergisinde "Broad Enstitüsü", "Massachusetts Teknoloji Enstitüsü" ve "Harvard Üniversitesi" tarafından ortaklaşa yayınlanan bir gen analizi, erken "Hominini" türlerin şimdiye kadar sanılandan daha alışılmadık şekilde bir evrimsel gelişim geçirdikleri göstermiştir. Bu çalışmada 20 milyon insan DNA baz çifti ile şempanze ve goril DNA'ları moleküler saat aracılığıyla birbirleriyle karşılaştırılmış ve çalışma, ilk büyük insansı maymun türlerinden birinin halihazırda 10 milyon yıl önce "Hominini'nin" ön atalarından ayrıldığı sonucuna varmıştır. Buna rağmen her iki popülasyon birkaç yüz bin yıl sonra tekrar bir araya gelerek karışmış ve melez popülasyonlar oluşturmuştur. Araştırmacıların ortaya çıkardığı bu sonuca göre, birbirinden ayrılma ve birleşmeler ve yeniden melezleşmeler 4 milyon yıl boyunca yer değiştirerek birbirlerini takip etmiş ve sonunda şempanzelerin ataları 6,3 ile 5,4 milyon yıl önce nihai olarak "Hominini" oymağından ayrılmıştır. Bu en son gen alışverişi, X Kromozomunun daha sonra insanlar için karakteristik olan bir forma dönmesi ve aynı zamanda yakın bir şekilde şempanze X kromozomunu da andırması, bunun yanında özellikle X kromozomunun kesintisiz olarak çok genç bir yaşa sahip olması nedeniyle kanıtlanmış görünüyor. Ancak bu seneryoya da itirazlar olmuştur. "Hominini" grubuna ait cins ve türlerin varoluş süreleri ve hangi zaman aralıklarında yaşadıkları tahmini değerler olup fosillerin bulunduğu katmanların jeolojik analizlerine, yani fosillerin elde edildiği mevkilerde yer alan katmanların yaşlarının doğrudan hesaplanılmasına dayanır. Moleküler saat olarak bilinen yöntem, modern insanın "Hominini" grubu içinde hayatta kalabilen tek tür olması ve genetik materyalin sadece ona en yakın olan Neandertal insanı ile karşılaştırılabileceği için henüz DNA örnekleri elde edilemeyen diğer "Hominini" cinsleri için kullanılamamaktadır. Günümüzde goril ve şempanzelerin dahil olduğu büyük insansı maymunlar grubu hayatta kalabilmiş olduğu için moleküler saat bu gruplara uygulanabilmektedir. Fosil buluntuların ancak sınırlı sayıda olması nedeniyle, günümüzden 7 ile 5 milyon yıl önce yaşamış olan "Sahelanthropus", "Orrorin" ve "Ardipithecus" cinslerinden hangisinin insanın ön atası olduğu ve bu cinslerin tarihsel bir şekilde tam olarak doğru biçimde atasal soy çizgisinde kronolojik sıraya oturulmuş olduğu belirsizdir. Şempanzelerden ayrılan ve "Hominini" grubu içinde yer alan bu fosiller göreceli olarak iyi bilinmektedir. Bilindiği kadarıyla şempanze soy çizgisinden ayrılan bu fosillerden en eskisi 7 milyon yaşındaki "Sahelanthropus tchadensis" olup onu 6 milyon yıl yaşındaki "Orrorin tugenensis" izlemektedir. Diğerleri ise aşağıda verilmiştir: Yaklaşık 6 milyon yıl yaşındaki "Orrorin tugenensis"in 2000 yılında ve 6 - 7 milyon yıl yaşındaki "Sahelanthropus tchadensis" fosilinin ise 2001 yılında bulunmalarının ardından her iki türün halihazırda iyi ayak üzerinde yürüyebilen en eski "Hominini" türleri olduğu açığa çıkmış, böylece insanın doğrudan atası olarak konumlandırıldılar. Ancak bu bulgu, moleküler saatten elde edilen ve "Homo" ile şempanze soy çizgisinin günümüzden 5 ile 6 milyon yıl önce ayrılmış olduğunu hesaplayan bulguyla örtüşmemektedir. Daha önce 1994 yılında Etiyopya'da halihazırda "Ardipithecus ramidus"e ait fosil kalıntılar bulunmuştu. 4.4 milyon yıl ile tarihlendirilen bu fosiller de birçok araştırmacı tarafından insanın doğrudan atası olarak belirlenmişti. En başta özellikle ""Ardi"" fosili olmak üzere, bu türün bireyleri de iyi ayak üzerinde yürüyebilme özellikleri göstermektedir. "Sahelanthropus", "Orrorin" ve "Ardipithecus'un" birbirleriyle olan akrabalık ilişkisi ile daha sonra ortaya çıkan "Hominini" türleri arasındaki akrabalık dereceleri tartışmalı bir durumdadır ve tam olarak bilinmemektedir. Bu fosiller, Dünyanın ortalama ısısının günümüzden 4 °C daha sıcak olduğu bir dönemden, Messiniyen ve Zankliyen alt dönemlerindeki geçiş aşamasından gelmektedir. 2001 yılında yayımlanan bir araştırmaya göre, ilk Hominini türlerinin yaşam alanı en çok yüzde 40'ı ağaçlarla kaplı olan, tropik yağmur ormanları ile kuru çöller arasındaki geçiş bölgesinde yer alan geniş çayırlar ve savanlardı. Bu bölgelerde daha sonra, -günümüzden 3.6 milyon yıl önce- ağaç örtüsü biraz daha artarak yüzde 40 ile 60'a ulaşmış, ancak Pliyosen'den Pleistosen'e (Buzul Çağı) geçiş döneminde tekrar azalarak günümüzden 1,9 milyon yıl önce, ağaç örtüsünün yarısından çoğunun, yüzde 50'den daha fazlasının yok olması şeklinde devam etmiştir. Fosil bulgular aracılığıyla hakkında göreli bilgilere sahip olunan ve halihazırda iki ayak üzerinde dik yürüyebilen insanın atalarından biri de "Australopitekus'lardır". Australopitekus türlerinin birbirleriyle olan akrabalıkları ve "Homo" türleriyle olan akrabalık ilişkileri henüz tam olarak açıklık kazanmamıştır. Şu an için "Australopithecus anamensis" kuşkusuz en erken "Hominini" türü olarak kabul edilmektedir. Türkçe çevirisi tam anlamıyla ""Kuyruksuz Güney Maymun Adamı"" olan "Australopitekus" buluntularına dair en önemli arkeolojik alanlarından biri Güney Afrika'da Johannesburg kentinin 50 km kuzeyinde yer alan Gauteng vilayeti olup zengin fosil yatakları içeren bu bölge "insanlığın beşiği" olarak kabul edilir. UNESCO tarafından dünya mirası kabul edilen insanlığın beşiğinde bugüne kadar gün ışığına çıkarılan fosiller arasında her ikisi "Australopithecus africanus" türüne ait olan Taung çocuğu ile Dikika çocuğu (Selam) olarak tanınan üç yaşındaki bir kız çocuğu ile "Australopithecus afarensis" türüne ait olan Lucy fosili bulunmaktadır. Tanzanya'nın Laetoli bölgesindeki Olduvai Kanyonu'nda birkaç Australopithecus afarensis bireyine ait bulunan fosil ayak izleri bu türün temsilcilerinin halihazırda iki ayak üzerinde yürüdüklerini göstermektedir. Buna karşın 1999'da Meave Leakey tarafından Kenya'da bulunan "Kenyanthropus platyops'un" "Australopithecus" cinsine mi dahil edileceği yoksa kendi başına ayrı bir cins olarak mı sayılması gerektiği kesinlik kazanmamıştır. Buna karşın çok güçlü bir çene yapısına sahip olan "Paranthropus" ise kendi başına bir cins olarak kabul edilmiş ve iri yapılı "Australopitesin'lere" dahil edilmiştir. "Paranthropus" gibi iri yapılı Australopitesinlerde güçlü çene oluşumlarına dair adaptasyonların nedeni olarak 2,5 milyon yıl önce ortaya çıkan iklim değişiklikleri ve buna bağlı olarak ısı düşüşleri gösterilmektedir. Bu dönemde kendini gösteren iklim değişiklikleri bir yandan 2,7 milyon yıl önce başlayan arktik Kuvaterner Buzul Çağı, diğer yandan Büyük Rift Vadisi'nin tektonik yükselişi tarafından tetiklendi. Bu değişimlerin sonucu olarak "Paranthropus'un" atalarının yaşadığı bölgede yağış miktarı azalmaya ve kuraklık dolayısıyla stepleşme olayları görülmeye başladı. İklimin giderek soğumaya ve kurumaya başlamasıyla besin ve yiyecek kıtlığı da başladı. Kısa bir zaman içinde besin olarak ataları taze yapraklarla beslenen bu insansı türler için sadece çok sert liflere sahip olan, katı ve zor sindirilebilir bitkilerden başka bir şey kalmamıştı. Bu kurak bozkırlar, öncelikle kuru çalı veya otlarla beslenebilen ve daha önce küçük formlardaki ataları yaprakla beslenen orman sakinleri olan çift toynaklı ve geviş getiren hayvanlar için besin sunabiliyordu. Bu türler yakın bir zaman içinde büyük sürüler halinde görülmeye başladı ve otçulların sayıları arttığı için etle beslenen veya leş yiyen türler de çoğaldılar. Kendileri için yeterli yiyecek bulamayan dönemin tipik "Australopitekusları" eğer hayatta kalmak istiyordu iseler bu takdirde yaşamak için çevrelerine uyum sağlayarak değişmek veya yeni beceriler geliştirmek zorundaydılar. Bu şekilde narin yapılı ve iri yapılı Australopitekuslar olmak üzere iki farklı "Hominini" türü ortaya çıkmaya başladı. Bazı "Australopitekuslar" sert lifli bitkileri çiğneyip öğütebilmek için çok kuvvetli çeneler ve güçlü kafatası yapısı gelişt
irdi. Bunun sonuçlarından biri iri yapılı "Australopitekuslara" dahil edilen "Paranthropus" oldu. Diğerleri sorunları çözmek için beyin ve teknik kullandı. Bunlar yiyecekleri daha küçük parçalara ayırmak için ellerine ilk olarak taş aletler aldılar. Yeni yaşama ortamına ayak uyduramayan ve adapte olamayan diğer tüm türler yavaş yavaş yok olmaya başladı. "Paranthropus'un" Doğu ve Güney Afrika’da ağaçların seyrek olduğu, sadece kuru ve sert lifli bitkilerin bulunduğu kurak bozkırlarda yaşaması, onun çevresine uyum sağlamasını tetikleyerek onu belirgin bir şekilde narin yapılı diğer "Australopithecine" türlerinden farklılaşmasına ve diğerlerinden ayrılmasına yol açtı.Friedemann Schrenk, Timothy Bromage: "Der Hominiden-Korridor Südostafrikas." In: "Spektrum der Wissenschaft", Nr. 8/2000, S. 51–51 "Paranthropus boisei", "Paranthropus robustus" ve "Paranthropus aethiopicus" yaşadığı bu ekolojik niş içinde çok güçlü çiğneme kasları ile çene yapısı ve iri azı dişleri geliştirdi. Bunun yanında kafatasının hemen üstünde yer alan şişkin ve kalın bir kemik tepe çıkıntısı onun çiğneme kaslarını desteklerken güçlü dişleri ile sert kabuklu besinleri kırmasında da önemli rol oynuyordu. "Paranthropus" gibi sert lifli bitkileri çiğneyip öğütebilmek için güçlü çene ve diş yapısı geliştirememiş olan diğer narin yapılı "Australopitekus" türleri ise bunun yerine gitgide daha çok etle beslenmeye yöneldiler. Narin yapılı "Australopitekus" türleri bu dönemde henüz avcı olarak daha büyük hayvanları avlayamadıkları, bunun yanında avlanmak için sivri pençe veya dişlere de sahip olmadıkları için bu dönemde daha ziyade geride kalan av hayvanlarının artıklarıyla veya taze leşlerle beslenebiliyorlardı. Büyük olasılıkla kemik içindeki iliklere ulaşmak veya sert kabuklu yiyecekleri kırmak için ilk kez bu dönemde taş alet kullanmaya başladılar. Bunun yanında hangi türün veya cinsin ilk olarak taş alet kullanmış olduğu henüz açıklığa kavuşmamıştır. Bazı araştırmacılar Oldovan taş aletlerinin ilk kez "Australopitekuslar" tarafından yapıldığını, bunun yanında taş alet yapımının sadece insansı türlere özgü olan bir beceri olamayacağını öne sürerler. Buna göre diğer "Australopithecine" türlerinin de kaba şekilde olsa dahi taş işlemeye yatkın olmuş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Bu varsayımlara dair henüz herhangi bir bulgu olmamakla birlikte ilk "Homo" türlerinin diğer aletler yardımıyla sistematik biçimde ve geniş çapta farklı taş aletler oluşturabildiklerine dair bulgular mevcuttur. Yaklaşık 3 ile 2 milyon yıl önce "Australopithecus'un" bir türünden, özellikle alet kullanımına dair bulgulara rastlanıldığı için fosil kalıntıları "Homo" cinsine dahil edilen insan soyunun ilk temsilcileri evrildi. "Homo" cinsinin günümüzde hayatta kalan tek türü "Homo sapiens" olup nesli tükenmiş olan "Homo" türlerinden bazıları insanın atası, bazıları ise daha çok modern insanın farklılaşarak atasal soydan ayrılan kuzenleri olarak görülmektedir. Bu gruplardan hangilerinin ayrı bir tür, hangilerinin ise alt tür olarak sayılması gerektiğine dair henüz tam olarak bir görüş birliği sağlanamamıştır. Bunun nedeni bazı durumlarda fosil sayısının az oluşu, bazı durumlarda ise "Homo" türlerini sınıflandırılmasına dair yaklaşımlar arasında küçük farklılıklar olmasından kaynaklanmaktadır. Bir "Australopithecus" türünden ilk "Homo" türlerinin evrimi, daha önce göreli nemli ve göreli kuraklık arasında sık sık değişiklik gösteren Doğu Afrika ikliminin son bir kez daha kurak iklime doğru değiştiği bir dönemde gerçekleşmiş olduğu için dikkat çekicidir. Bu durum günümüzden 2,8 milyon yıl öncesi ile en az 1,8 milyon en çoksa 1,6 milyon yıl öncesine dayanan sedimentlerdeki toz birikimleriyle, bunun yanında savanların genişlemesi ve Antilop gibi Boynuzlugillere ait çok sayıda hayvan fosillerinin bulunmuş olmasıyla belgelenmiş olup tortul tabakadaki olası en büyük toz çökeltileri ile "Homo erectus'un" ortaya çıkması aynı döneme rastlamaktadır. Bunun yanında arkeolojik ve paleontolojik bulgulara dayanarak, ilk insanların beslenme alışkanlıkları ve bu beslenme alışkanlıklarının insanın fiziksel evrimi ve davranış farklılıkları üzerinde oynadığı rolün incelenmesiyle ilk "Homo" türleri arasındaki bu varyasyon farklılıkların açıklanabilmesi bir ölçüde mümkün olmuştur. "Homo" türünün en eski iki temsilcisi, bugün Kenya'da Turkana Gölü olarak bilinen eski adıyla Rudolf Gölü'nün ismini taşıyan "Homo rudolfensis" ile "Homo habilis'tir". Günümüzden 2,4 ile 1,4 milyon yıl önce yaşamış olan "Homo habilis" Güney ve Doğu Afrika'da Pliyosen ve Pleistosen dönemlerinde 2.5 ile 2 milyon yıl önce "Australopithecine'lerden" ayrılarak evrilmiştir. "Homo rudolfensis" ise günümüzden 1,9 ile 1,6 milyon yıl önce Kenya'da Turkana Gölü çevresinde yaşamıştı. Bu iki türün birbirleriyle olan akrabalık ilişkisi ile kendinden önce ve kendinden sonra gelen "Hominini" türleriyle olan akrabalıkları henüz tartışmalıdır. Bu iki türün "Australopithecus"a olan anatomik yakınlıkları Bernard Wood'u 1999 yılında onları "Australopithecus rudolfensis" ve "Australopithecus habilis" olarak tekrar adlandırılması önerisine yönlendirmiştir. Buna rağmen her iki türün anatomik özellikleri onları genel anlamda daha eski olan "Australopithecus" türlerinden ayırmak için tanımlanır. Bu anlamda "Homo habilis" ile "Homo rudolfensis"in yüzleri "Australopitekus"ta olduğundan daha basit yapılı olmakla beraber "Homo habilis"in gözleri örneğin "Homo erectus" gibi daha sonra gelen diğer "Homo" türlerine kıyasla birbirinden daha uzak bir mesafede yer alırlar. Buna karşın alın kemiğinde bir uçtan diğer uca doğru kesintisiz bir şekilde uzanan kaş çıkıntısı "Homo erectus"ta olduğundan daha az belirgindir. "Homo habilis" ve "Homo rudolfensis"in kafatasları "Australopithecus" oder "Paranthropus"ta olduğu gibi göz çukurlarının hemen arkasından başlayarak daralıp küçülmezler ve bu yüzden daha çok beyin hacmi oluşur. Bunun yanında her iki türün alt ve üst çeneleri "Australopithecus'tan" daha küçük olup bu nedenle çiğneme kaslarının kafatasıyla birleştiği üst çene bölgesi daha az belirgindir. Friedemann Schrenk'e göre "Homo habilis" ile "Homo rudolfensis'i" birbirinden ayıran özellikler, "Homo rudolfensis"te daha büyük bir beyin, "Homo rudolfensis"in üst çenesinde yer alan küçük azıdişlerde (premolar) 3 adet, "Homo habilis"te ise 2 adet diş kökünün bulunması, alt çenede ise "Homo rudolfensis"te 2 kök, "Homo habilis"te sadece tek 1 kökün olması, "Homo rudolfensis"te yirmi yaş dişlerinin "Australopitekus"a kıyasla daha küçük olması ama "Homo habilis"te küçük olmaması, "Homo rudolfensis"in üst bacak kemiği ile ayak yapısı insanlarınkine benzerken "Homo habilis"te "Australopitekus"a benzemesidir. Australopitekuslardan daha küçük dişe ve daha büyük beyne sahip olan "Homo habilis"in taş ve kemik aletler yapabildiği bilinmekte olup onu keşfeden Louis Leakey tarafından ona "becerikli insan" anlamına gelen "Homo habilis" ismi konulmuştu. Mayıs 2010 tarihine kadar "Homo habilis"in en eski "Homo" türü olduğu düşünülüyordu, ancak bu tarihte Güney Afrika'da "Homo gautengensis"e ait fosil kalıntıların bulunmasıyla bu yeni türün "Homo habilis'ten" de eski bir tür olduğu anlaşıldı. İlk defa 1977 yılında Güney Afrika'da Johannesburg yakınlarındaki Sterkfontein mağarasında bulunmuş ancak bugüne kadar ihmal edilerek incelenmemiş olan bu fosil kalıntılar Mayıs 2010'de tekrar Dr. Darren Curnoe tarafından incelenmiş ve bu fosil parçalar arasında "Swartkrans birey 1" fosilinin 1,9 ile 1,8 milyon yıl ile en eski olanı, diğer StW 53 isimli fosilin ise 1,8 ile 1,5 milyon yıl olduklarını saptamıştır. İnceleme sonucu "Homo gautengensis"in dişlerinin daha büyük olduğu beyninin ise "Homo erectus", "Homo sapiens", hatta "Homo habilis'ten" dahi daha küçük olduğu ortaya çıkmıştır. "Homo gautengensis"in boyu 0.91 m olup ağırlığı ise 50 kg kadardı. İki ayak üzerinde yürümesine rağmen avcılardan korunmak, uyumak veya beslenmek için ağaçlarda da zaman geçiriyordu. Günümüzden yaklaşık 2 milyon yıl önce "Homo ergaster" ortaya çıktı. Günümüzden 1,5 ile 1 milyon yıl önce, erken Pleistosen dönemde "Homo ergaster"in Afrika, Asya ve Avrupa'daki bazı popülasyonları büyük bir beyin ve daha gelişmiş taş aletler geliştirdi. Bu ve diğer farklılıklar "Homo ergaster'i" diğerlerinden ayrı ve yeni bir tür olarak sınıflandırmak için çoğu paleoantropolog tarafından yeterli görünmektedir. Buna rağmen "Homo ergaster"in ayrı bir tür olarak değerlendirmesi hala tartışılmalı olup bazı araştırmacılar "Homo ergaster" fosillerini "Homo erectus" türünün ilk örneklerinden biri olarak değerlendirirler. Bu anlamda "Homo ergaster"in erken dönemlerde 1,8 ile 1,25 milyon yıl önce, "Homo erectus'tan" ayrı bir tür olarak ayrılmaya veya "Homo erectus ergaster" olarak alt türe dönüşmeye başladığı düşünülmektedir. "Homo erectus" ise günümüzden 1.8 milyon ile 70.000 yıl önce Afrika'da, Hindistan, Çin ve Cava adası gibi çeşitli bölgelerde yaşamış olup ilk fosil kalıntısı 1891 yılında Eugene Dubois tarafından Endonezya'da Cava adasında bulunmuştu. "Homo erectus"un Toba felaketi sonucu yok olduğu düşünülmektedir. "Homo erectus", Afrika'dan ilk çıkan Ön Asya üzerinden Doğu Asya'ya ve Avrupa'ya yayılan ilk "Homo" türüydü. Bununla beraber "Homo erectus soloensis" ve "Homo floresiensis" bu felaketten kurtulmuş görünüyor. Bunun yanında "Homo erectus" gerçek anlamda iki ayak üzerinde dik yürüyen ilk "Homo" türüdür. Bu da kafatasının alt kısmında bulunan boyun deliği Foramen Magnum'un farklı bir şekilde yerleşmesi ve dizlerinin kilitli bir şekilde evrilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. "Homo erectus"un ateş yakıp kullanabildiği düşünülmektedir. En bilinen "Homo erectus" örneği Pekin Adamı olup diğer örnekleri Asya'da (özellikle Endonezya'da), Afrika ve Avrupa'da bulunmuştur. Bazı paleoantropologlar Asyalı olmayan "Homo erectus" grupları için "Homo ergaster" terimini kullanırlar veya Asya'da bulunan ama "Homo erectus'tan" az farkla ayrılan fosiller için kullanmayı tercih ederler. "Homo" cinsinin Afrika kıtası dışında bulunan ilk ka
nıtları Gürcistan'da 1,8 milyon yıl öncesi ile tarihlendirilen ve daha önce "Homo georgicus" olarak adlandırılan Dmanisi fosil kalıntılarıdır. Dmanisi kazı alanında bulunan ve yaklaşık 1,85 milyon yıl öncesine ait olan 100′ün üstündeki bu taş aletler insanın Asya’daki ön ataları ve buradaki yerleşimleri hakkında en eski ve belgelenmiş örnekleri teşkil etmektedir. Bunun yanında Dmanisi’de bugüne kadar üç kafatası, büyük ölçüde aşınmış azı dişleri, bir de alt çene olmak üzere yirminin üzerinde insan kalıntısı bulunmuştur. Bu bulgulara göre 1,50 m boyundaki Dmanisi insanları, Afrikalı çağdaşlarına göre daha küçük ve narin yapılı olup beyin hacimleri de 0,6 - 0,8 litre arasındaydı. Bu bulgular "Homo erectus'un" 1,85 milyon yıl önce veya bundan daha erken Afrika’dan çıktığını ve dünyaya yayıldığını gösteriyor. "Homo georgicus" olarak adlandırılan bu kalıntıların "Homo" soy ağacı içindeki yeri son yapılan araştırmalarla belirlenmemiş olup Dmanisi'de bulunan bu fosiller "Homo erectus" olarak tanımlanmıştır. Bulunan "Homo erectus georgicus" fosilleri erkek bireylerin belirgin bir şekilde kadın bireylerden çok daha uzun boylu olduğu için seksüel dimorfizm göstermektedirler. Dmanisi'de bulunan bu kalıntılar ayrı bir "Homo" türü olarak değil, aksine "Homo habilis"in "Homo erectus"a dönüşmesinin hemen ardından, 1,8 milyon yıl önce gerçekleşen bir ara form aşaması olarak değerlendirilmektir. İspanya'da bulunan ve 1,2 milyon yıl öncesi ile tarihlendirilen "Homo antecessor" fosillerin ayrı bir "Homo" türü mü olduğu yoksa "Homo erectus'un" başka bir yerel varyantı mı olduğu açıklık kazanmamıştır. Bazı araştırmacılara göre "Homo antecessor", "Homo ergaster" ile "Homo heidelbergensis" arasında bir ara geçiş formu olabileceği gibi Richard Klein gibi bazı araştırmacılara göre "Homo ergaster'den" farklılaşarak ayrılan ayrı bir tür de olabilir. Bunun gibi İtalya'da 1994 yılında Roma yakınlarında Frosinone ilinde bulunan ve yaklaşık 350.000 ile 500.000 yıl öncesi bir döneme ait olduğu saptanan "Homo cepranensis"e ait kafatası kemik kalıntısı da "H. erectus" ile "H. heidelbergensis" arasında ara geçiş özellikleri göstermektedir. Günümüzden yaklaşık 800.000 yıl önce "Homo erectus'tan", ondan daha büyük bir beyine sahip olan "Homo heidelbergensis" evrildi. "Homo heidelbergensis"e ait en iyi korunmuş fosil kalıntılar 600.000 ile 400.000 yılları öncesine ait olup Heidelbergensis insanına ait taş alet kültürü, Paleolitik Çağ’da "Homo sapiens" ve "Homo erectus"un el baltaları ve yongalardan hazırladıkları ve kesici alet kullanımıyla standartlaştırdıkları Acheuleen kültürüne çok benzemektedir. "Homo heidelbergensis" ortalama olarak 1.8 m boyunda ve 100 kg ağırlığında olup diğer "Homo" türlerinde kıyasla biraz daha uzun boyunlu idi. Ona ait en büyük fosil 2.13 m uzunluğunda olup Heidergensis adamı 0,5 milyon ile 300.000 yıl önce öncelikli olarak Güney Afrika'da ve Avrupa kıtasında yaşamıştı. İspanya Atapuerca'da bulunan "Homo heildenbergensis" fosilleri onun ölülerini gömen ilk "Homo" türü olduğunu göstermektedir. Bazı araştırmacılara göre, "Homo heidelbergensis" onların torunları olan Neandertaller gibi ilkel bir dil geliştirmiştir. "Homo heidelbergensis"in Anglo-Amerikan paleontolojisinde yaygın olduğu gibi ayrı bir tür olarak mı yoksa Avrupa paleontolojisindeki gibi "Homo erectus'un" bir alt türü olarak mı sınıflandırılması gerektiği tartışmalıdır. Afrika'da kalan "Homo erectus" popülasyonlarından günümüz modern insanı "Homo sapiens" evrilirken Avrupa'da "Homo heidelbergensis'den" veya alt tür olarak kabul edilirse "Homo erectus heidelbergensis'ten" Neandertaller ("Homo neanderthalensis") evrilmiştir. 