article
stringlengths
7.34k
10k
Sivas Kongresi'nde alınan kararlar, daha önce gerçekleştirilen Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek tüm ulusu kapsar bir nitelik kazandırmış ve yeni bir Türk Devleti'nin kuruluşuna temel olmuştur; bu nedenle Sivas Kongresi'nin Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki önemi büyüktür. Sivas Kongresi'nde, Erzurum Kongresi'nde alınan vatanın bütünlüğü ve bağımsızlığıyla ilgili kararlar aynen kabul edilmiştir. Kongre aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi'nin ilk kurultayı olarak kabul edilmektedir. Kongrede doğu illeri adına delege olarak Erzurum Kongresi'nde seçilen Heyet-i Temsiliye (Temsil Kurulu) üyeleri bulunuyordu. Batı ve Orta Anadolu illerinden gelen diğer temsilcilerin de katılımı sayesinde Sivas Kongresi, ulusal bir kongre niteliği kazanmıştı. Kongreye katılan delege sayısı tartışmalı bir konudur. Ankara gibi bazı illerde vâlilik baskısı ile delege seçimi gerçekleşememiş, bazı illerden seçilen delegelerin ise yola çıkması engellenmiş, bu nedenle kongreye katılamamış veya kongre çalışmaları bittikten sonra Sivas’a gelebilmişlerdi. Sonradan katılanlar'la birlikte delege sayısının 41'i bulduğu söylenebilir (Farklı kaynaklara göre 31,33, 38 katılımcı vardır.) Delegeler kongrenin ilk oturumunda İttihat ve Terakki ile bir bağları olmadığını ispat için bir yemin metni hazırlamış ve bu metni okumuştur. "Makam-ı celil-i hilafet ve saltanata, İslamiyete, devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye ve emelimiz olmadığına binaen kongrenin müzakeresi devamı müddetince ihtirasat-ı şahsiye ve siyasiyeden ve fırkacılık amalinden münezzeh bir azim ve iman ile çalışacağıma namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billah" Aşağıdaki isimler ise Sivas Kongresi'ne delege olarak seçilmişler, ancak kongre çalışmaları sona erdikten sonraki günlerde Sivas'a gelebilmişlerdir. Bursa delegeleri gösterilen askerlikten istifa etmiş Necati (Kurtuluş) ve hukukçu Asaf (Doras)'a kongre tutanaklarında rastlanmadığı halde, bazı eserlerde isimleri geçmektedir. Mustafa Kemal, delegelerin otelde kalmasını yasakladığı için Sivaslıların evinde kaldılar. Şekercizade İsmail Efendi çok sayıda delegeyi evinde uzun süre misafir etti. Kongre Başkanı Mustafa Kemal Paşa, kongrenin yapıldığı lise binasında hazırlanan odada kaldı. Tabiat (dergi) Tabiat; Suphi Ethem Bey'in kurduğu aylık bilim ve felsefe dergisidir. Ragıp Hulusi ve Mustafa Nermi Beyler de "Tabiat" dergisi kadrosunda yer almışlardır. Bilinen tek nüshası Hakkı Tarık Us Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. İlk ve tek sayısı 10 Temmuz 1327 (23 Temmuz 1911) tarihini taşımaktadır. İstanbul'da yayımlanmış küçük boy bir dergi olan "Tabiat" en fazla yedi sayı çıkmış olabilir. Derginin ilk sayısında 2 adet telif 4 adet ise çeviri bulunmaktadır. İlk sayıda bulunan tek fotoğraf ise Haeckel'e aittir. Dergide; doğabilimci Ernst Haeckel'e özel bir önem gösterildiği görülmektedir. Ernst Haeckel'in Hayatın Harikaları (Die Lebenswunder, 1904) adlı yapıtının tefrika edilmesi tasarlanmıştır. Derginin ilk sayısında da ayrıca Haeckel'in Doğal Yaratılış Tarihi (Die Natürliche Schöpfungsgeschichte 1868) adlı eserinin çevirisi yer almaktadır. Derginin önde gelen isimlerinden Ragıp Hulusi Bey tarafından çevirisi yapılan Eugene Robinet tarafından yazılmış olan Auguste Comte'un hayatı bir pozitivistin ağzından anlatılır. Evren Evren ya da kâinat, uzay ve uzayda bulunan tüm madde ve enerji biçimlerini içeren bütünün adıdır. Pozitif bilimler açısından evren, gök cisimlerini barındıran uzay ve uzayda yer alan her şeyin toplamıdır. Enerji dalga veya partikülleri homojen ve dengeli olarak çözüldüğünde 'var oluş' ile 'anti-varoluş' olamayacağı ya da toplam karşıtları 'yok oluşta' ise bir patlama olamayacağından, evren soğuyor mu, ısınıyor mu, evrenin durması sonu mudur, Büyük patlama evrenin merkezi mi, başlangıcı mıdır, güneş evrenin merkezinde midir gibi problemler hareket veya başka deyişle zamanın popüler sorularını teşkil etmiştir. Evrenin oluşumuna dair günümüzde en çok benimsenen teori, Bigbang (Büyük Patlama) teorisidir. Bu teoriye göre evren, sıfır hacimli ve çok yüksek bir enerji potansiyeline sahip, sıkışmış bir noktanın patlamasıyla oluştu. İlk patlamanın nasıl oluştuğu, evren meydana gelmeden önce evrenin yerinde ne olduğu ya da evrenin neyin içinde genişlediği sorularına günümüzde bile tam olarak bilimsel bir cevap bulunamamıştır, bununla birlikte evren öncesi durum, evren dışı varoluş hakkında hipotezler öne sürülmüştür. Büyük Patlama sonucunda uzun bir dönem boyunca birbirlerinden bağımsız hareket ettiler. Sürekli genişleyen evrenin her yerinde geçerli olan fizik kanunlarından kütleçekimi kanunu vasıtasıyla bağımsız gazlar birleşerek galaksileri (gök adaları) oluşturdular. Aynı evrensel fizik kanunu neticesinde gökadalar da birbirlerine yaklaşarak devasa gruplar oluşturdu. Galaksiler içinde yıldızlar ve bazı yıldızların çevresinde sistemler oluştu. İçinde yaşadığımız Güneş Sistemi bunlardan birisidir. Keşfedebildiğimiz evrende 400 milyardan fazla galaksi ve 300 sextillion (3 × 10 yıldız olduğu tahmin edilmektedir. Büyük patlamanın zaman ve mekanın mutlak başlangıç noktası olduğu, bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmiş bir teori değildir. Farklı evren modelleri, kendi üzerine çöken ve yeniden genişleyen evren modelleri de farklı çevrelerde kabul gören evren teorilerindendir. Evrenin büyük oranda "karanlık madde" ve "karanlık enerji"den oluştuğuna inanılmaktadır. Özel görelilik kuramı ve uzay-zaman: Evrenin alan ve bir geçici (zaman) ​​olmak üzere en az üç boyutu vardır. Uzun süre mekansal ve zamansal boyutların doğada farklı ve birbirinden bağımsız olduğu düşünülmüştür, ancak özel görelilik kuramı ile, mekansal ve zamansal ayrımların her bir tanesinin hareketi ile (sınırlar içinde) karşılıklı çevrim'ler (interkonvertible) oluştuğu anlaşılmıştır. Termodinamiğin en basit yasası; Sıfırıncı kanun olarak adlandırılır. Daha basit bir ifadeyle farklı sıcaklıklarda iki cisim ısıl bakımdan temas ederse sıcak olan cisim soğur, soğuk olan cisim ısınır. Sıcaklık, madde içinde atomların titreşmesi ile iletilir. Bu nedenledir ki, ısı akışı sıcak cisimden soğuk cisim'e doğru gerçekleşir. Birinci Kanunu, evrende temel olarak enerjinin yok edilemeyeceğini veya yoktan var olamayacağını söyler. Enerji sadece bir şekilden diğerine dönüşür. Bunun sonucu olarak geçmişteki bir olgunun gelecekte birebir tekrarlanmayacağı düşünülür. Termodinamik'in bilim dallarına da uygulanabilen İkinci Yasasına göre, ısı enerjisi daha soğuk bir kaynaktan, daha sıcak bir kaynağa enerji vermeden transfer olamaz. Başka bir deyişle, bir sistem kendinden daha soğuk sistemle ısıtılamaz. Sistemlerin bu özelliği Termodinamikçiler'in geliştirdiği "ENTROPİ" kavramıyla açıklanır. Isı Devinimi olarak da bilinen Termodinamiğin üçüncü Yasası kısaca: “Eğer mutlak sıfır noktası olan sıfır Kelvin derecesine (yani -273 Santigrat) ye inilirse, bu sıcaklığa inebilen tüm parçacıkların biririne eşit entropileri olur, 0-noktası enerjisi (zero-point energy) olarak tanımlanır. İşte bu nokta entopi'nin minimuma gittiği sıfır entropi noktasıdır. Bu yasa, neden bir maddeyi mutlak sıfıra kadar soğutmanın imkansız olduğunu belirtir (dinamik bir evrende ısı titreşim alışverişi düzensizliği ve pi sabiti.) Sıcaklık mutlak sıfıra yaklaştıkça bütün hareketler sabitleşir. Sayının sıfır değil de bir sabit olmasının sebebi, bütün hareketler durmasına ve buna bağlı olan belirsizliklerin yok olmasına rağmen kristal olmayan maddelerin moleküler dizilimlerinin farklı olmasından belirsizliğin hala mevcut olmasıdır. Üçüncü yasa sayesinde maddelerin mutlak sıfırdaki entropileri referans alınmak üzere kimyasal tepkimelerin incelenmesinde yararlı olan mutlak entropi tanımlanabilir. Moleküler Enerjiler Maddelerin ısınması veya soğuması bir takım zincirleme fiziksel olaydan meydana gelmektedir. Bu olaylar birbirini takip eden zincirleme kazalara benzer. Maddeler soğurken kendinden daha soğuk bir ortamla etkileşime girer. Maddeler ısınırken ise kendinden daha sıcak bir ortamla etkileşime girer. Biz soğumayı ele alalım. Bir maddenin soğuması için kendinden daha soğuk ortamla etkileşir dedik. Bu etkileşim esnasında olan şeyler şunlardan ibarettir: Maddenin tanecikli yapısı, yani moleküler yapıları veya atomik yapıları, soğuk maddeyle çarpışır. Bu çarpışma esnasında daha sıcak olan ve bundan dolayı daha hareketli ve moleküler yapısı daha serbest olan madde, moleküler yapısı daha soğuk olan yani moleküler yapısı daha az serbest olan atoma çarpar ve soğuk maddenin atomunun durgunluğu nedeniyle yavaşlar. Tıpkı koşarken duran bir cisme çarpmak gibi. Diğer soğuk atomu da hızlandırır. Bu olay tüm atomların enerjileri eşitlenene kadar devam eder. Isınma da bu anlatılan olayın tam tersi olur. Isınma da bu sefer soğuk maddeyi sıcak maddenin taneciklerinin hızından dolayı hızlanması yani ısınmasıdır. Sıcak olan ortamın da yavaşlaması yani soğumasıdır. İki anlatılan olay da birbirinin aynısıdır. Bu yüzden donma ve kaynama, buharlaşma ve yoğuşma noktaları birbirine eşittir. Evren'in başlangıcı ve nasıl bir evrende yaşadığımız düşüncesi birçok kişi ve toplumu bu konuda görüş, inanç ve fikir geliştirmeye itmiştir. Evren modelleri tarihsel modeller ve teorik modeller olarak sınıflandırılabilir. Yer merkezli Evren; Eski çağlarda birkaçı dışında bütün astronom ve düşünürler Dünya'nın evrenin merkezi olduğuna, Güneş, Ay ve yıldızların Dünya'nın çevresinde döndüğüne inanırlardı. Bu evren modeline göre, yıldızlar kristal bir kürenin iç yüzüne çakılmış gibi durağandı. Buna karşılık Güneş, Ay ve beş "gezegen yıldız" (Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn) bu durağan yıldızların önünde hareket halindeydi. Bütün gökcisimleri, sanki bir makineyle çalıştırılıyormuşçasına, değişmez bir düzen içinde Dünya'nın çevresinde dolanırdı. Eski astronomlar gezegenlerin bu teorik hareketini, Güneş'in ve yıldızların dünya etrafındaki günlük dolanımını açıklayabilmek için karmaşık evren modelleri geliştirdiler. Bu eski astronomlar içinde etkisi en uzun süreli olan İsk
enderiyeli Batlamyus'tur (Klaudios Ptolemaios). M.S. 2. yüzyılda yaşayan bu ünlü bilgin, bugün Almagest adıyla bilinen büyük yapıtında gök cisimlerinin karmaşık hareketini açıklayan evren kuramını ortaya attı ve Dünya'yı evrenin merkezi olarak kabul eden bu kuram yaklaşık 14 asır boyunca Ortaçağ Avrupası'nda tartışmasız benimsendi. Güneş merkezli Evren; Uzayın uçsuz bucaksız ve karanlık boşluğunda; Güneş'e benzer yıldızlardan oluşmuş bir gökadanın ortasında yüzen günmerkezli Güneş Sistemi düşüncesinin yerleşmeye başlaması ancak 16., 17. ve 18. yüzyıllara rastlar. Mikolaj Kopernik, Galileo Galilei ve Johannes Kepler gibi büyük bilginler, Dünya'nın ve öbür gezegenlerin Güneş'in çevresindeki yörüngelerde dolandığını kanıtladılar. Isaac Newton, bu gezegenleri Güneş'in çevresindeki yörüngelerinde tutan evrensel çekim ( kütleçekim ) kuvvetinin varlığını açıkladı. Samanyolu ve Galaksiler evreni;18. yüzyılın sonlarında William Herschel ve onu izleyenler de bütün Güneş Sistemi'ni içeren Samanyolu Gökadası'nı incelediler; bulutsu (nebula) adı verilen soluk ışıklı gaz ve toz bulutlarını araştırarak bunlardan çoğunun gerçekte Samanyolu'nun ötesindeki başka gökadalar olduğunu saptadılar. Bu modelde evren büyük bir patlama Big bang ile başlayan ve halen genişlemesi sürmekte olan bir evrenden oluşmaktadır. Karanlık enerjinin keşfi ile tek bir büyük patlama teoremi arka plana atılmıştır. Çoklu evren;Multiverse Günümüzde tek bir evren görüşü değişime uğramakta; paralel evrenler, çoklu evrenler (köpük modeli) gibi modeller üzerinde durulmakta ve buna ait yeni kanıtlar ortaya konmaktadır. Kutupsal basınçlar sonucu yoğunlaşmış anti madde ile evren halen genişlemektedir. Gök cisimleri, evrenin genişlemesinde, birbirlerine olan uzaklıkları bakımından iki farklı davranış gösterirler. Şayet birden fazla gök cismi birbirlerinin kütleçekimine kapılırlarsa ya da hepsi birden ortak bir kütleçekiminin kuantumuna kapılırlarsa, bu durumda aralarındaki mesafe birbirleriyle yahut da ortak çekimi altına girdikleri kütleyle birleşene kadar her an azalır. Birinci durumun etkili olmadığı diğer bütün durumlarda gök cisimleri birbirinden sürekli uzaklaşırlar. İki gök cismi arası uzaklık daha önce x ışık yılı ise şu anda x+y ışık yılıdır (y>0). Kozmik fon radyasyonu Mantıken evren çok yoğun ve sıcak büyük patlama neticesinde genişlerken gökadalar birbirinden homojen hızlarda genişlemeliydi. Uzaktaki yıldız gökadaların daha büyük hızlarla birbirinden uzaklaşması homojen genişlemeyi de doğrular. O zaman Özel görelik kuramına göre ışık hızı aşılamayacağına göre en uzaktakiler ışık hızından küçük sonlu bir hızla uzaklaşmalıydı. En uzaktaki gökadadan gelen ışık hem en hızlı uzaklaşan hem de en uzak geçmişten gelen ışıktır. En uzak geçmiş ise evrenin oluştuğu zamanlardan gelen ışıktır. Evren ilk oluştuğunda ışıma serbestçe yayılma fırsatı bulduğunda yani ilk madde öncesi yapıtaşlarının boşluklarından sızabildiği kadarıyla gözlemlenebilmektedir. Uzayda her doğrultuda homojen bir ışıma olmadığı gözlemlenmiştir. Fon ışımasının haritası gözenekli bir yapı sergiler. Evrenin yaşı gibi evren'in sonu, bu "son" un zamanı ve gerçekleşme şekli değişik evren modellerine göre değişen, teorik fiziğin çalışma alanlarındandır. Örneğin çoklu evren modellerinde evren için bir başlangıç ve son öngörülmez, ancak bir evrensel alan bir karadelik veya solucan deliği üzerinden başka bir evrensel alana aktarılır. Bilinen evren için öngörülen son'un zamanı ise evren'in hesaplanan yaşından daha uzun (20 milyar yıl)dur. 1. Açılıp kapanan Büyük Çöküş evren teorisine göre evrenin itme gücü bitince çekme gücü başlayacak ve böylece büzüşecek, gök cisimleri çarpışarak kaynaşacak ve büyük bir patlamayla evren tekrar genişlemeye başlayacaktır. Gold Evreni olarak bilinen bu modelde, evren Büyük Patlama ile başlar sonra yükselen entropi ve zamanın termodinamik oku genişlemeyi işaret eder. Evren, çok düşük yoğunluğa ulaşınca çekilmeye başlar. Böylelikle entropi çok fazla alçalır ve zamanın termodinamik oku bu kez ters istikameti işaret eder ve evren çok düşük entropi çok yüksek yoğunlukta Büyük Çöküş ile sona erer. Büyük Patlama’nın daha önceki Büyük Çöküş’lerden meydana geldiği ihtimalini ortadan kaldırmamasına rağmen, Özellikle evrenin genişlemesinin hızlanması ve karanlık enerjinin keşfi ile eski popülerliğini kaybederek yerini bilimsel çevrelerde 'Heat Death' adı verilen, evrenin en sonunda ısı ölümü ile tamamen son bulabilmesi görüşüne bırakmıştır. 2. Evrenin ısısal ölümü ve Büyük donma teorilerine göre ise sıcak patlama ve kaotik bir karmaşa ile var olan evren zaten soğumaya çalışmaktadır. Evren genişlemeye devam edecek, yeteri kadar büyüyünce yoğunluğu aşırı azalacak ve sıcaklığı gittikçe düşecek, bunun sonunda kutupsal graviteler eşdeğer düzeye inecek ve evren donacaktır. Karanlık enerji; Big Bang'den itibaren 5 milyar yıl geçene kadar evrenin genişleme hızı yavaş yavaş azalıyordu, fakat bilinmeyen ve bu sebeple karanlık olarak nitelenen bir etki (karanlık enerji) nin varlığı hızlanmayı yavaşlatan evrenin kütlesel çekim gücünü yenerek genişlemenin gittikçe hızlanmasına yol açmıştır. Microsoft Excel Microsoft Excel, Microsoft tarafından Microsoft Windows ve Apple Macintosh işletim sistemleri tabanında çalışmak üzere yazılan ve dağıtımı yapılan bir tablolama programıdır ("spreadsheet"). İçinde bulunan detaylı finansal çözümlerin yapılabildiği tablolama, grafik oluşturma başarısı ve uygulamalarda kullanılabilecek Visual Basic makro programlama dili sayesinde kendi türünde şu anda dünyadaki en popüler yazılımdır. Microsoft Excel, Microsoft Office’in bir parçasını oluşturur.Şu anda Windows için 2013 ve Macintosh için 2011 sürümleri mevcuttur. Microsoft Excel bütün temel tablolama işlemlerine sahiptir, numaralandırılmış sıralardan ve harflerle isimlendirilmiş hücrelerden oluşan bir ızgara kullanarak aritmetik işlemler gibi veri manipülasyonları organize eder. İstatistik, mühendislik ve finansal ihtiyaçları karşılayan fonksiyonlara(fonksiyonların piline) sahiptir. Ayrıca, çizgisel grafikleri, histogramları ya da çizelgeleri ve bir de çok kısıtlı olarak 3 boyutlu grafikleri görüntüleyebilir. Verileri farklı açılardan çeşitli bağımlılıklarına göre kısımlara ayırmaya izin verir. Ayrıca kullanıcıya diferansiyel denklemleri çözme ve daha sonra tabloya sonuçları bildirme gibi imkanlar sunan geniş bir sayısal metot temelli programlama yönü de vardır,"Visual Basics for Applications". Son olarak, tabloyu tamamen kullanıcıdan gizleyip kendisini "uygulama" veya "karar destek sistemi"(DSS) gibi göstermesini sağlayan geniş interaktif kullanıcı arayüzleri vardır. Daha ayrıntılı açıklamayla, bir Excel uygulaması güncel bir listeyi kullanarak otomatik olarak dışarıdan bir veritabanını yoklayabilir, sonuçları analiz edebilir, bunlarla bir Power Point slayt şovu hazırlayabilir veya Word raporu yazabilir ve bunları belirli aralıklarla katılımcılara e-posta yolu ile gönderebilir. Microsoft, ilk olarak 1982 yılında 'Multiplan' adlı bir elektronik tablo programını kullanıcılarına sunmuştu. Bu program CP/M sistemi kullanıcıları için çok uygun gibi görülse de MS-DOS sistemi için Lotus 1-2-3 çok daha popüler durumdaydı. Microsoft, 30 Eylül 1985 de Mac kullanıcıları için, Kasım 1987 de ise Windows için ilk Excel sürümünü yayımladı. Lotus için 1-2-3 versiyonlarını geliştirmek Windows için çok zaman alıcıydı bu nedenle Excel 1-2-3 versiyonlarının yayımlanmaya başlandı ve bu da Microsoft PC nin yazılım geliştirici lider pozisyonunu kazanmasına yardımcı oldu. Başka tablo uygulamalarında olduğu gibi, Microsoft Excel hücrelerin belirli gruplarından oluşturulan çizelge, grafik veya histogramları destekler. Oluşturulan grafik bileşeni ya geçerli sayfa içinde mevcut olabilir ya da ayrı bir nesne olarak eklenir. Eğer, içerik değişikliği varsa, hücreleri kullanışlı bir tasarım aracı yapmak için bu görüntüler dinamik olarak güncellenir. Örneğin; önemli tasarım gereksinimleri görsel olarak görüntülenir varsayalım. Sonra, kullanıcının parametreler için deneme değerleri değişimine cevap olarak, eğriler; tasarım değişikliği şeklini ve kavşak vardiya noktalarının en iyi tasarım seçimine yardım etmek için açıklar. Madenli, Divriği Madenli, Sivas ilinin Divriği ilçesine bağlı bir köydür. Eski ismi Hinora olarak bilinmektedir. Osmanlı arşivlerindeki belgelerde ise Hanora olarak geçmektedir. Köyün eski yazıyla herhangi bir yerde yazılı bir ismi olmadığından belgelerdeki Hanora bizim için tek isim olarak kalıyor. Osmanlı arşivleri 2000 yılından itibaren düzenlenmeye ve Türkçeye çevrilmeye başlandığından, çevirisi tamamlanan belge sayısı o kadar fazla değil. Yine de birkaç belgede köyün ismi geçmektedir. Köy, Anadolu’nun diğer köyleri gibi, Osmanlı dönemi boyunca çiftçilik ve hayvancılık dışında herhangi bir geçim kaynağı olmayan bir köydür. Köyün kurulma tarihi hakkında net bir bilgi yoktur. Eskilerin anlatımlarına göre köydeki bir tarlada bulunan taş ilçe yetkililerine teslim edilmiştir. Taş üzerindeki yazıdan Doğu Roma imparatorluğu dönemine kadar uzanan bir geçmişi olduğu bilinmektedir. Sivas iline 219 km, Divriği ilçesine 36 km uzaklıkta olup Erzincan il sınırındadır. 2000 yılı nüfus sayımına (128) göre, Divriği’nin 109 köyü içerisinde 17. sırayı almaktadır. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamaktadır. Köyün hem içme suyu şebekesi hem kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Alem (dergi) Alem, 16 Haziran 1993 tarihinden beri Çukurova Holding tarafından Türkçe olarak çıkarılan, Berna Erten yönetiminde haftalık cemiyet magazin dergisidir. 19 Temmuz 2013 tarihinde TMSF'nin ihaleye çıkarttığı Akşam Gazetesi, Skyturk, Alem FM ve "Alem" dergisini pek çok ihalede beraber hareket eden Cengiz Holding, Limak Holding ve Kolin İnşaat eşit olarak satın aldı. 21 Kasım 2013 tarihinde Çukurova Holdi
ng Yönetimi ve Sancak Grubu arasındaki görüşmeler anlaşmayla sonuçlanmış olup ALEM ve bağlı olduğu Turkmedya, Sancak Grubu'na satılmıştır. T.C. Resmî Gazete T.C. Resmî Gazete, Türkiye'nin 7 Ekim 1920 günü kurulan ve 7 Şubat 1921 tarihinden itibaren çıkmaya başlayan resmî gazetesidir. Amacı hükûmet, meclis, cumhurbaşkanı ve başbakan tarafından çıkan kararname, yasa, yönetmelik, genelge gibi kararları yayınlamaktır. İlk kurulduğu zamanlar "Ceride-i Resmiye" adıyla yayınlanan gazete 10 Eylül 1923 tarihinden itibaren "Resmi Ceride" adıyla yayınlanmaya devam etmiştir. Bu dönemlerde yayın bazı aksamalara maruz kalmıştır. Bakanlar Kurulunun Mayıs 1925 tarih ve 1970 sayılı kararnamesi ile yürürlüğe konulan Resmi Ceridenin Sureti Muntazamada Neşir ve Muamelatının Tarzı İcrası hakkındaki talimatnamenin kabulüyle birlikte sürekli yayına geçmiştir. 17 Aralık 1927 tarihindeki 763. sayıdan itibaren de Türkiye Cumhuriyeti Resmî Gazete adıyla yayın hayatına devam etmektedir. Başbakanlığa bağlı Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan Resmî Gazete, eş zamanlı olarak internet ortamına aktarılmakta olup, Bilgi İşlem Başkanlığı'nın teknik desteği ile Resmî Gazete Bilgi Sistemi'nce yayınlanmaktadır. Resmî Gazete'nin hazırlanışı mevzuat bölümü ve ilân bölümü olmak üzere iki evreden oluşmaktadır. Mevzuat bölümü, "23.5.1928 tarih ve 1322 sayılı "Kanunların ve Nizamnamelerin Sureti Neşir ve İlânı ve Meriyet Tarihi Hakkında Kanun"" uyarınca, Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü'nde hazırlanmaktadır. İlân bölümü, Resmî Gazete'de yayınlanması mecburi olan yargı, ihale ilanları gibi ilanları barındırmaktadır. Basılma işlemi ise basılma emri verildikten sonra Başbakanlık Basımevi Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğü'nce saat 23:00'dan sonra başlamaktadır. Resmî Gazete, yılda 354 gün basılmakta olup mükerrer sayılarla birlikte yaklaşık 410 sayı yayınlanmaktadır. İlk iki tertip numarası Osmanlı döneminde çıkan Takvim-i Vekayi'ye ayrılmıştır (İkinci Meşrutiyet öncesi ve sonrası). Resmî Gazete'nin kurulmasından 27 Mayıs ihtilali'ne kadar geçen zamanda 3. tertip düsturlar (no: 1-10514), ihtilal döneminde 4. tertip düsturlar (no: 10515-10945) toplanmıştır. tarinden beri 5. tertip düsturlar toplanmaktadır. Mastürbasyon Mastürbasyon ya da eski dilde İstimna bil-yed veya onanizm, cinsel organın genelde orgazm oluncaya kadar uyarılmasıdır. Kendi kendine veya başka biri tarafından, elle, ayakla ya da cinsel ilişkiye girmeden vücudun başka kısımları ile veya mastürbasyon aletleri kullanılarak da "mastürbasyon" yapılabilir. Araştırmalara göre her iki cinsiyette de her yaştan insan mastürbasyon yapmaktadır. Mastürbasyon tarih öncesinde birçok sanat dalında tasvir edilmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda bazı Avrupalı ilahiyatçılar ve doktorlar mastürbasyonu üzücü, iğrenç ve acınası olarak nitelendirmiştir. 20. yüzyıl ile birlikte bu tabular yavaş yavaş geride kalmaya başlamıştır. Günümüzde dinler arasında mastürbasyon hakkındaki görüşler farklılık göstermektedir. Mastürbasyon kelimesinin ve kelimelerinin birleşiminden ortaya çıktığına inanılır. Bir diğer etimoloji, Latince "Oxford İngilizce Sözlük" tarafından "eski bir varsayım" olarak nitelendirilmiştir. Yaş farketmeksizin çocuklar ve hayvanlarda da mastürbasyon görülebilmektedir. Aşırıya kaçılmadığı sürece sağlık açısından bir sorun teşkil etmez. Oldukça sık şekilde yapılması halinde ise bağımlılık, koşullanma gibi psikolojik sorunlar görülebilir. Bazı insanların sadece mastürbasyonla orgazm olduğu, cinsel ilişki sırasında boşalamadığı da tespit edilmiştir. Genel olarak "mastürbasyon" zararsızdır. Yeni Binyıl Yeni Binyıl, 2000 yılında Dinç Bilgin tarafından kuruldu. Daha önceden Yeni Yüzyıl gazetesi'nin kapatmasıyla olarak kurmuştur. Kenan Işık, Ömer Lütfi Mete, Okay Gönensin, Bilal Çetin, Ali Bayramoğlu, Haşmet Babaoğlu ve Metin Münir yazarlarına yer almıştır. Aynı yıl Mehmet Emin Karamehmet, Turgay Ciner ve Murat Vargı tarafından satın alındı. Fakat 8 Ocak 2001'de yeterli tiraj olmadığı için kapatmak zorunda kalmıştır. Okay Gönensin, Bilal Çetin, Ali Bayramoğlu, Haşmet Babaoğlu ve Metin Münir adlı yazarlarına Sabah Gazetesi'nde dahil olmuştur. Üretici Fiyat Endeksi Üretici Fiyatı Endeksi ya da kısaltması (ÜFE), Belirli bir referans döneminde ülke ekonomisinde üretimi yapılan ve yurtiçine satışa konu olan ürünlerin, üretici fiyatlarını zaman içinde karşılaştırarak fiyat değişikliklerini ölçen fiyat endeksidir. Aylık ya da yıllık enflasyon rakamının belirlenmesinde kullanılır. TÜİK, 2005 yılından itibaren , üretici enflasyonunu belirlemek için ÜFE'yi kullanmaya başlamıştır. Önceden kullanılan Toptan Eşya Fiyatları Endeksi (TEFE), yurtiçinde üretimi yapılan maddelerin fiyatlarının, kısmen üreticiden kısmen de üretim yapmayan ve toptan satışla uğraşan aracılardan elde edilmesi ile hesaplanan; fiyatlara, tüketiciye yansıyan vergiler ile toptancı marjlarının dahil olduğu, karma bir fiyat endeksiydi. Gerek malların tüketim aşamasındaki fiyat değişimlerini ölçen TÜFE'ye karşılık üretim aşamasındaki fiyat değişimlerini ölçen daha anlamlı bir endeks oluşturmak amacıyla Üretici Fiyatları Endeksi hesaplamasına geçilmiştir. TÜFE ile ÜFE arasındaki temel fark, fiyat derlenen birimlerde ortaya çıkmaktadır. Gayrisafi millî hasıla (GSMH) içinde yer alan iktisadî faaliyet kollarında: Sanayide: ÜFE'de kapsanan beş ana sektör dışında kalan ticaret ve hizmet faaliyetlerinde yer alan sektörler endekste kapsanmamaktadır. Bunlar, inşaat, toptan ve perakende ticaret, otel ve lokantalar, ulaştırma, depolama, haberleşme, malî aracı kuruluşların faaliyetleri, eğitim, sağlık işleri ve sosyal hizmetler gibi sektörlerdir. Üretici Fiyatı Endeksi,aşağıdakilerin de aralarında bulunduğu çeşitli konularda karar alıcılara yardımcı olan önemli bir göstergedir. Kastro "Kastro" ya da "Çamlıköy", Tekirdağ ilinin Saray İlçesine ait, Karadeniz kıyısında çadırlı kamp yeri. Geniş plajı, akarsuyu ve yeşil doğası ile rağbet edilen bir mesire yeridir. Yöredeki 329 hektarlık karaçam ormanı 18 Nisan 1988 tarihinde Doğayı Koruma Alanı (Milli Park) olarak ayrılmıştır. Kastro'daki İşletmeye Ait Ağ sitesi Elf Elf, Cermen mitolojisi′nde ve folklorunda yer alan doğaüstü varlık türüdür. Elfler İskandinav, Anglo Sakson ve Cermen kültür kollarına ayrılan kuzey kültürünün çok popüler bir halk inanışı figürüdür. Elfler kimi zaman iyi yürekli, şefkatli, hastalıkları iyileştiren, bitkilerin ve taşların gizli sırlarını öğreten varlıklarken, kimi zaman zararlı, hilekâr, kötü niyetli ve tehlikeli olabilirler. İnsanları ve hayvanları büyüleyip hastalandırabilirler. Bazı inanışlarda kötü niyetli Elflerden korunmak için pentagram kullanılır. Bazı elfler şaşırtıcı güzelliktedir. Elf kadınları ve elf eşler uzun sarı saçlarını tararken tasvir edilir. Oyun, dans ve şarkı üzerine kurulu neşeli bir hayatları vardır. Bazen sadece vahşi sesleri duyulur, görünmezdirler. İngilizce Elf kelimesi eski İngilizcede aelf, elf, ylve, kardeş dillerden eski İskandinavya dilinde alfr, eski almancada alp (çoğul Alpi, elpi) ve orta çağ almancasında alp (kadınsı tekil elbe, çoğul elbe, Elber) Günümüzde Elfleri konu alan pek çok film vardır.Bunların içerisinde en ünlüleri Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit serileridir. Elfler genellikle insanlara benzerler fakat insanlardan daha uzun,güzel,bilge ve narindirler. Bu narinliğe rağmen hızlı ve güçlüdürler. Melodik bir ses tonuna sahiptirler. Elfler genelde 1200 yıldan fazla yaşarlar. Kederden solmadıkça veya kesilip,yaralanıp,kanları akmadıkça ölmezler. Bu nedenle Elflerin ölümsüz oldukları söylenir. Elfler insanlara oranla daha güzeldirler. Dağlarda veya denizlerde dolaşmaktan pek hoşlanmazlar. Bunun yerine gökyüzünü görerek yaşamak, bir şeyler yetiştirmek, ormanlarında huzurlu bir hayat sürmek elflerin istediği yaşam tarzıdır. Elfler diğer ırklarla ilişki kurmayı pek tercih etmezler. Diğer ırklardan pek arkadaşları olmaz ama diğer ırklardan olan dostlarını kolay kolay unutmazlar. Elfler büyü konusunda hünerli, savaşçılık konusunda çeviklikleri dolayısıyla etkileyicidirler. Genellikle yay ve hançer tercih eden Elf savaşçıları çeviklikleri nedeniyle bu konuda çok iyidirler. Queen Queen, 1970 yılında kurulmuş tüm dünyada albümleri 300 milyondan fazla satmış İngiliz rock grubudur. 1960'ların sonlarında Smile grubunun dağılma sürecine girmesi sonrasında Brian May, Roger Taylor ve Freddie Mercury tarafından Londra'da kurulmuştur. Bir yıl sonra John Deacon'un katılımıyla grup tamamlanmıştır. 70'lerin ilk yıllarında üne kavuşan grup bugün hâlâ geniş bir hayran kitlesine sahiptir. Stadyum rock, hard rock, heavy metal, opera rock ve bunun gibi daha nice müzik türüne büyük katkılarda bulunmuştur. 1999 yılında Channel 4 tarafından düzenlenen "Music of the Millenium" anketinde Queen tüm zamanların en iyi ikinci grubu, rock opera tarzının ilk örneği olarak da gösterilen şarkıları "Bohemian Rhapsody" ise en iyi şarkı seçilmiştir. Queen'in toplamda 18 albümü, 18 single'ı ve 8 DVDsi 1 numaraya yükselmiş ve bu sayede en çok satan gruplar arasındaki yerini almıştır. Queen, Britanya listelerinde en uzun süre yer alan müzik grubu olma özelliğini de taşımaktadır.. Grubun 1981'de yayınlanan ilk derleme albümü olan Greatest Hits, 25 milyondan fazla kopya ile Britanya'da tüm zamanların en çok satan albümü olmuştur.. May ve Taylor ilk olarak Tim Staffell ile birlikte Smile adlı grubu kurdu. Staffell'in oda arkadaşı olan Mercury grubun müziğini yakından takip etmekteydi. Başka gruplarda (1969-Ibex; 1970-Sour Milk Sea) vokalistlik yapan Mercury Smile'ın müziğinin gelişmesi için fikirlerini paylaşmakta ısrarlıydı. Staffell'in gruptan ayrılıp Humpy Bong'a katılmasıyla dağılma sürecine giren grubun devam etmesi için ısrarını sürdüren Mercury, May ve Taylor ikna etti. Bu süreçte grubun adı Queen olarak değiştirildi. Şubat 1971'de Deacon'ın katılmasıyla grup son şeklini aldı. İlk olarak 1973 yılında Keep Yourself Alive adıyla 45'lik çıkarmayı başaran grup bu şarkının rüzgarıyla ilk albüml
eri olan Queen I i aynı yıl piyasaya sürdü.1974 yılında "Seven Seas of Rhye" ile grup ilk kez müzik listelerine girdi. 3. albümleri "Sheer Heart Attack"ten çıkardıkları "Killer Queen" single'ı daha büyük bir başarı yakalayarak 2. sıraya kadar yükseldi. Asıl başarı ise 1975 yılında "A Night at the Opera" albümünden çıkardıkları "Bohemian Rhapsody" ile geldi. Şarkı Britanya listelerinde 9 hafta boyunca bir numarada kaldı ve uluslararası başarıya ulaştı. Bundan sonraki 16 yıl boyunca Queen birçok hit şarkı üretti. 80ler boyunca Kuzey Amerika haricinde grup başarılı kariyerine devam etti. 1987 yılında Mercury'nin AIDS'li olduğu ortaya çıkınca çalışmalarına bir süre ara verdiler. 1989 yılında The Miracle ve 1991 yılında son albümleri Innuendo'yu piyasaya sürdüler. 1991 yılında 24 Kasım da Londra yakınlarındaki evinde Mercury AIDS e bağlı zatürre nedeniyle hayatını kaybetti. 1995 yılında Mercury'nin ölmeden önceki çalışmalarından derlenen "Made in Heaven" albümünün ardından grup sessiz bir döneme girdi. Bu sessizlik 2004 yılında başlayan "Queen+Paul Rodgers turnesine kadar devam etti Queen Flash Gordon (1980; Mike Hodges) ve Highlander (1986; Russell Mulcaky) filmlerinin müziklerine doğrudan katkıda bulunmuştur. Bunun yanı sıra pek çok film müziğinden çeşitle Queen şarkıları kullanılmıştır. Belki de bunlar arasında grup tarihi açısından en önemlisi "Wayne's World" filminde kullanılan "Bohemian Rhapsody"dir. Filmin ardından tekrar yayınlanan single Amerikan Billboard listesinde 2 numaraya kadar yükselmiştir. Fakat Queen gurubunun sinemayla ilk tanışmaları 1975 ve 1976 yılında çıkan iki albümlerine Marx kardeşlerin unutulmaz filmlerinin isimlerini vermesiyle başlar 1935 yapımı "A night at the opera" 1975 Kasımında 4. Queen albümü olarak ve 1937 yapımı "A day at the races" 1976 Aralık'ta 5. Queen albümü olarak yerlerini alır. 2002 yılında İngiliz komedyen ve yazar Ben Elton tarafından May, Taylor ve Robert De Niro'nun katkılarıyla hazırlanan "We Will Rock You" adlı müzikal Londra West End'de bulunan Dominion Theater'da prömiyerini yaptı. Şu ana kadar Madrid, Barcelona, Sydney, Perth, Köln, Kuala Lumpur, Güney Afrika, Las Vegas ve Zürih'de sahnelendi. Londra gösteriminin Ekim 2006'da bitirilmesi planlandıysa de halktan gelen yoğun talep nedeni ile gösterim süresiz olarak uzatıldı. Böylece daha önce Grease'in elinde bulundurduğu Dominion Tiyatro'sunda en uzun süre sahnede kalan müzikal rekorunu da eline geçirmiş oldu. Müzikal gösteriminin Kraliçe 2. Elizabeth'in Altın Jübile kutlamalarıyla çakışması nedeniyle, bu kutlamaların bir parçası olarak Brian May Buckingham Sarayı'nın çatısında "God Save the Queen"in gitar solosonu çaldı. Queen'in logosu Freddie Mercury tarafından ilk albüm piyasaya sürülmeden önce yaratıldı. Logoda tüm üyelerin zodyak simgeleri kullanılmıştır; Deacon ve Taylor'u temsilen iki aslan, May'i temsilen bir yengeç ve Mercury'nin başak burcundan olması nedeniyle 2 adet peri. İki aslan tarafından kucaklanmış olan "Q" harfinin ortasında bir taç ve tüm bunların üzerinde büyük bir anka kuşu bulunmaktadır. Freddie Mercury (1946-1991) piyanist ve solist: Grubun sesi ve yüzü olması onun diğer yeteneklerinin gölgede kalmasına neden olmuştur. Oysaki son derece yetenekli bir piyanisttir. Özel bir tenor sesine sahipti. 1992 yılındaki Barcelona olimpiyatları için Monserrat Caballe ile düet yaptıkları albüm oyunların resmi müziği olmuştur. Ayrıca öğretimini Ealing College'de Grafik sanatları üzerine yapmıştır. Queen'in birçok şarkısı ona aittir. John Deacon (1951) basgitar: Grubun ilk basçılarından memnun kalmaması sonucu yapılan seçmeler ardından gruba 1971 yılında katılmıştır. Aynı zamanda grubun en içine kapanık üyesidir. Queen grubundayken 10 kelime telaffuz ettiği söylenir. Grubun stüdyo albümlerinde tek ana vokal yapmayan ismidir. Sonraki yıllarda Queen'in finansal ve idari konularıyla ilgilendi. Mercury'nin ölümüyle müzik hayatını bıraktı ve Queen+Paul Rodgers turuna katılmadı. Aralarında "You are my Best Friend", "Another One Bites the Dust" ve "I Want to Break Free" nin de bulunduğu birçok şarkının bestesini yaptı. Brian May (1947) gitar ve vokal: Aynı zamanda başarılı bir piyanisttir. Çocukluğunda babası ile birlikte geliştirdiği "Red Special" adlı gitarı hala kullanmaktadır. Zaman zaman özellikle kendi bestelerinin vokallerini de yapmıştır. Aralarında "Tie Your Mother Down", "We Will Rock You" ve "Fat Bottomed Girls"ün de bulunduğu pek çok şarkıyı bestelemiştir.1992'de "Back to the Light" ve 1998'de "Another World" olmak üzere iki solo albüm yapmıştır. Az bilinen yanlarından biriyse Imperial College den mezun bir Astro fizikçi olmasıdır. Roger Taylor (1949) vurmalılar ve vokal: Grubun bateristi olmasının yanı sıra ritim gitar, gitar ve bas da çalmıştır. "Radio Ga Ga", "A Kind of Magic", "These are the Days of Our Lives", "Heaven for Everyone" gibi en önemli besteleri 80li yılların sonunda gelmiştir. Garip Fundy Körfezi Fundy Körfezi (İngilizce: "Bay of Fundy" ; Fransızca: "Baie de Fundy"), Kuzey Amerika'nın Atlantik kıyısında, Maine Koyu'nun kuzeydoğu ucunda, Kanada'nın New Brunswick eyaletiyle Nova Scotia arasında bulunan ve küçük bir bölümü de ABD'nin Maine eyaletine dokunan bir koydur. Fundy Körfezi yüksek gelgit genliğiyle tanınır ve dünyadaki en yüksek gelgit genliği olma konusunda kuzey Quebec'teki Ungava Körfezi () ve Birleşik Krallık'taki Yediz Haliçler'in () önünde ilk sırada yer alır. Denizin altı saatlik yükselişi sırasında kara, 100 milyar ton su ile dolar. (Bu miktar dünyadaki tüm nehirlerin toplam su miktarına yakındır.) Can Dündar Can Dündar (d. 16 Haziran 1961, Ankara), Türk araştırmacı, gazeteci, televizyoncu ve belgesel yapımcısı. Türkiye'nin yakın tarihi, politikası ve popüler kültür konularında hazırladığı belgeselleri ile tanınmış bir belgesel yapımcısıdır. Özellikle Sarı Zeybek (1993) belgeseli ilgi görmüştür. Şubat 2015'te Cumhuriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni olan Dündar'ın, bu gazetede 29 Mayıs 2015 tarihinde kendi imzasıyla yayınlanan MİT Tırlarındaki silah haberi büyük yankı uyandırmış ve gazeteci bu haber nedeniyle tutuklanıp yargılanmıştır. Yargılama sonucunda casusluk ve hükümeti ortadan kaldırma suçlamalarından beraat eden Dündar, devletin gizli belgelerini elde edip yayınlamaktan ceza aldı. Davanın temyiz sürecinde tutuksuzluğu devam eden gazeteci, can güvenliği endişesiyle Almanya'ya gitti. Dündar, Cumhuriyet gazetesi genel yayın yönetmenliğinden ayrılmış; aynı gazetede köşe yazarlığına devam edeceğini açıklamıştır. 31 Ekim 2016 tarihinde hakkında yakalama kararı çıkarılmıştır. Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü tarafından açıklanan 2017 Nobel Barış Ödülü adayları arasında üçüncü sırada yer aldı. Ali Rıza ve Öznur Dündar çiftinin tek çocuğu olarak doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara'da tamamladı. Ankara Atatürk Lisesi'nden mezun olduktan sonra 1982'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. Üniversite yıllarında gazeteciliğe başladı. 1979'dan itibaren sırasıyla "Yankı", "Hürriyet", "Nokta", "Haftaya Bakış", "Söz" ve "Tempo’"da çalıştı. 1986'da Birleşik Krallık'ta London School of Journalism'i bitirdi. Orta Doğu Teknik Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü'nde siyaset bilimi dalında yüksek lisansını aynı senede tamamladı. "“Media and democracy, a comparative case study on the press portrayal of the Belgrane and Kocatepe affairs”" (Medya ve Demokrasi, Belgrano ve Kocatepe Olayları’nın medya tasviri üzerine karşılaştırmalı bir inceleme) başlıklı yüksek lisans tezinde iki ülkede birer savaş gemisinin yanlışlıkla batırılıp devlet sırrı olarak saklanması konusunu inceledi. Televizyona 1988'de TRT'de Seynan Levent ile başladı. 1989-1995 arasında "32. Gün" program ekibinde çalıştı. 1993-1994 yıllarında Show TV'de Mehmet Ali Birand’la birlikte 'Çapraz Ateş’i hazırladı. Özellikle 1993’te Sivas valisi Ahmet Karabilgin, Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu ve yazar Aziz Nesin’in konuk olduğu bölüm gündem yarattı ve üzerinden tartışmalara sebep oldu. Gazetecilik ve belgeselciliğe ağırlık verdiği dönemden sonra 2006'da televizyonculuğa yönelen Dündar, 19 Eylül 2006'da başladığı "Neden?" isimli tartışma programını 9 Haziran 2009 tarihine kadar hazırlayıp sundu. 2009-2010’da NTV kanalında yayımlanan "Canlı Gaste"’yi hazırlayıp sundu ve aynı kanalda 2010-2011’de canlı ana haber bültenini sundu. Mehmet Ali Birand ve Bülent Çaplı ile birlikte "‘Demirkırat’" (1991) ve "‘12 Mart’" (1994) adlı belgesel dizilerini hazırladı. Ayrıca Türkiye’nin güzellik kraliçelerini anlatan "‘Cumhuriyet’in Kraliçeleri’" belgesel dizisini ve Atatürk’ün son 300 günün anlatan Sarı Zeybek belgesellerini hazırladı. 1994-1995 yıllarında Türkiye tarihinin gölgede kalmış kahramanlarının öykülerini anlatan "‘Gölgedekiler’" adlı belgesel serisini hazırladı. Köşe yazarlığı 1994'te "Aktüel’"de başladı; aynı yıl "Yeni Yüzyıl" gazetesinde günlük köşe yazıları yazmaya başladı ve bu gazetede beş yıl çalıştı. Köşe yazarlığı ve belgesel yapımcılığı sürerken ODTÜ’de doktora çalışmalarına da devam eden Dündar, 1996'da "“Terör ve medya: Liberal Teori ışığında, terör olaylarının televizyonda işlenişine eleştirel bir yaklaşım”" başlıklı tezi ile doktorasını tamamladı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ile ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü Kültürlerarası Çalışmalar programında yüksek lisans dersi verdi. 1996 ve 1997 yılında Show Tv için hazırladığı 10 bölümlük "‘Aynalar’" belgesel ile politik ve tarihî konuların dışına çıktı; popüler kültür alanında çalışmalara yöneldi. 1996-1998 yıllarında 40 Dakika isimli belgesel-haber programını hazırlayıp sundu. Özellikle 7 Ocak 1997’de yayınlanan programda Susurluk kazasından yola çıkarak yapılan araştırmalarla ilgili iddialar uzun süre gündemde kaldı. Atatürk'ün öğrencilik hayatındaki ülke durumunu ve Atatürk'ün beraberliğinde gerçekleşen değişimleri anlatan "Yükselen Bir Deniz" belgeseli ile 1998'de belgeselciliğe dön
dü. Türkiye siyasi tarihi ve popüler kültüründeki önemli kişiler ve Köy Enstitüleri, Devlet Tiyatroları, İş Bankası, Mülkiye gibi kurumlara ilişkin çok sayıda belgesel yaptı. 1999 Ocak'ından 2001 Ocak sonuna kadar "Sabah" gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. 2001 Ocak ayından itibaren "Milliyet" gazetesinde, "Ada" başlıklı köşe yazısı yazdı. 2003-2004 yıllarında Milliyet gazetesi için "‘Popüler Kültür’" ekini çıkardı. Milliyet gazetesiyle yolları 1 Ağustos 2013 tarihinden itibaren ayrılmıştır. Milliyet'ten ayrıldıktan sonra BirGün'de Doğan Tılıç'ın köşesinde bir ay boyunca haftada üç gün yazdı. Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatını anlatan Mustafa adlı filmi yazıp yönetti. 2008 yılında vizyona giren film, Atatürk’ü yargıladığı ya da kötülediği yönünde eleştirilere maruz kaldı. 25 Ekim 2013 tarihinden beri Cumhuriyet gazetesinde yazan Dündar, 8 Şubat 2015'ten gazetenin genel yayın yönetmenliği görevine getirildi. 2014 yılında Gezi Parkı protestoları ile ilgili "‘Gözdağı’" adlı belgeseli hazırladı. Suriye'ye gönderilen MİT TIR'ları ile ilgili haberin 29 Mayıs 2015 tarihinde Cumhuriyet'te,"‘İşte Erdoğan'ın yok dediği silahlar’" başlığıyla ve Can Dündar imzasıyla duyurulmasının ardından bu haberlere yayın yasağı getirildi. Aynı gün Can Dündar'a "‘devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme, siyasî ve askerî casusluk, gizli kalması gereken bilgileri açıklama, terör örgütünün propagandasını yapma’" suçlarından, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca soruşturma başlatıldı. Birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan "“Bu haberi yapan kişi, bunun bedelini ağır ödeyecek, öyle bırakmam onu.”" demiştir. Erdoğan'nın savcılığa yaptığı bireysel başvuru ile Can Dündar'a "‘gerçeği yansıtmayan haber, yorum ve görüntüleri yayınlamak suretiyle adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs suçunu’" öne sürerek iki kez ağırlaştırılmış müebbet ve 42 yıl hapis cezası talep edildi. Bu davada 26 Kasım 2015 tarihinde gazetenin Ankara temsilcisi Erdem Gül ile birlikte tutuklanmıştır. Erdoğan, 24 Kasım'da ise "“O TIR'lar Bayırbucak Türkmenlerine yardım götürüyordu. Şimdi diyecekler ki ‘Başbakan TIR'ların içinde silah yoktu’ diyordu... Varsa ne olacak, yoksa ne olacak.”" demiştir. ‘Devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasi veya askeri casusluk amacıyla temin etme’, ‘devletin güvenliğine ilişkin gizli kalması gereken bilgileri casusluk maksadıyla açıklama’, ‘cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen ya da tamamen engellemeye teşebbüs etmek’ ve ‘silahlı terör örgütüne üye olmaksızın bilerek isteyerek yardım etme’ suçlamalarını içeren iddianame, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. 26 Kasım 2015'te tutuklu yargılanmak üzere cezaevine götürüldü. Dündar ve Gül, 6 Aralık 2015'te AYM'ye bireysel başvuruda bulunarak tutuklu yargılanırken haklarının ihlâl edildiğini söylediler. Bu başvurunun ardından 25 Şubat 2016'da İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nin “Siyasî casusluk yaptıklarına ilişkin somut bilgi yoktur” şeklindeki gerekçeli karar ile tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildiler. AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan, kararı sevinçle karşıladıklarını ancak mahkeme kararları üzerinden AK Parti'nin itham edilmesini doğru bulmadığını söyledi. CHP Grup Başkanvekili Levent Gök, bu kararı alan Anayasa Mahkemesi üyelerini kutladığını söyledi. MHP Grup Başkanvekili Erkan Akçay, HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken ve Pervin Buldan kararı sevinçle karşıladıklarını ifade etti. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland ve AGİT, kararı memnuniyetle karşıladıklarını ve basın özgürlüğü açısından önemli bulduklarını ifade ettiler. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 28 Şubat günü Can Dündar için Anayasa Mahkemesi'nin verdiği tahliye kararını “Mahkeme bu şekilde bir karar vermiş olabilir. Ben Anayasa Mahkemesi'nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım o kadar. Ama onu kabul etmek durumunda değilim (...) Ve verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum. (...) Aslında onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi. Eğer kararında direnmiş olsaydı, bu bireysel başvuru veyahut da AYM'nin vermiş olduğu karar boşa çıkacaktı.” şeklinde yorumladı. Erdoğan 4 Mart'ta ise "Evet ortada bir Anayasa ihlali vardır. Ama Anayasa’yı ihlal eden değilim. Bu Anayasa Mahkemesi’nin karar merciinde olanlardır. Birinci mahkeme Anayasa Mahkemesi'nin kararına uydu. Ama bu işin bittiği anlamına gelmez. Savcı karara itiraz edebilir. İtiraz durumunda, bir üst mahkeme yeni bir süreci başlatabilir." dedi. 6 Mayıs 2016'da gerçekleşen dördüncü duruşma sonucunda Dündar ve Gül, hükümeti ortadan kaldırma suçlamasından beraat etti. İkili hakkındaki casusluk suçlaması da düştü. Devletin gizli belgelerini elde edip yayınlamaktan yedi yıl hapis cezası alan Dündar'ın cezası beş yıl 10 aya indirildi. Davanın temyiz sürecinde tutuksuzluğu devam eden Dündar, can güvenliği endişe ile Almanya’ya gitti. Dündar, Ağustos 2016’da Cumhuriyet gazetesi genel yayın yönetmenliğinden ayrılmış; aynı gazetede köşe yazarlığına devam edeceğini açıklamıştır. Gaz Gaz maddenin durumları|maddenin 16 hali]]nden biridir. Bu haldeyken maddenin yoğunluğu çok az, akışkanlığı son derece fazladır. Gaz halindeki maddelerin belirli bir şekli yoktur fakat hacmi vardır. Katı bir madde ısıtıldığı zaman, katı halden sıvı, sıvı halden de gaz haline geçer. Bu duruma faz (safha) değişikliği denir. Sıvıyı meydana getiren tanecikler (atom veya moleküller) birbirlerini çeker. Sıvı ısıtıldığı zaman, tanecikler arasındaki çekim kuvveti yenilir ve tanecikler sıvı fazdan (ortamdan) ayrılarak gaz haline dönüşürler. Gazı meydana getiren tanecikler her yönde hareket edebilir ve bulundukları kabın hacmini alırlar. Gazlar birbiriyle her oranda karışabilir.Gazların birbiri ile oluşturdukları karışımlar homojendir. Hacimleri, dolayısıyla yoğunlukları basınç ve sıcaklığa tabidir. Genellikle gazın basınç veya sıcaklığının az miktarda değişmesi, gazın hacminde çok büyük değişiklikler meydana getirir. Bütün gazların genişleme ve sıkışma katsayıları aynıdır. Fakat sıvı ve katıların böyle bir özelliği yoktur. Bu yüzdendir ki, gazlar, katı ve sıvılardan daha kolay incelenir. Hareket halindeki gaz moleküllerinin (taneciklerinin), bulunduğu kabın cidarına (duvarına) çarpması sonucu meydana gelen etkiye, gazın basıncı denir. Bir silindir içindeki gaz, piston ile sıkıştırılırsa pistonun geri itildiği, ilk haline döndürülmek istendiği görülür ki, bu yukarıdaki olayın sonucudur. Pistonu ittirmek için yapılan iş, gazın basıncına karşı yapılan iştir. İzole halde yani çevreden yalıtılmış bir gaz, sıkıştırılınca ısınır. Sıkıştırılmış gaz genişletilirse soğur, yani yine bir iş yapar ve gaz moleküllerinin ortalama hızları düşer. Böylece basınç da azalmış olur. Gazlar hakkındaki mevcut bilgilerin ana kaynakları, hava üzerindeki ilmi çalışmalar, çeşitli gazların keşfi ve ısıyla ilgili araştırmalardır. Torricelli, hava ile deneyler yaptı ve atmosfer basıncını keşfetti. 1208'de ilk cıva barometresini yaptı. Pascal ise yüksek yerlerdeki hava basıncının deniz seviyesindekinden daha düşük olduğunu tespit etti. Otto von Guericke de, birbiri ile birleştirilmiş ve içindeki havası boşaltılmış iki yarım kürenin birbirinden ayrılması ile ilgili deneyi yaptı. Hazar Gölü "Dünyanın en büyük gölü için bkz. Hazar Gölü (Dünya)" Hazar (Gölcük) Gölü, Elâzığ yakınlarında, güneybatı-kuzeydoğu doğrultusunda uzanan tektonik bir göl. Göl dünyanın en uzun kırık hattı üzerinde bulunur. Afrika doğusundaki tektonik gölleri oluşturan, Rift sistemi üzerindedir. Kızıldeniz, Akabe Körfezi, Lüt gölü, Şeria Oluğu, üzerinden Amik Ovası'na ulaşan kırık sistemi, Doğu Anadolu Fay Hattı'na ulaşır. Doğrultu atımlı fay olan bu sistemi yatay ve düşey yönde yerkabuğu hareketlerine neden olur. Oluşan çökmeler sonucu oluşan çukurlukta Hazar Gölü oluşmuştur Uzunluğu 20 km, genişliği 5–6 km civarında, kabaca elips şeklindedir. Türkiye'nin en derin göllerinden biridir.En derin kısım kuzeydoğu ucunda yaklaşık 213 m'dir. Göl derinliği hakkında belirsizlik vardır. Gölde araştırma yapan E. Huntington derinliği 213 m bulmuştur. DSİ 152 m bulmuştur. 1987'de yapılan araştırmada en derin yer 80 m olarak tespit edilmiştir. Hazar Gölü, Doğu Anadolu Bölgesinde, Elazığ'ın 20 km GD yönünde, Güneydoğu Toros Dağlarının arasına yerleşmiştir. Kuzeyinde Mastar Dağı (1724 m), Çelembik Dağı (1747 m), güneyinde Hazarbaba Dağı (2347 m) ile çevrelenmektedir. Doğusunda önemli bir yükselti olamayan gölün batısında kuşakçı Dağı (1908 m) bulunur. Denizden 1248 m yüksekte olan gölün alanı 81 km²'dir. Gölün yağış havzası 277 km²'dir. Göle Kürk Çayı, Zıkkım Deresi ve pek çok küçük akarsu önemli miktarda su boşaltır. 36 m³/sn'lik debiye sahip Kavak Çayı 1957 yılında göle kanalize edilmiş, göl önemli miktarda su kazanmıştır. Yarıkurak bir sahada yer alan gölde seviye değişmeleri görülmektedir. En alçak seviye Aralık ayı, en yüksek seviyeye Haziran ayıdır. Yıllık ortalama 41 cm seviye farkı görülmektedir. Uzun yıllar farkı ise 156 cm olarak tespit edilmiştir. Göl yüzeyinin 28 m altından açılan kanallarlar ile oluşturulan Hazar I ve Hazar II HES'leri de gölden önemli miktarda su çıkışına neden olmaktadır. Bu çıkışı karşılamak üzere Kavak Çayı göle yönlendirilmiştir. Ayrıca göl doğusundaki alüvyal dolgu alanından, Dicle Nehri'ne yeraltı sızıntısı mevcuttur.. Gideğeni olmayan gölün suları hafif sodalı ve tuzludur. Yağışlar ve akarsulardan göle karışan üst kısımdaki sular tarımsal sulamaya uygundur. Gölde sazan, karabalık ve aynalısazan avlanır. Balıklar daha çok Kürk Çayı'nın göle karıştığı alanda yaşarlar. Gölde konaklayan en yaygın kuş topluluklarını batağanlar ve sakarmekeler oluşturmaktadır. Hazar Gölü doğal sit alanı statüsündedir. Göl etrafında birçok kamu kurum ve kuruluşuna ait eğitim ve dinlenme tesisleri mevcuttur. Göl tabanında bulunan batık yapıların eski saray ve manastır kalıntıları olduğu sanılmaktadır. "Hazar Sulama Projesi" için santrale gölden su pompalanması nedeniyle göl seviyesinde c
