article
stringlengths
7.34k
10k
yazılan "Tsigni Sibrdzne Sits'ruisa" adlı eserde görülen Nasreddin Hoca anlatıları 19. yüzyılın başında "Zagafgaziya" gazetesinde de neşredilmiş, Nasreddin Hoca fıkralarına dair müstakil ilk kitapsa 1884'te "Molla Nesreddin Ehvalatları" adıyla M. Ahpatelov tarafından yayınlanmıştır. Bu örneklerin ardından da çalışmalar gelmeye devam ederek çeşitli antoloji ve şiirleştirilmiş hikâye kitapları yayınlanmıştır. Özellikle Aleksandr Şahbaratov, İosif Grişaşvili, Mihail Cavabişvili, Lado Mrelaşvili gibi yazarların 19. ve 20. yüzyıllardaki çalışmaları ile birlikte Nasreddin Hoca çağdaş Gürcü edebiyatında kendine yer edinmiştir. Sovyetler Birliği döneminde Türk cumhuriyetlerinde konu üzerine yapılan çeşitli araştırmalar Rusçaya çevrilmiş, Rusça filmler çekilmiş ve Ruslar arasında Nasreddin Hoca fıkraları tanınır hale gelmiştir. N. Osmanova'nın 1970'te Farsçadan Rusçaya çevirdiği 535 fıkra ihtiva eden "Molla Nasreddin" 100.000 adet basılmış; Nasreddin Hoca'nın hayatının roman tarzında anlatıldığı ve Orta Asyalı bir kişilik olarak ele alındığı Leonid Solovyov'un "Povest o Hoce Nasreddine" adlı iki ciltlik eseri ise çeşitli dillere çevrilerek yayınlanmış ve bir buçuk milyon tiraj ile şimdiye kadar bir Nasreddin Hoca kitabının ulaştığı en yüksek satış sayısına ulaşmıştır. Nasreddin Hoca hakkında birçok çocuk kitabının yayınlandığı Pakistan'da Seyyid Said Ahmet'in "Molla Nasreddin Fıkraları" adındaki Urduca 76 fıkra içeren kitabı bilimsel içeriği ile öne çıkmaktadır. Çavduri Serdar Muhammet Han Aziz'in Nasreddin Hoca'nın hayatına ve 194 adet fıkrasına yer verdiği "Molla Nasreddin" kitabı ise ülkede konu üzerine yayınlanmış önemli eserler arasındadır. 1982'de Türkiye'ye göç eden Pakistanlılar arasında da Nasreddin Hoca fıkraları tespit edilmiş, İsveçli Türkolog Gunnar Jarring tarafından tespit edilen sözlü geleneğe ait bazı fıkralar yazıya geçirilmiştir. Tacikistan'da anlatılan Nasreddin Hoca fıkralarının ise İran ya da Türkmenistan yoluyla ülkeye girdiği düşünülmektedir. Ülkede yer alan Türklerin sözlü geleneğinde yer edinen Nasreddin Hoca'nın fıkraları Taciklerin millî güldürü tiplemesi Müşfikî ile birbirlerine bağlanmış durumdadır. Batı Avrupa'da özellikle oryantalizmin etkisiyle Nasreddin Hoca üzerine çalışmalar hazırlanmıştır. Konu üzerine ilk eğilenler Fransızlar olup Fransa'da Nasreddin Hoca'ya dair ilk çalışma 1742 yılında İstanbul'da görevli bir diplomat olan Dominique Fornetty tarafından yapılmıştır. Antoine Galland ve Jean-Paul Garnier'in de üzerine çalıştığı Nasreddin Hoca fıkralarına dair yazmaların çoğunluğu günümüzde Fransa Millî Kütüphanesinde yer almaktadır. Almanya'da da Nasreddin Hoca ile ilgili çalışmalar yayınlanmış, ilk eser 1857 yılında 126 fıkra içerir halde yayınlanmıştır. Konuyla ilgili en geniş çalışma ise Albert Wesselski tarafından 1911 yılında "Der Hodscha Nasreddin" adıyla iki ciltlik eser halinde yapılmıştır. İlk ciltte Anadolu'daki Nasreddin Hoca ile ilgili bilgiler yer alırken ikinci ciltte Arap ülkeleri, Berberi ülkeleri, Malta, Sicilya, Calabria, Hırvatistan, Sırbistan ve Yunanistan'daki Nasreddin Hoca kültürleri ele alınmıştır. Paul Horn, Martin Harmann gibi Alman oryantalistler de konu üzerine yayınlar yapmıştır. Ayrıca Alman güldürü tiplemesi Till Eulenspiegel ile Nasreddin Hoca arasında "" gibi ortak anlatılar bulunmaktadır. Bir başka Avrupa ülkesi İtalya'ya Balkanlar, Romanya ve Yunanistan aracılığıyla giriş yapan Nasreddin Hoca fıkraları İtalyan güldürü tiplemeleri Bertoldo ve Giufà ile benzerlik taşımaktadır. Macarlarda da Nasreddin Hoca ile ilgili eserler hazırlayan araştırmacılar olup ilk Macarca eser "Kitâb-ı Mukaddes"i de Macarcaya çeviren György Káldi tarafından 1631 yılında verilmiştir. Ancak Nasreddin Hoca anlatılarının eğitici unsurları nedeniyle Orta Çağda dinî vaazlarda kullanıldığı bilinmektedir. Nasreddin Hoca anlatılarının dinî anlatılarla karışması nedeniyle de Nasreddin Hoca fıkralarına benzer ancak baş karakterinin din adamı olduğu birçok Macar fıkrası bulunmaktadır. János Munkácsy, Bertalan Szemere gibi araştırmacılar tarafından derlenen ve János Arany gibi şairlere ilham kaynağı olan Nasreddin Hoca fıkraları hakkında Macaristan'da yapılan en önemli yayınlar Türkolog Ignác Kúnos tarafından 1890'larda yapılmıştır. Nasreddin Hoca'ya bir sanat ve popüler kültür ögesi olarak oldukça rağbet edilmektedir. Tam tarihi bilinmeyen ancak 1775 ila 1782 arasında yazıldığı düşünülen "Nasreddin Hoca'nın Mansıbı" adlı eser Nasreddin Hoca'ya dair bilinen en eski oyundur. Bunun haricinde İkinci Meşrutiyet'in ilk yıllarında Millî Osmanlı Operet Kumpanyası 1914 yılında İzmir'de "Nasrettin Hoca'nın Telaşı" adlı bir oyun sergilemiştir. Yine aynı dönemlerde Bahâ Tevfik ve Ahmet Nebil de aynı adla revü şeklinde bir oyun yazmışlar, ilk sahnelenmesi 9 Ekim 1916 tarihinde İzmir'deki İris Sineması'nda gerçeklemiştir. Her iki oyun da Meşrutiyet yıllarında gerek İzmir gerekse de İstanbul'da çokça temsil edilmiştir. Sabahattin Bey 1930'larda "Nasrettin Hoca" adlı bir operet sahnelemiş, aynı dönemde Ziya Şakir ile Ömer Seyfettin de "Nasreddin Hoca" adlı oyunlar yazmışlardır. Halide Edib Adıvar 1945 yılında yazdığı "Maske ve Ruh" adlı oyununda Nasreddin Hoca'ya yer vermiş; 1951'de Adnan Çakmakçıoğlu, 1954'te İsmail Hakkı Sunat, 1962'de ise Aydın Su Nasreddin Hoca ve fıkralarını tiyatro oyunu olarak ele alan diğer isimler olmuştur. Kumuk yazar Muhammed Kurbanov tarafından 1938 yılında yazılan "Molla Nasreddin" adlı oyun Dağıstan'da ve Sovyetler Birliği'nde; Özbekistan'daysa "Xo'ja Nasriddin" operası, "Nasriddinning Yoshligi" balesi ve "Nasriddin Afandi" müzikal komedisi birçok tiyatroda yüzlerce kez sahnelenmiştir. Azeri yazar Yusif Ezimzade'nin 1959'da "Nesreddin" adıyla, Çekoslovak yazar Jiří Mahen'in "Nasreddin čili Nedokonalá pomsta" adıyla 1930'da ve "Jánošík Ulička odvahy Nasreddin" adıyla 1962'de, yine Çekoslovak yazar Josef Kainar'ınsa 1964'te "Nebožtík Nasredin" adıyla yazdığı oyunlar bulunmaktadır. Ermeni-Rus yazar Georgi Gürciyev 1950'de yayınlanan "Beelzebub's Tales to His Grandson" adlı eserinde Nasreddin Hoca'yı ana karakterlerden biri olarak kullanmıştır. Mehmet Fuad Köprülü, Orhan Veli Kanık, Nedim Uçar, Nüzhet Erman'ın aralarında bulunduğu şairler Nasreddin Hoca fıkralarını şiirleştirmişler, ilk olarak 1930 yılında Kemalettin Şükrü Orbay olmak üzere 1982'de Burhan Felek ve 2006'da da Nail Tan tarafından Nasreddin Hoca bir hikâye ve roman kahramanı olarak işlenmiştir. Sovyetler Birliği'nde ise Leonid Solovyov'un Nasreddin Hoca fıkralarını temel alan "Povest o Hoce Nasreddine" roman serisi bir buçuk milyondan fazla satış yapmış ve senaryolaştırılarak sinemaya aktarılmıştır. Fransa'da yayınlanan "Vaillant" dergisinin Aralık 1946 tarihli sayısında ilk kez yayınlanan çizgi roman serisi "Nasdine Hodja" da Nasreddin Hoca'dan esinlenilerek oluşturulmuştur. Nasreddin Hoca'yı konu edinen ilk sinema filmi Stoyan Bahvarov'un Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1939 Bulgaristan yapımı "Nastradin Hoca i Hitar Petar" adlı siyah-beyaz filmdir. Bulgar güldürü kahramanı Hitar Petar ile birlikte konu edinilen Nasreddin Hoca'ya dair müstakil olarak hazırlanan ilk film ise 1940 yılında çekimine başlanıp 1943'te gösterime giren ve Hazım Körmükçü'nün başrolünde olduğu Türkiye yapımı "Nasreddin Hoca Düğünde" adlı filmdir. 1951 yılında hazırlanan "Evvel Zaman İçinde" adlı animasyon film, Talat Artemel'in Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1954 yapımı "Nasreddin Hoca", İsmail Hakkı Dümbüllü'nün Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1954 yapımı "Nasreddin Hoca ve Timurlenk", 1965 yapımı "Nasreddin Hoca" ile 1971 yapımı Nasreddin Hoca, Mehmet Özden'in başrolünde olduğu 1998 yapımı "Nasrettin Hoca ve Deli Oğlan" ve Aziz Özuysal'ın başrolünde olduğu 1999 yapımı "Nasrettin Hoca: Ya Tutarsa?" Türkiye'de gösterime giren diğer Nasreddin Hoca filmleridir. Bunların yanı sıra Münir Özkul'un Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1993 yılına ait TGRT yapımı "Nasreddin Hoca" ile Sönmez Atasoy'un başrolünde olduğu 1996 TRT yapımı "Nasreddin Hoca" adlı diziler çekilmiştir. Ayrıca 2005'te gösterime giren "Keloğlan Kara Prens'e Karşı" adlı filmde Nasreddin Hoca Osman Yağmurdereli tarafından yan rol olarak canlandırılmış, 1986 TRT yapımı "Bizi Güldürenler" adlı televizyon dizisinin bir bölümü Aydemir Akbaş tarafından canlandırılan Nasreddin Hoca'ya ayrılmış olup yine televizyonda yayınlanması için çeşitli Nasreddin Hoca hikâyesi canlandırılarak çocuklara yönelik çizgi filmler de yapılmıştır. Sovyetler Birliği yapımlarında Nasreddin Hoca tiplemesi ideolojik bir malzeme olarak ele alınmış ve buna uygun söylemlerle sinemaya aktarılmıştır. Sovyetler Birliği'nde çekilen ilk Nasreddin Hoca filmi olan Lev Sverdlin'in Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1943 yapımı "Nasreddin v Buhare"de Nasreddin Hoca'nın Sovyet toplumunun gelişmişliğini hayretle karşılaması işlenmektedir. Razzak Hamrayev'in Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1947 yapımı "Pohojdeniya Nasreddina" Sovyetlerin ikinci Nasreddin Hoca filmi olup bazı fıkralara göndermelerde bulunulmaktadır. Gurgen Tonunts'un Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1959 yapımı "Nasreddin v Hocente, ili Oçarovannyi prints", Beşir Seferoğlu'nun Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1966 yapımı "12 mogil Hoci Nasreddina", Rifat Musin'in Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1975 yapımı "Vkus halvi", Sokrat Abdukadirov'un Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1978 yapımı "Pervaya lyubov Nasreddina", Marat Aripov'un Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1982 yapımı "Glyadi veseley" ve Ramaz Çikvadze'nin Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1989 yapımı "Vozvraşteniye Hoci Nasreddina" Sovyetler Birliği döneminin hocayla ilgili diğer filmleridir. Gerek Sovyetler Birliği döneminde gerekse de bağımsızlık sonrası dönemde Özbekistan Nasreddin Hoca filmlerinin dikkat merkezini oluşturmuştur. Nasreddin Hoca ile ilgili Sovyetler Birliği'nde çekilen birçok filmin Özbek yapımı olmasının yanı sıra ülkenin bağımsızlığını kazanmasının sonrasında da "Nasriddinning Yoşligi", "Nasriddin Hojand'da", "Afandining Beş Hotini" gibi filmler çekilmiştir. Türkiye ve Sovyet
Birliği'nin ardından en çok Nasreddin Hoca filmi çekilen ülke olan Çin'de ise 1979 yapımı "Afanti" animasyon filmi, aynı adlı kitaptan uyarlanan 1979 yapımı "Afanti de gu şi" animasyon filmi, 1980 yapımı "Afanti", 1988 yapımı "Zhen Jia Afanti" animasyon filmi, 1991 yapımı "Afanti er şi" ve 2012 yapımı "Şaonian Afanti" animasyon filmi konuya dair filmlerdir. Türkiye, Sovyetler Birliği ve Çin'in haricinde İrec Dustdar'ın Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1953 İran yapımı "Molla Nasreddin" ile 1957 yapımı "Molla Nasreddin", Peter-Paul Goes'un Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1959 Doğu Almanya yapımı "Nasreddin und der Wucherer", Leo Konforti'nin Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1960 Bulgaristan yapımı "Hitar Petar", Zdenek Junák'ın Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1984 Çekoslovakya yapımı "Nasredin", Raghubir Yadav'ın Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1990 Hindistan yapımı "Molla Nasreddin", Jean-Pierre Sentier'in Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 1993 Fransa yapımı "Faits et dits de Nasreddin" ve Luis Rego'nun Nasreddin Hoca'yı canlandırdığı 2016 Fransa-Portekiz ortak yapımı "Feitos e Ditos de Nasreddin II" sinema ve televizyon dünyasında Nasreddin Hoca'nın işlendiği diğer yapımlardır. Nasreddin Hoca mobil platform oyunlarında da yer edinmiş olup 1996 yılı UNESCO tarafından Nasreddin Hoca yılı olarak kutlanmıştır. Günümüzde de Nasreddin Hoca adına Uluslararası Akşehir Nasreddin Hoca Anma ve Mizah Günleri, Uluslararası Nasreddin Hoca Karikatür Yarışması, Altın Eşek Komedi Filmleri Festivali, Nasreddin Hoca Gülmece Öyküsü ve Çizgi Film Yarışması ve Uluslararası Nasreddin Hoca Sempozyumu gibi eğlence, sanat ve akademi alanlarında etkinlikler düzenlenmektedir. Ayrıca bilimsel alanda sayısız Nasreddin Hoca çalışması bulunmaktadır. En eskisinden çağdaş olanlara kadar Nasreddin Hoca'ya dair fıkraların içeriğinde ve hatta kritik noktalarında toplumun din, ahlak, töre kurallarına uymaması, akıl dışı olguları akılcı bir görüşe indirgeme, ideal Nasreddin Hoca figürüne yakıştırılamayan davranışları ona yakışır hale getirme ya da anlatıdaki pürüzleri giderip güzelleştirme, ana düşünceyi daha vurgulu hale getirmek için anlatıyı genişletme gibi çeşitli kaygılarla oynamalar yapılmıştır. Tanrıya saygısızlık sayılan ibarelere derleyenin ya da okuyucunun tepki amaçlı değişiklikler yapması yazma nüshalar üzerinde çokça görülmektedir. Örneğin Bodleian Kütüphanesindeki bir yazmada Nasreddin Hoca'nın çömezi İmâd'a "Karını kime ısmarladın?" diye sorması üzerine aldığı "Allah'a" cevabı birçok başka yazma derleyicisi tarafından "Beye" biçimine sokulmuştur. Fransa Millî Kütüphanesi yazmasındaki hikâyede sabah namazında rekatları fazla fazla kılmasının nedenini soranlara Nasreddin Hoca'nın "Allah'ı borçlu edeyim." şeklindeki cevabının karşısına derleyici "Estağfurullah" notu düşmüş, bir okuyucu da ilgili satırı karalamıştır. Aynı kütüphanedeki bir başka yazmadaki hikâyeye göre Nasreddin Hoca'nın tanrı misafiri olarak kapısına gelen adama mescidi göstererek "İşte kaynatanın evi" cevabı verdiği fıkrada kapıyı çalan kişi farklı yazmalarda tanrı misafiri yerine müezzinin damadı olarak değiştirilmiştir. Yine Fransa Millî Kütüphanesindeki başka bir yazmada Nasreddin Hoca'nın Kâbe'nin kapısını çalarak kurduğu "Tanrı! Evde misin? Aç!" cümlesi de bir okuyucu tarafından karalanarak tahrip edilmiştir. Toplumun ahlak ve töre kurallarına uymadığı gerekçesiyle metinlerde yapılan oynamalar üzerine de çokça örnek bulunmaktadır. Bu tür oynamaların tamamı çağdaş yayınlarda görülmektedir. Batılı araştırmacıların ya da yazma eser sahiplerinin bu türden bir oynama yapmamasına karşılık Nasreddin Hoca geleneğine sahip ülkelerde ve hatta bu ülkelerin bilimsel yayınlarında dahi araştırmacı tarafından edep dışı görülen anlatılar ya tümüyle görmezlikten gelinmekte ya da üzerine oynanarak "daha uygun" hale getirilmektedir. Lâmiî Çelebi'nin "Mecmâü'l-letâif"inde Nasreddin Hoca'nın aynı dönemde yaşadığı Şeyyad Hamza'ya "Birinci kat göğün sınırına vardığında eline yumuşak bir şey dokundu mu?" diye sorması ve "Evet" cevabını alması üzerine "O benim taşaklarımdır." demesi Veled Çelebi derlemesinde "Eşeğimin kuyruğudur." şekline getirilmiştir. Nasreddin Hoca'nın abdest alırken suya düşen pabucunu alıp götüren dereye karşı osurup "Al abdestini ve pabucumu." demesi de Eflatun Cem Güney tarafından "Dere boyu pabucunun arkasından giderek: Al abdestini ver pabucumu..." biçimine sokulmuştur. Silah taşıma yasağına rağmen Nasreddin Hoca'nın, subaşının üzerinde bulduğu palayı "Kitaptaki yanlışları kazıyorum." şeklinde savunduğu hikâye yine Eflatun Cem Güney tarafından genişletilerek şöyle bir giriş yapılmıştır: "Nasreddin'in mollalık zamanı... Kafasında kavak yelleri esiyor. Yasağı masağı sayar mı? Yatağanını yanından ayırmazmış..." Bu ekleme Nasreddin Hoca'nın ağırbaşlılığına, sağduyusuna yakıştırılamadığı için yapılan oynamalara bir örnek teşkil etmektedir. Nasreddin Hoca'yı çağının ötesinde, ileri görüşlü bir insan olarak sunma eğilimine dair örnekler de görülmektedir. Azeri halkbilimci Memmedhüseyn Tehmasib, Nasreddin Hoca üzerine bulunduğu yorumlamada hocanın aslen çok eşliliğe karşı olmasına rağmen bazı fıkralarda iki eşinin olmasının bu geleneği yermek amacı taşıdığı yorumunda bulunmaktadır. Nasreddin Hoca'ya adalet kurallarına aykırı durumları, haksız yargıları ve işlemleri düzeltme amacı yükleme amacıyla metinlerde değişikliklik yapıldığı da görülmektedir. Allah'tan 100 altın isteyen Nasreddin Hoca'yı denemek adına Yahudi'nin, hocanın evinin bacasından 99 altın attığı hikâye Eflatun Cem Güney'in derlemesinde Yahudi'nin davayı kaybetmesi ve hocanın altınları alması ile bitmemektedir. Güney, hikâyenin orijinalinden farklı olarak sonuna hocanın Yahudi'ye altınları iade ettiğini ve "Bir daha Allah'la kul arasına girme." nasihatini verdiğini eklemiştir. Dobruca Türklerinin sözlü geleneğinden gelen bir hikâye de bu fıkra ile "" fıkrasından derlenmiştir. Bu hikâyeye göre kendisini "Bana pislik yedirdin." diye azarlayan kadıya Nasreddin Hoca "Sen o pisliği Yahudi ile davamı görürken yedin." karşılığı verir. Fransa Millî Kütüphanesindeki bir yazmada Nasreddin Hoca'nın vasiyeti üzerine eski bir kabre gömülmesi sonrası Münker ve Nekir meleklerine "Ben eski ölüyüm, sorgum yapıldı." demesi farklı çeşitlemelerde henüz hayatta iken neden eski bir kabre gömülmek istediği sorulduğunda "Münker ve Nekir gelince eski ölüyüm der sorgudan kurtulurum." cevabını verdiği bir hikâyeye çevrilmiştir. Hikâye bu şekilde değişikliğe uğratılarak olağanüstü özelliklerinden sıyrılmış ve mantık sınırları dahiline çekilmiştir. Britanya Müzesi yazmasında Nasreddin Hoca'nın eşeğinin kadıdan resmî belge alarak eşeklikten çıkması, Nasreddin Hoca'nın da belgeyi eşeğe zorla yutturmasının anlatıldığı hikâye etkinliğinin artırılması amaçlanarak genişletilerek hikâyenin sonuna "Şimdi, eşek tersledikten sonra dönüp kokladığı ol sebeptendir." sözleri eklenmiştir. Ayrıca zamanında hemcinslerinden birinin resmî belge alarak eşeklikten kurtulduğu ve eşeklerin bu belgeyi bulma umudu taşıdığına dair diğerlerinde bulunmayan bir açıklama eklenerek içerik zenginleştirilmiştir. Bazı fıkralarda Nasreddin Hoca'nın büyük kişiler karşısında cüretkâr sözleri ya da davranışları karşısında cezalandırılacağı yerde ödüllendirildiği hikâyeler de vardır. "Ben yer tanrısıyım" diyen Nasreddin Hoca'ya Timur'un "Şu Tatar gencinin gözlerini büyüt öyleyse." buyruğuna karşılık hocanın "Belden yukarısına gök tanrısı karışır." demesine Berlin Eyalet Kütüphanesi yazmasındaki çeşitlemeye göre Timur duyduğu cevap karşısında o kadar memnun olur ki hocayı kendisine özel danışman yapar. Rusya Bilimler Akademisi Kütüphanesindeki yazmada Nasreddin Hoca'nın kendisini rahatsız eden sinekleri kadıya şikayet ettiği hikâye diğer çeşitlemelerde olmayan şu sonla genişletilmiştir: "Hoca kadıdan aldığı izne uyarak onun kafasına konan sineğe tokmağı vurup kadıyı öldürür. Kendini kadının hükmüne uyduğu yolunda savunur. Hocanın ilmi üstünlüğüne inanan müftü de hareketinin kasıtlı olmadığına yönelik yemin etmesini yeterli görerek suçsuz olduğu kararını verir." Fıkralar üzerine yapılan bu gibi oynamalar haricinde farklı fıkraları birbirleriyle ilişkilendirerek belki de fıkraların aslında hiç düşünülmeyen çıkarımlarda bulunulduğu da görülmektedir. Bu örneklerden birinde Edmond Saussey, hocanın iki karısı arasından hangisi suya düşse kurtaracağına yönelik soru üzerine yaşlı karısında dönerek "Sen yüzme bilirsin değil mi?" diye sorması üzerine farklı bir fıkraya geçer ve sonunda şu değerlendirmede bulunur: "Nitekim yaşlı karısı ölünce hocanın pek üzüntü göstermemesine kimse hayret etmez. Birkaç gün sonra eşeği ölünce büyük bir kedere düşer." Saussey'in aktardığının aksine fıkranın aslında ölen kişi Nasreddin Hoca'nın "yaşlı karısı" değil "karısı"dır. Yine Saussey, Timur'un rüyasında kendisini kızdıranları öldürmesi üzerine Nasreddin Hoca'nın memleketi terk etme kararı verdiği hikâyeyi "Bununla beraber rivayetler hocanın vatandaşlarını korumak görevini sonuna kadar ifa etiğini ve birçok felaketin önünü aldığını söylerler." şeklinde yorumlar. Ancak hikâyeden böyle kesin bir sonuç çıkarılamamaktadır zira Nasreddin Hoca'nın rüya olayından sonra memleketi terk etmeyip kaldığına dair bir anlatım bulunmamaktadır. En eskilerden en çağdaş derlemelere dek Nasreddin Hoca hikâyelerini bir araya getirenler yalnızca bu işle yetinmeyerek anlatıları gerçek ya da uydurma olarak ayırmışlardır. Pertev Naili Boratav bu durumu Nasreddin Hoca'nın tarih boyunca her hareketi ve sözünde bilgelik, ibret bulunan bir kişi olarak görüldüğü ve bu algıya tezat oluşturan içeriklerin törpülendiği şeklinde yorumlamaktadır. Nasreddin Hoca'nın gerçek kişiliği üzerine araştırma yapan çağdaş araştırmacılar da halk geleneğindeki bu önkabul nedeniyle soylu, aydın bir kişilik temeline Nasreddin Hoca kişiliği inşa etmişler, bazı araştırmacılar da Nasreddin Hoca'nın gerçek kişiliği ne olursa olsun sağduyulu, toksözlü, kötülükle mücadele eden, kudretli kişilere karşı bile sözünü sakınmayan bir kişi olarak yansı
tmışlardır. Fıkralar söz konusu olduğundaysa bilim adamı kimliğine haiz olanlar da dahil olmak üzere araştırmacıların neredeyse hepsi metinleri bir dereceye kadar sansür etmiş ya da içeriğini ayıklama yoluna gitmişlerdir. 14. yüzyıldan bu yana süregelen sözlü ve 1571'den beri süregelen yazılı yüzlerce yıllık Nasreddin Hoca fıkra geleneğinde gerçek fıkraların tespiti konu üzerine çalışan uzmanlarca tartışılan bir konudur. İlk yazılı derlemede 43 olan fıkra sayısı sonraki yazmalarda gittikçe artmış, günümüze kadar basma kaynaklar da dahil olmak üzere Nasreddin Hoca fıkraları binler ile ifade edilecek şekilde artmıştır. Bu durum tarihî Nasreddin Hoca'nın kişiliğine uygun fıkraların daha sonra adına bağlanan fıkralardan ayrılması üzerine fikirler yürütülerek bu yönde çalışmalar yapılması sonucunu doğurmuştur. Gerçek Nasreddin Hoca fıkralarının binlerle değil ancak yüzlerle ifade edilebileceğini öne süren halkbilimciler fıkraların bir tip kataloğunun oluşturulmasını önermektedirler. Bu konudaki ilk görüşlerden birini halkbilimci Şükrü Kurgan ortaya atmıştır. Kurgan, kendi görüşlerine göre Nasreddin Hoca'ya ait olamayacak olan anlatıları on başlık altında derlemiştir: Konu üzerine eğilen Türk dünyası araştırmacısı akademisyen Fikret Türkmen, değerlendirmeye aldığı 300 Nasreddin Hoca fıkrasından 100'ünün durumun komikliğine, 180'inin söz ve zeka oyunlarına dayalı olduğunu ve ancak 20'sinde her iki unsurun birlikte kullanılarak mizah zeminin daha güçlendirildiğini saptadıklarını açıklamıştır. Gerçek fıkraları atfedilen diğer fıkralardan ayırmanın zor olmadığını belirten Türkmen içerisinde içki ihtiva eden, iffetsizlik içeren, kendisini budala veya cimri olarak gösterilen fıkraların Nasreddin Hoca'ya ait olmasının mümkün olmadığını savunmuştur. Yazar Alpay Kabacalı da Nasreddin Hoca fıkralarının biçim ve içerik özelliğinden dolayı heyecan ve gerilim içermediğini, olumsuzluk içeren olaylarda dahi dinleyicide acımaya ya da duygusallığa yol açamayacağını, aksine güldürdüğünü ve kendisini düşünmeye ittiğini belirtmektedir. Kabacalı, bu özelliğe uymayan fıkraların gerçek Nasreddin Hoca fıkrası olarak nitelenemeyeceğini öne sürmektedir. Türk dili uzmanı Mehmet Aydın, Nasreddin Hoca fıkralarında sövgü ve aşağılamanın yer almadığını, hiçbir zaman karamsarlığa düşülmediğini ve içki, inat, korku gibi unsurlar içermediği tespitini yaparak Nasreddin Hoca'nın fıkralarında özeleştiri yapabilen, kerametlere inanmayan, bilgiçlik taslamayan, dinî ve olumlu toplumsal törelere saygılı, dalkavukluktan hoşlanmayan bir kişilik olarak öne çıktığını belirtmektedir. Eğitimci Nükhet Tör, doktora tezi ve bu tezi temel alarak hazırladığı bildirisinde Nasreddin Hoca fıkralarının eğitici yönüne eğilmiştir. 295 fıkrayı inceleyen Tör fıkraların iyimserlik, hayata bağlı ve ümitli olma, özeleştiri yapabilme, hoşgörülü, tedbirli olma, içki alışkanlığının kötülüğü, dış görünüşe önem vermeme, görücü usulüyle evlenmenin sakıncaları, birden fazla kadınla evlenmenin zararları, evlilikte uyumlu davranma ve dinî inançlar olmak üzere on temel başlık altında eğitici ögeler barındırdığını tespit etmiştir. Nasreddin Hoca fıkralarının %35 kadarının eğitici değerler taşıdığını savunan Tör, Nasreddin Hoca'nın bir eğitim felsefesi olarak ele alınmasını önermiştir. Nasreddin Hoca fıkralarının ahlaki gelişim üzerine etkisini de inceleyen Tör, Lawrence Kohlberg'in ahlaki gelişim evreleri ile ahlaki dersler içeren Nasreddin Hoca fıkralarını ilişkilendirmiş ve fıkraların en üst iki düzey yani gelenek üstü ve özerk düzey gelişim evrelerine uygun mesajlar içerdiğini saptamıştır. Buna göre fıkralardaki mesajların bir kısmı toplumsal kuralları savunmakta, bir kısmı ise "" fıkrasındaki gibi duruma bağlı olarak toplumsal kuralların yere ve zamana göre değişebileceğini aktarmakta, kişilere çevresinden gelecek övgü ile yergilere aldırmaksızın kendi akıl ve vicdanlarına göre davranmalarını öğütlemektedir. Bir başka eğitimci Hakan Dedebağı da yüksek lisans tezinde Nasreddin Hoca fıkralarındaki eğitime dair unsurları ele almıştır. Dedebağı'na göre fıkralarda insanlar ferdi özellikleriyle ele alınarak tema soru-cevap, örnek olay ve buluş yoluyla öğrenme gibi eğitim yöntemleriyle aktarılmaktadır. Toplum işleyişindeki düzensizliklerin dile getirildiği fıkralarda insanların hiciv yoluyla tenkit edilerek olumsuz davranışlarının olumlu davranışlara çevrilmesi ve dolayısıyla toplumsal hayatın düzene koyulması yönünden eğitici unsurlar barındığı tespitini yapan Dedebağı fıkraların genel anlamda proaktif bilinci uyarmaya yönelik içerikler barındırdığını öne sürmüştür. Bunların yanı sıra Nasreddin Hoca anlatıları Kazakistan, Rusya, Türkiye gibi ülkelerde eğitim-öğretimde kullanılmakta, çocuklara okutulması tavsiye edilmektedir. Halkbilimci Faruk Çolak, seçtiği yedi Nasreddin Hoca fıkrasını inceleyerek aralarında Türk mitolojisi ile bağlar tespit etmiştir. Buna göre Çolak, "" fıkrasıyla yaşam ağacı ve buradan Tengri'ye ulaşan yol inancı arasında benzerlik kurmuştur. Ayın parçalanarak yıldızlar veya şimşeği oluşturmasına dair iki farklı anlatımı olan "" fıkrasında Türk mitolojisindeki kozmogoni ile bağlantı kuran Çolak, "" fıkrasında geçen oğlak burcunun Türk mitolojisinde de bulunduğunu belirtmiş, "" fıkrası ile günümüzde Altay ve Yakut Türklerince halen anlatılan hayvanların kemiklerinin bir araya getirilip diriltilmesi anlatıları ile birebir benzerlik kurmuştur. Faruk Çolak'ın üç farklı fıkrayı daha mitolojik anlatılarla bağdaştırmasına karşın halkbilimciler Saim Sakaoğlu ve Berat Alptekin bu fıkraları ikisinin mantıken Nasreddin Hoca'ya ait olamayacağı ve birinin de Cuhâ kökenli olduğu gerekçesiyle tenkit etmişlerdir. Aynı konu üzerine eğilen halkbilimci Ebru Şenocak da "" fıkrasında Nasreddin Hoca'nın baş aşağı gömülme isteğini mitolojik sembolizmde ölümü temsil eden baş aşağı insan, ayakları üzerinde dirilmesini ise yeniden hayata gelişi temsil eden ayakları üzerinde insan figürlerine işaret ettiğini belirtmektedir. Şenocak ayrıca "" fıkrası ile eski çağlarda Ay'ın Güneş'ten daha önemli görüldüğü toplumların mitolojisi ile bağdaştırmaktadır. Nasreddin Hoca'nın bahsinin geçtiği bilinen en eski kaynak Ebû'l Hayr-ı Rûmî'nin 1480 yılında Cem Sultan'ın isteği üzerine yazdığı "Saltuknâme"dir. Sarı Saltuk'un menkıbelerinden haiz olan eserde Nasreddin Hoca'nın "" fıkrası yer almaktadır. Her ne kadar günümüzde bilinen en eski Nasreddin Hoca hikâyesine "Saltuknâme"de rastlansa da yine "Saltuknâme"de daha evvelde de Nasreddin Hoca hikâyelerinin derlendiği bir kitabın bulunduğuna dair bir kayıt bulunmaktadır: Mehmed Gazzâlî, 1511 yılında yazdığı müstehcen fıkralardan oluşan "Dafiü'l-gumûm ve Rafiü'l-humûm" eserinde Nasreddin Hoca fıkralarının çok yaygın olması ve çokça bilinmesi nedeniyle bunları eserine almadığı notunu düşmüştür. Güvâhî'nin 1527'de tamamladığı "Pendnâme"sinde de Nasreddin Hoca'nın "", "" ve "" fıkraları yer almaktadır. Basîrî'nin "Letâif"inde biri Nasreddin Hoca'nın eşiyle tartışıp evden ayrılmasıyla ilgili olmak üzere iki fıkra yer almaktadır. Lâmiî Çelebi'nin başlayıp oğlunun tamamladığı "Mecmâü'l-letâif"deyse üç Nasreddin Hoca fıkrası ve onun neslinden olduğu söylenen Sinan Paşa'ya dair bir fıkra yer almaktadır. Bunların yanı sıra farklı anlatımlarında Nasreddin Hoca'ya bağlanan "" fıkrasında Ahmedî, "" fıkrasında Merzifonlu Horasanî Dede, "" ve "" fıkralarında bir divane, "" fıkrasında ise bir karı koca ana karakter olarak "Mecmâü'l-letâif"de yer almaktadır. Bayburtlu Osman, 1581 yılında tamamladığı "Kitâb-ı Mir'ât-ı Cihân" adlı eserinde Nasreddin Hoca'yı kitabında saydığı 784 veliden biri olarak göstermiş, Timur ile musâhip olduğunu belirterek mezarının Akşehir'de olduğunu not düşmüştür. Taşlıcalı Yahya'nın 1540 yılında yazdığı "Gencîne-i Râz" eserinde "" fıkrası manzum olarak, "Kitâb-ı Usûl" mesnevisinde de Nasreddin Hoca adı anılmadan "" fıkrası anlatılmaktadır. Muhyî-i Gülşenî, 1604'te tamamladığı "Menâkıb-ı İbrâhim Gülşenî" eserinde "" fıkrasına, Nev'îzâde Atâyî de "Sohbetü'l-ebkâr" mesnevisinde "" fıkrasına yer vermiştir. Âşık Paşa, "Meşâirü'ş-şuarâ"sında "peştemal" fıkrasının Timur ile Ahmedî arasında geçtiği anlatımını aktarmıştır. Evliya Çelebi ise "Seyahatnâme"sinin ikinci cildinde aynı fıkranın Nasreddin Hoca ile Timur arasında geçtiği anlatımını nakletmiştir. Yine "Seyahatnâme"nin onuncu cildinde Cuhâ hakkında bilgi verirken onu Arapların Nasreddin Hocası olarak nitelemiştir. Halkbilimciler Saim Sakaoğlu ve Ali Berat Alptekin, fıkranın Ahmedî ile Timur arasında geçen anlatımının tarihî gerçeklerle daha uyumlu olduğunu, Nasreddin Hoca ile Timur arasında geçen anlatımının yanlış olarak ilk kez Evliya Çelebi tarafından yazıldığını ve bu kaynaktan yararlananların da bu yanlışı devam ettirdiğini öne sürmektedirler. Aleksandre Popoviç, Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezinin Ekim 1975'te Paris'te düzenlediği "Kültürleşme" başlıklı kolokyuma sunduğu bildiride bibliyografya detaylarını vermeden M. Maksiviç'in Bulgarca bir Nasreddin Hoca derlemesinin bulunduğuna dair bilgi vermiştir. Stevan Sremac da 1894 yılında yayınlanan "Nasradin-hodža" kitabını hazırlarken bu baskıdan yararlanmıştır. St. Antuan Katolik Kilisesi St. Antuan Katolik Kilisesi () İstanbul'un en büyük ve cemaati en geniş Katolik Kilisesi'dir. Beyoğlu'ndaki İstiklal Caddesi üzerinde Galatasaray'dan (Galatasaray Lisesi tarafında) Tünel'e doğru giderken sol tarafta bulunur. 1230’da rahipler, kurucuları Assisili Aziz Fransua adına, Galata civarında bir kilise inşa ettiler. 1639 ve 1660 yangınlarında iki kez yanan ve her yangından sonra yeniden aynı yerde kurulan Aziz Fransua Kilisesi en son geçirdiği yangın olan ve bütün çevresini yutan 1696 yangınından sonra Beyoğlu’daki yeni konumuna taşındı. 1724 yılında Pera'da Aziz Antuan adı verilen bu yeni bir kilise Osmanlı İmparatorluk saray ve devlet hizmetinde bulunan ve ayrıca ticaretle uğraşan Katolik ülkelerin (ekserisi İtalyan-Fransız) vatandaşları ve onların aileleri için inşa edildi ve kutsandı. Şimdiki, cephesi kırmızı tuğla taşlarla örül
ü kilisenin inşasına, 1906 yılında eskisinin yerinde başlanmış ve 1912 yılında Aziz Antuan'ın naşının Padova Basilikası'ndaki yerine taşınmasının yıldönümü olan 15 Şubat günü Rahipler, yeni kiliselerine taşındılar, kilise kutsandı ve ibadete açıldı. İstanbul doğumlu İtalyan Mimar Giulio Mongeri tarafından İtalyan Neogotik üslubunda, betonarme olarak inşa edilmiştir. 20x50 m ölçülerinde, Latin hacı biçiminde ve neogotik üslupta inşa edilmiştir. Kilise duvarları belirli yüksekliğe kadar mozaik kaplama ve yapının dış cephe duvarları tuğladandır. Kilisenin girişi, kiliseye gelir sağlamak için inşa edilmiş iki bina arasındaki kapıdan verilmiştir. Bu kapı kilisenin avlusuna açılır ve İstiklal Caddesine bakan bu cephenin genişliği 38 metredir. Kilise İtalyan rahipler tarafından yönetilir. İstiklâl Caddesi girişindeki avlunun önündeki 6'şar katlı ve birbirlerine bir geçitle bağlanan 2 adet apartman, kiliseye gelir getirmesi için inşa edilmiştir. Bunlar St. Antoine Apartmanları'dır ve İstiklâl Caddesi'nin ilk betonarme yapılarındandırlar. Bomonti Bira Fabrikası Bomonti Bira Fabrikası, adını İstanbul'un en eski semtlerinden birine vermiş olup Osmanlı İmparatorluğu'nda modern bira üretim tekniği ile imalata başlamış olan ilk bira üretim tesisidir. Sahibi, Efes Pilsen'dir. 1839 senesi sonrasında Batı'ya açılma sürecinde, bira Osmanlı'ya üretim safhasında dahil olmuştur. Biranın 1840'ların öncesinde tüketildiği ve üretildiği söylenebilir. 1840'lı yıllarda ise, birahaneler açılmaya başladı. Osmanlı'da bira üretimi 1896 yılında 12.000 hl idi (1.2 milyon litre). Bu oran hızla artmıştır ve 1913-1914 yılları arası 9.9 milyon litreye ulaşmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nde bu rakama ancak 1940'lı yıllarda ulaşılmıştır. İsviçreli Bomonti kardeşler tarafından 1890 senesinde Feriköy'de kurulan fabrika, 1934 yılında Tekel'e geçmiştir. 1902 yılında işletmelerini bu gün İstanbul Tekel Bira Fabrikası, eski adıyla Bomonti Bira Fabrikası'nın bulunduğu yere naklettiler. 1912'de Bomonti ve rakipleri olan Nektar Şirketleri birleşerek Bomonti-Nektar Birleşik Bira Fabrikaları şirketini kurdular. Bomonti Bira Fabrikası ana binasına zaman içinde yeni üniteler eklenmiştir. Eklenen bu ünitelerle fabrika bugün 40 dönümlük bir arazi üzerinde yer almaktadır. Bu ünitelerden biri olan Bomonti Bira Bahçesi 1930’lu yıllarda İstanbulluların hizmetine açılmış, bu hizmeti 1950'li yıllara kadar sürdürmüştür. Fabrika 1938 yılında Tekel yönetimine girmiş, uzun bir süre sonra Efes Pilsen tarafından satın alınmıştır. 1976 yılında 37 milyon litre üretime ulaşmış fabrikada 1991 yılında üretim durdurulmuş ve boşaltılmıştır. Binayı ve arsasını alan "IC İçtaş İnşaat", 2010 yılında bu alan üzerinde yeni bir otel projesine başlamıştır. 2015 yılından itibaren bina eğlence merkezi olarak kullanılmaktadır. Dolmabahçe Camii Dolmabahçe Camii, Sultan Abdülmecit'in annesi Bezmialem Valide Sultan tarafından başlatılıp ölümü üzerine Sultan Abdülmecit tarafından tamamlanan ve tasarımı Garabet Balyan'a ait olan bir yapıdır. Asıl adı Bezmialem Valide Sultan Camii olan ama konumu nedeniyle Dolmabahçe Sarayı bütünü içinde düşünülüp birlikte anılan Dolmabahçe Camii, iki yılı aşkın bir yapım süreci sonunda 23 Mart 1855’te bir cuma töreniyle ibadete açılmıştır. Caminin en belirgin biçimsel özelliği net bir kurgu ve geometriye sahip olmasıdır. Cami ve hünkar bölümleri, işlevlerine de bağlı olarak ayrı ayrı tasarlanmış ve sonra birleştirilmiş gibidir. Cami, kare planlı altyapı üzerine kubbeli ve yüksek bir kitledir. Hünkar bölümü ise, dikdörtgen planlı prizmatik ve daha alçak bir kitledir. Bu iki kitle, caminin kuzey cephesi yönünde bitiştirilirler. Bu yapıdaki geometri egemen tasarım, ampir üslubunun veya yeni klasikçiliğin 19. yüzyılın ortasındaki son fakat en bütüncül örneklerindendir. 27 Eylül 1948 gününden itibaren Deniz Müzesi olarak hizmet veren ibadethane, 27 Mayıs Darbesi sonrasında askerî yönetim tarafından Yassıada İrtibat Kurulu'na verilmiş, kurul da müzenin camiyi derhal boşaltmasını istemiştir. Tophane, Beyoğlu Tophane, İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde, boğaz kıyısında bir semttir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethinden 2 yıl sonra 1455 yılında Tersane-i Amire (Haliç) ve 1460 Tophane-i Amire’yi (Tophane) kurarak İstanbul’da ilk sanayi hamlesini başlatmıştır. Tophane, bu özelliği nedeniyle Osmanlı döneminde İstanbul'un en eski sanayi bölgelerinden biridir denilebilir. İstanbul’un Türkler tarafından fethinden önce Tophane semtinin Galata'nın Ceneviz surlarının hemen dışındaki bir yer olarak, oturulmayan kırlık ve bahçelik bir bölge olduğu bazı kaynaklarda ifade edilirken kimi yazarlara göre de burası bir ormanlıktı. Bizans devrinde semt adının ‘’Metopon’’ olduğu kabul edilirken, daha yeni araştırmalar, yerinin güzel görünümünden dolayı ‘’Gümüş Şehir’’ (Argyropolis) olduğu tezini ortaya atmıştır. Bizans’ta burada çok eski bir Apollon Mabedi bulunduğu gibi, daha sonra Türklerin yaptıracağı kışlanın yerinde de,’’ Ste. Irene’’ veya ‘’Hadrien ve Natalie Kilise’si’’ nin olduğu söylenmektedir. Tophâne binaları ve kışlası 1955 – 1956 da yıktırıldıktan sonra Nusretiye Camii karşısına isabet eden bir yerde bir Bizans Kilisesi’ne ait olmasına ihtimal verilebilecek bazı temel izleri ve tuğla duvar parçalarının ortaya çıktığı görülmüştür. Tophane Binası olan Tophane-i Amire, Fatih Sultan Mehmet zamanında top dökümü için inşa edilmiştir. Melling gravüründe kıyıda görünen Tophane Kışlası bugün yoktur. 1823'de Firuz Ağa Yangını'nda kışlalar yanmış, sonra yenilenmiştir. Bu yenileme sırasında Nusretiye Camisi de yapılmıştır. Tophane'deki eski askeri yapılardan en son ortadan kalkan, 1958'de yol genişletmesi nedeniyle, eski müşirlik binası ve Salı Pazarı'na dek uzanan sanayi kışlasıdır. Kışlalar sahasında bugün sadece 1848 tarihli saat kulesi ve Mecidiye Kasrı (1848-1849) kalmıştır. 1580 yılında inşa edilen Kılıç Ali Paşa Camii , Külliyesi, Hamamı ve Sultan I. Mahmut tarafından 1732 yılında yaptırılan Tophane Çeşmesi de semtinin önemli sembol tarihi eserleri arasındadır. Meydanda bulunan İŞKUR (İş ve İşçi Bulma Kurumu) Cumhuriyet döneminde önemli bir yere sahip. Anadolu'dan gelen işsizlerin uğrak yeri oldu burası uzun yıllar. 1960'lı yıllardaki işçi hareketinin sembolü meydandaki heykel yakın zamanda ortadan kayboldu. Tophane nüfusu önceleri çoğunlukla Rumlardan ve Ermenilerden oluşurken, yüzyılın başından itibaren limanda ve sanayi tesislerinde hamal olarak çalışmak için Anadolu'dan gelen Müslümanların yerleşmesi ve 6-7 Eylül Olayları sonrasındaki istimlâk hareketleri neticesinde semtte demografik yapı önemli ölçüde değişmiştir. Nüfus özellikle Siirt'in İkizbağlar (Tom) ve Bağtepe (Halenze) gibi köylerden gelen Araplarla artmış, ayrıca bu nüfusa Bitlis, Erzincan, Erzurum gibi illerden gelen göçmenler de katılmıştır. Kadim zamandan beri önemli sayılabilecek bir oranda da Roman nüfusu vardır. Semt halkı genel olarak muhafazakar eğilimlidir. Kadiriler Yokuşu'nda bulunan Kadirî Âsitânesi (Tekkesi) 1630 yılında kurulmuştur. Hacı Pîrî Camii'de buradadır. 1997 yılında büyük bir yangın sonunda yapı topluğu tamamen kullanılamaz hale geldi. Günümüzde aslına uygun olarak yeniden inşa süreci devam etmektedir. Tophane binası bugün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Kültür Merkezi olarak kullanılmaktadır. Her yıl mart ayının ilk haftası okulun kuruluş yıldönümü kutlamaları çerçevesinde geleneksel kıyafet balosuna da ev sahipliği yapmaktadır. Yakın zamana kadar nargilecileri ve Amerikan pazarıyla her gün birçok kişinin buraya uğramasını sağlamaktaydı. Günümüzde Amerikan Pazarının olduğu bölgede dükkanlar boşaltılarak Galataport adı altında farklı bir proje ile yapılandırılmaktadır. Taksim, Beşiktaş ve Karaköy istikametlerinin kesiştiği bu tarihi bölge canlılığını tarihte olduğu gibi günümüzde de sürdürüyor. Çağdaş sanat müzesi İstanbul Modernde bu semttedir. T1 tramvay hattı üzerinde Tophane istasyonu bulunmaktadır. Nusretiye Camii Nusretiye Camii, İstanbul'un Tophane semtinde bulunan 19. yüzyılda inşa edilmiş selatin camidir. Halk arasında daha çok “"Tophane Camii"” olarak anılır. 1823’teki Firuzağa yangınında yanmış olan “"Arabacılar Kışlası Camii"”’nin yerinde II. Mahmut tarafından yaptırılan ve “"Nusretiye"” adı verilen camii, 1826’da ibadete açıldı. Mimarı Krikor Balyan'dır. Yapı, tarihi İstanbul’un sınırları dışında inşa edilmiş en büyük camilerden birisidir Yapıldığı yıllarda İstanbul'da etkin olan ampir ve barok üslup etkisindeki caminin sebil, muvakkithane ve şadırvanı da Tophane'yi süsler. 18. yüzyılın sonlarında Tophane yakınlarında Sultan III. Selim'in yaptırdığı “"Arabacılar Kışlası Camisi"” bulunmaktaydı. Ahşap cami, 24 Şubat 1823'teki Firuzağa yangınında yanıp kül oldu. Sultan II. Mahmut 1823'te yanan caminin yerine yeni bir caminin inşaatını başlattı. Yeni bir askeri teşkilat kurmakta olan II. Mahmut, caminin yapımını askeri binalarla birlikte başlamıştı. Bu nedenle vakıf binalarla değil, top dökümhanesinin önüne inşa edilen çeşitli askeri yapılarla çevrilendi. Vakıf yapıları yerine etrafındaki Tophane-i Amire ve Tophane Kışlası ile bir bir bütünlük gösteren camii, bu özelliği ile eski külliyelerden ayrılır. Caminin adının yangın yerindekilere yapılan yardımlardan ötürü “"Nusretiye"” olduğu düşünülür. Caminin mimarlığını Osmanlı'ya sonradan saraylar, köşkler inşa edecek Balyan ailesinin ilk kuşağından Meremetçi Bali Kalfa 'nın oğlu Krikor Amira Balyan üstlenmişti. İnşaat üç yıl sürdü ve 8 Nisan 1826'da Sultan II. Mahmut, saltanat kayığı ile Tophane İskelesi'ne çıkıp yere serilmiş değerli kumaşların üzerinde at sırtında ilerleyerek camiye gelerek, açılışı yaptı. Açılış töreninde topçu birliklerini selamlayıp yeniçerileri selamlamadığı görülen II. Mahmut’un birkaç ay sonra yeniçeri ocağını kaldırması üzerine yeniçerilere karşı kazandığı zaferin anısına camiye "“Nusretiye"” denilmeye başlandığı da söylenir Caminin açılışı nedeniyle bir madalya yaptırılmıştır. Madalyanın ön yüzünde tuğra, ay içinde "Nişanı Iftihar", arka yüzünde "Camii Nusret, 1247" yazı
sı bulunmaktadır Nusretiye Camii’nin açıldığı 8 Nisan 1826 günü gerçekleşen törene II. Mahmud deniz yoluyla gelmiş, kubbenin mahyaları örttüğünü fark etmişti. Bunun üzerine 14 Mayıs 1826’da minareler alt şereflere kadar yıktırıldı ve üst şerefeler daha yükseğe aldırılarak baştan yapıldı. Hacı Mıgırdiç Çarkyan (1799-1899) ikinci kalfa ve resimcibaşı olarak çalıştı. 1960’lara doğru minarelerden birinin petek kısmı tehlikeli bir biçimde eğrilmiş olduğundan bütünüyle sökülerek tekrar yapılmıştır. Camii, 1955-1958 arasında tamir gördü. 1956'da yol çalışması sırasında caddenin karşısında kalan sebil ve muvakkithane sökülerek caminin yanına taşınmıştır. Camii, 1980-1982 arasında kısmen restore edildi Yüksek bir kaide üzerine kurulmuş, 15,5*15,5 m ölçülerinde kare plan üzerine inşa edilmiş bir camidir. Camiye barok üslupta inşa edilmiş 4 m yüksekliğinde ve 2,10 m genişliğinde görkemli bir kapıdan girilir. Giriş kapısı üstündeki yazı Yesarizade Mustafa İzzet Efendi'ye aittir. Tek kubbelidir. Kubbesinin cami iç kısmından yüksekliği 29 metre, çapı 15 metredir. İkişer şerefeli iki minaresi vardır; minareler çok ince ve yüzeyi yivlidir. Doğu ve batı yakasındaki çıkıntılı yapı, hünkâr kasrıdır. Hünkâr mahfilindeki kafes pirinç dökme ve altın yaldızlıdır. Hünkâr Kasrına son cemaat bölümündeki odalardan ve dış yan revaklardan da girişler verilmiştir. Sultan girişi ise, denize bakan güney cephededir. Hünkâr Kasrının duvarları renkli bitki motifleriyle süslenmiş ve kemerli kapısında Hattat Mustafa Rakım’ın yazdığı Nebe(Amme) Suresi yer alır. Caminin içini çevreleyen Amme suresi de Mustafa Rakım Efendi’ye aittir. Camide Recai Şakir Efendi’ye ait hat eserleri de görülür. Şadırvan avlusu caminin sol yanında bulunur. 10 sütun üzerine oturan kubbeli bir şadırvanı vardır. Değişik üslûba sahip bu şadırvan külâhının tepesinde güneş ışınları biçiminde başka hiçbir şadırvanda olmayan bir alem bulunuyordu. 1855-1860 yıllarına doğru çekilen bir fotoğrafta görülen bu alem bugün yerinde yoktur. Çok zengin iç ve dış süslemeleri olan camide, yazılar dışındaki süslemeler, Türk motifleri içermez. Avrupa’nın barok ve ampir üslûplarının karma bir şekilde uygulandığı görülür. Avluda muvakkithane ve sebil olmak üzere iki yapı daha bulunur. Eskiden caddenin karşısında, kışla kapısı yanında bulunan yapılar, bugünkü yerlerine sonradan taşınmıştır. Caminin mimarisi ve dış süslemesine uygun biçimde tam önüne II. Abdülhamid tarafından 1901’de İtalyan mimarı Raimondo D'Aronco’ya çeşme yaptırılmıştır. Söz konusu çeşme, 1956’da yerinden sökülerek Maçka’da İstanbul Teknik Üniversitesi binasının karşısında kurulmuştur. Ernst Mach Ernst Mach (18 Şubat, 1838 – 19 Şubat, 1916) Avusturya-Çek kökenli fizikçi ve felsefeci. Fizik bilimine olan katkılarıyla tanınmıştır. Bu katkılarından bazıları Mach sayısı ve şok dalgaları ile ilgili çalışmasıdır. Bilim felsefecisi olarak, mantıksal pozitivizme ve Amerikan faydacılığına büyük bir etkisi oldu ve Newton yasalarını yaptığı eleştiriler Einstein’ın görelilik teorisinin temelini oluşturdu. Ernst Waldfried Josef Wenzel Mach Brno-Chrlice(Almanya), Moravia(sonradan Avusturya imparatorluğuna katıldı şimdi çek cumhuriyetinin bir parçası olan Brno’nun bir parçası) da doğdu. Prag’daki Charls Üniversitesinden mezun olan babası, Moravia’nın doğusunda bulunan Zlin bölgesinde yaşayan soylu Brethon ailesine öğretmenlik yaptı. Chirlitz’de bir emlak yöneticisi olan büyükbabası Zlin’de de sokakların mimarıydı. Büyükbabasının sokaklarda yaptığı çalışmalar daha sonra Ernst Mach’ın teorik çalışmalarını etkiledi. Bazı kaynaklara göre Ernst Mach doğum yerini Chirlitz’de yer alan Turas/Turany(şimdi Brno’nun bir parçası) nüfus müdürlüğüne taşıdı. Peregrin Weiss Turas/Turany’daki Roma Katolik Kilisesinde Mach’ı vaftiz etti. Onun Katolik geçmişine rağmen, Mach daha sonra bir ateist oldu. Mach 14 yaşına kadar evde ailesinden eğitim aldı. Sonra Kromeriz’deki spor okulunda okumaya başladı ve burada 3 yıl boyunca eğitimine devam etti. 1855’de Viyana Üniversitesi’nde öğrenim görmeye başladı. Burada fizik okudu. 1860 yılında fizik alanında doktorasını tamamladıktan ve doçent olduktan bir yıl sonra bir dönem medikal fizyoloji okudu. İlk çalışmalarında optik akustik ve Doppler etkisi üzerine yoğunlaştı. 1864 yılında Graz’da Matematik profesörü olarak işe başladı. Salzburg Üniversitesi’nde cerrahi müdahalenin yapıldığı bir yöneticiliği geri çevirdiği için 1866 yılında fizik profesörü olarak atandı. Bu zaman zarfında Mach, psiko-fizik ve duygusal algı alanındaki çalışmalarına devam etti. 1867 yılında, Mach, Viyana’ya dönmeden önce, 28 yıl boyunca kaldığı Prag’da bulunan Charles Üniversitesi’nde deneysel fizik başkanlığını aldı. Mach’ın fiziğe olan büyük katkıları kendisinin açıkladığı kıvılcım dalgalarının fotoğraflarını ve balistik şok dalgalarını içeriyordu. Mach, bir merminin nasıl ses hızından daha hızlı gittiğini açıkladı. Schlieren fotoğraf çekimi kullanılarak, Mach ve oğlu Ludwig, görünmez şok dalgalarının gölgelerini fotoğraflamayı başardı. 1890’lı yılların başında, Ludwig daha net fotoğraflar çekmek için yeni yöntemler bulmayı başardı. Mach fikirlerinin en tanınmışlarından biri Mach İlkesi olarak bilinen ataletin kökeni olarak bilinen çalışmalarıdır. Bu Mach tarafından hiçbir zaman kaleme alınmadı ama sözlü olarak anlatıldı. Mach tarafından görevlendirilen Philipp Frank tarafından “When the subway jerks, it's the fixed stars that throw you down." olarak yazıldı. Mach, ayrıca bilim ile yakın etkileşim içinde gelişen felsefesiyle tanındı. Mach, sadece duyuları kabul eden fenomenalizm akımını savundu(sadece hissettiklerimiz gerçekti.). Ama bu durum zihinden bağımsız olan atom ve moleküllerin görünümü ile uyumsuz görünüyordu. Mach,1897’deki ünlü Viyana Bilim İmparatorluk Akademisinde Ludwig Boltzmann tarafından verilen dersten sora “Ben atomun var olduğuna inanmıyorum.” diye açıklama yaptı. 1908’den 1911’e kadar Mach’ın atomların gerçekliği bilgisini kabul etmek konusundaki isteksizliği, Max Planck tarafından fizik ile uyumsuz olarak eleştirildi. Atom Teorisi’nin kabulü açısından atomların istatiksel dalgalanmalarının doğrudan bireyselleşmiş duyusal delil olmadan, kendi varlığının ölçümüne izin verildiği Einstein’ın 1905’teki makalesi dönüm noktası oldu. Mach’ın Newton’un uzay ve zaman hakkındaki fikirlerine yaptığı bazı eleştiriler, Einstein’ı etkiledi, ama sonra Einstein, Mach’ın temelde Newton’un felsefesine karşı olduğunu fark etti ve Mach’ın eleştirilerinin kayda değer olmadığı sonucuna vardı. 1898 yılında Mach kalp krizi geçirdi ve 1901’de Viyana Üniversitesi’nden emekli oldu. Sonra Avusturya parlamentosunun yüksek mevkilerine atandı. 1913 yılında Viyana’dan ayrılarak oğlunun Vatestetten’deki evine gitti. 1916’daki ölümüne kadar orada yazmaya ve mektuplaşmaya devam etti. Mach’ın soyundan olan ve şimdi yaşayan kişi Babası Joseph Mach olan Marilyn vos Savant’dır Mach’ın deneysel fizik alanındaki açıklamalarının çoğu farklı ortamlarda ve dış etkiler altında olan ışığın kırılmasındaki yoğunlaştırılma, kırınımı, polarizasyonu ve girişimi ile ilgilidir. Bunları hız alanında yaptığı önemli keşifler izledi. 1887’de bu konuda Mach’ın bir makalesi yayımlandı ve bir merminin süpersonik hareketi sırasında gözlenen ses etkilemelerini doğru bir şekilde tanımladı. Mach deneylerinde bir tarafı kurşun şeklideki koni formundaki şok dalgalarının varlığını doğruladı. Mermi hızının ses hızına oranı artık Mach sayısı olarak bilinir(Vp/Vs). Mach sayısı aerodinamik ve hidrodinamikte önemli bir rol oynar. Ayrıca Mach, Mach ilkesi olarak bilinen ilkesiyle kozmoloji hipotezine katkıda bulunmuştur. 1895-1901 arasında Mach Viyana Üniversitesi’nde “Endüktif Bilim Tarihi ve Felsefesi” için yeni bir konum oluşturdu. Bu konumun tarihsel-felsefe çalışmalarında, Mach 19. Ve 20. yüzyıllarda etkili olmuş bir bilim nedensellik felsefesi getirmiştir. Mach karmaşık bilgileri anlaşabilir kılmak amacıyla oluşturulan bireysel olay özetlerini, bilimsel yasa olarak gördü. Ancak daha sonra duyusal görünüşü açıklamak için daha kullanılabilir bir yol olan matematiksel fonksiyonları vurguladı. “”” Fizik bilimi için kendisine belirlediği hedef, gerçeklerin basit ve özet halinin ifade şekliydi. Dünyanın küçük bir parçası olan, yorulması hiçbir zaman beklenilmeyen ve sınırlı bir gücü olan akıl, kendi içerisindeki zengin yaşamı yansıtma eğiliminde olduğu zaman, “ekonomik” olarak devamlılığını sağlamak için bütün nedenlere sahiptir. Gerçekte, kanun, gerçeği olduğundan daha az içerir, çünkü kanun, tamamen gerçek olarak hazırlanmaz ama sadece bizim için önemli olan etkilere göre hazırlanır, geri kalanı bilinçli olarak ya da zorunluluktan göz önünde bulundurulmuştur. “”” “””Mantıklı olarak vücudu, içinde dolaştığı değiştirilebilir çevreden ayırmak, yapmak istediğimiz düşüncelerimizi etkileyen ve diğer tüm duyu akışlarından daha büyük bir kararlılığa sahip olan duyu gruplarını kurtarıp serbest bırakmaktır. Nasıl bulacağımızı bilmediğimiz durumların etkilerini hazırlama önceliğini doğaya bağışladığımızı farz edelim. Doğa sadece bir kere var olur. Bizim sistematik zihinsel taklit durumlarımız gibi üretir. “”” Mach'ın pozitivizmi aynı zamanda Alexander Bogdanov (1873-1928) gibi birçok Rus Marksist’i etkilemiştir. 1908 yılında. Lenin maçoluk ve Rus maçolarını eleştiren Materyalizm ve Ampiryokritisizm (1909 da yayınlandı) adında bir çalışma yazdı. Mach, bu felsefeye göre, Ludwig Loltzmann ve atomik fizik teorisini öneren diğer bilim insanlarına karşı çıktı. Çünkü kimse atomlar kadar küçük şeyleri doğrudan gözlemleyemezdi ve o dönemde hiçbir atom modeli tutarlı değildi. Atomik hipotezi Mach'a sağlam bir temele dayanmayan bir hipotez gibi görünüyordu. Belki de yeterince “ekonomik” değil diye görünüyordu. Mach'ın Viyana’daki filozoflar ve mantıksal pozitivizm okulu üzerinde doğrudan etkisi vardır. Mach, fiziksel kuramlaştırma idealini takdir eden birçok ve şimdi “Machian fiziği” diye adlandıran ilke öne sürdü. Sonunda Einstein Mach ilkesini tanıdı ve genel görelilik teorisinin temeli
ni oluşturan 3 ilkeden biri olduğunu söyledi.1930’da genel görelilik teorisinin öncüsü olarak gördüğünü ve onu dikkate almamakla hata yapmadığını belirtti. Sensörlü algılar alanında, optiksel yanılsamalara, Mach’ın hatırlanması için Mach Bandı denir. Fizyolojik ve geometrik alanlardaki farkları herkesten önce açık bir biçimde görmüştür. Mustafa Akkad Mustafa Akkad (Moustapha Akkad) (1 Temmuz 1930, Halep - 11 Kasım 2005, Amman), Suriye asıllı Amerikalı yönetmen. 19 yaşında Los Angeles Kaliforniya Üniversitesi'nde (UCLA) tiyatro eğitimi almak üzere Amerika Birleşik Devletleri'ne gitmiş, Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde (USC) lisans yapmıştır. Amerikalı yönetmenlerden (Amerika Yerlisi) Sam Peckinpah'ın yanında yetişmiştir. Çağrı ve Çöl Aslanı Ömer Muhtar filmlerinin yönetmeni, Halloween filmlerinin yapımcısıdır. Mustafa Akkad sekiz tane olan Cadılar Bayramı (Halloween) filmlerinin yapımcısı idi. Bu nedenle kendisine "Cadılar Bayramı filmlerinin büyükbabası" lakabı verilmiştir. En tanınmış filmi olan "Çağrı" eşzamanlı olarak, biri Batılı seyircilere hitap edecek şekilde (başrollerde Hamza'yı canlandıran Anthony Quinn ve Ebu Sufyan'ın karısı Hind'i canlandıran Irene Papas olmak üzere), diğeri de Arap ve Müslüman dünyasına hitap edecek şekilde, ve Ar Risâlah adı altında çekilmiştir. 'Doğu' sürümünde Hind rolünü Muna Vasıf (Mouna Wasef), Ebu Sufyan'ı Abdula Gayth canlandırmış, Hamza, Bilâl ve Zeyd rolleri anlatım içinde çok daha kısa görünümlere indirgenmiştir. "Çağrı" gibi, ağırlıklı olarak Libya devleti tarafından finanse edilen ve bu ülke halkının 1920-1930'larda Ömer Muhtar önderliğinde İtalyan sömürgeciliği'ne karşı mücadelesini konu eden Çöl Aslanı Ömer Muhtar etkileyici savaş sahneleri ile dikkati çekmiştir. Mustafa Akkad hayatının son on yılını Selahaddin Eyyubî'nin hayatını konu edecek bir film için sponsor arayarak geçirmiştir.Bu film için İstanbul Büyükçekmece'de bir set kurmuş ancak sponsor bulamadığı için ABD'ye dönmüştür. 9 Kasım 2005'te Ürdün'ün başkenti Amman'da, Irak el-Kaidesi tarafından üç uluslararası otele düzenlenen intihar saldırılarında yaralanmış, 11 Kasım günü ise hayatını kaybetmiştir. Kızı Rima da aynı saldırılarda ölmüştür. Baltık Denizi Baltık Denizi, Kuzey Avrupa'da 53° ile 66° kuzey enlemleri ve 20° ile 26° doğu boylamları arasında yer alır. Kuzeyinde Botni Körfezi vardır. Baltık Denizi, Beyaz Deniz'e Beyaz Deniz Kanalı ve Kuzey Denizi'ne Kiel Kanalı ile bağlanmıştır. Rusya'nın Sankt-Peterburg şehrine kıyısı vardır ve kış aylarında donan bu deniz üzerinde yürümek hatta araba sürmek mümkündür. İsveç, Finlandiya, Danimarka, Almanya, Polonya, Rusya, Estonya, Letonya ve Litvanya devletleri ile çevrili bir iç deniz. Güney batıdan kuzeydoğuya doğru uzanır. Kiel'den Hapuranda'ya kadar olan uzunluğu 1700 km, ortalama genişliği 200 km'dir. Yaklaşık 420.000 kilometrekarelik yüzölçümüne sahiptir. Danimarka ile İsveç arasında yer alan Kattegat Kanalı ve üç girişi de (Onesund, Büyük Belt ve Küçük Belt) Kuzey Denizine bağlanır. Bu kanalın en derin yeri 8 metredir. Bu sebeple kanal, gemiler için büyük güçlük arz etmektedir. Baltık Denizinin ortalama derinliği 65 m ile 550 m arasında değişir. En derin yeri 550 m ile Gotland'ın batısıdır. Avrupa'nın birçok önemli akarsularının (Öder, Vistula, Niemen, Western, Dvina ve Mevaa) yağışlar sebebiyle getirdikleri bol su ve sığ bir deniz olması sebebiyle tuzluluk oranı çok azdır. Ortalama tuzluluk oranı binde sekizdir. Ayrıca donma olayları da tuzluluk derecesini etkilemektedir. Donma olayları batıdan doğuya gidildikçe artar. Almanya'nın Stralsund limanı senenin 27 günü, İsveç'in başkenti Stokholm limanı 75 gün, Finlandiya'nın birçok limanı 120 ila 180 gün arasında donarlar. Güney ve batı kıyılarındaki limanlarda buzlar kırılarak trafiğe açılırlar. Baltık Denizinin bugünkü biçiminin, buzul devrindeki çökme ve yükselmelerle meydana geldiği zannedilmektedir. Günümüzde zaman zaman yükselme olayları meydana gelmektedir. Baltık Denizinde, kıyıları bulunan devletler için buranın çok büyük önemi vardır. Uzun zaman suyun donması gemilerin ulaşımını güçleştirmektedir. Son zamanlarda Baltık Denizinin ticari önemi artmış durumdadır. Kuzeyde; Batıda; Doğuda; Güneyde; Güneybatıda; Abuk Sabuk Bir Film Abuk Sabuk Bir Film, 1990 Türkiye yapımı Şerif Gören'in yönetmenliğini yaptığı bir film. Hayatı boyunca hiç gülmemiş Âdemoğlu, bir köyde kızıyla birlikte yaşar. Yıllar önce zengin bir Almanı donmaktan kurtarmıştır. Hayatını kurtardığı bu kişi, yaptığı bu iyilikten ötürü Âdemoğlu'na büyük bir miras bırakır. Âdemoğlu, artık ülkenin en zengin adamlarındandır; ancak yüzü yine de gülmez. Bu durum basının ilgisini çeker ve bir yarışma düzenlenir. Âdemoğlu'nu güldürebilene büyük para ödülü verilecektir; ama yarışmaya katılanların hiçbirisi Âdemoğlu'nu güldürmeyi başaramaz. O da bu durumdan sıkılır ve verilecek para ödülünü binanın üst katından etrafa saçarak dağıtır. Giderken yolda bir çocuğa rastlar. Çocuk, elindeki film şeridiyle oynamaktadır. Âdemoğlu, çocuğa ne yaptığını sorar ve çocuk da "film çeviriyorum abi" yanıtını verir. Hiç kimsenin güldürmeyi başaramadığı Âdemoğlu, bu cevabı alınca gülmeye başlar. FileMaker FileMaker, FileMaker şirketi tarafından geliştirilmiş, Macintosh ve Windows platformlarında çalışabilen bir veritabanı programlama aracıdır. 1980'lerde Macintosh için geliştirilmiş olan az sayıdaki veritabanı programından biridir. FileMaker ile geliştirilen veritabanı dosyaları FileMaker Advanced (eski adıyla Developer) sayesinde kendi başına çalışan programlar haline de getirilebilmektedir. FileMaker veritabanlarını internet ortamında yayınlamak da mümkündür. FileMaker ilk olarak Nashoba Systems tarfından geliştilmiş, ardından bu şirket Apple'ın alt şirketi olan Claris tarafından satın alınmıştır. Program 1998 yılında Claris'in kapanması ile kurulan FileMaker şirketi tarafından geliştirilmektedir. FileMaker 7.0 sürümüne kadar bir dosyada sadece bir tablo saklanabilmekteydi. Bu sürümle birlikte bir dosyada birden fazla tablo saklayabilme özelliği eklenmiştir. Yine bu sürümle birlikte 2 gigabyte'lık dosya sınırı kaldırılarak 8 terabyte'a kadar dosyalar oluşturabilme imkânı oluşturulmuştur. Önceki sürümlerde herhangi bir alan en fazla 64 kilobyte metin tutabilirken, FileMaker 7 ile bu rakam 2 gigabyte'a çıkarılmıştır. FileMaker 8 sürümü ile menüleri değiştirebilme, gelişmiş script özellikleri, web viewer ve geliştiricilere kolaylıklar sağlayacak birçok önemli özellik eklenmiştir. Filemaker IWP dediğimiz acil web paylaşımı da oldukça geliştirilmiştir. FileMaker 15 sürümü ile 5 farklı noktada yenilik içermektedir. 1. Mobility 2. Otomasyon 3. Güvenlik 4. Kullanım Kolaylığı 5. Geliştirme. FileMaker 15 iBeacon desteği ile göz doldurdu FileMaker 16 ile restfull web servisleri, cURL, Json, cards pencereleri, geofence, geçiş animasyonları ile uygulamalar arası entegrasyon ve mobilde daha güçlü hale geldi. FileMaker, FileMaker Plus, FileMaker II, FileMaker 4, FileMaker Pro 1.0, FileMaker Pro 2.0, FileMaker Pro 2.1, FileMaker Pro 3.0, FileMaker Pro 4.0, FileMaker Pro 5.0, FileMaker Pro 5.5, FileMaker Pro 6.0, FileMaker Pro 7.0, FileMaker Pro 8.0, FileMaker Pro 8.5. Filemaker 9, Filemaker 10, Filemaker 11, Filemaker 12,Filemaker 13,Filemaker 14,Filemaker 15.. FileMaker Pro'nun son sürümü 9 ile SQL veritabanı ile ilişkileri geliştirilmiştir. Programın FileMaker Developer, FileMaker Advanced, FileMaker Server, FileMaker Server Advanced gibi üst seviye sürümleri de mevcuttur. Ayrıca FileMaker Mobile adıyla Palm OS kullanan PDA'lar için üretilmiş sürümleri de bulunmaktadır. Başkent Üniversitesi Başkent Üniversitesi, 13 Ocak 1994 tarihinde Ankara'da Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı ile Haberal Eğitim Vakfı tarafından kurulmuş bir vakıf üniversitesidir. Başkent Üniversitesi Türkiye'nin ilk vakıf üniversitelerinden biridir, kurucusu Prof. Dr. Mehmet Haberal'dır. Bağlıca Kampüsü içerisinde bulunan Abdurrahim Tuncak Atatürk Müzesi, 10 Kasım 1990 tarihinde hizmete girmiş, 8 Kasım 1998 tarihinde Atatürk'ün Akaretlerde oturtmuş olduğu birebir aynısı olan yeni binasına taşınmıştır. Atatürk'ün manevi oğlu Abdurrahim Tuncak'ın katkılarıyla oluşturulmuş müzede, Atatürk'ün fotoğraflarından oluşan bir koleksiyon ve Atatürk'e ait giysiler yer almaktadır. Yusuf Altıntaş Yusuf Altıntaş lakabı Rambo (d. 7 Ağustos 1961, Kocaeli), Türk eski millî futbolcu, antrenör. Babası Bursaspor'un eski futbolcularından "Köylü" lakaplı Mustafa Altıntaş'dır. Abisi Sakaryaspor, Kocaelispor ve MKE Ankaragücü'nün eski oyuncularından Yaşar Altıntaş Büyük oğlu Ahmet Altıntaş'ta Kocaelispor'da, küçük oğlu Batuhan Altıntaş ise Bundesliga ekiplerinden Hamburg'da forma giymektedir. Futbola Köseköy Bel. Spor' başladı. Daha sonra Kocaelispor'a Transfer oldu. Yusuf Altuntaş ardından 1984-1985 sezon'unda Galatasaray'a transfer olmuştur. Genellikle defansta görev yapmasına rağmen güçlü fiziği ve top tekniği sayesinde zaman zaman orta sahada da oynamıştır. Sinirli bir yapıya ve agresif bir Oyun stili'ne sahip olan Yusuf bir maçta İsmail Kartal'e çok sinirlenmiştir ve İsmail'in suratına tokadı yapıştırmıştır. 10 Senelik Galatasaray döneminden sonra 1994-1995 sezon' unda eski Takimi Kocaelispor'a geri dönmüştür. Burada iki sene oynadıktan sonra 1996 yılında aktif futbol hayatına veda etmiştir. Mücadeleci yapısı, hırsı ve sinirinden dolayı taraftarlar Yusuf'a "Rambo Yusuf" diye seslenmişlerdir. Uzun seneler Galatasaray'ın ve Millî Takim'in degisilmez futbolcusu olmustur. Galatasaray'ın 14 sene aradan kazandığı ilk şampiyonluk ve bunun ardından gelen şampiyonluklarda ve Avrupa'daki başarilarinda hırsı ve attığı gollerle önemli rol oynamıştır. 39 kez millî takımlara çağrılan Yusuf Altıntaş, 3 kez Türkiye U-18, 6 kez Türkiye U-21, 30 kez de Türkiye A millî takım forması olmak üzere toplam 35 kez millî formayı giymiş, bu maçlarda 2 gol atmıştır. Antrenörlük hayatına 2005-2006 sezonunda Kocaelispor'da yardımcı antrenörlük yaparak başladı. Daha sonra Büle
nt Korkmaz'ın yardımcı antrenörlüğünü yapmaya başladı. Önce Bülent Korkmaz'la beraber 2006-07 sezonunun ikinci devresinde Kayseri Erciyesspor'u çalıştırmaya başladılar ve ligde zor durumda olan Erciyessporla Türkiye Kupası'nda final oynamayı başardılar ve ardı sezon için Bursaspor'la anlaşarak kısa bir süre Bursaspor'u çalıştırdılar. Son olarak Yusuf Altıntaş 2008-2009 sezonunda Galatasaray'ı çalıştıran Bülent Korkmaz'ın yardımcı antrenörlüğünü yapmıştır. NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." Galatasaray'da 4 lig, 3 Türkiye Kupası şampiyonluğu yaşayan Yusuf Altuntaş 29 defa millî formayı giyip 2 gol kaydetmiştir. Finlandiya Körfezi Finlandiya Körfezi, Baltık Denizi'nin kollarından biridir. Körfezin kuzeyinde Finlandiya, güneyinde Estonya ve doğusunda Rusya yer alır. Tallinn, Helsinki ve Neva Nehri'nın denize döküldüğü yerde bulunan Sankt-Peterburg körfeze kıyısı olan belli başlı kentlerdir. Cüneyt Tanman Mehmet Cüneyt Tanman (d. 16 Ocak 1956, İstanbul) Türk eski millî futbolcu, futbol yorumcusu. Galatasaray'la simgelenmış eski futbolculardandır. Tanman, 2004-2006 yıllarında Özhan Canaydın yönetiminde futbol şubesinden sorumlu yönetici olarak görev yaptı. Daha sonra, Galatasaray'ın 16. şampiyonluğunu kazandığı 2005-06 sezonunda da görev yapmıştı. 23 Mayıs 2015'te Galatasaray Başkanı seçilen Dursun Özbek'in listesinde de yer alan Cüneyt Tanman, yeniden Galatasaray'ın futbol şubesinden sorumlu oldu. Aynı zamanda kulübün şirketi olan Galatasaray Sportif A.Ş.'nin de Yönetim Kurulu Başkanı olarak atandı. Ancak Tanman 24 Haziran 2015 tarihinde Galatasaray takımının futbol branşındaki görevinden istifa ettiğini açıkladı. 1974 yılında Galatasaray'da futbol oynamaya başlamıştır. 1975-76'da Giresunspor'a kiralandığı sezon dışında, futbolu bıraktığı 1991 yılına kadar hep Galatasaray'da oynamıştır. Yüksek top tekniği ve futbol zekası yüzünden Galatasaray futbol takımı tarihi içerisinde en fazla mevkide oynayan oyuncudur. Libero, sol bek, orta saha ve santrfor mevkilerinde görev yapmıştır. Efendiliği ve ağirbaşlılığıyla Türkiye liglerinin örnek futbolcularından olmuştur. 401 lig maçında Galatasaray forması giymiş ve 41 gol kaydetmiştir. 1985-1991 yılları arasında da takım kaptanlığı yapmıştır. Galatasaray'ı 13 yıl sonra 1987 yılında şampiyon yapan kadronun kilit oyuncularındandır. 1988 yılında ikinci şampiyonluk sevincini yaşamıştır. 30 kez millî takımlara çağrılan Cüneyt Tanman, 9 kez Türkiye U-18, 3 kez Türkiye U-21, 17 kez de Türkiye A millî takım forması olmak üzere toplam 29 kez millî formayı giymiştir. Türkiye A millî takımında 9 maçta kaptanlık yapmıştır. Türkiye 18 yaş altı millî futbol takımıyla 1975 yılında düzenlenen Avrupa 18 Yaş Altı Futbol Şampiyonası'na katılmış ve kazanılan dördüncülükle ilk kez Avrupa 18 Yaş Altı Futbol Şampiyonasında derece elde eden Türkiye 18 yaş altı millî takımının kadrosunda bulunmuştur. Neva Nehri Neva Nehri, Rusya'da 74 km uzunluğunda, Ladoga Gölü'nden (Ладожское Озеро) başlayıp Karelya Kıstağı'nı (Карельский Перешеек) takip edip ve Sankt-Peterburg'tan (Санкт — Петербург) Finlandiya Körfezi'ne dökülen bir akarsudur. Nehrin döküldüğü yerde bulunan St. Petersburg'ta sel tehlikesi yüzünden nehir etrafında su bariyerleri inşa edilmiştir. Özellike orta çağda İdil Nehri ile Baltık Ülkeleri'ni birbirine bağlaması açısından oldukça önemli bir akarsuydu. Neva Savaşı (1240) Novgorod Derebeyliği ile İsveç Krallığı arasında yapılan savaş Neva Nehri'nın kontrolünü ele geçirmek içindi. Trekking Trekking doğada, genelde gruplar halinde yapılan, bir noktadan diğer bir noktaya varmak amaçlı yapılan, hafif tempolu sportif yürüyüşlerdir. Yürüyüş için uygun ekipman, su ve yeterli gıda alınarak, belirli saatlerde mola verilir ve güzergaha göre toplamda oldukça zorlu iniş, tırmanış ve yürüyüşler gerçekleştirilir. Trekking, İngilizce trek kelimesi ve -ing ekinden üretilmiş bir kelimedir. Türkçede kullanımı yaygın olmakla beraber, bu kelime yerine doğa yürüyüşü kavramı da kullanılır. Trekking her mevsimde yapılabilir; ancak hava ve ortam şartlarına, uzunluğuna ve zorluk derecesine göre gerekli hazırlıklar yapılmalıdır. Trekking parkurları birkaç saat sürebileceği gibi birkaç hafta hatta ay da sürebilir. Başlangıçta doğasever insanların, doğal güzellikleri yaşamak ve doğada bulunmak amaçlı gerçekleştirdikleri kişisel veya arkadaş çevresi etkinlikleri olarak başlayan trekking, günümüzde alternatif turizm çatısı altında giderek ekonomik boyut kazanmış ve büyümüştür. Bugün trekking, genelde şehrin stresinden kurtulmak isteyenlerin, haftasonu günübirlik şehre yakın parkurlarda ya da yabancı ülkelerde 2-3 haftalık turlar şeklinde, profesyonel bir rehber eşliğinde gerçekleştirdikleri bir spor durumundadır. Doğa yürüyüşlerinin insanın vücut ve ruh sağlığı üzerinde çok olumlu etkileri olduğu uzmanlarca kabul edilmektedir. Yüksek kondisyon veya teknik "istemiyor" oluşu, sakatlanma vb. risklerinin çok düşük seviyelerde seyretmesi, maliyetinin az olması gibi nedenlerle kitlelerin en yoğun ilgi gösterdiği doğa sporudur. Anemas zindanları Anemas Zindanları, Bizans döneminin en büyük saray komplekslerinden biridir. Blaherne Sarayı'nın bir parçası olan Anemas Zindanları, Haliç'e yakın eski sur duvarlarına bitişik olarak inşa edilmiş 14 hücre odasından ve bu odaların altındaki iki katlı bodrumdan oluşur. Bizans'tan günümüze ayakta kalan tek yeraltı zindanı olan, tarihi ve mimari özellikleriyle dünyada başka benzeri bulunmayan Anemas Zindanları, son yıllarda büyük bir yıkımla karşı karşıya kaldı. Anemas Zindanı, adını Arap asıllı bir Bizans askeri olan "Mikhael Anemas"tan alıyor. 1107 yılında İmparator I. Aleksios'a karşı suikast girişimi tasarlarken yakalanan Anemas, suçunun cezasını zindandaki bir kuleye hapsedilerek çekmiş, gözlerine mil çekilip kör edilmesini imparatorun kızı Anna engellemişti. Anemas'ın ardından İmparator I. Aleksios, İmparator II. İsaakios ve oğlu Aleksios, veliaht Andronikos Paleologos ile Sultan I. Murad'ın oğlu Savcı Bey gibi birçok ünlü kişinin de tutuklu kaldığı zindanın fetihten sonra ne amaçla kullanıldığı bilinmiyor. Yüksek mevkilerde bulunanlara mahsus bir çeşit devlet hapishanesi olan Anemas Zindanı ve Kulesi, Latin işgali 1261'de bittikten sonra da bu işlemi sürdürmüştür. İmparator V. İoannis'un oğlu Andronikos da I. Murat'ın oğlu Sara Bey ile 1374'de babalarına karşı bir ayaklanma düzenlediklerinde yakalanmışlar ve Andranikos, Anemas Zindanına kapatılmıştır. Fakat 1376'da buradan kaçarak, babası ve kardeşi Maunel'i aynı yere hapsettirmiştir. Blaherne Sarayı'na ait oldukları anlaşılan mahzenler ve kuleler genişçe bir kompleks oluşturur. Üstünde 16. yüzyıl sonlarında inşa edilen İvaz Efendi Camii'nin bulunduğu terasın önünde bulunan bitişik kulelerden birine Anemas, diğerine İsaak Angelos Kulesi denilir. Son yıllarda, Anemas Zindanı denilen tonozlu hücreler, tarihi filmler için plato olmuştur. (Kahpe Bizans, Şahmaran, Kara Murat filimlerinin bazı sahneleri burada çekilmiştir) Fatih Belediyesi de burayı temizleyerek turistik bir yer haline getirmiştir. Geldiler Geldiler, 1990 yılında yayınlanan MFÖ albümü. Grubun beşinci solo albümüdür. Milletlerarası Müzik Yayınları'ndan çıkan ilk MFÖ albümüdür. MFÖ, bu albümde daha Türkiye'ye yeni gelmekte olan rap müziğinden etkilenmiş ve albümü bu tarzda besteledikleri iki şarkı ("Ali Desidero" ve "Anında Görüntü") ile açmıştır. Grup, bunların yanında uydurma sözlere sahip iki şarkı ("İk Ben" ve "Sude"), bir ilahi yorumu "Ateş-i Aşka" ve yakın dönem Türk şiirinden uyarladıkları bir çalışma olan "Geçiniz" gibi deneysel çalışmaları da bu albümde yayınladı. "Ateş-i Aşka" ve "Geçiniz", MFÖ üyelerinin hiçbirinin imzasının bulunmadığı ilk MFÖ şarkıları oldular. Bu albümle birlikte 1990'ların ilk yarısı boyunca sürecek MFÖ ve Fahir Atakoğlu ortaklığı başladı. Gruba ayrıca İpucu Beşlisi döneminden arkadaşları Ayhan Sicimoğlu da eşlik etti. M1 Alfred Hitchcock Alfred Joseph Hitchcock (13 Ağustos 1899 - 29 Nisan 1980), Birleşik Krallık doğumlu Amerikalı gerilim filmleri yönetmeni. Londra'da dünyaya gelen ve mühendislik eğitimi gören Hitchcock; Psycho, North by Northwest, Vertigo, Rear Window ve The Birds gibi klasikleşmiş filmleriyle tanınır. Tüm zamanların en iyi yönetmenlerinden biri olarak kabul edilir. Gerilim ve cinayet filmleri ustasının 70'e yakın filmi mevcuttur. Alfred Hitchcock'un 1948 ve 1958 yıları arasında çektiği beş filmi telif hakları ile ilgili sorunlar yüzünden onlarca sene seyirci ile tekrar buluşamadı. Yıllar sonra Hitchcock bu filmlerin telif haklarını tekrar üzerine aldı ve 1980'deki ölümünden sonra da miras yoluyla bu haklar kızı Patricia Hitchcock'a geçti. 30 yıllık bir aradan sonra ancak 1984 yılında tekrar ortaya çıkan ve gösterime sunulan bu filmler "5 kayıp Hitchcock filmi" olarak anılırlar. Bu ünlü 5 film şunlardır: Heckler & Koch MP5 Heckler & Koch MP5, Alman Heckler & Koch firmasının 1964'te üretmeye başladığı hafif makineli silah. 1966'da hizmete giren MP5'ler geniş kullanım seçenekleri, özel operasyonlar için birçok ek donanıma ve farklı çeşitlemelere sahip olmasından ötürü özel kuvvetler, güvenlik güçleri, istihbarat elemanları ile kolluk görevlileri tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır. MP5'lerde tekli, çiftli, üçlü ve tam otomatik atış modları bulunur. Kullandığı mermi 9x19mm Parabellum'dur. Ancak .40 S&W (MP5/40) ve 10mm Auto (MP5/10) mermilerini kullanan versiyonları da vardır. Kızaklı seyyar (MP5, MP5A3, MP5A5, MP5 Navy), kırma veya sabit dipçik (MP5A2, MP5A4) kullanılır. Ayrıca kendinden susturuculu (sabit dipçikli MP5SD2, MP5SD4 ve kırma dipçikli MP5SD3, MP5SD5) ve kompakt versiyonu (MP5K) da vardır. Bu MP5K'ları Türk Polis Teşkilatı da kullanır. MP5K'ların etkili menzili ise 150 metredir. MP5'ler neredeyse dünyadaki bütün özel kuvvetler tarafından kullanılmaktadır. Silah özellikle en az 200 m mesafe içerisinde oldukça isabetlidir. Tekli atış ve 3'lü atış modlarında oldukça isabetli olduğu söylenebilir. MP5, Emniyet Genel Müdürlüğü
'nde kullanılmasının yanı sıra Türk Silahlı Kuvvetlerinde Subay, Astsubayların kadro silahıdır. Sayvancık, Beşikdüzü Sayvancık, Trabzon ilinin Beşikdüzü ilçesine bağlı bir mahalledir. Mahallenin Osmanlı dönemi ve öncesindeki orijinal adı İstil olup, Özhan Öztürk'e göre Yunanca stilos "direk" anlamına gelmektedir. Yazara göre İstil aynı zamanda Rumlarca erkek adı olarak kullanıldığından mahallesin kurucusunun adı olması da muhtemeldir.. Mahallenin adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur. Mahallenin gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi yoktur. Trabzon iline 50 km, Beşikdüzü ilçesine 6 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, Karadeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Mahallede, ilköğretim okulu vardır fakat faaliyet göstermemektedir. taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. BOZKURT AİLESİ TURAN AILESI Kuranogulları...KIRAN aileleri... MANAK Ailesi YAMAK AİLESİ ERKUT ailesi " ERDEM Ailesi " Yevgeniy İvanoviç Zamyatin Yevgeniy İvanoviç Zamyatin (Rusça: Евгений Иванович Замятин) (d. 1 Şubat 1884, Lebedyan, Tambov, Rus İmparatorluğu – ö. 10 Mart 1937, Paris, Üçüncü Fransa Cumhuriyeti), Rus yazar. Distopik bir geleceği konu alan ""Biz"" (Rusça: Мы) isimli romanıyla ünlenmiştir. 1 Şubat 1884 Tambov Vilayeti'nin Lebedyan ilçesinde bir rahibin oğlu olarak doğdu. 1902'de takdirname ile bitirdiği Voronej Lisesi'nin ardından 1908 yılında Petersburg (Leningrad) Gemi Mühendisliği Enstitüsü'nden mezun oldu. Öğrencilik yıllarında, birinci Rus devrimi zamanlarında devrim hareketlerinde yer aldı. 1906 - 1911 yılları arasında kanun kaçağı olarak yaşadı. Potemkin isyanı olduğu sıralarda Odessa’da bulundu. İlk Hikayesi “Yalnız” 1908 yılında "Eğitim" dergisinde yayınlandı. İlk büyük edebi başarısını 1911 yılında yayınlanan “Uyezdnoye” (Gezisel, gezi hikâyeleri) ile kazandı. 1914 yılında yayınlanan savaş karşıtı hikâyesi “Na Kuliçkah” (Çok Uzaklarda) nedeniyle kovuşturmaya uğradı, tutuklandı ve yargılandı, eserin basıldığı derginin ilgili sayısı toplatıldı. Bu iki eser de dönemdaşı ünlü Rus yazar Maksim Gorki’den de iltifatlar almıştır. 1916-1917 yıllarında Birleşik Krallık'ta Rus buz kırıcı gemilerinde çalışırken izlenim sahibi olduğu İngiliz hayatı hakkında “Ostrovityane – Adalılar” adlı eseri yayınlandı. 1917 sonbaharında Rusya’ya döndü. Maksim Gorki tarafından davet edildiği Dünya Edebiyatı Topluluğu’nda, İngiliz ve Amerikan edebiyatından sorumlu yayın kurulu üyesi olarak görev aldı. Aynı yıllarda esas mesleğinde de başarılı çalışmalarda bulundu Ermak, Krasin gibi buz kırıcı gemilerinin ve diğer muhtelif gemi yapım işlerinde görev aldı. 1920'lerde “Serapionlar Kardeşliği” yazın topluluğunun üyesi oldu. “Mağara”, “Rus” ve “En Önemli Hakkında” bu dönem eserlerindendir. Aynı yıllarda “Bit” ve “Atilla” piyeslerini yazdı. 1920 yılında en çok ses getiren ve batı edebiyatında ilk ütopya karşıtı roman olarak nitelendirilen "Biz" adlı romanını yazdı. Roman ilk olarak 1924 yılında Birleşik Krallık'ta yayınlandı. 1929 yılı sonrasında, 1988’de “Biz” kendi dilinde yayımlanana kadar Zamyatin’in eserleri Sovyetler birliğinde hiç yayımlanmadı. George Orwell’in ünlü eseri 1984’ü yazarken “Biz” den etkilendiği yorumları yapılmıştır. 1931 yılında kendi isteği üzerine Stalin tarafından verilen Sovyetler Birliği dışına çıkış izni ile Paris’e yerleşti. Ölümüne kadar bir göçmen olarak Sovyet vatandaşlığından çıkmadan orada yaşadı. Zamyatin ağır bir hastalık geçirerek 1937 yılında Paris’te öldü. Son eseri “Tanrı’nın Sopası” ölümünden sonra 1938 yılında yayınlanmıştır. "Zamyatin’in eserleri kendi dilinde aşağıdaki adreste bulunabilir. (1973’e kadar olan dönemde Sovyetler Birliğinde yayınlanan eserlerin telif hakları halen belirsizdir.)" Halüsinojen mantarlar Halüsinojen mantarlar, anormal bilinç durumları meydana getiren psilocybin ve psilocin maddelerini içeren bütün mantarlara verilen addır. "Sihirli mantarlar" olarak da bilinirler. Bazı mantarların halüsinojen özelliklerinin olduğu yüzyıllardır bilinmektedir. Eski Orta ve Güney Amerika medeniyetlerinde bulunan heykeller, mantarların o zamanlar dini törenlerde kullanıldığını göstermektedir. Aztekler bu mantarları "teonanacatl - Tanrıların eti" şeklinde tarif etmişlerdir. Tarihçiler Aztek ruhani liderlerinin bu halüsinojenleri kullanarak farklı bir bilinç düzeyine geçtiği, tanrılar ve diğer ruhlarla iletişim kurduklarına inandıklarını belirtmişlerdir. Halüsinojen mantarları çeşitli gruplara ayırabilir: "Amanita muscaria" çoğu ülkede kontrol dışındadır. LSD hammaddesi olduğu için çavdar mahmuzu erişimi kontrol altında tutulmaktadır. Hollanda ve Çek Cumhuriyeti dışındaki Avrupa ülkelerinin çoğunda halüsinojen mantarların bulundurulması ve tüketilmesi yasadışıdır. Birleşik Amerika eyaletlerinin çoğunda da bu mantarların kullanımı yasaktır. Halüsinojen mantar sporları mikroskobik örnek olarak internetteki çeşitli sitelerden temin edilebilmekteyse de, çoğu ülkede bu mantarların sporlarının bile bulundurulması yasaktır. Türleri bilinmeyen mantarların toplanması ve bilinçsizce tüketimi ölümle sonuçlanabilecek zehirlenmelere yol açabilir. Indeo Indeo ilk olarak Intel tarafından geliştirilen ve şu an Ligos'un sahiplendiği görüntü çözücüdür. Televizyon kalitesinde görüntü sıkıştırması için DVI tabanlı sadece donanım çözücüsüdür. Özel lisansı sebebiyle (sürüm 4 ve 5) açık kaynak görüntü çözücüler tarafından desteklenmemektedir. 2. ve 3. sürümleri FFMpeg tarafından desteklenmektedir. Sorenson çözücüsü Sorenson çözücüsü (Sorenson Görüntü Çözücü ya da SVQ olarak da bilinir) "Sorensen Media" tarafından geliştirilen, Apple QuickTime ve Macromedia Flash'ın en son sürümünde kullanılan bir görüntü çözücüdür. Sorenson çözücüsü ilk defa QuickTime 3 sürümünde görüldü. QuickTime 4 ile geniş olarak kullanılmaya başlandı. Sorenson ile görüntü dosyalarını sadece QuickTime ile izlenilebiliyordu, Unix/Linux altında ise DLL dosyalarını kullanabilen MPlayer ile izlemek mümkündü. Adı bilinmeyen bir geliştiriciye göre geriye mühendislik işlemi ona SVQ3 çözücüsünün H.264 çözücüsünün değiştirilmiş bir sürümü olduğunu gösterdi. Aynı geliştirici FFmpeg'e bu çözücünün desteğini ekleyerek FFmpeg'in çalışabildiği işletim sistemlerine yerel oynatma özelliği kazandırdı. Altınapa Altınapa, Konya 'nın batısında bulunan ve kullanma suyunu karşılayan baraj gölüdür. Çevredeki derelerden gelen sularla beslenir. Etrafındaki yeşillik alanlar güzel mesire yerleri oluşturur. Tahsin Yücel Tahsin Yücel, (d. 17 Şubat 1933, Ötegeçe öyü, Elbistan, Kahramanmaraş - ö. 22 Ocak 2016, İstanbul), Türk akademisyen, öykü ve roman yazarı, denemeci, eleştirmen ve çevirmendir. Fransız Dili ve edebiyatı profesörü olan Tahsin Yücel, göstergebilim alanında çalışmıştır. Türk edebiyatında deneme ve roman alanındaki eserleri ve eleştirmen kimliği ile tanınır. 1933 yılında Elbistan’ın Ötegeçe köyünde dünyaya geldi. Babası kunduracı Ahmet Yücel, annesi Nuriye Münevver Hanım'dır. Babasını üç yaşına gelmeden kaybetti. Ablası ve ağabeyini de çok erken yaşta kaybetti; bu ölümlerin üzerinde büyük etkisi oldu. Çocukluğunu annesi ve üç öz kardeşiyle geçirdi. Doğduğu ve on iki yaşına kadar yaşadığı kasaba, öykülerinin neredeyse tamamının mekanı oldu. İlköğrenimini Elbistan Gazi Paşa İlkokulu'nda tamamladıktan sonra parasız yatılı sınavlarında Galatasaray Lisesi'ni kazanarak 1945'te İstanbul'a geldi. Bu okulda Esat Mahmut Karakurt'un öğrencisi oldu; Orhan Şaik Gökyay ve Ahmet Kutsi Tecer ile tanıştı. Yiğit Okur, Yıldırım Keskin gibi isimlerle Galatasaray dergisini çıkardı. 1953'te Galatasaray Lisesi'nden mezun oldu. İÜEF Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne girdi. Üniversite yıllarında Varlık Yayınevi’nde çalıştı ve Galatasaray Lisesi’nin Ortaköy bölümünde muallim muavinliği yaptı. İlk öykü kitabı ""Uçan Daireler"" Nisan 1954’te Varlık Yayınevi tarafından yayımlandı. 1955’te “"Haney Yaşamalı"” yayımlandı ve bu kitap 1956 Sait Faik Hikâye Armağanı ile ödüllendirildi. 1957 yılında “"Anadolu Masalları"” adlı kitabı Varlık Yayınevi’nin çocuk klasikleri arasında yayımlandı. Onu 1958’de yayımlanan “"Düşlerin Ölümü"” (1958) takip etti. Bu kitap, 1959’da Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü aldı. Ertesi yıl ilk romanı ""Mutfak Çıkmazı""nı yayımladı. 1961 yılında üniversiteden mezun oldu ve Gülçin Arıca ile evlendi; Elif (1961) ve Halime (1972) adlında iki kızı oldu. Mezuniyetinden sonra İstanbul Üniversitesi’nde de akademik yaşama devam eden Yücel; göstergebilim alanındaki çalışmalarını Fransız Hükümetinden burs alarak gittiği Paris’te sürdürdü. Tezini Paris’te tamamladıktan sonra Türkiye’ye döndü; “"L’Imaginaire de Bernanos"” (Bernanos’un İmge Evreni) başlıklı teziyle 1965’te doktorasını tamamladı. 1965-1967 yıllarında askerlik görevini yaptıktan sonra üniversitedeki görevine dönerek göstergebilim alanında çalışmaya devam etti. Türkiye’de göstergebilim çalışmalarının ilk örneklerinden sayılan “L’Imaginaire de Bernanos” 1969'da yayımlandı. 1972’de “"Figures et messages dans la Comédie humaine"” başlıklı çalışmasıyla doçent ünvanını aldı. Aynı yıl Fransa’da yayımlanan bu çalışma, Türkiye’de 1997’de ""İnsanlık Güldürüsü’nde Yüzler ve Bildiriler"" adıyla kendi çevirisi ile yayımlanmıştır. Yücel, 1978’de “"Les Coordines Narratives"” başlıklı çalışmasıyla profesör unvanını aldı. “"Yaşadıktan Sonra"” (1969), “"Dönüşüm"” (1975) adlı iki öykü kitabı daha yayımlayan Yücel, edebi kimliğinin başlangıcı olarak gördüğü “"Ben ve Öteki"” adlı öykü kitabını 1983’te yayımladı. 1984’te yaptığı bütün çevirileri için kendisine “"Azra Erhat Çeviri Yazını Üstün Hizmet Ödülü"” verildi. Beşinci öykü kitabı “Aykırı Öyküler” (1989), Roland Barthes seçkilerinden oluşan “"Yazı ve Yorum"” (1990) ve “"Eleştirinin ABC’si"” (1991) adlı kitapları yayımlayan ya
zar, ikinci romanı olan “"Peygamberin Son Beş Günü"”nü ilk romanından 32 yıl sonra yayımlayarak Orhan Kemal Roman Armağanı’nı aldı. Son öykü kitabı ""Komşular"" (1999) ile “"Dünya Kitap Dergisi Yılın Telif Kitabı Ödülü"”nü aldı. 1998’de yayımlanan “"Söylemlerin İçinden"" adlı kitabı ise “"Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü"”ne layık görüldü. İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinden 2000 yılında emekli oldu ve edebiyat çalışmalarına ağırlık verdi. 2003 yılında “Yunus Nadi Roman Ödülü” ile "“Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Roman Ödülü"”nü kazanan Yücel’in “"Yalan"” (2002) adlı romanı büyük ilgi gördü. Yazar, 2003 yılında Tüyap Kitap Fuarı’nın onur yazarı seçildi. Son romanı "Kumru Kumru" 2005 yılında yayımlandı. Yücel, 22 Ocak 2016'da İstanbul'da hayatını kaybetti. Tahsin Yücel, çalışmalarına öykücülükle başladı. İlk öyküsü olan ¨Dert Çok, Hemdert Yok!¨, bir derlemede (Yeni Hikâyeler 1950) yayımlandı. "Varlık", "Seçilmiş Hikâyeler", "Yeryüzü", "Beraber" ve "Mavi" gibi dergilerde öykülerini yayımlanmaya devam etti. Bu dönemlerde kullandığı yalın dil, kullandığı modern sözcükle, Anadolu insanına yaklaşımındaki tutarlılık ve anlatımındaki ustalık dikkat çekti. Edebiyatımızın en ağır başlı, en kişilikli yazarlarından oldu. "Uçan Daireler", "Haney Yaşamalı" ve "Düşlerin Ölümü" adlı öykü kitaplarında otobiyografik parçalar kullandı. Bu kitaplar karamsar bir bakışı içerir. (Bu bakış daha sonra "Peygamberin Son Beş Günü", "Mutfak Çıkmazı", "Bıyık Söylencesi" gibi romanlarında ironik alaysama bir dile dönüştü.) 1970'li yıllarda "Yaşadıktan Sonra ve Dönüşüm", "Vatandaş", "Ben ve Öteki" kitaplarıyla yazarlık anlayışında dış dünyadan çok iç dünyaya yöneldi. "Komşular" adlı kitabı, insanların politika hakkındaki görüşlerinin eleştirisiydi. Fethi Naci, bu kitabındaki bir öyküsünü bir başyapıt olarak değerlendirdi. Tahsin Yücel'in "Peygamberin Son Beş Günü", "Mutfak Çıkmazı", "Bıyık Söylencesi" romanları genel olarak, toplumu, onu oluşturan bireyi ve halkı eleştirir. Öykü ve roman dışındaki eserlerine bakıldığında, "Yazın", "Gene Yazın" ve "Tartışmalar" adlarında iki deneme kitabı görülür. Bunlardan ilki, genellikle kendi hayatından alıntılar içerirken, ikincisi, dilsel konuları alan polemikleri konu alır. Aynı zamanda, Türkiye'ye göstergebilimi tanıttığı çalışmaları da var. Yurt içi ve yurt dışında ses getiren yazınsal incelemelerinin yanı sıra, dünya edebiyatından onlarca önemli çeviri kitapları vardır. Öykülerinden bazıları, İsveççe ve Fransızca'ya çevrildi. Tahsin Yücel Resmi Web Sitesi Kocaeli Körfez Fen Lisesi Kocaeli Fen Lisesi, 1991'de Kocaeli'nin İzmit ilçesinde eğitim-öğretime açılmış olan Fen Lisesi'dir. Okulun açılışında Mustafa Çoban müdür olarak, Necmettin Demirtaş müdür yardımcısı olarak, Mehmet Ali Çelik pansiyon müdür yardımcısı olarak atanmış ve görevlerine başlamışlardır. Daha sonra Mustafa Çoban 02.11.1998 tarihinde devlet memurluğundan istifa ederek görevinden ayrılmıştır. 16.10.1998 tarihinde okul müdür yardımcısı Necmettin Demirtaş müdürlüğe vekalet etmiştir. 16.08.1999 tarihinde vekalet görevi kendisinden alinarak Hereke Endüstri Meslek Lisesi Müdürü Timuçin Beran'a verilmistir. Ertesi gün meydana gelen deprem felaketinde okulun derslik binasının orta derecede hasarlı hale gelmesi sebebiyle Kirazlıyalı ilçesinde yeni yapılmış olan okula geçici olarak yerleşildi. 28.02.2000 tarihinde müdür vekilliği görevi Yarımca Süper Lisesi Müdürü Kemal Esen'e verilmiştir. Aynı yılın Kasım ayı içerisinde Tütünçiftlik'teki asıl binasina geri taşınıldı. Pansiyon Müdür Yardımcısı Mehmet Ali Çelik, bazi öğretmenler ve tüm öğrencilerin yoğun çalısmasiyla yatılı okul Kirazlıyalı'dan Tütünçiftlik'e nakil edildi. 15.12.2000 tarihinde müdür yardımcısı olarak atanan kimya ögretmeni Aynur Birinci müdür Vekili olarak göreve başladı. Uzun süre vekaleten idare edilen Körfez Fen Lisesi müdürlüğüne 27.12.2004 tarihinde Kocaeli-Derince 19 Mayıs Lisesi Müdürü Recep Bakır asil olarak atanmış ve aynı gün göreve başlamıştır. 2010-2011 Eğitim öğretim yılında görevinden ayrılıp Muammer Türkan Dereli Anadolu Öğretmen Lisesi'ne müdür olarak atanmıştır. 2009 yılında yaklaşık 18 yıldır eğitim-öğretimi sürdürdüğü Körfez İlçesindeki binasından İzmit'te 6 binadan oluşan yeni binasına taşındı ve ilk ders 09.02.2009 günü başladı. Yeni binalarda kız ve erkek yurtları, spor salonu ,ayrı yemekhanesi, 10 öğretmen lojmanı ve 16 derslik 5 laboratuvardan oluşan eğitim binası hizmete girdi. Öğrenciler isteklerine göre pansiyonda kalabilir ya da okul dışında konaklayabilirler. 2011-2012 Eğitim ve Öğretim yılında okul müdürlüğüne Mesut TEKİN atanmıştır. Meram Deresi Meram Deresi, Altınapa Barajından Konya'ya akan ve Konya'nın Meram ilçesi içinden geçen deredir.Kapalı havza niteliğindedir. Adriano (1982 doğumlu futbolcu) Adriano Leite Ribeiro (d. 17 Şubat 1982; Rio de Janerio), Brezilyalı futbolcudur. Futbola Flamengo altyapısında başlamıştır 3 sene altyapıda oynadıktan sonra profesyonel takıma çıkmıştır. 1 sezon oynamış ve Avrupa takımlarının dikkatini çekmiştir. 2001 yılında İnter takımına transfer olmuştur. 2001-2002 sezonu ilk yarısında İnter formasını 14 maçta giymiş ve 1 gol atmıştır. Sezonun ikinci yarısında ise ACF Fiorentina takımına kiralanmıştır. Bir sonraki sezon da Parma kulübüne verilmiştir. 1.buçuk sene Parma'da kalan Adriano 44 maçta 26 gol atarak gözleri üstüne çekmiştir. 2003 senesinde ise yeniden İnter takımına geçmiştir ve 141 maçta 66 gol atmıştır. 2007-2008 sezonu başında 4 maça çıkmış 1 gol atmıştır yaşadığı formsuzluk nedeni ile 2008 Ocak ayında 6 aylığına São Paulo'ya kiralanmıştır. Yeni sezonda takımın başına José Mourinho geçmiş ve Yıldız golcü takıma geri dönmüştür. Zaman zaman José Mourinho ile sorunlar yaşamış idmanları aksatmaya başlamış ve kendinin bazı maçların kadrosuna girmesini engellemiştir. Paranaense takımı ile sözleşme imzalayıp yaklaşık yarım yıl boyunca futbol kariyerine bu takımda devam ettikten sonra 10 Mart 2016 Amerika 4. Lig ekiplerinden Miami United ile sözleşme imzalayan 34 yaşındaki futbolcu, Miami'de sadece iki ay oynadıktan sonra sözleşmesini feshetmiştir. Davranışçılık Behaviorizm veya davranışçılık, I. Dünya Savaşı sıralarında bir grup Amerikan psikoloğun, yapısalcılığa ve işlevselciliğe karşı çıkmaları ve bilincin iç gözlem yöntemi ile incelenmesine kuşku ile bakmaları sonucu ortaya çıkan, bilinç hallerinin değil, davranışların, gözlenebilir durumların incelenmesi gerekliliğini savunan psikoloji kuramı akımıdır. Davranışçıların önde gelen temsilcileri Watson ve Pavlov'dur. Bunlar bilinç kavramını bir yana bırakıp davranışları incelemişlerdir. Davranışçılara uyaran (stimulus)-tepki (response) psikologları da denir. Davranışçılara göre objektif tekniklerle gözlenebilen sadece çevresel uyarıcılara, insanların bu uyaranlara karşılık gösterdikleri tepkilerdir. Davranışçılar, gözlem ve deney yöntemini kullanırlar. Davranışçılar, organizma ve çevre ilişkilerinin insan ve hayvanlarda birbirinin aynı olduğu kanısındadırlar. Bu nedenle hayvanlar üzerinde psikolojik araştırmalar yapmışlardır. Örneğin Pavlov koşullu öğrenme deneylerini köpekler üzerinde yapmıştır. Davranışçı psikologlar,insan davranışlarının açıklanmasında çevre faktörüne çok fazla önem verdikleri ve diğer etmenleri görmezden geldikleri gerekçesiyle diğer ekollerin savunucuları tarafından eleştirilmiştir.Bununla birlikte davranışçı akım,psikolojinin bir "bilim" niteliği kazanmasına önemli katkılar sağlamıştır. Nikel Nikel, atom numarası 28 olan ve simgesi Ni olan kimyasal bir elementtir. Nikel gümüş-beyaz bir metaldir. Oldukça sert olup, Periyodik cetvelde geçiş metalleri arasında yer alır. Genelde pentlandit içinde demir ve kükürt ile, milerit içinde kükürt ile, nikelinin içinde arsenik ile birlikte bulunur. Nikelin havaya karşı gösterdiği oksitlenme direnci sayesinde; bozuk para üretiminde, kimyasal araç ve gereçlerin üretiminde ve Alman gümüşü gibi birçok alaşımın üretiminde kullanılır. Nikel doğada genelde kobalt ile birlikte bulunur. Alaşımlar (özellikle süper alaşımlar) ve paslanmaz çelik üretiminde önemlidir. Ayrıca nikel doğal bir özelliği sayesinde manyetik bir alan içinde bir miktar boyut değiştirme kabiliyetine sahiptir. Nikelde bu değişim negatif yönde olmaktadır. Nikelin oksitlenmiş hali genelde +2 değerliklidir ancak 0, +1, +3, +4 değerlikleri de gözlemlenmiştir. Bununla birlikte +6 değerlikli nikelin varlığı da mümkün olabilir. Nikelin tarihi MÖ 20 yılına kadar dayanmaktadır. Hatta bazı eski Çin dökümanlarında, beyaz nikelin Doğu'da MÖ 1400-1600 yıllarında kullanıldığı anlatılmaktadır. Ancak nikelin genelde gümüş ile karıştırılması sebebiyle bu bilgi kesin değildir. Nikel içeren mineraller cama yeşil renk vermek için de kullanılmıştır. 1751'de, Baron Axel Fredrik Cronstedt bakırı nikolitten ayırmaya çalışırken, nikeli elde etti. Saf nikelden yapılmış olan bozuk paralar ise ilk defa 1881'de İsviçre'de üretildi. Nikel temel olarak iki tür maden yataklağından elde edilir. Birincisi, temel minerallerin limonit (Fe, Ni)O(OH) ve garnierit (Ni, Mg)SiO(OH) olan lateritik yataklardır. İkincisi ise, ana minerali pentlandit (Ni, Fe)S olan magmatik sülfit yataklarıdır. Kanada'nın Sudbury bölgesi bugün Dünya nikel üretiminin %30'unu yapmaktadır. Sadbury cevher yatağının, ilk jeolojik zamanlarda Dünya'ya vurmuş olan büyük bir meteorun sonucu olduğu tahmin edilmektedir. Günümüzde toplam nikel rezervinin %40'ı ise Rusya'nın Norilsk bölgesinde yer almaktadır. Bu bölgedeki yataklar, Rus madencilik firması MMC Norilsk Nickel tarafından işletilerek Dünya pazarına sunulmaktadır. Diğer büyük nikel yatakları ise Fransa (New Caledonia), Avustralya, Küba ve Endonezya'dadır. Tropikal bölgelerdeki yatakların çoğu, ultramafik kayaçların yoğun yağışlarla yıkanmasıyla ortaya çıkan ikinci bir konsantre olan lateritik yataklardır. Son zamanlarda yapılan çalışmalar sonucu, Türkiye'nin batısında bulunan nikel yatağının Avrupa'daki tesisler için uygun özellikte olduğu tespit edilmiştir. Jeofiziksel kanıtlar gö
z önünde tutulduğunda, nikelin çoğunluğunun, Dünya'nın çekirdeğinde yoğunlaştığı tahmin edilmektedir. Nikel paslanmaz çelik, mıknatıs, bozuk para ve özel alaşımlar gibi birçok endüstriyel ve son kullanıcı ürünlerinde kullanılmaktadır. Ayrıca cama yeşil renk vermek amacıyla da kullanılmaktadır. Nikel her şeyden önce bir alaşım metalidir. Bu nedenle alaşım olarak birçok kullanım alanı mevcuttur. Bu alaşımlar bakır, krom, alüminyum, kurşun, kobalt, gümüş ve altın ile yapılan alaşımlardır. Nikel ayrıca bozuk paraların üretiminde ve dekoratif gümüş yerine kullanılmaktadır. ABD'de kullanılan beş-centlik bozuk para %75 bakır içerir. 1922-81 arasında üretilen Kanada centi ise %99,9 nikel içermekteydi ve manyetik özelliğe sahipti. Nikel(III) oksit ise birçok nikel-kadmiyum, nikel-demir ve nikel-metal hidrit şarj edilebilir pilde katot olarak kullanılmaktadır. Ayrıca atom numarası 28'dir Nikel metalurjik yöntemlerle üretilmektedir. Birçok sülfit cevheri, daha ileri rafinasyonda kullanılacak olan mat üretimi için pirometalurjik yöntemlerle zenginleştirilirler. Hidrometalurjide yapılan ilerlemeler sayesinde, nikel üretiminde bu teknolojilerden de faydalanılmaya başlanmıştır. Klasik sülfit cevherlerinin üretiminde, flotasyon ile elde edilen konsantre pirometalurjik işlemler ile safsızlaştırılmaktadır. Nikel'in üretiminde son safsızlığı >%75 olan metal eldesi için geleneksel kavurma ve indirgeme işlemleri uygulanır. Son safsızlaştırmada ise Mold Prosesi uygulanır. Bu şekilde elde edilen konsantre >%99,99 saftır. Bu yöntem L. Mond tarafından patentlenmiş olup 20. yüzyılda Güney Galler'de kullanılmıştır. Bu prosese göre nikel, karbon monoksit ile 50 °C'de reaksiyona sokulur. Reaksiyon sonrası nikel gaz formuna geçerken, diğer safsızlıklarf katı halde kalır. Nikel gazı yüksel sıcaklıklardaki büyük odalara alınır. Bu odalarda ayrıştırılan nikel, peletlenerek üretilir. Alternatif olanarak, nikel gazı daha küçük odalarda 230 °C sıcaklıkta ayrıştırılarak toz olarak elde edilir. Rafinasyonda kullanılan ikinci bir yöntem ise metal matın liç işlemi ise çözeltiye alınması ve daha sonra elektrokazanım ile nikelin katot üzerinde biriktirilmesi ve böylece nikel plakalarının üretilmesidir. Nikel sülfit cevheri ters flotasyon ile zenginleştirilerek ergitilir. Nikel sülfit flotasyon konsantresini ergitmek için MgO seviyesinin %99 nikel içerir. Nikel meraline ve çözünebilir bileşiklerine maruz kalma miktarı, 40 saat/hafta'lık süre içinde 0,05 mg/cm'ü geçmemelidir. Nikel sülfit buharının ve tozunun, diğer nikel bileşikleri gibi kanserojen olduğu düşünülmektedir. [Ni(CO)] gazı çok zehirli bir gazdır. Bunun temel sebebi hem metalin oluşturduğu zehirlilik hem de karbonun oluşturduğu CO gazının zehirlilik etkisidir. Hassas bireyler dermatit olarak bilinen ve derilerinin nikel ile temas etmesi sonucu ortaya çıkan bir alerji gösterebilirler. Özellikle kulaklara takılan mücevherlerde kullanılan nikel bu tür alerjilerin en önemli sebeplerinden biridir. Nikel alerjisi sonucu kulakta kaşınma, derinin kızarması gibi belirtiler görülebilir. Bu problem yüzünden, bugün birçok küpe nikelsiz olarak üretilmektedir. İnsan derisine temas edecek olan ürünlerdeki nikel miktarı Avrupa Birliği tarafından düzenlemeye tabi tutulmuştur. 2002'de araştırmacıların çalışmaları sonucu, bozuk para olan 1 ve 2 Euro'nun yaydığı nikel miktarının, bu düzenlemedeki değerleri aştığı görülmüştür. Bunun temel sebebinin galvanik reaksiyonlar olduğu düşünülmektedir. 5 Nisan 2007 itibarıyla nikel $52,300 US/mt ($52.30 US/kg) fiyatıyla işlem görmekteydi. İlginç olan, ABD'de kullanılan bozuk parada 1,25 g nikel bulunmaktadır ki bu fiyat ile 6,5 cent'e denk gelmektedir. İçindeki 3,75 g bakırın değeri de yaklaşık 3 cent olduğundan, toplam fiyat 9 cent'tir. Bununla birlikte bozuk paranın değeri 5 cent olduğundan, paranın içindeki metali eritip satmak isteyenler için önemli bir hedef haline gelmiştir. Ancak Amerika Birleşik Devletleri Darphanesi 14 Aralık 2006'da yaptığı bir düzenleme ile bozuk paranın ergitilmesini ve ticaretinin yapılmasını suç olarak değerlendirmiştir. Bu suçu işleyenler $10.000 para cezası ve/veya en fazla 5 yıl hapis cezası ile cezalandırılmaktadır. Mevcut kullanımla, nikel kaynaklarının 90 yıl içinde tükeneceği tahmin edilmektedir. Biz (roman) Biz, (Rusça: Мы - Mıy), Rus yazar Yevgeni İvanoviç Zamyatin'in bir romanı. Yazarın en bilinen eseri ve tek roman çalışmasıdır. 1920 yılında kaleme alınan eser yazarın ülkesinde ancak 1988 yılında yayımlanmıştır. Romanın kurgusu, sosyalist bir devrimin ardından 26. yüzyılda geçmektedir ve kendisini örnek alan diğer romanlar gibi eserde de distopik bir atmosfer mevcuttur. Romanda insan doğadan ve kendi benliğinden koparılmış, Biz haline getirilerek toplumun sıradan bir parçası halini almıştır. Öyle ki artık isimler kullanılmamakta, en üstün bilim olan matematikten yararlanılarak her yurttaş bir sayı ile anılmaktadır. Saydam cam duvarlar arasında yaşayan yurttaşların her anı sistem tarafından denetlenmekte, erkek ve dişi sayılar sadece sistemin izin verdiği çiftleşme anlarında bir perde ile dış dünyadan ayrılabilmektedirler. Toplum gelişmiş, bilim ilerlemiş, dünya dışına yolculuk yapmak bile mümkün olmuştur. Ancak tanımlanan dünya bir ütopya değil, kara, karanlık bir ütopyadır. Biz, distopik geleceği konu alan, çoğunlukla totaliter ve özgür istemi kısıtlayan, yok eden iktidarları betimleyen romanların ilk örneğidir. Roman en gelişmiş sistemin bile daha iyi bir alternatifi olduğu iddiasını kendisine temel almıştır. Sovyetler Birliği'nde 1921 yılında yasaklanmış olan romanın İngilizce tercümesi 1924 yılında İngiltere'de yayımlanmıştır. Bu eser ilk anti-ütopyacı (ütopya karşıtı) romanlardandır; Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya (Brave New World) ile George Orwell'ın 1984 isimli romanlarına esin kaynağı olmuştur. Distopik bir geleceği konu alan romanda, hikâye baş kahraman "D-530"un ağzından bir tür günlük şeklinde anlatılır. Romandaki `"günlük"` biçimindeki anlatım, kahramanların isim yerine ürün koduna benzer kodlarla isimlendirilmesi ve genel anti-ütopyacı tutum daha sonraları birçok romanda kullanılacak ve roman birçok distopya konulu romana öncü olacaktır. Distopik bir hiciv olan romanda birçok özel ve farklı detay göze çarpar. Bunlara örnek olarak romanda evlerin saydam materyallerden yapılmasını verebiliriz. Buna göre "herkes her an görülebilir". 'Biz' Alan B. tarafından 2016 yılında uyarlanmıştır.  Filmi "The Glass Fortress" olarak adlandırılır. Hurricane Mustafapaşa, Ürgüp Mustafapaşa eski adıyla Sinasos Nevşehir'de Ürgüp'e bağlı kasaba. Kapadokya'nın önemli turizm merkezlerinden biridir. Ürgüp'e 5 km uzaklıktadır. Mübadeleye kadar Rumların, Ortodoks Türkler olan Karamanlılar'ın ve Müslüman Rumlar'in birlikte yaşadığı bir Orta Anadolu kasabası, eski Rum evleri oldukça zengin taş işçiliği ve freskolar arz eder. Batısında Gömede Vadisi oyma kiliselere, barınaklara ve vadinin içinden geçen bir dereye sahiptir. Mustafapaşa’daki önemli kilise ve manastırlar; Aios Vasilios Kilisesi, Konstantin-Heleni Kilisesi, Manastır Vadisi Kiliseleri ve Gomeda Vadisi’nde Alakara Kilise ve Aziz Basil Şapeli Kilisesi’dir. Ayrıca Osmanlı Dönemi’de inşa edilmiş güzel taş ve ağaç işçiliği gösteren bir de kervansaray bulunmaktadır. Guillain-Barré sendromu Guillain-Barré sendromu (GBS), çevresel sinir sisteminin edinilmiş bir bağışıklık kökenli yangısal bozukluğudur; merkezi sinir sistemi (beyin ve omurilik) etkilenmez. Bu hastalık için kullanılan diğer isimler şöyledir: akut enflamatuvar demiyelinize edici polinöropati, akut idiyopatik poliradikülonörit, akut idiyopatik polinörit, Fransız polyosu, Landry'nin yükselici felci. Terimin kökeni, İngilizce tıp literatüründeki karşılığı olan acute inflammatory demyelinating polyneuropathy teriminin 'türkçeleşme'sidir. İngilizce terimi oluşturan sözcükler/terimler neredeyse aynen Türkçe tıp literatürüne de geçmiştir ve bu 'türkçeleşmiş' sözcükler/terimler ilgili yerlerde kendi başlarına da sıkça kullanılmaktadır. Demiyelinize edici kalıbının yerine demiyelinizan sözcüğünün kullanıldığına da rastlanabilir. Terim "Guillain-Barré sendromunu" nedensel ve etkilediği anatomik bölge açısından tanımlamaktadır ve olabildiğince Türkçe karşılıklar vermeye çalışarak şöyle çözülebilir: Şu halde, olabildiğince Türkçe karşılıklar bulmaya çalışıldığında, terimin geldiği yer şöyledir: ivegen yangısal miyelinsizleştirici çoklu sinir hastalığı. Terimin kökeni, İngilizce tıp literatüründeki karşılığı olan acute idiopathic polyneuritis teriminin 'türkçeleşme'sidir. İngilizce terimi oluşturan sözcükler/terimler neredeyse aynen Türkçe tıp literatürüne de geçmiştir ve bu 'türkçeleşmiş' sözcükler/terimler ilgili yerlerde kendi başlarına da sıkça kullanılmaktadır. Terim "Guillain-Barré sendromunu" nedensel ve etkilediği anatomik bölge açısından tanımlamaktadır ve olabildiğince Türkçe karşılıklar vermeye çalışarak şöyle çözülebilir: Şu halde, olabildiğince Türkçe karşılıklar bulmaya çalışıldığında, terimin geldiği yer şöyledir: ivegen nedeni bilinmeyen çoklu sinir yangısı. Terimin kökeni, İngilizce tıp literatüründeki karşılığı olan acute idiopathic polyradiculoneuritis teriminin 'türkçeleşme'sidir. İngilizce terimi oluşturan sözcükler/terimler neredeyse aynen Türkçe tıp literatürüne de geçmiştir ve bu 'türkçeleşmiş' sözcükler/terimler ilgili yerlerde kendi başlarına da sıkça kullanılmaktadır. Terim "Guillain-Barré sendromunu" nedensel ve etkilediği anatomik bölge açısından tanımlamaktadır ve olabildiğince Türkçe karşılıklar vermeye çalışarak şöyle çözülebilir: Şu halde, olabildiğince Türkçe karşılıklar bulmaya çalışıldığında, terimin geldiği yer şöyledir: ivegen nedeni bilinmeyen çoklu sinir kökü yangısı. GBS, akut immün polinöropatiler olarak adlandırılan bir sinir sistemi hastalık grubunun tipik örneğidir . Genellikle simetrik ve bacaklardan başlayıp, yukarı doğru çıkan kas güçsüzlüğü, deride duyu bozuklukları ve kalp-damar sistemi, solunum sistemi, bağırsaklar ve mesane gibi iç organları
n işlev bozuklukları ile kendini gösteren bir hastalıktır; iyileşme oranı yüksektir . Sendromun temel patolojik özelliği, henüz nedeni bilinmeyen ivegen ve ilerleyici bir yangı nedeniyle, beyin sapı ve omurilikten çıkan çevresel sinirlerin çevresini saran ve yalıtım malzemesi işlevi gören miyelin kılıfın kaybıdır. Sendromun, aslında, bir otoimmün hastalık olduğu görüşü yaygındır: hasta kişinin bağışıklık sistemi, bir şekilde, miyelin sinir kılıflarına karşı savaşması için tetiklenmekte ve bu kılıfların yıkımına neden olan yangıyı başlatmaktadır. Bu görüşü destekleyen kimi gözlemler şunlardır: Beyin sapı ve omurilikten çıkan ve hedef doku ve organlara (esasen kaslar, deri ve tüm iç organlar) yönelen çevresel sinirlerin çıktıkları noktaya en yakın kısımlarına sinir kökleri denir. Hepsinde olmasa da çoğu tipik GBS vakasında, bahsi geçen yangı bu sinir köklerinde başlar. Bu yüzden de hastalığa akut idiyopatik poliradikülonörit de denmektedir. GBS'nin tipik bir örneği olduğu akut immün polinöropatilere bakıldığında, GBS'nun farklı varyantları olduğu görülebilir. Yakın tarihli araştırmalar miyelin kılıf yıkılmasının yaklaşık %80 hastada temel patolojik sorun olduğunu, geri kalan yaklaşık %20 hastada ise akson hasarının geliştiğini göstermiştir ki, klasik GBS'de esasen miyelin yıkımı görülür. Kafa sinirlerinin tutulumunun dikkati çektiği varyantlar da vardır ve bunların tipik bir örneği olarak, Miller-Fisher Sendromu gösterilebilir. GBS, yıllık olarak yaklaşık her 100,000'de 1-2 kişide görülüyor olmasıyla, nadir bir hastalıktır. Bir yaşın altındaki çocuklarda çok daha nadir görülürken, bu yaşın üzerindeki yaş dönemleri arasında hastalığın görülme sıklığı açısından anlamlı bir fark yoktur. Çocukluk yaş grubu söz konusu olduğunda, cinsiyete göre görülme sıklığında erkek/kız oranı 3/2'dir; erişkin yaş grubu söz konusu olduğunda, bu oran biraz daha artar. Çocukluk ya da gençlikte bir kere geçirildikten sonra, ileriki yaşlarda genellikle tekrarlamaz ama tekrarlarsa da bu genellikle 30'lu ve 40'lı yaşlarda olur. Esasen viral kökenli bir ishal üst solunum yolları enfeksiyonu nedeniyle bağışıklık sisteminin vücudun kendisine karşı (otoimmün) savaşmak üzere tetiklenmesi temel mekanizmayı oluşturur; bu sendroma özgü olarak da bağışıklık sistemi çevresel sinirlerin miyelin kılıfına karşı harekete geçer. Hastaların %50-70'inde, sendromun başlamasından önceki 1-4 hafta içerisinde geçirilmiş viral bir enfeksiyon öyküsü vardır. Bu durumla en çok ilişkilendirilebilmiş virüslar ise sitomegalovirüs (CMV), Ebstein-Barr virüsü (EBV), herpes simpleks virüsü (HSV), insan bağışıklık yetmezliği virüsü (HIV) ve kızamık virüsüdür. Başka enfeksiyon etkenleri olarak, hastalığın özellikle kimi alt tiplerinden sorumlu olabilecek, Haemophilus influenzae ve Mycoplasma pneumonia gibi bakteriler de dikkate alınmaktadır. GBS, nadir de olsa aşılama, gebelik, yakın zamanda geçirilmiş cerrahi ya da travma, kemoterapi, Hodgkin Hastalığı ve bağdoku hastalıkları ile de ilişkilendirilebilir. Hedef doku ve/veya organlara giden sinirsel elektrik akımlarını taşıyan sinir uzantılarının (aksonlar) düzgün işlev görebilmesi için yalıtım görevini üstlenmiş olan miyelin kılıfın yaygın hasarı sonucunda, çevresel sinirlerin işlevinde bozukluklar gelişir. Bu bozuklukları, çevresel sinirlerin üzerlerinde sonlandığı üç temel doku/organ grubunu göz önünde bulundurarak, üç ana grupta toplamak mümkündür: Dolayısı ile de hastalarda tipik olarak görülen belirtiler şunlar olmaktadır: Kas güçsüzlüğü, ileri vakalarda, solunum felcine ve tüm beden felcine kadar gidebilir; yüz kaslarında felç ve yutma güçlüğü gelişebilir. %50-70 vakada yükselen tarzda kas güçsüzlüğü hakim iken, %40 vakada sadece duysal belirtiler hakimdir. %5-10 kadar vakadaysa, tipik yükselen tarzda güçsüzlük yerine, kollarda belirgin güçsüzlük olabilir. Kas güçsüzlüğü görülen vakaların hemen tamamında tendon reflekslerinde kayıp da görülür. İdrar ve dışkı kaçırma/yapamama ile ilgili şikayetler genellikle kısa sürelidir ve inatçı değillerdir. Hastalığı klinik gidişini kabaca üç döneme ayırmak mümkündür: Elektromiyografi (EMG), sinir iletimi çalışmaları ve beyin-omurilik sıvısı (BOS) incelemesi tanıda kullanılabilecek araçlardır. EMG ve sinir iletimi çalışmaları ile sinir iletim hızlarında yavaşlama, BOS incelemesinde ise çoğu zaman hücre sayısında artış olmaksızın artmış protein içeriği saptanır (albuminositolojik dissosiasyon). Tüm bunlar yoğun miyelin yıkımı ve miyelin kaybını doğrular. Ancak, bu bulgular genellikle hastalığın 1. haftası geride kaldıktan sonra belirgin hale gelir. Dolayısı ile de hastanın erken tanısında en önemli olan tanı araçları hastadan alınacak iyi bir öykü ve yapılacak iyi bir muayenedir. Başarılı tedavinin temel taşı, tüm yaşamsal işlevlerin yakından izlenerek sürdürülmesi gereken destekleyici bakımdır. Hastalığın gelişiminde bağışıklık sistemi rol oynadığı için, plazma değişimi ve/veya 5 gün içinde tamamlanacak şekilde düzenlenmiş damar içi immünglobülin uygulaması ile hastalığın seyrinde iyileşme sağlanabilir; bu uygulamalar ile solunum felcinin ve hastanın yapay solunum cihazına bağlanmasının önüne geçilebilir. Damar içi immünglobülin uygulamasında doz ve süre çok önemlidir; sınırlar aşılırsa, hepatit ya da nadiren böbrek yetmezliği görülebilir. Sağaltımda kortikosteroidler de kullanılabilir ama belirtilerin ilerlemesine sebep olabildikleri için, güncel yaklaşımlarda öncelikli sağaltım seçenekleri arasında yer almazlar. Tedavi açısından çok önemli olan destekleyici bakım temel olarak şunları içerir: Hastaların yaklaşık olarak %80'i 1-12 ay içinde tamamen iyileşirken, %5-10 hastada ağır hasar kalabilir ve %3-5 kadar hasta da ölebilir. İyileşme oranı yüksek olsa da oldukça yıpratıcı olan bu hastalıkta ölümlerin temel nedeni yetersiz destekleyici sağaltım ve buna bağlı dolaşım-solunum sistemi komplikasyonlarıdır. Bu durum özellikle de ağır vakalarda yapay solunum cihazına bağlanmayı da gerektirebilen durgunluk dönemi için geçerlidir ve en iyi yoğun bakım birimlerinde bile ölüm oranı %2-3'ün altına çekilememektedir. İyileşme dönemi sona erdiğinde, tendon refleksleri eski durumuna dönemeyebilir ve yaklaşık %20 hastada güçsüzlük kalabilir. Fransız doktor Jean Landry, 1859'da, hastalığı ilk tanımlayan kişi olmuştur. Hastalığın önemli tanısal aracı olan BOS'da yüksek protein ve normal ya da çok az yükselmiş hücre sayımı durumunu ise Georges Guillain, Jean Alexandre Barré ve Andre Strohl 1916'da ortaya koymuşlardır. The Best of MFÖ The Best of MFÖ, 1989'da Balet Plak tarafından piyasaya sürülen MFÖ albümü. MFÖ'nün ilk toplama albümüdür. Albümün ilk yarısı grubun daha hareketli şarkılarından oluşurken, ikinci kısmı daha duygusal çalışmalara ayrılmıştır. Albümde grubun 1984'te yayınladığı ilk albümü "Ele Güne Karşı Yapayalnız"'dan itibaren yayınladıkları her albümden şarkılar yer almaktadır. "Ele Güne Karşı Yapayalnız" ve "Vak the Rock"'tan altışar şarkı, "Peki Peki Anladık"'tan dört şarkı, Balet Plak'tan yayınlanmamış "No Problem"'den ise sadece bir şarkı yer almaktadır. Albümü açan şarkı "Sufi" ise sadece single olarak yayınlanmış ve ilk kez bu albümde yer almıştır. "No Problem" şarkısı ise albüm versiyonundan farklı olarak başındaki akapella kısmı olmayan bir versiyon ile albüme dahil edilmiştir. Grubun Balet Plak'tan yayınlanmış son çalışması olan bu albüm kaset ve CD formatında yayınlanmıştır. 2017'de ise Ossi Müzik tarafından plak versiyonu yayınlandı. Bellek (bilgisayar) Bellek bilgisayarı oluşturan 3 ana bileşenden biridir. (merkezi işlem birimi – bellek – giriş/çıkış aygıtları). İşlemcinin çalıştırdığı programlar ve programa ait bilgiler bellek üzerinde saklanır. Bellek geçici bir depolama alanıdır. Bellek üzerindeki bilgiler güç kesildiği anda kaybolurlar. Bu nedenle bilgisayarlarda programları daha uzun süreli ve kalıcı olarak saklamak için farklı birimler (sabit disk - CD - DVD) mevcuttur. Belleğe genellikle random access memory (rastgele erişimli bellek) ifadesinin kısaltması olan RAM adı verilir. Bu ad bellekte bir konuma rastgele ve hızlı bir şekilde erişebildiğimiz için verilmiştir. RAM'de sadece işlemcide çalışan program parçaları tutulur ve elektrik kesildiği anda RAM'deki bilgiler silinir. Bilgilerin kalıcı olarak saklandığı yer teker(disk)’dir. Bu iki kavram bilgisayarı kullanmaya yeni başlayan insanlar tarafından genellikle karıştırılır. Bu kavramları açıklamak için en güzel benzetme; bir dosya dolabı ve çalışma masası olan ofistir. Bu örnekte dosyaların kalıcı olarak saklandığı tekeri dosya dolabı, üzerinden çalışılan verilerin bulunduğu belleği ise çalışma masası temsil etmektedir. Bir ofiste dosyalar dosya dolapları içinde saklanır ve çalışanlar üzerinden çalışmak istedikleri dosyayı dolaptan alarak kendi çalışma masaları üzerinde çalışırlar. Bilgisayarda da işlemci üzerinde çalışacağı veriler tekerden belleğe getirilir. Dosya dolabınız ne kadar büyükse, o kadar çok dosyayı saklayabilirsiniz ve masanız ne kadar büyükse aynı anda o kadar çok dosyayı masaya alıp üzerinde çalışabilirsiniz. Bilgisayar ortamında da işler tam olarak böyledir. Teker kapasitesi ne kadar büyükse o kadar çok veri saklayabiliriz ve bellek kapasitesi ne kadar büyükse işlemci o kadar çok dosya üzerinde çalışabilir. Bu benzetmenin bilgisayarın çalışma şeklinden farkıysa belleğe getirilen dosyaların tekerdeki dosyaların bir kopyası olmasıdır. Gerçek dosyalar tekerde saklanmaya devam eder. Bunun sebebiyse belleğin güç kesildiği anda verileri kaybetmesidir. Eğer bellekteki dosya değiştirilirse değişiklerin kaybolmaması için teker üzerinde değişikliklerin kaydedilmesi gerekir. İlk bilgisayarlarda bellek yoktu. Onun yerine süngü ve röle ile katot lambaları kullanılmakta idi. Yazılımlar ve veriler tamamen diğer medyalara geçirilmekte idiler. Teleteks şeritleri veya delikli kartlar gibi. İlk dijital bilgisayarlarda röleler bellek için kullanılmış. Daha sonra katot lambaları yanında yüzük şeklinde olan manyetik demir (ferrit) çekirdekler kullanılmış. Teker düzeninde tellere geçi
rilen bu demir yüzükler akımı aldığında mıknatıslaşmakta ve bu durumu kaybetmemekte idiler. Ama her okuma sürecinde hafıza bilgisini kaybetmekte idiler. Yapısal özelliği nedeni ile büyük mekanlara ihtiyaç vardı. Tipik bir büyük bilgisayar olan Telefunken TR440'nın 1970 senesinde belleği 48 bit lik 192.000 kelime yani bir Megabyte'a eşit idi. 1985'te satın alınan bir PC (Commodore PC10) de 64 KByte belleğe sahip iken 1990 da alınan bir PC de 1 MB'ye belleği bulunabiliyordu. 2005 de ise bu 512 Megabyte veya daha çok olabilir. Günümüzün PC'lerinde kullanılan işletim sistemleri (Windows, Linux, BeOs vs) bellek canavarları olup, yukarıya doğru sınır tanımamaktadırlar (tabii bu sınır var olup şu an pratik olarak ulaşılamamakta). Anakartlarda bulunan Chipset (yonga) tipine göre üst sınır olup bunların açıklamaları üreticinin İnternet sayfasında veya kılavuzunda bulunmaktadır. Transistörün bulunuşu ile birlikte büyük atılımlar olmuş. Bugün tümleşik devre imkânları ile en modern bilgisayar sistemleri donatılmaktadır. Günümüzde amaç büyük, ucuz ve hızlı bellek üretmektir. Ama hayatın gerçeği şudur ki; bellek büyüdükçe yavaşlar, hızlandıkça da küçülür. Bu sorunu aşıp büyük, hızlı ve ucuz bellek tasarlamak için aşamalı bellek yapısı ve koşutluk (paralellik) kullanılmaktadır. Bellekler, aşamaları kullanılarak, en ucuz teknolojinin sağlayabileceği boyutla en pahalı teknolojinin sağlayabileceği hız sunulmaya çalışılmaktadır. Yazmaçlar işlemcinin içindedir ve işlemci yazmaçlara doğrudan erişebilir. Yazmaçlara erişim için geçen süre bir nanosaniyenin altındadır. Yazmaçlarda sadece birkaç bitlik veri tutulabilir. Bir GB veri saklayabilecek yazmaçlar üretmek için milyonlarca dolar harcamak gerekir. Birinci düzey önbellek birkaç kilobaytlık veri tutabilir ve erişim süresi birkaç nanosaniyedir. Erişim süresi ikinci düzey önbellekte birkaç on nano-saniyeye, ana bellekte de yüzlerce nano-saniyeye çıkar. Bu yapıda yazmaçlar ve bellek arası iletişim derleyiciler; önbellek ve bellek arasındaki iletişim donanım; bellek ve teker arasındaki iletişim de işletim sistemi, donanım ve kullanıcı tarafından yönetilir. Bulma(Hit): Aranan verinin üst düzey bellekte herhangi bir öbekte bulunmasıdır. Bulma Zamanı: Bellek erişim süresi + Verinin bulunup bulunamadığının belirlenme süresi. Bulamama(Miss): Aranan verinin alt düzey bir bellekte bulunmasıdır. Bulamama Gecikmesi: Üst düzey bellekten bir öbeğin atılması + Yeni öbeğin işlemciye getirilmesi için geçen zaman. Bir öğe bellekten okunduysa, yakınındaki adresteki öğelerin okunması olasıdır. Bir öğe bellekten okunduysa yakın zamanda tekrar okunması olasıdır. Rastgele erişimli bellek ifadesindeki rastgele kavramı, bellekteki her veriye bellekteki konumundan bağımsız olarak aynı sürede erişilebildiği anlamına gelir. Şekil 2.1 de sıradan bilgisayarlarda kullanılan RAM hücresinin fonksiyonel davranışını gösterir. Fiziksel uyarlama tam olarak şekildeki gibi olmak zorunda değildir, ama çalışma şekli böyledir. Bir bellek hücresini uyarlamanın birçok yolu vardır. Şekildeki gibi flipfloplar üzerine kurulu RAM yongaları (çipleri) statik RAM’lerdir (SRAM) ve her konumun içeriği güç kesilene kadar saklanır. Dinamik RAM (DRAM) yongalarında bir miktar enerji depolayan kapasitörler kullanılır. Bu kapasitörlerdeki enerji seviyesi 1 ya da 0’a karşılık gelir. Kapasitörler flipfloplardan çok daha küçüktür, bu yüzden aynı boyutlardaki bir DRAM, SRAM’den çok daha fazla veri saklayabilir. DRAM üzerindeki hücrelerde, kapasitör boşaldıkça hücredeki veri düzenli olarak değiştirilmeli ya da yenilenmelidir. DRAM’ler ortamdaki gama ışınlarıyla etkileşim içine girerlerse, üzerilerindeki kapasitörler zamanından erken deşarj olabilir. Fakat bu çok nadir gerçekleşen bir durumdur. Açık bırakılan bir sistem günlerce hata vermeden çalışabilir. Bu yüzden ilk kişisel bilgisayarlarda (PC) hata algılayıcı devreler bulunmazdı. Bilgisayarlar gün sonunda kapatılırdı ve bu sayede hatalar yığılmazdı. Hata algılayıcılarının olmaması, DRAM fiyatlarının uzun bir süre daha düşük seyretmesini sağladı. Ancak gelişen teknolojiyle DRAM fiyatlarının en düşük seviyeye gelmesi ve bilgisayarların açık kalma sürelerinin artmasıyla beraber, hata algılayıcılar bilgisayarların olağan parçaları haline geldiler. RAM’ler silikon üzerine yerleştirilmiş birçok transistörün, ağırlıklı olarak veri erişiminin kontrolü ve verinin saklanmasıyla ilgili belli işlevleri yerine getirmesi için birbirine bağlanmış elektronik yapılardır. RAM teknolojilerinde güdülen hedef daha küçük transistörler üretmek, böylece bir silikon parçasına daha fazla transistör yani daha fazla işlev sığdırmak ve bu sayede silikonun daha hızlı çalışmasını sağlamaktır. Bu hedefe giderken karşılaşılan engellerin çoğu gelişen teknolojiyle daha üretim aşamasındayken aşılıp geri kalan kısım ise geliştirilen algoritmalar ve protokollere çözülmektedir. RAM çeşitleri ise bu protokoller tarafından belirlenmektedir. Kısaca hatırlamak gerekirse iki çeşit RAM olduğunu söyledik, DRAM ve SRAM. Kapasitörlerin şarjını periyodik olarak yenilemek gerektiği için DRAM’lara dinamik bellek, elektrik kesilmediği sürece bilgiyi sakladığı için SRAM’lara statik bellek adı verilir. DRAM’ın SRAM’a karşı avantajı ise yapısal basitliğidir. SRAM’da her bit için altı transistör gerekirken DRAM’da bir transistör ve bir kapasitör yeterlidir. Ekonomik nedenlerden ötürü kişisel bilgisayarlar, çalışma istasyonları ve Playstation – Xbox gibi küçük olmayan oyun konsollarında genel olarak büyük olan DRAM kullanılırken önbellek ve teker tamponu gibi diğer kısımlarda SRAM kullanılır. SRAM ile ilgili ayrıntılar SRAM'de; SDRAM, RDRAM, DDR SDRAM gibi DRAM ile ilgili ayrıntılar DRAM'de bulunabilir. Üzerindeki verileri kalıcı ya da yarı kalıcı olarak saklayan rastgele erişimli belleklere ROM denir Bir program belleğe yüklendiğinde, üzerine başka bir veri yazılana ya da güç kesilene kadar bellekte kalır. Bazı uygulamalar içinse veriler hiç değişmez. Bilgisayar oyunları, hesap makineleri, mikro dalga fırınlar üzerindeki kontrol programları gibi değişmeyen programlar ROM üzerinde saklanır. ROM basit bir cihazdır. Bir kod çözücü, birkaç mantık kapısı ve veri çıkışlarından oluşur. Flipflop ya da kapasitörlere ihtiyaç duymadan çalışır. Yüksek hacimli uygulamalarda ROM'lar fabrikalarda programlanır. Buna alternatif olarak küçük uygulamalar ve prototipler için, içerikleri PROM yazıcı olarak bilinen ve kısmen ucuz olan cihazlar kullanılarak kullanıcı tarafından yazılabilen Programlanabilir ROMlar (PROM) kullanılır. Maalesef oyun endüstrisinin oluşmaya başladığı ilk dönemlerde, PROM yazıcıların PROMların içeriğini okuma kabiliyeti de vardı. Bu sayede oyunların korsan kopyaları yeni PROM'lara kaydediliyor, hatta içlerindeki veri deşifre edilerek karşı mühendislik için kullanılıyordu. PROM’lar programcıya kodunun sürekli olarak saklanması imkânını verse de, PROMların üzerine sadece bir kez yazılabilir. Silinebilir ROMlara (Erasable PROMs – EPROM) ise üzerlerindeki veri kızılötesi ışınlarla silinerek tekrar tekrar yazma işlemi yapılabilir. Elektrikle silinebilir PROMlarsa (Electrically Erasable PROMs – EEPROM) içeriklerinin elektrik gücüyle yazılıp silinebilmesine izin verirler. Günümüzde kullanılan flaş belleklerin çoğunda bu teknoloji kullanılmaktadır. EEPROMlar üzerine on binlerce kez veri yazma ve silme işlemi yapılabilir. Basit bir bellek yongası 0 dan m-1’e kadar sıralanmış m bit adres girişi (A-A), yonga seçici (YS ) ve okuma (K) – yazma (K~) kontrolünden oluşur. 5.1'de YS ve K’nın üzerindeki çizgiler yonganın YS=0 iken seçildiği ve K=0 iken bir yazma işlemi gerçekleşeceğini gösterir. T kadar bir zaman sonra yongadan veri okunacağında w bitlik veri, D-D veri çıkışlarında hazır olur. Veri hattı burada da olduğu gibi birçok yongada çift yönlüdür. Şekildeki yongadaki adres satırları, gelen m bitlik veriden, her biri w-bit sözcükle ilişkilendirilmiş olan adreslerden hangisinin kullanılacağını belirler. Yonga üzerinde de 2xw bitlik veri saklanabilir. RAMler yazmaçlar derlemi olarak düşünülebilir. RAM yongaları üzerinde sözcükleri saklamak için yazmaçlar kullanılır ve hangi sözcüğün okunacağına ya da yazılacağına karar vermek içinde adresleme mekanizmaları oluşturulur. Küçük RAM modülleri birleştirilerek daha büyük modüller elde edilebilir. Farklı tasarım yolları kullanılarak hem sözcük boyutu hem de modül başına düşen sözcük sayısı arttırılabilir. Örneğin sekiz adet 16M x 1-bit RAM kullanılarak bir adet 16M x 8-bit RAM yapılabilir. (16M=2 ) Bilgisayarda başarım, yürütme zamanı ile belirlenir. Daha açık söylemek gerekirse Başarım = 1 / Yürütme Zamanı dır. Yürütme zamanı ise formülüyle verilir. Burada buyruk sayısı, o programın çalışması için kaç buyruğun yürütülmesi gerektiğini; BBÇ, bir buyruğun işlenmesi için kaç çevirim yapılması gerektiğini ve çevirim zamanı ise çevirim başına geçen süreyi göstermektedir. Bir programın buyruk sayısı bilgisayardan bilgisayara değişmez, her bilgisayarda aynıdır. Çevirim zamanı ise işlemcinin saat vuruş sıklığıyla alakalıdır. Örneğin saat vuruş sıklığı 200 MHz olan bir işlemcinin çevirim zamanı 5 ns dir. Başarımda belleğin rolü ise BBÇ’nin hesaplanmasında ortaya çıkar. Örneğin ideal BBÇ’si 1,1 çevrim olan bir işlemciyi ele alalım. Bu işlemci zamanının %50 sini aritmetik ve mantık işlemleriyle, %30 unu yükleme ve saklama işlemleriyle ve %20 sini denetimde kullansın. Ayrıca kabul edelim ki bellek işlemlerinin %10 unu önbellekte bulamasın ve bu durum 50 vuruşluk gecikme yaratsın. O halde BBÇ olarak hesaplanır. Buradan kolayca hesaplanacağı üzere 1,5 çevrim / 2,6 çevrim = 0,58 olup demek ki işlemci zamanının %58 ini belleği beklemekle geçirmektdir. Eğer bulamama oranı %1 artarsa yani %11 olursa o halde BBÇ 2,75 çevrim olacak ve bu durumda işlemci zamanının %60 ını belleği beklemekle geçirecektir. O halde oluşacak gecikme zamanı sabit kalmak üzere belleğin boyutunu büyüterek bulamama oranını azaltırsak yürütme zamanı azalır, dolayısıyla başarım artar diyebiliriz. Piyasalarda satılan belleklerin