300.000 ile 125.000 yıl öncesine tarihlendirilen "Homo rhodesiensis" veya Rodezyalı Adam, en güncel araştırmalara göre "Homo heidelbergensis" grubu içine dahil edilmekle beraber daha önce "Arkaik Homo sapiens" veya "Homo sapiens rhodesiensis" olarak da sınıflanırılmıştır. Şubat 2006 tarihinde Etiyopya'nın Orta Afar bölgesinde Gawis yakınlarında bulunan ve bu nedenle Gawis kafatası olarak adlandırılan bir fosil "Homo erectus" ile "Homo sapiens" arasında ara özellikler göstermekte olup bu fosilin birçok evrimsel çıkmaz gibi geride bir soy bırakmadığı da düşünülmektedir. Bu kalıntılar 500.000 ile 250.000 yılları arasında tarihlendirilmekte olup fosili keşfedenler tarafından henüz kapsamlı bir araştırma yayınlanmadığı için bu kalıntılar hakkında sadece özetlenmiş bilgiler bulunmaktadır. Gawis adamının yüz özellikleri onun bir ara form ya da dişi bir "Bodo insanı" olduğunu düşündürmektedir. "Homo neanderthalensis" alternatif olarak "Homo sapiens neanderthalensis" olarak da isimlendirilmektedir ve günümüzden 400.000 ile 30.000 yıl önce Avrupa ve Asya'da yaşamıştır. Mitokondriyal DNA dizilemesinden elde edilen kanıtlar "Homo neanderthalensis" ve "Homo sapiens" arasında önemli veya dikkate değer bir gen akışı olduğunu göstermediği için bu iki tür 600.000 yıl önce ortak bir ataya sahip olan iki ayrı tür olarak değerlendirilmektedir. Ancak, 2010 yılında yapılan Neandertal insanına ait genom dizilemesi Neandertaller ile anatomik modern insanın gerçekten de 45.000 ile 80.000 yıl önce (modern insanın Afrika'dan çıkıp göç ettiği ama henüz Avrupa, Asya veya diğer bölgelere yayılmamış olduğu dönem) birbirleriyle gen alışverişinde bulunduklarını göstermiştir. Hemen hemen Afrika kıtası dışındaki tüm modern insanlar %1 ile %4 arasında Neandertal geni taşımaktadır ve bu sonuç insanlardaki bazı alellerin ıraksamasını sorgulanmakta olmasına rağmen 1 milyon yıl ile tarihlendiren güncel araştırmalarla da uyumludur. "Homo sapiens" ile olan rekabet Neandertallerin yok olmasına muhtemelen bir rol oynamıştır. "Homo sapiens" ve Neandertal insanı 10.000 yıl boyunca Avrupa'da bir arada var olmuş olabilirler. Daha yeni tarihli bir araştırma ise Neandertallerin modern insanlar kadar fazla genetik çeşitliliğe sahip olmadığını, bu nedenle 50 bin yıl önce yok olma tehlikesi yaşadığı, yeni koloniler kurarak 10 bin yıl daha hayatta kalabildiğini, bu anlamda Neandertallerin modern insanın Avrupa'ya ulaşmadan önce halihazırda yok olmaya başladıklarını göstermektedir. Neandertal insanının yanı sıra günümüzden 40.000 yıl önce Orta Asya'da Altay Dağları'nda Neandertallerin akrabası olan ve Denisova insanı olarak bilinen yeni bir insansı tür ortaya çıktı. Bu insanlardan kalma şimdiye kadar bir azı dişi ile birer el ve ayak parmak kemikleri bulunmuş olup bu kalıntılar bilimsel olarak incelenerek tanımlanmıştır. Bu kalıntılardan elde edilen mtDNA ile nükleit-DNA'larının analizleri sonucu Denisova insanların "Hominini" grubu içinde en çok Neandertaller ile yakın akraba oldukları, bu verilerin onları yeni bir insansı tür olarak tanımlamak için yeterli olduğu ve Neandertallerin yanında en az 250.000 yıl süren bağımsız bir popülasyon öz geçmişine sahip olduklarını ortaya çıkarmıştır. Yine bu araştırmalarda bazı Melanezya yerlilerinin Denisova insanı ile %6 ortak genlere sahip olduğunu ve Güneydoğu Asya'da sınırlı bir gen alışverişi olduğunu da göstermektedir. Buna göre yaklaşık 40.000 yıl önce Altay Dağları'nda "Homo sapiens" ve Neandertaldan başka oraya göç eden üçüncü bir insansı tür daha yaşıyordu. Bunun yanında aynı zaman diliminde, Endonezya'da Flores adasında saptanan ve cüce insan diye bilinen "Homo floresiensis" türü de yaşamıştı. Cava Adası gibi daha uzak ve tenha bir bölgede 50.000 yıl öncesine ait "Homo erectus" kalıntılarının bulunmuş olduğu da göz önüne alınırsa "Homo" cinsine dahil olan bu dört farklı insan türü, -"Homo erectus", Neandertaller, "Homo floresiensis", modern insan ve Denisova insanı belirli bir zaman dilimi içinde aynı anlarda Avrasya'ya yayılmışlardır. Popüler ismiyle "hobit" olarak tanınan "Homo floresiensis"in 2003 yılında Endonezya'nın Flores Adası'nda bulunan kalıntıları bugün "Homo erectus'un" daha sonra ada cüceleşmesi yoluyla küçülmüş olan bir formu olarak da yorumlanmaktadır. Bu türün temsilcileri 100.000 ile 12.000 yıl öncesine kadar Endonezya'nın Flores adasında yaşıyorlardı. "Homo floresiensis" modern insanla ortak olmayan ama modern insandan türeyen özelliklere sahip "Homo" türünün yeni bir örneği olarak sahip olduğu küçük boyutu ve yaşı ile de ilgi çekmektedir. Başka bir deyimle, "Homo floresiensis" modern insanla ortak bir ataya sahip olmakla birlikte modern insanın soy çizgisinden ayrılarak bağımsız bir evrimsel yol takip etti. "Homo floresiensis"e dair bulunan başlıca kalıntı 30 yaşındaki bir kadına ait iskelet fosilidir. 2003 yılında bulunan fosil 18.000 yıl öncesi ile tarihlendirilmektedir. Flores adasında yaşamış olan kadının boyu 1 metre uzunluğunda, beyin hacmi ise 380 cm³ olup bu değer şempanze beyninden veya ortalama bir "Homo sapiens" beyninden (1400 cm³) daha küçüktür. Bununla birlikte "Homo floresiensis"in ayrı ve bağımsız bir tür olup olmadığı güncel olarak tartışılmaktadır. Bazı araştırmacılar "Homo floresiensis"in cücelik sendromuna sahip bir modern "Homo sapiens" olduğu görüşündedir. Bu hipotez, Flores adasında yaşayan bazı modern insanların pigme kökenli oldukları için kısmen desteklenmiştir. Bu durum patolojik cücelik ile birleştiğinde cüce-benzeri bir insan oluşturmuş olabilir. Bu hipotezi başlıca destekleyen diğer bir bulgu da "Homo floresiensis" ile birlikte sadece "Homo sapiens" ile bağdaşlaştırılabilecek aletlerin bulunmuş olması. Ancak patolojik cüceliğe dair bu hipotez "Homo floresiens"in, hasta olsun olmasın modern insana benzemeyen ama "Homo" cinsinin daha eski üyelerine benzeyen fazladan ve ilksel özelliklerini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Kafatası özelliklerinin dışında el bileğindeki kemiklerin formu, dirsekle bilek arasında kalan kolun ön kısmı, omuz kemikleri, bunun yanında diz ve ayak kemiklerinin şekli bu hipotezin açıklamakta yeterli olmadığı özelliklerdir. "Homo sapiens" Latince'de "akıllı, bilge" anlamına gelir ve yaklaşık 250.000 yıl öncesinden günümüze kadar yaşamaktadır. Orta Pleistosen döneminde, yani günümüzden 250.000 yıl önce, 400.000 yıl öncesi ile ikinci Buzul Çağı arasında bir dönemde
, "Homo erectus'tan" "Homo sapiens"e doğru geçiş ile birlikte insanın beyin hacminde ve taş alet teknolojisinin gelişiminde büyük bir patlama yaşanmıştır. Şimdiye kadar elde edilen kanıtlar "Homo erectus'un" Afrika'dan çıkarak diğer bölgelere göç ettiğini, bunun yanında Afrika'da "Homo erectus'tan" "Homo sapiens"e doğru bir türleşme olayı yaşandığını göstermektedir. Afrika içinde ve Afrika kıtası dışına sonradan meydana gelen ikinci bir göç dalgası ile daha önce yayılmış olan "Homo erectus'un" yerine yenileri gelmiş ve "Homo erectus'un" gerilemesine ve giderek azalmasına neden olmuştur. İnsan türünün tarih öncesi bu göçleri ve sahip olduğu ilk kökenler genel olarak "tek orijin" veya "Afrika'dan çıkış" teorileri ile ele alınmakta ve ifade edilmektedir. Bunun yanında güncel bulgular insan evriminde aynı zamanda "çoklu bölge" modellerine de imkan tanımakta ve sonradan göç eden "Homo sapiens" popülasyonlarının diğer yerel "Homo" türleriyle karışmış olabileceğini de hesaba katmaktadır. Bu güncel olarak paleoantropolojide hararetli tartışmaların sürmesine neden olan bir konudur. Güncel araştırmalar "Homo sapiens"in genetik olarak oldukça homojen bir yapıya sahip olduğunu, bunun yanında bireylerin sahip olduğu DNA'ların diğer canlı türlerinde olduğundan birbirlerine daha çok benzediği, bunun insanın göreceli olarak henüz yeni evrilen bir tür olduğundan veya Toba felaketi gibi doğal felaketler sonucu oluşan olası bir genetik darboğazdan kaynaklanabileceğini göstermektedir. Belirgin genetik özellikler, ilk olarak az sayıda kişilerden oluşan insan gruplarının başka koşullara sahip olan yeni bir çevreye göç etmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Çevreye uyum sağlama sonucu ortaya çıkan bu özellikler "Homo sapiens" genomunun ancak çok küçük bir parçası olup bu çeşitli özellikler arasında deri rengi, burun yapısı veya şekli gibi yüzeysel dış özelliklerin yanında deniz seviyesinden daha yüksek olan rakımlarda daha verimli nefes alabilme yeteneği gibi ilk bakışta gözle görünemeyen iç özellikleri de barındırır. Günümüzde yaşayan tüm insanlar, herhangi bir tür bariyeri tarafından bölünmemiş bir şekilde "Homo sapiens sapiens"in tek bir popülasyonuna dahildirler. Ancak "Afrika'dan çıkış" modeline göre, "Homo sapiens" ilk insan türü değildir: "Homo" cinsine ait ilk tür en az 2 milyon yıl önce Doğu Afrika'da evrilen "Homo habilis" ve bu türün nispeten kısa bir süre içinde Afrika'nın değişik bölgelerine yayılan üyeleridir. "Homo erectus" günümüzden 1,8 milyon yıldan biraz daha fazla bir zaman önce evrildi ve 1.5 milyon yıl önce de Avrasya ve Afrika'yı içeren Eski Dünya'nın tüm bölgelerine yayıldı. Antropologlar, mevcut modern insan nüfusunun sadece Doğu Afrika'da evrildiği ve daha sonra Afrika dışına göç ederek -Afrika'dan çıkış modeli veya tümden yer değiştirme modeli olarak öne sürüldüğü şekilde- Avrasya'daki insan nüfusunu oluşturduğunu veya Çoklu bölge modelinin ileri sürdüğü gibi birbirine bağlı tek bir popülasyondan ayrılarak farklı bölgelerde evrildiği konusunda ikiye ayrılmıştır. Chris Stringer ve Peter Andrews tarafından geliştirilen Afrika'dan çıkış modeline göre "Homo sapiens" 200.000 yıl önce Afrika'da evrildi. 70.000 ile 50.000 yıl önce "Homo sapiens" Afrika'dan göç etmeye başladı ve sonunda Avrupa ve Asya'daki diğer "Homo" türleriyle yer değiştirdi. Afrika'dan çıkış modeli kadın mitokondriyal DNA (mtDNA) ile erkek Y kromozomunun kullanıldığı araştırmalar tarafından desteklenir. MtDNA'nın 133 farklı çeşitinin kullanılarak inşa edildiği jenealojik soy ağaçlarının analizlerinden sonra araştırmacılar, günümüzde yaşayan tüm insanların Mitokondriyal Havva adı verilen Afrikalı bir kadın atadan türemiş olduğu sonucuna varmıştır. Bunun yanında Afrika'dan çıkış modeli, insanlardaki mitokondriyal genetik çeşitliliğin Afrika nüfusu içinde en yüksek olduğu bulgusu tarafından da desteklenmektedir. Afrika'dan tek bir çıkışla mı yoksa birden çok çıkışlarla mı göç olup olmadığı konusunda farklı teoriler vardır. Afrika'dan çoklu çıkışlarla göç etme ve dağılma modeli son yıllarda genetik, dilsel ve arkeolojik kanıtların desteğini kazanmış olan Güney yayılım kuramını içerir. Bu teoriye göre modern insan, 70.000 yıl önce Afrika Boynuzu'ndan başlayarak Asya kıtasının güney kıyıları boyunca yol alıp yayılmaya başlamıştır. Bu grup, Doğu Akdeniz kıyılarına kıyasla çok daha erken bir dönemde, ilk olarak Güneydoğu Asya ve Okyanusya bölgelerine yayılmış olup tarih öncesi bu ilk yerleşimler bu bölgelerde erken dönem insanlarına ait arkeolojik sitelerden elde edilen bulgular tarafından da desteklenmektedir. İkinci bir göç dalgası ise Sina Yarımadası üzerinden Asya'ya doğru olmuş ve insan kitlelerinin geniş Avrasya topraklarına yoğun şekilde yerleşmesiyle sonuçlanmıştır. Bu ikinci grup daha gelişmiş aletlere ve teknolojiye sahip olup ilk gruba kıyasla kıyısal besin kaynaklarından ve deniz ürünlerinden de daha az bağımlı idi. Diğer ilk grubun dağılımlarına dair birçok kanıt, her buzul çağın sonunda yükselen deniz seviyesi nedeniyle tahrip olmuştur. Çoklu göçlerle dağılım modeli, Avrasya, Güneydoğu Asya ve Okyanusya nüfusunun hepsinin aynı mitokondriyal DNA soylarından geldiğini gösteren, bu yüzden Afrika'dan tek bir göç olduğunu ve bu göçün Afrika dışında yaşayan tüm insan nüfusunu ortaya çıkardığını kanıtlayan çalışmalarla çelişmektedir. Sarah Tishkoff'un başkanlığında Afrika'daki genetik çeşitliliğe dair yapılan geniş çaplı bir çalışma, San halkının Afrika genelinde 121 farklı etnik grup arasında en büyük genetik çeşitliliğe sahip olduğunu ve bu halkın 14 farklı "atalara ilişkin nüfus kümeleri"nden birisi olduğunu göstermiştir. Bu araştırma aynı zamanda modern insanın göçünün kökenini de Namibya ve Angola kıyı sınırı yakınlarındaki Güney Batı Afrika olarak tespit etmiştir. Bazı antropolog ve arkeologlar tarafından da öne sürülen Toba felaket kuramına göre, yaklaşık 70.000 yıl önce Endonezya'nın Sumatra adasındaki Toba Gölü'nün büyük çapta bir patlaması küresel sonuçlara yol açarak o dönemde yaşayan insanların çoğunun ölümüne ve günümüz insanlarının genetik mirasına etki edecek şekilde bir genetik darboğaza neden olmuştur. Çok bölgeli evrim, Milford H. Wolpoff tarafından 1988 yılında insan evriminin örüntü ve şekillerini açıklamak için önerilmiş olan bir modeldir. Çok bölgeli evrim modeli, insan evriminin 2.5 milyon yıl öncesi Pleistosen dönemden günümüze kadar kesintisiz olarak sadece tek bir insan türünde gerçekleştiğini ve insanın dünya genelinde "Homo erectus'tan" modern "Homo sapiens"e evrilmesiyle meydana geldiği görüşüne dayanır. Çoklu bölge hipotezine göre, fosiller ve genetik veriler insanın dünya çapında gerçekleşen evrimine dair kanıtlar olup Afrika'dan çıkış modeli tarafından öne sürülen insanın sadece Afrika kökenli olduğu ve Afrika'daki atalardan evrildiği varsayımıyla çelişmektedir. Nitekim Richard Leakey, bu tartışmayı çözmek için fosil kanıtların yetersiz olduğu görüşündedir. Ancak son zamanlarda özellikle Y-kromozom DNA'sı ve mitokondriyal DNA'daki haplo gruplara dair yapılan çalışmalar insanın Afrika kökenli olduğunu büyük ölçüde desteklemektedir. Bunun yanında otozomal DNA'dan elde edilen kanıtlar da ağırlıklı olarak insanın Afrika kökenli olduğunu desteklemektedir. Aynı zamanda modern insanda ilksel ve arkaik karışımların da olduğu bazı çalışmalar tarafından gösterilmiştir. Yakın zamanda Neandertal genomu sıralaması ile Denisova insanı genom sıralaması da bu karışımların meydana geldiğini gösterebilmiştir. Buna göre Afrika kıtası dışında yaşayan modern insanlar genomlarında % 2-4 arası Neandertal alelleri taşırken bazı Melanezyalılar buna ek olarak % 4-6 arasında Denisova alelleri de taşımaktadır. Bu yeni sonuçlar, mutlak yorumlanması dışında Afrika'dan çıkış modeli ile de çelişmemektedir. Toba volkan felaketi nedeniyle oluşan genetik darboğaz atlatıldıktan sonra oldukça küçük bir grup Afrika'dan ayrıldıktan sonra -büyük olasılıkla Orta Doğu'da, hatta Kuzey Afrika'da henüz tam olarak ayrılmadan önce- Neandertallerle melezleştiler ve onların hala ağırlıklı olarak Afrikalı olan torunları dünyanın tüm bölgelerine yayıldılar. Onların torunlarından bir kısmı da -muhtemelen Güney Doğu Asya'da- Denisova insanlarıyla karışarak Melanezya'ya yerleştiler. Bunun yanında Neandertal ve Denisova insanının majör histokompatibilite kompleksi haplotipleri (MHC sınıf I molekülleri) aynı zamanda modern Avrasya ve Okyanusya nüfuslarında da tespit edilmiştir. İnsan türleri ile cinslerini içeren liste soldan sağa ve yukarıdan aşağı doğru olmak üzere kronolojik sıraya göre sıralanmıştır. Kâzım Dirik Mehmet Kazım Dirik (1880, Manastır - 3 Temmuz 1941), Türk asker ve siyasetçi. Babası Selanikli Mülazım Hasan Tahsin Bey'dir. Küçük yaşta anne ve babasını kaybetti. 1897 yılında Manastır Askerî Îdâdîsi'ne girdi. 1899 yılında Harp Okulu'nu bitirerek Piyade Teğmen oldu. 1900 yılında Debre Mutasarrıflığı ve Redif Kıt'aları Komutanlığında mühimme kâtibi olarak göreve başladı. 1904 yılında İşkodra Vali ve Komutanı Filibeli Salih Paşa'nın Yaver ve Mühimme Kâtipliğine atandı. 1906 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun batı sınırındaki son ilçesi olan İşkodra vilayetinin Tuz kazasına kaymakam olarak atandı. 1912'de Erkân-ı Harbiye'yi bitirerek kurmay yüzbaşı oldu. I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale ve Suriye cephelerinde savaştı. 15 Eylül 1919 - 20 Kasım 1920 tarihleri arasında geçen Erzurum Müstahkem Mevki Komutanlığı sırasında, 29 Ekim - 9 Aralık 1919 ve 12 Haziran - 18 Eylül 1920 tarihleri arasında Kazım Karabekir'in teftiş görevi nedeniyle Erzurum'dan ayrılması üzerine onun yerine 15. Kolordu Komutanı ve Erzurum Vali Vekili olarak görev yaptı. 20 Kasım 1920 tarihinde TBMM Tiflis Fevkalade Mümessilliğine atandı. Bu görevi sırasında, 11 Mart 1921 tarihinde Batum Valiliğini ilan etti ve 28 Mart 1921 tarihine kadar Batum Askeri Valiliği görevini yaptı. Bu görevi nedeniyle hem ilk valiliğini yapmış oldu hem de Batum'un son valisi olarak tarihteki yerini almış oldu. Savaştan sonra Kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası ile taltif edildi. 26 Eylül 1923 tarihinde m
erkezi Bitlis'te bulunan 2. Tümen Komutanlığı'na atandı. Bu görevi sırasında, 23 Haziran 1924 tarihinden itibaren Siirt ve 30 Temmuz 1924 tarihinden itibaren Bitlis Vali Vekilliği yaptı. 20 Eylül 1925'de Bitlis Valiliğine asaleten atandı. 16 Ekim 1925'de askeri hizmetten mülki hizmete geçti. Böylece askerlikle olan bağlarını fiilen koparmış oldu. 16 Mart 1926 tarihinde İzmir Valiliğine atandı. 1928'de mülki hizmeti tercih etti ve Korgeneral rütbesiyle askerlikten emekliye ayrıldı. İzmir'de valilik yaptığı dönem Mustafa Kemal'e İzmir Suikastı teşebbüsünün düzenlendiği dönemdir. 9 Ağustos 1935 tarihinde merkezi Edirne'de bulunan İkinci (Trakya) Umumî Müfettişliği'ne atandı. Bu görevini vefat ettiği 3 Temmuz 1941 tarihine kadar sürdürdü. 1937 yılındaki Trakya Manevraları sırasında görev aldı. Genel Müfettişliği sırasında köy kalkınması ve eğitim konularında yaptığı çalışmalar bölge halkının yaşam düzeyini yükseltti. Vefatından sonra İzmir Kokluca Mezarlığı'na defnedildiyse de daha sonra mezar Anıtkabir'e nakledilmiştir. Kokluca'daki yazıt semboliktir. Gördes (anlam ayrımı) Australopithecus Australopithecus (Australopitekus), yaklaşık 4 milyon yıl önceden 1 milyon yıl önceye kadar Afrika'da yaşamış insana benzer canlılara verilen cins ismi. Australopithekler bilinen en eski hominid fosilleridir. Australopithekler, dik durmaya başlamış ve iki ayak üzerinde yürümeyi başarmışlardır. 110 – 150 cm uzunluğundadırlar; geniş ve uzantılı bir yüze ve büyük azı dişlerine sahiptirler. Beyinleri şimdiki insanların 3'te biri kadardır. Erkekler kadınlardan daha geniştirler. Antropologlar, genel olarak altı Australopithecus türü tespit etmişlerdir. En yaşlısından en gencine doğru bunlar: Australopitheklerin büyük yüz ve azıları olmasına rağmen "A. boisei ve A. robustus" diğerlerinden daha büyük çene ve dişlere sahiptir. Bazı antropologlar bu geniş australopithekleri Paranthropus olarak adlandırılan bir cins içine yerleştirirler. Australopithecine fosilleri ilk olarak 1924'te, Güney Afrikali antropolog Raymond Dart tarafından bulunmuştur. Dart, bir çocuk kafatasını, Güney Afrika'nın Vryburg kenti yakınlarındaki Taung'da bulmuştur. Dart, "Australopithecus africanus" diye adlandırdığı bu türün bir hominid olduğuna inanmıştır ancak bilimadamlarının büyük çoğunluğu o dönemde, bu fosilin nesli tükenmiş bir goril sınıfına (Ape) ait olduğu kanısındaydılar. Geçen 35 sene içinde ise elde edilen kanıtlar bu fosilin gerçekten de bir hominide ait olduğunu göstermektedir. 1974'te araştırmacılar, Hadar, Etiyopya'ya bir başka australopithekin bir kısım iskeletine rastlamışlardır. 3.2 milyon yıllık olan bu fosile "Lucy" adı verilmiştir. Lucy, ayakta yürüyebiliyordu ve bedenine orantılı ancak normal insaninkinden daha uzun kollara sahipti. 1978'de Laetoli, Tanzanya'da, 3.6 milyon yıl önce yasayan bir hominidin ayak izlerinin yanında kemikleri de bulunmuştur. Bilimadamlari, “Lucy” ve Laetoli fosillerini "Australopithecus afarensis" diye adlandırmışlardır. 1998'de ise Johannesburg, Güney Afrika yakınlarındaki Sterkfontein´de, bütün bir "Australopithecus africanus" iskeleti keşfedilmiştir. Kriyobiyoloji Kriyobiyoloji, düşük sıcaklığın canlıları nasıl etkilediği ile ilgilenen biyoloji dalı. "Canlı dondurma" ya da "canlı şoklama" bilimi olarak da bilinir. Kriyobiyoloji, yani canlıları bir müddet dondurduktan sonra hayata döndürme bilimi, genetik bilimdeki gelişmeler ışığında yaşlanmayı geciktirip ölüme geçici de olsa bir çare bulmak için de uğraşmaktadır. Kemaliye Kemaliye, eski adıyla Eğin, Erzincan ilinin dokuz ilçesinden biri 11. yüzyılın ilk yarısında Van yöresinden göçen Ermenilerce iskân edildiği bilinmektedir. Kasabanın eski adı Agn olup, Ermenice "göze, pınar" anlamındadır. Bu isim Türkçede Eğin şeklini almıştır. Eğin Göktürkçe "cennet gibi güzel bahçe" demektir. 1922 yılına kadar Eğin ismiyle bilinen ilçe, halkın Kurtuluş Savaşı döneminde Atatürk'e bağlılığını bildirmek için gönderdiği telgrafta 500 atlı ile yanında olacağını bildirmesi üzerine Atatürk'ün "Eğinliler, siz kemale ermiş insanlarsınız. Bu yüzden adımı size veriyorum." demesiyle yeni adını alıyor. İlçe, 1900'lü yılların önemli bir ticari merkezidir. Kaynaklar, o dönemde bütün çevre illerden, ticaret için eğin'e gidildiğini aktarır. Cumhuriyetten sonra, ilçe yoğun göç veren yerlerden biri olmuştur. Şu anda, eğin nüfusuna kayıtlı olan 202 bin kişi vardır.Tanınmış Kemaliyeliler arasında, eski sanayi ve ticaret bakanı Ali Coşkun, eski enerji ve tabii kaynaklar bakanı Ziya Aktaş, şair-yazar Ahmet Kutsi Tecer, Enver Gökçe 12 Eylül sonrası başbakan yardımcısı Zeyyat Baykara, yapımcı Mustafa Oğuz, şair Behçet Kemal Çağlar Müzisyen Mustafa Özgül, oyuncu Cem Davran, Roma büyükelçisi Uğur Ziyal, Kanaltürk'te politik programlar yapan Tuncay Özkan, politikacı Tahsin Şahin Yiğit,gazeteci Yusuf Ziya Ademhan, eski başbakan Şemsettin Günaltay (1949 yılında başbakan) ve İşçi Partisi genel Başkanı Doğu Perinçek'i sayabiliriz. Kamuoyunda Başbağlar katliamı ile duyulan Başbağlar köyü, bu ilçemize bağlıdır. Dünya'nın grand canyon'dan sonra ikinci büyük karanlık kanyonuna sahip, yabancı turist akınına uğrayan, ancak yerli turistler tarafından pek bilinmeyen muhteşem ilçedir. Karanlık Kanyon'da 2008 yılından beride Uluslararası Doğa Sporları kapsamında BASE jumping atlayışları yapılmaktadır. 1940'lara kadar geçimini halıcılık, bez dokumacılığı, ayakkabıcılık, bakırcılık gibi el sanatlarıyla sağlayan, ama ardından şehre göçlerle, nüfusu 2500'lere kadar inen, yazları ise doğa sporları sayesinde, nüfusu 5000'lere çıkan kasaba, yaz aylarında turist çeken bir bölgedir. Rafting gibi su sporlarına elverişlidir. Doğa harikası bir ilçedir. Eski ticaret yollarının geçtiği yerdir. Kemaliye'nin ülkedeki hemşehrilerine kadar ulaşan bir de gazetesi vardır. Genel olarak Kemaliye'de kasaplık mesleği ve et sektöründe meslekler tercih edilir. Köprü dizisi kemaliyedeki yaşananları konu alır. Kemaliye halkını en çok üzen olaylardan biri de 2003'te eski vali Recep Yazıcıoğlu'nun ölümü olmuştur. Köprü dizisine adını veren olay, valinin yaptırdığı ulaşımı kolaylaştıran köprüdür. Köprünün adı da "Vali Recep Yazıcıoğlu Köprüsü"dür. Recep Yazıcıoğlu bu ilçe insanları için büyük saygı duyulan ve sevilen bir kişilikti. Ünlü gezgin Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde, "Meyvelerle dolu, bağ bahçe bir kasaba" diye bahseder Kemaliye'den. Raftingten dağcılığa her türlü doğa sporunu yapılabildiği, okuma yazma oranının Türkiye ortalamasını geçen ilçe, mimarisiyle de muhteşem bir yapıya sahiptir. Kemaliye ilçesinde kullanılan Türk şivesinin Doğu Anadolu ağızları içindeki konumu Prof. Dr. Leyla Karahan'ın "Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması" (Türk Dil Kurumu yayınları: 630, Ankara 1996) adlı çalışmasına göre şöyledir: Kemaliye'de nüfus hareketleri tarih boyunca ilçe nüfusu sürekli dalgalanmalar göstermiştir. Kemaliye’nin bugünkü nüfusu dikkate alınırsa, geçmişten günümüze ilçe nüfusunda önemli oranda azalma olduğu görülür. Bu azalmada ilçe dışına, özellikle büyük ticaret merkezlerine (İstanbul, Ankara) olan göçün etkisi büyüktür. Geçimini tarım arazisi az olan ve iş imkânları da kısıtlı olan yörede sağlayamayan halk, bu şehirlere göç etmiş ve zamanla buralara yerleşmiştir. Kemaliye’nin günümüzde, gurbette çok sayıda nüfusunun olduğu tahmin edilmektedir. Bu nüfusun büyük çoğunluğu da İstanbul’da toplanmıştır. İlçe ile ilgili ilk nüfus verileri 1518 ve 1523 yılına ait tahrir defterinde yer alır. 1518’de Eğin’deki hane sayısı 12 iken, bu sayı 1523’te 200 olmuştur. Bu da yaklaşık 1000 civarında nüfus olduğunu gösterir. Bu nüfus daha sonra 17. yüzyılda yaklaşık 5000 kişi olmuştur. 