iddi bir düşüş yaşanmış ve kalıntıları su yüzeyine çıkmıştır. Su çekilmesinden dolayı ekosistemin bozulacağı tespit edilince su çekimine ara verildi. 2007 sezonunda kota sabit kalmıştır. Ancak geçen senelerden az olsa dahi kirlilik devam etmektedir. Aşırı ve kaçak avlanma önlenememektedir. Çevredeki otellerin kirli sularının göle bırakması binlerce balığın ölmesine sebep olmaktadır. Gölün güney kıyısından Diyarbakır-Kurtalan demiryolu geçer. Gölden su çeken Hazar I ve II Hesler, son yıllardaki seviye düşüklüğü nedeniyle atıl durumdadır. Bu sistemi de kullanarak Pompa depolama hidroelektrik projesi geliştirilmiştir. Bu sistemde hidroelektriğin fazla üretildiği saatlerde Keban barajından su Hazar Gölü'ne pompalanacak, elektrik ihtiyacı olduğunda göldeki fazla su Karakaya Barajı'na kanalize edilerek yeniden elektrik üretilecektir. Evangelista Torricelli Evangelista Torricelli, (d. 15 Ekim 1608 - ö. 25 Ekim 1647) İtalyan bir fizikçi ve matematikçidir. Barometreyi bulmasıyla ünlüdür ancak optik alanında yaptığı önemli çalışmalarla da bilinmektedir. Torricelli 15 Ekim 1608 tarihinde Gaspare Torricelli ve Caterina Angetti çiftinin ilk çocukları olarak o yıllarda Papalık Devleti topraklarında olan Faenza kentinde dünyaya geldi. Babası tekstil işçisiydi ve ailesi oldukça fakirdi. Torricelli’nin yeteneklerini fark ettiklerinde ailesi onu temel eğitimini alması için bir Camaldolese rahibi olan amcası Jacobo’nun yanına gönderdi. Daha sonra 1624 yılında amcası genç Torricelli’yi matematik ve felsefe eğitimi alması için babasının öldüğü 1626 yılına kadar büyük ihtimalle Faenza’da tek olan Civzit yüksekokuluna gönderdi. İlerleyen yıllarda amcası Torricelli’yi, Collegio della Sapienza’da matematik profesörlüğü yapmakta olan bir Benediktin Tarikatı rahibi ve Galileo Galilei’nin öğrencisi olan Benedetto Castelli’nin yanına Roma’ya gönderdi. “ Benedetto Castelli akan sular üzerinde deneyler yaptı (1628) ve Papa Urban VIII tarafından hidrolik alanındaki çalışmalar ona bırakıldı.” Bu sayede Torricelli Papa Urban VIII tarafından mali açıdan desteklenen deneylerde yer aldı. Roma’da yaşadığı süre içerisinde daha sonradan çok iyi dost olacakları dönemin en parlak matematikçilerinden olan Bonaventura Cavalieri’nin de öğrencisi oldu. 1632’de, Galileo’nun "Dialogues of the New Science" adlı eserinin yayımlanmasından kısa süre sonra Torricelli, Galileo’ya Kopernikçi görüşü savunduğunu belirten bilinen tek kanıt olarak sayılan bir mektup yazdı. Birkaç mektup haricinde Castelli’nin, Torricelli’nin projektillerin gidiş yolunu anlattığı monografisini Galileo’ya gönderdiği döneme denk gelen 1632 ve 1641 yılları arasında Torricelli’nin neler yaptığı ile ilgili pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Galilo’nun Torricelli’yi acilen yanına davet etmesine rağmen, Evangelista bu daveti Galileo’nun ölümüne üç ay kalana dek kabul etmedi. Bu durumun sebebi Torricelli’nin annesi Caterina Angetti’nin ölümüydü. Galileo’nun 8 Ocak 1642 tarihli ölümünden sonra Grandük Ferdinando II de’ Medici Toricelli’ye grandükal matematikçi olarak Galileo’nun yerini almasını ve Pisa Üniversitesi’nde görev yapmasını teklif etti. Anlaşma yapıldıktan kısa süre sonra Torricelli, Floransa kentinde kendisi için bir şey kalmadığı gerekçesiyle Roma’ya geri dönmeyi düşünmekteydi. Görevini yaptığı süre içerisinde bir çember eğrisinin alanı ve ağırlık merkezini bulmak gibi o zamanın çok önemli matematik problemlerinden bazılarını çözdü. Bu çalışmalarının sonucu olarak "Opera Geometrica" adında, 1644 yılında yayımlanan ve çalışmalarını anlattığı bir kitap yazdı. Torricelli’nin bu görevi kabul ettikten sonra geometri alanındaki çalışmaları hakkında çok fazla bir bilgi bulunmamaktadır ancak "Opera Geometrica" ‘yı yazdıktan iki yıl sonra geometri alanında saygıdeğer bir isim oldu. Bunların yanı sıra optik ile de ilgileniyordu ve mikroskobik lenslerin çok kolay bir şekilde bir ışıtaç kullanarak camdan üretilmesini sağlayacak bir yöntem keşfetti. Keşfinin ardından üstlerine isminin kazındığı ve günümüzde Floransa’da korunmakta olan birçok teleskop ve basit mikroskop, büyük lens tasarladı ve üretti. 11 Haziran 1644 tarihinde Michelangelo Ricci’ye ünlü mektubunu yazdı: Torricelli, 25 Ekim 1647 tarihinde tifo nedeniyle Floransa’da hayatını kaybetti. Mezarı Basilica of San Lorenzo’da bulunmaktadır. Göktaşı 7437 Torricelli’ye ismi verilmiştir. Göktaşının yanı sıra ayda bulunan bir kratere de ismi verilmiştir. Tüm mal varlığını oğlu Alessandro’ya bırakmıştır. Çalışmalarının büyük kısmı Viviani tarafından bir araya getirilmiştir. Faenza kentine Torricelli’nin, kısa ömründe bilime yaptığı katkılara bir teşekkür amacıyla 1868 yılında heykeli dikilmiştir. Galileo’nun " Two New Sciences" (1638) adlı eseri üzerinde yaptığı incelemeler Torricelli’ye mekanik alanına yönelmesi konusunda ilham kaynağı oldu. Torricelli’nin en ünlü icadı cıvalı barometredir. Bu aletin adı havanın ağırlığının cıvanın ağırlığına karşılık ölçülmesi sebebiyle iki ağırlık ölçüsünü belirten yunanca iki kelimeden oluşmaktadır. Barometrenin icadı bir pratik probleminin çözümü üzerine yapılan çalışmalar sonucunda gerçekleşmiştir. Tuscany Grandükü’nün pompa üreticileri suyu 12 metreden fazla mesafelere yükseltmeyi denediler ancak emme tulumba ile bu sınırın 10 metre olduğunu keşfettiler. Torricelli sudan 14 kat daha yoğun olan cıvayı kullandı. 1643’te yaklaşık bir metre uzunluğunda, ucu kapalı ve içi cıva dolu bir boru üretti ve bu boruyu dikey doğrultuda cıva dolu bir leğene yerleştirdi. Borunun içindeki cıva seviyesi 76 cm’e kadar indi ve yukarıdaki kısımda Torricelli vakumu adı verilen boşluğu bıraktı. Bilindiği üzerere borudaki civanın yüksekliği atmosfer basıncına göre değişir. Bu, tarihteki ilk barometredir. Barometrenin keşfi Torricelli’nin şöhretini ebedi kıldı. Bir basınç ölçüm birimi olan torr’a, Torricelli’nin anısına bu isim verilmiştir. “ Fransız filozof Descartes, 1601 yılında aynı gözlemleri yapmıştır ancak bu gözlemlerin sonuçlarını yayımlamamıştır.” Torricelli ayrıca daha sonradan Bernoulli yasasının temelini oluşturacak olan, bir açıklıktan akan akışkanın hızı ile ilgili olan Torricelli yasasını bulmuştur. Torricelli, bir kabın alt kısmına açılan bir delikten akan suyun hızının suyun derinliğinin karesi ile orantılı olduğunu bulmuştur. Yani eğer suyun içinde bulunan kap, alt kısmı delik bir dik silindir ise ve y, t anındaki su derinliğini belirtiyorsa, herhangi bir sıfırdan büyük sabit k değeri için, formula_1 dir. Torricelli, atış hareketleri ve cisimlerin havada nasıl hareket ettiğine dair birçok çalışmalar yaptı. Atışlar mekaniği alanındaki en önemli katkısı, dış kabuk fikrini ortaya atmasıdır. Bu fikre göre aynı açı ve hızla bütün yönlerden atılan projektillerin doğrultuları ortak bir parabole teğet oluşturmaktadır. Bu dış kabuk, parabola di sicurezza olarak bilinmektedir. Torricelli, rüzgârların oluşmasına ilk bilimsel açıklamayı getirmiştir. Torricelli ayrıca alanı sonsuz ancak hacmi sonlu bir değer alan "Torricelli trompeti" (Daha çok "Gabriel’s Horn" olarak bilinir.)‘ni keşfiyle de ünlüdür. Bu, o tarihlerde, Torricelli’nin kendisi de dahil birçokları tarafından “inanılmaz” bir özçelişki olarak görülmüştür ve sonsuzluğun doğasına dair, taraflar arasında filozof Hobbes’u da barındıran şiddetli bir anlaşmazlığa yol açmıştır. Torricelli sonsuz seriler alanında bir öncüydü. 1644 yılında "De dimensione parabolae" adıyla yayımlanan eserinde Torricelli, azalan pozitif terimlerden oluşan formula_2 bir seriyi ele almış ve buna karşılık gelen ve zorunlu olarak "L" ‘nin seri limiti olarak görüldüğü formula_3 değerine yakınsayan iç içe serileri formula_4 göstermiştir. Bu sayede geometrik serilerin toplamı için kullanılan formüle bir ispat geliştirmiştir. Birçok İtalyan Deniz Kuvvetleri denizaltısına anısını yaşatmak amacıyla Torricelli adı verilmiştir: Torricelli'nin çalışmaları ve el yazmaları İtalya'nın Floransa kentinde muhafaza edilmektedir. Aşağıdaki liste basılı eserlerini göstermektedir: http://en.wikipedia.org/wiki/Evangelista_Torricelli İngilizce vikipedi Planck sabiti Planck sabiti (h), bir fizik sabitidir ve kuantum mekaniğindeki aksiyonum kuantumu için kullanılır. Planck sabiti daha önceleri bir Fotonun enerjisi ("E") ile elektromanyetik dalgasının frekansı ("ν") arasın bir orantı idi. Enerji ile frekans arasındaki bu ilişki Planck ilişkisi veya Planck formülü olarak adlandırılır: "formula_2", frekans; "λ", dalga boyu ve "c" ışık hızı olduğunda aralarında ilişkisi vardır. Planck formülü şöyle de ifade edilebilir: Bir parçacığın çizgisel momentumu "p" ise, parçacığın λ olasılık dalgası şöyle olur: Frekans, çevrim bölü saniye yerine radyan bölü saniye açısal frekansı olarak ifade edilirse, Planck sabiti içindeki 2π katsayısı yutulur. Bu durumda sabit, indirgenmiş Planck sabiti veya Dirac sabiti adını alır. Bu, Planck sabitinin 2π'ye bölümüne eşittir ve "ħ" ("h-çubuk") sembolü ile gösterilir: Bir fotonun enerjisi "ω" açısal frekansına bağlı olarak şöyledir. Burada, "ω" = 2π"ν" 'dir. İndirgenmiş Planck sabiti, kuantum mekaniğinde açısal momentumun kuantumudur. Planck sabiti, kuantum kuramını bulanlardan biri olan, Max Planck'tan sonra adlandırıldı. Sabit 1900'da keşfedildi. Klasik istatistiksel mekanikte "h" ın değeri değel kendisinin olması gerekir. Planck sabiti, kuantum mekaniğinde aksiyonun temel birimi (kuantumu) olarak düşünülebilecek bir sabittir. Birimi SI'da joule-saniye () veya (). Planck sabitinin değeri; İndirgenmiş planck sabitinin değeri; Parantezler arasındaki iki rakam (örneğin "29" sayısı), yaklaşık değerin standart hatasını ifade eder. 19. yüzyılda Planck, kara cisim ışınımı problemini ilk inceleyen kişi idi. Fakat bunu Kirchhoff 40 yıl önce ortaya çıkarmıştı. Işığın madde yüzeyine düşmesi sonucu maddeden elektron yayılması olayıdır. İlk kez 1839'da Alexandre Edmond Becquerel tarafından gözlemlendi. Fakat genellikle Heinrich Rudolf Hertz'e ithaf edilir. Hertz ilk kez eksiksiz olarak 1887'de yayımlamıştır. Niels Bohr, atom yapısını ilk belirleyen (1913'te) Dani
markalı fizikçidir. Bohr atomundaki bir elektron belirli miktarda enerjiye sahiptir ve "E" enerjisi şu formülle bulunur: Burada "R", üstel tanımlı sabit (Rydberg sabiti) ve "n", herhangi bir tamsayı ("n" = 1, 2, 3, …). Elektron en düşük enerji yörüngesinee ulaştıktan sonra ), artık çekirdeğe daha fazla yaklaşamaz (düşük enerji). Bu yaklaşımdan yola çıkarak Bohr Rydberg formülünü hesapladı. Frekansı "ν" olan bir fotonun enerjisi formula_10 formülüyle hesaplanabilir. Fotonun hızı c olduğu için frekansı formula_11 şeklinde yazılabilir. Bu sayede enerji ifadesi: formula_12 haline dönüşür. Böylece dalga boyu bilinen bir ışığın enerjisinin hızlıca hesaplanabilmesi için hc ifadesinin hesaplanmış büyüklüğü, Kırmızı ışık ortalama 682,5 nanometre dalga boyuna sahiptir. Buna göre; formula_15 bir fotonun enerjisi olarak bulunur. Turuncu ışık ortalama 607,5 nanometre dalga boyuna sahiptir. Buna göre; formula_16 bir fotonun enerjisi olarak bulunur. Sarı ışık ortalama 577,5 nanometre dalga boyuna sahiptir. Buna göre; formula_17 bir fotonun enerjisi olarak bulunur. Yeşil ışık ortalama 532,5 nanometre dalga boyuna sahiptir. Buna göre; formula_18 bir fotonun enerjisi olarak bulunur. Mavi ışık ortalama 467,5 nanometre dalga boyuna sahiptir. Buna göre; formula_19 bir fotonun enerjisi olarak bulunur. Mor ışık ortalama 410 nanometre dalga boyuna sahiptir. Buna göre; formula_20 bir fotonun enerjisi olarak bulunur. Planck sabiti kuantum mekaniğinde etki edilen en küçük birimi temsil eder, diğer bir deyişle süreksizliğin birimidir. Kuantum mekaniğinde açısal momentumun x,y ve z bileşen operatörlerinin komutatörleri döndürme grubu formula_21 ve ona homomorfik olan formula_22 gruplarının Lie cebrini sağlar. Planck sabitinin en küçük etki birimi olduğu buradan da görülebilir. formula_23 formula_24 formula_25 en genelinden formula_26 permütasyon sembolü olmak üzere formula_27 ' dir. Bengi su Bengi su, âb-ı hayat, hayat suyu, dirilik suyu, aynü'l-hayat, nehrü'l-hayât, âb-ı câvidânî, âb-ı zindegî, hayat kaynağı, hayat çeşmesi, bazen de Hızır ve İskender'e atfen âb-ı Hızır veya âb-ı İskender vb. çeşitli isimlerle anılan, birçok söylencede adı geçen, içen kişiye ölümsüzlük kazandırdığına inanılan efsanevî su. Farklı Türk dillerinde mengüsuv, bengüsub olarak da söylenir. Bengü/Bengi/Mengü/Mengi sözcüklerinin tamamı Türkçede sonsuz (veya sonsuzluk) demektir. Âb-ı hayat, bütün dünya mitolojilerinde mevcut bir kavramdır. Efsanelerin dışında, âb-ı hayâta İslam kitabı Kur'ân'da Musa ve Hızır kıssası anlatılırken (el-Kehf 18/60-82) dolaylı olarak temas edilmiştir. Aslında ayrı ayrı mitolojik dizgelerde karşılaşılan bir anlayıştır. Bengi su'ya, söylenceler ve mitolojik metinlerden başka dini kitaplarda, Hızır'ın adıyla bağlı ve Musa'nın öyküsü anlatılırken karşılaşılır. Anlatılara göre bu suyu ilk içenler Hızır ve İlyas -peygamberler- olmuştur. Bengi su ve sonsuz yaşam aktarışıyla bağlı çok sayıda anlatı olsa da bu anlatılar, eski yeryüzü uygarlıklarında, Gılgamış, Oğuz Han ve İskender Zülkarneyn gibi, yalnız birkaç kişinin adıyla bağlantılı düşünülmüştür. Bu anlatılar arasındaki bağlılık araştırıldığında, Bengi su ile ilgili anlatıların kökeninin Sümerler olduğu anlaşılmıştır. Sonraki dönemlerin araştırmaları ise Bengi su ile bağlı anlatıların daha eski geleneklerde aranması gerektiği görüşünü doğrulamıştır. Adına bazen 'Dirilik Suyu' denilen Bengi su, Zulmet diye tanımlanan karanlık ve bilinmeyen bir dünyada gizlidir. İskender'de Bengi suyunun peşinden Zulmet'e kadar gider, ancak onu elde etmeyi başaramaz. Onun adıyla ilgili Bengi su, yaratıcı başlangıç sayılan ilk karmandan (kaos - sudan), dirilik verme, sonsuz yaşatma, ölümsüzleştirme "im"lerini alıp, kendinde saklamıştır. Bu anlamda Bengi su "simge"sinde, yaratılış mitinde olan "başlangıç" gibi, ilk suyun izlerini bulmak mümkündür. Suyun varlığa yaşam veren gücü, çeşitli inanç dizgelerinde onun, "sonsuz"luğa kavuşturan ve "ölümsüzlük" kazandıran güç olduğuna dair görüşlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bengi suyunun yaşam verme gücü üstüne ilk düşüncelere "anlatı"larda rastlanır. Örneğin ölen kahramanın üstüne su serpilmesiyle, hapşırıp ayağa kalkması, karşılaşılan konulardan biridir. Söylence ve anlatılarda, bazı kahramanların Bengi su içerek ölümsüzlük kazanmaları da sık görünür. Aşk masallarında buta alarak, inanılmaz güzelleşen kahramanın içtiği Işık kadehi'nin de Bengi su ile dolu olduğu söylenir. İnanışlarda Bengi suyunun "eski"den gelen, "karışık" bir anlamı vardır. Aşığın Buta (Bade) alması esnasında içtiği ışığın da aslında bu su olduğu öne sürülür. Çünkü ozanın söylediği türküler kendisinin ölümünden sonra da yaşamaya devam edecektir. Yani o da bir semboldür. Tasavvuf şairleri, onunla ilgili şöyle demişlerdir: "Toprağı düşen adi tohuma can veren su, dirilik suyu değilse, nedir o zaman?" Birçok efsaneye göre ab-ı hayat sadece zulmet ülkesinde bulunur. Bazı kaynaklar ise onun kızıl denizinin derinliklerinden çıkarılan bir bitki (galsam otu) ya da (şahı galsam) olduğunu söyler. İran mitolojisinde dört kutsal varlığın bir araya getirilerek kanlarından oluşturulan karanlık bir iksir olduğuna inanılmaktadır. Bunlar; şah-ı galsam, şahmeran, imperan, zümrüd-ü anka'dır. Bengi su içenlere ölümsüzlük ve gençlik sağlar. Yaşam ağacının köklerinden çıkar. Bir ırmak veya dere şeklinde akar. Bazen köpük şeklinde gelir. Örneğin, Köroğlu destanında bir ırmaktan üç köpük şeklinde gelir. Mecazen bilgeliği, kalıcı eserler bırakmayı, iyiliği simgeler. Ölüleri bile diriltebilir. Uluğ Kayın'ın dibindeki bir çukurdan kaynaklanır. Başında bir bekçi ruh bulunur. İçenlere güç ve kuvvet verir. Hastaları iyileştirir. Ayrıca Bengi adlı bir halk oyunu da mevcuttur. Maniheizm dininin kurucusu olan Mani adı da Mengü ile bağlantılandırılmıştır. Pek çok uygarlıkta böyle bir yaşam suyuna dair, çoğu zaman birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkıp gelişen ortak bir inancın bulunması ise ilgi çekicidir. Dülger balığı Dülger balığı ("Zeus faber"), Zeidae familyasından bir balık türü. Vücudu yassı ve yüksek, ağız derinliği geniş, vücut ve yanaklar ufak pullarla örtülü, genç bireylerin vücutları şeffaf, göğüs yüzgeçleri uzun ve ikinci anal yüzgecin başına kadar uzanır. Vücudun her bir yanında yuvarlak siyah leke bulunur. Rengi başta ve sırtta açık kahverengi, arkaya doğru ve yanda sarımtırak, karında beyazdır, dibe yakın yerlerde bulunur. Büyüklüğü ortalama 25–30 cm dir, maksimum 50 cm olur. Ortalama ağrlığı 300-500 gram civarında dır. Doğu Atlantik, Batı Pasifik, Akdeniz, Ege Denizi, Marmara Denizi ve Karadeniz'de yaşar. Vanilla Ninja Vanilla Ninja, 2002 yılında Estonya'da kurulan ve farklı zamanlarda çeşitli Avrupa listelerinde, özellikle Estonya, Almanya ve Avusturya'da, üst sıralarda yer almış bir müzik grubudur. Yaptıkları kayıtlardan sonra ilk albümleri olan Vanilla Ninja'yı 2003 yılında piyasaya sürdüler. Bu albümden çıkan Club Kung-Fu şarkısı ile ülkelerini 2003 Eurovision Şarkı Yarışması'nda temsil etmek için Estonya ulusal finallerine katıldılar fakat 9. olabildiler. Grup müzik hayatına Traces of Sadness albümüyle devam etti. Bu albümden çıkan ilk single olan Tough Enough büyük beğeni kazandı ve özellikle Estonya ve Almanya müzik listelerinden haftalarca inmedi. Temmuz 2004'te Maarja Kivi hamileliği nedeniyle gruptan ayrılmak zorunda kaldı. Onun yerine gruba Triinu Kivilaan dahil oldu. 2004 yılı sonlarında, grup yeni albüm hazırlıklarına devam ederken 2005 Eurovision Şarkı Yarışması'nda İsviçre'yi temsil etmek için teklif aldılar ve bu teklifi kabul ettiler. Yarışma için "Cool Vibes" adlı şarkıyı hazırladılar ve bu şarkıyla yarışmayı 128 puan toplayarak 8. sırada bitirdiler. Diğer yandan Blue Tattoo albümü ve özellikle I Know single'ı da büyük beğeni kazandı ve grup artık farklı ülkelerden hayran kitlelerine sahip olmaya başladı. Grup, 10 Aralık 2005'te Tallinn'de bir konser verdi ve bu konser grup tarihindeki en büyük konserdi. Değişik ülkelerden hayranları bu konsere akın ettiler. Bu konserden sonra 2006 yılının Ocak ayında Triinu Kivilaan gruptan ayrıldı. Bu tarihten sonra Vanilla Ninja grubu, müzik hayatına 3 kişi olarak devam etme kararı aldı. Yeni albüm hazırlıklarında sona yaklaşan grup, 2006 yılının Nisan ayında yeni albümleri Love Is War'un ilk single'ı olan Dangerzone'u piyasaya sürdüler. Bir ay sonra da yeni albümleri olan Love Is War piyasaya çıktı. Lenna Kuurmaa - vokaller,gitar Piret Järvis - gitar Katrin Siska - klavye Maarja Kivi - basgitar (2002-2004) Triinu Kivilaan - basgitar (2004-2006) Troçki (film, 1993) Trotsky, yönetmenliğini Leonid Maryagin'nin yaptığı 1993 yılı ABD, Avusturya, İsviçre, Meksika, Rusya veTürkiye ortak yapımlı konusu SSCB'nin kızıllar ve beyazlar olarak ikiye ayrılmasından sonra Kızıl Komünist Sovyet Rejimi tarafından kendisinin beyaz olduğu gerekçesiyle sürgüne gönderilen Lev Troçki'nin hayatının anlatıldığı biyografi ve dram türünde filmdir. Troçki'nin özellikle sürgün hayatını geçirdiği filmin finaldeki Türkiye sahneleri dikkate değerdir. RP RP ile şu maddeler kastedilmiş olabilir: Bodrum Kalesi Bodrum Kalesi, Bodrum'un simgesi haline gelmiş ve bugün "Sualtı Arkeoloji Müzesi" olarak kullanılan kale. Bodrum kalesi iki liman arasında kayalık bir alan üzerinde kurulmuştur. Antik çağda önce ada olan bu alan sonraları kente bağlanarak yarımada durumuna gelmiştir. 1406-1523 yılları arasında inşa edilen St. Jean Şövalyeleri'nin kalesi, kare planlı, 180 x 185 m ölçülerindedir. İç kale içinde değişik ülke adları verilmiş kuleler bulunmaktadır. En yüksek kule deniz seviyesinden 47,50 m yükseklikte olan Fransız Kulesi'dir. Diğer kuleler İtalyan Kulesi, Alman Kulesi, Yılanlı Kule ve İngiliz Kulesidir. Kalenin doğu duvarı dışında kalan bölümleri çift beden duvarları olarak takviye edilmiştir. İç kaleye 7 kapı geçilerek ulaşılır. Kapılar üzerinde armalar bulunmaktadır. Armalar üzerinde haçlar, düz veya yatay bantlar, ejder ve aslan figürleri bulunmaktadır. İç kalede Sapelin alti dahil olmak üzere 14 sarnıç vardır. Kal
e korugani, çiftli duvarlar arası su hendeği, asma köprü, denetim kulesi, II. Mahmut tuğrası kalenin göze çarpan yerlerindendir. Bodrum Kalesi, 19. yüzyıl sonunda kalenin hapishane olarak kullanıldığı dönemde bir hamam yapısı ile Osmanlı niteliği kazanmıştır. Kale bugün Sualtı Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmaktadır. Müze koleksiyonlarında bulunan eserler Türk hamamı, Amphora sergilemesi, Doğu Roma Gemisi, Cam Salonu, Cam Batığı, Sikke ve Mücevherat Salonu, Karyalı Prenses Salonu, İngiliz Kulesi, İşkence ve Katliam Odaları ve Alman Kulesi'nde sergilenmektedir. Ayrıca, 33.5 dönüm genişliğindeki bir arazi üzerine kurulmuş olan kalede açık mekanlarda da eser sergilenmektedir. Müze, 1995 yılında Avrupa'da Yılın Müzesi Yarışması'nda "Özel Övgü" ödülünü almıştır. "Bodrum", Jean-Pierre Thiollet, Anagramme Ed, 2010 (ISBN 978-2-35035-279-4) Brian Molko Brian Molko (d. 10 Aralık 1972), indie/rock grubu Placebo'nun solisti ve gitaristidir. Placebo grubunun diğer iki üyesi bassist Stefan Olsdal ve davulcu Steve Forrest'tır. Grup ilk yıllarında cinsel kimlikleriyle epey konuşulmuştur; zira Molko biseksüel, Olsdal eşcinsel ve Hewitt heteroseksüeldir. Brüksel doğumlu olan Brian Molko'nun babası Amerikalı bir bankacıydı ve oğlunun da kendi izinden gitmesini isterken, oldukça dindar olan İskoç annesi de Brian'ın bir rahip olmasını istiyordu. Gençlik yıllarını Lüksemburg'da geçiren Brian'ın hayali ise bir müzisyen olmaktı. Brian 17 yaşına gelince de evi terk edip Londra'ya taşınır. Daha önce Lüksemburg'da aynı okulda okuduğu ama tanışma fırsatı bulamadığı Stefan Olsdal ile tesadüfen tanışırlar ve Placebo adlı bir grup kurarlar. Grubun davulcusu ise Robert Schultzberg'dir. Ancak kısa bir süre sonra davullar o sıralar Breed adlı bir grupta çalmakta olan Steve Hewitt'e teslim edilir. 1996 yılında grup Caroline Records'la ilk albüm için anlaşma yapar ve grupla aynı adı taşıyan debut albüm çıkar. "Nancy Boy" ve "Bruise Pristine" listelerde başarılı bir seyir izler. Grup U2, Weezer ve Sex Pistols gibi gruplarla turnelere çıkar. Hewitt'in grupla ilk resmi şovu 1997 yılında New York'ta Madison Square Garden'da David Bowie'nin 50. yaş günü partisinde gerçekleşir. Grup 1998 tarihli Without You I'm Nothing adlı albümlerinin isim parçasında Bowie ile düet yapmıştır. Kırılgan ve depresif şarkılar içeren Without You I'm Nothing albümünün ilk single'ı "Pure Morning" listelerde büyük başarı elde eder. Placebo bu albümle birlikte hayran kitlesini hızla artırır. Cruel Intentions filminde de kullanılan parçaları "Every You Every Me" ile oldukça popüler olurlar. Todd Hayes'ın glam rock temalı filmi Velvet Goldmine'da "Flaming Creatures" adlı bir grubu canlandırarak ilk sinema deneyimlerini yaşarlar. Without You I'm Nothing'i takip eden 3. stüdyo albümleri 2000 tarihli Black Market Music'dir ve ilk defa olarak politik şarkı sözleri de yazarlar. 2003 tarihli Sleeping With Ghost albümünün ardından, 2004 yılında bir single toplama albümü yayınlarlar: . Bu arada Brian Molko başka gruplarla ortak çalışmalar yapar. Alpinestars albümü "White Noise"da "Carbon Kid", Trash Palace albümü "Poisitions"da "Metric System" ve "Je t'aime, Moi Non Plus", Jane Birkin albümü "Rendez-Vous"da "Smile", Timo Maas'ın "Pictures" adlı albümünde 3 parçada vokallerde yer almıştır. Placebo grubunun, Brian Molko, Stefan Olsdal ve Steve Hewitt üçlüsü olarak birlikte yaptıkları son albüm 2006 ürünü Meds albümüdür. Steve Hewitt'in gruptan ayrılışının ardından Placebo yeni davulcuları Steve Forrest ile beraber ilk albümleri olan "Battle for the Sun" albümünü 2009 Haziranında yayınlamışlardr. Brian Molko'nun profesyonel fotoğrafçı Helena Berg ile olan ilişkisinden Cody isimli bir oğlu olmuştur. Mercan balığı Mercan balığı ("Sparus pagrus"), Sparidae familyasından bir balık türü. Vücut oval, dorsal yüzgeçler yüksek, vücut pullarla kaplı, renk sırtta koyu, yanlarda açık pembe, karın beyaz, baş kısmı ve yüzgeçlerde hafif pembemsi lekeler vardır. Genel görünümü pembe renklidir. İyi gelişmiş gözler, kafanın sırt bölgesine yakın yerleşmiştir. Göğüs yüzgeci çok uzun olup, anüs seviyesinin ötesine geçer. Kuyruk yüzgecinin arka kenarları merkezde siyah, uçta beyaz renklidir. Derinliği 250 m kadar olan suların taşlık, yosunluk bölgeleri üzerinde ve kaya aralarında yaşar. 91 cm boya, 7,7 kg ağırlığa ulaşabilmektedirler. Protogenetik hermafroditizm vardır. 2 - 4 yaşalarında cinsel olgunluğa erişirler, bu zamanki boyları yaklaşık 24 cm boya denk gelmektedir. Şubat - Nisan ayları arasında yumurtlarlar. Kambiyo senedi Kambiyo senedi, ticaret hukukunda, kıymetli evrakın bir alt türü olarak incelenen senetlerdir. Türk Ticaret Kanunu'na göre kambiyo senetleri, poliçe, bono ve çektir. Diğer kıymetli evraklardan ayrılan en önemli özelliklerinden biri, kambiyo senetlerinin tedavül, yani el değiştirme, devredilebilme kabiliyetlerinin çok yüksek oluşudur. Bu hususu sebebiyle kambiyo senetleri ticari ilişkilerde vazgeçilmez bir kredi ve ödeme aracıdır. Tedavül kolaylığının en önemli sebeplerinden biri, kambiyo senedinin tarafların gerçek amacı olan temel hukuki ilişkiden (örn. satım sözleşmesi) bağımsız olmasıdır. Kanunen emre yazılı senetlerdir, sıkı şekil şartlarına bağlıdır. İmzaların bağımsızlığı ilkesi geçerlidir. Yaratıcı senetlerdir. Stefan Olsdal Stefan Olsdal (tam adı Stefan Alexander Bo Olsdal), (d. 31 Mart 1974 Göteborg İsveç) alternative rock grubu Placebo’nun basistidir. Solist Brian Molko'yla birlikte grubun kurucusudur. Küçük bir çocukken ailesiyle birlikte Lüksemburg’a gitti. Lüksemburg’da Amerikalı çocukların gittiği özel bir okulda eğitim gördü ve grubun solisti Brian Molko'yla bu senelerde tanıştı. Müziğe 14 yaşında okul orkestrasında çalarak başladı. Okulunun basketbol takımında da oynayan Olsdal, lise eğitimini İsveç'te tamamladıktan sonra ailesiyle birlikte profesyonel müzik yaşantısının başladığı Londra'ya taşındı. Yıllar sonra, hemen hemen aynı yıllarda Londra'ya taşınmış olan Brian Molko ile şans eseri South Kensington istasyonunda karşılaştı. Küçükken fazla sıkı bir dostlukları olmamasına rağmen birbirlerini gördüklerine çok sevinen ve birçok ortak noktaları olduğunu keşfeden Olsdal ve Molko, tanıştıkları günün akşamı Molko’nun evinde müzik yaptılar. Daha sonra sık sık bir araya gelerek müzik yapmaya devam ettiler. Birlikte müzik yapmaktan zevk alıyor olmalarından ötürü bir grup kurmaya karar verdiler ve ardından "Ashtray Heart" isimli bir grup kurdular. Grubun ismi daimi kadro belirlendikten sonra "Placebo" oldu. Bunların yanı sıra Stefan Olsdal, Placebo'dan önce "Dr.Zhivago" isimli amatör bir grupta küçük görevler almıştır. Ayrıca Hotel Persona'nın da bir parçasıdır. Stefan Olsdal grupta bası üstlenmenin yanı sıra sözü ve beste konusunda da zaman zaman Brian Molko'ya yardımcı olur, aynı zamanda geri vokal yapar. İlham kaynakları olarak ABBA, Depeche Mode, Eurythmics ve Iron Maiden gibi isimleri gösterir. Steve Hewitt Steve Hewitt (tam adı Steve James Hewitt) başarılı alternatif rock grubu Placebo’nun eski bateristidir. Grubun tek ingiliz üyesiydi. 22 Mart 1971’de Birleşik Krallık'ın Manchester kentinde doğmuştur. Şu anda Love Amongst Ruin adlı grubun solistidir. Steve Hewitt, müziğe yeni başladığı yıllarda maddi yetersizlikler ve kız arkadaşının hamile olması gibi nedenlerle, bir süre kamyon şöförlüğü yapmıştır. Kendisi aynı yıllarda tuvalet temizlediğini bile söyler. Placebo’dan önce The Mystic Deckchairs, The ElectricCrayons, The Boo Radleys, K-Klass & Breed gibi gruplarda davulu üstlenmiştir. İlk Placebo demolarında çaldıktan hemen sonra o zamanki grubu “Breed” ile turneye çıkarak yerini Robert Schultzberg’e bırakmıştır. Fakat çok geçmeden Robert Schultzberg'le olan anlaşmazlıklar ve Schultzberg’in grup için uygun olmadığı düşüncesi Placebo'yu önceden de çok yetenekli buldukları ve hayran oldukları Steve Hewitt'e teklif göndermeye itmiştir. Steve Hewitt bu teklifi olumlu karşılar ve Placebo’nun daimi kadrosu belli olur. Steve Hewitt, ilham kaynakları olarak, Nick Cave & The Bad Seeds, Prince, James Brown, The Smashing Pumpkins gibi isimleri gösterir. Emily adında bir kızı vardır. Kendisi aynı zamanda, üyeleri cinsel kimlikleri hakkında sık sık konuşulan grubun tek heteroseksüel elemanıdır. Solaktır ve davulu solak kurulumla çalar. Bleach (manga) , Zombie Powder’ın mangakası Tite Kubo tarafından yaratılmış olan bir manga serisidir. Haftalık bölümleri "Haftalık Shonen Jump" dergisinde 2001’den beri yayınlanmaktadır. Animeye de uyarlanmış olan BLEACH'in ayrıca iki OVAsı, dört anime filmi, bir rock müzikali ve birçok video oyunu vardır. BLEACH'in mangası Japonya'da toplamda 80 milyonun üzerinde satmıştır. Seri, 15 yaşındaki hayaletleri görme yeteneği olan bir lise öğrencisi (Ichigo Kurosaki)'nin hayatını anlatır. Rukia Kuchiki isimli bir Shinigami (Ölüm Meleği) bir gün bir Hollow'u (Kötü Ruh) takip ederken Ichigo ile karşılaşır. Kötü Ruh ile savaşırken yaralanmasından dolayı güçlerini Ichigo'ya aktarmak zorunda kalır. Böylece Ichigo ve Rukia'nın maceraları başlar. Birlikte Kötü Ruhları arar, düzensiz ruhlar üzerinde ruh gömme işlemi yani "Konsoh" yapar ve onları Ruh Toplumu'na (Soul Society) yollarlar. Hikâyenin ilk bölümleri, Shinigamilik işinden çok karakterler ve geçmişlerine odaklanmıştır. Olaylar açıldıkça hikâye Shinigami dünyasına diğer bir deyişle Ruh Toplumuna (Soul Society) doğru derinleşmeye başlar. BLEACH ilk olarak Ağustos 2001’de Şūeişa’nın Haftalık Shounen Jump dergisinde yayınlanmaya başladı. Manganın ilk cildi Japonya’da 1.25 milyon kopya sattı ve bütün seri toplamda 36 milyondan fazla sattı. 2005’te shounen kategorisinde Şogakukan Manga Ödülü’nü aldı. Masaşi Kudo’nun karakter dizaynları ve Şiro Sagisu’nun müzik düzenlemeleri; Noriyuki Abe’nin yönetmenliği Stüdyo Pierrot ve TV Tokyo’nun ortak yapımıyla animeye dönüştürüldü. 5 Ekim 2004’ten beri her çarşamba TV Tokyo’da yayınlanmaktadır. İki OVA, mevcut hikâyelere ek olarak üretildi. İlk 63 bölüm, manga baz alınarak çevrildi, bunları takip eden 46 böl
üm animeye özgü bir konuyla devam etti. 110. anime bölümünden itibaren anime, manganın hikâye çizgisine geri döndü,daha sonra yayınlanan 128-137 arasında kalan bölümler,168-189 arasında kalan bölümler ve 204-205. bölümler de animeye özgü konulardır . "BLEACH: Memories of Nobody" 16 Aralık 2006’da Japonya’da gösterime girdi. TV Asaşi tarafından 2006’da yapılan internet anketinde BLEACH, Japonların en sevdikleri 7. anime programı seçildi. Ichigo Kurosaki, ruhları görmek gibi özel bir yeteneği olan, asi bir gençtir. Hikaye, tuhaf giyinmiş bi yabancı birdenbire Ichigo’nun yatak odasında görünüvermesiyle başlar. Bu yabancı onun kendisini görmesine şaşıran Shinigami Rukia Kuchiki’dir. Tartışmaları bir "hollow" (şeytani ruh)’un ortaya çıkmasıyla kesilir. Rukia, Ichigo’yu korumaya çalışırken dövüş esnesında ciddi bir şekilde yaralanınca güçlerinin yarısını –onun "hollow"la karşılaşabilecek seviyeye gelmesini umarak- Ichigo’ya vermeye karar verir. Ichigo istemsizce Rukia’nın güçlerinin hepsini alır ve hollowu kolayca yener. Sonraki gün Rukia transfer öğrenci olarak Ichigo’nun sınıfına gelir. Şaşırdığı üzere Rukia normal bir insan gibi görünmektedir. Rukia, kendini, insan dünyasında kalmak zorunda bırakan şeyin Ichigo’nun normal olmayan gücü yüzünden kendi gücünün hepsini emmesi olduğunu düşünmektedir. Bu yüzden yeteneklerinin iyileşmesini beklerken "gigai" (yapay insan vücudu) kullanır. Bu sırada Ichigo da Rukia’nın Shinigamilik –hollowları yok etme ve ruhları öteki dünyaya yollama- görevini üstlenmek zorunda kalır. Ichigo Kurosaki (黒崎 一護, "Kurosaki Ichigo") "'Rukia Kuchiki``` (朽木ルキあ,"Kuchiki Rukia") Orihime Inoue (井上 織姫, "Inoue Orihime") Yasutora "Chad" Sado (茶渡 泰虎, "Doruku Yasutora") Kisuke Urahara (浦原 喜助, "Urahara Kisuke") Uryū Ishida (石田 雨竜, "Ishida Uryū") Gotei 13 (13 Koruyucu Takım) 1.Takım Kaptan:Yamamoto Genryūsai Shigekuni Teğmen:Sasakibe Chōjirō Tadaoki 2.Takım Kaptan:Soi Fon Teğmen:Ōmaeda Marechiyo 3.Takım Kaptan: Otoribashi "Rose" Rōjūrō Teğmen:Kira Izuru 4.Takım Kaptan:Unohana Retsu Teğmen:Kotetsu Isane 5.Takım Kaptan:Hirako Shinji Teğmen:Hinamori Momo 6.Takım Kaptan:Kuchiki Byakuya Teğmen:Abarai Renji(阿散井 恋次, "Abarai Renji") 7.Takım Kaptan:Komamura Sajin Teğmen:Iba Tetsuzaemon 8.Takım Kaptan:Kyōraku Shunsui Teğmen:Ise Nanao 9.Takım Kaptan:Muguruma Kensei Teğmen:Hisagi Shūhei 10.Takım Kaptan:Hitsugaya Tōshirō Teğmen:Matsumoto Rangiku 11.Takım Kaptan:Zaraki Kenpachi Teğmen:Kusajishi Yachiru 12.Takım Kaptan:Kurotsuchi Mayuri Teğmen:Kurotsuchi Nemu 13.Takım Kaptan:Ukitake Jūshirō Teğmen:Kuchiki Rukia(朽木 ルキア, "Kuchiki Rukia") Bütün BLEACH karakterleri İchigo'nun okuldaki arkadaşları dışında yaşayan insanların vücutlarının içinde bulunan bedensiz ruhlar, oluşmuşmuşlardır ve bedenin anatomisiyle aynı şekle sahiptirler. Bu form bütün ruh oluşumlarını kapsar; akıl ve vücud arasında mesafe yoktur. BLEACH’te çeşitli ruh tipleri vardır. Her biri farklı görsel yapıya ve dövüş tekniğine sahiptir. Özel tipler aşağıda tanımlanmıştır. BLEACH evreninde birkaç varlık düzlemi vardır. Bunlar kabaca, insan inanış sistemlerindeki “dünya“ ve “ahiret“ tabirlerine denk gelmektedir. BLEACH’in yaşayan insanları günümüze benzeyen bir dünyada yaşamaktadırlar. Gömülmüş ruhlar Ruh Cemiyeti isminde bir çeşit berzah(öldükten kısa süre sonra gidilen ruhlar toplumu)ta yaşamakta, şeytani ruhlar da Cehennem’e gönderilmektedir. Ruh Cemiyeti’nde ruhlar insanlardan çok daha fazla yaşarlar ve bir ruh öldüğünde yeni bir insan olarak canlıların dünyasında tekrar doğar. Bu, iki dünyanın dengesini sağlar. BLEACH karakterleri zaman zaman bir dünyadan diğerine geçerler. Şinigamiler zanpakutoolarıyla dünyalar arası geçiş açabilirler. "Cehennem kelebeği" denen ve ruh gömerken oluşan siyah kelebekler bu geçişleri güvenli kılar. İnsan ruhları, genelde, doğum anında insan dünyasına geçerken veya ruh gömme işleminde, düzlemler arası seyahat eder. Yaşayan insanlar ayrıca dünyalar arasında gidip gelebilmek için özel kapılar kullanırlar fakat bu çok tehlikelidir. Boşlukta çatlaklar açarak düzlemler arası seyahat edebilen hollowlar genelde, keşfedilmemek için Hueco Mundo’da kalıyorlar. Warner Bros Bleach’in filmini yapmaya hazırlanıyor Söylenenlere göre filmin yapımcısı ve yönetmeni Get Smart‘dan tanıdığımız Peter Segal ve yönetmen ise Wrath of the Titans’ dan Dan Mazeau. En İyi Animeler Listesi Tite Kubo Tite Kubo, gerçek adı Noriaki Kubo. (d. 26 Haziran 1977), Japon manga sanatçısı. En ünlü mangası Bleach, 2001 yılından bu yana Shueisha tarafından yayınlanmaktadır. Daha lise yıllarında bile çevresindeki herkes Kubo’nun müthiş çizim yeteneğinin farkındadır. Yeteneğine güvenen Kubo Weekly Shonen Jump manga yarışmasına katılır. Hem de o zamana kadar ciddi anlamda çizimler yapmamıştır. Weekly Shonen Jump, Kubo’yu yarışmada eleyip başkasını birinci olarak seçer ama Kubo için editörlerin başka planları vardır. Kısa bir zaman sonra Kubo’ya Weekly Shonen Jump’tan bir telefon gelir: “Bizimle çalışmanı istiyoruz.” Bu, gerçekten çok büyük bir başarıdır; mangaka olma kararı aldıktan kısa bir süre sonra artık önünde fazla bir engel kalmamıştır. Sanatçının ilk eseri 1996’da Shonen Jump’ta yayınlanan “Ultra Unholy Hearted Machine” adlı one shot olmuştur. Daha sonra aynı yıl içerisinde “Rune Master Urara” ve 1997’de “Bad Shield United” one shotları yine Tite Kubo tarafından hazırlanmıştır. Yeteneklerini, zamanla kazandığı tecrübelerle birleştirdikten sonra artık gerçek anlamda bir manga çıkarmanın vakti gelmiştir Kubo için. 2000 yılında Shonen Jump, yeni serilerinden olan Zombie Powder’ı tanıtırken mangakası için, çizimlerine herkesin hayran kalacağını dile getiriyordu. Bleach’in aksine Western tarzda olan manga, özellikle karakterleri ve çizimleri ile dikkatleri üzerine çekmişti; ancak Kubo Tite sağlık durumu nedeniyle kısa zamanda mangayı yarım bırakmak zorunda kaldı ve seri henüz popülerleşemeden sona erdi. Mangakanın bu kadar kısa sürede seriyi yarım bırakması Japonya’da “Bu adamdan mangaka olmaz” yorumlarını beraberinde getirdi. Elbette hiç kimse bundan bir sene sonra yeni eseri ile “Bu adamın” adının anime ve manga tarihine yazılacağını, anime ve mangaların tüm dünyaya yayılmasında ne kadar önemli bir rolü olacağını tahmin edemezdi. 2001 yılında Tite Kubo, bugün dünyanın en popüler mangalarından olan Bleach’i Shonen Jump’a sunmuş, eser birçok kişide hayranlık yarattıysa da Shonen Jump, hem Tite Kubo’nun daha önce sağlık durumu yüzünden mangasını yarım bırakması, hem de o zamanlar dergide fazlasıyla seri bulunması nedenleri ile Bleach’i geri çevirmiştir. Ancak Bleach’e hayran kalanlardan biri de Dragon Ball serisinin mangakası Akira Toriyama idi. Dragon Ball mangakası, hatalarından bir an önce dönmeleri gerektiği konusunda Shonen Jump’ı ikna etti, Tite Kubo’ya da destek oldu. Zaman, Akira Toriyama’nın, Tite Kubo ve Bleach’e güvenmekle ne kadar isabetli bir karar verdiğini kanıtladı. Bleach’in ünü kısa zamanda Japonya’nın dışına taştı ve dünyaya yayıldı. Amerika, Avrupa derken bir süre sonra zirve yaptı. Tite Kubo’nun, önceki mangasının ana karakteri Gamma’dan etkilenerek ortaya çıkardığı Grimmjow’un bulunduğu Bleach mangasının 24.cildinin kapağı, Zombie Powder için bir göndermeydi. Sanki “Bu adamdan mangaka olmaz” diyenlere kapak olsun dercesine. Kubo Sensei, sosyal hayatta oldukça utangaç bir insandır. Kurosaki Ichigo’nun seiyuusu olan ve Kubo Sensei’yi yakından tanıyan Masakazu Morita onun çok utangaç olduğunu söylemiştir. Ancak bu utangaç insan, yeri geldiğinde de lafını koymakta geri kalmaz. Özellikle anime ve mangaların başka şeylerle karşılaştırılması, Kubo Sensei’nin hiç hoşuna gitmez. "Kubo Sensei:" “Yapabildiklerim dizi ve filmlerde yapılabilseydi bu işi yapmazdım. Anime ve mangalar başka birer dünya ve onları başka şeylerle karşılaştıramazsınız.” Kubo Sensei, verdiği cevaplarla “The Boss” ismi ile tanınmaktadır. İnternette en çok rastlanan güneş gözlüklü meşhur resminin altına Kubo’nun çeşitli sözleri yazılarak paylaşılması popüler olmuştur. Ünlü mangakanın başka bir lakabı da “Troll King”dir. Anime ve manga dünyasının en tecrübelileri bile zaman zaman “Kubo bu karakteri gerçekten öldürdü mü yoksa yaşıyor mu, geri dönecek mi?” gibi sorulara net olarak cevap veremez. Bazen herkesin “Kesin bu karakteri unuttu.” dediği anda sürpriz bir şekilde o karakter geri döner. Peki Tite Kubo boş vakitlerini nasıl değerlendiriyor? "Kubo Sensei:" “Boş vaktim neredeyse olmuyor ama ara sıra vakit bulabilirsem normal işimin dışında başkaları için renklendirmeler yapıyorum. Sanatınız ile başka insanları mutlu etmek çok güzel bir şey. Ayrıca moda ile yakından ilgileniyorum. Bu işi bırakırsam moda tasarımcısı olabilirim ama kalbim buraya ait.” Bleach nasıl ortaya çıktı ve ismi nereden geliyor? "Kubo Sensei:" “Bleach henüz ortada yokken ilk olarak Kuchiki Rukia’yı oluşturdum. Shinigamilerin siyah kimonolar giymesini istiyordum çünkü bu kimsenin görmediği bir şeydi. İsim olarak ilk başta “Black” ismini düşündüm, sonra çok sıradan olduğu için “White” ismi aklıma geldi ama bu da çok basitti. Daha sonra ne siyah ne de beyaz anlamında olan “Bleach” kelimesinde karar kıldım. Rukia ismini de televizyonda görmüştüm. Güney Amerika’daki nadir bir çiçeğin adının Latince’de Rukia gibi bir şey olduğundan bahsediyordu. İsim hoşuma gitti, hemen kâğıt ve kalemi aldım ve ortaya bir isim çıkardım: Kuchiki Rukia. Daha sonradan öğrendim ki Rukia aynı zamanda ışık anlamına da geliyormuş. Ben de Rukia, Ichigo’nun ışığı olsun istedim." Ichigo da “Çilek” ve ayrı yazıldığında “1” ve “5” anlamlarındadır ve de Ichigo’nun doğum günü olan 15 Temmuz’a işaret eder. İlk çizdiğim Kurosaki Ichigo gözlüklü ve siyah saçlıydı. Sonra Kuchiki Rukia’nın yanında ana karakterin de siyah saçlı olmasını istemedim ve değiştirdim. Görseydiniz, ilk Ichigo şimdikinden o kadar farklıydı ki… Tite Kubo’nun meşhur olduğu dövüş ve aksiyon sahnelerini nasıl hazırladığını hiç merak etmiş miydiniz? “Kubo Sensei’nin aksiyon sahneleri ile diğer mangakalardan ayrıldığını hemen hemen herkes bilir.
