article
stringlengths
7.34k
10k
ilk yılında yüzüğü almasına izin vermedi. Altı maçlık serinin sonunda kazanan Florida takımı olmuştu. 1995-96 sezonuna iyi bir başlangıç yapmayı plânlayan Jordan, sezon öncesinde oldukça çok çalışmıştı. Ayrıca takıma ligin en iyi ribaund alan oyuncularından birisi olan Dennis Rodman dahil olmuştu. Jordan, Pippen ve Rodman üçlüsü sezona mükemmel bir başlangıç yaptı ve ilk 44 maçta tam 41 galibiyet elde etti. Normal sezonu da 72 galibiyetle kapatan Bulls, bu alanda daha sonra 2015-2016 sezonunda Golden State Warriors tarafından kırılacak olan NBA rekorunu eline geçirmiş oldu. Play-off'larda da önüne çıkan engelleri aşan Jordan ve ekibi, finalde altı maçlık bir seri sonunda Seattle SuperSonics'i geride bırakarak şampiyonluğa uzandı. Normal sezon, Play-off ve All-Star MVP ödüllerini kazanan Jordan ise, Willis Reed'den sonra bunu başaran ikinci oyuncu oldu. 1996-97 sezonunda da Bulls, normal sezonda altmış dokuz galibiyet alırken, Jordan normal sezon MVP ödülünü Utah Jazz oyuncusu olan Karl Malone'a kaptırmıştı. Play-off'larda da finallerde karşı karşıya gelen bu ikiliden gülen taraf bu defa Michael Jordan oldu. Tıpkı bir önceki sene olduğu gibi altı maçlık seri sonunda Bulls, art arda ikinci şampiyonluğuna uzandı. Beşinci maçta grip olduğu hâlde oynayan Jordan, yine de otuz sekiz sayı atarak maçı kazandırmasını bildi. 1997-98 sezonunda yine iyi bir sezon geçiren Jordan ve arkadaşları, takımın normal sezonda altmış iki galibiyet almasını sağladı. Play-off'larda ise finaldeki rakipleri yine Karl Malone'lu ve John Stockton'lı Utah Jazz'dı. Bu defa seri, geçen yıldan bile daha çekişmeli geçti. İlk beş maçın üçünden galip ayrılan Bulls, altıncı maçın sonunda bitime kırk saniye kala 86-83 gerideydi ve zor durumdaydı. Fakat Jordan önce Jazz savunmasının arasına dalarak bir turnike bırakarak farkı bire indirdi, sonra da savunmada topu Karl Malone'dan çaldı. Ardından da Jazz forveti Bryon Russell'ın üzerinden attığı basketle takımına şampiyonluğu getiren maçı kazandırdı. Bulls yeniden art arda üçüncü şampiyonluğunu elde etmişti. Bu başarıda da en büyük pay sahibi, Michael Jordan idi. 1998 sezonunu bitiriş biçimi, artık yaşı iyice ilerlemiş olan Jordan'ın kariyeri için muhteşem bir sonmuş gibi gözüküyordu. Phil Jackson'ın ve Dennis Rodman'ın kontratlarının bitiyor oluşu ve Scottie Pippen'ın takımdan ayrılmak istemesi de Jordan'ın emeklilik kararı vermesinde etkili olan diğer nedenlerdi. NBA'de bir lokavt yaşandığı zamanlarda, 1999 yılının başlarında, Michael Jordan, kariyerinde ikinci kez, emekli olduğunu açıkladı. Jordan, Chicago Bulls ile özdeşleşmiş bir oyuncu olmasına rağmen, ikinci emekliliğinin ardından bir başka NBA takımı olan Washington Wizards'ın başarısı için çalıştı. Jordan, 2000 yılının başlarında, Washington Wizards'ın hissedarı oldu ve ardından da bu takımda Basketbol Operasyonları Başkanı oldu. Bu, takıma ait kararların çoğunu, personel seçimlerini bile kendisinin vereceği anlamına geliyordu. Bu dönemde Jordan'ın verdiği kararlar oldukça tartışmalıydı. 1990-91, 1991-92, 1992-93, 1995-96, 1996-97, 1997-98 1984, 1992 Şablon Meta Programlama TMP “Şablon Meta Programlama”nın İngilizce çevirisinin kısaltmasıdır. C++ Meta programlama kendini veya başka programları değiştiren veya yaratan programlar yazmaktır. Şablon meta programlar derleyici tarafından derleme zamanında çalıştırılan programlardır. TMP türler hakkında meta bilgi tutmak için kullanılabilir. Örneğin, özelleşmemiş bir şablon tanımlar. Bu şablonun için özelleşmiş şekli programcı tarafından türü için derleme öncesinden bilgi almak için kullanılabilir. TMP sabit değerlerin hesaplamak ve basit şablon meta işlevler yazmak için kullanılabilir. Örneğin, sabit değer hesaplayan bir meta programdır. Meta işlevler derleme zamanında basit işlemler yapmak için kullanılabilir. Örneğin aşağıdaki program iki sayının ortak bölenlerinin en büyüğünü (OBEB) derleme zamanında hesaplar. Büyük Doğu Hareketi Büyük Doğu Hareketi, Necip Fazıl Kısakürek tarafından öncülük edilmiş siyasi, İslami bir harekettir. Necip Fazıl'ın aksiyonu ile Sezai Karakoç'un aksiyonu farklı kategorilerde ele alınmalıdır. Polonyalılar Polonyalılar, Polonya'da yaşayan insan; Polonya yerlisi; etnik kökenleri Polonya'ya dayanan kişi anlamına gelen kelimedir. Leh de denir. Dilleri Slav dil ailesinden Lehçedir. Polonyalılar bütün Slav toplumu içinde Ruslar'dan sonra ikinci büyük topluluğu teşkil ederler. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki yerleşik göçmenlerle birlikte nüfusları yaklaşık 60 milyon kadardır. Nüfusu 37 milyon olan Polonya'dan sonra Polonyalıların en fazla yaşadıkları ikinci ülke 8,9 milyon nüfus ile ABD'dir. Suudi Arabistan Suudi Arabistan resmî adıyla Suudi Arabistan Krallığı (), Arap Yarımadası'nda bulunan en büyük ülkedir. Kuzeybatı'da Ürdün, kuzey ve kuzeydoğu'da Irak, doğuda Kuveyt, Katar, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri, güneydoğuda Umman, güneyde Yemen, kuzeydoğusunda Basra Körfezi ve batısında Kızıldeniz ile çevrilidir. Buraya iki kutsal caminin arazisi de denir; çünkü İslam'a göre iki kutsal şehir olan Mekke ve Medine bu ülkededir. Suudi Arabistan, Orta doğu'daki bütün körfez ülkelerinde olduğu gibi hızla gelişmektedir. Arap Yarımadası'nın büyük bölümünde binlerce yıl boyunca göçebe kabile yaşamı sürdürüldü. Muhammed'in 571'de Mekke'de doğması, dünya tarihinde yeni bir çağ başlatarak, Arabistan'ın önemini arttırdıysa da, Emevi sülalesinin, Şam'ı başkent yapmasıyla, İslâm dünyasının ağırlık merkezi Suriye'ye kaydı (692). Arap Yarımadası 16. yüzyıldan I. Dünya Savaşı'na kadar, Osmanlı yönetiminde kaldı. 1730'larda ortaya çıkan Vehhabi hareketi 1745'te Suud ailesi tarafından benimsendi. 1902'de Kuveyt'te sürgünde bulunan Abdülaziz bin Suud, Riyad'a dönerek yeniden siyasal birlik arayışlarına başlar. Aynı yıllarda Osmanlı devleti bu fiili durum karşısında bir çözüm olarak Abdülaziz'in babası Abdurrahman'ı Riyad kaymakamı olarak tayin eder. Balkan savaşının sürdüğü sıralarda Osmanlı askerlerinin bölgede azaltılmasını fırsat bilen Necit emîri ve vahhabi imamı olan Abdülaziz bin Suud, idari merkez olan Hasa/Ahsa'yı ele geçirir (1913). Sonra, 1921-1926 arasında Ha'il, Mekke, Cidde ve Asir'i ele geçirerek topraklarını genişletti ve 1926'da Hicaz kralı, 1932'de Suudi Arabistan kralı ilan edildi. 1936'da ilk petrol yatağının bulunduğu, ama II. Dünya Savaşı'na kadar ciddi bir kuyu açma çalışması yapılmayan ülkede, Abdülaziz El Suud'un ölümünden (1953) sonra, yerine geçen oğlu Suud bin Abdül Aziz'den itibaren kral ve başbakan oldular aynı anda, 1964'te Suudi aile meclisinin kararıyla tahttan indirildi ve yerine kardeşi Faysal bin Abdül Aziz geçirildi (2 Kasım 1964). Ülkeyi modernleştirme girişimlerine başlayan Faysal bin Abdül Aziz'in 1975'te yeğenlerinden biri tarafından öldürülmesinden sonra, yerine geçen kardeşi Halid bin Abdül Aziz, 1979 Mısır-İsrail Barış Antlaşması'na şiddetle karşı çıkmakla birlikte, Arap-İsrail anlaşmazlığında ılımlı bir siyaset izledi, Halid bin Abdül Aziz'in 1982'de ölmesiyle yerine Fahd bin Abdül Aziz geçti. Suudi Arabistan, şeriat yasalarının anayasa olarak kabul edildiği bir krallıktır. Hem yürütme gücünü, hem yasama gücünü elinde tutan kral, Bakanlar Kurulu'nu kendi atar ve kararlarını veto etme hakkına sahiptir. Yönetimle ilgili önemli kararların aşağı yukarı tümü, Suudi ailesi tarafından alınır. Siyasal parti de, yasama organı da bulunmamakla birlikte, her yurttaş "meclis" diye adlandırılan düzenli dinleme oturumlarına doğrudan başvurarak krala şikâyetlerini iletebilir, yardımını isteyebilir. Suudi Arabistan'da kral seçimi ile ilgili reforma gidilmiştir. Buna göre kral artık halefini kendi seçemeyecektir. Bunun yerine Kraliyet ailesi üyelerinden oluşan Biat adlı özel bir konsey gizli oylama yöntemiyle yeni kralı belirleyecektir. 3 aday ise kral tarafından tespit edilecek, ancak Konsey, yönetim için yetersiz gördüğü kralın haklarını elinden alma gücüne sahip olacaktır. Suudi Arabistanlıların büyük bölümünü, yerli kabilelerin soyundan gelen Araplar oluşturmaktadır. Basra Körfezi kıyısında bir İranlı azınlık topluluğu yaşar. Yabancı işçilerin sayısında son yıllarda büyük bir azalma olmakla birlikte, ekonomi yabancı işgücüne bağımlı durumdadır. Resmî dil olan Arapça ve çeşitli lehçeleri, bütün nüfus tarafından konuşulur. Nüfusun %97'si Müslümandır. Suudi vatandaşlarının çoğunluğu Selefi mezhebinden Sünnilerdir. Şiiler Müslüman nüfusun %10-15'ini oluşturur. Nüfusun büyük bölümü Riyad, Cidde, Mekke, Taif, Medine, Dhahran, Dammam, El Huber ve Hufuf gibi büyük kentlerde toplanmıştır. Kırsal kesimde, göçebe Bedevilerin sayısı, yerleşik tarımcılarınkinden yüksektir. Rubülhali ve Nüfud çölleri bütünüyle ıssızdır; öteki yörelerde de çoğunlukla nüfus yoğunlukları düşüktür. Batı kıyısında, Riyad çevresinde ve doğudaki petrol alanlarındaysa, biraz daha yüksektir. 1936'da petrol bulunmasına kadar ekonomisi Mekke ve Medine'yi ziyarete gelen hacılara ve hurma dışsatımına bağımlı olan Suudi Arabistan'ın, bu gelirleri günümüzde de sürmekle birlikte, ekonomisinin temeli petrole dayanır. Hükümet, petrolden elde edilen gelirleri Suudi Arabistan'ı çok çeşitli bir sanayi ülkesine dönüştürmek için gerekli altyapıyı oluşturmak için kullanmıştır. Ham petrol ve petrol ürünlerinin, devlet gelirlerinin %90'dan çoğunu oluşturduğu ülkede, petrolün büyük bölümünü çıkaran ARAMCO şirketinde Suudi ailesinin payı 1973'te %25 iken, 1974'te %60'a, 1980'de de %100'e yükselmiştir. Basra Körfezi kıyısındaki Jubail ve Kızıldeniz kıyısındaki Yanbu'da kurulan yeni ve büyük sanayi merkezlerinde, enerji kaynağı olarak petrol yataklarından boruyla getirilen doğalgaz kullanılmaktadır. Petrol yatakları, petro-kimya sanayisi ve yapay gübre üretimi gibi sanayi kollarının yanı sıra demir-çelik sanayisi, çimento sanayisi, besin sanayisi, vb. dallar hızla gelişmektedir. Tarım alanında, hükümet, besin ürünleri alanında dışsatıma bağımlılığı azaltmak için, tarım üretimini desteklemektedir. Yakın dönemde balıkçılık da gelişmeye başlamıştır. Ayrıca, El Huber'
de çıkarılan petrolde ülke ekonomisine yüksek katkılar sağlamaktadır. El Huber dışındaki bölgelerde de çıkartılan petrol en çok Ash Sharqiyah ve çevresinde çıkartılmaktadır. Dhahran'da, Dammam'da, Al Qatif'te ve bunlar dışında birçok şehirde çıkartılmaktadır. İklimini irdelediğimizde Suudi Arabistan'da, çok sıcak yazlar görülür. Çoğunlukla çöl olması bu sayılan iklimsel sonuçları doğurur. Suudi Arabistan'ın iklim şartları nedeniyle ülkede bitki örtüsü olarak genelde çöl ağaçları olan hurma ve Palmiye ağaçları vardır. Suudi Arabistan 13 idari bölgeye ("manatik idāriyya", – tekil "mintakah idariyya"), bu bölgeler de 118 ile ayrılmıştır. Bu sayı 13 bölge başkentini içerdiği gibi belediye başkanlar tarafından yönetilen farklı statüye sahip belediyeleri de kapsar. Diplomatik liste Bir ülkede yer alan büyükelçilik, başkonsolosluk, fahri konsolosluk, ticaret ataşeliği gibi diğer ülkelere ait tüm yabancı temsilciliklerin adres, telefon, e-mail gibi tüm iletişim bilgilerinin yer aldığı, genelde ev sahibi ülke tarafından hazırlanan ve ilgili yerlere (elçilikler, basın kuruluşları gibi) dağıtılan listedir. Türkiye'de bu görev T.C. Dışişleri Bakanlığı Protokol İşleri Genel Müdürlüğü'nün uhdesindedir. JacORB JacORB CORBA standartının Java dilindeki GNU lisanslı gerçekleşmesidir. JacORB Software Engineering and Systems Software Group at Freie Universität Berlin ve Xtradyne Technologies AG tarafından ortak olarak geliştirilmektedir. ANTLR ANTLR (ANother Tool for Language Recognition; "Dil Tanıma İçin Başka Bir Araç Daha"), Java, C++, C# ve Python dillerini destekleyen, LL(k) kullanan bir ayrıştırıcı üreticisidir. ANTLR, ağaç yapımı, ağaç gezintisi ve çevirisi için araçlar sağlar. Datça Datça, Türkiye'nin Muğla ilinde bir ilçedir. Datça Yarımadası'ndaki buluntuların geçmişi M.Ö. 2000'lere kadar uzanır. Bilinen ilk yerli halk Karyalılar'dır ve burada en parlak dönem Dorlar döneminde yaşanır. Dorlar MÖ 1000 yıllarında Trakya üzerinden güneye inerek Yunanistan üzerinden bölgeye gelirler ve bugünkü Datça ilçe merkezinin 1.5 km kuzeydoğusundaki Burgaz mevkiinde Dor uygarlığının merkezi olan Knidos’u kurarlar. Daha sonra Lidya egemenliğine giren Knidos, MÖ 546’da Lidya Devleti'nin Persler’in eline geçmesinin ardından da Persler egemenliğine girmiştir. Knidos, ticari nedenlerle MÖ 4. yüzyılda yarımadanın uç noktasına, bugünkü görkemli kalıntıların olduğu yere taşınmıştır. Strabon, Knidos'un kıyı boyu ile önündeki adada kurulduğunu belirtir. Ada ile kara arasındaki deniz doldurularak, iki ayrı liman elde edilmiştir. Kuzeydeki küçük limana "Kuzey Liman" denilmiş ve askeri amaçla kullanılmıştır. Güneydeki liman ise ticaret amaçlı kullanılmıştır. Halen, liman ağzındaki mendirek ile Kuzey Liman'daki kulenin kalıntıları görülmektedir. Dorlar ve Romalılar yeni Knidos’a çok sayıda tapınak yapmışlardır. Şehir Afrodit heykeli ile ünlenmiş, geç Roma ve erken Bizans döneminde tapınaklar yerlerini kiliselere bırakmış ve şehir nüfusu 70.000’lere ulaşmıştır. Knidos çok önemli bir ticaret merkezi olduğu kadar bir kültür ve sanat merkeziydi. Dönemin en ünlü heykeltıraşları arasında yeralan Praxiteles'in yaptığı Knidos Aphrodite Tapınağı'nda bulunan Knidos Afroditi çok önemli bir sanat yapıtıdır. İon kentlerinin de katılımıyla düzenlenen dinî festivallerde sanatçılar hep Aphrodite'i ön planda tutmuşlardır. Gezegenlerin hep aynı yörüngede hareket eden yuvarlak cisimler olduğunu bulan ünlü astronom, matematikçi ve filozof Eudoxus, en iyi yontulmuş Çıplak Afrodit Heykeli’ni yapan heykeltıraş Praxiteles, Skopas, Bryaxis ve dünyanın yedi harikasından biri olan Mısır’daki İskenderiye Feneri’nin mimarı Sastratos, Knidos'da yaşamışlardır. Afrodit heykelinin kaidesi, 8000 kişilik tiyatro, güneş saati ve Demeter Mabedi gibi bası eserler, Knidos antik kentinin önemli kalıntılarındandır. Antik çağda çok ünlü olan, insanların onu görmek için çok uzaklardan geldiği Afrodit heykeli bugüne kadar bulunamamıştır. Knidos Hippodamos'un ızgara plan düzenine göre yapılanmıştır. Doğu-batı doğrultusunda birbirine paralel dört geniş cadde, kuzey-güney doğrultusundaki bir cadde ile dik açılı olarak kesişmiştir. Arazi konumuna uygun bir biçimde cadde ve sokaklar bazen merdivenle, bazen de dik olarak birbirlerini kesmişlerdir. Kuzey-güney doğrultusundaki ilk caddenin batısında agorası yer alır. Sonraki devirlerde askeri limanın kuzeyindeki agoranın her iki tarafına, antik taşlardan yararlanılarak büyük bir kilise yapılmıştır. Kuzeye doğru, Dor Hexaopisi'ne bağlı kentlerin her dört yılda bir festival düzenledikleri Apollon Karneisos Tapınağı'na ulaşılır. Dor üslubundaki tapınağın kuzeyinde yapılan kazılarda dikdörtgen planlı bir sunak bulunmuştur. Sunağın yeraldığı terasın arkasında ise Helenistik duvar işçiliğinin örneği olan başka bir teras daha bulunmaktadır. Oturma kademelerini anımsatan basamakların da bulunduğu alanda 1972 yılında bir tapınak kalıntısı bulunmuştur. Bu dönemde Knidos, şarap ihraç eden önemli merkezlerden biriydi. MÖ 450 yılında Polynotos'un yaptığı duvar resimleri çok önemlidir. Herodot'a göre Spartalılar, Knidos'u bir koloni kenti olarak kabul etmişlerdir. Fakat zamanla güçlenmişler, Fenikeliler sayesinde denizcilikte çok ilerlemişler, tersaneler kurmuşlardır. Knidoslular, Lidyalıların saldırılarına karşı korunmak için Reşadiye Yarımadası'nı karadan ayırmaya çalışmışlardır. Daha sonradan kazdıkça kaya çıkmıştır ve bu kayaların sertliğinden dolayı kazıları yavaşlamıştır. Bu olayın üstüne Pers saldırıları başlayınca tamamlayamamışlardır. Bu saldırılar sırasında Persler kente zarar vermemiştir. Knidoslular daha sonra Büyük İskender'e boyun eğmişlerdir. Fakat bu dönemle ilgili pek ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Roma İmparatorluğu ile Seleukos Krallığı arasındaki savaşta Roma'nın tarafını tutmuş, Bergama Krallığı'na katılmışlardır. Kent, Bizans İmparatorluğu döneminde silik bir yerleşim haline gelse de, bu dönemde bir süre için piskoposluk merkezi olarak kullanılmıştır. Bizans’ın ilerleyen dönemlerinde ise bir yandan depremler, diğer yanda korsan saldırıları ile güçsüz kalan kent MS 7. yüzyılda tümüyle terk edilmiş; yarımada nüfusu ise binlere inmiştir. Yarımada, 13. yüzyılda Menteşe Beyliği'ne bağlanmış; 15. yüzyılda ise Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına katılmış ve adı Datça olmuştur. Son Osmanlı padişahlarından Sultan Reşat döneminde Datça adı Reşadiye olmuş, Cumhuriyet'le beraber ise tekrar Datça’ya dönüştürülmüştür. 1928 yılında ilçe olan Datça’nın ilk merkezi Reşadiye Mahallesi olmuş, 1947’de ise bugünkü yeri olan İskele Mahallesi'ne taşınmıştır. Datça Yarımadası bazı haritalarda hala "Reşadiye Yarımadası" olarak geçer. Knidos tarihini aydınlatmak amacıyla ilk kazılar, İngiliz Charles Newton tarafından 1856-1858 yılları arasında yapılmıştır. Datça, coğrafi bölge olarak Ege Bölgesi’ndedir. Dağlık ve engebeli bir arazi yapısına sahiptir. Datça Yarımadası’nın en yüksek noktalarını Bozdağ (1174), Kalecik Dağı (881), Karadağ (786), Emecik Dağı (704), Yarık Dağı (615) oluşturur. Arazinin % 66’sı orman alanı, %18’i seyrek çalılık ve kayalık olup sadece % 16’sı tarım alanıdır. Kızlan Ovası, Burgaz Düzlüğü, Reşadiye Ovası ile kıyı düzlüklerinin en önemlilerinden olan Karaköy, Palamutbükü ve Mesudiye, ilçenin ovalarıdır. Yüzölçümü 446 km² olan yarımadanın 235 km’lik sahil şeridi, büyüklü küçüklü 52 koyla dantel gibi bezenmiştir. Marmaris ile Datça sınırını oluşturan Balıkaşıran’da (Datça’ya 64 km) kuzey ve güney kıyıları arasıdaki kara genişliği, 1 km’ye kadar inerken yarımadanın en geniş yeri 17 km’dir. Datça, tipik bir Akdeniz iklimi'ne sahiptir. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlıdır. Üç tarafı denizle çevrili yarımadada yazın esen serin kuzey rüzgarları, kavurucu sıcakları yok eder. Nem oranı ortalama %58 olan Datça’da yılın 300 günü güneşli geçer. Datça'nın engebeli arazi yapısı nedeniyle tarıma elverişli arazi sınırlıdır, bununla beraber özellikle kırsal bölgelerde tarımsal etkinlikler ekonominin temelini oluşturur. Eğimli arazilerde yapılan badem üretimi, ilçe ekonomisinde özellikle önemli bir yer kapsar, ilçe Türkiye'nin başlıca badem üreticileri arasındadır. Üretilen bademler çoğunlukla çağla olarak satışa sunulur. Kayısı ve erik başta olmak üzere diğer meyveler, özellikle Kızlan ve Karaköy'de domates, belli bölgelerde narenciye, tahıllar ve baklagiller ekonomide yer tutan diğer tarımsal ürünlerdir. Mesudiye köyünden başlayarak yayılan seracılık kapsamında çeşitli sebzeler de yetiştirilir. Bağcılık tarihsel olarak ilçe ekonomisinde önemli yer tutmuştur, bu önem Knidos mühürlü amforaların Atina, Delos, İskenderiye gibi şehirlerde bulunmasından anlaşılır. Bununla beraber, günümüzde bağcılık çok sınırlı olarak sürdürülür. Datça'nın bir diğer önemli ekonomik kaynağı da arıcılıktır. Üretimi yapılan iç/çağla badem, domates ve balın önemli bir bölümü dışarıya satılırken, üretilen zeytin ve zeytinyağının büyük bir bölümü çiftçinin kendi ihtiyacını karşılamakta, çok az bir bölümü satılmaktadır. Bu nedenle ilçede yaygın olarak zeytin ağacına rastlansa da bu zeytinler ticarete konu olmaz. Meralar sınırlı olduğu için hayvancılık ilçenin ekonomik hayatında rol oynamaz. Datça yöresinde yetişen badem türleri; Zeytinyağı üretilen imalathaneler dışında ilçede sanayi tesisi bulunmamaktadır. 1970'lere dek bölgeye ulaşım yalnızca deniz yoluyla mümkündü. Bu tarihten itibaren artan ulaşım olanaklarına paralel olarak ilçenin bunun öncesinde tamamen tarıma dayalı ekonomisi değişerek gelişmiş, tarımın yanında turizm de geçim kaynakları arasına girmiştir. Turizmdeki gelişim Bodrum, Marmaris, Fethiye ilçeleri kadar olmadığından Datça nispeten bakir kalmıştır. Kalkınma ajansları tarafından ilçede kitle turizmi imkanı bulunmadığı belirtilse de, eko turizm için Datça merkez olarak belirlenmiştir. Datça Yarımadası, Özel Çevre Koruma Bölgesi olarak ilan edilmiş olması dolayısıyla bozulmamış doğası, 235 kilometrelik sahil şeridi ve 52 koyu, zengin flora ve faunası, Knidos antik kenti ile gelecekte bölgenin en önemli turizm m
erkezlerinden birisi olmaya adaydır. Datça’nın birçok mavi bayraklı plajı bulunmaktadır, bunlar Aktur Tatil Sitesi Plajı, Aktur Kamping Plajı, Karaincir Plajı, Hastanealtı Plajı, Periliköşk Plajı, Billurkent Plajı olarak sıralanabilir. Çevre turizmi açısından olanaklar mevcut olup, Bodrum ve Fethiye arasında yoğunlaşan Türkiye yat turizminin odaklandığı bir yer olarak önem taşır. Turistler için trekking, sörf, yelken gibi doğa ve su sporlarının yapılabileceği ortamlara sahiptir. Turizm, ilçenin ekonomik hayatında, ilçenin 1970 yılında öncelikli turizm bölgesi ilan edilmesiyle hızla önem kazanmış ve halkın önemli bir gelir kaynağı olmaya başlamıştır. Bu olguya paralel olarak, ilçede konaklama imkânını arttıran tesislerin sayısının yıldan yıla hızla arttığı gözlenmektedir. Datça Yarımadası, Bodrum ve Marmaris’ten "Mavi Yolculuk" düzenleyen tekneler için oldukça önemli bir güzergah olmaktadır. Datça Limanı’na giriş-çıkış yapan tekneler arasında, Ege Adaları'ndan gelen tekne ve yatlar önemli bir yer tutar. Yunan adalarından, özellikle Rodos ve Sömbeki adalarından, ilçeye Cumartesi günleri teknelerle alışverişe gelen Yunanlar, ilçeye döviz girdisi sağlamaktadırlar. Turizm sezonu dışında sürdürülen inşaat çalışmaları, kış aylarında tarımın yanında ekonomik hayatı canlı tutmaktadır. Datça'nın bağlı 11 mahallesi bulunmaktadır. Datça'nın köyleri yerel ağızda "Betçe" genel adıyla adlandırılmaktadır. Yaz aylarında yazlıkçı ve yerli turistlerin gelmesiyle birlikte nüfusun mevsimsel olarak 50 bin civarına yükseldiği tahmin edilmektedir. Hızırşah mahallesinde Selçuklular’dan kalma bir cami ve seramik atölyelerinin kalıntıları; Reşadiye Mahallesi’nde Mehmet Ali Ağa Konağı ile Reşadiye Camii ve Emecik mahallesinde tapınak kalıntıları tarihten günümüze kalan bazı eserlerdir. Osmangazi, Bursa Osmangazi, Bursa'nın metropol ilçelerinden en büyüğüdür. Bursa'nın tüm ilçelerinin kesiştiği noktadır. Osmangazi ilçesi adını, Osmanlı İmparatorluğu kurucusu Osman Gazi'den almaktadır. Osmangazi, Uludağ’ın eteklerinde, doğuda Gökdere Vadi­si’yle başlar; batıda Nilüfer Deresi ve Yeni Mudanya Yolu, kuzeyde Katırlı Dağları, Nilüfer Çayı ve Bursa Ovası'nı içine alan topraklara sınır oluşturan bölgeyi kapsar. 1165,2 kilometrekarelik bir alana yayılmıştır. İlçenin denizden yüksekliği ortalama 150 metredir. İzmir, İs­tanbul, Eskişehir yollarının kesiştiği kavşak noktasında bulunan Osmangazi, Mudanya Limanı’na 31 km, Yalova’ya 74 km, Gemlik’e 30 km uzaklıktadır. 109 mahalleden oluşmaktadır. Adalet, Ahmetpaşa, Akpınar, Aktarhüssam, Alaaddin, Alacahırka, Alacamescit, Alaşarköy, Alemdar, Alipaşa, Altınova, Altıparmak, Armutköy, Atıcılar, Bağlarbaşı, Bahar, Başaran, Çekirge, Çeltikköy, Çırpan, Çiftehavuzlar, Çirişhane, Çukurcaköy, Demirkapı, Demirtaşpaşa, Dereçavuşköy, Dikkaldırım, Dobruca, Doğanbey, Doğanevler, Ebuiskak, Elmasbahçeler , Fatih, Gaziakdemir, Geçit, Gülbahçe, Gündoğdu, Güneştepe, Hacıilyas, Hamitler, Hamzabey, Hocahasan, Hüdavendigar, Hürriyet, İbrahimpaşa, İnkaya, İntizam, İsmetiye, İstiklâl, İvazpaşa, Kavaklı, Kayhan, Kemerçeşme, Kırcaali, Kiremitçi, Kirazlı, Kocanaip, Koğukçınar, Kuruçeşme, Küçükbalıklı, Kükürtlü, Küplüpınar, Maksem, Mehmet Akif, Mollafenari, Mollagürani, Muradiye, Nalbantoğlu, Namıkkemal, Orhanbey, Osmangazi, Panayır, Pınarbaşı, Reyhan, Sakarya, Santralgaraj, Selamet, Selçukhatun, Selimiye, Sırameşeler, Soğanlı, Soğukkuyu, Şehabettinpaşa, Şehreküstü, Tahtakale, Tayakadın, Tuna, Tuzpazarı, Ulu, Veyselkarani, Yahşibey, Yenibağlar, Yeniceabad, Yenikaraman, Yenikent, Yeşilova , Yunuseli, Zafer. (Emek) Adnan Menderes, F. Sultan Mehmet, Zekai Gümüşdiş, (Demirtaş) Barbaros, Cumhuriyet, Dumlupınar, Sakarya (ovaakça) Merkez, Çeşmebaşı, Eğitim, Santral. Eskiden Osmangazi İlçesi’ne bağlı üç belediye vardı: Osmangazi Belediyesi, Emek Belediyesi ve Demirtaş Belediyesi. İlçeye, Demirtaş Bucağı ve Soğukpınar Bucakları ile 32 köy bağlıydı. Köylerden sekizi Soğukpınar Bucağı’na bağlıydı. 2009 yerel seçimleri ile birlikte Emek Belediyesi, Demirtaş Belediyesi ve bu belediyelere bağlı köyler tamamen Osmangazi Belediyesi'ne bağlandı. Şu an Osmangazi Belediyesi'nin toplam 112 mahallesi ve 26 köyü bulunmaktadır. Bölgede ılıman Marmara iklimi görülür. Ortalama sıcaklık 14.4 derecedir. İlçede nem oranı ortalama %58'dir. Yağış, en çok kış ve ilkyaz aylarında görülür. Haziran ve Temmuz en düşük yağış aldığı aylardır. Yağışlar yıllık 500–700 mm arasındadır. İlçede ortalama 8 gün kar yağar, Uludağ'a ise 25 gün kar düşer ve 4 ay kadar yerde kalır. İlçede kar kalınlığı 5–10 cm olur, Uludağ'da ise 250 cm'dir. İlçede en çok yıldız, poyraz ve lodos rüzgarları görülür. Domates, biber, patlıcan, gibi sebzelerin yanında , susam, ayçiçeği, gibi endüstri bitkileri; çilek, kavun, karpuz, üzüm, şeftali, dut, kestane, ceviz, elma, erik, kiraz, armut gibi meyveler yetiştirilmektedir. Ancak son yıllarda Bursa ovasındaki birçok verimli arazi yoğun konut yapımından dolayı betonlaşmaya teslim olmuştur. İlçede dokuma sanayi, otomobil yan sanayi, havlu sanayi, trikotaj sanayi, kundura sanayi, tarım araçları sanayi, mobilya sanayi, deri, plastik sanayi, bakır işlemeciliği, makine ve ma­deni eşya yapımcılığı, elektrik motoru sanayi, döküm sanayi, marangoz makineleri sanayi, kaynak makineleri sanayi, soba sanayi, bıçakçılık sanayi çok gelişmiştir. Bunların dışında yağ ve un fabrikaları, tuğla fabrikaları üretim yapmaktadır. İlçenin en önemli tarihsel anıtları ve yapıtları şunlardır: Bursa Kalesi, Balabancık Kalesi, Bursa Hisarı, Bursa Sarayı, Muradiye Türbesi, Pars Bey Türbesi, Çakır Ağa Hamamı, Osmangazi ve Orhangazi Türbeleri, II. Murat Türbesi, Şehzade Mustafa Türbesi, Bedesten, Arkeoloji Müzesi, Atatürk Müzesi, Osmanlı Evi Müzesi, Kent Müzesi,Hünkar Köşkü Müzesi,Karagöz Müzesi, Orhan Camii, 1. Murat Camii, Ulu cami, Muradiye Külliyesi, II. Murat Camii, Yıldırım Külliyesi,Hamzabey Camii, Muradiye Camii,Şehadet Camii,hacı veli camii,zafer camii,Mihraplı Camii Osmangazi İlçesi Bursa'nın ekonomik ve kültürel açıdan en gelişmiş ilçesidir. Eğitim yönünden Türkiye ortalamasının çok üstündedir. Okur yazar oranı. % 99’dur. Kültürel etkinliklerin sürdürüldüğü tiyatro binası, sanat galeri­leri, sinemalar bu ilçe içinde yer alırlar. Knidos Afroditi Knidos Afroditi ya da Çıplak Aphrodit, Datça Yarımadasının batı ucunda yer alan antik Knidos şehrinde bulunan ünlü Afrodit heykelidir. Atinalı heykeltıraş Praksiteles’in beyaz, sert mermerden yaptığı heykel, dünyadaki ilk çıplak kadın heykeli olması bakımından önemlidir. Heykelde tanrıça Afrodit, sol elinde kıyafetini tutar ve sağ eliylede cinsel bölgesini kapar biçimde betimlenmiştir. Heykeli görmek için diğer birçok şehirden Knidos'a ziyaretçi geldiği anlatılır. Pranksites, İstanköy Adası sakinlerinin siparişi için iki Afrodit heykeli yapar. Bunlardan birinde tanrıça figürü örtülüyken diğerinde tanrıça çırıl çıplaktır. Ada sakinleri, çıplak heykeli almak istemez ve heykel Knidos şehri tarafından alınır ve şehrin en yüksek terasına yerleştirilir. O zamana kadar tanrı heykelleri çıplak yapılır ama tanrıça heykellerinin sadece gerdan ve bir göğsü açık olurdu. Dünyadaki ilk çıplak tanrıça heykeli Datça'daki bu heykeldir. Knidoslular parlak dönemleri geride kalıp yoksullaştıklarında bile Bithynia Kralının büyük para önerisini, yapılan halk oylaması sonucu geri çevirip heykelleriyle birlikte sıkıntıya katlanmayı seçerler. Knidos Afroditi için yapılan yorumlar; Pseudo Lukianas (MS 2. yüzyıl), "Erotes" adlı eserinde, arkadaşı Kharikles ile Knidos'a uğradığını ve heykel ile karşılaşmalarını anlatıyor.""Kharikles tanrıçaya doğru yürüdü ve onu ıslak dudaklarıyla öpmeye başladı. Uzun süre sarıldı ve kendinden geçti. Tanrıça ile adeta bütünleşmişti..."" Yazar bir başka hikayesinde ise, tanrıçanın heykelinin bacak kısmında siyah bir leke olduğunu ve bir rahibenin kendisine söylediğini üzere, kentin zenginlerinden birinin oğlunun, tanrıçanın heykeline aşık olduğunu ve bir geceyi tapınakta gizlenerek geçiren gencin, heykel ile birlikte birlikte olduğu ve lekenin o günden kaldığını belirtiyor. Tarihçi Lusien; ""Güzelliğini hiçbir şey örtmemiş, sol elinin eğimiyle kapadığı yerden başka." " Heykel bu güne kadar bulunamadı ama kaidesi yerinde duruyor. Kimi görüşlere göre heykelin Bizans imparatoru Theodosius döneminde İstanbul'daki Lausus Sarayına götürüldüğü ve orada kaybolduğu veya antik kentten çalındığı söylentileri idaa edilir.1967-1977 yılları arasında Amerikalılar heykeli bulmak için sondaj kazıları yaptılar ancak sonradan sondaj kazıları Türkiye tarafından yasaklandı. Kazılar hala Türk ekipler tarafından devam etmektedir. Knidos Knidos, Muğla ili Datça ilçesinde bulunan antik kent. Knidos önce bugünkü Datça ilçe merkezinin 1.5 km kuzeydoğusunda Dalacak burnu üzerindeki Burgaz mevkiinde kurulmuştu. Sonra Yarımadanın batı ucundaki Tekir Burnu üzerine taşındı. Knidos; bilim, mimarlık ve sanatta da oldukça ileri bir kentti. Tarihin büyük astronomi ve matematik bilimcisi Eudoksus, doktor Euryphon, ünlü ressam Polygnotos ve dünyanın yedi harikasından biri sayılan İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostratos burada yaşadı. Doktor Euryphon ve öğrencileri zamanının ikinci büyük tıp okulunu Knidos’ta kurdular. Eudoksus’un geliştirdiği ve dönemin büyük buluşu olan güneş saati, ören yerinde bugün de görülebilir. Tarihçi Strabon kenti kıyıdan Akrapolise doğru yükselen bir tiyatroya benzetir. İç ve dış limanı ikiye ayıran yarımada üzerinde özel binalar, iç limanın üzerinden Akropolis’e hafif bir eğimle yükselen yamaçlarda oluşturulan setlerde ise topluma hizmet veren binalar kurulmuş. Doğu batı yönünde uzanan 10 metre genişliğindeki 4 ana cadde setler üzerinde düz olarak yerleşmiş, caddeler arasındaki bağlantı ise merdivenlerle ve eğimli dik sokaklarla sağlanmış. Şehir 4 km’yi bulan surlarla çepeçevre sarılmış. Askeri liman ile Akropol arasında ve güneydeki ticari limana kadar geniş bir alanı kaplıyor. Deveboynu olarak bilinen yarımada eskiden adaymış. Baş kısmı karaya bağlanarak her iki yanında suni liman ol
uşturulmuş. Dolgu alanına da geçişte kullanılmak üzere bir kanal açılmış. Kuzey limanı askeri amaçla kullanılıyor, her iki yanında yuvarlak kontrol kulesi bulunuyor ve ağzı zincirle kapatılıyordu. Kontrol kulelerinden güneyde olanı bugün ayakta. Güneydeki iç liman ise daha büyük ve ticari gemilerin yanaştığı limandı. Knidos’un biri 20.000 diğeri 5.000 kapasiteli iki tiyatrosu var. Güneyde, ticari limanın yakınındaki küçük olanı. Akropoldeki büyük tiyatro ise, taşları ve mermerleri 19. yüzyılda gemilerle götürüldüğü için bugüne ulaşamamış. Ören yerinin en güzel noktası, her iki limana hakim konumdaki Afrodit Tapınağı’dır. Yuvarlak planlı tapınağın çapı 17 metreydi. Afrodit heykeli tapınağın ortasındaydı. Kapılar heykele açılıyordu. Şimdi heykelin sadece kaidesi görülüyor. Ören yeri gezisinin ilginç noktalarından biri de Mevsimleri ve zamanı gösteren güneş saatidir. En tepede Apollon Tapınağı var ve kent oraya doğru bir tiyatro gibi yükseliyor. Aşağıdaki Tiyatronun hemen üzerindeki Korint Tapınağı mimar Stratos’un eseriydi. Apollon tapınağına giden yolun ortasındaki terasta bulunan Dor tapınağı üzerine erken hristiyanlık döneminde kilise yapılmış. Ören yerine yapılan kiliselerin renkli mozaiklerle kaplı tabanları bugün de görülebiliyor. Kurtarma kazıları 1996’dan beri sürdürülen ve bugüne kadar üçte ikisi tamamlanan Stoa, MÖ 3. yüzyılda Knidos’un ünlü mimarı Sostratos tarafından yapılmış. 113 metre uzunluk ve 16 metre genişlikteki yapıda 5x3.80 m.lik küçük odalar meydana getirilmiş. Odaların hepsi güneye meydana açılmaktaydı. Kentte yapılan kurtarma kazılarından buluntular ören yerindeki küçük müzede sergileniyor. Uygarlık Uygarlık veya medeniyet, bir ülke veya toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eder. Uygar kelimesi, yerleşik hayata ilk geçen Türk kavimi olan Uygurlardan gelmektedir. Medeniyet ve uygarlık kavramları çoğunlukla aynı anlamda kullanılmakla birlikte, uygarlığın daha geniş bir anlam taşıdığını ifade etmek mümkündür. Medeniyetin, belirli bir insan topluluğu veya topluluklarının belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman içinde ortaya koydukları değerlerle sınırlı olmasına karşı; uygarlık kavramının, binlerce yıl devam eden gelişmeler sonunda, insan aklının, bilim ve teknolojisinin katkısı ile ortaya çıkan ve tüm insanlığın eseri ve malı olan evrenselliği sözkonusudur. Uygarlığın doğuşuna ve yükselişine Çin'den Uygur ve Orta Asya Türklerine; Hindistan'dan ve Mezopotamya medeniyetinden Antik Mısır medeniyetine; Ege kıyılarındaki antik çağ sitelerinden Roma'ya; Batı Avrupa'da aydınlanma çağını yaratan, sanayi inkılabını gerçekleştiren milletlere ve nihayet Amerika ve Uzak Doğu'daki Japonlar'a kadar, tarih boyunca sayılamayacak kadar çok ülkenin ve ulusun katkısı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Elissa (Lübnanlı şarkıcı) Elissar Zekeriya Huri (, d. 27 Ekim 1972 , Deil Ah Ahmar), Lübnanlı şarkıcı. Kariyerine 1998'de çıkardığı "Baddi Doub" ilk albümünden sonra kısa zamanda Arap müzik endüstrisinin en güçlü seslerinden biri olan sanatçı, albümlerinden birinde şarkılarının yarısını Türkçe şarkıların aranjmanları oluşturuyordu. 2000 yılında Çelik Erişci'nin "Unutamam" şarkısına Fransızca ve İspanyolca vokaller yapmıştır. Ayrıca Lübnan adına Pepsi reklamında oynayan ilk Lübnanlı kadın sanatçı olmuştur. "Ahla Dounya" albümü ile 31 Ağustos 2005'te Hollywood'taki Kodak Tiyatrosunda Ortadoğu ve Kuzey Afrika'nın 2005 yılının "En İyi Arap Şarkıcı" ve "En Çok Satış Ödülü"nü almıştır. Son olarak Cheb Mami ile birlikte "Kont Fi Sertak" isimli parçayı seslendirmiş, şarkı kısa zamanda geniş ilgi görmüştür. Elissa birçok Türk sanatçıya da şarkılar vermiştir. Nilüfer, Bursa Nilüfer ilçesinin adı, Orhan Gazi'nin eşi "Nilüfer Hatun"dan gelmektedir. Haziran 2016'da Avrupa'da bulunan yaklaşık 27.000 belediye arasından 12 belediyeye Avrupa Konseyi tarafından verilen 'Avrupa Diploması'nı almıştır. İlçe, doğusunda Osmangazi, güneyinde Orhaneli, batısında Mustafakemalpaşa, Uluabat Gölü ve Karacabey, kuzeyinde Mudanya ile çevrilidir. Denizden yüksekliği 100-150 metredir.Bursa ilinin 10 km batısında yer alır. 64 mahalleden oluşmaktadır. 19 Mayıs, 23 Nisan, 29 Ekim, 30 Ağustos, Ahmet Yesevi, Akçalar, Alaaddinbey, Altınşehir, Ataevler, Atlas, Ayvaköy, Badırga, Balat, Balkan, Barış, Başköy, Beşevler, Büyükbalıklı, Cumhuriyet, Çalı, Çamlıca, Çatalağıl, Çaylı, Dağyenice, Demirci, Doğanköy, Dumlupınar, Ertuğrul, Esentepe, Fadıllı, Fethiye, Gökçe, Gölyazı, Görükle, Gümüştepe, Güngören, Hasanağa, İhsaniye, İnegazi, İrfaniye, Işıktepe, Kadriye, Karacaoba, Karaman, Kayapa, Kızılcıklı, Konak, Konaklı, Korubaşı, Kurtuluş, Kuruçeşme, Kültür, Maksempınar, Minareliçavuş, Odunluk, Özlüce, Tahtalı, Unçukuru, Üçevler, Üçpınar, Ürünlü, Yaylacık, Yolçatı, Yüzüncüyıl. Yeni yapılanan bir bölge olması nedeniyle, Nilüfer Bursa'da nüfus artış hızı en fazla olan yerleşim yeridir. İlçe nüfusu 1990-2000 arasında yıllık %13, 2000-2007 yılları arasında yıllık %5,6 gibi büyük bir hızla artmıştır. İlçenin nüfusu 2015 nüfus sayımına göre 342.000'dir. Bunun 325.000'i ilçe merkezinde, 17.000'i ise kasaba ve köylerde yaşamaktadır. İlçe 64 mahalleden oluşmaktadır. Bölgede ılıman Marmara iklimi görülür. En sıcak ay Temmuz, en soğuk ay Şubat ayıdır. Kışın hava yağışlı geçer. Yağış en fazla kış ve ilkbaharda görülür. En az yağış ise Temmuz ayındadır. Yıllık yağış ortalaması 500–700 mm arasındadır. Hava yıl içinde % 25 açık ve bulutsuzdur. İlçe­de nem oranı oldukça yüksektir: % 58. Nilüfer İlçesi son yıllarda yoğun bir sanayileşmeye sahne oldu. Bursa nüfusunun önemli bölümüne istihdam olanağı sağlayan Bursa Organize Sanayi Bölgesi ilçe sınırları içindedir. Bursa'nın en büyük sanayi kuruluşları olan Oyak Renault, Bosch, Sifaş, Bisaş, Filament, Besaş, Coşkunöz, Polylen, SKT, Gemsat gibi önemli sanayi kuruluşların fabrikaları bu bölgededir. Bursa-Mudanya yoluyla, Bursa-İzmir yolunun arasında çok geniş bir alana yayılan Bursa Organize Sanayi Bölgesi ayrıca Nilüfer Organize Sanayi Bölgesi, Beşevler Sanayi Sitesi ve bu bölgelerin dışında Çalı, Kayapa, Hasanağa, Akçalar ve Görükle sınırları içindeki sanayi bölgeleri ile birçok büyük iş merkezini bünyesinde barındıran Nilüfer, bu özelliği ile Bursa nüfusunun % 80'ine istihdam olanağı yaratan ve ülke ekonomisine önemli oranda gelir sağlayan bir sanayi ilçesidir. Hızlı kentsel geliştirme göstermesi ve büyük bir sanayi bölgesi olmasına rağmen ilçede tarım üretimi devam etmektedir. Ekili alanların bir bölümünde buğday, arpa, yulaf, fasulye, bakla yetiştirilir. Bunların dışında biber, patlıcan, domates, soğan gibi sebzeler yetiştirilir. Endüstri bitkilerinden şeker pancarı, susam, ayçiçeği yetiştirilir. Meyve üretimi de yaygındır. En çok şeftali, dut, ceviz, elma, erik, üzüm, kiraz, armut gibi meyveler yetiştirilir. İlçede küçükbaş hayvan üretimi gelişmiştir. Arcılık, tavukçu­luk, ipekböcekçiliği önemli gelir kaynakları arasındadır. Büyük­baş hayvan üretimi de son yıllarda artmıştır. İlçenin 14’ü özel olmak üzere toplam 18 anaokulu, 15’i özel olmak üzere toplam 63 ilköğretim okulu, 13’u özel olmak üzere toplam 28 lise ve engelli çocuklara eğitim vermek üzere kurulan 6 özel eğitim kurumu vardır. Köy ve beldelerdeki 20 ilköğretim okulu ile birlikte toplam 109 eğitim kurumunun bulunduğu Nilüfer’de, ilköğretim okulu ve lise öğrencilerinin sayısı yaklaşık 47 bini bulunmaktadır. Bu eğitim kurumlarında yaklaşık 2500 öğretmen görev almaktadır. Uludağ Üniversitesi'nin merkez yerleşkesi Nilüfer ilçesi sınırları içindedir. Burada pek çok fakülte ve yüksekokul çalışmalarını sürdürmektedir. Önemli bir öğrenci nüfusu barındıran Nilüfer’in ilk kütüphanesi Ataevler’de Basın Kültür Sarayı bünyesinde bulunuyor. Basın Kültür Sarayı bünyesindeki 700 metrekarelik alanda kurulan Nilüfer Akkılıç Kütüphanesi'nde 15 bin civarında kitap mevcut. Raflarında 1970’li yıllardan itibaren arşivlenen Cumhuriyet gazetesi ile bir Bursa gazetesi arşivinin de bulunduğu kütüphanenin kitap kapasitesi 50 bin civarındadır. Resim, heykel, tiyatro, fotoğraf, takı tasarımı, ahşap boyama, mum ve sabun yapımı, ebru, mozaik gibi alanlarda halka eğitimin verildiği Nilüfer Belediyesi Konak Kültürevi’nde ayrıca çeşitli konser, sergi, tiyatro, sinema, söyleşi, dinleti gibi etkinliklerde organize ediliyor. İlçe bünyesinde Türk Halk Müziği Korosu, Türk Sanat Müziği Korosu, Çok sesli Koro, Oda Orkestrası ve Çocuk Korosu, Halk Dansları Topluluğu ve bir Bale Topluluğu çalışmalarını sürdürmekte. Nilüfer İlçesi'nde birinci basamak sağlık hizmetleri Nilüfer Halk Sağlığı Eğitim ve Araştırma Merkezleri (HSEAM) tarafından sağlamaktadır. Bu merkezler, Nilüfer Belediyesi sınırları içinde belirlenen bir alanda, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nın sorumluluğunda, Nilüfer Belediyesinin desteğinde birinci basamak sağlık hizmeti sunmak için kurulmuştur. Merkezlerde, öncelikli olarak birinci basamak sağlık hizmeti sunulmakta, bu hizmet sunumu sırasında, Tıp Fakültesi son sınıf öğrencilerinin kırsal hekimlik uygulamalarına (staj) ortam sağlanmaktadır. Ayrıca bölgede tıbbi bilimsel araştırmalar düzenlenip yürütülmektedir. Tüm merkezlerde poliklinik, hemşirelik hizmetleri, ilk ve acil yardım ile laboratuvar hizmetleri verilmektedir. İhsaniye’de bu hizmetlere ek olarak radyolojik tetkikler yapılmakta, gıda satış yerlerinin denetimi yürütülmekte ve defin ruhsatı düzenlenmektedir. Nilüfer Halk Sağlığı Eğitim ve Araştırma Merkezleri (HSEAM) tarafından her yıl sağlık fuarları düzenlenir. Sağlık Fuarı uygulaması 2002 yılı haziran ayında ilk kez yapılmıştır ve beşincisi de 2007 Haziran ayında gerçekleştirilmiştir. Sağlık Fuarı uygulaması sırasında çocuk standı, şişmanlık standı, şeker hastalığı standı, kanser ve sigara standı, kan grubu standı, hasta hakları standı, yüksek tansiyon standı, kolesterol standı ve anemi standı kurulmaktadır. Bu stantlarda halk sağlığı stajı yapmakta olan tıp fakültesi son sınıf öğrencileri tarafından, halk sağlığı araştırma görevlil
eri, uzmanları ve öğretim görevlileri gözetiminde, sağlık ile ilgili bilgiler verilmekte, tetkikler yapılmakta, broşürler dağıtılmaktadır. Nilüfer İlçesi'nde ikinci basamak sağlık hizmetleri çeşitli kamu ve özel sağlık merkezlerinde verilmektedir. Bunlardan bazıları: BMW Bayerische Motoren Werke Aktiengesellschaft (AG) (Türkçe: "Bavyera Motor Fabrikaları Anonim Şirketi") veya yaygın olan kısaltmasıyla BMW, 1916 yılında kurulan Alman, otomobil, motosiklet, motor ve bisiklet üreticisidir. BMW ayrıca, Mini ve Rolls-Royce, otomobil şirketlerinin sahibidir. Çalışan sayısı 107.539 dur. 2007 cirosu 56,018 Milyar Avro’dur, aynı yıl 1.541.503 otomobil üretmiştir. Bu üretimin 1.302.774 adedi BMW markası altındadır. Ayrıca aynı yıl motosiklet üretimi 103.396 adettir. Sadece motorsporlarına özel BMW M'i de bünyesinde bulundurur. Şirketin sloganı ve resmî kurumsal dili İngilizcedir. Sloganı 'sheer driving pleasure' ("Gerçek Sürüş Keyfi"). Bu sloganla, ünlü Alman teknolojisini ve AR-GE'deki kendine güveni vurgulamaktadir. Şirket, 1913 yılında Karl Friedrich Rapp tarafından Almanya'nın Münih kentinde kurulmuştur ve mimari yönden meşhur merkezi halen oradadır. İlk zamanlarda sadece uçak motoru üreten şirket, 1928 yılında satın aldığı Fahrzeugtechnik Eisenach A.G. otomobil şirketinden sonra otomobil üretimine girmiştir. BMW ilk otomobil seri üretimini 1929'da 3/15 PS ismindeki otomobil ile yapmıştır. 1945 yılında 2. Dünya Savaşi' nın sona ermesi ile birlikte müttefik kuvvetler firmanın fabrikalarını kullanılamaz hale getirmiş ve BMW 1948 yılında daha ucuz motosiklet üretimine geçene kadar mutfak ve bahçe malzemeleri üretmiştir. BMW' nin otomobil piyasasına dönüşü 1950'li yıllarda olmuş olsa da düşük satışlar pek iç açıcı olmamış ama firma 1960'lı yıllarda muhtelif spor sedan yapan bir firmaydı. Bu yüzden parçalı amblemin mavi kısmı gökyüzünü beyaz kısmı da uçak pervanesini temsil etmektedir. Başka bir iddia ise amblemdeki mavi beyaz renklerin Bavyera eyaletinin renklerinden geldiğidir. BMW motosiklet ve motosiklet motoru üretimine I. Dünya Savaşından sonra başlamıştır. İlk başarılı motosiklet üretimleri "BMW R32" modeli ile 1923'de gerçekleşmiştir. Bu ayrıca BMW'nin ürettiği ilk ikiz boksör tipli motor tipli hava soğutmalı motoru idi. Bu motor tipi birçok revizyondan geçmekle birlikte prensipte aynı olacak şekilde günümüzte tüm "R" tipi BMW motosikletlerde kullanılmaktadır. II. Dünya Savaşı süresince BMW R75 tipi motosikletine sepet de ekleyerek personel ve mühimmat taşıma amacı ile orduya çok miktarda motosiklet satmıştır. Zündapp KS750 motosikletinden esinlenerek imal edilen bu motorlarda sepetin tekerlekleği de motordan tahrik almaktaydı. 1983'de su soğutmalı ve gerek üç gerekse de dört sıralı silindirden oluşan K serisi spor motorları piyasaya lanse etti. Kısa bir süre sonra da zincir tahrikli ve tek veya çift silindirli "F" ve "G" serisi motorları da piyasaya sürdü. Elektronik süspansiyon sertlik kontrolü, sürüş konforunu olabilecek en iyi sürüş güvenliği ile birleştirir. Ek olarak bu sistem sayesinde otomobilin yük durumuna bağlı kalmaksızın her zaman aynı kalan süspansiyon özellikleri sağlanır. Ayrıca otomobilin sürüşünü etkileyecek her türlü hareketi sezicilerle sürekli gözlenir. Tüm değerler bir mikroişlemci tarafından değerlendirilir ve çıkan sonuçlara göre amortisörlere komutlar gönderilir. Amortisörlerde bulunan valfler sayesinde sertlik kademesiz olarak ayarlanır ve değişen yol, yük ve sürüş şartlarına göre uyum sağlanır. Frenlemelerde, yol sathından veya virajlı yollarda kullanımdan ya da hızlanmalar sonucunda oluşan gövde hareketleri hissedilir derecede azalır. Ayrıca sürücü, Controller vasıtası ile "Sport" programı yani daha sportif bir süspansiyon ayarını seçebilir. iDrive, sürücünün otomobili sezgisel ve interaktif olarak kullanmasını sağlayan, yenilikçi bir kavramdır. Sayıları azaltılmış düğmeler ve kumanda elemanları sayesinde, sürücü gözünü yoldan neredeyse hiç ayırmaz ve otomobilin iç mekânı sadeleşir. Böylece sürüş ve konfor alanları birbirinden ayrılır. Sürücünün yola konsantre olabilmesi için, Start/Stop kontrol düğmesi gibi önemli tuşlar sürücünün etrafındaki alana yerleştirilmiştir. Ayrıca otomatik klima tuşları gibi konfor fonksiyonlarına yönelik elemanlar ise hem sürücü hem de ön yolcunun ulaşabileceği şekilde ortadadır. Kontrol Ekranı ve bu ekrana giriş yapmayı sağlayan ve sezgisel olarak tek el ile kullanılabilen Controller da bu bölgededir. Controller, sekiz yöne hareket ettirilebilir. Menüler ise bir rüzgâr gülü mantığında yerleştirilmiştir. Tüm fonksiyonlar hiyerarşik bir şekilde birincil ve ikincil olmak üzere sıralanmıştır. Radyo ses seviyesi, silecekler, ısı ayarı veya arka cam rezistanı gibi birincil fonksiyonlar alışıldığı gibi birer kontrol düğmesi vasıtası ile kullanılır. Anlık tüketim gibi ikincil fonksiyonlar ise Kontrol Ekranı üzerinden Controller ile kumanda edilir. Böylece sürücü gerçekten dikkat etmesi gereken şeylere konsantre olur. Aktif hız kontrolü, klasik hız kontrolünün (cruise control) geliştirilmiş bir fonksiyonudur. Bu sistemle radar vasıtası ile önceden seçilmiş bir hızın sabit tutulması sağlanır. Radar sezici ve kontrol ünitesi birleştirilmiş ve ön tamponun altında bulunan bir bölgeye yerleştirilmiştir. Bu donanım sayesinde BMW'niz önde giden bir araca yaklaştığında, sistem aracı otomatik olarak fark eder ve önceden belirlenmiş bir mesafeyi (üç değişik ayar mümkün) sabit tutar. Otomobilin önü açıldığında, hafızada bulunan hıza ulaşmak için otomatik olarak hızlanır. Fren ve gaz pedalına yapılacak küçük bir dokunuş, sistemin devre dışı kalması için yeterlidir. Bu sistem ile sürücü tamamen trafiğe konsantre olabilir ve böylece sürüş konforu artar. Ancak trafik durumuna göre sürüş şekli doğal olarak sürücünün sorumluluk alanı içindedir. Bu Hi-fi sistemi, tüm bilinen ses formatlarının 13 hoparlör üzerinden çok kaliteli bir şekilde verilmesini sağlar. 7 mid-range, 4 tweeter ve 2 adet merkezi yerleştirilmiş subwoofer ile hiçbir sistemle kıyaslanamayacak bir ses elde edilir. Tweeter'lar ve orta frekans hoparlörleri (100 mm çaplı) alüminyum membranlara sahip olup, subwoofer'lar seramik alaşımlıdır. 6 orta frekans hoparlörü dört kapıya ve arka cam önüne yerleştirilmiştir. Bu hoparlörlerin sonuncusu ise kokpitin tam ortasına monte edilmiştir. Subwoofer'lar (217 mm çaplı) ise ön koltukların altında bulunmaktadır. Bu merkezi bas kavramı ile bas seslerin tüm iç mekâna eşit dağılımı sağlanmıştır. Bunu sağlamak için yüksek performanslı hoparlörler aracın tabanına yerleştirilmiştir. Böylece eşiklerde bulunan tüm boşluklar hacimli ses üretimi için kullanılmıştır. Bu düzenleme ile bagaj hacmi daraltılmamış, arka cam önünde oluşan titreşimler önlenmiş ve bas seslerin çok net bir şekilde elde edilmesi sağlanmıştır. Adaptif far çalışma sisteminde, virajlar alınırken, sensörler araç hızını, savrulma oranını ve direksiyon açısını tespit ederler. Daha sonra elektro-mekanik bir sistem, virajın yerleşimine uygun bir biçimde xenon farların yönünü ayarlayarak yolun ileri kısımlarında azami düzeyde aydınlanma sağlar. Ayrıca Bixenon farlarda uzun hüzmelerde xenon olduğu için iç taraftaki farlar Curve Light olarak sinyal verildiğinde veya direksiyon açısına göre 90 derece yanları aydınlatmaktadır. Sizin açınızdan bunun anlamı, gece yolculuklarında güvenliğinizin belirgin bir biçimde artmasıdır. Nasıl Servotronic, klasik hidrolik direksiyon yumuşaklığını hıza göre ayarlayarak konfor ve güvenliği birleştiriyorsa, Aktif Direksiyon (active steering) da direksiyonun tur sayısını hıza göre ayarlar. Bu olağanüstü özelliğe sahip bir otomobilde, düşük hızlarda çok kısa turlu bir direksiyona sahip olur ve hafif direksiyonunuzu çok az çevirerek park ve manevra kolaylığı yaşarsınız; yüksek hızlarda ise tur sayısı artarak otomobilin yön tutuş dengesini artırılmış, güvenli ve rahat kullanımı garantiye alınmış olur. Kalkışlarda veya buzlu 'kaygan' yollarda viraj dönüşlerinde, tahrik tekerleklerinde ambelaj (birinde veya her ikisinde, farklı oranlarda dönüş sayısı artışı) oluşur. Sistem ABS sensörlerinden devir uyarısı alarak 'tahrik tekerlekleri' serbest tekerleklerden gelen devir sinyaliyle karşılaştırır. Belli bir değerin üzerinde ambelaj söz konusu olursa ambele olmuş tekerlekleri bu durumdan kurtarmak için DME (Digital Motor Electronic) ile haberleşerek motordan gelen torku azaltma yoluna gider. DME , bu talebi yerine getirmek için: ateşleme zamanını geciktirir, enjökterlerdeki yakıt miktarını azaltır, gaz kelebeğini kısma işlemlerini yapar. Buna ek olarak sistem ambelaj oranları arasında sağ ve solda fark varsa, sağ ve/veya sol tekerlekleri ABS sistemine komut verilerek frenler. Böylece enlemesine kararlılık korunmuş olur ve araç boylamasına hareketine devam eder. Aracın frenlenmesi sırasında, yol yüzeyinde lastiklerin tutunabilme gücüne göre belirli bir fren dozajı aşıldığında tekerlekler bloke olurlar. Frenlenen tekerlekte oluşan blokaj sorununu çözebilmek için ABS sistemi fren hidrolik sıvı basıncını belirli bir aralıkta azaltır veya çoğaltır. Bunun için ABS sistemi 4 tekerlekte de bulunan tekerlek devir sensörlerinden uyarı alır ve fren hidroliği basıncını düzenler. Bu durum frenleme sırasında aracın savrulmasını engeller ve kararlığı artırır. Aracın frenlenmesi sırasında boylamasına kararlılık kaybolmaz; tekerlekler bloke olmazlar, maksimum frenleme sırasında bile direksiyon hakimiyeti kaybolmaz, düşük sürtünme katsayılı yollarda frenleme sırasında tekerleklerde blokaj oluşumu engellenir. Sistemin patent sahibi ve üreticisi BOSCH firmasıdır. Otomobilde ilk kez Mercedes S modeline uygulandığı söylense bile yaklaşık 2 ay içerisinde BMW 7 serisinde kullanılmıştır (aynı yıl 1978) Klasik hidrolik direksiyon sistemine sahip araçlarda düşük hızlarda sürüş kolaylığı ve konfor sağlanırken yüksek hızlarda direksiyon cevabının yumuşak olması nedeniyle aktif güvenlik azaltır. Bu yüzden servotronic sistem hidrolik direksiyon sisteminin güç desteğini araç hızına bağımlı kılar. Park manevralarında
maksimum konfor, yüksek hızda aktif güvenlik standardizasyonu ve direksiyon cevabının daha net hissedilmesini sağlar. Otomotiv literatüründe ESP (Elektronik Stabilite Programı) olarak bilinen donanımın BMW uyarlamasıdır. Belli bir hızın üzerinde viraja girildiğinde araçta oluşan oversteer "arkadan kayma" ve understeer "önden kayma" problemlerini algılayarak ASC+T ve ABS sistemlerini kullanarak problemi fiziksel limitler dâhilinde çözen üst hiyerarşide bir sistemdir. (Çalışma Şekli: Sistem, sapma (yaw) yönünde algıladığı bir dönme hareketini, "ön veya arka" tekerlerden birini ABS kullanılarak bağımsız frenleme ile ters kuvvet oluşturarak algılanan dönmeyi kopmase eder. Böylece aracın yanlamasına (lateral) savrulması önlenir.) Örneğin sağa doğru viraj almaktasınız ancak aracın önü viraj dışına(düz) ilerliyor. BMW mühendislerinin "understeering" diye tabir ettiği burundan kayma gerçekleşirken, sağ arka tekerleğe izinsiz bir fren uygulayarak aracın burnu (önü) virajın içine çekilir. BMW mühendisleri, otomotiv sektöründe ESP olarak bilinen sistemi aynı yıl içerisinde (1994yılından itibaren) DSC adı ile 7.50i(iL) modellerinde standart olarak sunmuş olup; bu sisteme 1996 yılı başında 2 adet rotasyon sensörü ile 1 adet yanal akselerasyon sensörünü ve birçok parçayı dâhil ederek otomobil dünyasındaki en modern yürüyen aksamı dizginleyip, bu sektördeki çığırlardan birini açmıştır. (Köşe Frenleme Kontrolü): Otomobil viraj içinde iken hızla frene basıldığında eğer arkadan çekişli ise genellikle aracın burnu viraj içine, arkası viraj dışına kayma eğiliminde olur (oversteering). Önden çekişli ise genellikle burnu viraj dışına kayar (understeering). Böyle bir durumda frenleme esnasında arka tekerleklere, klasik sistemlerdeki eşit basınçta fren etkisi uygulandığından bloke olabilirler. CBC sistemi burada devreye girerek bu tekerlekteki fren gücünü limitler. Normal şartlarda ilerleyen araç sağa doğru bir virajda iken sol arka tekerlek; sola doğru virajda iken sağ arka tekerlekteki devir sayısının daha fazla olması gereklidir. Viraj esnasındaki ani frenleme ile yukarıda bahsedilen dengenin bozulması durumunda CBC sistemi, sadece viraj içi arka tekerleğin devrinin yükselmesini, diğer tekerleklere oranla engelleyecektir. Bu durumda olası spin tepkisi engellenmiş olacaktır. Aynı zamanda bu sistem, fren ile viraj dışında kalan max. yükteki ön tekerleğe daha fazla fren gücü kullandırma yetkisine sahiptir. Bu sistem tamamen sürücünün panik durumlarda frenlemesine yardımcı olacak şekilde programlanmıştır. DBC sistemi, ayağın gaz pedalından çekiliş hızını ve fren pedalına dokunma süresini parametre olarak kullanır. Sürücü aniden ayağını gazdan çekip frene bastığında, sistem bunu panik durum olarak algılar ve bir insanın yapamayacağından daha hızlı ve etkili bir frenaj sağlar. Kısacası tehlikeli durumu algılayıp sürücüden daha önce fren sistemini gerekli basınçla harekete geçirir bunu hidrolik etki ile yapar. Daha önce bir rezervuarda toplanan yüksek hidrolik basınç böyle bir durumda serbest bırakılarak çok hızlı bir şekilde tekerleklere dağıtılır. SMG teknolojisi BMW tarafından Formula yarış arabaları için geliştirilen ve sonradan günlük kullanım için üretilen BMW'lere adapte edilen bir şanzımandır. SMG şanzıman otomatik bir düz vites sistemi olarak düşünülebilir. SMG şanzımanlı BMW'lerde debriyaj vitesi yoktur, şanzımanın kendi içinde otomatik debriyaj sistemi vardır. Vites orta konsoldaki vites kolunun ileri ve geri itilmesiyle veya direksiyonun sağ ve solundaki pedalların geriye çekilmesiyle değiştirilir. BMW mühendisleri aynı zamanda vites değişim hızını kontrol etmek amacıyla orta konsola bir düğme koymuşlardır. En hızlı konuma getirildiğinde vites saniyenin çok altında değiştirilmekte(0,02s) fakat bu hızlı değişimler arabayı sarsabileceğinden konforlu vites geçişleri için vites kolunun arkasındaki düğmeden ayar yapılmaktadır. Yeni bir kullanıcının SMG şanzımana alışması 1 ay kadar alabilmektedir . Bunun en büyük nedeni ise diğer arabalardaki otomatik vitesten farklı olarak vites geçişleri sırasında ayağın gazdan kaldırılmasının gerekliliğidir. SMG şanzıman en çok M serisi arabalarda tercih edilmektedir, hatta 2003 model M3 CSL'de 2006 yılında çıkan M5'te standart olarak sunulmaktadır. Volkswagen'in geliştirdiği DSG (Direct Shift Gearbox) ile pazarda çift kavramalı şanzımanlar daha popüler hale gelmiştir ve BMW'de buradan hareketle 2008 BMW M3'te DCT (Dual Clutch Transmission) sunulmuştur. Motor alt ve üst devir aralıklarında gezinirken, kam millerinin(subapların hareketini sağlayan miller, egzantrik mili) subap açılma-kapanma avansını değiştirebilen sistemdir. Sonuç olarak daha şişkin bir tork eğrisi elde edilir. Seri motor üretiminde benzersiz bir teknolojidir. Valvetronic sayesinde hava emme valflerinin sürekli değişken hareketleri sağlanarak motorda gaz kelebeğine ihtiyaç duyulmaz. Daha az tüketim, daha düşük egzoz emisyonu, bununla beraber daha dinamik ve anında tepkili bir sürüş avantajı elde edilir. BMW, 2008 yılında geliştirdiği DPC sistemini ilk defa X6 modelinde kullanarak SUV (ya da BMW'nin deyimiyle SAV veya SAC) sınıfındaki yol tutuşta bir devrim yarattı. Alfa Romeo'nun Q2 sisteminin bir benzeri olan DPC, torku her iki çekiş tekerleğine farklı oranlarda dağıtarak aracın virajdaki kontrolünü iyileştiriyor. CBS sistemi zamanı geldiğinde aracınızın bakım zamanını bildirme özelliğine sahip. Connected Drive teknolojisi bir ilk olarak araç içinden internete bağlanmaya olanak verirken, Efficient Dynamics felsefesi çerçevesinde kullanılan Start-Stop sistemi, fren enerjisi geri kazanımı gibi sistemler de sürüşü verimli kılmaya olanak veriyor. Büyükorhan Bursa'nın, şehir merkezine 81 km uzaklıkta bulunan bir ilçesidir. Harmancık, Orhaneli , Mustafakemalpaşa ve Balıkesir'e bağlı Dursunbey ilçelerine komşudur. Denizden yüksekliği 830–840 m civarındadır. Yükseklik nedeniyle serin dağ iklimi görülür. Engebelli ve dağlık bir yapıya sahiptir. Yüzölçümü 672 km²'dir. 43 mahalleden oluşur. Bölgede karasal marmara geçiş iklimi görülür. Bizans döneminde Atranos (Bugün Orhaneli) Tekfurluğu'nun toprakları içinde yer alan bir bölgeydi. 1321'de Orhan Gazi tarafından Osmanlı hakimiyetine girdi. Fatihi Orhan Bey'e atfen üç obadan oluşan yerleşime Orhan-ı Kebir adı verilmiştir. Cumhuriyet döneminde Büyükorhan ismini almıştır. 1944 yılında Orhaneli'ye bağlı bir nahiye olan Büyükorhan, 1967 yılında belediyelik, 1987 yılında ilçe olmuştur. İlçenin ekonomik yaşamı tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır, komşu il ve ilçelere ulaşım bağlantısı gelişmiş olmadığından sanayi ve ticaret hayatı gelişmemiştir. İlçenin yarısı ormanlık alandır. Tarıma elverişli arazinin su tutma kapasitesi az, yeraltı suyu kısıtlı olduğu için ilçede kuru ve sulu tarım yapılmaktadır. En önemli ürün buğday ve çilekdır. Yüksek alanlarda arpa yetiştirilir. İlçede sulama yapılabilen yerlerde çilek yetiştiriciliği gelişmektedir. Orman arazisinde tel direği, maden direği, sanayi odunu, yakacak odun, kâğıtlık odun gibi ürünler elde edilir. İlçede büyükbaş ve küçükbaş hayvancılık yapılır. Sığır varlığının bir bölümü bölümü düşük verimli ırklardan oluşmuştur.İlçeye yakın ve sulama yapılan yerlerde daha verimli hayvancılığa geçilmiştir. Koyun varlığı ise yerli ırklardan oluşmaktadır. Halkın tarım ve hayvancılık dışındaki gelir kaynağı, mevsimlik işçi olarak çalışmaktadır. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 1 belde, 40 köy ve 44 mahalleden oluşmaktadır.44 mahalenin 3 tanesi Büyükorhan ilçesine bağlıdır.İlçeye bağlı olan beldenin adı Kınıktır ve 44 mahallenin iki tanesi Kınık Beldesine bağlıdır.geri kalan 40 mahalle köy muhtarlıklarının idaresindedir. A priori A priori, kelime anlamı olarak "önsel" demektir. Ancak genel kullanım alanı olan felsefede, "deneyden önce olan" anlamında kalıplaşmıştır. Deneyden sonra olan anlamındaki a posteriorinin karşıtıdır. Bilimsel ve felsefi yazılarda bir teorinin deneysel olarak kanıtlanmadan (ya da çürütülmeden) önce, teoriyi kullanarak elde edilen tahminler için kullanılır. Örneğin; "... "a priori" böyledir." A priori, genelde deneyle kanıtlanamayacak olgular için kullanılır. Bunun en temel örnekleri dinsel konular ile ölüm ve hayatın başlangıcı, tanrının varlığı, evrenin yapısı gibi metafiziksel savlardır. Bilimsel açıdan hiçbir önsel bilgi yoktur, zira bilimsel metot, bu tip bilgileri reddeder. Antik Yunan felsefesinde, hiçbir deneye dayanmayan bilgiyi tanımlamak için kullanılan a priori kavramı, Skolastiklerce geliştirilmiş, Alman düşünür Immanuel Kant’ın sisteminde önem kazanmıştır. A priori ve a posteriori terimlerini ortaya atan 14. yüzyıl skolastiklerinden Albert le Grand de Saxe’tır. Antikçağda Aristoteles tümelden tikele yapılan uslamlamayı önsel kanıt ve buna karşı tikelden tümele yapılan uslamlamayı sonsal kanıt a posteriori saymıştır. Çünkü birincisinde ussal bir ilkeden, ikincisindeyse duyumlarla algılanan ve bundan ötürü de deneysel olan bilgilerden yola çıkılıyordu. Birincisi önsel bilgiden yola çıkan bir tümdengelim uslamlama, ikincisi sonsal bilgiden yola çıkan bir tümevaran uslamlamaydı. Özellikle Hristiyan metafiziği, tanrının varlığını kanıtlamak için deneyden yararlanmak imkânsız bulunduğundan, zorunlu olarak ussal ve bundan ötürü de önsel olan a prioriden yararlanmıştır. A posteriori A posteriori, "sonradan gelen" anlamındaki Latince felsefi kavram. Genellikle "sonradan gelen bilgi" anlamında kullanılır ve deneyimle, algılarla edinilen bilgiyi ifade eder. Kant'tan bu yana bilgi felsefesindeki temel kavramlardan birini oluşturur. Usçular ile Saul Kripke ve Noam Chomsky gibi kimi günümüz düşünürleri dışında genellikle, deneyden türetilen tüm bilgilerin "a posteriori" olduğu kabul edilir. Infrared Data Association Infrared Data Association (ing.) kısa adıyla IrDA, bir çeşit kızılötesi iletişim teknolojisidir. IrDA teknolojisiyle çalışan en tanınmış elektronik ürün uzaktan kumandadır. Kızılötesi ışınların önemli kullanış yerleri son yıllarda yaygınlaşmıştır. Pek çok
maddenin kimyasal analizi bu tür ışınların yardımıyla gerçekleştirilmektedir. Özellikle İkinci Dünya Savaşında yansıyıp gelen kızılötesi ışınların görünür hale getirilmesiyle, karanlıktaki cisimler fark edilmiştir. Bu tür ışınların ısı etkisini kullanan fırınlar ve cilt hastalıkları tedavisinde kullanılan lambalar yapılmıştır. Geliştirilen yeni hassas filmlerle, ışık vermeyen fakat sıcak cisimlerin fotoğrafını çekmek mümkün olmaktadır. Bu tür fotoğraflar gün ışığında olabildiği gibi, karanlıkta da çekilebilir. Özellikle askeri sahada kullanılması, gün geçtikçe artmaktadır. Ayrıca vücudun sıcaklık durumunun araştırılmasında, sanayide ve gözle görülemeyen yıldızların tespitinde, astronomide kullanılır. Bunun yanında polisiye olaylarda görülmeyen yazıların, parmak izlerinin ve lekelerinin tespitinde de istifade edilir. Kızılötesi, görülebilen kırmızı ışıktan daha uzun dalga boyuna sahip, gözle görülmeyen ışınlardır. Kızılötesi ışınlar olarak da anılırlar. Isı detektörleri ile tespit edilenler en uzun dalga boyu olanlarıdır. Yaklaşık olarak, dalga boyları 0,8 mikron ile 1000 mikron arasındadır. Normal fotoğraf filmlerine tesir etmezler ve normal optik aletlerle fark edilmezler. Bunun sebebi, enerjilerinin görülen ışığın enerjisinden oldukça düşük olmasıdır. Fark edilmeleri ancak ortaya çıkardıkları ısı sonucu olur.IrDA kısa menzillidir (birkaç metre), ve cihazların iletişim kurabilmesi için birbirlerini doğrudan görüyor olmaları gerekir. IrDA kullanan cihazlar arasında dizüstü bilgisayarlar, PDA'lar ve cep telefonları da bulunmaktadır. Kızılötesi iletişimin doğru çalışması için, kızılötesi alıcı-vericileri bakış hizası temelinde çalışmalıdır (30 derece açıyla ve 1 metreden (yaklaşık 40 inç) az arayla yerleştirilmelidir). IrDA teknik özellikleri arasında IrPHY, IrLAP, IrLMP, IrCOMM, Tiny TP, IrOBEX, ve IrLAN bulunmaktadır. IrDA çeşitli hızlarda veri alışverişine izin verebilir. SIR (Serial Infrared) 9600 bit/s, 19.2 kbit/s, 38.4 kbit/s, 57.6 kbit/s ve 115.2 kbit/s; MIR (Medium Infrared) 0.576 Mbit/s ve 1.152 Mbit/s; FIR (Fast Infrared) ise 4 Mbit/s hızlarında çalışabilir. 16 Mbit/s hızına çıkabilen VFIR (Very Fast Infrared) ve 100 Mbit/s hızına çıkabilen UFIR (Ultra Fast Infrared) üzerinde çalışılmaktadır.Enfraruj, infrared veya IrDA olarak da bilinir Kavaklıdere Mücavir alan Mücavir alan, belediye sınırları dışında olup, imar mevzuatı bakımından belediyelerin kontrol ve mesuliyeti altına verilmiş olan alanlardır. Böyle bir uygulamada amaç, belediyenin yakın çevresindeki imar faaliyetlerini denetlemesini sağlamak, rantı ve plansız yapılaşmayı önlemektir. Yıldırım, Bursa Yıldırım, Bursa'nın merkezinde Osmangazi'den sonra en büyük ve en çok göç alan metropol ilçesidir. Yıldırım ilçesinin adı, Osmanlı İmparatorluğu dördüncü padişahı Yıldırım Bayezid'den gelmektedir. Uludağ'ın eteklerine kurulmuş Yıldırım ilçesinin doğusunda Kestel ve Gürsu, kuzeyinde ve batısında Osmangazi ilçesi vardır. Yüzölçümü 399 kilometrekaredir. Denizden yüksekliği 150-155 metredir. İlçenin güneyinde Uludağ yükselir, kuzeyi düzdür. İlçenin ortasından Bursa-Ankara karayolu geçer. 69 mahalleden oluşmaktadır. 152 Evler, 75.Yıl, Akçağlayan, Anadolu, Arabayatağı, Bağlaraltı, Balabanbey, Baruthane, Beyazıt, Çınarönü, Cumalıkızık, Davutdede, Davutkadı, Değirmenlikızık, Değirmenönü, Demetevler, Duaçınarı, Eğitim, Emirsultan, Erikli, Ertuğrulgazi, Esenevler, Fidyekızık, Güllük, Hacıseyfettin, Hacivat, Hamamlıkızık, Hocataşkın, İsabey, Kaplıkaya, Karaağaç, Karamazak, Karapınar, Kazımkarabekir, Kurtoğlu, Maltepe, Mehmet Akif Ersoy, Mevlana, Meydancık, Millet, Mimar Sinan, Mollaarap, Musababa, Namazgah, Ortabağlar, Piremir, Samanlı, Selçukbey, Selimzade, Sıracevizler, Sinandede, Siteler, Şirinevler, Şükraniye, Teferrüç, Ulus, Umurbey, Vakıf, Vatan, Yavuzselim, Yediselviler, Yenimahalle, Yeşil, Yeşilevler, Yeşilyayla, Yıldırım, Yiğitler, Yunusemre, Zümrütevler. İlçenin nüfusu 2012 nüfus sayımına 631.482'dir. İlçe dışarıdan yoğun göç almaktadır. İlçede nüfus olarak çoğunluk, Artvin, Posof, Ardahan ve Karslılar yoğun olarak yaşamaktadırlar. Ayrıca yurtdışından Gümülcine, Kırcaali illerinden birçok Türk de Yıldırım'a yerleşmiştir. İlçede ılıman Marmara iklimi görülür. Ortalma sıcaklık 14.4 derecedir; ortalama nem oranı %58'dir. En çok yağmur kış aylarında ve mart-nisan aylarında düşer, en az yağış haziran ayında alır. Ortalama 8-10 gün kar yağar. Kar kalınlığı 25–35 cm'dir. İlçenin Uludağ'ın eteklerindeki yüksek kesimlerine daha çok kar yağar ve yerde daha uzun süre kalır. İlçede en çok lodos ve poyraz rüzgarları görülür. İlçede ulaşım metro, otobüsler ve dolmuşlar ile sağlanmaktadır. Ankara Caddesi üzerinde Bursaray ile hem doğuya hem batıya ulaşım mümkündür. İncirli Caddesi'nde bulunan nostaljik tramvay ile Cumhuriyet Caddesi'ne gidilebilmektedir. Teferrüç Mahallesi'nde bulunan Teleferik ile Uludağ'a ulaşım mümkündür. Buğday, arpa, yulaf ilçede en çok üretilen ürünlerdir. Fasulye ve bakla ile domates, biber gibi sebzeler; şeker pancarı, susam, ayçiçeği gibi endüstriyel bitkiler; dut, ceviz, şeftali, kiraz, ayva, kestane gibi meyveler de yetiştirilmektedir. İlçede sanayi gelişmiştir. Otosansit Sanayi Sitesi'nde irili, ufaklı birçok işletme farklı sektörlerde üretim yapmaktadır. Vişne Caddesi üzerinde kurulmuş olan Vişne Ticaret Merkezi bulunmaktadır. Duaçınarı Mahalle­si’nde dokuma sanayi gelişmiştir. Havlu, kumaş, astar, perde üretimi yaygındır. Ayrıca karoser yapımı, otomobil parçaları ve makine parçaları üretimi yapılır. Mobilya sanayi de ileridir. Ayrıca Hacivat Mahallesi'nde sandıkçılar sitesi kurulu olup sitenin içinde çelik sanayi, tekstil ve makine sanayi fabrikaları da bulunmaktadır. İlçede küçükbaş hayvancılık, özellikle Uludağ eteklerinde büyükbaş hayvancılık yapılır. Tavukçuluk, avcılık gelişmiştir. Adını Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid'tan alan ilçede, Osmanlı döneminden kalma çok sayıda tarihi yapı bulunur. En önemlileri Yıldırım Camii, Yıldırım Hamamı (Yeşil Hamam), Yıldırım Medresesi, Yıldırım Darüşşifası, Yıldırım Türbesi, Yeşil Camii, Yeşil Türbe, Emir Sultan Camii, Emir Sultan Türbesi, Emir Sultan Çeşmesi, Berkenet, Zehra Hanım Çeşmesi, Devlet Hatun Türbesi, Darüssaade Ağası Çeşmesi, Ümmügülsüm Çeşmesi, Hünkar Çeşmesi, Beşir Ağa Çeşmesi, Sitti Hatun Mesciti, Türk-İslam Eserleri Müzesi, Cumalıkızık Köyü Camisi, Irgandı Köprüsü, Setbaşı Köprüsü, Boyacıoğlukulluğu Köprüsü, Namazgah semtindeki Namazgâh, Mahfel, Kozaklık Han, Namazgah Camii, Bursa Şehir Kütüphanesi, Teleferik ve bunun gibi yapıtlardır. Yıldırım ilçesinde Bursa Teknik Üniversitesi, öğrenci yurtları ile pek çok lise, ilköğretim ve anaokulu bulunur. Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Prof. Dr. Türkan Akyol Göğüs Hastalıkları Hastanesi, birçok özel hastane, pek çok sağlık ocağı, özel sağlık kuruluşları ve 2 huzurevi Yıldırım ilçesinde yer alır. Windows Mobile Windows Mobile, Microsoft şirketi tarafından PDA ve akıllı telefonlar gibi mobil cihazlar için tasarlanmış olan bir işletim sistemidir. C++ yazılımında yapılmış ve Windows CE sistemi çekirdeği üzerine temellendirilmiştir. Güncellenme yöntemi Windows Mobile 5.0-dən başlayarak AKU (Adaptation kit update) ile oluyor. 19 Nisan 2000 yılında Pocket PC 2000 sürümü ile başlatılmışdır. Son versiyon ise 2 Şubàt 2010 yılında tanıtılan Windows Mobile 6.5 sürümünün 6.5.3 güncellenmesi idi. Mayıs 2011 yılında ek servis hazırlayanlara destek, ekim ayında ise My Phone hizmeti durduruldu. Mayıs 2012 yılında ise sisteme destek ve Windows Marketplace for Mobile durduruldu. 6.5 final versiyonu 8 Ocak 2013 tarihinden itibaren desteklenmeyen oldu. Mobile sistemine son verdikden sonra bunun yerine tamamen yeni işletim sistemi - Windows Phone geçti. Windows Mobile işletim sisteminin Windows Mobile 2000, Windows Mobile 2002, Windows Mobile 2003, Windows Mobile 2003 Second Edition (İkinci Sürüm), Windows Mobile 5.0, Windows Mobile 6, Windows Mobile 6.5 isimli sürümleri bulunmaktadır. Windows Mobile 2003 Second Edition ile VGA (640×480) ve kare (240×240 ve 480×480), ekran desteği eklenmiştir. Windows Mobile 5.0 sürümü ile kalıcı hafıza desteği eklenmiştir. Windows Mobile 6 ise bir önceki sürüm temel alınarak hazırlanmıştır. Köyceğiz Gölü Köyceğiz Gölü, Menteşe yöresinde, Muğla ilinin güneydoğusunda yer alan Köyceğiz gölü tektonik bir çukurluğun sularla dolması ve Dalaman çayının getirdiği alüvyonların körfezin önünü tıkaması sonucu oluşmuştur. Köyceğiz gölünü besleyen kaynaklar oldukça çoktur. Namnam çayı, Kargıcak çayı, Yuvarlak çay bu gölün başlıca geleğenleridir ve göl ayrıca kaynak sularıyla da beslenmektedir. Köyceğiz Gölü’nü besleyen en önemli akarsulardan biri olan Yuvarlakçay gerek ekonomik ve gerekse ekolojik açıdan oldukça önemli bir konumdadır. Turizm faaliyetlerinin yanı sıra, Türkiye'deki en büyük alabalık çiftliğine ev sahipliği yapması da ekonomik önemini gösteren önemli bir noktadır. Köyceğiz gölünün gideğeni ‘’Dalyan boğazı’’dır. 1.5 metre kadar derinliği olan ve büklümlerle (menderes) uzanan bu doğal kanal, gölü Akdeniz’e bağlar. Köyceğiz gölüne su getiren dereler , çaylar büyüklü küçüklü deltalar oluşturmuşlardır. Bu alanlar sığ olduğundan bataklıktır; saz, kamış yetişir Köyceğiz Gölü Akdeniz Bölgesi'nin batı ucunda, ilçe hudutları içerisinde, suyu hafif tuzlu ve çevresindeki kaplıcalardan karışan kükürtlü bir göldür. Gölün, önü alüvyonlarla tıkanmış eski bir körfezden türediği sanılmaktadır. Hemen her zaman sakin olan gölde, yılın 8 ayında su kayağı yapılması mümkündür.Göl kıyıları sağlık turizmi açısından büyük önem taşır. Şifalı ılıcalarda, birçok hastalığın iyileşmesinde yararlanılan birçok kaplıca bulunur. Göl türü, tektonik/tatlı sudur. Köyceğiz gölünün yüz ölçümü 52 km²'dir. Deniz yüzeyinden yüksekliği 8 metre kadardır. Derinlik de en çok 5 metreyi ancak bulur. Namnam çayı, Kargıcak çayı, Yuvarlak çay bu gölün başlıca geleğenleridir ve göl ayrıca kaynak sularıyla da beslenmektedir.  Denizle bağlantısı olan Köyceğiz gölünün suları tuzlu ve acıdır ancak suları ta
tlı olan çayların göl sularıyla karışması sonucunda tuzluluk fazla değildir. Plankton bakımından zengin olan gölde çok çeşitli balıklar yaşar. Kefal, levrek, çipura, pisi gibi. Balık avcılığı büyük bir ekonomik değer taşır. Zaten ‘’dalyan,’’ adı da buradan gelir. Çünkü kurulan bu düzenek yardımıyla çok miktarda balık avlanır. Göl balıklarının havyarı da ünlüdür. Her türlü tatlı su balığı bulunur. Ayrıca güneyinde nesli tükenmekte olan Nil Kaplumbağası bulunur. Göl içerisinde dört adet irili ufaklı ada mevcuttur. Etrafı dağlarla çevrili olup en yükseği Ölemez Dağı'dır. Sazlıklarla kaplı doğal bir kanalla göl Akdeniz'e bağlanır. Bu tür göllere yani denizle doğal bir kanal vasıtası ile birleşen göllere ayaklı göl adı verilir. Dünyada bu tür göllerin sayısı Köyceğiz Gölü'yle beraber sadece yedi tanedir. Yani dünyadaki doğa harikası yedi ayaklı gölden birisi de Köyceğiz Gölü'dür. Köyceğiz gölü doğal güzellikleri yanında, tarihsel yapıtlarıyla da çok turist çeker. Kaunos kalıntıları antik çağ Anadolu uygarlıklarının günümüze ulaşmış en değerli miraslarındandır. Dalyan kanalında motorlarla turist gezdirilir. Ancak, yoğun turist trafiği, motor gürültüleri, oluşan dalgalar, sazlıklarda yuva yapan kuşların rahatını kaçırmakta ve faunistik ortam (habitat) zarar görmektedir. Motorların atık ve artıkları, turistlerin bıraktığı çöplerde önemli kirleticilerdir. Köyceğiz gölünün bozulmadan, gelecek kuşaklara ulaştırılması, doğal kaynaklarının korunarak kullanılması, temiz ve sağlıklı bir çevreye kavuşturulması ile dünya turizminden daha fazla pay alması hem yörede yaşayanlar hem de Türkiye açısından önem taşımaktadır. Bu gerekle, 2872 sayılı Çevre Yasasının 9.maddesine dayanılarak, Bakanlar Kurulunca Köyceğiz Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edilmiştir. Bej Bej sarıya çalan gri renk olarak tanımlanır. Bej rengi bilgisayar kasalarında sıklıkla kullanılan bir renktir. Bej renginin hex değeri "#F5F5DC", RGB değeri "245, 245, 220", ve CMYK değeri "0, 0, 10, 4" dür. Fransızca koyun yününün rengi olan "beige" sözcüğü Türkçeye bej olarak girmiştir. Ekincik Koyu Ekincik Koyu, Muğla Köyceğiz yakınlarında bulunan koy, plaj. Köyceğiz'in 40 km güneybatısında olan koya karadan ve denizden her zaman ulaşabilmek mümkündür. Doğal bir liman olan Ekincik Koyu’na günde ortalama 50 - 60 yat demirlemektedir. Mavi yolculuğun en önemli duraklarından biri olan koy, iri kumlu plajı ve temiz denizi ile yerli ve yabancı turistlerin yoğun ilgisini çekmektedir. Kahverengi Kahverengi, kırmızı ve yeşil, turuncu ve mavi veya sarı ve mor pigmentlerin karıştırılması ile elde edilebilen bir renktir. Kahverengi renginin hex değeri "#964B00", RGB değeri "150;75;0", ve CMYK değeri "0;50;100;41"dir. 1400'lü yıllarda Türklerin kahveyle tanışması sonrasında zaman içinde kahve bu renge adını vermiştir. Japonlar aynı renge, çay rengi anlamında "chairo" "(Cha:çay, İro:renk)" derlermiş, Osmanlıda "Fındıki" diye adlandırılmıştır. İngilizcede de adını fındıktan "(hazel)" almıştır. Günümüzde "alageyik, alabalık" örneklerinde gördüğümüz ve "rengarenk" anlamındaki "ala" sözcüğü Türkçede kahverengi anlamında kullanılmıştır. "Ela"nın kaynağı da bu sözcüktür. Eski Türkçede kahverengi anlamında kullanılan sözcük ise "konur" ("kongur")dur. Bu sözcüğün anlamı kaynaklarda "yanık al, yağızımsı al" diye verilmektedir. Açık kahverengi saçlar için kullandığımız "kumral" da bu sözcükle "al"ın bileşiminden (konural) "kumral" olmuştur. Türkçe "boz" sözcüğünün bir anlamı da kahverengidir. Boz ayı, kahverengi ayı anlamındadır. Gümüş rengi Gümüş rengi, gri rengin gümüşe yakın renkte olan tonudur. Gümüş renginin hex değeri "#C0C0C0", RGB değeri "192, 192, 192", ve CMYK değeri "0, 0, 0, 25" dir. Gümüş renginin diğer adı Gri %25'dir. Gümüş renginin matbaa dilinde "Gümüş Yaldız" Pantone değeri 877 C'dir. Gemlik Gemlik, Marmara Denizi kıyısında bulunan, Bursa'nın bir ilçesi. Gemlik'in üç tarafı kısmen ihtiyarlamış tek ve sıradağlarla kuşatılmış olup yalnız batısı Marmara Denizi'ne doğru açıktır. İznik Gölü'nden gelen Karsak Deresi Gemlik'i ikiye bölmüştür. Kuzeyden Samanlı Dağları'yla güneyden Katırlı Dağları'nın batıya doğru uzantıları Gemlik Körfezi'ni kapalı bir havza haline sokmuştur. Samanlı Dağları'ndan ayrılan bazı kollar kıyıya dik bir şekilde inerek sivri burunlar oluşturmuştur. Şehrin nüfusu 2014 sayımına göre 103.390 kişidir. Bursa'nın limanı olan Gemlik aynı zamanda Bursa'nın merkez ilçelerinden biridir. Gemlik, Bursa civarında kurulan en eski kenttir. Tarihi MÖ 12. yüzyıla kadar uzanır. Efsaneye göre Gemlik'e ilk olarak Herkül'ün geldiği ve buraya kaybolan arkadaşı 'Syrus'un adını verdiği söylenir. Daha sonra MÖ 630'da Milet'ten gelen kolonilerce Kios adıyla yeniden kurulur. Daha sonra MÖ 556'da Lidyalıların eline geçen bu kent, MÖ 499'da Perslerin eline geçmiş, MÖ 466'da Delos Konfederasyonu'na katılsa da MÖ 412'de yeniden Perslerin eline geçmiştir. MÖ 334'te Büyük İskender'in eline geçen, daha sonra MÖ 301'de Büyük İskender'in eski komutanlarından Lysimakhos'un ve MÖ 281'de onu Korupedion savaşında yenen 1. Selevkos'un eline geçen kasaba, MÖ 280'de Bitinya Krallığı'nın korumasında bağımsız bir kent devletine dönüşmüş ve Roma'yla birlikte Makedonya Krallığı'na karşı ittifak kuran Etolya Birliği'nin müttefiği olması nedeniyle MÖ 202'de Makedonya Kralı V. Filip tarafından ele geçirilip yağmalanmış ve kayınbiraderi Bitinya Kralı 1. Prusias'a verilerek bağımsızlığına son verilmiştir. 1. Prusias buranın adını Prusias ad Mare (Denizdeki Prusias) olarak değiştirmiştir. MÖ 89 - MÖ 85 ve MÖ 73 - MÖ 71 arasında Pontus Kralı (Büyük) 6. Mithridates'in işgalinde kalan kent, MÖ 74'te Bitinya Krallığı'yla birlikte Roma Cumhuriyeti'ne (sonradan imparatorluk) geçmiştir. Daha sonra MS 395'te Doğu Roma İmparatorluğu'na geçen kent, 1087 yılında burayı ele geçiren Selçuklu kumandanlarından Ebul Kasım'ın burada bir donanma yaptırması üzerine kentin "gemilerin yanaştığı ve üretildiği yer" anlamına gelen Gemilik adını almıştır. Zaman ilerledikçe bu isim Gemlik olur ve bu zamana kadar Gemlik olarak kullanılır. Gemlik aynı zamanda Ertuğrul Gazi'nin kıyı boyuna mensup olan Katırlı köyüne sahiptir. İçerisinde hanlar ve hamamlar bulunmaktadır. 1. Haçlı seferi nedeniyle 1097'de yeniden Doğu Roma'nın eline geçen kent, 4. Haçlı Seferi'yle Doğu Roma'nın parçalanması sonucu kurulan ve 1261'de Doğu Roma'yı ihya eden İznik İmparatorluğu'na bağlandı ve 1207-1224 arasındaki Latin İmparatorluğu işgali hariç buraya bağlı kaldı. Burası nihayet 1336'da Orhan Bey döneminde Osmanlı'nın eline geçti. Gemlik, Osmanlı devrinde Bursa'daki Yıldırım Camii ve Medresesi'ne vakfedilmiş bir kasaba idi. Kasabanın gelirleri bu vakıflara yollanırdı. Uzun yıllar Kite'ye (Bugün Nilüfer'in Ürünlü mahallesi) bağlı bir köy olan Gemlik, 1856'da Gemlik-Bursa karayolunun yapılmasından sonra canlanmış ve belediye örgütü kurulmuştur. Bölgede yer alan Umurbey Beldesinde 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın anıt mezarı yer almaktadır. 1891 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Gemlik kazasında yaşayan kişi sayısı 38.812 kişidir. Bunların çoğunluğu (%43) Ermenilerden oluşmaktadır (16.623 kişi). Kazadaki Türk nüfus 15.340 kişiydi ve nüfusun %39'unu teşkil etmekteydi. Kentteki Rum nüfus ise 6.575 kişiden oluşmaktaydı (%17). Bu senelerde Gemlik nüfusunun %61'i Hristiyanlardan oluşmaktaydı. Kaza merkezi Gemlik'teyse 4620 Rum, 242 Türk, 178 yabancı ve 107 Ermeni olmak üzere 5147 kişi yaşıyordu. Kurtuluş Savaşı'nda 6 Temmuz 1920'de İngiliz işgaline uğrayan ve 8 Temmuz 1920'de İngilizlerce Yunanlara devredilen Gemlik, 11 Eylül 1922'ye kadar Yunan işgalinde kalmıştır. Aralık 2017'de çıkarılan kanun hükmünde kararname ile deprem riski taşıyan ilçe merkezinin taşınması kararlaştırıldı. Gemlik Bursa şehir merkezinin 32 km kuzeyinde, Marmara Denizi'nin en sakin ve adını verdiği körfezi kıyısında kurulmuştur. 29.13 derece Doğu meridyeni ile 40.12 derece Kuzey enlemi üzerinde bulunmaktadır. İlçe yüzölçümü 413 km² olup, kuzeyde Yalova'nın Armutlu ve Çınarcık, doğuda Orhangazi, güneydoğuda Yenişehir, güneyde Kestel, Gürsu ve Osmangazi ve batıda Mudanya'yla çevrilidir. Gemlik Körfezi'ni çevreleyen dağların körfeze dönük yamaçları ilçenin arazisini oluşturmaktadır. Dağlarla kıyı arasında sıkışmış bulunan çok sayıda ova bulunmaktadır. Bunların en büyükleri Engürücük ve Gemlik ovalarıdır. İlçe merkezi Gemlik ovasının batı ucunda kurulmuştur. İlçenin en yüksek noktası, Katırlı dağları üzerindeki Üçkaya Tepesidir. Gemlik, akarsu ve göller açısından zengin bir yer değildir. Karsak Çayı olarak tanınan Sazlık Deresi, ilçenin en fazla su taşıyan akarsuyudur. Uzunluk yönünden ilçenin en büyük akarsuyu olan Kocadere Katırlı Dağlarından doğar ve Engürücük ovasını suladıktan sonra körfeze dökülür. Volkanik kütlelerin mevcudiyeti vaktiyle bu arazinin bir indifa sahası olduğunu göstermektedir. Yer Kabuğunun yerleşmediği şimdi bile bol yağmurlardan sonra meydana gelen kaymalardan görmek mümkündür. Samanlı dağlarının Gemlik körfezine bakan yamaçları tatlı eğimlerle bir platformu teşkil eden sıra dağlardan ayrılan bu kollar ise kıyıya kadar dik bir şekilde inerek kıyının düzgün manzarasını sivri burunlar halinde bozmuştur. (Bunlardan, Göztepe Burnu, Kapaklı Burnu, Sarı Burun, Manastır Burnu en önemlileridir.) Armutlunun batısına kadar devamlı bir alçalma ile inen Samanlı Dağları Bozburun'un dik kayalıklarını teşkil ederek denize kadar 6 millerde tekrar denizin yüzüne çıkarak İmralı adasını meydana getirir. Gemlik'in kurulduğu nokta denize dikey inen az yükseklikte bir sırtla bunun yamaçları ve denizin çekilmesinden meydana gelen dar kıyı düzlüklerinden ibarettir. İlçenin kıyıları eski kayıkhane Burnundaki kayalık çıkıntılar bir tarafa bırakılacak olursa tamamiyle düzdür. Pek derin olmayan kıyılar derelerin taşıdığı molozlarla devamlı sığlaşmaktadır. Gemlik körfezi umumiyetle sakin ve dalgasızdır. Doğudan batıya uzunluğu 35 km güneyden kuzeye en geniş yeri de 10–15 km olan körfez daima sakin olmasını sağlayan karşılıklı iki burundur. (Tuzla ve
Kapaklı burunları) her iki sahilde birbirine cephe alan bu burunlar körfezi bir kıskaç içine almış gibidir. Körfez bu kıskaçlar arasında adeta bir havuza benzer. Körfez sularının sığ 1–10 m. Derin kısımları ise 100–150 m arasındadır. İlçenin eski adı Kilyos olduğu için körfeze eskiden Kilyos denirdi. Körfezin diğer bir adı da İncir limanıydı. Asırlarca birçok ulusların gemilerine sığınak olan bu şirin körfez bugünde sessiz suları ile bakanların gözlerini okşamaktan geri kalmamaktadır. Gemlik'in jeolojik teşekkülü eski ve yeni kayaçlardan ibaret olup uzun müddet aşınmalara, çöküntülere ve kaymalara maruz kalmıştır. Birçok yerlerde sert kayaçların sivrildiğini ve çöküntülerinde olduğu toprakaltı tabakalarının intizamsızlığını görmek mümkündür. Dağlık bölgelerde Paleozoik tabakalar ile gnaya ve grantiler günü 3. zaman arazisi (Neojen tabakaları) ile yeni volkanik örtüller (Andezit) çok yer tutar. İlçenin ova olan yerleri az olup yeni alüvyonlarla örtülüdür. Derinliği 200 m'den az olan körfez yer kabuğunun kırılmalarından meydana gelmiş bir çöküntü alanıdır. Gemlik ilçesi akarsu ve kaynakları bakımından nispeten fakirdir. Muntazam bir akım rejimine tabi olmayan derelerin çoğu yağmur ve kaynak sularıyla beslenmektedir. En önemlisi İznik Gölü'nün ayağı olan Karsak Deresi'dir. Yağmur mevsiminde bol su taşır. Diğeri Engürücük köyünün biraz ilerisindeki Kocadere'dir. Bölgede Akdeniz ikliminin Marmara Bölgesi tipi görülür. Kışları eskiden çok kar yağdığı halde zamanımızda çok az kar yağmaktadır. İlçe merkezine bağlı; 35 mahalleden oluşmaktadır. Yalova'ya bağlandığı 1995'e kadar buraya bağlı bucak merkezi belde olan Armutlu ile Fıstıklı, Kapaklı, Mecidiye, Selimiye ve Hayriye köyleri Gemlik ilçesine bağlıydı. İlçe merkezinde oturan nüfusun %80'i ticaretle uğraşır. Tuzlu zeytin, yağ, sabun ticareti başta gelmektedir. Gemlik'te tarım, oldukça gelişmiştir. En çok zeytin üretimi yapılır. Türkiye'nin en lezzetli sofralık zeytinlerinin yetiştiği yerlerdendir. Üstün kaliteli elma, armut ve şeftali üretimi de yapılmaktadır. Türkiye'nin ilk konserve fabrikası Rifat Minare Koll. Şti. kurulmasından dolayı konserveciliğin gelişmesine paralel olarak sebzecilik gelişmiştir. Yetiştirilen sebzelerin başında fasulye, enginar, salatalık, domates, bezelye, patlıcan, biber gelir Hayvancılık ise ilçeye yakın köylerde az, dağ köylerinde ise daha çoktur. İlçede tavukçuluk da yaygınlaşmaktadır. Balıkçılık da önemli bir gelir kaynağı olup, körfez sularında her türlü balık bulunur. Gemlik sanayisinde zeytin imalatı büyük yer tutar. 1937 yılında kurulan Sümerbank Suni İpek Fabrikası ilçenin gelişiminde önemli rol oynamıştır. Sahil şeridinde yer alan Tügsaş (gübre ve kimyasal ürünlerin üretimi), Borusan (boru üretimi), Çimtaş (saç ve demir üretimi), Borçelik (çelik üretimi), MKS (kimya sanayii) gibi çeşitli fabrikalar Gemlik'teki sanayiinin temelini oluşturur. Gemlik civarında çıkartılan damarlı mermer, diabas ve alçı taşı ihracı Gemlik ekonomisi için önemlidir. Özellikle Diabas'ın dünyada çıkartıldığı 2 merkezden biridir. Fakat Suni İpek Fabrikası kapatılmış. Bulunduğu yere Asım Kocabıyık Meslek Yüksekokulu ve Uludağ Üniversitesi Hukuk Fakültesi açılmıştır. Türkiye'nin 20 Serbest Bölgesinden birisi olan Bursa Serbest Bölgesi de Gemlik ilçesi sınırlarında bulunmaktadır. Bursa Serbest Bölgesi, tüm Serbest Bölgeler içerisinde 2007 yılı itibarıyla ticaret hacminde USD 1.619.125.000'lik hacimle altıncı sırada yer almaktadır. İstihdam olarak bakıldığında ise 7.437 kişilik bir istihdam hacmi ile ikinciliği elinde bulundurmaktadır. Bursa Serbest Bölgesi'nin Gemlik ekonomisi ve istihdamına katkısı beklenildiği kadar olmasa da oldukça olumludur. Gemlik, turizm bakımından I. derecede turistik hüviyete sahip bir ilçedir. Kurşunlu, Küçük Kumla, Büyük Kumla, Karacaali köylerindeki dinlenme evlerinde, turistik otel, motel, kamp ve pansiyonlarda turistler konaklamaktadır. Umurbey kasabasındaki Celal Bayar Vakfına ait Kütüphane ve Müze, ayrıca Celal Bayar'ın anıt mezarı da hayli ilgi çekmektedir. Kiliseden çevrilme Balıkpazarı Camii, Çarşı Ali Paşa Camii Gemlik'teki tarihi yapılardandır. İlçede faaliyet gösteren spor kulüpkeri Gemlik Gücümspor Kulübü, Gemlikspor, Umurspor, Körfezspor, Zeytinspor, Çotanakspor ve Karadenizspor'dur. İlçedeki yerel medya kuruluşları şunlardır: Eurofighter Typhoon Eurofighter Typhoon ,Avrupa Birliği yapımı çok amaçlı, çift motorlu, delta kanatlı avcı uçağı. Tasarımı Fransız Dassault Rafale, İsveçli Saab Gripen ve Rus MiG 1.44 uçakları temel alınarak yapılmıştır. Çeviklik ve gelişmiş elektronik sistemleri en belirgin özelliklerindendir. İki adet Eurojet (Yurojet) EJ200 motoruna sahiptir. Tek ve çift pilotlu versiyonları vardır. Yapabildiği en yüksek hız 2.390 km/sdir. 1970'lerin ortasında Fransa, Almanya ve İngiltere, European Combat Aircraft (ECA) programını oluşturdular. 1979 yılında konsorsiyum üyelerinin ihtiyaçları doğrultusunda (örneğin Fransa'nın taşıyıcı gereksinimi) European Combat Fighter (ECF) programı oluşturuldu. Ancak ulusal prototiplerin geliştirilmesi ve şartnamelerde yaşanan zorluklardan dolayı European Combat Fighter projesi 1981 yılında iptal edildi. Daha sonra Almanya, İtalya ve İngiltere Çevik Savaş Uçağı (Agile Combat Aircraft-ACA) programını başlattılar. Ancak Almanya ve İtalya'nın programa bütçe ayırmakta yaşadığı sıkıntılar sebebiyle işbirliğinden çekilmeleriyle,İngiltere programa kendi başına devam etme kararı aldı. 1983'te ise İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya "Geleceğin Avrupalı Savaş Uçağı" (Future European Fighter Aircraft-F/EFA) projesini başlattılar. Projenin misyonu hem kısa mesafede kalkış, hem de görüş ötesi (Beyond Visual Range) özelliğine sahip bir savaş uçağı oluşturmakdı. 1984 yılında Fransa taşıyıcı konusundaki gereksinimini tekrar dile getirdi ve EFA projesinden yönetme talebinde bulundu. İngiltere, Almanya ve İtalya ise bu talep üzerine yeni bir EFA programı oluşturdular. Sonraki yıllarda ise Fransa kendi ACX projesini (şimdiki Dassault RAFALE savaş uçağı) gerçekleştirmek üzere resmen EFA projesinden çekildi. 1985 yılına gelindiğinde ise İngiliz Havacılık Sanayi (British Aerospace-BAe) EAP'ı İngiliz Havacılık Sanayi'nin Warton kasabasında bulunan üssünde aşağı yukarı bitirmişti. Ağustos 1986'da EAP ilk uçuşunu gerçekleştirdi ve Eurofighter'a bir yöneliş başladı. Eurofighter'ın dizayn çalışmaları EAP in verileri kullanılarak bundan sonraki 5 yıl boyunca devam etti. Projeye dahil ülkelerin başta öngördükleri ihtiyaç ve yapılacak üretim şöyleydi; İngiltere 250, Almanya 250, İtalya 165 ve İspanya 100. Bu sayı aynı zamanda ülkelerin projedeki paylarına göre belirlenmiştir. Ülkelerin projedeki payları ise şöyleydi; İngiltere (British Aerospace) %33, Almanya (Daimler-Benz) %33, İtalya (Aeritelia) %21 ve İspanya (Construcciones Aeronáuticas SA) %13. 1986'da ayrıca Eurofighter'ın Münich tabanlı versiyonu olan Eurofighter Jagdflugzeug GmbH`da görücüye çıkmıştır.`Bu versiyon EuroJet Turbo GmbH tarafından yönetilip, Rolls-Royce, MTU, FiatAvio (şimdiki Avio) ve ITP ortaklığıyla üretilmiştir. Eurofighter'ın ilk uçuşu 27 Mart 1994 Messerschmitt-Bölkow-Blohm'un test pilotu Peter Weger tarafından Bavyera (Almanya) dolaylarında gerçekleştirildi (test uçuşunda kullanılan prototip şu anki Eurofighter EF 2000'dir). 1990'lar uçağın geliştirilmesi ve projenin yürütülmesi konusunda oldukça verimli geçmiştir. Son olarak uçağın üretimiyle ilgili yapılan anlaşma sonucunda ; İngiltere 232, Almanya 180, İtalya 121 ve İspanya 87 Eurofighter sipariş etmiştir. Bunlardan 112 adedi Tranche-3A modelidir ve İngiltere 40, Almanya 31, İspanya 20 ve İtalya 21 adet Tranche 3A modelinden sipariş etmiştir. Siparişlerin toplam bedeli 9 milyar avrodur. Payların ise son şekli şöyledir; British Aerospace %37, DASA %29, Aeritalia %19.5, and CASA %14. Alpullu Şeker Fabrikası Alpullu Şeker Fabrikası, Türkiye'nin Kırklareli ilinin Alpullu kasabasında bulunan, temeli 25 Aralık 1925 tarihinde atılan ve 26 Kasım 1926 tarihinde işletmeye açılan ilk şeker fabrikasıdır. Alpullu tren istasyonunun hemen yanında bulunur. Gürsu Gürsu, Nilüfer, Osmangazi, Yıldırım, Mudanya, Gemlik, Kestel ile birlikte Bursa (merkez)'i oluşturur. Gürsu ilçesi, doğusunda ve güneyinde Kestel, batısında Yıldırım ve Osmangazi, kuzeyinde ise Gemlik ilçesi ile çevrilidir. Deniz seviyesinden yüksekliği 100 metredir. Yüzölçüömü 118 kilometrekaredir. Bölgede ılıman Marmara iklimi görülür. Daha önceleri Susığırlık olarak bilinen Gürsu, 1931 yılında şimdiki ismini almıştır. Yıldırım ilçesine bağlı bir bucak iken 1991 yılında ilçe olmuştur. 14 mahallesi vardır. Arazisinin sulak olması nedeni ile halkın geçim kaynağı genellikle tarımdır. Çevredeki sanayi kuruluşları ise, çalışan kişiler için önemli bir geçim kaynağıdır. Tarihi çınar ağaçları, Osmanlı evleri, tarihi hamam ve camisi ile yeni yerleşim birimlerini bir arada barındıran tarihi bir ilçedir. Doğa sporları alanında adını duyurmaya çalışan Gürsu ilçesinde yamaç paraşütünde, Fethiye Ölüdeniz’e alternatif olması amacıyla Katırlı Dağları Dışkaya Mevkii'nde bir paraşüt alanı oluşturulmuştur. Gürsu ilk kurulduğunda 48 köyü vardır. İlçenin nüfusu, 2015 genel nüfus sayımına göre 79.540'dır. İlçe; 16 mahalleden oluşmaktadır: Adaköy, Ağaköy, Cambazlar, Dışkaya, Ericek, Hasanköy, İğdir, İstiklal, Karahıdır, Kazıklı, Kumlukalan, Kurtuluş, Yenidoğan, Zafer. General Dynamics F-16 Fighting Falcon F-16 Savaşan Şahin Lockheed Martin üretimi çok amaçlı, tek motorlu jet savaş uçağı. General Dynamics şirketi tarafından, ABD Hava Kuvvetleri için geliştirilmiştir. Hafif avcı olarak tasarlanmış, başarılı birçok amaçlı avcı uçağıdır. Geniş kullanım alanı, olağanüstü manevra kabiliyetiyle kendini kanıtlamış ve başarısıyla birçok ülkeye ihraç edilmiştir. F-16 büyük Batı kökenli avcı projesi sonucunda üretimi 1976 yılında onaylanmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası uçaklar içinde MİG-21'den (10,000+) ve F-4 Phantom_II'den (5195) sonra en çok üretilen 3. savaş uçağıdır. Temmuz 2016 itiba
rıyla 4.573 adet üretilmiştir. 1960'ların sonunda başlatılan LWF (Lightweight Fighter yani Düşük ağırlıklı savaş uçağı projesi) projesi kapsamında General Dynamics firmasının ürettiği ve LWF Projesini kazanan uçaktır. Bugün dünyada 24 ülkenin hava kuvvetleri F-16 savaş uçağının değişik modellerini kullanmaktadır. Günümüzde ABD Hava Kuvvetleri için olmasa da ihracat için geliştirilmiş sürümleri üretilmektedir. 1993 yılında General Dynamics uçak üretim hakkını Lockheed firmasına satmış, Lockheed firması, Martin Marietta firması ile birleşerek Lockheed Martin adını almıştır. F-16 it dalaşı için sayısız yenileştirmeye girmiş, daha iyi bir görüş için kanopi su damlası şeklinde yapılmış, yüksek G kuvvetiyle yapılan dönüşlerde pilota kolaylık sağlaması için kontrol kolu sağa alınmış ve pilota etki eden G kuvvetini azaltmak için pilot koltuğu arkaya doğru eğik yapılmıştır. Silahları gövde içindeki M61 Vulcan top ve on bir yükleme noktasına takılabilen çeşitli füzelerden oluşmaktadır. Ayrıca 9G'ye dayanabilen ilk avcı uçağıdır. İtiş-ağırlık oranı 1'den yüksek olmamak koşuluyla güçlü tırmanabilmekte ve gerektiğinde dik olarak da hızlanabilmektedir. F-16'nın resmi adı "Savaşan Şahin" olmasına rağmen, pilotlar ondan "Viper" diye bahsederler. F-16'nın ABD Hava Kuvvetleri'nde 2025 yılına kadar serviste kalması düşünülmektedir. F-16'lar ile değiştirilecek F-35 Lightning II uçakları 2011'de servise girmeye başlayacak ve kademeli olarak F-16'lar, F-35 Lightning II uçaklarıyla yer değiştirecektir.F-16 çok amaçlı bir av-bombardıman uçağıdır. Silahlarını hava ve kara hedeflerine çok yüksek hassasiyetle sevk edebilir. F-16 nın yapımında F-15 ve F-111 gibi kendini ispatlamış uçakların teknolojilerinden yararlanılmıştır. F-16 güçlü radarı sayesinde alçaktan uçan uçakları bile tespit edebilir. F-16 dünyada ilk Elektronik Kumandalı Uçuş (İngilizce: Fly By Wire) yani uçuş kontrol mekanik aksamı elektronik sistemlerle yönetilen ilk savaş uçağıdır. F-16'nın manevra kabiliyeti çok yüksek ve atiktir. Bu da F-16'yı kullanımı zor uçaklar kategorisine sokar. F-16'da HUD, HOTAS, "Damla" Kanopi gibi özellikler de kullanılmıştır. F-16 tam yüklü olarak yaklaşık 9g'ye dayanabilir (hava yer görevlerinde azami 5.5g). Çok yönlü taktik ve avcı uçağı olan F-16 uçakları havadan havaya ve havadan yere savaş kabiliyetine sahiptir. F-16A/C/E serisi tek kişilik F-16B/D/F/I serisi ise çift kişiliktir. F-16 uçağında General Electric (Blok 30 40 50 60) ve Pratt & Whitney (Blok 1 5 10 15 20 25 32 42 52) firmalarının ürettiği turbofanlı tek motor mevcuttur. Hava alığı yere çok yakın olduğu için YAMAHA (motora giren yabancı maddelerin yarattığı hasar) alması çok kolaydır. Bu nedenle uçağın bulunduğu ve taksi yaptığı yerlerin en ufak maddelerden dahi arındırılması gerekir. Ayrıca bu hava alığı uçak üzerinde çalışan personel için son derece tehlikelidir. Uçak en düşük seviyede çalışırken bile motor bir insanı çekebilecek kadar emiş gücü oluşturup bir kazaya neden olabilir. Bu tür kazalar Türkiye'de de yaşanmıştır ve maalesef ölümle sonuçlanmıştır. F-16 uçağının tek motorlu olması nedeniyle uçağa elektrik ve hidrolik takat gelmediği zamanlarda acil olarak elektrik gücü sağlayan ünite (EPU) devreye girer. Bu sistemde yakıt olarak kullanılan Hidrazin insan vücuduna temas ettiğinde veya buharına maruz kalındığında sağlık açısından zararlı etkilere sahiptir. Bundan dolayı kaza/kırım olaylarında ya da acil durumlarda uçağa yaklaşmadan önce uçağın sağ yan tarafında bulunan gösterge ve dedektörler iyice kontrol edilir, uçağa herhangi bir müdahelede bulunmadan önce EPU sistemi emniyet pimi takılarak ve pilot kabininden "OFF" edilerek devreden çıkartılır. Türkiye'nin kullandığı F-16'lar Blok 30, Blok 40, Blok 50 ve Blok 50+ olup Block50 + ların16 tanesi D ve 14 adedi ise C tipi olmak üzere toplam 30 adet F-16 Block 50 +(Block 50 M) uçağı TAI Tesislerinde montajları gerçekleştirilerek 1.72(ABD)$ Milyar Dolarlık bir bütçe ile üretilmiştir. F-16 uçakları Türk Hava Kuvvetleri envanterine girmiş, yüksek teknolojinin en son ürünlerindendir.Türk Hava Kuvvetleri'nde C ve D serisi kullanılmaktadır. C serisi tamamen av ve bombardıman görevleri için imal edilmiştir. D serisi ise hem savaş hem de eğitim amacıyla kullanılmaktadır. Block 30 ve 40 modelleri için modernizasyon çalışmaları başlatılmıştır. Bazı F-16 filoları "LANTIRN" hedefleme podlarıyla ile donatılmıştır. Yeni nesil F-16'lar ASELPOD (Gece Hedefleme ve Kızılötesi Işın) ile donatılmıştır. Ayrıca, Öncel Barış 3 kapsamında Block 30 konfigurasyonuna sahip F-16 hariç Block 50+ seviyesine güncellenmektedir. Birim Maliyeti: 1,976,428. Bakım masrafı uçuş saati başına 22,500 ABD Doları'dır. Kırım Tatar alfabesi Modern Kırım Tatar dili için Latin ve Kiril alfabeleri kullanılmıştır. Kırım Tatar Latin alfabesi, 1992 yılında II. Kırım Tatar Millî Meclisi tarafından onaylandı. Alfabe, otuz bir harf ve bir işaretten ibarettir. Bu harflerin telaffuzu şöyledir (Uluslararası Fonetik Alfabesi (IPA) ile yazıldı): Kırım Tatar Kiril alfabesi, 1938 yılında Sovyetler Birliği tarafından onaylandı. 1992'de II. Kırım Tatar Millî Meclisi yeni Latin alfabesini onayladı, ama Kırım Tatar Kirili bugün de çok sık kullanılmaktadır. Alfabe otuz yedi harften ibarettir. гъ, къ, нъ ve дж harfleri Rus Kirilinde olmayan harflerdir. Tümer Metin Tümer Metin (d. 14 Ekim 1974, Zonguldak) orta saha mevkiinde görev alan Türk eski futbolcudur. Zonguldakspor altyapısında futbola başlayan Tümer Metin, burada 1993 senesinde Zonguldakspor A takımına yükselmiştir. Üç sene Zonguldakspor'da başarılı bir performans sergiledikten sonra 1993-1994 sezonunda Karadeniz yöresinin güçlü takımlarından Samsunspor'a transfer olmuştur. Samsunspor'da takıma bir sene sonra katılan İlhan Mansız'la güçlü bir ofansif ikili oluşturmuştur. Neticesinde 2001-02 sezonunda İlhan Mansız'la beraber Beşiktaş'a transfer olmuştur. Beşiktaş'daki ilk senesinde orta derece bir performans sergilese de Beşiktaş'ın 100. yılı olan 2002-2003 sezonunda Süper Lig Şampiyonu olmuştur. Ayni sezon Beşiktaşla UEFA Kupasında çeyrek final oynayarak Beşiktaş'ın Avrupa'daki en iyi derecesinde pay sahibi olmuştur. Beşiktaş taraftarı ona 'Tümgeneral Tümer' lakabını vermiştir, Bu oldukca başarılı sezondan sonra Beşiktaş'da dört sene oynadıktan sonra, düşen performansindan dolayı ve Beşiktaş Çarşı taraftar grubuyla olan ilişkisi sonucu 2006-2007 sezonunda Beşiktaş'ın rakiplerinden olan Fenerbahçe'ye transfer olmuştur. Fenerbahçe'deki ilk senesinda Süper Lig Şampiyonu olmuştur ve bu başarıda önemli pay rol oynamıştır. Askerlik sorunları yüzünden 2008-2009 sezonunun ikinci yarısında Yunanistan'ın Larissa takımına kiralanmıştır. Askerlik ile ilgili sorunu olan Yaş Yasasının çıkmasıyla 2009-2010 sezonu başında Türkiye'ye geri döndü. Ara transfer doneminde tekrar Larissa'ya transfer oldu. Tümer Metin, 2011-2012 sezonu öncesi Super League (Yunanistan) ekibi Kerkyra'ya transfer olmuştur. Kerkyra ile Yunanistan macerasını ve aktif futbol hayatını sonlandırarak 10 Aralık 2011'de futbolu bıraktı. 34 kez millî takımlara çağrılan Tümer Metin, 2 kez Türkiye A2 millî futbol takımı, 32 kez de Türkiye A millî takım forması olmak üzere toplam 34 kez millî formayı giymiştir. NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." İnegöl İnegöl, Bursa iline bağlı ilçedir. Marmara Bölgesi içinde yer almaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu 2016 yılı verilerine göre İnegöl 255.032 kişilik nüfusuyla Bursa'nın merkez dışındaki en büyük ilçesi ve Güney Marmara'nın nüfus bakımından ikinci büyük kentidir. Ayrıca Sanayi İstatistikleriyle Bursa'nın en yoğun ve en büyük sanayi merkezlerinden biridir. Son yıllarda hızla büyümüş ve yoğun göç almıştır. İnegöl, Bursa'nın güneydoğusunda ve Bursa şehir merkezine 32 km uzaklıktadır. Bursa'ya yaklaşık 25 dakika uzaklıkta bulunmaktadır. Önemli bir sanayi kenti olan İnegöl, TÜİK tarafından açıklanan istatistiklere göre Türkiye'nin 16. büyük sanayi merkezidir. İnegöl OSB (Organize Sanayi Bölgesi) Türkiye'nin birçok ünlü markasını Türk ekonomisine kazandırmıştır. İnegöl Mobilyası; artık dünya çapında bilinen bir marka haline gelmiştir. Büyükşehir sınırları dışında ise Türkiye'nin nüfus açısından en kalabalık ilçelerinden biri olan İnegöl'ün, 1927'de 12.000 olan nüfusu, 1990'da 71.120'ye, 2000'de 106.000'ne, 2007'de 130.448'e çıkmıştır. Günümüzde şehir merkezinin nüfusu 255.032 kişidir. Nüfus bakımından Bursa merkez ilçeleri dışında Bursa'nın en kalabalık ilçesidir. İnegöl, diğer ilçelerle kıyaslandığında Büyükşehir görünümü taşıyan bir kenttir. Bursa Yenişehir Havalimanına 25 km uzaklıkta bulunan İnegöl'de bu nedenle hava ulaşımı önemli gelişme kaydetmektedir. İnegöl ilçe olmasına rağmen trafik sorununu en çok yaşayan kentlerden biridir. Şehirde özellikle akşam saatlerinde ve günün belirli saatlerinde yoğun araç trafiği gözlemlenmektedir. İnegöl'de trafiğin yoğun olmasının nedeni şehirdeki araç sayısının fazla olmasıdır. 2015 yılındaki istatistiklere göre şehirdeki araç sayısı 56.017'dir. Günümüzde İnegöl, büyük ve modern sanayi kenti olmanın yanı sıra [[Türkiye\]\]'deki Birçok [[il]]den büyüktür . İnegöl, yeni parkları, geniş caddeleri, ve alışveriş merkezleri ile modern bir kent görünümündedir. İnegöl kenti, gelişmiş sanayisi, köftesi, mobilyası ve [[Oylat Kaplıcaları]] ile ün salmış bir kent olmasının yanında tarihsel dokusu ile kültür kenti olma özelliğini sürdürmektedir. İnegöl, medya (basın-yayın) açısından da gelişmiş bir ilçedir. Anadolu'da birçok ilçede yerel yayın kuruluşu bulunmazken İnegöl'de 2 yerel televizyon kanalı, 4 yerel radyo kanalı ve günlük yerel gazeteler bulunmaktadır. Kış aylarında hava kirliliğini en yoğun yaşayan merkezlerin başında gelmektedir. Bunun nedeni yoğun sanayi, fabrikaların çokluğu ve kentteki yoğun araç sayısıdır. Hava kirliliği açısından da Bursa'nın merkez ilçeleri dışındaki en yoğun hava kirliliği olan ilçedir. İnegöl'ün İstanbul'a uzaklığı karayolu ile yaklaşık 4 saat uzaklıktadır. Bursa Büyükşehir Belediyesi İnegöl Şehirlerarası Otobüs T
erminalinden Başta İstanbul'a olmak üzere, Türkiye genelindeki birçok kente sürekli otobüs seferleri yapılmaktadır. İnegöl'de [[Uludağ Üniversitesi]] İnegöl Meslek Yüksek Okulu ve 4 yıllık eğitim veren [[Uludağ Üniversitesi|Uludağ Üniversitesi İşletme Fakültesi]] bulunmaktadır. Aynı zamanda Uludağ Üniversitesine bağlı "Muhasebe ve Denetim", "Uluslararası Ticaret", "Sağlık Kurumları İşletmeciliği" Yüksek Lisans programları yine İnegöl'de yürütülmektedir. Şehir merkezi nüfusu 250 Bini aşan İnegöl'de mevcut kurumlar; artık hızla büyüyen İnegöl'ün ihtiyaçlarını karşılayamadığından günümüz koşullarına uygun büyük ve modern tesisler kurulmaktadır. 2011 yılı sonunda yapımına başlanan ve 2014 yılı içinde açılan yeni İnegöl Devlet Hastanesi [[Bursa]]'daki sağlık kuruluşları içerisinde en büyük Devlet Hastanelerinden biri olmuştur. Yeni İnegöl Devlet Hastanesine İnegöl ve Bursa başta olmak üzere yakın bölge il ve ilçelerinden de hasta nakli yapılmaktadır. İnegöl'de şu an: Yeni İnegöl Devlet Hastanesi, Alanyurt semtinde bulunan İnegöl Ağız ve Diş Sağlığı Hastanesi, Özel İnegöl Aritmi Hastanesi, Özel İnegöl Cihangir Hastanesi ve Özel Selenay Tıp Merkezi bulunmaktadır. İnegöl TOKİ Konutları, Bursa Yolu üzerinde Akhisar ve Huzur Mahallerinin üst kısmında Karalar Mevkiinde bulunmaktadır. İnegöl'ün yerleşimine katkıda bulunmak için yapılmıştır. Kent merkezine uzaklığı yaklaşık 15 dakikadır. İnegöl'ün en gözde caddesi, Eski Garaj olarak bilinen yeni yapılan İnegöl Alışveriş ve Yaşam Merkezi'nden başlayarak Ahmet Akyollu Caddesi'ni takiben Atatürk Bulvarı ve Heykel'inde bulunduğu Park Caddesi üzerinde Atrium Eğlence Merkezi ve Kültürpark'a kadar devam eden caddedir. Atatürk Bulvarı üzerinde önemli ticari merkezler bulunmaktadır. Atatürk Bulvarı (Park Caddesi) dışında kentin diğer önemli caddeleri Ahmet Akyollu Caddesi, Nuri Doğrul Caddesi, Ertuğrulgazi Caddesi ve Osmanbey Caddesidir. İnegöl'de Tarihi Mehter Takımıda bulunmaktadır. Tarihi İnegöl Mehteri zaman zaman yurt dışında özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde çeşitli etkinliklere katılmıştır. Türkiye'nin Mobilya Kenti İnegöl'de her yıl "MODEF Mobilya ve Dekorasyon Fuarı" düzenlenmektedir. İnegöl Mobilyasının "Marka" haline gelmesinde MODEF'in katkısı büyüktür. 2011 yılı Ekim ayında İnegöl'de yapılan TÜV Reiland Mobilya Test Laboratuvarı Türkiye'nin ilk ve Tek Mobilya Test Laboratuvarıdır. TÜV Reiland İnegöl Fuar Alanında İnşa edilmiştir. TÜV Reiland'la birlikte Türk Mobilya Sanayisinin daha da büyümesi amaçlanmıştır. İnegöl'ün yerli halkı [[Bursa]]'lı olup genellikle manavlardan oluşmaktadır. Ancak yoğun göçlerle birlikte İnegöl tüm milletlerden çeşitli insanların yaşadığı kozmopolit bir kenttir. İnegöl Türkiye'nin doğu ve güneydoğu bölgelerinden ayrıca karadeniz bölgesinden yoğun göç almaktadır. İlçe olmasına rağmen birkaç sene önce modern ve büyük ölçekli adliye binasının hizmete girmesi ile İnegöl'de Ağır Ceza Mahkemesi kurulmuş, bu kapsamda kurulan Adalet komisyonu vasıtasıyla Bursa iline bağlı olmaktan çıkmış ve adli olarak Yenişehir ve İznik ilçeleri İnegöl'e bağlanmıştır. Adliyede halen 13 Hakim ve 10 a yakın C. Savcısı görev yapmaktadır. Bursa Yolu üzerinde İnegöl'ün en kalabalık mahallelerinden olan "Huzur Mahallesi" [[Karadeniz]], [[Doğu Anadolu]] ve [[Güneydoğu Anadolu]]'dan Gelen vatandaşlarımızın yaşadığı bir mahalledir. Bu Mahalle Tamamen Yoğun Göçler sonucu oluşmuştur. Huzur Mahallesi Günümüzde Akhisar Mahallesi ve TOKİ Konutları ile Birleşmiş durumdadır. [[Dosya:İshakpaşa Külliyesi.jpg|thumb|230px|İnegöl'deki İshakpaşa Külliyesi'nden bir görünüm (târih ekleyin).]] Osmanlı döneminden kalan camiler kente ayrı bir hava katmaktadır. Özellikle halk içinde Cuma Camii olarak bilinen Yıldırım Camisinden başlayarak; İshakpaşa Camisi, İshakpaşa Külliyesi, İshakpaşa Türbesi ve İnegöl Kapalıçarşı'ya kadar olan bölge görülmeye değerdir. Ayrıca bu semtin biraz ilerisinde İnegöl kent müzesi bulunmaktadır. İnegöl Kent Müzesi Türkiye'nin ilk ve tek ilçe müzesidir. İnegöl'ün en büyük, Bursa'nın ikinci büyük alışveriş merkezidir. İnegöl Ahmet Akyollu Caddesi üzerinde eski garaj olarak bilinen alanda inşa edilmiş büyük alışveriş merkezidir. İnegöl AVM içerisinde, büyük hipermarketler, kafe ve restoranlar, sinema salonları, Çeşitli Mağazalar ve Eğlence Merkezleri bulunmaktadır. Güney Marmara'nın en büyük alışveriş merkezlerinden biri olan İnegöl AVM, İnegöl Kent Merkezinde Ahmet Akyollu Caddesi üzerindedir. Özellikle haftasonları büyük ilgi gören İnegöl AVM'de sık sık tanınmış Sanatçılar ve müzisyenler söyleşi ve panellere katılmakta ve Konser vermektedirler. Bursa dışında, Kocaeli, İstanbul, Yalova, Sakarya, Bilecik, Kütahya, Eskişehir gibi yakın çevreden de sürekli olarak vatandaşlar gelip İnegöl AVM'yi ziyaret etmektedir. Bursa-Ankara-Eskişehir yolu üzerinde bulunan İnegöl Alışveriş Merkezi, Bursa şehir merkezine yaklaşık 25 dakika uzaklıktadır. İnegöl, 250.000'e yaklaşan nüfusuyla Marmaranın en önemli kentlerinden biridir. Sanayi bakımından Türkiye'nin en gelişmiş 16. büyük sanayi merkezidir. Son yıllarda yaşanan büyük göçlerle birlikte İnegöl nüfusu hızla artmaktadır. Bu da kent nüfusunun yoğunlaşmasına ve kozmopolit bir yapıya bürünmesine neden olmaktadır. Bugün İnegöl sınırları içinde her milletten onbinlerce insan yaşamaktadır. İnegöl, TUİK'in açıkladığı güncel verilere göre Türkiye'nin nüfus açısında 32. büyük kentidir ve nüfus bakımından yaklaşık olarak 50 il merkezinden daha büyüktür. İnegöl kent merkezi her yıl yaklaşık 10.000 kişi dolayında artmaktadır. Bu da kentin günden güne büyümesine ve hızla genişlemesine yol açmıştır. Bugün İnegöl birçok köy ve beldesiyle birleşmiş ve yeni mahalleler kazanmıştır. TUİK'in 2010 Verilerine göre birleşen belde ve mahalle nüfusları da dahil İnegöl şehir merkezi nüfusu 250.000 dolayındadır. Ayrıca İnegöl kent merkezinin nüfusu gündüz saatlerinde daha kalabalık olmaktadır. Bunun nedeni Bursa içinden, [[Kestel]], [[Yenişehir, Bursa|Yenişehir]], [[Pazaryeri]], [[Bilecik]], [[Bozüyük]], [[Domaniç]], [[Tavşanlı]] gibi yakın çevreden, köy ve beldelerden İnegöl'e çalışmaya gelen birçok kişi bulunduğundan dolayı İnegöl'ün gündüz saatlerindeki şehir merkezi nüfusu yaklaşık 250 bin civarında olmaktadır. Tüm bu Özellikleriye İnegöl, Bursa'nın en büyük ilçesi ve Güney Marmara'nın ikinci büyük kentidir. Daha önce defalarca il olması gündeme gelen İnegöl, Bursa kent merkezine yakın olması ve Bursa'nın en önemli sanayi Merkezi olmasından dolayı bu isteğine kavuşamamıştır. Yeni Büyükşehir yasasına göre Büyükşehir Belediyesi sınırlarının tüm İL sınırlarını kapsamasından dolayı Bursa'nın merkez ilçelerinden biri haline gelmiştir. Bu özelliğiyle İnegöl, [[Osmangazi, Bursa|Osmangazi]], [[Yıldırım, Bursa|Yıldırım]] ve [[Nilüfer, Bursa|Nilüfer]]'in ardından [[Bursa]]'nın dördüncü büyük merkez ilçesi konumundadır. İnegöl-İstanbul Arası: 260 km (Yaklaşık 4 Saat) İnegöl-Ankara Arası: 330 km (Yaklaşık 4.5 Saat) İnegöl-İzmir Arası: 387 km (Yaklaşık 5 Saat) İnegöl-Antalya Arası: 503 km (Yaklaşık 7 Saat) (Kaynak: Karayolları Genel Müdürlüğü Verileri, İller Arası Mesafeler Bilgileri). İnegöl'de bilinen en önemli yemek [[İnegöl köfte]]sidir. Artık marka haline gelen İnegöl Köftesi, kentin sembolü olmuş, İnegöl Kent girişinde de Dev Köfte Heykeli yapılmıştır. İnegöl Kent Merkezinde ve Bursa-Ankara Yolu üzerinde çeşitli restaroant bulunmaktadır. İnegöl Köftenin yanında İnegöl Piyazı ve İnegöl Şırası ikramı yapılmaktadır. İnegöl Köfte sonrası Kemalpaşa tatlısı ve Bursa şeftalisi ikramıda yapılır. [[İnegölspor]]; İnegöl'de, [[1954]]'te kurulmuştur. İdmanyurdu Spor Kulübü, Demir Spor Kulübü ve İnegöl Spor Kulübü (Amatör)’nün 1984 yılında birleşmesi ile profesyonelliğe geçmiştir. Kulübün amblemindeki 3 yıldız, kurucu takımları temsil etmektedir. Toplam 29 senedir profesyonel liglerde bulunmaktadır. Renkleri Bordo-Beyaz 'dır. 1968'den bu yana iç saha maçlarını İnegöl Şehir Stadyumu 'nda oynamaktadır. Stadyumun son haline göre 4.500 kişilik koltuklu numaralı tribünü vardır. Stadyum kapasite ise 7.500 kişi civarındadır. İnegöl halkı arasında şehrin eski isminin bilinmesine rağmen efsaneler dillendirilmektedir. Şehrin eski ismi ""Inek Göl"" (yabancı dil telaffuzla). Etimolojik değişimler (yani söylene söylene) sonucu İnegöl adını almıştır. Fakat belediye önünde yapılan inşaatların zemin sondajlarında kabuklu su ürünlerinin kalıntıları çıkmaktadır ki, bu isminin kökeninin gölden geldiği hakkında önemli bir kanıttır. Çünkü Yenice kasabası ile İnegöl arasında bataklık olduğu tarihi kayıtlarda mevcut olup, bugün bile bataklı mevkii adında arazi tapuları düzenlenmektedir. Zemin dip suları bakımından oldukça zengindir. Bu nedenle isminin göl ile ilgili olması kuvvetle muhtemeldir. Şehrin adının [[tekfur]] kızının söylemiş olduğunu iddia edildiği gibi "Ey Ne Göl" ya da "İğne Göl" vs. yakıştırmalar efsanedir. Ancak İnegöl adının "Angelacoma'nın" bozulmuş söylenişi olduğuna dair iddiaları doğrulayacak bir kaynak (kitabe-mezartaşı vs.) henüz ele geçirilememiştir. [[1927]] sayımlarına göre ilçede 12.000 kişi yaşamaktaydı. İlçenin nüfusu 2010 nüfus sayımına göre 250.000'ne yakındır. Bunun 175.000'ni ilçe merkezinde, yaklaşık 55.000'i ise kırsalda yaşamaktadır. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 5 [[belde]], 94 [[köy]] ve 14 [[mahalle]]den oluşmaktadır. Nüfusu yerli halk olan [[Manavlar]] oluşurken 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası [[Rumeli]] ve [[Kafkas]] göçmenleri iskan edilmişlerdir. İlçede yaşayan [[Boşnaklar]], [[Gürcüler]], [[Çerkesler]], [[Yörükler]], [[Arnavutlar]] Osmanlı'nın son dönemlerinden itibaren şehre yerleşmişlerdir. İlçe özellikle 1975 yılından itibaren [[Posof]], [[Muş]], [[Bitlis]], [[Artvin]], [[Çorum]] ve [[Yozgat]] şehirlerinden yoğun göç almıştır. İlçeye en son yaşanan toplu göçü ise 1990 yılında [[Bulgaristan]]'daki baskılardan kaçarak anavatanlarına sığınan ve halk dilinde "muhâcır/mâcır" diye söylenen Bulgaristan Türkleri gerçekleştirmiştir. İnegöl, daha çok [[Güneydoğu Anadolu Bölgesi]],
[[Doğu Anadolu Bölgesi]], [[Karadeniz Bölgesi]] ve [[İç Anadolu Bölgesi]]'nden göç almaktadır. İnegöl tüm bu bölgelerden gelen yoğun göçün yanında [[Kütahya]], [[Domaniç]], [[Tavşanlı]], [[Yenişehir, Bursa|Yenişehir]], [[Bilecik]], [[Bozüyük]], [[Pazaryeri]] gibi yakın il ve ilçelerden de sürekli olarak göç Almaktadır. Bölgede ılıman [[Marmara iklimi]] görülür. Yaz ayları daha çok Akdeniz İklimine benzer. Sıcak ve az yağışlıdır. Kış ayları ise soğuk ve bol yağışlıdır. Kar yağışları normal, don olayları fazladır. Yıllık ortalama sıcaklık 12,4 C’dir. Yaz sıcaklık ortalaması 21,9 °C, Kış sıcaklık ortalaması ise 2,3 °C’dir İlçede Son 25 yılda daha çok tekstil ve mobilya sektöründe faaliyet gösteren firma sayısının hızla artması ve Organize Sanayi Bölgesinin kurulduğu yerin yanlış seçilmesi bölgede tam bir çevre felaketi yaratmaktadır. O.S. Bölgesinin etkisi özellikle kış aylarında hissedilmekte ve lodos esmemesi, şehrin üzerinde tam bir gaz tabakası oluşmasına neden olmaktadır. Bu durum insanlar üzerinde astım, bronşit, akciğer kanseri ve diğer solunum yolu hastalıklarını yaratmaktadır. Bu konuda henüz ne yerel yönetim ne de mülki idare bir çözüm üretememiştir. Ayrıca OSB' nin kimyasal atıkları Yenişehir ve İnegöl ovasının tarımsal verimliliğini artırmak için yapılan [[Boğazköy Barajı]]'nın su tutmasını engellemektedir. Ayrıca İnegöl kış aylarında hava kirliliğine en çok maruz kalan şehirlerden biridir. Bunun sebebi yoğun sanayi, fabrikaların çokluğu ve kentteki yoğun araç sayısıdır. Bu sebeple hava kirliliği açısından Bursa'nın merkez ilçeleri dışındaki en yoğun hava kirliliği olan ilçedir. İnegöl'de araç sayısının çokluğu da çevre kirliliğini önemli oranda artırmaktadır. Ancak yeni açılacak olan OSB - küçük sanayi çevre yolu ile taşıtların hava kirliliğine etkisinin bir parça azalması beklenmektedir. İlçede genel olarak su sorunu bulunmamaktadır. Ancak artan nüfusla birlikte yeni su kaynakları arayışı ve çözüm olarak düşük kaliteli kaynaklara yönelinmesi sonucunda içme suyu kalitesinde düşüş yaşanmaktadır. İnegöl ilçesi, coğrafi konumundan ötürü cumhuriyet döneminde büyük bir gelişme göstermiştir. Çevresindeki ormanlar nedeniyle 1980'lere kadar orman ürünleri alanında imalat sanayi gelişmiştir; 1980 sonrasında ise Organize Sanayi Bölgesi'nin kurulması ile birlikte orman ürünlerinin yanında tekstil, otomotiv yan sanayi ve diğer sanayi kollarında da gelişmiştir. [[1976]] yılında kurulan İnegöl Organize Sanayi Bölgesi Türkiye’nin ilk organize sanayi bölgeleri arasında yer alır. Türkiye toplam ihracatının %1 ini, mobilya ihracatının % 10 unu, yurt içi mobilya talebinin ise % 40 ını bu şehir karşılar. Tekstil sektörü ihracatındaki payı ise % 6 dır. Türkiye'nin önemli sanayi kuruluşlarından İsko, Küçükçalık,Politeks, Demirdöküm, Starwood, Olmuksa ve Çilek Mobilya bu ilçede kurulmuştur. İnegöl'de ekonomik hayatın temel unsurlarından birisi [[Türkiye'de tarım|tarım]]dır. Tarla ürünleri, sebze ve meyve yetiştirilir. İlçede yetiştirilen sebze ve meyve ürünleri yurtdışına da pazarlanır. Sebze ve meyve alanında domates, pırasa, patates, çilek ve şeftali önemli yere sahiptir. [[Dosya:oylat.jpg|thumb|right|250px|Kaplıcalar mevkinden görünüm]] İnegöl Turizminin temel taşını Oylat Kaplıcaları oluşturur. "Oylat kaplıcaları", BURSA Eskişehir karayolu üzerinde Domaniç sapağından girilerek ulaşılır. İnegöl'e 27 km uzaklıkta bulunur. Kaplıca Uludağ'ın kar suları ve civardaki kaynaklardan beslenir. Kaplıcanın suları radyoaktif sıcak sular gurubuna dahildir. Sıcaklığı 40,5 dereceyi bulan suyun Kısırlık, Romatizma, İdrar yolları ve çocuk felcine iyi geldiği biliniyor. Ayrıca oylatta oteller bölgesinin altında mağralar bulunmakta olup duvarları fresklerle ve yazılarla süslüdür.Turizme kazandırılması gerekli yerlerdendir. oylatın girişindeki halk arasında sivri kaya olarak adlandırılan oluşumda görülmesi gereken yerlerden olup eski bir fay hattıdır.Oylat içerisinde Dogal ürünleri bulabileceğiniz köy pazarı bulunmaktadır. Romatizmal ağrılarda kullanılan nnc akıllı krem ürünününde imal yeri oylattır.sivri kaya ile otellerin arasındaki bölgede kömür cürufları ile demir kalıntıları bulunmakta olup tunç devrinden kalma maden ocaklarının olduğu anlaşılmaktadır. İlçe turizminin diğer önemli parçası yine hemen oylat kaplıcalarının 2 km altında bulunan [[Oylat Mağarası]]dır.(Bursa mağarası diye de bilinir.) Bu mağara 665 metre uzunluğu ile Türkiye'nin 3. büyük mağarasıdır. Mağarada bol miktarda sarkıt, dikit, sütun, duvar ve perde damlataşları bulunur.Bursa mağarası adını halk arasında bu mağaranın Bursa'ya giden gizli bir yol olduğu inanışından alır. Çitli Maden Suyu: İnegöl ilçesinin 11 km güneydoğusunda Çitli köyündedir. Yan yana üç çeşmeden akan kaynaklardan biri maden suyu olarak şişelenmekteydi, serbest karbondioksitli olan diğeri ise, maden suyu sodası yapımında kullanılmaktaydı. Üçüncüsü ise içimi zor, gazsız ve acı bir sudur. Bikarbonatlı olan bu kaynak suları içme şeklinde sindirim sistemi, karaciğer ve pankreas rahatsızlıklarının tedavisinde kullanılır. Demir de içeren bu sular, kansızlık ve deri üzerindeki kırışıklıkları gidermeye yaramaktadır. Günümüzde işletilmeyen bu yer çevre halk ve köylüler tarafından kullanılmaktadır. 2007 yılında İnegöl Kaymakamlığının katkısıyla binanın çevresine artezyen (tulumba) yerleştirilmiştir. Bina onarıldığında büyük bir kaynak olarak değer sahibidir. Kent Müzesi: İlçe halkının gönüllü katılımıyla sağlanan obje bağışları ve yerel yönetimin değerli katkıları ile Türkiye'de bir ilçede açılan ilk kent müzesidir. Tarihi belediye binası orijinal restorasyonu yapılarak müzeye tahsis edilmiştir. Erken dönem Osmanlı tarihinin en özgün külliyelerinden Sadrazam İshak Paşa külliyesinin karşısında yer alması, tarihi Çınarlaraltı bahçesinin manzarasını bütünlemesi ile görülmeye değer bir kültür merkezi haline gelmiştir. Domaniç, Söğüt, Yenişehir ve İznik eksenli kültür turları yapıldığı takdirde en önemli ayak İnegöl Kent Müzesi olacaktır. Çok zengin görsel ve arşiv malzemesi ile bilimsel donanımı sağlam bir tarzda kurgulanmıştır. Şimdiden birçok il ve ilçenin kent müzesi kurma girişimlerinde model alınmağa başlanmıştır. Yerel TV Kanalları Yerel Radyo Kanalları Günlük Yerel Gazeteler Aylık Yerel Dergi Haftalık Yayınlar Diğer Yayınlar [[Kategori:İnegöl| ]] Murat Yılmazyıldırım Murat Yılmazyıldırım, (d. 9 Mayıs 1964) Türk müzisyen, yazar. Murat Çelik ile 1993 yılında Düş Sokağı Sakinleri adlı grubu kurdu ve ikili Düş Sokağı'nda birçok konser verdi. 2001 yılında son verdikleri konserlerden sonra Murat Çelik'in müziği bırakma kararından dolayı Murat Yılmazyıldırım müzikal yolculuğuna Düşlerin Ressamı ismiyle, yalnız başına devam etme kararı aldı. Bugüne kadar 1000'in üzerinde söz yazıp, beste yapan ve 14 albüme imza atan Murat Yılmazyıldırım ayrıca Kent Ozanları adı altında çıkarılan karma albüme çeşitli sanatçılarla birlikte kendine ait olan Ağladıkça isimli parçayla ve Homegrown Istanbul Vol.2 albümüne de Mercan Dede'yle birlikte "Bilinmezin Elçileri" adlı parçayla konuk olmuştur. Murat Yılmazyıldırım "Serbest Vezin Sembolik Şizofreni", Beyaz Balina Yayınları, 2002 Acemhöyük Acemhöyük, Aksaray il merkezinin 18 km. kuzeybatısındaki Yeşilova kasabasında yer alan bir höyüktür. Yayvan bir tepe görünümündeki höyüğün, çanak çömlek yayılımına göre 800 x 700 metre boyutlarında olduğu belirtilmektedir. Höyüğün MÖ 3.000 başlarından itibaren iskan edildiği, en parlak döneminin Asur Ticaret Kolonileri Çağı (MÖ 1.950 – 1.750) olduğu belirtilmektedir. Bu dönemde yerleşim höyüğün dışına, "aşağı kent"e yayılmış, ancak dönemin sonunda hem höyük, hem de aşağı kent terk edilmiştir. Daha sonra Erken Helenistik Dönem ve Roma Döneminde yeniden iskan edilmiş, bu dönemlerin sonunda da terk edilmiştir. Yerleşim, Asur Ticaret Kolonileri Çağı'nda önemli bir ticaret merkezidir. Birçok Asur uzmanına göre, Asur kayıtlarında adı Burushattum olarak geçen ticaret merkezi Acemhöyük'tür. Bununla birlikte bugüne kadar yapılan kazılarda bunu gösteren bir belge bulunmamıştır. Höyükte kazılar Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden Prof. Dr. Nimet Özgüç başkanlığında 1962 yılında başlamış olup 1988 yılına kadar sürdürülmüştür. Daha sonra aynı fakülteden Prof. Dr. Aliye Öztan başkanlığında 1989 yılında başlatılan çalışmalar halen sürdürülmektedir. Bu dönemdeki kazı çalışmaları Ankara Üniversitesi, Kültür Bakanlığı ve Türk Tarih Kurumu desteğiyle yürütülmektedir. Kazı çalışmalarında höyüğün Erken Tunç Çağı'ndan Roma Dönemi'ne kadar iskan gördüğü anlaşılmaktadır. Bu kültür evrelerinden MÖ 2. binyılı ilk çeyreğindeki Asur Ticaret Kolonileri Çağı, ünlü sarayları ve buluntularıyla önem kazanmış ve kazılar bu tabakalara ağırlık vermiştir. Dolayısıyla daha aşağı tabakalara fazla gidilmemiştir. Sadece doğu tarafta açılan bir sondaj, Erken Tunç Çağı tabakalarına ulaşmıştır. Öte yandan yüzey çalışmaları Geç Kalkolitik Çağ'dan bulgular vermektedir. Erken Tunç Çağı yerleşimi, taş temel üzerine kerpiç duvarlardan, sıkıştırılmış toprak tabanlardan oluşan yamuk planlı yapılarla temsil edilmekte olup bir köy yerleşimidir. Bu yerleşimin gömü tarzında yerleşim içinde az sayıda toprak ve küp gömüt olduğu görülmektedir. Asıl mezarlık höyüğün Aksaray yönündedir. Ele geçen iki küp gömüt de çocuk ve yetişkin mezarıdır. Birinde gömüt hediyesi görülmezken diğerinde, iki bakır bilezik, altın saç iğnesi, küpe, küçük kaplar gibi gömüt hediyeleri bulunmaktadır. Bu kültür katında sadece Anadolu'ya özgü değil, Mezopotamya ve Kuzey Suriye malı çanak çömlek ele geçmiştir. Asur Ticaret Kolonileri Çağı (MÖ 1950 - 1750) katındaki en önemli mimari yapılar, yerel adlarla "Hatipler Sarayı" ile "Sarıkaya Sarayı"dır. Hatipler Sarayı'nda 76, Sarıkaya Sarayı'nda ise 50 oda bulunmaktadır. Benzer mimari özellikler gösteren her iki saray da 4 metre genişlikte iri taş temeller üzerinde 1,5 metre genişlikte kerpiç duvarlarla ve iki katlı olarak inşa edilmiştir. Sarayların yapımında Lübnan sediri, ardıç ve karaçam kullanıldığı ve bu ağaçların MÖ 1.75