19. yüzyıl ortalarına doğru ilçe nüfusu yaklaşık 15000 olmuştur. Bu dönemde ilçe nüfusunda Ermeni sayıları da yüksektir ve nüfusun yarısına yakını Ermeni’dir. İlçe nüfusu 1892 tarihinde 30000’e yaklaşır. Bu nüfus artışında; yerleşmenin ticaret yolları üzerinde bulunmasının etkisi fazladır (Aksın 2003: 96-104). Bu şekilde hızlı bir nüfus artış grafiği gösteren ilçenin nüfusu 1894 yılındaki Mamuratü’l Aziz salnamesine göre toplam 42560 kişidir. Bu, ilçenin çevre köyleriyle birlikte toplam nüfusudur. Ahmet Aksın’ın “XIX. Yüzyılda Eğin” adlı çalışmasında yıllara ait nüfus oranları ve ayrıntılı istatiki bilgiler yer almaktadır. Ahmet Aksın, eserinin konu ile ilgili bir kısmında şunları söyler: “ Yukarıdaki sonuçlara dayalı olarak Eğin ve çevresindeki yerleşim birimlerinin 15. yüzyıldan 19. yüzyıl ortalarına kadar oldukça fazla miktarda nüfus barındırdıklarını ve önemli birer ticaret merkezi niteliğini taşıdıklarını söyleyebiliriz (Aksın 2003: 115)”. Cumhuriyet sonrası dönemde ise ilçe nüfusunda görülen azalmaların sebebi daha çok sosyo-ekonomoktir. Kemaliye ilçesinde Cumhuriyet Dönemi’nde bütün senelerde kır nüfusu kent nüfusundan yüksek olmuştur. İlçe, Cumhuriyet Dönemi’nden itibaren verilen iç ve dış göçler sebebiyle hızla nüfus kaybetmiştir. İlçenin 1950 yılındaki kent nüfusu 3709’dur -bu nüfus aşağı yukarı bugün de böyledir- 1960’da kent nüfusu 2652’ye düşmüş, 1970’te 2510’a gerilemiştir. 1980’de ise çok az bir artışla 2614 olmuştur (Yurt Ans. 1982: 2636). İl merkezinde olduğu gibi, Kemaliye ilçe merkezinde de sanayi pek gelişmemiştir. Bir zamanlar irili ufaklı fabrikalar olsa da bunlar zaman içerisinde kapanmıştır. Bu sebeple halk geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlar. Tarım arazilerinin az oluşu, yöre halkını daha çok bağ-bahçe tarımına yöneltmiştir. Geçimini sağlayamayan kimi yöre halkı da büyük şehirlere ve sanayi merkezlerine göç etmiştir. İlçe merkezinde ve köylerinde yaşayan halk çoğunlukla ürettiği tarım ürünlerini kendi ihtiyacını karşılamak için kullanır. Arazisi daha geniş olanlar ise bir kısmını satarak gelir elde ederler. Yörede bolca bulunan dut ve ceviz gibi ürünler önemli birer iç ihracat ürünüdür. Dut kurusu, dut pekmezi ve duttan yapılan kimi ürünler satılarak kazanç elde edilir. Kemaliye’de tarım alanlarının kısıtlı oluşu; buğday, arpa gibi tarım ürünlerinin üretimini kısıtlamıştır. Yöre halkı çoğunlukla ihtiyac
ı olan buğdayı dışarıdan alır. Arpa ve yulaf da hayvan yemi olarak yetiştirilirken, bazen de dışarıdan alınır. Gurbette yaşayan Kemaliye'lilerin, birbirlerine destek olmak ya da haberleşmek için oluşturdukları mail grubu, takdire şayan şekilde büyüyerek başarılı çalışmalara imza atmaktadır. Kemaliye'de her yıl geleneksel olarak doğa sporları şenliği düzenlenir. Kemaliye'nin tarihi ve doğal güzelliklerini tüm dünyaya tanıtmasına katkı sağlayan şenliklere katılım her yıl artmaktadır. Kemaliye'de geleneksel olarak kullanılan pek çok sözcük vardır ve bunların anlamları akademik olarak araştırılmaktadır. Bu konuyla ilgili yüksek lisans ve doktor düzeyinde çalışmalar sürmektedir. Orta Camii: Kadıgölünün kıyısında bulunan Orta Caminin, 17. ve 18. yüzyıla ait olduğu sanılmaktadır. Dört ana ayak üzerine oturan kubbe, caminin tüm tabanına , hakimdir.İlçenin en güzel eserlerinden biri olan camii, dikdörtgen planlı olup, dışı taş, içi işe ahşaptandır. Günümüzde halen camii olarak kullanılmaktadır. "Kemaliye'ye gelen turistlerin Uğrak noktası olan Lökhane kemaliye'ye özgü bu tatlıları burada sizlere sunarken gelen turistler Lök ve Beşateş tadına bakmadan geçmiyolar eğer kemaliyeye gelicekseniz mutlaka uğramanız gereken yerlerden biridir. Zincirlikaya: Halk arasında Zincirlikaya olarak da bilinen bir kaya, Kemaliye'nin yamaçlı arazilerinde yapılmış olan ve insanoğlunun doğaya hükmedeceği zihniyetine dayanan bir yapıdır. 2004 yılında bazı hayırseverler ve Kemaliye Belediyesi'nin desteğiyle bir merdiven yapılmış olup yol kısmından en az 530 adım (içinde 192 basamak bulunan bir yamaç boyunca) yürüyerek varılabilen turistik alandır. Zincirlikaya üzerinden Kemaliye (Eğin) merkezi ve çevresi rahatlıkla görülebilmektedir. Kemaliye merkezinden bakan kişilerin kayanın düşmesini engelleyen tek faktör olarak kayayı çevreleyen zincir olduğunu düşünmekte olup bazı kimseler ise Yaratıcı'nın kayanın düşmesini engellediği inancı da görülür. ocak köyü : hıdır abdal sultan tekkesi Kışlacık Köyü Camii: 1005 yılında Melik Ahlet , Paşa tarafından yaptırılmış, halen cami olarak kullanılmaktadır. Salihli Köyü Camii: 1305 tarihi bulunan camii, halen kullanılmaktadır. Taşdibi Cami: İlçe merkezinde 1051 yılında, yapılmış ve cami olarak kullanılmaktadır. Yeşilyamaç Köyü Camii: 1213-1275 tarihlerini, taşıyan cami, Padişah Abdülmecit tarafından yaptırılmıştır. Başpınar Köyü Camii: Caminin kitabesinde “(Rumi 1025 El hacı Hüseyin Abdullah) IV Murat zamanında 1111-1112 Bekçiler Başı Müdürü Başpınar' lı Salim Ağa "yazılıdır . Kadıgölü: Güzel bir tabiat köşesi olan Kadıgölü, çeşitli efsanelere de konu olan bir su kaynağıdır. Ala Mağarası: İlçenin kuzeydoğusunda bulunan ala mağarasının, içinde dehliz ve kanallar bulunmaktadır. Girişinde sızıntı olarak akan suyun, ala ve sedef hastalıklarına iyi geldiği bilinmektedir. Kırkgöz Mesire Alanı: İlçe merkezine yaklaşık 8 km uzaklıkta yer alan mesire alanıdır. Kemaliye ve çevre il ve ilçelerden ziyaretçilerin piknik yapmak amacıyla geldiği bir alandır. Evrimsel biyoloji Evrimsel biyoloji, biyoloji konularını, canlıların evrimini göz önüne alarak inceleyen bilim dalıdır. Taksonomi biliminin temelinde evrimsel biyoloji yer almaktadır. Canlıları sistematik bir şekilde ayırmada, canlıların evrimsel akrabalıkları ve farklılıkları göz önüne alınır. Ayrıca birçok ekolojik ilişkinin açıklanmasında evrimsel biyoloji kullanılır. Moleküler biyolojide DNA ve RNA dizilerinin baz dizilişleri göz önüne alınarak canlıların hatta organellerin mikroorganizmalarla olan akrabalıkları incelenmekte ve bu incelemede evrimsel biyoloji temel alınmaktadır. Evrimsel biyolojiyi araştıran kişiye evrimsel biyolog denir. Filozof Kim Sterelny'e göre “1858 yılından beri gelişen evrimsel biyoloji bilim alanındaki en büyük entelektüel başarılardan biridir”. Evrimsel biyoloji, her iki geniş alan çalışmasından ve laboratuvar odaklı disiplinlerden gelen bilim insanlarını içeren disiplinler arası bir alandır. Örneğin, genellikle mammaloji, ornitoloji veya herpetoloji gibi belirli canlı türleri hakkında özel uzmanlık eğitimi alan ama evrim hakkındaki genel sorulara cevap bulmak için bu canlıları vaka analizi veya örnek olay incelemesi için kullanan bilim insanlarını içerir. Evrimsel biyoloji, aynı zamanda genellikle evrimleşme hızı ile evrim modelleri hakkında sorulara cevap bulmak için fosilleri kullanan paleontologlar ve jeologlar gibi popülasyon genetiği ve evrimsel psikoloji gibi alanlardan gelen teorisyenleri de içerir. Deneyciler, yaşlanmanın evrimi hakkında bir açıklama geliştirebilmek için meyve sineği Drosophila’daki seçilimleri kullandılar ve deneysel evrim, bu anlamda evrimsel biyolojinin oldukça aktif bir alt disiplinidir. Gelişim biyolojisi, başlangıçta modern evrimsel sentezden ayrı tutulduktan sonra evrimsel gelişim biyolojisi çalışmaları sayesinde 1990′larda evrimsel biyolojiye tekrar giriş yapmıştır. Evrimsel biyolojideki bulgular, insanoğlunun sosyokültürel evrimini ve evrimsel davranışını inceleyen yeni disiplinleri oldukça güçlendirdi. Şu an evrimsel biyolojinin fikirsel çerçevesi ve kavramsal araçları, bilgisayar hesaplamalarından nanoteknolojiye kadar geniş bir alanda uygulama bulmuştur. Ayrıca evrimsel tıp alanında da katkıda bulunur. Yapay yaşam, evrimsel biyolojinin açıkladığı üzere, canlıların evrimleşmesini modelleyen hatta onları yeniden yaratmaya çalışan biyoenformatiğin bir alt dalıdır. Bu da genellikle matematik ve bilgisayar modelleri aracılığıyla yapılır. Evrim, bütün biyolojinin merkezinde yer alan, bütünleştirici kavramdır. Biyoloji, çok çeşitli şekillerde alt başlıklara bölünebilir. Bunlardan biri, biyolojik organizasyon temelinde bir kategorizasyondur. Bunu yaparken moleküler biyoloji düzeyinden başlayarak, sırasıyla hücre biyolojisi, histoloji, organ biyolojisi, sistem biyolojisi gibi basamaklardan geçildikten sonra, popülasyon biyolojisi ve ekoloji gibi üst seviyelere kadar gidilebilir. Bir diğer kategorizasyon yöntemi, taksonomi temelli bir ayrımdır. Bu durumda zooloji gibi daha geniş grupları çalışan bilim dallarından ornitoloji ya da herpetoloji gibi daha spesifik bilim dallarına bir ayrım yapılabilir. Üçüncü bir yöntem ise, odak noktası bakımından bir ayrım yapmaktır: saha biyolojisi, teorik biyoloji, deneysel biyoloji ve paleontoloji gibi bilim dalları, bu tip bir ayrımda karşımıza çıkmaktadır. Bu alternatif kategorilendirme yöntemleri, evrimsel biyoloji ile birleştirilerek evrimsel ekoloji ve evrimsel gelişim biyolojisi gibi dalların ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır. Daha yakın zamanlarda ise temel bilimler ile uygulamalı bilimlerin birleşmesi sonucunda, evrimsel biyolojinin uzantıları olan evrimsel robotik, evrimsel mühendislik, evrimsel algoritmalar, evrimsel ekonomi ve evrimsel mimarlık gibi dallar doğmuştur. Bu bilim dalları, evrimsel biyolojinin temel prensiplerinden ve matematiksel altyapısından faydalanırlar. Evrimin temel mekanizmaları doğrudan veya dolaylı olarak uygulanır ve bu sayede yeni tasarımlar elde edilir veya aksi takdirde çözülmesi zor olan sorunlar çözülür. Bu alanlarda üretilen araştırma sonuçları, özellikle de bilgisayar bilimi ve makine mühendisliği gibi çeşitli mühendislik dallarından gelen veriler evrim teorisinin gelişimine katkı sağlamaktadır. Evrimsel biyoloji, 1930’lar ve 1940’lardaki modern evrimsel sentezlerin bir sonucu olarak, başlı başına bir akademik dal olarak ortaya çıkmıştır. Ancak, 1970’ler ve 1980’lere kadar önemli sayıda üniversitelerin “evrimsel biyoloji” adı altında departmanları bulunmamaktaydı. Amerika Birleşik Devletleri’nde moleküler ve hücre biyolojisinin hızlı gelişiminin bir sonucu olarak, birçok üniversite biyoloji departmanlarını moleküler ve hücresel biyoloji-tipi ve ekoloji ve evrimsel biyoloji-tipi departmanlar olarak ayırmış ya da bir araya getirmiştir. (Bu departmanlar paleontoloji, zooloji ve benzeri eski departmanları da içlerinde barındırmaktadırlar.) Mikrobiyoloji yakın zamanda geliştirilmiş bir evrimsel bilim dalıdır. Aslında ilk başta morfolojik özelliklerin kıtlığı ve mikrobiyolojideki tür kavramı eksikliği sebebiyle göz ardı edilmişti. Şimdilerde, evrimsel araştırmalar mikrobik fizyolojideki geniş algı düzeyi, mikrobiyal genomikdeki kolaylıklar ve bazı mikropların hızlı üretilebilir olması evrimsel soruları cevaplamakta. Benzer özellikler viral evrim, özellikle de bakteriyofajlar konusunda gelişmelere yardımcı olmaktadır. Evrimsel biyolojideki güncel araştırmalar, biyolojiyi anlamada evrimin merkez olduğu gerçeği düşünüldüğünde beklenileceği gibi, çeşitli konu başlıklarını kapsar. Modern evrimsel biyoloji, moleküler genetik ve hatta bilgsayar bilimi gibi bilimin çeşitli alanlarındaki fikirleri birleştirir. İlk olarak bazı evrimsel araştırma sahaları modern evrimsel sentez tarafından yetersizce açıklanan fenomenleri izah etmeye çalışır. Bu fenomenler spekülasyonları, eşeyli üremenin evrimi, yardımlaşmanın evrimi, yaşlanmanın evrimi ve evrimleşebilirliği. içerir. İkinci olarak, biyologlar en açıkyürekli evrimsel soruyu sorarlar: “Ne oldu ve ne zaman oldu?” Bu, bilimsel sınıflandırma ve filogenetik gibi alanların yanı sıra paleobiyolojiyi de kapsar. Üçüncü olarak, modern evrimsel sentez hiçkimsenin genlerin moleküler prensiplerini bilmediği bir dönemde icad edilmişti. Günümüzde, evrimsel biyologlar adaptasyon ve türleşme gibi ilginç evrimsel olayların genetik yapılarını belirlemeye çalışmaktadırlar. İlişkili ne kadar gen var, her genin ne kadar büyük bir etkisi var, bu etkiler farklı genlerin etkilerinin birbirine bağlılığı ne ölçüde, etki eden genlerin ne gibi işlevlere meyilli ve ne gibi değişikliklere mağruz kalma eğilimindeler gibi sorulara cevaplar aramaktadırlar. (Örn. Nokta mutasyonlar vs. Gen duplikasyonu ve hatta genom duplikasyonu) Evrimsel biyologlar, ikiz araştırmalarında görülen genetik aktarılabilmedeki yüksekliği bu duruma hangi genlerin sebep olduğunu bulmadaki zorlukları GWA(genome-wide association study) araştırmaları ilebirbirine bağdaştırmaya çalışmaktalar. Genetik yapıyı araştırma konusunda bi
r zorluk, modern evrimsel sentezi kolaylaştıran klasik popülasyon genetiğinin modern moleküler bilgiyi de dikkate alacak şekilde güncellenmesi gerekliliğidir. DNA dizim bilgisini evrim teorisine moleküler evrim teorisinin bir parçası olarak bağlayabilmek, büyük ölçüde bir matematiksel gelişmeyi gerektirir. Örnek olarak, biyologlar hangi genlerin güçlü olarak seçilmekte olduğuna seçici erim’i(Selective sweep) belirleyerek bulmaya çalışırlar. Dördüncü olarak, modern evrimsel sentez evrime hangi güçlerin katkıda bulunduğu hakkında mutabakata varmak ile ilgili, fakat bunların önemlilik sırası ile alakalı değildir. Güncel araştırma bunu belirlemeye çalışır. Evrimsel güçler Doğal seçilim, cinsel seçilim, genetik kayma, genetik sürüklenme, gelişimsel kısıtlamalar, mutasyon ve biyojeografiyi kapsamaktadır. Evrimsel yaklaşım ayrıca başlıca evrimi araştırmayan özellikle organizmal biyoloji ve ekoloji olmak üzere birçok güncel araştırmanın anahtarıdır. Örnek olarak, evrimsel düşünce yaşam tarihi teorisinin vazgeçilmezidir. Toros Dağları Toros Dağları ya da kısaca Toroslar, Türkiye'nin Akdeniz kıyılarına paralel olarak, Teke Yarımadası'ndan Suriye'ye, hatta iç kesimlere de uzayarak Irak sınırına varan, içinde birçok sıradağı da barındıran bir dağ zinciridir. Bu zincirin en yüksek noktası 3767 metrelik Kızılkaya zirvesidir. Toroslar Kuzey Anadolu Dağları gibi 3. jeolojik zamanda Alpin Orojenezi ile oluşmuştur. II. jeolojik zaman boyunca Tetis Okyanusu'nun tabanında bulunan arazi tortul maddelerle dolmuştur. Tetis Okyanusu'nun tabanı karadan dış kuvvetlerin (akarsu, rüzgar, buzul, dalga ve deniz akıntıları) taşıdığı malzeme birikmeye başlamıştır. Deniz tabanında biriken taşınmış malzeme üstten gelen basınçla tortul taşlara dönüşmüştür. Afrika Levhası ve Arap Levhasının kuzeye doğru hareketi bu alana basınç uygulamıştır. Yan basınca uğrayan tabakalar sert ise kırılır(kırık dağları oluşur, Horst-Graben), daha yumuşak ise kıvrılır. Yumuşak olan bu Tortul tabakaların kıvrılarak yükselmesiyle alanda Alpin kuşağın bir parçası olan Toros Dağları oluşmuştur. Kıta hareketleri ile kuzeye hareket eden Afrika ve Arap levhaları Tetis Okyanusu'nun tabanının yok olarak Toros Dağlarının oluşumuna sebep olmuştur. Arap levhası daha hızlı hareket ettiğinden Güneydoğu Toroslar daha dış bükey hale gelmiştir. Toroslar 3 kısımda incelenir. Bölümleri ve zincirdeki sıradağlar batıdan doğuya şöyledir; Batı Toroslar veya Antalya Toros Dağları, Teke Yarımadasından başlayarak Antalya Körfezi'nin çevresinde bir yay çizer. Doğuda Taşeli Platosu ve Göksu Nehri ile Orta Toroslardan ayrılmaktadır. Orta Toroslar, kabaca Mersin, Antalya sınırından başlayarak kuzeydoğu yönünde Binboğa Dağlarına kadar devam eder. Güneydoğu Anadolu Bölgesinin ve Kuzey Mezopotamya'nın coğrafi olarak kuzey sınırını oluşturur. Dicle Nehri kaynağını bu kısımdan alır. Güneydoğu Toroslar'ın batı sınırı, Ceyhan Nehri vadisinden, Ahır Dağı ve Engizek Dağı ile başlar. Bey Dağları, Hazarbaba Dağı, Maden Dağı, Mastar Dağı, Akdağ, Akçakara dağları, Muşgüneyi Dağları, İhtiyarşahap Dağları, ile Hakkari yöresine ulaşır. Hakkari civarında Türkiye'nin yüksek dağları bulunur. Şırnak-Şemdinli arasında 3000–4000 m yüksekliklere ulaşan, geçit vermez sarp ve keskin zirveli dağlar bulunur: Karadağ, Sat Dağı, Buzul (Cilo) Dağları, Karadağ (Hakkari kuzeyinde), Sümbül Dağı, Samur Dağı, Altın Dağı, Serdolusu Dağı, Tanintanin Dağları. Bu dağlar birbirine paralel dizilmiştir. Euro bölgesi Euro bölgesi, resmî adıyla euro alanı, ortak para birimi ve yasal ödeme aracı olarak euroyu (€) seçen 19 Avrupa Birliği (AB) üyesinin oluşturduğu ekonomik ve parasal birlik. 1 Ocak 2015 itibarıyla euro bölgesinde Almanya, Avusturya, Belçika, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İrlanda, İspanya, İtalya, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Malta, Portekiz, Slovakya, Slovenya ve Yunanistan bulunmaktadır. Diğer AB üyesi ülkeler (Birleşik Krallık ve Danimarka hariç) kriterleri karşıladıkları zaman euro bölgesine katılmak zorundadır. Bugüne kadar hiçbir ülke bölgeden ayrılmadı; bu yönde herhangi bir hüküm de bulunmamaktadır. Birleşik Krallık ve Danimarka, Maastricht Antlaşması'nda yer alan ayrıcalıklara dayanarak euroya geçmeyen AB üyeleridir. Bu ülkelerin hükûmetleri ya da bir referandum sonucu halkları bu yönde karar vermedikçe AB tarafından yasal bir baskıyla karşılaşmaz. 28 Eylül 2000'de Danimarka'da yapılan referanduma göre, oy verenlerin %53,2'si euroya geçmeye karşı çıkmıştır. İsveç'in avro konusunda bir ayrıcalığı olmamasına karşın, bu ülkede gerçekleştirilen referandumlar euroya geçişi engeller durumdadır. 14 Eylül 2003'teki referanduma göre, oy kullananların %56,1'i euroya 'hayır' demiştir. Kriterleri karşıladıktan sonra Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Hırvatistan, Macaristan, Polonya ve Romanya da euroya geçmek zorundadır. Andorra, Monako, San Marino ve Vatikan AB üyesi olmamalarına karşın, yapılan antlaşmalar çerçevesinde euro kullanmaktadır. Karadağ ve Kosova ise AB ile herhangi bir antlaşma imzalamadan euro kullanmaktadır. Filistin Ulusal Yönetimi Filistin Ulusal Yönetimi (Arapça: السلطة الوطنية الفلسطينية / Es Sulta el Vataniyye el Filistiniyye), Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ni yöneten geçici bir idari örgüttür. Filistin Ulusal Yönetimi 1994'te, İsrail hükûmeti ve Filistin Kurtuluş Örgütü arasında yapılan Oslo'daki uzlaşma görüşmelerinden sonra iki taraf arasındaki uzlaşma görüşmeleri sırasında 5 yıllık geçici dönem hükûmeti olarak kuruldu. Eskiçağ'da Filistin Doğu Akdeniz Uygarlığının iki merkezi (Mısır ve Mezopotamya) arasında yer alıyordu. Kendisine her zaman geçici bir bağımsızlık tanıyan bu iki medeniyet arasında kalıyordu ve birçok çatışma ve istila ile karşı karşıya kalıyordu. Bölgeye ilk olarak yerleşen (MÖ 3. binyılda) Samiler, kısmen yerli olan ve yerli olmayan başka topluluklarla karıştılar. M.Ö 3. binyılın sonunda bölgeyi yarı göçebe topluluk Amurlular tarafından işgal edildi ve bölge yakıp yıkıldı. Amurlulardan sonra MÖ 1700-MÖ 1550 yılları arası ise Mısır'da hüküm süren Hyksos hanedanı tarafından hakimiyet altına alındı. Daha sonra ise Sina Çölü'nden gelen Yahudiler tarafından hakimiyet altına alındı. Bölgede kurulmuş olan Yahudi devleti daha sonra ikiye ayrıldı ve Babillilerin yönetimine girdi. Bölge daha sonra Persler, Romalılar, Bizans, İslam Devleti, Fatımiler, Selçuklular, Eyyübiler, Memlükler ve Osmanlıların Hakimiyeti altında kalmıştır. (2 Kasım 1917) yılında Balfor bildirisinin yayınlanmasından sonra 1920 yılında İngiltere'nin manda yönetimine girmiştir. 14 Mayıs 1948 yılında İsrail Devleti'nin kurulmasının ardından Arap-İsrail Savaşları patlak vermiştir. Birleşmiş milletler 29 Kasım 1947 yılında Filistinin paylaştırılmasına karar vermiştir. %56'si Yahudilere %44'si ise Filistinlilere bırakılmıştır. Kudüs'e ise Uluslararası statü verilmiştir. İlk paylaştırmada Filistin bölgesinde yer alan Batı Kudüs, 1948 yılında Kudüs çevresinde Yahudi yerleşim birimlerinin artması ile İsrail yönetimine geçmiştir. (Kudüs'ün tamamı 1967'deki Altı Gün Savaşında İsrail'in eline geçmiştir.) 1947'deki BM paylaşımından bu yana harita oldukça değişmiş, Filistin, Batı Şeria ve Gazze olmak üzere birbirinden kopuk iki toprak parçası haline gelmiştir. Filistin'in nüfusu 9 milyon 500 bin'dir (2000 tahmini). Bu nüfusun 6 milyonu "yeşil hat" içindeki bölgede, 1 milyonu Gazze'de, 1 milyon 500 bini Batı Şeria bölgesinde yaşamaktadır. Ortalama nüfus artış hızı %3.7'dir. Önemli şehirleri Gazze, Nablus, Eriha, Ramallah, El Halil'dir. Nüfus yoğunluğu ise 300'dür. Ancak nüfus yoğunluğu konusunda bölgeler arasında büyük bir dengesizlik mevcuttur. Gazze Şeridi'nin alanı 400 km² kadar olduğundan bu bölgede düşen insan sayısı 2500'ü bulmaktadir. Bu bölgedeki nüfus yoğunluğunun bu kadar fazla olmasının sebebi 1948'de işgal edilmiş topraklardaki Filistinlilerin birçoğunun bu bölgeye göç etmeye zorlanmış olmasıdır. Bu yüzden Gazze Şeridi'ndeki nüfusun üçte ikisi mülteci kamplarında yaşamaktadır. Batı Şeria bölgesinde nüfus yoğunlugu 200 civarındadır. "Yeşil hat" içinde kalan bölgenin yaklaşık 12 bin km²'lik bölümünü Negev ve Eilat çölleri oluşturur ve bu bölgelerde nüfus yoğunluğu oldukça düşüktür. Bu yüzden bu topraklardaki 6 milyon nüfusun büyük çoğunluğu 8 bin km²'lik alana yayılmıştır. Dolayısıyla bu bölgede de ortalama nüfus yoğunluğu 700 civarındadır. Filistin Ulusal Yönetimi'nin ekonomisi büyük ölçüde İsrail ile ikili ilişkilere ve dış yardımlara bağımlıdır. Hamas'ın 2006 genel seçimlerini kazanması ile 55 milyon dolarlık vergi gelirinin Filistin Ulusal Yönetimi'ne iletilmesi İsrail tarafından durdurulmuştur. Ayrıca Hamas ile El Fetih arasındaki çatışmalar da ekonomiyi olumsuz etkilemektedir. Son BM araştırmalarına göre işsizlik %39'a, yoksulluk %67'ye çıkmıştır. Otoepürasyon Otoepürasyon, suda eriyik veya süspansiyon halindeki organik ve inorganik maddeleri oksijenle doymuş inorganik bileşiklere değiştiren olaydır. Kirleticilere karşı deniz sularının da kendilerini temizleme mekanizmaları vardır. Otoepürasyon, doğal ve insanların neden olduğu kirlenmeyi önlemeye yetmiştir. Bugün birçok durumda bu etki için yeterli zaman kalmamakta ve deterjanlar gibi bazı kimyasal maddelerin çevreyi etkilemeleri ile otoepürasyon engellenmektedir. Kirlenme gelişmenin karşılığıdır, halkın çoğalması, üretim ve tüketim kapasitesinin artması oranında artmaktadır. Bunun yanında gelişme yeni arıtma teknolojileri ile bu kirlenmenin önlenmesine yönelik çalışmalara da hız getirmiştir. Bakteri yiyen planktonlar, bakteriofajlar bakteri üremesini azaltır. Midye, balıklar ve yumuşakçalar oksijen almak için deniz suyunu filtre ederken bakterileri de tutarlar ayrıca antibiyotik türü maddeler de salgıladıkları bilinmektedir. Sındırgı Sındırgı, Balıkesir iline bağlı ilçedir. Yerleşimin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Sındırgı’nın şehir olarak kuruluşu 18. yüzyılın sonlarında olmuştur. MÖ 6. yüzyılda Persler, Lidya ve bütün Anadolu ile beraber Misya denilen bu çevreyi de İran İmparatorluğuna katmışlardı