Aksiyon sahnelerini nasıl çiziyorsunuz?” "Kubo Sensei:" “Çizimlerde önemli olan kafanızdakileri diğer insanlara nasıl sunduğunuzdur. Kafamdakileri tam olarak çizebiliyorum ve bu çok iyi hissettiriyor. Aksiyon sahnelerinde kimonoların ahenginden tutun da en ufak detayların bile, hangi kamera açılarından, hangi karelerde hangi sahnenin nasıl çizilmesi gerekiyorsa o şekilde çizerek, kafamda canlandırdığım sahneleri en iyi şekilde yansıtabiliyorum. Rock müzik hayranıyımdır. Bazen müzikle beraber çalışırım bazen de konsantrasyonumu bozabilir. O zamanlar rock müziğimi kafamda devam ettiririm, aksiyon sahnesini beynimde canlandırırım. En önemli anlarda durdurur, sahnenin açıları ile oynar ve en doğru açının hangisi olduğuna karar veririm. Bunları beynimde tamamladıktan sonra karar verdiğim o sahneleri çizerim. Bu sahnelerde okurların o acıyı hissetmeleri gerekir. “Çizmekte zorlandığınız karakterler var mı ya da hangi karakterleri çizmek diğerlerine göre daha zor?” "Kubo Sensei:" “Bleach karakterleri arasında çizimi en zor olan Zaraki Kenpachi’nin saçları. O’nu böyle tasarladığım için sanırım sonsuza kadar pişmanlık duyacağım.” “Çok kısa bir zamanda yetiştirmeniz gereken çok şey oluyor. Bunları yetiştirmekte zorlanmıyor musunuz?” "Kubo Sensei:" “Ben herkesten hızlı çizebilirim. Yetiştirmek istediğimde benim için çok sorun olmaz sadece kusursuz olmayan her sahneyi kusursuza dönüştürebilmek için sonuna kadar çalışırım.” Karakter çizimleri konusunda birçok düşmanının bile saygı gösterdiği mangaka (ne yazık ki mangakaların böyle anlamsızca düşmanları oluyor) hikâye açısından ise özellikle bazı dönemlerde eleştirilir. Tite Kubo hikâye ile ilgili olarak bakın neler diyor? “Hiçbir zaman insanlara bir mesaj vermek gibi bir gayem olmadı. Gerçek hayatta da sürekli birtakım olaylar olur ve herkes kendince mesajlar çıkartır. İsteyen benim yazdıklarımdan çok sayıda mesaj çıkartabilir, tıpkı hayatın kendisi gibi. Ayrıca karakterlerin hikayelerine de o karakterleri oluşturduktan ve potansiyeli gördükten sonra karar veririm. İlk başlarda her şeyin arkasındaki “gölge” olarak düşündüğüm, Aizen değildi. Sonradan bu rolün kendisine uyacağına karar verdim. Aizen ile ilgili henüz bilmediğiniz çok şey var. Bana yollanan her mesajı tek tek okuyorum. Hepsini tek tek cevaplayamazsam da eserlerimi takip edenlerin düşünceleri çok önemli. Lütfen bana düşüncelerinizi yazmaya devam edin.” Bu paragraf ise az bir miktar spoiler içerebilir. Bu yüzden isterseniz bir sonraki paragrafa geçebilirsiniz. Tite Kubo başlarda Grimmjow’u kısa zamanda ölecek bir karakter olarak düşünmüş ama Grimmjow, Tite Kubo’nun tahmin ettiğinden çok daha önemli bir rol oynamış. “İleride dost olarak dönecek karakter olacak mı?” "Kubo Sensei:" “Ulquiorra çoktan küle dönüştü. Grimmjow dost olarak geri dönebilir, belki de Harribel. Nel’in ise yeniden ortaya çıkmasına izin vereceğim. Daha fazla kimlerin dönüp dönmeyeceğini söyleyemem. Kubo Tite sadece mangada değil, animede de aktif bir rol alan ender mangakalardan biridir. Kubo Sensei’nin bu sözleri eserine ne kadar düşkün olduğunu göstermektedir: “Animenin tüm bölümler ile doğrudan ilgilenmekteyim. Bölümleri ilk önce ben izliyorum. Hiçbir mangakanın anime serisiyle benim kadar ilgilendiğini sanmıyorum. Bleach her şeyi ile bana ait. Ne kadar çalışırsam ve emek verirsem o kadar “Benim” diyebiliyorum.” (Kubo Sensei Bleach için seiyuu bile olmuştur. Bleach: Memories in the Rain’de Kon’un seiyuusu bizzat Tite Kubo’dur.) Bleach’in bu kadar sevilmesinde, en popüler anime ve mangalardan biri olmasında elbette karakterlerinin rolü az değildi. Erkek olsun, bayan olsun Bleach’te favori olabilecek çok sayıda karakter bulunuyor. Acaba hangileri Tite Kubo’nun favorilerinden? “Erkek karakterleriniz herkes tarafından çok seviliyor ama bayan karakterleriniz de bir o kadar güçlü. Buna ne diyorsunuz ve bayanlardan favoriniz kim? "Kubo Sensei:" “Bayanlar gerçek hayatta fiziksel olarak çok güçlü olmayabilirler ama zihinsel olarak çok güçlüdürler. Tüm bayanlara saygı duyuyorum. Diğer sorunun cevabı ise Yoruichi ve Rangiku. Rangiku’nun ablam olmasını gerçekten isterdim. “Serideki bir karakter ile yer değiştirmek isteseydim bu Kon olurdu.” Kubo Sensei, karakterlerin doğum günlerine de burçlardan ve özel günlerden yola çıkarak karar vermiş. Örneğin; Aizen zeki ve her zaman bir şeyler saklayan, gizemli ve birbirinden farklı kişiliklere sahip ikizler burcu iken, Yamada Hanatarou için ise herkesin kendisine takılabilmesi için 1 Nisan’ı seçmiş. “Zavallı Hanatarou” diyor Kubo Sensei. Tite Kubo ve Bleach’in en büyük hayran kitlesinin dünyada Amerika’da bulunduğu tahmin ediliyor. Bleach’in Amerika’daki en sevilen serilerin başında olduğunu biliyor muydunuz? "Kubo Sensei:" “Bleach’i yazmaya başlarken Amerika’da çıkacağını bile tahmin etmezdim. Amerikalıların zevklerine çok hitap ediyormuş ve büyük bir hayranlıkla takip ediliyormuş. Çok teşekkür ediyorum. Lütfen Bleach’i desteklemeye ve bana görüşlerinizi bildirmeye devam edin. Amerika’da sanatçılar ve hayranları birbirlerine çok yakınlar Japonya’da ise mesafe var.” Tite Kubo ve Bleach ile ilgili en çok merak edilenlerden biri Bleach’in ne zaman sonlanacağı. Kubo Sensei’nin eserinin son hikâye bölümüne girdiğini ve bunun en uzun hikâye olacağını artık herkes biliyor. Peki ne kadar bir uzunluk söz konusu? Bu sorunun cevabı için Jump Festa 2011’de Tite Kubo ile Kurosaki Ichigo’nun seiyuusu Masakazu Morita’nın açıklamalarını paylaşıyoruz. "Tite Kubo:" “Şu an için Bleach, yarısında diyebilirim.” "Masakazu Morita:" “O zaman en az 30 yıl daha devam edersin?” "Tite Kubo:" “Hayır, daha kısa tutmayı tercih ederim.” "Masakazu Morita:" “Millet, görünüşe göre en az 10 yıl daha devam edecek.” Ünlü mangakaya en çok sorulan sorulardan biri de mangaka olmayı düşünenlere tavsiyeleri oluyor doğal olarak. “Sizin gibi mangaka olmak isteyen gençlere tavsiyeleriniz nelerdir? "Kubo Sensei:" Sadece başarabileceğinize inanın. Başkaları muhtemelen aksini söyleyecektir. Kendinize inanmaya devam edin ve yaptığınız işten zevk almaya da… Başarabilmek için mutlaka yaptığınız işten zevk almalısınız. Kaynaklar: Tite Kubo’nun, şimdiye kadarki tüm Shonen Jump’a, Viz Media’ya, Shueisha’ya verdiği röportajlar, (Shonen Jump arşivi), Bleach B-Station’a verdiği röportajlar, San Diego Comic-Con International’da Tite Kubo ile gerçekleştirilen röportaj, Anime Insider dergisine özel Tite Kubo röportajı, Jump Bang TV kanalında Tite Kubo’nun katıldığı program, şimdiye kadar yapılan Anime Expo, Jump Festa fuarlarında yapılan resmi açıklamalar ve Tite Kubo ile yapılan röportajlar. AnimeFantastica tarafından hazırlanmıştır. Manga Kısa Hikaye İllüstrasyon Kitapları Diğer Çalışmaları U2 U2, Dublin, İrlanda kökenli rock grubu. Bono (vokal ve gitar), The Edge (gitar, klavye ve vokal), Adam Clayton (basgitar) ve Larry Mullen Jr. (davul ve perküsyon) grup üyelerini oluşturmaktadır. U2 1976 yılında, grup üyeleri henüz lise çağındayken ve müzikle ilgili sınırlı yeteneklere sahipken kuruldu. Fakat, dinî ritüelleri anımsatan soundu, Bono'nun duygu dolu sesi ve The Edge'in dokunaklı gitarı, 1980'li yılların ortalarına gelene kadar grubun uluslararası alanda büyük ün kazanmasını sağladı. Rolling Stone dergisinin deyişiyle "grubun kahramanlıktan süper starlığa yükselmesini sağlayan" 1987 çıkışlı "The Joshua Tree" albümüne kadar grubun canlı performansları albüm satışlarından daha kazançlıydı. 1991 yılında çıkan "Achtung Baby" ve beraberindeki Zoo TV Turu'yla bir yandan elektronik dans ve alternatif rock akımlarına, diğer yandan da kendi müziksel durgunluklarina karşılık veren grup, 1990'lı yılların geri kalan kısmında da benzer deneysel çalışmalarını devam ettirdi. 2000 yılından bu yana, önceki müzikal tarzlarını anımsatan daha geleneksel bir sound yakalamışlardır. Dünya çapında albüm satışları 140 milyonu aşan U2, ayrıca 22 Grammy Ödülü kazanarak bir rekor kırmıştır. 2005 yılında, adaylıklarının ilk yılında Rock and Roll Hall of Fame'e kabul edildiler. "Rolling Stone" dergisinin tüm zamanların en iyi 100 sanatçı listesinde 22. sırada yer aldılar. Kariyerleri boyunca Uluslararası Af Örgütü, ONE ve Bono'nun DATA (İngilizce: "Debt, AIDS, Trade in Africa", Türkçe: Afrika'da Borç, AIDS, Ticaret) kampanyası gibi birçok insan hakları ve sosyal adalet kampanyalarına destek verdiler. Grup 25 Eylül 1976 tarihinde, Dublin'de kuruldu. O tarihte 14 yaşında olan Larry Mullen Jr. ortaokulunun ilan tahtasına yeni bir grup kurmak için müzisyen aradığına dair bir afiş astı. Denemeler için yedi genç Mullens'in evinin mutfağında toplandı. Mullens'e göre "ilk on dakika içinde 'The Larry Mullen Band' bir araya gelmişti ki, o esnada Bono'nun kapıdan içeriye girmesiyle lider olma şansım yok oluverdi". Davulda Mullen, baş vokalist Paul Hewson (Bono), gitarda Dave Evans (The Edge) ve abisi Dik Evans, basgitarda Evans kardeşlerin arkadaşı Adam Clayton yer alırken, Mullen'in arkadaşları Ivan McCormick ve Peter Martin de gruba dahil oldu. Grup, kuruluşundan hemen sonra gençlerin o zamanlar bildiği birkaç teknik terimden biri olan "Feedback" ("Geribildirim") adını aldı. Daha sonra ise şu anki ismi olan U2 ismini grubun solisti olan Bono tarafından soğuk savaş sırasında (1980-1990) kullanılan Amerikan casus uçaklarından almıştır. Martin ilk toplantıdan sonra geri dönmedi. McCormick ise birkaç hafta sonra gruptan ayrıldı. İlk dönemlerde besteledikleri orijinal parçalarda post-punk akımından etkilenen soundlarını sergilediler. Ichigo Kurosaki Ichigo, 15 yaşında, sürekli kaşları çatık ve somurtkan duran bir öğrencidir. Bununla beraber, göründüğünden çok daha iyi kalpli ve zekidir. Ichigo’nun saç rengi doğal turuncudur ve bu gerçeğe sinirlenen üst sınıf öğrencileri devamlı Ichigo’ya sataşır. Ichigo, diğerlerinin ne düşündüklerini önemsemediğini iddia eder ve hatta bu kabadayılarla dövüşmenin onu eğlendirdiği görülür. Ichigo yetenekli bir öğrencidir, okulda 322 kişi arasında 23. sıradadır. Ichigo, evde yapacak başka bir iş olmadığı için düzenli olarak ders çalışır ve o
kul ödevlerini boşlamaz. Sonradan ortaya çıkar ki; Ichigo, saç rengi ve tavırları nedeniyle çıkan kavgalar yüzünden çoğu öğretmeninin onu yanlış anlamasını istemediği için çok çalışmaktadır. Ichigo’nun ruhları görmek gibi doğal olmayan bir yeteneği vardır. Bu uçsuz bucaksız tinsel gücün kilidi Rukia Kuchiki ile karşılaşmasıyla açılmıştır. Yeni edindiği bu gücü kontrol edemeyişi nedeniyle yakın arkadaşlarının çoğu Ichigo’nun enerjisine maruz kalmış ve ruhani varlıkları fark etmeye başlamışlardır. Bazıları da kendilerine özgü güçler geliştirmişlerdir. Ichigo, babası Isshin Kurosaki ve iki kız kardeşi Yuzu ve Karin ile yaşamaktadır. Babası evlerinde küçük bir tıbbi klinik işletmektedir bütün aileyi kendi işinde kullanmaktadır. Ichigo’nun babası, kaba saldırılarla oğluna devamlı meydan okuyan ve yemeğe geç kaldığı için azarlayan, komik ve ahmak bir karakter olarak çizilmiştir. Karin de hayaletleri daha az bir seviyede görebilmektedir ve kardeşleri babasına göre çok daha normaldirler. Ichigo’nun annesi Masaki Kurosaki, karate öğrenmesi için 4 yaşındayken Ichigo’yu dōjōya götürmeye başlamıştı. Orada Tatsuki Arisawa ile karşılaşmıştı ve ilk birkaç dövüşünde ona yenilmişti. Ne zaman yenilse ağlamaya başlayan Ichigo, derinden bağlı olduğu annesini görür görmez ağlamayı keserdi. Tatsuki, Ichigo’yu annesi etrafta iken mutlu olan ve gülümseyen, zayıf bir çocuk olarak tasvir etmiştir. Ichigo 9 yaşındayken Masaki, hollow Grand Fisher tarafından öldürülmüştü fakat Ichigo gerçek nedenini ancak Bleach’in ana hikâye çizgisinin başlarında öğrenir. Annesinin ölümünden sonra Ichigo çok üzülür ve annesinin öldürüldüğü sahilde günlerce dolanır. Tüm Kurosaki ailesi Masaki’nin ölümünden sonra dönüşüm geçirir – Yuzu kendini ev işlerini üstlenirken Karin katılaşır ve bir daha hiç ağlamaz. Grand Fisher’ı öğrenmeden önce Ichigo annesinin ölümünden kendini sorumlu tutuyordu, suya çok yaklaştığı ve annesinin de onu korumak için kendisini tehlikeye atmasından dolayı suçlu hissediyordu. Gerçeği öğrendikten sonra bile Masaki’nin ölümü Ichigo’yu etkilemeye devam eder, ona yakın olan insanları koruyamadığı için kendini suçlu hissetmektedir. Bu suçluluk duygusundan dolayı Ichigo, sevdiklerini korumak için daha fazla güç elde etmeye karar verir. Ana hikâye çizgisinden üç yıl önce Orihime Inoue’nin abisi Sora, bir trafik kazası neticesinde aldığı ağır yaralar yüzünden Kurosaki Kliniği’nde ölmüştü. Ichigo Orihime’yi abisi için ağlarken izlemişti fakat kısa bir zaman öncesine kadar gördüğü ağlayan kızın Orihime olduğunu bilmemekteydi. Ortaokuldayken Ichigo, bir dövüşte zor durumdayken kendisine yardım eden, Maşiba Ortaokulu’ndan Yasutora Sado ile karşılaştı. Ichigo onu, göğsündeki isim kartını Chad şeklinde okuduğu için, öyle çağırmaya başlar – Sado veya Chado olarak her iki şekilde de okunabilir – ve Yasutora onu düzelttikten sonra bile bu şekilde çağırmaya devam eder. Chad çok güçlü olmasına rağmen, çocukken dedesine verdiği sözden dolayı dövüşmeyi reddettiği için genellikle hedef tahtası konumundadır. Bunu keşfettikten sonra Ichigo, Chad ile bir anlaşma yapar ve birbirleri için dövüşmeye karar verirler, birisi hayatını bir şey için tehlikeye atıyorsa diğeri de onun için kendi hayatını tehlikeye atacaktır. Herhangi bir resmi shinigami rütbesi taşımamasına rağmen Ichigo’nun kabiliyetleri, seçkin bir shinigami kaptanının seviyesinde dövüşebilecek kadar büyüktür. Aizen ve Urahara'ya göre Ichigo’nun en şaşırtıcı yeteneği onun gelişme hızıdır: gelişmiş tekniklerin temel kontrolünü kavramak bir başkası için haftalar veya aylar alabilecekken onun için sadece günler alır. Örneğin, zanpakutōsunun ını, Urahara’nın icat ettiği özel bir yöntemin yardımıyla üç günde öğrendi. Normal bir shinigami için için aynı oranda başarı, yüzlerce yıllık dövüş deneyimi ve ilave özel eğitim için en az on yıl gerektirir. Ayrıca, Yoruichi’den eğitim alırken Flash Adım'da(Shunpo)ustalaşır. Ichigo, ruh formunda değilken bile fiziksel olarak en üst yapıdadır. Küçük bir çocuk olduğundan beri dövüş sanatlarında eğitilmekteydi (hem profesyonel olarak hem de babasının ani hamleleri ve sürpriz saldırıları sayesinde). Düzenli olarak kabadayılar ve gansterlerle savaşır ve tüm Japonya’nın ikinci en güçlü liseli kızı olan Tatsuki’den bile daha iyi bir dövüşçüdür. Shinigami vücudunda iken, zaten etkileyici olan gücü daha da artar. Dev kılıcını tek eliyle kolayca kullanabilir, birkaç bina katı sıçrayabilir ve bir keresinde hızlı bir ardıllıkla, zanpakutōlarının salımı yapılmış üç shinigami yardımcı kaptanını yenmiştir. Arrancar Ulquiorra; Ichigo’nun, gücünün doruğundayken kendi gücünden bile daha üstün seviyede olduğunu fakat Ichigo, içindeki hollowla çatışmaya başlayınca gücünün vahşice dalgalanmaya, düzensizleşmeye başladığını iddia eder. Çünkü Ichigo’da vücudunun taşıyabileceğinden çok daha fazla ruhsal enerji vardır ve sürekli olarak dışarı sızmaktadır. Bu durum, ruhsal alemin farkında olan diğer varlıklara gizlice yaklaşmayı imkânsız hale getirir çünkü sızıntı kendi ruhsal gücünü gizlemesini engeller. Dövüş stili bakımından, Ichigo çoğunlukla zanpakutōsuna ve anlık adımlarının kullanımına güvenmektedir, bu açıdan kılıç uzmanı olarak düşünülebilir. Ichigo’ya hiçbir zaman resmen kidō öğretilmemiştir. Çoğu kaptan ve yardımcı kaptan gücündeki shinigaminin aksine Ichigo, hem insan hem de ruh dünyasında tüm gücüyle savaşabilmektedir. Kaptanlar ve yardımcı kaptanların güçleri, yaşayanlar üzerinde gereksiz etkileri olmasın diye gerçek dünyaya giderlerken güçleri 5 kat azaltılır. Ichigo, 13 Gotei’de herhangi bir pozisyona sahip olmadığı için böyle bir güç sınırı yoktur. Ichigo’nun ruhsal güçleri sadece shinigami yetenekleri ile sınırlı değildir; Urahara’dan aldığı eğitimin sonucu olarak hollow güçleri de taşımaktadır. Ichigo, shinigami güçlerini iyileştirmeye çalışırken ruh zincirinin çürümesiyle hollowa dönüşmeye başlar. Shinigami güçlerini uyandırmayı başarır fakat içinde, dönüşümden kalan hollow ruhunu da yitirmez. 220. bölümün başlık sayfasına Ichigo’nun adının ayna görüntüsü ile hollow resmi çizilmiştir. Ichigo’nun hollow ruhu, hollowa dönüşen insanlardaki bir ortak nokta olduğu üzere, Ichigo’nun kendisinin oldukça şeytani bir versiyonudur. Ruh kendi üstünlüğünden emindir ve ne zaman fırsat bulsa Ichigo’nun beceriksizliği ile didaktik bir modda alay eder. Bir gün Ichigo’nun gücünün kontrolünü ele geçirme düşüncesinden çok zevk alır. Hollowlar arasındaki diğer bir ortak özellik olarak, rakiplerinin yüzlerine onların zayıflıklarını vurmaya bayılır. Sadisttir ve öldürdükten sonra büyük bir haz duyar, hem anime uyarlamasında hem de video oyunlarında kaçık gibi gülmeye yatkındır. En ayırt edilir özelliği yüzünde hiç düşmeyen psikotik, kana susamış gülüşüdür. Ichigo’nun aksine, hollow, Ichigo’nun önemli derecede arttmış olan gücünün ve hızının yanı sıra berserker vari bir dövüş stili kullanır. Ayrıca hollow Ichigo’nun vücudundaki yaraları görmezden gelerek dayanabilir. Dizinin farklı noktalarında Ichigo’nun hollow güçleri, farklı yollarla kendilerini gösterir. Başlangıçta Ichigo’nun hollow maskesi ölümcül darbeleri engellemek için Ichigo’nun vücudunda beliriyordu fakat dövüş sonlanana kadar Ichigo bunun farkına varmıyordu. Byakuya Kuchiki ile olan savaşı esnasında, ölümün eşiğinde iken maske yüznde göründü ve Ichigo onu bastırana kadar hollow kontrolü ele aldı. Aynı olay daha sonra da birkaç kez tekrarlanıyor. İçindeki hollowu bastırmaya çalışırken Ichigo, konsatrasyonunu dövüşmekten ziyade hollowu bastırmaya odakladığı için, etkisel olarak felç oluyor. Vaizarddan eğitim alırken kısa bir süreliğine Ichigo’nun ruhu iç hollowu tarafından, vücudunun da fiziksel olarak hollowa dönüşmesine sebep olarak, tamamen ele geçirilir. Neredeyse tamamlanmış hollowu kocaman insanımsı bir kertenkeleye benzer. Bu formda iken Ichigo, anında yenilenme, uzuvların artması ve parmaklarından patlamalarını ateşleme yeteneği gibi birkaç yüksek seviye kabiliyet sergiler. Bununla beraber, Ichigo’nun, hollow kabuğundan, yüzünde maskesi ile shinigami kimliğinde ortaya çıkması uzun sürmez. Vaizard ile eğitiminden ve içindeki hollowa boyun eğdirdikten, zaptettikten sonra Ichigo, kişiliğini yitirmeden, bir seferde on bir saniye hollow maskesini kullanabilir hale gelir. Zaman sınırı aşıldıktan sonra maske kırılır ve Ichigo maskenin faydalarını kaybeder. Maskeyi kullanmak için müteakip teşebbüsleri anlık fayda sağlar. Maskeyi takarken Ichigo’nun hollow güçleri kendi shinigami güçleriyle harmanlanarak hem gücünü hem de hızını büyük miktarda arttırır. Hueco Mundo'da Ichigo'nun Grimmjow'la yaptığı dövüşte de, maske kullanma süresinin bir hayli arttığı görülmektedir. Ichigo’nun zanpakutōsunun adı "Zangetsu" (斬月) dur. Zanpakutōlarını serbest bıraktıktan sonra mühürleyebilen çoğu shinigaminin aksine, Ichigo’nun zanpakutousu her zaman şikai halindedir. Zangetsu’nun ruhu 30-40 yaşlarında bir adama benzer ve Ichigo ona diye hitap eder. Zangetsu, adıyla da çağrılır. Zangetsu, çoğu durumlarda bilgece ve sakin davranan ve Ichigo’yu (çoğu belirtilen amacın tersine hizmet eden) sıradışı yollarla sınava tabii tutmaya meyilli biri olarak betimlenir. Ender bir yetenek olup olmadığı belli değildir. Ichigo shinigami olduğu zaman ilk başta zanpakutousu, sıradan mühürlü bir zanpakutounun aşırı büyük formu görünümündeydi ve sırtında eşit boyutta, aşırı büyük bir de kını vardı. Bu büyük boyut Ichigo’nun nasıl kontrol edeceğini bilemediği, engin ruhsal gücünden kaynaklanıyordu. Sonuç olarak, kılıcı kendi başına nispeten zayıftı çünkü oluşumu için çok küçük miktarda ruhsal güç kullanılmıştı. Byakuya Kuchiki, Ichigo ile ilk karşılaşmasında kılıcının büyük bir kısmını keser ve sonrasında, eğitimi sırasında, Ichigo zanpakutousunun adını öğrenebilsin ki gerçek formunu serbest bırakabilsin diye Kisuke Urahara da kabzasına kadar keser. Zangetsu’nun serbest formu aşırı büyük, daha şık olmasına rağmen kabza koruması olmayan bir kasap satırına benzemektedir. Kılıç, Ichigo kadar uzundur -1,74 m.- ve gümüş kenarlı siyah bıçağı vardır. Ichigo z
anpakutousunu sapına sarılmış bir kumaşla sırtında taşır. Dövüşmezken kumaş, kılıcın geri kalanını da kaplamak için uzar ve gerekli olduğu zaman açılır ve idare edilebilir bir boyuta küçülür. Ayrıca kumaş, kılıcı sallayıp rakibine fırlatmak için de kullanılır. Nadiren uygulanan bu yöntem ilk kez Ichigo’nun iç hollowu tarafından sergilenmiştir ve daha sonra tekrar Rukia’yı kurtarırken Ichigo’nun kendisi tarafından kullanılmıştır. Zangetsu’nun isimli bankaisi herhangi bir zanpakutō için tamamen olağandışı düşünülebilinir. Büyük bir yaratık veya etki yaratan çoğu bankainin aksine Ichigo’nun bankaisi, kılıcını, siyah bıçağı ve manji (“ban” (tam) kelimesinin kanjisi) şeklinde koruması olan bir nodachiye (uzun Japon kılıcı) çevirir. Kılıcı saran kumaş, kırık bir bağı olan kısa bir zincire dönüşür. Zanpakutousuna ek olarak Ichigo’nun cübbesi, uzun kollu, ayak bileklerine kadar uzanan, kırmızı astarlı, göğüs kısmında önü kapanan, Zangetsu’nun kendisine benzeyen siyah bir ceket ile yer değiştirir. Ayrıca o ceket Ichigo'nun reiatsu seviyesini gösterir. Bunu 288. bölümünde Garganta adı verilen geçitten geçerken 4. Takım Kaptanı Unohana Retsuya açıklamıştır. O anda yarısından daha da azken bile bir kaptana eş değerde gücü vardı. Byakuya Kuchiki’nin de açıkladığı gibi Ichigo’nun bankaisi, diğer bankailerdeki geniş miktardaki güç yayılımından öte Ichigo’nun gücünün sıkıştırılmış bir formudur. Bu büyük miktarda sıkıştırılmış güç, Ichigo’ya anlık adımların ötesinde bir hızda hareket sağlar ve doğal gücünü sınırlarına kadar kullanmasına olanak sağlayacak çeviklik ve refleks verir. Ichigo’nun bankai kontrolü ile ilgili ilk deneyimi ciddi bir dezavantaja yol açtı: sıkıştırılmış ruhsal gücün kuvveti vücudundaki bütün kemiklerin kırılmasına dolayısıyla hızının ve gücünün zamanla azalmasına neden oldu. Bu dezavantajdan, bankai tam anlamıyla kullanılmaya başlandığından beri bahsedilmemiştir, sonuç olarak tahminen üstesinden gelinmiştir. Zangetsu’nun özel yeteneği (her iki formda da) dur. Kılıcın ucundan hilal şeklinde, yoğunlaştırılmış enerji patlamaları ateşlenir. Ichigo bu yeteneği adını bilmeden birkaç kez kullanır fakat daha sonra adını keşfettiği zaman geliştirir. Zangetsu’nun dediği gibi saldırının adını bilmek ile bilmemek arasında salınan enerji miktarı açısından fark vardır. Zangetsu’nun bankaisi ile kullanıldığında bu patlamaların anahattı kırmızı, rengi de siyah görülür ve izlediği yol kontrol edilebilir. Byakuya Kuchiki ile dövüşünde Ichigo, bu saldırıyı "kuroi getsuga" diye kullanır. Bu terim, saldırının kararan rengini ifade eder, asıl adını değil. Hareket ilk defa Ichigo’nun iç hollowu tarafından sergilenmişti ve önceleri eğer çok fazla kullanılırsa iç hollowunun yüzeye çıkmasına neden olmaktaydı. Ichigo daha sonra iç hollowunun kontrolünü ele geçirince bu durum sorun olmaktan çıktı. Rukia Kuchiki Alt sınıfta doğan Rukia, asil bir aile tarafından evlat edinilmesine rağmen alçakgönüllülüğünü yitirmemiştir; nazik ve tertemizdir, sıradan insanlarla konuşmayı tercih eder. Ichigo’ya, ondan neredeyse on kat daha büyük olduğunu söylemesine rağmen, modern dünyanın yöntemleri hakkında hiçbir fikri yoktur (çünkü Ruh Cemiyeti Japonya’nın Edo Dönemi'ne benzer). Başlangıçta basit bir meyve suyu kutusunu bile çözememiştir ve modern Japonca’yı okuduğu mangadan öğrenir. Tite Kubo’ya göre, (beşinci kitapta) yarıyıl final sınavlarında Rukia, sıralamada 322 kişiden 302 olmuştur. Japonca haricindeki sınavlarının çoğundan kalmıştır. Rukia başarılı bir oyuncudur, birçok zor durumdan bu yolla kurtulur. Ichigo, her zaman olayı kavrayan tek kişi gibi görülür ve onu numara yapmakla suçlar. Ayrıca çizim yapmaktan hoşlanır (oldukça kötü), insan ve hollow çizimleri nispeten tavşanlara ve oyuncak ayılara benzer. Genellikle Ichigo’ya birşeyi anlatmak için çizer, Ichigo da çizimlerine hakaret edince Rukia’dan yumruğu yer. Rukia, Tavşan Çatlak’ı (ve temel olarak tavşan temalı her şeyi) çok sever ve bundan Çatlak Ruh Şekeri’ni bulamadığı zaman bahseder çünkü Ruh Cemiyeti’nde çok popülerdir (Arrancar bölümlerinde bulur). Ayrıca yüksek yerlere tırmanmayı sever ve en sevdiği yiyecekler yumurta ve salatalıktır. Ichigo’ya karşı tavırları değişkendir. Bazı zamanlar, onunla, sanki düşmanıymışcasına ağız dalaşına girer ve bazen de onun için endişelenir ve yaşlı bilge biri gibi öğüt verir. Sahnelerinin çoğunda birbirlerine bağırırlar ve surat yaparlar. Bu tartışmalara rağmen birbirlerini derinden anlarlar ve genellikle çekinmeden konuşabildikleri tek kişi birbirleridir. Rukia’nın, Ichigo’ya güçlerini verdiği için Ruh Cemiyeti’ne götürüldüğü zaman en iyi görülen, oldukça ciddi bir yönü de vardır. Ruh Cemiyeti’nde çeşitli hücrelerde tutulurken, devamlı olarak kaderine boyun eğmiş bir halde ve derin düşünceler içindedir. O ve Ichigo aynı kayıp ve suçluluk hislerini taşırlar. Ichigo, annesinin ölümü ve Rukia’nın idamı için suçluluk duyarken; Rukia, emrinde bulunduğu Kaien Shiba’nın ölümünden ve kendi hatası yüzünden Ichigo’yu soktuğu ölüm-kalım durumundan dolayı kendini suçlar. Hikâyenin başındaki durumlardan dolayı ve animedeki Bount bölümlerinde Rukia, Ichigo’nun gardrobunda Kon ile birlikte yaşar, yatakodasının penceresini Kurosakiler’in evine girip çıkmak için kullanır. Ayrıca, bazılarını Ichigo’nun kardeşi Yuzu’dan çaldığı ve gerisini de Urahara’nın kredisiyle karşıladığı günlük giysiler ve okul üniforması edinir. Ruh Cemiyeti’ndeki olaylardan sonra (ve animedeki Bount bölümlerinden en az birkaç hafta sonra) Rukia yaşayan dünyaya, artan Arrancar tehditiyle savaşmak için beş şinigami ile birlikte geri döner. Kurosaki ailesini onlarla kalmasına izin vermeleri için Yuzu ve Isshin’in (aslında Isshin Rukia’nın gerçek kimliğinin farkındadır) anında kandığı uyduruk, acıklı bir hikâyeyle ikna eder ve sonunda Ichigo’nun kardeşleriyle kalabalık bir odayı paylaşır. Rukia ve ablası Hisana insan dünyasında öldükten sonra birlikte Rukongai’nin 78. Mıntıkası’na gelmişlerdi. Hisana, Rukia’yı hem kendine hem de ona bakmaya devam edemediği için bebekken terk etmişti. Rukia, Renji Abarai ve yaşıtı diğer çocuklarla tanışana kadar kendi başına büyüdü. Birlikte, hayatta kalmak için yiyecek çalarak idare ettikleri geçici bir aile oldular. Bu süre zarfında Rukia ve Renji ruhsal güçlerinin belirtilerini gösterdiler. Başlangıçta "şinigami" olmaya karşıyken bütün arkadaşlarının ölümü Rukia’yı daha iyi yaşayabilmek için akademiye katılmak konusunda harekete geçirdi. "Şinigami" akademisinde Renji en üst sınıfa ve Rukia da ikinci sırada olana kabul edildi. Renji ve Rukia ayrı büyümeye başladılar ve bu arada Renji eğitimini arttırdı. Duygusal mesafeleri Rukia, Kuchiki ailesine katılmasını istediklerini söyleyene kadar aynı kaldı. Her ikisi de bir daha birbirlerini göremeyecekleri için böyle bir şeyi istemedikleri halde Renji, Rukia’nın fırsatı için sevinmiş gibi davrandı. Rukia isteksizce Kuchiki ailesine katıldı ve daha mezun olmadan ve birlik giriş sınavına girmeden hemen 13. Birlik’te göreve başladı. Rukia’nın bilmediği şey ise Byakuya’nın onu eşi Hisana’nın son arzusunu yerine getirmek için evlat edindiği idi. 13. Bölük’te, Rukia’ya mevki verilmemiştir. Daha sonra ortaya çıkar ki bu Byakuya Kuchiki’nin etkisi yüzündendir çünkü Rukia’nın tehlikeli görevlere gönderilmesini istememektedir. Rukia, bölük kaptan yardımcısı Kaien Shiba ile arkadaş olmuştu ve onun eşi 3. Mevki Miyako Shiba’yı da çok takdir ederdi. Miyako bir hollow tarafından öldürüldüğünde Rukia, Kaien ve bölük kaptanı Jūshirō Ukitake hollowu yakalamaya gitmişlerdi. Kaien hollowla tek başına yüzleşti fakat hollowun özel kabiliyeti onun "zanpakutō"sunu parçaladı. Rukia kılıcını çekip yardım etmeye davrandı ama Ukitake onu durdurdu ve Rukia’ya, Kaien’in savaşının kendi hayatından çok onur savaşı olduğunu söyledi. Eğer Rukia yardım etseydi Kaien’in hayatı kurtulacaktı fakat onuru sonsuza kadar zarar görmüş olacaktı. Bu arada hollow Kaien’in içine girip onu ele geçirdi. Ukitake hollowla yüzleşti fakat hastalığı hollowun Rukia’ya saldırmasına fırsat tanımış oldu. Kaien bir anlığına kontrolünü geri kazandı ve kendini Rukia’nın "zanpakutō"sununun üzerine attı. Rukia’ya ve Ukitake’ye onuru için savaşmasına izin verdikleri için teşekkür etti ve Rukia’nın kollarında öldü. Rukia cesedi Shiba ailesine getirdi fakat Kaien’in ölümündeki rolünden dolayı suçlu hissettiği için özür dilemekten korktu. Rukia 13. Bölük’ün bir şinigamisi olarak bir şinigaminin ihtiyacı olan bir dizi standart yeteneğe sahiptir. İlk takdim edilişine göre, sadece temel becerilerini geliştirmiş gibi gözüken temel-seviyede bir zanpakutōsu vardır. Rukia’nın en büyük gücü kidō bilgisidir; bilinen yetenekleri bağlama, iyileştirme, arındırma ve yok etmedir. Renji, Rukia’nın hızlı olduğu için faydalı olduğunu söyler. Güçlerini kaybettikten sonra Rukia, sınırlı bir seviyede kidō büyülerini kullanabilir fakat bu güçler hedefleri üzerinde hemen hemen hiç etki gösteremeyecek kadar zayıftır. Animenin Bount bölümlerinde, aksine, Renji’ninki ile aynı seviyede en az bir büyü kullanabilir (bu fark, kullandığı gigainin ilk seferkinden değişik olmasına mal edilir). Ruh Cemiyeti’ndeki olaylardan beri Rukia’nın şinigami güçleri neredeyse tamamen iyileşmiştir. Rukia 13. Bölük’te, aslında mevki sıralamasında yer alabilecek kadar güçlü ve yetenekli olmasına rağmen mevkisiz bir şinigamidir. Kidō kullanımında yetenekli olmasının ötesinde zanpakutōsunun nı da tamamıyla uygulayabilir. Bununla beraber, kendisinin de itiraf ettiği gibi kılıcının kabiliyetleri eksiktir. Rukia’nın zanpakutō ismi dir. Şinigami güçlerini Ichigo’ya verdiği için mangadaki Ruh Cemiyeti bölümlerinden sonrasına kadar isimsiz kalmıştır. Şikai komutu tir. Başlangıç salımında Sode no Shirayuki, Ruh Cemiyeti’ndeki en güzel zanpakutōlardan biri olarak görülmektedir. Kabzası, muhafazası ve bıçağı tamamen beyazdır. Beyaz bir kurdele kabzasının ucundan çıkar ve çember şeklini alır. Sode no Shirayuki’nin kontrolü daha çok Tōshirō Hitsugaya’nın Hyōrinmaru’su gibi buz üzerinedir fakat farklı bir usul kullanı
r. Kaname Tōsen’in Suzumushi’si ve Kisuke Urahara’nın Benihime’si gibi Sode no Shirayuki’nin birden çok yeteneği vardır. Sode no Shirayuki’nin yetenekleri Rukia tarafından “danslar” olarak addedilir. komutuyla Rukia hedefinin etrafında bir çember oluşturur ve çemberin içerisindeki her şeyi, yerden gökyüzüne kadar dondurur. komutu Sode no Shirayuki’nin bıçağından büyük bir buz dalgası yayar. Son olarak, komutu zanpakutōsunun buz kristalleri ile yeniden şekil almasını sağlar ve eğer parçalanırsa yolunun üzerindeki her şeyi delip geçer. Şinigami Şinigami kavramı bugün orijinal Japon kurgularında sıkça görülür. Budizmde ölümle ilgili Mrtyu-mara bulunur. İnsanları ölmeyi isteten iblistir ve onun tarafından ele geçirilirse kişi şok içinde aniden intihar etmek ister, ki bu da bazen "şinigami" olarak açıklanır. Ayrıca Yogacara hakkında bir yazı olan Yogacarabhumi-sastra'dabir iblisin insanların ölüm zamanına karar evrdiği yazar. Diyu'nun(yerelaltı dünyasının) kralı Yama, oni gibi (öküz başlı ve at suratlı) şinigami olarak değerlendirilirler. Şinto'da ve Japon mitolojisi'nde, İzanami insanlara ölümü verir, yani İzanami bazen şinigami olarak görülür. Yine de İzanami ve Yama batı mitolojisindeki ölüm tanrılarından farklı düşünülürler, ve Ateizm'in Budizmde konumlanışından ötürü başlamak için ölü tanrılar konsepti bulunmadığı görülür. Japon budist inancında kijib ve onryō insan yaşamlarını alır, "ölü tanrı" olmadığı düşüncesi insanları ölüler dünyasına taşır. Şinigami, "Bleach" adlı mangada yer alan kurgusal bir gruptur. Saf ruhturlar, vücutları ektoplazmadan (reişi) oluşmuştur. Ruhani varlıkların farkında olmayan insanlar tarafında görülemezler, duyulamazlar veya herhangi bir şekilde fark edilemezler fakat bir fiziksel cismi hareket ettirirlerse anlaşılabilirler. Ruh Cemiyeti'nde (Soul Society) yaşamaktadırlar, fakat insan dünyasına gidip gelebilirler. Ancak insan dünyasına gidişler sınırlıdır ve izlenmektedir. Gereğinden fazla insan dünyasında durmaları yasaktır. Bir şinigaminin görevi ruh toplumuna artılar kazandırmak ve kötü ruhların (hollow) ruhlarını temizlemektir. Serinin ileriki bölümlerinde, daha fazla ayrıntı verilmektedir, iki dünya arasındaki ruh akışınıda yönetmekle sorumludurlar. "Death Note" adlı anime ve manga serisinde de şinigami kavramı kullanılmıştır. "Death Note" serisine göre şinigamilerin birden çok özellikleri vardır: Cesetsi bir görüneme sahip olan şinigamiler Death Note (Ölüm Defteri) denilen bir deftere sahiptirler ve bu deftere insanların isimlerini yazarak onları öldürebilirler. Ayrıca şinigamiler insanların kalan yaşamlarını kafalarını üzerinde numaralar halinde görebilirler ve defteri kullanabilen insanlardan farklı olarak öldürdükleri kişinin kalan hayatı onların yaşam süresine eklenir. Defterin sahibi olan kişi şinigamiyle bir anlaşma yaparak kalan hayatının yarısı karşılığında şinigami gözüne sahip olup gördüğü her insanın ismini ve kalan hayat süresini görebilir. Eğer bir şinigami defterini dünyaya düşürürse, defter bulan insanın olur ve defteri başkasına devrederse onunla ilgili her şeyi unutur. Sadece deftere dokunan insanlar şinigamiyi görebilirler. Ayrıca defteri kullanan kişi cennete veya cehenneme gidemez. Şinigamilerin var olma sebepleri bilinmemekle birlikte, ölmemek için insanların isimlerini defterlerine yazdıkları ve bunu yaparak yıllarca kendi boyutlarında vakit geçirdikleri bilinmektedir. Onları öldürmenin tek yolu, bir şinigamiyi bir insana aşık etmektir. Full Moon wo Sagaşite’de şinigamiler, ölmesi gereken kişi zamanında ölüyor mu, başka durumlardan, olaylardan etkilenip kaderinde belirlendiğinden daha önce veya daha sonra mı ölüyor diye kontrol ederler. Bu şinigamiler yaşarlarken intihar etmiş insanlardır ve şimdi "ceza" olarak ruhları toplamaktadırlar. Eğer birisi "tam şinigami" olamadan geçmişini hatırlarsa kaybolur ve hayalete dönüşür. Fethi Naci Fethi Naci (asıl adı İsmail Naci Kalpakçıoğlu) (d. 3 Nisan 1927, Giresun - ö. 23 Temmuz 2008, İstanbul), Türk yazar ve eleştirmen. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ni bitirdi. 1940 yılından itibaren çeşitli dergilerde, şiir ve öyküleri yayımlandı. Fethi Naci adını 1953'ten sonra yazdığı eleştirilerde kullanmaya başladı. 1965'te Gerçek Yayınevi'ni kurdu. Yayınevinde başlatılan "Yüz Soruda" dizisi büyük ilgi gördü. Türk edebiyatına özellikle eleştirileriyle büyük katkılarda bulunan Fethi Naci 2008 yılında vefat etti. Minare Minare (), İslam dininin ibadet yeri olan camilerde namaza çağrıyı bildirmek ve sala okumak için inşa edilmiş ana yapıdan yüksek tasarlanan yapılardır. Namaza çağrının o mahaldeki herkesin işitebileceği yüksek bir yerden okunması, ibadethanelerde minare inşasının esasını teşkil etmektedir. Camilerde minare ihtiyacı teknolojinin henüz olmadığı İslamiyetin ilk dönemlerinden 20. yüzyılın ilk yarısına kadar, ezanın uzak yerlerden duyulmasına imkân sağlamak için yapılmışlardır. Eski devirde müezzin, caminin balkonuna, yani şerefeye çıkar istinare denilen şekilde dönerek ezan okurdu. Modern çağda artık minareye çıkmadan cami içindeki mikrofondan okumaktadır. Mamafih bazı Nakşibendi tarikatlarında hoparlörle okumak yerine yine eski usul kullanılmaktadır ki, teknolojinin bir kısmını bidat, gereksiz ve zevksiz olarak görmektedirler. Camilerde minare zorunlu bir yapı parçası olmamakla birlikte, bir islam beldesi imgesinde geleneksel ve güçlü bir yer edinmiştir. Günümüzde boyunun bir hayli uzatılmasından ötürü, mimari açıdan 'hoparlör direği' yakıştırmasıyla tenkit edilseler de, esasen bu tenkitten uzaktırlar. Yapılış amaçlarına uygun olarak; yerleşmelerin seyrek, nüfusun az yoğun, yapıların da alçak olduğu zamanlarda ibadethanelerin pek çoğu mescitti (mimari açıdan bir sınıflama: genellikle şehre hitap eden büyük ibadethaneler cami, mahalle ya da ufak yerleşmelerdeki küçük ibadethaneler mescit olarak adlandırılır) ve minareleri de alçak yapılıyordu. Günümüzde ise yerleşimler sıklaşmış ve yayılmış, nüfus yoğunluğu artmış ve yapıların da yüksek katlı yapılmaya başlanmasıyla, mescit yerine hitap alanı geniş ve yüksek kapasiteli cami yapılmakta, bu yüzden minareler de apartmanlar arasında kalmayıp amaçlanan görevini yakalaması için yüksek inşa edilmektedir. İslamiyette ilk minare Mısır'n başkenti Yeni Kahire'deki Amr İbn Al-As camisinde inşa edilmiştir. Minare ana parçaya Emevi meliki I. Muaviye zamanında vali Meslem bin Muhalled tarafından 678 yılında eklenmiştir. Arap, İran, Hint, Türk, Mısır minare şekilleri farklıdır. Minare sanatının büyük ustası Mimar Sinan bu yapı öğesine geometrik ve zarif şeklini vermiştir. İnce çubuk ve kabartma süslü minarenin benzersiz örneği Şehzade Camii minareleridir. Selimiye Camii'nde uyguladığı teknikte minarenin üç şerefesine ayrı merdivenlerden çıkılmakta ve her merdivenden çıkan diğerini görmemektedir. Osmanlı minareleri ve şerefeleri süsleme sanatlıdır. Boyları 10 ila 40 m.dir. Camiye bitişik veya ayrı hatta biraz uzaktaki minarenin yapımında taş, tuğla ve horasan harcı kullanılmıştır. Bayezid Camii minaresinde renkli süsleme tekniği kullanılmıştır. Hırkai Şerif Camii, Ortaköy Camii, Dolmabahçe Camii minarelerinde süsleme sonuna kadar kullanılmıştır. Klasik, rokoko dışında gotik, korint tarzlarında minareler dahi vardır, Bahçekapı Hacı Küçük Camii, Ali Paşa Mescidi ve Suadiye Camii minareleri gibi. Büyükçekmece Sokullu Camii minaresinin merdiveni dışardadır. Tahtakale Timurtaş Mescidi ile Topkapı Sarayı Beşir Ağa Mescidi'nin minareleri merdivensiz, dışarı taşan asma cumbalardır. Cavid Ağa Mescidi, Yağkapanı Mescidi, Karabaş Mescidi, Eminönü Arpacılar Camii, Köprülü Camii ile Arpacı Hayreddin Mescidi'nin minareleri ahşaptır. Karabaş Mescidi minaresi ise, çinko kaplamadır. Mimar Sinan'ın kendi adına yaptığı Yenibahçe'deki Mimar Sinan Mescidi minaresi çokköşeli, baca gibi, en üstü süslü pencerelidir. Minareler camilerin üst kısmında yer alır Selçuklu minareleri kalın, güdük, petek kısmı bedene göre kısadır. Genellikle tuğladır ve taçkapının yanlarında ikizdir (Çifte Minare-Sivas). Osmanlılarda ise 6 adede kadar minare vardır.Tek minareler geleneksel olarak caminin sağında yapılır (Sokollu Camii ile Firuz Ağa Camii'nde soldadır). İki minareli camilerde minareler caminin iç avlu köşelerindedir. Dört minarelilerde iç avlunun köşelerindedir. Altı minareli Sultanahmet Camii'nde ise mihrab duvarına göre üç minare sağda üç minare soldadır. En uzun minare Selimiye Camii minaresidir. Boyları 71 metre (Külah ve alemi dahil ile) 85 metre, her biri üçer şerefeli bu dört minare İslâm aleminin en uzun ve en zarif minareleri olmuştur. Her ne kadara Hindistan’da, Delhi de XIII. yüz yılda yapılan kutup minare 72.50 metrelik boyu ile daha uzun ise de en altta çapı 14 metre olan bu minarelere tepeye doğru incelir. Dolayısıyla kutup minarenin estetiği yoktur. Selimiye'de ikisinde (camiye bitişik olanlarında) 3 ayrı yoldan 3 şerefesine çıkılan Selimiye minareleri en aşağıda gövde sadece 3.80 çapındadır. Minarelerin hepsi aynı kalınlıktadır. En büyük minare Samerra Camii'nin spiral minaresidir. En kalın olanı 5,08 m. ile Üç Şerefeli Cami (Edirne)'dir. Şehzade Camii'nde 41,54, Ayasofya Camii'nde 50,37 (81 m olacak), Süleymaniye Camii'nde 63,80 (71 m olacak) metredir. Minarenin taş veya tuğla gövdesi genellikle çokgendir, bazen karedir. Gövde burmalı ve yivlidir. Kabartmalar ve motiflerle süslüdür. Şerefe bindirmelikleri mukarnaslıdır. Şerefe korkulukları taştan ve oymalıdır. Minareler arasına kandil ve Ramazan ayında mahya asılır. Mimar Sinan minarede her şerefeye birbirini görmeden çıkan ayrı ayrı merdivenler yapmıştır. Minarelerin birçoğu yüzyıllar içinde, depremlerde ve sel baskınlarında yıkılmış, yeniden yapılmıştır. Minareler Türkiye'de genelde yedi bölüme ayrılırlar. Minarenin yapılanma açısından en üstte olan kısmıdır. Genelde metalden yapılma altın rengi bir hilalden ibarettir. Bu üst noktayı aşan sadece yıldırımsavardır. Minareyi yağıştan koruyan koni biçimindeki kısımdır. Alemin altında bulunur. Külahın altındaki kısmın (tek şerefeli minarelerde) ilk şerefe