çoğu belli standartlara göre üretilirler. Şekilde sekiz adet 2 bitlik çipten oluşmuş 1MB’lık bir yonga modülünü göstermektedir. 1 den 30’a kadar numaralandırılmış olan bağlantı noktaları tek bir yol üzerinde sıralanmıştır. 2 adet adres alanı için 20 tane adres satırına ihtiyaç olmasına rağmen sadece 10 tane adres girişi vardır. 10 bitlik satır ve sütun için 10 bitlik adresler ayrı ayrı gelirler ve kolon adres storoboskobu ile satır adres storoboskobu gelen adreslerden kendilerine ait olanı seçerek adresi belirlerler. (Satır adres storoboskobu belli aralıklarla kapasitörleri şarj etme işleminide gerçekleştirir.) Bu işlem adrese erişim zamanını 2 katına çıkarırmış gibi görünse de, sadece satır ya da sadece sütun adresinin değiştiği durumlarda ortalama erişim zamanı 20 bitlik adres girişi kullanılan duruma göre daha hızlıdır. V1 den V8 e kadar olan 8 adet veri yolu da aynı anda 1 baytlık verinin paralel olarak okunup yazılmasına imkân verir. Agannaga Rüşvet Agannaga Rüşvet, 1992 yılında Raks Müzik'ten çıkan MFÖ albümü. Grubun yedinci solo albümüdür. "Dönmem Yolumdan" albümünden sadece bir ay sonra yayınladı. "Rüşvet" ve "Belediye Nerede?" adlı şarkılarda gazelhan Sami Özer'in eşlik ettiği ve politik taşlamaların ağırlıkta olduğu bu albüm, bir önceki albümfazla ses getirmedi. Albümün "Rüşvet" ve "Patlamalar"ın yer almadığı bir versiyonu Petrol Ofisi tarafından promosyon olarak müşterilerine ücretsiz dağıtıldı. Albüm daha sonra 2003 ve 2011 yıllarında tekrar CD olarak piyasaya sürüldü. Dönmem Yolumdan (MFÖ albümü) Dönmem Yolumdan, MFÖ'nün 1992'de çıkardığı altıncı stüdyo albümüdür. Milletlerarası Müzik Yayınları'ndan çıkan ikinci ve son MFÖ albümüdür. Mayıs ayında çıkan bu albüm bir önceki albüm kadar ses getiremedi ve bir ay sonra MFÖ, başka bir şirketten "Agannaga Rüşvet" adlı yeni bir stüdyo albümü çıkardı. Albüm, Mazhar Alanson ve Fuat Güner besteleri dışında "Dönmem Yolumdan" ve "Aşkların Ortasına" adlı iki şiir derlemesi, bir de Ali Ercan yorumu olan "Komşu Kızı" adlı şarkıyı içermektedir. Bunun yanında "Peki Peki Anladık" albümünden sonra ilk kez bir İngilizce şarkı içeren albümdeki "Don't Wanna See It"in sözlerini Bauhaus grubunun solisti Peter Murphy yazdı ve şarkıyı da Murphy söyledi. Albümün kapanışını yapan "Hep Böyle Sev" de MFÖ'nün ilk enstrümantal bestesi olurken, bu eser ilk kez 1988 tarihli Atıf Yılmaz filmi "Arkadaşım Şeytan" da yer almıştı. "Heyecanlı" ise daha önce İpucu Beşlisi'nin çıkardığı tek 45'likte yayınlanmıştı. Sadece kaset formatında yayınlanan bu eser daha sonra tekrar fiziksel olarak yayınlanmadı. Detse, Meram Detse, bugün Yeşildere adıyla bilinen Konya'nın Meram ilçesine bağlı tarihi ve turistik bir köydür. Dr. Ahmet Şeref CERAN, Konya Meram Yeşildere (Kuzağıl) (Detse), Konya 2000 SAAT Abdullah, Konya Yeşildere (Detse) Köyü'ndeki Türk Devri Yapıları, Konya Selçuk Üniversitesi - Fen Edebiyat Fakültesi - Sanat Tarihi Bölümü - Lisans Tezi, 2004 Alaturka Benim Canım Alaturka Benim Canım, Emel-Erdal ikilisinin ikinci ve son albümüdür. Türkmence Türkmence (, , туркменский язык, ), çoğunluğu Türkmenistan'da yaşayan Türkmenlerin konuştuğu çağdaş Türk yazı dillerinden biridir. Türkmence, Türkmenistan'da resmi dil statüsündedir. Türk dilleri arasında Türkiye Türkçesi ve Azerice'ye yakındır. Türkmenistan'da yaşayan toplam 6 milyon kadar kişinin yanı sıra Türkmenistan'ın dışında, Afganistan'ın Güney Türkistan denen kısmında, çoğu Türkmenistan sınırına yakın, bir kısmı da Afganistan-İran sınırında yaşayan yaklaşık 1 buçuk milyon Afganistan Türkmeni ile İran'ın kuzey-doğusunda bulunan ve Türkmenistan ile sınır komşusu olan Türkmen Sahra denen coğrafi bölgede yaşayan 2 milyon İran Türkmeninin anadili konumundadır. Türkmenistan'daki Türkmencenin Çovdur lehçesine benzeyen ve Rusya'da Stavropol Krayında yaşayan Kafkas Türkmenleri tarafından konuşulan Kafkasya Türkmencesi de Türkmence'nin bir lehçesi olarak kabul edildiği gibi ayrı bir Oğuz dili olarak da değerlendirilir. Özbekistan'ın çoğunlukla Harezm bölgesinde konuşulan ve Özbekçe'den ses bilgisi ve gramer düzeylerinde önemli farkları bulunan Harezm Oğuzcası, Türkmenceyle benzer dil özellikleri paylaşır. Harezm Oğuzcasını, Türkmenceleşmiş Özbek diyalekti olarak kabul eden görüşler mevcuttur. Resmi yazışma ve eğitim dili olarak Türkiye Türkçesini kullanan Irak Türkmenlerinin kullandığı dil ise Azerice ağızları içinde değerlendirilmektedir. Türkmence, Ural Altay Dil Ailesi'nin Altay dilleri kolunun Türk dilleri grubunun Oğuz öbeği içinde yer alır. Yenisey havzası ve Ötüken'deki ana yurtlarından 9. ve 11. yüzyıllar arasında Aral gölünün kuzeyine ve Sirderya bölgesine göç eden ve Müslüman olduktan sonra Türkmen adını alan Oğuzlar, 11. yüzyıldan itibaren Büyük Selçuklu Devletini kurup dalgalar halinde Harezm, Horasan, Azerbaycan üzerinden Anadolu'ya değin uzanmışlardır. Türkmenlerin kaderini değiştiren en önemli olaylardan biri de Moğol İstilalarıdır. Bunun neticesinde Türkmen boylarının bir kısmı Batıya doğru ilerlerken, bir bölümü de Afganistan-Harezm-Horasan-İran-Azerbaycan hattında kalmıştır. Günümüzde Türkmenistan'daki Türkmenler, Oğuz Türklerinin batıya ikinci büyük göç dalgasında yer almayan bakiyeleridir. Türkmenceyle yazılmış en eski metinlerin, Ahmed Yesevî’nin şiirleri ve Ali’nin Kıssa-i Yûsuf’u olduğu iddia edilirse de, aslında bunlar Türk dilinin müşterek dönemine ait eserlerdir. Eski Türkmen Türkçesi, yazılı belgelerle takip edilemeyen Ana Oğuz Türkçesinin içinden ayrılan veya Ana Oğuz Türkçesiyle beraber yaşamış olan bir kol olarak düşünülmektedir. Özellikle Hazar Denizi’nin batısına göç eden kalabalık Oğuz boylarının dışında, Hazar’ın doğusunda yaşamını sürdürmüş olan Oğuzların konuşmuş oldukları diyalektlerdir. Yazı dili olmadığı için Eski Türkmen diyalektleri olarak da belirtilebilir. Hazar Denizi’nin güneyi ve batısındam Balkanlar’a kadar olan sahada Eski Anadolu Türkçesi sonrasında 15. yüzyılla beraber Osmanlı Türkçesi ve Klasik Azerbaycan Türkçesi Oğuz yazı dilleri olarak sistemleşirken, Eski Türkmen diyalektleri de sahasında Kıpçak lehçeleri konuşan Türk boylarıyla beraber özelliğini oluşturmuştur. Tüm Türkistan'da olduğu gibi Türkmenlerin yaşadığı coğrafyada da yazı dili konumunda olan Harezm Türkçesi ve Çağatayca Türkmenler üzerinde etkili olmuştur. Türkmence asıl eserlerini 18. yüzyıldan itibaren vermeye başlamıştır. Türkmen edebiyatının en büyük şairi sayılan Mahtumkulu Firaki Türkmen edebiyatının önde gelen temsilcilerinden biridir. 18. yüzyıl şairi olan Mahtumkulu Türkmen halkına yol göstermeye ve umut vermeye çalışan bir şair olarak, şiirleri Türkmen hayatının her yönünü kapsamış ve Türkmen birliği, Türkmen ruhu ve şuuru, gibi konular Mahtumkulu’nun şiirlerinde en çok öne çıkan temalar olmuştur. Türkmence, Azerice ile birlikte Türkiye Türkçesi'ne en yakın olan dildir. Türkiye Türkçesi konuşan insanlar tarafından küçük bir çabayla anlaşılabilir. Türkmence, Azerice ve Türkiye Türkçesi gibi eski Oğuzca'dan kopup ayrı bir gelişim sergileyen bir dildir. Azerice’ye ve Türkiye Türkçesi’ne oldukça yakın olmasıyla, bunlarla birlikte Oğuz dilleri arasında yer alan Türkmence bununla beraber bu dillerden bir takım hususiyetlerle belirgin bir şekilde ayrılır. Bünyesinde eski Oğuzcaya ait unsurları barındırmasına rağmen Çağataycanın tesirinde gelişmiş bir yazı dili olduğu için Azerice ve Türkiye Türkçesinden farklı olaark Türk dillerinin Uygurca ve Kıpçak dili gibi doğu ve kuzey kolunda yer alan lehçelere ait özellikler de taşımaktadır. Türk dillerinin Oğuz grubunda görülen b- > v- değişmesi, Türkmencede olmayıp b’ler korunmuştur (bol- “ol-”, bar “var”, bermek "vermek" vs.). Türkmencenin en önemli özelliklerinden birisi de Türkiye Türkçesi'nin ve Azerice’nin kısalttığı asli uzun ünlüleri korumuş olmasıdır. Aslî uzunluklar, Türkmence kelimelerin ilk hecesinde bulunurlar: aağı (ağıt), gaabak (göz kapağı), mooncuk (boncuk), ooba (oba,köy), oodun (odun). Arapça ve Farsçadan alınma kelimelerde bulunan "f" ünsüzleri Batı Türkçesinin diğer kollarında korunurken Türkmencede, Kuzey ve Doğu lehçelerinin birçoğunda olduğu gibi, sistematik bir şekilde "p"ye dönmektedir: fermân > permaan, fikr > pikir, hefte > hepde, insâf > ınsaap. Türkmence, bunların dışında birçok özelliğiyle Batı grubuna giren diğer lehçelerle benzerlik göstermektedir. Türkmencenin kelime hazinesini, Türkçe kelimelerin yanı sıra Arapça, Farsça ve Rusça kelimeler oluşturmaktadır. Sovyetler Birliği döneminde Arapça ve Farsça kelimelerin geçişi dururken Rusça kelimelerin sayısı hızlı bir şekilde artmıştır. Türkiye Türkçesinin dışındaki Batı grubu Türk lehçelerinde Rusça kelimeler bakımından bir ortaklık söz konusudur. Türkiye Türkçesinde ise, onlardan farklı olarak Fransızca ve İngilizce kelimeler bulunmaktadır. Türkmencenin birçok ağzı bulunmaktadır. Söz konusu ağızlar, şu şekilde sıralanabilir: Yomut, Teke, Ersarı, Sarık, Salır, Gökleñ, Çovdur, Alili, Nohur, Garadaşlı, Änev, Yemreli, Hasar, Ata, Nerezim, Çandır, Mukrı, Sakar, Bucak, Olam, İğdir, Surhı, Düyeci, Hatap, Eski, Bayat, Hıdırili, Mehin, Çärcev, Mürçe, Kıraç, Burkaz, Mücevür ve Arabaçı. Sovyet döneminde, edebî dil için Yomut ve Teke ağızları esas alınmış, ancak Türkmen aydınları bütün ağızlardan faydalanmayı prensip edinmişlerdir. Bu çizgide gelişen Türkmenceyle yazan birçok şair ve yazar yetişmiş ve bunlar zaman zaman kendi ağızlarında bulunan bazı kelimelere de eserlerinde yer vermişlerdir. Türkmence 1929 yılına kadar Arap harfleri ile yazılırdı. 1929–1940 arasında Latin harflerine geçilse de 1940 yılından itibaren Sovyet Türkmenistan'ında Rus etkisi nedeni ile Kiril afabesi'ne geçiş yapılmış ve Türkmence için Kiril alfabesi kullanılmaya başlanmıştır. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağılıp Türkmenistan bağımsız bir ülke haline gelince, Türkmenistan Cumhurbaşkanı Saparmurat Niyazov hemen Türkmencenin yazımında yeniden Latin harflerinin kullanımını teşvik etmeye başladı. Türkmenistan Meclisi, 12 Nisan 1993 tarihinde aldığı bir kararla, Türkmen dilinin yazımında Latin harfleri es
as alan, otuz harften oluşan, Türkmenistan'da "Täze Elipbiý" denen yeni Türkmen alfabesine geçmeyi kabul etmiştir. Bu karara göre yeni alfabe, 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren resmen kullanılmaya başlanmış; daha sonra alınan bir kararla birkaç harfte değişiklik yapılarak 1 Ocak 2000'de bütünüyle Lâtin alfabesine geçilmiştir. Pound (£), dolar ($), yen (¥) ve yüzde işaretleri (¢) gibi bazı olağandışı harfler, daha geleneksel harf sembolleri ile değiştirilmiştir. Türkmence hala İran ve Afganistan'da Arap harfleri ile yazılmaktadır. Alfabe Türk alfabesini temel alarak oluşturulduysa da birkaç farklılık bulunmaktadır. Türkmen alfabesinde Türk alfabesinden farklı olan harfler şunlardır: ä: açık e j: c ž: j ň: genizsi n w: v ý: y y: ı 1-Şahıs Zamirleri Türkmence şahıs zamirleri aşağı yukarı Türkiye Türkçesindeki gibidir: Yönelme hâl çekimi: maňa, saňa, oňa 2-İşaret Zamirleri Türkmence işaret zamirleri şunlardır: Bu, şu, ol, şol. Çekimli hallerde; muny: bunu muňa: buna onuň: onun -ýar, -ýär Şimdiki Zaman Eki + Şahıs Ekleri Türkmence gelecek zamanda şahıslara göre fiil çekimi yoktur. Bunun yerine zamirler kullanılır. Türkmencenin imlasına bağlı olarak: Üçüncü şahıslarda görülen geçmiş zaman eki her zaman -dy, -di şeklinde yazılır. İki ya da daha fazla heceden sonra tüm şahıslarda bu durum görülür. Türkmenistan'ın eski Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı döneminde 2003 yılında değiştirilen ay ve gün isimleri Gurbanguli Berdimuhamedov döneminde 1 Temmuz 2008'de halktan gelen istekler üzerine önceki haline getirilmiştir. Gün isimleri Farsça'dan gelmekte olup ay isimleri ise Rusça'dan gelmiştir. Renkler Türkmence'de “renk” sözünü karşılamak üzere kullanılan “reňk” sözü Türkmence'ye Farsça'dan geçmiştir ve Azerice, Türkçe ve Gagavuzcada da kullanılmaktadır. Türkiye Türkçesinde kullanılan Siyah, Kırmızı, Kahverengi Farsça olup Türkmence'deki gara, al ve mele Türk dillerine özgüdür. Buna karşılık Türkmence'deki pembe karşılığında kullanılan gülgüne Farsça'dan geçmiştir. Mevsimler Duvar (film) Duvar, yönetimi ve senaryosu Yılmaz Güney'e ait 1983 yapımı uzun metrajlı Türkiye sinema filmi. Yılmaz Güney'in, Cannes'da büyük ödülü alan Yol'dan sonraki ilk, yaşamındaki ise son filmidir. 1976'da Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde, Yılmaz Güney'in de tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyan konu edilmiştir. Bu olaydan derinden etkilenen Yılmaz Güney, isyanın arkasından gönderildiği Kayseri Cezaevinde "Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz" ismi ile bir roman yazmış ve film yurt dışına çıkışında Fransa'da bu roman üzerinde kurulu senaryo ile çekilmiştir. Tuncel Kurtiz ve Ayşe Emel Mesci dışındaki tüm oyuncular hayatlarında ilk kez kamera karşısına çıkmışlardır. Film Fransa'da oldukça zor şartlar altında çevrilmiştir. Ayrıca filmin ilgi çekici bir diğer özelliği ise, az da olsa Zazaca dilinin sinemada ilk kez kullanıldığı film olmasıdır. Müzisyen Garip Şahin tarafından seslendirilen ""Haydêrê"" türküsü filmin unutulmazları arasındadır. Ayet Âyet ya da Âyet-i Kerime (Arapça: آية veya آية كريمة), Kur'an surelerini oluşturan harf, kelime veya cümlelerdir. Âyet Arapçada delil, açık alamet, veri veya işâret gibi anlamlara gelmektedir. Türkçe olarak "Âyet-î Kerîme" şeklinde kullanımı yaygındır. Kur'an'da da cümle içinde bulunduğu konuma göre mucize (Bakara, 2/211), alamet (Bakara, 2/248), ibret (Nahl,16/ 11), acayip iş (Mü'minun, 23/50), delil (İsra, 17/12) ve Kur'an ayeti (Nahl, 16/101) karşılığı olarak kullanılmıştır. Kur'an'daki ayetlerin uzunlukları, Mushaf'ta tam bir sayfa ile en kısa olarak bir ya da birkaç harften oluşan 'kesik harfler' veya Mukattaa harfleri arasında değişmektedir. Farklı zamanlarda yazılan ayetlerin sureler içerisinde diziliminin vahiy ile belirlendiğine inanılır. Kur'an ayetleri Kur'ana göre muhkem ve müteşabih (allegorik) olarak ikiye ayrılır. Bunlardan muhkem (sağlam, tahkimat yapılmış, güçlendirilmiş) olanların anlamlarının herkesin anlayabileceği şekilde apaçık, müteşabih (benzeşik, temsili veya allegorik) olanların ise birtakım anlatı, işaret, ima veya imgelerle konuları ele aldığına, önemli olanın anlatılmak istenen mana ve ana fikir olduğuna inanılır. Ayetlerin sınıflandırılması ve anlaşılması amacıyla islam dünyasında binlerce tefsir ve meal kitabı yazılmıştır. Peki Peki Anladık Peki Peki Anladık", "Mazhar Fuat Özkan grubunun ikinci albümüdür. 1984 yılında çıkarmış oldukları ilk albümleri "Ele Güne Karşı Yapayalnız" ile büyük bir çıkış yapan Mazhar Fuat Özkan grubu "Diday Diday Day" şarkısıyla Eurovision'a katılmaları ve ikinci albümleri "Peki Peki Anladık'"ı çıkarmalarıyla birlikte Türkiye çapında tanınmış ve popüler bir müzik grubu olmuştur. Şarkı düzenlemeleri Hollandalı aranjör Peter Schön tarafından yapılan albüm sound olarak dönemin New Wave etkilerini taşımaktadır. Albümde MFÖ üyeleri dışındaki bütün müzisyenler ve kayıt elemanları da Hollandalıdır. Albüm yine büyük ölçüde Mazhar Alanson ve Fuat Güner bestelerinden oluşurken, ilk albüme şarkı yazımında katkıda bulunmayan grup elemanı Özkan Uğur'un ilk besteleri bu albümde piyasaya sürülmüştür. Ayrıca İngilizce şarkılarda Hollandalı şarkı yazarlarından da destek alınmıştır. Albüme adını veren şarkı, grubun İpucu Beşlisi döneminde birlikte çalıştıkları Ayhan Sicimoğlu'na ithaf edilmiştir. Grup aynı yıl Norveç'te yapılan 1985 Eurovision Şarkı Yarışması'nda "Diday Diday Day" şarkısıyla Türkiye'yi temsil etmiştir. "Buselik Makamına" grubun tasavvuf etkileri taşıyan ilk çalışmasıdır. Albümün ikinci kısmı yurtdışına açılma amacıyla yapılmış İngilizce sözlü bestelerden oluşmaktadır. Kavak, Nevşehir Kavak, Nevşehir'in merkez ilçesine bağlı bir kasabadır. Kavak kasabasının tarihi Bizanslılara kadar dayanır. Nevşehir'e 13 km uzaklıkta olup başlıca geçim kaynağı tarım, hayvancılık, nakliye ve patates, narenciye depolarıdır. Dünya'nın en büyük suni soğuk hava depoları burada bulunmaktadır. Bu depoların özelligi 7 m yüksekliğinde ve 5 m genişliğinde olmalarıdır. Depolarda herhangi bir soğutma aracı kullanılmamaktadır. Dışarıda 35 derece sıcaklık var iken deponun içi 5-10 derece arasında değişmektedir. Ayrıca kış mevsimlerinde de deponun içi 0-5 derece arasında değişmektedir. Bu değerleri bulundukları kayanın yapısı ve hava akımı sağlamaktadır. Bu, Türkiye'de tüketilen narenciyenin büyük bölümünü saklamak için uygun koşulları sağlamaktadır. Fikret Hakan Bumin Gaffar Çıtanak ya da sahne adıyla Fikret Hakan (d. 23 Nisan 1934, Balıkesir - ö. 11 Temmuz 2017, İstanbul), Türk oyuncu. 1950 yılında 'Üç Güvercin' adlı oyunla 'Ses Tiyatrosu'nda tiyatro sahnelerine ilk adımını attı. 1952 yılında 'Köprüaltı Çocukları' adlı filmle sinemaya geçti. 163 film ve dizide oynadı, 1970'li yıllarda senarist, yönetmen ve yapımcı olarak çalıştı. 'Üç Arkadaş' ve 'Keşanlı Ali Destanı'yla büyük bir üne kavuştu. Ünlü yönetmen Peter Collinson başrollerini Tony Curtis ve Charles Bronson'un oynayacağı Paralı Askerler (Birleşik Krallık filmi, 1970) filmi için Türkiye'ye geldiği zaman Türk sinema oyuncuları için Hollywood'a adım atma fırsatı doğmuştu. Çünkü Collinson tamamını Türkiye'de çekmek istediği filmde Türk oyunculara da yer verecekti. Filmin oyuncu kabul mülakatlarına büyük ilgi olunca Şan Tiyatrosunda oyuncu seçme yarışması yapıldı. Bu yarışmada başarılı olan Fikret Hakan, Salih Güney, Erol Keskin, Aytekin Akkaya ve birkaç Türk oyuncu filmin oyuncu listesine alındılar. Fikret Hakan filmde Albay Ahmet Elçi rolüyle önemli bir yer edindi. Başarılı mimikleri ve az İngilizce bilmesine rağmen uyumlu dudak hareketleri ile yönetmen Peter Collinson'un büyük beğenisini kazandı. Uzun yıllar Hollywood'ta görev yapıyormuş gibi rahat bir performans sağlayan Fikret Hakan film sonrası çeşitli yapımlar için teklif aldı. Aynı dönemde henüz nedeni bilinmeyen bir şekilde filmin Türkiye'de yasaklanması sonrası Türk oyuncuları ile Hollywood yetkilileri arasındaki bağ zayıfladı. Özellikle bazı Türk oyuncuların hiç İngilizce bilmemeleri oyunculuk yeteneklerine rağmen ülke dışında kendini göstermelerini engelledi. Türk Sinemasının en verimli çağını yaşadığı 70'li yılların başında, gelen cazip tekliflere rağmen Fikret Hakan Türkiye'de kalmayı tercih etti. Filmde Fikret Hakan'ın canlandırdığı Albay Ahmet Elçi'nin yardımcı subaylığını yapan Salih Güney ise dil bilmemesi nedeniyle bu filmde konuşamadığı gibi diğer yapımlar için teklifte alamadı. Filmde Tony Curtis'in fedailerinden birini canlandıran Aytekin Akkaya ise her ne kadar filmde yeteri kadar görünmese de gösterdiği performans ve kamera arkasındaki çalışkanlığı ile yapımcıların büyük beğenisini kazandı. Kendisine İngilizce öğrenmesi karşılığında Hollywood filmlerinde oynama teklifleri sunuldu. Akkaya İngilizce kurslarına zaman ayıramaması sonucu diğer sanatçılar gibi Türkiye'de kaldı. Fikret Hakan 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır. İstanbul Kültür Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak eğitim vermektedir. 13.11.2009 tarihinde Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Anabilim Dalı'ndan fahri doktor unvanı almıştır. Oyuncu bir süredir akciğer kanseri tedavisi gördüğü Kartal Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde 11 Temmuz 2017'de 83 yaşında ölmüştür. Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sistemi Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sistemi (ÖSYS), Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından her yıl yapılan, Türkiye'deki ve bazı yabancı ülkelerdeki yükseköğretim kurumlarına öğrenci yerleştirmeye yönelik bir sınavdır. Öğrenciler, bu sınav sonucuna göre bir yükseköğretim programına yerleştirilirler. Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sınavı, 1974 ve 1975 yıllarında aynı gün sabah ve öğleden sonra birer olmak üzere iki oturumda, 1976-1980 yıllarında aynı günde ve bir oturumda uygulanmış; 1981'den itibaren iki basamaklı bir sınav haline getirilmiştir. İki basamaklı sınav sisteminde ilk basamağı oluşturan Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) nisan, ikinci basamağı oluşturan Öğrenci Yerleştirme Sınav
ı (ÖYS) ise haziran ayı içinde uygulanmıştır. 1974'ten itibaren adaylardan yükseköğretim programlarına ilişkin tercihleri de toplanmış ve adaylar puanlarına ve tercihlerine göre yükseköğretim programlarına merkezi olarak yerleştirilmiştir. 1982'den itibaren ortaöğretim kurumlarından adayların diploma notları toplanmaya başlanmış ve bu notlar Ortaöğretim Başarı Puanı (OBP) adı altında belli ağırlıklarla sınav puanlarına katılmıştır. 1987'den itibaren, yükseköğretim programları ile ilgili tercihlerini belli alanlarda toplayan adaylara, sınavda belli testleri cevaplama, diğerlerini cevaplamama olanağı tanınmıştır. 1999'da iki basamaklı sınavın ikinci basamağı (Öğrenci Yerleştirme Sınavı ÖYS) kaldırılmış, sınav ÖSS adı altında tek basamaklı bir sınav haline getirilmiştir. Sınavın tek basamaklı olarak uygulanmaya başlanmasıyla birlikte bazı yükseköğretim programlarının puan türleri de değiştirilmiştir. Ayrıca adayların OBP'lerinin mezun oldukları ortaöğretim kurumunun ÖSS ham puan ortalamalarına göre ağırlıklandırılmasıyla oluşturulan Ağırlıklı Orta Öğretim Başarı Puanı (AOBP) hesaplanmaya başlanmış ve ortaöğretimdeki alanlardan mezun olanların aynı alandaki yükseköğretim programlarına yerleştirilmelerinde AOBP’lerinin yüksek bir katsayıyla, mezun oldukları alanlar dışındaki yükseköğretim programlarına yerleştirilmelerinde ise AOBP’lerinin düşük bir katsayıyla çarpılması uygulamasına geçilmiştir. ÖSS'de soru tipi ve konu dağılımı/müfredat açısından bir değişiklik yapılmamıştır. 2003'te ÖSS ve AOBP puan sistemi ile AOBP'nin çarpıldığı katsayılar değiştirilmiştir. 2006'da yapılan değişiklikle soruların bir kısmı önceki yıllarda olduğu gibi ÖSS tipinde sorulmuş, bir kısmı ise tüm lise müfredatı göz önünde tutularak hazırlanmıştır. Sınavın tek basamak olarak uygulanmasına devam edilmiştir. 2010'da çift aşamalı sınav sistemine geçilmesi kararlaştırılmıştır. Sınavlar YGS ve LYS'den oluşacaktır. YGS'yi geçen öğrenciler LYS'ye girme hakkı kazanacaklardır. 1998 yılına kadar İmam Hatip Liselerinin başarı ortalamalarının diğer lise ve ortaöğrenim türlerine göre yüksek oluşu nedeniyle 1999 tüm meslek liselerine ÖSS ile birlikte uygulanmaya başlanmıştır. Ortaöğretimden mezun olunan alanın, yükseköğretimde devamı niteliğindeki alanları tercih eden öğrencilerin ağırlıklı ortaöğretim başarı puanları yüksek katsayıyla, başka bir alandaki (Alan dışı) programı tercih eden öğrencilerin ağırlıklı ortaöğretim başarı puanı ise daha düşük bir katsayıyla çarpılmaktadır. Öğretmen Liseleri, İmam Hatip Liseleri ve diğer meslek liseleri mezunlarının kendi alanlarındaki yükseköğretim programlarına girişlerinde de ek puan verilmektedir. 2010'da uygulanmaya başlanacak yeni ÖSS sistemi ile birlikte katsayı uygulaması kaldırılacak, sınava giren herkesin katsayısı 0,15 ile çarpılacaktı. Fakat yeni bir itiraz ile bu uygulama şu anda uygulanmayacaktır. 2011-YGS'den itibaren her aday için üzerinde adayların resmi bulunan tek tip kitapçıklar hazırlanmaktadır. Böylece haksızlıkların önüne geçilmesi planlanmaktadır. Fakat sistemin ilk kez uygulandığı 2011-YGS sınavında sınav sorularının çoğunun, bazı kitapçık türlerinde sabit bir algoritmayla doğru çözülebileceği düşünülmektedir. Gündemdeki tartışmalar üzerine ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ali Demir, sınava girmiş tüm adaylara bir mektup göndermiştir. Sınavın hazırlanması, yapılması ve değerlendirilmesi sırasında öğrencileri rahatsız edecek hiçbir oluşumun söz konusu olmadığı açıklanmıştır. Seul Seul (, "Seoul"; başkent) veya resmî adıyla Özel Seul Şehri (, hanja: 서울特別市, Gözden Geçirilmiş Latinceleştirme: "Seoul Teukbyeolsi"), Güney Kore'nin başkenti ve en büyük şehridir. Dünyanın en kalabalık 13. şehri Seul'un şehir merkezinin nüfusu 10 milyonun üstündedir (2009). Dünyanın ikinci büyük metropolitan alanı olan Seul Ulusal Büyükşehir Alanı, Incheon ve Gyeonggi'nin büyük bir kısmını kapsar ve 24,5 milyon nüfusu vardır. Güney Kore'nin nüfusunun yaklaşık yarısı bu bölgede yaşar. Ülkenin kuzeybatısında, Han Nehri kıyısında, ırmağın ağzından 60 km içeride yer alır. Bir nehir limanı olarak taşıdığı önem nedeniyle 1394'te Kore'nin başkenti olmuş, kısa bir dönemin dışında (1399-1405) dışında bu konumunu 1948'e değin korumuştur. Ülkenin Kuzey ve Güney Kore olarak ikiye ayrılmasından (1948) sonra da Güney Kore'nin başkenti olan Seul, Kore dilinde "başkent" anlamına gelir. Resmi adının Yi hanedanı döneminde (1392-1910) "Hansang", Japon yönetimi (1910-45) sırasında da "Kyangsang" olmasına karşın, her iki dönemde de halk arasında Seul adıyla anılmıştır. 1948'de Kore Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra resmen Seul adını almıştır. Seul metropolitan alanının yüzölçümü 605 km²'dir. Bu alanda UNESCO Dünya Mirasları'ndan üçü bulunmaktadır: Changdeokgung, Jongmyo Shrine ve Joseon Hanedanlığı'nın kraliyet mezarları. Seul şehri 1988 yılında yaz olimpiyatlarını ve 2002 yılında da FIFA Dünya Kupası'nı ağırlamıştır. Dünya'daki ekonomik ve finansal merkezlerde ilk onun içerisinde yer alır ve Samsung, LG Grup, Hyundai ve Kia gibi önemli holdinglere ev sahipliği yapar. Adı kayıtlara ilk kez MÖ 1. yüzyılda geçen kent Üç Krallık döneminde (MÖ 57-MS 668) Kogurya, Pekçe ve Silla krallıkları arasında sınır oluşturdu. 1394'te ülkeyi tek bir yönetim altında birleştirip Yi hanedanını kuran Yi Sang-gye tarafından başkent yapıldı. İki yıl sonra kentin çevresinde surlar inşa edildi. Daha sonraki yıllarda da kentte Kyangbok, Taksu ve Çangdak sarayları yaptırıldı. 1910'da Korenin Japonya'nın koruması altına girmesinden sonra adı Kyangsang olarak değiştirildi ve sınırlarında bazı değişiklikler yapıldı. Bu dönemde kentte geniş caddeler açıldı ve Batı tipi binalar inşa edildi. 1945'te Japon işgali sona erince doğrudan merkezi hükümete bağlanan kent, 1962'den sonra da başbakanlığa bağlandı. Kore Savaşı (1950-53) sırasında büyük hasar gören kent, savaştan sonra hızla büyüdü ve çevresinde Seongnam(Sangnam), Suwon(Suvan) ve Incheon(İnçan) gibi uydu kentler kuruldu. Seul, ülkenin kuzeybatısında yer almaktadır. Seul'un yüzölçümü 605,21 km² olup yaklaşık 15 km yarıçapa sahiptir ve Han Nehri ile iki bölgeye ayrılır. Bu nehir geçmişte mal taşıma ve gemicilik için kullanılmıştır ve nehrin bulunduğu bölge tarihte çok önemli bir yere sahiptir. Han Nehri'nin ağzı Kuzey ve Güney Kore sınırında bulunduğundan günümüzde taşımacılık için kullanılamamaktadır. Seul'un orta kesimi çevresi alçak tepelerle çevrili bir düzlükte yer alır. Kent merkezi bu düzlüğün aşağı kesimindedir. Seul Nemli Astropikal İklim ile Nemli Kıtasal İklim arasında bir iklime sahiptir. Yaz ve kış ayları arasındaki sıcaklık farkları çok yüksektir. Yazlar genelde sıcak ve nemli geçer ve haziran temmuz aylarında doğu asya musonları etkilidir. En sıcak ay olan Ağustos'ta ortalama sıcaklık 22 ile 29 °C arasında değişir. Kışlar genelde soğuktur ve yaza göre daha az nemlidir. Ortalama sıcaklık -6 ile 2 °C civarındadır ve yıllık yaklaşık 28 gün kar yağışı vardır. Yıllık ortalama yağış miktarı 1,370 mm'dir; en fazla yağış yaz aylarında düşer. Seul idari olarak "gu" adı verilen 25 semte (구, 區) ayrılmaktadır. Semtlerin yüzölçümü 10 ile 47 km² arasında, nüfusu ise 140,000 ile 630,000 arasında değişir. Songpa en kalabalık semt olup Seocho ise yüzölçümü en büyük semttir. Her semt, "dong" (동, 洞) adı verilen mahallelere ayrılmaktadır. Seul tam 522 dongtan oluşmaktadır. Donglar 13.787 adet "tong" (통, 統) ve tonglar da 102,796 "ban" adı verilen küçük birimlere ayrılmıştır. New York'tan sekiz, Roma'dan beş kat daha yoğun nüfusu ile Seul OECD ülkeleri arasında en yoğun nüfusa sahip şehirdir. Seul nüfusunun çoğunu Koreliler oluşturur, aynı zamanda Japon ve Çinli azınlık gruplar da vardır. 2009 sayımına göre kentin nüfusu 10,464,051'dur. Seul Güney Kore'nin en önemli holdinglerine ev sahipliği yapması nedeniyle Kore ekonomisinde önemli bir yere sahiptir. Tüm Güney Kore'nin sadece %6'lık bir alanını kapsamasına rağmen ülkenin GSYİH'ının %21'ini üretmektedir. Uluslarlarası birçok şirketin Kore'deki genel merkezleri Seul'da bulunmaktadır. Bunların arasında Citigroup, Deutsche Bank ve HSBC gibi birçok banka da yer almaktadır. Dongdaemun : Güney Kore'nin en büyük pazarı olan Dongdaemun Seul'de bulunur. Ülkenin karakteristik ürünlerinin de yer aldığı bu pazar turistler tarafından çok rağbet görür. Myeongdong : Jung semtinin içinde yer alan bu bölgede yerli ve yabancı birçok markanın mağazaları bulunur. Namdaemun : Myeongdong yakınlarında bulunan diğer bir pazar bölgesi. Insadong : Kore'nin tarihi ve modern sanat eserlerinin sergilenip satıldığı merkez. Yongsan Elektronik Pazarı : Asya'nın en büyük teknoloji pazarıdır. Günümüzde sarayların, devlet dairelerinin, şirketlerin genel merkezlerinin, otellerin ve pazarların bulunduğu Seul'un merkezi tarihte Joseon Hanedanlığı'na ev sahipliği yapmıştır. Tarihte en önemli cadde olan Jongno, çan caddesi anlamına gelir ve burada Bosingak denen ve içinde büyük bir çan bulunan yapı bulunur. Bu çan geçmişte saati belirtmek için günün belli saatlerinde kullanılırken günümüzde sadece yılbaşında saat on ikiyi vurduğu an 33 kez çalınıyor. Kent merkezinde birbirlerini dik açıyla kesen düzgün caddeler, çevredeki tepelerde ise düzensiz toprak yollar yer alır. Hükümet Binası'nın ve öteki resmi binaların Secongno boyunca sıralanmış olmasına karşın Ulusal Meclis Binası nehrin üzerindeki Yoido Adasındadır. İş merkezleri Çong-no (종로구), Myang-dong (명동) ve Ulci-ro (을지로) semtlerindedir. Kiremit damlı ahşap evler, günümüzde yerini yüksek modern binalara bırakmıştır. 1950'lerden bu yana nüfusu hızla artan Seul, dünyanın nüfus yoğunluğu en yüksek kentlerinden biridir. Seul tarihi ve kültürel birçok eseri içinde barındıran bir şehirdir. Buradaki birçok tarihi yapı Uzak Doğu'nun genelinde olduğu gibi ahşaptan yapılmadır. Fakat diğer ülkelerden farklı olarak Kore'deki ahşap yapılar çivi kullanılarak birbirine eklenmez. İç içe geçecek şekilde oyulan tahtalar bir lego gibi birbirinin üstüne yerleştirerek inşa edilir. 1925 yılında oluşan bir sel sonrasında şans eseri bulunan Amsa-Dong
adlı antik kent, neolitik dönemden izler taşımaktadır ve bu antik kent Gangdong semtinde bulunur. Joseon Hanedanlığı zamanında Seul'de 5 adet büyük saray inşa edilmiştir: Changdeokgung, Changgyeonggung, Deoksugung, Gyeongbokgung ve Gyeonghuigung. Bu sarayların hepsi günümüzde Jongno ve Jung semtlerinde bulunur. Aralarından Changdeokgung 1997 tarihinde UNESCO Dünya Mirasları listesine "Uzak Doğu saray mimarisinde göze çarpan bir örnek" olarak girdi. En büyükleri olan Gyeongbokgung sarayı şu anda tadilat halindedir. Bu sarayların yanı sıra İmparator Gojong'un babasının (Daewongun) oturduğu Unhyeongung kraliyet sarayı da oldukça bilinen bir yapıdır. Seul şehri tarihte düşmanlardan korunmak için yapılan surlar ve kapılar ile çevriliydi. Zamanla yanan ya da çöken bu yapılardan günümüze dek dayananlarından en önemlileri Dongdaemun (Doğu Kapısı) ve Namdaemun (Güney kapısı)'dur. Namdaemun, Güney Kore'ninUNESCO Dünya Mirasları listesinde yer yapılarından bir diğeridir. 2008 yılının ocak ayında 69 yaşındaki Chae Jong-gi'nin tiner ile ateşe vermesi sonucu tamamen yanan yapı şu anda inşa halindedir. Şehrin nüfus yoğunluğundan ötürü günümüzde Seul'un silüetini süsleyen birçok gökdelen bulunur. Bunlardan bazıları Korea Finance Building, N Seul Kulesi, Dünya Ticaret Merkezi, Seoul Star Tower, Jongno Kulesi ve yedi adet gökdelenden oluşan Tower Palace'dır. Bunların yanı sıra yeni gökdelen projeleri yapılmaktadır. Sangnam Dijital Medya semtinde yapılacak 640 metre uzunluğundaki iş merkezi ve 523 metre uzunluğundaki Lotte World 2 Tower bunlardan bazılarıdır. Seul'da dokuzu belediyeye ait olmak üzere 100 adet müze bulunmaktadır. Milli Kore Müzesi bunların içinde en karakteristik olanıdır. Açılış yılından (1945) bu yana yaklaşık 150.000 eser burada toplanmıştır. Gyeongbokgung sarayının yakınlarında bulunan Milli Halk Müzesi içinde bulunan eserlerle Kore halkının tarihini güzel bir şekilde yansıtır. Bukchon Hanok ve Namsangol Hanok gibi köylerde geleneksel Kore evlerinden (hanok) örnekler bulmak mümkündür. Belediye müzelerinden biri olan Savaş Müzesi, ziyaretçilere Kore savaşları ile ilgili birçok bilgi sunmaktadır. Seul'de önemli yere sahip birçok tapınak ve dini yer mevcuttur. Joseon Hanedanlığı'nın Konfüçyüsçülük felsefesini ulusal düşünce tarzı olarak benimsemesinden sonra burada birçok Konfüçyüs tapınağı inşa edilmiştir. Joseon Hanedanlığı kraliyet ailesinin soyundan gelenler günümüzde de bu tapınaklarda çeşitli merasimler düzenlerler. Jongmyo, Munmyo ve Dongmyo bu tapınaklardan bazılarıdır. Budizm Joseon Hanedanlığı tarafından bastırılmaya çalışılmasına rağmen varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Bu nedenle Seul'de Buda tapınakları da bulmak mümkündür (Jogyesa, Hwagyesa, Bongeunsa). Myeongdong Katedrali bu semtin sembolü olmakla beraber Kore'de inşa edilen ilk Katolik kilisesidir. Seul'de birçok protestan kilisesi de bulunur. Yongsan semtinde bulunan Seul Merkezi Camii, Kore Savaşından sonra inşa edilen ilk ve tek camidir. İçinde N Seoul Tower'ın bulunduğu "Namsan Parkı" kentin güzel görüntüsünü seyrederek yürüyüş yapma imkanı sunar. "Seul Olimpik Parkı" 1988 Yaz Olimpiyatları için yapılmıştır ve Songpa bölgesinde yer alır. Şehrin içinden geçen nehirlerin kenarlarındaki yeşillik alanlar da parklar gibi eğlence ve dinlenme amaçlı kullanılır. Bunlardan Cheonggyecheon hem Koreliler hem turistler tarafından en çok bilinenidir. Seul ulaşım sisteminin temelleri Kore İmparatorluğu zamanına kadar dayanır; şehrin ilk tramvay hatları ve Seul'u Incheon'a bağlayan tren hattı bu dönemde yapılmıştır. Seul metrosu, dünyanın ağ olarak en geniş, istasyon sayısı olarak ikinci ulaşım sistemidir. Milletler Cemiyeti Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam da denir), günümüzdeki Birleşmiş Milletler'in temeli sayılabilecek bir organizasyondu. I. Dünya Savaşı'nın ardından İsviçre'de, 10 Ocak 1920'de kuruldu. Amacı, ülkeler arasında yaşanabilecek sorunları barışçı yollarla çözmek idi. Bir süre çalıştı; fakat fazla bir varlık gösteremedi. II. Dünya Savaşı'nın ardından 1946 yılında dağıldı. Paris Barış Konferansının 25 Ocak 1919'da yapılan toplantısında; uluslararası barışı ve güveni sağlayacak ve devam ettirecek bir Milletler Cemiyeti kurulmasına karar verildi. Bu kararı yerine getirmek için özel bir komisyon kuruldu. Komisyon tarafından hazırlanan nihai Milletler Cemiyeti Sözleşmesi, 28 Haziran 1919 tarihinde imzalanan Versay Barış Antlaşması ile kabul edildi. Versay Barış Antlaşması'nın 10 Ocak 1920 tarihinde, yürürlüğe girmesiyle, Milletler Cemiyeti kurulmuş oldu. Cemiyet altı gün sonra, 16 Ocak 1920'de Paris'te ilk konsey toplantısını gerçekleştirdi. 26 yıl süreyle dünya milletlerine hizmet veren bu cemiyet tüm çabalara rağmen II. Dünya Savaşı'nın çıkmasını engelleyemedi. Savaş sonrası 18 Nisan 1946'da Cenevre'de toplanan konferans, XXI. Genel Kurul Toplantısıyla cemiyetin dağılmasına karar verdi. Her savaş sonrası antlaşmalarına önsöz olarak konması şartını getiren Milletler Cemiyeti Yasası; Bir Başlangıç Bölümü ve 26 maddeden oluşmaktaydı. Milletler Cemiyeti Sözleşmesi'nin başlangıç bölümünde, cemiyetin genel amaçları ile üyelerinin yüklendikleri sorumluluklar şöyle belirlenmiştir: Sözleşmenin 26 maddeden oluşan, üyelik ve örgütün yapısı, barışın sürekliliğini sağlamak, antlaşmalar, uluslararası iş birliği ve uluslararası yönetim, sözleşme hükümlerinin değiştirilmesi gibi hususları belirleyen metnine göre ise: Milletler Cemiyeti'nin müzakere edildiği dönemde Türkiye'nin uluslararası ilişkilerde varlık gösterebilecek bir siyasi durumu yoktu. Cemiyet kurulduğunda Kurtuluş Savaşı devam ediyordu. 14 Kasım 1922'de İsmet Paşa Lozan Konferansı'nda bir açıklama yaparak barış antlaşması sonrasında Türkiye'nin Cemiyet'e üye olmaktan memnun olacağını ifade etmiştir. Ancak Musul sorununun devam etmesi nedeniyle Türkiye üye olmamış, bu sorunla ilgili olarak Cemiyet'in verdiği karar da Cemiyet'e karşı olumsuz düşüncelerin artmasına yol açmıştır. Ancak gene de Türkiye Milletler Cemiyeti'nin konferanslarına ve silahsızlanma komisyonuna katılmış, teknik ve insani etkinliklerine ilgi göstermiştir. Türkiye MC'ye daha sonra üye olmuştur (18 Temmuz 1932). Porsuk (bitki) Porsuk ("Taxus"), porsukgiller (Taxaceae) familyasından "Taxus" cinsinden ibreli ağaç türlerine verilen ad. Türkiye'de Porsuk ağacının nesli tehlikede olup, tohumdan porsuk ağacı yetiştirme oldukça zordur. %20 başarı sağlayanlar bunu bilimsel makale olarak yayınlayabilmektedir, ancak çoğaltılması için henüz ideal bir yöntem bulunabilmiş değil. Porsuğun turuncu-kırmızı-yeşil renkli özgün meyvesi az etli olması ve ticari değer taşımamasına karşın oldukça tatlı olup,"meyve içindeki çekirdeğinin çıkarılması şartıyla" yenilebilmektedir. Bitkinin bütün diğer kısımları zehirlidir, hele, hele meyve çekirdeği (tohumu) aşırı derecede zehirlidir,zira kuşların aksine insan midesi meyve çekirdeğini parçalayabilme yeteneğini haiz olup, çekirdeğin yenmesi halinde mide asidiyle birlikte parçalanan zehirli alkoloidler ölüme kadar varan zehirlenmelere neden olmaktadır. Çimlenme engeli, kuşların zehirsiz olan meyveyi yiyip,insanlar için zehirli olan tohumunu (meyve çekirdeğini) dışkılamasıyla ortadan kalkmaktadır. Porsuk ağacı çiçekli bir bitkidir ve iki evciklidir.Yani erkek ve dişi organ farklı ağaçlarda bulunur. Porsuk ağacı savaşların kazanılmasına vesile olmuştur. Porsuktan elde edilen ahşap oldukça esnek bir o kadar dayanıklıdır. Bu nedenle geleneksel yayların yapımında kullanılmıştır. Porsuk ağacı bitkisinden elde edilen taksol antikanserojen etkiye sahip bir maddedir ve günümüzde etkili olarak kanser tedavilerinde kullanılmaktadır. Eylül-Ekim den Aralık-Ocak aylarına kadar meyveleri, sanki ağaçta yeni yılı karşılar gibi çok güzel görüntü oluştururlar. Türkiye'de bulunan en yaşlı porsuk ağacı Zonguldak ilinde Alaplı ilçesi Kartepe'de 1200 metre yükseklikte bulunan; 4 bin 112 yıllık olduğu tespit edilen porsuk ağacıdır. Orman ve Su İşleri Bakanlığı Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından koruma altına alınmıştır. Diğer en yaşlı porsuk ağaçları ise Türkiye'nin 105. tabiat anıtı olan Bölüklü Ormanlarında yer alan biri 1600 diğeri 1000 yaşındaki porsuk ağaçlarıdır. İstanbul'daki en ilginç örnek Eyüp Sultan Camii yakınındaki Cafer Paşa Medresesi avlusundaki ağaçtır. Winston Churchill Winston Leonard Spencer-Churchill (d. 30 Kasım 1874, Oxfordshire - ö. 24 Ocak 1965, Londra), Britanyalı politikacı. 30 Kasım 1874'te, Randolph Churchill ve ABD'li eşi Jennie Jerome'un oğlu olarak dünyaya geldi. 1895'te Kraliyet Harp Okulunu bitirdi ve orduya girdi. Boer Savaşı'nda esir düştü ve kaçarak milli kahraman haline geldi. On ay sonra, Muhafazakâr Parti'den milletvekili seçildi. 1904'te Liberal Parti'ye girdi. 1911'de Bahriye Nazırı oldu. Başarılı siyasi kariyeri 1915 Gelibolu yenilgisinden sonra düşüşe geçti. Sadece donanmayla Çanakkale Boğazı'nın geçilebileceği, ardından da rahatça İstanbul’a ulaşılabileceği konusundaki ısrarcı tavrı, Türklerin umulandan çok daha başarılı bir savunma yapması; müttefik ordusunun tarihi yenilgisine yol açtı. Bu başarısızlığın mimarı olarak nitelendirilen Churchill, Britanya halkı karşında çok zor bir durumda kaldı ve muhaliflerinin de zorlamasıyla görevinden ayrıldı. Ancak 1917'de Cephane Bakanlığı'na ve Harbiye Bakanlığı'na getirildi. 1924'te tekrar Muhafazakâr Parti'ye girdi. Maliye Bakanı oldu (1924-1929). 1939'da bir kez daha Bahriye Nazırlığına ve 1940'ta Neville Chamberlain'ın yerine başbakanlığa getirildi. II. Dünya Savaşı'nda izlediği savaş politikası ve Roosevelt ile kurduğu iyi ilişkiler onu Britanya tarihinin en önemli devlet adamları arasına soktu. Yine bu dönemde Müttefik Devletlerin Balkanlar'a kaydırmaya çalıştığı strateji konusunda Ruslarla çalıştı. Ancak SSCB'nin burada hakim duruma geçmesinden de çekiniyordu. Bu yüzden savaşın başından itibaren stratejik önemi büyük olan Türkiye'yi savaşa sokmaya çalıştı. Kahire ve Adana'da Türk yöneticileriyle bu konuda yaptığı görüşmelerde, Türkiye'nin istediği askeri yardımı vermeye de yanaşmadı. Savaş so
nrası Avrupa ülkelerinin birleşmesini sağlayan NATO, Avrupa Konseyi gibi kurumların oluşması için büyük çaba gösterdi. 1951 seçimlerinde tekrar iktidara geldi. 1955'te görevlerini aynı zamanda yeğeni Clarissa Churchill'in eşi olan Anthony Eden'e bırakarak siyasetten çekildi. Son yıllarını daha çok yazarak ve resim yaparak geçirdi. 1953 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü kazandı. 1963’te Amerikan Devleti, kendisine onursal vatandaşlık verdi. 1965 yılında, 91 yaşında inmeden öldü ve Blenheim Palace'a gömüldü. Bellek (anlam ayrımı) Bellek bir varlığın bilgiyi saklaması, koruması ve gerektiğinde yeniden çağırması için kullanılan yapıdır. Bellek aynı zamanda aşağıdaki anlamlara gelebilir: Mustafa Kalaycı Mustafa Kalaycı (d. 7 Ağustos 1960, Üçpınar, Bozkır, Konya, Türkiye), Türk siyasetçi. Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstriyel İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu'nda Denetçi ve Başdenetçi olarak çalıştı. Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırmalar Kurumu (TÜBİTAK) İbra Kurulu üyeliği yaptı. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Danışmanı ve Başbakan Başmüşaviri oldu. Başbakanlık Tanıtma Fonu Kurulu Üyeliği görevini yürüttü. Yüksek Denetleme Kurulu başdenetçiliği görevine geri döndü. Ankara Yeminli Mali Müşavirler Odası, Devlet Denetim Elemanları Derneği ve Yüksek Denetim Elemanları Derneği Üyesi oldu. XXIII., XXIV.ve XXV. dönem Konya milletvekilidir. Evli ve 2 çocuk babasıdır Turgut Özakman Turgut Özakman (1 Eylül 1930, Ankara - 28 Eylül 2013, Ankara), Türk bürokrat, yazar ve avukat. 1 Eylül 1930 tarihinde Ankara'da dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Bir süre avukatlık yaptı. Köln Üniversitesi Tiyatro Bilimi Enstitüsü'ne devam ettikten sonra Devlet Tiyatrosu'na dramaturg olarak girdi. TRT'de Merkez Program Daire Başkanlığı, Genel Müdür Yardımcılığı, Devlet Tiyatrolarında Genel Müdür Başyardımcılığı ve 1983 - 1987 yılları arasında Genel Müdürlük yaptı. 1988-1994 yılları arasında Radyo-Televizyon Yüksek Kurulu'nda üyelik ve başkan yardımcılığı görevlerinde bulundu. Uzun yıllar Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü'nde (DTCF Tiyatro) kadrolu öğretim görevlisi olarak çalıştı ve Dramatik Yazarlık dersleri verdi. 28 Eylül 1998'de, üstün hizmetleri nedeniyle Anadolu Üniversitesi'nce, 2006 yılında Ege Üniversitesi'nce ve 2007 yılında, mezun olduğu ve uzun yıllar görev yaptığı Ankara Üniversitesi'nce 'fahri doktor' unvanı verilen Özakman, sayısız esere imza attı. Nisan 2002'de Eskişehir Belediye Başkanlığı, açtığı ikinci tiyatroya 'Turgut Özakman Sahnesi' adını verdi. 2006 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Özakman'a Üstün Hizmet Ödülü verdi. 2005 yılında piyasaya sürülen , 50 yıla yakın bir sürenin emeği olan ve Kurtuluş Savaşı'nı romansı bir dille anlatan Şu Çılgın Türkler (Bilgi Yayınevi) adlı belgesel-romanı, Uğur Dündar'a göre cumhuriyet tarihinin en çok satan kitabı oldu Haftalarca çok satanlar listelerinde ilk sırada kaldı. Turgut Özakman'ın üç çocuğu ve dört torunu vardır. 28 Eylül 2013 tarihinde tedavisi devam etmekte olduğu Özel Güven Hastanesinde vefat etmiştir. Şu Çılgın Türkler Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman'ın Kurtuluş Savaşı dönemini anlatan belgesel-romanı'dır. Kurtuluş dizisinin de senaristi olan Turgut Özakman'ın elli küsur yıldır süregelen araştırmalarının ürünüdür. Özakman, kitapta anlattığı olayların geçtiği yerleri sırt çantası ile yaya olarak yürüyerek dolaşmış, bilgileri ve belgeleri derlemiştir. Kitaptaki olaylar, kişiler ve konuşmalar belgelerden alınmıştır. 752 sayfadır. Kitap, temmuz 2006 itibarıyla 311. baskısını yapmış ve 622.000 nüsha basılmıştır. Kitabın yayıncısı Bilgi Yayınevi'nin sahibi Ahmet Tevfik Küflü Ankara vergi rekortmenleri listesinde 11. olmuştur. Eser, 1921-1922 yıllarını anlatmaktadır. Romanın başında uzun bir giriş vardır. Bu girişte, 1914-1920 yılları ve olayları özetlenmiştir. Eserin ilk bölümü "1.kitap-Yunan Büyük Taarruzu" adını taşır. Bu bölümdeyse, İnönü ve Kütahya-Eskişehir muharebeleri, meclis tartışmaları, Başkomutanlık Kanunu anlatılır. Bu bölüm Sakarya zaferiyle biter. İkinci bölüm ise, "2.kitap-Türk Büyük Taarruzu" ismini taşır. Bu bölümde de, Büyük Taarruz anlatılır.Büyük Taarruz'a hazırlık, Afyon güneyine yürüyüş ve en sonunda Büyük Taarruz'u anlatır. Eser, Mustafa Kemal Atatürk'ün Bursa'da öğretmenlere karşı yaptığı konuşmayla biter. Ahmet İnam Ahmet İnam (d. 1947, Sandıklı, Afyonkarahisar, Türkiye), Türk felsefeci, eğitimci, akademisyen. Mantık, bilim felsefesi, kümeler kuramı, endüktif ve model mantık, dil felsefesi, tarih felsefesi, ahlak, estetik, iletişim felsefesi alanında çalışmaları vardır. 1994’ten bu yana "Gönül Felsefesi" adını verdiği bir arayışın içindedir. ODTÜ Felsefe bölümü başkanıdır. 1947’de Sandıklı’da dünyaya geldi. 1971 yılında ODTÜ Elektrik Mühendisliği bölümünde yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi'nde felsefe alanında doktora yaptı. Doktora tezini verinceye dek, aynı fakültede Latince ve Eski Yunanca derslerini izledi.1980 yılında "Edmund Husserl'de Mantığın Yeri" konulu tezini yazarak doktorasını tamamladı. Aynı yıl ODTÜ Beşeri Bilimler bölümüne öğretim görevlisi oldu; 1981’de yardımcı doçent, 1983’te doçent, 1989’da profesör unvanını aldı. 1994- 2000 yılları arasında ODTÜ Felsefe Bölümü’nün bölüm başkanlığı yürüttü; 2003 yılında tekrar bölüm başkanlığını üstlendi. Akademik yaşamı boyunca mantık, bilim felsefesi, kümeler kuramı, endüktif ve model mantık, dil felsefesi, tarih felsefesi, ahlak, estetik, iletişim felsefesi alanlarında dersler vermiş, tez çalışmaları yaptırmıştır. ODTÜ’nün yanı sıra Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi’nde, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe bölümünde, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde ve Gazi Üniversitesi'nde de dersler verdi 1994’ten bu yana "Gönül Felsefesi" adını verdiği bir arayışın içindedir. Çeviri ve telif 10’dan fazla kitabı, 300’e yakın yayımlanmış makalesi vardır. Ayrıca Uluslararası Schopenhauer Derneği ile Michael Polanyi Derneği, Türkiye Felsefe Kurumu üyesi ve Türk Felsefe Derneği Başkan Yardımcısıdır. Evli ve bir çocuk babasıdır. Emrah Serbes tarafından Hayvan dergisinde kendisi ve Cengiz Güleç ile düzenli yapılan sohbetler "Şen Profesörler: Metaforla Saadet Olmaz" (Say Yayınları, 2006) adıyla kitaplaştırılmıştır. Malazgirt Meydan Muharebesi Malazgirt Meydan Muharebesi, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan ile Bizans İmparatoru IV. Romen Diyojen arasında gerçekleşen bir savaştır. Alp Arslan'ın zaferi ile sonuçlanan Malazgirt Muharebesi, "Türklere Anadolu'nun kapılarında kesin zafer sağlayan son savaş" olarak bilinir. 1060'lar süresince Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan Türk dostlarına Ermenistan ve Anadolu'ya doğru göç etmesine izin verdi ve Türkler buralarda şehirlere ve tarım alanlarına yerleştiler. 1068 yılında Romen Diyojen Türklere karşı bir sefer düzenledi, fakat Koçhisar şehrini geri almasına rağmen Türk atlılarına yetişemedi. 1070 yılında Türkler (Alparslan komutanlığında), günümüzde Muş'un bir ilçesi olan Malazgirt'te Manzikert (Bizans dilinde Malazgirt) ve Erciş kalelerini ele geçirdi. Daha sonra Türk ordusu Diyarbakır'ı aldı ve Bizans yönetimindeki Urfa'yı kuşattı. Ancak alamadı. Türk Beylerinden Afşin Beyi de güçleri arasına katıp Halep'i aldı. Alp Arslan Halep'te konaklarken Türk atlı birliklerinin bir kısmına ve Akıncı Beylere Bizans şehirlerine akınlar düzenlemesine izin verdi. Bu sırada da Türk akınlarından ve son gelen Türk ordusundan çok rahatsız olan Bizanslılar tahta ünlü komutan Romen Diyojeni çıkardılar. Romen Diyojen de büyük bir ordu kurup 13 Mart 1071'de Konstantinopolis (bugünkü İstanbul)'ten ayrıldı. Ordunun mevcudu 200.000 olarak tahmin ediliyor. 12. yüzyılda yaşamış Ermeni bir tarihçi olan Edessalı Matta Bizans ordusunun sayısını 1 milyon olarak veriyor. Bizans ordusu düzenli Rum ve Ermeni birlikleri dışında ücretli Slav, Got, Alman, Frank, Gürcü, Uz, Peçenek, Kıpçak askerlerinden oluşuyordu. Ordu ilk olarak Sivas'ta dinlendi. Burada halkın coşkuyla karşıladığı imparator halkın dertlerini dinledi. Halkın Ermeni taşkınlık ve barbarlığından yakınmaları üzerine kentin Ermeni mahallelerini yıktırdı. Pek çok Ermeni'yi öldürüp, önderlerini sürgüne yolladı. Haziran 1071'de Erzurum'a vardı. Orada, Diyojen'in generallerinden bazıları Selçuklu bölgesine ilerlemeyi sürdürmeyi ve Alp Arslan'ı hazırlıksız yakalamayı teklif etti. Nikeforos Bryennios da dahil diğer generallerin bazıları da bulundukları yerde bekleyip pozisyonlarını güçlendirmeyi önerdi. Sonuç olarak ilerlemeye devam etme kararı verildi. Diyojen, Alp Arslan'ın çok uzakta olduğunu veya hiç gelmeyeceğini düşünerek ve Malazgirt'i ve hatta Malazgirt yakınındaki Ahlat kalesini hızlıca geri ele geçirebileceğini ümit ederek Van Gölü'ne doğru ilerledi. Öncü kuvvetlerini Malazgirt'e gönderen imparator ana kuvvetleriyle yola çıktı. Bu sırada da Halep'te bulunan hükümdara elçiler göndererek kaleleri geri istedi. Elçileri Halep'te karşılayan hükümdar teklifi reddetti. Mısır'a hazırladığı seferden vazgeçip Malazgirt'e doğru 20.000-30.000 kişilik ordusuyla yola çıktı. Casuslarının verdiği bilgiyle Bizans ordusunun büyüklüğünü bilen Alp Arslan Bizans İmparatorunun gerçek hedefinin İsfahan'a (bugünkü İran) girmek ve Büyük Selçuklu Devletini yıkmak olduğunu sezdi. Ordusundaki yaşlı askerlerin yolda kalmasına neden olan cebri yürüyüşüyle Erzen ve Bitlis yolundan Malazgirt'e varan Alp Arslan komutanlarıyla savaş taktiklerini görüşmek için Savaş Meclisini topladı. Romen Diyojen ise savaş planını hazırlamıştı. İlk saldırı Türklerden gelecek ve bu saldırıyı kırmaları durumunda da karşı saldırıya geçeceklerdi. Alp Arslan ise "Hilal Taktiği" konusunda komutanlarıyla uzlaşmıştı. 26 Ağustos Cuma sabahı çadırından çıkan Alp Arslan Malazgirt'le Ahlat arasındaki Malazgirt ovasında, kendi ordugahının 7–8 km uzağında, ovaya yayılmış durumdaki düşman birlikle
rini gördü. Savaşı önlemek için imparatora elçiler göndererek Sultan barış teklifinde bulundu. İmparator, Sultanın bu önerisini ordusunun büyüklüğü karşısında bir korkaklık olarak yorumladı ve teklifi reddetti. Gelen elçileri soydaşlarını Hristiyan topluluğuna geçmelerine ikna etmek üzere ellerine birer haç tutuşturarak geri yolladı. Düşman ordusunun büyüklüğünün kendi ordusundan daha büyük olduğunu gören Sultan Alp Arslan savaştan sağ çıkma ihtimalinin düşük olduğunu sezdi. Askerlerinin de hasımlarının sayı fazlalığı karşısında tedirginliğe düştüğünü fark eden Sultan bir Türk-İslam adeti olarak kefene benzeyen beyaz kıyafetler giydi. Atının da kuyruğunu bağlattı. Yanındakilere Şehit olduğu takdirde vurulduğu yere gömülmesini vasiyet etti. Komutanlarının savaş alanından kaçmayacağını anlayan askerlerin maneviyatı arttı. Askerlerinin Cuma namazına İmamlık eden Sultan atına binip ordusunun önüne çıkıp moral yükseltici ve maneviyat artırıcı kısa ve etkili bir konuşma yaptı. Allah'ın Kur'an'da zafer vadettiği ayetleri okudu. Şehitlik ve Gazilik makamlarına erişileneceğini söyledi. Tamamı Müslüman olan ve büyük çoğunluğu Türklerden oluşan Selçuklu ordusu savaş pozisyonuna geçti. Bu sırada Bizans ordusunda dinsel ayinler yapılmakta ve Papazlar askerleri kutsamaktaydı. Romen Diyojen de bu savaşı kazanması durumunda (ki buna inancı tamdı) ününün ve saygınlığının artacağından emindi. Bizans'ın eski ihtişamlı günlerine döneceğini hayal ediyordu. En ihtişamlı zırhını giydi ve inci beyazı atına bindi. Ordusuna zafer durumunda büyük vaatlerde bulundu. Tanrı tarafından şeref, şan, onur ve kutsal savaş sevapları verileceğini duyurdu. Alp Arslan savaşı kaybetmesi durumunda her şeyini ve atalarından miras kalan Selçuklu devletini de kaybedeceğini çok iyi biliyordu. Romen Diyojen ise savaşı kaybetmesi halinde devletinin çok büyük güç, prestij ve toprak kaybedeceğini biliyordu. Her iki komutan da kaybetmeleri durumunda öleceklerinden emindi. Romen Diyojen ordusunu geleneksel Bizans askerî kaidelerine göre düzenlemişti. Ortada birkaç sıra derinlikte çoğu zırhlı, piyade birlikleri ve bunların sağ ve sol kollarında süvari birlikleri yerleştirilmişti. Romen Diyojen merkeze; General Bryennios sol kanada ve Kapadokyalı General Alyattes ise sağ kanada komuta ediyordu. Bizans ordusunun gerisinde büyük bir rezerv bulunuyordu ve bu özellikle taşra eyaletlerinde nüfuzlu kişilerin özel ordularının mensuplarından oluşuyordu. Geri rezerv ordusunun komutanı olarak genç Andronikos Dukas seçilmişti. Romen Diyojen'in bu tercihi biraz şaşırtıcı idi çünkü bu genç komutan eski imparatorun yeğeni ve Caesar İoannis Dukas'ın oğlu olup, bu kişiler açıkça Romen Diyojen'in imparator olmasının aleyhindeydiler. Savaş öğle saatlerinde Türk atlılarının toplu ok saldırısına geçmesiyle başladı. Türk ordusunun çok büyük çoğunluğu atlı birliklerden oluştuğundan ve neredeyse hepsinde de ok olduğundan bu saldırı Bizanslılarda önemli miktarda asker kaybına neden olmuştu. Ama yine de Bizans Ordusu saflarını bozmaksızın korudu. Bunun üzerine ordusuna yanıltıcı bir çekilme buyruğu veren Alp Arslan gerilerde gizlediği küçük birliklerinin tarafına doğru çekilmeye başladı. Bu gizlediği birlikler az miktarda organize olmuş askerlerden oluşuyordu. Türk ordusunun arka saflarında bir Hilal biçiminde yayılmışlardı. Türklerin hızlıca çekildiğini gören Romen Diyojen Türklerin saldırı gücünü yitirdiğini ve sayıca fazla olan Bizans ordusundan korktukları için kaçtıklarını düşündü. En baştan beri Türkleri yeneceğine inanmış imparator bu bozkır taktiğine kanıp kaçan Türkleri yakalamak için ordusuna "Saldır" buyruğu verdi. Çok az zırhları olduğu için hızlıca geri çekilebilen Türkler, zırh yığınına dönmüş Bizans süvarileri tarafından yakalanamayacak kadar hızlıydı. Ancak buna rağmen Bizans ordusu Türkleri kovalamaya başladı. Yan geçitlerde pusu kurmuş Türk okçuları tarafından ustaca vurulan ama buna aldırmayan Bizans ordusu saldırıya devam etti. Türkleri iyice kovalayıp yakalayamayan, üstüne bir de çok yorulan (üstlerindeki ağır zırhların etkisi büyüktü) Bizans ordusunun hızı durma noktasına geldi. Türkleri büyük bir hırsla kovalayan ve ordusunun yorulduğunu anlayamayan Romen Diyojen yine de takip etmeye çalıştı. Ancak bulundukları mevziden çok ileri gittiklerini ve çevreden saldıran Türk okçularını görüp kuşatıldığını çok geç zamanda anlayan Diyojen geri çekilme buyruğu verme ikilemindeydi. Tam da bu ikilemdeyken geri çekilen Türk süvarilerinin yönlerini tam Bizans ordusu üzerine geçip hücuma kalkmaları ve geri çekilme yollarının da Türkler tarafından kapatıldığını gören Diyojen paniğe kapılarak 'Çekil' buyruğu verdi. Ancak ordusu çevrelerindeki Türk hatlarını yarıncaya kadar yetişen Türk ordusunun ana kuvvetleri Bizans ordusunda tam bir panik başlattı. Kaçmaya kalkan generalleri görüp daha da paniğe kapılan Bizans askerleri en büyük savunma güçleri olan zırhlarını da atıp kaçmaya çalıştı. Bu sefer de ustaca kılıç kullanan Türk kuvvetleriyle eşit duruma düşüp büyük çoğunluğu yok oldu. Türk Soyundan gelen Uzlar, Peçenekler ve Kıpçaklar; Afşin Bey, Artuk Bey, Kutalmışoğlu Süleyman Şah gibi Selçuklu komutanları tarafından verilen Türkçe emirlerden etkilenen bu süvari birlikleri de soydaşlarının yanına katılınca Bizans ordusu süvari gücünün önemli bir kısmını kaybetti. Sivas'ta soydaşlarına yaptıklarının acısını çıkartmak isteyen Ermeni askerleri her şeylerini bırakıp savaş alanından kaçınca Bizans ordusu için durumun vahameti arttı. Ordusunu komuta etme olanağının kalmadığını gören Romen Diyojen yakın birlikleriyle kaçmaya kalktıysa da artık bunun imkânsız olduğunu gördü. Sonuçta tam bir bozgun havasına giren Bizans ordusunun büyük bölümü akşam hava kararıncaya kadar yok edildi. Kaçamayıp sağ kalanlar teslim oldular. İmparator omzundan yaralı olarak ele geçirildi. Tüm dünya tarihi için büyük bir dönüm noktası niteliğinde olan bu savaş zafer kazanan komutan Alp Arslan'ın yenik İmparator IV. Romen Diyojen'le antlaşma yapmasıyla son buldu. İmparatoru bağışlayan ve ona iyi davranan Sultan antlaşmaya göre İmparatoru serbest bıraktı. Antlaşmaya göre imparator kendi fidyesi için 1.500.000 denarius, vergi olarak da her yıl 360.000 denarius ödeyecek; ayrıca Antakya, Urfa, Ahlat ve Malazgirt'i de Selçukluya bırakacaktı. Tokat'a kadar kendisine verilen Türk birliği eşliğinde Konstantinopolis'e doğru yola çıkan imparator Tokat'ta toplayabildiği 200.000 kadar denariusu kendisiyle birlikte gelen Türk birliğine verip Sultan'a doğru yola çıkardı. Tahta kendi yerine VII. Mikhail Dukas'ın çıktığını öğrendi. Romen Diyojen ise geri dönmekte iken Anadolu'ya dağılmış ordunun kalanlarından derme çatma bir ordu düzenlemiş ve kendisini tahttan indirenlerin ordularına karşı iki çatışma yapmıştır. Her iki muharebede yenilerek Kilikya'da bir küçük bir kaleye çekildi. Orada teslim oldu; keşiş yapıldı; katır üzerinde Anadolu'dan geçirildi; gözlerine mil çekildi; Proti (Kinalıada)'daki manastıra kapatıldı ve orada birkaç gün içinde yaraları ve enfeksiyon nedeni ile öldü. İmparator IV. Romanos (Romen Diyojen) Alp Arslan'ın huzuruna çıkarılınca, Alp Arslan ile aralarında şu diyalog gerçekleşmiştir: Alp Arslan: "Eğer ben senin önüne esir olarak getirilseydim ne yapardın?" Romanos: "Ya öldürürdüm ya da zincire vurup Konstantinopolis sokaklarında gezdirtirdim." Alp Arslan: "Benim vereceğim ceza çok daha ağır. Seni affediyorum, ve serbest bırakıyorum." Alp Arslan ona makul bir naziklikle muamele etti ve ona savaştan önce de yaptığı gibi barış antlaşması önerdi. Romanos bir hafta boyunca Sultan'ın esiri olarak kaldı. Cezası sırasında, Sultan şu diyarların teslim olması karşılığında Romanos'a Sultan'ın masasında yemek yeme izni verdi: Antakya, Urfa, Hierapolis (Ceyhan yakınlarında bir kent) ve Malazgirt. Bu antlaşma hayatî önem taşıyan Anadolu'yu sağlama alacaktı. Alp Arslan Romanos'un hürriyeti için 1.5 milyon altın istedi, fakat Bizans bir mektupla bunun çok fazla olduğunu belirtti. Sultan da 1.5 milyon istemek yerine her yıl toplam 360.000 altın isteyerek kısa-vadeli harcamalarını kesmiş oldu. Sonunda, Alp Arslan Romanos'un kızlarından birisiyle evlendi. Sonra Sultan Romanos'a bir sürü hediyeler verdi ve Konstantinopolis yolunda onun yanına eşli etmek üzere 2 komutan ve 100 Memlük askeri verdi. İmparator planlarını yeniden kurmaya başladıktan sonra, otoritesinin sarsılmış olduğunu gördü. Özel muhafızlarına zam vermesine karşın Dukas ailesine karşı savaşlarında üç kez yenildi ve tahttan indirilip, gözleri çıkartılıp Proti adasına sürüldü; az bir vakit sonra gözleri kör edilirken bulaşan bir enfeksiyon sonucu öldü. Romanos savunmak için çok çaba sarf ettiği Anadolu'ya son ayak bastığında yüzü yara bere içindeyken eşeğe bindirilip gezdirilmişti. VII. Mikhail Dukas, Romanos Diyojen'in imzaladığı antlaşmanın geçersiz olduğunu ilan etti. Bunu haber alan Alparslan da ordusuna ve Türk Beylerine Anadolu'nun fethi emrini verdi. Bu emir doğrultusunda Türkler Anadolu'yu fethe başladılar. Bu saldırılar, sonu Haçlı Seferleri ve Osmanlı İmparatorluğu'na varacak bir tarihi süreci başlamıştır. Bu savaş, Anadolu'nun Türklerin tam olarak eline geçmesi için, savaşçı olan Türklerin, eski Cihad Akınlarını tekrar başlatacağını gösteriyordu. Abbasiler döneminde biten bu akınlar, Avrupayı İslam tehdidinden kurtarmıştı. Ancak Anadolu'yu ele geçiren ve Hristiyan Avrupa ile Müslüman Ortadoğu arasında tampon bölge oluşturan Bizans devletinin çok büyük bir güç ve toprak kaybına neden olan Türkler, aradaki bu bölgeyi ele geçirerek Avrupa'ya başlayacak yeni akınların habercisi oluyordu. Ayrıca İslam dünyasında büyük bir birlik sağlamış olan Türkler bu birlikteliği Hristiyan Avrupa'ya karşı kullanacaktı. Bütün İslam dünyasının Türklerin önderliğinde Avrupa'ya akın başlatmalarını önceden gören Papa, önlem olarak Haçlı Seferlerini başlatacak ve bu da kısmi olarak işe yarayacaktı. Ancak yine de Türklerin Avrupa'ya yaptığı akınları durduramayacaktı. Malazgirt savaşı, Türklere Anadolu'nun kapılarını açan ilk savaş olarak kayıtlara geçti. Ün
ye Ünye, Ordu'ya bağlı bir ilçedir. Doğusunda Fatsa; batısında Terme, İkizce ve Çaybaşı; güneyinde Akkuş ve Kumru ilçeleriyle komşudur. Kuzey sınırını Karadeniz çizer. Ordu'nun merkez ilçesi Altınordu'ya 63, Samsun merkez ilçeye 90 km mesafededir. İlçede tipik Karadeniz iklimi geçerlidir. İlçe ekonomisi temel olarak tarıma dayanmaktadır. Gerçekten özellikle fındık tarımı ilçe ekonomisinin can damarını oluşturmaktadır. Gerek fındık tarımı ile uğraşan aileler, gerek fındık ticareti ile uğraşan ticarethaneler ve gerekse de fındık kırma tesisleri ekonominin can damarını oluşturmaktadır. İlçe yerleşkesinin büyük kısmını fındık bahçeleri kaplamaktadır. Fındık dışındaki ürünler ekonomik hayatta büyük bir yer kaplamayan, ailelerin genelde kendi ihtiyaçları için yetiştirdikleri ya da köylülerin pazarda sattıkları ürünlerdir. Ünye hurması, mısır, pancar diye bilinen pancar da yetiştirilmekte, son yıllarda iklimin elverişliliği nedeniyle kivi üretimi artmaktadır. Tarım dışında ilçenin en büyük sanayi kuruluşu "Ünye Çimento Fabrikası"dır. Ünye limanı beklenen canlılığa bir türlü kavuşamamıştır. Fakat içerisinde kurulan "Ünye Tersanesi" sayesinde gemi onarım ve yapım çalışmalarıyla daha aktif bir rol üstlenmiştir. Ünye un fabrikası "ÜNSAN" ortaçaplı bir un fabrikasıdır. Son yıllarda tekstil atölyeleri sayısında bir canlanma gözükmektedir. Esnaf işletmeleri tarımdan sonraki en önemli geçim kaynağıdır. Gerçekten esnafların şehrin siyasi hayatına da yön vermekte olduğu gözlenmektedir. Ünye-Ceyhan Boru Hattı günümüzde aktiftir. Ekonominin can damarı olan fındık sosyal yaşamı da belirlemektedir. Fındığın hasat zamanı olan temmuz sonu ve ağustos aylarında ilçe merkezinin boşaldığı, insanların köylere gittikleri gözlenmektedir. Hasat mevsiminden önce ise Ünye en canlı dönemini yaşamaktadır. Son yıllarda açılan Ünye İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ile Meslek Yüksekokulunun etkisiyle sosyal yaşamın hareketliliği dikkat çekmektedir. Ünye'de mimari eski ve yeni diye ayrılabilir. Yeni olanı ülkenin her yanında görülen özellikler taşır. Siteler, kooperatif evleri, aşırı betonlaşma. Yine de nispeten düzgün bir yerleşim sayılır. Şehirleşmenin sahil şeridine yayıldığı, ilçenin sınırlarının 27 km ye ulaştığı görülmektedir. Uzun sahil şeridi boyunca yükselen apartmanlar ise çarpık bir kentleşme sergilemektedir. Eski Ünye'nin Ermeni ve Rumlardan kalan kısmı bu gün Yalı diye bilinen yerden Çakırtepe'ye doğru uzayan bir alanda kuruludur. Eski Ünye evleri bu yerleşkede halen varlıklarını korumaktadır, ve son yıllarda restore çalışmalarına başlanmıştır. Eski ünye mimarisi bir yandan Osmanlı diğer yandan Rum kültüründen izler taşımaktadır. Yalı yerleşkesinde Rum mimarisi egemenken, Kadılar Yokuşu nda Osmanlı mimarisi gözlenmektedir. Geniş bir avlu içerisinde yer alan iki katlı, ahşap ve taş ağırlıklı binalar mutlaka bir çatıya da sahiptir. Şehrin göbeğinde yer alan Saray Camisi 1710 yılında inşa edilmiş olup halen hizmet vermektedir. Bu cami Kurtuluş Savaşı yıllarında yıpranmış, 1928 yılında dönemin belediye başkanı Tokatlızade Hüseyin Efendi tarafından onarılarak yeniden hizmete açılmıştır. Zarif tek bir minareye sahip uzun bir camidir ve kubbe içermez. Yapılan araştırmalar Ünye ve çevresinin Anadolu’daki en eski yerleşim yerleri arasında olduğunu göstermiştir. Ünye çevresinin prehistorik dönemi ile ilgili olarak en geniş çaplı araştırma, kendisi de Ünyeli olan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bilim Dalı Profesörlerinden Kılıç Kökten tarafından yapılmıştır. Ünye, II. Mahmut döneminden cumhuriyetin ilanına kadar Trabzon valisi Haznedarzade Süleyman Paşa'nın ailesi tarafından yönetilmiştir. Haznedarzade Süleyman Paşa Ünye'ye saray yaptırmıştır. Bu gösterişli saray Fransız ressamlar tarafından da resmedilmiştir. Fakat çıkan bir yangın sonucu saray kullanılamaz hale gelmiştir. Günümüzde Sarayın surlarının üstünde aileye mensup kişilerin evleri bulunmaktadır. İlçede çok sayıda mesire yeri bulunmaktadır. Çamlık diye bilinen denize bakan bir yamacın üstünde kurulmuş ağaçlık arazi 4 mevsim boyunca ziyaretçi çekmektedir. Çakırtepe ise şehre hakim bir tepede yer almaktadır ve özellikle ünlü ünye pidesini yapan tesisler burada yer almaktadır. Ünye kalesi şehrin 5 km dışında kalan bölgedeki önemli turistik destinasyondur. Uzunkum, Karadeniz'in en uzun plajlarından biridir ve bu alanda başı çeker. Uzunkum, İncekum, İnciraltı, Çınarsuyu diye bilinen yerler; adeta plajlar zinciri halinde kilometrelerce uzanır.Ozan Yunus Emre'nin bilinen mezarlarından birisi de Ünye de yer almaktadır. Bir şiirine dayanarak Ünye de vefat ettiği iddia edilir. Çınar Ağacı, şehir merkezinde yer alan 300 yıldan daha yaşlı bir çınardır. Son yıllarda yıldız taşıma yetkisine sahip otel sayısında artış gözlenmektedir. Kabakçı'daki Şeyh Yunus Türbesi de önemlidir. Ünye, deniz turizmi için de çok elverişlidir. Çamlık önemli bir mesire yeridir. Buradan itibaren Terme'ye doğru turistik tesisler, pansiyonlar vardır. Özellikle Çınarsuyu Tatil Kompleksi, turizm açısından çok önemlidir. Çakırtepe dinlenme, yeme-içme ve eğlenme mekânı ile Acısu civarı, "Asarkaya Milli Parkı" da bu ilçenin doğal köşelerindendir. Ünye'de ticari hayat çok canlıdır. Batıda Samsun, doğuda Ordu ve güneyde Tokat ile bağlantısı vardır. 60 km. güneydeki Akkuş ilçesi yeni kurulan Çaybaşı ve İkizce ilçelerinin de sosyal, ticari ve ekonomik yönden bağlantıları Ünye iledir. Yazkonağı mahallesinde bulunan Yazkonağı mağaraları, mağara turizmi için gelecek vadetmektedir. Buranın turizme açılması için Ordu Valiliği bir çalışma başlatmıştır. Ünye'de deniz turizmi çok önemlidir. Türkiye'nin çeşitli yerlerinden ve yurtdışından gelen turistler de Ünye'nin ekonomisine katkıda bulunur. Ayrıca 1991 yılından bu yana her yıl geleneksel olarak düzenlenen Ünye Uluslararası Kültür Sanat ve Turizm Festivali yerli ve yabancı turist çekmektedir. İlçenin adını da taşıyan maçlarını Ünye İlçe Stadyumu'nda oynayan 1957 yılında kurulan Ünyespor tek futbol takımıdır. Saparmurat Türkmenbaşı Saparmurat Atayeviç Türkmenbaşı (Niyazov) (Türkmence: Saparmyrat Ataýewiç Türkmenbaşy (Nyýazow); d. 19 Şubat 1940 – ö. 21 Aralık 2006), 1991-2006 yılları arasındaki 15 yıl boyunca Türkmenistan Cumhurbaşkanlığı görevinde bulundu. Saparmurat Niyazov 1940 yılında bir işçi ailesinin çocuğu olarak Aşkabat yakınlarındaki Gypjak kasabasında dünyaya geldi. Babası II. Dünya Savaşı'nda öldürüldü. Ailesinin diğer fertleri, 6 Ekim 1948 yılında meydana gelen Aşkabat depreminde öldü. İlk önce yetimhanede, sonra uzak aile fertlerinin evinde büyüdü. Leningrad Teknik Üniversitesi'nden Enerji mühendisi unvanı ile mezun oldu. Bundan sonra Aşkabat yakınlarındaki Bezmein enerji tesislerinde çalıştı. Daha sonra Komünist Parti üyesi oldu. 1985 yılında Türkmenistan Milletvekilleri Konseyi Başkanlığı'na atandı. Daha sonra Türkmenistan Komünist Partisi'nin Merkez Komite I. Sekreterliği'ne seçildi. 13 Ocak 1990 tarihinde cumhuriyetin yüksek yargı organı olan Yüksek Sovyet başkanlığına atandı. 27 Ekim 1990 günü yapılan seçimlerde Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanlığına seçildi. 27 Ekim 1991'de Türkmenistan Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını ilan ettikten sonra cumhurbaşkanlığı görevine devam etti. 21 Haziran 1992 yılında yeni bir anayasanın kabulü için yapılan yeni cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oyları aldı. 22 Ekim 1993 tarihinde kendisini Türkmenbaşı ("Türkmenlerin Başı") ilan etti. Bu tanımı o tarihten sonraki soyadı olarak kullandı. Türkmenistan dünyanın en büyük doğal gaz rezervlerinden birine sahiptir. Türkmenbaşı; halka su, doğal gaz ve elektriğin ücretsiz olarak dağıtılmasını sağladı. Kalp ilacı kullandığı bilinen Türkmenbaşı, yapılan resmî açıklamaya göre, 21 Aralık 2006'da yerel saatle 01:10'da (20:10 GMT) kalp krizinden öldü. Selam Hakim Hakim şu anlamlara geliyor olabilir; Leninizm Leninizm, Marksizm üzerine kurulmuş siyâsî ve iktisâdî bir teoridir. Marksizm'in bir kolu ve aşaması olarak ele alınır, Bolşevik lider Vladimir Lenin tarafından geliştirildiği kabul edilir. Leninizm'e göre Lenin, Marx'ın temel eserini üç temel noktada, yani "felsefe", "ekonomi" ve "siyasal" alanlarda geliştirmiş, onu yeni koşullara uygun bir öğreti olarak ve temel ilkelerinden sapmaksızın yeniden üretmiştir. Kısacası Leninizm, marksizmin çağın gereklerine göre hem kuramsal hem politik hem de ekonomik alanda, temel ilkelere bağlı kalarak yeniden uyarlanması olarak anlaşılır.Leninizmin marksist geleneğe en büyük katkısı demokratik merkeziyetçi örgüt yapısını savunmasıdır. Leninizm kavramı, yeni olgular ve yeni bilimsel gelişmeler doğrultusunda Marksizmin yeniden geliştirilmesi gereği üzerinden değerlendirilir ve marksizmin devrimci ve bilimsel özüne uygun olarak geliştirilmesi olarak anlaşılır. "Leninizm" tâbiri, Lenin hayattayken çok kullanılan bir terim değildir, ancak sağlık sorunları nedeniyle ölümünden bir süre önce, Sovyet hükümetinde aktif rolünü sonlandırdıktan sonra sıklıkla kullanılmaya ve yaygınlaştırılmaya başlandı. Asıl olarak ise 3. Komünist Enternasyonal`de (Komintern) Grigory Zinoviev "Leninizm" terimini kullandı ve terim popüler hale geldi. Bu tarihten itibaren, "leninizm" kavramı, "marksizm" içinde, onun yeni bir aşaması olarak kabul edildi ve kuramsallaştırıldı. Lenin, "Ne Yapmalı?" isimli kitabında proletaryanın başarılı bir devrimi ancak devrimci bir bilince sahip olunca yapabileceği, bunun da Komünist Parti'nin "öncü parti" rolünü üstlendiği zaman gerçekleşebileceğini belirtir. Aynı kitapta Lenin profesyonel devrimcilerin partiye sahip çıkmasını ve zafere yön vermesi gerektiğini söyler. Böyle bir parti de amaçlarına ancak demokratik merkeziyetçiliği uygulayarak varabilir. Burada Lenin, ekonomizm ve sendikalizm denilen bir anlayışla tartışma halindedir. Bu anlayışlara göre, ekonomik koşullar kendiliğinden devrimci bir gelişmeyi getirecektir ve bu nedenle işçilerin sendiklarda örgütlenmesi yeterlidir. Lenin bu görüşü, reformizm olarak değerlendirir, ekonomik koşulların ke
ndiliğinden işçi sınıfına bilinç getirecegi fikrini kabul etmez. İşçi sınıfına bilinç ancak dışarıdan götürülebilir, ve bunu yapacak olanda Proletarya'nın partisi olarak öne sürülen Bolşevik Parti'dir. Menşevik örgütlenme anlayışına karşı Lenin geliştirdiği bir örgütlenme modelidir bu. Kendini işçi sınıfının temsilcisi olarak algılayıp öne süren profesyonel devrimcilerden oluşan bir örgütlenmedir söz konusu olan. Lenin kapitalizmin ancak devrimci yollarla yıkılabileceğini düşünüyordu. Lenin'e göre devrimi işçi diktatörlüğü süreci takip etmeliydi. Leninizm`in diğer temel bir düşüncesi de emperyalizmi kapitalizmin en yüksek basamağı olarak görmesidir. Lenin, kapitalizmin küresel bir sistem olurken uyguladığı hileyi (Marx bu fenomeni öngörmüştür) Marx'ın çalışmalarını geliştirerek ve güncelleyerek anlatır. Lenin'e göre, gelişmiş kapitalist ülkelerde proleter devrim gerçekleşemez, çünkü bu ülkeler işçilerine nispeten yüksek yaşam standardı ve çeşitli fırsatlar sağlar ve işçilerin devrimci bir bilince ulaşması mümkün olmaz. (bkz: İşçi aristokrasisi) Bu sebeple, ancak daha az gelişmiş ülkelerde işçi devrimi mümkün olabilir. Fakat eğer devrim ancak fakir, gelişmemiş bir ülkede başlayabilirse burada bir sorun ortaya çıkmaktadır. Marx'a göre gelişmemiş ülkeler sosyalizmi inşa edemez, çünkü kapitalizm henüz buralarda bütün gücünü kullanmamış, sömürüsünü gerçekleştirmemiştir, işte bu yüzden dış güçler devrimi başarısızlığa uğratmak için elinden geleni yapacaktır. Buna Leninizm iki çözüm yolu önerir: İlk önerisi çok sayıda gelişmemiş ülkenin kısa bir sürede birleşerek büyük federal bir yapı oluşturacağı, bu sayede kapitalizme karşı direneceği ve sosyalizmi kurmayı başaracağıdır. Sovyetler Birliği'nin kurulmasının temel fikri budur. Diğer önerisi de gelişmemiş ülkelerde başlayan devrimin veya devrim ateşinin gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devrim kıvılcımını tetikleyebileceğidir. (Lenin, örnek olarak Rus Devrimi'nin bir Alman devrimini ateşleyebileceğini ummuştu.) Gelişmiş ülke, böylece sosyalizmi kuracak ve gelişmemiş ülkelerin de aynı şeyi yapmasına yardım edecektir. Leninizmin tarihsel olarak yakaladığı bir şans iktidarı elde etmiş bir işçi sınıfı öncü partisi tarafından rehber kabul edilerek prensiplerinin hayata geçirilmeye çalışılmış olmasıdır.Lenin'in ölümünden sonra Bolşevikler daha önce sadece teori düzeyinde tartışılmış konularla ilgilenmek, dünyadaki ilk işçi sınıfı iktidarını ayakta tutmak ve ülkeyi kalkındırmak gibi sorunlarla başbaşa kalırlar. Bu sorunlar ekseninde, 1917 Ekim Devrimi'ni gerçekleştiren ekip arasında ayrışmalar, düşünce farklılıkları ve tasfiyeler yaşanır. Bu parti içi mücadeleden güçlenerek ayrılan Sovyetler Birliği Komünist Partisi, kısa sürede sanayileşmek, uzun yıllar süren savaşlardan sonra tükenme noktasına gelen ekonomiyi canlandırmak ve yurttaşlarına yaşanası bir ülke yaratmak gibi görevlere soyunur. Bu kapsamda NEP, kolektivizasyon, sanayileşme hamlesi gibi atılımlar gerçekleştirilir. Lenin'den sonra partinin başına geçen genel sekreter Stalin'in uygulamaya koyduğu açılımlara atıf yapılarak stalinizm deyimi kullanılsa da Stalin'in ideolojik düzeyde ayrı bir akım olarak değerlendirilecek teorik katkıları bulunmamaktadır. Ekim Devrimi'ni izleyen iç savaş yıllarında, Kızılordu komutanlğı yapmış Bolşevik lider Troçki ise fikir ayrılıklarından ötürü partiden tasfiye edildikten sonra, fikirlerini "troçkizm" olarak adlandırılacak olan teorik sistemde toplayacaktır. 1949 yılında Çin İç Savaşı'ndan gâlip çıkan Çin Komünist Partisi'nin genel sekreteri Mao Zedong ise Çin devriminin köylü tabanlı öznel durumunu teorileştirecek ve maoizm adıyla anılacak ideolojinin temellerini atacak, buna daha sonra "Üç Dünya Teorisi" eklenecektir. Perestroyka Perestroyka (Rusça: перестройка, "Yeniden Yapılanma"), SSCB'de 1980'li yıllardan itibaren gerçekleştirilen ekonomik ve siyasi sistemi yeniden yapılandırma ve reform hareketleri. İlk olarak 1979'da Leonid Brejnev tarafından önerilmiş, dönemin devlet başkanı Mihail Gorbaçov tarafından desteklenmiş ve teşvik edilmiştir. SSCB'de sosyalizmin artık işlemez hale gelmesi üzerine ekonomiyi biraz serbestleştirerek devletin bütünlüğünü korumaya çalışan Gorbaçov, tam aksine devletin parçalanmasına sebep olmuştur. Gorbaçov ekonomi ve devlet yönetimine daha liberal bir bakışla yaklaşmıştır. Genel olarak yaptığı reformlar devlet mekanizmasını hantallığından kurtarmak üzeredir. Verimsiz işleyen devlet kurumları ve işletmelerine özerklik, tek bir merkezden planlama yerine kendi üretim planlarını yapabilme, bütçe açıklarını merkezden kapatma yerine kapitalist sistemdeki gibi kâr amaçlı üretime odaklanma, kaynakların silahlanma yarışı yerine ekonomik refahı arttırma üzerine kullanılması ve bu nedenle ABD ile silahsızlanma anlaşmaları yapılması perestroyka ilkesinin getirdiği başlıca gelişmelerdendir. Perestroyka politikasının sona ermesi ise ancak Sovyetler Birliği'nin sonunda gerçekleşecektir. Layka Layka (Rusça: Лайка, kelime anlamıyla "havlayan", c. 1954 - 3 Kasım 1957), Dünya yörüngesine çıkan; aynı zamanda orada ölen ilk canlı olma özelliğini taşıyan Sovyet uzay köpeği. Bazı bilim insanları, insanların uzayda hayatta kalamayacağı öngörüsünde bulunarak uzaya bir hayvan göndermenin, insanlı uçuşların yapılmasına önayak olacağını düşünüyordu. Asıl adı Kudryavka (Rusça: Кудрявка, kelime anlamıyla "küçük kıvırcık") olan Layka, iki köpekle beraber eğitimden geçmesinin ardından; 3 Kasım 1957 tarihinde fırlatılan Sputnik 2 uzay aracının yolcusu olarak seçildi. Dönem itibarıyla uzay uçuşunun canlılar üzerinde etkileri hakkındaki bilgilerin azlığı ve yörüngeden çıkarma teknolojisinin henüz var olmaması sebebiyle Layka'nın hayatta kalmasına ilişkin bir beklenti yoktu. Layka; muhtemelen R-7 roketiyle köpeğin bulunduğu bölmenin ayrılması sırasında meydana gelen bir arızadan kaynaklanmış olduğu düşünülen aşırı ısınmadan dolayı, fırlatmadan sonraki birkaç saat içinde hayatını kaybetti. Ölümünün gerçek sebebi ve zamanı 2002 yılına kadar açıklanmadı. Bunun yerine genelde altıncı günde oksijeninin bittiği söylenmekteydi. Yine de bu deney, bir canlının yörüngeye yerleşmesi ve yer çekimi olmayan ortamla karşı karşıya kalması durumunda hayatta kalabileceğini gösterirken; bilim insanlarının da canlı organizmaların uzay uçuşlarına nasıl tepki verdiği konusundaki ilk verileri elde etmesini sağladı. Bu veriler insanlı uzay uçuşlarına önayak oldu. Yaklaşık 4 yıl sonra da, 12 Nisan 1961'deki Sovyet uzay programı Vostok 1 ile uzaya ilk insanlı uçuş gerçekleştirildi. 11 Nisan 2008 tarihinde Rusya, Layka için bir anıt açılışı yaptı. Bir roketin üstünde bulunan köpekten oluşan anıt, Layka'nın uzay uçuşu için hazırlandığı Moskova yakınlarında bulunan tesisin hemen yanına inşa edildi. Sputnik 1'in başarısının ardından Sovyet lider Nikita Kruşçev, Ekim Devrimi'nin 40. yıldönümü olan 4 Kasım 1957 tarihinde bir uzay aracının fırlatılmasını istiyordu. Halihazırda yapılmakta olan bir uzay aracı vardı; ama bunun kasım ayında hazır olması mümkün değildi. Sputnik 3 adını alan bu uydu 15 Mayıs 1958 tarihinde uzaya fırlatıldı. Kasıma kadar hazır olabilmek için yeni bir uzay aracının yapılması gerekiyordu. Kruşçev, mühendislere Sputnik 1'in "zafer"ini tekrarlayıp dünyayı Sovyet cesaretiyle şaşkına çevirecek bir uzay başarısı istediğini özellikle söyledi. Bunun ardından yörüngeye bir köpeğin oturtulmasına karar verildi. Sovyet bilim insanları uzun süredir bir insandan önce yörüngeye bir köpeği göndermeyi istemekteydiler ve 1951'den beridir balistik uçuşlarda on iki köpeği yörünge altı düzeydeki uzaya göndermişlerdi. 1958 için yörüngedeki bir uçuşa hazırlanıyorlardı. Fakat Kruşçev'in isteklerini yerine getirmek için uçuşu Kasım ayına çektiler. Rus kaynaklarına göre Sputnik 2 için resmî karar 10 veya 12 Ekim tarihinde çıktı. Bu sebepten ötürü ekibin uzay aracını tasarlaması ve projeyi hayata geçirmesi için sadece dört haftası kalmıştı. Bu yüzden Sputnik 2 hızlı yapılan bir işin ürünüydü ve uzay aracının pek çok parçası kaba taslaklara bakılarak yapılmıştı. Ana görev olan uzaya bir canlı göndermenin dışında uzay aracında Güneş'ten gelen radyasyon ve kozmik ışınları ölçen aletler de bulunmaktaydı. Araçta bir oksijen üretici, oksijen zehirlenmesini önleyen aletler ve karbondioksit emen cihazlardan oluşan bir yaşam destek ünitesi mevcuttu. Bunun yanı sıra kabindeki sıcaklığın 15 °C'yi geçmesi durumda köpeği serinletecek bir vantilatör de vardı. Jelatinimsi bir şekilde yedi gün yetecek yiyecek araca konuldu ve köpeğin atıklarını toplayacak bir çantaya bağlandı. Köpeğe bağlanmak üzere bir tür koşum takımı tasarlandı. Köpek dururken, otururken veya yatarken hareketlerini sınırlayacak zincirlere bağlandı ve kabine köpeğin içinde dolaşabileceği bir alan yerleştirilmedi. Kalbinin durumunu denetlemek için bir elektrokardiyogram yerleştirildi. Öte yandan Layka'nın solunumunu, atardamar basıncını ve hareketlerini incelemek üzere de birtakım cihazlar uydunun içine eklendi. Sovyet bilim insanları uçuş programında Moskova'nın sokak köpeklerini kullanmayı seçti; çünkü sokak köpeklerinin zaten azami derecede açlık ve soğuk koşullarına alışkın olduklarını düşünüyorlardı. Bu bağlamda Layka, Moskova'da bir sokak köpeği olarak bulundu. Yaklaşık 3 yaşındaki Layka, neredeyse 5 kilogram ağırlığında olan melez bir dişi köpekti. Bazı kaynaklara göre ise Layka yaklaşık 6 kg ağırlığındaydı. Sovyet personeli ona çeşitli takma adlar verdi. Bunların arasında "Kudryavka" (Küçük Kıvırcık), "Juçka" (Küçük Böcek) ve "Limonçik" (Küçük Limon) da vardı. Kızak köpeklerinin genel Rusça ismi olan Layka dünyada popüler olan isimdi. Amerikan basını ise "mutt" sözcüğünün melez köpek anlamına gelmesini kullanarak ve Sputnik'ten esinlenerek köpeği "Muttnik" olarak adlandırdı. Yine Amerikan basınında "Curly" (Kıvırcık) adını kullanan makaleler de vardı. Layka'nın asıl cinsi bilinmemekle birlikte genellikle kabul edilen varsayıma göre sibirya kurdu veya ona benzer kuzeyli ırklardan biri ile teriyer meleziydi. Bir Rus dergisi Layka'yı "
soğukkanlı" olarak niteledi ve diğer köpeklerle kavga etmediğini yazdı. Sovyetler Birliği ve ABD daha önce hayvanları sadece yörünge altı uçuşlara göndermişti. Sputnik 2 uçuşu için Layka'nın yanında Albina ve Muşka adlarında iki köpek daha eğitilmişti. Uzayda yaşam konusunda uzman olan Sovyet bilimci Oleg Gazenko, bu üç köpek arasından Layka'yı seçti ve eğitti. Albina daha sonraları iki kez yüksek rakımlı test roketlerinde uçtu. Muşka ise çeşitli cihazların ve yaşam desteği testlerinde kullanıldı. Sputnik 2'nin küçük kabinine alışması için köpekler; 20 gün boyunca, boyutu giderek küçültülen kafeslerde tutuldu. Bu denli küçük bir bölmede köpeklerin boşaltım yapmayı durdurdukları, huzursuz oldukları ve sağlık durumlarının kötüleştiği gözlemlendi. Müshil (ishal yapan) ilaçları durumlarını düzeltemedi ve araştırmacılar ancak uzun süreli bir eğitimin sonuç vereceğine kanaat getirdi. Köpekler, roket kalkışını taklit eden bir santrifüje ve uzay aracının seslerini taklit eden bir makineye yerleştirildi. Bu, nabızlarının iki katı çıkmasına ve kan basınçlarının 760 torr artmasına sebep oldu. Öte yandan köpeklere, uzaydaki gıdaları olacak olan besleyici bir jel yedirildi. Kalkıştan önce bir bilim adamı Layka'yı çocuklarıyla oynaması için evine götürdü. Daha sonra Sovyet uzay eczacılığını anlatan kitabında Dr. Vladimir Yazdovski, "Onun için güzel bir şey yapmak istedim. Yaşayacak çok az zamanı kalmıştı" dedi. Bir NASA belgesine göre Layka kalkıştan üç gün önce, 31 Ekim 1957 günü uzay aracına yerleştirildi. Yılın o zamanında kalkış bölgesindeki sıcaklıklar aşırı derecede düşüktü ve bir ısıtıcıya bağlanan bir hortum köpeğin bulunduğu bölmeyi sıcak tutmak için kullanıldı. İki görevli kalkıştan önce Layka'yı izlemeleri için görevlendirildi. 3 Kasım 1957 günü Baykonur Uzay Üssü'nden yapılan kalkıştan hemen önce köpeğin tüyleri zayıf bir alkol solüsyonuyla ıslatıldı ve dikkatlice tarandı, vücut fonksiyonlarını gösterecek olan cihazların yerleştirileceği yerler iyotla boyandı. Kalkışın en hızlı anında Layka'nın solunumu kalkıştan önceki durumunun üç ila dört katına çıkmıştı. Cihazlar kalp atışının kalkıştan önce dakikada 103 atış iken kalkışın başlamasından hemen sonra dakikada 240 atışa yükseldiğini ölçtü. Yörüngeye ulaştıktan sonra Sputnik 2'nin burun konisi uzay aracının geri kalanından ayrıldı; ama "A Bloku" planlananın aksine ayrılmadı, bu da ısı kontrol sistemini durdurdu. Isı yalıtımı kısmen devreden çıktı, kabindeki sıcaklık 40 °C'ye yükseldi. Üç saatlik ağırlıksızlığın ardından Layka'nın nabzı dakikada 102 atışa düştü, bu dünyada yapılan denemelerden üç kat uzundu ve köpeğin altında olduğu baskının bir göstergesiydi. İlk gelen verilerden bazıları köpeğin tedirgin olduğunu; ama yemeğini yediğini gösteriyordu. Uçuşun beş ila yedinci saatlerinden itibaren uzay aracından gelen canlılık göstergesi kalmamıştı. Sovyet bilim insanları Layka'yı zehirli gıdayla besleyerek öldürmeyi planlamışlardı. Yıllarca Sovyetler Birliği köpeğin ölüm sebebi hakkında birbiriyle çelişen açıklamalar yaptı, bunlardan biri uzay aracının gücünün bitmesi sonucu oksijen yetersizliğinden öldüğü, diğeri ise kasıtlı olarak yapılan zehirlemenin ölüm sebebi olduğu yönündeydi. 1999 yılında bazı Rus kaynakları Layka'nın görevin dördüncü gününde, kabinin aşırı ısınması sonucu öldüğünü söyledi. 2002 yılının ekim ayında Sputnik 2 görevinde çalışan bilim insanlarından biri olan Dimitri Malaşenkov, Layka'nın dördüncü yörüngenin tamamlanmasından önce aşırı ısınmadan dolayı öldüğünü açıkladı. Houston'daki Dünya Uzay Kongresi'nde sunduğu bir makaleye göre "bu kadar sınırlı bir zamanda güvenilir bir ısı kontrol sisteminin yapılması imkansızdı." Beş aydan daha uzun bir süre sonra, 2570 yörüngenin ardından, 14 Nisan 1958 günü Sputnik 2 Layka'dan geriye kalanlar ile birlikte kendiliğinden yörüngeden çıktı ve dünyaya düşerken parçalandı. Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki Uzay Yarışı nedeniyle bu deneyin etik açıdan incelenmesi ilk günlerde gerçekleşmedi. 1957'deki gazetelerin de gösterdiği gibi basın, olayın politik açılarını yansıtmayı tercih etti ve Layka'nın sağlığı ile geri dönemeyişinden pek az bahsetti. Köpeğin sağlığı ve ölümü, ancak olayın üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra tartışılmaya başlandı. Sputnik 2 geri dönmek üzere tasarlanmamıştı ve Layka'nın ölmesi planlanmıştı. Bu görev dünya çapında hayvanlara karşı yapılan kötü davranışlar ve hayvanlarla yapılan deneyler hakkında bir tartışma başlattı. Birleşik Krallık'taki Ulusal Köpek Savunma Birliği tüm köpek sahiplerini bir dakikalık saygı duruşuna davet etti, Kraliyet Hayvan Zulmünü Önleme Derneği ise Sovyetler Birliği görevin başarılı olduğunu açıklamadan önce bile eylem yaptı. Dönemin hayvan hakları savunucuları halkı Sovyet büyükelçiliklerinde protesto yapmaya davet etti. Bazı diğer gruplar ise New York'taki Birleşmiş Milletler binasının dışında gösteri yaptı. Bunlara rağmen bazı Amerikan bilim insanları Layka'nın ölümüne ilişkin haberlerden önce de olsa Sovyetler Birliği'ne destek verdi. Sovyetler Birliği'nde ise daha az tartışma vardı. İlk günlerde veya ilerleyen yıllarda basın, halk veya akademisyenler uzaya bir köpek gönderme fikrine yönelik eleştirileri açıkça dile getirmedi. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra ise, 1998 yılında köpeği uzaya göndermekten sorumlu olanlardan biri olan Oleg Gazenko, köpeğin ölmesine izin verdiği için duyduğu pişmanlığı dile getirdi: "Hayvanlarla çalışmak hepimiz için bir ıstırap kaynağıdır. Onlara konuşamayan bebekler gibi davranıyoruz. Zaman geçtikçe bunun için olan üzüntüm artıyor. Bunu yapmamalıydık... Bu görevden köpeğin ölümüne değecek kadar çok şey öğrenmedik." Rus kozmonotların eğitildiği Moskova yakınlarındaki kentinde Layka'nın bir heykeli ve onun için bir madeni levha bulunmaktadır. Daha sonraki uzay görevleri geri gelmek üzere tasarlandı. Uzayda ölen diğer Sovyet köpekleri idi, 1 Aralık 1960 günü Korabl-Sputnik 3 uzay aracı dünyaya dönerken kaza sonucu parçalanmasından dolayı ölmüşlerdi. 2003 yapımı "Planetes" adlı anime serisinde adı anılmasa da, ilk bölümden itibaren birkaç bölümde son fotoğrafında görüldüğü gibi canlı olarak yer verilmiştir. Layka'nın anısına Sovyetler Birliği, Romanya, Moğolistan, Macaristan, Arnavutluk, Nikaragua, Polonya ve Birleşik Arap Emirlikleri pullar bastı. ABD'li folk-rock şarkıcısı Jonathan Coulton "Space Doggity" adlı bir şarkı yazdı. Sovyetler Birliği'nde üzerinde Layka'nın resmi ve adı olan sigara paketleri üretildi. Nick Abadzis, 2007 yılında "Layka" adında bir çizgi roman yazdı. Kitapta gerçek ve kurgu karıştırılmış ve Layka'nın bir sokak köpeğiyken dünya yörüngesine çıkan ilk hayvan olmasıyla sonuçlanan olaylar dizisini anlatmıştır. Kitap 2008 yılında gençler için en iyi çizgi roman dalında Eisner Ödülü'nü kazandı, gerçeğe dayalı en iyi eser dalında Eisner Ödülü, Ulusal Karikatüristler Derneği Ödülü ve en iyi orijinal çizgi roman dalında Harvey Ödülü'ne aday gösteridi. Müzik grubu 7 Seconds of Love, Layka'dan bahseden "Rocket Dog" adında bir şarkı üretti. Yuri Gagarin Yuri Alekseyeviç Gagarin (Rusça: Юрий Алексеевич Гагарин; 9 Mart 1934 - 27 Mart 1968) Sovyetler Birliği pilotu ve kozmonutudur. Yuri Gagarin 12 Nisan 1961'de Vostok uzay aracıyla uzaya çıkarak Dünya yörüngesinde turunu tamamladı. Böylece uzaya çıkan ilk insan olmayı başarmış oldu ve bu başarısıyla birlikte uzay çağını başlattı. Gagarin, uluslararası bir ün kazandı ve ülkenin en büyük onuru olan Sovyetler Birliği Kahramanlığı dahil pek çok madalya ve unvan ödülüne layık görüldü. Vostok 1, Gagarin'in tek uzay yolculuğuydu ancak Soyuz 1 görevinde yedek mürettebat olarak (ölümcül bir kazayla sona erdi) görev yaptı. Gagarin, daha sonra Moskova dışında bulunan Kozmonot Eğitim Merkezi'nin antrenör yardımcısı oldu. Gagarin, pilotluk yaptığı MiG-15 eğitim jetinin çöküşüyle 1968'de öldü. Onuruna Yuri Gagarin Madalyası verildi. Yuri Gagarin 9 Mart 1934'te Gzhatsk yakınlarındaki Klushino köyünde (ölümünden sonra 1968'de Gagarin olarak adlandırılmıştır) doğmuştur. Ebeveynleri kolektif bir çiftlikte çalışıyordu: Alexey Ivanovich Gagarin, marangoz ve tuğla yapıcı, Anna Timofeyevna Gagarin ise bir sütçü olarak çalışıyordu. Yuri ailenin dört çocuğundan üçüncüsüydü: diğerleri büyük kardeş Valentin, ablası Zoya, ve küçük kardeşi Boris. Gagarin ailesi Sovyetler Birliği'ndeki milyonlarca insan gibi 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali sırasında acı dolu zamanlar geçirdi. Klushino, Kasım 1941'de Moskova'da Alman ihtilali sırasında işgal edildi ve bir görevli Gagarin ikametgâhını devraldı. Ailenin evinin arkasındaki arazide yaklaşık 3 x 3 metre (10 x 10 ft) arasında bir çamur kulübesi inşa etmesine izin verildi, burada işgal bitene kadar bir yıl ve dokuz ay geçirdiler. İki büyük kardeşi 1943'te Almanlar tarafından köle alınarak Polonya'ya gönderildi ve 1945 savaşına kadar geri dönmedi. Aile 1946'da Gzhatsk'a taşındı ve Gagarin ortaokul eğitimine burada devam etti. Gagarin 1955'te teknik okuldan mezun olduktan sonra, Sovyet Ordusuna girmeye hazırlanıyordu. Bir öneri üzerine, Gagarin, Orenburg'daki İlk Chkalov Hava Kuvvetleri Pilot Okulu'na gönderildi ve 1957'de MiG-15'i tek başına kullandı. Buradayken Orenburg Tıp Fakültesi'nden tıp teknisyeni mezunu Valentina Ivanovna Goryacheva ile tanıştı. Gagarin Orenburg'tan mezun olduğu aynı gün 7 Kasım 1957'de evlendi. Mezuniyet sonrası, korkunç havanın uçmayı riskli hale getirdiği Norveç sınırına yakın Murmansk Oblast'taki Luostari hava üssüne atandı. 5 Kasım 1957'de Sovyet Hava Kuvvetleri'nde Teğmen oldu; 6 Kasım 1959'da Kıdemli Teğmen rütbesine yükseldi. 1960'ta, yoğun araştırma ve eleme sürecinden geçtikten sonra Yuri Gagarin, 19 pilotla Sovyet uzay programı için seçildi. Gagarin, Vostok programının ilk kozmonotlarının seçileceği Soçi Altı adlı seçkin bir eğitim grubu için seçildi. Gagarin ve diğer muhtemel adaylar, fiziksel ve psikolojik dayanıklılığı test etmek için tasarlanmış deneylere tabi tutuldu; yaklaşmakta olan uçuş için de eğitim gördü. Seçilen yirmi kişiden ilk fırlatma için nihai olarak seçil
enler eğitim oturumları sırasındaki performansları ve fiziksel özellikleri nedeniyle Gagarin ve Gherman Titov idi - küçük Vostok kokpitinde alan sınırlıydı ve her iki adam da oldukça kısa idi. Gagarin 1.57 metre (5 ft 2 inç) boyunda idi. Ağustos 1960'ta, Gagarin 20 olası aday arasından biriyken, bir Sovyet Hava Kuvvetleri doktoru kişiliğini şu şekilde değerlendirdi:Mütevazı; mizahı müstehcenleştiğinde utandırıyor; zekasının ileri derecede gelişmiş olduğu belli; hafızası harika; Çevresine karşı keskin ve çok yönlü dikkati onu meslektaşlarından ayırıyor; hayal gücü iyi gelişmiş; tepkileri hızlı; azimli, faaliyetleri ve eğitim egzersizleri için kendisini özenle hazırlıyor ,gök mekaniği ve matematiğinin üstesinden kolaylıkla geliyor ve yüksek matematikle başarılı; Kendini haklı görürse bakış açısını savunmak zorunda kaldığında kısıtlı hissetmiyor ; Hayatın değerini bir çok arkadaşından daha iyi anladığını gösteriyor.Gagarin de akranları tarafından tercih edilen bir adaydı. 20 adaydan, uçuşta ilk hangi adayı görmek istedikleri ile isimsiz olarak oy vermeleri istendiğinde, üç kişi dışında herkes Gagarin'i seçti. Bu adaylardan biri olan Yevgeny Khrunov, Gagarin'in çok odaklı olduğuna ve kendisinin ve başkalarının gerektiğinde yardımına ihtiyaç duyduğuna inandı. Gagarin, yaşamı boyunca fiziksel olarak uygun bir halde kaldı ve keskin bir sporcuydu. Kozmonot Valery Bykovsky şunu yazdı:Hava Kuvvetleri'ndeki hizmet bizi fiziksel ve ahlaki açıdan güçlü yaptı. Hava Kuvvetlerinde görev yaparken biz kozmonotlar spor ve fiziksel eğitimi ciddiye aldık. Yuri Gagarin'in buz hokeyi düşkünlüğünü biliyorum. Kaleci olarak oynamaktan hoşlandı... Sporun kozmonotların hayatında bir demirbaş haline geldiğini söylerken yanıldığımı sanmıyorum.Keskin bir buz hokeyi oyuncusu olmanın yanı sıra, Gagarin basketbol sever oldu ve Saratov Endüstriyel Teknik Okul ekibinde koçluk yaparken hakem oldu. 12 Nisan 1961'de, Gagarin'in gemisi Vostok 3KA-3 (Vostok 1) uzay aracı, Baikonur Cosmodrome'dan fırlatıldı. Böylece Gagarin hem dünya yörüngesinde gezen, hem de uzaya çıkan ilk insan oldu. Çağrı işareti Kedr'dü (Rusça: Kafta, Sibirya çamı veya Sedir). Lansman kontrol odası ile Gagarin arasındaki radyo iletişimi, roket fırlatıldığında şu diyaloğu içeriyordu:Korolev: "Ön aşama ... orta ... ana ... kalkış! İyi bir uçuş dileriz, her şey yolunda"Gagarin: "Поехали!" (Poyekhali! -Hadi gidelim!).Poyekhali! Insanlık tarihinde Uzay Çağı'nın başlangıcına atıfta bulunan, Doğu Bloku'nda tarihi bir ifade haline geldi. Uçuş sonrası raporunda Gagarin, uzaydaki ilk insan olma konusundaki uzay uçuş deneyimini şöyle ifade etti:Ağırlıksız olma duygusu, Dünya koşullarına kıyasla biraz yabancıydı. Burada, sanki kayışlarda yatay bir konumda asılıyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Sanki askıya alınmış gibi hissediyorsunuz.Uçuştan sonra Gagarin, Sovyet lideri Nikita Kruşçev'e yaptığı açıklamada, "Yenidoğan döneminde Anavatan Görüşmeleri, Anavatan Bilir" ("Rusya," Родина слышит, Родина знает ") tınısını ıslık çaldığını söyledi. Şarkının ilk iki satırı: "Anavatan duyar, Anavatan bilir / Oğlunun gökyüzünde uçtuğunu" Bu yurtsever şarkı Dmitri Shostakovich tarafından 1951'de (Opus 86), Yevgeniy Dolmatovsky sözleriyle yazdı. Bazı kaynaklar Gagarin'in uçuş sırasında "herhangi bir Tanrı'yı burada görmüyorum" şeklinde yorumladığını iddia etti. Bununla birlikte, uzay uçuşu sırasında Dünya bazlı istasyonlar ile yaptığı konuşmaların verbatim kayıtlarında böyle bir kelime görülmemektedir. 2006 yılındaki bir röportajda Gagarin'in arkadaşı Albay Valentin Petrov, kozmonotun böyle sözleri hiç söylemediğini ve bu sözlerin Nikita Kruşçev'in CPSU Merkez Komitesinin plenumunda devletin din karşıtı kampanyasından duyduğu konuşmadan kaynaklandığını söyleyerek Gagarin'in "boşluk var ama herhangi bir Tanrı görmedim" dediğini söyledi. Petrov, Gagarin'in bir çocukken Ortodoks Kilisesi'nde vaftiz edildiğini söyledi ve 2011 Foma dergisinde Star City'deki Ortodoks kilisesinin rektörünün aktardığı sözlerinde "Gagarin, büyük kızı Yelena'yu uzay uçuşundan kısa süre önce vaftiz etti ve ailesi Noelde Paskalya'yı kutlamış ikonları ise evde tutuyordu." dedi. 1957'de Orenburg'daki İlk Chkalov Hava Kuvvetleri Pilot Okulu'ndayken, Gagarin, Orenburg Tıp Fakültesi'nden tıp teknisyeni mezunu Valentina Ivanovna Goryacheva ile tanıştı. Gagarin Orenburg'tan mezun olduğu gün, 7 kasım 1957'de evlendi ve iki kızı var. Yelena Yurievna Gagarina, 2001 yılından beri Moskova Kremlin Müzeleri Genel Müdürü olarak çalışan Sanat Tarihçisidir. Galina Yurievna Gagarina, Ekonomi Profesörü ve Plehanov Moskova Rusya Ekonomi Üniversitesi'nde Bölüm Başkanıdır. Gagarin'in uçuşu Sovyet uzay programı için bir zaferdi. Sovyet radyosundaki duyuru, Büyük Yurtseverlik Savaşı'ndaki tüm önemli olayları duyuran Yuri Levitan tarafından yapıldı. Gagarin, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu'nun ulusal bir kahramanı ve dünya çapında ün sahibi bir kişi oldu. Dünyadaki gazeteler biyografisini ve uçuşunun ayrıntılarını yayınladılar. Moskova ve SSCB'deki diğer şehirler, Dünya Savaşı Zaferi Geçitleri'ne yalnızca ikinci sırada olan kitlesel gösteriler düzenledi. Gagarin, Moskova sokaklarında yüksek rütbeli yetkililerin uzunca bir motoskosunda Kremlin'e eşlik edilerek zengin bir törende Nikita Kruşçev tarafından Sovyetler Birliği Kahramanı unvanı aldı. Daha sonra Gagarin yurtdışında çok gezdi. Sovyetler Birliği'nin ilk insanı uzaya göndermeyi başarması ile İtalya, Almanya, Kanada, Brezilya, Japonya, Mısır ve Finlandiya'yı ziyaret etti. Vostok 1 görevinden üç ay sonra Londra ve Manchester'a giderken Birleşik Krallık'ı ziyaret etti. Şöhretin ani yükselişi Gagarin'i zorladı. Onu tanıyanlar Gagarin'in "mantıklı bir içici" olduğunu söylese de, gezi programı onu her zaman içmesi beklenen sosyal ortamlara bıraktı. Bayan Gagarin'in eşini, Eylül 1961'de bir Karadeniz kıyısında, günün erken saatlerinde düzenlenen bir tekne olayı sonrasında kendisine yardım eden hemşire olan Anna adlı başka bir kadınla bir odada yakaladığı bildirildi. Bir pencere bulup, ikinci kat balkonundan atlayarak, yüzünü bir çavdun üzerinde vurarak ve sol kaşının üzerinde kalıcı bir yara izi bırakarak kaçmaya çalıştı. 1962'de Sovyetler Birliğine yardım görevine başladı ve Genç Komünist Ligi'nin Merkez Komitesine seçildi. Daha sonra, kozmonot tesisi olan Star City'e geri döndü ve birkaç yıl boyunca yeniden kullanılabilir uzay aracı tasarımları üzerine çalıştı. 12 Haziran 1962'de Sovyet Hava Kuvvetleri'nin bir albayı haline geldi ve 6 Kasım 1963'te albay rütbesindeydi. Sovyet yetkilileri, bir kazada kahramanlarını kaybetmekten endişe ederek onu herhangi bir uçuştan uzak tutmaya çalıştı. Gagarin, ek güvenlik önlemlerinin gerekli olduğunu protestolarına rağmen Soyuz 1 uçuşunda arkadaşı Vladimir Komarov için yedek pilot oldu. Komarov'un uçuşu ölümcül bir kazada sona erdiğinde, Gagarin daha da uzay uçuşu eğitimi alması ve bu uzay uçuşlarına katılması daimi olarak yasaklandı. 20 Aralık 1963'te Gagarin, Star City kozmonot eğitim üssünün Eğitim Müdür Yardımcılığına getirildi. İki yıl sonra, SSSU'ya milletvekili olarak tekrar seçildi ancak bu sefer Milliyetler Sovyeti'ne geldi. Gelecek yıl bir savaş pilotu olarak yeniden nitelik kazanmaya başladı. 17 Şubat 1968'de uçan renklerle geçen uzay-düzlemi aerodinamik konsepti üzerine uzay mühendisliği tezini başarıyla savundu. 1962'de kozmonot yetiştirme merkezinde çalışmaya başladı. Kurumun antrenör vekili olma sürecinde, Gagarin'in savaş uçağı pilotu olmaya yeniden hak kazanması gerekiyordu. 27 Mart 1968'de MiG-15 model uçağıyla rutin bir deneme sürüşü sırasında eğitmeniyle birlikte hayatını kaybetti. Kazaya neyin sebep olduğu bilinemedi. 1968 yılında bir soruşturmada Su-11 model bir uçağın yol açtığı türbülansın kazaya yol açtığı söylendi. Aynı zamanda hava koşulları da kötüydü. Başka bir söylenti de Gagarin`in sarhoş olduğudur. Ama uçuştan önce iki testten geçti ve yapılan araştırmalarda alkol veya uyuşturucu izine rastlanmadı. Kaza olmadan biraz önce, Gagarin'in roketin mühendislerine küfrettiği söylenir. Yeni bir teori de pilot kabininin yanlışlıkla açıldığı ve bir anda güçlenen hava dolaşımı yüzünden Gagarin'in uçağın kontrolünü kaybettiğidir. Aslında 2 saniye kadar daha zamanı olsaydı uçağı kontrol edebileceği söyleniyor. Bir diğer iddiaya göre ise, Gagarin'in dönemin Sovyetler lideri olan ve onun popüleritesinden korkan Leonid Brejnev'in isteği doğrultusunda öldürüldüğü söylenmektedir. Gagarin son derece popülerdi ve dönemin yazarlarına göre politikaya atılması halinde de başarılı olması muhtemeldi. Kendisi de politikaya sıcak bakıyordu. Yuri Gagarin'in ölümü sonrası vücudu yakıldı ve külleri Moskova'daki Kızıl Meydan'da Kremlin Duvarı Mezarlığına gömüldü. Gagarin'i öldüren çarpışmanın nedeni tamamen kesin değildir ve gelecek on yılda komplo teorileri hakkında spekülasyona tabi tutulmuştur. Mart 2003'te sınıflandırılmamış olan Sovyet belgeleri, KGB'nin bir hükümet ve iki askeri soruşturmanın yanı sıra kaza hakkındaki kendi soruşturmasını yürüttüğünü gösteriyor. KGB raporunda, çeşitli komplo teorilerini reddetti; havaalanı personeli olaylarının kazaya katkıda bulunduğunu belirtti. Raporda, hava trafik kontrolörünün Gagarin'e güncel hava durumu bilgisi sağladığı ve uçuş zamanına göre koşulların belirgin biçimde bozulduğu belirtiliyor. Uçak mürettebatı ayrıca uçaklara bağlı harici yakıt tanklarından ayrıldı. Gagarin'in planladığı uçuş faaliyetleri, açık hava koşullarına ve dış tanklara ihtiyaç duymadı. Soruşturma, Gagarin'in uçağının ya bir kuş vuruşu nedeniyle ya da başka bir uçaktan kaçınmak için ani bir hareketi nedeniyle bir dönüşe girdiği sonucuna vardı. Mürettebat, güncel hava raporundan dolayı irtifalarının gerçekte olduğundan daha yüksek olduğuna inanıyor ve MiG-15'i devrinden çıkarmak için doğru tepki veremedi. 2005 yılında orijinal çarpışma araştırmacısı tarafından geliştirilen bir başka teori, kabin hava deliğinin kazara ekip veya bir önceki pilot tarafından açık bırakıldığını varsayarak oksijen yoksunluğuna ve mürettebatın uçakları ko
ntrol edemediğine işaret ediyor. Air & Space dergisinde yayınlanan benzer bir teori mürettebatın açık havayı tespit ettiğini ve daha düşük bir rakıma hızlı bir dalış yaparak prosedürü izlediği yönündedir. Bu dalış bilinçlerini kaybetmelerine ve çarpmalarına neden oldu. 12 Nisan 2007'de Kremlin, Gagarin'in ölümüyle ilgili yeni bir soruşturmayı veto etti. Hükümet yetkilileri, yeni bir soruşturma başlatmak için hiçbir neden görmediklerini söyledi. Nisan 2011'de, Komünist Parti Merkez Komitesi tarafından kazanın araştırılması için kurulan 1968 tarihli bir komisyonun belgeleri gizlilik dışına çıktı. O belgeler komisyonun orijinal sonucunun Gagarin veya Sergoyin'in hava balonundan ya da "bulut örtüsünün ilk katmanının üst sınırına girmekten" kaçınmak için yaptığı keskin manevra -ki bu jetin "süper kritik bir uçuş rejimine girmesine ve karmaşık hava şartlarında durmasına" yol açar- olduğunu ortaya çıkardı. 1968'deki ölümün araştırılması için kurulan bir Devlet Komisyonu üyesi olan Alexey Leonov, 2004'te yayınlanan Ayın İki Yüzü kitabında, "Uzakta iki yüksek sesli patlama" duyduğunda aynı alanda helikopterle uçtuğunu anlatıyor. Diğer teorileri destekler nitelikte vardığı sonuç bir Sukhoi jetinin -ki kendisi Su-15 Flagon olarak tanımlıyor- izin verilen minimum irtifanın altında uçması ve "korkunç hava koşullarından dolayı farkında olmadan, ses bariyerini kırarken Yuri ve Seregin'in uçağının 10 ya da 20 metre yakınından geçtiğiydi." Ortaya çıkan türbülans, MiG'yi kontrol dışı bir dönüşe yönlendirdi. Leonov, duyduğu ilk patlamanın ses bariyerini kıran jet olduğuna, ikincisinin ise Gagarin'in uçak çarpışması olduğuna inanmaktadır. Haziran 2013'te Rus televizyonu RT ile yapılan röportajda Leonov, olayla ilgili gizli olmayan bir raporda bölgede uçan ikinci bir "yetkisiz" Su-15'in varlığının ortaya çıktığını belirtti. Leonov bu uçakların afterburners'ları kullanırken 450 metreye indiğini ve, "uçağın Gagarin'e yaklaşarak, bulutların içinde saatte 750 kilometre hızla kuyruğunu çevirerek -derin bir spiral, kesin olmak gerekirse-, 10-15 metre mesafeden kademesini azalttığını açıkladı. Ancak Leonov -raporun görüşülmesine izin verilmesi şartıyla- 2013 yılı itibarıyla 80 yaşındave sağlıksız olduğu rapor edilen diğer pilotun adını açıklamadı. Gagarin'in en dikkat çekici özelliklerinden biri 1.57 metre (5 ft 2 inç) olan kısa boy ölçüsü dışında, onun gülüşüydü. Birçoğu, Gagarin'in gülümsemesinin, Vostok 1 görev başarısından sonraki aylarda yaptığı sık sık yapılan turlarda kalabalığın dikkatini nasıl kazandığına değindi. Gagarin de usta bir halk figürü olarak ün kazandı. Birleşik Krallık'taki Manchester'ı ziyaretinde yağmur yağıyordu. Bununla birlikte, Gagarin, kabineye dönen kalabalığın bir görüntü yakalayabilmesi için kabin üstünde kalmasının ısrar etti. Gagarin, "Eğer bütün bu insanlar bana hoş geldiniz demek için geldiyseler ve yağmur altında durabilirlerse, ben de yapabilirim" dedi. Gagarin şemsiyeyi reddetti ve üstü açık Bentley'de ayakta durarak, tezahürat yapan kalabalığa onu görebilecekleri şekilde selam verdi. Sovyet uzay programının ilk yıllarının arkasındaki beyinlerden biri olan Sergei Korolev daha sonra Gagarin'in "Soğuk Savaş'ı aydınlatan" bir gülüşe sahip olduğunu söyledi. 12 Nisan'da Gagarin'in uzay uçuşunun tarihi özel bir tarih olarak anıldı. 1962'den beri, SSCB'de, daha sonra Rusya'da ve diğer Sovyet sonrası devletlerde Kozmonot Günü olarak kutlanmaktadır. 2011 yılında Birleşmiş Milletler tarafından Uluslararası Uzay Uçuşu Günü ilan edildi. Uluslararası bir kutlama olan Yuri Gecesi, 2001 yılından bu yana her 12 Nisan'da düzenlenmekte olup, uzay araştırmalarındaki kilometre taşlarını anmak için düzenlenmektedir. Dünyadaki birkaç bina ve başka siteler onun adıyla isimlendirildi. Star City'deki Kozmonot Eğitim Merkezi, 1969'da adlandırıldı. Sputnik 1 ve Vostok 1'in piyasaya sürüldüğü Baikonur Cosmodrome'daki fırlatma rampası artık Gagarin'in Fırlatma üssü olarak biliniyor. Sivastopol kentinde Gagarin Raion (Ukrayna) Sovyetler Birliği döneminde ondan sonra seçildi. Hava Harp Okulu 1968 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi'ne değiştirildi. Gagarin, hem astronotlar hem de gökbilimciler tarafından Ay'da onurlandırıldı. 1969'da Apollo 11 sırasında, astronotlar Neil Armstrong ve Buzz Aldrin'in, Gagarin'i ve diğer kozmonot Vladimir Komarov'u anmak için madalyalar içeren bir anma çantasından ayrılmasıyla Amerikan uzay programı tarafından onurlandırıldı. 1971'de Apollo 15 astronotları David Scott ve James Irwin, Düşen Astronot'u kendi açılış yerinde Uzay Yarışında ölen Amerikalı astronotlar ve Sovyet kozmonotlarının tümüne bir anı olarak bıraktılar ; Yuri Gagarin ve 14 diğer astronot listede yer aldı. Ay'ın karanlık yüzündeki 265 km'lik bir krater resmi olarak onun adıyla anıldı. Onuruna birkaç heykel inşa edildi. 2011 yılında heyecanla buluşan Yuri Gagarin, James Cook'un kalıcı heykelinin karşısındaki The Mall'ın Londra'daki The Admiralty Arch ucunda açıldı. Gagarin'in Lyubertsy'deki eski okulunun dışındaki heykelin bir kopyasıdır. 2013'te heykel, Greenwich'teki Kraliyet Gözlemevi'nin dışındaki kalıcı bir yere taşınmıştır. 2012'de NASA'nın Houston'daki South Wayside Drive'daki orijinal uzay uçuşu merkezindeki bir heykel açığa çıkarıldı. 2011 yılında sanatçı / kozmonot Alexsei Leonov tarafından tamamlanan heykel, çeşitli Rus organizasyonları tarafından Houston'a hediye edildi. Bağış için Houston Belediye Başkanı Annise Parker, NASA Yöneticisi Charles Bolden ve Rusya Büyükelçisi Sergey Ivanovich Kislyak vardı. Gagarin, Sovyet vatansever şarkılarına da konu oldu. Constellation Gagarin (İskandinavya Sozvezdie Gagarina), Alexandra Pakhmutova ve Nikolai Dobronravov tarafından 1970-1971 yıllarında yazılmıştır. Bu şarkılardan en ünlüleri Gagarin'in poekhali'sine atıfta bulundu !: "Hadi gidelim" dedi. Elini salladı. Gagarin, Jean Michel Jarre (Metamorfozlar) tarafından yazılan "Hey Gagarin" için, Kamusal Hizmet Yayıncılığı "Gagarin" için ve Undervud'un "Gagarin, seni seviyorum" başlıklı eserleri için ilham kaynağı oldu. Gemilere Gagarin'in adı verildi. Sovyet gemisi Kosmonavt Yuri Gagarin 1971'de inşa edildi. Ermeni havayolu şirketi Armavia, 2011 yılında Gagarin'in şerefine ilk Sukhoi Süper Jet 100'ü verdi. Sovyetler Birliği'nde, uçuşunun 20. ve 30. yıldönümlerini kutlamak için iki adet hatıra para basıldı: 1 ruble para (1981, bakır-nikel) ve 3 ruble para (1991, gümüş). 2001 yılında, Gagarin'in uçuşunun 40. yıldönümünü anmak için Rusya'da benzeri taşıyan dört bozuk para serisi daha çıktı: 2 ruble para (bakır-nikel), 3 ruble para (gümüş), 10 ruble madeni para (pirinç-bakır, nikel ) Ve 100 ruble para (gümüş). 2011 yılında Rusya, uçuşunun 50. yıldönümünü kutlamak için 1.000 ruble madeni para (altın) ve 3 ruble para (gümüş) hediye etti. 2008'de Kontinental Hokey Ligi, şampiyonluk kupasını Gagarin Kupası olarak ilan etti. 2010 Uzay Vakfı araştırmasında Gagarin, Star Trek'in kurgusal Yüzbaşı James T. Kirk'le bağlantılı olarak en popüler 6 kıtanın kahramanı olarak gösterildi. Rus belgeseli , 2013'te yayınlandı. Gagarin'in uzaya yolculuğunun 50. yıldönümü, 2011'de dünya genelinde kutlandı. İlk Yörünge adlı bir film, orijinal uçuş sesini Gagarin'in aldığı rotanın görüntüleriyle birleştirerek Uluslararası Uzay İstasyonu'ndan çekildi. Expedition 27 gemisinden Rus, Amerikan ve İtalyan mürettebat dünya halkının "Mutlu Yuri Gecesini" kutlamak için Gagarin'in fotoğrafının üzerinde bulunduğu tshirtlerini giyerek özel bir video mesajı gönderdi. İsviçre merkezli Alman saatçi Bernhard Lederer, Yuri Gagarin'in uçuşunun 50. yıldönümünü kutlamak için sınırlı sayıda 50 Gagarin Tourbillonu oluşturdu. Soyuz TMA-21'in 4 Nisan 2011'de piyasaya sürülmesi, ilk insanlı uzay görevinin 50. yıldönümü için yapıldı. ve diğerleri. Yuri Gagarin aşağıdaki illerin fahri vatandaşı seçildi: Ayrıca Mısır şehirleri Kahire ve İskenderiye'nin kapılarının altın anahtarlarıyla ödüllendirildi. Yavuz Taner Yavuz Taner (d. 13 Temmuz 1949 - ö. 14 Şubat 1990, İstanbul), Türk müzisyen. 13.07 1949 tarihinde İstanbul’da doğdu.Aslen Sivas-Gemerek’li olup gerçek soyadı ‘’Durmuş’’tur.İlkokulu bitirdikten sonra ortaokula devam ederken, müzik eğitimi almak için ortaokuldan ayrıldı. 1964 yılında Aksaray Musiki Cemiyeti’ne girerek Nida Tüfekçi,Adnan Ataman ve Abdullah Nail Bayşu’dan Türk Halk Müziği eğitimi almıştır.İlk 45’liği 1969’da ‘’Arya Plakçılık’’tan çıkardığı ‘’Sen Gelsen De Olur - Kalbe Asla Değilmez’’dir.Ardından ‘’Güzel Kızlar- Gemiciler Kalkalım’’ adlı 45’liğini Kervan Plakçılık’tan çıkardı. 1980 yılında İstanbul Belediye Konservatuvarı(Devlet Konservatuvarı)’nın açtığı Türk Halk Müziği Topluluğu sınavını kazanan iki isimden biridir.Diğer isim ise 1984 yılında hayatını birleştirdiği eşi Sema Hanım’dır. 1980-1990 yılları arasında Türk Halk Müziği Korosu bölümünde solist-korist(koro solisti) olarak görev yapmıştır.Kullandığı enstrümanlar arasında bağlama ve ud başta olmak üzere diğer telli sazlar gelmektedir. Halk müziği eğitimi almış olmasına rağmen gönlündeki en büyük yeri Arabesk müziğine ayırmıştır.Müzik dünyasında Türkiye’nin ‘’Abdulhalim Hafız’ı’’ olarak tabir edilmekteydi. 1987 yılında ‘’Türküola Müzik Yapım’’ şirketinden ‘’Yaşamanın Kuralı’’ albümü piyasaya çıkmıştır.Aynı albüm ‘’Elenor Plakçılık’’ tarafından ‘’Sende Sevgi Yok’’ olarak tekrar basılmıştır. Değerli söz yazarı-şair Ali Tekintüre ile birlikte birçok başarılı çalışmaya imzasını atmıştır. 1987 yılında söz : Ali Tekintüre, Müzik: Yavuz Taner’e ait olan ‘’Gitme’’ şarkısı yılın en iyi şarkısı seçilmiştir. 1988 yılında İbrahim Tatlıses’e ait ‘’Kara Zindan ‘’ adlı albümün yönetmenliğini yapmış ve 1990 yılında Müzik Dergisi’nin düzenlediği yarışmada‘’En İyi Yönetmen Müzik Oskarı‘’ödülünü almıştır. 14.02.1990 tarihinde İstanbul’da, geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etmiştir. Barış ve Umut adında iki oğlu vardır.Barış, baterist; Umut ise Vokaliz grubundadır. Şule Yüksel Şenler Şule Yüksel Şenler (d. 29 Mayıs 1938-Kayseri), Türk yazar. 1960'lı yıllarda gazete yazıları ve konferansl
arla ün kazanmıştır. Aslen Kıbrıslıdır. Küçükken ailesiyle birlikte İstanbul'a göç etti. Öğrenimini ortaokul ikinci sınıfta bıraktı. Bir terzinin yanında çalışmaya başladı. Bu, onun ileride kendi başörtüsü modelini yaratmasına yol açtı. 21 yaşında gazetecilik yapmaya başladı. 1965'te tesettüre girdi. "Yeni İstiklal Gazetesi"’ndeki yazıları nedeniyle hakkında davalar açıldı. Anadolu'yu dolaşarak verdiği konferanslarla tartışmalar başlatmıştır. Onu taklit eden genç kızların başlarını aynı şekilde örtmeleriyle bu tarz örtü "şulebaşı" olarak anılmaya başlandı. Cevdet Sunay'a yazdığı bir mektup yüzünden cumhurbaşkanına hakaretten tutuklandı, sekiz ay cezaevinde kaldı. Hür Söz, Yeni İstiklal, Babıalide Sabah gazetelerinde kadın sayfası yaptı. Bugün gazetesinde 1967-71'de köşeyazarı idi. "Seher Vakti" dergisi başyazarı oldu. 1971'de hapis yattı. 1980'den sonra Zaman ve Milli Gazete'de yazdı. Huzur Sokağı adlı romanı filme alındı. Yücel Çakmaklı'nın yönettiği Birleşen Yollar adlı filmin başrollerinde İzzet Günay ve Türkân Şoray oynadı. Huzur Sokağı adlı romanı daha sonra aynı adla 'Huzur Sokağı (dizi)' dizi olmuş ve ATV'de yayınlanmıştır. Ancak Şule Yüksel Şenler Zaman Gazetesi röportaj yazarı Tuğba Kaplan'a dizinin çekiminden ilk etapta haberinin olmadığını, kendisinin de herkes gibi televizyondaki fragmanlardan öğrendiğini söylemiştir. Ayrıca hayli kırıldığını ve endişelendiğini belirtmiştir. Şule Yüksel Şenler ilerlemiş yaşına ve rahatsızlığına rağmen ara ara gazete ve dergilerde çeşitli yazılar yayınlamaktadır. Yücel Çakmaklı Yücel Çakmaklı (1937; Bolvadin, Afyonkarahisar - 23 Ağustos 2009, İstanbul), Türk yönetmen, yapımcı ve senarist. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü 1959 mezunu. 1963 yılında, askerden döndükten sonra Yeni İstanbul Gazetesi'nde Tarık Buğra'nın yönettiği sayfada sinema yazıları yazmaya başladı. Bir yandan da Erman Film Stüdyoları'nda yönetmen yardımcısı olarak çalıştı. 1968'e dek 50 kadar filmde Osman Seden, Orhan Aksoy gibi yönetmenlere yardımcılık yaptı. İlk filmi Kâbe Yolları'nı (belgesel) yönetti. 1969'da Elif Film şirketini kurdu. Milli sinema olarak adlandırılan akıma dayalı filmler çekti. 1975-1990 arası TRT bünyesinde çalışmalarına devam etti. Kısa hikâyelerden 30-70 dakika arası kısa TV filmleri yaptı. 1978'de Prag'da televizyon filmleri arasında ödül alan ilk yapım olan “Çok Sesli Bir Ölüm” ve “Çözülme” bu tarz çalışmalardır (Rasim Özdenören'in Hikâyeleri) . Tarık Dursun K.'dan Denizin Kanı, Tarık Buğra'dan Küçük Ağa ve Kuruluş gibi, roman uyarlamalarından TV dizileri gerçekleştirdi. Necip Fazıl Kısakürek’in Bir Adam Yaratmak ve Turan Oflazoğlu’nun 4. Murad'ı gibi tiyatro eserlerinden TV oyunları yaptı. Müzik odaklı drama olarak Hacı Arif Bey'in hayat hikâyesi ve bir Rumeli türküsünden yola çıkarak çektiği Aliş'le Zeynep sayılabilir. Çocukluğu ve ilk gençliğinde aldığı altın tecrübelerle Türk Sinemasının en otantik yönetmenlerinden biri olmaya hak kazanan Yücel Çakmaklı, pek çok ilke imza atan ve çok değişik konuları filmleştiren çalışkan bir yönetmendir. 10 Temmuz 2008'de TBMM tarafından Devlet Üstün Hizmet Madalyasına layık görülmüştür. 21 Ekim 2008'de TC Kültür Bakanlığı tarafından sinemadaki 50 yıllık hizmetleri dolayısıyla Emek Ödülü verilmiştir. 9 Temmuz'da geçirdiği by-pass ve kalp kapakçığı ameliyatı sonrası yoğun bakıma alınan Yücel Çakmaklı, 23 Ağustos 2009 tarihinde İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'nde vefat etti. Porsuk Porsuk kelimesinin farklı anlamları: Afet İnan Ayşe Afet İnan (Uzmay) (29 Kasım 1908, Selanik - 8 Haziran 1985, Ankara), Türk öğretmen, tarihçi ve sosyoloji profesörü. Atatürk'ün manevi kızıdır. Cumhuriyetin ilk tarih profesörlerinden olan Afet İnan, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde ilk Türk Devrim Tarihi Kürsüsü'nü kurmuştur. Türk medeniyeti ve devrim tarihine ait 50 kadar kitabı ile çok sayıda makalesi bulunur. Türk Tarih Tezi'ni ortaya koyan tarihçilerdendir. Cumhuriyet döneminin yeni tarih anlayışının temellerinin atılması ve kadın kimliğinin kurgulanmasında, bir ideolog gibi hizmet etmiş bir cumhuriyet kadınıdır. 29 Kasım 1908 günü Selanik'in Doyran (Doirani) kasabasında doğdu. Babası orman memuru İsmail Hakkı Bey (Uzmay), annesi Doyran Müderrisi Emrullah Efendi’nin torunu olan Şehzane Hanım’dır. Ailesi Balkan Savaşları'ndan sonra Anadolu'ya geçti. Afet İnan, ilköğrenimine Eskişehir'in Mihalıççık ilçesinde başladı. Annesini 1915 yılında hayatını veremden yitirdi. Öğrenimini Ankara ve Biga'da sürdürdü, 1920'de altı yıllık ilkokul diplomasını aldı. Aile 1921'de Alanya'ya taşındı. Afet Hanım, 1922'de Elmalı'da öğretmenlik ehliyeti aldı ve Elmalı Kızokulu'na başöğretmen olarak atandı. Babasının görevi nedeniyle sürekli yer değiştirdi; 1925 yılında Bursa Kız Muallim Mektebi'ni bitirerek İzmir'de Redd-i İlhak İlkokulu'nda göreve başladı. Atatürk ile tanışması sonucu ileriki yıllarda öğrenimine devam etme fırsatı buldu. Afet Hanım, 1925 yılında Redd-i İlhak İlkokulu'nda yeni göreve başladığı sırada bir çay ziyaretinde cumhurbaşkanı Atatürk ile tanışma fırsatı buldu. Annesinin ailesinin Selanik'in Doyran kasabasından olması nedeniyle cumhurbaşkanının ilgisini çekti ve Atatürk ertesi gün ailesiyle tanıştı. Gazi Paşa'ya öğrenimini sürdürmek ve yabancı dil öğrenmek istediğini açıklamış olan Afet Hanım, kısa bir süre sonra Ankara'ya atandı. Bakanlığın izniyle İsviçre'nin Lozan şehrine Fransızca öğrenmek için gönderildi. 1927'de yurda döndüğünde bir süre Fransız Kız Lisesi'nde öğrenim gördü. Bu arada ortaöğrenim tarih öğretmenliği sınavına girerek öğretmenlik belgesini aldı ve Ankara Musiki Muallim Mektebi’ne Tarih ve Yurt Bilgisi öğretmeni olarak atandı (1929-1930). Göreve başladığı zaman, yurt bilgisi için okutacağı kitabı Atatürk yetersiz bulmuştu. Bunun üzerine Fransız Kız Lisesi'nde okuduğu "Instruction Civique" adlı kitaptan çeviriler yaptı. Afet Hanım'ın çevirileri, Tevfik Bıyıklıoğlu'nun Almanca eserlerden yaptığı çeviriler ve bizzat Atatürk'ün bazı konularda yazıları birleştirilerek Vatandaş İçin Medenî Bilgiler kitabı oluşturuldu. Kitap, ortaokullarda ders kitabı olarak okutuldu ve 1935 yılına kadar çeşitli defalar basıldı. 1932'ten sonra öğretmenliğe Ankara Kız Lisesi'nde devam etti. Kadın hakları üzerinde çalışmaya ilgi duyan Afet Hanım, Atatürk'ün isteği üzerine 3 Nisan 1930'da Türk Ocağı'nda Türk kadınlarının seçim haklarına ilişkin bir konferans verdi. Bu konferans, Afet İnan'ın verdiği ilk konferanstı. Bu konferans için zamanın en ünlü hatibi Hamdullah Suphi Bey'den dersler alan Afet Hanım'ın giyeceği elbiseyi bizzat Atatürk çizmiş ve gömleği için kendi pırlanta kol düğmelerini hediye etmişti. Atatürk, kendisinden Türk Ocakları Yasası'nın 2. ve 3. maddelerinin açıklanması konusunda çalışma yapmasını isteyince Afet Hanım 27 - 28 Nisan 1930 tarihlerinde gerçekleşen Türk Ocakları Kongresi'nde Aksaray delegesi olarak söz aldı; Türk Ocaklarının amacını, işlevini açıklayan bir nutuk okudu ve sonradan Türk Tarih Tezi olarak nitelenecek bir tezi dile getirdi ve Türk tarih ve medeniyetini bilimsel olarak incelemek üzere bir heyet kurulması için önerge verdi. Bu önerge üzerine kongreden sonra oluşturulan Türk Tarih Heyeti'nin 16 kişilik kurucu üyeleri arasında yer aldı. Türk Ocakları Atatürk’ün emriyle 10 Nisan 1931'de kapatıldıktan sonra heyet, aynı kurucularla dernek olma kararı alarak ve Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adını almış; 3 Ekim 1935'te ise adı Türk Tarih Kurumu olmuştur. Afet Hanım, 1935-1952 ve 1957-1958 yılları boyunca kurumun başkanlığını yaptı. Afet Hanım, heyetin kurulmasından sonra Türk Tarih Heyeti'nin bilimsel çalışmalarına katıldı. Heyet, Türk Tarih Tezi'nin temelini oluşturacak "Türk Tarihinin Ana Hatları" adlı kitabı kaleme aldı. 1931-1941 yılları arasında liselerde okutulan kitabın yazımında Afet Hanım da yer aldı. 1929'da Topkapı Sarayı'nı müzeye dönüştürme çalışmaları sırasında bulunan Pir-i Reis haritasını inceleyen Türk Tarih Cemiyeti heyetinin içinde yer aldı ve haritanın dünyada tanıtılmasına çalıştı. 1930'lu yılların başlarında "Türk ırkının kafatasını tespit etme" çalışmaları yürüttü. Bu çalışmalar doğrultusunda Türkiye’nin pek çok yerinde mezarlar açıldı ve kafatasları ölçüldü. Tarihçiler arasında Mimar Sinan'ın Türk mü yoksa Ermeni veya Rum asıllı mı olduğu konusunda tartışma çıkınca Afet Hanım, Türk olduğunu iddia etti ve mezarının açılarak kafatasının ölçülmesini, sonucun Atatürk’e sunulmasını önerdi. Tartışmaları izleyen Atatürk ise bir kâğıt üstüne Sinan'ın bir heykelinin yaptırılmasını istediği notunu düşerek Mimar Sinan'a sahip çıkmıştı (2 Temmuz 1935) (Bakınız: Mimar Sinan Anıtı). 1 Ağustos 1935 günü bu ölçüm yapıldı ve sonuç Mimar Sinan'ın brakisefal kafatasına sahip olduğunu gösterdi. Afet Hanım, 9 Ocak 1936 günü Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin açılışında Türk Tarih Kurumu asbaşkanı sıfatıyla ilk dersi verdi. Kendisine yeni kurulan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde öğretim görevliliği teklif edilince bu görevin ancak yüksek lisans ve doktora öğreniminden sonra kabul edebileceğini bildirdi. 14 Ekim 1935 tarih ve 40390 sayılı yazı ile Cenevre'de öğrenim görmek üzere görevlendirilen Afet Hanım, Cenevre Üniversitesi Sosyal ve Ekonomik Bilimler Fakültesi'nin Yakın Çağ ve Modern Tarih Bölümü'nde İsviçreli antropolog Eugene Pittard’ın öğrencisi oldu; ""Türk Osmanlı devrinin ekonomik tarihi"" adlı tezini sunarak Temmuz 1938'de lisans öğrenimini, Temmuz 1939'da ise ""Türk Halkının ve Türk Tarihinin Antropolojik Karakteri Üzerine"" adllı tezi ile doktorasını tamamlayarak sosyoloji doktoru unvanını aldı. Doktora çalışması için Anadolu'da 64bin iskelet kalıntısı üzerinde inceleme yapan Afet Hanım, öğrenim yılları boyunca Cenevre ve Bükreş'te konferanslar vermiş; Türk Tarih Kurumu kongrelerine bildiriler sunarak katılmıştır. Yurda döndükten sonra Ankara Kız Lisesi'nde derslerine devam etmesinin yanın sıra Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ne doçent vekili olarak atandı. 1942'de doçent, 1950'de profesör oldu.