r. 200 yıl kadar İran egemenliği altında kalan bölge Bergama Krallığı ile birlikte Romalıların yönetimine geçmiş daha sonra, önce Bizans sonra Selçuklular tarafından ele geçirilerek idare edilmiştir. Karesi Beyliği'nden sonra Osmanlı egemenliği altına giren bölgeye gelen Çavdarlılar, Avşarlılar adlarını taşıyan Türkmen toplulukları, Sındırgı yöresine yerleşmişler ve Çavdarlı aşiretinden Halil Ağa’nın mezarı Karagür'deki mezarlıktadır. Halil Ağanın torunları aralarında anlaşamayarak kardeşlerden Şerif İstanbul’a gitmiş, saraya girmiş bir zaman sonra Paşa unvanını alarak Sındırgı’ya dönmüştür. Kocakonak mahallesine yerleşerek Sındırgı’nın bulunduğu yeri kendisine koruluk ve çiftlik yapmıştır. Daha sonra bu yeri cazip görüp Midilli adasından getirttiği Rum ustalara Koca Camii (Şerif Paşa Camii) ve yanındaki hamamı (Koca Han) yaptırmıştır. Böylece şimdiki Sındırgı Koruköy adını alarak 1845 yılında köy haline gelmiştir. 1884 yılında Belediye kurulmuş, 1913 yılında Bigadiç’ten ayrılarak ilçe olmuştur. 29 Haziran 1920 tarihinde Yunan işgaline uğrayan ilçenin halkı, canla başla mücadele ederek Rum birliklerini yıldırmış, sonuçta bir yerde barınamayacaklarını anlayan işgalciler birçok yangın çıkardıktan sonra ilçeyi terk etmişlerdir. 3 Eylül 1922'de işgalcilerden kurtulan Sındırgı bu günü resmi kurtuluş günü kabul edip, her yıl coşku ile kutlamaktadır. Sındırgı, Balıkesir'in güneydoğusunda yer almakta olup, eski Balıkesir-İzmir yolu üzerinde Balıkesir’e 63 km uzaklıktadır. Kuzeyinde Dursunbey, Bigadiç, Güneyinde Manisa’nın Demirci, Gördes ve Akhisar, Batısında yine Manisa’nın Kırkağaç, Doğusunda Kütahya’nın Simav ilçesi ile çevrilmiştir. İlçenin arazisi genellikle dağlık ve ormanlarla kaplıdır. Denizden yüksekliği 230 m'dir. Ormanlık ve dağlık bölgenin eteklerinde özellikle batı kesiminde Simav Çayı çevresinde geniş düzlükler uzanmaktadır. Güneyi çamlarla kaplı dağlık alan üzerindeki Sındırgı beli 725 m rakımda olup, Balıkesir-Manisa il sınırını kestiği noktayı meydana getirir. Doğuda 1615 m yükseklikte Alaçam dağları, Batıda Davullu ve Kazan Dağlarının yamaçları, Güneyde Kazan dağlarının yamaçları ve yine Güneyde 1382 m yüksekliğinde Sidan dağı bulunmaktadır. Ayrıca kuzey-batı istikametindeki Ulus dağı 1769 m yükseklik ile Marmara ve Ege bölgesinin en yüksek dağları arasında yer almaktadır. İlçe arazisinin %51’i ormanlık, %24’ü tarıma elverişli alan, %22’lik kısım dağlık ve kıraç arazi, %3’lük kısmı ise çayır, mera ve sulu tarım arazisinden oluşmaktadır. Ormanlık alan 71.550 hektardır. İlçenin başlıca akarsuları, Simav Çayı, Ilıcalı ve Cüneyt çaylarıdır. İlçenin iklimi Karasal İklim özelliklerini taşır. Kışlar yağışlı ve soğuk, yazlar kurak ve sıcak geçmektedir. 1990 yılından 2000 yılına kadar süre gelen nüfus dağılımına bakıldığında özellikle köylerden başta ilçe merkezi olmak üzere büyük kentlere doğru bir göç yaşanmaktadır. Yağcı Bedir halılarıyla bilinir. İlçede turizm potansiyeli açısından son yıllarda gözle görülür bir canlılık görülmektedir. Sınırlı sayıda da olsa özellikle iç turizme yönelik olarak yılın belirli dönemlerinde zaman zaman bir hareketlilik oluşmaktadır. Kaplıca turizmine yönelik olarak ilçe merkezine 17 km uzaklıkta Hisaralan mahallesi yakınlarında önemli bir sıcak su kaynağı mevcut olup, 96 derece su sıcaklığı ile burada bulunan 4 adet pansiyonla ve Obam termal resort spa otel ile turizme hizmet vermektedir. Yüzeye kendiliğinden çıkan bu jeotermal enerji kaynağı havzasında yapılan etütlerde 500 lt/sn sıcak sudan daha fazla kapasite tespit edilmesine rağmen bu güne kadar hiç değerlendirilememiştir. Mevcut suyun ilçe merkezine getirilmesi ve ilçe merkezindeki konutların ısıtılması, seracılık ve devre mülk yöntemiyle kaplıcaların yapılması amacına yönelik olarak 1995 yılında SINTER A.Ş. (Sındırgı Termal Turizm ve Seracılık A.Ş.) kurulmuş olup, yeterli kaynak akışı sağlanamadığından bu proje gerçekleştirilememiştir. İlçe merkezine 10 km uzaklıktaki Orman İşletme Müdürlüğüne ait Kertil ormaniçi piknik ve mesire yeri özellikle hafta sonları civar il ve ilçelerden gelen vatandaşların yoğun ilgi gösterdiği ve önceleri milli park olarak kullanılan önemli bir cazibe merkezi olarak değerlendirilmektedir. Sulama amaçlı kullanılan Çaygören Barajı uzun yıllardır yine civar il ve ilçelerden gelen vatandaşların gezi ve piknik maksatlı uğrak yeri olarak görülmektedir. Baraj sahası yakınlarında oluşturulan izcievi ileriki yıllarda önemli hizmetler verebileceği ve yerli turizme hitap edebileceği değerlendirilmektedir. Bunlara ilaveten her yıl düzenli olarak yapılan Kocakonak mahallesi panayırı, 3 Eylül Kurtuluş etkinlikleri ve bu etkinlikler kapsamında zaman zaman yapılan Yağcıbedir halı festivali de vatandaşların yoğun ilgi gösterdiği iç turizm faaliyetleri arasında sayılabilir. Bütün bu kaynakların daha etkin bir şekilde değerlendirilmesi ilçenin tanıtılması özellikle ilçemizin orman bölgesi olduğu da göz önünde bulundurularak eşsiz tabiat güzelliklerini doğa sporları bakımından değerlendirilebilmesi maksadıyla Kaymakamlıkça bir dizi çalışmalar yürütülmektedir. Sındırgı-Balıkesir yolunun 4.km sinde yapımına başlanılan Kuvâ-yi Millîye Anıtı ve Anıt Parkı tamamlanarak hizmete girmiştir. Vatanımızın düşman işgalinden kurtarılmasında ve Cumhuriyete giden yolda çok önemli bir rol üstlenen başta İbrahim Ethem Akıncı, Makbule Efe, Halil Efe ve onlarca isimsiz Kuvâ-yi Millîyecilerinin aziz hatıraları ile Cumhuriyet şehitlerinin anısına 2002 yılı Eylül ayı içerisinde yapımına başlanılan Anıt park inşaatı yaklaşık 2,5 aylık bir çalışma sonucu bitirilmiştir. Bir yörük ilçesi olan Sındırgı'da öteden beri ata sporumuz olan yağlı güreşlere ilgi vardır. Kurtdereli Mehmet pehlivandan sonra Balıkesir bölgesinde Sındırgı adeta bir marka olmuştur. İlçe birbirinden değerli güreşçileri güreş camiasına kazandırmıştır. Bunlardan en meşhurları Sındırgılı Şerif ve Mehmet Ali Yağcı pehlivanlardır. Osmiyum Osmiyum, simgesi Os, atom numarası 76, atom ağırlığı 190,23 akb, erime noktası 3045,0 °C, kaynama noktası 5027,0 °C olan bir geçiş metalidir. Oda sıcaklığında 22.59 g/cm³ ile bilinen en ağır yoğunluklu metaldir. Gümüşi renkte bulunur. Yunanca koku manasına gelen "osmë" 'den gelir. Tükenmez kalemlerin toplarında, bazı aletlerin millerinde ve flamanlarda kullanılır. Platin ile birlikte çıkar. 1803'te Smithson Tenant tarafından bulunan bu metal, platin yataklarında çok zor bulunan, platin yatağının kalitesini belirleyen bir elementtir. Uysal ve ark. (2007, 2008) tarafından yayımlanan bilimsel çalışmalarda Türkiye'nin değişik bölgelerindeki kromitit cevherlerinin ortalama 80-100 ppb civarında osmiyum içeriğine sahip olduğu, toplam PGE (Os, Ir, Ru, Rh, Pt, Pd) içeriklerinin ise ortalama 250-300 ppb civarında olduğu ortaya konulmuştur. Osmiyumun oksit bileşeninin zehirli olması nedeniyle nadiren kendi saf hâliyle kullanılır. Osmiyum metalinin en büyük kullanım alanı, diğer metallerle çok sert alaşımların oluşturulmasıdır. Bu alaşımlar, çeşitli aletlerde kullanılan millerin, fonograf iğnelerinin, dolmakalem uçlarının ve benzeri aletlerin yapımında kullanılır. Osmiyum tetraoksit, parmak izi tespitinde ve mikroskopla incelenmek üzere hazırlanan yağlı doku preparatlarının boyanmasında kullanılır. Kuvvetli bir oksidan olarak yağları tutar ve bu nedenle biyolojik zarların onarılmasını sağlar. Bununla birlikte osmiyum atomları elektron sıklığına sahiptir. Bu durum OsO'ü farklı nitelikteki biyolojik malzemelerin TEM’de çalışılması için önemli bir boyama malzemesi yapar ve mikroskopta incelenmek üzere hazırlanan yağlı doku preparatlarının boyanmasında kullanılır. %90 platin ve %10’luk osmiyum alaşımı tıpta da cerrahi protezlerde kullanılmaktadır. Osmiyumun 7 tane doğal olarak oluşan izotopu vardır. Bunlardan 5’i duraylı, diğer 2’si de çok uzun yarılanma ömrüne sahiptir. Osmiyum metalinin işlenmesi oldukça zordur. Ancak toz ve sünger haldeki metal yavaşça osmiyum tetroksiti oluşturur. OsO4 çok toksiktir ve 130 °C'de kaynar. Havadaki 10 g/m³ kadar düşük OsO bile akciğerde, deri ve gözde ciddi hasarlara yol açabilir. Osmiyum ilk olarak 1803'te Londra'da Smithson Tennant tarafından, Platin’in kral suyu (HCl ve HNOkarışımı) ile çözülmesi sırasında arta kalan artık çözeltide saptanmıştır. Bu metal genellikle iridyum ve osmiyumun doğal alaşımı olan iridiosmiyumda ve Ural dağları ile Güney ve Kuzey Amerika’daki platin içeren dere kumlarında bulunmaktadır. Aynı zamanda Ontorio, Kanada’daki Sudbury yatağında nikel içeren cevherde diğer platin grubu metallerle birlikte bulunmaktadır. Bu cevherlerdeki platin metallerinin miktarı küçüktür ancak çok yüksek hacimlerdeki nikel cevheri bu grup metallerin ticari olarak kazanımını mümkün kılıyor. %99 saflıktaki osmiyum tozunun fiyatı 100 USD/g'dır. Platin grubu metaller (platin, palladyum, iridyum, osmiyum, rutenyum, rodyum) genelde birincil olarak magmatizmanın değişik evrelerinde bulunurlar. İkincil olarak ise, plaser yataklarda gözlenirler. Dünyada bilinen Platin Grubu metal kaynakları, başlıca (Bushveld) Güney Afrika Cumhuriyeti, (Ural) Rusya, ve (Sudbury) Kanada'da toplanmıştır. Dünya platin grubu metal üretiminin %98’i bu ülkelerin elinde olup, geri kalan %2’si başta A.B.D. ve Kanada olmak üzere diğer ülkelere dağılmıştır. Türkiye'de bilinen bir PGM rezervi olmadığı iddia edilse de son verilere göre Bulgaristan'ın 2.500 tonluk ikinciliğine rağmen, Türkiye'de 127.000 ton osmiyum olduğu değerlendirilmektedir. Yulaf Yulaf ("Avena"), bol nişastalı taneleri (tohumları) için yetiştirilen bir tarım bitkisi. Daha çok hayvan yemi olarak kullanılan bu tahıldan insanların beslenmesinde de yararlanılır. Bir yulaf tarlası, buğday ya da arpa başaklarına benzemeyen, salkım biçimindeki dağınık başakları sayesinde öbürlerinden kolayca ayırt edilebilir. Sapçıkların ucunda bulunan başakcıkların her biri iki ya da üç tohum içerir. Dışları kılıfta (iç kavuz) örtülü olan bu tohumların ikisini (ya da üçünü) birden yeniden zarsı iki yaprak (dış kavuz) kuşatır. Yulafın beyaz, siyah, sarı, kırmızı ya da b
oz tohumlu, kısa ya da uzun saplı pek çok çeşidi vardır. Tarım uzmanlarının öteden beri sürdürdükleri çalışmalarla değişik iklim ve toprak koşullarına uygun yulaf çeşitleri geliştirilmiştir. Örneğin, bunlardan kırmızı yulaf sıcak ve nemli iklimlerde yetiştirilir. Yulafın dünyaya, yabanıl olarak yetiştiği Asya'nın batısı ile Avrupa'nın doğusu arasında kalan bölgelerden yayıldığı sanılır. Yabanıl yulaflardan türeyerek günümüze ulaşmış olan kültür yulafları içinde en çok yetiştirileni hiç kuşkusuz "Avena sativa" türüdür. Bugün yulaf, arpa ve çavdardan daha büyük miktarlarda üretilen bir tahıldır. Serin ve nemli iklimleri sevdiği için en iyi Avrupa'nın batı ve İskandinav ülkelerinini de içine alan kuzey bölümlerinde, Rusya'da ve Kuzey Amerika'da yetişir. Bununla birlikte Avustralya ve Yeni Zelanda'da da ekilir. Yulaf fazla yağış almayan kurak yerlerde kalın kavuzlu, uzunca tohumlar verir. ABD ve Rusya dünyanın en çok yulaf üreten ülkeleridir; ama, İskoçya, İsveç ve Finlandiya gibi küçük kuzey ülkelerinde, buğday ve çavdardan daha iyi ürün verdiği için yulaftan geniş ölçüde yararlanılır. Türkiye'de ise başlıca Marmara, Ege ve İç Anadolu bölgelerinde yetiştirilen yulafın üretimi 350 bin tona yaklaşır. Bol miktarda nişasta ile protein, vitamin ve mineraller de içeren yulaf taneleri en çok hayvan yemi olarak kullanılır. Ayrıca bitki tazeyken biçilerek yeşil yem ya da taneler hasat edildikten sonra kuru yem olarak hayvanlara yedirilir. Yulaf unundan hazırlanan hamur buğday unu gibi kabarmadığından ekmek yapımında kullanılmaz. Yulaf unundan daha çok lapa ya da gözleme gibi yiyecekler yapılır; taneleri ise özellikle kahvaltı için hazırlanan, besleyici değeri yüksek tahıl karışımlarına katılır. Yulaf eskiden buğdayın pahalı olduğu dönemlerde onun yerini almıştır. Bugün de kuzey ülkelerinde yulafın gıda ürünleri arasında küçümsenmeyecek bir yeri vardır. Yulaf üretiminin yapıldığı bölgelerin çoğunda yulaf ilkbaharda ekilir. Kış yulafları dona ve kara dayanıklı olmadığı için Kuzey Kutbu'na yakın bölgelerde yetiştirilemez. Aynı arpa gibi yulaf da bazen üçgül ve buğdaygillerden öbür bazı bitkilerin fidelerini güneş ve rüzgârın zararlı etkisinden korunmak için, onlarla birlikte ekilir. Yulafların iç kavuz uçlarının sorguçlu veya dişli, kromozon sayılarına, yabani ve kavuzlu ya da çıplak daneli kültür formu oluşlarına göre sınıflandırılmaktadır. İç kavuzun uçları iki parçalı tüy şeklinde uzamıştır. Bu yüzden diploid ve tetraploid grup yulaf türlerine “sorguçlu yulaflar” adı verilir. Bazı Avrupa kıyılarında, Akdeniz çevresinde, Habeşistan, İran, Afganistan dolaylarında yayılmıştır. Bu grup yulaflarında vegetatif ve generatif organlar küçük, bitkiler cılızdır. Daneleri ufak, ermeleri eş zamanlı ve dökülmeleri çok fazladır. Diploid ve tetraploid yulafların dünya yulafçılığında fazla önemleri yoktur. Bu grup yulafların orijini Akdeniz çevresindeki ülkelerdir. İç kavuzun ucu iki parçalı diş şeklini almıştır. Bu bakımdan hekzoploid yulaflara “Dişli yulaflar” adı verilir. Yulaf kültürü 640 kuzey, 350 güney enlemleri arasında yayılmıştır; önemli alanları ise kuzey yarımkürede 400-550 enlemleri arasıdır. Yayılışın kuzey sınırına çıkabilen yulaflar, A sativa çeşitleridir. Daha ılıman bölgelerde ise kırmızı yulaf çeşitleri yayılmıştır. Yulaf, serin iklim tahılları içerisinde iklim istekleri en fazla olan bir genustur. Daha çok sahil bölgelerinde, dağ eteklerindeki ovalarda yetiştirilir. Yulaftan iyi ürün alınabilmesi, bitkinin vejetasyon süresindeki yağışların iyi dağılmasına ve havanın fazla sıcak olmamasına bağlıdır. Çimlenmeden başaklanmaya kadar geçen devrelerde serin bir hava (15 0C’yi geçmeyen) ve yüksek bir nem ister. 1 g. kuru madde oluşturmak için 600 g’ın üstünde su ister. Yıllık yağış 700–800 mm olan yerler yulaf için en uygun yerlerdir. Çok az nemli yerlerde yetişse de verim düşer. Böyle yerlerde gerekli suyu alabilmesi için kökler yanlara ve derinlere doğru fazla gelişir. Kumlu bölgelerde ve kurak ve sıcak yerlerde su yetersizliği özellikle generatif devrede çok fazla olur. Bu bölgelerde yulaf ekimi, kurakların başlamasından önce ermeye geçebileceği uygun bir tarihte yapılır. Yulaf kışa pek dayanıklı değildir. Isının –150C’ye düştüğü yerlerde yulafı kışlık olarak yetiştirmek sakıncalıdır. Bu nedenle kışlık yulaf kültürü daha ılıman bölgelerde yerleşmiştir. Bir bölgenin kışına dayanabilen çeşitlerle kışlık ekimde bitkilerin kök sistemi kuvvetli, gelişme devresi uzun olduğundan, bitkiler yazlık bölgede ekilen yulaftan 5-10 gün önce ermesini tamamlar dolayısıyla dane ve saman verimi daha yüksek, hastalık ve böceklerden zarar görmesi daha az olur. Çok nemli ve güneşlenmesi az olan bölgelerde yatma problemi önem kazanır. Çavdardan sonra, toprak seçiciliği en az olan yulaf, yeteri kadar nemi bulunan en fakir topraklarda bile yetişir. Kök sistemi çok kuvvetlidir, yanlara ve derinlere doğru iyi gelişir. Çok ağır ve havasız topraklarda toprak yüzeyine yakın kökler meydana getirerek havalanmayı sağlar. Killi-tınlı ve kumlu fakat hümüsü bol olan topraklarda yeter nem bulabilirse en yüksek verimi getirebilir. Toprak reaksiyonuna duyarlılığı fazla değildir. Bunun içindir ki, bataklık yerlerin kurutularak tarlaya çevrilmesinde ilk ele alınıp yetiştirilecek kültür bitkisi yulaftır. Yulaf, toprak tuzluluğuna da arpadan daha dayanıklıdır. Yulaf genellikle yağışı bol taban yerlerde ekildiğinden, bu toprakların tava gelmesi kolay olmadığı hallerde toprak devrilerek sürülebilir. Böyle yerlerde su kaybı önemli olmadığı gibi, devirerek işleme ile ilk gelişmesi çok yavaş olan yulaf için yabancı otlara karşı daha iyi bir mücadele yapılmış olur. Kuru ziraat bölgelerinde ise toprak, suyu uçurmayacak ve erozyonu önleyecek şekilde, kırlangıçkuyruğu pulluklar veya kazayağı ile devrilmeden alttan işlenerek otlar yok edilir. Tarla otlandıkça aynı aletlerle ikileme gerekirse üçleme yapılarak tarla hazırlanır. Ahır gübresi toprağın su tutmasını ve havalanmasını sağladığından yulafta verimi çok artırır. Killi topraklarda 2-2.5 ton ahır gübresi verme uygun bir gübrelemedir. Azot devamlı kardeşlenmeye sebep olduğundan, bu yüzden de aynı bitki üzerinde ermesini tamamlayan saplar yanında yeni çiçeklenen saplar bulunacağından hasat çok güçleşir. Bunun içindir ki azot gübresinin yulafa fazla verilmesi doğru değildir. En iyisi azotlu gübrenin büyük çoğunluğu başaklanmadan hemen önceki devrede verilmelidir. Verilecek gübre miktarı ortalama olarak dönüme 4 kg N, 4–6 kg P2O5 üzerinden hesaplanmalıdır. Fosforlu gübrenin tamamı, verilecek azotlu gübrenin 1/3’ü tohumla beraber verilir. Geriye kalan azot ise başaklanmadan önce verilmelidir. Yulaf köklerinin topraktan zor alınabilen besin maddelerini ve suyu alma gücü buğday ve arpaya göre daha fazladır. Özellikle kurak bölgelerde yulafın arpa ve buğday anızına ekilmesi doğru değildir. Yulaftan sonra da hemen ara vermeden diğer tahılların ekimi de yapılmamalıdır. Çünkü yulaf tarlanın suyunu iyice sömürür. Kurak bölgelerde sınırlı olan su azalacağından yulaftan sonra gelen buğday, arpa veya yine yulaf kuraklıktan zarar görür. Çavdardan sonra ekilen yulafın verimi yeterli düzeyde olabilmektedir. Yulaf çapa bitkilerinin ekim nöbetine girebilir. Gübreli çapa bitkilerinden sonra kışlık yulaf ekilebilir. Yulaf, silo yemi olarak baklagil yem bitkilerinden tırfılla karışık olarak ekilir. Yulaf fiğ karışımının ekimi, yem üretimi yönünden önem taşır. Yüksek verim için yulafın kışa dayanabileceği yerlerde ekim kıştan yapılmalıdır. Kışlık ekimde ekim tarihi, bölgelere göre değişmekle birlikte, bitkinin kışa 3-4 yapraklı girecek şekilde ekiminin yapıldığı zamandır. Türkiye için 15 Ekim- Aralık sonu en uygun ekim zamanı aralığıdır. Yulaf yazlık ekilecekse ekim erken yapılmalıdır. Çünkü yulafta vernelizasyon uzun sürelidir. Ayrıca sıcak ve kurak bastırmadan başaklanmış olacak şekilde ayarlanmalıdır. Çimlendikten sonra 1-3 0C’lik sıcaklıklarda en az 2 hafta kaldıktan sonra ilk gelişmesini tamamlar. Kışlık erken de ekilse, çimlenen bitki toprak yüzünde ilk gelişmesini yapabilmek için bu düşük sıcaklığın gelmesini bekler. Bunun için yulafta ilk gelişme öteki genuslara oranla çok yavaştır. Yulaf genelde ağır ve nemli topraklarda yetiştirildiğinden mibzer, bu topraklarda kolay çalışmaz bu nedenle ekim el ile serpmeyle yapılır, çalı sürgüsü veya tırmıklarla tohumlar kapatılır. Böyle ağır tavlı topraklarda ekimi yüzden yapmak gerekir. Toprak tipi ne olursa olsun tav durumu uygunsa mibzer kullanılmalıdır. Kuru ziraat bölgelerinde kışlık ekim daha derine, en iyisi de arkvari ekim yapan üstten baskılı düz mibzerler ile yapılır. Kavuzların kalın olması tohumun su almasını geciktirir. Derine ekilmesinde amaç çimlenme suyunu zamanında bulmasıdır. Ancak, tohumu örten toprak tabakasının kalın olması cücüğün toprak yüzüne çıkmasını tehlikeye koyabilir. Tohumluk kalburlanmış ve böylece küçük, cılız ve yeşil danelerden temizlenmiş, çimlenme hızı yüksek tohumluk olmalıdır. Soğuk ve kurak zararı ilk gelişmenin hızlı olmasıyla azalacağı için, çimlenme ve sürme hızının yüksek olması istenir. Tohumluğun 1000-dane ağırlığı 25 g’ın altına düşmemelidir. Dekara 15–18 kg tohum atılır. 1000-dane ağırlığı düşükse, metrekareye atılacak tohum sayısı 600’e kadar çıkabilir. Sık ekim, ilk gelişmenin hızlı olmasını sağlar, sonraki devrelerde etkisi azalır. Danesi için yetiştirilmediğinde ekimini daha sık yapmak uygun olur. Yulaf, genellikle ana saptaki danelerin sarı erme ile tam erme arasında bulunduğu sırada biçilmelidir. Sarı erme sonunda başakçıkların sapçıklarla ilgisi kesildiğinden dane dökme fazla olur. Bu devrede birinci sapın bütün yaprakları sararmış, yalnız uç yaprağın dip kısımları yeşildir ve 1. boğum az çok sararmıştır, öteki kardeşler henüz yeşildir. Bu devrede biçilip 3-5 gün kurutulduktan sonra harman yapılır. Biçerdöver ile bu zamanda hasat yapılmaz. Biçerdöverle hasat için 1. ve 2. saptaki danelerin tam erme devresine girmesini beklemek gereklidir. Yulafın en önemli hastalığıdır. İki türü vardır. Serin ve fazla yağışlı mevsimlerde ortaya çık