3 – 1.829 yıllarında kesildiği anlaşılmaktadır. Sarıkaya Sarayı'nın üç tarafı, mermer kaidelerin taşıdığı ahşap sütunlu bir revakla çevrilidir. Gediz, Kütahya Gediz, Kütahya ilinin bir ilçesi. İlçe Kütahya'nın 90 kilometre güney batısında yer alır. Daha yakın bir il olan Uşak'a ise 45 Km. mesafededir. Nüfus bakımından Kütahya'nın 3., sosyo-ekonomik bakımından 2. büyük ve gelişmiş ilçesidir. İlçe merkezinin nüfusu 31.12.2014 itibarıyla 22.687, kasaba ve köyler nüfusu ise 28.498 olmak üzere ilçenin toplam nüfusu 51.185'dir. Yüzölçümü 1442 km², deniz seviyesinden yüksekliği 736 metredir.Kütahya ilinin genelinin aksine daha ılıman bir iklim görülür ; Kütahya nın sıcaklık ortalamaları en yüksek olan ilçesidir. Eşsiz derecede güzel Murat Dağı kaplıcaları ve Ilıca kaplıcaları bulunur. MÖ 1000 ve MÖ 700'lü yıllarda ( Yaklaşık 3000 yıl önce ) Frigler tarafından kurulan ve antik adı "Kadoi" veya "Kodis" dir. Daha sonra Ünlü Hükümdar İskenderin Makedonya hükümdarlığında "Kadus" , Roma Döneminde "Kadi" adını aldığını basılmış sikkelerden anlıyoruz. Türklerin Selçuklu ve Germiyanoğulları hakimiyetinden sonra 1429 da Osmanlılar tarafından yönetilmeye başlanmıştır. Gediz yıllar boyunca doğal afetlerle anıla gelmiştir. Köprünün ve kalenin Depremle ikiye bölünmesi ile göl suyunun sele dönüşmesi, çeşitli toprak kaymaları, Resmi kayıtlara göre 1086 kişinin hayatını kaybettiği 28 mart 1970 cumartesi saat 23:06 gerçekleşen Gediz depremi ve 1911 de Şehrin tamamen yanması ile sonuçlanan yangın bunlardan sadece bilinenleridir. 5 Ağustos 1970 Bakanlar kurulu ile Gedizin yerleşim yeri 7 km Güney batıya doğru yeniden inşa edilmiştir. Günümüz de Eskigediz ve Gediz olmak üzere iki yerleşim yeri bulunmaktadır. Çevre ilçe ve illerden getirilen ürünlerin ( Tarhana, Peynir vb) satıldığı Gediz Pazarı Gedizin tarihinde türküsü ile ün kazanmıştır. Gediz ilçe merkezi nüfusu 1935'te 5549'dur. Aliye Berger Aliye Berger (d. 24 Aralık 1903, Büyükada - ö. 9 Ağustos 1974, Büyükada,), Türk gravür ve grafik sanatçısı, ressam. Türkiye’nin ilk kazıma ve oyma gravür sanatçılarındandır. Adını geniş sanat çevrelerine ilk kez 1954’te Yapı Kredi Bankası’nın düzenlediği resim yarışmasında birinci seçilerek duyuran sanatçı, dışa vurumcu oyma baskıları ile tanınır. 24 Aralık 1903 günü Büyükada’da doğdu. Babası Kabaağaçlızade Mehmed Şakir Paşa, annesi Giritli Sare İsmet Hanım’dır. Yazar Halikarnas Balıkçısı ile ressam Fahrünnisa Zeyd’in kardeşi; seramik sanatçısı Füreya Koral, tiyatrocu Şirin Devrim ile ressam Nejat Devrim’in teyzesidir. Notre Dame de Sion Fransız Lisesi'nde eğitim gördü. Resim ve piyano dersleri aldı. 1924’te Türkiye’de bulunan Macar keman virtüözü ve pedagog Karl Berger’den ders aldı. İlişkileri aşka dönüşen çift, yirmi üç yıl beraber yaşadı. 1935’ten 1939’a kadar Berlin ve Paris’te kardeşi Fahrünnisa Zeyd’in yanında kalarak sanat hareketlerini izledi. 1947’de Karl Berger’le evlenen Aliye Berger, altı ay sonra eşini kaybedince Londra’ya giderek John Buckland Wright’in atölyesinde heykel ve gravür çalıştı, 1951’de Türkiye’ye 150 gravür ile dönerek ilk kişisel sergisini açtı. Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’nin (AICA) 1954’te İstanbul’da toplanan kongresi nedeniyle Yapı Kredi Bankası’nın düzenlediği "“İş ve İstihsal"” konulu yarışmada “"Güneşin Doğuşu"” adlı ilk yağlıboya çalışmasıyla birincilik ödülünü kazandı. Sanatçı, ertesi yıl 2. Tahran Bienali'nde ikincilik ödülünü aldı. Aliye Berger desen ve yağlıboya resimler yaptıysa da çoğunlukla oyma baskı tekniğinde, siyah-beyazın ara tonlarında yapıtlar verdi. Zımpara kağıdı, kasap kağıdı ve tülbenti malzeme olarak kullanan sanatçı günlük yaşamın kalıplarını, İstanbul’un çeşitli köşelerini bazen gerçekçi, bazen de fantastik biçimde, özgün bir lirizm ve dışavurumculukla yansıttı. Yaşamı boyunca dünyanın çeşitli kentlerinde on iki özel sergi açtı, kırk sekiz karma sergiye katıldı. Sanatçı, 10 Ağustos 1974'te Büyükada'da hayatını kaybetti. Ölümünden sonra yapıtları çeşitli defalar sergilenmiştir. En büyükleri, 16 Ekim- 1 Kasım 1975 tarihleri arasında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde düzenlenen sergi ile Yapı Kredi Bankası’nın 11 Şubat-6 Mart 1988 tarihleri arasında düzenlediği sergidir. Sanatçının İstanbul Resim ve Heykel Müzesi'nde dört, Albertina Müzesi'nde de üç yapıtı sergilenmektedir. İznik İznik, Türkiye'nin Bursa ilinin bir ilçesi ve ilçenin merkezi olan şehir. Adını şehirden alan İznik Gölü'nün doğu kıyısında, Bursa'nın kuzeydoğusunda yer alır. 2014 sayımı itibarı ile nüfusu 42.727 kişidir. İznik adı, şehrin eski adı olan "Nikea"dan gelmektedir. Dönemde yaygın bir dönüştürme kuralına göre Yunanca adın önüne 'sur içinde' anlamında olan "is" eki getirilerek İsnikea adı Türkçede İznik olmuştur. İznik'te ilk yerleşimin MÖ 2500 yıllarına uzandığı sanılmaktadır. MÖ 7. yüzyıl öncesinde burada kurulan yerleşime 'Helikare' denmekteydi. Makedonya İmparatoru III. Aleksandros'in generali Antigonus tarafından MÖ 316 yılında kent Antigoneia adını almıştır. Aleksandros'in ölümünden sonra Antigonus ile general Lysimakhos arasındaki savaşı kazanan Lysimakhos kente, Antipatros'un kızı olan eşinin adını vererek şehir bu tarihten sonra Nikea () adıyla anılmaya başladı. Semavi Eyice 'nin araştırmalarında ise,o bölgede Trak kavimi göçlerinden önce Helikare adında bir antik kentin ortaya çıktığını görmekteyiz demiştir. MÖ 293'te Bitinya Krallığı'na bağlanan kent, önemli mimari yapılarla süslenmiştir. Astronominin en önemli isimlerinden biri olan Hipparkos bu dönemde İznik'te doğmuştur. Bir süre Bitinya Krallığı'nın başkenti olan Nikea daha sonra Roma'nın önemli bir yerleşimi olarak varlığını sürdürür. 325 yılı yazı başında Hristiyanlık için çok önemli olan Birinci İznik Konsili, İznik'de toplanmıştır. İmparator I. Konstantin'in da katıldığı toplantıda Hristiyanlıkla ilgili yortu günleri ve Nikea Kanunları adı ile bilinen 20 maddelik metin bu Konsilden sonra kabul edilmiştir. 787 yılında İznik Ayasofya'sında VII. Konsül toplandı.Ayrıca VI. Haçlı Seferi sonucunda Bizans İmparatorluğu İstanbul'u kaybedince İznik'te Bizans Hanedan üyeleri tarafından İznik Latin İmparatorluğu kurulmuş ve bu imparatorluk daha sonra İstanbul'u fethederek Bizans İmparatorluğu'nu yeniden kurmuştur. 1075 ile 1086 yılları arasında Anadolu Selçuklu Devleti'ne başkentlik yapan Nikea; 1097 yılında, Birinci Haçlı Seferi sırasında gerçekleştirilen kuşatma sonrasında tekrar Bizans İmparatorluğu'na geçti. 1105 yılında tekrar Selçukluların kontrolüne geçen şehir, 1147 yılında bir kez daha Bizans egemenliğine girdi. 1328-1331 yılları arasında gerçekleştirilen kuşatma sonrasında Osmanlı Devleti tarafından ele geçirildi. Osmanlı idaresinde İznik, sanat, ticaret ve kültür merkezi oldu. İznik Medresesi'nde birçok ünlü ders verdi. Dâvûd-i Kayserî, Ebul Fadıl Musa, Eşrefoğlu Abdullah Rûmî gibi tasavvuflar İznik'te yaşadı ve eserler verdi. Osmanlı döneminin ilk cami, medresesi ve imareti İznik'te inşa edildi. 14., 15. ve 16. yüzyıllarda İznik bir sanat merkezi olmuş, dünyaca ünlü çini ve seramikler burada üretilmiştir. İlçenin yüzölçümü 753 km², rakımı 85 metredir. Konum olarak Bursa ilinin Kuzeydoğusunda, İznik Gölü'nün doğusundadır. Bursa şehir merkezine 76 km uzaklıktadır. Marmara Bölgesi'nin Güney Marmara bölümünde yer alır. Bölgede ılıman Marmara iklimi görülür. İdari olarak 1930 yılında Bursa'ya bağlandı. İlçe 29-30' (Müşküle mahallesi batısı) ve 29-57' (Elmalı mahallesi doğusu) doğu boylamları ile 40-21' (Hisardere tepesi) ve 40-37' (Ayvaşa dağı) kuzey enlemleri arasındadır. Ağır sanayi yatırımlarının bulunmadığı İznik ovası, zeytin, üzüm, şeftali, kiraz, erik, armut,elma, ceviz, domates, taze fasulye, brokoli, brüksel lahanası ve toprağının olduğu kadar ikliminin de elverişli olmasından dolayı birçok sebze ve meyve yetişmektedir. Bölgedeki 3 resmi sebze ve meyve hali mevcuttur. İznik'te üretimi yapılan tarımsal ürünler içinde zeytin, çiftçi ailelerinin %70 gibi bir kısmının gelir kaynağı olarak birinci sırayı almaktadır.Yöreye has bir ürün Müşküle üzümü, ilçede halen yetiştirilmektedir. İlçenin doğası, arkeolojik ve tarihi kalıntıları ile gölün doğal kıyı şeridi piknik yapmaya elverişli geniş ağaçlık alanlarıyla turizme canlılık katar. Hacı Osman Köyü ve çevresinde yamaç paraşütü ve çim kayağı sporları için uygun alanların tespiti ile bu sporlara ilgi duyanlara ev sahipliği yapmaya başlamıştır. Son yıllarda Sansarak mahallenindeki doğal şelale sayesinde dağ trekking sporu başlamıştır. Her hafta İstanbul'dan ve diğer yakın metropolllerden günü birlik turlar düzenlenmektedir. İznik Gölü'nde tatlı su ıstakozu ve yayın, sazan, akbalık, gümüş gibi 27 değişik balık türü bulunur. Gümüş balığının tamamı ihraç edilir; diğer ürünler bölgede tüketilir. İlçenin nüfusu 2014 tarihli sayıma göre 42.727'dir. İznik ilçesi yerel medya açısından gelişmemiş bir ilçedir. İznik'te Özel Radyoların açıldığı dönemde İlçenin tek yerel radyosu Radyo Müzik (95.8) yayına başlamış ancak sonraki dönemlerde kapanmıştır. İlçede şu an Yerel TV Kanalı ve Yerel Radyo Kanalı bulunmamaktadır. Ancak Bursa-Kocaeli-İstanbul-Yalova gibi yakın merkezlerden çeşitli radyo yayınları ilçeden dinlenebilmektedir. İlçede Günlük Yerel Gazeteler yayın yapmaktadır. İznik Yerel Gazeteleri Nusret Hızır Abdülbaki Nusret Hızır, (d. 1899, İstanbul) - (ö. 8 Mart 1980, İstanbul) Türk eğitimci, akademisyen ve Türkiye’nin önde gelen felsefecilerindendir. Nusret Hızır, 1899’da İstanbul’da doğdu. Almanya’da fizik, matematik ve felsefe öğrenimi gördü. 1934’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde Hans Reichenbach’ın asistanı oldu. 1937-1942 arasında Türk Tarih Kurumu’nda uzman olarak çalıştı. 1942’de dışarıdan doçentlik sınavı vererek Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyesi oldu. 1941-1948 arasında Dünya Klasikleri’nin çevrilmesinden sorumlu "Tercüme Odası" adlı Kurulda bulundu. 27 Mayıs 1960’tan sonra üniversiteden uzaklaştırılan 147 öğretim üyesi arasında o da vardı. 1963’te Paris’te Yüksek Öğ
retmen Okulu’nda (École Normale Supérieure) felsefe dersleri verdi. 1962’de yeniden göreve çağrıldığı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki derslerini ve Türk Tarih Kurumu’ndaki danışmanlığını, emekliye ayrıldığı 1968 yılına kadar sürdürdü. Daha sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde felsefe ve mantık dersleri verdi. Türkiye’de mantık ve bilgi felsefi üzerine kurulu bir felsefe anlayışının yerleşmesinde önemli payı olan Nusret Hızır, 1945’te kısa bir süre Ant dergisinde yayımladığı yazılarında faşizmin kaynaklarına ilişkin tezler ileri sürdü. 1949-1950’de Yaprak dergisinde çıkan yazılarında ise felsefe kavramlarına açıklık kazandırmaya çalıştı. Erasmus, Leibniz, Nietzsche gibi bazı düşünürlerin yapıtlarını Türkçe’ye çevirdi. Dergi yazılarının bir bölümünü 1976’da "Felsefe Yazıları"’nda topladı ve bu yapıtıyla, 1977’de Türk Dil Kurumu Deneme Ödülü’nü aldı. Ölümünden sonra asistanı Füsun Akatlı tarafından derlenen öteki yazıları, "Bilimin Işığında Felsefe ve Geride Kalanlar" adıyla basıldı. Füsun Akatlı’nın “Çağdaş ve Çağcıl bir Rönesans adamıydı” dediği Hızır, felsefe, mantık, fizik ve matematik dışında, tarih, dil, müzik ve edebiyat alanlarında da büyük bir birikime sahipti. Nusret Hızır 8 Mart 1980'de İstanbul’da öldü. Karacabey Karacabey, eski ismi Mihaliç, Bursa'nın 70 km batısında yer alan Bursa'ya bağlı bir ilçedir. Nüfus Bakımından, İnegöl, Mustafakemalpaşa, Gemlik ve Orhangazi'den sonra Bursa'nın 5. Büyük ilçesidir. Bölgede ılıman Marmara iklimi görülür. Toprakları yüksek verimli Karacabey Ovası'nda en çok buğday, domates, arpa, mısır, fasulye, bezelye, şekerpancarı, pamuk, ayçiçeği ve tütün yetiştirilir. Ayrıca sebzecilik ve meyvecilik gelişmiştir; hayvancılık ileri düzeydedir. Hayvancılık halka büyük gelir sağlar. İlçe merkezi, Bursa şehir merkezine 70 km'lik işlek bir karayoluyla bağlanır. Karacabey, antik dönemde Miletopolis, Roma Döneminde Miletopolis adı ile bilinmekteydi. Ünlü Mihali, halk ağzında "Mağlıç" peyniri bu yöremize özgüdür. Tarihte sırayla Bitinyalılar, Lidyalılar ve Pers Krallığı'nın egemenliğine girmiştir. Kentin belli başlı tarihi eserleri Sultan I. Murat'ın yaptırdığı Ulu Camiî, 1457 yılında Karaca Bey tarafından yaptırılan Karacabey Cami (İmaret Cami) ile Karacabey-Bursa yolu üzerinde ve Uluabat kıyısındaki Osmanlı dönemi yapısı Issız Han'dır. Karacabey'in Marmara Denizi sahilinde bulunan Bayramdere, Ulubat Gölü'nün güneyinde bulunan Ayvaini Mağarası turistik yerleridir.Ayrıca Karacabey'de 5 ayrı festival yapılmaktadır.Bunlar "Leylek Festivali, Uçurtma Festivali,Mısır Festivali, Ihlamur Festivali ve Bisiklet Festivali".Karacabey'de bir de panayır vardır.2016' nın 30 Ağustos 1-2 Ekim tarihinde çıkan panayrın adı Rengarenk Karacabey etkinliğidir. Karacabeyin en büyük parkıdır. İçinde Park oyuncakları kaydırak,salıncak, dönme dolap,tahterevalli ve spor aletleri bulunur. Atatürk Kültür Parkı içinde Göl bisikleti de bulunur.Atatürk Kültür Parkı'nda 2-3 Restaurant bulunur. Atatürk Kültür Parkı'nda yüzme havuzu, halı saha,çiçeklerle donatılmış şekiller ve şekilli ağaçlar vardır.Ek olarak her 24 Nisan Uçurtma Şenliği yapılmaktadır. Heykel yani Cumhuriyet Meydanı Karacabey şehrinin tam merkezidir. Heykele yani Cumhuriyet Meydanı'na bağlanan 7-8 yol vardır. Cumhuriyet meydanında Karacabey Belediye binası,hükümet konağı otel,banka,taksi durakları ve lokantalar vardır. Heykel'den pazar yerine kadar olan trafiğe kapalı özel yoldur. Çok sayıda dükkân bulunur Şehrin dışında bulanan yaş meyve-sebze halinin yanındadır. İçerisinde yapay göl, büfe, restaurant, kafe, düğün salonu, çocuk parkı, lunapark, halı saha, yüzme havuzu bulunur. Uzun ağaçların yemyeşil bir bahçenin içerisinde kendinizi doğanın bir parçası hissedeceğiniz 1950'lerde yapılmış. terminalin üst kısmında bulunan alanda yerleşir. İçerisinde kafeler, Restoranlar ve düğün salonu bulunur. Uzun çam ağaçları, piknik masalarıyla yemyeşil bir alan tertemiz bir hava ile sizi içerisinde huzurla tanıştıracak güzel bir piknik yeridir. Esentepe mahallesinin bitiminden sonra başlar. Ayrıca yüksekokul, liseler ile komşudur. İlçenin en işlek caddesidir. Bankalar, mağazalar, marketler ve birçok dükkân bulunur.Heykelden Kültür Parka kadar devam eder. Karacabey; Bursa-İzmir, Bursa-Balıkesir, Bursa-Çanakkale, yolları arasında bulunduğu için birçok firma tarafından ilçeye ulaşım kolay bir şekilde sağlanır.Karacabey Şehirlerarası Otobüs Terminali ilçenin öğretmenler evi adlandırılan mekanın alt kısmında kalır. Kamil Koç, Metro, Ulusoy, Pamukkale ve Karacabey Seyahat başta olmak üzere ilçenin diğer il ve ilçelere ulaşımını sağlarlar. Terminal, Devlet Hastaneleri ve Heykel de bulunun duraklarda şehiriçi arzu ettiğiniz yere uygun fiyatlarla ulaşımı sağlarlar. İlçede birden fazla özel diş, göz klinikleri mevcuttur. Karacabey Meslek Yüksek Okulu Karacabey ilçesinin Esentepe mevkinde bulunan Uludağ Üniversitesi'ne bağlı bir yükseköğretim kurumudur. Hali hazırda okulun Kyk tarafından yaptırılan oldukça modern yurt binası da mevcuttur. Yabancı dil, resim, müzik, el sanatlarına yönelik çeşitli kurslar Karacabey halkına sunulmaktadır. Sembolizm Sembolizm ya da simgecilik, en genel anlamıyla farklı anlamlara gelen ya da farklı öğeleri simgeleyen çeşitli sembollerin kullanımıdır. Sembolizme sanatta, özellikle resim, müzik ve edebiyat alanlarında rastlanır. Sanattaki sembolizm 19. yüzyılda beliren, realizmi reddeden bir akımdır. Sembolizm akımlarına roman ve şiir alanlarında da rastlanır. Sanattaki sembolizm 1870 yılına doğru Fransa ve Belçika’da natüralizme ve Parnasse akımına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Akım daha sonra özellikle Valéry Brioussov vasıtasıyla Rusya’ya da sıçramıştır. Sembolizm genellikle Servet-i Fünun döneminde görülür. Ayrıca Ahmet Haşim bu akımın en büyük temsilcilerindendir. 19. yüzyılın ikinci yarısında parnasizme tepki olarak ortaya çıkmış bir akımdır. Parnasyenler insan duygularına, izlenimlere önem vermiyorlardı. Onlar için önemli olan gerçekti, düşüncelerdi. Sembolistler bu anlayışa karşı çıkmış, duygusallığa, insanın iç dünyasına yönelmişlerdir. Onlara göre somut varlıklar, dış dünya ile insanın duyuları arasında köprü kurmaya yarayan birer simgedir. Çünkü dış gerçek ancak insanın algılayış biçimiyle var olur. Yani insan onu nasıl algılıyorsa öyle değerlendirilir. Sembolistler, semboller aracılığıyla dış çevrenin insan üzerindeki etkilerini ve izlenimlerini anlatmışlardır. Şiiri sessiz bir şarkı olarak tanımlamışlar ve müziği şiirin amacı durumuna getirmişlerdir. Onlara göre şiir düşüncelere değil duygulara seslenmelidir; çünkü şiir bir şey anlatmak için yazılmaz. Şiirde anlam kapalı olmalıdır ve herkes kendince yorum getirebilmelidir. Sözcüğün anlam değerinden çok müzikal değeri önemlidir. Anlam kapanıklığı ve farklı çağrışımlar yaratabilme amacı, bol bol mecaz ve istiarelerin kullanılmasına yol açmış, dolayısıyla dil de ağırlaşmıştır. Gerçeklerden kaçma, hayale sığınma, çirkinlikleri hayal yardımıyla güzelleştirme, bunlara bağlı olarak ortaya çıkan karamsarlık, sembolizmin en belirgin özelliklerindendir. Durgun sular, ay ışığı, alacakaranlık, tan ağartısı, perdede gezinen gölgeler ve ölüm başlıca temalarıdır. Lirizm, bu anlayışın en önemli ögesi durumundadır. Parnasyenlerin genellikle "sone" nazım biçimini kullanmalarına karşın, sembolistler daha çok serbest nazım biçimlerine yönelmişlerdir. Türk edebiyatında roman alanında sembolist eserlere Mehmet Rauf'un Eylül romanı örnek gösterilebilir Sembolizm ezoterizmde ise evrensel bilgi ve hakikatlerin basit ve sade öğelere indirgenerek ifade edilmesidir. Sembol, kimi sözlüklerde “daha soyut bir şeyi anlatmaya yarayan daha somut şey” ya da “evrensel yasa, ilke, bilgi ve fikirleri açıklayan işaretler” olarak tanımlanır. Bir sembol, anlatmak istediği şeyi en kesin, en belirli, en sade, en doğal şekilde ifade eden işarettir. Sembol sözcüğünün kökeni, eski Mısır dilindeki symbolon sözcüğünün Grekçe’ye geçmiş hali olan symballein fiilidir, “birlikte tartışmak, birlikte birleştirmek, bir arada toparlayıp bağlamak” anlamlarına gelir. Latince’de symbolum biçimine dönüşmüştür. Sembolizmin inisiyasyonlardaki temel nedenleri şöyle açıklanır: ait bilgilerin toplanması arz edilir. Sembolizmin amaçlı ya da diğer adıyla haberci rüyalarda, vizyonlarda ve ruhsal tebliğlerdeki varlığı inisiyasyonlardakilere kıyasla az çok farklı nedenlere dayanır. Temel nedeni metapsişikçiler şöyle açıklar: İnsanın imajinasyon yeteneği sembolleştirici bir role sahiptir. Ruhsal âlemde “anlamlar” halinde bulunan “tesirler” fiziksel alemde belirirlerken ister istemez madde âleminin özelliği olan imajlara bürünmek zorunda kalırlar ki, bürünecekleri imajları da “tesir”i alan insanın şuuraltı dağarcığından edinirler. Bir ruhsal tebligatın, bir vizyonun ya da bir haberci rüyanın alınmasında, tesir ne kadar yüksek bir varlıktan gelirse gelsin, alıcı kişinin kapasitesi, şuuraltı imajları, şuuraltı dağarcığı ve hatta sözcük dağarcığı -tesirin özgün halini kaybetme derecesi ve kısıtlanması bakımından- çok önemli bir rol oynar. Orijinal kaynağından “anlam” olarak inmeye başlayan ruhsal tesir onu alan insanın zihninde imaj olarak ve ağzında söz olarak belirene kadar geçirdiği bir sürü dönüşüm sırasında ister istemez özgün halini yitirmek, kabalaşmak zorundadır. Metapsişikçiler şuuraltının bu değiştirici ya da dönüştürücü etkisine “renkli cam etkisi” adını verirler. Nasıl beyaz ışık renkli bir camdan geçerken hem camın rengini alıyor, hem de bir miktar kırılmaya uğruyorsa, insanın aldığı metapsişik enformasyon ya da tesir de şuuraltı katmanından geçerken benzer şekilde, özelleşir, bükülür, kabalaşır, dönüşür, o ortamdaki malzeme neyse ona bürünür ve özgün halini az çok yitirerek dışarı (zihne) yansır. Yani, bir kaynaktan gelen, örneğin haberci bir rüya tarzında alınan tesirler, insan zihninde yer ederken, ister istemez o insanın şuuraltı dağarcığındaki imajlara dönü
şürler ve bu dönüşüm sırasında birtakım sembollere bürünürler. Bu doğal ve zorunlu bir süreçtir. Metapsişikçiler sezgi kanalıyla alınmış metinlerdeki sembolik betimlemelerin nedenlerinden birinin de yine bu olgu olduğunu belirtirler. Kutsal metinlerdeki sembolizmin temel nedenleri şöyle açıklanır: İlyas Salman İlyas Salman (14 Ocak 1949; Arguvan, Malatya), Türk sinema, tiyatro, dizi oyuncusu ve yönetmen. 14 Ocak 1949 yılında Malatya ilinin Arguvan ilçesinde doğdu. Aslen Arguvan, Malatyalıdır. Arguvan ilçesi Asar mahallesi nüfusuna kayıtlıdır. Uzun yıllardır oynadığı Kürt tiplemeleri nedeniyle Kürt olarak kabul edildi ve bunu açıkça yazanlar da olmuştur. Ancak 2007 yılında kendi yazısında ve kitabında Türkmen Alevisi olduğunu belirtti. Malatya Turan Emeksiz Lisesi'nden mezun oldu. Konservatuvar'da eğitim görürken son sınıfta okulu bıraktı. Oyunculuğa İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nda başladı. Uzun yıllar sinema oyunculuğunda, köylü tiplemeleri ile tanındı. Sinema oyunculuğunun yanı sıra yönetmenliğini yaptığı iki sinema filmi bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli tarzda şiirleri ve türkü albümleri bulunmaktadır. Ankara Birlik Tiyatrosu'nda 1997'den 2000 yılına kadar sahneye çıkmıştır. Son olarak "Hasretim Sansürlüdür" isimli bir şiir kitabı ve Türksolu dergisindeki makalelerinden oluşan "Kırmızı Beyaz" isimli bir kitabı çıkmıştır. Kendisi sol görüşlüdür. Türkiye Komünist Partisi'nin Kartal'da yaptığı 1 Mayıs mitingine katılmıştır. Şu anda ise Türksolu dergisinde yazmaktadır. Gülser Salman ile evlidir ve Devrim adında bir kızı, Temmuz Ali adında bir oğlu vardır. 1 Ekim 2009 tarihinden itibaren Bakırköy Sanat Merkezi'nde Ahmed Arif'in "Hasretinden Prangalar Eskittim" kitabından şiirler okuyacağı "Karanfil Kokuyor Cıgaram" isminde bir gösteri sahnelemeye başlamak istemişti. Gösterinin görsel yönetmeni oğlu Temmuz Salman'dı. Kızı Devrim Salman ise gösteride solistlik yapacaktı. Ancak İlyas Salman'ın bazı geçici sağlık sorunları sebebiyle bu çalışma bahsi geçen sanat merkezinde sunulamayıp bir süre ertelenmiştir. Samandağ Samandağ, Türkiye'nin güneyinde, Hatay İlinin ilçelerinden biri. Samandağ; Musa Dağı, Keldağ ve Saman Dağı arasında bulunan, Asi Nehri'nin Akdeniz'e döküldüğü noktada oluşmuş deltada kuruludur. 446 km²'lik yüzölçümüne sahip ilçede bağlı belediye sayısı 12, köy sayısı 31'dir. MÖ VII. yüzyılda Yunanlar, Asi Nehri'nin döküldüğü bölgede Al Mina Limanı kurulmuştur. Gemiler, nehir boyunca ilerleyip Antakya'ya varabiliyordu ve böylece liman önemini uzun yıllar korumuştur. MÖ 300 yılında Büyük İskender'in ünlü generali, Selevkos I. Nikator tarafından kurulan Selevkos İmparatorluğu'na bir süre başkentlik yapmak üzere liman şehri olarak Seleucia Pieria bugünkü adıyla Çevlik kurulmuştur. Ancak denizden gelecek saldırılara karşı Selevkos I. Nikator Antioch (Antakya) şehrini kurarak başkenti buraya taşımıştır. Roma İmparatorluğu döneminde imparator Vespasianus, limanı sel sularından korumak üzere dağlarda tüneller yaptırmaya başlar. Yüz yılı aşkın bir süre boyunca yapımı sürdüğü sanılan tüneller, oğlu Titus tarafından tamamlanmıştır. XIV. yy'a kadar Selçuklu, Fatımiler ve Memlük egemenlikleri altında kalmıştır. 1516'da Osmanlı hakimiyetine geçen Samandağ, I.Dünya Savaşından sonra Fransızların idaresinde İskenderun Sancağı içerisinde kalmıştır. Hatay Devleti'nde nahiye olarak kalan Samandağ, 23 Temmuz 1939'da Hatay'ın anavatana ilhakıyla Türkiye'ye katılmıştır. 1948'de eski adı Süveydiye, Samandağ olarak değiştirilerek ilçe olmuştur. Samandağ etnik olarak Arapların, Ermenilerin ve Türkmenlerin yaşadığı bir bölge olmakla beraber Araplar çoğunluğu oluşturur. Dinsel ve mezhepsel olarak ise Nusayri (Arap Alevisi) başta olmak üzere Sünni, Hıristiyan Ortodoks, Hıristiyan Katolikler ve Gregoryenler gibi çeşitli inanç grupları bulunmaktadır. Samandağ'daki Arapların büyük bir kısmı mezhepsel olarak Nusayridir. Arapların içinde önemli bir nüfusta Hıristiyan Ortodoks ve Protestan Araplar da mevcuttur. Bunun yanında çok az sayıda da olsa Türkmen ve Türk aileler de bulunur. Ayrıca bölgede bulunan her inançtan insanlar dindar olup dinlerine bağlıdırlar. Samandağ halkı aynı coğrafya olan ancak 1920'lerde sınır çizilirken ikiye bölünen ve bir kısmı Türkiye'de bir kısımı ise Suriye'de kalan sınır bölgeleriyle akrabalıkları mevcuttur. Samandağ'da herkes birbirinin milliyetine ve dinine büyük saygı gösterir. Dünyada Ermenistan dışındaki tek Ermeni mahallesi, Samandağ'a bağlı olan Vakıflı'dır. Diller dillere, çan sesleri ezan sesine, bayramlar bayramlara karışır; en çok bayram burada kutlanır. Ramazan ve Kurban Bayramlarının, Noel ve Meryem Ana Yortularının, Gadir Hum Bayramlarının sevincine tüm Samandağlılar katılır. Komşular birbirlerine "Allah herkese kendi dininde yardımcı olsun" derler. Samandağ'da 350 Arap Ortodoks ailenin yaşadığı Cemal Gürsel(Zeytuniya) Mahallesi`nde birbirine yakın mesafede iki Arap Ortodoks Kilisesi var. ıçı.yy yapısı kiliselerden Aziz İlyas Kilisesi demir parmaklıklarla çevrilmiş bir avlunun, Meryem Ana Kilisesi ise Ortodoks Mezarlığı`nın içinde. Her ikisi de son derece bakımlı ve ibadete açık. Seleucia Pieria'nın şehir yapısı konumu nedeniyle iki bölümden oluşuyordu. Yukarı şehir ve aşağı şehir olarak adlandırılan bu bölümler şehrin kurulduğu bölgedeki arazi yapısı bunu mecburi kılıyordu. Yukarı şehir dağın üst yamacında yer alıyordu. (Bugün Kapısuyu mahallesinin bulunduğu bölge) Denizden yaklaşık 30 metre yüksekliğinde imalathaneler, mabetler ve resmi binalar burada kurulmuştu. Dağın güney-batı tarafında dik kayalıklar şehri aşağıdaki bölümden ayırıyordu. Aşağı şehirle buradaki bağlantıyı dik kayalıklara oyulmuş ve 7-8 kişinin yan yana yürüyebileceği muazzam merdivenler sağlıyordu. (Merdivenler hala sapasağlam durmaktadır ve görülebilecek durumdadır. Merdivenden biraz önce sol tarafta kayanın içine oyularak yapılan, bekçi odası olarak kullanılmış olması muhtemel bir mağara vardır. Burası daha sonra rahiplerin oturduğu yer olarak kullanılmıştır.) Aşağı şehir liman çevresinde kurulmuştu. Liman tesisleri yanında pazar, çarşı, dükkanlar ve zanaatkarlar burada bulunmaktadır. Aynı zamanda büyük bir hamam ve küçük bir tiyatro yer almaktadır. Burası şehrin en canlı en hareketli yeridir. İhracat ve ithalat merkezi olduğu için büyük depolar, ayrıca gemi onarımı için küçük bir tersane inşa edilmişti. Teraslarda zemini mozaikle kaplı lüks Roma villaları yer alıyordu. Şehrin surları içinde yer alan liman bir boğaz ile denize bağlıydı. Aşağı şehirle, yukarı şehir arasında bulunan kapı dahilen iki burçla dar bir geçidi ihtiva etmektedir. Bunu burcun kalan izlerinden anlamak mümkündür. Surun kalınlığı 4 metredir. Şehrin tamamı bir surla çevrilidir. Bu surun uzunluğu 12,5 km'yi bulur. Bu duvarlardan günümüze çok az bir kısmı kalmıştır. Bazı yerlerde kalıntı izleri durmasına rağmen duvarın büyük bölümünü oluşturan taşlar eski evlerde kullanıldığından bugün sadece izi kalmıştır. Uzaktan bakıldığında rahatlıkla sur izleri görülebilmektedir. Çevre duvarları içerisinde kalan liman 16 hektardır. (160 dönüm) Şehrin 3 büyük kapısı vardır. En güneydeki kapı şehrin pazar kapısı olarak adlandırılmış, surların dibindeki kapı orta kapısı olarak kullanılmıştır. Bu kapı surların dibindeki kapı olarak Bab el- Kils (kireç kapısı) ve kral kapısı olarak bilindiğine dair görüşler vardır. Şehrin içinden geçen suyun surlardan çıktığı yerdeki kapıya Bab el-Mina (liman kapısı) denmektedir. Bu kapının pazar kapısı gibi şimdi yıkılmış olan iki büyük kulesi vardı. Biraz daha kuzeyde üçüncü bir kule inşa edilmiş ve şehrin iç tarafında uzun bir yapı savunma için yapılmıştır. Yukarı şehrin uzun duvarında yalnız bir kapı (Bab el-hava) yapılmıştır. El Kabusiye ( Kapısuyu ) mahallesine giden yol buradan başlamaktadır. Kuzey-doğu şehir duvarından ayrılan çapraz şeklindeki duvar şehrin içine doğru kıvrılmış ve orada kesilmiştir. Şehir duvarı batıdaki suya kadar gelir, öbür uçtan devam edip limana kadar ulaşır ve orada son bulur. Bu liman şimdi Minat el- Atiga (eski liman) ve Minat el-Cedide (yeni liman) denilen yerden dış limana açılır. Kanal kuzeyde kalenin duvarları, güneyde liman duvarlarıyla korunmuştur. Boğazın denize açılan yerinde iki bekçi evi yapılmıştır. Güneydeki bekçi evi kalenin içinde 3x12 metre büyüklüğünde bir oda şeklindedir. Limanın doğu tarafındaki eski liman, duvar izleriyle tespit edilmiştir. Limandan denize bir kanalın gittiği, kanalın etrafındaki sıra kulelerle tespit edilmiştir. Dış binanın genişliği 130-140 metre olarak saptanmıştır. Güneydeki iskele 100 metre uzunlukta 9 metre genişlikte olup yapısını kısmen koruyabilmiştir. İlçe merkezi nüfusu (2010 yılı sayımı) 44.918, bağlı belde ve köylerle birlikte nüfusu 129.644'dır. Günümüzde balıkçılık ve yoğun şekilde tarım yapılan bir ilçedir. Nüfusun belli bir bölümü geçimini yurtdışında(genellikle Arabistan) çalışan aile üyelerinden gelen para ile gelir sağlamaktadır. Akdeniz kıyısında, Çevlik mevkiinden başlayan güneye doğru uzanan kumsalı oldukça uzundur. Bu kumsalın uzunluğu yaklaşık 14 kilometredir. Dünyanın en uzun ikinci sahilidir. İlçe, Antakya'ya ve Yayladağı'na asfalt yollarla bağlantılıdır. Samandağ kumsalları, nesli tehlikede olan "Chelonia mydas" (yeşil kaplumbağa) ve koruma altına alınmış "Caretta caretta" (iribaş kaplumbağa) türü deniz kaplumbağalarının önemli yumurtlama-üreme alanlarından biridir. Ayrıca bu kumsallar Hayalet Yengeçleri popülasyonuna ev sahipliği yapar Narenciye,mandalina ve portakal üretimi yapılır. İlçede 30 eczane iki sağlık ocağı 1 devlet hastanesi vardır. Denize sıfır olmasına ve dünyanın en uzun sahillerinden birine sahip olmasına rağmen turizm yatırımı henüz yapılmamıştır. Ayrıca denizi yazın rüzgarlı olduğu için sörf sporu için idealdir. Samandağ'da belediye teşkilatı ilk kez 1937 yılında kurulmuştur. Samandağ 42 mahalleden oluşmaktadır. Junkers Ju 87 Junkers Ju 87 diğer adıyla "Stuka" (Sturzkampfflugzeug), Junkers firması tarafından üretilen II. Dünya Savaşında Alman Hava Kuvvetlerinin hafif bomb
ardıman uçağı. Başlıca özellikleri martı şeklindeki yukarı kalkık kanatları, sabit iniş takımları ve dalış yaparken düşmanları korkutan düdükleridir (dinlemek için ). Almanların, "Yıldırım Savaşı" (Blitzkrieg) taktiğini terk ettiği 1943 yılına kadar etkin olarak kullanılmıştır. 1936-1944 arasında 6.000'den fazla Stuka üretilmiştir. Stukalar Alman Ordusunun Yıldırım savaşı yöntemi gereği tasarlanmıştır. Başlıca görevi Alman zırhlı araçlarının hızlı ilerleyişini sağlamak için düşman zırhlı araçlarını ve toplarını, tanksavar gibi direnç noktalarını yok etmektir. Stuka etkili ve isabetli bir uçak olmasına karşın yavaş, zırhsız ve düşman avcılarına karşı savunmasızdır. Bunun için çoğu zaman avcı uçaklarının koruması altında uçmuşlardır. Stukalar savaş boyunca devamlı geliştirilmişlerdir. Ju 87 G çeşidinde düdükler çıkartılmış onun yerine 37mm'lik toplar konularak bir tank savar uçağına dönüştürülmüştür. Stukalar hedefe dalmadan önce yüksekte uçmak ve hedef göründükten sonra 90 dereceye yakın bir açı ile hedefe dalıp bombalarını bırakmak üzere tasarlanmıştır. Dalış sırasında havacılar yüksek yer çekimi gücüne maruz kaldıkları için hakimiyetlerini kaybedebiliyorlardı ve bu uçağın çakılmasına yol açabiliyordu. Bundan dolayı Stuka'lar dalış sırasında yere çok yaklaştıkları zaman kendilerini düzeltme düzeneklerine sahiptiler. İlk prototipler ve A serisi: B ve R serileri arası: D ve F serileri arası: Gelibolu Marşı Gelibolu Marşı, asıl adı 'Akdeniz Kıyılarında' olan ve I. Dünya Savaşı'ndaki en ciddi muharebelerin yaşandığı Çanakkale cephesinden gazi olarak dönen Osmanlı askerleri için Samih Rifat tarafından yazılan şiirin, Leylâ Saz tarafından bestelenmiş şekline verilen addır. Onuncu Yıl Marşı Onuncu Yıl Marşı, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlar tarafından yazılan ve Cemal Reşit Rey tarafından 1933 yılında bestelenen marştır. 29 Ekim 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun onuncu yıl kutlamaları için düzenlenen yarışmada seçilen marştır. Çıktık açık alınla on yılda her savaştan; On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan; Başta bütün dünyanın saydığı başkumandan, Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan. Türk'üz: Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi; Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri! Bir hızda kötülüğü, geriliği boğarız, Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız. Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız; Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız. Türk'üz: Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi; Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri! Çizerek kanımızla öz yurdun hartasını, Dindirdik memleketin yıllar süren yasını; Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını... Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını! Türk'üz: Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi; Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri! Örnektir milletlere açtığımız yeni iz; İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz: Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz. Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz. Türk'üz: Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi; Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri! T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı resmi internet sitesinden YouTube resmi internet sitesinden Ellinci Yıl Marşı 50. Yıl Marşı, Bekir Sıtkı Erdoğan tarafından yazılan ve Necil Kazım Akses bestelenen Türkiye Cumhuriyeti'nin 50. yılına atfen yazılan marş. Junkers Junkers, Alman uçak üretim firması. Şu anda kalorifer üretmektedir. Demeter Demeter, Yunan mitolojisinde tarımın, bereketin, mevsimlerin ve anne sevgisinin tanrıçasıdır. Homeros'un destanlarında, "güzel saçlı kraliçe" ya da "güzel örgülü Demeter" diye geçer. İnsanlara toprağı ekip biçmesini öğreten bu tanrıçadır. Ekinleri, özellikle de buğdayı simgeler. Hesiodos’a göre Kronos’la Rheia’nın ikinci kızı, ilk tanrı kuşağındandır. Tanrılar tanrısı Zeus'un dördüncü evliliğini onunla yaptığı söylenir. Bu evlilikten de Demeter'in en bilinen çocuğu, yeryüzü ecesi Persephone doğmuştur. Demeter, heykellerinde baygın bakışlı, sarı saçları omzuna dökülen, güzel bir kadın olarak gösterilirdi. Sağ elinde bir buğday başağı, sol elinde de yanan bir meşale tutardı. Roma mitolojisinde ona Ceres denilirdi. Bir gün Persephone arkadaşları ile tarlada çiçek toplarken çayır birden ikiye yarilir ve yeraltı tanrısı Hades, yeryüzüne çıkar. Aşık olduğu Persephone'u yeraltına kaçırır. İnanışa göre ölüler ülkesinde bir şey yiyen bir daha oradan çıkamaz, Persephone'de hevesine yenik düşer ve bir nar tanesi yer. Demeter kızını aramak için yollara düşer ancak onu hiçbir yerde bulamaz. Üzüntüsü öyle büyük olur ki hayata küser. Sonunda her şeyi gö­ren ve bilen güneş tanrısı Helios ona kızının yer altına kaçırıldığını söyler. Bunun üzerine Deme­ter Olympos’tan kaçar, yüreği sızlayarak ıs­sız bir yere çekilir. Onun küsmesiyle topra­ğın bereketi kalmaz, insanlar kıtlık tehlike­sine uğrarlar. Zeus onu barıştırma­ya çalışır, ancak Tanrıça Demeter yalvarmalara kulak vermez. Bütün yalvarmalarının boşa gittiğini gören Zeus, en sonunda Persephone’nin yılın üç­te ikisini yani çiçek açma ve meyve zamanı­nı, anası Demeter’in, geri kalan üçte birini, yani kışı da kocası Hades’in yanında geçir­mesini kararlaştırır. Böylelikle toprağa ye­niden bereket gelir. Persephone her yeryüzüne çıktığında, Demeter yeryüzüne baharı getirir. Efsaneye göre, Demeter'in bakireliyle övünmesine kızan Hera, Poseidon'nun aklına Demeter ile birlikte olma fikrini sokar. Demeter yanına gelen tanrı görünce bir kısrağa dönüşüp kaçmaya çalışır, ama Poseidon bir aygıra dönüşüp onu yakalar ve birlikte olurlar. Bu birleşmeden at Arion (ya da "Areion") ve Despoina doğar. Veri tabanı Veri tabanları birbirleriyle ilişkili bilgilerin depolandığı alanlardır. Bilgi artışıyla birlikte bilgisayarda bilgi depolama ve bilgiye erişim konularında yeni yöntemlere ihtiyaç duyulmuştur. Veri tabanları; büyük miktardaki bilgileri depolamada geleneksel yöntem olan ‘‘dosya-işlem sistemine’’ alternatif olarak geliştirilmiştir. Telefonlarımızdaki kişi rehberi günlük hayatımızda çok basit bir şekilde kullandığımız veri tabanı örneği olarak kabul edilebilir. Bunların dışında internet sitelerindeki üyelik sistemleri, akademik dergilerin ve üniversitelerin tez yönetim sistemleri de veri tabanı kullanımına örnektir. Veri tabanları sayesinde bilgilere ulaşır ve onları düzenleyebiliriz. Veri tabanları genellikle bireysel olarak satın alınamayacak kadar yüksek meblağlara sahip olmasına karşın; ücretsiz kullanıma açılan akademik veri tabanları da bulunmaktadır. Akademik veri tabanları aracılığıyla bazen bibliyografik bilgi bazen de tam metinlere erişmek mümkündür. Veri tabanları, veri tabanı yönetim sistemleri aracılığıyla oluşturulur ve yönetilir. Bu sistemlere; Microsoft Access, MySQL, IBM DB2, Informix, Interbase, Microsoft SQL Server, PostgreSQL, Oracle ve Sysbase örnek olarak verilebilir. Günümüzde veri tabanı sistemleri, bankacılıktan otomotiv sanayisine, sağlık bilgi sistemlerinden şirket yönetimine, telekomünikasyon sistemlerinden hava taşımacılığına, çok geniş alanlarda kullanılan bilgisayar sistemlerinin alt yapısını oluşturmaktadır. Veri tabanı fiziksel olarak bilgileri tutarken mantıksal bir hiyerarşiye de sahiptir. Veri tabanı sistemlerinin kurulumu, konfigürasyonu, düzeni, sorgulaması, güvenliği ve denetiminin karmaşık bir hal alması veri tabanı yöneticiliği kavramının oluşmasına neden olmuştur. Bir veri tabanı yöneticisi mantıksal data modelleme, fiziksel veri tabanı dizaynı çıkarma, fiziksel olarak veri tabanı oluşturma, Transact-SQL kullanarak sorgu yazma, Microsoft SQL Server kurulumu ve konfigürasyonu, güvenlik yönetimi ve konfigürasyonu, veri tabanı yönetimi ve bakımı, veri tabanı denetleme ve optimize etme işlerini üstlenir. Veri tabanında asıl önemli kavram, kayıt yığını ya da bilgi parçalarının tanımlanmasıdır. Bu tanıma "şema" adı verilir. Şema, veri tabanında kullanılacak bilgi tanımlarının nasıl modelleneceğini gösterir. Bu modele "veri modeli" ('), yapılan işleme de "veri modelleme" denir. En yaygın olanı ilişkisel modeldir ('). Bu modelde veriler tablolarda saklanır. Tablolarda bulunan satırlar (') kayıtların kendisini, sütunlar (') ise bu kayıtları oluşturan bilgi parçalarının ne türden olduklarını belirtir. Başka modeller ("sistem modeli" ya da "ağ modeli" gibi) daha belirgin ilişkiler kurarlar. Günümüzde veri tabanı sistemleri bankacılıktan otomotiv sanayisine, sağlık bilgi sistemlerinden şirket yönetimine, telekomünikasyon sistemlerinden hava taşımacılığına, çok geniş alanlarda kullanılan bilgisayar sistemlerinin alt yapısını oluşturmaktadır. Veri tabanı fiziksel olarak bilgileri tutarken mantıksal bir sisteme de sahiptir. Veri tabanı sistemlerinin kurulumu, konfigürasyonu, tasarımı, sorgulaması, güvenliği ve denetiminin karmaşık bir hal alması veri tabanı yöneticiliği kavramının oluşmasına neden olmuştur. Gül Gül, gülgiller (Rosaceae) familyasının "Rosa" cinsinden güzel kokulu bitki türlerine verilen ad. Anavatanı Anadolu, İran ve Çin'dir ama başka yerlerde de yetişir. Çok güzel ve kıymetlidir. Park ve bahçelerin süslenmesinde kullanıldığı gibi odaları, balkon ve terasları süsler. Birçok rengi vardır.Kesme çiçekçilikte çok talep edilen bir çiçektir. Güllerin birçok türü bulunmaktadır. Aynı zamanda dikenler de gül sınıfına aittır.Genel olarak güller, çiçek ve gövde şekillerine göre sınıflandırılırlar. Bunlar: Şairler, gül ile ilgili olarak çeşitli tasavvur ve hayallerde bulunmuşlardır. Sosyalistler ve sosyal demokratlar için kırmızı gül genel kabul edilir bir simge olmuştur, sosyalizmin amblemi gül tutan elken, İngiliz İşçi Partisinin de amblemi kırmızı güldür. Türkiye'de ise Büyük Birlik Partisi'nin ve Barış ve Demokrasi Partisi'nin ambleminde gül bulunmaktadır. İslam dininde gül Muhammed'i temsil eder. T-34 T-34, 1940 ve 1958 yılları arasında üretimi yapılan Sovyet orta sınıf tankıdır. Çoğu otoriteye göre II. Dünya Savaşı'nın en iyi tankı olarak kabul edilir. T-34 o güne kadarki tank tasarımı anlayışını değiştirmiş, ondan sonraki bütün tanklar T-34'leri örnek al
mıştır. Doğu cephesinde Alman Ordusu bu tank karşısında çaresiz kalmıştır. Tiger ve Panther tanklarının çıkışı ile T-34 savaş alanındaki mutlak üstünlüğünü kaybetse de, Rusya iklimine uygunluğu, kolay üretilebilirliği ve bunun getirisi olarak tartışılmaz sayı üstünlüğü ile Alman askerleri arasında korku salan bir silah olarak kalmıştır. T-34 ateş gücünü, hızı ve sağlamlığı dengeli bir biçimde bir araya toplamıştır. Ayrıca eğimli zırh tasarımı, isabet eden mermilerin birçoğunun tanka zarar vermeden sekmesini sağlamıştır. Bazı askeri tarihçiler onu dünyanın ilk ana muharebe tankı olarak addederler. T-34, BT serisi tanklardan tasarlanmış olup Sovyet Servisindeki BT serisi tanklar ve T-26 tanklarıyla değiştirilmesi planlanmıştır. II.Dünya Savaşı ve sonrası dönemde SSCB zırhlı birliklerinin kullandığı temel tank sınıfı haline gelmiştir.Bununla birlikte savaş sonrası dönemde Varşova Paktı ve üçüncü dünya ülkelerine çok sayıda ihraç edilmişlerdir. 1936 yılında genç mühendis Mihail İlyiç Koşkin, Karkov'daki Komitern Fabrikasında baş tasarımcı olarak göreve başlar. Genç mühendisin işe başladığı sırada Sovyet ordusunun, modern tanklara karşı koyabilecek bir tanka olan ihtiyacı artmıştı. Koşkin'in çalıştığı fabrikanın tasarım bürosu o sıralar, BT tanklarının modernize edilmesi üzerinde çalışıyordu. 1937 yılının başlarında fabrika, BT tanklarının yerine geçecek yeni bir orta sınıf tankı tasarlamakla görevlendirildi. Bu tank önceki BT tankları gibi hem paletli hem tekerlekli olacaktı. Sovyet toprakları çok geniş olduğundan Kızıl Ordu, savaş doktrinini hızlı ve çabuk müdahale edebilecek mekanize birlikler üstüne kurmuştu. BT tankları da bu doktrinin bir parçası olarak arazide paletleri ile hareket edebiliyor, düzgün yollarda paletler çıkartılıyor ve tank, tekerlekleri ile yola devam ediyordu. 1937 yılının Kasım ayında A-20 adı verilen ilk prototip ortaya çıktı. Ağırlığı 17,7 ton olan bu tank, 45mm'lik bir topla donatılmıştı. Zırhı o dönemdeki diğer Sovyet tanklarına göre daha kalındı ve çok eğimli tasarlanmıştı. Tankın şasesi BT tanklarının şasesinin biraz geliştirilmişiydi. Bir sonraki A-30 modelinde 76,2mm'lik topa geçildi. Koşkin, tankın tasarım süreci boyunca, paletli ve tekerlekli bir tank tasarlamanın gereksiz olduğunu ve bunun tanka ek yük bindirdiğini savundu. Tekerlekli ve paletli bir tank, tasarım aşamasında da büyük sorunları beraberinde getiriyordu. İşin aslı pratikte Kızıl Ordu, tankları tekerlekli durumda çok az kullanıyordu. Bu sebeplerden dolayı Koşkin tamamen paletli bir tank tasarımının yapılmasını önerdi ve bu şekilde A-32 (sonraları "T-32" olarak anılacaktı) prototipi ortaya çıktı. Kızıl Ordu, Koşkin'in önerisini kabul etmekle beraber henüz tekerlekli-paletli tank projesinden vazgeçmiş değildi. 1939 yılının başında A-20 ve A-32 tanklarının tasarım süreci bitmişti. Yapılan testler sonucunda Koşkin'in önerdiği sadece paletli A-32 modelinin üretilmesine karar verildi. Ayrıca tankın zırhı daha da kalınlaştırılacak ve ateş gücü arttırılacaktı. Koşkin ve ekibi hemen çalışmalara koyuldu ve böylece zırhı kalınlaştırılmış ve ateş gücü arttırılmış T-34 tankları ortaya çıktı. Zamanın zor şartları ve Alman cephesindeki kritik durum nedeniyle, hiçbir prototip olmamasına rağmen, T-34'lerin seri üretim için uygun olduğuna karar verildi. 1940 yılının Ocak ayında ilk T-34'ler üretildi, bu modellere "T-34 06" adı verildi. Koşkin ve ekibi Şubat ayı boyunca tankları test ettiler ve açıklarını kapatıp aynı yılın Haziran ayında seri üretime başladılar. Koşkin'in hastalanmasından dolayı son tasarımları yardımcısı Aleksandır Aleksandroviç Morozov yaptı. Seri üretime geçilmesinden 3 ay sonra yani Eylül 1940'ta ilk tanklar tamamlanmış haldeydi. T-34'ler ilk başlarda çabuklukları, etkili zırhları ve çamurlu zor arazilerde gidebilen geniş paletleri ile göz doldursalarda birçok eksikleri vardı. En önemli eksikliklerden birisi şanzıman sistemiydi. Şanzıman arızalarından dolayı birçok tank muharebeye girmeden kaybedilmişti. Ayrıca sadece bölük komutanı tanklarının radyo sistemleri vardı. Zamanındaki tankların aksine sadece 4 mürettebata sahipti bu yüzdende tank komutanı aynı zamanda mermileri yükleme görevini de üstleniyordu. Tank komutanının, muharebeye odaklanmasını ve çevreye hakim olmasını engelleyen diğer bir unsur da tank komutanını dışarıya açılan bir kapağa sahip olmayışıydı (Model 43'te bu eksiklik giderildi). Ayrıca tankın optik sistemleri Almanlarınkiyle karşılaştırılınca çok düşük seviyedeydi bundan dolayı T-34'ler Alman tanklarını vurmak için çok yakınlarına girmek zorunda kalmışlardır. 1941-1942 yılları arasında Alman ordusunun elinde bulunan 37mm'lik PaK 36 ve 50mm'lik PaK 38 tanksavar topları, T-34'lere neredeyse hiçbir zarar veremiyorlardı. Bu yüzden Alman askerleri bu tanksavarlara "kapıyı tıklatan" adını takmışlardı. Çünkü tanksavardan yapılan ilk atış, kamufle edilmiş tanksavarın yerini belli ediyor ve en ufak bir zarar bile vermiyordu (sadece taretin en alt tarafına yapılan şanslı vuruşlar ciddi zarar verebiliyordu). Çok acil durumlarda Almanların ünlü 88mm'lik uçaksavardan bozma tanksavar topu, T-34'lere karşı kullanılıyordu. 7,5 cm'lik KwK L/43 topuyla donatılmış Panzer IV F2'ler ortaya çıkmasıyla Almanlar, en azından ateş gücü bakımından, T-34 ile mukayese edilebilecek bir silaha sahip oldular. T-34/76'ın savaş alanındaki ezici üstünlüğünü yavaş yavaş kaybetmeye başladığını gören Sovyet ordusu tankın ateş gücünü artırmanın bu eksikliği giderebileceğini düşünüyordu. Bunun için tanka yeni bir 85 mm'lik top takılacaktı. Hali hazırda Sovyetlerin elinde D-5T, LB-1, S-50 ve S-53 gibi birçok 85 mm'lik top vardı. Kızıl Sormovo ve Ural Tank Fabrikaları, tankın üretimini üstlendiler. Ayriyeten Ural Tank Fabrikası, yeni T-34/85 için yeni bir top üretecekti (aslında bu topun KV-85'te kullanılması planlanmıştı). Yeni top öncekilerden daha büyük olduğu için topun gireceği deliğin çapı 1420 mm'den 1600 mm'ye çıkarılmıştı. Gerekli testler yapıldıktan sonra tankın seri üretimine geçildi. İlk önceleri ana silah olarak S-53 topu düşünülsede, bu topların o sıralarda hazır olmaması sebebiyle ilk tanklarda D-5 topu kullanıldı. S-53'lerin eksikleri giderildikten sonra T-34/85'lerin standart topu haline geldiler ve ZIS-S-53 adını aldılar. T-34'lerin muharebe alanındaki rakipleri Panther ve Tiger tankları, T-34'ten daha kaliteli ve yüksek ateş gücüne sahip tanklar olsalar da T-34 müthiş sayı avantajı sayesinde her zaman üstünlüğü elinde bulundurmuştur. Savaş boyunca yaklaşık olarak 54.600 T-34 (yaklaşık 19.430 tanesi T-34/85) üretilmişken Almanlar sadece 6.000 adet Panther tankı üretebilmişlerdir. Avrupa ve Amerika Orta Doğu ve Asya Afrika Maliyet Maliyet, bir ünite malın (veya daha fazla) elde edilmesi için harcanan üretim faktörleri (emek, sermaye, toprak) toplamına denir. Bir işletmenin ürettiği mal ve hizmetler için katlanılan maliyetin genelde iki kaynağı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi "değişken giderler", ikincisi "sabit giderler"dir. Bu iki gider türünün, üretilen mal birimine düşen payına "ortalama maliyet" denilir. Bir işletmede en son üretilen birimin maliyetine "marjinal maliyet" adı verilmektedir. Maliyet kelimesi, çeşitli gayelere göre bedel ve karşılık anlamında kullanılmakla birlikte, çoğunlukla bir işletmeye belli bir mal, hizmet veya faktör şeklinde sunulan girdilerin, işletmeye olan yükü anlamını taşır. Sermaye maliyeti, emek maliyeti, kredi maliyeti gibi. Diğer taraftan iktisadi bakımdan bir kaynağın belli bir işe tahsisi sonucu kaybolan başka üretim imkânlarına da "alternatif maliyet" veya "fırsat maliyeti" denilmektedir. Maliyetler türlerine göre şöyle bir ayrıma tabi tutulabilir: Tedarikten başlayıp, üretim, araştırma ve geliştirme, pazarlama, genel yönetim ve finansman maliyetleri. Diğer taraftan maliyetler,üretime yüklenme şekline göre direkt ve endirekt maliyetleri olarak da ayrıma tabi tutulabilir. Bunun yanında maliyetler, kullanılan maliyet sistemine göre fiili ve standart olarak ayrıma tabi tutulabilirler. Öte yandan maliyetler, işletmelerde sorumluluk merkezi başta olmak üzere karar verme amaçları doğrultusunda da ayrıma tutulmaktadır. Josef Stalin tankı Iosif Stalin tankı (veya IS olarak da bilinen Josef Stalin tankı), II. Dünya Savaşı döneminde Sovyetler Birliği tarafından Eylül 1943 tarihinde ağır sınıf tank olarak geliştirildi ve ilk olarak Kursk bölgesinde kullanıldı. Ayrıca JS veya ИС tankları olarak da bilinirler. Almanların 88mm ağır toplarına dayanabilecek ve Alman Tiger ve Panther tanklarını imha edebilecek şekilde tasarlanmıştır. Bu tank genellikle öncü olarak kullanıldı ve düşman cephesini yarıp geçme görevini üstlendi. Nisan 1944 yılında hizmete giren IS-2 tankı da, Berlin Savaşında Kızıl Ordu tarafından koçbaşı olarak kullanıldı. KV serisi tankların aşırı hantal oluşu ve T-34 tankıyla aynı silah donanımına sahip olmasına rağmen T-34'e göre daha yavaş kalması eleştiri alıyordu. 1942 yılında bu sorunu çözmek için kısmen daha hafif ve daha hızlı KV-1S tankları geliştirildi. KV serisi büyük muharebe başarıları elde edemiyordu ve T-34 tankına oranla üretimi çok daha pahalıydı; ağır tank programı 1943 yılında Stalin tarafından iptal edildi. Ancak, Kursk savaşı esnasındaki Tiger ve Panther tanklarının üstünlüğü Sovyetler Birliğinde önceliğin değişmesine neden oldu. Buna karşılık, Sovyet tankı sektöründeki isyanla KV-85 ortaya çıktı. Sonradan daha gelişmiş zırh düzeni ve daha güçlü ana silah ile bir tank yapabilmek için KV-13 tasarım programı oluşturuldu. IS-85(Object 237), IS-1 ağır tankı için üretilen ilk prototip oldu. Kullanıma aday iki top vardı; A-19 122 mm'lik top ve BS-3 100 mm'lik top. BS-3'ün zırh delme kapasitesi daha fazlaydı (160mm'ye kıyasla 185mm.) ancak patlayıcı mermileri verimsizdi. Ayrıca, A-19 topu ve mühimmatında bolluk yaşanırken, BS-3 tedarik sıkıntısı yaşanan yeni bir silahtı. Daha eski olan 76.2 mm'lik topa karşılık, A-19'un, Alman Panther'inde kullanılan çok etkili 75mm.'lik yüksek hızlı topa yakın deliş gücü, eski F-34'ün kinetik enerjisin
in 3,5 katına ulaşıyordu. Hem BS-3'ün hem de A-19'un test edilmesinden sonra, özellikle hazırda bulunmasından ve Alman mevziilerine saldırırken etkili olabilecek büyük patlayıcı mermisinden dolayı A-19 seçildi. A-19, kovan ve barut ateşleyicisini ayrı ayrı kullanmaktaydı, bu da atış sıklığının ve cephane kapasitesinin düşüşüne neden olduğundan tanklara karşı girilen çatışmalarda ciddi bir dezavantaj demekti. Bununla beraber top çok güçlüydü, her ne kadar 122 mm.'lik zırh delici mermisi, muadili Alman 75 mm. ve 88 mm. toplarına kıyasla daha düşük namlu çıkış hızına sahip olsa da Sovyet tecrübe çalışmaları A-19'un Alman Panther tankının ön zırhını delebileceğini dolayısıyla da anti-tank rolünde yeterli sayılabileceğini gösterdi. Alman Ordu verilerine göre 122 mm.'lik A-19 topu, gelen atış yönüne göre 30 derecelik bir açıyla duran Panther tankına göre çok daha az etkiliydi. A-19, Panther'in eğimli tabakasını herhangi bir mesafeden, ön alt tabakasını ise sadece 100 metreden delebiliyordu. Ama anti-personel yönüyle oldukça etkili çıkan patlayıcı mermi, bu topun asıl güçlü yönüydü. Topun ebatları IS-2 için sorun olmaya devam ediyordu ve iki parçalı cephanesinin kullanımı zor, doldurulması yavaştı (atış sıklığı yaklaşık dakikada iki atıştı). Topun ebatlarının kısıtladığı bir diğer şey de mühimmat yükü idi, tankın içerisinde sadece 28 top mermisi taşınabiliyordu. IS-122 prototipi IS-85'in yerini aldı ve IS-2'nin seri üretimi başladı. 85 mm.'lik toplar, yeni T-34-85 tankı için saklanabilecek ve IS-1'lerin bir kısmı da yeniden silahlandırılıp IS-2 olarak kayıtlara geçecekti. Ana üretim modeli güçlü topu A-19 ile donatılmış IS-2 idi. KV serisinin en ağırı 1942 modelinden biraz daha hızlı ve hafifti ayrıca çok daha gelişmiş bir taret tasarımına sahipti. Tank zırh yapısından dolayı KV serisine kıyasla daha hafif ama daha kalın bir zırha sahipti. IS serisi ön zırhına odaklanırken, KV serisinin zırh şekli daha kötüydü ve arkada bile kalın bir zırha sahipti. IS-2, Alman Panther'inin ağırlığındaydı, Alman ağır tank Tiger serisinden hafifti ve her ikisinden de daha alçaktı. İlk IS-2'ler küçük sürücü vizörü ve basamaklı ön gövde yapıyısıyla kolaylıkla ayırt ediliyordu. İlk tanklarda top hareket emniyeti, uçaksavar makineli tüfeği bulunmuyordu ve top kalkanı dardı. 1944'ün sonlarında tasarım yükseltildi ve IS-3(Object 703) meydana çıktı. Bu tankın zırh düzeni düzeltildi ve savaş sonrası Sovyet tanklarının damgası haline gelen hemisferik dökme taret(devrik bir çorba kasesine benzeyen) kullanıldı. Bu alçak hemisferik taret, korumayı geliştirmiştir. Aynı zamanda, özellikle yükleyici için çalışma alanı önemli ölçüde azaldı(genel olarak Sovyet tankları Batı tanklarına nazaran rahatsız küçük iç mekan ile karakterize edilir). IS-3, II. Dünya Savaşı için çok geç geldi. Bu tank Almanlara karşı kullanılamadı ancak bir alay Japonlara karşı Mançurya'da konuşlandırıldı. 1960 yılında başlayan modernizasyonlarla IS-3, hafif IS-2M benzeri bir şekilde, IS-3M olarak modernize edilmiştir. Başlangıçta IS-3 ile rekabet edecek şekilde geliştirilen IS-4 (Object 245), IS-2 benzeri geniş bir tasarıma sahipti. Gövde, eksta tekerlekler ve geliştirilmiş motor ile uzatıldı. Gövde ve taret zırhı geliştirildi. Sonuçta IS-2'nin orijinal 122mm silahını muhafaza etmesine rağmen birkaç alternatif silahlanma, kâğıt üzeri çalışmalarda araştırılmıştır. Aynı zamanda Panzer V Panther tankı üzerinde yapılan çalışmalar, IS-4 motor soğutma sisteminin düzenini etkiledi. Tank 1948 yılında seri üretim için onaylandı ama hayal kırıklığına neden olan hız ve hareketlilik nedeniyle sadece 200 adet üretildi. Bunların çoğu 1951 yılında Kore Savaşına müdahale için hazırlık olarak bölgeye aktarılmışlardır. Bu işlem iptal edildiğinde, tanklar 1960'lara kadar yine bu bölgelerde konuşlandırıldı. IS-6 (Object 252) ağır tankları, pratik elektrik iletim sistemi geliştirmek için bir girişim oldu. Benzer sistemler önceden Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından test edilmiş ve aslında Almanlar tarafından Ferdinand(Elefant) tank destroyeri ile başarılı olmuştur. Deneysel iletim, çok güvenilmez olduğunu kanıtladı ve aşırı tehlikeliydi. İletim daha da geliştirilerek IS-6 şasisi oluşturuldu. IS-7 ağır tankı, 1948 yılında geliştirilmiştir. 68 ton ağırlık, kalınca tasarlanmış zırh ve 130mm C-70 silah ile şimdiye kadar SSCB(Sovyetler Birliği) tarafından geliştirilen en büyük tank oldu. Birçok açıdan yenilikçi bir tasarım olmasına rağmen, mücadele bölmesinin çok pratik düzenlenmesi nedeniyle seri üretim için asla kabul edilmedi.İnanılmaz bir taret zırhına sahipti ve 150 mm'lik ön zırhı eğiminden dolayı iki katından fazla etki yaratıyordu. IS-10(Object 730 Okunuşu: Obyekt 730 olarak da bilinir) KV ve IS serisi tankların son tasarım ürünüdür. Bu tank IS-10 olarak 1952 yılında hizmete kabul edildi. Ancak 1953 yılında Stalin'in ölümünün ardından siyasi iklim nedeniyle bu isim T-10M olarak değiştirildi. Doğrudan atası olan IS-3'ten büyük farkla uzun bir gövde, 6 çift yol tekerlekleri yerine 7 çift tekerlek, geliştirilmiş bir dizel motor ve artan zırh ile duman çıkarıcılı yeni bir silah monte edilmiş büyük bir tarete sahipti. T-10 daha fazla cephane taşıyabilmesine rağmen genel performansı IS-3 ile benzer bulunmuştur. T-10M'lerın ordularına ait bağımsız tank taburları ve bağımsız tankı alayları konuşlandırıldı. Bu bağımsız tank birlikleri piyade operasyonlarını desteklemek ve atılımlar gerçekleştirmek için mekanize birliklere bağlı olabilirdi. Bu hizmete giren son Sovyet ağır tankı oldu. Zamanla geliştirilen T-64 MBT tankları T-10M'lerın yerine cephede görev almaya başladı. IS-2 tankı, ilk kez 1944 yılının ilkbaharında savaş gördü. IS-2'ler, ağır tank alayları oluşturmak için 21'li gruplara ayrıldı. Bu alaylar, büyük taarruz operasyonları sırasında en önemli saldırı sektörlerini güçlendirmek için kullanılmıştır. Taktik olarak, bu tanklar atılım tankı olarak istihdam edilmişlerdir. Bu tankların savaş alanındaki rolü, büyük kalibre silahları sayesinde engelleri, binaları ve çeşitli ufak hedefleri yok ederek piyadeye destek olmaktır. Bu tanklar eğer gerekirse herhangi bir Alman tankını etkisiz hale getirebilecek yeteneğede sahiptiler. Bir kez atılım gerçekleştirilebilirse, daha hızlı olan T-34 tankları bölgeyi devralabiliyordu. IS-3, ilk kez Batılı gözlemciler tarafından Eylül 1945'te Allied Victory Parade Berlin'de göründü. IS-3, kendi ağır tank tasarımları ile karşılaştıran İngiliz gözlemcilerin gözünde etkileyici bir gelişim oldu. 1950'lere gelindiğinde ortaya çıkan ana muharebe tankı konsepti, orta tankların hareketliliği ile yüksek vuruş gücüne sahip topların birleştirilmesi üzerineydi. 1960'ların sonlarında kalan Sovyet ağır tankları, Kızıl Ordu rezerv hizmeti ve depolama bölümlerine devredilmiştir. 1944 model IS-2, Küba, Çin ve Kuzey Kore'nin ordularında uzun süre kullanılmıştır. Ancak Çinli bir alayın IS-2'leri Kore Savaşı'nda kullanıma hazır olmasına rağmen savaşta görev almamıştır. Sovyetler Birliği ve Çin arasındaki sınır anlaşmazlıklarına yanıt olarak, bazı Sovyet IS-3'leri Sovyet-Çin sınırı boyunca sabit pillboxes(gözetmen) olarak bekletilmiştir. IS-3'ler, 1956 yılındaki Macar Devrimi ve 1968 yılındaki Prag Baharı'nda kullanılmışlardır. 1950'lerin başında tüm IS-3'ler IS-3M olarak modernize edilmiştir. Mısır Ordusu, Sovyetler Birliğinden 100 adet IS-3M satın almıştır. Altı Gün Savaşı sırasında, Refah'taki Mısırlı 7. Piyade Tümeni, 125. Tank Tugayı ile konuşlandırılırken Kuntilla'da 6. Mekanize Bölümüde 60 adet IS-3M tankı ile donatılmıştır. Bu sebeplerle İsrail'in bazukalı piyadeleri ve paraşütçüleri IS-3M'in kalın zırhıyla karşılaşarak zorluk çektiler. Hatta İsrail Savunma Kuvvetleri'ne ait 90 mm ​​AP mermili M48 Patton tankları bile IS-3M'in zırhını delememiştir. İsrail Savunma Kuvvetlerinin 7. Zırhlı Tugayına ait M48A2 Patton tankları ile Mısır mevzilerini koruyan IS-3M'ler arasındaki çarpışmalarda IS-3M'lerin M48A2 Patton tanklarını etkisiz hale getirdikleri görülmüştür. Ancak, 90MM silahlı M48A3 bölüğü ile IS-3M taburu arasındaki çatışmada, 7 adet IS-3M imha edilmiştir. Düşük atış hızı, zayıf motor performansı(motoru sıcak iklim şartları için uygun değildi) ve ilkel yangın söndürme mekanizması sebebiyle 73 adet IS-3M tankı 1967 savaşı sırasında imha edilmiştir. Çoğu Mısırlı IS-3M tankları hizmetten çekilmesine rağmen 1973 yılına kadar en az bir alayda IS-3M tankları muhafaza edildi. İsrail Savunma Kuvvetleride ele geçirdiği IS-3M'leri savaş esnasında kullandı, ancak hızlı çöl tankları yanında bu tankların yakışmadığı düşünüldü; hurdaya çıkan tanklarda koruyucu engel olarak Ürdün Nehri civarında kullanıldı. Kore Savaşı'ndan sonra, Çinli mühendisler IS-2/IS-3 tankları üzerinde çalışarak Type 122 orta tankı projesini oluşturdular. Ancak proje, Sovyet T-54A tankının kopyası olan Type 59 projesi için iptal edildi. Jackson Pollock Jackson Pollock (28 Ocak 1912; Wyoming, ABD – 11 Ağustos 1956; Springs, New York, ABD), soyut dışavurumcu ressam, 20. yüzyılın en önemli sanatçılarındadır. Damlatma tekniği ("drip painting") ile boya karıştırma, fırça kullanımı gibi alışılagelmiş uygulamaları bir kenara bırakmış, yere serdiği devasa boyutlardaki tuval bezleri üzerinde hareket ederek boyayı dökme, damlatma, fırlatma suretiyle sonradan aksiyon/hareket resmi adı verilen resimler yapmıştır. Bu özelliğinden ve 'kötü adam' imajından ötürü "Jack the Dripper" lakabıyla da anılmıştır. 1951'den sonra koleksiyonerler ve galerilerden daha değişik resimler yapması için baskılar gelmeye başlamış, bu baskılar karşısında Pollock'un varolan alkol sorunu daha da büyümüş, resimleri karanlıklaşıp figüratif öğeleri de kapsamaya başlamıştır. 1956'da yaptığı araba kazası sonucu ölmüştür. Harekete ve sürece verdiği beden sanatı, süreç sanatı, performans sanatı, Fluxus, happening'ler gibi birçok çağdaş akımın temelini hazırlamıştır. "Pollock" adlı filmde de ünlü ressamın fırtınalı hayatı ele alınmıştır. Bu film ile Ed Harris en iyi erkek oyuncu dalında 2000 yılı akademi ödülü adaylığı kazanmışt
ır. Malahit Malahit, (Malakit) bazik bakır karbonattan müteşekkil, parlak yeşil bir mineral. Çok bulunan bir bakır cevheridir. Daima bakır sülfürleriyle, özellikle kalkopiritle birlikte ve bunların yataklarının üst kısımlarında oksitlenme sonunda bulunur. Bu oksitlenme, özellikle kalsiyum karbonatın bulunduğu yerlerde su, hava ve karbondioksidin bakır sülfidi etkilemesiyle meydana gelir. Sibirya, Macaristan, Cornwall, Almanya, Kuzey ve Güney Amerika, Güney Avustralya, Güney Batı Afrika'da ve Anadolu'da çeşitli yerlerde bulunur. Malahitin bileşimi CuCO(OH)'dir. Kristalleri monoklinal sistemdedir. Ancak kristalleri az bulunur. İğne ve kıl gibi kristaller, bir arada, demete benzer şekildedir. Çoğunlukla üst yüzeyi yumrulu, yuvarlak, salkımsı agregat (amorf) olarak bulunur. Kristalleri, siyahımsı yeşil ve cam parıltılıdır; agregatları ise zümrüt yeşili renginde ve ipek parıltılı veya donuk olur. Çizgisi açık yeşildir. Sertliği 3,5-4,0 ve özgül ağırlığı da 4,0 g/cm³tür. Kolay kırılır, kırılma yüzeyi midye kabuğu şekillidir. Üfleçte erir ve kömür üstünde Cu (bakır) tanesi bırakır. Tüpte ısıtılırsa su çıkarır ve kararır. Amonyakta çözünür. Asitlerde de köpürerek çözünür. Malahit fazla sert olmadığı için, tıraşlanıp parlatılarak mücevhercilik ve sedefçilikte kullanılır. Malahit yeşili: Kapalı formülü CHNCl olan bir boyarmaddedir. Benzaldehit ve dimetil anilinden elde edilen malahit yeşili trifenilmetan yapısındadır. Anilin yeşili veya benzaldehit yeşili olarak da bilinir. Sanayide ipek, yün, deri ve jütü doğrudan, pamuğu da mordanlandıktan sonra boyamada kullanılır. Tıpta, seyreltik çözeltileri yerel antiseptik olarak kullanılır. Bu bileşik mantar ve bakterilere karşı da etkilidir. Yeşil kristal yapısı ile malahite benzediğinden malahit yeşili denmektedir. Bendir Bendir, Klasik Türk müziğinde kullanılan başlıca vurmalı ritim çalgılarından biridir. Zilsiz büyük def, nakkare ve kudümle birlikte kullanılır. Derisinin iç yüzüne boydan boya gerilen kiriş sayesinde aynı anda iki değişik tını çıkarabilir. Bendir, Klasik Türk müziğinde ve özellikle Mevlevi Türk Tasavvuf Musikisinde "daire" veya "def" adıyla bilinen vurmalı çalgının Mağrip ülkelerine (özellikle Fas ve Cezayir'e) özgü biçimidir. Mağrip Arapçasından alınan "bendir" adı Türkiye'de 1980'lerden sonra yaygın kullanıma kavuşmuştur. Türkiye'de son dönemlerde kullanım alanı yaygınlaşmaya başlamış olup, Türk Tasavvuf Müziğinin yanında Türk Halk Müziği'nde en çok kullanılan ritim aleti olmuştur. Standart çapı 52 cm'dir. Ses kalitesi bendirin kasnağına ve maddesine göre değişir. Plastikten veya deriden yapılır. Deriden yapılan bendirlerde kasnaklardaki vidaları sıktıkça ses tonu değişir, aynı zamanda çakmak-kibrit yardımıyla deri 2 dakika kadar ısıtıldığı zaman daha kaliteli ses elde edilir. North American P-51 Mustang P-51 Mustang (Masteng), Britanya-ABD ortak yapımı II. Dünya Savaşı avcı uçağı. Yüksek irtifa ağır bombardıman uçaklarına refakât görevi için tasarlanmıştır. II. Dünya Savaşı'nın en başarılı uçaklarından biridir. II. Dünya Savaşı öncesi ve savaşın başlarında bombardıman uçağı felsefesi ancak sürü ve sıkışık düzendeki bombardıman uçaklarından oluşan akınların etkili olabileceğini öngörmekteydi. Sonraları bu uçakların savunma silahları oldukça geliştirilmekle birlikte, ateş gücündeki bu artış bile bir süre sonra yeterli olmayacaktı. P-51 bu duruma bir çözüm arayışıyla tasarlanmıştır. Yüksek irtifa uzun menzilli Amerikan bombardıman uçaklarını korumak P-51'lerin öncellikli görevi olmuştur. Bu amaç doğrultusunda yüksek irtifada uçacak şekilde tasarlanmıştır. Güçlü bir motora, sağlam zırh korumasına ve 12.7mm (.50 kalibre)'lik 6 adet makinalı tüfeğe sahiptir. Avrupa cephesinde, ABD Hava Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen bombardıman akınlarında P-51'ler bombardıman uçaklarına yakın düzende uçarlardı. Bunu bilen Alman uçakları büyük gruplar halinde vur-kaç saldırıları yapıyorlardı. Bu yakın koruma görevi P-51'lerin korudukları uçaklardan uzaklaşmamalarını ve saldıran Alman avcı uçaklarına karşı saldırı imkanlarını kısıtlamaktaydı. Sonraları P-51'ler daha geniş bir alana yayılarak refakât taktiğini benimsemeye başladılar. Bu taktik sayesinde yüksek sayıdaki Amerikan avcı uçağı kısa sürede Alman Hava Kuvvetleri'ne ağır kayıplar verdirdi. Newton OS Newton OS Apple'ın Apple Newton isimli PDA'sı için geliştirdiği işletim sistemidir. Newton OS Apple dışındaki üreticiler tarafından da kullanılmıştır, ancak artık bu işletim sisteminin geliştirilmesi durdurulmuştur. Newton OS'un el yazısı tanıma sistemi eleştirmenler tarafından yerden yere vurulmuş bu da cihazların başarısını etkilemiştir. Newton OS zamanında Macintosh işletim sisteminde bile bulunmayan bazı küçük detayları barındırmaktaydı. Newton OS için C++ ve Newton Script ile yazılım geliştirilebiliyordu. Aşağıda Newton OS sürümleri ve onları kullanan cihazlar belirtilmiştir. Phil Ochs Philip David Ochs, (d. 23 Aralık 1940 – ö. 9 Nisan 1976). Amerikalı protest müzik sanatçısı. "I Ain't Marching Anymore", "Power and Glory", "Outside of A Small Circle of Friends" gibi Amerikan toplum düzeninden yola çıkarak yabancılaşma, savaş, insan hakları gibi 1960'lı yılların ve modern dünyanın önemli konuları hakkındaki şarkılarıyla bilinir. El Paso, Teksas doğumlu olan Phil Ochs sıradan orta sınıf bir ailede büyüdü. Ohio State Üniversitesi`nde gazetecilik okurken, son sınıfta bıraktı. New York City`e taşındı ve orada halk müziği ile ilgilenmeye başladı. Savaş karşıtlığı, işçi sınıfının mücadelesi gibi konularda şarkı söylemesiyle birlikte kendisini "şarkı söyleyen gazeteci" olarak tanımladı, gazete ve dergilerde yer alan haberlerden yola çıkarak şarkı sözlerini yazıyordu. "Outside Of A Small Circle Of Friends" adlı şarkı, New York`ta "Kitty Genovese" adlı bir kadının bıçaklanırken defalarca yardım istemesi, 38 insanın çığlıkları duyup uyanmasına rağmen müdahale etmeyip polisi bile çağırmamasını anlatır. İlk üç albümü ("All the News That's Fit to Sing" (1964), I Ain't Marching Anymore (1965) ve "Phil Ochs in Concert" (1966)) en iyi çalışmalarını kapsamaktadır. Ayrıca arkadaşı Bob Dylan da o dönemde onun en büyük destekçilerinden biri olmuştur. Ecanayka Ecanayka, Japon Edo Dönemi sonlarında 1867 Temmuz'undan ertesi sene Nisan ayına kadar Edo'nun batısında başgösteren toplu bir çılgınlık hareketidir. Harekete katılanlar "Yetmedi mi" diye bağırarak dolaştıkları için bu toplu herezinin adı olmuştur. Edo Dönemi'nde belli aralıklarla halkın işi gücü bırakıp ise tapınağına hac yapmaları kendiliğinden oluşmuş bir hareketti ve 3 ile 5 ay arasında sürüyordu. Kayıtlara göre 22 milyon olan Japon nüfusununa oranla oldukça büyük sayıda güruh bu doğal hacca katıldı (3-4 milyon arası).1830'da 3 ayda 5 milyon kişinin hac yaptığı söylenir. İlginç bir şekilde bu hiçbir resmiyeti olmayan haçlar sırasında büyük tüccarlar hacılara yemek ve kalacak yer sağlayıp her türlü kolaylığı gösterdiler. Bunda ekonomik bunalımlarından bunalan halkın yıkıma gitmesini çnlemek için bir deşarj politikasının rolünün olduğu söylenebilir. Tam Şogunluğu Yıkma döneminde ortaya çıktığı için devrimci bir niteliği olduğu gözden kaçırılmamalıdır. İtalyanca İtalyanca ("italiano" ya da "lingua italiana"), çoğunluğu İtalya ve İsviçre'nin güneyindeki Ticino kantonunda yaşayan 60 milyon kişi tarafından konuşulan bir dildir. İtalyan asıllı göçmenlerce Amerika Birleşik Devletleri'nde, Arjantin'de, Brezilya'da, Kanada'da ve Avustralya'da da sıkça konuşulur. Hint-Avrupa dil ailesinin Roman Dilleri kolundadır. Ortaçağ itibarıyla Halk Latincesi (Vulgar Latince) çeşitli şivelere ayrılmıştır. Ortaçağ'ın sonunda Floransa şehrinin kültür ve edebiyat üstünlüğü etkisiyle, Toskana yazı dilinden bugünkü İtalyanca şekillenmiştir. Dilin gelişiminde Boccaccio, Dante Alighieri ve Petrarca gibi isimlerin Latince yerine Toskana ağzını kullanmalarının büyük etkisi vardır. Buna rağmen İtalyan dili, siyasi birliğin de uzun zaman tamamlanamamış olmasının da etkisiyle bölgeden bölgeye çok büyük farklılıklar taşır. Her bölgenin kendine özgü şivesi vardır ve özellikle Kuzey ve Güney şiveleri arasında anlaşmakta zorluk çıkacak kadar büyük farklar bulunur. İtalyanca Romans dilleri içerisinde Latinceye en sadık kalmış olanıdır, bu yüzden “Modern Latince” olarak da adlandırılır. Diğer romans dilleriyle (Fransızca, İspanyolca, Portekizce, Rumence, Katalanca gibi) büyük benzerlikler taşır. İtalyancayı iyi bilen birisi diğer Romans dillerini de kısa zamanda öğrenebilir. İtalyanca, kelimelerin hemen hemen tamamının ünlü harfle bitmesi ve kesif vurgularıyla kendine özgü bir melodiye sahiptir ve bu yüzden de dünyanın en güzel dillerinden kabul edilir. İtalyanca, Rönesans devrinde zamanının Lingua Franca'sı görevini görmüş olduğundan diğer dilleri oldukça etkilemiştir ve özellikle müzik alanında terminoloji İtalyanca’dır. İtalyanca dünyanın sayılı melodik dillerinden biridir. Duygusal anlatımları çok zengin bir dildir. İtalyancada 21 harf bulunur. K, j, w, x ve y harfleri yalnızca yabancı kelimelerde kullanılır. “C” sesi e ve i harflerinden önce “ç”; a, u ve o harflerinden önce ise “k” okunur (“Casa” (ev) kaza okunur, “cielo” (gökyüzü) çelo okunur). “G” sesi de e ve i’den önce “c”; a,u ve o’dan önce ise “g” okunur (“Gatto” (kedi) gatto, “gente” (insanlar) cente okunur). İ ve e’den önceki c’yi k, g’yi g okutmak için “h” harfi eklenir; “chiamare” (çağırmak) kiyamare, “lunghezza” (uzunluk) lungetza okunur. “Gl” ly olarak, “gn” ise ny olarak okunur: “Taglia” (beden) talya olarak, “ogni” (her) onyi olarak okunur. “Z” sesi dz olarak, “zz” ise ts olarak okunur: “Zucchero” (şeker) dzukkero, “pizza” ise pitsa olarak okunur. E ve i’den önceki “Sc” ş olarak okunur, “scegliere” (seçmek) şelyere okunur. Diğer harfler Türkçedeki gibi okunurlar, yalnız “r” sesi İtalyancada Türkçede olduğundan daha kuvvetli yuvarlatılır. Ayrıca sesli harflerde diyakritik işaretler kullanılır. Bunlardan imleri sola yatık olan harfler "à, è, ì, ù, ò" vurguyu gösterirken, imi sağa yatık o
lan "é" kelimeye aksan verir. Bu eklentiler italyanca da (istisnalar dışında) kelimenin sadece son harfinde bulunurlar. Kelimenin başında veya ortasında olan vurgular için işaret kullanılmaz. Bazı kelimelerde ise diyakritik işaretler anlam ayırımı için önem taşır. Örneğin: la (dişi belirteç) - là (orada) İtalyanca dilbilgisi oldukça kolaydır. İsimlerin tamamı erkek ya da dişi olarak betimlenir. Erkek kelimeler genellikle “-o” harfiyle, dişi kelimeler ise genellikle “-a” harfiyle biter. Erkek çoğul “-i”, dişi çoğul ise genellikle “-e” takısını alır. Dolayısıyla erkek çocuk “bambino”, kız çocuk “bambina”, erkek çocuklar “bambini”, kız çocuklar ise “bambine” olarak söylenir. Sıfatlar isimlerin cinsiyetine uyar. Bambino bello=Güzel erkek çocuk, Bambina bella=Güzel kız çocuk, Bambini belli= Güzel erkek çocuklar, Bambine belle=Güzel kız çocuklar. Erkek belirteci (articolo) “il”, dişi belirteci “la”dır. “il”’in çoğulu “i”, “la”nın çoğulu “le”dir. Ayrıca ünlü sesle başlayan kelimeler “l’” belirtecini, “s-sessiz harf“, “ps-“, “gn-“, “z-“ ile başlayan erkek kelimelerse “lo” belirtecini alırlar. “l’” ve “lo”’nun çoğulu “gli”’dir. İtalyancada şahıslar io (ben), tu (sen), lui (erkek o), lei (dişi o ya da Siz), noi (biz), voi (siz), loro (onlar) dur. Fiiller şahıslara göre ve zamana göre çekilir. Şimdiki zamanda (Presente) fiil kökünün sonuna konan eklerle şahıslar betimlendiğinden şahıs gizli özne olarak kalabilir: İtalyanca’da 4 geçmiş zaman, 1 şimdiki zaman, 1 gelecek zaman, 1 şart, 1 geçmiş şart olmak üzere pek çok zaman bulunur. Ancak zamanların bazıları gündelik konuşmada kullanılmaz. Bütün Hint-Avrupa dillerinde olduğu gibi cümle dizimi özne-yüklem-tümleç şeklindedir: Dante Alighieri, La Divina Commedia, Inferno (Cehennem) I. Kanto, ilk kıtasından bir pasaj: Nel mezzo del cammin di nostra vita mi ritrovai per una selva oscura, ché la diritta via era smarrita. (Okunuş: Nel medzo del kammin di nostra vita mi ritrovay per una selva oskura ke la diritta via era zmarrita) Hayatımızın ortasında kendimi karanlık bir ormanda yeniden buldum, ve doğru yol kaybolmuştu. Nihat Genç Nihat Genç, (d. 1956, Trabzon) Türk gazeteci, yazar. İlkokulu Meryem Mehmet Kayhan İlkokulu’nda, ortaokul ve liseyi de Trabzon Ticaret Lisesi'nde okuyarak 1974 yılında mezun oldu. İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi ile Ankara Bankacılık Okulu'na kayıt yaptırdı ancak siyasi olaylar nedeniyle bu okullardan ayrıldı. Ardından Sağlık İdaresi Yüksek Okulu'ndan 1983 yılında mezun oldu. Okul bitimi Sağlık Bakanlığı/Ankara Rehabilitasyon Merkezi'nde, ardından ise Kültür Bakanlığı’nda toplam dokuz yıl memuriyet yaptı. Gençlik yıllarında gazete ve dergilerde teknik eleman olarak çalıştı. "Bağımsız" ve "Kırmızı-Beyaz" gibi siyasi dergiler ile "Leman" dergisinde yazıları yayımlandı. Kısa bir süre "Akşam" gazetesinde köşe yazıları yazdı ve bu gazeteden yine aynı gazetenin yazarı Engin Ardıç'ın Genç'in eskiden çalıştığı "Leman" dergisini "Saddamcılık" ve "Apoculuk" ile suçlaması sonucunda ayrıldı. 2008 Eylül'ünde "Leman"a geri döndü. 2008 yılının Aralık ayında "Aydınlık" dergisinde makaleler yazmaya başladı. "Bir Soru - Bir Cevap" adlı köşesinde Genç, güncel meseleleri değerlendiriyor. Sky Türk adlı televizyon kanalında Serdar Akinan ile 2008 Eylülüne kadar "Nihat Genç ile Ne Var Ne Yok" adında bir program yaptı. Kanal Akşam gazetesi ile kardeş kuruluş olduğundan, Genç, programına da son verdi. Bu progamın ardından ise 18 Ekim 2008 tarihinde Avrasya TV'de Lale Şıvgın ile ,"Nihat Genç ile Veryansın" programı yaptı.Son olarak günün siyasi olaylarını değerlendirdiği www.odatv.com adresinde yazıları yayınlanmaktadır. 2005 yılında Bilgi, Sabancı Üniversitesi ve Boğaziçi üniversiteleri tarafından düzenlenen "İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri" başlıklı konferansı eleştiren bir yazı yazması üzerine uzun süredir tüm kitaplarını yayınlamış İletişim Yayınları, Nihat Genç ile ilişkilerini kesme ve kitaplarını yayınlamama kararı almış, bunun üzerine yazar kitaplarını diğer yayınevlerinden çıkarmaya başlamıştır. Siyah Gelinlik (film, 1968) Siyah Gelinlik, (La mariée était en noir), yönetmenliğini François Truffaut'nun yaptığı 1968, Fransa yapımı bir filmidir. Truffaut’nun hayranı olduğu ve Hitchcock’un da eserlerini sık sık sinemaya uyarladığı bir yazar olan William Irish’ in romanından beyazperdeye aktarılan film, nişanlısı beş adam tarafından vahşice öldürülen Julie’nin intikam öyküsünü anlatır. Katilleri tek tek öldürmek için yemin eden Julie’yi Fransız oyuncu Jeanne Moreau’nun canlandırdığı filmin müzikleri, yine bir Hitchcock müdavimi olan Bernard Herrmann’a aittir. Film türünün en iyilerinden biri olarak görülmektedir. Quentin Tarantino' nun filmi Kill Bill' de de bu filmdekine benzer bir konu işlenir; ancak Tarantino, Truffaut’nun filminden haberdar olduğunu fakat onu hiç izlemediğini belirtmiştir. Mehmet Dinler'in yönettiği Türkân Şoray, Tarık Akan, Süleyman Turan, Yalçın Gülhan ve Metin Serezli'nin oynadıkları 1971 yapımı Türk filmi Melek mi Şeytan mı? (diğer adıyla "Asrın Kadını"), "Siyah Gelinlik" in Türkiye'ye uyarlanmış bir yeniden yapımıdır. Tasarım örüntüleri Tasarım desenleri, tasarım kalıpları, tasarım örüntüleri veya tasarım şablonları, çok rastlanan, birbirine benzer sorunları çözmek için geliştirilmiş ve işlerliği kanıtlanmış genel çözüm önerileridir. Yazılım tasarım örüntüleri, yazılım tasarımı sırasında sıkça karşılaşılan, birbirine benzer sorunları çözmek için geliştirilmiş ve işlerliği kanıtlanmış genel çözüm önerileridir. Genel olarak yazılım tasarım örüntüleri programlama dillerinden bağımsız olarak tanımlansalar da, nesneye yönelimli programlama dillerine uygun yazılım tasarım örüntüleri daha çok bilinir. Bu örüntüler, nesneler ve sınıflar arasındaki ilişkileri ve etkileşimleri gösterirler. Programcı bir tasarım örüntüsünü elindeki soruna bakarak özelleştirip kullanabilir. Tasarım örüntülerinin temelleri Mimar Christopher Alexander'ın 1970 sonlarında başlatığı çalışmalara dayanmaktadır. Alexander 1977'de Bir Desen Dili: Şehirler, Binalar, Yapılar (, ISBN 0-19-501919-9), 1979'da Ebedî Yapım Yöntemi (, ISBN 0-19-502402-8) kitaplarını yayınlamıştır. Bu kitaplarda tasarın örüntülerinin üst seviyesi örüntüleri içeren mimarî desen örneklerinin yanı sıra desenlerin nasıl belgeleneceği de konu edilmiştir. 1987'deki uluslararası Nesneye Yönelik Programlama, Sistemler, Diller ve Uygulamalar () konferansına kadar desenlerle ilgili bir çalışma ortaya çıkmamış. Bu tarihten sonra ise Grady Booch, Richard Helm, Erich Gamma ve Kent Beck başta olamak üzere örüntülerle ilgili makale ve sunumlar yayınlamışlardır. 1994'de Erich Gamma, Richard Helm, Ralph Johnson ve John Vlissides tarafından yayınlanan Tasarım Örüntüleri: Tekrar kullanılabilir Nesneye Yönelik Yazılımın Temelleri (, ISBN 0-201-63361-2) tasarım örüntülerinin yazılımda kullanılmasında dönüm noktası olmuştur. Yazılım tasarım örüntüleri 1994 tarihinde Tasarım Örüntüleri: Tekrar kullanılabilir Nesneye Yönelik Yazılımın Temelleri (", ISBN 0-201-63361-2) adıyla yayınlanan kitap ile yaygınlaşmaya başlamış. Kitabın yazarları Erich Gamma, Richard Helm, Ralph Johnson ve John Vlissides bilgisayar bilimleri çevresinde Dörtlü Çete olarak de bilinmektedir. Dörtlü Çete, isimi kitabın isminin uzun olmasından dolayı konuyla ilgili e-postalarda kısaltma yapılarak, yazarları kastederek, kitabın "Dörtlü Çetenin Kitabı" () olarak anılmasıyla ortaya çıkmıştır. Dörtlü Çete'nin Tasarım Örüntüleri kitabı (ISBN 0-201-63361-2) tasarım örüntülerini üç sınıfa ayırır, fakat bu sınıfları birbirinden ayıran keskin kriterler yoktur. Yaratım örüntüleri, yazılım nesnelerinin (ya da başka bir deyişle sınıf örnekleri - ") nasıl yaratılacağı hakkında öneriler sunar. Ana fikir, iyi bir yazılımın, içinde barındırdığı nesnelerin nasıl yaratıldığından bağımsız olarak tasarlanması gerekliliğidir. Diğer bir deyişle, nesnelerin nereden ve nasıl yaratıldığı, ait oldukları yazılımın işleyişini etkilememeli; yeni özellikler eklenmesine ve değişikliklere karşı sorun oluşturmamalıdır. Yazılım sistemleri geliştikçe, nesnel bileşimler ('), sınıf kalıtımına (class inheritence) göre daha fazla önem kazanır. Bunun nedeni, yazılım sistemleri için basit temel davranış (') şekillerinin tanımlanması üzerine kurulu tasarımların, sabit davranışlara dayalı tasarımlara göre daha esnek olmasındandır. Diğer bir deyişle, nesnelere davranışların bileşim olarak eklenmesi, daha sonra bu davranışların yazılımın gelişimine göre değiştirilmesine olanak sağlar. Bu durumda, geliştirilen yazılım için gereken temel davranış şekillerine dayalı bir tasarım, nesne arayüzleri (") değiştirmeden farklı ya da daha karmaşık davranışların kullanılabilmesini olanaklı kılar. Ancak, nesnel bileşimler yoluyla temel davranışları sağlayan nesnelerin örneklenmesi, ana ya da kalıtım yoluyla davranış değişikliğine uğratılarak türetilmiş sınıflardan nesne oluşturmak daha zordur. Yaratım örüntüleri bu zorlukları aşmak amacıyla kullanılabilecek yazılım örüntüleri içerir. Yaratım örüntüleri, hem hangi somut sınıfların (") nesne örneklemesinde kullanıldığını, hem de bu örneklerin nasıl yaratılıp bir araya getirildiğini yazılım sisteminden saklarlar. Nesne yaratımı için kullanılan tek arayüz altında nesnenin nasıl yaratılacağını kalıtım yoluyla alt sınıflara bırakarak, arayüzle nesne yaratım işlevlerini birbirinden ayırır. Karmaşık ve/veya pahalı sınıflardan nesne yaratırken, yeni nesnelerin baştan yaratılması yerine, mevcutlarından örnekleyerek yaratılmasını sağlar. Bu sayede yeni nesneler kolayca ve kaynaklar gereksiz yere meşgul edilmeden yaratılırlar. Tek arayüz ile bir nesne ailesinin farklı platformlarda yaratılmasını olanaklı kılar. Bu sayade yazılım uygulaması farklı platfromlara davranış değişikliğine uğramadan taşınabilir. Soyut fabrika kalıbı tek arayüz altında hangi somut sınıfların kullanıldığını saklar. Karmaşık bir nesne grubunun tek arayüz üzerinden gerektiğince parça parça yaratılmasını sağlar. Kullanıcı nesn
e grubunu kullandıkça nesne grubu gereken yönde yapılanır. Kullanılmayan parçalar gereksiz yere yaratılarak kaynak harcamaz. Bir sınıftan sadece bir tane nesne yaratılacak şekilde kısıtlama sağlar. Söz konusu nesneye uygulamanın her yerinden ulaşılabilir. Nesne ilk kez kullanılana dek yaratılmayabilir. Yapısal örüntüler sınıfların ve nesnelerin birleştirilerek daha geniş yazılım yapılarının kurulmasına olanak sağlayan öneriler sunar. Sınıf yapı örüntüleri ve nesne yapı örüntüleri olmak üzere ikiye ayrılır. Sınıf yapı örüntüleri kalıtım kullanarak sınıf arayüzlerini ya da uygulamaları bileştirerek yapıları genişletir. Nesne yapı örüntüleri ise nesnelerin birleştirilerek yeni işlevler kazanma yollarını gösterir. Nesnelerin parça-bütün ilişkisi içinde ağaç yapısı ile bir araya getirilerek birleştirilmesine ve bu bileşiğe tek ara yüzden ulaşılmasına olanak sağlar. Bileşik yapı yeni nesneler eklenip çıkarılarak zamanla genişleyip daralabilir. Karmaşık bir yapının bir arada tutularak tek bir arayüz üzerinden kullanımına olanak sağlar. Bir nesneye, nesneyi değiştirmeden yeni sorumluluklar eklenmesini sağlar. Alt sınıflama yapmadan nesnelerin işlevlerinin geliştirilmesini olası kılar. Hem arayüzün hem de somut uygulamanın birbirinden ayrılarak düzenlenmesine olanak sağlar. Arayüzün değişimi uygulamayı, uygulamanın değişimi arayüzü etkilemez. Her ikisi bağımsız olarak geliştirilebilir. Çok sayıda benzer nesnenin yaratılması yerine, bir örnek nesneden görsel nesneler yaratarak kalabalık bir nesne yapısı kurulmasına olanak sağlar. Görsel nesnelerin durum değişkenleri nesnenin kendisi tarafından değil kullanıcı tarafından saklanır. Farklı kaynaklardan gelen nesne ya da sınıfların arayüzlerini uyumlandırmak amacıyla kullanılır. Karmaşık, pahalı ve oluşturulması güç nesneleri kullanmak için arayüz taklidini olası kılar. Kullanılacak olan nesnenin fiziksel yerini kullanıcıdan saklayacak şekilde yönlendirme yapılmasını sağlar. Davranış örüntüleri işlevsel sorumlulukların nesneler arasında nasıl atanacağı ve yazılımın gerektirdiği çözüm yöntemlerinin nesnelerce nasıl kullanılacağı hakkında öneriler sunar. Davranış örüntüleri nesne ve sınıf kalıpları yanı sıra nesneler arasındaki iletişim ile ilgili örüntüler de sunar. Davranış örüntüleri tasarımcının nesneler arası iletişim ve iletişim yöntemlerine yoğunlaşmasını sağlar. Aynen yapısal örüntülerde olduğu gibi, davranış örüntüleri de ikiye ayrılır: sınıf davranış örüntüleri ve nesne davranış örüntüleri. Sınıf davranış örüntüleri kalıtım kullanarak davranışların sınıflar arasında dağıtılmasını olanaklı kılar. Nesne davranış örüntüleri ise nesne bileştirme yoluyla tek bir nesnenin kolayca sağlayamayacağı davranışların bir nesne grubu ile sağlanmasını olanaklı kılar. Birbiri ile bağlatılı olarak çalışan nesnelerin aynı çatı altında tutularak tek bir noktadan(yani ara bulucu tarafından) yönlendirilmesine olanak sağlar. Ara bulucuya bağlı olan nesneler, durum değişikliklerini ara bulucuya iletirler. Ara bulucu uygulamanın gerektirdiği düzenleme ve sıra ile ilgili nesnelerden isteklerde bulunur. Üst seviye kullanıcı nesneler ise sadece ara bulucu ile bağlantı kurarlar. Bir nesnenin davranışını durumuna göre değiştirmesine olanak sağlar. Kullanıcı açısından, nesne sınıfını değiştiriyormuş izlenimi verir. Uygulamanın gerektirdiği doğrultuda yeni davranışlar eklenip çıkarılmasına olanak sağlar. Kullanıcı nesneler ise bu tür değişikliklerden etkilenmez. Bir grup nesnenin, gözlemciler, gözlem altındaki bir nesnede olan değişimlerden otomatik olarak haberdar olmasına olanak sağlar. Gözlem altındaki nesne, kimler tarafından izlendiğinden bağımsız olarak işlevini sürdürür. Zaman içinde yeni gözlemcilerin katılımı ya da ayrılması mümkündür. Bu sayede uygulama zaman içinde davranış değiştirebilir. Bir yordamın çözüm kalıbı olarak kullanılmasına olanak sağlar. Kalıp üzerindeki bazı işlem adımları alt sınıflar tarafından işlenmesine olası kılar. Dolayısıyla ana kalıp değişmeksizin, bazı ara adımlar değişikliğe uğratılabilir. Kullanıcılar bu değişikliklerin farkında olmazlar. Kullanıcı(nesnel) isteklerinin nesnelere dönüştürülerek işlenmesini olası kılar. Bu sayede farklı kullanıcıların istekleri nesnel kayıtlara dönüştürülerek kuyruk ya da kayıtlarda tutulabilir. Bu sayede yapılan işlemlerin geriye dönüştürülmesine de olanak sağlanır. Bir kullanıcı(nesnel) isteğinin birden fazla nesne tarafından değerlendirilerek karşılanmaya çalışılmasına olanak sağlar. kullanıcı tek arayüz üzerinden isteğini iletir. İstek zincire bağlı nesneler tarafından sıra ile ele alınarak karşılanmaya çalışılır. İstek karşılanana dek zincir üzerinde bir nesneden diğerine aktarılır. Zaman içinde zincire yeni nesneler eklenmesi ya da çıkarılması mümkündür. Kullanıcı bu tür değişikliklerden arayüz sayesinde etkilenmez. Karmaşık uygulamaların gereklerini yerine getirmek için tanımlanan sözde-dili işleyecek bir yorumlayıcı kalıbıdır. Sözde-dilin gramer kurallarını birer sınıf olarak tanımlayarak kolayca uygulanmasını sağlar. Gramer kuralları sınıflar olarak tanımlandığı için kolayca değiştirilerek geliştirilebilir. Yadigâr uygulama yazılımı içerisinde önemli roller üstlenen nesnelerin durumlarını saklamak ve gerektiğinde nesneleri geçmişteki durumlarına geri döndürmek ya da hatırlatmak için kullanılır. Kitlesel bir nesnenin(Aggragate Object) altında bulunan nesnelere, nesnelerin nasıl temsil edildiklerine ya da gerçeklendiklerine bakılmaksızın, sırasıyla ulaşılmasını sağlar. Bu sayede farklı şekilde temsil edilen nesnelere tek bir arayüz üzerinden ulaşılabilir. Aynı arayüz altında, aynı sorunu çözebilecek birçok çözüm yöntemi sınıfını saklayarak, kullanıcı nesnelerin hangi yöntemin kullanıldığından haberdar olmaksızın isteklerinin sağlanmasını olanaklı kılar. Kullanıcı nesneler aynı türden nesnelerle çalıştıklarını var sayarken, farklı davranış biçimleri ile karşılanırlar. Bileşik bir yapı üzerine yeni işlemler eklenmesine olanak sağlar. Ziyaretçi nesne bileşik yapı içindeki nesneleri tek tek ziyaret ederek gerekli bilgileri toplayıp işleyerek kullanıcıya sunar. Bazı yazarlar, yazılım tasarım örüntülerinin sorunların çözümlerini olumsuz yönde etkilediği yönünde eleştirmektedir. Bazılarına göre de, yazılım örüntüleri programla dilinde veya metodolojisindeki kısıtlamaları ve sorunları göstermektedir ve örüntüyü tespit etmek son aşama olmamalıdır. Yeni programla dillerinde bu örüntüleri gerektirecek durumları engelleyecek çözümler dilin kendisinden sağlanmalıdır. Örneğin bu görüşün taraftarları nesne yönelimli programlamaya ait olarak bilinen kavramların, daha önceki programlama dillerinde tasarım örüntüsü olarak tavsiye edilen kavramlar olduklarını, ama nesne yönelimli dillerin çıkmasıyla bu kavramların dil içinde belirsiz bir şekilde kullanıldığını ve artık bir örüntü olmadıklarını savunmaktadırlar. İzmir Kısa Film Festivali Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali ilk kez 2000 yılında düzenlenmiş ve o günden bu yana Türkiye'nin en önemli kısa film festivallerinden biri olmuştur. Festivalin, düzenlendiği İzmir kentinin tek sinema festivali olma özelliği büyük önem arz etmektedir. Her yıl uluslararası ve ulusal kategorilerde kurmaca, belgesel, deneysel ve animasyon dallarındaki kısa filmlere Altın Kedi Ödülü veren festival, yurtdışından ve Türkiye'den sinema dünyasında önemli ve isim yapmış kişileri jürisine davet ederek kısa filmin gelişimi açısından rekabete dayalı bir canlılık da getirmektedir. Yarışmalı bölüm dışında Türkiye'den ve dünyadan o yılın panoramasını çizmek amacı ile, özenle seçilmiş filmler gösterime alınmakta ve sinemaseverlerle buluşturulmaktadır. Film gösterimleri paneller, söyleşiler, sergiler ve başka etkinliklerle de desteklenmektedir. Bu açılardan Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali seyirciyle en fazla kaynaşan, kitlelere en başarılı biçimde ulaşan kısa film festivali olma özelliğini de korumaktadır.Film gösterimlerinin önemli bir kısmı filmlerin ekip ve oyuncularının da katılımıyla gerçekleşmektedir. Festival böylelikle sinemacı ve seyircileri bir araya getiren önemli bir buluşma noktası olmaktadır. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali, Türkiye'nin kısa filmcilerinin ulusal ve uluslararası platformlarda daha çok ve daha etkin bir şekilde temsil edilmesine katkıda bulunmak amacıyla çalışmalarını sürdürmektedir. Ula, Muğla Ula, Muğla'nın 13 ilçesinden birisidir. 1954 yılında ilçe olmuştur. Muğla’nın güneyinde bulunan Ula'nın doğusunda Köyceğiz, batısında Gökova Körfezi, kuzeyinde Muğla merkez ilçesi, güneyinde Marmaris ilçesi vardır. Yüzölçümü 407 km²dir. Ula merkez deniz seviyesinden 600 metre yüksekliktedir. Muğla - Ula mesafesi 15 kilometredir. Muğla - Marmaris karayolu üzerinden gidildiğinde, Ula ana yoldan 3 km içeride kalır. Ula ilçesi Muğla il merkezine en yakın ilçedir. İlçe merkezinin dört tarafı da dağlarla çevrilidir. Arazi engebeli olup %65’i ormanlarla kaplıdır. Ayrıca Türkiye'de kişi başına en çok bisiklet düşen yer Ula'dır. Bulmacalarda da kendine Muğla'nın 3 harfli ilçesi olarak yer bulur. Boğa güreşleri ve bisiklet turları da düzenlenmektedir. İlçede sağlık ocağı, hükümet konağı, askeriye, 1 banka, 2 lise, 1 pazar yeri, karakol, ilk ve orta eğitim veren okul ve kreş bulunmaktadır. Rutenyum Rutenyum, simgesi "Ru" olan, 44 atom numaralı element. Atom ağırlığı 101.07 akb, erime noktası 2250,0 °C, kaynama noktası ise 3900,0 °C olan geçiş metalidir. Oda sıcaklığında 12.2 g/cm³ olup gümüşi bir rengi vardır. 1844'te Kazan'da Karl Klaus tarafından bulunmuştur. Rusya'nın latincesi "ruthenia"dan ismi verilmiştir, platinle birlikte kullanılır. Hacim Bir cismin boşlukta kapladığı yer miktarına hacim denir. SI birim sisteminde temel hacim birimi m³: metreküp'tür. Diğer hacim birimleri bundan türetilebilir. Sıvı ve gazların hacim birimleride litredir. Hacim V sembolü ile gösterilir. Maddelerin hacimleri sıcaklık ve basınca bağlı olarak değişebilir.Bu yüzden hacim madde miktarını belirtmede güvenilir değildir. Risale-i Nur Risale-i Nur () (), ko
nu sırası takip etmeyen, güncel, İslami ve imani konularda Said Nursi tarafından 1925 yılında yazılmaya başlanmış, 24 yılda tamamlanmış kitap ve kitapçıklardan oluşan bir külliyattır. "Risale-i Nur", yaklaşık 6000 sayfadan oluşan ve ayet sırası takip etmeyen bir tefsir külliyatıdır. Ancak bu eser, tefsir çalışması dışında -inanç başta olmak üzere- ahlâki ve felsefi sorunları irdeleyen bir eserdir. Yazar, bu kitapları 20. yüzyılın düşünce dünyasını derinden etkileyen felsefi akımlar ve bilimsel gelişmeler neticesinde ortaya çıkan iman ve İslamla ilgili köklü soru ve sorunlara karşı İslamın savlarını ispat etmek amacıyla yazmıştır. Bu çerçevede yaratıcının varlığı, iman, İslam, kader, kıyamet, ahiret, peygamberlik, mucize, Kur’an'ın Allah'ın sözü oluşu gibi inançla ilgili konularda, ayrıca Mehdi, Deccâl, Mesih, ahir zaman gibi eskatolojik konularda yoğunlaşır. Yazar, ayrıca varlığın gayesini anlama veya anlamlı kılma çerçevesinde "Ben kimim?", "Nereden geldim?", "Nereye gidiyorum?" gibi sorulara İslami inançlar çerçevesinde cevaplar bulmaya çalışmıştır. "Risale-i Nur", Said Nursi'nin Kur’an'ın bir kısım ayetlerini günümüz tefsirlerden farklı olarak felsefi-teolojik bir bakış açısıyla yorumladığı eserler dizisidir. "Risale-i Nur", Kur’an'ın baştan sona tüm ayetlerini değil, özellikle imani konular "(İslam terminolojisindeki karşılığı ile kelâm)" ile ilgili 300 civarında ayetini açıklamaktadır. Yazar, kendisi tarafından ayetlere getirilen bu yorumlama metodunun diğer ayetlerin tefsirlerinde de kulanılabilecek bir altyapı oluşturmasını hedeflemiştir. Risaleler dini emir ve yasakların nasıl uygulanacağı konusundan ziyade, niçin yapılması gerektiği ile ilgili sorulara cevaplar aramaktadır. Risalelerde amellerin nasıl yapılacağına dair çok az yazı bulunur. “"Namaz niçin kılınır?"”,“"İnsan niçin yaratıldı?"”,“"Bu dünyada ne işimiz var?"”, “"Namaz niçin belli vakitlerde eda edilir?"”, “"Ahiretin varlığının mantıki örneklerle ispatı"”, “"Allah'ın varlığının delilleri nedir?"” türünden soruların cevabı verilmeye çalışılır. Risale-i Nur'un bu açıdan bakıldığında fıkıha değil, kelâma yakın kitaplar olduğu, konuları kelâmcılara benzer argümanlar ile tartıştığı söylenebilir. Said Nursi ""Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, "Risale-i Nur"u yazardı. Ben de Mevlânâ zamanında gelseydim Mesnevî'yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı, şimdi Risale-i Nur tarzındadır."" şeklinde bir ifadeyi, hayatta iken kendisi ile görüşenlerden biri nakletmiştir. Bu sözüyle "Risale-i Nur"un güncel ihtiyaçlara cevap verdiğini anlatır. "Risale-i Nur ilk olarak" Arap harfleri ile telif edilmiştir. Yazılıp çoğaltılmasında Ahmet Hüsrev Altınbaşak, Hafız Ali, Şamlı Hafız Tevfik, Tahiri Mutlu gibi talebeleri yardımcı olmuştur. Said Nursi’nin zorunlu ikamete tabi tutulduğu Isparta'ya bağlı Barla ve civarı köylerde, kendisine bağlı kişiler tarafından elle yazılmak sureti ile çoğaltılmaya başlanmıştır. Daha sonraları Said Nursi'nin izni ile başta "Asa-yı Musa" ve "Şualar" Latin harfleri ile sınırlı sayıda bastırılmıştır. 1957 yılında ise bütün külliyat Said Nursi tarafından Latin harfleri ile bastırılmıştır. Yazar, "Risale-i Nur"dan önce Kur'an'ı baştan sona tefsir etmek amacıyla orijinal hâli Arapça olan "İşaratü'l-İcaz" isimli eseri yazmaya başlamıştır. Bu eserin yazılması I. Dünya Savaşı'na denk geldiği için ancak Fatiha Suresi'ni ve Bakara Suresi'nin ilk 32 ayetinin tefsirine kadar devam etmiştir. Yazar, Kuran'ın tamamını bu şekilde 60-70 cilt olarak tefsir etmeyi düşünürken çeşitli sebeplerle vazgeçmiştir. Daha sonra 130 temel konudan oluşan "Risale-i Nur"u telif etme kararı almıştır. "Risale-i Nur" serisinden ilk olarak "Nurun İlk Kapısı"’nı yazmıştır. "Risale-i Nur", yazıldığı süre boyunca yazarı hakkında çeşitli suç isnatları ortaya çıkmış ve davalar açılmıştır. Günümüze kadar "Risale-i Nur" hakkındaki pek çok davada beraat kararı verilmiştir. Yazar, aleyhindeki kovuşturmalar, davalar veya mahkûmiyetler devam ederken Barla, Kastamonu, Emirdağ, Eskişehir, Denizli ve Afyon’da 23 yıllık süre zarfında eserlerini yazmaya devam etmiştir. 1970'lere kadar uzanan davalarda "Risale-i Nur"un avukatlığını Avukat Bekir Berk yapmıştır. Uzun süren davalar sonucunda "Risale-i Nur"un yasaklanmasına dair kararın hükmü kaldırılmıştır. Risalelerin içeriği, basımda ve bazı yayımlarda tenkit edilmiş ve mahkemelere yansımıştır. Said Nursi, şahsı ve "Risale-i Nur" hakkındaki bazı eleştirileri kitaplarında yazıp "Şualar" isimli kitabında bunlara bazı cevaplar vermiştir. Söz konusu eserde değişik mahkemelerde yargılanırken yaptığı müdafaalara yer verilmiş, devamında ise kendi anlatımıyla bütünü mahkeme heyetince de reddedilip kabul edilmeyen savcının 100'den fazla iddiası yazılıp cevap verilmiştir. Diyanet İşleri Müşavere Kurulunun 23.05.1956 günü ehl-i vukuf raporlarına istinaden Afyon Ağır Ceza Mahkemesince "Said Nursi'nin kitap ve sair evraklarının kanuni mevzuata muhalif siyasi ve idari hiçbir mahzuru görülmemiştir" kararına varılmıştır. "Risale-i Nur", 2014 yılının Nisan ayında başlayıp 28 Ocak 2016 yılında sona eren toplam 666 gün süren süre çerçevesinde bandrol yasağı engeli yüzünden basılamadı. "Risale-i Nur"u basılamaz hale getiren kanunun iptali için Cumhuriyet Halk Partisi, Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuştu. AYM de serbestçe basılması yönünde karar vermişti. Anayasa Mahkemesi 11 Haziran 2015 tarihinde Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nda yapılan değişiklikleri iptal ederek "Risale-i Nur'un" devlet tekeline alınmasının önüne geçmişti. Ancak Danıştay Dava İdareleri Kurulu da "Risale-i Nur Külliyatı"nın basım ve neşir yetkisini Diyanet İşleri Başkanlığına devreden Bakanlar Kurulu kararnamesinin yürütmesini 12 Aralık 2015 tarihinde durdurma kararı almıştı. Danıştayın kararında, “Bakanlar Kurulu kararının yasal dayanağı olan 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun 47. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinin Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilmesi karşısında, yasal dayanaktan yoksun dava konusu Bakanlar Kurulu kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır.” denildi ve 28 Ocak 2016 tarihinden itibaren "Risale-i Nur" basılmaya devam edildi. Said Nursi ve eserleri hakkında çeşitli tartışmalar meydana gelmiştir. Gerek eserlerindeki dini, sosyal ve siyasi konulardaki yaklaşımı; gerekse eğitimi ve bilgisini ilgilendiren konularda farklı yorumlar ve görüşler ortaya konmuştur. Zübeyir Gündüzalp'e göre "Risale-i Nur", Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyânın bu asırda bir mu'cize-i mâneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Prof. Dr. Şener Dilek'e göre Risale-i Nur, Kur'ân-ı Kerim'in hakiki ve mânevî bir tefsiridir. "Me'hazi, menbaı Kur'ân-ı Azimüşşan, rehberi Peygamber-i Zîşan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Çizgisi, ehl-i sünnet ve'l-cemaatin cadde-i kübrasıdır." Risale-i Nur, Kur'ân'ın içinde bulunduğumuz çağın anlayışına bir dersidir. Kur'ân hakikatleri, ilim ve tekniğin dili ile asrın idrakine uygun bir biçimde açıklanmıştır. Mantık ve muhakeme sentaksı içerisinde "temsil" metodu ile uzak hakikatler yakınlaştırılmış, dağınık meseleler sistematik bir yaklaşımla bir araya getirilmiş, en yüksek hakikatlere ulaşılmıştır. Aklın istifadesi yanında nefis, hayal, vehim, heva gibi his ve duyguların da istifadesi gözetilmiştir. "Risale-i Nur, Kur'ân'ın kudsiyetinden telemmü eder, o kutsiyeti terennüm eder." Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz'a göre Risale-i Nur kitaplarında hemen hemen bütün kelâm konularına yer verilip ayrıntılı olarak işlenmiş ve delillendirilmeye çalışılmıştır. Said Nursi, geçmiş İslam alimlerinin görüşlerinden yararlanmakla birlikte itikatla ilgili konuları Kur’an-ı Kerim'in üslubuna uygun bir şekilde incelemesiyle dikkat çeken çağdaş alimler arasında yer almıştır. Allah’ın varlığı konusunda hudûs, imkân, düzen ve fıtrat delillerini takrir edip, bunlardan düzen deliline önem vermiştir ki bu, çağdaş alimlerin de öne çıkardığı bir delildir. Allah’ın birliği konusunda temânû delilinden başka her varlığın bir türe mensup olu­şunu konu edinen bir delil de zikretmiştir. İlahi sıfatlar konusunda tekvin sıfatını ispat etmiş, haberî sıfatları ise tevil etmiştir. Peygamberlik müessesini ulûhiyetin bir tezahürü olarak yorumlamış ve mucizeyi nübüvvetin kanıtlanmasında en önemli delil, hatta modern icad ve keşiflerin ilham kay­nağı olarak görmüştür. Ahiret konusunda Kur’an ve sünnette yer alan delilleri açıkladıktan sonra insanın sahip olduğu adalet ve ebediyet duygusunu bu konuda önemli birer delil kabul etmiş, ahirete imanın insanı mutlu kıldığını, inkârın ise insanı bunalım psikolojisine sevk ettiğini vurgulamıştır. Abdülbaki Gölpınarlı'ya göre Said Nursi’nin Risalelerde kullandığı Türkçe yer yer anlaşılmaz ve Türkçe gramer kurallarına aykırıdır. Diğer taraftan, Bediüzzaman'ın Dar-ül Hikmet-ül İslamiye azası olduğu dönemde aynı kurumda vazifeli bulunan millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Said Nursi ve eserleri için şu ifadeyi kullanmıştır: "Victor Hugo'lar, Shakespeare'ler, Descartes'lar, edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman'ın bir talebesi olabilirler". Rusya'da "Risale-i Nur"un uzmanlar tarafından fonetik, psikolojik ve diğer açılardan Kaliningrad mahkemesi için yapılan incelemelerinde, eserlerin İslamı diğer din ve inançlardan üstün tutması, diğer dinleri kendileriyle mücadele edilmesi gereken inançlar olarak göstermesi, eserlerin farklı inanç mensupları arasında fitne saçan, bölücü unsur olarak değerlendirilmesine ve yasaklanması gerektiğine hükmedilmiştir. Diğer yandan karar, Rusya'da yasal olarak faaliyetlerini yürüten "Nur Bedi Kültür ve Eğitim Vakfı" tarafından AİHM'ye taşınmış, "Rusya Müftülük Konseyi"'nin, Said Nursi'nin eserlerinin İslami doktrinler ve Kur‘an eksenli olduğu, radikal içeriğinin bulunmadığı, asla şiddete çağırmamakta birlikte, dini ve etnik milliyetçilik barındırmadığı yönündeki raporu; "Rusya Müslümanlar Birliği"'nin, Said Nursi‘nin kitaplarının fanatiklik içermeyip, şiddet ve ırkçılık gibi menfi kavramların karşısında olduğu bağlamındaki raporu; "Tataristan Cumhhuriyeti Müslümanlar Birliği, Malezya İslam Üniversitesi,
Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı" ve "İslam Konferansı Örgütü" gibi yetkin kuruluşların Risale-i Nur hakkındaki olumlu görüş ve raporları mahkemeye sunulmuş, AİHM ilk etapta Rus Mahkemesinden bilirkişi olarak görevlendirilen kişilerin dini konuda uzmanlıklarının bulunup bulunmadığını sormuş, Rus yerel mahkeme bu talebi reddederek dil bilimcileri ve sosyal psikologların da görüş ileri sürebileceklerini belirtmiştir. "Risale-i Nur"un bazı kısımlarının tahrif edildiği iddiaları bazı araştırmacılar tarafından ifade edilmiştir. İddialar, Said Nursi'nin Kürtlüğü, seyyidliği ve şerifliği gibi konularla ilgilidir. Mısır'ın Kahire şehrinde 2009 yılında İslami Edebiyat Birliği tarafından düzenlenen konferansta, Ezher Üniversitesi Eski Rektörü ve dönemin Mısır Diyanet Komisyonu Başkanı Prof. Dr. A. Ömer Haşim, Said Nursi'nin tarihin kaydettiği ender şahsiyetlerden biri olduğunu, Risale-i Nur eserlerinin ihlâslı bir kalpten çıkarak doğrudan Kur’an’a dayandığı için gönüllerde taht kurduğunu ve parça parça olmuş İslam ülkelerini, dağılmış gönül ve düşünceleri bir araya getirecek, birlik ve beraberliği sağlayacak temel esasların Risale-i Nur tefsirlerinde bulunduğunu belirtmiştir. 22-29 Haziran 2013 tarihlerinde İstanbul ve Bursa'da düzenlenen 5. Uluslararası Genç Akademisyenler Konferansı'na Ürdün'den katılan Prof. Dr. Mamoun Jarrar, Risale-i Nur gibi bir eserle tanışıp okumayı nasip ettiği için Allah'a çok şükrettiğini belirterek genç akademisyenlere Risale-i Nur üzerinde çalışmayı ve derinleşmeyi tavsiye etmiştir. Dubai Din İşleri Yük. Arş. Enstitüsü'nden Prof. Dr. Abdülkerim El-Enis, bugün Risale-i Nur'un Dubai'den Delhi'ye ve Uzakdoğu'ya kadar ulaştığını ve İslam ülkelerinin başkentlerinde okunduğunu ve İslam ülkelerini fikren birleştirdiğini belirtmiştir. Lübnan İmam Ezvâ'i Üniversitesi'nden Vehibe Tumi, Risale-i Nur'un hakikatler ve İslami anlamlarla dolu olduğunu, insanın adeta kendisini bulmasına vesile olduğunu, bunun sebebi olarak da mayasının ihlâs olduğunu belirtmiştir. Konferansa İngiltere Durham Üniversitesi'nden katılan Dusmamat Kerimov, Risale-i Nur'un esas olarak Allah'ın isimlerini (Esma-i Hüsnâ) esas alarak, Esma-i Hüsnâ'nın tecellilerinin anlaşılması ile Risale-i Nur'un da kolayca anlaşılacağını belirtmiştir. Mısır Monofiye Üniversitesi'nden Prof. Dr. Zeynep Afifi, Risale-i Nur eserlerini tanıyanların onlardan ayrılamayacağını, Said Nursi'nin fikirlerinin İslam aleminde kabul gördüğünü ve bu fikirlerin dünyada da tanınması ve kabul görmesi için akademik çalışmaların çoğalarak devam etmesi gerektiğini beyan etmiştir. Hindistan Kerala Üniversitesi'nden Zeynel Abidin ise kendilerini buraya Risale-i Nur ve Said Nursi'ye olan sevginin topladığını, Hindistan'da da yapılan sempozyumdan sonra Risale-i Nur ve Said Nursi hakkında master ve doktora tezlerinin çoğalmaya başladığını kaydetti. Cezayir Üniversitesi'nden Dr. Ammar Djidal, Risale-i Nur kitaplarının aklı çirkinliklerden temizlemek için yazıldığını, sadece fikre yönelik olmayıp insana ve insanı insan kılan bütün vasıflara yönelik olduğunu belirtmiştir. Irak Selahattin Üniversitesi'nden Prof.Dr. Osman Garib, tarihte kaldığını zannettikleri ihlâsı (samimiyeti) Said Nursi'nin eserlerinde ve onları okuyanlarda canlı olarak gördüklerini, Said Nursi'nin ektiği tohumlardan bugün başakların meydana geldiğini ve bu başaklarda da binlerce yeni tohumlar bulunduğu yönünde tebliğde bulunmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da basımına başlanan Risale-i Nur Külliyatı'ndan, 20 Ocak 2014'de neşredilen İşârâtü'l-İ'câz adlı tefsirin takdim kısmındaki, Diyanet İşleri Müşavere ve Dini Eserler İnceleme Heyetinin 08.09.1959 tarihli resmi yazısı: "İlişik eserde, baştan nihayetine kadar Kur'an-ı Kerim'in Fatiha ve Bakara suresinin bir kısmının tefsirine ait bir ilim kaynağı olup, Kur'an-ı Kerim'in izahını ve hikmetlerini ve esrarlarını ve bilvesile itikadi mes'eleler de ele alınarak, muhtelif akidelere karşı akaidin hakkıyle beyan edildiği anlaşılmış ve mündericatında dini bir mahzur görülmemiş olduğunun bildirilmesi uygun görülmüştür." Prof. Dr. Mehmet Görmez ("Diyanet İşleri Başkanı)", Başkanlıkça neşredilen "Risale-i Nur" kitaplarına yazdığı takdim kısmında, "Risale-i Nur" eserlerinde, "Kur’an" ayetlerinin etkileyici bir üslup ve dil ile çağımızın anlayışına sunulduğunu ve "Bediüzzaman Said Nursi"'nin milletimizin yetiştirdiği büyük bir alim ve mütefekkir olduğunu vurgulamıştır. "Risale-i Nur" kitaplarını yazmadan önce "Bediüzzaman"'ın 60-70 cilt olarak tasarladığı (sure sırasına göre) tefsir çalışmasına başladığını ve "Birinci Dünya Savaşı" esnasında, cephede iken bu tefsirin ilk cildini meydana getirdiğini, fakat savaş esnasında Ruslara esir düşerek uzun bir zaman "Rusya"’da esir kaldığını ve bu esareti sırasında "materyalizm" ve "komünizm" gibi fikir akımlarının Müslümanlar ile Hristiyanlar üzerinde oluşturduğu sarsılmaları yakından gördüğünden bu tarz tefsir yazmaktan vazgeçerek yine "Kur’an-ı Kerim"’i esas alarak, özellikle günün inanç problemlerine çözümleri kaleme almayı tercih ettiği bağlamında beyanda bulunmuştur. Prof. Dr. Nevzat Tarhan'a göre "Risale-i Nur"'da kavramlar anlatılırken pozitif bilimlerden faydalanılmış olması önemli bir noktadır. "Bediüzzaman"'ın kitapları, dini anlamlar taşımanın yanı sıra psikolojik, sosyolojik ve felsefi boyutları da barındırmaktadır. Bilimsel bir metodoloji ile tümdengelim, tümevarım, olmayana ergi metodu, analoji, mukayese gibi mantık kurallarını ve akıl yürütme yöntemlerini de kullanan "Nursi", kanıta dayalı dini yorumlar yaparak ispatlanabilir bir maneviyat geliştirmiştir. Yeni psikolojik bilgiler ve sosyal sinirbilim verileri ile "Bediüzzaman"'ın öğretisi arasında çok yakın benzerlikler bulunmaktadır. Ölüm sonrası hayatın varlığı, sonsuzluk gibi konular, ortalama bir insanın da anlayabileceği bir seviyede anlatılmıştır. Eserlerde fen bilimleri de kullanılarak imanî gerçekleri kanıtlama yolu seçilmiş, Kur'an hakikatleri ile fenlerin ve bilimlerin ortaya koyduğu gerçeklerin arasında tenakuz bulunmadığı, Allah'ın varlığı, öldükten sonra diriliş, kadere iman gibi konular mantık ve muhakeme çerçevesinde açıklanmıştır. Tesadüfi varoluş anlayışı yerine tasarımla varoluş fikri, delilleriyle ortaya konmuş, Naturalizme karşı Mistisizm tezi savunulmuş, kainat dışında, kainat cinsinden olmayan, aşkın bir yaratıcının olması gerektiği mantıki yargılama yöntemleriyle ifade edilmiştir. Rosa Luxemburg Rosa Luxemburg (5 Mart 1871 - 15 Ocak 1919), Polonya doğumlu Alman marksist politika teorisyeni, filozof ve devrimci. 1871 yılının (bazı kaynaklara göre 1870) 5 Mart'ında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Polonya'da doğdu. Daha genç yaşlarında sosyalizmle tanıştı ve dönemin solcu gruplarında yer aldı. Daha 18 yaşındayken içinde bulunduğu gruplar ve politik görüşü yüzünden İsviçre'ye kaçmak zorunda kaldı. 1889'da Zürih Üniversitesi'ne girdi. Burada felsefe, tarih, politika, ekonomi ve matematik öğrenimi gördü, hayatında büyük etki bırakacak isimlerle tanıştı. 1890 yılında Bismarck'ın sosyal demokrasiyi yasaklayan kanunun lağvedilmesi ardından, sosyalist parlamentoya girdi. Parlamentoya giriş, dönemin sosyal demokratlarının devrimci uçtan uzaklaşmasına ve parlamentoda daha etkin olabilmek için çalışmasına neden oldu. Bu, Rosa Luxemburg'un da dahil olduğu devrimci görüş çizgisindekileri rahatsız etmekteydi. Bu sırada Zürih'te öğrenim görmeye devam eden Rosa 1898 yılında doktorasını tamamladı. Özgür bir Polonya için çalışmalarına devam etse de, onun kafasındaki tabloda Almanya, Avusturya ve Rusya'da devrim gerçekleştiği takdirde Polonya özgür olabilirdi. Bu tablo milliyetçi bir çizgi çizen Polonyalı sosyalist grupların ve Polonya Sosyalist Partisi'nin ondan daha da uzaklaşmasına neden oldu. Daha sonra bu görüşleri Rus sosyalist çevrelerle de ilişkisinin bozulmasına yol açacaktı. 1898 yılında Gustav Lübeck ile evlenerek Berlin'e taşındı, Alman vatandaşlığı kazandı. SPD'nin (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) aktif bir üyesi oldu. 1900 yılına gelindiğinde Luxemburg'un fikirleri tüm Avrupa'da sosyalist çevrelerde büyük yankı uyandırmakta, yazdığı makaleler ilgi görmekteydi. Özellikle Eduard Bernstein'in düşüncelerine getirdiği eleştiriler ile öne çıkıyordu. Alman militarizminin yükselen değer olması Luxemburg'u ziyadesiyle rahatsız ediyordu, bu konuda partiyle de ters düşmüştü. 1904 ile 1906 yılları arasında siyasi faaliyetleri ve görüşleri nedeniyle üç kez hapse girdi. Aldığı hapis cezaları onu yıldırmadı, faaliyetlerine devam etti. SPD'nin eğitim merkezlerinde Ekonomi ve Marksizm öğretmeye başladı. Savaşın başlamasıyla esen milliyetçi rüzgar SPD'nin de milliyetçi eğilime yönelmesine neden oldu, ki bu Luxemburg'un fikirleri ile tamamen tezatlık oluşturuyordu bu sebeple partiyle olan tüm ilişkisini kesti. 5 Ağustos 1914'de Karl Liebknecht ile beraber Internationale grubunu kurdu. 1 Ocak 1916'da grubun adı Spartaküs Birliği (Spartakistler - "Almanca Spartakusbund") oldu. Luxemburg, Bolşevik önder Lenin'in I.Dünya Savaşı'na karşı çıkmasını destekleyerek tüm halkların emperyalist hükümetlerine kaşı mücadele etmesi gerektiğini savundu.Almanya'da Grubun devlete karşıt tutumu yüzünden 28 Haziran 1916'da Luxemburg hapis cezasına çarptırıldı. Hapiste geçirdiği yıllarda birçok makale kaleme aldı. Özellikle Rus devrimi üzerine yazdıkları ve Bolşeviklere getirdiği eleştiriler çarpıcıdır. 1918 Kasım'ında Luxemburg hapisten çıktı. Faaliyetlerine devam etti ve Liebknecht ile birlikte Alman Komünist Parti'sini kurdu. 15 Ocak 1919'da Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Wilhelm Pieck, Freikorps tarafından tutuklandılar, Pieck kaçmayı başarırken Luxemburg ile Liebknecht yedikleri darbelerle bilinçlerini kaybettiler. Aynı gün, Luxemburg ölene kadar dövülmüş ve ölü vücudu nehre atılmış, Liebknecht de başından yediği kurşunlarla öldürülmüştü. Hipokrat Hipokrat (Yunanca: Ἱπποκράτης, "Hippokrates") (d. MÖ 460, İstanköy - ö. MÖ 370, Larissa), tıbbın babası olarak anılan İyon hekim. Hekim olan babası tarafından yetiştirilip birçok yerde hekimlik
yapmıştır. Anadolu’nun kuzey illerini gezdikten sonra İstanköy adasına dönerek hekimliğini sürdürdü. Antik İyonya’da bilimsel gelişme ve felsefe ile sımsıkı bağı olan hekimlik gözdeydi. Bu gelişme Hippokrates ile doruğa ulaştı. Kendisine göre tıbbın ilk kuralı “Primum non nocere” (Önce zarar verme!) ilkesidir. Çağdaşı Eflatun "Protagoras" adlı yapıtında Hipokrat’tan “Koslu Asklepiades” olarak bahseder. Hipokrat'ın öğrencilerini para karşılığında eğittiğini ve hekimlik alanında Polykleitos ile Phidias'ın heykelcilikte kazandığı üne yakın bir ün kazandığından bahseder. Eflatun, “Phaidros” adlı yapıtında ise Hipokrat'a değinerek onun tıbba felsefi bir yaklaşım getirmiş ünlü bir Asklepiades olduğunu ve insan vücudunu bir bütün olarak ele aldığını anlatır. Aristoteles'in öğrencilerinden Menon ise yazdığı tıp tarihinde Hipokrat'ın hastalıkların nedeni konusundaki görüşlerine özel bir yer verir. Menon’un aktardığına göre, Hipokrat'ın temel hastalık kuramı; yanlış beslenme sonucunda sindirilemeyen bazı artıkların buhar çıkardığı, bu buharların vücuttan atılamayarak hastalıklara yol açtığı şeklindedir. Hippokrates tarafından yazıldığı kabul edilen “Corpus Hippocraticum” (Hipokrat’ın Toplu Yapıtları) adlı yapıtı milattan sonra onuncu yüzyıldan kalmadır. Arap ve Avrupa tıbbına katkısı büyüktür. Bu yapıtta; batıl inançlar, büyülü şifa yöntemleri reddedilerek bir bilim dalı olan tıbbın temel ilkeleri öğretilmiştir. Hipokrat'ın çağında hekimler “Asklepiadlar” denen (hekimlik tanrısı olarak kabul edilen Asklepios adından türemiştir) loncalarda toplanırdı. Hekimlik babadan oğula geçerdi. Genç hekimler loncaya alınırken günümüzde de geçerli olan fakat bazı değişikliklerin yer aldığı ünlü “Hipokrat Yemini” ederlerdi. Eski Hipokrat Yemini’nde tıp tanrısı olarak kabul edilen Asklepios adına yemin edilirken, yeni yeminde kutsal inançlar üzerine yemin edilmektedir. Hipokrat'ın ölümünden sonra Kos Adası Hekimlik Okulu'nun bütün buluşları Hipokrat'a mal edilmiştir. Bunların tümünün değilse de büyük bir bölümünün onun buluşu olduğuna kuşku yoktur. Örneğin; bazı hastalıkları Hipokrat ilk kez tanımlamıştır, “Çomak Parmak” adlı hastalığa “Hipokratik parmaklar” denilmektedir. Çünkü ilk kez Hipokrat bu hastalığın tanımını yapmıştır. Diğer tanımladığı hastalıklar ise; "akciğer kanseri", “akciğer hastalığı”, “siyanotik kalp hastalığı”dır. Lavoçkin La-5 Lavoçkin La-5 ("Rusça: Лавочкин Ла-5, İngilizce: Lavochkin La-5") Sovyet yapımı II. Dünya Savaşı avcı uçağıdır. LaGG3'ün geliştirilmiş versiyonudur. La-5'ler Sovyet Hava Kuvvetlerinin hızlı bir avcı uçağına ihtiyaç duymasından dolayı yapılmıştır. LaGG'ler tasarım olarak iyi uçaklardı ama yeteri derecede motor gücüne sahip değildiler ve Alman uçakları karşısında zayıf kalıyorlardı. Zaten savaştan önce LaGG'lerin yapılan testlerde yetersiz bir uçak olduğu ortaya çıkmıştı. 1942'lerin başlarında Semyon Lavoçkin ve Vilademir Gorbunov adlı tasarımcılar bu uçaklara Şivetsov ASh-82 radyal motorunu taktılar. LaGG'lerdeki yekpâre tahta tasarımı değiştirmediler. İlk yapılan testler çok başarılı oldu ve bir diğer Sovyet avcı uçağı Yak-7'leri açık farkla geride bıraktı. Birkaç hafta sonra pilotların görüşünü daha da genişletmek için gövdenin arka kısmı alçaltıldı. Uçağın başarısını gören Stalin tüm fabrikalarını bu uçağı üretmekle görevlendirdi. Sonraları uçağın adı LaG-5 diye değiştirildi sonra ise La-5 diye anılmaya başlandı. La-5'ler Alman avcı uçaklarına yüksek irtifalarda yeniliyorlardı ama alçak irtifada Alman avcılarını çok rahat alt edebiliyorlardı. Genelde Doğu Cephesindeki hava savaşları 5.000 metrenini altında gerçekleştiği için Sovyet uçakları daha başarılı oluyordu. Stalingrad savunmasında başarılı oldukları için "Stalingrad'ın tahtadan kurtarıcısı" adını aldı. Sonraları La-5'lerin motorları enjeksiyonlu motorlarla değiştirildi ve bu uçaklar La-5FN adını aldı. Sonraları bu uçaklar iyice geliştirilerek La-7 oldular. La-7'ler savaş sonrası da birçok Doğu Bloku ülkesinde hizmette kaldı. McDonnell Douglas F-4 Phantom II Rus muadili Mikoyan-Gurevich MiG-21'dir F-4 Vietnam Savaşı sırasında Amerikan ordusu tarafından sığınakları ve köyleri napalm bombaları ile yakmak ve de havadan destek vermek için kullanılmıştır. Vietnam Savaşı sırasında Vietnam Halk Cephesi bunlardan sadece 9 tanesini vurmayı başarabilmişti. Bunun nedeni ise F-4 lerin çok hızlı süpersonik uçaklar olmasıydı. Oysa Vietnam Halk Cephesi'nin elinde sadece 1950'li yıllardan kalma jet uçakları vardı. Türkiye ilk olarak “Peace Diamond I”(Barış Pırlantası I) projesi ile 40 adet F-4E sipariş etmiş ve uçaklar 1974 yılında Türk Hava Kuvvetleri'ne teslim edilmeye başlanmıştır. 1977 yılında ikinci proje olan “Peace Diamond II” dahilinde 32 adet daha F-4E filoya eklenmiştir. Sırasıyla 1981 yılında “Peace Diamond III” kapsamında ABD Hava Kuvvetleri'nden 16 adet F-4E, 1984 yılı ortalarında “Peace Diamond IV” çerçevesinde yine ABD Hava Kuvvetleri’nden 14 adet F-4E ve “Peace Diamond V” kapsamında ABD hava kuvvetlerinden emekliye ayrılmış 40 adet F-4E 1987 yılında filoya katılmıştır. Türkiye’nin 1991 yılında ABD’yi Körfez Savaşı’nda desteklemesi sebebiyle “Peace Diamond VI” ile hizmetten çıkmış 40 adet F-4E daha teslim edilmiştir. ABD'nin elinde uluslararası satış taleplerini karşılayacak yeterli RF-4 olmadığından 1992–1994 yılları arasında da Alman Hava Kuvvetleri’den emekliye ayrılan 32 adet RF-4E Türkiye’ye hibe edilmiştir. İsrail Havacılık Endüstrisi (IAI-Israel Aircraft Industries Ltd.) ile 1997 yılında ortak başlatılan modernizasyon projesiyle Türk Hava Kuvvetleri envanterindeki 53 adet F-4E üzerinde yapısal güçlendirme, yeni nesil navigasyon sistemleri, HUD (Head-Up Display), HOTAS (Hands on Throttle-and-stick), MFD (Multi-Function-Display), yeni nesil radyo ekipmanı, mevcut AN-APQ 120 radarının ELTA ELO/M-2032 radarı ile değişimi sağlanmıştır. Ayrıca uçağın silah taşıma kabiliyeti yeni nesil silahlarla güçlendirilmiştir. Modernizasyon kapsamında F-4'lerin 28 uçaklık bölümü 1. Hava İkmal Bakım Merkezi Komutanlığı, Eskişehir'de, 26 uçaklık bölümü İsrail Havacılık Endüstrisi (IAI) tesislerinde tamamlanmıştır. Modernizasyondan sonra uçak F-4 2020/Terminatör adını almıştır. F-4 ler 2002'deki modernizasyonlarından sonra Türk Hava Kuvvetleri'nde 2020 yılına kadar aktif görev yapması planlanmaktadır. Ancak RF-4E / TM uçakları 2013 yılında "Işık Projesi" ile modernize (yenileştirme) edilmiştir. 24 Şubat 2015 akşamı 2 adet RF-4E uçağının Malatya'da, 05 Mart 2015 sabahı saat 09:48'de 1 adet F-4E 2020 uçağının Konya'da düşmesinin ardından, TSK envanterindeki F-4E uçaklarının yarısı düşmüş oldu. Bu durum, F-4E uçaklarının emekliye ayrılmasını tekrar gündeme getirmiştir. 11 Mart günü Muharip Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Abidin Ünal yaptığı açıklamada RF-4E tipi keşif uçaklarının 12 Mart'tan itibaren keşif uçağı olarak kullanılamayacağını açıkladı. Türk Hava Kuvvetlerindeki ilk F4 pilotlarından birisi Üsteğmen Göksel Doğan ve Yüzbaşı Ali İlker Özgüler'dir. 28 Haziran 1977 yılında kullandıkları F4-E uçağı ile radar önleme görev uçuşu esnasında Afyon Emirdağ eteklerinde hayatlarını kaybettiler. Benzer rolde, dönemde ve yetenekte olan uçaklar Ümit Davala Ümit Aydın Davala (30 Temmuz 1973, Mannheim), sağ kanat mevkiinde görev almış Türk eski millî futbolcu, teknik direktör, amatör rap sanatçısı. Ümit Davala, futbola doğduğu şehrin iki büyük takımından biri olan VfR Mannheim altyapısında 1981'de başladı. 17 yaşında ASV Feudenheim altyapısına geçti. Burada geçirdiği iki sene sonra Türkspor Mannheim'a transfer oldu. Burada iki sene boyunca yerel seviye liglerde ilk futbolculuk deneyimlerini yaşadı. 1994'te 20.000 Mark karşılığında Yeni Afyonspor'a transfer oldu. 14 Ağustos 1994'te Alanyaspor ile oynanan 2. Lig maçı ile Türkiye'deki futbol kariyerine başladı. 25 Eylül 1994'te Eskişehirspor maçında galibiyeti getiren golü kaydederek ilk golünü atmış oldu. Bu takım ile yükselme grubuna kalmayı başardı. Devre arasında yükselme grubuna kalan bir başka takım olan İstanbulspor'a transfer oldu. İstanbulspor'da kaydettiği 5 golle takımın grup ikincisi olarak 1. Lig'e çıkmasını sağlayan isimlerden oldu. 1 Ekim 1995'te Denizlispor karşısında forma giyerek ilk kez birinci seviye ligde forma giydi. 29 Ekim 1995'te ise Kayserispor'u 1-0 yendikleri maçta tek golü kaydederek, 1. Lig'deki ilk golünü attı. Ancak sezon içinde takıma gelen yeni teknik adam Herbert Neumann tarafından tercih edilmedi. Devre arasında Diyarbakırspor'a kiralanması ile 2. Lig'e geri döndü. Burada yükselme grubu play-off'larına kaldılar. Ancak final maçında Zeytinburnuspor'a 1-0 yenilerek 1. Lig'e çıkamadılar. Davala, final maçında 90 dakika forma giymişti. Davala, 1995-1996 sezonunda Fatih Terim'in Galatasaray'ın başına gelmesiyle İstanbulspor'dan transfer edildi ve buradaki performansı ile Türk futbolunun önemli oyuncularından biri durumuna geldi. Defans, orta saha ve Forvet (futbol)|forvet olarak oynayabilen Davala, bu dönemde genel olarak orta sahanın sağında oynadı ve Galatasaray'da 4 şampiyonluk ve 2000 yılında UEFA Kupası ve UEFA Süper Kupası'nı kazanma başarısını gösterdi. Galatasaray kariyeri 10 Ağustos 1996'daki Vanspor maçıyla başladı. Davala sahaya ilk 11'de çıkıp 90 dakika forma giymişti. 23 Ağustos 1998'de Kocaelispor ile oynanan lig maçında beraberliği getiren golü atarak, Galatasaray formasıyla ilk golünü atmış oldu. 12 Eylül 1996'da Constructorul Chişinau ile oynanan UEFA Kupa Galipleri Kupası maçı ile ilk kez UEFA seviyesinde bir maça çıkmış oldu. Sezon sonunda kariyerinin ilk lig şampiyonluğunu yaşamış oldu. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı Kupası maçında Kocaelispor'u uzatmalarda 2-1 yenerek kupayı kazanırlarken, Davala takımının normal süre içerisindeki golünü atan isimdi. 1997-1998 sezonunda kariyerinde ilk kez UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarında mücadele etti ve 6 maçta da sahaya ilk 11'de çıktı. 11 Şubat 1998'de Gaziantepspor ile oynanan Türkiye Kupası maçında sakatlanarak sezonu erken kapattı. Sezon sonunda Galatasaray ile bir şampiyonluk daha yaş