1940 yılında kadın hastalıkları ve doğum uzmanı olan Rıfat İnan ile evlenip İnan soyadını alan Afet Hanım, Arı ve Demir adında iki çocuk sahibi oldu. Afet İnan, 1950'den sonra Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi konularında Ankara Fen Fakültesi'nde, Hacettepe Üniversitesi'nde, Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'nde, Ankara Harp Okulu'nda dersler verdi. 1961-1962 yıllarında Birleşik Krallık'ta incelemeler yaptı. 1955-1979 arasında da UNESCO Türkiye Milli Komisyonu'nda Türk Tarih Kurumu'nu temsil etti. Ankara Üniversitesi Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrim Tarihi kürsüsü başkanlığını yaptı, 1977 yılında bu görevde iken kendi isteğiyle emekli oldu. Emekliliğinde anılarını kaleme almaya başladı. Afet İnan 8 Haziran 1985 tarihinde 76 yaşında Ankara'daki evinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını kaybetti Cenazesi Ankara'da defnedildi. Sagopa Kajmer Yunus Özyavuz veya sahne adıyla Sagopa Kajmer (d. 17 Ağustos 1978, Samsun), Türk rap müzisyeni, müzik yapımcısı ve DJ. 17 Ağustos 1978'de Samsun'da doğdu. İlköğretim, ortaöğretim ve lise eğitimini Samsun'da tamamladı. Daha sonra Samsun'da yerel bir radyoda DJ'lik yaparak işe başladı. Daha sonra üniversite eğitimi için İstanbul'a geldi ve İstanbul Üniversitesinden Fars Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirerek mezun oldu. 1999'da Kuvvetmira adlı rap grubunu kurdu ve grupta Silahsız Kuvvet adıyla yer aldı. Daha sonra "Yeraltı Operasyonu"nda yer aldı. Başta Silahsız Kuvvet mahlasını kullanan sanatçı daha sonra Sagopa Kajmer ismini kullanmaya başladı ve "Sagopa Kajmer" isimli bir albüm çıkardı. Bu albümden sonra "On Kurşun"u çıkardı. 2004'te "Bir Pesimistin Gözyaşları"nı piyasaya sürdü. "G.O.R.A." filminin müziklerini yaptı. 2005'te "Romantizma" albümünü çıkardı. 11 Ağustos 2005'te kendi plak şirketi Melankolia Müzik'i kurdu. 2006'da Melankolia Müzik etiketiyle "Kafile" isimli bir derleme albüm yayımladı. 1 Ağustos 2006'da Esen Güler (Kolera) ile evlendi. 2007'de Kolera ile "İkimizi Anlatan Bir Şey" isimli bir düet albümü yayımladı. 2008'de "Kötü İnsanları Tanıma Senesi" adlı bir solo albüm yayımladı. 2009'da "Şarkı Koleksiyoncusu" isimli bir albüm çıkardı. 2010'da Kolera ile 2. düet albümü "Bendeki Sen"i piyasaya sürdü. 2011'de "Saydam Odalar"ı piyasaya sürdü. 2013'te "Kalp Hastası" isimli bir albüm çıkardı. 2017'de "Ahmak Islatan" albümünü çıkardı. Yunus Özyavuz, 17 Ağustos 1978'de Samsun'da doğdu. İlkokul ve liseyi Samsun'da tamamladı. Kendi deyimiyle annesinden zenci müzikleri, babasından ise İtalyan müzikleri dinleyerek müzikle tanıştı. Müzik yaşamına memleketi Samsun'da yerel bir radyoda DJ'lik yaparak başladı. O sırada Dj Rapper M.C. (Dj Rapper Mic Check) mahlasını kullandı. 1997'de üniversite eğitimi için İstanbul'a geldi ve İstanbul Üniversitesinde Fars Dili ve Edebiyatı bölümününde okumaya başladı. 4 yıl sonra ise mezun oldu. 1998'de Kuvvetmira isimli bir rap grubunu kurdu. 1999'da "Yeraltı Operasyonu"nda Silahsız Kuvvet adıyla yer aldı. Aynı tarihte "Gerilim 99 (Promo)" adlı albüm çıkardı. Yine aynı tarihte ilk EP'si "Pesimist EP 1"i yayımladı. 2000'de Ceza ile birlikte "Toplama Kampı" isimli bir albüm yayımladı. 2001'de "Sözlerim Silahım"ı yayımladı. Aynı tarihte "One Second"ı yayımlandı. 2002'de "İhtiyar Heyeti" adlı bir albüm çıkardı. Yine aynı tarihte Ceza'nın "Med Cezir" albümünün prodüksiyonluğunu yaptı. Aynı yıl Sagopa Kajmer adıyla "Sagopa Kajmer" albümünü çıkardı. Bu albümden sonra "On Kurşun" adlı bir albüm yayımladı. Aynı tarihte internet üzerinden "Pesimist EP 2" isimli bir EP yayımladı. 2004'te "Radikal" gazetesine verdiği röportajda 7 yıl boyunca kullandığı Silahsız Kuvvet mahlasını bırakıp Sagopa Kajmer olarak devam edeceğini söyledi. Aynı tarihte "Rapstar" albümünün prodüktörlüğünü yaptı ve albümde yer alan "Neyim Var Ki"nin klibinde Ceza ile birlikte oynadı. Haziran 2003'te Hammer Müzik etiketiyle "Bir Pesimistin Gözyaşları" adlı bir albüm çıkardı ve albümdeki "Maskeli Balo" ve "Karikatür Komedya" adlı şarkıları kliplendirdi. Dr. Fuchs'un 2004'ye yayımlanan "Huzur N Darem" albümünün yapımcılığını yaptı. Daha sonra Cem Yılmaz'ın "G.O.R.A." filmi için de müzikler hazırladı ve "Al 1'de Burdan Yak" şarkısının klibinde Cem Yılmaz ile birlikte oynadı. 19 Ağustos 2005'te İrem Records etiketiyle "Romantizma" isimli bir albüm çıkardı ve albümdeki "Vasiyet" adlı şarkıyı kliplendirdi. "Vasiyet" adlı klip, 2005'te düzenlenen 12. Kral TV Video Müzik Ödülleri'nden En İyi Video Klip ödülünü kazandı. Yine aynı tarihte "Pesimist EP 3"ü yayımladı. Sagopa Kajmer, hem albümlerini kendi plak şirketinden çıkartmak hem de yeni yeteneklere kapı açmak amacıyla 11 Ağustos 2005'te Kolera ile birlikte Melankolia Müzik isimli müzik şirketini kurdu. Sagopa Kajmer, Kuvvetmira'da yer alan diğer rap sanatçıları ile birlikte 1 Ocak 2006'da Melankolia Müzik etiketiyle "Kafile" albümünü çıkardı ve albümün prodüktörlüğünü yaptı. 19 Mayıs 2006'da "Pesimist EP 4 - Kurşun Asker"i yayımladı. 26 Nisan 2007'de Kolera ile düet albümleri olan "İkimizi Anlatan Bir Şey"i dinleyicilerine sundu. 2008'de ilk solo albümü "Kötü İnsanları Tanıma Senesi"ni piyasaya sürdü ve albümde yer alan "Ben Hüsrana Komşuyum" ve "Düşersem Yanarım" adlı parçaları kliplendirdi. 6 Mayıs 2008'de ise Kolera ile birlikte düet yaptığı "Bu Şarkıyı Zevk İçin Yaptık" adlı bir single yayımladı. 27 Aralık 2008'de "Pesimist EP 5 - Kör Cerrah"ı kendi resmî sitesi üzerinden yayımladı. 2009'da önceki EP'lerden derlediği şarkılarını 19 Şubat 2009'da çıkardığı "Şarkı Koleksiyoncusu" adlı albümde yayımladı. 1 Nisan 2009'da "Beslenme Çantam" adlı bir single yayımladı ve şarkıda Kolera ile düet yaptı. 18 Temmuz 2009'da "Hain" (Kolera ile düet) adlı single yayımladı. 2010'da eski eşi Kolera ile birlikte 2. düet albümü "Bendeki Sen"i yayımladı ve "Bir Dizi İz" ile "Merhametine Dön" şarkılarına klip çekti. "Bendeki Sen" ilk kez düzenlenen TRT Müzik Ödülleri'nde halkın oylarıyla belirlenen "Yılın Albümü" kategorisine aday gösterildi. Ayrıca yine 2010'da yayımlanan "Yeraltı Kafilesi"nin yapımcılığını yaptı. 4 Şubat 2010'da "Ardından Bakarım" adlı bir single yayımladı. 2011'de "Saydam Odalar" albümünü piyasaya sürdü. "Kaç Kaçabilirsen" ve "Bu İşlerden Elini Çek" şarkılarında Kolera ile düet yaptı ve "Kaç Kaçabilirsen"e amatör bir klip çekildi. 2012'de ise "Istakoz" ve "40" adlı şarkılarını internet üzerinden yayımladı. 2013 yılı içerisinde yeni bir albüm çıkaracağını resmi Twitter hesabından duyurdu. Sagopa Kajmer, kendi orkestrası olan Pesimist Orkestra ile birlikte 2013 yılının Mart, Nisan ve Mayıs aylarında bir turne düzenledi ve turne kapsamında 15 şehirde konser verdi. 8 Temmuz 2013'te "Kalp Hastası" albümünü satışa sundu ve "İster İstemez" adlı şarkıda kendisine eşi Kolera eşlik etti. Albüm çıkmadan bir gün önce Sagopa Kajmer, "Düşünmek İçin Vaktin Var" adlı şarkısını internet üzerinden yayımladı ve şarkıya bir de klip çekti. Daha sonra bu şarkı Sagopa Kajmer'in "Kalp Hastası" albümünde de yer aldı. Albüm çıktıktan 2 hafta sonra "Uzun Yollara Devam" adlı parçasına "Düşünmek İçin Vaktin Var" klibinin devamı niteliğinde olan bir klip çekti. 2014 yılının başlarında "Pesimist EP 6" isimli EP'sini yayımlayacağını duyurdu ve 20 Mart 2014'te EP'yi yayımladı. 6 Mayıs 2014'te Birol Giray (BeeGee) ile birlikte "Abrakadabra" adlı parçayı ücretsiz olarak dinleyicileriyle paylaştı. Son olarak Cem Adrian'ın "Artık Bitti" şarkısının scratch kompozisyonlarını yazıp şarkıya back vokalde bulundu. 2015 yılının başlarında ise önceden çıkardığı bazı albümlerin beatlerini YouTube üzerinden paylaşmakta ve 1998-2001 yılları arasındaki beatlerini "Underground Years" isimli birkaç bölümden oluşan toplama albümleri yine YouTube aracılığıyla paylaştı. 17 Haziran 2015 tarihinde "Bilmiyorum" adlı parçasını YouTube üzerinden paylaştı. 12 Kasım 2015'te Birol Giray ile ikinci çalışması "Naber"i yayımladı ve şarkıya klip çekti. 2016'nın Mart ayında DJ Tarkan ile yaptığı "Tecrübe" adlı çalışmasını yayımladığını resmi sitesi üzerinden duyurdu. 31 Aralık 2016'da Koleraflow YouTube kanalı üzerinden "366.Gün" adlı klibini yayımladı. 2017'de "Ne Kaybederdin" adlı parçayı resmî YouTube kanalı üzerinden yayımladı. Sagopa Kajmer, 23 Ağustos 2017'de resmî Twitter hesabından yeni bir albüm çıkaracağını duyurdu ve 1 Eylül 2017'de "Ahmak Islatan" albümünü çıkardı. 31 Aralık 2017'de resmî YouTube kanalı üzerinden "Sorun Var" adlı şarkısını yayımladı. 29 Mayıs 2018'de resmî YouTube hesabından şarkının klibini yayımladı. Sagopa Kajmer, bir rap müzik sanatçısıdır. Rap kariyerine Silahsız Kuvvet olarak başladığı sırada şarkılarında Anadolu ezgileri ve türküleri kullandı. Başta "Sagopa Kajmer" albümünde olduğu gibi küfürlü şarkılar söyleyen sanatçı daha sonra bundan vazgeçti. Ayrıca bu albümde ünlü olmamak için şarkılarını değişik bir ses tonuyla söyledi. Vokalinin arabesk olduğu düşünülmektedir. 2003'te çıkardığı "Bir Pesimistin Gözyaşları"nda bazı şarkıların başında, bazılarının ise sonunda "İnce Kırmızı Hat", "Yaralı Yüz", "Schindler'in Listesi", "Forrest Gump", "Karanlıkta Dans", "Ölü Ozanlar Derneği", "Yüzyılın Fırtınası", "Mr. Holland's Opus"... gibi sinema filmlerinden alınmış skitler kullandı. Hatta bazı şarkıları sadece skitten ibaretti. "Romantizma" albümünde ise daha çok aşk teması vardır. Bu albümdeki bazı parçalarda da yine bazı filmlerden alınmış skitler kullandı. Albümlerindeki birçok parçasında ise scratchlere yer vermiştir. Ayrıca çeşitli albümlerindeki birçok parçası ve klibi Orta Doğu teması içermektedir. Sanatçının rap müziğine yönelmesinde Run-DMC'nin müzikleri etkili olmuştur. Sanatçı, kendi yazdığı sözlerde Ömer Hayyam, Firdevsî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin eserlerinden etkilendiğini söyledi. Ayrıca "Gölge Haramileri" adlı parçasında I. Selim'in, "Istakoz" adlı parçasında ise Âşık Veysel'in bir sözünden alıntı yaptı. "Pembe Gazete"ye verdiği röportajda "Küçükken kendimi Run-DMC'den Jam Master Jay sanıyordum. LL Cool J ve Fat Boys da çok önemli isimlerdir. Onlarla rapi bugüne taşıdım. Etkiyi onlardan aldım." şeklinde konuştu. Sanatçın
ın tarzını değiştirip sakal bırakması ise Cübbeli Ahmet Hoca'nın sohbetlerinden etkilenmesi şekilde yorumlandı. Ancak sanatçı bu iddiaları kesin bir dille yalanladı ve sakal bırakmasının sadece bir hadis gereği olduğunu söyledi. Yunus Özyavuz kendi tabiriyle Sagopa Kajmer'in kaynağını şu sözlerle açıklıyor: Beyazıt Öztürk ve Meral Okay'ın sunduğu "Nasıl Yani" programında bu durumu şöyle açıkladı: 17 Kasım 2015'te Mesut Yar'ın sunduğu "Burada Laf Çok" programında ise Mesut Yar'ın "Bu ne anlama geliyor?" sorusunu şu şekilde yanıtladı: Annesinin adı Serpil Özyavuz, babasının adı ise Mehmet Özyavuz'dur. ve Emre Özyavuz adında bir erkek kardeşi vardır. İstanbul Üniversitesi, Fars Dili ve Edebiyatı mezunudur. 1 Ağustos 2006'da kendisi gibi rap sanatçısı olan Esen Güler (Kolera) ile evlendi. 20 Kasım 2017'de iki şarkıcı da resmî Instagram hesapları üzerinden 11 yıllık evliliklerini sonlandırdıklarını açıkladı. Sagopa Kajmer Mayıs 2018'de sosyal medya hesabı üzerinden bir takipçisinden gelen "dini inancın ne?" sorusuna "yok" cevabını verdi. 2005'te düzenlenen Kral TV Video Müzik Ödülleri'nde "Vasiyet" adlı şarkı klibi En İyi Video Klip ödülünü kazandı. MTV Türkiye tarafından 6 Kasım 2008'de düzenlenen Avrupa Müzik Ödüleri'nde Türkiye'de yılın en iyisi olmaya aday gösterildi. Kolera ile 2. düet albümü olan "Bendeki Sen" ilk kez düzenlenen TRT Müzik Ödülleri'nde halkın oylarıyla belirlenen "Yılın Albümü" kategorisine aday gösterildi. Albüm, yapılan oylamada ilk 5'e girdi. Fuat Ergin, Sagopa Kajmer için "O rap değil. Ben rapim, Ceza rap ama o rap değil... Arabeskin dallanmış hâli." ifadelerini kullandı. Erol Köse, sanatçıyı "gizli star" olarak nitelendirdi. "Akşam" gazetesinden Çağla Gürsoy, sanatçı için "Sagopa Türkiye'deki rap dehalarının başında gelen isimlerden. Hem tarzını hem de müziğini çok beğenirim." ifadelerini kullandı. "Sabah" gazetesi yazarı Yusuf İzel, Sagopa Kajmer'i anlatan alfabetik bir kelime listesi hazırladı. "Esquire" dergisi "Görünce Mutlu Olduğunuz 50 İnsan" başlıklı yazısında Sagopa Kajmer için "Türkiye'deki rap müzik kültürüne yeni bir soluk kazandırdı." ifadelerine yer verdi. Afet İnan Tarih Araştırmaları Ödülü 1990 yılından bu yana iki yılda bir verilmekte olan Tarih Araştırmaları Ödülü. Afet İnan'ın anısını yaşatmak, onu genç kuşaklara tanıtmak ve tarih araştırmalarını teşvik etmek amacıyla 1990 yılında bir aile girişimi olarak verilen ödül, 1995 yılından itibaren Tarih Vakfı'nın akademik desteğiyle verilmeye başlandı. Asit Asitler, suyla hidrojen iyonları üreten hidrojen bileşiğidir. Hidrojen iyonları çözeltiyi "asidik" yapar. Asitler mavi turnusol kağıdının rengini kırmızıya çevirir. Eski Türkçede "hamız", ve bazı kaynaklarda da "ekşit" denir. Gıdaların çoğu asit içerir. Limonda sitrik asit, sirkede ise asetik asit bulunur. Farklı asitler, limona, sirkeye, ekşi elmaya ve şerbete keskin tadını verir. Aküler, sülfürik asit; midedeki sindirim sıvıları, hidroklorik asit içerir. Asitler, suda çözündüğünde hidrojen iyonları (H) üreten madde çözeltileridir. Asit maddelerin çoğu, saf katılar, sıvılar ya da gazlar olarak bulunsa da, sadece suda çözündüğünde asit gibi tepki verir. Asitler, çözeltiye hidrojen iyonu bırakan bileşiklerdir. Bütün asitler hidrojen (H+) içerir. Genelde; Bundan başka çok çeşitlilik gösteren başka özellikleri de bulunur. Bu spesifik özellikler, anyon muhtevası ve ayrılmamış moleküllerden dolayı olur. Çeşitli asitlerin molekülleri, çözeltiye farklı miktarda serbest Hidrojen bırakma eğilimindedirler. Asitler başlıca iki grupta toplanabilirler: Minerallerden ve metal olmayan maddelerden yapılan asitlere, inorganik asitler adı verilir. Yaygın inorganik asitler arasında, sülfürik asit (HSO), hidroklorik asit (HCl), nitrik asit (HNO) ve fosforik asit (HPO) yer alır. Endüstri her yıl bu asitlerden milyonlarca üretir. Bunlar plastik, lif, gübre, boya kimyasallarının yapımında kullanılır. Konsantre inorganik asitler çok aşındırıcıdır. Cilde zarar verebilir ve diğer metallerin içinde hızla eriyebilirler. Hidroflorik asit (HF), camın yapısını bozarken diğer inorganik asitler cam için tehlikeli değildir. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar, organik asitler adı verilen çeşitli asidik karbon bileşimleri üretir. Bunların çoğu zararsızdır; meyveler ve diğer yiyeceklere tat verir. Organik asitler yapıları karbon iskeletine dayalı asitlerdir. Formik, asetik, propiyonik, bütirik, fumarik, sorbik, sitrik ve malik asit gibi asitler ve bunların tuzları başlıca organik asitlerdir. Doğada saf olarak bitkisel ve hayvansal organizmada bulunabilirler ve ayrıca doğal yollardan elde edilebilirler. Hayvan vücudunda kullanılıp, metobolize olduktan sonra karbondioksit ve suya okside olurlar. Dolayısıyla canlı organizma için herhangi bir sağlık sorunu ya da bir risk oluşturabilecek hiçbir kalıntı bırakmazlar. Bu özellikleri nedeniyle organik asitler,kâr büyütme faktörlerinin hayvan beslemede kullanımının yasaklanmasından sonra antibiyotiklerin yerini alabilecek çok sayıda yapay organik asit üretilmiştir. Howard Phillips Lovecraft Howard Phillips Lovecraft (20 Ağustos 1890-15 Mart 1937), ABD'li korku yazarı ve Cthulhu Mitosu'nun yaratıcısı. Eserlerinde bilimkurgu ile korkuyu birleştiren ilk yazardır. 20 Ağustos 1890'da Rhode Island, Providence'de doğdu. Pazarlamacı olan babası Winfield Scott Lovecraft ve annesi Sarah Susan Phillips Lovecraft'ın tek çocuğuydu. Anne ve babası, ikisi de otuzlu yaşlarındayken evlenmişlerdi. 1893 yılında Lovecraft henüz 3 yaşındayken, babası Chicago'da bir iş gezisinde olduğu sırada kaldığı otel odasında ağır bir psikolojik rahatsızlık geçirdi. Providence'e geri getirilerek Butler Akıl Hastanesi'ne kaldırıldı. 1898 yılında bir sinir krizi sonucu geçirdiği felç yüzünden ölene dek burada kalacaktı. Babasının hastalığı ve ölümünün Lovecraft üzerinde oldukça büyük ve derin bir etkisi oldu. Babasının ölümünden sonra annesi, iki teyzesi ve büyük babasıyla aynı evde yaşamaya devam eden Lovecraft, annesinin yoğun baskısı altında yetiştirildi. Annesi onu bir kız çocuğu gibi yetiştiriyor, dışarı çıkmasına izin vermiyordu. Zamanla bu, Lovecraft'ta psikolojik kaynaklı alerjiler gelişmesine neden oldu. Belli bir sıcaklıktan yüksek havada dışarı çıkamıyordu. Asosyal ve içe kapalı büyüyen Lovecraft ilk şiirlerini 6 yaşında yazmaya başladı. Büyükbabası tarafından desteklenen yazar, Arap mistizmine ve gotik korku öykülerine ilgi duymaya başladı. Yazdığı garip öyküler annesini endişelendiriyordu. Annesinin baskısı ve sürekli hastalanan Lovecraft 8 yaşına kadar okula gidemedi. Okula başladığı ilk sene de yine ara vermek zorunda kaldı. Zamanını evde okuyarak ve astroloji ve kimya üzerine araştırma yaparak geçirdi. 4 yıl sonra yeniden Hope Street Lisesi'ne yazıldı. Büyükbabası 1904'te öldüğünde bu Lovecraft için büyük bir yıkım oldu, onun hayattaki tek arkadaşı ve destekçisiydi. Büyükbabası, arkasında birçok borçla fakirliğin kıyısında bir aile bıraktı. Aile, evlerinden ayrılıp çok daha küçük bir eve taşınmak zorunda kaldı. Doğduğu evden ayrılmak yazarı derinden etkiledi ve bu yüzden intihara kalkıştı. 1908'de liseden mezun olmadan hemen önce bir sinir krizi geçirdi ve diplomasını alamadı. Brown Üniversitesi'ne gitmek istiyordu fakat sağlık sorunları yüzünden başarılı olmadı. 1908-1913 yılları arasında birçok bilimkurgu öykü yazdı. Bu yıllarda insanlarla ilişkisi annesiyle sınırlıydı. Ancak bu The Argosy dergisine yazdığı mektupla değişti. Yazısıyla, UAPA adında bir amatör yayın derneğinin başkanı olan Edward F. Dass'ın dikkatini çekti. Daas, 1914'te Lovecraft'ı derneğe katılmaya davet etti. UAPA, yazarı birçok şiir ve deneme yazması konusunda teşvik etti. 1917 yılında " Mezar" ve "Dagon" başta olmak üzere birçok bilimkurgu ve polisiye öykü yazdı. Bu yıllarda birçok mektup arkadaşı edindi. Yazdığı uzun ve edebi mektuplar, onu yüzyılın en büyük mektup yazarı yaptı. Mektup arkadaşları arasında "Psycho"nun yazarı Robert Bloch, Clark Ashton Smith ve Barbar Conan 'ın yaratıcısı Robert E. Howard vardı. 1919'da geçirdiği depresyonun ardından Lovercraft'ın annesi de sinir krizi geçirerek Butler Akıl Hastanesi'ne kaldırıldı. Burada kaldığı süre boyunca oğluna birçok mektup yazdı. 21 Mayıs1921'de idrar kesesi ameliyatında hayata gözlerini kapadı. Lovercraft bir kez daha büyük bir yıkımla karşı karşıya kaldı. Annesinin ölümünden birkaç hafta sonra, Boston'da amatör gazeteciler kongresine katıldı. Burada yahudi Ukrayna kökenli bir aileden gelen Sonia Greene ile tanıştı. Sonia, Lovecraft'tan 8 yaş büyüktü. Buna rağmen çift 1924 yılında evlenerek New York'a taşındı. Yazarın teyzeleri bu evlilikten memnun kalmadı. Sonia'nın yahudi ve çalışan bir kadın olmasını onaylamıyorlardı. Lovercraft, New York'taki göz alıcı yaşamdan büyülenmişti ancak kısa sürede geçim sıkıntısı ve finansal problemlerle yüzleşmek zorunda kaldılar. Sonia, sahibi olduğu şapka dükkanını kaybetti, Lovecraft da bir türlü iş bulamıyordu. Bunun üzerine Sonia, çalışmak için Cleveland'a taşındı. Lovecraft, öykülerine konu olan Red Hook mahallesinde tek başına kalmıştı. Yazarın en verimli dönemi, yaşamının son on yılında Providence'e döndükten sonra başladı. En bilinen kısa öyküsü "Charles Dexter Ward Vakası" ve "Deliliğin Doruklarında"yı bu dönemde yazdı. "Alonzo Typer'ın Günlüğü", "Tümsek", "Kanatlı Ölüm" gibi birçok hayalet öyküsünü edebiyat dünyasına tanıttı. En üretken olduğu bu yıllarda iyice yoksullaşan yazar hayatta kalan teyzesiyle küçük bir pansiyona taşınmak zorunda kaldı. 1936'da yazara bağırsak kanseri teşhisi kondu. Yetersiz beslenme yüzünden durumu iyice ağarlaşan Lovecraft, 15 Mart 1937 yılında Providence'de yaşama veda etti. H.P. Lovecraft adı, 1926 yılında yazdığı korku romanı Cthulhu Mitosu'yla ölümsüzleşti. Bu roman, birçok filme, besteye ve çizgi romana esin kaynağı oldu. Günümüzde de yaşamını sürdüren aralarında Stephen King, Bentley Little, Joe R. Lansdale ve Neil Gaiman'ın bulunduğu birçok bilimkurgu yazarına esin kaynağı oldu. Lovecraft'ın hikâyelerinde tekrar eden birkaç tema: Yasak
, karanlık ve ezoterik bir şekilde gizlenen bilgiler Lovecraft'ın birçok eserinde ana temadır. Çoğu karakterini bu bilgilere merak veya bilimsel çaba iter ve birçok hikâyesinde açığa çıkarılan bilgiler doğadaki Promethean'a bir kanıttır. Böylece bilgiyi arayan kişi ya öğrendikleri yüzünden pişmanlık duyar, fiziksel olarak harap olur ya da bilgiyi elinde tutan kişi tamamen yok olur. Bazı eleştirmenler bu temanın Lovecraft'ın onu ilham ve bilgi için kendi içine bakmasına zorlayan, çevresindeki dünyayı hor görmesinin bir yansıması olduğunu savunurlar. Lovecraft'ın mitosundaki varlıklar genellikle insan hizmetçilere sahiptir; örneğin Cthulhu'ya Grönland Eskimoları, Louisiana vudu tarikatları ve dünya üzerindeki birçok başka kesim farklı isimlerle taparlar. Bu inananlar Lovecraft'ın anlatımına büyük katkıda bulunurlar. Mitosun çoğu varlığı insanlar tarafından yok edilmek için fazla güçlüydü ve onların doğrudan bilgisi sahip olana sadece delilik getirecek kadar korkunçtu. Böyle varlıkları ele alırken Lovecraft'ın açıklama sağlayabilecek ve gerilimi artırırken hikâyeyi erken sonlandırmasını engelleyecek bir yola ihtiyacı vardı. İnsan takipçiler onların tanrıları hakkında seyreltilmiş bilgi verme imkanı sundu ve baş karakterlerin ufak zaferler kazanmasını mümkün kıldı. Lovecraft, çağdaşları gibi, yabani insanları doğaüstü varlıklara uygar insanlardan daha yakın bir yere koydu. Lovecraft'ın hikâyelerinde tekrar eden bir diğer tema; bir neslin, atalarının işlediği suçların izinden asla kaçamayacakları fikridir, en azından yeterince gaddar olan suçların. Nesli sürdürenler suçtan hem yer hem de zaman (ve hatta kusur) bakımından çok uzakta olabilirler fakat yine de geçmiş onların yakasını bırakmaz. Örneğin "Duvarlardaki Fareler", "Gizlenen Korku", "Arthur Jermyn", "Simyacı", "Innsmouth Üzerindeki Gölge", "Sarnath'ın Ölüm Hükmü" ve "Charles Dexter Ward Vakası". Sıklıkla, baş karakter ya hareketlerinde özgür değildir ya da olayların akışını değiştirmenin imkansızlığıyla karşı karşıyadır. Çoğu karakteri sadece kaçmayı başarabilse tehlikeden kurtulabilir durumdadır, fakat bu kaçma şansı ortaya çıkmaz veya "Uzaydan Düşen Renk" ile "Cadı Evindeki Düşler"de olduğu gibi dış güçler tarafından engellenir. Genellikle karakterler kötü veya kayıtsız dış güçlerin zorlayıcı etkisi altındadırlar. Atalarından uzaklaşamamak ve hatta basitçe kaçamamak veya ölümün ta kendisi bile güvenlik sunmaz. Bazen de bu kıyamet tüm insanlığı tehdit eder ve kaçış mümkün değildir ("Uzaydan Düşen Gölge"). Lovecraft; Batı kültürünün çöküşü hakkında karamsar tezi, kendi modernlik karşıtı dünya görüşünde önemli etkiye sahip olan tutucu-devrimci Alman teorist Oswald Spengler'in çalışmalarına aşinaydı. Spengelerci dögüsel çöküş fikri bilhassa "Deliliğin Dağlarında" öyküsünde göze çarpar. S.T. Joshi, H.P. Lovecraft: Batı'nın Reddi adlı eserinde Lovecraft'ın politik ve felsefi düşüncelerini irdelerken Spengler'i odak noktasına koyar. Lovecraft 1927'de Clark Ashton Smith'e yazdığı mektubunda şöyle der: "Spengler üzerine akademik kanıt koymadan çok önce de benim düşüncem şuydu ki, mekanik ve endüstriyel çağımız apaçık bir çöküş içerisinde". Lovecraft ayrıca çöküş konusunu ele alan bir başka Alman filozofun düşüncelerine de aşinaydı: Friedrich Nietzsche. Lovecraft; karanlık, ilkel barbarlıkla mücadele eden medeniyet fikrini sıklıkla ele aldı. Bazı hikâyelerinde bu mücadele bireysel seviyededir; birçok baş karakteri belirsiz ve korkulan bir etkiyle yozlaşmış kültürlü, eğitimli insanlardır. Böyle hikâyelerinde “lanet” genellikle ırsidir, insandışı varlılkarla melezlenme sonucu (“Arthur Jermyn”, “Innsmouth Üzerindeki Gölge”) veya doğrudan büyü etkisiyledir (“Charles Dexter Ward Vakası”). Fiziksel ve zihinsel bozulma genelse bir arada gelir; bu “lanetli kan” teması Lovecraft’ın kendi aile tarihine olan ilgisini temsil ediyor olabilir, özellikle de Lovecraft’ın frengiden kuşkulanabileceği babasının erken ölümü. Diğer öykülerinde bütün bir toplum barbarlık tehdidi altındadır. Bazen barbarlık harici bir tehdit olarak bulunur, savaşta yok edilen medeni bir ırk gibi (“Kutupyıldızı”). Bazen soyutlanmış bir grup insan kendi iradeleriyle çöküşe ve atacılığa sürüklenir (“Gizlenen Korku”). Fakat bu tür hikâyeler sıklıkla insandışı güçlerin etkisindeki kötü niyetli aşağı sınıfın uygar bir kültürün aşamalı bir şekilde altını kazmasını içerir. Lovecraft’ın dünya görüşü üzerinde İngiltere’nin önemini aşama aşama kaybetmesinin ve bunla ilgili çatışmaların (Boer Savaşı, Hindistan, Birinci Dünya Savaşı) etkisi olup olmadığı hakkında analiz eksikliği vardır. Günlük hayatın temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan ve hala karanlık biri olan ve New York City’de Batılı olmayan göçmenleri gören Lovecraft’ı “kükreyen yirmiler”in düş kırıklığına uğratmış olması muhtemeldir. Irkçılık, Lovecraft eserlerinin “Lovecraft’ı modern insanlara sevdirmeyen” en tartışmalı özelliğidir ve eserlerinde Anglo-Sakson olmayan çeşitli ırklara ve kültürlere karşı küçük düşürücü birçok yorum göze çarpar. Anglo-Sakson ırkçılığının ortaya çıkardığı ilk dünya görüşünün sert özellikleri Lovecraft yaşlandıkça yumuşayarak kendini metaforik bir üstün ırka yükselten sıradan bir insana dair evrensel bir sınıfçılık veya elitistliğe dönüştü. Lovecraft başlangıçta tüm beyaz insanları diğerlerine göre iyi saymadı; fakat Anglo-Nordik halkı, özellikle de İngiliz soyundan gelenleri diğerlerinden üstün tuttu. Irkçı perspektifi inkar edilemez bulunurken çoğu eleştirmen Lovecraft’ın saygı uyandıran felsefi eserler yaratma yeteneğinden hiçbir şey eksiltmediğini söylüyor. Erken dönem makalelerinde, özel mektuplarında ve kişisel ifadelerinde ırksal bir sınırı, ırkların ve kültürlerin korunması için, şiddetli bir şekilde savunmuştur. Bu argümanlar gazetecilik çalışmalarında ve kişisel yazışmalarında farklı ırklara karşı doğrudan ifadeler şeklinde yer bulurken alegorik bir şekilde eserindeki insandışı ırklarda da yer buluyor olabilir. Lovecraft’ın eserleri daha dikkatli bir şekilde okunursa onun ırklara karşı tutumu vahşice bir biyolojik bakıştan ziyade kültürel bir şekilde karşımıza çıkar. Lovecraft’ın ırklar hakkındaki tutumu doğrudan zamanının etkisi altında, yaşadığı New England toplumunun bir yansıması olarak gözükse de bu açıklama New England’ın kölelik karşıtı aktivitelerde oynadığı merkezi role gönderme yapmaz. Geçmiş çağların atmosferini becerikli bir şekilde yaratıyor da olsa Lovecraft istekli bir şekilde New England tarihinin çoğuna cahil kaldı ve ırkçılığı zamanının popüler görüşlerinden daha sertti. Bazı araştırmacılar ayrıca zamanındaki sosyal değişim sırasında görüşünün değişmeyi başaramadığını not düşer. Yirminci yüzyılın sonunda insanın bilime olan güveni hem yeni dünyalar açıyordu, hem de insanın onları kavramaya olan yaklaşımını pekiştiriyordu. Lovecraft insanın evreni kavrayışındaki bu boşluk potansiyelini potansiyel bir korku olarak tasvir ediyordu. En dikkate değer şekilde “Uzaydan Düşen Renk”te, bilimin kirletici bir meteoriti anlamadaki yetersizliği korkuya yol açıyor. James F. Morton’a 1923’te yazdığı mektubunda Lovecraft, özellikle Einstein’ın görelilik kuramının dünyayı kaosa fırlattığından ve kozmosa bir jest yaptığından bahseder. Ve 1929’da Woodburn Harris’e yazdığı bir mektubunda teknolojik konforların bilimsel yıkım riski taşıdığını söyler. Gerçekten de insanların bilimi sınırsız ve kudretli olarak gördüğü zamanlarda Lovecraft, hayalinde alternatif bir potansiyel ve korkutucu sonuçlar gördü. “Cthulhu’nun Çağrısı”nda karakterler “bizimkilerden farklı olan, anormal, Öklid geometrisine ait olmayan ve tiksindirici bir kokuya sahip çemberler ve boyutlar”a sahip bir mimariyle karşılaşırlar. Öklid-dışı geometri, Einstein’ın genel görelilik kuramının matematiksel dili ve arka planıdır ve Lovecraft uzaylı arkeolojisini keşfederken sıklıkla ondan yararlanır. Lovecraft’ın eserlerine insanlara aktif bir şekilde düşman olan veya insanlara karşı kayıtsız yaklaşan birkaç belirgin tanrı panteonu (alsında insanlar tarafından tanrı şeklinde ibadet edilen uzaylılar) hakimdir. Lovecraft’ın asıl felsefesi “kozmik kayıtsızlık” olarak adlandırılır ve eserlerinde bu ifade açıklanmıştır. Eski Olanlarla (Cthulhu mitosundaki uzaylı varlıklar) ilgili birçok öykü insanların kökenine dair varolan dinlerdeki yaratılış mitlerine karşılık olarak alternatif mitler sunar. Örneğin “Deliliğin Dağlarında”da insanlığın aslında Eski Olanlar tarafından bir köle ırkı olarak yaratıldığını öne sürer. Baş karakterler genelde eğitimli kimselerdir ve inançsızlıklarını desteklemek için bilimsel ve rasyonel kanıtlar kullanırlar. Herbet West-Yeniden Canlandırıcı, akademik çevreler arasında ateizmin yaygınlığını aksettirir. “Gümüş Anahtar”da Randolph Carter hayal etme yeteneğini kaybeder ve dinde, özellikle de Congregationalist kilisede, teselli arar ama bulamaz ve en sonunda inancını kaybeder. Yaşamının erken dönemlerinde Lovecraft ateist bir duruşu benimsemiştir. 1932’de bir mektupta Robert E. Howard’a şöyle yazar: “Tüm dediğim şudur ki bir ruhlar aleminin, merkezi bir kozmik iradenin veya bir kişiliğinin sonsuz kalıcılığının varlığı fazlasıyla olanaksızdır. Bunlar evren hakkında yapılabilecek tahminlerin en mantıksız, en haksız olanlarıdır ve ben onları önemsiz boş laflar olarak saymak için yeterince kılı kırk yaran bir kişi değilim. Teoride agnostiğim ama radikal bir delilin ortaya çıkışına kadar, pratik ve geçici bir şekilde, ateist sayılmalıyım.” Macellan Boğazı Macellan Boğazı, Güney Amerika'nın en güneyinde Atlas Okyanusu'nu Büyük Okyanus'una bağlayan boğazdır. Ana kıta ile Tierra del Fuego Takımadaları'nı ayırır. Bu takımadalar, Arjantin ve Şili arasında paylaşılmıştır. Macellan Boğazı'nın uzunluğu 686 km, genişliği 4 ila 37 km'dir. Boğaz, 1520 yılında Macellan tarafından keşfedildiği için bu isimle anılmaktadır. Sis ve rüzgâr sebebiyle geçilmesi zordur. Boğaz üzerindeki en büyük liman ise Punta Arenas'tır. Macellan Boğazı, Panama Kanalı'nın inşaasından önce olduğu kadar büyük bir öneme sahip olmasa da, hâlâ birçok gemi tara
fından kullanılır. Fırtınalı güney kuşağında yer alan boğaz, tehlikeli bir su yolu olarak kabul edilir. Su seviyesindeki gelgitten oluşan farklılıklar, Patagonya'da hüküm süren kuvvetli rüzgârlar, kuvvetli akıntı ve dalgalara yol açar. Ağın Ağın İlçesinin tarihinin MÖ 16.-17. yüzyıllarda yöreye yerleşen Hurrilere kadar uzandığı bilinmektedir. Yörede hakimiyet kuran çeşitli kavimlerin egemenliğinde kalan Ağın, 1071 yılından sonra Türklerin Anadoluya girmesiyle 1115-1234'e kadar Artukoğulları yönetiminde kalmış, 1514 Çaldıran Savaşı'ndan sonra Osmanlı topraklarına katılmıştır. "Kamus-ül Alamîda İlçeye ilişkin şu bilgiler yer almaktadır. "Mamuret-ül Aziz" (Elâzığ) sancağında Eğin İlçesine bağlı bir bucaktır. 52 köyden oluşmuştur. 1954 yılında Elâzığ'a bağlı olarak bir ilçe olmuştur. Şu anda 16 köyü bulunan İlçenin, 1997 yılı nüfus sayımına göre 2103'ü ilçe merkezinde olmak üzere toplam nüfusu 3198'dir. Elâzığ ilinin Kuzeybatısında bulunup İl'e uzaklığı 77 km'dir. Ağın doğudan Çemişgezek, batıdan Arapgir, güneyden Keban, kuzeyden yine Arapgir ve Kemaliye ile çevrildir. Yüzölçümü 526 metrekare olup kuzey yönünde Hekemat Tepesi, güney yönünde Osman Tepesi, batı yönünde ise Aliuşağı tepelerinin arasında küçüklü büyüklü dereler arasına yerleşmiştir. Dereleri sulak olduğundan yeşilin her rengine rastlamak mümkündür. Fırat'ın bir kolu olan Karasu, İlçenin Doğu sınırı boyunca uzanmakta ve Keban civarında Murat Nehri ile birleşerek asıl Fırat'ı teşkil etmektedir. Daha önceleri tipik karasal Doğu ikliminin etkisinde olan ilçenin Baraj Gölünün oluşmasıyla ikliminde önemli bir yumuşama görülmüştür. Elâzığ'dan 77 km uzaklıkta olan Ağın'a ulaşım karayolu ile yapılmakta olup, Keban Baraj gölü üzerinden de feribotla sağlanmaktadır. İlçenin yaz ve kış İl yolu ve köy yolları ulaşıma açıktır. Ağın doğudan Keban Barajı, kuzeyden Erzincan, batıdan Malatya, güneyden Keban ilçesi çevrelemektedir. 1954 yılında kurulmuştur. Arapgir, Kemaliye, Çemişgezek ve Keban İlçeleri ile komşudur. Yüzölçümü 268 km², kıyı şeridi 70 km dir. Ağın, Elâzığ ilinin kuzey batısında bulunup, ile yaklaşık 85 km uzaklıktadır. Yüz ölçümü 268 km² dir. Rakım 955-1005 arasında değişmektedir. Ağın çevresi, genelde bir plato özelliği gösterir. Bu platolar, yükseltileri 3000 m.yi geçen Munzur Dağlarının güney yamaçlarından Keban Baraj gölüne doğru gittikçe yükselti kaybeden ve basamaklı bir yapıdaki platoların baraj gölü çevresindeki en alçaklarına tekabül eder. Ağın İlçe merkezi Ortalama 900–1100 m arasında uzanan bu alçak plato yüzeylerinin ve kuzeyden gelen Beyelması Deresi'nin ve batıdan gelen Akpınar derelerinin Keban Baraj Gölü'ne ulaşmadan hemen önceki tabanlı vadilerinin içinde kurulmuştur. Aynı zamanda bu kısım, bu iki derenin birleşmesiyle oluşan Ağın Deresi'nin kazdığı vadiyi günümüzde Keban Baraj Gölü'nün doldurmasıyla meydana gelen körfezin kuzeyinde yer alır. Keban Baraj Gölü'nün yapımıyla ilçe yarımada görüntüsü kazanmıştır. Eyüp oyuncakçılığı Eyüp Oyuncakçılığı Eyüp semtinde gelişen ve 1950'lere kadar süren, atık malzemelerden oyuncak üretimi geleneği. İstanbul’un dinsel amaçlı bir ziyaret mekanı olan Eyüp, özellikle "sünnet merasimi" nedeniyle ziyaret edildiğinden, çocuk müşterilere ulaşma imkânı sayesinde 17. yüzyıldan itibaren oyuncak üretiminin merkezi haline gelmiştir. Eyüp Sultan Türbesi'ne giderken İskele Caddesi üzerinde bulunan "Oyuncakçı Çıkmazı" denilen sokakta karşılıklı iki sıralı dükkanlarda yüzyıllarca oyuncak üretilmiş ve satılmıştır. Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'ne göre 1635’te Eyüp Oyuncakçılar Çarşısı'ndaki 100 dükkânda 105 oyuncakçı çalışmaktaydı. Kimi kaynaklarda ise Eyüp'te oyuncakçılığın ilk defa 18. yüzyılda "Dökümcü Hasan Usta" tarafından başlatıldığı yazılıdır. Sonrasında "Gümüşsuyulu Darbukacı Halil Efendi", "Küçük İsmail Efendi" oyuncakçı dükkanları açarak bu sanatın yayılmasına hizmet etmişlerdir. Ustalar, dükkânlarının arka tarafındaki atölyelerde ürettikleri oyuncakları ön tarafta satmaktaydılar. Eyüp'ü çevreleyen diğer semt ve bölgelerin yan ve atık malzemeleri Oyuncakçılar Çarşısı'nda üretilen oyuncakların hammaddesini oluşturmakta ve buradaki oyuncakçılığın üretim bağlamında sürdürülebilir olmasını sağlamaktaydı. Temel malzemeler Tahtakale'nin tahta atıkları, sobacıların atık tenekeleri, Sütlüce Mezbahası'ndan atılan deri ve bağırsak fazlası, Kağıthane ve Alibeyköy derelerinin biriktirdiği kilin kullanılmasından oluşmaktaydı. Bezeme olarak toprak boya ile ve sarı yaldızla, çocuklara hitap edecek dikkat çekici renkler (kırmızı, mavi, yeşil, beyaz) kullanılır, stilize, fazla karmaşık olmayan, yumuşak dalgalı şeritler, benek bezemeler, ışınsal ve basit çizgilerle yüzeylerin hareketlenmesi sağlanırdı. Eyüp oyuncakçıları, ahşap topaçlar, kaynana zırıltıları, kursak düdükleri, darbuka ve davullar, fırıldaklar, hacıyatmazlar, ahşap araba ve sandallar, beşikler, tahta kılıçlar, tefler gibi oyuncaklar üretirdi. Eyüp’te üretilen oyuncaklar, öncelikli olarak çeşitli etkinlikler için semte gelen halk tarafından tüketilmekteydi. Bunun yanında seyyar oyuncak satıcıları, buradaki oyuncakçılardan toptan olarak aldıkları oyuncakları küfeler içerisinde şehrin ve o zaman için imparatorluğun diğer bölgelerinde satmaktaydı. Bu şekilde merkezi bir üretim ağına sahip olan oyuncaklar kısıtlı ama etkin bir dağıtım ağı sayesinde farklı yerlere dağılabilmekteydi. Eyüp oyuncakçılığı, 19. yüzyılda Per'da açılan mağazalardaki oyuncaklarla rekabet edememiş, bu dönemde oyuncakçıların sayısı otuza kadar düşmüştür. 1957'de Eyüp Bulvarı'nın açılmasıyla Oyuncakçılar Çarşısı ortadan kalkmış ve Eyüp Oyuncakçılığı yok olmuştur. Kalan 28 parça Eyüp oyuncağı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi koleksiyonundadır, günümüzde sergilenmemektedir. İkibinli yıllarda İstanbul'da ev kadınlarına oyuncak yapımını öğreterek Eyüp Oyuncakçılığını canlandırma girişimleri vardır. Ağaçören Panlı olarak da bilinen Ağaçören, Aksaray'ın ilçesi. İlçe sınırları MÖ 3.-4. yüzyılda Hititler tarafından yerleşim alanı olarak kullanılmış olup, daha sonraları Bizanslılar zamanında Kapadokya bölgesi içinde kalmıştır. Bu zamanlara ait buluntular ilçe sınırları içindeki Taşkale ve Kilise mevkiinden elde edilmiştir. Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleri ile beraber bu bölgede Oğuzların Peçenekler yerleşmeye başlamışlardır ve daha sonra Anadolu Selçuklularına bağlı olarak kalmışlardır. Bu devletin yıkılması ile bölgeye Karamanoğulları hakim olmuşlar ve daha sonra Kadı Burhaneddin Beyliği hakimiyeti altında bulunmuşlardır. Osmanlı döneminde pek bir hareketlilik görülmeyen bölge, mütareke döneminde düşman işgaline uğramamıştır. Ancak, işgal altında bulunan bölgelerden çok sayıda göç almıştır. Panlı 1933 yılına kadar Aksaray'ın bir nahiyesi olmuştur fakat Aksaray ilçe yapılınca Ankara'ya bağlanmıştır. İlçenin adı 1961 yılında Ağaçören olarak değiştirilmiştir. Ankara'ya bağlı bir nahiye iken 15.06.1989 tarih ve 3578 sayılı kanun ile ilçe olarak Aksaray'a bağlanmıştır. İlçede nahiye iken 2 mahalle, ilçe olduktan sonra ise 5 mahalle olmuştur. 2013 tarihi itibarıyla ilçede 8 mahalle bulunmaktadır. Bunlar; Cumhuriyet Mahallesi, Fatih Mahallesi, Gümüştepe Mahallesi, Kale Mahallesi, Şehit Rasim Bozkurt Mahallesi, Yeni Mahallesi, Yılmazlar Mahallesi, Yurtsever Mahallesi, Zafer Mahallesi’dir. İlçede 1957 yılından günümüze kadar Nahiye Müdürü ile birlikte toplam 8 Belediye başkanı görev almıştır. Ağaçören İlçesi İç Anadolu Bölgesinin Orta Kızılırmak Bölümünün güneyinde yer almaktadır. Kuzeyinde Sarıyahşi İlçesi, Doğusunda Ortaköy İlçesi Güneyi Aksaray Merkez İlçesi ve Batısı ise Şereflikoçhisar İlçesi sınırları ile çevrilidir. İlçenin toplam yüzölçümü 385.000 hektar olup, rakımı ortalama 1100 m’dir. İlçenin yerleşim alanı plato olasına rağmen ilçe merkezi bir tepe üzerinde kuruludur. Güney ve Doğu bölümleri yörenin volkanik dağları olan Ekecik ve Hasandağı volkan küllelerinin soğuyarak sertleşmesiyle oluşan yumuşak kayalarla kaplanmıştır. Genelde toprak yapısı kumlu, kireçli ve çoraktır. Dalgalı bir görünüm arz eden toprakları üzerinde hakim bitki örtüsü bozkırdır. Doğal bitki örtüsü geven, çakır dikeni, kekik, burçak, ağaç türü bitkiler ise küçük akarsu boylarında yetişen söğüt, kavak, iğde ağaçlarıdır. İlçenin belli başlı tek akarsuyu güneybatısında bulunan peçenek çayıdır. İlçenin birçok deresi mevcut olup, üzerinde göletler yapılmış ve tarım alanlarının sulanmasında kullanılmaktadır. Belli başlı dereleri kilise, çelikgöl, camili ve kederli dereleridir. İklimi karasal olup, kısa geçen yazlar sıcak ve kurak,uzun geçen kışlar ise oldukça soğuktur. Yağan kar ve yağmurlar taşkın ve sel gibi afetlere sebebiyet vermektedir. İlçenin batısı genelde diğer bölgelere oranla ılık ve rutubetlidir. Bunun nedeni ise İç Anadolu Bölgesinin en büyük gölü olan Tuz Gölü ve Hirfanlı barajına yakın olmasındandır. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 1 belde, 27 köy ve 8 mahalleden oluşmaktadır. Eskil Eskil, Aksaray iline bağlı bir ilçedir. Eski kaynaklarda daha ziyade Eski il olarak geçen Eskil'in ilk kurulduğu yer bugün Gavuröreni olarak bilinen ve İlçenin daha kuzeyinde, Tuz Gölünün yakınında bulunan mevkiidir. Anadolu Selçuklu Hakimiyeti ile birlikte Sultan II. Kılıçarslan tarafından Eskil ve çevresine Türk boyları yerleştirilerek bölge Türkleştirilmiştir. Selçuklular zamanında Eskil'in Karaman Vilayetine bağlı Esb-Keşan Kazalar grubuna merkezlik yaptığı İstanbul Başvekalet arşivi İl Yazıcı defterinde belirtilmektedir. Geniş yerleşim yerlerine sahip Eskil'de tarihi kalıntılara rastlanılmaktadır. Böğet Köyü, Ortakuyu, Köşk, Hüyüklü, Mutlu, Çulfa, Sağsak ve Tosun Yaylalarında höyükler mevcut olup, mimari eser kalıntılarına rastlanılmaktadır. Ortakuyu yaylasında Bizanslılardan kalma Tiyatro kalıntıları bugünde mevcuttur. Bağdat yolu olarak bilinen tarihi yolun taş döşeli kısımlarına Bayramdüğün mevkisinde de rastlanılmaktadır Eskil Merkezinde Selçuklular zamanından kalma Ulu Camii mevcuttur. Eskil 1929 yılında belde statüsüne kavuşmuştur. Aynı tarihte Eskil
Belediyesi kurulmuştur. 1989 yılına kadar Karakol, Taşkapu ve Taşkesik mahalleleri mevcutken bu tarihte mahalle sayısı 11’e yükseltilip, Merkez (5 Yayla), Karşıyaka (2 Yayla), Cumhuriyet (9 Yayla),Mimar Sinan (3 Yayla), Fatih (11 Yayla), Mithatpaşa (7 Yayla), Zafer (5 Yayla), Fevzi Çakmak (7 Yayla), Yıldırım (10 Yayla), Hürriyet (8 Yayla), İstiklal (10 Yayla) şeklinde düzenleme yapılmıştır. İlçeye bağlı Eşmekaya Belediyesi 1971 yılında kurulmuştur. Cami-i Kebir ( 4 Yayla), Yenimahalle (4 Yayla), Kayacık (3 Yayla), Yeşilyurt (6 Yayla) olmak üzere 4 mahalleden oluşmaktadır. Eskil, 09.05.1990 tarih ve 3644 sayılı kanunla ilçe statüsüne getirilmiştir. Eskil 1929 yılında belde statüsüne kavuşmuştur. Aynı tarihte Eskil Belediyesi kurulmuştur. İlçeye bağlı 1 belde ve 8 köy bulunmaktadır. Merkez İlçe Belediyesi toplam ilçe yüzölçümünün yaklaşık 2/3 ünü kapsamaktadır. Merkeze bağlı 11 mahalle mevcuttur. Merkez, Karşıyaka, Cumhuriyet, Mimar Sinan, Fatih, Mithat Paşa, Zafer, Fevzi Çakmak, Yıldırım, Hürriyet ve İstiklal Mahalleleri. İlçeye bağlı Eşmekaya Belediyesi 1971 yılında kurulmuştur. Camiikebir, Yeşilyurt, Yeni Mahalle ve Kayacık olmak üzere 4 mahalleden oluşmaktadır. Bu mahallelere bağlı 14 yayla bulunmaktadır. Eskil İlçesine bağlı 8 adet Köy bulunmaktadır. Böğet, Başaran, Güneşli, Bayramdüğün, Celil, Çukuryurt, Katrancı ve Sağsak. Bu köylere bağlı 14 yayla bulunmaktadır. Güzelyurt, Aksaray Güzelyurt, Aksaray'ın ilçesi. Aksaray merkeze 45 km, Ihlara vadisine ise 15 km. uzaklıktadır. Eski adı Gelveri'dir. Doğal konumu, 19.yüzyıla ait mimarlık örnekleriyle Kapadokya merkezleri arasında seçkin bir yeri vardır. Hıristiyanlığın yayılması için çalışan Nazianuslu Gregor adlı din adamı Güzelyurt'u önemli bir merkez haline getirmiştir. Güzelyurt'ta yaşayan Rumlar, 1924 yılında yapılan mübadele de Yunanistan'daki Kavala şehrine bağlı Nea Kalvari beldesine, Selanik'te yaşayan Türkler de Güzelyurt'a yerleştirilmişti. Ayrıca ilçe, Niğdedende göç almıştır.İlçe merkezinde otel olarak kullanılan bir manastır ve çukurda kalan mahallede büyük bir Ortodoks kilisesi, biraz yukarıda taş döşeli yol ve çevresinde mağara kiliseler görülebilir. Güzelyurt’ta bulunan kiliseler: Ayrıca 1891 tarihinde kilise olarak inşa edilen ve hâlen cami olarak kullanılan kitabeli bir yapı da Güzelyurt'a ayrı bir özellik katmaktadır. Merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 10 köy vardır. Ortaköy, Aksaray Ortaköy, Aksaray'ın ilçesi. İlçeye bağlı 31 köy muhtarlığı mevcuttur. İlçe merkezinde 11 mahalle vardır. Ortaköy belediye başkanı Mahmut Ütük'tür. Sarıyahşi Sarıyahşi, Aksaray'ın ilçesi. Sarıyahşi ismini kesin olarak nereden ve nasıl aldığı tam olarak bilinememektedir. Ancak araştırmalar sonucu ulaşılabilinen kaynak ve yaşlılar tarafından anlatılanlara göre: İsmini, İbrahim Hakkı Konyalı´nın "Abideleri ve Kitabeleri ile Şereflikoçhisar Tarihi" adlı eserinde yer alan bilgilere göre, Yahşi Han´dan almıştır. Türk Askeri olan Yahşi Han yaralı olarak askerler ile Sarıyahşi'den geçerken vefat eder. O zamana kadar Sarı olarak bilinen yer, Yahşi ile birleşerek, şimdiki Sarıyahşi ismini alır. Sözlükte Yahşi "Güzel" anlamına gelmektedir. Yani Sarıyahşi, Sarıgüzel anlamına da gelmektedir. Saryahşi 1957 yılında Kasaba olmuştur. Bağlı olduğu yer Ankara ili Şereflikoçhisar ilçesi iken, 15.06.1989 tarih ve 3587 sayılı kanun ile ilçe olmuş ve yine aynı kanun ile il olan Aksaray'a bağlanmıştır. doğal step (Kır alan) olmasına rağmen oldukça yeşilliğe sahiptir. Kakao Kakao ("Theobroma cacao"), 4-8 metre boyunda ebegümecigiller (Malvaceae) familyasından çikolata yapımında kullanılan bir bitki türü. Doğal yetişme alanı Güney Amerika, Batı Afrika, Batı Hint adaları olmakla beraber, Tropiklerin genelinde yetiştirilmektedir. Theobromin adlı bir alkaloit eldesinde ve "kakao yağı" eldesinde kullanıldığı gibi, kakaonun tohumları da çikolata yapımında kullanılmaktadır. Kakao ağacını doğal yetişme alanları And Dağları'nın etekleri ile Amazon ve Orinoco ırmaklarının havzalarının 200–400 m yakınlarındaki yükseltilerdir. Orta Amerika'ya Mayalar tarafından getirildiği sanılmaktadır. Ilık iklimlerde düzenli yağmur alan, verimli topraklarda yetişir. Kakao geleneksel olarak Aztekler tarafından su ve baharatla karıştırılarak, özellikle dinsel ayinlerde kullanılan çikolata yapımında kullanılıyordu. İspanyol istilasından sonra Avrupa'ya getirilen kakao, süt ile karıştırılarak kullanılmaya başlandı ve kısa sürede popüler oldu. Kakao tozu zamanla kakao yağı ile karıştırılarak bugünkü çikolata ortaya çıktı. Günümüzde çikolata ile birlikte kakao tozu ve yağı en faydalı besinlerdendir. Böğürtlen, ahududu, çilek, yabanmersini gibi meyveler ondan sonraki sırada yer alır. Kakao, dünya çapında 70 bin kilometrekarenin üzerinde bir ekim alanına sahiptir. Üretimin % 40'ını gerçekleştiren Fildişi Sahili'ni, %15'er payları ile Gana ve Endonezya izlemektedir. Diğer kakao üreticileri, küçük miktarlarda olmakla beraber, Brezilya, Nijerya ve Kamerun'dur. Kakao ağacının tohumları ya hemen ya da bir süre sonra mayanlandırılır ve ardından kurutulur. Böylece tohumun acı lezzeti kaybolur ve hoş bir koku meydana gelir. Bu taneler kavurulurak, un haline getirilip yağı alınır. Sonra yeniden öğütülerek, toz halindeki kakao elde edilir. Kakao, sütle karıştırılıp içilir, ayrıca yağı alınmamış kakao tohumlarından çikolata yapılır. Sıtkı Davut Koçman Sıtkı Davut Koçman, (d. 13 Kasım 1912, İstanbul - ö. 15 Ekim 2005, Zürih), Türk iş adamı, sanayici ve hayırsever. Madencilik, otomotiv, tavukçuluk, yem, ilaç sanayi sektörlerinde çalışmıştır. Muğla Üniversitesi’ne verdiği destekten ötürü "Muğla'nın Babası" olarak tanınır. Sıtkı Davut Koçman, 13 Kasım 1912'de İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde doğmuştur. Babası Atatürk'ün sınıf arkadaşı Jandarma generali Kuruşcuoğlu Ali Kemâl Bey; annesi de saray doktorlarından Albay İsmail Hakkı Bey'in kızı Behice Hanım'dır. İlkokula Beşiktaş Şems-i Mekâtib'de başlayan Sıtkı Davut Koçman, babasının Atatürk ile anlaşarak Amasya Jandarma Komutanlığına tayin olunması üzerine 22 Şubat 1919'da Amasya'ya geçmiş; ilk ve orta öğrenimini burada tamamlamıştır. 1923 yılında Kastamonu Lisesine yatılı öğrenci olarak başlayan Sıtkı Davut Koçman, 1926-1927 öğretim yılında sınavla Zonguldak Maden Yüksek Mühendisliği Mektebi'ne girmiş ve bu okuldan 1930-1931 öğretim yılında birincilikle mezun olmuştur. Sıtkı Davut Koçman, 1932-1939 yılları arasında Türkiye'deki krom madenlerini bulan ve işleten ilk firma olan İngiliz Stanley Paterson firmasının Göcek İşletmelerinde müdürlük ve mühendislik görevlerini yürütmüştür. 1935 –1936 yıllarında Çorlu İstihkâm Taburunda Yedek Subay olarak askerlik görevini yapan Sıtkı Davut Koçman, 22 Mayıs 1937 tarihinde Tümgeneral Nazif Kayacık’ın kızı Fatma Mefharet Hanım ile evlenmiştir. Okşan Perese ve eski TÜSİAD Başkanlarından Ali Koçman’ın babasıdır. Göcek işletmesinin kapanması üzerine İstanbul'a gelen Koçman, 1940'ta bir nakliyat ve bir ithalat-ihracat şirketi kurarak ticarî hayata atılmıştır. 1941 – 1945 yıllarında Bursa’da ihtiyat yedek subaylığı yapan Koçman, dönüşünde taahhüt işlerine yönelmiştir. İlk olarak bakırın erimesi için gerekli olan çakmaktaşı bulunamadığından kapanmış bulunan Ergani Bakır İşletmeleri'ne, çakmak taşı çıkarma ve nakletme işine girmiştir. 1943-1947 arasında Zonguldak Kömür İşletmeleri'ne maden direği temini ve nakliyesi işini üstlenmiştir. 1948'de Erzurum-Horasan demiryolu inşaatını taşeron olarak yapmıştır. Ayrıca bu yıla kadar çalışmayan krom madenlerinin, Hükûmetin kararıyla işletmeye açılması üzerine, Fethiye Karakaklık krom madeninin işletmesini almış; ama sahile indirilen cevherlerin, gemi bulunmadığı için, sağlıklı biçimde ihracı mümkün olmamıştır. Bunun üzerine Alman Krupp firması ile 1949'dan itibaren gerçekleştirilen mümessillik ve krom anlaşması sonucu Krupp, İran'dan almakta olduğu krom madenlerinin tamamını Türkiye'den almayı ve karşılığında, Koçman'a gemi yapmayı kabul etmiş; ancak o tarihlerde Hükûmetçe yasaklanmış olan ticarette takas işlemine daha sonra Başbakan Adnan Menderes Hükümeti tarafından verilen izin üzerine Türkiye nakliye gemilerine kavuşmuş ve böylece 1952'de Koçtuğ Denizcilik ve Ticaret A.Ş. kurulmuştur. Sıtkı Davut Koçman, 1952'den itibaren peş peşe Köyceğiz Kromları A.Ş., Bursa Toros Kromları A.Ş. ve Kıyra Kromları Ltd. Şti.'lerini kurmuştur. Sıtkı Davut Koçman'ın Türk sanayiindeki asıl büyük atılımı otomotiv sektöründedir. O, 1957'de İngilizlerle ortak olarak İzmir'de BMC Sanayi ve Ticaret A.Ş.'ni ve tesislerini kurmuştur. Bu tesisler, Türkiye'de ilk kurulan entegre otomotiv üretim tesisidir. Burada ilk defa dizel oto-motor dökümhanesi kurulmuş ve ilk dizel motoru üretilmiştir. Ayrıca otomobil, kamyon, kamyonet ve traktör imalatı gerçekleştirilmiştir. Bu alandaki başarısı nedeniyle 1973'te İngiliz Kraliçesi II. Elizabeth tarafından Liyakat Nişanı verilmiştir. 1960 yılından itibaren tavukçuluk sektörüne öncülük eden Koçman, İsrail Yavne Kibutzu ile ortak Güneşli Tavuk Çiftliğini ve Türkiye'de paketlenmiş, mamul ve yarı mamul tavuk etini tanıtarak yaygınlaştıran Bandırma Banvit A.Ş.'ni; yine İsrail Habic firması ile ortak fennî tavuk yemi üreten İstanbul'da Topkapı Yem Sanayi A.Ş.; Bandırma'da Banvit Vitaminli Yem Sanayi A.Ş.; Bursa'da Bursa Vitaminli Yem Sanayi A.Ş.; Bolu'da Bolu Vitaminli Yem Sanayi A.Ş.'ni kurmuştur. Bugün bunlardan Bandırma ve Bursa tesisleri faaldir. Sıtkı Davut Koçman, tavukçuluk yanında Türkiye'de yine ilk olarak kanatlı hayvanlar için ilâç üretimine de girmiş ve İsrail Habic firması sahibi Dr. Benthovim ile ortak Topkapı Kimya İlâç Sanayii A.Ş. (Topkim)'i kurmuştur. Daha sonra ziraî ilâç alanında Topkapı Agrokim A.Ş. ile beşerî ilaç alanında da Med İlâç A.Ş.'ni; Sabancı grubu ile otomotiv yan sanayi mamulleri için Akkardan-Sa; Koç grubu ile de kamyon jantı üretimi yapan Tekersan A.Ş.'yi kurmuştur. Eğitim alanına büyük önem veren Sıtkı Davut Koçman, 1932 yılından başlayarak Türkiye'nin pek çok il ve ilçesinde okul, hastahane, sağlık
ocağı ve benzeri kurumları yaptırıp hizmete sunmuş; verdiği burslarla pek çok gencin Üniversite ve hattâ yurt dışı öğrenimlerini tamamlamalarını sağlamıştır. Bu arada Muğla Üniversitesini himayesine alan Sıtkı Davut Koçman, 80.000 m²'yi aşan kapalı alanlı bir yapılaşmayı gerçekleştirmiştir. Bakanlar Kurulu tarafından 2000 yılında "Devlet Üstün Hizmet Madalyası" ile ödüllendirilen Sıtkı Davut Koçman’a Muğla Üniversitesi tarafından 2000 yılında "Fahrî Doktor (Dr.h.c.)" unvanı verilmiştir. Sıtkı Koçman, 15 Ekim 2005’te Zürih’te hayatını kaybetmiş, İstanbul’da Feriköy mezarlığına gömülmüştür. Altay Altay, birden fazla anlamda kullanılmaktadır. Bunların tamamı ya da bir kısmı aşağıda sıralanmıştır. TÜBİTAK Hizmet Ödülleri Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) tarafından Hizmet Ödülü, bilim insanı yetiştirmek, kendi bilim dalını kurumsallaşmasına katkıda bulunmak, bilimsel kurum kurmak yoluyla bilime üstün hizmet edenlere verilir. Ödüllere ilişkin duyuru her yıl ekim ayı içinde yapılır. Murat Uyurkulak Murat Uyurkulak (d. 1972, Aydın), Türk çevirmen ve yazar. Uzun süre Radikal gazetesi dış haberler servisinde çalıştı. Milliyet Sanat, Gate, Radikal Kitap gibi dergilerde yazıları yayımlandı. İlk romanı Tol, Mahir Günşiray'ın yönetmenliğiyle Tiyatro Oyunevi tarafından sahnelendi. Yine Tol romanı 2008'de "Zorn" adıyla Almanca'ya, 2010'da Fransızca'ya, 2016'da İtalyanca'ya çevrildi. Yazılarını yayımladığı internetteki Afili Filintalar oluşumundan, bazı yazarlarının Reyhanlı saldırısı ve Gezi direnişi karşısında takındıkları tutum nedeniyle ayrıldı. 2016'da Babam ve Ailesi TV dizisinin senaryosunu yazan ekipte yer aldı. Mart 2017'de kapatılan Özgür Gündem gazetesi ile dayanışma amacıyla nöbetçi yayın yönetmenliği yaptığı için açılan davada Terörle Mücadele Kanunu'nun (TMK) 7/2 maddesi (Terör örgütü propagandası yapmak) ve 6/2. maddesini (Terör örgütlerinin bildiri veya açıklamalarını basma veya yayınlamak) ihlalden yargılandı. Yargı kararı sonucunda 15 ay hapse mahkum edildi. Cezası ertelendi. Behzat Ç. dizisinde polislerin Tol romanını okuduğu bir sahneye yer verildi. Trablus Antlaşması Trablus Antlaşması veya ABD - Osmanlı Sözleşmesi, 4 Kasım 1796 tarihinde ABD ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan yardımlaşma ve ticaret antlaşmasıdır. 1783 yılında, Avrupa standartlarına göre mütevazı da olsa, yeni bir denizci devlet olan ABD, denizlerde tek başına bayrak gezdirmeye başladı. 25 Temmuz 1785'te, Atlas Okyanusu'nda Cadiz açıklarında, bu yeni bayrağı taşıyan ilk gemi Cezayir açıklarında Osmanlı gemileri tarafından ele geçirildi. Bu gemi, Boston limanına bağlı, Kaptan Isaak Stevens'in idaresindeki Maria idi. Arkasından, Philadelphia limanına bağlı, Kaptan O'Brien'in Dauphin'i de aynı akıbete uğradı. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 ABD gemisi daha Osmanlıların eline geçti. Amerikan Kongresi, 27 Mart 1794 yılında, Osmanlı denizcilerine karşı koyacak güçte savaş gemileri inşa edilmesi veya satın alınması için, Başkan George Washington'a 700.000 altına yakın harcama yetkisi verdi. 5 Eylül 1795'te ABD bu tehdide karşı bir anlaşma yapmayı kabul etti. Bu anlaşmaya göre ABD, Cezayir'deki esirlerin iadesi ve gerek Atlas Okyanusu'nda, gerekse Akdeniz'de ABD sancağı taşıyan hiçbir gemiye dokunulmaması karşılığında, tek sefer mahsus 642.000 altın ve yılda 12.000 Osmanlı altını (21.600 dolar) ödeyecekti. Dili Türkçe olan ve 22 maddeden oluşan anlaşmaya, Amerika Birleşik Devletleri adına Joseph Donaldson ve Osmanlı adına Cezayir Beylerbeyi Cezayirli Hasan Paşa, nam-ı diğer Hasan Dayı, imza attı. Bu, ABD'nin iki asrı aşkın tarihinde, yabancı bir dille imzalanan tek anlaşması olduğu gibi, yabancı bir devlete vergi ödenmesini kabul eden tek ABD belgesidir. ABD, 22 maddelik bu antlaşmaya 1818 yılına kadar bağlı kalmıştır. Enigma makinesi Enigma; II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası tarafından gizli mesajların şifrelenmesi ve tekrar çözülmesi amacı ile kullanılan bir şifre makinesi. Daha açık bir ifade ile Rotor makineleri ailesi ile ilişkili bir Elektro-Mekanik aygıttı ve birçok değişik türü vardı. Enigma makinesi, ticari olarak 1920 li yılların başında kullanılmaya başlandı. Birçok ülkede Ordu ve Devlet kurumları için özel modeller üretildi. Bunların en ünlüleri II. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında Nazi Almanyası'nda kullanılan modellerdi. Alman ordu modeli olan Wehrmacht Enigma, en çok konuşulan modeldi. Bu makine kötü bir üne sahip oldu çünkü Müttefik şifreciler (Polonya şifre bürosu, Birleşik Krallık - Bletchley Park vb.) tarafından geniş mesajları çözümlendi. Şifre çözücülerin Müttefiklerin savaşı kazanmalarına büyük yardımları olmuştu. Bazı tarihçiler, Alman Enigma kod sisteminin deşifre olması sayesinde Avrupa'da savaşın iki yıl daha önce bittiğini ileri sürmektedirler. Enigma şifresinin bazı zayıf yanları olmakla birlikte, aslında diğer faktörler olan operatör hataları, prosedür açıkları ve nadir olarak ele geçen kod kitapları sayesinde çözümlenebildi. II. Dünya Savaşında Bletchley Park - Birleşik Krallık'ta üslenen Amerikalı ve İngiliz şifre çözücüler, o zamanın en yetenekli ve en değerli bilim insanı, matematikçi ve mühendis lerinden oluşmaktaydı.Bunlardan bazıları, daha sonra Bilgisayar biliminin kurucularından sayılacak Alan Matthison Turing ve dünyanın ilk dijital ve programlanabilir bilgisayarı olan Colossus'u yapan Thomas Harold Flowers'dır. Birçok Colossus bilgisayarı, II. Dünya Savaşı sırasında Alman Lorenz SZ40/42 şifre sisteminin çözülmesi işleminde olasılık hesaplayıcı olarak kullanılmıştır. II. Dünya Savaşı ve stratejik planların aktarılmasında kullanılan şifre sistemleri ve bunların çözülmesinde kullanılan algoritmalar, buluşlar, şifre çözücü makineler bir anlamda bilgisayar biliminin doğmasına neden olmuştur diyebiliriz. Diğer Rotor makineleri gibi Enigma da Elektro-Mekanik bir sistemdir. Temel olarak, rotor mekanizması sayesinde olasılık üreten bir mekanizmadır. Daktilo klavyesine benzer her bir klavye tuşuna basıldığında, rotorlar döner. Belirgin olarak tüm Enigma sistemlerinde öncelikle en sağdaki rotor döner, daha sonra ona komşu olan rotorlar bir veya daha fazla adım atabilir. Rotorun dişli mekanizması her algoritma programlanmadan önce sökülür ve farklı bir konumda takılırdı. Ayrıca her mesaj çekiminden önce operatör tarafından alt bölümdeki elektrik soketlerini farklı şekilde dizerek şifrenin çözümünü daha da zorlaştırırdı.Mekanik sisteme bağlı elektrik sistemi, operatöre gösterge bölümünde hangi harfin basıldığını ışıklı olarak gösterirdi. Savaş sırasında ve sonrasında kullanılan diğer Enigma makineleri. Mareşal (Türkiye) Mareşal, Türk Kara Kuvvetleri ve Türk Hava Kuvvetlerinde en yüksek olan askerî rütbe. Türk Deniz Kuvvetlerindeki karşılığı büyükamiraldir. Bu rütbe en yüksek askeri rütbe olmakla beraber diğer rütbelerden önemli bir farkı kıdem ve bekleme ile kazanılamamasıdır. Bu rütbe savaşta üstün yararlılıkları görülen ve en az Orgeneral ya da Oramiral rütbesine sahip subaylara TBMM tarafından ilgili kanuna dayanarak verilir. NATO kodu OF-10'dur. Mareşal sözcüğü Türkçeye Fransızca "maréchal" kelimesinden geçmiştir. "Maréchal" (nalbant, komutan) sözcüğü, Latince kökenli "mariscalcus" sözcüğünden gelir. Latince "Mariscalcus" kelimesi, Cermence (Eski Almanca) "at" ve "uşak" kelimelerinden unsurlar taşır. Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarındaki karşılığı Müşir'dir. 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasının ardından bir askeri rütbe haline getirildi. Bilinen ilk müşir Ahmet Fevzi Paşa'dır (Mabeyn Müşiri yapılış tarihi 25 Haziran 1832). 1833'te ise Damat Gürcü Halil Rifat Paşa ilk Tophane Müşiri oldu. Osmanlı dönemindeki bazı tanınmış müşirler şunlardır: Tanzimat döneminden I. Meşrutiyet'e kadar Osmanlı ordusunda Müşir sayısı 19'u aşmamış, II. Abdülhamit döneminde 24'e kadar yükselmiş, daha sonra İttihatçıların yaptığı askeri düzenlemeler ve tasfiyeler neticesinde 7'ye kadar düşürülmüştür. I. Dünya Savaşı'na girildiğinde Osmanlı Ordusu'nda hiç müşir bulunmuyordu. Türk ordusunda savaşta olağanüstü yararlılıkları görülen, Türk Silahlı Kuvvetleri için en az orgeneral (denizci ise oramiral) rütbesine sahip hayattaki ya da ölmüş olan orgenerallere, TBMM tarafından kanunla verilen bir askeri rütbedir. Bu rütbe yukarıda belirtilen şartlar haricinde süre beklemeyle kazanılamaz. TBMM tarafından şimdiye kadar sadece iki paşa Müşir ilan edilmiştir: Müşir rütbesi 26 Kasım 1934 tarihli 2590 sayılı Lâkap ve Unvanların Kaldırılması Hakkındaki Kanun'un üçüncü maddesi gereğince kaldırılmış ve Müşirlere Mareşal denmesine karar verilmiştir. TÜBİTAK Bilim Ödülleri Tübitak Bilim Ödülleri, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) tarafından her yıl, bilimsel araştırmalarıyla bilime evrensel düzeyde önemli katkılarda bulunmuş bilim insanlarına verilmekte olan ödüldür. Ödüllere ilişkin duyuru Ekim ayı içinde yapılır. http://oduller.tubitak.gov.tr/gecmis_bilim.htm Uzman erbaş Uzman Çavuşlar , Türk Silahlı Kuvvetlerinde Uzman Çavuş ve Uzman Onbaşı rütbesine sahip asker kişilerdir. En az lise veya dengi okul okulu mezunu olup muvazzaflık hizmetini çavuş rütbesi ile tamamlayanlardan, muvazzaflık hizmetini müteakip Türk Silahlı Kuvvetlerinin devamlılık arz eden teknik ve kritik görev yerlerinde görev yapan, bu kanun esaslarına göre istihdam edilenlerle, yönetmelikte belirtilen esaslara göre uzman onbaşılıktan uzman çavuşluğa geçirilenlerdir. En az ilköğretim okulu veya dengi okul mezunu olup muvazzaflık hizmetini müteakip, Türk Silahlı Kuvvetlerinin devamlılık arzeden teknik ve kritik uzmanlık görev yerlerinde istihdam edilenlerdir. Uzman erbaşlar Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı (Sosyal Güvenlik Kurumu) ile ilgilendirilirler. Türk silahlı kuvvetlerinin teknik ve kritik sınıfların da görev yapan personeldir. Astlık üstlük münasebetleri; uzman çavuş, sözleşmeli çavuş, çavuş, uzman onbaşı, sözleşmeli onbaşı, onbaşı, sözleşmeli er, er şeklinde sıralanmaktadır. Disiplin ve cezai müeyyi
deler ile yargılama usulü bakımından, erbaşların tabi oldukları hükümlere tabi olurlar. Uzman erbaşlar ilk sözleşmelerini müteakip bedeli karşılığında zatî tabanca edinebilirler ve görevli olmadıkları zamanlarda da resmî veya sivil elbise ile zatî tabancalarını göze görünmeyecek bir şekilde taşıyabilirler. En az on yıl görev yapıp Türk Silâhlı Kuvvetlerinden ayrılanlara, istifa veya istifa etmiş sayılmak suretiyle Türk Silâhlı Kuvvetlerinden ayrılan subay ve astsubaylar gibi; emeklilik durumunda ise, emekli subay, astsubay ve uzman jandarmalar gibi silah taşıma ruhsatı verilir. M.V.A.B. M.V.A.B ya da Mazeretim Var Asabiyim Ben, Mazhar-Fuat-Özkan'nın 8. stüdyo albümü. Bu albümde grup, yurtdışında David Bowie, Iggy Pop gibi önemli isimlerle çalışmış müzik adamı Erdal Kızılçay ile çalıştı. Albümün çıkış şarkısı albümle aynı adı taşıyan şarkıydı. İkinci klip ise sözlerini Fikret Kızılok'un yazdığı "Sakın Gelme"ye çekildi. Bir şarkı dışında bütün şarkıların sözlerinin ya da bestelerinin altında MFÖ üyelerinin imzası vardır. Bunun yanında Cüneyd Kosal bestesi "Hüseynî İlâhi" ya da "Bir Dertliyim Derdim Vardır" adıyla bilinen bir ilahinin "Allah Allah" adıyla yapılmış yeni bir düzenlemesi de albümde yer almaktadır. Bu albümden sonra grup, uzun bir süre müziğe ara verdi ve grup üyeleri solo çalışmalarına odaklandı. Collection (albüm) Collection, 2003 tarihli MFÖ albümü. 1989'da çıkan "The Best of MFÖ"'den sonra grubun çıkardığı ikinci toplama albüm olan "Collection", bir önceki best of'un aksine, grubun daha az bilinen şarkılarına odaklanmış ve bu şarkıları yeniden kaydetmiştir. 1995 tarihli "M.V.A.B" albümü sonrası bir duraklama dönemine giren grup, Kasım 2002'de Doğan Müzik Company ile anlaşan grup, müzik hayatına bir toplama albüm ile dönmeye karar verdi. Yapımcıların yeni bir şarkı isteği üzerine bestelenen "Enayi Miyim Ben?" adlı bir beste dışında tamamen eski MFÖ şarkılarının yeni düzenlemelerinden oluşan bu albümde sadece "Gözyaşlarımızı Bitti Mi Sandın?" ve "Ele Güne Karşı", "The Best of MFÖ"'de yer almıştı. Albümde "No Problem"'den ve "Ele Güne Karşı Yapayalnız"'dan dörder, "Geldiler" ve "Vak the Rock"'tan ise ikişer şarkı yer aldı. "Peki Peki Anladık", "Dönmem Yolumdan", "Agannaga Rüşvet", ve "M.V.A.B." ise albümde temsil edilmedi. Haziran 2002'de daha sonra Collection'da yayınlanacak "Ele Güne Karşı" ve "Yalnızlar Garı" düzenlemeleri MFÖ adı altında bir single olarak piyasaya sürüldü. Albümden "Tam Ortasındayım" şarkısına klip çekildi. Jandarma Genel Komutanlığı Jandarma Genel Komutanlığı, Türkiye'de il ve ilçe belediye sınırları dışında kalan veya polis teşkilatı bulunmayan yerler ile Sahil Güvenlik Teşkilatı bulunmayan kıyı, deniz ve sahillerde görev yapan silahlı genel kolluk kuvvetidir. 1983 tarihli ve 2803 sayılı Jandarma Teşkilatı Görev ve Yetkileri Kanunu ile 1934 tarihli ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Sâlahiyet Kanunu'nda ve diğer yasalarda kendisine verilen görevleri yerine getiren Jandarma Teşkilatı, İçişleri Bakanlığına bağlı olarak çalışır. Seferberlik ve savaş hallerinde Komutanlığın, Genelkurmay Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlar Kurulu kararıyla belirlenecek bölümleri Kara Kuvvetleri Komutanlığı emrine girer; kalan bölümleriyse normal görevlerine devam eder. 2004 yılına kadar Zaptiye Müşirliğinin kuruluş tarihi olan 16 Şubat 1846'da kurulduğu düşünülen Jandarma Teşkilatı hakkında, 1839 yılına kadar arşiv kayıtlarına rastlandığı için Teşkilatın kuruluş tarihi 1839 olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Kuruluş tarihi tam olarak saptanamadığından 1839 tarihi, Asakir-i Zaptiye Nizamnamesi'nin kabul tarihi olan 14 Haziran 1869 ile birleştirilerek 14 Haziran 1839 tarihi elde edilmiş ve bu tarih Teşkilatın kuruluş günü olarak kutlanmaya başlamıştır. 16 Şubat 1846 tarihinde Seraskerliğe bağlı Zaptiye Müşirliği kurularak eyalet ve sancaklardaki Umuru Zaptiye teşkilatları bu kurum bünyesine alınmıştır. Tek makamdan komuta edilen bu yeni askerî zabıta sınıfı, iç güvenlik ve kamu düzenini sağlamakla görevlendirilmiştir. 14 Haziran 1869 tarihindeyse ilk Jandarma tüzüğü olarak bilinen Asakir-i Zaptiye Nizamnamesi kabul edilmiştir. Nizamname'de öngörüldüğü üzere her vilayette alay, tabur, bölük ve takım şeklinde yapılanan ve personeli piyade ve süvarilerden oluşan Zaptiye Alayları kurulmuştur. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından Sadrazam Mehmet Sait Paşa, Batı tarzı bir zabıta teşkilatı oluşturulmasına yardımcı olmaları için ülkeye İngiliz ve Fransız subaylar davet etmiştir. Yapılan çalışmalar doğrultusunda teşkilatlanmada reformlar yapılarak ve 20 Kasım 1879 tarihinde yine Seraskerlik'e bağlı olarak çalışan Umum Jandarma Merkeziyesi kurulmuştur. Jandarma, 1909 yılında İkinci Meşrutiyet’le kurulan Harbiye Nezâretine bağlanmış ve adı Umum Jandarma Kumandanlığı olarak değiştirilmiştir. Ardından, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı boyunda bir yandan önceki görevlerine devam etmiş diğer bir yandan da pek çok cephede ordunun bir parçası olarak ülke savunmasına katkı sağlamıştır. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte pek çok kurumunda olduğu gibi Jandarmada da yeniden düzenlenlemelere gidilerek 1918 yılında kapatılan Jandarma Astsubay Okulu İzmit’te yeniden açılmış; Sabit Jandarma Bölge Müfettişlikleri ile İl Jandarma Alay Komutanlıkları yeniden yapılandırılmış ve Seyyar Jandarma Birlikleri kuvvetlendirilmiştir. 10 Haziran 1930 tarihli ve 1706 sayılı Jandarma Kanunu doğrultusunda, Komutanlık bugünkü hukuki konumuna ulaşmıştır. 1935 yılına gelindiğinde Jandarma Subayları Harp Okulunda yetiştirilmeye başlanmış; 1937 yılındaysa Jandarma Teşkilat ve Vazife Nizamnamesi kabul edilmiştir. Komutanlık, 1939 yılında Sabit ve Seyyar Jandarma Birlikleri ile Jandarma Eğitim Birlikleri ve Okulları olmak üzere üç kısım olarak yeniden yapılandırılmıştır. 16 Temmuz 1956 tarihli ve 6815 sayılı Kara Sınırlarının Korunması ve Güvenliği Hakkında Kanun, Gümrük ve Tekel Bakanlığına bağlı bir tümen olan Gümrük Umum Kumandanlığının sınır, kıyı ve karasularının güvenliğini sağlama, gümrük bölgelerinde kaçakçılığı engelleyip takip etme ve soruşturma görevlerini Jandarma Genel Komutanlığına yüklemiştir. Kanunun kabulünden bir yıl sonra Jandarma Sınır Birlikleri tugay haline getirilmiş; ayrıca Jandarma Eğitim Tugayları da oluşturmuştur. 1961 yılına gelindiğinde Jandarma Bölge Komutanlıkları kurulmuş; iki yıl sonra Foça’da Jandarma Komando Okulu açılarak Jandarma Komando Birlikleri kurulmuştur. 1968 yılında Diyarbakır’a Hafif Helikopter Bölük Komutanlığı ismiyle Jandarma Havacılık Birliği kurulmuştur. Daha sonra Jandarma Komando ve Havacılık Birlikleri, 1974 yılında düzenlenen Kıbrıs Barış Harekatı’na katılmıştır. 12 Eylül Askerî Darbesi’nin ardından 1982 yılında kıyı ve karasuların korunması görevi Sahil Güvenlik Komutanlığına devredilmiş; bir yıl sonra 2803 sayılı Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu kabul edilmiştir. 1988 yılına gelindiğinde kara sınırlarının korunması ve güvenliğinin sağlanması görevleri Kara Kuvvetleri Komutanlığına yüklenmiş olsa da İran ve Suriye sınırının bir kısmı ile Irak sınırının tamamının korunması hâlâ Jandarmanın sorumluluğundadır. Daha sonra, 23 Mart 1989 tarihinde başlatılan, suç delillerinin bilimsel ve teknolojik yöntemlerle araştırılmasına yönelik bir çalışma kapsamında, 1993 yılında Ankara’ya Jandarma Kriminal Daire Başkanlığı, 1994 yılında Van, 1998 yılında Bursa, 2005 yılındaysa Aydın Jandarma Bölge Kriminal Laboratuvar Amirlikleri kurulmuştur. 15 Temmuz Askerî Darbe Girişimi’nin ardından ilan edilen olağanüstü hal kapsamında çıkan 25 Temmuz 2016 tarihli ve 668 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Jandarma yapısında sivilleştirmelere gidilerek tamamen İçişleri Bakanlığına bağlanmıştır. Jandarma Genel Komutanlığı, 15 Temmuz Askerî Darbe Girişimi’nin ardından çıkartılan 668 sayılı Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnamesi'nden önce Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir parçası olarak Silahlı Kuvvetlerle ilgili görevleri, eğitim ve öğrenim bakımından Genelkurmay Başkanlığına, emniyet ve asayiş işleriyle diğer görev ve hizmetlerin yürütülmesi yönündense İçişleri Bakanlığına bağlı; Jandarma Genel Komutanıysa İçişleri Bakanına karşı sorumluydu. Genelkurmay Başkanlığınca lüzum görülen hâller ile sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hâllerinde gerekli olan bölümü ile Kuvvet Komutanlıkları emrine girer, kalan bölümü ile Jandarma Genel Komutanlığı emrinde normal görevlerine devam ederdi. 2015 yılındaki İç Güvenlik Reformu kapsamında Jandarma Genel Komutanlığının askerî yapısı gevşetilmiş ve bağlılık yönünden İçişleri Bakanlığının rolü daha da etkin hâle getirilmiştir. Reform kapsamında İl Jandarma Komutanlarının; Jandarma Genel Komutanı, Genelkurmay Başkanı, İçişleri Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın imzalayacağı müşterek bir kararnameyle; İlçe Jandarma Komutanlarının ise Jandarma Genel Komutanı'nın teklifi ve İçişleri Bakanı'nın onayıyla atanması ön görülmüştür. 668 sayılı Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnamesi ile Komutanlık yapısı daha sivil hale getirilmiştir. Bu amaçla Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu'ndaki Jandarmanın, Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir parçası olarak Silahlı Kuvvetlerle ilgili görevleri, eğitim ve öğrenim bakımından Genelkurmay Başkanlığına bağlı olduğuna yönelik hüküm kaldırılmış; Komutanlık tamamen İçişleri Bakanlığına bağlanmıştır. Komutanlık teşkilatının; kuruluş, kadro ve konuş yerlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri esaslarına göre Genelkurmay Başkanlığının görüşü alınarak düzenlenmesi hükmü kaldırılmış; Komutanlığın, Kuvvet Komutanlıkları emrine girmesi durumu da yeniden düzenlenmiştir. Sıkıyönetim halinde emre girme kaldırılarak savaş ve seferberlik hallerinde hangi birimlerin emre gireceğinin belirlenmesinde Genelkurmay Başkanlığının görüşü alınması ön görülmüştür. Jandarma Genel Komutanı ile Yardımcılarının, generallerin ve İl Jandarma Komutanlarının atamalarında Genelkurmay Başkanlığının teklifi gerekliliği kaldırılarak diğer subay ve astsubayların atanmalarında İçişleri Bakanlığı yetkili kılınmıştır. 2803 sayılı Jandarma Teşkilat
, Görev ve Yetkileri Kanunu'na göre jandarmanın görevleri; adlî, askerî, mülkî ve diğer görevler olmak üzere dört ana başlık altında toplanmaktadır. Uzman Jandarmalar yalnızca Türk Jandarması bünyesinde Muvazzaf Uzman Jandarma Çavuş olarak görev yapmakta olup Uzman Jandarma Okulunu başarıyla bitiren Uzman Jandarma Çavuştan Uzman Jandarma Sekizinci Kademeli Çavuş rütbesine kadar olan asker kişilerdir. 2016 yılı Temmuz ayı itibarıyla Jandarma Genel Komutanlığında görev yapan 21.303 Uzman Jandarma bulunmaktadır. Uzman Jandarma Okulu 2013 yılında kapatılmıştır ve günümüzde Uzman Jandarma alımı yapılmamaktadır. Michel Houellebecq Michel Houellebecq (), 26 Şubat 1958'de Réunion adasında doğmuş bir Fransız yazarıdır ve gerçek ismi Michel Thomas'dır. Les Particules élémentaires (Temel Parçacıklar) ve Platform romanları ile tartışmalı bir uluslararası şöhret kazanmıştır. En olumsuz eleştirilerin yanı sıra, onu yeni Fransız edebiyatının cevheri olarak gören değerlendirmeler de bulunmaktadır. Eserlerinin tarzının ve içeriğinin Kurt Vonnegut, Bret Easton Ellis ve J. G. Ballard'ı andıran yönleri bulunmaktadır. H.P. Lovecraft'tan çok etkilendiğini kendisi de dile getirmektedir. Bir dağcı olan babası ve anestezist hekim annesinden pek ilgi görmediği anlaşılmaktadır. 6 yaşına kadar Cezayir'de anneannesi tarafından büyütülmüştür. Ardından bir komünist militan olan babannesi Henriette'e teslim edilmiş, ve babannesinin kızlık soyadı olan Houellebecq'i ileriki yıllarda yazı hayatında kullanmıştır. Fransa devletine yönetici yetiştirme geleneğine sahip Grandes écoles hazırlık sınıflarından sonra Paris'te Ziraat Mühendisliği tahsili yapmıştır. 1978'deki mezun olduğu okulda edebiyat ve film çalışmalarına katılmıştır. Ardından l’École nationale supérieure Louis Lumière'e geçerek sinema bölümünde kameramanlık eğitimi almıştır. 1981'deki mezuniyetini evlilik, çocuk, işsizlik, depresyon ve boşanma izlemiştir. Bir süre Fransa Millet Meclisi'nde bilişimci olarak çalışmıştır. 1991'de yayınladığı ilk iki şiir kitabı pek yankı uyandırmamışsa da, sonraki kitaplarının ana temaları (varoluşçu yalnızlık, liberalizme tepki ve kişilerin mahrem hayatı) bu şiirlerde görülebilmektedir. İlk romanı "Extension du domaine de la lutte" (Mücadele alanının genişletilmesi) pek çok yayınevi tarafından reddedilmesinin ardından 1994'te yayınlanmıştır. Bu romanı ile çağdaş insanın duygusal analmda fakirliği üzerinde yoğunlaşmış bir grup genç yazar arasında yerini almıştır. Herhangi bir reklam kampanyasına konu edilmemiş olmasına rağmen, okurların aralarında tavsiyeleriyle ünü yayılan roman sonradan Fransa'da (Philippe Harel, 1999) ve Danimarka'da (Jens Albinus, 2002) filme aktarılmıştır. Bir sonraki romanı Les Particules élémentaires (Temel parçacıklar), isim vererek saldırdığı tanınmış kişiler, yazarın mensup olduğu edebiyat dergisi Perpendiculaire'den 'şaibeli görüşler' suçlaması ile uzaklaştırılması ve Houellebecq'in tepkileri nedeniyle medyatik bir boyut kazanmış, çoksatanlar listesine girmiş ve İngilizce çevirisi 2002 IMPAC ödülünü kazanmıştır. Bu roman ile Houellebecq Fransa içinde ve dışında gazetelerin ve edebiyat dergilerinin aranan bir yazarı konumuna gelmiştir. İrlanda ve İspanya'da yaşamaya, dünyayı dolaşmaya başlamıştır. Bu arada sözlerini yazdığı ve şarkılarına -konuşarak- eşlik ettiği bir albüm de çıkarmıştır. 2004 yılında Flammarion yayınevinden ayrılarak güçlü Lagardère grubu tarafından kontrol edilen Fayard yayınevine 'transfer' olmuş, bu transferleri Fransız yayın dünyasında pek rastlanmayan para miktarları ve şartlar (eserlerinin sinemaya uyarlanması garantisi gibi) söz konusu olmuştur. 2005 Fransız edebiyat sezonuna (Fransız yayın dünyasında 'sezon' kavramı son derece geçerlidir) La Possibilité d'une île (Bir ada imkânı) romanı ile girmiş, sezonun diğer 600 kadar kitabını medyada ve piyasada gölgede bırakmıştır. 2001'de Platform romanının yayınlanması esnasında Lire edebiyat dergisine verdiği bir röportajda İslam dini hakkında kullandığı ifadeler nedeniyle (özellikle 'en aptalca din' ifadesi), Müslüman cemiyetlerini ve Fransız İnsan Hakları Derneği'ni bir araya getiren bir grup davacı kuruluş tarafından, ırkçı hakaret ve halklar arasında nefreti teşvik suçlarından mahkemeye verilmiş, ancak İslamiyet'i eleştirmenin ırkçılık olmadığı hükmüyle beraat etmiştir. Nefrete varan İslam dünyası düşmanlığı Temel Parçacıklar romanında da kendini göstermektedir ('Ne zaman bir Filistinli'nin öldürüldüğünü duysam, zevkten titriyorum!', 'Tayland'ın güneyindeki Müslüman azınlık ülkedeki fuhuş sektörü ile mücadele ederek en tatlı duygulara karşı çıkmış oluyor!' -Houellebecq uluslararası seks turizmini alenen savunmaktadır). -Bu arada oğlu ile temasını kesmiş bulunan- annesinin Müslümanlığı kabul etmiş bulunduğunu da belirtmek gerekir. Aleksandr Soljenitsin Aleksandr İsayeviç Soljenitsin (d. 11 Aralık 1918; Kislovodsk, Stavropol Krayı - ö. 3 Ağustos 2008, Moskova), 1970 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Rus yazardır. 1942'de üniversite diplomasını aldı. 1939-1945 arasında dört sene Sovyet ordusunda görev aldı. 1942 yılında yüzbaşı rütbesiyle II. Dünya Savaşı'na katıldı. Ancak cephedeyken yazdığı mektuplarda Josef Stalin hakkında eleştirilerini belirtince tutuklandı ve sekiz yıl ceza kampında hapis cezasına çarptırıldı. Sovyetler Birliği'nin Adolf Hitler'le uzlaşma yolu bulmasının savaşı önleyebileceğini, bu yüzden Sovyet halkının savaştan dolayı yaşadığı yıkımdan Stalin'in Hitler'den daha fazla sorumlu olduğunu iddia etti. Savaş bittikten sonra Moskova yakınlarındaki bir hapishaneye konulan Soljenitsin, 1950'de Kazakistan'da bulunan Ekibastus'ta siyasal tutuklular için düzenlenmiş özel bir kampa gönderildi ve üç yıl burada kaldı. Onu izleyen yıllarda istenmeyen kişi (persona non grata) ilan edildiği için sürgüne gönderildi. Kazakistan'ın Kok Terek köyünde öğretmenlik yapmaya başlayan yazar, bu dönemde kansere yakalandı ve bir süre Taşkent'te tedavi gördü. Yeni parti şefi Nikita Kruşçev tarafından başlatılan Stalin'in etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik operasyonlar çerçevesinde hakları geri verildiği için Ryasan'da çalışmasına olanak tanındı. 1962'de ""İvan Denisoviç'in Yaşamında Bir Gün"" adlı kitabını çıkardı. Bu öyküsünün başarısı üzerine kendini tamamen yazarlığa veren "Soljenitsin", zorunlu çalışmayı anlatan Stalin karşıtı bu yapıtıyla Hruşçyov'in takdirini kazandı ve bir yıl sonra Sovyet Yazarlar Birliği'ne kabul edildi. Ancak ""Matryonin dvor"" ve ""Dlya polzı dela"" adlı öyküleriyle tekrar partinin hedef tahtası haline geldi. 1966'da yazara ülke dışına çıkma yasağı konuldu ve üç yıl sonra Yazarlar Birliği'nden çıkartıldı. Yaşadığı dönem boyunca çeşitli cezalara çarptırılan Soljenitsin'ın çalışma kampları hakkındaki kitabı Gulag Takımadaları, kapitalist ülkelerde yayına girdi ve anti-Sovyet propagandanın öğelerinden biri oldu. Yazar kendisine verilen 1970 Nobel Edebiyat Ödülü'nü dört yıl sonra alabildi. Bu ödülün kendisine politik nedenlerle verildiği iddia edildi. 1974'te Sovyet hükümeti Soljenitsin'in vatandaşlığını iptal edip, onu sınırdışı etti. İki sene İsviçre'de kaldıktan sonra 1976'da Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşti. Bu dönemde "Soljenitsin" Vietnam'a Amerikan müdahalesini destekledi, Vietnemda Amerikalı tutsakların köleleştirildiğini iddia etti. 1974 Portekiz Karanfil Devrimi'ne karşı Amerika'nın müdahale etmesi gerektiğini savundu. ABD ve Sovyetler Birliği barışı hakkında yazan Amerikalı yazarları eleştirdi. 1989'da yeniden Yazarlar Birliği'ne alındı. O dönem iktidarda bulunan Mihail Gorbaçov, yazarın yurttaşlık haklarının geri verilmesi doğrultusunda çalışmalar başlattı ve sürgünüyle ilgili kararı 1991 yılında resmen kaldırttı. 1994'te Rusya'ya dönen yazar parlamento önünde yaptığı konuşmada Rusya'nın kendisine göre hatalarla dolu demokrasiye geçiş şeklini eleştirdi. Komünizm dönemi Rusyasını anlattığı Gulag Takım adaları, birçok otoriteye göre Komünizmin sonunu getiren eserdir. 3 Ağustos 2008 tarihinde, babasının Moskova'daki evinde, kalp yetmezliği nedeniyle yaşamını yitirdi. Soljenitsin'in romanları hapis ve savaş deneyimlerini anlatır. "İvan Denisoviçin Yaşamında Bir Gün" (1962) ve "İlk Çember" (1964) hapis sahneleri içerir. "Kanser Koğuşu" (1966) bir hastanede geçmektedir. Hapishane ve hastane imgelerini toplumsal simgeler olarak kullanan yazar, devrimci ideallerle sert politik gerçeklikler arasındaki çelişkiyi gösterir. Kahramanları, tiranlık ve zulüm üzerindeki onurun zaferini belirtir. Soljenitsin bu bağlamda, "Kırmızı Tekerlek" adında dört ciltlik uzun bir tarihsel roman tasarlamıştır. Birinci cilt, "Ağustos 1914" (1971) 1914'teki I. Dünya Savaşı'nı anlatır. Bu romanın 1917 Ekim Devrimi'nin tarihsel anlamına vurgu yapan genişletilmiş ve düzenlenmiş bir baskısı 1989'da yayımlanmıştır. İkinci cilt, "Kasım 1916" 1993'te yayımlanmıştır. 1960'ların sonu ve 1970'lerin başında, Sovyet hükümeti, Soljenitsin'i romanlarında ülkesini küçük düşürdüğü için suçlamış ve 1973'te Paris'te yayınladığı üç ciltlik "Gulag Takımadaları, 1918-1956" romanından sonra da bu baskılarını arttırmıştır. Bu kitap, Sovyet hapishane kamplarının bir incelemesiydi. "Gulag Takımadaları"nın iki cildi 1975'te, üçüncü cildi de 1976'da yayımlandı. Soljenitsin, Sovyetler Birliği'ndeki son yıllarından "Görünmez Müttefikler" (1971) ve "Meşe ve Dana" (1975) otobiyografilerinde bahsetmiştir. 1990'da, Sovyet hükümeti yazarın vatandaşlığını geri verdi ve Soljenitsin 1994'te Rusya'ya geri döndü. 3 Ağustos 2008'de babasının Moskova'daki evinde kalp yetmezliğinden 89 yaşında hayata gözlerini yumdu. 2007 yılında Rusya devlet başkanı Vladimir Putin kendisine ödül vermiştir. Tekteker Tekteker, bir tane tekeri olan ve kas gücü ile giden pedallı bir araçtır. Çoğunlukla spor veya gösteri amaçlı kullanılır. Elektrik enerjisi ile çalışan ve jiroskop teknolojisinden yararlanan türleri de vardır. Nadir olarak şehir içi kısa mesafelerde (20 kilometreye kadar) kullanır. Adından da anlaşılacağı gibi, tekteker bir tane tekerleği olan ve kas gü
cü ile giden pedallı bir araçtır. Kadro, tekerlek ve sele ana parçalarından oluşur. Kadrosu bisiklet maşasını andırır, fakat bazı bisiklet maşaları gibi uçlara doğru eğimli degil, düzdür. Tekerleği normal bir bisiklet tekerleği gibidir fakat göbek bir milin etrafinda degil, mil ile birlikte doner. Pedal kolları göbeğe sabitlenmiştir. Bu nedenle, tektekerin tekerleği bisikletinki gibi pedallardan bağımsız olarak dönmez. Tekerlek ile birlikte pedallar da döner. Yani, yokuş aşağı da olsa sürücü pedal çevirmek zorundadır. Kadronun uçları, göbeğin iki tarafındaki rulmanlar üzerinde durur. Tekerlek, rullmanlar sayesinde döner. Sele, yüksekliği ayarlanabilir şekilde bir adaptör ile kadroya bağlıdır. Teker büyüklüklerine gore farklı amaçlar için kullanılan tektekerler vardır.Teker seçimi kişinin bacak boyuna ve kullanım amacına göre değişebilir.12, 16, 18, 20, 24, 29, 36 inç çaplarında tekerler vardir. Uzun yol surumu icin büyük tekerlekli olanları tercih edilir. Gösteri amaçlı ise daha küçük tekerler manevra alanları kolay oldugu için tercih sebebidir. Düz yol dışında arazide kullanmak için lastiği dağ bisikleti lastiğini andıran kadrosu da buna göre daha sağlam, pedalları daha geniş olan türleri de bulunmaktadır. İngilizce'de buna dağ tektekeri () veya kısaca 'muni' de denir. Tekteker basketbol veya hokey oynamak, ip atlamak, cambazlık ve hokkabazlık yapmak gibi çeşitli gösterilerde de kullanılmaktadır. Tekteker, bisiklet gibi pedallar çevrilerek sürülür.Bisikletten farklı olarak sürücü sadece yanlara doğru değil, öne ve arkaya doğru düşmemek için de dengeyi sağlamak zorundadır. Bunu, vücudunun üst kısmını öne ve arkaya hareket ettirerek, yani ağırlık merkezini değiştirerek yapar. Ütopya (anlam ayrımı) Ütopya, gerçekleştirilmesi imkânsız tasarı veya düşünce. Şu anlamlara da gelebilir: Katyuşa (silah) Katyuşa (Rusça: Катюша), Sovyet yapımı bir çoknamlulu roketatardır. II. Dünya Savaşı'nda Sovyetler Birliği tarafından kullanılan bir silahtır. Uzunca bir dönem savaşın en büyük sırlarından biri olmuştur. Bu silahın düşman eline geçmesinden korkan Sovyetler ancak gizli servis ajanlarının kullanmasına izin veriyorlardı. Katyuşa (Katerina -> Katya -> Katyuşa) adı ünlü Rus savaş türküsü Katyuşa'dan geliyordu. Alman askerleri ona atılırken çıkardığı, ıslığa benzer ses yüzünden Stalinsorgel (Stalin'in orgu) adını vermişlerdi. Katyuşa'lar kamyonların (Studebaker US6s, ZIS-6), tankların, traktörlerin veya uçakların üzerine monte edilebiliyorlardı. Katyuşa'lar Sovyetler tarafından düşman üzerinde korku ve şok oluşturmak için toplu halde kullanılmışlardır. İsabetsiz atışlarına rağmen toplu piyade hedeflerine karşı çok etkili olmuşlardır. Lübnan'da Hizbullah saldırılarında da kullanılmıştır. ABD merkezli düşünce kuruluşu "Atlantic Council" tarafından yapılan analizde, 2016 yılında Kilis'e atılan roketlerin Katyuşa olduğu belirtilmiştir. Katyuşa'lar Almanların Nebelwerfer adlı roket havanına karşı geliştirilmiştir. Aslında tasarımı çok basittir roketleri atmak için ray şeklinde çubuklar ve onları aşağı yukarı oynatmaya yarayan basit bir mekanizma üstüne kuruludur. Katyuşalar anti-piyade silahı olarak tasarlanmışlardır. Alman askerleri üzerinde bu kadar korku oluşturan başka bir silah yoktur. Aynı zamanda tanklara karşı da etkili bir şekilde kullanılmıştır. İsabet ettiğinde çoğu Alman tankını delebilecek güce sahipti. Katyuşaların ZIS-6 üstüne monte edilmiş modeli BM-13'ler en çok üretilen Katyuşa çeşitlemesidir. Maksimum menzili 20 kilometredir, BM-13 modelinin hedefte etki alanı yaklaşık 400,000 m²'dir. Aleksandr Lukaşenko Aleksander Grigoryeviç Lukaşenko (Belarusça : Аляксандр Рыгоравіч Лукашэнка, Aljaksandar Ryhoravič Lukašenka) (d. 30 Ağustos 1954, Beyaz Rusya SSC., Sovyetler Birliği), Beyaz Rusya siyasetçi. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra 10 Temmuz 1994 seçimlerini kazanarak Beyaz Rusya'nın devlet başkanı oldu. Aleksander Lukaşenko, 30 Ağustos 1954'te Belarus'un Vitebsk bölgesinde doğdu. 1975 yılında Mogilev Pedagoji Enstitüsü'nden (şimdi Mogilev Eyalet A.Kuleshov Üniversitesi) ve 1985 yılında Belarus Tarım Akademisi'nden mezun oldu. 1975'ten 1977'ye kadar Sınır Muhafaza Birliği'nde ve 1980 - 1982 yılları arası Sovyet Ordusunda görev yaptı. Lukaşenko Sovyet Ordusu'nda iken, Minsk'te bulunan 120. Mekanize "Muhafaza" Bölümü'nde bir subaydı. Askerlikten ayrıldıktan sonra 1982 yılında ve 1985 yılında kolektif çiftlik başkan yardımcısı oldu. Shklov ilçesinde Gorodets devlet çiftliği ve inşaat malzemeleri fabrikasında müdür olarak görev yaptı. Lukaşenko 1990 yılında Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Meclisi'ne milletvekili olarak seçildi. 1993 yılında, Belarus parlamentonun yolsuzlukla mücadele komitesinin başkanı olarak hizmet vermeye başladı. 1994 yılında yürürlüğe giren yeni Belarus anayasası, Temmuz ayında ilk demokratik başkanlık seçimlerinin yolunu açtı. Seçimin ilk turunda Kebich % 17.4 oy alırken, Lukaşenko oyların % 45.1'ini aldı. Aynı seçimde Zyanon Paznyak % 12.9 ve Shushkevich ise % 9,9 oy aldı. Lukaşenko ikinci turda oyların % 80.1'ini alarak 10 Temmuz 1994 Belarus devlet başkanlığı seçimlerini ezici çoğunlukla kazandı. Lukaşenko, 2009'da ITAR-TASS Ajansı Genel Direktörü Mikhail Gusman'a verdiği röportajda cumhurbaşkanlığının ilk günlerini şöyle anlattı: "Ben henüz 40 yaşında bile değildim. Ve çok önemli kararlar vermek zorundaydım. Büyük Sovyetler Birliği'nin güçlü ekonomisini, Beyaz Rusya'nın büyük işletmelerini (MAZ, BelAZ, MTZ vs.), ahşap işlemeciliğinde Sovyetlerin en önemli sanayi merkezi olan Belarus'u yağmalamakta olan canavarlar ülkeyi adeta talan etmekteydi. Siyasette milliyetçi sloganlar çok popülerdi. Mağazalarda raflar boş, insanlar adeta kıtlık yaşamaktaydı. Öyle ki ekmeğin fiyatı bir günde 18 kat artmıştı." Bu zor şartlar altında iktidara gelen Lukaşenko, kapitalist yağmacılığa karşı sert tedbirler aldı. Bu nedenle Lukaşenko iktidarı altında, Belarus kuralları rejimi insan hakları ihlali olarak kabul edilir ve uluslararası hukuka aykırılığı ile ABD ve Avrupa Birliği tarafından diktatör devlet olarak görülmektedir. Bu yüzden Belarus, insan hakları ihlalleriyle Avrupa Birliği tarafından dayatılan yaptırımlara tabidir. Bunda Lukaşenko'nun batıdan ziyade doğu devletleriyle uzlaşması, Sovyet dönemi sosyo-ekonomik politikaları örnek alarak ülkeyi kalkındırması etkili olmaktadır. Rusya ile dış ilişikilerinin yanı sıra Kuzey Kore, Türkmenistan, Katar, İran, Küba, Çin, Sudan ve Venezuela ile ilişkilerine öncelik verir. (Irak ile 2003 yılına, Libya ile de 2011 yılına kadar). 11 Ekim 2015 tarihinde 5.kez cumhurbaşkanlığına seçildi. 10 Nisan 2006'da Lukaşenko ile beraber Belarus yönetiminin 31 kişilik diğer üst düzey yetkililerinin AB ülkelerine seyahatleri yasaklandı. 18 Mayıs 2006'a Avrupa Birliği Lukaşenko ve diğer 35 hükümet yetkilisinin hesaplarını dondurma kararı aldı. Lukaşenko 1975 yılında Lise aşkı Galina Zhelnerovich ile evlendi. Daha sonra o yıl en büyük oğlu Viktor doğdu. İkinci oğlu Dzmitry 1980 yılında doğdu. Eşi Galina, Shklov yakınında köyde ailesinin evinde ayrı yaşamaktadır. Onlar hala yasal olarak evli olmasına rağmen, Galina Lukaşenko eşinden ayrıdır ve Resmi cumhurbaşkanlığı internet sitesinde yayınlanan Alexander Lukaşenko'nun biyografisinde Galina'dan hiçbir şekilde söz edilmemektedir. Lukaşenko'nun gayrimeşru oğlu Nikolay, 2004 yılında doğmuştur. Yaygın olarak çocuğun annesinin Irina Abelskaya olduğuna inanılmaktadır. Kendisi Lukaşenko'nun kişisel doktoru iken ilişkisi vardı. Katyuşa Katyuşa şu anlamlara gelebilir: Jacques Attali Jacques Attali 1 Kasım 1943 tarihinde Cezayir'de doğmuş bir Fransız ekonomist, yazar ve siyasetçidir. François Mitterrand'ın danışmanlığını yapmış, bu dönemden sonra ön plana çıkmıştır. Babası Simon Attali, Cezayir'in Fransız sömürgesi olduğu dönemde kendi kendini yetiştirmiş (otodidakt) ve parfümeri sektöründe başarılı olmuş Musevi asıllı bir müteşebbisti. 1957'de, Cezayir'in bağımsızlığına kavuşmasından birkaç yıl önce işini ve ailesini Paris 'e taşımıştı. Jacques Attali ve ikiz kardeşi (sonradan Air France YKB'ı olacak) Bernard Attali lise çağında, gelecekte Fransız siyaset dünyasında önemli yer edinecek Jean-Louis Bianco ve Laurent Fabius ile arkadaşlık kurmuşlardı. Attali, öğrenim hayatını hiç kesmeyerek, art arda, École Polytechnique 'den (1963 mezuniyet yılı birinciliğiyle) Ekonomi Doktoru unvanını almış École des Mines (Madencilik Okulu), Sciences-Po (Siyasal Bilimler) ENA (Fransız Mülkiye'si) gibi eğitim kurumlarından payeleri sıralamıştır. François Mitterrand ile ilk olarak 1968'de taşrada bir yöneticilik stajı esnasında tanışmıştır. 27 yaşında Conseil d'État (Fransız Devlet Konseyi)'ne girmiştir. 1972 'de ekonomi konulu ilk iki kitabını yayınlamıştır: "Analyse économique de la vie politique" ve "Modèles politiques", ve bu çalışmalarıyla Académie des Sciences (Fransız Bilimler Akademisi) ödülünü almıştır. Prof. Jacques Attali, Paris IX Üniversitesi (Dauphine Üniversitesi olarak da adlandırılır) bünyesindeki öğretim görevlisi kariyeri esnasında etrafında çok değişik ufuklardan seçkin bir çevre toplayabilme kabiliyeti ile dikkati çekmiştir. 1973 'de François Mitterrand ile temas tekrar kurmuş, 1981 'de Mitterrand'ın Fransa Cumhurbaşkanı seçilmesiyle Élysée Sarayı 'nda Mitterrand'ın makamının hemen yanında bürosu olan bir « özel danışman » sıfatını edinmiştir. Mitterrand için her akşam ekonomi, kültür, siyaset, okuduğu kitapların özeti gibi çok çeşitli konuları bir araya getiren notlar hazırlamaya başlamıştır. G7 zirvelerinin Fransa açısından organizasyonu, Fransız Devrimi nin 200. yıldönümü kutlamalarının organizasyonu onun sorumluluğu altında gerçekleşmiştir. 1984'de ekibi ile birlikte, yeni teknolojileri geliştirme amaçlı Avrupa Bilimsel Araştırmalar Programı Eureka yı yürürlüğe koymuştur. Mitterrand'ın cumhurbaşkanlığının ikinci yedi yılında özel danışmanlıktan Avrupa Kalkınma Bankası kurucu başkanlığına atanmıştır. 1991-1993 arasındaki başkanlık döneminde Berlin Duvarı 'nın yıkılmasıyla
çehresi değişen Avrupa'nın yeniden inşasına zemin oluşturacak bir finans kurumu ortaya çıkmış, ancak merkez binası için aşırı lüks içeren masraflar yapılması gibi bazı kararları tartışmalara neden olmuştur. Jacques Attali 1993'den yazı hayatına ağırlık vermiş, yeni teknolojiler konusunda uzmanlaşmış bir danışmanlık şirketi kurmuş 1998'de mikrofinansman kavramının geliştirilmesi yoluyla yoksullukla mücadele etmeyi hedefleyen ve kar amacı gütmeyen bir kuruluş olan PlaNet Finance 'ı kurmuştur. Jacques Attali'nin 1973 'den bugüne kadar yazdığı 30'u aşkın kitap çok çeşitli konulara ve disiplinlere uzanmaktadır: tarih, denemeler, anı, romanlar, hatta tiyatro oyunları ve çocuklar için hikâyeler. Her yıl bir kitabı çıkmaktadır. L'Express dergisinde de düzenli yazıları yayınlanmaktadır. Başka kaynaklaredan alıntılarını bazen kayda geçirmemesi (ve kendi fikirleri veya bilgileriymiş gibi sunması) bazen eleştirilere sebebiyet verse de, zekası, geniş ilgi ve kültür alanı, çokyönlülüğü, orijinal bakış açısı yeteneği ve girişkenliği geniş bir kitlenin takdirini kazanmıştır. Biyografiler: Denemeler: Romanlar: Tiyatro oyunları Anılar Mithat Paşa Ahmed Şefik Midhat Paşa (d. 18 Ekim 1822, İstanbul - ö. 8 Mayıs 1884, Taif), Osmanlı devlet adamı, iki kez sadrazam, Tuna, Aydın ve Suriye Valisi, ilk Osmanlı anayasası olan Kanûn-i Esâsî'yi hazırlayan kurulun başkanı. Midhat Paşa, Padişah Abdülaziz (1861-1876) döneminde savunduğu reform politikalarıyla tanınmış ve iki kez sadrazamlık yapmıştır. Valilikteki başarılarını sadrazamlığında gösterememiş, ilk sadaretinde Mısır’a dış borçlanma yetkisi veren fermanı yayınlayarak Mısır’ın İngiliz hâkimiyetine girmesine sebep olmuştur. Ayrıca açığı olan bütçeyi fazla vermiş gibi göstermesi, görevden alınmasına sebep olmuştur. 1876’da Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan askeri darbe’nin liderlerinden biri olmuş, aynı yıl padişah V. Murat’ın tahttan indirilerek II. Abdülhamit’in tahta geçirilmesi olayında da belirleyici rol oynamıştır. Abdülhamit döneminde 2. sadareti başlamıştır. Abdülhamit’in 23 Aralık 1876’da ilan ettiği Kanun-u Esasinin mimarlarından biridir. Balkanlarda Rusya’nın kışkırtmalarıyla çıkan ayaklanmalar ve Rusya’nın savaş tehditleri karşısında, padişahın karşı görüşü ve Lord Salisbury’nin uyarılarına rağmen İngiltere’nin yardım edeceğine inanarak İmparatorluğu Rusya ile savaşa sürüklemiş ve bu savaş Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihindeki en büyük felaketlerden biri olan 93 Harbi olarak tarihe geçmiştir. Bu olaylardan kısa bir süre sonra Mithat Paşa Abdülhamit’in gözünden düşerek sürgüne gönderilmiş, 1881’de Abdülhamit’e suikast şüphesiyle Yıldız Sarayı’nda kurulan mahkeme tarafından idama mahkûm edilmiştir. Cezası Abdülhamit tarafından Taif’te hapis cezasına çevrilmiş ancak üç yıl sonra muhafızları tarafından öldürülmüştür. Cinayetin II. Abdülhamit’in emriyle işlendiğinden şüphelenildiyse de kesinlikle kanıtlanamamıştır. Mithat Paşa Tanzimat reformlarını gerçekleştiren kuşağın önde gelen temsilcilerinden biridir. Ancak Tanzimat’ın asıl lider kadrosunu oluşturan Mustafa Reşit, Âli ve Keçecizade Fuat Paşalarca fazla radikal ve istikrarsız bulunarak dışlanmış ve nispeten geç yaşta ön plana çıkma olanağı bulabilmiştir. 1860’larda Tuna ve Bağdat vilayetlerindeki başarılı reform çalışmaları Mithat Paşa’nın kariyerinin zirve noktası olarak görülür. 1870’lerdeki iki kısa sadrazamlığı siyasi çatışmaların ve büyüyen mali krizin gölgesinde kalmıştır. 1876 krizinde Mithat Paşa’nın bir Cumhuriyet rejimi tasarladığı iddia edilmiştir. Bu iddia Abdülhamit yıllarında paşanın zevaline yol açmış, ancak 1908 ve 1923’ten sonraki yıllarda yeniden kazandığı itibarın temelini oluşturmuştur. Dolmabahçe’de 1947’de inşa edilen BJK İnönü Stadyumu 1951’de Demokrat Parti hükümetince Mithatpaşa Stadyumu olarak adlandırılmış, ancak 1973’te İnönü Stadyumu adı iade edilmiştir. 18 Ekim 1822’de İstanbul’da dünyaya geldi. Rusçuklu "Hafız Mehmed Eşref Efendi"’nin oğludur. Asıl adı Ahmet Şefik idi. “"Övülen"” anlamındaki "Mithat" ismi, Dîvân-ı Hümâyûn Kaleminde görev yaparken amirleri tarafından verilmiştir. Aile geleneği uyarınca Bektaşiliğe intisap ettiği bilinir. Çocukluğu babasının naip (kadı vekili) olarak bulunduğu Vidin ve Lofça’da geçti. 12 yaşında iken İstanbul’a geri döndü; Dîvân-ı Hümâyûn Kalemi’nde görev aldı. Bir yandan da Fatih camii’nde ünlü hoca efendilerin derslerini izledi; Arapça, Farsça, mantık ve İslâm hukuku öğrendi. 1840 yılında Sadaret Mektub-i Kalemi’ne atandı; iki yıl burada çalıştıktan sonra Şam, Konya, Kastamonu’da divan kâtibi olarak görev yaptı. Yolsuzluklarla mücadele hakkında hazırlayıp gönderdiği bir rapor dönemin sadrazamı Mustafa Reşit Paşa'nın beğenisini kazanınca İstanbul'a çağrıldı. Memuriyet hayatına İstanbul’da devam etti ve Reşit Paşa tarafından himaye edildi. 1848'de Antakya Alevilerinden olan Lamia Hanım’la İstanbul’da evlendi. Bu evlilikten “Memduha” adlı bir kız çocukları oldu. 1851'de “"serhalife"” tayin edildi ve Arabistan Ordusu müşiri Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın durumunu teftişe gönderildi; bazı yolsuzluklarını belirleyerek görevden azline neden oldu. 1852'de halk ve hükümet arasındaki anlaşmazlıklara bakan "Meclis-i Vala'yı Ahkam-ı Adliye Dairesi" 'ne atandı. 1854'te Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa'nın sadrazam olması üzerine Mithat Paşa, Rumeli'de hüküm süren isyan, karışıklık ve asayişsizlik konularını incelemek ve önlem almak üzere İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Altı ay kadar süren çalışmalardan sonra hazırladığı detaylı raporu tekrar sadrazam olan Mustafa Reşit Paşa'ya sundu ve yıldızı yeniden parladı. 1858’de devrin sadrazamı Emin Âli Paşa’dan izin alarak Avrupa kentlerinde altı ay geçirdi. Bu arada Fransızca’yı öğrendi. Dönüşünde Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye Başkâtipliğine atandı (1859) ve Kuleli Olayı sanıklarının yargılanmasında görevlendirildi. Mithat Paşa’nın başarılı çalışmaları, düşmanı olan Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın bile takdirini kazanmıştı. Yeniden sadrazamlığa yükselmiş olan Kıbrıslı, onu “"vezir"” rütbesi ve “"paşa"” unvanı ile Niş valiliğine atadı. Dört yıl süren bu görev sırasında üstün yeteneğini e yaratıcılık gücünü ortaya koydu.. Yörede eşkıyalık olaylarını önledi; Müslüman ve gayri-Müslüm halkın barış içinde yaşaması için önlemler aldı; maliye, bayındırlık alanlarında başarılı çalışmalar yaptı. Sulama kanalları yaptırmak, kimsesiz çocuklar için ıslahhaneler açmak, zirai kredi kooperatifleri kurdurmak, posta şirketlerini faaliyete geçirmek gibi büyük reformlar gerçekleştirdi. Aynı zamanda Ziraat Bankası’nın temeli sayılan Memleket Sandıkları’nı kuran kişiydi. Memleket Sandıkları ile çiftçiye yüksek faizli krediler veren tefecilere karşı devlet destekli kooperatif bir sisteme geçildi. Çalışmalarının başarısı üzerine sınır komşusu Prizren eyaleti de Niş valiliğine bağlandı. Vilayetlerde yeni bir idari düzen kurmaya çalışan hükümet; Mithat Paşa’nın Niş’te uyguladığı düzeni benimsedi ve onu 1863’te İstanbul’a çağırarak vilayetler idaresi hakkında yeni bir kanun tasarısı hazırlamasını istedi. Mithat Paşa’nın katıldığı, Keçecizade Fuat Paşa başkanlığındaki komisyon “"Tuna Vilayeti Nizamnâmesi"”’ni hazırladı. Nizamname, 1864 yılında kabul edildi ve yeni sistemin uygulanacağı örnek bir vilayet olarak “"Tuna vilayeti"” kuruldu. Niş, Silistre, Vidin eyaletlerinin birleştirilmesinden oluşan Tuna eyaletine vali olarak Mithat Paşa atandı. Bu görevi, vilayet merkezi olan Rusçuk’ta seçimle oluşacak bir “"Vilayet Meclisi"” kurulması şartıyla kabul etti. Mithat Paşa, üç yıldan fazla kaldığı Tuna vilayetinde önemli hizmetler gerçekleştirdi. Bir devlet büyüklüğündeki eyaletin idaresini yeni nizamnameyi uygun olarak düzenledi. Köylerde İhtiyar Meclisleri, kazalarda İdare ve Deavi Meclisleri’ni kurdu. Senede bir kez toplanacak olan Vilayet Umum Meclisleri’ni oluşturdu. Paşa, özellikle şose yollarına önem verdi. Tuna’da kaldığı üç buçuk yıl içerisinde 3.000 kilometre yol, 1.400 köprü yaptırdı. “"Menafi Sandıkları"" adı altında bir teşkilat kurdu, ziraatçiler, küçük bir faiz karşılığında sarraflar yerine bu sandıktan borç alabildiler. Zamanla Tuna Vilayeti’nden başka Osmanlı Devleti’nin tüm vilayetlerinde benzer şekilde ""Memleket Sandıkları"" kurulmuş ve bu sandıklar Ziraat Bankası ile Emniyet Sandığı’nın temelini oluşturmuştur. Niş, Rusçuk, Sofya’da öksüz ve yetimler için ıslahhaneler kurdu. Bu kurumlarda çocuklara terzilik, ayakkabıcılık gibi el becerileri kazandırıldı. 17 Temmuz 1866’da Tuna’da telgraf hattı döşendi. “"Tuna Ticaret Vapurları"”’nı işletmeye açtı. “"Tuna"” adında bir gazete kurdu. Verginin zamanında toplanması için “"tahsildarlık"” kuruldu; vilayetin yıllık gelirinde büyük artış sağlandı. Tuna Vilayeti Nizamnamesinin Tuna’da çok başarılı uygulanması sonucunda Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da da gerçekleştirilmesine karar verildi. Mithat Paşa’nın asayiş alanındaki çalışmaları Panislavist Bulgar çetelerinin faaliyetlerine engel olunca Bulgarları isyana teşvik eden Rus siyasetine aykırı düşmekteydi. İstanbul’daki Rus sefiri İgnatiyef’in de çabaları ile Mithat Paşa’nın Tuna’da Mısır gibi imtiyazlı bir vilayet yaratmaya çalıştığı düşüncesi Bab-ı Ali’de yayıldı. Böylece Mithat Paşa Tuna valiliğinden alınarak İstanbul’a çağrıldı ve Şura-yı Devlet Başkanlığı’na atandı(1868). Mithat Paşa’nın Tuna valiliğinden ayrılmasının hemen ardından Bulgar İsyanı meydana geldi. İyi bir idare kurmak için ayaklandıklarını söyleyen çeteler, Tuna Nehri’ni geçip Ziştovi yakınlarına ilerlerdiler. Sultan Abdülaziz, ayaklanmanın bastırılması görevini Mithat Paşa’ya verdi. Mithat Paşa, yirmi günde ayaklanmayı bastırdı ve İstanbul’a döndü. Mithat Paşa, İstanbul’da yeni kurulan Şurayı Devlet (danıştay) adlı kuruluşu başkanlığına 5 Mart 1868’de atanmıştı. 41 üyeli kurul 10 Mayıs 1868’de fiilen göreve başladı. Mithat Paşa, bu kuruldaki başkanlığı döneminde metrik sistem, vatandaşlık, madenler, emniyet sandığı ve sanayi mektebi gibi konular üzerinde çalıştı. Sadrazam Ali Paşa ile anlaşmazlığı düşmesi üzerine bir yıl sonra bu görevden alındı; vali ola
rak Bağdat’a gönderildi. Mithat Paşa, sınırları Musul ve Basra’yı da kapsayan Bağdat vilayetini üç sene boyunca geniş yetkilerle yönetti. Aynı zamanda 6 . Ordu komutanı unvanını da taşıdı. Tuna valiliğinde olduğu gibi başarılı çalışmalar yaptı. Dicle ve Fırat’ta vapur işletmeleri, Fırat’ın temizlenmesi, Irak’ta sulama tesisleri, Irak’ta ilk petrolün elde edilmesi , Bağdat’ta Sanat Okulu, Emniyet Sandığı kurulması, Basra’nın Şattülarap sahiline nakli, Kuveyt’in Osmanlı idaresine bağlanması gibi başarılar elde etti. Sadrazam Ali Paşa’nın 1871’de ölümünden sonra sadrazam olarak atanan Tanzimat karşıtı Mahmut Nedim Paşa ile anlaşamayınca 1872’de Bağdat valiliği görevinden istifa ederek İstanbul’a döndü. Mithat Paşa’ya Bağdat Valiliğinden istifasından sonra bir yıl görev verilmedi. Sadrazam Mahmut Nedim Paşa onu Sivas’a vali olarak göndermek istedi ancak bunu kabul etmedi; Edirne valiliği teklifini ise kabul etmek zorunda kaldı. Ne var ki görev yerine gitmeden önce onu huzuruna kabul eden padişah kendisini sadrazam atadı. 31 Temmuz 1872’de başlayan sadrazamlığı yalnız 80 gün sürdü. Bu dönemde memleken imar işleri ve yolsuzluklar uğraştı. 80 günün sonunda görevden azledildi. Mithat Paşa, sadrazamlıktan azledildikten sonra dört sene boyunca kısa süreli görevlerde bulundu. İlk defa 1873’te getirildiği Adliye Nazırlığı görevinden birkaç ay içinde azledildi; Selanik’e vali olarak görevlendirildi; bu görev üç ay sürdü. 1875’te yeniden Adliye Nazırlığına getirildi ancak devletin büyüyen problemleri karşısında Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’yı protesto için istifa etti. 1875-1876 kışında İstanbul’da meşrûtî rejimi destekleyen kimselerle parlamento ve anayasa fikrini tartıştı. Padişah Abdülaziz’in son yıllarındaki siyasi kaos ortamında Mithat Paşa saray karşıtı ve reform yanlısı siyasetin başlıca lideri olarak sivrildi. Serasker (ordu komutanı) Hüseyin Avni Paşa, Şirvanizade Rüştü Paşa ve (Şirvanizade’nin ölümünden sonra) Mütercim Rüştü Paşa ile birlikte, Abdülaziz’i devirmeyi planlayan "cunta"yı oluşturdu. 30 Mayıs 1876 Darbesi’yle Abdülaziz devrilip V. Murat tahta geçirildi. Devrik padişahın dört gün sonra şüpheli bir biçimde ölümü ve ardından Hüseyin Avni Paşa’nın Çerkes Hasan adlı genç subay tarafından öldürülmesi olayları üzerine yeni padişah ruhsal bir bunalıma girince, 31 Ağustos’ta o da tahttan indirilerek kardeşi II. Abdülhamit padişah ilan edildi. Bu olayda Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa ön planda görünse de rejim değişikliğinin gerçek mimarı Mithat Paşa idi. Paşanın kendisine bağlı bir milis kuvveti oluşturduğu, İstanbul sokaklarında Paşa lehine taşkın gösteriler yapıldığı ve kısa bir süre sonra Mithat Paşa’nın Osmanlı saltanatına son vererek cumhuriyet ilan edeceği söylentileri yayıldı. Abdülhamit’in cülûsundan sonra Mithat Paşa ilk Osmanlı Kanun-ı Esasî’sini (anayasa) hazırlayan encümenin başına geçti. 17 Aralık 1876’da Rüştü Paşa’nın "Mithat Paşa’nın entrikalarından korkarak" istifası üzerine sadrazamlığa atandı. 23 Aralık’ta II. Abdülhamit Mithat Paşa’nın hazırladığı anayasayı (bazı değişikliklerle) ilan etti. Aynı gün toplanan Tersane Konferansı Mithat Paşa’nın önderliğinde, Avrupa devletlerinin önerdiği barış koşullarını reddederek, Rus Ordusunun İstanbul Yeşilköy’e kadar gelerek büyük bir felakete dönüşecek olan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşının (93 Harbi) yolunu açtı. Padişah II. Abdülhamit 5 Şubat 1877’de Mithat Paşa’yı sadrazamlıktan azlederek, bir gemiyle ülke dışına sürdü. Bir süre Avrupa’da kalan ve ertesi yıl Girit’e dönmesine izin verilen Mithat Paşa, Aralık 1878’de affedilerek Suriye valiliğine atandı, ancak İstanbul’a gelmesi kesinlikle yasaklandı. Iki yıl kadar süren Suriye valiliği sırasında yollar, köprüler ve okullar yaptıran; Şam, Beyrut ve Akkâ’da geniş caddeler açtıran; Trablus şehri ile Mine kasabası arasında bir tramvay hattı kuran; Dürzî isyanını bastıran Mithat Paşa’nın Suriye’de bağımsız bir devlet kurma yolunda olduğuna ilişkin kuşkular üzerine 1880’de Aydın (İzmir) valiliğine gönderildi. 9 ay süren Aydın valiliği döneminde polis ve jandarma ekipleri düzenleyerek, suçlulara karşı ciddi bir uğraş verdi; daha önceki valinin başlattığı okul inşaatlarını tamamlattı; bir sanat okulu yaptırdı; Urla, Çeşme ve Seferîhisar yollarını yaptırarak hizmete soktu. Bu esnada II.Abdülhamit başta sadrazam Sait Paşa olmak üzere Mithat Paşa’ya karşı yine kışkırtılmış ve Saray tarafından İzmir’e seryaverlerden biri suikast düzenleme amacıyla gönderilmiştir. Kendisi ve tüm ailesinin katledilmesi planlandıysa da önceden Mithat Paşa dostlarından bunu öğrenmiştir. 5 Mayıs 1881’de konağının bir askerî birlikçe sarılması üzerine Fransız konsolosluğuna sığındı. Fransa, Tunus’u ele geçirme planları yapmaktaydı ve Osmanlı Devleti ile ilişkilerini bozmak istemediğinden sığınma talebini geri çevirdi. Üç gün sonra hükümetin güvence vermesi üzerine teslim oldu. İstanbul’a getirilen Midhat Paşa sarayda kurulan özel bir mahkeme (Yıldız mahkemesi) tarafından Abdülaziz’in öldürülmesiyle suçlanarak yargılandı. Osmanlı topraklarında ilk kez eski bir sadrazam yargılanmaktaydı, saray topraklarında padişah tarafından bizzat seçilen bir mahkeme kurulu tarafından yargılandı. Mahkemede kendini "Yayınlanan raporu okudum. Merhumun (Sultan Abdülaziz’in) intihar ettiğine pek ihtimal vermedim. Ama diğer vekiller (bakanlar) ses çıkarmadığı için ben de sustum." sözleriyle savunan Mithat paşa yargılamanın sonunda idama mahkûm edildi. II. Abdülhamit bu cezayı ömür boyu hapis cezasına çevirdi. Arabistan’da Taif Kalesi’ne sürülen paşa, 8 Mayıs 1884 gecesi muhafızları tarafından boğularak öldürüldü. Bu cinayetin padişahın emri ile gerçekleştiği ileri sürüldü ise de bu konuda 1909 ihtilalinden sonra araştırılan Yıldız Sarayı evrakı arasında dahî kanıt bulunamamıştır. Yalnız Mithat Paşa’nın Abdülhamit’i tahta çıkardığından itibaren onun aleyhine kışkırtılıp sürekli görevlerinden azletmesi, sürgün etmesi, İzmir’de suikast plânlanması ve bunun gibi olaylar göz önüne alındığında padişahın bizzat bu emri verdiği sanılmaktadır. Mithat Paşa’nın cenazesi 1951’de Taif’ten getirildi ve 26 Haziran 1951’de cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın katıldığı bir törenle Âbide-i Hürriyet Tepesi’ne defnedildi. Stokiyometri Stokiyometri: (İngilizce "Stoichiometry"). Yunanca iki kelimeden türetilmiştir; "stoicheion" (element) ve "metron" (ölçüm). Kısaca element ölçüsü anlamına gelir. Kimyasal bir tepkimeye giren ve çıkan maddeler arasındaki kütlesel (bazen de hacimsel) hesaplamalarla ilgilenir. Kimya biliminin matematik kısmıdır. "Jeremias Benjaim Richter" (1762-1807), stokiyometrinin ilk prensiplerini ortaya koyan kişi olarak bilinir. Örneğin, CH + 2O → CO + 2HO Tepkimesindeki katsayıların anlamı, 1 molekül CH + 2 molekül O → 1 molekül CO + 2 molekül HO şeklinde ifade edilebilir. Ya da aşağıdaki anlama gelir. x molekül CH + 2x molekül O → x molekül CO + 2x molekül HO x = 6,02 x 10 (Avogadro sayısı kadar) alındığını varsayalım. Bu durumda x molekül sayısı 1 mol demektir. Bu sefer kimyasal eşitlik 1 mol CH + 2 mol O → 1 mol CO + 2 mol HO şeklinde yazılır. Denklemdeki katsayılardan aşağıdaki ifadeleri çıkartabiliriz. Örnek: 3,52 mol KClO(k) bozunmasından aşağıdaki denkleme göre kaç mol O elde edilir? 2KClO (k) ---> 2KCl (k) + 3O(g) 2 molKClO       3 mol O 3,52 mol KClO x mol O x = 3,52 mol KClO . 3 mol O / 2 mol KClO   x = 5,28 mol O elde edilir. Örnek: 2,00 kg AgO in bozunmasından kaç mol Ag elde edilir? 2AgO (k) → 4Ag (k) + O (g) AgO mol sayısı n = 2000 g / 232 g/mol = 8,62 mol 2 mol AgO     4 mol Ag 8,62 mol AgO     x mol Ag x = 8,62 mol AgO . 4 mol Ag / 2 mol AgO x = 17,2 mol Ag elde edilir. Düzine Düzine, 12'li gruplara verilen isimdir. 1 Düzine içerisinde 12 adet eleman bulunur. Grupta bulunan elemanların tıpkı küme kavramında olduğu gibi en az bir ortak noktası olmalıdır. Latincedeki "duodecim" kelimesinden türemiştir. Eski Mezopotamya'da onikilik sayma sistemi kullanılırdı. On iki düzineye (12x12) de gross denir. İstanbul Boğazı İstanbul Boğazı, Karadeniz ile Marmara Denizi'ni birbirine bağlayan su geçidi. Genel olarak kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda uzanır ve İstanbul şehrini Avrupa yakası ve Asya Yakasi (Anadolu yakası) olmak üzere ikiye böler. Boğazın her iki yakasına yayılmış yerleşim bölgesine Boğaziçi adı verilir. İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı ile birlikte Türk Boğazları olarak adlandırılır ve Avrupa ile Asya kıtalarını birbirinden ayıran doğal sınırlardan biri olarak kabul edilir. 1 Mayıs 1982 tarihinde yürürlüğe giren İstanbul Liman Tüzüğü uyarınca, İstanbul Boğazı'nın kuzey sınırı Anadolu Feneri'ni Rumeli Feneri'ne birleştiren hat; güney sınırı ise Ahırkapı Feneri'ni Kadıköy İnciburnu Feneri'ne birleştiren hat olarak belirlenmiştir. Boğazın kıyıları tarih boyunca değişik uygarlıklara yurt olmuş, MÖ 685 yılında Megara'dan gelen Yunanların günümüzde tarihî yarımada olarak adlandırılan bölgede bir şehir devleti kurmasıyla gelişerek büyümüştür. Hem Büyük Roma İmparatorluğu'na hem de Doğu Roma İmparatorluğu'na ve Osmanlı İmparatorluğu'na başkentlik yapan ve günümüzde Türkiye'nin en büyük kenti olan İstanbul'un simgelerinden biridir ve gerek kentin, gerekse ülkenin yurtdışı tanıtımlarında baş ögelerden biri olarak kullanılmaktadır. Uluslararası deniz taşımacılığının yapılabildiği en dar geçit olma özelliğini taşıyan İstanbul Boğazı üzerinde 15 Temmuz Şehitler , Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim asma köprüleri bulunur. Bu köprüler İstanbul'un iki yakasını bağladığı gibi, Avrupa kıtası ile Asya kıtası arasında birer geçiş noktası yaratır. İstanbul halk taşımacılığının kilit noktalarından biri olan Boğaz'da kıtalararası ulaşım, deniz otobüsleri, yük, araç ve yolcu taşıyan feribotlar, şehir hatları vapurları ve yolcu motorlarıyla da desteklenmektedir. Deniz altı raylı sistem tüp geçidi Marmaray ile iki kıta arasında kesintisiz bir demir yolu hattı oluşmuş olup bu demiryolu tüp geçidi ile Londra'dan Pekin'e demir yolunu kullanarak gitmek mümkün olacaktır. İstanbul Boğazı, Karadeniz'e kıy
ıdaş olan Bulgaristan, Gürcistan, Romanya ve Ukrayna için Akdeniz'e ulaşmanın tek yoludur. Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi'yle birlikte İstanbul Boğazı'nın egemenlik hakları, 20 Temmuz 1936'da imzalanan Boğazlar Sözleşmesi ile belirli kurallar ışığında Türkiye'ye verilmiştir. Boğaz'ın en eski yerleşimcilerinden olan Bizanslılar, buraya "Bosporos" (Yunanca: "Βόσπορος") adını veriyordu. Bu sözcük inek ya da öküz anlamına gelen "βοῦς" ve yol, geçit anlamlarına gelen "πόρος" adlarının birleştirilmesiyle türetilmişti. "Öküz" ya da "inek geçidi" anlamına gelen Bosporos adını taşıyan boğaza bu adın verilmesi Yunan mitolojisinde baştanrı Zeus'un, İo adında bir kıza âşık olması olayına dayanır. Hikâyeye göre İo nehirler tanrısı İnahos'un kızıdır. Tanrıların kralı olan Zeus bu güzel kızı görünce ona âşık olur ve eşi Hera'dan gizlice onunla birlikte olmaya başlar. Bir gün Hera'ya yakalanmak üzereyken kendini bir buluta, İo'yu ise bir ineğe çevirir. Aldanmayan Hera, ineği hediye olarak eşinden ister. Onu Zeus'tan uzak tutmak adına Argos Panoptis adlı canavarın gözetimine bırakır. Ancak Zeus, Hermes'i yollayıp Argos'u öldürtür. Bunun üzerine Hera, ineğe dönüşmüş İo'yu sürekli rahatsız etmesi için ona bir sinek musallat eder. Sinekten kurtulmak için var gücüyle koşan İo boğaza geldiğinde kendini boğazın sularına bırakır ve bu engeli yüzerek geçer. Kıyıya çıktığı yerde Keroessa adında bir kız çocuğu doğurur ve bu kız büyüdüğünde denizler tanrısı Poseidon ile evlenerek Byzas adında bir oğlan dünyaya getirir. Bu çocuk doğduğu yerde kendi adını verdiği "Byzantion" kentini kurar. Bu mitolojik öyküler hem İstanbul şehrine hem de Boğaz'a adlarını vermelerinden dolayı önemlidir. Boğaz'ın antik dönemde kullanılan adlarından olan Bosporus'un kökenine ilişkin ortaya atılan bir başka görüş de sözcüğün "Fosforos" (Yunanca: "Φωσφόρος" - "fosforlu, ışık saçan")'dan geldiği yönündedir. İstanbul Boğazı batı dillerinde hâlâ bu ad ya da bu adın değişik biçimleriyle bilinmektedir. Eski Türk kaynaklarında ise İstanbul Boğazı'nın "Halîc-i bahr-i rûm" , "Halîc-i bahr-i siyâh" , "Halîc-i konstantiniyye" , "Merecü'l bahreyn / Mecma'ül bahreyn" ve "İslâmbol Boğazı" gibi adlarla anıldığı görülmektedir. Genel olarak İstanbul coğrafyası ve İstanbul Boğazı 4. jeolojik zamanda oluşmuştur. Ancak İstanbul Boğazı'nın nasıl oluştuğu sorusuna kesin yanıt verebilecek dünyaca kabul görmüş bir görüş yoktur. Bugüne dek yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda ağır basan kanı, jeolojik açıdan İstanbul Boğazı'nın deniz suları ile dolmuş bir fay çöküntüsü olduğudur. Buna göre, MÖ 20.000 ilâ 18.000 yılları arasında, Buzul Çağı sonlanmış ve dünyanın büyük bölümünü kaplayan buz kütleleri erimeye başlamıştır. Binyıllarca süren bir erime sürecinin sonucunda, MÖ 8.000 ilâ 7.000'lerde Akdeniz'in suları ilk hâlinden yaklaşık 150 metre daha yukarı çıkmıştır. Deniz seviyesindeki bu büyük ölçekli artış nedeniyle Akdeniz'in suları Marmara'yı basmış; Marmara Denizi'nin suları da devam eden yükselmeler sonucunda Karadeniz ile birleşmiştir. Boğaz'ın derinliğinin kuzeyden güneye azalma göstermesi, geçmişte kuzeydeki bu yükseltilerin Marmara'nın sularına karşı bir set görevi gördüğü ve bunların deniz seviyesindeki yükselmeyle aşıldığı savını güçlendirmektedir. Ortaya atılan bir diğer görüşe göreyse İstanbul Boğazı'nın olduğu yerden çok eski çağlarda çok büyük bir akarsu geçiyordu. Başta Haliç olmak üzere, bugün Boğaziçi'nde koy olarak beliren yeryüzü şekilleri o dönemde bu akarsunun kollarının ana suyla birleşme noktalarıydı. Buzul çağı bitip dünyadaki buzul çözülmeleri başlayınca tüm sular gibi bu akarsunun da su seviyesi yükseldi ve günümüzdeki biçimini aldı. Marmara Denizi'nin suyla dolarak Karadeniz'le birleşmesi olayı, mitolojide bilinen ve kimi kutsal kitaplarda da yer alan Nuh Tufanı ile de ilişkilendirilmiştir. Bu konuda da pek çok araştırma yapılmış ve 2001 yılında Amerikalı araştırmacı Robert Ballard'ın bulgu ve savları büyük yankı uyandırmıştır. Çalışmaları 2001 yılı mayıs ayında National Geographic adlı coğrafya dergisinde de yayınlanmıştır. Ballard'a göre Buzul Çağı'nda Karadeniz, çevresinde verimli tarım alanları bulunan büyük bir tatlısu gölüydü. Günümüzden 12.000 yıl önce başlayan buzul çözülmeleriyle birlikte ortaya çıkan sular, İstanbul Boğazı'nın güneyindeki engelin ardında birikmeye başladı. En sonunda bu engeli aşmayı başaran sular muazzam bir hızla Karadeniz'e akmaya başladı. Bir tatlısu gölü olan Karadeniz'e tuzlu denizsuyu doldu ve bu süreç boyunca Karadeniz'in suları günde 15 cm kadar yükseldi. Su seviyesindeki toplam yükselmenin 150 metre olduğu kabul edildiğine göre bu süreç 1000 gün yani yaklaşık 3 yıl sürdü. Tufan savını savunan bilim insanlarına göre verimli tarım alanlarını ve göl çevresi yerleşimleri yutan bu olağanüstü su yükselmesi kuşaktan kuşağa Nuh Tufanı olarak aktarılarak günümüze dek ulaştı. İstanbul Boğazı, tuzluluk oranları, su sıcaklıkları gibi birbirinden farklı özelliklere sahip olan iki su kütlesinin arasında yer alır. Karadeniz'deki tuzluluk ‰ 17 - 18 iken, bu oran Marmara Denizi'nde ‰ 35 - 36 kadardır. İstanbul Boğazı'nın en tuzlu bölümleri ise Marmara Denizi ile birleştiği alanlar, özellikle de Üsküdar açıklarıdır. Boğaz'ın tuzluluk oranları Yeniköy açıklarına kadar belirli noktalarda daha düşük değerlerle de olsa yüksektir. En düşük oranlar Karadeniz ile Boğaz'ın birleştiği noktadan başlayarak Beykoz açıklarına dek sürer. İstanbul Boğazı'ndaki tuzluluk değerleri mevsimlere göre önemli farklılıklar gösterir. İstanbul Boğazı ve Karadeniz'den daha tuzlu bir suya sahip olan Marmara Denizi'nden Boğaza giren suyun miktarı kışın artar ve bu da kış mevsiminde Boğaz suyunun tuzluluk oranını önemli ölçüde arttırır. Boğaz suyunun tuzluluğu havaların ısınmaya başladığı nisan ayından itibaren, azalmaya başlar. Tuzluluk oranları haziran ayında en alt düzeyde, kasım ayında ise en üst düzeyde seyreder. Boğaziçi'nde ve İstanbul Boğazı'nda genel olarak Akdeniz iklim özellikleri görülür. Yazların sıcak ve kuru; kışların ılık ve yağışlı olduğu Akdeniz ikliminin yanı sıra Karadeniz iklim özellikleri, Balkanlar ve Anadolu karasal iklimi de İstanbul Boğazı ve çevresinin su sıcaklığında etkilidir. Boğaz suyunun sıcaklığı genel olarak hava sıcaklığı ile aynı değerlerde seyreder. İstanbul Boğazı, Tuna, Dinyeper ve Don gibi üç büyük akarsu ve sayısız küçük suyla beslenen Karadeniz'in sularının tek çıkış yoludur ve Karadeniz'den Marmara Denizi'ne boğaz aracılığıyla akan su miktarı yıllık 660 milyar metreküptür. İstanbul Boğazı, Karadeniz'den alçak, Marmara Denizi'nden yüksek bir konumda yer alır. Düzey farklılığı Boğaz'ın başlangıç noktası ile bitiş noktası arasında toplamda 40 cm'yi bulur. Bu nedenle Karadeniz'den Marmara Denizi'ne sürekli bir yüzey akıntısı vardır. Yüzey akıntıları, Boğaz'ın orta kesimlerinde en şiddetli duruma gelirler. Akıntı kuvveti özellikle Kandilli açıklarından başlayarak güneye doğru saatte 5 kilometreyi bulan bir hızla güçlü bir biçimde devam eder. Yüzey akıntıları en kuvvetli hâllerini Karadeniz üzerinden gelen kuzey rüzgârlarının estiği dönemlerde alır. Olağan koşullarda 3-4 knot olan akıntı hızı, rüzgârlar ile beslendiğinde 7 knota kadar çıkar ve akış hızı hemen hemen bir nehir hızına ulaşır. Marmara Denizi'nin suyunun Karadeniz'in suyundan neredeyse iki kat daha tuzlu olmasından dolayı bu iki denizin arasında büyük bir yoğunluk farkı bulunur. Daha tuzlu olan Marmara suyunun özgül ağırlığı Karadeniz ve Boğaz sularından daha fazladır. Bu nedenle bu iki su kütlesini bağlayan Boğaz'da dip akıntıları oluşur. Bu akıntı türü Boğaz'ın 15-20 metre derinliğinden başlayarak derinliğin el verdiği ölçüde 45 metreye dek inebilmektedir. Boğaz'da kimi zaman da ana akıntının yolu üstünde bulunan koy ve burunların kıvrımlarına giren suyun, kıyıdaki kıvrımları izleyerek ters yönde akmasıyla da anaforlar oluşur. Bu anaforların ana yüzey akıntısına tekrar karıştığı noktalarda girdaplar görülür. Bu eğrimler denizciler arasında "ayna" olarak da adlandırılır. Oluşan anaforların büyüklüğü ve şiddeti, ana akıntının günlük şiddetine doğru orantılı olarak artar. Boğaz'ın ters akıntılarının yönü, büyüklüğü ve şiddeti hava koşullarıyla, özellikle de rüzgârlarla bağlantılıdır. Esen rüzgâr kıble ya da lodossa anafor akıntısının eni 1 gomina kadar daralır. Güneyden esen rüzgârların çok kuvvetli olduğu zamanlarda, ana akıntı Boğaz'ın tamamını kaplayarak kuzeye yönelir. Üsküdar'ın kuzeyindeki koyda ters akıntı dar bir çizgide kuzeydoğu yönünde akar. Lodos esmesi hâlinde Boğaz'ın orta kesimlerine kadar ilerleyebilir. Beylerbeyi semtinin kuzeydoğusunda bulunan koyda, Vaniköy'deki koyda, Anadoluhisarı'nda ve İstinye ile Bebek koylarının dış bölümlerinde kısa ters akıntılar vardır. Büyükdere Koyu'nda, 0.5 mil hızında bir ters akıntı kıyı şeridini izleyerek poyraz yönünde Mesar Burnu'na dek çıkar. Bu burunun kuzeydoğusunda ise başka bir ters akıntı girdap oluşturarak Tellitabya'ya ulaşır. Garipçe Burnu ile Rumeli Burnu arasında yer alan koylarda kuzey yönlü küçük çaplı ters akıntılar vardır. Selvi Burnu'nun güneydoğusunda bulunan koyda ve İncirköy ile Beykoz limanlarının içinde bulunduğu Paşabahçe Koyu'nda, kıyıdan açıklara doğru, büyüklüğü 4 gominaya kadar çıkabilen büyük anafor akıntıları vardır. Boğazda ters akıntı bulunan diğer noktalar Fil Burnu'nun iki yakası, Keçilik Koyu, Poyraz Burnu, Umuryeri Koyu'nun güney kesimleridir. İstanbul Boğazı'na özgü, güçlü akıntılardan biri de orkozdur. Orkozlar, başta lodos olmak üzere güneyden kuvvetli rüzgârların Marmara'nın sularını kuzeye yığmasından ötürü oluşur. Bu zamanlarda Boğaz'ın Marmara girişinde sular yarım metreye kadar yükselir. Bu olağandışı yükselme Boğaz'ın akıntı rejimini de değiştirir ve yüzeyde orkoz adı verilen ters akıntılar oluşur. Bu akıntının hızı zaman zaman 6-7 knota kadar çıkar ve Karadeniz'den Marmara'ya olan yüzey akıntısının hızına erişir. Orkozlar, yıl içinde birkaç kez görülür ve şehir hatları vapurlarının seferlerini iptal ettirecek kadar kuvvetli olabilirler. İstanbul Boğazı'nd
a oluşan üst akıntılar orkoz ve kuvvetli rüzgârların neden olduğu ters akıntılar dışında genelde kuzeyden güneye doğrudur. Boğaz'ın keskin dönüşler gerektiren kıvrımlı yapısı da bu akıntılara eklenince gemiler için İstanbul Boğazı en zorlu rotalardan biri hâline gelir. Manevra yaparken Boğaz'ın karşı trafik şeridine savrulmak, arkadan gemiyi iten güçlü akıntı nedeniyle hızını alamayıp karaya oturmak Boğaz'daki en yaygın kazalardandır. İstanbul Boğazı'nda kazaya uğrayan gemilerin çoğunlukla Karadeniz yönünden gelenler olmasının nedeni işte bu akıntılardır. Akıntılara karşı zamanında ve yerinde müdahalede bulunulmaması durumunda yer yer kıyıda bile derinliği 10 metre olabilen Boğaz'da gemilerin evlerin içlerine kadar girerek karaya oturması olayları yaşanmaktadır. İstanbul Boğazı, Karadeniz ile Marmara Denizi'ni bağlayan 29.9 km uzunluğunda bir su yoludur. Boğaz'ın, uluslararası taşımacılık yapılan sulara oranla çok dar ve bir o kadar da kıvrımlı bir yapısı vardır. Boğaz'ın iki yakasının birbirine en yaklaştığı nokta Anadoluhisarı ile Rumelihisarı arasında 698 metredir. En derin yeri Bebek ve Kandilli semtleri arasında 110, ikinci derin yeriyse Arnavutköy ve Vaniköy arasında 106 metredir. Ortalama su derinliği 60 metredir. Derinlik güneyden kuzeye çıkıldıkça artış gösterir. İstanbul Boğazı'nın girintili-çıkıntılı yapısı hemen her bölgede kendini gösterir. 12 keskin kıvrımı bulunan Boğaz'ın kıvrılma açıları Kandilli açıklarında 45, Yeniköy açıklarında ise 80yi bulur. Boğaz'ın bu kıvrımlı yapısı nedeniyle suyolu uzunluğu ile kıyı uzunluğu birbiriyle aynı değildir. Kara uzunluğu Avrupa yakasında bir uçtan bir uca 55 kilometreyi bulurken, Anadolu yakasında bu uzunluk 35 kilometre kadardır. Boğaz'ın kıyılarında geniş düzlükler bulunmaz. Yer yer denizin bitiminden birkaç metre sonra yalçın tepeler başlar. Boğaz'ın özellikle Avrupa yakası kıyılarındaki düz alanların çoğu deniz doldurularak elde edilmiştir. İstanbul Boğazı çevresinde yüksekliği 100 metreyi aşmayan çok sayıda küçük yükselti vardır. Boğaz'a bakan en önemli yükselti 252 metre yüksekliği ile Büyük Çamlıca Tepesi ve 216 metre yüksekliği ile Küçük Çamlıca Tepesi'dir. İstanbul Boğazı ve çevresine egemen iklim türü Akdeniz iklimidir. Yaz mevsimi, kurak ve tropikal hava kütleleri nedeniyle sıcak geçer. Ancak yazlar Türkiye'nin batısında ve güneyinde olduğu ölçüde şiddetli ve uzun süreli değildir. Kış mevsimleri dönemsel olarak ılık ya da soğuk geçebildiği gibi Boğaziçi'nin kimi bölgelerinde yükseklik ve bitki örtüsü gibi etkenlere bağlı olarak iklim özelliklerinde değişiklikler gözlemlenebilir. Boğaziçi'nde yıllık ortalama hava sıcaklığı 13.6 °C ile 13.9 °C arasında değişir. Bölgenin yıl içinde aldığı yağış miktarı ortalaması 672 mm ile 745 mm arasında ölçülür. Boğaz çevresinde bağıl nem oranı ise %70-80 arasında değişir ki, bu da Türkiye'de görülen en yüksek rakamdır. Kimi zamanlarda kutupsal hava kütlelerine bağlı olarak Boğaz ve çevresinde kar yağışlı günler geçebilir. Boğaz çevresinde soğuk hava nedeniyle don olayları yaşandığına sık sık rastlansa da İstanbul Boğazı'nda suların donması tuzluluk, akıntılar, gemi trafiği ve diğer coğrafi koşullardan ötürü söz konusu değildir. Ancak buna rağmen yakın geçmişte bile kış mevsimlerinde İstanbul Boğazı'nda yüzen büyük buz kütleleri görülmüştür. Halk arasında "Boğaz'ın donması" olarak adlandırılan bu olay geçmişte bazı dönemlerde öylesine yoğun yaşanmıştır ki İstanbul Boğazı'nın yüzeyi tümüyle buz parçalarıyla kaplanmıştır. Bu buz kütleleri Avrupanın iç kesimlerinden geçerek Karadeniz'e dökülen akarsular aracılığıyla Boğaz'a yığılmaktadır. Soğuk geçen kışlarda donan nehirlerden kopan buzlar Karadeniz'de yüzerek Boğaz'a girerler ve Boğaz'ın koylarında, limanlarında birikirler. Yığılan buzlar İstanbul'daki mevcut soğuk hava nedeniyle birbirlerine kaynayınca üzerinde insanların yürüyebileceği sağlamlığa erişir. İstanbul Boğazı'nda belirli dönemlerde fırtınalar görülür. Bu fırtınaların en yoğun ve şiddetli yaşandığı dönem ocak ayıdır. Fırtınalı günlerin sayısı eylül ayından başlayarak artış gösterir. Fırtınalı dönemlerde Boğaz'da akıntı seyri değişebilir ve bu değişim Boğaz'da ulaşımı zaman zaman sekteye uğratabilir. Sisli günler ise en çok mart ve nisan aylarında görülür. Kar yağışı ve sis nedeniyle Boğaz trafiğe kapatılabilir. Boğaz'da iklimsel ölçümler Kandilli Rasathanesi'nden yapılır. Ancak bu gözlemevinin 114 metre yükseklikte bir noktada yer almasından dolayı bazı ölçümler yapılamamaktadır. İstanbul Boğazı'nın iki yakası arasında kabaca bir paralellik vardır. Güneyden başlayarak Üsküdar'daki çıkıntı Dolmabahçe'deki girintinin, Ortaköy'deki çıkıntı Çengelköy Koyu'nun, Kandilli Burnu Bebek Koyu'nun, Yeniköy'deki çıkıntı Paşabahçe Koyu'nun karşısında yer alır. Ancak Boğaz'ın her iki yakasında koylar ve burunlar eşit bir dağılım göstermez. Boğaz'daki koylar balıkçı tekneleri ve özel yatlar için en önemli sığınak noktalarıdır. Anadolu Yakası'ndaki çeşitli liman ve koylarda 1653, Avrupa Yakası'ndaki liman ve koylarda ise 1781 adet olmak üzere, İstanbul Boğazı'nda toplam 3434 tekne bulunmaktadır. Bu teknelerin büyük bölümünü balıkçı tekneleri oluşturmaktadır ve bu tekneler genelde Boğaz'ın kuzeyinde yoğunlaşırlar bunun nedeni gezeğen balıkların mevsimsel olarak kuzeydeki koylarda yoğunlaşmasıdır. Boğaz'daki teknelerin, çekek sahalarının dağılımı; Avrupa Yakası'nda Rumelikavağı'nda 74, Sarıyer'de 30, İstinye'de 20 tanedir. Anadolu Yakası'nda ise Anadolukavağı'nda 91, Yalıköy'de 8, Anadoluhisarı'nda 27 tanedir. İstanbul Boğazı'nın sularının çevrelediği iki kara parçası vardır. Bunlar Salacak açıklarında bulunan Kız Kulesi'nin üstünde olduğu kayalık ada ile Kuruçeşme açıklarında bulunan ve "Galatasaray Adası" olarak bilinen Kuruçeşme Adası'dır. İstanbul Boğazı'nın Marmara Denizi ile birleştiği bölgede, Salacak semti kıyısına yaklaşık 100 metre uzaklıkta yer alır. Kimi kaynaklarda bu adacık üstünde ilk yapının Boğaz trafiğini kontrol altına almak isteyen Atinalı bir komutanın kurduğu karakol olduğu söylenir. Kız Kulesi teknik anlamda bir deniz feneri olduğu için Osmanlı döneminde "Fenerler İdaresi"'nin yönetimindeydi. Cumhuriyet döneminde, 1945 yılında Liman Müdürlüğü tarafından devralındı ve 1959 yılında askeriyeye verildi. Son olarak 1982'de Türkiye Denizcilik İşletmeleri'nin yönetimine girdi ve bu dönemde geçici bir süre siyanür deposu olarak kullanıldı. 2000 yılında özel bir işletmeye kiraya verildi ve restoran olarak işletilmeye başlandı. Kız Kulesi, İstanbul sanatında en önemli ögelerden biridir. Kuleye ulaşım her gün belirli saatler arasında Salacak ve Kabataş'tan sağlanır. Galatasaray Adası ya da resmî adıyla Kuruçeşme Adası, Bebek kıyılarının 165 metre açığında yer alır. 1872'de Sultan Abdülaziz tarafından Sarkis Balyan'a hediye edilen ada, bir dönem "Sarkis Bey Adacığı" olarak anılır. Osmanlı döneminde, ünlü ressam Ayvazovski'nin kaldığı bu ada, 1914'lerden itibaren kömür deposu haline getirildi. Bir süre sonra şehir hatları vapurlarına yakıt sağlayan bir yer oldu. 1957'de Galatasaray Spor Kulübü Başkanı Sadık Giz 150 TL karşılığında adayı satın aldı ve diğer üyelerin hizmetine sundu. 1957-1968 arası, Galatasaray Spor Kulübü Sutopu Şubesi'ne tahsis edildi. 2006'da eğlence yeri ve lokanta işletmecisi Mehmet Koçarslan'a 3 yıllığına kiralandı. İşletmeci, adanın üzerindeki tesislere ""Suada"" adını verdi. İstanbul Boğazı kıyılarında ilk yerleşim yeri MÖ 685 yılında Megara'dan gelen Yunanların günümüzde tarihî yarımada olarak adlandırılan bölgeye gelmesiyle kurulmuştur. Bu yerleşim yeri günümüze pek çok kez el ve ad değiştirerek gelmiştir. Bunu, yine yakın dönemlerde Dorların Anadolu Yakası'nda günümüzde yerini Kadıköy ilçe merkezinin aldığı Kalkedon kentini kurması izlemiştir. Günümüzde yerinde Üsküdar ilçesinin bulunduğu alanda kurulmuş olan "Skutari" şehri de Boğaziçi'nin en eski yerleşim birimlerinden biridir. Boğaz, ilk çağda Karadeniz kıyısında kurulmuş olan kolonilere ulaşma açısından önemli bir suyoluydu. MÖ 493'te İskit seferine çıkan Pers imparatoru I. Darius İstanbul Boğazı'nı yüzlerce gemiyi yan yana sıralayıp yüzer bir köprü oluşturarak geçmişti. Doğu Roma İmparatorluğu kurulduğunda Boğaz kıyısında bu üç şehir dışında önemli bir yerleşme yoktu ve küçük kıyı köylerinde insanlar balıkçılıkla uğraşırlardı. Boğaz çevresinde nüfus arttıkça ve şehirler büyüdükçe Boğaz önem kazanmaya başladı. Özellikle Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç ile çevrili olan ve güçlü surlarla korunan Konstantinopolis şehri bölgede önemli bir güçtü. Doğu'da Müslümanların ilerlemeleriyle birlikte Boğaz ve kıyıları dönemin çok kutuplu dünyasında kilit bir önem kazandı. Bu dönemde Katolik Avrupa, kutsal sayılan Kudüs şehrini ele geçirmek için Müslümanlar üzerine seferler düzenliyordu. 1204 yılında Konstantinopolis üzerinden gerçekleştirilen dördüncü seferde Katolikler Ortodoksluğun merkezi olan bu şehri ve çevresini de ele geçirdiler ve burada Katolik Latin İmparatorluğu'nu kurdular. Bu olayın ardından Konstantinopolis ve Boğaz, 57 yıl boyunca Latin İmparatorluğu yönetiminde kaldı. Bölgenin egemenliği 1261 yılında Bizans imparatoru VIII. Mihail'in şehri ele geçirmesiyle yeniden Ortodokslara geçti. Dönem dönem Arapların ve Bulgarların da Boğaz üzerinden akınlar düzenlediği Konstantinopolis'e 15. yüzyıldan itibaren ise Türkler saldırıda bulunmaya başladı. Bu saldırılardan kapsamlı olarak yürütülen ilki, II. Murad komutasındaki Osmanlı ordusunun, 1422 yılında II. Manuil yönetimindeki Bizans İmparatorluğu üzerine yaptığı akındır. Şehri ele geçirmek amacıyla yapılan bu kuşatma Osmanlı Devleti'ndeki iç karışıklıklar nedeniyle Türkler adına başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Konstantinopolis'in düşüşü ancak 1453 yılında II. Mehmed'in kuşatmasıyla gerçekleştirilebilmiştir. II. Mehmed, şehri ele geçirebilmek için önce Boğaz çevresindeki bölgeleri ele geçirmiş, sonra da buradaki mevcut kaleleri güçlendirmiştir. Boğaz'ın en dar noktasına Anadolu Yakası'nda I. Bayezid tarafından yaptırılan hisarın karşısına ise yeni bir kale yaptır