ye kadar olan bölümüne verilen addır. Müezzinin ezan veya sela okuduğu ve minareden her yöne dönmesini sağlayan balkona denir. Şerefe(ler)den sonra gelen ve Türk mimarisinde petekle aynı çapta ve ince olan en uzun bölümdür. Gövdeyi alt ve geniş kürsüye bitiştiren küçük bir diske benzer. Minarenin görünen bölümlerin en aşağıda olanıdır. Külaha benzer genişleyen bir kısmı ve altındaki bloktan oluşur. Külahın aksine alt blok dikdörtgenler prizması şeklinde yapılır. Bu bölüme küp ya da gövde de denir. Julia Roberts Julia Roberts (d. Julia Fiona Roberts, 28 Ekim 1967, Georgia), Oscarlı Amerikalı oyuncu. Betty Lou Bredemus ve Walter Grady Roberts'ın en küçük çocuğudur. 140 milyon dolarlık servetiyle Hollywood'un en zengin oyuncusudur. Yıllık 62 milyon dolarlık kazancıyla da yılda en çok kazanan J. Roberts, Mona Lisa Smile Filmiyle aldığı 25 milyon dolarlık ücretle de sinema tarihinin en yüksek ücretli kadın oyuncusu olmaya hak kazanmıştır. Aynı zamanda Unfabulous dizisiyle ünlenen Emma Roberts'ın da halasıdır. Julia Roberts, ilk olarak günışığını 28 Ekim 1967'de gördü. İrlanda asıllı bir ailenin kızı olarak Atlanta, Georgia'da doğdu; ama Georgia'nın küçük bir kasabası olan Smyrna'da, annesi Betty-Lou ve babası Walter ile birlikte büyüdü. Annesi oyuncu ve kilise sekreteri; babası ise elektrik süpürgesi satıcısı, yazar ve oyuncuydu. Julia, üç kardeşin en küçüğü; abisi Eric Roberts ve ablası Lisa Roberts vardır. Julia trajik bir çocukluk dönemi geçirdi.Yalnızca dört yaşındayken, mali güçlükler yüzünden annesiyle babası ayrıldı. Babası Walter on altı yaşındaki oğlu Eric'le birlikte Atlanta'ya geri taşınmaya karar verirken, Betty-Lou iki kızıyla birlikte Smyrna'da kaldı. Julia on yaşındayken, Mart 1978'de, babası kanserden öldü. Okulda, çocuklar kalın gözlüğü ve büyük ağzı yüzünden onunla alay ettiler. O, büyük ağzını kabullendi ve ağzını markası yapmaya karar verdi. Kontakt lens kullanarak, kalın gözlüğüyle sakladığı ela gözlerini ortaya çıkardı. Julia, uzun olduğunu hiç saklamayı denemedi. Boyu, onu daha mükemmel yapıyordu. İlk zamanlarda, Julia, vejetaryen olmayı planladı ve oyunculukla az ilgilendi. Campbell Lisesi'nden mezun olduktan sonra, New York'ta tiyatro okuluna gitmek için ablası ve abisine katıldı. Oyunculuğa kapılmadan önce, Baskin-Robbins ve Athlete’s Foot'ta çalıştı. Sonra, modellik şirketi "Click" 'le sözleşme imzaladı ve oyuculuğa hazır abisi Eric'in, Julia'nın "Blood Red" 'deki ilk film rolüyle ortaya çıkartana kadar, onlarla kaldı.Film iyi gitmedi; ama Hollywood'da insanlar onu konuşmaya başladı. 1988'de Mystic Pizza'da bir pizza garsonunu oynadı ve sonra da Liam Neeson ile birlikte Satisfaction'da oynadı. Julia ve Liam arasında kameranın arkasında sıcaklaşan işler başladı. Bir yıl sonra, Steel Magnolias'ta o zamanki nişanlısı, Dylan McDermott, karşısında oynadı. "Steel Magnolias"'tan hemen önce, Julia hastalandı ve film çekimleri başladığında yeni iyileşiyordu. Bu durum, yönetmen Herbert Ross'un oyunculuğu hakkında kötü şeyler söylemesini, çoğunlukla da insanlar karşısında söylemesini durdurmadı; ama Julia Oscar adayı olunca, Ross sustu. Bir yıl sonra, tüm Dünya'nın "Pretty Woman"'ı olduğunda birdenbire büyük bir star oldu. Aniden, herkes onu ister oldu. Gazeteler her gün onun hakkında yazdı ve tüm dünya onun hakkında konuştu. Bu ilgi onun için zordu. Zayıfladı; uyuşturucu kullandığı ve anoreksiye yakalandığı dedikoduları yayıldı. Kiefer Sutherland ile tanıştığında bu durumdan kurtuluşu gelmişti.Sutherland, Flatliners'teki rol arkadaşıydı. Karısından ayrıldı ve Julia'ya taşındı. Bu skandal gerçekti ve yılın ilişkisi başladı. Ağustos 1990'da, Julia ve Kiefer nişanlandıklarını duyurdular ve ekimde Kiefer, Julia'nın sol omzuna çince "Sonsuz aşk" dövmesi verdi.Düğünlerini 14 Haziran 1991 tarihine ayarladılar. Rüya, Julia'nın Kiefer'ı striptizci Amanda Rice'la cinsel ilişkisini gördüğünde bitti. Düğün iptal edildi ve Julia İrlanda'ya giderek komforu aradı. Bu arada, "Sleeping with the Enemy" ABD'de büyük bir başarıyla açılışını yaptı. 1991'de, Julia ara vermeye karar verdi.İki uzun yıl boyunca, "The Player" (1992) filmindeki küçük rolü ile tamamen büyük ekrandan uzak durdu ve herkes şunu soruyordu: "Pretty Woman nereye gitti?". 1993'te, büyük bir patlamayla geri döndü. John Grisham'ın romanın uyarlanan "The Pelican Brief" filminde Darby Shaw rolünü oynadı. Bu film, Julia için bir geridönüştü ve sinemalarda çok iyi bir başarı elde etti. Film çekimleri sırasında (Haziran 1993), Julia kendinden on yaş büyük yerel şarkıcı Lyle Lovett'la evlenerek herkesi şaşırttı. Birlikte rahibe "Evet." demek için giderken, Julia yalınayak ve makyajsızdı. İki yıl sonra, Mart 1995'te, çift ayrıldıklarını duyurdular. Evliliklerinin 21 ayından sonra ayrıldılar; ama onlar hala iyi arkadaşlardır. Gelecek yıllar boyunca, Julia'nın filmleri büyük bir başarı yakalayamadı ve kariyerinin bittiği dedikoduları dolaşmaya başladı. O sıralarda "yeni Julia Roberts" 'tan konuşuldu ve rakipleri arasında Sandra Bullock, Julia Ormond ve Julianne Moore vardı.Ama 1997 yazında, "Conspiracy Theory" ve "My Best Friend's Wedding" filmleriyle herkesi susturdu. O, uzun saçı ve yüzünde gülümsemesiyle, halkın istediği gibi geri döndü. "Stepmom" filminin 1998 yılbaşı galasında Julia yeni bir adamla geldi. Bu adam, Law and Order dizisinden Benjamin Bratt'ti. Onların dört yıllık çıkmaları boyunca, evlilik ve bebek konuşmaları tutarlıydı; ama Julia, durumlarından memnun olduklarını ve hiçbir şeyde acele etmek istemediğini söyledi. 2000'de, Steven Soderbergh yönetmenliğinde gerçek bir hayat hikâyesine dayanan yalnız bir anneyi canlandırdığı filmin çekimlerine başladı: "Erin Brockovich". Bu film, Soderbergh ile çalıştığı ilk film olmuştur (Erin Brockovich, Full Frontal, Ocean’s 11 ve Ocean’s 12).Bu filmle, 2001 Altın Küre ödülünü kazanmıştır. Bir ay sonra, Benjamin Bratt, "Erin Brockovich" filmindeki rolüyle Oscar kazandığında son kez Julia'nın yanındaydı. Kabul Konuşmasında, beş dakika boyunca sahneden tanıştığı herkese teşekkür etti ve "Burayı seviyorum!" diye bağırdı. "Dünyayı seviyorum, çok mutluyum, teşekkür ederim!" diyerek konuşmasını bitirdi. 2001 Haziran'ın sonuna doğru, Julia ve Benjamin ayrıldıklarını duyurdular. "Nazik ve duygusal bir son" olarak ilişkilerini böyle anlatmıştır. Oscar kazandıktan sonra, Julia yavaşladı; kendi yaşamına odaklanırken "Full Frontal" ve "Confessions of a Dangerous Mind" gibi filmlerde küçük rollerde oynadı. "The Mexican" filminin çekimleri sırasında kameraman Daniel Moder'la tanıştı ve yakın arkadaş oldular.Uzun zaman boyunca, aşk spekülasyonları oldu, Aralık 2001'de "Ocean's Eleven" filminin galasında, çiftin ilk resmi fotoğrafı çekildi. Julia, yeni sarışın bakışıyla, sevinçli ve mutlu görünüyordu. Çift, Julia'nın New Mexico'daki büyük çiftliğinde, 4 Temmuz 2002'de, Bağımsızlık Günü'nde, gece yarısı töreniyle evlendi. Düğünden sonraki ilk röpartajında, Julia Danny'i "adamlar arasından adam, bencil olmayan ve tümüyle kuşatılmış" olarak tanımladı. Temmuz 2004'te, evlilikten iki yıl sonra, Julia ve Danny ilk çocuklarını beklediklerini duyurdular. Çocuklarının doğumundan sonra, Julia hiçbir şeyi planlamıyordu. Hrant Dink Hrant Dink (Ermenice: Հրանդ Տինք, 15 Eylül 1954, Malatya - 19 Ocak 2007, İstanbul), Türkiye Ermenisi gazeteci. 19 Ocak 2007 tarihinde saat 15:00 sıralarında, genel yayın yönetmeni olduğu "Agos" gazetesinin Şişli Halaskârgazi Caddesi üzerindeki binası önünde uğradığı silahlı saldırı neticesinde hayatını kaybetti. Hrant Dink, 1954 yılında Malatya’da dünyaya geldi. Babası Sivas'ın Gürün ilçesinde, annesi Gülvart ise Sivas'ın Kangal ilçesinde doğup büyümüştü. Anne ve babası 1961 yılında İstanbul'a taşınmalarının ardından boşandı. Hrant ve iki kardeşi Gedikpaşa’daki Ermeni Yetimhanesi'ne yerleştirildi. Dink bu sırada Türkiye'de gelişmekte olan sol siyasetten etkilendi ve Türkiye Komünist Partisi / Marksist-Leninist çizgisinde siyaset yapmaya başladı. O yıllarda, örgüt ile Ermeni cemaatinin ilişkilendirilmesini önlemek amacıyla ismini mahkeme kararı ile Fırat olarak değiştirdi. Liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde zooloji eğitimi aldı. Bir süre sonra yetimhanede birlikte büyüdükleri Rakel ile evlendi. Kardeşleriyle birlikte açtığı yayınevi ve kırtasiye işlerini sürdürürken, eşi Rakel’le kendileri gibi Anadolu’dan gelen kimsesiz ve yoksul çocukların yetiştiği Tuzla Ermeni Çocuk Kampı’nı yönetmeye başladı. Açılışından 21 yıl sonra kampa devlet el koydu. Askerliğini Denizli Piyade Alayı'nda sekiz ay kısa dönem er olarak yaptı. Bazı gazetelerde kitap eleştirileri ile yazı hayatına başladı. Basında çıkan yanlış haberlere gönderdiği düzeltmeler ile adı duyulmaya başladı. İstanbul Ermeni Patrikhanesi’ne, ""Ermeni toplumu çok kapalı yaşıyor, kendimizi iyi anlatırsak önyargılar kırılır"" diyerek bu amaçla Türkçe ve Ermenice bir gazete çıkarmayı önerdi. 5 Nisan 1996 tarihinde ilk sayısı yayınlanan "Agos" gazetesinin kuruculuğunu, yayın yönetmenliğini ve başyazarlığını üstlendi. "Agos" dışında "Zaman" ve "Birgün" gazetelerinde yazdı. Yazılarında Türkiye'deki her etnik topluluğun barış içinde yaşaması gerektiğinin altını çizen Dink, aynı zamanda Ermeni cemaatinin patrikhane dışında sivil bir merkezi olması gerektiğini de söylüyordu. Hrant Dink hakkında, Türk Ceza Kanununun 301. maddesini ihlal etmekten davalar açılmıştır: Ermeni Diasporası'na 1915 olayları için soykırım kelimesini içermeyen daha yumuşak muhalefet yürütmeleri çağrısında bulundu. Bunlara karşılık 2002 yılında Urfa'da verdiği bir konferansta ""Ben Türk değil Türkiyeliyim ve Ermeniyim"" dediği için "Türklüğü aşağılamaktan" üç yıl yargılanarak, beraat etti. 13 Şubat 2004'te yayımlanan bir makalesindeki """Türk"ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur."" sözleri nedeniyle 301. maddeden "Türklüğe hakaret" suçlamasıyla yargılandı ve aksi yönde verilen bilirkişi raporuna rağmen 6 ay hapis cezası aldı ancak cezası ertelendi. Dink,
bu dava için AİHM'ye başvurmaya hazırlanmaktaydı. Dink' in yargılanmakta olduğu iki dava daha vardı. Reuters'a ""Evet 1915’te olan bir soykırımdı çünkü dört bin yıldır bu topraklarda yaşayan bir halk ve onun uygarlığı artık yok"" biçiminde bir demeç verdi. Bu, 1915-1918 yıllar arasında Osmanlı'da Ermeni Kırımı'ndaki olayları konusunda Ermeni diasporasına yakın tutum sergilediğini gösterdi; ancak onlardan ayrıştığı nokta şuydu: Bu iddiaların temelini oluşturan Vahakn N. Dadrian'ın, Ermeni toplumuyla Türk toplumunun arasının açılmasından Osmanlı yönetimini sorumlu tutmasına rağmen; Hrant Dink, bu durumun esas sorumlusunun Avrupa ülkeleri olduğunu iddia ediyordu. Hrant Dink 19 Ocak 2007'de Şişli'de Halâskârgazi Caddesi üzerindeki Agos Gazetesi'nin çıkışında, 14:54'de yakın mesafeden yapılan üç el silah atışıyla öldürüldü. Katil zanlısı olarak, 19 yaşındaki Ogün Samast adlı bir kişi, güvenlik kameralarından elde edilen görüntülerin yayınlanmasından sonra, kendi babası tarafından polise ihbar edilerek, Samsun otogarında sivil giyimli jandarma ve polis ekipleri tarafından yakalandı. Hrant Dink, Türkiye'de 1909 yılından bu yana, suikast sonucu öldürülen 62. gazeteci oldu. Hrant Dink'in cenazesi, 23 Ocak 2007 Salı günü Şişli'de Agos Gazetesi önünde bir törenle başladı. Cenazeye katılanlar DİSK tarafından hazırlanan Türkçe, Ermenice ve Kürtçe ""Hepimiz Hrant Dink'ız, hepimiz Ermeniyiz!"" yazılı dövizler taşıdı. Ayrıca topluluğun taşıdığı dövizlerin bazılarında ise Türk Ceza Kanunu 301. maddesine atfen ""Katil 301"" yazmaktaydı. Topluluk Kumkapı'ya kadar yürüdü. Burada Surp Asdvadzadzin Patriklik Kilisesi'nde yapılan dinî törenin ardından Hrant Dink Balıklı Ermeni Mezarlığı'nda toprağa verildi. Cenaze törenine kimi kaynaklara göre 40 bin , kimilerine göre ise 100 bin kişi katıldı. Cenazenin Ermeni diasporasının bir kısmının Türkiye'ye bakışını değiştirdiği, geleneksel düşmanca yaklaşımın yerini şaşkınlığa ve tereddüte bıraktığı düşünülmektedir. Örneğin, Ermeni Diasporası'nın önde gelen isimlerinden Isabelle Kortian "Türklerin Dink'i kucaklaması bizde 'deprem etkisi' yaptı!" demiştir. Suikaste kurban gitmesinden bir yıl sonra Lyon Belediyesi, Lyon'da bir sokağa, Diyarbakır'da da Sur Belediyesi Süryani ve Müslümanların bir arada yaşadığı bir sokağa Hrant Dink'in adının verilmesini kararlaştırdı. 2010 yılında Kınalıada sahilindeki bir çocuk parkına "Hrant Dink Çocuk Parkı" ismi verildi. Hrant Dink'in suikasta uğradığı Halâskârgazi Caddesi ile kesişen Ergenekon Caddesi'nin ismi de Hrant Dink caddesi olarak değiştirilmek istenmiş, ama 8 Şubat 2010 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclis oturumunda bu talep reddedilmiştir. 2005 2006 2007 2008 2010 David Bowie David Robert Jones ya da bilinen adıyla David Bowie (8 Ocak 1947; Brixton, Londra, Birleşik Krallık - 10 Ocak 2016; New York, Amerika Birleşik Devletleri), İngiliz şarkıcı, şarkı yazarı, aktör ve prodüktör. Beş yıl kadar popüler müziğin ikonu oldu ve özellikle 1970'lerde, 1990'larda ve 2010'larda yaptığı çalışmalarından dolayı, eleştirmenler ve müzisyenler tarafından yenilikçi sayılmıştır. Müziğinde kullandığı elektronik sesler, albüm ve konserlerindeki sanatsal, avangart ve canlı (hareketli) görsel sunumları, sahne şovları - popüler - müziğin gelişimini ve ondan sonra gelen yeni kuşak müzisyenleri önemli derecede etkilemiştir. Yaşamı boyunca 140 milyona ulaşan rekor satışları, onu dünyanın en çok satan müzisyenlerinden biri yapmıştır. Birleşik Krallık'ta 9 platin,11 altın, 8 gümüş albüm sertifikası almıştır. Ayrıca 11 adet albümü de Birleşik Krallık'ın en iyi albümleri listesine girmiştir. ABD'de ise 5 platin ve 7 albüm satış sertifikası almıştır.1999'da da Rock and Roll Hall of Fame'e girmiştir. Güney Londra'nın Brixton şehrinde doğan Bowie, çocukluğundan itibaren müzikle ilgilendi. Profesyonel müzik hayatına 1963'te başlamış, ilk teklisi "Liza Jane" 1964'te yayınlanmıştır. 1969 senesinde ise "Space Oddity'' teklisi ile Birleşik Krallık listelerine 5 numaradan sürpriz bir giriş yapmıştır. 1970'te "The Man Who Sold the World" ve 1971'de "Hunky Dory" isimleriyle yayınlanan albümleriyle müziğini iyice geliştirmiştir. Bu denemelerinden sonra 1972'de - salt olmayan, farklı türler de kullanarak - glam rock türünü iyice özümsemiş, gösterişli ve çift cinsiyetli bilinçaltının bir ürünü olan "Ziggy Stardust" karakteriyle tekrar popüler manada ortaya çıkmıştır. Bu karakter "Starman" teklisinin ve "The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders from Mars" albümünün başarısıyla da birlikte övgüler almış ve Bowie'nin popülaritesini arttırmıştır. 1975'te radikal bir kararla "plastik soul" olarak adlandırdığı stile yönelmiş, "Young Americans" albümünü yayınlamış ve bu albümle ABD'ye iyice açılmıştır. Albümün "Fame" teklisi ile ABD listelerinde 1 numaraya kadar yükselmiştir. Bu tekliyi aynı zamanda The Beatles üyesi John Lennon ve bu tarihten itibaren 28 yıl boyunca çalışacağı Carlos Alomar ile bestelemiştir. 1976'da Bowie, ""The Man Who Fell to Earth"" adlı kült filmde rol almış ve çoğu eleştirmenden tam not alan "Station to Station" albümünü yayınlamıştır. Ertesi sene Brian Eno ile Berlin Üçlemesi olarak anılan üç serilik albüm dönemine başlamıştır. Üçlemenin ilk albümü "Low"u ve ikinci albümü"Heroes"u aynı sene yayınlamıştır. Serinin ikinci albümüne ismini veren "Heroes" teklisi, Bowie'nin popülerliğini iyice arttırmıştır. Bu üçlemenin son albümü "Lodger" ise 1979'da yayınlanmıştır. Berlin Üçlemesinde avangart ve atonal müziği ilk 15 sanat yılının doruğuna ulaşmıştır. Bu dönemde Afrika, Türkiye, Ortadoğu gibi coğrafyaların ve Amerika yerlilerinin müziklerinden bolca etkilenmiş, bunları elektronik soundla rock, reggae, soul gibi türlerle harmanlamıştır. 1980'de yayınladığı "Scary Monsters (And Super Creeps)" albümünün ilk teklisi "Ashes to Ashes" Birleşik Krallık listelerinde 1 numaraya yükselmiştir. Ertesi sene Queen ile düet yaptığı "Under Pressure" ile Birleşik Krallık, Kanada ve Hollanda listelerinde 1 numara olup bu seviyesini uzun süre muhafaza etmiştir. 1983'te yayınladığı "Let's Dance" albümüyle ticari zirvesine ulaşmıştır. Bu albümle birlikte ve 1980'li yıllar boyunca müziğini ticari estetikle yoğurmuştur. 1988'de solo kariyeri dışında "Tin Machine" isimli hard rock grubunu kurmuş ve grup 1992'de dağılıncaya kadar burada da müzik yapmıştır. Bowie bu gruptan sonraki solo kariyerinde idealist sanat anlayışına geri dönmüş, 1990'lı ve 2000'ler seneler boyunca asit caz, elektronika, drum and bass, jungle, tekno gibi elektronik müzik stillerini soul, art rock, endüstriyel rock ve avangart rock gibi tür ve stillerle yoğurmuştur. Bu dönem, Berlin Üçlemesindeki sound ve vizyonunun olgunluğa ulaştığı dönemdir. 2004'ten sonra rahatsızlıkları sebebiyle konser turnelerinden vazgeçen Bowie, son canlı performansını 2006'da gerçekleştirmiştir. Müziğe verdiği uzun arayı 2013'te yayınladığı "The Next Day" albümüyle sonlandırmıştır. Canlı çalmak yerine stüdyo müzisyenliğine devam eden Bowie, 2016'da da "Blackstar" isimli albümünü yayınlamıştır. The Next Day albümünde eski idealist sanatsal sound ve fikirlerini koruyan ve geliştiren Bowie, bu albümle bundan da büyük ölçüde uzaklaşmış, neredeyse tamamen farklı bir sound ortaya çıkarmış ve hafiften avangart caza da kapıyı aralamıştır. Ancak albüm yayınlandıktan iki gün sonra hayatını kaybetmiştir. Berlin Üçlemesiyle filizlendirdiği, 1993 - 2003 arası olgunlaştırdığı sound ve vizyonunu 2013 - 2016 arası ölümünden sadece birkaç sene önce doruğa çıkartmıştır. 'The Hunger', 'The Man Who Fell to the World' ve 'Merry Christmas, 'Mr. Lawrence', 'The Prestige', '' gibi filmlerde rol almıştır. Model Iman ile evli olan David Bowie sayısız albüm yapmış ve birçok şarkıcıya ilham kaynağı olmuştur. Gözlerinin birbirinden farklı iki renkte olması bazı kitleler tarafından hayranlık kazanmıştır. Tarihte en önemli sanatçılardan biri olarak gösterilir ve bu güne kadar Lady Gaga, George Michael, Madonna gibi sayısız yıldıza örnek olmuştur. Birçok önemli albüm ve şarkıya imza atmıştır. 1,5 yıl kanserle savaşan Bowie 10 Ocak 2016 tarihinde, son albümü olan Blackstar'ı çıkarttıktan ve 69. doğumgününden iki gün sonra hayatını kaybetti. Bowie'nin cenazesi New York'ta yakıldı. David Robert Jones 8 Ocak 1947'de, Güney Londra'nın Brixton şehrinde doğmuştur. Annesi Margaret Mary Jones (d. 1913 - ö. 2001) Güney Doğu İngiltere'de Kent kentinde doğmuştur, İrlanda asılldır ve garson olarak çalışmıştır. Babası Haywood "John" Stenton Jones (d. 1912 - ö. 1969) Yorkshire'lıdır ve savunmasız çocuklara/gençlere yardım eden kurumda çalışmıştır. Ailesiyle Güney Londra'nın Brixton ve Stockwell sınırında bulunan 40 Stansfield Road'ta oturmuştur. David Robert Jones 6 yaşına kadar 'Stockwell Infants School'a devam etmiş ve burada yetenekli, kararlı ve kavgacı görülmüştür. 1953'te David, ailesiyle birlikte Bromley Banliyösü'ne taşınmıştır ve burada Burnt Ash Junior School'a gitmiştir. Sesi okul korosu tarafından "yeterli" kabul edilmiş ve okulda sesinden ziyade blokflüt çalımı konusunda yetenekli bulunmuştur. Dokuz yaşında okulda müzik ve dans sınıflarında yaptığı danslar öğretmenleri tarafından ""canlı ve sanatsal"" olarak değerlendirilmiştir. Aynı yıl müziğe olan ilgisinden dolayı ailesi tarafından müziğe iyice teşvik edilmiş ve babası ona the Teenagers, the Platters, Fats Domino, Elvis Presley ve Little Richard kırkbeşlikleri almıştır. Little Richard'ın ""Tutti Frutti"" şarkısından yoğunca etkilenen David, ilerde bunun için "Tanrıyı duydum." demiştir. Aynı şekilde Presley'den de etkilenmiştir. Ertesi yılın sonunda ukulele ve tea chest bass "(Amerikan folk müziğinde kullanılan bir enstrüman.)" almış, arkadaşlarıyla skiffle "(genellikle caz, blues, folk ve Amerikan folk müziğinin etkileşimiyle oluşturulan bol emprovizeli (doğaçlama) müzik tarzı.)" çalmaya başlamış ve piyano öğrenmiştir. Çıktığı ufak çaplı sahnelerde Presley ve Chuck Berry'nin numaralarını taklit etmiş ve izci grubu tarafından "büyüleyici ve başka gezegenden biri" olarak nitelendirilmi
ştir. David daha sonra, eğitimi için Bromley Technical High School'a geçmiştir. David, bu okulda mizanpaj ve dizgi de dahil olmak üzere sanat - müzik ve tasarım - eğitimi de almıştır. Sonra üvey kardeşi Terry Burns sayesinde o dönemin modern cazıyla tanışmış, John Coltrane, Charles Mingus gibi müzisyenlere duyduğu ilgi sonucunda 1961'de annesini plastik saksofon almaya ikna etmiş; yaşadığı şehirdeki bir müzisyenden ders almaya başlamıştır. 1962 yılında arkadaşı George Underwood ile bir kız yüzünden girdiği kavgada sol gözüne bir yumruk yemiş ve bu gözünden ciddi yaralanmış, 4 ay hastanede tedavi görmüş, doktorlar hasarın tam olarak tedavi edilemeyeceğini belirtmiş, geçirdiği bir dizi operasyon sonucu üst göz kapağı ve irisi diğerinden farklı bir görünüme sahip olmuştur. Kavgalarına rağmen George Underwood ile iyi bir arkadaş olmuşlar ve Underwood, David'in ilk teklisi "Liza Jane"de ritim gitar ve armonika çalmış, vokaller yapmıştır. Bowie, Rolling Stones'un "Tarihdeki En İyi 500 Albüm" listesinde 6. sıradadır ve "Tarihdeki En İyi 500 Şarkı" listesinde de 5 şarkısı bulunmaktadır. Bowie, aynı derginin "Tarihteki En İyi Şarkıcılar" listesinde 23.cü sırada yer alırken, BBC'nin yaptığı "En Büyük 100 İngiliz" listesinde de 21. sırada yer almıştır. Bowie, kariyeri boyunca 140 milyon civarı albüm satışı elde etmiştir. MTV ve Blender'in geçirdiği ankette tarihteki en iyi ses sanatçıları arasında yer alan sanatçı, OnePoll anketinde Rock Tanrılarından biri olarak gösterilmiştir. 2008 senesinde Yaşam boyu Başarı Grammy Ödülü almıştır. Blender dergisi Bowie'yi tüm zamanların en önemli rock dehaları arasında göstermiştir. GQ dergisi kendisini en iyi giyinen erkeklerden biri olarak lanse etmiştir. Q Dergisi Bowie'yi 20. yüzyılın en önemli ve en ünlü .cı sanatçısı seçmiştir. Bowie, 1997 senesinde Birleşik Krallık'ın en zengin şarkıcısı olmuştur. VH1, Playgirl ve Blender'in tarihteki en seksi erkekler listesinde de yer almıştır. Ayrıca David Bowie, 1981 yılında Queen'in hiti olan Under Pressure adlı şarkıda Annie Lennox ile beraber düet yapmıştır. Şarkı Birleşik Krallık ve Arjantin'de 1 numaraya yükselmiştir. Bowie, bir oyuncu olarak da eleştirmenlerden yüksek puanlar toplamayı başarmıştır. The Man Who Fell to Earth filmindeki performansı ona Saturn Ödülü kazandırmıştır. Zoolander (2001) filmi ile MTV Film Ödülüne aday gösterilmiştir. MTV, aynı şekilde kendisini video kliplerdeki başarısından dolayı Video Vanguard ödülü ile onurlandırmıştır. Bowie'yi onurlandırmak adına türüne yeni rastlanan bir örümceğe David Bowie'den esinlenerek Heteropoda davidbowie ismi konulmuştur. Bowie'ye Hollywood bulvarında 1997 yılında bir yıldız verilmiştir. Bowie, 2003 senesinde kendisine teklif olunan şövalyelik unvanını geri çevirmiştir. David Bowie, 69 yaşında 18 ay boyunca kanserle mücadele ettikten sonra vefat etmiştir. Carnotaurus Carnotaurus (Etçil Boğa) iri bir etoburdu. T-Rex ve "Allosaurus" 'la aynı gruptandı. Çukur bir kafatasına ve gözlerinin hemen üzerinde bulunan kısa boynuzlara sahipti. Uzun ve kaslı bacakları avından daha hızlı olmasın sağlıyordu. 9.0 metre uzunluğunda ve 3.5 metre boyunda olabiliyorlardı. Ve avlarını pusuya yatarak beklerlerdi.Avını bir hamlede yiyebilen keskin dişlere sahipti.Çok tehlikeli ve asil bir dinozordu. Placebo (müzik grubu) Placebo, 1994'de Birleşik Krallık'ın başkenti Londra'da, Brian Molko ve Stefan Olsdal tarafından kurulmuş bir alternatif rock grubudur. Grup, Brian Molko (vokal, gitar), Stefan Olsdal (bass gitar, piano, geri vokal)'dan oluşur. Grubun 10 yıllık bateristi Steve Hewitt'in, müzikal ve kişisel farklılıklar dolayısıyla gruptan ayrılmış olduğu 01.10.2007 tarihinde yapılan resmi bir açıklamayla duyurulmuştur. Grubun 3. davulcusu Steve Forrest, 8 yılın ardından (02.02.2015) solo kariyeri dolayısıyla anlaşarak gruptan ayrılmıştır. Çocukken aynı okulda okumuş olan Molko ve Olsdal, yıllar sonra Londra'daki Kensington Metrosu'nda karşılaşır ve uzun uzun sohbet ederler. O günün akşamında Molko'nun evinde müzik yapmaya karar vermeleri, Placebo için atılan ilk adım olmuştur. Olsdal, Molko'nun gitar çalışına ve vokal tarzına hayran kalır ve grup kurma fikirleri akıllarına yatar. Tek eksiklerinin iyi bir baterist olduğuna karar verirler. Olsdal'ın arkadaşı olan ve perküsyon okumak için Londra'da bulunan İsviçre asıllı Robert Schultzberg'i de aralarına alarak ""Ashtray Heart"" adlı bir grup kurarlar. İlk olarak art-rock bir anlayışa sahip olan grup özellikle davulcu Schultzberg'in etkisiyle new wave punk tarzını yakalar. Üçlü, birlikte demo kaydetmeye başlar ve demolarından "You Blew Me Away" müzik yapımcılarının ilgisini çekmeyi başarır. 1995'te yayınlanan single "Bruise Pristine" ile, müzikseverlere ilk çalışmalarını sunmanın mutluluğunu yaşarlar. "Bruise Pristine", Michael Stipe, Bono, David Bowie, Marilyn Manson gibi önemli isimlerin dikkatini çeker.1995 yılında Bush, Ash, Whale, Weezer gibi önemli grupların alt grubu olarak turnelere başlarlar. 1996'da ise David Bowie'nin alt grubu olarak çıktıkları turneden sonra, grup David Bowie'den de tam not almayı başarır. Bu başarının ardından 1997 yılında David Bowie 50. yaşgünü partisi için gruptan bir konser vermelerini ister. Bu fırsatı çok iyi kullanan Placebo artık kendini tam anlamıyla göstermiştir ve birçok müzik otoritesi tarafından oldukça başarılı bulunmaktadır. Bir süre sonra Molko ve Olsdal ikilisi ile Schultzberg arasında bazı anlaşmazlıklar çıkar. Schultzberg'in gruptan ayrılmasıyla yeni bir baterist arayışına giren Placebo, ""Breed"" adındaki grupta çalan Steve Hewitt'e teklif götürür. Hewitt'in bu teklifi kabul etmesiyle grup tamamlanır. Hewitt ile kaydettikleri "Without You I'm Nothing" albümü, 1998 yılında raflardaki yerini alır. Albümün başarısı, Placebo'yu diğer indie grupları arasından kopartıp modern rock ilahlari konumuna taşır. Grubun ünü, Birleşik Krallık'tan tüm dünyaya yayılır ve 2000 senesinde üçüncü stüdyo albümleri "Black Market Music"'i çıkarırlar. Bu albüm diğerlerine göre içerisinde barındırdığı punk gitarlar, rap vokalleri ve elektronik öğelerle değişik bir tarz yakalamıştır, böylece Placebo kendini tekrar eden bir grup olmayacağını açıkca göstermiştir. Placebo ilk defa Fransa listelerinde 1. , Almanya'da ise 5. sıraya kadar yükselmeyi başarır. Britanya'dan Rusya'ya dek uzanan başarılı turne kapsamında 9 Aralık 2000'de Hilton Convention & Exhibition Center'da, İstanbul'da da unutulmaycak bir konser vermişlerdir. Bir süre albüm çıkarmayan grup, 2003 senesinde çıkardığı "Sleeping With Ghosts" albümüyle dikkatleri yine üzerine çekmeyi başarır. Yine farklı bir tarza sahip olan bu albüm elektronik öğelerle ve Placebo'nun kusursuz rock tarzını bir araya getirmişti. Grup bu albümle birlikte bir cover albümü ve "Live in Paris 2003 Soulmates Never Die" adlı bir DVD çıkarır; böylece müzik otoritelerini ve hayranlarını tam anlamıyla tatmin eden bir başarı sağlamış olur. 13 Eylül 2003'te, "Creamfields Festivali" kapsamında 2. kez İstanbul'da konser vermişlerdir. Grup 2004 yılının ocak ayında çıkardığı "Once More With Feeling" ile tüm single'larını bir araya toplar. "Once More With Feeling" DVD'sinde de bu single'ların videoları yer almaktadır. Single'larla beraber iki yeni şarkı da kaydedilir: "I Do" ve "Twenty Years". 2006'nın Mart ayında 5. stüdyo albümleri "Meds" dinleyici beğenisine sunulur. Bu albümle birlikte uzun bir turne yapan grup, Rock'n Coke festivali kapsamında 3 Eylül 2006 tarihinde İstanbul'da bir konser daha vermiştir. 1 Ekim 2007 de Steve Hewitt gruptan ayrıldığını açıklamıştır. Steve Hewitt'in gruptan ayrılışının ardından Placebo yeni davulcuları Steve Forrest ile beraber ilk albümleri olan "Battle for the Sun" albümünü 2009 Haziranında yayınlamaya hazırlanmaktadır. Albümden yayınlanan ilk single "For What It's Worth"'e çekilen video klip ilk olarak grubun MySpace sayfasında yayınlanmıştır. Steve Forrest 2015 yılında kişisel sebeplerden dolayı ayrıldığını açıklamıştır. Aynı senede yerini Matt Lunn'a bırakmıştır. 2015'in Kasım ayında MTV Unplugged adlı DVD satışa sunulmuştur. 2016 yılının 4 Ağustos tarihinde ise "A Place for Us to Dream" adlı 2 CD ve 36 şarkılık bir toplama albümü çıkaracağını duyurdu. Bunun dışında "Life's What You Make It" adlı EP albümü de çıkaracağını açıkladı. "Life's What You Make It" şarkısı, 1985 çıkışlı Talk Talk grubunun aynı adlı şarkının kendisine uyarlanmış versiyonudur. İkisi de 7 Ekim 2016 tarihinde piyasaya çıkacak. 19 Ağustos 2016 tarihinde ise "Jesus' Son" adlı yeni teklinin klibi Türkiye saati ile 17:00'da yayınlanmıştır. Barbunya (balık) Barbunya ("Mullus barbatus"), Mullidae familyasından bir balık türü. Halk arasında Barbun olarak yanlış bilinir. Vücut yanlardan basık, oval şekilde baş irice yandan görünüşü buruna doğru yuvarlak, alnı dikey, yüzgeçleri sarı, vücudu pembe-kırmızı, baş, vücut büyük, kolayca dökülebilen pullarla kaplı, alt çenenin altında uzunca iki bıyığı vardır. Alt çenede diş yoktur. Yan çizgisi aralıksız ve düzdür. Dorsal yüzgeç renksiz veya düz renklidir. Barbunya balığı tekir ("Mullus surmuletus") balığından burnunun hemen dik oluşu, ağzın göz hizasına ulaşması, göz çukuru altında üç adet pul bulunması, vücudunun yanları, ilk sırt yüzgecinin bantsız oluşu ile ayrılır. Barbunya sıcak ve ılık denizlerin kıyıya yakın olan kumlu ve çamurlu diplerinde, az olmakla beraber kayalık yerlerde yaşar. Genelde 17 ila 20 cm arasında olup nadiren 40 cm’ye kadar çıkar. Ortalama ağrlığı 50-75 gram civarında dır. 2 alt türü vardır: Tekir Tekir ("Mullus surmuletus"), Mullidae familyasından vücut rengi kırmızı veya pembemsi renkte olan bir balık türü. Vücut yuvarlak olup, başın altında bir çift bıyık bulunur. Büyük olan başın uzunluğu, yüksekliğinden fazladır ve baş profili eğimlidir. Birinci sırt yüzgecinde boyunca sarı ve kırmızımsı renkli bantlar bulunur. Barbunyadan burnunun oval, kafasının daha uzun, ağzın göz hizasına ulaşmayışı, göz çukuru altında sadece iki adet pul bulunuşu, vücudun alt yanından uzunlamasına sarı bantl
ar ve birinci sırt yüzgecinde siyah noktalar olması ile ayrılır. Genelde 15 ila 25 cm arasında olup nadiren 40 cm’ye kadar çıkar. Ortalama ağrlığı 50-75 gram civarındadır. Barbunyagiller Barbunyagiller ("Mullidae"), Perciformes takımına ait bir balık familyasıdır. Vücut yuvarlak sırt tarafı hafif esmer kırmızı, yan tarafları kırmızı veya sarımsı pembedir. Baştan arkaya doğru uzanan sarı bir çizgi vardır. Karın genellikle açık renklidir. Diğer barbunya balıklarından alt ve üst çenede dişler, kuyruk yüzgecinde düzensiz koyu bantların bulunması ile ayrılır. Hint Okyanusundan Doğu Akdeniz'e göçmüş bir balık türüdür. Genelde 12 ila 18 cm arasında olup nadiren 25 cm’ye kadar çıkar. Dersu Uzala (film, 1975) Dersu Uzala (), (Japonca: デルス・ウザーラ ) Akira Kurosava tarafından yönetilmiş 1975 Sovyet-Japon ortak yapımı bir filmdir. Daha önce çevrilen aynı isimli 1961 Sovyet yapımı bir film de vardır. Japon sinemacı Akira Kurosava, bir aralar ülkesinde film yapmak için para bulamaz olmuş, bu yüzden intihara bile kalkışmıştı. Dahi sanatçı bu durumdan, kendisine kapılarını açan dönemin Sovyet yönetimi sayesinde kurtuldu ve Rus parasıyla çekilen bu film, 1975 yılından gelen bu 135 dakikalık film, hem o yıl Moskova Şenliği'nde büyük ödülü, hem de yabancı film Oscar'ını kazandı. 20. yüzyılın başlarında, bir Rus askeri haritacı ekibi, Rus Uzak Doğu'sunda Mançurya ormanlarında araştırma yaparken, atalarının yaşamından pek farklı olmayan bir hayat süren yaşlı bir avcıyla tanışır. Dersu Uzala adındaki bu bilge adamdan çok şey öğrenir. Mığrı Mığrı, Congridae familyasından yılan balıklarına benzeyen sadece denizlerde yaşayan balık türü. Vücut uzun silindir şeklinde olup, yılana benzer. Derisi kaygan ve vücut küçük pullarla örtülüdür. Rengi yaşadığı ortamın rengine uygundur. Sırt ve yanları gri, sarı ile karışık yeşilimtırak, karın kısmı ise kirli beyazdır. Sırt ve anüs yüzgeci kuyruk yüzgeci ile birleşmiştir. Yan çizgi sırtına paralel olarak kuyruğa kadar uzanır. Yılan balıkları gibi bir defa yumurta döker ve sonra ölür. Büyüklüğü ortalama 100 cm dir, maksimum 300 cm olur. Maksimum ağrlığı 65 kg dır. Atlas Okyanusunda Norveç ve İzlanda'dan Senegal'e kadar olan sahil şeridi yaşam yerleridir. Sığ yerlerde yaşarlar 1170 m derinlikte de görülebilirler. Ayrıca Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında da yaşamlarını sürdürürler. Mahlas Mahlas, müstear isim, tapşırma ve kalem adı; şair ve yazarların gerçek isimleri yerine kullandıkları takma adlardır. "Mahlas" daha çok şairler için, "müstear" daha çok yazarlar için ve "tapşırma" da âşıklar için kullanılır. Günümüzde "nick" olarak yerleşen kavramın edebi literatürdeki karşılığı olarak da ifade edilebilir. Şair ve yazarlar bazen cinsiyetlerini veya kendilerine dair diğer bilgileri saklamak istediklerinden, bazen de yazılarına karşılık (atışma) istemediklerinden kalem adı kullanırlar. Yazarın adı bazen sadece yayımcı tarafından bilinebilir fakat herkes tarafından bilinen kalem adları da mevcuttur. Geçmişte bazı sanat dallarında gerçek isim kullanmak ve dolayısıyla övgü almak olumlu karşılanmadığı için yazarlar kalem adı kullanmak zorunda kalmışlardır. Bazı kalem adlarının ünü yazar veya şairin ününü aşar, gerçek kimliği bilinse dahi kişi mahlası ile anılmaya devam edilir. Örneğin "Alis Harikalar Diyarında" kitabının yazarı Charles Lutwidge Dodgson'ın adı pek çok kimseye yabancı gelirken Lewis Carroll kalem adı oldukça tanıdıktır. Benzer şekilde Gevheri ve Dadaloğlu'nun gerçek adları neredeyse unutulmuştur. a) Mahlasını kendi seçme: b) Usta bir âşıktan, imam, pir ya da mürşitten alma. c) Rüyasında görme. Dave Gahan Dave Gahan (d. 9 Mayıs 1962; Epping, Essex), İngiliz synthpop - new wave müzik grubu Depeche Mode'un müthiş sese sahip solistidir. Depeche Mode şarkılarının birkaçının yazarıdır. 2003 yılında ilk solo albümü Paper Monsters'ı yayımlayan Dave Gahan, hem solo çalışmalarını hem de Depeche Mode albümlerinden şarkıları seslendirdiği 'Live Monsters' adlı bir dünya turnesi gerçekleştirmiştir. Bu turnenin 9 Temmuz 2003 tarihindeki ilk Londra konseri, Shepherd's Bush Empire'da gerçekleşmiş ve Depeche Mode'dan Andy Fletcher da seyirciler arasındaki yerini almıştır. Gahan'ın ikinci solo albümü 2007 yılında piyasaya çıkan 'Hourglass' albümüdür ve bu albümden çıkan ilk single 'Kingdom' adını taşımaktadır. Dünyanın yaşayan en iyi vokallerinden biri olarak gösterilmektedir. 1997 yılından bu yana, üçüncü eşi Jennifer ve çocuklarıyla beraber New York şehrinde yaşamaktadır. Eyüboğlu Eyüboğlu bir soyadıdır; Sevr Antlaşması Sevr Antlaşması (Fransızca: Le Traité de Sèvres), I. Dünya Savaşı sonrasında İtilâf Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu hükümeti arasında 10 Ağustos 1920'de Fransa'nın başkenti Paris'in 3 km batısındaki Sevr (Sèvres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi'nde (Musée National de Céramique) imzalanmış antlaşmadır. Antlaşma imzalandığı dönemde devam eden Türk Kurtuluş Savaşı'nın sonucunda Türklerin galibiyetiyle, bu antlaşma yerine 24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması imzalanıp, uygulamaya konduğundan Sevr Antlaşması geçerliliğini kaybetmiştir. Sevr Antlaşması 433 maddeden oluşmaktaydı. I. Dünya Savaşı sonrasında İtilâf Devletleri ile Avusturya arasında Saint-Germain Antlaşması, Macaristan arasında Trianon Antlaşması ve Bulgaristan arasında Neuilly Antlaşması imzalanmasına rağmen Osmanlı Devleti ile 1919 Mayıs'ında hâlâ bir barış antlaşması imzalanamamış ve görüşmeler belirsiz bir geleceğe ertelenmişti. Bunun nedenleri İtilaf Devletleri'nin Osmanlı Devleti'ni paylaşmadaki anlaşmazlığıdır. İtilaf Devletleri Yüksek Konseyi'nin 7 Mayıs'ta aldığı karar uyarınca 15 Mayıs'ta İzmir Yunanlar tarafından işgal edildi. Bu olay tüm Türkiye'de güçlü bir ulusal tepkiye yol açtı. 4 Eylül'de toplanan Sivas Kongresi'nden sonra İstanbul'daki Osmanlı hükümeti, ülke üzerindeki idari ve askeri denetimini kaybetti. Sivas ve daha sonra Ankara'da, Mustafa Kemal Paşa yönetiminde bir ulusal direniş hükümeti kuruldu. Anadolu hükümeti, olumsuz şartlarda bir barış antlaşmasını kabul etmeyeceğini bildirdi ve direniş hazırlıklarına girişti. İtilâf Devletleri 18 Nisan 1920'de San Remo Konferansı'nda Osmanlı İmparatorluğu'na uygulanacak barış antlaşmasının şartlarını hazırladılar. 22 Nisan'da Osmanlı hükümetini Paris'te toplanacak barış konferansına davet ettiler. Padişah, eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa'nın başkanlığında bir heyeti Paris'e gönderdi. Ertesi günü Ankara'da toplanan Büyük Millet Meclisi, 30 Nisan günü taraf devletlerin dışişleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazıyla İstanbul'dan ayrı bir hükümetin kurulduğunu bildirdi. Paris'te barış şartlarını öğrenen Ahmet Tevfik Paşa, İstanbul'a gönderdiği telgrafta barış şartlarının "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" (devlet kavramı ile bağdaşmadığını) bildirerek görüşmelerden çekildi. Bunun üzerine 21 Haziran'da İtilaf Devletleri Türk milletinin direnişini kırmak için, İzmir'de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verdi. Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edildi. Ege'deki işgaller üzerine 22 Temmuz'da İstanbul'da toplanan Saltanat Şurası, Paris'e Sadrazam Damat Ferit Paşa başkanlığında ikinci bir heyet göndermeye karar verdi. Şura'da yaşananlar günümüzde hâlâ tartışılmaktadır. Nutuk'ta bu toplantıda Vahdettin'le ilgili “"Sevr Muahedesi'ni bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir."” denmektedir. Saray Başmabeyincisi Lütfi Simavi'ye göre ise Vahdettin açılış nutkunu okuduktan sonra başkanlığı Damat Ferit Paşa’ya bırakarak salonda durmamış, çıkıp gitmiştir. Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday'ın anlatımı ise şöyledir: “"Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr'a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan'dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti."” Kimi tarihçiler bu olayı, şûrâda oy hakkı olmayan padişahın oylama yapılması çağrısı yapılınca dışarı çıkması, fakat Damat Ferit'in olayı oldubittiye getirmesi olarak yorumlamaktadır. Kimileri toplantının Sevr’i onaylatmak üzere taraflı bir tarzda yürütülmesini protesto mahiyetinde, belki de biraz öfkeli bir şekilde ayağa kalktığını ve çıkıp yan odaya geçmiş olduğunu iddia etmektedir. Kimi tarihçiler ise bunun, padişah ile Damat Ferit Paşa'nın antlaşmayı kabul ettirebilmek için birlikte hazırladıkları bir plan olduğunu iddia etmektedirler. Antlaşma 10 Ağustos 1920'de İtilaf Devletleri Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz Krallığı, Polonya, Portekiz, Romanya, Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı, Çekoslovakya ile mağlup Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalandı. ABD Osmanlı İmparatorluğu ile savaşmadığı, SSCB ise henüz Milletler Cemiyeti üyesi olmadığı için imza atmadılar. Osmanlı heyetinde şu isimler yer alıyordu: Eski Maarif Nazırı (millî eğitim bakanı) Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey. Antlaşmanın yürürlüğe girmesi için önce Meclis-i Mebusan'ın antlaşmayı görüşüp kabul etmesi, sonra da imzalamak üzere Vahdettin'e göndermesi gerekiyordu. Fakat antlaşma imzalandığı tarihte Meclis-i Mebusan kapalı (Mart 1920'de faaliyeti sonlandı ve Nisan 1920'de kapatıldı) olduğundan antlaşma mecliste görüşülemedi ve padişahın önüne gelmedi. Ankara'daki Büyük Millet Meclisi antlaşmayı sert bir bildiri ile kınadı ve Antlaşmayı imzalayanlar ile Saltanat Şurası'nda olumlu oy kullananları 19 Ağustos 1920 tarihinde vatan haini ilan etti. Antlaşmada imzası bulunan Heyet üyeleri 23 Nisan 1924 tarihinde TBMM tarafınd