ar. Genç yapraklarda önce belirsizce sonradan kahverengiye dönen lekeler görülür. İleri devrelerde sap siyah bir renk alır, incelip kırılır. Gelişmenin çeşitli devrelerinde zarar yapabilir. Çim devresinde kök gelişmesi durur; çimler koyu renk alarak ölür. Başaklanma öncesi devrede yapraklarda uzunluğuna sarı çizgiler görülür, sap boğumlarında renksizlik alt boğumlarda siyah renkli spor yığınları görülür. Bitkide başaklanma sırasında yatma görülür. İki türü vardır. Miyeloblast Miyeloblast, miyelosit öncülü (prekursörü) olan tamamen olgunlaşmamış (immatür) kemik iliği hücresi. Pervez Müşerref Pervez Müşerref (Urduca: پرويز مشرف; d. 11 Ağustos 1943), Pakistanlı asker ve siyasetçi. 1999-2002 yılları arasında Pakistan başbakanı ve 2001-2008 yılları arasında Pakistan cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. 18 Ağustos 2008 tarihinde bir cumhurbaşkanının azledilmesinin Pakistan için iyi olmayacağını belirterek gelen baskılar üzerine görevinden istifa etti. Türkiye'de 1956 yılına kadar eğitim gördü ve ileri seviyede Türkçe bilmektedir. 1961'de Pakistan Askeri Akademisi'ne başladı. Pakistan Ulusal Savunma Koleji'nde okudu. İngiltere Kraliyet Savunma Bilimleri Koleji'nden mezun oldu. 1964 yılında Pakistan Ordusu'na subay olarak katıldı. Ekim 1998'de, dönemin başbakanı Navaz Şerif tarafından orgeneralliğe terfi ettirildikten sonra ülke genelinde adını duyurdu. Kargil Savaşı'nın planlayıcısı ve stratejik saha komutanı oldu. Başbakan Şerif ile aylar süren bir çekişmeden sonra, 1999'da askerî darbe ile iktidara geldi ve Başbakan'ı sıkı bir ev hapsinde tuttuktan sonra Pencap Eyaleti'nde bulunan Adiala Cezaevi'ne nakletti. 2007 yılında anayasaya aykırı bir biçimde olağanüstü hâl ilan ettiği ve yargı mensuplarını tutuklattığı gerekçesiyle vatana ihanet suçlaması ile karşı karşıya kaldı. 2007'de suikasta kurban giden eski Başbakan Benazir Butto'yu Taliban'ın öldüreceğine dair istihbarat almasına rağmen yeterince koruyamadığı ve 2008'de ordunun düzenlediği bir operasyonda öldürülen aşiret lideri Nevab Ekber Bugti'nin ölümünden sorumlu olduğu ileri sürülmektedir. Butto'nun ölümüne dair iddialarla ilgili olarak Pakistan'da bulunan yaklaşık $824.000 değerindeki mal varlığı 2011 yılında donduruldu. Pakistan Talibanı, Müşerref'in intihar bombacılarına hedef olacağını duyurdu. 2008'de Dubai ve Londra'da kendi isteğiyle sürgün hayatı yaşamaya başladı. Mayıs 2013'te düzenlenecek genel seçimlerde aday olmak için Pakistan'a geri döndüyse de adaylığı mahkeme tarafından reddedildi. 19 Nisan 2013 tarihinde tutuklanarak mahkeme huzuruna çıkarıldı. Peşaver Yüksek Mahkemesi, Pakistan eski devlet başkanı Pervez Müşerref'i, yönetimi sırasında, ülkede iki defa anayasayı askıya aldığı gerekçesiyle siyasetten ömür boyu men etti. Faint Faint, Nu Metal grubu olan Linkin Park'ın, Meteora albümünde yer alan bir parçadır. Single olarak, Meteora albümüyle aynı yıl içinde 2003, "Faint 1" , "Faint 2" olarak iki farklı versiyonda piyasa sunulmuştur. "Faint 1" in albüm kapağı mavi, "Faint 2" nin albüm kapağı yeşildir. Dandanakan Muharebesi Dandanakan Muharebesi ya da Dandanakan Meydan Muharebesi, (1040), Selçuklu Devleti'nin Gazne Devletini yendiği ve Gazne Devleti'nin çözülmesine yol açan muharebedir. Bu muharebeden sonra Gazne Devleti yıkılış dönemine girmiş, Selçuklu Devleti resmen kurulmuştur. Çağrı ve Tuğrul Beyler, Oğuz boylarını yerleştirecek yurt arayışı içindeydiler. Devlet kurmak için kaldıkları Horasan'da, o bölgelere hakim olan Gazneliler'e karşı sürekli akınlarda bulunuyorlardı. Selçuklular ile Gazneliler arasındaki bu mücadeleler yirmi yıl sürmüştü. Çatışmaların çoğunu Selçuklular kazanmış ve Gaznelilere ait bazı şehirleri ele geçirmişlerdi. Öte yandan Selçuklu Devleti'nin bağımsızlığını ilan etmiş olması Gazneli Devleti'nin itibarını sarsıyordu. Gazne Hükümdarı Sultan Mesud, Selçuklu tehlikesine son verebilmek amacıyla zırhlı birliklerden oluşan ordusuyla 1038 yılında Selçukluların üzerine sefere çıktı. Tuğrul ve Çağrı Bey'lerin gittikçe büyüyen Türkmen kuvvetleri Gazne şehirlerini yağmalamaya başlamıştı. Gazne hükümdarı Sultan Mesud Selçuklu tehlikesine son vermek için Nişabur üzerine yürüdü ve 16 Ocak 1040'ta şehre girdi. Ancak, aşırı tahribata uğramış Nişabur'da yiyecek sıkıntısı çekilmesi üzerine çevre vilayetlerden erzak getirten Mesud, Selçuklu topraklarında ilerlemeye başladı. Yine de erzak bulamayan Mesud, Merv şehrine yürümeye karar verdi. Gazne ordusu yürüyüş sırasında Selçuklu'nun vur-kaçları ile yıpranmış, su ve yiyecek kaynakları da Selçuklu askerleri tarafından kesilmişti. 22 Mayıs 1040'ta Gazne ordusundan Selçukluların tarafına geçen Türkmen atlılarıyla bir çatışma yaşansa da, Gazneli Mesut'un ordusu savaş düzenini aldı. 24 Mayıs 1040'ta, Merv ve Serah arasındaki Dandanakan'da iki ordu çatışmaya başladı. Gazne ordusu Dandanakan Kalesi'ne yürürken Selçuklu ordusu hücuma geçti. Gazneli ordusu bu hücuma rağmen öğleye doğru kaleye ulaşabildi. Mesut, kalede konaklama teklifini kabul etmeyerek ordusunun su sıkıntısını giderebilmek için 5 fersah ilerideki vahaya gidilmesini emretti. Bu sırada 375 saray gulamı, Gazne ordusundan ayrılarak Selçukluların tarafına geçtiler ve daha önce kaçmış olanlarla birleştiler. Onlar daha sonra şiddetle hücuma geçtiler ve yorgun ve moralsiz olan Gazne ordusunu dağıttılar. Üç gün süren muharebe Selçukluların büyük galibiyeti ile sona ererken, Sultan Mesut 100 süvarisi ile Gürcistan tarafına kaçarak canını zor kurtardı ve 21 Haziran 1040 tarihinde Gazne'ye geldi. Bu muharebe Selçuklular'ın bölgede hakimiyetinin başlangıcı ve Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluşu olarak kabul edilir. Savaştan canını zor kurtaran Sultan Mesud, tüm mal varlığını ve hazinelerini alarak Lahor'a gitmek üzereyken yolda askerleri tarafından yakalanıp hapsedildi. 1041 yılında da Gri hapishanesinde yeğeni tarafından öldürüldü. Kazanılan bu zaferden sonra Selçuklu beyleri Tuğrul Bey'i "Horasan Emiri" ilan ettiler ve "Sultan" unvanı verdiler. Nükleik asit Nükleik asitler, bütün canlı hücrelerde ve virüslerde bulunan, nükleotid birimlerden oluşmuş polimerlerdir. En yaygın nükleik asitler deoksiribonükleik asit (DNA) ve ribonükleik asit (RNA)'dır. İnsan kromozomlarını oluşturan DNA milyonlarca nükleotitten oluşur. Nükleik asitlerin başlıca işlevi genetik bilgi aktarımını sağlamaktır, ancak bazı RNA türleri insan olarak da işlev görürler. Nükleik asitler başlıca hücre çekirdeğinde bulunmalarından dolayı keşfedildiklerinde bu şekilde adlandırılmışlardır. Bu polimerleri oluşturan nükleotid birimlerin her biri üç bölümden oluşur: 1) Azotlu heterosiklik bir baz, 2) beş karbonlu (pentoz) bir şeker ve 3) bir fosfat grubu. RNA'da bulunan şeker riboz, DNA'da ise deoksiribozdur. DNA ve RNA içerdikleri azotlu bazlarda da farklılık gösterirler: adenin, guanin ve sitozin her ikisinde, timin yalnızca DNA'da, urasil ise yalnızca RNA'da bulunur. RNA molekülleri ilk sentezlendiklerinde bu dört temel bazdan oluşmalarına rağmen bazı RNA türleri sonradan enzimler tarafından modifikasyona uğrarlar ve başka tür bazlar da içerebilirler. RNA moleküllerinde bulunan, değişime uğramış (modifiye) baz türlerinin sayısı yüze yakındır. Nükleik asitlerin dizinleri onları oluşturan nükleotitler bir harflik kısaltmalarla yazılırlar. Adenin, sitozin, guanin, timin ve urasilin kısaltmaları sırasıyla, A, C, G, T ve U'dur. Dizinin yazılış yönü şekerlerin 5' ve 3' karbonlarının zincir üzerindeki sırasına göredir, bilimsel konvansiyonda dizinler şekerlerin 5'-3' karbonlarının doğrultusunda okunurlar. Nükleik asitler tek bir zincirden oluşabildikleri gibi birbirine sarılmış iki zincirden de oluşabilirler. Spiral merdiven görünümlü bu yapıya çift sarmal denir. Çift sarmallı bir nükleik asitteki iki zincir aralarında oluşmuş hidrojen bağları ile birbirlerine bağlıdırlar. Bazı tek zincirli nükleik asitler de kendi üzerlerine katlanıp iki sarmallı bölgeler oluşturabilir. DNA genelde çift sarmallı olmakla beraber bazı virüslerin içerdikleri DNA tek zincirlidir. RNA molekülleri de genelde tek zincirden oluşmakla beraber bazı virüslerin içinde çift sarmallı RNA bulunur. Nükleik asit zincirindeki şeker ve fosfat grupları değişimli olarak birbirine bağlıdır, oksijen atomlarının paylaşılmasıyla oluşan bu bağlara fosfodiester grubu denir. Fosfat grupları şeker molekülünün 3' ve 5' karbon atomlarına bağlıdır. Azotlu bazlar pentoz halkasının 1' karbonuna bağlıdır. Çift sarmallı nükleik asitlerde şeker-fosfatlı zincirler silindirik yapının dışında yer alır, azotlu bazlar ise bu yapının ortasına doğru uzanarak birbirleriyle hidrojen bağları oluştururlar. Hidrojen bağı kurmuş her bir baz çiftindeki bazlardan biri pürin sınıfından, öbürü pirimidin sınıfındandır, bunların toplam uzunluğu sabittir. Genelde çift sarmalın genişliği onu oluşturan baz dizininden bağımsız ve sabittir. DNA'da adeninin her zaman timin ile, guanin de her zaman sitozin ile eşlidir. Bu baz çiftlerine "tümleyici bazlar" denir. Bu eşlenmenin gerçekleşmesi için iki zincir birbirlerine göre ters yönde akarlar. Yani iki sarmalın dizini iki satır olarak yazıldıklarında bir satırdaki dizin 5'-3' yönünde, öbür satırdaki ise 3'-5' yönündedir. Bu iki dizinden biri öbürünün tümleyici dizinidir. Baz eşlenmesinin bir diğer sonucu da iki zincirin birbirlerine sarılarak spiral merdiven gibi bir yapı oluşturmalarıdır. Bu çift sarmal genelde sağ el kuralına göre döner, bir dönmesinde 10 baz çifti vardır. James Watson ve Francis Crick DNA'nın bu üç boyutlu yapısını keşfedip 1962'de Nobel Tıp veya Fizyoloji ödülünü kazandılar. Nükleik asitlerin hücrede, bilgi depolama ve aktarımında önemli bir rol oynarlar. Dört temel taştan uzun polimerler oluşturabilmeleri, ayrıca bazların birbiriyle hidrojen bağı kurma özelliği, DNA'nın kendini ikilemesi, DNA'daki bilginin RNA'ya kopyalanması (transkripsiyon) ve diğer önemli hücresel süreçlerde kullanılır. Baz eşlenmesinin genetikte bilginin kopyalanması ve korunumunda çok önemli bir rol oynar. Hidrojen bağları, eşlenmiş bazları bir arada tutacak kadar güçlü, a
ncak iki nükleik asit zinciri ona etki eden çeşitli enzimler tarafından birbirinden kolaylıkla ayrılabilecek kadar zayıftır. Örneğin, DNA polimeraz enzimi tarafından katalizlenen DNA'nın kopyalanmasında iki zincir birbinden ayrılır, ve her bir bazın karşısına onu tamamlayıcı bazı içeren nükleotid yerleştirilerek yeni bir zincir oluşturulur. DNA'daki bilginin RNA'ya kopyalanması da benzer bir mekanizmayla gerçekleşir. Baz eşlenmesinin hücreye sağladığı bir diğer fayda, çift sarmalda bilginin iki kopya olarak saklı olmasıdır. DNA kopyalamasında meydana gelebilen hatalar bu sayede hücredeki hata kontrol mekanizmaları tarafından algılanıp tamir edilir. DNA molekülünün çift sarmal yapısının aksine RNA, tek zincirli olmasından dolayı çok çeşitli şekiller alabilir. Bunları belirleyen, nükleotitlerinin diziliş sıralaması, yani dizinidir. Molekülün farklı bölgeleri tümleyici dizinlere sahipseler oralardaki bazlar birbirleriyle hidrojen bağları oluşturabilirler. Bu bölgelerdeki nükleotitler yapısal bir görev görürler, molekülün diğer kısımlarının ilmik veya saç firketesi gibi şekillere girmelerini sağlarlar. Karmaşık üç boyutlu şekiller oluşturabilmek RNA'nın başka moleküllerle etkileşiminde ve katalitik işlevlerinde önemlidir. Bazı RNA molekülleri bir iskelet görevine sahiptir, çok sayıda proteinden oluşmuş komplekslerin bir araya gelmesi ve beraber kalmalarını sağlar. Bir örnek, protein sentezinde görev alan taşıyıcı RNA (tRNA) molekülleridir, bunların kendilerine has şekilleri hem ribozomdaki enzimler ve rRNA tarafından tanınmalarını sağlar hem de taşıdıkları aminoasitin ribozom üzerinde doğru noktaya yanaşmasını sağlarlar. RNA molekülleri enzim gibi çalışabilirler. Bu moleküllerin üç boyutlu yapıları öyledir ki içerdikleri bazların reaktif grupları bir kimyasal reaksiyonu katalizleyebilecek bir konumdadır. Bazı mRNA molekülleri bu şekilde kendi kendilerini kesme özelliğine sahiptirler. Ribozomlardaki ribozomal RNA (rRNA) molekülü de aminotransferaz reaksiyonunu katalizleyerek protein sentezinin gerçekleşmesini sağlar. DNA ve RNA'nın içerdiği bazı dizinler DNA ve RNA'yı okuyan enzimlerin işleyişine etki edebilirler. Bu dizinleri tanıyan bir protein doğrudan oraya bağlanabilir. Bunun gen ifadesine etkisi duruma göre olumlu veya olumsuz olabilir. Mesajcı RNA (mRNA) durumunda, kendisiyle baz eşleşmesi yaparak oluşabilen çift sarmallı bir yapı ya bir proteinin ona bağlanmasına neden olabilir, ya da, aksine, üzerinde ilerlemekte olan bir ribozomun ondan ayrışmasına neden olabilir. MikroRNA (miRNA) adı verilen kısa RNA'lar ise mRNA ile eşleşerek çift sarmallı bir yapı oluşturur, bu da o mRNA'nın proteine çevirisini engeller. NCBI Books üzerinden Biochemistry, 5th ed. Berg, Jeremy M.; Tymoczko, John L.; and Stryer, Lubert nükleik asitlerle ilgili bölümler. Henry Jackson Cemiyeti Henry Jackson Cemiyeti (Henry Jackson Society) İngiltere'de Cambridge Üniversitesi Peterhouse Koleji'nde, herhangi bir parti ile bağı olmayacak şekilde Mart 2005'de kurulmuş bir siyasi cemiyettir. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere, pek çok ülkenin siyaset, bürokrasi ve akademi dünyalarından tanınmış isimleri bir araya getirmektedir. Cemiyet ismini eski ABD Demokrat Parti senatörü Henry M. Jackson'dan (1912-1983) almaktadır. Senatörün sağlığında savunduğu görüşler paralelinde, cemiyet, liberal demokrasinin bütün dünyada (gerekirse askeri müdahalelere başvurularak; cemiyet içinde kullanılan terim proaktif yaklaşımdır) yaygınlaştırılması gerektiğini savunan, ve bu arada da İngiliz liderliği altında Avrupa askeri modernizasyonunun ve bütünleşmesinin sağlanması yolunda çaba gösteren bir çizgiye sahiptir. Bu amaçlara dönük araştırmalar yürütmektedir. Bir araya getirdiği bazı kimselerin özgeçmişlerinden ve şöhretlerinden ötürü, Cemiyet muhalif çevrelerce fare yuvası (rat's nest) olarak tanımlanmaktadır. Aşağıdaki isimlerden oluşmaktadır: 1993-2002 yılları arasında Lockheed-Martin şirketi Silah Üretim Bölümü'nün başkan yardımcılığını yapmıştır. Vaşington'da yerleşik Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations) ve Londra'da yerleşik Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (International Institute on Strategic Studies) gibi etkili (ve tartışmalı) lobi (think-tank) kuruluşlarının üyelerindendir. Yine etraflarında tartışmaların cereyan ettiği, Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (Project for the New American Century), Irak'ın Hürriyete Kavuşturulması Komitesi (Committee for the Liberation of Iraq) ve Geçiş Dönemi Demokrasileri Projesi (Project for Transitional Democracies) gibi kuruluşlarda başkanlık yapmış ve yapmakta, projeler hazırlamaktadır. En öndegelen Amerikalı neocon akademisyenlerdendir. Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (Project for the New American Century) kurumunun kurucu üyelerindendir. Eski A.B.D. Dışişleri Bakanı George P. Schultz'un (görev dönemi 1984-1985) konuşma metinleri başyazarlığını yapmıştır. Tanınmış Carnegie Uluslararası Barışa Destek (Carnegie Endowment for International Peace) kurumunun yönetici üyelerindendir. A.B.D. neocon hareketinin kurucularından Irving Kristol'un oğlu olup, kendisi de neoconların en öndegelen isimlerindendir. Başkan Bill Clinton'un A.B.D. Sağlık Reformu Paketi girişimini 'öldüren' isim olarak bilinir. Uluslararası medya kralı Rupert Murdoch destekli neocon yayın organı The Weekly Standard'ın yazı işleri müdürü ve başyazarıdır. Başkan George W. Bush'un konuşma metinlerinde danışmanlığını yapmıştır ve yapmaktadır. Eski Litvanya Cumhurbaşkanı, halen Avrupa Parlamentosu üyesi (AP Dış İlişkiler Komisyonu'nda yer almaktadır) ve tanınmış bir muhafazakar akademisyendir. Aralık 2005'de, Ermeni 'soykırım' iddialarını destekleyen bir kararın (bu ülkenin Türkiye ile herhangi bir sorunu veya taraf pozisyonu olmamasına karşın) Litvanya Parlamentosu'ndan çıkmış olmasında rolü bulunduğu iddia edilmiştir. A.B.D. Cumhuriyetçi Parti teşkilatının öndegelen isimlerindendir. 11 Eylül saldırıları ndan sonra terörle mücadele araştırmaları yürütme amacıyla kurulan Demokrasi Müdafaa Vakfı (Foundation for the Defense of Democracies) ve A.B.D.'nin en köklü (1950'de kurulmuş) muhafazakar, antikomünist ve militarist kuruluşlarından olan Mevcut Tehditler Komitesi (Committee on the Present Danger) kurumlarının başkanıdır. Amerikan muhafazakar lobi kuruluşu (think-tank) Hoover Institution, üçüncü dünya ülkelerinde 'demokrasi'nin geliştirilmesi için fonlar sağlayan Ulusal Demokratik Enstitü (National Democratic Institute), Carnegie Uluslararası Barışa Destek (Carnegie Endowment for International Peace) gibi kurumların üst düzey yönetici üyelerindendir. 2003 Gürcistan Gül Devrimi, 2004 Ukrayna Turuncu Devrimi, 2005 Kırgızistan Lale Devrimi olaylarında bu ülkelerin muhalif gruplarına milyonlarca Dolar aktardığı suçlamalarına hedef olmuş Ulusal Demokrasiye Destek (National Endowment for Democracy) kurumunun öndegelen isimlerindendir. Gençliğinde (1968-1973) A.B.D. Genç Sosyalist Birliği'nin (Young People Socialist League) başkanlığını yapmış olmakla birlikte, sonradan 'dönerek' günümüzde neocon hareketinin öndegelen akademisyenlerinden biri haline gelmiştir. Demokrat ağırlıklı ünlü Brookings Kurumu'nun (Brookings Institution) muhafazakar kesimdeki karşılığı olarak görülen Amerikan Girişimcileri Kamu Politikaları Araştırma Enstitüsü (American Enterprise Institute for Public Policy Research) ve Vaşington Yakındoğu Politikaları Enstitüsü (Washington Institute on Near East Policy) gibi lobi (think-tank) kuruluşlarının bünyesinde çalışmaktadır. Kamuoyunda 'Karanlıklar Prensi' ismiyle ün yapmıştır. Başkan Ronald Reagan döneminde A.B.D. Savunma Bakanı Yardımcısı olarak, 1997-2004 arasında da A.B.D. Savunma Bakanlığı'na bağlı bir resmi kuruluş olan Savunma Politikaları Kurulu Tavsiye Komitesi (Defense Policy Board Advisory Committee) bünyesinde (2001-2004 arasında Komite Başkanı sıfatıyla) görev yapmıştır. Neocon felsefenin uluslararası alanda en önemli isimlerinden biri kabul edilir. 1970'li yıllar da bizzat Senatör Henry Jackson'un yanında çalışmış ve yetişmiştir. NATO Supreme Allied Commander Atlantic; Commander-in-Chief of U.S. Atlantic Command, sıfatıyla görev yapmış, sonrasında da Orta Asya ile ilgili konularda A.B.D. Savunma Bakanı özel danışmanı olarak çalışmıştır. Halen Savunma Politikaları Kurulu üyesidir. Ayrıca, 2001'den günümüze Başkan George W. Bush dönemi ile birlikte en üst düzey A.B.D. yöneticileri ile çıkar ilişkileri dolayısıyla gündemde yer edinen, dünyanın en büyük inşaat şirketi ve A.B.D.nin 6. büyük özel sektör kuruluşu Bechtel Grubu'nun Avrupa, Afrika, Orta Doğu ve Güneydoğu Asya'dan sorumlu yönetim kurulu başkan yardımcısıdır. Eski CIA Direktörüdür (1993-1995). Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (Project for the New American Century) lobi (think-tank) kuruluşunun kurucu üyelerinden (1997'den günümüze), Demokrat ağırlıklı Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi (Center for Strategic and International Studies) lobi (think-tank) vekillerindendir. Ayrıca dev güvenlik danışmanlığı şirketi Booz Allen and Hamilton'un global stratejik güvenlikten sorumlu yönetim kurulu başkan yardımcılığını yapmaktadır. Dresden Bombardımanı Dresden Bombardımanı, Almanya'nın Dresden şehrinin 13 Şubat ile 15 Şubat 1945 arasında Amerikan Hava Kuvvetleri ve Kraliyet Hava Kuvvetleri tarafından bombalanması, II. Dünya Savaşı'nın tartışmalı olaylardan biridir. II. Dünya Savaşı'nın sonuna varılıyordu. Müttefik Kuvvetler Komutanlığı, Sovyet birliklerinin doğudan ilerleyişini kolaylaştırmak amacıyla, Alman stratejik ve lojistik bölgelerini bombalamak ve Alman kuvvetlerine ikinci bir sorun vermek istiyordu. Bunu gerçekleştirmek üzere, hedefler seçildi. Hedefler arasında Berlin ve etrafındaki askeri mühimmat fabrikaları dışında pek stratejik önemi olmayan tarihi Dresden şehri de vardı. 13 Şubat'ta başlayan saldırı, 15 Şubat'a kadar devam etti. Saldırı sona erdiğinde, Dresden tamamen yerle bir olmamıştı. Ancak, Müttefikler'in kullandığı bombalar arasında fosfor bombası da bulunmaktaydı. Bu yüzden, Dresden şehri bombalanma sona er