adı. 1998-1999 sezonunda Juventus FC ile oynanan Şampiyonlar Ligi grup maçında gol atmayı başardı. Ligi bir kez daha şampiyon bitiren Galatasaray'ın bu başarılı sezonunda 25 maçta forma giymişti. Bu sezon ilk kez Türkiye Kupası şampiyonluğu da yaşadı. 5 Mayıs 1999'da oynanan final maçı rövanşında Beşiktaş'ı deplasmanda 2-0 yendiler ve bu maçta iki golü de Davala kaydetti. 1999-2000 sezonu Galatasaray için de Davala için de unutulmaz bir sezon oldu. UEFA Şampiyonlar Ligi'de AC Milan'a deplasmanda bir gol atan futbolcu, grupların son maçında kendi sahalarında AC Milan karşısında yine forma giydi. Milan ile üçüncülük mücadelesi veren Galatasaray, 86. dakikada Hakan Şükür ile durumu 2-2 yapmıştı ancak bu sonuç Galatasaray'a yetmiyordu. 90. dakikada ise Galatasaray bir penaltı kazandı. Davala, penaltıyı gole çevirerek Galatasaray'ı Avrupa arenasında tuttu. UEFA Kupası üçüncü turunda Bologna'ya elerlerken, Galatasaray'a turu getiren gol yine Davala'dan geliyordu. 17 Mayıs 2000'de Arsenal FC ile oynanan final maçında sahaya çıktı ve 120 dakika sahada kaldı. Galatasaray'ın üçüncü penaltısını kullanan Davala başarılı oldu. Penaltılarda 4-1'lik üstünlük kuran Galatasaray, bir UEFA organizasyonunu kazanan ilk Türk takım oluyordu. Ancak bu kupa takımın tek başarısı değildi. Ligi yine birinci bitiren takım, Türkiye profesyonel lig tarihinde ilk kez 4 sene üst üste şampiyon olan futbol takımı oldu. Türkiye Kupası'nda ise Antalyaspor'u uzatmalarda 5-3 mağlup ederlerken, Davala maçın ilk golünü attı. 25 Ağustos 2000'de Real Madrid ile oynanan Süper Kupa maçında sahaya çıkarak bir kez daha bir Avrupa finali yaşadı ve rakiplerini uzatmalarda yenerek bir kupa daha kazandılar. Aynı sezon Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale kalmayı başaran takım ile Real Madrid'e bir gol de çeyrek finalin ilk maçında attı. Gruplarda da Paris Saint-Germain FC'i 1-0 yendikleri maçta galibiyeti getiren golü atmıştı. Ancak uzun bir süre sonra lig ve kupada başarılı olamadılar. 2001-2002 sezonuna da Galatasaray'da başladı. 3 lig maçında 2 gol kaydedip, UEFA Şampiyonlar Ligi elemelerinde 4 maçta 1 gol kaydetti. Galatasaray ile bir kez daha gruplara kalan futbolcu, 1 grup maçında forma şansı buldu. 2001-2002 sezonuna Galatasaray'da başlamasına rağmen Eylül ayında Serie A 2001-2002 sezonunda eski hocası Fatih Terim'in çalıştırdığı İtalya'nın AC Milan kulübüne transfer oldu. Ancak bu takımda fazla forma şansı bulamayan Davala, Terim'in görevden alınmasından sonra daha da az forma şansı bulup sezonu 10 maçta forma giyerek kapattı. Galatasaray ile Avrupa maçına çıktığı için UEFA Kupası'nda yarı finale çıkan AC Milan'ın bu başarısında forma giyememiş oldu. 2002-2003 sezonu öncesinde AC Milan'ın Dario Simic transferi karşılığında bir başka İtalyan devi FC Internazionale Milano'ya geçti. Ancak daha Inter forması giymeden Galatasaray'ın başına tekrar geçen Terim'in isteği ile eski takımı Galatasaray'a kiralandı. Burada tekrar UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarında oynama şansı yakalasa da önceki başarılarını tekrarlayamadılar. 2003-2004 sezonunda ise Bundesliga takımı SV Werder Bremen kiralanarak uzun bir aradan sonra Almanya'ya geri döndü. Burada defansın sağında oynatılan futbolcu, özellikle ilk yarıda takımın değişmez elemanlarındandı. Sezonun son haftalarında kırmızı kart cezası nedeniyle takımının şampiyonluk mücadelesinde etkili olamasa da Bremen ile Bundesliga şampiyonluğu yaşadı. Ayrıca Almanya Kupası'nı da kazanarak büyük bir başarı göstermiş oldular. Sonraki sezon Bremen'e transfer oldu ancak sakatlıklar nedeniyle düzenli olarak forma giyemedi. Kariyerindeki son Şampiyonlar Ligi maçlarına bu dönemde çıktı. 2005-2006 sezonuna DFB-Ligapokal'da, Bundesliga'nın ilk haftası ve UEFA Şampiyonlar Ligi ön elemesinde forma giyerek başlasa da geçirdiği sakatlıklar nedeniyle forma şansı bulamadı ve sezon arasında 33 yaşındayken aktif futbol hayatını sona erdirdi. 2002 FIFA Dünya Kupası'nda 3. olan Türkiye millî futbol takımında oynadı ve oldukça başarılı bir turnuva geçirdi. 2002 FIFA Dünya Kupası sırasında çok kritik maçlar olan Japonya ve Çin maçlarında attığı goller ve çeyrek finalde İlhan Mansız'ın Senegal'e attığı goldeki asistiyle bu turnuvadaki başarının en önemli oyuncularından biri oldu. 7 kez Türkiye U-21 44 kez de Türkiye A Milli olmak üzere toplam 51 kez millî formayı giymiş, bu maçlarda 6 gol atmıştır. Türkiye Futsal Teknik Direktörü Ömer Kaner tarafından 2006-2007 sezonunda kadroya alınmış ve Türkiye millî futsal takımı'nda görev yapmıştır. Ümit millî futbol takımı antrenörlüğü yapmıştır. 2008-2009 sezonu için Galatasaray'da Teknik Direktör Michael Skibbe'nin yardımcılığını yapmaktaydı; fakat 10 Ekim 2008 tarihinde Galatasaray SK yönetimi Edwin Boekamp ve Ümit Davala ile nedensiz bir şekilde yollarını ayırdı. 2011-2012 sezonundan itibaren Galatasaray'da Fatih Terim'in yardımcılığını yaptı. Fatih Terim'in Galatasaray'dan gönderilmesinin ardından 1 Ekim 2013'te istifa ettiğini duyurmuştur. Müzikle de ilgilenen Ümit Davala, 2004 yazında rap tarzında bir müzik albümü çıkardı. Ümit Davala'nın 2004 yılında rap tarzında çıkan albümün klip şarkısı Kayahan'ın şarkısı "Bir Aşk Hikayesi"'nin rap haline dönüştürülerek düzenlenmiş hali oldu. Ümit Davala'nın bu albümünün satışları yurt içinde ve yurt dışında 100 bini geçti. Yeni çıkartmayı düşündüğü albümde iki parçanın kendisine ait olacağını belirtiyor. Twin Cities Twin Cities yani İkiz Şehirler, ABD'nin Minnesota eyâletinde bulunan, Minneapolis ve St. Paul şehirlerinin ikisini birden tanımlayan terimdir. Dünya'da başka ikiz şehirler bulunuyor olsa da, en bilinenler bu ikilidir. 2000 yılında yapılan nüfus sayımına göre, ülkenin en kalabalık 15. yerleşim yeridir. Republic P-47 Thunderbolt P-47 Thunderbolt, Amerikalı yapımı bir II. Dünya Savaşı avcı-bombardıman uçağıdır. Alexander de Seversky ve Alexander Kartveli adlı Bolşeviklerden kaçan iki Gürcü tarafından tasarlanmıştır. P-47 büyük ve kaba bir uçaktır. En önemli özelliği sağlamlık ve iyi hıza sahip olmasıdır. Su enjeksiyonlu motorlara sahiptirler. Savaş sırasında Müttefikler ve Sovyetler tarafından kullanılmıştır. İlk uçuşunu 6 Mayıs 1941’de yapmış, toplam 15677 adet üretilmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası ABD askeri yardımı dahilinde toplam 180 adet P-47D gelmiştir. Uçakların tamamı 1948 yılında gelmiş ve 9., 5. ve 8. Hava Alayları’na tahsis edilmişlerdir. 1951 yılında THKv’nin reorganizasyonu neticesi “Hava Üsleri”ne geçilince P-47’ler 5.HÜ 151/152 filolar, 8.HÜ 181/182 filolar ve 9.HÜ 191/192 filolarda görev yapmıştır. Jet dönemine geçiş uçağı sayılabilecek bu uçakların ömrü oldukça kısa olmuştur. 1952’den itibaren F-84G’lerle değiştirilmeye başlanmıştır. Son P-47D 1954’de görev dışı kalmıştır. Eyalet Eyalet, çoğunlukla valilerce yönetilen ve yönetim bakımından bazı özerklikleri olan büyük yönetim birimi. Eyalet kelimesinin kökeni Arapça "wly" kökünden gelen yazılı örneği bulunmayan *iyālat إيالة "yönetim, idare" sözcüğünden türemiştir. Eyalet; Osmanlı Devleti'nin taşra örgütlenmesinde, beylerbeyi tarafından yönetilen ve en büyük olan yönetsel birimdi. ABD, Avusturya ve Avustralya gibi federal ülkeleri oluşturan ana yönetim birimlerine Türkçede eyalet denilmektedir. Kimi federatif devlet yapılarında eyaletlerin kendi özerk yönetimleri vardır. Bu yönetimlerin başında, devletlerin anayasal yapılanmalarına bağlı olarak halk tarafından seçilen başbakanlar/valiler ya da merkezî yönetim tarafından atanan valiler olabilir. Örneğin, ABD eyaletlerinin valileri halk tarafından seçilir. Avustralya eyaletlerinin valileri merkezi yönetim tarafından atanırlar. Almanya Federal Cumhuriyeti'nin eyaletlerinin başbakanları ise halk tarafından seçimle yönetime getirilir. Eyalet sistemi, özünde Osmanlı İmparatorluğu'nun temel devlet yapısı olarak yüzyıllar boyu kullanılmıştır. Son yüzyılında ise vilayet sistemi uygulanmıştır. Avrupa tarihinde "province" (vilayet) sistemleri kullanılagelmiştir. Derebey dönemlerinden kalma "province" ismi, günümüzde de kullanılmaktadır. Ancak idarî birimlerin isimleri birçok ülkede "province" (vilayet) olarak geçerken, hepsinde aynı idarî sistemden bahsedilemez. Anadolu rock Anadolu rock ya da Türk rock müziği, Türk halk müziği (türkü) ile rock müziğin birleşimi müzik türü. II. Dünya Savaşı yıllarında dünyaya gelmiş 68 kuşağı müzisyenleri, 1960'lı ve 1970'li yıllarda en ünlüleri İngiltere ve Amerika'dan çıkmak üzere müzik piyasasını kasıp kavururken, Türkiye de gelişen bu akımlardan nasibini alıyordu. Yurtdışında ilk dönemlerde Beatles, daha sonraları Rolling Stones, Led Zeppelin, Yes, King Crimson, Pink Floyd ve bu listenin uzayıp gidebileceği daha bir dolu gruplar Rock müziğinin en başta giden temsilcilerinden olmuşlardır. Bu grupların patlamasından sonra 1967-'68 yıllarında, Türkiye'de de başta Barış Manço olmak üzere, Cem Karaca, Erkin Koray, Fikret Kızılok, ve Moğollar gibi birçok grup ve müzisyen kendilerini yurt çapında üne kavuşturacak ilk 45'liklerini çıkarmışlardı ve Moğollar'ın ilk dönem klavyecisi Murat Ses'in öncülük ettiği bir akım olan Anadolu Rock’ın temelleri de yine aynı senelerde böylece atılmış oluyordu. Türkiye bu akıma çok ısınmıştı. Bu müzisyenler yurtdışındaki akımları oldukça yakından takip ediyorlardı ve farkında oldukları bir şey vardı ki bu da kendi ülkelerinin müziğinin aslında çok köklü bir geçmişe sahip olduğu ve de en önemlisi altmışlı yılların ikinci yarısında temelleri Amerika Birleşik Devletleri'nde atılmış olan psychedelic rock akımının aslında kendi ülkelerinin müziğinin özünde bulunduğuydu. Batının 68 kuşağı hippileri de doğu mistisizmine bol miktarda meraklıydı ve bu konuda bolca araştırma yapıyorlardı. Türkiye'de yaşayan müzisyenler ise zaten bu olayın içinde doğup büyümüş oldukları için bu onlar için çok büyük bir avantajdı ve bunu çok iyi değerlendirmesini bilip hem batıdaki dünyayı sallamış grupların çalışmalarından, hem de kendi ülkelerinin yerel müziğinden yararlanarak çok sağlam doğu batı sentezleri ortaya çıkarmasını bildiler. Bu da Anadolu rock müziğini ortaya
çıkardı. Sanskrit Sanskrit, (Devanagari: संस्कृत ) Hint-Avrupa dil ailesinin Hint-İran koluna bağlı en eski belgeli dilidir. Sanskrit, sözcük olarak "cilalanmış, düzenlenmiş, kusursuzlaştırılmış" manalarını taşımaktadır. Tarihçiler Sanskrit'i ilk konuşanların Hindistan, Hazar Denizi ve Ortadoğu'ya kadar yayılan çok geniş bir topluluk olduğunu öne sürer; bazıları da bu dilin hiçbir zaman dini ve ilmi çevre sınırlarını aşıp halk tarafından kullanılmadığını iddia etmektedirler. Sanskrit'i konuşanların ilk vatanları Pencap (Yukarı İndus Vadisi)tır. Burada Sanskrit'in en eski şekli olan Veda lisanı ortaya çıkmıştır. M.Ö. 2. bin yılın ilk yarısına tekabül eden dönemde, Veda dili gelişmiş, esneklik kazanmıştır. M.Ö. 1. bin yılda, Ganj Vadisine kadar yayılan Hint- Ari topluluğu bu lisanı iyice benimsemiş ve daha sonra da Prakrit denilen dil ortaya çıkmıştır. Bu arada komşu kültürlerden birçok sözcük ve kullanılış şekli de Sanskrit'e karışmıştır. İlk gramer çalışmalarını ise M.Ö. 5. yüzyılın edip ve bilginleri yapmıştır. Araştırmacılar, Sanskrit'i hakiki zenginliğine kavuşturanların "Panini" adlı edebiyat bilgininin başını çektiği bir grup olduğunda ittifak halindedirler. Ancak Panini'nin kurduğu gramer kuralları o devirde halkın hemen hemen tamamının konuştuğu Sanskrit'in Veda ve Prakit kollarından birçok yerde ayrılan bir Sanskrit'ti. Devrin aydınları önlerine çıkan bu intizamlı lisânı memnuniyetle kabullenmişlerdir. Buna rağmen halk hiçbir zaman Panini'nin gramerini benimsememiştir. Sanskrit'in asıl olarak ehemmiyet kazanması Hint kutsal metinlerinin yazılmasıyla başlar. Genellikle Devanagari harfleriyle yazılan bu metinlerin Brahmi ve Haroşti harfleriyle yazılmış olanları da vardır. Ancak hepsinde de dil olarak Sanskrit kullanılmıştır. Sanskrit dili, yapı bakımından hem çekime hem de eklemelere imkân tanıyan bir dildir. Birçok dilden farklı olarak sözcüklerin birbirlerine defalarca eklenmeleri mümkündür. Bu dilde sözcük kombinasyonları sonsuzdur. A sözcüğü, B sözcüğü ve C sözcüğüyle ABC, AABC, BCA vb. şeklinde türetilebilecek yüzbinlerce sözcük vardır ve hepsinin manaları birbirinden farklıdır. Bu yüzden Sanskrit, sözcük bakımından yeryüzünün en zengin birkaç dilinden biridir. Veda, Prakrit ve Sanskrit'in diğer lehçeleri yapı olarak %90 oranında gramer ve kelime hazînesi olarak en çok Avesta Eski Farsça ve Medce olan en eski belgeli İrani dillere, sonra da Eski Yunanca ve Latinceye çok benzemektedirler. Bu benzerlik kelimelerde görüldüğü gibi sıfat, fiil, zamirlerde de mevcuttur. Yine çoğullandırma, cisimlerin tasnifi (dişil, eril, nötr); nominatiflik, akuzatiflik, vokatiflikte, yardımcı fiillerde (pasif, aktif, kozatif, desideratif) ve zamanlarda da çok büyük bir paralellik görülmektedir. Sanskrit'in en son halinde 15'i ünlü, 37'si ünsüz olmak üzere toplam 52 harf vardır. Bunlar da kendi aralarında genizden çıkma, bükümlü gibi bölümlere ayrılmaktadırlar. Günümüzde halk tarafından kullanılmayan Sanskrit'i bilenler, bu dilden Hint tarih ve dinini araştırma alanında faydalanmaktadırlar. Moğollar (müzik grubu) Moğollar, 1967 yılında İstanbul'da kurulmuş Türk rock müziği grubu. Murat Ses ve Aziz Azmet tarafından kurulan grup 1960'lı ve 1970'li yıllarda çıkardıkları albümlerle büyük başarı sağladılar ve Anadolu rock müziğininde gelişmesinde önemli bir yer edindiler. 1967'de 5 genç müzisyen çalıştıkları gruplarda yaptıkları müziğin kendi yapmak istedikleri müzik olmadığını düşünmektedirler beraber bir grup oluşturmaya karar verirler ve Moğollar ismi ile çalışmaya başlarlar. İlk 45'likleri Eastern Love/Artık Çok Geç 1968 yılının Şubat ayında çıkar. Bu plağın hemen ardından Mektup/Lazy John adlı şarkıyı yapan grup, Haziran ayında Altın Mikrofon yarışmasına katılırlar ve Ilgaz adlı şarkı ile üçüncü olurlar. Bu başarı ve ardından çıkan 45'lik Moğollar adının daha çok insan tarafından duyulmasını sağlar. Konserler verirler. 1968 yılında tam dört tane 45'lik yayınlayan grup, 1969 yılında neredeyse tüm Türkiye'yi kapsayan büyük bir turneyle geçirir. 1970 yılında Dağ ve Çocuk/İmece adlı şarkılarını yayınlarlar. 1970 yılının ağustos sonunda grup Paris'e gider ve Paris'te , CBS firması ile üç yıllık bir anlaşma imzalar ve bir 45'lik olan Behind the dark/Hitchin adlı şarkıyı yaparlar, ayrıca "Guild international du disque" isimli bir plak şirketine bir albüm yaparlar. Bu albüm 1971 yılında "Academie Charles Cros" büyük plak ödülünü alır. Bu arada Paris'te o tarihlerde Belçika'da yaşamakta olan Barış Manço ile karşılaşırlar ve onunla çalışmaya başlarlar. Bir süre sonra Cahit Berkay Fransa'ya gider orada Engin Yörükoğlu ile buluşur, yanlarına katılan çeşitli müzisyenlerle Moğollar adı altında iki albüm ve bir 45'lik yaparlar. 1974 sonu ile 1976 yılları arasında Cahit Berkay ve Engin Yörükoğlu'nun sürdürdüğü Moğollar 1976'da çalışmalarına son verir, bu dönemden kalan en önemli albüm, Fransa'da RCA Records firmasından çıkan Hitit Sun Türkiye'deki adı Düm-Tek olan albümde Cahit Berkay'ın enstrümantal besteleri Anadolu Pop'tan Jazz rock'a doğru yönelmeyi işaretlemektedir. 1976'dan sonra yalnızca bireysel çalışmalarını sürdürür. Cahit Berkay, filim müzikleri yapar aradaki yıllarda ve grup 1976 yılında dağılır. 1992 yılında grup bir televizyon programında dinlediği Moğollar'dan etkilenen Leman dergisi çizerlerinden Kaan Ertem, ""Moğollar tekrar bir araya gelsin"" çağrısıyla bir imza kampanyası açar ve bu kampanya dahilinde 4000'den fazla imza toplanır. Cahit Berkay, Taner Öngür ve Engin Yörükoğlu arada bir bir araya gelip bu konuyu görüşürler, yeniden grubu kurmak konusunda tereddütleri vardır, ancak kampanyaya gelen mektuplar onlara cesaret verir. Yanlarına genç bir müzisyen olan Serhat Ersöz'ü de alarak, 31 Mayıs 1993'te İstanbul Cemal Reşit Rey konser salonunda verdikleri muhteşem bir konserle geri dönerler. Ardından Moğallar '94 adını verdikleri albümle tekrar müzik yapmaya başlarlar. 1967'de Silüetler'de çalışan Aziz Azmet, Tahir Nejat Özyılmazel, Murat Ses ve Aydın Daruga Vahşi Kediler grubunun basçısı Haluk Kunt'la birlikte grubu kurarlar. Kısa bir süre (yaklaşık 2 ay) sonra Selçuk Alagöz grubunda çalışan Cahit Berkay gruba katılır ve Tahir Nejat Özyılmazel gruptan ayrılır. Kısa bir süre sonra yine bir ara Selçuk Alagöz grubunda çalışmış olan ve Almanya’da Cem Karaca Apaşlarla yaptığı turneden dönen Hasan Sel Haluk Kunt'un yerini alır. İlk 45'likleri "Eastern Love/Artık Çok Geç", Şubat 68'de çıkar. Bu dönemdeki parçalarda Azmet/Ses ikilisinin, Lennon/McCartney tarzı bir çalışma beraberliği sözkonusudur. Benzeri tonaliteye, bu ikilinin Silüetler döneminde, hatta Meteorlar döneminde rastlamak mümkündür. Bu plağın hemen ardından "Mektup/Lazy John"u yapan grup, Haziranda Altın Mikrofon yarışmasına katılır ve "Ilgaz" üçüncü olur. Bu başarı ve ardından çıkan 45'lik Moğollar adının daha çok insan tarafından duyulmasını sağlar. Konserler verirler. İlginç konserlerdir bunlar; örneğin: Diskotek dergisi tarafından 3 Nisan 1968'de İstanbul Fitaş sineması'nda düzenlenen, Haramiler ve Kaygısızların da katıldığı konsere "silindir şapkaları, uzun siyah frakları ile üç keman bir viyolonsel ve bir trompet eşliğinde" çıkar Moğollar elemanları. İlk solo konserlerini ise 19 Ekim 1968'de İstanbul Fitaş Sineması'nda verirler. Yabancı şarkıların yanı sıra kendi bestelerini de seslendiren Moğollar, konserlerinde büyük ilgi görür. Ünleri İstanbul dışına çıkar, Anadolu'ya ulaşır. Aynı tarihlerde dördüncü plaklarını çıkaran Moğollar 1968'i tanınmış bir grup olarak kapatır. 1969 yılının Şubat ayında grupta bir eleman değişimi yaşanır. Aydın Daruga gruptan ayrılır, yerini Selçuk Alagöz grubunun eski davulcusu Engin Yörükoğlu alır. Moğollar 1969 yılını, neredeyse tüm Türkiye’yi kapsayan büyük bir turneyle geçirir. Bu turne sırasında yaşadıkları onların müziğinde önemli bir değişime neden olur. Turne öncesinde İstanbul'da verdikleri konserlerde kimi türkü düzenlemeleri ve halk müziği sazlarını kullanmaları ilgi görür, fakat bu turne Moğollar'ın Anadoluyu yakından tanımalarını sağlar, bu da onların tarzlarının daha belirginleşmesini gerçekleştirir ve Moğollar bu tarza bir isim verirler: Anadolu Pop. Hey dergisine bu adı seçmelerinin nedenini ve amaçlarını şöyle açıklarlar: ""...ispatlamak istediğimiz, halk müziğimizin çok sesli bir ruha sahip olması. Ayrıca folklorumuzdaki dinamizmin pop müziğin dinamiğine yakın olması. Geri kalmış popüler müziğimizin ileri teknik ve zengin folklorumuzla birleşmesiyle bir kişilik kazanması..."" Moğollar, bu açıklamayı yaptıkları tarihlerde, Anadolu Pop'un yalnızca düzenlemelerden ibaret olmadığını ve bu tarzda beste de yapılabileceğini kanıtlamak için bir 45'lik çıkarırlar: "Dağ ve Çocuk/İmece". Her iki parça da yerli melodi ve ritimlerden yola çıkılarak yapılmış bestelerdir, büyük ilgi görür. Böylece Moğollar, Anadolu Pop'un yaratıcıları, "Dağ ve Çocuk" da bestelenmiş ilk Anadolu Pop hiti olarak tarihteki yerini alır. 1970'in başında Hasan Sel ayrılır, yerine daha önce Erkin Koray dörtlüsünde bas çalan Taner Öngür gelir. Daha sonra, Murat Ses'in tipik zurna biçemli org soloları ile Moğollar, aynı çizgide yollarına devam ederler (Garip Çoban ve diğerleri). Temmuz 1970'te bir eleman değişikliği daha yaşanır, Aziz Azmet gruptan ayrılıp solo çalışmaya başlar. Ayrıca önce Bunalımlar, sonra o sıralarda yeni isim yapmaya başlayan Üç Hürel ile bir süre çalışır. Aziz Azmet'in ayrılışının nedeni grubun türkülerle fazla içli dışlı olmasına muhalefet etmesi ve başka arayışlar içerisine girmesiydi. 1972'de son 45'liğini çıkaran Aziz Azmet, 70'lerin ortalarında iş hayatına atıldı ve mali müşavirlik yapmaya başladı. 2006'da "Son Osmanlı" filminde rol alan Azmet, İz Tv'de yayınlanan "Müzikte Bir Deney: Anadolu Rock" belgeseline de katkıda bulundu. Aziz Azmet'in ayrılışı üzerine Ersen gruba katılır. Ersen'le "Ternek" 45'liğini yaparlar, ancak bu birliktelik uzun sürmez. 1970 Ağustos sonunda, Moğollar Ersen'den ayrılır ve Paris'e gider. Paris'te Moğollar, CBS firması ile üç yıllık bir anlaşma imzalar ve Murat Ses'in bes
telerinden oluşan bir 45'lik "Behind the dark/Hitchin" yaparlar (bu plak Türkiye'de İngilizce olarak listebaşı olur). Ayrıca isimli bir plak şirketine de bir albüm yaparlar. Bu albüm "Danses et Rythmes de la Turquie-d'Hier d'Aujourd'hui" 1971 yılında Academie Charles Cros büyük plak ödülünü alır. Bu ödülü bir önceki yıl Jimi Hendrix, bir sonraki yıl Pink Floyd kazanmıştır. Adı geçen plaktaki bestelerin ve gelenekselden düzenlemelerin tamamına yakını Murat Ses'in kaleminden çıkmıştır. (Kaynak: SACEM-Fransa ve MESAM-Türkiye). Bu dönemden kalan en önemli Murat Ses bestesi, "Ağrı Dağı Efsanesi"dir. Konserlerde zaman zaman 10-15 dakika kadar süren bu parçada Murat Ses'in uzun org improvizasyonlari dikkat çeker. Bu arada Moğollar Paris'te o tarihlerde Belçika'da yaşamakta olan Barış Manço ile karşılaşırlar ve onunla çalışmaya başlarlar. Kurdukları birlikteliğe "ManchoMongol" adını verirler. Barış Manço, bu konuda Hey dergisine şunları söyler o tarihlerde: ""Artık biz bir bütünüz. Ne ben Moğollar'ın şarkıcısıyım, ne de onlar benim grubum. Yepyeni bir grup olduk. Adımız MançoMongol. Kafaca anlaşan, aynı fikir seviyesine gelmiş olan bizler, yaptıklarımızın daha iyi olması için, sesimizi bütün dünyaya kuvvetlice duyurabilmek için, başbaşa vermenin zamanı geldiğini anladık."" Ancak bu böyle olmaz. Birlikte Türkiyeye dönen Barış Manço ve Moğollar, dört ay değişik yörelerde konserler verdikten sonra ayrılır. Geriye beraber yaptıkları iki 45'lik plak kalır. Bu arada Moğollar'ın Paris'te doldurdukları albüm Mart 1971'de Academie Charles Cross ödülünü alır. Türkiyede büyük yankısı olur bu ödülün. Örneğin Hürriyet gazetesi tam sayfa olarak duyurur bu haberi: "Moğollar'ın davul ve zurna ile doldurduğu plak Akademi armağanı aldı." Aynı tarihlerde, yine Paris'te CBS firmasından çıkan söz ve müzikleri Murat Ses'e ait 45'lik "Behind the Dark/Hitchin" şöyle sunulur dinleyiciye: "Pikabınızın kolunu plağın üstüne koyup dinlemeye başladığınız anda Doğu'dan gelen bir grubun varlığını anlayacaksınız. Moğollar, bir çeşit 'sitar' olan 'bağlama'yı pop müziğine iyi uygulamaları ile dikkati çekiyor. Öğütleyebileceğimiz tek şey, yalnızca Türklerin bildiği bu ritmin akışına, sihirine kendinizi bırakmanız." Barış Manço'dan ayrıldıktan sonra tekrar Paris'e dönen Moğollar, bu kez Engin Yörükoğlu'nu orada bırakarak Türkiye'ye döner. Yörükoğlu ani bir kararla, 31 Temmuz 1971'de Dominique Meraud ile evlenerek Paris'e yerleşir. Bu beklenmedik ayrılık Mavi Işıklar'ın davulcusu Ayzer Danga ile telafi edilmeye çalışılır, bir sene bu formatta gider. "Alageyik Destanı/Moğol Halayı" ve "Cigrik/Sila" 45'liği bu dönemde yapılır. Ancak Ağustos 1972'de Murat Ses gruptan ayrılır. Bu arada Selda ile bir 45'lik yapar Moğollar. Daha sonra Ersen gruba yeniden katılır. Aralık 1972'de ilginç bir olay yaşanır: Cem Karaca ile çalışan Kardaşlar, Ersen ile çalışan Moğollar solistlerini değişirler. Bu görülmedik olay Moğolların tekrar gündeme gelmesini sağlar. Cem Karaca ve Moğollar güçlü bir birliktelik oluşturmuş ve uzun sürecek bir dostluğun temeli atılmış olur. Çeşitli konser turneleri ve plak çalışmalarıyla geçen iki senelik bir zaman sonunda bu defa Taner Öngür ile Ayzer Danga Moğollar'dan ayrılır. Eskilerden bir tek Cahit Berkay kalmıştır. Bu arada Cem Karaca ve Moğollar'ın en önemli parçalarından biri "Namus Belası" çıkar piyasaya. Bir süre sonra Cahit Berkay Moğollar'ı dağıtıp Fransa'ya gider orada Engin Yörükoğlu ile buluşur, yanlarına katılan çeşitli müzisyenlerle Moğollar adı altında iki albüm ve Ali Rıza Binboğa'yla birlikte bir 45'lik yaparlar. 1974 sonu ile 1976 yılları arasında Cahit Berkay ve Engin Yörükoğlunun sürdürdüğü Moğollar 1976'da, aralarına katılan müzisyen Oğuz Abadan'ın da Türkiye'ye geri dönmesiyle çalışmalarına son verir. Bu dönemden kalan en önemli albüm, Fransa'da RCA firmasından çıkan Hitit Sun Türkiye'deki adı Düm-Tek olan albümde, Cahit Berkay'ın enstrümantal besteleri Anadolu Rock'tan Jazz Rock'a doğru yönelmeyi işaretlemektedir. 1976'dan sonra yalnızca bireysel çalışmalarını sürdürür 'Çekirdek' Moğollar elemanları. Cahit Berkay, film müzikleri yapar aradaki yıllarda. '90'larda, Cem Karaca ve Uğur Dikmen'le Rock kumpanyası adlı grubu kurar, birlikte iki albüm (Yiyin Efendiler ve Nerde Kalmıştık)yaparlar. Engin Yörükoğlu, Fransada çeşitli jazz grupları kurar, sonraları İstanbul'da Jazz Stop isimli bir kulüp açarak orada çalmaya başlar. Taner Öngür ise Dostlar (Edip Akbayram'ın eski grubu), Dadaşlar (Ersen'in 1974-1993 arasında çalıştığı grup) ve Dervişan (Cem Karaca'nın eski grubu)'da çalışır bir süre. Daha sonra Almanya'ya yerleşir. 1992'de Türkiye'ye döner, "Alarm" isimli ilk solo albümünü çıkartır. Murat Ses, Kurtalan Ekspres'le çalışır, bir ara kısa sürelerle Dostlar ve Dervişan'la çalışır, o dönemden kalan en önemli parça, Dostlar'la yapmış olduğu "Garip"tir. Daha sonra, kendi grubu Ağrı Dağı Efsanesini kurar. 1979'dan itibaren Avusturya'ya yerleşen Ses, halen orada ve ABD'de yaşamaktadır. Avusturya'da ve ABD'de, bu güne kadar sekiz solo albüm çıkarmıştır: Automaton (1990), Binfen (1995), Culduz (1999), Automaton Square (2005), Binfen 2005 Remix (2005), Electric Levantine (2006), Umami (2007) ve Beside The Sun (2010). 1992'de bir televizyon programında dinlediği Moğollar'dan etkilenen Leman dergisi çizerlerinden Kaan Ertem, "Moğollar tekrar bir araya gelsin" çağrısıyla bir imza kampanyası açar. u kampanya dahilinde 4000'den fazla imza toplanır. Cahit Berkay, Taner Öngür ve Engin Yörükoğlu arada bir araya gelip bu konuyu görüşürler, yeniden Moğollar'ı kurmak konusunda tereddütleri vardır, ancak kampanyaya gelen mektuplar onlara cesaret verir. Yanlarına genç bir müzisyen Serhat Ersöz'ü alarak, 31 Mayıs 1993'te İstanbul Cemal Reşit Rey konser salonunda verdikleri muhteşem bir konserle geri dönerler. 1994'te "Moğollar '94", 1996'da "Dört Renk", 1998'de "30. Yıl", 2000'de "Moğollar 1968-2000" ve 2004'te "Yürüdük Durmadan" albümlerini çıkarırlar. 2007 yılında Cem Karaca'nın oğlu Emrah Karaca solist olarak gruba katılır. 2008'de Utku Ünal albüm çalışmaları için 2. davulcu olarak gruba katıldı ve grup 2009'da "Umut Yolunu Bulur" albümünü çıkardı. Utku Ünal işlerinin yoğunluğundan ötürü yerini Kemal Küçükbakkal'a bırakmıştır. "Moğollar '94" albümündeki Issızlığın Ortasında şarkısı, Sivas Katliamı'nda yaşamını yitirenlere ithaf edilmiştir. 1946'da Senirkent Isparta'da doğan Cahit Berkay, müzik hayatına, 1962 yılında Siyah inciler adlı grupta başlar. 1964'te Selçuk Alagöz ün grubunda profesyonel müzik hayatına adım atmış olur. 1967 yılının sonunda katıldığı Moğollar'ın zamanla beyni oldu. Berkay; grupta akustik, elektro gitar, yaylı tambur, ıklığ, bağlama çalıyordu. Moğollar dışında bireysel çalışmalar yürüterek birçok film müziğine de imza atan Cahit Berkay, 1978'de "Fıratın cinleri", 1982'de "Kırık bir aşk hikâyesi", 1991'de "Gizli yüz" filim müzikleri ile Altın Portakal ödülünü aldı. 200'den fazla uzun metrajlı filim müziği ve birçok dizi müziğinin altında Cahit Berkay'ın imzası bulunmaktadır. 1997'de Cahit Berkay filim müzikleri albümleri serisinin birincisini yaptı. Film müzikleri Volüm 2, 1998'de; Volüm 3 ise 2001'de çıktı. 1949'da İstanbul'da doğdu. Müzik hayatına 16 yaşında Volkanlar isimli grupla Kontrabas çalarak başladı. Daha sonra sırasıyla, Meteorlar, Okan Dinçer Kontrastlar ve Erkin Koray dörtlüsü ile çalıştı. 1969 yılında Moğollar'a katılan Öngür, grup'ta Bass gitar çalıyordu 1974 yılında Moğollar'dan ayrılarak Tank isimli bir grup kurdu. Fakat bu grup fazla uzun ömürlü olamadı. Daha sonra Ersen ve Dadaşlar ile Cem Karaca Dervişan grubuyla çalışan Taner Öngür, 1980 yılında Almanya'ya gitti. Frankfurt'ta Figo Andaç ile Baba isimli bir proje üzerinde 10 sene elektronik, psikedelik deneyler yaptılar. 1991 yılında Türkiye'ye dönen Taner Öngür 1993'te Alarm isimli bir solo albüm yaptı. 2005'te 2. solo albümü Evde Tek Başına'yı çıkardı. Rock müziğinin Türkiye'deki isyanı olan Barışarock'ın hayata geçirilmesinde bireysel anlamda büyük katkıları oldu ve her yıl da olmaya devam etmektedir. Moğollar'ın dedesi olarak tanımlanan Engin Yörükoğlu, 1945'te Kahramanmaraş'ta doğdu. Müziğe 1963 yılında Gölcük'te başladı. Daha sonra Selçuk Alagöz'ün grubuna girdi. 1969 yılında Moğollar'a katılana kadar burada çalıştı. Moğollar'la gittiği Paris'te gruptan ayrıldı. Daha sonraki yıllarda Cahit Berkay ile Paris'te çeşitli çalışmalar yaptı. Ayrıca Jazz müziğine yöneldi. Çeşitli triolar ve quartetler kurdu. 1991'de Türkiye'ye dönen Yörükoğlu, İstanbul/Beyoğlu'nda Jazz Stop isimli bir Jazz ve Rock kulübü ve Bodrum'un Kızılağaç köyünde de bir restaurant işletmeye başladı. Moğollar hayranları tarafından çok sevilen dede Engin Yörükoğlu'nın ünlü çinçan solosu ise her konserde vazgeçilmez davul solosu olarak konserlerine gidenlere sunulmakta. 2007 yılında akciğer kanserine yakalanan Engin Yörükoğlu kemoterapi görmeye başladı. Moğollar grubunun 40. yılı olan 2008'de de Moğolların Dedesi olarak tanımlanan Engin Yörükoğlu, bu tedavinin devamında gümüş rengi uzun saçlarını, bıyık ve sakalını kesmeyi uygun gördü. Akciğer kanserine bağlı solunum yetmezliği sonucu 23 Nisan 2010'da Bodrum - Muğla'daki evinde hayatını kaybetti. Son yıllarını geçirdiği evi “Engin Yörükoğlu Müzik ve Sanat Evi” adıyla müzeye dönüştürüldü. Moğollar grubunun en genç elemanı olan Serhat Ersöz 1972'de Eskişehir'de doğdu. 1991'de üniversite imtihanını kazanıp Kocaeli'den İstanbul’a taşındığı zaman, Midas isimli gruba dahil oldu. Sonraları bu grupla Engin Yörükoğlu’nun jazzstop isimli kulübünde çalmaya başladığı sıralar yeniden bir araya gelmeyi düşünen Moğolların dikkatini çekti ve gruba 1993 yılında katıldı. Grupta klavye çalmaktadır. Bir süre Bilgi Üniversitesi Müzik bölümünde öğretim görevlisi olmuş ve Bulutsuzluk Özlemi'nin Yaşamaya Mecbursun albümüne katkıda bulunmuştur. Moğollar Grubunun 40. yılında genç olarak da tanımlanan Serhat Ersöz, uzun saçlarını makineyle alıp kuaförde kestirdi (2008). 1976 doğumludur. Grubun solistidir, en yeni üye olarak 2008'de katıldı. Cem Ka
raca'nın oğludur. San Remo Konferansı San Remo Konferansı, I. Dünya Savaşından sonra, 18-26 Nisan 1920'de, Osmanlı topraklarının paylaşılması ve Osmanlı ile yapılacak olan Sevr Antlaşması'nın şartlarını hazırlamak için, İtalya'nın Sanremo şehrinde toplanan milletlerarası konferans. Birleşik Krallık Başbakanı Lloyd George, Fransa başbakanı Alexandre Millerand, İtalya başbakanı Francesco Nitti ile Japonya, Yunanistan ve Belçika temsilcilerinin katıldığı konferansta I. Dünya Savaşı'ndan mağlup olarak çıkan Osmanlı Devleti topraklarının ve Orta Doğu petrollerinin paylaşılması görüşüldü ve Sevr (Sévres) Antlaşması'nın son biçimi tespit edildi. Mareşal Ferdinand Foch başkanlığında 19 Nisan günü toplanan askeri komitenin görüşlerini alan konsey barış şartlarını belirlemek için çalışmaya başladı. Konferansta Kürt meselesi, boğazlar ve Osmanlı'nın borçları görüşüldü. Osmanlı borçları için konferansa katılan devletler bir komisyon kurdu. Konferans sırasında hiçbir Türk yetkiliye söz verilmedi. Osmanlı Heyeti'nden Galip Kemali bey bir muhtıra vererek İzmir, Adana, Erzurum, Trabzon bölgelerinde Müslüman Türk'ün çoğunlukta olduğunu hatırlatıp, kararlar alınırken göz önünde bulundurulması gerektiğini bildirdi. ABD Başkanı Wilson konferansta alınacak kararların adil olması gerektiği üzerinde durdu. Öte yandan Lloyd George kesinleştirilen kararların gerekirse zorla kabul ettirileceğini söyledi. Yunanistan Başbakanı Venizelos Anadolu'nun işgali için daha sert olunması gerektiğini belirtti ancak öncelikli meseleler nedeniyle bu fikir şimdilik kabul edilmedi. Konferansta ayrıca Birleşik Krallık ile Fransa arasında bir petrol anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Musul'un Birleşik Krallık'ın Irak manda bölgesine dâhil edilmesi, Fransa'ya Irak petrollerinden %25 hisse verilmesi ve petrol taşıma kolaylıkları tanınması sağlandı. Almanya ile Fransa arasındaki meselelerin de ele alındığı konferansta Almanya ordusunun büyütülmemesi gerektiği kararlaştırıldı. San-Remo Konferansı'nda Osmanlı Devleti'nin Asya ve Kuzey Afrika'da bulunan Arap toprakları üzerindeki bütün haklarından vazgeçmesi, bağımsız bir Ermenistan ile özerk bir Kürdistan'ın kurulması kararlaştırıldı. Ayrıca Osmanlı Devleti'nin eski Suriye topraklarında iki "A tipi manda" teşkil edilerek Suriye ve Lübnan'ın Fransa, Filistin'in ise Birleşik Krallık'ın idaresine bırakılması Irak topraklarının da Birleşik Krallık'ın mandasına girmesi kararlaştırıldı. Teşkil edilen A tipi manda idaresi, söz konusu ülkelerin bağımsız sayılmasını, kendini idare edebilecek siyasi olgunluğa erişinceye kadar manda otoritesi altında kalmasını öngörüyordu. Ayrıca İzmir ve Trakya Yunanistan'a bırakılacak, Adana ile Antalya ve gerisindeki topraklar ise İtalya ve Fransa'nın etkin olacağı bölge olarak tayin edildi. Boğazlar için yönetim işlerini takip edecek ve güvenliği sağlayacak iki komisyon kuruldu. Boğazlar her zaman ticari ve savaş gemilerine açık tutulacaktı. Konferans tamamlandıktan sonra Osmanlı'nın son bulması bütün topraklarının paylaşılmasını öngören bu maddelere Osmanlı Heyeti itiraz etti. Sadece Damat Ferit Paşa teslimiyetçi bir tavır takınarak maddelere sıcak baktı. Halk ise bu maddelere hükümetten daha fazla tepki gösterdi. İstanbul, Sultanahmet'te mitingler düzenlendi. 22 Temmuz 1920 günü devlet erkanı meseleyi görüşmek üzere toplandı. Toplantıya Padişah Mehmed Vahdeddin, Damat Ferit Paşa, Abdülmecid Efendi, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi ve diğer devlet görevlileri katıldı. Görüşmelerde çıkan kararların kabul edilmesi sonucunda Osmanlı'nın hiç değilse Anadolu'da varlığını sürdürülebileceği aksi takdirde ise Osmanlı'nın tamamen yok olacağı görüşü ağır bastı. Küçük itiraz sesleri üzerine Damat Ferit Paşa "Kimdir bugün cesaret edip de bu devlet mahvolsun diyecek" sözleri üzerine o cılız ses de kesilmişti. Bundan sonra Padişah Vahdettin kararlara imza etme taraftarlarının ayağa kalkmasını red düşüncesinde olanların ise yerinde oturmasını isteyince heyetin tamamı ayağa kalktı. Sadece Ferik Rıza Paşa çekimserliğini ifade etmişti. Mirsaid Sultangaliyev Mirsaid Sultangaliyev (13 Temmuz 1892; Elimbetova, Başkurdistan - 28 Ocak 1940; Kazan, Tataristan ÖSSC), Orta Asya'daki Türk halklarını birleştirerek sosyalist bir Türkistan devleti kurmak istemiş Tatar lider ve düşünce adamı. Ulusal komünizmin fikir babası ve kurucusudur. Sultangaliyev, öğretmen olan Mir Said Haydar Galiyev'in 12 çocuğundan biri olarak 13 Temmuz 1892 tarihinde, Başkurdistan'ın Sterlitamak şehrinin Kırımsakalı kasabasına bağlı Elimbetova köyünde dünyaya geldi. İlk eğitimini doğduğu köyde alan Sultangaliyev 1907'den itibaren Kazan’da Tatar Pedagoji Enstitüsü’nde eğitimine devam etti. 1912 yazında Moskova'da Yaz Pedagoji kurslarına gitti. Tatar köylerinde öğretmenlik yaptı. Bir süre Ufa'da belediye kütüphanesinde çalışan Sultangaliyev, sonraları Ufa, Kazan, Bakü gibi çeşitli şehirlerde gazetecilik yaptı. Bakü'de Mehmet Emin Resulzade'nin çıkardığı "Açık Söz"'de çalıştıktan sonra Menşeviklerin yayınladığı "Bakü" gazetesinde "Müslüman dünyasından haberler" köşesini hazırladı. 1917 Şubat Devrimi sırasında Bakü'deydi. Yine bu dönemde pek çok yabancı eseri Tatar Türkçesine çevirdi. Çeşitli edebi çalışmalara bulundu. Bu edebi çalışmaların pek çoğu zamanın gazetelerinde yayımlandı. Şubat Devrimi sonrası 1 Mayıs 1917'de düzenlenen Bütün Rusya Müslümanları Kongresi'ne çağrılan Sultangaliyev kongreden aldığı Müslüman Kongresi Yürütme Komitesi Sekreterliği görevi sonrası Moskova'ya sonra da Kazan’a geçti. Kazan'da ünlü Tatar Bolşevik Molla Nur Vahidov'un başkanlığındaki Müslüman Sosyalistler Komitesi'ne (MÜSKOM) katıldı. Böylece o döneme kadar Menşeviklerle birlikte yer almış olan Sultangaliyev Bolşevik saflara geçmiş bulunuyordu. Vahidov’un yardımcılığı dahil çeşitli görevler üstlendiği MUSKOM'un programı kısaca şöyleydi: Şubat Devrimi'nden sonra Rusya'da kurulan SR Kerenski önderliğindeki Geçici Hükümet ile Tatar-Türk Menşevikler arasında sorunlar çıktı ve Haziran-Temmuz aylarında Tatar-Türk Menşeviklerin Kazan'da düzenlemek istedikleri çeşitli toplantılar yasaklandı. Geçici Hükümet tarafından katılanların cezalandırılacağı açıklanan toplantı ve kongreler şunlardı: 21 Haziran 1917: Rusya Müslümanları 2. Kongresi 17 Temmuz 1917: Rusya Müslümanları Askerleri Kurultayı 18 Temmuz 1917: Rusya Müslüman Din Adamları Kurultayı Tatar-Türk Menşevikler arasında büyük hayal kırıklığı yaratan bu yasaklamalara rağmen Rusya Müslümanları 2. Kongresi gecikmeli de olsa Temmuz ayında gerçekleştirildi. 2. Kongre'yi örgütleyenlerden birisi Sultangaliyev'di ve kurultayla ilgili haberleri "Kazan Sesi" gazetesi için hazırlamakla da görevliydi. Menşeviklerin yasakçı tavırları ve Vahidov'un çabalarıyla 2. Kongre ile birlikte Tatar sosyalistlerinin önderliğini Bolşevikler elde etti ve MUSKOM'un etkinliği ve gücü arttı. Sultangaliyev Rus Bolşevikleriyle ilk tartışmasını 2. Kongre'nin akşamı Kazanlı Bolşeviklerin lideri Grassis ile yaşadı. Grassis kongrede Bolşeviklerin üstünlüğü ele geçirmesinden memnundu ancak Vahidov ve Sultangaliyev'i "milliyetçilik yapmak"la ve "enternasyonalizme inanmamak"la suçluyordu. Böylece Kazan'da Rus Bolşeviklerle Sultangaliyev ve Vahidov önderliğindeki Tatar Bolşevikler arasında mücadelenin fitili de ateşlenmiş oldu. 26 Ekim 1917'de Kazan'da yönetimi Bolşevikler ele geçirdi. Kazan'ı yönetecek 20 kişilik bir REVKOM (Devrim Komitesi) oluşturuldu ve tek Tatar üyesi Vahidov'du. 3 Kasım 1917'de yenilenen Kazan REVKOM'un 14 üyesi arasında Vahidov artık yer almamaktaydı. Birkaç gün sonra ise Kazan'daki Sovyet iktidarı netleşti ve SOVNARKOM (Halk Komiserleri Konseyi) kuruldu. 11 üyeli bu konseyde Vahidov yer almıyordu ancak Sultangaliyev Eğitim Halk Komiseri olarak görev almayı başarmıştı. Sultngaliyev'in Bolşeviklerle açık bir toplantıda ilk tartışması ise 22 Şubat 1918'de Ural Sovyetleri 3. Kongresi'nde gerçekleşti. O dönem nüfusunun %65'i Tatar ve Başkurtlardan oluşmaktaydı, ancak yönetimde ağırlıklı olarak Ruslar yer almaktaydı. Sultangaliyev bu duruma 3. Kongre'de karşı çıktı ve Tatarların da Lenin'in evrensel ilke olarak belirlediği "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı"na sahip olduğunu öne sürerek bir referandum istedi. Referandum kararı alındı ancak oy kullanma hakkı sadece proletarya temsilcilerine verildi. Sultangaliyev'e göre, Tatar ve Başkurtlar ağırlıklı olarak köylerde yaşadığı için böyle bir referandumu Rusların kazanacağı açıktı. Bunun üzerine Sultangaliyev yaptığı konuşmada "Müslüman Halklar proleter halklardır" diyerek referandumda bütün Tatar ve Başkurtların oy hakkına sahip olması gerektiğini savundu. Diğer delegeler ise "proleter halklar" kavramının Marksizme ve Bolşevik düşünceye uygun olmadığını öne sürerek Sultangaliyev'e karşı çıktı. Sultangaliyev'in ilerleyen süreçte olgunlaştırıp Marksizmi eleştiren bir içerik katacağı "proleter halklar" kavramı ilk kez bu şekilde ifade edilmiştir. 17 Ocak 1918'de Stalin'in başında bulunduğu NARKOMNATS'a (Milletler Halk Komiserliği) bağlı MÜSKOM (Müslüman Komiserliği) kuruldu ve başkanlığına Vahidov getirildi. Sultangaliyev de MÜSKOM'un Kazan temsilcisi oldu. MÜSKOM'un kuruluş amacı Tatarlar başta olmak üzere Rusya içindeki Türk halklarını Bolşevik Devrime kazanmaktı. Adeta özerk bir parti gibi eyalet ve il örgütleri kurmaya başlayan MÜSKOM kısa sürede yayıldı ve 8 Mart 1918'de Moskova'da Rusya Müslüman Emekçileri Konferansı'nı düzenledi. Konferansta Müslüman Sosyalist-Komünist Partisi isimli bir parti kurulmasına karar verildi. Bu partinin amacı Bolşevik Parti'ye henüz üye olarak kabul edilmemiş Türk Halklarından sosyalistleri örgütlemek ve Bolşevik yapmaktı. Konferansın bir diğer kararı da Müslüman askerlerden oluşan ve Kızıl Ordu'ya bağlı oluşturulacak bir Müslüman Kızıl Ordu kurulmasıydı. Lenin başta olmak üzere pek çok Bolşevik lider, MÜSKOM sayesinde Türk Halkları arasında Bolşevik örgütlenmenin hızla yayıldığını gördü ve MÜSKOM'un çeşitli talepleri kabul edildi: Troçki komutanlığındaki Kızıl Ordu ile Çarlık yanlısı Beyaz Ordu arasında
ki İç Savaş'ın kızıştığı bir dönemde MÜSKOM'un bu taleplerinin kabul edilmesi pek çok Menşevik Tatarın Bolşeviklerin yanına geçmesini sağladı. 23 Mart 1918'de NARKOMNATS, Çarlık döneminde ayrı eyaletlerde yaşamış Tatar ve Başkurtların Tatar-Başkurt Cumhuriyeti'nde birleştirilmesi kararını verdi. Sultangaliyev bu kararın Rusya'daki bütün Türk halklarının tek bir Turan Cumhuriyeti çatısı altında birleşmesinin ilk adımı olarak görmekteydi. İç Savaşın kızışması nedeniyle bu karar hiçbir zaman fiilayata geçmedi. Mayıs 1918'e gelindiğinde Sultangaliyev komutasındaki Müslüman Kızıl Ordu 50 bin kişilik bir kuvvete ulaşmıştı ve Urallar civarında Beyaz Ordu generallerinden Kolçak'a karşı savaşan V. Kızıl Ordu'nun %75'ini oluşturmaktaydı. Aynı dönemde Vahidov MÜSKOM örgütlenmesini Rusya çapında yaygınlaştırmayı başarmış ve Türk Bolşeviklerden oluşan bir çekirdek kurmuştu: Sultangaliyev ve Galimcan İbrahimov (Tataristan), Veli İbrahimov (Kırım), Turar Rıskulov ve İsmail Sadvokasov (Kazakistan), Necmettin Samurski (Dağıstan), Neriman Nerimanov (Azerbaycan), Feyzullah Hocayev ve Ekmel İkramov (Türkistan). Anadolu'dan gelmiş olan Mustafa Suphi de aynı dönemde MÜSKOM yönetimine katıldı ve yayın organı "Yeni Dünya" gazetesini çıkarmaya başladı. Sultangaliyev 23-31 Mayıs 1918 tarihleri arasında Rusya Müslüman Öğretmenler Kongresi'ni düzenledi ve kongrede Türk halkları arasında Bolşevik kadrolar yetiştirmek için Müslüman Bilim Kurulu isimli bir akademi kurulması kararı alındı. Kazan'da bir Müslüman Üniversitesi, Doğu Müzesi ve Merkez Müslüman Kütüphanesi kurmak için çalışmalar başlatıldı. Sultangaliyev, Vahidov ile birlikte 8 Haziran 1918'de Müslüman Kızıl Ordu'ya subay yetiştirmek için Müslüman Subay Akademisi'ni kurdu. 17-23 Haziran 1918 tarihleri arasında Kazan'da Müslüman Komünistleri Birinci Konferansı'nı düzenlediler ve kongrede Müslüman Komünistleri Bolşevik Partisi'nin kuruluş kararı alındı. Rus Komünist (Bolşevik) Partisi'nden özerk olarak çalışacak bu yeni partinin Vahidov başkanlığındaki 11 kişilik Merkez Komitesi içinde Sultangaliyev de yer aldı. 6 Ağustos 1918'de İç Savaş'ın dönüm noktalarından biri yaşandı ve Sibirya'dan Moskova'ya doğru ilerlemekte olan Kolçak komutasındaki Beyaz Ordu Kazan'ı ele geçirdi. Kazan'da tutunamayan Kızıl Ordu'nun Moskova'ya kadar geri çekilmesi söz konusuydu. Vahidov Kazan'daki çatışmalar sırasında tutuklandı ve 19 Kasım 1918'da kurşuna dizildi. Müslüman Kızıl Ordu'nun komutasını devralan Sultangaliyev Kazan'a bir karşı saldırı gerçekleştirdi ve 10 Eylül'de şehri tekrar ele geçirdi. Böylece Sultangaliyev Beyaz Ordu'nun Moskova'ya yürüyüşünü durdurmuş oluyordu. Kolçak'a karşı savaşan V. ve II. Kızıl Ordu'nun komutanı Frunze, bu zafer üzerine şu açıklamayı yaptı: "Siz Türkler ihtilalin en güvenilir askerleri olduğunuzu kanlı mücadele sahalarında ispat ettiniz."Frunze, daha sonra Türkiye'ye Sovyet Büyükelçisi olarak gidecek ve o dönemde de Mustafa Kemal Paşa'ya şöyle diyecektir: "Beyaz Ordu'ya karşı Türklerle omuz omuza savaştık." İç Savaş sonrası Rusya'daki Bolşevik iktidarın yavaş yavaş tesis edildiği dönemde Sultangaliyev, Vahidov'un bütün görevlerini üstlendi Müslüman Komiseri görevine getirildi. Böylece Sultangaliyev hem İç Savaş'ın tanınmış komutanları arasında yer almış hem de Rusya çapında yetki sahibi tanınmış bir Bolşevik yönetici haline gelmiş oluyordu. 1919'dan itibaren Sultangaliyev Rusya'daki Müslümanların fiili ve resmi önderi konumundaydı. MÜSKOM'un o dönem 26 şehirde şubesi bulunmaktaydı ve Türkçenin 4 ayrı lehçesinde basılan 10 farklı gazete çıkarmaktaydı. Müslüman Kızıl Ordu'nun mevcudu da 200 bini aşmıştı. O dönemde Kızıl Ordu'nun toplam asker sayısı ise 1 milyona ulaşmıştı. Ancak Rusya'daki Müslüman Bolşeviklerin özerk örgütlenmesi Stalin'in müdahaleleriyle yavaş yavaş tırpanlanmaya başladı. Sultangaliyev ise özerkliği korumak için Politbüro'ya direnişe geçti ancak süreci engelleyemedi. 19 Ekim 1918'de MÜSKOM'un yerel örgütlerinin Moskova'daki Müslüman Komiserliğine, yani Sultangaliyev'e değil bulundukları bölgelerdeki Bolşevik Parti örgütlerine bağlanması kararı çıktı. Bu kararı değiştirmek isteyen Sultangaliyev 5 Kasım 1918'de 1. Müslüman Komünistleri Kongresi'ni topladı. Kongrede Stalin ile açık bir tartışmaya girişti ancak istediği kararların çıkmasını sağlayamadı. Stalin'in isteği üzerine Kongre, Müslüman Komünist Partisi'ni lağvetme ve en küçük atölye hücresine varana kadar Rusya Komünist (Bolşevik) Partisi'ne bağlama kararı aldı. MÜSKOM da lağvedildi ve Sultangaliyev'in rütbesi Tatar-Başkurt Komiserliği olarak ilan edildi. Böylece Sultangaliyev Rusya'daki bütün Müslümanların değil sadece Tatar ve Başkurtların lideri konumuna indirilmiş oluyordu. 18-23 Mart 1919 tarihleri arasında toplanan Bolşevik Parti 8. Kongresi'nde ise Sultangaliyev'in bütün karşı çıkışına rağmen ulusal komünistlerin tümünün kaldırılması kararı alındı. Stalin'in başkanı ve Sultangaliyev'in başkan yardımcısı olduğu Müslüman Örgütleri Merkez Bürosu'nun ismindeki Müslüman kelimesi de çıkarıldı ve büro Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu'na dönüştü. Müslüman örgütlenmenin resmen lağvedilmesi üzerine Sultangaliyev Nisan 1919'da gizli bir örgütlenme başlattı. Bu örgütün ismi net değildir; kaynaklarda Erk Partisi, İttihat ve Terakki Partisi, Türkistan Sosyalistleri Partisi gibi farklı isimler geçer. Sultangaliyev yıllar sonra sorgusunda verdiği ifadede Turan Sosyalist İşçi Köylü Partisi isimli bir parti vasıtasıyla SSCB'den bağımsız Turan Demokratik Halk Cumhuriyeti'ni kurmak istediklerini söyleyecektir. Sultangaliyev, Marksizmi ve Bolşevik düşünceyi eleştiren fikirlerini derli toplu ilk olarak bu dönemde kaleme döktü. Editörlüğünü yaptığı "Milletlerin Hayatı" isimli dergide "Sosyal Devrim ve Doğu" makalesini yayınladı. Devrimin o dönem Bolşevik liderlerde hakim olan görüşteki gibi Batıya değil Doğuya doğru yayılmasını savunan bu makalesi büyük tartışma yarattı ve Sultangaliyev'e yönelik "milliyetçi" olduğuna dair eleştiriler Bolşevik Parti yöneticileri tarafından açıkça ifade edilmeye başladı. Nitekim 3 bölüm halinde yayınlamayı planladığı makalesi sansürlendi ve son bölümü dergide yer almadı. Sultangaliyev, benzer görüşleri Aralık 1919'da Lenin'in de izleyici olarak katıldığı Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu II. Kongresi'nde de dile getirdi. Batı işçi sınıfının artık devrimci olmadığı, Bolşevik Devrimin enerjisini ve dikkatine Doğu halklarına yöneltmesi gerektiğini savunduğu konuşması büyük yankı yarattı. Sultangaliyev, Bolşevik liderliğe yönelik bu eleştirel görüşleri nedeniyle yavaş yavaş gözden düşmeye başladı. Nitekim Eylül 1920'de Bakü'de düzenlenen Doğu Halkları Kurultayı'na katılması engellendi. Halbuki, kurultayı ilk öneren, planlayan ve örgütleyen Sultangaliyev'di. Sultangaliyev'in görüşlerini destekleyen pek çok delege olmasına karşın Kurultay'da Radek, Zinoviyev ve Béla Kun gibi ünlü Bolşevik liderler ağırlığını koydu ve ""Doğu halklarının kurtuluşunun sadece Batı proletaryasının zaferine bağlı olduğu"" kararı çıkartıldı. Bakü'deki Kurultay'ın hemen ardından Ekim 1920 tarihinde Müslüman Kızıl Ordu da lağvedildi ve 300 bine yaklaşan bu büyük askeri güç Kızıl Ordu içinde eritildi. Sultangaliyev'in yetkileri Moskova merkezli küçük bir büronun yöneticiliğine indirildi. Ancak Sultangaliyev pek çok yetkisinin alındığı bu dönemde yine de Bolşevik Parti içindeki mücadelesini sürdürmeye kararlıydı ve Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (KUTV) isimli bir parti okulunun kurulmasına önayak olmayı başardı. Dünyanın dört bir tarafından devrimcinin eğitim göreceği bu okulda ders verecek 20 kişiden ve yönetici üç kişiden biriydi. KUTV'de eğitim gören pek çok isimden en ünlüleri şunlardır: Vietnam Devrimi'nin lideri olacak Ho Chi Minh, Çin Devrimi'nin önemli isimlerinden Liu Şao Çi, Türkiye'den Nâzım Hikmet ve Şevket Süreyya. Yetkileri budanmasına karşın Sultangaliyev Rusya'daki Müslümanların ve Türk halklarının ulusal haklarının korunması için elinden geleni yapmaya devam etti ve 1921-1922 yıllarında önemli kazanımlar elde etmeyi başardı. Bunlar, Ocak 1921'de Kırım'ın özerkliğini kabul ettirmek ve Tataristan'ın resmi dilinin Rusçanın yanı sıra Tatarca olmasını da sağlamaktı. Yüksek Sovyet Milletler Meclisi'nin 25 Nisan 1922 tarihli toplantısında özerk cumhuriyetlerin yalnızca millî kimlikleri, eğitimleri ve konuştukları diller açısından değil ekonomik açıdan da özerk olması gerektiğine dair önerisini kabul ettiremedi. 22 Aralık 1922'de Sovyetler Birliği'nin kuruluşun ilan edildiği 10. Sovyet Kurultayı'nda ise Sultangaliyev'i bir başka çetin mücadele bekliyordu: O dönem Rusya'ya bağlı özerk cumhuriyetler olan Tataristan, Başkurdistan ve Türkistan'ı SSCB'nin kurucu devletlerinden biri olarak kabul ettirmek. Ancak başarılı olamadı ve ilan edilen dört kurucu devlet şunlar oldu: Rusya, Beyaz Rusya, Ukrayna ve Kafkas Federasyonu. Bu karara şiddetle itiraz eden Sultangaliyev şu önemli konuşmayı yaptı:"Tarihsel olarak Türkler, Ukraynalılardan kat be kat köklü bir millettir. Türklerin üzerinde yaşadığı yüzölçümü ve Türklerin nüfus yoğunluğu Ukraynalılarla karşılaştırılamayacak düzeydedir. Kurucu devlet olarak yalnız bahsi geçen dört ülke belirlenecekse, bu bir tek Türklerin özerkliğe sahip olmayacağı anlamına gelecektir. Çarlık döneminde bile Türklerin daha çok hakkı vardı."Sultangaliyev Kongre'yi ikna edemedi, hatta Bolşevikleri Çarlık döneminde bile geri olmakla suçlaması şimşekleri üstüne çekmesine neden oldu. Stalin'in Kongre'deki konuşmasında açıkça "milliyetçi" olarak suçlanınca Sultangaliyev artık geri dönüşü olmayacak bir süreci başlatan şu cümleleri kurdu: "İç cebimde parti kartı taşırken ben bu eşitsizliği hak eden biri değilim. Siz SSCB kurma fikrini bozmak yolundasınız, Yoldaş Stalin. Sizin teklif ettiklerinizin hepsi, Lenin'in önünde göz boyayarak anlatılmış bir ikiyüzlülükten ibaret!"Sultangaliyev bununla da yetinmedi ve Lenin'in hasta olduğu için katılmadığı Kongre'nin kararlarını Lenin'e götürerek onun da fikrini almayı önerdi. Stalin'in yanıtı çok sert old
u ve Sultangaliyev'i parti düşmanlığıyla suçladı. Nitekim Sultangaliyev bu kongreden 15-20 gün sonra bütün yöneticilik görevlerinden alındı. 25 Nisan 1923 tarihinde toplanan 12. Parti Kurultayı'nda Stalin'e yönelik eleştirilerini daha da sert bir biçimde dile getirince 4 Mayıs 1923'te tutuklandı. Moskova'daki Lyubertsi hapishanesine götürüldü ve 45 gün boyunca bir hücrede kapalı kaldı. 9 Haziran 1923'te Politbüro Sultangaliyev'e verilecek cezayı belirlemek için pek çok Bolşevik Müslüman kadronun da katıldığı geniş bir toplantı gerçekleştirdi. Stalin toplantıda Sultangaliyevciliğin milliyetçilik olduğunu ve Bolşevik Devrim için önemli bir ideolojik tehdit haline geldiğini söyledi. Toplantıda Sultangaliyev'in parti üyeliğinden çıkarılması kararı alındı ancak idam önerisi bizzat Stalin'in karşı çıkması nedeniyle "Ekim Devrimi sırasındaki hizmetleri göz önünde bulundurularak" reddedildi. Bir görüşe göre Stalin, Sultangaliyev'in gizli örgütlenmesini de açığa çıkarmak için serbest bırakılmasını istemişti. Sultangaliyev idamdan kurtulmuştu ancak Rus Gizli Servisi'nin (o dönemki adıyla GPU) izlediği bir muhalifti artık. Bütün yetki ve görevlerinden alındığı gibi bir süre iş de bulamadı. Editörlük ya da çevirmenlik için başvurduğu hiçbir dergi veya gazeteden olumlu bir yanıt alamadı. Demiryollarında hamallık yaparak hayatını devam ettirdi. Bu süreçte suçsuzluğunu öne sürerek partiye tekrar kabul edilmesi için yaptığı başvuruların tümü Stalin tarafından reddedildi. Resmi hiçbir göreve sahip olmayan Sultangaliyev bu dönemde Türk komünistleri arasındaki gizli örgütlenmesini gevşetmekle birlikte hiçbir zaman tamamen lağvetmedi ve fikirlerini kaleme almaya öncelik verdi. 1924'te ""Asya ve Avrupa Halklarının Sosyo-Politik Ekonomik ve Kültürel Gelişme Temelleri Üzerine Tezler"" isimli uzun bir makale kaleme aldı ve gizli partinin programı olarak elden ele dolaşan bir metin haline geldi. Troçki ve Buharin gibi isimlerin de Stalin'e muhalefete geçtiği 1920'li yılların ikinci yarısında Sultangaliyev bu gruplarla ilişki kurmaktan çekinmedi. Nitekim Aralık 1928'de ikinci kez tutuklandı. Sultangaliyev'in bu ikinci tutuklanmanın ardından hayatı büyük bir muammadır. Bütün Eserleri'ndeki son yazısı 25 Temmuz 1929 tarihinde verdiği bir ifadedir. Kimi kaynaklar tutuklandıktan hemen sonra öldürüldüğünü iddia eder. Kimi kaynaklar ise 1930'lu yıllar boyunca sürgün hayatı yaşadığını, 1941 yılında İkinci Dünya Savaşı nedeniyle affedildiğini ve Tatarlardan oluşan bir ordu kurarak Nazilere karşı savaştığını öne sürer. SSCB'nin yıkılmasının ardından ortaya çıkan KGB belgelerine göre ise Sultangaliyev Ocak 1931'e kadar tutuklu kalmış ve bu tarihte Kuzey Buz Denizi'ndeki Solovk adasındaki hapishaneye gönderilmiştir. Cezası Mart 1933'te sürgüne çevrilmiş ve üçüncü kez tutuklandığı 1937 yılına kadar Saratov'da sürgün hayatı yaşamıştır. SBKP(B)'nin 30 Nisan 1990 tarihinde aldığı "iade-i itibar" kararına göre Sultangaliyev'in son tutuklanma tarihi 19 Mart 1937'dir. 8 Aralık 1939 tarihinde ölüm cezasına çarptırılmış ve 28 Ocak 1940'ta Moskova'daki Lefortovo Hapishanesi'nde kurşuna dizilerek idam edilmiştir. Ancak kimi kaynaklar bu bilgileri de güvenilmez bulmaktadır. Sultangaliyev'in gizli örgütüne bağlı oldukları gerekçesiyle Neriman Nerimanov ve Turar Rıskulov gibi pek çok ünlü Türk komünisti Stalin döneminde tasfiye edildi, önemli bir kısmı ise idama mahkum oldu. Grekoromen güreş Grekoromen, ayaklara dokunmadan icra edilen güreş şeklidir. Rakipler biribirlerinin ayak ve bacaklarına dokunmadan güreşirler. Grekoromen güreş stilinde belden yukarısı ile oyun taktik edilir. Ayakla oyun yapılmaz ve rakibin hücumu engellenmez. Bu stil Avrupa ülkelerinde yaygındır. Grekoromen güreş stilini ilk uygulayan Türk güreşçileri: Koca Yusuf, Kara Ahmed, Hergeleci İbrahim. Filiz Nurullah, Kurtdereli Mehmet, Adalı Halil, Mandıralı Ahmet ve Kara Osman'dır. Sabiha Gökçen Sabiha Gökçen (22 Mart 1913; Bursa – 22 Mart 2001, Ankara), Türk pilot. Türkiye'nin ilk kadın pilotlarından birisidir ve dünyanın ilk kadın savaş uçağı pilotudur. Mustafa Kemal Atatürk’ün sekiz manevî evladından birisi idi. Uçuş kariyeri boyunca 8.000 saat civarı uçuş gerçekleştirdi; bunlardan otuz ikisi muharebe görevi idi. Adı, Sabiha Gökçen Havalimanı'na verilmiştir. Bursa Vilayet Başkatibi olan Hafız Mustafa İzzet Bey ile Hayriye Hanım’ın kızları Sabiha, 22 Mart 1913'te Bursa'da dünyaya geldi. Edirne Deftardarı olan babası Hafız İzzet Bey, 'Jön Türk' olduğu gerekçesiyle Bursa'ya sürülmüştü. Anne ve babasını küçük yaşta kaybeden ve ağabeyi Neşet tarafından büyütülen Sabiha, 1925'te henüz 12 yaşındayken Bursa ziyareti sırasında evlerinin yakınındaki Hünkar Köşkü’nde konaklayan dönemin cumhurbaşkanı Atatürk’e ulaşmayı ve okumak istediğini iletmeyi başarmıştı. Atatürk, ağabeyinden izin alarak, zor şartlar altında yaşayan Sabiha'yı evlat edindi ve Ankara’ya götürdü. Sabiha, Çankaya İlkokulu, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji ve Üsküdar Amerikan Lisesi’nde eğitim gördü. Rahatsızlığı nedeniyle öğrenimini yarıda kesip Heybeliada ve Viyana’da tedavi gördü. Bir süre Fransızcasını ilerletmek amacıyla Paris’te bulundu. 1934'te Soyadı Kanunu nun çıkmasından sonra Mustafa Kemal Sabiha'ya "Gökçen" soyadını verdi. Sabiha Gökçen, 1935'te Türkkuşu'nun açılış töreninde yapılan planör gösterilerinden etkilenerek havacılığa ilgi duydu. Atatürk’ün de destek vermesi ile 1935'te Türk Hava Kurumu'nun Türk Kuşu Sivil Havacılık Okulu'na girdi, Ankara'da yüksek planörcülük brövelerini aldı. Gökçen, yedi erkek öğrenciyle birlikte Kırım'a gönderilerek altı aylık yüksek planörcülük eğitimini Koktebel Yüksek Planör Okulu'nda tamamladı. Moskova'ya motorlu uçak okuluna gitmeyi planlıyordu. Ancak manevi kız kardeşi Zehra'nın ölüm haberini alınca bu düşünceden vazgeçerek ülkesine döndü. Bir süre dünyaya küsen Sabiha, Atatürk'ün ısrarları ile yeniden çalışmalara başladı. Eskişehir Havacılık Okulu’nda Savmi Uçan ve Muhittin Bey’den özel uçuş eğitimi aldı. 25 Şubat 1936'da ilk defa motorlu uçak ile uçmaya başladı. Gökçen'in, uçuş eğitimde gösterdiği başarılardan dolayı, Atatürk kendisine şunları söyledi: O yıllarda kızlar askerî okullara alınmadığı için özel bir üniforma giydirilerek Eskişehir Uçuş Okulu’nda, 1936-1937 döneminde 11 ay boyunca özel eğitim aldı. Bu eğitim sırasında kendisine ilkokul öğretmeni Nüveyre Uyguç eşlik etti. Gökçen, brövesini aldıktan sonra Eskişehir’deki 1. Hava Alayı’nda altı ay görev yaptı, bu sırada Trakya ve Ege manevralarına katıldı. 1937 yılında Tunceli'de çıkan ayaklanmayı bastırmak için başlatılan Dersim Harekâtı'nın hava saldırısı safhasında yer alarak "dünyanın ilk kadın savaş pilotu" oldu. Bu harekâtta gösterdiği üstün başarı sebebi ile, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın da katıldığı bir törenle kendisine "Türk Hava Kurumu Murassa (İftihar) Madalyası" verildi. 30 Ağustos 1937'de askerî uçuş brövesi aldı.Harekâtın neticesinde çok sayıda insan öldürüldü. Sabiha Gökçen olaylarla ilgili olarak 1956 yılında Halit Kıvanç'a verdiği bir röportajda; ""Canlı ne görürseniz ateş edin! emrini almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk"" demiştir. 1937'de Fransa'nın, Hatay'ı Suriye'ye devretmeye hazırlandığı yolundaki haberler, Ankara'da sert tepkiyle karşılandı. Atatürk'ün emriyle üniformasını giyen Sabiha Gökçen, Fransız elçisinin önünde havaya üç el ateş etti ve ""Hatay'ın vatana katılması için gerekirse silahlanırız"" dedi. Olay sonunda yine Atatürk'ün emriyle tutuklanan ve mahkemeye çıkan ve yasa gereği bir gün hapis yatan Sabiha Gökçen'in çıkışı sayesinde Atatürk'ün planı tutmuş ve Fransızlara gözdağı verilmiş, kararlılık gösterilmiştir. 1938'de uçağıyla beş gün süren bir "Balkan Turu" yapan Gökçen’in ünü bu turla dünyaya yayıldı. Ankara'da bulunan Balkan Paktı heyeti üyelerinin Sabiha Gökçen ile tanıştıktan sonra kendisine uçakla başkentlerine gelmeyi önermeleri üzerine bu tur fikri doğmuştu. Gökçen, Atatürk'ün arzusu üzerine bu turu yanına bir makinist dahi almadan, tek başına gerçekleştirdi. Vultee tipi bir uçakla İstanbul'dan havalandıktan sonra Atina'ya ardından Sofya ve Belgrad'a gitti. Kendisine Yugoslav Genelkurmay Başkanı tarafından "Beyaz Kartal" nişanı verildi. İstek üzerine Bükreş'te bir gösteri uçuşu yaptıktan sonra 6. gün olan 22 Haziran'da İstanbul'a döndü. Bu Balkan turu, basının büyük ilgisini uyandırmış; her yerde göklerin kızı olarak anılmasına neden olmuştur. Manevi babası Atatürk öldükten sonra hayatını yeniden düzene sokan Gökçen, kadınların orduda görev yapmasına ilişkin yasa çıkmadığı için ordudan ayrıldı ve Türkkuşu Uçuş Okulu'na başöğretmen tayin edildi. 1955'e kadar bu görevini başarıyla sürdürdü. Türk Hava Kurumu yönetim kurulu üyesi oldu. Hayatı boyunca toplam 22 değişik hafif bombardıman ve akrobatik uçakla uçtu. Gökçen, 1940 yılında Hava Okulu’nda askerî coğrafya ve topoğrafya öğretmeni Üsteğmen Kemal Esiner ile evlendi ve eşine kendi soyadını verdi; ancak üç yıl sonra, 12 Ocak 1943'te eşini kaybetti. 1953 ve 1959'da davet edildiği ABD'ye Türk toplumu ve Türk kadınını tanıtmak amacıyla giden Gökçen için büyük bir Amerika turu düzenlenmiştir. Son uçuşunu 1996'da 83 yaşında iken Fransız pilot Daniel Acton eşliğinde Falcon 2000 uçağıyla yapmıştır. 1996'da havacılık kariyerinin en büyük ödülünü almıştır. Amerikan Hava Kurmay Koleji'nin mezuniyet töreni için düzenlenen " Kartallar Toplantısı"nın onur konuğu olarak katıldığı Maxwell Hava Üssü'ndeki törende ""dünya tarihine adını yazdıran 20 havacıdan biri"" seçildi. Bu ödüle layık görülen ilk ve tek kadın havacı oldu. Ölümünden 2 yıl önce Hukukun Egemenliği Derneği tarafından onuruna verilen törende kendisine, adına bestelenen, klasik rock opera tarzındaki eser dinletildi. Sabiha Gökçen 22 Mart 2001 tarihinde Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde 88 yaşında hayatını kaybetti. Sabiha Gökçen'in ölümünden sonra Ermeni asıllı olduğu iddiaları ortaya atıldı. 2004 yılında Antep asıllı Ermenistan vatandaşı Hripsime Gazalyan, Gökçen'in kendisinin teyzesi olduğunu ve asıl adın
ın "Hatun Sebilciyan" olduğunu iddia etti. Gazalyan'a göre Hatun, kızkardeşi Diruhi ile birlikte Şanlıurfa'nın Saylakkaya (Cibin) köyündeki yetimhaneye verilmiş, 5-6 yaşlarında iken Atatürk tarafından evlat edinilmişti. Sabiha Gökçen, THK tarafından yayınlanan anılarında Edirne Defterdarı olan babası Hafız İzzet Bey'in 'Jön Türk' olduğu gerekçesiyle Bursa'ya sürüldüğünü anlatır. Ağabeyi Neşet'in Atatürk'ün koruması olduğunu, 1925'te (12 yaşındayken) Atatürk'le tanıştığını ve evlat edinildiğini söyler. "Sabiha Gökçen Türk Kızı, Gök Kızı, Atatürk Kızı" adlı belgeseli hazırlayan yapımcı Gülşah Çeliker, ""Sabiha Gökçen evlat edinildiğinde gerçekten 5-6 yaşlarında olsaydı, ilk uçuşunu yaptığında (1935'te) 15 yaşında olması gerekirdi."" dedi. Oysaki Sabiha Gökçen ilk uçuşunu 22 yaşında yaptı. THK'dan yapılan yazılı bir açıklamada da bu iddiaların Sabiha Gökçen hayatta iken yapılmayışı ve kendisine cevap hakkı tanınmayışı eleştirildi ve bu durumun kasıtlı olduğu ileri sürüldü. Atatürk'ün diğer manevi kızı Ülkü Adatepe, ilk evliliğini Sabiha Gökçen'in amcasının oğlu olan Üsteğmen Fethi Doğançay ile yapmıştır. Ülkü Adatepe, son eşi Öke Adatepe ve Gökçen'i yakından tanıyan gazeteci yazar Orhan Karaveli ile birlikte, Gökçen hakkındakı Ermenilik iddiaları üzerine bir basın toplantısı düzenledi. Bu toplantıda Sabiha Gökçen için kendileri tarafından hazırlanan soy ağacı basın mensuplarına dağıtılarak iddialar yalanlandı. Eski maliye bakanlarından Vural Arıkan'ın eşi Nevin Arıkan, babasının Sabiha Gökçen ile kardeş torunları olduğunu belirterek, Sabiha Gökçen'in Ermeni değil Boşnak asıllı olduğunu ifade etmiştir. Sabiha Gökçen'in manevi kızı Sabiha Özogan da Sabiha Gökçen'in annesi Hayriye Hanım'ın Saraybosna doğumlu olduğuna işaret ederek Boşnak köken iddiasını desteklemiştir. Erkan Mumcu Erkan Mumcu (1 Mayıs 1963; Yalvaç, Isparta), Türk politikacı, T.C Kültür ve Turizm eski bakanı, Anavatan Partisi eski Genel Başkanı. Erkan Mumcu, 1 Mayıs 1963'te, Cemile ve Süleyman Mumcu'nun oğlu olarak Yalvaç, Isparta'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. 1995 yılında Anavatan Partisi'nde siyasete atıldı ve 20. dönem Isparta Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girdi. Parlamentoda Araştırma Komisyonu Başkanlığı, Adalet ve Anayasa Komisyonlarının yanı sıra çeşitli araştırma ve soruşturma komisyonlarında da üye olarak görev aldı. 1995-1996 yıllarında Anavatan Partisi Genel Başkan Danışmanı olan Mumcu, 1997-1998 yılları arasında Anavatan Partisi Genel Sekreteri olarak partisinin karar organında yer aldı. Mumcu, yine 1998 yılı sonundan 1999 yılı Haziran ayına kadar partisinde Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürüttü. Haziran 1999'da kurulan Türkiye Cumhuriyeti 57. Hükümeti kabinesinde Turizm Bakanı olarak yer aldı. Daha sonra Adalet ve Kalkınma Partisi'ne katıldı. 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde Isparta milletvekili olarak yeniden parlamentoya girdi. Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı'nın ardından, Kültür ve Turizm Bakanlığı yaptı. 15 Şubat 2005 tarihinde bakanlık görevinden ve partiden istifa etti. Anavatan Partisi'ne döndü. 2 Nisan 2005 tarihinde tek aday olarak girdiği 4. Olağanüstü Kongre'de Genel Başkanlığa seçildi. 5 Mayıs 2007 tarihinde Anavatan Partisi'nin Doğru Yol Partisi ile birleşmesiyle oluşan Demokrat Parti'nin Mehmet Ağar ile birlikte eşbaşkanı oldu. Ancak daha sonra aradaki anlaşmazlıklar nedeniyle bu birleşim sonlandırıldı. 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılacak seçimlerde ANAP listelerinden Isparta'da birinci sıradan aday olduysa da partisi barajı aşamadığı için seçilemedi. 25-26 Ekim 2008 tarihinde yapılan Anavatan Partisi 6. Olağanüstü Büyük Kongresi'nde aday olmayarak genel başkanlıktan duygusal bir konuşma yaparak ayrıldı. Evli ve 2 çocuk babasıdır. Emre Kongar Reşit Emre Kongar (d. 13 Ekim 1941, İstanbul), Türk toplum bilimci, profesör. Emre Kongar 13 Ekim 1941 tarihinde İstanbul'da doğmuştur.  Babası, Şişli Terakki ve Pertevniyal Liseleri felsefe öğretmenlerinden İhsan Kongar, annesi ise yine Şişli Terakki Lisesinde bir süre felsefe öğretmenliği yapan, Zapyon Kız Lisesi felsefe öğretmeni Mesude Kongar'dır. İlk, orta ve lise eğitimini Şişli Terakki Lisesi'nde gören Kongar, daha sonra 1958-1959 öğretim yılında fen şubesinden mezun oldu. 1963 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü'nü, 1966 yılında da Michigan Üniversitesi Sosyal Çalışma Yüksek Okulu'nu, M.S.W derecesiyle bitirdi. 1968 yılında Hacettepe Üniversitesi'nde Sosyal Çalışma Yüksek Okulu'nu kurdu ve buraya müdür olarak atandı.1981 yılı Temmuz ayında "Atatürk ve Devrim Kuramlar" adlı takdim teziyle Hacettepe Üniversitesi Senatosu'nca profesörlüğe yükseltildi. 15 Şubat 1983 tarihinde, askerî rejimin üniversite konusundaki uygulamalarını protesto etmek için üniversiteden istifa etti. 1983-1987 yılları arasında Hürriyet gazetesinde danışmanlık, 1987-1991 yılları arasında ise KAMAR Kamuoyu Araştırma Şirketi'nde yöneticilik yaptı. 17 Nisan 1992 yılında Kültür Bakanlığı Müsteşarlığı'na atandı. Kasım 1995'de bu görevini bırakıp Hacettepe Üniversitesi öğretim üyeliğine geri döndü. 2001 yılında Cumhuriyet gazetesi yayın danışmanlığına atandı. Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat bölümünde sosyoloji ile Türkiye'nin Toplumsal Yapısı dersi vermiştir ve Mehmet Barlas'la birlikte NTV'de Yorum Farkı programını sunmuştur. 15 Ocak 1996'da Federal Almanya Devleti tarafından Üstün Hizmet Madalyası Büyük Liyakat Haçı'yla, 1 Şubat 1996'da İtalya Devleti Commandatore Madalyası'yla, 15 Şubat 1996'da da Polonya Devleti Commandor Nişanı'yla ödüllendirildi. Türkiye'nin Toplumsal Yapısı adlı kitabıyla 1977 yılında Türk Dil Kurumu Bilim Ödülü'nü, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği adlı kitabıyla 1979 yılında Sedat Simavi Vakfı Sosyal Bilim Ödülü'nü, 21. Yüzyılda Türkiye adlı kitabıyla, 1998 Aydın Doğan Bilimler Ödülü'nü aldi. 2008 Sertel Demokrasi Ödülüne layık görüldü. Ediz Hun Ediz Hun (d. 20 Kasım 1940, İstanbul), Türk oyuncu ve eski milletvekili. Babası Çerkes kökenli olan Ediz Hun İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Avusturya Lisesi'ni bitirdikten sonra Norveç'e giderek Oslo ve Trondheim Üniversitesi'nde biyoloji ve çevre bilimleri fakültesinden mezun oldu. 1963 yılında Ses dergisinin açtığı yarışmayla başladı ve "Genç Kızlar" adlı filmle sinemaya girdi. 1970'li yılların ortalarından itibaren başlayan erotik filmler furyasında yer almayarak sinemayı bıraktı. 1991-1993 yılları arasında Çevre Bakanlığı Müşaviri ve İstanbul Çevre İl Müdürlüğü, 1999-2002 yılları arasında ANAP milletvekilliği yapmıştır. Marmara Üniversitesi'nden sonra Okan Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapmaktadır. 18 Nisan 1999 Genel Seçimlerinde Anavatan Partisi'nden İstanbul milletvekili olarak seçildi. 1973 yılında Berna Hun ile evlenen Ediz Hun'un bu evlilikten Bengü (d. 1974) ve Burak (d. 1981) adlarında iki çocuğu oldu. Akyaka (anlam ayrımı) Nokia Nokia Corporation (, , , ), (NOKIA olarak stilize edilir) 1865'te kurulmuş Finlandiya merkezli çokuluslu bir bilgi teknolojileri, telekomünikasyon şirketidir. Nokia'nın merkezi, Helsinki büyük metropol bölgesinde Espoo, Uusimaa'da bulunmaktadır. 2014'te Nokia, 120 ülkede 61.656 kişiyi istihdam etti, 150'den fazla ülkede iş yaptı ve yıllık gelirleri yaklaşık 12.73 milyar Euro olarak bildirildi. Nokia, Helsinki Borsası ve New York Menkul Kıymetler Borsası'nda halka açık bir limited şirkettir. Fortune Global 500'e göre 2013 yılında ölçülen gelirlere göre dünyanın 274üncü en büyük şirketidir ve Euro Stoxx 50 borsa endeksinin bir bileşenidir. Şirket, esas olarak bir kâğıt hamuru fabrikası olarak kurulan 151 yıllık geçmişi boyunca çeşitli endüstrilere girmişti ve şu anda büyük ölçekli telekomünikasyon altyapıları ve teknoloji geliştirme ve lisanslamalar üzerine odaklanmaktadır. Nokia, GSM ve LTE standartlarının geliştirilmesine yardımcı olmakla birlikte taşınabilir telefon endüstrisine önemli bir katkı sağlamış ve bir süre için dünyanın en büyük cep telefonu satıcısı olmuştur. Nokia'nın hakimiyeti Symbian platformu aracılığıyla akıllı telefon endüstrisine de uzanmış, ancak sonunda rakiplerinin gölgesinde kalmıştır. Nokia, gelecekteki akıllı telefonlarında yalnızca Windows Phone işletim sistemini kullanmak için 2011'de Microsoft'la bir anlaşmaya varmıştı. Cep telefonu işi, sonuçta toplamda 7,17 milyar dolar bir değerle Microsoft tarafından satın alındı. Nokia'nın eski İcra kurulu başkanı Stephen Elop ve diğer bazı yöneticiler 25 Nisan 2014'te tamamlanan anlaşmanın bir parçası olarak Microsoft'un yeni Microsoft Mobile örgütlenmesine dahil oldu. Cep telefonu satışlarından bu yana, Nokia, telekomünikasyon altyapısı işine ve HERE Haritalar bölümünün elden çıkarılması ve Alcatel-Lucent'in devralınmasıyla internet ağları üzerine daha fazla odaklanmaya 2016 yılında başlamıştır. 8 ocak 2017'de çin pazarı için Nokia 6 isimli telefonu duyurdu. Telefona olan aşırı ilgi şirketin elini güçlendirdi ve şirket telefonu global olarak satışa sunacağını duyurdu. 26 ocak 2017 'de MWC'de 3 farklı orta segment akıllı telefon (3,5,6) ve efsane olarak kabul edilen 3310'un yenilenmiş halini tanıttı. Şirketin kökenleri, Güney Batı Finlandiya’nin, maden mühendisi Fredrik Idestam tarafından bir orman sanayi işletmesinin kurulduğu 1865 yılına kadar uzanmaktadır. 1868 yılında, Tampere yakınlarındaki Nokia kentinin yakınında kendisine ait olan ikinci bir kâğıt hamuru fabrikası kuruldu. 1871'de, Idestam, arkadaşı Leo Mechelin ile birlikte, ikinci bir kâğıt hamuru fabrikasından sonra Nokia diye bir şirket kurdu. İlerleyen 90 yıl boyunca, Nokia kendi başına elektrik üretimi gibi etkinliklerle birlikte bir orman ve enerji endüstrisi şirketi olacaktı. 1898 yılında başka bir yerde Finnish Rubber Works Ltd kurulmuş ve 1912 yılında Finnish Cable Works faaliyetine başlamıştır. Finnish Cable Works, telefon ve elektrik kablolarını üretirken Finnish Rubber Works, kaloşlar ve diğer kauçuk ürünlerini üretti; Nokia 1930'lu yıllardan başlayarak 1990'lı yılların başlarına kadar hem sivil hem d
e askeri kullanım için solunum maskeleri de hazırladı. Bu iki şirketin ve Nokia’nın mülkiyeti yavaş yavaş birkaç kişinin eline geçmiştir. Son olarak 1967 yılında, üç şirket Nokia Corporation olarak birleşmiştir. Nokia'nın Başkanı ve CEO'su şu an Rajeev Suri'tur. 1967'de üç şirket olan Nokia Aktiebolag (Nokia Şirketi), Suomen Kaapelitehdas ve Suomen Kumitehdas (Suomen Gummitehdas olarak yeniden adlandırıldı), modern iletişim şirketinin şu anki formu olan yeni Nokia Corporation'ı bir araya getirip oluşturdu. Nokia Corporation şu anda kauçuk, ormancılık, kablo, elektrik ve elektronik gibi pek çok endüstride etkinlik göstermektedir. 1970'lerde yeni kurulan konglomerat, ağ ve radyo endüstrisine girmeye başladı. Nokia, 1983'te Sanomalite M/90 iletişim cihazı ve 1960'lı yıllarda M61 gaz maskesi gibi Finlandiya'nın savunma kuvvetleri (Puolustusvoimat) için askeri teçhizatlar yapmaya başladı. Şirket ayrıca 1981'den 1991 yılına kadar Fujitsu Siemens'in öncülü olan MikroMikko (Nokia Veri bölümü tarafından) adı altında profesyonel mobil radyolar, telefon anahtarları, kondansatörler, kimyasallar ve kişisel bilgisayarlar üretmiştir. Nokia, 1979'da Nokia'nın gelecekteki cep telefonu bölümünün temellerini atan Mobira'yı yaratmak için televizyon yapımcısı Salora ile ortak girişimde bulundu. Televa Luxor'u da alarak telekomünikasyon ve tüketici elektronik piyasasındaki konumunu güçlendirdi. 1981'de Mobira, dünyanın ilk uluslararası hücresel şebekesi olan ve uluslararası dolaşıma izin veren ilk Nordic Mobile Telephone (NMT) hizmetini başlattı. Daha sonra 1982'de Mobira, Nokia'nın ilk cep telefonu olarak kabul edilebilen Mobira Senator (Talkman) araç telefonunu üretti. O sırada Nokia'nın cep telefonlarıyla hiçbir ilgisi yoktu ve yönetim kurulu cep telefonlarını "James Bond aygıtı" olarak nitelendiriyordu. Sadece Salo, Finlandiya merkezli Salora-Mobira'nın fikrinden kaynaklanmaktadır. 1987'de Fin Kablo İşleri, Helsinki fabrikasında kabloların üretimini durdurdu ve etkin bir şekilde alt şirketi bitirdi. Nokian Lastikleri (Nokian Renkaat), 1932'de Finnish Rubber Works birimi olarak kurulmuş olan bir lastik üreticisiydi ve 1988'de Nokia Corporation'dan ayrılmıştı. İki yıl sonra 1990'da Finlandiya Kauçuk İşleri takibe devam etti. Bu, Nokia Corporation'ın yalnızca iletişim odaklı olmasına izin verdi. 1992'de Jorma Ollila, icra kurulu başkanlığına başladı. 1987 yılında, Nokia, German Standard Elektrik Lorenz’in tüketici elektronik işletmesini ve parça üretim işinin bir kısmını ve Fransız tüketici elektronik şirketi Oceanic’i satın aldı. 1987 yılında, Nokia ayrıca, İsviçreli kablo makine şirketi Maillefer'i satın aldı. 1980'lerin sonlarında, Nokia, Ericsson'un veri sistemleri bölümünü satın alarak İskandinavya'daki en büyük bilgi teknolojisi şirketi haline geldi. 1989 yılında, Nokia, Hollandalı kablo şirketi NKF'yi satın alarak kablo sanayini Kıta Avrupası'na açtı. 1990'ların başından bu yana, Nokia bilgi teknolojisi ve temel sanayi faaliyetlerini ayırarak ana işi olan telekomünikasyon üzerinde yoğunlaşmaktadır. Nokia ve Siemens yüzde 50'şer ortaklı olarak telefon parçaları birimi bazında birleşme kararı aldılar ve yeni şirketin adı olarak Nokia Siemens Network olacağı belirtildi. Nokia 1 Temmuz 2012'de Finlandiyadaki son fabrikasını kapatmıştır. 11 Şubat 2011'de Microsoft ile birlikte akıllı telefonlarında Windows Phone işletim sistemini kullanacağını açıkladı. 2012'de akıllı telefon pazarında rakiplerine nazaran geride kalmasını mali sıkıntıyla ve kemer sıkma ile karşılayan firma 2012'nin son çeyreğinde çıkacak Microsoft işletim sistemli akıllı telefonlarını çıkış ürünü olarak görmekte stratejilerini bu ürün gamına göre belirlemektedir. 3 Eylül 2013 tarihinde, Microsoft tarafından Cihazlar ve Servisler birimini 7.2 milyar dolar karşılığında satın alınmıştır.. Bu satın almayla birlikte Nokia'nın 18 bin'i üretimde olmak üzere, 32 bin çalışanının da Microsoft tarafına geçeceği açıklandı. Mobil birimini Microsoft'a sattıktan sonra Lumia serisinden "Nokia" ibaresinin kaldırılacağı açıklandı. Yeni üretilen modellerde artık Nokia yerine Microsoft adını ve logosunu kullanacak. 18 Kasım 2014 tarihinde Nokia Microsoft'tan bağımsız ilk tableti olan Nokia N1'i tanıttı. 29 Temmuz 2015 tarihinde Nokia OZO VR adını verdiği 8 kameralı sanal gerçeklik kamerasını tanıttı. 6 Ocak 2016 tarihinde Alcatel Lucent Nokia bünyesine geçen Nokia, 14 Ocak 2016 tarihinde değişikliğinin temel nedeni olarak tek çatı altında toplamak gösterilmiş; Alcatel-Lucent kendisini feshederek Nokia ile birleşmiştir. 19 Mayıs 2016 günü Microsoft Nokıa'dan aldığı mobil bölümünü ve patentlerini foxconn şirketine sattığını açıkladı. Aynı gün Nokia resmî sitesinden 2016 yılının son çeyreğinde bitecek olan marka kullanım yasağıyla beraber Fin şirketi HDM ile beraber marka ismini şirkete 10 seneliğine lisanslayarak akıllı telefon ve tablet piyasasına döneceğini açıkladı. Nokia bu telefon üretiminde pazarlama üretim alanında olmayacak ve sadece yönetimde bir koltuk ile müdahil olacak. 12 Temmuz 2016 tarihinde Nokia'nın sanal gerçeklik ve sağlık sektörüne gireceği iddia edildi. Nokia, Helsinki ve New York borsalarında işlem gören halka açık bir kuruluşdur. Nokia, Finlandiya ekonomisinde çok büyük bir rol oynamıştır. Finlandiya'da önemli bir işveren olarak çok sayıda yerel ortak ve taşeronlarla çalışır. Nokia, Finlandiya'nın GSYİH'sına %1.6 katkıda bulunmuş ve 2006'da Finlandiya'nın ihracatının yaklaşık %16'sını oluşturmuştur. Nokia şu anda dört işletim grubundan oluşuyor. Nokia Networks daha önce Nokia Siemens Networks (NSN) ve Nokia Solutions and Networks (NSN) olarak bilinir ve merkezi Finlandiya'nın Espoo kentinde bulunan çok uluslu bir veri ağı ve telekomünikasyon donanımları şirketidir. 2011 gelirleri ile ölçülen dünyanın en büyük dördüncü telekom ekipmanı üreticisidir (Ericsson, Huawei ve Alcatel-Lucent'in ardından). Yaklaşık 150 ülkede faaliyet göstermektedir. NSN marka kimliği, Nokia (%50.1) ile Siemens (% 49.9) arasındaki ortak girişim olarak Şubat 2007'de Barselona'daki 3GSM Dünya Kongresi'nde başlatılmış, ancak şimdi Nokia'nın tamamına sahip olduğu bir yan kuruluşu olmuştur. Operatörler ve servis sağlayıcılarına kablosuz ve sabit ağ altyapısı, iletişim ve ağ servis platformları ve profesyonel hizmetler sunmaktadır. GSM, EDGE, 3G/W-CDMA, LTE ve WiMAX radyo erişim ağlarına; artan IP ve çoklu erişim yetenekleri ve hizmetleri ile çekirdek ağlara odaklanmaktadır. Temmuz 2013'te Nokia, Nokia Siemens Networks'teki tüm hisseleri 2,21 milyar ABD Doları tutarıyla satın alarak adını Nokia Networks olarak değiştirdi. Nokia Technologies, Nokia'nın teknoloji ve Nokia markasını geliştiren ve lisanslayan bir bölümüdür. Nokia Technologies, görüntüleme, algılama, kablosuz bağlantı, güç yönetimi ve materyalleri ile IP lisans programı gibi diğer alanlarda bir geliştirme ekibinden oluşmaktadır. Üç laboratuvardan oluşur: Radyo Sistemleri Laboratuvarı, radyo erişimi, kablosuz yerel bağlantı ve radyo uygulamaları alanlarında; Media Technologies Laboratuvarı, çoklu ortam ve etkileşim alanlarında ve Sensör ve Malzeme Teknolojileri Laboratuvarı, gelişmiş algılama çözümleri, etkileşim yöntemleri, nanoteknoloji ve kuantum teknolojileri alanlarında çalışır. Nokia Technologies, "Invent ile Nokia" programı aracılığıyla gelişime halkın katılımını da sağlamaktadır. Kasım 2014'te Nokia Technologies, ilk ürünü olan, Foxconn tarafından üretilen Nokia N1 Android 5.0 tablet bilgisayarını piyasaya sundu. Temmuz 2015'te Nokia Technologies, gelişmiş içerik oluşturucuları için tasarlanan ve Finlandiya'nın Tampere kentinde geliştirilen OZO adlı bir VR kamera tanıttı. 8 eşzamanlı kapak alıcısı ve 8 mikrofon ile ürün stereoskopik 3D video ve mekansal ses yakalayabilir. Mayıs 2016'dan itibaren, Nokia Technologies araştırma ve geliştirme ekibi, HMD global tarafından yaratılan gelecek nesil Nokia markalı cihazların temelini oluşturmak için çalışmalar yürütmektedir. 31 Mayıs 2016'da Sayısal Sağlık birimi kuruldu. Nokia'nın satın aldığı Withings'in eski icra kurulu başkanı Cédric Hutchings tarafından yönetilmektedir. 31 Ağustos 2016'da Ramzi Haidamus, Nokia Technologies başkanlığı görevinden istifa edeceğini açıkladı. Halen strateji ve iş geliştirme sorumlusu olan Brad Rodrigues, başkan vekili rolünü üstlenecektir. Nokia, Alcatel-Lucent'in %80'lik bir payını satın aldı ve şirketin yönetim kontrolünü devraldı. Bell Laboratuvarları, Alcatel-Lucent'in devralınmasının ardından Nokia Corporation'ın yan kuruluşu oldu. Daha sonra Nokia Bell Labs olarak yeniden adlandırıldı. Nokia'nın, marka lisanslama rotası aracılığıyla akıllı telefon ticaretine dönüş işlemleri resmen doğrulandı. Böylelikle Nokia tasarım ve geliştirme yapacak ve HMD adlı bir üçüncü taraf şirkette imalat işlerini halledecektir. Daha fazlası için bakınız: Nokia'nın akıllı telefon işine dönüşü Nokia'nın kontrolü ve yönetimi genel kurulda pay sahipleri olan Nokia liderlik takımı (sol kanat) ve yönetim kurulu başkanlığındadır (sağ kanat). Başkan ve Nokia Liderlik Ekibi üyelerinin geri kalanı, yönetim kurulu tarafından atanır. Yalnızca Nokia liderlik takımının Başkanı, hem yönetim kuruluna hem de Nokia liderlik ekibine ait olabilir. Yönetim kurulu komiteleri, Denetim Komitesi, Personel Komitesi ve Kurumsal Yönetim ve Atama Komitesi üyelerinden oluşur. Kuruluşun etkinlikleri Finlandiya Kuruluşları Kanunu, Nokia'nın Esas Sözleşmesi ve Kurumsal Yönetim Yönergeleri ve ilgili yönetim kurulu tarafından belirlenen çerçevede yönetilmektedir. Nokia, halka açık bir limited şirkettir ve 1915 yılından itibaren Helsinki Menkul Kıymetler Borsasında aynı adı taşıyan en eski şirkettir. Nokia, 1994 yılından beri New York Borsasında ikincil bir listeye girdi. Nokia hisse senetleri, 2003 yılında Londra Menkul Kıymetler Borsasından, 2004 yılında Paris Menkul Kıymetler Borsası'nda, 2007 yılında Stockholm Menkul Kıymetler Borsasında ve 2012 yılında Frankfurt Menkul Kıymetler Borsası'ndan çıkarılmıştı. 2015 yılında Alcatel-Lucent'ın devralınması nedeniyle Nokia,
hisselerini Paris Menkul Kıymetler Borsası'nda tekrar sıraladı ve 6 Ocak 2016'da CAC 40 endeksine dahil edildi. 2007'de Nokia'nın piyasa değeri 110 milyar avroydu; 17 Temmuz 2012'ye kadar bu rakam 6.28 milyar avroya düşmüştü; 23 Şubat 2015'e kadar, piyasa değeri 26.07 milyar Euroya yükselmiştir. Nokia'nın resmî kurum kültürü manifestosu "The Nokia Way", düz, ağa bağlı bir organizasyonda karar verme hızını ve esnekliğini vurgular. Nokia'nın resmi işletme dili İngilizcedir. Tüm dokümanlar İngilizce olarak yazılmıştır ve resmi kurum içi konuşma iletişimi ve e-postada kullanılır. Mayıs 2007'de Nokia, şirketin yeni değerlerinin ne olması gerektiği konusunda dünya çapında bir dizi görüşme başlattıktan sonra değerlerini yeniden tanımladı. Çalışanın önerilerine dayanarak, yeni değerler şu şekilde tanımlandı: Sizinle Etkileşim, Birlikte Başarılma, İnovasyona Duyulan Hırs ve İnsancıllık. Ağustos 2014'te Nokia, cihazlarının satışından sonra değerlerini yeniden tanımladı. Yeni değerler, Saygı, Başarı, Yenileme ve Mücadele anahtar kelimeleriyle tanımlandı. Nokia House, Finlandiya'nın başkenti Helsinki'nin hemen dışındaki Espoo'daki Keilaniemi'de bulunan Nokia Corporation'ın merkez binası idi. Binanın en güneydeki ikinci kısmı 1990'lı yılların başında inşa edilmiş olup, üçüncü en kuzeydeki kısmı 2000 yılında yapılmıştır. Tesis içinde yaklaşık 5000 çalışan çalışmaktadır. Aralık 2012'de Nokia, merkez ofis binasını Finlandiya merkezli Exilion'a 170 milyon avro karşılığında sattığını ve uzun vadeli olarak kiraladığını açıkladı. Bina, Nisan 2014'te cep telefonu ticaretinin bir parçası olarak Microsoft'a satıldı. Binanın adı Microsoft Talo olarak değiştirildi. Satış sonrasında Nokia'nın merkezi Karaportti, Espoo, Finlandiya'da bulunuyor. Nokia ve Siemens AG'nin ortak girişimi olan Nokia Siemens Networks, 2008'de İran'ın tekel telekom şirketine, vatandaşlarının İnternet iletişimlerini engellemesine izin veren teknoloji sağladığı bildirildi. Söz konusu teknoloji ile, İran'ın "e-postalar ve internet telefon görüşmelerinden Facebook ve Twitter gibi sosyal ağ sitelerindeki görüntülere ve mesajlara" kadar her şeyin içeriğini okumak ve hatta değiştirmek için derin paket denetimi kullanmasına izin verdiği bildirildi. Teknoloji "yetkililere yalnızca iletişimi engellemeyi değil, bireyler hakkında bilgi toplama ve dezenformasyon amacıyla değiştirmek üzere izlemeyi" mümkün hale getirmekteydi. Haziran 2009'da İran'da yapılan seçim sonrası protestolar sırasında İran'ın İnternet erişiminin normal hızın onda birinin altına düştüğü ve uzmanların bunun kesme teknolojisinin kullanımından kaynaklandığından şüphelendiği bildirildi. Temmuz 2009'da Nokia, İran'da ürün ve hizmetlerini boykot etmeye başladı. Bu boykot, tüketiciler tarafından seçim sonrası protesto hareketine sempati duyulmasına neden oldu ve rejim ile birlikte çalıştığı düşünülen şirketleri hedef aldı. Ahize talebi düştü ve kullanıcılar SMS mesajı göndermeye başladı. Ortak girişim şirketi Nokia Siemens Networks, yalnızca "yerel sesli çağrıların izlenmesi için" yalnızca yasal bir müdahale kabiliyetinin İran'a sağladığını bir basın açıklamasıyla belirtti. Nokia Siemens Networks, "İran'a derin paket incelemesi, web sansürü veya internet filtreleme yeteneği sağlanmadı" dedi. 2009'da Nokia, Finlandiya'da şirketlerin çalışanlarının elektronik haberleşmelerini şüpheli bilgi sızıntısı durumunda izlemelerine izin veren bir yasayı yoğun bir şekilde destekledi. Nokia, söylentilerin aksine "elektronik gözetim yasaları değiştirilmediği takdirde şirketin merkez ofisini Finlandiya dışına taşımayı düşündüğünü" reddetti. Finlandiya medyası, Lex'in yasasını Nokia'nın baskılarının bir sonucu olarak uyguladığı için yeniden adlandırdı. Yasa yürürlüğe girdi ancak hükümlerinin uygulanması için katı şartlar taşıyordu. Şubat 2013'e kadar herhangi bir şirket hükümlerini kullanmamıştır. 25 Şubat'ta Veri Koruma Ombudsman Dairesi, Hämeenlinna kentinin geçtiğimiz günlerde gerekli bildirimi verdiğini doğruladı. Ekim 2009'da Nokia, Delaware Bölge Mahkemesinde Apple Inc.'e karşı, Apple'ın veri aktarımını da içeren kablosuz iletişimle ilgili 10 patentini ihlal ettiğini iddia eden bir dava açtı. Apple Aralık 2009'da Nokia'ya 11 patent ihlali iddiasıyla dava açarak cevap verdi. Apple'ın Genel Sekreteri Bruce Sewell, "Diğer şirketlerin, sadece kendi teknolojilerini icat ederek, bizimkilerini çalmakla değil, bizimle rekabet etmesi gerekir" dedi. Bu, iki telekomünikasyon yetkilisi arasında çirkin bir kavga ile sonuçlandı ve Nokia başka bir takım davalar açtı, bu kez de ABD Uluslararası Ticaret Komisyonu (ITC), Apple'ın "neredeyse tüm cep telefonlarında, taşınabilir müzik çalarlarda ve bilgisayarlarda" patentleri ihlal ettiğini iddia etti. Nokia, mahkemeden, iPhone, Mac ve iPod da dahil olmak üzere Apple'ın tüm ABD'ye ithalatını yasaklamasını istemeye devam etti. Apple, Ocak 2010'da ITC'ye şikayet ederek buna karşılık verdi. Haziran 2011'de Apple, Nokia'ya 600 milyon dolarlık tahmini bir kez ödeme ve Nokia'ya ödenecek telif ücretlerini kabul etti. İki şirket de patentli bazı teknolojileri için çapraz lisans patentleri üzerinde anlaşma sağladı. Nokia'nın Hint yan kuruluşu, Hindistan'da TDS'nin ödenmemesi ve transfer fiyatlandırması normlarının ihlali ile itham edildi. Altı yıllık bir seyir sırasında tahakkuk eden, ₹ 30 milyar tutarında ücretsiz TDS, Hint yan kuruluş tarafından ana şirkete yapılan telif ücretinden kaynaklanmaktadır. Nokia Amerikalı operatör AT&T ile birlikte 5G testlerine başlamıştır. Bu bağlamda 10 Gbps hızına ulaşılmıştır. Joan Baez Joan Baez (d. 9 Ocak 1941), Amerikan folk şarkıcı-şarkı yazarı. Farklı vokaliyle, aktivist tavrıyla ve politik görüşüyle bilinir. Üç oktav ses aralığına sahip bir sopranodur. Şarkılarının çoğu sosyal konularla ilgilidir. En çok yetmişlerdeki hit parçaları olan "Diamonds & Rust", "The Night They Drove Old Dixie Down", "We Shall Overcome", "Sweet Sir Galahad" ve "Joe Hill" ile tanınır. Ayrıca, Bob Dylan ile yaşadığı uzun birliktelik; insan hakları, şiddet karşıtı, çevre konularında tükenmeyen aktivist hareketleri ile de akıllarda yer etmiştir. Şimdiye kadar otuzun üzerinde albüm piyasaya sürmüştür ve Türkçe dahil sekiz farklı dilde şarkı kaydı vardır. Şarkı yazarı olmasına rağmen özellikle yetmişlerin ikinci yarısından sonra The Beatles, Jackson Browne, Paul Simon, The Rolling Stones, Stevie Wonder'ın şarkılarına cover parçalar yapmıştır. 1958 yılında, henüz 17 yaşındayken annesi-babası ve iki kız kardeşi ile birlikte Palo Alto'dan Boston'a taşındılar. Kingston Üçlüsü'nün elemanı Tom Dooley ile birlikte ülkeyi baştan aşağıya gezdiler ve tüm radyolarda boy gösterdiler. Boston Üniversitesi Drama Okulu'na henüz girmiş olan biri olarak, çevresi müzisyen ve Amerikan Folk Müziği'ne tutku derecesinde ilgi duyan arkadaşlar sarmıştı. Etkileyici bir soprano olan Joan'un sesinin doğal tınısı söylediği şarkılara güçlü ve gergin/sinirli bir hava veriyordu. 1959 yılında henüz 18'indeyken, Birinci Newport Folk Festivali'nde sahne aldı. Seçtiği şarkılar, kendi çapındakilere göre farklı duygular taşıyordu. İyi olduğu geleneksel şarkılarda, insanların içinde bulunduğu durumları yansıtan bir tarz vardı. 1960 yılında, Vanguard Record'dan tek başına oluşturduğu ilk uzun çalar albümünü çıkardı. Daha sonra 12 yıl boyunca aynı kuruluştan 14 albüm çıkarmıştı. İlk albümü tamamen bir geleneksel baladlar, blues'lar, ninniler, kovboy tınılarını taşıyan, etnik, eski amerikan ve benzeri şarkılardan oluşan karışımdı. İlk albümlerindeki şarkılardan, "House of the Rising Sun" the Animals grubu tarafından, "John Riley" the Byrds tarafından, "Babe, I'm Gonna Leave You' Led Zeppelin tarafından, "What Have They Done To the Rain" the Searchers tarafından, "Jackaroe" Grateful Dead tarafından, "Long Black Veil" ise the Band tarafından söylenmişti. Bunlar diğer grupların kendi repertuarlarına kattıkları şarkılardan sadece bazılarıydılar. Birçok grup da, onun şarkılarından esinlenerek şarkılar ürettiler. 3 yıl sonra, Bob Dylan ile turlara başladı ve onunla daha sonraki birkaç yılda folk müziği hareketini tanımlayan ve sembolize eden şarkılar yaptı. Kendi şarkılar yaptığı gibi, çağdaşı diğer müzisyenlerden şarkılar aldı. Şarkılarını aldığı bu müzisyenler arasında Richard Farina, Phil Ochs, Tim Hardin, Leonard Cohen, Paul Simon da vardı. Repertuarını John Lennon, McCartney, Jacques Brel, Johnny Cash gibi müzisyenlerle genişletti. Hatta kendi çapındaki Güney Amerikalı Villa-Lobos, Phil Ochs, Nascimento gibi müzisyenlerin şarkılarını da söyledikleri arasına kattı. Müziği adeta kendi aynası oldu ve toplumsal tepkiler çerçevesinde daima özgürlük, işçi hakları, ağır vergilere yönelik tepkiler ve insan hakları konusunda kendini öne çıkardı. Karşı koyuş ve protestolarla geçen 1963, 1964, 1966 yıllarında yoğunlaştırdığı hareketlerinden sonra 1968 kuşağı içerisinde ve o renkleri yansıtan albümünü kaydetti. Eşi David Harris'in protesto hareketlerini oluşturduğu iddiası ile hapise atılmasından sonra ve Vietnam Savaşı'nın hızının artması ile birlikte Amerika merkezli Liaison Committee ile birlikte Hanoi"ya gitti, Batı Yakası'nda "Amnesty International" (Uluslararası Af Örgütü) kurulması desteği verdi. Hanoi dönüşü, oradayken (sığınakta, sokakta, vs) banta aldığı sesleri de içeren, kendisinin yazıp kaydettiği "Where Are You Now My Son" adlı müzikal şiir albümünü yayınladı. Zamanın ünlü grubu the Beatles'in ortaya çıkışı sırasında, bir folk müzik sanatçısı olarak akustik gitarı ile birçok müzisyenin bakış açısını genişletti ve görüşlerinin özgürleşmesi konusunda katkılarda bulundu. Elektronik destekli müzik yapmaktansa, klasik enstrümanlarla üç uzun çalar albüm çıkardı. Daha sonra, 1970'lerin başında Nasville firmasına geçti. Dört uzun çalar kaydı boyunca, firmanın en iyi müzisyen takımı onun arkasında çaldı. 1971'de onun kariyerinin şaheseri, The Band grubunun şarkısı "The Nihgt They Drove Old Dixie Down" parçasının "cover"inin (yeniden söylenmesininin) kaydı sırasında da arkasındaydılar. Albümlerinin ruhu
na uygun olarak, Güney Asya'daki saldırgan tutumun azalışa geçmesi ile, dikkatini Augusto Pinochet'in diktatörce baskısı altında inleyen Şili'ye çevirdi. Böylece, bu insanlara ithaf olarak İspanyolca albümünü çıkardı. Bu albümdeki "No Nos Moveran" (Biz sürülmeyeceğiz) adlı şarkısı, İspanya'da Diktatör General Franco tarafından 40 yıldan fazla süre ile yasaklandı ve tüm kopyaları toplatıldı. Diktatör Franco'nun ölümünden 3 yıl sonra 1977 yılında ilk defa kendisi, Madrid'deki bir televizyon programında bu şarkıyı söyledi. 1975 yılında kendi yazdığı "Diamonds and Rust", yeni albümünün ana şarkısı olarak ortaya çıktı. Aynı albümde, Jackson Browne, Janis Ian, John Prine, Stevie Wonder & Syreeta, Allman Brothers Band'dan Dickey Betts ve Bob Dylan gibi çeşitli sanatçılardan şarkılar yer aldı. Üç yıl sonra, Kuzey İrlanda'ya giderek, şiddetin son bulmasına çağrı olarak düzenlenen organizasyonda İrlandalı Barışçılarla birlikte yürüdü. Nükleer savaş araçlarının dondurulmasına yönelik gösterilerde yer aldı. Ayrıca, eşcinsellerin okullarda öğretmen olmasını açıkça yasaklayan 6. Kaliforniya Teklifi'nin geri çekilmesi yararına düzenlenen konserine katıldı. İnsan hakları ve vatandaşlık hakları konusundaki şahsi desteği nedeni ile, Amerikan Sivil Özgürlük Birliği'nin (American Civil Liberties Union) Earl Warren Ödülü'nü aldı. Şahsen Humanitas International İnsan Hakları Komitesi'ni kurdu ve 13 yıl boyunca da yöneticiliğinde kaldı. 1978 ve 1979 yıllarında, yılın en iyi kadın vocalisti dalında, San Francisco Bay Erea Music Award (BAMMY) ödülünü aldı. Avrupa ve Amerika'da 1980 yıllarda gerçekleştirdiği seyahatlerinde ve konserleri sırasında kaydedilen videoları ve ses kayıtları yayımlandı. 1983 yılında, Bob Dylan'ın "Blowin' in the Wind" sarkısı ile ilk defa Grammy Ödülleri sırasında bir performans sergiledi. 1985 yılı yazında, dünya çapındaki Live Aid yardım konserlerinin ABD bacağının açılışından sonra, 1969'dan beri yapılmayan Newport Folk Festivali'nin yeniden canlandırılmasında yer aldı. 1986 yılında Peter Gabriel, Sting gibi sanatçılara katılarak Amnesty Internatonal'ın (Uluslararası Af Örgütü'nün) Umudun Komplosu (Conspiracy of Hope) Turu'nda yer aldı. Onun etkilediği sanatçıların (Gabriel, U2, Dire Straits, Johnny Clegg ve diğerleri) şarkılarının yer aldığı bir sonraki albümü de ayrıca bu turun etkisini taşımaktaydı. Hemen sonra 1986 yılında, nasıl olduysa, ABD Başkanı Ronald Reagan ve Sovyet Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov'un tarihi buluşması zamanına denk gelen tarihte, Halkların Zirvesi Konseri'nde şarkı söylemek üzere seçildi. 1989 Prag konseri sırasında şahsen Devlet Başkanı Vaclav Havel, kendi ülkelerindeki Kadife Devrim'de Baez'in etkisinin olduğunu söylemişti. 1993 yılında verdiği Saraybosna Konseri ile, savaş sonrası konser veren ilk büyük sanatçı oldu. Saraybosna'da, savaşın yerinden ettiği göçmenlere hitab etmek için bulunmaktaydı. Sayısız özgürlük ve insani yardım konserlerine ek olarak 1994 yılında San Francisco'daki, Millî Gey ve Lezbiyen Görev Gücü'ne (The National Gay and Lesbian Task Force) para toplamak amacıyla düzenlenen Hak İçin Mücadele Konseri'ne (Fight the Right) katıldı. 2001 yılında Vanguard Records Firması, belki de tek bir sanatçı için yapılan en pahalı bir porjeyi hayata geçirerek, 1960-1972 yılları arasındaki tüm uzun çalarlarını içerecek bir CD serisini oluşturmaya başladı. İki yıl sonra ise, bu çalışmanın uzantısı olarak, Universal Music Entrprises önceki seriden sonra 1976'ya değin çıkan parçaları başka bir CD serisinde topladı. Bu serilerin ikisi de, ek hediyeleri ve tüm geniş kapsamlı bilgileri de içerecek bir şekilde hazırlanmıştı. 2007 yılındaki 49. yıllık Grammy Ödülleri Galası'nda, Baez'in Hayat Boyu Başarı (Lifetime Achievement Award) ödülüne layık görüldü. Bu ödül bilindiği üzere, Akademinin verdiği en büyük ödüldür. Baez, Nelson Mandela'nın 28 Haziran 2008 tarihinde Hyde Park'ta düzenlenen 90. yaş günü kutlamalarına katıldı. Türkiye ile ilgili bir bilgi eklemek gerekirse, 9 Temmuz 2004 tarihinde İstanbul, Cemil Topuzlu Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'ndaki konserde Türk Dinleyicisi'nin karşısına çıktı. Türkiye'de iyi tanınan sanatçı 2010 yılında halen yoğun olarak konserlerine devam etmektedir. Joan Baez, internette video sitelerinde bulunabilecek olan, Zülfü Livaneli'nin Nâzım Hikmet'in "Kız Çocuğu" Şiiri'ne bestelediği şarkısını başarıyla ve kendine özgü tarzı ile tüm müzikseverlere hediye etti. D-8 D-8 ya da İngilizce uzun adıyla "" (gelişmekte olan sekiz ülke), sekiz üye ülkeden oluşan bir uluslararası kuruluştur. Bu ülkeler Bangladeş, Endonezya, İran, Malezya, Mısır, Nijerya,Pakistan veTürkiye olup REFAHYOL Hükûmeti Başbakanı Necmettin Erbakan önderliğinde bir araya gelerek oluşturmuş oldukları bir organizasyondur. D-8 içinde yer alan ülkeler, aynı zamanda İslam İşbirliği Örgütü’nün de üyeleridir. D-8 üyeleri tabii kaynakları, kalabalık nüfusları ve potansiyel pazarlarından ötürü kendi bölgelerinde önemli konum arz etmektedirler. Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da düzenlenen altıncı D-8 zirvesinde D-8 Daimi Sekreteryası’nın İstanbul’da olmasına karar verildi.. Bu karar, 20 Şubat 2009 tarihinde imzalanan anlaşma ile resmiyet kazandı. 22 Ekim 1996 tarihindeki "Kalkınmada İşbirliği Konferansı"nı izleyen bir dizi hazırlık toplantılarından sonra 15 Haziran 1997 yılında İstanbul’da yapılan Devlet ve Hükûmet başkanları zirvesinde D-8’in kuruluşu resmen ilan edilmiştir (İstanbul Deklarasyonu). D-8’lerin bayrağında yer alan altı yıldız temel ilkelerini sembolize etmektedir. D-8'lerin bayrağında altı temel ilkeyi sembolize eden altı yıldızın anlamları şunlardır. D–8 kapsamındaki iş birliği, esas itibarıyla sektörel bazda yürütülmektedir. Bu kapsamda alanındaki iş birliği çalışmalarını koordine etmektedir. Zirve: Devlet/hükûmet başkanlarının iki yılda bir gerçekleştirdikleri toplantılardır. D-8’in en üst düzey karar alma organıdır. Konsey: Üye ülkelerin dışişleri bakanlarının katılımı ile gerçekleştirilen toplantılarıdır. Komisyon: Üye ülkelerin kıdemli uzmanlarından oluşan ve eşgüdüm çalışmalarını yürüten kurul toplantılarıdır. Genel Sekreterlik: D-8 Grubunun çalışmalarına sekretarya hizmetleri sunan ve üye ülkeler arasındaki iletişimi sağlayan icra direktörlüğünü Türkiye tarafından atanan bir büyükelçi (Ayhan Kamel), İstanbul'da bulunan merkezinden yürütmekte idi. 2006 Bali Zirvesi’nden sonra icra diretörlüğünün statüsü genel sekreterliğe çevrilerek dönem başkanı Endonezya tarafından atama yapıldı. Ardından genel sekreterliği Endonezya’dan Dipo Alam (2007-2010), Widi A. Pratikto (2010-2012) yürüttü. 1 Ocak 2013 itibarıyla İran’dan Seyed Ali Mohammad Mousavi, dört yıllık süre için bu görevi devraldı. D-8 girişiminin başlatılmasındaki amaç, büyük bir ekonomik potansiyeli, çeşitli kaynakları, geniş bir nüfus ve coğrafî alanı temsil eden sekiz ülke arasında ticaret ilişkilerinde yeni fırsatlar yakalamak ve çeşitlendirmek, uluslararası düzeyde karar alma sürecine katılımı artırmak, daha iyi hayat şartları sağlamak, somut ortak projeler etrafında ekonomik iş birliğini geliştirmek ve gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisindeki durumlarını güçlendirmektir. D-8 kurucu üyelerinin kompozisyonunun da yansıttığı gibi bölgesel olmaktan çok küresel bir kuruluştur. Üyelik, grubun hedeflerini, ilkelerini benimseyen ve ortak bağları paylaşan diğer gelişmekte olan ülkelere de açıktır. D-8, üye ülkelerin bölgesel ve uluslararası örgütlere üyeliklerinden kaynaklanan ikili ve çok taraflı taahhütleri üzerinde olumsuz etkisi olmayan bir forumdur. D-8 ülkelerinde en sanayileşmiş (gelişmiş) ekonomi Türkiye ekonomisidir. Türkiye’yi Endonezya, İran, Mısır, Pakistan, Malezya, Nijerya ve Bangladeş izler. Akyaka, Ula Akyaka, Muğla'nın Ula ilçesine bağlı bir . Gökova Körfezi'nin doğu ucunda yer alan mahalle önemli bir turizm merkezidir. Antik çağlardan beri üzerinde yerleşim olduğuna inanılan Akyaka, yakın yıllara kadar gözlerden uzak küçük bir balıkçı mahallesi olarak kalmıştı. Akyaka'nın geniş kitleler tarafından tanınması 1970’lere dayanır. O yıllarda çok küçük çaplı da olsa turizm faaliyetleri başlamıştır. Çevre il ve ilçelerden ve büyük şehirlerden gelen ziyaretçiler Akyaka’nın bakir doğası, yazın bile hiç kesilmeyen meltemi için Akyaka’da yazlık evler, turistik tesisler inşa etmeye başlamışlardır. 1980’lerdeki turizm patlaması ile birlikte Akyaka bugünkü "turistik belde" görünümünü almıştır. Akyaka, 1971 yılında muhtarlık, 1992 yılında belde ve 2012 yılında da Muğla'nın büyükşehir olmasıyla Ula'ya bağlı bir mahalle olmuştur. Türkiye’nin en güneybatı ucundaki Muğla ilinin sınırları içinde yer alan Akyaka, Gökova Körfezi'nin doğu ucundadır. Marmaris ile Muğla’nın ortasında Ula ilçesi sınırlarında bulunan Akyaka mahallesinin nüfusu kışın 1.500 dolaylarında olup, yaz aylarında 3-4 bine ulaşmaktadır. Gökova Körfezinin bittiği yerde, kuzeyinde 1000 m.lik Sakartepe Dağı, güneyinde ise Gökova Ovası bulunan Akyaka'nın bu konumu nedeniyle beğeni kazanmaktadır. İlkbaharda değişik kuş çeşitleri "Gökova" ovasının sazlıklarına gelir. Akyaka'nın en gözde sahillerinden biri ise Çınar plajıdır. Ören yolu üzerinde bulunan ve kıyı boyunca asfalt yolu bulunan, ulaşımı kolay Çınar plajının Akyaka ile arası yaklaşık olarak 3 km.dir. Çınar plajı yolu takip edildiğinde Akbük Koyu’na, oradan da Ören (Gereme, Keramos)’a ulaşılır. Akyaka'da alternatif bir ziyaret güzergahı da Kadın Azmağı adı ile anılan ve doğal güzellikleri ile ünlü su kaynağıdır. Beldede su sporları, sörf, kano yapılabilir, dağ bisikleti ile çevre gezilebilir. Kısa mesafede Azmak Irmağı'na, uzun mesafede ise Sedir Adası'na deniz yolu ile düzenli gidiş geliş yapılmaktadır. Kadın Azmağı'nın sevimli ama gizli konuğu su samuru (lutra lutra) ünlüdür. Akyaka’nın kuzeyindeki Sakartepe'de ise yamaç paraşütçülüğü yapılabilir. Akyaka'da tarım ile uğraşan çok az kişi kalmış olmasına rağmen toprakları sulak ve verimlidir. Önceleri geçimleri çiftçilik ve hayvancılık olan yerli halk son 10 yılda hızlı bir şekilde gelişen turizm sektör
üne ayak uydurmuşlardır. Akyaka beldesi mimari bakımdan son derece özelliklidir ve beldede tek tip mimari zorunluluğu vardır. Bitişik yapılaşma olmayan, Ula'nın eski evleri örnek alınarak günümüzün modern mimarisi ile birleştirilerek Akyaka'ya has bir sentez oluşturulmuştur. Doğal güzelliğe zıtlık yaratmayan içinde ve dışında ahşap işlemeleri bol, yöreye özgü Muğla bacalarıyla iki katlı çiçekli bahçeleriyle evler inşa edilmiştir. 1983 senesinde Ağa Han Mimarlık Ödülü'nü, mimarlık eğitimi olmamasına karşın, kendi yaptığı ve geleneksel mimariyi taşıyan eviyle Nail Çakırhan kazanmıştır. Aspirin Aspirin ya da asetilsalisilik asit (kısaca ASA), genellikle ufak ağrı ve sızılar için kullanılan ağrıkesici ve ateş düşürücü bir ilaçtır. Ayrıca kan seyreltici etkisi vardır ve kalp krizine karşı koruma sağlaması amacıyla uzun dönem az dozaj kullanılır. Aşırı dozda kullanımı yüzünden her yıl yüzlerce kişi ölümcül etkilere maruz kalsa da, genel olarak aspirinin faydalı bir ilaç olduğu kabul edilir. Baş ağrısı, diş ağrısı, nevralji, siyatik ve adet sancılarını giderir. Ateşli hastalıklarda, grip ve soğuk algınlığında ateş düşürür. Romatizma ve lumbagoda enflamasyonu azaltır. Boğaz ağrılarını geçirir. Migrenin semptomatik tedavisinde kullanılır. 100 mg dozda Antiagregan (kan sulandırıcı) olarak kalp ve tansiyon hastaları tarafından kullanılır. Salisalatlara ve diğer non-steroidal antienflamatuvar ilaçlara karşı aşırı duyarlılığı olanlarda, kanama eğiliminin arttığı patolojik durumlarda, gebeliğin son üç ayında, glukoz-6-fosfat dehidrogenaz eksikliğinde, gastrointestinal kanalda kronik ve aktif ülseri olanlarda kullanılması sakıncalıdır. Kedilerde UDP-Glukroniltransferaz enzimi bulunmadığından bu hayvanlarda Asetil salisilik asit kesinlikle kullanılmamalıdır. Ölümle sonuçlanabilecek toksik reaksiyonlara neden olabilir. Asetilsalisilik asidin en sık görülen yan etkisi sindirim sistemi üzerinedir. Doza bağımlı olarak gastrointestinal hemoraji, ülserasyon, tinnitus, vertigo, geçici işitme kaybı, kanama zamanının uzaması ve nadiren lökopeni, trombositopeni, plazma demir konsantrasyonunda düşme görülebilir. Ayrıca nadir olgularda aşırı duyarlılık reaksiyonları olarak kaşıntı, ürtiker, anjiyonörotik ödem, astma ve anafilaksi görülebilir. Astma, nazal polip veya nazal alerjisi olanlarda dikkatle kullanılmalıdır. Uzun süre ve yüksek dozda kullanımında ılımlı bir salisilat intoksikasyonu görülse de, dozun azaltılmasıyla kaybolur. Salisilatlar tiroid fonksiyon testlerini değiştirebilir. Karaciğer harabiyeti olanlarda, ayrıca cerrahi müdahale geçirecek kişilerde dikkatle kullanılmalıdır. Gebelerde kullanım güvenliği kanıtlanmadığından önerilmez. Süt veren anneler de kullanmamalıdır. Asetilsalisilik asit plazma protrombin konsantrasyonunu azaltması nedeniyle antikoagülanların etkisini potansiyelize eder. Oral hipoglisemiyanların etkisini potansiyelize eder. Salisilatlar küçük dozlarda probenesid ve sülfinpirazonun ürikozürik etkisini azaltır. Spirinolaktonla oluşan sodyum itrahı, salisilat varlığında azalabilir. Alkolle, kortikosteroidlerle birlikte kullanımı gastrointestinal sistemde kanama olasılığını artırır. Pirazolon türevleriyle birlikte kullanımı gastrointestinal ülserasyon riskini artırır. Üriner alkalileştiriciler salisilatın böbrekten atılım hızını artırarak; fenobarbital enzim indüksiyonuyla, propranolol bazı reseptörlerle kompetitif etki nedeniyle asetilsalisilik asidin etkisini azaltırlar. Aspirinin ortaya çıkması, kimyager Felix Hoffmann'ın 1897’de saf asetilsalisilik asit (ASA) üretmesiyle mümkün olmuştur. ASA, ağrı kesici ve ateş düşürücü olarak kullanılan Aspirinin etken maddesidir. Kaynağı ise dünyanın her yerinde yetişen söğüt ağacıdır. ASAnın kalp krizini, felci, bazı kanser türlerini önleyici etkisi kanıtlanmıştır. Bayer’in kimyagerlerinden Dr. Felix Hoffmann, 10 Ağustos 1897 tarihinde salisilik asidi asetik asit ile sentezleyerek saf asetilsalisilik asidi üretmeyi başardıktan 11 gün sonra aynı yolla diasetilmorfini sentezlemiş ve eroini bulmuştur. Kuru öksürük ve veremin tedavisinde kullanılan eroine büyük ümit bağlanmıştı. Aynı zamanda I. Dünya Savaşı’nda ağır yaralı hastalara ağrı kesici olarak verilmiştir. Morfin bağımlılarını kurtarmak için fayda sağlayabileceği ileri sürülmüştür. Ancak eroinin kendisinin bağımlılık yapan çok ciddi bir uyuşturucu olduğu anlaşılınca, 1930’lu yılların başında adı ilaç listelerinden silinmiştir. 1900’lü yılların başında Avrupa’daki grip salgınının yok edilmesinde rol oynayan ASA, Aspirin markasıyla özdeşleşmiş durumdadır. ASA ya da Aspirin denince akla daha ziyade kanı sulandırıcı etkisi geliyor. Kalp krizi ve felçteki rolü hatırlanıyor. Hatta bazı kanser türlerindeki önleyiciliği dile getiriliyor. Oysa 1897’den bu yana, Hoffmann’ın formüle ettiği haliyle ilaçlaşan ASA’nın en etkili olduğu rahatsızlıklar ağrı, yüksek ateş ve soğuk algınlığı. Hoffmann, romatizmal ağrılarla baş edemeyen babasını iyileştirebilmek amacıyla salisilik asidi geliştirmeye çalışır. O zamana kadar kullanılmış olan salisilik asit esaslı sodyum salisilat ilacı hem çok kötü bir tada sahiptir hem de uzun süre alındığı için midesi rahatsızlanan kişileri her kullanışlarında hasta etmektedir. 1950’lerden sonra bu ilacın kalp krizi ve felç riskini azaltabileceği yönünde fikirler ortaya atılıyordu. 1971’de İngiliz farmakolog Sir John R. Vane’nin, ASA’nın insan metabolizmasındaki ağrıyı nasıl durdurduğunu belirlemesi, Hoffmann’dan sonraki en büyük adımdır. O güne kadar maddenin etkisi biliniyor, yeni etki alanlarına ulaşılıyor ancak bu etkiyi nasıl ve hangi süreçle yaptığı bilinmiyordu. Bu buluşsu Vane’ye 1982 yılında Nobel Tıp Ödülü’nü kazandırdı. Kanadalı nöroloji profesörü Henry J. M. Barnett, ASA’nın yüksek dozlarla beyindeki geçici dolaşım rahatsızlıklarını, ikinci felç geçirmeyi ve felç sebebiyle ölüm riskini önemli ölçüde azalttığını kanıtladı. 1985’te Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi’nden (FDA) Margaret Heckler, kalp krizi geçiren kişilerin bu ilacı her gün düzenli almaları halinde ikinci kriz ihtimalinin %20 gerilediğini açıkladı. Yine Amerika’da 22,000 sağlıklı doktoru kapsayan kontrollü bir araştırmada, ilaç kullanımının kalp krizi riskini %44 oranında gerilettiği ortaya kondu. Newsweek Dergisi, araştırma sonuçlarını 8 Şubat 1998 tarihli sayısında kapak dosyası yaptı. 1996’da FDA, ilacın akut kalp krizi kuşkusu içindeki kişilerde tercih edilmesini tavsiye etti. ASA, çok sayıdaki kadını ilk hamileliklerinde tehdit eden, prematüre ve ölü doğumlara sebep olan ‘preeklempsi’yi önlemede de yardımcı özelliği açıklanan tek ilaçtır. Diyabetin geç dönemlerinde varlığını hissettiren, gözün retina tabakasındaki ve böbreklerdeki kılcal damar tıkanıklıklarında da etkindir. Kalın bağırsak (kolon) kanserini önlemede de etkili olduğu, 1988’de Avustralyalı Epidemiyoloji Profesörü Gabriel A. Kune tarafından yapılan bir araştırmadaki genel nüfus istatistiklerine göre, ilacın düzenli içicilerinde söz konusu kanser riskinin %40’ların altına gerilediğinin fark edilmesiyle kanıtlanmıştır. Amerikan Kanser Derneği’nce yapılan araştırmalarda, Kune’nin bulguları doğrulanmıştır. ASA, 80’den fazla ülkede Bayer’in tescilli markası Aspirin ile insanlara ulaştırılıyor. ASA’nın yeni etki alanlarının keşfedilmesi ve nasıl etki ettiğinin daha iyi anlaşılması adına gerçekleştirilen araştırmaları Bayer destekliyor. Asetilsalisilik asit, düz ya da çivi şeklindeki kristal halinin yanı sıra beyaz toz halinde de bulunabilir. Hafif olarak sirke asiti gibi kokar. pKs-Değeri 3,5 civarında olup yaklaşık olarak 136 °C de erir ve 140 °C’nin üstündeki sıcaklıklarda yapısı bozulur. Asetilsalisilik asit Etenol ve Alkali bazlarında iyi çözülmesine rağmen, benzol’de ya da soğuk suda kötü çözülür. Sıcaklığın yükseltilmesiyle çözünürlük dereceside doğru oranda artmaktadır. Kullanım sırasında kolay çözülmesini sağlamak için yapısına Magnesiyum- ve Kalsiyumtuzları ilave edilmektedir.. Asetilsalisilik asit yoğunluğu 1,35 g·cm’dır. Salisilik asidin karboksi grubuna göre orto konumunda bulunan fenolik hidroksi grubu asetik anhidridle tepkimeye girerer. Bu tepkimeye Asetilasyon denir. Bu tepkime de hidroksi grubuna ait hidrojen atomu asetil grubuya değiştirilir. Bunun yanında Kolbe-Schmitt-Tepkimesi adı verilen yöntemin yardımıyla endüstüriyel olarak üretilmektedir. Buy yöntemde Salisilik asit ile protonasyonlu asetik anhidrid ve fenolik hidroksi grubuyla esterleşerek salisilik asid sentezi gerçekleşmiş olur. Diğer bir alternatif yöntem ise Kolbe-Schmitt-Tepkimesi’nin ürünü olan Sodyum salisilat direkt olarak asetik anhidrid ile asetilasyon tepkimesine sokulur, böylelikle Salisilik asid sentezlenmiş ve bunun yanında ortamda bulunan miktar kadar da sodyum asetat sentezlenmiş olur. ASA’nın hammadde sorunu yoktur. Hemen hemen dünyanın her ülkesinde yetişen söğüt ağacından elde edilir. Bu ağacın tedavi edici özelliği 3500 yıldır biliniyor. Yaprak ve kabuklarından tabii olarak üretilen bitkisel ilaçlar eski çağlarda da ağrı kesici ve ateş düşürücü olarak kullanılıyordu. Hipokrat, salisilik asidin farkında olan ilk hekimlerden biridir. Bazı rahatsızlıkların tedavisi için reçetesine söğüt ağacı kabuğundan sağlanan suyu ilaç olarak yazmıştır. Suda bulunan ve ağrıyı hafifleten madde bugün bildiğimiz tanımıyla salisilik asittir. Maddenin adı ile kökeni arasında bir bağ vardır. "Salix" kelimesi Latincede söğüt anlamına gelir. Antik Mısırlılar ise ağrıyı gidermede mersin ağacı yapraklarını kullanmıştır. Bu ağacın yapraklarında da salisilik asit bulunduğu ispatlanmıştır. Edward Stone 1763'te, söğüt kabuklarını kurutup toz hâline getirerek ürettiği maddenin ateşli hastalarda faydalı olduğunu belirliyor ve Londra Kraliyet Cemiyeti’ne bildiriyor. Maddeyi su ve çay gibi sıvılarda eriterek hastalara veriyor. Ağrı, ateş ve soğuk algınlığı haricinde kalp krizi, felç ve bazı kanser türlerinde fayda sağlanan ASA ya da bildiğimiz klasik Aspirin ilacının elbette kullanılmaması gereken durumlar da söz konusu. Asit özelliği sebebiyle mide rahatsızlığı olanlara kesinlikl
e önerilmiyor. Bununla birlikte kanama ve kanamanın durdurulamaması riski taşıyan kişilerin de kesinlikle içmemesi gerekiyor. İlacın kanı sulandırıcı etkisi bu rahatsızlıkta negatif tesir yapıyor. Öte yandan ilaç, şüpheli bir sendrom dolayısıyla çocuklar için de önerilmiyor. Burada kesinlikle bir yanılgıya düşmemek gerekiyor. Başka bir ilaç firmasının babyprin ismiyle piyasaya sürdüğü ilaç da çocuklar için üretilmiyor. Bu ilaç, düşük doz kullanması gereken hastaların ihtiyacını karşılıyor. Aspirin’in, Plus C ve Forte türleri de var. Plus C’de, ASA ile beraber C vitamini de içeriğe ilave ediliyor. Böylece soğuk algınlığında daha etkili olduğu ifade ediliyor. İngiltere Caridiff Üniversitesi Soğuk Algınlığı Merkezi Direktörü Profesör Ronald Eccless, 272 gönüllü üzerinde yaptığı çalışmada, C vitamini takviyeli ASA’nın soğuk algınlığına bağlı boğaz ağrılarını altı saat süreyle giderdiği; baş ve kas ağrılarında da belirgin iyileşme sağladığı sonucuna ulaşıyor. 1972 yılında piyasaya sunulan Plus C, suda eritilerek vücuda alınıyor. Forte’de ise içeriğe kafein ekleniyor. Buradaki amaç da ağrı kesici etkisini artırmak. Yedi Delik Mağarası Yedi Delik Mağarası, Muğla'nın Ula ilçesinde bir mağara. Ula'nın doğusunda, Alicin Dağı'nın yükseldiği yerdedir. Karyalılar'a ait olduğu bilinen bu mağaralarda 14 tane mezar bulunmaktadır. Eski inanışa göre ölüm kabul edilmeyip, ölümden sonra ruhun dirildiğine inanıldığı için ölülerin dirildiklerinde insanların saldırmaması için yüksek kayalara açtıkları mezarlara ölülerini bırakırlardı. Bu yedi delik o günkü mağaraların tahrip olmuş halidir. Kyllandos Kyllandos, Muğla ili Ula ilçesi sınırlarında bulunan antik kent. Karia’daki ilkçağ kentlerinden biri olan Kyllandos’un kalıntıları, Ula ilçe merkezinin batısında, Okkataş denilen tepe üzerindedir. Muğla - Marmaris karayolu üzerinden Ula Kavşağına 300 m. kala ulaşılabilir. Okkataş’a, kuzeydoğudan yaklaşırken, yamaçta Karia tipi kaya mezarları görülür. Bunların sağından tepeye çıkılabilir. Akropolis durumundaki tepe üstü düzlüğünde, bir tapınağın temel kalıntıları, birkaç sarnıç, özellikle tepenin dik yamaçlı olmayan yanlarında güçlü tutulmuş surların kalıntıları vardır. Cengiz Kurtoğlu Cengiz Kurtoğlu, (d. 5 Mayıs 1959, Arhavi, Artvin), Türk müzisyen, piyanist ve şarkıcı. Taverna müziğinin önemli isimlerinden olan sanatçının arabesk tarzında albümleri de vardır. Şarkılarında aşk acısı gibi bireysel konuları işler. Yorgun Yıllarım buna örnektir. Laz asıllı olan Cengiz Kurtoğlu, öğrenim hayatını Artvin`de tamamladı. Memleketinde bulunan çay fabrikasında memur olarak çalışmaya başlayan Kurtoğlu, daha sonra Arhavi`de "Ciha Dağı Efsanesi" isimli bir orkestra kurarak müziğe giriş yaptı. 20 yaşında yani 1979 yılında askerlik yapmak için Ankara`ya gitti, ilk çocuğu Orçun o sırada dünyaya geldi. Dönüşte bir süre Artvin'de kalan Kurtoğlu, 1982`de İstanbul`a gelerek ilk kaydını dönemin ünlü plakçılarından Şahin Özer`e gönderdi. 1984`te ilk albümü "Sen Sözden Anlamaz Mısın" ile ilerde hayranları tarafından "yaşayan efsane" olarak adlandırılacağını bilmeden yola koyuldu. Unutulan, Gelin Etmişler, Gelin Olmuş Gidiyorsun, Okul Yılları, Resmini Öptüm de Yattım, Bizim Şarkımız, Küllenen Aşk, Kabul Edemem, Gece Olunca, Yıllarım, Liselim, Duvardaki Resim, Daha Yokluğunun İlk Akşamında gibi şarkılarıyla tanınır. Evli olan Cengiz Kurtoğlu; Orçun Bora, Aylin ve Aydın adlarında 3 çocuk babasıdır. USS Patrick Henry (SSBN-599) USS "Patrick Henry" (SSBN-599), 31 Aralık 1957 tarihinde inşasına karar verilen Washington sınıfı ikinci denizaltı (SSBN) olan tekne, Connecticut eyaleti Groton kentinde kurulu General Dynamics/Electric Boat tersanesi tarafından 27 Mayıs 1958’de kızağa kondu. 22 Eylül 1959 tarihinde denize indirilen tekne bir dizi test ve sualtı atış denemelerinin ardından "Patrick Henry" ismi ve "SSBN-599" borda numarası ile 11 Nisan 1960’da Amerikan Donanması’na katıldı. Bu denizaltı aynı zamanda Donanma Balistik Füzesi programı (FBM) doğrultusunda inşa edilen ikinci gemidir. Atlantik Filosu’nun 14ncü Denizaltı Filosu’na tahsis edilen teknenin soğuk savaş sırasında ana üssü İskoçya’daki Holy Loch sitesi olmuştur. 12 Aralık 1960’da New London limanından Charleston deniz üssü’ne doğru yola çıkan "Patrick Henry" bu üste Polaris A-1 SLBM’ler ile donatıldı. 30 Aralık tarihinde ilk devriyesi için Charleston deniz üssü’nden ayrılan denizaltı 8 Mart 1961’de 66 gün 22 saat süren devriye görevi sonunda Holy Loch sitesine ulaştı. Su yüzeyine hiç çıkmadan gerçekleşen bu devriyenin süresi zamanında bir rekordu. "SSBN-599" aynı zamanda Holy Loch sitesine ilk giriş yapan ve buradaki AS-19 USS Proteus tamir gemisine ilk yanaşan nükleer denizaltıdır. "Patrick Henry" daha sonra bu istasyon ana üs olmak üzere 16 devriye görevi daha gerçekleştirdi. 1964 Aralık ayında "Patrick Henry", ana bakım için Electric Boat tersanesine geri döndü. 4 Ocak 1964 ile 21 Temmuz 1965 tarihleri arasında nükleer reaktör yakıtı yenilendi ve füze siloları yeni model Polaris A-3 SLBM için tadil edildi. Mark 80 ateş kontrol sistemi yerini geliştirilmiş Mark 84 ateş kontrol sistemine bıraktı. "SSBN-599", 1966 Aralık ayında 18nci devriyesi için Polaris A-3 füzeleri ile yüklü olarak Holy Loch istasyonuna ulaşmak amacı ile Charleston deniz üssü’nden ayrıldı. Devriyeler 1981 yılına kadar devam etti. 1981 yılında sonuçlanan SALT-I silah indirim anlaşmasının etkisi ile "Patrick Henry"’nin füze tüpleri boşaltıldı ve beton ile dolduruldu. Ateş kontrol sistemi ve yön bulma sistemi iptal edildi. 24 Ekim 1981’de tanımlaması SSN-599 olarak değiştirildi ve denizaltı sadece eğitim ve tatbikat görevlerine tahsis edildi. 25 Mayıs 1984 tarihinde hizmet dışı kalan gemi Amerikan Donanması kayıtlarından 16 Aralık 1985’de çıkarıldı. "Patrick Henry", 1 Ekim 1996’dan itibaren Washington eyaleti Bremerton kentindeki Puget Sound donanma tersanesinde “Amerikan Donanması nükleer güçlü gemi ve denizaltı dönüşüm programına” dahil oldu. Dönüşüm veya sökme işlemi 31 Ağustos 1997 tarihinde tamamlandı. "Patrick Henry" = 1736’da Virjinya'da doğan kanun ve devlet adamı. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın renkli karakterlerinden biridir. Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulmasından sonra uzun yıllar Virjinya eyalet valisi olarak görev yaptı. 1799 yılında hayatını kaybetti. Taylor serisi Taylor serisi matematikte, bir fonksiyonun, o fonksiyonun terimlerinin tek bir noktadaki türev değerlerinden hesaplanan sonsuz toplamı şeklinde yazılması şeklindeki gösterimi/açılımıdır. Adını İngiliz matematikçi Brook Taylor'dan almıştır. Eğer seri sıfır merkezli ise (formula_1), Taylor serisi daha basit bir biçime girer ve bu özel seriye İskoç matematikçi Colin Maclaurin'e istinaden "Maclaurin serisi" denir. Bir serinin terimlerinden sonlu bir sayı kadarını kullanmak, bu seriyi bir fonksiyona yakınsamak için genel bir yöntemdir. Taylor serisi, Taylor polinomunun limiti olarak da görülebilir. Her dereceden türevli, gerçel ya da karmaşık bir formula_2 fonksiyonunun a gerçel ya da karmaşık bir sayı olmak üzere formula_3 aralığındaki "Taylor serisi" şu şekilde tanımlanmıştır: formula_4 Daha düzenli bir gösterim olan "Sigma gösterimi"yle ise şu şekilde yazılır: Burada formula_6, "n" faktöriyeli; "ƒ"("a") ise "f" fonksiyonunun "n". dereceden türevinin "a" noktasındaki değerini belirtmektedir. "f" fonksiyonunun sıfırıncı dereceden türevi "f"' in kendisiyle tanımlanmıştır ve ve 0!, 1'e eşit olarak kabul edilmiştir. "a"=0 özel durumunda seri, "Maclaurin serisi" olarak adlandırılır: Herhangi bir çokterimlinin Maclaurin serisi, kendisidir. "x" fonksiyonunun "a"=1 değerindeki Taylor serisi de, Yukarıdaki Maclaurin serisinin integralini alarak fonksiyonunun Maclaurin serisini buluruz: (burada "ln" doğal logaritmayı ifade eder) Ve bu seriye ilişkin ln("x") fonksiyonunun "a"=1 değerindeki Taylor serisi ise, "a" = 0 noktasında "e" üstel fonksiyonu için Taylor serisi:), e'in x'e göre türevi yine e 'e ve e de 1'e eşit olduğundan yukarıdaki açılım sadeleşir. Bu sadeleşme sonucunda da sonsuz toplamdaki her terimin "pay"ında terimi, "payda"sındaysa "n"! terimi kalır. Her fonksiyonun Taylor serisi yakınsak olmak zorunda değildir. Yakınsak Taylor serili fonksiyonlar kümesi, bir düz fonksiyonların "Frechet uzayı"nda bir "eksik küme"dir. Bu fonksiyonların dışında, genelde sözü geçen çoğu fonksiyonun Taylor serisi yakınsamaz. Bir "f" fonksiyonunun yakınsak Taylor serisinin limiti genelde "f(x)"'in fonksiyon değerine eşit olmak zorunda olmamasına rağmen pratikte eşittir. Örneğin; fonksiyonu "x=0"'da sonsuz türevlidir ve bu noktadaki tüm türevleri sıfırdır. Eğer seri belirtilen aralıktaki her formula_14 noktasında formula_2'e yakınsıyorsa f(x) analitik bir fonksiyon olarak adlandırılır. Her sonsuz türevlenebilir fonksiyon analitik değildir. Örneğin, "f"("x") =e , "x ≠ 0" ve formula_16 fonksiyonunun Taylor serisi sıfıra denktir ancak fonksiyonun kendisi sıfırdan farklıdır. Taylor serileri, fonksiyonların (ör. logaritma) verilen bir noktadaki sayisal değerlerini bulmak için kullanılabilirler. Buna ek olarak, türev ya da integral de işlemleri seriye açılıp daha kolay işlem yapılabimektedir. Holy Loch İskoçya’nın Argyll ve Bute bölgesinde bulunan küçük bir koya verilen isimdir. Firth of Clyde körfezi ile birleşen su kütlesi yaklaşık 1.5 km genişliğinde 4 km uzunluğundadır. En yakın yerleşim olan Dunoon kenti "Holy Loch"’un güney batı kıyısında yer alır. Haçlı Savaşları sırasında Kutsal Topraklardan (Kudüs ve çevresi) dönen bir geminin iki çuval “kutsal toprak” ile birlikte bu koyda alabora olduğundan bölgeye "Holy Loch" (Kutsal Göl) isminin verildiği tahmin edilmektedir. II. Dünya Savaşı sırasında 1941-45 yılları arasında "Holy Loch", İngiliz Kraliyet Donanması tarafından denizaltı filotillaları için bir denizaltı üssü olarak kullanıldı. Denizaltı depo gemisi A-187 HMS Forth bu koyda denizaltılara hizmet verdi. Dunoon kenti ile Cloch Point deniz feneri arasında bölgeyi Alman denizaltılarına karşı koruma amacı ile bir deni