an 150'likliler listesine eklendi. 28 Mayıs 1927 tarihli yasayla ise yurttaşlıktan çıkarıldılar. Taraflardan Yunanistan antlaşmayı tasdik edip yürürlüğe koymak istedi. Bazı çevreler antlaşmanın hiçbir zaman yürürlüğe giremediğini savunur. Fakat başka görüşlere göre antlaşmasının birçok hükümleri o tarihlerde uygulanmış ve 20. yüzyılın uluslararası siyasi kavgalarına yön vermiştir. Sevr Antlaşması'nın bazı maddelerine dayanışarak Orta Doğu coğrafyası yeniden şekillendirildiyse, bu antlaşmanın bir süre için de olsa fiilen yürürlüğe girdiğinin kabul edilmesi gerekildiği savunulur. Blur Blur, 1988'de Londra'da kurulan İngiliz rock grubu. Grubun üyeleri; vokalist/klavyeci/gitarist Damon Albarn, gitarist/vokalist Graham Coxon, basçı Alex James ve baterist Dave Rowntree'dir. Grubun ilk albümü "Leisure" (1991) Madchester ve shoegazing soundlarını birleştirmiştir. Sonraki albümlerinde ise the Kinks, the Beatles ve XTC gibi İngiliz gitar pop gruplarından esinlenerek "Modern Life Is Rubbish" (1993), "Parklife" (1994) ve "The Great Escape" (1995) albümlerini çıkartmışlardır. Bu süreçte Blur, Britpop türünün kurulmasına katkıda bulunmuştur ve Birleşik Krallık'ta büyük bir popülarite kazanmıştır. Grubun o dönemin bir diğer etkili britpop gruplarından olan Oasis ile çatışmaları İngiliz basınına birçok konuda malzeme olmuştur. Grubun daha sonraki albümü "Blur"da (1997), grup Amerikan indie rock gruplarının lo-fi tarzından etkilenmiştir. Albümün "Song 2" single'ı Blur'a ABD'de de ün getirmiştir. Grubun bir sonraki albümü "13"te (1999) grubun üyeleri elektronik ve gospel müziği deneylerinde bulunmuştur ve Albarn'ın daha kişisel sözleri yer almıştır. Mayıs 2002'de Coxon, yedinci albüm "Think Tank"in (2003) kayıtlarının yapıldığı sırada gruptan ayrılmıştır. Albümde elektronik soundlar kullanılması ve en az derecede gitar kullanılması Albarn'ın hip hop ve Afrika müziğine ilgisi olarak görülmüştür. Coxon'sız bir 2003 turundan sonra Blur hiçbir stüdyo çalışması veya tur yapmamıştır. Daha sonra Coxon'ın tekrar katılmasıyla grup 2009'da konserler vermeye başlamıştır. İleriki yıllarda bazı single'lar ve retrospektif derlemeler yayımlamışlardır ve dünyayı turlamışlardır. 2012'de Blur, Müziğe Olağanüstü Katkılarından Brit Ödülü almışlardır. 2015'te "The Magic Whip" albümünü çıkarmışlardır. Damon Albarn Damon Albarn, (23 Mart 1968, Leytonstone, Tower Hamlets, Büyük Londra), İngiliz şarkıcı, söz yazarı ve albüm yapımcısı. Blur, Gorillaz ve The Good, The Bad & The Queen adlı, kendi projesi olan 3 grubun kurucusu ve solistidir. Soilwork Soilwork, 1995'te kurulmuş İsveçli bir Alternatif/Melodik Death Metal grubudur. Angel Angel şu anlamlara gelebilir: Optik aberasyon Sapınç, gerçek görüntünün, basit bir teorinin tahminlerinden olan farklılıklarına kusur, aberasyon veya sapınç adı verilir. Işığın renklerine bağlı olarak merceğin kırılma indisinin değişmesinin sebep olduğu kusurlara "kromatik aberasyon" denir. Işık tek renkli (monokromatik) olduğu zaman bile monokromatik aberasyon vardır. Merceğin odak uzaklığı, kırılma indisine bağlı olduğundan, mercek üzerine düşen beyaz ışığın yedi renkli ışınları, mor renkten kırmızı renge doğru mercekten gittikçe uzaklaşan noktalarda odaklanırlar. Böyle görüntüler teleskop, mikroskop ve benzeri sistemlerde inceleme güçlüğü ortaya çıkarır. Bu kusur akromatik merceklerle düzeltilir. Akromatik mercekler bitiştirilmiş bir ince kenarlı ve bir kalın kenarlı merceklerdir. Merceklerin bitiştirilen yüzlerinin eğrilik yarıçapları eşit olup, kalın kenarlı merceğin diğer yüzü düzdür. Birisi "krown", diğeri "flint" camından yapılır. Yaklaştırıcı merceklerin kenarları orta kısımlarına nazaran daha büyük değerde yaklaştırma gücüne sahiptir. Bu sebepten mercek üzerine düşen ışınlardan kenarlarda kırılanlar, ortada kırılanlara nazaran merceğe daha yakın noktalarda odaklanırlar. Bu durumda ekran üzerine alınan görüntü netleştirilemez. Bu kusurun düzeltilmesi için birkaç yol uygulanır. En ekonomik olanları merceğin ince kısımlarını diyaframla kapatmak veya kırılma indisleri farklı ince kenarlı ve kalın kenarlı mercekleri bitiştirerek kullanmaktır. Bu mercekler "flint" ve "krow" camından yapılırlar. Bir mercek karşısında ebatları büyük bir cisim bulunursa, bunun optik eksenden uzak noktaları mercek yüzeyine eğik ışınlar göndereceğinden, görüntü kenarlarının netliği bozulur. Bu kusur bir tek mercekte düzeltilemez, ancak mercek sistemlerinde, mesela fotoğraf makinası veya sinema makinasında düzeltilir. Bunun yanında koma, alan eğriliği ve distorsiyon gibi mercek kusurları da mevcuttur. Aberasyon (anlam ayrımı) Aberasyon ya da sapınç şu anlamlara gelebilir: Ralph Nader Ralph Nader (27 Şubat 1934) Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan ünlü bir siyasetçi, tüketici hakları savunucusu ve avukattır. Ailesi Lübnan'dan ABD'ye göç etmiş olan Arap Hıristiyan kökenli bir ailedir. Nader, yaşamı boyunca büyük şirketlerin doğal hayatı korumaları, tüketici haklarına saygı göstermeleri ve antidemokratik uygulamalara son vermeleri için çalışmıştır. Bu konularda kazandığı ünlü davalar mevcuttur. 1996 ve 2000 yıllarındaki ABD Başkanlık seçimlerinde Yeşiller Partisi'den aday olmuştur. 2004 seçimlerinde ise, Yeşiller'den ayrılarak, bağımsız aday olarak seçime katılmış fakat 2000 seçimlerinde kazandığı başarıyı (2,9 milyon oyla toplam oyların %2,74'i) dahi gösterememiş, oyların sadece % 0,4'ünü kazanarak 459.000 oyla George W. Bush ve John Kerry'nin arkasından çok uzak bir üçüncülük elde etmiştir. 2008 seçimleri için de, pek çok siyasi gözlemcinin beklemediği bir kararla aynı yılın Mart ayında başkan adaylığını açıklamıştır. Mikroskop Mikroskop (; ), çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük cisimlerin birkaç çeşit mercek yardımıyla büyütülerek görüntüsünün incelenmesini sağlayan bir alettir. Öncelikle adından da anlaşılacağı üzere, mikro, yani çok küçük hücrelerin incelenmesinin yanı sıra, sanayi, menakür, genetik, jeoloji, arkeoloji ve kriminalistik alanında da büyük hizmetler görmektedir. Mikroskobu, ilk önce Hollandalı Zacharias Janssen'in, 1590 olaylarında bir teleskobu tadil etmek suretiyle meydana getirdiği kabul edilmektedir. Ancak bu sıralarda başka Hollandalı, Alman, İngiliz ve İtalyan bilginleri de, mercek sistemi tersine çevrilmiş bir teleskobun, cisimleri büyütmek için kullanılabileceğinin farkına varmışlardır. Nitekim dünyanın güneş etrafında döndüğünü açıkladığı için, engizisyon işkencesine tabi tutulan ve dünyayı güneş etrafında döndüğünü iddia etmekten vazgeçmesi şartıyla Papa tarafından serbest bırakılan meşhur İtalyan bilgini Galilei Galileo (1564-1642) iki mercek kullanarak bazı tecrübelerde bulunmuştu. Bugünkü mikroskobun ana prensiplerini ise 17. asırda Hollandalı Anton van Leeuwenhoek ve İngiliz Robert Hooke bulmuşlardır. İnsan gözü doğal bir mikroskoptur. Uzaktaki cisimler ufak gözükürler. Cisimler yaklaştıkça teferruatı daha iyi seçilmeye başlanır. Göz, sonsuz bir uyum özelliğine sahip olsaydı mikroskoba ihtiyaç olmazdı. Genel olarak mikroskop iki büyük kısma ayrılarak incelenir: mekanik kısım ve optik kısım. Cisimlerin üç boyutlu görüntülerini temin etmek maksadıyla stereoskopik mikroskoplar yapılmıştır. İki mikroskop optik sisteminin bir dürbün şeklinde bir sehpa üstüne montesinden ibarettir. Bu mikroskoplar biyoloji laboratuvarları için elverişlidir. Objeyi inceleyebilme ve disseksiyon yapma imkânı verebilen, iki gözle bakılarak üç boyutlu görüntü sağlanan mikroskoplardır. Bir Carl-Zeiss stereomikroskopta bulunan x6,3 büyütmeli objektif ve x10 büyütmeli oküler ile örneği 63 kez büyüyterek dıştan, total olarak incelemek mümkündür. Döner bir tabla ile iki nicol prizma veya iki polarıcı çuhayla donatılmış bir optik mikroskoptur. Tablanın altına yerleştirilen polarıcı nicol, cismin üzerine polarılmış ışık gönderir; analizleyici nicol ise, objektifin biraz üzerine yerleştirilmiştir. Bu iki prizma karşılaştığı zaman, belli bir devrani gücü olan maddelerin veya çift kırılımlı maddelerin bulunduğu bölgeler hariç, mikroskobun alanı karanlık olarak gözükür. Canlı incelemeye uygun olan bu mikroskop hücre ve dokuların bazı kısımlarını polarize ısığa gösterdikleri özel tepkilerden hareketle geliştirilmiştir. Önemli olan polarize bir ışığın bulunması olayıdır. Kaynakla kondansör arasına konulan polarlayıcı levha ışık demetinin ikiye ayrılmasını sağlar. Işık demetlerinden biri objeden diğeri ise kırılarak obje dışından geçer ve tekrar birleşirler. Siller, keratin, kristal, sinir ve kas fibrilleri, nişasta gibi hücre yapıları ve bölünmedeki mitotik yapı gibi birçok moleküler dünleştiricilerin gösterilmesinde görevli mikroskoplardır. Genellikle boyanmamış ve canlı hücrelerde çalışılma zorluğundan tercih sebebi olmaktadırlar. Görünen ışığın şeffaf objeden geçişinde, hücre içindeki yapıların ışığı kırma indisleri farkından yararlan ve farklı yapıları ayırt etme prensibinde çalışır. Işık dalagaları canlı hücreyi katederken bir organelle karşılaşır ve yansır. Bunun sonucunda ışık dalgaları hücrelerden ayrı fazlarda veya ayrı zamanlarda çıkarlar. Hava ile temas eden bir ışık dalgası göze gelen görüntüdeki hücre kısımları farklı olarak ayırt edilebilir. Objektif ve kondansör mercekleri amplitüd farklarını orataya koyan optik yüzeyler bulundurduklarından parlaklıkları indirgenir, ışık dalgası örneği katederken bütün noktalarda olan farklılıkları çıkartır ve obje ışık mikroskobunda görülemezken, burada sağlanmış olan kontrastlık sayesinde detaylı incelenebilir. Canlı metaryal, hücre sitoplazması bu mikroskop ile iyi gösterilmektedir. Faz kontras mikroskobunun iyi bir versiyonudur. Aralarında bulunan tek fark ışık demetinin kullanımdan kaynaklanır. Bir ışık demeti örnekten geçerken diğeri ise ışıktan geçemeyen ışık demetidir, değişik bölgelerin farklı yoğunlukları sayesinde kırılma indisleri ile farklılıkları ortaya koyar ve renkli bir görüntü oluşumunu sağlar. Diferansiyel interferens mikroskop: Hücre yüzeyinin daha iyi gösterilmesini sağlar ve benzer bir mikroskoptur. Maden p
arçaları ışığı geçirmediği için mikroskoba kuvvetli bir ışık kaynağı ilave edilmiştir. Kaynaktan gelen ışık incelenecek cisme çarptırılarak objektife yansıyan ışıklardan inceleme yapılır. Elektron mikroskobu genel olarak cisimden saçılan elektronların görüntülenmesi üzerine kuruludur. Maddeyle etkileşen elektronların dalgaboyu bu görüntülemenin nanometre boyutlarında yapılmasına olanak sağlar. Bu tip mikroskoplar, elektron enerjisine ve ölçüm aletinin çalışma moduna göre, geçirimli elektron mikroskobu, taramalı elektron mikroskobu, düşük enerjili elektron mikroskobu gibi farklı sınıflara ayrılır. Kullanım alanları temel bilimlerden (başta katı hal fiziği olmak üzere jeoloji, biyoloji gibi birçok dalı içine alarak), tıbbi ve diğer teknolojik uygulamalara kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Boyanmış ya da canlı örneklerin incelenmesinde kullanılır. Karanlık Alanda özel bir kondansör yardımı ile ışıklı bir görüntü oluşturmaktadır. Otradyografide gümüşlenen kısımlerın ayırt edilmesini saglar. Tıpta spiroket gibi bakterilerin ayırdedilmesinde önemli yer tutar. Aydınlanmasında güçlü kaynaklar kullanan (ultra viole ışınlerı yayan, civa veya xenon yakan ark lambaları) bir mikroskop çeşididir. Bazı modellerinde lazer kullanımıda gözlenen mikroskopta obje ışığı absorbe eden moleküller içeriyosa onu farklı renklerde yayar. İnceleme yapılacak materyelde özel boyalar veözel inceleme işlemleri kullanılır. Parazitoloji ve bakteriolojide önemli yer tutarlar. Işıkların, rastladıkları partiküllerle çarpışmaları sonucu yönlerini değiştirmeleri sonucu merceklerde bir görüntü oluşur ve bu prensipte çalışır. Bu kırınıma uğrayan x ışınları, merceklerin özelliği sayesinde kaynak haline getirerek obje yansıtılır, buradan ince grenli fotoğraf plağına veya ekrana gelen görüntünün yapısal özelliği, konsantrik çizgi ve noktalardan oluşmasıdır. Işık kaynağı lazer olan optik mikroskoplarla "Scanning Elektron mikroskop" arasında bir mikroskop çeşididir. Fluoresens işaretleyicilerle işaretlenen nükleik asit dizileri bu mikroskopla incelenmektedir. Metal veya yarı iletkenlerin yüzey görüntülerinden kristal yapılarını incelemek için, saha emisyon mikroskopları kullanılır. Çok yeni bir teknik olan bu mikroskopları elektron ve optik mikroskoplardan ayıran özellik, cisimden ışık veya foton geçirmek yerine cismin kendisinden elektron veya iyon koparma (emisyon) olayıdır. Emisyon elektrik sahası ile sağlanır. Atomik kuvvet mikroskobu (AFM) kullanılarak atomik boyutta görüntüler elde edilerek yüzey çalışmaları yapılmaktadır. Radyasyon malzeme etkileşimleri açısından büyük öneme sahip olan polimerlerin ve ileri teknoloji ürünü "süper iletkenlerin" yapımı ve karakterizasyon çalışmaları da yapılmaktadır. Bir polarizan mikroskop çeşididir. Normal polarizan mikroskoptan farklı olarak ışık üstten verilerek görüntü sağlanmaktadır. Cevher minerallerinin göstermiş oldukları dokusal ilişkilerin yorumlanması, maden yataklarının ekonomik potansiyelinin belirlenmesinde ve cevher hazırlama süreçleri öncesinde büyük önem taşır. Avcılar (anlam ayrımı) Avcılar, aşağıdaki anlamlara gelebilir: Yer adları Sinema Barbunya Perikles Perikles (Yunancaː Περικλῆς), Antik Yunanistan'da, Atinalı soylu, asker ve devlet adamı. Annesi, "arkhon" Klistenes'in yeğenidir, babası da demokratlardan Xanthippus'tur. MÖ 495'larda doğduğu tahmin edilmektedir ve MÖ 429'da ölmüştür. Aristokrat bir aileye mensuptu. Çocukluğunda Anaksagoras, Damon, Sokrates, Sofokles ve Zenon'dan ders alarak, öğretmenleri tarafından iyi bir siyasetçi olarak yetiştirildi. Otuz yaşında siyasi hayata girdi. Demokratların liderinin öldürülmesiyle lider seçildi. MÖ 461 yılındaki seçimlerde "Arkhon" seçildi. Kendisini destekleyen "parolia" ve "diakria" sınıfının desteğiyle Atina'da demokrasi rejimi kurdu. Perikles, Atina kent devletinin başkanı olmasının ardından, ülkede reformlar yaptı. Kendisini iktidara taşıyan topraksız kesimlere kendi kontrolündeki kolonilerden toprak verdi. Bütün yurttaşların siyasal haklara sahip olmasını sağladı. Alt sınıflara kapalı olan memurluk işini herkese açtı. Önce "zeugites" sınıfına, sonra da "thetes" sınıfına "arkhon" olabilme yolunu açtı. Ardından "Bule" Meclisi ve "Arkhon"’luk dahil, uzmanlık gerektiren işler hariç tüm devlet memurluklarının seçimle değil kura ile belirlenmesi sistemini oluşturdu. Böylece her vatandaş ömründe en az bir kez memur olabiliyordu. Ayrıca kura ile atanan memurlara ücret ödeme uygulamasını başlattı. Yine her yurttaşa anayasaya aykırılık nedeniyle bir yasa önerisine karşı dava açma hakkı tanıdı. Atina'yı, Yunanistan'ın en önemli şehri haline getirdi. Atina'da sanat ve mimari eserler yaptırdı. Tiyatroyu yaygınlaştırdı. Atina'ya Yunanistan'ın en meşhur bilginlerini topladı. Emperytalist bir siyaset takip ederek, Spartalılar ve Perslerle mücadele etti ve savaşları kazandı. Perslerle Kallias Barışı'nı, Spartalılarla otuz yıllık barış antlaşmasını imzaladı. Atinalıların Spartalılarla münasebetleri 431'de tekrar bozulup, neticede Peloponez Savaşı başladı. Perikles, Peloponez Savaşı'nda başarılı olmasına rağmen, harpteyken yakalandığı veba hastalığından öldü. Paralus and Xanthippus'u doğuran eşinin ismi bilinmemektedir. Bu eşiyle boşandıktan sonra Miletli Aspasia ile evlenir. Bu evliliğinden de 1 çocuğu dünyaya gelmiştir. Dalyan Periskop Periskop, deniz ve kara savaşlarında, harekatı kolaylaştırmak maksadıyla kullanılan, emniyetli mesafelerden hedefe görünmeden incelemeye yarayan optik bir alettir. Teknisyenler, nükleer araştırmaları da tehlikeli bölgeye yaklaşmadan periskopla gözler. Periskopun en çok kullanıldığı saha denizaltılardır. Periskopta iki yansıtıcı ayna veya prizma bulunur. Birinci ayna hedeften gelen ışıkları doksan derece kırarak aşağı doğru yansıtır. İkincisiyse bu gelen ışıkları tekrar doksan derece kırarak yatay yönde göze iletir. Periskobun bu özelliği teleskobik yapı ile güçlendirilir. Periskop, mercekler yardımı ile hedefi yaklaştırma, büyütme özelliği kazanır. Periskop, prensip olarak ters ve doğru yerleştirilmiş iki dürbünün bir tüp içine yerleştirilmesinden ibarettir. Ters dürbünde cisimler olduğundan daha küçük görülmesine rağmen görüş açısı çok büyüktür. Ters dürbünle genişletilmiş görüş sahası doğru dürbünle tekrar büyütülüp yaklaştırılarak gözlenir. Bu duruma göre görüntüyü büyütmek için üst (ters) dürbün görüntüsünün küçültülmesi; alt (doğru) dürbün görüntüsünün ise büyütülmesi gerekir. Bu işlemler periskop kafasına monte edilmiş kolların elle döndürülmesiyle yapılır. Periskopta görüntüye ve kullanıma tesir eden birçok husus vardır. Fiziki olarak periskopun ince ve uzun olması istenir. Periskobun boyunu uzatmak için ara mercek düzenleri ilave edilir. Boy uzayıp çap daraldıkça ışık kaybı artar. Görüntü büyütme ve görüş açısı mercek çaplarına bağlıdır. Periskopla yalnız cisimlerin şekli incelenmekle kalmaz, ayrıca hedef, mesafe ve açı göstergeleri ilavesiyle hedefle ilgili daha geniş bilgi de toplanır. Gelişmiş periskoplarda fotoğraf makinaları, ekran görüntüleme, hafıza sistemleri de mevcuttur. Bütün bu parçalar basit bir silindirik tüp boru içerisine monte edilmiştir. Boru çapı küçüldükçe görüş açısı küçülür. Periskop I. Dünya Savaşında kullanılmaya başlanmıştır. Önceleri siperlerden gözükmeden hedefin incelenmesi maksadı ile yapılan periskoplar, daha sonraları tanklara, büyük kara ve gemi toplarına, denizaltılara da monte edilmiştir. Fiber optiğin gelişmesiyle çok ince çaplı ve uzun periskoplar yapılmıştır. Fiber optik periskoplar insan vücudunun çeşitli yerlerine sondaj yapılarak incelenmesini mümkün kılmaktadır. Periskopun en yaygın olarak kullanıldığı alan denizaltı gemileridir. Periskop, denizaltının gözüdür. Denizaltılar su altında satha yakınken gözükmeden su üstü gemisi gibi seyir yapabilmek için periskop kullanırlar. Denizaltı periskopları hem ince hem de uzun olmalıdır. İnce ve uzun periskoplarda görüş açısı ve ışık şiddeti azdır. Bu eksiklikleri gidermek üzere denizaltı periskoplarına boru boyunca kuvvetlendirici mercekler ilave edilmiştir. Denizaltı periskobunun bir özelliği de dikey ve eksenel yönde hareketli olmasıdır. Dikey hareketle su derinliğine göre periskop boyu ayarlanır. Eksenel döndürme hareketiyle de her açıdaki hedefi görmek mümkün olur. Bu hareketler hidrolik ve mekanik kuvvetlerle sağlanır. Denizaltı periskoplarında genellikle iki tip büyütme oranı vardır. Değerdeki büyütmede görüş açısı 40° civarındadır. Daha büyük büyütme oranı 6 değerinde olup, görüş açısı 8° civarındadır. Denizaltı harekatı sürat istediği için, periskop hareketlerini sağlayan mekanizmalar kolay kullanılabilir özelliktedir. Mesela periskopun alt gözetleme kafasında bulunan eksenel döndürme kolları, aynı zamanda mesafe, ayar ve görüş açısı ayar görevlerini de yapar. Bu kollardan birine bağlı makaralı tel düzeniyle yukardaki prizma ve mercek donanımına dikey eksen yönünde hareket verdirilerek yatay ile 45° açı yüksekliğindeki hedefler de görülebilir. Modern denizaltı periskoplarında mesafe ölçümü ayrı bir cihazla kendiliğinden hesaplanarak kayıt ve gösterge olarak tespit edilir. Bu cihaza "stadimetre" denir. 1980'lerde geliştirilen denizaltı periskoplarında ise periskop gözetleme kafasının su üzerinde uzun müddet kalmasına gerek kalmamaktadır. Böylece düşman gemilerinin radarlarına yakalanma ihtimali azaltılmıştır. Periskop bir an satha süzülerek, ekseni etrafında 360°döndürülüp tekrar aşağı çekilir. Periskop merceğinden giren ışık hafızalı ekranda görüntülenerek ekrandan hedef analizi yapılır. Periskoplardaki diğer özellikler; Periskop optik düzeninde ışık kırılma kayıplarını azaltmak için hedef merceğinin havaya bakan yüzeyi kimyevi olarak ince bir film tabakası ile kaplanır. Bu şekilde yüzeyi kaplanmış mercekli periskopta ışık geçirgenliği % 30-50 arası artar. Görüntü genliği ise % 60 oranında büyür. Bu görüntüde puslanma ve leke olmaz. Periskop imalatında dikkat edilecek hususlardan biri de, periskop borusunun su ve hava sızdırmamasıdır. Periskop borusu içindeki nemli hava boşaltılar
ak yerine kuru hava, yani azot gazı doldurulur. Bu şekilde suyun yoğunlaşması önlenerek merceklerde ve prizmalarda buğulanmanın önüne geçilmiş olur. Burgaz Adası Burgaz Adası, Burgazada ya da Burgaz ( - "Antigoni"), İstanbul'daki Prens Adaları'nın büyüklük olarak üçüncüsü, aynı zamanda Adalar ilçesinin bir mahallesi. Yuvarlak biçimdedir ve genişliği yaklaşık 2 kilometredir. Ada üzerindeki tek tepe Bayrak Tepe'dir. Ada (bir kısmı 2003'te yanmış olan) bir kızılçam ormanıyla kaplıdır. Büyük İskender'in generali, Demetrios'un babası olan Antigone buraya büyük bir kale yaptırmıştır. Ada önce onun adıyla anılmış, sonra Yunanca kale/burç anlamına gelen Burgaz (Pyrgos) adını almıştır. Ortodoks kilisesinin en saygın patriklerinden Metodios'un ikonakırıcılar tarafından adadaki bir mahzende yedi yıl hapsedildiği söylenmektedir. Bugün bu mahzenin üzerinde Ayios İoannis Kilisesi bulunmaktadır. Evliya Çelebi'nin 17. yüzyılda yazdığnıa göre, ada halkı Rumlardan çok az sayıda da Yahudi ve Ermenilerden oluşmaktadır. En az 1 kilometre genişliğindeki boğaz Heybeliada'yı Burgaz (Antigoni) Adası'ndan ayırır. Antikçağ yazarları bu adaya Erebinthus, Bizanslı yazarlar ise Therebintos ya da Panormos adını vermişlerdir. Çağdaş Türk edebiyatının önemli yazarlarından hikâyeci Sait Faik Abasıyanık, hayatının bir bölümünü burada geçirmiştir. Burgaz Adası ve diğer İstanbul Adaları, hikâyelerinde önemli yer tutmuştur. Abasıyanık'ın Burgaz'daki evi, Sait Faik Müzesi adıyla müze haline getirilmiştir. Burgaz Adası; ağaçlarla kaplı olan Heybeliada ve Kaşık Adası'na baktığı için manzara açısından avantajlıdır. Ada; çam ormanları, sahilleri ve zarif ahşap köşkleriyle de İstanbul'un sevilen bir köşesidir. Güzel ahşap köşklerın en çok saklandığı yerler sahil ve tepenin Kaşıkadası ile Heybeliada'ya bakan eteğindeki sokaklardır. Adanın eski plajına, iskelede vapurdan inildikten sonra sola dönülüp sahil takip edilerek ulaşılır. Bura doğu yönünde ucunda fener bulunan bir bir burun vardır. Günbatımıyla manzarasıyla meşhur olan Kalpazankaya mevkii adanın batı yönündedir. Türkiye'deki ilk kalp paranın burada basıldığı söylenmektedir. 176 m yükseklikteki Bayrak Tepe, adanın güney kıyısından yükselen dik bir yamacın üstündedir. "Hristos Manastırı" bu tepede bulunmaktadır. 1928'de kurulan Burgaz Adası Sanatoryumu, Türkiye'nin en eski sanatoryumlarından biridir. İstanbul'daki Rumların nüfusunun azalmasıyla birlikte, adadaki Rumların sayısı da azalmıştır. Buna karşılık, adada İstanbullu Yahudilerin sayısı artmıştır ve adanın nüfusunun büyük bir oranını Türkler oluşturmaktadır. Adanın sol yamacındaki Avusturya Lisesi'ne ait binalarda ise Avusturyalı rahip ve rahibeler yaşamaktadır. Burgaz'da 6 Ekim 2003 büyük bir orman yangını çıkmıştır. Şiddetli lodosla nedeniyle bu yangında önemli miktarda ağaç yanmıştır. Adalıların ve itfaiyenin havadan ve karadan yaptıkları söndürme çalışmaları sonucu, yangın ertesi gün söndürülmüştür. Yangından sadece on gün sonra 450 dönüm arazi üzerinde başlatılan orman yeşertme çalışmalarına İstanbul Orman Bölge Müdürlüğü, Adalar Belediyesi, sivil toplum örgütleri ve ada halkı katılmıştır. Çalışmalardan büyük ölçüde olumlu sonuç alınmıştır. Burgazada'ya İstanbul Şehir Hatları, İstanbul Deniz Otobüsleri, Mavi Marmara, Turyol firmaları düzenli olarak sefer düzenlemektedir. Bostancı'dan kalkan motorlar yaklaşık 30 dakikada adaya varırken, Kabataş'tan kalkan vapurlar 1 saat, Kabataş'tan kalkan deniz otobüsleri yaklaşık 40 dakikada adaya varmaktadır. Burgazada'ya sefer yapan firmalar genelde yaz ve kış olarak 2 tarife kullanmaktadır. Bu seferlerin sıklığı da hafta içi ve hafta sonu günlerde değişmektedir. İlgili seferler tarifeler kullanılarak takip edilebilmektedir. Radar Radar, radyo dalgalarının yansıması yardımıyla uzaktaki nesneleri ve bu nesnelerin hız, kerteriz ve mesafesini tespit eden cihazdır. Radar, "RAdio Detection And Ranging" (radyo ile tespit etme ve menzil tayini) sözcüklerinin akronimidir. Radarlar; kullanım alanlarına göre hava ve deniz radarları olmak üzere ikiye ayrılır. Hava radarları; askeri (stratejik) meteorolojik, astronomik, hava limanlarında ve uçaklarda kullanılır. Deniz radarları; askeri ve ticari gemilerde kullanılır. Radarlar çalıştığı frekans bandına göre de isimlendirilebilmektedir. Alman mühendis Christian Hülsmeyer elektromanyetik dalgalar ile gemilerin yerini belirlemekte kullanılabilen icadını tescil ettirmek için 1904 yılında Almanya ve İngiltere'de patent başvurusunda bulundu. 30 Nisan 1904 tarihinde Kraliyet Patent Dairesi, Christian Hülsmeyer tarafından geliştirilen, "uzaktaki metal nesnelerin yerini bir gözlemciye bildiren" cihazı 165 546 Nolu belge ile tescil etti. Patent belgesinde bir yansıma sayesinde, gelmekte olan bir gemiyi tespit eden bir buharlı geminin resmi yer almaktadır. Ren nehrinde yapılan bir denemeyle cihazın kullanılabilirliği kanıtlandı. Daha sonra savaşın doğurduğu ihtiyaçlar ve zorlamalar sonunda geliştirilmiştir. Radar, elektromanyetik enerji darbelerini yandaki şekilde görüldüğü gibi sesin yansımasına benzer bir şekilde kullanır. Radyo dalgaları ile taşınan enerji nesneye ulaşır ve tekrar nesneden yansıyarak geri döner. Enerjinin buradan küçük bir kısmı yansır ve radara geri gelir. Dönen bu bölüme aynen ses terminolojisinde olduğu gibi "yankı" adı verilir. Radar seti yankıyı yansıtan nesnenin yön ve mesafesini tespit etmek için kullanır. formula_1 ışık hızı ve formula_2 yansıma zamanı olmak üzere bir cismin radara olan menzili (formula_3) şu formül ile bulunur: Bir alıcı verici düzeninden oluşan radar, bir cismin varlığını tayin etme, bulunduğu yön ve uzaklığı ölçme işlevlerini yerine getirir. Radar cihazları temel olarak bir sinyal üreteci, bir verici, bir alıcı ve bir veya daha çok antenden oluşur. Radarlar havacılıkta başlıca olarak yaklaşma kontrol ve saha kontrol üniteleri tarafından hava araçlarının tespiti ve emniyet ayrımı amacıyla kullanılırlar. Bunun haricinde uçaklarda diğer hava taşıtlarının ve meteorolojik olayların tespitinde kullanılan radarlar da mevcuttur. Knud Rasmussen Knud Johan Victor Rasmussen 7 Haziran 1879 yılında Grönland'ın Jakobshavn şehrinde doğmuş, 21 Aralık 1933 tarihinde Danimarka'nın Gentofte şehrinde ölmüştür. Kuzey kutbuna ilk ulaşan Danimarkalı kaşif ve etnolog. Rasmussen küçüklüğünü Eskimolar arasında geçirdi, onların yaşayış şekillerini, lisanlarını, karlar üzerinde ulaşım metodlarını ve diğer birçok hususiyetlerini öğrendi. 1902'de Danimarka Grönland Araştırma Cemiyetinin bir üyesi ve kutup kaşifi olarak çalışmaya başladı. Thule Eskimolarının ihtiyaçlarını göz önüne alarak, ticari bir şirket kurdu. Bu şirketin gelirleri daha sonra yaptığı keşif çalışmalarını finanse etti. İlk olarak 1912 yılında Grönland'da Peter Freuchen ve iki Eskimo ile birlikte Peary Land buzluk sahasını geçti. İkinci teşebbüsü, Lange Koch ve İsveçli botanikçi Thorild Wulff ile birlikte 1916-1918 yılları arasında Grönland'ın en kuzeyine ulaşmasıdır. Daha sonra 1919 yılında, doğu Grönland'a yaptığı gezide ise Eskimo folklörü üzerine çalışmalar ve araştırmalar yaptı. Bu çalışmalarını üç cilt olarak "Myths and Legends from Greenland" adı altında bastırdı. 1921-1924 yıllarında ise Kanada'nın kuzeyindeki Eskimoların yaşayışlarını inceledi. Bu incelemelerini iki cilt halinde "Across Arctic America" adı altında bastırarak Kopenhag Üniversitesinden doktora derecesi aldı. Öldüğü 1933 yılına kadar Eskimoların yaşayışlarını inceledi. Eskimoların kutup civarında yayılırken takip ettiği göç yollarını tespit etmeye çalıştı. Mor kırlangıç Mor kırlangıç ("Progne subis"), kırlangıçgiller (Hirundinidae) familyasından bir kırlangıç türüdür. Kuzey Amerika'daki en yaygın kırlangıç türüdür. Uzunluğu 20 cm dir. Erkek koyu mor, dişi soluk kahverengidir. Kum kırlangıcı Kum kırlangıcı ("Riparia riparia"), kırlangıçgiller (Hirundinidae) familyasından bir kırlangıç türüdür. Avrupa ve Amerika'da yaşayan 12 cm uzunluğundaki kum kırlangıcı, ev kırlangıcına benzerse de üst bölümleri siyah değil, çok koyu boz kahverengidir. Açık arazide, özellikle su yakınlarında bulunur. Yerleşim birimlerinde görülmeyen bu tür, koloni halinde kumlu toprakta kovuklar açıp suvatlarda yuva yapar. Yazın Türkiye'nin her bölgesinde görülür. Koç Üniversitesi Koç Üniversitesi, 1993 yılında İstanbul'da eğitime başlamış olan bir vakıf üniversitesidir. İlk başlarda İstinye'de eğitim veren okul, 2000 yılında, Rumelifeneri yolu üzerindeki kalıcı kampüsüne taşınmıştır ve faaliyetlerine 400 öğretim üyesi ve 5.130 öğrenciyle burada devam etmektedir. Üniversite, İnsani Bilimler ve Edebiyat, İktisadi ve İdari Bilimler, Fen, Mühendislik, Hukuk, Tıp ve Hemşirelik Fakülteleri ile eğitim sunan Koç Üniversitesi, 22 lisans, 27 yüksek lisans ve 13 doktora programı ile eğitim vermektedir. Koç Üniversitesi, Vakıf üniversiteleri arasında yıllık lisans öğrenim bedelinin en yüksek olduğu 2 üniversiteden (Koç Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesi) bir tanesidir. 2015 yılı itibarıyla Koç Üniversitesi'nde bir yıllık eğitim ücreti 44.000 TL'dir. Tıp Fakültesi ise 60.600 TL'dir fakat Tıp Fakültesi'ne burssuz öğrenci alınmamaktadır. Koç Üniversitesi, kâr amacı gütmeyen bir vakıf üniversitesidir. 1993 yılında İstinye'de bulunan geçici kampüsünde eğitime başlayan Koç Üniversitesi, 2000 yılında Rumeli Feneri'ndeki daimi kampüsüne taşınmıştır. 1969 yılındaki kuruluşundan bugüne yaşamın en temel gereksinimleri olan eğitim, sağlık ve kültür alanlarında yoğun faaliyet gösteren Vehbi Koç Vakfı (VKV), Sadberk Hanım Müzesi, Atatürk Kitaplığı, Koç Özel Lisesi gibi önemli yatırımlardan sonra, merhum Vehbi Koç'un üniversite hayalini gerçekleştirmek üzere harekete geçmiştir. Vehbi Koç, "Sermaye bulunur, makine alınır, teknoloji transfer edilir; fakat iyi eğitilmiş insan gücü yoksa netice almak zordur..." sözleri ile eğitimli gençlerin yetişmesine ne derece önem verdiğini ortaya koymuştur. Bu nedenlerle, Koç Üniversitesi, Vehbi Koç'un Koç Üniversitesi'nin 4 Ekim 1993 tarihindeki ilk dersinde dile getirdiği gib
i "Koç Üniversitesi'nin amacı, sıradan olmayan gençlerin iyi yetiştirilmelerini sağlamaktır. Onların yeterli sayıda olmaları ve hak ettikleri liderlik noktalarına gelmeleri sonucu, ülkemizin geleceği güvence altına alınmış olacaktır… Ne kadar çok kaliteli insan yetiştirebilirsek, memlekete o nispette hizmet etmiş olacağız…" Koç Üniversitesi, açılışından bu yana geçen on sekiz yıl içerisinde Türkiye'nin en gözde üniversitelerinden biri konumuna gelmiştir. Bugün İnsani Bilimler ve Edebiyat, İktisadi ve İdari Bilimler, Fen, Mühendislik, Hukuk ve Tıp Fakülteleri ve Hemşirelik Yüksek Okulu ile eğitime hizmet etmekte olan Koç Üniversitesi, 22 lisans, 23 yüksek lisans ve 13 doktora programı ile Türkiye'de ve dünyada bilimin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Times Higher Education'ın 2015 yılında yayınladığı 50 yaş altı en iyi üniversiteleri sıralamasında Koç Üniversitesi 51. sırada yer almıştır. Koç Üniversitesi’nin araştırma programlarının amacı evrensel bilime nitelikli ve özgün katkılarda bulunmak, Türkiye’nin entelektüel, teknolojik, ekonomik ve sosyal alanlardaki gelişimini yararlı bir şekilde etkilemektir. Öğretim üyeleri kendi bağımsız araştırmalarını sürdürürken, disiplinlerarası iş birliğine önem vermekte, stratejik alanlarda takım olarak çalışmaktadırlar. Öğretim üyesi başına düşen makale sayısında Türkiye’deki üniversiteler sıralamasında Koç Üniversitesi’nin en üst sıralarda olması araştırmaya verilen önemin, öğretim üyelerinin ve araştırma programlarının başarısının bir göstergesidir. Koç Üniversitesi, ulusal ve uluslararası düzeyde kamu ve özel kuruluşlar (üniversiteler, Avrupa Komisyonu, kamu kurumları, araştırma ve geliştirme kurumları, iş dünyası ve sanayi kuruluşları) ile çeşitli araştırma projelerinde iş birliği içinde çalışmaktadır. Araştırma faaliyetleri Mühendislik, Fen, İnsani Bilimler ve Edebiyat, İktisadi ve İdari Bilimler, Hukuk ve Tıp Fakültelerindeki öğretim üyelerimiz tarafından yürütülmektedir. Lisans öğrencileri ilgi duydukları özel alanlarda öğretim üyeleriyle araştırma projelerinde çalışabilmekte, araştırma yeteneği yüksek ve yaratıcı bireyler olarak yetişmektedirler. Öğretim üyelerimizin %95’i doktora derecelerini ABD’nin ve Avrupa’nın önde gelen üniversitelerinden almıştır. Birçoğu Koç Üniversitesi’ne gelmeden önce önemli ABD, Avrupa ve Türk üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmıştır. Koç Üniversitesi öğretim üyesi başına düşen makale sayısında Türkiye’deki üniversiteler sıralamasında en üst sıralarda yer almaktadır. Koç Üniversitesi’nde 11 öğretim üyesi Türkiye Bilimler Akademisi’nde (TÜBA) asli, 1 öğretim üyesi emeritus, 4 öğretim üyesi ise yardımcı üye olarak onurlandırılmıştır. 2011 yılı itibarıyla 9 öğretim üyesi TÜBİTAK Bilim Ödülü, bir öğretim üyesi TÜBİTAK özel ödülü, 21 öğretim üyesi TÜBİTAK Teşvik Ödülü, 3 öğretim üyesi TÜBA Teşvik Ödülü, 37 öğretim üyesi TÜBA GEBİP Ödülü almıştır. Koç Üniversitesi belirli alanlarda bilimsel ve uygulamalı çalışmalar yapmak, politikalar önermek, akademik birikimi toplumsal, sosyal, ekonomik ve hukuki alanlarda topluma aktarmak amacıyla çeşitli araştırma merkezleri kurmuştur. Aynı zamanda Koç Üniversitesi’nin Rumeli Feneri Kampüsü’nde ve Hemşirelik Yüksek Okulu’nda sayıları bölümlerine göre çeşitlilik gösteren 72 adet laboratuvarı mevcuttur. Koç Üniversitesi'nde seçimle iş başına gelen bir Öğrenci Konseyi vardır. Konsey başkanının Üniversite Akademik Kurulu'na katılma hakkı vardır. Velilere, okulun eğitim olanakları ve gelişmeler konusunda bilgi verilmek için her yıl, Veliler Günü düzenlenmektedir. Her öğrencinin öğretim üyeleri arasından bir akademik danışmanı (advisor) vardır. Koç Üniversitesi'ndeki ilk döneminde, her öğrenci okulun sosyal ve akademik hayatına rahat uyum sağlaması için, büyük sınıflardan başarılı bir öğrencinin (mentor) liderliğinde bir akran destek grubuna dahil edilir. Yurt yaşamına uyumu kolaylaştırmak için yurtta kalan deneyimli öğrenciler Bina Sorumlusu (RA) olarak görev yaparlar. Üniversitede değişik sosyal ve kültürel alanlarda faaliyet gösteren, Öğrenci Dekanlığı'na bağlı elliyi aşkın öğrenci kulübü ve organizasyonu bulunmaktadır. Koç Üniversitesi'ndeki Öğrenci Kulüpleri İngilizce Hazırlık Programı, Koç Üniversitesi'nin lisans veya İşletme Enstitütüsü programlarından birine girmiş, ancak programın gerektirdiği İngilizce dil bilgisine sahip olmayan öğrenciler için İngilizce eğitimi vermektedir. İngilizce Hazırlık Programı ayrıca, Hemşirelik Yüksek Okulu'nda verilen İngilizce programını da hazırlar. Her yıl yaklaşık 500 öğrenci İngilizce Hazırlık Programına başlar. Rumeli Feneri Kampüsü'nde üniversitenin öğrencilerin kullanımına açtığı bilgisayarlar ve üniversitenin ağına bağlı, ağ hizmetlerinden yararlanan öğrencilere ait bilgisayarlar da göz önünde bulundurulursa 1,6 öğrenciye 1 bilgisayar düşmektedir. Master ve doktora öğrencilerine okul tarafından dizüstü bilgisayar verilmektedir. Üniversitenin kendine ait 100 Mbps kapasiteli, yedekli İnternet erişimi bulunmaktadır. Kampüs içinde ağ erişimi kablosuz veya yerel ağ prizlerinden sağlanmaktadır. Okulda yaklaşık 63 tane kablosuz İnternet vericisi vardır. Yurt odalarında, öğrencilerin kendi sistemlerini ücretsiz olarak bağlayabilecekleri, yerel ve İnternet ağı hizmetleri alabilecekleri ağ erişim noktaları bulunmaktadır. Fakülte binalarında 20 bilgisayar laboratuvarı vardır. Bunlardan ikisi, İngilizce Dil Hazırlık Programı tarafından kullanılan Bilgisayar Destekli Yabancı Dil Öğrenim Laboratuvarı bir diğeri ise diğer yabancı diller öğrencilerinin kullandıkları Leonardo Lab'dir. Her Koç Üniversitesi öğrencisi, İnternet, e-posta, yerel ağ dahil olmak üzere üniversitenin sahip olduğu tüm bilişim altyapısından yaygın olarak faydalanabilmektedir. Her öğrencinin ku.edu.tr uzantılı bir mail adresi vardır. Üniversitenin bilişim altyapısından ve servislerinden Bilgisayar ve Bilgi Teknolojisi departmanı (CIT) sorumludur. Bayağı dil balığı Bayağı dil balığı ("Solea solea"), Soleidae familyasından bir balık türü. Vücudu oval, çok fazla yassılaşmış, ağzı küçük ve asimetrik, gözleri sağ tarafta, gözlü taraf, kahverengi yeşil ya da kahverengi siyah beneklerle süslüdür. Sağ göğüs yüzgecinin ucunda siyah benek vardır. Üst tarafındaki göğüs yüzgecinin üstü başlangıç noktasına kadar ulaşan siyah lekelidir. Genellikle 20-40 metre derinliklerde, kumlu çamurlu zeminlerde yaşar. Kışın 100 metre derinliğe iner. Büyüklüğü ortalama 30–35 cm'dir, maksimum 50 cm olur. Ortalama ağırlığı 300-350 gram civarındadır. Dipteki omurgasızlar, küçük balıklar ve böceklerle beslenir. Oracle Oracle, Microsoft'un ardından dünyanın en büyük ikinci yazılım şirketidir. 120.000'i aşkın çalışanı,380.000'den fazla müşterisi ile 145 ülkede faaliyet göstermektedir. Veritabanı, uygulama geliştirme araçları, uygulama sunucusu ve de iş uygulamaları alanlarında yazılım çözümleri bulunmaktadır. Yazılım Veritabanları 1) Oracle Veritabanı Oracle, ek olarak aşağıdaki veritabanı teknolojilerini geliştirdi veya satın aldı : 2) Berkeley DB: gömülü veritabanı işleme 3) Oracle Rdb: OpenVMS platformları üzerinde çalışan , ilişkisel bir veritabanı sistemi. . 4) TimesTen: Bellek içi veritabanı işlemleri 5) Oracle Essbase: Çok boyutlu veritabanı yönetimi 6) MySQL: İlişkisel veritabanı yönetim sistemi 7) Oracle NoSQL Veritabanı  Jean Tigana Jean Tigana (d. 23 Haziran 1955, Bamako, Mali), Mali asıllı Fransız eski millî takım oyuncusu, teknik direktör. 1980'lerde Bordeaux ve Fransa millî futbol takımı ile birçok başarıya imza atmıştır. 2005-2007 yılları arasında Beşiktaş teknik direktörlüğünü yapmıştır. Mali'de bir Fransız annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 3 yaşında ailesiyle birlikte Marsilya'ya taşındılar. Tigana futbola Sporting Toulon Var takımında profesyonel olarak başladı. 10 yaşında yerel takımlardan ASPTT Marseille'da futbola başladı. 1972-74 arasında daha sonra Eric Cantona'yı da yetiştirecek SO Les Caillols takımına geçti. 1974-75 arasında ise Cassis takımının altyapısında forma giydi. 1975'te Sporting Toulon Var takımıyla profesyonel futbola başladı. 2. ligde forma giyen takımda oynadığı 3 sezonda 20'nin altında maça çıkmayıp istikrarlı bir performans gösterdi. 1977-78 sezonunda ayrıca 6 gol kaydederek kendini büyük takımlara gösterdi. Onu fark eden teknik adam Aime Jacquet sayesinde 1978'de Olympique Lyonnais kadrosuna dahil oldu. Ligin ortalama takımlarından Lyon, 1979-80 sezonunda play-off maçlarıyla düşmekten kurtuldu. Buna rağmen Tigana, millî takıma seçilme başarısını gösterdi. Teknik adam Jean-Pierre Destrumelle döneminde takımın önemli isimlerinden olan Tigana, Lyon'un lig altıncılığında büyük başarı sağladı. Lyon, o zamana kadar tarihinin en kalabalık seyircilerine oynamaya başladı. 1981'de Tigana, eski hocası Jacquet'in çalıştırdığı Bordeaux takımına transfer oldu. İlk sezonunda 27 maçta forma giyen tigana, ilk kez UEFA Kupası'nda bir maç oynayarak Avrupa'da forma giydi. Sonraki sezon ligde 2. oldular. Tigana ise 32 maçta forma giydi. 1983-84 ve 1984-85 sezonlarında üst üste iki lig şampiyonluğu yaşadılar. 1984'te Onze d'Or ödüllerinde, Platini'nin arkasında Gümüş Onze ödülünün sahibi oldu. Aynı yıl France Football dergisi tarafından Fransa'da top koşturan en iyi Fransız futbolcu ödülünü kazandı. Avrupa'da Yılın Futbolcusu ödüllerinde ise Platini'nin arkasında ikinci oldu. 1985-86'da lig şampiyonluğunu bu sefer kaçırsalar da Fransa Kupası'nı kazandılar. 1986'da Bordeaux'nun Olympique de Marseille ile oynadığı Coupe de France finalinde 90 dakika oynayan Tigana, bir de gol kaydetti. 2-1 maçı kazanan Bordeaux, 1941'den beri duyduğu kupa hasretine son verdi. Tigana, sezon içinde ilk kez Şampiyon Kulüpler Kupası'nda da forma giymiş oldu. 1986-87 sezonunda bir sene ara verdikleri Fransa şampiyonluğunu tekrar kazanırlarken, Fransa Kupası'na da bir kez daha sahip oldular. Tigana, 1987'de Marsilya karşısında oynanan kupa finalinde 90 dakika forma giydi. 1987'de bir kez daha Onze d'Or ödüllerine çağrılan Tigana, birinci Diego Maradona ve ikinci Marco van Basten'in ardı