dikten sonra günlerce yandı ve tahrip edildi. 28.410 binadan 24.866'sı yok oldu. Ayrıca insan kaybı düşük tahminlere göre 35,000, yüksek tahminlere göre ise 135,000'i aşıyordu. Dresden Tarih Komisyonu'nun 5 yıl boyunca arşivlerde, mezarlıklarda ve resmî belgelerde yaptığı araştırmanın raporunu 2010'un mart ayında yayınladı. Komisyonun raporuna göre ölü sayısının 25.000'den fazla olduğu açıklandı. Gri Takım Gri Takım, Metal Fırtına kitabında yer alan, devlet için çalışan kurgusal bir yeraltı haber alma örgütüdür. Metal Fırtına dizisinde sürekli adı geçen Gri Takım,Washington'u yok etmek, Sir Eli'yi ortadan kaldırmak, İsrail'i vurmak ve Atatürk'ün naaşını kurtarmak gibi eylemleriyle dikkat çekmektedir. En iyi ajanları Gökhan Birdağ ve Mert Han ve Koray(Kızıl şaman)'dır. Naim Talu Mehmet Naim Talu (22 Temmuz 1919, İstanbul - 15 Mayıs 1998, İstanbul), Türk bürokrat ve siyasetçi. Türkiye Cumhuriyeti eski başbakanı. Kabataş Erkek Lisesi'nden mezun olduktan sonra 1943 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ni bitirdi. Bir süre Sümerbank’ta çalıştıktan sonra 1946 yılında T.C. Merkez Bankası'na geçti. 1966 yılında vekaleten Genel Müdürlük yaptığı bu kuruluşta 1967 yılında asaleten Genel Müdür oldu. 1970 yılında Merkez Bankası'nın yeniden örgütlendirilmesi üzerine Bankanın ve İdare Meclisinin Başkanlığına getirildi. 2. Erim Hükûmeti'nde Ticaret Bakanı olarak siyasi hayata girdi. Melen Hükûmeti'nde de yerini korudu. 1972 yılında Ticaret Bakanı iken, zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından Senato üyeliğine atandı. Melen Hükûmeti çekilince Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Adalet Partisi'nin ortak adayı olarak 36. Türkiye Hükûmeti'ni kurdu. 1973 seçimleri sonucunda hiçbir partinin tek başına hükûmet kurmak için yeterli çoğunluğu sağlayamaması üzerine Şubat 1974 tarihine kadar işbaşında kaldı. Bülent Ecevit başkanlığında Cumhuriyet Halk Partisi – Millî Selamet Partisi koalisyonunun gerçekleşmesi üzerine görevi Bülent Ecevit'e devretti. 1976 yılında Kontenjan Senatörlüğü sona erdi. 15 Mayıs 1998 taarihinde İstanbul'da vefat etti. Mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı'ndadır. İngilizce bilmekte olup, evli ve 2 çocuk babasıydı. Kış Olimpiyat Oyunları Kış Olimpiyatları, Uluslararası Olimpiyat Komitesi (UOK) tarafından organize edilen ve 4 yılda bir önceden seçilen bir şehirde yapılan spor oyunları organizasyonudur. Yaz oyunlarının aksine kayak ve buz hokeyi gibi kar ve buz üzerinde yapılmaya müsait sporları içerir. Oyunlar 2002 yılında Salt Lake City'de (ABD) yapılmıştır. 2006 Torino (İtalya) Oyunları ise 10 Şubat 2006 tarihinde yapılan açılış töreni ile başlamış ve 17 gün boyunca süren müsabakalar sonunda sonuçlanmıştır. Oyunları 2014 yılında yapma hakkı UOK tarafından Rusya'nın Soçi şehrine verilmiştir. 2018 yılında ise Kış Olimpiyatları Güney Kore'de Pyeongchang şehrinde düzenlenecektir. Kerkük Kerkük (Arapça: كركوك; Kürtçe: که‌رکووک Kerkûk), Irak'taki Kerkük ilinin başkenti olan şehirdir. Ülkenin başkenti Bağdat'ın 236 km kuzeyinde, Erbil'in 83 km güneyinde, Musul'un 149 km güneydoğusunda, Süleymaniye'nin 97 km batısında, Tikrit'in 116 km kuzeydoğusunda yer almaktadır. Günümüzde şehrin büyük çoğunluğu Kürtler, Araplar ve Türkmenler'den oluşmaktadır. Eski Asur başkenti Arrapha bölgesinde yer alan Kerkük, 5000 yıllık harabeleri üzerinde, Khasa nehri yanında yer alır. Arrapha, MÖ 10 ve 11. yüzyıllarda Asurlular döneminde çok büyük bir öneme kavuşmuştur. Stratejik ve coğrafik önemi nedeniyle şehir, üç imparatorluk için adeta bir savaş meydanıydı; Asur imparatorluğu, Babil ve Med imparatorlukları, ki hepsi şehri belirli zamanlarda yönetmişlerdir. Kerkük çok geniş bir şekilde yayılmış ve karışmış bir nüfusa sahiptir. Osmanlı döneminde şehir merkezi çoğunluğunu Türkler oluşturuyordu, Kürtler de taşranın çoğunluğunu oluşturuyordu. Şehir özellikle 20. yüzyılda daha dramatik değişimler deneyimlemiştir. Kürtler, Türkmenler ve Araplar bu bölgeye dair sahiplik iddialarında bulunmakta ve iddialarını destekleyecek tarihi bilgi ve verilere sahip olmaktadırlar. Tarihi olarak, şehir her zaman Kürtler ve Türkmenler tarafından kültürel bir başkent olarak atfedildi. 2010'da Irak Kültür Bakanlığı tarafından Irak kültürünün başkenti olarak isimlendirildi. Şehirde günümüzde etnik kökeni Kürt, Türkmen, Arap ve belirli ölçüde Süryani olan insanlar yaşamaktadır. IŞİD'in Kuzey Irak Taarruzu sonrası Irak ordusunun çekilmesi üzerine Kerkük, Kürdistan Bölgesel Yönetiminin kontrolüne geçmiştir. Arkeolojik Jarmo Kalesi ve Yorgantepe alanları da modern şehrin dışında bulunmaktadır. Kerkük'un mimarisi Birinci Dünya Savaşı'nda ve Irak Savaşı'nda ağır hasarlar görmüştür. 2007 raporlarına göre, 18 adet kutsal sayılan yer harap edilmiştir. Bunların 10'u Kerkük ve güneydedir." Şeref (din) Dini anlamda şeref, insan olma erdemlerinin tümüne sahip olmaktır. İyilik, doğruluk, merhamet, yardımseverlik, affedicilik, adil olmak, sözünde durmak ve birçok erdem, dini anlamdaki şeref denen insan olma niteliğini meydana getirir. İnsan erdemlerinin biri dahi eksik olsa o insan için şerefli insan denemez. Peygambere göre de kişinin gece ibadetidir. Realpolitik Realpolitik, herhangi bir ideale veya kurama bağlanmaksızın tamamiyle mevcut gerçeklere uyum sağlayarak amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmak anlamında kullanılan Almanca terimdir. Realpolitik kelimesi bir dış politika kavramı olarak İngilizce ve Türkçe de dahil olmak üzere tüm dillere geçmiştir. Bu politikayı uygulayanlar kendi ülkelerinin çıkarlarını amansızca korurlar ve karşılarındakilerden de bunu beklerler. Bismarck'ın Alman birliğini sağlamak için izlediği politika realpolitikin en bilinen örneğidir. Günümüzde realpolitikayı en yoğun biçimde uygulayan devlet ABD'dir. Realpolitik, güçlü devletlerin politikası olmanın yanı sıra, iç kamuoyu baskısından da uzak olmayı gerektiren bir politika türüdür. İç kamuoyu baskısı (örneğin insan hakları örgütleri, yeşiller vb.) devletin çıplak ulusal çıkarlarının tek güdü olmasını engellemektedir. Gilraen Gilraen, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir karakter. Arathorn oğlu Aragorn'un annesi. ""Sarışın Gilraen"" diye de tanınır. Üçüncü Çağ 2907 yılında doğmuştur. Babası Dirhael'dir. Annesi Ivorwen 'dir. Dúnedain reisi olan Arador'un trollerle savaşırken öldürülmesinin ardından, Arador oğlu Arathorn'la evlenmiştir. Babası Dirhael bu evliliğe karşıydı. Çünkü Arathorn, Gilraen'den çok büyüktü. Annesi ise tam tersine bu evliliği onaylayıp şöyle söylüyordu; "Evlenmeliler çünkü bunlardan doğacak olan çocuk çağlar boyu soyumuzu devam ettirecektir ve kızımız bir Dúnedain reisi ile evlendiği için hep adı tarihte yazılı kalacaktır..." Eldarion Eldarion, Tolkien evreninde kurgusal bir kahraman. Arathorn oğlu Aragorn ve Arwen Undomiel'in oğulları. Dördüncü çağın muhtemelen 20. yılında doğmuş ve 220. yılında ölmüştür. Babasının ölümünden sonra Gondor ve Arnor Birleşik Krallığı'nın (Gondorun) Son Yüksek Kralı olmuştur. Kendisini gelecekte kral yapacak olan Aragorn ve Arwen'in oğulları olması gerçeği dışında hayatı hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmez. Rohan ile iyi ilişkiler içinde geliştirmiş ve babasının başlattığı Osgiliath şehrinin yapımını tamamlamıştır. Muhtemelen Osgiliath'ın yok edilmesinden sonra Minas Tirith'e taşınan krallığın tahtını tekrar Osgiliath'a taşımıştır. Eldarion kelimesinin anlamı "Eldar'ın çocuğu" dur. İki kız kardeşi vardır. Tolkien'in kullanmamasına rağmen "Eldarion Telcontar" ismini kullanmış olduğunu düşünmek mantıklıdır. Telcontar Aragorn'un kraliyet isimlerinden biridir ve Elf dilinde "Yolgezer" anlamındadır. Eldarion birkaç Elf kraliyet ailesinin soyundan gelmektedir. Elrond'un torunu ve anneannesi Celebrían dolayısıyla Galadriel'in torununun çocuğudur. Yarı-Elf olan annesi Arwen dolayısıyla Numenorluların atası sayılan Earendil'in soyundandır. Babası dolayısıyla da Batı'nın Büyük Kralları soyundandır. Kök boya Özellikle, kilimleri boyamak için dağlardaki bitki köklerinden elde edilen boyalardır. En çok kullanılan çeşitleri; Cahit Uçuk Cahit Uçuk asıl adı Cahide Üçok, (d. 7 Ağustos 1911, İstanbul - ö. 7 Kasım 2004 İstanbul) Türk hikaye ve roman yazarı. Babası son Osmanlı Meclis-i Mebusanında Siverek Milletvekili ve Kaymakam olan İbrahim Vehbi Üçok ve annesi aslen Selanik'li olan Hadiye hanımdır. Üçok, ailesinin ilk çocuğudur. Adına Cahit denilmesinin nedeni ise; babasının Hüseyin Cahit Yalçın ile olan yakın dostluğu ve ona karşı olan sevgisi nedeniyleydi. Çocukluğunda babasının görevinden dolayı, üçbuçuk yılını Hekimhan'da geçirmiş daha sonra ise Alanya'ya taşınmışlardır. Cahit, çocukluğunda caz şarkıları söylemeyi de çok seviyordu. Birçok denemeler yapan Cahit'in ilk masalı, 1935 yılında Nâzım Hikmet'in çıkardığı Yarım Ay isimli dergide yayımlandı. Öncesinde şiirde yazan Cahit hanım, bundan sonra tamamen hikâye ve roman yazımına yöneldi. Eserlerinde çoğunlukla kadın hakları ve kadının toplumdaki yeri konularını işleyip, zaman zaman mistik temaları da işlemiştir. Cahit Uçuk, gerek romanlarının konuları, gerekse sıcak ve rahat anlatımı ile tanınan ve her zaman sevilerek okunan bir yazardı. Babıali'de ve Anadolu'da yayımlanan günlük gazete ve dergilere, piyes, masal, hikâye ve roman tefrikaları yazmıştır. Sayıları her yıl artan roman ve hikâye kitaplarından başka, çok sevdiği çocuklar için de romanlar, öyküler, masallar, manzum masallar yazdı. Ona en güzel armağanı da, çocuklar için yazdıkları getirmiştir. Dünyanın ünlü çocuk klasikleri "İkizler" serisinin yirmi sekizinci kitabı olan "Türk İkizleri" ile Hans Christian Andersen armağanını kazanmış, bu kitabı, İngilizce dahil olmak üzere birkaç dünya diline çevrilmiştir. Cahit Uçuk, yazar Mahmut Yesari ile kısa bir evlilik yapmıştır. Daha sonra Galatasaraylı futbolcu "Cici Necdet" ile on yıl süren ikinci bir evliliği olmuştur. Uçuk, hayatı boyunca dört defa evlilik yapmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın yazarlarından Cahit Uçuk, 7 Kasım 2004'de İstanbul Bebek’teki evinde 93 yaşında öldü. Zincirli
kuyu Mezarlığı'nda yatıyor. Retikülosit Retikülosit, genç, olgunlaşmamış (immatür) eritrosit (alyuvar) hücreleri. İnsan vücudundaki eritrositlerin yaklaşık %1'ini oluştururlar. Kemik iliğinde oluşur ve olgunlaşırlar. Çeşitli boyalarla boyandığında mikroskop altında belirginleşen, çekirdek artığı olduğu sanılan, retiküler bir RNA ağına sahiptirler. Retikülosit olarak adlandırılmalarının nedeni budur. Olgun eritrositlerde (alyuvarlarda) çekirdek yoktur. Normal Romanowsky boyaları ile boyandığında diğer eritrositlere oranla daha mavimsi gözükürler. Ayrıca retikülositler diğer eritrositlere oranla biraz daha büyüktürler. Kandaki normal retikülosit yüzdesi %0.2-%2.0 arasında değişir. Retikülosit sayısı kemik iliği etkinliğine (aktivitesine) dair bir gösterge olabilir. Eritrosit üretiminin arttığı durumlarda retikülosit sayısı ve yüzdesi artar. Örneğin hemolitik anemi veya orak hücre anemisinde. Retikülositlerdeki artışa retikülositoz denir. Kemoterapi, aplastik anemi ve pernisyöz anemide ise retikülositlerde düşüş görülür. Retikülositoz Retikülositoz, retikülositlerin (olgunlaşmamış alyuvarlar) artışı durumuna verilen isimdir. Anemilerde genellikle rastlanılan bir durumdur. Retikülosit olgunlaşmamış (immatür) eritrosite (alyuvara) verilen isimdir. Retikülositler özellikle kaybolmuş kanın rejenerasyonunda (yeniden oluşumunda) görülürler. XMLHttpRequest XMLHttpRequest (XHR), aslında JavaScript ile sunulmuş bir UPA'dır. Web sitesinin eş zamanlı olarak arka planda çalışan olaylarını takip eder. XML CSS ve JavaScript ile sonucun anında görülmesini sağlar. XMLHttpRequest, istemci tarafında çalışır. Birden fazla asenkron Web sayfasına "" ve yenileme yapmadan istekte bulunabilir ve gelen cevapları istekte bulunanlara iletir. Lenfoblast Lenfoblast, ("ilkel lenf hücresi"), olgunlaşmamış (immatür) lenfosittir. Lösemide kontrolsüz biçimde çoğalırlar. Ayrıca, lösemide ""blast"" sözcüğü (kısa isim olarak) çoğu zaman lenfoblastlar için kullanılır. Lenfoblastlar 12-20 µm çapındadırlar. Çekirdek / sitoplazma oranı yaklaşık 4:1'dir. Sitoplazmaları genellikle agranüler (granülsüz) ve bazofiliktir (bazik boyalara afiniteli). Mevlânâ Müzesi Mevlana Müzesi, Konya'da bulunan, eskiden Mevlâna'nın dergâhı olan yapı kompleksinde 1926 yılından beri faaliyet gösteren müzedir. "Mevlana Türbesi" olarak da anılır. (Yeşil Kubbe) denilen Mevlana'nın türbesi dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine yapılmıştır. O günden sonra yapı faaliyetler hiç bitmemiş, 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan eklemelerle devam etmiştir. Osmanlı sultanlarının bir kısmının Mevlevi tarikatından olması Türbe'ye özel bir önem verilmesini ve iyi korunmasını sağlamıştır. Müze alanı bahçesi ile birlikte 6.500 m² iken, yeri istimlak edilerek Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır. Müzenin bahçesinde yer alan I. Selim tarafından yaptırılan şadırvanın göbeğinin Germiyanoğulları Beyliği tarafından hediye edildiği söylenir. Ücretsiz olmadan önce,bağlı bulunduğu Kültür Bakanlığı'na en çok gelir getiren ikinci müzeydi. (Birinci Topkapı Sarayı müzesi.) Mevlana hakkında menkıbelerin anlatıldığı Ahmed Eflaki'nin kitabı "Arifler'in Menkıbeleri"nde Mevlana'nın babası için türbe yaptırmak isteyen devrin sultanına "gök kubbeden daha görkemlisini yapamayacağınıza göre zahmet etmeyin" dediği rivayeti yer alır. Türbe, Mevlana'nın ölümünden sonra inşa edilmiştir. Kefir Kefir, çok eski yıllardan beri özellikle Kafkasya bölgesinde yapılan, bugün ise Avrupa ve Amerika ülkelerinde ticari amaçla üretilen süt asidi ve alkol fermantasyonu yardımıyla yapılan köpüklü, koyu kıvamlı (yoğurt kıvamında), hafif ekşimsi fermente bir süt ürünüdür. Kefir, beyazımtrak renkte, karnabaharı andırır biçimde ve genellikle bezelye veya fındık büyüklüğünde tanelerden oluşmuştur. Kefir tanesinde; Torula mayaları, Saccharomyces sp., Lactococcus spp., Lactobacillus spp.,Leuconostoc spp gibi mikroorganizmalar bulunur. Bunların faaliyeti sonucu süt asidi, etil alkol ve karbondioksit meydana gelir. Kefir tanesi içerisinde bulunan mikroorganizmalardan bazıları süt şekerini parçalayarak süt asidi oluştururlar ve süt pıhtılaşır. Mikroorganizmalardan bazıları ise karbondioksit ve etil alkol meydana getirirler. Fermantasyon sonucu "kefir" adı verilen hafif ekşimsi, köpüklü, alkollü ve yoğurt kıvamında bir süt içkisi ortaya çıkar. Kefir yapımında inek, koyun, keçi, manda sütleri yağlı veya yağsız olsun kullanılabilir. Eski Orta Asya'da çok kullanılan kefire, günümüzde bilhassa Kafkasya'da rastlanmaktadır. Çeşitli yayınlarda kefirin iştahsızlık, uykusuzluk, verem ve böbrek hastalıklarında, bronşit ve astımda, egzama Dış deri yırtılmaları ve çatlaklar tedavisinde kullanıldığı belirtilmektedir. Alâeddin Yavaşca Alâeddin Yavaşca, (d. 1 Mart 1926; Kilis), Türk tıp doktoru ve Klasik Türk müziği sanatçısı. 1951 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp fakültesini bitirdi ve Haseki Hastanesi 1. Kadın Doğum Mütehassısı olarak mesleki görevine başladı. 1985 yılından başlayarak, hekimlik görevini bıraktığı 1990 yılına kadar Haseki Hastanesi Başhekimliğini yaptı. Prof. Dr. Alâediin Yavaşca'nın musiki hayatı, daha 8 yaşındayken Batı musikisi keman dersleri ile başlamıştır. İstanbul'a gittikten sonra, Sadettin Kaynak, Münir Nurettin Selçuk, Dr.Suphi Ezgi, Hüseyin Sadeddin Arel, Zeki Arif Ataergin, Nuri Halil Poyraz, Refik Fersan, Mesut Cemil, Ekrem Karadeniz, Süleyman Ergüner, Dr. Selahaddin Tanur gibi üstadlardan istifadeler sağlamış, İstanbul Belediye Konservatuvarı İleri Türk Müziği Konservatuvarı, İstanbul Üniversitesi Korosu gibi kuruluşlarda icra kabiliyetini ve musiki bilgisini geliştirdikten sonra 1950 yılında açılan imtihanı kazanarak İstanbul Radyosunda solist icracı olmuş, zamanla Türkiye Radyolarında ve TRT bünyesinde Danışma, Denetleme ve Repertuar kurullarında önemli görevler almış, 1967'den bu yana solistliği yanında koro yöneticiliği de yapmıştır. Türk Musikisinde, Devlete bağlı ilk Konservatuvarının kurucuları arasında yer almış, 1976'dan itibaren Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nın Yönetim Kurulunda ve öğretim kadrosunda çalışmıştır. Konservatuvar, YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) yasasıyla İstanbul Teknik Üniversitesine bağlandıktan sonra 1990'da İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Profesörlüğüne atanmış ve Ses Eğitimi Bölüm Başkanlığı'na getirilmiştir. Onur Akay, Bekir Ünlüataer ve Umut Akyürek gibi genç neslin başarılı Türk sanat müziği sanatçılarının da hocasıdır. İcracılığı yanında 140 civarında beste, semai, şarkı, çocuk şarkıları, çeşitli saz eserleri (peşrev, saz semai, medhal, etüd), dini sahada da mevlevi ayini ve ilahi formunda besteleri vardır. 1950'li yıllardan bu yana yurt içi ve yurt dışı birçok konserler vermiştir. Yurt dışı konserler için iki defa Amerika Birleşik Devletleri'ne davet edilmiş ve 5 konser vermiştir. 1988 yılında BBC'nin, Londra Queen Elizabeth Hall'da tertiplediği 'Müzik Festivali'ne davet edilmiş, orada da 3 konser, ayrıca Almanya'da Berlin, Köln, Hamburg ve Aachen'de muhtelif konserler vermiştir. Dr. Alâeddin Yavaşca'nın bir uzun çaları (LP), 25 adet 78'lik plağı, 15 adet 45'lik plağı mevcuttur. Kendisine 1991 yılında 'Devlet Sanatçısı' unvanı verildi. Ayten Yavaşca ile evlidir. Dr. Alâeddin Yavaşca YÖK tarafından İ.T.Ü. TSM Devlet Konservatuvarı'na Profesörlüğe atandı. Bunlar dışında, çeşitli Lions ve Lioness Dernekleriyle Rotary Kulüplerinde, Türk-Alman Dostluk Derneğinde, Türk-Amerikan Üniversiteliler Derneğinin yapmış olduğu konuşmalardan aldığı ödüller vb., 1990 Yavaşca, 10 Ekim 1991'de Devlet Sanatçısı olarak ödüllendirildi. Burhan Haldun Dağı Burhan Haldun Dağı Moğolistan'ın Hentiy eyaletinde bulunan ve Moğollar için kutsal sayılan dağlardan biridir. Cengiz Han'ın buraya gömüldüğü kuvvetli bir ihtimal olarak görülmektedir. Budist olan Moğollar ve Türki kavimler Buda'yı "burhan" olarak adlandırmaktaydı, bu sebeple bu dağın isminin "Sonsuz Buda" anlamına geldiği söylenir. Moğol İmparatoru Cengiz Han'ın seferlere çıkmadan önce buraya gelip dua ettiği rivayet edilir, aynı zamanda mezarının bu dağa yakın bir yerde olduğu sanılmaktadır. Ayrıca Cengiz Han'ın babası Yesügey Bahadır öldüğünde, henüz 9 yaşındaki Cengiz Han'a miras kalan 9 tuğlu sancağı ele geçirmek için Cengiz Han'ı öldürmek isteyen Targutay Kriltuh ve onu destekleyenlerin eline 9 tuğlu sancağı geçirmek istemeyen Cengiz Han 4 gün boyunca bu dağda sadece atıyla birlikte kalmıştır. 4 gün atının kanını içerek beslenmiş, dağdan çıkmak istediği her günde bir engelle karşılaşmış ve bunu tanrıların gösterdiği işaretler olarak yorumlayıp dağdan inmemiştir. Açlıktan ölmek üzere olduğunu düşünen ve artık "Sonu ne olursa olsun" demeye başlayan Cengiz Han, atıyla birlikte dağdan bir patikayı takip ederek inerken yakalanıp esir alınmıştır. Esirlikten kurtulduktan sonra da beyliğini bu dağın yamacına kurmuş ve her sabah düzenli olarak dağa çıkarak dua etmiştir. Öldükten sonra bu dağlara gömülmek istediğini, vasiyet olarak kendisinden 2 yaş küçük ve hanlığı boyunca en rütbeli komutan olan kardeşi Kassar'a bildirmiştir. Burgada daglarından çaylar doğardı. Başlıcaları Baykal Golüne dökülen Tula, Büyük Okyanusa dökülen Onan ve Kerulan ırmaklarıdır. = Kaynakça == Elegeş Yazıtları Elegeş Yazıtları ya da Elegest Yazıtı, MS 650'li yıllarda dikilmiş ve Elegest Irmağı vadisinde bulunmuş olan bir Göktürk yazıtıdır. Orhun Yazıtları’ndan yaklaşık 100-150 yıl önce yazılmışlardır. İlk yayınlarda "Elegeş Yazıtı" olarak anılan bu yazıt 1888 yılında Elegest Irmağı vadisinde, ırmağın sol kıyısında bulunmuştur. Yazıt, 1891 yılında Klements tarafından incelenmiş ve kopyalanmıştır. 1892 yılında da Oşurkov yazıtın estampajını çıkarıp Vasili Radlof’a vermiştir. Elegeş Yazıtı 1915'te Adriyanov tarafından Minusinsk Müzesi'ne getirtilmiş ve 19 numara ile kaydedilmiştir. Yazıt koyu gri renkte, 320 x 66 x 20 cm. ölçüsünde, üst kısmı dar, aşağıya doğru genişleyen, pürüzlü bir kum taşıdır. Taş üzerinde yukarıdan aşağıya doğru yarıklar ve çatlaklar vardır. Yazıtta uzun
lamasına yazılmış 12 satır vardır. Yazıtın alt kısmında ilk yayınlarda belli olmayan bir damga bulunmaktadır. Yazıtın taşı, 10 ayak (304,8 cm) uzunluğundadır. Pürüzlü olup boza çalan esmer kızılımtrak bir kum taşıdır. Taşın biçimi, yukarıya doğru darlaşır. Yukarıdan aşağıya doğru derin yarık ve çatlaklar vardır. Taşa önce birtakım şekiller yapılmış, sonra yazıt oluşturulmuştur. Elegeş Yazıtı, öteki Türk yazıtları kadar tanınmaz. Elegeş Yazıtı, Alp Urungu adlı bir Türk beyinin yazılı mezar taşıdır. Otuz dokuz yaşında ölen Alp Urungu, yazıtta halkından, oğlundan, devletinden, akrabalarından, sadağından (okluğundan) ve Türk kağanından ölüm nedeni ile ayrıldığı için üzüntülerini dile getirmektedir. Hüseyin Namık Orkun, 1940 yılında Elegeş Yazıtı’nı Türkiye’de yayınlamıştır. Yazıtın beşinci satırının ilk cümlesindeki söz () okuma ihtilaflarına yol açmıştır. Vasili Radlof, "Kört äl kan" ya da "Körtal-Chan"; Hüseyin Namık Orkun, “Kürt el kan” yani "Kürt elinin hanı"; Malov, “Kört äl kan al uruŋu” "krasivoye aloye znamya gosudarstva" şeklinde okumalar yapmıştır. Yazıttaki "Kört äl kan" ifadesini "Kürt el kan" yani "Kürt ilinin hanı" olarak okuması bazı araştırmacılar tarafından "Kürtlerin Türklüğü" tezlerinin kanıtı olarak gösterilmesine neden olmuştur. 1995’te Türkolog Talat Tekin, aynı ibareyi ‘Körtle kan’ olarak okumuştur. Yorumu şöyledir: "Kişi adı olması gereken ve öyle de olan ilk sözcüğün son sesi yazımda gösterilmemiştir." Bu nedenle Hüseyin Namık Orkun bu söz öbeğini yanlış olarak “Kürt el kan” okumuş ve yine yanlış olarak "Kürt elinin hanı" diye yorumlamıştır. Daha sonra Türk tarihi üzerinde çalışan bazı yerli ve yabancı araştırmacılar da bu okuyuş ve yorumu kabul ederek Kürtlerin bir Türk boyu olduğu kanısına varmışlardır. (Rasonyi, Kafesoğlu vb.) Orhun Alfabesi'nin, imlâ alışkanlıkları ve uygulamaları bakımından son sesi yazımda göstermemesi, açık hecedeki bu sesin olmadığını yani bu sözün “kürt” ya da “kört” olduğunu gösterebilir. Ek Okumalar: Erol Çakır Erol Çakır (d. 1943 Çankırı), Türk bürokrat ve siyasetçi. İzmir ve İstanbul eski valisi. İlk ve Orta tahsilini Çankırı'da yaptıktan sonra 1965 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Mezuniyetten hemen sonra İçişleri Bakanlığı'nda göreve başladı. Sırasıyla Bayramiç, Kulu, Suruç ve Güdül İlçelerinde Kaymakamlık görevlerinin ardından 1978 - 1979 döneminde Devlet Lisan Okulunu bitirdi. Mülkiye Müfettişliği, Teftiş Kurulu Başkan Yardımcılığı, İçişleri Bakanlığı Genel Sekreterliği, Rize, Muğla, Bursa Valilikleri, Merkez Valiliği, İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı görevlerinde bulunan Erol Çakır, 24 Temmuz 1997 tarihinde İzmir Valiliği görevine başladı. 6 Ağustos 1998 tarihinde de İstanbul Valiliğine atandı. 16 Şubat 2003 tarihinde görevini Muammer Güler'e devretti. Vatan Partisi'nin genel başkan yardımcısıdır. Kutlu Aktaş Kutlu Aktaş (d. 1941, Adana), İzmir ve İstanbul eski valisi, eski İçişleri Bakanı. 1958 yılında Çankırı Lisesi Edebiyat Bölümünü bitirmiştir. 1962 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezuniyetine müteakip 30 Temmuz 1962 tarihinde atandığı Çankırı Maiyet Memurluğunda Yumurtalık, Küre Kaymakam Vekilliklerinde görevlendirilip staj süresini doldurmuş, Kaymakamlık kursu ile TODAİE'nü bitirdikten sonra 27 Kasım 1964 tarihinde Darende Kaymakamlığında atanmıştır. 30 Eylül 1965 tarihinde askerlik görevine başlamış ve Topçu Yedek Teğmeni rütbesiyle terhis olmuştur. 30 Eylül 1967 tarihinde Yahyalı, 30 Nisan 1970 tarihinde Çüngüş, 31 Temmuz 1972 tarihinde Bozcaada, 1976 tarihinde Simav Kaymakamlıklarına atanan Kutlu Aktaş, 3 Ağustos 1976 tarihinde Mülkiye Müfettişliğine, 20 Ağustos 1976 tarihinde 1. sınıf Mülkiye Müfettişliğine, 4 Şubat 1977 tarihinde Mülkiye Başmüfettişliğine, 28 Mart 1979 tarihinde de Mülkiye Müşavirliğine atanmış, daha sonra 26 Haziran 1981 tarihinde Ağrı Valiliğine, 22 Aralık 1986 tarihinde Malatya Valiliğine, 21 Nisan 1990 tarihinde İzmir Valiliğine atanmıştır. 15 Temmuz 1997 gün ve 97/9579 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile İstanbul Valiliğine atanmıştır. 24 Temmuz 1997 günü başladığı İstanbul Valiliği görevini 4 Ağustos 1998 tarihinde Erol Çakır'a devretmiştir. Kutlu Aktaş, İstanbul için çok çeşitli projelere imza atmıştır. 24 Temmuz 1998 tarihinde İstanbul Valiliği Özel Kalem Müdürlüğü organizesi ile yapılan çalışmalarını hem CD hem de kitap ile tanıtmıştır. 5 Ağustos 1998 ile 11 Ocak 1999 arasında 5 aylık kısa bir dönem İçişleri Bakanlığı görevinde bulunmuştur. İskenderpaşa Camii Günter Grass Günter Grass (16 Ekim 1927; Danzig: bugünkü Gdansk, Polonya - 13 Nisan 2015; Lübeck, Almanya), Alman yazar. 