zaltı savunma engeli (Bir çeşit çelik ağ) inşa edildi. P-64 HMS Vandal ve P-58 HMS Untamed denizaltı gemileri ile P-715 HMS Graph (Ele geçirilen ve tadil edilen bir Alman denizaltısıdır) üssü savunma maksadı ile görev aldılar. Sitede görev yapan suüstü gemileri: Ermal Kurtoğlu Ermal Kuqo "(Türkiye'de Ermal Kurtoğlu)", (d. 12 Şubat 1980, Görice, Arnavutluk) Arnavut asıllı Türk millî takım oyuncusu olan ancak 2010'da kendi tercihiyle Arnavutluk millî takımında oynamaya karar vermiştir. 12 Şubat 1980 yılında Arnavutluk'un Korçe şehrinde dünyaya gelen Ermal Kurtoğlu 8 yaşındayken basketbola başlamıştır. Kendisi gibi basketbolcu olan babası ve amcası da Arnavutluk tarihindeki oyuncular arasında yer almaktadır. Amcası Yunanistan'ın Dimoklitos takımına transfer olarak bu ülkenin yurtdışında basketbol oynayan ilk sporcusu olmuştur. Ermal Kurtoğlu; 12 yaşına kadar basketbolun yanında futbol da oynamış, bu yaştan sonra profesyonel basketbola geçmiştir. 2001 yılında Türkiye'ye gelen Ermal Kuqo iki sezon Fenerbahçe'de oynadı. Türkiye basketbol federasyonunun katkısı ile Türk vatandaşlığına geçerek Kurtoğlu soyadını aldı. 2003 yılında Efes Pilsen'e transfer oldu. 2008 yılının Mayıs ayında İspanya 1. Basketbol Ligi (ACB) takımlarından Pamesa Valencia ile 2 yıllık sözleşme imzaladı ancak 2009-2010 sezonunda tekrar Efes Pilsen'e dönüş yaptı. Maçlarda hem Kuqo hem de Kurtoğlu soyadını kullanmaktadır. Oyuncu 2010-2011 sezonu için Galatasaray takımına transfer olmuşur. 2011-2012 sezonu için tekrar eski takımı olan Efes Pilsen'e geri dönmüştür.2013 yılında Banvit Basketbol Kulübüne transfer olmuştur. 2014 yılında ise Darüşşafaka ile sözleşme imzalamıştır. Korkut Ata Korkut Ata (Dede Korkut), Oğuz Türklerinin eski destanlarında yüceltip kutsallaştırılmış; bozkır hayatının geleneklerini ve törelerini çok iyi bilen, kabile teşkilatını koruyan yarı-efsanevi bir bilgedir ve Türkler’in en eski destanı olan Dede Korkut Kitabı’ndaki hikayelerin anlatıcısı ozandır. Adı, tarihî kaynaklarda ve çeşitli Oğuz rivayetlerinde kimi zaman sadece “"Korkut"”, kimi zaman “"Korkut Ata"” olarak geçer; Batı Türkçesinde “"Dede Korkut"” olarak da anılır. Sirderya havzasında tespit edilmiş halk anlatıları onu bir baksı (Şaman) olarak tanıtırken yazılı kaynaklarda hükümdarlara vezirlik, müşavirlik yapmış bir Müslüman Türk velisi olarak tanıtılmıştır. Oğuzların İslâm’ı kabul edişlerinden önceki dönemlerin bir kâhini (kam, baksı) olduğu, İslâmlaşma sürecinde kültürel değişime paralel olarak bir evliya kimliğine büründüğü düşünülür. Kazak ve Kırgız bahşılarının piri olarak da tanınmaktadır. Bir söylenceye göre Kırgız şamanlarına kopuz çalmayı ve türkü söylemeyi öğretmiştir.  Halk rivayetlerine göre aydın, berrak gözlü dev kızından dünyaya gelen Dede Korkut'un hayatı hakkında tarihi kaynaklardaki bilgiler birbirinden farklıdır. Korkut Ata’dan bahsedilen en eski tarihî kaynak İlhanlı veziri Reşidüddin’in Câmiü’t tevârih’idir. Tabip Reşidüddin’in 1305 yılında bir heyetle yazdığı bu ünlü kitapta dört Oğuz hükümdarının çağdaşı olarak Korkut’tan bahsedilir. Bu esere göre Korkut, Bayat boyundan olup Kara Hoca’nın oğludur. 295 yıl yaşamıştır. Oğuz sülalesinin dokuzuncu hükümdarı İnal Sır Yavkuy zamanında ortaya çıkmış; onuncu hükümdar Kayı İnal Han’ın ve ondan sonraki üç Oğuz hükümdarının müşavirliğini yapmıştır. Ebü’l-Hayr-ı Rûmî’nin kaleme aldığı ve Saru Saltuk’u konu alan Saltukname (1480)’ye göre Korkut Ata Osmanoğulları ile aynı soydandır. Eserin ikinci ve üçüncü cildinde Osmanoğulları’nın soyu İshak peygamberin oğlu Ays nesline dayandırılmakta ve Korkut Ata soyundan oldukları belirtilmektedir. Tebrizli Bayatî Hasan b. Mahmûd’un eseri olan "Câm-ı Cem-Âyin" (1481) adlı Osmanlı silsilenamesine göre Korkut Ata, 28. Oğuz Hanı Kara Han tarafından Medine’ye gönderilmiş; İslam peygamberi ile tanıştıktan sonra Oğuzlar’a İslamiyet’i öğretmekle görevlendirilen Selman-ı Farisi ile birlikte dönmüştür. Aynı kaynakta onun "Ürgenç Dede" adlı bir oğlu olduğu kayıtlıdır. 15. yüzyılda kaleme alınan Velâyet-nâme-i Hacı Bektâş-ı Velî’de Korkut Ata, Türk söylencelerinde Hanlar Han’ı olarak adı geçen Oğuz padişahı Bayındır Han ve onun beylerbeyi Kazan ile birlikte anılmıştır; bunların ölümüyle Oğuz cemaatinin dağıldığı söylenir. Ebu'l Gazi Bahadır Han'ın 1659-1660 yıllarında yazdığı "Şecere-i Terakime" adlı eserine göre Korkut Ata, Kayı boyundandır, Abbasiler devrinde yaşamıştır ve Oğuz ilinde çok sayılan bir devlet müşaviridir. Ebülgazi Bahadır Han’a göre 295 yıl, bir halk rivayetine göre 100 yıl yaşamış olan Dede Korkut’un ölümü hakkındaki rivayetler de çok çeşitlidir. Kazaklar arasında yaygın olan menkıbeye göre yirmi yaşında iken rüyasında aklar giymiş bazı yaratıklar ona kırk yıl yaşayacağını haber vermiş, bunun üzerine Korkut ölümsüzlük istemeye karar vermiştir. Karşılık beklemeden hastalara yaptığı yardımlar Allah katında makbule geçmiş ve bir gün uykuda iken Allah ona, ""Ölümü kendin arzu etmedikçe ölmeyeceksin"" demiştir. Bir başka rivayete göre Korkut Ata uzun süre ölümden kaçmak istemiş ama nereye gitse “"mezar arayan Korkut için"” mezar kazan birilerini görmüştü. Sonunda 300 yaşında iken kendisi için kazılan mezarlardan birinin yanında ölmüştür. Dede Korkut’un ölümden kaçma çabası, Sümerler’de Gılgamış Destanı’nda Gılgamış’ın ölümsüzlüğe ulaşma uğraşları ile anlatılan ölümsüzlük arayışının bir uzantısı olarak düşünülebilir. Azerbaycan'da ve Anadolu’da Dede Korkut'a ait olduğu iddia edilen kimi mezarlar vardır. 1638 yılında Alman imparatorunun Moskova ve İran elçisi Adam Olearius, Dede Korkut'un Demirkapı- Derbend şehri yakınlarında “"İmam Korkut"” adlı bir İslam velisinin mezarını gördüğünü anlatmıştır. İran ve Dağıstan Tatarları arasındaki sınırı belirleyen küçük bir ırmağın kenarında bulunan mezar, kaya içine oyulmuş büyük bir mağara şeklinde olup tabutu dört tahtadan yapılmıştı. Olearius’un yerlilerden dinleyip aktardığı söylenceye göre kopuz çalıp şiirler söyleyen bu İslam velisi, peygamberin yakınlarındandı ve onun ölümünden sonra 300 yıl daha yaşamıştı; putperest Lezgiller’i İslam’a davet için gittiği sırada öldürülmüştü. Evliya Çelebi Seyahatname’de, 1647’de Demir Kapu’da gördüğü ziyaretgâhın Dede Korkut’a ait olduğunu yazar. Olearius’un bahsettiği mezarı aramaya sonradan Rus doğubilimci Wilhelm Barthold da gitmiş fakat bulamamıştır. Mezarın zamanla kaybolduğu düşünülür. Evliye Çelebi 1655’te gördüğü Ahlat’tan bahsederken de “"Ahlat’ta yatanlardan birisi de Korkut Han"’dır şeklinde bahseder. Sirderya havzasında yaşayan Kırgız, Kazak, Karakalpak ve Türkmenler tarafından ziyaret edilen ve Korkut Ata'nın kabri olarak bilinen bir mezar daha vardır. Kalinski ile Kızılorda arasında Sirderya nehrinin Aral gölüne yakın bir yerinde sahilde bulunmaktadır. Bayburt’un güney doğusundaki Masat köyünün hemen çıkışında halk arasında "Ali Baba Türbesi" denen Türkmen türbesinin Dede Korkut 'a ait olduğu iddia edillir. Bu tez, şair Orhan Şaik Gökyay tarafından ortaya atılmıştır. Dede Korkut’un kişiliği hakkındaki bilgiler halk efsanelerinden, Dede Korkut Kitabı’ndan ve Oğuzların tarihi ile ilgili bilgi veren yazılı kaynaklardan gelir. Dede Korkut Kitabı’na göre destanın anlatıcısı ozan, Oğuzların Bayat boyundan olup İslam peygamberi Muhammed'in yaşadığı zamana yakın bir dönemde yaşamış Müslümandır; kalp gözü açık; hikmetli sözler sahibi bilge bir ozandır; Oğuz beylerinin ve halkın töresini, geçmişini bilen, halkın her müşkülünü halleden geleneksel bir eğitici, yol gösterici ve akıl hocasıdır. Köklerinin ozan/baksı geleneğine dayandığı, sıradan insan olmayıp Tanrı tarafından seçilmiş olduğu, söylediklerinin kendi duygu ve düşüncelerinden ziyade Hak Tealâ‟nın ilham etmesiyle ortaya çıktığı anlaşılır. Tarihî kaynaklarda Dede Korkut'un şahsiyeti hakkında verilen bilgiler büyük ölçüde Kitâb-ı Dede Korkut'taki bu bilgilerle örtüşür. Korkut Ata'nın birçok Oğuz hükümdarına vezirlik, müşavirlik yaptığı, bazı beylerin çocuklarına ad verdiği aktarılır. Hem geçmişte hem de gelecekte olacakları bilen, Türkler arasında büyük bir üne sahip bir olarak tanıtılır; velilik özelliği öne çıkartılır. Halk anlatılarında Korkut Ata eşsiz bir halk şairi, kopuz ve dombranın mucidi olarak tanıtılmıştır. Kopuz çalmak ve şamanlık yapmak için kendisinin Ata ruhlar tarafından görevlendirildiğine inanılır. Karakalpakistan'da derlenmiş bir efsane onun kopuzun nasıl yapılacağına olağanüstü varlıklardan öğrenmiştir. Bir başka söylenceye göre hızlı koşan devesine binerek halkının sonsuza dek yaşayacağı cennet gibi bir mekan arayan Ata Korkut, “"ölümsüz hiçbir şey yokmuş"” fikrine gelmiş ve sonsuz hayatı kopuzun ezgilerinde aramaya başlamış; nesilden nesile geçen kıymetli sözler ve ezgiler üretmiştir. Şiir ve ezginin atası kabul edilir. Söylencelerde Korkut Ata'nın doğaüstü güçleri öne çıkarılmıştır. Kendisinden “"Ölü dersem ölü değil, diri dersem diri değil"” sözleriyle bahsedilir. Tüm hayvanların ve özellikle de kuşların dilini bildiği anlatılır. Ayrıca kendisinin “"Tuman"” adını verdiği bir yiğit de tüm kuşların dilini bilir. Azerbaycan Türkleri arasındaki yaygın bir inanışa göre, dünyadaki her şeyin adını Korkut Ata koymuştur. Yiğitlere de ad vermiştir. Korkut sözcüğü (Kor/Gor) kökünden türemiştir. Çok büyük, ulu, heybetli, korku veren demektir. Ayrıca korkutucu düş anlamında da kullanılır. Kelime kökünde kor, korumak, korkutmak, koramak (yanmak) gibi anlamları vardır. Ördek Ördek (Anatinae) alt familyasından hemen hemen bütün dünyanın sulak bölgelerinde yaşayan, perde ayaklı su kuşlarına verilen ad. HowStuffWorks HowStuffWorks Marshall Brain tarafından yapılmış bir internet sitesidir. Sitenin amacı birçok şeyin çalışma prensiplerini açıklamaktır. İlk zamanlarında sadece makineler ve ev aletleri gibi mekanik şeyler üzerinde yoğunlaşan site zamanla alanını genişleterek "How x Works" kalıbı altında neredeyse her konuda açıklayıcı bilgiler içermeye başlamıştır. Özellikle kullanıcılarına gelişmiş fizik kurallarından ziyade açıklayıcı grafiklerle anlatım yolunu seçen site kı
sa zaman içerisinde internette oldukça popüler hale gelmiştir. Site içeriğini kitap ve cd olarak da satışa sunmuştur. Sitede şu an bulunan ana başlıklar şu şekildedir: HowStuffWorks Sentaktik örüntü analizi Sentaktik örüntü analizi; cümle kalıplarını analiz eden, içerdiği anlamları ayrıştırarak veri tabanındaki kavramlarla karşılaştıran yapay bir süreçtir. Aken Aken (botanik) Aken, içinde tek tohum bulunan ve olgunlaştığında açılarak tohumun çıkmasına olanak verecek özel bağlantı yerleri olmayan kuru meyve. Tohum kabuğu ayçiçeğinde olduğu gibi, ince ve kuru meyve kabuğuna (perikarp) kısa bir sapla bağlı olduğu için kolayca kopar. Agrostoloji Agrostoloji, otsu bitkilerle ve özellikle bu bitkilerin sınıflandırılmasıyla ilgili botanik dalıdır. Çağdaş agrostloglar, kalıtım yoluyla edindikleri özellikleri ve özel ortamlara nasıl uyum sağladıklarını belirleyebilmek için otsu bitkilerin yaşayan topluluklarını incelerler. Biyokimyasal incelemeler de otsu bitki grupları arasındaki evrim ilişkilerinin saptanmasında büyük sağlar. Aşkın Nur Yengi Aşkın Nur Yengi, (d. 3 Temmuz 1970, İstanbul), Türk şarkıcı ve oyuncu. İlköğrenimini Erenköy İlköğretim Okulu'nda tamamlayan sanatçı İstanbul doğumlu olup ortaokul öğrenimine Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nda çello öğrencisi olarak başlamış, 11 yıllık öğrenim sürecinden sonra mezun olmuştur. Ortaöğrenimine devam ettiği sıralarda 1981 yılında Onno Tunç orkestrasında Sezen Aksu'nun vokalisti olarak çalışmaya başladı. 1987 yılında Harun Kolçak'la birlikte Grup Periyod adıyla "Güzel Şeyler Söyle" adlı şarkıyla Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finalleri'ne katıldı. Aynı yıl Kuşadası Altın Güvercin Şarkı Yarışması'nda "Yeniden" ve 1988 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde "Portakal Çiçeği", sonraki yıl Çeşme Müzik Festivali'nde "Artık Hiç Ağlama" adlı şarkılarla uluslararası platformlarda birincilik ödülleri kazandı. 1990 yılında yayınlana "Sevgiliye" adlı ilk abümü ile beğeni toplayıp büyük satış rakamlarına ulaşarak 90'ların ilk başarılı şarkıcısı olarak adını duyurdu. Sonraki yıllarda çıkardığı albümlerinin tanıtımı için yurt dışında birçok ülkeye turneye çıktı. Malta ve Birleşik Krallık'ta albümünde yer verdiği şarkıları için müzik klipleri çekti. 2007 yılında ise "Sevgiliye", "Hesap Ver", "Sıramı Bekliyorum" ve "Karaçiceğim" albümlerinden seçilmiş 13 şarkılık toplama albümü Aşk'ın Şarkıları'nı yayınlandı. Müzik albümlerinin yanı sıra değişik projelerde de yer alan sanatçı 1980'li yıllardan bu yana birçok reklam müziği seslendirdi. 1994 yılında Kurtuluş adlı televizyon dizisinde Atatürk'ün akrabası Fikriye Hanım'ı canlandırdı ve jenerik müziğini yorumladı. 2001 yılında Levent Kırca ve ekibiyle birlikte "Kadıncıklar" adlı oyunda tiyatro sahnesiyle tanıştı. Aynı yıl yine Levent Kırca ve ekibiyle birlikte Olacak O Kadar adlı güldürü programında rol aldı ve programın müzik direktörlüğünü üstlendi. Cesur Kuşku ve Bayanlar Baylar adlı dizilerde rol alan Yengi, Zeki Alasya ve Mehmet Ali Erbil gibi oyuncularla birlikte Ömerçip filminde rol aldı. Bir dönem Rafet El Roman'la konserler verdi. Sezen Aksu'nun büyük desteğini alan şarkıcı çok başarılı olmuştur. "Ayrılmam" adlı şarkısı Levent Yüksel ve Kargo tarafından yakın tarihte yeniden yorumlanmış fakat ikisi de orijinal kaydın başarısını elde edememiştir. Yine Aşkın Nur Yengi TRT için hazırlanan Türkiye'nin ilk halk oyunu yarışması Altın Adımlar Halk Oyunları Yarışması'nın jüri üyeliğini Müjde Ar, Ahmet Demirbağ ve Yavuz Bingöl ile birlikte yaptı. Aşkın Nur Yengi, Haluk Bilginer'le 2006 da evlendi ve bir kız çocuğu annesidir. 2012 yılında çift boşanma kararı almış ve tek celsede boşanmıştır. İl Han Özay İl Han Özay 3 Eylül 1940'ta Zonguldak'ta doğdu. İlkokuldan sonra orta ile yüksek öğreniminin tümünü İstanbul ve Roma'da İtalyan okullarında yaptı. Mezun olduğu "La Sapienza" üniversitesinde önce Prof. Dr. Antonio Lefevre d'Ovidio de Clunieres ile uluslararası denizcilik ve havacılık hukuku dalında kara suları konulu hukuk, daha sonra da Prof. Dr. Guiseppe Vedovato ile kurumlar tarihi'nde Türkiye'nin anayasal gelişmesi konulu bir tezle siyasal bilimler doktoru unvanlarını elde etti. 1972-1973 akademik yılında Roma Üniversitesi'nde idare hukuku asistanı olarak görev aldı ve Prof. Dr. Massimo Severo Giannini ile çalıştı. Daha önce, kısa bir süre İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Enstitüsü'nde uzman olarak görev yapmiş ve Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar'ın arzusu üzerine idare hukuku kursüsünde asistanlığa gecmişti. 1983-1984 ders yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin Fullbright Programı çağrılısı olarak gittiği bu ülkenin Harvard University'sinde hukuk fakültesi ("Harvard Law School") konuk öğretim üyesi görevinde bulundu. 1981 yılında doçent, daha sonra da profesör olan İl Han Ozay İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yaptı. Adalet Bakanlığı Yüksek Müşaviri olarak 2003 yılında görevlendirildi ve yaş haddinden 2007'de emekliye ayrıldı. Afrika altın kedisi Afrika altın kedisi ("Profelis aurata"), kedigiller (Felidae) familyasından tropik ormanlarda yaşayan bir kedi türü. Tropik ormanlarda tek başına yaşayan bir gece hayvanıdır. 20–25 cm'lik kuyruğuyla birlikte uzunluğu 90–100 cm, omuz yüksekliği 40 cm'dir. Kürkünün üst bölümleri kızılımsı kahverengi, alt bölümleri ise beyaz üstüne koyu renk beneklidir. Afrika altın kedisi tırmanabilir ama öncelikle yerde avlanır. Avlarını kemirgenler, kuşlar ve küçük maymunlar kapsar. Bu kedi hakkında çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Afrika altın kedisi Asya altın kedisine çok benzerliği ile dikkat çeker. Asya altın kedisi Asya altın kedisi ("Catopuma temmincki"), kedigiller (Felidae) familyasından Hindistan'da ve Güneydoğu Asya'da yaşayan bir kedi türü. Asya altın kedisi ormanlarda yaşar. Hiç lekesiz ve kalın olan kürkünün üst bölümleri koyu kızıl-kahverengi, alt bölümleri daha soluktur; yüzünde beyaz ve siyah benekler bulunur. Yetişkinlerin uzunluğu, 40–48 cm'lik kuyruğu dışında 75–85 cm'dir. Kuşları ve küçük memelileri avlayarak beslenir; doğumdan önce ağaç kovuklarına ya da korunaklı yerlere sığınarak iki ya da üç yavru doğurur. Goran Bregović Goran Bregović (22 Mart 1950, Saraybosna), Bosnalı Sırp-Hırvat besteci, gitarist ve şarkıcı. 1950 yılında Sırp bir anne ve Hırvat babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 16 yaşındayken konservatuvardaki klasik keman eğitimini bırakarak Yugoslavya'nın en başarılı gruplarından sayılan Bijelo Dugme, ("Beyaz Düğme") adında bir rock grubu kurdu. Film müziğine ilk olarak 1978'de Mica Milosevic'in Nije Nego filmiyle başladı. Bregovic'in en renkli ortaklığı yönetmen Emir Kusturica ile gerçekleşti, 1989'da Dom Za Vesanje, 1993'de Arizona Dream, 1995'de Cannes Film Festival'ini kazanan Underground ve 1998'de Crna Macka gibi Emir Kusturica filmlerinin müziklerini yaparak Kusturica ve Bregovic çok başarılı bir ikili haline geldi. Sanatçı Türkiye'de İzmir, İstanbul, Kocaeli, Bursa, Ankara ve Diyarbakır illerinde de konserler vermiştir. Sanatçının parçalarından bazıları Sezen Aksu, Oya-Bora ve Candan Erçetin gibi Türk müzisyenler tarafından Türkçe sözlerle seslendirilmiştir. Michael Wright Michael Wright, (d. 7 Ocak 1980, Chicago - ö. 10 Kasım 2015, New York) ABD asıllı Türk basketbolcudur. Uzun forvet pozisyonunda oynamıştır. Michael Wright basketbol kariyerine Chicago'daki Farragut Askeri Akademisi'nde başladı. Burada Kevin Garnett ile birlikte forma giydi. 1998'de Dünya Şampiyonu olan ABD genç millî takımının en skorer oyuncusuydu (6 maçta 15 sayı, 5 ribaund ortalama). 2001'de Arizona Üniversitesi'nde 15 sayı 8 ribaund ortalamalarıyla oynadı ve NCAA finaline kadar yükselen takımının önemli silahıydı. Avrupa kariyerine 2002'de Polonya'da Sląsk Wroclav takımında başladı ve takımının şampiyonluğunda büyük pay sahibi oldu ve sezonun en iyi oyuncusu seçildi. 2003 yılında İsrail'in Hapoel Tel Aviv takımında forma giydi ve play-off finali oynadı. 2004'te FIBA Avrupa Ligi All Star maçının en değerli oyuncusu seçildi. 2005 sezonunda Almanya'nın Alba Berlin takımının normal sezonu lider tamamlamasında etkisi büyüktü. Michael Wright, 2005-2006 sezonunda Beşiktaş'a transfer oldu. Başarılı geçirdiği sezonun ardından performansının altında bir play-off çıkardı. 2006-2007 sezonunda Pau Orthez takımına transfer oldu 2007-2008 sezonunda Türk Telekom Basketbol takımında görev aldı.Ancak Sezon ortasında yaşadığı sakatlık sonucunda sezonu kapatmıştır. "Trabzonspor'u büyük hedefleri olduğu için tercih ettim." diyerek Trabzon Basketbol takımına transfer olmuştur. 2010 yılı sonlarında Türk vatandaşlığına kabul edilerek Ali Karadeniz ismini almıştır. 2012-2014 sezonlarında Türkiye ligi takımlarından Mersin BŞB'de 66 maça çıkmıştır. 2014-2015 sezonunda Fransa ligi takımlarından Cholet'te 3 maça çıkmıştır. 10.10.2015 tarihinde New York' ta aracı içerisinde ölü bulunmuştur. Türkiye'deki millî saraylar Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanından dört ay sonra, 3 Mart 1924 tarihinde çıkartılan 431 sayılı Yasa ile Halifelik kaldırılmış, padişahın sarayları ve her türlü emlakı ile mefruşatı bu yasanın 8, 9, 10. Maddeleri ile millete devredilmiştir. 18 Ocak 1925 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile de Dolmabahçe ve Beylerbeyi Sarayları, Millî Saraylar adı altında korunmak üzere, kurulacak Millî Saraylar Müdürlüğü yönetimine bırakılmıştır. Aynı yıl içinde Yıldız-Şale, Aynalıkavak ve Küçüksu Kasrı, 1930'da Yalova Atatürk Köşkleri, 1966'da Ihlamur Kasrı, 1981'de Maslak Kasırları bu Müdürlüğe bağlanmıştır. 2919 sayılı TBMM Genel Sekreterliği Teşkilat Yasası ile Daire Başkanlığı konumuna getirilen Millî Saraylar Daire Başkanlığı’na 1988 yılında Florya Atatürk Deniz Köşkü, 1991 yılında Filizli Köşk, 1994 yılında da Yıldız Porselen ve Hereke İpekli Dokuma Halı Fabrikaları bağlanmıştır. Günümüzde tüm bu saray, köşk ve kasırlar; birer müze-saray olarak ziyarete açık tutulmakta, çevrelerinin özenle düzenlenmesiyle hem kültür ve tanıtım h
izmetlerine hem de yerli-yabancı ziyaretçilere yönelik etkinliklere ve tarihsel ortamlarda dinlenme alanlarına kavuşturulmuş bulunmaktadır. Öte yandan gerek mimari özellikleri gerekse süsleme ve döşeme unsurlarıyla tüm bu yapılar; oluşturulan seksiyonlardaki uzmanlar ve mimarlar tarafından çağdaş yöntemler ışığında envantere geçirilmekte, kurumun kendi bünyesindeki çeşitli atölyelerde, konusunda deneyimli ve eğitimli ustalar tarafından restorasyon ve konservasyon altına alınmaktadır. Yapılan çalışmalar ve sonuçlarıysa, Millî Saraylar Kültür-Tanıtım Merkezi’nce hazırlanan bilimsel nitelikli dergi, kitap ve çeşitli yayınlarla yerli-yabancı araştırmacı ve ziyaretçilere duyurulmakta ve tanıtılmaktadır. Kefal Kefal, Mugilidae familyasını oluşturan balık türleridir. Vücutları uzamış olup, yandan az basıktır. Ağız terminal olup büyüktür. Dişleri ise ya hiç yoktur ya da çok küçüktür. Bazı türlerde yağlı göz kapağı çok iyi gelişmiştir. Vücut başa kadar uzanan iri, genellikle sikloid pullarla örtülüdür. Yan çizgi bulunmaz. Kaideleri birbirinden oldukça uzak iki dorsal yüzgeci vardır. Birinci dorsal yüzgeci kısadır ve 1-5 kuvvetli diken ışınla desteklenmiştir. İkinci dorsal yüzgeç daha uzundur. Işınları ilk ikitanesi diken ışın , diğerleri ise yumuşak ışınlıdır. Pektoral yüzgeçler solungaç kapaklarının hemen arkasındadır ve oldukça yükseye yerleşmiştir. Çoğunlukla beslenmek için sığ sulara giren ve sürüler teşkil eden hızlı yüzücü balıklardır. Besinleri genellikle ipliksi alglerdir fakat omurgasızları da yer. Harmancık, Bursa Harmancık, eski ismi Çardı, Bursa'nın ilçesidir. Uludağ’ın güneyinde yer alır. Bursa şehir merkezine 97 km uzaklıktadır. Harmancık, Uludağ’ın güneyinde, yüksek yaylalar arasında yer alır. 1987 yılında ilçe olmuştur. 1973 yılında belediye olmuştur. Harmancık merkez daha önceleri köy iken adı Çardı idi. . En yakın mahallesi Ece ve Kepekdere (Mahmutlar) mahalllesidir. Mahalleri genelde ilçe merkezine 1 ila 10 km uzaklıktadır. Bursa, Balıkesir ve Kütahya il sınırlarının birleştiği yerdedir. Komşuları Dursunbey (Balat, Balıkesir), Tavşanlı (Kütahya), Orhaneli, (Bursa) ve Keles'tir. Rakımı 650 m, yüzölçümü 38.928 hektardır. Uludağ'ın güney etekleri diyebileceğimiz bir alanda yer alan Harmancık, Asar Dağı ve Küplü dağı arasındaki havzadadır Dolayısıyla dağlık ve engebeli bi araziye sahip olmasına karşın ormanlık ve maki bitki örtüsü hakimdir. Üç tarafında küçük dereler yer alır (Batısında Şadırvan deresi, güneydoğusunda Eskici deresi, güneyinde Çardı deresi). Dereler etrafındaki tarla ve bahçeleri sulamada kullanılır; Çardı deresi’nde balık tutulur. Karasal ılıman marmara geçiş iklimi görülür; yazları çok sıcak, kışları ise serttir. Yağışlar kar ve yağmur şeklindedir. Nisan ayına kadar aralıklarla süren kırağı yağışı bitkileri olumsuz etkiler. İlçenin etrafı çam ormanları ile çevrilidir. İlçe, bir merkez belediye ve 31 mahalleden oluşur 8.000 nüfuslu ilçede halkın büyük çoğunluğu tarım ile uğraşır. İş olanaklarının kısıtlılığı nedeniyle sürekli dışarıya göç veren bir ilçedir. İlçe nüfusu, Bursa nüfusunun binde beşini oluşturur. İlçenin nüfusu 2008 genel nüfus sayımına göre 8.156'dır. Bunun 4.188'i ilçe merkezinde, 3.968'i ise kasaba ve köylerde yaşanmaktadır. 1994’teki madencilik krizine kadar en önemli gelir kaynağı madencilik olmuştur. İlçe, geniş krom yataklarına sahiptir. Türkiye'de krom ilk defa 1848’de Amerika'lı Lawrence Smith tarafından Harmancık’ta Dağardı-Koca Maden'de bulunmuştur. 1950’lerden bu yana faaliyet gösteren Hayri Ögelman Madencilik adlı özel kuruluş ile krom işletmecisi Etibank’ın 1994’te faaliyetlerine son vermesi ve Gedikören mahallesi civarındaki mermer ocaklarının kapanması ile ilçede işsizlik artmıştır. Bölge halkından pek çok kişi yakın çevredeki Tunçbilek, Orhaneli kömür işletmeleri ve termik santrallerinde çalışmaktadır. İlçede tarım arazisinin yetersiz olması nedeniyle tarım ile geçim sağlayan aile sayısı azdır. Genellikle aile ihtiyacını karşılamak üzere, ticari amaçla satışı yapılamayacak miktarlarda sebze ve meyve yetiştirilmektedir. Buğday, arpa, mısır, ayçiçeği ve baklagil tarımı yapılır. Ticaret hayatı fazla gelişmiş değildir. İlçe merkezinde Çarşamba günleri kurulan Pazar ve her yıl Ağustos’ta düzenlenen 7 günlük panayır ilçe ekonomisine canlılık getirir.Son yıllarda ilçe ekonomisi Maden ocaklarının kapanmasından dolayı olumsuz etkilenmiş ve hızlı bir göç başlamıştır. İlçe Osmanlılar’ın fethine kadar Doğu Roma/Bizans İmparatorluğu’nun bir parçası olmuş, 1261’den sonra Bizans’a bağlı bir tekfurluk tarafından yönetilmiştir. İlçeye 2 km uzaklıkta bulunan Kepekdere mahallesi (mahalle olmuştur) yakınlarında değirmen önü mevkiinde sulama kanalı açılması sırasında MÖ 3000 yıllarına ait Gaga ağızlı testi bulunması Harmancık tarihinin en az 5000 yıllık bir tarihe sahip olduğu kanaatini güçlendirmiştir. Geçmişte Harmancık nahiye merkezi olan mahallenin adı Çardı idi. Nahiyenin tamamına Harmancık denilmekteydi. Harmancık'ın, Osman Gazi'nin hizmetine giren Harman-kaya tekfuru Köse Mihal ile ilgisi yoktur. Yıllarca bazı araştırmacılar tarafından hatalı bir şekilde Harmancık'a Harman-Kaya denmiştir. Harman-Kaya, bugün Bilecik il sınırlarında İnhisar ilçesine bağlı Harman köyüdür. Köse Mihal'in kabri de oradadır. Tavşanlı-Harmancık yolu üzerinde Merkez Yeniköy yakınlarında bulunan ve halk arasında "Köse Kalfa" olarak bilinen mezar ise "Köse Hasan Dede" adında bir tekke şeyhine aittir. Osmanlıca haritalarda burada "Köse Halife Tekkesi" adında bir tekkenin olduğu görülür. "Köse Hasan Dede" yani "Köse Halife-Kalfa", isim benzerliğinden dolayı "Köse Mihal" ile karıştırılmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu'ndan beri Adranos (Orhaneli) kazasına bağlı Harmancık nahiyesi iken 1868-1882 yılları arasında bir süre Bursa'ya bağlı kaza yapılmış, bir süre de Gökçedağ nahiyesi (bugün Dursunbey ilçesine bağlı) ile birlikte Adranos kazasına bağlı nahiye yapılmışlardır. 1882'de yeniden eski haline döndürülerek Harmancık ve Gökçedağ, Orhaneli kazasına bağlı nahiye yapılmıştır. 1882’de Orhaneli yeniden kaza statüsüne geçti ve Harmancık nahiyesi yeniden Orhaneli'ne bağlandı. 1987’de Harmancık ilçe statüsünü kazandı. Hipermetropi Hipermetropi, kelime köken anlamı, aşırı görme olan bir göz kusurudur. Hafif hipermetropların uzağı çok iyi görmeleri nedeniyle halk arasında böyle isimlendirildiği düşünülmektedir. Göz ya normalden daha kısa ya da korneası daha düz (kırıcılığı normalden daha az) olduğu için göze yakın cisimlerden gelen diverjan, birbirinden uzaklaşan ışınlar retinanın arkasında sanal bir noktada odaklanır. Bu durumda retina üzerinde oluşan görüntü bulanıktır. Düşük derecede hipermetropisi olan kişilerin, yakın iş yaptıklarında gözleri yorulur ve yakını net göremezler, eğer hipermetropi miktarı yüksekse hem yakında hem de uzakta net göremezler. Akomodasyon gücü ve hipermetropi derecesi görme kusuru ile ilişkilidir. Akomodasyon ile telafi edilebilen hipermetropi miktarına bağlı olarak kişilerin görmesi uzakta net olabilir, bunun için normalde yalnızca yakına bakarken kullanılan akomodasyon hipermetrop kişi tarafından uzak bakış için kullanılmaktadır. Ancak hipermetropi miktarı akomodasyon gücünden fazla ise hem yakında hem uzakta görme bulanıktır. Hipermetropi yaşla birlikte artış gösterir, bunun nedeni yaşla beraber akomodasyon gücünde meydana gelen ilerleyici azalmadır.Hipermetrop görüntünün retina arkasında odaklanması sonucunda bulanık görme yaratır. Bunun sebebi gözün ön-arka boyunun kısa olması, daha ender olarak da korneanın veya göz merceğinin kırma kuvvetinin az olmasıdır. Hipermetropun derecesi ve kişinin yaşına bağlı olarak bazı hipermetroplar uzağı ve bazen de hem uzak hem yakını iyi görebilirler. Bu nun sebebi uyum gücünün genç yaşlardaki kuvvetidir. Fakat bu yorgunluk ve ağrı verebilir ve yaşla kuvvet gittikçe azalır. Toplumun %10 unudan fazlası gözlük veya başka bir şekilde düzeltmeye ihtiyaç duyan hipermetroplardır.(Toplam %30) Hipermetropların miyopun tam tersi olarak uzağı iyi gören fakat yakını göremeyen olduğu sanılır. Uyum gücünün fazla olduğu genç yaşlarda böyle gibi görünebilir hatta yakında bile şikayet olmayabilir fakat yaş ilerledikçe uyum gücü azalır ve belirtiler önce yakında daha sonra uzakta da ortaya çıkar. Aslında bir hipermetrop ne yakını ne uzağı eforsuz göremeyen kişidir ve bir miyop her yaşta yakını iyi görebilirken uyum gücünü kaybetmiş 50 yaş üstü bir hipermetrop hem uzak hem yakın içi düzeltme ihtiyacı hissedecektir. Kırma kusurlarının en yaygın tedavisi gözlük kullanılmasıdır. Hipermetrop kişilerin gözlük camları, ışığın retinada odaklanmasını sağlayan ve gözün kırma gücünü arttıran ince kenarlı –dışbükey- merceklerdir. Aynı optik özelliklere sahip kontakt lensler de kırma kusurunu düzeltmek için kullanılabilir. Kornea üzerine yapılan fotorefraktif keratektomi (photorefractive keratectomy, PRK) ve lazer eşlikli in situ keratomileusis (Laser Assisted In Situ Keratomileusis, LASIK), kondüktif keratoplasti(Conductive keratoplasty) veya gene kornea üzerine uygulanan diğer bazı cerrahi yöntemler de tedavi amaçlı olarak araştırılmaktadır, ancak hipermetropinin refraktif cerrahisi henüz miyopi kadar başarılı değildir. Douglas A-20 Havoc Douglas DB-7, A-20 adıyla da bilinen hafif bombardıman ve gece avcısı uçağı. 1937'den savaşın sonuna kadar kullanılmıştır. İlk modellerde motor sorunu vardı. İspanya iç savaşında kullanılan DB-7A'ların hızının çok düşük olduğu anlaşılmıştı. Sonraları geliştirilen motorlar 380 km hıza ulaşabiliyorlardı. Sonraları A-20'lere ek zırhlar ve kendi kendini yamayabilen yakıt tankları eklendi. A-20'ler savaşın sonuna kadar Müttefik kuvvetlerine hizmet etti. II. Dünya Savaşının en sağlam uçaklarından biri olduğu kabul edilir. Keles Keles, Bursa ilinin, şehir merkezine 61 km uzaklıktaki bir ilçesidir. Doğu ve kuzeydoğuda İnegöl ilçesi, güneydoğuda Kütahya'nın Domaniç ve Tavşanlı ilçeleri, kuzeyde merkez ilçe, batıda Orhaneli ilçesi ile çevrilidir. İlçenin yüzölçümü 640 kilometrekare, rakımı 1.050 metre
civarındadır. Keles Deresi vadisinde kurulmuştur. Keles Deresi, Uludağ-Eğriöz Dağları arasındaki platoyu yaran Kocasu Çayı’nın bir koludur. Batıdan Hüseyin Alanı Geçidi ile Bursa'ya, doğudan Tepel Geçidi ile İnegöl'e bağlanır. 1 belediye ve 36 mahalleden oluşur. Nüfusu yaklaşık 15 bin’dir. İlçe halkının büyük bölümü geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlamaktadır. Tarım ürünleri içersinde en önemli gelir kaynağını çilek, kiraz, vişne, tütün, nohut, anason gibi ürünler oluşturmaktadır. Verimli tarım ancak Nilüfer Çayı vadisi ve Kocasu ırmağı vadisinde yapılmaktadır. İlçede sanayi kuruluşu yoktur. Son yıllarda süt işleme tesisleri merkez ve köylerde kurulmaya başlanmıştır. İlçede Keles Linyitleri Başmühendisliği'ne ait linyit kömürü ocağı bulunmaktadır. Verimsiz olan bu işletme sürekli zarar etmektedir. Bölgenin doğal yapısına telafisi mümkün olmayan zararlar vermiştir. İlçede Sanayii gelişmediği için Keles ilçesi, Sanayi Kentleri Bursa ve İnegöl'e Yoğun göç vermektedir. Halk tarım ve hayvancılık gelirlerinin yanında Bursa ve diğer illere mevsimlik işçilik için çalışmaya gitmektedirler. Haydar ve Belenören (Hereke, Heracles) mahallesi yakınlarında doğal sıcak su kaynakları bulunur ancak turizme yönelik tesisler yapılmamıştır. Harmancık, trekking, kamp ve avcılık için uygun bir bölgedir. İlçenin nüfusu 2008 genel nüfus sayımına göre 15.468'dir. Bunun 3.585'i ilçe merkezinde, 11.883'ü ise kasaba ve köylerde yaşamaktadır. İlçe bağlısı ilçe merkezine bağlı 36 mahalleden oluşmaktadır. 1953 yılına değin Orhaneli'ne bağlı nahiye olan Keles bölgesinde Bitinya, Doğu Rum (Bizans) kalıntıları bulunur. Vaktinde önemli yerleşim birimlerinden biri olmuştur. M.S. 548’de yaygın bir vebadan sonra yöre önemini yitirmiş ve kent terkedilmiştir ancak Uludağ’ın (Keşiş Dağı) keşişler tarafından önem kazanması ile Keles’e canlılık gelmiştir. Osmanlı Beyliği’nin kurulduğu 12. yüzyılda göçmen Yörük boyları bölgeye gelip yerleşmiştir.(lütfen bu kıymetli bilgi için kaynak koyunuz). Moğol istilasından kaçarak Anadolu’ya göçen Türk boyları Selçuklu İmparatorluğu idaresinde uç beyliği olarak Karacadağ yöresine yerleşmişler, beylik genişleyince Keles ve civarındaki yaylalar yazlık olarak kullanılmıştır. Keles’e 4 km. mesafedeki Kocayayla’da o dönemde Sultan otağ çadırı kurulduğu bilinmektedir. Kocayayla’da yapılan Sultan Camii’nin ve ilçe merkezinde bulunan tarihi kilise zamanla tahrip edilmiş ve şu anda bu kalıntıntılara rastlamak artık mümkün değildir. Yıldırım Bayezid’in kardeşi Yakup Çelebi tarafından yaptırılan külliyeden geriye sâdece hamam kalmıştır ve ilçedeki en önemli tarihi eserdir. Ahmet Vefik Paşa’nın valiliği döneminde Aydınlı (?) Yörükler Keles’e yerleştirilmiştir. Yunan işgali sırasında ilçe büyük zarar görmemiş, Kelesli milisler Kurtuluş Savaşı’nda büyük yararlılık göstermiştir. Keles uzunca bir süre Cebel (Dağ) ya da Cebel-i Cedîd (Yeni dağ) nahiyesi olarak anılmıştır, 1868-1882 arasında bir süre Bursa merkez kazaya bağlı nahiye yapılmış, sonra yeniden Adranos/Orhaneli kazasına bağlanmıştır, 1953’de ilçe olmuştur. Bizanstan kalma olan Keles ismi Orta Asya kökenli zannedilmiş, hatta Özbekistan’da Taşkent’e bağlı bir yerleşim biriminin adının da Keles olduğu öğrenildikten sonra kardeş şehir ilân edilmiştir. Benzer şekilde İzmir'in Kiraz ilçesinin cumhuriyet evveli ismi de Keles olup eski Helen kolonilerindeki Koloê isminden kalmadır. Kestel Kestel, Bursa iline bağlı bir ilçedir. Nilüfer, Osmangazi, Yıldırım, Mudanya, Gemlik, Gürsu ile beraber Bursa merkezi oluşturur. Bölgede ılıman Marmara iklimi görülür. İlçede Bursa Çimento Fabrikası ile çok sayıda tekstil ve otomotiv fabrikası bulunur. Doğu Roma İmparatorluğu’nun sınır kalesi olması nedeniyle, Latin dilinde "Kalecik" anlamına gelen Kastel (Castel) ismini almış, ilçenin 1306 yılında Dimboz Muharebesi'nin ardından Osmanlılar'ın eline geçmesi ile ismi Kestel olmuştur. 1938’de Bursa'nın bir bucağı 1960'ta belde haline gelmiştir. IV. Mehmet zamanında Vânî Mehmed Efendi tarafından sınır kalesi olmaktan çıkarılıp yerleşim merkezi olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi'nden sonra Bulgaristan'dan gelen bir grup göçmenin yerleştirildiği bölgeye daha sonra da göçler devam etmiş; göçlerle büyüyen Kestel 1938'de merkez bucak, 1960'ta belde, 1990'da ilçe olmuştur. İlçenin nüfusu 2014 genel nüfus sayımına göre 52.938'dir. İlçe; 35 mahalleden oluşmaktadır. Ağlaşan, Ahmet Vefik Paşa, Aksu, Alaçam, Babasultan, Barakfakih, Burhaniye, Çataltepe, Derekızık, Dudaklı, Erdoğan, Esentepe, Gölbaşı, Gölcük, Gözede, Kale, Kayacık, Kazancı, Kozluören, Lütfiye, Narlıdere, Nüzhetiye, Orhaniye, Osmaniye, Saitabat, Sayfiye, Serme, Seymen, Soğuksu, Şevketiye, Turanköy, Ümitalan, Vani Mehmet, Yağmurlu,Yeni. Orhaneli Orhaneli, eski ismi Adranos, Bursa iline bağlı bir ilçedir. Orhaneli, Bursa’nın güneyindeki engebeli düzlüklerde yer almaktadır. İlçenin dağlık kesimleri kayın, kızılçam, karaçam, meşe, ardıç ormanları ile kaplıdır. Adırnaz (Orhaneli, Kocasu, Rhyndacos Ρυνδακος, Rhyndacus) çayı ilçeden geçer. İlçe, ılıman Akdeniz iklimi ile Ege ve Marmara'nın kara iklimini taşımaktadır. ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalı olan ilçede çilek, vişne yetiştirilmekte ve bu ürünler ihraç edilmektedir. Koyunun da yetiştirildiği ilçede hayvancılık büyük gelir sağlamaktadır. Krom, linyit, manyezit, asbest, dolomit, mermer, talk, kalsit, feldspat, siyenit, kireç taşı, olivin, demir içeren maden yatakları bulunmaktadır. İlçenin merkezi olan kasabanın eski adı olan Beyce,1934'e dek kullanılmıştır. Doğu Roma (Bizans) döneminde piskoposluk merkezi olan Orhaneli, 1325'te Orhan Bey'in emri ile Turgud Alp (Turvud, Turud »> Durgut, Durud) tarafından Osmanlı Beyliği'ne katılmıştır. İlce merkezindeki Durdu Bey Camisi'nin adı buradan gelir; mescidin kaybolmuş orijinal vakfiyesine sözlü aktarımla yeniden yazılan vakfiyelerde Turgud adının yanlış okunması yüzünden Durdu diye bilinmektedir. Ertuğrul Bey 1188-1281 ile oğlu Ataman 1258-1325 (sonradan Hüdâvendigâr takma adlı 1. Murat ile oğlu Yıldırım takma adlı I. Bâyezîd بایزید , Türkmenler'in takma adla Ede-Balı ya da Edeb-âlî diye andığı Adana doğumlu Suriye'den göçmüş, Hicazlı Kureyşli bir aileden gelen Arap olan büyük dedesi Şeyh'in soyundan gelmeyi şeref saydığından, dedeleri Ataman'ın adını fermanlarına Osmân (عثمان)diye yazdırdılar. Ünlü gezgin İbn-i Battuta Arapça seyahatnamesinde Bursa'ya gidip Orhan Bey ile tanışmasını anlatırken, babasının adını "Atman آطمان" diye yazar, İbn-i Battuta "Osman عثمان" adını ya da Arap yazısını bilmiyor olmadığına göre Orhan'ın babasının adı Osman olamaz. Öte yandan Orhan Bey zamanında 1340 yılında Arap seyyah İbn Fazlullâh el-Ömerî, Mesâlikü'l Ebsâr adlı kitabında Orhan'ın babasının adını "Tuman طمان" diye yazar. Osman ve Orhan ile çağdaş bütün Bizans ve Venedik tarihçileri ise "Ottoman" diye yazarlar.) Ertuğrul/Erduñrıl Bey, 1279'dan başlayarak Anadolu Selçuklu Devleti'ne tabi "Uçbeyi" idi, 1299'da Ataman, gene Anadolu Selçuklu Devleti'ne bağlı "Büyük Uçbeyi" oldu, oğlu Orhan Bey de "Büyük Uçbeyi" idi, 1318'de artık Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlı Devleti'ne katıldığından Orhan Bey, İlhanlılar'a tabi olarak, İlhanlı Meliki Ebu'l Gazi Bahadır Han ölünceye dek durdu, Ebu'l Gazi Bahadır Han'ın 1335'te ölümünden sonra da istiklalini ilan etti, böylece "sultan" unvanını kullanmaya başladı. 1320'den beri ordunun başında bulunan Orhan Bey, devlet kurumlarını kurdu, daha önce devlet kurumları yoktu, bunları Adranos mıntıkasında yaptı, bu yüzden de asıl devlet kuruluşunun yapıldığı yere daha sonra 12 Kasım 1913 tarihli, irâde-i seniyye (Padişah fermanı) ile Orhan İli dendi. Kazanın tapu kayıtlarında şimdi bile Orhan Bey'in mülkü olan köyler vardır, İlbese (Süleymanbey, Baş, Orta, Koçu) ve Danişmend-i Atik (Eski Danişment) gibi. Orhan Bey'den mülk olarak aldığı Cebel (Dağ) mıntıkasını vakıf yapan 1. Murad'ın vakfına yerli halk hâlâ vakıf kelimesinden bozma "makıf" der. Bu arazi, şimdiki Keles (Kleos, Keles-i Cedid, Kilise-i Cedid, Cebel-i Cedid) ilcesi, şimdiki Osmangazi'ye bağlı Soğukpınar beldesi ile Orhaneli Çayının kuzeyinde kalan bütün arazidir ya da başka ifadeyle Adranos Çayı ile Uludağ arasındaki bölgedir, buraya eskiden Cebel nahiyesi denirdi. Bu vakıf arazisi köylerin Tanzimat'tan sonra kurulmuş tapu idaresi kayıtları ilk defterlerinde "Hüdâvendigâr Gâzî vakfıdur,evkâf-ı Hümâyûn'a mazbûtdur" yazar. 1835 yılından bir arşiv belgesine göre; Sultân Murâd Hüdâvendigâr vakıflarına üstte yazılanlardan başka aşağıdakiler de vardır ancak bu liste, muhtemelen zamanın Adranos Voyvodası Yazıcızâde Alî Bey'in vergi topladığı yerlerdir, Alî Bey'in vergi kayıt defterlerine göre İstanbul'dan gelen görevlinin bunları eklediği bellidir. Beyce, Mekri/Meyri (daha sonra Muhâcirîn Komisyonu'nca adı Şükriye yapıldı), Çerçiler (şimdi Serçeler deniyor), Delibalılar, Çöreler, Köpek Çayırı da içinde olmak üzere Akçabük, Girencik, Burmu (şimdiki Gümüşpınar), Çivili, Sağırlar (şimdiki Altıntaş), İkizoluk, Yeşiller, Sadağ, Kusumlar, Çakıryenice, Turhasan, Armudcuk, Orhanlar (Orhan-ı Kebîr, şimdiki Büyükorhan) ve Ortacılar, Yenice, Hacılar, Kuşlar, Karaçukur, Ericek, Karalar, Güney (şimdiki Dursunbey'deki Bayıryüzügüney), Osmanlar, Teymürler(Demirler), Veledler, Akçesaz, Tekerler, Çavuş ile birlikte Karaağız, Kınık, Çeribaşı, Bıñarı (şimdiki Pınarköy), Perçin, Gedikler, Kayapa, Balaban, Gürleği, Danişmend (şimdiki Eskidanişment), Söğüd, Küçük Orhanlar, Teymürci (Demirci), Mahaller (öteki adıyla Küçük Hacı(veya Has) Beğler), Emir, Balıoğlu (Teymürci Balı), Semerci (Semerci Balı), Geyiklü (şimdiki adıyla Hacı Ahmedler), Celepler, Dere, Argın, Kadı (öteki eski adıylaBüyük Has Beğler), Karaoğlanlar, Danacılar, Sarnıç, Karaoğlanlar yakınındaki piyade toprağı, Kabaklar. Daha önce Hadrianoi, Hadrianea, Hadrianus ad Olympum, Hadrianea ad Olympum, (öteki Adrianos'lardan ayırt etmek için Olympos (Ολυμποσ)/Keşiş Dağı/Uludağ'daki Adrianos denmiştir. Benzeri olarak Olympos'un Roma İmp.luğu'ndaki öteki Olympos adlı yerler ile k
arıştırmamak için Olympus ad Mysia (Misya'daki Olimpos denmiştir.) Hadrianoi (Rumca Adrianoi αδρίανοί), Hadrianea, ve yerli Rum ağzında bozularak "Adranos" ve Türkmen ağzı ile "Adırnaz" adlarıyla bilinen ilçenin merkezi Beyce kasabasıdır. Eski Yunan'ın meşhur hatibi Aristides, buralıdır. 1325'ten 1911'de Hüdavendigar Eyalet Meclisi adını Orhan İli ( اورخان ايلي) olarak değiştirinceye değin ilçenin (kaza) adı "Adranos" (yanlış imlâ yüzünden yanlış okunarak Atranos, ادرنوس ya da yanlış imlâ ile اطرنوس) idi. 1934 yılında İl Genel Meclisi kararı ile Beyce ( بكجه) kasabasının adı da Orhaneli yapılmıştır. 1325 yılında, Orhan Gazi zamanında, onun buyruğuyla soylulardan Turgud Alp (Turgud Bey; ya da yanlış imlâ ile Turvud, Turud, ayrıca bu yanlış imlâ yüzünden yerli halk "Turdı", "Turdu", "Durdu" Bey sanmıştır.) kumandasındaki ordu tarafından alındı. İbn-i Kemal'in yazdığına göre Adranos Kalesi'ne gelindiğinde kale boştu, Tekfur ile halk dağlara kaçmışlardı, ordu onları takiple bulmuş, halk teslim olmuş ama tekfur kendini Alita Dağı'ndan aşağıya ırmağa doğru kayalıklara atarak intihar etmiştir. Daha sonra Orhan Bey'in buyruğu ulaşımı zor olan bir yer olduğu, yeniden buraya sığınan düşmanın başa bela olacağı sebebi ile kale ile çevresindeki surlar yıkılmıştır. 1869 ile 1881 arasında Adranos Kazası Cebel (Keles) nahiyesi ile birlikte, Brusa (بروسا ya da yanlış imlâ ile بروسه) Sancağı merkez kazaya bağlı nahiye yapıldı, Harmancık Nahiyesi 1869-1870'de 1 yıl için kaza yapıldı ama Adranos nahiyesi Bursa'ya bağlandı, 1871-1881 arasında Harmancık ve Gökçedağ nahiyeleri Kite (Karacabey) Kazası'na bağlı kaldı, 1882'de yeniden eski idari sisteme dönülüp, Adranos yeniden kaza yapıldı; Cebel (Keles), Harmancık, Gökçedağ nahiyeleri Adranos Kazası'na bağlandı. Daha sonra 9 Ağustos 1934 tarihli ve 2773 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan karar ile Gökçedağ nahiyesi,Dursunbey'e bağlanarak, Orhaneli'nden ayrıldı, bu arada Gökçedağ nahiyesine bağlı birkaç köy Dursunbey merkeze bağlandı. 1943'te Artıranlar, Nusretler, Elmaağacı, Köseler, Burhan, Eşen, Soğucak, Kızılçukur, Bucan, Karamanlar, Dümrek, Hüseyin Paşa, Madanlar, Aliova (şimdi Uluçam) köyleri Tavşanlı'ya bağlanarak ayrıldı. 3 Mart 1953 tarihli 8349 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 27 Şubat 1953 Tarihli 6068 sayılı yasayla Keles nahiyesi,kaza yapıldı. 1987'de Harmancık ve Büyükorhan beldeleri, ilçe oldu. 8 Temmuz 1920’de Yunan işgaline uğramış ve 9 Eylül 1922’de işgalden kurtulmuştur. İlçenin nüfusu 2015 nüfus sayımına göre 20371 kişidir. Orhangazi Orhangazi, Marmara Denizi'nin güneyinde bulunan, İznik Gölü'nün batısında yer alan Bursa ilçesidir. Orhangazi, İznik Gölü'nün kıyısında çok verimli bir ova üzerinde kurulmuştur. Kuzeyinde Yalova ile Karamürsel İlçesi, batısında Gemlik, güneyinde Yenişehir, doğusunda İznik İlçeleri bulunmaktadır. Kuzeyinde Samanlı Dağları, güneyinde Katırlı Dağları ile çevrili, çanak şeklindedir. Eski adı Pazarköy'dür. Bursa şehir merkezine 45 km yaklaşık 40 dakika uzaklıktadır. Denizden yüksekliği 125 m'dir. "Orhangazi", Bursa-İstanbul Yolu üzerinde önemli bir kavşak noktasıdır. 2011 Yılı Nüfus Bilgilerine göre ilçe merkezi 56.703 Toplam Nüfus 75.354 kişidir.Ayrıca Orhangazi yeni büyükşehir kanunu ile Bursa'nın merkez ilçelerinden biri olmuştur. Yazları ılıman kışları ise serin geçer. Tarihte Bitinya, Roma, Bizans, Selçuklu egemenliğine giren 1332’de ilçeye adını veren Orhan Gazi tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katıldı. Kent Orhan Gazi tarafından İznik’te bulunan Mevlana Alaaddin Medresesi’ne vakıf olarak bağışlamıştı. Orhangazi, 1893 yılında ilçe olmuştur. Bu tarihten sonra kentte hızlı bir gelişme yaşanmış ve Pazarköy olarak anılan ilçe, 1913 yılında Orhangazi adını almıştır. 20 Eylül 1919'da Yunan işgaline uğrayan Orhangazi, 10 Eylül 1922'de işgalden kurtulmuştur ancak kasaba yandığı için ilçe merkezi iki yıl Gürle’ye taşınmıştır. Göçlerle büyüyen bir kent olan Orhangazi’ye 1880'lerde Kafkasya ve Rumeli’den gelen muhâcirler (göçmenler) yerleşmiştir. 1915'te şehri terk etmek zorunda kalan Ermenilerin yerine Yunanistan’dan gelen mübâdil göçmenler yerleştirilmiştir. 1951'den 1974'de kadar Sosyalist Yugoslavya'dan Arnavut göçmenler ve Bulgaristan ve Yugoslavya Makedonya Cumhuriyetinden gelen Pomak Hürriyet mahallesini oluşturmuştur. Trabzon başta olmak üzere Doğu Karadeniz yoğun bir şekilde göç alan Orhangazi Laz mahallesi olarak bilinen Top Selvi ve Örnekköy'ü oluşturmuşlardır. Orhangazi nüfusunu yerliler hâricinde Lazlar, göçmen halklar ile Doğu vilâyetlerinden göç eden Kürt aileler oluşturur. İlçenin nüfusu 2011 genel nüfus sayımına göre 75.354'dür. Bunun 56.703'ü ilçe merkezinde, 18.651'i kırsalda yaşamaktadır. İlçede 31 mahalle vardır; Orhangazi’de ekonomi tarım ve sanayiye dayanır. Mozaik ilçenin bir diğer önemli geçim kaynağıdır. İlçede narenciye dışında her türlü meyve ve sebze yetişir. Orhangazi’ye bağlı 25 mahallenin büyük çoğunluğu zeytincilikle uğraşmaktadır. Her yıl geleneksel olarak zeytin festivali yapılır. Orhangazi’de tekstil ve metal sanayi kuruluşları etkindir. İlçe nüfusunun %39’u sanayide çalışır. Gedelek turşusu, ormancılık, hayvancılık da gelir kaynaklarındandır. Bursa'da bulunan Uludağ Üniversitesine bağlı Orhangazi Meslek Yüksekokulu ilçe belediyeye ait binada hizmet vermektedir. On iki derslik, iki bilgisayar laboratuvarı, teknik resim salonu, tekstil laboratuvarı ve kantin-kafeterya bulunmaktadır. On akademik ve on yedi idari personel hizmet vermektedir. Tekstil ve Makine bölümülerinde eğitim gündüz ve gece olarak devam etmektedir. Diğer bölümler; Tesisat teknolojisi, Peyzaj, elektrik, Endüstriyel elektronik, Doğalgaz ısıtma ve sıhhi tesisat teknolojisi'dir Ayrıca Yeniköy semtinde yeni bir yüksekokulun yapımına başlanmıştır. Olmak üzere ilçemizde 21 okul ve 7 lise bulunmaktadır. İlçede Anadolu Lisesi, Anadolu Öğretmen Lisesi, Orhangazi Anadolu Teknik Lisesi ,Endüstri Meslek Lisesi, Orhangazi Çok Programlı Lisesi, Kız Meslek Lisesi ve İmam Hatip lisesi olamk üzere yedi lise bulunur. Ayrıca yirmibir İlköğretim okulu ve bir tane de Müstakil ana okulu vardır. Öğretmenler için de bir Öğretmenevi vardır. İlçede dört dershane, üç Motorlu taşıt sürücü kursu, bir Etüt eğitim merkezi, dört Kreş, iki öğrenci yurdu olamak üzere toplam 18 tane özel eğitim kurumu bulunmaktadır. İlçede Yerel TV Kanalı bulunmamaktadır. 1 Adet Yerel Radyo Kanalı ve 5 Adet günlük Yerel Gazete bulunmaktadır. Yerel Radyolar Yerel Gazeteler Ata Ata, sözcüğü ile aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir: Türkmenler Türkmenler, çoğunlukla Türkmenistan'da, ufak bir kısmı da İran'da yaşayan Türk halkıdır. Tarihi bakımdan bütün Oğuz kolundan Batı Türklerine (Anadolu ve Suriye) "Türkmen" denilmesine karşın günümüzde "Türkmen" kelimesi uluslararası kullanım olarak genellikle Türkmenistan'da ve Orta Asya'nın bazı bölgeleri ile Kafkasya'da (Kafkas Türkmenleri) yaşayan halklar ve Irak Türkmenleri için kullanıldığı gibi yaygın biçimde Türkiye Türkmenleri için de kullanılmaktadır. Türkiye Türkmenleri genellikle bozkır alanlarda yaşamlarını sürdürmektedirler. İlk kez 8. yüzyılda bir Sogut mektubunda geçen, 10. yüzyıldan itibaren genel bir adlandırma olarak yerleşik hayata geçmiş Türkler için, ağırlıklı olarak da Müslüman Oğuz boyları için kullanılmaya başlanılan Türkmen adı bugün dar manada Türkmenistan Cumhuriyeti'nde yaşayan Türkmenler ile Irak, İran, Suriye ve Anadolu'daki Türkmen boylarına mensup olanlar için kullanılmaktadır. Türkmenler, İslâmiyet'i kabul etmiş Oğuz boylarıdır. Türkmenler (Oğuzlar) 24 boydan oluşur. Başta Türkmenistan, Türkiye ve Azerbaycan olmak üzere Afganistan, Balkanlar, Rusya, Irak, Suriye ve İran'da yaşamaktadırlar. Türkiye, Balkanlar, Irak ve Suriye'de yaşayan Türkmenler de, Türk olarak adlandırılır. Azerbaycan ve İran'dakiler ise Azeri Türkleri adını almışlardır. Anadolu Türklüğü'nün belkemiğini, Türkmenler oluşturur ve bağları oldukça güçlüdür. Hazar Denizi'nin ötesinde yaşayan Türkmenlere "Yaka Türkmenleri", Anadolu'da yerleşik Türkmenlere ise "Anadolu Türkmenleri" denir. Türkmen adı, Türk men “ben Türküm”, Türk men “Türk insanı”, Tyurkman, Tyurkban > Türkmen “Türkler'in yurdu”, Türk iman > Türkmen “İmanlı Türk”, Tirkeman > Türkmen “ok atıcı halk”, Türkmen “Türklerin esası, hakiki Türk”, Türk-manend > Türkmen “Türk'e benzer” gibi değişik anlamlarında açıklanmıştır. "Türkmen" kelimesi, İbn Kesir gibi bazı müelliflere göre imanlı Türk anlamına gelir. İranlılar, Müslüman Oğuzları şamancı olanlardan ayırmak için "Türkî iman" (inanmış Türk) demekteydi. Başka kaynaklarda ise, Türklerin şaman geleneklerinden kopup İslamiyete geçmelerinden sonra Araplar tarafından "Terk-i iman" (imanını terk etmiş) yani eski şaman inançlarını terk etmelerinden dolayı bu ismin verildiği söylenir. Bu da süreç içinde Türkman ve nihâyet Türkmen'e çevrilmiştir. Oğuzlar'a "Türkmen" veya "Turkoman" denir. Son zamanlarda Türkmen terimi Müslüman Türk demektir. Fransız Türkolog Jean Deny görüşüne göre ise “"men"” kuvvet ekidir ve Türkmen “"Türkler'in de Türk'ü', "soyca Türk" ya da "soyu Türk" ve "öz be öz Türk"” anlamına gelmektedir. Modern Türkmenlerin tamamı, Orta Asya'nın büyük bir kesimini içine alan Batı Türkistan yöresindeki Oğuzların soyundan gelmektedirler. Oğuz kabileleri 7. yüzyılda Altay Dağları'ndan Sibirya stepleri üzerinden batıya hareket etmişler ve Güney Rusya ve İdil içlerine kadar girmişlerdir. Türkmence, Ural-Altay Dil Ailesinin Oğuz grubu kolunu oluşturan bir dildir. Türkmenistan'da yaşayan 6 milyondan fazla Türkmen ile İran'da 20 milyon Azeri ve Afganistan, Rusya, Azerbaycan, Balkanlar, Irak, Suriye gibi ülkelerde yaşayan yaklaşık 30 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır. Zerdüşt Zerdüşt (Avesta dilinde: Zarathustra, Farsça: Zartoşt), Zerdüştlük dininin kurucusudur. Bazı akademisyenlere göre gerçek adı Sipitama’dır. Zerdüşt'ün İranlı olduğu bilinse de doğum yeri hakkında ortak bir kanı yoktur. Antik İran'ın doğusunda doğduğuna dair genel bir düşünce hakimdir. Zerdüşt'ün Avesta'da toplanan ve
Zerdüştlük ile ilgili günümüze ulaşan tek belge olan kutsal Gatalar ve Yasna Haptanghaiti ilahilerinin yazarı olduğuna inanılır. Zerdüşt kelimesi, muhtemelen Avesta dilindeki yaşlı anlamına gelen zareta ile, deve anlamına gelen ustra kelimelerinden türetilmiştir. Anlamı "yaşlı develere sahip olan kişi"dir. Aynı zamanda ismin ilk bölümünün Avesta dilinde sarı anlamına gelen "Zaray"dan gelme olasılığı da bulunmaktadır. Bu durumda "sarı develere sahip olan" anlamına gelmektedir.Zerdüşt adı, muhtemelen Zerdüşt dinini ilan ettikten sonra edindiği bilinen adıdır. Zerdüşt'ün yaşadığı tarih ve eski Avesta gatalarının yazım tarihi tam olarak bilinmemektedir. Plutarch gibi klasik yazarlar milattan önce 600 yıllarını işaret eder. 17. yüzyılın sonlarına kadar Zerdüşt'ün yaşadığı tarih olarak milattan önce 6. yüzyıl civarları gösteriliyordu. Fakat yaşadığı tarih hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. 3. Zerdüşt'ün MÖ 628 yılında Rey'de doğduğuna ve MÖ 551 yılında Tahran yakınlarında öldüğüne inanılır. Zerdüşt'ün hayatı ile ilgili bilgiler yetersizdir. Çoğunlukla efsanelere, tahminlere dayanır. Zerdüştçü inanışta İskender'den 258 yıl önce ortaya çıktığı kabul edilir. İskender Ahameniş Hanedanı'nın (MÖ 559 - 330) Merkezi Parsa'yı (Persepolis) MÖ 330'da aldığına göre Zerdüşt, Aral Gölü'nün güneyindeki Harezm'in kralı olduğu sanılan Viştaspa'ya kendi dinini MÖ 588'de benimsetmiş olmalıdır. O sırada 40 yaşında olduğu rivayeti doğruysa MÖ 628'de doğmuş olması gerekir. Avesta, Eski İran’ın ve Hindistan’da yaşayan İran asıllı Parsîlerin kutsal kitabıdır ve dili Pehlevîcedir. Gathalar Zerdüşt’e nisbet edilen ve Zerdüştilerce kutsal sayılan kitaplardır. Zerdüştlüğün MÖ 6. yüzyılda formunu tamamlamış en eski tek tanrılı dinlerden olduğu sanılır. Ancak keşfedilmiş olan Ketef Hinnom (Gümüş Muska Yazıtı), aynı yüzyıla tarihlendiğinden, 'formunu tamamlamış en eski tek tanrılı din' görüşü, bir iddia olarak kabul edilebilir olmuştur. Zerdüşt Gatalar'da insanı "gerçek" (asha) ile "yalan" (druj) arasında ruhsal mücadele veren bir varlık olarak görür. Asha'nın ana konsepti Zerdüştlük'ün temelini oluşturur. Buna göre insanlığın diğer bütün yaratılanlar gibi tek amacı doğruluğu muhafaza edip ayakta tutmaktır. Bu amaca hayatın içinde aktif bir rol alarak ve yapıcı düşünce ve fikirlerle ulaşılabilir. Zerdüştlük bilge dini olarak adlandırılır. Klasik Yunan filozoflarından Heraklitos'un Zerdüşt'ün fikirlerinden etkilendiğine inanılır. Zerdüşt'ün resim ve heykellerde genelde beyazlar içinde sade bir halde tasvir edilir. Elinde "barsom" veya kitap ile tasvirleri de vardır. İslami teorisyenlere göre Ahura Mazda, Yüce Rabb’dir ve bütün zıtlıkların yaratıcısıdır. Zerdüşt, her şeyin yaratıcısı olan, insanlara iyilik yapan tek bir Tanrı’nın, Ahura Mazda’nın (Hürmüz’ün) peygamberidir. Ahura Mazda tarafından kendisine vahyedilmiş ve O da halka vaazlarda bulunmuştur. Zerdüşt, İran çok-tanrıcılığını, tek-tanrıcılığa doğru yöneltmiş ve yüksek ahlâkın kurallarını koymuştur. İslami yorumlara göre başlangıçta tek tanrılı bir din olan Zerdüştlük Sâsânîler devrinde düalist bir özellik kazandı. Bu yorumlara göre başlangıçta Ahura Mazda’nın sıfatları olarak kullanılan kelimeler, sonraları özel isim olarak algılanmış ve böylece başka tanrılar ortaya çıkmıştır. Zerdüşt’ün peygamber, Avesta’nın da kutsal kitap olduğunu düşünen bazı yorumcular Avesta’da Muhammed'le ilgili bir müjde aramışlar ve bulmuşlardır: Zerdüştî inancında bütün tarih, üç döneme ayrılmaktadır; her dönem dört bin yıldır ve her dönemin sonunda bir Saoşyant zuhûr eder. En son Saoşyant da gelecek ve sonra kıyamet kopacaktır. Yasht, 13, XXVIII, 129’da, putları kıracak olan Saoşyant adında biri ve Astuat-erata’nın geleceği haber verilmiştir. İslami yorumlara göre Saoşyant, ‘âlemlere rahmet’ anlamına gelir ve Muhammed’i anlatır. ‘Astuat-erata’ ifadesi de ‘bütün halkları tutan veya bir araya getiren’ anlamında Muhammed’le bağlantılanır. Vendidad ve Yasht’ta, Zerdüşt’ün, kendinden sonra ortaya çıkacak bir nesebi olduğundan bahsedilmektedir. Bir kadının Kansava Gölü’nde yıkanacağı ve gebe kalacağı; söz verilen peygamberi, ‘Astuat-erata’ yani ‘Saoşyant’ı doğuracağı anlatılmaktadır. İslami yorumcular bahsedilen Kansava Gölünü Kevser ile eşleştirmişler ve O’nun Kur’ânın kendisi olduğunu iddia etmişlerdir. Zerdüşt dinler tarihinde başlıca iki açıdan önem taşır: Bir yandan Yakın doğu ile Akdeniz bölgesinin Helenistik döneme (MÖ 323 - 30) özgü gizli bilimleri ve büyü uygulamalarıyla bağlantılı olduğuna inanılan efsanevi bir kişiliğe dönüşmüş, öbür yandan da tek tanrılı öğretisi ile batılı araştırmacıların ilgisini çekmiştir. Zerdüşt'ün ya da eski İran düşüncesinin Yunan, Roma ve Yahudi düşüncelerini etkilediği tezi tartışmalı olsa bile, Zerdüşt’ün dini düşüncelerinin yaygın etkisi malumdur. (bkn. Zerdüştilik) Zerdüşt dinini inceleyenlerin karşılaştığı sorunların başında, bu dinin ne oranda Zerdüşt'ün bağlı olduğu kabilenin dininden, ne oranda da onun kendi görüşlerinden ve yaratıcılığından esinlendiği konusu gelir. Sasaniler dönemindeki (224 - 651) Mazdekçilik'in ne ölçüde Zerdüşt'ün öğretilerine dayandığı bir başka tartışma konusudur. Avesta kitabının önemli bir bölümünü oluşturan Gathalar (Zerdüşt'ün sözleri olduğu sanılan şarkı ve ilahiler), Pehlevi dili'ndeki dini metinler ""Bundahişn"" ile ""Dinkart"" ve çeşitli Yunan yazarların eserleri gibi kaynakların Zerdüşt'ün görüşlerini ne ölçüde doğru yansıttığı da tartışılıyor. Zerdüştlüğün ‘kutsal bakire’ ve ‘su üzerinde yürüme’ motifleri Hıristiyanlık içerisinde yer alan öyküler ile az da olsa benzerlik gösterir, miraca çıkma, tanrı ile yüz yüze görüşme, ölmeden cennet ve cehennemi görme, kansava gölü ve Çinvat köprüsü motifleri İslamiyet tarafından benimsenmiştir. Zerdüştlük inancına göre bütün insanlar bakire bir kız ve köpek eşliğinde eğlenceli, şarkılı türkülü bir yer olan cennete gideceklerdir. Ancak günahkarların cehennemde üç gün kalarak temizlenmeleri gerekecektir. Deney Deney, Safevî Devleti Safevî Devleti veya Devlet-i Safevîyye (, ), Oğuz Türklerinin kurduğu bir İslam devletidir. 1501 ve 1736 yılları arasında bugünkü Azerbaycan, İran, Ermenistan, Irak, Afganistan, Türkmenistan ve Türkiye'nin doğu kesiminde varlığını sürdürmüş, tarihte ilk kez Şiî Onikiciliğini resmî mezhep olarak kabul etmiş ve Azerbaycan ve İran'ın varis olduğu hâkim hanedanın devletidir. Safevi Devleti'nin kuruluşuna destek veren Türkmen boyları şunlardır; Şamlı, Afşar, Kaçar, Çağırganlı, Karamustafaoğlu, Tekeli, Beğdili, Humuslu, Ustaclu, Dulkadirlu, Varsaklar. İsmail Safevi, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın torunu olan Akkoyunlu Emiri Elvend Mirza'yı Şarur (Nahçıvan) yakınlarında yendikden sonra 1501 yılının temmuz ayında Tebriz'de kendisini Şah ilan etti. I. Tahmasb, bütün Azerbaycan'ı imparatorluğa dahil edince Azerbaycan Türkleri Safevî ordusunun esas nüvesini teşkil etmiştir. Bundan sonra tüm İran'ı ele geçirerek, Mayıs 1502'de resmen Safevî Şahı olan I. İsmail sonraki 250 yılda Orta Doğu'ya büyük etki yapacak bir Şiî devletinin temelini atmıştır. Safevi devletinin saray ve ordu dili Azerbaycan Türkçesi, bürokrasi dili Farsça idi. Safevilerin resmi dilinin Azerbaycan Türkçesi olduğuna dair kaynaklarda şu bilgiler vardır. "Kızılbaşlar sarayda normal olarak Türkçenin Azeri lehçesi konuşmaktaydılar. Safevi Şahları da onlar gibi Azeri lehçesi konuşmaktaydılar. Şahların ve devlet ve hükümet ilerigelenlerin Farsçayı anadili gibi konuşmamaları Safevi hanedanı döneminde Farsçanın eski klasik saf klasik standartlarından ayrılıp bozulmasına yol açmıştır. " "Günlük işlerin görülmesinde, Safaviler sarayında ve yüksek dereceli askeri komutanlar ve politik idareciler arasında ve aynı zamanda yüksek dinsel hiyerarşi mensuplarının hepsi tarafından kullanılan dil Farsça değil Türkçe idi." "Safevi sarayında Türkçenin Azeri lehçesi, özellikle hanedanda dahil ilk Safevi hükümdarlar dönemlerinde, ekseriyetle kullanılmakta idi. Bu dönemde Türkçe dilbilgisi kuralları ve sözcükleri Farsça diline büyük etki yapmıştır ve bunun aksini de, yani Farsçanın grameri ve sözcüklerinin Türkçeyi etkilediğini de, söylemek mümkündür." Safevilerin resmi dilinin Farsça olduğuna dair ise kaynaklarda bu bilgiler vardır. Safevi tarihi uzmanı Roger Savory: "Şah İsmail zamanında bile sarayda Türkçe konuşulduğu halde bütün resmi belgeler ve diplomatik yazışmalar, hatta Türkçe konuşan devletlerle yapılan yazışmalar bile tamamen Farsçayla kaleme alınmıştır." Arnold J. Toynbee: "Hindistan'da Gurganı Moğol, Azerbaycan'da Safavi ve Türkiye'de Osmanlı İmparatorluğu rejimlerinin en ileri gelişmeye vardıkları dönemde Yeni Farsça bu geniş alanda rejimlerin en başta gelen edebi şahsiyetlerinin tercih ederek kullandığı dil olmuştur. Yeni Farsça bu büyük alanın 2/3'sı içinde, yani Gurganı Moğol ve Azerbaycan'lı Safavi rejimlerinin sınırları içinde, devlet idaresinin de resmi dili olmuştur." "1722'ye kadar hüküm süren Safevî devleti esastan bir Türk hanedanı idi. Azerbaycan'ın şahın ailesinin ana vatanı olması dolayısıyla Türkçenin Azerbaycan lehçesi hükümdarların, yüksek idarecilerin ve sarayın ve en nihayet Kızılbaş askeri komutanlarının ana konuşma dili idi. Şah İsmail Türkçe şiirler yazmakta idi. Buna rağmen genel olarak devlet idaresi için kullanılan dil Farsça idi ve Farsça dili diplomatik yazışmalar (inşa); edebi denemeler (adab) ve tarih yazmak için kullanılan tek dildi." Wilhelm Barthold, Safevîlerin Farslıktan ziyade Türk menşeli olduğu kanaatindedir Rus tarihçisi Petruşevski ise benzer görüşte olup; “ilk Safevî şeyhleri Erdebil’de yaşamış ve onların ana dili Azerbaycan dili (yani Türkçe) olmuştur” demektedir İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Safevîlerin nesebiyle ilgili olarak; "“Halis Türk olan bu ailenin siyasetlerine alet olmak üzere yayınladıkları silsilenamelerine göre kendilerini Sâdât-ı Hüseyniyye’den göstermişlerdir”" diye yazmaktadır. Bu konuda benzer bilgileri ise, Saffetü’s-Safa’daki verilerden hareketle Safiyüddin Erdebilî’ye “Türk’ün piri” denildiğini, şeyhin “Türk köyünde”
yaşadığını ve misafir gelen Türk müritlerine daha iyi hizmette bulunarak onlara beyaz ekmek ve bal sunduğu birçok kaynaklarında bile Şeyh Safi‟nin 1272 yıllarında aslen Fars olan birçok çağdaşlarının da ona, ey Türk Piri, diye hitap ettikleri görülmektedir. Safevî Hanedanının kökeni, 13. yüzyılın sonunda Şah İsmâil'in altncı dereceden dedesi olan Safiyüddin İshak'ın Erdebil'de kurmuş olduğu Safevî tarikatından gelmektedir Gilan'da büyük Sûfi mürşidi Şeyh Zahid-i Gilanî'nin müridi olmuş Safiyüddin, şeyhin kızı ile evlenerek Zahidiyye tarikatının başına gelmiş ve Zahid'in ölümünden sonra tarikat Safevîyye olarak tanınmıştır. Şeyh Cüneyt'in tarikat başkanlığı döneminde, Akkoyunlular koruması altında olan Safevîler büyük sayıda Azeri ve Anadolu Türklerini Şiîliğe çevirmeye başlamışlar. Bu Şiî Türkmenler genelde başlarına kırmızı sarık giydikleri için, tarihi "kızılbaş" adını almışlar. Timur Ankara Savaşında Yıldırım Beyazıt'ı yendikten sonra Anadolu'dan aldığı 30 bin esiri Azerbaycan'a götürerek Erdebil'e yerleştirdi. Erdebil Şeyhi Ali'nin (Şeyh Cüneyd'in dedesi) isteğiyle Timur esirleri serbest bıraktı ve esirler zamanla ona bağlanarak ondan tarikat dersi aldılar ve böylece Şeyh Ali'ye bağlılıklarını sürdürdüler. Başlangıçta Sünni olan bu insanlar, Şeyh Ali'nin etkisiyle Şiî oldular ve tarikatın emrine girdiler. 1447'de tarikatın başında bulunan Şeyh Cüneyt İran'da siyasi bir güç haline gelmek için devrimci Şiî anlayışını benimsedi. Akkoyunlular'ın elinde bulunan Doğu Anadolu'ya gelerek bölgedeki yerel güçleri etrafına toplamaya başlamıştı. Karakoyunlular ile mücadele halinde olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına giden Cüneyt onun kız kardeşi Hadice Begim ile evlenmişti. Bu evlilik ile Uzun Hasan, Cüneyt'in Türkmenler üzerindeki nüfuzundan yararlanmayı düşünürken, Cüneyt de bu sayede amaçlarını gerçekleştirmek için serbestiyet elde etmişti. Etrafına topladığı güçle Azerbaycan'da Şirvan ülkesine saldıran Cüneyt yapılan savaşta yaşamını yitirdi.Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar dayısı Uzun Hasan'ın kızı Halime Begim/Alemşah ile evlendi. Bu sayede Anadolu'da Alevî anlayışını daha da artırdı. Osmanlı hükümdarı II. Bayezit'in gerekli önlemleri almaması da Safevîlerin güçlenmesinde önemli bir rol oynadı. Anadolu'dan sürekli göçlerle güçlenen Erdebil şeyhi Haydar, Akkoyunluların Otlukbeli yenilgisinden sonra düştüğü bunalımlı durumdan yararlanmaya çalıştı. Fakat dayısının oğlu Akkoyunlu Yakup Bey ile yaptığı bir savaşta yaşamanı kaybetti. Oğlu Şeyh İsmail, Akkoyunluların iç savaşından yararlanarak 1500 yılında Erzincan'a geldi. Etraftaki bütün müritlerinin toplanmasını emredince Ustacalu, Şamlu, Rumlu, Dulkadir,Tekelü ve Karaman-Turgutlu Türkmenleri ile Varsaklar'dan binlercesi etrafında toplandı.1501'de Akkoyunlu emiri Elvend Mirza'yı Nahçıvan'da yenilgiye uğratan İsmail Azerbaycan'ın tamamını ele geçirerek Tebriz'de kendini şah ilan etti. Böylece dedesinin başlattığı Şiî devrimci-siyasi girişim İsmail tarafından başarıyla sonuçlandırılmış oldu. Artık Erdebil Safevîye Şeyhliği'nin yerini Safevî Şahlığı alıyordu. Anadolu'da 15. yüzyıl boyunca Osmanlı ilerlemesi devam etmiş Türkmenler de kontrol altına alınmıştı. Kuruluş döneminde heterodoks zümrelere daha müsamahakar davranan Osmanlı Devleti bu sıralarda kontrol etmekte zorlandığı göçebe Türkmen boylarını yasadışı ilan ederek baskı altına almıştı. İşte bu ortamda Erdebil Safeviye şeyhi İsmail, Azerbaycan'dan Anadolu içlerine kadar yayılmış bulunan küskün Oğuz-Türkmen boy ve oymaklarını ruhani otoritesiyle birleştirerek 1501'de zamanın en güçlü Sünni Türkmen federasyonu olarak bilinen Elvend Mirza liderliğindeki Akkoyunlular'dan Tebriz'i kendi yönetimine aldı. Safevî Devleti'nde önemli görevlere Türkmenler getirildi. Göçebe Türkmenler, Osmanlı'da yitirdiği yerini Safevi Devletinde buldu. Bundan sonra Türkmenler akın akın Safevî yolunu tuttular ve onunla da kalmayarak yaşadığı toprakların Safevilere bağlanması için sık sık ayaklanmalar çıkardılar. Safeviler, kendilerinin 7. Şia imamı Musa el-Kazım yoluyla Ali ve Fatma soyundan geldiklerini iddia ettiler, İsmail ayrıca şahlığını ilan ettikten sonra, otoritesini İran'da daha da güçlü kılmak için Sasani imparatorluğunun mirasında da hak iddia etti. Tebriz'in zaptıyla Safevi hanedanlığı başlamış oluyordu. I. İsmail 1501'de Tebriz'i başkent, kendini Azerbaycan Şahı ilan etti ve buradan İran içlerine doğru yayılmasını sürdürdü. Kuruluşu takip eden ilk on yıl boyunca bir yandan devletini Osmanlı saldırılarından korumaya çalışan İsmail, öte taraftan Akkoyunlu kalıntılarını ezerek onların topraklarındaki yayılmasını sürdürdü. 1503'te Hemedan, 1504'te Şiraz ve Kirman, 1507'de Şia'nın kutsal mekanları Necef ve Kerbela, 1508'de Van, 1509'da Bağdat, 1510'da Özbek Şeybani Hanlığının kurucusu Muhammet Şeybani Han'ı hezimete uğrattığı bir savaş neticesinde Horasan ve Herat (Sistan'ın merkezi) şehirlerini zaptetti. 1511'de Özbekler bu yenilgi üzerine Maveraünnehir'e çekilerek Safevilere karşı uzun yıllar sürecek saldırılarını devam ettirmişlerdir. Uzun yıllardır Şah İsmail'in faaliyetlerini yakından izleyen ve onun 1511'de Anadolu'da çıkarttığı Şah Kulu ayaklanmasıyla ne kadar etkili olabileceğini gören Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim, nihayet 1514'te Safevileri ezmek maksadıyla Doğu Anadolu ve Azerbaycan üzerine yürüdü. Ve bununlada iki Türk devletinin sonuçları çok ağır olan savaşına yol açtı. Osmanlıların top ve tüfeklerine karşın Safevi ordusu çok daha ilkel silahlarla savaşa hazırlanmıştı. İki tarafın ordusu başlarında bizzat hükümdarları olduğu halde Tebriz'in batısında Çaldıran'da karşılaştı. Safeviler yenilgiye uğradı. Tebriz'i kolayca ele geçiren Osmanlı kuvvetleri I. Selim'in bütün ısrarlarına karşın Safevi ordusunu izlemeyi reddettiler. Kışın yaklaşmasıyla Tebriz terk edildi. Bu savaş yıllar sonra Şah I. Tahmasp ile Sultan I. Süleyman (Kanuni) arasında aynen kendini tekrarlayacaktı. Şah İsmail, Kızılbaş Alevî olmasına ve On İki İmamcı Şiilik inancıyla uzlaşması pek kolay olmayan Şiî (On iki imamcı Tasavvuf, Alevi) inancına rağmen, Şiâ'nın mezhepsel ileri gelenlerini ülkesine getirerek, onlara sadakatleri karşılığında toprak ve paralar hediye etti. Safevi döneminden sonra ve özellikle Kaçar hanedanı döneminde Şiî ulemanın rolü artmış, ulema bağımsız ya da hükümetlerle ortaklaşa rol oynamaya başlamıştır. Safevîler sufî/tasavvufî geçmişine sahiptirler. Devlet feodal bir teokrasi haline geldi fakat bu din ve devlet ayrılığı biçiminde değildi. Şah dinsel ve dünyevi yetkilerin her ikisini birden elinde tutuyordu. Osmanlı devleti ile süren güç mücadeleleri sırasında Orta Asya'dan Anadolu'ya göç etmekte olan Türkmenler, güzergâhları üzerinde olan Safevî İmparatorluğu'dan geçmekteydiler. Bu nüfus kitlelerini kendi tarafına çekmeyi düşünen Safevîler, Alevilik inancının Türkmenler arasında yayılmasını sağladılar. Şah İsmail'in öncelikli hedefi "Doğu Anadolu" olduğundan burada yaşayan halkların özellikle Zazaların büyük çoğunluğu ve bir kısım toplulukların Alevî inancını kabul etmelerinde büyük etkileri olmuştur. Osmanlılarla süregelen savaşlar nedeniyle 1548'de Şah I. Tahmasp başkentini Tebriz'den bir iç bölge şehri olan Kazvin'e taşıdı. Daha sonra Şah I. Abbas (Büyük Abbas) buradan da vazgeçerek, Orta İran'da yer alan eski İsfahan şehrinin hemen yanına inşa ettiği yeni İsfahan'ı başkent yapacaktır. Başkent yapılmaktayken buraya çok sayda Azeri'ler köçürülmüştür. Safevîlerin en ihtişamlı hükümdarı Şah I. Abbas (1587-1629) Kızılbaş-Türkmen ümeranın (askeri ve sivil bürakratlar) saray entrikaları ve cinayetleri arasında hayatta kalmayı başararak babası Muhammed Hüdabende'nin zorunlu olarak tahtan çekilmesi üzerine 16 yaşında Safevî tahtına çıktı. Hükümdar olduğunda ilk fark ettiği şey, savaş meydanlarında Osmanlılar ve Özbekler (Şeybaniler) tarafından sürekli mağlup edilen ordusunun acizliği oldu. Nitekim Osmanlılar Gürcistan ve Ermenistan'ı zaptederken, Özbekler de doğuda sekizinci İmam Ali Rıza'nın bulunduğu Meşhed ve Sistan'ı ele geçirmişlerdi. İlk olarak kuzeydoğudaki topraklarının Osmanlılara bırakmak zorunda kaldı ve onlardan barış istedi. Bu sırada Safevi Devleti'ne seyahat amacıyla gelmiş Robert ve Anthony Sherley adındaki iki İngiliz gezgini, şah ordusunun Avrupa modeline benzer paralı ve iyi eğitim görmüş daimi bir orduya dönüştürülmesinde Şah'a yardım ettiler. Rakibi olan Osmanlı padişahları bu işi çok öncelerden beri başarmış ve ordularını sürekli modernize etmişlerdi. Abbas barutun kullanımını hararetli bir biçimde benimsedi. Yeni reformlarla birlikte ordusu, Kızılbaşlar yanında,Gürcistan, Ermenistan ve Çerkez ülkelerinden devşirilen Gulamlar, Tofenkçiler (Tüfenkçiler) ve Topçiler (Topçular) gibi bölüklere ayrılmıştı. İlk olarak Özbeklerle savaşan I. Abbas (İranların verdiği isimle Abbas-i Bozorg=Büyük Abbas, Azeri'lerin verdiği isimle Şah oğlu Şah Abbas) Herat ve Meşhed'i geri aldı. Daha sonra Osmanlılara döndü. 1603'te başlayıp aralıklarla süren savaşlar sonunda 1622'de daha önce Osmanlılara bırakmak zorunda kaldığı Irak-ı Acem (Doğu Irak) ve Kafkas Berisi (Trans Kafkasya) ülkelerini geri aldı. Ayrıca Bağdat da ele geçirildi. Yeni kurduğu askeri birliklerini kullanarak, 1602'de Portekizlileri Bahreyn'den, 1622'de İngiliz donanmasını Hürmüz Boğazı'ndan çıkardı. Böylece Portekizlilerin Hindistan'la ticaretlerinde şah damarı değerindeki İran (Basra) Körfezi'ni kontrolü altına aldı. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi ve Hollanda Doğu Hindistan Şirketi ile ticari ilişkilerini genişletti. Abbas, çoğu Ermeni, Gürcü ve Hint kökenlilerden oluşan ve ekonomik gücüyle etkinleşen bir tüccar sınıfı yarattı. Bunları kul sistemi ile bürokrasinin içine sokan şah, bu sayede devletin kurulup genleşmesinde oynadıkları rol ile her zaman yönetsel-askeri yetkeyi elinde tutan Kızılbaş ümeraya karşı bağımlılığını kırarak merkezi otoriteyi kurabildi. Nitekim ölümü sıralarında Safevi saray tarihçisi İskender Bey Türkmen'in verdiği bilgilere bakılırsa 93 bürokratının (emir) 21'i kul (devşirme) olmak üzere, geri kalan 72 emirin yalnız
ca 48'i Kızılbaş Türkmen idi. Bu durum Şah Abbas'ın oymakları ile feodal bağlarını hep canlı tutan Kızılbaş ümeranın devlet mekanizmasındaki siyasi gücünü ne derece kırdığını gözler önüne sermektedir. Osmanlılar ile Safevîler, 150 yıldan daha uzun bir süre Irak'ın verimli toprakları uğruna savaştılar. 1509'da Bağdat'ın I. İsmail tarafından zabtını, kısa bir süre sonra Osmanlı sultanı I. Süleyman'ın zabtı izledi. Daha sonra silsile halinde devam eden saldırılar akabinde Safeviler 1623'te Bağdat'ı henüz geri almışlardı ki, 1638'de Bağdat'ı tekrar Osmanlı sultanı IV. Murat'a bırakmak zorunda kaldılar. 1639'da Kasr-ı Şirin Antlaşması'nda Osmanlılar ile Safeviler arasında sınırları belirleyen bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmanın çizdiği sınır her iki tarafın sınırları eskisine nazaran çok daralmış olsa da günümüze kadar hiç değişmeden Türkiye-Safevî sınırı olarak kaldı. Bu arada 1609-1610 yıllarında Mahâbât Kürt kabileleri Safevilere karşı ayaklandı. Kanlı mücadeleler sonucunda, Şah Abbas, Osmanlı yönetiminden kaçıp kendisine sığınan Kalenderoğlu Celalileri'nin isyanını bastırdı. Şah Abbas suikaste uğramak saplantısından hiçbir zaman kurtulamadı. Bu nedenle şüphe uyandıran hanedan üyelerini ya katletti ya da gözlerine mil çekmek suretiyle saf dışı bıraktı. Nitekim bu şekilde oğullarından birini idam ederken, ikisini de gözlerine mil çektirerek kör bıraktı. Bundan başka iki oğlunu da kendi ölümünden önce kaybedince, sonuç Şah Abbas için bir trajediye dönüştü. [629'da öldüğünde geride ardılı olabilecek yetenekte hiçbir oğul bırakmamıştı. Şah Abbas'ın uzun hükümdarlığı sonunda devletin sınırları bugünkü İran, Irak, Ermenistan, Azerbaycan Cumhuriyeti, Gürcistan ile Türkmenistan, Özbekistan, Afganistan ve Pakistan'ın bazı kısımlarını içine almaktaydı. Safevî Devleti'nin kurulmasında ve gelişmesinde rol oynayan oymaklara bakıldığında , genelde yaygın olan teze aykırı olarak devletin kuruluşunda esas rolü Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenlerinin değil, orijinal ve yeni Anadolulu (Rumlu) ve Suriyeli (Şamlu) Alevi Türkmen topluluklarının oynadığı ortaya çıkmaktadır. Devletin kuruluşunda rol oynayan büyük oymaklardan ilki Rumlu olup, Sivas'ın Koyulhisar (Koylahisar) ve Karahisar (Şebinkarahisar - Şimdi Giresun'a bağlı) yöreleri ile Tokat ve Amasya bölgelerindeki köylü Kızılbaş Aleviler tarafından meydana getirilmiştir. Ustacalu oymağı ise Sivas, Amasya, Tokat bölgesinde yaşayan ve bazı oymakları Kırşehir'e kadar yayılan Ulu Yörük topluluğuna ait bir oymaktı. Adından da anlaşılacağı üzere Antalya bölgesi Türkmenlerinden oluşan Tekelü oymağı içinde Hamit-ili (Isparta, Burdur) ve Menteşe-ili (Muğla) Türkmenleri de yer alıyordu. Bu üç Anadolulu oymaktan başka, devletin kuruluşunda görev alan bir diğer topluluk Suriye Türkmenlerinden oluşan Şamlu oymağıydı. Bu oymak yazın Sivas'ın güneyindeki Uzun Yayla'da, kışın Halep ile Gaziantep arasında yaşayan ve Osmanlı döneminde Halep Türkmenleri denilen oymaklardan kopmuştu. Devletin kuruluşunda önemli rol oynayan oymaklardan biri de Kahramanmaraş ve Boz Ok (Yozgat) bölgesini içine alan Dulkadir (Ar: Zü'l-Kadr = Tr: Güç, kudret sahibi) elinin bilhassa Boz Ok kesiminde yaşayan Türkmenlerden oluşan Dulkadir (Zü'l- Kadr) oymağıydı. Bu oymak mensuplarının ayrılması ile zayıflayan Dulkadiroğulları Beyliği kolayca Osmanlılar tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bütün bu oymaklar dışında kuruluşa katılan daha küçük topluluklar da şunlardır: Tarsus yöresi Varsakları, Orta ve Doğu Karadeniz Çepni'leri, Arapgirlü, Turgudlu (Karamanoğlu Türkmenlerinden), Bozcalu (Halep Türkmeni), Acirlü, Hınıslu Çemişkezeklü, Şadlu/Şadıllı oymağı (Türkmen) Devletin kuruluş ve örgütlenmesinin esasını oluşturan bu oymaklardan başka, daha sonra Safevi siyasal örgütlenmesine katılan Akkoyunlu ve Karakoyunlu boyları da olmuştur. Ancak bunların çoğu Kızılbaşlığı kabul ettikleri halde önemli statüler elde edememişlerdir. Bunlardan Kaçarlar 15. yüzyıl sonlarında Bozok'tan Gence'ye göç etmiş bir Akkoyunlu boyudur. Bir diğeri, Karamanlu oymağı, Karakoyunlu Ulusundan olup Karabağ'da yerleşmişti. Devletin kuruluşunda rol almayıp, sonradan dahil olan boylardan en önemli rol oynayan Türkmen boyudur. Bu boy Akkoyunlu bakıyelerinden olup, Akkoyunluların Musullu ve Pürnek (Purnak) boylarına Safeviler, komple Türkmen demişlerdi. Son olarak, İran 'da yerleşmiş olan Afşarlar da kuruluştan sonra önemli sayılan statüler aldılar. Azerbaycan'ın ve İran'ın kültürü Safevî himayesinde gelişti. I. İsmail'in bizzat kendisi Hıtayi daha sonradan da Hatayî ya da Şah Hatayi mahlasıyla Azerice pek çok şiirler yazdı. Şah Tahmasp bir ressamdı. Şah II. Abbas ise Tanî mahlasıyla Türkçe şiirler yazan bir şair olarak da tanınmıştı. Bu dönemde kiremit imalatı, çömlekçilik, dokumacılık gibi el sanatları gelişirken, minyatürcülük, ciltçilik, dekorasyon ve hattatlıkta büyük ilerlemeler kaydedildi. 16. yüzyılda halı dokumacılığı bir göçebe ve köylü sanatı olmaktan çıkarak, profesyonel tasarım ve imalata dayalı iyi işleyen bir sanayi haline dönüştü. Tebriz bu sanayinin merkezi konumundaydı. Erdebil halıları yalnızca hanedana hasredilmişti. Yanlış adlandırılmış meşhur Polonez halıları 17. yüzyılda İran'da imal edilirdi. Geleneksel formlar ve malzemeler kullanan Rıza Abbasi (1565-1635) İran resmini, yarı çıplak kadınlar, gençlik ve aşıklar gibi yeni temalarla tanıştırdı. Onun resim ve hat tarzı Safevi döneminin pek çok sanatçılarını etkileyerek, İsfahan ekolü olarak bilinir hale geldi. 17. yüzyılda uzak kültürlerle - özellikle Avrupa ile gelişen ilişkiler İranlı sanatçılara yeni fikirler verdi. Kısa sürede üç boyutlu görünümü, perspektif ve gölgeyi, yağlı boya kullanmayı benimsediler. O kadar ki, Şah II. Abbas Muhammed Zaman adlı ressamını eğitim görmesi için Roma'ya göndermişti. İsfahan, Büyük Abbas'ın 1598'te başkentini daimi olarak oraya taşımasından sonra Safevi mimarisinin en seçkin örnekleriyle doldu. 1630'da yapımı tamamlanan imparatorluk camisi Mescid-i Şah ile Mescid-i İmamî, Lütfullah Camii ve İmparatorluk sarayı Âlî Kapu (Osmanlı’daki Bab-ı Âli'ye nispeten) en önemli yapılardır. En meşhur İslam filozoflarından Molla Sadra (Sadrettin eş - Şirazî) (1571-1640), Şah I. Abbas döneminde (1587-1629) yaşadı. En önemli eseri Esfar (Yolculuklar - Seyahatlar) 'dır. Tasavuf gizemciliği, Şii ilahiyatı ile Aristo ve İşrakiyyun felsefelerini (en önemli temsilcileri İbni Sina ve Sühreverdi idi) sentezleyen ve Hikmetü'l Müte'âliye (Metafilozofi = Transcendent Theosophi) denilen bir düşünüş ortaya koydu. Abbasi döneminin en önemli tarihçisi Türkmen İskender Beğ Münşi'dir. Şah Büyük Abbas dönemini anlattığı Tarih-i Âlemârâ-i Abbasî adlı eseri, Abbas'ın ölümünden birkaç yıl sonra kaleme alınmış olup, tarihi olayların ve şahısların nüanse edilmiş derinliklerini gözler önüne seren çok değerli bir yapıttır. Safevî şahlarının başvuracakları aşiretleri olmadığından, ilk yıllarda yalnızca, eski Moğol adıyla, "sadak taşıyan" diye anılan kişisel korumaları doğrudan emirleri altında olan tek birlikti. Savaşa gittiklerinde "sadak taşıyanlar"ın çevreledikleri safın tam ortasında yer alırlardı. Kızılbaşlar, her aşiretin bir birlik olarak yer aldığı savaş düzeninde, doğrudan kendi aşiret reislerinin koruması altında savaşırlardı. Her aşirete, saygınlığına ve gücüne göre sağ ya da sol, iki kanattan birinde yer verilirdi. Kızılbaşlar ordunun büyük bölümünü oluştururlardı ve at sırtında savaşırlardı.Lurlar'dan da destek alınırdı. Şehname'deki minyatürlere bakıldığında tüm askerlerin kılıç da mızrak da kullansalar sadakları ve okları olduğu görülür. Yani Safeviler ordularını hafif süvarilerden oluştururdu. Safeviler batıda Osmanlı Devleti gibi Avrupa'nın düzenli, gelişmiş ve ateşli silahlar ile donatılmış ordularından birine karşı savaşırken doğuda ise Özbekler'in Moğollar kadar tehlikeli aşiret atlılarına karşı başarılı olmak zorundaydılar. Çaldıran Savaşı'nda yeğeni Durmuş Han Şamlu'nun Şah İsmail'e Osmanlı ordusunun mevzilenmesini beklemeyi önermesi ve bunun sonucunda alınan ağır yenilgi Safeviler'in Osmanlı Devleti'ne karşı bundan sonraki tüm savaş taktiklerini değiştirmiştir. Safeviler, Osmanlı ordularına karşı genel olarak meydan savaşlarında karşı karşıya savaşmak yerine Osmanlı ordularının zayıf noktası olan lojistiğine saldırma taktiğini kullandı ve ateşli silahlar, daha etkin yönetim, daha fazla nüfus gibi dezavantajlarına rağmen başarılı da oldu. Safeviler top kullanımını fazla önemsemediler. Büyük ihtimal ile bunun nedeni çevik Safevi süvarisinin top kullanılması durumunda yavaşlayacak olmasıdır. Osmanlı Devleti'ne göre çok daha zayıf olan Safevi Devleti bu anlayış sayesinde Osmanlı Devleti'nin güçlü olduğu sahaya girmemiş ve böylece bağımsızlığını korumuştur. Safevîler, 17. yüzyılda geleneksel düşmanları Osmanlı İmparatorluğu ve Şeybani Hanlığı ile savaşını sürdürürken, iki yeni komşu ile de rekabete girişmek zorunda kaldı. Rusya Çarlığı, bir önceki asırda Altınorda Hanlığı'nın devamı olan Astrahan, Kazan, Sibir (Küçüm ve Nogay) Hanlıklarını ortadan kaldırmış, nüfuzunu Kafkasya ve Orta Asya'ya dek yaymıştı. Babür Devleti ise, Kandahar ve Herat'ı alarak daha önce İran kontrolündeki Afganistan'a sızmaya başlamıştı. Bütün bunlardan başka 17. yüzyıl boyunca Doğu - Batı arasındaki ticaret güzergahı değişmiş, Avrupalıların keşifleri ve Osmanlıların deniz aşırı seferleri sonucunda İran'dan uzaklaşmıştı. Şah Abbas'ın ordusunu ücretli gulam (devşirme) sistemine dönüştürmesi kısa vadede işe yaradıysa da, sonraki yüzyılda eyaletler üzerindeki baskı ve ağır vergilerle birlikte ülkenin sosyo - ekonomik gücünün zayıflamasına yol açtı. Şah Abbas'tan sonraki Safevi hükümdarları Şah II. Abbas hariç silik karakterliydi. Nitekim II. Abbas'ın hükümdarlığının sonu olan 1666 yılı, aynı zamanda Safevi hanedanı için de sonun başlangıcına işaret eder. Vergi gelirlerindeki düşüş ve büyüyen askeri tehlikelere karşın sonraki şahlar bu durumu düzeltememişlerdir. Ülke sık sık, merkezden uzak sınır boylarında baskın ve yağmalara uğramaya başladı. 1698'de Kirman Eyaleti Beluciler tarafınd
an, 1717'de Horasan Afganlar tarafından ve Mezopotamya Arap bedevilerince istila ve yağmalara uğradı. Afganlar Safevilere'a karşı geldiler. Gilzai Peştunları'nın reisi Mir Veys Han, Kandahar'ın Safevi valisi Gürcü Gürgen Han'a (Gürcüce adı Giorgi) karşı ayaklanma başlattı. Üzerine gelen bir Safevi ordusunu bozguna uğrattı. 1722'de Mir Veys'in oğlu Mahmud'un komuta ettiği bir Afgan ordusu doğudan İran'a girerek başkent İsfahan'ı kuşatıp yağmaladı. Daha sonra kendisini İran Şahı ilan etti. Afganlar, on yıldan fazla bir süre istila ettikleri İran topraklarından çıkarılamadılar. Horasan'daki Afşar Türkmenlerinin beyi ve Safevilerin en etkili komutanı Nadir Han (sonraki Nadir Şah) nihayet 1729'da Damgan Muharebesi'nde Afganları bozguna uğrattı ve İran'dan çıkardı. Buna rağmen ertesi yıl Afganlar hâlâ İran topraklarına yağma hareketlerini sürdürüyorlardı. 1738'de Nadir Şah başta Kandahar olmak üzere tekrar Doğu İran'ı fethetti. Aynı yıl Gazne, Kabil ve Lahor'u fethetti. Delhi üzerine yürüdüyse de İran'dan gerekli desteğin gelmemesi üzerine başarılı olamadı. Şah II. Tahmasp döneminde (1722 - 1732) gerçekte erk onun elindeydi. Çocuk yaşta tahta çıkan III. Abbas'ın saltanat naipliğini yaptı. Nihayet 1736'da, zaten elinde olan iktidar erkini kullanarak kendisini İran şahı ilan etti. Böylece 1736'dan 1747'ye kadar Azerbaycanda ve Iranda'da kısa süreli Afşar Hanedanı kurulmuş ve Safevi hanedanı kesintiye uğramıştır. 1747'de Nadir Şah'ın bir suikast neticesinde öldürülmesi üzerine, Safeviler tekrar şahlığı ele geçirdiler. Fakat bu, gelişmekte olan Zend Hanedanı'nın gerçekte iktidarı ele alarak meşruluğunu pekiştirmesini sağlamasından başka bir işe yaramadı. III. İsmail'in kısa süreli rejimi, Zend hanedanının kurucusu Kerim Han'ın ülkede iktidarı ele geçirecek meşruluğu sağlaması ile 1760'ta resmen son buldu. Urmiye Urmiye (, , اورمیه, ; Farsça: ارومیه, Kürtçe: Ûrmiye, , Süryanice: ܐܘܪܡܝܐ, ; Eski adı: رضائیه, ), İran'ın Batı Azerbaycan Eyaleti'nin yönetim merkezi olan şehir. Şehir, bağlı olduğu eyaletin orta kısmında, Urmiye Gölü ile Türkiye sınırı arasında karayoluyla Türkiye sınırına 50 km. uzaklıkta kendi adıyla anılan ovada kuruludur. Urmiye, kadim bir şehirdir. Pek çok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Öneminden dolayı çevresindeki medeniyetler ve milletler tarafından da tanınan her dilde farklı bir şekilde anılan bir şehirdi. Şehre Suriyeliler ve Araplar 'Urmiya', Ermeniler 'Ormi', Persler 'Urumi', Türkler 'Urumiye' demişlerdir. Kelimenin kaynağı tam olarak bilinmemektedir ama Süryanice 'su beşiği' anlamına gelen 'ur-mia' 'dan geldiği tahmin edilmektedir. Asuri kaynaklarında Urmiye Gölü çevresindeki Manna Devleti kayıtlarında 'Urmeyate' adında bir yer belirtilir. Fakat bu ismin şehrin adının kaynağı olması mümkün görülmemektedir çünkü eski Fars kaynaklarında bu isme hiç rastlanmaz. Şehir 1756 yılında Kaçar beyi Muhammed Hasan Han Kaçar tarafından alındı. Onun ölümünden sonra, şehir Afşar beyi Feth Ali Han Afşar tarafından ele geçirilse de Kerim Han Zend tarafından yedi aylık bir kuşatma ile 1759'da Zend Hanedanı'nın hakimiyetine girdi. Zand hanedanı'nın ortadan kalkmasından sonra, Urmiye Afşarları tekrar ayaklansa da başarılı olamadılar. 1828 yılında Urmiye, Rus-İran savaşı sırasında aylarca Rus kuvvetleri tarafından işgal edildi. Valinin yokluğunda şehir, Nacaf-Kulu Han Afşar tarafından idare edilmiştir. Kent yakınlarında, 9 Ocak 2011 tarinde Iran Air'e ait iç hat seferi yapan bir yolcu uçağı düşmüş, 72 kişi hayatını kaybetmiştir. Ülkenin en büyük onuncu şehri olan Urmiye'nin nüfusu 2012 yılı verilerine göre 1,265,721 kişidir. Urmiye nüfusunun tahmini %90'ını Azeriler) geri kalan kısmını ise Kürtler, Süryaniler ve Ermeniler oluşturmaktadır. Aksiyon Aksiyon, aşağıdaki anlamlara gelebilir: MP4 MPEG-4 Bölüm 14 ya da *.mp4, ISO/IEC tarafından seçilen uluslararası standart olmuş bir dosya biçimidir (içerik olarak da bilinir). ISO/IEC Moving Picture Experts Group tarafından çoklu ortam çeşitlerini saklamak için kullanılır, diğer çoklu ortam çeşitlerini saklamak için de kullanılabilir. NUT İçereni NUT patentsiz-özgür, mevcut biçimlerin sınırlamalarının dezavantajlarını ortadan kaldırmak için MPlayer ve FFmpeg programlarının birkaçının geliştirdiği çoklu ortam içerik biçimidir. Basit, genişletilebilir, hatalara karşı esnek olmayı hedefler. Fahrenheit 451 Fahrenheit 451, Ray Bradbury'nin 1951'te ilk defa basılan ünlü bilim kurgu romanıdır. Baskıcı bir gelecek toplumunun anlatıldığı bu kitap aynı zamanda distopya olarak da sınıflandırılabilir. Eser, kitapların itfayeciler tarafından yakıldığı, insanların sadece televizyonda beyin yıkayıcı şovlar izlediği ve kitap bulundurup düşünen insanların yok edildiği bir gelecekte geçmektedir. Kitap adını, kağıdın 451 Fahrenheit'ta tutuşması gerçeğinden almaktadır. Aynı zamanda ünlü Fransız sinemacı, François Truffaut tarafından da sinemaya uyarlanmıştır ancak Truffaut kendi yorumunu katmayı tercih etmiş ve kurguda bazı değişiklikler yapmıştır. Bu film Türkiye'de "Değişen Dünyanın İnsanları" adıyla gösterime girmişti. NUT RealMedia RealMedia Real Networks tarafından geliştirilen bir çoklu ortam içerik biçimidir. Realvideo ve Realaudio birleşimi için kullanılır ve internet üzerinden içerik aktarımı için sevilen bir biçimdir. Birçok ortam oynatıcısı bu biçimi oynatmayı destekler. Denge Denge, şu anlamlara gelebilir: Kimyasal denge Kimyasal denge, iki yönlü bir tepkimede ürünlerin meydana geliş hızının, ürünlerden tekrar tepkimeye girenlerin meydana geliş hızına eşit olduğu durumdur. Böyle denklemlerde tepkimenin her iki tarafa olabileceğini göstermek için çift yönlü ok formula_1 kullanılır. Genel olarak şöyle göstermek mümkündür: Burada A ve B tepkimeye giren başlangıç maddeleri, C ve D ise meydana gelen ürünlerdir. Bir denge tepkimesinde çoğu zaman ileri ve geri tepkime hızları birbirine eşittir ve sıfır değildir. Kimyasal denge kavramı 1803 yılında Berthollet'in, kimyasal tepkimelerin tersinin olabileceğini bulmasıyla ortaya çıktı. A ve B girenler, S ve T de ürünler olmak üzere bir denge tepkimesi katsayılarla birlikte şöyle ifade edilir: 1865'te Guldberg ve Waage Berthollet'in fikirlerini geliştirdiler ve tepkime hızlarının derişime bağlı olarak şöyle gösterilebileceğini buldular: A ve B'nin reaksiyona girme hızı, konsantrasyonlarına (derişimlerine), sıcaklığa ve katalizör mevcudiyetine bağlıdır. Reaksiyon ilerledikçe, A ve B'nin konsantrasyonları ve reaksiyon hızları azalır. C ve D nin konsantrasyonları ve bunların reaksiyona girme hızları da artar. Neticede A ve B'nin reaksiyon hızı, C ve D'nin reaksiyon hızına eşit olur ve eşit hızlarda kesiksiz olarak devam eden reaksiyonlar arasında dinamik bir denge kurulur. Bu, onların konsantrasyonlarının eşit olduğu manasına gelmez. Fakat A, B, C ve D'nin konsantrasyonlarının sabit kalması demektir. Sıcaklık ve basıncın denge üzerinde etkisi vardır. Bunlardan birini veya maddelerden birinin konsantrasyonunun değiştirilmesi halinde, denge sağa veya sola meylederek değişir ve yeni konsantrasyon değerleri meydana gelir. Reaksiyonların birçoğu iki yönlüdür. Endüstride, istenen ürünlerin lehine reaksiyonu yönlendirmek esastır. Sıcaklığın artması genellikle her reaksiyonun hızını artırır. Fakat istenen reaksiyonun hızının, ters reaksiyona oranla en yüksek olduğu optimum bir sıcaklık vardır. Eğer gazlar söz konusu ise, basınç değişimi dengeye etki eder. Ürünlerden birinin ortamdan alınması reaksiyonun tamamlanmasına imkân hazırlar. formula_4 Yukarıdaki tepkime için denge sabiti: Teizm Teizm ya da Tanrıcılık, en geniş tanımıyla en az bir Tanrı'nın var olduğu inancıdır. Daha kesin tanımıyla Tanrının doğasını ve evrenle Tanrı arasındaki ilişkiyi açıklayan; kişisel, mevcut ve aktif olarak evrenin kuruluş ve yönetiminden sorumlu bir Tanrı betimlemesi içeren, bu Tanrı'nın çeşitli yollarla din gönderdiğini savunan öğretidir. Bu yaklaşıma göre Tanrı dünya ve insanlar ile sürekli ilişki içerisindedir. Bu görüşleri benimseyenlere "Teist" denir. Terim, Yunanca "Tanrı" anlamına gelen "theos" kelimesinden türetilmiştir, ilk kez Ralph Cudworth tarafından kullanılmıştır. Monoteizm, sadece tek bir tanrı olduğu inancıdır. Bu inanışa göre tanrının bir ortağı ya da başka bir tanrı yoktur. Bazı modern monoteistik dinler Bahailik, İslam, Hristiyanlık, Yahudilik, Sihizm ve Ekankar'dır. Politeizm, birden fazla tanrı olduğu inancıdır. Bazıları bu iki kavram arasındaki farkı anlamsız bulurken diğerleri önemli bir nokta olarak görebilir. Panteizm veya panenteizm terimleri tek başlarına tektanrıcılık veya çoktanrıcılık ifade etmez. Bir öğreti panenteistik veya panteistik olsa dahi birden fazla Tanrıyı savunuyor ya da tam tersi tek bir Tanrının varlığını savunuyor olabilir. Deizm, evreni yaratan Tanrının sonradan insanlığa ve evrene müdahalede bulunmadığı inancıdır. Deizm doğaüstü olayları (örneğin kehanetleri, mucizeleri, vahiy vb.) reddeder. Bunun yerine dini inancın insan aklıyla ve doğal dünyaya dair gözlemler üzerine kurulması gerektiğini savunur. Dava Dava, bir hakkın, devlet kanalıyla devletin organları olan mahkemeler vasıtasıyla kullanılmasıdır. Dava; asli (başlıbaşına bir iddia olup, başka bir davayla ilgisi bulunmayan) ve feri (asıl davanın teferruatından olarak, diğer bir şey hakkında hüküm verilmesinin istenilmesi) olur. İhtilaflı ve ihtilafsız veya ceza davası, hukuk davası, idari dava, amme (kamu) davası, şahsi dava olarak da tarif edilir. Tek başına dava sözcüğü, sıklıkla hukuk davalarını işaret eder. Hukuk davaları: edim davaları, tespit davaları, yenilik doğuran olmak üzere üçe ayrılır: Hak sahibinin, bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını, yani bir ediminin yerine getirilmesini istediği davalara "edim" davaları denir. Mahkemelerdeki davaların çoğu bu çeşittir. Alacak davaları, tazminat davaları gibi. Bir hukuki bağın var olup olmadığının tespit edildiği davalara "tespit davaları" denir. Delil tespiti, evlilik dışı çocukların neseplerinin tespiti gibi. Mahkeme gününe kadar
var olmayan ve yahut hakimin kararı olmadan var olmayacak olan hukuki sonuçları meydana getiren davalara "yenilik doğuran davalar" denir. Boşanma davaları gibi. Dava edene davacı, dava edilene de davalı denir. Dava konusu olan hususa "dava olan şey" (eski dilde müddeabih) denir. Davada taraf olmak ve taraf sıfatını taşıyor olmak aynı durumu ifade etmemektedir. Davada kimlerin taraf olabileceği, usul hukukunun konusudur. Davada taraf olan kimselerin, taraf sıfatını gerçekten taşıyıp taşımadıkları ise maddi hukukun konusudur. Davada taraf kavramını açıklamak için üç farklı kuram ileri sürülmüştür: Bu kurama göre, maddi hukuk ilişkisinin süjeleri kimse davanın tarafları da onlar olmalıdır. Maddi hukuk bakımından hak sahibine davacı, yükümlü olana ise davalı denmektedir. Bu kuram, taraf kavramı ile taraf sıfatını özdeşleştirmesi yönünden eleştirilmiştir. Davanın tarafını belirleyebilmek için davanın esasına girmek gerekmektedir. Bu kuram, davayı takip yetkisi kurumunu da açıklayamamaktadır. Maddi taraf kuramının yetersizlikleri üzerine ortaya atılmış bir kuramdır. Buna göre, davanın tarafları dava dilekçesine göre belirlenir. Dava dilekçesine göre, mahkemeden hukuksal korunma talep eden davacıdır, kendisine karşı hukuksal korunma talep edilen kişi ise davalıdır. Bu kuram doktrinde genel kabul görmüştür. Bunun sebebi, tüm davalarda tarafın belirlenmesi açısından genelgeçer bir kriter öngörmesidir. Ayrıca taraf kavramı ile taraf sıfatı kavramını birbirinden ayırmaktadır. Menfi tespit davalarında tarafın açıklanmasına olanak vermekte ve davayı takip yetkisi kurumunu da açıklayabilmektedir. Günümüzde, doktrinde üzerinde uzlaşılan kuram bu kuramdır. Bir davanın taraflarının, dava dilekçesinde davacı ve davalı olarak gösterilen kimseler olduğu temelde doğru olsa da yeterli bir izah değildir. Şekli taraf kuramı, tüm davalar bakımından taraf kavramını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. İşlevsel taraf kuramı davaları ikiye ayırmakta ve taraf kavramını bu ayrımdan yola çıkarak belirlemektedir. Ayrım malvarlığı haklarına ilişkin davalar ve şahıs varlığına ilişkin davalar olarak yapılmaktadır. Bu kuram, şahıs varlığına ilişkin davalarda tarafın belirlenmesi konusunda bir çözüm üretememiştir. Bu yüzden, doktrinde benimsenmemiştir. Taraf ehliyeti, bir davada davalı ya da davacı olarak yer alabilme ehliyetidir. Medeni hukuktaki hak ehliyetinin, usul hukukundaki karşılığıdır. Hak ehliyeti, medeni haklardan yararlanma ehliyetidir. Medeni hakları kullanma ehliyetine ise fiil ehliyeti denir. Hak ehliyeti, hak sahibi olabilme, borç altına girebilme yeterliliğine sahip olmaktır. Hak ehliyetine sahip olmak için hukuk süjesi olma, kişi olma yeterlidir. Hak ehliyeti pasiftir. Davada taraf ehliyeti, hak ehliyeti gibi ikiye ayrılarak incelenir: Hak ehliyeti hangi anda kazanılır, hangi anda sona ererse, davada taraf ehliyeti de bu anda başlar ve o anda sona erer. Davada davacı ya da davalı olarak yer alabilme ve davada usul işlemlerini yapabilme farklı şeylerdir. Gerçek kişiler, tam ve sağ doğum ile birlikte hak ehliyetine, dolayısıyla davada taraf ehliyetine sahip olur. Miras hukukunda ise cenin, ileride sağ doğmak koşulu ile ana rahmine düştüğü andan itibaren hak sahibi olur. Hak ehliyeti ölümle sona erer. Hak ehliyetini sona erdiren diğer bir hal gaiplik kararı verilmesidir ve ölümle eşdeğer sonuç doğurur. Davada taraf ehliyeti dava şartlarındandır. Dava şartlarını hakim her aşamada re'sen gözetmek zorundadır. Taraf da davanın her aşamasında dava şartlarını ileri sürebilir. Dava tarihinden önce ölmüş bir kimseye karşı dava açılamaz, çünkü kural olarak ölen kimsenin davada taraf ehliyeti yoktur. Dava tarihinden önce ölmüş kimseye karşı dava açılmışsa, davanın dava şartı yokluğundan usulden reddi gerekir. Kural olarak, mirasçılara tebligat yapılmak suretiyle davaya devam edilemez. Bu kuralın istisnası kanunun buna açıkça izin vermesidir. Ölmüş kişi adına dava açılmışsa, hakim, bu davayı reddetmeden, ölmüş kimsenin mirasçılarına uygun süre tanır. Bu uygun süre içerisinde, mirasçılar bu davayı kabul etmezse, hakim dava şartı yokluğundan davanın usulden reddine karar verir. Dava devam ederken taraflardan birisi ölürse, mirasçılar mirası kabul veya reddetmemişse, bu hususta kanunla belirlenen süreler (üç ay) geçinceye kadar dava ertelenir. Bununla beraber hakim, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde, talep üzerine davayı takip için kayyım atanmasına karar verebilir. Dava devam ederken taraflardan birisinin ölmesi durumunda ikili bir ayrım yapılarak sorun çözülür. Eğer dava şahıs varlığı haklarına ilişkinse, ölümle birlikte kişilik hakları sona erer. Bu haklar mirasçılara devredilemeyeceğinden dava konusuz kalır. Hakim, esas hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verir. Eğer dava malvarlığı haklarına ilişkinse, mirasın kesin intikaline kadar dava ertelenir. Külli halefiyet prensibine göre, ölümle birlikte bir kimseye ait bütün hak ve borçlar mirasçılara intikal eder. Mirasçılar üç ay içerisinde mirası reddedebilir. Mirasın üç ay sonundaki kesin intikaline kadar dava ertelenir. Gecikmesinde sakınca varsa, mirasçılardan birisinin talebi üzerine kayyım atanır. Tüzel kişiler, tüzel kişilik kazandıkları anda hak ehliyetine, dolayısıyla davada taraf ehliyetine sahip olurlar. Yani bir davada davalı ya da davacı olarak yer alabilirler. Dava ya tüzel kişi tarafından ya da tüzel kişiye karşı açılabilir. Tüzel kişiler ikiye ayrılır; özel hukuk tüzel kişileri ve kamu hukuku tüzel kişileri. Özel hukuktan kaynaklanan, kamu otoritesini temsil etmeyen tüzel kişilerdir. Örneğin, dernek, vakıf, sendika, ticaret şirketleri, vs. Ticaret şirketlerinin hak ve fiil ehliyeti, faaliyet alanıyla sınırlıdır. İşletme konuları dışında hak kazanamaz ve borç yüklenemezler. Tüzel kişiliği bulunmayan toplulukların davada taraf ehliyeti yoktur, davada davalı ya da davacı olarak gösterilemezler. Miras şirketinin tüzel kişiliği yoktur. Miras şirketinde geçerli mülkiyet elbirliği mülkiyetidir. Elbirliği mülkiyetinde, bir eşya üzerindeki mülkiyet hakkı, paylara bölünmüş olmaksızın birden fazla kişiye aittir. Bu eşya üzerinde ancak oybirliği ile tasarruf edilebilir. Mirasçılar, miras şirketinin tüm borçlarından tüm malvarlıklarıyla, müteselsilen, birinci dereceden sorumludurlar. Miras şirketine dava açılacaksa, mirasçıların tamamı davalı olarak gösterilmelidir. Elbirliği mülkiyetinde ortaya çıkan durum, mecburi dava arkadaşlığıdır. Miras şirketinin borçlarından dolayı mirasçılara karşı dava açılmasında, borcun türüne göre ikili bir ayrım yapılır. Miras şirketinin borcu para borcuysa, müteselsil sorumluluk söz konusudur. Alacaklı davayı mirasçılardan birine, birkaçına ya da tamamına karşı açabilir. Bu dava mirasçılardan birkaçına ya da tamamına karşı açılmışsa, aralarında ihtiyari dava arkadaşlığı söz konusudur. Üçüncü kişinin alacağı, paradan başka bir şeyse, mirasçılarında arasında mecburi dava arkadaşlığı söz konusu olmaktadır. Aynı durum, adi şirkette de söz konusudur. Sözleşmeyle paylı mülkiyet kararlaştırılmamışsa, adi şirkette de elbirliği ile mülkiyet geçerlidir. Zira, adi şirketin de tüzel kişiliği yoktur. Dava, adi şirket ortaklarının tamamına karşı ya da tamamı tarafından açılır. Aralarında mecburi dava arkadaşlığı söz konusudur. Kamu tüzel kişileri, kamu hukukundan türeyen ve kamu otoritesini kullanmak için kurulan tüzel kişilerdir. Kanunla veya kanunun verdiği yetkiyle kurulur. Kamu tüzel kişileri bir davada davacı ya da davalı olarak yer alabilir, kamu tüzel kişileri dava açabilir ve kendisine karşı dava açılabilir. Kamu tüzel kişilerinin başında devlet gelir. İdare, yargıda daima davalı konumundadır. Bakanlıkların ayrı tüzel kişiliği yoktur. Ancak, devlet tüzel kişiliğinin bir parçası oldukları için bakanlıklar, bir davada davalı ya da davacı olarak yer alırlar. İl özel idarelerinin, köy ve belediyelerin davada taraf ehliyetleri vardır. Bakanlıklara bağlı genel müdürlüklerin ayrı bir tüzel kişiliği varsa davada taraf olarak bulunabilirler. Ayrı tüzel kişiliği yoksa, davanın ilgili bakanlığa karşı ya da ilgili bakanlık tarafından açılması gerekir. Blue Chips Blue chip ("mavi fiş"), borsalarda büyük firmalara ait ve yıllar itibarıyla istikrarlı bir seyir izleyen menkul kıymetlere verilen isimdir. Bunlar genelde tanınmış firmaların kâğıtlarından oluşur. Yatırımcı gözüyle bunlara güven tamdır. Bundan dolayı da fiyatları nispeten yüksektir. Genelde bu kâğıtlar IMKB100, S&P 500 gibi listelerindeki kâğıtlardır. Endeks Endeks borsada işlem gören hisse senetlerinin fiyat ve getirilerinin bütünsel ve sektörel bazda performanslarının ölçülmesi amacıyla oluşturulmuştur. Borsa endeksleri hisselerdeki fiyat hareketlerinden yola çıkılarak borsanın genel trendlerinin belirlenmesinde kullanılır. Belirli şartlara göre ve sektörel temsil kabiliyeti göz önünde bulundurularak seçilen hisseler endekslerin hesaplanmasında kullanılır.Finansal Endeksler hesaplanma şekillerine göre üç ayrı katergoriye ayrılabilinirler. Bunlar fiyat endeksleri,eşit ağırlıklı endeksler ve pazar paylarına göre ağırlıklandırılmış endeksler olarak sınıflandırılırlar. Niteliklerine göre sınıflandırmak istendiğinde ise yine üç ana başlık altında değerlendirilebilinirler. Bu başlıklar sırası ile hisse, stil ve sektörel ayrım ile ifade edilmektedir. Deizm Deizm veya Yaradancılık, tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır. Deizm genel olarak Dünya'ya veya Evren'in işleyişine müdahale etmeyen tek tanrı olduğuna inanır. Ayrıca mantık ve doğal dünyaya dair gözlemlerin kaynağını oluşturduğu; dinsel bilgiye dolaysız biçimde sadece akıl yoluyla ulaşılabileceği ilkesini esas alır, bu sebeple vahiy ve esine dayalı tüm inanış biçimlerini reddeder. İnanışın tanımlanmasında kullanılan "doğal din" ya da "doğal inanç" kavramları, hiçbir aracı olmaksızın sadece "akıl" yoluyla kavranabilecek yalın bir Tanrı inancını belirtir. Bu inancı benimseyen kişiye "Deist" denir. Deizm kavramı ilk olarak 17. yüzyılda özellikle İngiltere’de kullanılmaya başlanmıştır. Deist kavramı yazılı olarak belki de ilk k
ez Piere Viret'in "İnanç ve İncil Öğretisi Eğitimi" (Instruction Chrétienne en la doctrine de la foi et de l'Évangile) adlı 1564 tarihli yapıtında kullanılmış olup; Pierre Bayle'nin "Tarih ve Eleştiri Sözlüğü" adlı yapıtında Piere Viret maddesinde ilgili bölüm yeniden basılmıştır. Terim Lâtince Tanrı anlamındaki "Déus" sözcüğünden türetilmiş ve özgür düşüncelilerin Tanrı inancını belirtmede kullanılmıştır. Evreni yaratan, işleyişi için doğa kanunlarını koyan, ayrıca insanlığa ve evrene müdahalede bulunmayan; doğruları keşfetmeleri için insanlara akıl veren bir Tanrıya duyulan inanç deizmi ifade etmektedir. Deistler genellikle bu doğrultuda evreni Tanrı tarafından tasarlanan, hareketi başlatılan; dışarıdan müdahale olmadan doğa kanunlarına uygun şekilde işleyen bir bütünlük olarak görme eğilimindedir. Kehanetlerin, mucizelerin, dinsel dogmaların, demagojilerin ve kaynağı ilahi ilan edilen dinlerin reddinden dolayı peygamberler, kutsal kitaplar, sevap, günâh, ibâdet, dua, vahiy, melek, cin, şeytan, cennet, cehennem, ahiret ve kader gibi kavramların bu inanışta yeri yoktur. Belirli bir öncüsü, merkezi bulunmaması sebebiyle deizmde ihtiyaç duyulan tek şey sağduyulu olmak ve her şeyi akıl süzgecinden geçirmektir. Deizmin temel inançları dışında bazı deistler ölümden sonra yaşama veya reenkarnasyona inanabilir. Bununla birlikte deistlerin ruhun ölümsüzlüğüne dair inançları hayli çeşitlidir. Ruhların Tanrı tarafından ölümden önceki hayatlarındaki davranışlarına göre ödüllendirileceğine ya da cezalandırılacağına veya sadece ruhun ölümsüzlüğüne inanan, ruhun ölümsüzlüğü konusunda agnostik yaklaşım sergileyen ve ruhun ölümsüz olmadığını düşünen deistler vardır. Deist yazarlar Yüce Varlık, İlahi Saatçi, Evrenin Büyük Mimarı ve Doğanın Tanrısı gibi ifadeler kullanarak çeşitli şekillerde Tanrıya atıfta bulunmuştur. Deizm, evrim teorisine karşı değildir. Deizme göre insan, Tanrı'nın oluşturduğu kurallar çerçevesinde, daha ilkel canlıların evrimleşmesi sonucu oluşmuş olabilir. Bir Yaratıcıya inanmak, o Yaratıcının, insanı aşama geçirmeksizin bir anda yarattığı fikrine inanmayı gerektirmez. Evrim teorisine karşı ortaya atılan akıllı tasarım görüşü deizmde bulunmak zorunda değildir. Deist düşüncenin eski zamanlardan beri var olduğu düşünülmektedir. Deizm kelimesi ise; 17. yüzyılda özellikle İngiltere'de kullanılmaya başlanmıştır. Doğal dine inanış 17. yüzyılda Avrupa'da bir devrim olmuş; birçok kültür bu akıma destek vermiştir. Rönesans dönemindeki hümanist yaklaşım; Avrupa'nın Klasik Roma ve Antik Yunan dönemindeki düşünceleri çalışmaya itmiştir. Mitoloji üzerine yapılan araştırmalarda da; birçok dinin kendinden önceki dinlerden örnekler alarak hikâyelerde karakterlerin isimlerini değiştirerek kullandığını ortaya çıkarmıştır. Bunun yanı sıra; eski dokümanların analiz edilmesi doğrultusunda ve bilimin de sunduğu olgularla tarihte ilk defa Hristiyan toplumlar tarafından İncil eleştirilmiştir. Yapılan araştırmalar doğrultusunda, dünya tarihinin Kitab-ı Mukaddes'te anlatıldığından çok daha farklı olduğu ortaya çıkmıştır. 16. ve 17. yüzyılda Avrupalıların Amerika, Asya ve Pasifik'i de keşfetmesinden sonra; aradaki farklılıklardan, dini Nuh'tan geliş inancının bozduğuna inanılmıştır. Bu konuda Herbert; De Religione Laici (1645) de şu sözleri yazmıştır: "Birçok inanış ya da din, açıkça, birçok ülkede uzun süredir vardı ve kesinlikle kanun koyucuların bahsetmediği bir tane bile yoktu, Wayfarer'ın Avrupa'da bir tane bulması gibi, başka biri Afrika'da, Asya'da ve bambaşka bir tanesi de Hindistan'da..." Bu doğrultuda, Hristiyanlığın birçok din arasındaki dinlerden biri olduğunun farkına varılmış ve hiçbir şeyin bir dinin diğerinden daha iyi ya da daha doğru olduğunu ispatlamayacağına inanılmıştır. Bu akım, 17. yüzyılın ilk yarısında İngiliz düşünür Edward Herbert ile başladı ve en yaygın olduğu ülke İngiltere'ydi. Cherbury’li Lord Herbert İngiliz deizminin babası olarak kabul edilmekteydi. Onun takipçisi Charles Blount , bir deist olduğunu açıkça beyan eden ilk düşünürdür ve ölümünden sonra yayınlanan "Summary Account of Deist’s Religion" adlı eseri deist fikirlerin yayılmasında hayli etkili olmuştur. Daha sonra John Toland, "Christianity Not Mysterious" ve Matthew Tindal "Christianity as Old as the Creation" adlı eserinde deist fikirleri açıklamış ve yaygınlaştırmıştır. O, bu eserinde doğal dinin Hıristiyanlıkla veya daha geniş bir ifade ile vahyedilmis dinle aynı doğruluk ve mükemmelliğe sahip olduğunu ve yine hem doğal din hem de vahyedilmiş dinin aynı amaca sahip olduğu ve dolayısıyla onların ahlâki kurallarının da aynı olması gerektiğini ifade eder. Deizmin en ünlü temsilcilerinden olan John Toland, bir doğal din kültürünün taslağını çizerek "Pentheistikan" adlı eserinde bunu izah etmiştir. Ona göre, böyle bir kültürün rahibi bilim, kahramanları ise insanlık kültürünün tarihindeki büyük yetiştiriciler olacaktı. Shaftesbury, deizm anlayışı içerisinde yer alan bir düşünürdür. Ona göre din, insanın hayatının yücelmesidir. Tanrıyı biz evren gibi kendi mükemmel eseri içerisinde bulabiliriz; çünkü tabiat her yanı ile kendisine şekil vermiş olan büyük sanatçının izlerini taşır, Onun bu engin dünya görüşünün temeli “güzellik” idesine dayanır. Fransız deistleri içindeki en önemli ve tanınmış sima olan Voltaire, Newton fiziği ve tabiat kanunu fikrini esas alan bir doğal din anlayışını savunmuştur. Evrensel çekim kanunundan hareketle Newton fiziğini yorumlayan Voltaire, Tanrı’nın sürekli yaratıcılığı inancı ile evrendeki tabiî süreklilik fikri çeliştiği için deizme ulaşmıştır. Rousseau ise Voltaire’in akılcı ve katı deizmini romantik ve esnek bir anlayışla sürdürmüştür. Filozofa göre, insanda doğuştan mevcut olan iyilik ve adalet duygusu sonradan kötülüğe ve eşitsizliğe dönüşebilmekte, ancak insanın tabiatında var olan ışık ona yeniden yol gösterebilmektedir. Bu görüşler Hıristiyanlığın doğuştan günahkar insan anlayışına ve dolayısıyla İsa’nın kurtarıcılığı inancına aykırıdır; ayrıca kilisenin yol gösterici rolünün ve ruhani otoritesinin yerine akli aydınlanmayı koymaktadır. Rousseau ve Voltaire, deizm anlayışı içerisinde yer alan Fransız filozoflardır. Özellikle Voltaire, "Tanrı düşüncesinden başka her şey saçmadır", ” "Tanrı olmasaydı biz O'nu icat etmek zorunda kalacaktık, ama bütün tabiat O'nun varolduğunu bize haykırmaktadır. "” demiştir. Rousseau’ya göre de din, yüksek bir varlığın bizlere verdiği yüksek bir duygudan ibarettir. 18. yüzyıl sonuna değin deizm, İngiliz, Fransız ve Alman aydınları arasında egemen dinsel görüş durumuna gelmiş, sonraları Amerikalıların da dinsel görüşlerinin biçimlenmesinde önemli rol oynamıştır. Amerika’daki deist düşünürlerin arasında en önemlisi Thomas Paine'dir. Paine, "Akıl Çağı" adlı eserinin ilk bölümünde açık bir şekilde Hıristiyanlığa, özellikle de kurtuluş akidesi ve vahiy anlayışını eleştiriyor, Kitab-ı Mukaddes’teki vahiy, mucize, ahlak, enkarnasyon ve evren hakkındaki bilgileri açıkça eleştirerek reddediyor ve özellikle astronomi ilminin ortaya koyduğu evren telakkisiyle uyuşmazlığını göstererek diğer deistler gibi bilime verdiği önemi gösteriyordu. İkinci bölümde ise, doğal din anlayışını ortaya koyuyordu. Böylece Paine, birinci bölümde yıkmaya çalıştığı vahye dayalı Hıristiyanlık yerine ikinci bölümde aklı esas alan doğal din sistemini anlatmaya çalışıyordu. Kısaca Paine, Paul Blanshard’a göre Amerika tarihinde en ünlü özgür düşünür olup dinleri eleştirmiş ve hem Tanrıya hem de ölümsüzlüğe inanmıştır. Dünya Deistler Birliği (World Union of Deists)’nin web sitesinde bu birliğe üye olmak isteyenlerden önce Paine’ın bu eserindeki öğretileri kabul etmelerini şart koşmaktadırlar. Deist yazarlara bakıldığında genellikle benzer sebeplerden dolayı yüce bir varlık sonucuna ulaştıkları gözlenmektedir. Bunlar sırasıyla aşağıda belirtilmiştir. Kozmolojik Argüman: Bu argüman, ilk neden ve nedensellik kanıtıdır. Hiçbir şey, nedensiz olarak meydana gelmez. Her şeyin bir nedeni vardır; her bir neden, başka bir nedenin sonucudur. Yani var olan her şeye, kendisinden önce gelen bir şey neden olmuştur. Bu nedenlere bakarak, ilk nedene kadar ineriz ve nedeni bulunmayan Tanrıyı buluruz. Tanrı var olma nedeni bulunmayan temel tek varlıktır. Uslamlamasıysa şöyledir: Doğa Yasası Argümanı: Bu argüman teleolojik argümanın farklı bir biçimidir. Doğa yasası argümanına göre doğada tutarlı ve tahmin edilebilir doğa yasaları olduğu için, bu yasaları yürürlüğe koyan bir de yasa koyucu olması gerekir. Bu yasa koyucu da yüce bir varlıktır. Uslamlamasıysa şöyledir; Teleolojik Argüman: Ayrıca dizayn ya da tasarım argümanı da denir. Bu argüman doğal dünyaya baktığımızda her şeyin kendi işlevini yerine getirecek şekilde en ince ayrıntısına kadar düzenlenmiş ve ayarlanmış olduğunu göreceğimizi belirtir. Bu da düzenleyen üstün bir varlığın kanıtıdır. 20. yüzyılda kuantum kuramının gelişmesiyle beraber fizik felsefesi belirleyici bir güncellik kazanmış, evrenin doğasının belirlenirci mi yoksa belirlenemezci mi olduğu çokça tartışılmış ve kuantum mekaniğinin farklı yorumları ortaya atılmıştır. Önbilimsel nitelikte ortaya çıkan bu yorumlar daha sonra bilimsel bilginin sentezlenmesine ve çeşitli teorilerin hem düşünce deneyleriyle hem de yüksek enerjili parçacık hızlandırıcıların, dev teleskopların, dedektörlerin ve uzay sondalarının kullanıldığı gözlem ve deneylerden elde edilen sonuçlarla matematiksel formülasyonlara oturtarak ispatlamasına önayak olmuştur. 20. yüzyılda gelişen bilimsel keşifler (1915-genel görelilik kuramı, 1929-kırmızıya kayma, 1964-kozmik mikrodalga arka plan ışıması) ışığında bildiğimiz evrenin Büyük Patlama ile bir başlangıcı olduğu kanıtlanmıştır. Kuantum mekaniğinin çoğul dünyalar yorumuna göre gerçekliğin kendisi olarak tüm kainat için tek ve evrensel bir dalga fonksiyonu mevcuttur. Bu evrensel dalga fonksiyonu her şeyin dalga fonksiyonu olarak, bildiğimiz dünyamızdaki bütün olasılıkları ve hatta bunun dışında evrilmesi olası bütün dünyaları kapsamaktadır. Deizmin iki ana formu vardır: Esk
i deizm ve modern deizm. Modern deistler eski deizm inanışını, modern felsefe ile birleştirerek günümüz bilimiyle kullanmak istemişlerdir. Bu doğrultuda da birçok yeni inanışın çıkmasına sebebiyet vermiştir. Eski deizm inanışında; Tanrı ile kişisel bir diyalog yahut karşılaşma mümkün gösterilirken günümüzde Tanrı'nın insanüstü olduğu ve Tanrı'yı anlamanın insan mantığı sınırları içinde olmadığına inanılmıştır. Başka bir şekilde ifade edilirse bu anlayışa göre Tanrı, Mutlak’tır; yaratılanlar ise görece ve görelidir. Dolayısıyla, görece ve göreli hiçbir varlık Mutlak'la kıyaslanamaz, oranlanamaz. Dolayısıyla, Mutlak, hiçbir şeyle, hiçbir tarzda, hiçbir yolda ilinti ve kıyas kabul etmez. O’na hiçbir değer takdir edilemez. O Mutlak olduğundan, görece ve göreli olan varlıkların sıfatlarıyla ifade edilemez. Dolayısıyla, kıyasa ve oranlamaya dayalı anlayış ve kabullerine göre O'na yakıştırılacak bir sıfat ne kadar yüksek düzeyli kabul edilirse edilsin ve ne kadar ideal olursa olsun, O'nu ifade edemez. Deizmde evreni bir ilk nedenin sonucu olarak evrensel kanunlar çerçevesinde yaratan Tanrı'nın, sonrasında deterministik olarak gelişen olaylara müdahalede bulunmadığına inanılmaktadır. Deizm her ne kadar çeşitlilik içeren, geniş bir inanç olsa da bazı değişmez temel inanç ve ilkeleri vardır. Temel inançlar ve ilkeler şunlardır; Deistler genellikle Yaratıcı Gücü "Tanrı" olarak ifade etmektedir. Deizmde evrene aşkın ve müdahale etmeyen Tek Tanrılı standart yalın deizm konsepti hakimdir. Fakat her inanışta olduğu gibi deizmin de zamanla kendi içinde farklılıklar oluşmuştur. Sonradan ortaya çıkan inançlar ya da akımlar anlam karışıklığı oluşmaması amacıyla başlarına ek veya isim getirilerek ifade edilir. Bunlar pandeizm, panendeizm, polideizm, Hristiyan deizmi, felsefi deizm, bilimsel deizm, spritüel deizm, proses deizm, hümanist deizm, birleşik deizm gibi deizmden türeyen ya da başka inançlarla birleştirilmiş alt dallardır. Ayrıca amorian deizm, pagan deizmi gibi deizmin bazı küçük alt kategorileri de mevcuttur. Günümüzde standart deizm konsepti dışında etkili alt dallar şunlardır; Pandeizm evrenin bütününü Tanrı olarak kabul eder. Pandeizmde, her şey Tanrı'nın bir parçası olarak kabul edilir, Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı'dır. Pandeizme göre Tanrı'nın evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Tanrı doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır. Her şey Tanrı'dır. Panendeizm, pandeizmde olduğu gibi evrenin kendisinin Tanrı olduğunu, pandeizmden farklı olarak ilk devindirici olan Tanrı'nın evren ve tüm varlıkları özünden yarattığı ve evrene aşkın, evrenin bilincinde mutlak ve değişmez bir varlık olarak egemen olduğu inancıdır. Panendeizm her şey Tanrı'dan sudur etmiştir. Ruhun tek amacı, oluştuğu Tanrı'ya dönmektir. Bunun da yolu tek evrensel yasa olan evrimden geçmektir. Somut anlamda Tanrı'nın bütünleştiği evrenin ve varlıkların, evrim ile diyalektik olarak değiştiği ve geliştiği, gelişimini tamamladıktan sonra dönüşün yine ezeli ve ebedi olan tanrıya olacağı bu geri dönüşte tekamülünü tamamlayan ruhların da tanrıya kavuşacağına inanılır. Panendeizme göre tanrı, hem değişmeyen (mutlak), hem de değişen (göreli) dir. Hem zamanın içinde, hem dışında; hem sonlu, hem de sonsuzdur. Aynı zamanda hem tikel, hem tümel; hem neden, hem sonuçtur. Spritüel deizm içinde meditasyon, tefekkür, doğa ile birleşme, sezgi gibi durumları barındırır. Onlar da diğer deistler gibi Tanrı'nın evrene müdahale ettiği fikrini, dinsel dogmaları ve doğaüstü olayları reddetmektedir. Spritüel deizm, genel ve manevi varlığı doğada hissedilebilir tarifsiz bir Tanrı inancı içerir. Spritüel deistler sonsuz ödül, reenkarnasyon, karma gibi inançlara sahip olabilir. Bu tür deistler literatürde "spiritüal fakat dinsel değil" ya da "spritüel fakat dini yok" ifadesiyle tanımlanır. Deistlerin tümü olmasa da bir kısmı transandantalistler gibi aşkın ideal spiritüel durumun; fiziksel ve empirik olduğu ve kurumlaşmış dinlerin doktrinleriyle değil yalnızca bireyin bağımsızca kendi içine dönmesi yoluyla idrak edilebileceği, varolan toplumsal kurumların bireyin kendi içindeki iyiliği fark etmesi ve ona dönmesine engel olduğuna inanmakta, bu yüzden bireyin kendini keşfine önem vermektedir. Teizm, her şeyden önce bir tanrı veya tanrıların var olduğu kabulünün üzerine kurulmuş bir düşünce yapısıdır. Teist görüşte, tanrı veya tanrılar yaratılmamışlardır, olmuş ve olacak her şeyi bilirler, sonsuz kudrete sahiptirler, zaman ve mekandan bağımsızdırlar, bilinen şeyler ile benzerlikleri yoktur. Teizmde çoğunlukla tanrı veya tanrıların evrenin işleyişine müdahale ettikleri inancı hakimdir. Klasik teizm, anılan özelliklere sahip tanrı veya tanrıları kabul ederek her şeyi bu referans noktasından hareket ile açıklamaya çalışır. Deist düşünceye göre de evren üstün, yüce bir varlık tarafından yaratılmıştır. Deizmde, teizmin aksine, Tanrı'nın evrenin işleyişine müdahale etmediği fikri hâkimdir. Başka bir anlatımla deizm, teizm ile bir yaratıcı gücün varlığını doğrulaması yönüyle uyuşur fakat deizm, teizmin Tanrı'nın insanlara peygamber ve dinler gönderdiği iddiasını kabul etmemesiyle ondan ayrılır. Teistlerin ilahilik iddiasına karşın deistler dinlerin insan tecrübesinin ve bilgi birikiminin birer ürünü olarak görmekte ve bu sebepten ötürü ilahiliklerini reddetmektedir. Ayrıca teistler deistlerden farklı olarak herhangi bir dine bağlı kimselerdir. Deistler araştırmalarda herhangi bir dine bağlı olmayanlar kategorisi altında değerlendirilir. Dentsu'nun 2006 yılına ait verilerine göre nüfusun %3'ü herhangi bir dine bağlı değildir. Bu kısım ateistler, deistler, agnostikler ve hümanistlerden oluşmaktadır. Bu araştırma sonucu deist nüfus hakkında kesin bilgi vermemektedir. 2005 yılı Eurobarometer anketine ait veriler ise deist nüfus hakkında tahmin yapılmasına imkan tanımaktadır. Ankete göre Türkiye nüfusunun %2'si herhangi bir dine mensup olmayıp yaratıcı bir güce inanmaktadır. Dünya Deistler Birliği tarafından tespit edilmiş bazı deistik kavramlara aşağıda yer verilmiştir. Sermaye artırımı Sermaye artırımı, bir şirketin esas sermayesine karşılık olan hisse senetlerinin bedelleri ödendikten sonra genel kurul kararı ile yeni hisse senedi çıkarılarak şirket sermayesinin artırılmasıdır. Şeker Şeker veya sakkaroz çoğu bitkinin bünyesinde bulunur. Fakat bünyesinde ekonomik olarak şeker elde edilebilecek kadar şeker bulunduran iki bitki vardır: Şeker kamışı, Şeker pancarı. Anavatanı Hindistan ve Arap ülkeleri olan şeker kamışı dünyada tropikal ve yarı tropikal bölgelerde yetiştirilmektedir. Türkiye'de şeker kamışı tarımı yapılmamaktadır. Bunun yerine iklim şartlarının uzgunluğundan ve ekonomik olmasından dolayı sadece Şeker pancarından şeker üretimi yapılmaktadır. Şeker kamışının bünyesinde yaklaşık olarak %12-16 şeker bulunur. Şekerin 1 gramının fiziksel olarak yanması sonucunda açığa çıkan enerji 16,8 kJ ya da 4,0 kcal'dir. Şekerin besin değerlerini diğer besinlerin değerleriyle karşılaştıracak olursak: örneğin 1 gram Alkolun yanması sonucunda 29,8 kJ, katı yağların yanmasıyla yaklaşık olarak gram başına 39 kJ enerji açığa çıkmaktadır. Bunun yanında şekerin özgül ağırlığı 1,6 g/cm³ olup suyun özgül ağırlığından (1 g/cm³) daha büyüktür. 20 °C sıcaklığındaki 100 mL suyun içinde sadece yaklaşık 203,9 g şeker çözülürken, 100 °C sıcaklığındaki ve aynı miktardaki suda çözünebilen şeker miktarı 487,2 g dir. Türkiye’deki şeker üretme teşebbüsleri Osmanlı Devleti zamanında (1840-1899) kadar uzanmaktadır. İlk teşebbüslerin Osmanlı zamanında olmasına rağmen ilk şeker fabrikasının kurulması Cumhuriyet dönemine denk gelmektedir. 19 Nisan 1923’te kurulan Uşak Terakki Ziraat T.A.Ş 14 Haziran 1925 tarihinde Uşak'ta kurulacak Şeker Fabrikasının temellerini atmışlardır. Bundan yaklaşık 1,5 yıl sonra 17 Aralık 1926'da Fabrika resmen işetmeye açılmıştır. Uşak'ta kurulacak olan Şeker Fabrikasının inşaatı devam ederken 15 Haziran 1926’da 600.000 TL sermaye ile İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları T.A.Ş kurulmuştur ve 22 Aralık 1925 tarihinde Apullu Şeker Fabrikasının temelleri atılmıştır. Bu Fabrikanın inşaatı Uşak'taki fabrikanın inşaatından sonra başlamasına rağmen yaklaşık olarak 11 ay gibi bir süre içinde bitirilmiş ve 26 Kasım 1926’da Türkiye’de ilk şekeri üreten fabrika unvanını almıştır. Uzun yıllar boyunca bu iki fabrika Türkiye’nin şeker ihtiyacını karşılamıştır. Artan nüfusla beraber Türkiye'nin şeker ihtiyacı artmış ve bu iki fabrika talebleri karşılamakta zorluk çekmeye başlamışlardır. Bunun sonucunda biri Eskişehir'de olmak üzere iki yeni şeker Fabrikası açılmıştır. Bu dört Fabrika 1950'li yıllara kadar Türkiye’nin şeker ihtiyacını karşılama görevini üstlenmişlerdir. 1951 ve 1956 yılını kapsayan beş yıllık sanayi kalkınma hamlesiyle tam 11 yeni şeker fabrikası daha açılmıştır. Böylelikle 1956 yılının sonlarına doğru üretimde olan şeker fabrikalarının sayısı 15'e ulaşmıştır. Sanayideki özellikle şeker üretimindeki yatırımlar nüfusun artmasına paralel olarak hem üretimdeki fabrikalara yeni makinalar almak şartıyla hem de Türkiye’nin çeşitli yerlerine yeni fabrikalar kurarak üretimin artmasına destek verilmiştir. Şeker, yüzyıllardan beri insanların önemli gıda maddelerinden birisi olmuş ve 18. yüzyılın sonuna kadar sadece şeker kamışından üretilmiştir. Şeker pancarı tarımı ve şeker pancarından şeker üretimi ise 19. yüzyılda başlamıştır. Dünyada üretilen şekerin yaklaşık %74,4’ü şeker kamışından, %25,6’sı ise şeker pancarından elde edilmektedir. Şeker kamışı tropik ve subtropik bölgelerde, şeker pancarı ise daha ılıman bölgelerde yetişmektedir. Şeker pancarından şeker üretimi, şeker kamışından yapılan üretime göre daha pahalı olmasına karşın, birçok ülkede hem şeker sanayine ekonomik katkıları, hem de tarımsal ve sosyal nedenlerden dolayı, çeşitli önlemler alınarak devamlılığı sağlanmaktadır. Türkiye’de de geçmişte şeker kamışı tarımı için denemeler yapılmış, ancak ekonomik olmayacağı anlaşıldığı için vazgeçilmiştir. Türkiye’de şekerin ana hammaddesi şeker pancarıdır.