mıştır. Rumeli Hisarı ve Anadolu Hisarı olarak adlandırılan bu yapılar günümüzde hâlâ ayaktadır. Konstantinopolis'i fethetme düşüncesiyle ön hazırlıklar yapan Osmanlı sultanları öncelikle İstanbul Boğazı çevresini ele geçirmişler ve buralarda iskân politikası yürütmüşlerdir. Bu dönemde ilk kez Boğaziçi'nde Türk köyleri de kurulmuştur. Konstantinopolis şehrinin 53 gün süren kuşatma sonucu 29 Mayıs 1453 tarihinde düşmesiyle yeni köyler de kurulmaya devam etmiş, mevcut köylerin nüfusları hızla artmıştır. İstanbul Boğazı Türk kültüründe ve günlük yaşamında 18. yüzyıldan itibaren etkili olmaya başlamıştır. Boğaziçi'nde pek çok noktada Osmanlı sultanlarına avlaklar, hasbahçeler, gezi parkurları oluşturulmuştur. Özellikle Lâle Devri süresince Boğaz'ın en seçkin noktalarına kasırlar yaptırılmış, Boğaz kıyıları dönemin ileri gelenlerinin yaptırdıkları yazlık konaklarla dolmuştur. Sayfiye yeri olarak öne çıkan Boğaz kıyılarının belirli noktalarında kadınlar ve erkekler için deniz hamamı denen ayrı kumsallar açılmış, Boğaz'da kayıklarla yapılan mehtap sefaları moda olmuştur. İstanbul Boğazı 19. yüzyılda da bu dönemde kazandığı önemini korumuştur. Boğaza nazır tepelerde oluşturulan korular, parklar ve kıyılara yaptırılan mimari bakımdan batı esintileri taşıyan sahilsaraylar bu dönemin en belirgin özellikleridir. Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı ve Çırağan Sarayı bu dönemden günümüze gelen en bilinen yapılardır. Boğaz'ın askerî ve politik bir sorun olarak yeniden gündeme gelmesi 20. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin eski otoritesini yitirdiği dönemde ortaya çıkmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında tarafsızlık politikası güden Osmanlı Devleti, yönetimini elinde bulundurduğu Boğazlara savaş gemilerinin girmesine izin vermiyordu ancak kendisine sığınan Almanya bandıralı SMS Goeben ve SMS Breslau gemilerine barınma hakkı vererek tarafsızlık politikasını terk etti. Uygulamada ise bunu sürdürmek için gemileri satın aldığını ve adlarını "Yavuz" ve "Midilli" olarak değiştirdiğini bildirdi. Bu gemiler Osmanlı yetkililerin bilgisi dışında Boğaz'ı geçerek kuzey Karadeniz'de Rus limanlarını topa tuttular. Bu ve bunun sonucunda gelişen olaylar nedeniyle savaşa dâhil olup, yenilen Osmanlı Devleti Boğazların egemenliğini tümüyle yitirdi. Yenik Osmanlı Devleti ile kazanan taraflar Mondros Antlaşması'nı imzaladılar ve antlaşmanın imzalanmasından kısa süre sonra, 13 Kasım 1918 günü Osmanlı Devleti toprakları işgal edilmeye başlandı. İstanbul Boğazı'na ilk yabancı ülke donanmaları bu tarihte girdi. 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan ve 4 Yunan gemisinden oluşan 55 birimlik müttefik donanması Dolmabahçe ve Sarayburnu önlerinde demirledi. Gemilerden çıkan askerler, İstanbul'da gerekli görülen stratejik noktalara konuşlandırıldılar. Bir grup asker ve gemi ise Boğaz'daki istihkâmları ve tersaneleri boşaltıp teslim aldılar. Bu tarihten başlayarak 20 Temmuz 1936 tarihine dek Boğazlar önce savaşı kazanan devletlerce, daha sonra ise uluslararası bir komisyonca yönetildi. Osmanlı Devleti'nin ve müttefiklerinin Birinci Dünya Savaşı'nda yenilmesinin ardından sırasıyla Mondros, Sevr ve Lozan Antlaşmaları imzalandı. Mondros Antlaşması uyarınca başkent İstanbul ve taşra toprakları işgal edilirken, Sevr Antlaşması ise yürürlüğe girmedi. Sevr Antlaşması'nda Türk Boğazlarının Milletler Cemiyeti bünyesinde oluşturulacak uluslararası bir komisyon tarafından yönetilmesi öngörülüyordu. Komisyon başkanları ve temsilcileri üye ülkelerden seçilecek ancak Türkler bu komisyona başkanlık edemeyecekti. Sevr Antlaşması uygulamaya konulmadığı için Boğazları ilgilendiren bu hükümlerde devre dışı kaldı. Bu dönemde Türklerin direniş başlatarak bağımsızlık kazanması üzerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Lozan Antlaşması ise kazanan devletlerle yeni Türk devleti arasında yapıldı. Bu antlaşmada Türkiye'nin uluslararası alanda birçok diplomatik kazanımı olsa da Boğazların egemenliği tam olarak Türk tarafının lehine sonuçlanmayan en önemli konulardan biriydi. Sevr Antlaşması ile kurulamayan uluslararası komisyon, Lozan Antlaşması ile kuruldu ancak bu kez komisyona Türk tarafından seçilen bir kişi başkanlık edecekti. Boğazların tüm ticaret gemilerine açık olması, barış zamanında da savaş gemilerinin belli bir sınırlamayla serbestçe Boğazlardan geçmesi öngörülüyordu. Savaş zamanında Türkiye tarafsızsa Boğazlardan geçişleri engellemeyecek, savaşa katılmışsa karşı devletlerin gemilerine istediği biçimde müdahalede bulunacaktı. Savaş zamanı tarafsız devletlerin ticaret gemileri yardım götürmüyorsa yine serbestçe Boğazlardan geçebilecekti. Boğaz çevresinde kritik noktalar silahsızlandırılacaktı. Boğazlar, 20 Temmuz 1936 tarihine dek bu koşullar altında yönetildi. İkinci Dünya Savaşı öncesinde gerilmeye başlayan siyasi ortamda, Türkiye güvenlik kaygıları olduğunu dile getirerek Boğazlar üzerinde yetkisini arttırmak için harekete geçti. Konuya hâkim bir heyet tarafından bir taslak hazırlandı ve Türk tarafının bastırması sonucu İsviçre'nin Montrö kentinde Boğazların durumu için Karadeniz'e kıyıdaş olan ya da Boğazlarla ilgili olan devletler arasında görüşmeler başlatıldı. Görüşmeler sırasında Türkiye'yi dönemin dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, Londra Büyükelçisi Fethi Okyar, Paris Büyükelçisi Suad Davaz, Genelkurmay ikinci başkanı Asım Gündüz ve Türkiye'nin Milletler Cemiyeti sürekli delegesi Necmettin Sadak'ın içinde bulunduğu 24 kişilik bir grup temsil ediyordu. Türk tarafı, gemiler için işlemekte olan geçiş serbestisine karşı çıkmıyor ancak askerî gemilerin geçişleri süresince ulusal güvenliği sağlamak için yetki istiyordu. Karadeniz'e giren savaş gemilerinin sayısına ve Karadeniz sularında kalış süresine sınırlama getirilmesi de Türkiye'nin istekleri arasındaydı. Türk tarafına Boğazlar üzerinde tam egemenlik hakkı veren bu istekler Karadeniz'e kıyısı olan diğer ülkelerin çıkarlarına da uyduğu için söz konusu ülkelerce desteklendi. Yetkilerin komisyon tarafından sürdürülmesi konusunda bastıran Birleşik Krallık'ın görüşleri kabul görmedi ve imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye güvenlik konularında Boğaz üzerinde tam yetkili oldu. Boğazların egemenlik hakkı Türkiye'ye tanındıktan kısa bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Savaşın sonuna dek katı bir tarafsızlık politikası izleyen Türkiye, ilgili antlaşmalar ve sözleşmeler uyarınca Boğazları tüm muharip ülkelerin savaş gemilerine kapalı tuttu. Türkiye'yi Alman ve İtalyan savaş gemilerini ticaret gemisi sayarak Boğazlardan Karadeniz'e sokmakla suçlayan Sovyet Rusya, Türkiye'ye nota verdi. Boğazların Karadeniz'e kıyıdaş ülkelerce yönetilmesini öngören bir yönerge taslağıyla sözleşme değişikliği isteminde bulundu ancak Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık Türkiye'nin itirazlarını destekleyince Rusya'nın önerisi görüşülmeden bırakıldı. Türkiye, Boğazalarda İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra güvenlik tehdidi olarak değerlendirilebilecek herhangi bir olay yaşamadı ancak özellikle son 50 yıl içinde Boğazlardan geçen ve akaryakıt taşıyan gemilerin yaptığı kazalar nedeniyle çevre felaketlerinden zarar gördü. Boğazlarda egemenlik ve savaş gemilerine kapalı olma konuları 2008 yılındaki Güney Osetya Savaşı'nda yeniden gündeme geldi. Gürcistan'a insanî yardım götürmek amacıyla NATO adına USNS Comfort ve USNS Mercy adlı ABD savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi Türkiye'de Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nin ihlâl edildiği konusunda hararetli tartışmalara yol açtı. Yabancı ülke savaş gemilerine kapalı olan Boğazlarda özel günlerde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kutlama etkinlikleri yürütülür. Zafer ve Kabotaj bayramlarında fırkateynler, denizaltılar ve hücum botları simgesel top atışlarıyla İstanbul Boğazı'ndan geçer. İstanbul Boğazı, Türkiye dışında Karadeniz'e kıyısı olan Bulgaristan, Gürcistan, Romanya, Rusya ve Ukrayna için Akdeniz'e ve diğer açıkdenizlere ulaşabilmenin tek yoludur. Baltık Denizi ve Kuzey Okyanusu'na kıyısı olan Rusya dışında diğer ülkeler içinse alternatifi olmayan bir güzergâhtır. Boğazlar üzerindeki egemenlik Türkiye'nin yanı sıra bu kıyıdaş ülkeler için de önemli bir konudur. Avrupa ve Asya anakaralarını birbirinden ayıran doğal sınırlardan yalnızca biri olmasına karşın içlerinde en bilineni İstanbul Boğazı'dır. Bunda, iklim ve coğrafi koşullar bakımından elverişli bir bölge olmasından ötürü çağlar boyunca yerleşim bölgesi olmasının büyük payı vardır. İstanbul Boğazı kıyısındaki eski İstanbul şehri Bizans, Latin ve Osmanlı imparatorluklarına payitahtlık yapmış ve bugün ise Türkiye Cumhuriyeti'nin ekonomik ve kültürel bakımdan en önemli kentidir. Boğazın boydan boya ikiye böldüğü İstanbul şehri, dünyanın az sayıda kıtalararası şehrinden biridir. Türkiye'nin, Montrö Boğazlar Sözleşmesi gereğince Boğazlardan geçen gemilerden geçiş ücreti alma hakkı bulunmasa da askerî olarak geniş yetkilere sahiptir. Günümüzde İstanbul Boğazı kıyılarında Boğaz Komutanlığı yer almakta ve komutanlığa bağlı askerî gemiler Boğaz sularında demirlemektedir. Geçmiş çağlardan beri önemini hep koruyan Boğaz'da ilk egemenliğin Atinalı devlet adamı ve komutan Alkibiades tarafından sağlandığı rivayet edilir. Alcibiades bugünkü Kız Kulesi'nin üstünde bulunduğu adacığa gümrük binası işlevi gören bir yapı kurarak Boğaz'dan geçen gemilerden vergi almıştır. Bizans'ın egemenlik kurduğu dönemlerde de Boğaz'dan geçiş için alınan vergiler devlet için önemli bir gelir kapısı olmuştur. Karadeniz, İstanbul Boğazı ve Marmara Denizi'nin kesişme noktasında bir yarımada üstünde kurulu İstanbul şehri yüzyıllar boyunca en korunaklı, ele geçirilmesi en güç kentlerden olmuştur. Osmanlı döneminde de Boğaz'ın egemenliğini kazanmak için çevre topraklar ele geçirilmiş, Boğaz'ı kullanan gemilerden geçiş ücreti alınmıştır. İstanbul şehri kuşaltılmadan önce Boğaz'ın en dar noktasına karşılıklı olarak Anadolu ve Rumeli hisarları yaptırılmış ve Boğaz'ın kontrolü böyle sağlanmıştır. İstanbul kuşatması başarıya ulaşıp, şehir düştüğünde Osmanlılar Boğaz'ın tam egemenliğini sağlamış oldular. Şehrin ilhakından kısa süre sonra, Osmanlı Devleti'nin Çanakkale ve
İstanbul boğazlarındaki limanlardan kazandığı toplam gelir 42 bin altın dolaylarındaydı. Bu dönemde Boğazdan duraksız geçişlerde ise gemilerden asgarî 300 akçe alınıyordu. Yine aynı dönemde yayalar için geçiş ücreti kişi başı üç akçeydi. Doğu-batı doğrultusunda yer alan en işlek ticaret yolları bu dönemde İstanbul'dan geçiyordu. İstanbul Boğazı kıyılarına ilk yerleşimler günümüzde tarihî yarımada olarak adlandırılan bölgede kurulan Byzantion, Kadıköy'de kurulan Kalkedon ve Üsküdar'da kurulan Skutarion'du. Kurulduğu andan başlayarak sürekli bir genişleme yaşayan bu şehirler içinde ilk olarak Byzantion ile günümüz Galata semtinde bulunan köy bitişti. Bizans döneminde Boğaz'ın özellikle Avrupa Yakası'nda irili ufaklı pek çok köy bulunuyordu ve bu köyde yaşayan halk balıkçılık ve kısmen tarımla uğraşıyordu. İstanbul'da Türk yayılması başlayınca Boğaz kıyılarında ve iç kesimlerde ilk Türk köyleri de kurulmaya başlandı. Konstantinopolis de düşünce bölgede Türk nüfus ağır basmaya başladı. Boğaziçi'ndeki ilk Türk yerleşiminin Kanunî Sultan Süleyman döneminde yapıldığı bilinmektedir. Boğaziçi'ndeki ilk Türk yapısı, Süleyman'ın kızı Neslişah Sultan tarafından 1540 yılında İstinye'de yaptırılan bir külliye idi. 18. yüzyılda Lâle Devri'nde İstanbul'un ileri gelen aileleri Boğaz kenarında yazlık kıyı evleri yaptırmaya başladı. "Sahilhane" denen bu evler daha sonraları yalı (Yunanca: "γιαλός" ) olarak anılmaya başlandı. Osmanlı döneminde Boğaz kıyısında gayrimüslim nüfusu oldukça yüksekti. Cumhuriyet dönemindeyse hızlı bir sanayileşme süreci içine giren İstanbul'a iç göç durmaksızın arttı. Göçmenler içinden parasal bakımdan daha iyi durumda olanların çoğu yine Boğaz kıyılarını tercih etti. 1950'lerde Boğaz kıyılarında yoğun bir gecekondulaşma süreci başladı. Bu çarpık kentleşme alanlarının bir bölümü daha sonra yerini çeşitli lüks site, blok apartman ve villalara bıraktı. 1973 ve 1988 yıllarında yapılan iki asma köprü ile sıklaştırılan vapur seferleri İstanbul'a göçü ve Boğaz kıyılarında ikâmeti özendiren bir başka önemli etken oldu. Boğaz kıyısındaki semtler ve köyler büyüyerek birbirleriyle bitişti ve iç içe geçti. Boğaz'ın her iki yakasına yayılan bu kent bölgesi eski dönemlerden bu yana Boğaziçi olarak adlandırılır. Günümüzde Boğaziçi'nde 7 ilçe vardır. Bunlar: Avrupa Yakası'nda Fatih, Beyoğlu, Beşiktaş ve Sarıyer; Anadolu Yakası'nda Kadıköy, Üsküdar ve Beykoz'dur. Sahil şeridinde Avrupa Yakası'nda, Ahırkapı, Karaköy, Fındıklı, Kabataş, Dolmabahçe, Akaretler, Beşiktaş, Çırağan, Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Bebek, Rumelihisarı, Baltalimanı, Emirgân, İstinye, Yeniköy, Tarabya, Kireçburnu, Büyükdere, Sarıyer, Rumelikavağı semtleri yer alırken; Anadolu Yakası'nda ise Salacak, Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy, Kandilli, Anadoluhisarı, Kanlıca, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz, İncirköy ve Anadolukavağı bulunur. Boğaziçi'ndeki emlâk fiyatları İstanbul ortalamasının çok üzerindedir ve özellikle yalıların fiyatları yüz milyon doların üzerine çıkabilmektedir. Boğaziçi'nin mimari yapısı Bizans döneminde kıyılarda kurulan balıkçı köylerindeki basit evlerle biçimlenmeye başlamıştır. Osmanlı döneminde kıyılara kondurulan yalılar ise Boğaziçi mimarisinin en seçkin örneklerinden olmuş ve yıllar boyunca İstanbul Boğazı ile özdeşleştirilegelmiştir. Yüzyıllar boyunca İstanbul Boğazı'nın iki yakasında yapılan yalılardan günümüze ulaşanların sayısı yaklaşık 360'tır. Yalıların en büyük özelliği lebiderya, yani denize sıfır konutlar olmaları olsa da, zaman içinde kimi yalılar gerek konut sahiplerince mekân kazanmak için önleri toprak doldurularak, gerekse kıyı şeridine yol yapmak için belediye tarafından geri plana alınarak denizden kısmen uzaklaşmıştır. Günümüzde büyük çoğunluğu hâlen eski hâllerini koruyan yalılar, hem İstanbul şehrinin, hem de Türkiye'nin en pahalı taşınmazları arasında yer alırlar. Boğaziçi yalılarının değerleri en yüksek olanları arasında Hasip Paşa Yalısı, Muhsinizade Yalısı, Ahmet Fethi Paşa Yalısı, Tophane Müşiri Zeki Paşa Yalısı, Kıbrıslı Yalısı, Tahsin Bey Yalısı, Kont Ostrorog Yalısı, Şehzade Burhaneddin Efendi Yalısı, Zarif Mustafa Paşa Yalısı ve Nuri Paşa Yalısı vardır. Osmanlı yalılarının mimari özellikleri sahiplerinin sosyal sınıfına göre değişiklik gösterirdi. Müslüman yalıları arasında boşluklar bulunurken, gayrimüslim yalıları ise genelde bitişik nizamda inşa edilirdi. Yalılar genel olarak 2 ilâ 3 katlı olarak yapılır ve renkleri gül kurusuyla bordo arasında değişirdi. Gayrimüslim yalıları daha koyu renkler taşırdı. Bu renk geleneği son yıllarda değişmiş Boğaziçi yalılarının rengârenk boyandığı görülmüştür. Genelde balkon ögesi bulunmayan yalılarda bunun yerine geniş cumbalar kullanılmış ve yalıların tümünde kayıkhane denen bir küçük iskele ile yalıların simgesi olan çiçek bahçeleri olmuştur. Osmanlı döneminde saray halkının da en gözde mekânlarından olan Boğaziçi'nde saraylılar çok sayıda yapı inşa etmişlerdir. Sultan'ın ve yakınlarının dönem dönem kullandığı yapılar arasında en göze çarpanlar: Dolmabahçe Sarayı, Çırağan Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Küçüksu Kasrı, Beykoz Kasrı ve Adile Sultan Kasrı'dır. Galatasaray Üniversitesi, Mısır Konsolosluğu ve Sakıp Sabancı Müzesi gibi tarihî yapılar da Boğaziçi'nin en bilinen mimari örneklerindendir. Boğaziçi'nin önemli semtlerine Osmanlı döneminde bir iskele binasının yanı sıra, bir iskele meydanı ve meydan camii yapmak geleneği vardı. Bu geleneğin günümüze ulaşan örnekler arasında Beşiktaş iskelesi, Ortaköy Meydanı, Ortaköy Camii, Bebek Camii, Beylerbeyi Camii, Vaniköy Camii ve Şemsipaşa Camii sayılabilir. İstanbul'da son yıllarda sayıları hızla artan gökdelenlerden ve blok apartmanlardan dolayı Boğaziçi'nin silüetinde büyük değişiklikler oldu. Bu konuda en büyük tartışmalar Dolmabahçe ile Gümüşsuyu semtleri arasında yer alan ve halk arasında görünümüne atfen "Gökkafes" olarak adlandırılan Süzer Plaza'nın yapımı konusunda yapıldı. 1987 yılında yapımına başlanan gökdelenin inşaatı yıllarca sürerek 2001 yılında bitirilebildi. Bu süre boyunca hukuken şaibeli ve şehir planlamacılığına aykırı olduğu gerekçesiyle çeşitli kişi ve kurumlarca protesto edildi. Binanın hukukî belirsizliği sürmesine karşın plazadaki işletmeler hâlen faaliyettedir. İstanbul'un çağdaş bina ve gökdelenleriyle ünlü iki semti olan Maslak ve Levent'te yer alan binalar da coğrafi olarak İstanbul Boğazı'na uzak noktalarda yer alsalar da Boğaziçi'nin değişik noktalarından görülebilmekte ve aynı şekilde İstanbul'un silüetini bozdukları eleştirine uğramaktadır. Tarabya Koyu kıyısında bulunan ve bir yangın sonucu yıkılan tarihî Tokatlıyan Oteli'nin yerine yapılan Büyük Tarabya Oteli de Boğaz'ın silüetini bozmakla eleştirilen yapılardandır. Bunun dışında Boğaz silüetine doğrudan etki etmemekle birlikte Ulus ve Akatlar gibi semtlerde Boğaz'a nazır yüksek apartman blokları vardır. İstanbul Boğazı'nda çevre sorunları kıyılardaki yerleşim birimleri büyüdükçe arttı. Bugün Boğaziçi semtlerinin kirlilik potansiyeline Karadeniz ve Marmara Denizi üzerinden gelen seyrelmiş atıksular ve yüzer evsel atıklar de eklenince Boğaz'daki kirliliğin alarm verir düzeyde olduğu görülmektedir. Tuna, Don ve Dinyeper gibi Avrupa'nın içlerinden geçerek sularını Karadeniz'e boşaltan büyük akarsular geçtikleri ülkelerden sularına kattıkları atıkları Karadeniz'e yığmaktadır. Boğaz'ın akıntı rejiminden ötürü bu atıklar önce Boğaz sularına giriş yapmakta, oradan da Marmara Denizi'ne geçmektedir. Boğaz'a giriş yapan katı atıklar özellikle Boğaz'ın koylarında birikmekte ve görünür kirliliğin baş ögesi olmaktadır. Boğaz'a akan dereler, Boğaz kıyısındaki kafeler, koylarda demirleyen tekne ve yatlar da zaman zaman Boğaz kirliliğinde rol oynamaktadır. Boğaziçi'ndeki semtlerin kanalizasyon atıklarının iyi arıtılamadan denize verilmesi de Boğaz'ın kirliliğinde etkili bir başka etkendir. 1966, 1979, 1982, 1994, 1999 ve 2004 tarihlerinde İstanbul Boğazı'nda meydana gelen tanker kazalarında on binlerce ton akaryakıt Boğaz sularına karışmıştır. 1979 yılından bu yana İstanbul Boğazı'nda kaza ya da arıza sonucu sulara gömülen 28 geminin 11'i akaryakıt taşıyan tankerleredir. Deniz tabanındaki bu batıkların kimilerinden hâlâ akaryakıt sızması olduğu ve bunların Boğaz suyuna karıştığı sanılmaktadır. Boğaz'da sağlık açısından denize girmeye uygun nokta bulunmamaktadır. İstanbul Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümünün laboratuvarlarında yapılan incelemelerin sonucunda yüzmeye elverişli sularda azamî 2.000/ml olması gereken kolibasili sayısı Tarabya'dan alınan örneklerde 3.800; Emirgân'dan alınan örneklerde 2.800; Bebek'den alınan örneklerde ise 2.500 olarak ölçülmüştür. Buna rağmen, yaz aylarında Boğaz sularında yüzenler olduğu gibi Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi'nce de Boğaz'da yüzme, kürek ve kano yarışları düzenlenmektedir. Karadeniz ile Marmara Denizi arasında bir doğal koridor görevi gören İstanbul Boğazı birbirinden farklı iki ekosistem arasında yer alır ve zengin bir biyolojik çeşitliliğe sahiptir. Atlas Okyanusu'ndan gelen göçücü pelajik balıkların Boğaz'dan geçerek Karadeniz'e yaptığı göçler balıkçılar arasında anavaşya olarak adlandırılır. Kışa yakın, havalar soğumaya başlayınca bu balıklar yine Boğaz'dan geçerek Marmara'ya ve oradan da Akdeniz ile Atlas Okyanusu'na geri dönüş yaparlar. Balıkların Boğazlar üzerinden Karadeniz sularından ayrılması olayına da katavaşya denir. Bu dönemlerde İstanbul Boğazı balık türlerinin beslenme ve üremesi konusunda önemli bir merkezdir. Son yıllarda Boğaz suyunda artan kirlilikle bağlantılı olarak Boğaz ekosisteminde görülen balık çeşitleri büyük ölçüde yok olmuştur. İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi'nin hazırladığı raporlara göre 70'li yılların sonlarında İstanbul Boğazı'nda yaşayan balık türü 60 iken, İstanbul Boğazı'nda yaşanan çevresel bozulma nedeniyle bu sayı günümüzde 20'ye kadar düşmüştür. İstanbul Boğazı'nda canlı çeşitliliği bakımından tehlike altında olan ve korunması gereken toplam 33 deniz bitkisi ve hayvanı bulunmaktadır. İstanbul şehri, köklü bir kültü
r ve geçmişin yanı sıra; sahip olduğu doğal alanlar da hesaba katılarak UNESCO'nun 1972 tarihli Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşmesi ile Akdeniz'de ortak öneme sahip 100 tarihî sit alanından biri seçilmiştir. İstanbul'un bitki örtüsü özellikle Boğaz ve Karadeniz kıyılarında yoğunlaşmış olup Boğaziçi biteyinde görülen bitkiler Akdeniz ve Karadeniz iklimleri arasında bir geçiş özelliği göstermektedir. İç kesimlerde yoğun ormanlarla karşılaşılırken, kıyıya ve yerleşim yerlerine yakın noktalarda bozulmuş orman ve psödomaki oluşumları görülür. Boğaziçi'nde en yaygın ağaç türleri kestane, meşe, karaağaç, ıhlamur, akasya ve dişbudak olup; defne, sakızağacı ve köpekelması gibi türler de çevredeki maki-ağaççık türleridir. İstanbul Boğazı dönemsel olarak denizanası akınına uğrar. Boğaz'ın tüm yüzeyini kaplayan ve genelde koylarda biriken denizanaları balıkçılar için sıkıntı yaratır. Boğaziçi'nde eskiye oranla büyük artış gösteren denizanası popülasyonunun nedeni olarak Boğaz'a karışan evsel ve endüstriyel atıklar gösterilmektedir. Boğaz'da nadiren rastlanan ve hem İstanbulluların, hem de iç basının büyük ilgi gösterdiği yunuslar ise yalnızca temiz sularda görülebilmeleri bakımından sevinç yaratmaktadır. Eski dönemlerde Boğaz'da görülen yunuslar afalina ve mutur denen türlerdi. Bu hayvanlar lüfer sürülerinin peşinden Boğaz'a girer ve avlanırken balık sürülerini kıyılara sürdüğü için balıkçılar tarafından ""mübarek hayvan"" olarak adlandırılır, uğurlu sayılırdı. Zaman zaman ise ağlara takılan yunuslar balık ağlarını parçalar ve yakalanan balıkların kaçmasına neden olurdu. Boğaz'da görülen yunusların sayısı 1950'lerden itibaren Karadeniz'de zıpkınla avlanma ve su kirliliği nedeniyle azaldı. Geçmişte İstanbul direyinde daha sık karşılaşılan yunuslar dışında, Boğaz sularında görülen bir başka deniz memelisi de foklardı. 1960'lara dek Türkiye'nin tüm kıyılarında yaşayan fok türü, Akdeniz fokuydu. Foklar İstanbul'da en yaygın olarak Adalar ve Tuzla kıyılarında ürer, kışın ise daha geniş alanlara yayılırlardı. İstanbul Boğazı'na da giren foklar, Boğaz'ın işlek olmayan koylarında ve hatta yalıların boşalan kayıkhanelerinde barınırlardı. Foklar en çok levrekle beslenirdi. Henüz yavruyken yakalanan kimi foklar eğitilerek Eminönü ve Galata'daki eğlence merkezlerinde düzenlenen gösterilerde kullanılırdı. Foklar da, yunuslar gibi kirlilik ve yavruladıkları alanların kentleşmesi gibi nedenlerde Boğaziçi direyinden silindiler. Boğaziçi'nde hâkim kuş türü ise martılardır. Yalnızca İstanbul Boğazı'nda değil tüm İstanbul kıyılarında, hatta iç kesimlerde bile görülen martılar Boğaziçi'nin önemli simgelerindendir. 20. yüzyılın ilk çeyreğine değin Boğaz'ı çevreleyen tepelerde tavşan, sülün, keklik, güvercin, bıldırcın, üveyik, karatavuk avlandığı kaydedilmiştir. Pırnalların olduğu yerlerde bülbül, ispinoz, fülürye, serçe; korularda ise ağaçkakan, karga, saksağan ve tarla kuşları olduğu bilinmektedir. Belirli dönemlerde Boğaziçi'ne akın eden leylek, çaylak ve kırlangıç sürüleri de artık günümüzde Boğaziçi'nden hemen hemen silinen canlılardır. İki kıtaya yayılan ve İstanbul Boğazı ile bölünen İstanbul'da ulaşım en önemli konulardan biridir. Avrupa Yakası daha kalabalık bir nüfusa ev sahipliği yapmasının yanı sıra, önemli ve tarihî semtlerin, pek çok şirket ve kamu kuruluşunun genel merkezlerinin de bulunduğu bir yerdir. Bu nedenle 1973 yılında inşa edilen Boğaziçi Köprüsü ve 1988 yılında inşa edilen Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ile birbirine bağlanan İstanbul'un iki yakası arasında her gün yaklaşık 2 milyon insan; toplu taşıma araçları, şehir hatları vapurları ve özel araçlar ile taşınmaktadır. Yolcu taşımacılığının yanı sıra ticaret ürünlerinin taşınması için de İstanbul Boğazı üzerindeki köprüler önemli birer ögedir. Bu köprüler yalnızca Türkiye'nin iç ticareti için değil, tüm Avrupa ve Asya ülkeleri arasındaki alışverişler için en kısa yoldur. İstanbul Boğazı'nda transit geçişler Asya'dan Avrupa'ya kara yoluyla ve Karadeniz'den Marmara Denizi'ne deniz yoluyla olmak üzere ikiye ayrılır. Yük gemileri, akaryakıt taşıyan tankerler ve benzeri deniz taşıtları İstanbul Liman Tüzüğü'nce belirtilen hükümler ışığında İstanbul Boğazı'ndan uğraksız geçiş yaparlar. Köprülerde de geçişler için birtakım kısıtlama ve düzenlemeler vardır. Tırlar, kamyonlar, şehirlerarası taşımacılık yapan yolcu otobüsleri ve diğer ağır vasıtalar Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nü kullanırken, Boğaziçi Köprüsü'nde ağırlık şehiriçi ulaşım araçlarındadır. Her gün on binlerce özel araç ve İETT'ye bağlı yolcu otobüsleri başta Boğaziçi Köprüsü olmak üzere Boğaz üzerinde bulunan iki köprüden geçiş yapar. Köprülere kısıtlı erişim imkânı vardır. Boğaz üzerindeki köprülerden geçmek ücrete tâbidir. Her iki köprüden yılda ortalama 130 milyon araç geçmekte ve elde edilen gelir 100 milyon TL'yi aşmaktadır. Boğaz üzerindeki iki köprüden geçen tüm araçlarının %89,5'ini özel araçlar oluştururken, İETT'ye bağlı yolcu otobüsleri %5,5'lik bir yer tutar. Köprülerden transit geçiş yapan araçlar ise toplamın %2 ilâ 3'ü arasındadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminden itibaren İstanbul Boğazı'nı köprüyle aşma fikri, Boğaziçi Köprüsü yapılana değin yıllar boyunca sık sık gündeme geldi. Cumhuriyetin ilk yıllarında varlıklı bir iş adamı olan Nuri Demirağ köprü için bireysel çalışmalarda bulunarak, 1931 yılında San Fransisco'daki Golden Gate Köprüsü'nü yapan şirket olan "Bethlehem Steel Company"'ye bir proje çizdirdi. Demirağ'ın hayata geçirilmeyen projesinin dışında, 1951 yılında bir Alman firmasının hazırladığı proje de gerçekleşmedi. Devlet ise köprü inşasıyla 1953 yılında yapılan bir etütten sonra ilgilenmeye başladı. Trafik sayımı ve güzergâhın kararlaştırılması için çalışmalar yapıldı. Beylerbeyi ve Ortaköy arasında karar kılındı. Bu aşamadan sonra ihale teklifleri alınmaya başlandı. İlk alınan teklifler teknik, ekonomik ve estetik yönlerden değerlendirilerek kabul görmedi. 27 Mayıs 1960 tarihindeki askerî müdahale nedeniyle de köprü projesine ara verildi. Günümüzdeki köprünün yapımı için 1968 yılında "Freeman, Fox and Partners" firmasına ait olan tasarımı kabul edildi. Köprünün yapım işleriyse İngiltere menşeli "Cleveland Bridge and Eng. Co" firmasıyla Almanya menşeli "Hochtief A.G."'ye verildi. Köprü için hazırlanan sözleşme 20 Ocak 1970 tarihinde dönemin başbakanı Süleyman Demirel'in katıldığı toplantıda imzalandı. Haliç'e üçüncü köprü, çevreyolu, Boğaziçi Köprüsü ve bunların yapımı için gerekli istimlak çalışmaları için dönemin değerlerine göre yaklaşık 2.1 milyar TL harcandı. Gerekli para Avrupa Yatırım Bankası, ortak pazar ülkeleri ve Japon Uluslararası İşbirliği Bankası'ndan oluşan kreditörlerden alındı. Köprünün temeli dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından 20 Şubat 1970 tarihinde atıldı. Boğaziçi Köprüsü'nün inşaatının her aşaması iç basın tarafından ilgiyle izlendi ve kamuya duyuruldu. Yapım sürecinin ardından son hazırlıklar ve kontroller de yapılarak, köprü 30 Ekim 1973 tarihinde saat 12.00'de, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 50. yıldönümü şerefine devlet töreniyle hizmete sokuldu. Açılışını yeni göreve gelmiş olan Fahri Korutürk'ün yaptığı köprü dönemin en büyük köprülerindendi. Köprünün açılış törenine dönemin başbakanı Naim Talu, devlet bakanı İsmail Hakkı Tekinel, bayındırlık bakanı Nurettin Ok, İstanbul valisi Namık Kemal Şentürk, belediye başkanı Fahri Atabey'in yanı sıra onlarca ülkeden gelen çok sayıda basın mensubu katıldı. On binlerce İstanbullu töreni izlemek için Ortaköy ve Beylerbeyi semtlerindeki yüksek noktalara tırmandı. İETT'nin tahsis ettiği 5 otobüs ile tören alanına getirilmeye çalışılan 3 bin davetli ve on binlerce kişi açılış anından başlayarak her iki yakadan karşılıklı olarak yürüyüşe geçti. Açıldığı gün 28.126 aracın geçiş yaptığı köprüde ilk 10 yıl boyunca 9.500 trafik kazası oldu. Bunlardan ilki daha açılış günü köprünün Ortaköy ayağında bir otomobilin Faruk Attila adlı vatandaşa çarparak ayağından yaralamasıyla yaşandı. İlk açıldığında köprüden geçiş ücreti otomobiller için 10, yayalar için 1 liraydı. İlk önceleri yaya geçişine açık olan köprüde ilk intihar vakasıysa 14 Ocak 1975 tarihinde Ali ve Esma Cennet çiftinin kendilerini Boğaz'ın sularına bırakmasıydı. Boğaziçi Köprüsü dört yıl boyunca yayalara açık kaldı ancak intihar girişimlerinin ve kazaların artmasından ötürü güvenlik gerekçesiyle 1 Aralık 1977 tarihinden sonra yaya girişine izin verilmedi. 1979 yılında ilk kez kıtalararası bir maraton düzenlendi. Bu tarihten sonra geleneksel bir hâl alan halk koşusuna Avrasya Maratonu adı verildi. 29 Aralık 1997 tarihinde Boğaziçi Köprüsü'nden 1 milyarıncı araç geçti. Bugün İstanbul'un iki yakası arasındaki geçişlerde en büyük paya sahip olan Boğaziçi Köprüsü haftanın belirli gün ve saatlerinde büyük bir trafik yoğunluğuna sahne olmaktadır. Köprüdeki araç yoğunluğunu azaltmak için İETT, hâlihazırda Boğaziçi Köprüsü'nü kullanmakta olan 20 otobüs hattına ek olarak Avcılar-Zincilikuyu arasında çalışan metrobüs hattını köprüden geçirerek Söğütlüçeşme'ye dek uzatmıştır. 34A numarasına sahip olan ve Zincirlikuyu-Söğütlüçeşme arasında işleyen hat, köprüye girişten önce kendine ayrılan özel şeritten gidip, köprüde normal trafiğe katılır. Çıkışta yine kendine ayrılan özel şeritten son durağa kadar gider. Köprüde toplu taşımanın payını arttırmak ve geçiş yapan özel araç sayısını azaltmak için yapılan bu hamle sonucu 2009 yılında ilk kez köprü gelirlerinde düşüş görüldü. 1973 yılında tamamlanarak hizmete sokulan, Boğaz'ın ilk köprüsü Boğaziçi Köprüsü kısa sürede İstanbullu sürücülerin vazgeçilmez güzergâhlarından oldu. Köprüye alternatif olan araba vapurları da kullanımdan çekilince köprü trafiği her geçen gün arttı. İki yaka arasında ulaşım kolaylaşınca köprü öncesi dönemde çok daha seyrek nüfuslanmış olan Anadolu Yakası hızlı bir genişleme süreci içine girdi. İstanbul'un toplam nüfusu ilk köprünün yapılmasıyla çok kısa bir sürede yaklaşık 350 bin kişi birden arttı. Köprünün ilk açılış yılında günde ortalama 32 bin 500 araç ge
çiş yaparken, 14 yıl sonra bu rakam günlük ortalama 130 bine yükseldi. Köprünün hizmet kapasitesinin çok üstünde olan bu sayı nedeniyle köprünün hizmet düzeyi düştü ve trafik akışı sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilemediği için köprü işlevini tam anlamıyla yerine getiremez hâle geldi. Mevcut köprüdeki sıkışıklığı gidermek, köprüdeki aşırı araç yükünü hafifletmek ve standartları daha yüksek bir çevreyolu yapmak için karar alındı. Köprünün projesini, Boğaziçi Köprüsü'nün de tasarımlarını hazırlayan "Freeman, Fox and Partners" firması üstlendi. İnşaat işleriyse Japonya menşeli "Ishikawajima Harima Heavy Industries Co. Ltd.", "Mitsubishi Heavy Industries Ltd." ve "Nippon Kokan K. K." adlı şirketlerin oluşturduğu konsorsiyuma 125 milyon dolarlık ihale bedeliyle verildi. 29 Mayıs 1985 tarihinde Boğaz'ın ikinci köprüsünün temeli atıldı. Yapım süresi sözleşmede 1.100 gün olarak belirtildiyse de köprü öngörülen tarihten 192 önce, 29 Mayıs 1988 tarihinde bitirildi. Son hazırlıkların tamamlanmasının ardından köprü yaklaşık 1 ay sonra, 3 Temmuz 1988 tarihinde dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından törenle açıldı. Köprüden ilk geçen araç, cumhurbaşkanı Özal'ın resmî makam aracı oldu. Kullanıma girdiği temmuz ayı içinde yaklaşık 500 bin aracı ağırlayan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün, birincinin yükünü hafifleteceğini düşünenler bu dönemde büyük şaşkınlık yaşadılar; zira 1988 yılının mayıs ayında 4 milyon 203 bin aracın geçiş yaptığı Boğaziçi Köprüsü'nden, yeni köprüye rağmen temmuz ayında 4 milyon 427 bin araç geçti. Boğaziçi Köprüsü 3+3 şeride sahipken, şerit sayısı bu köprüde arttırıldı. 4+4 şeride sahip Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nden şehirlerarası yolcu otobüslerinin, tırların, kamyonların ve diğer ağır vasıtaların geçmesine izin verilmektedir. Ayakları Boğaziçi Köprüsü'nün aksine kıyıya değil, karşılıklı iki tepe üstüne oturtulmuştur. Köprü zeminini ana taşıyıcı halata bağlayan yan asma halatlarsa bu köprüde verev değil düzdür. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün inşası tamamlanınca İstanbul'a olan iç göçte patlama yaşandı. Köprünün İstanbul nüfusuna getirisi 650 bin kişi oldu. 1960'larda hazırlanan İstanbul'un nâzım planında kentin büyümesinin Marmara Denizi'ne paralel olarak doğu-batı doğrultusunda olması öngörülüyordu. Aynı dönemde nüfusun dörtte üçü Avrupa Yakası'nda yaşarken, yalnızca dörtte birlik bir bölümü Anadolu Yakası'nda ikâmet ediyordu. Anadolu Yakası'ndaki nüfus özellikle kıyı şeridinde yoğunlaşmıştı. Boğaziçi Köprüsü'nün kullanıma girmesiyle önce kıtalararası nüfus yoğunluğu değişti; ardından Anadolu Yakası'ndaki yeşil alanlar hızla kentleşmeye başladı. İkinci köprü ile birlikteyse kent için hazırlanan nâzım planı tümüyle bozuldu. Büyüme kuzeye kaydı. Bu kesimlerdeki yeşil alanlar hızla kentleşti. Su havzaları ve orman arazileri risk altına girdi. Marmaray, İstanbul Boğazı'nın altından geçirilen batırma tünelle kentin iki yakasını bağlamak amacıyla hazırlanmış bir demir yolu projesidir. Proje kapsamında Boğaz, tünellerle aşılarak iki yaka birbirine bağlanacak, Kazlıçeşme, Yenikapı, Sirkeci ve Üsküdar'da yeni istasyonlar inşa edilecek ve kullanımda olan Haydarpaşa-Gebze Banliyö Tren Hattı'nın var olan durakları iyileştirilecektir. Marmaray, toplamda 63 kilometreyi bulan demir yolu hattının 13,6 kilometrelik bir bölümünü oluşturur. Projenin Boğaz'dan geçen bölümü 1,4 kilometre uzunluğunda olup depreme dayanıklı 11 parçadan oluşan batırma tünellerden oluşmaktadır. Proje için kazılan tünelin uçları Kazlıçeşme ve İbrahimağa semtlerinde bitmektedir. Mevcut 37 istasyona ek olarak Yenikapı, Sirkeci ve Üsküdar'da yeni yer altı istasyonları da hizmete sokulmuştur. Proje öncesi 2 olan demiryolu hattı sayısı üçe çıkarılarak T1 hattı şehiriçi yolcu taşımacılığı için, yeni açılan T3 hattı ise şehirlerarası yük ve yolcu taşımacılığı için kullanılmaktadır. Marmaray projesi tamamlandığında saatte tek yönde 75 bin yolcu taşınması hedeflenmektedir. Gebze ve Halkalı arasını 104 dakikaya indirecek olan bu projeyle aynı zamanda şehiriçi ulaşımda raylı sistemlerin payını arttırmak, Boğaz köprülerinin yüklerini hafifletmek ve önemli merkezler arasında seri aktarma olanaklarıyla kısa sürede yolculuk sunmak amacı güdülmektedir. Marmaray'ın yanı sıra yapımı sürmekte olan yan projelerle Yenikapı, İbrahimağa ve Üsküdar'da büyük aktarma merkezleri oluşturulacaktır. Marmaray, Yenikapı'da İstanbul metrosunun Havaalanı-Yenikapı arasında çalışacak M1 hattıyla, Hacıosman-Yenikapı arasında çalışacak M2 hattıyla, bu iki hatta bağlı diğer hatlarla ve İDO'nun Yenikapı İskelesi ile entegre olacaktır. Sirkeci'de Zeytinburnu-Kabataş arasında çalışan T1 hattına, Küçükçekmece'de henüz yapımına başlanmamış olan Bakırköy-Beylikdüzü metro hattına bağlanan hat; Anadolu Yakası'ndaysa Üsküdar'da Üsküdar-Ümraniye metrosuna, İbrahimağa'da ise Kadıköy-Kartal metrosuna entegre edilecektir. Marmaray projesinin ana hatları 1987 yılında belirlendi. Daha sonraki yıllarda da sıkça tartışılsa da etüt ve çalışmalara 1995 yılında başlandı. Çalışmalar 1998 yılında sonlandı ve daha önce belirlenmiş olan taslak üzerine karar kılındı. Şehiriçi ulaşım ve trafik yoğunluğu sorunlarına çözüm olarak Marmaray projesinin hayata geçirilmesi kararlaştırıldı. 1999 yılında Japon Uluslararası İşbirliği Bankası'yla yapılan sözleşme uyarınca, projenin Boğaz geçişi bölümü için öngörülen kaynak, kredi olarak bu bankadan alındı. Mart 2002'de ihale belgeleri hazırlanmaya başladı. İhale ulusal ve uluslararası yüklenicilere açık tutuldu. 2004 ve 2006 yıllarında istasyon inşaları, iyileştirmeler ve yeni araç temininin finansmanı için Avrupa Yatırım Bankası'yla masaya oturuldu. Projenin yapımına mayıs 2004'te başlandı. Projeye Boğaz geçişi, iyileştirmeler ve yeni inşaatlar için toplamda 2.5 milyar dolarlık bütçe ayrıldı. Projenin karada yürütülen kazı çalışmaları, tarihî yarımadada başlangıçtan bu yana kazılan hemen her noktadan tarihî bir kalıntı çıkması nedeniyle sık sık kesintiye uğradı. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin yürütmesini üstlendiği kazı çalışmalarının her adımını izlemesi için birer Osmanlı ve Bizans tarihçisi görevlendirildi. Bu tarihçiler raporlarla gerekli makamları düzenli olarak bilgilendirmektedir. Marmaray'ın yapım çalışmaları Koruma Kurulu'nun izin verdiği ölçüde yürütülmektedir. Yapım işlerinin tarihî yarımadadaki eserler ve eski evler üzerindeki etkisinin en aza indirgenmesi konusunda özen gösterilmektedir. Proje kapsamında yıkılması gerekecek tarihî binaların korunarak bir başka yere taşınması; mümkün değilse birebir replikalarının yapılması taahhüt edilmiştir. Her ay 20 bin yeni aracın trafiğe katıldığı İstanbul'da kayıtlı olan yaklaşık 2.5 milyon araç bulunmaktadır. Hâlihazırda İstanbul Boğazı üzerinde bulunan 2 köprüyse özellikle günün belirli saatlerinde yaşanan aşırı yoğunluk nedeniyle tam anlamıyla işlevini yerine getirememektedir. Bu nedenle son yıllarda Boğaz'a üçüncü bir köprünün yapılması için birçok öneri ortaya koyuldu. İlk somut adımsa 60. hükûmet döneminde atıldı. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan üçüncü köprünün gerekli olduğunu ve derhâl yapılması gerektiğini savundu. Helikopterle köprünün güzergâhını belirlemek için keşif gezileri yaptı. Köprünün yeri için özellikle şehrin ormanlarla kaplı kuzey kesimleri öne çıkartılırken, köprünün kesin güzergâhı kamuoyuna duyurulmadı. Ana muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi'nin İstanbul il başkanı Gürsel Tekin ise Erdoğan'ın bilgisiyle hazırladığını öne sürdüğü belgelerle bir basın açıklaması yaparak üçüncü köprünün Beykoz ile Tarabya arasında yapılacağını iddia etti. Köprü için inşa edilecek otoyolun Silivri'nin ormanlık bölgelerinden başladığını ve otoyolun İstanbul'un ormanlarına ve su havzalarına zarar vereceğini belirtti. Otoyolun geçeceği güzergâh üzerinde on binlerce dönüm arazinin el değiştirdiğini; iddialarının yalanlanması hâlinde paylaşmak üzere başka belgelere de sahip olduğunu söyledi. Tekin'in iddiaları hükûmet tarafından yalanlanmadı ancak kesin güzergâhın hâlâ belli olmadığının altı çizildi. Dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım yaptığı basın açıklamasında üçüncü köprünün diğer iki köprünün kuzeyinde yapılacağının kesin olduğunu; uçlarının ise Tarabya-Beykoz ya da Sarıyer-Beykoz arasında olacağını, kesin karara varılmadığını söyledi. Geçmişte üçüncü köprü için yapılan itirazlara dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da büyük destek vermiş, kendi kadrosunca hazırlanan büyükşehir imar planında üçüncü köprüye yer verilmemişti. Uzman şehir planlamacıları tarafından yaklaşık 6 ayda oluşturulan kentsel ve çevresel tahribat raporunu savunan Erdoğan yaptığı bir açıklamada "İşte bilim de kanıtlıyor ki üçüncü köprü İstanbul için cinayettir; bu nedenle direneceğiz ve yaptırmayacağız!" diyerek köprüye karşı çıktı Erdoğan'ın başbakanlık görevi süresince ulaşım konusunda yapılan çalışmalara karşın İstanbul'daki trafik sorunu çözüme kavuşturulamadı. Köprü konusunda ilk somut adımı atan Erdoğan söz aldığı ulaştırma şûralarından birinde İstanbul'a üçüncü köprünün gerekliliğini "Birinci köprüye karşıya çıktılar. Sonra utanmadan sıkılmadan seyahat ettiler. İkinci köprüye de karşı çıktılar, utanmadan onun üstünden de geçtiler. Şimdi üçüncü köprüye karşı çıkıyorlar. ABD'de gördüm, nehirde 500 metre arayla 3 köprü var. Bunlar olmazsa olmaz." sözleriyle vurguladı. Köprü ve köprü ile birlikte yapılacak olan otoyolun ayrıntıları 25 bin ölçekli imar planlarına işlendi. Bununla birlikte Çorlu-Çerkezköy bölgesine üçüncü bir havaalanı yapılması, Anadolu Yakası'nın kuzey bölümünde Riva çevresinin turizme açılması, İzmit yakınlarına büyük bir teknopark yapılması da planlandı. Köprünün kuzeydeki orman arazilerine ve içme suyu havzalarına zarar vermemesi için tünel ve viyadük ağırlıklı olacağı söylendi. Ayrıca köprünün öncüllerinin aksine devlet eliyle değil, "yap-işlet-devret" modeliyle özel sektöre yaptırılacağı bildirildi. Bu nedenle köprü hizmete girdiğinde geçiş ücretlerinin devlet tarafından mı belirleneceği konusu belirsizliğini korumaktadır. 29 Nisan 2010 tarihinde
dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tarafından yapılan basın açıklamasında üçüncü köprünün kesin güzergâhının Garipçe-Poyraz arası olduğu belirtildi. 29 Mayıs 2013’te Cumhurbaşkanı Abdullah Gül köprünün ismini açıkladı: Yavuz Sultan Selim Köprüsü. İstanbul'da Anadolu ve Avrupa yakaları arasında her gün çeşitli yollarla yaklaşık 2 milyon kişi taşınmaktadır. Köprülerdeki trafiğin %89.5'ini özel araçlar oluştururken, İETT'ye bağlı yolcu otobüsleri %5.5'lik bir paya sahiptir. Bu küçük paya karşın yolcu otobüsleri iki kıta arasında kara yolunu kullanan yolcuların %58'ini taşır. Kara yolunun kullanan yolcular için seçenekler özel araçlar dışında; İETT otobüsleri, dolmuşlar ve ticari taksilerdir. Boğazda kara yolu ulaşımının yanı sıra şehir hatları vapurları, yolcu motorları, deniz taksileri ve araba vapurları da hizmet vermektedir. 2013 yılında tamamlanarak 29 Ekim 2013 tarihinde hizmete girmesi beklenen Marmaray projesiyle birlikte İstanbul Boğazı ilk kez demir yoluyla da bağlanmış olacaktır. İki yaka arasında teleferik, monoray gibi sistemler mevcut değildir. Boğaz köprülerinden yaya geçişi yasak olduğu gibi, bisiklet ve at arabalarıyla geçmek de yasaktır. İETT'nin Boğaz'ın iki yakası arasında çalışan toplam 36 adet otobüs hattı vardır. Bunlardan yirmisi Boğaziçi Köprüsü'nü kullanarak, on altısı ise Fatih Sultan Mehmet Köprüsü aracılığıyla iki kıta arasında yolcu taşımaktadır. İki yaka arasında, metrobüsler hariç her iki yönde günde ortalama 4 bin 500 otobüs seferi yapılmaktadır. 3 Mart 2009 tarihinde kullanıma giren metrobüsle ise 24 saat yapılan seferlerle günde 300 bin kişinin taşınması hedeflenmektedir. Asya ve Avrupa kıtaları arasında işleyen otobüs hatları şunlardır: Osmanlı döneminde İstanbul şehri belirli merkezlerin çevresinde gelişmiş, İstanbul Boğazı'nın kıyıları buralara oranla boş kalmıştı. Ancak 1800'lü yıllarda duraksamış olan Osmanlı ekonomisindeki canlanmalar sonucunda İstanbul şehri Boğaz kıyıları boyunca genişlemeye başladı. Boğaziçi'nde artan nüfus böylece Boğaz sularını hareketlendirmiş oldu. Bu dönemde insanlar bir yakadan diğerine kayıklarla taşınıyordu. Toplu taşımaya elverişsiz ve güvenlik bakımından yetersiz olan bu uygulamalara ilk alternatif 1837 yılında biri İngiliz, diğeri Rus iki şirketin Boğaz'da çalıştırmaya başladığı buharlı vapurlar oldu. Özellikle yaz sezonunda mesire yerlerine, ayazmalara, çayırlara akın eden İstanbullular bu vapurlara rağbet etti. Yabancı sermayeli bu vapurlar bir süre işledikten sonra Osmanlı yönetimince yasaklandı ve dönemin deniz ulaşımından sorumlu makamı olan "Hazine-i Hassa Vapurları İdaresi" bunların yerine "Hümapervaz" adındaki ilk vapuru hizmete soktu. Düzenli sefer yapmasına karşın vapur ve sefer sayısındaki yetersizlik nedeniyle yalnızca bu işle ilgilenecek bir şirket kurulması için Osmanlı meclisine bir teklif sunuldu. Teklifin onay almasıyla 1851 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk anonim şirketi olan Şirket-i Hayriye kuruldu. 95 yıl boyunca Boğaziçi'nin iki yakasını birleştiren Şirketi-i Hayriye'nin büyüklü-küçüklü onlarca vapuru oldu. Kimilerinin güverte ve kaptan köşkleri açık, siyah boyalı, yandan çarklı, tek uskurlu-çift uskurlu, çoğunluğu ahşap Osmanlı vapurlara önceleri Boğaziçi'ndeki kıyı semtlerinin adları verilirdi ancak daha sonraları vapur adlandırmalarında yoğun bir Arapça etkisi kendisini gösterdi. Boğaziçi vapurlarından en meşhurları dünyanın ilk araba vapuru olan "Suhulet", "Resanet", "Tarz-ı nevin", "Kamer", "Halâs", "Beşiktaş", "Tarabya", "Rumeli", "Beylerbeyi", "Tophane", "Göksu", "Asayiş", "Terakki", "Tayyar", "Meymenet", "Refet", "Meserret", "İşgüzar", "Rehber", "Resanet", "Resan", "Hâle", "Süreyya", "İnşirah", "Nimet", "Rağbet", "Seyyar", "Sür'at", "Azimet", "Sahilbent", "Nüzhet", "Amed", "Nusret", "İhsan", "Neveser", "Metanet", "İkdam", "Dilnişin", "Seyyale", "Şihap", "İnbisa", "Şükran" ve "Rüçhan"'dı. Şirket-i Hayriye, 1945 yılında devlet tarafından satın alındı ve şehir hatlarına devredildi. 1987 yılına dek tek başına işleyen bu kurumun yanında, ikinci bir şirket olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulan "İstanbul Ulaşım ve Ticaret A.Ş." ortaya çıktı. 1988 yılında unvan değişikliğine giden şirket bugün de kullanılmakta olan "İstanbul Deniz Otobüsleri Sanayi ve Ticaret A.Ş." (İDO) adını aldı. Büyükşehir Belediyesi 2005 yılında özelleştirilen Şehir Hatları İşletmeleri'ni satın aldı ve bu kurumu da İDO'nun bünyesine kattı. Böylece İDO, İstanbul deniz taşımacılığında en büyük kurum oldu. İstanbul limanlarından şehirlerarası seferler de düzenleyen İDO'nun şehir içi ulaşımda kullandığı filosunda 5 ayrı türde, toplam 35 vapur yer almaktadır. Bunlar: İstanbul Boğazı'nın iki yakasına yayılmış hemen hemen her Boğaziçi semtinin kendisiyle aynı adı taşıyan bir de iskelesi vardır. Geçmişte Şirket-i Hayriye vapurlarının, günümüzdeyse İDO şehir hatları vapurlarıyla deniz taksilerinin, kıtalararası ve semtlerarası deniz ulaşımını sağladığı bu iskelelerin birçoğu Osmanlı döneminden kalma tarihî yapılardır. Restore edilerek günümüzde hâlâ kullanılan iskelelerin yanı sıra yakın zamanda inşa edilmiş iskeleler de Boğaz'da yolcu taşımacılığına yardımcı olmaktadır. Boğaziçi iskelelerinin en belirgin özellikleri tek katlı ve çoğu zaman yarı ahşap yarı betonarme olarak inşa edilmelerdir. İstanbul Boğazı'nda on dördü Anadolu Yakası'nda, on dördü Avrupa Yakası'nda olmak üzere toplam 28 iskele bulunmakta ve bunların on dokuzunda deniz taksi kullanılabilmektedir. Kadıköy ve Üsküdar iskeleleri gibi günün her saati yoğun olarak kullanılan iskelelerin aksine Boğaziçi iskelelerinden çoğu zaman yalnızca pik saatlerde vapur kalkar ve haftanın belirli günlerinde vapur seferleri yapılmaz. İstanbul Boğazı'nda bulunan ve kullanımda olan iskeleler şunlardır: Geçmiş yüzyıllarda Boğaz'ı kullanan gemiler Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının önemli gelir kaynakları olmuşsa da, 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi uyarınca Boğaz tüm devletlerin ticaret gemilerine açıktır. Türkiye Cumhuriyeti Boğaz'dan geçen ticari gemilerden geçiş ücreti alma yetkisine sahip değildir. Ancak, Türkiye Denizcilik İşletmeleri İstanbul limanlarını kullanan gemilerden ve bu gemilerden karaya inen yolculardan tarifede belirtilen miktarlarda ayakbastı ücreti alır. İstanbul limanlarında verilen kılavuzluk hizmetleri de gelir elde edilen bir başka alandır. Boğazlardaki kılavuzluk hizmetlerinin ücretleri dolar üzerinden hesaplanmakta ve tahsil edilmekte; hizmet verilen gemilerin tonajının artmasıyla beher bin groston için ek ücret kesilmektedir. İstanbul Boğazı'nın ülke ekonomisine en büyük katkısıysa Boğaz üzerindeki iki köprüden elde edilen geçiş ücretleridir. Her ay toplamda ortalama 12 milyon aracın geçiş yaptığı köprülerden elde edilen gelir aylık 12-13 milyon TL dolaylarındadır. Elde edilen gelir yıllık 150 milyon TL'yi aşmaktadır. Köprülerden elde edilen gelirlerin %10'u, köprünün kule ve alt bakım gibi masrafları için harcanmaktadır. İstanbul Boğazı'nda hizmet veren iki büyük liman işletmesi bulunmaktadır. Bunlar; Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları tarafından işletilmekte olan Haydarpaşa Limanı ve Türkiye Denizcilik İşletmeleri'ne ait olan İstanbul Limanı'dır. Haydarpaşa Limanı, konumu itibarıyla demir yoluna doğrudan bağlantılıdır ve art bölgesi Avrupa Yakası'na göre daha gelişmiştir. Liman tesisleri ilk olarak 1899 yılında Anadolu Bağdat Demiryolları Kumpanyası tarafından kurulmuş; 1924 yılında dek bu kuruluşça işletilmiştir. 1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından ulusallaştırılmış ve üç yıl boyunca özel bir rejimle işletildikten sonra Bayındırlık Bakanlığı'na bağlı olan Devlet Demiryolları'na devredilmiştir. Tesislerdeki yetersizlik nedeniyle 1953 yılında limanı genişletme çalışmalarına başlanmış, işler tam anlamıyla 1967'de bitirilebilmiştir. Türkiye Denizcilik İşletmeleri'nin yönetiminde bulunan İstanbul Limanı ise Beyoğlu ilçesinin İstanbul Boğazı kıyılarında yer almaktadır. İstanbul Liman tesisleri, Salıpazarı ve Galata rıhtımı olmak üzere iki bölüme ayrılmış durumdadır. Limanın batısında Karaköy Şehirhatları İskelesi, doğusunda Deniz Ticaret Odası, kuzeyinde ise Kemankeş Caddesi ile Meclis-i Mebusan Caddesi vardır. İstanbul Limanı, şehre gelen kruvaziyer yolcu gemilerini ağırlamaktadır. Gemiden inerek şehri ziyaret etmek isteyecek yolcuları tarihî mekânlara götürerek şehir gezisi yaptıracak olan tur otobüslerinin 200 adedini aynı anda alabilecek kapasitede açık otopark alanı mevcuttur. İstanbul Limanı'na uğrayan kruvaziyer sayısı her geçen yıl artmakta ve bu artışla doğru orantılı olarak İstanbul'a ayak basan turist sayısı da yükselmektedir. 2007 yılında bu limandan, 832 gemiyle, 460 bin 427 turist İstanbul'a giriş yapmıştır. Coğrafi özellikleri nedeniyle son derece riskli bir suyolu olan İstanbul Boğazı'ndan Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nin imzalandığı 1936 yılında, yılda ortalama 4 bin 700 gemi geçiş yapıyorken; bu sayı günümüzde 55 bini aşmıştır. Hemen hemen yarısına yakını Boğaz'dan uğraksız geçen bu gemilerin yaklaşık 10 bininiyse petrol taşıyan tankerler oluşturmaktadır. Her yıl İstanbul Boğazı'ndan ortalama 135 milyon ton ham petrol geçmektedir. Boğazın kıvrımlı yapısının denizciler için en zor rotalardan biri olduğu göz önüne alındığında İstanbul'un büyük risk altında olduğu görülmektedir. Son yıllarda seyir güvenliğine yönelik geliştirilen ciddi önlemler sonucunda İstanbul Boğazı'nda büyük bir denizcilik kazası yaşanmamıştır. Ancak geçmişte yaşanan pek çok tanker ve yük gemisi kazası İstanbul'da çevre felaketlerine ve milyonlarca liralık maddi kayba yol açmıştır. İstanbul Boğazı'nda meydana gel ilk ciddi kaza 14 Aralık 1960 tarihinde Yunan bandıralı "World Harmony" ve Yugoslav bandıralı "Peter Zoranic"'in çarpışmasıyla oldu. Kazada 20 denizci yaşamını yitirirken, tonlarca petrol Boğaz suyuna karıştı. Altı yıl sonra, 1 Ocak 1966'da iki Sovyet Rus bandıralı gemi; "Kransky Oktyabr" ve "Lutsk" İstanbul Boğaz'ında çarpıştı. Denize akan petrol alev aldı. Suda yayılan petrolle genişleyen yangın Karaköy is
kelesini ve bir şehir hatları vapurunu kül etti. 15 Kasım 1979 tarihinde Romanya bandıralı tanker "Independenta", Yunan kuru yük gemisi "Evriyali" ile çarpıştı. 100 bin ton ham petrol taşıyan Rumen tankeri infilak etti. 43 denizcinin öldüğü patlamanın şiddetinden, Boğaziçi semtlerindeki binlerce ev ve işyerinin camları kırıldı. Tankerin tüm yükü yine Boğaz'a aktı denize yayılan petrol günlerce yandı. 14 Ekim 1991'de Lübnan bayraklı "Rabinion" ve Filipinler bandıralı "Madonna Lily" adlı yük gemisi çarpıştı. Kaza sonucunda 21 bin baş koyun Boğaz'ın sularına gömüldü. Bunlar dışında, İstanbul Boğazı'nda birkaç yılda bir, daha küçük çapta kazalar yaşandı. Boğaz'da en sık yaşanan kazalardan biri de akıntıya kapılan ya da dümeni kilitlenen gemilerin Boğaz'ın sığ sularında karaya oturması ve hatta evlerin içine kadar girmesidir. Bugüne dek pek çok örneği yaşanan bu kazalar hemen her yıl olmaktadır. Tiyatro oyuncusu Oya Başar'ın Yeniköy'deki yalısı ve Sarıyer'de bulunan çocuk parkı da gemi çarpan yerler arasındadır. Boğaz'da yaşanacak olası bir tanker patlamasının 11 şiddetinde bir depreme eşdeğer yıkım yaratacağı ve yaklaşık 50 kilometrelik bir alanda etkili olacağı ifade edilmektedir. Boğaz'ı kullanan gemilerin herhangi bir kazaya sebebiyet vermemesi için, bunların köprü ayaklarına, deniz fenerleri ve şamandıralara 50 metreden daha fazla yaklaşması; vardiya tutan personelin, vardiya esnasında kanındaki alkol oranının 50 promilden fazla olması da yasaktır. İstanbul'daki olası faciaların önlenmesi amacıyla tehlikeli madde taşıyan gemilerin Boğaz yerine, Karadeniz-Sakarya Nehri-Sapanca Gölü-İzmit Körfezi hattında açılacak yapay bir kanala yönlendirilmesi önerileri ortaya atılmaktadır. 2009 yılında dönemin ulaştırma bakanı Binali Yıldırım, bu projenin değerlendirilmekte olduğunu belirtmiştir. Yüzyıllar boyunca değişik devletlerin hâkimiyetine giren İstanbul'da 15. yüzyılın ilk yarısından sonraysa Türk etkisi kendini göstermeye başladı. Türklerle, yerli Rum, Ermeni, Musevî ve Levanten grupların kültürlerinin kaynaşması, bu grupların yoğun olarak yaşadığı Boğaziçi'nde doruk noktasına ulaştı. Çağdaş kültür, sanat ve edebiyat çevrelerinde "Boğaziçi medeniyeti" olarak adlandırılan bu kültür birikimi, günümüzde resimden yazına, modadan sinemaya, yemek kültüründen müziğe pek çok alanda; yazılı ve görsel basında etkili oldu. İstanbul'a coğrafi bakımdan başka örneği bulunmayan bir özellik veren İstanbul Boğazı geçmişte şehri askerî, siyasi ve ekonomik bir cazibe merkezi kılıyordu. Boğaz bugünse İstanbul'un, hatta Türkiye'nin simgesi hâlini alarak ülkenin tanıtım filmlerinde kullanıldı. Osmanlı döneminden başlayarak Türk yazınına damgasını vuran İstanbul Boğazı pek çok kitapta olay örgüsünün çevresinde geliştiği bir merkezdir. Nabizade Nazım'ın yazdığı "Zehra" adlı romanın ilk sayfalarında yazar uzun uzun Boğaziçi'ni betimler. Mehmet Rauf'un Eylül adlı yapıtı da kısmen yeni evli bir çiftin Boğaz kıyısında kiraladığı bir yalıda geçer. Çağdaş Türk yazınındaysa, kitaplarında çoğunlukla İstanbul'u yazan Selim İleri, Boğaziçi'nin geçmişine ilişkin unutulmuş anıları okuyucusuyla paylaşır. Batı yazınında da kendine yer bulan İstanbul Boğazı oryantalist yapıtların vazgeçilmez ögelerindendir. "İnatçı" adlı öyküsünde Jules Verne, bir kıyıdan diğerine geçmek için devlet tarafından istenen 10 kuruşluk "Boğaz vergisi"ni ödemeyi kabul etmeyen Kahraman Ağa'yı anlatır. Kahraman Ağa, sırf o vergiyi ödememek için Karaköy'den Üsküdar'a bütün Karadeniz'i dolaşarak gider. Verne, kitapta Boğaziçi semtlerinin betimlemelerine yer verir. Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek ve Özdemir Asaf'ın İstanbul Boğazı üzerine yazdıkları şiirler de vardır. İstanbul Boğazı'nın etkileri sinema, televizyon ve müzikte de görülür. Boğaz'a yazılmış pek çok Türkçe ve Rumca şarkı vardır. Cem Karaca'nın "Hep kahır", Kenan Doğulu'nun "Boğaziçi", Grup Kargo'nun "Boğaziçi şarkısı"Sezen Aksu'nun "Ah İstanbul", Elif Turan'ın "Boğaz Vapuru Simit ve Çay" ve Alkinoos Yoannidis'in "Vosporos" adlı parçaları Boğaziçi'ni anlatan şarkılardan bir kaçıdır. "Boğaziçi Şarkısı" adını taşıyan bir de 1966 yapımı film vardır. Siyah-beyaz çekilen ve başrollerinde Selda Alkor ve Tamer Yiğit'in oynadığı film Boğaziçi'nin adını taşıyan ilk filmdir. İstanbul Boğazı, Türk sinema ve televizyonculuğunda İstanbul'da çekilen hemen her film ve dizide kendini göstermektedir. Ortaköy, Bebek, Arnavutköy, Beylerbeyi ve Kuzguncuk gibi semtler dizi, film ve reklam çekimlerinde sık sık kullanılan mekânlardır. Boğaz kıyısındaki yalılarda çekilen dizilerden kimileri Arap ülkelerinde de yayınlanmıştır ve her yıl Arap turistler dizilerin çekildiği yerleri görebilmek için buralara özel turlar düzenlemektedir. İstanbul Boğazı ve Boğaziçi panoramalarının Türk haber ve sohbet programlarında sık sık arka fon olarak kullanıldığı görülür. Zengin bir canlı çeşitliliğine sahip olan Boğaz'da, balıkçılık da oldukça gelişmiştir. Geçmişten günümüzde hâlen amatör balıkçılar Boğaz'ın çeşitli koylarında ve iskelelerinde balık avcılığını sürdürmektedir. Boğaz balıkçılığı, orkoz, anavaşya, katavaşya gibi sözcüklerle kendi jargonunu da yaratmıştır. Boğaz'da gelişen balıkçılık kültürü, sonuç olarak zengin bir yemek kültürü doğmasını da sağlamıştır. Boğaz kıyısı boyunca kurulan meyhanelerde ve hatta açık alanlarda "akşamcılık", "çilingir sofrası" ve rakı-balık kültürü gibi gelenekler doğmuştur. İstanbul Boğazı'yla özdeşleşen bazı yolcu vapurları da Boğaziçi kültürünün ayrılmaz birer parçasıdır. Her gün on binlerce kişiyi iki yaka arasında taşıyan vapurlar, ilk hizmete girdiklerinde de İstanbullular için özel bir yere sahipti. İstanbul'un ileri gelenleri aylık büyük paralar ödeyerek vapurda müdavimleri oldukları yerleri kendilerine ayırtırlardı. Bugün Boğaziçi vapurlarının pek çoğu, yenilenen emektar vapurlardır. Kış aylarında vapurlarda Boğaz'a karşı çay içmek, satılan kâğıt helvalardan almak ve Boğaz martılarına simit atmak İstanbul Boğazı'nın hâlen sürmekte olan geleneklerindendir. Teknelerle, Boğaz'ın Marmara girişinden ya da Ortaköy'den Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ne kadar yapılan boğaz turları ve geceleri düzenlenen mehtap turlarıysa yalnızca yabancı turistlerin değil, İstanbulluların da gerçekleştirdiği bir etkinliktir. İstanbullular, Boğaz'ın yanı sıra Boğaziçi semtlerinde kıyı boyunca sıralanan semt meydanları, semt parkları ve belediye tesislerinden de yararlanmaktadır. Yılın hemen her dönemi işlek olan Boğaziçi semtlerinin bazıları kendilerine özgü geleneklerle öne çıkmıştır. Ortaköy'de bulunan çok sayıda kumpir ve dondurma büfesi, Sarıyer'in böreği, Kanlıca'nın yoğurdu ve Çengelköy'ün hıyarları Boğaziçi semtlerinin en bilinen simgelerindendir. Kuruçeşme ve Rumeli Hisarı Konserleri'ne her yıl Türkiye'den ve dünyadan seçkin sanatçılar katılarak İstanbullulara dinletiler sunmaktadır. Geçmişte Boğaz'da "deniz hamamı" denen halk plajları geleneği bugün yok olmuştur. Sağlık açısından yüzmeye elverişli olmayan Boğaz'da sıcak yaz aylarında yüzenlere hâlen rastlanmaktadır. Ayrıca her yıl İsa'nın doğumunu ve vaftiz edilişini kutlamak için Boğaziçi'nin değişik semtlerinde Rum Ortodoks kilisesinin yürüttüğü, Boğaz'a haç atma ayini düzenlenmektedir. Din adamlarının denize attığı haç, kış ayında denize dalan Rum gençleri tarafından çıkartılarak din adamlarına teslim edilir. Bunun dışında her yıl Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi (TMOK) tarafından geleneksel olarak düzenlenen "Asya'dan Avrupa'ya Uluslararası Yüzme, Kürek, Yelken ve Kano Yarışları" adı altında etkinlikler düzenlenmektedir. İstanbul Boğazı'nın ilk köprüsü olan ve normal koşullarda yaya trafiğine kapalı olan Boğaziçi Köprüsü ise her yıl bir kez araç trafiğine kapatılır ve İstanbul Avrasya Maratonu denen halk koşusu düzenlenir. İlki 1979 yılında düzenlenen ve hâlen sürmekte olan maraton geleneği İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nce yürütülmektedir. İstanbul Boğazı ve Boğaziçi son yıllarda ticari markalar tarafından çok daha sık kullanılmaya başlandı. Boğaziçi temalı giyim eşyaları ve aksesuarların yanı sıra; dekorasyon ögeleri, kırtasiye malzemeleri ve yapbozlar piyasaya sürüldü. Boğaziçi semtleri ve İstanbul'la ilgili kapsamlı araştırma kitapları hazırlandı. Boğaziçi semtlerinde yaşayanların sık sık yakındığı gürültü sorununa ise Çevre ve Orman Bakanlığı el attı. 72 desibelin üzerine müzik yayını yapmak yasaklandı. Yasağın ardından Boğaz'daki bazı işletme ve teknelerde ses ölçümleri yapıldı. Yasağa uymayan işletmelere gereken cezalar kesildi. Boğaz'daki gürültü kirliliğinin önlenmesi amacıyla Boğaz'dan geçiş yapan gemilerin de gereksiz düdük çalması ve ses sınırını aşan müzik yayını yapmaları yasaktır. İstanbul Boğazı'ndaki ışık kirliliğinin önüne geçilmesi için de düzenlenmeler yapılmıştır. İstanbul Boğazı'na yapılan ilk köprü olan Boğaziçi Köprüsü'nün ışıklandırma sistemleri 2007 yılında yenilendi. Yeni sistem, düzenlenen tören ve ışık gösterisiyle faaliyete geçirildi. Köprünün tamamı 16 milyon adet uzun ömürlü, düşük enerji tüketimine sahip ve çevre dostu renk değiştirebilen led armatürle aydınlatıldı. Her yıl cumhuriyetin kuruluşunun yıldönümü Boğaziçi Köprüsü'nde düzenlenen lazer ışığı ve havai fişek gösterileriyle kutlanmaktadır. RWTH Aachen RWTH Aachen () veya uzun adıyla Rheinisch Westfalische Technische Hochschule Aachen, Almanya'da bir teknik üniversitedir. 42.000'den fazla sayıda ögrencisiyle Almanya'nın en büyük teknik üniversitesidir. Almanya'nın Aachen şehrinde bulunan bu üniversite mühendislik bilimlerinin dışındaki dallarda da eğitim verir. Kurum başta makine mühendisliği olmak üzere metalurji, elektrik mühendisliği, bilgisayar mühendisliği ve mühendislik yönetimi ile kimya, fizik dallarında ün yapmıştır. 2007 yılında DFG tarafından üstün Alman üniversiteleri ("Exzellenzinitiative") arasına katılmıştır. The IDEA League, TIME, TU9, Euregio Üniversiteler Birliği ALMA gibi uluslararası kuruluşlara üyedir. RWTH Aachen 1870 yılında Prusya Krallığı tarafından "Königlich Rhein-Westfälische Polytechnische Schule zu Aachen" adıyla bir politeknik olar
ak kuruldu ve 32 eğitim görevlisi, 223 öğrencisiyle eğitim hayatına başladı. 1880'de politeknik müdüriyeti, rektörlüğe dönüştürüldü ve okul teknik üniversite oldu. 1899'da II. Wilhelm tarafından, Berlin Teknik Üniversitesi'nin yüzüncü yıl kutlamaları kapsamında, tüm Prusya teknik üniversitelerine doktora programı açma imkânı sağlandı. Doktora imkânı tanınması, RWTH dâhil tüm teknik üniversitelerin geleneksel üniversiteler karşısında özgürleşmesi ve güçlenmesi adına önemli bir adım teşkil etti. I. Dünya Savaşı okulda eğitime ilk ciddî darbeyi vurmuş olsa da, 1925 ile 1932 yılları arasında okul eski öğrenci sayısını yeniden yakalayarak toparlandı. 1933-1945 yılları arasında Nazi Almanyası'nın baskısı altında üniversite -diğer üniversitelerde olduğu gibi- siyasî düzenlemelere maruz kaldı. Eğitim ve araştırma özgürlüğü kısıtlandı, birçok eğitim görevlisinin öğretim lisansı iptal edildi ve öğrenciler okuldan uzaklaştırıldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında üniversite, Hollanda ve Belçika sınırlarına yakınlığı sebebiyle eğitimine 1 yıl ara vermek zorunda kaldı. Savaşın ardından eğitimine devam eden üniversitede 1965'te Felsefe ve 1966'da Tıp Fakülteleri teknik eğitim vermeyen ilk fakülteler olarak kuruldu. RWTH Aachen, dokuz fakülteden ve alt dallarından oluşmaktadır: "Wirtschaftswoche" dergisinde her yıl yayımlanan, en büyük 500 Alman şirketinin yöneticileri tarafından oylanarak hazırlanan üniversite sıralamasında RWTH Aachen son üç yıldır ilk iki sırada yer almıştır. Özellikle elektrik mühendisliği ve doğa bilimleri fakülteleri, listenin hazırlandığı ilk yıldan beri birinci sıradaki yerlerini korumaktadır. İşletme bölümü de düzenli olarak ilk 10'da yer almaktadır. DAAD ve Die Zeit RWTH Aachen üniversitesini, özellikle mühendislik ve bilgisayar bilimleri alanlarında, en başarılı Alman üniversiteleri arasında göstermektedirler. RWTH Aachen'a dünya çapında "Times Higher Education World University Ranking" 156'ncı, "QS Ranking" ise 147'nci sırada yer vermiştir. 2011 yılında "QS World University Rankings" tarafından yapılan sıralamada mühendislik ve teknoloji alanında 35., biyomedikal ve bioloji bilimlerinde 330., doğa bilimlerinde 82. ve genelde 140. olarak dünya üniversiteleri sıralamasına girmiştir. 2014 yılında "QS World University Rankings" "mekanik, havacılık ve üretim" sıralamasında RWTH'yı kıta Avrupasının en iyi üniversitesi seçmiştir. 2015'te yine "QS World University Rankings", RWTH Aachen'ı makine mühendisliği alanında dünyada 12. sıraya yerleştirmiştir. Bir (Pentagram albümü) Bir, Pentagram'ın 6. albümüdür. 2000 yılında Türkiye'de meydana gelen ve bazı medya kuruluşlarının kışkırtmasıyla ortaya çıkan satanizm tartışmalarının hedefi haline gelen grup, bu konuda bir çalışma yapma ihtiyacı duymuş ve Türk tasavvuf düşüncesi, halk şiiri ve modern müzik anlayışını harmanlayarak ortaya Bir albümünü çıkarmıştır. Pentagram'ın tamamıyle Türkçe sözlü ilk albümüdür. "Tigris", "Mezarkabul" ve "Kam" parçaları enstrümantaldir. "Şeytan Bunun Neresinde" Aşık Dertli'nin eserinden rock müziğe uyarlamadır. "Bu Alemi Gören Sensin" parçasının sözleri ise Aşık Veysel'in aynı adlı şiiridir, beste Pentagram'a aittir. Susilo Bambang Yudhoyono Susilo Bambang Yudhoyono, (d. 9 Eylül 1949, Pacitan, Endonezya) Endonezya'nın 6. devlet başkanı. Ülkede demokratik yollarla seçilen ilk devlet başkanıdır. İsminin baş harflerinden oluşan SBY kısaltması ile de tanınır. Bir ordu subayının oğlu olan Susilo Bambang Yudhoyono, 1973'de Endonezya Askeri Akademisi'nden mezun oldu. 2 yıl sonra Endonezya güvenlik güçleri Doğu Timor'u işgal etti. Bu işgalde görev alan Yudhoyono, çeşitli savaş suçları ile suçlandı ancak hiçbir zaman spesifik bir hareketinden ötürü ceza almadı. 1980'lerde ABD'de işletme yüksek lisansı yaptı. 1995-1996'da Bosna'da görev yaptı. 2000'de Abdurrahman Wahid hükümetine katılmak için ordudan ayrıldı. Madencilikten Sorumlu Bakan iken Güvenlik ve Dışişleri Bakanlığı görevine geldi. Başkan Wahid'in fiziksel yetersizliklerinden ötürü hükümette en baskın figür olarak öne çıktı. 1 yıl sonra Cumhurbaşkanı Wahid'in olağanüstü hal ilan edilmesi isteğine karşı gelerek hükümetten ayrıldı. Bu nedenle liberal biri olarak tanındı. İstifasından hemen sonra Yeni başkan Megawati Sukarnoputri tarafından aynı göreve getirildi. 2002'de Bali'de gerçekleşen ve 200 kişinin ölümüne neden olan bombalama olayı sonrasında terörle mücadelede kararlılık göstererek takdir topladı. Mart 2004'te başkan ve eşi ile kamuoyu önünde yaptığı bir ağız dalaşından sonra istifa etti. İstifaları onun ilke sahibi olarak tanınmasını sağladı ve başarısız hükümetlerde görev almasına rağmen halk gözünde popülaritesini korumasına yardım etti. Eylül 2004'teki seçimlerde oyların %60'ını alarak Megawati Sukarnoputri'nin yerine cumhurbaşkanı seçildi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden 2 gün önce Ziraat Ekonomisi alanında doktora derecesini alan Yudhoyono, evli ve iki çocuk sahibidir. Piknik (anlam ayrımı) Piknik (film) Piknik (İngilizce: "Picnic"). Diğerleri: Elektromekanik Elektromekanik, mekanik sistemlerin elektronik sistemler ile kumandasına dayanan sistemler bütünü. Mekatronik sistemler elektromekanik sistemler değildir. Çünkü elektromekanik sistemlerde yazılım yoktur, fakat mekatronik sistemlerin olmazsa olmazı yazılım uygulamalarıdır. Örneğin PLC uygulamaları mekatronik sisteme örnektir. Elektromekanik yapılara örnek asansörlerdir. Asansörler, hem elektrik-elektronik hem de mekanik uygulamaların olduğu bir sistemdir. Yürüyen merdivenler, diğer kaldırma ve taşıma cihazları ve hatta yazıcılar dahi elektromekanik sistemlere girer. Ayrıca, çoğu silah sistemi de elektromekaniktir. Enigma Enigma, gizem veya bulmaca anlamına gelen Yunanca bir kelimedir. Enigma kelimesinin diğer kullanımları: Kaya Peker Kaya Peker (d. 3 Ağustos 1980, Ankara), Spor Toto Basketbol Süper Ligi takımlarından Tofaş forması giyen Türk profesyonel basketbolcudur. 2.07 metre boyundaki oyuncu pivot pozisyonunda görev almaktadır. Pınar Karşıyaka altyapısından yetişen Kaya Peker o dönemde kendi yaş grubu içinde oynadığı maçlardaki istatistikleriyle dikkat çekti. Kaya Peker, uzun boyu ve geniş yapısına rağmen atletik olması ve dış atışlarda da başarılı olması ile temel basketbol bilgilerinin çok iyi olması nedeniyle genç yaşında Türkiye millî basketbol takımına kadar yükseldi ve takımın değişilmez oyuncularından oldu. 1996 yılından 2000 yılına kadar Pınar Karşıyaka'da oynadı bu dört sene boyunca bu takımda kalması ve bir sezonda ortalama 30 maçta uzun süreler alması şansını iyi kullanarak kendini oldukça geliştirdikten sonra 2000-01 sezonundan Efes Pilsen'e transfer olarak bu derin kadroda da kendine yer buldu. Efes Pilsen'de altı sezon geçirdikten sonra, Liga ACB takılarından TAU Ceremica'ya transfer oldu ve bir sezon burada oynadı. 2008-09 sezonundan itibaren Efes Pilsen ile 1+1 yıl opsiyonlu sözleşme imzaladı. 2010-11 sezonunda Fenerbahçe takımıyla 2 yıllık anlaşma sağladı. 1 Aralık 2010 Çarşamba günü Fenerbahçe Ülker-Cibona Zagreb maçında EuroLeague kariyerindeki 1000. sayısına ulaşmıştır. 2013-14 sezonu başında Trabzonspor takımına transfer olmuştur. 2015-16 sezonu başında Tofaş'a transfer olmuştur. "Not: İstatistikler Türkiye Basketbol Ligi'ne aittir. EuroLeague ve SuproLeague dahil değildir." Uzaktan algılama Uzaktan algılama, yeryüzünün ve yer kaynaklarının incelenmesinde onlarla fiziksel bağlantı kurmadan kaydetme ve inceleme tekniğidir. Yer ile herhangi bir temas olmaksızın yerin çeşitli özelliklerinin tespiti işidir. Uzaktan algılama kısa bir tanım yapılacak olursa, fiziksel temas olmadan cisimler hakkında bilgi almaktır. Bu iş için temel şey enerjidir. Enerji olmadan algılama yapmak imkânsızdır. Nasıl ki doğadaki tüm olaylar bir enerji vasıtasıyla gerçekleşiyorsa uzaktan algılamada bu şekilde enerji vasıtasıyla gerçekleşir. Uzaktan algılamanın anlaşılabilmesi için kendi beş duyumuzun algı özellikleri kısaca olsa da bilmekte yarar vardır. Gözlerimiz görüş alanına düşen tüm cisimleri alır ve değerlendirip tanımlaması için beyine gönderir, beyinde bunları değerlendirip algının tamamlanmasını sağlar. Aynı şekilde kulak da etraftan yayılan ses dalgalarını toplayarak anlamlandırması için beyne gönderi ve beyinde tanımlama işlevini böylece tamamlayarak duyma dediğimiz olayın gerçekleşmesini sağlar. Tüm bu olayların gerçekleşmesi içinde ATP enerjisi kullanılır. Uzaktan algılama için kullanılan enerji kaynağıda ya güneştir ya da yapay bir güç kaynağıdır. Uzaktan algılamanın gerçekleşebilmesi için 7 şartın yerine gelmesi gerekmektedir. Doğal çevrenin önemli bir bölümünün dinamik nitelikte olması bunların bir kez belirlenmesi ile yetinilmeyip sık sık takip edilmelerini gerektirmektedir. Bunun için de, modern havacılık ve uzay teknolojisinden yararlanılır. Uzaktan algılama adı verilen yöntemle havadan ve uzaydan elde edilen görüntüler yorumlanabilir. Hava fotoğrafları, fotogrametrik yöntemle harita yapımında kullanılmakla birlikte, çeşitli mühendislik çalışmaları ve özellikle fotointerpretasyon (foto-yorumlama) yöntemi ile doğal kaynakların bulunmasında da kullanılmakta ve böylece, Uzaktan Algılama yönteminin en önemli verilerinden birini oluşturmaktadır. Uzaktan Algılamada Fiziksel Kuramlar 1)Planck kanunu 2)Wien kanunu 3)Stefan-Boltzmann kanunu 4)Lambertin Kosinüs kanunu Uzaktan algılamanın temelini oluşturan esas olay algılamadır. Algılayıcıların tipine göre sınıflandırılır. Uydular algılama tekniğinde kullandıkları enerji kaynaklarına göre Aktif algılama ve Pasif algılama olmak üzere ikiye ayrılırlar. Yerden ışın yansıtan cisimlerin yaydığı ışını algılamak için geliştiren cihazlara "algılayıcı" diyoruz. (Bu algılayıcıları algılama biçimlerine göre 2 ye ayırdığımızı hatırlayınız) Algılayıcılar bir de bulundukları yani yerleştikleri yere göre ayrılmaktadırlar. Ancak algılayıcıları ayırmadan önce radyometre (temel algılayıcı) adlı cihazı tanımakta yarar var. Bu cihaz aslında bir nevi fotoğraf makinesi ya da kameraya benzetilebilir anca
k onlardan da farklı olduğunu unutmamak gerekir. Radyometreler yerleştirildikleri platformlardan ışın göndererek o ışını çarpıp yansıdığı cismin özelliklerini algılayan cihazlardır ve algılayıcılar esasta radyometrelerin yerleştikleri platformlara göre ayrılırlar Uzaktan algılamanın en önemli kaynağını uzay fotoğrafları ve tabii ki uydular oluşturur. Uzay fotoğrafçılığı insanların uzaya açılmasından 10 yıl kadar bir süre önce, 1946 yılında başlamıştır. 2. dünya savaşında Almanlar'dan alınan V-2 roketlerinin bazıları 1946 yılında ABD'de uzayın bilinmeyenlerini incelemeye yarayacak bir takım gereçlerle donatılarak fırlatılmış ve yerin 105 km yükseklikten ilk kez resmi çekilmiştir. 1955 yılında Viking-12 roketi ile 244 km ve 1959 yılında da Atlas roketi ile 1120 km yükseklikten ABD'nin bazı bölgelerinin fotoğrafları çekilebilmiştir. Dünya da ilk uydunun 1957 yılında Sovyetler Birliği(SSCB) tarafından Sputnik adıyla uzaya gönderilmesi ile yeni bir çağ açılmıştır. Yerin uzaydan otomatik fotoğraf makinaları ile fotoğraflarını çeken ilk insansız uydu 1959 yılında ABD tarafından uzaya gönderilen Explorer-6 uydusudur. Yer kaynaklarının araştırılması ve yer yüzünün incelenmesi amacı ile uzaya gönderilen ilk uydu ERTS uydusudur. 1972 yılında yörüngesine ABD tarafından yerleştirilmiş ve adı daha sonra Landsat-1 olarak değiştirilmiştir. Bu uydu iş göremez hale gelince Landsat-2 bu devreden çıkınca 1978'de Landsat-3, 1982'de Landsat-4 ve 1985'te Landsat-5 uzaya gönderilmiştir. Bu uydunun amacı ziraat, orman, jeoloji, su kaynakları, haritacılık gibi yer kaynaklarının araştırılmasıdır. Türkiye'de uzaktan algılama eğitimi, lisans seviyesinde yoğun olarak harita, geomatik, jeoloji mühendisliği ile uzay bilimleri ve teknolojileri bölümleri altında verilmektedir. Ayrıca yüksek lisans ve doktora seviyesinde bu bölümlerin yanında, Anadolu Üniversitesi, Akdeniz Üniversitesi ve Çukurova Üniversitesi bünyesinde Uzaktan Algılama ve Coğrafi Bilgi Sistemleri anabilim dalı mevcuttur. ISPRS (International Society of Photogrammetry and Remote Sensing: Uluslararası Fotogrametri ve Uzaktan algılama Birliği) günümüzde özel ve tüzel kişilerin oluşturduğu, bu alanda Dünyanın en büyük kuruluşudur. Haritacılık Hidrolojik Uygulamalar: Jeolojik Uygulamalar Ormancılık Uygulamaları Zirai Uygulamalar Denizcilik ve Kıyı Yönetimi Ortofoto harita Ortofoto harita, üzerine harita kenar bilgileri, gridler, eş yükseklik eğrileri, yer ve mevki isimleri ve benzeri kartografik bilgilerin eklendiği ortofoto görüntülere verilen isimdir. Resimlerdeki eğiklik etkileri ve yükseklik farklarından (rölyef kayma) ileri gelen hataların giderilmesi ile elde edilen ortofoto görüntüler üzerine eş yükseklik eğrileri, yükseklik bilgileri, harita kenar bilgileri de eklenmek suretiyle elde edilen, ortofoto görüntü parçacıklarının birleştirilmesiyle standart veya rastgele ölçeklerde üretilen foto haritadır. Ortofoto haritaların üretiminde, özel kartografik işlemler olarak fotografik kenar zenginleştirmesi, renk ayrımı ya da bunların bir kombinasyonu gibi birleşik işlemler de uygulanabilir. Fethi Gürcan Fethi Gürcan (d. 1922, Ereğli, Konya – ö. 27 Haziran 1964, Ankara), Türk asker ve binici. Kurtuluş Savaşı kahramanı alaylı Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey ve Halime Hanım'ın dört çocuğundan biridir. Harp Okulu'nu süvari teğmeni rütbesiyle 1943 yılında bitirdi. Çeşitli yarışmalarda başarı göstererek 1954 yılında binicilik milli takımına seçildi. 1956 yılında Viyana konkurhipiklerinde; bir gün içinde dresaj ve engel atlama dalında iki birincilik birden kazandı. Kara Harp Okulu Komutanı Alb. Talat Aydemir yönetimindeki 22 Şubat 1962 ayaklanmasına katıldığından; binbaşı rütbesiyle, direnişe katılan diğer genç subaylarla birlikte ordudan tart edildi. 20 Mayıs 1963 ayaklanmasınında öncüleri arasında yer aldı ve Mamak Askeri Mahkemesi'nde yargılanarak idama mahkûm edildi ve hüküm 27 Haziran 1964 Cuma günü sabaha karşı yerine getirildi. Darbe girişiminin diğer lideri Albay Talat Aydemir ise 5 Temmuz 1964'de yine sabaha karşı idam edildi. Yüzbaşı Fevzi Bingöl de olaylara katıldı. İlk başta Fethi Gürcan gibi O'nun da idamı istenmiş, ancak cezası daha sonra müebbete çevrilmiş ve aftan yararlanarak 7 yıl hapis yatıp çıkmıştır. Jeofizik Jeofizik (yerfiziği olarak da bilinir), fiziğin temel ilkelerinden yararlanılarak, suküre ve atmosferi de içerecek biçimde Yer'in araştırılmasını konu edinen bilim dalı. Jeofizik Tarihi insanoğlunun bilimsel merakını giderme ile ilişkili kuramsal problemlerle ve Yerküre doğal kaynaklarından yarar sağlama ile Yerküre kaynaklı afetlerle ilişkili pratik problemlerle ilişkili olarak gelişmiştir. Jeofizik anlamına gelen Almanca "Geophysik" sözcüğü, bilindiği kadarıyla, ilk olarak 1844'te J. Fröbel tarafından kullanılmıştır. Jeofizik sözcüğü 1834 ile 1880 yılları arasında dönemin çeşitli yazılı eserlerinde görünür. Fröber tarafından yazıldığı sanılan fakat Meyers Grosses Conversationslexikon adlı eserde anonim bir “Geophysik” maddesi vardır . 1863'te Adolph Muhry (1810-1888) sözcüğü meteoroloji ve klimatoloji ile ilişkili olarak kullanır. 1870'lerde, Georg von Neumayer (1826-1909) sözcüğü okyanusları içerecek şekilde ve Ferdinand von Richthofen (1833-1905) katı Yerküre'yi içerecek şekilde kullanır. İngilizcede, İtalyanca'da ve büyük olasılıkla diğer dillerde ilişkili terimler vardır. Herschel "terrestrial physics" sözcüğünü kullanılır.(Herschel, 1840). Angelo Secchi (1818-1878), Ernesto Sergent, ve Francesco Denza (1834-1894), ve diğer italyanlar "fisica terrestre" terimini tercih ederler. Secchi (1879) ve Sergent (1868) öğrencileri için "physical terrestrial" konuları sunarlar. Denza (1882) özel olarak meteorlojiyi yer fiziğinin (terrestrial physics) bir bölümü olarak tartışır. Türkçede "Arzi Fiziki" sözcüğü jeofizik sözcüğünün karşılığı olarak ilk olarak "Arzi Fiziki Kandilli Rasathanesi" olarak 1920'lerde görünür Türkiye'deki üniversitelerde Uygulamalı Jeofizik, Yerfiziği ve Sismoloji Ana Bilim Dalları'nda eğitim yapılmaktadır. Son yıllarda özellikle zemin etüdlerinde, petrol, doğal gaz ve jeotermal aramacılığında jeofiziğin kullanım alanları her geçen gün artmaktadır. Yeraltı yapılarının çekim özelliğini inceler. Yerçekimi ivmesinin dünyanın her noktasında farklı olmasından yararlanarak yer içini modeller. Yeraltı yapılarının manyetik özelliklerini inceler. Özellikle metalik cevherlerin bulunmasında, arkeojeofizik ve tektonik araştırmalarda sıklıkla kullanılmaktadır. Depremlerin özelliklerini ve yerin derinliklerini inceler. Yeraltı yapılarının sismik hız değişimlerini inceler. Özellikle yeryüzeyine yakın derinliklerde bulunan, ortamın geneline göre farklı fiziksel özellikler gösteren alanların belirlenmesinde kullanılır. Temelde kullanılan cihaz, bir verici (Transmitter) ve bir alıcı (Receiver) antenle kayıtçıdan oluşur. Yer içine gönderilen yüksek frekanslı dalgaların yansıma ve kırılmalara uğrayarak yer içinden geri dönüşleri kaydedilir. Son olarak elde edilen veriler sismik veri işleme tekniklerine benzer bir teknikle işlenerek yeraltının yapısı ortaya çıkarılır.Türkiye'de kullanımı son yıllarda oldukça yaygınlaşan bu yöntemin en önemli avantajı son derece ayrıntılı bilgilere ulaşılabilmesidir. Ancak bir dezavantaj olarak, sadece sığ aramalarda kullanılabilir; çünkü yüksek frekanslar, yer içindeki iletken ortamlarda kolayca atenüasyona uğrayarak derinlere ulaşamazlar. Yeraltı yapılarının elektrik iletkenlik özelliklerini inceler, Yeraltı yapılarının elektrik iletkenlik ve elektomanyetik özelliklerini inceler, Uzaydaki ve Yeryüzündeki manyetik alanın özelliklerini inceler, Geçmiş dönemlerdeki yer manyetik alanının değişimlerini inceler, Yeraltının radyoaktif ve ısı özelliklerini inceler, Sondaj kuyularında yapılan gravite, manyetik, radyometri, elektrik, akustik, vb. jeofizik yöntemlerdir. Atom çekirdeğinin (temel olarak çekirdekte bulunan protonun) manyetik özelliklerinden yararlanarak, yeraltının su içeriğini ve hidrolik geçirgenliğini derinliğin fonksiyonu olarak verebilen yeni bir yöntemdir. EuroLeague EuroLeague, sponsorluk adıyla Turkish Airlines EuroLeague, Avrupa'da 2000'den beri Euroleague Basketbol tarafından düzenlenen en üst düzeydeki ve kazananın "Avrupa Şampiyonu" olarak adlandırıldığı uluslararası profesyonel basketbol turnuvası. 2000 yılında başlamasıyla FIBA tarafından 1958'den beri düzenlenen FIBA EuroLeague turnuvasının (daha önce FIBA Avrupa Şampiyonlar Kupası ya da sadece Avrupa Kupası adıyla bilinen) yerini almıştır. Euroleague Basketbol rekor ve istatistik kayıtları sebebinden dolayı FIBA Avrupa Şampiyonlar Kupası ile EuroLeague aynı turnuva olarak sayılır. EuroLeague dünyadaki en popüler profesyonel kapalı spor liglerinden biridir. 2016-17 sezonundaki lig maçlarında ortalama 8.472 seyirciyle dünyadaki profesyonel kapalı spor liglerinin en yüksek beşinci (ABD dışındaki en yükseği) ve profesyonel basketbol liglerinin en yüksek ikinci ortalamasına ulaşmıştır. Sadece NBA'in ortalaması daha yüksektir. EuroLeague kupasını 21 farklı takım kazanabilmiştir, bunlardan 13 takımın birden fazla şampiyonluğu vardır. En başarılı takım 10 şampiyonlukla Real Madrid'dir. Son şampiyon Real Madrid'dir. FIBA Avrupa Şampiyonlar Kupası 1958 yılında kurulup ilk yıllarında Avrupa'da liglerini şampiyon bitiren takımların oynadığı ve klasik bir eleme sistemiyle oynanan bir turnuva iken 1990'ların başından itibaren sadece şampiyonların değil, diğer önemli takımların da katıldığı ve içinde lig mücadelesi de içeren bir turnuva durumuna geldi. Euroleague adı ise 2000 yılında ULEB (Union of European Leagues of Basketball) tarafından öne sürüldü. 2000/2001 sezonunda ULEB'e üye takımlar FIBA'nın organize ettiği turnuvadan ayrılarak kendi liglerini kurdular. FIBA ise Suproleague adıyla devam etti. Türkiye'nin de dahil olduğu ülkeler FIBA'nın organizasyonunda kaldı. Avrupa'nın en büyük kulüplerinden olan Türkiye, İtalya ve Yunanistan takımlarının ayrılması önemli bir bölünme oluşturdu ve Avrupa'da iki tane büyük kupa ortaya çıkt
ı: FIBA tarafından düzenlenen SuproLeague ile yeni kurulmuş Euroleague Basketbol tarafından düzenlenen Euroleague. 2001 yılında iki organizasyon Euroleague adı altında tekrar birleşti. *2000-01 sezonunda iki ayrı turnuva vardı. FIBA'nın düzenlediği SuproLeague ile Euroleague Basketbol tarafından düzenlenen Euroleague. 26 Temmuz 2010 tarihinde Türk Hava Yolları ve Euroleague arasında 15.000.000€ bedel ile bir stratejik sponsorluk anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre Avrupa basketbolunun en üst ligi olan Euroleague, 2010-11 sezonundan itibaren "Turkish Airlines Euroleague" adıyla düzenlemeye başlamıştır. Buna benzer şekilde "Dörtlü Final" yani "Final Four" da "Turkish Airlines Final Four" adını almıştır. Bu anlaşma beş sezon boyunca geçerli olacaktır. Bu süre sonunda eğer istenirse anlaşma beş yıl daha uzatılabilecektir. 2015-16 sezonuna değin Turkish Airlines Euroleague dört aşamada oynanıyordu. İlk aşamada 24 takım katılır. Bu takımlar 6'lı olarak 4 gruba ayrılır. Her takım grubundaki diğer takımlarla kendi sahalarında ve deplasmanda olmak üzere ikişer maç oynar. Normal grup maçları sonunda gruplarında ilk 4 sırayı alan takımlar üst gruplara çıkar. İkinci aşamada kalan 16 takım yeni oluşturulan 8'erli 2 grupta yer alır ve diğer takımlarla yine 2 maç oynar. Maçlar sonunda gruplarında ilk dört sırayı alan takımlar gruptan çıkar. Çeyrek finale çıkacak takımlar belli olduktan sonra kalan 8 takım dörtlü final için mücadele eder. Grubu birinci bitiren takımlar dördüncülerle, ikinci bitiren takımlar ise üçüncülerle eşleşirler. Bu aşamada kupa lig maçlarından eleme usulünde maçlara geçer ve rakiplerini eleyen takımlar dörtlü final oynamaya hak kazanır. Çeyrek final mücadelesinde 5 maç üzerinden 3 maç kazanan rakibini eler. İlk 2 maç A takımının sahasında, 3. ve 4. maçlar B takımının sahasında, 5.maç ise tekrar A takımının sahasında oynanır. Son aşama olan dörtlü final ise önceden belirlenen bir şehirde bu finale kalan 4 takım arasında oynanır. Dörtlü final maçları tek maçlık eleme sistemine göre oynanır. Yarı finalde elenen takımlar üçüncülük maçına, kazanan takımlar ise son gün finale çıkar. 10 Kasım 2015 tarihinde Euroleague tarafından yeni bir format oluşturulduğu açıklandı. Yeni formatta aşama ikiye indirildi. 16 takım birbiriyle ikişer maç yaptığı çift devreli lig usulü uygulanacaktır. Ligi ilk sekiz sırada bitiren takımlar, play-off oynamaya hak kazanacak. 5 maç üzerinden oynanacak olan play-off maçlarında, 3 galibiyet alan takımlar şampiyonluk için dörtlü finale çıkacak. EuroLeague'de geri kalan diğer 5 takım yıllık lisansı olan ilişkili kulüplerdir. Bu beş takım önceki sezon Avrupa'nın ikinci seviye turnuvası olan EuroCup'ı kazanan ve millî lig şampiyonları ile turnuva kartı alan takımlardan oluşmaktadır. 2012-13 sezonundan itibaren o zamanlar "A Lisansı" olan kulüpler ev sahibi oldukları EuroLeague karşılaşmalarını en az 10.000 kişilik arenalarda oynamaları gerekiyordu. Aynı 10.000 kişilik kapasite kaidesi şu an halen uzun vadeli lisansa iye olan EuroLeague kulüpleri için geçerlidir. "(1958'den itibaren EuroLeague öncesi Avrupa Kupası dahil)" Jeokimya Jeokimya ya da yerkimyası Dünya'nın ve diğer gezegenlerin kimyasal bileşimlerini, kaya ve toprakları etki altında tutan kimyasal süreçleri ve tepkileri, Dünya’nın kimyasal bileşenlerine ilişkin maddi ve enerjetik döngüleri ve bunların atmosfer ve hidrosfer ile etkileşimlerini yer ve zaman bakımından konu alan bir yerbilim dalıdır. Bir başka deyişle jeokimya, gerek Dünya’daki gerekse diğer gezegenlerdeki yeryuvarı ve çevresini oluşturan beş ayrı kütledeki (litosfer, pedosfer, hidrosfer, biyosfer, atmosfer) tüm kimyasal olayları inceler. Jeokimya, temel jeokimya ve uygulamalı jeokimya olmak üzere iki ana dala ayrılmaktadır. Temel jeokimya, yeryuvarı ve çevresindeki kimyasal olayları, elementlerin dağılımlarını ve değişik ortam koşullarında bu dağılım özelliklerini denetler. Böylece yerin jeolojik geçmişi ile ilgili olaylara ve ortam koşullarına bir açıklık getirmeye çalışır. Uygulamalı jeokimya, temel jeokimyanın tüm yasa ve bilgilerini kuramsal açıdan fazla irdelemeden maden aramaları ve çevre sorunlarının çözümüne uygulanır. Jeokronoloji Jeokronoloji, "yerbilimsel zamandizim olarak da bilinir", yerbilimsel olayların ve oluşumların zamansal sıralamasını yapan ve kayaçların yaşını saptayan yerbilim dalı. Limnoloji Limnoloji, "suyun kimyasını inceleyen bilim dalı olarak da bilinir", doğal ve yapay göl ve göletlerin fiziksel ve kimyasal niteliklerini, ekolojisini, çevreyle etkileşimlerini, içlerindeki su ve enerji akımlarını inceleyen bilim dalıdır. Aztekler Aztekler, Mezoamerika'da bugünkü orta Meksika bölgesinde 14. ve 16. yüzyıllar arasında yaşamış bir Orta Amerika halkıdır. Zengin bir mitoloji ve kültürel mirasa sahip Azteklerin başkenti, günümüzde Meksiko'nun bulunduğu Texcoco Gölü'nün ortasında yer alan Tenochtitlan kentiydi. Aztekler, büyük bir uygarlık kurmuşlardı. Hernan Cortes'in Meksika'yı toprağa katma sırasında yapılan ve Tenochtitlan kuşatması olarak bilinen savaş sonucunda Aztekler yenilmiş ve güçlerini kaybetmişlerdir. Ayrıca dünyanın en büyük piramidi Meksika'da Cholula de Rivadabia'da bulunur. Azteklere ait piramit 182.107 metrekare alan üzerine kurulmuştur ve yüksekliği 54 metredir. 13 milyonluk bir nüfustan oluşan çok büyük ve zengin bir imparatorluk olan Aztekler gelişmiş tarım yöntemlerine, kendilerine ait bir dine, takvime, alfabeye sahiplerdi. Aztekleri keşfedenler İspanyollar oldu. Hernan Cortes ve onun özel ordusu Aztek başkenti olan Tenochtitlan´a giderken Popocateptel volkanik dağının yanından geçtiler ve ilk kez bir volkan görmüş oldular. Adamları ve Cortes başkente ulaştıklarında Aztek imparatoru Montezuma onları karşılamak için bekliyordu. Aztek imparatoru göz kamaştırıcı elbiseler giymişti. O, Cortes ve adamlarının başkente girmesine izin verdi. Cortes´in sadece 600 askeri vardı ve Aztek imparatoru onları kolayca yok ettirebilirdi. Ancak Aztek takvimine göre bu yıl çok özel bir yıldı. İnançlarına göre bu yılda Quetzalcoatl adlı bir tanrı Aztekleri yok edecekti. Bu tanrının efsanedeki tarifleri Cortes´e çok benziyordu. Bu yüzden Aztek imparatoru, Cortes'in tanrı olduğuna karar verdi. Cortes başkentte birkaç gün geçirdikten sonra güvende olmadığını sezdi. Hayatta kalmalarını sağlayan tek şeyin imparatorun varlığı olduğunu fark etti. Bu nedenle Aztekleri denetim altına alabilmek için imparatoru tutsak almaya karar verdiler. Cortes birkaç ay daha şehirde kaldıktan sonra ayrıldı. O gittikten sonra başka İspanyollar Aztek'e saldırdılar. Cortes yeni ordusuyla geri geldiğinde Cuitlahuac imparator olmuştu. Ancak bunu bilmeyen Cortes, Aztekleri kontrol altına almak için Montezuma'yı tutsak aldı ve halkı etkilemek için onu kraliyet sarayının çatısına çıkardı. Ancak halk onlara taş atarak tepkisini gösterdi. Atılan taşlardan biri Montezuma'nın ölümüne neden oldu. 1521'de Aztekler teslim olana kadar 4 ay savaş yapıldı. Aztek İmparatorluğu'nun başkenti olan şehir 1300 yıllarında Texcoco Gölü'nün üzerindeki bir dizi adaya Aztek tanrılarından biri olan Huitzilopochtli'nin tapınağı etrafına kuruldu. Şehirde binalar Coatepantli adında 2,5-3 metre yüksekliğindeki duvarlarla çevriliydi. Binalara girişi sağlayan 4 kapı bulunuyordu. Şehrin ortasında Büyük Tapınak vardı. Bu tapınak içinde iki tane tapınak bulunduruyordu. Bunlardan biri savaş tanrısı Huitzilopochtli'ye diğeri de yağmur tanrısı Tlaloc'a aitti. Başkent 1500'lere gelindiğinde 300.000 kişilik nüfusa sahip oldu. Aztek yazısı da Maya yazısı gibi, ideogramların ve sesleri belirten fonetik sembollerin bir karışımından oluşmuştur. Yani bazı resim karakterleri nesneleri ve düşünceleri ifade ederken, bazıları da sesleri ifade ediyordu. Örneğin bir Meksika kenti olan Coatlan ("Yılanların yeri") kentinin adı coatl hecesini dile getiren yılan resminin yanı sıra diş ("tlan") işaretinin belirtilmesiyle yazılıyordu. Aynı şekilde Coatepec ("Yılanlı tepenin yeri") adı yine yılan hecesini dile getiren yılan resminin yanı sıra tepe ("tepec") işaretinin belirtilmesiyle yazılıyordu. Eldeki mevcut Aztek el yazmalarının sayısı 500 civarındadır. Türlerin Kökeni Türlerin Kökeni, İngiliz doğa tarihçisi Charles Darwin'in 24 Kasım 1859'da yayımlanan kitabı. Orijinal adı "Doğal Seçilim Yoluyla Türlerin Kökeni ya da Hayat Kavgasında Avantajlı Irkların Korunumu Üzerine" idi, ancak 1872'de çıkan 6. baskısında "Türlerin Kökeni" olarak kısaltıldı. Bilim tarihinin en önemli çalışmalarından biridir ve evrimsel biyolojinin temelini oluşturduğu kabul edilir. Çalışma, Darwin'in HMS Beagle gemisi ile 1831-1836 yılları arasında yaptığı araştırma gezisi sonrasında, özellikle Galapagos adalarındaki gözlemlerine dayandırarak oluşturduğu biyolojik evrim kuramı üzerinedir. Charles Darwin’in eseri Marx ve Engels'in de yoğun ilgisini çekmiştir. Darwin’in eseri yayınlanır yayınlanmaz Engels, Marks’a yazdığı mektupta şöyle demiştir: "Şu anda kitabını okumakta olduğum Darwin, tek kelimeyle muhteşem." Marks da kitabı "Bizim görüşlerimizin doğal tarih temelini içeren kitap işte budur." şeklinde nitelemiştir. Darwin hakkındaki en önemli yanılgı ve önyargı, Darwin'in insan kökenini maymunlara dayandırdığına dair iddialardır. Tam aksine Darwin bu konuda uyarıda bulunmaktadır. İnsan, maymunlarla aynı türden gelmektedir; ama maymunların evrimi sonucu ortaya çıkmamıştır. Ortak atadan bir ayrılma söz konusudur. Darwin, incelemelerinden türlerin sabit olmadığını, uzun süreli de olsa çevre koşullarına göre değiştiğini öğrenmişti. Ancak bu süreci tetikleyenin ne olduğu konusunu henüz açıklayamamıştı. Birleşik Krallık'a döndükten sonra üzerinde çalıştığı ve görüşlerine değer verdiği doğa bilimcilerle tartıştığı konu esasta buydu. Darwin evrim teorisini kurarken, ona ışık tutan ve onu etkileyen Malthus’un "Nüfus Üzerine Deneme" adlı kitabındaki: ""Bütün canlılar bir varolma ya da yok olma savaşı içindedir , savaşların nedeni nüfus artışıdır , çünkü beslenme kaynakları sınırlıdır ve bunlara sahip olmak
için insanlar zorunlu olarak savaş yürütmek zorunda kalmaktadırlar ve bu savaşta güçlüler zayıfları ezer geçer"" şeklindeki tezleri oldu. Malthus’un tezindeki varolma savaşıyla kendi gözlemleri arasında bağ kuran Darwin, evrim teorisininin itici gücünün ne olduğuna yanıt veriyor ve bunu doğal seçilim ve çevreye uyum olarak tanımlıyordu. Darwin, bir doğa bilimcisi olarak gözlemlerinden sonuçlar çıkarmaya başladığından beri dinden ve kiliseden kopmuş olan Charles Darwin bu son adımı atmaktan ve teorisini dünyaya açmaktan düpedüz çekiniyordu. Notlarını, üzerine "ölümümden sonra açılacak" diye yazarak paketlemişti. Bu paket ve eklediği yeni notları neredeyse yirmi yıl Charles Darwin’in evinin merdiven altındaki süpürgeliğinde, sandıkta durmuştur. Darwin, evrim kuramı üzerinde çalışırken aşağıdaki varsayımlardan hareket etmiştir: Bu varsayımlar Darwin’in gözlemlenebilir kabul ettiği şu olgular üzerinde yükselmektedir: Bütün bu olgulardan Darwin, "yaşam savaşı" dediği ilkeye ulaşır. Buna göre, belli bir çevrede farklı özellikler taşıyan bireyler arasında yaşam savaşımı varolduğundan, doğal koşullara uyum bakımından, özellikleri üstünlük sağlayan bireylerin (veya türlerin) egemenlik kurması ve diğerlerinin elenmesi kaçınılmazdır. Böylece evrimin itici düzeneği doğal seçilim olduğu bulunmuştur. Darwin, Türlerin Kökeni kitabındaki 6. bölüme "Teorinin Güçlükleri" adını vermiştir. Darwin kitabında açıklamakta güçlük çektiği kısımları iki ana hatta ele almıştır: "İçgüdüler" ve "Ara-Geçiş Formları". Darwin, Evrim düşüncesini ortaya attığında henüz herhangi bir ara-geçiş formu bulunamamıştı. Ama Darwin'e göre ara-geçiş formlarının olması teorinin ayakta kalmasını sağlayan yegane unsurlardandır. Bunu kitabında şu şekilde belirtmiştir: "Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir" İkinci konu olan içgüdülerden ise kitapta Teorinin Güçlükleri kısmında fazlaca söz edilmiştir. "İçgüdülerin birçoğu öylesine şaşırtıcıdır ki, onların gelişimi okura belki teorimi tümüyle yıkmaya yeter güçte görünecektir." diyen Darwin içgüdülerin kalıtsal olamayacağını ifade etmiştir; "Bir tek kuşakta alışkanlıkla birçok içgüdü edinildiğini ve sonra bunu izleyen kuşaklara soyaçekimle iletildiğini varsaymak ağır bir yanılgı olur. Bildiğimiz en şaşırtıcı içgüdüler, örneğin balarısının ve karıncaların birçoğunun içgüdüleri, alışkanlıkla kazanılmış olamaz." Ayrıca Kambriyen Patlamasıyla tüm hayvan filumlarının birden ortaya çıkması Darwin tarafından şöyle yorumlanmıştır: "Çok daha ciddi bir şekilde ortaya çıkan ilişkili bir problem daha vardır ki, bu da hayvanlar aleminin temel sınıflarına ait türlerin bilinen en aşağı tabakalardaki fosil kayalarında aniden ortaya çıkmasıdır..." Yenimahalle Yenimahalle, Ankara'nın metropol ilçelerinden biridir. Yenimahalle, 1946-1949 yıllarında ilin imarı ile özellikle o devrin Ankara Belediye Başkanı Ragıp Tüzün tarafından Ankara'nın yakın yerleşim alanı olarak planlanmış ve 1950 yıllarında dar gelirli işçi ve memur vatandaşları konut sahibi yapmak gayesi ile ikişer katlı olarak kurulmaya başlanmış, bugünkü gibi hızlı bir gelişme gösteren Yenimahalle, 1 Eylül 1957 tarihinde ilçe merkezi hâline getirilmiştir. Yenimahalle, şehir merkezi haricinde engebeli bir arazide kurulmuştur. Denizden yüksekliği 830 metredir. İlçenin yüzölçümü 274 km²dir. Komşu illerden gelen Çubuk Çayı, Hatip Çayı ve İncesu Deresi, ilçenin Akköprü mevkiinde birleştikten sonra Çiftlik, Güvercinlik ve Etimesgut'tan geçerek Sincan Osmaniye köyü yakınında Akıncı Ovasından gelen Ova Çayı ile birleşerek Ankara Çayı adını alır ve Sakarya Irmağının büyük bir kolu olarak Polatlı sınırlarına kadar girer. Güney ve Kuzey olarak birbirinden kopuk iki parçalı halde bulunan Yenimahalle sınırlarını tek parça haline getiren yeni düzenlemeyle, ilçenin kuzey bölümü korunarak; Kuzey bölümünden tamamen kopuk olan Güney bölümündeki; Dodurga ve Alacaatlı Mahallelerinin çevre yolu dışında kalan ile Aşağı Yurtçu, Yukarı Yurtçu, Ballıkuyumcu, Fevziye ve Şehit Ali Mahalleleri tüm sınırlarıyla birlikte Etimesgut’a bağlanmış. Dodurga ve Alacaatlı mahallelerinin çevre yolu doğusunda kalan ana bölümleri ile Çayyolu, Ahmet Taner Kışlalı, Ümit, Koru, Konutkent ve Yaşamkent  Mahalleleri tüm sınırları ile Çankaya’ya bağlanmıştır. Bu değişiklikten sonra Yenimahallenin yüzölçümü ve nüfuu ciddi olarak düşmüştür. Yenimahalle, Ankara'nın merkezi ilçelerinden biri olup, 1957 yılında kurulmuştur. İlçede 54 mahalle bulunmaktadır. Kırsal mahalleler (köylerin) yarısı arazi ve yerleşim durumu itibarıyla ova üzerindedir. Diğer yarısı engebeli arazi üzerine kurulmuştur. İlçenin şehir kesiminde oturanların çoğunluğu memur ve işçilerdir. Son yıllarda hızlı bir gelişme gösteren ilçede ticaret ile uğraşanlar çoğalmıştır. Son yıllarda Ankara ilinin yeni yerleşim alanı olarak ön sıralara geçen ilçede, özellikle E-5 Devlet Karayolu çevresinde yerleşim alanları ve sanayi ağırlık kazanmaktadır. Batıkent yerleşim alanı, Aselsan ile tüzel ve özel kişilere ait fabrikaları ve özellikle Macun Mahallesi sınırları içerisinde kurulan Ortadoğu Sanayi ve Ticaret Merkezi (OSTİM) ile ATB İş Merkezi, İvedik Organize Sanayi Bölgesi, Öz Ankara Toptancılar Sitesi, Yıldız Sanayi Sitesi, Erciyes İşyerleri, Başkent Oto Sanayi ve GİMAT bulunmaktadır. Birçok büyük alışveriş merkezi (AVM) ilçede yer almaktadır. ANKAmall, Acity AVM, Atlantis AVM, CarrefourSA AVM, Batıpark AVM, Podium AVM ve Gimart AVM ilçede bulunmaktadır. Ankara'nın en büyük mezarlığı olan Karşıyaka Mezarlığı da buradadır. İlçenin tarihini vurgulayan eserler arasında Bizans döneminde yaptırılmış, Selçuklu hükümdarı 1. Alaaddin Keykubat döneminde onarılmış Bağdat Ticari Yolu ile Ankara Çayı üzerinde bulunan Akköprü, Yenimahalle'nin Varlık Mahallesinin İstanbul Devlet Asfaltının kenarında olup, 4 büyük, 3 küçük olmak üzere 7 kemerden oluşmuştur ve tarihî özelliğini korumaktadır. Atatürk tarafından parası bizzat ödenmek kaydı ile 5 Mayıs 1925 tarihinde kurulan Atatürk Orman Çiftliği ilçe sınırları içerisinde olup, halka dinlenme ve örnek çalışmaları ile hizmetini sürdürmektedir. Ankara Hayvanat Bahçesi, Atatürk Orman Çiftliği içerisindedir. Atatürk'ün direktifi ile 29 Ekim 1940 yılında hizmete açılmıştır. Kuruluş amacı, halka yerli ve yabancı hayvan çeşitlerini tanıtmak ve özelliklerini öğretmek, hayvan ve doğa sevgisini aşılamaktır. Bugün 178 çeşit hayvan barındırmaktadır. Yılda ortalama 1 milyon insan tarafından ziyaret edilmektedir. 1988 yılında yapılan ve hizmete giren 75. Yıl Ankara Hipodromu, 1.383.282 m² alan üzerine kurulmuş olup, tribün binası, zemin ve 4 kattan oluşmaktadır. Tribün binasında 8 adet yürüyen merdiven, 6 adet asansör, numaralı localar, seyir terasları, Cumhurbaşkanı ve kordiplomatik locası vardır. 6.400'ü ayakta, 2.300'ü oturan olmak üzere 8.700 seyirci kapasitelidir. Nasyonal sosyalizm Nasyonal sosyalizm (Milliyetçi sosyalizm veya ulusal sosyalizm, Almanca: Nationalsozialismus), etnik milliyetçilik ile sosyalizmi birleştiren, ırkçı, anti-kapitalist, antisemitik ve anti-Marksist bir dünya görüşüdür. İtalya'da Benito Mussolini önderliğinde kurulan faşizm akımından etkilenerek ortaya çıkmıştır. Meydana gelişi Almanya'da gerçekleşen ve temel ilkeleri Adolf Hitler tarafından ortaya konan nasyonal sosyalizm, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin 30 Ocak 1933'ten Almanya'nın II. Dünya Savaşı'nda teslim olduğu 8 Mayıs 1945 tarihine kadar iktidarda olduğu dönem boyunca Almanya'nın resmî ideolojisi olarak uygulanmıştır. Nasyonal sosyalizm doktrininin ilanı 1898'in Mayıs ayında, ilk kez Fransız teorisyen Maurice Barrès tarafından yapıldı. Sosyalist bir milliyetçilik fikrinin temel doktrinlerini belirleyen Barrès, dönemin Rusya merkezinden tüm dünyaya yayılan sosyalizmi bir zehir olarak tanımlamıştır. Sosyalizmin “liberal bir zehir” olduğunu, ancak ulusal bir sosyalizmin, kolektif milliyetçiliği gerçekleştirmenin aracı olduğunu açıklamıştı. Barrès'e göre, işçiler kendi uluslarından işverenlere karşı değil, yabancı işverene ve Yahudi sermayesine karşı mücadele etmeliydi. Barrès'in bu düşünceleri Adolf Hitler'e ilham verdi ve nasyonal sosyalist ideolojinin oluşmasına katkı sağladı. Sosyalizmden farklı olarak nasyonal sosyalizmin doğrudan “kolektif çalışan bir milliyetçilik sistemi” olduğunu empoze eden Adolf Hitler önderliğindeki Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, Barrès’in ortaya attığı düşünceleri kendilerine uyarlayarak birçok toplantıda duyurmaya başladı. Adolf Hitler "milliyetçi ve sosyalist" öğretinin fikirsel önderi olan Barrès’in ideolojilerini halka aktarırken, Alman işçilerinin klasik olarak ülke içindeki işveren sınıfı ile değil doğrudan ülke dışındaki yabancı güçlerle savaşması gerektiğinden bahsediyordu. Adolf Hitler'in 1920-1933 yılları arasında bilhassa sosyalizme eğimli Alman işçi sınıfını nasyonal sosyalizm söylemleri ile etki altına alması, seçim arifelerinde partinin ve şüphesiz kendisinin büyük bir desteği arkasına almasını sağlamıştır. Alman işçi sınıfının kendi milletinden olan işverenler yerine “Yahudi” kaynaklı yabancı sermayeye karşı savaş vermesi gerektiğini söyleyen Hitler, tüm ekonomik ve sosyokültürel sorunların nedeni olarak Yahudileri gösteriyordu. Barrès’in 19. yüzyılın sonundaki düşüncelerinden ilham alan Adolf Hitler, milliyetçi bir sosyalizm öğretisini Alman halkına uyumlu bir hale getirerek, “nasyonal sosyalizm” ideolojisini ortaya çıkarttı. Günümüzde sağ görüşün en aşırıya kaçan hali olarak tanımlanan nasyonal sosyalizm, milliyetçi düşüncelerin ağırlaştırılarak sosyalizm doktrinleri ile harmanlanmış hali olarak isimlendirilir. Faşizm ile örtüşen nasyonal sosyalizm, sosyalizm tutumlarını yalnızca devletin ekonomik politikalarında uygulamıştır. Alman nasyonal sosyalistlerin politik çalışmalarına başladıkları 1920 yılından itibaren nasyonal sosyalizm, Alman sosyal demokratlar ve komünistler tarafından kısaca Nazizm
(Almanca: Nazismus) olarak isimlendirildi. Bu kısaltma, nasyonal sosyalistleri küçümsemek amacıyla ortaya çıkarılmıştı. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin Almanca adı, "Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei", kısaca NSDAP idi. "Nasyonal" sözcüğü Türkçeye Fransızcadan geçmiştir ve "ulusal" sözcüğünün eş anlamlısıdır. Nasyonal sosyalizmi benimseyen kişi ve kurumlara "nasyonal sosyalist" denir. "Nasyonal sosyalizm"in kısaltılmış hali olan "Nazizm" sözcüğü Almanca ""Nationalsozialismus"" sözcüğünden türetilmiştir. Buna bağlı olarak "Nazi" kısaltması ""National"" sözcüğünün ilk hecesindeki "Na", ""Sozialismus"" sözcüğünün ise ikinci hecesindeki "zi" alınarak oluşturulmuştur. Nasyonal sosyalizm, Türkiye'de literatüre "millî sosyalizm" ve "milliyetçi sosyalizm" olarak da geçmiştir ve Türk Dil Kurumu tarafından "Hitlercilik" terimi de kullanılmıştır. Nasyonal sosyalizm, başlıca dayanak noktasını ortak güç birliğini esas alan bir toplum birlikteliği fikrinin oluşturduğu halk hareketidir. Bu felsefeye sahip olan nasyonal sosyalizm, tek bir toplumu oluşturan insanların birlikteliğini de, halkı bir bütün haline getirecek ulusal dayanışmanın politik ruhu içerisinde belirlemektedir. Halk birliğini ortak bir ideolojik yoldaşlıkta ve dolayısıyla totaliter bir harekette buluşturan nasyonal sosyalizm, doktrinsel olarak faşizmden ayrı bir ideoloji olmasına rağmen faşist bir hareket olarak bilinegelmiştir. Günümüz bilimsel değerlendirmeleri tarafından aşırı sağ düşünüşe bağlı bir politik sistem olarak sınıflandırılmıştır. Aynı zamanda milliyetçi ve ırkçı görüşler ile sosyalizmi birleştirmiş olduğu için senkretik bir ideolojidir, bununla birlikte "üçüncü görüş" akımına bağlıdır. Nasyonal sosyalizm, iktisadî olarak anti-kapitalist ve anti-komünist bir stratejiyle kolektif milliyetçiliği gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır, bu doğrultuda Marksizmden farklı olarak ulusal bir ekonomik sosyalizm uygulanmaktadır. Nasyonal sosyalist hareket, radikal Alman milliyetçiliği öğelerini kullanan bir ideoloji olarak I. Dünya Savaşı sonrası komünist devrimcilere karşı savaşan Freikorps birliklerinin anti-komünist kültürüyle uyumlu bir şekilde örgütlendi. Nasyonal sosyalistlerin Alman işçi sınıfını komünist fikirlerden uzaklaştırıp milliyetçi saflara çekmeyi amaçlayan anti-komünist hedeflerinin yanında Yahudi sermayesine karşı cephe aldıkları ve burjuvaziyi aşağıladıkları anti-kapitalist görüşleri, dönemin Marksist fikirlerinin yanında bir alternatif sunmaktaydı. Nasyonal sosyalizm totaliter, şovenist, militarist ve popülisttir, tek bir milletin yüceltilerek kendi içinde sosyoekonomik eşitliğinin sağlanması esasına dayanır. Karl Marx'ın evrensel enternasyonalist sosyalizm öğretilerinin nasyonalist bir modeli olduğu da söylenebilir. Diğer faşist sistemlerde olduğu gibi nasyonal sosyalizmde de radikalizm, anti-komünizm, anti-kapitalizm ve liderlik prensibi gibi ögeler mevcuttur; ancak diğerlerinin aksine ırkçılık içermektedir. Nasyonal sosyalist Alman ırkçılığının bazı ögeleri şunlardır: Alman nasyonal sosyalistler, ari ırk (Aryan ırkı) olarak adledilen Alman ırkının diğer tüm ırklardan üstün olduğunu ve ari ırkın korunumunun insan medeniyeti için önemli olduğunu iddia ederek Yahudileri ari ırk için tehdit olarak kabul etmişlerdir. Nasyonal sosyalist ideolojiye göre, dünyada kapitalizme ait olan tüm kuruluşlar ve sistemler Yahudiler tarafından kurulup yönetilmekteydi ve Yahudiler diğer tüm uluslar için, özellikle de ari ırk için, bir parazit görevini görmekteydi. Nasyonal sosyalistlere göre Yahudiler çeşitli ekonomik nedenlerin yanında ırksal olarak da Alman ırkının saflığını bozmakta ve Almanlara kendi benliklerini kaybettirmekteydi. Üçüncü Reich'ta Alman ırkının melezleşmesinin önüne geçilmesi için Almanların Yahudilerle ve diğer ırklara mensup insanlarla evlenmesi yasaklanmıştı. Ari ırka mensup kişiler uzun boylu, geniş omuzlu, mavi gözlü, sarışın, çevik ve atletik yapılı olup zeki ve IQ seviyesi yüksek bireylerdir. Nasyonal sosyalizmde, kapitalizm karşıtlığı önemli bir yer tutar. Nasyonal sosyalistler özellikle; kapitalizmin ırk-millet ayırmadan parası olan kişiyi üstün tutmasına karşı çıkmıştır. Nasyonal sosyalizme göre, üstün ırk üyelerinin; iyi bir geleceğe sahip olabilmesi için eşit haklara sahip olmaları gerekir. Kapitalizm üstün ırka karşı en açık tehditlerden biridir. Marksist olmayan, milliyetçi bir sosyalizm ise; kapitalizme karşı Aryan ırk için ideal bir sistem olarak görülür. Radikal bir nasyonal sosyalist olan Joseph Goebbels bu konu hakkında şunları söylemiştir: Parlamenter sistem reddedilerek liberalizme, komünizme ve sosyal demokrasiye kesinlikle karşı çıkılmıştır. Hitler'e göre kesin kararlar verebilecek bir liderin yürürlüğe koyacağı uygulamalar ve hükümler, bir parlamentodaki yüzlerce milletvekilinin yapacağı tartışmalardan ve bu tartışmaların sonunda varılacak kararlardan daha keskindir. Hitler, nasyonal sosyalist devlette parlamentonun oylama yapılan yerler olmayacağını, merkezî bir çalışma organı niteliği göreceğini "Kavgam" isimli kitabında belirtmiştir. Halkı gerçek anlamda temsil edebilecek tek bir partinin tüm ülkeye egemen olmasının parlamentoda işleyen çoğulcu demokrasiden daha iyi olduğu düşüncesi oluşmuş ve Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'ne olan bağlılık vurgulanmıştır. Nasyonal sosyalizme göre, memlekete edilecek hizmet yalnızca milliyetperver bir yönetimin yetkili olduğu gerçek bir halkçı idare ile sağlanabilir. Liberalizme, komünizme ve sosyal demokrasiye ideolojik ve I. Dünya Savaşı'ndaki siyasal sebeplerden dolayı karşı çıkılmıştır. Hitler, komünistleri ve sosyal demokratları Almanya'yı savaşta içten pasivize ederek diplomatik yollarla saf dışı bırakmakla suçlamış, savaşın cephedeki yenilgiler yüzünden değil, başta Yahudiler olmak üzere savaşa karşı olan kesimler yüzünden kaybedildiğini iddia etmiştir. Alman nasyonal sosyalizmi irredantist bir ideolojidir ve dünya üzerinde Alman kanı taşıyan tüm toplumların Büyük Alman İmparatorluğu altında birleşmesi gerektiğini savunur. Alman kanı taşıyan toplumların başında bir Alman devleti olan Avusturya gelmektedir. Hitler, Kavgam'ın giriş kısmında Avusturya'nın Almanya'ya katılması gerektiğini şu sözleriyle ifade etmiştir: Gamalı haç (svastika), Thule Cemiyeti ve Kapp Darbesi'nde yer alan Marine-Brigade Ehrhardt adlı Freikorps grubu tarafından kullanılıyordu; Thule'ninki siyah renkli kalın bir çemberin içerisinde yer almaktaydı. 24 Şubat 1920 tarihinde Alman İşçi Partisi'nin isminin Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) olarak değiştirilmesiyle beraber Thule'nin gamalı haçının şekli üzerinde değişiklik yapıldı ve yeni gamalı haç modeli, partinin resmî sembolü olarak kabul edildi. Parti bayrağı kırmızı zemin üzerinde beyaz dairenin içinde yer alan 45 derece eğik siyah renkli gamalı haçtan oluşmaktadır. Parti bayrağının tasarımı ile ilgili çalışmaları Hitler yapmıştır. Siyah-kırmızı-altın renklerini Cumhuriyet'i temsil eden renkler oldukları için reddetmiş, eski İmparatorluğu temsil eden siyah-beyaz-kırmızı renklerini tercih etmiştir. Ancak siyah-beyaz-kırmızı renklerinin üçlü şerit halinde bulunmasını da istememiştir. Tamamı beyaz bir zeminden oluşan ve üzerinde amblemin olduğu bir bayrak modelini de reddederek bu konuyu Kavgam'da şöyle açıklamaktadır: Nasyonal sosyalizmin merkezinde ırk ve millet kavramları bulunmakla beraber devlet bir çeşit araç olarak nitelendirilmiştir. Nasyonal sosyalist öğretiye göre ırk; bir milletin çekirdeğini oluşturan en önemli unsurdur ve aynı ırka mensup insanların oluşturduğu milleti koruma görevi devlete aittir. Devletin fonksiyonu medeniyeti oluşturan millete hizmet etmektir. Nasyonal sosyalizmde teorik esasları daha önce belirlenmiş "üstün ırk" kavramı mevcuttur. Devlet vasıta olup üstünlüğü olan varlık, devlet değil halktır. Halk ("volk") kan birliğine dayanan bir ırktan müteşekkildir. Devletin maksadı; dışarıda yeni hayat sahası ("Lebensraum"), içeride de ırka değer veren bir dünya görüşünü ("weltanschauung") gerçekleştirmektir. Devletin ekonomik ve idarî yapısı meslek gruplarının temsil edildiği korporatif sisteme dayalıdır. Ekonomiyi de ırkın korunmasında bir vasıta olarak görmektedir. Hitler, bu konuyu Kavgam'da şu şekilde anlatmaktadır: Aynı ülkede yaşayan halka mensup ortak kan bağıyla bağlanmış her sınıftan, her meslekten, her cinsiyetten ve her yaştan insan, milleti oluşturur. Nasyonal sosyalizm, birbirlerine kan bağıyla bağlanmış insanlardan oluşan bir toplumun, varlığını sürdürebilme imkanına sahip olmasının bir gereği olarak, yaşadığı topraklar üzerindeki egemenliğini koruması gerektiğini ve gelecek nesillerin yaşamlarını sürdürecekleri topraklara bağlılık duyması gerektiği şartını içeriyordu. Bu şarta göre bir milletin büyümesi için yeni topraklar da elde etmesi olağan bir durumdu. Almancası ""Blut und Boden"" olan Kan ve Toprak öğretisi, köylülüğe ve köylü sınıfını oluşturan insanların kıymetine vurgu yapmaktaydı. Nasyonal sosyalist bir sistem; toplumu örgütlemekle yükümlüdür. Refah ve düzen içinde olan bir topluma fayda sağlayacak öğrenim sahibi bireylerin yetişmesi gerektiğine inanılır. Bu noktada Sosyal Darwinizm yürürlüğe girer: Amaç toplumdaki en iyileri ayıklamak, önlere çıkarmaktır. Bu ayıklama işleminde sosyal sınıf fark etmemektedir, önemli olan çocuklar ve gençler olduğu için onların üzerinde durulur ve ilk yaşlardan itibaren iyi bir öğrenim görürler. Bu konuda aile kadar devletin de rolü vardır. Terbiye ve genel ahlak gibi konularda çocuğu eğiten anne ve babanın görevi belli bir zamandan sonra nasyonal sosyalist ırkçı devlete düşer; ancak aile faktörü asla devre dışı kalmaz. Nasyonal sosyalizm, aile yaşamının önemine dikkat çeker. Hitler'in şu sözleri bu konuya ışık tutmaktadır: Nasyonal sosyalist ideolojinin öngördüğü aile yapısı ataerkildir ve nasyonal sosyalistlerin ataerkil aile yapısında Alman kadınlarının sorumluluğu sağlıklı Alman çocukları yetiştirmek ve onları iyi birer birey ve nasyonal sosyalist yapmaktır. Bund Deutscher Mädel (Alman Kız Birliği) ve NS-Fraue
nschaft (Nasyonal Sosyalist Kadınlar Birliği) örgütlerinde Alman kadınlarına nasyonal sosyalist değerler aşılanıyor ve onlara bu görevleri öğretiliyordu. Üçüncü Reich'ın kadın politikalarından sorumlu bakanı Gertrud Scholtz-Klink, Alman kadınının aile içindeki öneme sahip görevini şöyle özetliyordu: ""Kadının görevi, evinin bakanı olmak; uğraşı, hayatının son anına kadar eşinin ihtiyaçlarını karşılamaktır."" Nasyonal sosyalizmin kültüründe sanat, bir insanın ve bir ırkın en yüksek yaratıcı başarılarının göstergesidir. Sonuç olarak, bir ulusun kültürü tüm yönleriyle güzelliklerini sergilemeli ve yabancı etkilerden korunmalıdır. Halkın hizmetindeki sanat, ulusal kültürün amacı ile tek tip yönetim kültürünün bütünlüğüne dayanmaktadır. Liberal yönetimlerde insanların sanatlara duyduğu özel ilgi düşebilir, ancak nasyonal sosyalizm için sanat insanların ortaya çıkarabileceği güzelliklerin habercisi ve bir insanın arzu ve yeteneğinin sahip olduğu kandan geldiğinin sağlam bir kanıtıdır. Özellikle de Üçüncü Reich'ın muhteşem mimarisi, nasyonal sosyalist sanatın bir örneği idi. Nasyonal sosyalist ideoloji; ülkedeki her ferdin sağlığına ve yaşam standartlarına önem vermektedir. Ari ırka yakışan bireylerin yetişmesi için öncelikle gençlerin devlet tarafından zorunlu olarak spor etkinliklerine tabi tutulması ve Alman gençliğine erken yaşlarda spor yapma alışkanlığı kazandırılmak istenmektedir. Spor, bireylere dayanıklılık ve güç kazandırarak sağlam yapılı bireylerin yetişmesinin en temel şartı olarak görülmüştür. Alman gençlerinin iyi bir fiziğe sahip olmasının yanında terbiyeli ve kişilik sahibi kişiler olmasının da önemine vurgu yapılmaktadır. Hitler, bu konuyla ilgili Kavgam'da şu şekilde bahsetmektedir: Adolf Hitler, ülkenin aydınlık geleceği için bedenen, ruhen ve ahlaken iyi durumda olan bir gençliğin yetişmesi gerektiğini vurgulamaktadır: Hitler'e göre, Almanya dış bağımsızlığını yeniden elde edecek olursa, ülke içindeki her yenilik hareketi en uygun şartlarda bile, diğer devletler için bir çeşit sömürge olma yeteneğini geliştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Ekonomik yönden gelişmenin faydaları Almanya'yı enternasyonali kontrol eden efendilere götürecektir. Ayrıca Almanya'da tüm sosyal konulardaki bütün ilerlemeler, kalkınma için yapılan çalışmaların sonucunu bu efendilerin çıkarı için hazır hale getirecektir. Kültür incelemelerine gelince, bunları paylaşmada Alman milletinin payına düşen bölüme el uzatamazlar. Çünkü siyasî bağımsızlığa ve bir milletin şeref ve kişiliğine sıkı bir şekilde bağlıdırlar. Bundan dolayı, halkın büyük bir bölümü millî düşünceyle birleştirildiği zaman eğer ülke için bir istikbal görünüyorsa, bu büyük kitleyi nasyonal sosyalizmin saflarına çekmek, hareketin en büyük ve en önemli görevi sayılmaktadır. Kitlelerin millîleştirilmesi meselesi, Kavgam'da birkaç madde halinde şöyle açıklanıyor: Nasyonal sosyalist eğitim sistemi, çocuklara ve geleceğin yetişkini olmaya hazırlanan gençlere okullarda verilecek eğitimin, hayatları boyunca işlerine yarayacak bilgiler dahilinde uygulanmasını şart koşar. Öğrencilere verilecek eğitimin içeriğinde gereksiz ayrıntılara yer verilmez. Öğrenilen konuyla ilgili bilgiler genel hatlarıyla sunulur. Hitler, eğitimin amacını şöyle açıklamıştır: En çok önem verilen müfredat konusu kültür dersleridir. Müfredatın önemli kısımlarından birini içeren ders, fen ilimlerinden önce, kültür derslerinin arasında yer alan tarih dersidir. Tarih öğreniminin amacı, çocukların ve gençlerin ülkenin geçmişinden haberdar olmalarını sağlamaktır ve bu öğrenim, ülke tarihinin önemli şahsiyetlerini genç bireylere birer ilham kaynağı olarak öğretmektir. Nasyonal sosyalist eğitim sistemi tarih eğitiminde de, diğer derslerin öğretiminde olduğu gibi gereksiz ayrıntılara yer vermez. Hedeflenmek istenen şey, ulusun geçmişinin anlatılarak yeni nesile bir ‘şuur’ aşılanmak istenmesidir. Hitler şöyle diyor: Eğitim hayatında her gence öğretilecek kültür derslerinin yanı sıra kişiyle beraber doğuştan gelen sanatkârlık yeteneklerinin, bu yeteneklere sahip kişiler tarafından değerlendirilmesi de nasyonal sosyalizmin eğitim politikalarındandır: Almanya'nın güçlü olduğu eski zamanları hatırlatılırken "Reich" (Türkçesi: İmparatorluk) kavramı kullanılırdı. Reich kavramı Alman tarihi için önem taşımaktadır. Almanya'nın resmî adı 1918 yılı öncesinde olduğu gibi 1919 ile 1933 yılları arasındaki Weimar Cumhuriyeti döneminde de "Deutsches Reich" yani "Alman İmparatorluğu" idi. Adolf Hitler'e göre kendisini Deutsches Reich olarak adlandıran cumhuriyet yönetimi, bu adı asla kullanmamalıydı. Çünkü Weimar Cumhuriyeti 1918'deki yenilgiye boyun eğmişti ve artık geçmişin güçlü Almanya'sından geriye bir şey kalmamıştı. Hitler, Almanya'nın idaresini ele almasıyla birlikte "Birinci Reich" olarak adlandırdığı Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ve "İkinci Reich" olarak adlandırdığı Bismarck'ın Alman İmparatorluğu'ndan sonra "Üçüncü Reich" adını verdiği yeni devletini kurdu. 1933'ten 1943'e kadar Deutsches Reich adı kullanılmış, 1943'te ise devletin adı "Großdeutsches Reich" yani "Büyük Alman İmparatorluğu" olarak değiştirilmiştir. Üçüncü Reich'ta, toplumun her kesimine "führer" (Türkçesi: Lider, şef, rehber vb.) anlayışı egemen olmuştur. Buna göre iktidar führerde toplanmakta, kanunları o yapmakta ve tatbik ettirmektedir. Führer, milletin bütün isteklerini benliğinde duyar ve milletin tarihini, geleceğini o belirler. Onunla millet arasındaki ilişkiyi sadece, Alman halkının temsilcisi olan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi sağlar. Hitler, Friedrich Nietzsche'nin batı medeniyetini çöküşten kurtaracak "üstinsan" kavramına dayanarak kendisine bir misyon izafe etmeye çalışmıştır. ""...Tanrı beni halkıma hizmet etmek ve onu korkunç sefaletinden kurtarmakla vazifelendirdi."" diyerek Almanya'nın tek egemeni olmak istemiştir. Bütün kararları tek başına kendisi vermiştir. Parlamentonun (Reichstag) yetkileri yok edilircesine sınırlandırılmıştır. Bu yer, sadece Hitler'in dünya kamuoyu için yapacağı konuşmaları alkışlamak maksadıyla toplanılan ve onun isteklerini “kaydeden” bir müessese hâline gelmiştir. Hitler'e göre ""Sayı egemenliğine dayanan demokrasi, führerin sorumluluklarını yok eder."" Nasyonal sosyalizmde siyasî partiye önem verilerek teşkilatlanma sıkı tutulmuştur. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'ne mensup kişiler partiye ait üniforma giymekte ve kol bandajlarıyla kendilerini belli etmekteydi. Yapılan mitinglerle ve sokak yürüyüşleriyle çeşitli propagandalar yapılmış ve nasyonal sosyalistlerin gücü Alman halkına gösterilmeye çalışılmıştır. NSDAP içinde aktif bir aktivizm faaliyetinde bulunan nasyonal sosyalistlerin üniforma giymelerindeki amaçlarından bir diğeri ise I. Dünya Savaşı sonrası silahsızlandırılmış Almanya'da resmî olmayan silahlı güçlerin varlığını kitlelere anlatabilmek ve Almanya'nın askerî gücünün zirvede olduğu eski zamanlarını hatırlatmaktı. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi sıradan bir siyasal parti olmanın dışındaydı. O dönemin Almanya'sındaki çoğu siyasî parti gibi, örneğin Almanya Komünist Partisi'nin yaptığı gibi, nasyonal sosyalistlerin de partilerine bağlı olarak kurmuş oldukları yarı askerî bir milis kuvveti vardı. Nasyonal sosyalistlerin milis gücünü, Sturmabteilung (SA) isimli silahlı kanat sağlıyordu. Partinin silahlı kanadı olan bu örgüt, gönüllü olarak katılmış olan milyonlarca mensuba sahip askerî bir kuruluştu ve yalnızca 100.000 personelden oluşan Alman ordusundan daha büyüktü. Sturmabteilung gibi partinin gençlik kolu, genç kızlar kolu ve kadınlar kolu da bulunmaktaydı. Hitler için en önemli siyasi konulardan biri "yaşam alanı" projesiydi. Hitler'e göre Almanya'nın bir süper güç olması Doğu Avrupa'da kazanılacak olan yeni topraklarla sağlanabilecekti. Hitler'in "Lebensraum" ismini verdiği bu politikası doğrudan Alman popülasyonu ile ilgiliydi. 80 milyon civarında bir nüfusa sahip olan Alman halkı, mevcut olan Almanya topraklarından daha fazlasına iskân ederek nüfusunu besleyebilecek yeterliliğe sahip olmalı; bunun için Rusya'nın batı kesimleriyle birlikte bir tahıl ambarı niteliğinde olan Ukrayna'yı egemenliği altına almalıydı. Hitler "Lebensraum" politikasını 1938'de Çekoslovakya'yı işgal ederek gerçekleştirmeye başladı, 1 Eylül 1939'da ise Polonya'nın işgali geldi. 1941'de Sovyetler Birliği'nin işgaliyle birlikte Doğu Avrupa'nın tamamı Alman işgali altına girdi. Hitler, Almanya için son derece gerekli gördüğü "Lebensraum" politikasını iktidara gelmeden yıllar önce Kavgam'da anlatmıştır. Bir milletin sahip olduğu toprakların önemini şöyle açıklıyor: Nasyonal sosyalizmin gelişmesinde etkili olan tek kişi Adolf Hitler olmamıştır. Hitler'in 1920'den itibaren yakın ilişki kurduğu dostlarından olan Rudolf Hess onun ilk destekçilerinden olmuştur. Aynı tarihlerde tanıştığı dostlarından olan ve Birahane Darbesi'nde Hitler'e yardım eden Ernst Röhm, Hermann Göring ve Heinrich Himmler, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin örgütlenmesinde etkili olmuşlardır. Joseph Goebbels'in 1924'te partiye katılmasıyla NSDAP ivme kazandı ve nasyonal sosyalizm yükselişe geçti. Zekası ve Hitler kadar başarılı olan etkileme yeteneğiyle parti içinde hızla yükselen Goebbels, propagandayı büyük bir ustalıkla kullandı, bunun sonucunda da NSDAP Almanya'nın en büyük partisi olarak 1933'te iktidara geldi. Nasyonal sosyalizmin ari ırk hakkındaki öğretilerine ve antisemitist görüşlerine şekil veren kişi Alfred Rosenberg'tir. Son derece katı bir Alman ırkçılığına sahip olan Rosenberg'in en bilinen çalışması olan "Der Mythus Des 20. Jahrhunderts"'in (20. Yüzyılın Miti) kitabının yanı sıra 1919'dan 1933'e kadar yazdığı bazı makalelerin toplandığı "Blut und Ehre" (Kan ve Onur) adlı dört ciltlik bir kitabı da vardır. Yaptığı en büyük icraatlar ise 1934'e kadar aktif olan ve nasyonal sosyalist sanat anlayışının temellerini atan Alman Kültürünü Koruma Cemiyeti'ni kurması ve II. Dünya Savaşı sırasında Ele Geçirilmiş Doğu Toprakları Bakanı olarak görev yapmasıdır. Rosenberg Hristiyanlığa karşı tepki