1959 yılında yayımlanan Teneke Trampet adlı romanı sinemaya da uyarlanmış önemli yapıtlarından biridir. Günter Grass 15 yaşında Reichsarbeitsdienst'e (RAD) kaydolmuş ve ardından Luftwaffenhelfer'e, Luftwaffe'ye yardım elemanı olarak katılmıştır. Kasım 1944'te 17 yaşında Waffen-SS'e kaydolmuştur (yaş haddinden dolayı Wehrmacht'a girememiştir). Kriegsmarine'de denizaltı hizmeti için gönüllü oldu. Ancak Donanma tarafından kabul edilmedi ve onun yerine Şubat 1945'te 10. SS Panzer Tümeni "Frundsberg"'e verilmiş ve 20 Nisan'da yaralanıncaya kadar tank topçusu olarak savaşmıştır. Marienbad'de yakalandı ve bir Amerikan esirleri savaş kampına gönderildi. Danzig'de Sovyet Ordusu tarafından esir edildi ve ardından batı Almanya'ya sığındı. Teneke Trampet'te cüce kahraman Oskar Matzerath'ın gözüyle II. Dünya Savaşı yıllarını anlattı. Ardından Joachim Mahlke ve onun elmacık kemiğini ölümsüzleştirdiği Kedi ve Fare'yi yazmıştır. Köpek Yılları, Lokal Anestezi, Pisi Balığı, Dişi Fare, Kafadan Doğumlar, Uzak Tarla, Yüzyılım ve Yengeç Yürüyüşü diğer yapıtlarıdır. Kafadan Doğumlar 'da Almanların soylarını devam ettirme endişesini yine kendine has tarzıyla ele alan Grass, Uzak Tarla'da Berlin Duvarı'nın yapılması ve yıkılması arasında geçen süreci yansıttı. Oyun yazarlığını da sanat yaşamına sığdırmış olan Grass, 1999 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Grass 13 Nisan 2015 tarihinde Almanya'nın Lübeck kentindeki bir hastanede hayatını kaybetti. Paschen kuralı Paschen Kuralı, ismini Freidrich Paschen'den almıştır, 1889 yılında ortaya konmuştur. Bir aralıkta meydana gelen boşalma gerilimin fonksiyonu oluşan gaz basıncı ve hava aralığının değerine bağlı olarak non-lineer olduğunu belirtir: V=f(pd) p gaz basıncına, d ise hava aralığının uzunluğuna karşılık gelir. Teorik olarak, gaz içerisine daldırılmış iki paralel düzlemsel elektrod arasındaki boşalma gerilimi, gaz basıncı ve elektrodlar arası açıklığın fonksiyonu olarak, Paschen eğrisidir. Solanum Solanum, patlıcangiller (Solanaceae) familyasından çeşitli sebze türlerini içeren cins. Hayri Kozakçıoğlu Hayri Kozakçıoğlu (1938, Alaşehir, Manisa - 23 Mayıs 2013 Sarıyer, İstanbul), eski İstanbul ve OHAL valisidir. İlk ve Ortaokulu Alaşehir’de, lise öğrenimini ise İzmir’de yaparak 1955 yılında İzmir Atatürk Lisesi'nden mezun olmuştur. Yüksek öğrenimini 1955 - 1959 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde tamamlayarak 1959 yılında İçişleri Bakanlığında Kaymakam adayı olarak göreve başlamıştır. Çamlıhemşin, Ardeşen, Delice, Çüngüş, Çınar, Kepsut ve Gökçeada (İmroz) ilçelerinde kaymakamlık yaptıktan sonra 1970 yılında Mülkiye Müfettişliğine ve daha sonra Başmüfettişliğe atanmıştır. Güvenlik hizmetleri ile ilgili olarak bir süre yurt dışında inceleme ve araştırma yaptıktan sonra, 1978 yılında Erzurum Valiliğine atanmıştır. Daha sonra Vali kadrosu ile 1,5 yıl süre ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevini ifa ederek, 12 Eylül 1980‘den sonra Adana Valiliğine atanmıştır. 3 yıl süre ile Adana Valiliği ve 3,5 yıl Sakarya Valiliği görevlerinden sonra 12 Ocak 1987 tarihinde Diyarbakır Valiliği görevine başlamıştır. Bu görevi yürütürken 19 Temmuz 1987‘de Olağanüstü Hal Bölge Valiliğine atanmıştır. 19 Ağustos 1991 tarihinde İstanbul Valiliğine atanmıştır. 1 Eylül 1993 tarihli Sabah Gazetesi’nde yer alan bir haberde İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun Olağanüstü Hal Bölge Valiliği hesaplarından 2 milyar lirayı (yaklaşık 250.000 dolar) kendi adına açılan hesaplara geçirdiğini ileri sürüldü. Kozakçıoğlu bu iddia karşısında söz konusu parayı dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli’nin onayı ile 12 Ağustos 1991’de kendi hesabına aktardığını ve 18 Ocak 1993’de Bölge Valiliği’nin talebi üzerine geri gönderdiğini ileri sürdü. Ancak Kalemli bu olaydan haberi olmadığını açıkladı. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, Kozakçıoğlu’nu istifaya davet ederken, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Paralar örtülü ödenekten teröre karşı mücadele için verilmiştir. Ancak ne için harcandığı açıklanırsa devlet sıkıntıya düşer” dedi. Kozakçıoğlu, 1 Kasım 1995'te görevini Rıdvan Yenişen'e devretmiştir. XX. ve XXI. Dönem İstanbul Milletvekiliği yapmıştır. Evli ve 3 çocuk babası olan Kozakçıoğlu, 23 Mayıs 2013 tarihinde Sarıyer'deki evinde ölü olarak bulundu. Göğsüne yakın mesafeden tek el ateş edildiği belirlenen Kozakçıoğlu'nun ölümünün intihar olduğu yönünde kuvvetli işaretlerin olduğu belirtilmiştir. Fikret Kızılok Münir Fikret Kızılok (10 Kasım 1946, İstanbul - 22 Eylül 2001, İstanbul), Türk rock müziği sanatçısıdır. 1946 yılında İstanbul'da doğdu. 22 Eylül 2001'de bir hastanede uzun süredir çektiği kalp hastalığı yüzünden hayatını kaybetti. Hafif Türk müziği için rock tınıları ve deneysel çalışmalarıyla yakın dönemin en önemli sanatçılarından biridir. Öğrenim hayatına Galatasaray Lisesi'nin ilkokul kısmında başlayan Kızılok, müzikle de ilk tanışması burada gerçekleştirdi. İlk enstrümanı kendisine yaş gününde armağan edilen kırmızı bir akordeondu. İlk müzik derslerini sınıf arkadaşlarından birinin klarnetçi olan babasından aldı; ilk konserini de bir 23 Nisan kutlamasında Taksim Belediye Gazinosu’nda düzenlenen okul müsameresinde veren sanatçı "Fikret Kızılok ve Orkestrası" adlı küçük grubun elemanları, Kızılok’un sınıf arkadaşlarıdır ve çaldıkları halk türküleri ile alkış alıyorlardı. Bu dönemdeki en büyük hitleri "T
amzara" türküsünün yorumuydu. Ortaokul ve lise yıllarında bu konserler sürdü. Lise yıllarında akordiyonu bırakan Kızılok, Elvis Presley'den etkilenerek eline gitarı aldı. Fikret’in o dönemdeki en büyük destekçileri ise üst sınıflarda okuyan Barış Manço ile Timur Selçuk'tu. Kadıköy'de oturan Fikret Kızılok, 1964'te arkadaşı olan Cahit Oben ile birlikte yeni bir atılım içine girdiler. Yeni bir grup kurarak profesyonel hayata geçmeye karar verdiler. Yanlarına bas gitarist Koray Oktay ve davulcu Erol Ulaştır'ı aldılar; böylece Cahit Oben 4 doğdu. Kendilerini "daha ziyade Beatles tipi müzik yapan bir grup" olarak tanımlayan Cahit Oben 4, İlham Gencer'in işlettiği Çatı Gece Kulübünde programlar yapmaya başladı, bir yandan da mahalle konserlerini sürdürdü. Bu arada kendi paralarıyla iki 45'lik plak doldurdular. Bunlardan ilkinde iki yabancı şarkıyı yorumladılar: The Rolling Stones'ın söylediği bir The Beatles şarkısı "I Wanna Be Your Man" ve "36 24 36". İkinci plaklarında daha "kendilerine" döndüler. Plağın ilk yüzünde Silifke’nin Yoğurdu vardı; diğer yüzü ise bir besteydi: Hereke, aynı zamanda Kızılok'un plak olarak yayınlanan ilk bestesiydi. Cahit Oben 4, Hürriyet Gazetesi'nin düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasının 1965 ayağına da "Makaram Sarı Bağlar / Halime" plağıyla katıldılar. Grup bu plaklardan sonra Oben, müzik hayatına nişanlısı Füsun Önal ile devam etmek istediği için ayrıldı. 1965'te Kızılok, "Fikret Kızılok ve Üç Veliaht" adı altında ilk plağını yayınladı. Grup gitarda Harun Batıbaygil, basta Gökhan Targay, davulda Koral Tümay'dan oluşuyordu. "Belle Marie / Kız Ayşe" şarkılarından oluşan plağın iki şarkısı da Fikret Kızılok'a aitti. Fikret Kızılok, bu iki grupla çıkardığı plaklardan sonra Cahit Oben 4 ile çalışmalarını sürdürürken girdiği dişçilik yüksekokulundaki eğitimini sürdürdü. Bir süre sadece okuluyla ilgilendi. Müzikten kopamayacağını anladığında ilk solo plağını doldurdu. Bu dört şarkıdan oluşan bir EP'ydi. Folk adını verdiği bölümde "Ay Osman" ve "Colours" şarkıları yer almaktaydı. Beat adını verdiği ikinci plakta ise The Beatles'ın All My Loving şarkısının Türkçe aranjmanı olan "Sevgilim" ve "Baby" şarkıları yer aldı. Bu plak o yıllarda fazla ses getirmedi. Bunun üzerine Kızılok okulunu bitirmeye karar verdi. Yine de zaman zaman arkadaşlarının kurduğu Kaygısızlar'la birlikte çalıştı, Barış Manço'ya eşlik etti. "Ay Osman" şarkısının Barış Manço ve Kaygısızlar olarak yeni bir yorumunda kaydetti. Ancak Barış Manço'nun ilk eşi Marie Claude ile aşk yaşamaya başladığı için ikilinin yolları ayrıldı. İstanbul Diş Hekimliği Yüksekokulu'nun son sınıfında okurken mahalleden arkadaşı Arda Uskan ile bir yolculuğa çıktı; bu müzik hayatını tümüyle etkileyecek bir yolculuktu. Bu yolculukta Aşık Veysel ile tanıştı. Dönüşte gitarını eline alan Kızılok stüdyoya girdi ve 1969'da Aşık Veysel'in Uzun İnce Bir Yoldayım türküsünü yeni bir düzenlemeyle kayda aldı. Bunu bir 45'lik olarak yayınladı. İkinci solo 45’liği Fikret Kızılok'un hayatında da önemli bir dönüm noktası oldu. Arka yüzünde sözlerini kendi yazdığı bir halk şarkısı, "Pınar Başından Bulanır" türküsünün bir bölümünü kullanan Benim Aşkım Beni Geçti yer aldı. O güne dek sürdürdüğü suskunluğu ve bunu bozmasının nedenini de plak kapağında şöyle açıkladı: ""Piyasa, öylesine Türk benliğinden uzak melodilere kucak açmıştı ki, beni dinlemeyeceklerdi bile. Bugün ise durum büyük bir hızla değişiyor. Bu öz benliğimize dönüşte ben de üzerime düşen görevi yapmaya karar verdim..."" Kasım 1969'da yine Aşık Veysel'in yanına Sivrialan'a gitti. Kar yolları kapayınca üç ay ustasının yanında kaldı. Dönüşte "Yumma Gözün Kör Gibi / Yağmur Olsam", Kızılok’un asıl çıkışını yaptığı plak oldu. 1970 tarihli plaktaki iki şarkının da sözleri Aşık Veysel'e, besteleri Fikret Kızılok'undu. Plakta, gitar, tumba ve sazın yanında değişiklik olsun diye enstrüman olarak tahta ve taş kullandı. Şarkılar çok beğenildi, plak çok sattı ve sanatçı ilk altın plağını aldı. Bu başarının ardından fazla ara vermeden bir 45’lik daha yaptı. Ancak bu kez kendisine ait bir şarkıyla ortaya çıktı: "Söyle Sazım". Plak kapağında, "Türk geleneklerine uygun 17 perdeli Hüseyni düzende üç değişik sazın batı anlayışında ve çoksesli olarak kullanıldığı" bir şarkı olarak tanımlanıyordu. Plağın arka yüzünde Kızılok’un Karacaoğlan'dan bestelediği Güzel Ne Güzel Olmuşsun vardı. Her iki şarkıda da kendisine Nedim Demirelli eşlik etti. Plak, listelerde de kendisini gösterdi ve haftalarca 1 numarada kalmış olan Barış Manço’nun Dağlar Dağlar'ını devirerek liste başı oldu. 1970 yılını bu iki plakla kapattı. Bu plaklar yıl sonunda "Hey" dergisi tarafından düzenlenen "Yılın Müzik Oskarları" anketinde görülmemiş bir başarıya imza attı: "Söyle Sazım", "Yumma Gözün Kör Gibi" ve "Güzel Ne Güzel Olmuşsun", Barış Manço'nun "Dağlar Dağlar"ının ardından sırasıyla ikinci, üçüncü ve dördüncü oldu. Fikret Kızılok da aynı ankette "Yılın Erkek Şarkıcısı" seçildi. 1970 yılının getirdiği başarıların ardından bir süre plak yapmayan sanatçı bu dönemde bir Anadolu turnesine çıktı. Turne sırasında Siverek yolunda donma tehlikesi geçirdi; bir kamyon şoförü tarafından kurtarıldı. Bu olayın ardından bir plak yaptı ve "Emmo" adlı bestesini bu kamyon şoförüne ithaf etti. Grafson şirketi ile anlaşan Kızılok'un 1971 tarihli firmadan çıkardığı ilk plağın arka yüzünde Ahmed Arif'in şiiri üzerine bestelediği "Vurulmuşum" adlı şarkı vardı. Kızılok, 1972'de bu şarkıyla Bulgaristan'da yapılan Altın Orfe Festivali'ne katıldı. Bu dönemde Kızılok Bir Ali Var adlı bir oyun yazdı ancak bu oyun hiç sahnelenmedi. Bu oyunun şarkıları bu dönemde plak olarak yayınlandı. 1971'de "Gün Ola Devran Döne / Anadolu'yum" (Anadolu'yum şarkısının ilk kıtası Ahmed Arif'e aittir), 1972'de "Leylim Leylim (Kara Tren) / Gözlerinden Bellidir", 1973'te "Köroğlu Dağları / Tutamadım Ellerini" hep Bir Ali Var oyununun şarkılarıydı. Köroğlu Dağları şarkısı Türk müziğinde çok ender yer alan sitar ile başlamaktaydı. Bu oyunun diğer şarkılarından "Kime Sormalı"yı Dönüşüm eşliğinde Tansu, "Duyar Mısın"ı ise o dönemde ününün doruğunda olan Timur Selçuk yorumladı. Aynı yıl "Bacın Önde Ben Arkada / Koyverdin Gittin Beni" plağını çıkardı. 1973'te Aşık Veysel hayatını kaybetti. Kızılok cenaze törenine de katıldı. Bu ölüm üzerine daha sonra Kızılok sazını kırdı, bir süreliğine müziği bıraktı ve kendini tümüyle diş hekimliğine verdi. Bu dönemde eşi Şeyda Kızılok ile evlendi. Fikret Kızılok 1974'te Tehlikeli Madde adını taşıyan yeni grubuyla uzunca bir Anadolu turnesine çıkana kadar ortalıkta gözükmedi. Grup klavyede Turhan Yükseler, gitarlarda Ataman Hakman ve Siret Yurtsever, bas gitarda Sahir Kayıhan, davulda Eser Sayıner'den oluşuyordu. Turnenin ardından İstanbul’da seri konserler verdi. Tehlikeli Madde ile folk motiflerinin rock ile harmanlandığı şarkılar yaptı. Giderek folk motiflerinin yerini daha alaturka sesler aldı. Yine Ahmed Arif'in şiirlerinden yararlandığı "Haberin Var mı / Kör Pencere / Ay Battı" bu dönemin en önemli plağı olarak dikkat çekti. Kör Pencere'ye bağlı olarak plağa alınan "Ay Battı" ise, popüler müziğimizin enstrümantal şarkıları arasında özel bir yere sahipti. Aynı yıl grupla ikinci ve son plağında "Aşkın Olmadığı Yerde" ve yine bir Aşık Veysel türküsü "İnsan Mıyım Mahluk Muyum Ot Muyum" şarkıları yer aldı. Bu plaktan sonra yapılan "Anadolu’yum 75", daha önce yayınlanan aynı adlı şarkıya bir göndermeydi. Bu şarkıda Fikret Kızılok, ilk kez Nâzım Hikmet şiirinden yararlandı. B yüzünde "Darağacı" şarkısı yer aldı. Son 45'liği ise Mart 1976'da yayınlandı. Mahzuni Şerif'ten "Biz Yanarız" ve vazgeçemediği Veysel'den "Sen Bir Ceylan Olsan" adlı türküleri yorumladı sanatçı bu plağında. Plak eleştirildi ve ""Fikret Kızılok’un kendini yenileyeceği günleri bekliyoruz"" gibi ifadeler kullanılmıştı. Kızılok, bütün bunlar üzerine ortadan kayboldu. 1977 ortalarında, 1971 - 1972 yıllarında yaptığı ancak o güne dek yayınlamadığı kimi kayıtları bir albüm olarak piyasaya sürdü. "Not Defterimden" adını taşıyan bu albümde Kızılok’un deneysel çalışmaları vardı: Atonal bir altyapı üzerine Nâzım Hikmet şiirini koydu ve kendi deyimiyle "şarkıcılığı değil, müzisyenliği" dener. Ancak dönemin "nazik" siyasi ortamında bu çalışma fazla ortalarda gözükmedi. Plak çıktıktan kısa bir süre sonra toplatıldı. (Yeniden yayınlanması ise 1993'ü buldu.) Bu arada Varşova'da bu albümüyle iki ödül aldı. Ancak, plağın toplatılması onu etkiledi ve Fikret Kızılok, müziği bıraktığını açıkladı. O güne dek 13 altın plak ve çeşitli ödüller alan sanatçı, bundan sonra derin bir sessizliğe gömüldü. Buna gerekçe olarak da "hazırladığı yapıtların ticari olmadığı gerekçesiyle plakevleri tarafından geri çevrilmesini" gösterdi ve bir daha profesyonel olarak müzik hayatına dönmeyeceğini bildirdi. 1978'te oğlu Yağmur Kızılok doğdu. 1983'te 5 senelik bir aradan sonra tabla, bas gitar, ney ve bendir eşliğinde kaydettiği "Zaman Zaman" albümünü yayınladı. En iyi albümlerinden biri olarak Zaman Zaman'da, klibinde ud çaldığı albüme adını veren şarkı Zaman Zaman, daha sonra yeniden yorumlanacak Yeter Ki, Sevda Çiçeği, daha önce 45'lik olarak okuduğu Güzel Ne Güzel Olmuşsun şarkısının yeni yorumu ve daha birçok başarılı şarkı vardı. Albümün plağında Kızılok'un "Ege Şarkıları", "Veyselname" ve "İnsancıklar" adlı albümlerinin yayınlanacağı söylense de bu gerçekleşmedi. Bu albümdeki "Sevda Çiçeği"nin, Orhan Gencebay'ın "Tanrıya Feryat" şarkısından esinlendiği iddia edilmiştir. Ancak Kızılok şarkının bir Bektaşi nefesi tarzında olduğunu söylemiştir. Buna rağmen şarkının bestecisi resmi kayıtlara Gencebay olarak geçti. Fikret Kızılok 1980'lerin başında Bülent Ortaçgil ile tanıştı. İkili Çekirdek Sanatevi projesine başladılar. Bu projede Türkiye'de popüler müziğin dışında kalan gruplar, burada dinletiler yapıp, bunlar kaydedilip sınırlı biçimde basılıp dağıtılıyordu. Para amacı gütmeyen bu projede, birçok sanatçı ilk sahne deneyimlerini yaşadı. Bu sanatçılar içinde Erkan Oğur, Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü gibi birçok kişi vardı. B
u dönemde Fikret Kızılok diş hekimiliğini de bıraktı ve kendini sadece müziğe verdi. Fikret Kızılok, burada dağıtılan ürünlerde kayıtları yaptı. 1985'te Bülent Ortaçgil ile "Biz Şarkılarımızı.." albümü kaydetti. 1986'da ise bandrollü albüm olan "Pencere Önü Çiçeği" albümü çıkarttı. TRT'nin "Cumartesiden Cumartesiye" programı için çocuk şarkıları kaydettiler. Daha sonra yasalar nedeniyle albüm yayınlamak zorlaşınca, evin üretkenliği azaldı, daha sonra da Kızılok ve Ortaçgil'in uyuşmazlıkları baş gösterince ikili yollarını ayırdı. Kızılok, Ortaçgil ile birlikte Sonay Tanrısever'in albümü "Gecenin Üçünde" albümünü prodüktörlüğünü yaptı ve Ortaçgil'in "Mum" şarkısı dışında bütün şarkıları yazdı. 1988 yılında Sibel Sezal'in "Bu Kalp Seni Unutur Mu?" albümünü yine Ortaçgil ile yapımını üstlendi. Şarkıların çoğunu da Özkan Samioğlu ile yazdı. Temmuz 1989'da Yana Yana albümünü çıkardı. Bu albümde Erkan Oğur, Fuat Güner, Fahir Atakoğlu gibi sanatçılar, Kızılok'a eşlik etti. Bu albümde prodüktörlüğünü yaptığı Sonay ve Sibel Sezal albümlerinden iki şarkıyı doğrudan albümden alıp üstüne vokallerini kaydetti. (Sırasıyla Gecenin Üçünde ve Bu Kalp Seni Unutur mu? şarkıları) Eleştirel "Why High One Why" şarkısının geri vokallerinde Hıncal Uluç, Ferhan Şensoy, Grup Gündoğarken gibi isimler yer aldı. 1992'de Olmuyo Olmuyo albümü yayınlandı. Bu albüm Kızılok tarafından da eleştirilen, milletvekili seçimleri öncesine yetiştirilmek için aceleye gelmiş bir yapım olarak görülmektedir. Çekirdek Evi döneminden Ninni, Entelektüel, Alaturka Liberal, Düşler şarkıları da albümde yeni düzenlemeleriyle yer almaktaydı. 1993'te Ferhan Şensoy'un "Köhne Bizans Operası"nın müziklerini yaptı. Aynı yıl ikinci eşi Dicle Kızılok ile evlendi. Bir süre yine müzik çalışmalarına ara veren Kızılok, 1995'te Demirbaş şarkısı ile geri döndü. Türkiye'deki en başarılı siyasal taşlamalardan biri olan "Demirbaş", Süleyman Demirel'in siyaset sahnesinden uzaklaşamamasını esprili bir dille anlatan bir şarkıydı. Bu şarkının içinde bulunduğu albümde "Ninni", "En Entelektüel", "Şarkıdaki Maymun" gibi eski taşlamaların yeni düzenlemeleri, "Uğur Mumcu" isimli bir şarkı, Zülfü Livaneli ve Ahmet Kaya'ya taşlamalarda bulunan "Pşşt Barmen" şarkısı vardı. Albüm Deniz Som'un "Vaziyetler" kitabı ile birlikte satılıyordu. Aynı yıl "Demirbaş" ve "Pşşt Barmen"in de yer aldığı, yeni şarkılardan oluşan Yadigar albümü çıktı. Bu albümden çıkan "Kalbim" şarkısı dikkat çekti. Kızılok daha önce 25 Ağustos 1975'te Uğur Mumcu'nun yazdığı "Sesleniş" yazısını, 10 bölümde inceleyip senfonik şiir olarak bestelemiş, 1993'te Show TV'de bu çalışmanın bir bölümünü Derya Baykal okumuştu. Bu çalışma "Vurulduk Ey Halkım" adıyla albüm haline getirildi ve 1996'da yayınlandı. 1998'de Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatını Atatürk'ün ağzından anlattığı, araştırmalarını, metin yazarlığını, söz ve bestelerini tamamen kendisinin yaptığı veda albümü Mustafa Kemal - Bir Devrimcinin Güncesi ile destansı, lirik bir müzik yaptı. Albüm yanında konuyu anlatan bir kitapla piyasaya sürülmüştü. Bu albümden sonra "Suya Yazılan Şarkılar" adlı bir albüm çıkaracağını söylese de o albüm hiç yayınlanmadı Devrimci'nin Güncesi sonrası Fikret Kızılok, şarkıcı olarak müzik dünyasından uzaklaştı. 1995'te Fuat Güner ile MFÖ hiti "Sakın Gelme" şarkısının sözlerini yazdı. 1999'da Fuat Güner'in solo albümü için 4 şarkının sözünü yazdı. Aynı yıl Ferhan Şensoy'un yazdığı, Derya Baykal'ın oynadığı "Şu An Mutfaktayım" oyununun müziklerini yaptı. 60'lı yıllardaki 45'liklerinin bir bölümü "Gün Ola Devren Döne" adıyla bir albümde toplandı. 2001'de Sertab Erener'e "Oysa" ve "Kumsalda" şarkılarını verdi ve Erener "Kumsalda"yı albümün ilk klip parçası yaptı. Daha önce 1998'de kalp krizi geçiren Kızılok, Bodrum'da 2001 Temmuz'unda tekrar kalp krizi geçirdi. İstanbul'a getirilen Kızılok'un durumu bir süre düzeldi. Onu ölümden kurtaran hemşire için son bir şiir yazdı Kalp pili takılsa da 22 Eylül 2001'de hayatını kaybetti. Ölümünden sonra daha önce şiirini bestelediği dönemin başbakanı Bülent Ecevit: ""Değerli besteci ve yorumcu Fikret Kızılok'un zamansız aramızdan ayrılışından üzüntü duydum. Fikret Kızılok, birbirinden güzel besteleri ve eşsiz yorumculuğu ile her dönem büyük beğeni toplamış ve müzik tarihimizin öncü sanatçılarından olmuştur. Merhuma Allah'tan rahmet, ailesi ve sanatçı dostlarına başsağlığı dilerim."" açıklamasını yaptı. Ortaçgil ise ""Ölüm karşısında ne söylenir bilemiyorum. Çok üzgünüm. Bir zamanlar birlikte çalıştığımız iyi bir dostumdu. Hem iş ortağım, hem iyi arkadaşımdı. Son yıllarda kendisiyle fazla görüşme imkânımız olmadı ama onu her zaman, çok zeki ve iyi bir söz yazarı olarak herkes gibi ben de hatırlayacağım."" dedi. Sanatçı, hayatının son yıllarını geçirdiği Bodrum'da defnedildi. Sanatçının ölümünden sonra adı Ankara'da bir parka verildi. Nisan 2002'de Sezen Aksu, MFÖ, Bülent Ortaçgil, Sertab Erener, Grup Gündoğarken, Cahit Berkay gibi sanatçıların katıldığı bir saygı konseri verildi. Denizi çok seven Kızılok 2004'te adına düzenlenen bir yelken yarışıyla da anıldı. Son şarkısı "Aşk Var Ya", Demir Demirkan ve Fuat Güner tarafından okundu. 2002'de Dünden Bugüne adlı Fikret Kızılok toplaması yayınlandı. Bu albümde daha önce yayınlanmamış Ama Babacığım ve Kumsalda şarkısının Fransızca orijinal demosu Plage Egoiste bulunmaktaydı. 2007'de Bülent Ortaçgil ile Çekirdek yıllarında kaydettikleri çocuk şarkılarından oluşan "Büyükler İçin Çocuk Şarkıları" albümü yayınlandı. Dream TV'de "Bir Sanatçıyı Anlamak" adlı bir belgesel ile anıldı. Fikret Kızılok'un birçok şarkısı yeniden yorumlandı. Bunlardan bazıları: Kızılok son yıllarında kendini, "Ben Marksist’in daha ötesinde bir komünistim" diyerek tanımlamıştı. Aynı röportajda 28 Şubat Süreci'ni desteklediğini açıklamış, Süleyman Demirel'i "En büyük demagog", Bülent Ecevit'e "iyi şair ama siyasal hayatı zigzaglarla dolu", Devlet Bahçeli'ye "ılımlı ve dürüst", Necmettin Erbakan'a "Türkiye'yi dinamitleyen adam", Recep Tayyip Erdoğan için de "yenilikçi değil, o da oyunun bir parçası" yorumlarını yapmıştı. 2002'de oğlu Yağmur Kızılok'un girşimleriyle yayınlanan "Dünden Bugüne, 1965-2001" adlı en iyileri albümünün kapağında "Soldan doğdum, soldan uyandım, solda oturdum, insan olmanın haysiyetini solda buldum, hep solcu oldum, hep solcu kalacağım. Sebebi gayet basit; insanın soyutlarının ve somutlarının bir olduğudur. Güzelliklerin, kültürün ve sanatın satın alınamayacağıdır. Bir 'Akl-ı evvel'in yaratıp her şeyin ortasına koyduğuna inanmam. Mistik işlerle uğraşamam." sözleriyle solculuğunun yanı sıra ateist olduğunun altı çizilir. Satışlarının en üst noktasındayken müzikten çekilmesini açıklarken "Dünya halklarının yüzde 80'i bilinçsiz, sadece üretim için yaşıyor, Amerika da dahil. Gerçek entelektüel yüzde 5'i bile bulmaz. Demek ki cahil olan yüzde 80'le ilişki kurup meşhur oluyorsun. Böyle meşhur olmak aslında utanılacak bir şey, ben utanırım. Değerli olmak önemli. Müziğim, sesim, şarkılarım tanınsın, ama ben tanınmayayım." diyerek kitle problemine değinmiştir. Cahit Oben Dörtlüsü Fikret Kızılok ve Üç Veliaht Fikret Kızılok Fikret Kızılok ve Tehlikeli Madde Solo Albümler: Fikret Kızılok & Bülent Ortaçgil Toplama Albümler Kitaplı Kasetler: Yer aldığı albümler Diplomasi Diplomasi, dış politikada sorunların barışçıl yöntemlerle ve müzakereler yoluyla çözülmesini ifade etmektedir. Diplomat veya diplomatik temsilci ise bu süreçte yer alan kişi ve kurumları ifade etmektedir. Hititlerin Kadeş Antlaşması tarihin bilinen ilk yazılı diplomasi belgesidir. Diplomasinin, toplumsal örgütlenmelerin görülmeye başladığı dönemle birlikte ortaya çıktığı görülmektedir. Nicolson, diplomasinin kökenlerinin farklı insan grupları arasında avlanma sahalarının sınırlarının belirlenmesi hususunda yapılan anlaşmalarda aranması gerektiğini belirtmektedir. 15. yüzyıla kadar diplomasi tek yanlı ve süreklilik göstermeyen niteliktedir. Buna ad hoc diplomasi adı verilir. Diplomasi türleri; Diplomasiyi uygulayanlara diplomat denir. Diplomatlar başka bir ülkeye kendi ülkesini politik, askeri, sanat, iş ve ticaret alanlarında temsil etmek ve diplomasiyi uygulamak için o ülkede bulunur. Bir savaş sırasında devlet düşman devletteki tüm diplomat, bürokrat, elçi ve sefirlerini geri çeker. İkiye katlanmış yaprak, belge anlamına gelen “diploma ” Antik Yunan’da ortaya çıkmış ve diğer dillere geçmiştir. Antik Yunan dünyasında diplomasinin gelişmesinin birkaç nedeni bulunmaktadır. Bu nedenlerin başında: devletlerarası sistemin birbirleriyle yakın ilişki içindeki çok sayıda aktörden oluşması diplomatik ilişkileri yoğunlaştırması sayılabilir.. Antik Yunan tarihi boyunca, çok kısa dönemler haricinde hiçbir güç ya da blok diğer güçler üzerinde tam hâkimiyet kuramadı ve sistem çok aktörlü yapısını sürdürdü. Bu bağlamda devletler arasında ilk örgütlenmeler de ortaya çıktı. “ Amphictyonic Lig ” olarak adlandırılan ve Yunan dünyasında ortaya çıkan kimi sorunların görüşüldüğü bu birlikler, Yunan devletleri arasında -genel ve sürekli olmasa da- örgütlenme ve kurallaşmanın yolunu açtı. Gizli diplomasiye tepki olarak ortaya atılan diplomasi anlayışıdır. Bu anlayışa göre, diplomatik görüşmelerle ilgili tarafların yüklenecekleri hak ve sorumlulukların kamuoyunun bilgi ve denetimine sunulması gerekir. Gizli diplomasiye en büyük tepki ABD Başkanı olan W. Wilson'dan gelmiştir. Büyük Savaş sonunda yayınladığı "On dört Nokta"nın birincisinde "açık görüşmeler sonunda varılacak açık sözleşmeler" ilkesini ileri sürmüştür. Bu diplomasi anlayışının gelişmesini etkileyen iki ana etmenden sözedilebilir. İlk olarak, genel anlamda katılımcı demokrasinin sınırlarının gelişmesi hem kitlelerin meclislerini, hükümetlerini denetleme ve yönlendirme olanağını nispeten artırmış hem de kamuoyunu çeşitli baskı gruplarına ait örgütler yolu ile yöneticileri etkileme mesaj iletme kanallarının açılması, açık diplomasiyi belirli bir ölçüde de olsa zorunlu kılmıştır. İkinci olarak da özellikle konferans diplomasisi, parlamenter dip