Nişasta Bazlı Şekerler; şeker pancarı ve şeker kamışından üretilen şekerlerin (sakaroz) dışında, nişasta bazlı hammaddelerden (mısır, buğday, patates) çeşitli kimyasal yollarla üretilen genel olarak glikoz, izoglikoz, fruktoz ve türevlerinden oluşur. Nişasta bazlı şekerler doğrudan tüketilmemekte, daha çok şekerli ürünler sanayiinde girdi olarak kullanılmaktadır. Bu tatlandırıcıların başlıca kullanım alanları; şekerlemeler, şekerli ve unlu ürünler, dondurma, helva, reçel, marmelat, alkollü ve alkolsüz içeceklerdir. Şekerin soframızdaki şeklini alıncaya kadar birden fazla aşamadan geçmesi gerekmektedir. 1 kg şekerin üretilmesi için yaklaşık olarak 900 gram ağırlığında 9 şeker pancarı gerekmekdetir. Şeker üretimi baharda ekim ile başlar ve sonbaharda ekinin toplanmasıya şeker pancarından şeker üretme safhasına geçilir. Sonbaharda toplanan mahsul daha toplanma evresinde mekanik biçerlerin yardımıyla taç ve yaplakları kesilir. Daha sonra yükleyiciler sayesinde şeker pancarı soğanı kamyonlara yüklenir ve silolara aktarılır. Bu aşama sırasında yükleyicidebulunan eleğin yardımıyla bitkinin yüzeyinde bulunan toprağın yaklaşık 3 te 1 temizlenmiş olur. Bundan sonraki aşamada şeker pancarı taşıma kayışı yarıdmıyla silolardan temizleme istasyonlarına aktarılır. Pancarlar kayışlarla taşınırken ilk olarak dönen bir silinirin içine geçerler. Burada basınçlı suyun etkisiyle mahsul topraktan temizlenir ve bunun yanında sudan ağır olan taş ve kum gibi maddeler bu işlem esnasında mahsulden ayıklanır. Temizlenmiş olan şeker pancarları işlenmek üzere bantların yardımıyla fabrikaya taşınır. Bundan sonraki ilk aşama makinelerin yardımıyla 4–8 mm kalınlığında ve 10 cm uzunluğunda küçük dilimlere bölünmeleridir. Kıyım işleminden sonra buradan difüzyon tanklarına sevk edilir. Burada pancar kıyımları sıcak suya maruz bırakılarak hücrelerin açılması ve böylelikle pancarda bulunan şeker bir miktar yabancı maddeyle birlikte suya geçilmesi sağlanmış olunur. Bundan sonra içinde bol miktarda şeker barındıran kıyımlar ham şerbet olarak işleme alınırken şekerce fakirleşmiş olan kıyımlar ise suyu pancar posası olarak çıkartılır. Bu yan madde Küspe içine preslenerek hayvan yemi olarak satılır. Şeker pancarı kıyımlarından şeker alınması, doğru bir ifadeye Sakkaroz extraktionu esnasında suyun sıcaklığı 70 °C olup bu işlem bir saat kadar sürmektedir. Ekstraksiyon sonrasında elde edilmiş ham şerbet bir takım yabancı maddelerde içerdiğinden dolayı arınma işlemine geçilmektedir. Arıtma işlemi için şerbet halk dilinde kireç sütü olarak adlandırılan Kalsiyum hidroksit (Ca(OH)) ve karbondioksit gazıyla bir dizi işleme tabi tutulur. Bu işemlerin sonucunda %12-15 Şeker ihtiva eden ince su ya da diğer bir ifadeyle sarı şeker solüsyonu elde edilir. İnce suyun kıvamını artırmak için altı aşamalık bir buharlaşma işleminden geçirilir ve böylelikle içerisinde %60 şeker bulunduran koyu kıvamlı bir şerbet elde edilmiş olunur. Bundan sonra kristalizasyon evresine geçilir. Bu evrede koyu kıvamlı şerbet çeşitli işlemlerden geçirerek kristalleşmiş şeker ve içerisinde şeker dışı maddeler ihtiva eden bir ara ürün elde edilmiş olunur. Bu ara ürün vakum kazanlarında pişirilir ve buna üretimde Lapa denilir. Daha sonra Lapa Santrifüjleme işleminden geçirilerek kristalleşmiş şeker, şeker şurubundan ayrılır. Bu işlemle hafif nemli şeker kristalleri elde edilmiş olunur. Bu şeker kurutulur ve daha sonra temizlenmek üzere eleklerden geçtikten sonra ambalajlanma işlemine geçirilir. Bu sırada bir kısmı toz şeker olarak ambalajlanırken bir kısmı da küp şeker haline getirilerek ambalajlanır. Santrifüjleme ve pişirme işlemi sonrasında koyu kahve rengli pekmez kıvamında tatlı bir madde elde edilir. Bu maddeye Melas denilir. Melas zengin içeriğinden dolayı hayvan yemi olarak tercih edilen şeker üretimi esnasında elde edilen bir yan üründür. Bunun yanında Küspe ve Melas belirli oranlarda karıştırılarak Melaslı kuru Küspe adı verilen diğer bir değerli hayvan yemi üretilmektedir. Georges Politzer Georges Politzer (d. 3 Mayıs 1903 - ö. 23 Mayıs 1942), Macar kökenli Fransız marksist yazar ve felsefecidir. "Kızıl Kafalı Filozof" olarak tanınır. Bugünkü Romanya'nın Nagyvárad (Oradea) kentinde doğmuştur. Politzer daha 1919 yılındaki Macar ayaklanması sırasında aktivist olmuştu. Béla Kun yönetimindeki komünist konsey cumhuriyetinin yenilgiye uğramasından sonra ülke Avusturya-Macaristan İmparatorluğu amirali Miklós Horthy'nin baskıcı egemenliği altına girerken, Politzer de 17 yaşında sürgüne gitmek zorunda kaldı. Viyana'da Sigmund Freud ve Sándor Ferenczi ile tanıştıktan sonra 1921 yılında Paris'e yerleşti. Beş yıl sonra felsefeninkilere varana kadar bütün akademik literatürü okumuştu. 1929 ve 1931 yılları arasında Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. 1930 yılının başında Fransız Komünist Partisi 1939'da Alman işgaline kadar faaliyet gösterecek olan Paris İşçi Üniversitesi'ni kurmuştu. Bu üniversitedeki faaliyeti sırasında Politzer Diyalektik-Materyalizm derslerini üstlendi. Marx ve Lenin'in taraftarı olarak psikolojiyle ilgilendi. Bu alanın özellikle somut görünümlerini ön plana çıkartırken, geleneksel psikolojiyi soyut olarak değerlendiriyordu. Başlarda Freud'un geliştirdiği psikanaliz teorisine ve onun uygulanma olanaklarına büyük ilgi gösterdi. Ancak zamanla komünist partinin psikanalize karşı tutumunun da etkisi altında psikanalizden uzaklaştı. Bu dönemde Saint-Maur Lisesi'nde felsefe öğretmeni olarak çalışıyordu. Nazi Almanyası'nın Fransa'yı işgali sırasında 1940 yılındaki seferberlikte Paris'te görevlendirildi. Komünist Partisinin gizli önderliğine bağlı kaldı. Temmuz 1940'da seferberlik bittikten sonra, yasadışı bir gazetenin yayıncıları arasında yer aldı. Dünyaca ünlü fizikçi, Politzer'in dostu ve yoldaşı Paul Langevin'in Ekim 1940'da tutuklanması üzerine fizikçinin tutuklandığını bildiren ve II. Dünya Savaşı boyunca faşizmin suçlarını ifşa eden "Özgür Üniversite"'nin ("L'Université Libre") ilk sayısını yayınladı. "L'Université Libre" 1940 ve 1941 yıllarında tekrar yayınlandı. Şubat 1942'de Politzer kendisi gibi bir direnişçi ve komünist olan eşi Mai'yle birlikte tutuklandı. 20 Mart 1942'de Nazi işgalcilere teslim edildi ve ağır işkenceden geçti. Yasadışı bir Fransızca akademik dergi yayınlamaya başlamasından kısa süre sonra, 23 Mayıs 1942'de kurşuna dizilerek idam edildi. Eşi Mai Auschwitz imha kampına gönderildi ve Mart 1943'de orada öldü. Antifaşist konumuna ve kurşuna dizilerek öldürülmesine karşın, savaştan sonra Politzer aktif bir direniş savaşçısı olarak kabul edilmedi. "L'Université Libre" Fransa'nın kurtuluşundan sonra "Yeni Üniversite" ("Université Nouvelle") adıyla yeniden yayınlandı. Mükemmel ve inatçı kararlılığı sayesinde ve militanlığına karşın Politzer, Sardinya'lı felsefeci Antonio Gramsci gibi, Fransa içinde ve dışında birçok aydına ilham kaynağı oldu. Buna karşın militan yönelimi resmi ve akademik felsefeciler ve tarihçiler tarafından hoşgörülmedi ve hafifsendi. Taraftarları açısındansa açık ve öğretici bir tarzda yazılmış olan eserleri geniş bir kabul gördü. Öğrencileri tarafından alınan notlara dayanan ve ölümünden sonra yayınlanan eseri "Felsefenin Temel İlkeleri" () Türkiye'de de geniş bir okuyucu kitlesi buldu ve 12 Eylül darbesi sonrasında yasaklanan ilk kitap oldu. Şair Evlenmesi Şair Evlenmesi (), İbrahim Şinâsî'nin 1860 yılında "Tercüman-ı Ahvâl"de tefrika edilen ardından kitap olarak basılan töre komedisi tarzında tek perdelik piyestir. Daha önce yazılmış bazı tiyatro eserlerinin varlığından söz edilse de "Şair Evlenmesi", Türk edebiyatında yayımlanan batılı tarzda ilk tiyatro eseri olarak kabul edilir. Belirli bir metne dayanmayan, oyuncuların doğaçlama yaptıkları tuluat tiyatrosundan, bir konunun metne dayalı olarak giriş, gelişme, sonuç biçiminde aktarıldığı yeni bir tiyatroya geçiş bu eserle olmuştur. Görücü usulü evliliğinin sakıncalarını konu alan eser, geleneksel Türk tiyatrosunun izlerini taşır. Sade ve tabii bir konuşma diliyle yazılmıştır. Oyun kişileri dönemin toplumsal yapısını yansıtan gerçekçi karakterlerdir. Konuşma örgüsü kelime oyunları, söz komikleri ve konuşma yanlışları içerir. Eser, klasik Fransız tiyatrosunun ve özellikle Molière’in etki ve izlerini de taşımaktadır Eserin Dolmabahçe Saray Tiyatrosu’nda sahnelenmek üzere, Sultan Abdülmecid tarafından ısmarlandığı söylenir. ancak oyunun sarayda oynandığına dair bir bilgi yoktur. Şinasi'nin eseri, iki perdelik bir tiyatro eseri olarak kaleme almış; ne var ki kendi elleriyle ilk perdeyi ortadan kaldırmak zorunda kaldığından ikinci perde, 1860’ta Tercüman’ı Ahval’in 2.-3.-4.-5. sayılarında tek perde olarak yayımlanmıştı. 1873’te şairin ölümünden sonra "Mehmet Tayfur" adında bir kitapçı tarafından Selanik’te kitap olarak basıldı. Eser gerek gazetede tefrik edildiğinde, gerekse kitap olarak basıldığında fazla ilgi görmemiş ve alay konusu olmuştur. Şair Evlenmesi, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra, İbrahim Necmi Bey tarafından Selanik’te kurulmuş olan amatör bir tiyatro topluluğu tarafından sahnelendi. Şair Evlenmesi piyesi Türkçede noktalama işaretlerinin kullanıldığı ilk eserlerden biridir. Şinasi eserde üç noktalama işareti kullanmıştır: yay, kısa çizgi ve nokta. Bu işaretleri hangi amaçla kullandığını eserin başında açıklamıştır. Batılı tutum ve davranışı, kılık ve kıyafetiyle mahallede pek sevilmeyen, eğitimli olmasına rağmen saf bir yapıya sahip Şair Müştak Bey, sevdiği Kumru Hanım'la, kılavuz ve yenge hanımlar aracılığıyla evlenmiştir. Nikah sonrasında kendisiyle evlendirilen kişinin, Kumru Hanım'ın çirkin ve yaşlı ablası Sakine Hanım olduğunu görünce önce bayılır sonra itiraz eder. Mahallelinin de işe karışmasıyla başına gelenleri kabul etme mecburiyetinde kalan Müştak Bey'in imdadına arkadaşı Hikmet Bey yetişir. Hikmet Bey'in mahalle imamı Ebulaklaka'ya verdiği rüşvetle olay çözülür, yapılan hile sonuçsuz kalır. Sonunda muradına eren Müştak bey Kumru Hanım'a kavuşur. Ancak Hikmet Efendi birbirleriyle görüşmeden evlenmeye kalkmanın sonucunun kötü ol
acağını söyler. Müştak Bey'in aklı başına gelir. İmmünoloji İmmünoloji, tıbbın bağışıklık ve farklı organizmaların bağışıklık sistemleri ile ilgilenen alt dalı. Türkçeye, Fransızca ""immunologie"" kelimesinden türeyerek gelmiştir. Türkçe ""bağışıklık bilimi"" olarak da adlandırılır. Birçok farklı konuyu kapsayan bilim dalı özellikle organizmaların bağışıklık sistemlerinin sağlıklı oldukları veya hastalıklı oldukları durumlardaki hâli ve fizyolojik işlevleri ile insanların bağışıklık sistemlerinin uygunsuz bir şekilde işlemesi sonucu oluşan immünolojik bozuklukları (örneğin otoimmün bozukluklar) kapsar. Ayrıca immünoloji bağışıklık sisteminin çeşitli öğelerinin in vivo, in situ ve in vitro şekillerde araştırılması ve incelenmesini de içerir. İmmünoloji oldukça geniş bir daldır ve birçok alt dala sahiptir; immünoterapi, immünogenetik ve evrimsel immünoloji gibi. Ayrıca farklı bilimsel disiplinlerde immünolojik bulgular kullanılabilir, immünolojik yönler olabilir. USS Natick (YTB-760) USS "Natick" (YTB-760), 29 Haziran 1960 tarihinde inşasına karar verilen ve Natick sınıfı ilk liman römorkörü olan tekne, New York kenti yakınlarında Long Island adasındaki Oyster Bay kasabasında kurulu Jakobson tersanesi tarafından 1 Eylül 1960'da kızağa kondu. 28 Şubat 1961 tarihinde denize indirilen tekne "Natick" ismi ve "YTB-760" borda numarası ile 30 Haziran 1961'de Amerikan Donanması’na katıldı. 1961-64 yılları arasında Atlantik Filosu’nun Norfolk deniz üssü'ndeki 5. Donanma Bölgesi'ne tahsis edilen gemi daha sonra İskoçya'daki Holy Loch sitesine transfer olmuştur. Son olarak İtalya'nın Sardinya adasındaki La Maddalena deniz üssü'nde görev alan römorkör, 28 Mart 2003 tarihinde hizmet dışı kaldı ve Craig Burnham, Burnham Associates firmasına satıldı. "Natick" = Massachusetts eyâletinde Boston kenti yakınlarındaki bir kasaba adı. "YTB-760 USS Natick" bu ismi alan ikinci Amerikan Donanması teknesidir. "Natick" adını alan ilk gemi SP-570 USS Natick devriye botudur. IMDb Internet Movie Database (), kısaca IMDb, yeryüzündeki tüm ülkelerin ve tüm dönemlerin sinema ve televizyon filmleri, film yıldızları ve dizileri hakkında bilgiler barındıran çevrimiçi bir veri tabanıdır. Ocak 2017 itibarıyla TV bölümleri de dahil olmak üzere 4.1 milyon civarında yapım ve 7.7 milyon civarında kişi hakkında bilgiler içerir. Alexa Top 50 listesinde yer alan sitenin 70 milyon kayıtlı kullanıcısı vardır. Ücretli veya ücretsiz üyelik sistemiyle kaydolan kullanıcıların katkılarıyla büyür. Bütün kayıtlı kullanıcılar sitedeki yapımlara 1 ve 10 yıldız arasında derecelendirme yapıp yorum yazabilir. 1990 yılında, İngiliz bilgisayar programcısı ve film hayranı Col Needham'ın Usenet üzerinde güzel gözlere sahip oyuncuları içeren "Those Eyes" başlıklı bir gönderiyi paylaşmasıyla ortaya çıktı. 1990 yılının sonuna kadar 10,000 tane farklı liste oluşturulduktan sonra listeler Unix shell olarak derlendi ve böylece IMDb veritabanı ortaya çıktı. Site 1996 yılına kadar "rec.arts.movies movie database" olarak adlandırıldı. 1998'de Amazon.com tarafından satın alındı. Jakobson Tersanesi Jakobson Tersanesi, Long Island adasında New York kenti yakınlarındaki Oyster Bay kasabasında 1938 yılında kurulan tersane. Bu nedenle Oyster Bay tersanesi olarak da bilinir. II. Dünya Savaşı sırasında 600 kişilik personel sayısına ulaşan tersane savaş boyunca Amerikan Donanması için ATR sınıfı 4 adet römorkör botu ve 2 adet Adroit sınıfı mayın tarama gemisi, Amerikan Ordusu için ise 14 adet LT sınıfı römorkör botu inşasını gerçekleştirdi. Amerikan Donanması'nın ilk ve tek mini denizaltısı olan X-1 sınıfı tekne de Jakobson Tersanesi'nde imal edildi. Ayrıca tersane yapımı muhtelif 3 adet sivil tekne harp sırasında Amerikan Donanması’na katıldı. II. Dünya Savaşı sonrasında Mississippi eyaletinin doğusundaki en büyük sivil römorkör inşa firması haline gelen Jakobson Tersanesi, 1961-65 yılları arasında 4 adet Natick sınıfı liman römorkörünü Amerikan Donanması'na teslim etti. Tersanede 1993 yılında gemi inşa faaliyetine son verildi. Tersanede inşa edilen gemiler ve isimleri aşağıdaki gibidir: Amerikan Donanması: "II. Dünya Savaşı:" "El konulan sivil gemiler:" "Savaş sonrası:" Amerikan Ordusu: Pan (mitoloji) Pan, Yunan mitolojisi'nde kırın, satirlerin ve çobanların tanrısıdır. Bu tanım, Pan'ı doğa ile doğrudan ilişkili kıldığı için pastoral bir nitelik arzetse de Pan'ın bütün mitoslarda yarı keçi yarı insan suretinde tasvir edilmesi onu korkutucu bir figür haline getirmiştir. Öyle ki Pan, kırlarda aniden insanların karşısına çıkıp görüntüsüyle insanları korkuttuğu için panik sözcüğüne de ilham kaynağı olmuştur. Pan, çoban tanrısı olduğu için ürkütücü görüntüsü ile zıtlık arzedecek şekilde kaynaklarda çoğunlukla kırlarda dolaşıp flüt çalan, sevimli bir figür olarak betimlenir. Ancak Pan, birçok kaynakta çığlık atarak düşmanlarını kaçırma, panik ettirme yeteneğine sahip olarak tanımlanmıştır. Tanrı Pan, Behçet Necatigil'in "100 Soruda Mitologya" adlı eserinde şöyle tanımlanmaktadır: ""Dağlık Arkadia'da küçükbaş hayvanların, çobanların tanrısı. Keçi ayaklı Pan, Hermes'in oğludur. Tanrıların, çokluk insan kılığında değil de hayvan kılığında düşünüldüğü ilk zamanlarda Pan da keçi kafalıydı; sonradan bu keçi kafasından sadece boynuzlar ve sakal alıkonarak, yüzü insan yüzü oldu."" Pan, ayrıca Dünya nimetlerine düşkünlüğün, cinselliğin ve hazcılığın da simgesidir. Pan'ın hedonist yönü, çağdaş dünya edebiyatının roman türündeki önemli postmodern eserlerinden da biri olarak nitelendirilen Tom Robbins'in Parfümün Dansı adlı romanında yoğun olarak işlenmiştir. Pan, bu romanda insanların, kendi doğalarıyla uyuşacak şekilde dans, müzik, aşk ve cinsellikle ilgilenmek yerine dünyada daha fazla güç sahibi olmak ya da cennete kabul edilmek için çalışmaları ve Aristo ile İsa'ya inanmaları yüzünden gücünü yitirmiş olan bir tanrı olarak nitelendirilir. Pan sahip olduğu güçle insanlann yüreğine büyük bir korku saldığından "panik" sözcüğü onun adından gelir. "Bu konuda daha fazla bilgi için bakınız: Sirinks" Efsaneye göre Pan'ın âşık olduğu Syrinks tam Pan ona sarılacağı sırada saza dönüşür. Pan da üzülür ama bir yol bulur. Sazlardan yedi tanesini kesip balmumuyla yan yana yapıştırır, üfleyince ortalığa tatlı bir melodi yayılır. Bir Oread Nemfi (Dağ Perisi) olan Ekho, güzel sesiyle bilinir. Tanrı Pan'ı reddeden peri öldürülür. Mitolojik olarak dağlık alanlarda yankı(eko) kendisinden gelir. Tanrı Pan'dan kaçmaya çalışan Dağ perisi Pitys, Apollon'dan kaçarken ağaça dönüşen Daphne gibi ağaca dönüşür. Dönüştüğü ağaç çam ağacıdır. Pan çoban kavalını sever, azgın tekeler gibi güzel nhymphaların peşine düşerdi. İnsanların hayvanların uyuduğu kızgın, ıssız yaz öğlelerinde birdenbire, beklenmedik gürültüler koparır ve etrafında paniğe neden olurdu. Marathon savaşı gecesi Persler de bu şekilde panik yarattığı için, Atinalılar savaştan sonra tanrı Pan'a Akropolis eteğinde bir tapınak yaptılar. Sonraları Pan'ı her şeyi yapabilir bir tanrı payesine çıkardılar. Pan aynı zamanda satirlerin yarı insan yarı keçi tanrısıydı. Pan kültürü, Yunan anakarasında Arkadya'da (Mora Yarımadasının dağlık iç kesmi) ve Maraton Savaşından sonra Atina ve çevresinde kendine yer bulmuşsa, Anadolu'da da Frigya'da kendini benimsetmiştir. Pan zaman zaman Frigyalı bir Satir olan Marsyas ile Midas efsanesinde birbirine karışır. Tanrı Apollon ile Kral Midas hakemliğinde flüt yarışına giren kimi kaynaklarda Marsyas, kimilerinde de Tanrı Pan'dır. Yarışmayı tanrı Pan kazanır. Sinirlenen Apollon 'da Midas'ın kulaklarını eşek kulaklarına çevirir. Trier Trier (Almanca: "Trier"), Almanya'nın en eski şehridir. Roma İmparatoru Augustus tarafından MÖ 15 yılında kurulmuştur. Moselle'in kıyısında, Roma döneminin ilgi çekici kentlerinden biridir. Trier'in tarihi bölgeleri 1986 yılında UNESCOtarafından Dünya Mirası olarak ilan edilmiştir. Günümüzde sanayi ve ticarete dayalı canlı bir ekonomiye sahip olan Trier, Roma döneminden kalma tarihi bina ve eserleri ile de turistler için bir çekim merkezidir. Nüfusu yaklaşık olarak 100.000'dir. Roma zamanında yapılan surun ana giriş kapısı olan Porta Nigra; Alplerin kuzeyinde bulunan en büyük Roma yapısıdır. Ayrıca, Roma İmparatoru Konstantin'in annesi bu civarda oturan Cermen kavimlerinden birisinin reisinin kızı olduğu için, bu bölgeye bir lejyon birliği yerleştirmiş ve İsa'nın ölürken üzerinde bulunduğu rivayet olunan hırkayı bu şehire getirterek hırkayı sergilemek üzere bir kilise inşa ettirmiştir. Bu kilise hâlen ziyaret edilebilir. Trier, II. Dünya Savaşı esnasında müttefik devletlere ait savaş uçakları tarafından bombalanmamış ender Alman şehirlerinden birisidir. Trier' de bulunan üniversite, devlet üniversitesi hüviyetinde olup; oldukça gelişmiş bir eğitim standartına sahiptir. Şehirde kütüphaneler, müzeler, eski yerleşim yerleri, Roma devrinden kalma hamam harabeleri, eski kiliseler, Cermen birliğinden önceki elektörün oturduğu saray, opera binası, tren garı, Karl Marx'ın evi, nehir boyunca oluşturulmuş oturma terasları ve kafeler gezilip görülebilecek yerler arasındadır. JTI firmasının Avrupa'da bulunan sigara fabrikalarından bir tanesi de bu şehirde bulunmaktadır. Lüksemburg sınırında bulunması ve Lüksemburg şehrine 40 km mesafede bulunması sebebiyle, nüfusun belirli bir kesimi Lüksemburg'da çalışıp Trier'de ikamet etmektedir. Egeria (mitoloji) Egeria, Roma mitolojisinde Numa Pompilius'un ölümsüz, tanrıça karısı. ""Bir liderin ilahi danışmanı"" olarak tanımlanır. OGame OGame bir metin tabanlı , kaynak yönetimi ve uzay savaşları temalı çok oyunculu online tarayıcı oyunudur.İki milyon kullanıcıya sahiptir. Ogame 2000 yılında Gameforge AG tarafından hazırlanmıştır. OGame birçok ülkede yerel dilleriyle oynanmaktadır.Nadir durumlar hariç hiçbir ülkelerde farklılık yoktur.Oyuncular resmi forumlardan duyuruları ve yeni sürüm özelliklerini alabiliyorlar. Son olarak 10 Şubat 2010 yılında yeni sürümle beraber yeni tasarım da gelmiştir. Tüm OGame evrenleri üç sın
ıflandırmadan oluşur bunlar galaksiler, sistemler ve gezegenlerdir. Tüm evrenler 9 galaksi, her galakside 499 güneş sistemi ve her güneş sisteminde 15 gezegen içerir. Farkı galaksilere filo göndermek mesafesine göre süreleri değişebilmektedir. Her oyuncu rastgele bir gezegende başlar. Rastgele bir sistemde ve galaksi içinde 4 ile 12 yuvaları arasında koordine edilir. İlk olarak oyuncu bina inşa etmeye başlar. 163 alan ne olursa olsun oyuncunun sisteminde yuvalardan oluşur. Oyuncu yuvasını en fazla 12 boş gezegenden birine imparotorluğunu kurar. Tüm inşaat, misyonlar ve araştırmalar yapılır. Binaları geliştirebilmek için maddelerden metal, kristal ve deteryum kullanılır. Aynı zamanda enerji ve karanlık madde de gerekli olabilmektedir. İttifaklar çoğunlukla dayanışma amaçlı kurulan oyuncu topluluğudur.İttifaklar kendi oyuncularını savaşlardan korumak için diğer gezegenlerle ticareti arttırmak için ve kişilerin daha çabuk gelişmesi için kurulur.İttifaklar arası savaş da mümkündür. Kaynakları metal, kristal ve deuterium olmak üzere 3 çeşittir. Bunlarla bina, savaş gemisi ve savunma silahları inşa edilebilir, araştırma kademeleri geliştirilebilir. OGame 2006 yılında ₩ bronz Superbrowsergame Ödülünü almıştır. Kriyus Kriyus, Yunan mitolojisinde bir titan. Uranus ile Gaia'nın oğlu. Eurybia'dan Perses ve Pallas isimli oğullara sahip olmuştur. Bu on iki titan arasında hiçbir bilgiye sahip olmayan daha doğrusu hakkında pek araştırma yapılmayan tek titan Krios'dur. Ne tanrısı olduğu belli olmayan bu titan hakkında pek çok tez atılmış fakat açıklık getirilememiştir. Tarihi kaynaklarda kabul edilen özelliği ve hakkında bilgi olmamasının sebebi şöyle açıklanmaktadır: Euribia Eurybia, Yunan mitolojisi'nde Poseidon altında Küçük bir deniz tanrıçasıdır. Pontos'la Gaia'dan, yani denizle topraktan doğmuş Eurybia, Nereus, Phorkys, Thaumas ve Keto'nun kız kardeşidir. Titanlar'dan Kriyus'la birleşip Astraios, Pallas, ve Perses'i doğurur. 3 Hürel 3 Hürel veya 3 Hür-El, Onur (1948), Haldun (1949) ve Feridun Hürel (1951) kardeşler tarafından 1970 yılında Trabzon'da kurulan Anadolu rock grubu. İlk isimleri Yankılar'dır. Ancak Yankılar isminin daha önce başka bir grup tarafından kullanıldığını öğrenince isimlerini İstanbul Dörtlüsü olarak değiştirirler. Daha sonra sırayla Trio İstanbul, Oğuzlar, Alizeler ve Biraderler isimlerini kullanırlar. Müzikle tanışmaları babalarının sınıf geçme hediyesi olarak eve getirdiği akordiyon sayesinde olur. İlk kez 27 Kasım 1965'te Fatih’de Kamer Düğün Salonu’nda sahne alırlar. Çaldıkları ilk şarkı "The Young Ones"’dır. 1966 yılında bir arkadaşları ile birlikte İstanbul Dörtlüsü’nü kurarlar. 1967 yılında Oğuzlar isimli gruplarını kurar ve Zeki Müren’in "Benim olsan sana verirdim ben canımı" parçasını twist formda yorumlayarak Hürriyet Gazetesi'nin düzenlediği Altın Mikrofon Yarışması'na katılırlar. 1967 yılı sonlarında uzun sure kullanacakları Biraderler isimini alırlar. Bu isimle daha ciddi mekanlarda konserler vermeye başlarlar. Ancak isimlerinin duyulmasını sağlayan asıl önemli şey zamanın popüler müzik dergisi olan Diskotek’e verdikleri röportajdır. Bu röportaj konserlerinde sadece kendi bestelerini çalan, sahneye hippi kostümleri çıkan grubun tanınmasında önemli bir rol oynar. Saçları da okulda kendilerine sorun çıkaracak kadar uzundur artık. Feridun kardeş Vefa Lisesi'nden okulu bitirmesine birkaç ay kalmışken atılır. Lise tahsilini Pertevniyal Lisesi’nde tamamlar. Diskotek dergisinin düzenlediği yarışmada ikinci olurlar. 1968’de artık tüm kardeşler lise tahsillerini tamamlamıştır. 70’li yılların başında Feridun Hürel Selçuk Alagöz Orkestrası’nda çalmaya başlar. Selçuk Alagöz’le Türkiye’nin birçok yerinde konserlere katılma fırsatı bulur. Diğer kardeşler Biraderler’le bir Anadolu turnesine katılır ve bu çalışmalarla kazandıkları paralarla yeni enstürümanlar alma fırsatı bulurlar. Daha sonra Onur ve Haldun kardeşler de Selçuk Alagöz Orkestrasına katılacak ve bir 6 ay da beraber çalışacaklardır. Kendi ayakları üzerinde durmak ve kendi özgün müziklerini yaratmak için 20 Temmuz 1970’de kendi tabirleri ile Kabataş Vapur İskelesi’nde enstrümanlarla dolu bir minibüste 3 Hürel grubunu kurarlar. Fakir bir ailenin mensubu olan Hürel kardeşler için en büyük engel yeni enstrümanlara sahip olamamaktır. Bu yıllarda daha sonra grubun sembollerinden biri olacak olan babası ile beraber yaptıkları çift saplı saz-gitar diye adlandırdıkları ve günümüze kadar taşıdıkları enstrümanları sahneye çıkar. İlk 45’likleri "Ve Ölüm"/"Şeytan Bunun Neresinde" olur. Yeni plaklarla birlikte ünleri hızla yayılır. Dergi listelerinin üst sıralarında dolaşmaya başlarlar. Daha sonraki yıllarda Diskotür etiketi taşıyan birçok 45’lik yaparlar. 1973 yılında yaptıkları ilk uzunçalarları ile Türk Popu dergisinin verdiği Altın Plak ödülünü alırlar. 1975’te Onur’un askerliği nedeni ile grup çalışmalarına 6 ay kadar ara verir. Aynı durum 1977 yılında Feridun ve Haldun’un askerliği nedeni ile tekrarlanır ve bu, grubun iki sene müziğe ara vermesine neden olur. Feridun ve Haldun kardeşlerin askerlikleri sırasında annelerini kaybederler. Onur ve Haldun bu dönemden sonra evlenip müziği bırakırken Feridun şansını İngiltere’de denemek ister. Ancak orada aradığını bulamaz. 1981 yılında yurda döner ancak müziği bırakır ve reklamcılık sektöründe çalışmaya başlar. Aynı zamanda İstanbul Ticaret Üniversitesi ve Yeditepe Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak görev yapar. Diğer kardeşlerden Haldun Marmara Üniversitesi, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Bahçeşehir Üniversitesi ve Acıbadem Üniversitesi'nde öğretim görevlisidir. Onur ise eğitimci olur ve İsmet İnönü İlköğretim Okulunda öğretmenliğe devam eder. Kendisi koyu bir Trabzonsporludur. Kardeşler 1996’da müzik için tekrar bir araya gelir ve 1996'da Efsane…Yeniden, 1999'da "1953 Hürel" adlı iki albüm daha yayınlarlar. Göç (albüm) Göç, Nazan Öncel'in 1995 yılında çıkan müzik albümüdür. Naz Müzik yapımı, Raks müzik dağıtımıdır. Bütün şarkıların söz ve müziği kendisine aittir. "2005 Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği "Nazan Öncel konseri"" sonrasında "Beni asıl seven Göççülerdir." demesi bu albümü eleştirilerin aksine hala unutmadığını gösterir. Ayrıca bu konser sırasında (Temmuz 2005) bu albümün yakında tekrar basılacağını da duyurmuştur. Mafya Mafya (İtalyanca: Mafia) ya da Cosa Nostra (Türkçe: bizim işimiz ya da şeyimiz ya da davamız) yasa dışı işlerle uğraşan, zor kullanarak birtakım gizli çıkarlar sağlayan, çoğunlukla gizli ve hiyerarşik bir teşkilatlanmaya dayalı örgüt ya da bu örgütün mensubu kişiler anlamına gelir. Kumar, ticaret, uyuşturucu, finans, inşaat, kadın ticareti ve fuhuş, kaçakçılık, gasp ve adam öldürme, fidyecilik gibi yüzlerce yasal ve yasa dışı sektörde faaliyet gösterebilir. 1860'da Sicilya'ya gelen Napoli Kralı IV. Ferdinand, Fransız Devrimi'nden sonra olası bir Fransız işgaline karşı 1283'lerdeki bir savaş çağrısından esinlenerek MAFIA'yı (Morte alla Francia İtalia anela: İtalya, Fransa'ya ölüm diye bağırıyor) kurdu. Fransızcada gizli teşkilat manasına gelen mafia veya maffia kelimeleri Sicilya lehçesinde de aynı manayı ifade etmektedir. Mafya şeklinde de söylenen bu kelime, ortaçağ sonlarında kullanılmaya başladı. Ortaçağ sonlarında Müslüman ve İspanyol idarelerini devirmeye yönelik bir teşkilat olarak ortaya çıkan mafyanın kökü mafie denen küçük silahlı gruplara dayanır. Bu gruplar Sicilya'daki toprak sahiplerinden ürünlerini koruma karşılığında haraç almaya başladılar. İdarecilerin keyfi tutum ve davranışlarından yılmış olan halk da mafyaya sığınmaya başladı. Sicilya'nın batısındaki köylerde yerleşik çeşitli mafya aileleri ve aile grupları bir konfedarasyon altında birleştiler. 1900'lü yıllarda kendi yörelerinde ekonomik faaliyetlerin hemen hepsini denetim altına aldılar. Mafya Sicilya'daki büyük toprakların idaresini hızla ele geçirdi. Mafya üyeleri Benito Mussolini'nin baskıcı idaresi zamanında geniş çapta tutuklandılar. pek çok mafya üyesi uzun süreli hapis cezasına çarptırıldı. Ağır bir darbe indirilen mafya mensupları İkinci Dünya Savaşından sonra serbest bırakıldılar. Yeniden toparlanan mafya, Sicilya'nın orta ve batı kesimlerindeki kırsal alanlarda tutunamayarak Palermo'ya yöneldi. Burayı kendine merkez üssü olarak seçti. Sanayi, ticaret ve inşaat sektörlerine, ayrıca rüşvet, şantaj, haraç ve kaçakçılık işlerine girdi. İtalya'dan ABD'ye olan göç hareketi sırasında Amerikan Suç Teşkilatlarıyla yakın münasebet kuran mafya, ABD'ye gönderilen eroinin işlenmesi ve taşınması işiyle uğraşmaya başladı. Bu işten elde edilen yüksek miktarda para, mafya içindeki çeşitli gruplar arasında şiddetli bir rekabet doğurdu. Bunun neticesinde cinayetler arttı. Resmi makamlar mafya üyelerinin üzerine yeniden gittiler. Sicilya ve İtalya'dan göç eden gruplar içindeki mafya üyeleri, ABD ve Güney Amerika ülkelerinde benzer bir teşkilatlanmaya girdiler. Bu ülkelerde meydana gelen kanundışı faaliyetler, mafya tarafından yürütüldü. İçki yasağının kaldırılmasından sonra Amerikan mafyası; kumar, sarı sendikacılık, dolandırıcılık, tefecilik, uyuşturucu kaçakçılığı ve fuhuş gibi işlere girdi. ABD'deki en büyük ve en güçlü suç teşkilatı durumuna gelen mafya, kanundışı yollarla kazanılan paraları otel, lokanta ve eğlence yeri gibi yerlere yatırdı. ABD idaresi mafya hakkında yaptığı takibat ve soruşturma neticesinde, ülkenin dört bir yanına dağılmış pek çok bağımsız grup veya aile tarafından mafya faaliyetlerinin yürütüldüğünü tespit etti. Buna göre her şehirde bir veya birkaç aile hakimdir. Her ailenin başında bulunan "don" adı verilen patronlar ve her patronun altında yardımcılık vazifesini yürüten bir ikinci don ile kurmay olarak güçlü ve nüfuzlu konumu olan bir "consigliere" (danışman) bulunur. Patron yardımcısına bağlı olarak çalışan coporegimeler (teğmen), patronun teşkilatın kanundışı işleriyle doğrudan ilişkiye girmemesini sağlar. Ailenin kanuni olan işleri, otomatik satış makineleri (marketler, lokantalar vb.) ile fuhuş, kumar ve uyuşturucu kaç
akçılığı gibi kanundışı işleri caporegimelere bağlı askerler tarafından yürütülür. Bugün çeşitli ülkelerde faaliyet gösteren mafyanın ABD'deki ağırlığı giderek azalmaktadır. İtalyan ve Sicilyalı azınlıkların ABD toplumuyla kaynaşması ve mafyanın kolayca eleman bulamaması bu neticeyi doğurmuştur. Oğuz, Beşikdüzü Trabzon'un Beşikdüzü ilçesine bağlı bir mahalledir. Denize kuzeye doğru dik olacak şekilde iki sıra tepe üzerindedir. Beşikdüzü İlçe merkezine 13 km mesafededir. Rakımı 250 metredir. Fındık, çay ve mısır yetiştirilir. Atatürk Orman Çiftliği Atatürk Orman Çiftliği, 1925 yılında Ankara'nın batısında, Gazi Mustafa Kemal tarafından parça parça ve farklı bireylerden satın alınan arazi üstünde onun talimatı ile kurulan ve Türk tarımına öncülük eden çiftliktir (Çiftlik alım kayıtlarına Atatürk'ün Türkiye İş Bankası'ndaki 00000002 no'lu hesap detaylarından ulaşılabilir). 1937'de Atatürk tarafından hazineye bağışlanan çiftlik, günümüzde Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına bağlı tüzel kişiliği haiz bir kuruluş olarak faaliyetlerini sürdürür. 1992’de 1. derecede tarihî ve doğal SİT alanı olarak tescil edilmiştir. Ankara'nın en büyük yeşil alanı olan çiftlik arazisi içinde ülkenin en büyük hayvanat bahçesi, Atatürk’ün doğduğu Selanik'teki evin bir benzeri, tarihî Karadeniz Havuzu ve Devlet Mezarlığı gibi ziyaret alanları bulunur. Kurtuluş Savaşı öncesi Ankara Belediye Reisliği yapan Hacı Ziya Bey'in mülkiyetinde bulunan Orman Çiftliği arazisi, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra istimlak edilerek Mustafa Kemal Paşa'ya armağan edilmişti. O yıllarda büyük ölçüde bataklık ve sazlıklarla kaplı olan 52.000 dekarlık alanda Mustafa Kemal Paşa'nın talimatı ile gerçekleştirilen başarılı çalışmalar; fidan yetiştirme, bahçecilik, bağcılık ve hayvancılık alanlarında çiftçilere örnek ve yol gösterici oldu. Çiftlikteki tarım ve hayvancılık faaliyetleri doğrultusunda bünyesinde endüstriyel tesisler de kuruldu. Mustafa Kemal'in Ankara'da bir çiftlik kurma arzusunda bozkır ortasına kurulmuş olan yeni başkent Ankara’nın halkı için bir doğa güzelliği ve sosyal yaşam alanı yaratma isteği de önemlidir. İlk adı “Orman Çiftliği” olan arazi, 1937 yılında Atatürk tarafından Hazine’ye bağışlandı. Çiftliğin yönetilmesi için 13 Ocak 1938’de yürürlüğe giren kanunla “"Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu"” kuruldu. Çiftlik içindeki bira fabrikası bu dönemde Tekel Müdürlüğüne devredildi. Orman Çiftliği, “"Gazi Orman Çiftliği"” adını alarak faaliyetlerini sürdürdü. 1 Nisan 1950’de yürürlüğe giren 5659 sayılı Kanun ile “"Atatürk Orman Çiftliği"” adını almış olan çiftlik, aynı kanunla Tarım ve Köy İşleri Bakanlığına bağlı, tüzel kişiliğe sahip bir kuruluş statüsünü aldı. Çiftliğin faaliyetleri her yıl Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu tarafından incelenmekte ve rapora bağlanmakta; bu raporlar Türkiye Büyük Millet Meclisi KİT Komisyonu tarafından görüşülerek onaylanmaktadır. Arazi, 1950’li yıllardan başlanarak Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu'na, Çimento Fabrikaları’na, kömür depolarına, trafolara, çeşitli fabrikalara, spor tesislerine, konut kooperatiflerine, hal yeri yapımına, üniversitelere, Ankaray depolama tesislerine, Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali'ne, Ordu Evi'ne, turistik tesislere yerler; tahsis edilerek, satılarak Çiftlik arazisi, amaçları dışında parça parça yok edilmiştir. Günümüzde de Gazi Banliyö İstasyonu merkez olmak üzere, onun çevresinde yer alan bir alanda Hayvanat Bahçesi, konaklama tesisleri, yüzme havuzu, lokantalar, çocuk bahçeleri ziyaretçilere hizmet verir. Çiftlik bünyesindeki süt fabrikası, şarap ve meyve suyu fabrikasında çeşitli ürünler üretilir. Çiftliği gezip görmeye gelen halk için ""Gazi İstasyonu"" adlı tren istasyonu yapıldı.. Mimar Ahmet Burhanettin Bey’in (Tamcı) tasarladığı yapı, Birinci Ulusal Mimarlık Akımının ilk anıtsal gar yapılarındandır; 1 Şubat 1926'da törenle hizmete giren yapı, günümüzde lokanta olarak hizmet verir. 1936-1937 yılları arasında mimar Ernst Arnold Egli tarafından, Atatürk’ün isteği ile çiftlik arazisinde bazı yapılar inşa edildi. Çiftlik arazisi üzerindeki bira fabrikası, bira fabrikası hamamı, memur ve işçiler için konutlar, Atatürk’ün manevi kızı Ülkü için bir ev ve çiftlik müdürü için yapılan villa, Egli’nin inşa ettiği yapılardandır. 1933 yılında çiftlikte kurt, tilki, çakal, ayı, domuz, süne, kımıl gibi tarıma ve insana zarar veren hayvanların teşhiri amacıyla bir hayvanat bahçesi kurulmuştu. Bu minyatür hayvanat bahçesinin çok ilgi çekmesi üzerine projesini Necdet Pençe’nin çizdiği modern bir hayvanat bahçesi oluşturuldu ve 1940 yılında hizmete girdi. 32 hektarlık bir alanda Türkiye’nin en büyük hayvanat bahçesi olarak kuruldu. Ankara Ticaret Odası tarafından Atatürk'ün Selanik'te doğduğu evin bire bir kopyası çiftlik arazisi üstüne yaptırılarak 1981’de ""Atatürk Orman Çiftliği Atatürk Evi Müzesi"" adıyla ziyarete açılmıştır. 1988 yılında anıt-park niteliğindeki Devlet mezarlığı, Atatürk Orman Çiftliği içinde hizmete girdi. Müdüriyet binasının girişinde yer alan kulevari saatin 1926 yılında çalışanların mesaiye uymaları adına yapıldığı düşünülmektedir. Kare planlı saat köşkünün üzerine yerleştirilmiş kare planlı kadrana sahip saat hâlen çalışmaktadır. Atatürk Orman Çiftliği 1992’de 1. Derecede Sit alanı olarak tescil edildi. Çiftlik içinde “Gazi Tesisleri” olarak bilinen 46 hektarlık alan, 2011 yılında 3. derecede doğal SİT alanı olarak yeniden düzenlendi. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası A.Ş., banknot ihraç eden, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin para ve kredi politikasını yürüten, veznedarlık görevini üstlenmiş ve devletin iktisadi ve mali danışmanlığını yapan yasal olarak bağımsız bir ekonomik kurumdur. Kağıt para (banknot) basma tekelini elinde bulundurur ve bu yetkiye istinaden bağımsız olarak para politikasını belirler. Ayrıca Hazine Müsteşarlığı'na bağlı olan Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü'nce basılan madeni paraların tedavülü de Merkez Bankası'nca sağlanmaktadır. Merkez Bankası EFT (Elektronik Fon Transferi), EMKT (Elektronik Menkul Kıymet Transferi) sistemlerinin Türkiye'deki sahibi olup, Tüm Dünya Bankalararası Mali İletişim Topluluğu'in (Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication - SWIFT) Türkiye ayağını yürütmektedir. Banka büyük Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS) olarak adlandırılan büyük bir veri tabanına sahiptir. Bu veri tabanındaki bilgiler İngilizce ve Türkçe olarak kullanıcıların hizmetine açılmıştır. TCMB'nin temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır. Banka temel amacıyla çelişmedikçe ülkenin kalkınması için uygulanacak politikaları da desteklemeye çalışmaktadır. Banka para politikasının uygulanmasında tek başına yetkilidir. Fiyat istikrarını sağlamak amacıyla belirleyeceği politika dahilinde para politikası araçlarını serbestçe kullanabilmektedir. Bankanın politika araçlarını uygulamada ve ekonomiyi takip etmede ihtiyaç duyacağı bilgileri toplama ve kurumları denetleme hakkı bulunmaktadır. Bankanın görev ve yetkileri şu başlıklar altında toplanabilir; İlk para Osmanlı Beyliği döneminde 1326 yılında basılmıştır. O zamanlar sadece kıymetli maden olarak basılmaya başlanan para diğer ülkelerde de olduğu gibi bugünkü kadar geniş bir kullanım alanına sahip değildi. Sadece ödeme amaçlı olarak kullanılan para devlet eliyle basılmaktaydı. 19. yüzyıla gelindiğinde paranın işlevsel değişimine ve Osmanlı İmparatorluğunun artan borçlarına paralel olarak gittikçe artan oranda mali ajana ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. 1847 yılında Galata bankerlerince kurulan Bank-ı Dersaadet, 1856 yılında İngiltere kralının fermanıyla İngiliz sermayeli olarak kurulan Osmanlı Bankası ve daha sonra İngiliz ve Fransız ortaklığıyla kurulan Bank-ı Osmani-i Şahane merkez bankasına ait bazı faaliyetleri yürütmeye başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla Osmanlı Bankasıyla anlaşma yapılmış ve Osmanlı Bankası 1935 yılına kadar banknot ihraç etme imtiyazına yetkili kılınmıştır. Ancak, genç Türkiye Cumhuriyeti kendisine ait bir merkez bankasının eksikliğini hissetmiştir. Bu amaçla çeşitli ülkelerden yetkililer ve öğretim üyeleri çağrılarak merkez bankasının kurulması için çalışmalara başlanmıştır. Hazırlanan raporlarda merkez bankasının kurulmasına ihtiyaç duyulduğu belirtilmekle birlikte, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin merkez bankasının kurulması için gerekli şartları henüz sağlayamayacağı da belirtilmekteydi. Bu raporlarda alınan reform önlemlerine tam olarak yer verilmemesi daha sonradan eleştiri konusu olmuştur. Merkez Bankasının kurulması için ilk başlarda Osmanlı Bankası'nın millileştirilmesi düşünülse de ülkenin ekonomik koşulları buna izin vermemiştir. Daha sonra o günlerde yeni kurulan Türkiye İş Bankası'nın Merkez bankasına dönüştürülmesi gündeme gelmiştir. Ancak, merkez bankasının bağımsız olarak çalışması gerektiği görüşünün de etkisiyle 30 Haziran 1930 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanan 1715 sayılı Merkez Bankası Kanunu'na paralel olarak Merkez Bankası 3 Ekim 1931 tarihinde faaliyete geçmiştir. Merkez Bankası'nın kurulmasına esas teşkil eden 1715 sayılı Merkez Bankası Kanunu dönemin şartlarına uygun olarak hazırlanmıştı. Kanunla banknot ihracı imtiyazı Merkez Bankası'na tanınmıştır. Merkez Bankası tam anlamıyla Hazine'nin bir ajanı olarak tanımlanmıştır. Bankanın para politikası araçlarını kullanması ve hükümetle iş birliği içerisinde çalışmasını sürdürmesi de kanunun temellerini oluşturmuştur. 1715 sayılı kanunla ülkenin kalkınmasının sağlanması Merkez Bankası'nın temel görevi olarak tanımlanmıştır. Kanun birçok değişiklik görürken, Merkez Bankası'nın temel görevi, hükümetle beraber çalışması ve kambiyo kontrollerinin devamı korunmuştur. 1970 yılında 1211 sayılı Merkez Bankası Kanunun çıkartılarak 1715 sayılı Merkez Bankası Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır. 1211 sayılı kanunun en önemli farkı Merkez Bankası yetkilerinin artırılmasını sağlaması olmuştur. Bu kanunla bankanın temel amacı kalkınma planlarını ve hükümet politikalarını desteklemek olarak belirlen
miştir. 1980 sonrasında Türkiye'nin ithal ikame yerine ihracatı destekleyici kalkınma planına geçilmesi ve 1980'lerde görülen teknolojik gelişmeler Merkez Bankası'nın da modernleşme sürecine girdiği yıllar olmuştur. Yine 1980'li yıllarda kambiyo kontrollerinin kaldırılmıştır. 1990'lı yıllara gelindiğinde yaşanan krizlerin de etkisiyle Merkez Bankası'nın bağımsızlığı tartışmaları görülmüştür. Buna ilave olarak Merkez Bankası'nın ekonominin kalkınması hedefi sorgulanarak bunun fiyat istikrarı ile çelişkileri gündeme gelmiştir. Bu tartışmaların sonucunda 1994 ve 2001 yıllarında yapılan değişikliklerle Merkez Bankası'nın temel görevleri ve bağımsızlığı düzenlenmiştir. Ayrıca Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun (BDDK) kurulmasıyla da Banka'ya ait bazı yetkiler BDDK'ya devredilmiştir. Söz konusu tüm bu yapısal ve kanunsal değişikliklerin sonucunda Merkez Bankası'nın hükümetten bağımsız olarak faaliyet göstermesi ve temel amacının fiyat istikrarının sağlanması benimsenmiştir. TCMB günümüzde fiyat istikrarının sağlanması için enflasyon hedeflemesine dayanan para politikası uygulamaktadır. Faiz oranın belirlenmesi nedeniyle para arzı tam olarak denetlenmemektedir. 2001 krizi sonrasında benimsenen serbest döviz kuru rejimine paralel olarak aşırı oynaklıklar dışında döviz piyasasına müdahale edilmediği gözlenmektedir. Para politikası araçlarından önce kısaca para politikasının önemine değinmek gerekmektedir. Lucas'ın Nobel Ödülü konuşmasında da detaylı olarak belirttiği üzere, para politikası uzun vadede etkisiz iken kısa vadede ekonomi üzerinde etkili olmaktadır. Para politikasının bu etkisinden faydalanarak makro ekonomik dengelerin sağlanması amacıyla parasal araçlardan faydalanılmaktadır. Bu bağlamda aslında para politikası yardımcı bir politika olup, ülkenin milli gelir istihdam gibi temel göstergelerinin ayarlanmaında kullanılırlar. Para politikası araçları şunlardır, Günümüzde merkez bankaları para politikası araçlarını faiz oranını veya para arzını belirlemek için kullanmaktadırlar. Ekonomi bilimi kuralları gereği bir şeyin ya fiyatı ya üretilecek miktarı belirlenebileceği için bu zorunlu tercih doğmaktadır. Birçok merkez bankası faiz oranını belirleyerek para politikası araçlarını bu çerçevede kullanmaktadırlar. Sargent ve Wallace'ın ünlü Nahoş Parasal Aritmetik (Some Unpleasant Monetarist Arithmetic) isimli makaleleri, para ve maliye politikası arasındaki bağlantıyı oldukça net bir biçimde ortaya koymuştur. Sargent ve Wallace para ve maliye politikasının birbiriyle koordinasyon içinde işlemesi gerektiğini aksi takdirde politika araçlarıyla hedeflerin elde edilemeyeceğini net bir biçimde ortaya koymuşlardır. Benzer birçok çalışmadan birisini de Woodford yapmış ve aynı hedefi paylaşmayan otoritelerin birbirlerinin hedeflerine ulaşmasını engelleyeceklerini belirtmiştir . Canzoneri, Cumby and Diba hükümetin uzun vadeli faiz oranlarını etkileyebileceğini ortaya koymuştur. Tüm bu çalışmalar merkez bankası bağımsızlığı ve hükümet merkez bankası işleyişine yeni bir boyut taşımıştır. Diğer taraftan Türkiye'de yaşanan krizlerde hükümetin sorumlu olarak görülmesi ve hükümetlerin siyasi amaçları nedeniyle ekonomiye zarar verdikleri tartışmalarına neden olmuştur. Bu gelişmelere bağlı olarak Merkez Bankası bağımsızlığı Türkiye'de ciddi olarak tartışılmaya başlanmıştır. Merkez Bankasının tamamen bağımsız olması gerektiği birçok kişi tarafından savunulsa da yukarıda bahsi geçen makaleler merkez bankasının amaç bağımsızlığını sorgulamaktadır. Bu nedenle uluslararası literatürde araç bağımsızlığı yani politikayı bağımsız olarak belirleme buna karşılık ekonomi politikaları konusunda hükümetle uyumlu olarak çalışılması ortaya çıkmıştır. Ancak siyasi otoritenin merkez bankalarıyla farklı amaçlar güdebileceği kaygıları da buna engel olmuştur. Bu nedenle günümüzde TCMB dahil olmak üzere birçok merkez bankası bağımsız olarak enflasyon hedeflemesi yapmakta ve hükümet politikaları ile çelişen durumlarda kamuoyunu ve hükümeti bilgilendirmeyi tercih etmektedir. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın organizasyon yapısı, yönetim, merkez teşkilatı, şubeler ve temsilcilikler olmak üzere dört gruba ayrılabilir. Bankanın temel faaliyetlerinin yurt içinde yapılması için kurulmuş teşkilattır. Bankanın 21 adet şubesi bulunmaktadır; Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Denizli, Diyarbakır, Edirne, Erzurum, Eskişehir, Gaziantep, İskenderun, İstanbul, İzmir, Kayseri, Kocaeli, Konya, Malatya, Mardin Mersin, Samsun, Trabzon ve Van şubeleridir. Yurtdışı temsilcilikler, bankanın etkinlik alanına giren konularda bulundukları ülkelerin kurum ve kuruluşlarında bankayı temsil etmek ve geliştirmekle görevlidirler. Bankanın Frankfurt, Londra, New York ve Tokyo olmak üzere dört yurt dışı temsilciliği bulunmaktadır. Tahvil Tahvil, anonim şirketlerin kaynak bulmak amacıyla ticaret ya da sermaye piyasası kanunlarına göre, itibari kıymetleri eşit ve ibareleri aynı olmak üzere çıkardıkları, vadesi bir yıldan uzun borç senedidir. Üzerinde bulunan kupon ve/veya anapara vadesi geldiğinde borçlu olan şirketin borçlarını ödemesi esasına dayanan bu menkul değerler, şirketlere ucuz ve uzun vadeli kaynak sağlama amacını taşımaktadır. Devlet tahvillerinde bulunan vade ve faiz riskinin yanı sıra, özel şirketlerin çıkardıkları menkul kıymetler devlet tahvillerinde sembolik olan müşteri riskini daha geniş olarak bünyesinde barındırmaktadır. Bu nedenle tahvili alınacak şirketin, sağlam bir mali analiz sürecinden geçirilmesi gerekmektedir. Her şirket tahvil ihracı, ihraç eden firma ile yatırımcı arasında yapılan bir anlaşmayı içerir. Tahvillerin ihraç koşulları genel olarak ihraç edildiği ülke ve pazarların özel koşullarına ve düzenlemelerine tabidir. Tahvillerin türleri, nasıl ihraç edileceği, halka arzedilen tahvillerde arz koşulları ile, borsalara kotasyon koşul ve yöntemleri, teminatlarının neler olacağı, geri çağrılma koşulları, faiz ve diğer menfaatlerin sağlanma biçim ve şekilleri, tahvil sahiplerinin hakları ve ihraç eden şirketin yükümlülükleri başta ticaret hukuku ve sermaye piyasası hukuku düzenlemeleri olmak üzere ayrıntılı bir biçimde düzenlenmektedir. Tahviller iskonto esasına dayalı olarak satılmaktadır. Bir sanayi kuruluşu veya mali bir kurum tahvil ihraç edip bunu alıcıya iskonto ederek sattığında, alıcı iskonto oranında satıcıya eksik ödeme yapmakta ancak vade sonunda tahvil nominal değerini tahsil etmektedir. Osmanlı devletinde tahvil, sefere iştirak etmeme ya da ölüm gibi sebeplerle malul kalan tımar ve zeametlerin başka birine tevcihi anlamında kullanılan bir tabirdir. Anonim şirket Anonim şirket, sermayesi belirli ve paylara bölünmüş ve borçlarından dolayı yalnız malvarlığıyla sorumlu bulunan şirkettir. Tamamı esas sözleşmede taahhüt edilmiş bulunan sermayeyi ifade eden esas sermaye 50.000 Türk Lirasından ve sermayenin artırılmasında yönetim kuruluna tanınmış yetki tavanını gösteren kayıtlı sermaye sistemini kabul etmiş bulunan halka açık olmayan anonim şirketlerde başlangıç sermayesi 100.000 Türk Lirası'ndan aşağı olamaz. Bu en az sermaye tutarı Bakanlar Kurulunca artırılabilir. Anonim şirketin kurulabilmesi için pay sahibi olan bir veya daha fazla kurucunun varlığı şarttır. Banknot Banknot ya da kâğıt para; taşıyana üzerinde yazan miktarın ödenmesi basan kurum tarafından garanti edilen, faiz taşımayan, yasal bir ödeme aracı. İngilizce'deki bank ve note yani banka ve not kavramlarının birleşiminden gelir. Banknotun, altın, gümüş, döviz gibi menkul kıymetlerden teşekkül eden bir karşılığı bulunmayabilir. Eskiyen para tedavülden çekilerek imha edilir. Banknot, 17. yüzyıldan başlamak üzere bilhassa tarihte I. Dünya Savaşına kadar geniş bir tatbik sahası bulmuştur. Emtia (mal), arazi gibi servet unsurlarının karşılık olarak kullanıldığı görülmüşse de, altın ve gümüş gibi kıymetli madenler, en ziyade kullanım sahası bulan karşılıklar olmuştur. Banknotlar, bankalar tarafından ihrac edilebildiği gibi devlet tarafından da çıkartıldığı görülmüştür. Banknotlar, yüzde yüz bir karşılık gösterilerek ihraç edilirse, bu kâğıttan paraya "temsili kâğıttan para" adı verilmektedir (altın ve gümüş sertifikaları). Kısmi bir karşılığı olan kâğıttan paraya ise "itimada dayanan kâğıttan para" veya "banknot" denilmektedir. Banknotlar itibar görmeleri için döviz ve/veya kıymetli madenlere dayalı çıkartılarak hayatlarına başlamış olsalarda gönümüzde bunlar için tutulması gereken bir zorunluluk bulunmamakta ve dolayısıyla büyük kısmı itibari olarak basılmaktadır. Banknot, para birimi yasasından sonra yetkili bankalar tarafından tedavüle çıkarılmış, tutarı para değeri birimlerinin ortalaması üzerinden belirlenen kâğıt paradır. Banknot bir ödeme aracıdır. Para birimi yasasından sonra tedavüle çıkan banknotların bedelini ödeme yükümlülüğü olmadığı için, bu para birimi mal ya da hizmet takasına ilişkin herhangi bir kanuna bağlı değildir. Banknotlar bu yüzden talep hakkı sağlamaz. Aksine tedavüle çıkaran merkez bankasına karşı bir güvene dayanan yasal bir değer ortaya koyar. Ayrıca karşılık olarak borç durumdaki şahıs veya kuruluşlar, talepleri banknotlarla karşılama (ödeme) hakkına sahiptirler. Buna karşın hisse senediyle (değerli kâğıt) borç silme (kapama/ödeme) hakkı bulunmamaktadır. Banknotlar kâğıt olma özelliklerinden dolayı halk dilinde kâğıt para olarak da tanımlanırlar. Banknotlar ve sikkeler (metal para) nakit para kabul edilir. Ticaretin ve mali işlemlerin öneminin artmasıyla sikkelere duyulan ihtiyaç gitgide artmıştır. Sahtecilikten duyulan endişe sebebiyle sikkeler istenilen kadar yüksek bir nominal değere sahip olamamıştır. Büyük miktardaki paralarda çok sayıda ihtiyaç duyulan sikkeler oldukça kullanışsızdı. Bu yüzden kullanışlı bir ödeme aracının ne kadar gerekli olduğu meydana çıkmıştır. Hem bu gereklilik hem de yönetimin finansal problemleri nedeniyle, günümüzde yerini elektronik cari hesap, bankamatik ve kredi kartlarının aldığı, yeni ödeme şekli olan kâğıt paralar hazırlanmıştır. Tahıl, meyve, sebze, tavuk, midye, gümüş, inek ve
altın gibi geçerli mallar, takas aracı olarak kullanılarak para işlevi kazanmışlardır. Para sınırlı; fakat yeterli miktarda mevcut olan ve genel takas ve ödeme aracı olarak kullanıma giren dayanıklı doğal gereçler olarak ortaya çıkmıştır (mal şeklindeki para). Bunlar bazen doğal araç gereçler, bazen de takılardan (ziynet para) oluşmaktaydı ya da çiftlik hayvanları gibi genel olarak kullanılan yararlı mallardı. Ortaçağda özellikle metal, gümüş çubuğu, takılar ve değerli sikkelerin ödeme aracı olarak kullanıldığı Slav ve İskandinav doğu denizi bölgelerinde ağırlık ve tartma üzerine kurulu ekonomi anlayışı söz konusuydu. Burada metal, özellikle de gümüş çubuklar, takı malzemeleri ve yabancı sikkeler ödeme aracı olarak belirleyici nitelikteydi. Ayrıca sikkelerde ağırlık tek başına, çift yönlü tartma yöntemiyle alıcıyı satıcıyı belirlemekteydi (Görmer 2006, 165). Her ulusun, ülkenin merkez bankası tarafından tedavüle çıkarılan kendi banknotları vardır. Avro banknotlarının yanı sıra güney Karibik bölgesinin banknotları, batı ve orta Afrika ülkelerinin banknotları gibi birden fazla devlet tarafından basılan ve kullanılan banknotlar da istisnai olarak bulunmaktadır. Günümüzde banknotlar sadece İskoçya, Kuzey İrlanda, Hongkong ve Macao’da özel bankalar tarafından basılmaktadır. Bir devlet bankasının özel ya da resmi olup olmadığının kesin ayrımı birçok ülkede ne eski dönemlerde ne de günümüzde yapılmıştır. Çünkü birçok devlet bankası, şahısların sahip olabileceği hisse paketleri/bonolar çıkartmıştır. Örn. 1923 yılından önceki İmparatorluk Bankası. Banknotlar genellikle kâğıttan yapılır -bazen ham maddeden- ve birçok ülkede hala kâğıt şeklinde basılır; fakat farklı maddeler de kullanılabilir (Örn; Sentetik madde, polimer). Avro banknotların kâğıtları saf pamuktan yapılmaktadır. Polimer banknotlar Avrupa’da Romanya’da tedavüle çıkmıştır. Ayrıca Kuzey İrlanda’da Northern Bankası’nda da çıkarılmaktadır. Polimer banknotlara Avrupa dışında tropik ve subtropik ülkelerde rastlanabilir: Avustralya, Bangladeş, Brezilya, Brunei, Şili, Birleşik Çin Cumhuriyeti, Endonezya, Kuveyt, Malezya, Meksika, Nepal, Yeni Zelanda, Papua Yeni Gine, Sambia, Samoa, Singapur, Salomonen, Sri Lanka, Tayvan, Tayland ve Vietnam. Polimerden yapılan banknotların avantajı dayanıklı olmasıdır. Üretiminde kâğıt banknotlara göre daha masraflıdır ve bazı durumlarda hâlihazırdaki banknotlar tarafından işlenememektedir. Sıcaklık bu banknotlara zarar verebilir ve kuru bir hal aldıkları için bu banknotlar kolayca yırtılabilir ve çabuk eskiyebilir. Banknotların ve güvenlik kâğıtlarının daha önceki imalatçılarından biri, Gmund am Tegernsee’de ve Königstein (Saksonya İsviçresi)’da üretim yerleri olan, Giesecke & Devrien’in şubesi olan Louisenthal kâğıt fabrikasıdır. Kağıt paraların eskime süreleri Türkiye'de 3,ABD'de 18, Almanya'da 55, İngiltere'de ise 10 yıldır. Banknotları imal edenler, paraları kopyalamaya ve sahteciliğe karşı mümkün olduğunca güvenli yapmaya çalışmışlardır. Sahtekârlar her seferinde banknotları kopyalamayı ve piyasaya çıkarmayı denemişlerdir. Modern banknotların, taklidi zorlaştıran ve gerçek banknotların kontrol edilebilmesini sağlayan kademeli olarak düzenlenmiş güvenlik işaretleri bulunmaktadır. İlk güvenlik kademesi, banknotun herhangi bir alet kullanmaksızın bakıldığında ya da dokunulduğunda tanınabilmesini sağlayan özelliktedir. Ayrıca bir alt katman, su işareti, damga-baskısı, şeffaf tabaka, gömülü güvenlik katmanları, gözle görülebilen baskı rengi (gözle görülür değişken mürekkep) ve renkli fotokopi materyalleri ile üretilemeyen hologram da vardır. 1988/1989 yıllarında 5000 Avusturya şilin banknotu ile banknot, basım tarihinde ilk kez, bir kâğıt para üzerinde ince kâğıt (Kinegramm) kullanılmıştır. Bu durum gözle görülebilen işaretlerin kullanımı yönünde ayar değişimine sebep olmuştur, çünkü dünya çapında bu yöntem kullanılmaya başlanmıştır (örn. Euro). İkinci güvenlik katmanı, kopyalanması zor olan, ama bazı basit materyallerle saptanabilen bir yöntemden oluşmaktadır. Bunun yanında mikro yazı (bir büyüteçle saptanabilen) ve ışıltılı veya fosforlu bir desen de bulunmaktadır. Para ayırma makinesiyle yapılan makineli incelemeler için ya da para yatırma aracı için (örn. para havale otomatları) ayrıca görünmeyen güvenlik katmanları vardır. Bunlar alt katmanın (Kâğıt ya da Polimer) ya da baskı renklerinin bir parçası olarak temin edilebilirler. Bunlara, güvenlik katmanının ya da baskı renklerinin fiziksel olarak ölçülebilen özellikleri de dâhildir. En yüksek güvenlik katmanı, bileşimi ve saptama ölçütleri sadece üreticiler ve merkez bankaları tarafından bilinen materyallerin kullanıldığı banknotlardadır. İsviçre Frankı dünyada güvenlik seviyesi en yüksek olan banknottur. Ücret endekslemesi Ücret endekslemesi veya Eşel mobil sistem, ücretli ve maaşlıları, hayat pahalılığı karşısında korumak amacıyla fiyat artışlarıyla doğru orantılı olarak gelirlerinin artmasının sağlanmasıdır. Diğer bir deyişle geçmiş dönem enflasyon oranlarına göre ücretlilere otomatik zam yapılmasıdır. Devalüasyon Devalüasyon, sabit kur sistemlerinde ödemeler dengesi açık veren ülkenin ulusal parasının dış satınalma gücünün, hükümetçe alınan bir kararla düşürülmesidir. Başka bir deyişle devalüasyon, bir devletin resmi para biriminin diğer ülke dövizleri karşısında değer kaybettirilmesidir. Bu yolla ithal malları pahalılaşırken yerli malların fiyatı da aşağı çekilmiş olur. Eski Yunan ve Roma'da devalüasyon, paranın temsil ettiği maden miktarının azaltılması yoluyla gerçekleştirilmekteydi. Belli bir altın ve gümüş miktarından basılan sikke miktarının çoğaltılması, para değerinin düşürülmesi sonucunu doğurmaktaydı. On dokuzuncu yüzyılda ise kâğıt para miktarının arttırılması sonucu meydana gelen enflasyon, iç fiyatların artışı ve banknotların altına tahvil kabiliyetini yok ederek, para değerinin düşüşüne yol açmıştır. Böylece milli para biriminin karşılığı kabul edilen altın miktarı indirilmiş ve kambiyo kurları da buna göre ayarlanmıştır. Günümüzde, madeni para, altın para sistemi olmadığından yerli para biriminin değerinin düşülmesine, iç fiyatların yükselmesi sonucu elde edilemeyen döviz gelirleri dolayısıyle girişilmektedir. Başlıca ihracatı teşvik etmek için yerli para birimi değeri, belli bir yabancı para esas alınmak suretiyle ayarlanmaktadır. Ancak bu tür bir uygulamanın başarılı olabilmesi için, devalüasyon sonrası iç fiyatların artışının önlenmesi, yabancı ülkelerin ithalat kısıtlamalarına başvurmaması gerekmektedir. Kurucu hisse senedi Kurucu hisse senetleri, şirket kurucularına ya da şirket açısından önem arz eden şahıslara genellikle bedelsiz olarak verilen, oy hakkından yoksun ve sadece -genellikle diğer adi hisse sahiplerine göre imtiyazlı bir- temettü hakkı olan bir “adi senet”. Temettü Temettü, şirketin dönem içinde elde ettikleri kârdan mevcut ortakların pay alma hakkıdır. Borsada işlem gören şirketlerde kâr payı nakit ve/veya hisse senedi şeklinde dağıtılabilir. Temettüler iki şekilde dağıtılmaktadır: nakit olarak ortaklara ödenen temettüler ve bedelsiz sermaye artırımına dahil edilerek karşılığında yeni senet dağıtılan temettüler. İbrahim Kutluay İbrahim Kutluay (d. 7 Aralık 1973, İstanbul), eski Türk millî basketbolcu. Aynı zamanda Fenerbahçe'nin ve millî takımın yıllarca kaptanlığını yapmış basketbolcu. İbrahim Kutluay ilk önceleri Fenerbahçe'de futbol oynama hayalleri kuran ve bunun için çalışan bir sporcuydu. Ancak yeteneği keşfedilince Fenerbahçe altyapısında basketbola başladı ve 4 sene genç takımda mücadele etti. Yıldız ve genç takımlarda koç Murat Özgül ile çalıştı. İbrahim Kutluay'ı 1992 yılında o dönem Fenerbahçe'nin baş koçu Çetin Yılmaz A takıma aldı. Ancak, iki sezon takımdaki önemli yıldızların arkasında yedek oturdu. Ama Kutluay asıl patlamayı 1994-95 sezonunda Murat Didin'in göreve gelmesiyle yaptı. Bir anda takımının en skorer ismi konumuna geldi. Fenerbahçe'yi Türkiye Ligi'nde finale kadar taşıdı. İbrahim Kutluay bu başarılı oyunuyla kısa zamanda millî takıma kadar yükseldi. 1995 Avrupa Şampiyonası'ndan itibaren özellikle yüksek dış atış yüzdesiyle takımın en önemli hücum gücü oldu. 1998-99 sezonunda 21,4 sayı ortamasıyla EuroLeague'de ilk sıradaydı. Muratpaşa Belediyesine 44 sayı atmıştır. 1999 yılına kadar kesintisiz Fenerbahçe'de oynadı. Bir önceki yıl iyi bir sezon geçiren İbrahim Kutluay 1999-2000 sezonunda Efes Pilsen ile sözleşme imzaladı. Kadrosunda Damir Mulaömeroviç, Predrag Drobnjak, Ricky Winslow, Marc Jackson, Hidayet Türkoğlu, Hüseyin Beşok, Ömer Onan gibi önemli oyuncuları barındıran Efes Pilsen İbrahim Kutluay'ı da alarak yılın transferini yapmıştı. Kutluay 1999-2000 sezonunda 26 maça çıktı. 14,6 sayı 1,8 rebound 2,2 asist ortalamalarıyla oynadı. Playofflarda 10 maça çıkan Kutluay 18.7 sayı ortalaması ile oynadı. Finale çıkan Efes Pilsen, 1998-99 sezonunun finallerinde elendiği Tofaş ile bir kez daha karşı karşıya geldi. Rashard Griffith ve David Rivers gibi süper ikilisiyle Tofaş; Efes Pilsen'i 4-1 le geçerek bir kez daha şampiyonluğa ulaşıyordu. İbrahim Kutluay finallerde 5 maçta 15,4 sayı ortalaması ile mücadele etti. Bir yıl sonra Yunanistan'a transfer oldu ve AEK ile sözleşme imzaladı. "(İstatistikler: 18,3 sayı, 2,3 rib. - 1,6 asist)" Bir Yunan takımında oynayan ilk Türk üst düzey oyuncu oldu. AEK'de oldukça başarılı bir sezon geçirdi ve Yunanistan Kupasını kazandı ve o kupa maçının En Değerli Oyuncusu (MVP) seçildi. Yunanistan Ligi'nin ve Avrupa Basketbolunun en önemli kulüplerinden olan başka bir Atina takımı Panathinaikos'a transfer oldu. 12,7 sayı, 2,6 rib. ve 1,5 asist ortalamalarını yakaladı. Panathinaikos takımıyla 2002 yılında Bologna'da Avrupa Şampiyonluğu'nu kazandı. 2003 yılında Ülkerspor'la sözleşme imzalayarak Türkiye'ye döndü. Sözleşme 2007'ye kadar geçerliydi. Ülker play-offlarda yarı finalde Beşiktaş'ı eleyerek finale çıktı ancak finalde Efes Pilsen'e elendi. Daha dört senelik sözleşmesi olmasına rağmen sözleşmede NBA ligi için özel maddeler vardı ve ABD'de
basketbol hayatını devam ettirme gibi riskli bir karar aldı. Çok geç sayılabilecek bir yaşta 22 Eylül 2004 tarihinde Seattle SuperSonics ile sözleşme imzaladı. Bu ligde Mirsad Türkcan, Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur'dan sonra giden 4. Türk oyuncu oldu. Ancak burada takım seçme konusunda şansızlık yaşadı. Zaten fiziken bu lige uygun olup olmadığı tartışırken gittiği takımda pozisyonunda başta Ray Allen olmak üzere takım için pek çok değişilmez ve değerli oyuncu vardı. Nitekim Ocak 2005 sonunda sözleşmesi feshedilene kadar sürekli takımın sakat listesinde "(injury list)" ve yedek kulübesinde tutuldu. Bu dönem içinde sadece beş maçta oyuna girebildi ve toplam 12 dakika süre aldı. 1 isabetsiz şut , 1 ribaunt ve 2 top kaybı istatistiklerini yaptı. 2004-05 sezonu ortasında tekrar Panathinaikos'a döndü ve alıştığı Avrupa Ligi'nde takımına katkı yapmaya devam etti. Takımı Euroleague çeyrek finalinde Efes Pilsen'le Final Four'a çıkma mücadelesi verdi. Özellikle 6 Nisan 2005 günü Atina'da oynanan ilk maçtaki hırslı ve istekli görünümüyle takımına büyük katkı sağladı. İki gün sonra oynanan rövanşta Abdi İpekçi Spor Salonu'nda büyük tepki çekti. Ancak takımı Efes Pilsen'i eledi ve bir kez daha Final Four oynama başarısı elde etti. İbrahim Kutluay 2005-06 sezonu başında Ülkerspor'la 2 yıllık kontrat imzalayarak Türkiye Basketbol Ligi'ne döndü. 14,4 sayı ortalaması ile oynadı. Ayrıca 2006'da Japonya'da düzenlenen Dünya Kupası'nda 2. kez boy gösterdi ve takımının 6. olmasında önemli görevler yaptı. 2006-07 sezonu öncesi takımı Ülker ile Fenerbahçe'nin birleşme kararı doğrultusunda, basketbola başladığı Fenerbahçe'ye 7 sezon sonra geri döndü. Fenerbahçe takımı ile sezonu kapatan İbrahim Kutluay, bu sezonda 11 sayı ortalaması ile oynadı. Özellikle takımının oynadığı ikinci yarıdaki Efes Pilsen maçında eski günlerine taş çıkaracak bir oyun oynayan İbrahim Kutluay, play-off'lara 1. sıradan girilmesinde önemli katkıda bulundu. Kutluay, Play-offlarda ise 10,5 sayı ortalaması ile oynadı. Son olarak, final serisinde Efes Pilsen'in 4-0 geçilmesinde önemli rol oynayarak, yetiştiği Fenerbahçe'deki ilk şampiyonluğunu tattı. Millî takım formasını altyapılar dahil toplamda 258 kez giydi. 18 yıllık millî takım döneminde 3212 sayı attı. İbrahim Kutluay basketbola bir süre ara verdikten sonra Türkiye Basketbol 2. ligindeki İstanbul Teknik Üniversitesi'ne transfer oldu. Ancak sık sık yaşadığı sakatlıklardan dolayı burada pek fazla forma şansı bulamadı ve profesyonel basketbol kariyerini sonlandırdı. İbrahim Kutluay basketbol kariyerinden sonra İbrahim Kutluay Basketbol Akademisi'ni kurdu ve genç çocuklar için basketbol eğitimi vermeye başladı. Türkiye Junior All-Star'da koçluk yaptı. "Sahaya Çık" kampanyasıyla genç çocuklara basketbolu öğretme çabasında oldu. Ayrıca tüm Türkiye'yi dolaşan Bugs Bunny Basket Show'da da oynamıştır. İbrahim Kutluay 2015-16 sezonundan itibaren Darüşşafaka Doğuş Basketbol'da yöneticilik yapmaya başlamıştır. Akşamsefası Akşamsefası ("Mirabilis jalapa"), akşamsefasıgiller (Nyctaginaceae) familyasından çok yıllık bir süs bitkisi türü. Amerika'nın tropik bölgelerinden dünyanın birçok yerine dağılmış olan akşamsefası çabuk gelişen ve 1 m'ye kadar boylanabilen bir bitkidir. Kısa saplı oval yaprakları, eklem yerleri şişkince bir gövdesi, beyaz, sarı, pembe ve kırmızı çiçekleri vardır. Bazen çizgili ve benekli de olabilen çiçekleri akşamüstü açıp, sabahları kapandığı için bitkiye akşamsefası denmiştir. Kalıtım deneylerinde kullanılan köklerinin müshil ve solucan düşürücü etkisi vardır. Zemberek (yazılım) Zemberek, açık kaynak kodlu Türkçe Doğal dil işleme kütüphanesi ve OpenOffice, LibreOffice eklentisidir. İlk sürümü BSD lisansı ile dağıtılmıştır. Tamamen Java ile geliştirilen kütüphane, yazım denetimi, hatalı kelimeler için öneri, heceleme, deascifier, hatalı kodlama temizleme gibi işlevlere sahiptir. Zemberek2 kodlu ikinci sürümünde MPL lisansına geçilmiş, genel olarak tüm Türk dilleri için bir DDİ altyapısı oluşturulması için gerekli mimari değişiklikler yapılmıştır. Zemberek kullanılarak yazılmış bir sunucu Pardus için genel yazım denetimi desteği vermektedir. Sunucu TCP-IP soketleri üzerinden ISpell benzeri basit bir protokolle diğer uygulamalarla haberleşmektedir, yeni sürümünde DBUS arayüzü de sunucuya eklenmiştir. Zemberek kütüphanesinin .net sürümünü oluşturmak üzere NZemberek projesi başlatılmıştır. Zemberek kütüphanesi ve LibreOffice eklentisi java dilinde yazıldığı için platform bağımsızdır. 2005 yılında LKD 4. Linux ve Özgür Yazılım şenliğinde yılın en iyi özgür yazılımı ödülünü almıştır. Günümüzde ise (2016) İstanbul Kültür Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bitirme projesiyle katkıda bulunan Berk Dindaroğlu ve Nazlı Ceren Çoğalgil projenin geliştirilmesinde katkıda bulunmaktadırlar. Basketbol Süper Ligi Basketbol Süper Ligi, sponsorluk adıyla Tahincioğlu Basketbol Süper Ligi, 1966 yılında Türkiye Basketbol Federasyonu tarafından kurulan ve Türkiye'de en üst düzey profesyonel basketbol ligi. Aynı zamanda ULEB'e göre Avrupa'nın en zorlu 4. ligidir. 16 takımla oynanan ligde kurulduğu sezondan günümüze kadar toplam 69 takım mücadele etme hakkı elde etmiştir. Ligde 5+1 yabancı kontenjanı kuralı uygulanmaktadır. Ayrıca takımlar istediği kadar yabancı ile sözleşme imzalayabilirler. 1966-67 sezonunda Türkiye Deplasmanlı Basketbol Ligi adı ile kurulan ligin ilk şampiyonluğunu Altınordu basketbol takımı kazandı. Son şampiyonluğu ise 2017-18 sezonunda Fenerbahçe kazandı. 13 Aralık 1966 tarihine kadar İstanbul, İzmir ve Ankara bölgelerinde yürütülen basketbol çalışmaları daha sonra bu bölgelerin takımları bir araya getirilerek Türkiye Deplasmanlı Basketbol Ligi'ne dönüştü. 1968-69 sezonundan itibaren Türkiye Basketbol Federasyonu, Deplasmanlı İkinci Ligi kurdu. Ayrıca 70'li yıllarda bazı özel kuruluşların da basketbol takımları oluşturmaları ile Türk basketbolü canlanma dönemine girdi. 1977 yılında Fransa'da yapılan "Avrupa Yıldızlar Basketbol Şampiyonası"nda Türkiye, Avrupa Şampiyonluğu'nu kazandı. 1946 yılından itibaren İstanbul, Ankara ve İzmir bölgelerine dayanan basketbol faaliyeti, mahalli lig maçlarıyla bu bölgelerin lig birincileri arasında oynanan Türkiye Basketbol Şampiyonası'na katılması ile ulusal düzeyde yapılıyordu. 1966-1967 yılından sonra Türkiye Basketbol Federasyonu tarafından bu bölgelerin takımları bir araya getirilerek Türkiye Basketbol Şampiyonası yerine 12476 sayılı yönetmelik kararı ile "Türkiye Deplasmanlı Basketbol Ligi" oluşturuldu. Türkiye Basketbol Federasyonu ile Arçelik AŞ arasında 4 Ekim 2006 tarihinde imzalanan anlaşmaya göre Türkiye Birinci Erkekler Basketbol Ligi'nin ismi 2007-08 sezonundan itibaren 4 yıllığına "Beko Basketbol Ligi" olarak değiştirilmiştir. Bu anlaşma 2013-14 sezonu sonuna kadar sürmüş ve 6 sezon ligler Beko adı ile birlikte anılmıştır. 2013-14 sezonu sonunda Beko firması basketbol ligine verdiği isim sponsorluğunu devam ettirmeyeceğini açıklamıştır. 2014-15 sezonu ile birlikte Erkekler 1. Basketbol Ligi "Türkiye Basketbol Ligi" olarak adlandırılmış ve yeni sezon "Türkiye Basketbol Ligi" adı ile 11 Ekim 2014 tarihinde başlamıştır. 22 Aralık 2014 tarihinde Kahve Diyarı ile 1 yıllık sponsorluk anlaşması yapılmıştır. 2015 yılı itibarı ile önce Spor Toto ile isim sponsorluğu için anlaşılmış, sonra da ligin federasyon nezdindeki ismi Basketbol Süper Ligi olarak değiştirilmiştir. Böylelikle ligin yeni ismi ise Spor Toto Basketbol Süper Ligi olmuştur. Digiturk, 14 Ağustos 2008 tarihinde Türkiye Basketbol Federasyonu'nun açmış olduğu ve NTV Spor ile D-Smart'ın da katıldığı tüm maçların yayın hakları ihalesini 13.500.000$ bedelle kazanarak, 2008-09 sezonundan günümüze kadar tüm sezon maçlarını yayınlama hakkına sahip olan Digiturk, Türkiye Basketbol Ligi maç yayınlarını LigTV 2 ve LigTV 3 kanallarından sürdürmektedir. 24 Aralık 2014 tarihinde imzalanan anlaşma ile 2015-16 sezonundan itibaren geçerli olmak üzere 3 sezon boyunca Digiturk ve NTV Spor'dan yayınlanacaktır. Ligde 16 takım lig mücadelesi yaptıktan sonra lig şampiyonu play off mücadelesi sonrası belli olur. Normal lig karşılamaları, 16 takım arasında, her takımın biri kendi sahasında diğeri rakip takımın sahasında olmak üzere deplasmanlı, iki devreli ve lig usulü oynanır. Bu müsabakalar sonrası yapılan puan sıralamasına göre; Play-off'un tüm turlarında takımların ligde oynamış oldukları maç sonuçları aşağıdaki gibi dikkate alınır. Çeyrek final müsabakaları kazanılmış 2 maç üzerinden oynanır ve bu turlarda ilk maç normal ligi üst sırada bitiren takımın sahasında, 2. maç rakip sahada ve 3. maçın gerekmesi halinde ligi üst sırada bitiren takımın sahasında olmak üzere sıra ile oynanır. Yarı final müsabakaları kazanılmış 3 maç üzerinden oynanır ve bu turlarda ilk iki maç normal ligi üst sırada bitiren takımın sahasında, 3. ve 4. maçlar rakip sahada ve 5. maçın gerekmesi halinde ligi üst sırada bitiren takımın sahasında olmak üzere sıra ile oynanır. Final müsabakaları kazanılmış 4 maç üzerinden oynanır. İlk iki maç, normal ligi üst sırada bitiren takımın sahasında, 3. ve 4. maçlar rakip sahada, gerekmesi halinde 5. maç ligi üst sırada bitiren 6. maç rakip sahada ve 7. maç yine ligi üst sırada bitiren takımın sahasında olmak üzere sıra ile oynanır. Final müsabakaları sonunda rakibi karşısında 4. galibiyetini alan takım sezonu Basketbol Süper Ligi Şampiyonu olarak tamamlar. BSL yayıncılık haklarını 2008-09 sezonu itibarıyla Digiturk platformu bünyesinde bulunan beIN Sports 3 kanalı elinde bulundurmaktadır. Normal sezon ve play-off maçlarının tamamı aynı kanal üzerinden izleyiciye ulaşmaktadır. Ligin aynı zamanda bsl.org.tr adresinde yayın yapmakta olan resmi web sayfası bulunmaktadır. Site üzerinden maç sonuçları ve istatistikleri, takım bilgileri, puan durumu gibi bilgilere erişim sağlanmaktadır. Türkiye Basketbol Federasyonu tarafından ilk kez 2004 yılında organize edildi. Organizasyon'da Türkiye Basketbol Ligi'nde oynayan Türk ve Yabancı oyuncular, taraftarlar tarafından i
nternet üzerinden seçilerek Türk Karması ve Yabancı Karması olarak karşılıklı gösteri amaçlı basketbol maçı yaparlar. Ayrıca TBL oyuncuları arasında "Üç sayı yarışması, Smaç yarışması ve Yetenek yarışması" gerçekleştirilir. Organizasyon başladığı yıldan itibaren İstanbul'da bulunan Abdi İpekçi Spor Salonu'nda gerçekleştirildi. 2004, 2005 ve 2006 yıllarında "Türkiye Basketbol Ligi All Star" adı ile organize edilirken, 2006 yılında Beko Elektronik'in lige sponsor olması ile birlikte 2007-2014 yıllarında "Beko All Star" adı ile düzenlenmiştir. 2015 yılında tekrar "Türkiye Basketbol Ligi All Star" adı ile anılmıştır. 2016 yılında ise organizasyon, ligin yeni sponsoru ile birlikte anılarak "Spor Toto All Star" adını almıştır. Son 11 sezonun şampiyonları : Tanzimat Tanzimât, Osmanlı İmparatorluğu'nda 1839 yılında "Tanzimât Fermânı" olarak bilinen Gülhane Hatt-ı Şerifi'nin okunmasıyla başlayan modernleşme ve yenileşme döneminin adıdır. Sözcük anlamı "düzenlemeler, reformlar" demektir. Batı dillerinde genellikle "Osmanlı Reformu (İng: the Ottoman Reform)" deyimi kullanılmaktadır. "Tanzimât Dönemi" 1876'da II. Abdülhamit'in tahta çıkması ve Meşrutiyet'in ilânıyla sona ermiş kabul edilir. Ancak genel anlamda Osmanlı Reformunun 1922'de Osmanlı Devleti'nin sona ermesine dek sürdüğü de söylenebilir. Tanzimât çağının önde gelen siyasi liderleri 1839-1855 döneminde Mustafa Reşit Paşa, 1850'lerin başından 1871'e kadar da Mehmed Emin Âli Paşa ve Keçecizade Fuat Paşa'dır. Fuat Paşa'nın 1868'de, Âli Paşa'nın 1871'de ölümünden sonra reform süreci krize girmiş ve uzun süren bir siyasi istikrarsızlık dönemi yaşanmıştır. Tanzimât'ın başlangıcı III. Selim (1789-1807) veya II. Mahmut (1808-1839) dönemine indirilebilir. Birçok tarihçiye göre Yeniçeri Ocağı'nın 1826'da Vaka-i Hayriye|lağvı "(Vaka-i Hayriye)" reform hamlesinin asıl başlangıç noktasıdır. Reformun ana gerekçesi, Avrupa'nın askeri, teknik ve ekonomik alanlardaki gelişimi karşısında çaresiz kalan Osmanlı Devleti'ni yeni düzenlemelerle ayağa kaldırmaktır. Napolyon'un Mısır'ı işgalinden (1798-1799) sonra bu ülkede Mehmet Ali Paşa tarafından başlatılan reform hamlesi, Osmanlı yönetimine örnek olmuştur. Bunun yanı sıra gayrimüslim tebaanın Balkanlar'da Sırp ve Yunan ayaklanmalarına yol açan hoşnutsuzluğuna karşı, Osmanlı toplum dokusunun yeni bir adalet ve eşitlik anlayışıyla onarılması, "Osmanlı vatandaşlığı"nın ön plana çıkarılması hedeflenmiştir. Osmanlıcılık fikri bu bakımdan Tanzimât'ın yönlendirici düşüncesi olarak kabul edilebilir. II. Mahmut'un saltanatının ikinci döneminde yoğunlaşan reformlara resmi bir bildiriyle hukuki biçim verme talebi sık sık dile getirildi. Ancak iç siyasi dengeler nedeniyle bu işlem uzun süre ertelendi. 1 Temmuz 1839'da II. Mahmut'un ölümü ve Abdülmecit'in tahta çıkmasından hemen sonra sadrazamlığa reform taraftarı Mehmet Hüsrev Paşa getirildi. Ağustos ayında yurda dönen Londra Büyükelçisi ve Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa, 17 yaşındaki padişahı ikna ederek Tanzimât deklarasyonunun kabulünü sağladı. 3 Kasım 1839 günü Saray müştemilatı içerisinde yer alan Gülhane bahçesinde okunan bir Hatt-ı Şerif "(Padişah Yazısı)" ile Tanzimat-ı Hayriye "(Hayırlı Düzenlemeler)" ilân edildi. Osmanlı tarihinin en önemli belgelerinden biri olan bu metin, okunduğu yerden ötürü "Gülhane Fermânı" ve içeriğinden ötürü "Tanzimat Fermânı" adıyla da anılır. Yaklaşık üç sayfalık bir metin olan fermânda, devletin bir gerileme döneminde olduğu vurgulanmış, ama yapılacak yeniliklerle ve çıkarılacak yeni yasalarla ("kavanin-i cedide") bu durumdan kurtulunacağı müjdelenmiştir. Daha sonra din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin tüm Osmanlı ahalisinin can ve mal ve "ırz ü namus" güvenliğinin güvence altına alınması gereği, Kur'an ve şeriate dayanarak ilan edilmiştir. Haksız ve dengesiz vergilerin zararından söz edilerek herkesten "emlak ve kudretine göre" vergi alınacağı, asker almanın nüfusla orantılı ve azami dört veyahut beş sene müddetle sınırlı olacağı, kimsenin yargısız idam edilmeyeceği ve malının müsadere edilmeyeceği, özel mülkiyete sınır getirilmeyeceği, Meclis-i Ahkâm-ı Adliye'nin güçlendirileceği, vükelanın serbestçe söz söylemesine sınır getirilmeyeceği, yeni Ceza kanunnamesi düzenleneceği, memurin maaşlarının adalete uygun olarak düzenleneceği, rüşvetin güçlü yasalarla önleneceği bildirilmiştir. Fikir ve yapı bakımından ferman, Fransız Devrimi'nin İnsan ve Vatandaş Hakları bildirgesinden esinlenmiştir. Osmanlı hukuku tarihinde ilk kez "vatandaşlık" kavramı ve vatandaşlıktan doğan haklar tanımlanmış, bu hakların korunması için yapılması gereken bazı işler sayılmıştır. Buna karşılık fermân, getirdiği yenilikleri Kur'an'a, şer-i şerife ve Osmanlı Devleti'nin eski töre ve kanunlarına dayandırmaya özen göstermiştir. Fermân ilan edildikten sonra ayrıntılı bir şekilde devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'de yer almış, daha sonra her şehrin meydanında okunması, sancak ve kazalarda halka anlatılması emredilmiştir. Bâb-ı Âli, yeni bir sürecin başladığını göstermek için her yerde donanma alayları tertip etmiş, sürecin bir şölen havasında başlamasını istemiştir. Yeni yasa ve düzenlemelerin eskileriyle çatışmamasına özellikle dikkat edilmiştir, yeni kurumlar açılırken eski kurumlar kapatılmamış, kurumlar bir süre birlikte işletilmiştir. Yeni yasalar önce merkezi otoritenin güçlü olduğu Bursa, Edirne gibi bölgelerde denenmiştir. Tanzimat fermanını izleyen ilk yirmi yılda devlet bir dizi önemli yeniliğe kapılarını açmıştır: Bu gelişmelere rağmen sanayi makinelerinin Avrupa'dan ithal ediliyor olması ve nitelikli eleman eksikliği yüzünden yeterli bir sanayi pazarı oluşturulamadı. Tanzimat bazı Müslüman gruplar tarafından olumsuz tepki gördü; "frenkleşme" ve "gâvurlaşma" olarak nitelendirildi, Tanzimatçıların hedeflediği merkeziyetçi yapı ise başıbozuk bölgelerin valilerini rahatsız etti. Halep, Bosna, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da kimi aileler çocuklarının mecburi askerlik uygulamasıyla askere alınmasına karşı çıktı. Tanzimat'ın Müslüman-gayrimüslim eşitliği ile birlikte Hıristiyan mezhepler arasında da eşitlik getirmesi, diğer mezheplere göre daha güçlü ve ayrıcalıklı olan Ortodoks tebaayı rahatsız etti. Dış dünyada ise Birleşik Krallık ve Fransa Tanzimat'ı olumlu karşılarken, Rusya bunun Osmanlı üzerindeki Batılı etkiyi arttıracağını düşünüp fermanı olumsuz karşıladı. Avusturya'da iktidardaki mutlakiyet yanlısı Prens Metternich fermanı olumsuz karşılarken, Kavalalı Mehmet Ali Paşa fermânın amacını sezdi ve bunu kendisine karşı yapılan bir "şah hamlesi" olarak nitelendirdi. Abdülaziz döneminde güçlenen Yeni Osmanlılar ise Tanzimat'ın bazı uygulamalarına karşı çıktılar ve birçoğu sürgüne gönderildi veya yurt dışına kaçtı. Magna Carta Magna Carta (Latince: "Büyük Ferman") veya Magna Carta Libertatum (Latince: "Büyük Özgürlük Fermanı"), 1215 yılında imzalanmış bir İngiliz belgesidir. Bu belge ile kral ilk kez yetkilerini kısıtlamış ve halka bazı hak ve özgürlükler tanımıştır. Günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihi sürecin en önemli basamaklarından birisidir. Aslen, Papa III. Innocent, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri hususunu karara bağlamak amacıyla imzalanmıştır. Kralın bazı yetkilerinden feragat etmesini, kanunlara uygun davranmasını ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesini zorunlu kılıyordu. Metinde kralın yetkilerini teoride kısıtlayan hükümler yer almaktaydı. 61. maddeye göre feodal kanunlara atıfta bulunuluyor ve 25 baronun kralın hükmüne karşı gelebileceğini belirtiyordu. Belgenin hazırlanmasında rol alan olaylar Normanların İngiltere'yi ele geçirmelerine kadar dayanır. İngiliz krallarının amacı, fetihten sonra iktidarı ele geçirerek derebeylerini saf dışı bırakmaktır. Bu alanda yapılan tüm faaliyetler ülkedeki baronları rahatsız etmeye başlamıştı. Gitgide artan bu rahatsızlıklar ileride isyanlara sebep oldu. 150 yıldır süren Kral ve baronlar arası çekişme, Kral John'un girişimleri ile iyice idare edilemez bir hal aldı. Bunun üzerine Kral , bütün gücünü derebeylerine karşı kullandı. Bu davranış derebeyleri sinirlendirdi. İleriki zamanlarda Kral John'un Fransızlarla yaptığı savaşta (1214) yenilmesini bir fırsat olarak gören baronlar ülkedeki imtiyazlarını, topraklarını , kalelerini ve buna benzer diğer haklarını geri almak için harekete geçtiler. Baronlar bir araya toplanarak isteklerini bir beyan halinde Kral'a sunmaya karar verdiler. Kralın isteklerini reddetmesi durumunda savaşacaklarına dair kendi aralarında sözleştiler. Bu karardan sonra baronlar 1215'te kral ile görüştüler. Görüşmenin sonunda isteklerini ileriki zamanlarda cevaplandıracağını söyleyen kral sözünde durmadı. Bunun üzerine baronlar Kral'a karşı ayaklandılar. İngiltere'nin mühim yer ve şehirlerini ele geçiren baronlar kralı anlaşmaya mecbur ettiler. 1215'in haziran ayında imzalanan Magna Carta ile kral hakimiyetinin "baron" adı verilen toprak sahipleri adına kısıtlanmasını kabul etti. Bu sayede kralın kayıtsız sultası kalkmış, kral ve derebeylerin karşılıklı vazifeleri belirlenmişti. Fermanın ilan edilmesi ile derebeyler büyük imtiyazlar elde etti ve derebeylik mefhumu sağlam bir zemine oturtuldu. Halk ise yine serf olarak kalmış, derebeylerin toprakla birlikte alıp sattığı konumdan kurtulamamıştı. Vatandaşların özgürlüklerini belirlemekten çok, toplum güçleri arasında bir denge kuran Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlamıştır. Magna Carta’nın 39. maddesi, fermandaki en önemli ifadelerden biridir. Bu madde sayesinde günümüz hukuk sisteminin temelleri atılmıştır: Silsile Silsile (Arapça : سلسلة), (Farsça : زنجیر), (Urduca : چین) bir İslam dini kavramıdır. Ayrıca tasavvufta da farklı bir manada terim olarak kullanılır. Hadis ilminde sened denilen kavram, ravilerin silsilesini araştırır. Tasavvufi yolların günümüzdeki mürşidinden Muhammed peygamber'e kadar ulaşmasını gösteren manevi zincir. Bu zincirin tarihen tutarlı ve sağlıklı oluşu tasavvufi fey
z ve bereketin intikalinde çok önemlidir. Bir tasavvuf yolunun sağlamlığının en büyük delili sahih bir silsileye sahip oluşudur. Tasavvufta ""Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri sayısıncadır"." anlayışı sebebiyle tarikat sayısında bir sınırlama olamaz. Silsilenin tasavvufi önemine uygun olarak tarikatlar kendi yollarındaki ruhani akışı mürşit isimlerini tarihi gerçeklere uygun şekilde sıralayarak titizlikle zapta bağlamışlar ve icazetname adı verilen yetkilendirme belgelerinde bu silsileler kayıt altına alınmıştır. Silsilede tarihsel kesinti olursa buna üveysilik denir. Bu anlayış Veysel Karani'nin Peygamber ile yüz yüze görüşememesi, ancak mübarek hırkayı emanetine almasından dolayıdır. Silsile zincirini gösteren kitaplara Silsilename veya Menakıbname denir. "Silsilei Tarikatı Sünbüliye" gibi. Bazı kitaplar şeyhler silsilesini gösterir ve "Silsilei Meşayih" adını alır. Ağaç çizimleriyle süslü silsilenameler şecere, zübdetültevarih adıyla meşhurdur. Mutasavvıf Mutasavvıf, (Arapça: متصوف) Tasavvuf ehli olan, herhangi bir tasavvuf yolunda mertebe kat etmiş kişidir. Tasavvuf yolunun saygın isimlerinden Abdülkadir Geylani mutasavvıfı "Rabbi için her türlü bağ ve her endişeden sıyrılıp Allah'dan başkasına tapınmayı ve O'nun emirlerinden başkasına uymayı terk ederek, Hakk'tan gayriye yönelmekten ve meşgul olmaktan kalbini kurtarıp ihlâsla Hakk'a ibâdet eden kişi" olarak tanımlamıştır. Türk tasavvuf tarihinde mutasavvıf denildiğinde ilk akla gelenler her biri bir tarikat önderi olan Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlânâ Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş-ı Veli ve Hacı Bayram-ı Veli gibi İslam büyükleridir. Kabak kemane Kabak kemane, Türk Halk Müziği'ndeki telli, yaylı ve deri kapaklı sazların tek örneğidir. Menşei Orta Asya'ya dayanmaktadır. Kabak kemane, Türkiye’de özellikle Batı Anadolu’da Ege Bölgesi’nde) yaygın olarak kullanılan bir sazdır. Kabak, kabak kemane, rebap (Güneydoğu Anadolu’da rubaba, Hatay yöresinde hegit) ve ıklığ gibi adlar ile bilinmektedir. Orta Asya Türkmenlerinin Gijek adını verdiği ve Azerbaycan halk müziğinde Kemança adıyla kullanılan çalgı da aynı köktendir. Gövdesi kabak veya hindistan cevizi, göğsü deri, iki veya üç telli olan bir halk çalgısıdır. Yörelere göre farklılık gösterir. Su kabağı sap kısmından 1/3 oranında kesilir. Bu bölüme tekne adı verilir ve üzeri eskiden tavşan, günümüzde ise yürek zarı ile kaplanır. Tekne çapı yaklaşık 10-15 cm arasındadır. Tekneden sonra sap ve burgular gelir. Gövdenin en alt kısmında, çalgıcının kabak kemaneyi dizine dayayıp çalması için demir çubuk vardır. Bu çubuk aynı zamanda kabak ile sapın birbirini tutmasını da sağlar. Kemane perdesiz bir çalgı olduğu için her türlü kromatik ve komalı ses elde edilebilir. Ses genişliği, 2,5 oktavdır. Kabak kemane geçmişten günümüze kadar otantik görünüşünü korumuş bir halk çalgısıdır. Türkler kemane ve kemençe kültürlerini üç kıta üzerine yaymışlardır. "Iyık" Altaylarda "Yançak komus", Kırgızlarda "Kıl Kıyak", Türkmenlerde "Gıcak" gibi isimlerle anılmıştır. Kabak kemane yapılırken Su kabağı yukarı doğru incelen boğum altından kesilir ve üzerine yürek zarı veya deri geçirilir. Daha sonra kabağa ağaçtan sap (kol) monte edilir. Kemanenin aslı üç telli olup, daha geniş ses elde etmek için daha sonraları dördüncü bir tel ilave edilmiştir. Tellerin ses düzeni ise, en kalın telden itibaren “LA–RE–LA-RE” şeklindedir. Piyanoya göre, “DO–FA–DO–FA” veya “Sİ–Mİ–Sİ–Mİ” olan bu akordu yapabilmek için, tellerinin en kalın telden itibaren bağlamada kullanılan, “Taşlanmış Kalın Sırma” (La) ve “Taşlanmış İnce Sırma (Re)” teli, 0.30 (La), 0.20 (Re), numaralı bağlama tellerinin takılması gerekir. Bugün ise, 4 telli kabak kemane ile birlikte, Halil Çelik ve Özgür Çelik tarafından yapılan 5 telli kabak kemane de kullanılmaktadır. 5 telli kabak kemaneye, 4 telli kabak kemaneden farklı olarak bir kalın tel daha ilave edilmiştir. Bu tel bağlamada da kullanılan “Bam BamTeli”dir  ve 5 telli Kabak Kemanenin akordu, “RE-LA-RE-LA-RE,” piyanoya göre ise, “FA-DO-FA-DO-FA” veya “Mİ-Sİ-Mİ-Sİ-Mİ” şeklindedir. 5 telli kabak kemanenin dışında Halil Çelik tarafından 2000'li yıllardan itibaren üretilen 6, 7 ve 8 telli kabak kemaneler de mevcuttur. 2014 yılında ise; ölçüleri, tel numaraları ve akord sistemi genç müzisyen Cafer Nazlıbaş tarafından belirlenen 6 telli kabak kemane icad edilmiştir. Bu, yapılan ilk 6 telli kemane olup, sahibine "6 telli kabak kemane mucidi" unvanını getirmiştir. NAZLIBAŞ icadında klasik kabak kemane sesine bir oktav daha eklemiştir. Kemaneye bir ince ve bir kalın tel ilave edilerek peslerde ve tizlerde daha uç seslere ulaşabilmek, daha geniş bir ses aralığı elde edebilmek ve böylece daha çok eserin çalınabilmesine olanak sağlamak amaçlanmıştır. Ayrıca sesler kulağa artık çok daha hoş gelecektir. Kabağın çapının büyük veya küçük olması elde edilecek sesin tiz veya pes olması sonucunu doğurur. İki eşik arası (üst ve alt eşik) normal şartlarda 32–33 cm. uzunluğunda olmalıdır. Ancak derinin az veya çok gergin olması bu uzaklığın değişmesinde etkendir. Su kabağının yanı sıra dut ağacından da kemane yapılmaktadır. Şu anda kemanede normal bağlama telleri (çelik ve sırma) kullanılmaktadır. Ancak kemanenin doğal yapısı ile orantılı olarak keman telleri de kullanılabilir. Kemane at kılıfından yapılmış yay ile çalınır. İyi, kaliteli ve gür ses elde etmek için kıllar üzerine reçine sürülür. Tizden peste doğru, bağlama ya göre 1-Re, 2-La, 3-Re, 4-Sol şeklinde (tunere göre F,C,F,A#) akort edilir. Türkistan Türkistan (Farsça: ترکستان "Torkestān", anlam: "Türklerin oturduğu yer"; Arapça: بلاد الترك "Bilad al-Turk", anlam: "Türk ülkesi"), Orta Asya'da batıda Hazar Denizi ve Aşağı İdil'den başlamak üzere doğuda Moğolistan'daki Altay Dağları'na, güneyde Kopet - Hindukuş - Kuenlun dağlarına, kuzeyde Aral ve Balkaş göllerinin ötesinde Kırgız bozkırına kadar uzanan yüzölçümü 6 milyon km²'den geniş coğrafi ve tarihi bölge. Nüfusu 2001 yılı itibarıyla 43.210.802. Bölge Batı ve Doğu Türkistan olarak ikiye ayrılmaktadır. Batı Türkistan; bugünkü Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan'ın tamamı ile Kazakistan'ın büyük bir bölümü ve Afganistan'ın bir kısmını kapsamaktadır. Batı Türkistan'ın Afganistan'da bulunan bölümü Afgan Türkistanı olarak anılır ve Mezar-ı Şerif ve civarından oluşur. Bunun dışında Anadolu ile Batı Türkistan arasında kalan İran'ın kuzey bölgesine de İran Türkistanı denmektedir. Aras ırmağının Hazar denizine döküldüğü noktadan başlayarak İran'ın kuzeybatı, kuzey ve kuzeydoğu bölgeleri olan Azerbaycan, Mazenderan, Türkmen sahrası ve Horasan'ı da içine alan bölge yaklaşık 800 bin km² olup 40 milyona yaklaşan Türk nüfus yaşamaktadır. Kuzeyde Doğu Rusya'dan başlayıp Ural dağlarına, güneyde Aras Irmağı ve Karadeniz sahillerine, batıda Moldova Gagauzeli ve doğuda Ural dağları ile Hazar denizinin sınırlarını oluşturan bölgeye de "Türkeli" denmektedir. Bazı coğrafyacılar Türk Dünyasını Türkiye ve Türkistan olarak iki ana bölgeye ayırmaktadır. Türkeli olarak anılan bölge ise daha çok Türkiye'nin etki alanı olarak kabul edilmektedir. Doğu Türkistan, Çin'e bağlı olan daha çok Uygur Türklerinin yaşadığı Sincan Uygur Özerk Bölgesi topraklarına verilen isimdir. Nüfusun çoğunluğunu bölgenin asli unsuru olan Türk halkları (Türkmenler, Özbekler, Kazaklar, Uygurlar, Kırgızlar, Karakalpaklar) ve ikinci sırada İran halkları (Tacikler, Afganlar, Farslar) oluşturur. Bunun haricinde uzun süren Rus İmparatorluğu hakimiyeti boyunca yerleşen Ruslar, Ukraynalılar, Almanlar ve SSCB döneminde sürgün edilerek yerleştirilen Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri gibi pek çok etnik grup yaşamaktadır. Çin tarafından ise Doğu Türkistan'ın kontrolü için çok sayıda Çinli bölgeye yerleştirilmiştir. Bütün istila, işgal, sömürgelere rağmen yine de Türkistan coğrafyasında Türkler nüfus çoğunluğuna sahiptir. Kazakistan'da Türk nüfusu hızlı artış gösterip % 70'i geçmiştir. Özbekistan'da % 90'ı, Kırgızistan'da % 90'i, Türkmenistan'da % 95'i, Tacikistan'da % 25'i, Doğu Türkistan'da % 55'i, Tuva'da % 85'i aşmış durumda bulunan Türk nüfus oranı yer alır. Çarlık Rusya bölgeden bir dönem Туркестан (Okunuşu=Turkéstan) diye bahsetmiştir. 1917'de eski Buhara, Hive ve Hokant hanlıkların topraklarında "Türkistan" adında özerk yapı oluşturmuşlardı. Kazak Türklerinin millî şairi Magcan Cumabay'ın Türkistan şiiri bütün Türkistan coğrafyası ve Türk Dünyasında iyi bilinir. Mehmet Buğra'nın Vatan Bizimdir (Vatan Bizningdir) adlı şiirinde de Türkistan en iyi şekilde tasavvur edilir. Pul koleksiyonculuğu Posta pullarını ve posta pullarıyla ilgili zarfları ve benzeri nesneleri toplama ve biriktirme işlemine pul koleksiyonculuğu böyle koleksiyon yapan kişilere ise pul koleksiyoncusu denir. Dünyada günümüzde yüz milyon civarında pul koleksiyoncusu olduğu tahmin edilmektedir. Pul koleksiyonculuğu, pulları inceleyen bilim dalı olan filateli ile karıştırılmamalıdır. Her ne kadar filateli, pul koleksiyonculuğunu da içinde bir alt dal olarak barındırsa da pul koleksiyonculuğundan ibaret değildir. "Pul koleksiyonculuğu" yerine "filateli" kelimesinin kullanımı yaygın bir hatadır. Pul koleksiyonculuğu ilk defa Birleşik Krallık'ta 1840 yılında Penny Black denilen pul ile başlamıştır. Bu pulun üzerinde genç Kraliçe Victoria'nın resmi bulunmaktaydı. Pul, dantelleri olmadığı için makasla kesilerek kullanılmıştır. Penny black'in kullanılmayan örnekleri çok seyrek iken, kullanılan örnekleri oldukça yaygındır ve durumuna göre 25-150 dolar arası satılır hale gelmiştir. Çocuklar ve gençler, 1860'lı yılların başlarında ve 1870'lerde pul biriktirmeye başlamışlar, yetişkinler ise bu durumu çocukça bir hareket olarak değerlendirmişlerdir. 1800'lerin sonlarında artık büyüyen bu koleksiyonculardan bazıları, sistematik olarak posta pullarını biriktirmeye başlamışlar ve konuyla ilgili kaynaklar yayınlamışlardır. 1920'lerin sonuna kadar pul koleksiyoncularının sayısı çok artmamışsa da, bu tarihten sonra pul değerlerinin yükselmesi ile halkın ilgisi artmaya başlamıştır. Bu
erken dönem posta pulların pek azının iyi şartlarda saklanmış olması değerlerinin hızla artmasının nedenidir. Bu eski pulların özellikle ikili, üçlü veya daha büyük bloklar olarak bulunması çok zordur. 1920'lerde görülen bu hızlı artış nedeni ile pek çok Amerikalı koleksiyoncu ilerde değerinin hızla artacağı ümidi ile dönemin ABD pullarını stoklamıştır. Doğal olarak 1930'lu yılların pulları böyle çok miktarda stoklandığı ve kolaylıkla bulunduğu için değerlerinin artması da söz konusu olmamıştır. Bugün aradan 70 yıldan fazla geçmesine rağmen ABD'de 1930'lu yıllara ait pek çok pulu üzerinde yazılı değere yakın fiyat ile satın almak mümkün olabilmekte ve hatta bu dönem pulları bugün bile bazı kişilerce postada kullanılmaktadır. 1930 yılından beri basılan pek çok Amerikan pulu kolaylıkla ve fazla para harcanmadan elde edilebilir. Buna karşılık üzerinde yazılı değer yüksek olan pullardan bazılarının değeri önemli oranda artmıştır. Örnek olarak 2,60 $ değerli ABD Graf Zeplin pulu yüksek fiyatlar ile satılmaktadır. Diğer yüksek fiyatlara satılan pullar ise bulunması zor olan erörler, popüler ülkelere ait hatıra blokları, tabaka numaralı pullar gibi nispeten biraz daha zor bulunan pullardır. Türk pullarında ise, İkinci Dünya Savaşı sonrasında refah seviyesinin bir miktar yükselmesiyle pul koleksiyoncuları sayıca artmış ve zorlukla bulunan erken dönem pulların fiyatları çok hızlı şekilde yükselmiştir. Koleksiyoncular, hatta koleksiyoncu olmayanlar bile değerlerinin hızla artacağı ümidi ile 1940'ların sonlarına ve 1950'li yıllara ait pulları bol miktarda alarak stoklamışlardır. Günümüzde aradan 60 yıldan fazla geçmesine karşılık bu döneme ait pulları rahatlıkla bulmak ve ucuz fiyatlardan almak imkânı vardır. Buna karşılık koleksiyoncular bazı hatıra blokları, resmi pullar ve erörler için zor bulunmaları nedeni daha yüksek fiyatlar ödemektedirler. Zamkı diğerlerine oranla daha hassas olan pullar saklanmaları sırasında bozulabildiği için, bunlarında koleksiyonluk temiz durumda olanların fiyatları daha yüksektir. Günümüzde telekomünikasyon imkânlarının gelişmesi ve elektronik ortam kullanımının yaygınlaşması ile pul koleksiyonculuğunun artık sona ermekte olduğu ve benzeri kötümser yorumlar yapanlar artmaktadır. Buna karşılık 20. yüzyıl başlarında telgraf, kısa bir dönem sonra telefonun geliştirilmesi ile benzeri yorumlar yapanlar olduğu düşünüldüğünde bu kötümser yorumların doğru olup olmadığı ancak zaman ile anlaşılabilecektir. Günümüzde klasik döneme ait olan pulların değeri sürekli arttığı için basit bir uğraşı alanı olarak değil bir yatırım alanı olarak görülmekte ve nadir olan pullar ile zarflar sürekli yeni rekorlar kırmaktadırlar. Pul koleksiyonculuğunun geleceği konusunda iyimser olanlar bu kırılan rekorların kendilerini doğruladığını iddia etmekte ve pul koleksiyonlarının değerlerinin gittikçe artacağını savunmaktadırlar. Pul koleksiyonculuğu geçmişte damgalı pulların biriktirilmesi ile başlamıştır. Koleksiyoncuların ellerine geçen zarfları biriktirip pullarını usulüne uygun olarak çıkararak toplaması, fazlalarını aralarında değiş tokuş etmeleri şeklinde uygulanan geçmişteki yöntemler günümüzde geçerliliğini yitirmiştir. Bunun kuşkusuz en önemli nedeni posta gönderilerinde artık pul yerine çoğunlukla ücret ödeme makinesi kullanılmasıdır. Bir ücret ödemeden ele geçen damgalı pulların toplanabilmesi, bunların ayrılarak incelenmesi ve pul kataloglarında aranarak sıraya dizilmesi şeklindeki klasik diyebileceğimiz yöntemlerin geçerliliği son derece azalmıştır. Pul koleksiyonu yapanların bugün tercih etmesi gereken bilinçli ve sistemli bir koleksiyon ortaya çıkarmak olmalıdır. Türk pulları koleksiyonu yapanların yeni çıkan pulları sistemli ve eksiksiz olarak edinmesi gerekmektedir, eksiksizden anlaşılması gereken ise anma pullarının, posta pullarının, özel blokların ve resmi pulların ayrım yapmadan toplanması gerektiğidir. Bu şekilde sistemli olarak alınan pullar ile koleksiyon ileri götürülürken geçmiş seneleri de imkânlar ölçüsünde yıllık takım halinde alarak koleksiyonunun geriye götürülmesi de önerilir. Bir diğer seçenek ise "konulu pul koleksiyonu" yapmaktır, seçilecek konu bilgi sahibi olunan bir konu olabileceği gibi ilgi duyulan ve bilgi edinilmek istenen bir konu da olabilir, bir konuyu pullar aracılığı ile bir hikâye olarak anlatmak da seçilebilir. Pul edinmenin en ucuz yöntemi PTT filateli abonesi olmaktır. Hangi pulun değerinin artacağını önceden belirlemek zor olduğu için PTT tarafından çıkarılan bütün pulların ayrımsız olarak alınması doğru olacaktır. Koleksiyon ileri doğru götürülürken pul katalogları yardımı ile geçmişte çıkarılan pullar incelenerek olanaklar çerçevesinde geriye götürülmesi önerilmektedir. Pullar internette bulunan alış-veriş sitelerindeki güvenilir satıcılardan alınabileceği gibi pul dükkânlarından da alınabilir. Fiyatları yüksek pullar için ise senede birkaç defa açık arttırma (müzayede) yapan kuruluşların satışlarından veya güvenilir pul tüccarlarından pulların görülerek alınması en doğrusudur. Koleksiyonların geliştirilmesinde en önemli şey bilgi olduğundan bilgi sahibi olana kadar beklenmeli ve imkânların zorlanmamasına dikkat edilmelidir. Pul koleksiyonculuğu kültürel bir uğraşı olarak görülmeli ve yapılan koleksiyondan parasal kazançlar elde etmek asıl amaç olmamalıdır; asıl amaç zamanın hoşa giden bir uğraşı ile değerlendirilmesidir ve koleksiyon yapmanın kişinin bilgisine ve kültürüne yapacağı katkıların göz önüne alınması gerekir. Bütün bunlara karşın doğal olarak yıllarca emek verilen bir koleksiyona harcanan paraların bir karşılığı olmalıdır. Pul koleksiyonunun maddi değerini aşağı yukarı belirlemek için ilk yapılması gereken bir pul kataloğu edinilerek, koleksiyonun maddi değerinin katalog fiyatları kullanılarak hesaplanmasıdır. Bu şekilde hesaplanan fiyat esas olarak bir referanstır. Koleksiyonda katalog fiyatı yüksek pullar yok ise yapılabilecek şey koleksiyonu birkaç pul tüccarına gösterip fiyat alarak değerlendirmek olacaktır. Şu unutulmamalıdır ki sistemli ve eksiksiz bir koleksiyon benzerlerine göre daha kolay değerini bulacaktır, ancak sistemsiz yapılan koleksiyonları belki değerlendirmek bile mümkün olmayacaktır. Eğer koleksiyonda katalog değeri yüksek pullar var ise bunların açık arttırmalarda değerlendirilmesi düşünülmelidir. Pullar içinde diğer pek çok mal veya ürün gibi fiyatlarının yükseldiği ve indiği dönemler vardır, pullarını elden çıkarmak isteyenlerin bu dönemleri göz önüne alması da ayrıca önemlidir. Eğer pulların fiyatlarının düşük olduğu bir dönemde koleksiyon elden çıkartılmak istenirse koleksiyonun maddi karşılığı alınamayabilir, koleksiyonun fazla bir maddi harcama yapmadan ileri götürülebileceği ve ileride daha yüksek bir fiyat ile satılabileceği unutulmamalıdır. Pul toplamak için herhangi bir araca gerek duyulmamaktadır. Ancak koleksiyoncuların çoğu, pullarını daha iyi sergilemek, korumak ve inceleyebilmek için önemli harcamalar yapmaktan kaçınmazlar. Pulları muhafaza etmenin en kolay ve en ucuz yolu bunların şeffaf selofan zarflarda toplanması, zarfların da nem, güneş ve sıcaktan uzak bir kutuya konulması şeklinde yapılabilir. Ancak bu yöntemin uygulanması pulların sergilenmesi veya başka şekillerde kullanılmasında pek işe yaramamaktadır. Pulların albümlere yerleştirilmesi durumunda ise koleksiyonlar çok daha kolay gözden geçirilebilmekte ve sergilenebilmektedirler. Pullar koleksiyoncunun tercihine bağlı olarak, ülkeler, konular ve hatta sonuçta göze hoş gelmek kaydıyla, ebatlarına göre bile sergilenebilmektedirler. Barnabas Barnabas ya da Barnaba (Yunanca: Απόστολος Βαρνάβας - "Apostolos Varnavas"), Havariler Çağı'nda Pavlus'la anlaşmazlığa düşmüş, dini mektupları heretik sayılmış Hristiyan azizi. Levi Kabilesi'ndendir ve Kıbrıs'lıdır. Pavlus'a, Kıbrıs ve Anadolu'ya düzenlenen 1. Misyon Gezisi'nde eşlik etmiştir. Kıbrıs Kilisesi'nin kurucusudur. Kıbrıs'ta öldürüldüğüne inanılır. Her yıl 11 Haziran, "Aziz Barnabas Günü" olarak kutlanır. Havari Petrus'un akrabası olan, İncil yazarlarından Markos'un arkadaşı idi. 1. Misyon Gezisi'ne Pavlus'la birlikte çıktılar. Sonra yolları ayrıldı. Sünnet Geleneği'ni savundu, Pavlus'un Yeni Yorumlarını kıyasıya eleştirdi. Gezi anılarını kaleme alan Luka, anlaşmazlık sonrasında Pavlus'un tarafında kaldı. Bazı kaynaklar Barnabas'ın havarilerden olduğunu iddia ederler. Kanonik İncillerden başka Barnabas'a atfedilen bir İncil daha bulunmaktadır. Barnabas incili, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna incillerinden biraz farklıdır. İsa'nın kişiliği bu İncil'de Tanrı'nın oğlu şeklinden ziyade örnek insan modeli şeklindedir. Teslis inancına ters düşen bu incil, bugünkü teslis inancına sahip Hristiyanlıkça kabul görmez. Muhammed'in geleceğinin bu incilde müjdelendiği iddia edilir. Kam Kam sözcüğünün çeşitli manaları ve kullanımları vardır: Eczacıbaşı Dirichlet problemi Dirichlet problemi matematikte kısmi diferansiyel denklemler problemlerinde, çözümün verilen bir bölgede çözülmesi ile ilgilidir. Bu gerektirme Dirichlet limit şartı olarak bilinir. Paul Cézanne Paul Cézanne (19 Ocak 1839 - 22 Ekim 1906), Fransız post-empresyonist ressam ve gezgin. Modern sanatın gelişmesine yaptığı katkılar ve etkisi nedeniyle çoğu zaman modern sanatın babası olarak anılmıştır. Empresyonizm ile kübizm arasında bir köprü oluşturmuştur. Cézanne Aix-en-Provence'da doğmuş ve orada okula gitmiştir. 1859-1861 arasında hukuk okurken resim dersleri almıştır. 1861 yılında resim sanatını öğrenmek için Paris'e, çocukluk arkadaşı Émile Zola'nın yanına gitmiştir. İsviçre Akademisi'nde ve Louvre'da çalışmıştır. Renoir, Pissaro, Sisley, Guillaumin gibi sanatçılarla tanışmıştır. Delacroix, Courbet, Manet'ye karşı hayranlık duymuştur. Güzel Sanatlar Akademisi'nin giriş sınavlarında başarılı olamamış ve bu sebeplede Aix'e geri dönmüştür. Bütün zamanını resme ayırmıştır ve Salon'a gönderdiği bütün tabloların geri çevrilmesine karşın resim çalışmalarını sürdürmüştür. Eski İtalyan ustalarının yapıtlarını kopya ederek, port
reler, natürmortlar ve bazen de manzara resimleri yapmıştır. Paris Salon jürisi Cézanne'in eserlerini gösterime sunmayı 1864'ten 1869'a kadar her sene reddetmiştir. Bu nedenle Cézanne tablolarını ilk kez, Paris Salon tarafından reddedilmiş eserlerin gösterime sunulduğu Salon des Refusés'de 1863 yılında gösterime sunmuştur. Yaşamı boyunca eserleri nadiren gösterime sunmuş, sakin bir hayat yaşamış, belli başlı birkaç konuda resim yapmayı tercih etmiştir. Bu dönemde yaptığı çalışmalar arasında Ressamın Babası, Zenci Scipio (1865, Sao Paulo Müzesi), Louis-Auguste Cezanne'in l'Evenement'i Okurken Portresi (1866), Pamuk Takkeli Adam (1865-67), Ressam Achille Emperaire'ın Portresi (1866), Zola'yı Okuyan Paul Alexiş (1869), Hasır Şapkalı Boyer'ın Portresi (1869-70) ve Magdalen ya da Elem (1866-68) adlı resimleri, Siyah Mermer Saat (1869-70, özel kol., Amerika) ve Teneke Çaydanlıklı Natürmort (1869-70) adlı natürmortları ve Estaque'da Eriyen Karlar (1870) ve Şarap Pazarı (1872) adli manzaraları sayılabilir. Bu eserlerde kalın renk katları ve siyah gölgeler dikkati çeker. Siyah, kahverengi, gri ve Prusya mavisinin ağır bastığı köyü ve kasvetli renklere ek olarak alışılmadık bir beyaz renk kullandığı görülür. Cezanne'in Empresyonistlerle ve özellikle İsviçre Akademisi'nde tanıştığı Pissarro ile olan dostluğu onun dönük renkleri bırakarak Empresyonistlerin parlak, açık tonlu renklerini kullanmasını sağlamıştır. Kalın renk katmanları tekniğinden vazgeçip hafif fırça vuruşlarıyla noktalama yöntemine yönelmiş, pıhtılaşmış gibi görünen yüzeyler kullanmıştır. 1872-82 yılları arasındaki bu dönem Cezanne'in Empresyonist dönemidir. Modern Bir Olympia (1873), Asılmış Adamın Evi (1873, Louvre Müzesi, Paris), Yidizciçekleri (1875), Kırmızı Koltuklu Madame Cezanne (1877, özel kol., Amerika), Victor Chocquet'nın Portresi (1876-77), L'Estaque (1878-79, Louvre), Pontoişe'da Cote dü Jalais (1879-82) Kavaklar (1879-82) ve Maincy Köprüsü (1879, Louvre) gibi birçok ünlü eseri bu döneme aittir. Cezanne'in izlenimciliğin kurallarından ayrılan sanatı hızla, daha yalıncı ama daha çok işlenmiş ve yapıya daha çok önem veren bir tutuma doğru gelişti. Tarzını düş gücünden ve gözlemlerinden kaynaklanan ögelerle zenginleştirdi. Desen gücü ile renklerin anlatım duyarlılığını birleştirdi. Klasik perspektif kurallarına pek uymayan Cezanne'in tutumu sonradan büyük ölçüde etkilediği Kübistlere öncü oldu. Bu arada 1886 yılında Emile Zola ile L'Oeuvre isimli romanı yüzünden araları açıldı. Hortense Fiquet ile evlendi. Karısının Portreleri, Mavi Vazo ve Sepetli Natürmort (Louvre) Kırmızı Yelekli Çocuk (18900-95), Cezveli Kadın (1890-95, Louvre) ve Kağıt Oynayanlar (1890 yıllarında çeşitli versiyonları), Gustave Geffroy'un Portresi (1895) ve Bir Soytarı adlı tablolarıyla sanatı dengeye ve yetkinliğe ulaştı. Çalışmalarında derinliği kaldıran sanatçı katlama bir perspektif uyguladı. Peppermint Lisesi, Elmalar ve Portakallar (1895-1900, Louvre) gibi natürmortları bu yönelisi vurgulayan başlıca yapıtlardır. Sanatçının son on yıllık dönemi lirik dönemi olarak bilinir. Bu dönemde belli bir lirizme ve daha özgür fırça vuruşlarına yönelerek gösterişli ve cüretkar yapıtlar verdi. Aynı zamanda daha hızlı bir yöntem olan suluboya tekniğini de kullanıyordu. Eserlerinde henüz başlamakta olan kübizme özgü kesin akılcı yaklaşımın belirtileri seçilir. Aynı zamanda renkleri ve biçimleri lirik bir anlayışla kullanan Fovist akımın özellikleri de göze çarpar. Sainte-Victoire Dağı, Annecy Gölü (1896), Bibemuş'daki Kayalar ve Dallar (1904) ve Kara Şato (1904-06) adlı tabloları bu tarz çalışmalardır. Yaşamının son yıllarında gerçekleştirdiği Les Grandeş Baigneuses-Yıkanan Kadınlar (1902-06) adlı tablosuyla Cezanne'in sanatı doruk noktasına ulaşti. Bu tablo, ritmik kompozisyonu, kesin hatlarla üst üşte konulmuş düzlemleri ve resmin bütününün taşıdığı uyumla görkemli bir eserdir ve Picasso'nun hemen hemen aynı zamanlarda yaptığı Avignon'lü Genç Kızlar adlı tablosunu anımsatır. Cezanne'in yapıtları, özellikle 1907'de Paris'te açılan Salon d'Automne'dan sonra XX. yy. resminin en önemli kaynakları arasında sayıldı. Cezanne, sonradan modern resmin doğmasına yol açacak olan fovlar, kübistler ve soyut sanatçılar gibi yeni kuşağı büyük ölçüde etkiledi. Cézanne, 1906'da fırtına esnasında dışarıda resim yaparken rahatsızlanmış, bir hafta sonra, 22 Ekim'de zatürreden vefat etmiştir. 20. yüzyıl modernistlerine göre Cézanne modern resimin babasıdır. Cezanne Aenne Burda Aenne Burda (28 Temmuz 1909, Offenburg - 3 Kasım 2005, Offenburg), Almanya'da II. Dünya Savaşı sonrası neslin sembolü haline gelmiş ünlü girişimci, dünyanın en tanınmış moda ve dikiş dergisi Burda'nın yaratıcısıdır. Ailesi tarafından kendisine Anne Magdalene Lemminger adı verildi. Bir rahibe okulunda okudu. Matbaacı Dr. Franz Burda ile Temmuz 1931'de evlendi, üç erkek çocukları oldu (Franz-1932, Frieder-1936, Hubert-1940). 1949'da satın aldığı küçük bir yayınevini dünyanın en büyük moda yayıncısı haline getirmiştir. Yayıncı, başeditör ve köşe yazarı olarak savaş sonrası Almanyasında kadınlara ekonomik bütçeyle şık giyinme konusunda yol gösterdi. Bu girişimiyle Almanya'nın ekonomik mucizesinde rol alan önemli isimlerden biri haline geldi. 1950'de 48 çalışanıyla aylık dergi "Burda Moden"'i çıkaran Aenne Burda, 2 yıl sonra derginin ekinde evde kendi elbiselerini diken kadınlar için giyim kalıpları vermeye başladı. İlerki yıllarda Anna (1974), Carina (1977) Verena (1986) dergilerini de çıkardı. Aenne Burda Yayınevi yurtdışına açılan ilk Alman yayınevlerinden birisi oldu. Tüm dünyaya yayılan ve 5 milyon tiraja ulaşan Burda Moden'in en büyük başarısı, 1987'de, demir perdenin çöküşünden 2 yıl önce Rusya'daki ilk batılı dergi olarak Sovyetler Birliği'nde yayınlanmasıdır. Dergi 2005 itibarı ile 89 ülkede ve 16 dilde yayınlanmaktadır. 45 yıl boyunca yayınevini yöneten ve Burda-Maden'in başyazılarını her sayıda sürdüren Aenne Burda, 1994'te şirketin yönetimini oğlu Dr. Hubert Burda'ya bıraktı. Aenne Burda, 96 yaşında Offenburg'da öldü. Kam (mekanizma) Kam makine dinamiğinde sırası ile kendisine temas eden düzenekleri harekete geçirmeye yarayan bir mekanizmadır. 18. ve 19. yüzyıllarda metal bir silindirin üzerine yerleştirilmiş çok sayıda kam sayesinde ardışık veya döngüsel hareketler elde edilebilmekteydi. Aynı düzenek müzik kutularında ve laterna mekanizmalarında da kullanılmaktaydı. Mekanik robotlar ve otomatlar için bir tür programlayıcı sayılabilecek kam düzenekleri bugün modern otomobil motorlarında da egzantrik milinin üzerinde konumlanarak yakıt ve egzoz sübaplarının açılmasını ve kapanmasını kontrol etmektedir. Akomodasyon refleksi Yakındaki nesnelerin etkin bir şekilde retinada odaklanabilmesi için lenste meydana gelen şekil değişikliğine ve buna bağlı olarak lensin kırıcılık gücünün artmasına lensin akomodasyonu veya uyum yapması adı verilir. Yakından gelen nesnelerden gelen ışık daha yayılarak diğer bir deyişle diverjan gelmektedir, nesneler uzaklaştıkça bu yayılma azalır. Bu nedenle yakındaki nesneleri retina üzerinde odaklamak için daha yüksek bir kırma gücüne ihtiyaç vardır. Yakına bakarken lensin şekil değişikliğinin yanı sıra gözler birbirine yaklaşır ve göz bebekleri küçülür buna uyum triadı veya akomodasyon triadı adı verilir. Lens gözden çıkarıldığı zaman göz içerisinde olduğundan daha küresel bir şekildedir. Lensin, elastik olması ve iç basıncının fiziksel olarak eşit bir şekilde dağılım gösterme zorunluluğu lensin küre şekline yatkınlığını açıklar. Lens göz içerisinde bir disk şeklindedir, bunun nedeni lensin gözün içerisinde zonüla denilen ince lifler tarafında belli bir gerilimle çekilmesidir. Lensin ekvatorunu çevreleyen bu lifler gözün iç kısmında yer alan silier cisim denilen bölgeye tutunurlar. Bu bölgede yer alan silier kasın kasılması ile zonülaların lens üzerine uyguladıkları gerilim azalır, lensin ön ve arka yüzünün eğimi ve buna bağlı olarak lensin kırma gücü artar. TCG Savaştepe (D-348) 1945 yılında ABD'de kızağa kondu; daha sonra Türk Deniz Kuvvetleri tarafından alındı. 3500 Groston ağırlığında ce 116 metre uzunluğunda olup 210 bölmeden ibarettir. Otomat Otomat, otomatik olarak ardışık veya döngüsel işlemleri gerçekleştirebilen mekanik veya elektro-mekanik düzenektir. 1920 yılında robot kelimesi kullanılmaya başlamadan önce robotlar için de otomat kelimesi kullanılmaktaydı. Yaygın kullanımı ile otomatlar, kamuya açık alanlarda, örneğin gazete, meşrubat veya bisküvi satışı için kullanılan makinelerdir. UEFA Avrupa Ligi UEFA Avrupa Ligi (Özgün adı: "UEFA Europa League") 1971 yılından beri UEFA tarafından organize edilen, Avrupa'nın kulüpler bazında UEFA Şampiyonlar Ligi'nden sonraki en önemli futbol turnuvasıdır. Takımlar, ulusal lig ve kupa maçlarında gösterdikleri performans ile bu kupaya katılmaya hak kazanırlar. Avrupa'nın, UEFA Şampiyonlar Ligi'nden sonraki en önemli kulüp turnuvası olduğundan dolayı "Kupa 2" olarak da bilinir. Haziran 2009'da eski adı "UEFA Kupası" olan kupada, turnuvanın UŞL standartlarına erişmesi için köklü birtakım statü değişikliklerine gidilmiş, bununla birlikte de 2009-10 sezonundan itibaren şimdiki ismiyle düzenlenmeye başlanmıştır. Bu değişiklikler sonucunda UEFA Avrupa Ligi, UEFA Kupası'nın devamı olarak kabul edilmiştir. 1955 yılında düzenlenmeye başlanan Fuar Şehirleri Kupası, UEFA Kupası'nın öncülüdür. 1971 yılında Fuar Şehirleri Kupası'nın ismi UEFA Kupası olarak değiştirilmiştir. 1999 yılında ise UEFA Kupa Galipleri Kupası kaldırılarak UEFA Kupası ile birleştirilmiştir. 2004-05 sezonu öncesi grup aşamalarında bazı statü değişiklikleri yapılan kupa 2009 yılındaki son düzenleme ile şimdiki halini almıştır. Son düzenlemelerdeki isim ve statü yenilenmesinin yanı sıra kupa UEFA Intertoto Kupası ile de birleştirilmiştir. Kupanın ilk şampiyonu 1972 UEFA Kupası Finali'nde rakibini deviren Tottenham Hotspur'dur. İsim değişikliği sonrasında ilk şampiyonluğu kazanan takım ise 2010 UEFA Avrupa Ligi Finali'nde Fulham'ı, 2-1 devi
ren Atlético Madrid'dir. Kupayı en çok kazanan takım ise beş kez şampiyonluğa uzanan Sevilla'dır. Kupa, 8 Nisan 1955'te Fuar Şehirleri Kupası adıyla kurulmuştur. İsmine uygun olarak 1955-58 sezonunun sonuna kadar ticari fuarları olan Madrid, İzmir gibi şehirlerin takımlarına açık bir kupa idi. Hatta 1960'ların ortasına kadar kupaya aynı şehirden en fazla bir takımın katılabilmesi kuralı olduğundan dolayı Londra gibi birden fazla kulübü olan şehirler karma kadrolar gönderip şehrin adını taşıyan "(London XI)" takımlarla kupaya katılım sağlamışlardır. 1971-72 sezonu öncesinde ise kupanın statüsü değişmiş bununla birlikte ismi de "UEFA Kupası" adını almıştır. Yeni ismiyle oynanan ilk sezonda şampiyonluğu 1972 UEFA Kupası Finali'nde Wolverhampton Wanderers'ı iki maç sonucunda saf dışı bırakan Tottenham Hotspur kazanmıştır. Fuar Şehirleri Kupası'ndan gelen gelenekle devam ettirilen "aynı şehirden sadece bir takımın katılması" kuralı 1975 yılında Liverpool ile birlikte bu kupaya katılma hakkı olmasına rağmen kupaya alınmayan Everton'ın isteği ile kaldırılmıştır. 1999 yılında statü bir kez daha değişerek UEFA Kupa Galipleri Kupası, UEFA Kupası'nın bünyesine alınarak birleştirilmiştir. Bu birleşimden sonra ulusal kupa şampiyonluğu yaşayan takımlar UEFA Kupası'na katılım hakkı elde etmeye başlamıştır. Bunun yanında UEFA Şampiyonlar Ligi grup mücadelelerinde üçüncü sırayı alan takımlar da UEFA Kupası'nda mücadele hakkı elde etmiştir. Şimdiye kadar yalnızca beş takım aynı sezon hem kendi ulusal liginde hem de UEFA Kupası'nda şampiyonluk yaşamıştır. Göteborg 1982'de, Galatasaray 2000'de, Porto 2003'te ve 2011'de , Valencia 2004'te ve ÇSKA Moskva 2005'te bu başarıyı yakalamışlardır. Bunun yanında bu başarıyı sadece Valencia ve Galatasaray UEFA Süper Kupası ile tamamlayabilmiş ve ulusal lig, UEFA Kupası ve UEFA Süper Kupası'nı aynı sezonda kazanabilen takım unvanını kazanmışlardır. Ayrıca; Tottenham Hotspur, Borussia Mönchengladbach, Göteborg (iki kez), Ajax, Galatasaray ve Feyenoord kupada mağlup olmadan şampiyonluğa uzanan ender takımlardır. Espanyol ise sadece finalde mağlup olan tek takımdır. Göteborg, 1981-82 ve 1986-87 sezonları arasında mağlup olmadan 25 karşılaşma tamamlamış ve bu alandaki rekora adını tek başına yazdırmıştır. UEFA Kupası, 2009-10 sezonu öncesinde statü değişikliğine uğramış ve "UEFA Avrupa Ligi" adını almıştır. Aynı zamanda UEFA Intertoto Kupası da yeni Avrupa Ligi ile birleştirilmiştir. "Coupe UEFA" olarak bilinen UEFA Kupası, UEFA Avrupa Ligi şampiyonuna her yıl UEFA tarafından verilir. 2009-10 sezonu öncesine kadar hem turnuva hem de kupa "UEFA Kupası" olarak biliniyordu. Turnuvanın adı UEFA Avrupa Ligi'ni aldıktan sonra sadece şampiyona verilen kupa bu isimle anılmaya başlanmıştır. UEFA Kupası'nı kazanan takımlar orijinal kupayı bir yıl içerisinde UEFA'ya teslim etmek zorundadırlar. Orijinal kupa UEFA'ya teslim edildikten sonra UEFA, kulübe kupanın 4/5 ölçekli bir kopyasını verir. Orijinal kupaya sahip olma hakkınıysa üst üste üç kez ya da toplamda beş kez şampiyonluk yaşayan takım elde eder. Ayrıca bu takıma özel bir belirtke de verilir. Bu güne kadar bu başarıyı gösteren tek takım Sevilla'dır. Kupa, Bertoni tarafından 1972 UEFA Kupası Finali için tasarlanmıştır. 15 kilogram ağırlığında ve gümüş renktedir. Avrupa Ligi Marşı, Mart - Mayıs 2009'da Yohann Zveig yönetimindeki "Paris Operası" tarafından kaydedilmiştir. İlk kez 28 Ağustos 2009 tarihinde 2009-10 sezonu gruplarının belirleneceği çekilişler öncesinde Grimaldi Forum'da dinletilmiştir. Marş her maç öncesinde ve sonrasında televizyon kanallarında, video oyunlarında, stadyumlarda kullanılır. Zveig, marşın küresel tanınma açısından UEFA Şampiyonlar Ligi Marşı'na benzer bir başarı elde edeceğini umduğunu açıklamıştır. Her ülkeden katılacak takım sayısı UEFA ülkeler sıralaması'na göre belirlenir. 2015-16 sezonundan itibaren, Avrupa Ligine aynı ülkeden en fazla 3 takım katılabilecektir. (fair-play hariç) Fransa ve İngiltere Lig Kupasını kazanan birer takım UEFA Avrupa Ligi'ne katılmaktadır. UEFA ülkeler sıralaması'nda görülen tabloya göre kulüpler, ulusal kupa ve liglerinde aldıkları derecelere karşılık gelen eleme veya grup aşamasından turnuvaya dahil olurlar. 1990'ların ortasından itibaren yaz döneminde oynanan UEFA Intertoto Kupası'ndan gelen takımlar da UEFA Kupası'na 2. ön elemeden katılmaya hak kazanmakta idi. UEFA Kupası'na geçiş yapan takım sayısı 2005 yılında alınan kararla 3'ten 11'e çıkarılmıştı. UEFA Intertoto Kupası, 4 Avrupa kupası birden olunca değerini kaybetmiş ve 2008-09 sezonunda UEFA kararı ile kaldırılmıştır. UEFA Şampiyonlar Ligi 3. Ön elemeye katılıp elenen 15 takım, UEFA Şampiyonlar Ligi play-off elemelerine katılıp elenen 10 takım ve UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarındaki maçların tamamlanması sonucunda oluşacak puan durumunda 3. sırayı alan 8 takım olmak üzere toplam 33 takım UEFA Avrupa Ligine geçiş yapar. Tüm bunlara ek olarak her sezon, UEFA Fair Play puanı en yüksek olan üç ülke federasyonu UEFA Avrupa Ligi'ne fazladan birer takım daha gönderir. 2009-10 sezonunda UEFA, UEFA Avrupa Ligi'ndeki tüm maçlara aut çizgisinde duran ikişer adet çizgi hakemi atayarak, özellikle ceza sahası içi pozisyonlarda hakem hatalarını minimize etmeyi hedeflemiştir. Pilot uygulama olarak bu turnuvada denenen yeni çizgi hakemleri sistemi başarılı olmuş ve kalıcı hale getirilerek yaygınlaştırılmıştır. UEFA Şampiyonlar Ligi'ne benzer bir şekilde bu kupada da takımlara belirli ödemeler yapılmaktadır. Bu ödemeler turnuvaya katılım payı, televizyon yayınlarından elde edilen pasta oranı ve alınan sonuçlara göre belirlenip dağıtılmaktadır. Partizan'ın sözcüsü ve Avrupa Kulüpler Birliği'nin üyesi olan Marko Vjetrovic'in açıkladığı 2009-10 sezonu UEFA Avrupa Ligi gelirleri şu şekilde paylandırılmıştır: *UniCredit *FedEx *Hankook Tire *Amstel *Enterprise Rent-A-Car Adidas, turnuvanın ikincil sponsorudur ve diğer tüm UEFA turnuvaları için yaptığı gibi resmî maç topunu tedarik eder. Konami de Adidas gibi ikincil bir sponsordur ve Pro Evolution Soccer adına resmî video oyununun sponsorluğunu üstlenir. Takımlar eğer alkol ve bahis sitelerine reklam yasağı uygulanan bir ülkeye maça gidiyorlarsa bu ürünlerin sponsorluk emareleri kullanılmaz. Örneğin; Fransa, İsviçre ve Türkiye gibi alkol reklamı yasağı uygulanan ülkelerde takımların formalarında alkollü ürün firmasının reklamları bulunamaz. UEFA yasaklar konusunda oldukça titiz davranmaktadır ve takımlar bu yaptırımlara kesinlikle uymak zorundadır. Avrupa Ligi yalnızca Avrupa kıtasındakilere değil tüm dünyadaki futbolseverlere hitap etmektedir. Bu nedenle de turnuva birçok ülkede canlı olarak yayınlanmaktadır. UEFA Kupası 1971 yılında adının değişmesinden sonra bütün Avrupa takımlarının katılmasından dolayı değişime uğramış ve 1971 yılında oynanan ilk maçta Fenerbahçe-Ferençvaroş ile karşılaşmada ilk golü atan futbolcu olarak Yaşar Mumcuoğlu olmuştur. Tottenham bu karara itiraz etmiş ilk golü attıklarını savunmuştur. Fakat Türkiye ve İngiltere arasında 2 saat fark olduğu için ilk gol Fenerbahçe'li futbolcu Yaşar Mumcuoğlu olarak tarihe geçmiştir. UEFA Kupası finalleri 1997 yılına kadar rövanş usulü ile oynanmıştır. İlk final maçlarıysa 3 Mayıs 1972'de Wolverhampton'da ve 17 Mayıs 1972 tarihinde Londra'da oynanmıştır. İlk finalin ilk maçı 2-1 Tottenham Hotspur lehine sonuçlanmış, ikinci maçtaki 1-1'lik beraberlik Wolverhampton Wanderers'a yetmemiş ve Tottenham Hotspur kupanın ilk şampiyonu olmuştur. Önceden belirlenmiş bir stadda yapılan tek maçlık ilk finalse 1998 yılında oynanmıştır. Bu tarihten itibaren kupaya finalde ev sahipliği yapacak olan stadlar, üç yıldızlı stadlar arasından özel olarak seçilmeye başlanmıştır. Şimdiye kadar yalnızca iki takım bu kuraldan sonra kendi sahasında final oynamıştır. Bu takımlar De Kuip'teki 2002 UEFA Kupası Finali'nde kazanan takım olan Feyenoord ve José Alvalade Stadyumu'ndaki 2005 UEFA Kupası Finali'nde mağlup olan Sporting Lizbon'dur. UEFA Kupası'nın son şampiyonu (Avrupa Ligi adını almadan önceki son sezon) ise Şükrü Saracoğlu Stadyumu'ndaki 2009 UEFA Kupası Finali'nde Werder Bremen'i yenen Shakhtar Donetsk olmuştur. Avrupa Ligi'ni ilk kazanan takım ise Fulham'ı uzatmalar sonucunda 2-1 mağlup eden Atlético Madrid olmuştur. HuffYUV Huffyuv (ya da HuffYUV) Sıkıştırılmamış YUV görüntü yakalama biçiminin yerine geçmesi için Ben Rudiak-Gould tarafından geliştirilmiş bir kayıpsız görüntü çözücüdür. "Kayıpsız" sıkıştırma özelliği görüntü çıkışındaki her bitlik görüntünün birebir sıkıştırılıp saklanmasıdır. "Hızlı" olması bir Celeron 416 MHz işlemci ile saniyede 38 megabaytlık çıktı verebilmesidir. Huffyuv'un algoritması JPEG-LSnin algoritmasına yakındır. İstiklâl Madalyası İstiklâl Madalyası, Kurtuluş Savaşı’nda yararlılık gösteren askerlere ve sivillere, o dönemde milletvekili olanlara, savaşa katılan alayların sancaklarına, Erzurum ve Sivas kongrelerine katılanlara, İstiklâl Madalyası Kanunu adlı özel bir yasaya göre verilen madalyadır. 1 Kasım 1926 tarihine kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce verilmiş olan İstiklâl Madalyaları'nı, bu tarihten sonra müracaat edenlere Millî Savunma Bakanlığı vermektedir. Toplam 95261 kişiye verilmiştir. Kanuna göre sağ göğüs üzerine her gün takılır. İstiklâl Madalyası'nın çıkarılmasından sonra Osmanlı dönemine ilişkin tüm madalya ve nişanlar iptal edilmiştir. Kurtuluş Savaşı sonuçlandıktan sonra, savaş sırasında cephede ve cephe gerisinde yararlılık gösterenlere madalya verilmesi konusu TBMM'nde görüşüldü. 29 Kasım 1920 günü mecliste kabul edilen 66 sayılı kanun, 4 Nisan 1921 günü Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Daha sonraki yıllarda çıkarılan bazı kanunlarla ana kanun olan 66 sayılı kanuna ilaveler yapılmıştır. Örneğin 1924'te çıkarılan 525 sayılı kanun, İstiklal Madalyası'nın varislere geçişi ile hükümleri, 1926'da çıkarılan 869 sayılı kanun ise ilk defa madalya alacaklar ile ilgili hükümleri içerir. İstiklâl madalyası oval şeklindedir. pirinçten yapılmıştır. Latin h
arfleriyle (yeni Türkçe) basımı yapılan madalyaların çapı 35x40 mm, ağırlığı 15.55 gramdır. Orijinal Osmanlıca olarak basımı yapılanların ölçüleri ise 1 mm kadar küçük olup ağırlıkları 10,5 gramdır. İstiklâl Madalyası’nın şeklinin belirlenmesi konusuyla Mustafa Kemal tarafından İstiklâl Madalyası yasa tasarısını hazırlamak için görevlendirilen Mustafa Necati Uğural ilgilenmiştir. Darphane tarafından bir tasarım yarışması açılmış, yarışmayı 9 Ocak 1923’te heykeltıraş Mesrur İzzet Bey'in yaptığı tasarım kazanmıştır. İstiklâl Madalyası'nın ön yüzünün üst kısmında; ilk TBMM binası yer alır. Binanın sağında ve solundaki cami ve ev görüntüleri, dönemin Ankara'sını gösterir. Meclis binasının arkasında doğan güneşten uzunlu kısalı ışık huzmeleri yayılır. Bu ışınlar, zaferi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu simgelemektedir. Meclis binasının altındaki kısımda dünya sembolü, orak ve tırpanlar, örs-çekiç, resim paleti-fırça gibi semboller yeni cumhuriyetin bilime, tarıma, sanayiye, sanata önem vereceğini ifade eder; dünya ile bütünleşme kararlılığını gösterir. Simgelerin sağında ve solunda bulutlar, onların yanında zafer simgesi meşe yaprakları, yaprakların üstünde ise meclisin açılış tarihi olan 23 Nisan 1336 tarihi (bir tarafta "23 Nisan", diğer tarafta miladi 1920'nin rumi takvimde karşılığı olan "1336" yazısı) yer almaktadır. Bulutların altında sağa doğru yürüyen ve iki öküzün çektiği, İstiklâl Savaşı’nı simgeleyen kağnı arabasıyla köylü kadın vardır. Kağnı ve kadın görüntüsünün altında yukarıdaki bulutların ve ışınların devamı görülür. Alt-ortadaki ışınların içinde beliren şakül, devletin yapılaşmasını simgeler. - İstiklâl Madalyasının arka yüzünde yukarı doğru bakan ay yıldızla çevrilmiş olarak Misak-ı Millî sınırlarını gösteren Türkiye Haritası vardır. Harita üzerinde, Ankara'nın yeri bir yıldızla işaretlemiştir. Yıldızdan çıkan yedi ışın, haritanın değişik yönlerine uzanır birisi Kars'a, diğeri Edirne'ye kadar ulaşır. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde verilen ilk madalyaların kurdele rengi yeşildir. Ancak daha sonra milletvekillerine yeşil, cephede bulunanlara kırmızı, cephe gerisinde çalışanlara beyaz renkte kurdelesi olan madalyalar verilmiştir. Cephede görev almış milletvekillerinin madalya şeritleri yarı kırmızı, yarı yeşil renklidir. 15 Mayıs 1919’dan 9 Eylül 1922 tarihine kadar süren Kurtuluş Savaşı’nda cephede veya cephe gerisinde kahramanlık ve fedakarlık gösterenlere İstiklâl Madalyası verilmiştir. 20 Kasım 1920’den itibaren 1926 yılına kadar, milletvekili, kuvay-ı milliyeci, PTT memuru, mülk-i amir ve askerlerden oluşan toplam 6920 kişi TBMM tarafından İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilmiştir. 1968’de 1005 sayılı yasanın (1 Mart 1968 tarihi itibarıyla) kabulüne kadar geçen 47 yıl içinde 17.557’si subay-astsubay ve 77.704’ü erbaş ve er olmak üzere toplam 95.261 kişiye “İstiklâl Madalyası” verilmiştir. 30 Ocak 1929 gün ve 3579 sayılı kanun gereğince; Kurtuluş Savaşı'nda millî orduda görev alan alay sancaklarına da birer İstiklâl Madalyası verilmiştir. Türkiye'de ayrıca İstiklâl Madalyası sahibi üç şehir ve bir ilçe bulunmaktadır. Bunlar Kahramanmaraş, Gaziantep, Şanlıurfa ve İnebolu'dur. Gaziantep 2008 yılında istiklal madalyasını alırken Şanlıurfa ise 2016 yılında almıştır. Kahramanmaraş, 21 Ocak 1920 – 11 Şubat 1920 arasında kurtuluş mücadelesi vererek şehri Fransız işgalinden kurtaran halkın kahramanlığı nedeniyle 5 Nisan 1925’te kırmızı şeritli İstiklâl madalyası ile ödüllendirildi. Kurtuluş Savaşı sonrasında Meclis’ten gelen "şehirde Kurtuluş Savaşı’na katılanların bildirilmesi" şeklindeki yazı üzerine toplanan şehrin ileri gelenlerinin "“Maraş'ta Millî Mücadele'ye katılmayan tek bir fert bile yoktur”" cevabı üzerine TBMM, madalyayı fertlere değil bütün şehir halkına verme kararı almıştır. 1925’ten beri 12 Şubat’ta gerçekleşen törenlerde şehrin İstiklâl Madalyası bayrağa törenle takılarak bu olay canlandırılır. İnebolu ise 9 Nisan 1924 tarihli TBMM kararıyla İnebolulu kayıkçıların gayretleri ve başarıları nedeniyle beyaz şeritli İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilmiştir. Madalya, İnebolu Belediyesi’nde muhafaza edilmektedir. Her yıl 9 Haziran'da tören alanında istiklal madalyası ile birlikte verilen berat açılıp okunur. İstiklâl Madalyası, madalya sahibinin ölümü üzerine; varsa oğullarından en büyüğüne, oğlu yoksa kız çocuklarından en büyüğüne, kız çocuğu da yoksa babasına, o da yoksa annesine, o da yoksa eşine miras yoluyla intikal eder. İntikal işlemleri Millî Savunma Bakanlığı'nın Askere Alma Dairesi Başkanlığı tarafından yürütülür. Son İstiklal madalyası Kurtuluş Savaşında hizmeti olduğu halde madalya alamadan vefat eden dedesi Yusuf YİĞİT’den dolayı oğlu Mehmet YİĞİT’in, 66 Sayılı İstiklal Madalyası Kanununun 5742 Sayılı Kanun ile EK-4’üncü maddesi gereği İstiklal Madalyası ile taltifine dair 19 Mayıs 2016 tarihli ve 352 Sayılı Karar Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmıştır. Bu İstiklal Madalyası halen Menemen Kaymakamı olarak görev yapan Kaymakam Gülihsan YİĞİT'e 24 Mayıs 2016 tarihinde verilmiştir. TBMM 1. Dönem üyelerinden bazılarına İstiklâl Madalyası verilmesi için Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından yazılan tezkere, TBMM'nin 21 Kasım 1923 Çarşamba günü 65. toplantısında görüşülmüş ve yapılan oylama sonucunda Mustafa Kemal ve 23 arkadaşına kırmızı-yeşil şeritli İstiklâl Madalyası verilmesi oybirliğiyle kabul edilmiştir. Buna göre, TBMM Birinci Devre üyelerinden olup Batı Cephesi'nin Kuzey Grubu'nda yararlık gösteren asker milletvekilleriyle, sivil şahıslara 66 sayılı yasanın ikinci ve beşinci maddelerine dayanılarak İstiklâl Madalyası verilmiştir. Ölen son İstiklâl Gazisi ve İstiklâl Madalyası sahibi Gazi Mustafa Şevki Yakut'tur. Hatay ilinin Dörtyol ilçesinde 1989 yılında vefat etmiştir. Mustafa Şevki I. Dünya Savaşında Yemen Cephesinde kahramanca savaşmış, fakat Arapların İngilizlerle birlikte olması üzerine esir düşmüştür. 5 yıl esir kalan Mustafa Şevki Mondrosla beraber yeniden Dörtyol'a dönmüştür. Smith & Wesson Smith & Wesson ABD merkezli tabanca firmasıdır. 1852 yılında Horace Smith ve Daniel B. Wesson tarafından kuruldu. İlk ürettikleri tabancanın adı "The Volcanic"tir. Ürettiği tabanca çeşitleri toplu "(revolver)" veya şarjörlüdür. Firma ayrıca çakı da üretir. Demir Demir, atom numarası 26 olan kimyasal element. Simgesi Fe dir (Latince. "Ferrum" dan). Demir,  dünya yüzeyinde en yaygın dördüncü mineral ve yerkabuğunda en çok bulunan metaldir. Yerkürenin merkezindeki sıvı çekirdeğin de tek bir demir kristali olduğu tahmin edilmekle birlikte, demir nikel alaşımı olma ihtimali daha yüksektir. Dünyanın merkezindeki bu kadar yüksek miktardaki yoğun demir kütlesinin dünyanın manyetik alanına etki ettiği düşünülmektedir. Demir metali, demir cevherlerinden elde edilir ve doğada nadiren elementel halde bulunur. Metalik demir elde etmek için, cevherdeki katışkıların ("İndg: impurity") kimyasal indirgenme yoluyla uzaklaştırılmaları gerekir. Demir, aslında büyük ölçüde karbonlu bir alaşım olarak kabul edilebilecek olan çelik yapımında kullanılır. Demir, karbonla birlikte 1420–1470K sıcaklığa kadar ısıtıldığında oluşan sıvı ergiyik %96,5 demir ve %3,5 karbon içeren bir alaşımdır ve dökme demir veya pik olarak adlandırılır. Bu ürün ince detaylı şekiller halinde dökülebilirse de, içerdiği karbonun çoğunu uzaklaştırmak amacıyla dekarbürize edilmediği sürece, işlenebilmek için fazlasıyla kırılgandır. Demir, tüm metaller içinde en çok kullanılandır ve tüm dünyada üretilen metallerin ağırlıkça %95'ini oluşturur. Düşük fiyatı ve yüksek mukavemet özellikleri demiri, otomotiv, gemi gövdesi yapımı, ve binaların yapısal bileşeni olarak kullanımında vazgeçilmez kılar. Çelik, en çok bilinen demir alaşımı olup, demirin diğer kullanım formları şunlardır: Demirin ilk kullanımına dair işaretler, mızrak uçları, bıçak ve süs eşyası şeklinde olup Sümerlere ve eski Mısırlılara kadar (yaklaşık MÖ 4000 yılları) dayanmaktadır. Demirin kolay korozyona uğraması nedeniyle altın ve gümüşten yapılan nesnelere kıyasla çok eski tarihlerde demirden yapılan nesnelere daha az rastlanır. G. A. Wainwright tarafından Giza, Mısır'da bulunan ve MÖ 3500 yıllarına ait olduğu tahmin edilen bazı demir boncukların meteor taşlarından yapıldığı düşünülmektedir. Çünkü, yerkabuğunda bulunan demir yok denecek kadar veya çok çok az bir miktar nikel içermesine karşın, bu boncuklarda meteor kökenli olduklarını belgelercesine % 7,5 oranında nikel içerik tespit edilmiştir. Daha sonraları MÖ 2000 yıllarında özellikle Mezopotamya ve Anadolu civarında ergitilmiş demirden yapılmış objeler daha çok görülmeye başlanır. Bu objelerin içeriğinde nikele rastlanmaması da meteor taşlarından yapılmadıklarının bir göstergesidir. Ancak bunların kullanımlarının daha çok törensel olması, demirin o çağlarda altından bile daha pahalı olmasından dolayıdır. Örneğin İlyada'da savaş silahları bronzdan yapılmasına karşın demir ingotlar ticarette kullanılmaktadır. Bazı kaynaklara göre o çağlarda demir, bakır'ın saflaştırılması sırasında bir yan ürün olarak ('sünger demir') ortaya çıkmakta ve devrin metalurji bilgisi, demiri yeni baştan üretmeye MÖ 1600 ile MÖ 1200 yıllarına gelindiğinde demirin Orta Doğu'da giderek artan bir şekilde kullanıldığı görülür, fakat gene de bronzun yerini alamaz. MÖ 1200 ile MÖ 1000 yıllarında Orta Doğu'da, araç-gereç ve silah yapımında bronzdan demire hızlı bir geçiş yaşanmasının ardında demir işleme teknolojisinde kaydedilen bir gelişme değil, bronz yapımında kullanılan kalayın arzında yaşanan kesinti yatmaktadır. Dünyanın değişik yörelerinde değişik zamanlarda yaşanan bu geçiş süreci, yeni bir çağın, 'Demir Çağı'nın başlangıcının işareti olmuştur. Bu simge, demirin, silahların metali olduğunu, savaş tanrısı Mars'ı işaret etmekteydi. Bronzdan demire geçiş süreci sırasında gerçekleşen bir başka keşif de karbürizasyon olmuştur. Karbürizasyonun kelime anlamı demire karbon ilavesi prosesidir. Demir, sünger demir şeklinde kazanılmış ve tekrarlı bir şekilde katlanarak dövülmek suretiyle içerdi