ndan Bronz Onze ödülünü kazandı. Sonraki iki sezonda Tigana, yine formayı kaptırmasa da Bordeaux, eski başarılarını kazanamadı. 1988-89 sezonunda ligde 13. olduklarından sonra sezon sonunda Tigana takımdan ayrıldı. 1989-90 sezonunda Tigana, Olimpik Marsilya'ya transfer oldu. İlk 11'i kaptırmayan Tigana, bir lig şampiyonluğu da burada yaşadı. Sonraki sezon 1990-91 Şampiyon Kulüpler Kupası'nda takımında zaman zaman forma giyen Tigana, Lech Poznań'ı 6-0 yendikleri maçta bir de gol attı. Bu gol Tigana'nın Avrupa arenasında attığı tek gol oldu. Finalinde ise ilk 18'de yer alsa da maçta forma giyemedi. Olimpik Marislya da Crvena Zvezda'ya penaltılarla yenilerek Avrupa'nın en büyüğü olma fırsatını kaçırdı. Fransa Kupası'nda da ikinci olan Marsilya, Fransa lig şampiyonluğunu ise kaptırmadı. Tigana, 19 lig maçıyla bu şampiyonluğa katkıda bulundu ve çok başarılı geçen bu sezonunun sonunda futbolu bıraktı. 1980'lerde Fransa millî futbol takımının en önemli üyelerindendi. Michel Platini, Alain Giresse ve Luis Fernández ile "carré magique" (Sihir karesi) adını almışlardı. Tigana, ilk maçında 23 Mayıs 1980'de Moskova'da oynanan SSCB'ye karşı oynadı. Tigana 8 yılda 52 maçta forma giyip 1 gol attı. Tigana, 1982 FIFA Dünya Kupası kadrosunda yer aldı. Tigana, İngiltere'nin Fransa'yı 3-1 yendiği ilk grup maçında son 17 dakika oyuna girdi. İkinci turda ise iki maçta da 90 dakika oynayıp, Fransa'nın yarı finale çıkmasına yardım etti. Yarı finalde de 120 dakika forma giyen Tigana'lı Fransa, Batı Almanya'ya penaltılarla yenildi. Tigana, üçüncülük maçında da 80 dakika forma giydi ancak Polonya'ya 3-2 yenildiler ve dördüncü oldular. Michel Hidalgo tarafından Fransa'da düzenlenen 1984 Avrupa Futbol Şampiyonası'na Tigana'nın çağrılmasıyla, Fransa'nın dört önemli orta saha oyuncusunu ilk kez beraber oynadı. Tigana, Fernandez ile birlikte defansif orta saha pozisyonunda oynuyordu. Fransa, başarılı bir turnuva geçirdi ve gruplarda birinci olarak yarı finale yükseldi. Yarı finalde Portekiz'le oynadıkları maç 1-1 bitip, uzatmalara gitti. Uzatmalarda Tigana'nın asistiyle golü atan Platini, Fransa'yı tarihinde ilk kez uluslararası bir organizasyonda finale çıkardı. Fransa finalde İspanya'yı yenerek tarihlerinin ilk büyük futbol başarısına imza attı. Tigana, finalde de 90 dakika forma giydi. Platini ve Giresse ile birlikte turnuvanın en iyi ilk 11'inde yer alan bir diğer Fransız futbolcu oldu. 1986 FIFA Dünya Kupası'nda 30 yaşındaki Tigana, üç grup maçında da 90 dakika forma giydi ve Macaristan'ı 3-0 yendikleri maçta takımının ikinci golünü attı. Tigana'lı Fransa, önce İtalya'yı sonra da çeyrek finalde Brezilya'yı eledi. Tigana, Batı Almanya ile oynadıkları yarı finalde de 90 dakika forma giydi ancak rakiplerine 2-0 yenilerek elendiler. Üçüncülük maçında Tigana 83 dakika forma giydi ve Fransa uzatmalarda rakibi Belçika'yı 3-0 yenerek Dünya üçüncüsü oldu. Tigana, Euro 1988 elemelerinde 4 maçta forma giydi. Ancak Fransa gruplarında 3. olarak turnuvaya katılma hakkını kazanamadı. 1990 FIFA Dünya Kupası elemelerinde gençleşen Fransa kadrosunda kendine yer bulan Tigana, Fransa'nın başarılı sonuçlar almasını sağlayamadı ve Fransa, Dünya Kupası'na gitme şansını kazanamadı. Raymond Domenech'in istifasıyla birlikte, 1993'te Olympique Lyonnais yönetimi eski futbolcuları Jean Tigana'yı takımın başına getirdi. Tigana, Olimpik Marsilya'dan takıma son üç senenin en iyi Afrikalı futbolcusu seçilen Abedi Pele, Manuel Amoros ve Pascal Olmeta'yı kazandırdı. İlk sezonunda Lyon ligde 8. olup, Avrupa arenasına çıkma şansını az farkla kaçırdı. 1994-95 sezonunda şampiyon Nantes'in 10 puan gerisinde lig ikincisi oldular. Tigana, Florian Maurice ve Franck Gava'yı altyapıdan takıma kazandırdı ve bu futbolcular, Bruno N'Gotty'nin başarılı oyunuyla başarıyı getirdiler. Böylece Lyon tarihinde ikinci kez UEFA Kupası'na katılma hakkını kazandı. Tigana, sonraki sezon takımdan ayrılırken takıma başarı kazandıran futbolcular da başka takımlara dağıldı. 1995 yılında Monaco'yu Arsène Wenger'den devraldı. Kötü bir başlangıç sonrası takımı toparladı ve ilk sezonunu 4 puan geride 3. olarak tamamladı. Bir sonraki sezon yine sonradan açıldıkları bir sezonu bu defa şampiyon olarak kapadılar. 1997'de daha önce futbolcu olarak kazandı France Football dergisinin ödülünü, bu sefer yılın en iyi Fransız teknik direktörü olarak kazandı. Aynı sene Trophées UNFP du football ödülünün de sahibi oldu. 1997-98 sezonunda Monaco onun yönetiminde UEFA Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finalde Manchester United'i eleyip, yarı finalde Juventus'a kaybetti. Tigana, Fabian Barthez ve Enzo Scifo gibi tecrübeli oyuncuların yanına, Thiery Henry ve David Trezeguet gibi genç oyuncuları yerleştirdi. 1998-99 sezonu sonunda Monaco'dan ayrıldı. 1999-2000 sezonu sonlarında Londra takımı Fulham FC'yi EFL Championship'te devraldı. 2000-01 sezonunda Louis Saha dahil olmak üzere birçok genç yıldızla sözleşme imzalayan Tigana'lı Fulham, sezona 4 maçta 4 galibiyetle başladı, böylece Ağustos ayının en iyi teknik adam ödülünü Tigana kazandı. Fulham, sezon sonunda Premier League'e yükselerek 1968'den beri süren hasretini dindirdi. Ligi birinci bitiren takım 46 maçta 101 puan toplama başarısını gösterdi. Mohammed Al Fayed tarafından desteklenen bu takımla flaş transfer yaparak İngiliz Ligi'nin en önemli ligine başladı. Geçirdiği trafik kazası sonucu futbolu bırakmak zorunda kalan Fulham kaptanı Chris Coleman'ı yardımcı teknik direktör olarak yanına alan Tigana, Premier Lig'deki ilk sezonunu lig ortalarında bitirdi. Kulüp tarihinin en pahalı transferi olarak Olympique Lyonnais'dan £11.5 milyon'a Steve Marlet'i takıma kazandırdı. Sezon içinde bu transfer dışında Fransa takımlarından üç futbolcu daha alındı. Tigana bu transfer nedeniyle sonraki sezonda Fulham kulübüyle mahkemelik oldu. Fulham, Tigana'yı futbolcu transferlerini gizliden yürütüp, fazla para ödetip komisyon almakla suçladı. Ama Fulham'in bu konuda hakkında açtığı davadan beraat etti ve kulüp kendisine tazminat ödemek zorunda kaldı. Sonuç olarak 2002-03 sezonunun bitmesine 5 maç kala, 17 Nisan 2003'te Tigana kovuldu ve Coleman, görevin başına geçti. Sezon içinde ligde ve kupada başarı gösteremeyen Fulham, ilk kez Avrupa'da futbol oynadı. UEFA Intertoto Kupası'nı kazanan üç takımdan biri olup, UEFA Kupası'na çıktı. İki tur atlama başarısını gösterip, üçüncü tur Hertha Berlin'e elendiler. Jean Tigana, Ekim 2005'te Rıza Çalımbay'ın istifası ile boşalan Beşiktaş teknik direktörlüğüne getirildi. 12. haftada 5. olan Beşiktaş'ı, lig sonunda 3. yaptı ve UEFA Kupası'na katılma şansını kazandı. Tigana devre arasında Gökhan Güleç ve Bobô transferleriyle takımı toparlamaya çalıştı. Sezon sonunda 1998'den beri kazanılamayan Türkiye Kupası'nı kazandı. 2006-07 sezonunda ise gençleştirme politikasına giden Tigana, altyapıdan İbrahim Kaş, Aydın Karabulut, Can Erdem, Mehmet Sedef gibi isimleri kullanma ya da kiralama yoluna gitti. Ayrıca Burak Yılmaz ve Serdar Kurtuluş gibi genç oyuncuları kadrosuna kattı. Sezonunun başında Galatasaray'yi 1-0 yenerek ilk kez düzenlenen Türkiye Süper Kupası'nın sahibi oldular. UEFA Kupası'nda gruplardan çıkma şansını son maçta kaybettiler. Uzun süre lig yarışının içinde olup, lig ikincisi oldular. Ayrıca Türkiye Kupası'nı bir kez daha kazandılar. Ancak Tigana'nın, medya ve Beşiktaş yönetimiyle yaşadığı sorunlar nedeniyle, ligin bitmesine iki maç kala Tigana ve Beşiktaş yönetimi yollarını ayırdı. Yardımcı teknik adam Tayfur Havutçu sezonu tamamladı. Beşiktaş JK'den istifasının ardından 3 yıl gibi uzunca bir süre hiçbir takımda görev almayan Tigana, Suudi Arabistan Ligi takımlarından Al Hilal takımıyla görüşse de anlaşma sağlamadı. 16 Mayıs 2010'da Bordeaux ile yollarını ayıran Laurent Blanc'ın yerine, 25 Mayıs'ta Jean Tigana geldi. Böylece Tigana, eski kulübüne geri dönmüş oldu. Takımın eski hocalarından Michel Pavon'u da yardımcısı olarak yanına aldı. 7 Mayıs 2011'de alınan 4-0'lık Sochaux yenilgisi sonrası stadyumdaki taraftarların tepkisi üzerine takımdan ayrıldığını açıkladı. Aralık 2011'de, 2012 sezonunda Çin'in Şangay Şenhua takımını çalıştıracağı açıklandı. Fakat, takımın ligin son sıralarından kurtulamaması üzerine Nisan ayında görevini bıraktı. Bayağı pisi balığı Pisi balığı ("Platichthys flesus"), Pleuronectidae familyasından bir balık türü. Vücut üstten ve alttan yassılaşmıştır. Gözler vücudun sağ tarafında olup, gözlerin bulunduğu sırt yeşilimsi veya sarımsı kahverengi lekelerle kaplıdır. Sırt yüzgeci başta gözden, kuyruk yüzgeci kaidesine kadar devam eder, kuyruk yüzgeciyle birleşmez. Üst kısmının rengi esmer, kısmen kahverengi, koyu noktalı, alt tarafı ise beyazdır. Vücut küçük pullarla kaplıdır. Yan çizgi gözün bulunduğu tarafta göğüs yüzgeci etrafında kıvrımlıdır. Sırt ve anüs yüzgeçleri kuyruk yüzgecine ulaşmaz. Pisi balıkları, yeterli miktarda yiyecek buldukları kumlu deniz tabanlarında yaşayan yassı balıklardır. Ancak yetişkin pisi balıkları yumurtalarını bu bölgede bırakacak olurlarsa, akıntılar savunmasız yumurtaları güvenli yerlerinden uzağa taşıyacaktır. Bu nedenle pisi balıkları akıntıya karşı yüzerek, suyun daha derin olduğu başka bir yere doğru göç ederler. Bu göç sırasında 60 milyon pisi balığının yumurtlamak üzere toplandığı tahmin edilmektedir. Güvenlikli sularda yumurtadan çıkan yavru yassı balıklar deniz yüzeyinde kalarak bir ay kadar beslenirler ve gelişirler. Bir ayın sonunda akıntıyla beraber sürüklenerek beslenme bölgesine geri gelirler. Bu süre içinde yavru pisi balıkları ebeveynlerine benzeyen balıklar haline gelmişlerdir. Onlar da büyük balıklar gibi su dibine inerler ve orada yaşamlarını sürdürürler. Büyüklüğü ortalama 20–25 cm dir, maksimum 50 cm olur. Kuzeydoğu Atlantik sahilerinde, Kuzey Denizi, Baltık Denizi, Akdeniz, Ege Denizi, Marmara Denizi ve Karadeniz de yaşar. Uluslararası Adana Film Festivali Uluslararası Adana Film Festivali veya bilinen adıyla Adana Altın Koza Film Festivali, her yıl Türkiye'nin Adana şehrinde düzenlenen uluslararası film festivalidir. Festivalde, jüri tara
fından seçilen filmlere, çalışanlarına ve oyuncularına ""Altın Koza"" heykelciği ödülü verilmektedir. Festival, ilk olarak 15-22 Mayıs 1969 tarihleri arasında Altın Koza Film Festivali adıyla düzenlenmiştir. 2009 yılında Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali adını alan festival, 2016 yılında ise adını, Uluslararası Adana Film Festivali olarak değiştirilmiştir. Festivalde Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması, Öğrenci Filmleri Yarışması, Dünya Sineması Örnekleri, Özel Bölümler, Kısa Film Bölümleri yer almaktadır. Ayrıca 2015 yılında ilk kez "Adana Konulu Senaryo Yarışması" festivalin yarışmalı bölümlerine eklenmiştir. Çukurova’nın ürünü pamuğu simgeleyen Altın Koza Film Festivali ilk kez 1969 yılında ‘Altın Koza Film Şenliği’ adıyla Adana Belediyesi ve Adana Sinema Kulübü öncülüğünde gerçekleştirildi. Türk Film Arşivi’nin katkılarını da yanına alan Altın Koza Film Festivali, o tarihten bu yana her yıl zenginleşen içeriği ile sadece Çukurova Bölgesi’nin değil, ülkemizin en önemli kültür – sanat etkinliklerinden biri oldu. Şenlik, ilk kez düzenlendiği 1969 yılından itibaren Türk sinemasına verdiği ödüllerle destek olmaya başladı. İlk yıl, Metin Erksan, Kuyu filmi ile En İyi Yönetmen ve En İyi Film dallarında Altın Koza'yı evine götürürken, Fatma Girik, Ezo Gelin ile En İyi Kadın Oyuncu, Yılmaz Güney, Seyyit Han ile En İyi Erkek Oyuncu ödüllerine sahip olan ilk Altın Kozalı sanatçılar oldu. 1973 yılına kadar Şenlik beş kez sinemaseverlerle buluştu. Ancak Altın Koza, ekonomik imkansızlıklar nedeniyle on sekiz yıl sürecek bir suskunluğa gömüldü. 1992 yılında Adana Büyükşehir Belediyesi, Adanalılar ve sanat dünyasından gelen “Altın Koza yeniden canlansın” talebini sonuçsuz bırakmayarak Şenliği, Türk sanat dünyasına yeniden armağan etti. Altın Koza, bu süreçte Adana kültür sanat yaşamındaki boşluğu doldurması gerektiğini düşünerek sinema şenliğini bir kültür sanat festivaline dönüştürdü. Altın Koza Kültür ve Sanat Festivali, 1992’de düzenlediği Ulusal Uzun Film Yarışması’nın yanı sıra Türk Sineması’nın geleceğine de sahip çıktı. Festival,Öğrenci Filmleri Yarışması‘nı da programına ekledi ve Türkiye’de ilk kez bu alanda yarışma düzenleyen Festival oldu. Altın Koza Kültür ve Sanat Festivali ayrıca resim, tiyatro, müzik, fotoğraf ve düşünsel çalışmaları Adanalı sanatseverlerin beğenisine sundu. 1998’de Adana depremine duyarsız kalamayan Adana Büyükşehir Belediyesi Yönetimi o yıl Altın Koza bütçesini depremzedeler için kullanarak Festivali düzenlememe kararı aldı. 1999’da ise Marmara depremi nedeniyle ülkede ulusal yas ilan edilmesi sonucu Festival gerçekleştirilemedi. Festival bütçesi o yıl da Marmara depreminden zarar gören depremzedelere aktarıldı. 1999 yılı itibarıyla Altın Koza yıla yayılan kültür sanat etkinlikleriyle devam etti. 7 yıllık aradan sonra 12. Altın Koza Kültür ve Sanat Festivali 2005 yılında 31 Mayıs–05 Haziran tarihleri arasında yapıldı. 2005 yılından bu yana kesintisiz devam eden Festival, programına eklediği ‘Dünya Sineması’ ve ‘Akdeniz Filmleri Seçkisi’ ile uluslararası kimliğe bürünmüş ‘Akdeniz Ülkeleri Uluslararası Kısa Film Yarışması’ ile de bu kimliğini pekiştirmiştir. Altın Koza Film Festivali, Akdeniz Ülkeleri’nin yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri’nden Japonya’ya kadar dünyanın pek çok ülkesinden filmi, sektörün her alanında görev yapan sinema profesyonelini konuk eden bir sinema platformu haline gelmiştir. Festival her yıl Türk sinemacıların yanı sıra Avrupa’dan da yaklaşık 700 konuğu ağırlamakta ve her yıl yaklaşık 70 bin izleyiciye ulaşmaktadır. 2015 yılında festivalin yarışmalı bölümleri 'Adana Konulu Senaryo Yarışması' eklenmiştir.2016 yılında da ismi Adana Film Festivali olarak değişmiştir. İlk defa bu isimle 23.Uluslararası Adana Film Festivali düzenlenmiştir. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından, Türk sinemasının 100. yılı dolayısıyla gerçekleştirilen "En İyi 100 Türk Filmi" oylaması sonuçlarına göre belirlenen Türk sinemasının en iyi 10 filminin adları şöyle: Serap Akıncıoğlu Serap Akıncıoğlu, Türk oyuncu ve köşe yazarı. 1972 yılında İzmir'de doğdu. Lise öğrenimini İstanbul'da tamamladı. İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nda iki yıl eğitim aldıktan sonra özel bir tiyatroda iki sene çeşitli oyunlarda rol aldı. Türkiye Yüz Güzeli Yarışması'nda birinci seçilmesinin ardından fotomodellik yapmaya başladı. İz Peşinde, Tetikçi Kemal, Danimarkalı Gelin, Güneş Yeniden Doğar gibi çeşitli film ve televizyon dizilerinde rol aldı. 1993'te Danimarkalı Gelin filmi ile Birleşik Sanatçılar Derneği "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü kazandı. Çeşitli özel televizyon kanallarında sunuculuk yaptı. 1993 yılında dine yöneldi. Yeni Asya gazetesinde düzenli olarak köşe yazıları yayınlanmıştır. Bunun dışında birçok panel, konferans ve benzeri toplantıya katılmaktadır. 1996 yılında Nur'a Yöneliş ve 1997 yılında da Rab'be Daha Yakın isimli kitapları yayınlanmıştır. Şimdi Haberhilal.com da köşe yazıları yayınlanmaktadır. ATV de program yapımcılığı ve yorumculuğu yapmaktadır. Michel Platini Michel François Platini (d. 21 Haziran 1955, Jœuf), Fransız teknik direktör ve orta saha oyuncusuydu, eski UEFA'nın başkanıdır. Futbol tarihinin en büyük futbolcularından biri olarak gösterilen Platini, kendi döneminin en büyük futbolcusuydu ve olağanüstü gol atma kabiliyetlerine sahipti. Avrupa'da yılın futbolcusu ödülünü art arda 3 kez kazanan ilk futbolcudur. IFFHS tarafından 20. yüzyılın en iyi 7. futbolcusu seçildi. Birçok kişi tarafından döneminin en şık oyuncularından biri ve gelmiş geçmiş en büyük Fransız futbolcusu olarak gösterilmektedir. Platini 1984 Avrupa Futbol Şampiyonası'nı kazanan Fransa millî futbol takımının bir parçasıydı, ve turnuvanın en iyi futbolcusu seçilmiş ve gol kralı olmuştu. 1978, 1982 ve 1986 Dünya Kupaları'na katıldı, ve ikisinde yarı finale ulaştı. Platini, Alain Giresse, Luis Fernandez ve Jean Tigana Fransızlar tarafından ""carré magique"" (büyülü kare) olarak gösterilmekteydi. Bir frikik ustasıydı; millî takımında ve Juventus için birçok ölü topu gole çevirdi. Platini Juventus'da 5 yıl oynadı. Temmuz 2006'da UEFA Başkanlığına aday olacağını açıklayan Michel Platini, 26 Ocak 2007'de yapılan oylamada Lennart Johansson'un 23 oyuna karşılık 27 oy alarak başkan seçilmiştir. 8 Ekim 2015'te FIFA Etik kurulu, naklen yayın ihalesine fesat karıştırmak ve UEFA Başkanı Michel Platini'ye usülsüz ödeme yapmakla itham edilen FIFA Başkanı Sepp Blatter'le birlikte Michel Platini'nin de görevini 90 günlüğüne askıya almıştır. Kendisine verilen cezadan dolayı önce FIFA Temyiz Kurulu'na sonra da Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi (CAS)'a giden Michel Platini beklediği kararı alamayınca UEFA Başkanlığı'nan istifa etti. FIFA Etik Komitesi, FIFA Başkanı Sepp Blatter ile UEFA Başkanı Michel Platini'ye 8 yıl futboldan men cezası verdi. FIFA Etik Komitesi, dünya futbolunu sarsan FIFA ve UEFA'daki yolsuzluk dosyası ile ilgili kararını verdi. Kurul, 20'ye yakın FIFA yetkilisinin tutuklandığı yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarına adları karışan FIFA Başkanı Sepp Blatter ile UEFA Başkanı Michel Platini'ye 8'er yıl futboldan men cezası verdi.. Bu kararın ardından Michel Platini FIFA Temyiz Kurulu'na gitti. Temyiz Kurulu'nun cezayı 6 yıla düşürmesinin ardından Platini, Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi (CAS)'ne gitti. CAS ise Platini'nin cezasını 6 yıldan 4 yıla düşürdü.Bu ceza ile Michel Platini, futboldan 4 yıl süreyle men edildi. Juliette Binoche Juliette Binoche (d. 9 Mart 1964, Paris), Fransız oyuncu. Tiyatro yönetmeni ve heykeltıraş bir baba ile oyuncu bir annenin kızı. Conservatoire National Supérieur d'Art Dramatique de Paris`de oyunculuk eğitimi aldı. 18 yaşına geldiğinde bağımsız bir yapım olan Pascal Kane imzalı Liberty Belle`de küçük bir rol aldı. Yaklaşık beş yıl boyunca kasiyerlik ve modellik yaptı. 1985 yılında "Je vous salue, Marie" adlı filmde yönetmen Jean-Luc Godard ile birlikte çalıştı. Juliette Binoche 24 yaşında oynadığı, Milan Kundera`nın romanından uyarlanan Philip Kaufman`ın yönettiği Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (The Unbearable Lightness of Being) adlı filmle tanındı. 1993 yılında yönetmen Kieslowski`nin Üç Renk üçlemesinin ilk filmi olan 'de başrol oynadı. 1994 yılında, önceki yıl Catherine Deneuve`e verilen Sezar Ödülü'nü aldı. 1996'da "İngiliz Hasta"`da canlandırdığı hemşire rolüyle "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oskarı"`nın sahibi oldu. 2000 yılında 36 yaşındayken oynadığı "Çikolata" adlı filmle ününü pekiştirdi. Bu filmdeki rolüyle de "En İyi Kadın Oyuncu Oskarı"`na aday oldu, fakat ödül Erin Brockovich`deki rolüyle Julia Roberts`a gitti. Raphael (babası Andre Hall) ve Hanna (babası Benoit Magimel) adında iki çocuğu olan Juliette Binoche, Fransa tarihinin film başına en çok kazanan kadın oyuncusudur. Palermo Palermo (Sicilyaca: Palermu, Yunanca: Panormos), İtalya'nın güneyinde tarihi bir şehir olup otonom bölge olan Sicilya ve Palermo ilinin başşehridir. Şehir, onun 2700 yıllık sürecinde zengin tarihi, kültür, mimari ve gastronomi ile oynadığı önemli rolleriyle tanınır. Palermo Sicilya adasının kuzeybatı kısmında konumlanır ve Tiren Denizi'ndeki Palermo Körfezi'ne göre sağdadır. Şehir Fenikeliler tarafından kurulmuş fakat Antik Yunanlar tarafından "Panormus" olarak isimlendirilmiştir (anlamı "'bütün liman"). Palermo Roma Cumhuriyeti'nin bir parçası oldu ve sonunda binlerce yıl için Bizans İmparatorluğu'nun bir parçası oldu. Kısa bir dönem için Arap hükümdarının yönetimi altında başşehir oldu. Norman istilasını takiben, Palermo 1130 dan 1816 tarihine kadar yeni bir krallık olan Sicilya Krallığı'nın başşehri oldu. En sonunda 1861'deki "İtalyan birleşmesi"ne kadar, Napoli Krallığı ile birleşik olacaktı. Palermo komününün belediye sınırları içinde nüfusunun 19. ve 20. yüzyıllarda gelişmesi resmî nüfus sayımı sonuçlarına göre şu gösterimde özetlenmiştir: Palermo komünü şu komünlerle sınır komşusudur: Altofonte, Bagheria, Belmonte Mezzagno, Ficarazzi, Isola delle Femmine, Misilmeri, Monreale, Torretta, Villabate Palermo şu kentlerle kardeş
şehir bağlantısı kurmuştur: |valign=top| Palermo'da birçok yabancı ülkenin konsoloslukları ve resmî temsilcilikleri bulunmaktadır: |valign=top| HTTPS HTTPS (HTTP Secure,Türkçe güvenli hiper metin aktarım iletişim protokolü) bir bilgisayar ağı üzerinden  güvenli iletişim için internet üzerinde yaygın olarak kullanılan bir HTTP( hiper metin aktarım iletişim protokolü) uzantısıdır. HTTPS'te, iletişim protokolü Taşıma Katmanı Güvenliği (TLS) veya öncesinde, onun öncülü/selefi olan Güvenli Soket Katmanı (SSL) ile şifrelenir. Bu nedenle protokol  sık sık  HTTP üzerinden TLS veya HTTP üzerinden SSL olarak da adlandırılır. HTTPS için temel motivasyon, erişilen web sitesinin kimlik doğrulaması ve aktarılan verilerin alışverişi sırasında gizliliğin ve bütünlüğünün korunmasıdır. Ortadaki adam saldırılarına karşı korur. Bir istemci ve sunucu arasındaki iletişimin iki yönlü şifrelenmesi, haberleşmeyi gizlice dinlemeye ve kurcalamaya karşı korur. Uygulamada, bu, bir saldırganın aksine, iletişim kurmayı amaçladığı web sitesiyle saldırganların müdahalesi olmaksızın iletişim kurulmasını güvence altına alır. Geçmişte, HTTPS bağlantıları öncelikle World Wide Web'deki ödeme işlemleri, e-posta ve kurumsal bilgi sistemlerinde hassas işlemler için kullanılmıştır. 2018'den itibaren, HTTPS, öncelikli olarak web sitesinin her türünde sayfa gerçekliğini korumak için, güvenlikli olmayan HTTP' den daha sık olarak web sitelerinde hesapları ve kullanıcı iletişimlerini güvenli tutmak ve web' de gizlilik ihlal edilmeden gezinmek gibi işler için kullanılmaktadır Bu HTTPS' deki yeknesak kaynak tanımlayıcısı (İng., URI) şeması, HTTP ile aynı kullanım söz dizimine(syntax) sahiptir. Ancak, HTTPS, trafiği korumak için tarayıcıyı SSL / TLS eklenmiş bir şifreleme katmanı kullanacak şekilde uyarır. SSL / TLS özellikle HTTP için uygundur, çünkü iletişimin sadece bir tarafı doğrulanmış olsa bile koruma sağlayabilir. Bu, genellikle yalnızca sunucunun kimliğinin doğrulandığı (sunucu sertifikası inceleyen istemci tarafından), Internet üzerinden HTTP işlemlerinde geçerlidir. HTTPS, güvenli olmayan bir ağ üzerinden güvenli bir kanal oluşturur. Bu, yeterli şifre paketlerinin kullanılması ve sunucu sertifikasının doğrulanması ve güvenilir olması koşuluyla, dinleyicilere veortadaki adam saldırılarına karşı yeterli sayılabilecek bir koruma sağlar. HTTPS, TLS'nin tamamen üst kısmında yer aldığından, temel HTTP protokolünün tamamı şifrelenebilir. Bu, istek URL'sini (belirli bir web sayfası talep edildi), sorgu parametrelerini, üst bilgileri ve çerezleri (çoğunlukla kullanıcıyla ilgili kimlik bilgilerini içeren) içerir. Ancak, ana makine (web sitesi) adresleri ve port numaraları zorunlu temel TCP / IP protokollerinin bir parçası olduğundan, HTTPS bunların açıklamasını koruyamaz. Pratikte bu, doğru şekilde yapılandırılmış bir web sunucusunda bile, dinleyicilerin web sunucusunun IP adresini ve port numarasını (URL'in tamamı olmasa da bazen hatta alan adını örneğin www.example.org gibi) çıkartabileceği anlamına gelir. İletişimin içeriğine olmasa da, iletişimin miktarı, (veri aktarımı) ve iletişimin süresi (oturum süresi) bilgilere ulaşabilir. Web tarayıcıları, yazılımlarına önceden yüklenmiş olansertifika otoritelerine dayanarak HTTPS web sitelerine nasıl güvenebileceklerini bilirler. Web tarayıcı üreticileri ,Sertifika otoritelerine (örneğin , Comodo, GoDaddy, ve ) geçerli sertifikalar sağlayacakları konusunda güvenirler . Bu nedenle, bir kullanıcı , bir HTTPS bağlantısı için bir web sitesine aşağıdaki belirtilenlerin sadece hepsi doğruysa  güvenmelidir : HTTPS özellikle güvenliksiz ağlarda(örneğin Wi-Fi) ,herkesin aynı yerel ağda paketleri dinleyip HTTPS tarafından korunmayan hassas bilgileri keşfedebildiği, büyük önem taşır. Ayrıca, birçok ücretsiz  ve ücretli WLAN ağı, web sayfalarında kendi reklamlarını sunmak için dahil olur. Ancak bu web sayfalarına malware enjekte etmek ve kullanıcıların özel bilgilerini çalmak için kötü amaçlı olarak kullanılabilir.. HTTPS, Tor anonimliği ağındaki bağlantılar için de çok önemlidir. Zararlı Tor düğümleri, içerisinden geçen içeriği güvenli olmayan bir şekilde değiştirebilir veya zarar verebilir ve ayrıca kötü amaçlı yazılımları bağlantıya enjekte edebilir. Bu  Electronic Frontier Foundation ve Tor Project 'in  "Her yerde HTTPS' i(",   geliştirmelerinin sebeplerinden biridir ve Tor Browser Bundle bunu eklenti olarak içerir.  HTTPS' in yayılması, sayfa yükleme sürelerini, boyutunu ve gecikmeyi azaltmak için tasarlanan HTTP/2'nin (ya da önceki model olan, artık kullanılmayan protokol ) ,yani yeni nesil HTTP'lerin, kullanılmasına da olanak tanır. Kullanıcıların ortadaki adam saldırılarından, özellikle de saldırısından korunmak için HTTPS ile (HSTS) kullanmaları önerilir.. HTTPS, RFC 2660'da belirtilen az kullanılan (S-HTTP) ile karıştırılmamalıdır. Kasım 2017 itibariyle, Alexa'nın en üst düzey 1.000.000 web sitesinin% 27,7'si varsayılan olarak HTTPS kullanıyor,  İnternetin en popüler 141,387 web sitesinin %43.1' i HTTPS i güvenli olarak uyguluyor, ve sayfa yüklemelerinin %70'i ( Firefox Telemetri ölçümlerine göre) HTTPS kullanıyor. Çoğu tarayıcı geçersiz bir sertifika aldığında ekrana bir uyarı mesajı bastırır. Eski tarayıcılar, geçersiz bir sertifikaya sahip bir siteye bağlanırken, kullanıcıya devam etmek isteyip istemediklerini soran bir sunar. Yeni tarayıcılar tüm pencerede bir uyarı görüntüler. Yeni tarayıcılar ayrıca sitenin güvenlik bilgilerini da belirgin bir şekilde gösterir. , yeni tarayıcılarda adres çubuğunu yeşile döndürür. Çoğu tarayıcı da, şifrelenmiş ve şifrelenmemiş içeriğin bir karışımını içeren bir siteyi ziyaret ederken kullanıcıya uyarı gösterilir. The Electronic Frontier Foundation, "İdeal bir dünyada, her web isteği HTTPS'yi varsayılan olarak kullanacak" diyerek, "HTTPS Her Yerde " Mozilla Firefox adında HTTPS'yi yüzlerce sık kullanılan web sitesi için varsayılan olarak etkinleştiren bir eklenti sağladı. Bu eklentinin bir beta sürümü Google Chrome ve Chromium için de kullanılabilir. HTTPS' in güvenliğinin dayandığı TLS, genellikle uzun süreli açık ve özel anahtarları kullanarak daha sonra sunucu ile istemci arasındaki mesajların şifrelenmesinde kullanılacak olan kısa süreli oluşturur. X. 509 sertifikaları , sunucunun (ve bazen de istemcinin) kimliğini doğrulamak için kullanılır. Bunun sonucunda sertifika otoriteleri ve ,sertifika ve onun sahibi arasındaki ilişkiyi doğrulamak ve üretmek, imzalamak ve sertifikaların geçerliliğini yönetmek için gereklidir. Bu, kimlikleri bir güven ağı aracılığıyla doğrulamaktan daha faydalı olsa da,2013 kitlesel gözetleme ifşalamaları, sertifika otoritelerinin ortadaki adam saldırılarına izin veren potansiyel bir zayıf nokta olduklarına dikkat çekti. Bir site, tamamen HTTPS üzerinden çalışmalıdır , HTTP üzerinden yüklenen bir parçası varsa(örneğin güvensiz bir biçimde yüklenmiş bir komut dosyası olursa ) kullanıcı bazı saldırılara ve gözetlenmeye açık olacaktır. Ayrıca, bir web sitesinin sadece hassas bilgiler içeren sayfası(örneğin oturum açma sayfası) HTTPS üzerinden çalışırsa, geri kalan kısım düz HTTP üzerinden yükleneceği için saldırılara maruz kalacaktır. Bir yerde hassas bilgiler içeren bir sitede, siteye HTTPS yerine HTTP ile her erişildiğinde, kullanıcı ve oturum açıkta kalır. Benzer şekilde, HTTPS aracılığıyla sunulan bir sitedeki çerezlerin sahip olması gerekir. HTTPS URL'leri "https: //" ile başlar ve varsayılan olarak bağlantı noktası(port) 443'ü kullanırken, HTTP URL'leri "http: //" ile başlar ve varsayılan olarak bağlantı noktası(port) 80'i kullanır. HTTP şifrelenmemiş ve ortadaki adam saldırısı ve dinleme saldırılarına açık olduğu için saldırganlar web sitesi hesaplarına erişim elde edip web sitesini değiştirebilir ya da kötü amaçlı yazılım enjekte edebilirler. HTTPS, bu tür saldırılara dayanacak şekilde tasarlanmıştır ve bunlara karşı güvenli olarak kabul edilir (SSL'nin eski, kullanımdan kaldırılmış sürümleri hariç). HTTP, TCP / IP modelinin en üst katmanında, iletimden önce bir HTTP mesajını şifreleyen ve varışta bir mesajın şifresini çözen TLS güvenlik protokolü (aynı katmanın alt alt katmanı olarak çalışır) gibi, Uygulama katmanında çalışır. HTTPS ayrı bir protokol değildir, ancak bir SSL / TLS bağlantısı üzerinden normal HTTP kullanılmasını ifade eder. HTTPS mesajındaki her şey, başlıklar ve istek / yanıt yükü dahil şifrelenir. Aşağıdaki sınırlama bölümünde açıklanan olası şifreleme saldırısı haricinde, saldırgan sadece iki taraf ile alan adları ve IP adresleri arasında bir bağlantı olduğunu bilir. Bir web sunucusunu HTTPS bağlantısını kabul etmeye hazırlamak için, yönetici sunucu için oluşturmalıdır. Bu sertifikanın web tarayıcısı tarafından uyarı vermeden kabul edilebilmesi için güvenilir bir sertifika otoritesi tarafından imzalı olması gerekir. Otorite ,sertifika sahibinin, bunu sunan web sunucusunun operatörü olduğunu onaylar. Web tarayıcıları genellikle bir listesiyle dağıtılır, böylece onlar tarafından imzalanan sertifikaları doğrulayabilirler. 2016 Nisanda  web sitelerine ücretsiz ve otomatik SSL/TLS sertifikaları sağlamaya başladı.  Electronic Frontier Foundation' a göreElectronic Frontier Foundation'a göre, "Let's Encrypt", HTTP'den HTTPS'ye geçişi "tek bir komut vermek kadar kolay" veya "tek bir tuşa tıklayarak" yapacak.. Web hostlarının ve bulut sağlayıcılarının büyük bir kısmı, müşterileri için ücretsiz sertifikalar sağlayan Let's Encrypt 'in ürününü kullanıyor. Sistem, bir web sunucusuna erişimi yetkili kullanıcılara sınırlamak için istemci kimlik doğrulaması amacıyla da kullanılabilir. Bunu yapmak için site yöneticisi, genellikle her kullanıcı için bir sertifika oluşturur ve tarayıcıya yüklenen bir sertifika oluşturur.Normalde bu, yetkili kullanıcının adını ve e-posta adresini içerir ve kullanıcının kimliğini doğrulamak için, muhtemelen bir parola bile girmeden, her yeniden bağlantıda sunucu tarafından otomatik olarak kontrol edilir. Bu bağlamda önemli bir özellik (PFS). Bir HTTPS oturumu oluşturmak için kullanıla