lomasi gibi gizli biçimde yürütülmesi pek de kolay olmayan diplomasi türlerinin yaygınlaşması açık diplomasiyi kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu tür diplomasinin asıl amacı, iki veya daha fazla devletin aralarında gizlice anlaşarak, bir başka devletin temel hak ve yetkilerine yönelik bir eyleme hazırlanmalarını engellemeye çalışmaktır. Ancak, iki dünya savaşı arasındaki dönemde ayıp sayılmış olan kapalı ya da gizli diplomasi yöntemine son savaştan bu yana yoğun bir biçimde dönülmüştür. Diplomasi anlayış ve uygulanmasında 17. ve 19. yüzyılların Avrupa diplomasisinde en belirgin özelliklerinden birisi de gizlilikti. Genellikle Avrupalı monarkların bizzat veya özel temsilcileri aracılığı ile sürdürdükleri diplomasi faaliyeti gizli bir şekilde oluştuğu gibi, bu gizlilik çoğu zaman belirli bir sonuca ulaşıldığında da sürerdi. Bir başka deyişle, saray diplomasisi olarak da adlandırılan bu tür diplomasi, her aşaması ile dışa kapalı bir biçimde yürütülürdü. Böylece, bir bölge halkı bazen bir başka devletin egemenliğine geçtiğini sonradan öğrenebilirdi. Bu tür diplomasiye karşı en önemli tepki, idealist ABD Başkanı Woodrow Wilson'dan gelmişti. Wilson I. Dünya Savaşı sonlarında yayınladığı ünlü "On dört nokta"nın birincisinde, açık görüşmeler yolu ile ulaşılacak açık sözleşmelerden sözediyordu. Gerçekte de, 20. yüzyılda demokrasinin gelişmesi, halk kitlelerinin yönetim ile ilgili sorunlara giderek daha büyük oranlarda katılmaları ile diplomasi daha "açık" niteliğe bürünmüştür. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin Uluslararası İlişkiler Bölümü, uluslararası ilişkiler alanına uzman yetiştiren bir birimdir. Lisans programını bitirenlere “Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Diploması” verilir. Mekteb-i Mülkiye içerisinde ve geleneğinde bölümün adı Siyasi Şube'dir. İnek Bayramı'nda bölümün öğrencilerinin üstlendiği ad ise "Züppeyun" yani Züppeler'dir. Bu bölümde öğrencilere uluslararası sistemin tarihi ve 16. yüzyıldan bu yana geçirdiği evreler, uluslararası sistemin işleyişi, hukuksal çerçevesi, sistemin birimleri olan devletlerin birbirleriyle ilişkileri, sistemin ekonomik yapısı ve uluslararası sistem içinde Türkiye’nin yeri ile dış ilişkileri ağırlıklı olarak öğretilmektedir. Bu temel derslerin yanında, uluslararası sistemin çeşitli bölgelerinin ayrıntılı incelenmesine, sistemde etkili olan büyük güçlerin dış politika özelliklerine ve uluslararası örgütlere yer verilmektedir. Bunların yanında, diplomatik yabancı dil dersleri de diğer yabancı dil dersleriyle eşgüdümlü biçimde verilmektedir. İlk iki yıl diğer bölümlerle ortak alınan verilen dersler çoğunluktayken, son iki yıl meslek dersleri yoğunluk kazanır. Bölümden mezun olan öğrencilerin istihdam alanı çok geniştir. Bölüm mezunları başta Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı olmak üzere, Maliye, Turizm, İçişleri Bakanlıkları, Dış Ticaret ve Hazine Müsteşarlıkları gibi devlet organlarında meslek memuru, uluslararası ilişkiler uzmanı, Avrupa Birliği uzman yardımcısı olarak göreve başlamaktadır. Özel ticari şirketler, medya, uluslararası kurumlar ve bankalar da bölüm mezunlarının istihdam edildiği diğer yerlerdir. Akademide yüksek lisans ve doktora seviyelerinde eğitimlerine devam eden pek çok mezun, akademisyen olarak çeşitli üniversitelerde iş imkanı bulmaktadır. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'ne bağlı olarak gerçekleştirilen uluslararası ilişkiler yüksek lisans ve doktora programlarındaki derslerin büyük çoğunluğunu bölüm öğretim üyeleri vermektedir. Ayrıca, Ankara Üniversitesi'ne bağlı olan Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi'nde düzenlenen uzmanlık kursları ile yüksek lisans derslerinin de önemli bir kısmını bölüm öğretim üyeleri vermektedir. Bölümün "Uluslararası Ekonomik ve Siyasi Araştırmalar Merkezi" adı altında bir araştırma ünitesi vardır. Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Güneydoğu Avrupa Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi ve Afrika Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi (2012 yılına kadar) bu bölüm akademisyenlerinin de katkılarıyla çalışmalarını sürdürmektedir. 2016 Güz yarıyılı itibarıyla akademik yapı: Bölüm Başkanı : Prof.Dr. İlhan Uzgel Bölüm Başkan Yrd. : Prof. .Dr. Funda Keskin Ata Bölüm Sekreteri : Nurgül Güldü Gelenek Gelenek ve görenekler; bir toplumda, bir toplulukta çok eskilerden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar. Gelenek kavramına sosyal bilimlerin farklı alt disiplinlerinin yaklaşımları ile geleneksel toplumların yükledikleri anlamlar arasında hem benzerlikler hem de farklılıklar bulunur. Sosyal bilimler geleneğe toplumların yaşadıkları coğrafya, iklim gibi dışsal koşullara uyum sağlamak amacıyla türetilmiş, beşeri kaynaklı "inşa"lar, "icat"lar olarak bakarken geleneksel toplumlar kendi geleneklerinin kaynağını "mit"sel atalar, kahramanlar ve "tanrı" gibi kutsal da görürler. Sosyal bilimlerde daha fenomenolojik bir yaklaşımla gelenekleri salt işlevsel özellikleri yönüyle görüp kökenlerini bu işleve bağlayan açıklamaların yanı sıra, gelenekleri belirli bir anlam bütünlüğünü yansıtan fenomenler olarak değerlendiren yazarlar da vardır. Her ne kadar bu yazarlar da geleneğin kaynağını kutsalda görmemekteyseler de onun sadece işlevsel boyutuna indirgenemeyeceğini iddia etmişlerdir. (bkz. Claude Levi Strauss)Özellikle Avrupa'da aydınlanma çağı sonunda gelişen Tarih anlayışı ve Tarihselcilik perspektifi geçmişe ilişkin (ve günümüzdeki de) her düşünce, anlayış (konsept) ve tavrın kaynağını dönemin diğer olgularının bütünselliği içinde aramak yönünde bir eğilimin gelişmesine yol açmıştır. Aydınlanmanın kaynağı evrimci görüşe kadar giden ilerlemeci tarih perspektifini de geçerli kılan bu perspektif sosyal bilimlerde hakim görüş olarak varlığını sürdürmektedir. Gelenek üç bağlamda ele alınabilir. ilki geçmiş yaşam biçimlerinin içinde yaşanılan ana taşıdıkları maddi ve manevi değerler bütünüdür. bu sosyolojik anlamda en fazla rağbet gören izahtır. Beşeri düzlemde toplumu tüm dinamikleri ile inşa eden güçtür. ikincisi ise geleneğin özünü teşkil ettiği ifade edilen kutsalla olan ilişkiden dolayı geleneğin zengin ve kutsal değerler içeren köklü yanıdır ki, bu anlamda gelenek ilkinden farklı olarak hem fenomenolojik hem de ilahi bir yön taşır. bu sosyolojik ve beşeri anlamından çok daha farklıdır. üçüncüsü ise geleneğin postmodernist yaklaşımlarla ele alınmasından kaynaklanan aletsel, işlevsel yani kullanıma açık madde yönüdür. Bu anlamıyla gelenek bir anlamlar birikimidir (deposodur). Kendisinden her bakımdan yararlanmaya açık bir hinterlandtır. bahsettiğimiz yönü geleneğin dışsal-formel yönüdür ki sanat ve edebiyata tesir eden bir başka yön de budur. Ezoterizmde gelenek, ""geçmişte insanlığa çeşitli yollar ve irtibatlarla verilmiş, dinsel, ezoterik, okült, mitolojik ve folklorik (masal, dans vs.) biçimlere bürünerek, sözlü ve yazılı halde, günümüze dek aktarılagelmiş hakiki (hakikatlere ait) bilgiler bütünü"" olarak tanımlanır. Dolayısıyla, bu kapsamlı anlamıyla gelenek, ezoterizmde örf, adet, anane ile veya mitoloji ile eş anlamlı sayılmamakta, fakat bunlarda bulunan derin bilgileri de içermektedir. Terimi bu anlamda kullanan yazarlardan en tanınmışı ezoterizm üzerine birçok yapıtı bulunan René Guénon'dur. Gelenekçiliğin öncülerinden biri olarak kabul edilir. Töre Töre; bir toplumda yazılı olmayan, gelenekleşmiş kanun ve kurallar. Özellikle halk ağzında hukuk veya mahkeme anlamlarında da kullanılır. "Töre" sözcüğü Eski Türkçede türetilmek, yaratılmak ve düzenlenmek anlamlarına gelen "törü-" fiilinden gelir. Türkçedeki en eski yazılı örneğine 735 yılında "törü" şeklinde ("kanun, örf, düzen" anlamında) rastlanır. Moğolcada özellikle "Cengiz Han kanunları" anlamında "töre" şeklinde kullanılan sözcük, Moğolcanın etkisiyle 13. yüzyılda '"törü"'den '"töre"'ye dönüşmüş olabilir. Aşık Dertli Aşık Dertli (1772, Bolu - 1846, Ankara), Türk halk ozanı. Bolu Çağa'nın Şahnalar köyünde doğdu. Asıl adı İbrahim ve mahlası Lütfidir. Geçimini aşık kahvelerinde saz çalıp şiir söyleyerek sağlamıştır. İstanbul, Konya ve Mısır'da bulunmuştur. Divan, halk ve tekke edebiyatlarındaki geniş kültürü sayesinde daha sağlığında yaygın bir şöhret kazanmış, divanı taş baskısıyla birçok defa basılmıştır. Fuzûlî, Âşık Ömer, Gevheri gibi şairlerin etkilerini taşıyan Dertli, çağının öbür saz şairleri gibi aruzla gazeller, divanlar, kalenderiler yazmıştır. Sultan II. Mahmud döneminde fes giyilmesi kabul edilince fesi öven redifli bir kaside yazdı. Ödül olarak Çağa'ya ayan olarak atandı. Divan türündeki şiirleri başarılı değildir. Asıl ününü hece vezinli şiirleriyle kazandı. Alevi-Bektaşi inançlarına bağlıdır. Ağır bir dil kullanır, şiirlerinde toplumsal eleştiri ve taşlamalar öne çıkar. Bektaşi geleneğine bağlı toplumsal yergi içerikli şiirleri, şathiyeleri ve softalığı, yobazlığı eleştiren şiirleriyle tanınan bir halk ozanıdır. Taşlamalarıyla ünlüdür. Önce halveti tarikatine girdiği daha sonra Bektaşiliğe yöneldiği söylenen Dertli, 1846 yılında Ankara’da ölmüştür. Aşık Dertli bu taşlamayı döneminde “saz çalmanın günah olduğunu, şeytanların saz çalan kişinin başına toplandığını” söyleyenleri eleştirmek için yazmıştır. Şeytan bunun neresinde Telli sazdır bunun adı Na ayet dinler ne kadı Bunu çalan anlar kendi Şeytan bunun neresinde Venedik'ten gelir teli Ardıç ağacından kolu Be Allah'ın sersem kulu Şeytan bunun neresinde Abdest alsan aldın demez Namaz kılsan kıldın demez Kadı gibi haram yemez Şeytan bunun neresinde İçinde mi dışında mı Burgusunun başında mı Göğsünün nakışında mı Şeytan bunun neresinde Dut ağacından teknesi Kirişten bağlı perdesi Beyhey insanın teresi Şeytan bunun neresinde Dertli gibi sarıksızdır Ayağı da çarıksızdır Boynuzu yok kuyruksuzdur Şeytan bunun neresinde Wingdings Wingdings Microsoft Windows 'da 3.1
.'den itibaren bütün versiyonlarda yer almaya başlamış, çeşitli işaretlerden oluşan TrueType yazı tipleri'nden biridir. Wingdings yazı tipi başlangıçta 1990 yılında Type Solutions şirketi tarafından geliştirilmiş, ancak telif hakkı sonradan Microsoft şirketi tarafından alınarak üzerinde ayarlamalar yapılmıştır. "Wingdings 2" ve "Wingdings 3" isimleri altında yeni versiyonları geliştirilmiştir. Wingdings yazı tipine ilişkin tartışma ve spekülasyonlar için bu makalenin Tartışma sayfasına bakınız. Rıdvan Yenişen Rıdvan Yenişen, (d.1942 Kocaeli, Türkiye) - (ö.18 Eylül 2010 Ankara, Türkiye), Türk bürokrat. Arifiye'da İlköğretim okulunu; Kocaeli’de liseyi bitirmiştir. Türkiye'nin çeşitli yerlerinden İlköğretim öğretmenliği yapmıştır. 1968 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuş, 51. Dönem Kaymakamlık Kursunu birincilikle bitirerek Artvin'in Borçka, Konya'nın Cihanbeyli ve Şırnak'ın Silopi ilçelerinde kaymakamlık yapmıştır. TRT Genel Sekreter Yardımcılığı, SEKA Genel Müdür Yardımcılığı ve Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulunmuş, daha sonra Diyarbakır'ın Kulp ve Ordu'nun Aybastı kaymakamlıkları ve İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdür Yardımcılığı görevlerinden sonra 1985 yılında İstanbul Vali Yardımcılığına atanmıştır. Aksaray Valisi iken Kayseri Valiliği’ne, ardından Valiler Kararnamesi ile Bursa Valiliğine atanmıştır. 1 Kasım 1995 tarihinde İstanbul Vali Vekilliğine, 8 Nisan 1996’da Valiler Kararnamesi ile İstanbul Valiliğine atanmıştır. 24 Temmuz 1997 tarihine kadar bu görevde kalmıştır. Miika Tenkula Miika Tenkula (6 Mart 1974, Muhos - 18 Şubat 2009), Fin müzisyen. 1988'den 2005 yılında dağılana kadar Sentenced'ın gitaristliğini yapmıştır. Grubun birçok parçasını bestelemiş, geliştirdiği özgün tarzla yeteneğini kanıtlamıştır. Bismarck (savaş gemisi) Bismarck, II. Dünya Savaşı'nda görev yapmış Alman Deniz Kuvvetleri (Kriegsmarine) zırhlılarından biri. İsmini Almanya İmparatorluğu'nun "Demir Şansölye" 'si Otto von Bismarck'tan almıştır. I. Dünya Savaşı sonucunda imzalanan Versay Antlaşması çerçevesinde Almanya'nın 35.000 ton'dan büyük savaş gemisi yapmasına izin yoktu fakat yönetime geçen Nazi Partisi iktidarı anlaşmalara uymayarak Birleşik Krallık ile denizlerdeki farkı kapatmak için yaptığı görkemli savaş gemisidir. "Bismarck" Atlas Okyanusu'ndaki ilk görevine çıktığı sırada (Rheinübung Harekâtı) onun Atlas Okyanusu'na çıkışını engellemek isteyen Kraliyet Donanması ile Danimarka Boğazı'nda çatışmaya girmiş ve sadece 5 atışta Kraliyet Donanması sancak gemisi HMS Hood'u boğazın serin sularının dibine göndermiştir. Yapımına 16 Kasım 1935'te Blohm & Voss ile yapılan kontratla başlanılan Bismarck 14 Şubat 1939'da gövdesi denize indirilerek ekipmanlarının yapımına devam edilmiştir. Testleri başarıyla tamalandıktan sonra Rheinübung Harekâtı dahilinde, Atlantik'teki Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere arasındaki trafiği kesmek üzere Atlas Okyanusu'na açılmasına ona eşlik etmesi için ağır kruvazör "Prinz Eugen" 'in bulunmasına karar verilmiştir. Daha önce Scharnhorst ve Gneisenau'nun Atlantikte konvoylara yaptığı saldırıların çok başarılı olması ve ingilterenin konvoy sistemine yeni yeni adapte olması nedeniyle aynı tür bir oparasyon yapılmasına Alman Deniz kuvvetleri tarafından karar verilmiştir. Bu operasyona "Rheinübung" adı verilmiş ve tüm eksikleri tamalanan Bismarck'a Prinz Eugen'ın eşlik etmesine karar verilmiştir. 18 Mayıs sabahı Bismarck ve Prinz Eugen Gotenhafen limanından ayrılarak Z-16 ve Z-23 destroyerleri ile mayın tarama gemileri eşliğinde Baltık denizine açıldılar. İlerleyen saatlerde oluşturulan gruba Z-10'da katıldı. Britanyalıların hava keşifleri ile Alman donanmasının hareketlendiğini anlamalarından sonra 20 Mayıs günü öğlen saatlerinde İsveç donanmasına bağlı Gotland kruvazörünün keşif uçakları tarafından yeri belirlendi. Amiral Günther Lütjens komutasındaki Bismarck ve görev grubu kendi mayın tarlalarını geçtikten sonra mayın tarama gemilerini geri yolladılar. 21 Mayıs sabahı Bismarck ve grubu Bergen kıyılarındaki fiyordlara demirlediler. Bu şekilde Rheinübung Harekâtı'nın ilk aşaması sorunsuz bir şekilde tamamlanmış oldu. Fiyortlarda demirlemiş olan Bismarck ve Prinz Eugen yeniden kamufle tarzında boyanırken yeni erzaklarını da gemilere yüklediler. Prinz Eugen'ın yakıt tankları da bu arada dolduruldu. Burada nedeni hala anlaşılamamış olan büyük bir hata yapıldı ve Bismarck'ın azalan yakıt depoları doldurulmadı (Atlantik'e açılırken daha hızlı olması istenmiş ve daha sonra yakıt tankerinden ya da Atlantik'e açıldıktan sonra Fransa'dan yakıt alabileceği düşünülmüş olabilir) (Bir donanma tarihçisine göre ise gemi kaptanı Britanyalılara yakalanmamak için yakıt tanklarının tam olarak doldurulmasını beklemeden Norveç'ten ayrıldı çünkü hava bulutluydu yani Britanyalı uçaklarından saklanmak için uygundu. Operasyonda Almanya'nın üstünlüğünü için Bismarck'ın gizliliğini koruması gerekiyordu.). Gotanhafen'den Norveç fiyortlarına seyrederken Bismarck kayda değer oranda yakıt harcamıştı ve akıllıca olacak tercih Prinz Eugen'ın tankları doldurulurken Bismarck'ın tanklarının da doldurulması olacaktı. Operasyon grubu operasyonun ileri aşamalarında bunun sıkıntılarını çok derin bir şekilde yaşamıştır. Alman keşif uçakları ve istihbarat ağının Britanyalı Anayurt Filosu'nun hala Scapa Flow'da demirli olduğunu öğrenen Amiral Lutjens en uzun yol olan İzlanda ile Grönland arasındaki Danimarka boğazını kullanarak Atlantik'e açılmaya karar verdi. İzlanda'nın altındaki yollar daha kısa olsalarda hem Anayurt Filosu'na daha yakın hem de İngiltere'den kalkacak uçakların menzilinde yer alacaklardı. 21 Mayıs akşamı saat 19:30'da Bismarck ve görev gücü Fiyortlardan ayrılarak Kuzey Buz Denizinde Grönland'a doğru yol almaya başladılar. Aynı gece İngilizler Bismarck'ın demirli olduğu fiyordu görüş mesafesi çok düşük olduğu halde bombaladılar ancak Bismarck çoktan oradan ayrılmıştı. Ertesi gün yapılan hava keşfi sırasında Bismarck'ın fiyorddan ayrılmış olduğu anlaşıldı. 22 Mayıs sabahı Amiral Lutjens plana uygun olarak destroyerlerine geri dönmeleri emrini verdi. Destroyerlerinden ayrılan Bismarck ve Prinz Eugen 24 knot hızla Kuzeye doğru ilerlemeye devam ettiler. İngilizler Bismarck'ı en son gördükleri fiyortta bulamadıklarından olası bütün fiyortlara keşif uçakları gönderdiler. Hiçbirinde de Bismarck'ın izine rastlanılamayınca Bismarck'ın Atlantik'e doğru seyrine başladığını anladılar. Amiral Tovey Bismarck'ın geçeceğini tahmin ettiği İzlanda ile Grönland'ın arasındaki Danimarka boğazına Suffolk ile Norfolk ağır kruvazörlerini yönlendirdi. İzlanda ile Faeroe adası arasına ise hafif kruvazörler Arethusa, Birmingham ve Manchester yerleştirildi. İngilizlerin gururu iki zırhlı Hood ve Prince of Wales ise İzlanda'nın güney batı kıyılarında her iki yöne de müdahale edebilecek şekilde yerleştirildi. Daha güneyde ise ikinci bir görev gücünü değişik yerlerden toparlayarak bütün bu birliklere Bismarck'ın yerini tespit eder etmez müdahale edebilecek şekilde konumlandırdı. Bu görev gücünde uçak gemisi Victorious ile zırhlılar King George V, Repulse, Rodney, hafif kruvazörler Aurora, Galatea, Hermione, Kenya, Neptune ve 6 destroyer yer alıyordu. Diğer birliklerce görülüp izlenecek Bismarck'ın Hood tarafından batırılamaması durumunda bu görev gücünün yakalayarak batıracağı varsayılıyordu. 23 Mayıs sabahı Bismarck ve Prinz Eugen Danimarka boğazına girdiler. Yılın bu mevsiminde genişliği 50 ila 60 km arasında değişen buzullarla kaplı bu boğaz bütün çıkış harekatının en tehlikeli bölümüdür. Birçok yeri mayınlanmış, Britanya gemilerince kontrol edilen ve buzulların bulunduğu bir bölgedir. Saat 19:22'de İngilizler Bismarck ile ilk teması sağlamayı başardılar. İngiliz kruvazörü Suffolk radarlarında tespit ettiği Bismarck ile çok kısa bir süre 11 kilometre meafeden görsel temasa geçtiyse de hemen İzlanda'ya doğru rotasını değiştirerek sis perdesi ardında kayboldu. Ancak aradaki mesafeyi koruyarak sürekli olarak radar vasıtası ile Bismarck'ı takibe aldı. Saat 20:30'da ise bölgedeki diğer kruvazör Norfolk'da radar teması ile grubu izlemeye başladı. Bu sırada Bismarck 5 salvo yaptıysa da bir isabet kaydedemedi.Bismarck'ın Norfolk'a ateş ettiği sırada oluşan patlamada ön radarı bozuldu, bu sebepten dolayı Lütjens Prinz Eugen'a öne geçmesini emretti. Norfolk ve Suffolk bütün gece boyunca Bismarck'ı aradaki mesafeyi sürekli olarak koruyarak izlemeyi Bismarck'ın bütün manevralarına ve yakınlaşma çalışmalarına rağmen başardı. Saat 05:14'te Prinz Eugen; Hood ve Prince of Wales ile hidrofon temasını kurdu.Hood 1918 yılından beri hizmette olan yorgun gövdesiyle Birinci Dünya Savaşına ait bir gemiydi, Prince of Wales ise henüz çocukluk problemlerini aşamamış yeni bir gemiydi. Hood'un zayıf güverte zırhı Amiral Holland'ın çatışmanın başlangıcında aradaki mesafeyi kapamak için Almanlara keskin bir açıyla yaklaşmaya çalışmasını açıklamaktadır, böylece dik yollu gelecek zırh delici mermilerden bir nebze kurtulmuş olacaktı. Saat 05:37'de ise ilk görsel temas 34.100 metrede kuruldu ancak yaklaşan gemi bir hafif kruvazör olarak bildirildi. Danimarka boğazından çıkmak için alman gemileri güneybatı yönünde ilerlerken onları yakalamak için Hood ve Prince of Wales batı-güneybatı yönünde ilerlemey devam ettiler Saat 05:41'de Norfolk almanlar ile görsel teması 27.780 metrede kurdu. O da doğu yönünden almanlara yaklaşmaktaydı. Saat 05:47'de Alman gemilerinde alarm verildi! Saat 05:49'da aradaki mesafe 24.000 metreye kadar düşmüştü.Yaklaşan gemileri hala tam olarak tanımlayamayan almanlar 4 ağır kruvazörün yaklaştığını farzediyorlar ancak düzenli olarak yaklaşmalarından dolayı savaşmayı göze almış zırhlı olabilecekleri ihtimalini de giderek daha fazla göz önünde bulunduruyorlardı. Benzer tanımlama problemi İngilizlerde de yaşanmaktaydı. Silüetleri o mesafeden birbirine çok benzeyen Bismarck ve Prinz Eugen birbirinden ayırdedilemiyordu. Saat 05:50'de Prinz Eugen ile Norfolk 26.000 metre (doğudan), Suf