li ve pagan kültürünü yücelten bir nasyonal sosyalizm ideoloğudur, öyle ki kiliselerin değiştirilmesi, İskandinav mitolojisine ait çeşitli sembol ve ritüellerin yeniden yaygınlaştırılması gibi önerilerde bulunmuştur. Alman ırkına en büyük düşman olarak Samileri, Hristiyanlığı, Latinleri, Yahudileri ve Rus Tatarlarını saymıştır. ("Bakınız: Blut und Ehre") Alman filozof Martin Heidegger de bir nasyonal sosyalist idi. Heidegger, "Metafiziğe Geçiş" isimli kitabında nasyonal sosyalizmi "içsel bir hakikat ve büyüklük" olarak tanımlamıştır. 1953'te kendisinden nasyonal sosyalizmi öven bu satırları silmesi istenmiş, fakat Heidegger bu isteği reddetmiştir. ("Bakınız: Heidegger ve Nazizm") 1918'de I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Almanya'da İmparator II. Wilhelm tahtı bırakmış ve hemen ardından yaşanan ihtilalin sonucunda cumhuriyet kurulmuştu. Seçime dayalı bu yeni yönetim biçimi, Almanlar için daha önce alışık oldukları monarşi yönetiminden farklı, daha demokratik bir deneyimdi. Seçimler sonucu değişik siyasal partiler parlamentoya girdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı'nın getirdiği büyük altüstlüklere, haksızlıklar ve savaştan yenik çıkmanın vermiş olduğu manevi eziklik de eklenmişti. Bu durumdaki yeni Alman Cumhuriyeti daha sonraları Weimar Cumhuriyeti adıyla anılacaktı. Nasyonal sosyalistler, veya siyasî rakiplerinin ve daha sonra ise tüm dünyanın onlara vereceği kısa isimleriyle Naziler, bu koşullarda savaşı izleyen işsizlik, yoksulluk ve enflasyondan demokratik kurumların, komünistlerin ve beceriksiz siyaset adamlarının sorumlu olduğunu öne sürüyorlardı. I. Dünya Savaşı'nın sonunda sömürgelerini kaybeden, ordusu dağıtılıp yerine "Reichswehr" isimli yalnızca gönüllülerden oluşan küçük bir kara ve deniz askeri birliği bulundurmasına izin verilen Almanya, savaş sonrasında bir türlü aşamadığı bu siyasal ve ekonomik bunalım nedeniyle daha da güç durumda kaldı. Böyle bir ortamda ortaya çıkan nasyonal sosyalistler, yenilginin verdiği ezikliği üzerinden atamayan ve ekonomik durumu iyice bozulan Alman halkına iş, ekmek ve güçlü bir Almanya vadettiler. Almanların üstün bir ırk olduğunu ve başlarına gelen tüm kötülüklerin sorumlusunun başta Yahudiler olmak üzere Çingeneler, komünistler ve sosyal demokratlar olduğunu öne sürüyorlardı. Eski bir asker olan Adolf Hitler, Alman İşçi Partisi isimli siyasi partiye girdi ve partinin ilk üyelerinden biri oldu. Alman İşçi Partisi, milliyetçi ve sosyalist bir partiydi. Politikada aşırı Alman milliyetçisi, ekonomide ise sosyalist bir devletçi ekonomi programı benimsenmişti. 24 Şubat 1920 tarihinde partinin 25 maddelik programı açıklandı ve alınan karar sonucu partinin ismi "Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi" olarak değiştirildi. Hitler, 29 Temmuz 1921'de partinin lideri oldu. Parti üyeleri asker üniforması giyer, asker gibi davranır ve Hitler'in ordusuymuş gibi hareket ederlerdi. Hitler'in 1921'de kurduğu ve 1925'te yeniden örgütlediği Sturmabteilung ("Taarruz Bölüğü"), kısa ismiyle SA, NSDAP'nin silahlı kanadıydı. SA mensupları başta Almanya Komünist Partisi'nin silahlı kanadı Roter Frontkämpferbund olmak üzere nasyonal sosyalistlere rakip olan pek çok siyasi kuruluşla silahlı çatışmaya giriyor ve NSDAP toplantılarının güvenliğini sağlıyorlardı. Hitler önderliğindeki nasyonal sosyalistler 1923'te Bavyera eyaletinin yönetimini ele geçirmek için ayaklandılar. Bu olay tarihe "Birahane Darbesi" olarak geçti. Darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı ve Hitler, kendisine 5 yıl hapis verilmesine karşın 9 ay hapiste kaldı. Mahkû­miyeti sırasında dostu Rudolf Hess aracılığıyla, nasyonal sosyalistlerin, kutsal kitapları olarak benimsedikleri "Kavgam" ("Mein Kampf") adlı kitabını yazdı. Kitapta Hitler kendi çocukluk ve gençlik yıllarını anlatıyor, Viyana'da geçirdiği yıllarda düşüncelerinin nasıl şekillendiğini anlatıp bunları çeşitli nedenlere bağlıyor, parlamenter demokrasinin eleştirisini yapıyor, Alman ırkının üstünlüğü ile ilgili çeşitli deliller öne sürüyor, Yahudilere karşı olan düşmanca fikirlerini ifade ediyor­, nasyonal sosyalizmin felsefesiyle beraber amaçlarını anlatarak nasyonal sosyalistlerin mücadelesi uğruna yapılan haklı ya da haksız her şeyin yararlı ve gerekli olduğunu savunuyordu. Adolf Hitler, Almanya'yı Avrupa'nın efendisi yapma isteğini gizleyemiyordu. Ülke geliştikçe ve halkın durumu iyileştikçe nasyonal sosyalist düşünceler Almanlar arasında yeterince ilgi görmedi. Ama 1929-1932 yılları arasında tüm dünyayı etkisi altına alan Büyük Buhran Almanya'yı büyük ölçüde sarstı. Sonunda %20'leri bulan işsizlik nasyonal sosyalist ülkülerin yeniden canlanmasını sağladı ve Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi ilk büyük başarısını 1930 seçimlerinde kazandı. Ama iktidara gelmelerini sağlayacak yeterli oyu henüz alamamışlardı. 1932 seçimlerinde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin aldığı oylar biraz gerilediyse de nasyonal sosyalist olmayan bazı milliyetçi önderler Hitler'i denetleyebileceklerini düşünerek başbakan olmasında anlaştılar. Böylece Alman Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, 30 Ocak 1933 tarihinde Hitler'i başbakan olarak atadı. Birkaç ay sonra yapılan 5 Mart 1933 seçimlerinde ise Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi oyların % 43.9'unu aldı ve iktidarda kalmaları kesinleşti. Hitler, iktidara gelir gelmez yaşamın her alanında nasyonal sosyalizmi yerleştirmeye çalıştı. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi ve yeni İmparatorluk Şansölyesi Adolf Hitler, Alman İmparatorluğu devletinin ve Alman halkının siyasî ve sosyal idaresini ele alarak tek bir irade ile kendi egemenliği altında birleştirdi, bundan dolayı nasyonal sosyalist yönetim, kendine karşı olabilecek hiçbir dü­şüncenin var olmasına izin vermedi. Weimar Cumhuriyeti'nin zayıf ve ezilmiş rejimi yerine çok daha güçlü bir ülke yaratmak amacıyla harekete geçildi ve bunun sonucunda çalışma yaşamı, eğitim ve öğretim nasyonal sosyalist ideolojiye uygun olarak yeniden ör­gütlendi. 21 Nisan 1933'te, kurulan yeni düzende halka rehberlik edilmesi için Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı kuruldu. 1 Aralık 1933'te çıkarılan kanun ile Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi dışındaki tüm partiler kapatıldı. Nasyonal sosyalist devrim, NSDAP yöneticilerinin ve sivil nasyonal sosyalist Almanların desteği ile sürdü ve 1933-1934 yılları içerisinde, hızlı bir süreç halinde gerçekleşti. Toplum, bireylerin çoğunun desteklediği ve yürürlüğe girmesini beklediği nasyonal sosyalist sisteme kendisini adapte etti. Devlet kurumları nasyonal sosyalist sistemin ön gördüğü şekilde düzenlendi. Ulusal semboller ve bayrak değiştirildi. 2 Ağustos 1934'te Hindenburg'un vefatıyla birlikte Hitler, cumhurbaşkanlığı makamını da üstlendi ve "Führer und Reichskanzler" (Führer ve İmparatorluk Şansölyesi) unvanını kullanmaya başladı. Böylece Hitler, geniş yetkilere sahip olarak tüm Almanya'nın idaresine seçildi. Hitler, nasyonal sosyalist devrim hakkında şu sözleri söylemişti: Devlet bir polis devletine dönüştü­rüldü. 1934'ten sonra doğru­dan Hitler'e bağlanan koruma birliği anlamı­na gelen, nasyonal sosyalistlere bağlı yarı askerî milis kuvveti olan SS ("Koruma Timi") Heinrich Himmler tarafından örgütlen­mişti. Hitler'in en sadık yoldaşlarından biri olan Joseph Goebbels ise etkileyici konuşmaları ve Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi adına yaptığı propagandalar ile Alman halkına nasyonal sosyalizmi aşılıyordu. Hitler, iktidara geldikten 1 yıl sonra, "Uzun Bıçaklar Gecesi" olarak isimlendirilecek olan 30 Haziran 1934'ü 1 Temmuz 1934'e bağlayan gece üst düzey SA elemanlarının öldürülmesini emretti. Bu görevi SS'e bağlı askerler gerçekleştirdi. Ernst Röhm başta olmak üzere önemli pek çok SA yöneticisi öldürüldü. Hitler, SA'nın liderliğine ise Viktor Lutze'yi atadı. Bu olaydan sonra Hitler ordu üzerinde tam otorite kurmayı başarmış, önce Avrupa sonra da dünya fethi için güçlü bir Alman ordusu yaratma hazırlıklarına hız vermiştir. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, Alman ekonomisinin ve halkın moralinin düzelmesi için devletçi bir politika izleyerek yeni iş imkanları yaratmaya başladı. İşçi örgütlenmesi üzerinde kontrol sağlandı: 2 Mayıs 1933'te tüm sendikalar kapatıldı ve 24 Ekim 1934'te işçi ve işverenlerin bir arada bulunup uzlaştığı korporatif Alman Emek Cephesi kuruldu. Alman halkının ekonomik durumu böylece zaman ilerledikçe düzeliyordu ama aynı zamanda ortamda bir kargaşa hakimdi. Nasyonal sosyalist yönetim toplum üzerinde etkin bir propaganda çalışması yürütüyor, Yahudiler ve Bolşevizm düşman addedilerek hedef gösteriliyordu. Alman halkının çoğu, nasyonal sosyalizmi büyük bir bağlılıkla benimsemişti ve halkın Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'ne verdiği destek giderek artıyordu. Öyle ki, o dönemin Alman gençlerinin % 60'ı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin gençlik kolu olan Hitler Gençliği ("Hitlerjugend") örgütüne gönüllü olarak katılmıştı. Halkın rejime bu denli destek vermesinin sebebi, nasyonal sosyalizmin özünde yatan devingen ruhtaydı. Nasyonal sosyalistlere göre, ulusu oluşturan insanlar arasında aynı kanı taşımanın verdiği yakınlaşmadan kaynaklanan bir topluluk ruhu vardır. Aynı ırkın parçalarını oluşturan bu insanları bir araya toplayan şey, kişisel çıkarlar ve yasalardan çok, taşıdıkları kan bağıdır. Kişiler kendi yararlarına bir hak talebinde bulunmazlar, ırkın çıkarlarını esas alan hukuki düzenlemelerin sağladığı olanaklarla yetinirler. Her türlü gelişmenin temel koşulu, ırkın yükselmesi ve korunması olduğundan, özel ve kişisel çıkarlara hizmet eden örgütlenmelere izin verilmez. O yıllarda yapılan başarılı ekonomi politikaları sayesinde Weimar Cumhuriyeti döneminde % 20'leri bulan işsizlik % 0'a indirilmiş, hiçbir Alman işsiz kalmamıştır. Yahudi para babalarına ait olan mülkiyetlere devlet tarafından el konulmuş ve ülkedeki Alman vatandaşların yararına kullanılmıştır. Yahudi para babalarına ait olan şirketlere devlet tarafından el konulmuş ya da kapatılmıştır. Yahudilere ait olan her mülkiyet kamulaştırılmış ve Almanların zenginleşip refaha kavuşması için kullanılmıştır. Hitler'in yönetimindeki Almanya'da şehirl
er modernize edilerek sanatsal ve kültürel alanda ilerleme sağlanmıştır. İnşa edilen geniş meydanlar, gösterişli caddeler ve yeni bir medeniyetin simgesi olan klasikliğin ve modernizmin karışımı kentsel yapılarla beraber ari ırkı simgeleyen genç erkek ve kadın heykelleri ve daha birçok şey, nasyonal sosyalist kültürün birer örneği idi. Ancak tüm bu ekonomik ve sosyal ilerlemeler II. Dünya Savaşı'nın sonunda tamamen durmuş, hatta yok olmuştur. Alman nasyonal sosyalistlerin aşağı ırk olarak niteledikleri Yahudiler ile siyasal karşıtlarını gönderdikleri ilk toplama kampı 1933'te Dachau'da kurulmuştu. Hitler'in emriyle aynı yıl Yahudilere karşı boykot başlatıldı. 1933'ten 1940'a kadar Almanya'da yaşayan Yahudiler tüm vatandaşlık haklarından men edildiler. 1939'a gelindiğinde Almanya'da altı toplama kampı vardı. 1938'deki Kristal Gece'den sonra, Yahudilere karşı ilk soykırım girişimi 1940'ta başladı. Almanlar işgal ettikleri bölgelerde aşağı ırk olarak niteledikleri Yahudilerin yanı sıra savaş tutsaklarını, boyunduruk altına aldıkları halkların içerisinde isyan eden sivilleri, komünistleri, sosyal demokratları buralarda kur­dukları kamplarda topladılar. Aralarında Polonya'daki Auschwitz'in de bulunduğu bu kamplardaki tutsakları köle gibi çalıştırdı­lar. Özellikle Yahudiler ve Çingeneler, soyla­rını yok etmeyi hedefleyen nasyonal sosyalist rejim tarafın­dan, toplu halde gaz odalarında öldürüldü ve cesetleri ölü yakma fırınlarında yakıldı. Hitler, dış politikada, üstün olarak niteledi­ği Alman ırkını bir araya toplamak ve bu ırkın rahatça yaşamasını sağlayacak "yaşam alanı"nı elde etmek amacıyla önce Avusturya'yı (1938) ardından Çekoslovakya'yı (1939) Al­man topraklarına kattı. 1939'da Polonya'yı işgal ederek II. Dünya Savaşı'nı başlattılar. Nasyonal sosyalistler zafer tutkusuyla Almanya'yı savaşa soktular ve kısa bir süre içerisinde Avrupa'nın büyük bir kısmını fethettiler, ancak cephede alınan yenilgilerin 1943'ten itibaren başlayarak 1944'te hızla artmasıyla ve 1945'te kesin bir yenilgiye dönüşmesi sonucuyla, II. Dünya Savaşı'nın Avrupa cephesi 8 Mayıs 1945'te Almanya'nın yenilgisiyle son buldu. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından tarih bilimi tarafından yapılan çalışmalar ve dünya toplumlarının değerlendirmesi sonucunda, nasyonal sosyalizm hakkındaki görüşler olumsuz veya olumlu olarak iki genellemeyle gözlenebilir. Olumsuz görüşler çoktur ki; nasyonal sosyalizm, bugün Alman halkı ile geri kalan dünyanın içerisinde yer aldığı uluslararası boyuttaki siyasî ve toplumsal alanlarda kabul görmemektedir. Almanya'nın nasyonal sosyalizm dönemi, olumsuz görüşe sahip çevreler tarafından 'karanlık bir dönem' olarak değerlendirilir. Özellikle de Hitler, Holokost'un yanı sıra büyük bir yıkıma sebep olan ve milyonlarca insanın hayatını kaybettiği İkinci Dünya Savaşı'nı başlatmakla sorumlu tutulur. Dünya toplumlarında nasyonal sosyalizm hakkında olumlu görüşe sahip bazı çevrelerin ve bazı tarihçilerin bakış açısı ise farklıdır. Olumlu görüşe göre; Birinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından yaşanan sıkıntılı yıllar, o dönemin Almanya'sında ülkeyi yönetmek için NSDAP'yi tek seçenek haline getirmişti ve Alman halkını birlik-beraberlik içerisinde bir bütün haline getirmekte başarılı olmuştu. Nasyonal sosyalist yönetim altındaki Almanya'da ekonomik, siyasî, askerî ve sanatsal alanda ilerlemelerin kaydedilmiş olması; olumlu görüş belirten çevrelerde savaş kaybedilse de nasyonal sosyalizmin Almanya'yı ileri bir aşamaya getirdiği fikrini oluşturmuştur. Nasyonal sosyalizmin mirasçısı olan neo-Nazizm bugün halen açık veya gizli eylemlerle faaliyetini çeşitli ülkelerde sürdürmeye çalışmaktadır. Bunlar arasında Almanların neo-Nazi Almanya Ulusal Demokratik Partisi ve aşırı sağcı siyasî oluşumları, İngiltere, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ufak neo-Nazi gruplarıyla beraber, Avrupa başta olmak üzere dünyanın çoğu yerinde neo-Nazi siyasî parti ve akım mevcuttur. Almanya başta olmak üzere birçok ülkede neo-Nazilerin açıkça siyasî ve dernek çalışmaları sınırlandırılmış veya yasaklanmıştır. Nasyonal sosyalizm ve Hitler hakkındaki tartışmalar günümüzde de halen devam etmektedir. Nasyonal sosyalizmin kurucusu Adolf Hitler, bu fikirlerini Alman milliyetçiliği üzerinden şekillendirmiştir. İlk olarak Alman milliyetçiliğinin radikal bir modeli olan bu ideoloji daha sonraları diğer dünya toplumlarındaki bazı aşırı sağ kesimler tarafından da savunulmaya başlanmıştır. Dünya toplumlarındaki neo-Nazilerin bu sistemi kendilerine uyarlayarak benimsemeleri II. Dünya Savaşı'nın bitimiyle gerçekleşmiştir. Dünya üzerindeki her neo-Nazi bu sistemi kendi ulusuna uyarlayarak kendi politik duruşunu ortaya koymuştur. 1945 öncesinde yalnızca bir "Alman ideolojisi" olarak nitelenebilecek olan nasyonal sosyalizm, 1945'ten günümüze kadarki zaman diliminde ise her toplumdaki neo-Nazinin kendi ülkesindeki şartlara göre benimsediği bir ideoloji olmuştur. Umberto Eco Umberto Eco (d. 5 Ocak 1932 - ö. 19 Şubat 2016, Alessandria), İtalyan bilim insanı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünür. Dünya kamuoyunun gündemine "Gülün Adı" ve "Foucault Sarkacı" gibi romanlarıyla giren İtalyan yazar, aynı zamanda Orta Çağ estetiği ve göstergebilim dalının ustalarındandır. Eco, 1971'de Bologna Üniversitesi'nde profesör olarak çalışmaya başladı. Yapısalcılık sonrası göstergebilim gelişmelerine önemli katkılarıyla tanınmaktadır. Eco, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Thomasçılık akımı ve bu akımın estetik anlayışı üzerine yaptı. Tarihçi, filozof, Orta Çağ uzmanı, James Joyce üzerine derin araştırmalar yapmış bir yazar. Yazarın ilk romanı Gülün Adı 1980'de yayımlandı. 1962'de Torino Üniversitesi'nde doçent, 1969'da ise Floransa Üniversitesi'nde görsel iletişim dalında profesör oldu. 1971'de Bologna Üniversitesi'ne geçti ve 1975 yılında bu üniversitenin Gösteri ve İletişim Bilimleri Enstitüsü'nün başına getirildi. Eco'nun çalışmaları 1960'ların ortasından itibaren avantgarde yapıtlara, kitle kültürüne yönelmiştir. Son dönemlerde ise, güncel olay ve olguları da ele alan çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalar arasında edebiyat eleştirileri, tarih ve iletişim yazıları önemli bir yer tutmaktadır. Eco özellikle tarih bilgisiyle süslediği eserlerinde tam bir ustalık gösterir. Özellikle "Baudolino" adlı eserinde Bizans ve IV. Haçlı Seferi hakkındaki anlatılar sürükleyicidir. İstanbul'a geniş yer ayırdığı bu eserini yayınlamadan kısa bir süre önce 1998 yılında İstanbul'u ilk kez ziyaret etmiştir. Beş gün süren ikinci ziyaretini ise sanat tarihçisi Dr. Sedat Bornovalı eşliğinde 2013 yılında gerçekleştirmiştir. Bu ziyareti sırasında Boğaziçi Üniversitesi'nde yazar Orhan Pamuk'la bir söyleşiye de katılmıştır. Roland Barthes'tan sonra, "ayrıntıların anlamı" ya da "ayrıntıların sosyolojisi" adı verilen bir anlayışın önemli köşe taşlarından birisi olan Umberto Eco'nun pek çok eseri Türkiye'de yayınlandı. Kasım 2005 ve Haziran 2008 tarihlerinde ABD'den Foreign Policy ve İngiltere'den Prospect dergilerinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu Dünyanın ilk 100 entelektüeli listelerinde, 2005 yılında 2., 2008 yılında 14. sırada yer almıştır. Takma ismi Dedalus'tur. Bir süredir kanser tedavisi gören ünlü şair 19 Şubat 2016 tarihinde saat 22.30 sıralarında evinde yaşamını yitirdi. Umberto Eco ölmeden önce bir arkadaşına söylediği vasiyetinde "Ölümümden sonra 10 yıl boyunca benim adımı kullanarak etkinlikler düzenlemeyin" şeklinde bir istekte bulunmuştur. Moğollar (anlam ayrımı) Moğollar aşağıdaki anlamlara gelebilir: Loebner Ödülleri Hugh Loebner (d. 1941) tarafından finanse edilen Loebner Ödülleri, her yıl yapay zekâ diyalog sistemi yazılımları arasında paylaştırılmaktadır. Bu yarışma Turing testi kriterleri dikkate alınarak aslına uygun bir şekilde yapılmaktadır. Her yıl verilen ödüller: Dr. Hugh Loebner yarışmaya katılan çalışmaları Cambridge Davranış çalışmaları merkezi ile birlikte değerlendirmektedir. Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü, şair Ömer Faruk Toprak'ın 1979'da yaşamını yitirmesinden sonra eşi Füruzan Toprak tarafından 1980 yılında başlatılan geleneksel şiir ödülleridir. 1984 yılından itibaren 2 yılda bir ve tek yıllarda verileceği açıklandı. Dörtlü final Dörtlü Final "(Final Four)", basketbol başta olmak üzere bazı spor organizayonlarında şampiyon takımı belirlemek için kullanılan final maçları oynama statüsünün adıdır. Genel olarak kullanılan yöntem sezon öncesinden bilinen bir şehir veya salonda yarı finale gelen son dört takımın tek maç üzerinden seri bir şekilde maçlarını tamamlamasıyla oynanır. Bu şekilde hem bu organizasyonun galibini belirlemek için oynanan bu maçların oynanacağı şehir için yarış olmaktadır, hem de kısa sürede üst üste turnuvanın en iyi takımları tarafından yapılan seri maçlar ile dikkat çekilmektedir. Bu yöntemi kullanan başlıca organizasyonlar: İskitler İskitler (Skythler, Sakalar), MÖ 8. yüzyıl MÖ 3. yüzyıl arasında Avrupa'nın doğusu (Kırım ve Pontik Bozkırlar) ile Orta Asya'da, Tanrı Dağları ve Fergana Vadisi'ni de içine alan bölgelerde yaşamış göçebe halktır. İskitler için Grek kaynaklarında "Skythai", Asur kaynaklarında "Aşguzai", Pers kaynaklarında "Saka" ve Çin kaynaklarında "Sai" tabirleri kullanılmaktadır. İskitlerin, İranî, Türkî veya Osetlerin atası olduğunu iddia eden çalışmalar mevcuttur. 19. yüzyılın ortalarına kadar İskitler'in Türkî olduğu düşünülmektedir. Yunan ve Bizans kaynakları onları hep diğer Türk devletleri olan Hun, Hazar, Avar, Bolgar ve Göktürklerle ilişkilendirmiş, onları İskitlerle bir göstermişlerdir. İskitler'in İranî dil konuştuğuna dair herhangi bir birinci el kaynak yoktur. İran dili konuştuklarına ait teori diğer kaynaklardaki İskitçe sözlükler üzerinden yapılmış; arkeoloji, antropoloji ve diğer bilim dalları ile desteklenmemiştir. Bu teori linguistik üzerine kuruludur. Fakat o konuda da yeterli bilimselliğe sahip değildir. İskitlerin İran dili iddiasındaki yazarlar derledikleri İskitçe kelimelerin ancak üçte birini İran dili ile açı
klayabilmektedirler. İskit kültür ve uygarlığı ondan sonra gelen Türk devlet ve halklarında yer bulmuştur. İskitler hakkında birçok kaynakta bilgi vardır. Yunan, Asur, Pers ve Hint kaynaklarında İskitlerden bahsedilmiştir. Herodot "Tarih" eserinde İskitlerin Asya'dan geldiklerini ve Massagetlerin baskısı ile batıya göç etmeye zorlandıklarını belirtmektedir. İskitler tarihî kayıtlara göre, ilk önce MÖ 680 yıllarında Kafkas geçitlerinden aşıp Kür Irmağı boylarına yayıldılar. Herodot'un ifadesine göre İskitler, Kafkasları doğudan dolaşarak Hazar Denizi'ni izlemişler, Derbent Geçidi'nden geçerek Kimmerlerin ardından Ön Asya'ya girmişlerdir. MÖ 645 - MÖ 617 yılları arasında Suriye ve Filistin'e de girmiştir. İskitler, MÖ 7. yüzyılda Avrupa ile Asya'nın batı kesiminde, Tanrı Dağları ve Fergana Vadisi arasındaki bölgede yaşamışlardır. Hem kurganlardan çıkan arkeolojik kalıntılar, hem de Herodot'un tarih kitabı ile benzeri kaynaklar İskitlerin bir kısmının atlı göçebe, bir kısmının ise çiftçi bir hayat yaşadığını göstermektedir. Göçebe İskitler at, sığır ve koyun yetiştirmiştir. Herodot, İskitlerin at sütü içtiğini yazmıştır. İskitler yaşadıkları dönem boyunca domuz yetiştirmemiş ve domuz yememişlerdir. Çiftçi İskitler buğday ve arpa gibi tarım ürünleri yetiştirmişlerdir. Grek (Yunan) site devletleri ile yapılan ticaretten dolayı çiftçi İskitlerin ürettikleri buğdayın yarısını bu ticaret için ürettikleri anlaşılmaktadır. Çiftçi İskitler bildiğimiz anlamda yerleşik değildir. Yarı göçebelerdi. Fakat hasat zamanı bir araya gelip toplanırlardı. İskitlerin kuruluş evresinde kölecilik veya kölelik yoktur. Ancak ilerleyen zamanlarda tarımda çalıştırmak ve özellikle Yunanlara satmak için köle bulundurdukları veya topladıkları bilinmektedir. Göçebe İskitler yurt adı verilen çadırlarda kalırlardı. At tarafında çekilen hareketli ve tekerlekli yurtlar da vardı. Göç zamanı kadın ve çocuklar bu hareketli yurdun içinde kalır, erkekler atı sürerlerdi. İskitler pişmiş topraktan kap kacak yapmayı biliyorlardı. Kurganlarda İskit hayvan üslubu ile işlenmiş pişmiş topraktan kap kacak bulunmuştur. İskitler maden işlemeyi biliyorlardı. Bronz ve bakırı sıcak (eriterek), demiri soğuk işleyebiliyorlardı. Çeşitli kurganlardan bulunan altın eşyalar altını da iyi bir şekilde işlediklerini göstermektedir. Maden eritmede kullanılan odun kömürünü de kendileri üretmiştir. İskitler atlı okçu idiler. Ok ve yay en bilinen silahları idi. Bunların yanında kısa kılıç ve mızrak da kullanmışlardır. Herodot onların aybalta da (teber) kullandığını yazmıştır. İlk zamanlarda ordularında piyadeler son derece az olmasına rağmen sonraları sayısı artmıştır. Silahları ile gömülmüş çok sayıda kadın kurganı bulunduğundan, İskitlerde kadınların da savaştığı, savaşçı kadınların bulunduğu bilinen bir gerçektir. Daha İskitler ortada yok iken Miken dönemi Greklerinin Karadeniz'in kuzeyine ticaret yapmak amacıyla seferler yaptıkları bilinmektedir. Homeros'un İlyada ve Odysseia'da bu olaydan bahsedilmektedir. Ne var ki İskitler gibi bir devlet kurulana kadar yapılan bu ticaretin son derece az olduğu görülmektedir. İskitlerin en büyük ve en önemli ticari partneri Grek site devletleridir. İskitlerin Yunanlara sattığı malların başında buğday gelirdi. MÖ 4. ve 3. yüzyıla kadar buğdayın bu birinciliği korundu. Mısır devletinin de o dönemde buğday ticaretine rekabetçi olarak girmesi İskitlerin buğday ticaretinde düşüşe yol açmıştır. İskitlerin ihraç ettiği diğer önemli mallar ise canlı hayvan, deri, kürk ve kölelerdi. Köleler genelde yapılan savaş ve akınlarla çevredeki Sarmat, Got gibi kabilelerden elde edilirdi. Ayrıca bazı İskitlerin de İskitler kralı tarafından köle olarak satıldığı bilinmektedir. Yunanların İskitlere sattığı malların başında şarap gelirdi. İskitlerin kuruluş aşamasından beri bu şarap ticaretinin sürdüğü bilinmektedir. İskitler şarabı sevmiş ve benimsemişlerdir. Şarabın dışındaki diğer önemli mallar zeytinyağı, kap kacak ve amforalardır. Herodot'un sayesinde İskitlerin bazı kişilik ve tanrısal isimleri bilinir. Ayrıca Susa antik İran şehirinde Ahameniş İmparatorluğundan kalma çivi yazılı kitabeler bulunmaktadır. Hystaspes'in oğlu I.Darius bu yazıtlarda kendine özgü bir türde İskit dilini bıraktı. Çoğu araştırmacı İskit dilini (eski-) kuzeydoğu İrani Dillerine ve böylece Hint-Avrupa dil ailesine ait olduğuna inanmaktadır. Ancak İrani yönden İskit kelime açıklamalarının (Askold I. Ivantchik, Ladislav Zgusta, Vasily Abaev) genellikle çelişkilerle dolu ve büyük ölçüde abartılı olduğunu düşünmektedir, hatta İskitlerin üst tabakasi Yunan ve İranlı sanatçılarına emir veren bir Altay öbeğe ait olduğu muhtemeldir. EuroLeague Dörtlü Final Euroleague Dörtlü Final "(Final Four)", kulüpler düzeyinde Avrupa Basketbol Şampiyonu'nu belirlemek için EuroLeague ("okunuşu → Yürolig") organizasyonu içinde 1988'den beri kullanılan yöntemdir. Dörtlü Final şeklinde her yıl bir şehirde düzenenlen bu turnuva finali ilk kez Belçika'da düzenlenmiş ve şampiyon Tracer Olimpia Milano olmuştur. Türkiye'de bir kez İstanbul Abdi İpekçi Spor Salonu'nda 1992 yılında düzenlenmiş, şampiyon yine Yugoslav Partizan takımı olmuştur. Turnuvanın Türkiye'deki ikinci ayağı 2012'de, İstanbul şehrinde düzenlenmiştir. Şampiyon : Tracer Milano 3. Maçı: Partizan: 105 - Aris: 93 Final: Tracer Milan: 90 - Maccabi Tel Aviv: 84 MVP : Mike D'antoni Şampiyon : Jugoplastika Split 3. Maçı: Aris: 88 - Barcelona: 71 Final: Jugoplastika: 75 - Maccabi Tel Aviv: 69 MVP: Dino Radja Şampiyon : Jugoplastika Split 3. Maçı: Limoges: 103 - Aris: 91 Final: Jugoplastika: 72 - Barcelona: 67 MVP: Toni Kukoc Şampiyon : Pop 84 Split 3. Maçı: Maccabi Tel Aviv: 83 - Scavolini Pesaro: 81 Final: Pop 84 (Jugoplastika): 70 - Barcelona: 65 MVP: Zoran Saviç Şampiyon : Partizan 3. Maçı: Philips Milano: 99 - Estudiantes: 91 Final: Partizan: 71 - Juventut Badalona: 69 MVP: Predrag Danilovic Şampiyon : Limoges) 3. Maçı: PAOK: 76 - Real Madrid: 70 Final: Limoges: 59 - Benetton Treviso: 55 MVP: Richard Dacoury Şampiyon : Juventut Badalona 3. Maçı: Panathinaikos: 100 - Barcelona: 83 Final: Juventut Badalona: 59 - Olympiakos: 57 MVP: Jordi Villacampa Şampiyon : Real Madrid 3. Maçı: Panathinaikos: 91 - Limoges: 77 Final: Real Madrid: 73 - Olympiakos: 61 MVP: Arvydas Sabonis Şampiyon : Panathinaikos 3. Maçı: CSKA Moskova: 74 - Real Madrid: 73 Final: Panathinaikos:67 - Barcelona: 66 MVP: Panayotis Yanakis Şampiyon : Olympiakos 3. Maçı: Olimpia Ljubliana: 86 - Asvel: 79 Final: Olympiakos: 73 - Barcelona: 58 MVP: David Rivers Şampiyon : Kinder Bologna 3. Maçı: Benetton Treviso: 96 - Partizan: 89 Final: Kinder Bologna: 58 - AEK: 44 MVP: Antoine Rigaudeau Şampiyon : Zalgiris Kaunas 3. Maçı: Olympiakos: 74 - Teamsystem Bologna: 63 Final: Zalgiris Kaunas: 82 - Kinder Bologna: 74 MVP: Saulius Stombergas Şampiyon : Panathinaikos 3. Maçı: Efes Pilsen : 75 - Barcelona: 69 Final: Panathinaikos: 73 - Maccabi Tel Aviv: 67 MVP: Oded Katash Şampiyon : Maccabi Tel Aviv 3. Maçı: Efes Pilsen: 91 - CSKA Moskova: 85 Final: Maccabi Tel Aviv: 81 - Panathinaikos:67 MVP: Nate Huffman 2001 senesinde ULEB'in düzenlediği EuroLeague'de final four yapılmadı. Final serisi sonunda şampiyon Kinder Bologna, MVP Manu Ginobili oldu. Şampiyon Panathinaikos Final: Panathinaikos:89 - Kinder Bologna: 83 MVP: İbrahim Kutluay Şampiyon : Barcelona 3. Maçı: Montepaschi Siena: 79 - CSKA Moskova: 78 Final: Barcelona: 76 - Benetton Treviso: 65 MVP: Dejan Bodiroga Şampiyon : Maccabi Tel Aviv 3. Maçı: CSKA Moskova: 97 - Montepaschi Siena: 94 Final: Maccabi Tel Aviv: 118 - Skipper Bologna: 74 MVP: Anthony Parker Şampiyon : Maccabi Tel Aviv 3. Maçı: CSKA Moskova: 91 - Panathinaikos: 94 Final: Maccabi Tel Aviv: 90 - Tau Ceramica: 78 MVP: Sarunas Jasikevicius Şampiyon : CSKA Moskova 3. Maçı:Tau Ceramica: 87 - Barcelona :82 Final: Maccabi Tel Aviv: 69 - CSKA Moskova: 73 MVP: Theo Papaloukas Şampiyon : Panathinaikos 3. Maçı:Unicaja Malaga: 76 - Tau Ceramica: 74 Final: Panathinaikos: 93 - CSKA Moskova: 91 MVP: Dimitris Diamantidis Şampiyon : CSKA Moskova 3. Maçı: Montepaschi Sieana: 97 - Tau Ceramica: 93 Final: CSKA Moskova: 91 - Maccabi Elite: 77 MVP: Trajan Lengdon Şampiyon : Panathinaikos 3. Maçı:Montepaschi Siena: 80 - Real Madrid: 62 Final: Maccabi Electra: 70 - Panathinaikos: 78 MVP: Dimitris Diamantidis Set (mitoloji) Set (ayrıca Sutekh, Seteh, Seth olarak da bilinir ama orijinal kullanımı SET'tir.) Mısır mitolojisinde bir tanrıdır. Nut ve Geb'in oğludur. Mısır mitolojisinde Seth kötülük tanrısı, kardeşi Osiris ise iyilik tanrısıdır. Seth‚ ne kadar akıllı bir şekilde uğraşsa da Osiris ve Horus’u yok edemeyince, iyi kötüye karşı zafer kazanır. Ancak tanrılar da Seth’i yok edemezler. Aşağı (kuzey) Mısır kralı kabul edilir. Bir eşeği anımsatan kırmızı saçlı ve büyük kulaklı bir hayali hayvan olarak temsil edilir. Çöl ve fırtınalar ile beraber düşünülür. Yunanlar, bu tanrıyı Typhon olarak görürler. Set, Osiris'in erkek kardeşidir. İsis, Osiris'in karısıdır, oğlu Horus'tur. Set'in oğlu Anubis sayılır, fakat aslında onun oğlu değildir. Nephthys kocasından yeterince ilgi göremediği için büyüyle kendini İsis gibi gözüktürmüştür.-İsis ve Nephthys birbirlerine çok benzlerler- Bir akşam Osiris'in biraz sarhoş olmasını sağlar ve ondan çocuğu olur. Bu çocukta Anubis'tir. Set aynı zamanda bereketli Osiris'in anti-tezidir. "Horus" ile savaşları boyunca, tanrıça Neith Horus'a taht, Set'e ise Astarte ve Anat tanrıçalarını veren bir anlaşma önerdi. Set, erkek kardeşi Osiris'i öldürmesi ile ünlüdür, mitolojiye göre insanlar ve tanrı'lar Osiris'i severler. Koyduğu kuralları severek yerine getirirler. Kardeşi Seth onun bu başarısını kıskanır. Seth Osiris'ten kurtulmak için bir plan yapar.72 kişi Seth'e bu plan için yardımda bulunmuştur. Kardeşinin ölçülerine uygun bir tabut yaptırır ve tabutu çok pahalı elmaslarla süsler. Bir şölen düzenler ve Osiris'i de o şölene davet eder. Şölenin en sonunda önceden yaptırdığı tabutu çıkararak bu tabutun
kime uyarsa ona verileceğini söyler. Herkes tabutu sırayla dener ve sıra Osiris'e geldiğinde Osiris tabutun içine girdiğinde Seth tabutu hızlıca kapayıp çiviler ve Tabutu Nil nehrine bırakır, aynı zamanda onun oğlu Horus'u da öldürmeye teşebbüs etmiştir. Horus, yaşamış, babasının ölümünün intikamını almış ve Set'i sonsuza kadar çöle sürgüne yollamıştır. Set'in sürgüne gönderilme kararı Ra tarafından yönetilen tanrılar konseyinde alınmıştır. Tanrıların çoğu Horus ve onun annesi İsis'in Osiris'ten gelen Mısır tacının mirasçısının Horus olduğu iddiasını desteklerken, Ra bu fikre katılmamıştır. O, Horus'un böyle güçlü bir pozisyon için çok genç olduğuna inanıyordu. Böylece, duruşma kimse yenişemeden uzun yıllar sürdü. İsis'in bir kurnazlığı davanın kapanmasına neden oldu. Uzun yıllar boyunca, Set, aşağı Mısır'ın; Horus da yukarı Mısır'ın koruyucu tanrısı idiler. İki ülke birleştikten sonra, Set ve Horus beraber taç giymiş eşit firavunlar olarak, yukarı Mısır, aşağı Mısırı feth ettikten sonra ise; aşağı Mısırın Firavunu olan Set, sıklıkla Horus'un şeytani düşmanı Set olarak portrelenmiştir; "Büyü kullanarak, İsis kendini çok güzel bir genç kadına çevirdi. Set, O'nu gözlerinden yaş akarken gördü ve sorunun ne olduğunu sordu. İsis, kendi ve Horus'un durumuna benzetmeden bir hikâye anlattı. Buna göre şeytani bir adam onun kocasını öldürmüş, ailesini sürülerini çalmayı denemişti. Set, bu kötü duruma çok kızar, bu şeytani adamı yok ederek aile mülklerinin genç kadının oğluna geçmesi için ısrar eder. Kendi kelimeleri ile kendi yaptıklarını ayıplar ve Mısır tacını kaybeder." Set, her zaman tamamıyla şeytani bir figür olmamıştır. Onun yer altına yaptığı karanlık yolculuk boyunca, Horus ile kavgasında O'nu hamisi olan Ra'nın mavnasında olan güneşi korumuştur. Yılan şeklindeki canavar Apep ile kavga etmiştir. Ayrıca, 19. hanedan döneminde kısa bir süre çölün güçlerini sakinleştiren tanrı olarak Set'e duyulan saygı büyümüştür. Birçok firavun, o dönemde Set'in isminden türeme örneğin Seti gibi isimleri kendilerine isim olarak seçmişlerdir. Set ölümsüzlerin ve tanrı yiçilerin babası olarak anılır, tek amacı Dünya'yı ele geçirmektir bu sebeple firavun olmaya çalışır. Değişik dillerde (İng. satan, Arapça şeytan) kötü karakterin sembolü olarak ismi yaşatılır. Hayâlî Bey Hayâlî Bey (?-ö.1557, Edirne) (خيالى) Türk Divan edebiyatı şairinin mahlası. Asıl Adı Mehmet'tir. “"Bekâr Memi"” diye anılmıştır. Eserleri zengin bir hayal gücüyle yazılmış, ince ve duyarlı bir üsluba sahiptir. Selanik’in kuzeydoğusu’ndaki Vardar Yenice’de dünyaya geldiği bilinen Hayali'nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, 1494-1495 yılları civarında doğduğu tahmin edilmektedir. Asıl ismi Mehmet'tir. Biyografi yazarı Âşık Çelebi’nin anlatısından anlaşıldığı kadarıyla, Mehmed, Sadi’nin (سعدی شیرازی) Bostan ve Gülistan eserlerini okuyarak genç yaşlarında şiirle ilgilenmeye başlamıştır. Seyyah bir sufi derviş olan "Baba Alî Mest-i Acem" müritleri ile Yenice-i Vardar’a geldiğinde, Mehmed topluluğa katıldı ve onlarla beraber İstanbul’a gitti. Yolculuk boyunca Sufi düşünce ve uygulamaların yanı sıra, şiir konusunda da Baba Ali’den eğitim aldı. İstanbul’da bir kadı olan "Sarı Gürz Nûreddîn Efendi" genç Mehmed’in bu toplulukla beraber olmasını hoş karşılamadı ve onu himayesine aldı. Mehmed, Sarı Gürz’ün korumasıyla öğrenim gördü; şiir bilgisini ve becerisini ilerleterek Hayâlî mahlası ile eserler vermeye başladı. On dört yaşında şöhrete kavuşan Hayâlî, Defterdar İskender Çelebi’nin dikkatini çekti. Daha sonra Pargalı İbrahim Paşa’ya takdim edildi ve Kanuni Sultan Süleyman'ın nedimleri arasına girdi. Sultanın en önemli şairlerinden biri haline gelen Hayâlî, seferlerde orduya eşlik etti. Bu süreçte (1522) Rodos kuşatmasına ve 1534’teki Bağdat fethine katıldığı düşünülür. Bağdat’ın fethi esnasında Hayâlî'nin büyük şair Fuzûlî ile tanışmış olduğu söylentileri de mevcuttur. Şiir kabiliyeti yüzünden kendisine "Melik-üş-şuarâ" (“Şairlerin Sultanı”), "Diyâr-ı Rûm'un Sultân-ı Şuarâsı" (“Rûm Topraklarının Şairlerinin Sultanı) ve "Hayâlî-i meşhûr" (“Meşhur Hayâlî”) gibi unvanlar verilmiştir. Sadrazam İbrahim Paşa ve padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın gözündeki konumu kendisine pek çok düşman da kazandırmıştır ve sık sık hiciv ve alaylara maruz kalmıştır.. Şairin talihi, iki büyük hamisi İskender Çelebi ve Pargalı İbrahim Paşa’nın idam edilmesinden sonra döndü. 1536’da sadrazamlığa getirilen Rüstem Paşa edebiyata önem vermiyordu. İstanbul yaşamı güçleşen şair, kendisini emniyette hissetmediği çin padişahtan kendisini bir Sancakbeyi olarak görevlendirilmeyi talep etti. Edirne Sancakbeyliğine atanan Hayâlî böylece adının sonuna Bey unvanı da almıştır.Divan edebiyatının bu önemli ismi, 1557 yılında Edirne'de vefat etmiştir. Mezarı Edirnede Uzunkaldırım Caddesi üzerinde İki Lüleli Çeşme (Şair Hayali Çeşmesi) nin yanındadır. Uzun zaman bekâr olarak yaşayan Hayâlî’nin evlendiği ve iki çocuk sahibi olduğu bilinir. Oğlu Ömer Bey de şair olup Halep defterdarlığı yağmıştır. Hayali divan edebiyatının olgunluk dönemi (16. yy - 18. yy) şairlerindendir. Kuşkusuz Baki'ye kadarki dönemin en önemli ve ünlü ismi Hayali'dir. Hayali sade yaşayışını yazımına da aktarmış, ruhani anlamda zengin ama somutsal olarak sade bir dil ile yazmıştır. Ona lakabını da veren şiirlerindeki en önemli özellik hayali, deruni imgeler ve eserlerinden yansıyan zengin hayal gücüdür. Hayali'nin bu kadar ünlü olmasının en önemli nedenlerinden biri de yeteneğinin yanında sade yaşayışı, mala ve şöhrete önem vermeyişidir. Hayâlî Bey'in yakın arkadaşı Âşık Çelebi, onun yakışıklı olmakla birlikte giyim, kuşama ve dünya malına önem vermeyen biri olduğunu belirtir. Gelibolulu Âlî ise, eli sıkılığından bahsederek, öldükten sonra çocuklarına büyük bir miras bıraktığını nakleder. Gelibolulu Âlî Bey'in, Hayâlî Bey'i anlatırken "eli sıkı" demesini, Hayâlî Bey'in yaşarken parasının çok olduğunu ancak onun dünya malına tamah etmediğini gösterir. Kaynaklarda şairin, Ömer ve İbrahim adında iki oğlunun olduğu ve karısının erken vefat ettiği zikredilir. Hayâlî Bey’in Divanı’ndan başka eseri bilinmemektedir. Hayâlî Bey Divanı, kasideler, musammatlar, gazeller ve mukattaat bölümlerinden meydana gelmiştir. 668 gazel, 25 kaside, 15 musammat ve 33 mukatta bulunmaktadır. Seth Seth kelimesinin çeşitli manaları ve kullanımları vardır: İsis (mitoloji) İsis (İzis, Aset), Osiris'in (aynı zamanda karısıdır), Seth ve Nephthys'in kardeşidir, Nut ve Geb'in kızları ve çocuk Horus'un annesidir. Bazı kaynaklara göre Anubis de İsis ile Osiris'in oğludur. Bir çift boynuzun arasında güneş diski bulunan akbaba şeklinde bir şapka giymiş kadın olarak gösterilir. Çok seyrek olarak, bir çift koç boynuzu ya da Ma'at tüyü ile beraber Güney ve Kuzey çift tacını giyer. İsis bir tanrıça olarak değil ama kadın olarak ise sıradan saç biçimiyle gösterilir, ancak her zaman alnında bir yılan figürü bulunurdu. Osiris'in hem kız kardeşi hem de karısı olarak ise, İsis, yeryüzü krallığı boyunca kocasına yardımcı olmuştur. Piramit metinleri, İsis'in kocasının ölümünü önceden gördüğünü göstermektedir. Onun ölümünün arkasından, İsis, kocasının yeraltı dünyasında huzur içinde yatması ve uygun şekilde gömülmesi için gövdesini yorulmaksızın aramıştır. Büyüleri sayesinde, Osiris'i hayata geri döndürmüş, ondan kendini erkek çocukları Horus'a hamile bıraktırmıştır. İsis, tanrılar ile insanoğlu arasında hayati bir bağlantıdır. Firavun yaşayan Horus olarak onun oğlu kabul edilirdi. Piramit metinlerinde Horus, İsis'in kutsal memelerinden emzirilen çocuk olarak gösterilmiştir. İsis'i genç Horus'u kucağında gösteren çok sayıda heykel ve resim vardır. Sıklıkla, ana kraliçenin resmi ve o anki firavun aynı yerde resmedilmiştir. İsis, Horus'u çocukluğu boyunca onu öldürmek isteyen amcası Seth'ten korumuştur. Onun bir gün büyüyüp babasının intikamını alması onun hayatındaki boşluğu doldurmuştur. Ölüler kitabında, hayat verici ve ölümün gıdası olarak gösterilmiştir. Ölümün yargıçlarından biri olarak da düşünülebilir. Ona atfedilen bir başka rol ise Horus'un dört oğlundan biri olan İmsety'nin koruyuculuğudur. İsis, büyük bir büyücüdür ve büyü yeteneklerini kullanması ile meşhurdur. Örneğin, ilk kobrayı, onun zehirli ısırığını kullanarak Ra'ya gizli ismini itiraf ettirmek için yaratmıştır. Mısır tarihinin başından sonuna kadar, İsis, Mısır'ın en büyük tanrıçası olmuştur. Yararlı bir tanrıçadır ve sevgisi tüm yaşayan canlıları kapsayan bir annedir. Ona tapınma Mısır'ın sınırlarının çok ötesinde İngiltere'ye bile yayılmıştır. Klasik yazarların eserleri, O'nu Persephone, Tethys, Athene, Osiris'i ise Hades, Dionysos ve diğer yabancı tanrılar ile eşleştirmiştir. İsis’in eski Mısırcadaki adları Aset ve Esi’dir. İsis eski Yunanların koyduğu bir addır. Hiyeroglif yazıdaki Aset ideogramı aynı zamanda, taht sözcüğünde kullanılan ilk ideogramdır. Bir başka deyişle İsis’in adının ideogramı tahttır. İsis ve Osiris Geb ve Nut’tan doğan dört ilahtan ikisidir, diğerleri İsis’e yardımcı kızkardeş Nephtys ve kötü kardeş Seth’tir. Kimi zaman başı üzerinde yer alan bir yıldız ve beyaz tacıyla, kimi zaman da kucağında çocuğunu emzirir, süt verir halde tasvir edilen ve Mısır metinlerinde Sirius gibi “vericilik” özelliğiyle nitelenen İsis, aynı zamanda Osiris’in beden parçalarını bir araya getirmeye çalışan bir ilahedir. Şefkatli bir anne gibi verici olan İsis’in diğer belirgin özellikleri sorumluluk taşıması, vazifesine bağlı olması ve sadık kalmasıdır (Osiris’e sadakati). O’ndan ilâhî anne ve sihirlerin efendisi olarak da söz edilir. Rüzgarlara, yağmurlara, ırmaklara, gemilere hükmeden, tüm suların da hükmedicisi olan İsis’tir. Yıldızı Sothis, yani Sirius-A’dır. Mısır Ölüler Kitabı’na göre, ölüm olayı ile bedenini terk eden varlıklardan tekamül düzeyi ileri olanlardan bazıları İsis’in kudretinden yararlanır, ışığa dönüşür, ilahlarla özdeşleşir ve Sirius’un “yüce kapısı”na ulaşabilirler. Şahin biçiminde resmedilen oğlu Horus ise içteki vicdan sesinin ilâhıdır. İsis’e çeşi
tli tasvirlerde en sık eşlik eden semboller inek , boynuzlar, küre, testi, hilal, yunus, emzirilen çocuk ya da süt verme, gemi ya da kayık, orak, kulplu haç ya da ankh ve bu ankh sembolüne benzeyen, “İsis’in düğümü” denilen semboldür. Nejat Eslen Nejat Eslen, emekli tuğgeneral; "Tarih Boyu Savaş" ve "Strateji" adlı kitapların yazarı. 1943 yılında dogdu. 1962 yılında Kara Harp Okulu'nu bitirerek subay olan Nejat Eslen Ege Üniversitesi İktisadi Ticari Bilimler Fakültesi, Kara Harp Akademisi, Silahlı Kuvetler Akademisi ve ABD Kara Harp Koleji mezunudur. 1994 yılında tuğgeneral rütbesi ile emekli olan Nejat Eslen'in stratejiyle ilgili birçok makalesi vardır. Cygwin Cygwin, Microsoft Windows işletim sistemi üzerinde çalışan ve tamamen özgür kodlardan oluşan bir UNIX simülatörüdür. Cygwin programları kurulu bir Windows işletim sisteminde UNIX ve linux programlarının çoğunu çalıştırmak mümkündür. Cygwin'in ana amacı da UNIX, linux, BSD veya benzeri POSIX tabanlı sistemlerde yer alan yazılımların Windows işletim sisteminde çalışmasını sağlamaktır. Tamamen özgür olan Cygwin programları, Red Hat firması çalışanlarının gönüllü katılımları ile sürekli güncellenmektedir. Cygwin projesi 1995 yılında Amerikalı "Cygnus Solutions" şirketinde görev yapmakta olan bilgisayar mühendisi Steve Chamberlain tarafından başlatılmıştır. Chemberlain'in Windows NT ve Windows 95 işletim sisteminde obje dosyası formatında COFF kullanıldığını fark etmesi ve GNU'nun halihazırda hem x86 hem de COFF formatlarını ve newlib C kütüphanesini desteklediğini bilmesi Cygwin projesinin doğmasına yol açmıştır. Chamberlain GCC'yi yeniden yönlendirerek POSIX tabanlı bazı programların kodlarını derlemiş ve bunların Windows işletim sisteminde sorunsuz olarak çalışmasını sağlamıştır. Proje, 1996 yılından itibaren diğer yazılım uzmanı mühendislerin de katılımı ile kısa sürede duyularak başarılı olmuştur. Cygwin sistemi, 1998 yılından itibaren web sitesi üzerinden isteyenlere ücretsiz olarak dağıtılmaktadır. Caferilik Câferîlik ya da Câʿferî düşünce ekolü, İmamiye-i İsnaaşeriye "(Onikiciler/Onikicilik)" islâm mezhebinin temelini teşkil eden fıkıh ekolüdür. (Arapça: اثنا عشرية) Fıkhî islâm mezhebinin "Câferîyye Şiîliği" olarak adlandırıldığı da olur. Şiîlerin çoğunluğunun mensup olduğu fıkhî mezheptir. Günümüzde Şiîler başlıca "Üç" ana fırkaya ayrılmışlardır. Bunlar nüfus oranlarına göre sırasıyla İsnâ‘aşer’îyye, İsmâ‘îl’îyye ve Zeyd’îyye fırkalarıdır. İran İslam Cumhuriyeti'nde hakim olan ""İsnâ‘aşer’îyye"" fırkasının %90'ının takip ettiği resmi fıkhî mezhep Câferîlik'tir. Ayrıca, İsmâ‘ilîğin Mustâ‘lî-Tâyyîb’îyye kolu tarafından da fıkhî meselelerde takip edilmekte olan mezheptir. İmâmet (İsnâ'aşerîyye i'tikadı)'na göre son "İsnâ‘aşer’îyye İmâmı" olan, çocukken kaybolup bugün gayba halinde bulunan Muhammed Mehdi bir gün İran'da "Cem-î Karân" adı verilen meydanda Dünya'ya geri dönecektir. Câferîlik'teki dini hukuk veya Şeriat ilkeleri, Kur'an ve Sünnetten çıkarılır. Sünnîlik ve Şiîlik arasındaki farklılık, Şiîliğin Muhammed'den sonra ilk yöneticinin hem peygamberin vasiyetiyle, hem de ilâhî seçimle Ali bin Ebu Talib olması gerektiğine inanılmasıdır. Câferîlik adını fıkhı iyi bilen altıncı İmam Cafer-i Sadık'ın adından almıştır. Cafer-i Sadık'ın yaşadığı Hicri 2. asırda Câferîlik o imamın takipçilerine verilen bir isim olarak kullanılmıştır. Kûfe'de Abbâsî Hükümdarı Muhammed bin Mansur Mehdî tarafından yargıçlık görevi verilmiş olan Şerik b. Abdullah, Cafer-i Sadık'ın talebelerinden Muhammed b. Muslim ve Ebu Kureybe'nin "Caferi" suçlamasıyla şahitliklerini reddetmiştir. 16. yüzyılda Safevî Hanedanı'nın İmamiye-i İsnaaşeriye’yi devletin resmî mezhebi olarak seçmesiyle "Câferîlik" adı kullanılmaya başlanmıştır. Afşar Hanedanı'nı kuran Nadir Şah, 1736'da Safevî döneminde tavsiye edilen Ebu Bekir, Ömer ve Osman bin Affan'ın lanetlenmelerini yasaklamış ve bunun karşılığı olarak Osmanlı Devleti'ne bir teklif sunarak Afşar imâmiliğinin "Câferîlik" olarak adlandırmasını ve diğer dört Sünnî fıkıh mezhebiyle birlikte beşinci bir fıkıh mezhebi olarak kabul edilmesini önermiştir. Bunun dışında Kâbe'de Câferîlik adına beşinci ek bir sütun yapılmasını ve Câferîlerin Mekke ziyaretlerinin serbest bırakılmasını talep etmiştir. Nadir Şah, İran dışında Irak, Afganistan ve Orta Asya'dan da ulemayı davet ederek Necef'te toplantı düzenlemiş, Osmanlı Devleti'ne yaptığı teklif burada şiî ûlema tarafından kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti ise bu teklifleri İran'ı Sünnîleştirme çabası olarak değerlendirerek Nadir Şah'ı övmüş ve 1746'de imzalanan Kerden Antlaşması ile ilk üç halifenin lanetlenmeleri yasaklandıysa da Câferîliğin beşinci bir fıkhî mezheb olarak kabul edilmesi reddedilmiştir. Neticede "Câferîlik" hiçbir zaman resmî sünnî mezhebi olamamıştır. Günümüzde Şia'nın yüzde 80'i On İki İmâmcılığın Câferî fıkhını takip etmektedir. Bu büyük tâkipçi kitlesi nedeniyle Şiiliğin İsnaaşeriyye mezhebinin sıklıkla Câferîlik olarak adlandırıldığı da görülmektedir. Daha çok Azerbaycan, İran, Irak ve Bahreyn'de hâkim olan Şiî mezhebidir. Alevî inancının, İran'daki On İki İmamcı Câferîlik inancının Anadolu'daki yorumu olduğu iddia edilir. Şiî İslâm inancında Ali bin Ebu Talib'in çok özel bir yeri vardır. Şiî amentüsünde bulunan imâmet anlayışına göre Muhammed vefat ettiğinde yerine imâm olması gereken kişi Ali el-Mûrtezâ'ydı. Dolayısı ile imâmetin Ali'nin soyundan devam etmesi şarttır. İsnâaşerîyye mezhebi mensupları arasında en büyük gruplar Câferî fıkhı, Alevî inancı, ve Nusayrî inancı tâkipçilerinden oluşmaktadır. Pek çok konuda İsnâaşeriyye'nin i'tikadını paylaşan Nusayriler, gayba halindeki Muhammed Mehdi hususunda İsnâaşeriyye'den ayrılmalarından ötürü Galiyye'nin Gulat İmamiyye şubesi altında sınıflandırılmaktalardır. İsnâaşerîyye / Onikiciler mezhebinin fıkıh ekolü olan Câferîlik'teki dini hukuk veya Şeriat ilkeleri, Kur'an ve Sünnetten çıkarılır. Sünni ve Şiilik arasındaki farklılık Şiiliğin Muhammed'den sonra ilk yöneticinin hem peygamberin vasiyetiyle hem de İlahi seçimle Ali olması gerektiğine inanılmasıdır. Ayrıca; Câferîlik'te ibadet öncesi yapılan temizlikte (abdest) ayaklar yıkanmak yerine hafif ıslak olan eller ayaklara sürülürek mesh edilir. Günlük ibadetlerden namaz Sünnilerle aynı şekilde 5 vakit kabul edilir. Ancak öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazları birleştirilerek ( "cem") gerçekleştirilir. Namaz ibadetinde kıyamda elleri bağlamazlar, sağ ve sol omuza selam vererek namaz bitirmezler, namaz bitiriş şekilleri farklıdır. Câferîlik ve Sünnilikte evliliğin pek çok kuralı ortak kabul edilmekle birlikte (karşılıklı anlaşma, hukuken tescil edilmesi vs.) Caferilerde tarafların önceden evliliklerine süre tayin ederek evlenmeleri (Muta nikahı) geçerli bir uygulamadır. Muta Nikâhı tüm Sünni mezheplerce geçersiz kabul edilmektedir. Sünnîlerden farklı olarak Câferîlerde Hums denilen gelirin beşte birinden alınan bir vergi bulunmaktadır. Zekâttan farklıdır. Caferi din adamlarına göre Hums'un yarısı Peygamber soyundan gelen kimselere ve fakir, yetim olan Seyyidlere, diğer yarısı da dini bilgisi geniş olup hüküm verebilen Müctehidlere verilir. Müctehidlerin bu parayı kendisine kullanma hakkı yoktur, din yolunda harcanır. İstanbul Lisesi İstanbul Lisesi, daha iyi bilinen adıyla İstanbul Erkek Lisesi (İEL), İstanbul’un Cağaloğlu semtinde, Osmanlı döneminde kurulmuş Numune-i Terakki Mektebi’nin devamı niteliğinde olan, günümüzde Anadolu Lisesi statüsünde hizmet veren eğitim kuruluşu. Eğitim ve öğretim hizmetlerini 1933 yılından günümüze, Fatih ilçesinin Cağaloğlu semtinde bulunan eski Duyunu Umumiye (Osmanlı Devleti Genel Borçlar Kurumu) binasında sürdürür. ""Erkek Lisesi"" adıyla bilinmesine rağmen karma eğitim yapan bir okuldur. Öğrencilere Türk ve Alman eğitim sistemlerinin müfredatlarının birleşiminden oluşan bir eğitim verilir; bazı dersler Alman öğretmenler eşliğinde Alman eğitim müfredatına uygun olarak bazıları ise Türk öğretmenler eşliğinde, Türk eğitim müfredatına uygun olarak işlenmektedir. Eğitim süresi beş yıldır. İstanbul Lisesi'nde öğrencilere Türk ve Alman eğitim sistemlerinin müfredatlarının birleşiminden oluşan bir eğitim verilmektedir. Kimi dersler (örneğin matematik, fizik, kimya, biyoloji, Almanca, İngilizce, enformatik, Almanya ve dünya genel kültür ve coğrafyası (Landeskunde) dersleri) Alman öğretmenler eşliğinde, Alman eğitim müfredatına uygun olarak işlenirken; kimi dersler (Türk edebiyatı, Türk dili ve anlatım, tarih, coğrafya vb. dersler) Türk öğretmenler eşliğinde, Türk eğitim müfredatına göre işlenmektedir. Eğitim süresi bir yılı hazırlık olmak üzere beş yıldır. Öğrencilerin mezun olurken Almanya'da geçerli olan bir diploma alması amaçlanır. Alman Lise bitirme sınavı olan Abitur sınavına katılarak ya da Alman Dil Diploması (DSD) B2/ C1'i edinmek üzere dil sınavına girerek Almanya’da geçerli bir diplomaya edinmeleri mümkündür. Okulun kökü, 1884 yılında Bahriye emekli Yüzbaşısı Mehmet Nadir Bey tarafından kurulan Numune-i Terakki Mektebi adlı özel okula dayanır. Süleymaniye yakınlarında Meşihat Dairesi bitişiğindeki konakta hizmete giren Nummune-i Terakki Mektebi, kurulduğu yıllarda erkek öğrencilere ibtidai, rüşdiye ve idadi düzeyinde eğitim veren yedi yıllık bir okuldu, daha sonra kız sınıfa da devreye girmiştir. Osmanlı Devleti'nde ilk öğrenci dergisi olan "Numune-i Terakki", bu dönemde Mehmet Nadir Bey'in katkıları ile dokuz sayı yayınlandı. Eğitim faaliyetlerine önce Çırçır'da daha sonra Fatih'te bir konakta devam eden bu özel okul, 1896 yılında saray tarafından kapatılarak idaresi devlet denetimi altına alındı. Maarif Nezareti idaresinde iken sırayla Laleli'de, Saraçhanebaşı'nda ve Kantarcılar'da bir konağa taşınan okulun süresi 1908 yılında iptidai ve rüşdiye sınıflarının birleştirilmesi ile beş yıla indi. Okul 1909’da Darülfünun ve Mekteb-i Mülkiye binasına taşındı; adı da ""İstanbul Leyli İdadisi""” olarak değiştirildi. Okulun adı 1910 yılında yeniden değiştirilmiş ve ""İstanbul Erkek Lisesi"" olmuşt
ur. Böylece Türkiye'de ""Lise"" kelimesini kullanan ilk öğrenim kurumu bu okul oldu. 1911 yılında okulun öğrencilerinden Nijat, “elif” ve “sin” harflerini ay yıldız ile birleştirerek okulunun ilk amblemini oluşturdu. . İstanbul eğitim tarihi için önemli bir yenilik olan "Keşşaf" adlı izci örgütü beden eğitimi öğretmeni Ahmet Robenson tarafından 1912'de kuruldu. Okulun İstanbul'un en gözde eğitim kurumlarından biri haline geldiğini fark eden İttihat ve Terakki yönetimi, geçmişte Tanzimat dönemi idarecilerinin Galatasaray Sultanisi'ni koruyup Fransız kültürünün yayılmasını sağladıkları gibi İstanbul Lisesi'ni korumayı uygun buldular. 1913'te okulda Fransızca müfredat uygulanmaya başladı ve adı ""İstanbul Sultanisi""'ne çevrildi. Bu dönemde Alaeddin ve muavin Fuat Beyler tarafından okulda sinema oynatılması; eğitim tarihinde bir ilkti. İlk film olarak "Jac’ın hikayesi" adıyla "Sefiller" gösterilmişti. Bir Fransız okulu olan Saint Benoit Lisesi Lisesi'nin eğitim faaliyetlerine I. Dünya Savaşı öncesinde son verilmişti;. İstanbul Sultanisi, 1914'te Karaköy'deki Saint Benoit binasına taşındı. Savaş sırasında okulun bir bölümü hastaneye dönüştürülüp hastane işareti olarak sarıya boyandı. Okulun çok sayıda öğrencisi gerek Balkan, gerekse I. Dünya Savaşı'nda cepheye gidip savaşmışlardı. Cepheye gidip yaralanan öğrenciler; okulun hastanesinde tedavi edilmekteydi. Elli öğrencin Çanakkale Cephesi'nde Kanlısırt'ta şehit olduğu haberi geldiğinde okulun kapıları siyaha boyanmıştır. Sarı ve siyah o günden sonra okulun rengi haline gelmiştir. 1917'de okulun eğitim dilinin Almanca olmasına karar verildi. Almanya'dan yirmi iki öğretmen getirildi. Ancak I. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya İmparatorluğu yurtdışı okulları desteğini kaldırmak zorunda kalınca İstanbul Sultanisi'ndeki Almanca eğitimine ara verilmiştir. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra okul işgal kuvvetleri tarafından boşaltıldı; Haşimpaşa Konağı’ndaki kız mektebinin yerine, oradan da Mercan İdadisi'ne, 1919'da ise Saraçhanebaşı'ndaki bir Münirpaşa Konağı'na nakledildi. 1922'de izcilik teşkilatı yeinden kuruldu. Sakarya Muharebesi'ne gönüllü olarak katılan izciler gazi olarak geri döndüler.Mustafa Kemal Paşa'nın onlara ""Sakarya'nın Çocukları"" diye hitap etmesi üzerine izciler isimlerini ""Sakarya İzci Oymağı"" olarak değiştirmiş, "Sakarya Marşı" okul marşı olmuştur. Okulun Sultani devresi 1923'te son buldu. Okulun adı ""İstanbul Erkek Lisesi"" oldu ve Beyazıt'taki Fuat Paşa Konağı’na nakledildi. 1933 yılında eskiden Düyûn-ı Umûmiye (devlet borçları) binası olarak kullanılan bugünkü binasına cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in direktifi ile geçti. Okulun 1926 mezunlarından Hüseyin Celal Yardımcı'nın girişimleri ile 1955 yılında İstanbul Erkek Lisesi'nde yeniden Almanca eğitim başladı. 1964 yılında okula yeniden kız öğrenciler de kabul edilmeye başladı. Okul, 1982'de Anadolu Lisesi statüsüne geçti ve adı ""İstanbul Lisesi"" olarak değişti. 1988 yılında 8 yıllık kesintisiz eğitim reformu" sebebiyle okulun ortaokuluna öğrenci alımı durdu ve bir yıl hazırlık olmak üzere 5 yıllık bir öğrenim kurumu haline geldi. İstanbul Erkek Lisesi eğitim faaliyetlerini, Cağaloğlu'nda 1897 yılında "Düyun-u Umumiye binası" olarak inşa edilmiş tarihi yapıda sürdürür. Türk mimarlık tarihi açısından büyük önem taşıyan bina, İstanbul'da Birinci Ulusal Mimarlık dönemine geçişi sağlayan örneklerin başında gelmektedir. Mimarı Alexandre Vallaury'dir. İstanbul Erkek Lisesi Binasında birçok noktada, özellikle cephe malzemelerinde, kemerlerde, saçaklarda Osmanlı dinsel ve sivil yapılarının mimarlık öğelerinden yararlanıldığı görülmektedir. Okulda öğrencilerin çabasıyla ortaya çıkan sosyal kulüp faaliyetleri ile şölen, festival organizasyonları gerçekleştirilmektedir. Haziran'ın ilk haftası Kültür Etkinlikleri Haftası, eğitim döneminin son haftasında Uluslararası Spor Şöleni (Sportfest) düzenlenir. Sportfest, Türkiye'de "Liseler düzeyinde düzenlenen ilk uluslararası organizasyondur." Liseler düzeyinde gerçekleştirilen ilk kısa film yarışması olan "İstanbul Lisesi Liselerarası Kısa Film Yarışması", Türkiye'nin lise düzeyindeki ilk uluslararası satranç turnuvası olan "Uluslararası Satranç Festivali" ile "İstanbul Lisesi Bilim Etkinlikleri Haftası", "İstanbul Erkek Lisesi Model Birleşmiş Milletler Konferansı", 2013'te yeniden yayımlanan "Numune-i Terakki dergisi" okuldaki öğrenci kulüplerinin düzenlediği faaliyetlerdendir. 1926 yılında İstanbul Lisesi öğrencileri tarafından kurulmuş İstanbulspor kulübü futbol, basketbol, hentbol, voleybol, bisiklet, masa tenisi ve satranç dallarında sporcu yetiştirir. İstanbul Lisesi öğrencilerine spor kültürünü aşılamak ve geliştirmek amacıyla Kültür Haftasının hemen ardından Spor Şöleni'ni düzenler. Şölen kapsamında okul takımları basketbol ve voleybol turnuvaları, bahçe etkinlikleri, bahçe turnuvaları, spor dünyasından ünlü konuklar ile söyleşiler gibi etkinlikler bulunmaktadır. Son yıllarda yurt dışından birçok okul spor şölenine katılmaktadır. Organizasyon İstanbul Lisesi öğrencilerinden oluşan Spor Şöleni Komitesi tarafından düzenlenir. İstanbul Lisesi Uluslararası Spor Şöleni dahilinde öğrencilerin ilgilendikleri dallarda Türkiye'nin önde gelen spor adamlarıyla öğrenciler arasında söyleşi ve paneller düzenlenmektedir. Yurtdışından gelen okullar, Türkiye'den katılan okullar ve de İstanbul Lisesi takımlarının katıldığı; sporun ana amacı olan dostluk, kardeşlik ve mücadele ruhu gibi kavramların sporculara daha iyi aşılanması için gerçekleştirilen, federasyon hakemlerinin yönettiği basketbol ve voleybol müsabakaları şölenin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Şölenin uluslararası statüsünden dolayı yurtdışından gelen okulların ve Türk okulları arasında amaçlanan kültürel kaynaşma yaşanmakta, unutulmayacak müsabakalar yapılmakta ve sıkı dostluklar kurulmaktadır. Şölen dahilinde öğrencilere spor yapma sevgisini mücadele ve takım ruhunu aşılamak için, organizasyon süresince çeşitli turnuvalar düzenlenmektedir. Bu turnuvalar 3'er kişiden oluşan takımlarla Streetball ve Minifutbol turnuvaları ile 5'er kişilik takımlarla Voleybol turnuvasından oluşmaktadır. Hafta boyunca komiye öğrencileri tarafından sık sık anlık etkinlikler gerçekleştirilmektedir. Tüm bu sportif etkinliklerde yorulan öğrenciler organizasyon alanında düzenlenen karaoke, şişme oyuncaklar, PES turnuvası, Guitar Hero ve Wii gibi etkinliklerle de eğlenmektedir. Polis Polis, kamu düzenini ve vatandaşın canı, malı ve temel hak ve özgürlüklerini korumakla görevli, yasa uygulayıcı bir çeşit kamu görevlisidir. Tüm ülkelerde polis kuvvetlerine veya polise benzer yetkiler ile donatılmış diğer güvenlik birimlerine rastlanır. Birimine bağlı olarak polisler üniformalı veya sivil kıyafetli olabilir. Görevin türüne göre, tabanca gibi hafif silahları veya ağır askeri silahları kullanma yetkisine sahip olabilir. Ülkeler arası ve birimler arası farklılıklar olmakla birlikte, polisler genellikle şu hizmetleri yerine getirir: Türkçeye Fransızcadan geçen polis kavramının kökeni Latince "politia" (vatandaşlık, hükümet) ve bundan öncesinde de Yunanca "polis" (şehir) sözcüklerine dayanır. Günümüzdeki anlamda 19. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. Yunanca polis sözcüğü başlangıçta site ve şehirleri, şehirdeki devlet ve hükümet faaliyetlerini ve yönetimini ifade etmekteydi. Bu anlamda polis deyimi, sitenin tüm kamu hizmetlerinin karşılığı olarak kullanılmaktaydı. Tarih boyunca pek çok medeniyette günümüzdeki polis teşkilatına benzer oluşumlar görülür. Roma İmparatorluğu döneminde "İrenark" olarak isimlendirilen, törelerin uygulanmasını gözeten, toplumsal disiplini ve haydutların takibatını yapan görevliler bulunmaktaydı. Ancak "Polis" tabiri modern devlet anlayışının ortaya çıkmasıyla kullanılmaya başlanmıştır. Modern anlamda polis teşkilatının ilk örnekleri 1800‘lü yıllara doğru ortaya çıkan Londra deniz polisi, Glasgow, İskoçya ve Paris Polis Teşkilatları sayılabilir. 1829 yılında kurulan Londra Metropolitan Polis Teşkilatı, suçla mücadele yanında, önleyici polislik anlayışının ortaya konulduğu ilk polis örgütüdür. Kanada Kraliyet Atlı Polisi (RCMP), Kanada Federal Hükumetinin yetki alanı içerisinde görev yapmaktadır. Québec ve Ontario eyaletleri kendi polis teşkilatlarına sahiptir. Bunların dışındaki diğer eyaletlerde Kraliyet Atlı Polisi görev yapmaktadır. Bunun yanında, her il, yerleşim yeri ve belediye Kanada Ceza Kanunu'nu, eyalet ceza kanunlarını uygulamak ve kamu düzenini sağlamak amacıyla kendi polis teşkilatını kurma yetkisine sahiptir. Eğer sayılan bölgelerde bu tipte bir teşkilatı kurulmadıysa, RCMP bu bölgelerde görev ifa etmektedir. İstisnai olarak, Québec polis teşkilatı (SQ) ve Ontario polis teşkilatı (PPO) bu iki eyaletin tamamından sorumludur. Öte yandan, Québec yasalarına göre, ancak nüfusu 50.000 ve üzeri olan belediyeler kendi polis teşkilatlarını kurabilirler. Bunun yanında, Montreal'de, Montreal Şehri Polis Hizmetleri (SPVM) ismiyle bir teşkilat bulunmaktadır. Tüm bu teşkilatlar arasında, bir teşkilat mensubunun suça karışması durumunda veya orantısız güç kullanımı ile ilgili açılan soruşturmaları diğer bir polis teşkilatı yürütmektedir. Kriminal Laboratuvar gibi bir takım teknik uzmanlık gerektiren konularda tüm teşkilatlar müşterek çalışabilmektedir. ABD'de her eyaletin kendine ait polis birimleri vardır. Her eyaletin kendi trafik polisi olduğu gibi bu eyaletlerin büyük kentlerinde, yetki çevresi sadece bu yerleşim birimlerini kapsayan, polis teşkilatı, daha küçük yerleşim birimlerinde ise "şerif" denilen yerel polis organizasyonları vardır. Yerel polis teşkilatlarının şefleri seçimle göreve gelirler. Bunun yanında ulusal temelde suçlara bakan adli polis görevi yanında iç istihbarat hizmeterini yürüten, Adalet Bakanlığına bağlı Federal Soruşturma Bürosu (FBI), 2003 yılına kadar Hazine Bakanlığı'na bağlı iken daha sonra İç Güvenlik Bakanlığı'na bağlanan, kalpazanlıkla mücadele ve devlet başkanı ve yardımcısını korumak ile görevli "Birleşik Devletler Gizli Servisi" (USSS),
Adalet Bakanlığına bağlı olarak görev yapan USMS "(US Marshals Service)", Başkent Washington'da Savunma Bakanlığına bağlı olarak görev yapan USPPD (US Pentagon Police) gibi ulusal polis teşkilatları vardır. Fransa'da polis, Fransız Devrimi ile birlikte tanımını bulmuştur. 1789 tarihli "Vatandaşlık ve İnsan Hakları Bildirgesi"'nin 12. maddesinde 'İnsanlık ve vatandaşlık haklarının korunması amacıyla bir kamu gücüne ihtiyaç vardır. Ancak bu güç, kamu menfaatleri için kullanılabilir, kişisel çıkarlar için kullanılamaz' ifadesi yer almıştır. Fransız hukukunda polis teşkilatı hizmet sınıflandırmasında temelde ikiye ayrılır. Bunlar "İdari Polis" ve "Adli Polis"tir. İdari Polis genel kamu düzeninin sağlanması amacıyla koruyucu tedbirler almakla yükümlü olmasına rağmen Adli polis bir suçun işlenmesi durumunda, delillerin toplanması, faillerinin ortaya çıkarılması konusunda görev yapmaktadır. Türkiye örneğinde de olduğu gibi bu iki görev ayrımı net olmamakla birlikte daha çok emri veren makamın adli ve idari olmasına bağlıdır. Türkiye'de de Polis Teskilatı yapılan görevin niteliğine göre bazen adli, bazen de idari olabilmektedir. Mesela, bir il veya ilçenin mülki amiri, o ilde gerçekleştirilen bir etkinlik sırasında polis merkezinde çalışan bir polisi bu etkinliğin güvenliği için görevlendirdiğinde bu polisin yaptığı hizmet "idari" sayılırken, aynı polisin bir suç soruşturmasında, Cumhuriyet Savcısı veya mahkemelerin vermiş olduğu bir talimatı yerine getirirken yapmış olduğu hizmet "adli" polislik hizmeti sayılmaktadır. Aynı durum Fransa için de geçerlidir. İsviçre'de üç ayrı polis organizasyonundan bahsedilebilir. Bunlar, Federal Polis, Kanton polisleri ve büyük şehirlerde görev yapan polislerdir. Esasen Federal Polis daha çok idari bir göreve sahip olmakla birlikte kanton polisleri arasında koordinasyon sağlamaktadır. İşin büyük kısmını kanton polisleri ve "Police Municipale" olarak adlandırılan şehir polisleri yerine getirir. 1829 yılında kurulmuş olan dünyanın modern anlamda ilk polis teşkilatlarından birisidir. Scotland Yard'a bağlı olarak, Londra şehri hariç (Londra'nın kendi polis teşkilatı vardır) Greater London bölgesinde yaklaşık 1578 km alanda görev yapar ve 7.4 milyonluk bir nüfusa hizmet sunar. MPS, aynı zamanda Terörizmle Mücadele alanında birimler arasında koordinasyon, Birleşik Krallık Kraliyet Ailesi ve hükumetini koruma görevlerini de üstlenmiştir. 2011 Ekim ayı itibarıyla aktif hizmet yapan polis sayısı 48,661 memurdur. Türk Polis Teşkilatı modern anlamda 10 Nisan 1845 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Halen 1937 tarihli ve 3201 sayılı "Emniyet Teşkilat Kanunu"'na dayanarak örgütlenmiş ve 1934 tarihli 2559 sayılı "Polis Vazife ve Sâlahiyet Kanunu" ile yetkilendirilmiş bir teşkilattır. İçişleri Bakanlığı'na bağlı bir genel müdürlüktür. Merkezde Daire başkanlıkları, taşrada İl ve İlçe Emniyet Müdürlükleri olarak örgütlenmiştir. Daha çok suç olmadan önce önleme işi ön plandadır. Yaklaşık olarak 250.000 personeli ile görev yapmaktadır. Sahil Güvenlik Teşkilatı ( Sahil ve Denizlerde ) ve Jandarma teşkilatı ( köy ve kırsal alanlarda ) ile bölge paylaşımı yapılmış ve sadece il ve ilçe merkezlerinde ( polis ) görev yapmaktadır. Strategem Strategem, İsviçreli yazar ve avukat Harro von Senger tarafından yazılmış bir kitaptır. Çeşitli Avrupa dillerine çevrilmiştir. Çinlilerin yüzlerce nesilde topladığı ve 36 kategoriye sistematik bir şekil veren tedbir, hile, tuzak ve kandırma konularını ele alır. Strategema kelimesini ilk olarak eski Roma memuru Sextus Julius Frontinus bir kitabında kullandı. Diğer anlamı Eski Yunanca "strategos" yani başkomutan'dır. Akça Koca Akça Koca, Osmanlı Devleti'nin kurucularından, Osman Gazi'nin silah arkadaşlarından olup, Orhan Gazi'ye de lalalık yapmıştır. Takrîben 1320 senesinde İzmit ve çevresinin fethi ile görevlendirilmiştir. Akça Koca Sakarya çevresine ve İzmit'e yaptığı akınlarla buralarda bazı kaleleri elde etmiş Ayan Gölü (günümüzde Sapanca Gölü) tarafındaki palankayı alarak kendisine karargâh yapmış ve daha sonra Ermenipazarı ve Kandıra'yı zaptetmiş ve aşiret beylerinden Konur Alp ile birlikte Aydos ve Samandıra'yı almışlardır. Samandıra kalesi Akça Koca'ya mülk olarak verilmiştir. İzmit ile Üsküdar arasındaki bütün Türk başarıları Akça Koca ile Abdurrahman Gazi'nın faaliyetleri sayesinde temin edilmiştir. Akça Koca'nın vefatı 1326'dan sonra olup kabri Kandıra'da bir tepe üstündedir. Bunun adına nisbetle İzmit vilayetine Kocaeli denilmiştir. Cumhuriyet döneminde Düzce'ye 50 km mesafedeki Akça Șehir'e Akçakoca ismi verilmiștir. Akça Koca'nın oğlu Hacı İlyas ve torunu Gebze kadısı Fazlullah, Osmanlı Devletinde önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Çandarlı ailesi Çandarlılar ("Çandarlı ailesi"), yetiştirdikleri dört büyük sadrazam ile Osmanlı Devleti'nin Kuruluş Döneminde gerek askeri ve gerek idari ve siyasi alanda teşkilatlandırılmasında birinci derecede rol oynayarak büyük emekleri geçmiş, İstanbul'un fethi öncesindeki yaklaşık yüz yılın isimleriyle birlikte anılmasına yol açmış bir ailedir. 15. yüzyıl sonlarında ailenin bir diğer ferdi de kısa bir süre için sadrazamlık yapmıştır. Ailenin kökeni Ankara'nın Nallıhan ilçesinin Cendere köyüne uzanmaktadır. Bu aileden ilk tanınan şahsiyet, ilmiye sınıfından yetişmiş olan kadılığı ve kazaskerliği zamanında Çandarlı Kara Halil Efendi, vezirliği döneminde de Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa ismiyle anılan devlet adamıdır. Babasının adının Ali olduğunu tesislerinin kitabelerinde görmekteyiz. Kara Halil Efendi 14. yüzyılda Anadolu'da yer yer geniş teşkilata sahip olan Ahilerden olup, aynı zamanda da, Osman Gazi'nin kayınpederi olan, Ahi reislerinden Şeyh Edebalı'nın akrabasıydı. Medrese tahsili görmüş olan Kara Halil, güçlü bir ihtimale göre Orhan Gazi zamanında Bilecik kadısı olmuş ve daha sonra İznik 'te kadılık etmiş ve oradan da Osmanlı beyliğinin merkezi Bursa'nın kadılığına tayin edilmiştir. Osmanlı vekayii kısmında görüldüğü üzere Kara Halil Efendi bu hizmette bulunduğu sırada beyliğin ilk askeri teşkilatı olan yaya ve müsellim teşkilatını kurmuş ve bu suretle aşiret kuvvetlerinden muntazam askeri teşkilata doğru bir adım atılmıştır. Bu yeni asker ilk Osmanlı fetihlerinde önemli bir etken olmuştur. I. Murad'ın [1362]'de padişah olması üzerine Kara Halil Efendi, Osmanlılarda ilk defa oluşturulan kazaskerlik makamına getirilmiş ve bu ilmiye mesleği en yüksek kadılık sayılmıştır. Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa'nın tavsiyesiyle savaşta esir düşen genç hıristiyanların Türk köylüsünün yanına verilmek suretiyle İslam terbiyesi üzere yetiştirilip, Türkçeyi de öğrendikten sonra acemi ocağına verilmesi ve oradan da yeniçeri olmaları usulü kabul edilmiş ve bu suretle ilk düzenli Osmanlı yaya ocağı kurularak bu ocağa Yeniçeri Ocağı denilmiştir. Böylece Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa Yeniçeri Ocağı'nın ve devşirme sisteminin kurucusu olmuştur. Aynı dönemde alim Karamanlı Kara Rüstem'in ikazı ve Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa'nın padişaha arz etmesi üzerine maliye teşkilatı kurulmuş, ve yeni kurulan Yeniçeri Ocağına harpte esir edilerek olanlardan beşte birinin devlet hesabına alınması ve esire ihtiyaç olmadığı zamanlarda ise beşte bir esir akçesi alınması kanun olmuştur. Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa 1372'de Sinanüddin Fakih Yusuf Paşa'dan sonra vezir olmuştur. İlk Osmanlı vezirleri askeri işlerle pek meşgul olmamışlardı. Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa'nın Selanik'in alınmasında, Makedonya ve Arnavutluk prenslerinin aralarındaki ilişkilerde oynadığı belirleyici rol, kendisinden sonra gelen Osmanlı başvezirlerinin hem idari ve hem askeri işlerle sorumlu olmaları sonucunu doğurmuştur. Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa'nın 1387'de Vardar Yenicesi ordugahında hastalanarak Serez'e getirilip orada ölmesiyle, Karamanoğulları üzerine sefer hazırlığı içindeki Osmanlı Devleti'nin başvezirliğine oğlu Çandarlı Ali Paşa getirilmiştir. Osmanlıların aşiret teşkilatını devam ettirmesini isteyen, hazine ve askeri teşkilatına aleyhtar olan tarihler istisna edilecek olursa, diğer yabancı ve Türk tarihçiler Çandarlı Ali Paşa'nın da yüksek kudret ve kabiliyetlerinden bahsetmektedirler. İznik'te Yeşil Cami adı verilen camii ile imareti, Gelibolu'da ve Serez'de camileri vardır. 1387'den 1406'a kadar I. Murat, Yıldırım Bayezid ve Süleyman Çelebi'nin yanında 19 yıl vezirlik yapmıştır. Kosova Meydan Muharebesi'nde 1. Murat öldürüldükten sonra Yıldırım Beyazıt'ı tahta çıkaran odur. Babası gibi teşkilatçı ve kuvvetli bir idareci olduktan başka Bulgaristan'ın fethinde de mahir bir kumandan olduğunu göstermiştir. Yıldırım Beyazıt'ın Timur ile doğrudan savaşmadan önce, çete ve müdafaa harbi yapmak suretiyle, hareket üssünden çok uzakta olan Timur kuvvetinin yıpratılmasını tavsiye etmiş ise de Yıldırım Beyazıt bu görüşünü kabul etmemişti. 1402'de Ankara Savaşı nin kaybedilmiş olduğunu gören Ali Paşa, büyük şehzade Süleyman Çelebi'yi alarak kaçmış, önce Bursa'ya, ve oradan Gemlik yoluyla Edirne'ye varmıştır. Çandarlı Ali Paşa, Osmanlı şehzadelerinin saltanat mücadelelerinde Süleyman Çelebi'nin vezir-i azamı olarak ve bütün idareyi kendisine bırakmış olan şehzadenin adına bir hükümdar gibi faaliyette bulunmuş ve Sivas, Amasya, Tokat tarafları hariç olarak Emir Süleyman'ın hakimiyetini Anadolu ve Rumeli'de muhafaza etmeye muvaffak olmuştur. Ali Paşa'nın 1406'da ölümüyle Süleyman Çelebi'nin taht adayı kardeşler içindeki üstün konumu bozulmuştur. Ayrıca, Yıldırım Beyazıt zamanında, Ali Paşa'nın tavsiyesiyle, kadılara baktıkları davalardan muayyen bir ücret tahsis edilerek rüşvet almaları önlenmiştir. Tarihler değerini ve hizmetini takdir etmekle beraber Sultan Beyazıt'ı içkiye alıştırmasından dolayı kendisini kusurlu görürler. Çandarlı Ali Paşa'nın evladı olmadığından Bursa'da yaptırmış olduğu camii ile zaviyesinin mütevelliliği ve nazırlığını Bursa kadılarına bırakmıştır. Osmanlı saraylarında ve vezir dairelerinde içoğlanı adıyla hademe bulunmasını Ali Paşa ihdas etmiştir. Mezarı İznik'te babasının türbesindedir. Ç
ok cömert olduğunu tarihler yazarlar. Bu dönemde ailenin servetinin hükümdar ailesinin servetine eşdeğer hale geldiğini de burada belirtmek gerekir. Ali Paşa'nın kardeşlerinden Çandarlı İlyas Paşa, Yıldırım Beyazıt zamanında beylerbeyi iken vefat etmiş ve diğer kardeşi Çandarlı İbrahim Paşa ise ilmiye sınıfından yetişerek kardeşi Çandarlı Ali Paşa'nın vezirliğinde Bursa kadılığı yapmış ve Çandarlı Ali Paşa'nın Aralık 1405 tarihli vakfiyesini düzenlemiştir. Bazı tarihlere göre Musa Çelebi'nin Rumeli'deki hükümdarlığı zamanında Edirne'de bulunmuş ve sonra Çelebi Mehmet'in yanına gelmiş, ona kazasker ve 1420'den evvel ikinci vezir olmuştur. 1421'de II. Murad'ın tahta geçişi sonrasında şehzade Mustafa Çelebi (Yıldırım Beyazıt'ın oğlu) vakasında birinci vezir Beyazıt Paşa'nın ölümü üzerine Çandarlı İbrahim Paşa vezir-i azam olmuş, bu görevi 25 Ağustos 1429'da vefatına kadar sürdürmüştür. İznik'te kendi türbesinde gömülüdür ve yine İznik'te bir imareti vardır. Kendisi, babası ve biraderi gibi ordu kumandanlıklarında bulunmamış fakat iyi idaresiyle kudret ve nüfuzunu muhafaza etmiştir. İznik'te bir sarayı olup, II. Murat'ın kardeşi Küçük Mustafa Çelebi, saltanat davasiyle ortaya çıkıp İznik'i alınca İbrahim Paşa sarayında oturmuştur. İbrahim Paşa'nın iki oğlu vardı. Kazasker bulunan büyük oğlu Çandarlı Halil Paşa babasından sonra vezir-i azam olmuş ve ümeradan bulunan küçük oğlu Çandarlı Mahmud Çelebi de Sultan I. Mehmed Çelebi'nin dokuz kızından biri, II. Murad'ın kızkardeşi, Fatih Sultan Mehmet'in de halası olan Hafsa Sultan'la evlenmiş ve bundan çocukları olmuştur. Çandarlı Mahmud Çelebi'nin devletteki en yüksek görevi Bolu Mutasarrıflığı olmuş, bir Sırbistan seferinde esir düşmüş, sonradan Sırplarla yapılan anlaşmanın maddelerinden biri de onu kurtarmaya yönelik olmuştur. Halil Paşa da, babası gibi II. Murat zamanında bütün kuvveti elinde bulundurmuştur. 1444'deki Edirne-Segedin muahedesinden sonra II. Murad'ın saltanattan çekilmesi üzerine yerine hükümdar olan oğlu Manisa valisi II. Mehmed'e de vezir-i azam oldu. Fakat on üç yaşında bulunan çocuğun hükümdarın lalası Zağanos Paşa 'nın teşvikiyle lüzumsuz emirler vermesinden dolayı sıkılmıştır. Çünkü kendisi Sultan Murat zamanında serbestçe hareket ettiğinden işine müdahaleyi istemiyordu. Bu sırada muahedenin bozulması üzerine yeni bir Haçlı Seferi yapıldığından, padişahı, ordunun başına babasını davete icbar etti, Sultan Murad başkumandan sıfatiyle gelerek Varna muharebesi ni kazandı ve Edirne'ye dönüşte Halil Paşa'nın tesiriyle oğlunu Manisa 'ya göndererek ikinci defa hükümdar oldu. II. Murad bir süre sonra tekrar saltanattan çekilerek Manisa'ya gidip şehzadesini ikinci defa hükümdar yaptı. Bundan birkaç ay sonra Edirne yangını ve onu müteakip yeniçerilerin ayaklanması hadisesi vukua geldi. Devletin kuvvetli ellerde bulunması zaruretine karşı Halil Paşa, saltanata gelmek arzusunu gösteren Sultan Murad'ı gizlice Edirne'ye getirterek üçüncü defa hükümdar yaptırdı. Bu haller genç hükümdar Sultan Mehmed 'in Halil paşa'ya karşı gücenmesine sebep oldu ise de, elinde henüz bir şey yapacak kudret yoktu. II. Murat 1451'de vefat edince Fatih Sultan Mehmet üçüncü kez hükümdar oldu ve hemen İstanbul'un fethine hazırlandı. Çandarlı Halil Paşa, bu teşebbüse karşı Avrupa'da yeni bir Haçlı Seferi'nin düzenlenmesinden çekindiği için bu işe pek taraftar değildi. Çünkü üç haçlı seferini görmüş ve büyük tehlikeler atlatılmış olduğu için yine büyük bir haçlı hareketi vukua gelmesinden çekinmekteydi. İstanbul muhasarası esnasında Macarların muhasaranın kaldırılması hususunda tehdidi vukua geldi; papanın otuz donanma göndermekte olduğu haber alınmıştı; işte bu sırada son bir gayretle İstanbul alındı; Fatih Sultan Mehmed bu zafer şenlikleri esnasında kendisini iki defa saltanattan indirmiş olan Halil Paşa'yı Bizans'tan rüşvet aldı propagandasiyla İstanbul veya Edirne'de idam ettirerek intikam aldı ve kaydadeğer malvarlığına elkoydu (1453). Çandarlı Halil Paşa böylece idam edilen ilk Osmanlı sadrazamı oldu. 24 sene süren vezir-i azamlığından sonra, cesedi oğlu Çandarlı İbrahim Çelebi tarafından İznik'e götürülerek gömüldü. Ege sahilinde Çandarlı Körfezi ağzındaki kale Çandarlı Halil Paşa tarafından yaptırılmış olup, körfez ve Çandarlı ilçesi onun adını taşımaktadır. Adına bazı eserler telif ve tercüme olunmuştur. Halil Paşa'nın katlinde bir oğlu Çandarlı Süleyman Çelebi kazasker ve diğer oğlu Çandarlı İbrahim Çelebi Edirne kadısı idiler. Çandarlı Süleyman Çelebi kazaskerlikten azledilerek 1455'den sonra vefat etmiştir. İbrahim Çelebi ise uzun zaman Edirne kadılığında bulunmuş ve bir ara Amasya'da bulunan şehzade Beyazıt'a lala tayin edilmiş, sonra kazasker olmuş, 1486 Şubatında Rumeli kazaskeri iken vezir ve 1498'de Çandarlı İkinci İbrahim Paşa adıyla sadrazam olmuştur. Bir sene sonra İnebahtı seferinde vefat ettiğinden cesedi İznik'e götürülüp gömülmüştür. Çandarlı ailesinin Halil ve İlyas Paşa'larla Mahmud Çelebi kollarından yürüyen torunları zamanımıza kadar gelmişlerdir. Büyük tarihçi Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı 'ının eşi Safiye Hanım Çandarlılar soyundan olup Uzunçarşılı eşinin ailesinin soyağacı hakkında "Vezir Ailesi" isimli bir çalışma yapmıştır. Çandarlı ailesinin 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İznik'e yerleşerek toprak sahibi bir küçük merkez ailesine dönüştükleri anlaşılmaktadir. İznik'teki Çandarlı Kara Halil Paşa türbesinde Kara Halil Hayrettin Paşa ve oğlu Ali Paşa'nın yanı sıra, bahçenin batı mekanında kitabesi bulunmayan ve sade tarzda inşa edilmiş, iki büyük boyutlu erkek, sekiz kadın ve altı tane de çocuk mezarı bulunmaktadır. Bazı kaynaklarda bu mezarların Halil Hayreddin Paşa sülalesinden gelip 1439'da ölen Fatma Hatun, 1493 yılında vefat eden Çandarlı Davut Çelebi, 1561'de ölen Sili Han, 1785'te ölen Çandarlı Osman Bey, 1789'da vefat eden Çandarlı Ali Bey ile 1835'te ölen Azime Hatun'a ait olduğu kayıtlıdır. Günümüzde ailede Çandarlı Mahmut Çelebi kolundan gelenler Çandar, diğer koldan gelenler Çandaroğlu soyadını kullanmaktadır. Bir torun, 1920'li yıllarda İznik Belediye Başkanlığı yapmış Ali Çandar'dır. İznik'te bir sokağa adı verilen Ali Çandar'ın Sıdıka Hanım'la evliliğinden Necmiye, Meziyet ve İhsan adında üç çocuğu doğmuştur. İhsan Çandar ailede yüzyıllar sonra İznik dışına çıkan ilk kişi olmuş, Ankara Hukuk Fakültesi'nde eğitimini tamamladıktan sonra, Malatya, Niğde, Aksaray ve Ankara'da savcılık ve hakimlik yapmış, sonradan da Et Balık Kurumu'nun beş kurucusundan biri olmuş ve genel müdürlüğünü yapmıştır. Gazeteci Cengiz Çandar'ın babasıdır. Kaşpınar, Ağın Kaşpınar, Elâzığ ilinin Ağın ilçesine bağlı bir köydür. Eski Kaşpınar ve çevresinin tarihteki yeri: Arkeoloğ Richard P.Harper başkanlığında 1968 yılında Pağnik Öreni, Roma Kalesi ve Tunç Çağı Höyüğü'de yapılan kazılarda, ilk Tunç Çağına dek inen kalıntıların yanında bir mezar, Roma Kalesi'de üç kule, çeşitli sikkeler, yazıtlar, kıymetli taşlar ve seramikler bulunmuştur. Köyün evresi ise şöyle: Yaşlı kişilerin anlattığına göre, Arapkir'in Onar Köyü'nden gelen aileler, ilk önce "Eski Köy" ü, daha sonra da baraj gölü altında kalan köyle birlikte nehir kenarındaki mahalleyi kurarlar. 1800'lü yıllarda nehir kabarır ve mahalle su altında kalır. Bu olay üzerine aileler köye taşınırlar, böylece köy kurulur. Kaşpınar 1900'lü yıllarda 80 hane iken, cumhuriyet döneminde halkın kentlere göç etmesi sonucu 40 haneye kadar düşmüştür. 1971'de baraj gölünün oluşması sonucu, köyün tümü, topraklarınında %90'ı sular altında kaldı. Halkın büyük bölümü çevre illere yerleşti, bir kısmı da Ağın-Elâzığ yolunun geçtiği platoda, köyün merası olan "Dağun Ağacı" denilen yerde 18 hanelik yeni Kaşpınar Köyü'nü kurdu. Köy sakinleri Türkmen'dir.Köyde halen yaşlı birkaç aile dışında kimse yoktur. Son yıllarda tersine göçte başlamış ve emekliliğini geçirmek ve ilkbahardan sonbahara kadar kalmak amacıyla yeni birçok evde yapılmaya başlanmıştır.Köy etnik bakımdan Türkmen asıllıdır. TÜRKMEN kültür gelenek ve görenekleri yaşanmaktadır. Köye cami dışında kültürel bir kurum olarak ilkokul, Köy Enstitüleri ile geldi. Böylece, köy çocukları Ağın İlkokuluna gidip gelmekten kurtuldu. Ayrıca öğretmenin radyosu ve yabancı olarak ailesi, kapalı kutu içinde olan köylünün ufkunu biraz genişletti. Sosyal ilişkileri daha da pekiştirdi. Köylüler, işten arta kalan zamanlarını, köyün kapısı açık biricik komşusu "Şoför Emi'nin (Hacı Mehmet Doğan)" komşular ve yabancılar için sürekli açık tuttuğu odasında sohbet ederek değerlendirir ve sabah namazında yine buluşmak üzere, yatsı namazının ardından evine dağılırdı. Yeni Kaşpınar'da, kurulduğu yıllarda açılan ilkokul, öğrenci yokluğundan 1977'de kapandı. Yeni Kaşpınar Köyü, eski köye nazaran insan gücü yönünden fakir, ama imkân yönünden zengin durumda. Yaz aylarında tatillerini geçirmek ve yaşlı yakınlarını ziyaret etmek maksadıyla gelen gurbetçiler, hem köyü şenlendiriyorlar, hem de yakındaki gölden deniz ihtiyaçlarını tatmin ediyorlar. Böylelikle kültürel eğilim de yükseliyor. Elâzığ iline 83 km, Ağın ilçesine 2 km uzaklıktadır. Keban Baraj Gölü'nden önceki Kaşpınar'ın sınırları: Doğusunda Fırat(Karasu), batısında Ağın Merkez ilçe, kuzeyinde Şenpınar Mahallesi, güneyinde Dürümlü Köyü vardı. Köy, baraj oluşunca sular altında kaldı. Yeni kurulan Kaşpınar Köyü, Ağın'dan Feribot İskelesine giden yolun kenarında, göl kıyısındadır. Kaşpınar'ın eski adı Pağnik tir. Köyün iklimi, karasal iklim etki alanı içerisindedir. Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamasının yanı sıra taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Köyün hem içme suyu şebekesi hem kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Harput Harput, Elâzığ'da bulunan bir antik kenttir. MÖ 20. yüzyıldan kalıntılar bulunmaktadır. Antik Harput yerleşim alanı, bir açık hava müzesi gibidir. Müzesi, kalesi, camileri, kilisesi ve Buzluk Mağarasıyla günümüzde bir turizm merkezidir. Har
put'ta ilk yerleşim MÖ 2000 yıllarında Hurriler tarafından inşa edilen Harput Kalesi çevresinde başlamıştır. Kale etrafında başlayan bu yerleşimler artınca şehir etrafı surlarla çevrilerek korunma sağlanmıştır. Hurriler'den sonra bölge Hitit hakimiyeti altına girmiştir. Çok uzun sürmeyen Hitit hakimiyetinden sonra MÖ 9. yüzyıldan itibaren Doğu Anadolu'da devlet kuran Urartular Harput'da uzun süre hüküm sürmüştür. Harput ve çevresi, 1085 yılında Türklerin eline geçmiştir. Bundan sonra İlhanlıların, Dulkadiroğullarının, Akkoyunluların, Safevilerin eline geçmiş ve 1516 yılında Çaldıran Savaşı'ndan sonra Osmanlı Ordusu tarafından fethedilmiştir. 1906 yılında Osmanlının en son yaptığı nüfus sayımına göre Harput'un merkez nüfusu 15.000, bunun 9000 kişilik kısmı müslüman çoğunlukla Türk, 6000 kişi gayrimüslim çoğunlukla Ermenilerden oluşmaktaydı. 1915 tehcirinden sonra Ermenilerin tamamına yakını çoğunlukla Suriye'ye (Halep çevresine) gönderilmiştir. Tehcirden evvel ise göçler daha çok Amerika Birleşik Devletleri'ne olmaktaydı. Surguroğlu; Harput adının kökeninin "Har-pu-ta-va-nas" veya "Har-pu-ta-aş" kelimelerinden türediğini, bu kelimelerin ise "Ga-ar-ba-ta" veya "Har-pu-ta-aş" adlı bir tanrı/tanrıça veya lider adından gelme olabileceğini belirtirse de, bu isimlerin nerede yer aldığını ve hangi kültüre ait olduğunu belirtmez. Bütün bu açıklamaların aksine Nurettin Ardıçoğlu, Harput'un en eski adının "Carcathiocerta" olduğunu belirtirken; "Carcath=şehir", "Certa=kale" anlamlarını koyarak, Carcathiocerta / Karkathiokerta adının "Şehir kale" anlamına geldiğini söylemektedir. Net ve bilimsel olmayan bu isim kökeni açıklamaları ile birlikte, tarihsel gelişim sürecinde Harput kenti; çeşitli kaynaklarda Hartabert / Hartabird / Khartabirf, Haratparat, Hısn-ı Ziyad / Hisn Ziyad / Hısn Zait / Hesna de Ziyad, Zaid / Zait, Ziata Castellum, Karkathioker-ta/Carcathiocerta, Hasan Ziyad, Kharpot/ Kharpote/ Kharpeta/ Karpata", Quartapiert/Quart-Piere, Harputaş, Kharpert/ Kharberd/ Karbed/ Harberd/ Garpert/ Harbert/ Hoiberd, Harpote, Kharput/Karput, Hayr al-buyut, Harputauanas, Harpurt/Harpurd, Hartpirt/ Hargirt/ Harbit/ Harbirt/ Harbid/ Harbut, Herburt/ Herbrut/ Herput/ Herprut, Handzit/Hinzit, Ilüsnüziyad gibi adlarla anılmıştı. Bu isimlerin pek çoğu birbirine benzer. Özellikle "Har", "Her" veya "Khar" kökenli isimler, tek grupta bir araya gelebilir. Hatta biraz zorlamayla "Quar" köklü isimleri de bu gruba eklemek mümkündür. "Hısn-ı Ziyat/ziyad" ve "Ziata Castellum" isimlerindeki "Ziyat/ziyad/ziata" kelimeleri, "kale" anlamına gelen "Castellum" ve "Hısn" kelimeleri ile birleşerek, "Ziyad kalesi" anlamında kullanılmıştır. Üç kaynakta rastlanılan "Hasan Ziyad" ismi ise, olasılıkla "Hısn-ı ziyad" dan bozularak kullanılmış olmalıdır. Bütün bu isimler dışında olup, en farklı isimleri oluşturan "Carcathiocerta / karkathiokerta", Sophane bölgesinde bir kent adı olarak anılsa da"; bunu kanıtlayacak verilerimiz yoktur. "Hayr al-buyut" ve "Handzît/Hinzit" isimlerinin kökeni anlaşılamamıştır. "Hüsnü ziyad" adı ise, Muaviye Döneminde Harput'ta valilik yapan "İbni Ziyad"a bağlanmaktaysa da, konuya ilişkin net bilgi bulunmamaktadır. Harput' da karasal iklim egemen olup, kışlar soğuk ve yağışlı, yazlar ise sıcak ve kurak geçmektedir. Rakımı sebebiyle, ovada bulunan Elazığ merkezine nispeten daha soğuktur. Harput'a karayolu ile her yerden rahat ulaşım sağlanır. Elazığ Belediyesi saat başı otobüs seferleri düzenlemektedir. Demiryolu ulaşımı da mevcuttur. Yöreye en yakın havalimanı Elazığ Havalimanıdır. Elâzığ - Bingöl Karayolu 8. km'sinde yer almaktadır. Ulaşım Havaş Servisleri ile özel taksilerle sağlanmaktadır. Müzede Elâzığ ve Harput civarında bulunan tarihi eserler sergilenmektedir. Bunlar arasında kitabeler, İçme Höyüğü buluntuları ve çeşitli etnoğrafik eserler yer almaktadır. (Nisan 2003'ta kapatılmış olup 2008 yılı itibarıyla halen kapalıdır. Son zamanlarda tamamen yıkılması gündemdedir.) Elazığlı iş adamı Şefik Gül'ün kendi adına yaptırdığı Şefik Gül Kültür Evi, Ulu Caminin bitişiğinde halkın ziyaretine ücretsiz olarak açık tutulmaktadır. Son yıllarda vücuda getirelen yapılardandır. Butik Otel, lokanta, şark köşelerinden oluşmaktadır. Yörenin kültürünü yansıtması açısından önemlidir. Elâzığ-Harput mutfağı yörenin özelliklerine bağlı olarak çok büyük çeşitlilik ve zenginlik gösterir. İlin kendine has ve kendi ismiyle anılan pek çok yemeği vardır. Bu yemekler Türkiye'nin birçok yöresinde Elâzığ yemeği olarak yapılmaktadır. Kellecoş, İşgene, Harput köfte, içli köfte, taş ekmeği, peynirli ekmek (peynir ve şeker), patile, fodula, gömme, ufalama, sırrın, keşkek, tahana, orcik, dut pekmezi, tulum peyniri, şavak peyniri, söğürtme, ışkın, pirpirim, Heside, Gaygana, Pestilli Yumurta, çiğ köfte, Dolangel, Kalbur Hurması, dilber dudağı, Elâzığ'a has yemek ve tatlılara örnek olarak verilebilir. Yöreye ait üzüm ve cevizden yapılan orcik ve pestil, tulum peyniri, dut unu, çedene kahvesi veya lezzetli buzbağ şaraplarından, el sanatları ürünleri, iğne oyaları, yerel halılar, kilimler, bakır ve yemenilere. Zengin bir folklor çeşitliliğine sahiptir Türkiye'de en çok bilinen çayda çıra oyunu mumla oynanan Elazığ iline has bir oyundur. Bu oyun Dünya da "mumlu dans " olarak tanınır. Ayrıca Elazığ halayı, temirağa, avreş, nure, keçike, ağır halay, delilo... yine Elazığ'a has oyunlardır. "Dil Folkloru Açısından Harput Ağzı" adında yayınlanmış bilimsel bir kitabı bulunan ünlü folklor araştırmacısı ve müzik sanatçısı Fatih Kısaparmak da, aslen Harputludur. Terörizm Terör ya da terörizm ya da Yıldırıcılık ,siyasal, dinsel ve/veya ekonomik hedeflere ulaşmak amacıyla sivillere; resmî, yerel ve genel yönetimlere yönelik baskı, yıldırma ve her türlü şiddet içeren yolun kullanımını ifade eden terim. Hükümetlere veya kuruluşlara göre değişmekle birlikte, terör uygulayan organize çeşitli gruplara terör örgütü; terör uygulayan şahıslara ise terörist ya da yıldırıcı denilmektedir. Bununla birlikte bu ifade oldukça tartışmalı bir kavram olup üzerinde akademik ya da uluslararası fikir birliği yoktur. Gücünü ve yetkilerini kötüye kullanan devletler de devlet terörizmi kapsamında, savaş suçları ya da insan hakları ihlalleri nedeniyle bu kavramla yargılanabilmektedir. Birçok akademisyen çeşitli hükümetlerin eylemlerinin de "terörizm" olarak damgalanabileceğini belirtmiştir. Türkçeye, Fransızca ""terreur"" sözcüğünden geçmiş olan terör sözcüğü Latince kökenlidir (Latince "terror"). Latince ""terror"" sözcüğü, ""terreo"" fiilinden türemiştir. ""Terreo"" fiilinin anlamı ""korkutuyorum""dur. Buradan türeyen "terror" ise ""büyük korku, dehşet, dehşet veya korku objesi"" gibi anlamlara gelir. Fransızca Petit Robert sözlüğünde ""Bir toplumda bir grubun halkın direnişini kırmak için yarattığı ortak korku"" olarak tanımlanır. Oxford İngilizce Sözlük'te ""Genellikle siyasal nedenlerle, halkın gözünü korkutmak ve halkı yıldırmak için dehşet öğesini kullanmak"" olarak tanımlanır. Türk Dil Kurumu Sözlüğü'nde, ""Yıldırma, cana kıyma ve malı yakıp yıkma, korkutma, tedhiş"" olarak tanımlanır. Literatürde terör sözcüğü bazen şiddet veya siyasal şiddet kavramlarıyla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Türkiye’de yıllarca teröre karşılık olarak anarşi sözcüğü kullanılmış, son yıllarda bu sözcük terk edilerek "terör" sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır. ""Anarşi"" sözcüğü Yunanca kökenlidir. Yunanca sözcük "başsız, yöneticisiz" anlamına gelir. Anarşi sözcüğü Oxford İngilizce Sözlük'te ""yetke yoksunluğundan veya yetkenin ve diğer yönetim mekanizmalarının tanınmamasından doğan düzensizlik durumu"" olarak tanımlanmıştır. Arapça kökenli "tedhiş" sözcüğü de zaman zaman terör anlamında kullanılır. "Tedhiş" sözcüğü, ""korku salma, yıldırma"" anlamlarına gelir. Terörizm, “Disasters: Terrorism” adlı kitabında, “What is Terrorism?” başlığı altında Ann Weil tarafından da şu şekilde tanımlanmıştır: “Terörizm; rastgele seçilmiş ya da sembolik değeri olan kurbanların, şiddetin aracı olarak seçildikleri bir savaş yöntemidir. Bu araçsal kurbanların kurbanlaştırılmaları, mensup oldukları grup ya da sınıf içerisindeki yerlerine bağlıdır. Böylece, söz konusu grup ya da sınıfa mensup olan diğer bireyler de, kronik bir terör korkusunun içine itilmiş olurlar”. "Terör" sözcüğünün tanımına ilk defa Fransız Devrimi yeni bir boyut kazandırır. Fransız Devrimi'nin ilk yıllarında Fransa'da yürütme yetkisine sahip Convention, ülkenin dış güçler tarafından işgal edilmesine duydukları endişeden dolayı ve içteki sivil huzursuzluğun devrime zarar verebileceğini düşündükleri için olağanüstü önlemler alma gereği görürler. Bu amaçla kamu güvenliğinden sorumlu komiteyi ("Comité de salut public") neredeyse diktatörlüğe varan yetkilerle donatırlar. 5 Eylül 1793 günü Convention bir bildiri ile devrim karşıtlarına karşı "Terör"ü ("la Terreur") açıklar: "Komplo kuran tüm kişileri dehşete düşürmenin zamanı geldi. Kanun adamları, "Terör"ü başlatın." Kamu güvenliğinden sorumlu komitenin başındaki Maximilien Robespierre "Terör"ün ateşli bir savunucusu olacaktır ve görevlendirilmesinden bir yıl sonra, 28 Temmuz 1794 günü despotluk suçundan idam edilene kadar binlerce kişinin infazına öncülük edecektir. "Terör", yargısız karar verilen idamlara kadar giden uygulama şekli ve halk üzerinde bıraktığı korku ile tarihe devlet eliyle gerçekleştirilmiş bir terör örneği olarak geçer. Terörün sınır aşan bir hal alması halinde uluslararası terörizm ile karşı karşıya kalınır. Ancak son dönemde 'uluslararası terörizm' kavramı daha çok birden fazla ülkeyi hedef alan veya birden fazla ülkede aynı anda birbirine yakın eylemlerde bulunan terörizmi anlatmak için kullanılmaktadır. Terörizm ihtiyaç duyduğu maddi kaynaklara daha çok yasa dışı faaliyetleri ve dış yardımlar ile ulaşır. Bu gelir kaynakları şu şekilde özetlenebilir: Bazı ülke ve kurumlar, terör örgütü olarak tanımladığı kuruluşların listesini yayınlar. Bu listeler bazı ülkelerde yıllık yenilenirken, bu süre daha uzun veya kısa olabilir. En çok bilinen listeler Amerika Bir
leşik Devletleri, Avrupa Birliği ve Birleşik Krallık savunma bakanlıkları tarafından yayınlanmış olanlarıdır. Bununla birlikte BM Güvenlik Konseyi, belli zaman aralıklarıyla belirli kişi ve örgütlerin bir listesini hazırlamaktadır ve liste tasarısının ülke meclislerine gelmesiyle bu liste kabul edilir. Belli aralıklarla bu listelerdeki isimler değiştirilebilir veya güncellenebilir. Terörizmin medya olmadan yaşayamayacağı yaygın bir kanaattir. Terörizm modern dönemin bir olgusu olması da daha çok bu durum ile ilişkilendirilir. Terör örgütleri medya sayesinde dehşet yayarlar ve propaganda yaparlar. Terörizm konusunda akademik ilgi oldukça sınırlıdır. Konunun popüler oluşuna rağmen bu konu ile ilgilenmenin maliyeti oldukça yüksek olmuştur. Terör örgütleri akademisyenleri tehdit ederken, bu konu ile ilgilenen kişiler toplumun ve yasaların yoğun baskısını da üzerlerinde hissetmişlerdir. Knoppix Knoppix, Debian işletim sistemi üzerinde kurulmuş bir Linux dağıtımıdır. En önemli özelliği ise sabit diske kurulum gerektirmeden, canlı sistem (canlı CD/DVD) olarak çalışabilmesidir. İşletim sisteminin tüm paket ve dosyaları CD/DVD üzerinden okunarak bilgisayarın geçici belleğine (RAM'de) yazılır. Dolayısıyla CD/DVD'de sıkıştırılmış halde bulunan işletim sistemi her açılışta tekrar çözülerek başlatılır. Sıcaklık Sıcaklık, bir cismin sıcaklığının ya da soğukluğunun bir ölçüsüdür. Bir sistemin ortalama moleküler kinetik enerjisinin bir ölçüsüdür. Gazlar için kinetik enerji, mutlak sıcaklık dereceleriyle orantılıdır. Günlük hayatta sıcaklık birimi olarak en çok derece Celcius (°C) kullanılmaktadır. Bilimsel işlemlerde ise daha çok Kelvin ölçeği kullanılır. Hacı İlbey Hacı İlbey veya "Hacı İlbeği" Osmanlı Devleti'nin Rumeli'de yayılmasında önemli hizmetleri geçmiş ve Sırpsındığı Baskını'nın kahramanı olan Osmanlı komutanıdır. Karesioğulları Beyliği komutanlarından iken, Orhan Gazi tarafından Karesi Beyliğinin alınmasıyla Gazi Evrenos Bey, Ece Yakup ve Gazi Fazıl Beylerle beraber Osmanlı Beyliği hizmetine girmiş ve Karesi Beyi tayin edilen şehzade Süleyman Gazi'nin maiyetine verilerek onunla birlikte Rumeli'nin fethine katılmıştır. Rumeli fütuhatının başlangıcında Konurhisar'ın elde edilmesiyle oranın muhafızı olmuş, burayı kendisine üs yaparak Malkara ve İpsala'yı almış; Hayrabolu ve Çorlu taraflarına akınlar yapmış; daha sonra Lüleburgaz (Kuleli Burgaz)'ı ele geçirmiştir. Bu defa da Lüleburgaz'ı kendisine üs edinmiştir. Süleyman Gazi'nin ölümünden sonraki gerilemede metanet gösterdi ve muntazam olarak çekildi; durumun düzelmesi üzerine kendisine baskın yapmak isteyen Dimetoka Rum beyinden önce davranarak onu bozmakla Rum beyini esir etmiş ve bu suretle Dimetoka'yı almıştır. O sırada Rumeli fütuhatını takip için gelen Sultan I. Murat'a bunu müjdelemiştir. Edirne üzerine yapılan harekatta Lala Şahin Paşa maiyetinde olarak buranın fethinde, daha sonra yine Lala Şahin Paşa ile Zağra ve Filibe'nin zaptında bulunmuştur. Bu Türk harekatına karşı Macar kralının kumandası altında Sırp, Bulgar ve Bosna kralları kuvvetleri ittifak edip büyük bir ordu ile Meriç nehri yanında Çirmen mevkine gelip nehri geçtiler; ilk hedefleri Edirne'yi almaktı. Bu hal, Edirne'de bulunan Beylerbeyi Lala Şahin Paşa'yı telaşa düşürdü; durumu Bursa'da bulunan Sultan Murat'a bildirdi ve acele yardım istedi. Hacı İlbey, Lala Şahin'in heyecanını teskin ederek yanındaki kuvvetlerle öncü olarak ileri gönderildi; düşmanın kuvveti ve vaziyetini tetkik etti. Zaferden emin olan haçlılar ihtiyatsız bir halde olup içki ve eğlenceye dalmışlardı. Gece karanlığından istifade eden Hacı İlbey düşmana şiddetli bir baskın yaptı, asıl büyük Türk ordusunun kendilerini bastığını zanneden Haçlılar bozguna uğradılar, bir kısmı kırıldı ve bir kısmı Meriç 'te boğuldu. Macar kıralı canını zor kurtardı; rivayete göre kurtuluşunu boynunda asılı bir Meryem tasvirine hamletti ve şükrane olarak daha sonra Meryem Ana adına bir kilise yaptırdı. Osmanlı tarihlerinde Sırpsındığı ve Batılı tarihçilerce Meriç veya Çirmen muharebesi denilen bu savaş yaklaşık 1364'te olmuştur. Lala Şahin Paşa'nın düşmanın çokluğu dolayısıyla padişahtan kuvvet istemesi ve bu arada maiyetindeki bir kumandanın on bin kişi ile altmış bin tahmin edilen kuvveti bozması Şahin Paşa'yı mahcup duruma düşürdü. Bunun neticesi olarak bir vesile bulup bu değerli kumandanı zehirletti (vefatı yaklaşık 1365). Hacı İlbey'in ailesi 1390 yılında Evrenos gazi tarafından Kayalar Kırımşa Bölgesine yerleştirilmiştir. Balıkesir'de bir mahalle 'Hacı İlbey' ismini taşımaktadır. Hacı İlbey soyundan gelenler 1924 yılında mübadele anlaşması ile Anadolu'ya dönmüşlerdir. Köse Mihal Köse Mihal ya da Abdullah Mihal Gazi (? - 1328), Mihaloğullarının atası. Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş döneminde Osman Gazi'nin silah arkadaşı olan Mikhael Kosses, İslamiyeti seçerek Osmanlı saflarına geçen ilk önemli Bizanslı komutandır. Mihaloğullarının atası Mikhael Kosses, Müslüman olduktan sonra Osman Gazi'nin teklifiyle Abdullah adını almış, adı Abdullah Mihal Gazi olmuştur. Osmanlı tarihinde Osman Gazi'nin silah arkadaşı ve vefakar dostu olarak gördüğümüz Mikhael Kosses, başlangıçta Bizans İmparatorluğu'nun hudut kale beylerinden olup Bilecik vilayetinin doğusunda ve İnhisar nahiyesi ile Mihalgazi nahiyeleri arasında bulunan Harmankaya (Hadrianoi) ve havalisinin tekfurluğunu yapan bir Bizans soylusudur. Tarihçiler Mikhael Kosses'in kökeni konusunda değişik iddialarda bulunmuşlardır. Tarihçi Joseph von Hammer, Mikhael Kosses'in Bizans'ta uzun yıllar hüküm süren (1259-1453) Palaiologos hanedanından olduğunu iddia etmiştir. Osmanlı tarihçilerine göre Eskişehir Türk beyiyle Osman Gazi arasındaki bir çarpışmada karşı tarafta bulunan Mihal Bey esir düşmüş, Osman Bey Mikhael Kosses'in yiğitliğine karşılık kendisini serbest bırakmıştır. Mihal Bey, Osman Gazi ile dostane ilişkisi sebebiyle 1313'de Müslüman olmuş, bunun üzerine Osman Bey'in teklifiyle Abdullah adını almıştır. Böylelikle adı Abdullah Mihal Gazi olmuştur. Kuruluş döneminde Osmanlı'ya büyük katkıları olan Abdullah Mihal Gazi, gerek kendisi, gerek oğul ve torunları Osmanlı fetihlerinde önemli başarılar göstermişlerdir. Osmanlı fetihlerinde büyük rolü olan Akıncı teşkilatının kurucusu da olan Abdullah Mihal Gazi, Orhan Gazi zamanında Bursa'nın fethinede katıldıktan sonra 1328 de vefat etmiştir. Türbesi Harmanköy'de bulunmaktadır. Osmanlı tarihinde XVI. yüzyıl sonlarına kadar faaliyetlerini gördüğümüz, devlet içinde askeri, idari ve siyasi olarak önemli etkiye sahip olan Mihaloğulları ailesi Abdullah Mihal Gazi'nin oğul ve torunlarıdır. Abdullah Mihal Gazi'nin oğulları Aziz, Balta ve Ali Bey'lerdir. Ailenin Rumeli kolu Aziz Bey'den,  kolu Balta Bey'den, Amasya kolu Ali Bey' den gelmektedir. Aziz Bey 1403'de, Balta Bey 1402'deki Ankara Savaşı'nda vefat etmiştir. 1. Kosova Savaşı'na da katılan Ali Bey'in vefat tarihi bilinmemektedir. Edirne' de adına bir camii ve Gazi Mihal isimli semt bulunan Mihaloğlu Aziz Paşa'nın oğlu Gazi Mihal Paşa 1435'de vefat etmiştir. Gazi Mihal Paşa'nın oğlu Mihaloğlu Mehmed Bey, Osmanlı şehzadelerinin saltanat mücadelelerinde Musa Çelebi'ye tabi olup Rumeli Beylerbeyi olmuş, ancak Çelebi Mehmed'in hükümdarlığı zamanında Tokat'a sürgüne gönderilmiştir. II. Murad'ın hükümdarlığı ve Mustafa Çelebi'nin (Düzmece Mustafa) Rumeli'de padişah olup bütün Rumeli beylerinin (Gazi Evrenos Bey, Turahan Bey ve Gümlüoğlu) Mustafa'ya biat eylemeleri ve Bursa civarına kadar gelmeleri üzerine Mihaloğlu Mehmed Bey Tokat'tan Bursa'ya getirilerek tekrar Rumeli Beylerbeyliğine getirildi. Rumeli beylerinin Mustafa Çelebi tarafından Sultan Murad tarafına geçmelerini sağlayan Mihaloğlu Mehmed Bey İmparatorluğun dağılmasını önleyip, birliğine büyük katkı sağlamıştır. II. Murad'ın Bizans İmparatorundan intikam almak için İstanbul muhasarasiyle meşgul olduğu sırada Küçük Mustafa Çelebi hükümdarlık iddiasıyla Bursa'ya ve oradan İznik'e gelmişti. Bunu haber alan Padişah, İstanbul muhasarasında bulunan Mihaloğlu Mehmed Bey'i akıncılarıyla birlikte İznik'e göndermiş, Mehmed Bey İznik'e girdiği sırada Küçük Mustafa Çelebi'nin kumandanı Tacüddinoğlu Mahmut Bey tarafından öldürülmüştür (1423). Mihaloğullarından Mihaloğlu Yahşi Bey, Mihaloğlu Hızır Bey ve oğulları  ve Mihaloğlu İskender Bey'de etkili görevlerde bulunmuş, akıncı komutanı olarak Balkanlar'da ve Avrupa içlerinde önemli askeri başarılar kazanmışlardır. Kosova Fatihi Ali Bey'den gelen Amasya kolunda ise Yörgüç Paşa, Hayreddin Hızır Paşa ve oğlu Mehmed Paşa'lar Osmanlı tarihinde kendilerini göstermişlerdir. Amasya Beylerbeyliği yapan Yörgüç Paşa, Fetret döneminden sonra İmparatorluğu doğu sınırlarında önemli askeri başarılar kazanmıştır. Fatih Sultan Mehmed tarafından 1456 yılında Amasya valisi yapılan Hayreddin Hızır Paşa askeri, siyasi birçok önemli olayın içinde bulunmuş, 1461'deTrabzon'un fethinden sonra Trabzon'un ilk sancakbeyi olmuştur. Hayreddin Hızır Paşa'nın oğlu Mehmed Paşa Semendire Sancakbeyliği, 1482'de Rumeli Beylerbeyliği, Şehzade Ahmed'in lalalığı ve Amasya valiliği yapmıştır. Ailenin Amasya kolu, Hayreddin Hızır Paşa'nın oğlu Mehmed Paşa'dan günümüze kadar gelmektedir. Kurdukları vakıflar aracılığı ile çok sayıda eser yaptıran ailesinden gerek Anadolu'da, gerekse Balkanlarda birçok vakfiye ve hayır kurumları kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğuna çok önemli hizmetleri geçen Akıncı Mihaloğullarının soyu Rumeli'de Plevne'li ve 'lı, Anadolu'da Bursa ve Amasya'lı olarak dört koldan zamanımıza kadar gelmiştir.Adları Eskişehir'in Mihalgazi ilçesi ile yaşamaktadır. Lala Şahin Paşa Lala Şahin Paşa, Osmanlı Beyliği'nin kuruluşunda hizmetleri geçmiş bir komutan. 1348 tarihli vakfiyesinde babasının adının Abdülmuin olarak görülmesi, Hıristiyan iken Müslüman olduğunu veya küçük yaşta devşirilerek Müslüman terbiyesi üzere yetiştirilmiş bulunduğu ihtimalini güçlendirmektedir. Lala Şahin Paşa ile Bolu 'nun Alpagut köyünde 795 Hicri tarihli zaviye vakfeden Şahin Lala bin Izzeddin 'i karıştırma
malıdır. Abdülmuin oğlu Lala Şahin Paşa, şehzadeliğinde Sultan I. Murad'a lalalık ettiğinden dolayı bu isimle ün kazanmıştır. Orhan Gazi'nin büyük oğlu Süleyman Paşa'nın vefatı üzerine Rumeli'ye gönderilen şehzade Murad ile beraber fetihlere devam eden Lala Şahin Paşa, Orhan'ın da vefatıyla Sultan Murad'ın hükümdar olması üzerine, beylerbeyi yani ordu komutanı olarak atanmış, Edirne'yi ve daha sonra Filibe ile Zağra'yı almıştır. Birinci Murâd Hanın İzmit ve Bursa sancak beyliklerinde maiyyetinde bulunan Lala Şâhin, Rumeli’de fetihlerin başlaması üzerine Süleymân Paşanın emrinde vazîfe aldı. Çorlu ve Lüleburgaz’ın fetihlerinde bulundu. Birinci Murâd Hanın, sultan olmasıyla kendisine beylerbeyilik verildi. Bundan sonra, ordu kumandanı olarak vazife yaptı. 1361’de Edirne’nin fethine Rumeli Beylerbeyi olarak katıldı ve Zağra’yı fethetti. 1361’de kurulan yeniçeri ocağı fikrinin öncülüğünde bulundu. 1364’te müttefik Balkan Haçlı ordusuna karşı Sırpsındığı Harbini mahiyetindeki Hacı İlbey kazanmıştır. 1366’da Kuzeybatı Balkanlara karşı başlatılan harekâta kumandanlık edip, Bulgaristan’daki Samaku ve İhtiman’a akın yaptı. Kırk kilise (bugünkü Kırklareli), Vize, Samaku, İhtiman feth edildi. Lala Şâhin Paşa, 1368’de Çandarlı Halil Paşanın vezîr-i âzam olmasıyla, vezirliğe getirildi. Sırp-Bulgar ordularının saldırısı üzerine 1371’de Samaku Meydan Muhârebesine yine aynı târihte Haçlı ordularına karşı Çirmen’de kazanılan harpte bulundu. 1372’de Rumeli’ndeki Firecik ve havâlisinin fethine memur edilince, Bizans’ın içine girecek kadar harekâtlar yaptı. 1373’te ilk Makedonya fütuhâtına katıldı. Bu seferde, İskeçe, Drama, Korala, Zihne, Serez, Avrethisarı, Vardar Yenicesi ve Kararfirye kasabaları ve şehirleri fethedildi. Orhan Gazi zamanında, 1348 tarihinde, Bursa'da medrese, Kirmasti'da (Mustafakemalpaşa) cami ve zaviye vakfetmiştir. İsmi günümüzde Edirne'nin Lalapaşa ilçesinin ismi ile yaşamaktadır.Ayrıca, Yunanistan'ın İskeçe ilinde Şahin adlı bir köy bulunur. Bu köyün ismi de Lala Şahin Paşa'ya ithafen verilmiştir. Kör Şah Melik Kör Şah Melik ya da Şadibeyoğlu Şah Melik Fetret Devri'nde rol oynamış bir Osmanlıdır. Musa Çelebi'nin 1410'da Rumeli'de hükümdar olması üzerine veziri olmuş, bu arada tarihte iz bırakacak bir başka şahsiyet olan Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedreddin de kazaskerliğe getirilmiştir. Şah Melik sonradan, Musa'nın İstanbul kuşatması esnasında onun yanından kaçarak Bizans'a sığınmış, oradan da I. Mehmed 'in yanına davet edilmiş ve geldikten sonra Rumeli'ye geçmek için onun fikri sorulmuş ve ona göre hareket edilmiştir. Bazı tarihler Düzmece Mustafa da denilen Mustafa Çelebi 'nin Gelibolu'ya çıktığı sırada Gelibolu kalesi muhafızı olan Şah Melik adında birinin kaleyi teslim etmediğinden bahsetmektedir. "Kör" lakabını kullanmayıp yalnız Şah Melik denildiğine göre bunun başka bir Şah Melik olduğu hatıra geliyorsa da, şimdilik kesin bir fikre ulaşılamıyor. Derin devlet Derin devlet, Anayasa'da belirlenmiş devlet yapısı dışında oluşturulan devlet yapısını ifade eden siyasi terim. Baskın Oran'ın tanımına göre "devlet yetkisini şu veya bu biçimde kullanan kişi veya kurumların meşruluk sınırları dışına taştıkları zaman şiddet kullanmaları halinde ortaya çıkan oluşumdur." Mümtaz'er Türköne'ye göre ise devlet görevlilerinin "eşkıyâ yöntemleriyle yetkilerini, kullandıkları kaynak ve imkânları 'gizlilik' zırhından istifade ederek devleti korumak için değil, kendilerine çıkar sağlamak için" kullanmalarına derin devlet adı verilir. Derin devleti dile getiren ilk devlet adamı olan Bülent Ecevit, 26 Eylül 1974'te, Giresun'da yaptığı bir konuşmada şu ifadeyi kullandı: 1996'da yaşanan Susurluk skandalıyla giderek yaygınlaşan bir kavram olan derin devletin kökeni ve ne anlama geldiği konusunda farklı savlar vardır. İleri sürülen bir teoriye göre, derin devletin başlangıç noktası Soğuk Savaş döneminde NATO'ya üye ülkelerde oluşturulan ve CIA tarafından yönetilen ve finanse edilen istihbarat ve silahlı operasyon örgütlerine dayanır. Bu örgütün Türkiye'de kontrgerilla adı altında faaliyet gösterdiği iddia ediliyor. 1974 yılında, bu iddiayı destekleyen ilk devlet adamı Eski Başbakan Bülent Ecevit olmuştur. Bir diğer teoriye göre ise derin devletin kökleri, Osmanlı Devleti'nin son yıllarında İttihat ve Terakki yönetimi tarafından kurulan gizli istihbarat ve askerî operasyon örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa'ya kadar uzanır. Bu iddiayı destekleyenler arasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan vardır. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise 17 Nisan 2005 tarihinde, CNN Türk'te yayınlanan "Ankara Kulisi" adlı programda konuyla ilgili şunları söyledi: Demirel, NTVMSNBC'de yayınlanan "Basın Odası" programında ""Devletin tekliği esastır, iki devlet olmaz. Bizim ülkemizde iki devlet var. Bir derin devlet var, bir devlet var. Asıl olması gereken devlet yedek, yedek olması gereken devlet asıldır"" dedi. 12 Eylül 1980 askerî yönetiminin başı olan Kenan Evren, ""Sayın Demirel doğru söylüyor. Derin devlet biziz. Devlet zaafa uğradığında el koyarız. 1980'de Demirel'in suçu yoktu. Daha yeni gelmişti, ne yapalım onun dönemine rastlamıştı"" diyerek Demirel'in görüşlerine destek verdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AGOS gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından, 26 Ocak 2007 tarihinde Kanal 7'de yayınlanan "İskele Sancak" adlı programda şu sözleri dile getirdi: Erdoğan, "kurumlar içi çeteleşme" olarak nitelediği derin devletle ilgili açıklamalarını şöyle sürdürdü: Eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener ise devlet içinde gayrimeşru oluşumların yer aldığını, fakat kullanımı yaygınlaşmış olan "derin devlet" kavramının yanlış olduğunu savunuyor: Emekli MİT Mensubu, Ekonomi Uzmanı, Stratejist: Mahir Kaynak ise kavramın içinin boşaltıldığını savunuyor. Şeyh Ramazan Paşa Şeyh Ramazan Paşa Fetret Devri'nde Emir Süleyman Çelebi 'ya önce kazaskerlik, sonra da Çandarlı Ali Paşa'nın ölümünden sonra kısa bir dönem vezirlik yapmıştır. Aslen Kırşehir li olup, babasının adı Bayezid'dir. Şerafeddin Yezdi'nin Zafernamesinde, Emir Süleyman tarafından, Ege bölgesinde bulunduğu sırada (1402-1403) Timur'a elçi olarak gönderildiği belirtilmektedir. Hangi tarihte vefat ettiği belli değildir. Oya-Bora Oya-Bora, Oya Küçümen ve Bora Ebeoğlu çiftinden oluşan müzik grubu. Grup Denk adıyla müzik piyasasına girmişlerdir. İkili ilk kez 1987 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finali'nde Melih Kibar'ın bestesi Paydos ile katılarak 2. olmuşlardır. İlk büyük başarıyı 1987 Kuşadası Altın Güvercin Şarkı Yarışması'nda seslendirdikleri "Tasvir-i Şikayet" adlı şarkıyla elde etmişlerdir. Bu şarkı yarışmada 5. olup Çiğdem Talu Özel Ödülü'nü kazanmış ve kısa zamanda popüler olmuştur. Aynı yıl ilk albümleri "Seninle Beraberim/Akvaryum" Erdal Kasetçilik'ten piyasaya çıkmıştır. 1988 yılı Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finali'nde Turhan Yükseler'in bestesi "Onikiden" ile bir kez daha ikinci olsalar da artık bütün Türkiye tarafından tanınmışlardır. Aynı yıl Uluslararası Çeşme Şarkı Yarışması'na "Onikiden"in İngilizce versiyonu "Target Twelve" ile katılmışlardır. 1989 Eurovision Türkiye Finali'nde Turhan Yükseler'in "Aşk-ı Memnu" adlı bestesiyle yarışmışlar ancak dereceye girememişlerdir. 1989 Kuşadası Altın Güvercin Şarkı Yarışması'nda Bora'nın bestesi "Aldırma"yı ise "Oya", solo olarak seslendirmiştir. 1990 Eurovision Türkiye Finali, katıldıkları son Eurovision olmuştur. Bu yarışmada Bora'nın sözlerini yazdığı Turhan Yükseler'in bestesi "Serseri Aşık"ı Oya solo olarak seslendirmiş ancak 4 yıl üst üste katıldıkları yarışmada Avrupa Finali'ne gitme hakkını elde edememişlerdir. O dönemde ulusal müzik yarışmalarının müdavimi olarak anılan ikili 1990 Kuşadası Altın Güvercin Şarkı Yarışması'nda Bora'nın bestesi "Nerdesin" ile 3.lük ödülü olan "Bronz Güvercin"i kazanmışlardır. 1990 yılının sonunda gelen ve Elenor Plakçılık'tan çıkan ikinci albüm "Tiryaki"de Tasvir-i Şikayet'in yeni versiyonunu da seslendirmişlerdir. Bu albümden sonra Şahin Özer Kasetçilik'e geçmişlerdir. 1992 yazında çıkardıkları "Seni Bana Yazmışlar" adlı albümde ilk kez Grup Denk yerine "Oya-Bora" adını kullanmışlardır. Bu albümden "Seni Bana Yazmışlar", "Ara Beni" ve Goran Bregoviç'in Çingeneler Zamanı film müziğine Türkçe söz yazarak seslendirdikleri "Sevmek Zamanı" adlı şarkılarıyla en popüler dönemlerine ulaşmışlardır. 1995 yılı Ocak ayında çıkarttıkları "Saraylı" albümü ile başlayan farklı tarz arayışları, bir önceki albümün başarısını getirmemiştir. 1997'de gelen "Aşk, İhanet vs." adlı albümün çıkış şarkısı "Yalancı Sevgilim" yaz dönemi boyunca listelerde yer alsa da ikili 1992'teki başarıyı tekrarlayamamıştır. Halen "Aria" ismi ile dizi müzikleri yapmaktadırlar. Sinanüddin Fakih Yusuf Paşa Sinanüddin Fakih Yusuf Paşa, 1349-1364 döneminde Osmanlı İmparatorluğu başvezirliği yapıp Orhan Gazi'nin son, I. Murad'ın ilk veziridir. Sinanüddin Fakih Yusuf Paşa'nın hayatı hakkında bilgiler çok sınırlıdır ve hatta Osmanlı devleti vezirliği yapıp yapmadığı hakkında bile tarihçiler arasında biraz belirsizlik bulunmaktadır. Sinanüddin Fakih Yusuf Paşa'nın Osmanlı veziri olarak ismi klasik geleneksel Osmanlı tarih listelerinde bulunmamakdadır. Fakat 20. yüzyılın başta gelen Türk tarihçilerinden İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve İsmail Hâmi Danişmend inandırıcı belgeler ve nedenler göstererek Sinanüddin Fakih Yusuf Paşa'nın 1349-1364 döneminde Osmanli devleti vezirliği yaptığı tezini iddia etmişlerdir. Bu iddiaya kanıt olarak şu nedenleri göstermişlerdir: Uzunçarşılı-Danişmend tezi kabul edilirse. Sinaneddin Fakih Yusuf Pasa 1349-1364(?) döneminde vezir olan kişidir. Dedesinin adı Mecduddin İsa ve babasının adı Muslihhidin Musa'dır. "Sadi ul-kebir" ifadesi Ahilerin reislerine verilen lakap olduğundan, babasının Ahi reislerinden olduğu anlaşılmaktadır. Uzunçarşılı ayni ifadenin kendine de verildiğini iddia edip kendinin de Ahi reislerinden olduğunu ifade etmektedir; ama "Sadi ul-kebir" lakabının sadece dedesine ait olduğuna işaret edilip hendinin da Ahi reisi oldu
ğu şüphelidir. İlmiye sınıfına ait olduğu belirtildiği için bir medrese eğitimi gördüğü kabul edilmektedir. "Fakih" olarak isim yapmıştır. Mevlana olarak bilinmesi dolayısıyla bir tarikat şeyhi ve hatta "mevlevi tarikatı"'nın takipçisi olasılığı bulunmaktadır. Fakat Taşköprüzade'nin "Sekik" adlı alimlerinin hayatlarını inceleyen klasik biyografi kitabında verilen Orhan Gazi ve I. Murat donemleri alimleri listesinde ismi bulunmamaktadır. Nesri'nin belirttiğine göre gerçekten "paşa" olmadığı ama servetinin bolluğu dolayısıyla "paşa" lakabı ile anıldığı çok muhtemeledir. Bu nedenle bir ilmiye alimi yerine, "vezirliğe" yükselen bir servetli bir siyaset adamı olduğu kabul edilebilmektedir. Muhtemelen ölümünden sonra kazasker Çandarlı Kara Halil Paşa vezir olmuş ve Osmanlı Devleti idaresinde Çandarlılar dönemi başlamıştır. Devlethan Hacı Paşa Devlethan Hacı Paşa Orhan Gazi'nin vezirlerindendir. Büyük ihtimalle Ankaralı Devlethan ailesine mensuptur. Ahmet Paşa'dan sonra vezirliğe getirildiği, Orhan Gazi'nin 1348 Haziran tarihinde vermiş olduğu bir temliknameden anlaşılır. Ölüm tarihi bilinmemektedir. Bari (anlam ayrımı) Kara Timurtaş Paşa Kara Timurtaş Paşa, Osman Gazi'nin silah arkadaşlarından Aygut Alp'in torunudur. Babası Kara Ali Bey olup, yine Osman Gazi'nin mücadelelerine katılmış ve 1308'de kendisine verilen bir müfreze ile Apolyont Gölü (Ulubat Gölü) üzerindeki Alyos adasının zaptına gönderilmiş ve orayı sulhen alarak orada bulunan büyük bir kilisenin Rumlarca hürmet edilen papazını ailesiyle Osman Gazi'ye getirmiş, papazın güzelliği ile meşhur kızını, Osman Gazi, Kara Ali Bey'e nikahlamıştır. Hereke kalesi kuşatmasında Kara Ali Bey'in gözüne bir ok isabet ederek sakat bırakmıştır. Kara Timurtaş Paşa çağdaşları olan Sarı Timurtaş Paşa ve Ak Timurtaş Paşa ile karıştırılmamalıdır. I. Murat'ın Kosova'ya hareketi esnasında Anadolu muhafazasında bıraktığı ve Işıklı, Sandıklı ve Kütahya taraflarının valisi olan Sarı Timurtaş Paşa ile, Sivrihisar muhafızı Ak Timurtaş Paşa, Kara Timurtaş Paşa'dan ayrı şahsiyettirler. Ruhi'ye göre Kara Timurtaş Paşa Yıldırım Bayezid'e lalalık yapmış olup I. Murat'ın tahta çıkış yılında Rumeli'ye geçişinde Bayezid'le beraber Bursa'da kalmıştır. Sonradan Rumeli'deki fetihlere katılan Kara Timurtaş Paşa, Lala Şahin Paşa'dan sonra beylerbeyi olmuştur. 1382'de birinci defa Manastır'ı ve Pirlepe ve İştip kalelerini zaptetmiştir. Ertesi yıl da Bosna ve Arnavutluk'a akın yapmıştır. I. Murat'ın Karamanoğulları ile yapmış olduğu muharebede bu Kara Timurtaş'ın fevkalade gayreti görülerek, zaferden sonra beylerbeyliğine vezirlik de ilave edilmiştir. Kara Timurtaş Paşa beylerbeyliğini son zamanlarına kadar muhafaza etmiştir. Ankara Savaşı'nda -belki ihtiyarlığı sebebiyle- bizzat bulunmamış ise de, oğulları Ali ve Yahşi Beyler bulunarak Ali Bey esir, Yahşi Bey şehit düşmüştür. Kara Timurtaş Paşa 1404 Mart'ında Bursa'da vefat ederek kendi adını taşıyan semtte yaptırdığı caminin yanına gömülmüştür. Mezar kitabesinde bulunan (Melik-ül-Ümera Timurtaş bin Ali) ibaresinden beylerbeyi olduğu görülüyor. Osmanlı devletinin maaşlı Kapıkulu süvarileriyle Voynuk teşkilatı, yani has ahır ve çayır biçme ocakları Kara Timurtaş Paşa'nın teşebbüsüyle yapıldığı gibi, ölen sipahilerin tımarlarının erkek evlatlarına verilmesi kanunu da onun tavsiyesiyle konmuştur. Timurtaş Paşa'nın Yahşi, Oruç, Ali ve Umur isimlerinde dört oğlu vardı. Bunlardan en büyükleri olan Yahşi Bey, Niş fatihidir. Ankara Savaşı'nda şehit düşmüştür. Diğer üç oğlunun gerek askeri alanda ve gerek devlet işlerinde önemli hizmetleri görülmüştür. I. Mehmet Çelebi'nin ölümünden sonra oğlu II. Murat'a karşı çıkan Mustafa Çelebi hadisesinde bu üç kardeş, Sultan Murat'a sadakatla hizmet etmişler ve kriz çözülünceye kadar divanda vezir derecesiyle bulunmuşlardır. Tehlike hali geçtikten sonra Sultan Murat divan heyetini azaltarak Oruç Bey'e Anadolu beylerbeyiliğini, Ali Bey'e Saruhan (Manisa) sancak beyliğini verip Umur Bey'i de elçi olarak Germiyanoğlu Yakub Bey'e gönderdiği gibi, lalası Yörgüç Paşa'yı da Amasya sancağına tayin etmiştir (1423.) Oruç Paşa beylerbeyi iken devlete muhalefete kalkan İzmiroğlu Cüneyt Bey üzerine gönderilmiş ve Cüneyt'i mağlup etmiş ise de İpsili kalesine kaçtığı için yakalayamamıştı. Oruç Bey 1426'da vefat ederek yerine Anadolu beylerbeyliğine Hamza Bey tayin edilmiştir. Saruhan sancak beyi Ali Bey (Paşa) burada dört beş yıl bulunmuştur. 1428'de emekliye ayrılmasından sonra Manisa'da Ali Bey Camii denilen camiini yaptırdı. Vefatı bu tarihten sonradır. Vakfına oğlu Haydar Çelebi'yi ve ondan sonra diğer oğlu Cafer Çelebi'yi mütevelli koymuştur. Kara Timurtaş Paşa'nın hem asker hem de bilgin oğlu Umur Bey Bursa'da bir cami ve bu caminden dışarı çıkmamak üzere kitap vakfetmiştir. Bundan başka Bergama 'da medrese, Biga'da cami ve Afyonkarahisar'da bir cami ile bir medrese, Edirne'de bir mescid yaptırmış ve bunlara vakıflar tahsis etmiştir. Vakfiyesini Ocak 1455'de Türkçe tertip ettirerek Bursa'daki camiinin cephesine iki parça halinde taşa hakkettirmiştir. Umur Bey adına bazı eserler de tercüme edilmiştir. Zamanının bütün muharebelerde bulunmuş ve büyük hizmetleri görülmüştür. Aşıkpaşazade bazı tarihi olayları Umur Bey'den nakletmiştir. Ağustos 1461'de ölmüş olup, Bursa'da gömülüdür. Kara Timurtaş Paşa'nın ismi Bursa'nın Timurtaş semtinin isminde yaşamaktadır. Uzman çavuş Uzman çavuş, en az lise veya dengi okul mezunu olup muvazzaflık hizmetini çavuş rütbesi ile tamamlayanlardan, muvazzaflık hizmetini müteakip Türk Silahlı Kuvvetlerinin devamlılık arz eden teknik ve kritik görev yerlerinde görev yapan, bu Kanun esaslarına göre istihdam edilenlerle, Yönetmelik'te belirtilen esaslara göre uzman onbaşılıktan uzman çavuşluğa geçirilenlerdir. Uzman çavuşlar Özel Kuvvetler Komutanlığı 'nda gönüllük esasına göre görev yapabilirler.Türk Silahlı Kuvvetleri'nde normal şartlar altında görev süreleri 3 yıldır. Uzman Çavuş Kursu 3 ya da 5 aylık ağırlaştırılmış çeşitli eğitimlerin görüldüğü Uzman Çavuş Kursunu başarı ile bitiren kişiler ve muvazzaf askerlik görevini (12 ay) Çavuş olarak bitirmiş olanlar kurs sonunda Uzman Çavuş rütbesi ile mezun olurlar. Aynı zamanda TSK Personel Mevzuatında belirtilen şartları haiz olan Uzman Çavuşlar arasından Astsubaylık Sınavında başarılı olanlar Astsubay Çavuş rütbesine nasbedilerek görevine Astsubay olarak devam etmektedir. Uzman Çavuşların bulunduğu rütbeden Astsubaylık rütbesine geçebilmeleri için, göreve başladığı yıldan itibaren en az 3 yıl görev yapmaları şarttır. Astsubaylık rütbesine terfilerinde okul şartı olarak, MYO mezunu olma şartları vardır. Astsubaylık rütbesine geçmedeki yaş şartı ise 28'dir. Uzman onbaşı Uzman Onbaşı' en az lise mezunu olup askerlik hizmetini müteakip, Türk Silahlı Kuvvetlerinin devamlılık arzeden teknik ve kritik uzmanlık görev yerlerinde istihdam edilenlerdir. Uzman erbaşlar Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı (Sosyal Güvenlik Kurumu) ile ilgilendirilirler. Türk silahlı kuvvetlerinin teknik ve kritik sınıfların da görev yapan personeldir. Astlık üstlük münasebetleri; uzman çavuş, çavuş, IV Kademeli uzman onbaşı, III Kademeli uzman onbaşı, II Kademeli uzman onbaşı, I Kademeli uzman onbaşı, uzman onbaşı, onbaşı ve er şeklinde sıralanmaktadır. Disiplin ve cezai müeyyideler ile yargılama usulü bakımından, erbaşların tabi oldukları hükümlere tabi olurlar.Uzman erbaşlar istihdam edildikleri kadro görevleri ile beraber Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununda erbaşlar için belirtilen görevleri de yaparlar. Erbaş ; Çavuş ve Onbaşı Rütbesine Haiz askerleri kapsar. Uzman Erbaş ; Uzman Çavuş ve Uzman Onbaşı Rütbesine Haiz askerleri kapsar. Er Onbaşı Uzman Onbaşı I Kademeli uzman onbaşı II Kademeli uzman onbaşı III Kademeli uzman onbaşı IV Kademeli uzman onbaşı Çavuş Uzman Çavuş I Kademeli Uzman Çavuş II Kademeli Uzman Çavuş III Kademeli Uzman Çavuş IV Kademeli Uzman Çavuş V Kademeli Uzman Çavuş VI Kademeli Uzman Çavuş VII Kademeli Uzman Çavuş VIII Kademeli Uzman Çavuş sözleşmeli erbaş ve Uzman erbaşlar ilk sözleşmelerini müteakip bedeli karşılığında zatî tabanca edinebilirler ve görevli olmadıkları zamanlarda da resmî veya sivil elbise ile zatî tabancalarını göze görünmeyecek bir şekilde taşıyabilirler. En az on yıl görev yapıp Türk Silâhlı Kuvvetlerinden ayrılanlara, istifa veya istifa etmiş sayılmak suretiyle Türk Silâhlı Kuvvetlerinden ayrılan subay ve astsubaylar gibi; emeklilik durumunda ise, emekli subay, astsubay ve Uzman Jandarmalar gibi silah taşıma ruhsatı verilir. Turahan Bey Turahan Bey (? - 1456, Edirne). Osmanlı Devleti'nde 16. yüzyılın ikinci yarısında Rumeli'de Teselya'da sancak beyi ve Mora'da akıncı olarak görev yapmış asker ve devlet adamıdır. Tesalya sancak beyi iken emri altında bulunan akıncı birlikleri ile Mora'ya akınlar düzenlemişti. Korint Körfezi'ne birkaç kez hücum ederek oradaki surları tahrip etmişti. Mora'ya yaptığı akınlarla Mora Despotluğu Osmanlı Devleti'ne yıllık tazminat ödeyen tabi devlet haline gelmiş ve Mora'nın daha sonra Osmanlı toprağı olmasına giden süreci başlatmıştır. 10 Kasım 1444 tarihinde, Papalık önderliğinde Macar, Leh, Eflak ve çeşitli Balkan milletlerinden oluşan, Kral I. Ulászló komutasındaki Haçlı ordusu ile II. Murad'in yaptığı Varna Muharebesi'ne kendi sancak askerleri ile katıldı. Teselya Sancakbeyi iken bu bölgeye Türklerin yerleşmesine önem vermiş; Teselya Tırnova'sı (günümüzde Trynavos) kentini kurmuş; yerel ekonomiyi yeniden diriltmiş ve bu bölgede yüzyıllarca sürecek olan Osmanlı idaresine sağlam bir temel atmıştır. Babası Yıldırım Bayezid zamanında 1392'de Üsküp'ü eline geçirip Üsküp beyi olan Paşa Yiğit'tir. Ailenin kökeni Manisa'dır. Kardeşi İshak Bey de tanınmış bir akıncı beyiydi ve 1415-1439 yılları arasında Üsküp valiliği yaptı. Gayet iyi tanınmış akıncı beyi olan yeğeni ve İshak Bey'in oğlu İshakoğlu İsa Bey de Bosna fatihi; ilk Osmanlı Bosna Sancakbeyi ve Saraybosna şehrinin kurucusudur. Soyu Turahanlılar olarak bilinmektedir. Doğum yeri ve t
arihi ve çocukluğu ile gençliği hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Osmanlı belgelerinde ilk olarak ismi Vidin beyi olarak 1413'de görev alması ile geçmektedir. 1422'de Bizanslı bir vali idaresinde Teselya'da bulunan "İzzeddin" (modern Lamia, Yunanistan) kalesine yaptığı akından dolayı ismi geçmektedir. I. Mehmed'in ölümünden hemen sonra Bizans İmparatoru II. Manuil, Limni'de gözaltında tutulan Mustafa Çelebi'yi Osmanlı tahtına çıkmış olan yeğeni II. Murad'a karşı Osmanlı tahtına hak etmesi için serbest bıraktığında Mustafa Çelebi'ye destek veren Rumeli beylerinin arasında Turahan Bey de bulunmaktaydı. Fakat Mustafa Çelebi'nin Sadrazam Amasyalı Beyazıd Paşa'yi esir alıp idam ettirip Edirne'de tahta çıktıktan sonra Anadolu'ya geçip ve Bursa'yı kuşatmaya başlamasından hoşnutsuz olan Rumeli asıllı akıncı beyleri arasında oldu ve bu suretle Sultan II. Murad tarafına geçti. Mustafa Çelebi İsyanı, Anadolu'da Mustafa'nın yenilmesi; Rumeli'ye kaçması ve yakalanıp Edirne Kalesi burcundan asılması ile 1422 yılında son buldu. 1423 başında Teselya Sancakbeyi olarak tekrar Rumeli'de görevlendirildi. Mora Yarımadası'nda bulunan Bizans'a bağlı Mora Despotluğu'na karşı ilk akınlarını Mayıs-Haziran 1423'de yaptı. Mora Despotu II. Theodoros Paleologos daha yetişkin değilken ona naiplik yapan imparator II. Manuil, Osmanlı akınlarını durdurmak için dar Korint Körfezi'nde bulunan Heksamilion Suru (Altı Mil Suru)'nu 40 gün suren bir inşaat faaliyeti ile tamir ve tahkim ettirmişti. Ama ilk ve 1431'de yaptığı akınlarında Turahan Bey bu surları geçip Mora içlerine hücum etmeyi başardı. 1443'de Macar kralı I. Ulászló'nun komutası altındaki Haçlı ordusuna karşı uygulanacak strateji padişahın huzurunda görüşülürken, Turahan Bey'in ihtiyata ve düşmanı yormaya dayalı teklifine karşı, Evrenosoğlu İsa Bey'in savunma savaşı teklifi kabul edildi. Bunun üzerine, Osmanlı ordusu, Morova, İzladi ve Yalvaç muharebelerinde mağlup oldu. Kış münasebetiyle çekilmekte olan düşmanı takiple görevlendirilen Kasım Paşa'nın maiyetinde bulunan Turahan Bey'in yinelediği ikazlara karşılık, Kasım Paşa'nın tedbirsiz hareket ederek bir mağlubiyete daha sebep olmasıyla, Kasım Paşa padişaha bu halin Turahan Bey'in kendisine yardım etmemesinden ileri geldiğini beyan etti. Bunun üzerine II. Murad tarafından Lofça'da Bedeviçardak Kalesi burcuna hapsedildi. Fakat Varna Muharebesi öncesinde akıncıların padişaha ricasıyla affedildi. Savaş alanında gösterdiği başarılardan sonra da 1444'de kendisine tekrar Teselya Sancağı ve Mora Akıncı Beyliği verildi. Bu tarihte Mora Despotu olan Konstantin Paleologos Heksamilion Suru'nu yeniden tamir ettirmişti. 1444 yazında Mora'ya düzenlediği akında bu surları tekrar zorlanmadan geçti. II. Murad, Mora hakkında Turahan Bey'den bilgiler aldıktan sonra 1446 yılında bizzat gelerek Korint Körfezi'ni zapt etti ve buradaki Heksamilion Surları da yıktırarak, Turahan Bey'e Mora içerilerine akınlar yapma ve despotları vergiye bağlama yolunu açtı. II. Murad'ın bu surlara saldırması sırasında ilk defa kale kuşatması için barutlu buyuk top kullanımı gerçekleşti ve bu askeri tarihte yeni devri açtı. Bu surlar yeniden Mora despotları tarafından yeniden tamir ettirildi. II. Mehmed'in İstanbul kuşatmasından önce, 1452 yılı sonbaharında, Oğulları Ahmed ve Ömer ile birlikte, Bizans imparatoru olan IX. Konstantinos'un kardeşleri olan Mora despotları Tomas ve Dimitrios'un Bizans'a yardım etmelerini engellemek için Mora'ya akınlar düzenleyerek onlara göz açtırmamak suretiyle önemli bir rol üstlenmiştir. Turahan Bey yine Korint Korfezi'ndeki Heksamilion surlarına saldırarak kısa sürede geçti ve Korint'ten itibaren neredeyse Mora'nın tamamında akınlarda bulundu. Mora despotları, Heksamilion'da kurduğu savunma hattının kırılması üzerine direnişte bulunamadılar. Bütün kış devam eden bu akınların birinde oğlu Ahmed Bey "Dervenaki" adli bir mevkide bir pusuya düşürülerek esir edildi. Despotluğun başkenti olan Sparta yakınlarında Mystras'ya Dimitrios'un yanına götürülüp orada tutuklandı. İstanbul'un 29 Mayıs 1453 tarihinde fethedilmesi Mora'da Bizans'a bağlı olarak hüküm suren Mora Despotluğu'nda buyuk etkiler yaptı. Mora despotları yıllık tazminat vermek suretiyle Osmanlı Devleti tâbi ve Teselya Sancakbeyi Turahan Bey'e bağlı olmaya devam ettiler. Mora despotları olarak hüküm suren iki kardeş Dimitrios ve Tomas, birbirleri ile hiç geçinememekte ve devamlı birbirleriyle çatışma halindeydiler. Mora'da yasayan halk da bu despotların devlet idaresinden gayet hoşnutsuzlardı. 1453 güzünde önce Mora'ya göç etmiş olan "Arvait" adı verilen Arnavut asıllı göçmenler arasında despotların idaresine karşı bir isyan başladı. Sonra Mora yerlisi Rumlar da bu isyana katıldılar ve isyan yayılıp daha ciddi bir durum aldı. Mora Despotluğu yıllık tazminat verip Osmanlı Devleti'ne tâbi bir devlet statüsünde olduğu için despotlar bu halk isyanını bastırmak için Osmanlı Devleti'nden yardım istediler. Turahan Bey bunun üzerine oğlu Ömer Bey'i yanına verdiği eyalet askeri ile birlikte Aralık 1453'de Mora'ya gönderdi. Ömer Bey önce bazı başarılar kazanmakla beraber isyanı bastıramadı. Fakat Mystras'da tutuklu olan kardeşi Ahmed Bey'i kurtardı ve Teselya'ya geri döndü. Bundan sonra iki Mora despotu kendi aralarındaki çatışmayı önleyemedikleri gibi çıkan isyan da devam etmekte idi. Ekim 1454'de Teselya Sancakbeyi Turahan Bey bu sefer bizzat eyalet ordusu ile Mora'ya girdi. Mora'da birkaç önemli kaleyi ve şehri eline geçirip talan ettikten sonra isyanın liderleri teslim olmasıyla isyan sona erdi. Turahan Bey iki Mora despotuna aralarındaki çatışmalara bir çözüm bulmayı ve bundan sonra daha adaletli olarak hüküm sürmelerini öğütledikten sonra ordusu ile Mora'dan çekildi. Fakat Mora despotları olan iki Paleologos kardeş arasında anlaşmazlık sürmeye devam etti ve daha ciddi seviyelere yükseldi. İki despot kardeş ayrı ayrı olarak bu sefer Mora'da kolonileri bulunan Venedik Cumhuriyeti'ne ve diğer denizci İtalyan cumhuriyetlerine elçiler göndererek onlardan Osmanlı Devleti'ne karşı yardım istediler. Bu haber İstanbul'da duyulduğunda II. Mehmed duruma bizzat müdahale etmek için Mayıs 1458'de Mora'ya bir askeri sefer düzenledi. Despot Dimitrios esir alındı ve tutuklandı. Kardeşi Tomas Venediklilere kaçtı. 1459 yazı sonuna kadar Mora Yarimadası'ndaki şehir ve kasabaların hepsi Osmanlı ordusuna teslim oldu. Mora'nın kuzeybatı bölgeleri Osmanlı Devleti'ne ilhak edildi ve Turahan Bey'in oğlu Ömer Bey bu bölgenin valisi olarak görevlendirildi. 1460 yılında Mora'nın hepsi, Venedik Cumhuriyeti elinde bulunan bazı sahil kaleleri hariç, Osmanlı Devleti'ne ilhak edildi. Ekim 1455'te Teselya sancakbeyiliği görevinden alınarak başkent Edirne'ye geri cağrıldı. Olum tarihi kati olarak bilinmemektedir. Muhtemelen Ağustos 1456'da Edirne'de öldüğü tahmin edilmektedir. Mezarı Uzunköprü yakınlarında Kırk Kavak'tadır. Fakat Edirne'de de yaptırdığı bir türbe vardır. Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda ve özellikle Teselya ve merkezi Yunanistan'da Türklerin yerleşmesinde önemli rol oynamıştır. Akınları sonrasında Teselya sancağı verilince Anadolu'dan 5000 kadar Türkmen, Yörük ve Konyalı Türk göçmenin getirilmesini ve 12 tane yeni kurulan Türk köyüne yerleştirilmesini sağladı. Eski bir harabelik olan modern adı Tyrnavos ve bu şehrin 17 km güneybatısında Teselya merkezi olan Yenişehr-i Fener (günümüzde Larissa) kurulup gelişmesine buyuk katkıda bulunmuştur. Teselya sancakbeyiliğinde camiler, medreseler, okullar, hanlar, kervansaraylar, hamamlar ve köprüler yaptırdı. Ocak 1455 tarihli bir vakfiye belgesi tespit edilmiştir. Malkara'da mescit, medrese ve zaviye vakfetmiş ve vakfına oğlu Ömer Bey'i mütevelli atamıştır. Diğer oğulları vakfiyede şahitler arasında bulunmaktadırlar. Babinger, Turahan Bey sülalesinin soy ağacını şöyle vermektedir: Oğlu olan Turahanlı Ömer Bey de zamanının meşhur akıncılarındandır. 1452 yılı sonbaharında Mora Despotu'nun Sultan II. Mehmed'in İstanbul Kuşatması sırasında kardeşi olan Bizans İmparatoru IX. Konstantinos'a yardım etmelerini önlemek için babası ve kardeşi ile birlikte Mora'da geniş alanlar üzerinde yapılan akınlara katıldı. 1454 yılında Osmanlı Devleti'ne tabi olan Mora despotu ortaya çıkan bir isyanını bastırmak için Osmanlılardan yardım istedi. Bunun üzerine Turahanlı Ömer Bey, Teselya Eyalet Ordusu ile Mora'ya yardım etmekle görevlendirildi. Bu isyanın bastırılmasıyla beraber bir önceki akında Mora despotlarına esir düşmüş olan kardeşini Mystra'da kurtarmıştır. Babası Mayıs 1458'de Mora'ya bir askeri sefer yaptıktan sonra Osmanlı Devleti'ne ilhak edilen Kuzeybatı Mora Beyliği Ömer Bey'e verilmiştir. Uzun Hasan ile Otlukbeli Muharebesi yapılmadan önce pişdar kolu kumandanı Has Murad Paşa'nın Akkoyunlu kuvvetlerine mağlup düştüğü sırada Turahanlı Ömer Bey de esir düştü. Has Murad Paşa'nın on bin Rumeli sipahisini yenmiş olmasına pek çok sevinen Uzun Hasan'a karşı "bizim esir olmamızla padişaha halel gelmez" yollu fikirler belirtmesi Uzun Hasan'ı gazaba getirmiş, ancak padişahını savunmanın kulluk ve nimetşinaslık icabı olduğunu söylemesine Uzun Hasan da hak vermiştir. Turahanlı Ömer Bey Fatih'in zaferinden sonra esaretten kurtulup dönmüş ve 1489'de Memlüklerle karşı yapılan savaşlara katılmıştır. Ölümü bu tarihten sonradır. Malkara'da defnedildi. Mehmed Bey adındaki oğlu da beylerdendir; II. Bayezid zamanında vefat etmiştir. Turahanlı Ömer Bey'in oğullarından İdris Mahvi Bey bilgili şair kimliği ile değerli bir insandı. Abdurrahman Hatifi'nin nazmettiği Husrev ve Şirin ve Leyla ile Mecnun'u Farsça'dan gayet başarılı bir şekilde Türkçeye çevirmiştir. Turahanlı Ömer Bey'in diğer oğlu Turahan Bey 1554'de akıncı komutanı olarak İran seferinde bulunmuştur. Kendinin devam eden sülalesi Turahanoğulları Teselya'da buyuk toprak sahipleri olarak hayatlarına devem etmişlerdir. Teselya'da 19. yüzyıl sonlarına kadar Turahanoğulları sülalesinin büyük toprak sahipliği devam etmiştir. Samsa Çavuş Samsa Çavuş, Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi'nin silah arkadaşı, Osmanlı Devleti'nin ku