ği curufun kütleyi terketmesi ve karbonun oksitlenmesi sağlanmıştır. Ancak dövülmüş dökme demirin çok az karbon içermesi nedeniyle su verme ile sertleştirilmesi pek kolay olmamaktaydı. Orta Doğu insanları, dökme demiri, odun kömürü üzerinde uzun süre ısıtıp daha sonra su veya yağda su vererek çok daha sert bir ürün elde etmeyi başarmışlardır. Elde edilen ürün, çeliğin yüzeyine sahipti ve yavaş yavaş yerini almaya başlayacağı bronzdan çok daha sert ve daha az kırılgandı. Çin'de Zhou hanedanının son yıllarına doğru (MÖ 550), oldukça gelişmiş ocak teknolojisi nedeniyle yeni bir demir üretim yöntemi ortaya çıktı. 1300 K sıcaklıkları aşan yüksek fırın yapabilmeleri, Çinlilerin dökme demir (veya pik demir) üretmelerini sağladı. Hindistan'da demirin kullanılışı MÖ 250 yıllarına kadar geri gider. Delhi'de Kutup kompleksindeki ünlü demir direk, saf demirden (%98) yapılmış olup bugüne kadar bozulmadan gelebilmiş ve paslanmamıştır. Demir, karbonla birlikte 1420–1470K sıcaklığa kadar ısıtıldığında oluşan sıvı ergiyik %96,5 demir ve %3,5 karbon içeren bir alaşımdır. Bu ürün ince detaylı şekiller halinde dökülebilirse de, içerdiği karbonun çoğunu uzaklaştırmak amacıyla dekarbürize edilmediği sürece, işlenebilmek için fazlasıyla kırılgandır. Avrupa'da dökme demirin gelişimi, ergitme ünitelerinde 1000K nin üzerine çıkılamadığı için epeyce geç olmuştur. Batı Avrupa'da, orta çağın büyük bir kısmında demir, sünger demirin dövülerek dökme demire dönüştürülmesiyle elde edilmiştir. Dökme demirin Avrupa'da ilk ortaya çıkışı İsveç'in Lapphyttan ve Vinarhyttan bölgelerinde 1150 ve 1350 yıllarında olmuştur. Bu gelişimin Moğollar tarafından Rusya üzerinden bu bölgelere getirildiği şeklindeki hipotezler doğrulanmamıştır. 14. yüzyılın sonlarına doğru, top güllelerine olan talep artışıyla birlikte dökme demir pazarı oluşmaya başlamıştır. İlk demir izabe (ergitme) işlemlerinde, hem ısı kaynağı hem de redükleme aracı olarak odun kömürü kullanılmıştır. 18. yüzyıl Birleşik Krallık'ında ağaç kaynaklarının azalmasıyla birlikte alternatif olarak kok kömürü kullanılmış ve Abraham Darby'nin bu buluşu endüstri devrimi için gerekli olan enerji kaynağını ortaya çıkarmıştır. Demir uzayda en çok bulunan elementlerden birisi olup yerkabuğunda %5,06 oranında bulunur. Genel olarak yerkabuğunda bulunan demir filizleri (cevherleri) hematit, limonit, götit, magnetit, siderit ve pirittir. Dünyanın çekirdeğinin de büyük oranda metalik demir nikel alaşımından meydana geldiği tahmin edilmektedir. Demir madenlerinden çıkarılan demir cevherlerini izabeye uygun hale getirmek için yüksek tenörlü ve düşük tenörlü cevherler için yapılan işlemler olmak üzere iki gruba ayrılırlar. Yüksek tenörlü cevherler için sadece boyut küçültme işlemine prosesine tabi tutulurlar. Düşük tenörlü cevherler ise gravite ayırma, manyetik ayırma, flotasyon, elektrostatik ayırma, yıkama, kalsinasyon, liç, seçimli salkımlaştırma gibi yöntemler kullanılarak hazırlanırlar. Demir, bakır ve kalsiyum gibi bazı minerallerin emilimi ve kanda oksijeni taşıyan kırmızı kan hücrelerinin ve çeşitli enzimlerin üretimi için gereklidir. Ayrıca, bağışıklık sistemini de güçlendirir. Besin maddeleri ve suda bulunur. Toprakda da bol miktarda demir bileşikleri bulunur. Bitkiler demiri topraktan, hayvan ve insan organizması da bitkilerden alır. Günlük ihtiyaç 8 – 10 mg kadardır. Bu miktar gebelik, emzirme ve adet dönemlerindeki kadınlarda biraz daha fazladır. Demir için en iyi kaynaklar karaciğer, böbrek, kalp, sakatatlar, yumurta sarısı, balık, istiridye, fasulye, ıspanak, buğday ve yulaf unu, hurma, ceviz, fındık, kuru kayısı ve pekmezdir. Organizmada hemoglobin, miyoglobin, solunum enzimlerinde bulunur. Besinlerde Fe şeklinde bulunur. Demir eksikliğine, Demir Eksikliği anemisi (kansızlık) denir. Demirin fazlası insanlar için zehirleyicidir, çünkü aşırı miktarda alınan iki değerli demir (ferros demir) vücuttaki peroksitlerle reaksiyona girerek serbest radikaller yapar. İnsan vücudu demirin emilimini çok sıkı kontrol eden bir mekanizmaya sahipse de vücuttan atılmasına ilişkin fizyolojik bir yetisi yoktur. Dolayısıyla, alınan aşırı miktardaki demir, sindirim sisteminin tüm bölgelerindeki hücrelere zarar verebilir ve kan dolaşım sistemine girebilir. Kan dolaşımına giren demir, kalp, karaciğer ve diğer organların hücrelerine de zarar vermeye başlar ve bu da, uzun süreli organ hasarları veya aşırı dozdan ölümlere kadar gidebilir. İnsanlarda demir zehirlenmesinin başlangıç değeri vücut ağırlığının kilogramı başına alınacak 20 miligram demirdir. Kilogram başına 60 miligram demir, öldürücü dozdur. Demir zehirlenmesi ile ilgili fazla bilgi için tıklayınız (İngilizce ve dış kaynak). Altı yaşından küçük çocuklarda en çok görülen zehirlenme yoluyla ölüm nedeni, ferros sülfat tabletlerinin aşırı tüketimidir. Vücudun dayanabileceği günlük demir üst sınırı yetişkinlerde 45 miligram, 14 yaş altı çocuklarda ise 40 miligramdır. Demir eksikliği hastalığı (demir eksikliğine bağlı anemi) olanların haricinde ve bir doktora danışmaksızın demir takviyesi ilaçlarının kullanımı sakıncalıdır. Kan veren kişiler de düşük demir seviyesi riskine sahip olup demir alımlarını takviye etmelidirler. Demirden ileri gelen toksikasyonlarda spesifik antidot Deferroksamin'dir. Ferroz (Fe2+) ve ferrik (Fe3+) durumlar arasında kolaylıkla değişim yapabildiğinden dolayı, demir bir redoks sistemi olarak fonksiyon görebilir. Hem demir-sülfür proteinlerindeki non-hem demiri hem de stokromlardaki hem demiri bu yolla kullanılır. Demir aynı zamanda siyanid, karbonmonoksit, moleküler oksijen, ve organik moleküllerdeki azot atomları üzerinde bulunan serbest elektron uçlarına bağlanabilirler. Bu özellik hemoglobin, miyoglobin ve sitokrom oksidaz gibi oksijen bağlayan proteinlerde kullanılır. Aşırı veya yanlış yerlerde bulunduğu zaman demir çok toksiktir: diğer ağır metallerde olduğu gibi demir bazı proteinlere bağlanır, onların yapılarını ve biyolojik özelliklerini bozar. Hatta daha kötüsü, moleküler oksijen varlığında reaktif hidroksil ve oksidatif hasar oluşturmak suretiyle oksidatif hasarı başlatabilir. Bundan dolayı serbest demir konsantrasyonu, yani bağlı olmayan demir minimumda tutulmalıdır. Bu, fizyolojik şartlarda demirle tam olarak doyurulmamış demir bağlayıcı proteinlerle sağlanır. Normal yetişkin bir insanda 3-4 gram demir bulunur. Mervaniler Mervânîler (Arapça: مروانيون Marwānīyūn), 10. ve 11. yüzyıllarda Diyarbakır'da hüküm sürmüş Kürt veya Arap hanedanıdır. Emevi halifelerinin Abdülmelik bin Mervan ile başlayan bir kolu olan Mervaniler'in Güneydoğu Anadolu'daki emirliklerinden biridir. Abbasilerden Ebu Müslim'in akınları sonrasında yöreden çekilmeye başlayan Mervaniler çeşitli zamanlarda Arabistan'a geri dönmüşlerdir. Bu sülale bugün hala Suudi Arabistan'da ve Ürdün'de varlığını sürdürmektedir. Mervanilerin kurucusu Ebu Abdullah el-Hüseyn bin Düstek el-Baz, onuncu asrın ortasından itibaren Doğu Anadolu'da fetihlere girişti. İlk önce güneyden gelerek Erciş'i ve çevresindeki müstahkem (sağlam) mevkileri aldı. Baz, nüfüzunu kuvvetlendirerek, Büveyhilerin hakimiyetindeki Diyarbakır ve Silvan ve Nusaybin'i ele geçirdi. Büveyhi nüfuzunun azalmasından istifade ederek, 984 senesinde Şii-Büveyhoğulları'nın sultanı Samsamüddevle Merzubani'yi mağlub edip Musul'u ele geçirdi. Bağdad'ı almak istediyse de başaramadı ve Musul'u boşaltmak zorunda kaldı. 991 senesinde tekrar Musul'u ele geçirmek için harekete geçen Baz, şehrin hakimi olan Hamdaniler karşısında mağlub oldu ve bu savaşta öldü. Bunun üzerine kız kardeşinin oğlu Hasen bin Mervan, Baz'ın dul eşiyle evlenerek tahta geçti. Hamdaniler ile mücadeleye devam ederek onları iki defa mağlup etti. Hasen bin Mervan, 997 senesinde Diyarbakır'da öldürülünce, yerine kardeşi Mumehhüdüddevle Said bin Mervan geçti. Said ile Ebu Nasr bin Mervan arasında mücadele başladı. Ebu Nasr, 1011 senesinde Saidi zehirleterek ortadan kaldırdı ve Mervani tahtına geçti. 1011'de hükümdar olan Ebu Nasr, elli seneden fazla hüküm sürdü. Mervanilerin bölgedeki hakimiyetini kuvvetlendirip refahını yükseltti. Abbasi Halifeliğin yüksek hakimiyetini tanıdı. Devrin kuvvetli komşu devletlerinden Bizanslılar ve Fatımiler'e karşı istiklalini korumak için maharetle iyi münasebete bulundu. Mervanilerin hakim olduğu bölgede Şafii mezhebi yayıldı. Nasır, 1071 senesinde Selçuklu Sultanı Alp Arslan'a tabi oldu. Nasır'ın ölümünden sonra yerine oğlu Mensur geçti. Selçuklu veziri Fahrüddevle bin Cehir Mervani topraklarını ele geçirmek için Sultan Melikşah'dan izin aldı. 1085 senesinde Selçuklu ordusu şiddetli bir çarpışmadan sonra bölgeyi ele geçirdi. Son Mervani hükümdarı Mensur, 1096 senesinde ölünceye kadar Ceziret-i İbni Ömer'de yaşadı. Necdet Mahfi Ayral Necdet Mahfi Ayral (d. 6 Ağustos 1908 İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu - ö. 5 Haziran 2004, Türkiye İstanbul), Türk tiyatro ve sinema sanatçısı. Galatasaray Lisesi'nde sürdürdüğü eğitimini I. Dünya Savaşı nedeniyle yarıda bıraktı. Sahneye ilk adımını 24 Eylül 1932'de Darülbedayi'de "7 Köyün Zeynebi" oyunuyla atan Ayral, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda "Lüküs Hayat", "Kral Lear", "Deli Dolu", "Fizikçiler", "Bir Komiser Geldi", "Cyrano de Bergerac" ve "Tartuffe" gibi oyunlarda unutulmaz kompozisyonlar yarattı. Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren tiyatronun yanı sıra 150'ye yakın filmde de rol almış, bazı filmlerde senaryo yazarlığı da yaptı. 1950-75 yılları arasında İtalyanlar'ın ünlü komedyeni Totò'yu konuşarak, dublaj sanatında da ustalığını gösterdi. Ölümünden önceki dönemde dünyanın bilinen en yaşlı aktörleri arasındaydı. Ayrıca tiyatro sanatçısı Jeyan Mahfi Ayral Tözüm'ün babasıdır. 2004 yılında yaşamını yitiren sanatçının kabri Zincirlikuyu Mezarlığı'ndadır. Karel Čapek Karel Čapek (d. 9 Ocak 1890 - ö. 25 Aralık 1938), 20. yüzyılın önemli Çekoslovak yazarıdır. Adı Karel Çapek olarak okunur. Yaygın kullanımı ile robot kavramını ortaya atan kişi olarak bilinir. Robot kelimesi, ilk defa olarak Karel Čapek'in 1920 yılında yazdığı "R.U.R. - Rossum's Universal
Robots" adlı (ve Türkçeye Halid Fahri tarafından "R.U.R. - Alemşumul Suni Adamlar Fabrikası" adıyla çevrilip, Osmanlıca olarak 1927 yılında Devlet Matbaası tarafından da yayınlanan) eserinde yer almış ve daha sonra tüm dünyada kullanılmaya başlanmıştır . Ancak aslında bu terimin gerçek yaratıcısı Karel Čapek'in kardeşi olan Josef Čapek'tir . Čapek, Malé Svatoňovice 'de, sonraları adı sırasıyla Çekoslovakya ve Çek Cumhuriyeti olacak olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'da doğmuştur. Karel Čapek, akıl ve mizah içeren geniş bir alanda yazmıştır. Çalışmaları ilginç olmalarının yanı sıra Çek dili ile gerçeklik kavramının tam ve kesin açıklamaları olmaları açısından da başarılıdır. İnsanın ve dünyanın gelecekteki sosyal evrimine bakışının yanı sıra, Yumuşak ve klasik Avrupa bilim kurgusuna göre daha teknik ve gelişmiş uzay yolculuğu öyküleri ile yeni bir akımın öncüsü sayılabilir. 20. yüzyılın ilk yarısında etik açıdan devrimci buluşları ele alan eserleri, kütle ve atom silahları,insan ötesi akıllı varlıklar ve robotlar ile ilgiliydi. Čapek eserlerinde sosyal felaketlerin iç yüzü, diktatörlük, şiddet ve tröstlerin sınırsız gücünün insan üzerindeki etkilerini ele aldı. Diğer kitapları, dedektif hikâyeleri, romanlar, peri masalları, tiyatro oyunları ve bahçecilik üzerinedir. Bununla beraber en önemli çalışmaları, çözmeye çalıştığı epistemoloji problemi veya "Bilgi Nedir?" sorusu üzerine olmuştur. 1930'lu yılların sonlarında vahşi Nazi ve faşist diktatörlüklerinin yarattığı tehdit üzerine yoğunlaştı.En üretken yılları çeklerin ilk cumhuriyeti olan Çekoslovakya'da (1918 - 1938) geçti. Bu yıllarda yazdığı T.G. Masaryk ile konuşmalar bir çek vatanseveri ve Çekoslovakya'nın ilk devlet başkanı olan Tomas Masaryk ile cuma günleri düzenlediği bahçe toplantıları sırasındaki konuşmaları ve tartışmaları içermektedir. Bu büyük politik lider ile olan sıradışı ilişkisinin daha sonraları Václav Havel'e ilham verdiği bilinir. İkinci dünya savaşı patlak vermeden hemen önce Prag'da ölmüştür.Ölümünden sonra aklanana kadar Gestapo kendisini 2 numaralı halk düşmanı olarak nitelendirmiştir. Ressam ve yazar olan kardeşi Josef Čapek'de Bergen-Belsen toplama kampında hayatını yitirmiştir. Çekçe "Robota" kelimesi, Almanca "Arbeit" ("Çalışmak") ile aynı kökenden gelmektedir. Gamze Özçelik Gamze Özçelik (d. 26 Ağustos 1982, İstanbul), Türk oyuncu, sunucu ve model. Maltepe Anadolu Lisesi ve Bilgi Üniversitesi'nde eğitimini tamamladıktan sonra, 1999'da Elite Model Look Ipek güzeli, 2000'de Miss Turkey 2. güzeli seçilmiş ama bir hayır defilesi dışında podyuma çıkmamış, oyunculuğa ağırlık vermiştir. Popstar isimli yarışma programında sunuculuk yapmıştır. 'Seni Seviyorum' isimli tiyatro oyununda oynadı. "Arka Sokaklar" isimli polisiye dizide Zeynep karakterini canlandırdı. Buzda Dans, Popstar, Türkstar gibi yarışma programlarının sunuculuğunu üstlendi ve birçok özel gecenin sunumunu yaptı. Şu an Ben Buradan Atlarım adlı yarışma programını sunmaktadır. 19 Haziran 2008 tarihinde Uğur Pektaş ile Büyükada'da evlendi. Çift 2011 yılında boşandı. Tevfik Gelenbe Tevfik Gelenbe (d. 1931, İstanbul - ö. 20 Ekim 2004, İstanbul), Türk tiyatro sinema ve dizi oyuncusu. Vefa Lisesi mezunudur. 1960 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sanat yaşamına başlayan Gelenbe, 1969'da “Tevfik Gelenbe Tiyatrosu”nu kurdu. "Tevfik Gelenbe Tiyatrosu" vesilesiyle, özellikle genç oyunculara sağladığı desteklerle tanındı. 1980'lerde Uğurlugil Ailesi televizyon dizisinde canlandırdığı "Bacı Kalfa" rolü ile ülke çapında üne kavuşmuştur. 73 yaşında kanserden ölmüştür. Mezarı İstanbul Anadolu yakasında Merdivenköy Mezarlığı'ndadır. Focke-Wulf Fw 190 Focke-Wulf Fw 190, Alman yapımı II. Dünya Savaşı uçağı. FW-190'lar tek pilotlu, tek motorlu bir önleyici ("en. interceptor") avcı uçağı (sonraları avcı-bombardıman versiyonları da yapıldı) olarak tasarlanmıştır. 1941 yılında hizmete girdi ve savaş sırasında 6.000 tanesi avcı-bombardıman olmak üzere 20.000 tane üretildi. 1943 yılında Türkiye bu uçaklardan 72 tane satın almıştır. Fw 190'lar yine aynı dönemlerde kullanılmış olan Bf109'larla Luftwaffe'nin temel avcı uçağı ihtiyacını karşılamışlardır. Dizayn felsefesi güçlü bir hava soğutmalı motorun mümkün olan en küçük gövdeye yerleştirilmesi şeklinde özetlenebilir. Yine aynı dizayn yaklaşımını Bf109'larda da görebiliriz (su soğutmalı motor). Bu eğilim ufak hedef teşkil eden, hızlı ve manevra kabiliyeti yüksek uçakların üretilmesine imkân vermiştir ancak birer ön cephe avcı uçağı olarak kabul edilen bu uçakların harekat menzilleri genel olarak kısa kalmıştır. Avrupa tasarımı uçakların çoğunda görülen bu handikap Amerikan yapımı P-47 thunderbolt ve P-51 mustang gibi uzun menzilli avcıların ortaya çıkışıyla daha da belirgin bir hale gelmiştir. Fw 190 mükemmel görüş açısı, ağır silah yükü ve yüksek hızıyla alman pilotların ve rakiplerinin takdirini kazanmıştır. Ancak zannedilenin aksine Fw 190 bir bombardıman önleme uçağı olarak cepheye sürülmemiştir, değişen şartlar ve Bf109'ların yetersiz kalan ateş gücü Fw 190 'ların bu görevleri üstlenmelerine yol açmıştır. Fw 190A serisinin bombardıman guruplarının genellikle tercih ettiği yüksek irtifalarda ciddi performans sorunları vardır. Uçakların yüksek irtifalarda performanslarını korumalarını sağlayan süperşarj teknolojisi Fw190'lara güç veren bmw 801 serisi motorlarda verimli olamamıştır. Dolayısıyla yüksek irtifa bombardıman engelleme görevlerini gerçekleştirmeye çalışan Fw 190'lar eskort avcılarına kolay bir hedef teşkil etmişlerdir. Uçağın en dikkat çeken özelliğiyse kısa kanatları ve dengeli eleron'ları sayesinde gerçekleştirebildiği ani yatışlardır. Kendi ekseni üzerinde çok ani ve kontrollü dönüşler yapabilen Fw 190, manevra kabiliyeti çok yüksek bir avcı uçağı olan spitfire'ların bile takip edemeyeceği manevraları art arda sıralayabilirdi. Havacılıkta Makas hareketi olarak bilinen ve uçağın çok kısa bir süre içinde ani dönüşler yapmasına dayanan manevranın çok başarılı bir şekilde kullanılmasına imkân veren Fw 190 kendisini takip eden ve manevra avantajı bulunan rakibini kolaylıkla atlatabilirdi. Geniş aralıklı iniş takımı, elektrik kontrollü otomatik kontrol sistemleri, yüksek hızlardaki manevra kabiliyeti, ağır silah yükü ve geliştirilmeye müsait yapısıyla başarılı bir dizayn olarak kabul edilen Fw 190 değişen savaş koşulları ve müttefiklerin artan sayı üstünlüğü karşısında pratikte başarısız olmaktan kurtulamamıştır. Fw 190'ların bütün çeşitlemeleri bomba taşıyabiliyordu ama bombardıman görevleri için F ve G versiyonları yapıldı. Bunların kanatlarındaki makinalı tüfek yuvalarından ikisi azaltılmış onun yerine bomba takma yerleri konulmuştu bu versiyonlar daha çok zırha sahipti. Ayrıca bomba yüklendiği zamanki ağırlıkları ilk Fw 190'ların ağırlığının 4 katına tekabül ediyordu. Savaşın sonlarına doğru Fw 190'lar P-51'lerle baş edemiyorlardı çünkü P-51'ler daha hızlıydı. Bunun için yeni versiyonları (Ta 152H) geliştirilsede ikmal yetersizliği ve dağıtım problemleri yüzülden başarılı olamadı. Almanya Türkiye ile aralarındaki bağı korumak için savaşın en sıcak olduğu 1943 yılında 72 adet fw 190 a 2 Türkiyeye satmıştı A-2 ler üzerinde sadece 6 ader mg17 makineli tüfeği ihtiva ediyordu. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Sovyetler Birliği ve Batı Bloğu arasındaki ilişkilerin gerginleşmeye başlaması ve Avrupa'da ABD nüfuzunu arttıracak biçimde hazırlanan Marshall yardım planı çerçevesinde Türkiye'nin de dahil olduğu ülkelere ABD silahlı kuvvetlerinin elinde kalan çoğunlukla kullanılmış silah, araç-gereç malzeme verilmeye başlandı. ABD yardım heyetleri, TSK'nın yeniden yapılandırılması sürecinde birliklerin donatımlarının standartlaşması ve mümkün olduğunca ABD/Batı bloğu malzemelerinin kullanılması gerektiğini telkin etmiş olduklarından, FW190 avcı uçaklarının da hizmet dışı bırakılması gündeme geldi. Büyük olasılıkla, ABD yardımına ilişkin verilen sözlere güvenmedikleri için Türk yetkililerin bu uçakları kaba parçalara ayırıp katranlı brandalara sardıkları parçaları da Kayseri'de "bilinen bir noktada" toprağa gömerek saklamış oldukları bilinmektedir. Yapısal olmayan programlama Yapısal olmayan programlama, program yazılış sırası ile işletilirler. Bir “goto” terimi işletimin programda bir yerden başka bir yere iletilmesini sağlar. Bir “goto” çağırıldığında program goto’nun hedef satırından devam eder. Bu yüzden programın nasıl çalıştığını anlamak için programı aklınızda çalıştırmanız gerekir. Bunun anlamı programın mantığının anlaşılması özellikle program büyüdükçe imkânsızlaşmasıdır. Bazı derleyiciler “goto”ların hedeflerini indeksleyerek daha kolay bir dolaşım sağlayabilmektedir. Yapısal olmayan programlamanın karmaşıklığından dolayı Dijkstra “goto” teriminin kullanımının yasaklanması gerektiğini savunmuştur. Programlama dillerinde gerekmemesine rağmen, goto terimlerine yer verilmiştir. Bu terimin kullanılabileceği diller için Assembly, C, BASIC, FORTRAN gibi diller örnek verilebilir. Yapısal olmayan programlama aynı zamanda “spagetti kod” teriminin temelini oluşturmaktadır. Spagetti kod, içinde çok sayıda goto barındıran karmaşık kod yapılarına verilen argo bir terimdir. Kadir İnanır Kadir İnanır (15 Nisan 1949; Fatsa, Ordu), Türk sinema oyuncusu, yönetmen. Fatsa doğumlu olan Kadir İnanır, ailesinin son çocuğudur. Fatsa'daki ilkokul ve ortaokul eğitimi sırasında sahne yeteneğini çeşitli okul gösterilerinde sergiledi. İnanır, yatılı olarak okuduğu İstanbul Haydarpaşa Lisesi'nin ardından Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo-Televizyon Bölümü’nü bitirdi. 1967 yılında "Ses dergisi"'nin düzenlediği "Sinema Artisti Yarışması"'nda finale kaldı, 1968 düzenlenen "Saklambaç" gazetesinin "Fotoroman Artisti Yarışması"'nda da birinci oldu. Bir süre fotoromanlarda oynadıktan sonra "Yedi Adım Sonra" (1968) adlı filmdeki küçük bir rolle sinemaya başladı. İlk kez başrolde oynadığı 1970 tarihli, Atıf Yılmaz'ın yönettiği "Kara Gözlüm" filminde Türkân Şoray'la başrolleri paylaştı. Daha sonra Şor
ay'la birçok film daha çevirerek Türk sinemasının erkek yıldızları arasına girdi. Zamanla daha nitelikli filmlere yöneldi. Atıf Yılmaz'ın yönettiği "Utanç" (1972), "Selvi Boylum, Al Yazmalım" (1977) ve "Bir Yudum Sevgi" (1984), Ömer Kavur'un yönettiği "Ah Güzel İstanbul" (1981), "Kırık Bir Aşk Hikayesi" (1981) ve "Amansız Yol" (1985), Şerif Gören'in yönettiği "Tomruk" (1982), "Sen Türkülerini Söyle" (1986) ve "Katırcılar" (1987), Erdoğan Tokatlı'nın yönettiği "Suçumuz İnsan Olmak" (1986) ve "72. Koğuş" (1987), Zeki Alasya'nın yönettiği "Dikenli Yol" (1986), Zafer Par'ın yönettiği "Yedi Uyuyanlar" (1988), Melih Gülgen'in yönettiği "Tatar Ramazan" (1990) ve "Tatar Ramazan Sürgünde" (1992) bu filmler arasındadır. 5. Altın Koza Film Festivali’nde başrolünü Filiz Akın'la paylaştığı "Utanç" (1973) adlı filmle En İyi Erkek Oyuncu seçilen Kadir İnanır, başrollerini Fatma Girik, Serpil Çakmaklı, Nur Sürer, Erdal Özyağcılar ile paylaştığı 1985 tarihli "Yılanların Öcü" adlı Şerif Gören filmiyle ise 1986 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünün sahibi oldu. Kadir İnanır, 1990’da "Medcezir Manzaraları" adlı film ile 3. Ankara Film Festivali'nde de En İyi Erkek Oyuncu dalında ödülün sahibi oldu. Son dönem Türk sinemasında 2000 yapımı "Komser Şekspir" adlı Sinan Çetin filminde yeralan ünlü oyuncu, 24 yıl aradan sonra 2003 yılında "Gönderilmemiş Mektuplar" adlı filmde Türkân Şoray'la yeniden bir araya geldi. Uzun yıllar birbirine yakıştırılan ikili bu filmle de büyük ilgi topladı. 2005 yılında Memduh Ün ve Tunç Başaran'ın yönettiği, Fatma Girik ile birlikte başrollerini paylaştığı, "Sinema Bir Mucizedir" adlı yapımda oynadı. Oynadığı filmlerin içeriği konusunda da etkili olan İnanır genellikle onurlu, özverili ve güçlü erkek tiplerini canlandırmıştır. Toplam 182 sinema filminde ve 7 televizyon dizisinde rol alan İnanır'ın en uzun soluklu dizisi "Marziye" adlı yapım oldu. 1995-1996 yılları arasında Kanal D'de yayınlanan "Böyle Gitmez" adlı bir haber programının sunuculuğunu yaptı. Sosyoloji, ekonomi ve siyasetle de ilgilenen ve hiç evlenmeyen Kadir İnanır'ın kurbağa (göden) koleksiyonu bulunuyor. "Hekimoğlu Türküsü" Ümit Tokcan'la birlikte derlemiştir. Kadir İnanır için, 2000 yılında "Derman Bey" dizisinin çekimleri sırasında rol arkadaşı olan Buket Saygı'ya gönderdiği smsler nedeniyle taciz suçlamasıyla dava açıldı. İnanır, smsleri "motivasyon" amaçlı gönderdiğini belirtmesine karşın 2003 yılında sonuçlanan davada "sarkıntılık ve hakaret etmek" suçundan 6 ay hapis cezasına çarptırmış, iyi halden dolayı bu ceza 456 milyon 300 bin lira para cezasına çevrilip ertelenmiştir. Şubat 2012'de bel fıtığı ameliyatı olan İnanır, ardından akciğerlerinde görülen bir tümör nedeniyle bir operasyon daha geçirdi. Yordamsal programlama Yordamsal programlama, yordamların çağrılması mantığına dayanan bir yöntemdir. Fonksiyon, altyordam, altprogram, metot gibide adlandırılan yordamlar içlerinde hesaplama adımları barındıran program parçacıklarıdır. Tanımlanmış yordamlar program sırasında herhangi bir zamanda çağrılabilirler. Yordamlar diğer yordamların içindende çağrılabilecekleri gibi kendi kendilerini de çağırabilirler. Yordamsal programlama çoğu zaman sıralı programlamadan veya yapısal olmayan programlamadan pek çok durumda daha iyi seçimdir. Yordamsal programlama orta karar karmaşıklık sağlar iken, oldukça verimli bir program yönetimi sağlayabilmektedir. Olası verimleri: Modüler programlama Bir modül, bir bütünün içinde diğer elemanlarının çalışmasından bağımsız çalışabilen bir parça olarak tanımlanabilir. Bir problemi bu şekilde çözmeye çalışmak modüler programlama ya da birimsel programlamadır. Bir programda modülerlik programın rastgele seçilen iki parçası arasındaki etkileşimin belirlenmiş arabirimler vasıtası ile gerçekleştirilmesi ile artar. Modüler programlama teknikleri modülerliği arttıran teknikler olarak nitelendirilebilirler. Heckler & Koch Heckler & Koch ünlü bir Alman silah firmasıdır. En önemli silahları MP5, UMP , MP7, G3, G36 ve keskin nişancı tüfeği PSG-1'dir. Feridun Karakaya Feridun Karakaya, (d. 1928, İstanbul - ö. 24 Nisan 2004, İstanbul), Türk tiyatro ve sinema oyuncusu. Karakaya, Kabataş Erkek Lisesi mezun olduktan sonra 1955 ve 2002 yılları arasında pek çok film ve tiyatro eserinde rol oynadı. 1960 ve 1970'li yıllarda pek çok filmde canlandırdığı "Cilalı İbo" karakteri ile hafızalara kazınan sanatçı, 76 yaşında kalp krizinden öldü. Zincirlikuyu Mezarlığı'nda gömülüdür. Molière'in oyunlarında oynadığı rollerle Türkiye'de Fransız kültürünün tanınmasına sağladığı katkılar dolayısıyla Fransa tarafından Legion D'Honneur Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Sahnede oldukça dinamik, canlı performansıyla ve kendine özgü sempatik konuşma tarzıyla hatırlanmaktadır. Oğlu Cem Karakaya da babası gibi aktördür. 2007 yılında İstanbul, Beykoz Belediyesi tarafından açılan tiyatroya Feridun Karakaya'nın adı verilmiştir. Heckler & Koch G3 Heckler & Koch G3, 7,62 mm'lik otomatik piyade tüfeği. 1950'lerde Alman silah üreticisi Heckler & Koch ile İspanyol devletine ait dizayn ve geliştirme ajansı CETME iş birliğiyle geliştirilmiştir. 1959 yılında Bundeswehr'in standart piyade tüfeği olarak hizmete girmiştir Her saldırı tüfeği gibi, G3 saldırı tüfeklerinin geçmişi de StG-44'e dayanır. Aslında G3, CETME adıyla anılan İspanyol saldırı tüfeklerinin üzerinden geliştirilmiştir. Bu İspanyol tüfeği de Mauser Gerat prototip tüfeğinden geliştirilmiştir. StG-45(M), II. Dünya Savaşı'nın bitimine yakın, Wehrmacht'ın son çırpınışları sırasında StG-44 saldırı tüfeğinin üzerine tasarlanmıştır. StG-44'ün biraz masraflı olduğunu düşünen Wehrmacht, daha ucuza ve hızlı üretebileceği bir tüfek üzerinde çalışarak StG-45(M)'yi geliştirmiştir. Ancak bu tüfek Wehrmacht tarafından kullanılamamış, 1945'te üretime geçtiği sırada Almanya savaşı kaybetmiştir. Savaşın sonrasında İspanyollar bu silah üzerinden CETME modellerini geliştirmişlerdir. CETME'leri kullanan Batı Almanya bu silahı kendi üretmek istemiş ve "Heckler & Koch" adlı Alman silah şirketi tüfeğin üretimine geçmiştir. Üzerinde gerçekleşen birçok oynamanın ardından CETME Modelo B, onun üzerinden de bugünkü G3 tüfeğine ulaşılmıştır. G3 tek bir tüfek değildir, birçok modeli bulunmaktadır. 862 m/s hızla insan vücuduna ulaştıktan 18 santimetre sonra mermi takla atmaya başlar. Bu da tahrip gücünü katlar. 4 yiv, 4 setten oluşan tüfek, çekirdeği sürekli döndürdüğü için havadan 1000 kat daha yoğun olan vücutta takla atar. Vücutta bir kemikle karşılaşması durumunda yön değiştirir. Çarptığı kemikten fırlayan parçalar da şarapnel etkisi yaratarak dokulara hasar verebilir. Yukarıdaki tabloda Temporal Cavity olarak gösterilen, merminin oluşturduğu geçici boşluktur. Bu boşluk, merminin enerjisini absorbe etmeye çalışan dokulardan kaynaklanır. 10 milisaniyelik bu geçici boşluk; kalp, karaciğer gibi organlara isabet etmese bile zarar vermesini, ölümcül sonuçlar doğurmasını sağlar. G3 tüfekleri, Heckler & Koch şirketinin kendi geliştirdiği "silindir geciktirmeli gaz kaçırma" sistemli mekanizması Mauser "Gerat" prototipinden geliştirilmiştir . Bu sistem, MG42 makinalı tüfeğinin çalışma prensibinin aksine sabittir ve geri tepmesi yoktur. MG42, geri tepmenin neden olduğu güçten faydalanarak çalışır. Yani sistemin durmadan devam edebilmesi için silahın güçlü bir şekilde geri tepmesi gerekmektedir. G3 ise fişek yatağındaki yanmanın sürgü aracılığıyla fişeğe müdahale etmesi ile çalışır. G3, 20 adet 7.62x51mm NATO fişekli şarjörle beslenir. Tüfeğin üzerindeki emniyet mandalı hem istenilen şekilde atış yapılmasını sağlar, hem de tüfeğin kaza ile ateşlenmesini engeller: Emniyet mandalı "E" veya "1" seçeneğine getirildiğinde tüfek tek tek tetiğe her basıldığında ateş alır. Eğer mandal "F" veya "20" seçeneğine getirilirse tüfek tam otomatik atış yapacaktır; "S" veya "0" seçeneğine getirildiğinde ise tüfek güvenlidir, tetik mekanik olarak devre dışı olur. Bu seçenek tüfeğin kaza ile ateşlenmesini engeller. Tam otomatik seçeneğinde tüfek dakikada 500-600 adet kurşun atabilmektedir. Ayrıca G3 boşken 4,25 kilogram, doluyken 4,5 kilogram çekmektedir. Namlunun bitimi uç kısma eklentiler için özel yapılmıştır. Böylece bu uca süngü (günümüzde biraz gereksiz kalmıştır) takılabilmektedir. En çok kullanılan süngü M7 süngüsüne çok benzemektedir. Boyutları ve biçimi neredeyse aynıdır, aralarındaki fark süngülerin kabzalarındadır. Silahın hedefinde oluşturduğu muazzam tahribat tasarımına göre kendi sınıfı silahlardan daha uzun bir namluya sahip olması,fişek barutunun ve çapının muadil fişeklerden daha fazla olması ve mekanizmasının atım haznesine iyi bir şekilde yerleşmesinden dolayı G3 kendi sınıfındaki en öldürücü piyade tüfeğidir. Ayrıca ucun yardımıyla namlunun altına bombaatar yerleştirilebilir. Standart olarak HK 79 bombaatarı kullanılmaktadır. Günümüzde G3 tüfekleri birçok varyasyonlarıyla pek çok ülkede hizmettedir. Türkiye de G3 kullanan ülkeler arasındadır. Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu(MKE), G3A7 adlı tüfeğin lisansını alarak üretmektedir ve bu tüfek TSK tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır. G3A7, G3A3 modelinin MKE tarafından geliştirilmiş versiyonudur. Ayrıca bu piyade tüfeklerine T40 bombaatar takılabilmektedir. 7,62x51mm NATO (.308 Winchester) fişeği kullandığından dolayı tahrip gücü AK47, M16 tipi piyade tüfeklerinden oldukça yüksektir. Ottawa Ottawa, Kanada'nın başkenti ve dördüncü büyük kentidir. Ottawa Vadisi'nde kurulan kent, Ontario eyâletinin güneydoğu ucundadır ve hemen Québec eyaleti sınırındadır. Ottawa ve nehrin karşısındaki Québec'de bulunan Gatineau şehri birlikte Ulusal Başkent Bölgesi'ni (metropolitan alan) oluşturur. Toronto'nun 400 kilometre doğusunda, Montreal'in ise 250 kilometre batısında yer almaktadır. Türkçesi Ottava'dır. Yaygın olarak kullanılmasa da, ülkenin başkenti Türkçe resmi belgelerde bu şekilde geçmektedir. Ottawa aynı zamanda Kanada'da iki resmi dile (İngilizce ve Fransızca) sahip olan tek kenttir. İngil
izce ve Fransızca dilleri hukuken eşittir ve bütün resmi belgelerde, kamusal alanlarda (sokak ve yer adları gibi) birlikte kullanılmaları zorunludur. Ottawa'da halkın %32'sinin anadili Fransızca'dır. Şehir aynı zamanda, Québec ve Ontario eyâletlerini ayıran önemli bir su yolu olan Ottawa Nehri'nin kıyısında kurulmuştur. ABD, Avustralya ya da Meksika'nın aksine, Kanada'da bir "federal başkent bölgesi" bulunmamaktadır ve Ottawa eyâlet içinde bir belediye bölgesidir. Ottawa kentinin nüfusu 808.391 iken, Ottawa bölgesinin nüfusu 1.146.790'dır. İnsanların, kendi kabullerine göre milliyetlerini bildirdikleri son nüfus sayımına göre, nüfusun etnik dağılımı aşağıdaki gibidir: R.U.R. R.U.R. (Rosumovi Umělí Roboti), Rossum'un akıllı robotları anlamına gelir. Karel Čapek'in bilim kurgu tiyatro oyununun adıdır. Açılışı Prag'da 1921 yılında yapılan oyunun İngilizceye çevirisi Paul Selver tarafından, oyunun sahneye adaptasyonu ise Nigel Playfair tarafından 1923 yılında yapılmıştır. Basil Dean tarafından prodüksiyonu yapılan oyun St.Martin Tiyatrosunda, Londra'da sahnelenmiştir. "R.U.R." oyunu, Sanayi devriminin ekonomik, etik ve sosyal problemlerini yoğun bir şekilde yaşayan Avrupa insanının gelecek ile ilgili kaygılarına ayna tutması açısından önemli bir eserdir. 20. yüzyılın başında bilim kurgu edebiyatına, çağının ötesinde açılımlar kazandıran Karel Čapek, insan ötesi akıllı varlıkların veya yapay zekâya sahip robotların insanlar ile olan ilişkilerini, ahlaki ve antropolojik sorunlarını ele alarak Isaac Asimov gibi kendisinden sonra gelen bilim kurgu yazarlarını da etkilemiştir. Robot kelimesi, ilk defa olarak Karel Čapek'in bu eserinde yer almış ve daha sonra tüm dünyada kullanılmaya başlanmıştır . Oyunda geçen popülerleşmiş haliyle "robot" kelimesi, tüm dünyada daha önce kullanılan otomat veya android kelimelerinin yerini almıştır. Bu önemli eser 1927 yılında Halid Fahri (Halit Fahri Ozansoy) tarafından tercüme edilerek, İstanbul'da Devlet Matbaası tarafından "Cihan Edebiyatından Numuneler" serisi içinde Osmanlıca olarak basılarak yayınlanmıştır . Tercüme eserin tam adı R.U.R. - Alemşümul Suni Adamlar Fabrikası olarak konmuştur. Kitabın Latin harfleriyle Türkçe olarak yeni baskısı yapılmamıştır. Philippe Liégeois Philippe Liégeois (d. 8 Temmuz 1947), "Türk" takma adıyla anılan Belçikalı karikatüristtir. Başka bir Belçikalı karikatürist Bob de Groot ile çeşitli çalışmalara imza atan ikili, Belçika çizgi roman dünyasında uzun zaman "Türk & De Groot" ikilisi olarak anılmışlardır. Gökhan Kırdar Gökhan Kırdar (d. 2 Haziran 1970, Aydın), Türk müzisyen. 1970’da Aydın’da doğan Kırdar, İzmir'de ortaöğrenimi tamamladıktan sonra Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nü kazandı ve İstanbul’da yaşamaya başladı. İlkokulu Aydın'da Güzelhisar İlkokulu'nda okudu. Orta okulda Yedieylül Ortaokulu'nda okudu. Ardından liseyi Aydın Lisesi'nde okuyan Gökhan Kırdar, buradan mezun olup Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümünü kazandı. 1995 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesin'de okuyan Kırdar buradan mezun olup ilk şarkısını çıkardı. 1993’deki ilk film müziği çalışması olan “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar”, Kırdar’ın ikinci albümü "Tutunamadım" da yer aldı. 1994'te ilk albümü “Serseri Mayın”ı çıkardı Albümdeki Yerine Sevemem” adlı parça büyük beğeni topladı. 1995 yılında 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzikoloji Bölümü'nü kazandı. Sanatçı 1995' te "Tutunamadım" albümünü piyasaya çıkardı.1997'de kendi müzik şirketi Loopus'u kurdu. Türkiye’nin ilk elektronik müzik albümü unvanını alan “Trip” albümünü, 25 Kasım 1997'de Loopus Entertainment etiketiyle yayımladı. Bu çalışma, konuşabilen robot bir oyuncakla eşzamanlı üretilen ilk albüm olması açısından etkileyici bir fikir olarak ilgi gördü. 1999 Ankara Film Festivali’nde En İyi Kısa Film ödülü alan “Namaste” adlı filmin müzikleri de, Kırdar’ın bu dönemde yaptığı çalışmalar arasında yer aldı. 2000 yılı içerisinde sanatçı, ilk kütüphane çalışması olan “Ethnotronix” albümünü hazırladı. Müzikotek bu albümü 14 ülkede tanıttı. Aynı çalışma 2003 yılı başında albüm olarak da yayımlandı. Müziklerini yaptığı “Tekfur Sarayı ve İstanbul” belgeseli, 2002 İstanbul Belgesel Film Festivali'nde İzleyici Özel Ödülü’nü aldı. Aynı yıl “Aliya” belgeselinin müziklerini besteledi. Çalışma, Belgesel Yazarlar Birliği Yılın Belgeseli ödülünü kazandı. 2002 yılı içerisinde, “Fırsat/Crude” filminin müziklerini besteledi. Film başta Los Angeles Film Festivali En İyi Film ödülü olmak üzere, birçok festivalde ödül kazandı. Besteci, filmin müziklerini 2004’de “Keyf/Pleasure” albümünde bir araya getirdi. Albüm 2004 Eylül’ünde Yunanistan, Polonya ve Lübnan’da yayımlandı. Albümle aynı adı taşıyan “KeyfPleasure” şarkısı, EMI tarafından tüm dünyada piyasaya sürülen karma albümde de yer aldı. 2002’den bu yana “Kurtlar Vadisi” TV dizisinin müziklerini hazırlayan Kırdar, 2004’de “Kurtlar Vadisi” Vol.1 ve Vol.2 dizi soundtrack albümlerini yayımladı. 2004’de, Müzikotek aracılığıyla İngiliz Warner-Chappel müzik şirketiyle, yeni bir “library works” için anlaşma imzaladı. 2002’den itibaren film müziği ve televizyon projeleriyle büyük ilgi gören Kırdar, 2005 Ocak ayında, "Haziran Gecesi" dizisinin müziklerinin de yer aldığı “Yağmur” albümünü yayımladı. Sanatçı, Mart 2005’ te vizyona girecek sinema filmi “Anlat İstanbul” un müziklerini Kasım 2004' de tamamladı. Sanatçı halen "Kurtlar Vadisi Pusu", "Kayıp", "İnadına Yaşamak" isimli dizilerin müziklerini hazırlıyor. Kırdar, 2 Haziran 2005’ te “Yabancı Damat” dizisinin müziklerinin yer aldığı “Üstüme Basıp Geçme” albümünü yayınladı.Albüm, Türkiye ve Yunanistan başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde de yayınlanıyor. 2004’te Lüksemburg’da düzenlenen ve birçok Türk tasarımcının işlerinin sergilendiği "Self Project" te, “Tüür” başlıklı müzik projesiyle katılımcı olarak yer aldı.Aynı proje “Tüür_Yağmur Duası” adıyla 18 Temmuz 2005’ te MC-CD-DVD albüm ve videofilm olarak Türkiye ve tüm Avrupa ülkelerinde yayınlandı. “Tüür” projesi M.Ö. 15000’ e kadar dayanan Asya Türk Müziği çalgılarının elektronik müzikle sentezlendiği ilk çalışma olarak görülüyor. Kırdar, "Oqlub In Love" adını verdiği filmi için 2005 yılından bu yana çalışmalar yapmaktadır. Adı eski Türkçe "oq", gök kökünden gelen filmin önce bir dans prodüksiyonu olacağı, ardından ruhani bir yolculuğu anlatan müzikale dönüşeceğini belirtiliyor. Filmin Avrupa, Amerika, Asya ve Türkiye'de 2012'de sonbaharda vizyona gireceğini belirten sanatçı, 2012 şubatında başlayacak filmin bütçesini de 10 milyon TL olarak açıkladı. Polisiye Macera dalında Kurtlar Vadisi ve Komedi dalında Yabancı Damat dizileri ile 'En İyi Film Müziği' kategorisinde Beyaz İnci Ödüllerinin sahibi oldu. Damir Mrsic Damir Kaan Mrsic "(Damir Mršič)" (d. 25 Ekim 1970, Tuzla Bosna-Hersek), Fenerbahçe'nin ve Bosna-Hersek ulusal takımının basketbolcusudur. 1999'dan beri Bosna-Hersek millî takımında oyun kurucu görevinde oynayan Damir Mrsic, İzmir'de Tuborg ve Troy'da oynadığı dönemde Türk Pasaportu alarak Kaan Demir adıyla forma giymiştir. Fenerbahçe Ülker takımının kaptanlığını yapmıştır. Bosna Hersek millî takımınında guardlığını yapan Damir Mrsic ilerleyen yaşına rağmen oynadığı basketbolla yaşlanmadığını gösteriyor. Mrsic Türkiye'de ilk olarak Netaş formasıyla parkelere çıktı. 1995-1996 ve 1996-1997 sezonlarında Netaş forması giyen Damir Mrsic daha sonra Tuborg'a transfer oldu. 1997-1998 ve 1998-1999 sezonlarında Tuborg forması giyen Mrsic, daha sonra takımdan ayrıldı ancak bir dahaki sezon tekrar Tuborg'a dönme kararı alan Mrsic bu takımda tam 2 sezon oynadı. 2001-2002 sezonunda Fenerbahçe'den transfer teklifi alan Mrsic bu teklifi kabul etti ancak sadece bir sezon Fenerbahçe'de oynayabildi. Fenerbahçe'den ayrıldıktan bir yıl sonra Rusya Ligi'nde oynayan Mrsic, Fenerbahçe Ülker'den bir kez daha transfer teklifi aldı ve bu teklifi kabul etti. Son 6 sezonunda Fenerbahçe Ülker forması giymiştir. İlerleyen yaşına rağmen Türkiye'nin en iyi dış şutörleri arasında yer almayı başarmıştır. 25 Temmuz 2010 tarihinde basketbolu bıraktığını açıkladı ve Fenerbahçe Ülker'de "Takım Menajerliği" görevine getirildi. 2 yıl boyunca bu görevi üstlendikten sonra 2012 yılında istifa etti. Spin (fizik) Spin ya da dönü, fizikte bir parçacığın açısal momentumu. klâsik ve kuantumsal olarak incelenir. Gezegenler gibi büyük nesnelerin kendi eksenleri etrafında dönmesinin momentumudur. Elektron gibi atomaltı parçacıkların da mıknatıslar gibi kutuplara sahip olduğu ortaya çıktığında, bilim insanları bu parçacıkların da gezegenler gibi döndüğünü düşünmüşlerdir. Daha sonra parçacıkların ışık hızından daha hızlı dönmesi gerektiği hesaplandığı için dönüp dönmediği tam olarak bilinmemektedir. Kuantum fiziğinin karşılığı-bulunma ilkesine göre dönünün de klasik bir karşılığı bulunmalıdır. Bunun için birçok model ortaya atılmıştır. Dünya'nın Güneş çevresindeki dönme hareketine bakacak olursak sahip olduğu toplam açısal momentumu iki terimden oluşur; Bunlardan birincisi formula_2 şeklinde Dünya'nın Güneş'e göre formula_3 konum vektörü ile, formula_4 çizgisel momentumunun vektörel çarpımı olur. Bunlar açısal momentum korunumu itibarıyla birbirlerine dik vektörlerdir. Bu terim Dünya'nın bir yıl süren yörünge hareketinden kaynaklandığı için "yörünge açısal momentumu" adını alır. İkinci terim formula_5 şeklinde Dünya'nın kendi eksenine göre formula_6 eylemsizlik momenti ile kendi etrafında bir gün süren dönüş hareketinin formula_7 açısal hızının çarpımı olur. Bu ikinci terim Dünya'nın dönüsü olarak ifade edilir. Benzer şekilde, bir elektronun açısal momentumu iki terimin toplamı olarak yazılabilir. Birinci terim "yörünge açısal momentumu" formula_8 dir. Bu açısal momentum, öncelikle Bohr kuramında formula_9 şeklinde kuantumlandığı, ardından hidrojen atomu için çözülen üç boyutlu Schrödinger denkleminin çözümü ile L büyüklüğünün formula_10 olduğu ve formula_11 bileşenin ise formula_12 olduğu görülür. İkinci terim formula_13
elektron spinidir. Klâsik olarak göz önünde canlandırılmak istenirse, Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki dönüş hareketi gibi düşünülebilir. Fakat bu şekilde düşünülmesi kuantum mekaniksel açıdan sakıncalıdır. Çünkü bu durum incelendiğinde elektronun kendi ekseni etrafındaki dönmesinde sahip olacağı hız değeri ışık hızının üzerindendir. Bu durum da özel görelilik kuramının birinci ilkesine aykırıdır. Burada formula_8 vektörü büyüklüğününün şeklinde kuantumlandığı görülmektedir. formula_13 spin vektörü de benzer şekilde kuantumlanmıştır: Bu ifade de gördüğümüz formula_18 spin kuantum sayısı formula_13'nin büyüklüğünü belirleyen bir sayıdır. Tıpkı formula_8 nin büyüklüğünü belirleyen formula_21 yörünge kuantum sayısı gibi. Fakat bunlar arasında önemli bir fark vardır. formula_21 yörünge kuantum sayısı formula_23 gibi tam sayı değerlerini alırken, formula_18 spin kuantum sayısı sabit ve tam sayı olmayan formula_25 değerini alır. Spini buçuklu olan tanecikler (örnek olarak nötrino) fermiyon, tam sayı olanlar bozondur. Orhan Asım Barut, elektronun dönüsü için bir klâsik karşılık önermiştir. Buna göre, bir parçacık için, parçacığın dışıyla olan etkileşimini betimleyen bir "dış uzay" ve parçacığın kendisiyle etkileşimini ya da daha doğru bir ifadeyle iç yapısını betimleyen bir "iç uzay" tanımlanabilir. her biri aslında birer uzayzaman olup, iç uzay karmaşıkken dış uzay gerçeldir. Uzayzaman, üç uzay ve bir zaman boyutu olmak üzere dört boyutludur. O halde iç uzay formula_26 ve dış uzay formula_27 olarak tanımlanıp formula_28 iki boyutlu bir yöney uzayı olduğu için toplamda sekiz boyutlu sayılabilir. Ancak bu uzay sanal yani doğrudan ölçülemeyen (mutlak karesi ölçülebilen) özdeğerlere sahiptir. Bu betimlemede bir elektronun dönünsü, kütle etrafında salınım yapan yük olarak gösterilmiş olur. MG 42 Maschinengewehr ("Makineli Tüfek"), Alman yapımı makineli tüfek. 1942 yılında üretilmiştir. Çoğu savaş tarihçisine göre en iyi tüfek tasarımlarından biridir. 7,92mm'lik mermi kullanır. Atış hızı bakımından hafif bir makinalı tüfeğin ulaşabileceği en yüksek (1200/dak veya 1800/dak) hıza ulaşmıştır. Güvenilirlik, sağlamlık isabetlilik ve kulanım kolaylığının bir arada bulunduğu nadir silahlardandır. Savaş sırasında 400.000'den fazla MG42 üretilmiştir. Düşman askerleri ona Hitler'in testeresi adını takmıştır. Bugünkü M60'lar bu tüfek örnek alınarak yapılmıştır. Tüfek paslanmaz çelikten yapılmıştır. Su, çamur, topraktan etkilenmez. Almanların elindeki MG34'ler üretim zorluğu ve atış hızının yavaş olması nedeniyle ihtiyacı karşılamıyordu ve bunun için MG42'ler tasarlanmaya başlandı. Genelde tasarım olarak MG34'le benzerlik gösterir ama sürgü tasarımını Edward Stecke(Edvırd Şiteke) yapmıştır. MG42'nin tasarımı "ne kadar çok mermi atarsa o kadar çok düşmanı vurma şansı olur" teorisine göre yapılmıştır. Yüksek atış hızı sayesinde büyük düşman gruplarını sabit tutmayı başarabilir. Bipod ile 11.57 kg ağırlığı sayesinde 2 kişilik ekiple taşınıp kullanılan bir hafif makineli, 20.5 kg'lık tripodlu konfigürasyonunda ise 3 mürettebatlı ağır makineli olarak kullanılır. Uzaktan veya periskopla ateşlenebilir. 3 ila 7 saniye arasında namlusu, 25 ila 30 sn arasında namlu ve kilit düzeneği değiştirilebilir. Savaşta Müttefik askerleri MG-42 pozisyonlarına saldırabilmek için namlu değişim anlarını kollamışlardır. Bugün TSK tarafından kullanılan MG3'ler de bu tüfeğin 7,62'mmlik NATO mermisi kullanan halidir. PlayStation 2 PlayStation 2 (PS2), Sony Computer Entertainment'in PlayStation'dan sonra 2000 yılında ürettiği ikinci video oyunu konsoludur. Yapımı 1998 senesinde duyurulan konsol, 4 Şubat 2000'de Japonya'da, 3 Ağustos 2000'de Kuzey Amerika'da, 10 Eylül 2000'de Avrupa'da satışa sunulmuş, kısa sürede herkes tarafından beğeni kazanmıştır. PlayStation 2 çıkışından itibaren şu ana kadar yaklaşık 150 milyon adet satılmıştır. Kalın ve ince olmak üzere iki ayrı boyutta satışa çıktı. Donanım olarak rakibi Xbox'dan düşük olmasına rağmen yüksek oyun bulunabilirliğiyle Xbox'ın önüne geçmiştir. Yakın bir zamanda ise PlayStation 3, kullanıcılarıyla tanıştı. Günümüze kadar PlayStation 2 için on bir bin adet farklı oyun üretilmiştir. Üretilen oyunlar dünya genelinde bir buçuk milyara yakın satış yaptı. İngiltere'de 2002 yılında Dan Holmes isimli Playstation 2 oyun konsolu tutkunu, resmi olarak adını "Mr PlayStation 2" olarak değiştirmiştir. Hatta bu kişi bir PlayStation 2 ile evlenmek istemiş ancak buna izin verilmemiştir. PlayStation 2 üreticisi Sony 20 Haziran 2013 tarihi itibarı ile artık oyun konsolunun çıkartılmayacağını duyurdu. Sülüntepe, Pendik Sülüntepe mahallesi, Yayalar, Ertuğrulgazi, Şeyhli ve Kurtköy mahallerine komşudur. Kuzeybatıda Aydos Dağı, kuzeyde Kurtköy Mahallesi vardır. Dört cami bir de okul (Fatma Gözen Eralp İ.Ö.O.) bulunmaktadır. Otobüs ve minibüs ile ulaşım sağlanmaktadır. Sumo robot Sumo robotlar, robotikle hobi olarak ilgilenenlerin Japon sumo güreşlerinden esinlenerek aynı güreşi robotlara yaptırmak istemeleriyle ortaya çıkmıştır. Sumo robotlar otonom hareket yeteneğine sahip, elektronik devreler içeren, birbirleriyle mücadele etmek amacıyla tasarlanan, amaçlanan hareketler için programlanmış robotlardır. Farklı standart ve kategorilerde üretilirler. Sumo robotları, birbirleriyle Dohyo adı verilen belli standartlara ve özelliklere sahip yuvarlak bir ring üzerinde karşılaşırlar. Karşılaşma süresince sumo robotlar birbirlerini ringin çevresindeki çizginin dışına iterek atmaya çalışırlar. Robotlar kontrast sensörleri sayesinde dohyonun çevresindeki beyaz çiziyi algılar, ring dışına çıkmamaya, ring içinde kalmaya çalışırlar. Robotlara, çevresini ve rakip robotu kısa sürede algılaması için muhtelif sensörler (IR, ultrasonic, lazer, vb) eklenmekte ve geliştirilmiş taktik algoritmalar da yüklenmektedir. Sumo robotların maçı kazanmasında, sahip olduğu mekanik, elektronik tasarım ve yüklü olduğu program algoritmaları etkili olur. Sumo robot adı verilen robotların dohyo adlı özel bir alanda aynı sumo gureslerinde olduğu gibi birbirlerini iterek alandan çıkarmaya çalıştıkları mücadeledir. Etrafı beyaz 2-5 santimetrelik beyaz çizgiyle çevrilmiş veya çapı 154 cm (sumo), 77 cm (mini-sumo) farklı boyutlarda olabilen mat siyah bir dairedir. Robotlar bu alan uzerinde birbirlerini ittirirler. Daire dışına düşen robot güreşi kaybeder. Dante Alighieri Dante Alighieri (Mayıs-Haziran 1265, Floransa - 14 Eylül 1321, Ravenna) İtalyan ozan ve politikacı. En bilinen eseri, ahirete yapılan bir yolculuğu anlattığı İlahi Komedya'dır ("La Divina Commedia"). Bu eser Cehennem, Araf ve Cennet isimlerinde üç ciltten oluşmuştur. Dünya edebiyat tarihinin en büyük eserlerinden biri kabul edildiği gibi, modern İtalyancanın da temelini oluşturur. Modern Avrupa ve İtalya için önemli bir figürdür ve İtalya'daki metal 2 €'ların tura tarafında Dante'nin resmi vardır. Dante 1265 yılında doğdu, Haziran ayında İkizler burcu olarak doğduğunu söyler. Gerçek adı olan "Durante"'yi kısaltarak Dante`yi kullanmıştır. Dante'nin ailesi köklü ve asil bir aile olmakla beraber, sonradan fakir düşmüş ve aristokratik önemini kaybetmişti. Dante'nin babası II. Alighiero hakkında çok fazla bilgi yoktur, mesleği bilinmemekle beraber noter, hakim veya faizci olduğuna dair çeşitli görüşler mevcuttur. II. Alighiero hakkındaki belki de tek "kesin" bilgi onun Guelfolar partisine mensup olduğudur. O sıralarda yönetim Ghibellinolar'daydı ve Ghibellinolar Guelfoları sürgün ederek şehirden uzaklaştırmışlardı. Dante'nin babası II. Alighiero Guelfolardan olmasına ve Dante doğduğunda Floransa Ghibellinoların yönetiminde bulunmasına rağmen, II. Alighiero ve ailesi Floransa'da ikamet etmekteydi. Dante babasını sevmezdi, bunun nedeni babasının kötü ünü veya silik kişiliği olabilir. Eserlerinin hiçbir yerinde babasından söz etmemiştir, aksine her fırsatta şövalyelik payesi bulunan dedesi Cacciaguida'dan bahseder, ailesinin soyunun Roma'ya dayanması ile övünürdü. Dante annesini daha çok küçük yaşlarda kaybetmiştir. Babası da o on sekiz yaşlarındayken vefat etmiş, bunun üzerine Dante üvey annesi (Monna Lapa) ve üvey kardeşleriyle yaşamak zorunda kalmıştır. Dante'nin eğitimi fazla bilinmemekte olup, kendi kendini geliştirdiği varsayılmaktadır. Dante'nin ilk öğrenimini Santa Croce papaz okulunda bitirdiği sanılmaktadır. Her ne kadar Dante yüksek öğrenime devam edemese (veya etmese) de, kendi kendine okumaya ve çalışmaya devam etmiştir. Öğrenmeye büyük bir tutkusu vardı, önemli Latin ve Yunan eserlerini okumakla kalmıyor, dönemin İtalyan şairlerlerinin eserlerini de okuyor, bunlara büyük bir önem veriyordu. Yazmak konusundaki yeteneklerini ilerletirken, astronomi, resim ve felsefe gibi konularda da kendisini geliştiriyordu. Dönemin önemli isimlerinin düzenlediği toplantıları kaçırmıyor, birçok önemli isimle arkadaşlıklar kuruyordu. Bu kişilere örnek olarak devrin ünlü Floransa'lı şairi Guido Cavalcanti'yi verebiliriz. Dante denince ilk akla gelen isim belki de onun sonsuz bir aşk ile bağlandığı Beatrice'dir (Türkçe okunuşu: Beatris). Dante'nin çocukluğu ve gençliği hakkında çok az bilgiye sahip olunsa da, şairin dokuz yaşındayken kendisinden bir yaş küçük Beatrice'ye aşık olduğu kesin olarak bilinmektedir. Komşuları Floransa'lı şövalyelerden olan Folco di Ricovero de' Portinari'nin kızı Beatrice ile komşularının evindeki bir eğlence sırasında tanışmıştı. Tanıştığı ilk andan beri Dante Beatrice'e büyük bir tutkuyla bağlandı. Beatrice ile ikinci kez karşılaştığında on sekiz yaşındaydı, bu ikinci karşılaşmadan sonra Beatrice'e olan sevgisi daha da derinleşti. Beatrice'e olan aşkı yazımını ve şiire olan bakış açısını büyük oranda etkileyecekti; "İlahi Komedya"'nın tohumlarını atan belki de Beatrice'ye olan aşkıydı. Dante aşkından sevgilisine hiçbir zaman söz etmemiştir, nitekim 1288 yılında Beatrice Floransa'lı şövalyelerden Simone dei Burdi ile evlendi. Fakat Beatrice evliliğinden sadece iki sene sonra, 1290'da, yirmi dört yaşında öldü. Beatrice'nin ölümünden sonra Dante çal
ışmalarına daha sıkı sarılmış, Latin edebiyatı ve felsefeye kendisini adamıştır. Kuşkusuz Beatrice'nin ölümü Dante için büyük bir şoktu ve yazarın yazım hayatını da fazlasıyla etkiledi. Beatrice'nin çok genç bir yaşta ölmesi, Dante'nin onu ölümsüzleştirmesine yol açmış, fikriyatında Beatrice'ye maddi, ölümlü ve insani bir görünümden ziyade manevi, ölümsüz ve ilahi bir görünüm vermesine neden olmuştur. Dante daha 12 yaşındayken ailesi tarafından Gemma di Manetto Donati ile sözlenmiştir. Ailesinin de ısrarlarıyla, 1295 yılında Floransa'lı tanınmış Donati ailesine mensup Gemma ile evlendi. Gemma'dan Pietro, Jacapo, Giovanni isimlerinde üç oğlu ve Antonia, Beatrice isimlerinde iki kızı olmuştur (kimi kaynaklara göre kız çocuğu tektir, Antonia rahibe olunca Beatrice ismini almıştır). Dante ile Gemma'nın mutlu bir evlilik geçirdikleri söylenemez. birçok kaynağa göre Dante Gemma ile olan evliliğinde hiçbir zaman mutlu olamadı. Yine de Dante evliliğin kutsallığına inanan birisiydi ve Gemma ile olan ilişikisine dair pek bir kanıt yoktur, kendisi de bundan eserlerinde bahsetmemiştir. Dante sürgün edildikten sonra karısını bir daha görememiştir. Devrin Floransa'sında bellibaşlı iki parti vardı: Ghibellinolar ve Guelfolar. Ghibellinolar imparator tarafından destekleniyor, aristokrasiyi savunuyorlardu; Guelfolar ise papa tarafından destekleniyordu. Sonraları Pistoia Guelfoları ""Beyazlar"" ve ""Siyahlar"" olarak iki ayrıldılar. Bu genel anlamda Guelfoların ikiye bölünmesine yol açtı. Beyazların başında Cerchi ailesi vardı. ""Popolo grasso"" diye adlandırılan zengin burjuva sınıfı tarafından destekleniyorlardı, reformist düşünceleri vardı, papa ve papalık konusunda da daha temkinli bir görüşe sahiptiler. Siyahların başında ise Donati ailesi bulunuyordu. Feodal devirden kalan çeşitli asilzadelerden oluşan bu grup, ""Popolo minuto"" diye adlandırılan küçük zanaatkarlar, işçiler gibi daha düşük bir halk tabakası tarafından destekleniyorlardı. Siyahların düşüncesi daha bağnazdı ve dogmatik anlamda papacıydılar. Dante daha 24 yaşında, 1289'da, Floransalı Guelfo şövalyeleri ile birlikte Campaldino savaşında Arezzo Ghibellinolarına karşı savaşmıştır. Eşi Gemma Donati tarafından Siyahların başkanı konumundaki Donati ailesi ile akraba olsa da Beyazların taraftarı olmuştur. Devlet işlerine katılmak isteyen Dante, Hekim ve Eczacılar loncasına yazılmıştır. Bunun nedeni dönemin yasalarına göre asilzadelerin kamu işlerine girebilmeleri için öncelikle zanaat loncalarından (Corporazioni di Arti e Mestieri) birine kaydolmalarının şart koşulmasıydı. Dante politik hayatına başladı. Bu sıralarda Papa VIII. Bonifatius Floransa'nın iç işlerine karışmaya, Beyazlara karşı sık sık Siyahlara arka çıkmaya başlamıştır. Papanın bu girişimleri Floransa'nın önde gelenlerini, özellikle de Beyazlar'ı fazlasıyla rahatsız ediyordu. 1300 yılında Dante iki aylığına Floransa hükümetinin başındaki altı kişilik kurula seçildi. Beyazların Floransa'daki iktidarına son vermek amacıyla Papa Bonifatius harekete geçmeye karar verdi. Papa Fransa kralı Philippe le Bel'in kardeşi Charles de Valois'yı Floransa'ya gitmeye ikna etti. Floransa bundan rahatsız olup Papa'yı kararından döndürmek amacıyla içinde Dante'nin de bulunduğu bir heyeti Roma'ya gönderdi. Roma'da heyeti oyalarken, 1301 yılında Charles de Valois süvarileriyle birlikte Floransa'ya girdi. O sıralarda şehrin iktidarı Beyazların elindeydi ve Siyahların çoğunluğu sürgün edilmişti. Charles de Valois Siyahları da kendi saflarına alarak Beyazları şehirden çıkarmıştır. Beyazların mallarına el konurken bir kısmına idam cezası verildi, çoğunluğu sürgüne gönderildi. Dante hiçbir zaman Papa VIII. Bonifatius'u sevmemişti. Beyazlara karşı girişilen hareketten nasibini alarak, 27 Ocak 1302'de sahtekarlık, gayri meşru kazanç elde etmek gibi asılsız suçlardan ötürü para cezasına çarptırıldı ve iki yıllığına Floransa'dan sürgün edildi. Dante ayrıca bir daha devlet işlerinde çalıştırılmayacaktı. Daha sonra hakkında yeni bir karar daha verildi: Floransalı askerler tarafından ele geçirildiği takdirde idam edilecekti. Dante mahkemenin kararlarını öğrendiğinde Floransa'da değildi. Hakkındaki sürgün kararı nedeniyle Floransa'ya da dönemedi. Beyazlar Floransa'da iktidarı geri ele geçirebilmek için çeşitli girişimlerde bulundular, fakat başarısızlığa uğradılar. Zamanla arkadaşlarına olan güveni ve inancını kaybetmeye başladı. Büyük bir acı içinde olduğu bu günlerde İlahi Komedya'yı yazmaya başladı. İlk olarak Verona'ya gitti, bir ara Padova'ya geçti. Bazı kaynaklara göre Paris'e de gitmiş ve burada felsefe ile teoloji okumuştur. Bazı zayıf rivayetlere göre Paris'ten sonra Oxford'a da kısa süreliğine geçmiştir. Fakat bu çok zayıf bir rivayettir ve bugünkü tarih otoriteleri tarafından sıklıkla yalanlanmıştır. Dante 1311 yılında o sıralarda Casentino'da bulunan ve İtalya'yı işgale başlamış olan Lüksemburg kralı VII. Henry'ye mektuplar yazarak, onu Floransa'ya da savaş açmaya davet etti. Kralın İtalya'yı işgali birçok İtalyan şehrinde büyük bir nefretle karşılandı, Floransa'nın da dahil olduğu bu şehirler birlikte karşı koymak için kendi içlerindeki sorunları bir süreliğine askıya alıyorlardı. Bu dönemde Floransa sürgün edilmiş Beyazların birçoğunu geri çağırdı, fakat Dante bunların arasında değildi. Bunun nedeni büyük ihtimalle kral VII. Henry'ye yazmış olduğu mektuplardı. 24 Ağustos 1313'te kral öldü, artık Floransa'ya tekrar dönebilme umutları yok olmuştu. Dante, kısa bir süreliğine Lucca'da kaldıktan sonra Verona'ya döndü. Daha sonra Ravenna prensi Guido Novelloda Potenta'nın davetiyle Verona'dan Ravenna'ya geçti, kısa geziler ve ayrılıklar dışında ömrünü burada geçirdi. 1321 yılında, 56 yaşındayken burada öldü. Ölüm nedeni kesin olarak bilinmemekle beraber, bazı kaynaklara göre ölüm nedeni sıtmadır. San Pier Maggiore Kilisesi'ne gömüldü. (Bu kilise günümüzde San Francesco adını taşır.) Dante'nin eserlerini sınıflandırmanın pek çok yolu vardır. Her ne kadar eserlerin sıralanmasında genelde kronolojiye dikkat edilse de Dante'de öne çıkan sıralama özelliklerinden birisi de eserlerin yazıldığı dildir. Dante eserlerinin bir kısmını Latince, bir kısmını ise halk dili olan İtalyanca ile kaleme almıştır. Birçok eser kaleme almıştır ama şaheseri hiç kuşkusuz İlahi Komedya'dır ("La divina commedia"). Necip Göksel Kalaycı Prof.Dr.Necip Göksel Kalaycı, (d. 15 Mayıs 1939, İstanbul - ö. 11 Kasım 2005), Türk hekim. 1957’de Kabataş Erkek Lisesi’ni, 1963’te İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1963-1964 arasında Çardak, Denizli’de hükümet tabipliği yaptı. 1967’de İstanbul Tıp Fakültesi 2. Cerrahi Kliniği’nde asistan olarak göreve başladı. 1972’de genel cerrahi uzmanı oldu. 1980 yılında Göğüs ve Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalı’ndan ikinci uzmanlığını aldı ve aynı yıl doçent oldu. 1989’da da profesör oldu. Amerikalı tanınmış kalp cerrahı Prof. Dr. Michael De Bakey’in yanında ihtisas yaptı. 1998-2000 yılları arasında Genel Cerrahi Anabilim Dalı Başkanlığı yaptı. Türkiye’de ilk akciğer nakli ameliyatını gerçekleştiren Prof. Kalaycı, 2001’da kurulan Göğüs Cerrahisi Anabilim Dalı’nın başkanı oldu. 11 Kasım 2005 günü Çapa Hastanesi otoparkında kimliği bilinmeyen bir saldırganın saldırısına uğrayarak 10 kurşunla can verdi. Evli ve bir çocuk babası Prof. Dr. Kalaycı, İngilizce ve Fransızca biliyordu. Edip Kürklü Edip Kürklü (d. ? - ö. 21 Temmuz 1988), Topkapı Hastanesi başhekimi ve tanınmış kalp cerrahı. 5 Haziran 1988'de gazinocu ve Diyarbakırspor başkanı Mehmet Yaşar Şerbetçi'nin açık kalp ameliyatını yapmış, ancak hasta, ameliyattan bir hafta sonra hayatını kaybetmişti. Edip Kürklü, 21 Temmuz 1988'de Mehmet Yaşar Şerbetçi'nin kayınbiraderi Mustafa Turgut tarafından öldürülmüştür. Edip Kürklü'nün öldürülmesi, Türkiye'de hasta yakını tarafından saldırıya uğrayan hekim hadiseleri içinde en acı örneklerden birini teşkil etmektedir. Anısına Türk Kalp Vakfı tarafından her yıl kardiyoloji alanında başarı göstermiş bir hekime "Doç. Dr. Edip Kürklü ödülü" verilmektedir. Yörük Ali Efe Yörük Ali Efe veya (Soyadı Kanunu'ndan sonra) Ali Efe Yörük (d. 1895, Sultanhisar – ö. 23 Eylül 1951, Bursa), Kurtuluş Savaşı sırasında 16 Haziran 1919'da Malgaç Baskını ile düşmana ilk darbeyi vurmak suretiyle Aydın yöresinde düşman kuvvetlerinin ilerlemesini durdurmuş olan efe. Babası Sarıtekeli aşiretinden İbrahim oğlu Abdi, annesi yine Yörüklerin Atmaca Aşireti'nden Fatma'dır Giydiği çizmeler meşhur körüklü Söke çizmesidir. 19 yaşına geldiğinde, Aydın dağlarında dolaşan Alanyalı Molla Ahmet Efe'nin grubuna katılmak istedi. Ağır bir sınavdan geçirilerek gruba alındı. Kısa zamanda Efe’nin ve tüm zeybeklerin güven ve sevgisini kazanarak grupta ikinci adam konumuna yükseldi. Alanyalı Molla Ahmet Efe’nin Bozdoğan Kavaklıdere baskınında ölmesi üzerine Yörük Ali Efe olarak grubun başına geçti. Dört yıldan fazla dağlarda dolaştı. Bu süre içinde daima ezilenin, mağdur edilenin, güçsüzün yanında oldu. Haklı olarak halk tarafından sevildi, itibar ve destek gördü. 1919 senesinde grubu ile birlikte dağdan indi. O sıralar Yunan Ordusu İzmir'in ardından Aydın ve Nazilli'yi de işgal etmişti. Yörük Ali Efe, Kıllıoğlu Hüseyin Efe ve bazı arkadaşları ile birlikte Aydın ilinin Çine ilçesi Yağcılar köyünde toplanarak 16 Haziran 1919 tarihinde Sultanhisar ve Atça arasındaki Malgaç deresinin üstünden geçen Malgaç demiryolu köprüsü yanındaki Yunan karakoluna baskın yaptı. Baskın sonunda karakol tümüyle imha edildi, cephane ve erzaklar ele geçirildi. Bu baskın Batı ve Güney Anadolu'da düzenli, bilinçli ve millî şuurla işgalcilere yapılan ilk baskın olarak kabul edilmektedir. Bu önemli başarı halka ümit ve cesaret vererek, düşmanın yurttan atılabileceğine olan inancını arttırarak Yörük Ali Efe'nin liderliğini perçinledi. Yunan Ordusu ise beklemediği bu baskın karşısında paniğe kapılarak Nazilli'deki kuvvetlerini yakıp yıkarak Aydın istikametine geri çekti. Daha sonra 7. Tümen kumandanı Miralay Şefik Aker'in başkanlığında kurulan halk meclisinde oy birliğince alınan
karar uyarınca Yörük Ali Efe'ye Aydın'ın kurtarılması emredildi. Emrindeki kuvvetlerle birlikte Aydın'ı geri aldı. Ancak takviye kuvvetlerle güçlenen Yunan ordusu Aydın’ı ikinci kez işgal etti. Köşk, Umurlu ve Dörtyol cephesi kurularak olağanüstü cesaretle, donanımlı ve sayıca çok fazla olan düşman kuvvetleri büyük kayıplara uğratıldı. Böylece düzenli ordu kurulana kadar yirmi aylık bir süre düşman kuvvetlerinin Aydın kanadından Anadolu içlerine ilerlemesi engellendi. Düzenli ordunun kurulması üzerine Yörük Ali Efe, emrindeki savaş deneyimi çok iyi olan büyük bir grubu ile birlikte TBMM Ordusu'na katıldı. Milis Miralay rütbesiyle Millî Aydın Cephesi Komutanı olarak atandı. Savaş sonunda başarılarından dolayı TBMM tarafından Kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası ile ödüllendirildi. Alçakgönüllü bir insandı. Kurtuluş Savaşı'ndaki rolü ile ilgili olarak yapılan övgülere verdiği şu cevabı her zaman hatırlanacaktır: Kurtuluş Savaşından sonra İzmir'e yerleşti. 1928 senesinde, Kurtuluş Savaşı'nda bir süre karargahı olan Yenipazar'a taşındı. 1934 yılında Soyadı Kanunu'nun çıkmasından sonra ""Yörük"" soyadını aldı. 1951 senesinde, İzmir'de geçirdiği talihsiz bir tramvay kazasında bacaklarını kaybetti. 1951 yılında tedavi için gittiği Bursa'da vefat etti. Yörük Ali Efe vasiyetinde Yenipazar’da toprağa verilmesini istedi. Ayrıca ""Halkı iyidir, toprağı sever, toprağı seven insan sever. Ben orada rahat ederim"" dedi. Kurtuluş Savaşı'ndaki destansı mücadelesi Türk halkı tarafından adına türkü yakılmasına vesile oldu. Yenipazar'daki evi Kültür Bakanlığı tarafından müze olarak düzenlenerek Yörük Ali Efe Müzesi adıyla ziyarete açıldı. Kütle Fizikte, kütle, Newton'un ikinci yasasından yararlanılarak tanımlandığında cismin herhangi bir kuvvet tarafından ivmelenmeye karşı gösterdiği dirençtir. Doğal olarak kütlesi olan bir cisim eylemsizliğe sahiptir. Kütleçekim kuramına göre, kütle kütleçekim etkileşmesinin büyüklüğünü de belirleyen bir çarpandır(parametredir) ve eşdeğerlik ilkesinden yola çıkılarak bir cismin kütlesi kütleçekimden elde edilebilir. Ama kütle ve ağırlık birbirinden farklı şeylerdir. Ağırlık cismin hangi cisim tarafından kütleçekime maruz kaldığına göre ve konumuna göre değişebilir. Aynı zamanda Einstein'ın formula_1 yasasına göre kütle enerji olarak da değerlendirilebilir veya enerji kütle olarak da düşünülebilir. Bu durum ışığın kütleçekim yasasından etkilenmesinde yatan temel sebebi oluşturur. Işığın enerjisi kütle olarak da düşünülebilir ama Einstein'ın genel görelilik kuramına göre hesaplamalar yapılmaktadır ve bunlar oldukça karmaşık denklemlerdir. formula_1 yasası çerçevesinde düşündüğümüzde bir gözlemci çerçevesinde enerji olarak değerlendirilen durumun, başka bir gözlemci çerçevesinde kütle olarak değerlendirilebileceği sonucuna ulaşabiliriz. Kütleyi ölçmek için kullanılan birim kilogramdır. Kütleyi doğrudan ölçmek zordur. Bu yüzden kütleyi ölçmek için eşit kollu terazi kullanılır. Ayrıca cismin ilk olarak ağırlığını yaylı kantarla ölçüp daha sonra kütlesini hesaplayabiliriz. İnsanların günlük hayattaki kullanımları düşünüldüğünde, kütle bir cismin sahip olduğu madde miktarı şeklinde de tanımlanabilir. Ayrıca yüksek enerji fiziğinde, kütle cismin durağan kabul edildiği bir sistemde kendi gözlemci çerçevesinde o cismin sahip olduğu toplam enerji şeklinde düşünülür. Ama atomaltı parçacıklar düşünüldüğünde temel parçacıkların, elektron veya kuark gibi, henüz nedeni bilinmeyen bir kütleye sahip oldukları görülür. Higgs parçacığı bu kütlenin nedeni olarak düşünülmektedir ama bu işle ilgili farklı kuramlar olmakla birlikte henüz tam olarak bu durumun nasıl olduğu açıklığa kavuşmamıştır ve güncel olarak çalışılan konulardan biridir. Kütleyi ölçmek konusunda birçok farklı görüngü vardır. Bazı teorisyenler bu görüngüleri çözmeye çalışmasına rağmen bu görüngüler(fenomenler) başka görüngüleri (fenomenleri) ortaya çıkarmıştır. Şu an denenen deneylerde aşağıdakilerden farklı olarak kütleyi ölçmenin bir yolunu bulamamışlardır: "Eylemsizlik kütlesi", bir maddenin hızındaki değişimine (ivmelenmeye) gösterdiği dirençtir. "Aktif kütleçekim kütlesi", kütleçekim kuvvetine sebep olan maddenin kütleçekimde sağladığı çarpanın ifadesidir. "Pasif kütleçekim kütlesi", maddenin kütleçekim kuvvetinin etkisi altında kalmasına sebep olan büyüklüğüdür. Kütle-enerji ölçümünde cismin kütlesine karşılık gelen enerji formula_1 formülü kullanılarak hesaplanır. Bir cismin kütlesi, cisme belli bir kuvvet uygulandığında cismin ivmesini bulmamıza yardım eder. Bu görüngü eylemsizlik olarak adlandırılır. Newton’un ikinci yasasına göre, eğer herhangi bir cismin kütlesine formula_4, cisme uygulanan kuvvete formula_5, ivmesini de formula_6 olarak ele alırsak formula_7 olarak hesaplama yapabiliriz. Bir cismin kütlesi o cismin kütleçekim alanından ne kadar etkileneceğini belirler. Eğer ilk cismin kütlesine formula_8, ikinci cismin kütlesine formula_9, iki cismin merkezleri arasındaki uzaklığa da formula_10 dersek iki cisim arasındaki çekim kuvvetini (F), F = "Gmm/r" formülünü kullanarak hesaplayabiliriz ( formula_11,kütleçekim sabiti). 17. yüzyıldan beri yapılan deneylerde kütleçekim kütlesi ve eylemsizlik kütlesi arasında bir fark bulunamamıştır. Bu deneylerde en yüksek hassasiyet formula_12 düzeyindedir, başka bir deyişle formula_13 de 5 seviyesine kadar kütleçekim kütlesi ve eylemsizlik kütlesi aynıdır. Kütlenin birimi Uluslararası Birimler Sistemine (SI) göre kilogramdır. Bu ilk kez 1795’te donma noktasındaki bir santimetreküp su ile belirlenmiştir. Sonra 1889’da tekrar tanımlanmıştır. Daha sonra belirlenen bir örnek üzerinden yeniden tanımlamaya gidilmiştir. 2013'te Plank sabiti cinsinden yeniden hesaplanmasına yönelik bir öneri getirilmiştir. SI sisteminde diğer birimler: Fizik biliminde, yedi temel kütle kavramı vardır: Kütle, kilogram cinsinden ölçülebilen ve maddenin miktarı veya enerjisi ile ilgili bir büyüklüktür. Ağırlık ise kütleye etki eden kuvvetin büyüklüğüdür. Kütlenin birimi kilogramken, ağırlığın birimi kuvvet olduğu için Newton'dur. Günlük kullanımda kütle ve ağırlık sıklıkla karıştırabilmektedir. Örneğin bir kişinin ağırlığı 75 kg olarak ifade edilebilir. Sabit bir kütleçekim alanında, bir nesnenin ağırlığı kütlesi ile orantılıdır ve bu iki kavram için aynı birimi kullanmak sorunsuz görülebilir ama Dünya’nın şeklinden dolayı, farklı yerlerinde kütleçekim alanındaki farklılıklardan dolayı bu ayrım, yaptığımız ölçümlerde tutarlılık sağlamamız için çok önemlidir. Sonuç olarak kütle(kilogram olarak ölçülen), bir nesnenin içsel bir özelliği anlamına gelirken, ağırlık(Newton cinsinden ölçülen), kütleçekim alanından etkilenip serbest düşmede kendi doğal seyrini yapan bir cismin kütleçekim alanından ne kadar etkilendiğini ölçer. Kütleçekim alanı ne kadar gücü olursa olsun, serbest düşmede cisimler cisimle beraber hareket eden bir gözlemci çerçevesinde ağırlıksızdır. Ağırlık denilen kuvvetse, kütleye ve ona etki eden kütleçekim alanına bağlıdır. Örnek olarak, kütleçekim alanından dolayı meydana gelen serbest düşmeye maruz kalan bir cisim, sabit bir durumda olsa bile, bu kuvvet tarafından ivmelenmek isteyecektir ve bu da tartıda ölçüm yapabilmemizi sağlar. Etki eden kuvvet kullanılarak tartının göstergesinde kilogram ölçeğinde bu kuvvetin karşılık geleceği madde miktarı ölçülür. Dünya üzerinde kutuplarda ve ekvatorda aynı tartıda aynı insan tartının üzerine çıktığında farklı kilogram değerleri gözlemlenebilir, bu fark 70kglık bir insan için 1.5 kg civarındadır. Ağırlık serbest düşme gibi durumlarda etken güçtür ve cisim bundan dolayı ivmelenmeye maruz kalır. Örneğin dünya üzerinde 50 kilogram kütleli bir nesne 491 Newton ağırlığa sahiptir. Bu da cisme serbest düşme sırasında etki eden kuvvettir. Aynı nesneyi Ay’ın yüzeyinde incelediğimizde kütlesi yine 50 kilogramdır fakat ağırlığı 81,5 Newton’dur. Çünkü Ay'ın oluşturduğu kütleçekim alanı, Dünya'nın oluşturduğu kütleçekim alanından zayıftır. Matematiksel olarak Dünya’nın yüzeyine yerleştirilmiş bir cismin ağırlığını W, kütlesini m, olarak kabul edersek W=mg formülünü kullanarak Dünya’nın yerçekimi ivmesini g=9,80665 olarak hesaplarız. Mekanik ivmelerin etkili olduğu diğer durumlarda da olduğu gibi kütle ile ivmenin çarpımı cisme etki eden net kuvveti verir. Asansörlerde, araçlarda, merkezcil kuvvetlerde ve benzeri mekanizmalarda(yüzeyden yukarı çıkan) yerçekimi etkilerine karşı direnç olduğu açıkça görülebilir. Bu direnç de maddenin eylemsizliği ile ilgilidir. Bu gibi durumlarda cismin w ağırlığı için W= -ma denklemini kullanabiliriz. Kütle maddeyle ilişkilidir; ama madde tanımı kütleden farklı olarak bilimde yetersizdir. Atomaltı ölçekte, sadece fermiyonlar değil aynı zamanda kuvvet taşıyıcı bozonlar da kütleye sahip olabilir. Sıradan bir maddenin durgun kütlesi değişmez kütle olarak tanımlanır. Özel görelilikte bazı durumlarda kütlenin hıza göre değişen bir özelliği varmış gibi anlatılabilir. Ama bu ölçümlenebilen bir şey olmadığı ve enerji ve durgun kütleden türetildiği için artık birçok yerde kullanımından vazgeçilmiş bir tanımlamadır. Standart Model Parçacık Fiziğinde, kütle bazı modellerde temel parçacıklar için Higgs alanı olarak bilinen alan için ortaya çıkan bir özellik olarak tanımlanır. Gözlemlenebilir evrenin toplam kütlesinin bazı modellerde 10kg ve 10 kg arasında olduğu tahmin edilmektedir, bu da 10 ve 10 arasında protonun durağan kütlesine karşılık gelmektedir. Eylemsizlik kütlesi, pasif ve aktif kütleçekim kütleleri ile kavramsal olarak farklı olmasına rağmen, bugüne kadar hiçbir deney açık bir şekilde, aralarında bir fark gösterememiştir. Klasik mekanikte Newton’un 3. Yasası aktif ve pasif kütleçekim kütlesinin çok yakın ya da eşit olacağını açıklayabiliyor, ama klasik kuram, kütleçekim kütleleri ile eylemsizlik kütlesinin neden eşit olabileceği ile ilgili zorlayıcı bir sebep sunmuyor. Öyle ki sadece deneysel bir gerçektir. Albert Einstein, eylemsizlik ve (pasif) kütleçekim kütlesi arasındaki bu uyuşmaların kaza sonucu olmadığı varsayarak gene
l görelilik kuramını geliştirmeye başladı: hiçbir deney aralarındaki farkı tespit edemez(denklik ilkesinin zayıf tarafı). Ortaya çıkan kuram, kütleçekimin sonucunun bir kuvvet olmadığını ve bu yüzden de Newton’un üçüncü yasasına bağlı olmayacağını ileri sürer. Ama bu kuramın içerisine Newton'un tanımladığı kütleçekim etkileşimi, genel göreliliğin zayıf alandaki limitinin Newton'un tanımladığı etkileşim olması gerekliliği ile elle dahil edilmiştir. Eylemsizlik ve kütleçekim kütlelerinin eşitliği bazen “Galileo’nun Eşdeğerlik İlkesi” ya da “zayıf eşdeğerlik ilkesi” olarak atfedilir. Bu denklik ilkesinin en önemli sonucu, serbest düşen nesneler için geçerlidir. Eylemsizlik ve kütleçekim kütlelerini sırasıyla m ve M olarak varsayalım. Eğer cisme yalnızca kütleçekim alanı formula_14'nin uyguladığı bir kuvvet etki ediyorsa, Newton’un ikinci yasasının, kütleçekim Kanunuyla birleştirirsek: denklemini elde ederiz. Eğer herhangi bir cisim, sabit bir kütleçekim alanına maruz kalıyorsa, bu cismin yerçekimsel kütlesi ile eylemsizlik kütlesinin oranı K’dir ve sabittir. Bu olgu “serbest düşme evrenselliği” olarak adlandırılır. Serbest düşmenin evrenselliğini gösteren ilk deneyler Galileo tarafından yapılmıştır. Galileo, genellikle, Pisa kulesinden nesneleri bırakarak sonuçları incelediği düşünülür. Ama bunun büyük olasılıkla bir uydurma olduğunu; aslında sürtünmesiz bir eğik düzlemde topları serbest bırakarak zamanlamaları incelediği yönünde deliller vardır. Bu eşdeğerlikle ilgili deneyler, 1889’da Loránd Eötvös’ün torsiyon denge sarkacını kullanarak yaptığı deneyle başlayan ve giderek hassaslaşan bir sürece girmiştir. 2008 yılı itibarıyla, evrenselliğinde ya da Galileo’nun eşitliklerinde 10 hassasiyetinden büyük hiçbir sapma belirtilmemiştir. Daha hassas deneylerin çalışmaları hala yürütülmektedir. Kütleçekiminin evrenselliği sadece kütleçekiminin cisme etkiyen tek kuvvet olması durumunda geçerlidir. Cisme etkiyen sürtünme ve hava direnci gibi diğer kuvvetler olmamalı ya da ihmal edilebilir olmalıdır. Örneğin, hava sürtünmesinin olmadığını varsayarsak, bir çekiç ile bir tüy, Dünya’nın yüzeyinden eşit uzaklıkta ve aynı anda serbest düşmeye bırakıldıklarında, iki cisminde yere düşene kadar havada geçirdiği zaman kesinlikle eşit olacaktır. Bu deneydeki ortam, lise laboratuvarlarında, bir şeffaf fanusun havasının vakum pompasıyla alınması ile sağlanabilir. Daha sonra nesneleri bırakarak deney tamamlanabilir. Bu deney David Scott’ın Apollo 15 uçuşu sırasında, Ay’ın yüzeyinde yaptığı gibi, doğal olarak havasız olan ortamlarda yapıldığında daha çarpıcı sonuçlar verir. Denklik ilkesinin daha güçlü bir sürümü, Einstein’ın eşitlik denkliği ya da güçlü eşitlik denkliği olarak bilinir. Bu denklik uzay-zamanın yeteri kadar küçük bölgelerinde geçerlidir. Sabit bir ivmelenmeyle, kütleçekim alanını birbirinden ayrımsamanın yeterince küçük uzay-zaman aralığında mümkün olmadığı düşünülür. Bu yüzden, bu kuram, bir cismin, kütleçekim alanı tarafından bir kuvvete maruz kalmasının sonucunda cismin düz bir çizgi üzerinde hareket etme eğilimi oluşturur ve bu nedenle eylemsizlik kütlesinin bir fonksiyonunun, kütleçekim alanının gücü olduğunu öne sürer. Kuantum mekaniğine göre hızı artan bir cismin kütlesi de artmaktadır. Fakat bu değişim küçük hızlarda ihmal edilebilecek kadar azdır. bu değişim aşağıdaki formül ile hesaplanır: formula_16 Burada formula_4: Kütle değişimini, formula_18: İlk kütleyi, formula_19: Cismin hızını, formula_20: ışık hızını temsil eder. Kuramsal fizikte, kütle oluşturma mekanizması, fiziğin en temel yasalarından gelen kütlenin kökenini açıklamaya çalışan bir kuramdır. Bugüne kadar kütlenin kökeni ile ilgili farklı modeller önerilmiştir. Kütle kavramı güçlü bir şekilde kütleçekim etkileşimi ile ilişkilidir. Fakat henüz parçacık fiziğinin kabul gören modeli olan standart modelle bağdaştırılabilen bir kuram geliştirilemedi. Kütle madde miktarı olarak da değerlendirilebilen bir kavramdır, ama bu günümüzde kullanılan bilimsel tanım değildir. Miktar kavramı çok eski ve kayıtlı geçmişten daha öncedir. İlk çağlarda insanlar, yakın ağırlıktaki cisimlerin bir araya getirilmesinden oluşan ağırlığın, cisimlerin sayısı ile doğru orantılı olduğunu fark etti: bir araya getirilen benzer her bir cismin ağırlığı W, bir araya getirilen cisimlerin sayısı n veya m ise, orantılılık tanımı gereği, iki değerin sabit bir orana sahip olduğu anlamına gelir. Bu ilişki kısaca bir araya getirilmiş n tane cismin toplam ağırlığı formula_23in n bölümünün ve bir araya getirilmiş m tane cismin toplam ağırlığı formula_24in m bölümünün aynı sonucu vermesi yani bir araya getirilen her bir cismin ağırlığı olan formula_25'nun elde edilmesinden yola çıkılarak yazılmış bir ilişkidir. Bu ilişkinin önceki kullanım türlerinden biri de dengeli terazidir. Dengeli terazide denge, bir nesnenin ağırlığının kuvvetine karşı, başka bir nesnenin ağırlığının kuvveti ile kurulur. Bu terazinin kollarına etki eden kütleçekim alanları oldukça yakındır. Dolayısıyla, eğer aynı kütleye sahip cisimlerin ağırlıklarını ölçersek, cisimlerin kütlelerini kıyaslamış oluruz. Sonuç olarak, tarihsel ağırlık standartları genellikle miktarları açısından tanımlanmıştır. Örneğin Hintler ve Romalılar, bir ölçüm standardı olarak küçük ağırlıklarlar için keçiboynuzu tohumu(karat veya siliqua) kullanırlardı. Keçiboynuzu tohumu ile ölçülen şeyler genelde elmas gibi değerli olan şeylerdi. Eğer bir nesnenin ağırlığı 1728 keçiboynuzu tohumuna eşdeğer olsaydı, nesnenin bir Roma poundu ettiğini söylerlerdi. Başka bir şekilde, eğer nesnenin ağırlığı 144 keçiboynuzu tohumuna eşit olsaydı, nesnenin ağırlığı bir ons(uncia) olacaktı. Roma poundu ve onsu farklı kütlelerdeki cisimleri belirtmek için kullanılmıştır. Milattan sonra 1600 yılında, Johannas Kepler, en hassas astronomik verilerin bazılarına sahip olan Tycho Brahe’nin yanına çalışmaya başladı. Brahe'nin hassas Mars gezegeni gözlemlerini kullanarak, Kepler, gezegensel hareketi karakterize etmek için kendi yöntemini geliştirmek adına 5 yıl çalıştı. 1609’da Kepler, gezegenlerin Güneş etrafındaki hareketini açıklayan üç yasa yayınladı. Kepler son hareket modelinde, gezegenlerin, merkezinin birinde Güneş olduğu eliptik bir yörünge etrafında nasıl hareket ettiklerini açıkladı. Kepler "bir gezegenin yörüngesinin karesiyle, gezegenin yarı-büyük ekseninin küpü doğru orantılıdır ya da eşdeğerdir ve bu iki değerin oranı Güneş Sistemi’ndeki tüm gezegenler için sabittir" şeklindeki üçüncü yasasını yayınlayarak bu hareketi açıklayacak en önemli adımlardan birini attı. 25 Ağustos 1906’da Galileo Galilei, Venedikli tüccar bir gruba ilk teleskobunu gösterdi ve Ocak 1610’un öncesinde Galileo, Jüpiter'in etrafında yıldızlara benzer ama çıplak gözle görülemeyen nesneler gözlemledi. Ancak gözlemlerinden birkaç gün sonra Galileo, bu “yıldızların” Jüpiter’in yörüngesinde olduğunu fark etti. Bu dört nesne(Keşfinin onuruna Galile uyduları olarak adlandırılır) Dünya'dan gözlenen ama Dünya’nın ve Güneş’in yörüngesi dışında başka bir yörünge etrafında döndüğü fark edilen ilk cisimlerdir. Galileo, sonraki on sekiz ay içinde bu uydularını gözlemeye devam etti ve 1611’in ortalarında uyduların devirlerinin zamanı hakkında tahminlerde bulundu. Bu tahminler belli bir hassayite kadar doğru olmasına rağmen Jüpiter ve Dünya arasındaki uzaklığın değişmesinden dolayı bir miktar hata payı barındırıyordu. Daha sonra Romer tarafından bu durum, Jüpiter ile Dünya'nın arasındaki uzaklığın değişmesi, kullanılarak ilk defa ışığın hızı hesaplandı. Bu hesap 26% lik hata payı içeriyordu ama zamanına göre yapılmış en iyi hesaptı ve Romer ışık hızını 220000 km/s (saniyede 220 bin kilometre) olarak hesaplamıştı. 1630'lu yıllarda Galileo serbest düşme hareketi üzerinde çalışmaya başladı. Galileo Dünya'nın yerçekimi alanını araştıran ilk bilim insanı olmamasına rağmen, yerçekiminin temel özelliklerini doğru bir şekilde açıklayan ilk bilim insanıydı. Bunun yanı sıra, bu hesabı yaparken Galileo’nun "fiziksel ilkeleri oluşturmak için bilimsel deneylere olan güveni" gelecek nesillerdeki bilim insanları üzerinde önemli bir etkiye sahip olacaktı. Galieo eğik düzlem üzerinde deneyler yapmıştı ama Galileo’nun öğrencisi olan Vincenzo Viviani tarafından yazılan biyografide, Galileo’nun maddelerin düşme zamanlarının kütlelerinden bağımsız olduğunu göstermek için eğik Pisa Kulesinden aynı maddeden yapılmış ama kütleleri farklı toplar bıraktığını belirtti. (Pisa kulesinde yapılan deneyin Galileo sonrasında yaşamış bir keşiş olduğuna dair bilimsel metinler vardır.) Galileo kütleleri farklı olan iki cisim birbirine bağlanırsa, kütlesi daha çok olan karmaşık olan sistemin hafif olan sistemden önce düşüp düşmeyeceği şeklindeki soruya "bütün cisimlerin aynı anda düşeceği" şeklinde cevap vermiş oldu. Bir sonraki deney, 1638 yılında yayınlanan Galileo’nun İki Yeni Bilimler (Two New Sciences) kitabında tanımlanmıştır. Galileo’nun kitabında geçen hayali karakterlerinden biri olan Salviati, bir bronz top ve ahşap bir rampa kullanılan bir deney anlatmaktadır. Ahşap rampada; düz, pürüzsüz, cilalı kanal şeklinde bir boşluk vardı ve 12,5 arşından üç parmak daha kalındı. Bu boşluk aynı zamanda yumuşak ve mümkün olduğunca cilalanmış parşömen ile kaplıydı. Bu boşluğun içine sert pürüzsüz ve yuvarlak bronz bir top yerleştirildi. İvmeyi yeterince düşürebilmek ve hesaplayabilmek için çeşitli rampa çeşitli eğimlerde yerleştirildi. Bronz top, uzunluğu bilinen yolda ilerlemesi için serbest bırakıldı ve rampanın alt ucuna kadar geçen süre kaydedildi. Zaman aşağıda tarif edilen bir saat kullanılarak ölçüldü: Galileo serbest düşen bir nesnenin, yerdeğiştirişinin, geçen sürenin karesiyle doğru orantılı olduğunu buldu: Galileo serbest düşme yapan bir cismin, Dünya'nın yerçekimi kuvvetinin etkisi altında olduğunu göstermişti, Johannes Kepler ise gezegenlerin güneşin kütle çekim kuvvetinin etkisi altında eliptik yollarını takip ettiğini göstermişti. Ancak Galileo’nun serbest düşme hareketleri ve Kepler'in gezegen hareketleri Galileo’nun
ömrü boyunca ayrı kaldılar. Bu iki konu daha Newton'un çalışmalarıyla bir araya getirilecekti. Robert Hooke 1674 yılında kütleçekim kuvvetleri ile ilgili düşüncelerini yayınladı. Bu yayında, bütün astronomik objelerin merkezlerine doğru bir kütleçekime sahip olduğunu belirtiyordu ve bu objelerin etraflarındaki bütün objeleri çektiğini belirtiyordu. Bunun yanı sıra, bu kütleçekimin şiddetinin objenin merkezine yaklaştıkça arttığını belirtiyordu. Newton ile fikir alışverişlerinde Hooke kütleçekimin iki cismin arasındaki mesafe arttığında aralarındaki mesafenin iki katına göre azaldığını da belirtiyordu. Hooke'un bu düşüncesi sonsuz küçük matematiğini (calculus) icat eden Newton'u harekete geçirdi ve Newton Kepler orbitlerini inceleyerek Hooke'un düşüncesinin doğru olup olmadığını anlamak üzere hesap yapmaya başladı. Newton'un hesaplamaları Hooke'un düşüncesinin doğru olduğu yönündeydi ama Newton bu sonuçları uzun bir süre saklı tuttu. 1684 yılında Newton hesaplarından Edmond Halley'e bahsetti ve Halley onu hesaplarını yayınlaması gerektiğine ikna etti. Halley tarafından cesaretlendirilen Newton, 1684 Kasım'ında çalışmalarını "De motu corporum in gyrum" (Orbit hareketi yapan cisimler üzerine) başlığıyla Halley ile paylaştı. Halley Newton'un çalışmalarını Kraliyet Akademisi (Royal Society)'ye sundu. Newton sonra çalışmalarını "Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica" (doğa felsefesinin matematiksel ilkeleri) başlığıyla üç kitaplık bir set halinde yayınladı. Kraliyet Akademisi 1686 yılında Newton'un çalışmalarını yayınladı. Newton, Kepler'in kütleçekimsel kütle ve Galileo'nun kütleçekimsel ivme kavramları arasındaki boşluğu dolduran Eğer |a| sıfırdan farklıysa ve m kütlesinin değerini biliyorsak m’yi ölçebiliriz. Ayrıca, bir nesnenin momentumu(p) o nesnenin hız vektörü ve kütlesi ile ilişkilidir: Ve nesnenin kinetik enerjisi(K): şeklindedir. Atom(ἄτομος) ismi antik yunandan gelmektedir ve anlamı bölünemezdir. Herhangi bir şeyi sonsuza dek bölmeye kalkıştığımızda bölünemez bir noktaya ulaşmamız gerektiği düşüncesiyle meşhur Antik Yunan Filozofu Demokritos tarafından ortaya atılmış bir kavramdı. Bu kökenine rağmen maddenin parçalanamaz birimlerden oluştuğu iddiası çok soyut kaldı ve üzerine çalışılabilecek imkanlara sahip olunamadığından uzun bir süre düşünsel bir çıkarım olarak kaldı ve bu durum 18. yüzyılda kimyacıların katlı oranlar yasasını bulmasıyla değişti. Kimyacılar iki ya da daha fazla elementin, bir bileşik oluşturmak için bir araya gelmesinin, her zaman sabit bir oran içinde olacağını fark ettiler. Bunu açıklamak için John Dalton, maddenin küçük atomlardan yapılmış olduğunu öne sürdü. 1805 yılında göreceli atom ağırlıkları ile yaptığı ilk tabloda 6 element vardı: hidrojen, oksijen, nitrojen, karbon, sülfür ve fosfor; Hidrojenin 1 atom ağırlığında olduğunu tahsis etti. 1815’te kimyacı William Prout, diğer bütün atomların hidrojen atomundan türediğini düşünüyordu. Prout’un hipotezinde küçük yanlışlar vardı. Elementlerin kütleleri hidrojenin kütlesinin yakın katlarıydı (yaklaşık %1 oranında sapma vardı). Fakat bu farklılıklar göz ardı edilemezdi. Hidrojenin hafif izotopu, örneğin tek bir proton ile 1,007825 u kütleye sahiptir. Demirin en bol izotopu 26 protona ve 30 nötrona sahiptir. Yani atom kütlesi hidrojenin kütlesinin 56 katı olması belenebilir, ama aslında atom kütlesi sadece 55,93383 u’dur. Bu çekirdekte meyadana gelen etkileşimlerle ilgili bir durumdur ve bağlanma enerjisinin proton ve nötron kütlelerinden çıkarılması gerektiği ile ilgili deneysel bir veriden yola çıkılarak yapılan bir hesaptır. Eksikliklerine rağmen, Prout teorisinin kavramları, atomik kütle ölçümleri için kullanılmaya devam etmektedir. Radiohead Radiohead, Oxfordshire'lı bir İngiliz alternatif rock grubudur. Grubun üyeleri Thom Yorke (baş vokal, ritim gitar, piyano ve elektronik ses işleme cihazları), Jonny Greenwood (baş gitarist, ve diğer enstrümanlar), Ed O'Brien (gitar, arka vokal), Colin Greenwood (basgitar, synthesizer) ve Phil Selway'dır. (davul, perküsyon) Genellikle kendi dönemlerinin en yaratıcı grupları arasında gösterilirler. Bunun en büyük nedenleri de birkaç katmandan oluşan şarkıları ve bir albümlerinden diğerine müzik tarzlarındaki radikal değişikliklerdir. Albümlerini EMI gibi büyük bir plak şirketinden çıkarıyorlarsa da çoğunluk tarafından hem müzikal hem de politik bağımsızlıklarını korudukları düşünülmektedir. Albümleri dünya çapında 23 milyon satış rakamına ulaşmıştır. 1986'da okul arkadaşları arasında kurulan grubun ilk teklisi 1992 yılında piyasaya sürülen Creep'tir. Başlarda fazla ilgi görmeyen parça, grubun çıkış albümlü olan Pablo Honey (1993)'de de yayımlandıktan sonra dünya çapında bir hit haline geldi ve özellikle radyolardan fazlaca ilgi gördü. Radiohead kendi ülkelerinin dışında tek-hitlik mucize olarak görülmüş olsa da kendi ülkeleri Birleşik Krallık'ta ikinci albümleri The Bends (1995)'i çıkararak büyük bir hayran kitlesi elde ettiler. Bu ilginin büyük bir kısmını Thom Yorke'un etkileyici vokalleri ile grubun yoğun gitar atmosferlerine borçluydular. Thom Yorke'un falseto yorumlamaları hayranlar ve eleştirmenler tarafından beğeni topladı. Radiohead'in üçüncü albümü OK Computer (1997), grubun çok daha büyük ilgi görmesini sağladı. Hem zengin müziği hem de modern yaşamdaki yabancılaşma temalarıyla OK Computer, müzik eleştirmenleri tarafından 1990'ların en belirgin eserleri arasında gösterildi. "Kid A" (2000) ve "Amnesiac" (2001) yayınlandığında grup şöhretinin zirvesine ulaştı, fakat tarz değişiklikleri eleştirileri beraberinde getirdi. Grup, "Kid A" ve sonraki albümlerde deneysel elektronik müzik ve caza eğilim gösterdi. Altıncı albümleri "Hail to the Thief" (2003), gitar temelli rock müziği ve elektronik müziğin modern şarkı sözleriyle harmanlanmış halidir. Radiohead, yedinci albümlerini yayınlamadan önce kayıt şirketleri EMI ile biten sözleşmelerini yenilemedi. Kayıt şirketi anlaşmazlığın sebebini grubun çok fazla para talep etmesi olarak gösterdiyse de, Thom Yorke, grubun resmi blog sitesi Dead Air Space'de taleplerinin sadece kendi müzikleri ve müziklerinin gelecekte nasıl kullanılacağı üzerinde yetki istemek olduğunu, astronomik para talep ettikleri iddiasının "koca bir yalan" olduğunu belirtmiştir. Böylece grubun yendici albümü "In Rainbows" (2007) etiketsiz olarak sadece internet üzerinden piyasaya sürüldü. Müzik piyasasında ilk kez uygulanan bir sistemle, fiyat belirleme kararı müşteriye bırakıldı (ücretsiz indirmek de mümkündü). Grup, 2011 yılında çıkardığı "The King of Limbs" albümünde ise sampling ve ritim öğeleri üzerine yoğunlaştı. Grubun dokuzuncu albümü, "A Moon Shaped Pool" 8 Mayıs 2016'da yayınlandı. Grup 2005 yılında "Rolling Stone" dergisinin "Gelmiş geçmiş en büyük sanatçılar" listesinde 73. oldu. Grubun gitaristlerinden Jonny Greenwood ile Ed O'Brien de aynı derginin "Tüm Zamanların En İyi 100 Gitaristi" listesine 59. sıradan girmişlerdir. Radiohead grubunun kurucuları, Oxfordshire'deki köklü bir erkek okulu olan Abingdon School'da öğrenciyken tanıştı. Thom Yorke ve Colin Greenwood aynı dönemde, Ed O'Brien ve Phil Selway bir üst dönemde, Jonny Greenwood da iki dönem alttaydı. 1986 yılında, grubun bütün üyeleri sadece cuma günleri müsait olduğundan sadece cuma günleri okulun müzik salonunda çalışabildikleri için, Türkçe "Bir Cuma Günü" anlamına gelen "On A Friday" ismini verdikleri bir grup kurdular. Jonny Greenwood başta klavyeci olarak gruba girdi ama bir süre sonra baş gitarist oldu. 1987'de Jonny hariç bütün üyelerin üniversiteye başlamasına rağmen, grup haftasonlarında ve tatil günlerinde çalışmaya devam etti. 1991'de Jonny hariç bütün üyeler üniversiteyi tamamlayınca, grup Manic Hedgehog gibi demo kayıtlar yapmaya başladı ve Oxford'da bazı canlı performanslarda bulundu. Aslında Thames vadisinde bağımsız müzisyenlerin sıkça kullandığı sahneler vardı ama On A Friday'in müzik tarzı buralarda sahne alanların tarzıyla uyuşmuyordu. "On A Friday" duyulmaya başlayınca prodüktörler ve müzik şirketleri grupla ilgilenmeye başladı. "Oxford's Courtyard Studios" isimli müzik stüdyosunun ortağı Chris Hufford, "Jericho Tavern"de "On A Friday"ı canlı seyretti ve çok etkilendi. Stüdyonun diğer ortağı Bryce Edge ile On A Friday'e menajerlik yaptılar ve bir demo kaset hazırladılar; ikili hala grubun menajerliğini yürütüyor. 1991 yılında Colin Greenwood çalıştığı kayıt atölyesinde EMI şirketinin temsilcisi Keith Wozencroft ile yaptığı görüşme sonucunda, grup adına altı albümlük bir kayıt anlaşması imzaladı. Daha sonra isimlerini, Talking Heads grubunun True Stories albümündeki "Radio Head" şarkısından esinlenerek "Radiohead" olarak değiştirdiler. "Courtyard" stüdyolarından Hufford ve Edge, Radiohead'in Mart 1992'de çıkan ilk EP albümü "Drill"'in prodüktörlüğünü yaptılar. Albüm listelerde başarı gösteremeyince, ilk uzunçalar albümlerinin prodüktörlüğü için —daha önce Pixies ve Dinasour Jr'ın da prodüktörlüğünü yapan— Paul Kolderie ve Sean Slade ile anlaştılar. Albüm 1992 sonlarında Oxford stüdyosunda kaydedildi. Creep teklisinin 1992 sonlarında yayımlanmasıyla, hepsi olumlu olmamakla birlikte, İngiliz müzik basınının dikkatini çekmeye başladılar. İngiliz müzik dergisi "NME", Radiohead ile alakalı "bir rock grubu için korkaklık kusurlu" yorumu yaptı. BBC Radyo 1'de, müziklerini "fazla depresif" bulduğu için yayınlamadı. Grup çıkış albümleri "Pablo Honey"'i Şubat 1993'te çıkardı. Müzik tarzı 1990'ların başlarında popüler olan "grunge"a yakın bulundu ve Nirvana grubunun izinden gittikleri düşünüldü. Fakat bu albüm de Birleşik Krallık listelerinde başarı gösteremedi. Sonraki teklileri "Stop Whispering" ve "Anyone Can Play Guitar" da aynı şekilde başarısızdı. Fakat "Creep" beklenmedik bir şekilde, başta İsrail ve ABD radyolarında başta olmak üzere, bütün dünyada ses getirdi. Grup 1993 başlarında Amerika turnesine çıktığında "Creep"in klibi MTV'de sıklıkla yayınlanıyordu. Şarkı, listelerde iki numaraya kadar yükseldi. Aynı yılın sonlarında tekrar yayınlandığında B.K. tekliler lis
tesinde yedi numaraya kadar yükseldi. Ani gelen başarıdan sarsılan grup, "Pablo Honey" turnesi ikinci yıla sarktığında neredeyse dağılıyordu. Grup bir yıldan uzun süren turnenin sonlarına doğru, hâlâ iki sene önce kaydettikleri şarkıları çaldıkları için, hislerini "berbat bir deneyim, sanki bir zaman sarmalında sıkışmak gibi" diyerek ifade etmişlerdir. Amerika turnesinden sonra grup prodüktör olarak John Leckie ile anlaşarak Abbey Road Stüdyoları'nda ikinci albümleri üzerinde çalışmaya başladı. Üyeler "Creep" başarısı, ve sonraki albüm üzerindeki beklentiler yüzünden gergindi. Üzerlerindeki baskıyı azaltmak için Asya, Avustralya ve Uzak doğu'ya turnelere çıktılar. Fakat şöhretleriyle tekrar yüzleştikleri bu turnelerde Thom Yorke, "seksi, küstah ve göze hoş gelen MTV tipi yaşam tarzının" dünyaya pazarlanmasına yardımcı olduğunu düşünüp hayal kırıklığına uğradı. 1994'te çıkardıkları EP "My Iron Lung", ikinci albümleri için öngördükleri daha derin müziğe geçiş niteliğindeydi. Satışlar memnun ediciydi ve albüm, grubun sadık hayran kitlesinin oluşmasında etkili oldu. Turnelerde yeni şarkılar üreterek ikinci albümleri "The Bends"'in kayıt işlemleri 1994 sonlarında tamamlandı. Albüm 1995'te yayınlandı. Britanya medyasının ilgilendiği britpop tarzının dışında kalan grup, "The Bends" ile, sonunda vatanlarında medyanın dikkatini çekmeyi başardı. Sıkça tekrarlanan kısa bestelerin hakim olduğu kaset, grubun üç gitaristinin başarısıyla ve klavyenin daha etkin kullanımıyla, birinci albümlerine göre daha etkileyici bir atmosfer oluşturuyordu. "Fake Plastic Trees", "Just", ve "Street Spirit (Fade Out)" teklileri Birleşik Krallık listelerinde başarılı oldu. 1995 ortalarında, o sırada dünyadaki en büyük rock gruplarından biri olan, ilk esin kaynakları R.E.M.'in desteğiyle turneye çıktı. Turnenin başlangıcında Michael Stipe "Radiohead o kadar iyi ki, beni korkutuyor" demiştir. Bu şekilde ünlü hayranlarının ve "Just" ve "Street Spirit (Fade Out)" şarkılarının avangart kliplerinin etkisiyle, şöhretleri Birleşik Krallık dışına yayıldı. Jonny Greenwood "Bence grubumuzun dönüm noktası, "The Bends" albümünün yayımlanmasından sonraki dokuz veya 12 ay ve senenin sonuna doğru yapılan "en iyi şarkılar" anketlerine girmeye başlamamızdır. O zaman grubu oluşturmakla iyi ettiğimizi hissettik" demiştir. OK Computer için iki şarkının kaydı tamamlanmıştı. War Child girişiminin The Help Album projesi için Lucky isimli parçalarını seslendirdiler ve Baz Luhrmann'ın yönettiği Romeo ve Juliet uyarlaması film için Exit Music (For a Film) şarkısını bağışladılar. Kayıt yapımcıları Nigel Godrich'in yardımıyla, grup 1996'nın başlarında sonraki albümlerini kendi kayıt stüdyolarında kaydetmeye başladı. Haziran 1996'da Oxfordshire yakınlarındaki bir elma ambarından dönüştürülmüş "Canned Applause" isimli kayıt stüdyolarında dört şarkının kaydını tamamladılar. Kayıtları tamamlamadan önce şarkıları dinleyici karşısında canlı söyleyerek mükemmelleştirmeye karar verdiler ve Alanis Morissette'in turnesinde ön grup olarak konserler verdiler. Geriye kalan parçalar Jane Seymour'un Bath yakınlarındaki 15. yüzyıldan kalma malikânesinde kaydedildi. Kayıtlar çok rahat bir ortamda, farklı odalarda, istedikleri herhangi bir saatte kayıt yaparak, esinlenme için The Beatles, DJ Shadow, Ennio Morricone ve Miles Davis dinleyerek gerçekleşti. 1996 sonlarında kayıtlar tamamlandı. Üçüncü albümleri "OK Computer" Haziran 1997'de yayımlandı. Genelde melodik rock tarzında olan bu albümde deneysel müzik yapıları, elektronik müzik ve avangart akımları da denediler. "OK Computer", Birleşik Krallık listelerine 1 numaradan giriş yapan ilk albümleri oldu ve dünya çapında yüksek ticari başarı getrirdi. Amerikan listelerinde en yüksek 21 numaraya yükselebilmesine rağmen dinleyiciler tarafından büyük kabul gördü ve o seneki Grammy Ödülleri'nde "En iyi alternatif albüm" ve "Yılın en iyi albümü" dallarında aday oldu, fakat sadece "En iyi alternatif albüm" ödülünü kazandı. "Paranoid Android", "Karma Police" ve "No Surprises" albümün teklileri olarak yayımlandı, "Karma Police" 14 numarayla Amerikan modern rock listelerinde en beğenilen parçaları oldu. Sonuç olarak "OK Computer" çok olumlu eleştiriler aldı ve Thom Yorke "Böyle bir geri dönüşüm beni çok şaşırttı. Artık hiçbirimiz (albümün) iyi veya kötü olduğunu bilmiyorduk. Aklımı başımdan alan şey ise, insanların gerçekten her şeyi, yaratmak istediğimiz dokuyu, sesleri ve atmosferi almış olduğuydu." demiştir. "OK Computer"'ın yayımlanmasını "Against Demons" (Canavarlara Karşı) dünya turnesi izledi. "No Surprises" şarkısının klibinin yönetmeni Grant Gee, turne boyunca grupla birlikte oldu ve grubu filme çekti; bu görüntüler 1998'de "Meeting People Is Easy" (İnsanlarla Tanışmak Kolaydır) başlığıyla bir tür belgesel olarak yayımlandı. Belgesel, grubun müzik endüstrisi ve basın konusundaki hoşnutsuzluğunu ve 1997 ortalarından 1998 ortalarına kadar yaklaşık bir yıl süren turnein grubu tüketişini gösteriyordu. Bu sürede grup "7 Television Commercials" (7 Televizyon Reklamı) adında bir klip derlemesi ve "OK Computer" albümünün B-yüzlerinden oluşan 2 EP çıkardı. Radiohead, 1997-1998 turnesinden sonra oldukça durgun bir dönem geçirdi. Turne bittikten sonra tek konserleri, bir insan hakları savunma kuruluşu olan Uluslararası Af Örgütünün Paris konseri oldu. Daha sonra Thom Yorke, bu dönemde grubun dağılma eşiğine geldiğini ve kendisinin ağır bir depresyon geçirdiğini ifade etmiştir: "1998 yılbaşı arefesi hayatımın en kötü günlerinden biriydi. Çıldıracakmış gibi hissediyordum. Gitarı her elime aldığımda içimi bir korku sarıyordu. Bir şarkı yazmaya başladığımda 16 satır sonra duruyor, kağıdı bi çekmeceye koyuyordum. Sonra tekrar bakıp parçalıyor, imha ediyordum." 1999 başlarında grup sonraki albüm için çalışmaya başladı. Kayıt şirketlerinin bir son teslim tarihi vermemesine ve üzerlerinde artık baskı olmamasına rağmen kayıt gergin bir ortamda geçiyordu. Her üye grubun geleceği için farklı fikirler yürütüyordu. Thom Yorke hala şarkı yazamıyordu ve bu onu daha soyut şarkılar yazmaya itiyordu. Sonuçta, farklı bir müzikal istikamet belirlemeye karar verdiler, herkes gruptaki fonksiyonunu tekrar belirledi. Grup, yapımcıları Nigel Godrich ile Paris, Kopenhag ve Gloucester'daki ve Oxford'da yeni tamamlanan stüdyolarda inzivaya çekildi. Yaklaşık 18 ay sonra, Nisan 2000'de kayıtlar tamamlandı. Radiohead, dördüncü albümleri "Kid A"'i, stüdyolarda geçirdikleri sürenin ilk meyvesi olarak, Ekim 2000'de yayımladı. Tarz olarak "OK Computer" albümünün devamı olarak algılanan bu albüm, daha minimalsit bir tondaydı. Gitar önceki albümlerdeki kadar müziğe hakim değildi ve ondes martenot, programlanmış elektronik vuruşlar ve yaylılar ile pirinç üflemelilerin de dahil olduğu, daha çeşitli enstrümanlar kullanıldı. Albüm, grup için o zamana kadarki en büyük ticari başarıyı getirdi. Şarkıları, A.B.D. başta olmak üzere birçok ülkede listelere bir numaradan giriş yaptı. Bu başarı bazıları tarafından abartılı bir tanıtım kampanyasının sonucu olarak görüldü; albüm, yayımlanmadan birkaç ay önce dosya paylaşım ağı Napster'a sız(dırıl)mıştı. Ayrıca "OK Computer"'den sonra yoğun bir beklenti vardı. Grup "Kid A" albümünden tekli çıkarmamasına rağmen, radyo promosyonları "Optimistic" ve "Idioteque" radyolarda sıklıkla yayınlandı. Şarklılara çekilen kliplerin ve internetten de dağıtılan "Blip" adındaki kısa reklam filmlerinin de tanıtımda büyük etkisi oldu. 2001 başlarında grup tekrar "En iyi alternatif albüm" ve "Yılın en iyi albümü" dallarında Grammy Ödülleri'ne aday oldu ve "En iyi alternatif albüm" ödülünü kazandı. "Kid A" bağımsız müzik çevrelerinden olumlu olumsuz birçok eleştiri aldı. Eleştirmenlerin çoğunluğu albüm için "ticari bir intihar notu" yorumu yaptı ve grubun artık eski tarzına geri dönmesinin çok zor olduğunu ifade ettiler. Aynı şekilde, grubun hayranları da ikiye bölündü; bir kısmı bu yeni tarzı korkunç bulup hayrete düşerken, diğer yarısı da bu albümün grubun en iyi albümü olduğunu düşünüyordu. Diğer yandan Thom Yorke, değişimin ticari kaygılardan kaynaklandığını inkar ediyordu; ""Kid A""in bu denli hor görülmesi beni çok şaşırttı. Çünkü müzik, algılanması bu kadar zor olan bir şey değil. İşi zorlaştırmaya çalışmıyoruz. Aslında iletişim kurmaya çalışıyoruz, ama yolda bir yerde galiba birilerini kızdırmışız. Yaptığımız o kadar radikal değildi." "Kid A" albümünün konserlerinde, Naomi Klein'in anti-küreselleşmeyle alakalı kitabı "No Logo"'yu okumuş olan grup, Avrupa turnesinde sponsorsuz, çadır tipi bir sahnede; Kuzey Amerika turnesini de küçük sahnelerde gerçekleştirdi. "Kid A" albümündeki şarklıarla aynı dönemde kaydettikleri diğer parçaları kapsayan sonraki albüm "Amnesiac", Haziran 2001'de yayımlandı. Bu albümdeki parçalar da "Kid A" tarzında, grubun elektronik müzik ve sanatsal rock eğilimlerini pekiştiren tarzdaydı, fakat daha fazla caz etkisi vardı. "Amnesiac", ticari başarısının yanında eleştirmenlerden de olumlu yorumlar topladı; Amerikan listelerinde 2 numaraya kadar yükseldi ve Grammy ile birlikte Mercury Music Prize ödülüne de aday olarak gösterildi. 1997'den beri çıkardıkları ilk tekliler olan "Pyramid Song" ve "Knives Out" oldukça başarılıydı, üçüncü tekli olarak "I Might Be Wrong" düşünüldü fakat sonradan, o zamana kadarki ilk konser çekimi olarak "I Might Be Wrong: Live Recordings" ismiyle Kasım 2001'de piyasaya sürüldü. Bu vidyo dağıtımında, "Kid A" ve "Amnesiac" parçalarının konser kayıtları ve daha önce yayımlanmamış şarkıları "True Love Waits"in akustik versiyonu bulunuyordu. "Amnesiac"'ın yayımlanmasından sonra grup Japonya, Avrupa ve Kuzey Amerika'yı kapsayan bir turneye çıktı. Radiohead Temmuz ve Ağustos 2002'de Portekiz ve İspanya turnelerinde birkaç yeni şarkı söyledi. Altıncı albümlerinin kayıtları için Nigel Godrich ile Los Angeles'daki bir stüdyoda iki hafta geçirdiler. Daha sonra Oxford'da birkaç şarkı daha kaydettiler. Grup üyeleri bu dönemi, "Kid A"/"Amnesiac" kayıt döneminin aksine, sorunsuz ve rahat bir dönem olarak anlatırlar. Yeni
albüm "Hail to the Thief" Haziran 2003'te yayımlandı. Bu albüm bir anlamda grubun müzikal sergüzeştiydi; gitar egemen rock parçaları ve elektronik müziğin, güncel şarkı sözleriyle harmanlanmış haliydi. Eleştiriler genel olarak olumluydu. Çoğu eleştirmen, artık grubun "OK Computer" ile başlayan tarz değişimini bırakıp, yaratıcı bir şekilde ilerlediğini ifade ediyordu. Ticari olarak çok başarılı olan albüm Billboard listesine üç numaradan giriş yaptı, sonra da Birleşik Krallık'ta Platin plak, ABD'de Altın Plak sertifikalarını aldı. Albümün teklileri "There There", "Go to Sleep" ve "2+2=5" radyolarda sıklıkla çalındı. Albüm 2003 Grammy Ödülleri için "En iyi alternatif albüm" dalında aday gösterildi. Albümün yapımcıları Nigel Godrich ve Darrell Thorp da "Mühendisliği en iyi yapılan albüm" dalında Grammy Ödülü kazandı. Thom Yorke, "Hail to the Thief" albümünün adının, o sırada gündemi meşgul eden ABD başkanlık seçimleri hakkında olduğu iddialarını yalanlamış ve bu deyişi ilk kez BBC Radio 4'da, zamanında seçimlere hile karıştırdığı için başkanlığı boyunca "hırsız" olarak bilinen John Quincy Adams hakkındaki bir tartışmada duyduğunu söylemiştir. Fakat Yorke albümün 2001 ve 2002 yıllarında dünya gündemindeki olaylardan etkilendiğini, ve "Hail to the Thief" deyişinin kendisi için çok etkileyici ve güçlü bir deyiş olduğunu, bunun belli bir konuda bir protesto olarak algılanmasına üzüleceğini, çünkü grubun ve kendisinin bir protesto şarkısı yazma niyetinde olmadığını belirtmiştir. "Hail to the Thief"'in yayımlanmasından sonra grup Haziran 2003'te Glastonbury Festivali'nde başlayıp 2004 ortalarında Coachella Festivali'nde sona eren, dünya çapında bir turneye çıktı. Turneleri sırasında "Hail to the Thief" albümünün B taraflarından oluşan "COM LAG" EP'sini çıkardılar. Turne bittikten sonra Oxford'daki stüdyolarında yeni albüm için çalışmaya başladılar, fakat hiçbir şirketle anlaşmaları olmadığından araya bir fasıla girdi. Bu sürede üyeler kendi solo projelerine ağırlık verdi. Radiohead, Şubat 2005'te kayıt çalışmalarına başladı. Eylül 2005'te savaş bölgelerindeki çocuklara yardım amaçlı gönüllü bir kuruluş olan War Child'ın yardım amaçlı albümü için piyano ağırlıklı bir şarkı olan "I Want None of This"i bağışladı. Albümün parçaları internet üzerinden satışa sunuldu ve en çok indirilen parça "I Want None of This" oldu. Fakat şarkı tekli olarak yayımlanmadı. Bu sırada Radiohead'ın EMI şirketiyle olan anlaşması "COM LAG" EP'sinin yayımlanmasıyla sona remişti. Grup yeni albüm için şarkılar yazmaya başlamadan hemen önce Thom Yorke Time dergisine şöyle bir mülakat verdi: ""Aslında ben kayıt şirketimizdeki insanları seviyorum, fakat onlara neden ihtiyacımız olduğunun sorulacağı vakit geliyor. Ve, evet, bu çürümüş işletme modeline "canınız cehenneme" demek bize alhaksızca bir zevk verebilir." Grup sonraki albümlerini prodüktörleri Mark Stent ile birlikte kendi başlarına kaydetmeye başladılar, fakat 2006 sonlarında, 13 yeni şarkı seslendirdikleri Avrupa ve Kuzey Amerika turnesinden sonra yollarına Nigel Godrich ile İngiliz kırsal kesimlerindeki birkaç stüdyoda devam ettiler. Albüm Haziran 2007'de tamamlandı ve New York City'de bir stüdyoda ana kopya işlemleri tamamlandı. Grubun yedinci albümü "In Rainbows" Ekim 2007'de internet üzerinden, müşterilerin istedikleri fiyatı verip indirebileceği şekilde yayımlandı. Albümün 1.2 milyon kez indirildiği iddia edilmesine rağmen grup tarafından resmi bir açıklama yapılmadı. İnternet üzerinden yapılan satışın, ilerde yapılması planlanan CD albüm satışlarını yükseltmek için bir taktik olduğu ifade edildi. Thom Yorke, Radiohead'in "In Rainbows"'un internet üzerinden sataşından elde edilen gelirin, grubun önceki albümlerinin hepsinin internet üzerinden yapılan satışlarının gelirinin toplamından daha fazla olduğunu ifade etmiştir. Aralık 2007 başlarında, içinde albümün taş plak kaydı, stüdyo kayıtlarından bir bonus CD ve karton ciltli bir kitapçık bulunan bir "discbox" piyasaya sürüldü. "In Rainbows" fiziksel olarak Birleşik Krallık'ta Aralık sonunda XL Recordings, Kuzey Amerika'da ise Ocak 2008'de TBD Records tarafından satışa sunuldu. Albümü dağıtımını Türkiye'de Equinox Müzik gerçekleştirdi. Albüm, grubun "Kid A"'dan sonra ABD'deki en büyük başarısı oldu. Birleşik Krallıkta da zirveye çıkan 5. albümleri oldu. Albümün ilk teklisi "Jigsaw Falling into Place" Birleşik Krallık'ta Ocak 2008'de yayımlandı. Grup Mayıs 2008'de Kuzey Amerika, Avrupa, Güney Amerika ve Japonya'yı kapsayan bir turneye çıkacak. "In Rainbows" genelde olumlu eleştiriler aldı, hatta kariyerlerinin en iyi albümü olduğu söylendi. Eleştirmenler, albümün daha erişilebilir tonda olduğunu ve eski şarkılarına nazaran daha kişisel şarkı sözleri içerdiğini söylediler. Jonny Greenwood albümün dağıtım ve fiyatlandırma politikasının sebepleri hakkında "Denemeye değer bir deneydi... İnsanları, bir an durup müziğin ne değerde olduğunu düşündürmek eğlenceliydi" şeklinde bir demeç verdi. Thom York da albüm için "En uyumlu ve kesin biçimde, 'bizi neyin hareket ettirdiği'ni anlatma çabası. "In Rainbows" bizim klasik albümümüz, Transformer'ımız, Revolver'ımız, Hunky Dory'miz." demiştir. Grup 2009 yılının Haziran ayında 1. Dünya savaşının son gazilerinden Harry Patch'in ölümü anısına yaptıkları şarkıyı internet siteleri üzerinden satışa sunmuştur. Ardından " These Are My Twisted Words " adlı single'larını ağustos ayında çıkaran grup Thom Yorke 'un bir röportajında, bundan sonra albüm çalışmaları yerine solo ağırlıklı ve single ağırlıklı çalışmalara yöneleceklerini belirtmiştir. 9 Ekim 2009'da grubun gitaristi Ed O'Brien her ne kadar Thom Yorke'un bir daha albüm yapmayacağız demesine karşın 2010 yılında Radiohead hayranlarını yeni bir albümün beklediği haberini verdi. Mayıs 2009'da grup, prodüktör Nigel Godrich ile yeni albüm çalışmalarına başladı. Bu çalışmalar sonucunda ağustos ayında iki single yayınladılar: "These Are My Twisted Words" ve Birinci Dünya Savaşı'nda hayatta kalan son İngiliz asker Harry Patch anısına yaptıkları "Harry Patch (In Memory Of)". Thom Yorke Radiohead'in alışılagelmiş albüm formatlarından uzaklaşabileceğini söyledi fakat bir süre sonra grup, sekizinci uzun albümlerine odaklandı. Ocak ayında İngiliz yardım kuruluşu Oxfam adına Los Angeles'ta verilen konser aynı zamanda grubun 2010 yılındaki tek konserleri oldu. 2010 Haiti depremine yardım için açık artırmayla satışa sunulan bilet fiyatları, yarım milyon dolardan fazla yükseldi. Aralıkta Radiohead'in Oxfam performansını kaydeden hayranların hazırladıkları video, grup üyelerinin desteğiyle Youtube ve torrent platformlarında yayınlandı. Ayrıca Oxfam'a bağışta bulunulması için "pay-what-you-want" linki oluşturuldu. Radiohead sekizinci albümlerinin kayıtlarını ocak 2011'de bitirdi. Sevgililer gününde duyurulan The Kings of Limbs, 18 şubatta Radiohead'in resmi web sitesinde yayınlandı. Albüm mart ayında CD ve plak formatlarında yayınlandı. Mayıs ayında da albümün "newspaper edition"ı yayınlandı. Albüm internet sitesi üzerinden tahmini 300 bin ile 400 bin arası satış gerçekleştirdi. "The King of Limbs" fiziksel olarak ilk haftasında 69 bin kopya satışıyla Billboard 200 listesine 6 numaradan giriş yaptı. Birleşik Krallık'ta ise 33,469 satışla 7 numarada kaldı. 30 Nisan'da daha önceden Radiohead'den alışveriş yapmış olan hayranlara "Burn the Witch" single'ı ile ilgili bir afiş gönderildi. 1 Mayıs 2016'da Radiohead websitelerindeki ve sosyal medya hesaplarındaki bütün içeriği sildi. "Burn the Witch" single'ı 3 Mayıs'ta bir stop-motion animasyonla birlikte yayımlandı. 6 Mayıs'ta "Daydreaming" single'ı Paul Thomas Anderson'ın yönettiği bir video ile birlikte yayımlandı. Radiohead'in dokuzuncu stüdyo albümü "A Moon Shaped Pool" 8 Mayıs 2016'da dijital olarak satışa sunulmuştur. Radiohead'ın devamlı değişen müzik tarzının sebebi, grup üyelerinin farklı hünerleri ve müzikal zevkleri olmuştur. Grupta sadece baş gitarist Jonny Greenwood klasik müzik eğitimi almıştır. Greenwood, gitarın yanında klavye, ondes martenot, banjo, viyola, armonika ve bilumum enstrüman çalabilen bir multi-enstrümantalisttir. Geçtiğimiz yıllarda elektronik ve dijital ses oynama araçları da kullandığı enstrümanlar arasına girdi. Fakat bunların bir bölümünü sadece konserlerde kullanmaktadır. Greenwood aynı zamanda "Climbing Up the Walls", "How to Disappear Completely", "Pyramid Song" ve "Faust Arp" gibi Radiohead şarkılarındaki yaylı orkestralarının aranjörlüğünü de yapmaktadır. Thom Yorke da gitar ve piyano çalar. Bir zamanlar Exeter Üniversitesi'ndeki "Flickernoise" isimli bir techno grubunda DJ'lik de yapmıştır. Son zamanlarda iyice elektronik müziğe odaklanan Yorke, 2003'te katıldığı bir radyo programında eğer sadece gitarla veya sadece elektronik müzik yapmak arasında seçim yapmaya zorlansaydı, elektronik müziği tercih edebileceğini söylemiştir. Grup kurulduğundan beri hem şarkı sözü üretimi hem de müzikal olarak gruba Thom Yorke liderlik etmektedir. 2000 yılında bir söyleşide Yorke; "Biz Birleşmiş Milletler gibiyiz ve ben Amerika'yım. demiştir. Bunun bir istisnası şarkı sözü yazarlığı olabilir. Her ne kadar nerdeyse bütün şarkı sözleri Thom Yorke'un olarak görünse de, aslında bütün üyelerin şarkı sözlerine katkısı olmaktadır. Bir röportajlarında şarkı sözü yazımında bütün üyelerin bir bütünün bileşenleri gibi olduğunu belirtmişlerdir. Sonuç olarak bütün şarkı sözleri, muhtemelen en büyük katkıyı yapan Thom Yorke'un adı altında gösterilmektedir. "Kid A/Amnesiac" kayıt dönemi grubun müzik tarzında değişim getirdiği gibi, çalışma tarzında da değişiklikler getirmiştir. Ed O'Brien durumu şöyle belirtmiştir: "Eğer farklı tonda bir müzik yapmaya karar verdiyseniz, metodolojiyi değiştirmek zorundasınız... Herkes endişeli olur. Ben bir gitaristim ve birden mesela bir parçada hiç gitar kullanılmıyordur, veya davul yoktur. Jonny, Coz, (Collin Greenwood) Phil ve benim buna alışmamız gerekiyordu. Grubun müzik tarzındaki gitardan elektroniğe doğru kayma sürecinde, grup üyeleri enstrüman kullanımında daha fazla e
sneklik geliştirdi. Bu durumda bir parçanın enstrüman gereksinimlerine göre bütün üyeler konumlarını tekrar belirleyebilmektedir. "Kid A" ve "Amnesiac" kayıtlarında Thom Yorke klavye ve basgitar çalarken, baş gitarist Jonny Greenwood gitardan ziyade ondes martenot başında bulunuyor; basgitarist Colin Greenwood da örneklemeyle meşgul oluyordu. Ed O'Brien ve Phil Selway de asıl enstrüman olarak gitar ve davul kullanırken, davul makinesi ve dijital ses oynama araçlarını da kullanmaktaydı. 2003 yılındaki "Hail to the Thief" kayıtlarında da farklı açılımlar oldu. Bunu Yorke; "gruptaki gücüm açıkça dengesizdi ve ne pahasına olursa olsun grubun düzenini altüst edebiliyordum. Şimdi durum daha sağlıklı, eskisinden daha demokratik." şeklinde ifade etmiştir. Başlarda Radiohead'ın esin kaynakları Queen ve Elvis Costello; Joy Division, Siouxsie and the Banshees ve Magazine gibi post-punk müzisyenleri ile R.E.M., Pixies, The Smiths, ve Sonic Youth gibi 1980'lerin alternatif rock müzisyenleriydi. 1990 ortalarında "OK Computer" albümünden sonra, grup elektronik müziğe ve özellikle Massive Attack gibi trip-hop gruplarına ve DJ Shadow gibi enstrümantal hip hop tarzına eğilim gösterdiler. Grup üyeleri "OK Computer" albümlerinde bu şekilde bir tarz değişiklik geçirdiğini ifade etmiştir. Bu albümde esinlendikleri diğer sanatçılar Miles Davis ve Ennio Morricone, ile The Beatles ve The Beach Boys gibi 1960'ların gruplarıydı. Jonny Greenwood, besteci Krzysztof Penderecki'yi de "OK Computer" şarkısının tonu için esin kaynağı olarak gösterir. Bu dönem içersinde, eleştirmenler "OK Computer" ile Pink Floyd gibi progresif rock gruplarının albümleri arasında benzerlikler olduğunu söylemişlerdir, fakat grup, müzik tarzlarının progressive rock müzisenlerinden ciddi şekilde etkilendiğini inkar etmiştir. "Kid A" ve "Amnesiac" albümlerindeki elektronik müzik ağırlığı, Thom Yorke'un Autechre, Aphex Twin, Boards of Canada ve Squarepusher gibi Warp Records müzisyenlerinin gliç, ambient techno ve IDM olarak tanımlanan müzik tarzlarına olan hayranlığından kaynaklanıyordu. Ayrıca caz müzisyenleri Charles Mingus ve Alice Coltrane, ile Can and Neu! gibi 1970'lerin Krautrock grupları da bu dönemdeki başlıca esin kaynaklarındandır. Jonny Greenwood'un 20. yüzyıl klasik müziğine ve Penderecki ile Olivier Messiaen'e olan ilgisi de gittikçe artıyordu ve bu "Kid A"'daki birkaç parçada iyice belirginleşiyordu. Greenwood bu albümde en eski elektronik enstrümanlardan biri olan Ondes Martenot'u kullandı. Elektronik müziğin etkisi "Hail to the Thief" albümünde de görülür, fakat bu albümde gitar, "Kid A" ve "Amnesiac" albümlerine nazaran daha çok kullanılmıştır. Bu dönemde de The Beatles, Neil Young, Can ve klasik müzik, grup üzerindeki etkisini sürdürmüştür. "In Rainbows" albümünün hazırlıklarına başladıkları 2005 yılı ve sonrasında grup deneysel rock, elektronik ve hip-hop müziklerine hala ilgi duyduğunu belirtirken özellikle Liars, Modeselektor, Spank Rock ve M.I.A. isimleri öne çıkmıştır. Grup üyeleri reggae ve dub müziğe ilgi duyduklarını belirtmiştir. 2007 yılında Trojan Records şirketinin çıkardığı "Jonny Greenwood Is the Controller" isimli çalışmada Jonny Greenwood'un en beğendiği dub müzikelerinden bir seçki sunulmuştur. Özellikle "Kid A" ve "Amnesiac" albümleri grubun popülerliğini arttırdıysa da, "The Bends" ve "OK Computer" albümlerinin uzun süre devam eden etkisi Britrock müziği etkilemeye devam etti. 1990 sonlarında ve 2000 başlarında birçok eleştirmen başka grupların müziklerini Radiohead'inkilerle kıyaslıyordu. 2000 yılında MTV'de gruba "Travis, Coldplay ve Muse gruplarının kariyerlerini tıpkı sizin 1997'de yaptığınız gibi inşa etmesi konusunda ne hissediyorsunuz?" diye sorulduğunda, Thom Yorke "Kid A'e başarılar" diyerek cevap vermiştir. Ayrıca Bloc Party, The Roots ve Hanson grupları ile John Mayer'ın da Radiohead'den etkilendikleri iddia edilmiştir. Rock müzisyenlerinin yanında, caz ve klasik batı müzisyenleri de Radiohead'in "Kid A" ve "Amnesiac" şarkılarından örnekleme ya da "cover" yapmışlardır. Grup, prodüktörleri, ses mühendisleri, (özellikle Nigel Godrich) ve grafik tasarımcıları Stanley Donwood ile sıkı ilişki içersindedir. Godrich "The Bends" albümünden beri grupla birlikte çalışıyor ve "OK Computer" albümünden beri de grubun eş-prodüktörü. Hatta bazen kendisi hakkında, George Martin'in The Beatles ile olan ilişkisine benzer olarak, grubun görünmez altıncı üyesi benzetmesi yapılmaktadır. Grubun uzun süre birlikte çalıştığı isimlerden biri olan Donwood da, 1994 yılından beri grubun bütün kapak tasarımlarını yapmaktadır. Donwood genellikle sanat okulunda tanıştığı Thom Yorke ile çalışır; bu çalışmalarda Yorke müstear ismi "Tchock" ya da "The White Chocolate Farm"ı kullanır. Donwood'un yapımları yağlı boyalar, dijital illüstrasyonlar, kolajlar, antika posterler ve grubun internet sitesi tasarımını kapsamaktadır. Röportajlarda, tasarımlarında grubun müziğinin görsel eşdeğerini oluşturabilmek için grubun kayıt stüdyosunda çalıştığını belirtmiştir. Donwood, Thom Yorke ile birlikte yaptığı kütüphane kitabı şeklinde tasarlanmış "Amnesiac" albümüyle "En iyi kayıt ambalajı" dalında Grammy ödülü kazandı. Grubun birlikte çalıştığı diğer sanatçılar Graeme Stewart, Dilly Gent ve Peter Clemens'tir. Stewart, "Kid A"/"Amnesiac" döneminden beri Radiohead'in ses mühendisliğini yapmaktadır. Ayrıca Jonny Greenwood'un ve Thom Yorke'un solo albümleri "Bodysong" ve "The Eraser" için de ses mühendisliği yapmıştır. Grant, "OK Computer" albümünden beri grupla birlikte çalışıp, şarkı kliplerini çekecek uygun yönetmen bulma göreviyle vazifelendirilmiştir. Takma adı "Plank" olan grubun konser teknisyeni Peter Clemens de "The Bends" albümünden beri grupla çalışmakta ve hem konser hem stüdyo kayıtlarında enstrümanları ayarlama görevini yerine getirmektedir. Uzun Köprü Uzun Köprü, Edirne'de, Ergene Nehri üzerinde, Anadolu ile Balkanları birbirine bağlayan tek köprü ve dünyanın en uzun taş köprüsü olma özelliğini taşıyan tarihi köprüdür. Eski adı Ergene Köprüsü idi. Köprü, Edirne'nin Uzunköprü ilçesine ismini vermiştir. Uzunköprü, 1426-1443 yılında Osmanlı Padişahı II. Murat tarafından, dönemin başmimarı Müslihiddin'e yaptırıldı. Köprünün yapımında başmimar Usta Muslihinddin ile Mimar Mehmet birlikte çalıştı. 1.392 metre uzunluğunda, 6,80 metre genişliğindeki köprünün 174 kemeri vardır. Kemerlerinin bazıları sivri, bazıları yuvarlaktır. Köprünün yüksekliği ve genişliği yer yer değişir. Bazı ayaklarında selyaranlar, üstünde balkonlar vardır. Taş ayaklar arasında fil, aslan, kuş figürleri dikkat çeker. Köprü, Osmanlı'nın Balkanlar'a yapacağı fetihlerde doğal bir engel olarak karşılarına çıkan Ergene Nehri'ni aşmak için kurulmuştu. Daha önce yapılan tahta köprülerin nehrin suları ile yıkılması üzerine yapılan taş köprü, Türk ordusunun akınlarını kışın da sürdürebilmesini sağladı. Uzun Köprü inşa edildiğinde köprünün başına cami ile imaret yapılmış ve Ergene Şehri adıyla bir ilçe inşa edilmiştir. Köprü, en son 1963'te onarıldı. Bu onarım sırasında üzerine beton dökülerek tarihi kimliğine zarar verilmiştir. Tarihi köprü üzerinden Edirne-İzmir Devlet karayolu geçmekteydi. Bu yol 2015 yılında yapılan yeni köprüye aktarılarak köprü üzerinden ağır vasıtaların geçişi yasaklanmıştır. Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü (MTA), 14 Haziran 1935'te 2804 sayılı özel kanunla kurulmuş, tüzel kişiliği olan, özel hukuk hükümlerine tabi, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na bağlı kamu iktisadi teşebbüsüdür. Kanun çıktığındaki "Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü"ydü, 1983 Aralık ayında bu isim Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü olarak değiştirildi. MTA, işletmeye uygun maden ve taşocağı alanları araştırmak, işletilen maden ocaklarının daha verimli çalışması için araştırmaları yürütmek, jeolojik ve jeofizik etüt ve laboratuvar incelemeleri yapmak, madencilik sektörü için uzman ve teknik personel ve nitelikli işçi yetiştirmek gayesiyle kuruldu. MTA Ankara'daki merkezinde bulunan genel müdür ve dört genel yardımcısı tarafından yönetilir. MTA'nın ana hizmet birimleri; Jeoloji Etüdleri, Jeofizik Etüdleri, Enerji Hammadde Etüd ve Arama, Maden Etüd ve Arama, Sondaj, Fizibilite Etüdleri, Maden Analizleri ve Teknolojisi, Deniz ve Çevre Araştırmaları Daire Başkanlıklarıdır. Kuruluşun taşra örgütü, 12 bölge müdürlüğünden meydana gelmiştir. İvme Fizikte ivme, hızın zamana göre türevi olarak tanımlanır. Büyüklüğü uzaklık/zaman olan bir vektörel niceliktir ve cismin hem hızının hem de yönünün şiddetlerindeki değişimini gösterir. İvmeölçer yardımıyla ölçülen ivmenin SI birimi metre/saniye²'dir. Genel olarak "ivme" terimi hızdaki (hız vektörünün şiddetindeki) artış olarak kullanılır; hızdaki azalışa ise "yavaşlama" denir. Fizikte, hız vektöründeki bir değişim ivme olarak kabul edilir: dairesel harekette, hız vektörünün yönündeki değişim "merkezcil (merkeze doğru) ivme"ye yol açar.Bir cismin kazandığı ivmelenme,ona uygulanan kuvvetin kütlesine bölümünün bir fonksiyonudur. İvme kelimesi köken olarak iv kökünden gelir ve ivedi:acele, iven:acele eden, ivmek:acele etmek gibi kelimelerle aynı ailede bulunur. Klasik mekanikte sabit kütleli bir cismin ivmesi, cisme etki eden net kuvvetle orantılıdır (): Formülde F cisme etki eden net kuvvet, "m" cismin kütlesi ve a da cismin ivmesini temsil eder. Ortalama ivme kavramı hız vektöründeki değişimin "(Δv)" geçen süreye "(Δt)" bölümüdür. Anlık ivme de, Δt sıfıra yaklaşırken, çok kısa zaman aralıklarında, belirli bir noktanın ivmesidir. Uzunluk Uzunluk, bir cismin boyunu ifade eden büyüklük. Bu büyüklük en, boy veya yükseklik yönlerinde olabilir. Fizikte ise uzunluk, mesafe ile eşdeğer anlamda kullanılır. SI birim sisteminde uzunluk birimi metredir. Bu temel birimden aşağıdaki birimler türetilir: "Genişlik" ya da "en", üç boyutdan (3B) biridir. İki veya üç boyutlu cisimlerin referans düzleme göre paralel yüzeyin de bulunan kısa kenarlarına verilen addır. Dražen Petrović Dražen Petr
ović ("Drajen Petroviç") (22 Ekim 1964 - 7 Haziran 1993), Hırvat basketbolcu. NBA'de başarılı olarak bu lige Avrupalı oyuncuların kapısını açan ve birçok otoriteye göre Avrupa'nın gelmiş geçmiş en iyi oyuncusu. 1988'te Real Madrid'e transfer olmadan, Cibona ile biri Koraç Kupası olmak üzere 2 kez Avrupa Kupası kazanan takımda yer almıştı. Hatta 1985 finalinde sonradan transfer olacağı Real Madrid'e 36 sayı atmıştı. 1980'lerin sonunda Yugoslav Basketbolu'nun aynı neslinden olan Dino Radja, Toni Kukoç ve Vlade Divac'lı Avrupa'nın en iyi kadrolarından biri olan millî takımda yer aldı. Oldukça genç oyunculardan oluşan bu kadro Avrupa Şampiyonluğu, Olimpiyat ikinciliği gibi pek çok başarı kazandı. 1986 yılında draft edilmesine rağmen NBA kariyerine 1989 yılında başladı ve ilk sezonu yedek oyuncu olarak geçirdi. 1991 yılında New Jersey Nets'e transfer oldu ve burada ligin en önemli oyuncularından biri durumuna geldi. Son sezonu olan 1992-93'te %45'e yakın bir üçlük yüzdesiyle oynadı.Kariyerinin son senesinde 22 sayı ortalama ile oynayan Petroviç artık ligin en iyi şutörlerinden biriydi. Kariyerin zirvesindeyken ve henüz 28 yaşında Almanya'da bir otobanda geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. NBA'de zirvede olduğu takım olan New Jersey Nets onun 3 numaralı formasını emekliye ayırarak salonun tavanına astı. Dražen Petrović'in adı 1993'te Zagreb'te adını duyurduğu salon olan Cibona Salonu'na verildi. Petrovic'in genç takım ve yerel liglerde kazandığı pek çok başarının yanında üst düzey liglerde ve turnuvalarda kazandığı başarılardan bazıları: Alan Alan ya da yüzölçümü bir yüzeyin uzayda kapladığı iki boyutlu yer miktarını ölçen bir büyüklüktür. SI birim sisteminde temel alan birimi m²: metrekare'dir. Diğer alan birimleri bundan türetilebilir: Anot Anot, redoks tepkimelerinde yükseltgenmenin gerçekleştiği elektrottur. Katot'un tersi olarak tanımlanabilecek, artılığı ve eksiliği duruma göre değişen iletken uç. Elektroliz tepkimesinde, anot artı uçta olur. X-ışını tüplerinde elektron demetine maruz bırakılarak X-ışını elde edilen kısımdır. Pozitif polarizeye sahiptir. iki kısımdan oluşur bunlar elektron bombardımanı sonucunda X-ışını oluşmasını sağlayan hedef kısım ve polarizeyi sağlayan iletken kısımdır. Korozyon Korozyon, metal veya metal alaşımlarının oksitlenme veya diğer kimyasal etkilerle aşınma durumu. Demirin paslanması, alüminyumun oksitlenmesi korozyona örnek olarak verilebilir. Türkçeye yabancı dillerden giren korozyon sözcüğü; yenme, kemirilme gibi anlamlarla alakalıdır. Aşınma, çürüme, paslanma, bozulma ve yenim gibi sözcüklerle karşılanabilir. Yüzeyleri uygun şekilde korunmayan metal ve metal alaşımlarının bozunmaları önemli bir teknolojik sorundur. Metal ve alaşımların kararlı halleri olan bileşik haline dönme eğilimleri yüksektir. Bunun sonucu olarak metaller içinde bulundukları ortamın elemanları ile tepkimeye girerek, önce iyonik hale ve oradan da ortamdaki başka elementlerle birleşerek bileşik haline dönmeye çalışırlar; yani kimyasal değişime uğrarlar ve bozulurlar. Sonuçta metal veya alaşımın fiziksel, kimyasal, mekanik veya elektriksel özelliği istenmeyen değişikliklere (zarara) uğrar. Korozyon, metalik malzemelerin içinde bulundukları ortamla reaksiyona girmeleri sonucu, dışarıdan enerji vermeye gerek olmadan, doğal olarak meydana gelen olaydır. Korozyon olayları, her ortama ve her farklı tesir mekanizmalarına göre cereyan eder. Buna göre elektro-kimyasal veya kimyasal korozyon farklı olur. Makinalar üzerindeki mutad korozyon tertibatı genel olarak elektro-kimyasal olaylardan ileri gelmektedir. Galvanik korozyon, iki farklı metalin birbirleriyle fiziksel veya elektriksel teması olduğunda ve ortak bir elektrolitin içine batırıldığında veya aynı metal farklı konsantrasyonlarda elektrolit ile karşılaşıldığında ortaya çıkar. Galvanik bir çiftte, daha aktif metal (anot) hızlandırılmış bir hızda aşındırır ve daha asil metal (katot) daha yavaş bir şekilde korozyona uğrar. Ayrı ayrı batırıldığında, her metal kendi hızıyla paslanır. Hangi tür metal (ler) galvanik seriyi izleyerek kolayca belirlenebilir. Örneğin, çinko genellikle çelik yapılar için kurban bir anot olarak kullanılır. Galvanik korozyon, denizcilik endüstrisinde ve suyun (tuz içeren) temas borularının veya metal yapıların büyük ilgi alanındadır. Anodun nispi boyutu, metal türleri ve çalışma koşulları (sıcaklık, nem, tuzluluk, vb.) Faktörleri galvanik korozyonu etkiler. Anot ve katotun yüzey alanı oranı malzemelerin korozyon hızlarını doğrudan etkiler. Galvanik korozyon genellikle kurban anotların kullanımı ile engellenir. Herhangi bir ortamda (bir standart ortam havalandırılmış, oda sıcaklığında deniz suyu), bir metal, iyonlarının yüzeye ne kadar güçlü bağlı olduğuna bağlı olarak, diğerlerinden daha soylu veya daha aktif olacaktır. Elektrikle temasta bulunan iki metal aynı elektronları paylaşır, böylece her yüzeydeki "mücadele", iki malzeme arasındaki serbest elektronlara karşı rekabet eder. Elektronları, aynı yöndeki iyon akışı için bir ev sahibi olarak kullanarak, asal metal aktiften elektron alacaktır. Ortaya çıkan kütle akışı veya elektrik akımı, ilgi alanı içindeki bir materyal hiyerarşisi oluşturmak için ölçülebilir. Bu hiyerarşiye bir galvanik serisi denir ve korozyonu öngörmede ve anlamada faydalıdır. Elektro-kimyasal korozyon esasen anot rolündeki maddenin çözünmesidir. Elektrokimyasal korozyon ister mikro ölçekte ister makro ölçekte oluşsun korozyon hücresi ile modellenebilir. Korozyon hücresi; anot (1), katod (2), iletken ortam (elektrolit)(3) ve anot-katot arasındaki iletken bağlantıdan (4) oluşur. Bu dört bileşenden biri dahi olmasa korozyon oluşmaz. Korozyon oluşumu anot rolünü üstlenen maddede meydana gelir. Maddelerin korozyon hücresindeki rollerini belirleyen çeşitli faktörler vardır. Örneğin çözünme potansiyeli yüksek bir metal(mesela Sn), çözünme potansiyeli düşük bir metalle (Mesela Fe) temas halinde çözeltiye konacak olursa anot rolünü üstlenecek ve çözünecektir. Elektrolit olarak bir çatlak içindeki buğu kalınlığında bir rutubet, film tabakası veya su artığı hatta el teri bile yeterlidir. Rutubetli Çelik Yüzeylerinin Elektro-Kimyasal Oksijen Korozyonu Metal parçalarının üst yüzeyleri rutubetli ortamlarda ve açık havada, bir oksit tabakası ile kaplanır. Alaşımsız ve düşük alaşımlı çeliklerden yapılmış olan parlak yapı parçaları, bu şartlar altında bir süre sonra pas benekleri ile kaplanır. Korozyona dayanan olaylar, havadaki oksijenin demir malzemesinin üstündeki su ile bağlantılı halde tesir etmesinden ileri gelmektedir. Bir su damlasının altındaki bir malzeme bölgesinde, bu münasebetle meydana gelen olaylar izah edilebilir.Damlaların ortasında, demir Fe - iyonları çözünmeye başlar. Bu çözünme sahası lokal bir anot gibi tesir eder (Lokal Anodu).Damlaların kenar bölgesinde, çözünen havanın oksijeninden oluşan OH iyonları çözünen demir Fe ile reaksiyona girer ve ilk önce demir hidroksit Fe (OH) ve buradan pas FeO(OH) oluştururlar. Pas, damlanın kenarında ring şeklinde ayrılır. Benek şeklinde başlayan pas oluşumu çelik yüzeylerde gözlenebilir. Korozyonun sürekli olarak devam etmesi halinde bütün çelik yüzeyleri bu yerlerinden itibaren paslanır. Korozyon Elemanlarında Elektro-Kimyasal Korozyon Bu korozyon, bir galvanik eleman içinde cereyan eden aynı olaylardan ileri gelmektedir. Galvanik bir eleman, bir elektrik iletim kabiliyeti olan akışkan, elektrolit, içine daldırılan, farklı metallerden yapılmış olan iki elektrottan meydana gelir. Bu düzende, her iki metalden daha asal olanı çözünür. Çözünen metal paslanır yani korozyona uğrar. Çinko, bakır, galvanik elemanında bakır-elektrotta (katot) suyun parçalanması nedeniyle hidrojen açığa çıkarken çinko-elektrodu (anot) Zn - iyonları çözünmeye başlar. Her iki elektrot arasında büyüklüğü elektrot malzemelerine bağlı olan küçük bir elektrik gerilimi oluşur. Normal bir hidrojen elektrodu ile yapılan ölçümler vasıtasıyla, Normal Potansiyel olarak isimlendirilen münferit elektrot malzemelerinin gerilimleri tayin edilmiş ve metallerin gerilim sırası tablosuna aktarılmışlardır. Hidrojen sıfır potansiyelinden itibaren sola doğru asal olmayan metaller, sağa doğru asal metaller yer alırlar.Bir galvanik elemanda daha solda kalan metal çözünür, örneğin Zn/Cu elemanında çinko çözünür.Galvanik elemandaki gerilimin büyüklüğü normal potansiyel farkından hesap edilebilir.Örnek: Zn/Cu galvanik elemanı bakırın normal potansiyeli +0.34 V, çinkonunki -0.76 V.Böylece galvanik elemanda +0.34 V - (-0.76 V) =1.1 V'luk bir gerilim oluşur. Bir galvanik elemanın şartları makina elemanlarında ve yapı parçalarında birçok yerlerde meydana gelir.Bu sahalar, korozyon elemanları çinko adını alır. Bu hususta, iki farklı metal (elektrotlar) ve bir miktar su (elektrolit) gereklidir. Tipik korozyon elemanları örneğin çelik yapı parçaları üstündeki metal kaplamalar üzerindeki hasarlı yerler veya farklı malzemeden meydana gelen iki yapı elemanının temas etmesi ve ayrıca alaşımların içindeki asal olmayan metal bu yerlerde çözünmek suretiyle tahribata uğrar. Katot Katot, indirgenmenin gerçekleştiği elektrottur. Anot'un antisi olarak tanımlanabilecek, pozitifliği ve negatifliği duruma göre değişen iletken uçtur. Devreden akım geçirmesi için dış etkiye gerek yoksa, katot eksi uç olur. Galvanizli olan kimyasal pil reaksiyonunda ise katot artı yüklü olur. Katot, bir elektrokimyasal hücrede indirgenmenin meydana geldiği elektrottur. Bir elektrolizde Hidrojenin de açığa çıkmasını önlemek için kullanılır. Eksi uç ya da Negatif yüklü elektrot anlamını taşır. Devreden akım geçirmesi için dış etkiye gerek yoksa, katot eksi uç olur. Galvanizli olan kimyasal pil reaksiyonunda ise katot artı yüklü olur. Katot daha çok sıvı ve gazlar üzerinden akım iletilen düzenlerde negatif elektrottur. Elektron tüplerinde veya lambalarda ısıtılarak elektron yayan eleman ve elektroliz düzenlerinde bataryanın negatif kutbunun bağlandığı elektrot, katot adını alır. Elektronlar bu elektrot sayesi