n uzun vadeli asimetrik gizli anahtarlardan birine sahip olmak, kısa süreli oturum anahtarının türetilmesini daha kolay hale getirmemeli, daha sonrasında konuşmanın şifresini çözülmesine sebep olmamalıdır.Diffie – Hellman anahtar değişimi (DHE) ve (ECDHE) 2013'te bu özelliğe sahip olduğu bilinen 2 yöntemdir. Firefox, Opera ve Chromium Browser oturumlarının yalnızca% 30'u bunu kullanır ve Apple'ın Safari ve Microsoft Internet Explorer oturumlarının yaklaşık% 0'ı kullanır.  Daha büyük internet sağlayıcıları arasında yalnızca Google 2011'den bu yana PFS'yi desteklemektedir (Eylül 2013). Bir sertifikanın süresi dolmadan bazı durumlarda(örneğin özel anahtarın gizliliği tehlikeye girmiş olduğunda) iptal edilebilir. Firefox gibi popüler tarayıcıların daha yeni sürümleri, Opera, ve Internet Explorer üzerinde Windows Vista  (OCSP) uygulayarak bu durumun oluşup oluşmadığını doğrular. Tarayıcı, sertifikanın seri numarasını sertifika otoritesine veya temsilcisine OCSP aracılığıyla gönderir ve otorite yanıt verir; tarayıcıya sertifikanın hala geçerli olup olmadığını söyler. SSL ve TLS şifreleme iki modda yapılandırılabilir: "basit "ve "karşılıklı". Basit modda, kimlik doğrulama sadece sunucu tarafından gerçekleştirilir. Karşılıklı versiyonunda ise, kullanıcının kullanıcı kimlik doğrulaması için web tarayıcısında bir kişisel yüklemesini gerektirir. Her iki durumda da koruma seviyesi, yazılımın uygulanmasının doğruluğuna ve kullanımdaki bağlıdır. SSL / TLS, bir web tarayıcısı tarafından sitenin endekslenmesini engellemez ve bazı durumlarda şifrelenmiş kaynağın URI'si, yalnızca yakalanan istek / yanıt boyutunu bilmesiyle çıkarılabilir. Bu, bir saldırganın şifresiz bir saldırıya izin veren (açık statik içerik) ve (statik içeriğin şifrelenmiş sürümü) erişimine sahip olmasını sağlar. TLS, HTTP'nin altındaki bir protokol düzeyinde çalıştığı ve üst düzey protokoller hakkında bilgisi olmadığı için, TLS sunucuları belirli bir adres ve bağlantı noktası(port) birleşimi için yalnızca bir sertifika sunabilir. Geçmişte, bu, HTTPS ile ad tabanlı sanal barındırma kullanmanın uygun olmadığı anlamına geliyordu. Birçok eski tarayıcı bu uzantıyı desteklemese de, bağlantıyı şifrelemeden önce sunucu adını sunucuya gönderen Sunucu Adı Gösterimi (SNI) adlı bir çözüm bulunmaktadır.SNI desteği, Windows Vista'dakiFirefox 2, Opera 8, Safari 2.1, Google Chrome 6 ve 'den beri kullanılabilir. Mimari açıdan: HTTPS' in , bir dizi saldırısına karşı savunmasız görülmüştür. Trafik analizi saldırıları, şifrelenmiş trafiğin kendisiyle ilgili özellikleri bulmak için trafiğin zamanlaması ve büyüklüğündeki değişikliklere dayanan bir yan kanal saldırısıdır. Trafik analizi , SSL/TLS şifrelemesinin trafiğin içeriğini değiştirirken minimal seviyede boyutu ve zamanlamayı etkilenmesi sayesinde mümkün olur. Mayıs 2010'da, Microsoft Research venden araştırmacılar tarafından hazırlanan bir araştırma makalesinde, ayrıntılı hassas kullanıcı verilerinin paket boyutları gibi yan kanallardan çıkarılabileceğini keşfettiklerini söylediler. Daha spesifik olarak araştırmacılar, bir dinleyicinin kullanıcıların hastalıkları/tedavileri/ameliyatları , ailesi ve kendisinin gelirleri ve yatırım sırları gibi bilgileri HTTP korumasında olan vergi,yatırım,sağlık gibi işlerle ilgili web uygulamalarından çıkarabilirler. Bu çalışma, HTTPS'nin trafik analizine karşı savunmasızlığını ortaya koysa da, yazarlar tarafından sunulan yaklaşım, manuel analiz gerektirdi ve özellikle HTTPS tarafından korunan web uygulamalarına odaklandı. Google, Yahoo! ve Amazon dahil olmak üzere çoğu modern web sitesinin HTTPS kullanması,  Wi-Fi bağlantı noktalarına erişmeye çalışan birçok kullanıcı için sorunlara yol açıyor çünkü Wi-Fi hotspot oturum açma sayfası kullanıcı HTTP kaynağını açmaya çalıştığında yükleyemiyor. . Nonhttps.com veya nothttps.com gibi bazı web siteleri, her zaman HTTP tarafından erişilebileceklerini garanti eder. Netscape Communications , web tarayıcısı için 1994 yılında HTTPS'yi oluşturdu.Başlangıçta, HTTPS SSL protokolü ile kullanıldı. SSL, Aktarım Katmanı Güvenliği'ne (TLS) dönüştükçe, HTTPS, Mayıs 2000'de RFC 2818 tarafından resmi olarak belirtildi. Heybeliada Heybeliada, İstanbul Prens Adalarının en yeşil adasıdır. Eski adı Yunanca bakır anlamına gelen Halki'dir. En yükseği 140 metreye yaklaşan dört tepesi vardır. Heybeli yaz-kış nüfusunun en kalabalık, gidiş-gelişin en yoğun olduğu ikinci adadır. İskeleden inilince solda Deniz Lisesi ve ona bağlı binalar uzanır. Bu binaların arasından geçilerek arkada, Çam Limanı tarafında, şu an faaliyeti olmayan Sanatoryum’a gidilir. Deniz Kuvvetleri’nin elinde bulunan arazide tarihten kalan iki ilginç eser vardır; Birincisi, Heybeliada'nın fethinden önce yapılmış son ve Adalar’daki tek Bizans Kilisesi, Kamariotissa’dır. Kiliseyi son İmparatoriçe Maria Komnena’nın yaptırdığı sanılıyor. İstanbul’da Fener’deki Aya Maria dışında, dört yapraklı yonca modeline göre yapılmış tek kilise budur. Bu kıyıda Aya Yorgi (Ayios Yeorgios) Manastırı, Çam Limanı’nın batı ucunda Tarik-i Dünya Manastırı vardır. İkinci ilginç kalıntı İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth’in elçisi Edward Barton’ın mezar taşıdır. Üzerinde –imlâ yanlışları da olan- Latince bir kitabe ve Barton’ın aile arması bulunmaktadır. Bu tarihi eserler askeri arazide olduğu için özel izin alınmadan görülemiyor. İskelenin sağında çarşı, meyhane ve kahveler yer alır. Büyük Rum Kilisesi Aya Nikola (Ayios Nikolaos) buradadır. Adalar’da kışın da açık kalan otel Panorama'nın yanından geçerek yürüyünce, çamlık piknik yerlerine gelinir. Piknik alanlarının hemen ilerisinde Değirmen burnu denilen bölgeye ulaşılır. Bölgeye adını veren değirmen kalıntıları hala ayaktadır. Fazla yapılaşmamış olan diğer tepede, geçmişi Bizans İmparatorluğuna kadar Ayia manastırı (Trias Manastırı) ve Rum Ortodoks Ruhban Okulu vardır. Heybeliada, fetihten bir zaman sonra, Rum nüfusun başlıca dini eğitim merkezi olmuştur (Dünyevi eğitim merkezi Fener’de kaldı). Din adamı adayları Yunanistan’dan ve Rumlar’ın bulunduğu her yerden buraya okumaya gelirdi. 1970’lerde Türk hükümetiyle Rum Ortodoks Patrikhanesi arasındaki bazı anlaşmazlıklardan ötürü buradaki eğitim faaliyetlerine son verilmiştir. Ortodoks Rum dini kurumlarının yanında 1940’larda yapılmış Beth Yaakov sinagoğu bulunur. Kuzey kıyısında da Hidiv ailesinden Sait Halim’in kardeşi Abbas Halim Paşa’nın konağı hala ayaktadır. Bu yapı aynı zamanda Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın da yaşadığı yerdir. Heybeliada aynı zamanda İsmet İnönü'nün evini barındırmaktadır. İnönü ve ailesi 1924 yılında Heybeliada'ya yaz için taşınmış olup, İnönü'nün vefatına kadar kalmışlardır. İsmet İnönü evi bugün bir müzedir Heybeliada'ya İstanbul Şehir Hatları, İstanbul Deniz Otobüsleri, Mavi Marmara, Prens Tur, Dentur, Turyol firmaları düzenli olarak sefer düzenlemektedir. Bostancı'dan kalkan motorlar yaklaşık 25 dakikada adaya varırken, Kabataş'tan kalkan vapurlar 1 saat 10 dakika, Kabataş'tan kalkan deniz otobüsleri yaklaşık 40 dakika, Kartal'dan kalkan motorlar ise yaklaşık 30 dakikada adaya varmaktadır. Heybeliada'ya sefer yapan firmalar genelde yaz ve kış olarak 2 tarife kullanmaktadır. Bu seferlerin sıklığı da hafta içi ve hafta sonu günlerde değişmektedir. İlgili seferler tarifeler kullanılarak takip edilebilmektedir. Kınalıada Kınalıada, Prens Adaları diye bilinen ada topluluğunun meskûn olanlarının içinde İstanbul’a en yakın adadır. Belki de bu yüzden, Bizans döneminde ada sürgünlerinin çoğu buraya getirilmiştir. Bu sürgünlerin en önemlisi Romen Diyojen’dir. Eski adı Proti'dir. En çıplak adalardan biridir, en az ağaç bu adada görülür. İskeleye yaklaşırken tek tepeli konik bir ada izlenimi bırakıyorsa da adanın geri kalan 115 metrelik Çınar Tepesi ve Manastır Tepesi'nin batı etekleri, çok eski zamanlardan beri işletilen taşocağı nedeniyle oyulmuş durumda. Adı, demir ve bakır madenlerinin etkisiyle kızılımsı olan toprağının renginden gelir. Tarihi dokusu da çok fakirdir. Adalar'daki tek Ermeni Kilisesi Surp Krikor Lusavoriç'tir. Manastır Tepesi diye bilinen yerde de Rum Ortodoks Hıristos Manastırı vardır. Ada betonlaşmayla adeta İstanbul'un küçük bir kopyası haline geldi. Kınalıada'ya İstanbul Şehir Hatları, İstanbul Deniz Otobüsleri, Mavi Marmara, Turyol firmaları düzenli olarak sefer düzenlemektedir. Bostancı'dan kalkan motorlar yaklaşık 30 dakikada adaya varırken, Kabataş'tan kalkan vapurlar 1 saat, Kabataş'tan kalkan deniz otobüsleri yaklaşık 40 dakikada adaya varmaktadır. Kınalıada'ya sefer yapan firmalar genelde yaz ve kış olarak 2 tarife kullanmaktadır. Bu seferlerin sıklığı da hafta içi ve hafta sonu günlerde değişmektedir. İlgili seferler tarifeler kullanılarak takip edilebilmektedir. Nükleotom Nükleotomi, Lomber disk hastalığında son yıllarda geliştirilmiş olan ve sekestre ya da ekstrüde olmayan disklerin çıkartılması amacıyla geliştilen ve kullanımı esnasında hastanın genel anestezi almadığı bir yöntemdir. Nükleoplasti Nükleoplasti; lomber disk hastalığında geliştirilmiş olan ve lokal anestezi altında uygulanan lomber diskin koagülasyonu esasına dayalı yeni bir tedavi metodudur. Derin beyin stimülasyonu Bu cerrahi yöntem, Parkinson hastalığı ile alakalı şiddetli esansiyel tremor ve tremor, rijitide ve bradikinezi (yavaş hareket) için kullanılmakla birlikte distoni ve diğer durumlarda da kullansılmıştır. Beyin uyarıcılarının kullanımı FDA tarafından 1997'de epilepsi (bu tedavi yöntemi vagus siniri stimülasyonu olarak adlandırılmaktadır), Parkinson hastalığı ve esansiyel tremor tedavisi için onaylanmıştır; Nisan 2003'te de primer distoni için. Mart 2005'te de basılan bir Kanada kökenli çalışma sonuçları DBS'in tedaviye dirençli klinik depresyon semptomlarını azalttığını göstermiştir. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi kısaca MSGSÜ, merkez kampüsü İstanbul Fındıklı semtinde bulunan devlet üniversitesidir. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, sanat tarihçisi, arkeolog, müzeci, ressam, mimar Osman Hamdi B
ey tarafından 1882'de Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane adıyla kuruldu ve 2 Mart 1883'te 8 eğitmen ve 20 öğrencisi ile öğretime başladı. Kuruluşundaki eğitim kadrosu, Müdür-i Umumi Osman Hamdi Bey; Dahili müdür ve heykel öğretmeni Oskan Efendi; Fenn-i Mimari öğretmeni Alexandre Vallaury; Yağlı boya resim öğretmeni Salvatore Valeri; Karakalem resim öğretmeni Warnia-Zarzecki; Tarih ve tarih-i sanat öğretmeni Aristoklis Efendi; Ulum-u riyaziye (Fen Bilgisi) öğretmeni Kaymakam Hasan Fuat Bey; Teşrih (Anatomi) öğretmeni Kolağası Yusuf Rami Efendi'den oluşmaktaydı. Bu kadroya, 1892 yılında Hakkaklık (Gravür) öğretmeni olarak Monsieur Napier de katıldı. Türkiye'de ilk sanat ve mimarlık yüksek okulu olan kurum, 1928’de Güzel Sanatlar Akademisi adını aldı ve böylece Türkiye'de akademi unvanını alan ilk yükseköğretim kurumu oldu. Güzel Sanatlar Akademisi, 1969'da 1972 sayılı Devlet Güzel Sanatlar Akademileri Kanunu'nun kabul edilmesiyle birlikte bilimsel özerkliğe kavuştu. Kurum, 4 Kasım 1981’de kabul edilen 2547 sayılı Kanun ve 20 Temmuz 1982'de çıkarılan 41 sayılı kanun hükmünde kararname ile üniversiteye dönüşerek Mimar Sinan Üniversitesi adını aldı. Üniversite yönetimi 2003 Aralık ayında aldığı kararla adını Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olarak değiştirdi. 1982 yılından beri üniversitede eğitim dönemi 4 yıldır. Hemşin Hemşin (Lazca: ზუღა/Zuğa; Ermenice Համշէն "Hamşen" veya Համամաշէն "Hamamaşen"), Türkiye'nin Rize iline bağlı ilçes. Denizden 19 km içeride, Rize'ye 57 km mesafededir. Yüzölçümü yaklaşık olarak 120 km²'dir. İlçenin kuzeyinde Pazar ilçesi, batısında Çayeli ve Kaptanpaşa, güneyinde Çamlıhemşin yaylaları ile komşudur. Kocapınar, Çamardı Kocapınar, Niğde'nin Çamardı ilçesine bağlı bir köydür. Niğde'ye 47 km, Çamardı'ya 27 km uzaktadır. Köyün okuma yazma oranı çok yükseklerdedir. Köylünün temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılık olmasına rağmen gözle görünür bir ilerleme sağlamanamamıştır. Normalde köylünün temel geçim kaynaklarından olmasına rağmen küçükbaş hayvancılık bitme noktasına gelmiştir. Çoban bulamama ve maddi sıkıntılardan dolayı köyde koyun kalmamıştır. Köyde 2 kahvehane, 2 bakkal vardır ve köy halkına hizmet etmektedirler. Ayrıca cami, sağlık evi ve okul faal olarak köy halkına ve çevre köylere hizmet vermektedir. Bir adette cenaze yıkama aracı bulunmaktadır. Köyde su, kanalizasyon, elektrik ve telefon bağlantısı ile ADSL bağlantısı bulunmaktadır. Köy ekonomisi sıfır noktasındadır. Yalnız birkaç ailenin inatla ziraat yapmaya devam ettiği gözlemlenmektedir. Onlar da ziraatı bıraktıklarında köyün ekonomisi tamamen bitecek gibi gözükmektedir. Köyde son zamanlarda damıtma usulü tarım yapılmaktadır. En çok yetiştirilen ürünler elma, nohut gibi kuru iklimlerde su isteyen ürünlerdir. Ayrıca köyün su sorunu vardır. Çamardı kaymakamlığına olan su borcu yüzünden köylü çok zor duruma düşmüştür. Kabataslak bir sayım yapıldığında "Ben Kocapınarlıyım" diyebilecek en az 10.000 insan vardır. Ama gerek ekonomik gerekse sosyal nedenlerden dolayı köylü önce Niğde'ye, ardından Adana, Mersin ve Hatay gibi çevre kentlere ve İstanbul'a göç etmiştir. Yalova Fen Lisesi Yalova Fen Lisesi, Yalova’da 2002-2003 eğitim-öğretim döneminden bu yana hizmet vermekte olan eğitim kurumu. "Yalova Fen Lisesi binasının inşaatı, 2001 tarihinde Termal Çok Programlı Lisesi olarak başlamış, inşaat 2002 yılında bitirilmiştir. Yalova Valiliği Milli Eğitim Müdürlüğünün 28 Haziran 2002 tarihli teklif yazısına karşılık dönemin Milli Eğitim Bakanı Necdet Tekin'in onaylamasıyla 18 Temmuz 2002 tarihinde Yalova Fen Lisesi açılmıştır. Devlet yatırım programıyla yaptırılan okul 16 dersliğe sahiptir. Okulun yemekhane ve pansiyon binaları 2006-2007 eğitim öğretim yılında tamamlanarak hizmete açılmıştır. Hizmete açılan yurt binası 50 kız, 70 erkek öğrenci kapasitesine sahiptir. Öğrenciler 4 kişilik odalarda kalmaktadırlar. Yurt binasında televizyon salonları, okuma salonları, revir ve belletmen odaları da mevcuttur. 2002-2003 Eğitim ve Öğretim yılında ön kayıt sistemi ile 48 öğrenci alınmıştır. Bundan sonra 2003-2004 ve 2004-2005 yıllarında sınav ile okulu kazanan öğrencilerden her yıl 48 kişi okula kaydını yaptırmıştır. 2009 yılında, bir spor salonuna sahip olması için inşaat başlamıştır. Rosetta Taşı Rosetta Taşı ya da Reşid Taşı, Mısır'da kale yapımındaki bir kazı sırasında rastlantı eseri bir Fransız askeri tarafından bulunmuş, Mısır'da Fransızlar tarafından kurulmuş olan enstitüye gönderilmiştir. Taş, belli başlı üç Mısır tapınağına gönderilmek amacıyla ve üç dilde yazılmış. Bu diller: Demotik (Mısır'da halkın kullandığı dil), Hiyeroglif ve Antik Yunancadır. Böylece Mısır halkı ile Mısır asilleri ve Yunanlar bu antlaşmayı rahatlıkla okuyabilmişlerdir. Yüzyıllar boyunca çözülemeyen bir sır olarak kalan hiyeroglif, Napolyon'un 1798 yılındaki Mısır Seferi sırasında bulunan bu taşın yardımıyla çözülmüştür. Antik Mısır yazıları çözülmeden önce arkeologlar, Hiyerogliflerin Mısır'ın tufan'dan önceki yaşamına ait şekiller olduğunu düşünürlerdi. MÖ 196 yılında yazıldığı tahmin edilen bu taş adını bulunduğu Reşit (Rosetta) kasabasından almaktadır. Ağırlığı 760 kg dan daha fazla ve 114 cm uzunluğunda, 72 cm genişliğinde, 28 cm kalınlığındaki bu taş granit ya da siyah bazalttan yapılmıştır. Büyük İskender'in Mısır'ı fethinden sonra hüküm sürmeye başlayan Ptolemaios Hanedanı'nın hükümdarlarından biri tarafından yazdırılmıştır. O güne kadar okunamamış Demotik ve Hiyeroglif alfabelerinin yanı sıra, okunabilen Yunanca bir metnin de aynı taş üzerinde bulunması ile tek bir metnin üç ayrı dilde yazılmış olduğu görüşü pek çok araştırmacının ilgisini çekmiştir. Taşın ve dolayısıyla Hiyeroglifin sırrını çözen araştırmacı, 1822 yılında, eski Mısır yazılarının güncel kıpti diline benzediğini ortaya koyan araştırmacı Jean-Francois Champollion olmuştur. Yazıtın Yunanca kısmını Hiyerogliflerle kıyaslayan Champollion'a Demotik alfabesini 1814 yılında çözen İngiliz Thomas Young'ın çalışmaları da yardımcı olmuştur. Antik Mısır'a ait yazıların çözülmesi ile birlikte Mısırbilim diye adlandırılan Antik Mısır bilimi doğmuş ve geçmiş yüzyılların açıklığa kavuşması kolaylaşmıştır. İngiliz koleksiyoncuların eline geçen taş, günümüzde British Museum'da sergilenmektedir. Saltanatta, genç bir hükümdar babasının krallığının varisi olmuştur. O hükümdar ki hükümdarların efendisi, en şanlı, şereflisi, Mısır'ın kurucusudur ve onun dindarlığı tanrılara doğru, zaferleri düşmanların üzerinedir, o insanlığın uygar hayatını geliştirmiş olandır, Otuz Yıl Festivallerinin efendisi, Ptaah kadar yüce, Ra gibi bir kraldır. O aşağı ve yukarı ülkelerin muhteşem hükümdarıdır. Philopatores'in evladı, Ra'nın zafer bahşettiklerinden olmaya, Ptaah'ın kabul edip onayladıklarından biri, Amon'un yaşayan suretidir. Ra'nın oğlu, Ptolemaios, -sonsuza dek yaşayacak olan, Ptaah'ın sevdiği- dokuzuncu yılında, Aetos oğlu Aetos tanrı Alexander'in rahibi,ve tanrı Soteres'in, ve tanrı Adelphoi'in ve tanrı Euergetai'in, ve tanrı Philopatores'in rahibi olduğunda, Xandikos ayının dördünde, Mısırlıların takviminde Mekhir ayının onsekizinci gününde, Diogenes 'in kızı Areia, Philadelphos'ın kız kardeşi ve karısı, kraliçesi ve Ptolemaios kızı Irene Arsinoe Philopator'un rahibesi oldu. Orada kahinlerin ve rahiplerin başı ile tanrılığın hükümdar kıyafetini giydirmek için tapınağa girmiş olan ve yelpaze taşıyıcıları ve kutsal yazıcılar ve Memphis'in kralıyla tanışmaya ülkenin her yanındaki tapınaklardan gelmiş bütün diğer rahipler, babasının krallığına varis olan -sonsuza dek yaşayan ve Ptaah'ın sevdiği, Ptolemaios(V), Tanrı Epiphanes Eukharistos'un kabul seremonisi için bir araya geldiler. Onlar, Memphis'teki tapınakta bir araya geldikleri bugün ilan ettiler ki: Kral Ptolemaios ve Kraliçe Arsinoe'nin oğlu, Ptaah'ın sevdiği, sonsuza dek yaşayacak, Kral Ptolemaios, Tanrı Epiphanes Eukharistoris, tapınaklara da onların içinde ikamet edenlere, onun hükmü altında olan diğerlerlerinin hepsine olduğu gibi iyiliklerde bulunmuştur. Onun tanrı olarak varlığı hem tanrılıktan hem Osiris ve İsis'in oğlu, -babasının intikamını almış- Horus'a benzer bir iyilikten çıkmıştır. Onun iyilikseverliğindeki isteklilik tanrılara doğrudur, tahıl ve para olarak gelirleri tapınaklara bahşetmiştir ve Mısır'a daha da çok bolluk ve refah getirmek için daha fazla harcama yapmayı ve tapınaklar kurmayı üstüne almıştır. O bütün kendi yol yöntemlerinde hep cömert olmuştur. Mısır'da mecburi olarak toplanan gelir ve vergi borçlarını bağışlamış, diğerlerini hafifletmiş, bu düzenlemeyle insanlar ve tüm diğerlerinin onun saltanatı boyunca mal-mülk sahibi olabilmesi mümkün hale gelmiştir. O Mısır'da ve krallığın geri kalanında bulunanların borçlarını affetmiş, çok uzun zamandır hapishanelerde bulunanları ve suçlamalar nedeniyle göz altında bulundurulanları affetmiştir, onlara karşısında mesul bulunduklarından özgür bırakılmıştır; ve; Tanrıların hoşuna gidecek biçimde tapınakların gelirlerinin sürmesini ve onlara senede bir olarak para yahut tahıl olarak ödeme yapılmasını , babasının saltanatında da tanrılara tahsis edilmiş olan mal-mülklerin, bağların ve bahçelerin gelirinin de keza aynı şekilde tapınaklara verilmesini emretmiştir; ve O bunun yanında rahiplere yönelik saygıyla, rahipliğe kabul ediliş için ödenen verginin, kendi saltanantının ilk yılında, babasının saltanatı boyunca belirlenip uygulanandan daha fazla olmamasını emretmiştir; ve rahipliğin buyruğundakilerin yılda bir defa İskenderiye şehrine gelme zorunluluğunu da kaldırmıştır. O, donanma için kamulaştırılmış gemilerin bundan böyle istihdam edilmesini emretmiş ve tapınaklar tarafından hükümdarlığa keten kumaş olarak ödenen verginin ikinci ve üçüncü kalitede olanlarını bağışlamıştır. Eski dönemden kalmış ve ihmal edilmiş her ne var ise, en uygun duruma gelecekleri biçimde, tanrılara karşı geleneksel görevlerin,borçların uygun biçimde ödenmiş olmasına da dikkat edilerek restore edilmiştir; ve ayrıca o adaleti hepsine, Muhteşem ve yüce Tanrı Toth gibi eşit
biçimde tanzim etmiştir; ve o savaşçılar sınıfının geri dönmesini ve kargaşalık günlerinde uygunsuz biçimde kandırılmış olan diğerlerinin de eski pozisyonlarındaki meşguliyetlerine geri dönmelerine müsaade edildiğini buyurmuştur; ve O, Mısır'ı kara ve deniz yoluyla tehdit eden düşmanlara karşı süvari ve piyade güçleri ve gemiler tedarik edip, tapınaklarda çok büyük miktarlarda bulunan para ve tahılın ve ülkenin her yerindekilerin güvenlik içinde olmalarını sağlamıştır ve Busirite idari bölgesinde bulunan Lykopolis'e gitmiştir. Bu şehir daha önce işgal edilmiş ve kuşatmaya karşı stoktaki bolca silah ve her tür başka mühimmatla güçlendirilmişti. Aralarında tapınaklara ve Mısır'ın her yanında ikamet eden insanlara zarar veren kafirlerinde bir araya toplanmış olduğu iktidara muhalefet edenlerin karşısında ordugahını kurdu, tümsekler ve siperlerle ve dikkatle hazırlanmış takviyelerle kuşattı. Onun saltanatının sekizinci yılında Nil daha önce olduğu gibi ovalara doğru taşmak üzere büyük bir yükselme gösterdiğinde o kanalın çıkış noktalarına hiç de az sayılamayacak miktarda paralar harcayarak yaptırdığı setlerle bu taşmayı engelledi. Süvari birliklerini ve piyadeleri onları koruyacak biçimde yerleştirdi, kısa zamanda çok şiddetli biçimde hücum ederek şehri aldı ve içindeki bütün kafirleri Osiris ve İsis'in oğlu, Tanrı Horus, Tanrı Thoth gibi yok etti. Aynı bölgedeki babasının saltanatı zamanında da ayaklanmış olan, bütün ülkeyi rahatsız eden, tapınaklara zarar veren isyancıları da kontrol altına aldı. O Memphis'e babasının ve kendi krallığının öcünü almak için geldi ve onları hak ettikleri biçimde cezalandırdı. Ve o aynı zamanda hükümdarlığın kabulü seremonilerilerinin uygun biçimde yerine getirilmesi için geldi; ve O hükümdarlığının sekizinci yılında, hükümdarlığına uygun biçimde, hiç de küçük miktarlarda olmayan tahıl ve parayı tapınakların geliştirilmesi için bağışladı, yine buna benzer biçimde hükümdarlığına gönderilmemiş keten kumaşın cezasını da ve bunların dağıtımını ve bunların onaylanması için ödenen çeşitli ücretleri de bağışladı ve bununla birlikte yine aynı dönem için tapınaklardan her iki ölçü tahıl için bir ölçü ve benzer biçimde her iki asma için bir kavanoz şarap olarak alınan vergiyi de bağışladı. ve O pek çok hediyeyi Apis ve Mnevis ve Mısır'ın diğer kutsal hayvanları için ihsan etti. Çünkü o, bu havyanlara kendisinden önceki diğer krallardan daha saygılı, onlara daha bağlıdır. Ve onların kabristanları için cömertçe ve görkemli şeyler verdi ve onların kabirleri için düzenli ödemelerde bulundu, kurbanlarla, festivallerle ve diğer alışılmış olan görenekleri yerine getirerek saygısını gösterdi ve o yasalara uygun biçimde Mısır'ın ve tapınaklarının onurunu korudu ve o Apis'in tapınağını bol bol altın ve gümüş harcanarak yapılmış zengin işlemelerle süsleyip, küçük miktarlarda olmayan değerli taşlarla donattı; ve O tapınaklara ve türbelere ve sunaklara kaynaklar bularak, onlara gelir sağladı ve o onlardan ihtiyacı olanları, dine ait konularda sahip olduğu iyiliksever tanrı ruhuyla tamir ettirdi; ve Bir tahkikattan sonra o, saltanatı boyunca, en saygıdeğer tapınakları yenilemiş, ve bunlar olurken ona ödül olarak tanrılar sağlık, zafer ve güç ve diğer bütün iyi şeyleri vermişlerdi ve o ve onun çocukları hükümdarlığı her zaman ellerinde tutacaklar. Uğurlu talihin yardımıyla : Ülkenin bütün tapınaklarındaki rahipler tarafından Kral Ptolemaios'un - sonsuza dek yaşayacak, Ptah’ın sevdiği, Tanrı Epiphanes Eukharistos - ebeveyni Tanrı Philopatores ve aynı zamanda Mısır’ın koruyucusu, Ptolemaios olarak da anılan ve ataları Yüce Euergatai ve tanrı Adelphoi ve tanrı Soteres gibi onurunun yükseltilmesi ve sonsuza dek yaşacak olan Kral Ptolemaios'un -Ptah’ın sevdiği, Tanrı Epiphanes Eukharistos- resminin bütün tapınakların en göze çarpan yerine yerleştirilmesi kararlaştırılmıştır. O, bunun yanında tapınağın en önemli tanrısı olarak duracak olan, zaferin palasını devralmış olandır. Bunların hepsi Mısır'a özgü bir tarzda biçimlenip, üretilecek ve rahipler bu resme karşı günde üç defa hükümdara olan saygılarını sunacak ve onların üstüne kutsal giysiler koyacaklar ve Mısır'a özgü festivallerde diğer tanrılara gösterilene benzer olağan onurlandırıcı bir tarzda görevlerini gerçekleştireceklerdir ve Kral Ptolemaios -Kral Ptolemaios ve Kraliçe Arsione'den olma, Tanrı Philopatores, Tanrı Epiphanes Eukharistos- için tapınakların her birinde altın bir kutsal eşya sandığı konulacak ve bir yontu yerleştirilecektir ve bu kutsal eşya sandığı içerideki diğer kutsal eşya sandıklarından daha yukarıda olacaktır. Tanrı Epiphanes Eucharistos'un kutsal eşya sandığı, büyük festivallerde kafile ile birlikte taşınan diğer kutsal eşya sandıklarının yanında yer alacaktır. Bu düzenlemeyle o şimdi bütün zamanlar için kolayca ayırdedilebilir olacaktır. Sandığın üstüne on altın kral tacı konacaktır. Bu taçların üzerine tıpkı diğer sandıkların üzerine konan kobra yılanları gibi bir kobra yılanı konulacaktır. Onların ortasında, o'nun Memphis'e gidip hükümdarlığının kabulü seromonisinde taktığı çifte taç durmalıdır; onlar, meydanda çember biçimde konumlanmalıdır. Sözü edilen taç, altın sembol, onun aşağı ve yukarı Mısır'a hakimiyetini ispatlayan kralın kutsal eşya sandığını belirten sekizincisinde durmalıdır. Ve Kral'ın doğum gününün kutlandığı Mesore ayının 30. gününden bu yana ve buna benzer olarak hükümdarlıkta babasının yerine geçtiği Paophi ayının 17. gününden beri ve bunların, hepsi için büyük kutsanmışlığın kaynağı oluşundan beri, rahipler tapınaklarda bu günleri onurlu isimli günler olarak tuttular. Ayrıca emredilmiştir ki, Mısır'ın her yerindeki tüm tapınaklarda her ayın bu günlerinde şenlikler düzenlenmeli, bu şenliklerde kesilen kurbanlar ve içkiler ve bütün diğer olağan şenliklerde olanların tamamı olmalı, ve bunlar tapınaklarda görev yapan rahiplere sunulmalıdır. Ve Kral Ptolemaios -sonsuza dek yaşayacak olan,Ptah’ın sevdiği,Tanrı Epiphanes Eukharistos- için ülke genelindeki tapınaklarda, her yıl Thoth ayının ilk gününden itibaren beş gün boyunca sürecek olan, herkesin çelenkler takacağı ve Tanrıların şerefine içkiler sunacağı,kurbanlar keseceği ve diğer olağan hürmetlerini göstereceği ve her bir tapınaktaki rahibin, hizmet ettiği diğer Tanrıların isimlerine ek olarak, ‘Tanrı Epiphanes Eukharistos’un Rahipleri’ olarak da adlandırılacağı bir festival düzenlenecektir. Mısır’ın insanlarının, kanunlara göre; Kral,Tanrı Epiphanes Eukharistos’u övdüğünün ve şereflendirdiğinin herkesçe bilinmesi için, sözü edilen bu kutlamaları her yıl yaparak; O’nun ruhban sınıfı bütün resmi belgelere geçmiş ve taktıkları yüzüklere işlenmiş olacak; ayrıca bireylerin de festivalde bulunmalarına izin verilmiş ve sözü edilen, kutsal eşya sandığını tesis etmelerine ve evlerinde de bulundurmalarına izin verilmiş olacaktır. Bu ferman sert taştan yapılmış dikili taşın üstüne kutsal dilde, yerlilerin dilinde ve Yunanların dilinde işlenecek ve birinci, ikinci ve üçüncü sıradaki tapınaklarda sonsuza dek yaşayacak olan kralın tasvirinin yanına yerleştirilecektir. 1 = Kralın taç giyme töreninden 30 sene sonra Kralın fiziki güçlerinin yeniden güçlendirip onarmak üzere düzenlenen festival. 2 = Bunlar sırasıyla Muhteşem Aleksandert, Ptolemaios I and Berenike I, Ptolemaios II and Arsinoe II, Ptolemaios III and Berenike II, and Ptolemaios IV and Arsinoe III' e tekabül eder. 3 = Tahminen bu ay Ocak ayına karşılık gelmektedir. 4 = Bu ikisi Mısır için kutsal boğalardır. 5 = Thoth hem bilgelik, yazı ve ay tanrısının, hem de Mısır takviminde ilk ayın adıdır. Rosetta Taşı M.Ö. 305 - M.Ö. 30 yılları arasında Mısır'ı yöneten Hellenistik Ptolemaios Hanedanlığı'nın yazıt taşıdır.Ptolemaios hükmünün, hüküm serisinin en iyi bilinen bir örneğidir. Ptolemaios hükmünün kopyaları pek çok tapınağın avlusuna dikildi. Rosetta Taşı'ndaki hükmün metni Nil Nehri'ndeki bir adada olan "Philae" Tapınağı'na oyuldu. Napolyon'un Mısır seferi sırasında, Fransız Ordusu'nun mühendisi Yüzbaşı Pierre-François Bouchard taşı 15 Temmuz 1799'da inşaat çalışmalarına devam ederken keşfetti. Rosetta Şehri'nin Mısır limanı yakınındaki Fort Julien'de çalışırken onun önemli olduğunu anladı ve general Jacques de Menou'ya gösterdi. Fransızlar bölgeye pek çok bilim adamı ve arkeolog getirerek, Kahire'de Mısır Enstitüsü'nü kurup, taşı oraya gönderdiler. Ağustosta oraya vardı. Eylül ayında, Fransız gazetesi "Courrier de l'Egypte" taşın bulunduğunu duyurdu. Selim Sabit Efendi Selim Sabit Efendi (d. 1829, Vize - ö. 1910, İstanbul), Osmanlı eğitim bilimci. İlk çağdaş Türk eğitim bilimcidir. Osmanlı modern eğitiminin doğuşunda önemli rol oynamıştır. Türk eğitim tarihinin en önemli eserlerinden birisi olan Rehnümâ-yi Muallimin (1870) adlı kitabın yazarıdır. 1829 yılında Kırklareli'nin Vize ilçesinde doğdu. Babası, Kırım Tatar çifçi Mehmet Ağa idi. İlköğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra eğitim hayatına devam etmek için İstanbul’a gitti Hem medrese, hem Darülmuallim eğitimi gördü. Osmanlı Devleti’nin ilke Erkek Öğretmen Okulu olan Darülmuallimin’deki eğitimini 1855’te tamamladı; okulun ilk mezunları arasında idi. Mezuniyetinin ardından bursla Paris’e gönderildi. 6 yıl kaldığı Paris’te Mekteb-i Osmani adlı okulda ve Muradyan Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yaptı. Bu yıllarda Fransız eğitim sisteminden etkilendi, okullarda uygulanan bilimsel metotları benimsedi. 1861 yılında İstanbul’a döndü. Yurda döndükten sonra eğitim ile ilgili birçok kurumda çalıştı. İlk görevi Süleymaniye semtindeki bir okulda idi. İlk defa bu okulda kendi oluşturduğu yeni tarzda öğretimi uyguladı. Ne var ki sıra, masa, hesap tahtası gibi araç gereçleri sınıfına koydurması tepki uyandırmış, Kur’an’a ve İslam’a karşı saygısızlık olarak yorumlanıp şikayetlere yol açmıştı. Devrin şeyhülislamı tarafından cezalandırılması için bir fetva yayımlanmasından sonra devreye padişah II. Abdülhamit, birdenbire değil yavaş yavaş ilerlemesi ve halkın düşüncesini unutmaması konusunda kendisini uyardı. Görevden alınmaktan kurtulamayan Selim Sabit,
bir süre belediyede ve Nâfia Nezareti’nde (Bayındırlık Bakanlığı) memur olarak çalıştı. 1868’de Mekteb-i Sultani’nin müdür yardımcısı olarak atandı. Ancak Fransız asıllı ikinci müdürle geçinemediği için bu görevi uzun sürmedi. 1869’da Meclis-i Kebîr-i Maari (Talim ve Terbiye Kurulu) üyeliğine atandı. Aynı yıl, Darülfünun’da edebiyat dersleri vermeye başladı. 1887’de Encümen-i Teftiş ve Muayene Başkanlığı (Basın Kontrol Komisyonu Başkanlığı) yaptığı sırada bir nevi kitap sansürcülüğü olan bu iş onun gibi hür fikirli bir insana uygun olmadığından görevlerini II. Abdülhamit’in istediği gibi yerine getirilmedi ve azledildi. İki yıl büyük yokluk ve sıkıntı çektikten sonra 1899 yılında emekliye sevkedildi. Emekli olduktan sonra yedi yıl süreyle Darülmuallimin’de öğretmenlik yaptı. Bu süre içinde İstanbul’da bir sürgün hayatı yaşadı. Meslek hayatı boyunca özellikle ilköğretimde geleneksel eğitim yöntemlerinin yerine yeni ve etkili eğitim yöntemlerinin uygulanması için çaba gösterdi. İlk alfabeyi hazırladı. Dilbilgisi kuralları, mantık, söz söyleme sanatı, matematik, coğrafya konularındaki ders kitapları uzun yıllar okullarda okutuldu. 1910 yılında İstanbul’da öldü. Eyüp'teki aile mezarlığına gömüldü. Selim Sabit, okuma yazma alanında kullanılan metotlarda ilk defa büyük değişiklikler yapan eğitimcidir. Okuma yazma öğretim ile ilgili fikirlerinin uygulanmasını ilk kitabı olan Elifbâ-yı Osmanî adlı eserinde yapmıştır. Bu kitap, Sıbyan mekteplerinde ders kitabı olarak kullanılmıştır. 1879-1884 arasında “İstanbul'da bulunan kütüphanelerin gözden geçirilmesi ve bu kütüphanelerdeki eserleri içeren numune defterlerin düzenlenmesi” ile görevlendirilmesi sonucu II. Abdülhamit’in kütüphanesindeki kitapların kataloğunu hazırlamış ve bu, bir kitap haline getirilmiştir. Ortaokullarda okutulan "Mi'yâru'l-Kelâm (Sözün Ölçüsü)" adlı bir dilbilgisi kitabı, "Muhtasar Coğrafya Risâlesi (Kısa Coğrafya Kitapçığı)" adlı coğrafya kitabı, "Muhtasar Hesâb Risâlesi (Kısa Hesap Kitapçığı)" adlı matematik kitabı, "Nahv-i Osmânî (Osmanlıca Cümle Bilgisi)" adlı dilbilgisi kitabı, sıbyan mekteplerinde okutulan "Muhtasar Sarf-ı Osmânî (Kısa Osmanlıca Dilbilgisi)" ve "Muhtasar Târîh-i Osmânî" (Kısa Osmanlı Tarihi - Sıbyan mekteplerinde okutulan ilk tarih kitabıdır-) onun eseridir. Ona asıl ününü getiren eseri, "Rehnümâ-yı Muallimîn (Öğretmenler için Kılavuz)" adını taşır. Bu kitap, 1869’da sıbyan mekteplerinin düzenlenmesi ile ilgili olarak Eğitim Bakanlığı’na gönderdiği 48 sayfalık rapordur. Arşın, endaze, mu¬rabba, aşar vb. ağırlık ve uzunluk ölçü birimlerini modern ölçü birimlerine çevirmeye yarayan tablo ve çizelgelerden oluşan 47 sayfalık "Tahvîl-i Mikyâs Levhâları (Ölçü Karşılaştırma Tablosu)" adlı bir eseri daha vardır. Risâle-i Elifbâiyye (Abece Kitapçığı) adlı kitabı Tatar Türkçesi'ne çevrilmek suretiyle Kazan'da "Yengi Elifbâ-yı Türkî" adıyla basılmıştır. Selim Sabit Efendi, ezberlemek yerine harfleri birbirine bağlayarak heceleri ve kelimeleri okutma esasına dayalı yöntemi eğitim hayatına getirmiştir. Uyarladığı bu yeni öğretim sistemine Usul-u Cedid denildi. 1900’lerin başında İstanbul’daki 265 iptidai ve taş mektepten bir kısmı numune mektebi haline getirildi ve bu yöntem uygulandı. Okuma yazmayı kolaylaştıran bu sisteme yönelen okullara usul-u cedid okulları adı verildi. Öğrenci sırası, öğretmen masası, harita, yerküre gibi ders araçları bu okullara girmiştir. Çamyuva Çamyuva, Kemer Çamyuva, Antalya'nın Kemer ilçesine bağlı bir tatil beldesidir. 1980'lerin başına kadar ufak bir köyken, 1980 sonrası turizm teşviki ile sahil kıyılarına birçok tatil mahallesi inşa edilmiş ve Türkiye'nin önemli tatil beldelerinden biri durumuna gelmiştir. Kiriş, Tekirova gibi komşu beldelerle birlikte diğer tatil bölgelerinin aksine ufak otelcilik ve pansiyonculukdan daha çok, büyük tatil köyleriyle turist çekmektedir. Kemer ilçe merkezinin 7 kilometre güneyinde bulunan Çamyuva, Olympos ve Phaselis gibi görülmesi gereken yerlere de son derecede yakındır. Kale (anlam ayrımı) Kuyruklu kurbağa Kuyruklu kurbağa ("Ascaphus truei"), Ascaphidae familyasından bir kurbağa türü. Kuzey Amerika'nın kuzey batısındaki orman içi akarsularda yaşar. Gerçekte erkeğin dışkılık uzantısı olan kuyruk dişinin dışkılığına spermaların doğrudan aktarılmasını sağlar. Bu uyarlanma biçimi hızlı akan sularda spermaların dağılmasını önemli ölçüde önler. Demre Demre (Eski adı, "Kale"), Antalya ilinin turistik ilçelerinden birisidir. Myra (Demre) her zaman Likya'nın en önemli şehirlerinden birisi olarak bilinir. En erken sikkeler MÖ 3. yüzyıl tarihlenir. Fakat şehrin en azından MÖ 5. yüzyılda kurulduğu tahmin edilmektedir. Roma egemenliği döneminde Myra gelişmiş ve zenginleşmiş şehirliler sivil projelere cömertçe para yardımında bulunmuşlardır. Sen Pol Roma'ya gitmek için Andriake Limanından hareket etmeden evvel M.S. 6. yüzyılda şehri ziyaret etmiştir. Bizans döneminde Myra önemli bir idari ve dini bir merkez olmuştur. Piskoposluk merkezi de olan Myra'da St. Nicholaus IV. yüzyıl başında Piskopos olarak görev yapmış; halka kendini sevdirmiş, inancı uğruna çok acılar çekmiştir. Myra o zamandan sonra hep haç yollu yapılan bir yer olmuştur. Bu bakımdan Demre Hıristiyan Dünyasının her bakımdan ilgisini çekmiştir. Her yıl 6 Aralık'ta Noel Baba etkinliklerini yapmak geleneksel hale gelmiştir. Myra gibi önemli bir şehirden kalabileceği beklenen kalıntıların birçoğunu bugün Demre'de göremiyoruz. Likya'nın en büyük tiyatrosundan kalanlar bugün ayaktadır ve bu aynı zamanda Likya'nın en iyi korunmuş tiyatrosudur. 29 oturma sırası ve 9-10 bin seyirci kapasiteli tiyatro tepeye yaslanmıştır. Bugün bile bazen festival ve oyunlar için kullanılmaktadır. Myra metropoli muhtelif tip Likya mezarlarını önemli örneklerini ihtiva etmektedir. Tiyatro doğu ve batı metropoli diye ikiye ayrılmış ve Myra'nın arkasında yükselen kayalık, tepede kurulmuştur. Kayalar oyularak mezarlar kabartma ve yazılarla süslenmiştir. Başka önemli bir kalıntı St. Nicholaus kilisesidir. Kilise bugün 7 m. toprak seviyesinin altındadır. St. Nicholaus kemikleri kilise içindeki mermer bir mezarda bulunuyordu. Fakat bazı kemikler İtalyanlar tarafından çalınmış ve Bari'ye kaçırılmıştır. Bir Rus Prensi 1862 yılında Kiliseyi restore ettirmiş olup, St. Nicholaus Rusya'da çok kutsal sayılmaktadır. Ruslar bir kilise çanı ilave ederek kubbeyi bir ilaç tonozu ile değiştirmişlerdir. St.Nicholaus çocukları, gemicilerin ve ağır işlerde çalışan işçilerin koruyucu azizidir. Bilindiği üzere de bütün Dünya çocuklarının Noel Babasıdır. İlk defa 1904 yılında Eynihal adıyla köy statüsüne kavuşan Demre; 6 Haziran 1968 yılında 4 mahallenin birleşmesiyle Belediyelik; 4 Temmuz 1987 günü Kale adıyla ilçe olmuştur. İlçe 2005 yılında Demre adını almıştır. Demre, Antalya körfezinin batısında Teke Yarımadası'nın güneyinde yer alan bir ilçe olup, doğusunda Finike İlçesi, batısında Kaş İlçesi, güneyinde ise Akdeniz ile sınırdır. Üç tarafı dağlarla çevrili bulunan ilçenin kurulduğu Demre Ovası, Demre Çayının getirmiş olduğu verimli alüvyonlu topraklardan meydana gelmiştir. Akdeniz ikliminin tipik karakteristik özelliklerinin görüldüğü Demre İlçesinde yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağmurlu geçer. İlçenin toplam olarak yüzölçümü 47.322 hektar olup, tarım arazisi 5.350 hektar, çayır mera 50 hektar, orman arazisi 31.922 hektar, su yüzeyi 300 hektar, tarım dışı arazi ise 9.600 hektardır. İlçenin ekonomisi %90 tarıma dayalıdır.İlçe aslında turizm cenneti olmasına rağmen turizm tesislerinin yetersizliği nedeniyle halk geçimini tarım ile sağlamaktadır. Türkiye'nin en çok Sivri Biber üreten yerlerinden biridir. Demre Sivrisi adını buradan almaktadır. İlçedeki seralarda turfanda sebze üretimi yapılmaktadır. İlçe tarımının önemli bölümünü narenciye oluştururken 1970 yılından itibaren seracılığa geçilmesi nedeniyle narenciye alanlarının yerini seralar almıştır. İlçe tarihi geçmişi ve coğrafi konumu itibarı ile turizm beldesidir. İlçede tarihten kalan Noel Baba Kilisesi, Myra Antik Kenti ve Tiyatrosu, Andreake Antik Kenti, Kaya Mezarları, Simena Antik Kenti turizm için cazibe oluşturmaktadır. Kekova adaları, Batık Kent'in tertemiz denizi ve iklimi ile de belde coğrafi yönden de turizm açısından şanslı bir yerleşim yeridir. İlçenin bütün bu özelliklerine rağmen turizmden yeterli derecede faydalandığı söylenemez. Bunun sebebi ulaşımın zorluğu ve konaklama tesislerinin azlığı nedeniyle hizmet sektörünün gelişmemesidir. İlçede 3 adet spor kulübü bulunmaktadır. Bunlar ; Barak Barak, ses genliği bir oktavı geçmeyen, çok sık resitatiflerin, trillerin ve zaman zaman ters glisandoların yapıldığı usulsüz bir sözel türdür. Motif ve küme sekilemesi türü belirleyen diğer bir özelliktir. Bursaspor Bursaspor Kulübü 1963 yılında Bursa'da kurulan spor kulübüdür. Daha çok futbol branşıyla tanınan spor kulübü, futbol branşının yanı sıra basketbol, masa tenisi, voleybol, yüzme, boks ve atletizm dallarında faaliyet göstermektedir. Kulübün renkleri yeşil beyazdır. Bursa'da faaliyet gösteren 5 amatör kulübün birleşmesinden doğdu. "Akınspor", "Acar İdman Yurdu", "Demirspor", "İstiklalspor" ve "Pınarspor" takımları birleşerek Bursaspor'u oluşturdular. Kulüp, renklerini Uludağ'ın karından ve ovanın yeşilinden aldı. Bursaspor'un amblemindeki 5 yıldız, kurucu takımları temsil ediyor. Bursaspor kulübünün kardeş kulübü MKE Ankaragücü'dür. İki takımın taraftarları arasında kurulan bu ölümsüz dostluğun çok anlamlı bir de hikâyesi vardır. Ankara'da üniversitede okurken, Ankaragücü taraftarları içinde yer alan Bursasporlu Abdülkerim Bayraktar'ın Anadolu takımlarının dayanışması konusundaki örnek davranışı klasikleşir. Daha sonra Abdülkerim Bayraktar'ın 1993 yılında şehit olmasıyla efsane dostluk tam anlamıyla başlar. İki kulübün taraftarları gerek zaman zaman birbirlerinin maçlarına katılır gerekse dost şehrin plaka numarasına binaen Bursa'da her maçın 6. dakikasında Ankaragücü, Ankara'da da her maçın 16. dakikasında Bursaspor adına tezahüra