ruluşunda hizmeti geçmiş şahsiyetlerdendir. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. Osmanlı Devletinde çavuş ünvanını kullanan ilk kişidir. Ertuğrul Gazi ile birlikte, kendisine bağlı aşiret ve obalarla "Söğüt"’e gelmiş, Osman Gazi zamanında pek çok savaşa katılmıştır. Pelekanon Muharebesi'nde bulunduğu bilinmektedir. İznik ve Sorkun’un fethinde kahramanlıklar göstermiştir. Orhan Gazi, Karatekin kalesini fethedince, muhafızlığına Samsa Çavuş'u tayin etmiştir. Ömrünü daha ziyade Sakarya boyunu tutmakla geçiren Samsa Çavuş, 1330 tarihinden sonra vefat etmiştir. Türbesi Mudurnu yakınlarındaki Hacımusalar köyündedir. Konur Alp Konur Alp, Osmanlı Devletinin kuruluşunda hizmeti geçen ilk Türk kumandanlarındandır. Konur; halk dilinde esmer, açık kestane renginde olan demektir. Osman Gazi, 1300 yılından îtibaren, Bizanslılara karşı mücadeleye girişince, yanında Akça Koca, Samsa Çavuş, Aykut Alp ve Abdurrahman Gazi gibi silah arkadaşları ile birlikte Konur Alp de bulunuyordu. Orhan Gazi daha babasının sağlığında askerî idareyi eline aldığından, Karadeniz’e doğru olan bölgenin zaptına Konur Alp’i gönderdi. Konur Alp, Akyazı, Mudurnu ve sonradan kendi adı verilen Melen Çayı havzasını fethetti. Gazi Abdurrahman’la birlikte Aydos’u aldı. Bursa’nın fethinde (1326) büyük kahramanlıklar gösterdi ve aynı yıl içinde vefat etti. Konur Alp’in vefatından sonra, idaresindeki yerler birleştirilerek Şehzade Murad’ın emrine verildi. Konur Alp'in mezarının nerede olduğu kesin olarak bilinmemekte, fakat Düzce taraflarında olduğu tahmin edilmektedir. Söğüt'te türbe bahçesindeki kabir, makamdır. Asıl kabri değildir Asıl kabri düzcenin Konuralp mahallesinde şehir merkezindedir. İsmi Düzce'nin Konuralp mahallesinde isminde yaşamaktadır. Ayrıca, Adapazarı'nın Hendek ilçesinin de bir dönem Konuralp adıyla anıldığı, Melen Çayı vadisinin tamamının da Konuralp Eli (bazı kaynaklarda Konrapa) şeklinde adlandırıldığı bilinmektedir. Bugün Kırıkkale Keskin'deki Konur Kasabası ve Konur Köyleri (Konur Hacıobası, Konur Danacıobası vb) Konuralp soyundan gelen aşiretler tarafından kurulmuştur. Abdurrahman Gazi Abdurrahman Gazi Osmanlı Devletinin kuruluşunda büyük hizmetleri geçmiş bir kumandan, Aydos Kalesi'nin fatihidir. Doğum tarihi ve yeri bilinmemektedir. Ertuğrul Gazi zamanında başlayan devlet hizmetini Osman Gazi ve oğlu Orhan Gazi devirlerinde de devam ettirmiştir. Osmanlı beyliğinin diğer askeri şahsiyetleri olan Akça Koca, Samsa Çavuş ve Konur Alp, Akyazı, İznik ve İzmit ile meşgul olurken, Abdurrahman Gazi de İstanbul tarafındaki hisarlara akınlar düzenlemiştir. Bursa fethedilinceye kadar, Bizans sınırında uçbeyi olarak hizmetlerde bulundu. 1328 senesinde Orhan Gazi, Abdurrahman Gazi ile Konur Alp'i Aydos Kalesi'nin fethi ile görevlendirdi. Bu kalenin istihkamları çok sağlam olduğundan, kalenin fethi uzadı. Bu arada kale tekfurunun kızının gördüğü rüyadan sonra yazdığı mektup üzerine uygulanan taktik neticesinde kale fethedildi. Orhan Gazi kale tekfurunun Müslüman olan kızını Abdurrahman Gazi ile evlendirdi. Abdurrahman Gazi bundan sonra İznik üzerine akınlarda bulundu. Abdurrahman Gazi 1329 senesinde vefat etmiştir. İsmi Eskişehir yakınında kendi adı ile anılan köyde yaşamakta, mezarıda Samandıra, İstanbul'a baglı Abdurrahman Gazi mahallesinde bulunmaktadır. TRT 1 de yayınlanan dizisinde Celal Al Nebioğlu canlandırmıştır. Şeyh Edebali Şeyh Edebali (1206-1326), Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında yaşamış bir İslam ilahiyatçısı-din bilgini, Ahi şeyhi, Osman Gazi'nin kayınbabası ve hocası, Osmanlı Devleti'nin fikir babası. 1206 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. 1326'da 120 yaşlarında Bilecik'te vefat etmiş, dergâhının zikir odasına gömülmüştür. Aslen Karamanlı'dır. İlk eğitimini Hanefi fıkıhçısı Necmeddin ez-Zâhidî'den aldı. Daha sonra Şam'a giderek dönemin meşhur alimlerinden dersler aldı. Tefsir, hadis ve İslam hukukunda uzmanlaştı. Eskişehir yakınlarında o zamanki adıyla İtburnu köyünde yaşadı. Kendi yaptırdığı zaviyede öğrenci yetiştirdi ve halkı aydınlattı. Bilecik'te yaptırdığı dergahta, Osman Gazi'yi de birçok defa misafir etti. Rivayete göre, Osman Gazi, dergahta bulunduğu bir gece rüyasında Şeyh Edebali'nin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç çıkıp dallarının alemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan geçtiklerini görmüştür. Şeyh Edebali rüyayı şöyle tabir etmiştir: Bilecik'te ve Eskişehir'de adına türbeler yapılmıştır. Vefatından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da damadı Osman Gazi vefat etmiştir. AIDS'e Karşı Zafer bayrağı AIDS'e Karşı Zafer Bayrağı, Gökkuşağı Bayrağının en altına siyah bir şerit eklenmesiyle oluşturulmuştur. San Francisco kaynaklı eşcinsel bir grubun önerisiyle kullanılmaya başlanan siyah şerit, eşcinsellerin AIDS'e kurban verdiklerinin anısını simgeler. AIDS yüzünden ölmekte olan Vietnam Gazisi ABD'li Çavuş Leonard Matlovich(), AIDS'e kalıcı bir tedavi bulunduğunda, siyah şeritlerin tüm bayraklardan çıkartılarak Washington, D.C.'da bir törenle gömülmesini önermiştir. Süleyman Paşa (Orhan Gazi'nin oğlu) Süleyman Paşa, Gazi Süleyman Paşa veya Süleyman Gazi (1316 (?) - 1357/1360 arası), Osmanlı Padişahı Orhan Gazi'nin büyük oğlu olup, annesi Nilüfer Hatun'dur. Osmanlı Devleti'nin Rumeli'ye, başka bir deyişle Avrupa'ya geçişinin öncüsü ve sembolü olan şahsiyettir ve Rumeli Fatihi olarak bilinir. İlk defa Gerede'de yönetici olarak hizmete başlamıştır. İzmit, Göynük ve Mudurnu civarı kendisine tımar olarak verilmiştir. İznik (1331) ve İzmit (1337) fetihlerine katılmış, fethinde büyük rol oynadığı Karesioğulları Beyliği'ne bey tayin edilmiştir (1335). Sırplara karşı, Bizans'a yardıma giden Osmanlı kuvvetlerine kumanda etmiştir. Rumeli’ye geçerek Selanik’i Sırplardan almış ve Bizanslılara vermiştir (1349). Rumeli'ye ikinci geçişinde (1352), Bulgarları Dimetoka’da yenmiştir. Bu harekatlarında Çimpe Kalesi, kendisine üs olarak verilmiştir. Gelibolu başta olmak üzere Marmara ’nın batı kıyısındaki şehirleri ele geçirdiyse de, Bizanslılarla yapılan antlaşma îcabı, buraları daha sonra boşaltmıştır. Eretna Beyliği beyi Alaeddin Eretna'nın ölümünden sonra bölgede doğan karışıklıktan istifade ederek Ankara'yı zaptetmiştir (1354). Bizans'ta imparator değişikliği üzerine, dikkatini yeniden Trakya'ya yöneltmiştir. Üçüncü geçişinde, Biga'da topladığı ordularını Çardak limanında gemileri yan yana koyarak Çanakkale Boğazı'ndan geçirmiş ve Bolayır'ı kendisine üs edinerek, artık Osmanlı'nın Rumeli'de yerleşmesine dönük bir politika izlemiştir. Anadolu'dan getirttiği Türkmen ailelerini Rumeli'de kurduğu köylere yerleştirmeye başlamıştır. Daha önceki harekatlarda yapılan keşifler ve edinilen bilgilerin de yardımıyla Gelibolu Yarımadası nın kısa bir sürede Osmanlı yönetimine katılması sağlanmış, daha sonraki fetihler için hareket noktası oluşturulmuştur. Ölüm tarihi konusunda farklı görüşler mevcuttur. Bir görüşe göre 1360'ta, Bolayır ile Seydikavağı arasında doğanla avlanırken atından düşerek vefat etmiş, cenazesi vasiyeti doğrultusunda Bolayır'da imareti civarında yaptırmış olduğu türbeye defnedilmiştir. Kendisi için daha önce yaptırdığı türbe boş olarak Yenişehir, Bursa'da bulunmaktadır. Âşıkpaşazâde Tarihi ölüm tarihini 1356 olarak verirken, Anonimler ve Oruc Tarihi 1357 olarak vermektedir. Ruhî, Süleyman Paşa'nın Rumeli'de altı yıl boyunca mücadele verdikten sonra öldüğünü söyler. Kendisinin 1352 yılında Cinbi'yi aldığı göz önünde bulundurulursa, Ruhî'nin verdiği yıl 1356 civarına tekabül etmektedir. Takvimlerden biri, Orhan Gazi'nin Süleyman Paşa'dan beş yıl sonra sonra öldüğünü kaydeder ki Orhan Gazi'nin 1362 Mart'ında öldüğü bilindiğinden, takvimin verdiği tarih 1356 civarına denk gelmektedir. Bizanslı tarihçi Nikiforos Grigoras ise Süleyman Gazi'nin ölümünün, kardeşi Şehzade Halil'in esir edildiği 1357 yılından kısa bir süre sonra gerçekleştirdiğini yazmaktadır. Bursa, Yenişehir, Göynük, Geyve, Akyazı, İzmit, İznik ve Gelibolu'da imaret, cami medrese, kervansaray, mektep ve mescit gibi eserler inşa ettirmiştir. Gazi Süleyman Paşa'nın Seyyid Hüseyin Çelebi'nin kızı Selçuk Hatun ve İsfendiyar oğlu Kötürüm Bayezit'in kızıyla olmak üzere iki evlilik yaptığı bilinmektedir. Bu evliliklerinden İshak, Melik Nasır ve İsmail adlarında üç oğlu ve Sultan Hatun, Eftendize Hatun adlarında da iki kızı vardır. Melik Nasır, diğer kardeşleriyle birlikte Ece Bey’in komutasında katıldığı Bolayır civarındaki Akça Liman seferi sırasında denizde boğulmuştur. İshak ve İsmail ise Rumeli’de akıncı beyi olarak görev yapmaya devam etmişlerdir. Sultan Hatun, Candaroğlu Süleyman Paşa ile evlendirilmiştir. Haziran 1395’te vefat etmiş; Sinop’ta "Sultan Hatun" veya "Aynalı Kadın" adı verilen türbeye defnedilmiştir. Eftendize Hatun ise Temmuz 1397’de Akşehir’de vefat etmiş, İmaret Camii haziresine defnedilmiştir. Yatıştırma politikası Yatıştırma politikası, II. Dünya Savaşı'na giden dönemde Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain'le özdeşleşen politikaya verilen isimdir. Chamberlain Hitler'in esas ilgi alanının doğuda olduğuna inandığı için Komünist Sovyetler Birliği'ne karşı kendileriye ittifaka gireceğini, hatta bir Hitler'i Sovyet topraklarına yöneltebileceğini umut etmiş, Çekoslovak toprağı olan Südetlerin Nazi Almanyası'na verilmesinden sonra daha önce Bismarck'ın yaptığı gibi Hitler'in de artık kazandıklarını elinde tutmaya çalışacağını ummuştu. Fakat, Bismarck'dan çok Napoleon'a benzeyen Hitler, durmak bir yana taleplerinde daha da fütursuzlaştı. 29 Eylül 1938 tarihinde büyük devletlerin Südetleri Nazi Almanyası'na verme kararı almasına yol açan Münih Anlaşması, yatıştırma politikasının doruk noktasıydı. Konferanstan dönen Chamberlain uçaktan indiğinde "Size bugün onurlu bir barış getirdim" diyecekti. Fakat 15 Mart 1939'da Nazi Almanyası Çekoslovakya'nın Alman yaşamayan topraklarının da işgale başlayınca, yatıştırma politikasının bittiğini ilan etmek zorunda kaldı. Takibeden haftalarda Birleşik Krallık Polonya'ya garanti v
erdi ve ciddi savaş hazırlıklarına başladı. Ancak, büyük bir savaşı önlemek için geç kalınmıştı. Chamberlain'in bu yatıştırma politikası, bazı üst rütbeli Nazi subaylarının komplo ve darbe planlarıyla ters yönde işlemiştir. Bu Nazi subayları, Nazi Almanyası'nın Çekoslovakya'ya askeri bir müdahelede bulunmasının, Birleşik Krallık, Fransa ve SSCB ile Çekoslovakya arasındaki antlaşmalar gereği bir Avrupa savaşına yol açacağını biliyorlardı. Böyle bir savaşın Nazi Almanyası'nın yıkımına neden olacağı açıktı. Bu yıkımı önlemenin yolu ise Hitler'i durdurmaktır. Bu subaylar, bu gerekçelerle Hitler'e karşı bir askeri darbe planlamaktaydılar. Ancak böyle bir girişim, bir Avrupa savaşı tehlikesinin gerçek olmasına bağlıdır. Eğer söz konusu ülkeler,Nazi Almanyası'nın Çekoslovakya'ya yönelik askeri bir harekatına göz yummayacaklarını belirtmiş olsalardı, bir Avrupa savaşı tehlikesi var olabilecekti ve bunu durdurmak için Nazi subayların Hitlere karşı harekete geçme gerekçeleri ortaya çıkacaktı. Ancak olayların gelişimi ise bu yönde olmamıştır. Chamberlain'in yatıştırma politikası, komplocuların gerekçelerini ortadan kaldırmış ve onları bu girişimden vazgeçmek durumunda bırakmıştır. En çok gözetilen ulus kaydı En çok gözetilen ulus kaydı (eski adı: en ziyâde müsâadeye mazhar millet şartı, en ziyâde müsâadeye mazhar olan millet kaydı, en ziyâde mazhar-ı müsâade olmuş devlet, en çok müsâadeli millet muâmelesi, en çok kayrılan devlet kaidesi, İngilizce: "the most favoured nation clause", Fransızca: "la clause de la nation la plus favorisée", Almanca: "Meitsbegüngstigungsklausel"), bir antlaşmaya taraf olan devletlerin, başka antlaşmalarla başka devletlere tanıdıkları ayrıcalıkları ve yararları birbirlerine de tanıyacaklarını ifade etmeleridir. Şöyle ki, A ve B devletleri arasında yapılan ve içerisinde “en çok gözetilen ulus” kaydı bulunan bir antlaşma sayesinde, A devleti başka bir antlaşma ile C devletine daha önemli bir yarar, bir ayrıcalık tanıdığında, bu ayrıcalıktan B devleti ve yurttaşları da yararlanacaktır; dolayısıyla bu sayede A ile B arasında yeniden bir antlaşma yapılmasına gerek kalmayacaktır. En çok ticâret antlaşmalarında kullanılmaktadır. Amaç, farklı muameleleri önlemek, eşitliği sağlamaktır. Bununla beraber, bu kaydın karşılıklılık esası gözetilmeden uygulandığı örnekler de mevcuttur. En çok gözetilen ulus kaydı genellikle ikili antlaşmalarda rastlanılan bir yöntem olmasına karşın, bu kayda çok taraflı antlaşmalarda da rastlanılmaktadır. Gümrük birliği, serbest ticaret bölgesi ve sınır ticaretine ilişkin anlaşmalar bu kaydın istisnasını oluşturur. Rasyonalizm Şeyhî Şeyhî (?-1431) Kütahya doğumlu Türk Divan şairi. Asıl adı Yusuf Sinanüddin veya Yusuf Sinan'dır. Germiyanlı Şeyhi ya da Hekim Sinan olarak da bilinir. Babasının adı Mecdüddin'dir. Orhan Gazi ve I. Murat'a vezirlik yapmış olan Sinanüddin Fakıh Yusuf Paşa ile karıştırılmamalıdır. Şeyhi'nin doğum tarihi bilinmese de, Kütahya'da doğduğu ve çocukluğunu burada geçirdiği bilinmektedir. Şair Kasım İzarî, kız kardeşinin oğludur. Bazı kaynaklarda, 1371 yılında doğduğu belirtilse de bu tarihin doğruluğu ispatlanmamıştır. Şeyhi, bilime olan merakı ile İran'a gitmiş; burada başta tıp ve tasavvuf olmak üzere yoğun bir eğitim görmüştür. Öğrenimini tamamlayarak Anadolu'ya geri dönmüştür. Bu sıralarda "Hekim Sinan" olarak anılmaktadır. II. Yakub Bey'in hem hekimi hem de sohbet arkadaşıdır. Tıpta en ziyade mahareti göz hastalıkları üzerinedir. Bir hekim olarak ünlenen Şeyhi'nin tedavi ettiği hastalar içinde Sultan Mehmed Çelebi de vardır. Bu tedavi üzerine Çelebi Mehmed'in ricası üzerine II. Yakub Bey Şeyhî'yi Osmanlı'nın hizmetine vermiştir. Şeyhî son zamanlarını memleketi Kütahya'da geçirmiştir. Köyüne dönüşünde (muhtemelen köylülerce) soyulur, dövülüp saldırıya uğramıştır. Vefat tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, genel kanı 1431 yılında vefat ettiği üzerinedir. Türbesi Kütahya'da Şair Şeyhi Dumlupınar Mahallesi'nde bir ziyaret yeridir. Şeyhî, kaside ve mesnevide zamanının en ileri gelen şâiri idi. Köyünde uğradığı saldırı üzerine Harnâme (Eşeknâme) isimli mesneviyi yazar. Bu fabl eserde, kaderi yük taşımak olan bir eşeğin semiren öküzlere özenmesi üzerine başına gelenler mizahi ve alegorik bir dil ile hicvedilmiştir. Kendisinin şiirde üstadı Ahmedî'dir. Hacı Bayram Veli'den fazlasıyla etkilenmiş ve onun dervişi olmuştur. II. Murat zamanında saraya çok yakın olan Şeyhi, padişahın hekimlerindendir. Bizzat padişahın isteği üzerine Hüsrev ü Şirin'in Türkçe tercümesini yazmaya başlamıştır. Bu eserini tamamlayamadan vefat etmiştir. Eseri kız kardeşinin oğlu Cemâlî Germiyanî tamamlamıştır. Şeyhi erken dönem Divan Edebiyatı şairlerindendir ve divan edebiyatının gelişmesine büyük katkısı olmuştur. Tasavvufi bir kişilik olmasına ve tasavvuf eğitimi almış olmasına rağmen eserlerinde tasavvufi öğeler bulunmamaktadır. Din dışı şiirler yazmayı tercih etmiştir. Ayrıca edebi eserlerinin yanında tıpla ilgili eserlerden kaleme almıştır. Bunlar: Gelir Redifli Gazelinden: Can bülbili teferrüc-i dîdâr kılmasa Firdevs bostânı gözüne kafes gelür Her bî-haber ne bile mahabbet safâsını Nâ-merde aşk u derd hevâ vü heves gelür Bilmez kimesne kaafile-i dûstdan haber Geh geh budur kulaguma bang-ı ceres gelür Şeyhî ko peşpeşeyi dahı şehbâzı kıl şikâr Sîmüg-i himet olana âlem meges gelür Hasan Hüseyin Korkmazgil Hasan Hüseyin Korkmazgil (d. 1927 - ö. 26 Şubat 1984), toplumcu-gerçekçi şiirin önde gelen temsilcilerinden biri olan Türk şair. 1927'de Sivas'ın Gürün ilçesinde doğmuştur. Hasan Hüseyin, Adana Erkek Lisesi'ni 1948'de, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'nü 1950'de bitirdi. Öğretmenliğe Göksun'da başladı. Siyasi eylemleri gerekçesiyle öğretmenlikten atıldı, tutuklandı, hüküm giydi. 1955-1960 yılları arasında Gürün ve Sivas'ta arzuhalcilik, tabela ve portre ressamlığı, inşaat işçiliği yaptı. 1960'da İstanbul'a, sonra Ankara'ya yerleşti. "Akis" dergisinde çalıştı. Bir süre de "Forum" dergisinin sanat sayfalarını yönetti (1968-1970). "Kızılırmak" adlı kitabı nedeniyle hakkında komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla dava açıldı, 3 yıla mahkûm edildi ve aklandı. Lise yıllarında şiir yazmaya başlayan Hasan Hüseyin'in ilk şiiri 1959'da "Dost" dergisinde çıktı. Bu yıllarda mizahi hikâyeleri de yayınlandı. "Kavel" (1963) adlı kitabı ile 1964 Yeditepe Şiir Armağanı'nı, "Kızılkuğu" (1971) ile TRT'nin 1970 Sanat Başarı Ödülü'nü, "Filizkıran Fırtınası" (1981) ile 1981 Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü'nü ve Nevzat Üstün Şiir Ödülü'nü aldı. Şair 1983'te beyin kanaması geçirdikten sonra bir yıl bitkisel hayatta yaşadı. 26 Şubat 1984'te evinde yaşama gözlerini yumdu. Maltepe Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra Karşıyaka Mezarlığı'nda toprağa verildi. Hasan Hüseyin Korkmazgil'in eşi Azime Korkmazgil'den "Bir Oğlum Olacak Adı Temmuz" şiirinde adı geçen Temmuz Korkmazgil (1965) isimli bir oğlu vardır. Mizah dergilerinde yayımlanmış mizah hikâyelerinden bir kısmını Hüseyin Korkmazgil adıyla yahut sadece Korkmazgil soyadını kullanarak, üç kitapta derledi: DRAM (bilgisayar) Dinamik Rastgele Erişimli Bellek (Dynamic Random Access Memory), dinamik rastgele erişimli bellek bir tümleşik devre içinde her bir veri bitini ayrı bir kapasitör içinde saklayan Rastgele Erişimli Bellek türüdür. Kapasitör’ler yapıları gereği bir süre sonra boşalacağından yenileme/tazeleme (refresh) devresine ihtiyaçları vardır.Bu yenileme ihtiyacından dolayı DRAM , SRAM( Statik Rastgele Erişimli Bellek) ve diğer statik belleklerin zıddı durumundadır. DRAM’nin SRAM üzerindeki avantajı onun yapısal basitliğidir:1 bit için 1 transistör ve 1 kapasitör DRAM için yeterliyken SRAM için 6 transistör gerekir. DRAM, yenileme devresinden dolayı çok yer kaplar. Güç kaynağı açık olduğu durumda DRAM ve SRAM sakladığı verileri korur bu nedenle her iki bellek aygıtı da volatile ‘dir. (Güç kaynağı kesildiğinde veriler kaybolur) DRAM Dr. Robert Dennard tarafından 1966’da IBM Thomas J. Watson Araştırma Merkezi'nde icat edilmiştir ve 1968 yılında patenti alınmıştır. Kapasitörler, Atanasoff-Berry Computer, Willams Tube ve Selectron Tube gibi ilk bellek projelerinde kullanılmıştır. 1969’da Honeywell Intel’e kendilerinin geliştirdiği 3-transistör hücre (cell) bulunan DRAM’yi üretmesini önerdi.Bunun sonucunda 1970’lerin başlarında Intel 1102(1024x1) ortaya çıktı.Intel’in ürettiği 1102’nin pek çok sorunu olması Intel’i kendilerinin geliştirdiği tasarımlara yönelmesine neden oldu (bu çalışmalar Honeywell ile anlaşmazlık çıkmaması için gizlice yürütüldü). Bu çalışmalar sonucunda Ekim 1970’de ticari olarak kullanılabilecek 1-transistör hücreli DRAM olan Intel 1103(1024x1) ortaya çıktı(ilk baştalardaki az gelir sorunu 5.gözden geçirmeye kadar devam etti) DRAM genellikle hücre başına 1 kapasitör ve 1 transistörün kare şeklinde dizilmesiyle oluşur. Modern DRAM binlerce hücrenin enine ve boyuna dizilişiyle oluşur.Bir okuma işlemi sırasıyla şu şekilde meydana gelir:Seçilen hücrenin sırası aktif hale getirilir, kapasitör açılır ve o dizinin kapasitörü ile anlamlı satıra bağlanır.Anlamlı satır, saklanan sinyalin 1 mi 0 mı olduğunu ayırt eden anlamlı yükselteçe yönlendirir.Daha sonra uygun sütundaki kuvvetlendirilen değer seçilir ve çıkışa bağlanır.Okuma döngüsünün sonunda satır değerleri mutlaka okuma sırasında boşalan kapasitörde depolanmalıdır. Yazma işlemi satırın aktif hale getirilmesiyle ve değerlerin birbirine bağlanarak anlamlı sıraya yazılırken kapasitörleri istenilen değere yüklenmesini sağlayarak yapılır.Belirli bir hücredeki yazma işlemi sırasında bütün satır okutulur,1 değer değiştirilir ve ondan sonra bütün satır tekrar yazılır. Genellikle imalatçılar JEDEC standartlarına göre her satırın her 64 ms veya daha az sürede bir yenilenmesi gerektiğini belirtir.Yenileme mantığı genellikle DRAM’lerle periodik yenilemeyi otomatikleştirmek için kullanılır. Bu devreyi daha karmaşık hale getirir fakat DRAM’nin SRAM’ye göre daha ucuz ve daha fazla kapasiteye sahip olması nedeniyle DRAM’yi avantajlı kılar.Bazı
sistemler her satırı 64 ms’de bir döngü ile yenileme yapar.Başka sistemler ise bir sıra belli bir zamanda –örneğin 213 = 8192 satıra sahip bir sistemin yenileme oranı her bir satır için 7.8 µs (64 ms / 8192 sıra) yapar. Gerçek zamanlı bazı sistemler dış sayaca dayanan bir zamanlama ile hafızanın belli bir kısmını tazeleyerek sistemin geri kalanını yönlendirir, video malzemelerinde her 10-20 ms de meydana gelen düşey boşluk aralığı gibi. Bütün yöntemler belli bir çeşit sayaç içermektedir, bunun nedeni ise bir sonraki turda hangi sıranın yenileneceğini tespit etmektir. Bazı DRAM çipleri bu sayacı içerirken; diğer türler ise bu sayacı tutmak için dış yenileme mantığına ihtiyaç duyar(bazı koşullarda DRAM dakikalarca yenilenmese dahi DRAM’deki verilerin büyük bölümüne yeniden ulaşılabilir). Bilgisayar sistemi içindeki elektriksel veya manyetik parazitlenme bir DRAM bitinin kendiliğinden karşıt duruma dönmesine neden olur. Bazı araştırmalar DRAM yongalarındaki hataların çoğunun kozmik ışınlar yüzünden çıktığını göstermektedir. Bu bir veya daha fazla hafıza hücresinin içeriğini değiştirebilir ya da onları okuyup/yazan devrelere zarar verebilir. DRAM yoğunluğu arttıkça DRAM yongaları üzerindeki bileşenler küçülürken aynı zamanda çalışma voltajları düşeceği için, DRAM yongaları sıklıkla yüksek radyasyona uğrayacaktır. Bu, düşük enerjili parçacıkların hafıza hücresinin durumunu değiştirebileceğinden kaynaklanır. Diğer taraftan küçük hücreler daha küçük hedefler oluştururlar ve teknolojiyi SOI’nin yaptığı daha az duyarlı ve iyi tepki veren veya bunların tam tersi eğilimlere yöneltmiştir. Bu problem içinde ekstra hafıza biti olan ve bunları kendi için kullanan hafıza kontrolleri olan DRAM’ler kullanılarak hafifletilebilir. Bu ekstra bitler eşlik kaydetmeye veya ECC kullanmaya yarar. Eşlik tek-bitlik hataları bulmayı sağlar. En çok kullanılan hata düzeltme kodu, Hamming Kod, tek bitlik hataları düzeltmeyi ve iki-bitlik hataları bulmayı sağlar. Bilgisayar sistemlerinde hata bulmak ve düzeltmek bazen moda, bazen demode gözükür. Seymuor Cray neden bunu CDC 6600’dan çıkarttığında “eşlik bizim çiftçimizdir” demiştir. Eşliği CDC 7600’e dâhil ettiğinde söylentiye göre “birçok çiftçinin bilgisayar aldığını öğrendim” demiştir. 486-dönemi PC’lerde genelde eşlik kullanılmıştır. Pentium-döneminden olanlarda ise çoğunlukla yoktu. Daha geniş bellek anayolu eşliği ve ECC’ yi alınabilir kılmıştır. Şu anki mikroişlemci hafıza kontrolleri genelde ECC desteklidir ama sunucu-tabanlı olmayan sistemler bu özellikleri kullanmazlar. Kullansalar bile yazılım kısımlarının bunları kullandıkları kesin değildir. Çoğu modern PC’lerdeki hafıza kontrolleri 64 bitte bir bitlik hatayı bulup düzeltebilir, 64 bitte iki bitlik hatayı da sadece bulabilir. Bazı sistemler hataları verinin doğru olanını hafızaya yeniden yazarak temizler. Bazı bilgisayarlardaki BIOS ve Linux gibi işletim sistemleri bulunan ve düzeltilen hataları bozulmaya başlayan hafıza modüllerini belirleyebilmek ve daha büyük felaketleri önlemek için sayarlar. Maalesef çoğu modern PC eşlik veya ECC’ ye sahip olmayan hafıza modüllerine sahiptir. Hata bulma ve düzeltme oluşabilecek hataların beklentisine dayanır. Hafıza bitindeki her sözcüğün başarısızlığı birbirinden bağımsızdır ve sonuç olarak iki eşzamanlı hata beklenmez. Bu durum hafıza yongalarının “ bir olduğu zamanlarda geçerliydi. Şu anda aynı yongada birçok bit var. Bu zaaf bir durum dışında genelde ortaya çıkmaz, yonga bozulması. Bir başka mantıklı uygulama ise parmak hesabıdır; ayda gigabyte başına bir bitlik hata beklentisi. Gerçek hata oranları gene ölçüde değişebilir. VRAM, DRAM’in grafik kartlarında kullanılan çift portlu versiyonudur. VRAM’ın, hafıza dizisi için kullanılabilecek, iki yolu ya da portu vardır. İlk port olan DRAM portu, DRAM tarafından erişilebilir.İkinci port; video portu sadece okuma işini yapar ve hızlı akışa sahip veriyi görüntüye aktarır. Video portunu kullanmak için, kontrol birimi öncelikle hafıza dizisinin sırasına göre, görüntülemek için bir şeçim yapar ve bu şeçim için DRAM portunu kullanır. Daha sonra VRAM bu sırayı içerideki bir kaydırmalı kayıt ediciye kopyalar. Kontrol birimi daha sonra DRAM’i, ekran üzerinde nesneler çizmek için kullanır. Kontrol birimi kaydırma saati isimli bir birimi VRAM’in video portundan besler her kaydırma saati dalgası, VRAM’ın kaydırmalı kayıt edicisinden, video portuna kadar, değişmeyen bir adres sırası ile verinin yeni parçalarını dağıtır. Hızlı sayfa modu (FPM) DRAM , sayfa modu DRAM, Hızlı sayfa modu bellek veya sayfa modu bellek olarak da bilinir. Sayfa modunda DRAM’in bir sırası “açık” olarak tutulabilir, böylece sıra içindeki art arda okuma ve yazmada yüklenme öncesi ve sıraya geçişlerde gecikmelerden etkilenmez. Bu durum okuma ve yazma işlemleri sırasında sistemin performansını arttırmaktadır. Statik Sütün sayfa modundaki değişkenin sütün adresine ihtiyaç duyulmamaktadır. Nibble modunda ise bir sıra içindeki ardışık 4 konuma birden ulaşılabilinmektedir. Window Ram ya da WRAM, ekran kartlarındaki modası geçmiş VRAM'lerin yerine geçmek üzere tasarlanmış yarı iletken bilgisayar hafızalarıdır.Samsung tarafından üretilip, Micron Technology tarafından satılan bu ramler, SDRAM ve SGRAM'ler yerlerini almadan önce, çok kısa bir süre piyasada durmuşlardır. WRAM, VRAM'e benzer, çift-portlu dinamik ram yapısına sahiptir. Bu yapıda, bir paralel port, bir seri port bulunur ve hızlı blok kopyalama ve blok doldurma(pencere işlemleri olarak adlandırılan) ekstra özelliklere sahip bir yapıdır. Genellikle 50 MHz ile saatlenmiştir. PCI ve VESA Local Bus sistemlerinde en uygun veri transferini yapabilmeleri için 32-bit genişliğinde, sağlayıcı portu bulunmaktadır. Normal WRAMler, VRAm'lere göre %50 daha hızlıdır fakat %20 daha ucuza gelirler. Bazen Microsoft Windows işletim sistemine isim benzerliği yüzünden Windows Ram olarak anılsalar da, bunlar kullanılarak windowing işlemlerinin performansları arttırılabilir. Bunlar ayrıca Matrox tarafından hem MGA Millenium hem de Millenium II ekran kartlarında kullanılmışlardır. EDO DRAM ile Hızlı sayfa modu (FPM) DRAM benzer özelliklere sahiptir ek olarak EDO DRAM’de ulaşım döngüsü önceki döngüde aktif olan veri çıktısının saklandığı yerden başlayabilmektedir. Bu özellik komut işleme sırasında bir miktar daha geliştirilmiş hızlanma sağlamaktadır. 1993 yılında EDO DRAM, Hızlı Sayfa Modu DRAM’e göre %5 daha hızlandırılmıştır. Tek-Döngü EDO tam bellek işlemlerini 1 saat döngüsünde yapma özelliğine sahiptir. Yoksa bir sayfa seçildiğinde aynı sayfadaki art arda gelen RAM ulaşımları 2 saat döngüsü yerine 3 saat döngüsünde olurdu. EDO’ların hızları ve kapasiteleri, PC’lerdeki daha yavaş L2 önbellekleri yerine geçmesini sağlamıştır. Tek-döngü EDO DRAM 1990’ların sonlarına doğru video kartlarında çok popüler olmuştur. Düşük maliyeti olmasına rağmen, maliyeti yüksek olan VRAM’e yakın bir performans vermiştir. Burst EDO standart EDO’ya bellekten tek bir istekle gönderilen verinin seriler ya da burst olmasına izin veren bir yeniliktir.1 burst’te bellekteki 4 adresi işleyebilmektedir.Çipin içinde bulunan adres sayacıyla bir sonraki adres tutulur. Ayrıca BEDO bilgi iletimi ve ulaşımı sağlayacak döngüyü 2 bileşene ayırdı. Bellekten okuma işlemi sırasında, 1.bileşen bellekteki veriden çıktı bölümüne kadar veriye ulaşır. 2. bileşen ise veri yolunu bu mandaldan uygun mantık seviyeyesine getirir. Veri cıktı tamponunda olduğunda,genel EDO anlayışına göre daha hızlı erişim zamanı elde edilir. BEDO DRAM, EDO’ya karşı eniyileme eklentileri yapmasına rağmen zamanla SDRAM’e önemli yatırımlar oldu fakat BEDO RAM teknik olarak SDRAM’e göre üstündür. Multibank RAM, SRAM’e karşı daha hızlı ve ucuz alternatif oluşturmak için ana belleğin sırayla birleştirme tekniğini ikinci düzey önbelleklerde uygulamıştır.Çip belleğini 256 kB’lik küçük bloklara ayırmıştır ve işlemleri tek saat döngüsünde 2 farklı yığında yapmayı sağlamıştır. Bu bellek aslında Tseng Labs ET6x00 yonga seti(chipset) ile birlikte MoSys tarafından yapılan grafik kartlarında kullanılmıştır. Bu yonga seti tabanlı kartlarda 2.25 MB’lık alışılmadık RAM büyüklüğü ile düzenlenmiştir çünkü MDRAM’lerin değişik RAM büyüklükleriyle kolaylıkla istenileni yapabilmektedir. 2,25 MB’lik büyüklük, 24-bit 1024×768 çözünürlüğe izin vermektedir. Grafik adaptörlerde kullanılan SGRAM, SDRAM’in özel bir versiyonudur. Fonksiyonları, bit gizlemesi(diğerlerine tesir etmeden açıkça belirtilen bit düzlemine yazma) ve yazmayı durdurma (blokları tek renk hafızayla doldurma) gibi yöntemlerle ekler SGRAM, verileri tek tek yerine bloklar halinde alıyor ve işliyor. Bu sayede okuma ve yazma performansı önemli ölçüde artıyor. VRAM ve WRAM’in aksine SGRAM tek-portlu hafıza birimine sahiptir. Fakat SGRAM bir kerede iki bellek sayfasını açabilir bu işlemde çift-portlu diğer video RAM teknolojileri simule edilir. SGRAM ve SDRAM 1990’ların sonlarında DRAM’lerin en popüler türleri oldular. VE 2000’lerin ilk on yılında da böyle devam edecek. Çift veri transferli bellekler – SDRAM’lerin geliştirilmesiyle 2000’lerin başında PC belleklerde kullanılmaya başlandı. DDR2-SDRAM’in ortaya çıkışı, DDR-SDRAM’in başlangıçtaki küçük gelişimi(tek-çekirdekli CPU temelli) sonrası saat hızları ve komut işlemenin yüksek hızlara çıkmasıyla olmuştur. 2006 yılında ortaya çıkan çok-çekirdekli CPU’ların çabuk kabullenilmesiyle standart DDR2’lerin endüstrisinde mevcut DDR-SDRAM fiziksel standartlarına göre değişmesi beklenilmektedir. Ayrıca 2007’de geliştirilmesi öngörülen DDR3 ile birlikte DDR2 ve DDR ‘ın yerine DDR3’ün geçmesi bekleniyor. PSRAM veya PSDRAM dinamik RAM yenileme ve adres kontrol devresiyle durağan(statik) RAM(SRAM)'e benzer. DRAM’in yüksek yoğunluğu ve SRAM’in rahat kullanımını birleştirmiştir. Bazı DRAM bileşenlerinin “öz- yenileme biçimi” (self refresh mode) vardır. Yalancı-durağan (pseudo-static) RAM işlemleri için olan işlemleri içerirken, bu biçim sıklıkla yedekteki biçime denktir. DRAM denetim birimi veriyi kaybetmeden güç tasarrufu için geçic
i bir süre işlemleri durdurur, PSRAM lerde olduğu gibi ayrık bir DRAM denetim birimi olmadan işlemlere izin verilmez. Aken (mitoloji) Aken, Mısır mitolojisinde ölüler tanrısı Osiris'in yardımcısıdır. Koç kafalı olarak tasvir edilir. Letopolis şehri onun için kurulmuştur. İyi insanların gittiğine inanılan dünyanın (Aaru) dışında kalan bölgeyi Osiris yerine yönettiği için yardımcı olarak anlandırılır. Ömer Faruk Toprak Ömer Faruk Toprak (d. 1920, İstanbul - ö. 20 Ağustos 1979, İstanbul), Türk toplumcu-gerçekçi şair, romancı ve öykü yazarı. 1941'de liseyi bitirdi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne 3 yıl devam ettikten sonra öğrenimini yarım bırakarak memur olarak çalıştı. İlk şiiri 1938'de yayınlandı. Başlangıçta ölçülü, uyaklı, duygusal nitelikli şiirler yazdı. Ardından toplumsal gerçekçi şiire yöneldi. Toplumcu sanatçıların bir araya geldiği "Yürüyüş" dergisinin son sayılarını çıkardı. Ölümünden sonra eşi Füruzan Toprak tarafından 1980 yılında başlatılan Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü, geleneksel bir ödül olarak tanındı. Roman, öykü, anı türünde de eserler verdi. Şenesenevler'de kendi adına bir halk kütüphanesi (Bostancı Ömer Faruk Toprak Halk Kütüphanesi) bulunmaktadır. Refik Durbaş Refik Durbaş, (d. 10 Şubat 1944, Pasinler), Türk şair, gazeteci ve yazar. Erzurum'un Pasinler ilçesinde doğdu. Liseyi İzmir'de bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ndeki öğrenimini bitirmeden ayrıldı. 1965-1968 arasında çeşitli işlerde çalıştı. "Yeni İstanbul" ve "Cumhuriyet" gazetelerinde düzeltmenlik yaptı. İlk şiiri İzmir'de "Ege Ekspres" gazetesinin sanat sayfalarında yayınlandı. "Devinim", "Gösteri", "Sanat Olayı", "Soyut", "Papirüs" gibi dergilerdeki şiirleriyle dikkat çekti. Arkadaşlarıyla birlikte 1962-1964 arasında "Evrim" dergisini, 1967'de de "Alan 67" dergisini yayınladı. 1971'de ilk şiirlerini Kuş Tufanı adlı şiir kitabında topladı. 1972-1974 yıllarında "Yeni A" dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Gazetelerde sanat sayfaları hazırladı. 1992 yılında Cumhuriyet gazetesinden emekli oldu. Köşe yazarı olarak değişik gazetelerde çalışmalarını sürdürmektedir. İkinci Yeni esintisi ile başladığı şiir yaşamı, zamanla toplumcu yönelim kazandı. Kendine özgü dili ve benzetmeleriyle, baştan beri tavrını ve varlığını keskinleştiren, anlam kadar biçime de önem veren şiirler yazdı. Çarşıların, işçi kızların, pazar yerlerinin, çay evlerinin dünyasını yansıtan şair olarak tanındı. Şiirinde günlük konuşma dili içine ustaca serpiştirilmiş eski sözcükler de kullandı. Tolga Tekinalp Tolga Tekinalp, 1974 Sinop doğumlu İTÜ basketbol takımının oyuncusu. Basketbola Efes Pilsen altyapısından başlayan Tolga Tekinalp bu takımda aldığı teknik ve temel bilgiler ile 17 yaşında iken tecrübe kazanması amacıyla TED Kolejliler takımına transfer oldu. 1994 yılında çok daha büyük hedefleri olan ve yeni kurulmuş ve yepyeni bir takım oluşturan Ülkerspor tarafından transfer edildi. Ülkerspor'un geniş kadrosuna rağmen 6.adam olarak görevini başarıyla yaptı ve oynadığı kısa süreler içinde önemli istatistiklere sahip oldu. Bu takımda oynadığı dönemde millî takıma kadar yükseldi. 1997 Avrupa Basketbol Şampiyonası'na katılan millî takım kadrosundaydı. 1999 yılında Fenerbahçe'ye transfer oldu ve 3 sene bu takımda görev aldı. 2001 Kasım ayında İsveç ligine transfer oldu. Çok değişik bir ortam ve basketbol kültürü olan bu ülkede oldukça başarılı oldu ve 18.2 sayı, 8.3 rebound ortalamasına sahip oldu. 2002 yılında Fransız takımı Dijon tarafından denense de 2003/2004 takımında Beşiktaş'a transfer oldu. Artık takımın en tecrübeli oyuncularından biri olarak 2005/2006 yılında takımın kaptanı durumuna geldi. 2006 yazında Galatasaray Cafe Crown takımına transfer oldu. Yeni takımında pek fazla süre alamasa da tecrubesiyle takıma ciddi katkıda bulunduğu gözlenmektedir. 2008 yazında İstanbul Teknik Üniversitesi Basketbol takıman transfer oldu. Ahmet Oktay Ahmet Oktay, (d. 21 Ocak 1933, Ankara - ö. 3 Mart 2016, İstanbul) Türk şair, yazar, gazeteci. Asıl adı Ahmet Oktay Börtecene olan ancak soyadını kullanmayan Ahmet Oktay, 1933 yılında Ankara'da doğdu. Yazmaya ortaokul sıralarında başladı. İlk şiiri, 1949-1950 yılları arasında Gerçek dergisinde yayımlandı. Öğrenimini lisede yarım bırakarak çalışmaya başladı. Ahmet Oktay, 1950'li yıllarda Mavi Hareketi içinde yer aldı ve aynı adlı dergide yazıları ve şiirleriyle etkin bir rol oynadı. Dergide bir yazısında Orhan Veli hakkındaki görüşlerini "Orhan Veli eksik öncü bir şairdi" olarak nitelendirmiştir.1961 yılında Yeni İstanbul gazetesinin Ankara bürosunda "parlamento muhabiri" olarak profesyonel gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazetelerde ve TRT Haber Merkezi’nde muhabirlik, haber müdürlüğü yaptıktan sonra 1982'de TRT’den emekli oldu. Bir süre daha Milliyet gazetesi’nde çalışmaya devam eden Ahmet Oktay, 1993 yılında görevinden ayrılarak kendini tümüyle yazmaya verdi. Başlangıçta yazdığı şiirlerle Ahmed Arif şiirinden etkilendiği izlenimini verirken, 1960’lardan sonra toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla İkinci Yeni’ye doğru yöneldi. Şiirlerinde destansı bir söyleyiş kullandı, zengin sözcük dağarcığı ile kendini hemen belli eden bir tarzla şiirler yazdı. Şiir kitaplarından özellikle Yol Üstündeki Semender (1987) Behçet Necatigil Şiir Ödülü almasının da ötesinde içerdiği şiir isimleriyle de önem kazanmıştır. Her bir şiirinde intihar etmiş bir şairi şiire dönüştürmüş ve o şairin biçemiyle kendi biçeminin karışımı enfes bir biçem ortaya koymuştur. Türkiye'de birçok şiirsever bu şiir kitabı nedeniyle gizli kalmış Türk ve yabancı şairleri farklı yanlarıyla öğrenebilmiştir. Oktay 3 Mart 2016 tarihinde hayatını kaybetti. Colossus bilgisayarı Colossus bilgisayarı, II. Dünya Savaşı sırasında yapılan şifreli Alman yazışmalarını çözmek için kullanılan erken dönem bilgisayarlardan biri. Colossus, dünyanın ilk kısmen programlanabilen dijital elektronik bilgisayarıydı. Colossus, mühendis Tommy Flowers tarafından Doris Hill'deki İngiliz Posta Ofisi Araştırma İstasyonu'nda 1944 yılında tasarlandı. Prototip "Colossus Mark I", Şubat 1944 yılında Bletchley Park'ta çalışmaya hazırdı. Geliştirilmiş modeli olan "Colossus Mark II", Haziran 1944'de Alman Lorenz SZ40/42 şifre makinesinin yazışmalarını çözmek üzere çalıştırılmaya başlandı. Ayrıca Alman şifre makinelerini de taklit edebiliyordu. Savaşın sonuna kadar 10 adet Colossus Mark II bilgisayarı yapılmıştı. Colossus, iki veri dizisini programlanabilir bir Boole fonksiyonu ile kıyaslamaktaydı. Şifreli mesaj kâğıt bir banttan yüksek hızda okunuyordu. İkinci veri dizisini Collosus kendi kendine, Lorenz makinesine elektronik olarak benzetim yaparak yaratmaktaydı. Collosus her denemede Lorenz'in farklı bir ayarını taklit ediyordu. Eğer şifreli mesajla Collosus'un deneme verileri belli bir eşiğiğin üzerinde çakışırsa, sonuç elektrikli bir daktiloda basılıyordu. Bugünkü dijital bilgisayarlarımızın ve dijital elektroniğin temelin de Collosus'ta kullanılan Boole cebirine dayanmaktadır. Colossus bilgisayarları müttefikler tarafından Lorenz SZ 40/42 şifre makinesinin şifrelediği yüksek seviyeli Alman iletişimini çözümlemek için kullanıldı. Bu şifre makinesi, aynı çalışma sistemine sahip olmasına karşın, ünlü Enigma makinesinden daha karmaşık bir şifreleme yapabiliyordu. 3 ya da 4 rotorlu olan Enigma makinesinden farklı olarak Lorenz makinesi 12 rotora ve 501 bağlantı iğnesine sahipti. Bu da şifreleme algoritmasını çok karmaşık bir hale getiriyordu. Enigma makinesi şifreleri üzerinde zor da olsa elle hesaplama yapan matematikçiler, "Lorenz SZ 40/42" şifreleri üzerinde aynı başarıyı gösteremediler ve olasılıkları hesaplamak için bir bilgisayar yapma zorunluluğu doğdu. Enigma makinesine göre hantal olan "Lorenz makinesi"nin şifreleri iki aşamada çözülüyordu. Önce rotor tekerleklerini çözümlemek, sonra bu tekerleklerin ayarlarına benzetim yapmak gerekiyordu. Rotor tekerleklerini çözümlemek, rotorların üzerindeki iğnelerin dizilimini bulmak demekti. Rotorun dizlimi bulununca, Colossus bilgisayarı ile tekerlek ayarları hesaplanıyordu. Colossus, Bletchley Park'ın bir bölümü olan Newmanry'de matematikçi Max Newman başkanlığındaki Lorenz makinesi çözümleme metotları bölümü tarafından çalıştırılmaktaydı. İngilizce Wikipedia Colossus Machine makalesinden geliştirilmiş çeviri. Okay Şenol Okay Şenol (1969, Kütahya), Türk tiyatro oyuncusu ve Tiyatro Alkış'ın kurucusudur. İlköğrenimini Kütahya'da tamamladıktan sonra, 1980 yılında İstanbul'a yerleşti. 1985 yılında Enis Fosforoğlu Tiyatrosu'nda Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler adlı çocuk oyunu ile sanat hayatına başladı ve bu tiyatroda birçok oyunda rol aldı. 1992 yılında "Hadi Çaman Yeditepe Oyuncuları'na" geçti. Bu tiyatroda; Hadi Çaman, Macit Koper, Şakir Gürzumar, Metin Belgin, Salih Kalyon, Kenan Işık, Tolga Aşkıner gibi önemli yönetmenlerle çalıştı. 1997 yılında Tiyatro Alkış'ı kurdu. Birçok reklam filmi, dizi film ve sinema filminde rol almıştır. Adana Fen Lisesi Adana Fen Lisesi, 2 Eylül 1987 yılında Adana'da MEB onayı ile kurulan bir eğitim kurumudur. Lisenin eğitim-öğretim hizmetlerine başladığı bina, 1909 yılında Türk-Ermeni iç çatışması sonrası yetim kalan Ermeni çocukları için kullanıma sunulan tarihi Eytamhane, -diğer adıyla- Taş Bina'dır. Eytamhane mektebi, eğitim ve sosyal hizmetlerine başladığı günden itibaren sırasıyla Ermeni Yetimhanesi, Kızlar Okulu, Enver Paşa Mektebi, Eytamhane İlkokulu olarak dönemin şart ve ihtiyaçlarının şekillendirdiği üzere işlevsel bir dönüşüme uğramış olup; sonraları, Erkek Öğretmen Okulu, Kız Öğretmen Okulu, Eğitim Enstitüsü ve Adana Anadolu Lisesi ismi altında Türkiye Cumhuriyeti kurumları olarak tarihsel varlığını sürdürmüş ve 1987 yılından bu yana ise değişen statüsü ile, Adana Fen Lisesi olarak eğitim-öğretim hayatına devam etmektedir. Adana Fen Lisesi, şehir merkezinde, yaklaşık 40 dönümlük bir yeşil alan üzerine kurulmuş pansiyonlu bir okuldur. Bugün, Taş Bina'da 9. ve 10. sınıf derslikleri, öğret
menler odası, proje odası, edebiyat odası, revir, psikolojik danışma ve rehberlik servisi ile bir üst katında pansiyoner öğrencilerin misafir edildiği yatakhane bölümü bulunmaktadır. İdare yeni ek binasında ise idari bölüm odaları, fizik, kimya, biyoloji ve bilgisayar laboratuvarları, kütüphane, satranç odası ile 11. ve 12. sınıf derslikleri yer almaktadır. Yemekhane, etüt salonu, kapalı spor salonu, açık spor ve yürüyüş alanları, öğrenci kafeteryası ve dinlence kamelyaları okulun diğer bağımsız birimlerini oluşturmaktadır. 2008 yılında Adana'daki orta öğretim kurumları arasında yapılan bilgi ve kültür yarışmasında birinci seçilen okul, aynı yıl OYAK Grubu'nun 6.sını düzenlediği "Liseler arası Matematik Yarışması"nda ikinci oldu. Okulun Aysun Tokkuzun isimli öğrencisi, 2007 yılındaki ÖSS'de EA-1, SAY-1 ve SÖZ-1 alanında 1. oldu. Ali Gökçe isimli öğrencisi ise, 2009 yılındaki ÖSS'de SAY-1 alanında 3. oldu. 2011 yılında yapılan Avrupa Birliği Bilgi Yarışması'nda okulu Barış Arslan, Emre Öztürk ve Muhammed Burak Bereketoğlu temsil etmiştir. Okul, yarışmayı Adana birincisi olarak tamamlamış ve Türkiye finallerine gitmeye hak kazanmıştır. Özellikle fen bilimleri alanında olmak üzere birçok olimpiyat, nitelik yarışması, proje sunumu ve bölge sınavında ulusal ölçekte ismini duyurmuş olan Adana Fen Lisesi'nin ayrıntılı başarı kayıtlarına okul iletişiminden veya internette bulunan mezun portallarından ulaşılabilir. Oktay Şenol Oktay Şenol, (d. 1966, Kütahya) Tiyatro sanatçısı. 6 yaşında müzikle tanıştı. Solfej ve mandolin dersleri aldı. İlköğretimini Kütahya'da tamamladı. Bu öğrenim süresinde okulun spor ve müzik faaliyetlerinde görev aldı. Daha sonra İstanbul'da Suadiye Lisesi'nde lise öğrenimini tamamladı. Aynı dönem içinde İstanbul Radyosu Gençlik Korosu'nu kazandı. Lise bittikten sonra ilk önce İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Konservatuvarı, Şan Bölümü. Bir yıl sonra da sonra Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Sahne Sanatları Opera ve Şan Bölümü Çok Sesli Korosunda okumaya başladı. Öğrenim süresi boyunca özel tiyatrolarda müzisyen ve oyuncu olarak çalıştı. Birçok oyun müzikledi ve müzikaller yaptı. 1997'de Tiyatro Alkış'ın kurucularından biri oldu. Günümüze kadar birçok oyun yazdı, yönetti ve müziklerini yaptı. Son üç yıldır da down sendromlu ve otistik çocuklara müzik ve yaratıcı drama dersleri vermektedir. Birtan Turan Birtan Turan, Türk tiyatro ve televizyon oyuncusudur. İstanbul'da doğdu. Profesyonel tiyatro yaşamına Enis Fosforoğlu Tiyatrosu'nda başladı ve uzun yıllar bu tiyatroda çalıştı. Daha sonra Tuncay Özinel, Yasemin Yalçın/Yılmaz Erdoğan, Hadi Çaman çalıştığı diğer tiyatrolardır. "Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım", "Şıp Sevdi", "Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü", "Kadınlık Bizde Kalsın", "Bedava mı Sandın?", "Beni Biraz Yönetir misiniz?", "Deli", "Pantolon", "Beyefendiyi Görmek İstiyorum" oynadığı belli başlı oyunlardır. 1998/99 sezonunda Tiyatro Alkış ailesine katılmış olup halen bu tiyatroda çalışmaktadır. Yeniden Enis Fosforoğlu Tiyatrosu ile çalışmalarına devam eden Birtan Turan, Dilsiz Kadınla Evlenin güldürüsü ve Çocuk oyunları, Toprağımın Hazinesi, En iyi Arkadaşım'da Sahne almaktadır. Bülent Aksu Bülent Aksu (d. 1977, İstanbul), Türk tiyatrocu ve kuklacıdır. Lise öğrenimini bitirdikten sonra Şiirce ve Tiyatro Merdiven adlı amatör tiyatro gruplarında görev aldı. Profesyonelliğe ilk adımını Levent Kırca ve Oya Başar Tiyatrosu'nun "Hangi Yüzle" adlı oyunuyla attı. Sonraki yıllarda Masal Gerçek Tiyatrosu, Hadi Çaman Yeditepe Oyuncuları, Kukla Çocuk Tiyatrosu, Üsküdar Çocuk Tiyatrosu gibi tiyatrolarda oyunculuğa devam etti. İstanbul Kültür A.Ş Gösteri Sanatları Müdürlüğü'nün 2 yıllık oyunculuk bölümünden mezun oldu. Çeşitli TV dizilerinde ve Reha Erdem'in "Kaç Para Kaç" adlı filminde rol aldı. Halen oyunculuk haricinde kukla-karagöz yapımı ve oynatımı ile ilgili çalışmakta, oyunculuk yaşantısına Tiyatro Alkış grubunda devam etmektedir. Taylan Erler Taylan Erler, (doğum 1966 - Üsküdar, İstanbul) tiyatro ve sinema sanatçısı. Taylan Erler 1966 yılında İstanbul'da doğdu. 1985 yılında İstanbul Radyosu Gençlik Korosu'nda bariton korist olarak eğitim aldı ve konserler verdi. 1994'de diyalog anlatım iletişim okulundan oyunculuk eğitimi alarak M.E.B diploması ile mezun oldu ve o yıllarda öğretmen ve eğitmenleri ile sahneye çıkma fırsatı buldu. 1995 ve 2007 yılları arasında birden fazla tiyatro topluluğu ile çalıştı. Şan ve tango dersleri aldı. Yönetmenliğini Mazlum Kiper'in yaptığı "Bugün Benim Doğum Günüm" ve "Kadın ile Memur" adlı oyunların yönetmen yardımcılığını yaptı. 2008 yılında yani 15 yıl aradan sonra caz müzisyenliğine geri dönüp tiyatro çalışmaları ile beraber sürdürmeye başladı. Marmara Eğitim Kurumu Tiyatro Öğretim Görevlisi olarak görev yapmıştır. Deniz Harp Okulu öğrencileriyle sosyal faaliyet alanında iki oyun yönetmiştir. Orta derecede Almanca bilmektedir. Kanal D'de sunuculuk yapmış; Radyo Fenerbahçe ve Radyo Pop'da radyo programcılığı yapmıştır. Pek çok reklam filminde de rol almıştır. Taylan Erler İstanbul Jazz Band adında bir müzik grubu da bulunan Taylan Erler, Fox TV'de 13 bölüm yayınlanan Not Defteri adlı televizyon dizisinde okul müdürünü canlandırmıştır. Yaban TV'nin kurumsal sesi olan Taylan Erler 2013 yılının sonlarına doğru apartman hayatını terk edip, bir başka hayali olan karavanda yaşamını sürdürmektedir. 2015 yılının son döneminde vizyona giren Uzaklarda Arama filminde belediye başkanı Cevdet rolünü üstlenmiştir. Banvit BK Banvitspor, Balıkesir ilinin Bandırma ilçesinde et ürünleri firması Banvit tarafından kurulmuş olan basketbol kulübü. İç saha maçlarını 3000 seyirci kapasiteli Kara Ali Acar Spor Salonu'nda yapmaktadır. 1994 yılında kurulan Banvitspor, uzun süre Türkiye Basketbol 2. Ligi'nde üst sıralarını zorladıktan sonra 2004 yılında Türkiye Basketbol Ligi'ne yükselmiştir. Ayrıca eğitime yaptığı katkı ile bilinen Banvit, takımın sponsorluğunu yapmaktadır. EuroCup 2014-15 sezonu çeyrek final rövanş mücadelesinde Paris-Levallois Basket takımını 74-71 mağlup ederek bu organizasyonda tarihinde ilk kez yarı finale yükselmiştir. 1994 yılında fabrika çalışanlarının oluşturduğu ilk yönetim kuruluyla kuruldu. 1994-1998 yılları arasında kampüs içerisinde yapılan spor tesisleri ile kulüp çatısı altında çalışanlara spor yaptırıldı. Banvit Basketbol Kulübü, Mahalli Liglerde başlayan uzun soluklu mücadelesini, geçen on yılın ardından, güçlü yönetim kadrosu ve profesyonel oyunculardan oluşan Banvit Basketbol Takımı ile Beko Basketbol Ligi’ne taşıdı. Banvit Basketbol Takımı bugün 1.Lig’de mücadele veren, binlerce taraftarı bulunan güçlü bir takım halini aldı. Bandırma’da ve bölgede gençleri spora teşvik etmek amacıyla ilçede, açık basketbol sahaları ve bir de kapalı spor salonu kazandıran Banvit Basketbol, gerçeleştirdiği yaz okulu ve sokak basketbolu uygulamalarıyla basketbol sporuna gönül vermiş amatörlere de kucak açarak bu spora olan ilgi ve sevginin artmasında büyük rol oynuyor. Kulübün A takımı dışında Genç Banvitliler adında Türkiye Basketbol 2. Ligi'nde yer alan pilot takımı ve altyapısında; gençler, yıldız, küçükler ve minikler grupları da dahil olmak üzere birçok profesyonel sporcu adayını Türk basketboluna kazandırıyor. Özellikle yaz aylarında Bandırma ve Erdek ve Gönen’de ayrı ayrı organize edilen sokak basketbolu turnuvalarıyla gençlerimizin bedensel ve ruhsal gelişimlerine olduğu kadar sosyal gelişimlerine de olumlu katkılar sağlıyor. Neredeyse bir şenlik havası içerisinde geçen turnuvaların finalinde gerçekleştirilen paneller dans ve jimnastik gösterileri ile küçük yarışmalar, bu organizasyona ayrı bir renk katıyor. Niobyum Niyobyum, sembolü Nb, atom numarası 41 olan kimyasal elementtir. Atom ağırlığı 92.90638 g/mol, rengi oda koşullarında metalik gridir. Oda koşullarında katı halde bulunur. D-blok elementi olup, bir metaldir. Niyobyum metali 1801 yılında Charles Hatchett tarafından keşfedilmiştir. Doğada yaygın olarak, niyobit [(Fe, Mn)(Nb, Ta)2)O6], niobit tantalit [(Fe, Mn)(Ta, Nb)2)O6], mineralleri içerisinde bulunur. Minerallerinde aynı zamanda bulunan tantal ve niobyumun kimyasal özellikleri birbirine çok benzediği için ayrışması zordur. Niobyum mineralinden önce alkali çözelti ile sonra da hidroflorik asit yardımı ile ekstrakte edilir. Çözeltideki tantal sıvı-sıvı ekstraksiyonu yardımı ile ayrılır. Bu uygulamada tantal tuzu MIBK (metil isobütil ketone, 4-metil pentan-2-on) ile ekstrakte edilir. Niobyum çözeltide kalır. HF’li çözeltinin MIBK çözeltisi ile ekstraksiyonu ile organik çözelti niobyum içerir. Daha sonra bu çözeltideki niobyum oksidine dönüştürülür. Karbon veya sodyum ile indirgenerek saf metalik niobyum eldedilir. Attila Attila (395-453), Avrupa Hun İmparatorluğu hükümdarı. Babası Muncuk Han (Boncuk Han)'dır. Amcası Rua, onu babası öldükten sonra bozkırda tek başına yaşamaya çalışırken bulmuş ve yanına almıştır. Vizigotlara karşı Roma İmparatorluğu'yla ittifak yapan Attila, bir süreliğine Roma'ya Flavius Aetius'un davetlisi olarak gitmiştir. Rua'nın ölümü üzerine, kardeşi Bleda ile birlikte Hun İmparatorluğu'nun ortak hükümdarı olmuştur. Bleda 445 yılında ölünce, Attila tek başına Hun hükümdarı olmuştur. Daha sonra aşık olduğu esir kızla (Nakara) evlenen Attila'nın bir oğlu olmuş, eşi Nakara doğum sırasında hayatını kaybetmiştir. Hükümdarlığı boyunca ordusu ile Batı ve Doğu Roma İmparatorluklarına sık sık sefer düzenleyen Attila, Orta Çağ batı kaynaklarında acımasızlığı ile anılır. Bu nedenle de Avrupa'da "Tanrının Kırbacı" (Latince: "Flagellum Dei", İngilizce: "Scourge of God", İtalyanca: "Flagello di Dio", Fransızca: "Fléau de Dieu") olarak tanınır. Buna karşılık Cermen (Alman) efsanelerinde Attila, çok büyük ve iyiliksever bir hükümdardır. Attila'nın sarayında birçok Germen hükümdarı yaşar. Nibelungen Destanı, Hun-Germen mücadelelerinden meydana gelir. Bu hikâyelerde Attila, Etzel adında büyük otoriteye sahip, barışsever ve yalnız asilere karşı kılıç kuşanan
asil ruhlu bir hükümdardır. Avrupa Hun İmparatorluğu'nun başkenti olan Etzelburg adının buradan geldiği bilinmektedir. Aetus ile yaptığı Katalon Savaşında Roma ordusu dağılmış, Batı Got kralı Theodeirch ölmüştür. Attila ordusunu dinlendirerek kaçan Aetus'u takip etmedi. Batı Roma İmparatorluğu'na sefer yaparken Papa Büyük Leo'nun araya girmesiyle Attila Roma seferini durdurdu ve Romalıları haraca bağladı. Bir rivâyete göre, Attila, son eşi İldiko tarafından öldürülmüştür. Mezarının nerede olduğu bilinmemektedir. Cenazesine katılanlar, mezarın yerinin bilinmemesi için öldürülmüştür. Ama tarihçiler arasında Tuna Nehri'nin yatağının bir süreliğine değiştirildiğine ve hazineleriyle birlikte Attila'nın nehrin altına gömüldüğüne, daha sonra da nehir yatağının eski haline getirildiğine dair yaygın bir inanış vardır. Nehrin aşırı uzunluğundan ve birçok ülkeden geçtiği için bürokratik sorunlar çıkacağından kazı çalışması yapılamamaktadır. Günümüzde, Attila bazıları için kahraman (özellikle Türk ve Macar kültüründe) olarak alınır. Attila'nın görünümü ile ilgili bilgiler genelde ikinci el kaynaklardır. Ancak kendisini bizzat gören Bizanslı tarihçi Priskos Attila'yı şöyle açıklıyor: "Kısa boylu, geniş göğsü olan, gözleri küçük, burnu yassı ve ince grimsi sakalları olan, bronz tenli." Attila'nın isminin kaynağı tartışmalara neden olmuştur. Türk kaynaklarına göre Volga Nehri'nin eski ismi olan Atıl/İtil/Atal kelimelerine oralı anlamı veren illa kelimesiyle birleşmesi sonucu Attila ismi oluşmuştur. Diğer bir görüşe göre at/atıl/atılmak anlamına gelir. Diğer bir Türk efsanesine göre ise kendisine Atlı Han da denirdi. Macar kaynaklarına göre "yargı" anlamına gelen Ítélet kelimesinden türemiştir. İngilizce'ye Etele, Etla olarak geçmiş, Almanca'da ise Etezel olarak geçmiştir. Macaristan'da yaygın kullanım Attila iken Türkiye'de Atilla veya Atila şeklindedir. Alpay Ekler Alpay Ekler (d. 1964, Üsküdar), Türk Karagöz ve kukla sanatçısı, tiyatro dekor, kostüm, mask tasarımcısı, müzisyen, yazar ve yönetmen. Alpay Ekler, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yabancı Diller Bölümü mezunudur. 1989'da Ümraniye'de "Tiyatro Merdiven"i kurdu. Tiyatro Merdiven'in amatör olarak faaliyet gösterdiği 2000 yılına kadar "Virüsün Adı Yok", "Bayır Turbunun Türküsü", "Oyunlar ve Yaşayanlar", "Sorgu", "Kanrevanmaraş" oyunlarını yönetti ve müziklerini yaptı. "Işığın Ağıtı" ve "Savaş Oyunu" adlı oyunları yazdı. Daha sonra Çocuk Tiyatrosu ve kuklayla ilgilendi. "Maymunun Hediyesi", "İlaçlar Mikroplara Karşı" adlı kukla oyunlarını yazdı müziklerini besteledi. Dedesi Münir efendinin çırağı Kuklacı, ortaoyuncu ve Karagöz ustası Hayali İhsan Dizdar'a çırak oldu. 1996 yılında profesyonel olarak "Karagöz" oynatmaya başladı. Çocuk Vakfı Karagöz Okulu'nda Aşıklar oyununu güncelleyerek birinci oldu. Yurt dışında ve yurt içinde çeşitli festivallere katıldı. Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nden sonra ilk kez "BITEF 2000" uluslararası tiyatro festivaline davet edildi ve Türkiye'yi temsil etti. Karagöz tasvirlerinin yapımında doğal boyaların kullanılmasını tekrar gündeme getirip bu konuda keşifler yaparak, makaleler yayınladı. Doğal boyaların Karagöz derisine uygulanması ile ilgili İsrail'de, İstanbul Paint 2001 fuarında ve Bursa Karagöz Evi'nde atölyeler yaparak diğer sanatçılarla bilgilerini paylaştı. 2002 yılında tekrar "Tiyatro Merdiven"e döndü. (2007) "Soyunun Savaşa" adlı oyunu yazdı, Aşk Grevi adlı oyunu yönetti (2008). Hıyarapol adlı oyunu yazdı yönetti ve müziklerini yaptı. (2011)"Ne Oldu Bize" adlı oyunu yazdı yönetti. (2012)"Mada" adlı oyunu yazdı, oyun Tiyatro Merdiven'de Ruşen Gülen rejisi ile sahnelendi. (2013) Büchner'in Woyzeck adlı bitmemiş oyununun tüm müsveddelerini çevirerek yeni bir metin oluşturdu ve Tiyatro Merdiven de sahneledi.İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki Gösteri Sanatları Merkezi'nde 8-12 yaş grubunda "Aşkın Gözü Kördür", "Bizim aklımız Ermez", "Bu da Bizim Hamlet", "İletişim Parodileri" adlı oyunları yazdı ve yönetti. Yine Gösteri Sanatları Merkezi'nde "Sürgün" ve "Bir Gül Koşusu" adlı oyunları yönetti. Özel talep üzerine Üstün İnanç'ın İbrahim Müteferrika adlı oyununu yönetti, dekor ve kostümlerini yaptı. Hem oynatım hem yapım anlamında ahşap Türk kuklası geleneğini tekrar canlandırdı. Kurduğu atölyede hem ürünler verdi hem de yeni sanatçıların yetişmesi yolunda olanak sağladı. Çocuklar için "Karagöz Ay'a gidiyor", "Karagöz Plaj Bekçisi", "Karagöz Kitap Kurdu", "Karagöz ağaç dikiyor", "Ava giden avlanır" adlı modern karagöz oyunlarını yazdı ve müziklerini besteledi. Genç Karagöz ve Geleneksel Kukla Sanatçısı Bülent Aksu'yu ve Ruşen Gülen'i ve İbiş Kukla Sanatçıları Enis Ergün ve Deniz Karalar'ı yetiştirdi. 2000-2006 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki Gösteri Sanatları Merkezi'nde "Kukla- Karagöz yapım ve oynatım" dersleri vermiştir. 2005 yılında Uluslararası Kukla Birliği UNIMA Milli Merkezi tarafından "En Başarılı Kukla ve Karagöz Sanatçısı" seçilmiştir. Sanatçı ayrıca 2001-2003 yılları arasında İstanbul Şehir Tiyatroları Repertuvar Kurulu üyeliği de yapmıştır. 2008 Yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan Gölgenin Renkleri adlı kitabın Tasvir tasnifinde ekspertiz olarak çalışmış ve Karagöz Tasvir sanatı adlı makalesi ile yayına katkıda bulunmuştur. 2007 yılından bu yana da Kocaeli Üniversitesi Sahne sanatları Bölümünde Geleneksel Türk Tiyatrosu öğretim görevlisi olarak eğitim veren sanatçı, 2008 Yılında UNIMA Milli Merkezi İstanbul şubesinin oluşumuna kurucu olarak katkıda bulunmuştur. 2010 yılında UNIMA Türkiye Milli Merkezi İstanbul Şubesi Başkanlığını yapmış olan Alpay Ekler şu an aynı örgütün başkan yardımcılığını yapmaktadır. Batı Roma İmparatorluğu Batı Roma İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu'nun MS 395 yılında Theodosius tarafından ikiye bölünmesiyle ortaya çıkan antik bir devlettir. Diğer yarısı ise Bizans İmparatorluğu olarak da bilinen Doğu Roma İmparatorluğu'dur. İmparatorluk, 3. yüzyıl ile 5. yüzyıl arasında aralıklı olarak var olmuştur. Doğu Roma İmparatorluğu'nun 527-565 yılları arasında İtalya'nın büyük bir kısımını ele geçirmesi de Batı Roma İmparatorluğu'nun yeniden doğuşunu sağlayamamıştır. 408 yılında Stilicho'nun ölümüyle Honorius tahtta çıktı ve 423 yılındaki ölümüne kadar devletin başında olsa da, hükümdarlığı Vandallar ve Vizigotlar'ın gaspları ve işgalleriyle doluydu. 476'da Orestes, İtalya Kralı Odoacer'in yaptığı Odoacer yönetiminde Heruli federal devlet olma teklifini geri çevirdi. Onu Roma'dan kovdurdu ve İstanbul'a kendini İtalya kralı olarak gösteren devlet nişanlarını yolladı. 4 Eylül 476'da tarihi bir toplantı düzenlendi. Toplantı sonunda Odoacer, İmparator Romulus Augustus'u tahttan indirdi. Fakat, uygulamada durum öyle değildi. Julius Nepos kendisini "Batının Kralı" ilan etti. Dalmaçya'nın ardılı olarak devam etti ve Bizans İmparatoru Zeno ve Kuzey Gaul'de yerleşim yerlerini korumakla görevli Syagrius tarafından tanındı. 480'de Julius Nepos öldürüldü ve Odoacer, Dalmaçya'yı işgal etti. Batı Roma İmparatorluğu parçalanınca, yeni Germen krallar yine de birçok Roma hukukunu ve geleneğini sürdürdüler. Birçok işgalci Germen kabilesi çoktan Hristiyanlaşmıştı, yine de birçoğu Aryanizm'in takipçisiydi. Onlar da hemen Hrıstiyanlaştı. Başlangıçta kendi kabile hukukunu uygulusalar da, daha sonraları Roma Hukuku'ndan etkilendiler ve ikisini birleştirdiler. Roma Hukuku, modern medeni hukukun temelini oluşturur. Buna karşın, örf ve âdet hukuku ise Germenik Anglosakson hukukundan etkilenmiştir. Latince gerçekte asla kaybolmamış bir dildir. Germenik ve Kelt dilleri ile karışmıştır ve İtalyanca, Fransızca, İspanyolca, Portekizce, Rumence ve Romanş gibi birçok çağdaş Roman dilinin temelini oluşturmuştur. Latince ayrıca İngilizce, Almanca ve Felemenkçe gibi birçok Cermen dilini de etkilemiştir. Bu "saf" yapısını Roma Katolik Kilisesi sayesinde koruyabilmiştir ve birçok ulus tarafından Lingua franca olarak kullanılmıştır. Aydınlar ve bilim adamları tarafından tıpta, hukukta, diplomaside kullanılmaya devam edilmiştir. Latin alfabesi, bugün dünyadaki alfabetik yazı sisteminde geniş çaplı olarak kullanılmaktadır ve J, K, W ve Z harfleriyle genişletilmiştir. Roma rakamları kullanılmaya devam ediliyor, fakat genel olarak Arap rakamları kullanılmaktadır. Roma İmparatorluğu'nun hükümdarlıkla yönetilen büyük Hıristiyan İmparatorluğu olarak görülmesi birçok kralı baştan çıkarmıştır. Şarlman, Frankların ve Lombardların kralı, 800 yılında Papa III. Leo tarafından Roma imparatoru olarak taç giydirildi. Batı Roma İmparatorluğu'nun en görünür mirası ise Roma Katolik Kilisesidir. Kilise, yavaşça Batı'da Roma kurumlarını yerleştirdi. Hatta, 5. yüzyılın sonlarında Roma'nın güvenliğini görüşmek için yardım etti. Germenik kabileler Roma'yı işgal edince ve Ortaçağ'ın ortalarında Avrupa'nın ortası, batısı ve kuzeyi Katolik inancına geçtiler ve Papa'yı İsa'nın vekili olarak tanıdılar. Doğu Akdeniz Üniversitesi Doğu Akdeniz Üniversitesi ya da kısaca DAÜ (İngilizce: "Eastern Mediterranean University", kısaca "EMU"), 1979 yılında temelleri atılmış Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde kurulan bir "Yüksek Teknoloji Enstitüsü" olarak faaliyete geçen bir devlet üniversitedir. Üniversite, lisans ve lisans üstü eğitimin yanı sıra bir de araştırma altyapısı sunan 168 programa (11 Fakülte ve 5 Yüksekokul) sahiptir. Eğitim dili tamamen İngilizcedir. Ancak ingilizce hazırlık okulu, ingilizcelerini geliştirmek isteyen öğrenciler için mevcuttur. DAÜ birçok spor ve sosyal olanaklar sunmaktadır. DAÜ'nün Akademik Programları,Araştırma Danışma Kurulu aracılığıyla yapılan pek çok araştırma çalışması ile birlikte Fiziksel ve Sosyal Bilimler konularını kendine dahil etmektedir. 1979'da Yüksek Teknoloji Enstitüsü; İnşaat, Elektrik ve Makine Mühendisliği bölümlerinde toplam 105 öğrenciyle, üç yıl sürecek eğitim programını başlattı. Hedef, mühendis ile teknisyen arasında mesleki niteliğe sahip ara elemanları eğitmek ve başarılı olan öğrenci
lere “teknisyen-mühendis” diploması vermekti. 1984 yılında İnşaat, Elektrik ve Makine Mühendisliği bölümleri dört yıllık programlara dönüştürüldü. 1985 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Türkiye Cumhuriyeti (TC) hükümetleri KKTC'de "Doğu Akdeniz Üniversitesi" adında bir üniversite kurulması konusunda görüş birliğine vardı. Bu çerçevede, adaya gelen T.C. Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) heyeti Yüksek Teknoloji Enstitüsü'nü üniversiteye dönüştürmek için incelemelerde bulundu. 1986 yılında da, KKTC Meclisinin kabul ettiği ve 18/86 sayılı Kuzey Kıbrıs Eğitim Vakfı ve Doğu Akdeniz Üniversitesi Kuruluş Yasası ile Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Doğu Akdeniz Üniversitesi adını alarak bir devlet üniversitesine dönüştürüldü. Aynı yıl, Mühendislik Fakültesi, Fen ve Edebiyat Fakültesi, İşletme ve Ekonomi Fakültesi ile Bilgisayar ve Teknoloji Yüksek Okulu kuruldu. Üniversite, gelişimine 1990 yılında Mimarlık Fakültesi ile Turizm ve Otelcilik Yüksek Okullarının açılmasıyla devam etti. 1996 yılında Hukuk, 1997'de İletişim ve 1999 yılında Eğitim Fakülteleri eğitim-öğretime başladı. 2007 yılında Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu kurularak eğitime başladı. 2010 yılında eğitime başlayan Sağlık Bilimleri Fakültesi ve Adalet Meslek Yüksek Okulu ve 2011 yılında kurulan Eczacılık Fakültesi ile Doğu Akdeniz Üniversitesi bünyesinde eğitim olanakları sunan fakülte sayısı 9’a, yüksekokul sayısı ise 4’e çıkmıştır. 11 fakülte, 5 yüksekokul ve İngilizce Hazırlık ve Yabancı Diller Okulunda, 95 lisans ve önlisans, 73 yüksek lisans ve doktora programlarıyla 90 farklı ülkeden 16,000'i aşkın öğrencisiyle ve kendi alanlarında uzman 35 farklı ülkeden 1000'i aşkın öğretim elemanıyla Doğu Akdeniz Üniversitesi, yenilikleriyle öncü olmaya ve tam anlamıyla Uluslararası bir dünya üniversitesi olma yolunda hızla yoluna devam etmektedir. DAÜ, 2011 yılında bağımsız bir kurum olan Webometrics tarafından gerçekleştirilen ve 16 evrensel kriter dikkate alınarak yapılan değerlendirme sonucunda, dünyadaki 25.000 üniversite arasında ilk 2000 içinde yer aldı. Ayrıca, Türkiye’nin önde gelen eğitim kurumlarından Orta Doğu Teknik Üniversitesi tarafından yapılan dünya üniversiteler sıralamasında da Doğu Akdeniz Üniversitesi (ODTÜ URAP - University Ranking by Academic Performans – Akademik Performansa Bağlı Üniversiteler Sıralaması) dünyada ve Türkiye’de bulunan birçok devlet ve vakıf üniversitelerini geride bırakarak 1695’inci sırada yer aldı. Ulusal standart ve kuralların yakın takipçisi ve uygulayıcısı olan Doğu Akdeniz Üniversitesi, uluslararası denklik ve denetimi ilerlemenin temel taşı görmektedir. Uluslararası Üniversiteler Birliği, Avrupa Üniversiteler Birliği, Akdeniz Üniversiteler Topluluğu, İslam Ülkeleri Üniversiteleri Federasyonu’na tam üye olan DAÜ, Amerika’da Teknoloji ve Mühendislik Programlarını denetleyen ABET tarafından da akredite olmuştur. Bu akreditasyon, mühendislik alanında dünyadaki en prestijli akreditasyon olup DAÜ ile birlikte Türkiye`de sadece ODTÜ, Bilkent, İTÜ ve Boğaziçi Üniversiteleri bu akreditasyona sahiptirler. İşletme ve Ekonomi Fakültesi, Türkiye`de sadece üç üniversitenin üye olduğu EFMD ve AACSB`ye üyedir. Turizm ve Otelcililik Yüksekokulu’nun bu alanda dünyadaki tek kuruluş olan TEDQUAL’ dan alınmış akreditasyonu vardır. DAÜ, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs üniversiteleri arasında bu akreditasyona sahip tek üniversitedir. Bilgisayar ve Teknoloji Yüksek Okulu (BTYO) Bilgisayar Teknolojisi ve Bilişim Sistemleri Programı Uluslararası, Avrupa Akreditasyon sürecinden geçerek dünyada ASIIN ve Euro Label akreditasyonuna sahip bölgedeki ilk ülke olma unvanına erişti. Doğu Akdeniz Üniversitesi akademisyenlerinin gerçekleştirdiği kültürel ve bilimsel çalışmalar birçok ülkede kaynak olarak kullanılmakta, ortak çalışmalara zemin hazırlamakta ve öğrencilerimize yol göstermektedir. Doğu Akdeniz Üniversitesi kalitesine güvenerek ulusal ve uluslararası denetime her zaman hazır üniversitedir. Doğu Akdeniz Üniversitesi bugüne kadar, farklı kültür ve ülkelerden 32.000'in üzerinde mezun vermenin gururunu yaşamaktadır. Kampüste bulunan 3.500 kisilik kapali spor salonu, tartan zeminli atletizm pistine sahip 5.000 kisilik stadyumu ile öğrencilerin bircok spor aktivitelerini yapabilmeleri için gerekli ortamı sağlamaktadır. DAU'de ogrencilerin katilabilecegi bircok takim ve faaliyet mevcuttur. Bunların içinde Futbol, Basketbol, Voleybol, Handbol, Atletizm , Amator Boks , Gures vs. dallar gibi mevcuttur. Doğu Akdeniz Üniversitesi'nde akademik çalışmalarda veya spor faaliyetlerinde başarı gösteren öğrencilere çeşitli burslar sağlanmaktadır. Doğu Akdeniz Üniversitesi'nde 50'yi aşkın öğrenci kulübü bulunmaktadır. Bunların içinde: Galatasary Taraftarları Kulübü, Fenerbahce Taraftarları Kulübü, Besiktas Taraftarları Kulübü, Edebiyat kulubu, Motor Sporları Kulübü, Dans Kulübü, Tiyatro Kulübü, Sualti ve Yelkencilik sporları Kulübü vs. yeralmaktadır. Her yıl geleneksel olarak Mayıs ayı içinde düzenlenen Bahar Festivali DAU’de okuyan öğrencilerin de katılımıyla kampüste coşkulu bir ortam yaratmaktadır. Sosyal ve Kültürel İşler Rektör yardımcılığı, Öğrenci Kulüpleri, Öğrenci Aktivite Merkezi ve Üniversitemizin tüm birimlerinin çalışmaları sonucu birlikte düzenlediği Bahar Festivali dönem sona ermeden ve final sınavları başlamadan önce üniversiteye bir canlılık, bir heyecan, bir renk getirmektedir. Öğrenci Kulupleri yıl boyunca hazırlıklarını sürdürdükleri çalışmalarını paylaşma fırsatı bulmaktadır. Sahne sanatlarının değişik türlerinin sergilendiği sahneler öğrencilerin ve dışarıdan gelen ziyaretçilerin akın ettiği yerler arasındadır. Ayrıca öğrencilerin açtıkları standlarda farklı ürünler satıldığından cazibe merkezi olmaktadırlar. Bahar Festivali boyunca ayrıca dışarıdan müzik grupları, sanatçılar, akademisyenler, gazeteciler davet edilerek öğencilere farklı kültürel ve sosyal etkinlikleri takip edebilme fırsatı yaratılmaktadır. Festivalin zengin içeriği öğrencilerimize unutamayacakları bir anı olmakla kalmayıp, farklı kişileri tanıma olanağı da sunmakta ve dönemim tüm yorgunluğunu da atmalarına vesile olmaktadır. Doğu Akdeniz Üniversitesi, Türkiye'de dahil bölge ülkelerinin çok azında bulunan gelişmiş kütüphanlerden birine sahiptir. Heryıl binlerce kitap alımıyla sürekli yenilenen ve büyüyen, halen 140.000'den fazla kitap bulunan kütüphanede bilgisayarlı yayın tarama olanağı da mevcuttur. Doğu Akdeniz Üniversitesi Kütüphanesi’nde, dünya ile bilgi alışverişi INTERNET ve CD-ROM’lar ile gerçekleştirilmektedir. Üniversite Kütüphanesi’nde eğitim yanında; konferans, konser, resital gibi etkinlikler içinde kullanılan 220 kişilik bir konferans salonu (auditorium)bulunmaktadır, 60 kişilik audio-visual salonu, 1 sergi salonu bulunmaktadır. DAÜ Kütüphanesi’nde ortalama günlük okuyucu sayısı 2.500’dür. Ayrıca Kütüphanenin imza günleri, kitap, afiş, resim sergileri gibi kültür-sanat etkinliklerinde kullanılan genis bir sergi kabul salonu da vardır. Doğu Akdeniz Üniversitesi yerleşkesi içerisine 6’sı üniversite, 5’i Yap-İşlet-Devret ve biri özel olmak üzere, birbirinden farklı oda seçenekleri sunan, çevresi spor tesisleri ile donanmış, yaklaşık 4700 öğrenciyi barındırabilecek 11 adet yurt bulunmakta ve dünyanın 68 değişik ülkesinden gelen yabancı öğrencilerle yıllar boyu sürecek arkadaşlık kurma ve kaynaşma ortamı sağlamaktadır. DAÜ Yurtlarının sunduğu barınma ve yemeğin dahil olduğu paket ücretleri ile Üniversite öğrencilerine ekonomik aile yaşamı ortamı sağlamaktadır. Yeni kayıtlı tüm Doğu Akdeniz Üniversitesi öğrencilerine yurt imkanları sunulmakta ve yurt odalarındaki, yatak, yastık, nevresim ve battaniye yurt tarafından tedarik edilmektedir. Ortak alanlar ve hijyenik ortamlar günübirlik, odalar ise haftada 2-3 kez temizlenerek öğrencilere sağlıklı bir ortam sağlanmaktadır. Ayrıca, kampüs üzerinde bulunan yurtlarda öğrencilerin kendi giyeceklerini yıkayabilecekleri çamaşırhaneler bulunmaktadır. Öncelikle yeni öğrencilere sunulan yurt olanağına ek olarak arzu eden öğrenciler için kiralık ev veya özel yurt alternatifleri de bulunmaktadır. Üniversite kampüsünde bulunan tam donanımlı Sağlık Merkezi üniversite öğrencilerinin ihtiyaç duyabilecekleri her türlü sağlık hizmetini vermektedir. Doğu Akdeniz Üniversitesi Televizyonu ya da kısaca 'DAÜ TV', rektörlüğe bağlı olarak, iletişim fakültesi bünyesinde kurulan bir eğitim ve uygulama kanalıdır. UHF 45.Kanal'dan KKTC'ye ve internet üzerinden tüm dünyaya yayın yapan DAÜ TV'nin programları tamamen üniversite öğrencileri ve öğretim üyeleri tarafından gerçekleştirilmektedir. Kafkasya Üniversiteler Birliği'nin üyesidir. Tuborg Tuborg, 1873 yılında kurulmuş olan, Danimarkalı bira üreticisi şirket ve ona ait olan ticari markadır. Tuborg, pilsener türü bira üretmek amacıyla kurulmuştur. 1894 yılında United Breweries ile birleşmiştir. 1903'te en güçlü rakibi ve yine bir Danimarka firması olan Carlsberg ile kâr paylaşımı anlaşması yapmış, 1970'te tamamen Carlsberg tarafından alınmıştır. Bugün Tuborg, Carlsberg'e ait bir marka olarak, dünya pazarı için malt üretmektedir. Rotor Rotor kelimesi, makinelerin dönen bölümlerini tanımlamakta kullanılır. Genellikle bir aks veya mil etrafında yapılanmış başka mekanik düzenekleri anlatır. Örnek Helikopterlerin pervanelerini sağa, sola, arkaya ve ileriye doğru hareket ettiren karmaşık sistem bir rotordur. Çifteler Çifteler, Eskişehir iline bağlı bir ilçedir. Sultan Mahmut adına 1815 civarında kurulan Çiftlikât-ı Hümayun veya Mahmudiye Çiftliği'nin ilk merkezidir. Daha sonra yönetim merkezi şimdiki Mahmudiye kasabasına taşındı. Cumhuriyet döneminde Çifteler Köyü olarak bilinen ilçe, 1954 yılında çıkarılan 28 Haziran 1954 tarih ve 6821 sayılı kanunla Çifteler ilçe merkezi olmuştur. Yüzölçümü 820 km² dir. Ortalama rakımı 875 m'dir. Yazları kurak ve sıcak, kışları soğuk ve kurak, ilkbahar ve sonbahar serin ve yağışlı geçer. İlçede 61.850 hektar tarım arazisinin 14.000 hektarında sulu tarım, 47.580 hektarında kuru tarım yapılmaktadır. 1755 hektarı ormanlıktır. 20
09 yılı nüfus sayımına göre ilçe nüfusu 16.676'dir. Bunun 11.693 ilçe merkezinde 4.983’ü köylerde bulunmaktadır. İlçenin bina sayısı 4019 civarında olup, konutlar genellikle tek ve 2 katlı (kerpiç,tuğla) ve müstakildir. Son yıllarda zemin kat dükkân olmak üzere 3 veya 4 katlı betonarme binaların yapımı çoğalmıştır. Belediye imar planına göre azami 5 kata kadar bina yapımına izin verilmektedir. Ahâlisi yerli halk olarak Manavlar, Bulgaristan ve Romanya muhâcirleri, Cerkezler, Tatarlar, Türkmen ve Yörükler ile Posoflu göçmenlerden oluşmaktadır. Çekirdek aile yapısı ağırlıktadır. İlçede bir spor kulübü, bir halk kütüphanesi ve bir halk eğitim merkezi bulunmaktadır. İlçeye elektrik Sarıyer barajından gelmektedir. İlçenin kuzeyinde Tedaş tarafından yapılan 154.000 kw’lık indirici trafo merkezi faaliyete geçmiştir. Elektriksiz köy bulunmamaktadır. 19 mahallenin su şebekeleri bağlanmıştır. 3 mahallenin (Sarıkavak, Çatmapınar ve Arslanlı) yeterlilik yönünden su sorunu mevcuttur. İlçe merkezinde su ihtiyaca cevap vermektedir, içme suyu belediye ve vatandaşlar tarafından açılan artezyen tulumbalardan karşılanmaktadır. İlçede bir adet 25 yataklı hastane, bir adet sağlık ocağı ve 4 adet sağlık evi mevcuttur. Devlet hastanesinde 2 uzman, 4 pratisyen, bir hastane müdürü, bir müdür yardımcısı, 18 ebe-hemşire, 12 teknisyen, 6 sağlık memuru, 4 memur, 3 şoför, bir aşçı ve 4 hizmetli görev yapmaktadır. Merkez sağlık ocağında ise 3 pratisyen hekim, 8 ebe, bir hemşire, 3 adet sağlık teknisyeni, 2 sağlık memuru ve bir adet hizmetli görev yapmaktadır. İlçeye bağlı bütün köyler tam otomatik telefon hizmetinden yararlanmaktadır. İlçe merkezi ve köyler dahil abone sayısı 5457'dir. İlçede iş ve çalışma hayatının çoğunluğu ziraat ve hayvancılık üzerine yoğunlaşmış olup bir kısmı da diğer meslek gruplarını teşkil etmektedir. Çalışma hayatında ziraat etkin olduğundan çalışmalar daha ziyade ilkbaharda yapılmaktadır. İlçe merkezinde bir Çok Programlı Lise, bir Endüstri Meslek Lisesi, bir İmam-Hatip Lisesi, bir Anadolu Lisesi, bir Sağlık Meslek Lisesi; ilçe merkezinde 6, köylerde 10 olmak üzere toplam 16 İlköğretim okulu; bir adet ana okulu, 2 adet ana sınıfı ve bir adet de Halk Eğitim Merkezi bulunmaktadır. İlçe merkez ve köylerinde 3358 öğrenci öğrenim görmekte olup, 180 öğretmen, 7 adet memur görev yapmaktadır. Okuma yazma oranı %98'dir. İlçe genelinde 82.000 hektar arazinin %75’i tarım arazisi olup, bunun %20'si sulanabilir tarım arazisidir. %1,5 orman alanı, %19 çayır ve mera, %4,5 tarım dışı arazidir. İlçe halkının %90’ı tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktadır. %10’u ise esnaf, zanaatkar, işçi ve memurdur. Tarımla uğraşan kesimin % 25’i tarım işçiliği, % 75’i küçük aile çiftçiliği yapar. İlçede yılda yaklaşık 65.000 ton pancar, 60.558 ton buğday, 39.525 ton arpa, 500 ton yulaf, 50 ton nohut üretimi gerçekleştirilmektedir. İlçenin 2 mahallesinde arı beslenmesine rağmen arıcılık pek gelişmemiştir. İlçede şu an 1 granit fabrikası,1 tane seramik fabrikası ve 1 adette un fabrikası bulunmaktadır. Eskişehir iline 67 km uzaklıkta olup ulaşım kara yolu ile yapılmaktadır. İlçe merkezi ve köyler arasındaki ulaşımın tamamı kara yolu ile yapılmakta olup, 21 köy yolu asfalttır. Sadece bir köy yolu (Dikilikaya) asfalt değildir. Sakaryabaşı (Sakarya nehrinin) doğu yakası, Sarıkayalarda iki büyük mağara girişi vardır. Birincisinde haç işaretleri ve kesme kayalar mevcuttur. Giriş yolları heyelan ve toprak dolması ile tıkanmış ve Hamam kaya denilen Frigler zamanında kalma kalıntılar bulunmaktadır. Bir kapalı havuzlu hamam, önünde açık havuzlu başka bir hamamın kalıntılarının temelleri günümüze kadar gelmiştir. Yeni Frigler zamanından kalma bir tapınak (Yazılı Kaya, üzerindeki yazılardan dolayı yöre halkı bu adı vermiş ve 2011 yılında restorasyon yapımına başlanmıştır) ve hemen karşısında Kırkodalı anıt mezar bulunmaktadır. Kırkkız ve kaynağı çevresi eski yerleşme yeri olup, yerleşim kalıntıları ve mezarlar vardır. Hamam kayanın 100 metre doğusunda bir höyük bulunmaktadır. Sakaryabaşı su kaynakları Eskişehir-Afyon devlet karayolunun doğu ayağında başlar, sağlı sollu kaynaklanır. Yaklaşık 250.000 m² lik bir alanı kaplayan Sakaryabaşı, güzel bir mesire yeridir. 1992 yılında 3 yıldızlı turistik otel ve müştemilatı olarak yaptırılan olimpik yüzme havuzu, çocuk yüzme havuzu ve spor kompleksleri ile minifutbol, basketbol, tenis, voleybol ve çocuk oyun sahaları bulunmaktadır. Buradaki şahıslara ait aile lokantalarında, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinin yetiştirdiği su ürünlerinden alabalık, aynalı sazan, yayın balıkları ile benzeri su ürünlerini tatmak mümkündür. Tuborg Pilsener SK Tuborg Pilsener Spor Kulübü, İzmir'de yer alan erkek basketbol takımı. 2005-06 sezonu sonunda kapatılmadan önce TBL'de mücadele etmekteydi. Tuborg Spor Kulübü, ilk olarak İzmir'de 1971 yılında "İzmir Yüzme İhtisas Kulübü Derneği" olarak bir ihtisas spor kulübü - Derneği kurulmuştur. 23 Mayıs 1978 tarihinde, Yaşar Holding bünyesine dahil olan kulüp "Tuborg Yüzme İhtisas Kulübü Derneği" adını almıştır. 1989 yılında adı "Pınar Yüzme İhtisas Kulübü-Derneği", 1992 yılında ise "Tuborg Spor Kulübü-Derneği olarak değiştirilen kulüp, öncelikle adını taşıdığı şirket tarafından finanse edilmekte ve desteklenmektedir. Yüzme branşı ilk kuruluşundan beri mevcut olan kulüpte 1981 yılında "Masa Tenisi", 1982 yılında "Voleybol", 1993 yılında da "Basketbol" branşı kurulmuştur. Voleybol Şubesi 1990 yılında, Masa Tenisi şubesi ise 1996 yılında kapatılmış olan Tuborg Spor Kulübü yüzme ve basketbol şubeleri ile faaliyetlerini 1999 senesine kadar devam ettirmiştir. Bu tarihte "Troy Pilsner Spor Kulübü" ve "Pınar Spor Kulübü" olarak ikiye ayrılmıştır. 18 Temmuz 2003'te "Tuborg Pilsener" olarak adı değiştirilen kulüp, Bu tarihten sonra sadece basketbol branşı ile spor faaliyetine devam etmekte olup alt yapısından yetiştirdiği başarılı gençleri Türk basketboluna kazandırmış ve birçok başarıya imza atmıştır. Tuborg Pilsener, 2005-06 sezonunun ardından TBL'den çekilme kararı almıştır. "Not: TBL son kez mücadele ettiği 2005-06 sezonu kadrosu." Koç: Çetin Yılmaz Amazon Nehri Güney Amerika'da yer alan Amazon Nehri (İspanyolca: Río Amazonas, Portekizce: Amazonas), Afrika'daki Nil Nehri ile birlikte dünyanın en uzun nehirlerinden biridir. Büyük Okyanus'a 160 km mesafede, Peru'daki And Dağları'nın doruklarından doğarak doğuya doğru bir seyir izleyip Atlas Okyanusu'na dökülür. 6.400 km uzunluğundaki Amazon'un taşıdığı su miktarı Mississippi, Nil ve Yangtze Nehirlerinin taşıdıkları suların toplamından fazladır (tüm dünya nehirlerinin taşıdığı suyun yaklaşık % 20-25'ini taşıdığı sanılmaktadır). Amazon Nehri, yaklaşık yıllık ortalaması 180.000 m³/sn olan debisiyle ve suladığı alanın (Amazon Havzası) büyüklüğü itibarıyla da birinci sıradadır. Denize döküldüğü Atlas Okyanusu kıyılarında genişliği yaklaşık 240 km'dir. Amazon'un ağzı 1500 yılında Vicente Pinzon tarafından keşfedilmiş, nehrin kaynaklarıysa ancak 1941'de Bertrand Flornoy'un yönettigi ekip tarafından bulunmuştur. Alpu Alpu, İç Anadolu Bölgesi’nde Eskişehir iline bağlı ilçe. Türkiye'de yalnız Eskişehir ilinde çıkarılan lületaşı bu ilçeye bağlı eski adı Sepetçi Yeni adı Beyazaltın mahallesinden çıkarılmaktadır. Batısında il merkezi, kuzeybatısında Sarıcakaya, doğusunda Beylikova, güneyinde Mahmudiye ilçeleri ile kuzeyinde Ankara il sınırının çevrelediği Alpu Ovası üzerinde yer almaktadır. Alpu ilçesi, Mihalıççık-Beylikova-Eskişehir Kara yollarının ve Ankara-Eskişehir demir yollarının üzerinde kurulmasından dolayı seri bir ulaşım ağı üzerinde bulunmaktadır. Rapunzel Rapunzel; Alman edebiyatının önemli hikâye ve masal yazarlarından Grimm Kardeşlerin aynı adlı masalının ana kahramanı. Hikâye oldukça fakir bir çiftin yeni doğan kız evlatlarını yaşlı bir cadıya vermek zorunda kalmaları ile başlar. Cadı ile komşu olan çiftin erkeği, parasızlık ve annenin sürekli bu komşunun bahçesindeki marulları aşermesi sebebiyle bir gün cadının bahçesinden marul çalar; ancak ikinci kez çalarken yakalanır. Cadının büyü yapmasından çekinen baba, doğan kızını ona vermeyi kabul eder. Cadı doğumdan sonra kız çocuğunu alarak ona aslında bahçedeki marulların türünün adı olan Rapunzel ismini verir. Masalın sonraki kısımlarında cadı Rapunzel'i kaçmaması için bir ormanın göbeğindeki yüksek ve merdivensiz bir kuleye kapatır. Buraya her ziyaretinde kulenin tepesine çıkabilmek için Rapunzel'in seneler içinde kulenin tepesinden yere dek uzayan örgülü sarı saçlarını tıpkı bir merdiven gibi kullanmaya başlar. Grimm Kardeşlerin bu masalının hemen herkes tarafından bilinen esas kısmı da budur. Makine zekâsı Makine Zekâsı Kavramı, anlam olarak Yapay zekâ kavramına yakın olsa da, aslında daha çok II. Dünya Savaşı'nın sonlarından masa üstü bilgisayarların yaygınlaşmasına kadar geçen sürede daha çok kullanılmıştır diyebiliriz. "(1944 - 1977)" 1970 li yıllarda, Apple, Xerox ve IBM gibi bilgisayar üreticileri Dijital elektronik masaüstü cihazları piyasaya çıkarmışlardı. Makine Zekâsı, Daha önceden Elektro-Mekanik aygıtları andıran görünümleri ile mainframe ( "Büyük boyutlu" ) cihazları tanımlayan Makine ,kelimesi ile bilgi işleyen yazılımı temsil eden Zekâ kelimelerinden oluşmaktaydı. Ancak II. Dünya Savaşı sırasında Bletchley Park'taki çalışmaları ile tanınan büyük Bilgisayar bilimcisi Alan Turing, Makineler düşünebilirmi ? sorusunu ortaya atarak Makine Zekâsı kavramına farklı bir boyut kazandırmıştı.Bu yaklaşım makinelerin metodik olarak insan zekâsına benzer şekilde düşünüp düşünemeyeceğini sorguluyordu. Turing testi adıyla anılan test daha sonraları Hugh Loebner'ın sponsorluğunu üstlendiği Loebner ödülleri ile geleneksel olarak her yıl ABD de makine zekâsına sahip yazılımların üzerinde denenmeye başlandı. Bu yazılımlar, yapay zekânın alt kategorilerinden biri olan Doğal Dil işleme ile doğrudan ilişkilidir. Bir kısım Bilgisayar bilimcileri, Turing testine katılan bu yazılımların chatbot ( Diyalog Yazılımı ) kategorisine girdiğini vurgulayarak bu yazı
lımların gerçekten düşünmediği, sadece konuştuğu eleştirisini getirmektedirler.Gerçekten de bir kısım makine zekâsı yazılımı eleştiri topladıkları gibi sadece konuşmayı taklit etmektedirler.Diğer bir grup yazılımcı, Yapay zekâ çalışmalarında insan beynindeki sisteme benzeyen YSA ( Yapay Sinir Ağları ) yaklaşımını benimsemektedir. Beynin gerek konuşurken, gerekse herhangi bir konuyu derinlemesine öğrenirken, dil şablonlarını daha çabuk benimsediği, gerek duyduğu takdirde, etkili bir karşılaştırma,ölçme ve değerlendirme işlemini uyguladığı beyindeki yönergelerin incelenmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır.Antropolojik olarak derinlemesine bir değerlendirme yapıldığında zaten etkili düşünme eyleminin dilin icadı ile başladığı görülür.Kavramsal karşılaştırma ve kavramların yani kavramlara ait ham bilgilerin ( koku, ses, görüntü gibi. ) birbirlerine nöral bağlarla bağlanmasının daha zor olduğu, buna karşın bu kavramlara karşılık gelen dilsel kodların bağlanmasının ve üzerlerinde işlemler yapılmasının daha hızlı olduğu görülmektedir.Bu dilsel kodlamalar, örneğin "Kedi" kelimesi, ayrıca kediye ait görsel, işitsel ve diğer verilerle nöral bağlar ile bağlıdır.Kediyi düşündüğümüzde veya ondan bahsettiğimizde beyin gerek duyarsa ona ait ham bilgiler olan görüntü, ses gibi kavramları bilinç düzeyine çağırmaktadır.Ancak gerek duymadıkça bu çağrıyı yapmayan insan beyni düşünmek için yöntem olarak dili kullanarak kelimeler ile düşünmektedir. Bu açılardan incelendiğinde Makine zekâsı veya Yapay zekâ sadece Bilgisayar biliminin konusu değildir.Makine Zekâsının biçimsel yöntemleri yani modellenirken hangi yazılım yöntemlerinin veya yazılım Algoritmalarının kullanılacağı ve düşünme modeli bilgisayar biliminin alanına girerken, düşünme,Dil kuramı açısından Dil biliminin,dilin evrimini anlamak açısından da Antropoloji biliminin alanına girmektedir. Bu yüzden son yıllarda Makine Zekâsı çalışmalarında Doğal Dil işleme önem kazanan bir çalışma alanı olmuştur. Bu çalışmalardan biri Türkiye'de yürütülen bağımsız bir proje olan D.U.Y.G.U. Projesi ( Dil Uzam Yapay Gerçek Uslamlayıcı ) dir. Radyobiyoloji Radyobiyoloji, radyasyonun canlı organizmalar üzerindeki etkilerini inceleyen bilim dalı. Mutasyon Mutasyon ya da değişinim, bir canlının genomu içindeki DNA ya da RNA diziliminde meydana gelen kalıcı değişmelerdir. Mutasyona sahip bir organizma ise mutant olarak adlandırılır. Mutasyonlar, genel olarak germ hattı mutasyonları ve somatik mutasyonlar olmak üzere ikiye ayrılır. Doku hücreleri içinde gerçekleşen bir mutasyon, kalıtsal olamayacağı için kuşaktan kuşağa aktarılmaz. Bedensel (somatik) mutasyonlar bu anlamda kalıtsal değildir. Eşey (üreme) hücresi mutasyonları, diğer ismiyle germ hattı mutasyonları ise kalıtsaldır ve bir sonraki nesillere aktarılır. Bireyin,kalıtsal özelliklerinin ortaya çıkmasını sağlayan genetik şifre, herhangi bir nedenden dolayı (DNA onarımı, mayoz bölünme veya DNA replikasyonu sırasında meydana gelen hatalar, transpozonlar, virüsler, X ışını, radyasyon, ultraviyole, bazı ilaç ve mutajen kimyasallar, ani sıcaklık değişimleri vb. etkenlerle) bozulabilir. Bunun yanında hipermutasyon gibi hücresel süreçlerde organizmanın kendisi tarafından da tetiklenebilir. Bu durumda DNA’nın sentezlediği protein veya enzim bozulur. Böylece canlının, proteinden dolayı yapısı, enzimlerinden dolayı metabolizması değişebilir. Mutasyon ters evrimin temelini oluşturur. Mutasyonlar, kalıtsal materyalin normal kombinasyonunu değiştirmeyen, kalıtsal yapıda meydana gelen bütün değişikliklerdir. Mutasyon terimi genel olarak, Bu anlamda mutasyonlar, sitogenetikte, değişimlerin kapsamlarına göre, Genom mutasyonu, Kromozom mutasyonu ve Gen mutasyonu olarak adlandırılıp üçe ayrılırlar. Genom mutasyonları kromozom sayısındaki değişmeler olup kromozom mutasyonları ise ışık mikroskobu altında incelenebilen ve kromozomun iç yapısında oluşan değişimlerdir. Gen mutasyonları ise ışık mikroskobu altında görünmeyen ve tek bir geni kapsayan mutasyonlardır. Mutasyonlar, dizilimlerde farklı türde değişimlere yol açabilirler; Bu anlamda bir mutasyon, canlı organizmanın fenotipik özelliklerinde negatif veya pozitif etkilere sahip olabileceği gibi nötr mutasyonlar hiçbir etkiye sahip olmayabilirler (durağan veya sessiz mutasyonlar). Bu tür değişimler, bir gen ürünün değişmesinde veya genin doğru ya da tamamen işlemesini engellemede herhangi bir etkileri olmayabilir. "Drosophila melanogaster" sineği üzerinde yapılan çalışmalar, gen tarafından oluşturulan bir proteinin mutasyonunda, bu mutasyonun yaklaşık %70'inin zararlı etkilere sahip olduğunu, geri kalanının ise ya nötr ya da zayıf faydalı etki gösterdiğini ortaya koymaktadır. Mutasyonların genler üzerindeki zararlı etkileri nedeniyle, organizmalar mutasyonları gidermek için DNA onarımı gibi mekanizmalara sahiptir. Genetik materyal olarak RNA kullanan virüsler, sürekli ve hızlı bir şekilde çoğalıp geliştikleri için onlara avantaj sağlayan hızlı mutasyon oranlarına sahiptir, ve bu şekilde insan bağışıklık sistemi gibi savunma mekanizmalarını atlatabilir ve reaksiyonlardan kaçabilirler. Tarihsel olarak "mutasyon" terimi ilk kez 1901 yılında Hugo de Vries tarafından akşamsefası bitkisiyle yaptığı çaprazlamalarda gözlemlediği varyasyonu tanımlamak için kullanılmıştır. Varyasyonların çoğu çoklu translokasyonlar nedeniyle oluşmuştur. Daha sonra iki vakanın, DNA'nın kimyasal kompozisyonunda gerçek değişiklikler olan gen mutasyonları sonucunda olduğu gösterilmiştir. Mutasyon çalışmaları ilerledikçe, meydana gelen değişikliklerin nötr, yararlı ya da zararlı olduğu, evrim süreciyle test edilerek anlaşılır.. Mutasyonlar genetik çalışmaların temelini oluştururlar. Mutasyonun en önemli sonuçlarından biri, bir sonraki kuşağa farklı genetik özellikler aktarılmasına neden olmasıdır. Bu ise, farklı fiziksel özelliklere sahip bireylerin meydana gelmesidir. Bu değişimler sonucu ortaya çıkarılan fenotipik çeşitlilik, genetikçilerin değişikliğe uğramış olan özelliği kontrol eden genleri çalışmalarına olanak sağlar. Genetik araştırmalarda mutasyonlar, nesilden nesile geçişlerde takip edilebilen, "marker"lar olarak kullanılırlar. Tarihte mutasyonların sunduğu fenotipik çeşitlilik olmasaydı, örneğin Mendel'in araştırmalarını yaptığı bezelye bitkisinin fenotipi tek olsaydı, bu deneyler hiçbir zaman sonuç bulamayacaktı. Bazı canlıların kısa olan hayatlarından yararlanılarak, kolayca tanınabilecek ve çalışılabilecek mutasyonlar bu canlılarda elde edilirler. Mutasyon ve mutagenez çalışmalarında özellikle virüsler, bakteriler, mantarlar, meyve sinekleri, bazı bitkiler ve fareler kullanılmaktadır. Bu canlılar, genetik hakkında bilgilerin elde edilmesinde çok yararlı olmuşlardır. Mayoz bölünmenin ilk evrelerinde crossing-over ile kromozomlardan kopan parçalar yer değiştirip tekrar kromozomlara bağlanabilirler. Crossing-over, homolog kromatitler arasındaki alışılagelmiş parça değişimidir; ancak genlerin rekombinasyonlarına neden olur; fakat kromozomlarda yapı değişikliklerine neden olmaz. Bazen kromatitler, crossing-over olmadan parça değişimine, yitirilmesine ya da kazanılmasına neden olur. Kromozomlar mitoz ve mayoz bölünme sırasında bazen düzenli olarak ayrılmazlar. Sonuçta kromozom sayısı bakımından farklı hücreler meydana gelir ve kalıtsal açıdan bazı sorunlar oluşturur. Birçok bitki doğadaki diploit kökenli diğer bitkilerden türemiştir. Aynı gen lokusunda meydana gelecek öldürücü bir mutasyon, bu şekilde, diğer normal genleri taşıyan poliploit kromozomlar tarafından korunabilir. Başlangıçta öldürücü ya da engelleyici görünen bu genler bir zaman sonra canlının ayakta kalmasını sağlamak bakımından önemli bir duruma geçebilir. Bu tip bitkiler belli bir süre sonra kısır olarak kalırlar ve çelikleme ya da yumru ile çoğaltılırlar. Hayvanlar, vücutlarının belli bir parçasından üretilemedikleri için, triploidi ve tetraploidi bunlarda bir önem arz etmez. İnsanlardaki kromozom sayısı değişimleri; Kromozomların yapısında ya da sayısında herhangi bir değişiklik olmadan, doğal ya da deneysel olarak meydana gelen ve mikroskopta görülmeyen mutasyonlardır. Mutasyonu meydana getiren aracılara "mutajenik faktör" denir. Mutasyona uğramış bir gen nadir olarak eski haline dönebilir. Gen mutasyonları, hücredeki kalıtsal bilgiyi taşıyan, çift nükleotid zincirinden oluşan, DNA (deoksiribonükleikasit) molekülündeki gen denilen ve belirli bir özelliği kodlayan bölümündeki değişiklikten kaynaklanır. Mutasyonlar, bir DNA zincirindeki bazın (A, T, G, C) başka bir bazla yer değiştirmesi sonucunda ortaya çıkabileceği gibi, zincire bir ya da daha çok bazın eklenmesi veya zincirdeki bazların eksilmesi sonucunda da ortaya çıkabilir. Mutasyonlar birkaç sebepten dolayı meydana gelebilir. 1) DNA'nın kendini doğru olarak kopyalayamaması: Hücre bölünürken, DNA'sının bir kopyasını çıkarır - ve bazen bu kopyalar birebir olmaz. Orijinal DNA diziliminde meydana gelen bu farklılık bir mutasyondır. Doğal sebeplerden ötürü gerçekleşir. 2) Dış etkiler mutasyona sebep olabilir: Mutasyonlar ayrıca belirli kimyasallara ya da radyasyona maruz kalındığında gerçekleşebilir. Bunlar DNA'da bozulmaya sebep olur. Doğal olmayan yollarla gerçekleşmesi zorunlu değildir - en izole ve bozulmamış çevrelerde bile, DNA bozulur. Bu durumda, hücre DNA'yı onarırken, her zaman mükemmel şekilde gerçekleştiremez. Böylece, hücre orijinalinden farklı bir DNA ile son bulur; sonuç olarak, bir mutasyondur. Mutasyonlar; genellikle DNA'nın kopyalanması ya da onarımı sırasındaki hatalarla ortaya çıkar. Genetik çeşitliliğin ana kaynağıdır. Mutasyonlar; yararlı, etkisiz ya da zararlı olabilir. DNA'daki bir değişiklik oraganizmanın herhangi bir özelliğinde değişime sebep olabilir. Mutasyonun gözlenebilen bir etki olmadan ortaya çıkması çok az gözlenen bir olgudur. Daha çok çevreden gelen kimyasal ya da fiziksel etkiler nedeniyle olur. Bir dış etkinin mutasyona yol açabilmesi (mutajen olması) için hücre içine girip etkinliğini gösterebilmesi gerekir. Örneğin Gün
eş’in morötesi ışınları, girim gücü düşük olduğu için yalnızca deri hücrelerinde somatik mutasyona yol açabilirken, girim gücü yüksek olan X ışınları ya da atom bombası ışımaları, tohumsal mutasyona yani nesilden nesile aktarılabilen mutasyona yol açabilen çok güçlü etkenlerdir. Bu tür mutasyonların birçok örneği yakın zamanda Çernobil patlaması sonucunda çevredeki birçok canlı türünde gözlenmiştir. Günümüzde bile bu patlama sonrası etrafa saçılan radyoaktif maddelerin neden olduğu somatik mutasyonların görünür sonuçları vardır. Halen Rusya ve Karadeniz Bölgesi’ndeki kanser oranları çok yüksektir. Mutasyonun diğer bir sonucu da hücre bölünmesindeki kontrol mekanizmasını ortadan kaldırabilmesidir. Bunun bilinen en tehlikeli sonucu ise hücrenin kontrolsüz bölünmesi yani kanserdir. Faydalı mutasyon Stoma Stoma, açılıp kapanma özellikleri ile bitkideki terlemeyi ve gaz değişimini kontrol eden canlı yapılardır. Terimin tekili stoma, epidermislerinde karşılıklı olarak bulunur. Stomalar, epidermisin farklılaşması ile oluşur. Anatomik olarak iç yüzeyindeki zar kalın, dış yüzeyindeki zar ise incedir. Bu incelik kalınlık, stomalara açılıp kapanma özelliği kazandırmıştır Stoma hücrelerinin yapısında diğer epidermis hücrelerinden farklı olarak kloroplast bulunur. Su içi bitkilerinde stoma yoktur. Kara bitkilerinde stomalar, yaprağın alt yüzeyinde, nilüfer gibi bitkilerde yaprağın üst yüzeyinde bulunurlar. Bitkinin yaşadığı yerin kuraklık derecesi arttıkça stoma sayısı azalır. Stomaların açılıp kapanması fiziksel prensiplere göre açıklanır. Açılıp kapanma,osmotik basınç ve turgor basıncı değişikliklerinden kaynaklanır. Stomaların açılması için su girişine, kapanması için de su çıkışına ihtiyacı vardır. Bu yüzden stomaların açılmasını sağlayan tepkimelerde su üretilir veya komşu hücrelerden su girişi yaşanır. Aynı şekilde kapanacağı zaman su harcanan tepkimeler gerçekleşir. Şöyle ki;bitki fotosentez sonucu glikoz oluşturur. Bu durum, hücrenin osmotik basıncını yükseltir. Böylece komşu hücrelerden stomalara su geçişi olur. Stomanın turgor basıncı artar. Bunun sonucunda ince olan dış çeper şişer ve sonuçta stoma açılmış olur. Bir başka açılma nedeni ise CO yoğunluğu ile alakalıdır.CO asidik özellik gösterir.Azalması ile ph yükselir.Bu durum nişastayı glikoza çeviren enzimlerin aktif hale geçmesine neden olur.Sonuçta üstte oluşan durumlar tekrarlanır. 'Belli bir seviyeye kadar' sıcaklık ve rüzgarın artışı stomanın açılmasına, terlemenin artmasına sebep olur. Ancak; sıcaklık ve rüzgarın aşırı artışı stomanın kapanmasına neden olur. Havanın nemi fazla ise; terleme hızlanır, stomalar açılmaya yatkındır. Kuru, nemi az havalarda ise stoma sonuna kadar kapalıdır, terleme çok fazladır. Öyle ki; havanın çok nemli olduğu, neme doyduğu yerlerde stoma açılamaz, terleme mümkün olmaz. Bu durumlarda hidatotlar devreye girerek damlama(gutasyon) ile fazla suyu atarlar. Genotip Genotip: Soy yapı ya da Kalıt yapı organizmanın genetik yapısına verilen ad. Genetik bileşim. Bir hücrede birden fazla gen DNA vardır. Aynı DNA üzerindeki genlere bağlı genler, ayrı DNA'lar üzerindeki genlere ise bağımsız genler denir. Genler, enzim ve protein sentezini yöneterek, bireyin dış yapısını (fenotipini) ortaya çıkartırlar. Baskın (dominant) genler, bireyin fenotipinde kendi varlığını her zaman gösterirken çekinik (resesif) genler, bireyin fenotipinde kendi varlığını sadece homozigotken gösterirler. Ekim Devrimi Ekim Devrimi, Bolşevik Devrimi , Rus Devrimi (Rusça: Октябрьская революция / Oktyabrskaya revolyutsiya) ya da Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, ayrıca bilinen adı ile Ekim Ayaklanması, Rusya’da Jülyen takvimine göre 25 Ekim 1917’de (Miladi takvime göre 7 Kasım 1917), Petrograd’daki geçici hükümetin devrilerek iktidarın Lenin önderliğindeki Bolşeviklere geçmesini sağlayan ve Sovyetler Birliği’nin kurulmasına yol açan olaydır. Ekim Devrimi dünyada ilk ve en büyük sosyalist devletin kurulmasını sağlayarak ve sosyalist sistemin tüm dünyaya yayılmasına etki ederek 20. yüzyılın dünya tarihini etkileyen en önemli olaylarından biri olmuştur. Şubat 1917’de çarın devrilmesinin ardından iktidara gelen geçici hükümet Ekim Devrimi’yle düştü ve iktidar Bolşevikler ile Sol SR’lerin çoğunlukta olduğu Sovyetlere geçti. Bu gelişmeler üzerine Bolşevik karşıtı ve monarşi taraftarı Beyaz Ordu Rus İç Savaşı’nı ve Beyaz Terör olaylarını başlattı. 1922 yılında iç savaştan galip çıkan Bolşevikler, Sovyetler Birliği’ni kurdu. Başlangıçta, olaydan "Ekim Olayı" veya "25 Ayaklanması" olarak bahsedildi. Zamanla "Ekim Devrimi" yaygınlık kazandı. Devrimin 10. yıldönümü olan 1927 yılından itibaren resmi olarak "Büyük Ekim Sosyalist Devrimi" (Rusçası: Великая Октябрьская Социалистическая Революция) olarak adlandırıldı. Anti-Bolşevikler ise olaya eleştirel bir biçimde "Ekim Darbesi" (Rusçası: Октябрьский переворот) adını verdi.. Ekim Devrimi'nin amacı genel olarak otokratik sistemi yıkmak, Rusya'yı emperyalist savaştan kurtarmak, işçi ve köylüleri temsil eden iktidarı kurmak, toprak aristokrasisine karşı halkın büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul köylü kitleleri lehine toprakları kolektif mülkiyete devretmek, burjuvaziye karşı emekçi sınıfının çıkarlarını savunmaktı. Şubat 1917 Devrimi'nin tek başarılı yönü Çarlık rejiminin yıkılmasıydı. Ancak halkın başarısına karşın iktidar monarşi düzeninin elit kitlelere tanıdığı seçim hakkından dolayı mecliste çoğunlukta olan burjuvaziye kalmıştı. İnsani ve adil bir çalışma düzenini getirecek iş kanunu, acil barış ortamının sağlanması gibi demokratik hak ve taleplerin karşılanmaması burjuva iktidarının niyetleriyle Şubat Devrimi'ni gerçekleştiren geniş halk kitlelerinin taleplerinin çelişmesine sebep oluyordu. Otokrasiyi yıkan burjuva devriminin getirdiği mevcut belirsizlik ortamı halkta tepkiye yol açtı. Savaşın, ekonomik krizin, açlık ve sefaletin sürmesi ve tüm bunlara karşı yapılan protesto eylemlerinde yeni hükümetin Çarlık düzenini aratmayacak şiddet eğilimine yönelmesi halkta sosyalist devrim taleplerini kaçınılmaz kıldı. 20. yüzyıla girildiğinde Rus İmparatorluğu ısrarlı olarak uyguladığı otokratik rejim yüzünden ve bünyesinde barındırdığı farklı ulusların maruz kaldığı baskılardan ötürü uluslar hapishanesi olarak adlandırılıyordu. Ülke Rus-Japon Savaşı ile askeri olarak büyük darbe almış, iç siyasi hayatta da 1905 Devrimi ile büyük altüst oluşlar yaşıyordu. Kırılgan bir ekonomisi olan Çarlık rejimi I. Dünya Savaşı’na girdi ve uzun süren savaşın etkisi cephedeki askerler başta olmak üzere tüm halkta yıkıcı bir etki yarattı. 1917 Şubat ayında da devrimci hareketlenme başladı. 23 Şubat’ta (Gregoryen takvime göre 8 Mart) Petrograd işçileri iktidarı ve mevcut düzeni protesto eden bir gösteri yaptı. Kadınların çoğunlukta olduğu gösterilerde “ kahrolsun istibdat, ekmek ve adalet istiyoruz” sloganları atıldı. Çar, ordusunu ve Kazak askerleri gösterileri bastırmak için görevlendirdi. Ancak subayların halkın üzerine ateş edilmesi yönündeki emrine savaştan yorgun düşmüş askerler silahlarını subayların üzerine doğrultarak cevap verdi. Kazak birlikleri de halkla çatışmayı reddetti. İsyanın büyümesi üzerine Çar II. Nikolay kardeşi Mihail lehine tahttan feragat etti. Ancak Prens Mihail devrimci hareketlenmeden korkarak tahtı devralmayı reddetti. Böylece Rusya’da monarşi rejimi yıkıldı. 350 yıllık Çarlık yönetimi ve 300 yıllık Romanov hanedanı da tarihe karıştı. Ancak seçim sisteminin asillere ve elit kitlelere tanıdığı oy hakkı sebebiyle Duma’da çoğunlukta olan Çar taraftarı milletvekilleri hızlı davranarak Prens Lvov başkanlığında geçici hükümeti kurdu ve yönetimi sahiplenmeye çalıştı. Tabii işçi, köylü ve askerlerin Sovyetleri de alternatif bir iktidar olarak ortaya çıktı. Artık bölünmüş toplumu temsil eden iki ayrı hükümet mevcuttu. Resmi olarak iktidarı devralan burjuva hükümeti, aristokratları, fabrikatörleri, din adamlarını ve Çar yanlısı subayları temsil ederken, yoksul halk kitlelerini, işçi ve köylüleri Sovyetler temsil etmekteydi. İki organ ve destekçileri arasındaki çatışma Bolşeviklerin iktidar olmasına kadar süren belirsizlik ortamında yaşanan kaos ve kargaşanın temel sebebi oldu. Bolşevik Devrimi ile birlikte burjuva hükümeti saf dışı bırakılarak mutlak iktidar Sovyetlere verildi. İsviçre’de bulunan Lenin partinin Rusya'daki merkezine geçici hükümete destek verilmemesi gerektiğini, işçi ve köylülerin ancak Sovyetlerin tam iktidarı ile zafer kazanacağını belirten mektup gönderdi. Zaten geçici hükümet de halkın isteklerine cevap vermekten uzaktı. Tarım reformu, günlük çalışma süresinin kısaltılması gibi taleplerin hiçbiri gerçekleşmedi. Şubat Devrimi’nin çıkış sebeplerinden birisi olan halktaki barış isteği dikkate alınmadı ve İtilaf Devletleri’nin istekleri doğrultusunda I. Dünya Savaşı’na devam edildi. 10 (23) Mart’ta Bolşeviklerin denetimindeki Petrograd Sovyeti, "Dünya Halklarına" adıyla bir manifesto yayınladı: “Rus devrimciler egemen sınıfların emperyalist politikalarına karşı Avrupa halklarını barışa çağırıyor”. Halkta savaş karşıtlığı o kadar ciddi bir boyuta ulaşmıştı ki, ekonomik iflasın eşiğindeki devletin savunma gücünün de yetersizliğine dayanarak yenilginin kaçınılmaz olduğunu fark eden askerler tek çare olarak ordudan firar ediyordu. Öyle ki 1915 yılından devrime kadar firar edenlerin sayısı 1,5 milyona ulaşmıştı. Astları üzerindeki otoritesini tamamen yitirmiş olan subaylar firar etmeye çalışan yüzlerce askeri öldürerek daha büyük bir tepkiye yol açmışlardı. Devrimi engelleyemeyen subaylar bu defa mevcut durumdan istifade ederek burjuva hükümetini savaşa zorluyorlardı. Nisan ayında zırhlı bir trenle İsviçre’den Petrograd’a gelen Lenin Finlandiya İstasyonu’nda kalabalık bir kitle tarafından karşılandı. Lenin buradaki konuşmasında sosyalizm için Sovyetlerin tam iktidar olacağı bir devrim çağrısı yaptı. Hemen ardından "Nisan Tezleri" olarak adlandırılan ünlü tezleri yayınladı. Lenin bu tezlerde emperyalist paylaşım savaşı sırasında Avrupa genelinde sosyal-demokratların kendi hükümetlerinin savaş konu
sundaki politikalarını desteklemelerinden dolayı sosyal-demokrasi adının önemini yitirdiğini belirtti ve bu nedenle Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin adının Komünist Parti olarak değiştirilmesini önerdi. Lenin'in bu önerisi kabul edilse de partinin adı resmi olarak Mart 1918'de Komünist Parti olarak değiştirildi. Lenin'in Nisan Tezleri ile birlikte Bolşevikler "Barış, ekmek ve adalet" istiyoruz ve "Tüm İktidar Sovyetler'e" sloganıyla harekete geçti. 18 Nisan (1 Mayıs)’da Dışişleri bakanı Milyukov müttefiklere savaşa devam edileceği yönünde taahhüt verdi. Petrograd Sovyeti bu açıklama üzerine halkın aldatıldığına yönelik bildiri dağıttı. Rus cephesindeki Alman ordularının batı cephesine kaydırılmasını istemeyen İtilaf Devletleri’nin baskısıyla alınan bu karar halkta galeyana yol açtı ve protesto edildi. 21 Nisan (4 Mayıs)’da başlayan ve iki gün süren gösterilerde “kahrolsun geçici hükümet”, “Milyukov istifa”, “ bütün iktidar Sovyetlere” sloganları atıldı. Gösteriler Moskova’ya da sıçradı ve işçiler greve gitti. Temmuz ayında Alman İmparatorluğu ordularına karşı düzenlenen ve başarısızlıkla sonuçlanan saldırıdan sonra düzenlenen eylemlerde 500 bin işçi Geçici Hükümetin istifasını istedi. 3 Temmuz (16 Temmuz) günü Sovyetlerin kontrolündeki Petrograd Garnizonu'nun çağrısıyla başlayan protesto gösterilerinde askerler ve işçiler Sovyetler lehine mitingler düzenledi. 4 Temmuz (17 Temmuz)'da gösterilere Baltık Filosu denizcileri ile işçi ailelerinin de katılımıyla protesto eylemleri büyüdü. Ancak bu mitingler geçici hükümetin katliamına sebep oldu. Gösterilerin bastırılması sırasında halkın üzerine evlerden makineli tüfeklerle açılan ateş sonucu 56 kişi öldü, 560 kişi de yaralandı. Hükümet katliamdan aşırı sağcı örgütleri sorumlu tutsa da Sovyetler tetikçi olarak kapitalist bakanları suçladı. Bu dönemden sonra artık Sovyetler Geçici Hükümet karşısında bastırılmış durumdaydı. Rus ekonomisi bu sırada felakete doğru gidiyordu. Tarımsal üretim ve sanayi alanındaki düzensizlikler üretimin 1916 yılları seviyesine düşmesine yol açmış, kapanan işletmeler yüzünden yoğun işsizlik yaşanmaktaydı. İşçilerin eline geçen ücret düşmüş ve alım gücü 1913 yılı seviyelerine gerilemişti. Ülkenin borçları 50 milyar rubleyi aşmış durumdaydı ve ekonomik iflasın eşiğine gelmişti. Temmuz Günlerini özellikle Bolşeviklere karşı baskı dönemi izledi. 7 Temmuz (20 Temmuz)'da Prens Lvov'un istifası ile kurulan yeni Geçici Hükümette Aleksandr Kerenski başbakan oldu. Ancak sözde demokrat Kerenski'nin politikaları Çarlık düzenini aratmadı. Yeni hükümet Bolşeviklere ait matbaayı bastı ve Pravda gazetesinin yayınlanmasını yasakladı. Hükümetten izinsiz olarak bildiri dağıtılması ve miting yapılması yasaklandı. Lenin hakkında idam kararı çıkarıldı. Bu karar üzerine Lenin güvenlik amacıyla Finlandiya'ya iltica etti. Ancak Bolşevikler üzerinde tutuklamalar ve yargısız infazlar arttı. Troçki başta olmak üzere çok sayıda Bolşevik tutuklandı. Petrograd’daki sosyalist örgütlere karşı Çarlık Ordusu komutanlarından Lavr Kornilov komutasındaki Kazak Ordusu şehre gelerek sıkıyönetim ilan etmek ve idareyi ele almak için ilerlemeye karar verdi. Kornilov Olayı olarak bilinen olay sırasında Kerenski paniğe kapılarak darbenin kendisini de tasfiye edeceğini anladı ve o sırada en güçlü ve en örgütlü siyasi güç olan Bolşeviklerden yardım istedi. Petrograd, Moskova, Kiev, Harkov ve diğer şehirlerdeki Bolşevik işçi ve askerler Kornilov karşıtı eylemler düzenledi. Bolşevik Parti Merkez Komitesi 27 Ağustos 1917’de yaptığı açıklamada Şubat Devrimi ile kazanılan her şeyi boğmak için Petrograd’a ilerleyen Kornilov birliklerinin durdurulması çağrısı yaptı. Özellikle demiryolu işçilerinin engellemesi ve Kazak Bolşevik askerlerin propagandası sonucu Kornilov’un ordusu dağıldı ve darbe girişimi başarısız oldu. Bu olaylarda Bolşeviklerin gücü sınandı ve iktidarın alınmasında önemli bir evre geçilmiş oldu. Kornilov’un darbesinin başarısız olmasıyla beraber Bolşeviklerin saygınlığı ve Sovyetlerdeki desteği daha da arttı. Bolşevikler Petrograd, Moskova başta olmak üzere Briansk, Samara, Saratov, Tasritsyn, Minsk, Donetsk, Lugansk ve Kiev Sovyetlerinde çoğunluğu kazandılar. Tüm Rusya Sovyetler Merkezi Yönetim Komitesi iktidarın alınması yönünde karar aldı. 25 Eylül'de Trotski kefaletle serbest bırakıldı ve Petrograd Sovyetinin yönetimini devraldı. Lenin gizli bir şekilde Petrograd'a gelerek devrimi organize etmeye başladı. Eylül ve Ekim aylarında Moskova ve Petrograd sanayi işçileri, Donbas maden işçileri, Ural metal sanayi işçileri, Bakü petrol işçileri, tekstil işçileri ve demiryolu işçileri sayısız grev yaparak Geçici Hükümeti protesto etti. Bu iki ay zarfında toplamda 1 milyon işçi grev süreçlerine katıldı. İşçiler çoğu fabrika ve işyerinde yönetimi ele aldı ve üretim ile dağıtımı kontrol etmeye başladı. Ekim 1917’ye gelindiğinde kırda da benzer bir durum vardı. Büyük toprak sahiplerine karşı yoksul köylüler tarafından 4 binin üzerinde ayaklanma eylemi kaydedildi. Geçici Hükümetin büyük toprak sahibi zengin köylüler olan kulakların isteklerine göre hareket etmesi ve ayaklanmaları bastırmak için askeri birlik göndermesi yoksul köylülerin de toprakların kendilerine verileceğini söyleyen Bolşeviklere destek vermesine sebep oldu. Cephede, şehirlerdeki garnizonlarda ve savaş gemilerindeki askerler ve bahriyeliler de açıkça Geçici Hükümeti tanımadıklarını ilan etti ve seçilmiş temsilcilerini Sovyetlere göndererek iktidarın alınmasından yana görüş bildirdi. 10 Ekim günü Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi Lenin başkanlığında silahlı ayaklanma gündemiyle toplandı. Toplantıda 2'ye karşı 10 oyla ayaklanma lehine karar alındı. Devrimin yaklaşmakta olduğunu fark eden Başbakan Aleksandr Kerenski Devrimci Askeri Komite'nin dağıtılmasını ve tüm üyelerinin tutuklanmasını emretti. Fakat artık otoritesini tümüyle kaybetmiş olan hükümet başkanının emirlerini yerine getirecek az sayıda müfreze Kızıl Muhafızlar tarafından kolayca püskürtüldü. Devrimci Askeri Komite Rusya halkına hitaben yayınladığı bildiride demokratik bir barış ve üretim mekanizması üzerinde işçi denetimi için Sovyetlerin tam iktidar olacağı bir devrim çağrısı yaptı. 24 Ekim (6 Kasım) 1917’de Bolşevikler başkent Petrograd’da Kerenski önderliğindeki Geçici Hükümete karşı harekete geçti. Cezaevlerindeki Bolşevik tutuklular serbest bırakıldı. Hükümete bağlı birlikler kolayca bertaraf edildi. 25 Ekim (7 Kasım)'de 10 bin kadar Kızıl Muhafız güçlü bir direnişle karşılaşmadan tüm hükümet binalarını ve stratejik mevkiileri ele geçirdi. Smolni Enstitüsü'ne bulunan Lenin, devrim talimatlarını buradan vermekteydi. Vladimir Stankeviç liderliğindeki Askeri Harbiyelilerden oluşan bir müfreze ve St.Georgiev muhafızları Bolşeviklere karşı direnişe geçse de başarılı olamadı. 25 Ekim ( 7 Kasım ) gecesi hükümetin bulunduğu Kışlık Saray’a saldırı başladı. Binlerce Kızıl Muhafız Kışlık Saray'a yöneldi. Vladimir Antonov-Ovseyenko liderliğindeki Baltık Filosu ve Kronştad Denizcileri de saldırıya katıldı. Aurora kruvazöründen saraya top atışı yapıldı. Bu sırada Kerenski kaçmayı başarmış, ancak bakanlar sarayda bulunmaktaydı. Kazaklar, askeri öğrenciler ve muhafızlar tarafından korunan saray 8 Kasım’da sabaha karşı saat 2’de düştü. Devrilen hükümetin üyeleri hapse atıldı. Devrimin resmi tarihi 25 Ekim (7 Kasım) 1917 oldu. İktidar fiilen alındıktan sonra toplanmakta olan ve çoğunluğunu Bolşevik ve müttefikleri olan Sol SR vekillerinin oluşturduğu II. Tüm Rusya Sovyetler Kongresi'nde iktidarın Lenin önderliğindeki Bolşeviklere bırakıldığı ilan edildi. II. Tüm Rusya Sovyetler Kongresi'ndeki 670 delegenin yaklaşık olarak yarısına karşılık gelen 300’ü Bolşevik, 100 kadarı da Sosyalist-Devrimci Parti üyesi Sol SR olduğundan kongredeki çoğunluk Aleksandr Kerenski hükümetinin devrilmesini onayladı. Kışlık Sarayın alınma haberi kongreye ulaştığında iktidarın İşçi, Asker ve Köylü Vekilleri Sovyeti olarak alındığı ilan edildi ve Ekim Devrimi onaylandı. Bolşevik lider Lenin kongrede iktidarın alınmasına yönelik kısa bir konuşma yaptı: "Yoldaşlar, Bolşeviklerin ısrarla savunduğu işçi ve köylü devrimi gerçekleşmiştir." Kongrede bulunan Sosyalist Devrimci Parti'nin sağ kanadından temsilciler alınan kararı protesto edip kongreyi terk etti. Protestoya katılıp Lenin ve Bolşeviklerin yasa dışı şekilde iktidarı aldığını belirten Menşevikler de kongreden ayrıldı. Kongre yeni Sovyet hükümeti olan Lenin başkanlığındaki Halk Komiserleri Konseyi'ni (Rusçası: Совет народных коммиссаров, Latin harfleriyle kısaltması Sovnarkom’dur) seçti. Kurucu Meclis toplanıncaya kadar iktidarda olacağı açıklanan Sovnarkom ilk olarak Barış Kararnamesi'ni yayınlayarak I. Dünya Savaşı'ndan çekildiklerini ilan etti ve savaşan tüm hükümetlere ilhaksız ve tazminatsız bir barış çağrısında bulundu. Hemen ardından Toprak Kararnamesi kabul edilerek azınlıktaki büyük toprak sahiplerine ait toprakların da nüfusun çoğunluğunu oluşturan yoksul köylülere dağıtıldığını açıkladı. Sovnarkom’da görev dağılımı aşağıdaki şekilde oldu; Sovnarkom, kendisine karşı cephe alan başta Kadetler olmak üzere özellikle monarşi yanlısı partilerle, Kerenski kabinesi üyelerini tutukladı. Kerenski ise ABD elçisinin makam aracıyla kaçmayı başardı. Ancak karşı-devrim ve sabotaj faaliyetleri ile terör saldırılarının başlaması üzerine 20 Aralık 1917’de devrimi korumak için Çeka (Rusçası: "Vserossiiskaia chrezvychainaia komissiia po bor'be s kontrrevoliutsiei i sabotazhem", Tüm Rusya Karşı-Devrim ve Sabotajla Savaş Olağanüstü Komisyonu) adı verilen ilk Sovyet istihbarat ve gizli servisi kuruldu. 25 Ocak 1918'de toplanan III. Sovyetler Kongresi'nde Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ilan edildi. Şehirde işçilerin ve kırda da köylülerin iktidarını ve ittifakını simgeleyen orak ve çekiç 1918 yılında Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin, 1922'den itibaren de Sovyetler Birliği'nin arması olarak kabul edildi. Üzerinde orak çekiç sembolü ve beş kıtanın işçilerini birliğe çağıran
beş kollu yıldız bulunan kızıl bayrak da yeni kurulan devletin resmi bayrağı olarak ilan edildi. Rus İmparatorluğu özerk cumhuriyetlere ayrıldı ve her ulusa yerel yönetimlerini örgütleme hakkı tanındı. Sovnarkom’un aldığı ve uyguladığı ilk kararlarda 1871 yılındaki ilk işçi iktidarı denemesi olan Paris Komününün etkisi de dikkat çekiyordu. Alınan kararlar arasında en önemlileri şunlar sayılabilir: Bolşevikler için ilerlemenin ve toplumsal modernizasyonun temel koşulu eğitimdi. Her şeyden önce eğitim sistemini iyileştirmek ve toplumdaki çocuk ya da yetişkin her ferdin bu hizmetten yararlanabilmesi için gerekli koşulları yaratmak gerekiyordu. Bu amaçla eğitim çağındaki tüm çocukların bilfiil okula gitmesi zorunluluğu getirildiği gibi yetişkinler için de "rabfak" denilen işçi fakülteleri kuruldu. Bu fakültelerde işçilere hem temel ve teorik eğitim hem de pratik ve mesleki eğitim verildi. Çarlık döneminde toplumun sadece %5'i eğitim imkanlarından faydalanabildiği için okur-yazar oranı diğer Avrupa ülkeleriyle mukayese edildiğinde oldukça düşüktü. Bolşeviklerin eğitim-öğretim seferberliği kısa sürede %100'lük okur-yazar oranıyla Sovyet toplumunu sosyo-kültürel açıdan diğer ülkelerle mukayese edilemeyecek bir düzeye ulaştırdı. Bolşeviklerin Rus İmparatorluğu'nun diğer şehirlerinde iktidarı ele geçirmeleri de zor olmadı.. Bolşevikler çok uluslu Rusya topraklarında özellikle Rus olmayan uluslara kendi kaderlerini tayin hakkı tanıdı. Polonya ve Finlandiya'nın bağımsızlığı Bolşevikler tarafından kabul edildi. Ancak bazı uluslar da tek taraflı olarak bağımsızlık ilan etti. Örneğin Ukrayna Rada’sı 23 Haziran 1917’de otonom olduğunu ilan etti. 25 Ocak 1918’de de bağımsızlık bildirgesini yayınladı. I. Dünya Savaşı sırasında Doğu cephesinde engelsiz ilerleyen Alman İmparatorluğu birlikleri de özellikle batı Ukrayna'dan destek alan Sovyet karşıtı Ukrayna bağımsızlığını destekledi ve Ukrayna’daki Bolşeviklere karşı katliam uyguladı. Ekim Devrimi ile parlamenter sistemden sosyalist temsil sistemine geçildi. Ancak Ekim Devrimi ile görece kansız şekilde alınan iktidar, Bolşevik karşıtlarının örgütlenerek Beyaz Ordu’yu oluşturmaları ile kanlı bir iç savaşa sürüklendi. İtilaf Devletleri de Beyaz Ordu'ya maddi destek verdi ve hatta ülkenin her tarafına asker çıkararak Bolşeviklere karşı saldırıya katıldı. Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık ve Fransa'nın desteğiyle monarşi taraftarları ülkede Beyaz Terör hareketlerini başlattı ve yüz binlerce insanı katletti. Çarlık döneminde Rusya ile sorunları olan Japonya, Romanya ve bağımsızlığı Bolşevikler tarafından onaylanmasına rağmen Polonya da fırsattan istifade ederek toprak kazanabilmek için Rusya'ya saldırdı. Hükümet bu saldırılar karşısında Kızıl Ordu'yu örgütledi. 23 Şubat 1918'de kurulan Kızıl Ordu monarşi taraftarlarına ve yabancı işgalcilere karşı özellikle büyük şehirlerde güçlü bir savunma hattı oluşturdu. Leon Trotski Kızıl Ordu'nun önderi olarak cepheye gitti ve Beyazlara karşı mücadeleyi organize etti. Toprak aristokratlarından aldığı destekle yoksul köylü kitlelerini bastırarak kırsal kesimde güçlü olan Beyazların aksine büyük sanayi merkezlerine hakim olan Kızıllar düşmanlarının dış mihraklarla işbirliği yapmalarının yarattığı nefret dolayısıyla halktan daha fazla destek aldı. Ancak 1918 yılının yaz aylarında Bolşevik düşmanlarının terör hareketleri had safhaya ulaştı. Bu dönemde fabrikaları işçi konseylerine devretmek istemeyen fabrikatörlerin ve toprakları kolektif mülkiyete devretmek istemeyen kulakların ( büyük toprak sahibi aristokratlar) finanse ettiği pek çok terör eylemi gerçekleşti. Temmuz ayında Almanya ile yapılan anlaşmayı bozarak Rusya'yı yeniden savaşa sürüklemek amacıyla Alman Büyükelçisi Mirbach öldürüldü. 30 Ağustos'ta Lenin bir suikast sonucu ağır yaralandı. Aynı gün gerçekleşen saldırılarda Kuzey Komünü Bolşevik Komiseri Moisei Uritski ise katledildi. Bolşevikler 1918-1922 yılları arasında süren ve ülkenin çok büyük yıkıma uğramasına yol açan iç savaştan zaferle ayrıldı. Kızıl Ordu'ya katılımın artması üzerine başarısız olacaklarını anlayan Birleşik Krallık, Fransa ve ABD askeri birliklerini ülkeden çekerek Beyaz Ordu'yu yalnız bıraktı. Desteksiz kalan Beyaz Ordu komutanları da ülkedeki askerleri kaderine terk ederek kısa sürede ülkeden kaçtı. Bolşevikler 1922'de Beyaz Terör'ü yenerek iç savaştan zaferle çıktı ve tüm Rusya'da otoriteyi sağladı. Belarus, Ukrayna , Orta Asya ve Transkafkasya’da da Bolşevikler muhaliflerini bertaraf etmeyi başardı. 1922'de savaş döneminde mecburi olarak kabul edilen sıkı politik ve ekonomik önlemler kaldırıldı. Lenin'in belirlediği yeni ekonomik atılımları içeren NEP (Novaya Ekonomiçeskaya Politika / Yeni Ekonomi Politikası) kabul edildi. Toprak aristokratlarının kasıtlı kıtlık yaratma girişimlerine karşı tedbirler alındı. Üretimi sabote etmeye çalışanlara ve karaborsacılara ağır cezalar getirildi. Köylülerin serbest ticaretine izin verildi. NEP, emperyalist savaş ile iç savaşta daha da sarsılan ekonominin kısa sürede toparlanmasını sağladı. 1922 yılında devletin federal yapısı konusunda tartışmalar yaşandı. Milliyetler Halk Komiseri olan Stalin tüm cumhuriyetlerin Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti içinde özerk nitelikte teşkilatlanmaları gerektiğini savunuyordu. Lenin buna şiddetle karşı çıkarak tüm cumhuriyetlerin eşit statüde, egemenlik haklarının korunduğu birleşik bir federasyon planı hazırladı. Plana göre her cumhuriyetin birlikten ayrılma hakkı vardı. Sonunda federasyonun oluşturulmasında Leninist ilkeler kabul edildi. 30 Aralık 1922'de Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin, Belarus SSC , Ukrayna SSC , Orta Asya ve Kafkasya cumhuriyetleriyle birleşmesiyle Sovyetler Birliği resmen kuruldu. Kızıl Ekim (Rusçası: Красный Октябрь) ve Büyük Ekim deyimleri de Ekim Devrimi sırasındaki olayları tanımlamak için kullanılmıştır. Kızıl Ekim isminde Stalingrad’da bir çelik fabrikası, Moskova’da bir şeker fabrikası ve filmlere konu olan bir Sovyet denizaltısı bulunmaktadır. Ruslar ise genellikle bu devrimden kısaca Büyük Ekim olarak bahsederler. Sergei Eisenstein’ın Ekim isimli filmi ise John Reed’in Dünyayı Sarsan On Gün adlı eserinin sinemaya uyarlanmasıdır. Film 1927 yılında çekilmiş ve özellikle Kışlık Sarayın basılması sırasında gerçekten bu saldırıda bulunan askerler figüran olarak kullanılmıştır. Sovyetler Birliği döneminde Ekim Devrimi'nin yıldönümü olan 7 Kasım günü en büyük bayram olarak kutlanmaktaydı. Komünist rejimin çökmesinden sonra resmi düzeyde kutlamalara son verilirken özellikle Rusya, Beyaz Rusya, Ukrayna, Moldova,Tacikistan, Kırgızistan, ve Kazakistan'da sol ideolojide partiler kutlamalara devam etti. 7 Kasım Rusya'da 2005 yılına kadar resmi tatil iken Putin'in egemenliğindeki Birleşik Rusya Partisi'nin önerisiyle bu tarihte resmi tatil olmaktan çıkarıldı. Ancak her yıl 7 Kasım'da Rusya'da sosyalist partiler tatil olmamasına rağmen büyük kitlelerin katılımıyla kutlama gerçekleştirmektedir. 2013 yılında Rusya'da yapılan bir anket Rusların % 50'sinin bu devrimi Rusya tarihinin en önemli olayı olarak kabul ettiğini göstermektedir. Ankete göre Rusların % 50'si 7 Kasım'ın yeniden resmi tatil olmasını istemektedir. 7 Kasım Ukrayna'da ise 2014 yılına kadar resmi tatil iken bu tarihte ABD ve AB destekli darbecilerin iktidara gelmesiyle kutlanması yasaklanmıştır. Buna rağmen devrim yıldönümü 2014 yılında referandumla Rusya'ya katılan Kırım'da ve yine bu tarihte bağımsızlığını ilan eden Donetsk Halk Cumhuriyeti ile Lugansk Halk Cumhuriyeti'nde coşkuyla kutlanmaktadır. Eski Sovyet cumhuriyetlerinden Kırgızistan, Moldova ve Beyaz Rusya'da ise 7 Kasım halen resmi tatil olarak kabul edilmekte ve bu ülkelerde de devrim kutlamaları yapılmaktadır. Bazı Rus tarihçilere göre Ekim Devrimi tüm dünya tarihi üzerinde etkisi olmuş, insanlık tarihindeki en büyük ilerici olaydır. Rusya’da feodal sistemi yıkmış ve kısa sürede emsali olmayan bir ekonomik gelişmeye yol açmıştır. Bilim, sanayi ve tarımda sosyalist gelişim modeli ile Rusya’yı yoksulluk ve çürümüşlükten kurtarmıştır. Halk ayaklanması olmasına karşın iktidarı burjuvazinin aldığı Şubat Devrimi'nin aksine Ekim Devrimi iktidarı yoksul halk kitlelerini temsil eden Sovyetlere verdiği için sosyalist devrim olarak ifade edilir. Sovyet tarihçiliğinde Ekim Devrimi yoksulluk ve sefalet çağında Bolşeviklerin dünya halklarının kurtuluşu için kitleleri harekete geçirmesi olarak ifade edilir. Bu nedenle devrim meşruiyete sahiptir. Örneğin Rus tarihçi Vladimir Buldakov şöyle der: “ Ekim, yarattığı etki itibarıyla küresel sonuçlara yol açmış bir olaydır. Rusya ve dünya tarihinin gelişiminde tüm halkları harekete geçiren önemli bir devrimdir. Bu ütopyacılık olarak değerlendirebilir. Ama Rusya’da sosyo-ekonomik gelişimi sağladığı gerçeği inkar edilemez. Buldakov Ekim Devrimi'ni insani değerler ve demokrasi talepleriyle gerçekleşmiş bir hareket olarak tanımlamıştır. Fransız tarihçi Marc Ferro “Ekim Devrimi” insanların özlemlerinin bir ifadesiydi” demiştir. Tarafsız diğer bazı tarihçilere göre de devrimde Rusya’da 19.yüzyıl boyunca yaşanan yoksul köylü isyanlarının da etkisi söz konusuydu. Olay büyük toprak sahiplerine ve feodal sistemin baskısına karşı bir direniş hareketiydi. Bu olayda 1917’de geleneksel kurumların yıkılışı, ekonomik çöküş, baskıcı monarşi yönetiminin otoritesini kaybetmesi, I.Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri gibi pek çok faktör etkili olmuştu. Clathrus ruber Clathrus ruber, Clathraceae familyasından erişkinleri kırmızı renkli, küresel kafes şeklinde bir mantar türü. En sık Ekim ayında rastlansa da yılın her mevsiminde ortaya çıkabilir. İlk hali kirli beyaz renkli, toprağa yarı gömülü bir yumurta şekildedir. Dışındaki zar çatladıktan sonra altıgen hücreleri olan kırmızı kafes şeklinde göz alıcı bir gövdesi vardır. Kafesin iç tarafındaki koyu kahverengi sıvı leş kokusu yayar ve böcekleri çeker. Böcekler de sporların yayılmasını sağlar. Nintendo Nintendo, Japonya manşeili uluslararası bir elektronik şirketidir. Şirke
t, 23 Eylül 1889'da Japonya'da Fusajiro Yamauchi kurulduğunda Hanafuda adı verilen oyun kartları üretiyorlardı daha sonra otele kadar çeşitli iş alanlarına yöneldikten sonra video oyunu sektörüne girmişlerdir ve şu anda dünyanın en büyük oyun konsolu ve oyun geliştiricisi firmalarından biridir. Ana merkezi Kyoto'dadır. Avrupa ve dünya konsol satış listelerinde Nintendo DS çıktığından beri 1. sıradadır. Nintendo'nun Türkçe olarak kelime anlamı "şansı cennete bırak"tır. 30 Eylül 2013 itibarı ile Nintendo 660 Milyondan fazla konsol ve 4.15 milyardan fazla oyun satmıştır. 2013 verilerine göre Japonya'nın en büyük 10. oyun şirketidir. Ayrıca Japonya'daki en büyük 1647. şirkettir. Şirket 1956 yılına kadar "Hanafuda" adında oyun kartları satmıştır. Şirket başka dallara yönelmek amacıyla 1963 ve 1968 yılları arasında taksi, otel, TV, yemek hizmetleri vermeye çalışmıştır fakat hiçbiri başarılı olamamıştır. 1966 yılında "Ultra Hand" adında bir oyuncak kol yapmıştır. Bu oyuncak çok tuttuğu için şirket oyuncak sektörüne kaymıştır. Ama Bandai ve Tomy gibi oyuncak şirketlerinin arkasında kalmıştır.1973'te şirket "Laser Clay Shooting System" adında bir aile video oyunu çıkartmıştır. Bunu oyun salonlarına reklam amacıyla dağıtmıştır. Fakat bütçe nedeniyle bu deneme sonlandırılmıştır. Günümüzdeki elektronik üreticisi haline 1974'te gelmiştir. 1974'ten bu yana kendi konsol ve oyunlarını satmaktadır. Taşınabilir konsollar Not: Türkiye'de temsilciliklerini Nortec Eurasia firması yapmaktaydı. 2012 yılında ticarî faaliyetini durdurmuştur. Mustafa Çelebi (I. Bayezid'in oğlu) Düzmece Mustafa veya Mustafa Çelebi ("d." (?), Edirne - "ö." 1422) Yıldırım Bayezid ile Devlet Şah Hatun'un oğludur. II. Murat'ın amcası olan "Düzmece Mustafa," daha sonra bir başka krize sebebiyet veren II. Murat'ın küçük kardeşi ""Şehzade Küçük Mustafa Çelebi"" ile karıştırılmamalıdır. ""Düzmece Mustafa Çelebi"" II. Murat döneminin başlangıcında en büyük siyasi krizlerinden birine sebebiyet vermiştir. Düzmece lakabı, sahte şehzade olduğunu ileri süren dönemin Osmanlı tarihçilerince verilmiş ve kalmıştır. Bizans'a serbest bırakılmaması için fidye verilmesi, kendisine inananların sayısına ve toplum içindeki yerlerine bakıldığında, en sonunda yakalandığında Edirne'de asılarak idam edilmesi de bir belirtidir. Saltanat soyundan gelenlerin kanı akıtılmazdı. Mustafa Çelebi, 1402'deki Ankara Savaşı'nda Hamidoğulları ve Tekeoğulları askeri ile birlikte cephenin ortasında yer almıştır. Bazı kaynaklar savaşta öldüğünü, bazı kaynaklar ise babası Yıldırım Bayezit ile birlikte esir düşerek, babasının ölümünün ardından Timur tarafından Semerkant'a götürüldüğünü yazarlar. Timur'un ölümünden sonra 1405'te Anadolu'ya döndü, önce Niğde'ye, daha sonra da İsfendiyaroğulları beyinin yanına Kastamonu'ya gitti. Ardından 1416'da Venediklilerin yardımı ile Rumeli'ye ve Eflak'a geçip, düzenleyeceği ayaklanma için bazı vali ve sancak beylerinden, Eflak voyvodasından, Bizans İmparatoru II. Manuil'den ve bu arada bazı Avrupa devletlerinden yardım istedi. Topladığı kuvvetler Selanik'ten Teselya üzerine giderken I. Mehmet'in ordusuna yenildi. Bu yenilgiden sonra Selanik'e sığındı. Selanik'te Despot olan Andronikos onu bir mülteci olarak kabul etti. I. Mehmed bu durumu Bizanslılarla yapılan barış anlaşması şartlarının çok şiddetli ihlali olduğunu önererek olayı Konstantinopolis'de İmparator olan II. Manuil'i protesto etti. II. Manuil bir mülteci kabulünün hiçbir barış şartını ihlal etmediğini ileri sürdü; ama eğer bu mültecinin yasama ve korunma masrafları karşılanırsa onu hayatı sonuna kadar gözaltında tutmayı kabul edebileceğini bildirdi. Bunu kabul eden I. Mehmed Bizans İmparatoru II. Manuil ile anlaşarak Mustafa Çelebi'nin hayatı boyunca salıverilmemesi karşılığında yılda 900 bin akça ödemeyi önerdi ve Mustafa Çelebi gözaltında korunmak üzere Limni adasına gönderildi. Konstantinopolis'de I. Mehmet ile II. Manuil arasındaki barışçıl ilişkiler aleyhinde olan bir saray bürokrasisi kliği gittikçe güç kazanmaktaydı ve bunlar arasında veliaht ve ortak imparator olan İoannis bile bulunmaktaydı. Bu klik 1420'de I. Mehmed'in Bursa'dan Edirne'ye giderken Boğazı geçerken öldürülmesi için bir plan hazırlamış ama imparator bunun uygulanmasını önlemeyi başarmıştı. Fakat 1421'de I. Mehmed'in ölümü ve yerine daha 17 yaşında tecrübesiz bir genç olan II. Murat'ın geçmesi bu kliği çok daha kuvvetlendirip Bizans siyasetinin başına geçirmeye neden oldu. II. Manuil yaşlı ve yorgundu ve imparatorluğun siyaseti bu klik içinde olan oğlu İoannis'e bırakmıştı. Bundan dolayı Bizans imparatorluğu Çelebi Mustafa'yi meşru Osmanlı padişahı olarak kabul etti ve ona destek sağlamaya başladı. Bir Bizans filosu ile Limni'den, yandaşı İzmiroğlu Cüneyd Bey ile birlikte Rumeli'ye ayak bastı ve Gelibolu'ya geçerek kendine yandaş toplamaya başladı. Rumeli beyleri ve akıncılar arasında taraftar toplamayı başardı. Sultan II. Murat (1421'de) Veziriazam ve Rumeli beylerbeyi Amasyalı Beyazıt Paşa komutasındaki bir orduyu üzerine gönderdi. İki taraf, Saros Körfezi kıyısında bugün Keşan'ın bir köyü olan Sazlıdere mevkiinde karşılaştığında, muharebe esnasında elindeki kuvvetler, komuta kademesi dahil, Mustafa Çelebi tarafına geçti. Veziriazam Beyazıt Paşa Mustafa Çelebi'ye teslim olmak zorunda kaldı. Fakat Beyazıt Paşa'ya itimat etmeyen İzmiroğlu Cüneyd Bey'in ısrarları üzerine Mustafa Çelebi onu idam ettirdi. Düzmece Mustafa şehir halkının tezahüratı altında Edirne'ye girerek hükümdarlığını ilan etti. Adına hutbe okutup sikke bastırdı. Rumeli bölgesi onun egemenliği altına geçti. Çelebi Mustafa iktidarda iken bir seri hata yapmaya başladı. Gözaltında iken Bizans desteğini sağlamak için Gelibolu'yu Bizans'a vermeyi kabul etmişti. Ama Rumeli'de idareyi eline geçirince fetihle ele geçirilen arazinin inanmayanlara geri verilemeyeceğine dair İslam dini kaidesi olduğunu ileri sürerek Gelibolu'yu Bizanslılara vermedi ve kendini destekleyen saray kliğinin gücünü kırdı. Ayrıca Rumeli ile yetinmeyip Ocak 1422de 12 bin sipahi ve 5 bin yaya askerlik bir orduyu ile Gelibolu'dan Anadolu'ya Galata Cenevizlileri gemileri ile geçirip Bursa'yı kuşatmaya başladı. II. Murat, Mustafa'nın bir "düzmece (yalancı)" olduğunu çevresindekilere inandırmayı başardı. Kendisine Aydın ve İzmir Beyliği vadedilmiş olan İzmiroğlu Cüneyd Bey, yandaş askerleri ile, Mustafa Çelebi yanından ayrıldı. Böylece ordusu bölünen Mustafa Çelebi elinde kalanlarla Rumeli'ye doğru geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat kaçarken bir köprü başını tutan Hacı İvaz Paşa bu kalan yaya ordusunun çoğunu da kılıçtan geçirdi. Mustafa Çelebi, Gelibolu'da tutunup Boğaz trafiğini kontrole çalıştı. Fakat II. Murat Foça Podestası Adorno'dan kiraladığı gemilerle ordusunu Gelibolu'ya geçirmeyi başardı. Mustafa Çelebi Gelibolu'da da tutunamayarak ve Edirne'ye kaçtı. Yakalanan yandaşları idam edildi. II. Murat, Foça Podestası'na ait olan 2 bin zırhlı asker ile takviyeli, ordusuyla Edirne'ye yürüdü. Edirneliler II. Murat'i şehir dışında karşılayarak ona sadakatlerini bildirdiler. Mustafa Çelebi bu sefer de Edirne'den hazinesi ile birlikte Eflak'a gitmek üzere kaçabildi. Fakat Tunca Vadisi'nde Kızılağaç Yenicesi'nde yakalandı. Edirne'ye getirilip kale burcundan asılarak idam edildi. Din sosyolojisi Din sosyolojisi, dini kurum ve dini yapılanmaları, dini temalarla toplumsal yapı arasındaki ilişkileri ve dinin toplum, toplumun din üzerindeki etkilerini araştıran bilimsel bir disiplindir. Din sosyologları toplumun din üzerinde dinin toplum üzerindeki etkilerini bir başka deyişle toplum ve din arasındaki diyalektik ilişkiyi açıklamaya çalıştır. Din sosyolojisi (Sociologie de la Religion) terimi ilk olarak Emile Durkheim tarafından Année Sociologique (Sosyoloji Yıllığı) dergisinin 1899'da yayınladığı bir sayısındaki yazısında kullanılmıştır. Bunun dışında Durkheim'ın Dini Hayatın İlkel Şekilleri (Formes Elementaires de la Vie Religieuse) adlı daha sonraki din sosyolojisi disiplininde çok önemli yeri olan sosyoloji perspektifinden dini hayatı ele aldığı bir eseri bulunmaktadır. Durkheim bu eserinde dinin toplumsal hayattaki işlevini vurguluyor ve toplumun kollektifliğinin bir yansıması olarak dinin toplumsal unsurları bir arada tutan işlevine vurgu yapıyordu. Durkheim'in din anlayışının ateist veya agnostik olduğu belirtilir. Ancak onun için dinin nihai olarak doğru olup olmadığı önemli değildir. İşlevi olan bir kurum canlılığını sürdürür aksi takdirde ya yok olur ya yeni bir biçime bürünür. Sosyolojinin diğer ünlü simalarından biri olan Marks'a gelince din sosyo-ekonomik faktörlerin epifenomeni (gölge olgu)dir. Marks için de din esasen bir işleve sahiptir. Kendi emeğine yabancılaşmış toplumsal sınıfların bu yabancılaşmayı aşmak için ürettiği bir şeydir ancak yabancılaşmanın asıl kaynağını gözden uzaklaştırdığı ve yönetici sınıfın yönetilenler üzerindeki baskısının bir aracı haline geldiği için olumsuzluklar taşımaktadır. Din sosyolojisinin sistematik bir bilim dalı haline gelmesini sağlayan Max Weber ise Dilthey ve Rickert'den gelen manevi bilimler akımına bağlı anlayıcı sosyoloji geleneği içinden dine bakar. Ona göre din sadece bir sonuç değil aynı zamanda toplumsal olguların belirli bir biçimde düzenlenmesini sağlayan bir zihniyet biçimidir. Türkiye'de din sosyolojisi sosyolojinin girişiyle birlikte olmuştur. Ziya Gökalp, Durkheimci bir sosyoloji anlayışını Türkiye'ye taşıdığı gibi din sosyolojisi alanında Türkçede ilk metinleri kaleme alan kişi olmuştur. Daha sonra din sosyolojisi alanında Türkçedeki ilk kitap Hilmi Ziya Ülken tarafından Dini Sosyoloji adıyla kaleme alınmıştır. Türkiye'de din sosyolojisi alanında Weberyan çizgiyi iktisat bilimci Sabri Ülgener temsil etmiştir. Din psikolojisi Din psikolojisi, dini inançlar ve uygulamaları psikolojik bakımdan açıklayan bilim disiplinidir. Dini inançların birey psikolojisinde gördüğü işlev, din değiştirmenin psikolojik boyutu, dini algıyı belirleyen psikolojik etmenler, vecd, istiğrak gibi bilinç halleri ve benzerleri, din p