nde sisteme girer. Elektron tüplerinde ve gazlı deşarj lambalarında kullanılan katotlar soğuk ve sıcak (termoiyonik) olmak üzere iki kısımda incelenebilir. Soğuk katotlar herhangi bir ısı tesiri olmadan ... Newton'un hareket yasaları Newton'ın hareket yasaları, bir cisim üzerine etki eden kuvvetler ve cismin hareketi arasındaki ilişkileri ortaya koyan üç yasadır. İlk kez Isaac Newton tarafından 5 Temmuz 1687 tarihinde yayımlanan "Philosophiae Naturalis Principia Mathematica" adlı çalışmada ortaya konmuştur. Bu yasalar klasik mekaniğin temelini oluşturmuş, bizzat Newton tarafından fiziksel nesnelerin hareketleri ile ilgili birçok olayın açıklanmasında kullanılmıştır. Newton, çalışmasının üçüncü bölümünde, bu hareket yasalarını ve yine kendi bulduğu evrensel kütleçekim yasasını kullanarak Kepler'in gezegensel hareket yasalarının elde edilebileceğini göstermiştir. Bu yasalara getirilen çeşitli yorumlar vardır. En genel olan yorumda kütle, ivme ve (en önemlisi) kuvvetin önceden tanımlanmış olduğu varsayılmaktadır. Ancak Newton'ın birinci ve ikinci yasasının aslında kuvvetin ve kütlenin tanımı olduğuna dair yorumlar da mevcuttur. Dikkat edilirse ikinci yasa ancak gözlem bir eylemsiz referans sisteminden yapıldığında geçerlidir. Eylemsiz referans sistemi birinci yasada tanımlanmış olduğundan ikinci yasayı kullanarak birinci yasanın ispatını aramak mantıksal bir yanılgı olacaktır. Işık hızına yaklaşan hızlarda Newton yasaları fiziksel olayları açıklamakta yetersiz kalmakta, bu nedenle geçerliliklerini yitirmektedirler. Işık hızlarına yakın hızlarda cisimlerin hareketi incelenirken Albert Einstein'ın geliştirdiği özel görelilik teorisi dikkate alınmalıdır. Basitleştirilmiş bir şekilde, bir cisim üzerindeki net kuvvet, o cisim üzerine etki eden tüm kuvvetlerin vektörel toplamıdır. Bu toplam sıfır ise, Newton'ın birinci yasası cismin hareket durumunun değişmeyeceğini söyler. Aslında burada iki durum oluşur: Birinci durum çoğu kişi tarafından açıkça anlaşılabilir olmasına rağmen, ikinci durumu anlamak için üzerinde biraz düşünmek gereklidir çünkü gündelik yaşantımızda hareketini sürekli olarak sürdüren cisimleri pek görmeyiz (göksel hareketler hariç). Bir kalemi masa üzerinde kaydırırsak, hareketini sonsuza dek sürdürmeyecek, yavaşlayıp en sonunda duracaktır. Kalemin hızı değişmiştir ve Newton'ın yasalarına göre böyle bir hız değişikliği ancak cisim üzerine bir net kuvvet etki etmesi sonucunda oluşabilir. Bu kuvvet kalem ve masa arasında, kalemin hareketinin tersi yöndeki sürtünme kuvvetidir ve cismin yavaşlamasına neden olmaktadır. Böyle bir kuvvetin yokluğunda kalemin hızı azalmayacak, hareketini sürdürmeye devam edecektir. Sürtünme kuvvetinin az olduğu durumlara bir örnek olarak bir hava hokeyi masası veya buz pateni pisti verilebilir. Yasanın doğruluğunu mükemmel bir şekilde gösteren deneyler sürtünmenin her deneyde kaçınılmaz olarak ortaya çıktığı için yapılamamaktadır. Öyle ki dış uzayda bile engellenemeyen kütleçekimsel kuvvetler böylesi mükemmel bir deneyin yapılmasını engellemektedir. Ancak yine de yasa, bir nesnenin hareket durumundaki değişikliğin temel nedelerini vurgulamakta işe yaramaktadır. Newton'ın birinci yasası eylemsizlik yasası olarak da bilinmektedir ve sıklıkla "sıfır net kuvvet, sıfır ivmelenmeye karşılık gelir." şeklinde açıklanır. Ancak bu açıklama fazla basitleştirilmiştir. Newton tarafından formüle edildiği üzere, birinci yasa ikinci yasanın özel bir hali olmaktan daha fazla şey içerir. Newton iyi bir nedenle yasalarını hiyerarşik bir sıralamada düzenlemiştir. Öyle ki birinci yasa, diğer yasaların uygulanabilir olduğu "eylemsiz referans çerçeveleri" olarak adlandırılan referans çerçevelerini tanımlar. Yasaların niçin eylemsiz referans sistemleri ile sınırlı olduğunu anlamak için ivmeli hareket eden bir cisim (örneğin pistte kalkış için hızlanmakta olan bir uçak) içinde duran bir topu göz önüne alın. Uçak içinde bulunan herhangi bir kişinin bakış açısından (ya da teknik bir deyiş ile "uçağın referans çerçevesinden") uçak ileri doğru ivmelendikçe, top geriye doğru hareket ediyormuş gibi görünecektir (bu etki uçak ivmelenirken sizi koltuğunuza bastıran etki ile aynıdır). Uçak içindeki yolcuların bakış açısından topu hareket ettirecek hiçbir kuvvet bulunmamasına rağmen topun bu hareketi, Newton'ın ikinci yasası ile çelişir gibi görünmektedir. Gerçekte ise ikinci yasa ile ilgili bir çelişki yoktur çünkü Newton'ın ikinci yasası böyle bir durum için uygulanabilir değildir: İkinci yasa ancak topun üzerine bir kuvvet etki etmediğinde onun sabit kalacağı eylemsiz referans sistemlerinde (birinci yasada tanımlanan) geçerlidir. Bu durumda "uçak referans sistemi" bir eylemsiz referans sistemi değildir. Görüldüğü üzere, tüm yasalar her durumda uygulanabilir olmadığından, çeşitli yasaların çeşitli durumlara uygulanabilir olup olmadıkları konusu önem taşımaktadır. Özetlemek gerekirse: Newton'ın birinci yasası Galileo tarafından daha önce açıklanan eylemsizlik yasasının bir yeniden ifadesidir. Bu görüş, tüm cisimlerin evrende doğal bir yerinin olduğunu söyleyen Aristocu görüşten farklıdır. Aristo, kayalar gibi ağır cisimlerin Dünya üzerinde, duman gibi hafif nesnelerin gökyüzünde, yıldızların ise cennette durma isteklerinin olduğuna inanıyordu. Buna rağmen Aristo'nun ve Galileo'nun fikirleri arasındaki temel fark Galileo'nun bir cisim üzerine etki eden kuvvetin cismin hızını değil ivmesini belirliyor olduğunu söylemesidir. Yine Aristo'dan farklı olarak Galileo bu söylemini inançlarına değil, deney ve gözleme dayalı olarak ortaya koymuştur. Bu anlayış Newton'ın, birinci yasasını (kuvvet yoksa, ivme yoktur) oluşturmasında yol göstermiş ve üzerine kuvvet etkimeyen cisimlerin hızlarını koruyacağı görüşünü ortaya çıkarmıştır. Görünüşe göre eylemsizlik yasası birbirinden bağımsız olarak birkaç doğa filozofu tarafından keşfedilmiştir. Hareketin eylemsizliği MÖ 3. yüzyılda Çin filozofu Mo Tzu tarafından, MS. 11. yüzyılda İslam bilginleri İbn-i Heysem ve İbn-i Sina tarafından açıklanmıştır. 17. yüzyılda yaşamış olan filozof René Descartes yasayı formüle etmiştir ancak onu doğrulamak için hiçbir deney yapmamıştır. Newton'ın Latince kitabından Motte'nin 1729 yılında yaptığı çeviride ikinci hareket yasası aşağıdaki gibi ifade edilmiştir: Modern sembolik gösterim ile Newton'ın ikinci yasası bir vektörel diferansiyel denklem şeklinde yazılabilir: Burada F kuvvet, "m" kütle, v hız vektörü ve "t" zamandır. Kütle ve hızın çarpımı cismin momentumu olarak tanımlanmıştır (Newton tarafından bu çarpım "hareket miktarı" olarak adlandırılmıştır). Bu eşitlik sabit kütleye sahip sistemler için kuvvet ve momentum arasındaki fiziksel ilişkiyi ifade eder. Eşitlik sıfır net kuvvet etkisi altındaki bir sistemin momentumunun zamanla değişmeyeceğini söyler. Buna rağmen böyle bir durumdaki sisteme giren veya çıkan herhangi bir miktardaki kütle, bir dış kuvvet etkisi sonucu olmaksızın sistemin momentumunu değiştirecektir ki bu durum ikinci yasaya aykırıdır. Böyle durumlarda bu eşitlik geçersizdir.Bakınız açık sistemler. Bu eşitliğin eylemsizlik yasası ile uyumlu olması açısından belirtilmelidir ki, momentumun büyüklüğü değişmeksizin, sadece yönü değişiyorsa, momentumun zamana göre türevi sıfırdan farklı olmalıdır. Sistemin kütlesi sabit olduğundan bu diferansiyel denklem daha basit ve bilinen bir formda yazılabilir: Bu eşitlikte ivmeyi belirtmektedir. F=ma eşitliğini sözlü olarak "bir cismin ivmesi, üzerine uygulanan kuvvet ile doğru, cismin kütlesi ile ters orantılıdır." şeklinde ifade edebiliriz. Genel olarak, ışık hızına göre düşük olan hızlarda, momentum ve hız arasındaki ilişki yaklaşık olarak doğrusaldır. Gündelik yaşamımızda deneyimlediğimiz neredeyse tüm hızlar bu kategoridedir. Buna rağmen, ışık hızına yaklaşan hızlarda momentum-hız arasındaki bu doğrusal yaklaşım giderek artan biçimde hatalı olmaktadır ve özel görelilik kuramının kullanımına ihtiyaç duyulmaktadır . "İtme" terimi ikinci yasa ile yakından ilişkilidir ve tarihsel olarak yasanın orijinal anlamına daha yakındır. İtme aşağıdaki gibi tanımlanmaktadır: Newton tarafından "İtme" kavramı "hareket ettirici kuvvet" olarak, "Momentum" kavramı ise "hareket" olarak ifade edilmiştir. Sonuç olarak ikinci yasanın tarihsel yaklaşım ile itme ve momentum değişimi arasındaki ilişkiyi böyle açıkladığı söylenebilir. Dolayısıyla ikinci yasa orijinaline uygun şekilde matematiksel olarak sonlu farklar şeklinde ifade edilebilir: Burada I itme, Δp momentumdaki değişim, "m" kütle, ve Δv hızdaki değişimdir. Çarpışmaların analizinde itme kavramı kullanılmaktadır. Yaktığı yakıtı püskürterek yol alan ve bir roket gibi değişken kütleli sistemler, kapalı sistem değildirler. Bu tip sistemleri incelerken ikinci yasadaki kütleyi doğrudan zamanın bir fonksiyonu olarak alamayız. Bunun nedeni, Kleppner ve Kolenkow'un "An Introduction to Mechanics" (Mekaniğe giriş) kitabında ve diğer modern metinlerde verildiği üzere, Newton'ın ikinci yasasının temel olarak noktasal parçacıklara uygulanabilmesidir. Klasik mekanikte parçacıklar, tanımları gereği sabit kütleye sahiptirler. İyi tanımlanmış parçacık sistemleri için Newton yasaları, sistemde bulunan tüm parçacıklar üzerinden toplam alınarak genişletilebilir: Burada F sistem üzerindeki toplam dış kuvvet, "M" sistemin toplam kütlesi ve a sistemin kütle merkezinin ivmelenmesidir. Bir roket, su sızdıran bir kova veya ucu salınan şişirilmiş bir balon gibi değişken kütleli sistemleri parçacık sistemleri olarak ele alıp işlem yapmak genellikle çok zordur, bu nedenle bu tip sistemler için Newton'ın ikinci yasası doğrudan uygulanamaz. Bunun yerine "m" kütlesi zamanla artan veya azalan bir cismin genel hareket denklemi, ikinci yasanın, sisteme giren veya sistemden ayrılan kütle tarafından taşınan momentumu ifade eden bir terimin eklenerek yeniden düzenlenmesiyle elde edilir: Burada u sistemden kaçan veya sisteme giren kütlenin, sistemin kütle merkezine göre hızıdır. Kimi standartlara göre, denklemin sağ tarafında "tepki" (İng. thrust) olarak
adlandırılan u d"m"/d"t" ifadesi, kuvvet (değişen kütle nedeniyle cisim üzerine uygulanan kuvvet, roket egzozu gibi) olarak tanımlanır ve F niceliğine dahil edilir. İvmenin tanımının da yerine koyulması ile eşitlik, halini alır. Bu eşitliğin elde edilmesinde enerjinin meşhur formula_10 ifadesi kullanılmıştır. (formula_11) Dikkat edilmesi gereken nokta bu eşitliğin yaklaşık bir eşitlik olduğudur. (Bir cismin toplam enerjisi formula_12 olarak ifade edilir. formula_13 Lorentz faktörü olup ışık hızından çok daha yavaş hareket eden cisimler için yaklaşık olarak birdir.) Aşağıdaki eşitlik bir kuvvet tarafından birim zamanda yapılan işi ifade eder: Burada F·v, vektörel skaler çarpımdır. Bu denklem genişletilmiş bir kuvvet yasası için tekrar düzenlenebilir: Bu eşitlik "momentum değişiminin" kuvvet doğrultusunda olmasına rağmen, bir kütlenin "ivmesinin" genel olarak kuvvetin doğrultusunda "olmadığını" göstermektedir. Buna rağmen eğer hareket eden bir cismin hızı ışık hızından çok düşükse, yukarıdaki eşitlik bilindik F="m"a eşitliğine dönüşür. Kütlesi değişen sistemler kapalı sistemler değildir. Örneğin yaktığı yakıtları dışarı püskürterek hareket eden bir roket için, Newton'ın ikinci yasasında kütleyi doğrudan zamanın bir fonksiyonu olarak alarak işe koyulamayız. Bunun nedeni, Kleppner ve Kolenkow 'un "An Introduction to Mechanics" adlı kitabında ve diğer modern metinlerde verildiği üzere Newton'ın ikinci yasasının temel olarak sadece "parçacıklara" uygulanabilir olmasıdır. Klasik mekanikte parçacıklar sabit kütleli olarak tanımlanır. Parçacıklar "iyi tanımlanmış" sistemleri oluşturduğu takdirde, Newton'ın yasası tüm parçacıklar üzerinden bir toplam alınarak genişletilebilir. Bu durumda sistemi oluşturan tüm parçacıklar kütle merkezinde bulunan, kütlesi tüm parçacıkların kütleleri toplamına eşit bir tek parçacıkmış gibi ele alınabilir. İkinci yasayı böylesi genişletilmiş cisimlere uygularken, yasa tamamıyla cismin iyi tanımlanmış parçacıklardan meydana geldiğini kabul eder. Buna rağmen bir roket gibi değişken kütleli sistemler belli sayıdaki parçacıklardan oluşmaz. Böyle sistemler "iyi tanımlanmış" sistemler değildir. Bu nedenle böyle sistemlere Newton'ın ikinci yasasını doğrudan uygulayamayız. Böyle durumlarda F = dp/d"t" eşitliğinin dikkatsizce kullanılması yanlış sonuçlar verecektir. Buna rağmen, momentumun korunumunu tüm sisteme uyguladığımızda (örneğin roket "ve" yakıtı) elde ettiğimiz sonuçlar kesinlikle doğru olacaktır. Son cümlede kullanılan "tüm sistem" ifadesi genişletilmiş, sabit kütleli ve tüm parçacıkları belirli bir sisteme karşılık gelir. Bu durum, F = dp/d"t" ifadesinin sadece sabit kütleli sistemler için doğru olduğu anlamına gelir. Buna rağmen yasa F = "m"a şeklinde ifade edildiğinde, bileşke kuvvet sisteme giren veya çıkan kütlenin ikisini de içerecek şekilde alındığında, kütlenin değişimine aldırmaksızın herhangi bir parçacığın veya sistemin hareketini doğrulukla açıklar. Daha doğrudan bir çeviri şu şekilde yapılabilir: Alışılmış olduğu üzere Newton yukarıdaki çeviride momentumdan "hareket" olarak bahsetmiş, "hız" ile "hareket" arasındaki farka dikkat çekmiştir. Newton'ın üçüncü yasası, tüm kuvvetlerin etkileşimler olduğunu söyler -yani tek yönlü kuvvet diye bir şey yoktur. Eğer bir A cismi, bir B cismi üzerine bir kuvvet uyguluyorsa B cismi de aynı anda A üzerine aynı büyüklükte bir kuvvet uygular; öyle ki uygulanan bu kuvvetler aynı doğru üzerinde yer alır. Şekilden görüleceği üzere, patenciler birbirlerine büyüklükleri aynı fakat yönleri ters olan kuvvetler uygular. Uygulanan kuvvetler eşit olmasına rağmen ivmelenmeler eşit değildir: Newton'ın ikinci yasasına göre daha zayıf olan patenci daha büyük bir ivme kazanacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken konu etki/tepki çiftinin farklı nesneler üzerine etkidiği ve birbirini yok etmediğidir. Newton'ın üçüncü yasasındaki iki kuvvet aynı tiptedir, örneğin, eğer yol, ivmelenen bir araba lastiği üzerinde ileri yönlü bir sürtünme kuvveti uyguluyorsa (ki bu kuvvet, arabanın hareket etmesini sağlayan kuvvettir), bu sürtünme kuvveti Newton'ın üçüncü yasasına göre aynı zamanda lastikleri yol üzerinde geri iter. Newton üçüncü yasayı, momentumun korunumu yasasını türetmek için kullanmıştır; buna rağmen daha derin bir bakış açısı ile momentumun korunumu, daha temel bir fikirdir (Galileo) dönüşümlerinden Noether teoremi aracılığıyla ispatlanır) ve Newton'ın üçüncü yasasının geçerli olmadığı durumlarda da geçerliliğini korur (örneğin parçacıkların momentum taşıdığı gibi kuvvet alanlarının da momentum taşıması durumunda veya kuantum mekaniğinde). Newton yasaları 200 yıldır çeşitli deneyler ve gözlemler ile doğrulanmıştır ve gündelik yaşantımızdaki hızlar ve ölçekler için mükemmel birer yaklaşımdırlar. Newton'un hareket yasaları, yine onun bulduğu evrensel kütleçekim yasası ve kalkülüs'ün matematiksel yöntemleri ile birlikte, ilk kez geniş çaptaki fiziksel olaylar için niceliksel bir açıklama sağlamıştır. Bu üç yasa, gündelik koşullarda makroskopik cisimlerin hareketi için iyi bir yaklaşıklık ile geçerlidirler. Buna rağmen, çok küçük ölçeklerde, çok yüksek hızlarda veya çok güçlü kütleçekimsel alanların varlığında geçerliliklerini yitirirler. Bu nedenle yasalar, bir yarı iletkendeki elektrik iletimi, maddelerin optik özellikleri, relavite hesaba katılmadan düzenlenen GPS sistemlerindeki hatalar ve süper iletkenlik gibi olayları açıklamakta kullanılamazlar. Bu tip olayların açıklanabilmesi, Genel Görelilik ve Relativistik Kuantum Mekaniği gibi daha karmaşık fiziksel teorileri gerektirir. Kuantum mekaniğinde kuvvet, momentum veya konum gibi kavramlar, bir kuantum durumu üzerine işlem yapan, doğrusal operatörler ile tanımlanır. Işığın hızından çok düşük olan hızlarda, bu operatörler Newton yasalarına indirgenir. Işık hızına yaklaşık hızlarda, bir cisim için kuvvetin o cismin momentumunun zamana göre türevi olduğunu söyleyen ikinci yasa orijinal halini ("F = d (p) / dt") korusa da, ikinci yasanın bazı yeni sürümleri (yukarıdaki sabit kütle yaklaşımı gibi) geçerliliklerini koruyamamaktadırlar. Henry Mancini Henry Mancini, asıl adı Enrico Nicola Mancini. (16 Nisan 1924, Cleveland, Ohio – 14 Haziran 1994, Los Angeles, Kaliforniya). ABD'li besteci ve aranjör. Çok sayıda televizyon ve film müziği yapan besteci, 1995 yılında aldığı Grammy ömür boyu başarı ödülü dahil pek çok ödüle sahiptir. Aralarında Peter Gunn, Midnight Cowboy ("Geceyarısı Kovboyu"), A Hard Day's Night, Pink Panther (" Pembe Panter "), Breakfast at Tiffany's ("Tiffany'de Kahvaltı") 'nin de bulunduğu pek çok klasikleşmiş ve müzikleriyle akıllarda yer edinmiş filmin bestecisidir. 70 yaşında pankreas kanserinden ölmüştür. Öngörü aralığı İstatistikte tahmin aralığı, gözlemlenemeyen anakütle parametresinin tahmininde kullanılan güven aralığı yaklaşımından esinlenir. Örnek Normal dağılımlı anakütleden bir örnek elde edildiğini varsayalım. Anakütlenin ortalaması ve satandart sapması örnekleme dayalı olarak tahmin edilmediği sürece belirsizdir. Bir sonraki gözlemin tahmin edilmesi arzulanmaktadır. "n" örneklem boyutu; μ ve σ sırasıyala örneklemin gözlemlenemeyen ortalaması ve standart sapması olsun. "X", ..., "X", örneklem; "X" tahmin edilecek ilerki zamandaki gözlem olsun: formula_1 ve formula_2 olduğu için, formula_3 gösteriminin n-1 serbestlik derecesinde t dağılımı gösterdiği ortaya konulabilir. Sonuçta "A", 100(1 - (p/2))inci persentili (yüzdeliği) göstermek üzere Student'in t dağılımı Olasılık kuramı ve istatistik bilim dallarında t-dağılımı ya da Student'in t dağılımı genel olarak örneklem sayısı veya sayıları küçük ise ve anakütle normal dağılım gösterdiği varsayılırsa çıkartımsal istatistik uygulaması için çok kullanılan bir sürekli olasılık dağılımıdır. Çok popüler olarak tek bir anakütle ortalaması için güven aralığı veya hipotez sınaması ve iki anakütle ortalamasının arasındaki fark için güven aralığı veya hipotez sınamasında, yani çıkarımsal istatistik analizlerde, uygulama görmektedir. t-dağılımı ilk olarak 1908'de Dublin'de Guinness Bira Fabrikası'nda çalışan William Sealy Gosset tarafından yayımlanan bir makale ile ortaya konmuştur. Guinness'in, şirket sırlarının yayımlanmasını önlemek amacıyla çalışanlarının bilimsel yayın yapmasını yasaklamasından ötürü, bu yayının yazarı Student (öğrenci) olarak belirtilmişti. Gosset bu makalesinde "t" yerine "z" harfini kullanmıştır fakat sonradan "z" harfinin standart normal dağılım bağlamında kullanılmaya başlanmasıyla Student'in dağılımı "t" harfiyle anılmaya başlanmıştır. "t"-sınamaları ve ilişkili teori R.A. Fisher tarafından geliştirilmiş ve bu dağılım "Student'in t dağılımı" adıyla tanınmıştır. Çıkarımsal istatiksel çalışmalarda normal dağılımın yerine küçük orneklem bulunan problemler için kullanılmakla (ve bu nedenle normal dağılımın bir özel hali olarak yanlış intiba vermekle) beraber "Student'in t-dağılımı" teorik bakımdan genelleştirilmiş hiperbolik dağılımının bir özel halidir. Farz edelim ki "X", ..., "X" istatistiksel olarak birbirlerinden bağımsız rassal değişkenlerdir ve beklenen değer μ ile dağılma σ değerleri ile normal dağılmaktadırlar. örneklem ortalaması ve Bu "Z" den, kesin standart sapma ifadesi olan formula_3 yerine bir rassal değişken olan formula_4 konulması suretiyle değişiklik gösterir. Teknik olarak :formula_5 Cochran'ın teoremine göre bir ki-kare dağılımı gösterir. Gosset yazısında "T"nin şu olasılık yoğunluk fonksiyonu gösterdiğini ispat etmiştir: Burada ν, "n" - 1 ifadesine eşittir ve Γ bir Gamma fonksiyonudur. Bu ifade şöyle de yazılabilir: Burada "B" bir Beta fonksiyonudur. Sonradan "T" dağılımı "t-"dağılımı olarak anılmaya başlanmıştır. ν parametresi serbestlik derecesi olarak anılmaktadır. Dikkat edilirse t-dağılımı sadece ν parametresine dayanır ve (çıkarımsal istatistik analizi için bilinmeyen anakütle değerleri olan) μ veya σ t-dağılımı için parametre değildirler. İşte bu gerçek (yani μ ve σ nin parametre olmaması) hem teorik bakımdan ve daha belirgin olarak pratik ç
ıkarımsal istatistik analizi bakımından, t-dağılımı istatistik bilimi için çok önemlidir. t-dağılımının momentleri şunlardır: Bir diğer işlemle de 0 < "k" < ν terimi, "k" çift sayı ise, Gamma fonksiyonunun özellikleri kullanılarak daha basitleştirilebilinir: Gosset'in sonuçlarının daha da genelleştirilmesi mümkündür. Z, standart normal dağılıma ve V ise, formula_10 serbestlik derecesi ile ki-kare dağılımına sahip olsun, Z ve V bağımsız ise, Cochran'in teoremine göre, şu orantı ν serbestlik derecesi olan bir "t"-dağılımı olur. Serbestlik derecesi ν olan bir "t"-dağılımı için beklenen değer 0 dır ve varyans Çarpıklık 0 olur ve basıklık eğer "ν" > 4 ise. olur. Yığmalı dağılım fonksiyonu bir tamamlanmamış beta fonkiyonu olup ifadesi ile verilir ve burada olur. "t"-dağılımı ile F-dağılımı ilişkisi şöyle açıklanabilir; "ν" serbestlik derecesi olan "t" için kare değeri serbestlik derecesi 1 ve "ν" olan bir F-dağılımıdır. "t"-dağılımının olasılık yoğunluk fonksiyonunu grafik şekli, ortalaması 0 ve varyansı 1 olan standart normal dağılımı grafik şekline benzerlik gösterir. Ancak t-dağılımı daha yaygındır ve biraz daha basıktır. Serbestlik derecesi büyüdükce, t-dağılımı standart normal dağılımına yaklaşım göstermektedir. Serbestlik derecesi 30 olduğu zaman t-dağılımı ve standart normal dağılım nerede ise aynı şekildedirler. Aşağıdaki gösterimler "ν" serbestlik derecesi artış gösterirse "t"-dağılımı yoğunluk fonksiyonunun nasıl değiştiğini gösterirler. Karşılaştırma sağlamak için normal dağılım mavi çizgi ile gösterilmiştir. "t"-dağılımını gösteren kırmızı çizginin "ν" değeri artıkça normal dağılıma yakınlaşma gösterdigi açıkca gözlenebilmektedir. Eğer "ν"=30 "t"-dağılımı hemen hemen normal dağılım ile aynı olmaktadır. Serbestlik derecesini "ν" için belli değerler özellikle basit olan bazı şekilleri verirler: Dağılım fonksiyonu şu olur: Yoğunluk fonksiyonu şudur: Yoğunluk fonksiyonu şudur: Bir sayı olan "A" öyle şekilde seçilsin ki olsun. Burada "T" "n" - 1 serbestlik derecesi bulunan bir "t"-dağılımı göstersin. Bu ifade ifadesi ile aynı olup "A" bu olasılık dağılımının "95inci yüzdebirlik" değeridir veya Bu halde olmaktadır ve bu da ifadesine aynen eşittir. Bunun için uç-noktaları olan açıklık μ için bir %90 güven aralığıdır. Böylece eğer normal dağılım gösterdiğine epeyce emin olabilaceğimiz bir grup gözlem için ortalama değeri bulursak, "t"-dağılımını kullanarak bulunan ortalama için güvenlik limitlerinin (belki bir sıfır hipotez için tahmin edilmiş değerin) yahut daha önce teorik olarak tahmin edilmiş bir değerin, bu limitlerin arasında bulunup bulunmadığı araştırılabilir. Bu sonuc Student'in t-testlerinde kullanılmaktadır. İki normal dağılımdan alınan örneklemlerin ortalamalarının farkı da normal dağılım gösterdiği için, anakütle ortalamalarının arasındaki farkın sıfıra eşit olduğuna dair bir sonuç çıkarmanın makul olup olmadığını incelemede kullanılabilir. Eğer veriler normal olarak dağılım gösterirlerse, ortalama için tek taraflı bir (1-a)-üst güvenlik limiti (UGL), şu verilen denklemi kullanarak hesaplanabilir. Ortaya çıkarılan UGL değeri, bir verilmiş güvenlik aralığı ve anakütle büyüklüğü için ortaya çıkacak en büyük ortalama değeri olacaktır. Diğer bir terimle, formula_24 değeri bir grup gözlemler için bir ortalama olursa, bu dağılımın ortalamasının formula_25 değerinden daha düşük olmasının olasılığı güvenlik oranına (yani formula_26 ye) eşittir. Uygun büyüklükteki örneklemler için t-dağılımlarının ilgili sıfır hipotezi için uygulanabileceği birkaç diğer istatistikler bulunmaktadır. Böylece "t"-dagılımı, yalnizca tek ortalama ve iki ortalama arasındaki fark problemleri için uygulanan sonuç verici istatistik için bir özel teknik olmadığı açıktır. Örneğin Spearman'ın sıralama korelasyon katsayısı için sıfır hipotez bu katsayının 0 olabileceği ise, bu sıfır korelasyon için, eğer örneklem büyüklüğü 20 civarında ise, yaklaşık olarak bir t-dağılımı kullanılabilir. "t"-dağılımı çok kere veri modeli kurmak için normal dağılıma bir alternatif olarak kullanılır. Çok kere pratik hayattan gelen gerçek veriler normal dağılımın kabul ettiğinden daha fazla ağırlıklı dağılım ("şişman-kuyruklu dağılım") gösterir. Bu halde klasik çözum yolu bu alışılanın çok dışında olan değerleri ("aykırı değerleri") teşhis edip bunların ağırlıklarını özel işlemlerle azaltmaya çaba göstermekle yapılmaktaydı. Ancak "aykırı değer"lerin teşhis edilmesi (özellikle yüksek boyut gösteren veriler arasında) hiç kolay olmamaktadır. Bu nedenle bu türlü verileri modellemek için doğasal seçim konusu olan ve güçlü istatistikler için bir parametrik yaklaşım sağlayan t-dağılımının alternatif olarak kullanılması tavsiye edilmektedir. Lange ve işbirlikcileri (1989) çeşitli kullanım alanlarında sisman kuyruklu veriler için güçlü modelleme içinde t-dağılımının kullanılması sorunu ayrıntılı olarak incelemişlerdir. Gelman ve işbirlikçilerinin (2003) yazısında bir Bayes-tipi yaklaşım gösterilmektedir. Serbestlik derecesi parametresi dağılımının basıklığını kontrol etmek için kullanılmakta ve bu ölçek parametresi ile korelasyon bağlantısı göstermektedir. Olabilirlilik çok sayıda yerel maksimum değerleri gösterdigi için, çok kere serbestlik derecesini ufak olan değerlerde sabitleştirmek ve bu sabit değer verilmiş gibi diğer parametreler için kestirimde bulunmak gerekmektedir. Bazı araştırıcılar bunun için en uygun değerlerin 3 ile 9 arasında olduğunu beyan etmişlerdir. Venebale ve Ripley (2002) ise 5 değerinin iyi bir seçim olacağını bildirmektedirler. Varyans Olasılık kuramı ve istatistik bilim dallarında varyans bir rassal değişken, bir olasılık dağılımı veya örneklem için istatistiksel yayılımın, mümkün bütün değerlerin beklenen değer veya ortalamadan uzaklıklarının karelerinin ortalaması şeklinde bulunan bir ölçüdür. Ortalama bir dağılımın merkezsel konum noktasını bulmaya çalışırken, varyans değerlerin ne ölçekte veya ne derecede yaygın olduklarını tanımlamayı hedef alır. Varyans için ölçülme birimi orijinal değişkenin biriminin karesidir. Varyansın kare kökü standart sapma olarak adlandırılır; bunun ölçme birimi orijinal değişkenle aynı birimde olur ve bu nedenle daha kolayca yorumlanabilir. Bir reel sayı halinde olan rassal değişkenin varyansı o rassal değişkenin ikinci merkezsel momenti ve aynı zamanda ikinci kümülantı olur. Eğer varyans değeri var ise, ortalama değeri de vardır. Ama bunun aksi doğru değildir. Eğer beklenen değer varsa, bir olasılık dağılımı için varyans dağılımın kendi ortalamasından sapmasının karesinin beklenen değeridir. Varyans kavramı dağılıma ait her bir değerin dağılımın ortalamasından ne kadar uzak olduğuyla ilgilidir. Varyans söz konusu sapmaların ortalama değerini ölçmektedir. "X" değişkeninin beklenen değeri μ = E("X") olmak üzere, varyans şöyle tanımlanır: Matematik notasyon kullanılarak bir rassal değişken "X" için varyans ya Var(X) ya formula_2 ya da daha basitce σ olarak gösterilir.. Bu tanımlama, eğer beklenen değer varsa, hem ayrık rassal değişkenler hem sürekli rassal değişkenler hem de karışık değişkenler için genel olarak doğrudur. Bu tanımdan ve beklenen değerlerin doğrusal olma niteliğinden varyans için şu formül çıkartılabilir: Buna hesaplama formülü adı da verilir. Bu formüle göre Bir "X" ayrık rassal değişkeni için, "x" değerleri olasılığa eşit olan olasılık kütle fonksiyonu bulunur; yani "x"↦"p", ..., "x"↦"p", olur. Bu halde aralıklı olasılık dağılımları için varyans şöyle de ifade edilebilir: Buna göre varyans "X"in kendi ortalamasından sapma karesinin beklenen değeri olur. Daha basit bir ifade ile Bir "X" sürekli rassal değişkeni için beklenen değer E(X) operatörü yerine olasılık yoğunluk fonksiyonu yani formula_7i kapsayan ve entegrasyon gereken formül konulursa, varyans şu şekilde ifade edilebilir: Ancak bazı olasılık dağılımları (örnegin Cauchy dağılımı) için beklenen değer anlamsızdır ve bu halde varyans da anlamlı değildir. Diğer bazı olasılık dağılımlarında ise beklenen değer bulunmakla beraber sonlu sayılı bir varyans bulunamaz, çünkü sürekli değişkenler için varyans değeri bulmak için gereken entegral yakınsama göstermez (örneğin Pareto dağılımı). Varyans; verilerin aritmetik ortalamadan sapmalarının karelerinin aritmetik ortalaması olduğuna göre, 2,2,3,5,3 serisinin varyansı şu şekilde bulunur; 1) Verilerin aritmetik ortalaması (A.O) hesaplanır. 2) 1. maddedeki ortalamadan,verilerin sapmalarının karelerinin aritmetik ortalaması alınarak varyans bulunur. Bu örnekte bir X rastlantı değişkeninin i=1,2,3 için aldığı değerler ve X in bu değerleri alması olasılığı bir tablo olarak verilmiştir. Beklenen değer şöyle hesaplanır: Genel formülle, varyans şöyle bulunur: Hesaplama formülu ile ise varyans şöyle hesaplanır ve aynı sonuç verir: Sürekli rassal değişken "X" için olasılık yoğunluk fonksiyonu şöyle verilmiştir: Beklenen değer E(X) şöyle hesaplanır: Varyans değeri Var(X) şöyle bulunur: Teorik olasılık kuramı incelemeleri için varyans: formula_16 formülü kullanılarak tanimlanir. Sonlu bir anakütlenin varyansı aşağıdaki şekilde gösterilir: formula_17. Bu özel bir varyans tanımı olarak sonlu anakütlelere özgü bir tanımdır. Örneklem varyansı ise şu şekilde tanımlanmaktadır: formula_18 Örneklem varyansı, anakütle varyansının yansız bir kestirmicisidir. İspatı ise aşağıdaki şekilde gösterilir: Bu özellikten faydalanılarak örneklem varyansının hesaplanması ile anakütle varyansına ilişkin kestirimlerde bulunulabilir. Bu durumda örneklemin rastsal bir örneklem olması önemlidir. Aksi takdirde örnekleme dayalı kestirimler sağlıklı sonuçlar vermeyecektir. Varyansın şu özellikleri bulunmaktadır: Varyansin diğer istatistiksel yayılım ölçülerine kıyasla tercihli olarak kullanılmasına nedenlerden birisi, birbirleri arasinda korelasyon olmayan rassal değişkenlerin toplamının (veya farkının) varyansının, her bir rassal değişkenin tek başına olan varyanslarının toplamına (veya farkına) eşit olmasıdır; yani Bu öneri çok kere korelasyon yerine daha güçlü bir
ilişki olan değişkenlerin bağımsızlığı şartı kullanılarak verilir, ama korelasyon ilişkisi de yeterlidir. Bu nedenle eğer değişkenlerin varyansları tüm ayni ise (yani hepsi σ ise), hemen bu formüle göre bunların ortalamasının varyansının şu ifade olduğu görülür; çünkü "n" ile bölme bir doğrusal dönüşümdür. Bu gerçek, merkezsel limit teoremi içinde özellikle kullanılan, örneklem ortalamasının standart hatasını belirler. Genel olarak, değişkenler birbirleriyle aralarında korelasyon gösteriyorlarsa, toplamlarının varyansı kovaryanslarının toplamı olur: Burada Kov kovaryanstır ve eğer herhangi bir rassal değişken bağımsız ise, bu değişkenle diğer değişkenlar arasında bulunan her kovaryans değeri 0 olur. Verilen formül toplamın varyansının toplamı yapan parçaların kovaryans matrisinin bütün elemanlarına eşit olduğunu göstermektedir. Bu formül klasik sınama kuramında Cronbach'in alfa ölçüsü kavramını geliştirmek için de kullanılır. Eğer değişkenlerin hep birbirine eğit varyansları, yani σ, varsa ve ayrı ayrı değişkenler arasındaki korelasyonların ortalama değeri ρ ise, bu halde varyansların ortalaması şöyle ifade edilir: Bu formüle göre ortalamanın varyansı korelasyonlar ortalaması ile birlikte artış gösterir. Bunun yanında, eğer değişkenler için varyans "1" değerde ise (örneğin değişken değerleri standardize edilmişlerse) o halde bu formül daha da basitleştirilip şu sekli alır: Bu formul klasik sinama teorisinde Spearman-Brown öngörü formülü için kullanılır. Eğer korelasyonlar sabit kalırlarsa veya aynı şekilde yakınsama gösterirlerse, bu ifade, "n" limitte sonsuz değere yakınsama gösterdikçe, ρ değerine yakınsama gösterir. Bunun bir sonucuna göre, eşit korelasyonları olan veya yakınsama gösteren ortalama korelasyonu olan standardize edilmiş değişkenler için ortalamanın varyansı şöyle ifade edilebilir: Buna göre büyük sayıda standardize edilmiş değişkenlerin ortalamasının varyansı, yaklaşık olarak bunların ortalama korelasyonuna eşittir. Bu formul diğer bir sonuç da ortaya çıkartır. Büyük sayılar yasası örneklem ortalamasının anakütle ortalamasına yakınsama göstereceğini önermesine rağmen, bu formülden açıktır ki, birbirine korelasyonu olan değişkenler bulunuyorsa örneklem ortalaması anakütle ortalamasına yakınsama göstermez. Varyans için hesaplama formülü hemen dogrudan dogruya beklenen değerlerin dogrusalligindan ve yukarida verilen tanimlamadan ortaya cikar\; Bu çok zaman pratikte varyans hesaplamasi için kullanilir. Fakat eger denklemin iki kisminin degerleri birbirine esit veya cok yakinsa numerik yaklasimlama hatasindan etkilenip yanlis değerler verebilir. Bir rassal değişkenin ikinci momentinin minimum değeri bu moment, rassal değişkenin ortalaması etrafında alınınca ortaya çıkar; yani Bunun aksi olarak, eğer sürekli bir fonksiyon olan formula_37 tüm "X" rassal değişkenleri için koşulunu sağlıyorsa, o halde mutlaka formula_39 ( ) şeklinde bir fonksiyon olmasi gerekmektedir. Bu koşul çoklu boyutlu hallerde de geçerlidir. Palm Treo Treo, ilk kez Handspring tarafından geliştirilen, artık Palm tarafından üretilen Palm OS ve Windows Mobile işletim sistemleri ile çalışan sürümleri bulunan akıllı telefon serisidir. Palm firması 5 Ocak 2006 tarihinde Windows Mobile kullanan ilk Treo modeli olan Treo700w'yu çıkarmıştır. Palm OS işletim sistemi ile çalışması Treolar için hem avantaj hem de dezavantaj olabilmektedir. Treolar birçok akıllı telefondan daha fazla özellik sunmaktadır. Palm OS için üretilmiş yirmi beş binden fazla program bulunması da çok büyük bir avantajdır. Ancak, bazı eleştirmenler cihazın temel telefon özelliğini tam olarak yerine getiremediğini söylemektedir. Palm OS tabanlı son Treo modeli Mayıs 2006'da duyurulan Treo 700p'dir. Cihazın son modelinde de WiFi desteği bulunmamaktadır. Windows Mobile işletim sistemi ile çalışan Treolar ise iş dünyasından bu işletim sistemi ile çalışan bir Treo'ya yönelik yoğun talebi karşılamak üzere tasarlanmıştır. İlk Windows Mobile Treo olan Treo 700w 240x240 dokunmatik ekrana, EVDO özelliğine ve Palm tarafından özel olarak geliştirilmiş programlara sahiptir. Bugüne kadar piyasaya çıkmış Treo modelleri şunlardır: PalmOS tabanlı olanlar: Treo 180, Treo 180g, Treo 270, Treo 300, Treo 600, Treo 650, Treo 680 ve Treo 700p. Treo 90 adında bir model daha bulunmasına rağmen bu model telefon özelliği içermiyordu. Treo 180g'de entegre tuş takımı yerine graffiti alanı bulunuyordu. Windows Mobile tabanlı olanlar: Treo 700w. Kovaryans Olasılık teorisi ve istatistikte, kovaryans iki değişkenin birlikte ne kadar değiştiklerinin ölçüsüdür. Kovaryans, iki rastgele değişkenin beraber değişimlerini inceleyen bir istatistiktir. (Özel bir hal olarak iki değişken birbirine özdeşlerse kovaryans o tek özdeş değişkenin varyansı olur.) Kovaryans, beklenen değerleri formula_1 ve formula_2 olan "X" ve "Y" olarak tanımlanmış iki gerçel değerli rassal değişken arasındaki ilişki tanımlanır: Burada E, beklenen değeri temsil etmektedir. Bu tanınım alternatif olarak şöyle de yazılabilir: Kovaryansı sıfır olan iki rassal değişkene korelasyonsuz değişkenler adı verilir. Eger X ve Y bağımsızlarsa o zaman kovaryansları sıfır olur. Bu bağımsızlık halinde şu tanımsal ifadenin geçerli olmasından elde edilir: Kovaryans tanımı için verilen son ifade göz önüne getirilerek ve bunu uygun yere koyarak şu netice elde edilir: Fakat bunun aksi doğru değildir. Bazı değişkenler için kovaryans sıfır olmakla beraber, bunlar bağımsız değildirler. Ancak kovaryansın sıfır olması yanında bazı diğer özel koşulların da konulması ile (örneğin çokdeğişirli normal dağılımları göstermeleri koşulu) sıfır değerde kovaryans bağımsızlık ifade eder. Kovaryans Cov(X, Y) ölçümünün birimi X çarpı Y sonucunun ölçüm birimidir. Buna karşılık, kovaryans kavramından ortaya çıkarılan, doğrusal bağımlılık ölçüsü olan korelasyon'un ölçü birimi boyutsuzdur. Kovaryansın hesaplanması küçük parçalar haline hesaba konulan değerlerle yapılabilir ve bu süreç şu formüle göre yapılabilir: Bu formül "kovaryans hesaplama formülü" olarak da anılır. Eğer "X", "Y", "W" ve "V" gerçel değerli rassal değişkenlerse ve "a", "b", "c" ve "d" sabit iseler (bu halde sabit kavramı rastsal olmama anlamındadır) aşağıdaki ifadeler, kovaryansın tanımından elde edilebilir: Bir seri değişkenler "X", ..., "X" ve "Y", ..., "Y" rastsal değişkenler ise şu ifade ortaya çıkartılabilir: Bir seri rastsal değişken "X", ..., "X" ve sabitler "a", ..., "a" için şu ifade bulunabilir: Eğer X ve Y çoklu-değişirli vektör rastsal değişkenler ise; m-değişirli (yani m-sütunlu) "X" vektör-değerli rastsal değişken ile n-değişirli (n-sütunlu) vektör değişken "Y" arasındaki kovaryans matrisi "X" matris-bekleme değerleri μ=E("X") ve "Y" matris bekleme değerleri ν=E("Y") ile şöyle tanımlanır: Burada "kovaryans matrisi" "m"-satırlı ve "n"-sütunlu ("m"×"n") matrisle ifade edilir ve bu matrisin "i" satırı ve "j" sütunu şu kovaryansı verir: Cov("x", "y") ve burada 'x" "X"in "iinci skaler elemanını ve 'y" "Ynin "j"inci skaler elemanını gösterir. Bu nedenle Cov("X", "Y") ve Cov("Y", "X") matrisleri birbirlerinin transpozlarıdır. Bunu Hilbert uzayında inceleyerek daha genelleştirmek mümkündür. Abdullah Ercan Abdullah Ercan, (d. 8 Aralık 1971, İstanbul), Türk eski millî futbolcu, teknik direktör. İlk ve ortaokulu Beyoğlu Okçumusa'da okumuştur. Okul futbolunda göstermiş olduğu yetenek ile İstanbul'un amatör takımlarından Beyoğlu Yeniçarşı "(1994'ten sonra adı Güngören Belediyespor oldu.)"'da oynarken keşfedildi. 1990 yılında Trabzonspor'a transfer oldu. Kariyerinin en uzun dönemini Trabzonspor'da geçirdi. 1999–2000 sezonunda Fenerbahçe'ye transfer oldu. Fenerbahçe'deki ilk resmî maçı, 8 Ağustos 1999'da Fenerbahçe - Vanspor Süper Lig maçıdır. Fenerbahçe'deki son resmî maçı, 15 Mart 2003 tarihinde Elazığspor - Fenerbahçe süper lig maçıdır. 2003-2004 sezonu başında Galatasaray'a transfer olmuştur. 2004-05 sezonunda ise İstanbulspor'a transfer olmuştur. İstanbulspor'da 2006 yılında futbolu bırakmıştır. Fenerbahçe formasıyla 1, toplamda 2 kez A millî takım kaptanlığı yapmıştır. 10 kez Türkiye U-18 takımında oynamıştır. 23 kez Türkiye U-21 ve 4 kez Olimpik Millî formasını giymiştir. 71 kez A Millî forması giymiştir. 2007-2009 yıllarında Türkiye 17 yaş altı millî futbol takımı antrenörlüğü görevini yürüttü. 2011-12 sezonunun 4. haftasinda istifa eden Tolunay Kafkas'ın yerine Gaziantepspor teknik direktörlüğüne getirildi. 26 Ocak 2012 günü ise ekibiyle birlikte istifa ettiğini açıkladı. Abdullah Ercan, Ağustos 2013 tarihinden itibaren Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımının antrenörlüğü görevine getirilmiştir. 16 Mart 2015 tarihinde yapılan açıklama ile Fatih Terim'in yardımcılığı görevine getirildi. COMAR (bilgisayar) ÇOMAR, açılımı "COnfiguration MAnageR" olan, 2011.2 sürümüne kadar Pardus işletim sistemi ve bu projenin gönüllüler tarafından devamı olan Pisi Linux için programlar arası uyum sorunlarını azaltmak, kullanıcının ayar yapma gerekliliğini en aza indirmek amacıyla geliştirilen bir yazılımdır. ÇOMAR'ın açılımı ilk olarak "Configuration by Objects, Modify and Restart" idi. Fakat ÇOMAR'ın tasarım sürecinde "Modify and Restart" kısmının ÇOMAR'ın işlevselliğini tam olarak ifade etmez hale geldiği görüldüğü için açılımının "Configuration Manager" olmasının daha doğru ve anlamlı olacağında karar kılındı. Pardus altında açılış sisteminin Çomar'a bağlı olarak ve Python kullanılarak baştan yazılmasıyla en hızlı yüklenen Linux sistemlerinden biri üretilmiş oldu. Bu sistemin çalışma yöntemini anlatan mimari belge aşağıda dış bağlantılarda bulunabilir. İngilizce edebiyat İngilizce edebiyat, İngilizce olarak icra edilen edebiyat türüdür. Bu alanda eser veren sanatçıların ille de İngiliz olması gerekmez. Polonyalı Joseph Conrad, İskoç Robert Burns, İrlandalı James Joyce, Galli Dylan Thomas, Amerikalı Edgar Allan Poe, Hint Salman Rushdie, Karayipli V.S Naipaul İngilizce olarak birçok edebi eser vermişlerdir. Diğer bir deyişle, İngilizc
e Edebiyat dünyada konuşulan İngilizce’nin çeşitli varyasyonları ve lehçeleri gibidir. Akademik alanda, İngilizce Edebiyat, İngilizce üzerinde çalışan bazı bölümlere, ikincil ve üçüncül eğitim sistemlerine ad olabilmektedir. İngiliz Edebiyatı'ndaki çok sayıda yazar çeşitliliğine rağmen, William Shakespeare'in eserleri, İngilizce konuşan dünya genelinde en önemli noktada yer almaktadır. Bu madde, öncelikli olarak Britanya'nın İngilizce olarak yazılmış edebiyatıyla ilgilidir. İngilizce konuşan çeşitli bölgelerin edebiyatları için, sayfanın altındaki ayrıca bakınız bölümünü kullanabilirsiniz. Eski İngilizce ile yazılmış olan ilk İngilizce eserler, Orta Çağ'ın başlarında ortaya çıkmıştır (bulunan en eski metin " Cædmon's Hymn" metnidir). Sözlü gelenek, eski İngiliz kültüründe çok güçlüydü ve çoğu edebi eser icra edilmek amacıyla yazılırdı. Böylelikle, epik şiirler çok popülerdi ve "Beowulf" dahil birçoğu, bugünün Norveççe'sine ya da İzlandaca'sına çok yakın benzerlik gösteren Anglosakson edebiyatı'nın zengin külliyatında günümüze kadar geldi. Günümüze kadar ulaşan el yazılarındaki Anglosakson dizelerinin çoğu, kıtadaki eski Viking ve Alman savaş şiirlerinin muhtemelen "daha yumuşak" bir uyarlamasıydı. Bu şiir İngiltere'ye getirildiğinde, hala bir nesilden diğerine sözlü olarak aktarılıyordu ve aliterasyonlu dizeler'in ya da ünsüz kafiyesinin (günümüz gazete başlıkları ve pazarlama sektöründe bu teknik sıklıkla kullanılmaktadır) daimi varlığı, Anglosakson halkının onu hatırlamasına yardımcı olmuştur. Bu tür bir kafiye Cermen dilleri'nin bir özelliğidir ve Roman dilleri'nin sesli uyaklarından ya da kafiyelerinden farklıdır. Fakat ilk yazılı edebiyat, Aziz Augustinus ve onun müritleri tarafından kurulan ilk Hıristiyan manastırlarınaa dayanmaktadır ve Hıristiyan okuyucuların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bir şekilde uyarlandığını düşünmek mantıklıdır. Viking savaş şiirleri, en kaba mısraları olmaksızın dahi, hala kan davalarının kokusunu taşımaktadır ve bunlara ait sesli uyaklar, kulağa kasvetli kuzey havası altında çarpışan kılıçlar gibi gelmektedir: anlatılarda, her zaman için yaklaşan bir tehlike hissi duyulur. Beowulf'un hikâyesi boyunca savaştığı canavarlar tarafından nihayetinde ölmesi gibi, her şey, er ya da geç sonlanacaktır. Beowulf'taki hiçbir şeyin baki kalmaması, gençlik ve neşenin ölüm ve üzüntüye dönüşecek olması duyguları Hıristiyanlığa girmiştir ve İngiliz romanının gelecekteki görünümüne hakim olacaktır Orta Çağ İngiliz Edebiyatı terimi, Orta Çağ İngilizcesi olarak bilinen İngilizce ile yazılmış olan ve yaklaşık olarak 1066 yılında Norman İstilası'ndan Londra-temelli bir İngilizce yapısı olan Chancery Standard'ın yaygınlaştığı ve matbaaların dili düzenli hale getirdiği 1470'lere kadar olan dönemdeki edebiyatı belirtmektedir. İngiliz edebiyatının bu döneminde, Geoffrey Chaucer Canterbury Hikayeleri'ni, the Pearl Poet Sir Gawain and the Green Knight'ı, William Langland Piers Plowman'i yazmıştır ve çok sayıda moralite oyunu ve dini piyes üretilmiştir. Matbaanın 1476 yılında William Caxton tarafından İngiltere'ye getirilmesini takiben, yerli edebiyat gelişmiştir. Reformasyon, edebi İngiliz dili üzerinde kalıcı bir etki yaratacak olan Book of Common Prayer'nın oluşturulmasını sağlayan yerli liturjinin üretimine ilham vermiştir. Hem Kraliçe I. Elizabeth hem de Kral I. James zamanında üretilen şiir, tiyatro ve düzyazı eserleri, günümüzde Erken modern (ya da Rönesans) olarak etiketlenmiş olan edebiyatı oluşturmaktadır. Bu edebiyat, insanı önemli bir konu olarak ele almasından dolayı (büyük oranda İtalya'dan alınan hümanizm sayesinde oluşmuştur) önemli sayılmaktadır. Neredeyse tamamen dini olan Orta Çağ İngilteresi'ndeki edebiyatın aksine, Erken modern edebiyat, okuyuculara daha dünyevi bir edebiyat sunmuştur, fakat şu unutulmamalıdır ki; Erken modern edebiyat, modern sekülerizm ile karşılaştırıldığında, çoğu bakımdan açık bir şekilde dini temelli görünmektedir. Elizabeth dönemi, özellikle drama alanında olmak üzere edebiyatta büyük bir gelişmeye sahne oldu. İtalyan Rönesansı antik Yunan ve Roman tiyatrosunu yeniden keşfetti ve bu olay, Orta Çağ'daki eski dini piyeslerden ayrı bir şekilde gelişmeye başlamış olan yeni dramanın gelişiminde etkili olmuştur. İtalyanlar, özellikle Seneca'dan (önemli trajik oyun yazarı, filozof ve Nero'nun özel öğretmeni) ve Plautus'tan esinlenmişlerdir. Fakat İtalyan trajedileri Seneca'nın etiğine karşı olan bir ilkeyi kucaklamıştır: sahnede kan ve şiddet gösterilmesi. Bu tip sahneler, Seneca'nın oyunlarında sadece karakterler tarafından oynanırdı. Fakat İngiliz oyun yazarları İtalya modeline merak duyuyorlardı: belirli bir İtalya aktör topluluğu Londra'ya yerleşti ve Giovanni Floria İtalyan dilinin ve kültürünün büyük bir kısmını İngiltere'ye getirdi. Elizabeth döneminin çok şiddetli bir dönem olduğu ve Rönesans İtalyası'nda yüksek oranda görülen siyasal suikast olaylarının (Niccolò Machiavelli'nin "Prens" eserinde şekillendirilmiştir) Katolik komplosu korkularını pek yatıştıramadığı da doğrudur. Sonuç olarak, bu tür bir şiddeti sahnede temsil etmek Elizabeth dönemi izleyicisi için muhtemelen daha katartik olmuştur. Sackville ve Norton tarafından yazılmış olan "Gorboduc", Kyd tarafından yazılmış olan ve "Hamlet" için büyük bir malzeme oluşturacak olan "The Spanish Tragedy" gibi Elizabeth döneminin ilk oyunlarından sonra, William Shakespeare o döneme kadar eşi benzeri görülmemiş bir şair ve oyun yazarı olarak dikkat çekmektedir. Shakespeare, meslek olarak bir edebiyat adamı değildi ve muhtemelen sadece üniversiteye hazırlayıcı bir lise eğitimi aldı. Yazmaya başladığı dönemde İngiliz sahnesini tekelleri altında bulunduran, "university wits" olarak bilinen üniversiteli oyun yazarları gibi, bir aristokrat ya da bir avukat değildi. Fakat, çok yetenekli ve inanılmaz bir şekilde çok yönlüydü ve bu kökeni düşük olan "shake-scene" ile alay eden Robert Greene gibi "profesyoneller"i geride bırakmıştır. Çoğu tiyatro eseri büyük başarı yakaladıysa da, en iyi oyunları olarak bilinen eserlerini son yıllarında (I. James hükümdarlığının ilk dönemleri) yazmıştır: "Hamlet", "Romeo ve Juliet", "Othello", "Kral Lear", Macbeth", "Antonius ve Kleopatra" ve esas oyun içinde yeni krala görkemli bir gösteri oluşturan bir trajikomedi olan "Fırtına. Bu 'oyun içinde oyun', yeni kapalı tiyatroların farklı özel efektleriyle renklendirilen müzikli ve danslı bir ara oyun olan maskeli piyes şeklini alır. Eleştirmenler, başlı başına bir dramatik eser sayılabilecek olan bu başyapıtın, kralın kendisi için değilse James'in sarayı için yazıldığını belirtmektedirler. Olayların sonucunun gerçekleşmesinin bağlı olduğu Prospero'nun sihir sanatları, şiirde sanat ve doğa arasındaki ince ilişkiyi hissettirmektedir. O dönemlerde (Amerika'ya ilk sömürgecilerin gelişi), "Fırtına", belirgin bir şekilde olmasa da önemli bir ölçüde, "Bermuda Kitapçığı" (1609) ile ilgili araştırmaların gösterdiğine göre, Shakespeare'i "Virjinya Şirketi" 'nin ta kendisine bağlayarak, bir Bermuda adası üzerinde geçmektedir. Frank Kermode'nin belirttiğine göre, "News from the New World" zaten çıkmıştı ve Shakespeare'in bu konudaki ilgisi dikkate değerdi. Shakespeare, Petrarch'ın modeline büyük değişiklikler getiren İngiliz sonesi'ni de popülerleştirmiştir. Sone, 16. yüzyılın başında Thomas Wyatt tarafından İngilizce ile tanıştırıldı. Thomas Campion'un eserleri gibi, şarkılar şeklinde müzik olarak düzenlenmek amacıyla yazılan şiirler, basılı olarak çıkan edebiyat evlere daha geniş bir şekilde yayıldığında, daha popüler hale geldi. Elizabeth dönemi tiyatrosu'ndaki diğer önemli şahıslar arasında Christopher Marlowe, Thomas Dekker, John Fletcher ve Francis Beaumont yer alır. Anthony Burgess, eğer Marlowe (1564-1593) yirmi dokuz yaşında bir bar kavgasında bıçaklanıp ölmüş olmasaydı, şiirsel yetenekleri sayesinde Shakespeare ile eşit konuma gelmese de ona rakip olabileceğini söylemektedir. Shakespeare'den sadece birkaç hafta önce doğmuştur ve onu iyi tanıyor olması düşünülmektedir. Fakat, Marlowe'un edebiyat konusu farklıdır: her şeyden öte rönesans insanının ahlaki dramı üzerinde yoğunlaşır. Marlower, modern bilimin getirdiği yeni sınırların karşısında büyülenmiş ve dehşete düşmüştü. Alman kültüründen yararlanarak, bilgi açlığı ve insanın teknolojik gücünün sınırlarının zorlanması isteği ile takıntılı bir bilim adamı ve büyücü olan Dr. Faustus'u İngiltere'ye getirmiştir. Geçmişe gidip Truvalı Helen ile evlenmesini bile sağlayan doğaüstü güçlere erişir, fakat şeytanla yaptığı yirmi dört yıllık anlaşmanın sonunda ruhunu ona teslim edecektir. Zamansız ölümü bir gizem olarak kalan Marlowe'un karanlık kahramanlarında ondan bir şeyler olması mümkündür. Kanunları hiçe sayan bir hayat süren, çok sayıda metresi olan, kabadayılarla arkadaşlık eden bir ateist olarak bilinirdi: Londra'daki yeraltı dünyasının 'lüks hayatı'nı yaşıyordu. Fakat çoğu kişi, bunun, I. Elizabeth'in bir gizli ajanı olarak yaptığı faaliyetlerini gizlemek için uyguladığı bir plan olduğundan ve 'kaza eseri gerçekleşen bıçaklama' olayının, Kraliyet düşmanları tarafından önceden tasarlanmış bir suikast olabileceğinden şüphelenmektedir. Beaumont ve Fletcher daha az bilinmektedir; fakat, Shakespeare'in en iyi oyunlarından bazılarını yazmasında ona yardımcı oldukları hakkındaki bilgi ve o zamanlar çok popüler oldukları neredeyse kesindir. Şehir komedisi türünün geliştiği zaman da bu döneme rastlamaktadır. 16. yüzyılın sonlarındaki İngiliz şiiri, dilin gösterişli olması ve klasik mitlere yapılan göndermelerle karakterize edilmiştir. Bu dönemdeki en önemli şairler arasında Edmund Spenser ve Sir Philip Sidney yer almaktadır. Rönesans hümanizminin bir ürünü olarak, Elizabeth'in kendisi de bazen "On Monsieur's Departure" gibi şiirler yazmıştır. Rönesans şiirinin genel kuralları Shakespeare'in ölümünden sonra şair ve oyun yazarı Ben Jonson, I. James döneminin önde gelen edebi şahsiyeti oldu. Fakat, Jonson'un estetik anlayışı Tudor Hanedanı dönemi yerine Orta Çağ'daki anlayışı yansıtmaktadır: kar
akterleri, Dört Sıvı Kuramını barındırmaktadır. Bu çağdaş tıp kuramına göre, davranış farklılıkları, "vücut sıvı"larından birisinin (kan, mukus, sarı safra, siyah safra) diğer üçüne baskınlığı sonucunda oluşur; bu sıvılar, evrendeki dört elemente karşılık gelmektedir: hava, su, ateş ve toprak. Bu, Jonson'un bu tip farklılıkları örneklendirerek, tip ya da klişeler oluşturma noktasına gelmesini sağlamıştır. Jonson, üslupta uzman görkemli bir hicivcidir. Volpone adlı eseri, bir grup düzenbazın usta bir düzenbaz tarafından nasıl kandırıldığını gösterir ve kötülük kötülük tarafından cezalandırılırken, erdem ödülünü alır. Jonson'un üslubunu takip edenler arasında; harika bir komedi olan ve yükselen orta sınıfı, özellikle neredeyse hiçbir edebiyat bilgileri olmamasına rağmen edebi zevki dikte eder gibi görünen sonradan görmeleri alay konusu yapan "The Knight of the Burning Pestle" 'ı yazan Beaumont ve Fletcher yer almaktadır. Hikayede, birkaç bakkal, okuma yazma bilmeyen çocuklarının bir oyunda başrol oynaması için profesyonel aktörlerle ağız kavgası yapmaktadır. Kalkanı üzerine tutuşan bir havaneli yerleştirerek, uygun bir şekilde bir seyyar silahşör olur. Bir prensesin kalbini kazanmaya çalışan genç adamla, büyük oranda Don Kişot'un yaşadığı şekilde alay edilir. Beaumont ve Fletcher'ın en önemli meziyetlerinden biri, feodalizmin ve şövalyeliğin nasıl züppeliğe ve sahtekarlığa dönüştüğünü ve yeni sosyal sınıfların yükselişte olduklarını farketmeleridir. I. James döneminde popüler olan başka bir tiyatro türü ise John Webster ve Thomas Kyd tarafından yaygınlaştırılan intikam oyunudur.George Chapman, birkaç incelikli intikam trajedisi yazmıştır; fakat en çok, gelecekteki tüm İngiliz edebiyatı üzerinde derin etkisi olan ve hatta John Keats'in en iyi sonelerinden birisini yazmasına ilham veren, ünlü Homeros çevirisi ile hatırlanmalıdır. İngilizce tarihinde bu zamana kadarki en geniş kapsamlı çeviri projelerinden biri olan Kral James İncili, 1604 yılında başladı ve 1611'de bitti. William Tyndale'in çalışmasıyla başlayan İncil'in İngilizce çevirileri geleneğinin doruk noktasını temsil etmektedir. İngiliz Kilisesi'nin standart İncil'i haline geldi ve bazıları, onu tüm zamanların en iyi edebi eserlerinden biri sayar. Bu projenin önderliğini yapan kişi, kırk yedi bilginin çalışmasını denetleyen I. James olmuştur. Bazıları çok daha doğru kabul edilen, İngilizce'ye yapılan birçok başka tercüme olsa da, çoğu kişi, ölçüsü orijinal İbranice dizelere benzemesi için ayarlanmış olan Kral James İncili'ni, estetik açıdan tercih etmektedir. 1600'lerin başında büyük yükselişte olan Shakespeare'in yanında, 17. yüzyılın başındaki diğer önemli şairler arasında John Donne ve diğer Metafizik şairler yer almaktadır. Kıtasal Barok'tan etkilenen ve konu olarak Hıristiyan mistisizmini ve erotizmini ele alan metafizik şiir, sürpriz etkilere ulaşmak için, pergel ya da sivrisinek gibi geleneksel olmayan ya da "şiirsel olmayan" figürler kullanır. Örneğin, Donne'nin Şarkılar ve Soneler'inden birinde, bir pergelin uçları iki sevgiliyi temsil eder, evinde bekleyen kadın merkezi oluştururken; uzaktaki uç, uzaklara yelken açan sevgilisini gösterir. Fakat, mesafe ne kadar artarsa, pergelin ayakları birbirlerine o kadar yanaşır: ayrılık kalbi sevgiyle doldurur. Paradoks ya da oksimoron, artık evrenin merkezi olmayan ve modern coğrafya ve bilim buluşlarıyla sarsılan manevi kesinliklerin olduğu bir dünyadaki korku ve endişelerinden bahseden bu şiirde, değişmez öğelerdir.Donne'nin metafizik şiirinin yanında, 17. yüzyıl Barok şiiri ile de ünlüdür. Barok şiiri, dönemin sanatıyla aynı noktalara temas etmiştir; Barok tarzı yüksek, geniş kapsamlı, epik ve dinidir. Bu şairlerin çoğunda açık bir şekilde Katolik duyarlılığı vardır (isim vermek gerekirse Richard Crashaw), ve yeni ortaya çıkan ve ideal olarak Protestan grupları tekrar Katolikliğe döndürmeyi sağlayacak bir üstünlük ve mistisizm duygusu oluşturmak için Katolik karşı reformu için şiirler yazmışlardır. 17. yüzyılın ortalarında, I. Charles'ın hükümdarlığı sırasındaki çalkantılı yıllar ve sonraki İngiliz Milletler Topluluğu ve Koruyuculuk sırasındaki dönem, İngiltere'de politik bir edebiyatın gelişimine tanık olmuştur.İngiliz iç savaşındaki tüm grup sempatizanları tarafından yazılmış olan kitapçıklar, birçok propaganda yoluyla ahlaksız kişisel saldırı ve polemiklerden ulusta reform yapmak amacıyla gerçekleştirilen asil ruhlu planlara kadar her şeyi içermekteydi. İkinci türden olan Thomas Hobbes'in "Leviathan" 'ı, İngiliz politik felsefesinin en önemli eserlerinden biri olacaktır. Hobbes'in yazıları, dönemin az bulunan politik çalışmalarından bir kısmıdır ve hala düzenli olarak yayınlanmaktadır, fakat Hobbes'in en önemli eleştirmeni olan Johm Bramhall büyük bir ölçüde unutulmuştur. Ayrıca, bu dönemde; British newspaper gazetesinin öncüsü olan news books, Henry Muddiman, Marchamont Needham, ve John Birkenhead gibi karşıt partilerin görüşlerini ve eylemlerini bildiren gazetecilerle gelişme göstermiştir. Yazarların olağan tutuklanmaları ve çalışmalarındaki baskı, yabancı veya el altından basımların sonucu olarak ruhsat sistemine sebep oldu. John Milton ‘nın politik kitapçığı The Areopagitica ruhsat sistemine karşı yazılmıştır ve basın özgürlüğünün en anlamlı savunmalarından biri olarak bilinir. Özellikle I. Charles ‘ın (1625-42) hükümdarlığı sırasında, İngiliz rönesans draması son olgunlaşmasını yaşadı. Ben Jonson’ın son çalışması, çağın dramasının en güçlü son nesliyle birlikte (John Ford, Philip Massinger, James Shirley, ve Richard Brome) sahneye koyuldu ve basıldı. 1642’deki İngiliz iç savaşının başında tiyatroların kapanmasıyla, 1660’daki restorasyon döneminin başkalaşmış toplumuna yeniden açılana kadar drama; bir nesil için kapandı. Bu dönem içerisinde yazılan diğer edebi yazılar politik alt metinlere atfedilir veya bu çalışmaların yazarları belli siyasi çizgiler etrafında toplanmışlardır. Sivil savaş öncesinde etkili olan The cavalier poets birçok şeyi, metafizik şairlerinin (metaphysical poets) öğretilerine borçludurlar. The Compleat Angler adlı kitabı üzerinde çalışabilmesi için zaman kazandırdığından, Izaak Walton ‘ın durumunda I. Charles’ın idamından sonra kraliyet memurlarının zorunlu emekliliği iyi bir şeydi. 1653’te yayınlanan kitap görünüşte bir balık tutma rehberiydi, fakat gerçekte daha çok meditasyon ve hayattan zevk alma ile ilgiydi. Oliver Cromwell İngiltere’sinin iki önemli şairi Andrew Marvell ve John Milton, Marvell's An Horatian Ode upon Cromwell's Return from Ireland gibi eserlerde yeni hükümeti övüyorlardı. Cumhuriyetçi inançlarına rağmen II. Charles ‘ın restorasyon dönemi sırasında cezalandırmadan kaçmışlardır ve Milton bundan sonra en iyi şiirsel çalışmalarını yazmıştır (alegori ile birçok gizli politik mesaj vermiştir). Bilge bir adam olan Thomas Browne da bu dönemin bir başka yazarıdır. Bilim, din, tıp ve mistik konular hakkında birçok eser vermiştir. 1837'de başlayıp 1901'de sona ermiş Viktorya çağı edebiyatı, İngiliz edebiyatında roman tarzının başköşesini kazandığı çağ olmuştur. Bu çağ romanlarında ve şiirlerinde yazarlar, daha eski çağlardaki gibi aristokrat olan patronlarını hoşnut etmek yerine, okumayı seven çok büyük orta sınıfın zevklerine hitap etmeyi baş hedefleri yapmışlardır. Bu çağın en iyi bilinen eserleri hislere çok önemle hitap eden Bronte kızkardeşlerin romanları, William Makepeace Thackeray'in "Vanity Fair" adlı yergileme romanı, George Elliott'un realist romanları, Anthony Trollope'un büyük toprak sahipleri ve profesyonel sınıflıların hayatlarını anlayışlı şekilde betimleyen romanları sayılabilir. Charles Dickens edebiyat sahnesine 1830'larda serisel baskı eserler için olan büyük talebi karşılayarak çıkmıştır. Dickens Londra'daki hayat ve özellikle fakir zümreden halkın hayat kavgaları hakkında çok güçlü olan eserler vermiş; ama bu eserlerinin her sınıftan olan okuyucular tarafından kabul edilmesi için devamlı olarak hoş mizaclı olmaya gayret etmiştir. Kariyerinin başında yazdığı Pickwick Papers (Pickwick evrakları) bir komedi şaheseridir. Yazı hayatı ilerledikçe Dickens'in eserleri daha karamsar düşünceler ve hayatlar üzerine yönelmiş, fakat Dickens karakterlerini karikatür etme üstün yeteneğini kaybetmemiştir. Kırsal hayat ve sorunlar ve kırsal alanlarda çok değişikliğe uğrayan sosyal ve ekenomik koşullar üzerine eğilme Thomas Hardy, Elizabeth Cleghorn Gaskell ve diğer romancıların eserlerinde ön planda görülmektedir. Viktorya çağının en başta gelen şairleri içinde Alfred Tennyson, Robert Browning ve karısı Elizabeth Barrett Browning, Matthew Arnold ve Dante Gabriel Rossetti ve kızkardeşi Christina Rossetti adları verilebilir. Çocuklar için yayınlanan edebiyat Viktorya çağı edebiyatında önemli yer tutmakta ve bunlardan bazıları dünyanın her yerinde hala beğenilip okunmaktadır. Bunlar arasında Lewis Carroll başta gelmektedir. Onun saçma şiirleri de önemlidir ve bu janrda kendini takip eden Edward Lear'in de adı verilmesi gerekir. İngilizce edebiyat için modernizm olarak adlandırılan çağ Viktorya çağı edebiyatının eksikliklerine karşı bir göz açılma hareketinden ortaya çıkmıştır. Özellikle Modernizm, Viktorya edebiyatının hiç kuşkusuz kabul ettiği kesin bilirlilik, muhafazakarlık, ve gerçeğin objektif olması prensiplerine aksi reaksiyon göstermektedir. Bu akım Romantizm, Karl Marx'ın politika hakkında yazıları ve Sigmund Freud'un psikoanalitik kuramlarından çok büyük etkiler duymuştur. Modernist yazarlara diğer önemli ilham kaynakları kıta Avrupası sanat akımlarından olan Empresyonizm ve Kübizmdir. Edebiyatta modernizm doruğa I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşı arası yıllarda erişmesine rağmen, bu akımın kabul ettiği tavırlar, fikirler ve yaklaşımlar ondokuzuncu yüzyılın ortasından sonlarına doğru ortaya çıkmıştır. İngiltere genellikle Viktorya çağı edebiyatı dönemlerinde iken, bu sıralarda çalışma gösteren Gerard Manley Hopkins, A.E.Housman ve ozan ve romancı Thomas Hardy tarafından sunulan eserler modernizmin başlangıcı için çok önemli rol oynamı
ştır. Yirminci yüzyılın ilk on yılı birkaç çok önemli modernizm eserlerinin yayınlandığı yıllar olmuştur. Bunlar arasında James Joyce'un "Dubliners (Dublinliler)" hikâyeler koleksiyonu, Joseph Conrad'ın "Heart of Darkness (Karanlığın Kalbi)" romanı ve William Butler Yeats'in şiirleri ve tiyatro eserleri "modernizm akımı" içinde çok önemli yer almaktadırlar. İki Dunya Savaşı arası yıllarında önemli modernist edebiyatcılar arasında roman yazarları Virginia Woolf, E. M. Forster, Evelyn Waugh, P.G. Wodehouse ve D. H. Lawrence ve dönemin en başta giden İngiliz şairi T. S. Eliot sayılabilir. Atlantik ötesinde Birleşik Amerika'da ise William Faulkner, Ernest Hemingway gibi romancılar ve Wallace Stevens, Robert Frost gibi şairler eserlerinde modernizm estetiğinin Amerikan yaklaşımını sağlamışlardır. Modernizm akımın gelişmesinde, yaklaşımları (özellikle İtalyan faşizmi ile yakın ilişkisi dolayısıyla) çok tartışma doğuran ama büyük etkisi hiç inkar edilemeyecek Amerikalı şair Ezra Pound çok öneli bir rol oynamıştır. Ezra Pound yirmi-birinci yüzyılda İngilizce şiire hakim olan imajist ve serbest nazım akımlarının ilkelerinin gelişmesine büyük katkıları ile ve hem şair T.S.Eliot'u ve hem de yüzyılın en büyük edebiyat başarısı olduğu kabul edilebilen bilinç akışına dayanan Ulyses (Ulis) romanının yazarı James Joyce'u "bulmakla" büyük itibar kazanmıştır. Devrin diğer dikkat çekecek yazarları W. H. Auden, Vladimir Nabokov, William Carlos Williams, Ralph Ellison, Dylan Thomas, R.S. Thomas ve Graham Greene olarak sıralanabilir. Ancak bu yazarlardan bazılarının eserleri daha sonra postmodernizm adını alacak akımla daha yakın ilişkileri bulunmaktadır. Büyük Kolej Latife Hanım Latîfe Uşakî ya da nüfûs kayıtlarına göre Latîfe Uşaklı (17 Haziran 1898, İzmir - 12 Temmuz 1975, İstanbul), Mustafa Kemal Atatürk'ün eşidir. 29 Ocak 1923-5 Ağustos 1925 tarihleri arasında iki buçuk yıl Mustafa Kemal Atatürk ile evli kalmıştır. Latife Uşakî, 17 Haziran 1898 yılında İzmir'de doğdu. İzmir’in tanınmış ailelerinden biri olan "Uşaklıgil" âilesine mensuptur ve yazar Hâlit Ziyâ Uşaklıgil ile kuzendir. Uşak kökenli âile, önce ""Helvacızâde"," İzmir'e göçtükten sonra da ""Uşakîzâde"" olarak anılmıştır. Uşakîzâde Muammer Bey ile Adevîye Hanım'ın kızı olan Latife'nin, Vecihe (1907-1992), İsmail (1902-1973), Münci (1910-1932), Ömer (1903-1938) ve Rukiye (1908-1970) adlarında 5 kardeşi vardı. Uşakîzâde Köşkü'nün bahçesinde bulunan ""camlı köşk""te ilkokulu, İstanbul Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'nde ortaokulu ve liseyi okudu. Paris'te Sorbonne Üniversitesi’nde siyâset ve hukuk eğitimi aldı, Londra'da dil öğrenimi gördü. İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Almanca biliyordu. Sakarya Meydan Muharebesi'nin kazanılması üzerine, üçüncü sınıfta üniversite eğitimini yarıda bırakarak, Gazi Mustafa Kemal Paşa ve ordusunu karşılamaya İzmir'e döndü. 9 Eylül 1922'de, Türk ordusunun İzmir'e girişinin ardından, başkumandana güvenli bir karargâh arayışındaki kurmayları, Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı Göztepe'deki Uşakîzâde Âilesi'nin köşküne götürdüler. Ebeveynleri o sırada bir yurt dışı seyâhatinde olduğu için köşkte babaannesiyle birlikte kalan Latîfe Uşakî, 14 Eylül'den itibaren Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı köşkte ağırladı. 16 gün süren ve 30 Eylül 1922 tarihinde sona eren bu misafirlikte köşk, ""Mudanya Ateşkes Antlaşması"" çalışmalarına sahne oldu. 17 Aralık 1922 tarihinde, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın annesi Zübeyde Hanım, sağlık sorunları nedeniyle ve Latife Hanım'ı da görmek arzusuyla İzmir'e gitti. Uşakîzâde Âilesi'ne ait köşkte (bugün Latîfe Hanım Müzesi) 28 gün Latîfe Hanım'ın konuğu olan Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923 tarihinde vefât etti. 27 Ocak 1923 günü, Karşıyaka Osman Ferit Camii avlusundaki annesinin mezarına ziyarete gelen Gazi Mustafa Kemal Paşa, mezar başında annesinin çektiği eziyetleri uzun uzun anlatmış, sözlerini şöyle tamamlamıştır: ""Annem benim yüzümden vefat etmiştir. Annem, Karşıyaka'nın kalbinde yatmaktadır."" Mustafa Kemal Atatürk ile Latîfe Hanım, 29 Ocak 1923 tarihinde, Muammer Bey’in Göztepe'deki Uşakîzâde Köşkü'nde dinî nikâhla evlendiler. Nikâh bazı yönlerden dönemin âdetlerine uymuyordu. Yaygın uygulamada kadınlar dinî nikâhta yer almazken, Latîfe Hanım dinî nikahta bulundu. Mareşal Fevzi Çakmak ve Kâzım Karabekir Paşalar, Mustafa Kemal’in, Mustafa Abdülhâlik Renda ile Salih Bozok ise Latîfe Uşakî’nin nikah şâhidi idi. Bu nikahta yaşanan ilkler, sekiz ay sonra Merkez Kadısı Hüseyin oğlu Ömer Fevzi tarafından belge haline getirilmiş ve tasdik edilmiştir. Yeni devletin başkenti Ankara’ya gelerek Çankaya’da ilk cumhurbaşkanlığı konutu olarak kullanılan ""Kuleli Köşk"" (günümüzde Atatürk Müzesi olarak kullanılan bugünkü adıyla Eski Çankaya Köşkü)’te yaşadı. Eşinin isteği üzerine TBMM’deki oturumları izlemeye giden Latîfe Hanım, TBMM'ye giren ilk kadın oldu. Pek çok yurt gezisinde eşine eşlik etti. Gazi Mustafa Kemal Paşa ile Latîfe Hanım’ın evliliği, 5 Ağustos 1925 günü sona erdi. Boşanma haberi, 12 Ağustos 1925 günü hükümet bildirisi ile duyuruldu. Ölümüne kadar iki yıl yurt dışında ve 48 yıl da İstanbul'da yaşayan Latife Uşakî, evliliği ve eşi hakkında konuşmayı da, yazmayı da kesinlikle kabul etmedi; ikinci kuşak yakınlarına da aynı yönde vasiyette bulundu. 12 Temmuz 1975 tarihinde İstanbul'da 76 yaşındayken göğüs kanserinden hayatını kaybetti. Dönemin İstanbul Vâlisi Namık Kemal Şentürk'ün gayretiyle kara, hava ve deniz birliklerinden oluşan bir şeref kıtasının katıldığı cenazesi Teşvikiye Camisi'nden kaldırıldı, Edirnekapı Mezarlığı'ndaki aile mezarlığına defnedildi. Latife Uşakî'nin anıları ve sakladığı kıymetli belgeler Türk Tarih Kurumu'nda saklanmaktadır. Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından Latife Hanım'a yurt dışında rahatsız edilmemesi için, "“Fatma Zehra Latife Uşakî”" adıyla bir pasaport düzenlenmiştir. Latife Hanım ""Uşakî"" soyadını benimsemiş ve ""Uşşaki"" olarak bazı ithaf yazılarında da kullanmıştır. Anne ve babasının ve kardeşlerinin Edirnekapı'daki mezar taşlarında ""Uşşaklı"" yazarken, Latife Hanım'ın mezar taşında ""Uşşakî"" yazmaktadır. 1981 yılında Uşakîzâde Köşkü'nün İzmir Özel Türk Koleji'ne satışı sırasında alınan tapuda, Latîfe Hanım dâhil, beş mirasçının soyadı ""Uşaklı""dır. Aynı âileye mensup Hâlid Ziyâ'nın baba tarafı, ""Uşaklıgil"" soyadını almıştır. Uşakîzâde Âilesi'nin Büyük İzmir Yangını'nda yok olan 70 parça mülkünün olduğu bilinmektedir. Günümüzde ise Uşakîzâdeler'den kalan İzmir'de üç köşk bulunmaktadır. Basmane Garı'nın karşısında yer alan ve Latîfe Hanım'ın da içinde doğduğu kışlık konak, 200 yaşındadır. Restorasyona gereksinimi bulunan bu köşk hâlen ailenin mülkiyetindedir. Bugün İzmir Özel Türk Koleji kampüsü içinde yer alan İzmir Göztepe'deki yazlık "Uşakîzâde Köşkü" ise, 15 Haziran 2001 tarihinden itibaren müzeye dönüştürüldü. Karşıyaka Belediyesi tarafından restore edilen İzmir Karşıyaka'daki bir ikinci köşk, “Latîfe Hanım Köşkü Müzesi” (Zübeyde Hanım Müzesi) olarak 9 Temmuz 2008'den beri hizmet vermektedir. ""Uşakizade Köşkü ve Gazi Mustafa Kemal Paşa"" Ahmet Gürel, İzmir Özel Türk Koleji Yayını, 2007. YALI (yazılım) YALI (Yet Another Linux Installer; "Bir Linux Kurucusu Daha"), 2011.2 sürümüne kadar Pardus ve güncel olarak bu projenin gönüllüler tarafından devamı olan Pisi Linux için , Python programlama dili ile geliştirilmiş olan ve işletim sistemi kurulumu işlevini gerçekleştiren kurulum yazılımıdır. Tofaş Ülkerspor Ülkerspor, 1993 yılında Nasaş Gençlik ve Spor Kulübü'nün, Ülker firması tarafından satın alınmasıyla oluşmuş, 2006 yılına kadar faaliyet göstermiş Türk basketbol takımı. Türkiye Basketbol Ligi, Türkiye Kupası ve Avrupa Kupaları'nda çeşitli başarılar göstermiştir. 2006 senesinde Fenerbahçe'nin basketbol şubesine isim sponsoru olmak isteyen Ülker firması, takımın Euroleauge'de oynama hakkını Fenerbahçe'ye devrederek, takımın isminiyse Alpella Spor Kulübü olarak değiştirmiştir. Ülkerspor, 1995'te Türkiye Basketbol Ligi finali oynama hakkını kazandı ve Türkiye'yi Koraç Kupası'nda temsil etti. 12 yıllık bir sürede Efes Pilsen ile birlikte ligi sürükleyen iki takımdan biri oldu. Bu süre zarfında 9 kez lig finali oynadı ve 4 şampiyonluk kazandı. Ülkerspor, altı kez Cumhurbaşkanlığı Kupasını, üç kez de Türkiye Kupasını kazanma başarısını gösterdi. "Not: TBL'de son kez mücadele ettiği 2005-06 sezonu kadrosu." Pilav Pilav, pirinç, bulgur gibi taneli bitkilerin veya şehriye, kuskus gibi makarna türlerinin suda pişirilmesiyle yapılan bir yemektir. Birçok çeşidi vardır; İtalyan usulü pilava risotto, İran pilavına çilav denir. Özellikle Japonya ve Çin'de pirinç pilavı çok tüketilir. 15. yüzyılda sarayda pilav yeniyor ve Fatih Sultan Mehmet'in sofralarında sade pilavın dışında sebzelisi, etlisi ve tavuklusunun yer aldığı kayıtlardan anlaşılıyor. Ancak pirinç nadir bir malzeme olduğu için çok uzun bir dönem pilav sadece zengin Osmanlı sofralarını süslüyor ve buralarda da sofranın en önemli yemeği konumuna yükseliyor. 16. yüzyılda pilav pişirme yöntemleri gelişmiş, aynı öğünde birkaç çeşit pilav yenmeye başlanmış. Şölenlerde ikramların zenginliği, etin yanı sıra pirinç pilavlarının bolluğuyla da ölçülür hale gelmiş. 17. yüzyılda Evliya Çelebi, Bitlis Beyi'nin kent meydanında verdiği ziyafette 13 çeşit pirinç pilavı bulunduğunu yazıyor. Bu da pilavların sadece Osmanlı sarayına özgü olmadığını gösteriyor. Ancak yine de nadide bir yemek olan pilavı sıradan halk yüzyıllar boyu ancak zenginlerin şölenlerinde tadabilmiş. Özellikle İstanbul'da bu yüzyıldan sonra pirinç buğday kadar tüketilir oluyor. Kültür tarihçisi Marianna Yerasimos, Osmanlı Mutfağı adlı eserinde 18. yüzyıl yemek tarifleri arasında çok değişik pilavların bulunduğunu, hatta benmari usulü pişirilen "susuz pilav" ve balıklı pilava bile rastlandığını yazıyor. Pirinç tarımı yapan toplumların pirinci yiyecek maddesi olarak kullandığı gözönünde bulundurulursa, pilavın kökeni Güneybatı Asya'da yaşayan toplumlara dayanır. Toplumbilime dayalı yapılan çalışmalarda pirinç tarımının, dolay
ısıyla pilavın M.Ö 7000 yılına dayandığı belirtilmektedir. Doğu Hindistan, Güney Asya ve Batı Çin'de bu zamanlarda pirinç tarımının yapıldığı düşünülmektedir. 1966'da Tayland'ın Korat bölgesinde yapılan kazı sırasında Non Nok Tha'da bulunan kalıntılar pirinç tarımının kaynağını bulgularla belirler. Bulunan kap parçalarının iç yüzlerinde pirinç izlerine rastlanmıştır. Kalıntıların yaşının en az M.Ö 4000 yılına dayandığı bilinmektedir. Gümüş Gümüş, elementlerin periyodik tablosunda simgesi Ag (Ag sembolü "Latince" "argentum" kelimesinden gelir) olan, beyaz, parlak, değerli bir metalik element. Atom numarası 47, atom ağırlığı 107,87 gramdır. Erime noktası 961,9 °C, kaynama noktası 1950 °C ve özgül ağırlığı da 10,5 g/cm³'tür. Çoğu bileşiklerinde +1 değerliklidir. Gümüş çok eski zamanlardan beri bilinmekle birlikte yine de altın ve bakırdan sonra keşfedilmiştir. Altın az olmasına rağmen, dünyanın her yanına yayılması sebebiyle daha önce kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca tabii halde gümüş az olup, çok derinlerde bulunuyordu. Gümüşün MÖ 3100 yıllarında Mısırlılar ve MÖ 2500 yıllarında Çinliler ve Farslar tarafından kullanıldığı belirtilmiştir. Yunan tarihinde Atina'daki gümüş madenlerine rastlanır. MÖ 800 yıllarına doğru gümüş, Nil nehri havalisinde para olarak kullanılmaya başlanmıştır. Gümüşü ilk olarak Romalıların işlemeye başladıkları iddia edilmektedir. Endüstri ilerledikçe daha karışık ve saf olmayan gümüş filizleri üzerinde çalışılmaya başlandı. Bugün gümüş büyük bir nisbette bakır, kurşun ve çinko üretimindeki yan ürünlerden elde edilir. Çok eskiden gümüş, dünyanın birçok yerlerinde az miktarda bulunan doğal gümüş kaynaklarından elde ediliyordu. Doğal gümüş; saf veya daha çok altın, bakır, civa ve diğer metallerle alaşımlar halinde bulunuyordu. Norveç’te, Güney Peru’da, Colorado’da kazılarda işlenmiş büyük külçeler bulunmuştur. İspanya’da 1860’ta sekiz tonluk bir külçe çıkartılmıştır. Gümüş, daha çok yer kabuğuna dağılmış bileşikler halinde bulunur. En çok rastlanan gümüş filizleri; argentit (AgS) ve gümüş klorür (AgCl) olmaktadır. Arsenik veya antimonla karışmış sülfür filizleri de vardır. Gümüş, tarihte çeşitli yöntemlerle cevherlerinden ayrılmıştır. En eski metotlardan biri, kurşunla karıştırma yöntemidir. Bu yöntemde gümüş cevherleri veya saf olmayan gümüş ürünleri kurşun veya kurşun filizleriyle basit bir fırında eritilir ve gümüş-kurşun karışımı elde edilir. Buradan da kolay bir şekilde saf gümüş kazanılır. Diğer bir yöntem de, amalgama metodudur. Çamur haline getirilen gümüş cevherleri, tuz ve civayla muamele edilerek, elementel gümüş elde edilir. Bundan başka, siyanat yöntemi gibi başka gümüş elde etme yöntemleri de geliştirilmiştir. Türkiye'de gümüş üretimi Kütahya Gümüşköy'de gerçekleştirilmektedir. Gümüş, ışığı çok iyi yansıtan, dövülebilen, sünek bir metaldir. Bir gram gümüşten 2 km uzunluğunda ince tel çekilebilir. Elektrik sistemde küp ve altıgen olarak kristallenir. Koordinasyon sayısı altı olduğu hallerde, yaklaşık atom çapı 1,444 ansgtröm değerini alır. Atmosferde oksitlenmeye karşı büyük bir mukavemet gösterir. Bakırdan daha zor, altından ise daha kolay oksitlenir. Standart elektrot potansiyeli 0,7978 V dur. Asitlere ve birkaç organik maddeye karşı dayanıklıdır. Fakat nitrik asit ve derişik sıcak sülfürik asitte kolayca eritilir. Ayrıca kükürt ve birçok kükürt bileşikleriyle hemen birleşir. Gümüş eşya üzerindeki kararmanın sebebi, havadaki hidrojen sülfür ve yumurta gibi bazı yiyeceklerde bulunan kükürttür. Periyodik tabloda ağır metaller grubu içinde yer alan gümüşün, çoğu özellikleri bakırın özelliklerine benzemekle beraber bakır, çoğu bileşiklerinde iki değerlikli olması ile gümüşten farklıdır. Saf gümüş kolay paslanmaz. Elektrik ve ısıyı çok iyi iletir. Fakat, çok yumuşak olup, mekanik kuvvete karşı direnci azdır. Ayrıca atmosferde parlaklığını kaybederek donuklaşır. Bu sebepten daha sert diğer metallerle alaşımları halinde kullanılır. Gümüşün kadmiyum ve çinko ile yaptığı alaşımlar, parlaklığını çok daha yavaş kaybeder. Buna antimon ve kalay ilave edilirse, bu parlaklık ve dayanıklılık daha da artar. Gümüşün diğer metallerle yapmış olduğu daha birçok alaşımları vardır. Bunlar endüstride saf gümüşten çok daha fazla kullanılır,çok pahalı olması bunun en büyük nedenlerindendir. Gümüş, bileşiklerinde ekseriyetle bir (+1) değerlidir. Bilinen pek çok bileşiğinden önemlileri şunlardır. Gümüş oksit (AgO): Gümüş nitrat çözeltisi, sodyum veya potasyum hidroksit ile muamele edilirse, kahverengi bir çökelti meydana gelir. Dayanıklı değildir ve 300 °C'nin üzerine ısıtılırsa, tamamen gümüşe dönüşür. Gümüş sülfür (AgS): Doğada argentit minerali halinde bulunur. Gümüş tuzunun çözeltisi üzerinden hidrojen sülfür geçirmekle elde edilen kararlı bir bileşiktir. Gümüş nitrat (AgNO): En önemli gümüş tuzudur. Renksiz ağır kristaller teşkil eder. Tıpta dağlamak maksadıyla kullanılır. Siğil tedavisinde çok iyidir. Ayrıca deriyi ve organik maddeleri karartmada tercih edilir. Deriyi kararttığından "cehennem taşı" ismini almıştır. Suda ve alkolde kolayca çözündüğünden, birçok gümüş bileşiklerinin elde edilmesinde ilkel madde olarak kullanılır. En çok kullanıldığı yerler; başta fotoğrafçılık olmak üzere, mürekkepler, saç boyası yapımı ve gümüş kaplamacılığıdır. Gümüş siyanür (AgCN): Gümüş tuzuna sodyum veya potasyum siyanürün ilave edilmesiyle meydana gelen zehirli beyaz bir tuzdur. Alkali siyanürlerle kompleks siyanürler teşkil eder. Bu tuzlar da kaplamacılıkta önemlidir. Gümüş halojenürler: Gümüş klorür (AgCl), gümüş bromür (AgBr), gümüş iyodür (AgI); gümüş nitrat çözeltisine halojen tuzları ilavesiyle elde edilirler. Hepsi de ışığa karşı hassas olup, fotoğrafçılık endüstrisinde önemli yerleri vardır. Altın atomunun yarıçapı, gümüş atomu yarıçapından daha küçük olduğu için gümüş daha bir iletkendir. Gümüş’ ün kullanıldığı alanları sıralayacak olursak; fotoğraf sanayii, elektronik,a para imali, süs eşyası ve takı yapımı ,alaşımlar, dişçilik ‘tir. Ayrıca, yapay yağmur yağdırmakta, ayna sırlarının yapımında, bilgisayar röle kontaklarında, pil yapımında da kullanılmaktadır.Gümüş elektriği çok iyi geçirdiğinden ve kolayca tel haline geldiğinden, elektrik teli olarak kullanılmaktaydı. Fakat nadir bulunması ve kıymeti dolayısıyla, artık bu amaçla kullanılmamaktadır. Bugün daha ziyade süs eşyası üretiminde, ayna yapımında, fotoğrafçılıkta, bazı ilaçlar ve alaşımların hazırlanmasında kullanılır. Bazı gümüş paralar, %90 gümüş, %10 bakır alaşımından yapılmıştır. Gümüş eşyada (%92,5 gümüş + %7,5 bakır) kullanılır. Saf gümüş, aynı zamanda asetik asit, boyalar ve fotoğraf maddeleri elde etmede de kullanılır. Keza toz halinde gümüş, cam ve ahşabı elektrik iletkeni yapmak için yeni seramik tipi kaplama işlerinde kullanılmaktadır. Gümüş zeolitler, acil durumlarda, deniz suyundan içilebilir su elde etmek için kullanılabilmektedir. Gümüş kaplanacak parçalar, anodu gümüş olan elektrolitik banyoda katoda bağlanırlar. Banyodaki elektrolit, sodyum arjantisiyanür, NaAg(CN) veya benzeri bir kompleks gümüş tuzudur. Bu tür elektrolitler diğerlerine, mesela gümüş nitrata (AgNO) göre kaplanacak yüzeyin daha düzgün kaplanmasını sağlarlar. Gümüş eşya yüzeyinde kararma meydana getiren gümüş sülfür (AgS), çoğu kez bir aşındırıcı toz kullanılarak temizlenir. Bu yöntemle yüzeyden gümüş aşınması, gümüş ve gümüş alaşımı eşya için pek zararlı görülmemekle birlikte, özellikle gümüş kaplamalar için uygun değildir. Temizleme, kimyasal yoldan basitleştirilerek: 3AgS + 2Al → AlS + 6Ag şeklinde ifade edilebilen bir seri tepkimeden istifade edilerek gerçekleştirilebilmektedir. Bunun için şöyle hareket edilir: Suyun bir litresine bir yemek kaşığı çamaşır sodası ve bir kaşık sofra tuzu katılarak, emaye bir kap içinde hazırlanmış çözelti, kaynar sıcaklığa getirilir. Kabın dibine alüminyum bir tabak konulur. Bunun üzerine her tarafının çözelti içinde kalmasına dikkat edilerek gümüş eşya yerleştirilir. Üç dakika kaynatılır. Sonra gümüşler sıcak suda durulanır. Gümüşler temiz ve parlak hale gelir. Burada elektro-kimyasal bir reaksiyon meydana gelmekte, soda-tuz çözeltisi elektrolit görevi yapmaktadır. bir kap içerisine 5 ltre su ve 5 gram siyanür konulur kaynama noktasına gelince içine temizlenecek gümüş konur 20 saniyede istenilen parlaklık elde edilir Altın standardı gibi, temel para biriminin gümüşle tanımlandığı bir para sistemidir. Bu standarda göre, diğer paralar, istendiğinde, hiçbir kısıtlamaya . Keza gümüş sikke basımı, gümüşün serbestçe ithal ve ihraç edilebilmesi mümkündür. Dünyada gümüş standardı uygulayan tek ülke Türkiye'dir. Charles Perrault Charles Perrault ( [şarl pero], d. 12 Ocak 1628- ö. 16 Mayıs 1703), Fransız şair, yazar, edebiyat teorisyeni. Yaşamının son yıllarında çocukları için derlediği ve Kaz Ana’nın Öyküleri (1697) adlı kitabında yayımladığı masallar (Uyuyan Güzel , Kırmızı Başlıklı Kız, Mavi Sakal, Çizmeli Kedi, Külkedisi) birer dünya klasiği haline gelmiştir. Perrault, yaşadığı dönemde Avrupa’da çok bilinen ve bir sözlü edebiyat ürünü olarak anlatılan çocuk masallarını bu kitapta bir araya getirmiş; yazıya geçirdiği masallar daha sonra başta Grimm Kardeşler olmak üzere başkaları tarafından da yeniden yazılmış; opera, bale (Çaykovski’nin Uyuyan Güzel balesi gibi), tiyatro ve filme ( Walt Disney şirketinin Külkedisi (film, 1950) ve Uyuyan Prenses (film, 1959) animasyon filmleri gibi) uyarlanarak günümüze gelmiştir. Bunun için Perrault “"çocuk kitaplarının babası"” olarak anılır. XIV. Louis devrinin Fransız Akademisi üyesi önemli bir edebiyatçı olan Perrault, yaşadığı dönemde önce Fransa’yı sonra tüm Avrupa’yı saran “"Eskiler - Yeniler Kavgası"”nın ortaya çıkmasındaki rolü ile tanınmış bir entelektüeldir. Eskileri taklit eden çağdaş yazarları bu tutumlarından ötürü eleştiren Perrault, insan düşüncesinin zaman içinde olgunlaştığını, eskilere öykünmenin bir yararı olmayacağını ve yeni yapıtların daha üstün olduğunu öne sürmüştür. Devrin ünlü mimarlarından Claude Perrault’nun kardeşidir. 12 Ocak 16
28'de Paris'te varlıklı bir ailenin yedinci çocuğu olarak doğdu. Babası tanınmış bir avukat olan Pierre Perrault, annesi Paquette Le Clerc’dir. Beavuais Koleji'nde öğrenim gördükten sonra bir süre vergi tahsildarlığı yaptı; ardından Orléans'ta hukuk öğrenimi gördü. 1651'de Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Öğrenciliği sırasında hiciv şiirleri yazarak edebi kariyerine başladı. Güneş Kral XIV. Louis’yi öven şiirleri sarayda ilgi ile karşılandı. Hukuk öğrenimini tamamladıktan sonra Paris Barosu'na kaydoldu ve kısa bir süre avukatlık yaptı; çeşitli resmi görevlerde yer aldı. Kral XIV. Louis’nin Maliye başmüfettişi Jean Baptiste Colbert için çalıştı; imar işlerinden sorumlu idi. Bu sırada kardeşi Claude Perrault ile birlikte klasik mimarlık kuramıyla ilgili birçok önemli yapıtı çevirdi ve yayına hazırladı; onun Louvre Sarayı’ndaki düzenlemelerine yardımcı oldu. Fransız Bilimler Akademisi’nin kuruluşuna katkıda bulundu, 1671’de kendisi de akademinin bir üyesi oldu. 1672’de Marie Guichon ile evlendi. Eşi, 1678’de üçüncü çocuklarını dünyaya getirdikten sonra hayatını kaybetti. Maliye Bakanı Colbert’in ölümünden sonra saraydaki gücünü yitiren Perrault, kralın tarihçileri Jean Racine ve Nicolas Boileau-Despréaux ile "Eskiler-Yeniler Kavgası"na girişmiştir. Kavga, 27 Ocak 1687’de Fransız Akademisi’nin "Dictionaire" (Fransız Dilinin Büyük Sözlüğü) çalışması için düzenlenmiş kamuya açık özel bir oturumda ortaya çıktı. Oturumun sonunda La Fontaine’in “"Eskilerin Modernlere Nispetle Ne Kadar Üstün Oldukları Hakkında"” başlıklı yazısının ardından Charles Perrault, kendisinin tam tersi bir düşünceyi savunan “"Büyük Louis’nin Asrı"” başlıklı şiirini okumuş ve bu şiirdeki düşünceler Racine ile Despréaux’u kızdırmıştı. Perrault, şiirdeki savlarını kanıtlamak için dört ciltlik "Parallèles" (Koşutluklar) adlı eseri kaleme aldı. Eserin ilk cildinin basımı 30 Ekim 1688’de gerçekleşti. 27 Ocak Olayının ardından pek çok yazar Perrault’ya savaş açmıştı. Perrault, eserinde bu tepkileri ele aldı ve eleştirilere yanıt vermeye çalıştı. Louis’nin asrında mükemmele ulaşıldığını göstermek üzere dünyanın başlangıcından itibaren üretilen bilgileri gözden geçirmeye girişti. Eserin ikinci cildi 15 Şubat 1690’da, üçüncü cildi 20 Eylül 1692’de, son cildi ise 1697’de yayımlandı. Çocuklarına anlatacak, okuyacak bir masal beğenememesi onu masal yazmaya yöneltti. 1694’te üç manzum peri masalı yayımladı, bunu 1697’de yayımladığı "Kaz Ana’nın Öyküleri" adlı kitap takip etti. Yüzyıllardır anlatılan "Kül Kedisi, Çizmeli Kedi, Mavi Sakal" gibi masalları yazılı hale getirdiği kitabı kendi adıyla değil oğlunun adı (Pierre) ile yayımladı. Masallarda genelde çevresindeki bilinen mekanları kullandı (örneğin Uyuyan Güzel’in mekanı Usse Şatosu, Çizmeli Kedi’nin mekanı Oiron Şatosu’dr). Eser, büyük ilgi gördü. 16 Mayıs 1703 tarihinde Paris’te öldü. Güç Güç ile şu maddeler kastedilmiş olabilir: Ülkü Adatepe Ülkü Çukurluoğlu (Adatepe) (27 Kasım 1932 - 1 Ağustos 2012), Mustafa Kemal Atatürk'ün en küçük manevi kızı. Bebekliğinden 6 yaşına kadar Atatürk'ün yanında Çankaya Köşkü'nde yaşamış; kendisi 6 yaşında iken manevi babası Atatürk hayatını kaybedinceye kadar ona yurt gezilerinde eşlik etmiş ve onun çocuk sevgisinin simgesi olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ın evlatlık kızı Vasfiye Hanım ile Fransızca öğretmeni ve gar şefi Mehmet Tahsin Çukurluoğlu'nun kızıdır. Zübeyde Hanım'ın küçük yaştan itibaren yetiştirdiği Selanikli Vasfiye Hanım, Zübeyde Hanım'ın ölümünden sonra bir süre Mustafa Kemal Atatürk'ün kızkardeşi Makbule Hanım'la kalmış, Atatürk kendisini Gazi Orman Çiftliği'nde istasyon şefliği yapan Mehmet Tahsin Bey'le evlendirmişti. Vasfiye Hanım ile Mehmet Bey'in çocukları olacağını öğrendiğinde ister kız, ister erkek olsun Ülkü isminin verilmesini isteyen Atatürk, 9 aylıkken Ülkü'yü Çankaya Köşkü'ne aldırdı ve biraz büyüdüğünde onu yurt gezilerine götürmeye başladı. Yıllar boyu kullanılan ünlü "Alfabe"nin kapağında Atatürk'ün isteği üzerine Atatürk'ü minik Ülkü'ye harfleri öğretirken gösteren İhap Hulusi tarafından yapılmış resimleri yer aldı. Ülkü, Atatürk'ün çocuk sevgisinin simgesi oldu. Manevi babası Atatürk öldüğünde Ülkü altı yaşındaydı. Atatürk'ün ölümünden sonraki dönemde eğitimini tamamlamadı. Genç yaşta evlendi. İlk evliliğini Atatürk'ün bir diğer manevi kızı olan Sabiha Gökçen'in amcasının oğlu olan üsteğmen ve daha sonra Kastamonu Milletvekili olan Fethi Doğançay (1923-1997) ile yaptı. Bu evliliğinden iki erkek çocuk sahibi oldu. İkinci evliliğini 1962 yılında yağ tüccarı Yeşua Bensusen ile yaptı. Bu evlilik eşinin Musevi olması nedeniyle sansasyon yarattı. Üçüncü evliliğini ise iş adamı Öke Adatepe ile yaptı. Yaşamını eşi Öke Adatepe ile İstanbul'da sürdürmekteydi. 1 Ağustos 2012'de TEM otoyolunun Sakarya-Akyazı yolu üzerinde geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti. Ülkü Adatepe Zincirlikuyu Mezarlığı'nda yatmaktadır. Danca Danca Danimarka'da konuşulan, İskandinavca olarak da bilinen Kuzey Cermen dil ailesinden bir dildir. Dünya çapında, 5,5 milyon kişi tarafından konuşulur. Bunların çoğu Danimarka ve Almanya'nın Danimarka sınırında yaşar. Ayrıca Danimarka'nın eski sömürgeleri olan İzlanda, Grönland ve Faroe Adalarındaki okullarda da zorunlu ikinci dil olarak öğretilir. İskandinav dillerinin ortak atası kabul edilen Eski Norssup dilinden ayrılması 13. yüzyılda başlar ve diğer dillerden bağımsız olarak ortaya çıkması 16. yüzyılda İncil'in tercüme edilmesi sırasında olur. Ancak günümüzde bile, bir İsveçli için Danca bir yazıyı okumak ve anlamak çok kolaydır. Yine de konuşulan diller daha farklıdır. Danca dili modernleştikçe, yabancılar tarafından öğrenilmesi çok zor olan özel seslerin kullanımı azalmaktadır. Alejandro Sanz Alejandro Sanz, (Tam adı Alejandro Sánchez Pizzaro, d. 18 Aralık 1968, Madrid), İspanyol pop müzik sanatçısı. Türk dinleyicisinin müzisyenle tanışması büyük ölçüde Shakira ile gerçekleştirdiği "La Tortura" düetiyle olmuştur. Son olarak ise Alicia Keys ile Looking for paradise adlı şarkıda düet gerçekleştirmişlerdir. "Viviendo Deprisa" albümünden: "Si Tú Me Miras" albümünden: "3" albümünden : "Más" albümünden: "El Alma al Aire" albümünden: "MTV Unplugged" albümünden: "No Es lo Mismo" albümünden: Gübre Gübre, bitkinin beslenmesinde gerekli olan kimyasal elementleri sağlamak için toprağa ilave edilen herhangi bir madde. Bitkiler, büyüme ve yaşamaları için azot, fosfor, potasyum, kalsiyum, magnezyum, kükürt, demir, mangan, bakır, çinko, bor ve bazı hallerde de molibden gibi elementlere muhtaçtır. Bunlar arasında azot, fosfat ve potasyum en önemlileridir. Gübreler, bitkilerin büyümesi için gerekli gıdayı ihtiva eden maddelerdir. Her ne kadar toprak ve su bu gıdanın büyük bir kısmını sağlamaya yeterse de birçok hallerde bir takım gıdalar bakımından fakir olabilirler. Böyle hallerde toprağın gübre ile takviye edilmesi gerekir. Hayvan pislikleri, saman ve diğer bitki artıkları binlerce yıldan beri doğal gübre olarak kullanılmaktadır. Eski zamanlarda toprağın asitliğini azaltmak ve kalsiyum temin etmek için kireçli maddeler kullanılmıştır. Kullanılan ilk kimyevi gübreler, sodyum nitrat ve kemikler olmuştur. Azot ve fosfor içeren kimyasal ya da hayvansal gübrelerin dikkat ve özen gösterilmeden gerçekleştirilen yaygın kullanımı bugün toprak ve su üzerinde insan eliyle gerçekleştirilen en yaygın çevre kirliliği sebeplerinden birisi olmuştur. Bitkilerin ideal gelişimi sıcaklık, nem, güneş ışığı, üzerinde geliştiği toprağın fiziksel, biyolojik ve kimyasal özellikleri ile ilgilidir. Hava durumu ve iklim gibi çevresel faktörler yanında toprak pH'ı, tekstürü, havalanma özellikleri, organik madde oranı, toprağın biyolojik yapısı ve besin elementlerinin oransal dengesi bitkilerin topraktaki besin elementlerinden faydalanma durumunu belirleyen faktörlerdir. Bu faktörler bitki gelişimi açısından gübreleme kadar değerlidir ve öncelikle ele alınmaları gereklidir. Bitkiler karbon, hidrojen ve oksijeni, hava ve sudan; diğer bütün besinleri ise topraktan temin ederler. Bitkinin en çok ihtiyaç duyduğu besinler, kalsiyum, azot, fosfor, magnezyum, potasyum ve kükürttür. Bu elementler hektar başına 11.2 kg’dan 440 kg’a kadar gerekli olabilir. Bitkilerin daha az ihtiyaç duyduğu besinler ise, bor, klorür, bakır, demir, manganez, molibden ve çinkodur. Bunlardan molibdene hektar başına 15 gr, demir ve mangana ise 700 gram ihtiyaç duyulabilir. Bitkiler besinlerini bu besinler toprakta yeterince bulunmasına rağmen de fiziksel ( pH, tuzluluk/ozmolarite, toprak tekstürü vb.) nedenlerle alamayabilirler. Bitkiler besinlerini yeterli alamadıkları zaman, çok defa gözle görülen eksiklik belirtileri gösterirler. Ancak durumun gözle görülür hale gelmesi bitkinin gelişim veya veriminin düştüğü şiddetli eksiklik durumlarında görülür. Eksiklik belirtileri; Gübreler genel olarak iki sınıfta incelenir: Doğal ve yapay gübreler. Doğal gübreler bitki ve hayvanlardan sağlanır. Bunların en önemlisi guano denilen kurutulmuş kuş gübresidir. Bu gübrede %12 azot ve %12 fosfor pentaoksit vardır. Bütün doğal gübreler azot ve fosfor temin ederler. Fakat sentetik gübrelerden daha pahalı oldukları için, modern ziraatte çok az kullanılırlar. Bununla beraber doğal gübreler daha yavaş tesirli oldukları, suda daha az çözündükleri için, çim tohumlarına ve yeni filizlerin köklerine zarar vermezler. Bu özellikleriyle sebze ve çiçek yetiştiriciliğinde tercih edilirler. Doğal gübrelerin bir diğer katkısı da toprağın topraktaki organik madde oranının artması ile toprağın su tutma, pH gibi fiziksel özelliklerini düzeltmeleridir. Organik maddeler ayrıca topraktaki K, azot gibi suda kolaylıkla eriyen ve yıkanan mineral maddelerin yağmur suları ile yıkanıp gitmelerine engel olurlar. Doğal gübrelerden en önemlileri; ahır gübresi, kompostlar ve yeşil gübredir. Toprakta en fazla organik madde artışı bitkisel artıkların ve yeşil gübrelerin parçalanarak toprağa verilmesi ile sağlanır. Ahır gübresi, terkibinde bulunan azot, fosfor ve po
tasyum gibi bitki besin elementleri dolayısıyla, toprağı besin maddelerince zenginleştirir.Toprağa humus vererek de toprağı ıslah eder. Ahır gübresi, toprağın işlenmesini kolaylaştırır. Toprağın su tutma kabiliyetini ve havalanmasını arttırır. Genel olarak mahsul artışında gübre faktörü, %40 gibi bir artış sağlar. Toprağa verilen gübrenin ilk üç sene verim üzerine tesir ettiği, üç seneden sonra da bu tesirin giderek azaldığı müşahade edilmiştir. Dekara verilen iki ton iyi ahır gübresiyle, toprağa 10 kg azot, 5 kg fosfor, 11 kg potasyum verilmiş olur. Memleketimiz şartlarında ahır gübresi genel olarak ahırdan dışarı atıldıktan sonra ekim zamanına kadar açıkta bırakılmaktadır. Bu durumda yağışlar ve fermantasyon gazlarıyla gübre içinde bulunan besin maddelerinin büyük bir kısmı zayi olmaktadır. Onun için ahır gübresinin iyi muhafaza edilmesi lazımdır. Ahır gübresini gayet sıkı bir yığın halinde biriktirip, içine hava girmesine mani olacak şekilde sıkıştırmak masrafsız ve en pratik bir muhafaza yoludur. Çiftlikte meydana gelen bitki ve hayvani menşeli artıkların bir araya toplanıp, gübre yapmak üzere çürümeye terk edilmesiyle elde edilir. Çiftlikteki bitki ve hayvan artıkları takriben 30 cm yüksekliğinde yayılır. Üzerine su serpilerek iyice ıslatılır ve sıkıştırılır. Bunun üzerine 5–15 cm yüksekliğinde, varsa ahır gübresi, yoksa toprak veya odun külü yayılır. Bunu takiben yine 30 cm’lik bitki artığı konur. Sulandıktan sonra, tekrar 5–15 cm toprak veya odun külü ilave edilerek istenilen yükseklikte bir kompost yığını yapılır. Yığına yukarı doğru daralan bir şekil verilir. Rutubet kaybını önlemek için en üste toprak serilir. Hazırlanan kompost yığını 3-4 hafta kendi haline bırakılır. Bundan sonra birer ay ara ile bir veya iki defa altüst edilerek yığının her tarafının çürümesi sağlanır. 3-4 ay sonra kompost gübre kullanılmaya hazır bir hale gelir. Sanayii şeklinde kompostlama da mümkündür ve farklı çeşitleri vardır. Kompostlama aslen bir fermentasyon biçimidir. Aerobik ve anaerobik olarak ikiye ayrılmaktadır. Aynı zamanda Solucan Gübresi'de bir kompost gübredir. Çeşitli oranlarda hayvan gübresi ve evsel organik mutfak atıklarının karıştırılarak solucanlara yedirilmesi sonucu elde edilen bu organik gübre içeriğindeki organik madde muhtevası nedeniyle toprağın su tutma ve havalandırma kapasitesini arttırır. Solucanların gübreye geçirdikleri vücut sıvıları (sölom sıvısı) sayesinde bitkilerde patojenlere karşı direnç oluşturur. Solucanların sindirim sisteminde bulunan, çok sayıdaki mikroorganizma taşıyan, azot fikse eden bakteriler ve antibiyotik etkisi yaratacak doğal büyüme hormonları ve enzimler dışkıya yani gübreye geçer ve bu sayede bitkilerin büyümesinde hız ve direnç sağlar. Ekilmiş bir mahsulün hasat edilmeden, toprağı ıslah etmek maksadıyla, toprağa gömülmesine yeşil gübreleme ve bu maksat için kullanılan bitkilere ise yeşil gübre adı verilir. Yeşil gübre bitkileri, toprakta çürüyerek, toprağı organik maddece zenginleştirir. Bünyelerinde bulunan besin maddeleri de toprağa geçer. Toprağın yapısı düzelir. Yeşil gübrelemede, daha ziyade fiğ, bakla, soya fasulyesi, taş yoncası gibi havanın azotundan istifade ederek, köklerinde azot biriktiren ve bu sebeple toprağı azotça zenginleştiren bitkinin seçilmesi en uygundur. Yapılan birçok denemeler neticesinde, bunların kendilerinden sonra gelen mahsulün verimini %20-100 arasında arttırdığı görülmüştür. Yapay gübreler, sıvı ve katı halde bulunur. Genellikle taşınması ve depolanması kolay olduğundan, katı ve granül haldekiler tercih edilir. Eskiden kimyevi gübreler toz halinde yapılmaktaydı. Toz halindeki gübreler çok nem çekici ve taşınması zor olduğundan terk edilmiştir. Sıvı gübreler ise gün geçtikçe önem kazanmaktadır. Gübreleme, genellikle ilkbaharda yapılır. Fakat kışın hafif ve yağışlı geçtiği bölgelerde sonbaharda yapılmaktadır. İstenirse ekstra olarak bitkinin büyüme mevsiminde katı gübre, mevsim ortasında ise sıvı gübre kullanılır. Uçucu özellikte olan gübreler, toprak altına konur. Bitki köklerinin, toprağın derinliklerine gitmesi sağlanır. Toprağın yapısına ve yetiştirilen bitkinin çeşidine göre azot, fosfor ve potas ihtiva eden kimyasal gübrelerin dekara verilecek miktarları hesap edilir ve buna göre verilir. Kimyasal gübreler şunlardır: Azotlu gübrelerin çeşitli tipleri vardır. En çok amonyum ve nitrat tuzları halinde kullanılır. Bunlar arasında en önemlileri, sırasıyla amonyak ve amonyum hidroksit, amonyum nitrat, amonyum sülfat, amonyum fosfat, sodyum nitrat, kalsiyum nitrat, potasyum nitrattır. Bunlardan amonyak sıvı, diğerleri ise katı olup, amonyaktan elde edilirler. Kalsiyum nitrat ve potasyum nitratın dışındaki bütün azotlu gübreler toprağı asidik yaparlar. Fakat bu asitlik uygun kireçleme ile kolaylıkla düzeltilebilir. Siyanamid, üre ve üre-form adı verilen üre-formaldehid bileşiği de azot gübresi olarak kullanılmaktadır. Ayrıca bu sayılan bileşiklerin değişik oranlardaki karışımları ayrı patentler altında piyasaya sunulmaktadır. %82 azot ihtiva eden amonyak, normal sıcaklıkta bir gazdır ve basınç altında taşınmalıdır. Amonyak gazı direkt gübre olarak kullanılacağı zaman, toprağın 15–20 cm kadar altına gönderilir. Böylece buharlaşıp gitmesine mani olunur. Sıvı amonyak, amonyak gazının suda çözünmesi ile elde edilir. Bu durumda %20-28 azot ihtiva eder. Sıvı amonyağın buhar basıncı az ve taşınması kolaydır. Ayrıca toprağın derinliğine gönderilmesine gerek yoktur. Amonyağın oksitlenmesiyle elde edilen nitrik asit, amonyakla birleştirilerek amonyum nitrat elde edilir. Amonyum nitrat %32-33,5 azot ihtiva eder. Çok geniş bir kullanma sahası vardır. pek çok ürün için faydalıdır. Yalnız, pirinç yetiştirilmesinde kullanılmaz. Çünkü su baskını olan sahalarda mikrobik denitrifikasyon işlemi ile nitrat, azot gazına dönüşür ve kaybolur. Amonyum nitrat, granül halinde ve kireç ile karıştırılarak satılır. Amonyum nitrat gübresi,Türkiye'de Haziran 2016'dan beri terör örgütü tarafından bomba düzeneğinde kullanıldığı için satışı yasaklanmıştır. %45-46 oranında azot ihtiva eden konsantre edilmiş azotlu bir gübredir. Amonyak ile karbondioksidin basınç altında birleştirilmesiyle elde edilir. Toprakta hızla amonyum karbonata hidroliz olur. Bu sebepten kararsız olup, amonyak gazı salıverir. Amonyak kılcal kökleri tahrip ettiği için üre, tohumun veya genç bitkinin yakınına konulmaz. Fosfatlı gübreler veya fosfat gübreleri olarak daha çok fosfat asidinin kalsiyum tuzları kullanılır. Fosfatlı gübrelerin imalinde çeşitli kaynaklar vardır. Bunlar doğal trikalsiyum fosfatlar, hayvan kemiklerinden elde edilen fosfatlar ve tomas çelik üretim konverterlerinden çıkan curuflardır. Doğal fosfat yataklarının en önemlileri Amerika’da ve Fas’ta bulunmaktadır. Bu fosfatlar ince bir şekilde öğütülerek başka işlem yapılmadan asidik topraklara kullanılabilir. Süperfosfatlar]], doğal fosfatlar üzerine sülfat asidi etkisiyle meydana getirilir. İlk süperfosfat fabrikası, İngiltere’de 1855 yılında kurulmuştur. Bunu 1868’de Almanya ve Fransa, 1870’te Amerika takip etmiştir. Trikalsiyum fosfat Ca3(PO4)2 suda çözünmez, dolayısıyla bitkiler tarafından emilemez. Trikalsiyum fosfatın sülfat asidi ile muamelesinden suda çözünebilen monokalsiyum fosfat elde edilir, buna süperfosfat denir. En çok kullanılan fosfatlı gübre %18-20 fosforpentaoksit (PO) ihtiva eden normal süperfosfattır. %45-50 fosforpentaoksit ihtiva eden zenginleştirilmiş süperfosfat gün geçtikçe daha fazla önem kazanmaktadır. Fosfor yüzdesi zengin olan fosfat gübreleri yalnız başına kullanıldığı gibi diğer gübrelerle karıştırılarak da kullanılır. Azot ve fosfor gibi iki faydalı elementi ihtiva etmesi bakımından çok önemlidir. Monoamonyum fosfat ve diamonyum fosfat olmak üzere iki çeşittir. Amonyum fosfat üretmek için önce trikalsiyum fosfattan, elektrik fırınında fosfor elde edilir. Fosfor su buharı ile muamele edilerek fosforik asit haline çevrilir. fosforik asit (HPO)nin uygun miktardaki amonyak ile muamelesi neticesinde amonyum fosfat elde edilir. Bu işlemler fazla miktarda elektrik enerjisine ihtiyaç gösterir. Amonyum fosfat gübreleri %11-14 azot, %48 civarında fosforpentaoksit (PO) ihtiva ederler. Bütün potasyum gübreleri suda çözünürler. Potasyum tuzlarının çoğu, esas itibarıyla (%91-93 nispetinde) gübre olarak kullanılırlar. Potasyum ihtiva eden yatak ve kayalardan üretilerek zenginleştirilir ve gübre şekline getirilirler. Potasyum tuzlarının üretimi: Denizlerdeki oranı düşük olan potasyum tuzları, tuzla ana sularında biriktirilerek çıkarılır. Böyle bir biriktirme bazı kapalı deniz veya göllerde de doğal bir sûrette vukua gelerek kaya tuzu gibi yataklar teşekkül eder. Stassfurt ve Alzas potas madenleri buna güzel birer misal teşkil eder. Denizlerde uzun yıllar boyunca sodyum klorür çöker ve ana sular kalsiyum, mağnezyum ve potasyum tuzlarınca zenginleşir. Açık denizle olan bağlantı kesilince ana sular zenginleşmeye devam eder ve mağnezyum ile tuzlardaki sıraya göre çökmeğe başlarlar. Mesela, Stassfurtta çöken ham ürünlerin bileşimi şöyledir: 1. Silvinit (%18-20 KO) 2. Karnalit (%9-10 KO) 3. Kainit (%13-14 KO) 4. Hartsalz adı verilen bir silvinit + kieserit karışımı (%12 KO) Bu tuzların uzun mesafelere nakli için zenginleştirilmeleri lazımdır. İşlemler ilkel maddelerin cinsine göre şöyle yapılır: Potasyum sülfat üretimi: İlkel madde olarak kainit kullanılır. Bunun sıcak suda eritilmesi ve çözeltinin soğutulmasıyla %55 potasyum sülfat ihtiva eden bir ürüne varılır. Yeni bir kristalizasyondan sonra da sanayide kullanılan %90’lık tuz elde edilir. Potasyum klorür üretimi: Zenginleştirilmiş potasyum klorür, en çok kullanılan potaslı gübreyi teşkil eder. Bunun üretimi için de madenden gelen ve ortalama %50 karnalit, %20 kieserit ve %30 silvinit ihtiva eden ham ürün, birkaç kademe kristalizasyon işlemlerinden geçirilerek %90’lık potasyum klorür elde edilir. Alzas yataklarının en önemli ürünü ortalama %30-60 KCl, %50-65 NaCl, %0,1-0,7 MgCl ve %9-14 çözünmeyen kısım ihtiva eden “silvinit”tir. Bu madde sadece
parçalanıp öğütüldükten sonra bileşimine göre %20-22 veya %14-16 KO’lu gübre olarak satılır veyahut zenginleştirilerek özel gübreler hazırlanır. Alzas ürünlerinde mağnezyum bulunmadığından, bu işlem Stassfurttaki üretime nazaran ana suların buharlaştırılmasına lüzum olmaksızın hasıl olması sebebiyle basittir. İşlemin esası sodyum ve potasyum klorürlerinin soğukta ve sıcaktaki çözünürlük farkına dayanır. Stassfurt ve Alzastan başka ABD’de (Teksas), Afrika’da Tunus ve Avrupa’da (Fransa, İspanya) diğer bazı potasyum tuzu madenleri mevcuttur. Potasyum tuzlarının kayalardan çıkarılması: Potasyum tuzları bazı kayalardan da çıkarılmaktadır. Fakat pek bol değildirler. Önemli bir maden feldispattır ki ortalama %2,4 KO ihtiva eder. Ancak bu oran üretim masrafını karşılayamaz. Buna karşılık İtalya’da bulunan ve leucit (4 SiOAlOKO) ihtiva eden bazaltlar (Bkz. Bazalt) bu hususta daha elverişlidir. Burada potasyumun kazanılması için yapılan bir usûlde (blanc usûlü), leucitli taşlar kum şekline getirilerek, bazaltı çeken ve leuciti bırakan bir elektro mıknatıs tesiriyle zenginleştirme yapılır. Bu suretle %23 AlO, %18 KO ve %55 SiO ihtiva eden bir ürüne varılır. Klorür asidi tesiriyle silis çöker ve potasyum klorürle alüminyum klorür ihtiva eden bir çözelti meydana getirir. Bu iki tuz da billurlaşma işlemleriyle birbirinden ayrılarak %90’lık potasyum klorür, öte yandan bir çöktürme ile alüminyum üretimine elverişli saf alüminyum elde edilir. En az iki çeşit bitki besin elementi içeren gübrelere kompoze gübre (ing. "compound fertilizer") denir . Bugün doğal ve yapay gübrelerin her ikisi de değişik şekillerde elde edilmektedir. Bitkinin beslenmesi öncelikle yapay (mineral ya da ticari) gübre dediğimiz azot, fosfor ve potasyum tarafından sağlanır. Genellikle yapay gübrelerin ihtiva ettiği besin, azot (N), fosfor pentoksit (PO) ve potas (KO) olarak ifade edilir. Yapay gübrelerin ticari ambalajlarında bir veya daha fazla madde bulunur. Karışık gübrelerin bileşimi çoğunlukla gübre ambalajlarının üzerindeki bir seri numara ile belirtilir. İlk sayı azotun yüzdesini, ikincisi fosfor pentaoksidin yüzdesini ve üçüncüsü de potasın yüzdesini belirtir. Böylece 5-10-10 şeklinde işaretlenmiş bir karışık gübre %5 azot, %10 fosfor pentaoksit ve %10 potas ihtiva eder. Süper kompoze gübreler ise NPK dışında mineral maddeler de ilave edilen daha kompleks yapıdaki kimyasal gübrelerdir. Bu gübreler Zn, Fe, Sülfat gibi ilave besin elementleri ihtiva ederler. Özellikle azotlu gübrelerin yıkanarak veya nitrifikasyon ile bitki tarafından kullanılmadan kaybedilmesinin önüne geçilmesi ve toprakta daha uzun süre dengeli bir şekilde kullanılabilirliğini sağlamak üzere geliştirilen gübre formlarıdır. yavaş salınım özelliği farklı teknikler kullanılarak sağlanabilir. Crossover Pınarbaşı, Kayseri Pınarbaşı, Kayseri'nin 16 ilçesinden birisidir. İl merkezinin doğusunda Malatya ve Kahramanmaraş karayolu üzerinde yer alır. Sultan Abdulaziz tarafından kurulan belde Cumhuriyet öncesinde Aziziye olarak anılırdı. Daha önce Sivas sancağına bağlı olan ilçe 1927'de Kayseri il yönetimine katılmıştır. 1946'da buraya bağlı bucak olan Sarız'ın ilçe olmasıyla bugünkü sınırlarına ulaşmıştır. Hınzır Dağları, doğusunda ise Tahtalı dağları yükselir. Bu dağ sıraları arasında ise Uzunyayla ve Zamantı Havzaları bulunur. Zamantı ve Uzunyayla havzaları ise Pınarbaşı ilçe merkezi güneyindeki Toruntepe eşiği ile ayrılır. İlçenin en önemli akarsuyu Zamantı Irmağı ve kollarıdır. İlçede Pınarbaşı, Şerefiye, Karagöz ve Küçük Gürleğen kaynakları vardır. Pınarbaşı, 115 köy ve 28 mezradan oluşmuştur. Merkez, Pazarören ve Kaynar Belediyeleri olmak üzere 3 Belediye teşkilatı ile 146 yerleşim birimi bulunmaktadır. Panzerkampfwagen VI Tiger Panzerkampfwagen VI ("Zırhlı muharebe aracı VI", lakap: "Tiger" veya "Tiger I"), Alman yapımı II. Dünya Savaşı ağır tanktır. Mühimmat envanter tanımı Sd.Kfz. 181'dir (özel amaçlı taşıt 181). Adı Ferdinand Porsche tarafından konulmuştur. Zamanındaki en iyi tanklardan biriydi. Çok sağlam zırha ve iyi bir topa sahip olduğu için düşmanların korkulu rüyasıydı (özellikle Batı cephesinde). Doğu cephesindeki zamanının ilerisindeki T-34 ve KV-1/2,3 tanklarına karşılık geliştirilmiştir. Yer ve hava hedeflerine karşı etkisini kanıtlamış olan 88 mm'lik silahın anti tank mermileri kullanan modeli monte edilmiştir. Savaşın sonlarına doğru bir Tiger tankına 20 tane M4 Sherman tankının saldırdığı görülmüştür. Tiger'ların kayıp vermesinin sebebi düşmanlar değil karmaşık mekanik yapısıydı. Bu yüzden çoğu Tiger tankı onarılamaz halde bozulduğu için mürettebatı tarafından terk edilmiş halde bulunmuştur. Tiger'lar tasarım açısından bazı noktalarda önemli eksikliklere sahipti. Dönemindeki orta-sınıf bir tank olan T-34'lerin ön gövde tasarımı açılı tasarlanmıştı ve bu tasarım sayesinde tank isabet eden mermilerin neredeyse yarısını sektirebiliyordu. Tigerlar ise bunun aksine neredeyse 90°lik bir gövdeye sahiptiler. Bunu kapatmak için ön tarafı 100 mm'lik yan tarafları ise 80 mm'lik zırhla kaplanmıştı. Tiger tanklarının ağır gövdesini hareket ettirmek için Maybach Hl230 model 700 beygir gücünde motor kullanılmaktadır. Bu motor 8 ileri 4 geri manual şanzıman ile güç ön tahrik dişlilerine iletir. Difransiyeller her iki tahrik dişlisinin içine gömülü 6 küçük dişli kavramı ile iletilir. Tahrik dişlisine güçü ileten şaftın üstünde kampana frenler yer almaktadır. Şanzıman üstünde dönüşlerde kullanılan üç adet fren diskide bulunmaktadır. Tankın en önemli özelliği olan 88 mm'lik top da ancak hidrolik sistemle döndürülebiliyordu, hassas ayarlar yapmak için çarkla döndürme sistemi de vardı. Ayrıca bu toplar çok iyi bir optik sisteme sahiptiler, uzak ve hareketli hedefleri çok başarılı bir şekilde vurabiliyorlardı. Bu optik sistem ve etkili topu sayesinde 3000 metrenin uzağındaki hedefleri bile vurduğu görülmüştür. Düşman tankları ise onun kalın zırhını delmek için çok yakına girmek zorundaydılar. Tiger öylesine karmaşık bir yapıya sahipti ki sadece 1.300 adet üretilebildi. Bir Tiger için 30.000 üretim saati harcanırken Tiger'ın rakipleri olan T-34, Sherman ve Churchill tankları bu üretim zamanının neredeyse onda bir zamanda üretiliyorlardı. Karmaşık yapısına rağmen bir Tiger'ı yok edebilmek için en az 4 Sherman tankını gözden çıkarmayı hesaplamak gerekiyordu. Tiger'ın en önemli handikaplarından biri de bakımının epey zaman almasıydı. Muharebe sırasında arızalanan veya az hasarlı olan Tiger'lar onarılamıyordu. Almanlar bu onarım handikapı nedeniyle birçok Tiger'ı muharebe alanında bırakmak zorunda kalmıştır. Tiger'ın tank terminolojine kattığı bir yenilik de psikolojik yıkımdır. Tiger kalın zırhı, 88 mm'lik topu ile savaş sırasında öylesine efsaneleşmişti ki, müttefik zırhlı tümenleri ormanlık alanlardan geçerken genellikle toplu olarak hareket ederlerdi. Çünkü her an bir ağaçlığın arkasından bir Tiger bölüğünün baskın ateşi açması olasılığı vardı. Bu olasılık müttefiklere Normandiya'dan sonra zaman kaybettiren engellerden biri olmuştur. Bir tankta üç özellik aranır. Hız, zırh ve silah. Silahtan kasıt, uzun mevzilli, geniş çaplı bir ana silahtır. Her üç özelliği aynı tank üzerinde toplamak, o yılların teknolojisinde pek olanaklı değildir. Bu yüzden bu üç özellik arasında bir tercih sıralaması yapılır. Bazı zırhlı savaşı kuramcıları hızın birincil unsur olduğunu, bazıları ise zırh kalınlığı ve etkin ana silahın önemli olduğu görüşündedirler. Tiger, bu ikinci görüş doğrultusunda tasarlanmış bir tanktı. Öte yandan 1941 yılı içinde Alman hafif ve orta sınıf tankları Rusların BT Serisi ve T-26 tankları karşısında yeterliydi ancak 1942 yılından itibaren cephelerde ortaya çıkmaya başlayan T-34'ler karşısında yetersiz kalıyorlardı. Doğal bir gelişme olarak, daha ağır tankların geliştirilmesine başlanıldı. Kara Harp Okulu Kara Harp Okulu (kısaca KHO) veya eski ve geleneksel adıyla Harbiye, Ankara'da bulunan, Türk Kara Kuvvetleri'nin muvazzaf subay kaynağı olan lisans seviyesinde eğitim veren askerî okuldur. Mekteb-i Harbiye-i Şahane (Mektebi Harbiyeyi Şahane), Sultan II. Mahmud'un emriyle 1834 tarihinde kurulmuştur. Başlangıçta eğitimin bütün basamaklarında faaliyet gösteren Harbiye, ilk mezunlarını 1841 yılında verebilmiştir. 1845 yılında askeri idadi(lise)lerin kurulması ve aynı yıl yapılan program geliştirme çalışmaları sonucunda Harbiye, eğitim süresi dört yıl olan bir yüksekokul niteliği kazanmıştır. "Harbiye", 1908 yılına kadar geçen süre içinde öncelikle piyade ve süvari subaylarını yetiştirmiştir. 1905 yılında beş ordu merkezinde açılmış olan Edirne, Manastır, Erzincan, Şam ve Bağdat Harp Okulları kısa bir süre sonra kapatılmışlardır. Bundan sonra sadece İstanbul'daki "Harbiye Mektebi", eğitim ve öğretime devam etmiştir. Art arda gelen savaşlar döneminde hızlandırılmış bir eğitim programı uygulanarak cephelere subay yetiştiren Harbiye, Mütareke Dönemi'nde 1 Temmuz 1920 tarihinde Ankara'da Abidin Paşa Köşkü'nde eğitim ve öğretime başlamıştır. Harp Okulu, ilk mezunlarını 1 Kasım 1920 tarihinde vermiştir. Lozan Antlaşması'nın imzalanmasından sonra Harp Okulu, tekrar İstanbul'da öğretime başlamıştır. Kara Harp Okulu ve yerleşkesi 25 Eylül 1936 tarihinde Ankara'ya nakledilerek yeni yapılmış olan binasında eğitime başlamıştır. İki yıl olan eğitim süresi 1948 yılında üç yıl, 1963 yılında iki yıl ve 1971 yılında üç yıl olarak düzenlenmiştir. 1974 yılından itibaren 4 yıllık lisans eğitimi uygulamasına başlanmıştır. Kar Eğitim-Öğretim Sistemi, Askeri Nazan-i Eğitim, Ortak Genel Konular, Askeri Uygulamalı Eğitim, Beden Eğitimi ve Spor ile Akademik Programlardan teşkil edilen bütüncül bir yapıya kavuşmuştur. Akademik program kapsamında; 1974-1991 yılları arasında makine, inşaat, elektrik-elektronik, yönetim-işletme bölümlerinde lisans düzeyinde eğitim verilmiş, 1991-1992 Eğitim-Öğretim Yılından itibaren sistem mühendisliği programına aşamalı olarak geçilmiştir. 2011-2012 Eğitim-Öğretim Yılı itibarıyla "Kara Harp Okulu"nda çoklu lisans programında eğitim verilmeye
başlanmıştır. Kara Harp Okulunun amacı, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliği ile harp okulları kanun ve yönetmeliklerinde belirtilen ve asker kişilerde bulunması gereken niteliklere sahip, liderlik özellikleri gelişmiş, askeri sevk ve idare edebilme yeteneği kazanmış ve yeterli fiziki yeteneğe sahip olmuş, Kara Kuvvetleri Komutanlığının ihtiyacına göre belirlenen bilim dallarında lisans eğitim ve öğretimini görmüş, sınıf okulu ve eğitim merkezlerinde verilecek subay temel mesleki eğitim ve öğretimini takip edebilecek yeterliliğe ulaşmış muvazzaf subay yetiştirmek ve Kara Kuvvetlerinin ihtiyacı olan konularda lisansüstü eğitim ve öğretim sağlamaktadır. Kara Kuvvetleri Komutanlığının ihtiyaç duyduğu sınıf ve miktarda subay yetiştiren asker yüksek öğretim kurumu olan Kara Harp Okulunda, subay diplomasının yanı sıra; endüstri ve sistem, elektronik, makine, inşaat, bilgisayar, harita mühendisliği, işletme, kamu yönetimi, sosyoloji ve uluslararası ilişkiler lisans programlarında ulusal ve uluslararası denkliği/geçerliliği olan lisans diploması da verilmektedir. Verilen akademik eğitimle, Harbiyelilerin, muharebe sahasının karmaşık problemlerini çözecek bilimsel bakış açısına ve donanıma sahip olması amaçlanmaktadır. Kara Harp Okulunda; piyade, tank, topçu, hava savunma, kara havacılık, istihkam, muhabere, ulaştırma, ikmal, bakım, personel, maliye ve harita sınıflarından subay yetiştirilmektedir. Her tür hava ve arazi şartında görev yapma ihtimali olan subaylar, liderlik yaptıkları askerlerine örnek olacak seviyede üstün fiziksel yeteneklere ve dayanıklılığa sahip olmalıdırlar. "Kara Harp Okulu" beden eğitimi ve spor programı Harbiyelileri bu hedefe en iyi şekilde ulaştırmak üzere düzenlenmiştir. Yine Kara Harp Okulu mezunu subaylar, Kara Kuvvetleri Komutanlığının seviyesindeki birliklerinde komutanlık görevinden başlayarak sıralı üst birliklerin sevk ve idaresinde; karargâhlarda, askeri Kurumlarda görev yapmaktadırlar. Kıta görevinde başarılı subaylar ihtiyaç duyulan alanlarda Yüksek Lisans, Doktora programlarına devam edebilmekte, yurt dışı temsilciliklerimizde, NATO ve Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri birlik ve karargahlarında görev alabilmektedirler. Türk Silahlı Kuvvetlerinin sosyal ve sağlık tesisleri tüm TSK mensuplarıyla beraber ve ailelerinin istifadesine sunulmaktadır. Kara Harp Okulu'na her yıl belirli kontenjanlarda kız öğrenci de alınmaktadır. Şu an kullanılan Kara Harp Okulu brövesi 2001 yılında kabul edilmiştir. Bröve üzerindeki 1834 yılı Kara Harp Okulunun kuruluş tarihini, çapraz kılıç muharip subay olmayı, çelenk subaylığı, güneş ışınlı Atatürk portresi kendisi de Kara Harp Okulu mezunu olan Atatürk'ün harp okulu öğrencilerine ve Türkiye'ye yaydığı çağdaş uygar fikirleri simgeler. Zemin renginin kırmızı olması ise Türkiye Cumhuriyeti'nin bayrağını ve Kara Harp Okulunun verdiği şehitleri betimler. Kara Kuvvetleri Komutanlığının en önemli subay kaynağı olan Kara Harp Okulu öğrencileri birinci sınıfta, Sayısal, Sözel ve Uluslararası İlişkiler tabanlı olmak üzere iki ayrı alana ayrılarak ikinci sınıfta görecekleri lisans programlarına yönelik dersler almaktadır. 2’nci, 3’üncü ve 4’üncü sınıflarda ise; iktisadi ve idari bilimler ile teknik bölümler dallarında toplamda on ayrı lisans programında modern laboratuvar, dershane ve amfilerde akademik unvana sahip öğretim üyeleri tarafından eğitim ve öğretim verilmektedir. Harbiye Marşı Harbiye Marşı, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bağlı, Harbiye'nin marşıdır. Kara Harp Okulu Marşı olarak da bilinir. Bestesi Hüsnü Öncü'ye, sözleri Cevdet Şakir Çetiner'e aittir. Molière Jean-Baptiste Poquelin daha bilinen adıyla Molière (15 Ocak 1622 – 17 Şubat 1673), Fransız oyun yazarı ve oyuncu. Molière, sarayın döşemelerini yapan bir mobilyacı olan Jean Poquelin ile bir zengin burjuva ailesinin kızı olan Marie Cresse'nin oğluydu. Moliere annesini 10 yaşındayken yitirdi ve babası ile bağlantıları hiç sıkı değildi. Annesinin ölümünden sonra babası ile Paris'de o zaman yukarı burjuva sınıfından kişilerin evlerinin bulunduğu Rue Saint-Honoré'de yaşadılar. İlk okul eğitimini Paris'te yaptı ve sonra Paris'in en iyi okullarından Cizvit'lerin idaresinde olan "Collège de Clermont"'da öğrenim gördü. 1641’de bu okuldan ayrıldı. Babası 1531de bir imtiyaz satın almıştı ve Moliere babasının işini devam ettirmeye başladı ve bu arada hukukçu olmak için çalışmalara başladığı da bildirilir. Haziran 1643de Moliere 23 yaşında iken birden babasının işini bırakmaya ve Paris'ten ayrılmaya karar verdi. Daha önce tanışmış olduğu tiyatrocu güzel aktris Madelaine Bejart ile birleşip kendisi 630 livre sermaye katarak ile Bejart'la birlikte Illustre Théâtre adlı bir tiyatro topluluğu kurdu. Böylece bağlı olduğu sosyal sınıf ilişkilerini geride bıraktı. Sahne adı olarak Fransa'nin Midi bölgesinde Vigan şehri civarında bir köy olan Molière ismini kullanmaya başladı. Bundan hemen sonra bu topluluğa Madelaine'nin erkek ve kız kardeşleri de katıldı. Moliere hem iyi aktörlük gücü hem de eğitimi dolayısıyla bu gezici tiyatro trupunun idarecisi oldu. 1645de bu gezici tiyatro trupu, çoğu pansiyon masrafları olmak üzere, 2000 livre borçlanmıştı. Moliere bu borçlar dolayısıyla hapse atıldı ama ya babası ya da topluluk mensupları borcu ödeyerek 24 saat sonra hapisten kurtarıldı. Bundan sonra Moliere ve Madelaine Bejart 12 yıl sürecek bir gezici tiyatro hayatına başladılar. Önceleri "Charle Dufresne"'nin trupuna katıldılar ve sonra kendi truplarını kurdular. Bu topluluk biraz başarı kazanarak Orleans Dükü I. Filip'in koruması ve desteği altında çalışmaya başladı. Bu gezginci tiyatroculuk döneminden Moliere'in ancak iki eseri elimize geçmiştir: "L'Étourdi" ve "Le Docteur amoureux". Bu eserlerde Moliere'in gezginci tiyatroların alışılagelen İtalyan asıllı ve yarı tuluat şeklindeki "Comedia del Arte" konu ve stilinden ayrılıp kendine has bir oyun uslubu geliştirmeye başladığı görülmektedir. Bu arada Moliere Languedoc Eyaleti valisi Conti Dükü ile iyi arkadaş olmuş ve onun mali desteğini almıştır. Fakat bu kişi bir zuhrevi hastalığa tutulunca dinsel baskılar dolayısıyla tiyatroculara mali desteğini kesmiş ve şahsi ilişkilerden bile uzaklaşmıştır. 1650-53’te tiyatroyla Lyon’da kaldı ve Lyons'da iken Moliere'in trubuna Markiz sahne adlı Mademoiselle Duparc katıldı. Bu aktris tanınmış oyun yazarları olan Pierre Corneille, sonra da Jean Racine ile ilişki kurdu ve hatta bir müddet Racine'in metresliğini yaptı. Racine hazırladığı ilk eserini Moliere'in sahnelemesini istemiştir ama Moliere bunu kabul etmemiştir. 1658de Moliere ve trupu en sonunda Paris'e geldiler. Kral XIV. Louis’nin kardeşinin koruması altında, 1658’de eski Louvre’ da Kral’a Corneille’in "Nicomedes" adlı trajedisini ve "Le Docteur amoureux (Aşık doktor)" adlı fars oyunun oynadılar. Moliere'in trupu Kral'ın kardeşi Orleans Dükü I. Filip'in mali desteğini kazanarak "Mösyö'nun Trupu" olarak anılmaya başladılar. Yine Orleans Dükü desteği ile bu trup ve Fiorelli’nin (Scaramouche) rolünü benimsediği İtalyan "Commedia dell'Arte" trubu birleşip Paris'te tanınan yeni bir tiyatro topluluğu oluşturdular. Bu topluluk Louvre Sarayı yakınlarındaki "Petit Bourbon Tiyatrosu"'nda merkezlendi. Bu toplulukla 18 Kasım 1659da "Les Précieuses ridicules (Gülünç Kibarlar)" eserini sahnediler. Bu oyunla Moliere çok dikkat çekti ise de Paris'in tiyatro seyircileri bu oyundan özellikle hoşlanmadılar. Bu sefer Moliere toplulukta arkadaşı olan ve Scaramouche karakteri ile ün yapan Italyan Tiberio Fiorelli'den Commedia dell'Arte hakkında epey ders alıp bunları uygulamaya koyuldu. 1660da temsile koyduğu "Sganarelle, ou Le Cocu imaginaire (Hayalde Aldatılmış Koca)" adlı oyunu cok tutuldu. Bu trup 1660’da Kral huzurunda birkaç kez oyunlar oynadı. 1661’de Kardinal Richelieu'nün bir tiyatro binası olarak yaptırdığı yeni "Theatre du Palais-Royal"’de topluluğuyla oyunlar sahnelemeye başladı. Moliere'in bundan sonra bütün "Paris" oyunları burada sahnelendi. 1662de trupunun kurucularından olan arkadaşı Madeleine Bejart’ın Comte de Modene’den olan kızı Armande Bejart’la evlendi. Üç çocukları oldu; ama bunlardan yalnızca tek biri yaşadı. Kral tarafından 1.000 livre yıllık maaş bağlandı. 1664’te Kral, Moliere'in oğlunun vaftiz babası oldu. Ayni yıl Kral’ın bağladığı yıllık maaş 7.000 livreye çıkartıldı. Bu dönemde Moliere drama kuramcısı Boileau, La Fontaine ve Racine ile dostluk kurdu. "Kadınlar Okulu" ve "Tartuffe" oyunları yüzünden Cizvit Jansenitlerle arası bozuldu ve onların ve diğer koyu dindarların öfkesi üzerine çekildi. Sağlığı bozuldu. Başrolünü oynadığı "Le malade imaginaire (Hastalık Hastası)" oyununun oynandığı 17 Şubat 1673'teki oyunun dördüncü sahnesinde, Molière sahnede fenalaşıp yere düştü. Verem hastası olan yazar kanlı öksürük krizini atlattıktan sonra, tüm ısrarlara rağmen rolünü tamamladı. Oyundan birkaç saat sonra evinde yeniden fenalaşan yazar, bu ikinci krizi atlatamayarak vefat etti. Zamanının Katolik kilisesi aktörlerden ve tiyatrodan hoşlanmamaktaydı ve kilisenin israrıyla çıkartılan devlet kanunlarına göre de aktörlerin kilise töreni ile kiliselerin takdis ettiği mezarlıklara gömülmeleri yasaktı. Moliere ölmekte iken Katolikler için geleneksel olan bir rahip tarafından son nefeste takdis edilmesi imkânı olmamıştı ve Katolik kilisesi ona dinsel cenaze töreni yapmaktan ve mezarlıkta bir kabir temin etmekten kaçındı. Fakat Moliere'in karısı Armand Krala'a başvurarak eğer kocasının cenazesi töreninin tamamiyle geleneklere uzak olarak geceleyin yapılması ve normal bir kilise cenaze törenin benzemesi için ondan özel izin aldı. Moliere'in cesedi takdis edilmiş bir kilise mezarlığının duvarla ayrılmış bir köşesinde bulunan ve vaftiz edilmeden, yani Katolik mezhebine kabul edilmeden, ölen bebeklerin mezarlığına gömüldü. 1792de Fransız Devrimi idaresi sırasında Moliere'in cesedi bu mezarlıktan çıkartılarak o zaman kurulan "Fransız Anıtlar Müzesi"ne geçirildi; 1816de ise Paris'te tanınmış kişiler için bir mezarlık olan "Pere Laschaise"e şair Lafon
tain mezarı yakınında bulunan bir mezara konuldu. Molière'in bilinen ilk yapıtları, Paris disinda gezgin tiyatroculuk yapmakta iken 1655'te Lyon'da sahnelenen "L'Etourdi ou contretemps" (Türkçe olarak ilk sahnelenme adı "Savruk", 1876; "Dünya Edebiyatından Tercümeler" serisinde yayımlanma adı "Şaşkın yahut Beklenmedik Engeller", 1944) ve "Le Docteur amoureux (Aşık Doktor)" idi. Bu eserlerle Moliere bu dönemde gezginci tiyatroların uydukları İtalyan ve yarı tuluat şeklindeki "Comedia del Arte" tiyatro konu ve stilinden ayrılıp kendine has bir oyun uslubu geliştirmeye başlamıştır. Moliere, 1656'da ilk önemli komedisi sayılan ve Paris'te sahnelenen ilk oyunu olan "Les Precieuses Ridicules"ü (ilk Türkçe sahnelenme adı "Dudukuşları", 1876; yayımlama adı Gülünç Kibarlar , 1943) yazdı. Sosyetenin kibar davranışlarına özenen iki taşralı genç kızı konu alan bu oyun, Moliere'in bütün yapıtlarında öne çıkan bir temanın ilk işlenişiydi. Moliere burada, toplumsal kuralların gerektirdiği yüzeysel kibarlıkla altta yatan içgüdüsel davranış arasındaki uyumsuzluğun yarattığı gülünçlüğü ele alıyordu. Bu oyunla Moliere çok dikkat çekti ise de Paris'in tiyatro seyircileri bu oyundan özellikle hoşlanmadılar ve çok tenkide uğradı. Bu sefer Moliere toplulukta arkadaşı olan ve "Scaramouche" karakteri ile ün yapan İtalyan aktör Tiberio Fiorell'den Commedia dell'arte hakkında epey ders alıp bunları uygulamaya koyuldu. 1660'ta temsile koyduğu "Sganarelle, ou Le Cocu imaginaire (Hayalde Aldatılmış Koca)" adlı oyunu çok tutuldu. Bu eserin aile içi ilişkiler teması Moliere'in insan ilişkilerinin yapmacıklığa dayandığı hakkındaki pesimist dünya görüşünü dramatik olarak ifade etmektedir. Moliere'in topluluğu 1661'de, Kardinal Richelieu'nün bir tiyatro binası olarak yaptırdığı Palais Royal'deki (Kraliyet Sarayı) bir salona taşındı. Moliere'in bütün "Paris" oyunları burada sahnelendi. 1662'de sahneye konan ünlü oyunu "L'Ecole des femmes" (Türkçede ilk sahnelenme adı "Kadınlar Mektebi, 1876; yayımlanma adı Kadınlar Mektebi", 1941) daha ilk gecesinde skandal yarattı. Seyirciler ve yetkililer, artık hiçbir değere saygısı kalmamış bir komedyenle karşı karşıya olduklarını düşünüyorlardı. Oyun, kadınlardan çekinen ve bu yüzden de saf, gözü açılmamış bir genç kızla evlenerek onu kendi ilkeleri doğrultusunda yönetmek isteyen bir erkeği konu alıyordu. Oyunun sonunda adam genç eşine aşık oluyor, ama aşkı dile getirmesini ve kadınlara bir sevgili gibi yaklaşmasını bilmediği için gülünç durumlara düşüyordu. Moliere oyuna gelen eleştirilere 1663'te "La Critique de L'Ecole des femmes" ("Kadınlar Mektebinin Tenkidi, 1944) ve "L'Impromptu de Versailles" (Versailles Tulûatı, 1944) adlı tek perdelik oyunlarıyla karşılık verdi. Bunlardan ilkinde komedi anlayışını yansıtıyor, ikincisinde ise oyuncuların dinlenme odasını ve prova sırasında sahne arkasındaki konuşmaları çok gerçekçi bir bakışla anlatıyordu. 1664'te sahnelenen "Le Tartuffe", ou l'imposteur" (Türkçede ilk sahnelenme adı Tartüf, 1876 ve Riyanın Encamı, 1881; yayımlanma adı Tartuffe, 1944) adlı oyunun "Kadınlar Mektebi"'nden de daha büyük bir gürültünün kopmasına yol açtı. Oyun kilisenin baskısıyla yasaklandı ve ancak 1669'da yeniden oynanma olanağı buldu. Tartuffe, bir tür danışmanlık ve eğitmenlik rolüyle bir burjuvanın evine kapağı atmış, dindar görünüşlü bir sahtekarın serüvenleri üzerine kuruluydu. Moliere Tartuffe'ün yasaklanmasına karşın, daha da kışkırtıcı bir oyun olan "Dom Juan, ou le festin de Pierre"'i (Türkçede ilk sahnelenme adı "Don Civani", 1876; yayımlanma adı Don Juan, 1943) sahneye koydu. Don Juan, aristokratik bağımsızlık ilkesini hiçbir borç ya da yükümlülük tanımamak ve Tanrı'yı da hiçe saymak noktasına kadar vardıran, ama herkesin kendisine karşı yükümlülüklerini yerine getirmesini de istemekten geri kalmayan tipik bir Moliere kahramanıydı. Uşağı Sganarelle ise gerçekliği, dindarlığı ve ürkekliğiyle her bakımdan efendisinin tersiydi. Bu iki kahraman, Cervantes'in Don Kişot ile Sancho Panza'sının Fransız edebiyatındaki karşılığı olarak da görülebilir. Ama Don Kişot'un saf hayalciliğinin yerini, Don Juan 'da edepsizlik almıştır. Sonunda Don Juan, tanrı tanımazlığından ötürü cehenneme gönderilir; ama bu arada seyirciyi eğlendirmeyi ve onların ikiyüzlülüklerini de açığa çıkarmayı başarmıştır. Moliere, 1666'da da en başarılı oyunlarından sayılan "Le Misanthrope"'u (Türkçede ilk sahnelenme adı "Adamcıl", 1876; yayımlanma adı İnsandan Kaçan, 1976) sahneye koydu. Komedinin kahramanı Alceste, ilkelerine sımsıkı bağlı, hiç kimseyi beğenmeyen, ama bu arada kendi kusurlarının hiç farkına varamayan yeni tip bir budalaydı. Moliere'in en ünlü oyunlarından biri olan "L'Avare" (Türkçede yayımlanma adı Cimri, 1938, 1991) ilk kez 1668'de sahnelendi. Yapıt, şiiri andıran bir düzyazıyla yazılmıştı. Geleneksel komedinin bütün kalıplarının dönüşüme uğratılarak kullanıldığı bu oyun, kahramanının çelişkisini fazla sert ve çıplak bir tarzda göz önüne serdiği için önceleri pek tutulmamıştı. Cimrinin para tutkusu, oyunun bazı sahnelerinde gaddarlık, patolojik bir yalnızlık, hatta açıkça çılgınlık noktasına varıyordu. Sonradan Goethe Cimri'nin bir komedi değil, bir trajedi olduğunu öne sürmüşse de bu yorum abartılı sayılabilir. Çünkü komediye özgü olan temel çelişki, insanca olmayan amaçlarla insani içgüdüler arasındaki karşıtlık, burada da ortaya çıkar; ama Moliere seyirciye neşeli bir gülünçlüğü değil, saçmalık ve sakinliği hissetirir. Moliere'in 1668'de sahnelenen öteki oyunu "George Dandin" (Türkçede ilk sahnelenme adı "Kıskanç Herif", 1873; yayımlanma adı George Dandin, 1943) uzun süre bir fars olarak değerlendirilmiştir. Günümüzdeki bazı eleştirmenlere göreyse, Moliere'in belki de en özgün, en gözüpek yapıtıdır. Komedinin kahramanı Dandin, kendi budalalığını kabul eden, ama her şeyin ters gittiği bu dünyada akıllı olmanın da işe yaramadığını öne süren ironik bir tiptir. Haklı olduğu sezilmekte, ama kendisi haklı olduğunu bir türlü açıkça kanıtlayamamaktadır. Moliere'in sağlığı 1669'dan sonra giderek bozuldu. Gene de 1670'te başyapıt sayılan "Le Bourgeois Gentilhomme"'u (Türkçede ilk sahnelenme adı "Köylü Asilzade" ve "Burjuva Jantilom", 1927; yayımlanma adı Kibarlık Budalası, 1937) sahnelemeyi başardı. Bu, Moliere'in en sevinçli, en mutlu komedilerinden biriydi. Orta sınıf içindeki yükselme ve sınıf atlama çabalarını konu alan oyunun kahramanı Jourdain, boş ve anlamsız sözleriyle sözlerin gerçekten boş olduğunu ister istemez hissettiren, cömert yaradılışlı ama bundan da utanç duyan, sevimli bir tipti. Hastalığına karşın, ömrünün son yıllarında Moliere üç önemli oyun daha sahneledi. 1671'de sahnelenen "Les Fourberies de Scapin" (Scapin'in Dolapları, 1944), 1672'de sahnelenen "Les Femmes savantes" (Türkçede ilk sahnelenme adı "Okumuş Kadınlar", 1876; yayımlanma adı Bilgiç Kadınlar, 1944) ve 1673'teki sahnelenen "Le Malade Imaginaire" (Türkçede yayımlanma adı Hastalık Hastası, 1940, 1982). Bu son oyun, ölümünden ve doktorlarından korkan bir hastalık hastasının kuruntularıyla birlikte tıp mesleğini ve doktorların bilgiçliğini de alaya alıyordu. Moliere'in aynı zamanda bir oyuncu olması yazdıklarını da etkilemiştir. Oyunlarının karakterleri, kendi tiyatro topluluğunun oyuncularını andırır. Kendisi de genellikle, çabuk kızan adam, uşak, aldatılmış koca, dar kafalı burjuva ve "Moliere denen herife" söven yobaz ihtiyar gibi rollere çıkmıştır. Gerçek yaşamda, hatta provalarda yaşadığı durumları kolayca bir oyun malzemesi haline getirmekte ustadır. Bu yüzden çoğu oyunlarında bir doğaçlama havası görülür; modeli önceden belirlenmiş bir oyun yazmaz, o anda bulduğu, eline geçen konuyu ya da insan tipini oyunlaştırır. Oyunlarının konuları ve olay örgüleri, belli bir tartışmayı başlatmak için çoğu zaman yalnızca bir araç işlevi görür. Bu konuşmalar içinde, oyun kişileri, birbirlerinin görüş ve sözlerindeki yanlışlık, anlamsızlık ya da çelişkiyi ortaya çıkarırlar. Roller sık sık değişir, akıllı adam aptal duruma düşer, budalanın da derinde yatan bir mantığın sözcüsü düzeyine yükseldiği olur. Bu nedenle, Moliere'in oyunlarını bir akılcılık savunusu olarak görmek yanlış olur: Moliere de akılla akılsızlık birbirine çok yakındır; bu yakınlık, Moliere komedisinin çağı için çok yeni bir kavramı, saçmalık kavramını öne çıkarmasını sağlar. Eğer bir söz ya da olay, her türlü akılcılık sınırını aştığı halde bizi güldürüyorsa, Moliere'e göre burada akılla budalalık sürekli yer değiştiriyor demektir. Moliere, klasik çağın ve günümüzün ölçülerine göre, profesyonel bir yazar ya da edebiyatçı değildi. Oyunlarının tümünü, yayımlamak amacıyla değil, oynanmak amacıyla yazmıştır. Erich von Manstein Erich von Manstein (asıl adı Erich von Lewinski, d. 24 Kasım 1887 – ö. 10 Haziran 1973), Nazi Almanyası Silahlı Kuvvetlerinin en şöhretli generallerinden biri. Nazi Partisi üyesi olmadığı halde II. Dünya Savaşı sırasında Mareşalliğe kadar yükselmiştir. Von Manstein'ın, Fransa'nın işgali için düşündüğü plan daha sonra "Sichelschnitt" (Orak Darbesi) olarak kabul edildi, daha sonra Doğu Cephesi'nde Kırım'daki ve Leningrad'daki birlikleri komuta etti ve sonunda Güney Ordular Grubu'nun komutanlığına atandı. Stalingrad'da Kızıl Ordu tarafından kuşatılmış olan 6. Ordu'suyla temas sağlayabilmek için oluşturulan Don Ordular Grubu'nun komutanı olarak Kızıl Ordu kuşatmasına taarruz etmiştir. Kızıl Ordu'nun birkaç savunma hattını yarmış ancak, giderek sertleşen direniş karşısında taarruzu durdurmak zorunda kalmıştır. İzleyen dönemde Manstein, modern savaş tarihinin en büyük zaferlerinden birine imza attı. Stalingrad zaferinin ivmesiyle ileri atılan Kızıl Ordu (6. Ordu ve Popov Mekanize Grubu) birliklerinin ikmal merkezlerinden fazlasıyla uzaklaşmış olmaları, kanat güvenliklerini ihmal etmeleri gibi zaaflardan yararlanan Manstein, Sovyet saldırısını durdurduğu gibi kendi karşı atağıyla Harkov'u ele geçirdi. ("Üçüncü Harkov Muharebesi") Her ne kadar Adolf Hitler'in Başkomutan olarak otoritesine itiraz etmese de birçok durumda, diğe