sikolojisinin araştırma alanına giren konulardan bazılarıdır. Sigmund Freud, Carl G. Jung, William James gibi klasik psikolojinin önemli isimlerinin din ve psikoloji ilişkisine dair kitap ve makaleleri din psikolojisinin de günümüzdeki metodolojik çatısı belirlemiştir. Beyaz fosfor Beyaz fosfor, fosfor elementinin bir alotropudur. Duman kamuflajı ve hedef tayininde ve aynı zamanda da bir yangın silahı olarak askeriyede yaygın kullanım alanlari bulmuştur. İngilizcesi olan "White phosphorus"dan dolayı WP, white phos ya da tanımının başharflerinden yola çıkarak, Willie Pete olarak adlandırıldığı da olmaktadır. Fosfor dumanının teneffüs edilmesi ciğerlerde ani yaralar oluşmasına ve teneffüs eden kişinin havasızlıktan boğulmasına yol açmaktadır. Hemen sonraki aşamada insan vücudu içten dışa doğru yanmaktadır. Çoğu kez, beyaz fosforla yanan kişinin elbiselerinde fazla iz meydana gelmemekte, yanma reaksiyonu vücut içinden cilde kadar sürmektedir. Beyaz fosfor kullanımı sonrasında çekilen fotoğraflar, kemiklerine kadar yanmış, ancak elbiseleri pürüzsüz kurbanlar bulunduğunu ortaya koymuştur. Yanma reaksiyonu bir kez başladığında durdurulamamaktadır. Nihai etki, napalm bombası nın aynısı, hatta daha kötüsüdür. ABD kaynaklarının vurguladıkları bir husus beyaz fosfor kullanımının uluslararası askerî anlaşmalara aykırı olmadığıdır. Gerçekten de bu madde herhangi bir anlaşma çerçevesinde özel olarak yasaklanmamıştır. Beyaz fosforlu silahların kimyasal silah sayılıp sayılamayacağı ve bu nedenler Nisan 1997 tarihli Kimyasal Silahlar Konvansiyonu (CWC) çerçevesinde yasaklanmış kabul edilip edilmemesi üzerinde bir tartışma sürmektedir. Bu çerçevede, beyaz fosforu konu eden ABD askerî literatürünün ısrarla bu 'metal'den söz etmeleri ilginçtir;zira fosfor metal değildir. CWC Konvansiyonunun uygulanmasının takibi Kimyasal Silahlar Yasağı Kurumu tarafından sağlanmaktadır. Kurumun sözcüsü Peter Kaiser beyaz fosforun aydınlatma amaçlı kullanımına yasak getirilmediğini; ancak bu maddenin toksik özelliklerinin silah olarak kullanımının yasak olduğunu belirtmektedir. Ancak silah olarak kullanılsa dahi, beyaz fosforun toksik özelliklerinden ziyade, hava ile karışmasından ortaya çıkan reaksiyonun yarattığı yakıcı etkinin tehlikeli olduğu gerekçesi öne sürülerek, kimyasal silah tanımına girmediği argümanı ortaya konulabilir. Bu durumda, yangın silahı olarak beyaz fosfor, 1980 Konvansiyonel Silahlar Konvansiyonu kapsamına girmektedir. Bu konvansiyon yangın silahlarının sivil halk üzerinde veya hava saldırılarında sivillerin yoğun olarak bulunduğu yerlerde kullanılmasını yasaklamaktadır. ABD bu konvansiyona taraf olmakla birlikte, yangın silahlarını içeren III. protokolü imzalamamıştır. Meryem Meryem, (Asurca: ܡܲܪܝܲܡ, Arapça: مريم, İbranice: מרים "Miriam", Latince: Maria, Yunanca: Μαρία), İsa'nın annesi. Meryem, Hristiyanlık ve İslam dinlerine göre önemli ve kutsal kişilerden biridir. "Meryem Ana" ve "Bakire Meryem" olarak da anılır. Yeni Ahit Meryem'in ailesi ve erken dönem hayatı için çok az şey söyler. 2. yüzyıl İncil yazarı Protoevangel James onun anne-babasını Joachim ve Anne olarak tanımlar. Meryem annesi tarafından daha doğmadan erkek olacağı varsayımı ile Süleyman Mabedi'ne adanmıştı. Meryem'in bugünkü İsrail topraklarında yaşadığı, Beytüllahim'de babasız olarak İsa'yı dünyaya getirdiğine inanılır. Bazı Hrıstiyanlara inanışlara göre Meryem'in son yıllarını geçirdiği yerlerden olan Efes ve Meryem Ana Evi günümüzde Selçuk ilçesi sınırları içerisindedir. Hristiyan dünyasında Meryem'in kilise hayatındaki konumu mezhepsel olarak bazı bölünmelere yol açmıştır. Katolik kilisesi, Meryem'in bekâretinin ölene kadar muhafaza edildiğine ve öldüğünde bedeniyle beraber cennete çekildiğine inanmaktadır, Protestanlar ise "Günahsız Doğum" 'a inanmakla beraber, Meryem'in ebedi bekâretini ve göğe çıkışını İncilsel bir dayanağı bulunmadığı gerekçesi ile reddederler. İncilin muhtelif bölümlerinde İsa’nın 4 adet erkek kardeşinin isimlerinden açıkça bahsedilmesine karşın bu ayetlerde geçen kardeş sözcüğünün bugünkü anlamda kardeş olarak değil kuzen gibi yakın akrabaları tanımladığı yorumları yapılmaktadır. Yeni Ahit'te Meryem hakkında en çok bilgi verilen bölüm, Luka İncili'dir. Meryem konusunun Kur'an'da birçok kez bahsi geçmesinin ötesinde Kuran’da adı doğrudan telaffuz edilen tek kadın Meryemdir. 19. surenin adı Meryem Suresi olarak adlandırılır ve Meryem'in babası olarak anılan İmran, bir başka surenin (Al-i İmran) isim kaynağıdır. Kur'anda Meryemden bahseden ayetler şunlardır;* Al-i İmran Suresi 3:35-37, 42-47, 59, Nisa Suresi 4: 156-158, Maide Suresi 5:75, Meryem Suresi 19: 16-34, Mü'minun Suresi 23:50, Tahrim Suresi 66:12, Enbiya Suresi 21:91 Kuran’a göre, Meryem, İmran'ın kızı (Al-i İmran 33-42) ve Harun'un kız kardeşidir (Meryem Suresi:28). Meryem'in aile yapısı konusunda İslam ve Hristiyan kaynakları arasında açıkça bir çelişki bulunmaktadır. Hristiyan yazarlara göre Kuranda kişi ve zaman (Musa'nın ablası ile İsa'nın annesi) karışıklığı söz konusudur. Ancak İslami yazarlara göre İncil tahrifata uğramıştır. Meryem’in babası olan İmran ile Musa ve Harun’un babası olan İmran birbirinden tamamen farklı ayrı kişilerdir. İsim benzerliğinden başka, zaman ve mekân bakımından bir yakınlıkları söz konusu değildir. Meryem'in İslam'da çok önemli bir konumu olduğunu belirten pek çok ayet bulunmaktadır: Kuran 19:21'de İsa için kullanılan ve mucize, işaret anlamlarına gelen "Ayet" terimi Kur'an 23:50'de Meryem için de yinelenmiş İsa ve Meryem Allah'ın rahmetinin bir simgesi olarak sunulmuştur. Ayrıca "berrak çeşmeler" veya "akarsular" anlamındaki sözcükle cennet, huzur kavramlarıyla bağlantılı olarak manevî arınmışlık simgelenmektedir. Meryem'e babasız bir çocuk olan İsa'yı doğuracağı Cebrail tarafından müjdelenmiştir. Doğum insanlardan uzakta, bir hurma ağacının altında gerçekleşir. İsa'nın bir babası olmadığından Meryem utanç içindedir. Ancak ilahi bir ses, kendisine üzülmemesini, doğacak çocuğun şerefli kılındığını söyler. Meryem, bebekle birlikte topluluğun arasına döndüğünde, iffetsizlikle suçlanır. Meryem, iffetli olduğuna kanıt olarak bebeği gösterir. Bebek İsa konuşarak Allah'ın kendisini peygamber yaptığını, annesine iyi davranmayı öğütlediğini söyler. (Meryem Suresi, 19:16-34) Bu bilgiler Luka İncili ile paralellik göstermektedir. Al-i İmran suresinde ayrıca Meryem'in, Yahya peygamber'in babası olan Zekeriya peygamberin gözetiminde büyüdüğü anlatılır. Bazı yazarlara göre Meryem diğer bazı dini kişilikler gibi kurgusal bir kişiliktir. Buna göre İmparator Konstantin tarafından toplanan 1. İznik Konsilinde tanrıça İsis'in metamorfozu (yeni yorumlarla yeniden yaratılması) ile Meryem yaratılmıştır. Örneğin hiçbir erkekle ilişkisi olmayan "kutsal bir bakire"nin doğum yapması figürü Budizm, Zerdüştizm ve Katolik Hristiyanlığın ortak figürlerindendir. "Kur'an", çev. Hüseyin Atay, Yurt Yayıncılık, İstanbul, 1998 Nevzat Yüksel, Konularına Göre Kur'an-ı Kerim Fihristi, Bayrak Yayınları, İstanbul, 1995 Thayetmyo Türk Şehitliği Thayetmyo Türk Şehitliği, I. Dünya Savaşı'nda Birleşik Krallık askeri birliklerine esir düşerek, o dönemde Birleşik Krallık sömürgesi olan ve Burma veya Birmanya adı ile tanınan Myanmar'a sevk edilen 12 bin kadar Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı asker arasında, yıllar süren esaret dönemi boyunca salgın hastalıklar, ağır çalışma ve esaret şartları altında ölen 1500 kadar Osmanlı askerinden 222'sinin gömülü bulunduğu bir anıt mezarlık. Şehitlikte gömü alanının yerini belirten, Türkçe ve Burmaca bir kitabe ve çoğu 1916 tarihli mezar taşları bulunmaktadır. Şehitlik kitabesinin Türkçe (Latin harfleri ile) kısmında, ""Birinci Dünya Savaşı'nda Irak, Suriye, Filistin ve Arabistan cephelerinde Osmanlı ve İngiliz Orduları arasındaki çarpışmalar sırasında İngilizlere tutsak düşerek Burma’ya getirilen ve burada şehit düşen aziz Türk askerlerinin anısına"" ifadeleri yer almaktadır. Stratejik Savunma Girişimi Stratejik Savunma Girişimi, bilinen adıyla Yıldız savaşları, 1980'li yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri'nde o zamanki başkan Ronald Reagan tarafından tasarlanan bir askeri tasarıdır. Bu proje, Amerika Birleşik Devletleri'nin Soğuk Savaş dönemindeki rakibi SSCB'nin kıtalar arası balistik füzelerini uzaydan kontrol edilen lazer ışınları ile henüz Amerikan topraklarına ulaşmadan yok etmesi üzerine kurulu bir bilim kurgu ürünü, gerçekdışı projedir. Tasarıya, uzayda belirli koordinatlarda konuşlandırılmış Amerikan uyduları, merkezden veya kendilerinin tespit ettiği kıtalar arası balistik füzelerin, güçlendirilmiş lazer ışınlarının üzerlerine odaklanıp havada yakılmaları, böylece bir tehdit oluşturmadan imha edilmelerini sağlamaya yöneliktir. Yıldız savaşları tasarısı, 1980'lerde ekonomisi çökmeye başlayan SSCB'nin kaldıramayacağı kadar büyük bir yük getirdiğinden SSCB bu tasarıya eş değer veya daha üstün değerde bir karşılık verememişti. 1980'li yıllarda SSCB'ye karşı sürdürülen ideolojik ve teknolojik mücadelede daha atak bir politikanın öncülüğünü yapan ABD Başkanı Ronald Reagan 1982 yılının Temmuz ayında "Ulusal Uzay Programı"nı Mart 1983'te ise kamuoyunda "Yıldız Savaşları" olarak bilinen "Stratejik Savunma Girişimi"ni ("Strategic Defense Initiative") başlattı. Aslında uzayın askerî amaçlarla kullanılması daha önce başlamış, hem ABD hem de SSCB tarafından bu amaçla uzaya çok sayıda uydu gönderilmişti. Ancak, Stratejik Savunma Girişimi ile silahlanma yarışının uzaya taşınması büyük hız kazanacaktı. ABD uzayda kuracağı sistemle Sovyet balistik füzelerini havada etkisiz hale getirmeyi amaçlıyor ve böylelikle caydırıcılığın artacağını ileri sürüyordu. Ama bu durumda iki süper gücün birbirini yok etme yeteneğine dayanan "dehşet dengesi" bozulacağı için buna karşı çıkılıyordu. Ayrıca, bu girişimin 1972 yılında imzalanan Anti-Balistik Füzeler (ABM) anlaşmasına da aykırı olduğu ileri sürülüyordu. Her ne kadar silahlanma yarışının bir aşaması olarak görülse de, Stratejik Savunma Girişimi 1980'lerde ekonomik
zorlukları yoğun biçimde hissetmeye başlayan SSCB'yi benzeri bir girişime zorlayarak SSCB'nin dağılmasını hızlandırmak amacını da taşıyordu. Çok kapsamlı bir proje olan Stratejik Savunma Girişimi, gerek askeri gerekse sivil alanda teknolojik gelişmeye yapacağı katkılar açısından da önem taşıyordu. Bu yüzden, (80'lerin sonu 90'ların başında Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle gündemden düşen Stratejik Savunma Girişimi, 2000'li yıllarda ABD Başkanı George W. Bush tarafından Ulusal Füze Savunma Sistemi (Füze Kalkanı Projesi) adıyla yeniden gündeme getirildi. Ama aslında hiçbir bilimsel gerçekliği olmayan tamamen hayal ve bilimkurgu ürünü olan bir proje olarak tarihte yerini aldı. EMule eMule, açık kaynak kodlu, GNU lisanslı bir dosya paylaşım programıdır. Dosya paylaşım programları arasında en tanınmış olanlardandır. Tamamen ücretsizdir ve içinde reklam yoktur.Fakat 2007 ve sonrasında kullanıcılar tarafından casus yazılım ve Bilgisayar Virüsü bulundurmaya başladı. 13 Mayıs 2002 tarihinde eDonkey programını kullanan ama memnun kalmayan Merkur nikli bir programcı (Hendrik Breitkreuz) tarafından eDonkey üzerine kodlanmıştır. Donkey İngilizcede "eşek" demekken, mule de "katır" demektir. eDonkey üzerinde kodlandığı için aynen eDonkey gibi ed2k ağını kullanır. ed2k ağında kullanıcılar birbirlerine sunucular yardımıyla bağlanır. Ancak dikkat edilmesi gereken bir nokta var. ed2k ağındaki sunucuların bir kısmı sahte (fake) sunucular. Genelde, film ve müzik ürünlerinin teliflerini koruyan kuruluşlar ( gibi) tarafından kurulan bu sunucular kullanıcılara bozuk parçalı dosyalar yolladıkları için uzak durulması faydalıdır. Sahte olmayan sunucular arasında en popüleri kapatılana kadar Razorback2 idi. Şu anda ise DonkeyServer No1 sunucusu. 0.40a sürümünden itibaren eMule'e Kad ağı eklenmiştir. Kad ağı sayesinde kullanıcılar sunucusuz şekilde birbirlerine bağlanabilirler. Bu özelliğin eklenme sebebi; ileride sunucuların devre dışı kalması/bırakılması durumunda kullanıcıların birbirine bağlanabilmesini sağlamak. eMule de bir dosyayı "yükleme (download) listenize" eklediğinizde, doğrudan kullanıcılardan dosyaları indirmeye başlamaz. Dosyaya sahip olan kişilerin bekleme sıralarına girerler. Sıranın en başındaki kişi belli büyüklükte dosyayı çektikten sonra, sıra bir sonraki kullanıcıya geçer. Burada kullanıcılar dosyanın değil kullanıcının sırasına geçerler. Sıraya kaçıncı sırada girileceği; kişilerin (peer) bağlantısına, istek yapılan dosyanın paylaşan kişi tarafından hangi öncelikle paylaşıma açıldığına, ve krediye göre değişiklik gösterir... eMule de paylaşım yapan kullanıcıları ödüllendirmek ve bu sayede insanları paylaşıma teşvik etmek için bir kredi sistemi bulunur. Bu sisteme göre; mesela A kullanıcısı B ye dosya gönderimi yaparsa, B kullanıcısının kredi dosyasında A ya kredi eklenir. Böylece A kullanıcısı eğer B den dosya indirmek isterse B nin "sıra" sında daha ön bir sıradan beklemeye başlar. Kredi bilgileri karşı tarafta saklanır. Örneğimizi baz alırsak A nın kredisi B de saklanır. Bu sayede kredi sisteminin suistimal edilmesi engellenir. İnternette birçok eMule de kredi arttırımı sağladığını iddia eden dosya ve program bulunsa da bunlar büyük ihtimalle kandırmacadan ibarettir. eMule de bir sunucuya ya da Kad ağına bağlanıldığında iki çeşit "kimlik (id)" alma ihtimali vardır. "Yüksek" ve "düşük" id. Bu kimlikler aynen eDonkey'in "aktif" ve "pasif" durumları gibi, kullanıcıya direk bağlanılıp bağlanılamadığını ifade eder. Genelde firewall ve/veya router arkasından bağlanan kullanıcılar "Düşük id" sahibi olurlar. Firewall dan gerekli portlara (varsayılan portlar 4662 TCP ve 4672 UDP dir) izin verilmesi ve router dan (modemle tümleşik olurlar genelde ev bilgisayarlarında) gereken portların pc ye yönlendirilmesiyle bu statüden kurtulunabilir. Bu ID'lerin ne işe yaradığı konusuna gelince; Bu yüzden yüksek id sahibi olmak, kaynak sıkıntısı çekmemek açısından oldukça önemlidir. Merkur isimli biri orijinal eDonkey2000 istemcisinden memnun değildi ve 13 Mayıs 2002 tarihinin şafağında daha iyisini yapabileceğine inandı. Ve böylece yaptı. Diğer geliştiricileri etrafına topladı ve eMule Projesi doğdu. Amaçları, eDonkey 'nin meşhur olmadan önce, tonlarca özellik eklenmiş ve çok güzel GUI (Grafiksel Kullanıcı Arabirimi) olan bir istemciyi kullanılır hale getirmekti. Bu kararın ne etki edeceğini hayal bile edemezlerdi.. Bugün ise, eMule dünyadaki en büyük tek ve en sağlam kişiden-kişiye dosya paylaşım istemcisidir. Açık kod politikası sayesinde her yayımı ile ağın daha randımanlı çalışmasını sağlayan, projeye katkıda bulunabilen birçok geliştiriciye teşekkürler. "eMule" adı donkey (eşek) ile benzer bir hayvan adı olan "Mule" 'dan yani Türkçesi "Katır" 'dan gelir. Birkaç özellik listelenmekte. İstemciler güvenilir bir ağ oluşturmak için birçok ağ kullanır. (ED2K, Kaynak Değişimi, Kad) Kad şu an deneme aşamasındadır, eMule v0.42 sürümünde Kad kullanılmak için etkinleştirilebilir eMule'un Sıra ve Kredi sistemi ağa gönderilenleri çoğaltarak herkesin istediği gibi dosya aldığından emin olmanız için yardım eder. eMule tamamen ücretsizdir. eMule ayrıca tamamen Reklam, Casus yazılım gibi unsurları barındırmaz. Biz bunu eğlence ve bilgi için yaptık, para için değil. Her dosya indirilirken hatasız dosya olması için bozulmalara karşı kontrol edilir. eMule'un Akıllı Bozukluk Saptama Denetimi bozuk parçaların hızlı bir şekilde düzeltilmesine yardımcı olur. Otomatik öncelikler ve Kaynak yönetimi size birçok indirmeyi izlemeye gerek kalmadan başlatmanız için olanak sağlar. Önizleme işlevi tamamlanmadan önce Hareketli Görüntülere ve Arşivlere bakmanız için olanak sağlar. Görüntü önizlemek için biz Video Lan İstemcisi'ni öneririz. eMule'un özellikleri web hizmeti ve web sunucusu internet üzerinden hızlı erişmenize olanak sağlar. İndirmelerinizi düzenlemek için kategori oluşturabilirsiniz. Bulmak istediğiniz dosyalar için eMule mümkün olan geniş bir alanda arama sunar. Bu alanlar: Sunucular (Yerel ve Genel), web tabanlı (Jigle ve Filedonkey), ve Kad (Hala Alfa). eMule aynı zamanda aramaların daha çok esnek yapmak için size, çok karışık olan Boolean aramalarını kullanmaya olanak sağlar. Mesajlaşma ve arkadaş sistemi ile diğer İstemcilere mesaj gönderebilirsiniz ve onları arkadaş olarak ekleyebilirsiniz. Arkadaş listenizde, eğer arkadaşınız çevrimiçi ise her zanan görebilirsiniz. İçine yerleştirilmiş IRC istemci ile diğer indiriciler ve dünyanın her yerindeki sohbetçiler ile sohbet edebilirsiniz. Akün Sahnesi 1975-2002 yılları arasında Ankara Atatürk Bulvarı 227 numaralı binada hizmet veren, bir dönem Ankara'nın en büyük sineması olma özelliği taşıyan ve Ankara'nın sembollerinden biri olarak kabul edilen, 911 koltuk kapasiteli sinema salonu. 01.05.1975 tarihinde “Hababam Sınıfı” ile seyircilerine merhaba diyen Akün Sineması, sahip olduğu tek sinema salonunu hiçbir zaman bölmemiştir. Çok salonlu sinemaların sayısının artması, seyircinin Akün'e olan ilgizini azaltmış ve anılan sinema 23.05.2002 tarihinde aynı filmle perdelerini bir daha açılmamak üzere indirmiştir. Akün Sineması’nın son seansında, sinemanın 1975 yılındaki açılış filmi olan ve 26 hafta gösterimde kalan Hababam Sınıfı, Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla gösterilmiştir. Akün Sineması, Devlet Tiyatrolarına devredilmiştir ve günümüzde "Akün Sahnesi" olarak tiyatro severlere hizmet vermektedir. İşkencenin Önlenmesi Avrupa Komitesi İşkencenin Önlenmesi Avrupa Komitesi, Avrupa Konseyi çerçevesinde 1987 yılında kabul edilip 1989'da yürürlüğe giren İşkencenin Ve İnsanlıkdışı Veya Onur Kırıcı Muamele Ve Cezanın Önlenmesi İçin Avrupa Sözleşmesi uyarınca oluşturulan bir insan hakları komitesidir. Komite bu sözleşmeye taraf ülkelere yaptığı programlı ya da önceden haber vermeksizin (ad hoc) ziyaretlerle o ülkelerde işkence ve benzeri uygulamaların olması olası sivil ya da askeri gözaltı merkezleri, hapishaneler, hastaneler, akıl hastaneleri, göçmen misafirhaneleri vb. tutma yerlerine yaptığı ziyaretler sonucunda hazırladığı raporlar ve bu raporlarda yer alan tavsiyeler yoluyla işkencenin önlenmesi konusunda uluslararası denetim ve iş birliği sağlamayı amaçlamaktadır. İşkencenin Önlenmesi Komitesi, ilgili taraf devletlerin iş birliği yapmaktan kaçınması ya da Komite'nin tavsiyeleri doğrultusunda durumda iyileştirme yapmaması durumunda konu hakkında kamuoyuna açıklama yapmaya karar verebilmektedir. İşkencenin Önlenmesi Komitesi, diğer taraf devletlerin Komite raporunun yayınlanmasını kabul etmeleri nedeniyle bu kamuoyuna açıklama yapma yetkisini bugüne kadar sadece Türkiye'ye karşı kullanmıştır. Nejat İşler Nejat İşler (d. 29 Şubat 1972, İstanbul), Türk oyuncu. İstanbul'un Eyüp semtinde doğan, dedesi Feshane işçilerinden sayacı bir usta, babası da işçi olan İşler, ilkokuldan sonra eğitimine Cağaloğlu Anadolu Lisesi'nde devam etti. İşler soyadını dedesinin işinden aldığını söylemiştir. Ortamına alışamadığı yeni okulunda popüler olmak ve derslerinden kaçmak için okulun tiyatro koluna girdi. Kısa zamanda popüler olan Nejat İşler derslerini de boşluyordu. Liseyi bitirdikten sonra üniversiteye giremeyince, para kazanmak için çay partileri düzenlemeye başladı. Nejat'ın parti organizasyonlarında işleri umduğu gibi gitmeyince borca girdi. Borçlarını kapatabilmek için Mahmutpaşa'dan T-shirt alıp Teşvikiye'de bu T-shirtleri satma kararı aldı. Kış aylarında ise T-shirt yerine kitap, dergi ve plak sattı. İki sene sonra Yıldız Teknik Üniversitesi Fotoğraf bölümünü kazanan Nejat İşler, askerlik için bölümü okumaktan vazgeçti. 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü'nde Taksim'de dolaştığı bir gün, bir tiyatro sahnesinde bedava gösterimde olan "Danton'un Ölümü" adlı eseri seyretti. "Ben niye bu işi yapmıyorum?" diye düşünen Nejat İşler, dayısının yanına gittiği Eskişehir'de konservatuvar sınavına girmeye karar verdi. İstanbul'a döndüğünde, 1991 yılında ilanını gördüğü Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuvar Bölümüne başvurdu ve kazandı. 1995 yılında Mimar Sinan Üniversitesinin devlet
konservatuvar bölümünden mezun olana kadar devlet tiyatrosunda ve televizyon dizilerinde rol aldı. Bu dönemde de CD ve kitap sattığı işporta tezgâhını işletmeye devam etti. 1995 yılında mezun olduktan sonra iki arkadaşıyla birlikte "Kahramanlar ve Soytarılar Tiyatrosu"nu kurdu. Tiyatronun kurulmasından sonra kendi oyunları için hikâyeler yazmaya başladı. "Belki hiç okumayan biri de yazabilir bunları, benim yazı yazmamın nedeni yazmak değil, sadece oynayalım diye yazıyorum." dediği, "Tuhaf Şehir Hikayeleri", "Biz Zavallı Erkekler" ve "Yalnızlık Benim Gizli Sevgilim" adlı üç kitap yazdı. 41.Antalya Altın Portakal Ödülleri için Erkek Oyuncu dalında aday olarak gösterildi. Her fırsatta amacının başrol oynayıp şöhret olmak olmadığını belirten İşler, tek arzusunun yaptığı işi elinden geldiğinin en iyisi olarak yapmak olduğunu, tiyatro yaparken ölmek istediğini dile getirdi. 1994 yılında rol aldığı ilk televizyon dizisi olan Gurur'dan sonra, Deli Yürek, Şehnaz Tango, Nasıl Evde Kaldım, Dedem, Gofret ve Ben, Aşk ve Gurur, Şeytan Ayrıntıda Gizlidir dizilerinde oynadı. Asıl popülerliğini ise Gülbeyaz ve Aliye adlı dizilerde yakalamıştır. 1999'da ilk sinema filmi Eylül Fırtınası'nda rol aldı. Mustafa Hakkında Herşey ve Anlat İstanbul filmleri ile sinema oyunculuğuna devam etti. 2006 yılında "Çalıntı Gözler", "Yaşamın Kıyısında" ve "İki Süper Film Birden", 2007 yılında ise "Barda" ve "Yumurta" gibi filmlerde rol aldı. 2007 yılının en popüler dizilerinden biri olan "Bıçak Sırtı" adlı televizyon dizisinde rol almıştır. 2009 sonbahar yayın döneminde başlayan Kapalıçarşı isimli dizide oynadı.2011 yılında "Kaybedenler Kulübü" adlı filmde başrol oynamış ve yine 2011 yılında Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi dizisinde oynadığı bütün rollerden farklı olarak sıradışı bir seri katil olan Ercüment Çözer rolünü canlandırmıştır. Duman grubunun "Ah" parçasını coverlamıştır. Bunun yanında Suzan Kardeş'in Haluk Bilginer, Olgun Şimşek, Cem Yılmaz, Özgü Namal gibi isimlerin yer aldığı Suzan Kardeş & Makyaj Odası Şarkıları adlı albümünde yer almış ve Hancı adlı şarkıyı seslendirmiştir. Başrol olarak Kanal D'de yayınlanan Keşanlı Ali Destanı dizisinde başrolde Keşanlı Ali'yi canlandırmıştır.Kanal D'de İntikam adlı dizide Rüzgar rolünü canlandırmış, ayrıldıktan sonra yerine Yiğit Özşener rol almıştır. Son olarak Kanal D'de halen yayında bulunan Bodrum Masalı adlı dizide Bora karakterini canlandırmaktadır. Geçirdiği hastalık sonrasında sakin bir hayat sürmek isteyen Nejat İşler, Bodrum Gümüşlük'te Tezgâh isimli bir sahaf dükkanı açmıştır. 2015'te Bodrum merkezli Gümüşlükspor kulübünün başkanlığına seçildi. 2013 yılının Eylül ayında Beren Saat ile birlikte başrolünü oynadığı İntikam adlı diziden sedef hastalığı nedeniyle ayrılarak Bodrum Gümüşlük'teki evine giden İşler, tedavi olmak istemediği yönündeki açıklamalar için facebook sayfasında şu açıklamayı yapmıştı: "“Tedaviyi reddetmek, erken ölmek gibi niyetim yok. Bazen cevabını kaldıramayacağını bilsen de yine de gerçeği öğrenmek istersin. Milyon tane kazık yiyince, bedenin zarar görüyor. Çıplak geldim, çıplak gideceğim. Amacım zamanı satın almak. Mülk edinmek gibi bir derdim yok. Mülkiyet hırsızlık gibi bir şey. Sevmiyorum işte. Biz kuşak olarak böyleyiz. Bize sevmeyi, bir şeylere bağlanmayı öğretmediler. O tarafımız gelişmedi. Ben dünyanın bir parçasıyım. Şurayla ve bedenimle sınırlı değilim. Bir şeyler yanlış gidiyor, birileri acı çekiyor. Ben de çekiyorum aynı acıyı. Altıma son model bir araba çekip, güzel bir ev alınca mutlu mu olacağım yani? Hayır, olmam. Aramızda mutlu olanlar varsa zekalarından şüphe ederim, bir de gözlerinden. Çünkü iyi görmüyorlardır. Siz beni yenmediniz çünkü: ben sizinle daha oynamadım. Ben gidiyorum dediğimde ‘gitme’ diyen birini değil, ‘Ben de geliyorum, yalnız gidemezsin’ diyen birini istiyorum.”" 17 Ocak 2014 tarihinde hastaneye kaldırılarak yoğun bakım ünitesinde tedavi altına alındı. 22 Ocak 2014 tarihinde tedavi gördüğü Bodrum'daki hastaneden İstanbul'daki Acıbadem Maslak Hastanesi'ne nakledilmiştir.30 Ocak 2014 tarihinde doktorlar İşler'in konuşmaya başladığı bildirdi. 2014 yılı Nisan ayında Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesinden taburcu oldu. Mehmet Aslantuğ Mehmet Aslantuğ (d. 25 Eylül 1961; Çarşamba, Samsun), Türk oyuncu. Samsun ili Çarşamba ilçesinin Dikbıyık mahallesinde dünyaya gelen Aslantuğ, anne tarafından Ubıh, baba tarafından Abzah olan Çerkes kökenli çiftçi bir ailenin 5. ve son çocuğu olarak doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini ise Terme ilçesinde tamamladı. 1978 yılında işletme fakültesine kaydını yaptırdı ancak öğrencilik yıllarında, Deneme Sahneleri nde başlayan oyunculuğunu, 1985 yılında, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi İşletme eğitimini bırakarak profesyonelleştirdi. 1993 yılında Detay Film'i kurdu. Arzum Onan'la evli. "Can" adında bir oğlu var. Arzum Onan Arzum Onan (d. 31 Ekim 1973, Ankara), Türk oyuncu ve eski manken. Arzum Onan, 31 Ekim 1973'te Ankara'da, memur bir ailenin tek çocuğu olarak doğdu. İlkokulu Ankara'da, ortaokul ve liseyi ise İstanbul'da okudu. Ümraniye Endüstri Meslek Lisesi Yapı Ressamlığı Bölümü'nden mezun oldu. 1992 yılında Gaye Sökmen Ajans'ta mankenlik ve modelliğe başladı. Nisan 1993'te "Miss Turkey" yarışmasında "Türkiye Güzeli", aynı yılın Temmuz ayında "Miss Europe" yarışmasında "Avrupa Güzeli" seçildi. 1996'da oyuncu Mehmet Aslantuğ ile evlendi. "Can" adında bir oğlu vardır. Önemli bir reklam kampanyasıyla üç yıl kamera karşısına geçti. 1997'de dört yıl sürecek yoğun tempolu bir televizyon dizisi (Sıcak Saatler) için çalışmaya başladı. Bu tarihten itibaren, genellikle kamu yararına gerçekleştirilen özel defilelerde mankenlik yaptı. Deniz Akkaya Deniz Akkaya (d. 3 Ağustos 1977, İstanbul), Türk manken, oyuncu ve sunucu. Semiha Şakir Lisesinden mezun oldu. İlk olarak 1996 yılında Nihat Doğan'ın "Maçoyum Ben" şarkısının klibinde oynadı. 1997 yılında Best Model of Turkey'de en iyi manken seçildikten sonra bu yönde çalışmalarını sürdürdü. Çeşitli dizilerde rol aldı. Mankenliği bıraktı. Efe Önbilgin ile beraberliğinden Ayşe adında bir kızı bulunmaktadır. Objective-C Objective-C, C'nin üzerine yazılmış, yansımalı, nesne yönelimli bir programlama dilidir. ObjC, Objective C ve Obj-C olarak da anılır. Günümüzde OpenStep standardı üzerine kurulu olan Mac OS X ve GNUstep işletim sistemlerinde kullanılmaktadır. Objective-C'nin en yaygın olarak kullanıldığı alan Cocoa çatısının kullanıldığı yazılımlardır. Bu özel kütüphanelere erişime ihtiyaç duymayan bir Objective-C programı Objective-C derleyicisi içeren gcc ile derlenebilir. 1980'li yıllarda yazılım mühendisliğindeki genel eğilim yapısal programlamaya yönelikti. Bu yaklaşım sayesinde karmaşık problemler ufak parçalara bölünüp ufak parçaların çözülmesiyle büyük çözüme ulaşılıyordu. Fakat problemler büyüyüp daha da karmaşık hale gelmeye başlayınca bu yaklaşım yetersiz kalmaya başladı. Bu noktada çoğu geliştirici nesne yönelimli programlamayı bir çözüm olarak görmeye başladı. Smalltalk tarafından öncülüğü yapılmış bu akım, programları fonksiyonel nesnelerin birleşimi olarak yorumlamaya dayalıydı. Smalltalk nesneye yönelik programlama ile zamanında yapısal programlamanın zayıf kaldığı noktaların çoğunda başarılıydı. Bu avantajdan dolayı zamanın en gelişmiş sistemleri Smalltalk ile yazılmıştı. Yalnız Smalltalk'ın en büyük sorunu bir sanal makine üzerinde çalışıyor olmasıydı. Bu gereksinimden dolayı ya çok bellek gerektiren sistemler gerektiriyordu ya da yavaş çalışmasını göze almak gerekiyordu. Objective-C 1980'lerde Brad Cox tarafından Stepstone adlı şirkette geliştirildi. Cox'un takıldığı sorun yazılımlardaki bileşenlerin tekrar kullanılabilmesiydi. Bir başka deyişle, bir problem nesneye yönelik yöntemlerle parçalarına ayrılmış ve bu parçaların bazıları çalışır duruma getirilmiş ise, bu parçaları sorunsuzca başka çözümlerde de kullanmayı kolaylaştırmak lazımdı. Her ne kadar nesne yönelimli yazılım teorik olarak bunu öngörse de, zamanın araçları ile bunu başarmak emek isteyen bir işti. Cox hayal ettiği kolaylığı sağlamak için aslında bir iki ufak değişikliğin yeterli olacağını düşündü. Programlama dili her şeyden önce nesneleri esnek bir şekilde desteklemeli, kullanışlı ve zaman kazandıran kütüphanelerle gelmeli ve kod ve kaynakların ortamlar arası kullanımını kolaylaştırmalıydı. Cox'un temel tasarımı 1986 yılında "Nesne Yönelimli Programlama, Evrimsel bir yaklaşım" (Object-oriented Programming, An Evolutionary Approach) adlı kitabında yayınlandı. Kitapta bileşenlerin yeniden kullanımı konusunun sadece programlama dilinden oluşmadığını vurgulamasına rağmen okuyucuların dikkatlerini sadece dile odaklamalarına, Objective-C'yi sunduğu önerilerden ayrı olarak algılamalarına engel olamadı. Bülent Ortaçgil Bülent Ortaçgil (d. 1 Mart 1950, Ankara), Türk gitarist, şarkıcı ve besteci. 1974 tarihli "Benimle Oynar Mısın?" ile müzik hayatına atılan sanatçının bu albümü o dönem ses getirmese de yıllar içinde kült statüsüne erişti. 1980'lerin sonuna dek müzik piyasasından çekilen Ortaçgil, 1980'lerin ortasında Fikret Kızılok ile beraber çalışarak yıllar içide yaptığı besteleri tekrar piyasaya sürdü. 1980'lerin sonundan itibaren kariyerine tek başına devam eden Ortaçgil, albümlerinde ve sahne çalışmalarında Erkan Oğur, Gürol Ağırbaş, Akın Eldes, Cem Aksel ve Baki Duyarlar gibi önemli müzisyenlerle çalıştı ve kariyeri boyunca 7 solo albüm yayınlandı. Öte yandan Zuhal Olcay, Birsen Tezer, Teoman ve Leman Sam gibi vokalistlerle de düetler yaptı. 2000 yılında kendisi için birçok ünlü müzisyenın katılımı ile "Ortaçgil İçin Söylenmiş Ortaçgil Şarkıları" adlı bir saygı albümü yayınlandı. Şarkılarında bireyin kendisi ve etrafı ile içsel çatışmalarını anlatması, şarkı sözleri ve bestelerini her zaman kendi yapması ve müziğindeki folk, caz ve rock etkileşimleri ile Türk popüler müziğinde kendine has bir yer buldu. Babası Zafer Ortaçgil askeri tıp doktoruydu. Annesi Nesrin Hanım ise ev hanımıydı. 1953'te kardeşi Ercüment, 1961'de ise kız kardeşi Bahar
doğdu. İlkokula Ankara'da başladı ve daha sonra İstanbul'a taşındı. İstanbul Sultanahmet İlkokulu'nu bitirdi. Ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji (Kadıköy Anadolu Lisesi)'nde okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi'ni kazandı. Müzikle tanışması lise yıllarına dayanıyordu. Bülent Ortaçgil, Maarif Koleji'nde aralarında Mazhar Alanson'un da bulunduğu sınıf arkadaşlarıyla beraber gitar çalmaya başladı. İlk gitarını eniştesi almıştı. Kendi aralarında bazı gruplar kurdular. Farklı farklı isimlerle amatör müzik yapan bu gruplardan birisi de "Damlalar" ismini taşıyordu. Grupta davul çalan Ortaçgil, "House of the Rising Sun", "I Dig Rock'n'Roll Music" gibi klasikleri yorumluyorlardı. Dönemde ünü yakalayan The Beatles'tan çok etkilenen Ortaçgil, müzik çalışmalarına hız verdi. 15 yaşında ilk bestesi "Second Time Around"'ı yaptı. Okul konserlerinin yanı sıra Milliyet Gazetesi Liselerarası Müzik Yarışması'nda Maarif Koleji'ni temsil etti. Vokalin yanında davul çalan Ortaçgil'e, bas gitarda Fatih Hunca, gitarda Halit Erol ve orgda Celal Yahyabeyoğlu eşlik etti. Yorumladıkları İngilizce şarkıların yanında yine İngilizce bir Ortaçgil şarkısını yarışmada çaldılar ancak kendi besteleri juri üyesi Şerif Yüzbaşıoğlu tarafından hiç beğenilmedi. Daha sonra davulu bırakan ve vokale odaklanan Ortaçgil 1968'de bas gitarda Ahmet Güvenç, gitarlarda Fatih Hunca ve Osman Kayaalp, klavyede Galip Boransu ile "Filozoflar" grubunu kurdu. Bu grupla gazinolarda da konserler verdiler ancak lise mezuniyetiyle grup dağıldı. Bu grubu bas gitarda Güvenç, solo gitarda kardeşi Ercüment Ortaçgil, ritm gitarda Aydın Cakuş ve davulda Ömer Talmaç ile "Sorular" takip etti. Bu grup da 1969'da birkaç konser verip dağıldı. Lise yıllarında müzik dışında tiyatroya da merak sardı. Liselerarası bir tiyatro yarışmasında Turgut Özakman'ın "Güneşte On Kişi" oyununu oynadı ve en iyi yardımcı oyuncu ödülünü kazandı. Aynı yarışmada en iyi oyuncu ödülünü de Rutkay Aziz almıştı. Tiyatro ve müzik dışında Ortaçgil, atletizme de meraklıydı. Bülent Ortaçgil o yıllarda The Beatles, Cat Stevens, Donovan ve Bob Dylan'ın tarzlarından etkilendi. Bu sıralar Ercüment Ortaçgil ile birlikte Ahmet Güvenç'lerin evinde müzik yaptılar. Güvenç, Ortaçgil'in isim babalığını yaptığı Bunalım grubu ile daha sert bir yöne yönelirken, Ortaçgil gitarıyla sade müzikler yapıyordu. 1960'ların sonunda Attilâ İlhan gibi şairlerin şiirlerini şarkılaştıran sanatçı, ilk albümünde yayınlanacak şarkılarını da bu dönemde yarattı. Bunalım, ilk 45'likleri "Taş Var Köpek Yok"u yaparken, plak şirketleri Diskotür'e Bülent Ortaçgil'i önerdiler. Ortaçgil, plak şirketi sahibi Antuan Şoris ve genç müzisyen Ali Kocatepe'ye şarkılarını dinletti. Kocatepe'nin ısrarı ile Diskotür, şarkıcı ile anlaştı ve 1971'de kimya fakültesi öğrencisi Bülent Ortaçgil'in "Anlamsız / Yüzünü Dökme Küçük Kız" isimli kırkbeşliğini yayımladı. Bu 45'lik çok satmasa da Ortaçgil, Hey dergisinin 1971 yılı "En Ümit Veren Erkek Sanatçı" anketinde sanatçı 5. oldu. Aynı yıl kardeşinin de içinde bulunduğu "Biz" adlı bir grup kurdu. Yerel müziğe daha çok yöneleceğini söyleyip, bir süre bağlama çalsa da istediklerine ulaşamayıp hiçbir kayıt yapmadan kısa süre sonra grubu dağıttı. Bu sırada kimya mühendisliği eğitime geri dönen Ortaçgil'i, yeni bir plak şirketi kuran ve Ortaçgil'in şarkılarını plak yapmak isteyen Ali Kocatepe tekrar müziğe döndürdü. İlk albümü "Benimle Oynar Mısın?"'ı 1974 yılında ilk 45'liğinde olduğu gibi sadece "Bülent" adıyla yayınlandı. Hala Türk pop tarihinin en önemlilerinden birisi olarak kabul edilen bu albümde Onno Tunç ve Ergun Pekakcan'la çalıştı. Albüm, Ali Kocatepe'ye ait 1 Numara Plakçılık'tan çıktı. Albümde daha sonra konserlerde ve başka sanatçılar tarafından çokça yorumlanacak "Benimle Oynar Mısın?", "Olmalı mı, Olmamalı mı?", "Kediler", "Her Şey Sevgiyle Başlar", "Şık Latife", Ahmet Güvenç'in annesi için yazılmış "Suna Abla" vardır. Albümdeki şarkılardan "Yağmur" ise İsveç'li şair Artur Lundkvist'in bir şiirinin Ortaçgil tarafından bestelenmesiyle oluşmuştur. Albümden "Olmalı mı, Olmamalı mı / Şık Latife" 45'liği yayınlandı. Bu albümden bazı şarkılar 1976 tarihli Kadir İnanır ve Müjde Ar'ın oynadığı Zeki Ökten filmi Pisi Pisi'de kullanılıp kitlelere ulaşsa da, şarkıların kullanımı için Ortaçgil'den izin alınmamıştı ve bu olay sanatçının tepkisiyle karşılaştı. 1975'te Ortaçgil, Hey Dergisinin anketinde "Yılın Ümit Veren Şarkıcısı" anketinde bir kez daha yer aldı ve bu sefer 4. oldu. Ancak albüm sadece 2000 sattı. Bu albümden kazandığı parayla kendine bir Dual pikap aldı. Albümün bir konseri olmadı. Albüm 30 yıl sonra "World Psychedelia" şirketi tarafından Amerika'da da yayınlandı. Nick Drake, Donovan gibi İngiliz folk rock ve psychedelic folk sanatçılarının eserlerine benzetilen albüm beğeni topladı. 2015 yılında ise albüm Türkiye'de plak olarak tekrar basıldı. Albüm sonrası müzik teorisi, yazımı, notalar ile ilgilenmeye başladı. Ali Kocatepe'nin masallara müzik yazma teklifini kabul eden Ortaçgil, ilk kez notalı çalışmalar yaptı. Atilla Özdemiroğlu'nun keman, Ergun Pekakcan'ın piyano çaldığı "3 Masal" albümü 1976'da yayınlandı. 3 şarkı bulunan bu plak başarılı olmadı. Aynı sene üniversiteyi bitirip, evlenen Ortaçgil, müzik hayatında büyük başarılar yakalayamadığını anlayınca müzik kariyerine on yıllık bir ara verdi. Pfizer ve Netaş gibi şirketlerde Kimya Mühendisliği yaptı. Bir sene kadar Norveç'te yaşadı. Mühendisliği seçmesini böyle açıkladı: "Mühendislik yaptım. Çünkü korktum. İstemediğim müziği çalarak kendime kurduğum o müzik dünyasını yıkmak istemedim." 1980'lerin başında kendisi gibi müziğe ara vermiş Fikret Kızılok ile tanıştı. İkili Çekirdek Sanatevi'ni kurdular. Bostancı'daki bu ev, amatör sanatçıların ücretsiz konserler düzenlediği, kayıtlar yapılan bir sahne haline geldi. 1984'te Erkan Oğur ve Yaz Baltacıgil'in çaldığı Ortaçgil albümü "Rüzgâra Söylenen Şarkılar" çıktı. Bu canlı kayıtta, "Benimle Oynar Mısın?"'dan şarkılar ve daha önce yayınlanmamış, çoğu sonraki albümlerde yer alacak şarkılar vardı. Bir yıl sonra da Fikret Kızılok ile Çekirdek kayıtlarından olan "Biz Şarkılarımızı.." adlı albümü çıkardı. Birbirlerinin şarkılarını söyleyip eşlik ettikleri bu albümde beraber besteleri "Biz Şarkılarımızı" dışında Ortaçgil besteleri "Mum", "Deniz Kokusu", "Nereye Sokağı", "Memurun Şarkısı" vardı. Bu dönemde TRT için çocuk şarkıları kaydettiler. Telif yasalarından sonra bandrollü albüm çıkarmak zorunda kaldılar. Ortaçgil - Kızılok ortaklığı 1986 yılında "Pencere Önü Çiçeği" isimli albümle sonuçlandı. Albümde "Bir Nihavend Yalnızlık" "Güneşin Aynasında", "Uyusun da Büyüsün" gibi ortak besteler ve solo besteler yer alıyordu. 1988'de Fikret Kızılok ile Sonay'ın "Gecenin Üçünde" ve Sibel Sezal'ın "Bu Kalp Seni Unutur Mu?" albümünün yapımında yer aldı. Bu albümlerde gitar çaldı. Ancak Fikret Kızılok ile müzikal anlaşmazlıklar yaşamaya başladığı için bütün 1980'leri beraber geçiren sanatçılar yollarını ayırdı. Bu dönemde Ortaçgil eşinden de ayrıldı. Aynı dönemde kimya mühendisliğini tamamen bırakmaya karar veren Ortaçgil, 37 yaşında müziğe temelli dönüş yaptı. 1989'da Bülent Ortaçgil, "Benimle Oynar Mısın?"'ı takip edecek ikinci stüdyo albümünü hazırlamaya başladı. Yine Onno Tunç ile çalışan Ortaçgil, Tunç'un evinde Sezen Aksu'yla tanıştı. Aksu, Ortaçgil'den bir şarkı istedi. Ortaçgil, daha sonra Light albümünde yer alacak "Kimseye Anlatmadım"ı besteliyordu ama Sezen Aksu, Ortaçgil'in "Beni Kategorize Etme" şarkısını aldı ve Sezen Aksu Söylüyor albümünde söyledi. 1990'da solo kariyerine verdiği 16 yıllık aradan sonra "2. Perde" albümüyle müzik piyasalarına geri döndü. "2. Perde"'de Bülent Ortaçgil'in en önemli yardımcısı bütün enstrümanları çalan Onno Tunç oldu. Albümde "Bu İş Çok Zor Yonca", "Bozburun", "Çığlık Çığlığa" gibi Ortaçgil hitleri vardı. O yıl daha önce Çekirdek Sanatevi'nde albüm kaydeden Yeni Türkü'nün "Vira Vira" albümündeki iki Selim Atakan bestesine ("Beklemek" ve "Anne") söz yazdı. Ertesi yıl "Benimle Oynar Mısın?"'ın devamı olarak nitelendirilebilecek "Oyuna Devam" isimli albüm geldi. Bu albümde Ortaçgil, on yıl boyunca beraber çalacağı müzisyen arkadaşlarını da bir araya getiriyordu. Erkan Oğur, Cem Aksel, Gürol Ağırbaş ve Bülent Ortaçgil dörtlüsü bu albümde bir araya geldi. Albümde bir şarkının vokalini Leman Sam yapıyordu. Aynı yıl Ayşegül Aldinç, Ortaçgil'in "Şık Latife" şarkısını yorumlayıp, şarkıya bir de klip çekti. Öte yandan Alman bir plak şirketinin Türk müziğini tanıtmak için hazırladığı "The Other Side of Turkey" albümünde Erkan Oğur ile beş şarkısını tekrar kaydetti. Oğur - Ortaçgil ortaklığı Oğur'un 1993 yılında çıkan "Fretless" albümünde devam etti. Ortaçgil, bu albümün altı şarkında gitar çaldı. "Bu Şarkılar Adam Olmaz" albümü 1994'te yayınlandı. Bu sefer albüm Serdar Ateşer, Akın Eldes gibi sanatçıları barındırıyordu. Ancak Oğur ile çalışmayı bırakmayan Ortaçgil, 1996 tarihli Erkan Oğur'un "Bir Ömürlük Misafir" albümüne adını veren parçanın sözlerini Sezen Aksu ile birlikte yazdı. Janet ve Jak Esim Ensemble grubuyla birlikte Türkiye dışında Avrupa ve İsrail konserlerinde sahne aldı ve grubun albümlerinde çaldı. 1995 yılında caz sanatçısı ve ressam Ayşegül Yeşilnil’in "Rüzgara Şarkılar Söyle" adlı ilk albümüne adını veren şarkıya gitar çaldı. 1998'de "Light" albümü yayınlandı. Eski ekibi Oğur, Aksel, Ağırbaş'ın yanında Birsen Tezer, Ozan Doğulu gibi sanatçıları barındıran albüm "Mavi Kuş", "Eylül Akşamı", "Şarkılarım Senindir" gibi duygusal parçalar yanında dönemin siyasal karmaşasına bir taşlama olan "Normal"i de barındırıyordu. Ortaçgil, verdiği konserler sırasında, ekip arkadaşlarının da katkılarıyla, eski şarkılarının farklı bir yöne gittiğini gördü ve konser tadında canlı bir kayıt yapmaya karar verdi. 1999'da çıkan "Eski Defterler" albümü sıkça "Benimle Oynar Mısın?" ve Çekirdek Sanatevi dönemi şarkılarından oluşmuştu. 2000 yılında Türkiye'de daha önce çok amatör şekillerde yapılmış tribute çalışmalarının en profesyoneli olan "Ortaçgil İçi
n Söylenmiş Ortaçgil Şarkıları" albümü yayınlandı. Albümde Sezen Aksu, Şebnem Ferah, Levent Yüksel, Bulutsuzluk Özlemi, Teoman, Zuhal Olcay, Haluk Levent, Mirkelam, Yaşar gibi birçok popüler müzik sanatçısı yer alıyordu. Ortaçgil, bu albümde "Pencere Önü Çiçeği" ve "Yüzünü Dökme Küçük Kız" şarkılarında gitar da çaldı. Aynı yıl Ortaçgil, Gürol Ağırbaş'ın "Bas Şarkıları" albümündeki "108" adlı şarkının sözlerini yazdı. Sezen Aksu'nun "Gidiyorum Bu Şehirden" şarkısının düzenlemesini yapıp gitar çaldı. 2003'te "Gece Yalanları" çıktı. Klasik Ortaçgil ekibinin yanında Baki Duyarlar'ın yer aldığı albüm Ortaçgil albümleri arasında caz'a en yakın albümdü. Bu albümü 2010 yılında çıkan "Sen" takip etti. 2017'de bu albümden şarkıları ve Ortaçgil klasiklerini senfonik bir anlayışla yorumladığı "Senfonik Ortaçgil" albümü yayınlandı. Bu konser DVD olarak da piyasaya sürüldü. 2000'li yıllar Ortaçgil'in farklı sanatçılar ile beraber çalıştığı bir dönem oldu. Bu isimlerden biri Zuhal Olcay'dı. 2002 tarihli Zuhal Olcay albümü "Başucu Şarkıları"'na "Yağmur" şarkısını verip, albümün süpervizörlüğünü yaptı. Bir süre ikili beraber konserler verdiler. Bu dönemde Murathan Mungan için yayınlanan tribute albümde "Sesler Yüzler Sokaklar" şarkısında çaldılar. 2005'te "Başucu Şarkıları 2" çıktı. Bu albümün de süpervizörü olan Ortaçgil, "Beni Kategorize Etme" şarkısını Olcay'a verdi ve "Sus Duymasın" şarkısında onunla düet yaptı. Olcay'ın 2009 yılında çıkan "Aşk'ın Halleri" albümüne "Aşkın En Mavi Zamanı" şarkısını verip, kardeşi Ercüment Ortaçgil'in üç bestesine de söz yazdı. Olcay'ın yanında Birsen Tezer, Hüsnü Arkan ve Levent Yüksel'in albümlerinde yer aldı. Jehan Barbur, Sertab Erener, Gülben Ergen ve Hepsi gibi farklı tarzda sanatçılar tarafından şarkıları yorumlandı. Ortaçgil şarkıları zaman zaman beyaz perdede de kullanıldı. 2004'te Müslüm Gürses'in Neredesin Firuze filmi için "Sensiz Olmaz"ı yorumlaması büyük bir ilgi topladı. 2011'de ise Aşk Tesadüfleri Sever filminde Mehmet Günsur, "Eylül Akşamı"nı yorumladı. Bir yandan da profesyonel müzik kariyerinde ilk kez başkalarının şarkılarını yorumlamaya karar veren Ortaçgil, başka sanatçıların tribute albümlerinde çaldı. İlk albümünün çıkmasında büyük yardımları olan Ali Kocatepe için yapılan "41 Kere Maşallah" albümünde "Hayat Umutla Başlar" şarkısını söyledi. 2007'de ise Çekirdek Sanatevi döneminde bir albümlerini yaptığı Ezginin Günlüğü'ne saygı albümü "Çeyrek"'te "Teninle Konuşmak" şarkısını söyledi. Çocukluk arkadaşı Ahmet Güvenç'in grubu Kurtalan Ekspres'in "Göğe Selam" ve "Göğe Selam II" albümlerinde Barış Manço'nun "Unutamadım" ve "Sakız Hanım ve Mahur Bey" şarkılarını yorumladı. 2014'te ise Ahmet Kaya için yapılan saygı albümünde "Mahur" şarkısını söyledi. Ortaçgil, 2004 yılında Teoman ile konserlere çıktı. 2007'de bu konserin kayıtları "Konser" adlı albümde yayınlandı. Bu albümde Teoman, Ortaçgil şarkılarını, Ortaçgil de Teoman şarkılarını yorumluyordu. Aynı yıl Fikret Kızılok ile 1980'lerde bestelediği çocuk şarkıları "Büyükler için Çocuk Şarkıları" adıyla arşivlik bir çalışma olarak yayınlandı. Çalışmalarında çeşitli katkılarda bulunduğu Birsen Tezer, Ceylan Ertem ve Jehan Barbur'un katılımı ile, 21 Aralık 2012'de "Kadın Sesi Değmiş Şarkılar" konseri verdi ve şarkılarını seslendirdi. Bülent Ortaçgil hayatını hala uzun zamandır yaşadığı Bozburun, Marmaris'te sürdürmektedir. Osmanlı İmparatorluğu kapitülasyonları Osmanlı kapitülasyonları, Osmanlı İmparatorluğu'nda yabancılara verilen ekonomik, adli, idari vb. hak ve ayrıcalıklardır. Kapitülasyon kelimesi Latince "şartlar, fasıllar, maddeler" anlamına gelen "capitula" sözcüğünden türemiş olup "teslim olma" anlamı galat-ı meşhurdur. Osmanlı Devleti'nin verdiği kapitülasyonların çoğu iki taraf için geçerli olsa da ekonomisi güçlü olan taraf kapitülasyonlardan fayda sağlarken ekonomisi zayıf olan taraf kapitülasyonlardan zarar görmüştür. Osmanlı Devleti'nin verdiği kapitülasyonlara örnek olarak Osmanlı kentlerinde örgütlenebilme hakkı, yabancıların kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda konsolosluklara yargı yetkisi tanınması, Osmanlı topraklarında seyahat, taşımacılık ve satış serbestliği, Osmanlı sularında gemi işletme hakkı verilebilir. Osmanlı vatandaşları da Avrupa devletlerinde, bir Avrupalının Osmanlı ülkesindeki sahip olduğu haklara sahipti. Ancak Osmanlı ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanmaktaydı ve Avrupa ülkelerinde ticaret yapacak herhangi bir kesimi yoktu. Ayrıca Avrupalı devletler kendileri Osmanlı Devleti'ne mal ihraç ederken gümrük vergisi ödememelerine karşın, Osmanlı malları ithal edilirken gümrük vergisi alıyorlardı. Yani fiilen Osmanlı Devleti'ne bir avantaj getirmiyordu. İlk kapitülasyonlar Macaristan, Sırbistan ve Akdeniz kıyısındaki Arap ülkeleri tarafından verildi. Bu devletlerin amacı ticareti kendi ülkelerine çekmekti. 15-16. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu da aynı nedenlerle Venedik, Ceneviz ve Fransızlara kapitülasyonlar vermişti. 15. yüzyılda Hindistan'a deniz yolunun keşfi üzerine başladı, zamanla Avrupa'nın merkantilist politikasının aracı haline geldi. Kapitülasyonlar 1740 yılında I. Mahmut ve XV. Louis arasında yapılan bir anlaşmayla sürekliliği olan devletlerarası bir ticaret sözleşmesine dönüştü. Bu evre sırasında Osmanlı hâlâ kendine yeterli bir ekonomik birimdi. Bu evre, "eşitsiz mübadele"yle başladı. 19. yüzyıldaki sanayi devrimi her şeyi değiştirdi. Osmanlı ve Avrupa arasında artık bir nitelik farkı doğmuştu. Osmanlı topraklarını Avrupa'ya tek bir pazar olarak açan 1838 ticaret anlaşması yalnızca bir ticaret değil aynı zamanda ileri düzeyde bir kapitülasyon anlaşmasıydı. İhracat yasağı ve devlet tekelleri kaldırıldı. Yabancı tüccarlar yerli tüccarlarla aynı haklara sahip oldu. Bundan sonra Osmanlı artık mamül mal üretemeyecek, kumaş yerine iplik, iplik yerine ham pamuk ya da yün hatta pamuk kozası satar hale gelecektir. Yabancıların ayrıcalıkları zamanla gayrimüslim Osmanlılara da tanındı. Osmanlının borçlanmaya başlaması kapitülasyonlarla birleşince, Osmanlı kendisini önce Düyun-u Umumiye'ye teslim etmiş, ardından yabancı şirketlere çok büyük imtiyazlar vermiş (demiryollarının işletilmesi gibi) ve sonunda Sevr Antlaşması'nın Osmanlının tüm maliyesini elinde tutacak olan bir Maliye Komisyonu kurulmasını öngören 232. Madesini kayıtsız şartsız kabul etmiştir. Kapitülasyonları kaldırma sözü Kurtuluş Savaşı'ndan önce 1856'da alınmıştır. Ancak, Osmanlıya verilen bu söz hiçbir zaman yerine getirilmemiştir. İttihat ve Terakki'nin 1911 yılında kaldırdığı kapitülasyonlar Sevr Anlaşması ile daha da güçlü bir şekilde Osmanlı Devleti'nin sırtına bindirildi. Kapitülasyonlar Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler Birliği ile yapılan 28 Mart 1921 Anlaşmasının 7. Maddesiyle "geçersiz ve kaldırılmış" sayıldı. Kapitülasyonların gerçek anlamda kaldırılması ise Lozan Antlaşması'yla olmuştur. Kapitülasyon Kapitülasyon, Bir devletin bir anlaşmaya bağlı olarak başka devletlere tanıdığı iktisadi ve sosyal ayrıcalıklar bütününe kapitülasyon adı verilir. Müslüman hükümdarların Avrupalı tacirlere vermiş olduğu ticari faaliyet iznidir. Osmanlı döneminde ilk kez Fatih Sultan Mehmet tarafından Venedik Devleti'ne İstanbul'da elçi bulundurma hakkı verilerek siyasi kapitülasyon verilmiştir. Ancak bu kapitülasyonların Osmanlıya ait bir sistem olduğu manasına gelmemelidir. Kapitülasyonlar pek çok Avrupa toplumu olmak üzere Osmanlıdan önceki diğer Anadolu toplumlarında da uygulanmış ticari ve sosyal ayrıcalıklar bütünüdür. Kapitülasyon kelimesinin kökeninde Latince caput (baş) sözcüğü vardır. Geniş anlamıyla kapitülasyon baş eğmek, teslim anlaşması yapmak anlamlarını taşır. Tarihte kazandığı özel anlamla kapitülasyon, bir ülke tarafından başka bir ülkenin vatandaşlarına verilen ticari ayrıcalıklar bütünüdür. Osmanlı Devleti tarafından Yükselme Dönemi'nden imparatorluğun dağılışına değin Avrupa devletlerine çeşitli kapitülasyonlar verilmiştir.Osmanlı Devleti II. Mehmed döneminde Venedikliler'e,I. Süleyman döneminde Fransızlar'a çeşitli amaçlar doğrultusunda kapitülasyonlar vermiştir.Aynı zamanda Osmanlı Devleti Dağılma Dönemi'nde Balta Limanı Ticaret Antlaşması ile İngilizler'e, Hünkâr İskelesi Antlaşması ile Ruslar'a çeşitli kapitülasyonlar vermiştir. Hulusi Kentmen Hulusi Kentmen (20 Ocak 1912, Tırnova - 20 Aralık 1993, İstanbul), Türk oyuncu. İzmit Körfezi'nde büyüdü. Akçakoca İlkokulu'nun tiyatro salonunda ilk sanat denemelerini yaptı. Deniz Kuvvetlerinde astsubay olarak görev aldı. Astsubaylık görevi 1961 yılında sona erdi. Üstlerinin hoşgörüsüyle askerlik mesleğini sona erdirene kadar sanat icra etti. Halkevleri'nde tiyatroya başladı. Burhan Tepsi tarafından keşfedildi. Bilinen ilk oyunlarını, Rahmi Dilligil tarafından kurulan Ses Tiyatrosu'nda oynadı. Halkevi'nde Reşit Baran'ın yönettiği Hisse-i Şaiya oyunuyla profesyonel olan Kentmen, 1942'de "Sürtük" filmiyle sinema oyunculuğuna başladı. Sinemaya başladıktan sonra da zaman zaman tiyatro oyunlarında sahne aldı. Şehir Tiyatroları'nda sahnelenen Çatallı Köy oyununda rol aldıktan sonra 1965 yılında bu oyunu, oyuna konu olan köyde (Afyon'un Emirdağ İlçesinin Çatallı Köy'ünde) Hüseyin Baradan, Şahin Tek ve diğer oyuncularla birlikte sahneledi.Kurduğu Hulusi Kentmen Tiyatro Topluluğu ile çeşitli oyunları sahneye koydu, turneye çıktı. Bazı televizyon reklamlarında rol aldı. Tatlı-sert ve babacan tarzı ile çoğu filmlerinde baba, komiser, bahçıvan, hakim vb. roller üstlendi, birçoğunda kendi adıyla oynadı. Karakter oyuncusu olarak simgeleşti. Sinemada bıraktığı etkiyle halk arasında, babacan, tatlı- sert erkek karakterini ifade etmek üzere "Hulusi Kentmen gibi" deyişi yerleşti. Birçok filminde, Kentmen'i, Kemal Ergüvenç seslendirdi. Bazı filmlerinde ise sanatçıyı Rıza Tüzün seslendirmiştir. Kentmen, 1942-1988 yılları arasında 500'e yakın filmde rol aldı. 1938'de Refika Kentmen'le evlendi. Amatör olarak fotoğrafçılıkla da ilgilendi ve keman çaldı. 1980 yılında İzmir Fuarı'nda Akasyalar Gazinosu'nda Hülya Koçyiğit'in kadrosunda çıktı; keman ç
alıp parodiler yaptı.Türk sinemasında bir klasik olan oyuncu 81 yaşında 20 Aralık 1993'te böbrek yetmezliği sonucu yaşamını yitirdi. Karacaahmet Mezarlığı'nda yatmaktadır. Ölümünün 21. yıldönümünde İstanbul Klasik Otomobilciler Derneği'nin düzenlediği bir etkinlikle anıldı. Sanatçının aslına oldukça benzer balmumu heykeli yapıldı. Sanatçının 1956 model aracı da bu etkinlikte sergilendi. O Adam (Mebrure Alevok)- 1943 Ses Tiyatrosu Çatallı Köy-1965 İstanbul Şehir Tiyatroları Dizi Film: Ali Baba ve Kırk Haramiler (1971) Mahmut Mangal (TRT, 1980) Zaman Mekan Makinesi (TRT, 1981, Konuk Oyuncu) Parkta Bir Sonbahar Günüydü (TRT, 1984, Şadi Bey). Acımak (TRT, 1984, Maarif Müdürü) Hale Soygazi Hale Soygazi (6 Mayıs 1950, İstanbul), Türk oyuncu. 1950 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Erenköy Kız Lisesi'nden mezun oldu . Üniversitede Fransız Filolojisi ikinci sınıftan ayrılarak İsviçre'ye gitti. Orada mankenlik kursu gören sanatçı Türkiye'ye dönüp manken ve fotomodel olarak çalıştı. 1972'de Saklambaç Gazetesi'nin açtığı "Türkiye Sinema Güzellik Yarışması"na katıldı ve birinci oldu. Daha sonra İtalya'da ""Avrupa Sinema Güzeli"" seçildi. Yurda dönünce on film çevirmek üzere bir anlaşma yaptı. İlk filmi olan ""'ın ardından, ""Bir Garip Yolcu"", ""Mahkum"", ""İtham Ediyorum"", ""Bir Kız Böyle Düştü", ""Ölüme Koşanlar"" adlı filmleri ardı ardına çevirdi. Gittikçe daha geniş kitlelere ulaşan filmlerde oynayan sanatçı, ""Çocuğumu İstiyorum"" adlı 1973 tarihli yapımda başrolleri paylaştığı Ahmet Özhan'la 1976'da evlendi. Çiftin evliliği kısa bir süre sonra boşanma ile sonuçlandı. 1978'de "Maden" filmindeki rolünden dolayı Antalya Film Festivali'nde ""En İyi Kadın Oyuncu"" ödülünü kazanan Soygazi, bir süre sinema oyunculuğunun yanında müzikle de uğraştı. Ancak oyuncu-şarkıcı dönemi uzun sürmedi; çalışmalarını sinema oyunculuğu üzerine yoğunlaştırdı 1978'deki Maden filminden sonra ara verdiği sinemaya 1984 yılında Atıf Yılmaz'ın çektiği Bir Yudum Sevgi'de başrol oynayarak döndü. Bu filmdeki performansı ile Antalya Film Festivali'inde ikinci kez ""En İyi Kadın Oyuncu"" ödülünü aldıktan sonra Atıf Yılmaz'ın yönettiği Kadının Adı Yok, Bekle Dedim Gölgeye filmlerinde baş kaldıran kadın tiplerini canlandırdı. 1997'de Barış Pirhasan'ın yönettiği Usta Beni Öldürsene adlı filmde rol adlı; film, çeşitli festivallerden farklı dallarda 5 ödül aldı. Soygazi, 2004 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde ""Yaşam Boyu Onur Ödülü"" ile ödüllendirildi. Aynı yıl "Sil Baştan" adlı dizi-filmde rol aldı. Tiyatro sahnesine ilk defa 2001 yılında ""Küçük Prens"" adlı oyunla çıktı. 2006'da ""Özel Bir Gün"" adlı oyunda rol aldı. Yönetmen Barış Pirhasan'la uzun süreli bir ilişki yaşamış olan santçı, daha sonra Türkiye'nin önde gelen entelektüellerinden Murat Belge ile yaşadığı 10 yıl kadar süren birlikteliğin ardından Belge ile evlendi. Zeki Alasya Zeki Alasya (18 Nisan 1943 - 8 Mayıs 2015), aslen Kıbrıslı, İstanbul doğumlu Türk tiyatro ve sinema sanatçısı. Kıbrıslı Mehmet Kamil Paşa'nın yeğenidir. Robert Koleji'nden mezun olan sanatçı sanat hayatına da 1959'da MTTB tiyatrosunda amatör olarak başladı. Arena, Genar ve Ulvi Uraz tiyatrolarında çalıştıktan sonra Haldun Taner, Metin Akpınar ve Ahmet Gülhan ile birlikte Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nun kurucuları arasında yer aldı. Film çevirmeye 1973'ten sonra başladı. Metin Akpınar ile birlikte Türk sinemasında yeni bir ikili oluşturdular. Birçok filmde yer aldı ve 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca Devlet Sanatçısı unvanı almıştır. "Salak Milyoner", "Köyden İndim Şehire", "Güler Misin Ağlar Mısın", "Nereye Bakıyor Bu Adamlar", "Hasip ile Nasip" gibi filmleriyle eşleştirilmiş bir komedyen olarak ün kazandı. İlk yönetmenlik deneyiminide yaşadığı kariyerinde önemli yere sahip 1977 ve sonrası filmleri olan "Aslan Bacanak", "Sivri Akıllılar", "Caferin Çilesi", "Petrol Kralları", "Doktor", "Köşe Kapmaca", "Vay Başımıza Gelenler," "Elveda Dostum, Akasya Durağı" ve "Küçük Ağa" da yer aldı. Kariyerinin sonlarında daha çok dizilerde yer alan Zeki Alasya sinemada son olarak 2009'da Aşk Geliyorum Demez filminde rol aldı. 22 Nisan 2015'te karaciğer rahatsızlığı sebebiyle hastaneye kaldırılan sanatçı 8 Mayıs 2015 tarihinde hayatını kaybetti. Cenazesi 10 Mayıs 2015'te Levent Camii'nden alınarak Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Metin Akpınar Metin Akpınar (2 Kasım 1941; İstanbul), Türk oyuncu. Pertevniyal Lisesi'nde eğitim gördü. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldu. İlk olarak 1964 yılında Ulvi Uraz tiyatrosunda "Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım" profesyonel oyununa imza atan Akpınar, 1967 yılında Türkiye'nin ilk kabare tiyatrosu olan Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nun kurucuları arasında yer aldı. Kurulduğu andan itibaren kapanana kadar tiyatronun idari müdürlüğünü yaptı. Birçok filme de imza atan sanatçı, Zeki Alasya ile birlikte oynadığı toplumsal içerikli komedi filmleriyle tanındı. Ulvi Uraz Tiyatrosu Devekuşu Kabare Tiyatrosu Cağ kebabı Cağ kebabı oğlak veya kuzu etinden yapılan bir çeşit kebaptır. Geleneksel olarak Erzurum'un Oltu ilçesinde yapılan cağ kebabı, önceden terbiye edilmiş etin yatık bir şişe geçirilip odun ateşi üzerinde pişirilmesiyle hazırlanır. Cağ (veya bico) adı verilen şişler kullanılarak servis yapıldığından bu adı almıştır. Günümüzde Türkiye'nin birçok yerinde yapılıp tüketilmektedir. Hazırlanan parça etler, bu malzemeye eklenen soğan, reyhan, tuz ve karabiber gibi baharatlar ile birlikte iyice yoğrulur. Daha lezzetli olması istenirse hazırlanan et 24 saat serin ortamda veya buzdolabında dinlendirilir ve bu süre sonunda cağ kebabı pişirilmeye başlanabilir. Et yatık biçimde odun ateşinin kızgın közüne 10–15 cm yüksekte pişirilir ve döner bıçağı ile birer porsiyon kesilip cağ/bico üzerinde ızgaraya konulur. Burada biraz daha pişirilir. Kebap, yanında soğan, domates ve sivri biber ve tandır ekmeği veya lavaş ile birlikte servis edilir. Oltu ve çevre ilçeler Olur, Tortum ve Yusufeli yörelerinde ""bico"" olarak da adlandırılmaktadır. Haluk Yıldırım Haluk Yıldırım, en son Türkiye Basketbol Ligi takımlarından Galatasaray'da forvet pozisyonunda oynayan, Adana Anadolu Lisesi mezunu millî basketbolcudur. 2012'de basketbolu bırakmıştır. Ülkerspor'un kurulduğu 1993'ten itibaren bu takımda oynayan ve adeta bu kulüple özdeşleşmiş ve bu kulüpte iken 200'den fazla millî formayı giymiştir. 10 yıl boyunca Ülker'in geniş kadrosu içinde ve aynı takımda oynadığı Harun Erdenay gibi yıldız oyuncuların yanında skor açısından pek görünmese de özellikle savunma açısından yeteneğiyle ve sonradan girdiği oyunlardaki katkısıyla birçok antrenörün önemli oyuncusu oldu. Hucüm yönü arka planda kalsa bile % 40'a yakın üçlük yüzdesiyle her an skora da etki edebilecek bir oyuncu oldu. Haluk Yıldırım 10 yıllık Ülkerspor kariyerini 2003/2004 sezon ortasında Hodgkin Lenfoma hastalığı geçirerek sonlandırdı. Ülkerspor yönetimi Haluk'un kendi isteğiyle takımı bıraktığını açıkladı. Ancak Haluk Yıldırım, Ülkerspor'u kendi rızasıyla bırakmamıştı. Kanser olduğu için antlaşması 10 yıllık kariyerine ve iyileşme olasılığına rağmen tek bir mektupla feshedildi! Sporcu bu haberi eşinden öğrendi. 2004-05 sezonu başında kısa süre Türk Telekom ile anlaşsa da son anda Beşiktaş'la anlaştı. Beşiktaş gibi görünürde Ülkerspor'a göre daha kısıtlı kadrosu olan bir takımda tekrar basketbola döndü ve takımın en önemli oyuncularından biri oldu. Lig maçlarında ve play off'ta iki kere Ülkerspor'un yenilmesinde büyük pay sahibi oldu ve takımını finale taşıyan oyunculardan biri oldu. Haluk Yıldırım 2005-06 sezonu başında Ankara takımı Türk Telekom'a transfer oldu. Bu kulüpte iki sezon oynradıktan sonra 2007 yazında anlaşmasını bir sezon daha uzattı. 2008-09 sezonunda tekrar Beşiktaş'ta görev aldı. 2010-11 sezonu dahil 2 yıllığına Galatasaray Cafe Crown ile anlaşmaya vardı. 2012 yılında da basketbol kariyerini noktaladı. 2012-13 sezonundan itibaren Beşiktaş basketbol şubesinde genel menajerlik görevinden 2014-2015 sezonu sonunda Türkiye A Millî Erkek Basketbol Takımı Menajerliği görevine getirilmiştir. (Suproleague: 7.7 sayo ort., 3.3 reb.ort., 2 ast.ort.)" (EuroLeague: 5.2 sayı ort., 2.4 reb.ort., 2.1 ast.ort.)" "(TBL: 6.8 sayı ort., 2.8 reb.ort, 2.4 ast.ort.) (Euroleague: 7.0 sayı ort., 2.3 reb.ort., 1.9 ast.ort.)" (FIBA Avrupa Ligi: 6.4 sayı ort., 2.9 reb.ort, 2.8 ast.ort.)" Tokugawa Yoshinobu Bugünkü İbaraki ilinin Mito şehrinde, Mito askeri valisi Tokugawa Nariaki'nin yedinci oğlu olarak doğdu. Birçok özel öğretmen tarafından eğitildi. Zekası ve politikaya olan kabiliyeti ile dikkat çekti. Babasının teklifi ile Şogunlukta daha fazla şansı olması için Hitotsubaşi ailesine evlatlık verildi. 1858'de Şogun Tokugawa Iesada'nın ölümü üzerine Şogunluğa aday gösteridi fakat rakipleri Ii Naosuke Tokugawa İemoçi'yi başa getirmekte başarılı oldu. Yoşinobu ve ailesi ev hapsinde tutuldu. Tokugawa İemoçi'nin başarısız yönetimi ülkeyi yıkımın eşiğine getirdi. 24 Mart 1860 tarihli Sakuradamon suikastında İi Naosuke kurban gitmese ve Yoşinobu Gotairo (Beş büyük ihtiyar heyeti) üyeliğine getirilmeseydi ülkenin dağılması olasıydı. 1862'de Tokugawa Yoşinobu Japonya'nın batısındaki Çōşū Han (Beyliği)'nin isyanını bastırmakta başarılı oldu. Bir başka ayaklanma (Mito Roninlerinin "Sonnō Jōi Ron" (İmparatora Hürmet Gavurları Kovma Tezi)" yanlısı ayaklanması) sonrası 350'ye yakın kişi suçlanarak idam ettirildi. Bunların arasında daha 10 yaşına basmamış eylemcilerin oğulları ve karıları da vardı. 1864 aynı beyliğin Kyoto'ya yönelmesine karşı gerçekleştirdiği harekat başarılı oldu. 1866'da İemoçi'nin hastalanıp ölmesi üzerine Yoshinobu 15. şogun oldu ama dağılma aşamasına gelmiş bir ülkenin çok ağır sorunları onu bekliyordu. 1867'de Fransız ordusundan uzmanların çağrılması ile orduda modernleşme ve modern silhaların edinilmesi ve üretimi politikası izlendi. Bir ulusal ordu kuruldu ve ülke yeniden güçlenmeye başladı. Satsuma, Çoğşuğ and Tosa Beylikleri yeni Şo
ğgun'un güçlenmesine karşı birleşerek, İmparatora Hürmet Gavurları Kovma şiarıyla Şogunluğa saldırdı. Birçok derbeylikten aldığı destek sonucu Şogun ordusunu zor durumda bıraktı. Yoshinobu uzlaşmacı bir tutumla ülkenin birbirine girmesi değil kenetlenerek yabancılarla mücadele etmesi prensibini savundu ve Şogunluktanm çekildi ülkenin yönetimi yüzyıllardan sonra İmparatora geçmiş oldu. Uzlaşmacı tutumu dolayısıyla temkinli yıllar sonrasında İmparator Yoshinobu'nun yeniden kendi malikanesini kurmasına izin ve destek verdi. Yine Yoşinobu'ya Japonya'ya sadakatlı hizmetlerinden ötürü prenslik unvanı verildi. Türk Telekom (anlam ayrımı) Türk Telekom bir telekomünikasyon şirketidir. Türk Telekom şu anlamlara da gelebilir: Abdest Abdest ( / '; / '; / '; ; ; '; ; ; ; ), Müslümanların, namaz gibi belli ibadetleri yapabilmek için bir düzen içerisinde bazı organları yıkayıp bazılarını mesh etme yoluyla yaptıkları arınma ve temizliktir. Kur'ana göre her namazın yanında bedensel temizlenme amacıyla belli organları yıkamak (gasil) ve meshetmek (mesih مسح) şeklinde anlatılır. Suyun abdeste uygun olması önemlidir. Su abdeste tadı, bulanıklığı ve kokusunun olağan olması ile uygun olmaktadır . "Abdest" sözcüğü Türkçeye Selçuklular zamanında Farsça'dan geçmiştir. Anlamı "su tutmak"tır. "âb" (su) ve "dest" (tutmak, kavramak) kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. İran ve bazı diğer Müslüman ülkeler ile İngilizce konuşan ülkelerde abdest yerine "vudu" kelimesi kullanılır. Abdest Kur'an' da "gasil" veya "gusül" (Arapça: غسل) olarak geçer. Bu sözcük, Arapça'da "bir sıvıyı bir nesne üzerinden akıtmak, koku sürünmek" anlamlarına gelir. Bazı hadisçiler ve fıkıhçılar "vudû" (Arapça: وضوء) kelimesini abdest anlamında kullanmakta ve "gusül" kelimesini "boy abdesti" için kullanmaktadırlar. Kur'an'da "boy abdesti" için "ıttıhar" (Arapça: اطهار) yani "taharlanma" (temizlik) sözcüğü kullanılmaktadır. Fakihlere (fıkıh alimi) göre namaz kılmak için abdest yerine bazı durumlarda teyemmüm (Arapça: تيمم) yapılabilir. Ayrıca teyemmüm, hastalık, yolculuk, su bulmama/suyun olmaması veya erişilememesi gibi durumlarda boy abdesti yerine de yapılır. Kur'an'da teyemmüm yapmak için "türâb" تراب (toprak) sözcüğü kullanılmaz, bunun yerine "said" صعيد sözcüğü kullanılır ki bu sözcük "toz, toprak, taş vs." anlamına gelmektedir . Kullanıma uygun su bulunduğu zaman bozulmaktadır . Kur'anda; (Maide Suresi, 6), (Nisa suresi, 43), (Müddessir suresi, 4-5), (Bakara suresi, 222), (Tevbe suresi, 108), (Vakıa suresi, 79'da geçer. Ayetin ayakları anlatan “ercüleküm” kelimesinin okunuşu kıraat mezhepleri arasında ihtilaflı bir konudur. Kelime iki şekilde okunabilir; ercüleküm şeklinde okunduğunda abdest alırken ayakların yıkanması gerektiği anlaşılır, ercüliküm şeklinde okunmasında ise ayakların yıkanmıyacağı, sadece meshedileceği anlaşılır. Ayette kullanılan "vücûhe küm" (vecihleriniz, Arapça: وجوه كم) ibaresi, başın ön yanı için kullanılır, bu yüzden başta saçların döküldüğü ön kısım, yüz, boyun altı demektir. Baş sıvazlanırken, ayette sınır koymadığı için, baş adlı organın başın ön yanı dışındaki her yanı, kulaklar, ense, boyun sıvazlanır. Fıkıh alimleri, Kur'an ve Sünneti referans göstererek abdestin hükümlerini (farz, sünnet, mendup, müstehab, mekruh vs.) şunlar olarak belirtirler: Sünni alimlere göre abdestin farzları dörttür: Şia alimlerden bazıları "ayaklara meshetmenin" abdestin farzlarından olduğuna, bazı alimler meshin farz, yıkamanın sünnet olduğuna, diğer bir kısmı ise her iki uygulamadan birisini yerine getirmenin yeterli olacağına inanmışlardır. Nisa Suresi, 43 ayetine göre sekerat (şuuru yerinde olmamak: delilik/cinnet, esriklik/sarhoşluk, bayılmak-baygınlık, uyku-uyumak...) durumu ile boşaltım organlarından çıkış olması durumu namaza dolayısıyla da abdestin varlığına engeldir. Maide Suresi 6. ayetine göre namaz için abdest ya da teyemmüm şarttır. Normal abdest almasına engel bir durumu olan Müslüman'ın, rahatsızlığına göre farklı yönlerden eksik kalan abdesttir. Vücudunun belli yerlerini tıbbi sebeplerden yıkayamayan insanlar normal abdest almaktan muhaf tutulur. Örnek olarak, kolu kırılan ve alçıya alınan kişi abdestini alır; ancak kolunu yıkayamadığından sadece alçının üstünü suyla mesh edebilir. O da zararlıysa, onu da yapmaz. Vücudunda devamlı kanayan yara olan Müslümanlar da engelli abdesti alır. Buna göre, normal abdest alırlar, fakat bu abdestle sadece tek vakit namaz kılabilirler. Engelli abdesti alan Müslüman'ın, tam abdest alan Müslüman'a cemaatle kılınan namazlarda imamlık yapması uygun görülmemiştir. Sarık Sarık, genellikle pamuklu veya ipek kumaştan yapılmış, doğrudan başa veya fes, kavuk gibi bir başlığın üzerine sarılan kumaş baş örtüsü. Sih ve müslüman toplumlarında, genellikle Asya ülkelerinde yaygındır. Türkçede sarık dendiğinde özel olarak Osmanlı'da kullanılan, fes veya kavuk üzerine sarılan sarık türü de kastedilir. Sarık pek çok Avrupa dilinde "turban" olarak anılır. Bu kelimenin kökeni Farsça "dulband" sözcüğüne dayanır. Türkçeye "tülbent" olarak geçen kelime Fransızcaya "turban" olarak geçmiştir. Fransızcadan Türkçeye geçen "türban" kelimesi ise Türkçede kadın başörtüsü anlamında kullanılır. Bugün özellikle Batı'da sarık kavramı Sihlerle yakından ilişkilendirilmiştir. Vaftiz olmuş Sihler inanışları gereği saçlarını kesemezler. Sarık takmak zorunlu değildir ancak sarık uzun saçı toplamak için çok kullanışlıdır. Zamanla saçı uzun olmayanlar da bu geleneksel başlığı takmaya başlamışlardır. Özellikle Batı'da Sihler için sarık kimlikleriyle ilgili bir öğe haline de gelmiştir. Sihler taktıkları sarığı, daha çok, Pencapça "sarık" anlamına gelen ve daha saygın bir isim olduğu kabul edilen "dastār" (ਦਸਤਾਰ) olarak anarlar. Hintçe'de "sarık" için kullanılan sözcük "pagṛī"`dir. Dünyanın farklı yerlerindeki Müslüman toplumlarda sarık çeşitli şekillerde kullanılır. Sarılma şekli, rengi vs. ülkeden ülkeye ve toplumdan topluma farklılık gösterebilir. Sudan'da takılan beyaz sarık "toplumsal statü" göstergesidir. Sarık Arap Yarımadası'nda yüzü ve başı doğrudan güneş ışığından korumak için geleneksel olarak takılır. Nitekim sarığın Arap geleneklerinde farklı bir yeri vardır. Eski Arap kültüründe bir kişinin sarığını atmak, düşürmek hakaret olarak kabul edilirdi. Sarık Şii liderler arasında da yaygındır. Sarık Türklerde halk arasında yaygınlaşmamıştır. Osmanlı Devleti zamanında Osmanlı sultanları ve din büyükleri tarafından takılırdı. Osmanlı padişahları da başlangıçtan II. Mahmud dönemine kadar sarık takmışlardır. 11 Eylül saldırıları, Irak ve Afganistan'ın işgali ve sonrasında yaşananlar dünyada Müslümanlara olan önyargıyı artırmış, nefret suçu olarak tabir edilen saldırılarda büyük bir artış görülmüştür. Müslüman veya Arap olmayan ve sarık takan toplumun çoğunluğunu oluşturan Sihler ve sarık takan diğer azınlıklar da bu saldırılardan paylarını almışlardır. Bu durum batı medyasında büyük yankı bulmuştur. Teyemmüm Teyemmüm, suyun bulunmaması veya zorunluluk nedeniyle kullanılamaması hâlinde abdest veya boy abdesti yerine yapılan bir fiziksel nötrleşme ve ibadete hazırlık faaliyetidir. Hangi maksatla teyemmüm edeceğine niyet edip ellerini toprak veya toprak cinsinden bir şeye iki defa vurarak, birincide yüz, ikincide dirseklere kadar eller meshedilerek yapılır. Namaz kılmak için abdest yerine bazı durumlarda teyemmüm (Arapça: تيمم) yapılabilir. Ayrıca teyemmüm, hastalık, yolculuk, su bulamama/suyun olmaması veya erişilememesi gibi durumlarda boy abdesti yerine de yapılır. Teyemmüm (Arapça:تيمم) sözcüğü TDK sözlüğüne göre Arapça kökenli olmakla beraber kökeninin Arapça olmadığına dair iddialar mevcuttur . Kur'an'da teyemmüm yapmak için "türâb" تراب (toprak) sözcüğü kullanılmaz, bunun yerine "said" صعيد sözcüğü kullanılır ki bu sözcük "toz, toprak, taş vs." anlamına gelmektedir. Abdest ile ilgili olan Maide Suresi, 6. ayetinde kullanılan "vücûhe küm" (vecihleriniz, Arapça: وجوه كم) ibaresi, başın ön yanı için kullanılır, bu yüzden başta saçların döküldüğü ön kısım, yüz, boyun altı demektir. Baş sıvazlanırken, ayette sınır koymadığı için, baş adlı organın başın ön yanı dışındaki her yanı, kulaklar, ense, boyun sıvazlanır. Bir gün peygamberin eşi Meymûne kabir azabına sebep olacak günahları ve yanlışları sorduğunda Muhammed cevap olarak: "(Kabir azabının yegâne sebebi) idrar kalıntısıdır. Her kime (idrar serpintilerinden) bir şey isabet ederse onu yıkasın, eğer onu (yıkayacak imkân) bulamazsa onu toprağa (sürterek) meshetsin" buyurmuştur. Sekigahara Muharebesi Sekigahara Meydan Muharebesi (Japonca: 関ヶ原の戦い Sekigahara no tatakai (21 Ekim 1600) Toyotomi Hideyoşi'nin ölmesiyle Toyotomi hükûmetinin önde gelenler Go Tairo (五大老 / Beş vezir)'nun biri olan Tokugawa Ieyasu'nın grubu ve Go Bugyo (五奉行 / Beş Müfettiş)'nun biri olan İşida Mitsunari'nin grubu olmak üzere ikiye bölündü. Zamanla Tokugawa Ieyasu'ya itaat edenler Doğu Ordusu'nu, Toyotomi Hükûmeti'nin geleceğini Toyotomi Hideyoşi'nin oğlu Toyotomi Hideyori'ye itaat ederek İşida Mitsunari'ye destek verenler Batı Ordusu'nu oluştu ve iki ordu bugünkü Gifu İlinde bulunan Sekigahara'da çarpıştı. Batı Ordusu, muharebenin ilk aşamasında hücum ederek üstünlüğünü sağladıysa da başta Kobayakawa Hideaki olmak üzere pek çok daimyōların safı değiştirmeleri ve Kobayakawa Hideaki'nin birliklerinin Batı Ordusu'nun sağ kanadını yarmasıyla ağır hezimete uğradı. Muharebeden sonra 27 Ekim'de Ishida Mitsunari kaçarken yolda yerli halk tarafından yakalanarak Doğu Ordusu'na teslim edildi ve Konishi Yukinaga ve Ankokuji Ekei ile birlikte Kyoto'nun sokaklarında gezdirildikten sonra Sanjo Gawara'da başı kesilerek idam edildi. Not: ○ işareti = Sekigahara'da yer alan daimyōlar, ● işareti = safı değiştiren daimyōlar) CAPTCHA CAPTCHA (Completely Automated Public Turing test to tell Computers and Humans Apart) Carnegie Mellon School of Computer Science tarafından geliştirilen bir projedir. Projenin amacı bilgisayar ile insanların davranışlarının ayırt edilmesidir ve da
ha çok bu ayrımı yapmanın en zor olduğu web ortamında kullanılmaktadır. CAPTCHA projesinin bazı uygulamalarına çoğu web sayfalarında rastlamak mümkündür. Üyelik formlarında rastgele resim gösterilerek formu dolduran kişiden bu resmin üzerinde yazan sözcüğü girmesi istenir. Buradaki basit mantık o resimde insan tarafından okunabilecek ancak bilgisayar programları tarafından okunması zor olan bir sözcük oluşturmaktır. Eğer forma girilen sözcük resimdeki ile aynı değilse ya formu dolduran kişi yanlış yapmıştır ya da formu dolduran bir programdır denebilir. CAPTCHA ile bilgi girişlerinin kötü niyetli kişilerin yazdığı programlar tarafından otomatik olarak yapılmasının önüne geçilmesi amaçlanır. Friedrich Dürrenmatt Friedrich Josef Dürrenmatt (d. 5 Ocak 1921, Konolfingen - ö. 14 Aralık 1990 Neuenburg/Neuchâtel) İsviçreli yazar, oyun yazarı ve ressam. 5 Ocak 1921'de Bern kantonuna bağlı Konolfingen’de doğdu, 14 Aralık 1990 Neuchâtel'de öldü. Bir Protestan papazın oğlu olan Dürrenmatti Zürih'te başladığı üniversite öğrenimini yarım bırakıp Bern’e dönerek burada da felsefe, edebiyat ve doğa bilimleri öğrenimi gördü. Bu yıllarda Kierkegaard, Aristophanes ve George Helm gibi isimleri okumaya başladı. İlk oyunu olan "Komedi" ne yayınlandı ne de oynandı. O hiç umudunu yitirmeyerek çalışmalarını sürdürdü ve savaş sonrasında ilk başarılı oyunu olan Kayıtta Var'ı yazdı. 1948 yılında sahneye konan ikinci oyunu Kör’de yine İncil dilinin etkisi vardır. 1948 yılında yazdığı ancak 1958’de basılan Büyük Romulus oyunuyla komediye yöneldi. Bay Mississippi’nin Evliliği (1952) oyunuyla dinsel ve Marksist ideolojilerin anlamsızlığını sergilemek istedi. 1954’te Babil’e Bir Melek İniyor’u yazan yazara dünya çapında ününü ise Yaşlı Kadının Ziyareti (1956) adlı oyun getirdii. Bu başarılı oyunu izleyen 5. Frank (1960) 1962 yılında yazdığı Fizikçiler geniş yankı uyandıdı. Yazarın diğer oyunları arasında Bir Gezegen’in Portresi (1970), Bay Korbes’in Daveti (1959), Gök taşı (1966) da bulunmaktadır. Dürrenmatt komedya türünde eserler verdi. Tragedyanın, yaşadığı dönemde artık etkili olabileceğine inanmıyordu: “Örneğin antik tragedya insan toplumunu, devleti aile simgesiyle verebiliyordu; devlet henüz anakentti, daha sonra anavatan oldu. Sorun yok. Ancak biz antik çağda yaşamıyoruz artık. Bugün devlet içindeki varlığımıza başka birimler bulmalıyız.” Ancak güldürüyle insan gerçeğinin yansıtılabileceğine inanan Dürrenmatt, trajik olanın da bunun içine yerleştirilmesi gerektiğini, güldürücü şeylerden güldürü karşıtı bir şey yapmak için yararlandığını söyler. İnsan Dürrenmatt için ancak çelişkili, güldürücü araçlarla, biçimlerle verilebilecek bir varlıktır. Dürrenmatt’ın ilk oyunlarında Brecht etkisi görülmesine karşın, o kendisini en çok etkileyen yazarın Aristophanes olduğunu belirtir. Kendisinin Brecht’le en çok çatıştığı ve Brecht’in sağlığında en çok fikir ayrılıklarının yaşandığı konu ikisinin tiyatro anlayışlarındaki belirgin farklılıktı. “Sanat kendi başına güçsüzdür, ne bir avuntu, ne bir dindir, genel ümitsizlik içinde hep yeniden birilerinin umut beslemesine yarayan bir göstergedir yalnızca. Yazar ahlaki görevini ancak anarşistçe yerine getirir. Saldırmalıdır ama bir yere bağlı olmamalıdır.” diyerek Dürrenmatt tiyatroya bakışını belli eder. Oysa Brecht’in tiyatro anlayışında sorular ancak yanıtları varsa önem taşır; günümüz insanı olaylara, ancak onlar karşısında bir şey yapabiliyorsa ilgi duyar. Dürrenmatt içinse günümüzde olayların gidişini değiştirecek nitelikte bireylere, tek tek güçlü kahramanlara yer yoktur, sanatın amacı çarpıklıkları göz önüne sermek olmalıdır, onlara çözüm aramak değil. Dürrenmatt’ın yabancılaştırması izleyicisine düşünme enerjisi sağlamak yerine ona bir gerilim verir. Seyirciye bildiği ama dışa vuramadığı şeyler gösterilmiştir sahnede. Dürrenmatt seyirciye kendi gerçeklerini gösterir ama seyircinin bunu fark etmesi ancak yabancılaştırmayla sağlanabilir. Dürrenmatt’a göre seyirci oyun boyunca sahnede bir gerçekliği izleyecektir, ama olayların ve durumların groteske varan abartılışı seyircinin bunlarla özdeşleşmesine izin vermez. Gösterdiği gelişimden kimin sorumlu olduğunun bilinmediği bir dünya vardır ortada ve olayların gücü tek tek kişileri ve onların sorumluluklarını çoktan aşmıştır. Bunu yansıtmanın en iyi yolu olarak groteski önerir Dürrenmatt. Groteskteki gülme olgusu, alışık olduğumuzun tersi bir durumla karşılaştığımızda aldığımız hazdan kaynaklanır. Bizi düş kırıklığını uğratan bu anlatım biçimi ürkütücüdür de. Groteskin sunduğu gerçeklerle ve mantıkla bağdaşmayan çarpıtılmış dünyanın karşısında tedirginlik yaşanır. Dürrenmatt'a göre 20 yüzyıl daki insan hayatı ve sosyal ilişkiler büyük bir karmaşa içinde yaşanıyordu.Kendisine biçim olarak komedi türünü seçmesinin temel amacı,sahne üzerinde olup biten olayları izleyicilerin özdeşleşme yaşamayacakları bir atmosferde verme kaygısıdır.Çünkü "komedya" türü kendi içinde bir uzak açı sağlar.Sahnede olan biten olayları izleyen seyirci,gülmek sureti ile oyun kişilerinin gülünç duruma düşmesini sağlayan olaylardan uzaklaşır. Bu biçim içinde "grotesk "oyunculuk biçimi ile sahne üzerinde seyircinin özdeşlik kuramayacağı bir form oluşturur. Türk Telekom GSK Türk Telekom Gençlik ve Spor Kulübü, Ankara'da kurulmuş spor kulübüdür. Basketbol, voleybol ve futbol branşlarında faaliyet göstermektedir. Sarı-siyah formasıyla PTT, 1954'te kuruldu. 1959-1960 sezonunda Ankara Mahalli Ligi'nde şampiyon olarak birinci lige çıkan başkent ekibi, oynadığı futbol ve aldığı skorlarla rakiplerinin korkulu rüyası oldu. Forveti Ertan Adatepe Türk Futbolu'na adını "gol kralı" olarak yazdırdı. Sol açık Yaşar Mumcu 1965 yılında 200 bin liraya Fenerbahçe'ye transfer olurken "en pahalı futbolcu" unvanını kazandı. Sağ bek Şükrü Birand, solbek "Hans" lakaplı Levent, Türkiye millî futbol takımının en büyük yıldızlarından Ziya Şengül Fenerbahçe'de de forma giydiler. Galatasaray'ı defalarca şampiyonluğa taşıyan, ay-yldızlı formanın değişmezleri "biblo"lakaplı Enver Ürekli, kaleci Metin Türel, sol açık Metin Kurt, futbol tekniği ve oyun zekasıyla Brezilyalılara parmak ısırtan Beşiktaşlı Yusuf Katırcıoğlu, o zamanki adıyla PTT'nin İstanbul takımlarına gönderdiği yıldızlar arasında sayılabilir. Ayhan, Esenali, Altan ve Tomislav PTT'nin futbolumuza sunduğu diğer şöhretler olarak hafızalardan silinmediler. 1972 yılında Trabzonspor'u Zeki'nin 35 metreden attığı golle yenerek 1.lige yükselen PTT, ardından dört sezon üst üste Ankara 2. Amatör kümeye kadar düşerek ilginç bir Dünya rekoruna da imza attı. 1998'de ismini Türk Telekomspor, renklerini ise turkuaz-lacivert-beyaz olarak değiştiren Ankara ekibi, basketbol ve voleybol takımlarıyla spora hizmet etti. Basketbolda 4 kez Türkiye Kupası finali oynayan Mavi - Beyazlı ekip, iki kez Cumhurbaşkanlığı Kupası finaline çıkarken bir kez bu büyük kupayı müzesine taşıdı. Basketbolcuları bir kez lig birincisi oldu. Birkez de play-off finalinde mücadele etti. Basketbolcuları Avrupa Kupaları'nda 4 kez Koraç Kupası, 2 kez Saporta Kupası, iki kez de FIBA CUP'da mücadele etti. Türk Telekom ekibi 2006-2007 sezonunda FIBA CUP'da çeyrek finale kadar yükseldi. Kulüp bugüne kadar basketbol camiasında Türk millî basketbol takımında oynayan Alper Yılmaz'ı yetiştirdi. Bayan voleybolcular ise, 2004, 2005 ve 2007 yılında Avrupa Kupaları'nda Türkiye'yi temsil etme hakkını elde etti. 2007-2008 Sezonunda Türk Telekom İndesit Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde mücadele etti. C Grubu’nda İtalyan Asystel Novara takımına evinde 3-0 (23-25,15-25,17-25) ve deplasmanda 3-0 (31-29,26-24,25-21); İsviçre’nin Voléro Zürich takımına deplasmanda 3-0 (25-18, 25-20, 25-21) ve evinde 3-0 (23-25, 21-25, 21-25) yenildi. Fransız ASPTT Mulhouse takımını deplasmanda 3-1 (15-25, 14-25, 25-17, 20-25) ve evinde 3-0 (25-13, 25-14, 25-21) yenmesine karşın, iki galibiyetle üçüncü sırada kaldı ve elendi. -2006-2007 Sezonunda Türk Telekom Avrupa Konfederasyon Kupası ’nda mücadele etti. Kupaya çeyrek finalden itibaren katılan Türk Telekom, Polonya’nın Nafta Gaz Pila takımıyla karşılaştı. 16 Ocak 2007 tarihinde Polonya’daki ilk maçta rakibine 3-0 (25-17, 28-26, 25-15) yenildi. 24 Ocak 2007 tarihinde Ankara Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu’nda yapılan ikinci maçta rakibini 3-0 (28-26, 25-21, 28-26) yenmesine karşın averajla elendi. -2004-2005 Sezonunda Türk Telekom Avea Avrupa Konfederasyon Kupası’nda mücadele etti. Sırbistan-Karadağı’ın Lazarevac kentinde 12-14 Kasım 2004 tarihlerinde yapılan grup eleme maçlarında Belçika’nın Asterix Kieldrecht takımını 3-1 (25-17, 25-18, 19-25, 25-23), Sırbistan-Karadağ’ın Lazarevac takımını 3-0 (25-19, 25-12, 25-19) ve Hırvatistan’ın Kastela DC-RMC takımını 3-0 (25-19, 25-23, 25-14) yendi ve grup birincisi olarak bir üst tura yükseldi. 8 Aralık 2004 tarihindeki çeyrek final ilk maçında İspanya’nın Caja de Avila takımını Ankara’da 3-0 (25-18, 25-18, 25-16) yendi. 15 Aralık 2004 tarihinde İspanya’da yapılan ikinci maçta 3-1 (25-23, 17-25, 25-21, 25-15) yenilmesine karşın averajla yarı finale yükseldi. Yarı final maçlarında Slovakya’nın OMS SH Senica takımına 5 Ocak 2005 tarihinde evinde 3-2 (20-25, 25-20, 25-18, 17-25, 15-12), 12 Ocak 2005 tarihinde deplasmanda 3-1 (25-20, 20-25, 25-23, 25-15) yenildi ve elendi. Özgürlük Heykeli Özgürlük Anıtı veya Özgürlük Heykeli (İngilizce: Statue of Liberty), ABD'nin New York şehrindeki Liberty ("Özgürlük") adası üzerinde, inşa edildiği 1886 yılından bu yana Amerika'nın simgesi olan anıtsal heykeli ve gözlem kulesidir. Dünyanın en tanınan anıtlarından biridir. Bakırdan yapılan Özgürlük Heykeli, Fransa tarafından kuruluşunun 100. yılı nedeniyle ABD'ye hediye edilmiştir. 1884-1886 yılları arasında inşa edilmiştir. ABD'nin New York şehrindeki Özgürlük Adası'nda yer alır. Heykel, sağ elinde bir meşale, sol elinde ise bir hitabe tutar. Tabletin üstünde 4 Temmuz 1776 tarihi (Bağımsızlık Bildirgesi'nin tarihi) yazılıdır. Heykelin başındaki taç'ın 7 sivri ucu 7 kıtayı veya 7 denizi simgeler. Heykelin yüksekliği 46 met
re, kaidesi ile beraber 93 metredir. Ziyaretçiler heykelin içinden meşaleye kadar 168 basamaklı bir merdivenden çıkabilirler. Heykelin meşale tutan sağ elinin yüksekliği 13 metredir. Meşalenin etrafındaki dehlizde 15 kişi bir arada dolaşabilir. Heykelin başının genişliği 2 metre, yüksekliği ise tacı ile birlikte 5 metredir. Özgürlük Heykeli, ziyaretçilere açıktır. Ziyaret etmek isteyenler adaya bir feribotla ulaşırlar, merdivenleri tırmanarak meşaleye çıkabilir ve New York limanını seyredebilirler. Heykele Singer dikiş makinelerinin kurucusu Isaac Singer'ın dul eşi Isabelle Eugenie Boyer modellik etmiştir. Özgürlük Heykeli 1884 yılında Fransa'da tamamlandıktan 1 yıl sonra 350 parçaya bölünüp 214 sandık içinde New York limanına ulaştırılmıştır. Parçalar, 4 ay içinde kaidenin üzerinde yeniden birleştirilmiş ve 28 Ekim 1886 tarihinde binlerce izleyicinin önünde açılışı gerçekleşmiştir. Özgürlük Heykeli, 1984'ten beri UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yer almaktadır. Heykelin daha küçük boyutlarda bir kopyası Paris'tedir ve Atlas Okyanusu'na doğru bakar. Dünyanın başka çeşitli yerlerinde de (Osaka, Priştine, Pekin, Nevada, Güney Dakota, Bordeaux, Poitiers gibi) küçük kopyaları bulunmaktadır. Heykelin, Süveyş Kanalı’nın Akdeniz’e açıldığı yere dikilmek üzere Mısır Hidivi Said Paşa'nın siparişi üzerine yapıldığı ve masrafların bir kısmının Osmanlı Sultanı Abdülaziz tarafından ödendiği iddia edilmiştir. 2004 yılında gazeteci Murat Bardakçı tarafından ortaya konan söz konusu iddiaya göre sipariş edilen heykel tamamlanmış ancak böylesine büyük bir heykelin dikilmesinin Müslüman halkta rahatsızlık yaratacağı endişesiyle Mısır’a dikilmesinden vazgeçilmiştir ve heykel yıllarca Fransa’da bir depoda bekledikten sonra 1884’te ABD’ye hediye edilmiştir. Tarihçi Mustafa Armağan tarafından bu iddianın doğru olmadığı, heykeltıraş Bartholdi’nin Said Paşa’ya bir heykel projesi sunduğu ancak projenin hiçbir zaman gerçekleştirilmediği ortaya konmuştur. Hakkı Öcal 1949 yılında Ankara'da doğdu. Ankara, Kırıkkale ve Yozgat'ta liseyi bitirdi. 1971'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'den mezun oldu. 1969 yılında Hürriyet gazetesinin Ankara bürosunda gazeteciliğe başladı. Okulu bitirince, İstanbul'a atandı ve Hürriyet Haber Merkezi Müdür yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl sonra gazetenin Yazi İşleri Müdürlüğü'ne atandı. 1975 yılında Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler'de master'a başladı. Sonra doktoraya devam etti. 1980-1981 ders yılında Harvard Üniversitesi'nde Prof. Samuel Huntington'ın başkanı olduğu Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü'nde doktora-sonrası çalışmasını yaptı. Bilgisayarla Boğaziçi'nde tanıştı. Harvard'dayken Boston Üniversitesi'nde bilgisayar operatörlüğü bölümüne devam etti. Sonra WordPerfect firmasında Türkçe dil desteği için danışman olarak çalıştı. 12 Aralık 1985′te "Voice Of America" (Amerika'nın Sesi) radyosu Türkçe bölümüne katıldı. Böylelikle "Gazetecilik"ten "Radyoculuk"a geçiş yapmış oldu. 15 yıl sonra, VOA Türkçe Bölümü’nden ayrılıp Internet Bölümü’ne geçti. Ardından Tercüman gazetesi Genel Yayın Müdürü oldu. Buradan ayrıldıktan sonra ise Güneş gazetesinde Genel Koordinatör görevini yürüttü. Birkaç kez Yılın Gazetecisi seçildi; Uluslararası Basın Enstitüsü'nden Basın Özgürlüğü Ödülü'nü aldı. Sayısız yazı yazdı. Basın kartının, basın özgürlüğüne aykırı olduğunu öne sürerek basın kartını iade etti. Güneş gazetesinden de ayrıldıktan sonra Amerika'nın Sesi radyosuna katılmak üzere 1985 yılında Washington'a gitti. Bu sıralarda Usenet servis sağlayıcısı olan UUNet bünyesinde Internet devriminin temellerinin atılmasına tanık olacak bir konumda görev aldı. Aralarında Novell ve MS LAN'ın da bulunduğu birçok ağ sisteminin sertifikalarını aldı. Burada önce George Mason, Northern Virginia Community College'da ve Virginia International University'de masaüstü yayıncılık, görsel tasarım ve Web Tasarımcılığı dersi verdi. BYTE, PC World, PC Life, NetLIFE dergilerinde yazı ve kitapçıklar yazdı. Halen bütçesini ABD Kongresi'nin verdiği Uluslararası Yayın Bürosu'nun Internet Hizmetleri Bölümü'nde IT uzmanı olarak çalıştı. Evli ve çocuğu yok. Potkal (Potkal.com kapandı), BYTE ve Gelişim Platformu Biz'ce dergilerinde yazar olarak bulundu. Rektör danışmanı olarak Bahçeşehir Üniversitesi'nde kariyerine devam ediyor. Behram Kurşunoğlu Behram Kurşunoğlu (d. 1922, Çaykara, Trabzon - ö.25 Ekim 2003; Miami, Florida), Türk teorik fizikçi, eğitimci. Albert Einstein'ın genel görelilik kuramının elektromanyetizma ile birleştirilmesi üzerine çalışmalar yapmıştır. Ankara Üniversitesi ve Birleşik Krallık'taki Edinburgh Üniversitesi'ndeki eğitiminin ardından fizik doktorasını yine Birleşik Krallık'taki Cambridge Üniversitesi'nde tamamlamıştır. Albert Einstein ve Erwin Schrödinger ile birlikte simetrik olmayan yerçekimi kuramları üzerinde çalışmalarda bulunmuştur. Albert Einstein'ın genel görelilik kuramının elektromanyetizma ile birleştirilmesi üzerine çalışmalar yapmıştır. Genç yaşında dünya fizikçileri arasında saygın konum kazanmıştır. Behram Kurşunoğlu 1950'li yıllarda atom enerjisi alanında çalışmalarını Türkiye'de sürdürmüş ve aynı zamanda Türkiye Atom Enerjisi Kurumunun kurucu üyesi olarak görev yapmıştır. Behram Kurşunoğlu aynı zamanda Genelkurmay Başkanlığı'na danışmanlık yapmıştir. 1965 yılında Miami Üniversitesi'ndeki Teorik Araştırmalar Merkezi'nin kurulmasında rol almıştır. Bu merkezin 1992'de kapanmasına kadar bu merkezde bulunmuştur. Daha sonra araştırma kuruluşu Global Foundation'ın direktörü olmuştur. Bir dönem Birleşmiş Milletler Bilim Komisyonunda çalışmıştır. Kuantum fiziği konusunda yaptığı araştırmalarla özellikle "Genelleştirilmiş İzafiyet Teorisini" ortaya atan kişi olarak bütün dünyaca tanınmıştır. 1964 yılından beri organize etmekte olduğu Coral Gables Konferans serisi ile de tanınmıştır. Behram Kurşunoğlu 1972'de fizik alanında TÜBİTAK Bilim ödülü ile onurlandırılmıştır. Behram Kurşunoğlu 2003 yılında Miami'de vefat etmiştir. Kamet İslam dininde kamet, erkeklere has bir sünnettir, namazlardan önce okunur, ezana benzer. Ancak kamette ""Hayye ale'l-felâh"" ifadesinden sonra iki defa ""Kad Kâmeti's Salâh"" söylenir. Set Set kelimesinin çeşitli anlamları ve kullanımları vardır: .tr .tr, Türkiye'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin internet ülke üst seviye alan adıdır. Yönetimi Orta Doğu Teknik Üniversitesi tarafından yapılmaktadır. Sınıflandırma yapılabilmesi amacıyla .com.tr, .gov.tr gibi ikinci seviye alan adı satışı yapılmaktadır. KKTC'nin resmî kurumları için ise gov.nc.tr alanadı kullanılmaktadır. Yalın .tr alan adına sahip ODTÜ'nün alan adı satışı yaptığı nic.tr ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ait olan www.tsk.tr olmak üzere iki internet sitesi bulunmaktadır. Bu alan adlarının tahsisi için çeşitli belgeler gerekmektedir. Bu alan adlarının tahsisi için belge gerekmez. İlk gelen alır, alan adı kurum-kişi ilişkisi aranmaz. Ayrıca .nc.tr alan adı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti resmi web siteleri için kullanılmaktadır. İman İman (Arapça: إيمان‎‎), etimolojik olarak güvenmek ve samimiyetle inanmak anlamlarına gelir. Kur'an'da sadece bir olan Allah'a ve kendisinin mesajına güvenmek anlamına gelmektedir. Genel anlamda bir dine ya da yaşam tarzına gönülden bağlanmak anlamı taşır. İslam dininde iman, Allah'a ve onun elçisi kabul edilen Muhammed'e kutsal kitap Kur'an'da anlatıldığı gibi güvenerek şüphesiz, aksini düşünmeden inanmak şeklinde anlaşılmaktadır. İslam, iman esaslarını Kur'an'dan alır. İmanın ilk şartı şöyledir: “Ben tanıklık ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine tanıklık ederim ki Muhammed onun kulu ve elçisidir.” Tanıklık (şehadet) etmek, bir olayı görmek demektir. Olayı görmeyene tanık (şahit) denilemez. İslam'a göre Allah görülmez ama çevrede yapılan gözlemlerle onu gözle görmüş gibi kavrar, ondan başka ilah olamayacağını anlaşılır. Burada “duyduğumuza göre” veyahut “söylendiğine göre Allah’tan başka ilah yoktur” denmez. “Ben şahitlik ediyorum” denir. Yani olayı “gözümle görmüş gibi kesin olarak biliyorum” denir. Bununla akla kabul ettirmeden iman etmiş olunamayacağını göstermektedir. İman çoğunlukla yalın inanç şeklinde ele alınırken bazı inanç mezhepleri ameli imanın bir parçası olarak ele alır. Bu durumda ibâdetlerin terki kişinin imansız olduğunun göstergesi olarak kabul edilir. Konuyla alakalı Kuran'da geçen iman şartları şunlardır: Bu elçi, Rabbinden kendine indirilene inanmıştır. Müminler de öyle. Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inanmıştır. 'Onun elçileri arasında bir ayırım yapmayız' derler. Şunu da söylerler: "İşittik ve boyun eğdik! Bağışla bizi ey Rabbimiz! Dönüş sanadır!" (Bakara 2/285) Her dinde olduğu gibi Musevilikte de İman esasları vardır bunlara İbranice’de emunot adı verilir. Museviliğin amentüsü (Credo) olan bu 13 Emunot şunlardır: Katolik Kilisesi'ne göre iman esasları aşağıdaki sözlerle dile getirilir: "İman ederim ki: Tek Tanrı'ya, her şeye gücü yeter Peder'e, gök ile yeryüzünü yaradana ve onun biricik oğlu, efendimiz İsa Mesih'e, Kutsal Ruh'tan beden alarak, bakire Meryem'den doğduğuna, Pontuslu Pilatus zamanında azap çektiğine, haça gerilerek ölüp gömüldüğüne, Araf'a (Limbos) indiğine, üçüncü gün ölülerden dirildiğine, göğe çıktığına, gücü her şeye yeten Peder Tanrı'nın sağında oturduğuna, oradan gelip dirilerle ölüleri yargılayacağına inanırım. Kutsal Ruh'un varlığına, Kutsal Evrensel Kiliseye, azizlerin birliğine, günahların bağışlanmasına, bedenin dirilmesine ve sonsuz hayata. Amin" Terâvih Terâvih namazı, Kutsal Ramazan ayında her gece kılınan bir nafile namazdır. Erkekler ve kadınlar için "sünnet-i müekkede" kabul edilir ve yirmi rekat cemaatle kılınır. Tek başına da kılınabilir. Cemaat ile kılınması daha makbuldür. Her iki rekatta ara verme veya her dört rekatta ara verilerek kılınır. Sekiz rekatta kılınabilir. Teravih namazının vakti, yatsı namazından sonra başlar, sabah namazı vakti girinceye kadar devam eder. Teravih namazı yatsıya tâbi bir sü
nnet olduğu için, vitir namazı teravihden sonra kılındığı gibi, önce de kılınabilir. Âdet olan, teravihi önce kılıp vitri sonra kılmaktır. Bu sebeple teravihin bir kısmında imama yetişen bir kimse, imam vitre kalkınca imamla beraber önce vitri kılıp sonra teravihten kılamadıklarını kazâ etmesi câizdir. Teravih namazı vakti içinde kılınmazsa, vakti dışında ne cemaatle, ne de tek başına (münferiden) kazâ edilmez. İki veya dört rekatte bir selam verilir. Her selamdan sonra biraz oturmak sünnettir. Bu esnada salevat-ı şerife, salat-ı ümmiye, ayet veya dualar okunur. Selefîler'de ise ikişer rekatta bir selâm vererek ara vermek suretiyle, toplamda "Sekiz rekât" olarak icra edilir. Fakat, Ramazan ayı boyunca hatmedilen Kur'an aceleye getirilmeden ağır ağır okunduğundan her bir rekatın süresi Türkiye'deki uygulamalar ile kıyaslanamayacak kadar uzundur. Teravih namazının gelenekler arasına İkinci Halife Ömer zamanında sonradan konulduğu, İslam'da böyle bir namazın bulunmadığı ve bunun beyhude bir ibâdet olduğu görüşü Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır ve Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk gibi bazı akademisyenler tarafından da ifade edilmektedir. Bletchley Park Bletchley Park, Milton Keynes - İngiltere'de Bletchley kasabasındadır. II. Dünya Savaşı boyunca, Birleşik Krallık şifre çözücüleri tarafından Nazi Almanyası'nın Enigma ve Lorenz şifrelerinin çözülmesi amacıyla üs olarak kullanılmıştır. Şifre çözüm operasyonları, "Ultra" kod adı ile savaş sonuna kadar sürmüştü. "Bletchley Park" aynı zamanda kod çözmek amacı ile kullanılan erken dönem bilgisayarlar için de bir doğum yeri olmuştur. Bugün kayıp olan ilk yapı da dikkate alınacak olursa Bletchley Park'ın geçmişi 1235 yılına kadar inmektedir. Daha sonra yenilenen yapı, 1883 yılında tamamlanmıştı ve birçok mimari ekolün karışımı olan Kitch bir stile sahipti. Bu gizli Üssün "Kriptoloji" veya Kripto Analizi tarihi açısından önemi, burada sonradan çok ünlenen birçok matematikçi ve bilim adamının çalışmasından kaynaklanmaktadır. Savaş sırasında birçok gizli projenin de geliştirildiği üste 10.000 kişiden fazla insan çalışmıştı. Üssün resimde görülen yapının haricinde çevresinde konuşlanmış çok sayıda baraka tarzında yapılmış binaları mevcuttu. Savaş sonrasında bina halka açılarak müze olarak kullanılmaya başlanmıştır. Hac (İslam) Hac (Arapça: ), Müslümanlarca kutsal olan Mekke çevresinde Kâbe ve diğer kutsal yerlerin ziyaret edilmesi ve ilgili dinî gerekliliklerin yerine getirildiği ibadettir. Hac; Kâbe'nin yanı sıra diğer bazı kutsal yerlerin birlikte ziyaret edilmesi, umre ise sadece Kâbe ziyareti olarak tanımlanır. Hac; Kur'ân'da Hac Sûresi'nin 28. âyetinde Müslümanların çeşitli yararlar için Kutsal Ev'i ziyareti olarak tarif edilir. Mikat; hacca başlarken ihram giyilen, bitişinde de çıkartılan, Harem hudutlarını belirleyen yerlere denir. Hacda Kâbe ziyaret edilir, tavaf yapılır, Arafat'da vakfe yapılır, Minâ'da şeytan taşlanır ve kurban kesilir. Hacca icra şekline göre farklı isimler verilmiştir. Temettü haccı, hac ve umrenin ayrı ayrı ihramla yapılmasıdır. Umre yapılmayan hacca ifrad haccı, umre ile haccın aynı ihramda yapılmasına ise kıran haccı denilmektedir. Hac islam öncesi toplumunda da icra edilen bir tapınma şekliydi. Araplar Haram aylar adını verdikleri ve nesi' uygulamasıyla yılın hep aynı mevsimine denk getirdikleri belirli aylarda (zilkade, zilhicce, muharrem) savaş yapmazlar ve bu ayları hac, panayır ve ticaret için kullanırlardı. Araplar bu hac sırasında Kabeyi ve kutsal yerleri ziyaret eder, ilahları telbiyelerle yüceltir, kurbanlar keserek kanlarını onlara sürerler, etlerini de diğer ziyaretçilere dağıtırlardı. Araplar Hacer'ül esved'e de büyük saygı duyarlar, Safa ve Merve tepelerinde bulunan putları da ziyaret ederlerdi. İslami anlatımlarda hac ve ritüeller İbrahim'e dayandırılır; "İbrahim, eşi Hacer ve henüz bir bebek olan oğlu İsmail ile Filistin'den Mekke'ye gider ve onları orada bırakır. Hacer, çölde azıksız ve susuz kalarak önce Safa tepesine sonra Merve tepesine çıkıp etrafı araştırır. Vadiye inince İsmail'i bulamaz, iki tepe arasında 7 kere koşar ve sonunda İsmail'i bulur. İsmail ayağı ile kumu deşelemiş ve zemzem adı verilen suyu çıkartmıştır. İbrahim seneler sonra Filistin'den onların yanına gelir. Rüyasında İsmail'i kurban etmesi istenir. Mina'ya İsmaili kurban etmeye giderken giderken şeytan ona musallat olur. Şeytanı taşla kovar. Sonra şeytan İbrahim'in karısı Hacer'e musallat olur. Hacer de şeytanı taşlar. İsmail'e yanaşır, o da taşla kovar. İbrahim tam İsmail'i kurban edecekken gökten bir koç indirilir ve İsmail kurtulur. İbrahim ile İsmail Kâbe'yi inşa ederler. İbrahim'in inşaat sırasında üzerine çıktığı taştaki ayak izine Makam-ı İbrahim denir. Kabe tamamlanınca köşesine Hacer-i Esved'i haccın başlangıç ve bitişini göstermek üzere yerleştirdiler. İbrahim'den sonra kabenin içine putlar yerleştirilir ve putperestlerin hac yeri olur. İlk İslam haccı Ebû Bekir'in hac emirliğinde hicretin 9., ikincisi ise bir yıl sonra Peygamberin ilk ve son haccı olan Veda Haccı ile gerçekleştirilmiştir. Osmanlılar zamanında peygamberin zamanında da uygulanmış olan hac yöneticiliği işini Osmanlılar yürütmüştür. Surre eminliği veya Surrei Hümayun adıyla bilinen bu kurum, İstanbuldan törenlerle gönderilir, Mekke ve Medine'ye gönderilen hediye ve yardımların denilen yardımları yerlerine ulaştırarak dağıtılmasını sağlardı. Hacca gidenler uğurlanır, dönüşte karşılanır ve tebrik edilirdi. Hacı evinde tehniye merasimi yapılırdı. Misafirlere hacdan getirilen zemzem suyu dağıtılırdı. Osmanlı İmparatorluğunun çökmesiyle surre tarihe karıştı. Osmanlı zamanında İstanbul-Mekke arası gidiş dönüş 8 ayı bulmaktaydı. 19. yüzyıl başlarına kadar hac ulaşımı at, katır ve deve sırtında yapılırdı. 1869'da Süveyş Kanalı'ndan gemiyle, 1908'de Hicaz hattından trenle gidilmeye başladı. Cem Sultan dışında Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının hiçbiri hacca gitmemiştir. Şeyhülislamlar padişahlara hac lazım değildir diye fetva vermişlerdi. Türkiye cumhurbaşkanlarından Cevdet Sunay ile Kenan Evren Umre yapmışlar, Turgut Özal ve Necmeddin Erbakan hac yapmışlardır. 1947'lere kadar Türkiye'den hacca resmen izin çıkmadı. 1948'de döviz yokluğu gerekçesiyle hac yasaklandı, ancak 1949'da hac izni ile 7.000 kişi hacca gitmiştir. 12 Mart döneminde de hacılar Mekke'ye gidememiştir. 1979'a kadar isteyen her kişi veya kurum hac seyahati düzenleyebilirdi, bu tarihten sonra hac işini DİB organize etmeye başlamıştır. DİB her yıl kur'a usulüyle hacı adayları belirlemektedir. Hacdaki kalabalık ve sıkışma sebebiyle 1990 yılında el-Muaysem tünelinde 1426 kişi ezilerek öldü. Hacı sayısının kapasiteleri zorlaması sebebiyle Suudi Arabistan 1988'de hacda kontenjan uygulaması başlatmıştır. Her ülkenin nüfusuna göre hacı kafilesi olmaktadır. Hac ibadetinin gerekliliği ile ilgili ayetler Kur'an'da Hac suresinin 27. ve 28. ayetlerindedir. Haccın ne şekilde yapılacağı ve Hac ile Umre arasındaki fark Bakara 203. ayetine ait yorumlardan elde edilir. Ayette geçen, "iki gün içerisinde dönüş" tümcesi Diyanet'e göre Mina'dan Mekke'ye dönüşü ifade eder. Hac ve Umre ibadetini engellenip de yapamayanlar için bir kurban gönderilmesi ifadesi kurbanın Kutsal Ev olan Kâbe'ye gönderilmesi olarak anlaşılmıştır. Ayette geçen "acele ederek" ifadesinden Hacda Mina'dan Mekke'ye dönüşün en az iki gün olarak gerçekleştirilmesi gerektiği, Bakara 203. ayetteki "sayılı günler" ifadesi ise "teşrik günleri" olarak anılan Zilhicce ayının, 9,10,11,12 ve 13. günleri olarak anlaşılmıştır. Kur'an da hac 'Yolculuğuna gücü yetenlerin' üzerine Allah'ın bir hakkı olarak haccetmeleri gerektiği ifade edilir. Fakat İslam dini bilginleri yorumlarında, kişinin hac ile dinen yükümlü olmasını bazı şartların sağlanmış olmasına bağlarlar, bunlar güvenlik ve ulaşım dışında kişinin; Şeriat hukukunda namaz, oruç, zekat gibi farz kabul edilen dini hükümleri yapmayanlar veya terkedenler için belirli cezalar öngörülür iken hac yapmayanlar için benzer yaptırımlardan söz edilmez. Prof.Bayraktar Bayraklı hac ibadetinde Kur'anda da bahsedilmeyen şeytan taşlamaya yer olmadığını, bunun bir hurafe olduğunu ifade etmiştir. Alevi anlayışı diğer ibadetlerde olduğu gibi hac ile ilgili ritüellere de biçimsel olarak karşı çıkmakta, Tanrıya yönelimin gönülden yapılması gerektiği, şekil ve yer ile ilgili olmadığı öğretisini savunmaktadır. Alevilere göre Muhammed tavaf, Hacer-ül Esved'e saygı gibi pagan dönem davranışlarını Arapların gönlünü kazanmak için, geçici ve taktik davranışlar olarak yapmıştır ve aslında hiç önemsememiş ve bunlara saygı duymamıştır. Aleviler bu ritüellerin sünni-ortodoks islam tarafından içselleştirilerek süreğen hale getirilmesini de yanlış bulurlar. Kur'anda haccın zamanı ile ilgili iki deyim bulunur. Tevbe suresi 36. ayetindeki Haram aylar ve bakara 197. ayetteki hac ayları ifadesi. Bu ifadeler haccı tek bir ay ile sınırlandırmadığı halde günümüzdeki uygulamaya göre hac Zilhicce ayında ihrama girerek arefe günü Arafat Dağı'nda vakfe yapmak, sonra da Kâbe'yi tavaf etmek şeklinde anlaşılmakta ve uygulanmaktadır. Mekke'ye inen hacı adayları evlere yerleşir ve Umre yaparlar. Kabe ziyareti ve tavaf yapılır, zemzem içilir, Safa ile Merve arasında 7 kere gidip dönülür (Say). Saydan sonra saçlar kesilerek ihramdan çıkılır ve umre bitmiş olur. Hac için tekrar ihrama girinceye kadar hac yasakları kalkmıştır. Hacc; Zilhicce'nin 9'unda, arefe günü tekrar ihrama girilir. Güneşle birlikte Arafat Dağı'nda vakfeye gidilir. Bütün gün telbiye (Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke la şerikeleke lebbeyk, innel hamde ven nimete leke vel mülk, la şerike lek) tesbih ve ibadetle geçirilip, güneş battıktan sonra yaya olarak 3 saatlik mesafede olan Müzdelife'ye geçilir, ve orada gecelenir. Kurban Bayramının ilk günü olan ertesi gün güneş doğmadan Mina'ya hareket edilir. Burada şeytan taşlanır, kurban kesilir. Üç gün Mina'da kalınır veya ilk gün sonunda Mekke'ye dönülerek ziyaret tavafı (Kabe'yi 7 kere dönmek) ve say yapılarak hac tamamlanmış olur. Hac bit
tikten sonra isteyen istediği kadar tavaf ve umre yapabilir. İsteyen hacılar bayramın kalan günlerinde yine Cemerat (cemreler, şeytan)'a giderek şeytan taşlar ve taşlama 70 taşa bağlanır. Medine'yi ziyaret etmeyenler Medine'yi ziyaret ederler. Son bir tavaftan sonra herkes memleketine döner. Evliya Çelebi'nin "Seyahatname"si, Şair Nabi'nin "Tuhfetülharemeyn"i, Bedii Şehsuvaroğlu'nun "Hac Yolu", Emel Esin'in "Lebbeyk Hac Hatıraları", Necip Fazıl Kısakürek'in "Hacdan Çizgiler, Renkler ve sesler"i, Cenab Şahabeddin'in "Hac Yolunda"'sı, Malcolm X'in hac yolculuğu notları en meşhur hac edebiyatıdır. Malcolm X'in hayatında hac önemli bir dönüşümdür. Şöyle yazar: "Hiç böyle bir şeye şahit olmamıştım. Böyle sıcak kucaklaşmalara, bu kutsal yerde yaşanan, ırkları ve renkleri ne olursa olsun gerçek kardeşlik gösterilerine... Geçen bir hafta içinde etrafımdaki her renkten insanın sergilediği bu cana yakınlık karşısında söyleyecek söz bulamıyorum... Sizler, belki de bu sözcüklerin benden gelmesine şaşıracaksınız. Fakat bu kutsal ziyarette gördüğüm, tecrübe ettiğim şeyler beni sahip olduğum tüm eski düşüncelerimi yeniden gözden geçirmeye ve takındığım birçok tavrı bir kenara atmaya zorluyor... Amerika, İslam'ı anlamak zorunda. Çünkü toplumdan ırk problemini silen tek din o...Kahire'den Cidde'ye, kutsal şehir Mekke'ye kadar gözleri mavinin mavisi, saçları sarının sarısı, derisi beyazın beyazı olan insanlarla aynı tabaktan yemek yedim, sözlerinde Nijerya'nın, Sudan'ın, Gana'nın Afrikalı müslümanların sözlerindeki kardeşliği, içtenliği hissettim." ("Malcolm X" ve "Malcolm X Konuşuyor'dan naklen.) Mehmet Babayiğit, "Sosyo-Kültürel Yönleriyle Türkiye'de Hac Olayı", Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1998. https://www.hacveumre.org/ Cuma namazı Cuma namazı (Arapça: صلاة الجمعة "Salat-ül Cum'ati"), İslam dininde cuma günü öğle vakti cemaatle kılınması farz olan iki rekatlık bir namazdır. Cuma ibadetinin İslam'dan önce de Araplarda bulunduğu hususunda bazı araştırmalar yapılmıştır. Genel inanca göre Cuma Suresi'nin inmesi ile hicret sırasında Müslümanlara farz kılınmış olan bir ibadettir. Muhammed, Medine'ye yakın bir yer olan Salim bin Avf yurdundaki Ranuna denilen vadi içerisinde Beni Salim Mescidi'nde ilk cuma hutbesini okumuş ve ilk cuma namazını kıldırmıştır. Cuma, Müslümanlarca önemli bir toplanma günüdür. Bu günde Müslümanlar camilerde toplanırlar, okunan hutbeleri dinlerler ve birlikte cuma namazını kılarlar. Sonra da birbirlerini görürler veya günlük işlerine yönelirler. Bir hadiste: "Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün, cuma günüdür. Âdem o gün Cennet'e konulmuş, o gün Cennetten çıkarılmıştır. Kıyamet de o gün kopacaktır." denmiştir. Cuma şartlarını kendilerinde toplayan toplumlar için namaz mükellefiyeti olan erkeklere iki rekat cuma namazı "Farz-ı ayn"dır. Cuma namazının vakti öğle namazının vaktidir. Geleneksel uygulamada cuma için ezan okunduğunda camilere gidilerek öğle namazında olduğu gibi, dört rekat namaz kılınır. Daha sonra cami içinde bir ezan daha okunur. Minberde cemaata karşı bir hutbe okunur. Bu hutbeden sonra kamet alınarak cumanın iki rekat farzı cemaatle aşikare okuyuşla kılınır. Sonra yine başlangıçta olduğu gibi dört rekat namaz kılınır. Bu da cuma namazının son sünnetidir. Bazı düşüncelere göre "Zuhrü ahir" denilen dört rekat namaz kılınır. Bunun sebebi bazı kesimlerce cuma namazının farklı camilerde kılınamamasıdır. Bu son öğle namazıdır, öğlenin dört rek'at farzı gibi kılınmakla beraber öğlenin sünnetinde olduğu gibi de kılınabilir. Böyle kılınması daha uygun görülmüştür. Arkasından da "Vaktin sünneti" niyeti ile aynen sabah namazının sünneti gibi iki rekat namaz daha kılınır. Cuma ibadetinin başlangıçta 2 rek'at olarak kılındığı, geleneksel uygulamadaki toplam olarak 16 rek'ata ulaşan ibadetin, Cuma suresinde konu edilen ana ibadete sonradan yapılan eklemelerle ulaşıldığı düşünülebilir. Fıkıhçılar tarafından cuma namazının farz olması veya bir kişinin bu namaza katılmasının gerekli olmasının bazı şartları olduğu ifade edilir. Cuma namazının diğer namazlardan başka olarak kendisine özgü on iki şartı daha vardır. Bunların altısı vücubunun (farz olmasının), diğer altısı da edasının şartlarıdır. Türkiye ve birçok ülkede cuma namazının farz olmadığı konusunda görüşler bulunmaktadır. Bu tartışmalar fıkıhçılar tarafından ortaya konmuş olan cumanın şartlarının yerine gelip gelmemesi ile ilgilidir. Ayrıca bazı kesimler şeriat hükümlerinin uygulanmadığı ülkeleri dar'ül harb saydıkları için cuma namazı kılınmasının dar'ül harpte farz olmadığına inanırlar. Bazı rivayetlere göre cuma ve bayramın aynı güne denk geldiği zamanlarda bu iki namazın ayrı ayrı cemaatle kılınması gerekli değildir. Dünya Mirasları listesi Dünya Mirası, UNESCO tarafından listelenen, özel kültürel veya fiziksel öneme sahip yerlerden her birine verilen ad. Dünya Mirasları listesi için bakınız: Aşağıda dünya miraslarının bir listesi bulunur. Listedeki her mirasın yanında kabul yılı yazar. Bir varlığın yanındaki (T) işareti ise o mirasın tehlikede olduğunu gösterir. Philip K. Dick Philip Kindred Dick (d. 16 Aralık 1928 - ö. 2 Mart 1982), ABD'li bilim kurgu roman ve kısa hikâye yazarı. Bazı kitaplarını "Richard Phillips" ya da "Jack Dowland" mahlaslarıyla yazmıştır. Hayranları tarafından kısaca PKD olarak adlandırılır. Hayatının büyük bölümünü Kaliforniya'da geçirdi. Bir plakçı dükkânı işletmesi ve radyoda klasik müzik programları yapması dışında, başlıca uğraşı yazarlık oldu. Kırka yakın bilim-kurgu romanı dışında ana akım romanları da yazdı, ancak pek başarılı olamadı. Ölümünden sonra beş cilt halinde toplanan yüz civarında öyküsü vardır. Ölümünden önce fazla tanınmayan bir yazar olan Dick'in roman ve kısa hikâyelerini bir kısmı ölümünden sonra senaryolaştırılıp film olarak büyük beğeni kazanmıştır. Bunların arasında en ünlüleri, yönetmen Ridley Scott tarafından "Blade Runner" adıyla 1982 yılında çekilen "Do Androids Dream of Electric Sheep?" ve 1965 yılında yazdığı "We Can Remember It For You Wholesale" öyküsünden yola çıkılarak yönetmen Paul Verhoeven tarafından çekilen 1990 yapımı "Total Recall" filmleridir. Her iki film yapılmış en iyi bilim-kurgu filmleri arasında yer almaktadır. PKD'nin 1956 yılında yazdığı "The Minority Report" adlı öyküsü yönetmen Steven Spielberg tarafından 2002'de filme alınmıştır. Dick'in yazdığı bilim kurgu romanlarını türünün diğer örneklerinden ayıran en önemli özellik, gelecekte gerçekten olması muhtemel olaylarla birlikte toplumsal değişimleri genellikle "çalışan sınıf" çerçevesinde ele almasıdır. Dick toplumsal konuların yanı sıra siyasi ve metafizik konuları da ele almış, romanlarında tekelci şirketler ve otoriter hükümetler bolca yer bulmuştur. Özellikle erken dönem romanları, "gerçeklik" kavramının sorgulanması üzerine kuruludur. Önemli romanları arasında: "Martian Time-Slip" (1964, Mars'ta Zaman Kayması), "The Penultimate Truth" (1964, Sondan Bir Önceki Hakikat), "The Three Stigmata of Palmer Eldritch" (1965, Palmer Eldritch'in Üç Bilmecesi) ve "Ubik" (1969) sayılabilir. The Man in the High Castle (1963, Hugo Ödülü sahibi) ("Yüksek Şatodaki Adam") romanı birçok eleştirmen tarafından Dick'in başyapıtı olarak gösterilmiştir. Dick, adı geçen romanlarıyla Amerikan Ulusal Kütüphanesi'nde yer almaya hak kazanan ilk ve tek bilim kurgu yazarı olmuştur. Müzikalite Türk dilinde kulanılmakta olan müzikalite sözcüğü Türkçeye Fransızca'dan girmiştir. Fransızcası olan bu sözcük anlamı olarak Türk Dil Kurumuna göre ahenk ve uyumlu olma anlamlarını taşır. Türk Dil kurumunun Fransızca çevirisini yaptığı bu sözcük günümüzde bu anlamların yanı sıra müzikte evrensellik anlamını da taşımaktadır. İngilizcede ise sözcüğü dilimizde ki müzikalite sözcüğü ile tam bir anlam bütünlüğü oluşturmaz ve bu sözcük bir anlamda Türkçede kullandığımız Müzikal(Danslı gösteri) anlamında kullanılır.Müzikalite Müzik ve Kalite sözcüklerinin birleşmesini sonucunda oluşmamıştır. Dilimize yeni giren bir sözcük değildir. Genellikle müzik ve kalite sözcüklerinin birleşmesi olduğu ön yargısı ile kullanılır. Itsukuşima Tapınağı Itsukuşima Tapınağı (Japonca: 厳島神社): Japonya’da, Hiroşima prefektörlüğündeki Miyajima adasında yer alan 6. yüzyıldan kalma tapınak. Gelgite bağlı olarak, suyun üstünde yüzüyormuş gibi görünür. Tapınağın kapısının Adadaki Misen Dağı'ndan görünümü Japonya'daki en güzel üç manzaradan birisi olarak kabul edilir. 1996'dan bu yana Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yer alır. Tapınağın bulunduğu ada kutsal sayıldığı için eski devirlerde burada yerleşime izin verilmiyordu, günümüzde de adada ziraat yapılmaz ve ölüler adaya gömülmez. Tapınağın inşa edilmesi ile ona hizmet edecek insanlar adaya yerleşmiş; sivil savaş yıllarında tapınakla bağlatısı olmayan aileler de adada yaşamaya başlamış ve tapınağın ziyaretçilerinin artması ile ada turistik bir yer haline gelmiştir. Bu kutsal adada inşa edilen tapınak, 56 ayrı yapıdan oluşur. 6. yüzyılda yapıldığı bilinen tapınağın varlığından bahseden ilk tarihi belge 811'de yazılmıştır. 12. yüzyılda siyasi güç elde eden savaşçı bir aile buradaki tapınak binalarını 1168 yılı civarında yenilemiş ve yenilerini ilave etmiştir. 13. yüzyıl ve 14. yüzyılda hasar gören binalar, 1572'de orijinaline sadık kalarak yenilenmiştir. Ana tapınak, 1572 yılında inşa edilmiştir. Tapınaklar köprülerle birbirine bağlanmıştır. Yapıların hepsi kırmızı renktedir, farklı tonlar; farklı dönemlerde yapılmalarından kaynaklanır. Tapınağın 16m yüksekliğindeki dört ayaklı ünlü kapısı 1875 yılında yapılmıştır. Kapı, gelgit ile sular yükseldiğinde suyun üstünde yüzüyormuş gibi görünür; sular alçaldığında ise çamurla kaplıdır ve yürüyerek ulaşılabilir. Filoloji Filoloji; dillerin yapısını, tarihsel gelişimini ve birbirleri ile ilişkilerini inceleyen bilim dalı. Eski Yunancada philos (sevgi) ve "lo
gos" (kelime) sözcüklerinin birleşmesi sonucunda ortaya çıkmıştır ve birebir çevirisi "kelime sevgisi"dir. "Betikbilim" olarak da adlandırılmaktadır. Filoloji; yazılı belgelerin geçerliğini, gerçek olup olmadıklarını araştıran tarihsel bir bilimdir. Filoloji çalışmalarında, üretildikleri dönemlere ait eski metinler yeniden oluşturulmaya çalışılır. Üretildikleri dönemlerin etkileri, kaynakları araştırılır, özgün metinler çözülmeye ve yeniden oluşturulmaya, bu arada taklitleri saptanmaya ve değerleri ölçülmeye çalışılır. TDK güncel sözlüğünde karşılığı dili ve yazılı belgeleri dil ve tarih açısından inceleme olarak verilmiştir. Tarihî anıtlarda, alfabelerde kullanılan dilleri çözümlemede de kullanılır. Daha çok o dilin edebiyat ve kültürle olan ilişkisi üzerinedir. Dünyada var olmuş ve var olan dilleri inceler, diller arasındaki akrabalık bağlarını, sözcük alışverişlerini araştırır. Hâl değişimi Maddeler ısı etkisi ile hal değiştirebilirler. Su yeterince soğuduğunda donar, buz halini alır. Buz suyun katı halidir. Çeşmeden akan su, dereler, göller ve denizler suyun sıvı haline örnektir. Kaynamakta olan çaydanlıktan çıkan su buhar ise suyun gaz halidir. Dondurma ve çikolata sıcağın etkisi ile erimeye başlar.Ayrıca bazı gazlarda bulunduğu kabin şeklini alabilir Katı maddenin ısı alarak sıvı hale gelmesine erime denir. Sıvı bir maddenin ısı kaybederek katı hale gelmesine donma denir. Erime ve donma birbirinin tersidir. Katı haldeki çikolatayı ısı etkisi ile eritip kalıplara döktüğümüzde çikolata ısı kaybeder, donar ve tekrar katı hale gelir. Sıvı bir maddenin ısı etkisiyle gaz haline gelmesine buharlaşma denir. Çaydanlıkta kaynayan sudan çıkan buhar suyun gaz haline iyi bir örnektir. Gaz halindeki bir maddenin ısı kaybederek tekrar sıvı hale gelmesine ise yoğuşma denir. Çaydanlıktan çıkan su buharına soğuk tencere kapağını tuttuğumuzda su buharı tencere buharında ısı kaybeder ve su damlacıkları oluşur. Yeryüzündeki sular yerle gök arasında durmadan devam eden bir döngü içindedir. Bunun nedeni suyun halden hale geçmesidir. Güneşin etkisiyle buharlaşan sular gök yüzünde bulutları oluşturur. Bulutlar çok küçük su damlacıklarından oluşur. Soğuk bir hava tabakasına rastlayınca ısı kaybettikleri için bulutlardan yoğuşma çoğalır. Yoğuşmayla ağırlaşan su damlacıkları yer yüzüne doğru düşmeye başlar. Buna yağmur denir. Bazen soğuk hava tabakası buluttaki su damlacıklarını doldurur. Bu durum kar yağmasına neden olur. Dolu ise yağmur damlalarının daha soğuk bir hava tabakasına rastlayarak donması sonucu oluşur. Yeryüzüne yağışlarla tekrar dönen su yine Güneşin etkisiyle buharlaşarak gökyüzüne yükselir. Böylece yeryüzündeki su, dengesi sürekli olarak korunmuş olur. Maddeler hal değişimi sırasında çevreden ısı alır ya da çevreye ısı verirler. Çevreden ısı alarak katı halden sıvı hale geçmeye erime, sıvı halden gaz hale geçmeye ise buharlaşma adı verilir. Çevreye ısı vererek gaz halden sıvı hale geçmeye yoğuşma, sıvı halden katı hale geçmeye ise donma adı verilir. Gaz  haldeki  su  buharının  ani  sıcaklık  değişiminin  etkisiyle  çevresine  ısı  verip  sıvı hale geçmeden direkt katı hale geçmesine kırağılaşma, katı haldeki maddenin ise çevreden ısı alıp sıvı hale geçmeden direkt gaz hale geçmesine de süblimleşme denir. Buharlaşma her sıcaklıkta ve sıvının sadece yüzeyinde gerçekleşen bir hal değişimi olayıdır. Buharlaşma hızı sıcaklığa bağlı olduğundan sıcaklık arttıkça buharlaşma hızı da artar. Buharlaşmanın en yoğun ve hızlı gerçekleştiği anda ise kaynama başlar. Kaynama sadece belirli sıcaklıklarda, sıvının iç basıncı, dış basınca eşitlendiğinde başlar ve sıvının her tarafında gözlemlenir. Kaynama süresince de sıvının sıcaklığı değişmez Hal değişimi, bir maddenin sıcaklığı değişmeden moleküller arası potansiyel enerjisinin ısı alarak ya da vererek değişmesi sonucu meydana gelir. Saf maddelerin hal değişimi sırasında, sıcaklığı değişmez. Madde ,genel olarak 4 fazda bulunur: Bunun dışında, madde farklı hallerde de bulunabilir. Bu farklı halleriyle birlikte madde evrende (alt dallanmalarıyla birlikte) 20 farklı halde bulunabilir. Ancak maddenin bu halleri dünyada ,doğal olarak bulunamaz. Deney ortamında denenebilir veya uzaydaki varlığı saptanabilir. Maddenin bu dört genel hali arasındaki geçişler yandaki imgede görülebilir. Cinsiyet Cinsiyet, erillik ve dişilik arasında farklılık gösteren özellikler aralığı. Bağlama göre, bu özellikler biyolojik cinsi (yani er, dişi veya erdişi olma durumunu), cinse dayalı sosyal yapıları (cinsiyet rolleri ve diğer sosyal roller de) veya cinsiyet kimliğini kapsayabilir. Seksolog John Money, 1955'te biyolojik cins ile rol olarak cinsiyet arasındaki terminolojik ayrımı belirtti. Onun çalışmasından önce, gramatik kategoriler dışında bir şeyi belirtmek için "cinsiyet" sözcüğünün kullanımı yaygın değildi. Ancak feminist teori biyolojik cins ile cinsiyetin sosyal yapısı arasındaki ayrım konseptini kucakladığında 1970'lere kadar Money'e ait bu sözcük anlamı yaygın hale gelmedi. Bugün, bu ayrım kesinlikle bazı bağlamlarda özellikle sosyal bilimler ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından yazılan belgelerde takip edilmektedir. Toplumsal cinsiyet kavramı, biyolojik cinsiyetten farklı olarak, bir kişinin, “sosyal” veya “psikolojik” cinsiyetini tanımlar. Söz konusu kavram İngilizceden, özellikle toplumsal/sosyal cinsiyet (gender) ile biyolojik cinsiyet (sex) arasındaki ayrımı gözetebilmek için alınmıştır. Türkçede “cinsiyet” her iki anlamda da kullanılabilmektedir; toplum ve sosyal bilimlerde bu kavram (gender) özellik bir teknik terim olarak işlevsellik kazanmaktadır. Biyolojik anlamda, iki cinsiyet vardır: Kadın ve erkek. Üreme sistemleri, bu cinsiyetleri ayıran özelliktir. Bireyler, mutlaka doğuştan, bu iki cinsiyetten birine ait olur. Yalnız, kadın ve erkeği tanımlamada kullanılan bu biyolojik özelliğin yanı sıra, bireylerin bir de toplum içerisinde ele alınan cinsiyet özellikleri vardır. Buna da toplumsal cinsiyet denir. Bu cinsiyette, bireyin sosyal açıdan cinsiyet özelliği ele alınır. Ayrıca, bir kültürdeki cinsiyet için belirleyici olan her şeyi (örneğin; kıyafet, meslek v.b.) içine alır. Bedensel özelliklere gönderme yapmaz. Kısaca, kadın ve erkeğe verilen roller ve onların toplumdaki sorumluluklarıdır. Toplumsal cinsiyet rejimleri bu iki cinsiyetin, toplumsal hayata ne oranda katılacağı, nerede duracağı ve nasıl temsil edileceğini belirler. Biyolojik cinsiyet anne karnında oluşur; toplumsal cinsiyet ise doğduktan sonra. Toplum içinde "kızlar şöyle olur, erkekler böyle olur" gibi aşılamalar toplumsal cinsiyeti öğretir. Kızlarla erkeklerin farklı uzunluklarda saç uzatmaları, pantolon ve eteklik giyme, kulağa küpe takma ya da takmama, saçı tokalama ya da tokalamama gibi farklılaşmalar toplumsal cinsiyet ile uyumlu duruma gelme davranışları olarak değerlendirilebilir. Bütün bu olgularda biyolojik cinsiyet değişmez, ancak toplumsal cinsiyet ortaya çıkar. Toplumsal Cinsiyet kavramı, bu anlamda, 1955 yılında Amerikalı araştırmacı John Money tarafından, biyolojik cinsiyetleri belli olmayan, fakat belli bir cinsel kimliğe sahip olan “interseksüel’’ insanların duygu ve davranışlarını tarif etmek için ortaya atılmıştır. Interseksüellik, başlangıçta biyolojik rol ve biyolojik kimlik olarak tanımlanıyordu, fakat bu tip insanların aslında biyolojik cinsiyetleri belli değildi. "“Cinsiyet rolü kavramı, bir kişinin, kendi cinsiyet kimliğini kanıtlamak için söylediği ve yaptığı her şeyi ifade etmek için kullanılır.’’ -Money, 1955" Toplumsal Cinsiyet ve cinsiyet kimliği kavramlarını, 1963 yılında Robert Stoller ve Ralph Greenson şu şekilde tanımlamıştır: Çoğu insanda, bedensel, sosyal ve cinsiyet kimliği bir uyum içindedir. Bu kişiler, belli bir cinsiyetin özelliklerine sahiptirler ve kültürlerinin de etkisiyle bu cinsiyete uygun davranır, kendini o cinsiyete ait gibi hissederler. Bu kişilere “transcinsel’’ denir. Biyolojik ve toplumsal cinsiyet kavramı ayrımı, ilerleyen yıllarda, hem feminizm edebiyatı içinde, hem de cinsiyetini değiştirmek isteyen insanlarca ele alınmıştır. Böylelikle 1970'li yıllarda, Virginia Price “transcinsel’’ kavramını ortaya atmıştır: Transcinsel, biyolojik cinsiyetini değiştirmeye yanaşmayan transeksüellerin aksine, cinsiyet kimliğini, biyolojik cinsiyetine uymadığından dolayı değiştirmek isteyen insanları anlatır. Aslında transcinsel kavramının kullanımı değişmiş, günümüzde cinsiyet rolünü ya da cinsiyet kimliğini, toplumun ona verdiği role uymadığı gerekçesiyle, değiştirmek isteyen kişileri tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır. Gonozomal kromozomal yapıda Y kromozomunun bulunup bulunmamasına göre adlandırılan cinsiyettir. Bunu da döllenme sırasında babadan gelen sperm hücresinin kromozomal yapısı (X kromozomu mu Y kromozomu mu içerdiği) belirler. Kalıtımsal cinsiyeti belirleyen erkekten gelen gonozomal kromozomun (X, Y) türüdür. Döllenme sonrası Y kromozomundaki "testis belirleyici faktör=TBF (testis determinating factor=TDF) geni "Testis Belirleyici Faktör" adlı ürünü sentezlemekte ve bu ürün farklılaşmamış (andiferansiye) gonadal yapıyı testis yönünde farklılaştırmaktadır. (Farklılaşım=Diferansiyasyon) Bu faktörün bulunmaması durumunda farklılaşmamış cinsiyet bezi (over=yumurtalık=dişilik bezi ve testise=erkeklik bezi birden verilen ortak ad) over yönünde farklılaşacaktır. Testisler başlıca androjen hormonu (testosteron) üretirler. Yumurtalıklar başlıca östrojen hormonu üretirler. Anti-Müllerian hormon duktal yapılardan Müller kanallarının gelişimini engelleyen testislerin sertoli hücresinden sentezlenen hormonal yapıdır. Varlığında Müller kanallarında gelişim gözlenmez, Wolf kanalları testesteronun da etkisiyle duktal yapılar iç üreme organları erkek yönünde gelişim gösterirler. Yokluğunda ise duktal yapılardan Müller kanallarından Fallop tüpleri (Döllenme tüpleri, rahim tüpleri) (Tuba Uterina), rahim (uterus), ve vajenin (dölyolu) 2/3 üst kısmı oluşur. Duktal yapılardan over dışı kadın iç üreme organlarının ve testis-penis dışı erkek üreme o
rganlarının farklılaşması testislerden sentezlenen Müleryen inhibe edici faktör varlığına/yokluğuna bağlıdır. Dış üreme organları 'ürogenital sinüs' adı verilen yapıdan köken alırlar. Bu yapı yüksek derecede androjenik hormonlara maruz kaldığında erkek tipi dış üreme organlarına farklılaşır. Bu yapı düşük derecede androjenik hormonlara maruz kaldığında ise dişi tipi dış üreme organlarına farklılaşır. Dış üreme organlarının farklılaşması değişik derecelerde androjenik hormonlara maruz kalmalarına bağlı bir olaydır. Kişinin kendisini ya da yaşadığı toplumun dişi mi erkek mi olarak gördüğüdür. Bu da insanın ruhsal gelişim evrelerinde belirlenir. Cinsiyet rolü, bir kültürde belli bir cinsiyet için kabul edilen ve geçerli sayılan davranış biçimleridir. Diğer bir deyişle, bir bireyin kendi cinsiyet kimliğiyle bağdaşan ve bu kimliğini ifade etmeye yarayan davranış biçimleridir. Günümüzde, kişiye verilen toplumsal (kültürel) cinsiyet rolüyle, biyolojik rolün farkını anlamak için, biyolojik cinsiyet (seks cinsiyet) ve toplumsal cinsiyet () kavramı sosyolojik ve psikolojik alanlarda farklı iki kavram olarak ele alınmıştır. Toplumsal Cinsiyet, toplumsallaşma süreci ve bireyin yaşadığı toplum içerisinde edindiği cinsiyettir. Bu kavram ilk defa 1972 yılında kullanılmıştır. Doğuştan edinilen biyolojik cinsiyetin tam tersi özellikler gösterir. Kadın ve erkeğin, toplumda üstlendikleri rollerin çoğu zaman kültür tarafından belirlendiğini anlatır ve bu nedenle de değişebilir olduğunu söyler. Toplumsal cinsiyet rolleri, toplumların sosyal, ekonomik ve kültürel yapısından etkilendiği için, buna uygun mekanizmalar da üretir. Bu mekanizmalar da toplumun koşullarına göre zamanla değişiklik gösterir. Cinsiyet rollerin kültürel boyutu çok geniş yelpaze içinde biçimlenir. Bu genişlik içinde belli başlı ana yönelimler belirginleşse de, kültürel görev dağılım olanaklarının hemen hemen tümü bir yerde ve belli bir zamanda uygulama alanı bulmuştur. Bugüne kadar, her kültürde, bir cinsiyet rolü var olmuştur. Bu rollerin her biri tarihsel olarak ortaya çıkmış ve sürekli değişime uğramışlardır. Sadece, üreme konusunda kadın ve erkeğin biyolojik rolleri, 20. yüzyılın ortasına kadar sorgulanmamıştır, fakat tıbbın olanak sunmasıyla birlikte, bu biyolojik roller kısmen değişmiş ve bu konuda tartışmalar yürütülmüştür. Yalnız bu tartışmalar, toplumun sadece küçük bir kesimiyle sınırlı kalmıştır. Toplumsal cinsiyet rollerinin en bilindik şekli, geçmiş yüzyıllarda, Batı’da giderek sorgulanan ve değişen heteronormatif ve ataerkil rollerdir. Geleneksel roller, “erkek” ve “kadın” olarak birbirinden kati bir şekilde ayrılan ve her iki cinsiyete de doğuştan verilen cinsiyet rollerinin var olduğu iddiasındadır. Bu roller: "Erkek": "Kadın" 19. yüzyılda ortaya çıkan kadın hareketleri, sanayi devrimi gibi politik değişiklikler ve özellikle de I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşı, kadının toplumdaki konumunun değişmesini sağlamıştır. Böylelikle, cinsiyet rolü bağlamında da çok önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Kadının rolü, erkeklere oranla, daha çok liberalleşmiştir. Bu liberalleşme, kadınlara verilen olanakların, erkeklere göre daha fazla olmasına yol açmıştır. Cinsiyet rolleri, geleneksel rol dağılımı görüşüne karşı çıkan ruh ve doğa bilimlerinin çalışmalarına ve araştırma sonuçlarına da konu olmuştur ve çalışmaların sonucunda, gerçekten birbirinden kati bir şekilde ayrılmış cinsiyetlerin var olduğuna dair şüpheler doğmuştur. Burada da transcinsel hareketler ve interseksüelliğin farkına varılmıştır. Cinsiyet kimliği psikolojide, bir bireyin kendini ait hissettiği cinsiyet olarak tanımlanır ve bu kimlik, çoğunlukla bireyin bedensel özellikleri ile ilgilidir. Yani bu kavram, bireyin kendisini sadece dişi ya da erkek olarak algılaması ile sınırlıdır. Cinsel kimlik, cinsiyet kimliğinden daha geniş kapsamlı bir kavramdır. Bireyin cinsel eğilimlerini, dış görünüşünü ve bunların toplum içindeki yansımasını da içerir. Bir kişinin cinsiyetini anlamak dışarıdan kolaydır, fakat cinsel kimliğini anlamak oldukça zor ve karmaşıktır. Bu, kişinin hissettiği içsel duygularla ilgilidir. Doğduğu cinsiyetten memnun olmayan kişiler, “transcinsel’’ olarak adlandırılır. Diğer bir deyişle, bu kişide cinsiyet kimliği rahatsızlığı vardır. Bu rahatsızlık, bireyin sahip olduğu cinsiyetinden memnun olmaması, cinsiyeti hakkında olumsuz görüşlere sahip olması ve biyolojik cinsiyetiyle toplumsal cinsiyetinin uyuşmadığı düşüncesinden ortaya çıkar. Biyolojik cinsiyetinden rahatsız olan birey, toplumda kendi cinsiyetiyle ilgili huzursuzluk yaşar ve yanlış beden içinde yaşıyor olduğuna inanır. Cinsel kimlik bozukluğu küçük yaşlardan itibaren şu şekilde kendisini gösterir: Kişi her şeye rağmen cinsiyetine alışamamışsa ve bu cinsiyetini kabullenememişse, bu durumda uygulanacak işlem, cinsiyet değiştirme ameliyatıdır. Bu ameliyatla, vücut istenilen cinsiyet kimliğine benzetilir. Bu kişilere de “transeksüel” denir. Toplumsal Cinsiyet, sosyal ve kültürel koşullara bağlı cinsiyettir ve bu sebepten ötürü de sosyokültürel bir oluşumdur. Özellikle toplumsal cinsiyet araştırmaları, biyolojik ve sosyal cinsiyet arasında nedenselliğe dayanan bir bağ olduğunu ve onların devamlılık çabalarını reddeder. Toplumsal cinsiyet, bir cinsiyet yapısından daha fazlasıdır. Burada insanların “tipik erkek’’ veya “tipik kadın’’ özelliklerinden hangisinde yer aldığı ve bu rollerin değerleri önceliklidir. Her şeyden önce, kadın ve erkeğin kendi başlarına toplumdaki rollerinin nasıl olduğunu ve bunları nasıl değerlendirdiklerinden bahseder. Bu bakımdan, örnek olarak, bir yandan biyolojik cinsiyetine doğası gereği önem verip, diğer yandan da belli bir toplumsal kesime ait olup, kendi toplumsal değerini oluşturmuş kadınlar ele alınabilir. Bu tür toplumsal cinsiyetlerin, sosyal anlamları, çeşitli biçimlerde açıklanabilir. Bir toplumdaki cinsiyet ve bu cinsiyetin değeri, orada baskın olan güç değerlerine bağlıdır. Böylelikle, anaerkil bir toplumdaki cinsiyet problemi, ataerkil toplumdakinden az çok farklıdır diyebiliriz çünkü “erkeklik’’ ve “kadınlık’’ kavramları her kültürde farklı değerlendirilir. Bu değerlendirmeler üzerine, kendi kendine gelişen, toplumsal hak ve çıkar anlayışları belirlenir. Her birey, sosyalleşme koşullarının etkisiyle, bu rollerin ve anlayış farklılığının normal olduğunu hisseder. Biyolojik ve toplumsal cinsiyet kavramlarının ayrımı, yıllardan beri var olan bir konudur. her şeyden önce, bu ayrım, 1960'lı yıllarda sosyo bilimsel-feminizm tartışmalarının merkezi haline gelmiştir. Judith Butler toplumsal ve biyolojik cinsiyet arasındaki ayrımı kesinlikle reddeder çünkü bu ayrımı yapmak tamamıyla yanlış olur. Tıpkı Descartes'in Dualizm felsefesinde olduğu gibi. Onun görüşüne göre, beden ve zihin bir arada ama birbirinden bağımsız şekilde var olmuşlardır. Toplumsal ve biyolojik ayrım, Descartes'in vücut ve zihin ikilisinde olduğu gibi, insanların; Yalnız, Butler'a göre, toplumsal cinsiyetin yanı sıra, biyolojik cinsiyet de sorgulanabilir bir gerçeklik ve bedenin kültürel yorumlanmasıdır. Toplumsal cinsiyet bağlamında yaşanılabilecek şeyler, insan bedeninin sahip olduğu olanaklara bağlıdır. Zaten bu olanaklar da, yeniden kültürel yollarla yorumlanır. Heteronormatiflik, heteroseksüelliği, sosyal norm olarak kabul eden bir görüştür. Bu tanımdan yola çıkarak, bu ikili cinsiyet sistemine ilişkin varılan sonuç; bu sistemin içinde bireyin biyolojik cinsiyetinin, cinsiyet kimliğinin, cinsiyet rolünün ve seksüel yöneliminin her bireyde aynı olduğudur. Bu kavram, Queer çalışmaları ve Queer teorilerinde kullanılan bir terimdir. Queer, heteroseksüelliği sosyal norm olarak eleştiren, eşcinselliğe de eğilim gösteren bir yaklaşımdır. Queer teorisinin, toplumsal cinsiyet araştırmalarında ne ölçüde kabul edildiğini, araştırmalarla, bu teoriyi ilişkilendirerek görebiliriz. Bunun yanı sıra, heteronormatiflik, toplumsal bir düzen sistemidir. Aslında her birey, heteroseksüel yapıda dünyaya gelir. Bu nedenle, toplumda heteroseksüel yaklaşımlar söz konusudur, bu da toplumun kurallarında yer alır. Kısacası, heteroseksüelliğin gelişimi sorgulanmaz ve araştırılmaz. O, içinde tüm normların ölçüldüğü bir standarttır. Buna karşın örneğin Freud her insanda ilkesel olarak “çok yapılı bir sapkınlık” öngörmüştür, kısacası herkese çok katmanlı, çok boyutlu ve tek yönlü olmayan bir karşı cins odaklı cinsellik atfetmiştir. Bu düzen, yalnızca insanların birlikte yaşama anlayışlarını (örneğin; çekirdek ailedeki bölünmeler veya tek eşli bir aşktaki baskınlık) biçimlendirmez, aksine tüm dünya görüşünü belirler. (örneğin; kültür/ doğa, kadın /erkek gibi ikili modellerin yapıları) Heteronormatiflik, tüm önemli toplumsal ve kültürel alanları, bunun yanı sıra, bireyleri de içine alan bir sistemdir. Başka kültürlerin araştırma ve tanımlarına göre de, heteroseksüellik sağlıklı bir bedene sahip olmaktır. Bu sistem kesinlikle şu görüşlerin kabulüne yer vermez: Bu sistem, yukarıdaki kategoriye dâhil olan bireyleri, tamamen toplumdan dışlamaz. Onlara karşı tolerans da göstermektedir, fakat bunun için bireyler toplumun normlarına uymalı ve toplumda göze çarpmamalıdırlar. Yalnız şu da unutulmamalıdır ki, bir normun toplumda yerleşmesi için, zıt normlara da ihtiyacı vardır. Toplum sistemiyle ayrı düşen ve bu sistemin kabul etmediği duygu ve davranışlar, beklenilmeyen bir durumu doğurabilir ve çoğu zaman bu duygular içindeki birey, toplum dışına itilmeye maruz kalabilir. Birini karalamak veya onun itibarını sarsmak, sadece bireyin kendisine zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda insanlarla olan ilişkisine ve toplumdaki basmakalıp düşüncelerin zarar görmesine de sebep olabilir. Stigmalar, normalliğin sınırını çizen işaretler gibidir ve bu işaretler, içinde toplumsal sapmalar göstererek düzeni sarsabilecek alanları işaretlerler. Stigma sürecini, Erving Goffman, genel bir toplumsal süreç olarak tanımlar. Ona göre, “topluma katkıda bulunmak istiyorsak, toplum tarafından desteklenmeyen şeyleri de ele almalıyız”. Ervin Goffma
n’ın bu sözü, toplumda var olan genel geçer normların devamlılığı sağlanabilsin diye, gerçekleşmeyen norm beklentilerine bir tepki niteliğindedir. Damgalanmış birey, kimliğini sergileyememesine rağmen, kimliğini yine de toplumdan almıştır. Bu düşünce, bireyin özgüven değerlerini sarsacak nitelikte olabilir. Bu durum daha da kötüleşirse, birey toplumdaki tüm olumsuzlukları kışkırtmaya daha da eğilimli olur. Heteronormatif bir toplumda, interseksüeller, eşcinseller ve transcinseller asimile edilmeye çalışılır: İnterseksüel bireyler, her iki cinsiyetin özelliğine sahiptir. İnterseksüellik, kalıtımsal, gonadal (cinsiyet bezlerine dayalı), hormonel ve anatomik yapıdaki farklılaşmadan kaynaklanabildiği gibi, daha birçok farklı nedeni ve etkileri de olabilir. Sadece Almanya’da tahminen 100.000 İnterseksüel olan insan vardır. Bunların çoğunda, interseksüel durumları belirlenmesi olanaklı olduğu ölçüde bir cinse aidiyet saptaması yapılmıştır. Bu kişiler, vücudunu cinsiyetine uydurmak ve çocuklardan da bunun sebebini saklamak için tıbbi müdahaleye gerek duyabilirler. Ağır sosyal baskılar (aile, doktor, öğretmen, v.b.) çocuk için, bireyin edindiği cinsiyete uygun davranması ihtiyacını doğurabilir. Bu, tepkilerin giderek arttığı Avrupa ve Kuzey Amerika'da, günümüze kadar gelen standart bir prosedürdür. Birey, mutlaka iki cinsiyetten birinde karar kılmalıdır. Bu örgütsel ve belli kuralların (örneğin doğum kaydı, pasaport v.b.) hüküm sürdüğü sistemde, bireyin iki cinsiyeti de seçmeme gibi bir olanağı yoktur. Interseksüellik - Hermafrodit (Erdişilik) ya da seks cinsiyeti rahatsızlığı; bir bireyin genetik (kromozom, anatomik veya cinsel organı nedeniyle) veya hormonsal açıdan (hormonlarının oranı nedeniyle) “dişil" veya “eril”, hangi cinsiyete ait olduğu belli olmadığı durumlardır. Bu tür insanlar, interseksüel, hemafrodit veya erselik olarak adlandırılır. Bu kavram 1916 yılında, genetikçi Richard Goldschmidt tarafından ortaya atılmıştır. O, bu çok yönlü fenotipik özellikleri, çoğunlukla da ikili kromozomsal koşulları, bir sebebe dayandırıp açıklığa kavuşturmak istemiştir. Günümüzde, hem hermafrodit ve sözde hermafrodit, hem de Interseksüellik, seks cinsiyeti rahatsızlığında kullanılan yeni bir tıp terimi olarak kullanılır. Bu hastalık, (DSD: ingilizce, Disorders of sex development) cinsiyeti belli olmayan insanları tanımlamada kullanılır. Her ne kadar batı toplumları gay ve lezbiyenlere ilişkin düşünce tarzlarını değiştirme süreci içinde olsalar da, bu tarz davranışlar, hala sosyal açıdan onaylanmamaktadır. Örneğin, heteroseksüellikte, birey, partnerinin heteroseksüel kimliğine ilişkin, özel hayatına zarar vermeden konuşabilir. Buna karşın eşcinsel bir ilişki hakkında konuşulursa, burada, birçok kişiye göre özel hayat ve seks hayatının sınırları aşılmış olur. Bunun nedeni de toplumların, heteroseksüel yapıda olması, bu yapıdan dolayı da lezbiyen ve gaylerin toplumda kısmen görünmez olmalarıdır. Özellikle de, kendilerini kısmen de olsa gizlemek zorunda oldukları iş alanlarında. Eğer homoseksüel davranışlar, herhangi bir toplumda; en azından, göz önünde yaşanan kamusal alanda gizlenmezse, gaylerin gerçek bir erkek olmadığı, aksine, ağır basan dişil özelliklere sahip olduğu, ayrıca, lezbiyen ve gay ilişkilerinde, erkeklerden birinin aktif ve kadınlardan birinin de pasif olduğu düşünülür. Bu nedenle cinsiyet değiştirme ameliyatına zorlanırlar. Bu durumun ilerlediği bazı koşullarda, lezbiyen ve gaylere cinsiyet değişimi önerilir (1960, 1970’lerin Avrupa ve Kuzey Amerika'sı ya da güncel bir örnek olarak, ameliyatın tek çıkar yol olduğu İran), hatta buna zorlanırlar (1980, 1990'ların Güney Afrika'sı). Çoğu batı ülkelerinde, homoseksüellik hukuki olarak artık takip edilmiyor. Bazılarında ise birlikte yaşayan homoseksüeller, evliliğe teşvik ediliyor (örneğin, İspanya) ya da en azından Almanya'daki gibi kayda geçirilen ilişkiler çerçevesinde, bu bireylerin ilişkileri kurallara bağlanıyor. Lezbiyen ve gay çiftlerin evlatlık edinmesi de hemen hemen her Avrupa ülkesinde (buna Amerika da dâhil) yasaklanmıştır. Buna karşın, bu devletler tarafından imzalanan, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği tarafından uygun görülen önlemler, 2004 ve 2007 yıllarında, Avrupa Birliği'ne kabul edilmiş Doğu Avrupa Devletleri tarafından yasaya aykırı kabul ediliyor ve görmezden geliniyor. Bu devletlerde gaylerin eşitliği söz konusu olmamakla birlikte, bir kısmı da devlet tarafından ayrımcılığa uğramaktadır (özellikle Polonya, Romanya ve Baltık ülkeleri). Homoseksüelliğin hala katı bir şekilde yasaklandığı İslam ve Afrika ülkelerinde, bu tür ilişkiler yasalar çerçevesinde idam cezasına kadar gidilmiş ve öncüler bununla ilgili yeni cezai kurallar da çıkarmışlardır. Bu tür davranışlar, rahatsızlık olarak görülmekte (cinsiyet kimliği rahatsızlığı); ülkeye ve çağa göre transgenderlar genelde psikiyatrik kuruluşlara yatırılmış, nadiren de olsa hapishaneye gönderilmiş ya da yaşam hakları ellerinden alınmıştır. Son yaşanan bir olayda ise, bu tür davranışlar, idam cezasıyla tehdit edilmiş (Suudi Arabistan) ve transgenderların katillerinin peşine düşmek ve onları yargılamak fiilen reddedilmiştir. Böyle olaylar son yıllarda medyanın raporlarından da takip edilmektedir. Heteronormatif toplumumuzda, transgenderların sınıflandırmalarına transeksüel denir. Bu tür transgender davranışlar gizlenmez ve bastırılmazsa, bu sistemin uygun görüldüğü ve cinsiyet değişimine izin verildiği varsayılır. Biyolojik cinsiyetin, cinsiyet kimliğinin, cinsiyet rolünün ve seksüel yönelimlerin eşit görülmesi pratikte tüm kişiler için, hatta bu kategorilerin hiçbirinde yer almayan bireyler için bile önemli etkileri vardır. Uygulamada, toplum ve bireyler de, kendisine yakın hissettiği kişiyle değil, belli bir bireyle, belli bir cinsiyet ve bir davranış biçimi sergilemesi gerektiğinden yola çıkar. Bu kurala uygun olarak da yetiştirilirler. Genç erkeklerden, kızlara ilgi göstermeleri ve eril rollerini yerine getirmeleri beklenir. Bundan dolayı, erkeklere yalnızca eril rol örnekleri gösterilir. Kızlara ilgisi olmayan homoseksüel erkekler ya eğitilir ya da artık onlara iyi gözle bakılmaz. Bireyin sapmaları, (örneğin; bebeklerle oynayan bir erkek çocuk ) kabul edilmez ve bu sapmaları düzeltme gereği duyulur. Toplumun beklentilerinden sapmalar göstererek, kendi duygularını yaşayan kişi, çoğu zaman kendini yalnız hisseder. Bu kişiler, toplumsal beklentilere olan bağlılıktan kurtulmak için kendi içinde önemli adımlar atması gerekmektedir.Kaynak Transcinsel ve transeksüel kavramlarını Interseksüel kavramından ayrıştırıp ınırlandırırsak: Transcinsel, ona verilen cinsiyetin yanlış veya yetersiz olduğunu hisseden veya bu cinsiyet formlarını, yani cinsiyet kategorilerini baştan reddeden bireydir. Bazı interseksüeller, transcinseldir. Kimi organizasyonlarda, transeksüeller, interseksüellerle birlikte çalışsa da, birçok ortak nokta görüldüğü için, diğer interseksüeller, transcinsellerle birlikte çalışmayı reddederler. Transeksüel bireyler, biyolojik açıdan belli bir cinsiyete ait olsalar da, kendilerini başka cinsiyete ait hissederler. Transeksüelliğin tıbbi teşhisinde, interseksüellik resmi ayrılık kriterleri olarak ele alınır. Interseksüelliğin teşhisi, aralarında kromozom analizinin de yer aldığı, çeşitli incelemeler sonucunda konulabilir. Bununla birlikte, interseksüel olduğunun farkında olmayıp, cinsiyetini değiştiren interseksüel bireyler, bu sebepten ötürü, tıbben ve hukuken (transseksüel yasaları, kısaca TSG) transseksüel bireyler gibi muamele görürler. İnterseksüelliğin birçok sendromu, kanıtlanabilen, tek bir sebepten meydana gelmez. Aksine burada birçok faktör birlikte rol oynamaktadır. İnterseksüelliğin sıklığı, son derece farklı değerlendirilir. Bir bireyin, interseksüel olup olmadığını anlamak için, hormon analizinin dâhil olduğu detaylı bir tıbbi inceleme gereklidir. Bu tür biyolojik gözlemler, disiplinler içinde de eleştirilir. Bu da, sayılan birçok faktörün, cinsiyet gelişiminde etkisi olduğunu kanıtlamaktadır. Cinsiyet gelişimi, cinsiyetin bireysel ve çok yönlü olarak kendine nasıl yön verdiğidir. Interseksüellik ve seks hastalığıyla ilgili bu tür tespitler, değerlendirmede bir ölçü değerinde olan biseksüellikten doğan patolojik hastalıklardır. Aynı zamanda, birçok interseksüel birey, biyolojik sınıflandırmayı, interseksüelliğin bir hastalık olarak değerlendirilmesini ve zorla uygulanan tedavi yöntemlerini eleştirmektedir. Bir cinsiyetin tıbben değiştirilebileceği teorisi günümüzde, cinsiyet değiştirme ameliyatlarıyla (ya da cerrahi operasyonlarla) yürütülmektedir. Bunlar üreme organının kesilerek, normal bir kadın organı büyüklüğünde (özellikle klitoris küçültülerek) genç yapay vajinanın yapılması veya birbirine bağlı olan zıt kromozomların değiştirilmesi ile yapılan hadımlaştırma uygulamalarıdır. Tıbbi müdahaleler, bazen uzun süreli ek tedavileri de gerektirebilir. Bu, hormon tedavisinin yanı sıra genç yapay vajinayı da ilgilendiren bir konudur, çünkü bu vajina, en azından vücut gelişimini tamamlayana kadar genişletilmelidir. Örneğin, yaşlı interseksüel insanların, tıbbi takipleri, şu ana kadar yapılmamaktaydı. Bu sebepten dolayı da gerontoloji (yaşlılık bilimi), yapay vajinanın bakımı veya hormon tedavisinde karşıt hormonların kullanımı ve dozajına ilişkin henüz bir bilgi vermemiştir. İnsan cinsiyetinin tıbbi yöntemlerle tespit edilebileceği iddiası, bu yöntemlerin, kısa süren hassasiyeti; yine kısa veya uzun süren fiziksel ve psikolojik komplikasyonları ve bırakacağı kalıcı hasarlar düşünülmeden ortaya atılmaktadır. Çoğu interseksüeller, acı veren operasyonların fiziksel zararını çekmekteler. Örneğin; küçültme nedeniyle klitoris duyarlılığını yitirebilir, iyileşen bir organ uyarıldığında acıya yol açabilir ya da erken yaşlarda yapılan vajina -birey gelişimini tamamlayıncaya kadar- genişletilmesi gerekebilir. Karşıt kromozomlu hormon terapisi uygulamasıyla, birden fazla metabolizma bozukluğu da ortaya çıkabilir. Günümüze kadar yapılan uygulamalarda yaşanan bir diğer zo
rluk da ilgili kişilerin, kromozomsal cinsiyetine ilişkin bilgilendirilmemesi ve böylelikle yanlış tıbbi tedavilerle (örneğin; özünde xy kromozomuna sahip olmasına rağmen, hastalık sigorta kurumu kartının bayan cinsiyetinde yazılması) çoğu kez önemli belgelerden yoksun bırakılmasıdır. Yapılan operasyonlar ve bu operasyonların sonuçlarından doğan güçlü travmalar da, fiziksel rahatsızlıklara sebep olmaktadır. Aynı zamanda cinsiyet tanımına ilişkin sosyal çevrenin verdiği aşırı tepkiler ve toplumda varolan tabular, interseksüel bireyler için çoğu zaman sıkıntı veren bir durumdur. İnterseksüel eylemciler, bu sebepler nedeniyle özellikle çocuk yaşlarda baskıyla yapılan cinsiyet tanımlamasına karşı çıkmakta ve cinsiyet değiştirme ameliyatlarının, önce interseksüel bireyler tarafından kabul edilip, onaylandıktan sonra yapılmasını talep etmektedirler. Fiziksel müdahalelerin uygulanmasına ilişkin, John Money'nin teorisine dayalı ilk izlenimler, protestolar sebebiyle, insan cinsiyetinin, operasyonlarla uygun hale getirilmesi işleminin değişikliğe uğradığını göstermektedir. Bazı sendromlarda da bireylerin, fiziksel anlamda zorla bir tanıma ve sınıflandırmaya tabi tutulması ve buna bağlı olan tıbbi müdahalelerden vazgeçtiği görülmektedir. Modern çağda batı kültüründe, interseksüellerle olan ilişkilerin iki ana kabulü vardır: bunlardan ilki, her insanın gerçek cinsiyetinin, bilimsel olarak belirlenmesinin mümkün olduğudur. Bu yüzden çok sayıda interseksüel birey "sözde hemafrodit" olarak tanımlanmışlardır. Aynı zamanda interseksüel bireylerin çıkarları gereği, bu kabuller, onların bedenlerini gerçek cinsiyetlerine göre değiştirmelerinden doğar ve bu kanı genellikle bireyin cinsiyetine anlam kattığı şeklinde gerekçelendirilse de, toplum tarafından kabul edilmeyebilir de (örneğin, bir çocuğun hiçbir zaman bir partneri olmayabilir veya hiçbir zaman spor kıyafeti giymeyebilir). Uygulamada cinsiyet tespitine, günlük hayattaki çoğu durumda (dükkân satışı için doldurulacak birkaç form, yapılan üyelikler gibi) veya bürokratik nedenlerden ötürü gerek duyulabilir (nüfus kâğıdındaki cinsiyet). Kabul edilmiş cinsiyetten dolayı, aileler interseksüel çocuklarına, interseksüel olmayan çocuklara verilen terbiyenin aksine doğuştan verilen cinsiyetlerine uygun davranmaları için baskı yapar; dahası utanç duyduklarından, çoğu zaman tıbbi araştırmaların sonuçlarını, yetişkin bir birey olana kadar çocuklarından saklarlar. Çoğu interseksüel birey, transcinseller ve bazı bilim adamları, hala batı toplumundaki iki farklı cinsiyet anlayışının tamamiyle yanlış olduğunu tartışır. Onlar, birbirine zıt iki cinsiyete ilişkin, bir seçim yapmanın çoğu zaman güvenilir olmadığını, çok büyük fiziksel ve psikolojik zararlara yol açabileceğini savunmaktalar. Ayrıca bu belirlemenin de kişinin kendi gereksiniminden dolayı değil, aksine sosyal baskıdan dolayı, toplumun isteği doğrultusunda yapıldığını ileri sürmekteler. Aileler, interseksüel çocuklarına aşırı baskı uyguladıklarından, çocuk yetiştirmenin sonuçlarını da kabul etmemektedirler. Bunun yanı sıra, uyguladıkları baskının nedenlerinden bahsetmemeleri de çocuğu giderek psikolojik bunalıma sürüklemektedir. Dahası, interseksüelliğin toplumda tabu haline gelmesi de eleştirilmektedir. Toplumda yerleşmiş olan “kimseye söylemeyeceksin!" sözü interseksüel bireyler üzerinde ağır baskı oluşturmaktadır. Bazı interseksüel bireyler, kendilerini “erselik” veya “hemafrodit” diye adlandırarak, toplumun onları kabul etmeleri için çaba harcamaktalar. Bu bireylerin, “interseksüel” kavramını kullanmama nedeni de kavramın, toplumda çok fazla bilinmemesi ve interseksüel bireylere karşı eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşıldığından, bu kavramın onları sadece tıp alanında ele almasıdır. Tarih boyunca interseksüel bireyler kimi zaman saygı görmüş, kimi zaman da ölüme mahkûm edilmişlerdir. Çift cinsiyetli insanlar için, interseksüel kavramı kullanılmadan önce var olan hemafrodit ve erselik bireylerin asimile edilmesiyle, her iki cinsiyet de (kadın ve erkek) modern tıpla birlikte tamamiyle yeni bir değer kazanmıştır. Prusya'lılar genel yasalarına, hemafroditlerin 18 yaşından itibaren cinsiyetlerine ilişkin karar vermelerinde özgür olduklarına dair bir madde koymuşlardı. O zamana kadar ise, bu hak ailedeydi. Bağdatlı Ruhi Bağdatlı Ruhî (ö. 1605), Türk Divan edebiyatı şairi. "Terkib-i Bend"i ile ünlüdür. Bağdat doğumlu olduğu bilinen şairin doğum tarihi bilinmemektedir. Bağdat doğumlu olduğu için Bağdatlı Ruhî olarak anılmıştır. Gerçek ismi Osman'dır. Babası Osmanlı ordusunda bir askerdi, kendisi de sipahi olmuştur. Dönemin önemli, ünlü isimleriyle arkadaşlık kurmuştur. Çeşitli savaşlara katılmıştır. Eleştirel tarzı ve yalın üslubu ile ünlenmiştir. Toplumun sorunlarına ilişkin yazmayı tercih etmiştir. 1605 yılında Şam'da öldüğü bilinmektedir. Bağdatlı Ruhi'nin en çok etkilendiği şair hiç kuşkusuz Fuzûlî'dir, Fuzûlî'nin oğlu Fazlı ile de arkadaşlık kurmuştur. Revaçta olan aşk, kahramanlık gibi konular üzerine yazmaktansa yaşadığı bölgelerin idari sistemlerinin meseleleri, toplumun sorunlu ve eksik noktaları, yanlış din anlayışı gibi konularda, eleştirel bir stilde yazmıştır. Hiç kuşkusuz Bağdatlı Ruhi'nin en önemli eseri "Terkib-i Bend" isimli manzumesidir. 17 bendlik bu manzumeye Şeyh Galip, Ziya Paşa gibi bazı edebiyatçılar nazireler yazmıştır. Venom (müzik grubu) Venom, Newcastle'da kurulmuş bir İngiliz heavy metal grubudur. New Wave of British Heavy Metal'in son dönemlerine doğru kurulan grup, genel olarak thrash metal ve ekstrem metal gruplarını büyük bir ilham kaynağı olmuştur. Grup, aynı zamanda "black metal" tarzının öncülüğünü yapmış ve "Black Metal" isimli albümüyle türe isim babalığı da yapmıştır. Greenwich Greenwich Londra'nın güneydoğusunda yer alan bir semttir. Boylamların derecelendirilmesinde 0 olarak kabul edilir. Birleşik Krallık'ın en büyük 2. gözlemevidir. 51° 28′ 44″ kuzey enlemleri ve 0º 0' 0" doğu/batı boylamlarında bulunduğu varsayılır. Orta ılıman iklim kuşağında yer alır. Başlangıç merdiyeninin geçtiği yer olarak kabul edilir. Bunun nedeni meridyenleri İngilizlerin bulmasıdır. Bunun üzerine başlangıç meridyeninin kendi ülkelerinden geçtiğini söylemişlerdir. Aynı zamanda turistik bir kasabadır. Birleşik Krallık'ın en büyük deniz müzesi buradadır. 1997 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak ilan edilmiştir. Kip Kip, dilbilgisinde bir fiilin kök veya gövdesinin zaman, yargı veya niyete göre girdiği geçici kalıp. Kip, bir fiilin haber veya dilek kipi eklerinden birini almış hâlidir. Kip halindeki bir fiilde şahıs eki olmak zorunda değildir. Şahıs eki almamış kipler genellikle ilgili fiilin 3. tekil şahıs çekimi ile aynıdır: Fiil çekiminde kipe şahıs ekleri de eklenir: Haber kipleri bir fiilin (eylemin) hangi zaman aralığında (geçmişte, şu anda, gelecekte veya geniş zamanda) gerçekleştiğini bildirir. Haber kiplerinin ekleri fiil köklerine zaman kavramı kazandırır. Bu nedenle haber kiplerine "zaman kipleri" de denir. Ekleri: -ecek, -r, -di, -miş, -yor olan zaman kipleri beşe ayrılır: -ir ve -er ekleriyle oluşturulur: -ecek ve -acak eki ile oluşturulur: i-yor ve -mekte ekleri ile oluşturulur: -dı-di-du-dü-tı-ti-tu-tü ekleri ile oluşturulur: -miş-mış-muş-müş "ekleri ile oluşturulur" İstenilen veya tasarlanan bir hareketi anlatan kiplerdir. Bu kiplerde açıkça bir zaman ifadesi bulunmaz. Dilek kipleri dörde ayrılır: Emir kipinin eki yoktur ancak şahıs eki alabilir. Emir kipinde çekilen bir fiilde yalnızca fiil kökü ve şahıs eki bulunur. Bütün dillerde bu kip, âcil durumlarda da kullanıldığından fiilin en kısa şeklidir. 1. tekil (ben) ve çoğul (biz) için çekimi yoktur: Türkçede -malı -meli ekleriyle oluşturulur. Türkçede -a, -e ekleriyle oluşturulur. Türkçede -se,-sa ekiyle oluşturulur. Çekimli fiil, kip halindeki bir fiilin herhangi bir şahıs ekiyle ifade edilmiş halidir: Çekimli bir fiilde sırayla şu üç bölüm bulunur: Kip ekleri, fiil kökünden sonra gelerek ona zaman mânâsı veya tasarlanan, istenen bir hareketle ilgili mânâ kazandırır. Sadece kip eki almış olan bir fiil, o fiilin üçüncü tekil şahıs için çekilmiş haliyle aynıdır: Bu kuralın bir tek istisnası vardır. Emir kipinin kip eki olmadığı için yalın haldeki kök, emir kipinin 2. tekil şahıs çekimi ile aynıdır: Çekim örneği: Bir çekimli fiilde iki kip eki de bulunabilir. Bu tür fiillere bileşik zamanlı fiiller denir. Birleşik zamanlı fiiller iki kip eki almış fiillerdir. Ana kipin sonuna -di ekleyerek oluşturulur: Ana kipin sonuna -miş ekleyerek oluşturulur: Ana kipin sonuna -se ekleyerek oluşturulur: Emir kipinin bileşik zamanı yoktur. İstek ve dilek-şart kiplerinin şartı yoktur. Görülen geçmiş zamânın ise rivâyeti yoktur. Altay ve Ural dillerine dâhil olmayan dillerde kipler genellikle kelimenin sonlarına gelen eklerle oluşturulmazlar. Türkçedeki bâzı kipler, mesela Hint-Avrupa dillerinde yoktur. Hint-Avrupa dillerinden Almancada istek kipi (Almanca: optativ) incelenecek olursa, Türkçede tek başına bir cümleyi oluşturan "geleyim" kelimesi, Almancaya şu şekillerde tercüme edilebilir: Başka bir örnek: Sümerce gibi bâzı dillerde dilek-şart kipi, birinci tekil şahıs için başka şekilde oluşturulmaktadır: Conan Conan, ABD'li yazar Robert Ervin Howard tarafından yaratılmış fantastik edebiyat karakteridir. Büyük başarı kazanan çizgi roman serisi ve ardından gelen filmleri ile tüm dünyada geniş kitlelerce tanındı. Howard 1932'den 1936'ya kadar yaklaşık iki düzine "Kimmerya'lı Conan" serüveni yazdı. Robert Ervin Howard'ın 1936'daki trajik intiharından sonra 1950'lerde Conan öyküleri dizgi kitap halinde yayınlandı. Howard'ın öyküleri bu seride De Bjorn Nyberg tarafından yeniden yazılmıştı. Conan, 1960'larda Frank Frazetta'nın kapak resimleri ve Nyberg'in öyküleriyle dünya çapında popülerlik kazandı. 1970 yılında Marvel editörleri Stan Lee ve Roy Thomas Conan'ı çizgi roman olarak yayınlamaya karar verdiler ve renkli olarak "Conan The Barbarian" serisine başladılar. Roy Thomas'ın öykülerini Bar
ry Smith adındaki genç bir İngiliz çizdi. Birinci sayısı Ekim 1970'de yayınlandı. Conan karakteri, günümüzden 3200 yıl önce (Howard tarafından "Hiborya" olarak tanımlanmış çağda), Atlantis'in batmasından 8000 yıl sonra yaşamış Kimmerler kavminden bir kurgusal savaşçıdır. Çizgi roman'daki Conan karakteri mükemmel biri değildir; hırsızlık yapar, kumar oynar ve yalan söyler. Ancak karakter okuyucunun karşısında farklı zamanlarda barbar, hırsız, paralı asker veya kral olarak çıksa da o her zaman savaşçı ve maceracıdır. Conan'ın yaratıcısı Robert E. Howard bu karakteri yaratırken büyük Moğol imparatoru Cengiz Han'dan esinlendiği bilinmektedir. Zira Conan da Cengiz han gibi babasının intikamını almak için yola çıkmıştır. Conan'ın karakteri, savaşçı yapısı, dikkafalılığı, zalimliği, özgüveni, kadınlara olan tutkusu ile Cengiz Han'ı andırmaktadır. Babası Corin'dir. Babasının kabilenin demircisi olmasından hoşlanmayan Conan'ın tek isteği babasının istediği gibi bir demirci olmak yerine dünyayı gezen bir savaşçı olmaktır. Bir savaş meydanında doğan Conan henüz küçükken kahraman ve savaşçı olduğunu belli etmiştir. Kabilesinin erkeklerinin tümünün cocukluklarında yaptığı gibi bir erkeklik töreninde bir Kimerya boğasını öldürür. 15 yaşındayken bir Akilonya kenti olan Venerium kuşatmasında en ön saflarda savaşmıştır. Bir süre kuzeyde çeşitli kabilelerin komutasında paralı askerlik yapmış sonraları ise güneye inerek maceralarına devam etmiştir. Hırsızlar kenti Arenjun'da hırsızlık öğrenmiş ve gerektikçe kulanmıştır. Paralı asker olduğu bir gemide korsanların saldırısına uğramış bu şekilde kara kıyıların kraliçesi Belit'le tanışmış, Amra(Kush dilinde aslan) lakabını kazanmış bu lakapla ün salmıştır. Büyük aşkı Belit'in ölümünü görmüş ve hayatında ilk defa bu kadar bağlandığı bir kadın için yas tutmuştur. Sonraları Turan ordusunda çalışmış. Kozaklar ve Zuagirlerin lideri olmuş yağmacılık yapmıştır. Son olarak Akilonya ordusuna paralı asker olarak girmiş generalliğe kadar yükselmiştir. Akilonya kralı Numedides'in ona hainlik yapıp ilaçlı şarap içirmesi ve zindana kapatması üzerine arkadaşları tarafından kurtarılmıştır. 150 yıl önce yaşamış korsan Tranicos'un hazinesini bulmuş, büyük bir ordu toplayıp kral Numedides'i devirmiş kendini kral ilan etmiştir, kendisini Ophir Kralının zindanlarından kurtaran köle Zenobia'yı da kraliçesi yapmıştır. Ülkenin sınırlarını genişletir, halkı mutlu eder kısaca iyi bir kral olur. Zenobia'dan 3 çocuğu olmuştur: en büyüğü prens Conn babası gibi kahraman bir savaşçıdır, prenses Radegund ise dost ülke krallarından biriyle evlenir. Prens Taurus ise Conan tarafından pek sevilmez, korkaktır ve haindir. Büyü gücüne sahip olması onun büyük bir büyücü olma isteğini ortaya çıkarır bu sebeple daha güçlü olmak için babasını en büyük düşmanı Tutamon tarafından tuzağa sürmüştür. Prens Taurus İmparator Conan serisinde babası ve ailesini kurtarmak için büyücü Caliastro'ya karşı kendini feda etmiştir. Conan karakteri, 1982 yılında ""Barbar Conan"" adıyla sinemaya da aktarılmıştır. John Milius tarafından yönetilen ve başrollerinde Arnold Schwarzenegger, James Earl Jones ve Max von Sydow'un bulunduğu bu filmin ardından Conan karakteri dünya çapında tanınmış ve 1984 yılında filmin ikincisi ""Savaşçı Conan"" adıyla yönetmen Richard Fleischer tarafından çekilmiştir. İkinci filmde de başrolde yine Arnold Schwarzenegger oynamıştır. Conan'nın hikâyelerinin giriş bölümünde şu ifade yer alır: Müslüm Gürses Klasikleri Gönlünüze Taht Kuran Şarkılarla Müslüm Gürses Klasikleri, Müslüm Gürses'in eski şarkılarını (20 eser) yeniden seslendirdiği, 1998 yılında Elenor Müzik'ten çıkan iki CD'lik albümü. Küskünüm ve Güldür Yüzümü gibi parçaların yer almaması dikkat çekmiştir. Esrarlı Gözler albümünden ise sadece "Ölüyorum Kederimden" yer almaktadır. Üsküp Üsküp (, trl: "Skopje" ), Makedonya'nın başkenti ve en büyük kentidir. Ülkenin politik, kültürel, ekonomik ve akademik merkezi olan kent, ortasından geçen Vardar nehri tarafından ikiye ayrılır. Kent en geç MÖ 4000'den beri bir yerleşim bölgesidir; kent merkezine tepeden bakan Üsküp Kalesi'nde Neolitik dönem yerleşimlerinin kalıntıları bulunmuştur. MS 1. yüzyılın başlarında yerleşim Romalılar tarafından ele geçirilmiş ve yerleşim bir ordu kampına dönüştürülmüştür. Roma İmparatorluğu'nun 395 yılında doğu ve batı olarak ikiye bölünmesiyle birlikte o zamanki adıyla "Scupi" İstanbul merkezli Bizans'ın hakimiyetinde kalmıştır. Üsküp, Orta Çağ'ın başlarında Bizans ile 972 ile 992 yılları arası kenti başkent haline getiren Bulgar İmparatorluğu arasındaki çekişmelerin ortasında kalmıştır. 1282'de Sırp İmparatorluğu'nun bir parçası olan kent 1346'da ülkenin başkenti olmuş, 1392 yılında Osmanlılar tarafından ele geçirilmiş ve Türkler tarafından "Üsküp" olarak adlandırılmıştır. 500 yıldan uzun süre Osmanlı hakimiyetinde kalan kent önce Rumeli Eyaleti'ne bağlı "Üsküp Sancağı"nın merkezi olmuş, daha sonra vilayet sistemine geçilmesiyle oluşturulan Kosova Vilayeti'nın da merkezi olmuştur. 1912'de Balkan Savaşları vasıtasıyla Sırbistan Krallığı tarafından ele geçirilen kent, I. Dünya Savaşı'ndan sonra yeni kurulan Yugoslavya Krallığı'nın bir parçası olmuştur. II. Dünya Savaşı'nda Mihver Devletleri safındaki Bulgaristan tarafından işgal edilmişse de 1944'te Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'ni meydana getiren federal devletlerden Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti'nin başkenti olmuştur. Üsküp II. Dünya Savaşı'ndan sonra hızlı bir gelişim gösterdiyse de 1963'te yıkıcı bir depremle oldukça zarar görmüş, 1991'de Yugoslavya'dan bağımsızlığını ilan eden Makedonya Cumhuriyeti'nin başkenti olmuştur. Üsküp Vardar nehri yatağında kurulmuştur ve Balkanlar'da Belgrad'la Atina arasında hemen hemen ortada bulunur. Metal sanayi, kimya, kerestecilik, tekstil, dericilik ve basım endüstrilerinin merkezlerinden olan kent kültür ve spor faaliyetleriyle birlikte ticaret, taşımacılık ve bankacılık sektörlerinin gelişimiyle birlikte gelişimini hızlandırmıştır. 2002 resmi nüfus sayım sonuçlarına göre 506.926 kişilik nüfusa sahip kent son döneme ait iki gayriresmi tahminlere göre 491.000 ile 668.518 kişi arası nüfusa sahiptir. Üsküp adı Trak kökenli klasik dönem Grek-Roma dönemi sınır kasabasının Latince'deki adı olan "Scupi"den gelmiştir. Osmanlı zamanında Osmanlı Türkçesi versiyonu () Üsküp adıyla anılan kent 1912-1941 arası Yugoslavya Krallığı döneminde Sırpça "Skoplje" (Скопље) olarak adlandırılmıştır. Bulgaristan Krallığı işgali altında olduğu 1941-1944 arası "Skopie" (Скопие) adını alan kent 1945'te Makedonca "Skopje" (Скопје) adını almıştır ve resmi olarak da bu ad kullanılmaktadır ancak Türkçede Üsküp olarak anılmaya devam etmektedir. Üsküp, Makedonya’nın kuzey kesiminde, Kosova’ya yakın bir bölgede yer alır. Balkanlar’ın ortası sayılabilecek bir konumda olan şehir, Vardar Nehri’nin kenarlarında Vardar Vadisi’nde bulunur. Vardar Vadisi, birçok tepe ve dağla çevrilidir. Nemli astropikal iklime sahip olan Üsküp’te yaz mevsimi sıcak ve nemli, kış mevsimi soğuk ve nemlidir. Kışları çoklukla kar yağar. Yaz aylarında ortalama sıcaklık 31 °C’dir. Bu sıcaklık bazen 40 °C’nin üstüne çıkar. İlkbahar ve güz mevsimlerinde sıcaklık 15 °C ila 24 °C arasında değişir. Kış aylarında ortalama sıcaklık 6 °C civarındadır; geceleri de sıcaklık genellikle 0 °C’nin altına düşer. Bu sıcaklık düşüşü -10 °C’ye kadar ilerleyebilir. Yıl boyunca yağışın en yoğun olduğu dönemler Ekim-Aralık ve Nisan-Haziran dönemleridir. Vardar, Gostivar yakınlarındaki kaynağından 25 kilometre sonra Üsküp’e ulaşır. Şehirdeki akımı, Selanik yakınlarında bulunan deltadaki akımına çok yakındır. Nehir, Üsküp içinde birkaç menderes yaparak akar. Üsküp’te birkaç dere, Vardar’a karışır. Bunlar içinde en uzunu 130 kilometre uzunluğundaki Treska Nehri’dir. Şehir, Matka ve Treska adında iki yapay göle sahiptir. Bu göller, şehrin birkaç kilometre uzağındadırlar. Üsküp, kuzeyden Şar Dağları ile çevrilidir. Bu dağların arkasında, komşu devlet Kosova yer alır. Yine bu önemli dağ silsilesinin dışında, şehir orta yükseklikte bazı dağ ve tepelerle çevrilidir. Üsküp en az MÖ 4000'den beri bir yerleşim yeridir ve Üsküp Kalesi'nde Neolitik döneme ait kalıntılar vardır. Üsküp Vadisi'nde yaşayan tanımlanabilmiş ilk insanlar muhtemelen Triballi'lerdir. Daha sonra Paionianlar tafından yerleşilen bölge MÖ 3. yüzyılda Dardaniler tarafından istila edilmiştir. Antik dönemde "Scupi" olarak anılan kent, MÖ 2. yüzyılda Naissus'tan Vilazora'ya kadar uzanan Dardanya'nın merkezi olmuştur. Şehrin Roma egemenliğine geçiş, Makedonya-Roma savaşları sonrasında olmuştur. Üsküp, bu savaşlar sonrasında ele geçirilmiştir. Romalı tarihçi Titus Livius, "Scupi" (şehrin o dönemki adı) şehrine dair ilk tarihî kaynağı yazmıştır. Jeostratejik konumu sebebiyle Üsküp, bu dönemde büyük ve özel bir konum kazanmıştır. Roma’nın Illyricum idari bölgesinin bir parçası olarak şehir, VII Lejyon askerleri tarafından Latinleştirilmiştir. 2., 3. ve 4. yüzyıllara ait Roma yazıtlarından, şehrin bu dönemlerde büyük nüfus artışına uğradığı anlaşılmıştır. 300’lü yıllarda, özellikle 313 sonrasında şehirde Hristiyanlık yayılmaya başlamıştır. Bu şekilde de Üsküp’te, piskoposluk kurulur. 4., 5. ve 6. yüzyıllarda şehir Doğu Roma İmparatorluğu içinde saraylar, hamamlar, meydan ve sokaklar, su idare sistemleri ile gelişkin bir şehir olmuştur. 10. yüzyılda, 972-992 yılları arasında Üsküp, Birinci Bulgar Devleti’nin başkenti olmuştur. 1093'te Sırp jupan (bölge yöneticisi) Vukan, şehrin üstündeki Norman hâkimiyetini kesmiştir. 1189 yılında şehir, Sırp krallığı içinde yer almıştır. Üsküp, 11. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar sık sık el değiştirmiştir. Bu el değiştirmelerde genelde Bulgarlar, Sırplar ve Doğu Romalılar mücadele içinde olmuşlardır. 19 Ocak 1392 tarihinde Üsküp, Osmanlı Türklerinin egemenliğine girmiştir. Şehir, bu tarihten sonra “Üsküp” (اسكوب) adını almıştır. Aziz Teodor Manastırı’ndaki bir rahip, şehrin Türklerin hükmüne geçişini şu şekilde kayda almıştır: “"69’uncu yılın (1392) 6’nc
ı gününde (19 Ocak) Türkler şehri ele geçirdiler"”. 1392 yılından itibaren ekonomik ve idari bakımdan şehirde büyük değişiklikler olmaya başlamıştır. Coğrafi konumunun sonucu olarak şehir, Türklerin sonraki fetihleri için merkez olmuştur. Şehir, Osmanlı İmparatorluğu egemenliği sonrasında politik ve ekonomik açıdan çok güçlü bir hâle gelmiştir. 16. yüzyılda Üsküp’ün nüfusuna dair bilgiyi Evliya Çelebi vermiştir. Bu ünlü Türk seyyaha göre şehirde 10.160 hane bulunmaktadır. Şehrin gelişimi 1689 yılında aniden kesilmiştir. 1683-1699 Osmanlı-Avusturya Savaşları sırasında Avusturya ordusu birlikleri General Piccolomini önderliğinde, Balkanlar’daki Osmanlı İmparatorluğu topraklarına girmiştir. Uzun bir yarma hareketi ile Kaçanik Kalesi’nin ele geçirilmesi sonrasında Üsküp önlerine gelinmiştir. 25 Ekim 1689 tarihinde Avusturya birlikleri Üsküp’ü büyük direnişle karşılaşmadan ele geçirmiş ve şehirde büyük ve zararlı faaliyetlerde bulunmuştur. General Piccolomini’nin emriyle şehir ateşe verilmiştir. Bu yangın ve yıkım, 26 ve 27 Ekim olarak iki gün sürmüştür. Bu büyük yıkımda birçok dükkân ve ev yok edilmiş, en büyük zarar da şehrin Yahudi mahallesinde görülmüştür. Bu zarar verici saldırılar, Osmanlı Ordusu’nun karşı saldırısı ile püskürtülmüş ve devletin Avusturya ordusu geldiği gibi, Osmanlı topraklarından çıkartılmıştır. 1873 yılında Selanik-Üsküp tren hattı açılmıştır. Bu hattın açılması ve sonrasında Mitroviça yönünde gelişmesi, Üsküp’ü gelişiminde büyük katkı sahibi olmuştur. Bu tarihler aynı zamanda Balkanlar’da Osmanlı İmparatorluğu’na karşı girişilen isyanların artmaya başladığı dönemdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Üsküp, Kosova Vilayeti’nin başkenti olmuştur. 1900-1908 tarihleri arasında Hafız Paşa, şehirde birçok bina yaptırmıştır. Bunlar Islahhane, İdadiye, Vardar ve Serava akarsularının ıslahı gibi imar çalışmaları gerçekleştirilmiştir. 1912-1913 Balkan Savaşları, Üsküp’te Osmanlı egemenliğinden son bulduğu tarihlerdir. Bu tarihler sonrasında, çeşitli saldırılar ve yıldırma çalışmaları sebebiyle şehrin en büyük nüfus oranına sahip Türk nüfusu içinden Türkiye yönünde gelişen büyük göç hareketleri yaşanmıştır. Üsküp, Osmanlı egemenliği sonrasında Sırp egemenliğine geçmiştir. Bu idare altında Morava Bölgesi içinde yer almıştır. 1913 yılında yapılan Londra Antlaşması ile Makedonya bölgesi Sırbistan’ın kontrolüne bırakılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden sonra şehir Bulgarların kontrolüne geçmiştir. 1918’de ise şehir, 1939 yılına kadar Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı’nın egemenliğinde kalmıştır. 7 Nisan 1941 tarihinde Üsküp, Alman işgalinde Bulgar güçlerinin kontrolüne girmiştir ve. 1944 yılında şehir, yeni kurulan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin çatısı altında, özerk Makedonya cumhuriyetinin başkenti olmuştur. 1991 yılında Makedonya’nın Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nden bağımsızlığını ilan etmesiyle Üsküp, bağımsız Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti olarak bugününe gelmiştir. Bugün Üsküp, Balkanlar’ın ortası sayılabilecek bir konumda, Makedonya’nın başkenti ve en büyük şehridir. Bu merkezî özelliğinin sonucunda çok etnikli, tarihî mirası çok olan bir Balkan şehridir. Üsküp Havalimanı ile şehir, birçok uluslararası uçuşun noktalarından biridir. Otoyol hattı ile de Yunanistan, Kosova ve Sırbistan hatlarının kesişim yerinde konumlanır. 2000’li yıllarda süregelen inşaat çalışmalarıyla Makedonya hükûmeti "Üsküp 2014" projesi çerçevesinde başkent Üsküp'ün merkezini yeni bir görünüme kavuşturmak adına, büyük çalışmalar yürütüyor. İnşa edilen yeni binalarla, eski binalar üzerindeki yenileme çalışmalarıyla ve değişik heykellerle, Üsküp'ün merkezi adeta görkemli antik bir kente benzetilmeye çalışıyor. Heykeller içinden en çok dikkat çekeni ise, Büyük İskender heykelidir. Üsküp 2014 projesinin maliyeti açıklanmıyor ise de, tahminler 200-500 milyon Avro aralığında yapılıyor. Halkın bir kısmı, işsizlik oranının yüzde 33'ü aştığı ve vatandaşların yaklaşık üçte birinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı ülkede heykellere yüklü harcamaların yapılmasına karşı çıkıyor. Ülkedeki azınlıklar ise, Üsküp 2014 projesiyle sadece Makedon ve Ortodoks Hristiyan kültürüne yatırım yapılıyor olmasından rahatsız oluyor. Büyük İskender'i kendi ataları olarak gören Yunanlar ise Makedonya'nın bu projesini tahrik edici buluyor. Bulgarlar da Çar Samuil'in bugünkü Makedonya tarihinin kahramanı olarak gösteriliyor olmasından rahatsız. Genel olarak Yunanlar Gruevski hükümetini, Makedon ulusunun yeni tarihini yapay bir şekilde yaratmaya çalışmakla suçluyor. Gerçi bazı Makedon asıllı entelektüeller de, Makedonya hükümetinin Makedon etnik kimliğini reform etmeye çalıştığını ve bu amaçla Üsküp 2014 projesini geliştirdiğini itiraf ediyor. Gerçekten de, Büyük İskender'in antik devleti ile bugünkü Makedonya arasında tarihsel bağlantılar kurmak, dolaylı yoldan Makedonların Slav kökenini reddetmek anlamına geliyor. Uluslararası Kriz Grubu tarafından hazırlanan 11 Ağustos 2011 tarihli raporda, Gruevski hükümetinin Makedon milliyetçiliğini tırmandırdığına dikkat çekiliyor. Bu kapsamda, Makedonya'daki Arnavut ve Türkler, Üsküp 2014 projesinin kendi tarihlerine ve kültürlerine ait değerleri yansıtmıyor olmasından dolayı rahatsızlıklarını dile getiriyor. Makedonya'nın çok uluslu ve çok kültürlü bir devlet olduğunu gerekçe gösteren Arnavut ve Türkler, kendi tarihine ait kahramanların heykellerinin de Üsküp'ü süslemesini talep ediyor. Tüm bunların dışında 2002 yılında Vodno Dağı'na Milenyum haçı inşa edilmiş, şehrin hemen hemen her yerinden görülebilen bu haç da yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Kentteki en büyük etnik grup 338.358 kişiyle Üsküp'ün %66.75'ine denk gelen Makedonlardır. Makedonları 103.891 (%20.49) ile Arnavutlar, 23.475 (%4.63) ile Romanlar takip eder. Daha küçük etnik gruplar ise 14.298 (%2.82) kişiyle Sırplar, 8595 (%1.70) kişiyle Türkler, 7585 (%1.50) kişiyle Boşnaklar, 2557 (%0.50) kişiyle Aromaniler'dir. Kentin nüfusunun %1.61'ine tekabül eden 8167 kişiyse kendini diğer etnik gruplara dahil etmiştir. Üsküp aşağıdaki kentlerle kardeş kent anlaşmaları imzalamıştır: Kristal Kristal, billur ya da kesme cam, kimyadaki katı haldeki bir elementin veya bileşiğin, molekül, atom veya iyon yığınlarının (paketinin) kesin geometrik bir yapı göstermesidir. Araştırmalar göstermiştir ki, hemen hemen bütün katı maddelerde atomlar tekrarlı bir sıra halinde dizilmiştir ve bundan dolayı kristalleri teşkil ederler. Cam ve plastik başlıca istisnalardır. Bu maddelerde kristalleşme görülmez. Fakat bu maddelerde bile küçük bölgelerde parça parça bir tekrarlı sıra bulunur. Kristal maddeler, metaller, mücevher taşları ve tuzlardan toz taneciklerine kadar geniş bir dağılım gösterirler. Bununla beraber her birinin atomları sıralı bir tarzda dizilmiştir. Kristal sıranın detaylı tabiatı yani billur yapısı, billuru teşkil eden maddenin özelliği olarak her birinde farklıdır. Bir kristal, yüzeyleri arasındaki açının gösterdiği temel yapıları ile tanınır ve başlıca yedi yapıya ayrılır: Bu yedi kristal yapısı da kendi içinde 32 billur sınıfına; bu da yine kendi içinde 230 gruba ayrılmıştır. Bazı maddeler birden fazla billur çeşidi meydana getirir ki, buna o maddenin Allotropları denir. Dünyada bilinen en büyük kristal 14.1 ton olup, 32 metre genişliğinde ve 3,5 metre yüksekliğindedir. Namibya'da, Erongo bölgesinde, Karibib şehri yakınlarında bulunmuş olan dünyanın en büyük kuvars kristali Swakopmund şehrinde sergilenmektedir. Kristalin ocaktan çıkarılması 5 yıl sürmüştür. Hüsrev ü Şirin Hüsrev ü Şirin, II. Murat'ın ricası üzerine, onun adına Şeyhî tarafından kaleme alınmış bir mesnevi. 6400 beyitten oluşan Hüsrev-ü Şirin'de Sasani hükümdarlarından Hürmüz'ün oğlu Hüsrev-i Perviz, Azerbaycan'da Berde kentinin prensesi olan Şirin ve Ferhat arasında geçen olayları konu edinmiştir. Dram ve aşk temalıdır. Bazı tarihçilere göre eserin kaynağı gerçek bir olaya dayanmaktadır. Bu ünlü tema, çoğu zaman "Hüsrev ü Şirin" isimiyle bazen de "Ferhad ü Şirin"(Ferhat ile Şirin) ismiyle birçok ünlü edebiyatçı tarafından tekrar kaleme alınmıştır. Hüsrev ü Şirin daha önce Farsca edebiyatında da şiir olarak işlenmiştir. Ilk kez Azeri asıllı Nizami Gencevi (1141-1209) tarafından 1177 - 1181 de Farsca hazırlanmış (ve "Beş Mücevher (پنج گنج Panj Ganj)" adlı Hamse'si içinde ihtiva edilmiş bulunan) "Hüsrev ü Şirin" ile isim yapmıştir. Daha sonraları eserin konusu farklı şairler tarafından tekrar tekrar işlenmiştir. Bunlar arasinda Herat Timurlar devletinde yaşamış Hatifi (1454-1521), Farsça yazdığı "Hamse"'sinde bulunan ve Nizami'nin eserine nazire olarak hazirlanan "Hüsrev ü Şirin" mesnevisi ile ün kazanmıştır. Bu versiyonların içinde Türkçe yazilmasi ile en çok yer eden ve ünlenen Şeyhî'ninkidir. Şeyhi de bu önemli eserinin yaklaşık 2000 beyitten oluşan baş kısmını Nizamî'den değiştirerek tercüme etmiş, kalan bölümünü ise kendisi yazmıştır. Fakat Şeyhi bu eserini bitiremeden vefat etmiştir. Eseri Sultan II. Murad'ın emriyle Şeyhî'nin kız kardeşinin oğlu Cemâlî Germiyanî tamamlamıştır. Açık içerik Açık içerik, Vikipedi'nin temel omurgasını oluşturan diğer kullanıcıların rahatça bilgi ekleyebildiklerini sağlayan bir sistemdir. Tıpkı demokratik bir yönetimde söz konusu olduğu üzere Vikipedi'de da bu özellik sayesinde kullanıcılar kendi ansiklopedilerini kendi yönetirler. İşte bu etmene dayanarak bilgi paylaşmak isteyen herkese açık olan ve Vikipedi'nin temelini oluşturan bu sisteme "açık içerik" denmektedir. Lois Lowry Lois Lowry (20 Mart 1937) Amerikalı yazar. 20 Mart 1937'de, Hawaii'de Amerikan ordusunda diş hekimi olarak görev yapan bir babanın 2. çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının mesleği yüzünden ailesiyle beraber birçok yere gitti, birçok farklı şehir ve ülkede yaşadı. Bugün çocuk ve gençlere yönelik romanlarıyla ünlenen Lowry'nin en önemli ve ünlü eseri "The Giver" isimli romandır. Birçok tartışmaya konu olan roman Amerika'daki bazı okullarda yasaklanmıştır. Yazar "The Giver" başta olmak üzere bir
çok eseriyle çeşitli ödüller kazanmıştır. Evli ve iki çocuk annesi olan yazarın, Boston'da bir apartman dairesi ve 1840 yılından kalma bir çiftliği vardır. Aldatılanlar Aldatılanlar, Müslüm Gürses`in Özbir Plak`tan 1988 yılında çıkardığı albüm. Elenor Müzik de 1993 yılında tekrar basmıştır. 2013 Aralık ayında ise bu albüm Elenor Müzik tarafından CD olarak basılmıştır. CD baskısında "Efkârlıyım" ve "Kısmetim Kapanmış" yedek şarkıları da yer almıştır. Ancak Gülhane Konserleri karma albümünde yer alan, bir diğer yedek şarkı "Yaşamalısın" CD versiyonunda da yer almamıştır. 1.Usandım ~ söz : Şakir askan- müzik : Kemal Taşçeşme 2.Kolay Mı Sandın ~ söz : Ahmet Selçuk İlkan - müzik : Kemal Taşçeşme 3.Aldatılanlar ~ söz ve müzik : Kazım Birlik 4.Yıkıldım Sevgilim ~ söz : Mustafa Ok - müzik : Kazım Birlik 5.Gitti ~ söz : Ali Tekintüre - müzik : Yavuz Taner 6.Küllü Harap ~ söz ve müzik : Bahattin Baştuğ 7.Değmezmiş Sana ~ söz : Şakir Askan - müzik : Kemal Taşçeşme 8.Şarkılar Senin İçin ~ söz : Ali Tekintüre - müzik : Yavuz Taner 9.O Sen Değilsin ~ söz ve müzik : Gürcan Peker 10. Efkârlıyım ~ söz : Mustafa Ok - müzik : Kazım Birlik 11. Kısmetim Kapanmış ~ söz : Yusuf Akpınar - müzik : Naci Eray 12. Yaşamalısın ~ söz : Mustafa Ok - müzik : Kazım Birlik Ludwig von Mises Ludwig Heinrich Edler von Mises (d. 29 Eylül 1881 - ö. 10 Ekim 1973) modern liberteryenizm hareketinde büyük etkisi olmuş Avusturyalı eski ekonomist, tarihçi, filozof ve yazardır. Mises, demiryolu mühendisi Yahudi asıllı bir babanın oğlu olarak 29 Eylül 1881'de Lemberg, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda (şimdi Ukrayna sınırları içindedir) doğmuştur. 19 yaşında Viyana Üniversitesi'nde hukuk ve idari bilimler eğitimine başlayan Mises, Carl Grünberg ile idari bilimler tarihi üzerine çalışırken 1903'te Carl Menger'in Ekonominin Prensipleri kitabını okumasıyla tarihçi bakış açısından kurtularak ekonomi üzerine odaklanmaya başlamıştır. 1906'da doktorasını alarak finansal yönetici olarak kamuda çalışmaya başlamış, sonrasındaysa bürokrasinin işleyişinden rahatsızlık duyarak bir hukuk firmasında stajyer olarak 2 yıl çalışmıştır. Bu sırada Avusturya İktisat Okulu'nda ekonomi dersleri vermeye başlamış, böylelikle Carl Menger'in temelini attığı Avusturya Okulu'nun Eugen von Böhm-Bawerk geleneğinden ikinci kuşağını Hans Mayer ve Joseph Alois Schumpeter ile birlikte oluşturmuştur. Daha sonra 25 yıl çalışacağı Viyana Ticaret Odası'nda işe başlamış, 1934-1940 döneminde Nazilerden kaçmak için Viyana'dan ayrılarak Cenova Üniversitesi'nde ders vermeye başlamış ancak baskıların artmasıyla 1940'ta ABD'ye göç etmiştir. 1945'te New York Üniversitesi'nde konuk öğretim görevlisi olmuş ve 1969'a kadar burada çalışmalarına devam etmiştir. Bu dönemde verdiği seminerlerle Murray Rothbard, Hans Sennholz, George Reisman, Ralph Raico, Leonard Liggio ve Israel Kirzner gibi liberteryen aydınların yetişmesine katkıda bulunmuştur. 1973'te 92 yaşında New York'ta St. Vincent Hastanesi'nde hayata veda etmiştir. Bu kitabında Mises, İngiliz klasik ekonomisinde David Ricardo ile başlamış olan mikro-makro çatallaşmasını kapatmış, ekonominin bireysel insan davranışıyla adım adım analizine dayanan bir bilim olduğunu vurgulamıştır. Para bireysel davranışın ve piyasa ekonomisinin analiziyle bütünleştirilmiştir. Ayrıca mevcut bankacılık uygulamaları analizini dönüştürmüş, Ricardocu Para Okulu geleneğine dönerek, enflasyonist kısmi rezerv kredi sisteminin ilga edilmesinin doğru olduğunu göstermiştir. Bu Kitap, Sosyalizm ve türevlerinin derinlemesine analizi ve oluşan manzaranın çarpıcı bir kritiğidir. Mises bu eseriyle neden tamamen sosyalist kontrolün olduğu bir toplumda ekonomik hesaplamanın mümkün olmayacağını ve bunun sosyalistler tarafından bile kabul görmüş bir problem olduğuna işaret etmektedir. "* Bu kitap Liberte Yayınları tarafından Türkçeye çevrilmiştir." Bu kitap, klasik liberalizmde devletin görevinin etkili bir şekilde yapılmış ifadesidir. Mises; bu kitapla devletin görevini tarif etmiş ve nelerin barışı, özgürlüğü ve refahı teşvik edip etmeyeceğini açıklamıştır. Bu eser, 1920'ler Avrupa'sında yaşanmış olan ekonomik tartışmalar üzerine yazılmış olan makalelerin bir derlemesidir. Bu derlemede Mises; o günün Avrupa'sında fiyat kontrollerini ve bankaların kamulaştırılmasını içeren programları ve Marksizm'i ısrarla eleştirmiştir. Bu çalışma, bürokratik idare ile kar ve zarar üzerine kurulu yönetim arasındaki farkların yalın bir dille ifade edildiği tarafsız bir çalışmadır. Bürokrasi devlet yönetiminde makul seviyede etkin olabilir ancak kar-zarar üzerine kurulu idareyle önemli ayrımları bulunmaktadır. Bürokrasi devlet içindir, iş dünyasında ise kar-zarar üzerine kurulu yönetim geçerli olmak zorundadır. Birçok yazar büyük şirketleri devlet şeklinde bürokratik bir yapı olarak görmüştür ancak bu köklü bir yanılgıdır. İş dünyası büyüklük ile değil kar ve zarar ile ilgilenmektedir. Bir şirket her birinin kendi bilânçosunu tuttuğu çok sayıda kısımlara bölünebilir. Bazen bu bölünmüş kısımlarda kayıtların çift girişle tutulması zaruridir. Diğer yandan, devlet, iş dünyasındaki gibi müşterilerine karşı sorumlu değildir, ancak toplum baskısı vasıtasıyla yönlendirilebilir, demokrasi gibi. Demokrasi; çoğunluğun kontrolü olmasına rağmen yine de en cazip yönetim şeklidir. "* Bu kitap Liberte Yayınları tarafından Türkçeye çevrilmiştir." Bu eser, ekonomi ve sosyal bilimler üzerine kapsamlı akademik bir çalışmadır. Mises'in; bireyin tercihlerinin neden-sonuç ilişkisi içerisinde amaçlı olduğunu ortaya koyduğu ve metodolojik çalışma esaslarını belirttiği temel kitabıdır. "* Bu kitap Liberte Yayınları tarafından Türkçeye çevrilmiştir." Bu eser, Mises'in Avusturya ekonomi teorisinin gelişimini gözden geçirdiği eseridir. Kitap, Avusturya İktisat Okulunun öncülerinin özellikle Menger ve Böhm-Bawerk'in kısa biyografilerini içerir. Mises; sübjektif ekonominin tümdengelimcilikle nasıl yükselişe geçtiğini ve Avusturya İktisat Okulu'nun önemini anlatmıştır. Menteşe Beyliği Menteşeoğulları Beyliği (kısaca Menteş Beyliği olarak da anılır) Türkiye Selçuklu Devleti'nin çökmesi ve dağılmasıyla başlayan Anadolu Beylikleri döneminde Güneybatı Anadolu’da kurulmuş bir Türk beyliğidir. Sınırları aşağı yukarı bugünkü Muğla iline denk gelen bu beyliğin hakimiyeti, 13. yüzyılın ortalarından 15. yüzyılın başlarına kadar devam etti. Diğer Anadolu Beylikleri gibi Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetine girdi. Muğla ili Osmanlı Devleti 'nin son dönemlerine kadar Menteşe vilayeti olarak anıldı. Türkiye Selçuklu Devleti Anadolu'yu iskan politikası çerçevesinde, özellikle Moğol zulmünden kaçarak doğudan gelen Türk boylarını Batı Anadolu'daki uç bölgelerine yerleştiriyorlardı. Menteşe Bey'in kumandasındaki Türkler de, Bizanslılar ın Karya dedikleri, bugünkü Muğla bölgesine yerleştirildi. Bu arada Moğol baskısının etkisiyle Türkiye Selçuklu Devleti'nin nüfuzunun günden güne azalması, uçlardaki bu Türk unsurlara geniş bir hareket serbestliği vermekteydi. Nitekim, Menteşe Bey idaresindeki Türkmenler de, 1261’den sonra Muğla çevresinde fetihlere girişerek, bölgeye daha sağlam bir şekilde yerleşmeye başladılar. 1278 yılında, Bizans İmparatoru VIII. Mihail’un oğlu Andronikos, Muğla’yı büyük bir ordu ile kuşattı ise de alamadı. Aydın ve Güzelhisar kalelerini tahkim etmekle yetinip geri dönmek zorunda kaldı. Onun dönüşü ile harekete geçen Menteşe Bey, kısa sürede Aydın ile Güzelhisar'ı zaptetti (1282). Böylece Türkler, Menderes havzası na ve güneyine tamamen hâkim oldular. Bölgede 13. yüzyılın ikinci yarısından sonra başlayan Menteşe Beyliği hakimiyeti, Antalya’nın Alakır Çayı batısından itibaren; Finike, Kaş, Elmalı, bütün Muğla, Çameli, Acıpayam, Tavas, Bozdoğan ve Çine’ye kadar yayıldı. Donanmaya sahip olan Beylik, Akdeniz'de faaliyetlerde bulundu. 1282 yılından sonra vuku bulan olaylarda, Menteşe Beyin adına rastlanmamaktadır. Bu durumda onun, 1282 yılı sonunda veya 1283’te vefat ettiği sanılmaktadır. Fethiye yakınlarında bulunan türbesinde gömülüdür. Menteşe Beyden sonra, yerine oğlu Menteşeoğlu Mesud Bey geçti. Saltanat değişikliğinden faydalanmak isteyen Bizanslılar, tekrar Karya üzerine sefer yaptılarsa da muvaffak olamadılar. Bizanslıları bozguna uğratan Mesut Bey, oluşturduğu güçlü donanmayla Rodos Adasına çıkartma yaptı. 1300’de yapılan çıkartma ile Rodos Adasının Türkler tarafından fethi, Papalığı harekete geçirdi. Papa V. Clemens ile Fransa Kralı Güzel Filip’in teşvik ve yardımları üzerine, yarı korsan yarı tarikat mensubu Sen Jan Şövalyeleri, Rodos’a hücum ettiler. Sen Jan Şövalyelerinin 1310 yılında başlayan hücumu, 1314 yılında Rodos’un tamamını Hristiyanlık adına geri almalarına kadar devam etti. Mesud Bey, 1320’den önce vefat edince, yerine oğlu Menteşeoğlu Şücaüddin Orhan Bey geçti. Şücaüddin Bey de, 1320'de Rodos Adasına sefer tertip edip adayı geri almak istedi, fakat muvaffak olamadı. 1340’larda vefat ettiği tahmin edilen Şücâüddin Orhan Bey’in yerine oğlu Menteşeoğlu İbrahim Bey geçti. İbrahim Bey, Latin Haçlıların işgaline uğrayan İzmir’i geri almak için, 1344’te Aydınoğlu Umur Bey'e yardım etti. Menteşe donanması bu dönemde Latinleri devamlı surette taciz etti. Menteşe ve Venedik donanmasının mücadelesi, 1355 antlaşmasına kadar sürdü. İbrahim Bey'in 1360’larda vefatıyla beylik, Musa, Mehmet ve Ahmet adlarındaki üç oğlu arasında taksim olunarak idare edildi. Osmanlı Devleti'nin Anadolu ve Rumeli ’nde genişleyip büyümesine paralel olarak, Menteşeoğulları Beyliği toprakları da, Yıldırım Bayezid'in 1390 Anadolu seferi sonunda Osmanlı hakimiyetine geçti ve 1402 Ankara Savaşı'na kadar Osmanlı hakimiyetinde kaldı. Timur, Anadolu Beyliklerine eski yerlerini iade ettiğinde, Menteşeoğlu İbrahim Bey'in oğlu Menteşeoğlu İlyas Bey'e de Menteşe’yi verip, emir tayin etti. 1402-1413 yılları arasındaki Fetret Devrinden sonra, Menteşeoğulları ailesi, 1414 yılında Osmanlı Sultanı I. Mehmet'in hakimiyetini tanıdı. Menteşe toprakları, 1424 yılında, bütünüyle Osmanlı Devletine katıldı. Anadolu’nun güney
batısında 200 yıla yakın hakim olan Menteşeoğullarına ait kültür ve sanat eserleri, hala mevcuttur. Bölgede cami, medrese, türbe ve diğer sosyal müesseseler inşa eden Menteşe Beyliğinin Milas, Muğla, Beçin ve Balat şehirlerinde, zamanına göre fakülte derecesinde, yüksek vasıflı medreseleri vardı. İlyas Beyin, 1404 yılında Balat’ta (Milet) yaptırdığı İlyas Bey Camii, Türk sanat eserleri arasında orijinal ve nadide bir örnek olarak göze çarpmaktadır. Menteşe beyleri, ilme, alimlere çok değer verir, himaye ederlerdi. Mevlana'nın torunlarından Ulu Arif Bey'e hürmet gösterip; Mevleviliğin, bölgelerinde yayılmasına müsaade etmişlerdir. Menteşeoğlu İlyas Bey adına İlyasiye fi’t-Tıb adında bir tıp kitabının, Menteşeoğlu Mehmet Bey oğlu Mahmud Çelebi adına da Bazname adında avcılığa dair bir kitabın Farsça’dan tercüme edilmiş olması bir başka örnektir. Menteşeoğulları güçlü bir donanma geliştirme yolunda ciddi çalışmalar yapmış olmaları nedeniyle de diğer Anadolu Beylikleri arasında dikkat çekmektedir. Mısır'daki Memluk Devleti Frenklere karşı Anadolu’dan yardım istediğinde, Menteşeoğulları'nın 200 kadırga gönderme vaadinde bulunmuş olmaları denizlerdeki güç ve seviyelerini göstermesi bakımından önemlidir. "Buradaki Türkmenlerin beyi olan Menteşe,Karamanlıların mücadelesinde onlarla birlikte hareket etmişti.Hiç Kuşkusuz bu savaştaki veya daha sonra Eşrefoğullarına karşı savaşlarındaki yenilgilerini takiben Ladik'in ötesine göç etmiş ve 1282'de bu yörelerde bulunanlarla savaşarak bölgeye yerleşmişti. 14.Yüzyılın başında Menteşelilerin toprakları Milas,Muğla yani Eski Karya'yı kapsıyordu. Sahile Vardıklarında Rodos'a yerleşmekte olan Hospitalier tarikatına bağlı Hristiyan Şövalyelerle karşılaştılar ve onları Mağlup ettiler. Yerli denizcilerin geleneklerini benimsediler ve Türkmenler bölgede deniz ticareti ve korsanlık yapmaya başladılar." Oryantiring Oryantiring (yönbulma, orienteering, kısaca OL), harita yardımı ile yön bulmayı içeren, zamana karşı yapılan bir spor. Farklı arazi koşullarında yapılabilse de, genellikle ormanlık arazide yapılması tercih edilmektedir. Çoğu ülkede federasyonlar halinde örgütlenmiştir ve belirli kurallar çerçevesinde gerçekleştirilir. "Oryantiring" kelimesi, İngilizce "orienteering" kelimesi aracılığıyla, İsveççe "orientering" kelimesinden dilimize geçmiştir. İlk resmi faaliyet 1918'de İsveç'te Albay Ernst Killander tarafından yapıldı. O tarihten sonra ilgi hızla arttı ve ülkedeki en yaygın sporlardan biri halini aldı. Uluslararası Oryantiring Federasyonu 1961 yılında kuruldu. Oryantiring günümüzde pek çok ülkeye yayılmış bir kitle sporudur. İsveç'teki O-ringen faaliyeti her yıl onbinlerce sporcuyu bir araya getirmektedir. Türkiye'de oryantiring, 1970'lerden beri silahlı kuvvetlere bağlı kurumlar ve diğer kamu kurumları bünyesinde yapılmaktadır.. 1999'da İstanbul ve Ankara'da halka açık oryantiring grupları kurulmuş ve faaliyete başlamıştır. Türkiye'de resmi örgütlenme çalışması 2001 yılında başlamış ve 2002 yılında Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Dağcılık Federasyonu'na bağlı Oryantiring Asbaşkanlığı kurulmuştur. Asbaşkanlık 2004 yılında İzcilik Federasyonu'na bağlanmıştır. 2006 yılında bir Oryantiring Federasyonu kurulması kararı alınmış olup, 28 Mart 2006 tarihinde İzcilik Federasyonu'nundan ayrılan Oryantiring, 19 Haziran 2006 tarihinde kurulan Oryantiring Federasyonu'na bağlanmıştır. 2006 yılının son dönemlerinde özerliğini isteyen Federasyon, 2007 mart ayında birinci genel kurulunu yaparak özerk federasyon olmuştur. Türkiye'deki en önemli oryantiring faaliyeti, uluslararası katılıma sahne olan İstanbul 5 Gün yarışmalarıdır. Oryantiringde sporcular kendilerine verilen yarışma bölgesinin haritasında belirtilmiş hedeflere sırasıyla ve en kısa sürede ulaşmaya çalışırlar. Kontrol noktalarında turuncu-beyaz bayraklar bulunur. Yarışmacılar bayrağın yanındaki zımbayı ellerindeki fişe basarak kontrol noktasına ulaştıklarını kanıtlarlar. Bazı yarışmalarda zımba ve kontrol kartı yerine elektronik bir sistem de kullanılmaktadır. İki hedef arasında hangi yolu izleyeceğine yarışmacı kendi karar verir. Amaç hedefleri en kısa sürede tamamlamaktır. Tüm hedeflere ulaşamayanlar genellikle diskalifiye edilir. Yarışmacıların birbirini izlememesi için genellikle birkaç dakika arayla çıkış verilir. Yarışmacılar parkur boyunca karşılaşsalar dahi birbirlerini izlemeleri yasaktır. Uluslararası Oryantiring Federasyonu'nun kabul ettiği dört oryantiring disiplini vardır: Bunlar dışında, yapıldığı araziye, kurallarına, zamana göre pek çok oryantiring türü vardır: Aydınoğulları Beyliği Aydınoğlu Beyliği veya Aydınoğulları Beyliği, Anadolu Selçuklu Devleti'nin çökmesi ve dağılmasıyla başlayan Anadolu Beylikleri döneminde, 14. yüzyıl başlarında Güneybatı Anadolu’da Aydın ve çevresinde kurulmuş; döneminde hayli etkili olmuş bir Türkmen beyliğidir. 1308'de Aydın ve çevresinde kuruldu. Devletin kurucusu "Aydınoğlu Mehmed Bey", Germiyanoğlu Yakub Bey'in ordusunda subaşıydı (ordu komutanı) ve Germiyanoğulları Beyliği'nin Batı Anadolu'daki sınırlarını genişletmekle görevlendirilmişti. Bizans'tan Birgi'yi aldıktan sonra bağımsızlığını ilan etti; Birgi'yi babasının adıyla anılan beyliğinin başkent yaptı (1308). Kente, kendi adıyla anılan bir ulu cami ve külliye inşa ettirdi. Birgi'nin ardından Ödemiş, Sultanhisar ve İzmir'i de topraklarına kattı. Ayasuluk’ta (bugünkü Selçuk) Aydınoğullarının ilk donanmasını kurdu. Topraklarını beş oğlu aarasında paylaştırdı. İzmir valiliğine oğullarından Umur Bey'i getirdi. Ayasuluk'taki donanma, Umur Bey'in komutasında Ege adalarına ve Rumeli kıyılarına akınlar yaptı. Mehmed Bey’in 1334'te ölümü üzerine beyliğin başına oğlu "Umur Bey" geçti; 14 yıl saltanat sürdü. Umur Bey Selçuk ve İzmir'de tersaneler kurdu; donanmasını güçlendirdi. Sakız, Bozcaada, Eğriboz, Mora ve Rumeli kıyılarına akınlar düzenledi. Bizans'taki taht kavgalarına müdahele etti ve Kantakuzen'in tahta oturmasında rol oynadı. Umur Bey Alaşehir'i de topraklarına katınca, Venedik, Ceneviz, Rodos Şövalyeleri ve Kıbrıs Krallığı'nın donanmaları birleşerek harekete geçti. Birleşik Haçlı donanması 1344’te İzmir'in sahil kesimini ele geçirdi ve Aydınoğulları bu savaşta donanmasını yitirdi. Umur Bey, İzmir'i geri almak için yaptığı kuşatma sırasında hayatını kaybetti. Umur Bey'in 1348'deki ölümünden sonra sırayla Mehmet Bey'in oğullarından "Hızır Bey" ve "İsa Bey" Aydınoğulları hükümdarı oldu. Hızır Bey, 1348'de Venedik, Kıbrıs Krallığı ve Rodos Şövalyeleri ile çok ağır bir anlaşma imzalamak zoruna kalmıştı. Yirmi maddelik anlaşmanın şartları gereği, Aydın ili iskelesinde alınan gümrük vergisinin yarısı Latinlere bırakılıyor; Aydınoğlu deniz kuvvetleri silahtan tecrit ediliyor, gemiler karaya çekiliyordu. Bu anlaşma beyliğin deniz faaliyetlerini durdurmasına ve gücünü yitrmesine sebep oldu. Benzer bir anlaşma 1351'de Ceneviz'le de imzalandı. Anlaşma, 1371'de İsa Bey döneminde de yenilendi. Aydınoğuları, başlangıçta Osmanlılarla dostane ilişkiler kurulmuştu. Ancak ilişkiler, 1389'da Osmanlı tahtına çıkan I. Bayezid'in kardeşi Yakup Bey'i öldürmesi üzerine bozuldu. Bu olaya tepki gösteren ve güçlerini birleştiren Anadolu Türkmen Beyleri arasına Aydınoğuları Beyliği de katıldı. Genç Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezid, kendisine karşı birleşen beylikler üzerine 1390'da sefere çıktı. Aydınoğlu himayesinde bir Rum şehri olan Alaşehir'i Osmanlı idaresine kattı. İsa Bey, bu gelişmeler üzerine topraklarını Yıldırım Bayezid'e bırakarak Tire'de oturmayı kabul etti. İsa Bey'in kızı Hafsa Sultan'ın Yıldırım Bayezid ile evlendirilmesi sonucu iki aile arasında akrabalık ilişkisi sağlandı. 1402’deki Ankara Savaşı'nda Yıldırım Bayezid'i yenen Timur Aydınoğullarına eski topraklarını geri verdi. Beyliğin başına İsa Bey'in oğlu "Musa Bey', onun kısa süre sonra ölümü üzerine de "II. Umur Bey" geçti (1403). II. Umur Bey, 1405 yılında beyliği amcasının oğlu "Cüneyd Bey'e" bırakmak zorunda kaldı. Aydınoğuları, Cüneyd Bey'in idaresinde bir süre daha varlığını sürdürebildi. Cüneyt Bey, Osmanlı Devleti'ndeki Fetret devri olayları ve Düzmece Mustafa isyanında önemli rol oynadı. En sonunda İzmir yakınlarındaki sığındığı kalede teslim olmak zorunda kaldı ve hem kendisi hem de ailesi öldürüldü. Böylece 1426'da Aydınoğulları Beyliği toprakları II. Murad tarafından kesin olarak Osmanlı Devletine katılarak ilhak edildi. Beylik hanedanının torunlarından Aydınoğlu Molla Yakup Bey, 1597 yılında İzmir'in en büyük camii olan Hisar Camii'ni yaptırdı. Bu da, Aydınoğlu ailesinin Osmanlı idaresinde de uzun süre ön planda kaldığına işaret etmektedir. Osmanlı idaresinden sonra da varlığını sürdürdüğü düşünülmektedir; ama tam olarak nerede oldukları bilinmemektedir. Saruhanoğulları Beyliği Saruhanoğulları Beyliği (Saruhan Beyliği veya Saruhanlılar da denir), Türkiye Selçuklu Devleti'nin çökmesi ve dağılmasıyla başlayan Anadolu Beylikleri döneminde, 14. yüzyıl başlarında Batı Anadolu’da Manisa ve çevresinde, Gediz Nehri havzasında Menemen, Gördes, Demirci, Kemalpaşa, Turgutlu, Ilıca ve Akhisar gibi kent ve kasabalarda ağırlıklı olarak kurulmuş bir Türkmen beyliğidir. Saruhanoğulları, Avşar (Afşar) boyunun Saruhanlı kolundandır. Bazı kaynaklar Er Saru veya Saruhan adlı bir Harezm emirin Selçuklu Devleti'nde görev yaptığını iddia ederler. Bu şahsın oğlunun adının Alpağı olduğu; Anadolu'ya geçiş yaptığı ve Alpağı'nın Saruhan Bey, Çuğa Bey ve Ali Paşa adlarını alan oğulları olduğu bilinmektedir. Ebu'l Gazi, Er Saru oymaklarının 10. yüzyılda günümüz Türkmenistan'da ve Kazakistan'da Balkhan, Üstyurt ve Mangışlak bölgesinde yaşadıklarından söz eder. Bu gün Ersarılar olarak tanımlanan büyük türkmen boylarindan biri çoğunlukla Türkmenistan'ın güneýinde, güneydoğusunda, Afganistan'ın kuzeyinde, Pakistanda ýaşarlar. Saruhan Bey Anadolu Selçuklu Devleti sultanlarından II. Alâeddin Keykubad ile II. Gıyaseddin Mesud maiyetinde bir emir olarak görev yaptı. Sonra II. Gıyaseddin Mesud tarafından bir Bizans şehri olan Manisa ve civarını ele geçirmekle görevlend
irilen bir Türkmen emiri olduğu bilinmektedir. Bu dönemde doğuda Moğol istilası dolayısıyla birçok Türkmen Anadolu'ya göçmeye başlamıştır ve bunlardan Batı Anadolu'ya yönelenler Bizans elinde bulunan arazilere girmeye başlamışlardır. Bizans İmparatoru II. Andronikos (1282-1328) 1300 civarlarında bu gelişmelerin önüne geçmek ve bu bölgede Bizans topraklarının kaybını önlemek için ortak imparator olan oğlu Mihail emrinde Alan asıllı paralı askerlerden oluşan birliklerle bu bölgeye göndermiştir. Mihail ordusununun idare merkezi olarak Manisa'yi seçmiştir. Fakat Mihail bu kentte pasif davrandığından onun buyruğu altında bulunan Alan asıllı paralı askerler orduyu terk etmeye başlamışlardır. Bunun üzerine Mihail, Türkmen girişlerini önlemeyeceğini anlayarak Manisa'yi terk etmiştir. Fakat Bizans İmparatoru, bu sefer 1302'de Türkmenlerin girişini önlemek üzere "Roger de Flor" adlı, paralı asker olan bir Katalan komutanı ile idaresi altında bulunan İspanyol Aragon ve Katalan asıllı paralı askerlerden oluşan Katalan Paralı Asker Birliği adlı bir askeri birlik kiralamış ve bu birliği Batı Anadolu'ya göndermiştir. Bahsi geçen birlik bir Bizans şehri olan Alaşehir'i kuşatmış olan Türkmenlere karşı yürümüş ve kent önünde yapılan muharebeyi kazanmıştır. Fakat sonra bu birlik de yine savunma hareketine başlamıştır. Manisa civarındaki Türkmenlerin emiri olan Saruhan Bey, Katalan Birliği'nin elinde bulunan "Danya" kalesini kuşatmıştır ama kaleyi alamamıştır. Bu ve diğer Türkmenlerle olan çatışmalar sonucunda "Roger de Flor" başarılı olamayacağını anlayarak Bizans İmparatorunun iznini bile beklemeden Katalan Birliği'ni Ege Denizi kıyısına geri çekmiş ve oradaki gemilerle Trakya'ya gidip Bizans İmparatoru'na büyük sorunlara neden olmuşturlar. Katalan Birliği'nin bölgeden ayrılması ile Saruhan Bey, Manisa şehri ve civarındaki harekatını daha da şiddetlendirmiştir. Civardaki kasabaların ve köylerin Türkmenlerin eline geçmesinden sonra 1313'de Saruhan Bey, Manisa'yı ele geçirmiş ve bu şehri beyliğinin merkezi yapmıştır. Saruhan Bey'in 1346'ya kadar süren uzun beylik döneminde Saruhanlılar, Aydınoğulları Beyliği ile ittifak hâlinde İzmir'in alınmasına destek olmuşlardır. Ayrıca Aydınoğlu Umur Bey'in Bizans İmparatorluğu ile karmaşık ilişkiler zinciri çerçevesinde Trakya ve civarına düzenlediği seferlere katılmışlar ve Ege Denizi'nden akınlar düzenlemişlerdir. Saruhan Bey'in büyük oğlu Süleyman Bey, Bizans İmparatoru VI. İoannis'in çağrısı ile Umur Bey ile katıldığı Trakya seferinde Dimetoka bölgesinde faal olan Bulgar Şaki Momçilo'nun Haziran 1345'de bertaraf edilmesi ile sonuçlanan savaş sonrası hastalanarak ölmüştür. Babası Saruhan Bey de ertesi yıl bu olayın üzüntüsünden vefat etmiştir. Saruhan Bey'in ölümünden sonra oğlu Fahrüddin İlyas Bey hükümdar oldu. İlyas Bey'in 1362 yılından sonra ölümünden yerine oğlu Muzafferüddin İshak Bey hükümdarlığa geçti. İshak Bey' in 1388 yılında ölümünden sonra yerine Hızırşah ve Orhan adlı iki oğlundan Hızırşah hükümdar olmuş, diğer oğlu Orhan da Osmanlılara sığınmıştır. I. Murad'ın Kosova Savaşı'nda şehid olmasından sonra Karamanoğulları' nın yanında yer alan Saruhanoğulları Beyliği, I. Bayezid tarafından 1390 yılında ele geçirildi. 1402 yılında meydana gelen Ankara Muharebesi' nden sonra Timur tarafından Anadolu Beyliklerine topraklarının geri verilmesiyle Orhan Bey'in kısa süreli hükümdarlığından sonra Hızırşah yeniden beyliğin başına geçti. Hızırşah, 1410 yılında I. Mehmed tarafından yakalanarak öldürülmüş, kardeşi Orhan Bey'in de 1412 yılında ölümünden sonra Saruhan Beyliği kesin olarak Osmanlı Devleti topraklarına katılmıştır. Manisa ve geniş anlamda çevresi Osmanlı'nın son dönemlerine kadar Saruhan Sancağı olarak anılmıştır. Manisa 1595'e kadarki Osmanlı döneminde pek çok şehzadenin padişahlığa dönük olarak yetiştirildiği ve eğitimlerinin verildiği merkez olarak seçilmiştir. Hakan Günday Hakan Günday (d. 29 Mayıs 1976, Rodos) Türk yazar. 29 Mayıs 1976'da Rodos'ta doğdu. İlköğrenimini Brüksel'de tamamladı. Ankara'daki Tevfik Fikret Lisesi'ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransızca Mütercim Tercümanlık Bölümünde üniversite eğitimine başladı. Ertesi yıl Universite Libre de Bruxelles'in siyasal bilimler bölümüne geçti. Öğrenimine Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde devam etti. İlk romanı "Kinyas ve Kayra"yı 2000 yılında o dönemde Om Yayınevi'nin editörü Nevzat Çelik'in desteği ile yayımladı. Son romanı "Daha "Ekim 2013'te yayınlanmıştır. Hakan Günday, eski milletvekillerinden Faik Günday'ın torunudur. 26 Kasım 2014 tarihinde Fransa'nın başkenti Paris'te düzenlenen törende 2014 yılı Türk-Fransız Edebiyat Ödülünü almıştır. 5 Kasım 2015'te, Fransızcaya Encore adıyla çevrilen Daha romanıyla Fransa'nın saygın edebiyat ödüllerinden Prix Medicis "En İyi Yabancı Roman Ödülü'nü almıştır. İlk oyunu olan Malafa, 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında gösterime girmiştir (2010). Filateli Filateli veya pulculuk, posta pullarını konu edinen uğraş alanına verilen isimdir. Posta pulları ile ilgili ilk gün zarfı, özel gün damgası, antiye, posta tarihi ve benzeri maddeler ile de ilgilenir. Filateli ile uğraşanlara filatelist denir. Çoğunlukla pul koleksiyonculuğu ile karıştırılır, oysa pul koleksiyonculuğu posta pulları ve posta pulları ile ilgili maddelerin biriktirilmesinden ibaretken, filateli, pulları bir inceleme konusu olarak değerlendirir. Koleksiyonculuk Filateli alanının bir parçası değildir, yani filatelik çalışma yapmak için çalışma konusu malzemeleri toplamak gerekli değildir. Elbette filatelistler arasında aynı zamanda koleksiyoncu olanlar çoğunluktadır. Pullar incelenirken pul maşası ile tutularak zamkın zarar görmemesi sağlanır, ve parmaklardaki yağlardan korunmuş olur. Güçlü bir büyüteç ise pulun kâğıt ve baskısındaki detayların daha iyi görülmesini sağlar. Ayrıca odontometre ile pulların dantel ölçülerinin ölçülmesi de gerekebilir. Günümüzde belirli bir döneme ait pulların incelenmesi şeklindeki geleneksel filateli çalışmaları azalırken, pullarda anlatılanların incelenmesi şeklindeki tematik veya konulu filateli yaygınlaşmaktadır. Popüler tematik filateli konuları arasında spor, kuşlar, çiçekler, böcekler, tablolar, giysiler bulunmakla birlikte yeni konular da ilgi çekmektedir. Bunun dışında oldukça yeni bir alan olan bir kasabanın, şehrin veya ülkenin gelişme hikâyesinin pul, mektup, kartpostal veya diğer dökümanlar ile anlatılması şeklinde özetlenen sosyal filateli de ilgi çekmektedir. Lütfi Kırdar Lütfi Kırdar (15 Mart 1887 - 17 Şubat 1961), Türk hekim, devlet adamı, asker, Manisa ve İstanbul valisi, milletvekili ve sağlık bakanı. 1887 yılında Kerkük'te doğdu Bu şehrin "Kırdarzâdeler" diye tanınan köklü bir ailesindendir. İlk ve orta öğrenimini Kerkük'te, lise öğrenimini Bağdat'ta tamamlayarak, 1908'de İstanbul'a geldi ve Tıp Fakültesine girdi. Balkan Savaşı çıkınca gönüllü olarak savaşa katılan Kırdar, savaştan sonra Tıp Fakültesinden (1917) mezun oldu. Meslek hayatına Necef Belediyesi Tabibi olarak başlayan Lütfi Kırdar, I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla orduya katıldı. Savaştan sonra Aşiretler ve Muhacirler Genel Sağlık Hizmetleri Müdürlüğü yaparak, Erzurum Kongresinin toplandığı günlerde Kızılay Sağlık Heyeti Reisi olarak Atatürk'ün emrinde Erzurum'da görev aldı. Kurtuluş Savaşı sırasında Kızılay Sağlık ve Sıhhi İmdat Ekibi Başkanı olarak görev yaptı. Millî Mücadelenin her safhasına katıldı ve İstiklal Madalyası aldı. Kurtuluş Savaşından sonra 1923'te Viyana ve Münih'te göz hastalıkları ihtisası yaptı. 1924'te Türkiye'ye döndü ve İzmir Sıhhat Müdürlüğüne tayin edildi. Kendi isteğiyle 1933'te İzmir Memleket Hastanesi göz kliniğine atandı. 1935'te Kütahya'dan milletvekili oldu. 1936'da Manisa, 1938'de İstanbul valiliğine ve belediye başkanlığına atandı. Bu son görevi 12 yıl sürdürdü. İstanbul Harbiye'deki Spor ve Sergi Sarayı, Açıkhava Tiyatrosu, Dolmabahçe'deki İnönü Stadyumu, Taksim Meydanı, Taksim Gezisi ve Atatürk Bulvarı onun döneminde yapıldı. 1940 yılında ise Taksim Kışlası yıktırıldı. 1949'da İstanbul valiliği ve belediye başkanlığından alındı. Aynı yılın Aralık ayında yapılan ara seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi'nden Manisa Milletvekili olarak Meclis'e girdi (1949-1950). 14 Mayıs 1950'deki milletvekili seçiminde kaybetti. 1954 seçimlerinde Demokrat Parti'den İstanbul bağımsız milletvekili oldu. 1957'de yeniden milletvekili oldu. Son Adnan Menderes hükümetinde Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı (1957-1960) olarak görev yaptı. 27 Mayıs Darbesine kadar bu görevde kaldı. 27 Mayıs'ta tutuklandı. Yargılandığı Yassıada'da 17 Şubat 1961’de geçirdiği bir kalp krizi sonucu öldü. 19 Şubat 1961'deki olaylı bir cenaze töreninden sonra Zincirlikuyu Mezarlığı'na gömüldü. Erdem Kırdar ve Üner Kırdar isimli iki oğlu vardır. Jennifer Aniston Jennifer Joanna Aniston (d. 11 Şubat 1969, Shermen Oaks), sinema ve dizi oyuncusudur. Los Angeles'da doğan ve 80'li yıllarda küçük rollerde oynamaya başlayan Jennifer Aniston, çeşitli dizi ve filmlerde rol aldı. En bilinen rolü Friends dizisindeki Rachel Green rolüdür. Dünya ve Amerikan tarihinde en çok izlenen tv dizisi olan ve çekimleri 10 sene süren "Friends" dizisi ile birlikte, adeta fenomen olan ve yıldızı parlayan Jennifer bu rolü ile bir Altın Küre ve bir de Emmy Ödülü almıştır. Aktör Brad Pitt ile beş yıl evli kalmıştı. Evlilikeri çok mutlu gitmesine rağmen ayrıldılar 2010 yılında yapılan bir araştırmaya göre dünyanın 8. en güçlü ünlüsü seçilmiştir. Kalifornia eyaletinde doğmasına rağmen New York eyaletinde büyümüştür. Kendisi gibi babası da bir sinema oyuncusu idi, babası Yunan asıllıdır. Annesi ise İskoç kökenlidir. İki tane kardeşi vardır, ve küçüklüğünde bir sene Yunanistan'da yaşamıştır. Aniston'nın vaftiz babası, kendi babasının en yakın arkadaşı olan Telly Savalas'tır. Sinema oyuculuğuna yeni başladığı zamanlarda birçok değişik işler yapmıştır, garson ve telesekreterlik bunlardan birkaçıdır. 1989 yılında, Los Angeles, California'ya göç etmiştir.
Filmleri Amerika'da 990,344,238$ ve dünya çapında ise 1,508,048,564$'lık gişe hasılatı toplamıştır. Aktrislik kariyerinin yanında Meksika'da bir öksüzler evini işletir. Bunun için birçok reklama ve televizyon şovlarına çıkmış ve para toplamıştır. 2007'de Forbes Dergisi'nin belirlediği "Dünya'nın En Zengin Ünlüleri" listesin de toplam 110 milyon dolarlık servetiyle 10. sırada yer almıştır. Küçük yaşlarda sanat eğitimine başlayan Jennifer Aniston'ın babası “Days of Our Lives” adlı TV dizisinin oyuncularındandır. Annesi de bir oyuncu olan Jennifer, 12 yaşlarında New York’un saygın tiyatro okullarından birinden mezun olur ve oyunculuğa konsantre olmaya karar verir. Jen bu dönemde “For Dear Life” ve “Dancing on Checker’s Grave” gibi Broadway oyunlarında rol alır. 1989 yılında rol aldığı TV dizisi “Molloy”un ardından beyaz camda da şöhreti yakalar. Başrolünde Matthew Broderick’in rol aldığı “Day Off” filminin sit-com versiyonu olan “The Edge” ile TV izleyicisinin karşısına geçen Jen 1991’de “Herman’s Head”deki rolünün ardından “The Ben Stiller Show”da ufak bir rol kapmayı başarır. Aniston “Friends Like These” adı altında başlayan fakat daha sonra “Friends” adına dönen ve tüm dünyada büyük beğeniyle izlenen dizide daha sonra Courtney Cox’un canlandırdığı Monica karakteri için seçmelere katılır. Jen seçmeleri kazanır fakat Monica yerine Rachel Green karakteriyle büyük beğeni toplar. Gün geçtikçe popülerliği artan dizideki saç stiliyle de adından söz ettiren Jen 1996’dan itibaren romantik-komedi tarzında bir dizi filmde rol alır. Bunlar “She’s The One” (1996), “If There Was You” (1997) ve “The Object of My Affection” (1998)’dır. Bu süreç içinde “Meksikalı”, “Dövüş Kulübü” ve “Kapışma” gibi filmlerin yıldız aktörü Brad Pitt ile tanışır ve çift 2000 yılında dünya evine girer. Güzel yıldız 1999 yılında “Office Space” adlı filmdeki etkili performansının ardından Stephen Herek’in yönettiği 2000 yapımı ”Rock Star”la izleyicisine adeta dramatik rollere de uyum sağlayabildiğini kanıtlar. 2002 yılında “The Great Girl” ve Jim Carrey ile birlikte rol aldığı “Aman Tanrım” Jen’i tekrar gündeme taşır. “Friends” dizisinin çekimlerinin bitmesinin ardından eşi Brad Pitt’le kariyerlerinde ve ilişkilerinde çocuk yapmayı olanaklı kılacak bir noktaya geldiklerini düşünerek bebek sahibi olmaya karar verdiklerini açıkladı.Bu dönemde Hollywood'un en gözde çifti olan Brad Pitt ve Jennifer Aniston,tüm dünyayı ve hayranlarını şok ederek Ekim 2005'te boşandılar. .uk .uk Birleşik Krallık (United Kingdom) internet kod harfleri. .de .de, Almanya'nın internet kod harfleri. Edward Norton Edward Norton (d. Edward Harrison Norton, 18 Ağustos 1969, Boston, Massachusetts), ABD'li sinema oyuncusu. Norton Boston, Massachusetts'de doğdu ve Columbia'da (Maryland) büyüdü. 1991 yılında, astronomi bölümünde başladığı Yale Üniversitesi’nden tarih konusunda ihtisas yaparak mezun oldu. Çocukluk yıllarında birkaç tiyatro oyununda rol alan oyuncu, üniversitenin yapımı olan birçok tiyatro oyununda da görev aldı. İlk olarak 1996 yapımı psikolojik drama filmi olan "Primal Fear"da Richard Gere'le birlikte rol aldı. Buradaki başarısı ile Altın Küre Ödülü'ne layık görüldü. Kariyerinde birçok filmde yer aldı. Kendisi filmlerden sonra doğa ve insancıl işlerin çok önemli olduğunu belirtir. Birçok kez de bu işler için para toplamış ve bağış vermiştir. Columbia Maryland de büyümüş olup tahsiline burada yapmıştır. İki kardeşi vardır,Molly ve Jim. İngilizceden baska Japonca da konusabilir. Hatta Japon okullarındaki İngilizce kasetlerini bile seslendirmiştir. En ünlü rollerinden biri ise "Derek" isimli bir Neo-Nazi'dir. Karakter kötu olmasina rağmen Edward,medyadan,muhteşem kritikler almıştır. Film 23 milyon dolar hasılat yapmıştır. Ama tüm şöhreti Brad Pitt ile yaptığı "Fight club" filminde bulmuştur. Bu rol için dövüş dersleri bile almıştır. Araba kullanmaz,genellikle metro ve otobüslerde görülür. 1998 yılında Er Ryan'ı Kurtarmak filminde Matt Damon'ın oynadığı 'Er Ryan' rolü ilk önce Norton'a teklif edilmiştir. .ca Kanada'nın internet kod harfleri. .cu Küba'nın internet kod harfleri. .cn [Çin'in internet kod harfleri .fi .fi, Finlandiya'nın Genel Ağ kod harfleri. .hu Macaristan'ın internet kod harfleri .mx Meksika'nın internet kod harfleri .ar .ar, Arjantin'in İnternet Ülke Alan Kodu (ccTLD) kod harfleri. NIC Argentina tarafından işletilmektedir. 1987 yılında açılmıştır. .at .at, Avusturya'nın İnternet Ülke Alan Kodu (ccTLD) kod harfleri. Nic.at tarafından işletilmektedir. İkinci seviyede doğrudan, sınırsızca kayıt yapmak mümkündür. .au .au, Avustralya'nın İnternet Ülke Alan Kodu (ccTLD) kod harfleri. Alan adı, ilk Jon Postel tarafından tahsis edildi. 1986 yılında Melbourne Üniversitesi'nden IANA işletmecisi Kevin Robert Elz için açıldı. Yaklaşık beş yıllık süreçten sonra 1990 yılında, internet sektöründe kendini düzenleyici kurum olarak .au Domain Administration açılmıştır. 2001 yılında ICANN'dan onay aldı. 1 Temmuz 2002 tarihinde süreli etki alanı kaydı için yeni bir rekabet rejimi başladı. Uluborlu Uluborlu; Akdeniz Bölgesi'nde, Isparta'ya bağlı bir ilçedir. Isparta'ya 65, Antalya'ya ise 180 kilometre mesafededir. Antalya-İstanbul yolunun Tekke Tepe mevkiine 20 km mesafededir. Kuzeyinde Dinar, doğusunda Senirkent, güneyinde Atabey, Gönen ve batısında Keçiborlu ilçeleri bulunmaktadır. İlçeye yerleşim önceleri Toros kollarının uzantısı olan Kapı Dağı'nın eteklerinde kurulmuş, 1950 yılından sonra da şimdiki bulunduğu Uluborlu Ovasına taşınılmıştır. Uluborlu'nun güneydoğusunda 2.463 m rakımlı Kapı Dağı ve bunun uzantısı olan Yuvacça Yaylası bulunmaktadır. Ortalama rakım 1100 m’ dir. Yazları sıcak ve kurak, kış ayları ise soğuk ve yağışlıdır. 1986-1996 yılları arasındaki verilere göre ortalama sıcaklık 11,6 °C, ortalama nem %59.2, yılın en düşük sıcaklığı –12,1 °C, en yüksek sıcaklığı 34,6 °C’ dir. Ortalama yağış ise 564 mm dir. Yağışlar en çok ilkbahar ayları başında ve Sonbahar aylarında yağmakta olup, ekseriyetle batı ve Güney kesiminden gelmektedir. Tarih boyunca antik, askeri ve ticari yolların kavşak noktasında bulunan Uluborlu bölgesi Prehistorik devirlerden itibaren yerleşim yeri ve insanlar için bir cazibe merkezi olmuştur Kuruluş tarihi ile ilgili net bilgilere ulaşılamamış olmasına rağmen tespit edilebilen en eski tarihlere göre bazı kaynaklarda Frigya, bazı kaynaklarda ise Pisidia kenti olarak anlatılmaktadır. MÖ. 334’te Pisidia bölgesi Büyük İskender’in kontrolüne girmiştir. MÖ. 281 tarihinde Makedonya Krallığı’nın Asya kolu olan Selevkos İmparatorluğu' nun yönetimine geçmiştir. MÖ. 183–133 yılları arasında Bergama Krallığı’nın elinde kalmış, onların elinden de MÖ. 130 yılında yine Romalılar tarafından alınarak Kilikia Eyaleti’ne dahil edilmiştir. Daha sonra ise Asia Eyaleti’ne bağlanmıştır. MÖ. 39 yılında Galat Kralı Amyntas’ ın hakimiyetine giren bölge MÖ. 25 yılına kadar bu durumda kalmış, daha sonra Galatia Eyaleti’ne katılmıştır. Bölge, Roma İmparatorluğu’nun M.S. 395’te dağılmasıyla Bizans sınırları içinde kalmıştır. Batı Anadolu’da Apollonia adlı bir kentin bulunduğu bilinmesine rağmen buranın neresi olduğu uzun süre meçhul kalmıştı.Yapılan çalışmalar neticesinde Apollonia’nın Uluborlu olduğu tespit edilmiştir. Yerleşim daha önceki devirlerde Mordiaum ismiyle anılmıştır. MÖ l88-133 yılları arasında Bergama Krallığı'nın elinde bulunan bölge, MÖ l30’da Romalılar tarafından ele geçirilerek, MÖ 102-49 yılları arasında Kilikya Eyaleti içine alınmıştır. Apollonia şehri; daha sonra burada yaşayan Aziz Zozimus’un Antiocheia Valisi Domitian tarafından Konana’ya sürülmesinden sonra bu papazın adına atfen Sozopolis ismiyle anılmaya başlanmıştır. Apollonia, Roma İmparatorluğu'nun M.S. 395 yılında parçalanmasıyla Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) sınırları içinde kalmıştır. Daha sonra ise Bizans ordusunda paralı askerlik yapan Kuman-Kıpçak Türkleri Uluborlu’ya Selçuklu fetihlerinden önce gelip yerleşmişlerdir. Bunlar Kıpçak Türklerinin on altı boyundan birisi olan ve kendilerinin de mensup oldukları Borlu boyunun ismini şehre vermişlerdir. 1074 tarihinde Uluborlu Selçuklu Türklerinin eline geçmiştir. Bizans imparatoru II. Ioannes Komnenos'un Batı Anadolu’da yoğunlaşan Türkmen kitlelerini geri püskürtmek amacıyla 1119-1120 yılında bölgeye düzenlediği sefer sonrasında Bizans’ın kontrolüne geçmiştir. II. Kılıç Arslan zamanında, ll76 yılında yapılan Miryakefalon Savaşı ardından Uluborlu ve civarı 1180 yılında kesin olarak Selçuklu egemenliğine girmiştir. 1182 yılında Bizans sınırında bulunan, Kütahya ve Eskişehir’e kadar uzanan Selçuklu uç eyaletinin merkezi Uluborlu olmuştur. Güvenlik açısından oldukça müstahkem bir kale olan Uluborlu, Selçuklu veliahtlarının eğitim aldıkları, meliklik görevlerini yerine getirdikleri bir şehir konumuna gelmiştir. Bu doğrultuda yapılaşma ve teşkilatlanma zaman içerisinde giderek gelişmiş ve Ortaçağ Türk kent yapısı ortaya çıkmıştır. Özellikle Türkiye Selçukluları zamanında yoğun bir Türkmen göçü alan şehir gelişmeye başlamıştır. Hamitoğulları Beyliği’nin kuruluş sürecinde Dündar Bey önce Uluborlu’yu merkez yaparak kenti çeşitli açılardan imar etti. Uluborlu, 1361 yılında Osmanlı topraklarına katılmıştır. 1403 yılında Timur tarafından ele geçirildi. Ceza olarak şehirdeki erkekleri tamama öldürüldü, kadın ve çocuklarda esir edildi. Bundan sonra kalesi toprak seviyesine kadar yıkıldı. Uluborlu, Osmanlı döneminde 15. ve 16. yüzyıllarda yapılan tahrirlerden anlaşıldığına göre; Anadolu Eyaleti’ne bağlı Hamid Sancağı’nın bir kazasıdır. Uluborlu 1831’de yapılan ilk nüfus sayımı sırasında Hamid Sancağı’na bağlıdır. 1911 yılı Uluborlu şehrinin kaderini belirleyecek bir dönüm noktası olmuş, o yıl çıkan büyük yangından sonra şehrin, Musluk yöresine indirilmesi görüşü ağır basmaya başlamıştır. Ancak bu, cumhuriyet döneminde gerçekleştirilebilmiştir. 1935 yılında belediye tarafından verilen karar hemen uygulanmış ve yeni şehir kurulmaya başlanmıştır. Milli mücadelenin
başladığı yıllarda Hafız İbrahim Demiralay’ın talimatıyla Uluborlu’da, Kaymakam Said Bey’in başkanlığında "Uluborlu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" kurulmuştur. Uluborlu, Türkiye için rekor teşkil edecek şekilde 220 yedek subayla I. Dünya Savaşı'na ve Kurtuluş Savaşı'na katılmıştır. 242 İstiklal madalyası ile Uluborlu, Türkiye’de en çok İstiklal Madalyasına sahip olan ilçedir. .1924 yılı öncesinde Uluborlu Hamit sancağına ve Konya vilayetine bağlı bir ilçedir. Bu tarih itibarıyla sadece Isparta vilayetine bağlı ilçe olmuştur. 1963'te de belediye kurulmuştur. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 1 belde ve 4 köy oluşmaktadır. Bu koyler: Dereköy (nüf.:320), İleydağı (nuf.:298), İnhisar (nüf.:142) ve Küçük Kabaca (nüf : 554) Bitkisel Üretim: Halkın gelir kaynaklarının başında sulu tarım gelmektedir. 1977 yılında Uluborlu Barajının inşasından sonra meyve üreticiliği modern yöntemlerle yapılarak büyük gelişme göstermiştir. Genellikle elma, kiraz, ayva, armut gibi meyveler yetiştirilmektedir. Uluborlu İlçesinde kiraz üretimi meyvecilik alanında önemli yer tutmaktadır. Uluborlunun yüksek yerlerden görünümü orman içinde bir yerleşim yeri gibidir ancak bu orman kiraz ve elma ağacı ormanıdır. 30-35 yıl önce üretimine başlanan Uluborlu kirazının önemli bir kısmı İngiltere, Almanya, Hollanda ve Belçika gibi Avrupa ülkelerine ihraç edilmektedir. İlçede 17 tür kiraz yetişmektedir. Uluborlu kirazının başlıca özelliği dayanıklılığı, kalitesi ve kendisine has lezzetidir. Ancak bu dayanıklı ve lezzetli meyveler yurt içinde satılamamakta, üst düzey kalitesi ve fiyatıyla tamamen yurt dışı pazarlara ihraç edilmektedir. Haziran ayının son haftasında, kiraz hasatıyla birlikte kent nüfusuna geçici tarım işçileri ve Uluborlu Kiraz festivali ile birlikte yapılan tarihi 500 yılı geçkin geleneksel yağlı güreşleri izlemeye gelen turistler eklenmektedir. İlçe merkezinde ihtiyaçların tümünü karşılayabilecek esnaf işletmeleri bulunmaktadır. FIFA FIFA ya da açılımıyla Uluslararası Futbol Federasyonu (Fransızca: Fédération Internationale de Football Association), futbol ve futsalın dünya çapındaki en üst düzey yönetim organıdır. 21 Mayıs 1904 yılında Paris'te kurulan organizasyonun merkezi İsviçre'nin Zürih kentindedir ve başkanlığını İsviçreli Gianni Infantino yürütmektedir. 211 ulusal futbol federasyonunun üyesi olduğu FIFA, çeşitli futbol turnuvalarını düzenlemesinin yanı sıra dünya futbolunu yöneten, kuralları uygulayan, değiştiren kuruluştur. Düzenlemekte olduğu en önemli turnuva ise 1930'dan bu yana gerçekleştirilen FIFA Dünya Kupası'dır. Bu kupa 2014'deki turnuva da dahil olmak üzere şimdiye dek yirmi kez düzenlenmiştir. FIFA tarihinde ise son yıllarda yaşanan yolsuzluk olayı ön plan çıkmaktadır. Bu yolsuzluk olayları sonucunda 8. FIFA Başkanı Sepp Blatter görevinden uzaklaştırılmış ve 8 yıl futboldan men cezası almıştır 20. yüzyılın başında, uluslararası alanda futbolu yönetecek bir yönetim organının eksikliği ortaya çıkmıştır. Bu eksikliği gidermek maksadıyla 21 Mayıs 1904 tarihinde Paris'te FIFA kurulmuştur. Adı, Fransızca "Uluslararası Birlik Futbolu Federasyonu" ("birlik futbolu" futbol için kullanılan bir başka addır) anlamına gelen ""Fédération Internationale de Football Association"" olan birliğin kısaltması da tüm dünyada yaygın olarak kullanılan ""FIFA"" olarak seçilmiştir. Kurucu üyeleri , , , , , ve 'dir. Ayrıca, aynı gün içerisinde da telgraf vasıtasıyla ile federasyona katıldığını ilan etmiştir. FIFA'nın ilk başkanı Robert Guérin olmuştur. 1906'da ise üye ülkelerin oybirliği ile ikinci FIFA başkanı İngiltere Futbol Federasyonu başkanı Daniel Burley Woolfall olmuştur. FIFA'nın kurucu üyeler dışında ilk üyeleri 1908'de üye olan Güney Afrika, 1912 yılında üyeliğe katılan ve Şili, 1913 yılında birliğe kabul edilen Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Güney Afrika'nın birliğe katılımı ile organizasyon ilk defa Avrupa dışına genişlemiş, Arjantin ve Şili'nin katılımıyla da Amerika kıtasına kadar yayılmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında birçok futbolcunun ölmesi veya sakatlanması organizasyonun geleceğini tehlikeye sokmuştur. Savaş sonrasında başkan Woolfall'un ölümünün ardından organizasyon bir süre vekâleten Hollandalı Carl Hirschmann tarafından yönetilmiştir. Ayrıca savaş sırasında düşman olan devletler birbirleriyle sportif anlamda da olsa bir araya gelmede isteksiz olmuşlardır. Bu durum Home Nations'ın üyelikten çekilmesine kadar varmıştır. Ancak daha sonra üyelikleri devam etmiştir. FIFA'nın tarihsel nitelikteki koleksiyonları İngiltere'de bulunan Ulusal Futbol Müzesi'nde bulunmaktadır. Merkezi Zürih'te bulunan FIFA, İsviçre Kanunları çerçevesinde kurulmuş bir federasyondur. FIFA'nın en yüksek organı FIFA Kongresi, üye federasyonların temsilcilerinden oluşan bir kuruldur. Kongre, olağanüstü durumlar dışında 1998 yılından bu yana yılda bir kez toplanmaktadır. Kongre, FIFA'nın tüzüğünde değişiklik yapabilecek tek kuruldur. Kongrede FIFA Başkanı, FIFA Genel Sekreteri ve FIFA Yönetim Kurulu'nun üyeleri seçilir. FIFA Yönetim Kurulu, FIFA Kongresi'nin toplanma aralıkları sırasında ana karar organıdır. Yönetim kuruluna bağlı Finans Komitesi, Disiplin Kurulu, Hakemler Komitesi gibi birçok alt FIFA kurulu vardır. Dünya çapında FIFA'ya bağlı birçok uluslararası futbol konfederasyonu bulunmaktadır. Ulusal futbol federasyonlarının oluşturduğu bu konfederasyonlar kıtalarına göre ayrılmaktadır. Konfederasyonlar da tıpkı FIFA gibi kendi tüzüklerine ve yönetim organlarına sahiptir, ayrıca uluslararası futbol turnuvaları düzenlemektedirler. Fakat yönetim yetkileri FIFA tüzüğünde belirtilen yetkilerle kısıtlanmıştır. Dünyada FIFA'ya bağlı altı kıta konfederasyonu bulunmaktadır. Bu konfederasyonlar şunlardır: Toprakları başka bir kıtada bulunmasına karşın başka bir konfederasyona bağlı olan ülkeler vardır. , , , , ve gibi ülkeler topraklarının tamamı veya bir kısmı Asya'da bulunmasına karşın UEFA'nın bir parçasıdırlar. , Asya'da bulunmasına rağmen AFC ülkeleri tarafından boykot edildikten sonra, 1994 yılında UEFA'ya katılmıştır. , 2002 yılında UEFA'dan AFC'ye taşınmıştır. Avustralya, 2006 yılı Ocak ayında AFC'den OFC'ye taşınmış ve bununla birlikte son kez ulusal bir federasyon konfederasyonunu değiştirmiştir. Guyana ve Surinam, Güney Amerika ülkeleri olmalarına rağmen tarihleri boyunca CONCACAF üyesi olmuşlardır. Toplamda 211 üye ülkesi bulunan FIFA her ülke için kendine has ülke kodu belirlemektedir. Ayrıca üye 211 ülkenin tamamının erkek millî futbol takımı bulunmakta iken yalnızca 129'unun kadın millî futbol takımı bulunmaktadır. Filistin gibi siyasi varlığı tartışmalı olan ülkelerin de üyeliğinin bulunduğu FIFA, Birleşmiş Milletler'den daha fazla üye sayısına sahiptir. FIFA Dünya Sıralaması, aylık olarak güncellenen ve takımların uluslararası turnuvalarda, turnuva elemelerinde, dostluk maçlarında gösterdikleri performanslara göre güncellenmekte olan bir listedir. Aynı nitelikteki FIFA Bayanlar Dünya Sıralaması ise dört yılda bir güncellenmektedir. Futbol kuralları, resmî olarak tanınan ve futbolu yöneten yasalar sadece FIFA'nın sorumluluğunda değildir. Uluslararası Futbol Birliği Kurulu da kurallar üzerinde söz sahibidir. FIFA yönetim kurulu üyeleri olan İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda 1882 yılında IFAB'ın kurulması için önayak olmuşlardır. Oyun kurallarında değişiklik yapılabilmesi için, önerinin sekiz delegenin en az altısı tarafından kabul edilmesi gereklidir. FIFA kurulduğu günden bu yana yalnızca dokuz başkan görmüştür. FIFA'nın başkanlığını şimdiye dek üç kez İngiliz, iki Fransız ve birer kez de Belçikalı, İsviçreli, Brezilyalı ve İtalyan futbol adamları üstlenmiştir. 1994 FIFA Dünya Kupası'ndan beri UEFA Şampiyonlar Ligi'nde olduğu gibi FIFA da, Alman besteci Franz Lambert tarafından hazırlanan bir marşa sahiptir. FIFA Marşı, FIFA'nın düzenlediği turnuvalar ve hazırlık karşılaşmalarının öncesinde gerçekleştirilen seremoniler sırasında çalınmaktadır. FIFA Dünya Kupası, FIFA Bayanlar Dünya Kupası, FIFA 20 Yaş Altı Dünya Kupası, FIFA 17 Yaş Altı Dünya Kupası, FIFA Bayanlar 20 Yaş Altı Dünya Kupası, FIFA Bayanlar 17 Yaş Altı Dünya Kupası, FIFA Futsal Dünya Kupası, FIFA Plaj Futbolu Dünya Kupası ve FIFA Kulüpler Dünya Kupası bu marşın çalındığı turnuvalara örnek gösterilebilir. FIFA ödülleri, FIFA Dünyada Yılın Futbolcusu adı altında o yılın en iyi bayan ve erkek futbolcularına verilmektedir. Ayrıca FIFA Puskás Ödülleri ve FIFA Ballon d'Or da FIFA'nın dağıttığı prestijli ödüllerdendir. Bunun yanında çeşitli şekillerde onurlandırmalar yapılmaktadır. Buna bağlı olarak: Ayrıca, 2004 yılında FIFA'nın 100. kuruluş yıldönümünü kutlamak amacıyla Fransa ve Brezilya arasında "Yüzyılın Maçı" düzenlenmiştir. Aşağıda FIFA tarafından ""FIFA Partners"" yani ""FIFA'nın Ortakları"" olarak nitelendirilmekte olan FIFA'nın sponsorları yer almaktadır. Vrbitsa Stefanov Vrbica Stefanov, Pallacanestro'da oyun kurucu pozisyonunda oynayan basketbolcu. Petar Naumoski'nin yedeği olarak Makedonya millî takımında oynamaya başlayan Stefanov daha sonra Makedon Millî Takımı'nın oyun kurucu görevini aldı ve birçok otoriteye göre şu anda aktif basketbol yaşantısını sürdüren en iyi oyun kurucu. İçeri drive edip pozisyonu turnikeyle tamamlamasıyla, oyunu sürekli kontrol altında tutması ve yüksek 3 sayılık yüzdesiyle tipik bir yugoslav oyun kurucu olan Stefanov'un Naumoski'den en önemli farkı bireysel oyundan daha çok takımını da oyuna daha fazla katması gelir. 1999 yılında Pınar Karşıyaka'ya transfer olarak ilk Türkiye kariyerine başladı. Daha önceden MZT ve Godel Rabotniçki takımlarında kendini göstermişti. Ancak Karşıyaka'da oynadığı 1999/2000 sezonu kariyeri için çok önemli oldu. Bu sezondaki istatistikleri ile (15.9 sayı ort., 5.4 ast. ort) bir sonraki sezon 700,000$ bedelle Yunanistan'ın önde gelen takımlarında AEK'ya transfer oldu. Bir sonraki sezon İzmir'deyken antrenörü olan Ergin Ataman tarafından İtalyan takımı Siena'ya transfer edildi. Burada kariyerinin zi
rvesine ulaştı ve oynadığı dört sezon boyunca bir kez Avrupa Kupası kazandı ve 3 sezon EuroLeague'de önemli başarılar elde etti. Vrbica Stefanov, Ergin Ataman'ın isteği üzerine 2005/2006 sezonu başında Ülkerspor'a transfer olarak 2. kez Türkiye Ligi'nde oynamaya başladı. En son 2009 yılında transfer olduğu Pallacanestro'da kariyerine devam etmektedir. "TBL 15.9 sayı ort., 3.5 reb. ort., 5.4 ast.ort." "Yunanistan Ligi: 10.4 sayı ort., 2.3 reb.ort., 2.5 ast.ort." "Euroleague: 9.9 sayı ort., 2.6 reb.ort., 2.3 ast.ort." "İtalyan Ligi: 11.9 sayı ort., 2.3 reb.ort., 3.3 ast.ort., 2.2top c." "Saporta Kupası: 11.9 sayı ort., 2.3 reb.ort., 3.6 ast.ort., 1.9top c." "İtalyan Ligi: 10.4 sayı ort., 2.9 reb.ort., 3.0 ast.ort." "Euroleague: 12.0 sayı ort., 2.4 reb.ort., 3.6 ast.ort., 1.5top c." "İtalyan Ligi: 12.8 sayı ort., 2.6 reb.ort., 2.6 ast.ort." "Euroleague: 10.6 sayı ort., 1.7 reb.ort., 3.0 ast.ort., 1.4top c." "İtalyan Ligi: 10.2 sayı ort., 2.2 reb.ort., 2.5 ast.ort., 1.5 top c." "Euroleague: 10.5 sayı ort., 2.0 reb.ort., 2.5 ast.ort." Işın Karaca Işın Funda Büyükkaraca ya da sahne adıyla Işın Karaca (d. 7 Mart 1973, Londra), Kıbrıs Türkü şarkıcı. Londra'da doğan Işın Karaca, öğrencilik yıllarında başladığı müzik hayatını Londra IV King Edward Okulu'nda Tiyatro okurken de sürdürdü. 1973 yılında Londra'da doğdu. Kıbrıslı restoran işletmecisi Şeniz Büyükkaraca ile Afyonlu emlakçı olan Ali Büyükkaraca'nın ilk çocukları olarak dünyaya gelmiştir. İngiltere'de Müzikal Tiyatro üzerine eğitim gördü. 19 yaşında yaptığı Soner KIVANÇ ile yaptığı ilk evlilikten Erda Kıvanç (1993) adında bir oğlu vardır. İlk eşinden daha sonra boşandı. Aranjör Erdem Yörük ile 12 yıl süren birlikteliği olmuştur. Silist, sanat ve klip yönetmeni Sedat Doğan'la 2009'dan beri birlikteliğini 2010 yılı kasım ayı sonunda noktalamıştır. Tekrar barışan çift, 30 Mayıs 2011 tarihinde evlenmiştir. İkinci çocuğu Mia 2011 yılında dünyaya gelmiştir. İkinci eşi Sedat Doğan ile Eylül 2012 tarihinde boşanmaya karar vermişlerdir. Boşanma davası sırasında barışan çift daha sonra tekrar ayrılarak, 6 kasım 2013 günü anlaşarak boşanmıştır. Işın Karaca 28 aralık 2016 tarihinde ise Tuğrul Odabaş ile evlendi. Müzikal kariyerine Panik Atak grubu üyesi olarak başlamış, grup daha sonra albüm yapamadan dağılmıştır. Sanıldığının aksine Işın Karaca ilk Sezen Aksu'nun değil, Yıldız Tilbe'nin vokalistliğini yapmıştır. Hülya Avşar sayesinde Sezen Aksu le tanışarak vokalistliğini yapmaya başlamıştır. 1997'de Disney'in animasyon çizgi filmi Herkül'ün Türkçe film müziklerinden "Kutsal Gerçek I-II-III", "Sıfırdan Oldu", "Söyleyemem", "Bir Yıldız Doğuyor" adlı şarkıları Melis Sökmen, Tuba Önal, Sibel Gürsoy, Yonca Karadağ gibi isimlerle beraber yorumladı. Müziklerin Alan Menken'e, orijinal sözlerin David Zippel'e ait filmin müziklerinin Türkçe Söz Yazarı ise Işın Karacadır. 1999'da kurulan "Panic Attack" adlı grubun solistliğini üstlendi. Grup hiçbir albüm çıkaramadan dağıldı. İki kere Eurovision Türkiye elemelerine katıldı. 2000 yılında 'Bir Kırık Sevda' ve 2001 yılında 'Kaderimsin' adlı şarkılarla Türkiye elemelerini kazanamadı ama OGAE İkinci Şans Yarışmasında Türkiyeyi temsil etti. "Bir Kırık Sevda" 2000 yılında 104 puanla 7. olurken, "Kaderimsin" 2001 yılında 52 puanla 14. oldu. Sezen Aksu'nun "Oh oh" ve "Allahın Varsa" adlı kliplerinde oynadı. 2000 yılında Fresh B'nin "Gerçek Kal" albümünde "Geçmişe Yolculuk" adlı şarkıya düet yaptı. 2001'e kadar Sezen Aksu'ya vokalistliğini sürdürdü. Üç albüm dışında birçok projeye de katkıda bulunmuştur. Tema Vakfının Bir Milyar Meşe projesi için bestelenen "Meşe Şarkısı"nı diğer sanatçılarla beraber yorumladı. Birçok reklam jingle'ı seslendiren sanatçı; Coca Cola, Saray Halı, Piyale, Aria, Powertürk gibi markaların reklamlarını seslendirdi. İlk albümü Anadilim Aşk'ı 28 Kasım 2001 tarihinde piyasaya sürdü. İkisi hariç bütün şarkıların sözlerinin ve tüm müziklerin Sezen Aksu'ya ait olduğu albümle büyük başarı sağladı ve tüm Türkiye tarafından tanınır oldu. Albümün çıkış parçası "Tutunamadım" ve ardından "Başka Bahar" birer hit oldu. İlk albüm yayınlandıktan sonra birçok projeye de imza attı. Selmi Andak'ın "Uluslararası Ödüllü Selmi Andak Şarkıları" albümünde "Ve Ben Yalnız"'ı yorumladı. Hakkı Yalçın'ın söz verdiği şarkılardan oluşan "O Şarkılar... Hakkı Yalçın Şarkıları" albümünde "Sen Gittinmi Ben Ölürüm"ü yorumladı. Şarkıya İstanbul Metrosunda 7 Nisan 2004'te klip çekildi. Alpayla "Sessiz Kalma" düeti yaptı. Şarkıya çekilen klipte Işın Karaca'da rol aldı. Remix versiyonun klibinde ise önceki klibin görüntüleri kullanıldı. Marşlardan oluşan "Yeni Türkiye Coşku Dolu" adlı albümde "Yeni Türkiye" adlı şarkıyı seslendirdi. 2004 yılında Ezel Akay'ın filmi Neredesin Firuze'nin film müziklerinden "Aynı Cemin Bülbülüyüm" adlı şarkıyı seslendirdi. Ayrıca bu filmde konuk şarkıcı olarak da yer aldı. Yine 2004 yılında Erdem Yörük, Eda Özülkü ve Metin Özülkü'yle beraber Masalcılar adlı grubu kurdu. Grup çocuklara masal anlatan ilk albümleri olan "Masalcılar - 1"i piyasaya sürdü. Grup her ne kadar bu projeyi seri haline getireceklerini söylediyse de hatta bunu albüm kapağına bile yazdıysa da , ikincisini hiçbir zaman çıkarmadılar. İlk defa kendi bestesine de yer verdiği ikinci albümü İçinde Aşk Var'ı 19 Aralık 2004 tarihinde çıkardı. Aysel Gürel, Suat Suna, Ümit Sayın gibi çeşitli isimlerle çalıştığı albümde sadece 2 tane Sezen Aksu şarkısı vardır. Çıkış şarkısı "Yetinmeyi Bilir misin?" bir hit olmuştur. İkinci klip şarkısı "Bekleyelim de Görelim" de büyük bir başarı yakalamıştır. Son video ise bir Sezen Aksu cover'ı olan Onno Tunç şarkısı "Hoşgörü" olmuştur. 2005 yılında Polis Teşkilatının 160. Kuruluş Günü için yapılan "Görev Başındayız"da Özcan Deniz ile düet yaptı. Şarkıya çekilen ve Hülya Avşar, Cem Yılmaz, Ebru Gündeş, Beyazıt Öztürk gibi ünlü isimlerin de yer aldığı klipte Işın Karaca'da yer aldı. 2006 yılında Mehmet Tokat'ın şiir albümü "İnadına Seveceğim"de "Yalnızlığın Adresi" adlı şarkıyı yorumladı. Aynı yıl Ali Kocatepe'nin 41'inci sanat yılını kutladığı "41 Kere Maşallah" adlı albümde yıllar önce Nükhet Duru'nun seslendirdiği "Ben Sana Vurgunum"u tekrar yorumlamıştır. Rap şarkıcısı Ogeday albümü "Mecburi İstikamet"te "Eski Bir Resim" adlı şarkıya düet yaptı. Okul yaptırmayı ve okulların fiziksel koşullarını iyileştirmeyi hedefleyen "Yaşasın Okulumuz" adlı proje için yapılan sözü ve müziği Ahmet Özden'e ait şarkıyı Burcu Güneş, Yavuz Bingöl, Fatih Erkoç ve Özcan Deniz'le beraber seslendirmiştir. 2 yıllık bir aradan sonra 16 Haziran 2006 tarihinde üçüncü albümü Başka 33/3'ü piyasaya sürdü. Bu albümde çoğunlukla Alper Narman ve Fettah Can ile çalıştı. Bir tane de kendi bestesinin yer aldığı albümün çıkış parçası ""Mandalinalar"" bir hit olmuştur. İkinci klip şarkısı ise ""Kalp Tanrıya Emanet"" oldu. Bu albümün önceki albümlerinden en önemli farkı ise artık Sezen Aksu ile çalışmıyor olması. Sezen Aksu vokalisti olarak tanınan Karaca, bu albümde Aksu ile çalışmaması ile ilgili olarak Sezen Aksu okulundan bir dönem uzaklaştırıldığını söylüyor. 2007 yılında Dolapdere Big Gang'in Just Feel albümünde "The Final Countdown" şarkısını seslendirdi. Bu şarkı Işın Karaca'nın yayımlanmış bir albümde seslendirdiği ilk ingilizce şarkıdır. 2008'in başında Ogeday ile ortak çalışması olan Maxi Single çıktı. Bu singleda "Eski Bir Resim" adlı şarkının RnB, Electribe, House, Reggaeton ve Electronic tarzında remiksleri yer alıyor. Haziran ayında atv'nin Elif dizisinin jenerik müziği için Esmeray'ın hit şarkısı "Unutama Beni"nin cover'ını seslendirdi. Dördüncü stüdyo albümü Uyanış 29 Mayıs 2009 tarihinde yayınlandı. Sibel Alaş, Zeki Güner, Erol Temizel, Erdem Yörük gibi isimlerle çalıştı. Bu albümde Işın Karaca yoğunluklu olarak besteci ve söz yazarı olarak yer alıyor. Albüm geleneksel pop tarzının dışında R&B ve elektronik tarzında farklı soundlara sahiptir. Albümün ilk klibi "Bilmece" olmuştur. Şarkıya Hint filmleri tarzında bir klip çekilmiştir. Albümün ikinci ve son klibi ise Sedat Doğan ve Cem Başeskioğlu tarafından kliplendirilen "Uyanış" olmuştur. Müzik oteriteleri tarafından UYANIŞ albümü tam not almıştır. ANADİLİM AŞK tan sonra Işın Karaca'nın yeniden bohem ve müzikalite sınırlarını zorladığı gerçek bir başyapıt olarak, UYANIŞ albümü gösterilir. Karaca, beşinci albümü için farklı bir tarz denedi. Arabesk tarzındaki albümü 22 Nisan 2010'da SM Gold ve Akış Production etiketiyle yayınlandı. Albümde 80'li 90'lı yıllarda Türkiye'de sevilen arabesk şarkıları, ayrıca Göksel'in de Arka Bahçem albümünde seslendiği Kibariye'nin hit şarkısı "Kim Bilir"i de seslendirdi. Karaca'nın arabesk tarzda şarkı söylemesine yardımcı olmak için Selami Şahin, Işın Karaca'nın vokal koçluğunu üstlenmiştir. Albümdeki şarkıların düzenlemesi Selim Çaldıran tarafından yapılmıştır. Albüm, Karaca'nın son üç albümünde olduğu gibi akustik olarak kaydedilmiştir. "Ben Sevdalı, Sen Belalı" şarkısında Hüsnü Şenlendirici konuk olmuştur. 2010 yılının Mart ayında, eski ve yeni nesil sanatçıları bir araya getiren Zerrin Özer'in prodüktörlüğünü yaptığı Her Devrin Devleri projesinde yer almış, Berkant ile düet yaptıkları "Kırmızı Ruj" şarkısı albümün çıkış şarkısı olmuştur. Işın Karaca Undercover2006 yılından bugüne; Jazz, funk, soul ve yabancı pop parçalarından oluşan çok özel bir repertuarla Taksim Balans Performance Hall'da konserler veriyor. 2005 yılında Sen Ne Dilersen adlı sinema filmine oynadı. Başrollerini Işık Yenersu, Zeynep Eronat, Yıldız Kenter, Fikret Kuşkan gibi isimlerin paylaştığı Cem Başeskioğlu'nun yönettiği filmde Marika rolüyle başarılı bir performans sergiledi. Boğaçhan Dündar'ın yönettiği ve 15 Ocak 2010 tarihinde vizyona giren Romantik-Komedi türündeki "Gelecekten Bir Gün" filminde Hayrettin Karaoğuz, Hande Subaşı, Arda Kural, Rasim Öztekin, Murat Serezli ve Neco gibi oyuncularla birlikte rol aldı. Kariyerindeki ikinci uzun metraj olan bu filmde Işın Karaca, filmdeki esas kızı canlandıran Hande Subaşı'nın halası Filiz rolünde. 2005 yılında atv ekranların
da yayınlanan kendi adını taşıyan ""Işın Show"" adlı show programını sundu. Yedi bölüm yayınlanan programda müzisyen konuklarıyla birçok düet yaptı. Program 19 Ağustos 2005 tarihinde sona erdi. Kanal D'de yayınlanan Haziran Gecesi adlı dizide konuk sanatçı olarak yer almıştır. 2007 yılında Elmax kanalında yayınlanan anneler arası güzellik yarışması ""Kadın Her Yaşta Güzeldir""i Vatan Şaşmaz'la beraber sundu. Aynı yıl Show TV'de yayınlanan "Şarkı Söylemek Lazım" adlı yarışmada Vatan Şaşmaz'ın koçluğunu üstlendi. İkili yarışmayı dördüncülükle tamamladı. Yine aynı yıl TürkMax'da yayınlanan ""Haydi Söyle"" isimli müzik yarışmasını sundu. atv'de yayınlanan "Altın Kızlar" dizisinin 17 Mayıs 2009 tarihinde yayınlanan 4. bölümünde hemşire Binnaz rolüyle konuk oyuncu olarak yer aldı. Kasım 2012'den beri TRT Müzik kanalında "Başucu Şarkıları" müzik programını her perşembe gecesi sürdürmektedir. 2005 yılında, 1999 İzmit depreminde hasar gören Gölcük Kız Meslek Lisesinin kütüphanesinin tamirine yardımcı oldu. 31 Temmuz 2005 yılında bir yardım konseri verdi ve gelirini okula bağışladı. 19 Nisan 2006 tarihinde açılışını yaptığı kütüphaneye kendi adı verildi. 2006 yılında, okul yapmayı ya da mevcut okulların durumlarını iyileştirmeyi amaçlayan Yaşasın Okulumuz projesinde yer aldı. Proje için yapılan şarkıyı diğer sanatçılarla beraber seslendirdi ve "Sen" şarkısını da bu albümde yer aldı. Ayrıca Show TV'de yayınlanan yardım gecesinde katılarak yardım topladı. Nisan 2008'de Kanserli Çocuklara Umut Vakfı (KACUV)'un kanserli çocukların tedavisi için hijyenik evler kurulmasını amaçlayan "Aile Evi" projesinde "Gel Sende Katıl Umudun Şarkısına" şarkısını diğer sanatçılarla beraber seslendirdi. 2 Mart 2005'ten bugüne resmi web sitesinde yayınlanan "Kaleminden" adlı blog'unda projeleri hakkında haberlerin yanı sıra, toplumsal olayalar karşısındaki kendi görüşlerini de yazıyor. Küresel ya da ulusal problemlerin yer aldığı makaleler politikadan sanat yaşamına geniş yelpazede konuları içeriyor. Şu ana kadar 66 makale yayınlamıştır. 2005 yılında bir kitap yazdığını söyleyen Karaca, daha sonra bunun bir diyet kitabı olduğunu açıklamıştır. "Büyümek İçin Küçülmek Lazım" adlı kitabı 36 bedene zayıfladığında yayınlayacak. Beş yıllık kilo verme hikâyesinin anlatılacağı kitapta okuyuculara tavsiyeler de yer alacak. 2008 yılında http://www.2kadin.com web sitesinde köşe yazarlığına başladı ve 18 Temmuz 2008'den bugüne köşe yazıları yazıyor. Köşe yazısında genellikle kadın-erkek ilişkileri üzerine yazıyor. 2010 yılı yaz aylarından itibaren http://www.magazinkolik.com adlı web sitesi için köşe yazarlığı yapmaktadır. Tommy Flowers Dr. Thomas "Tommy" Harold Flowers (d. 22 Aralık 1905 – ö. 28 Ekim 1998), İngiliz mühendis. II. Dünya Savaşı yıllarında Alman şifrelerinin çözümü için kullanılan dünyanın ilk programlanabilir dijital elektronik bilgisayarı olan Colossus'un tasarımcısıdır. 22 Aralık 1905 tarihinde Londra'da doğdu. Makine mühendisliği stajının ardından Londra Üniversitesi'nde elektrik mühendisliği okudu. 1926 yılında İngiltere Posta Ofisinde elektronik iletişim alanında çalışmaya başladı. 1930 yılında çalışmalarını Doris Hill'deki araştırma istasyonuna taşıdı. II. Dünya Savaşı sırasında, Bletchley Park'taki şifre çözümü çalışmalarına katılmak isteyen Flowers'a, Elektrik anahtarları ile çalışan bir analiz makinesi olan Heath Robinson makinesindeki sorunları çözmek üzere teklif yapıldı. Makinenin Elektrik anahtarları (Diyot Lambaları) 1943 yılında takılmış eski teknoloji elemanlardı ve sorunluydular. Bu sistemin sorunlarını çözmek yerine, yetkisinin dışına çıkarak sistemi yeniden tasarladı ve pogramlanabilir özellikleri ile çok daha hızlı bir makine olan Colossus'u yarattı. Colossus, matematik model olarak Boole cebiri üzerine kurgulanmıştı ve modern bilgisayarın atasıydı. Birçok Colossus II. Dünya Savaşı sırasında Birleşik Krallık'ta Alman Lorenz SZ 40/42 makinesinin şifrelerini çözmek üzere kullanıldı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra, savaş boyunca Bletchley Park'ta gösterdiği çabalarından dolayı kendisine Kraliyet Üstün Hizmet Madalyası verildi. Thomas Flowers barış yıllarında tekrar Britanya Posta Ofisi - Araştırma istasyonundaki görevine dönerek "Anahtarlama bölümünün" başına geçti. 1950 yılına kadar elektronik telefonları geliştirmek için uğraştı. 1964 yılında ise "Standard Telephones and Cables Ltd." şirketinde "ileri seviye geliştirme grubu"nun başına geçti. 1971 yılında emekli olana kadar bu görevde kaldı. Bilgisayar bilimine büyük katkılar yapmış olan Dr. Thomas Harold Flowers 1998 yılında öldü. Conrad McRae Conrad McRae ya da tam adıyla Conrad Bastien McRae (11 Ocak 1971, New York - 10 Temmuz 2000, Irvine, California), Amerikalı basketbolcudur. Türkiye'de de forma giymiş ve beğeni kazanmıştır. 29 yaşında spor salonunda geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etmiştir. Gençlik yıllarında sokak basketbolunun mabedi olarak bilinen Rucker Park'ta blokları ve smaçlarıyla ün edinmiştir. Üniversite eğitimini 1989-1993 yılları arasında Syracuse Üniversitesi'nde tamamladı. Syracuse gibi üst düzey bir takımda ilk senesine Leron Ellis gibi tecrübeli ve kaliteli bir basketbolcunun arkasında kalıp fazla kendini göstermese de ikinci sezonunda bu oyuncunun mezun olmasıyla birlikte oynama süresi ve istatistikleri de arttı. "(30 dk, 12.3 sayı, 6.9 ribaund, 2.7 blok)" Bu performansı sonrasında yazın Amerikan Ulusal Genç Takımı'na çağrıldı. Elemelerde gösterdiği başarılı performans ile takımın elemelerde şampiyon olmasına ve Dünya Şampiyonası'na katılmasına büyük katkı yaptı. 1993 NBA Seçmelerinde Washington Bullets tarafından NBA Draftı'nda 2. turda 38. sıradan seçildi. Ancak NBA'de oynamadan Türkiye Basketbol Ligi'nde Fenerbahçe'ye transfer oldu. Bir sezon sonra, antrenman sırasında geçirdiği kalp spazmı neticesinde sözleşmesi feshedildi ve Türkiye'den ayrılarak Fransa'nın en önemli basketbol takımlarından biri olan Pau Orthez'e gitti. Kendisi gibi atletik oyunculardan kurulu bu takımda geçirdiği başarılı sezonun ardından Efes Pilsen'e transfer olarak ikinci Türkiye kariyerine başladı. Bu sezonda takım olarak Efes Pilsen ile hem Türkiye Ligi ve Koraç Kupası'nı kazandı. Efes Pilsen'in bu başarısında Petar Naumoski ile birlikte başroldeydi. Conrad McRae, bu başarının ardından 1996-97 sezonunda Teamsystem Bologna'ya transfer oldu ancak o dönem en büyük bütçeli ve en iddaalı takımlarından olan bu takımda aradığı ortamı bulamadı ve bir sezon sonra A1 Ethnikis takımı P.A.O.K. BC'ye gitti. 1998-99 sezonunda hemen hemen tüm Türk takımları büyük bütçeli ve derin ve yetenekli oyunculu kadro kurmuşlardı. Bunların başında ise Fenerbahçe geliyordu. McRae, bu ortamda eski takımı Fenerbahçe'ye geri dönmüştü. McRae, 10 Temmuz 2000 günü Orlando Magic'in yaz kampı sırasında antrenmanda kalp krizi geçirerek hayatini kaybetti. Daha önce de kalp spazmı geçirmiş olmasına rağmen basketbol sevgisi yüzünden sporu bırakmayan McRae, basketbol salonunda hayatını tamamladı. Dil bilgisi Dil bilgisi, dilbilgisi ya da gramer, bir dilin ses, biçim ve cümle yapısını inceleyip, kurallarını saptayan bilim dalı. Bir dili seslerinden cümlelere kadar, içerdiği bütün dil birliklerini, geniş bir şekilde anlam ve görevlerini kapsayacak şekilde inceler. Dilbilgisi kuralları, bir grup tarafından hazırlanmayıp, o dili kullanan insanların zaman içinde gerekli kuralları yaratmaları veya var olan kuralları dilin gelişimine göre değiştirmeleri sonucu oluşur. Dilbilgisi incelediği dil unsurlarına göre kendi içinde bölümlere ayrılır. Dilin seslerini inceleyen kısmına ses bilgisi (fonetik), yapı yönünden kelime ve şekilleri konu edinen kısmına şekil bilgisi (morfoloji veya "sarf"), kelime ve şekillerin çıkış yerlerini, yani menşelerini araştıran kısmına menşe veya türeme bilgisi (etimoloji), kelime ve şekillerin aralarındaki münasebetler ile cümleleri inceleyen dalına ise cümle bilgisi veya söz dizimi, sentaks veya "nahv", dilin anlam oluşturma mekanizmalarını inceleyen kısmına semantik denmektedir. Dil ancak bu saydığı unsurlarla tamamlandığı gibi, dil bilgisi de bu unsurlardan oluşmaktadır. Bu bölümlerin hemen hepsi dilbilgisi içinde ayrı ayrı incelenmelerine rağmen, birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmazlar ve her zaman birbirlerine karışırlar. Bu yüzden dilbilgisi, bir dili bütün cepheleriyle bir bütün olarak ele alıp incer. İnsanoğlu tarihi akış içinde, zamanla biriken bilgiler sayesinde hemen her şeyi inceleme ve araştırma konusu yapmış, dillerin sırrını çözmeye çalışmış ve böylece yeni bir bilim dalı ortaya çıkarmıştır. Dillerin incelenmesi, Eski Yunan ve Hintlerden başlayarak dillerin bağlı olduğu kuralla saptanmaya çalışılmış ve bu kuralların ortaya çıkardığı bilgiye de "gramer bilgisi" denmiştir. Buna paralel olarak her dilin sözcük dağarcığı toplanarak sözlükler ortaya çıkmıştır. Gramer sayesinde dillerin doğru okunup yazılması gerçekleşmiştir. Dil bilgisi çok eski bilimlerdendir. Grekçeden, Latinceye, oradan diğer dillere yayılmıştır. En eski gramercilerin Hintler olduğu bilinir. MÖ 1. yüzyılda batıda dil bilgisinin kurucusu Aristoteles kabul edilir. Aristo, grameri, mantığın aynası haline getirmiştir. Dionysos MÖ 1. yüzyılda Dilbilgisi Sanatı adıyla ilk dilbilgisi kitabını yazmıştır. MS 4. asırda Romalı Donatus'un yazdığı dilbilgisi kitabı, batıda yıllarca okutulmuştur. Bunların dışında İskenderiye dil okulunun gramer ve sözlük konularında önemli yer tuttuğu görülür. İslami devirde görülen dilbilgisi çalışmaları daha çok bu okulu örnek almıştır. Emeviler'den itibaren İslam dünyasında pek çok gramer kitabı ve sözlük yazılmıştır. Türkiye'de 1858 yılında rüşdiyelerin açılması ile okutulmaya başlanır. 18. yüzyıla kadar filozofların elinde kalan dil, onlar tarafından şekilci mantığın sözdeki şekli olarak yorumlandığı gibi, düşüncenin de değişmez kanunlarına bağlılığı şeklinde değerlendirilmiştir. Böylece dil bilgisi yalnız gramerin değil, aklın da temsilcisi olmuştur. Fakat 19. yüzyıldan sonra dilin apayrı bir kurum olduğu, kendi kanunlarına bağlı, can
lılığa sahip bulunduğu fikri ortaya çıkmıştır. Yine bu dönemde diller arasındaki akrabalıklar saptanırken, dillerin ayrı aileler oluşturduğu keşfedilmiştir. Böylece dilleri inceleyen, karşılaştırmalı dilbilgisi ortaya çıkmıştır. Ayrıca dilbilgisinin; bir dilin tarihini ve zaman içindeki değişme ve gelişmesini inceleyen tarihi dilbilgisinin yanında, bir dilin veya lehçenin belirli bir zamandaki durumunu konu edinen "tasviri dilbilgisi" gibi çeşitleri vardır. Bunun yanında bütün dilleri karşılaştırarak, sınıflara ayıran, onların iç ve dış kanunlarını araştıran bilim dalına da genellengüistik denmektedir. Ayrıca dillerle uğraşan ve bir dil üzerinde araştırmalar yapan dil bilginine de dilbilimci adı verilmektedir. Türkçe ilk dilbilgisi kitabı, bugün elde bulunmayan Kaşgarlı Mahmud'un 11. asırda yazdığı Cevahirü'n-Nahv adlı eseridir. Ebu Hayyan'ın Arap diliyle, Arapça dil bilgisi yöntemine göre düzenlenmiş eseri Kitabu'l-İdrak li Lisani'l Etrak (yazılışı 1312 baskı 1931) ilk Türk dilbilgisidir. Osmanlı Türkçesinde yazılmış ilk dil bilgisi kitabı ise; Bergamalı Kadri'nin Müyessiret-ül-Ulum (1530) adlı eseridir. 19. yüzyıla kadar bütün dil bilgisi kitaplarında Arap dilbilgisi yöntemi izlenmiştir. Türk dilinin yapısı, kaideleri bu usule göre tespit edilmiştir. Kimisinde Arap, kimisinde Fransız dilbilgisi yöntemine uyularak yazılan, Osmanlıcanın yapısını anlatan eserler şunlardır: Fransız dilinin yöntemini uygulayan yazarlar ve eserleri: Meşrutiyet döneminde Tedkikat-ı Lisaniye Encümeni tarafından Maarif Nezaretince Sarf ve Nahv-ı Türki (1930) yayınlanmıştır. Cumhuriyet döneminde kurulan Dil Encümeni (1928) abece ve dilbilgisi hakkında da iki rapor hazırlamış; 1928'de Latin harfleri TBMM'de kabul edilmiş, bir süre sonra da 1932'de Türk Dili Tedkik Cemiyeti kurulmuştur. Daha sonra ortaöğretimde kullanılacak dilbilgisi kitabını Tahsin Banguoğlu hazırlamıştır (1940). Bu tarihten sonra dilbilgisi çalışmaları iki kolda gelişir. İlk ve ortaöğretimde kullanılmak üzere yazılan dilbilgisi kitapları ile Türkçenin ana grameri vasfında ilim dilbilgileri ve monogrofiler (T.N. Gencan, K. Demiray, A.C. Emre ve Prof. Dr. M. Ergin gibi...) Ayrıca Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş, tarihi Türkiye Türkçesi ile ilgili olarak Eski Türkiye Türkçesi ile Osmanlı Türkçesi Grameri III, adlı eserlerini bu dönemde vermiştir. Avrupa'da Türk dili ve dilbilgisi üzerindeki çalışmaların tarihi çok eskidir. Alman H. Megiser'in (1612) eseri, yazarı bilinmeyen İbrahim Müteferrika baskısı eser (1732) gibi Birinci Dünya Savaşından sonra Türklere karşı duyulan ilgiyle Avrupa üniversitelerinde doğu dilleri ve Türk dili bölümleri açıldı ve pek çok Türkçe dilbilgisi kitapları yazıldı. J.W. Redhouse (1884), J. Deny (1912), J.Nemeth (1916), Ettore Rossi (1939), S.Topalina (1940), A.N.Koronov (1941), A.Tietze, S.G.Lisse (1943), Harbert Jansky (1943), Robert Godel (1945), N. Nitek (1945), Normon A. Mcquown (1946), Heinz Appenzeller (1948), P.H.Rühl (1949), L.Rosony (1960), G.L.Lewis (1967). Türk dillerinin karşılaştırmalı dilbilgisi yazılmamış olmakla beraber bu alanda yerli ve yabancı birçok bilim adamı çalışmıştır. W.Radloff (1882-1883), A.Cevad Emre (Türk Lehçeleri Mukayeseli Grameri 1949), N.K. Dimitriev (1956-1959, 1961, 1962) gibi. AWT AWT (Abstract Windowing Toolkit), Java Programlama dilinin, platformdan bağımsız, görsel (graphical) kullanıcı arayüzü üretimini sağlayan araç kütüphanesidir. Java Foundation Classes (JFC) olarak adlandırılan standartlaştırılmış Java uygulama geliştirme arayüzünün önemli bir parçasıdır. Sonradan yeterli görülmeyerek geliştirilmesi sonucunda Swing adı verilen, daha gelişmiş bir kütüphane kullanılmaya başlanmıştır. AWT kütüphanesinin en büyük dezavantajı, kullanıldığı platformda, grafik tabanlı bileşenlere doğrudan aracı katmanlar bulunmadan ulaşmasıdır. Bu sebepten, her platformda kullanılan farklı grafik bileşenlerinin ortak özellikleri kullanılmış, platformdan platformda değişebilen bazı farklılıklar göz ardı edilmiştir. "Bir kere yaz, her yerde çalıştır" sloganına pek uymayan bu durumda, UNIX sisteminde çalışan bir program, Mac sisteminde çalıştırıldığında farklı sonuçlar doğurabilmiştir. Sorun, Java grafik bileşenleri ile platform özellikleri arasına her duruma uygun kontroller sağlayabilen, daha "kalın" bir kütüphane katmanı Swing koyularak çözülmüştür. JDK'nin 2. versiyonunda kullanılmaya başlanan SWING kütüphanesinde, her görsel bileşen (widget), platforma bağımlı olarak değil, Swing'e bağımlı olarak çalışır. Widget Widget, Görsel programlamada, bir kütüphanedeki (X/Motif, OpenGL, Java AWT/SWING) grafik bileşenlere verilen isimdir. İngilizcede pencere aracı anlamına gelen "WIndow gaDGET"dan ile bir çeşit türetme ile oluşturulmuştur. CheckBox, ListBox, Button gibi bileşenler birer widget'tır. Windows Gadget kelimelerinden türetilmiştir. Widgetler pratik uygulamalardır. Widget hem masaüstü hem de web de olabilir. Masaüstünde ve webte en çok kullandığımız widget türleri; hava durumu, takvim, not defteri, borsa bilgi çubuğu vs.. Hepsi bir tek amaç için üretilmiştir. Web 2.0 ile widgetlerin web üzerindeki etkinliği de oldukça arttı ve sadece widget hizmeti veren onlarca site vardır. Widget kelimesi yerelleştirme çalışmalarında çoğu zaman "Ekran aracı" olarak çevrilmektedir. Triple-double Triple-double basketbolda bir maçta 5 olumlu kategori olarak kabul edilen sayı, ribaund, asist, top çalma ve bloktan üçünde çift haneli sayılara ulaşılan bir performansa verilen isimdir. Türk Dil Kurumu tarafından bu terime verilen karşılık üçlü çiftedir. Rebel Moves Rebel Moves Türk müzik grubu. 2000 yılında Hakan Özer (klavye), Cem Özkan (basgitar), Ömer Ahunbay (vokal) ve Oğuz Kaplangı (gitar-vokal) tarafından kuruldu. 2001 yılında Erol Çay (vokal) ve Kerem Eye'ın (davul) katılımıyla genişledi. Grup ilk olarak değişik mekanlarda doğaçlama (session) tarzında çaldı. 2003 yılında 10. İstanbul Caz Festivali kapsamında ilk kez kendi repertuvarlarını çaldılar. 2005'de Kerem Eye ve Erol Çay sonrasında 2006'da Oğuz Kaplangı gruptan ayrıldı. 2010 yılında Hakan Özer, Ömer Ahunbay ve Erol Çay tekrar bir araya gelip çeşitli festival ve kulüplerde tekrar doğaçlama konserlere başladılar. 2013 yılında 'Kimileri Bir İleri' isimli albümü çıkardılar.Bu albümle beraber 'V2.013' isimli özel sahne dizaynı ,görsel ve ışık tasarımına sahip sahne showlarını dinleyicileri ile paylaşmaya başladılar. Müzik Tarzı: Grup doğaçlama ve deneysel tarzda müzik yapmaktadır. Soundunda; Reggae, Caz, Elektronik Müzik, Funk Müzik, Etnik Müzik ve Hiphop etkileri görülür. Şarkılarını İngilizce, Fransızca, Türkçe ve Rebelce (Grubun müziğe göre uydurduğu kelimelerden oluşan dil) dillerinde yazmaktadırlar. 1. Introduction 2. Traveller / 18 Kasım 2000 3. Rebel Moves / 2 Aralık 2000 4. Dum Dum Ticky / 25 Kasım 2000 5. I'm Coming / 2 Aralık 2000 6. Briefing 1910 / 2 Aralık 2000 7. Hi-One / 9 Aralık 2000 8. Oceanol / 25 Kasım 2000 9. Frozen Flakes / 9 Aralık 2000 10. Djhanemen-Djhanei / 25 Kasım 2000 11. Last Drinks Gentlemen! / 18 Kasım 2000 1. French Fries A la Turca 2. Sheep 3. Sheep (Ozinga Latin Mix) Uğur Yücel Uğur Yücel (d. 26 Mayıs 1957, İstanbul), Türk sinema oyuncusu, senarist ve yönetmen. 1957 yılında İstanbul'da doğdu. Aslen Vanlıdır. İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro bölümünü bitirdi ve 1977 yılında tek kişilik bir gösteri oyunculuk kariyerine başladı. 1975-1984 yılları arasında Kenter Tiyatrosu, Tef Kabare Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu ve Şan Müzikholü’nde çeşitli oyunlarda oynadı. Selamsız Bandosu ve Muhsin Bey (1987) adlı filmlerdeki rolleri ile büyük çapta beğeni topladı. Bunların dışında, Sezen Aksu ve Müjde Ar ile ayrı ayrı sahne şovları yaptı. Televizyonda, Aziz Ahmet, Karanlıkta Koşanlar, Alacakaranlık ve Hırsız Polis gibi dizilerde oynadı; bunlardan Karanlıkta Koşanlar'ın tamamını ve Alacakaranlık'ın bazı bölümlerini (Alican Yücel takma adıyla) yönetti. Karanlıkta Koşanlar dizisinin senaryosunu, Ahmet Ümit'in polisiye öyküsünden uyarlayarak yazdı; Alacakaranlık'ın yazımına da katkıda bulundu. Arabesk'le, ‘Sinema Yazarları Derneği En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’, Muhsin Bey'le Antalya Film Festivali’nde ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ ödüllerini aldı. İlk sekiz bölümünü çektiği İkinci Bahar adlı Tv dizisiyle İletişim Fakültesi En İyi Tv Yönetmeni Ödülünü aldı. Gemide ve Laleli’de Bir Azize filmlerinin müziklerini yaptı. Yönettiği ilk film olan Yazı Tura ile Antalya Film Festivali En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Yönetmen ödülleri dahil 11 ödül aldı. 2007 yılında sona eren Hırsız Polis isimli dizide rol aldı ve başrollerini Türkan Şoray ile birlikte paylaştığı Hayatımın Kadınısın adlı filmi çekti. 2008 yılında Türkiye'de bir ilk olan "Kolay Gelsin" adlı "doğaçlama sit-com" denemesinin yönetmeni oldu, ama proje uzun ömürlü olmadı. 2008 - 2010 yılları arasında yayınlanmış olan Canım Ailem adlı TV dizisinde başrol oynamıştır. Kendi yönettiği Ejder Kapanı adlı sinema filminde Kenan İmirzalıoğlu, Nejat İşler, Berrak Tüzünataç ve Ceyda Düvenci ile birlikte başrolü paylaşmıştır. Oyuncu 2013 yılında Aramızda Kalsın adlı dizide Bahattin karakterini canlandırdı.2017 yılında İçerde adlı dizide Kudret Sönmez karakterini canlandırdı. Köhne Ürgenç Köhne Ürgenç (Farsça: کهنه‌گرگانج Kohna Gūrgānj ‎/ کهنه‌اورگانج‎ Kohna Ūrgānj, Türkmence: Köneürgenç), Türkmenistan’ın kuzeydoğusunda Ceyhun Nehrinin güney kıyısında Taşoğuz ilinde yer alan ortaçağ harabelerinin adıdır. Gürgenç şehri Ahameniş İmparatorluğu'na bağlı Harezm bölgesi’nin merkezi idi. Daha sonra Harezmşahlar Devletinin başkenti olmuştur. Ancak Moğol İmparatorluğu tarafından imha edilmiş ve tekrar inşa edilmiştir. 1646’da şehrin insanları yeni şehre (Taze Ürgenç’e) taşınınca, önceki şehir "Köhne Ürgenç" (Eski Ürgenç) olarak anılmaya başladı. Bu kentte 11. yüzyıl ve 16. yüzyıldan kalma bir dizi kalıntı bulunur. Kaltıntıların en önemlileri, bir cami, bir kervansaray kapısı, kaleler, türbeler ve bir minaredir. Kalıntılar, mimari ve sanat alanında etkisi İran, Afgan