r generallerin önünde Hitler'le tartışmıştır. Normalde bu durum derhal görevden alınmayla son bulurdu ancak Manstein kendisini Hitler'in gözünde defalarca kanıtlamış bir generaldi. Sonunda, strateji konusunda Hitler'le düştüğü farklılıklar nedeniyle görevden alındı (1944). Savaş sonrasında, bir Nürnberg Mahkemesi tarafından savaş suçları işlemek suçundan 18 yıl hapse mahkûm edildiyse de sağlık nedenleriyle 4 yıl sonra serbest bırakıldı. Daha sonra, Batı Alman hükûmetine askeri danışman olarak yardımcı oldu ve Federal Ordu'nun ("Bundeswehr") şekillendirilmesinde görev aldı. Manstein, Berlin'de Prusyalı bir aristokrat olan Topçu General Eduard von Lewinski'nin onuncu çocuğu Fritz Erich von Lewinski olarak dünyaya geldi. Küçük teyzesi, Tümgeneral Georg von Manstein ile evliydi ve çocukları olmuyordu. Bu nedenle, doğacak çocuğun teyzesine evlatlık verilmesine karar verildi. Böylece küçük Erich, hayata bir Manstein olarak başlamış oldu. Erich von Manstein'ın her iki babası da Prusya generali olduğu gibi, büyük babalarından ikisi ve dayısı da Prusya generaliydiler ve müstakbel Almanya Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg ile de akrabalığı vardı. Böylece Prusya ordusundaki kariyeri daha doğuştan kesinleşmişti. 1907 yılında Teğmen olmuş ve 1913'te Harp Akademisine girmiştir. Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya'nın hem batı cephesinde (Belçika/Fransa; 1916: Verdun, 1917/18: Champagne) hem de doğu cephesinde (1915: Kuzey Polonya, 1915/16: Sırbistan, 1917: Estonya) savaştı. Kasım 1914'te Polonya'da ağır şekilde yaralandı ve 1915'te göreve yüzbaşılığa terfi etmiş ve kurmay olarak döndü ve savaş sonuna kadar kurmay olarak kaldı. 1918'de Breslau'daki Cephe Savunma Kuvvetindeki kurmaylık pozisyonu için gönüllü oldu ve 1919'a kadar bu görevde kaldı. Savaş sonrasında orduda kaldı ve 1920'lerde Versailles Anlaşması ile 100.000 askerle sınırlandırılan Weimar Cumhuriyeti'nin kara kuvvetlerinin ("Reichsheer") yapılandırılmasında görev aldı. 1920'de Bölük komutanlığına, 1922'de Tabur komutanlığına atandı. 1927'de Binbaşılığa terfi ederek Genelkurmay'a katıldı ve diğer ülkelerin ordularını incelemek üzere gezilere katıldı. Nazi Partisi 1933'te iktidara gelerek Weimar dönemine son verdi. Amaçlarından biri de Versailles Anlaşması'nı yok sayarak geniş çaplı bir silahlanma başlatmak ve ordunun genişletilmesiydi. 1 Temmuz 1935'te Alman Yüksek Komutasının bir parçası olarak Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanlığına getirildi. Bu dönemde, "Sturmgeschütz"lerin (kısaca: StuG; kundağı motorlu top) geliştirilmesini önerdi. Bu silahlar, saldırı sırasında piyadeye ağır ateş desteği sağlayarak tank birliklerini bu lüzumsuz işten kurtaracaktı. Bu fikrin ürünü olan "StuG" serisi İkinci Dünya Savaşı'nda Almanya'nın en başarılı ve uygun maliyetli silahı oldu. 1 Ekim 1936'da terfi ederek Genelkurmay Başkanı General Ludwig Beck'in altında Genelkurmay Başkan Vekili ("Oberquartermeister I") oldu. Beck ve Manstein ordu üzerinde giderek artan Nazi etkisine karşı savaştılar. Yeni oluşturulan Wehrmacht Yüksek Komutasında kara kuvvetlerinin, diğer kuvvetlerin üstünde olmasını da savundukları için Hava Kuvvetleri ("Luftwaffe") Komutanı Hermann Göring ile karşı karşıya geldiler. Kısmen bu çatışmalar nedeniyle kısmen de Nazi Partisine üye olmadığı için Hitler tarafından uyumsuz ilan edildi ve Berlin'deki komuta karargahından uzaklaştırılarak Liegnitz, Silezya'daki 18. Piyade Tümeni komutanlığına atandı. 18 Ağustos 1939'da Polonya'nın işgaline hazırlık aşamasında Gerd von Rundstedt'in Güney Ordu Grubuna, Kurmay Başkanı olarak atandı. Burada, Rundstedt'in Harekat Başkanı Albay Günther Blumentritt ile harekat planı üzerinde çalıştılar. Rundstedt, Ordu Grubunun zırhlı birliklerinin çoğunluğunu Walther von Reichenau'nun 10. Ordusunda birleştirerek kesin bir yarma hareketiyle Vistül Nehrinin batısındaki Polonya birliklerinin sarılması yönündeki Manstein planını kabul etti. Manstein'ın planında, Güney Ordu Grubunu oluşturan diğer iki ordu, Wilhelm List'in 14. Ordusu ve Johannes Blaskowitz'in 8. Ordusu, Reichenau'nun Varşova'ya doğru zırhlı saldırısının kanatlarını koruyacaktı. Aslında Manstein, Polonya harekâtına karşı isteksizdi. Polonya'nın, Sovyetler'le Almanya arasında tampon olarak kullanılmasının daha uygun olacağını düşünüyordu. Üstelik, Polonya Seferi başlayınca Müttefiklerin Almanya'nın batı kanadına saldıracağını, bunun da Almanya'yı iki cephede birden savaşmak zorunda bırakacağını düşünüyordu. 1 Eylül'de işgal başarılı bir şekilde başladı. Güney Ordu Grubunun sorumluluk bölgesinde, 10. Ordunu zırhlı birlikleri kaçan Polonyalıları kovalayarak savunma hattı oluşturmalarına izin vermezken kanattaki 8. Ordu dağınık Polonya birliklerinin Lodz, Radom ve Poznan'da toplanarak daha güçlü bir direniş oluşturmalarını engelledi. Doğrudan Vistula Nehrine ulaşarak oradan Varşova'ya yönelmek şeklindeki ilk plandan saparak Manstein, Rundstedt'i, Radom bölgesindeki Polonya birliklerinin çembere alınması konusunda ikna etti. Çember başarıyla sonuçlandı ve Varşova'ya güneyden girişe direnebilecek ciddi bir Polonya birliği kalmadı. 27 Eylül'de Polonya resmen teslim oldu ve aynı gün Hitler, Ordu Yüksek Komutasının başı General Franz Halder'e batıda Fransa ve Benelüks ülkelerine karşı bir harekat planı geliştirilmesi emrini verdi. Genelkurmayın önerdiği değişik planlar Manstein ve Rundstedt'e getirildi ve onlar da plana son şeklini verdiler. Bu plan Hitler'in dikkatini çekti ve sonunda Hitler planı onayladı. Ekim sonlarına doğru Alman ordusunun esas bölümü batıya kaydırılmıştı. Manstein, Batı Almanya'daki Rundstedt'in komutasındaki Ordu Grubu A'nın Kurmay Başkanlığına getirildi. O sıralarda Fransa'nın istilası için Schlieffen Planı üzerinde durulmaktaydı. Ordunun birçok genç subayı gibi Manstein da bu planı yaratıcılıktan yoksun olması nedeniyle eleştiriyordu. Ayrıca, Yüksek Komutanın zırhlı birliklerin önemini ve Heinz Guderian'ın ortaya attığı yıldırım savaşı kuramını anlayamadığını düşünüyordu. Manstein ayrıca, Schlieffen Planı'nın tekrarlanarak Belçika'dan saldırılmasının Müttefiklerin beklediği bir şey olduğuna ve zaten bu bölgeye güçlü birlikler konuşlandırdıklarına işaret ediyordu. Dahası, zamanlamanın da yanlış olduğunu, ilkbaharda saldırmanın Alman ordusu için daha avantajlı olduğunu düşünüyordu. Manstein kendi planını geliştirdi. Önerisi şuydu: Tank birlikleri kimsenin onları beklemediği Ardennes ormanlarından saldırıya geçerek Meuse Nehri üzerindeki köprüleri ele geçirmeli, yeniden toparlanıp güney yönünde saldırmadan önce İngiliz Kanalı'na kadar ilerlemeli, böylece Maginot Hattı'nı ekarte ederek Belçika ve Flanders'teki güçlü Fransız ve Müttefik kuvvetlerinin Fransız ana güçleriyle olan bağlantısını kesmeliydi. Plana Orak Darbesi ("Schelschnitt") kod adı verildi. Wehrmacht Yüksek Komutası planı reddetti ve Halder, Manstein'ı Rundstedt'in karargahından alarak 38. Kolordu Komutanlığına gönderdi. Fakat daha yenilikçi savaş metotları arayan Hitler, Manstein'ın fikirlerinin biraz değiştirilmiş halini onayladı. Bu plan, Manstein Planı ya da Sedan Planı olarak bilinmektedir. Manstein'ın birlikleri Fransa Savaşı'nda Günther von Kluge'nin 4. Ordusu altında küçük bir rol oynadı. Yine de Amiens'in doğusunda ilk yarma hareketinin gerçekleşmesine yardımcı oldu ve Seine Nehri'ne ilk ulaşan ve nehri geçen birlikler onunkiydi. İşgal, olağanüstü bir başarıydı ve Manstein planından ötürü Şövalye Haçı aldı ve generalliğe terfi etti. Şubat 1941'de Manstein 56. Tank Kolordusu komutanlığına atandı. Barbarossa Harekâtı General Erich Hoepner'in komutası altında iştirak etti. 22 Haziran 1941'de başlayan saldırısında Manstein'ın birlikleri iki günde 160 kilometreden fazla ilerleyerek Dvinsk'te, Dvina Nehri üzerindeki iki hayati köprüyü ele geçirdi. Ertesi ay Demyansk ve Torjok'u ele geçirdi. Eylül 1941'de Manstein Alman 11. Ordusu komutanlığına atandı ve Kırım'ı fethetme görevi verildi. Kızıl Ordu Sivastopol'u savundu ve bu önemli Karadeniz limanı Haziran 1942'ye kadar alınamadı. 1 Temmuz'da Mareşalliğe terfi ettirilen Manstein Leningrad cephesine gönderildi ve Kuzey Işıkları Operasyonunu yönetmekle görevlendirildi. Hitler, 15 Eylül'de başlaması planlanan saldırının ciddi miktardaki topçu desteği ve yeni Tiger Tank'ı sayesinde inatçı Sovyet savunmasına son darbeyi vuracağından emindi. Ancak Manstein daha karamsardı ve kesin zafer için Finlerin de kuzeyden eş zamanlı bir saldırı başlatmaları gerektiğini ileri sürüyordu. Ama 27 Ağustosta Sovyetler, Lagoda Gölü'nün batısındaki dar cepte konuşlanan Georg Lindemann'ın 18. Ordusuna bir saldırı başlattılar. Manstein, imhayı önleyebilmek için kuvvetlerini bölmek zorunda kaldı. Takip eden birkaç ayda zorlu savaşlarda Manstein'ın çabaları, 60.000 asker kaybına engel olamadı. 21 Kasım 1942'de Stalingrad Muharebesi sırasında Adolf Hitler, Manstein'ı yeni oluşturulan Don Ordu Grubu'nun komutanlığına atadı. Bu ordu grubu yorgun asker ve malzemelerden alelacele oluşturulmuştu ve Hermann Hoth'un 4. Panzer Ordusu ve yardımcı Romen birlikleriyle beraber kuşatma altında kalan Friedrich Paulus'un 6. Ordusunu kurtarma görevi verilmişti (Kış Fırtınası Operasyonu). 12 Aralıkta başlayan Kış Fırtınası Operasyonu ("Wintergewitter") başlangıçta oldukça başarılıydı ve Manstein 3 panzer tümenini ve destek birliklerini 20 Aralık'ta şehre 50 km mesafeye kadar ilerletmişti. Ancak birlikler Aksay Nehrinde güçlü Rus savunması tarafından durdurularak geri püskürtüldü. Bu noktada Manstein, 6. Ordunun bir yarma harekâtı yapması gerektiğini öne sürdü ama Hitler böyle bir emri vermeyi reddetti. Aksine Friedrich Paulus'un son kurşuna, son askere kadar kenti savunmasını emretti. Paulus, Hitler'in bu emrine uyacak ve birliklerine kuşatma altındaki şehirde kalmayı emredecektir. Altıncı Ordunun yarma harekâtı için yeterli gücü olup olmadığı da şüpheliydi. Tanklar ve kamyonlar için yeterli yakıt ve askerler için yeterli yiyecek yoktu. Stalingrad'daki yenilgi, birçokları tarafından Hitler'in, 6. Ordunun şehirde kalması yönündeki yanlış emrinden kaynaklandığı şeklinde değerlend
irilmektedir. Satürn Operasyonu, cephenin en güneyinde, Rostov'u geri almak ve böylece hala Kafkaslardan geri çekilmeye çalışan Ordu Grubu A'nın kaçış yolunu kapamak isteyen güçlü bir Sovyet saldırısı olarak kendini gösterdiğinde Manstein, Ordu Grubu A'nın tamamen yok olmasını (ki bu, bütün cephenin çökmesi anlamına gelecekti) engelleyebilmek için kuvvetlerini bölmek zorunda kaldı. Saldırı aynı zamanda General von Knobelsdorff komutasındaki 48. Panzer Kolordusunun planlanan şekilde 57. Panzer Kolordusuyla birleşmesine de engel oldu. Bunun yerine kolordu Çir Nehri boyunca bir hattı tutmak zorunda kaldı ve art arda gelen Rus saldırılarını başarıyla püskürttü. Özellikle General Hermann Balck emrindeki 11. Panzer Tümeni ile Rus ceplerine karşı çok parlak karşı saldırılar düzenledi. Ancak kanatlardaki Romen, İtalyan ve Macar kuvvetleri çok çabuk ezildi ve 48. Panzer Kolordusu geri çekilmek zorunda kaldı. Bunun sonucunda da kuzey kanadı savunmasız kalan 4. Panzer Ordusundan geriye kalanlar da geri çekilmeye zorlandı. Şubat başlarında Alman orduları yeniden düzenlenmeye başladı ve Manstein'ın Don Ordu Grubu ile Ordu Grubu B birleştirilerek Güney Ordu Grubu olarak Manstein'ın emrine verildi. 21 Şubat'ta aşırı derecede açılmış olan Sovyet kanatlarına bir karşı saldırı başlattı. Saldırı büyük bir başarıydı, Manstein'ın birlikleri hızla Sovyet topraklarında ilerlediler ve ilerlemiş Sovyet birliklerini izole ederek Kızıl Ordunun tüm hücum harekatlarını durdurmasına neden oldular. 2 Martta Hoth'un 4. Panzer Ordusu ve Kempf Ordu grubu buluşarak Sovyet Güneybatı Cephesinde büyük parçalar kestiler ve 9 Mart'ta Wehrmacht Krasnograd ve Barvenkovo'da Sovyetlere ağır bir yenilgi tattırdı. Manstein, ileriye doğru harekâtını devam ettirdi ve Paul Hausser'in 2. SS Panzer Kolordusunun oluşturduğu mızrak başı Üçüncü Harkov Muharebesi olarak bilinen kanlı sokak çatışmalarının ardından 14 Martta Harkov'u geri aldı. Manstein bu harekat nedeniyle Şövalye Haçı'na, Meşe Yaprakları aldı. 2. SS Panzer Kolordusu daha sonra ilerleyerek 21 Martta Belgorod'u da ele geçirdi. Bu noktada Manstein yaz harekâtı için çok cesur bir öneride bulunarak Rostov'daki Kızıl Ordu'yu Azak Deniziyle birlikte kuşatma altına almak istedi. Ancak Hitler, daha konvansiyonel olan ve Kursk'taki ileri çıkıntıyı imha etmeyi hedefleyen Citadel Harekâtı'nı destekledi. Citadel Harekâtı sırasında Manstein kıskacın güney koluna komuta etti ve çok iyi düzenlenmiş savunma mevzileri karşısında -tank engelleri, mayınlı arazi bantları, yoğun ve isabetli topçu atışları sonucu- başarılı olamadı. Yine de, Kursk'taki Sovyet savunmasını yöneten Mareşal Georgi Jukov hatıralarında Manstein'a övgüler yağdırıyor ve güney sektöründeki Alman birliklerinin komutanı olarak Manstein'ın elindeki birlikleri çok ustaca kullandığını anlatıyor. Fakat Günther von Kluge ve Walther Model komutasındaki kuzey kolunun neredeyse tamamen başarısız olması, kronik piyade yetersizliği ve Müttefiklerin İtalya'yı işgali (Huskey Operasyonu) Hitler'in saldırıyı durdurma emri vermesine neden oldu. Manstein protesto ederek zaferin neredeyse avucunun içinde olduğunu, bölgesel üstünlüğü ele geçirdiğini ve çok az bir gayretle Sovyetler yedek birliklerini getirmeye fırsat bulamadan savunmayı çökertebileceğini iddia ettiyse de, Kursk Muharebesi, Alman zırhlı birliklerinin "ölüm şarkısı"dır. Citadel'in başarısızlığının ardından Sovyetler, yorgun Alman birliklerine karşı geniş çaplı bir karşı-saldırı başlattılar. Eylül ayında Manstein birliklerini Dinyeper Nehri'nin batı yakasına çekerek Sovyet kuvvetlerine direnmeye devam etti. Ekim 1943'ten Ocak 1944'e kadar Manstein cepheyi durağanlaştırmayı başardı. Sovyetler Kiev'den bir çıkıntı oluşturmayı başardılar ve stratejik önemdeki Zitomir şehrine oldukça yaklaştılar. Fakat Almanlar bir karşı saldırı başlattılar. SS Panzer Tümenleri "Leibstandarte Adolf Hitler (LAH)" ve "Das Reich" ile birlikte 1, 7, 19 ve 25. Panzer Tümenleri ve 4. Panzer Ordusunun 68. Piyade Tümeni Zitomir önlerinde Sovyet kanatlarını çevirdiler. General Balck komutasında Brussilov, Radomişl ve Meleni'de bazı başarılar elde ettiler ancak 4. Panzer Ordusunun yeni komutanı General Rauss'un yetersizliği yüzünden Kiev çıkıntısı imha edilemedi. Ocak sonlarında Sovyet saldırıları karşısında Manstein daha da batıya çekilmek zorunda kaldı. Şubat 1944'te Hitler'in emirlerine karşı gelerek Güney Ordu Grubunun Stemmerman Grubu'nu oluşturan 11. ve 42. Kolordularına (6 tümende 56.000 askerden oluşuyordu) Çerkasi - Korsun Cebi'nden çemberi yararak çekilmelerini önerdi. Hitler bu hareketi reddettiyse de cephe komutanı Stemmerman, kendi inisiyatifiyle bu yönde emir vererek yarma hareketini başlattı. Manstein, doğu cephesindeki genel durum hakkında Hitler'le tartışmaya devam etti. O, hareketli bir savunma anlayışını savunuyordu — toprak kaybetmeyi göze alarak Sovyet kuvvetlerinin ya çok ince bir hat halini almasını ya da çok fazla ilerleyerek kanatlardan sarılabilecek hale gelip kolayca çembere alınabileceğini öne sürüyordu. Hitler ise daha çok statik bir yıpratma savaşından yana idi. Bu süre giden tartışmalar nedeniyle Manstein, Hitler'in komuta yetkisini profesyonel askerlere devretmesi gerektiğini ve Doğu Cephesi Başkomutanlığı adıyla bir makam oluşturarak işe başlayabileceğini açık açık söylemeye başladı. Hitler, gücünün zayıflayacağından korkarak bu teklifi defalarca reddetti. Bu tartışma Hitler'in yakın adamları Göring ve SS Şefi Himmler'i de rahatsız etti, zira ikisi de yetkilerinin kısıtlanmasından endişe ediyordu. Himmler, Manstein'ın bağlılığını açık açık sorgulamaya başladı ve komutanlık için uygun olmayan zayıf bir kişiliği olduğunu iddia etti. Manstein'ın sürekli itirazları ve bu suçlamalar sonucu Hitler Mart 1944'te onu görevden aldı ve yerine 2 Nisan 1944'te sadık bir Nazi olan Walter Model'i Güney Ordu Grubu komutanı olarak atadı (Citadel Harekâtı'nda kuzey koluna komuta eden ve tam bir başarısızlık gösteren aynı Walter Model'di). Yine de Manstein, Şövalyelik Haçı'na Kılıçlar eklenerek onurlandırıldı. Bu, Almanya'nın en yüksek ikinci şeref madalyasıydı. Azledilmesinin ardından Manstein, Breslav'daki bir göz kliniğine yattı. Sağ gözündeki kataraktın kaldırılması için Liegnitz'deki evinde ve de Dresden yakınlarında iyileşmesini tamamladıktan sonra emekliye ayrıldı. Bir enfeksiyon geçirmiş ve bir süre sonra görme yetisini kaybetme tehlikesi vardı. 1944 Temmuzundaki Hitler'e suikast girişimine katılmadı. Daha 1943'te Henning von Tresckow ve diğerleri onunla temasa geçmişti ancak o, değişimin gerekliliğine inanmakla beraber onlara katılmayı reddetti. O kendisini bir Prusya Mareşali olarak görüyordu ve "Prusya mareşalleri isyan etmez" prensibine bağlı kalıyordu. Yine de, Gestapo'nun gözetimi altında evine yerleşti. Ayrıca bir iç savaş çıkmasından da endişe ediyordu. Yine de tertipçilere katılmamakla birlikte onları ele de vermedi. Hitler'in onu yeni bir göreve atamaması bariz olunca, Manstein, Ekim 1944 yılında Doğu Pomeranya'da bir arazi satın aldı. Sovyet kuvvetleri bölgeyi istila edince orayı terk etmek zorunda kaldı. Liegnitz'deki evini 22 Ocak 1945 tarihinde tahliye ederek ailesi ile beraber Berlin'deki arkadaşlarının evine geçici olarak sığındı. Ailesini Batı Almanya'ya götürdü. Manstein, sağ gözünde daha fazla komplikasyonlar yaşamaya başladı. 23 Ağustos'ta İngilizlere teslim oldu ve Heiligenhafen'de bir hastanede tedavi edildi. 26 Ağustos'ta Lüneburg'daki esir kampına transfer edildi. Manstein, Ekim 1945'te Nürnberg'e götürüldü. 1946 yılında Nürnberg'de yargılanırken, 132 sayfalık bir savunma belgesi hazırladı. İngilizler Manstein'ı savaş suçları iddiasıyla defalarca sorgulamışlardı. Sovyetler ise Manstein'ın SSCB de yargılanmasını istiyorlardı. İngiltere, biraz da Sovyetlerin baskısıyla Manstein'ı yargı önüne çıkardı. Savaş sırasında yayınladığı bir emirden dolayı 1949 yılında 18 yıl hapse mahkûm edildi. İngiltere'de, Manstein'a sempati ile bakan birçok insan vardı ve bunların arasında Mareşal Montgomery ve Winston Churchill de vardı (Hatta Churchill de dahil olmak üzere bunlar Manstein'ın mahkeme masraflarını karşıladılar). Manstein taraftarları kararı şiddetle protesto edince ceza 12 yıla indirildi. Churchill mevcut hükümeti Sovyetleri memnun etmek için Manstein'ı mahkûm etmekle itham etti. 1953'te sağlık nedenleriyle serbest bırakıldı. Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer tarafından yeni kurulan Federal Ordu'ya ("Bundeswehr") danışmanlık yapmakla görevlendirildi. Erich von Manstein, on kişilik diğer eski üst düzey görevlileri ile birlikte, Alman ordusunun yeniden kurulması için Federal Savunma Bakanlığı tarafından 1955 yılında davet edildi. 20 Haziran 1953'te Bundestag'ta bir konuşma yaparak, stratejik güç düşüncelerini analiz ederek ve ülkenin savunma ve ülkenin profesyonel orduya ya da askere sahip olup olmadığı hakkında konuştu. Onun görüşüne göre Bundeswehr'e, erbaş ve erler için hizmet uzunluğunun en az 18 ay, tercihen 24 ay olması gerekmekteydi. Manstein'ın Yedek kuvvet oluşturulması fikri daha sonra uygulanmıştır. Anıları 1955'te Almanca olarak, 1958'de ise İngilizceye çevrilerek "Kayıp Zaferler" (Lost Victories) adıyla yayınlandı. Kitabında Manstein, eğer savaş stratejisini Hitler değil de generaller belirleseydi doğu cephesindeki savaşın kazanılacağını iddia etmiştir. Kitabında, Hitler ve onun liderlik tarzını eleştirmiş ve çok beğenilmiştir. Manstein ve eşi, hapisten çıktıktan sonra 1958 yılında Münih yakınlarındaki yeni bir eve yerleşmeden önce bir süre Essen ve Bonn'da yaşadılar. Anılarının ikinci kısmı olan ve 1887-1939 dönemini kapsayan, "Aus einem Soldatenleben" ("Bir Askerin Hayatı") 1958 yılında yayımlandı. Karısı, "Jutta von Manstein Sibylle" 1966 yılında öldü. Manstein, 9 Haziran 1973 gecesi, Irschenhausen'de felç geçirerek hayatını kaybetti. Hayatta son kalan Alman mareşali olarak, bütün rütbelerden yüzlerce askerin katıldığı tam bir askeri cenaze töreni ile toprağa verildi. 13 Haziran 1973 tarihli The Times onun için: "Onun gücü ve nüfuzu askerleri üzerinde kurduğu bas
kı ve otoriter tavırlardan değil, zekanın gücünden ve bilginin derinliğinden geliyordu" demiştir. "O sadece en iyi stratejistimiz değildi, aynı zaman da iyi bir politik zekaya da sahipti.Böyle bir lokma Hitler'in kolay yutabileceği cinsten bir şey değildi. Birçok defalar diğer generallerin önünde Hitler'e karşı geliyor, hatta bazen Hitler'in önerdiği şeyin saçmalık olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebiliyordu. " Günther Blumentritt "O, sahip olduğumuz en iyi stratejist ve savaş komutanı" Wolfram von Richthofen "1945'te Nürnberg'te görüştüğüm Alman generalleri arasındaki ortak kanı Manstein'ın sahip oldukları en iyi general olduğu ve başkomutan olarak onu görmeyi istedikleridir. Görünüşe göre o, operasyonel ihtimaller hakkında çok iyi bir sezgiye ve eşit derecede iyi çarpışma yönetme becerisine sahipti. Aynı zaman da tankçı olarak yetişmeyip de mekanize birliklerin potansiyelini onun kadar iyi görebilen başka bir general de yoktu. Kısacası o askeri bir dehaya sahipti." B.H.Liddell Hart Gelincik şerbeti Gelincik çiçeğinin kırmızı petallerinden yapılan geleneksel bir içecek. Özellikle İstanbul ve Marmara / Ege Bölgeleri'nde çok eski dönemlerden beri yapılan ve sevilerek içilen serinletici ve çeşitli faydaları olduğu ileri sürülen bir içecektir. Üretim süreci zor ve gelincik hasat dönemi çok kısa olduğu için ender bulunur, dolayısıyla değerlidir. Üretimi: Kırmızı gelincik petalleri (taçyaprakları) toplandıktan sonra, kapsüle yakın kısmındaki siyah kısımlar ayıklanır. Bir parça limon ve bol su ilavesiyle kavanozlarda, güneş görecek yerlerde bir hafta kadar bekletilir. Petallerin kırmızı rengi suya çıktıktan sonra, yapraklar süzülerek atılır. Bol şeker ve limon ile karıştırılır. Çok az miktar limontuzu da dilenirse eklenebilir. Elde edilen sıvı yoğun olduğundan su ve bol buz eklenerek içime hazırlanır. Son yıllarda Bozcaada'da üretimi yapılmaktadır. Ayrıca Karaburun'da Saip Kır Kahvesi sahiplerince üretilmekte ve satışa sunulmaktadır. kaynak: Melodik death metal Melodik death metal, (Melodeath ve MDM olarak da bilinir) genel olarak death metal türündeki distortion riffleri yerine alt solo gitar riffleri kullanılan ve bu yolla öne çıkan melodik özellikten dolayı bu adı alan death metal alt türüdür. At The Gates, Kalmah, Dark Tranquillity ve In Flames önemli temsilcileridir. Türkiye'de de başta In Spite, Antagonist, Nettlethrone, Affliction ve In Revel of Seduce olmak üzere bu türde müzik yapan çok sayıda grup vardır. Tür New Wave of British Heavy Metal akımı etkisiyle İsveç'te 1990'ların başında ortaya çıkmıştır. Melodik death metal, bir başka tür olan hardcore türüyle bir sentez haline gelip "melodik metalcore" türünü ortaya çıkarmıştır. As I Lay Dying, Unearth,Killswitch Engage bu türün bilinen gruplarındandır. Dünya genelinde melodik death metal türüne hakim olan en büyük bölge İskandinavya'dır. Türün en büyük eserleri At The Gates'in Slaughter of the Soul, Kalmah'ın The Black Waltz, In Flames'in The Jester Race ve Dark Tranquillity'nin The Gallery albümleriyle birlikte melodik death metal'in en önemli üç albümünden biridir. Bu üç albüm melodik death metal severlere göre bir daha ulaşılması çok zor olan bir mertebededir. William Godwin William Godwin (3 Mart 1756 - 7 Nisan 1836) İngiliz gazeteci,politik filozof ve yazar. Faydacılığın ilk taraftarlarından ve felsefi anarşizmin ilk modern destekçilerinden biri olarak kabul edilir. Godwin en çok bir yıl arayla yazdığı iki kitabıyla ünlüdür: Politik kuramlara bir saldırı olan "Politik Adalet Üzerine Bir İnceleme" ve aristokratik ayrıcalıklara karşı çıkan "Oldukları Gibi Şeyler ya da Caleb Williams'ın Maceraları". Bu iki kitabının başarısı üzerine Godwin 1790’lerde Londra’daki radikal çevrelerde önemli biri haline geldi. Daha sonraki yıllarda Godwin İngiliz Radikalizmine karşı ortaya çıkan muhafazakar tepkilerin hedefi haline geldi.Bu tepkiler kısmen öncü feminist yazar Mary Wollstonecraft ile olan evliliğinden(1979) ve onun ölümünden sonra yazdığı dürüst biyografisinden kaynaklanıyordu.Çocukları Mary Goldman (sonraları Mary Shelley) Frankenstein’ı yazdı ve şair Percy Bysshe Shelley ile evlendi. Godwin hayatı boyunca çeşitli türde romanlar ve tarih ve demografi üzerine kitaplar yazdı.Mary Jane Clairmont ile yaptığı ikinci evliliğinden itibaren "Shakespeare’den Hikayeler" ile birlikte yayımladığı çocuklar için İncil'e ve klasik tarihe giriş kitapları yazdı.Godwin’in İngiliz Edebiyatına ve edebiyat kültürüne de önemli etkileri oldu "William Godwin" Wisbech, Cambridgeshire, Büyük Britanya Krallığı'nda dünyaya geldi. Sıkı Kalvinist olan babası ayrıca yerleşmiş kurallara baş kaldıran bir protestan rahibiydi. Kalvinci yetiştirme tarzıyla büyüyen Oğul Godwin de vaiz olmaya hazırlanıyordu. 1778`den başlayarak Ware, Stowmarket ve Beaconsfield bölgelerinde 1782`ye kadar rahip olarak görev yaptı. Bu sırada Jean-Jacques Rousseau, Gabriel Bonnet de Mably gibi Fransız filozofları ile tanıştı.1787'de tam anlamıyla Ateist felsefeyi benimsedi ve hayatının son yirmi yılında siyasi gazetecilik yaptı. Fransız Devriminden esinlenerek ""Siyasi Adalet Üzerine Bir İnceleme"" ( An Inquiry Concercing Political Justice-1793 ) adlı eserini yazdı. Bu yapıtında geliştirdiği düşüncelere Anarşizm adını vermese de, Anarşizmin siyasal ve ekonomik kavramlarını ilk kez formüle eden Godwin olmuştur. Godwin bu eserinde; "yasaların atalarımıza ait bilgeliğin ürünleri olmadığını ancak; tutkularının, korkaklıklarının ve kıskançlıklarının ve hırslarının ürünleri olduğunu" söyledi. Diğer pek çok önerisinin yanı sıra Devletin de ortadan kaldırılmasını dile getirdi. Mülkiyet hakkındaki görüşleriyle birlikte bütün bu fikirlerin vardığı nokta Komünizm'di. Ancak Godwin'in bu düşüncelerini sürdürme cesareti yoktu. 1796'da Political Justice'nin ikinci baskısında mülkiyet hakkındaki bölümü tamamen yeniden yazmış ve komünist görüşlerini yumuşatmıştır. 1794'de "Caleb Williams" adlı romanı yazdı. Her iki eser de ona büyük bir ün kazandırdı. Ancak Fransız Devrimine karşı gösterilen reaksiyonların artması nedeniyle, birçok roman, tarihi yazılar, oyunlar, makaleler ve çocuk kitapları yazmasına rağmen eski şöhretine kavuşamadı ve 1836 yılında öldü. Kızılağaç yapraklı huş Kızılağaç yapraklı huş ("Betula medwediewii"), huşgiller (Betulaceae) familyasından 15 m'ye kadar boy yapabilen bir huş türü. Kabuğu beyaz, tomurcuklar yapışkan ve büyükçedir. Yapraklar kızılağaç yaprağına benzer. Bu nedenle kızılağaç yapraklı huş adı verilmiştir. Yapraklar, yuvarlakça, yumurta-ters yumurta ya da elips biçiminde olup ucu birdenbire sivrilir. Meyve, 3 mm boyunda, kanatları oldukça dardır. Özellikle Murgul üzerindeki Şavval Tepe’de, Çoruh vadisinde, Hatila ormanında ve Rize'nin Vartar yaylasında bulunur. Relikt bir türdür (kalıntıları kalmış, çok az sayıda). Pınar Karşıyaka Pınar'ın ana sponsorluğunu yaptığı Karşıyaka Spor Kulübü'nün basketbol takımı. Spor Toto Basketbol Süper Ligi'nde mücadele etmektedir. Pınar Karşıyaka, Karşıyaka Spor Kulübü'nün basketbol takımıdır. Yaşar Holding'e bağlı gıda şirketi olan Pınar, Karşıyaka basketbol şubesinin sponsorudur. Tenis, yelken, yüzme gibi amatör branşların ardından ilgi çekmeye başlayan basketbol şubesi 1950'lerden itibaren faaliyetlerine başlamıştır. İzmir Basketbol Ligi'nde seri şampiyonluklar kazanan Altınordu'nun hegemonyasını 1955-56 ve 1958-59 sezonlarında kırarak iki İzmir şampiyonluğu kazandı. Türkiye çapında deplasmanlı bir basketbol liginin oluşturulmasıyla 1966'da ilk sezonunda bu lige katılmış ve 1968 yılına kadar Türkiye Basketbol Ligi'nde oynamış; 1967-68 sezonunda küme düşmüştür. Takım, bu lige 1974-75 sezonda geri dönmüş ve aynı sezon üçüncü olma başarısını göstermiştir. Karşıyaka, bu seneden sonra bir daha küme düşmeyerek günümüze kadar Türkiye Basketbol Ligi'nde mücadelesini sürdürmüştür. 2005-06 sezonuna kadar maçlarını İzmir Atatürk Spor Salonu'nda oynayan Pınar Karşıyaka, 23. Üniversite Yaz Oyunları (Universiade 2005) için yapılan 5.000 kapasiteli Karşıyaka Arena'da iç saha maçlarını oynamaya başlamıştır. Bütçe olarak genelde İstanbul takımlarının oldukça altında olan Karşıyaka, uygun fiyatlı yabancı seçimleri ve taraftar desteğiyle ilgi çekmiş ve ligi genelde ortanın üzerinde bitirmiştir. Kulüp, bütçelerin nispeten düşük olduğu 80'li yıllarda ise bir lig 2.liği, iki kez lig 3.lüğü elde etmiştir. 1986-87 sezonunda kurduğu kadrodaki Birtan Saka, Nihat Mala, Cihangir Başaran, Suat Olca gibi genç Türk oyuncular ve iki Amerikalı Wiley ve Davis gibi oyuncularla Karşıyaka tarihinin en büyük başarısını elde ederek playoff finalinde Galatasaray'ı yenerek Türkiye Ligi şampiyonluğunu ve Beşiktaş'ı yenerek Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı elde etmiştir. 9 Şubat 2014 tarihinde Ankara Spor Salonu'nda oynanan Türkiye Kupası finalinde Anadolu Efes'i 66-65 mağlup eden Pınar Karşıyaka, bu kupayı tarihinde ilk kez müzesine götürmüştür. 8 Ekim 2014 tarihinde oynanan Basketbol Erkekler Cumhurbaşanlığı Kupası finalinde Fenerbahçe'yi 77-75 yenerek kupayı müzesine götürmüştür. 2014 - 2015 sezonunda normal sezonu 2003 - 2004 sezonundan sonra ilk kez ilk 4 içinde bitiren Pınar Karşıyaka , çeyrek finalde Banvit'i , yarı finalde Fenerbahçe Ülker'i , finalde ise Anadolu Efes'i geçerek tarihinde ikinci kez kupayı müzesine götürmüştür. Avrupa kupalarında, ilk olarak 1975-1976 sezonunda Koraç Kupası`nda Bulgaristan`dan Tcherno More Varna takımıyla eşleşen Pınar Karşıyaka, bir üst tura yükselemedi. En son 2002-03 sezonunda Erkekler Avrupa Şampiyonlar Kupası Güney Konferansı (A) Grubu`nda mücadele eden Pınar Karşıyaka, Yugoslayva`dan NIS Vojvodina Novi Sad, İsrail`den Hapoel Migdal Kudüs, Yunanistan`dan GS Peristeri Atina, Bulgaristan`dan Yambolgas Yanbolu ile Makedonya`dan BC Fersped Rabotniçki Üsküp ile aynı grupta yer almıştı. Yeşil kırmızılı ekip, grup maçlarını 4 galibiyet ve 6 yenilgiyle averajla 5. sırada tamamlamış ve elenmişti. Avrupa kupalarındaki son maçını 18 Aralık 2002`de deplasmanda Hapoel Migdal Kudüs`le oynayan Pınar Karşıyaka, rakibine 87-72 mağlup olm
uştu. Pınar Karşıyaka, bu yıla kadar Avrupa kupalarında oynadığı 50 maçta 18 galibiyet 32 mağlubiyet aldı. Bu müsabakalarda 3865 sayı atan yeşil kırmızılı ekip, potasında 4117 sayı gördü. 2010-11 sezonunda FIBA Eurochallenge Kupası'nda Türkiye'yi temsil eden Pınar Karşıyaka, çeyrek finalde kupanın favorilerinden Spartak St Petersburg takımına elenerek kupaya veda etmiştir. Pınar Karşıyaka, 2012-13 sezonunda Avrupa'da EuroChallenge Kupası'nda mücadele etmiştir. FIBA'nın Avrupa basketbolundaki 3 numaralı kupası olan EuroChallenge'daki başarılı sonuçları neticesinde dörtlü final oynamaya hak kazanmıştır. İzmir'de Pınar Karşıyaka ev sahipliğinde düzenlenen dörtlü finalin yarı final ayağında Alman Basketball Bundesliga ekibi EWE Baskets Oldenburg'la karşılaşmış ve rakibini 66-62 yenerek finale yükselmiştir. Finalde Rus temsilcisi Krasnye Krylia ile karşılaşmış ve rakibine 76-77 yenilerek EuroChallenge Kupası'nı 2. olarak noktalamıştır. 2013 - 2014 sezonunda ilk kez ULEB EuroCup'ta mücadele etme hakkı kazanan Pınar Karşıyaka kupaya son 32 gruplarında 2 galibiyet 4 mağlubiyetle veda etmiştir. 2014 - 2015 sezonunda tekrar ULEB EuroCup'ta mücadele eden Pınar Karşıyaka bir sezon önceki performansının aksine son 32 gruplarında 6 galibiyetle grubunu lider tamamlayan Pınar Karşıyaka son 16 turunda Lietuvos Rytas'ı geçerek tarihinde ilk kez ULEB EuroCup'ta çeyrek final yapmasına rağmen Herbalife Gran Canaria'ya elenerek Avrupa macerasını tamamlamıştır. 2014 - 2015 sezonunu şampiyon olarak tamamladıktan sonra 2015 - 2016 sezonu için B Lisansı alarak EuroLeague'te oynamaya hak kazanmıştır. Pınar Karşıyaka'nın alt yapıdan oyuncu yetiştirme fikri 13 Ocak 2001'de başlamıştır. Takım Yağız Soyubelli kaptanlığında 2011-2012-2013 yıllarında Türkiye Şampiyonasında 1. olmuştur. 2014 Şampiyonasında takımın 2. kaptanı olan Alparslan Özaslan ile ilk turda elenmiştir. Doğu Karadeniz meşesi Doğu Karadeniz meşesi ("Quercus pontica"), kayıngiller (Fagaceae) familyasından 15 m'ye kadar boy yapan çalı görünümünde bir meşe türü. Kabuğu düzgün, yaşlanınca çatlaklıdır. Genç sürgünler köşeli, tomurcuklar oldukça iridir. Elips biçimindeki yaprakların uzunluğu 10–25 cm, genişliği ise 5–12 cm olup kestane yaprağına benzer. Yaprak sapı ufaktır. Palamut meyve 2–4 cm uzunluğunda olup dal üzerinde 2-4 kadarı bir arada kümelenmiş vaziyette görülür. Doğu Karadeniz meşesi Kuzey Avrupa'da süs ağacı olarak da yetiştirilir. Batı Kafkaslar'da Gürcistan ve Türkiye'nin kuzeydoğu bölgelerinde bulunur. Türkiye'de Trabzon, Rize, Hopa, Artvin ve Çoruh dolaylarında diğer ağaç türleri ile münferit olarak bulunur. Çok yavaş büyür. Fince Fince ("Suomi" ) Finlandiya nüfusunun %92'sinin konuştuğu dildir. Fince Finlandiya'nın iki resmî dilinden birisidir. İsveççe, Finlandiya'nın bağımsızlıgını ilan ettiği günden bu yana ülkenin ikinci resmî dilidir. Fincenin diğer bir ağzı olan Meänkieli dili ise İsveç'te yerel dildir. Fince ile Türkçe arasındaki en önemli ilişki aynı dil ailesinin farklı kollarına mensup olmalarıdır. Fincenin Türkî diller ile akrabalığı düşüncesinin oluşmasında dillerin genel dilbilgisi yapıları etkendir, iki dil arasında dilbilimsel değeri bulunan benzer sözcüklere rastlanmaktadır ve karşılaştırmalı Fince-Türkçe araştırması yapılmaktadır. Öte yandan bir başka etken ise tarihtir. Her iki dil de Ural-Altay dil ailesi içerisindedir ve bitişimli dil yapısına sahiptir. Ancak Fince Ural grubunun Fin-Ugor altkolunun Fin Dilleri grubuna dahilken, Türkçe, Altay grubunun, Türkî Diller kolunun, Oğuz altgrubuna dâhildir. Ural dilleri Kuzey Sibirya kökenli, Altay dilleri ise Güney Sibirya kökenlidir. Dilbilgisi yapılarındaki pek çok paralellik Ural ve Altay dillerini bir üst grupta Ural-Altay Dilleri adı altında birlikte sınıflandırmaya olanak verir. Hatta bazı yabancı dilbilimciler Ural-Altay ayrımı yapılmaksızın tüm Ural dillerinin, Altay dil ailesi içerisinde yer alması gerektiği savunur. Türkçe ile Fincenin on binlerce yıl önceki geçmişi aynı köklere dayanabilir. Başka dilbilimcilere göre Fince, Tatarca ve Çuvaşçaya çok yakın bir dildir. Öte yandan, Japonca ve Fince arasında da benzer sözcükler bulunmaktadır. Fincenin en yakın olduğu diller; diğer Fin Dilleri olan, Estonca, Karelya Dili, Laponca, Vepsçe, Mordvince, Çeremişçe, Marice ve Komi dilleridir. Bu diller yine Fin-Ugur dil ailesi içinde Ugur bölümünü oluşturan Macarca ve Khanti-Mansi dilleriyle de akrabadır. Ural dillerinin Fin-Ugur kolundan başka bir de Sibirya’da konuşulan bir takım dilleri içeren Samoyet Grubu Dilleri vardır. Öte yandan, Finlandiya'daki Turku şehrinin Türkiye ile bir bağlantısı yoktur. Bu kelime fince de pazar yeri manasina gelen eski bir kelimeden gelmektedir. Karşılaştırmalı Tablo Kalın ünlüler: a, o, ù; ince ünlüler: ä, ö, ü; nötr: e, i. Haluk Levent Haluk Acil ya da bilinen adıyla Haluk Levent (d. 26 Kasım 1968, Yüreğir, Adana), Türk rock şarkıcısı. 26 Kasım 1968 tarihinde Adana'nın Yüreğir ilçesindeki Yamaçlı mahallesinde doğmuştur. Dokuz kardeşin sekizincisi olan Haluk Levent, ailesinin Nusayri olduğunu fakat Arap olmadıklarını ifade etmektedir. İlkokulu Sabancı İlköğretim Okulu'nda okudu. Adana Atatürk Lisesi'nden mezun oldu. Sonra sırasıyla Karadeniz Teknik Üniversitesi Orman Mühendisliği, Ankara Üniversitesi Kastamonu Meslek Yüksek Okulu Bilgisayar Programcılığı, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü ve Ankara Üniversitesi Muhasebe bölümünde kısa zamanlar öğrencilik yaptı. Üniversite giriş sınavlarını kazanıyordu ama eğitimini istikrarlı bir şekilde ilerletemiyordu. Bu durumda ailesinin maddi sıkıntıları da önemli bir rol oynuyordu. Sınavlarla geçen bu yıllar içinde ticaretle uğraşan Haluk Levent, başarısız bir ticaret adamı olarak Adana'dan ayrıldı ve kendini yollara verdi. İlk albümünün "Yollarda" adını alması da bu günlerdeki deneyimlerin sebebidir. Birçok şehirde dolaşıp şarkı söyledi. Kimi zaman hasta bir kız çocuğu için sokak sokak dolaşıp şarkı söyleyerek para toplamaya çalıştı. Bu çabaların bazılarında başarılı oldu. 1992 yılında İstanbul'a geldi. Ortaköy'de çeşitli barlarda çalıştı. Yıldıray Gürgen ile tanıştı. Bununla beraber Serdar Öztop ve Akın Eldes gibi kaliteli müzisyenlerle çalışıp albümlerinin kalitesinin artmasını sağladı 1990’da başladığı albüm çalışmaları zahmetli ve yıldırıcı üç yılın ardından meyvesini verdi. 1993 temmuzunda "Yollarda" albümünü çıkarttı. Bu albüm aynı zamanda Anadolu rock müziğinin ortaya çıktığı 70’lerden sonra ikinci yükseliş döneminin ilk eserlerindendir. Aynı yıl Moğollar da 20 yıl aradan sonraki ilk albümünü çıkartmıştır. "Yollarda" hiç beklenmedik bir şekilde yaklaşık iki yüz binlik satış rakamına ulaştı. Bu, Türkiye Müzik piyasasında açılan yeni bir kulvarın ardından milyonları sürükleyeceğine dair ilk işaret gibiydi. İlk albümün ardından 1995 ekiminde "Bir Gece Vakti" bir milyona yaklaşan satış rakamı yakaladı. Yine 1996'nın hemen sonunda "Arkadaş" albümü piyasaya çıktı. Bu albümle sanatçı, Anadolu rock müziğin müzikal anlamda en başarılı örneklerinden birine imza atmıştır. Sanatçı "Arkadaş" albümü için "Bu albümle dünya standartlarını yakaladım" demektedir. 1997'nin Ağustos ayında cezaevine girdi. Yaklaşık on yıldır kurtulamadığı ticari bir dava yüzünden 9 ay cezaevinde kaldı. Cezaevindeyken uzun saçlarını kesip Akkuyu’ya, yapılması düşünülen Nükleer santral projesinin protesto gösterilerine yolladı. Cezaevine girmeden önce oluşturmuş olduğu kayıtlarla "Mektup" albümünü çıkarttı. "Mektup" içeriden dışarıya yazılmıştı ve dışarıda bu “Mektup”u yüz binlerce kişi okudu. İçerde boş durmadı "Kedi Köprüsü" adlı ilk kitabını yazdı. Gözleri kör eden ışıklardan kurtulmuş ve her ne kadar yüz bin mektup almış olsa da sonunda kendisine kalmıştı. Bu “kendinelik” bir kitapla somutlaştı. Cezaevinden çıktıktan sonra yeni albümünü hazırlamak için çok az bir vakti vardı. Çünkü 18 aylık askerlik görevi bekliyordu. Bu koşullar altında 1998 eylülünde "Yine Ayrılık" albümünü çıkarttı ve askere gitti. Askerdeyken Türkiye'nin daha önce hiç gitmemiş olduğu yerlerinde konserler verdi. Bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da konserler verdi. 1999 depreminin ardından İzmit'te kurulan Çadır kentlerde bizzat çalışıp çadırlar kurdu. Depremzedeler yararına konserler verdi. Askerdeyken izin günlerinin hepsini stüdyoda geçirdi. 2000'in hemen başında "www.leyla.com"u çıkarttı. Gittikçe dijitalleşen bir dünyada duyguların da dijitalleştiğinden dem vuruyor, "Kamyoncunun Türküsü" şarkısıyla Susurluk’a gönderme yapıyordu. Askerlik görevinin ardından sırasıyla 2001 şubatında "Kral Çıplak", 2002 ekiminde "Bir Erkeğin Günlüğü", 2004 eylülünde "Aç Pencereni", 2005 nisanında "Annemin Türküleri" adlı albümlerini piyasaya sürdü. Ayrıca ikinci deneme kitabı olan "Moritos'un Düşleri"ni yayımladı. Sanat yaşamının on beşinci yılına (2005) adım atan sanatçı, bu geçen on beş yıl boyunca yurtiçinde ve yurtdışında yaklaşık on bin konsere çıktı. 15 yılda yaklaşık olarak beş bin gün olduğunu varsayarsak, buradan Haluk Levent'in bu 15 yıl içinde her gün yaklaşık iki konser verdiği sonucunu çıkarabiliriz ve bir günde 11 saat konser verdi ismini altın harflerle tarihe yazdı Türkiye’de en çok konser veren sanatçıların başında gelen Haluk Levent, bu konserlerin çok önemli bir kısmından para almamış, konserin gelirini ihtiyacı olan hastalara vakfetmiştir. Yardımsever Rock’çı tanımının yakıştırılması bu sebeptendir. Aynı zamanda Çevre Sorunlarına karşı duyarlılığıyla ön plana çıkan sanatçı, hemen hemen her albümünde çevre bilincini aşılama yolunda şarkılara yer verdi. Türkiye’nin değişik bölgelerinde çevreye zarar verdiği söylenen projeler aleyhine davalar açtı ve açılan davalara müdahil oldu. Mersin’in Kazanlı ilçesindeki Caretta Caretta Kaplumbağalarının soyunun tükenmemesi için protesto gösterilerinde bulundu. Haluk Levent Ela adında bir kız çocuğuna sahiptir. Kısa sanat yaşamına on iki albüm, bin konser, iki kitap yüzlerce ödül, yardım konserleri, iki tane rekor konser (on iki saatlik), onlarca çevre davası sığdırdı. 2010­'un son aylarında "Haci
vat Karagöz" adlı albümünü çıkardı. Sanal alemde izlenme rekorları kırdı ama kaset-cd satışlarında bu oran görülmedi. 2014 yılının Şubat ayında "Dostane" isimli albümünü çıkardı. Muratcan Güler Muratcan Güler (d. 25 Mart 1980, İstanbul), Türk basketbolcudur. Şutör gard ve oyun kurucu pozisyonlarında görev almaktdır. Babası Necati Güler eski basketbolcu, kardeşi Sinan Güler ise hâlen basketbol kariyerini sürdüren bir basketbolcudur. Basketbola İTÜ'de başladı. Kendini çok genç yaşta bu takımda gösterdi ve Beşiktaş'a transfer oldu. Bu takımda oldukça önemli görevler aldı. Beşiktaş'ta oynadığı iki sezonda da hem oyun kurucu olarak yabancı gardlara yardımcı oldu hem de forvet pozisyonunda oynadı. İlk sezonunda Beşiktaş formasıyla toplamda 32 maçta forma giyerek takımının TBL play-off'larında yarı final oynamasına katkıda bulundu. Ancak Beşiktaş yarı final serisinde Efes Pilsen'e 3-1'lik seri neticesinde elendi. 2000-01 sezonunda 31 maçta görev alan Muratcan ve ekibi play-off'lara çeyrek finale oynadılar ve çeyrek finalde geçen sene elendikleri Efes Pilsen'e 2-0'lık seri sonucunda tekrar boyun eğdiler. 2001 yılında kariyerini oldukça etkileyen bir karar alarak Ülkerspor'a transfer oldu. Ancak bu transferi Muratcan Güler için pek de olumlu olmadı ve Ülkerspor'daki ilk sezonunda bu takımdaki derin kadro nedeniyle çok az süre alarak, toplamda yalnızca 15 maçta forma giyebildi. Bu nedenle istatistikleri bir önceki sezona göre oldukça düştü. 2002-03 sezonu başında 1 maç oynadıktan sonra Ülker tarafından Galatasaray'a kiralandı ve burada eski oynama süresini ve formunu buldu. Toplamda 32 maçta oynama şansı bulan Muratcan, takımıyla birlikte TBL'de yarı finale kaldılar. Yarı final serisinde Efes Pilsen'e 2-0'la kaybettiler. 2003-04 sezonu ile tekrar Ülkerspor'a döndü. Bu takımdaki bir önceki dönemine göre daha çok imkân bulsa da, yine de kendisinden beklenen performansı gösteremedi. O sezon Ülkerspor ile TBL play-off finalinde oynadılar, ancak finalde Efes Pilsen'e 3-2'lik seri sonucunda kaybettiler. 2004 yılında Pınar Karşıyaka'ya transfer oldu. İzmir'deki ilk sezonunda beklenen verimi göstermeye başladı ve takımının önemli oyuncularından biri oldu. İlk senesinde 29, ikinci senesinde 30 karşılaşmada forma şansı buldu. İki sezon Pınar Karşıyaka forması giydi. Pınar Karşıyaka'da geçen iki sezonun ardından Türk Telekom ile anlaştı. 2006-07 ve 2007-08 sezonlarında Türk Telekom takımında forma giydi. Bu süre içerisinde 2008 yılında takımıyla birlikte, Türkiye Kupası'nı kazandılar. Türk Telekom'daki ilk senesinde play-off'larda yarı final oynadılar, ancak yarı finalde Efes Pilsen'e 3-1'le kaybettiler. 2007-08 sezonunda ise oldukça iyi geçen sezonun ardından TBL play-off finalinde Fenerbahçe Ülker'e 4-1'lik seri sonucunda kaybederek, ligi 2. sırada noktaladılar. Muratcan Güler, 2008-09 sezonu itibarıyla tekrar eski takımı Beşiktaş'a transfer oldu. İlk sezonunda 34 maçta forma giydi. Takımıyla birlikte play-off çeyrek finalinde Galatasaray'a 3-1'lik seri sonunda kaybetti. 2009-10 sezonunda 33 maçta süre alarak takımının TBL play-off'larında yarı finale kalmasında pay sahibi oldu. Takım yarı finalde Efes Pilsen'e 2-0'lık seri sonucunda kaybederek ligi noktaladı. İkinci sezonun ardından takımdan ayrıldı. 2010-11 sezonu için Antalya BB'ye imza attı ve 32 maçta süre alarak Antalya BB'nin play-off oynamasına katkıda bulundu. Play-off'larda çeyrek final oynayan Antalya BB, Fenerbahçe Ülker'e 2-0'lık seri sonucunda kaybederek elendi. 2011-12 sezonunu Türk Telekom'da geçirdi. Sezon boyunca takımı adına 30 maçta forma giydi. 2012-13 sezonunda yeniden Beşiktaş'la anlaşarak yuvasına dönüş yaptı. 30 Eylül 2012'de, Beşiktaş'ın tarihinde ilk kez kazandığı Cumhurbaşkanlığı Kupası kadrosunda yer aldı. Aynı sezon Beşiktaş'la EuroLeague'de mücadele ederek, Top 16 turuna kalmayı başardı. 2013-14 sezonu öncesinde basketbol şubesinde yeniden yapılanmaya giden Beşiktaş'ta birçok oyuncu ile yollar ayrılırken, kaptan Muratcan Güler ile olan sözleşme 2 yıl uzatıldı. Kaynak: Bret Easton Ellis Bret Easton Ellis (7 Mart 1964, Los Angeles, Kaliforniya) çağdaş bir ABD'li yazardır. Eleştirmenlerce Generation X yazarları olarak tanımlanan grubun en dikkat çekici yazarıdır. Romanlarının tarzı ve içeriği taban tabana zıt olabilen yorumlara konu olmaktadır. Farklı eleştirmenlerce, hem 'derin ahlaki mesajlar taşıdığı' hem de 'nihilist olduğu' değerlendirmeleri yapılabilmiştir. Romanlarının kahramanları genelde boşluk içinde, sefih bir hayat sürdürdüklerini bilen, ve bundan tat çıkaran, genç yalnızlardır. Romanları genelde 1980'li yıllarda, büyük şehirlerde (Los Angeles veya New York) geçmekte, tüketim toplumu fonunu yoğunlukla işlemektedirler. Aynı kahramanlar yazarın farklı romanlarında, hikâyenin içinde farklı önem derecelerine sahip olacak şekilde, okurun karşısına çıkabilmektedirler. Yazar Kaliforniya'da doğup büyümüştür. Babası zengin bir emlakçıydı. Parlak bir öğrencilik dönemi yaşamamış, Vermont'ta müzik eğitimi görmüştür. 1980'lerde bazı ikinci derece müzik gruplarında yer almış, henüz öğrenci iken ilk romanı Los Angeles'in zengin ve gayesiz gençlerini anlattığı Less Than Zero yu yayınlamıştır. Kitabı eleştirmenlerce beğenilmiş, satışları da iyi bir düzeye ulaşmıştır. New York'a taşındıktan sonra yayınladığı üçüncü romanı American Psycho grafik şiddet ve seks pasajları nedeniyle, ve kadınları küçük düşürücü olduğu gerekçesiyle, yoğun tartışmalar yaratmış, tanınmış Simon & Schuster yayınevi kitabı yayınlamaktan protestolar nedeniyle vazgeçmiştir. Polemiğin ortasında nihayet piyasaya çıkabilen romanın başkahramanı Patrick Bateman aynı zamanda hem karikatür ölçüsüne varacak derecede materyalist bir yuppie hem de inanılmaz vahşette cinayetler işleyen bir seri katil dir. American Psycho bir kült roman haline gelmiştir. American Psycho da dahil ilk 3 romanı sinema aktarılmış, 2 romanından da serbest film uyarlamaları yapılmış olan Bret Easton Ellis alenen biseksüel dir. Suat Atalık Suat Atalık (d. 1964, İstanbul) Türk satranç oyuncusu. Satranca 1972 yılında başladı. Galatasaray Lisesi'ni ve Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji bölümünü bitirdi. 1977-84 yılları arasında tüm yaş gruplarında Türkiye Şampiyonu oldu. 1983'teki Balkan Gençler Şampiyonluğu'nun ardından 1986'da FIDE Ustası (FM) 1988'de Selanik Olimpiyatları 3. sü olduktan sonra 1988'de Uluslararası usta (IM) ve 1994'te satrançtaki en büyük derece olan Büyük Usta (GM) unvanlarını aldı. 1996 yılında Pekin'de büyük ustaların katıldığı Açık Turnuva'da hiç yenilgi almadan birinci oldu. 1990'lı yılların sonunda Türkiye Satranç Federasyonu ile sorunlar yaşayan ve çeşitli sebeplerle ceza kuruluna gönderilen Atalık, Türkiye'nin listesinden çıkarak Bosna-Hersek listesine geçti. 2000 yılında İstanbul'da düzenlenen satranç olimpiyatlarında ülke değiştirmek için gerekli süreyi tamamlamayan Atalık, Bosna Hersek Milli Takımı'nın kaptanlığını yaptı. Atalık 2005 yılında Türkiye Satranç Federasyonu ile 10 yıllık sözleşme yaparak tekrar Türkiye'ye döner. 2009 yılında TSF ile tekrar sorunlar yaşamaya başlayan Atalık'ın 10 yıllık sözleşmesi anlaşma maddelerini ihlal ettiği gerekçesiyle TSF tarafından tek taraflı feshedilmiştir. Atalık, TSF aleyhine açtığı davadan 91,000 TL tazminat kazanmıştır. 2012 yılında TSF yönetimi tarafından 1.5 yıl turnuvalarda oynamama cezası verilen Atalık genç oyunculara satranç eğitimi verme konusuna ağırlık vermiştir. Yine bir satranç oyuncusu olan Ekaterina Atalık ile evlidir ve Vadim isimli bir erkek çocuk babasıdır. Isparta Süleyman Demirel Fen Lisesi Isparta Süleyman Demirel Fen Lisesi, 1992 yılında Isparta'da kurulmuş olan Fen Lisesidir. Bir Ispartalı olan dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in adı verilmiştir. Açıldığı ilk yıl, ön kayıtla öğrenci alan okul, 1993-1994 öğretim yılından itibaren Bakanlıktan gelen, sınavı kazanan öğrenci listesine göre öğrenci almıştır. Okul, 1995 yılında Süleyman Demirel Eğitim Kompleksi içinde bulunan bugünkü binasına taşınmıştır. Hawker Hurricane Hawker Hurricane ("Havkır Hörikeyn"), İngiliz yapımı II. Dünya Savaşı avcı, avcı-bombardıman ve anti-bombardıman uçağı. 1930'lardan itibaren savaşın sonuna kadar İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerine hizmet etmiştir. Savaşın ilerleyen vakitlerinde avcı olarak yetersiz olduğu anlaşılmış daha çok koruma uçağı olmayan bombardıman uçaklarına ve yer hedeflerine saldırmak için kullanılmıştır. Hurricane'ler I. Dünya Savaşından kalma ahşap-metal karışımı tasarıma sahiptiler. Arka gövde, kuyruk ve pervane ahşap iken pilot kabini ve motor alüminyumdan yapılmıştır. Hurricane Mk I'ler Rolls-Royce (Rols Roys) Merlin MK II ve III motoruna sahiptiler. Almanların elindeki Bf 109'lar kadar hızlı ve sağlam olmadıkları için bu açıklarını 8 adet makinalı tüfekleri sayesinde kapatmışlardır. Sonraları yerlerini daha çevik, hızlı ve dönemin modern uçakları gibi yekpare metal tasarıma sahip Spitfire (Spitfayr) bırakmışlardır. Hurricane'ler Britanya Savaşında Almanlara en çok kayıp verdiren uçaklardır. Ama bu onların iyi bir avcı olmalarından değil genelde koruması olmayan Alman bombardıman uçaklarına saldırmalarındandır. Alman avcı uçaklarıyla ise Supermarine Spitfire'lar mücadele etmiştir. Özel efekt Özel efekt, (jargonda kısaca SPFX ya da SFX) film, televizyon, ve eğlence sektörlerinde yaygın olarak kullanılan, normal yollarla yaratılması mümkün olmayan veya çok riskli olan olayları yaratma yoludur. Büyük patlamalar ve uzaya yolculuk gibi çekimlerde sıkça kullanılır. Yapılan şeylerin hepsi hayal değildir, bazı nesneler yaratılır (örneğin: Star Wars). Bir sap yapılır, üstüne bir çubuk koyulur ve üstüne kılıç ne renkse onun selofanı yapıştırılır. Sıkça görsel efekt ile karıştırılmaktadır. Ancak özel efektler, çekim ile yapılır, bilgisayarla yaratılan imajlara dayalı değildir. Patlayan bir şey gerçekten patlatılır ya da yıkılan bina, maket de olsa, gerçekten yıkılır. Oysa görsel efekt ile yapılan patlamalar, sentetik partikül sistemleridir, yıkılan binalarsa, 3 boyutlu modellenmi
ş objelerdir. Yaşayan özel efektler, canlı izleyicilerin önünde kullanılan efektlerdir. Çoğunlukla spor olayları, konserler ve toplu gösterilerde kullanılırlar. Canlı efektlerin çoğu lazer ışıkları, sis sahneleri, fişekler, konfetiler ve baloncuklar veya kar gibi diğer atmosferik efektlerdir. Konfüçyüs Konfüçyüs (Çince: "Kǒng Fūzǐ", 孔夫子, Latince: "Confucius", "Üstad Kong" Çince 孔子, Kǒng Zǐ, Wade-Giles: "K’ung-tzǔ"), Çinli filozof, eğitimci ve yazar. MÖ 551 - MÖ 479 tarihleri arasında, Doğu Zhou Hanedanlığı döneminde yaşadığı sanılmaktadır. Kong Qiu (Wade-Giles: K’ung Ch’iu) adı altında, Lu devletinin Qufu şehrinde (günümüzde Shandong eyaleti) doğmuş ve aynı şehirde vefat etmiştir. Doğu uygarlığının en önemli temsilcilerinden biri kabul edilir. Çin geleneklerini derleyip toparlayarak yeni kuşaklara aktarmak isteyen Konfüçyüs, kendine özgü yöntemleriyle öğretimi halka yaymış ve öğretmenliği bir uğraş haline getirmiş bir düşünürdür. Ancak adı filozoflar, devlet adamları, büyük öğretmenler ve ahlakçılar arasında değil, peygamberler arasında zikredilmektedir. Dinler Tarihi araştırmacıları da onun öğretisini bir din olarak kabul etmektedir. Konfüçyüs kendini antik dönem krallarının öğretisini aktaran Klasikler’in içerdiği değerleri ve ilkeleri topluma aktarmaktan sorumlu görmüştü. Temel amacı ve ideali “"tartışmalardan uzak ve tümüyle uyum içerisinde yaşayan bir toplum ve dünya kurmak"”tı. Bu ideale ulaşabilmek için ise, ideal insanı tanımlamak ve onun ortaya çıkmasına yardımcı olmak gerekiyordu. Öğretisinde öteki dünya, tanrı, ruhlar, doğaüstü varlıklar ve benzeri kavramlara ve olgulara yer vermemişti. Çünkü bu alan, onun ilgi alanına girmiyordu. Bu bakımdan Çin’in Sokrates’i olarak kabul edilir. Fikirleri, kendisi tarafından asla yazılı hâle getirilmemiş, çoğunluğu birer düşünür ve bilim adamı olarak yetişen öğrencileri tarafından kâğıda dökülmüştür. Ölümünden sonra ülkesinde önce prens unvanı ile yüceltilmiş, ondan sonra “"Mükemmel Hâkim"” ve “"Taçsız Kral"” namıyla kutsanmış ve Çin’de kendi adına tapınaklar inşa edilmiştir. Böylece Konfüçyüs yeni bir din ortaya koymayı düşünmediği hâlde onun adına mabetler inşa etme geleneği XX. yüzyılın başlarına kadar sürmüştür. Konfüçyüs’ün düşüncelerini ve konuşmalarını derleyen “"Lun Yu"” adlı ince kitap, kutsal kitap olarak kabul görmüştür. Asıl adı "Qui", soyadı "Kong", lakabı ise "Zhonngni"’dir. Çin’de Kong-Fuzi (孔夫子, "Kǒng Fū Zǐ") veya Kung-Fu-Tzu adıyla tanındı. Fuzi, “"üstat, bilge, öğretmen, filozof"” anlamlarına gelir. İsminin anlamı “"Bilge-Filozof Kong"”’dur. Konfüçyüs isminin Batı dillerindeki karşılığı olan “"Confucius"”, Kong-Fuzi’nin Latince şeklidir. İsmin sonundaki “-us” parçasının kaynağı, yazıtlarının ilk başta Cizvitler tarafından Latinceye çevrilmesiyle ilgilidir. Böylece ""Kǒng Fū Zǐ"", ""Konfüçyüs""'e dönüşmüştür. Kong ailesi günümüzde hâlâ çınar ailesi olmakta ve dünyanın tarihçe kanıtlanmış en eski ailelerinden biri sayılmaktadır. Kong ailesinin 75. nesil üyesi bugün Tayvan'da oturan çınar olarak yaşamaktadır. Qufu şehrinde yaşayan diğer bir ailenin de yine Konfüçyüs soyağacına dayandığı bilinmektedir. Soyağacının çok eskiye dayanmasından ötürü, binlerce ailenin çınar ailesine bağlı olması mümkün sayılır. Günümüzde hâlen Kong ailesi fertleri, tapınak görünümlü malikânelerindeki kabristana defnedilmektedir. MÖ 28 Eylül 551 tarihinde, Kuzey Çin’in şimdiki Shandong eyaletinin Lu şehrinde, Kong ailesinden Shu-Liang He’nin oğlu olarak dünyaya geldiği düşünülür. Kaynaklarda soyu ve gençliği ile ilgili çeşitli rivayetler ve anlatımlar bulunmaktadır. Bir rivayete göre fakir fakat saygın bir aristokrat aileden gelmekteydi. Babasını henüz üç yaşında iken kaybetti. Bilge bir aileye mensup olan annesinden yazı yazmayı öğrendi. On üç yaşına geldiğinde dedesinin yanına gönderildi; altı yıl süreyle dedesinden özel eğitim alarak altı marifet (sanat-hüner) diye adlandırılan, töre (tarihî gelenek ve görenekler), müzik, ok ve yay kullanma, araba sürme, yazı yazma ve hesap yapmayı öğrendi. Altı yılın sonunda dedesi, MÖ 529 yılında ise annesi vefat etti. Konfüçyüs, yaşadığı beyliğin kuralları gereği üç yıl annesinin yasını tuttu. MÖ 532–502 yılları arasında belli aralıklarla Lu derebeyliğinde çeşitli görevlerde bulundu. Başlangıçta küçük memuriyetlerde bulundu. 19 yaşında iken Song beyliği seyahati sırasında tanıştığı Jī Guān Shì (丌官氏) ile evlendi, bir yıl sonra bir oğlu dünyaya geldi. Daha sonra iki kız çocuğu olmuş, birisi çok küçükken hayatını kaybetmiştir. MÖ 522’de bir okul açtı ve öğrenci yetiştirmeye başladı. Hedefi yeni görüşler ortaya koymak değil, eskilerin hikmetli sözlerini aktarmaktı. Çocukluk çağlarından itibaren önceki dönem hanedanlık tarihi, yönetim şekli, sosyal ve kültürel yaşam gibi konularda araştırma yapmış ve ideallerinde yer alan dönemi Batı Zhou Hanedanlığı olarak belirlemişti. Toplumsal düzenin yeniden sağlanması için siyasal ve sosyal anlamda reform gerçekleştirilmesi gerektiğini savunmaktaydı. Fikirlerini hayata geçirmek amacıyla, ülkedeki beyliklere mensup bir yöneticinin yanında görev almayı arzu etmekteydi. MÖ 518’de günümüzde Henan eyaletinin Luo Yang kenti olan şehre gitti; tarih ve müzik üzerine çalıştı. Taoizmin kurucusu kabul edilen Laozi ile buluştu. Bu görüşme onun düşünce dünyasına yön vermesi bakımından önemlidir. Laozi ile buluşmasından sonra Lu Beyliği’ne geri dönerek araştırma yapmaya ve öğrenci yetiştirmeye devam etti. İki sene sonra öğrencileri ile birlikte iç savaştan kaçarak komşu devlet Qi'ye sığındı. Qi halkı üzerinde etkili ve güçlü izler bıraktı ancak soylularla çatışma yaşadığı için iki sene sonra doğduğu topraklar olan Lu Beyliği’ne döndü. On beş yıl boyunca öğrencileri ile vakit geçirmeye devam etti. 51 yaşında iken beyliğin kuzeybatısında küçük bir yerleşim yeri olan Zhōng Dū (中都) bölgesi temsilcisi olarak görevlendirildi. Bu görevindeki başarıları nedeniyle MÖ 500 yılında Lu Beyi tarafından “vezir vekili” görevine terfi ettirildi. Fikirlerini hayata geçirmek üzere Lu Beyliği idari sistemi ve toplum yapısında önemli değişiklikler yaptı. Cinsiyet ve sınıf farkı gözetmeksizin herkesin eğitim almasının önünü açtı. Soyluların yetkilerini sınırladı. Lu beyinin zevke ve sefaya dalması üzerine MÖ 497’de görevinden ayrıldı. On dört yıl boyunca ülkeyi dolaşıp düşüncelerini anlattı. Hiçbir yerde düşüncelerini gerçekleştirmek için uygun konuma gelmeyi başaramadı ancak çok sayıda yeni öğrenci kazandı. Gezdiği toprakların tarihsel sürecini, yaşam koşullarını ve gelenek yapısını öğrenerek düşünce dünyasını zenginleştirdi. MÖ 484'te eşini kaybeden Konfüçyüs, Lu'ya döndü. Peşpeşe oğlunu, en sevdiği öğrencilerinden Yan Hui’yi ve Zǐ Lù’yu kaybetti. Bu arada Çin tarihinde İlkbahar ve Sonbahar Dönemi’nin bittiği Muharip Devletler Dönemi başlamıştı. Konfüçyüs, tek eseri olan Bahar ve Güz’ü yazdı. MÖ 479’da ağır bir hastalığa yakalanıp vefat etti. Naaşı Qu Fu kenti kuzey yakasında yer alan Sa Shui Nehri kıyısına defnedilmiş ve öğrencileri mezarı başında bir kulübe inşa ederek üç yıl boyunca yasını tutmuştur. Mezarı hâlen ziyarete açıktır. Konfüçyüs’ün etkisi, öğrencileri ve takipçileri sayesinde ölümünden kısa süre sonra görülmeye başlandı. Takipçilerinden Mensiyüs ile Hsun Tzu, Konfüçyüsçü düşünceye kendi fikirlerini, kendi vurgularını da katarak, seçkinlerin eğiticisi oldular. Kısa ömürlü Ch’in hanedanlığı döneminde (MÖ 221-MÖ 205) Konfüçyüs ve ekolü yok sayıldı. Fal, tıp ve tarım kitapları dışındaki kitapların yakıldığı bu dönemde Lun Yu da yakılan kitaplar arasındaydı. Ancak geçici bir unutuluştan sonra hükümdarlar Konfüçyüs’ün kuramının, feodal toplumun istikrarı için çok yararlı olduğunun farkına vararak, Konfüçyüsçülüğe devletin yasal öğreti ideolojisi konumunu tanıdılar. Han Hanedanı zamanında Konfüçyüs’ü tanrılaştırma teşebbüsleri bile olmuştur. Konfüçyüs yeni bir din ortaya koymayı düşünmediği hâlde Lu'nun prensi onun adına bir mabet inşa ettirdi ve ona kurbanlar sunulmaya başlandı. Mezarı bir ziyaret yeri oldu. MÖ 125’te ona, imparatorlara verilen şeref ve paye verilmiş; MS 1’de “"Dük"” adı verilmiş; 492’de kendisine, “"Saygıdeğer Ni, iyi yetişmiş Bilge"” unvanıyla hitap edilmiştir. İmparator Yuan Tsung (MS 713-776), ona “"İyi Yetişmiş Bilge Kral"” unvanını verdi. Cheng Tsung (1068-1086) onu, “"imparator"” unvanına yükseltti. 1308’de “"Kusursuz Büyük İnsan ve En Büyük Bilge"” unvanına layık görüldü. Konfüçyüs'e saygı o kadar aşırılaştırıldı ki 1382'de imparator, Konfüçyüs'ün tasvirlerinin tapınaklarda bulundurulmasını yasaklamak zorunda kaldı. Bununla beraber Çin geleneğine uyularak yine de onun ve dört büyük öğrencisinin ata tabletleri şeref köşesinde bulunduruldu. Nihayet 1906’da İmparatoriçe Dowager, Gök’e sunulan kurbanların aynısının Konfüçyüs’e de sunulacağına dair ferman yayınladı; Konfüçyüsçülük Çin'in resmî ve millî dini hâline getirildi. 1912’ye kadar imparator onun şerefine, ilkbahar ve sonbaharda olmak üzere, yılda iki defa kurban sunmaya devam etti. Çin’de 1313'ten 1905'e kadar sürdürülen devlet görevliliği sınavları Konfüçyüs'ün “"Dört Kitap"” diye bilinen yapıtlarını okumayı gerektirmiştir. Konfüçyüs düşüncesi 1583'te Pekin'e yerleşen Cizvit misyonerleri tarafından batıya aktarıldı. 1934'te Konfüçyüs'ün doğum günü olan 27 Ağustos millî tatil günü olarak ilan edildi. 1949’da kurulan Halk Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında çok eleştirilse de Konfüçyüsçülüğün etkisi devam etti. Konfüçyüs, öğrencileri ile birlikte geçmiş Çin filozof ve bilginlerinin yazılarını bir araya getirmeye çalışmış; onların çabası sonucu “"Beş Klasik (Wou King)"” ve “"Dört Kitap (Se Chou)"” adı verilen koleksiyon ortaya çıkmıştır. Konfüçyüsçülüğün kutsal metinlerini oluşturan iki koleksiyon mevcut şeklini Chu Hsi (1130-1200) yönetimindeki Sung hanedanlığı zamanında almıştır. Ayrıca Konfüçyüs’ün düşüncesi ve konuşmaları “"Lun Yu"” (Konuşmalar) adlı ince bir kitapta derlenmiştir. Kitaba, Konfüçyüs’ün konuşmalarından alıntılar ve öğrencileriyle yaptığı diyaloglar alındı. Çin’de bu kitap kutsal kitap olarak kabul edilmiştir.
Konfüçyüs bir din kurucusu, ya da bir reformcu olarak ortaya çıkmamış, bozulmuş ve yıkılmak üzere bulduğu Kadim Çin dinini canlandırmaya çalışmıştır. Misyonunu, “"Ben eskiye inanan biriyim; bir kurucu değil bir aktarıcıyım."” sözleri ile tarif etmiştir. Bütün eski Çin metinlerini gözden geçirmiş, daha önceki Çin filozof ve düşünürlerinin yazılarını derleyerek yorumlamıştır. Ona büyük bağlılık gösteren ve ondan edebiyat, tarih, felsefe-ahlak öğrenen öğrencileri, ölümünden sonra onun sözlerini ve görüşlerini toplamışlardır. Öğretisi, değişik zamanlarda farklı nitelikte felsefi ve dinî bir kimlik kazanıp ahlaki-siyasi bir öğreti olarak öne çıkmıştır. Konfüçyüs öğretisinin ilgi alanı sadece insan ve insan-toplum ilişkilerini kapsar. Bu sistemin temelinde, insanın yaratılıştan iyi olduğuna itimat yatar. Konfüçyüs'ün kendi ve öğrencileriyle yaptığı konuşmaları toplayan Lun Yu (Çince 論語 / 论语, lùn yǔ / lún yǔ), dört temel kavramı içerir: Anaya ve babaya saygı, büyüklere hürmet, ahlak kurallarının başında gelen erdemlerdir. Her insan bu kurallara uygun yaşamayı amaçlamalı ve bunu çevresine dostça, sevecen, ılımlı, güvenilir, dürüst davranışlarla göstermelidir. Konfüçyüs'e göre, "Yüce" insan olmanın ilk şartı, bu dört erdeme ulaşılması asla mümkün olmasa da, yılmadan gayret göstermektir. Gerçeği görmek, çaba gösteren herkes için mümkündür. Bunun aracı da Konfüçyüs'e göre bilgidir. Bilgi sahibi olmak, insanların mevki durumuna göre ayrım yapmadan, herkese açık olmalıdır. Konfüçyüs'ün öğretisi din değil, eski Wu-dinine dayanan etik felsefedir. Öğretisinde kesin bir hiyerarşi söz konusudur. İnsan ilişkilerinde birbirine itaat etmesi gereken gruplar şunlardır: Bu erdemlere ulaşmanın yolu bilgiden geçer. İnsan, hayatı boyunca alçak gönüllülüğünü koruyarak, yeni şeyler öğrenmeye çaba göstermelidir. Macera yarışları Macera yarışları, organizatör tarafından önceden belirlenmiş bir etap ve zaman kısıtlaması çerçevesinde, genelde doğal ve ıssız yerlerde düzenlenen, birden fazla sportif disiplini içeren özel yarışmalardır. Nispeten yeni bir spor dalı olan Macera Yarışları, ingilizcede "Adventure Races" kavramından Türkçeye çevrilmiştir. Dünyada 1980'lerden itibaren tanınmaya ve yayılmaya başlamış, bugün ise hızla büyüyen bir sektör haline gelmiştir. Macera Yarışlarının tarihinin kökenlerini araştırırken karşımıza giderek modern halini almış bir organizasyon yapısı çıkar. 1968 de düzenlenen Uluslararası Karrimor Dağ Maratonu bu sporun kökenlerinden biri olarak gösterilebilir. 1980 yılında Yeni Zelanda da düzenlenen Alpine Ironman de benzer yapılanmasıyla ön plana çıkar. Bu tür yarışmalarda giderek birden fazla disiplinin uygulanması ve bu disiplinler aracılığıyla takımların belirli bir mesafeyi belirli bir sürede katetmeye çalışması istenmiştir. 1989 yılında Gerald Fusil Yeni Zelanda'da Raid Gauloises ismindeki yarışı, Paris-Dakar Rallisi'nden feyz alarak düzenlemiştir. Bu yarış, modern macera yarışlarının ilki sayılmaktadır. 90'lı yıllarda Mark Burnett bu yarışları Amerika ya taşımaya karar vermiş ve daha geniş kitlelere ulaşması için çalışmalara başlamıştır. Burnett bu amaçla 1995 yılında Eco-Challenge yarışını düzenlemiştir. Eco-Challenge ile birlikte bu yarışlarda ve katılımcılarında patlama gözlenmiş ve 'macera yarışları' terimi yerleşmiştir. Birçok farklı disiplini barındırır. En çok rastlanılanlar şunlardır: Macera Yarışlarında genelde yarışmacılar güçlü karakterli, birçok doğa sporuyla aktif olarak ilgilenen, takım ruhu ve doğada sınırlarını geliştirme gibi amaçları olan kişilerdir. Dünyaca ünlü macera yarışçılarının genelde 40 yaş civarında olmasının nedeni ancak o yaşlarda insan karakterinin böylesine zorlu şartlara ruhen dayanır hale geliyor olması ve tecrübe faktörüdür. Dünyanın en zor yarışı olarak kabul edilen Eco-challenge yarışına katılan Türk macera yarışı takımı 3 sene üst üste katılılarak yeni bir spor dalını yurtdışında ilk defa gerçekleştirmiş oldu. Patagonya 1999 Borneo 2000 ve Yeni Zelanda 2001 ekspedisyonları. 1999 Patagonya ekibi Serdar Kılıç, Sinan Saran,Kenan Saran Zeynep Atabay 2000 Borneo ekibi Serdar Kılıç, Sinan Saran, Zeynep Atabay, Gürsel Akay 2001 Yeni Zelanda: Zeynep Atabay,Serdar Kılıç, Cemal Gülas, Oğuz Omur 2000 yılında dünyada yapılan macera yarışlarınında temeli sayılan dağ maratonu yarışlarının bir benzeri DASK Anadolu Dağ Maratonu (Dağ Aşma Yarışması) Türkiye'deki dağ maratonlarının yaratıcısı Gökhan Türe'nin önderliğinde DASK(Doğa Araştırmaları, Sporları ve Kurtarma Derneği)tarafından gerçekleştirildi ve her yıl yenisi yapılmaktadır. Sırası ile yurt dışında; Terra Incognita -Hırvatistan Bergson Winter Challenge-Polonya X Raid World Cup-Fransa The Raid World Championship-Kanda XVenture Race-Bulgaristan Patagonia Expedition Race-Şili Abu Dhabi Adcenture Challenge-Birleşik Arap Emirlikleriü yarışlarını koşup hem en tecrübeli macera yarış takımı da oldular. Aynı zamanda Expedisyon dalında Patagonya da k yarışta da Dünya 3. sü olmayı başardılar. Türkiye'de macera yarışı serüvenine sonraki yıllarda Hazırkart Free-Challenge 2003, Trophy Coliseum2000/2003, Nokia City Challenge 2004, Salomon Adventure Race 2004-2005, Gillette Mach3 Turbo Outdoor Challenge 2004-2005, Kurabiye Macera Yarışı, Durusu Macera Yarışı, Atabay İlaç Yeniay Macera Yarışı, Kürtün Macera Yarışı isimli yarışlar izledi. Dünyada giderek büyüyen ve teknik detayları netleşmekte olan bu disiplin, Türkiye de de tanınmakta ve yapılmaktadır. Ancak sporcuların çoğunun aslen dağ bisikletçisi oluşu Macera Yarışlarına odaklanılmasını ve özel yöntemlerle gelişim sağlanmasını engellemektedir. Ancak Türkiye'de ilk defa AliRıza Bilal önderliğinde kurulan "Touareg Turk" adlı macera yarışı takımı,çeşitli yarışlar organize etmiş ve Macera Yarışı Dünya kupası ve Dünya Şampiyonasına katılan ilk Türk Macera Yarışı takımı olmuşlardır. Bunun yanında, yurtdışındaki yarışmalara katılımın pahalı oluşu ve sponsor bulmakta çekilen sıkıntılar bu sporun büyümesini "nispeten" yavaşlatmaktadır. Yine de özellikle Macera Akademisi ilkini Aralık 2005'te düzenlediği ve Mayıs 2006 dan itibaren her yıl 2-3 adet düzenlediği Macera Akademisi Yarışları'yla Türkiye'de bu spora olan ilgi ve katılımı yükseltmektedir. Macera Akademisi Yarışları; sadece elit sporcular için planlanmamakta, yeni insanları da macera sporlarına tanıştırmayı amaçlamaktadır. Bu sebeple KISA - ORTA - UZUN şeklinde 3 ayrı kategoride katılım mümkündür. Macera Akademisi Doğa Sporları Malzemeleri Satışı yapan bir site Doğaya Dağlara ve Gökyüzüne Av ve doğa sporları dergisi resmi web sitesi Büyük Çakıl Plajı Büyük Çakıl Plajı Kaş merkezin 1.750 metre doğusundaki plaj. Jandarma binasının önünden geçen asfalt yol takip edilerek ulaşılabilir. Küçük Çakıl Plajı'nın bulunduğu koyun doğusundadır. Uzunluğu yaklaşık 50 m. olmakla beraber her iki yanı kayalıktır. Denizin içinden kaynak çıkması nedeniyle suyu soğuktur. Devrimci Yol Devrimci Yol hareketi (DEV-YOL), 1974 sonrası THKP-C'nin fikri ve örgütsel olarak devamı niteliğindedir. 1974 affı sonrası eski THKP-C ve DEV-GENÇ kökenli kadrolar geçmişin değerlendirmesini esas alan tartışmalar yürütmüştür. Kökeni THKP-C Genel komitesi içerisinde yaşanan ayrılığa kadar giden farklı değerlendirmeler, sürecin ayrılıkla sonuçlanmasına neden olmuştur. Yürütülen tartışmalarda THKP-C ve Mahir Çayan’ın geliştirdiği ideolojik-politik görüşlerin doğruluğunu savunan grup Devrimci Yol'un ilk çıkış noktasıdır. Devrimci Gençlik dergisi ve Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (DEV-GENÇ) etrafında yürütülen çalışmalar sonucunda Devrimci Yol bildirgesi yayınlanmıştır. 1 Mayıs 1977 yılında ilk sayısını çıkaran Devrimci Yol dergisi, yüzbinlere varan tiraja ulaşmıştır. 12 Eylül darbesi karşısında, direnişi esas alan bir çizgi geliştiren Devrimci Yol, özellikle kırsal alanda yürüttüğü faaliyetler sonucu çok sayıda militanını kaybetmiştir. Devrimci Yol kendiliğinidenci bir hareket olarak tanımlanır. Sıkıyönetim askeri savcıları tarafından ise örgüt olarak tanımlanmaktadır. Nisan 1977'de yayınlanan "Devrimci Yol Bildirgesi"nde parti kurma fikrini alır. Partinin işçi sınıfının öz örgütü olması zorunluluğundan bahseder ve bunun nasıl olmaması gerektiğini açıklar. Söylenen en net söylem parti için herhangi bir şablon kullanılmayacağı, partinin, somut koşulların doğru bir şekilde yapılacak analizlerinden çıkacağıdır. Devrimci Yol çevresinin ideolojik-politik görüşlerini açıklayan, dünya, Türkiye ve devrimin yolu konusunda Devrimci Yol'un yaklaşımlarını ortaya koyan Devrimci Yol Bildirgesi 1977'nin Nisan ayı içerisinde yayınlanır. Devrimci Yol Dergisi, 1 Mayıs 1977'de kamuoyunun karşısına çıkmıştır. Devrimci Yol, döneminde Türkiye'ye özgü bir hareket yaratma çabasındadır. Devrimci Yol çevresi, 1975-1980 yıllarındaki, sosyalist hareketlerin, partilerin birçoğunun içinde olduğu SBKP-ÇKP-AEP kamplaşmasının dışında kalır. Türkiye'ye özgü olan bir sosyalizm ve örgütlenme arayışları, Devrimci Yol hareketinin öne çıkmasını, kitleselleşmesini sağlayan başlıca faktör olarak gösterilebilir. O zamanlar Devrimci Yol'un sıkça kullandığı ve tartışıldığı "Söz, yetki, karar, iktidar halka", "Üreten biziz yöneten de biz olacağız", "Direniş Komiteleri", "Halk komiteleri", "sosyalist demokrasi" gibi slogan ve kavramlar, o yıllarda Devrimci Yol çevresi tarafından solun gündemine sokulmuş ve tartışılmıştır. Cunta öncesi dönemde Devrimci Yol'un temel teorik sistematiğinde, Kürdistan'ın sömürge olduğu yolundaki tezler mahkum edilmiştir. "Kendi demokratik devrim sürecini tamamlamamış bir ülkenin, hele hele kendisi sömürge konumundayken emperyalist olduğu iddiası tamamen marksist-leninist toplum ve tarih modelini doğru analiz edememek ve emperyalizm tanımını kavrayamamak" olarak yorumlanmış, bu nedenle Kürt Solu'nun tepkisini almış, yer yer Kürt fraksiyonları ile silahlı çatışmalar da yaşamıştır. Devrimci Yol, THKP-C'yi kendisinden önceki tutucu soldan ilk kopuş olarak tanımlar. 12 Mart Darbesi öncesindeki devrimci mücadele ve devrimci hareketlerin teorik kavramları, ö
zellikle Mahir Çayan tarafından ortaya atılan THKP-C hareketine ait tezler (Birleşik Devrimci Savaş, Politikleşmiş Askeri Savaş, Öncü Savaşı, Evrim-Devrim Aşamaları, Suni Denge, Silahlı Propaganda gibi konular) en çok tartışılan konuları oluşturur. 12 Mart sonrası tartışılan bu teoriler üzerinden iki eğilim ortaya çıkmıştır. Bir eğilime göre darbenin başarısı, geçmiş devrimci anlayışın yanlışlığını ortaya koymuştur. Bu düşünce etrafındakiler bir geçmiş eleştirisi ve reddiyesi etrafında yoğunlaşırken (KSD, Halkın Yolu bv.) bunun karşısında ise bu eğilimlere tepki olarak, THKP/C hareketinin dogmatik bir yorumuna dayanan eğilimler (Acilciler, MLSPB vb.) ortaya çıkarak THKP-C'nin basit-karikatürist bir taklidi olarak dar pratikçi bir tutuma yönelirler. Devrimci Yol bu iki eğilimden de farklı bir anlayışla hareket etmeye başlar. Devrimci Yol, 1970'lerdeki Türkiye siyasal yaşamının çalkantılı durumunun, Türkiye'nin 1950'lerde içine girdiği ekonomik ve siyasi sistemin 1970'lere gelindiğinde tümüyle tıkanmış durumda olmasından kaynaklanan bir sonuç olduğunu söylemektedir. Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu iç ve dış çeşitli etkenlerin baskısıyla çok yönlü ve derin bir bunalıma sürüklenmesi olarak yorumlamaktadır. Bu bunalımda mevcut iktidar odaklarının kendi iktidarlarının devamı için aşırı baskı politikalarına yöneldiği ve devlet desteğiyle örgütlendirilen bir faşist terör dalgasının bütün ülkeyi kapladığı görüşündedir. Devrimci Yol Türkiye'yi ekonomik, politik kültürel ve askeri açılardan emperyalizmle bağımlı olarak tarif eder. Türkiye kapitalist ekonomisinin kendi dinamikleri ile değil yukarıdan aşağıya ve dışa bağımlı bir biçimde kurulduğunu ve başından itibaren tekelci bir karaktere sahip olduğunu söyler. Türkiye'nin 1900'lü yıllardan itibaren burjuvazinin önderliğinde bir demokratik devrim sürecinde olduğun ancak gerçek bir demokratik devrimin burjuvazi önderliğinde tamamlanmasının olanaklı olmadığı, bunu proletaryanın önderliğindeki bütün halkın demokratik iktidarının gerçekleştireceği fikrindedir. Toprak reformunun özellikle doğuda çözülmediğini, feodalizmin ülkede tasfiyesinin gereçekleştirilemediğini belirtir. Çözülememiş bir başka burjuva demokratik devrim sorunu olarak gördüğü mesele ise ulusal sorundur. Devrimci Yol bu sorunun feodalizmin tasviyesi ile bağlantılı olduğu tespitini yapar. Ülkenin durumunu uluslararası tekellerle bütünleşmiş yerli burjuvazi ve toprak ağalarının ortaklığında oligarşik bir diktatörlük olarak tanımlarken, bu ittifağın içindeki çelişkiler ve ekonomik platformda bir takım anti-feodal tedbirler nedeniyle bu iki öğe arasındaki dengenin tekelci burjuvazi lehine bozulduğunu tespit eder. Kapitalizmin temellerinin sağlam olmaması ve halen kapitalizm öncesi sorunlarla uğraşılması, ülkede klasik bir burjuva demokrasisini dahi kurulamadığını bunun yanında işçi hareketinin de güçlü olmamasından kaynaklı olarak çalışan kesimin ağır bir sömürü altında bulunduğunu iddia eder. Hâkim kesimin kendi içindeki bu çelişkilerinin, ülkeyi yönetmelerine olanak tanımadığını ve dışa bağımlı ekonominin sürekli sallantıda olmasının da kendiliğinden ve gittikçe keskinleşen bir sosyal muhalefete neden olduğunu, bunun da halka karşı daha fazla baskı ve faşizmle yanıt bulduğunu iddia eder. Devrimci Yol Türkiye'de II. Dünya Savaşı öncesi Avrupa'da aşağıdan yukarı gelişen faşizmin aksine yukarıdan aşağı yapılanan bir faşizmin bulunduğunu ve bunun emperyalizme bağımlı yeni sömürge devlet yapısından kaynaklandığını söyler. Faşizme karşı mücadelenin, devletin yapısının değiştirilmesini hedefleyen bir program çerçevesi içinde bir devrim sorunu olarak görülmesi gerektiğini ve bir açık faşizm tehlikesinin somut olarak gündeme geldiği durumlarda temel alınması gerekenin faşizmle mücadele olduğunu ileri sürmüştür. 1977-1980 yılları arasında yaşanan siyasal çatışma ortamı, Devrimci Yol çevresi tarafından iç savaş olarak tanımlanmakta idi. O günlerde içsavaş tanımı yapan başka bir siyasi hareket yoktur. Devrimci Yol Türkiye'de ilan edilmemiş, üstü örtülü, cephelere ayrılmamış bir savaş yaşanmakta olduğunu ve buna göre örgütlenmek gerektiğini savunuyordu. Devrimci Yol'un bu tespiti sağ militan gruplarla mücadelede onu öne çıkaran, bu mücadelenin odağı haline getiren faktör oldu. Devrimci Yol toplumda var olan militan sağ hareketlere karşı her türlü direnme eğiliminin, Direniş Komiteleri adı altında bir araya getirilmesi gerektiğini düşünmekte idi. Hareketin önderleri Direniş Komiteleri tartışmasını solun gündemine getirdi. Bu öneri özellikle THKP-C kökenli gruplar arasında yoğun tartışmalara neden oluyor ve Devrimci Yol, THKP-C ve Mahir Çayan'ı reddetmekle suçlanıyordu. Devrimci Yol'a göre Direniş Komiteleri ihtiyaçtan doğmuştu ve halkta var olan ve aslında kendiliğinden gelişen direnme eğilimlerinin bir çatı altında toplanması, aynı politik hatta duruşlarının sağlanması bir zorunluluktu. O dönemde Türkiye'de günlük yaşamda can güvenliği en elzem sorunlardan biri haline gelmişti. Siyasal nedenlerle günde 5-10 insan hayatını yitiriyor, şehirler, mahalleler, sokaklar, okullar, işyerleri saflaşmanın içine giriyordu. İdeolojik saflaşma sürecini yaşayan toplum, hızla fiziki bir saflaşmaya gidiyordu. Ev ev, sokak sokak yaşanan ayrışmada bireyler bir tercih yapmak zorunda kalıyordu. Devrimci Yol çevresinin ortaya attığı Direniş Komiteleri, bir bakıma kendileri adına bu kaosun önüne geçebilmenin çabasıydı. Kimin ne yapacağı, ne zaman yapacağı bilinmediği bir siyasal çatışma yerine, anti-faşist mücadele olarak adlandırdıkları mücadelede derli toplu bir hat oluşturmayı zorunluluk olarak görüyorlardı. ""Faşist güçlerin, halk yığınlarını yıldırmaya yönelik saldırıları, geniş halk yığınları arasında bir savunma ihtiyacının doğmasına neden olmakta; çatışmanın genişleyip yaygınlaşması, anti-faşist bir dayanışma eğiliminin doğmasına ve gelişmesine neden olmaktadır. Direniş komiteleri bu eğilimin devrimci bir doğrultuya kanalize edilmesi, bağımsız bir devrimci hareketin, halk iktidarını hedefleyecek şekilde ve tüm anti-faşist halk güçlerinin birleşik devrimci savaşının örgütlendirilmesi doğrultusunda kavranılmasının bir gereği olarak ortaya çıkmıştır"." Faşizme karşı mücadeleyi devrim sorunu olarak gören Devrimci Yol önderleri, Devrimci Yol dergilerinde sık sık çıkan yazılarla sayıları hızla artan Direniş Komiteleri'ni kontrol etmeye ve politik bir zemine çekmeye çalışıyorlar ve sivil faşist gruplarla çatışmanın yaşanmadığı ya da yaşanarak başarı elde edildiği alanlarda da, komitelerin kurulması, kurulmuş komitelerin devam ettirilmesini öneriyorlardı. Devrimci Yol'a göre bu mücadelede yakalanan güç, devrimci bir yola kanalize edilmezse elden kaçabilirdi. Bu yüzden Direniş Komiteleri'ni yalnızca sivil faşist güçlere karşı kavga zemini olarak düşünmek yanlıştı. Devrimci Yol bu komiteleri, ayrıca halka sosyalizmi yaşatabilecekleri ve onları alıştırabilecekleri bir alan olarak görüyordu. Direniş Komiteleri, kurulması amaçlanan sosyalizmin iktidar organlarının nüveleri olarak görülüyordu. ""Direniş Komiteleri en geniş anlamda, devrimci halk iktidarının birer nüveleri olarak kavranmalı ve bu doğrultuda derinleştirilip geliştirilmelidir"."(Aynı kaynak) ""Direniş Komiteleri mücadelesinin başarıya ulaştırılabilmesi, böyle bir devrimci önderliğin (proleteryanın öncü savaşçı partisinin) varlığına kopmaz bir şekilde bağlıdır"."(Aynı kaynak) Devrimci Yol'un Ordu'nun Fatsa ilçesinde giriştiği Yerel Yönetim deneyi örgütün yönetim anlayışına örnek gösterilir. Fatsa'da terzi Fikri Sönmez bağımsız aday olarak belediye başkanı seçilir. Bu ilçedeki faaliyetler tüm Türkiye'de ilgi ile izlenir. İlçe Nokta Operasyonu adı verilen askeri bir harekata maruz kalır. Fikri Sönmez ve birçok insan tutuklanır; belediye yönetimi dağıtılır. Devrimci Yol 1980'in ilk aylarında bir askeri darbenin gündemde olduğunu ve diğer gruplarla ortak bir siyaset geliştirmeyi, ortak eylemlerinin genişletilmesini ve buna benzer bazı önlemleri içeren bir politika benimsedi. Bu politika diğer gruplara da götürülerek tartışıldı ancak diğer gruplarla sürdürülen bu girişimler ilke tartışmaları ve polemikleri içinde yaşanan diğer olumsuzluklarla birlikte sonuçsuz kaldı. 12 Eylül'den önceki olaylara bakıldığında Fatsa, Çorum, Tariş olaylarının yanında Türkiye solunun çok yoğun bir şekilde iç mücadelelerle, çatışmalarla meşgul olduğu görülecektir. Devrimci Yol bu dönem içinde bir askeri darbenin gündeme geldiğini ekonomik temellere dayandırarak açıklamıştı. Demokratik ülkelerde uygulanamayacak kadar sert IMF politikalarını uygulamak isteyen egemenlerin böyle bir darbeye ihtiyaç duymaya başladığını yazıyordu. ""Bu alınan tedbirler ise (...) ordunun devreye sokulması yoluyla, daha ileriki bir aşamada ordunun aracılık edeceği açık faşist bir rejime geçiş sağlamaktan başka bir anlama gelmez."" ""...Bu gelişmelerin en son geldiği yer sivil sıkıyönetim uygulamalarıdır. Bugün (bir yanda) polis tarafından her türlü işkence uygulamaları faşist katliamları takviye edecek şekilde sürdürülürken, sözde anarşiyi önleme uğruna giderek artan biçimde ordu devreye sokulmaktadır. Bu gelişmelerin Latin Amerika ülkelerinde sıkça rastlanan türden sol görünümlü bir hükümet aracılığıyla yürütülen baskıcı bir yönetim doğrultusundaki bir gelişme sayılması gerektiği söylenebilir ki, bu tür yönetimleri çoğunlukla açık faşist bir yönetimin izlemesi kaçınılmaz bir şeydir."" 12 Eylül darbesi sonrası Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri'nce açılan siyasi davalarda onbinlerce insan yargılandı. Hukukdışı olduğu iddia edilen bu mahkemelerde birçok idam ve müebbed hapis cezası verildi. Türkiye'nin birçok ilinde ve bazı ilçesinde Devrimci Yol davaları açıldı. Karadeniz, Akdeniz, Ege, İç Anadolu ve Marmara'da yoğun yargılanmalar yaşandı. Askeri mahkemelerce kimi dosyalar birleştirildiği için net bir sayı ortaya koymak zordur. Türkiye'nin tamamında 40 civarında Devrimci Yol davasının açıldığı söylenebilir. Ankara Merkez Devrimci Yol davasının sanık sayısı 1.000 civarındaydı. Sanık sayısı Artvin'de 898 ve Fatsa'da 900'
dü. Bu rakamlar Devrimci Yol'un darbe öncesindeki kitleselliği hakkında fikir verebilir. 36 davada 251'i kadın olmak üzere toplam 4.403 sanık yargılandı. Bu rakamlar, Devrimci Yol davalarında yargılanan insanların genellikle genç yaşta -25 yaş ve altı- olduğunu gösterse de, 30 yaş ve üstü yaşlar da kayda değer bir rakamdadır. Memurlar grubu mühendis, teknisyen, subay, polis, hemşire, muhtarlardan; üst meslek grubu müteahhit, tüccar, serbest muhasebeci vb. mesleklerden; alt meslek grubu pazarcı, seyyar satıcı, garson, komi, boyacı, şoför, muavin vb mesleklerden; belirlenemeyenlerin bir bölümünü 15 yaşın altındaki çocuklardan oluşmaktadır. Bu sayılar, Devrimci Yol hareketinin gençlik hareketi olmaktan öteye gitmeye çalıştığının bir göstergesi sayılabilir. Devrimci Yol sanıklarının yarıya yakın kısmı ilk yılda yakalanıyor. 12 Eylül ile başlayan operasyonlarda 1980 yılının son dört ayında toplam 1.111 kişi yakalanıyor. Devrimci Yol Merkez Komitesi üyeliği ile yargılanan kişilerin de bu ilk aylarda yakalanması çöküşü hızlandırıyor. 1985'ten itibaren, Devrimci Yol'u canlandırmak ve büyütmek için yürütülen çalışmalar 1988 sonrasında üniversite gençliği, işçiler ve kamu çalışanları içinde gelişen muhalefet hareketleri içinde gelişme alanı buldu. Bu dönemde, söz konusu toplumsal muhalefet hareketleri içerisinde etkili olan Devrimci Yol kökenli kadrolar, devrimciler ismiyle merkezi bir yapısı olmaksızın çalışmalar yürüttü. H2g2 h2g2, internet üzerinden katılımı sağlanan hayat, evren ve her şey hakkında kılavuz bir yapıdır. Genelde içeriği ansiklopediktir, ancak kişisel içerikli bilgiler de uygun biçimde girilebilir, o yüzden katılımcı sözlük kategorisindedir. Site BBC tarafından sağlanmaktadır, fakat kullanıcılar dünyanın dört bir köşesinden gelebilir. Site adını Otostopçunun Galaksi Rehberi ("İngilizce:the Hitchhiker's Guide to the Galaxy") adlı Douglas Adams eserinden alır. Bu eser ayrıca televizyona, sinemaya ve en sonunda İnternet'e de uyarlanmıştır. Ayrıca yine bu roman (internet sitesi değil) Türkiye`de Ekşi Sözlük oluşumunun esin kaynağıdır. Kullanıcı dostu olan bu site sürekli gönüllüler tarafından hazırlanan grafiklerle desteklenmektedir. Yeni üyeler ACE olarak bilinen komünite gönüllüleri tarafından karşılanır. "Entry" denen "girdi"ler genellikle mizahi bir üsluba sahip olup, uygun ve doğru biçimde yazılmış olmaları gerekir. Her girdi hakkında ayrı bir sayfada tartışma açılabilir. h2g2, Nisan 1999`da Otostopçunun Galaksi Rehberi'nin "dünya baskısı" olabileceği düşünülerek yazarı Douglas Adams ve arkadaşları tarafından ortaya çıkarıldı. Bütün dünya insanlarına uygun olarak, herhangi bir dilde isim vermektense kısa, kullanışlı "h2g2" düşünüldü. 2000`nin sonlarına doğru h2g2'yi sağlayan Douglas Adams'ın da ortakları arasında olduğu şirket maddi sorunlar yaşadığından site el değiştirerek BBC'nin oldu ve bbc.co.uk alanına geçti. Amazon (şirket) Amazon.com (kısaca Amazon), Amerika Birleşik Devletleri merkezli bir e-ticaret ve bulut bilişim şirketidir. Jeff Bezos tarafından 5 Temmuz 1994'te Amerika Birleşik Devletleri'nin Seattle şehrinde kurulmuştur. Gerek toplam satış hacmi gerekse piyasa değeri açısından dünyanın en büyük alışveriş sitesidir. Adını dünyanın en büyük nehri olan Amazon Nehri'nden alır. Amazon.com, işe önce kitap satarak başlayan bir elektronik ticaret öncüsüdür. Bugün Amazon'da, DVD, müzik CDsi, bilgisayar yazılımı, bilgisayar oyunu, elektronik eşya, aksesuar, mobilya gibi farkı türden mallar satılmaktadır. Şirket ayrıca kendi tüketici elektroniği ürünlerini (Kindle e-kitap okuyucular, Fire tabletler, Fire TV ve Echo) üretmektedir. Amazon aynı zamanda dünyanın en büyük bulut altyapı hizmetleri (IaaS) sağlayıcısıdır. Şirket arıca AmazonBasics markasıyla USB kablosu gibi basit ürünler satmaktadır. Amazon'un Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve İrlanda, Fransa, Kanada, Almanya, İtayla, İspanya, Hollanda, Avustrayla, Brezilya, Japonya, Çin, Hindistan ve Meksika için ayrı alışveriş siteleri vardır. Almanya sitesinde Türkçe dil seçeneği sunulmaktadır. Amazon'un Türkiye sitesi bulunmamakla birlikte çeşitli Amazon siteleri uluslararası gönderim kapsamında Türkiye'ye gönderim yapmaktadır. Amazon'un son yıllarda yaptığı en büyük atılım, elektronik kitap okuyucusu Kindle'ı piyasaya sürmek olmuştur. Şu anda Kindle 3 adıyla satılmakta olan cihaz, Amazon'un en çok satılan ürünü haline gelmiştir. Ayrıca, Amazon internet sitesinde Kindle üzerinden okunabilecek oldukça geniş bir elektronik kitap arşivi bulunmaktadır. Halihazırda, Kindle ürünleri ve elektronik kitapların satışı Türkiye'de yapılmamaktadır. Dünyanın en yaygın alışveriş sitelerinden olan Amazon.com’un logosunda yer alan sarı ok sadece bir gülen surat değil, aynı zamanda amazon.com adresinde a’dan z’ye her şeyi bulabileceğinizi söyleyen gizli bir semboldür. Amazon.com, Alexa.com, Goodreads, a9.com, 43things.com, Audible.com, IMDb ve Twitch.tv gibi büyük İnternet şirketlerinin de sahibidir. Rafizilik Râfızîlik ya da Râfızîler; Şiîliğin İmâmiye-i İsnâ‘aşer’îyye, Şîʿa-i Bâtın’îyye ve Ghulat-i Şîʿa mezhepleriyle birlikte Hâricîler'in tümünü tanımlamakta kullanılan bir tâbirdir. Lügâtte; Râfızî kelimesi "terk eden, ayrılan, bırakan kimse" manalarına gelir. İslâm'da ilk ayrışmayı başlatan fırka Haricîler olmuştu. Hâricîler'in karşısında yer alan Ali taraftarı fırkalar ise ""Ali yandaşları"" mânâsında kendilerini ""Şîʿa"" olarak tanımlanmaktaydılar. O devirde henüz günümüzdeki anlamıyla bir Şiî ve Sünnî ayrışması mevzû-u bahis olmadığından, ""Şîʿa"" kelimesi, Hâricî olmayan Ali yandaşı bütün fırkalar için kullanılmaktaydı. Daha sonraları Ali el-Mûrtezâ'ya ulûhiyet isnâdında bulunan ""Sebe’îyye"" ve benzeri ""Ghulat-i Şîʿa"" fırkaların ortaya çıkması neticesinde, bir grup ta kendilerinin bu ulûhiyyet isnâdında bulunan ""Ghulat-i Şîʿa fırkaları"" ile bir alâkaları bulunmadığını belirtmek üzere ""Şîʿa"" kelimesini ayrı kullanmaktan vazgeçerek kendilerini ""Şîʿa-i Muhlisîn"" olarak tanımladılar. Bu gruba dâhil olanlar arasında Zeyd bin Ali'nin hakikî tâkipçileri de yer almaktaydı. Zaman içerisinde Ghulat-i Şîʿa mezheplerin artması, Ehl-i Beyt mensûplarına ulûhiyyet isnâdında bulunan fırkaların çoğalması, Hattâb’îyyet-ûl Mutlâka ve Şîʿa-i Bâtın’îyye gibi ""Şîʿa"" kelimesini gerçek anlamından farklı istikâmetlerde kullanan mezheplerin sayısındaki artış gibi nedenlerden dolayı da Halife Ali'nin sâmimi tâkipçilerinden oluşan "Muhlis fırkalar"," bu "ghulat fırkalar" ile uzaktan yakından hiçbir ilişkilerinin bulunmadığını açıkça belirtmek üzere kendilerini evvelâ "Şîʿa-i Ulâ" sonra da Ehl-i Sünnet v’el-Cemâ'at olarak tanımlamakta karar kıldılar. ""Râfızîler"," tarihte her zaman, dördüncü halife Ali ve Peygamber'in amcası Abbas'ın torunlarının birinin etrafında toplanıp çeşitli fırkalara ayrıldılar. İmam Zeynel Abidin vefat edince, birçoğu imamın oğlu Zeyd'in etrafında toplandı. Emevî Devleti'nin Irak valisi olan Sakifli Yusuf oğlu el-Haccac ile harp etmeye giderken bir kısmı Zeyd'den ayrıldı. Ayrılanlar, Zeyd'e: demişlerdi. Bunun üzerine Zeyd; dedi. Bunun üzerine Zeyd'i terk etmek için bahane bulmuş oldular. Zeyd bin Ali bunlara ""Rafaztumunî!" (Beni terk edin!)" dedi. Onlar da bu lâf üzerine onu terk ettiler, ve böylece terk edenler anlamında ""Râfızîler"" olarak anıldılar. Râfızîler'in çoğunluğunu, Peygamber'den sonra hilâfetin Ali ve soyundan gelen imâmların hakkı olduğununu savunan gruplar teşkil etmektedir. Zamanla tarihte "Râfızî" kelimesi Sünniler tarafından tüm Şii ve Haricî grupları tanımlamakta kullanılan ortak bir tabir haline gelmiştir. Yavuz Cezar Prof. Dr. Yavuz Cezar, (d. 25 Haziran 1946) Türk ekonomist. Üsküdar Paşakapısı İlkokulu'nu bitirdi. Orta ve lise öğrenimini Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi'nde tamamladı. Ayrıca, AFS bursu alarak bir yıl süreyle Amerika Birleşik Devletleri'nde kaldı ve Wasatch High School'dan da diploma aldı. 1970 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ni bitirdi. Askerlik görevini yedek subay olarak yaptıktan sonra 1973 yılında İktisat Fakültesi'nin İktisat Tarihi Kürsüsü'ne asistan olarak girdi. Aynı fakültede doktorasını tamamlayan Cezar, 1985 yılında doçentliğe, 1991 yılında da profesörlüğe yükseldi. İktisat Fakültesi'ndeki görevi sırasında lisans, yüksek lisans ve doktora programlarında kendi alanında çeşitli dersler veren Cezar, 1993 yılında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne geçiş yaparak bu fakültede iktisat tarihi derslerinin yanı sıra siyasi tarih derslerini de üstlendi. 2001 yılında İstanbul Üniversitesi'nden ayrılarak Yıldız Teknik Üniversitesi'ne geçiş yapan Cezar halen bu üniversitenin İktisat Bölümü'nde İktisat Tarihi Anabilim dalı başkanı olarak görev yapmaktadır. Bir iktisat tarihçisi olarak derslerinde Türkiye'nin yanı sıra Avrupa'yı da işleyen Cezar'ın kendi araştırmaları ise özellikle Osmanlı ekonomi ve maliyesi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu amaçla Osmanlı arşivinde uzun süre çalışarak belgeler toplamış ve yayınlarında bu belgeleri kullanarak Osmanlı ekonomisinin daha önce pek bilinmeyen noktalarını işlemeye ve aydınlatmaya çaba göstermiştir. Cezar'ın "Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi" başlıklı kitabı 1986 yılında Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülü almıştır. Yavuz Cezar "Dünü ve Bugünüyle Toplum ve Ekonomi" dergisinin de kurucusudur. 1991 yılında yayın hayatına başlayan ve on sayısı yayımlamış olan bu derginin editörlüğünü yapan Cezar'ın böyle bir dergi ile amaçladığı önemli noktalardan biri de sosyal ve beşeri bilimlerin artık multidisipliner bir yaklaşım içinde ele alınması gerektiğini vurgulamaktır. Yavuz Cezar'ın yukarıda anılan kitabının yanı sıra Osmanlı iktisat tarihine ilişkin çok sayıda makalesi ve yurt içinde ve dışında sunulmuş tebliğleri bulunmaktadır. Amazon Nasreddin Hoca Nasreddin Hoca (; d. 1208, Hortu - ö. 1284, Akşehir), Anadolu Selçukluları döneminde Hortu ile Akşehir ve çevresinde yaşayan efsanevi kişi. Çoğunlukla hazırcevap ve mizah anlayışına haiz bir bilge olarak aksettirildiği hikâyele
rle tanınan Nasreddin Hoca'nın gerçekte yaşayıp yaşamadığına, yaşadıysa gerçek kişiliğinin ne olduğuna dair tartışmalar olmakla birlikte gerçek bir tarihî kişilik olduğuna dair bazı belgeler bulunmaktadır. Bu belgelerden edinilen bilgilere göre 1208 yılında Hortu köyünde doğan Nasreddin Hoca burada temel eğitimini aldıktan sonra Sivrihisar'da medresede eğitim görmüş ve babasının ölümü üzerine döndüğü memleketinde köy imamlığı görevini üstlenmiştir. Nasreddin Hoca, bir süre sonra dönemin tasavvufi düşünce merkezlerinden Akşehir'e göç ile Mahmûd-ı Hayrânî'nin dervişi olarak Mevlevîlik, Yesevîlik veya Rufâilik yoluna mensup olmuştur. Akşehir'de mülki görevler üstlenen ve aynı zamanda Akşehir çevresindeki yörelerde de kısa süreli bulunduğu düşülen Nasreddin Hoca 1284'te yine Akşehir'de ölerek günümüzdeki Nasreddin Hoca Türbesi'ne gömülmüştür. Nasreddin Hoca'nın adına anlatılar hikâyeler etrafında gelişen efsanevi kişiliği ölümüyle aynı yüzyıl içerisinde ortaya çıkmış olup Nasreddin Hoca adına addedilen yazılı anlatılar yüzyıllar içerisinde onlarla ifade edilen sayılardan binlere kadar çıkmıştır. Çoğunlukla hazırcevap bir bilgin olarak aksettirildiği hikâyelerin yanı sıra Nasreddin Hoca'nın mânâsız sözler söyleyen akıldan noksan birisi olarak sunulduğu farkı kişilik özellikleri barındıran hikâyeler de bulunmaktadır. Ermiş bir bilginden saçma sözler sarf eden bir deliye kadar birçok farklı kişilik özelliği bulunduran bu hikâye çeşitlenmesinin anonim anlatıların da zamanla Nasreddin Hoca adına bağlanmış olabileceği ihtimali ile açıklanmaktadır. Günümüzde bibliyografik bir değeri bulunan Nasreddin Hoca yazılı kültürünün bilinen en eski anlatısına 1480 yılında telif edilen "Saltuknâme"de rastlanmakla birlikte "Povest o Hoce Nasreddine" serisi 1,5 milyon ile şimdiye dek en fazla satışı yapılan Nasreddin Hoca derlemesidir. Bu eserlerden derlenen fıkralar, içerdiği mesajlar, özellikleri ve mitolojik unsurlar gibi farklı bağlamlarda incelenmiş olup birçok ülkede eğitim-öğretimde de kullanılmaktadır. Yeni doğan bebeğin bebek bağının türbesine gömülmesi, yeni evlilerin ilk olarak türbesini ziyaret etmesi gibi halk inanışlarında yer edinen Nasreddin Hoca'ya dair hikâyeler Türk halklarının yanı sıra Araplar, Bulgarlar, Çinliler, Farslar, Macarlar, Ruslar gibi farklı toplumlarda da yer edinmiş olup Naara Suoks, Jiyrenşe Şeşen gibi yerel kahramanlarının anlatıları ile iç içe geçmiş hâldedir. Geniş bir coğrafi alana yayılımına bağlı olarak sanat ve popüler kültür alanlarında Nasreddin Hoca'ya dair çokça eser verilmiştir. Bunların arasında 1775-1782 yılları arasında yazılan "Nasreddin Hoca'nın Mansıbı" bilinen ilk oyun, 1939'da gösterime giren "Nastradin Hoca i Hitar Petar" bilinen ilk filmdir. Ayrıca 1996 yılı UNESCO tarafından tüm dünyada Nasreddin Hoca Yılı olarak kutlanmış olup günümüzde Nasreddin Hoca adına şenlikler, yarışmalar ve bilimsel toplantılar düzenlenmektedir. Nasreddin Hoca'nın gerçekten yaşayıp yaşamadığı konusu halkbilimciler tarafından ele alınmakta ve farklı görüşler ortaya konulmaktadır. Alman oryantalistler Albert Wesselski ve Martin Hartmann gerçekte Nasreddin Hoca diye birinin yaşamadığını öne sürmüşlerdir. Fransız oryantalist René Basset, 10. yüzyılda ünü Arap dünyasında yayılmış olan Arap güldürü tiplemesi Cuhâ'nın zamanla Türkler arasında Hoca'ya dönüştüğünü öne sürmüş, Yugoslav Türkolog Fehim Bajraktarević de Basset'nin bu fikrini desteklemiştir. Azeri halkbilimci Hanefi Zeynallı da Nasreddin Hoca'nın tarihî bir kişilik olarak ele alınmasına şüpheyle yaklaşırken Tehmasib Ferzeliyev; Nasreddin Hoca'nın gerçek kişiliğinin önemsiz olduğunu, bir tipleme olarak içerisinde bulunduğu her kültürün ortak kahramanı olduğu görüşünü savunmuştur. Bazı araştırmacılar Nasreddin Hoca'yı folklorik bir hayal ürünü olarak ele alıp tarihî kişiliklerle bağdaştırma yoluna başvurmuşlardır. Bu yaklaşımlardan birini geliştiren İsmail Hami Danişmend, Nasreddin Hoca'nın Yavlak Arslan oğlu, II. Gıyaseddin Mesud döneminde yaşayan ve 1300 yılında Kastamonu'da öldürülen müstevfî Nasîrüddin Mahmud olduğunu öne sürmüştür. Danişmend, bu iddiasını Fransa'da keşfettiği Farsça bir selçuknâmeye dayandırarak ortaya atmış; ancak görüş sağlam dayanakları olmaması gerekçesiyle bilim dünyasında kabul görmemiştir. Naci Kum da bu konuya eğildiği bir yazısında Kayseri Arkeoloji Müzesi'nde bulunan ve üzerinde Nasreddin adı ile hoca unvanının bulunduğu bir mezar taşı bulunduğunu öne sürerek Nasreddin Hoca'nın ölümünün 13. yüzyıl başında (kabul edilen 1284 yılından 72 yıl önce) Kayseri'de gerçekleştiğini iddia etmişse de İbrahim Hakkı Konyalı ilgili mezar taşında yaptığı okuma ile taşta Nasreddin Hoca değil Emirüddin Hoca yazdığını tespit etmiştir. Azeri halkbilimciler Memmedhüseyn Tehmasib ve Memmedağa Sultanov da birlikte yazdıkları "Molla Nasreddin Lâtifâlârı" kitabında Nasîrüddin Tûsî'nin Nasreddin Hoca'nın yaşadığı kabul edilen zaman diliminde yaşaması, bazı yazmalarda Nasreddin Hoca'nın Nasîrüddin şeklinde adlandırılması, Nasîrüddin Tûsî'nin bir eserinde fıkralara yer vermesi, Nasreddin Hoca'nın bazı hikâyelerde müneccimleri alaya alması ve bu türden bir davranışın ancak Nasîrüddin Tûsî gibi yıldızlar konusunda ilim sahibi insanlardan beklenebileceği, Nasreddin Hoca'nın Timur'un huzuruna memleketinin temsilcisi olarak çıkması ile Nasîrüddin Tûsî'nin Alamut hükümdarınca Hülagü'nün huzuruna gönderilmesi, Nasîrüddin Tûsî'nin bir adının Hasan olması ve bir fıkrada Nasreddin Hoca'nın da bir adının Hasan olarak geçmesi gibi benzerlikler kurarak hocanın aslen Nasîrüddin Tûsî olduğunu öne sürmektedirler. Ancak Tehmasib, öne sürdükleri bu verilerin sağlam kanıtlar olarak değerlendirilemeyeceğini, vardıkları sonucun yalnızca bir varsayım olduğunu da kabul etmektedir. Ayrıca yine Azeri bir halkbilimci olan Azad Nebiyev de Tehmasib ile Sultanov'un bu iddialarını tenkit etmiştir. Irak Türkmeni araştırmacı İbrahim Dakuki, Nasreddin Hoca'nın İsfahanlı bir Fars olduğunu ve asıl adının Meşhedî olduğunu öne sürmüştür. Özbekistan'da ise Nasreddin Hoca'nın Buhara doğumlu olduğuna ve ağzında dişiyle doğduğuna dair bir inanış mevcuttur. Halk arasında bu şekilde bir inanç olmasına karşın Özbek araştırmacıların çoğu Nasreddin Hoca'nın Özbek olmadığını kabul ederler. Orta Çağ tarihçisi Mikail Bayram da Nasreddin Hoca'nın aslen Ahî Evran, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin "Mesnevî"sinde Cuhâ diye andığı kişinin de aslen Nasreddin Hoca olduğunu iddia etmektedir. Nasreddin Hoca'nın tarihî bir kişilik olduğunu savunanlardan halkbilimci İlhan Başgöz 13. yüzyılda böyle bir kişinin yaşadığına dair hiçbir kuşkunun bulunmadığını belirtmektedir. Yine halkbilimciler Saim Sakaoğlu, Ali Berat Alptekin ve Fatma Ahsen Turan da Nasreddin Hoca'nın 13. yüzyılda yaşadığını belirterek onu Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli ile birlikte Anadolu Türklüğünün tepe noktalarından biri olarak gösterirler. Halkbilimciler Pertev Naili Boratav ile tarihçiler Mehmet Fuad Köprülü ve Tuncer Baykara da Nasreddin Hoca'nın tarihî bir kişilik olduğunu savunanlar arasında yer almaktadır. Nasreddin Hoca'nın doğum yeri konusu üzerine çalışan İbrahim Hakkı Konyalı, "Nasreddin Hoca'nın Şehri Akşehir" adlı kitabında II. Mehmed'in çağdaşı Hızır Çelebi'nin olduğu kabul edilen şecerede Hızır Çelebi'nin Sivrihisar kadısı olan babasının Nasreddin soyundan olmasını hocanın Sivrihisar doğumlu olduğuna kaynak olabilecek bir bilgi olarak ele almıştır. Bu şecere 15. yüzyıl sonlarında yazılan kaynaklarda ortaya çıkmıştır. En eski Nasreddin yazmalarından birinin müellifi olan Lâmiî Çelebi de Hızır Çelebi'nin oğullarından Sinan Paşa için aynı şecereyi vermektedir. Buna göre Sinan Paşa Nasreddin Hoca'nın altıncı göbekten torunudur. Nasreddin Hoca'nın hayatına dair çıkarımlar yapılabilmesini sağlayan önemli verilerden biri Nasreddin Hoca Türbesi'ni ziyaret eden I. Bayezid'in bir sipahisi olan Mehmed'in türbeyi çevreleyen sütunlara tarih atarak kazıdığı altı satırlık yazıdır: Sipahi Mehmed'in not düştüğü 796 yılı hicri takvime göre olup miladi takvimde 1393 ya da 1394 yılına denk gelmektedir ve Nasreddin Hoca'nın yaşadığı tarih aralığının belirlenmesine dair önemli bir belge olarak ele alınır. Nasreddin Hoca Türbesi'nin bir kitabesi bulunmamakla birlikte sonradan dikilen mezar taşında hicri 386 yılı yer almaktadır. Miladi 696 yılına denk gelen bu yılda Oğuzlar henüz Anadolu'ya gelmemiş olduğundan bu yılın hatalı olduğu bilinmektedir. Çeşitli araştırmacılar tarafından yılın Nasreddin Hoca'nın nüktedanlığına uygun biçimde ters yazıldığı ve aslen 683 olduğuna dair görüşler ortaya atılmıştır. Saim Sakaoğlu ve Ali Berat Alptekin ise mezar taşındaki yazının anlam hataları barındırmasına atıfta bulunarak harflerin sağdan sola fakat rakamların soldan sağa yazıldığı Arap alfabesi ile yazılmış olan mezar taşını hazırlayan ustanın bu kuralı bilmemesi ve Nasreddin Hoca'nın ölüm yılını kasten değil bu kuralı bilmemesi üzerine ters yazdığını öne sürmüşlerdir. Halkbilimci Mehmet Önder, mezar taşındaki yazının anlam hataları barındırdığını dile getiren ilk kişi olmakla beraber aşağıdaki şekilde düzenlendiğinde anlamlı hale geldiğini belirtmiştir: Halkbilimciler mezar taşındaki yılın bilerek ya da bilmeyerek ters yazıldığı konusunda hemfikir olup miladi 1284 ya da 1285 yılına denk gelen 683 yılının doğru olduğuna dair ortak kanaattedirler. Bunlarla birlikte 1957'de bulunan, Nasreddin Hoca'nın kızına ait olan ile oğlu Ömer'in olduğu sanılan mezar taşları 2013 yılında tekrar incelemeye alınarak yeni bilgiler elde edilmiştir ve bu bilgiler Mehmet Mahur Tulum tarafından "Sivrihisar'da Nasreddin Hoca ve Ailesine Ait Yeni Bulgular" konu başlıklı konferansta kamuoyu ile paylaşılmıştır. Buna göre Nasreddin Hoca'nın kızının adı olduğu sanılan Fâtıma'nın yanlış olduğu ve gerçek adının Hatun olduğu öne sürülmüş, ayrıca oğlu Ömer'in olduğu sanılan mezar taşının Nasreddin Hoca'ya ait olduğu tespit edilmiştir. Mezar taşlarında yapılan okumalarda Nasreddin Hoca'nın gerçek adının Nasrüddin Nusrat olduğu ve Abdullah olduğu sanılan babasının adının da Şemse
ddin olduğu belirlenerek Sivrihisar doğumlu olduğu da kesinleşmiştir. Nasreddin Hoca'nın babasının ve kızının adına dair öne sürülen bu yeni bilgiler diğer araştırmacılar tarafından teyit edilmemiş olup tartışmaya açıktır. Nasreddin Hoca'nın Akşehir'deki türbesinin ayak ucunda kızı Dürrü Melek'e ait mezar kitabesinin bulunması, 1476 yılına ait ilyazıcı defterinde Nasreddin Hoca Türbesi'ne dair kayıtların bulunması hocanın gerçekten yaşadığına dair diğer deliller olarak kabul edilmektedir. Nasreddin Hoca'nın doğum yeri yakın tarihe kadar net olarak bilinmemekteydi. Başta İbrahim Hakkı Konyalı tarafından olmak üzere Akşehir'e bağlı Sivrice köyünde doğduğuna dair iddialar öne sürülse de Sivrihisar'ın Hortu köyünde doğduğu kabul edilmekteydi. Yapılan son araştırmalarla Nasreddin Hoca'nın Hortu'da doğduğu kesinleşmiştir. Doğum tarihi tam olarak bilinemese de dönemin Sivrihisar Müftüsü Hasan Efendi'nin "Mecmûâ-i Maârif" adlı eserinde yer alan eski sicilden aktarılmış bilgilere göre 1208 yılında Abdullah ve Sıdıka çiftinin oğlu olarak doğmuştur. Nasreddin Hoca temel eğitimini köy imamı olan babasından alarak medrese öğrenimi için Sivrihisar'da bulunmuş, babasının ölümü üzerine Hortu'ya dönerek ondan kalan köy imamlığı görevini üstlenmiştir. Anadolu Selçuklu Devleti'nin siyasi karışıklıklar içerisinde olduğu zaman diliminde yaşayan Nasreddin Hoca'nın döneminde Muhyiddin İbnü'l-Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre gibi isimlerin etkisiyle tasavvufi düşünce ve tarikatların etkinliği artmaya başlamıştır. Bu ortamda "Mecmûâ-i Maârif"e göre 1237 ya da 1238 yılında ardında köy imamlığı yapması için Mehmed adında birisini bırakarak tasavvufi düşüncenin merkezlerinden biri olan Akşehir'e göç eden Nasreddin Hoca, adının geçtiği en eski belge olan "Saltuknâme"ye göre Mahmûd-ı Hayrânî'nin dervişi ve Sarı Saltuk'un pirdaşı olmuş, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile dostluk kurmuştur. "Mecmûâ-i Maârif"te ayrıca Hacı İbrahim Sultan'dan da tasavvufi terbiye aldığı bilgisi yer alsa da ikisinin arasında yüz yıllık fark olmasından dolayı bu bilgi tarihî gerçeklerle uyuşmamaktadır. Buna karşılık Nasreddin Hoca'nın Hacı İbrahim Sultan'dan değil, aynı adlı dedesinden eğitim aldığı ihtimali bulunmaktadır. Nasreddin Hoca'nın, şeyhi Hayrânî dolayısıyla Mevlevîlik, Yesevîlik veya daha zayıf ihtimalle Rufâilik yoluna mensup olduğu düşünülmektedir. Ayrıca Nasreddin Hoca'nın Tabibzâde Mehmed Şükrü'nün silsilenâmesine göre Nakşibendi olduğu belirtilse de bu bilgi de tarihî gerçeklerle uyuşmamaktadır. Nasreddin Hoca, aldığı eğitimle beraber Akşehir'de mülki görevler edinerek kadılık ya da kadı naipliği yapmış muhtemelen Kayseri, Ankara, Afyonkarahisar, Kütahya, Bilecik gibi çevre yerleşim yerlerinde de bulunmuştur. 1284 yılında hayatının büyük bölümünü geçirdiği Akşehir'de ölmüştür. En eskisi 16. yüzyıla tarihlenen anonim "Lâtâ'if-i Hâce Nasreddin" derlemelerinde Nasreddin Hoca kimi zaman Timur kimi zaman I. Alâeddin Keykubad ile çağdaş gösterilmektedir. Evliya Çelebi ise "Seyahatnâme"sinin ikinci cildinde Akşehir'den söz ederken Nasreddin Hoca'dan da söz açarak I. Murad ve I. Bayezid dönemlerinde yaşadığını belirtmiştir. Bu farklı anlatılara karşın günümüzde Nasreddin Hoca ve yakınlarına dair belgeler ışığında Nasreddin Hoca'nın 13. yüzyılda yaşadığı ve Timur, I. Murad ya da I. Bayezid ile çağdaş olamayacağı konu üzerinde çalışan araştırmacıların büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmektedir. Buna karşılık Timur ile çağdaş gösterildiği anlatılardaki Timur figürünün aslen Akşehir'de sekiz yıl ordugâh kuran Moğol şehzadesi Keygatu olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır. Fıkralardan türeyip Nasreddin Hoca'yı ermiş, bilgin, hazırcevap, deli dolu gösteren ve birçok farklı kişilik özelliği yansıtan çeşitli anlatılar mevcuttur. Fıkralarının sayısının geçmiş yazılı eserlere doğru gidildikçe azalması bir takım anonim fıkraların zamanla Nasreddin Hoca adına bağlanmış olabileceği ihtimalini güçlendirmekte ve efsanevi Nasreddin Hoca kişiliğinin bu şekilde çeşitlendiğini düşündürmektedir. "Saltuknâme"de geçen bir fıkraya göre aynı şeyhin müridi olan Sarı Saltuk, Nasreddin'e Akşehir'de rastlar. Nasreddin, Saltuk'a altın, gümüş tabaklar içinde yiyecek ikram eder. Bu gösteriş karşısında Sarı Saltuk, kendi kendine "Bu adam acaba bu kadar serveti babasından miras mı aldı yoksa kendini mi kazandı?" diye sorar. Misafirinin aklından geçenleri sezen Nasreddin der ki: "Bütün bunlar babamdan kaldı. Benim, bu dünyaya gelirken getirdiğim ve bir gün dünyayı terk ederken de götüreceğim üç nesnedir." Saltuk'un "Bu üç nesne nedir?" sorusuna Nasreddin Hoca'nın cevabı "Bir sikimle iki taşağım." olur. Bu kaba sözler Sarı Saltuk'un garibine gider ama düşüncesini yüksek sesle anlatmaya cesaret edemeyerek kendi kendine "Böyle bilge bir adam manasız şeyler söylemez, her halde sözlerinin gizli bir manası vardır. Acaba ne demek istedi?" diye düşünür. Nasreddin misafirinin aklından geçenleri sezer ve der ki: "Kafanı boş yere yorma, söyleyeyim; bu üç şeyden maksadım: Birincisi iman, ikincisi amel, üçüncüsü de ihlâstır." Bu fıkra Nasreddin Hoca'nın kişiliğinin bir türlü mistik yorumudur ve ölümünden henüz iki yüzyıl sonra kişiliğine aslından tamamen farklı, karşısındakinin düşüncelerini keşfetme gibi nitelikler yakıştırıldığı görülmektedir. Derleme yazmaların çoğunda Nasreddin Hoca'nın ermiş kişiliğine yönelik birçok fıkra bulunmaktadır. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi yazmasındaki bazı fıkraların sonuna eklenen "...işte halk arasında atasözü olmuştur." cümlesi de hocanın halk bilgesi olarak görüldüğünü gösterir. Nasreddin Hoca'nın bu yönde fıkralarından biri şu şekildedir: Hocanın ermişliğine atıf yapan ancak latifeye ve hatta gelenekle bağdaşmaz davranışlarda bulunduğu aşağıdaki örnekteki gibi hikâyelere de rastlanmaktadır: Nasreddin Hoca'nın ermişliğine yönelik fıkralardan biri de ölümünden yıllar sonra cuma namazı için toplanmış cemaati türbesine çağırdığının anlatıldığı hikâyedir. Cemaat namazı bırakıp türbeye gider ancak hocayı orada bulamazlar. Döndüklerinde ise caminin kubbesinin çöktüğünü görürler. Bektaşî fıkraları niteliğine sahip Nasreddin Hoca fıkraları da bulunmaktadır. Hocanın sabah namazını uzatmasının sebebini "Allah'ı borçlu edeyim" diye açıkladığı, tanrı misafiriyim diyerek evine gelen adamı mescide gönderdiği, fındık dağıtırken çocuklara "Allah taksimi mi olsun kul taksimi mi?" diye sorduğu, "Kul taksimi" cevabını aldığında göğe bakarak "Bak, çocuklar bile senin işlerini beğenmiyorlar." diye seslendiği fıkralar Bektaşi edalı fıkralardandır. Bu son fıkra aynı zamanda Bektaşî'nin meyve ikram ettiği kimselere "Allah yapısı mı olsun kul yapısı mı?" diye sorduğu fıkrayla da benzerlik göstermektedir. Nasreddin Hoca, fıkralarında iki farklı anlamda "deli" olarak anılmaktadır. Birinci anlamıyla Nasreddin Hoca, saçma hareketlerde bulunan, manasız sözleriyle saf ve aptal göründüğü halde gerçekte bilge niteliği taşıyan ve garip davranışlarının altında ders alınacak gerçekler bulunan bir kişidir. Ermiş yönleriyle öne çıkan birçok fıkrada da bu yönüyle görünmektedir: İkinci anlamıyla gerçekten akıldan noksan, saçma işler yapan aptal insan profiline dair Karatepeli fıkralarına benzer Nasreddin Hoca fıkraları bulunmaktadır. "Saltuknâme"de yer alan bir fıkra bu minvalde örnek olarak gösterilmektedir: Karatepeli fıkraları mahiyetindeki Nasreddin Hoca fıkralarının ana kişisi eski tarihli anlatılarda Nasreddin Hoca değil "bir Sivrihisarlı" olarak da yer almakta olup bu fıkraların en eskisi 15. yüzyıla kadar inmektedir. Nasreddin Hoca'nın güldürü kişiliği ile Lâmiî Çelebi'nin de aktardığı üzere Sivrihisarlıların tuhaf insanlar olarak nitelenmesinin arasındaki ilişkiye cevap bulmak adına Bodleian Kütüphanesindeki 43 hikâye arasında Sivrihisar'dan söz edilen iki hikâyeyi ve Fransa Millî Kütüphanesindeki iki hikâyeyi karşılaştıran Pertev Naili Boratav, Nasreddin Hoca'nın nüktedan kişiliğinin Sivrihisar halkına aktarıldığı yönüne meyilli olduğu belirtmekle birlikte tersi bir durumun da imkansız olmadığını söylemiştir. Günümüzde Nasreddin Hoca'nın kerametine verilen bir anlam değişmesiyle Sivrihisarlılar da Kayserililer gibi işini bilen, cin fikirli insanlar olarak anılmaktadırlar. Memmedhüseyn Tehmasib, davalının "o kendi kulağını ısırdı" savunması üzerine kadı olan Nasreddin Hoca'nın bunu kendi üzerine denediği anlatıyı şöyle yorumlamaktadır: "Mahkemede kimsenin halledemediği meselelere kesin çözüm bulmak kabiliyetine sahip bir adamın birdenbire kendi kulağını dişleyen ahmak kadıya çevrilmesinde muhakkak bir maksat vardır. Bizce burada ahmak Molla Nasreddin değil, onun tenkit etmek amacı ile kasten rolüne girmiş olduğu kadıdır." Kazak halkbilimci Şakir İbrayev aynı konu ile ilgili görüşünü "Onun kendisini ahmak olarak göstermesini, içinde bulunduğu çaresizlikten kurtulmak için yapılmış ani bir davranış olarak kabul ediyoruz. Çünkü böyle bir durumdan kurtulmanın tek yolu ya ters bir davranışta bulunmak ya da ters bir cevap vermektir." şeklinde özetlerken Eflatun Cem Güney de Nasreddin Hoca'nın Karatepeli mahiyetindeki deli rolünü aldığı fıkraları şöyle değerlendirmektedir: "O, kulun ayıbını yüzüne vurmamak için kendisini safderun bir adam yerine koyuyor. Gülünecekse kendine gülüyor, güldürecekse kendine güldürüyor. Kendine gülmek, kendine güldürmek, yine de gülünç olmamak. Belki de en ince mizah bu." Boratav, Güney'in "Rahmetli ne başkaları gibi vakaların tuhaflığını diline doluyor, ne de ipsiz sapsız sözlerle kaba saba nükteler yapıyor." yargısını hatırlatarak Nasreddin Hoca hakkında çelişkiye düştüğünü belirtmiştir. İsmail Hami Danişmend de bilge ve ilim adamı olarak nitelediği Nasreddin Hoca hakkında "...hocayı eşekli bir budala vaziyetine sokan bizim müelliflerimiz, muharrirlerimizdir." görüşünü öne sürerek gerçek kişiliği ile efsanevi kişiliğinin birbirlerine tezat olduğunu savunmuştur. Ölümünün ardından Türk kültürünün motiflerinden biri haline gelen Nasreddin Hoca, zamanla kendisi etrafında inanışlar meydana gelmiş
tir. Buna göre Nasreddin Hoca'nın ağlayarak değil gülerek doğduğuna inanılmaktadır. Akşehir'de bulunan türbesini ziyaret edenlerin ise gülmekten kendilerini alamayacaklarına, gülmemek için kendini zorlayan kişinin ise başına muhakkak bir şey geleceğine inanılır. Akşehir'de düğün sahibinin Nasreddin Hoca'nın türbesine gidip onu ve mollalarını düğün ziyafetine davet etmesi bir gelenek halini almış olup bu yapılmadığında çiftin geçimsizlikten müzdarip olacağı inancı yörede hakimdir. Yine yeni doğan çocukların göbek bağının türbeye gömüldüğünde çocuğun Nasreddin Hoca gibi zeki, hoşgörülü ve güleryüzlü bir insan olacağı kabul edilmektedir. Akşehir'den ayrılanların Nasreddin Hoca'nın türbesine gidip dua etmesi bir gelenek olup Mustafa Kemal'in de Millî Mücadele yıllarında şehirden ayrılırken türbeyi ziyaret ettiği bilinmektedir. Akşehir'de hocanın türbesinden alınan toprağın kuru ağrı denilen göz hastalığını iyileştirdiğine inanılır ve kuraklık dönemlerinde türbe önünde yağmur duasına çıkılır. Uluslararası Akşehir Nasreddin Hoca Anma ve Mizah Günlerine ilk davet edilen de yine Nasreddin Hoca'dır. Sivrihisar ve Hortu'da hocanın davranışları öğüt, ibret dersi olarak yorumlanmaktadır. Eşeğe ters binmesi "Eşek ne de olsa gideceği yeri bilir, ters biniyorum ki gerimizin güvenliğini gözetleyebileyim.", dört yanı açık türbesinin kapısında kilit bulunması ise "Kilit dost içindir, düşman ne yapsan yine de girmenin bir yolunu bulur." şeklinde yorumlanmaktadır. Nasreddin Hoca'nın türbesi zamanla güvenlik tedbirlerinden yoksun, girmenin kolay olduğu yerler için bir benzetme niteliği kazanmıştır. Buna örnek olarak Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili bir fıkrada Maginot Hattı hocanın türbesine benzetilmiştir. Nasreddin Hoca Anadolu kökenli bir karakter olmasına karşın fıkraları Doğu Türkistan'dan Macaristan'a, Güney Sibirya'dan Kuzey Afrika'ya Türkçe konuşulan ve Osmanlı İmparatorluğu hakimiyeti altında bulunan bölgelerde anlatılarak zaman içerisinde farklı ülkelerde farklı diller konuşan insanlarca da benimsenmiştir. Günümüzde Türklerin siyasi ve kültürel etkisine bağlı olarak Bulgarlar, Çinliler, Ermeniler, Gürcüler, İtalyanlar, Rusların aralarında bulunduğu Türk olmayan toplumlarda da Nasreddin Hoca fıkraları yer almaktadır. Fıkralar düzenlenip yazıldıkları çevrenin ulusal ve bölgesel özellikleri gereğince değişmiş, temalar ve hikâyenin kahramanı yeni biçimler almıştır. Fıkraların yayılmasında başlıca etken yazılı gelenektir. 15. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın ikinci yarısına dek süren yazma geleneği 1850'de yerini matbaada ilk kez basılan Nasreddin Hoca derlemesi ile basma eserlere bırakmış, ilk resimli derleme ise 1864'te İstanbul'da basılmıştır. Taşbasmalar ve matbaa baskıları genellikle İstanbul'da hazırlanıp diğer bölgelere yayılırken yazmaların hazırlanmasında Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer kültür merkezleri de etkin rol oynamıştır. Nasreddin Hoca fıkralarının Sovyetler Birliği ve Çin'deki Türkçe konuşulan bölgelerde yayılmasında ise Kazan'daki basımevlerinde hazırlanan derlemeler öne çıkmıştır. Kahire'deki Bulak Matbaası Nasreddin Hoca fıkralarının Türkçe baskılarının Mısır ve çevresinde yayılmasında önemli rol oynayarak başka bir kültür merkezi olarak öne çıkmıştır. Bu baskılarda Nasreddin Hoca'nın yanında Arap güldürü tiplemesi Cuhâ da işlenmiş ve iki karakter birçok fıkrada kaynaştırılmıştır. Çeşitli Türk topluluklarında Nasreddin Hoca karakteri ve fıkralarına farklı adlar altında rastlanmakta, fıkralar diğer yerel kahramanlarla bağdaşmış halde bulunmaktadır. Bu topluluklardan biri olan Ahıska Türkleri, 1944 ve 1989 sürgünleri nedeniyle yazılı kültürleri oluşmadığından dolayı Irak Türkmenleri ve Karakalpaklar ile birlikte Nasreddin Hoca fıkralarını sözlü edebiyatlarında yaşatmaktadırlar. Ahıska Türkleri arasında anlatılan fıkralar Anadolu'daki fıkralar ile benzerlik göstermekle birlikte kendi kültürlerine has çeşitlemeleri de bulunmaktadır. Irak Türkmenleri arasında daha çok hocanın karısı, oğlu ile eşeği etrafında çeşitlenen fıkralara rastlanılmakta ve en çok "" ile "" fıkraları anlatılmaktadır. Karakalpaklarca bilinen Nasreddin Hoca misafirperver, hazırcevap, pratik çözümler üreten bir tipleme olarak işlenmekte ve halkbilimci Gökhan Tarıman Cenikoğlu'nun tespitine göre 31 fıkrası anlatılmaktadır. Yazılı edebiyat kültürüne sahip Azeriler arasında Nasreddin Hoca fıkraları çok uzun yıllardır bilinmekte, anlatılmakta ve 19. yüzyıldan itibaren derlenmektedir. Fıkralar üzerine çalışan ilk Azeri araştırmacılar derlediği 200 fıkradan 64'ünü yayınlayabilen A. Zaharov ve 149 fıkra yayınlayan D. A. Yeritsev'dir. Aliabbas Müznib'in 148 fıkra metnine yer verdiği 1909'da Bakü'de basılan "Molla Nasreddin Mezhekeleri" ile 1939'da yayınlanan Memmedhüseyn Tehmasib'in "Molla Nedreddin Letifaları" eserleri de önemli derlemeler arasındadır. Tehmasib'in eseri ülkedeki en geniş derleme olmakla beraber Hanefi Zeynallı'nın Aliabbas Müznib'in eserinin 1927 basımına yazdığı önsöz Azerbaycan'da Nasreddin Hoca fıkralarının bilimsel olarak incelendiği ilk metin olma özelliğini taşımaktadır. Bunlarla beraber 1906 ile 1932 yılları arasında yayınlanan "Molla Nasreddin" dergisi dönemin Azerice olarak yayınlanan en önemli süreli yayını olma özelliğini taşımış, dergi etrafında bir araya gelen yazar ve şairler Molla Nasreddinciler olarak anılmış ve bir ekol oluşturmuşlardır. Molla Nasreddinciler günümüzde klasik Azerbaycan edebiyatını oluşturan grup olarak kabul edilmektedir. Azerbaycan'da anlatılan fıkraların büyük çoğunluğu Anadolu kökenli olmakla beraber buna bağlı olarak Anadolu'da anlatılan Nasreddin Hoca fıkralarının atasözleri ve Karatepeli fıkraları ile karıştırılması, Timur ile Nasreddin Hoca'nın çağdaş gösterilmesi gibi bazı karışıklıklar Azerbaycan'da da mevcuttur. Zaman Karayev'in 1980 yılında yazdığı "Elinca Kalası" adlı romanda da Nasreddin Hoca ile Timur çağdaş gösterilmektedir. Güney Azerbaycan'da yaşayan İran Azerilerindeki Nasreddin Hoca'ya dair fıkralar Azerbaycan'daki fıkralar ile benzerlikler taşımaktadır. Buradaki fıkraları derleyen ilk kişi Mehemmed Ali Ferzane olmakla beraber Azerice kaleme alınan bu derleme siyasi nedenlerden ötürü yayınlanmamış, bölgede anlatılan fıkraların derlenip yayınlandığı en geniş eser 45 fıkra barındıran Ali Kafkasyalı'nın "İran Edebiyatı Antolojisi II" adlı kitabı olmuştur. Günümüzde çoğunlukla Bulgaristan, Moldova, Romanya ve Ukrayna'da yaşayan Gagavuzların Bulgaristan'da yaşayan kısmı Nasreddin Hoca'yı Nasradın adıyla bilmektedir ve bazı Gagavuz köyleri bu adı taşımaktadır. Diğer Gagavuzlar ise Nasktradin ve Nastradin adını kullanmakta, bu ad halk arasında soyad olarak da yaşatılmaktadır. Gagavuzlar arasında Nasreddin Hoca fıkraları günlük hayatta deyim şeklinde kullanılmakta olup aynı zamanda "şakanız cebinizde olsun" atasözünün de çıkış noktasını oluşturmuştur. Gagavuz coğrafyasında Nasreddin Hoca fıkralarının yazıya ilk geçirilişi Dionis Tanasoglu, Lübov Çimpoeş, Stefan Köroğlu, Seva Ekonomov, Valentin Moşkov, Nikolay Baboglu, Petri Çebatar tarafından yapılmıştır. Dionis Tanasoglu hazırladığı "Bucaktan Sesler" adlı eserinde Nasreddin Hoca fıkralarına yer vermiş, Nikolay Baboglu da 1969 yılında basılan "Gagauz Folkloru" kitabında 17 Nasreddin Hoca fıkrası yayınlamıştır. Petri Çebatar ise 1992'te "Bizim Dost Nastradin" adında bir kısmı derleme bir kısmı diğer dillerden Gagavuzcaya çeviri fıkralardan oluşan 60 sayfalık bir eser yayınlamıştır. Siyasi birlik sağlayamayan ve bağlı bulundukları devletlerde azınlık olarak yaşayan Gagavuzların Nasreddin Hoca fıkraları genellikle geçim sıkıntısı, hırsızlık ile hayvancılık ekseni etrafında şekillenmiştir ve Hristiyan olan Gagavuzlar arasındaki Nasreddin Hoca karakteri diğer Türk halklarından farklı bir şekilde Hristiyan'dır. Karaçaylar arasındaki Nasreddin Hoca fıkralarının birçoğu Anadolu'daki fıkralar ile benzerlik taşımaktadır. Fıkralardaki Karaçaylara has yerel ve dinî motifler göz önüne alınarak eski Karaçay anlatılarının zamanla Nasreddin Hoca'ya bağlandığı düşünülmektedir. Karaçaylara ait Nasreddin Hoca fıkraları 1931 yılında araştırmacı Azret Urtenov tarafından derlenerek 400 fıkra içerir halde "Nasra Hocanın Haparları" adı altında yayınlanmıştır. Bu derlemede klasik Nasreddin Hoca fıkralarının yanı sıra bir kısım fıkraların Sovyet propagandası içerecek şekilde değiştirildiği görülmektedir. Kazaklarca halk kahramanı olarak görülen Nasreddin Hoca'ya dair fıkraların Kazak coğrafyasına Türkiye, İran, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan yolunu takip ederek girdiği düşünülmektedir. Burada anlatılan fıkraların bir kısmı diğer coğrafyalardaki fıkralar ile benzerlik gösterirken bir kısmı da Aldar Köse ile Jiyrenşe Şeşen fıkralarına benzerlik göstermekte, aynı fıkraların üç karaktere de mal edildiği görülmekte ve yalnızca Kazakistan'da bilinmektedir. Kazakistan'da ilk Nasreddin Hoca fıkraları derlemesi 1993 yılında Almatı'da K. Serikbayaeva tarafından "Nasreddin Hoja 200 Ezil" adıyla Türkiye'deki çeşitli kaynaklardan yararlanılarak yayınlanmıştır. Bu kitabın ardından da çeşitli eser ve akademik çalışmalar yayınlanmış olup Nasreddin Hoca fıkralarından ilköğretim seviyesinde de faydalanılmaktadır. Nasreddin Hoca, Kırgızlar arasında Apendi olarak bilinmekte ve bu ad fıkra terimi ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Fıkraların Kırgızlar arasında nasıl yayıldığı tespit edilmemekle birlikte Nasreddin Hoca kurnaz, gerçekçi, adaletli ve saf bir karakter olarak yansıtılmaktadır. Nasreddin Hoca hakkında Kırgızistan'da basılan en önemli eser Moskova'da Rusça basılan "Dvadtsat Tri Nasreddina"nın Beksultan Cakiyev tarafından Kırgızcaya çevirisinden teşkil olan 1985 Bişkek basımı "Apendinin Çoruktarınan 502 Tamaşa"dır. Ayrıca Kasımbek Eşmambetov tarafından 1957'de yazılan "Kırgız El Çomoktoru" kitabında da masal formatında 15 Nasreddin Hoca fıkrası bulunmaktadır. Bunların haricinde Cusup Balasagun Kırgız Millî Üniversitesi'nin yazma arşivinde Nasreddin Hoca hakkında çokça eser bulunmaktadır. Günümüzde Kırgızlar arasında iki binden fazla Nasreddin Ho
ca fıkrası sözlü olarak yaşatılmaktadır. Kırım Tatarları arasında da Nasreddin Hoca kültürü yer almakta olup bunun yanı sıra kendi güldürü tiplemeleri olan Ahmet Akay'a ait fıkraların birçoğunun kaynağı da Nasreddin Hoca fıkralarıdır. Kırım'da Nasreddin Hoca'ya dair yayınlanan ilk derleme olan 1937 yılına ait "Anekdotı o Hoce Nasreddinne i Ahmet Akay"da da bu görülmektedir. Kumuklarda Nasreddin Hoca, fıkralarının yanı sıra "Molla Nasreddin'in eşeği gibi", "Molla Nasreddin'in sürgüsü gibi" deyimlerde de yer almakta; Nasreddin Hoca'nın Muhammed'den sonra dünyanın gülmeyi unuttuğu için dünyaya gönderildiğine inanılmaktadır. 19. ve 20. yüzyıllarda Anadolu'da basılan Nasreddin Hoca eserlerinin Dağıstan'a taşınmasıyla fıkralar Kumuklar arasında yayılmış, bu coğrafyada ilk eserler ise 1914 yılında "Lâtâifû Molla Nasruddin Havâca" adlı kitabıyla Hacı Akayım ve 1929 yılında "Molla Nasreddin'in Haharları" adlı kitabıyla Nuhay Batırmurzayev tarafından verilmiştir. Ayav Akavov'un "Hitler'in Sorularına Nasreddin Hoca'nın Cevapları" kitabı Nasreddin Hoca'yı çağdaş bir tipleme olarak ele alması, Yusuf Gereyev'in "Molla Nasreddinni Yoldaşı" kitabı ise Nasreddin Hoca'yı ateist, gelenek ve göreneklere karşı bir şekilde ele alması yönleriyle geleneksel bakış açısının dışında kitaplardır. Kitapların haricinde Nasreddin Hoca adına birçok şiir yazılmış, 1995 yılının sonlarında "Hoca Nasreddin" adında bir dergi yayınlanmış ve 1938 yılında Muhammed Kurbanov tarafından bir oyun yazılmıştır. Nasreddin Hoca, Özbeklerin yaşadığı coğrafyaya 19. yüzyılın ikinci yarısında girmiştir. Günümüzde Özbekistan'da Nasreddin Hoca'nın genel olarak padişah, din adamları, alimler ile birlikte işlenmiş ve süpermarket alışverişleri gibi konular barındıran çağdaş fıkraları da olmak üzere kendisine bağlanan binlerce fıkrası bulunmaktadır ve buna uygun olarak çeşitli derleme eserler de yayınlamıştır. Abduğafur adında bir hattatça yazılan 1862 yılına ait yazma Özbekistan'daki ilk Nasreddin Hoca fıkra derlemesidir. Ayrıca Şerif Rıza tarafından 1941'de Taşkent'te yayınlanan "Afandi Latifalari", Abdulla Kahhar tarafından 1959'da yayınlanan "Afandi Latifaları", Abdulla Sabir ve Adham Raba tarafından 1960'ta yayınlanan "Nasriddin Afandi Latifalari" derlemeleri Özbekistan'da Nasreddin Hoca hakkında yazılan başlıca kitaplardır. Bunların haricinde 1932-1941 yılları arasında "Dulistan", "Sovet Adabiyatı", "Literaturniy Uzbekistan", "Kolhoznik", "Yangi Fergana", "Yarkın Hayat" ve "Kızıl Özbekistan" gibi dergilerde sıklıkla Nasreddin Hoca fıkraları işlenmiştir. Günümüzde de "Muştum" dergisi fıkralara manzum ve mensur şekillerde yer vermektedir. Ayrıca ülkede Nasreddin Hoca ile ilgili filmler çekilmiş ve tiyatro oyunları yazılmıştır. Bunların haricinde Özbekistan'da da Türkiye'de olduğu gibi Nasreddin Hoca'nın gerçekten yaşayıp yaşamadığına dair bir tartışma olsa da halk arasında Buharalı bir saksıcının oğlu olduğu, tüm hayatını burada geçirdiği inanışı hakimdir ve şehirde bir heykeli bulunmaktadır. Akademik olarak ise Nasreddin Hoca'nın Anadolulu olduğu kabul edilmektedir. Tatarlar arasında da görülen Nasreddin Hoca fıkralarına dair Tataristan'da yayınlanan ilk eserler İstanbul ve Kahire'de basılan eserlerin çevirileridir. Kazan'da basılan ilk çeviri 1845 yılında yayınlanmıştır ve 124 fıkra içermektedir. Ardından ise 1883 yılında yayınlanan ve Çağatayca ile hazırlanan "Letâif-i Hoca Nasreddin Efendi" gelmektedir. II. Dünya Savaşı sırasında askerlerin moralini yükseltmek amacıyla Sovyet hükûmeti tarafından "Hoca Nasretdin Front'ta" adıyla yayınlanan fıkralar halk arasında da ilgi görmüş, daha sonra kitaplaştırılmıştır. Tatarlar arasındaki Nasreddin Hoca'ya dair fıkralarda geleneksel yönler görüldüğü gibi Özbekistan'da olduğu gibi basın toplantısı, uçak gibi modern unsurlar da yer almaktadır. Bunun yanı sıra Nasreddin Hoca'nın bineği Tatar anlatılarında eşek yerine at olarak değişmiş, dinî motifli fıkralar da Sovyetler Birliği döneminde değişikliklere uğramıştır. Ayrıca Tatar güldürü tiplemesi Mokıt ile Nasreddin Hoca fıkraları birbirlerine bağlanmıştır. Türkmenler arasında Nasreddin Hoca fıkralarının hangi yolla yayıldığı belirli olmasa da bezirgânlar aracılığıyla Anadolu'dan Azerbaycan ve İran'a buralardan da Türkmenistan'a taşındığı üzerine durulmaktadır. Türkmenler arasında ince düşünceli, zeki, adil, insancıl, önsezisi olan, hazırcevap bir fıkra tipi olarak bilinen Nasreddin Hoca'nın millî bir halk tiplemesi olmasına karşın aslen Anadolu'da 13.-14. yüzyıllarda yaşadığı çoğu Türkmen akademisyen tarafından kabul edilse de Türkmen halkbilimci Şamuhammet Halmuhammedov'un Nasreddin Hoca'nın doğu halklarının İslâm devletine karşı verdiği özgürlük mücadelesi esnasında ortaya çıktığını savunması gibi farklı görüşler de öne sürülmektedir. Ayrıca Keymir Kör, Ata Köpek Mergeni ve Memmetveli Kemine gibi diğer Türkmen güldürü tiplerinin Nasreddin Hoca'dan türediğine dair görüşler de öne sürülmektedir. Türkmenistan'da konu ile ilgili ilk kitap N. Soyunov tarafından Aşkabat'ta 1937 yılında çıkarılan "Nasreddin Ependi"dir. P. Aliyev'in "Kemine'nin Saylanan Eserleri", Berdi Kerbabayev'in "Şorta Sözler", Aman Kekilov ve Meti Köseyev'in "Yomaklar ve Deyişmeler" eserleri de Nasreddin Hoca fıkraları açısından ülkede basılan önemli eserler arasında yer almaktadır. Bunların haricinde O. Akmamedov'un 1978 yılında Rusça "Dvadtsat Tri Nasreddina" adlı eserden Türkmenceye çevirdiği 1087 fıkra içeren "Yigirmi Üç Ependi" adlı kitabı Nasreddin Ependi fıkralarına dair ülkedeki en geniş külliyatı oluşturmaktadır. Uygurların ikamet ettiği Doğu Türkistan'a Nasreddin Hoca fıkralarının hangi kanallar aracılığıyla ve ne zaman ulaştığı bilinmemektedir. Adaletsizlik, bilgisizlik, yoksulluk, cehalet gibi konuları eleştiren fıkraların yaygın olduğu coğrafyada müstehcen fıkralara rastlanmamaktadır. Abdulkerim Rahman ve Mehemmet Zünun'un 1980'de yayınlanan "Uygur Helk Egiz Edibiyatinin Asaslari" ve Mehemetcan Sadık'ın 1995'te yayınlanan "Uygur Helk Egiz Edebiyati Hakkide" kitapları Doğu Türkistan'da Nasreddin Hoca hakkında basılan en önemli kitaplardır. Diğer Türk topluluklarına nazaran Orta Asya'dan batıya göç hareketleri daha erken tarihlere uzanan ve dinî inançlarında halen Türk mitolojisine dair izlere rastlanan bazı Türk topluluklarında Nasreddin Hoca adına ve fıkralarına rastlanmamakla birlikte o toplumların kendi güldürü tiplemelerinin fıkraları ile Nasreddin Hoca fıkraları arasında anlatı türlerine bağlı olarak benzerlikler tespit edilmektedir. Bununla ilgili olarak Çuvaşlarda Lapşu Stappan, Yakutlarda ise Naara Suoks, Nasreddin Hoca benzeri güldürü tipleri olarak öne çıkmaktadırlar. Bulgaristan'da ders kitaplarına da giren Nasreddin Hoca ile Bulgarların millî güldürü tiplemesi Hitar Petar fıkraları birbirlerine karışmıştır. Bulgarca ilk Nasreddin Hoca kitabı Nayden Yovanoviç tarafından 1853'te Belgrad'da "Povesti Zaborni i Lüpopıyni na Nasradin Hoca i Hasekiy" adıyla yayınlanmıştır. Bulgarlar gibi bir Balkan ulusu olan Makedonlar arasındaki fıkralarında Nasreddin Hoca zeki, kurnaz ve hiciv ustası olarak halkın yanında ve haksız iktidar sahiplerine karşı resmedilmiştir. Makedon güldürü tiplemesi İtar Pejo'ya da esin kaynağı olan Nasreddin Hoca ile bu karakterin fıkraları da Hitar Petar örneğinde olduğu gibi birbirlerine bağlanmıştır. Makedon edebiyatında da yer edinen Nasreddin Hoca, Mustafa Karahasan tarafından "Nasreddin Hoca'nın Hikâyeleri" ve Sevim Piliçkova tarafından "Nasradin Hodza i İtar Pejo" gibi kitaplarda incelenmiştir. Bulgaristan ve Makedonya'nın yanı sıra eski Yugoslavya ulusları Arnavutlar, Hırvatlar, Karadağlılar ve Sırplarda da yer edinen Nasreddin Hoca ile ilgili onlarca çalışma hazırlanmıştır. Bunların arasında 1771 yılında Sırpça-Hırvatça hazırlanan kitap en eski derlemelerden biridir. Balkanlarda Nasreddin Hoca'nın en az bilindiği ülke olan Yunanistan'daysa Türk azınlık arasında "Akın", "Azınlık Postası", "İleri" gibi gazeteler aracılığıyla Nasreddin Hoca fıkraları yaşatılmaktadır. Buna karşın Yunanca ilk Nasreddin Hoca kitabı 1848 yılında İzmir'de basılmış, bunu Atina'da yayınlanan 1884 ve 1904 tarihli iki kitap takip etmiştir. Ayrıca Karamanlıca olarak Atina'da 1908 yılında Yoanis Nikolaidis tarafından "Meshur Nasradin Hoca ve Pelagati Mezhake" adında bir kitap da yayınlanmıştır. Ayrıca Yunan kültür ögelerini barındıran "" gibi bazı Ezop Masalları ile Nasreddin Hoca anlatıları arasında benzerlikler bulunmaktadır. Nasreddin Hoca ve fıkralarının Uygurlar vasıtasıyla tanındığı Çin'de Nasreddin Hoca'ya dair en eski çalışmalardan biri olan "Littérature Chinoise" dergisindeki makalede Nasreddin Hoca Doğu Türkistanlı bir Çinli olarak tanıtılmış ve dokuz fıkrasına yer verilmiştir. Çin gibi bir Uzak Doğu ulusu olan Japonlarda Nasreddin Hoca kültürü bulunmamakla birlikte Nasreddin Hoca üzerine akademik çalışmalara rastlanmaktadır. Buna dair ilk örnek Japon Türkolog Masao Mori'nin 1965 yılında üç bölümden oluşan "Nasreddin Hoca Monogatari: Toruko No Çie Banaski" adı altında yayınladığı kitaptır. Mori, kitabının ilk bölümünde Nasreddin Hoca'nın hayatına, ikinci bölümde ise 465 fıkraya yer vermiştir. Halkbilimci Mitsuko Kojima da 1996'da "Nasreddin Hoca: No Varai Banaşi" adlı bir eser hazırlamıştır. Kojima ayrıca Japon güldürü tiplemesi İkkyu ile Nasreddin Hoca karşılaştırmasına yer verdiği bir de yüksek lisans tezi hazırlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ermenice ve Türkçe olarak İstanbul, İzmir ve Tiflis'te çeşitli Nasreddin Hoca kitapları yayınlayan Ermeniler arasında hem yazılı hem de sözlü olarak bir Nasreddin Hoca geleneği bulunmakta ve Nasreddin Hoca'nın Erivan'da yaşamış bir Ermeni olduğuna inanılmaktadır. Bir diğer Kafkas ulusu Gürcüler arasında anlatılan fıkralar Azericenin kültürel etki sahasında bulunan Gürcistan'a bu yolla girmiştir. Fıkraların kaynaklarıysa ülke dışındaki yayınların Gürcüceye çevirisi ve ülke içerisindeki Türkçe konuşan toplulukların yaptığı derlemelerdir. Gürcistan'daki en eski kaydına 17. yüzyılın sonunda Sulkhan-Saba Orbeliani tarafından