tlar yapılır. İki takımın karşılıklı maçları da ayrı bir tat söz konusudur, sahadaki çekişmenin yanı sıra tribünde kardeşlik hakimdir ve tam anlamıyla 1993 yılında başladığını söyleyebileceğimiz 'şehit emaneti' bu dostluğun sonsuza dek süreceği öngörülmektedir. Bursaspor tarihinin en ilginç olaylarından biri de 2. Bursaspor'un -Bursaspor'a bağlı diğer bir kulüp- 1. lig takımını olarak 1988-89 sezonunda şampiyon olarak Süper Lig'e çıkmasıyla yaşanır. Üst lige çıkmaya hak kazanan takım Türkiye Futbol Federasyonu’nun ayni kulübün 2 takımının aynı ligde oynamayacağına karar vermesiyle 2. takım dağıtılmıştır. Bursaspor Kulübü kuruluş aşamasında yer alan 5 amatör kulübün yöneticileri, Bursaspor’un kurucu üyeleri olarak tarihe geçtiler. Kuruluşundan bugüne kadar Bursaspor kulübünde başkanlık yapmış kişiler aşağıda gösterilmiştir. 1966-67 sezonunda 1. Ligde şampiyon olan "Bursaspor", 2003-04 sezonunda 1. Lige düştükten 2 sezon sonra 2005-06 sezonunda 1. Ligde tekrar şampiyon olup Süper Lige çıktı. 2009-10 sezonunda ise Süper Lig şampiyonu olmayı başardı. İlk önemli başarısını 1969-70 sezonunda yaşadı. Bursaspor Federasyon Kupası Final Maçında Eskişehirspor'u 1-0 yendi. İkinci maçta 2-0 yenilince kupayı kazanamadı ancak, Başbakanlık Kupası maçı oynamaya hakkını elde etti. Fenerbahçe'yi 1-0 yenen Bursaspor, böylece 1. lig tarihindeki ilk önemli başarısına imza attı. 1973-74 sezonunda tekrar Türkiye Kupası Finaline çıkan Bursaspor Fenerbahçe'ye 3-0 yenildi. Başbakanlık Kupası Finalinde ise Beşiktaş'a 3-2 yenildi. Fakat kupa Finalisti olduğu için UEFA Kupa Galipleri Kupası'na katılmaya hak kazandı . 1979-80 sezonunu lig dördüncüsü olarak tamamlayan yeşil beyazlı ekip 1985-86 sezonunda ilk kez Federasyon Kupasını kazanmayı başardı. Finalde Altay'ı Beyhan ve Tulipan’in golleriyle yenen Bursaspor kupaya uzanırken Cumhurbaşkanlığı Kupası öncesi, kötü bir olayla sarsıldı. Macar Futbolcu Mihaily Tulipan, Apolyont Gölü’nde sandal gezintisi yaparken ailesi ile birlikte boğuldu. Bu olaydan sonra Bursaspor Kupa maçında Beşiktaş'a 2-1 yenildi. 1986-87 sezonunda Kupa Galipleri Kupasında ilk turunda Ajax takımına elendi. Kötü bir sezon geçiren Bursaspor, o sezon küme düştüler. Ancak Ankara Bölge İdari Mahkemesi Bursaspor'un tekrar 1. ligde oynamasına karar verdi. 1991-92 sezonunda Federasyon Kupasında finalde Trabzonspor ile tarihe geçen iki maç oynadı. İlk maçta Bursa’da rakibini 3-0 yenen Bursaspor, ikinci maçta 1 - 0 yenik duruma düşmesine rağmen skoru 1-1 e getirmeyi başardı. Ama Trabzonspor 4 gol atıp maçı 5 - 1 alarak kupayı müzesine götürmeyi başardı. 2014-2015 sezonunda Ziraat Türkiye Kupası finalinde Galatasaray ile mücadele etti. 03.06.2015 tarihinde oynanan maçta 0-1 öne geçen Bursaspor üstünlüğünü koruyamadı ve müsabakanın ilk yarısı 1-1 sona erdi. İkinci yarının hemen başında 2-1 geriye düşen Bursaspor devamında eşitliği sağladı ama beraberlik golünden yaklaşık 2 dakika sonra tekrar kalesinde gol görerek 3-2 yenik duruma düştü ve maç bu şekilde sona erdi. Ayrıca Bursaspor yaptığı yabancı futbolcu transferleri ile de sürekli dikkat çekmiştir. Bunlar arasında Palasz, Seydic, Rial Sellam, Nitu, Luty, Frank Pingel, Goran Sorloth, Yusuef, Elvir Balic, Majid Mususi, Senad, Ronen Harazi, Montherio, Frasenianu, Mirza Veresonevic, Fani Madida, Ilian Iliev, Radostin Kishisev, Vidalov, Ivko Ganchev, John Leshiba Moshoue, Marian Kelemen, Ian Lupescu, Nejat Biyediç, Kenny Miller, Alfred N'diaye, Sebastián Pinto, Jose Fernandao, Taye Taiwo, Sebastien Frey, Jozy Altidore, Federico Insua, Ivan Ergic, Scott Carson, Cedric Bakambu ve Pablo Batalla yer alır. Bunlardan Majid Mususi efsane futbolculardan biridir. Kendisi efsane 'timsah yürüyüşü' mucididir. Ve bu yürüyüşle bugüne kadar Yeşil İnciler olarak anılan takım artık Yeşil Timsahlar diye anılmaya başlayacaktır. Diğer bir efsane Nejat Biyediç 5 sezonda 125 maç oynayarak Bursaspor da en çok forma giyen yabancı oyuncu olmuş ve attığı birbirinden klas golleriyle taraftarın gönlünde ve tüm camiada ‘imparator’ lakabı ile anılmaya başlandı ve hâlen de anılmaktadır. Bunun diğer bir sebebi de Bursaspor’un bu transferle sadece bir golcü değil aynı zamanda 7/24 hazırda bekleyen bir yedek teknik direktör, bir yeşil beyaz aşığını takıma kazandırmış olmasıdır. Takıma birçok başarı yaşatmıştır. Kulübün kardeş kulübü MKE Ankaragücü'dür. Dost takımı ise Göztepe'dir. Teksas PKK'ya karşı protest tavrı ile de tanınır. Bursaspor-Ankaragücü kardeşliğinin kurucusu Şehit Abdülkerim Bayraktar'da grubun bu tavrını tetikleyen unsurlardan biridir. Uzun süredir grubun liderliğini 'Paşa Selim' olarak da bilinen Selim Kurtulan yapmaktadır. Ayrıca diğer bir önemli taraftar grubu da Türkiye'de nadir görülen örneklerden biri olan Yeşil İnciler de tamamen bayanlardan oluşmasıyla dikkatleri üzerine toplayan diğer bir gruptur. Onun dışında Legend Texas, TSC, Grup16, Radikal, Papazçeşme Gençlik, Maraton Platformu, Ünitimsah, Listim vb. gruplar da Bursasporlu taraftar gruplarına örnek olarak gösterilebilir. Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın ardından Bursaspor Kulübü de Bursaspor TV ile televizyon sahibi olmuştur. Yayın hayatına 16 Haziran 2009'da internet üzerinden başlayan Bursaspor TV, 21 Mart 2011 saat 11.00'dan beri Digiturk platformunda yer alıyor. Bursaspor'un lisanslı ürünlerin satıldığı ürünlerin satıldığı kuruluştur.5 tane şubesi vardır. Bursa dışında bulunmamaktadır. İnternet üzerinden de satış yapmaktadır. İlk olarak amatör şube olarak giren takım 2010 yılında küçükler ve minikler kategorisinde mahalli liglere katılarak yarışmalarda ilk dörde kalmıştır. 19-20 Haziran 2010 tarihlerinde İstanbul’da yapılan Mini Voleybol şölenine takımımız katılmış olup, tüm rakiplerini geride bırakıp iyi bir derece elde etmişlerdir. 16 Aralık 2011 tarihinde Antalyaspor maçında tanıtılmıştır 2011-2012 sezonunda bölgesel amatör ligde şampiyon olan kadın voleybol takımı Afyon'da yapılan play off'larıda şampiyon tamamlayarak Türkiye 3. Lig'ine çıkarak ilk kez profosyenel ligde oynamaya hak kazanmıştır. Takım 2015-2016 sezonunda uzun bir aradan sonra ciddi bir yatırım yapmış tarihinde ilk kez Türkiye Bayanlar Voleybol 2. Ligi'ne namağlup olarak yükselmiştir. Bursaspor Erkek Basketbol Takımı, 2014-2015 sezonunda kurulmuş olup profesyonel liglere Türkiye Basketbol 3. Ligi'nde başlamıştır. İlk senesinde takım normal sezonu 3. sırada tamamlayarak play off ilk turunda mağlup olarak sezona havlu atmıştır. Yeni sezona yeni bir baş antrenörle başlayan takım normal sezonu lider tamamlayarak kademe kademe oynadığı play off müsabakaları sonucu final grubuna kalmış ve final grubunu ilk iki sırada tamamlayarak tarihinde ilk kez Türkiye Basketbol Ligi'ne yükselmiştir. Arguvan Arguvan, Malatya iline bağlı bir ilçedir. Morhamam ve Karahüyük köylerindeki höyüklerden ve Karababa harabelerinden elde edilen bulgulara göre ilçe merkezindeki yerleşimin tarihi eski çağlara dayanmaktadır. 4. yüzyıldan itibaren Bizans kaynaklarında Argaous adıyla görülmektedir. 8. yüzyıla ait Arapça kaynaklarda Argaûn adı kaydedilmiştir. Sözcüğün her iki biçimi çoğul halde olup "Arga'lar" veya "Argav'lar" anlamını ifade eder. 11. yüzyıla ait Ermenice vekayinamelerde ise Argawan adı kullanılır. Bilge Umar eski bir Anadolu dilinde *Argawana adının "gümüşyeri" anlamına gelmesi ihtimali üzerinde durursa da bu görüşün belgesel temeli zayıftır.. Osmanlı Devleti zamanında Tahir bucağı adı ile Arapgir'e bağlı olan Arguvan, sonradan ilçe olarak Diyarbakır'a bağlanmış daha sonra 1873'de tekrar Tahir adı ile Keban'a bağlı bir nahiye haline getirilmiş, Cumhuriyetin İlanıyla merkez ilçe olarak Malatya'ya bağlanmış, 1954 yılında Tahir nahiyesi merkez olmak üzere Arguvan adı ile Malatya iline bağlı bir ilçe haline getirilmiştir. Doğusunda Elâzığ ili Baskil ilçesi ve Malatya'nın Arapkir ilçesi, kuzeyinde Arapkir ile Sivas ili Divriği ilçesi, batısında Hekimhan ilçesi ve güneyinde Yazıhan ilçesi ile çevrilidir. Malatya'ya 71 km uzaklıktadır. Yüzey şekilleri açısından genellikle engebeli olup, ilçenin kuzeyi dağlık arazi, güneyi ise kuzeye göre düz ova özelliği göstermektedir. Bölgenin en yüksek dağı, Arapkir ile Arguvan arasındaki Göldağı'dır. İlçenin doğu sınırının bir kısmından geçen Fırat nehri dışında büyük akarsuyu yoktur. Dere ve çay niteliğinde olan Şotik Çayı, Bömere Deresi, Morhamam Deresi, Çavuş Çayı ve Söğütlü Çayı ilçenin akarsularıdır. Bu su yataklarının da düzensiz debisi mevcuttur. İlçenin rakımı 1150 metre olup, iklim bakımından kışları az yağışlı ve soğuk, yazları kurak ve sıcaktır. İlçemiz en çok yağışları İlkbahar"da alır. Toprak düzeyi genellikle çıplaktır. Ancak, kuzey ve kuzeybatısında bozuk baltalık ve orman vasfını yitirmiş meşe örtüsü mevcuttur. İlçe 2'ci derece deprem kuşağı bölgesindedir. İlçenin kuruluş tarihinden bu güne kadar 1967, 1977 ve 1988 yıllarında meydana gelen heyelan ve çökmeler nedeniyle üç defa yer değiştirmiştir. En son meydana gelen toprak kaymalarında yeni yerleşim yerini tehdit etmektedir. Görüldüğü üzere ilçe nüfusunda geçmiş yıllara göre hızlı bir nüfus azalması olmaktadır. İlçeden il merkezi ve diğer illere sürekli bir göç yaşanmaktadır. İlçede sanayi sektörü olarak hiçbir faaliyet yoktur. İlçe merkezinde yalnızca T.C. Ziraat Bankası mevcuttur. Arguvan halkı tarım, hayvancılık, ve arıcılık ile uğraşır. 2003 yılından beri "Türkü Festivali" yapılmaktadır ; bu festival, türküleri açığa çıkarma özelliğinin yanı sıra yöreye iki günle sınırlı'da olsa insan akışı ve ekonomik hareketlenme sağladığından, yöre halkı tarafından büyük bir sevinçle karşılanmakta ve bir aile düğünü bilinciyle sahiplenilmektedir. Windows 98 Windows 98, Microsoft'un ürettiği işletim sistemi ailesi Windows'un MS-DOS üzerinde yükselen beşinci ve son ana sürümüdür. Microsoft bu sürümle Çoklu ortam ve internet hizmetlerini bu sürüme eklemiştir. 25 Haziran 1998 tarihinde piyasaya sürülen Windows 98 önceleri Memphis ve Windows 97 kod adlarıyla biliniyordu. Öncüsü Windows 95 gibi, Windows 98 de 16-bit/32-bit arası hibrit ça
lışan bir işletim sistemidir. Bazı kullanıcılar tarafından hala tercih edilmektedir. Windows 98 Second Edition ya da 98 SE Microsoft tarafından 1999 yılında piyasaya sürülen ve Windows 98'in bazı eksiklerini kapatan bir sürümdür.Windows 98 kullanıcılarına Windows Update yoluyla sunulmuştur. Bu sürüm ile; Microsoft, Windows 98 işletim sistemine yönelik geliştirdiği Microsoft Plus! for Windows 98’i tanıtarak, Windows 98 deneyimini gelişmiş dijital medya araçları, oyunlar ve 3 boyutlu ekran koruyucuları gibi göze hitap eden masaüstü temaları ile zenginleştirmiştir. Orijinal serinin devamı niteliğindeki Plus! 98, Windows 98'in standart temalarının yanı sıra 18 adet masaüstü teması da içermektedir. (Çizgiroman karakterleri FoxTrot ve Garfield, bu temalardan bazılarıdır.) Ayrıca Windows 98'le uyumlu yeni programlar ve araçlar mevcuttur. Var olan ekran koruyucularına "Organic Art 3D" ekran koruyucuları da eklenmiştir. Başlat Menüsü'ndeki temizlik araçları Windows 98'in bakım sihirbazına eklenmiştir. Cybermedia Non-Critical File Cleaner (Cybermedia Önemsiz Dosya Temizleyicisi) Disk Temizleme aracına eklenmiştir. Windows Explorer'a ZIP dosyası entegrasyonu ilk kez Plus! 98'le Windows'a kazandırılmıştır. Microsoft Golf 98 Lite, Lose Your Marbles! ve Spider Solitaire gibi yeni oyunlar Plus! 98'de yer almıştır. CDDB (Compact Disk Database) destekli Deluxe CD Player ile Microsoft Picture It Express versiyonu da Plus! 98'de yer alıyordu. Plus! 98'de altı aylık ücretsiz güncelleme hizmeti sunan McAfee VirusScan 3.0 da mevcuttu. Kare Kare, bütün kenarları ve açıları birbirine eşit olan düzgün dörtgendir. Matematiğin en temel geometrik şekilleri arasındadır. Aynı zamanda dikdörtgendir ve eşkenar dörtgendir. Bu iki özel dikdörtgenin tüm özelliklerini taşır. Eski adı ise "murabba"dır. Kenar uzunluğu formula_1 olan karenin çevresi alanı Köşegen uzunluğu "d" olmak üzere Çevrel çemberin yarıçapı "R" ise alan İç teğet çemberin yarıçapı "r" ise alan The Dark Side of the Moon The Dark Side Of The Moon (Türkçesi: "Ay'ın Karanlık Yüzü") 2 Mart 1973 tarihi çıkışlı Pink Floyd albümüdür. Haziran 1972 ve Ocak 1973 arasında, o yılların en gelişmiş kayıt teknikleri kullanılarak, Abbey Road Studios'da kaydedilmiştir. Bütün şarkı sözleri Roger Waters'a aittir. 45 milyondan fazla satmış, 740 hafta boyunca listelerde kalmıştır. İstatistiklere göre albüm, her an dünyanın herhangi bir yerinde dinleniliyor. Şarkı sözlerinin tamamı Roger Waters tarafından yazılmıştır. Bu albümle Pink Floyd eski gitarist/şarkı yazarları Syd Barrett'ın psychedelic etkilerinden kurtulmuş, kendi tarzını keşfetmiştir. Gruptaki bu değişikliğin nedeni David Gilmour'un gruba gitarist olarak dahil olmuş olmasıdır. Wish You Were Here, Animals ve The Wall gibi Dark Side of the Moon'u müteakip piyasaya sürülen albümlerde de bu tarz hissedilir. Dark Side of the Moon bu bakımdan Pink Floyd için bir milat gibidir. Vurucu sözleri ve melodileriyle albüm efsane Rock albümleri arasında yerini almıştır. Dark Side Of The Moon, modern yaşamın normal insanlar üzerindeki etkilerini anlatmaktadır. Örneğin, bir uçağın yere çakılma sesiyle başlayan "On The Run" uçuş korkusunu işlemektedir. "Time", zamanın biz farkına varmadan ne kadar hızlı geçtiğini anlatmaktadır. "The Great Gig In The Sky", ölümün doğası hakkındadır. "Money", zenginliğin insana etkilerini ironik bir şekilde anlatmaktadır. "Any Colour You Like" diğer şarkılar kadar açık bir mesaj bulundurmasada, insandaki karar verme ve seçim korkusunu anlatır. "Brain Damage", toplumun yanlışlarının belki de sadece "deliler" tarafından fark edilebileceğini söyler. Bu şarkıda grubun eski üyesi Syd Barrett'la ilgili temalar da bulunmaktadır. Aynı zamanda albümün içinde "dark side of the moon" sözü geçen tek şarkısıdır. Son olarak "Eclipse", insan haytındaki her şeyin aslında uyum içinde olması gerekirken bu uyumun asla yakalanamamasını anlatmaktadır. Albüm, "There is no dark side of the moon really... Matter of fact it's all dark." sözleriyle biter. Albüm, daha önce rock müzikte kullanılmamış ses teknikleriyle öne çıkıyordu. Örneğin "Time"ın girişinde eski saat sesler düzensiz olarak çalmaktadır, "Money"nin girişindeki ses olayları kesip yapıştırılarak tekrar ettirilmiştir ve de albüm boyunca duyulan kalp atışı sesi özel olarak ayarlanmış bir davuldan yaratılmıştır. "On The Run" ve "Speak To Me"deki ses efektleri de yeni bulunmuştur. Albümün sonunda ise bir hata ile çok az bir şekilde The Beatles'ın "Ticket To Ride" duyulmaktadır. Albüme müzikal açıdan bütün Pink Floyd üyeleri katkıda bulunmuşlardır. Sözlerin hepsini ise Roger Waters yazmıştır. Waters gruptaki ağırlığını sonraki albümlerde daha da gösterecektir. "The Great Gig In The Sky" şarkısının sözsüz vokallerini Clare Torry yapmaktadır. 2006'da Torry, şarkının yazımında kendisinin de payı olduğunu iddia ederek mahkeme açmıştır ve kazanmıştır. Şarkılarda duyulan sesleri ise grup üyeleri, tanıdıklarıyla yaptıkları röportajlardan seçerek albüme koymuşlardır. I. Viyana Kuşatması I. Viyana Kuşatması, 27 Eylül-16 Ekim 1529 tarihlerinde Avusturya Arşidüklüğü'nün başkenti Viyana'nın I. Süleyman komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından kuşatılmasıdır. Başarısız olan kuşatma sonucunda kale alınamamış ve Osmanlı ordusu İstanbul'a geri dönmüştür. Mohaç Muharebesi sonrasında Budin'in Osmanlı Devleti tarafından ele geçirilmesinin ardından, savaşa katılmamış olan Erdel voyvodası János Szapolyai Macar kralı olarak taç giymişti. Kanunî Sultan Süleyman 16 Ekim 1526'da Macaristan tacını Szapolyai'ye veren târihî fermanını imzaladı. Mohaç Muharebesi öncesinde kral II. Lajos dolayısıyla Macaristan ile bağlantılı olan, ancak savaş sonrasında Osmanlı ordularının girmediği Bohemya, Moravya, Slovakya ve Silezya gibi ülke ve bölgeler ise, II. Lajos'un karısının ve Kutsal Roma-Germen İmparatoru Şarlken'in kardeşi olan Avusturya arşidükü Ferdinand'da kaldı. Kanunî Sultan Süleyman İstanbul'a döndükten sonra harekete geçen Ferdinand, Pressburg'da Osmanlılara karşı olan asillerden teşekkül ettirilmiş bir diyet meclisi toplayarak kendini Macaristan ve Bohemya kralı ilan ettirdi. Bu olay, Macaristan'da egemenlik için Osmanlı-Avusturya rekabetini başlattı. Kanunî Sultan Süleyman, Mohaç zaferi sonrasında fethedilen geniş Macar topraklarının Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ile bağlantılı bir hükümdarın eline geçmesine müsâde edemezdi. Bu durum, bölgedeki güçler dengesinin Osmanlı Devleti aleyhine bozulmasına yol açabilirdi. Ağabeyi Habsburg İmparatoru Şarlken'in de desteğini alan Ferdinand, Osmanlı ordusu geri döndükten sonra saldırıya geçti ve Tokaj Meydan Muharebesinde Szapolyai'yi yenerek Budin'i ele geçirdi. Litvanya'ya kaçan Szapolyai Osmanlı Devleti'nden yardım istedi. Kanunî Sultan Süleyman sefer hazırlıklarıyla meşgulken, Macaristan'dan fethedilen arazinin geri verilmesi karşılığında barış yapmak isteğiyle Ferdinand'ın elçileri geldi. Fakat Habsburgları Macaristan Krallığı'dan çıkarmak, Ferdinand'a gözdağı vermek, Habsburg ordusunu yakalayıp yok etmeyi amaçlayan Kanunî Sultan Süleyman, o zamanın âdetleri gereği elçileri tevkif ettirdi. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra serbest bırakıp savaş için yola çıktığı haberiyle Ferdinand'a gönderdi. 10 Mayıs 1529'da İstanbul'dan yola çıkan Kanuni Sultan Süleyman 20 Haziran'da Sofya'ya ve 18 Agustos'da Mohaç ovasına ulaştı. Szapolyai de 6.000 Macar askeri ile orduya katıldı ve burada padişahın elini öptü. Eylül'de Budin'i kuşatan Kanuni Sultan Süleyman, teslim teklifinin reddedilmesi üzerine şiddetli bir muhasara savaşına başladı. 8 Eylül'de Budin kalesinin kapılarından biri ele geçirilip genel hücum başlatılınca, ümit kalmadığını anlayan müdâfiler, hayatlarına dokunulmamak şartıyla kaleyi teslim ettiler. Kısa zamanda gösterilen bu muvaffakiyet karşısında, Osmanli hâkimiyetine daha fazla karşı duramayacağını anlayan Boğdan voyvodasi IV. Petru Rareş de ordugâha gelerek bir tâbiiyyet antlaşması imzaladı. Elbasan sancakbeyi Hasan Bey'i Budin'de muhafız bırakan Kanunî, 12 Eylül'de Macar taht şehrinden ayrılıp Viyana üzerine yürüdü. Bu arada Ferdinand'in adamları tarafından kaçırılmak üzereyken İzvornik sancakbeyi Sultanzâde Bâli Bey'in ele geçirdiği Macar kraliyet tacı, yeniçeri sekbanbaşısı tarafından Szapolyai'ye giydirildi. Budin kalesinin fethinden sonra Osmanlı Ordusu Avusturya üzerine yürüdü. Kanunî Sultan Süleyman, 22 Eylül'de Avusturya sınırını geçti. Ertesi gün Bâli Bey'in kardeşi Semendire sancakbeyi Sultanzâde Mehmed Bey, Alman öncü kuvvetlerinin büyük bir kısmını Viyana'nın on beş kilometre güneydoğusundaki Bruck kasabası yakınlarında imha etti. Esir edilen Alman kuvvetleri komutanı Christophe Von Zedlitz ve altı general Sultan'a gönderildi. 27 Eylül'de Viyana önlerine gelen ordu, Avusturya Arşidüklüğü'nün başkentini kuşatmaya başladı. Kanunî Sultan Süleyman, 120.000 kişilik bir orduyla Budin'den ayrılıp Viyana üzerine yürüdüğü haberi duyulunca, sadece Avusturya ve Almanya'da değil, bütün Avrupa'da bir korku başlamış, Osmanlı ilerlemesi karşısında, o sırada had safhada olan mezhep mücâdeleleri bile bir tarafa bırakılarak, Viyana'ya yardım seferi başlatılmış ve Avrupa'nın her yerinden muhtelif milletlere mensup yardım kuvveti gelmeye başlamıştı. Kuşatmadan biraz evvel bu kuvvetlerin büyük bir kısmı kaleye yerleşmişti. Ferdinand şehri terk ederek kaçmış, yerine ihtiyar ve tecrübeli bir asker olan Kont Nicolos Von Salm'i kale komutanı olarak bırakmıştı. Savunma hazırlıklarına baslayan Kont Salm de, Türk ordusu gelmeden Viyana yakınlarındaki mahalleleri tamamen yakıp yıkmış, birinci istihkâm hattından yirmi adım içeride ikinci bir istihkâm inşâ etmiş, Tuna sahillerine kazıklar diktirerek müdâfaa için gerekli tedbirleri almıştı. Osmanlı humbaracılarının yakıcı tesirlerinden korunmak için evlerin ahşap çatılarını yıktırmış, top güllelerinin tesirini azaltmak için de, sokakların kaldırımlarını söktürmüştü. Ayrıca iki ay yetecek kadar erzak temin edip, şehirdeki sivil halkı dışarı çıkarmıştı. Kaleyi muhasaraya başlayan Kanunî Sultan Süle
yman, on yedi gün boyunca döverek, şehrin surlarını iyice tahrip etmişti. Bu sırada bir Osmanlı güllesinin isabetiyle kale komutanı Kont Salm de ölmüştü. Bununla birlikte kuşatma uzuyor; kış aylarının tahrip edici etkisi ve beklenen top mühimmatının gecikmesi Osmanlı ordusu için kuşatma şartlarını zorlaştırıyordu. Çevreden aldığı istihbaratlar sonunda Viyana'ya yüz elli kilometre uzaktaki Linz'de bir Alman ordusunun toplandığı anlaşılınca, Kanunî, orduya muhasarayı kaldırma emrini verdi. Aynı zamanda çeşitli beyler kumandasındaki akıncı kuvvetlerini akına göndererek, Avusturya, Güney Almanya (Bavyera), Moravya, Bohemya, Yukarı Macaristan (şimdiki Slovakya), Silezya ve Slovenya gibi Habsburg'lara bağlı ülkelerde saldırılar düzenletti. 16 Ekim'de Viyana önlerinden hareket eden ordu-yı hümâyûn, 25 Ekim'de Budin'e, 16 Aralık'ta da İstanbul'a döndü. Teleskop Teleskop, uzaydan gelen her türlü radyasyonu alıp görüntüleyen astronomların kullandığı, bir rasathane cihazıdır. 1608 yılında Hans Lippershey (Hollandalı gözlük üreticisi) tarafından icat edilmiş, 1609 yılında Galileo Galilei tarafından ilk defa, gökyüzü gözlemleri yapmakta kullanılmıştır. Uzaydaki cisimlerden yansıyarak veya doğrudan doğruya gelen, gözle görülen ışık, ultraviyole ışınlar, kızılötesi ışınlar, röntgen ışınları, radyo dalgaları gibi her türlü elektromanyetik yayınlar kainat hakkında bilgi toplamak için çok lüzumlu delillerdir. Bu deliller ya klasik manada optik teleskoplarla veya çok daha modern radyo teleskoplarla incelenir. Teleskop yapı olarak objektif, oküler ve bu mercekleri muhafaza eden bir tüpten meydana gelmiştir. Objektif cinsine göre iki tür teleskop vardır. Uzaydan gelen ışıklar teleskop içinde bir aynaya çarpıp, prizmadan geçtikten sonra göze geliyorsa bu türe "yansıtıcı teleskop" denir. Uzaydan gelen ışıklar merceklerden doğrudan geçip göze geliyorsa bu türe de "kırıcı teleskop" adı verilir. Teleskobun gücü, topladığı ışık miktarıyla orantılıdır. Teleskobun objektif çapı büyüdükçe ışık toplama kabiliyeti artar. Mesela, 50 mm çaplı bir teleskop 5 mm çaplı gözbebeğine oranla (50/5)² veya 100 kat daha çok ışık toplar. Teleskoplarda yansıma kayıpları olabileceği için bu miktar yüzde on kadar azalır. Astronomlar parlaklık farklarını logaritmik artan değerler şeklinde tarif etmişlerdir. Parlaklıktaki 100 kat fark, teleskop skalasında 5 değeriyle görülür. Karanlık gecede insan gözü ışık şiddeti 5 değerli yıldızı görebilir. Kaliforniya'daki Palomar Dağında bulunan Hale Teleskobu objektif çapı 5,1 metredir. Bu teleskop göze nazaran bir milyon kat ışık toplar. Teleskopta teşekkül eden görüntünün netliği atmosferin menfi yönde etkisine bağlı olarak değişir. Teleskoptaki kararlılık 2 yay saniyesi için geçerlidir. Atmosfer şartları, bazen bu açıyı 0,25 yay saniyeye kadar düşürür. Bu durumda inceleme yapılan yıldız değil de yakınındaki yıldıza ait görüntüler kaydedilebilir. Teleskopta görülebilecek bir cisim aşağıdaki formülle ifade edilir: λ radyasyonun dalga boyu ve "a" teleskop objektif açıklığıdır. Teleskopun görevleri; radyasyon toplama, çözümleme ve büyültmedir. En önemli görevi ise radyasyon toplamadır. Teleskopta apertür adı verilen mercek ya da objektif aynasının ışık toplama yüzeyi arttıkça ışık toplama gücü de artar. Gök cismini inceleyen teleskobun dünya dönüşünü takip edecek yukarı aşağı ve yana hareket etmesi için takip düzenleri vardır. Hareketlerin çok hassas olması gerekir. Atmosfer etkilerinin de hesaba katılarak teleskop konumuna hareket verilir. Teleskop hareketleri modern teleskoplarda elektronik devreler ve bilgisayar yardımıyla yürütülür. Dünyadaki en büyük yansıtıcı teleskop, Hawai'deki Keck Observatory'de bulunan Manua Kea teleskopdur. Burada çapları 10 m olan, her biri 36 adet altıgen şekle sahip olan, bilgisayar-kontrollü aynaya sahip ve büyük bir yansıtıcı yüzey oluşturmak amacıyla birlikte çalışan iki tane teleskop vardır. Dünyadaki en büyük kırıcı teleskop ise Wisconsin'deki Yerkes Observatory de bulunan yalnızca 1 m'lik bir çapa sahip Williams Bay'dır. Dünyamızda insanlar tarafından en çok bilinen teleskop ise Hubble Uzay Teleskobudur Radyo teleskopları, yapı itibarıyla optik teleskoplara benzer. Uzaydan gelen elektromanyetik yayınları alabilmek için 100 metre çapında antenler kullanılır. Anten, ışığın ayna vasıtasıyla odaklanması biçiminde elektromanyetik yayını, odakları ve çok hassas radyo alıcılarında yükseltilerek incelenmesine imkân tanır. 1983 sonlarında uzay bilim adamları uzun mesafeleri daha hassas görebilmek gayesiyle çok maksatlı uzay teleskopunu dünya etrafındaki yörüngesine oturttular. Uzay teleskopu, ışığı toparlayan 2,4 metre boyunda "Cassegrain reflektörü" yardımıyla ultraviole astronomisinde çığır açmıştır. Bu proje NASA ("National Aeronautics and Space Administration") ile ESA ("European Space Agency")'nın ortak yapımıdır. Uzay teleskobunun faaliyete geçmesiyle: Uzay teleskobu dört ana sistemden meydana gelir: Uzay mekiği aracılığıyla yörüngeye yerleştirilen uzay teleskobunun çalışma süresi 15 senedir. Her 2,5 senede bir astronomlar tarafından ara bakımlarının yapılması gerekmektedir. Büyük onarımlar için uzay mekiği aracılığıyla dünyaya geri getirmek de mümkündür. Uzay teleskobunun cihazlar bölümü ilmi araştırmaların yapılmasına yarayan 5 cins cihazdan meydana gelmiştir: Nallıhan Nallıhan, Ankara ilinin bir ilçesidir. Başkent Ankara'ya 160 km uzaklıkta, tarihi İpek Yolu üzerinde bir ilçedir.Bor madeni çıkmaktadır. Nallıhan adını; yakınından geçen Nallı Suyu ve Osmanlı vezirlerinden Nasuh Paşa'nın yaptırdığı handan alır. Nallıhan Kuş Cenneti, Hoşebe, Ilıca Şelalesi, Taptuk Emre, Bacım Sultan, Sarıyar Barajı ve Hidroelektrik Santrali, ilçenin önemli turistik yerleridir. İpek iğne oyaları ile ünlüdür. Yaprak sarma, kapama pilavı, höşmerim ve bayram çörekleri yöresel yemeklerindendir. Çayırhan ve Sarıyar adlı iki beldesi bulunmaktaydı. Beldeler 6360 sayılı kanun kapsamında, mahalleye dönüşmüştür. İlçede domates ve biber başlıca geçim kaynaklarındandır. Mikroiklima özelliğinden dolayı pirinç yetiştirilebilmekteydi. iklimsel değişimle birlikte zamanla patatese yönelinmiş ancak beklenen verim alınamayınca fasulye ve domates ekimi yaygınlaşmıştır. Avcılık için uygun arazisi ve çeşitli av hayvanları bulunmaktadır. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 67mahalleden oluşmaktadır. Nallıhan ilçesinde kullanılan Türk şivesinin Batı Anadolu ağızları içindeki konumu Prof. Dr. Leyla Karahan'ın "Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması" (Türk Dil Kurumu yayınları: 630, Ankara 1996) adlı çalışmasına göre şöyledir: Tengri Tengri, Eski Türkçede "Tanrı, Gökyüzü"; Eski Türklerin ve Moğolların inancı Tengricilikte "Gök Tanrı" ("Kök Tengri") ya da Gök'ün yüce tini (ruhu) dir. Aynı zamanda Orhun Yazıtları'nda ilk çözümlenen sözcük olup yazılışı "" şeklindedir. Yer Tengri Gök Tengri'nin torunu, Kayra Han'ın oğlu, Ülgen'in kardeşi ve Erlik'in amcası. Gök Tengri ise Kayra Han'ın babası, Yer Tengri'nin dedesi, Ülgen'in dedesi ve Erlik'in büyük dedesi Tengri, "kişiselleştirilmeyen Gök Tanrısı", "ya da Gök'ün tanrısal yüce tini(ruhu)". Tengricilik inancına göre doğadaki tüm nesneler birer tine sahiptir (Animizm). Tengri bunların en yücesi, en büyükleridir. İklim doğrudan Tengri'nin isteğine göre değişir. Tengri, acunda(dünyada) dengenin yaratıcısı ve koruyucusudur ve iklimlerin doğal süreçleri, iklimlerin devinimleri onun tarafından sağlanır. Diğer tanrısal varlıklar Tengrici toplumların mitolojilerinde ve kamlarının dualarında insanlara benzer kişiselleştirilmiş bir şekilde tarif edilir; ama Tengri kişiselleştirilmez; sadece zamansız ve sonsuz mavi Gök olarak anılır("Kök" = mavi, "Tengri"= Gökyüzü ; daha sonraları mavi renginden dolayı Gökyüzü'ne de Kök/Gök denilmiştir.). Tarihte Moğolistan'ın birleştiricisi Cengiz Han, gücünü Tengri'den bir vekilliğe dayandırıyordu ve bütün fermanlarını ""Sonsuz Gök'ün dileğiyle..."" sözleriyle başlatırdı. Gök Babasına zamansız ve sonsuz gök olarak tapılırdı. Her ne kadar iki oğlu olduğu söylense de (Ülgen ve Erlik), bir kişi olarak görülmezdi. Ama kutsal görülen Gök'ün Adı ""Tengri""yi Doğadaki başka nesnelerle bağlantılı bir şekilde karşılaşmak ta mümkündür; mesela Tengri Dağ, Tengri Göl. Çünkü "Tengri" ayrıca bir "ruh kategorisi" nin de isimiydi; Gök'e bağlı doğa tinleri. Rafael Bezertinov, ""Tengrianizm:Türklerin ve Moğolların Dini"" Adlı Kitabında Türklerde 17 ve Moğollarda 99 Gök Ruhu, 77 Yer Su Ruhlarına denk olduğunu öne sürüyor. Ama asıl Göktanrı'yı, Tengri'yi, bunlarla karıştırmamak gerekir. Çünkü Tengricilik'de tek bir yaratıcı vardır ve O'nun yardımcısı, eşi ya da kocası yoktur. "Tengri tektir". Orta Asya'nın uçsuz bucaksız bozkırlarında yaşayan Eski Türklerin inancı, Gök Tanrı = Kök Tengri inancıdır. Eski Türkçede Tanrı sözcüğü Tengri biçiminde söylenirdi (ayrıca Tengri sözcüğü, gök anlamına da gelirdi). Eskiden Kök olarak söylenen gök sözcüğünün ise Eski Türkçede üç anlamı vardı: Biri bugünkü kullandığımız anlamı ile gök, gökyüzü; biri, yine bugünkü kullandığımız anlamı ile mavi renk; biri de, bugün kullanmadığımız anlamı ile ulu, yüce, kutsal. İşte Kök Tengri/Gök Tanrı deyiminde geçen kök/gök sözünün taşıdığı anlam ulu, yüce, kutsal'dır. Buna bağlı olarak da, Kök Tengri/Gök Tanrı deyimi Ulu Tanrı, Yüce Tanrı anlamlarına gelir. Söz konusu olan tek bir yaratıcı Tanrı ve bu tek Tanrı'ya yapılan saygı dolu bir sesleniştir. Zaten Eski Türklerin kendi öz inançları, tek tanrıcılığa dayanır.Tarihin hiçbir döneminde Türklerin öz dininde birden çok Tanrı olmamıştır. Bugüne değin yapılan arkeolojik araştırmalar da bunu desteklemektedir. Eski Türklerden kalan arkeolojik buluntularda tanrı yontularına ve putlara rastlanmamıştır. Tabii ki, inanç değiştirip de başka inançlara geçen ve Eski Türklerin budunsal(milli) inancı olan Gök Tanrı inancından ayrılanlardan kalan put ve tanrı yontuları konu dışıdır. Çünkü bu ürünler, Gök Tanrı inancının kapsamı dışında oluşturulmuş nesnelerdir. Putçulukta putların, temsil ettikler
i varlıkların manevi gücü ile dolu olduklarına inanılır; ama, Eski Türklerde manevi gücün biricik kaynağı Tanrı'dır. Eski Türkler, tüm evreni içeren tek ve ulu yaratıcı Gök Tanrı'nın yontusunu hiçbir zaman yapmamışlardır. Konuya dilbilim açısından bakarsak da aynı sonuca ulaşırız. Eski Türklerden kalmış yazılı eserlerde, Tengri/Tanrı kelimesinin çoğul ekinin getirilmeden hep tekil biçimde kullanıldığı görülür. Çünkü, Eski Türk düşüncesinde Tanrı tektir ve birden çok Tanrı olduğu düşünülemez; buna bağlı olarak da Tanrı'lar/Tengri'ler kelimeleri Türk kültüründe yer almamıştır. Konuya tarihi ve yaşanmış bir kanıt olarak İbn-i Fadlan'ın anlattıkları gösterilebilir. İbn-i Fadlan 10. yüzyılda Oğuz Türklerini halifenin elçisi sıfatıyla ziyaret eder. Daha o zaman Türkler Müslüman değildi. İbn-i Fadlan'ın anlattığına göre, o çağlarda Türkler haksızlığa uğradıklarında ya da bir zorlukla karşılaştıklarında başlarını yukarı kaldırıp Bir Tengri demektedirler. İlginçtir ki aynı gelenek bugün de sürmektedir. Bugün de Türkler haksızlığa uğradıklarında benzer biçimde, "Yukarıda Allah Var" derler. Ayrıca Ebu Dülef'de (10. yüzyıl) Oğuzlarda put bulunmadığını kaydetmektedir. 13. yüzyıl Uygur Türkleri de Tanrı'nın, insan ya da başka herhangi bir varlık biçiminde tasvir edilemeyeceğini söylemekte idiler. Bunlardan dolayı, Eski ve milli Türk inancında putçuluk yer almamış, putları korumaya yönelik tapınaklar da yapılmamıştır. Gök Tanrı'nın özelliklerinden söz etmek gerekirse şunlar söylenebilir: Öncelikle tektir, eşi ve benzeri yoktur. Yaratıcıdır; bilinen ve bilinmeyen her şeyi O yaratmıştır. Savaşlarda Tanrı'nın iradesi ile zafere ulaşılır. Buyurur, iradesine uymayanları cezalandırır. İnsanlara kut ve ülüg (kısmet) bağışlar ama bunları layık olmayanlardan geri alır. Canlılara yaşam verir. Ölüm onun iradesine bağlıdır. Varlıklara yaşam verdiği gibi, dilediğinde de onu geri alır. Geç devirlerde Türkler arasında yayılan şamanlık Türklerin Gök Tanrı inancına dokunamamıştır. Şamanizm hakkında araştırmaları bulunan M. Eliade, Ulu Tanrı söz konusu olduğunda şamanlığın adeta sırıttığını söyler. Yakut Türkleri'nde Gök Tanrı kavramının karşılığı olan Tangara Kayra Han ile şaman pek meşgul olmaz. Zaten şamanlık, Eski Türklerin dini değildir. Türkoloji ile ilgili araştırmaların Altay Türkleri arasında başlamasından ve Altay Türkleri'nin de şaman olmasından dolayı şamanlık, Türklerin eski ve esas dini sayılmıştır ama Altay Türkleri'nin yoğun dış etkiler yaşadığı ve Eski Türklerde şamanizmin bir din inancı olarak yer almadığı göz ardı edilmektedir. Gök Tanrı inancının esasları, eski Çin ve başka kayıtlardan, Orhun Yazıtları ile öteki Eski Türkçe belgelerden az çok belirlenebilmektedir. Büyük Hun İmparatorluğu Kağanı Oğuz Han (Mete), M.Ö. 176 yılında Çin imparatoruna göndermiş olduğu mektubunda kendisini tahta Gök Tanrı'nın çıkardığını, zaferlerini Gök Tanrı'nın yardımıyla kazandığını belirtmektedir. Yine Büyük Hun İmparatorluğu kağanlarından olan Künçin (M.Ö. 160-126), M.Ö. 133'te Çin imparatorunun Ma-i'de kendisine hazırladığı tuzaktan kurtulunca "Tanrı takdir buyurduğu için kendini koruyabildiğini" söylemiş, bir başka başarısının ardından da "Başarısının Tanrı'nın işi" olduğunu belirtmiştir. 328 yılında başka bir Türk hükümdarı kazandığı zafer üzerine kollarını göğe kaldırarak " "Ey Gök Tanrı, Sana şükürler olsun" " diyerek Tanrı'ya şükretmiştir. Batı Avar Kağanı da, Bizans ile yaptığı bir antlaşmada Gök Tanrı adına and içmiştir. Göktürklerin savaştan önce zafer için Tanrı'ya dua ettiklerini belirten Çin kaynaklarına göre, Tardu Kağan 590 yılında bir savaştan önce atından inerek Tanrı'ya yakarmıştır. Göktürklerden kalan Orhun Anıtları'na göre Tanrı, evrenin ilk nedenidir, yani yaratıcısıdır. Göktürklerin bir kağanlık kurması O'nun isteği ile olmuş, Türk milletine kağanını O vermiştir. Yani, yazıtlara göre Tanrı, Türk milletinin yaşamı ile yakından ilgilenmektedir. Türklerde Gök Tanrı'nın çok eski çağlardan beri tek bir ulu varlığı temsil ettiğine dair birçok kanıt vardır. Tanrı, Eski Türklerde manevi tek büyük kudret idi. Bizanslı tarihçi Simokattes, Göktürklerin yir-sub'lara (yer-su'lar; ırmak, dağ, orman vb doğa varlıkları) saygı gösterdiklerini ama yalnızca yerin göğün yaratıcısı bildikleri tek bir Tanrı'ya taptıklarını bildirmektedir. 790 yıllarında Tiflis'li St. Abo, Hazar Türkleri'nin tek bir yaratıcı Tanrı tanıdıklarını söylemiştir. Yine Hazar İmparatorluğu'nun kağanı, Hıristiyanların teslis'e (Tanrı'yı üçleme) inanmalarına karşın kendilerinin tek bir Tanrı'ya inandıklarını kaydetmiştir. "Tanrı" sözcüğü, bütün Türk şive ve lehçelerinde ortak olarak vardır. Türkçenin temel sözcüklerindendir. M.Ö.'ki Çin yıllığı Shi-ki'de, Büyük Hun İmparatorluğu Kağanı Oğuz Han (Mete) nedeni ile anılan Türkçe Tengri/Tanrı sözcüğü Çince'ye "T'ien" olarak geçmiştir (Çinliler, Orta Asya'daki Tanrı Dağları'na bu yüzden T'ien-Şan derler). En aşağı 2500 yıllık bir geçmişi olan öz Türkçe Tanrı kelimesi, Moğolca ile birlikte kimi Asya dillerine de yerleşmiştir. Ayrıca Eski Sümer dilinde Tanrı kavramının karşılığı olarak kullanılan Dingir/Tingir sözcüğünün de Tengri sözcüğü ile bağlantısı olmalıdır. Eski Türklerde Gök Tanrı'ya kurban olarak hayvan kesilirdi. Kurban olarak koç ve aygır geçerliydi. Türklerde insan kurban etme gibi vahşi uygulamalar bulunmadığı gibi, egemen oldukları yerlerde de bu gelenekleri kaldırmağa çalışmışlardır. En makbul kurban olan at kemiklerine Eski Türk mezarlarında sıkça rastlanır. 1) İlkbaharda kağan ve ülke ileri gelenlerinin de katılımı ile ata mağarasında yapılırdı. Bu mağara, Bozkurt/Ergenekon Destanı'ndaki Bozkurt'un son yaralı Türk'ü kaçırıp saklamış olduğu mağaradır. Bu mağara kesin olmayan tahminlere göre Turfan (Kao-çang) Dağları'nın (Altaylarda) kuzeyindedir. Burada ataların ruhuna kurbanlar kesilirdi. 2) Haziran ayında Tamır ya da Ongin ırmaklarının kıyısında Gök Tanrı adına yapılırdı. Bu törende tek yaratıcı olarak düşünülen Gök Tanrı'ya aygır kurban edilirdi. 3) Güzün Tailin'de, kutsal sayılan yir-sub'lar (yer-sular; doğa varlıkları, bir tür ermiş, evliya inancı) için yapılırdı. Kâşgarlı Mahmud'un ünlü eseri Divân-ı Lügati't-Türk'de "Tenğri" üç anlamlıdır, bunlar: Hiçbir kam, ritüel Gök Baba'ya, Toprak Ana'ya ve atalara atfetmeden başlamaz. Tengri'nin varlığı, günlük faaliyetlerde evrenin dengesiyle kişisel yaşamın ilintili oluşu açışında hep anılır. Yeni bir şişe içki açıldığında, üsten bir kısım alınıp bir kaba konulur, sonra da dışarıya çıkarılarak Gök Baba'ya, Toprak Ana'ya ve atalara sunulur. "Tsatsah" olarak bilinen bu ritüel, Moğolistan ve Sibirya dininde hâlâ önemli bir yer işgal eder. Ev hanımları ayrıca aynı şekilde süt ve çay sunarlar, "ger" 'in etrafında yürürler ve sıvıyı üç kez dört yöne serperler. Tengri'nin kaderi tayin etmekteki rolü günlük konuşmalarda (mogol.) "Tengeriin boşig" (Gök'ün takdiri) gibi sözlerle sürekli anılır. Kadınların, mutfağı ve mutfak eşyalarını temiz tutmaları tembih edilir, çünkü onların kirlenmesine meydan vermek Tengri'ye hakaret addedilir. Bayramlarda ve dağ ruhlarına kurban verildiğinde Tengri'ye adaklar verilir ve dua edilir. Ayrıca kişiye özel bir ritüel olarak acil durumlarda Tengri'ye yapılan özel bir kurban vardır. Yağmur yapma ritüelleri doğrudan Tengri'ye hitap etmektedir ve Tengri ile dağ ruhlarına adanmış "Oba"larda gerçekleşir. Herkesin Tengri'ye yardım için başvurma hakkı vardır, ancak bir felaket veya güçlü bir ruhun müdahalesiyle denge bozulmuşsa, hastasının Tengri ile bağlantısını veya evrendeki dengeyi tekrar tesis etmek üzere şaman, ruhların gücünü kullanır. Yakut dilinde "Tangara"; Kuman dilinde "Tengre"; Karaim dilinde "Tangrı"; Çuvaş Türkçesinde "Tura"; Hakas dilinde "Tigir"; Tuva Türkçesinde "Deer"; Kırgız-Kazak Türkçesinde "Tengri"; Tatar dilinde "Tengre"; Karaçay-Malkar Türkçesinde "Teyri"; Azerbaycan Türkçesinde "Tarı/Tanrı"; Türkiye Türkçesinde "Tanrı" olarak kullanılması bile bu kelimelerin ifade ettiği kavramın Türk halkları arasındaki ortak kullanımının işaretidir. Ünlü Arap gezgin İbn Fadlan’ın naklettiğine göre o sıralarda İslâm’a henüz girmiş olan Oğuz Türkleri herhangi bir zorluk ile karşılaştıklarında bakışlarını gökyüzüne yöneltip “Bir Tengri.” derlermiş. Başta Kaşgarlı Mahmud olmak üzere İslami dönemin tüm yazarları Allah kasdıyla “Tengri” ismini kullandıkları gibi bütün kaynaklarda her işe; söze kutlu bir nitelik kazandırmak kasdıyla ilk önce “Ulu Tengri’nin adı” anıldıktan sonra başlanması gerektiğini bildirmişlerdir. Türk tasavvuf tarihinin öncü ismi Ahmed Yesevi de Divan-ı Hikmet adı ile bir araya getirilen "hikmet" adlı şiirlerinin 12'sinde halk arasında o devirde yaygın olarak kullanılan Tanrı kelimeyisini asıl şekliyle "Tengri" olarak kullanmaktadır. Anadolu tasavvufunun en önemli isimilerinden olan Yunus Emre ( XIII.yy.) ve Niyazi Mısri de şiirlerinde "Tengri" anlamında "Tanrı" ve eşdeğeri olarak da "Çalab" kelimesini kullanmışlardır. Oğuzlar'ın İslâmiyet'e yeni geçtikleri dönemden kalma Dede Korkut Kitabında, Allah'ın adı sık sık ""Allah-Tengri"" olarak verilmiştir. Apple Apple Inc. ya da eski adıyla Apple Computer, Inc., merkezi Cupertino'da bulunan; tüketici elektroniği, bilgisayar yazılımı ve kişisel bilgisayar tasarlayan, geliştiren ve satan Amerikan çok uluslu şirkettir. En bilinen donanım ürünleri Mac serisi bilgisayarlar, iPod müzik çalar, iPhone akıllı telefon, iPad tablet bilgisayar ve Apple Watch adlı akıllı saattir. Yazılımları arasında ise OS X ve iOS işletim sistemleri, iTunes medya tarayıcısı, Safari internet tarayıcısı ile iLife ve iWork paketleri yer almaktadır. Şirket 1 Nisan 1976 yılında kurulmuş ve 3 Ocak 1977’de Apple Computer, Inc. adıyla anonim şirket haline gelmiştir. İsminde yer alan "Computer" (Bilgisayar) kelimesi 9 Ocak 2007'de iPhone tanıtımıyla birlikte tüketici elektroniğine yönelimlerini yansıtması amacıyla kaldırılmıştır. Apple, Samsung Electronics'den sonra ciro açısından dünyanın en büyük ikinci bilgi teknolojileri şirketi; Samsung ve Nokia'dan sonra da dünyanın en büyük üç
üncü cep telefonu üreticisidir. Fortune dergisi Apple'ı, 2008 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde ve 2008 yılından 2012 yılına kadar dünya çapında en çok rağbet gören şirket olarak nitelendirmiştir. 2012 Kasım ayı itibarıyla Apple'ın App Store ve iTunes Store online mağazalarına ek olarak 14 farklı ülkede 394 perakende satış mağazası bulunmaktadır. Borsa değeri açısından Apple 2012'nin Eylül ayından itibaren Dünyanın en değerli şirketi olmuştur. 29 Eylül 2012 tarihi itibarıyla şirkette dünya çapında 72.800 devamlı tam zamanlı çalışan işçi ile 3,300 geçici tam zamanlı işçi çalışmaktadır. 2015'in Nisan ayından itibaren dünya çapındaki yıllık geliri toplamda 130,28 milyar dolardır. 2013 yılının Mayıs ayında Apple geçen yıla göre 11 numara yükselerek Fortune 500 listesinde 6. sırayla ilk kez ilk onda yer almıştır. Türkiye'deki distribütörlüğünü Bilkom ve INDEX Bilgisayar yönetmektedir. Apple, 1 Nisan 1976 yılında Steve Jobs, Steve Wozniak ve Ronald Wayne tarafından Apple I kişisel bilgisayar kitini satmak amacıyla kuruldu. Wozniak kitleri kendisi üretti ve Apple I ilk kez Homebrew Computer Club’da görücüye çıktı. Apple I; günümüzde kişisel bilgisayar olarak kabul edilen cihazlardan daha basit şekilde anakart (CPU, RAM ve basit metin tabanlı ekran çipi ile birlikte) olarak satılmaktaydı. 1976 yılının Temmuz ayında 666.66 dolar (2013 yılına göre 2,690 dolar) fiyat etiketiyle Apple I satışa sunuldu. Apple, 3 Ocak 1977’de Jobs ve Wozniak'a hisselerini 800 dolara sattığı için Wayne olmadan şirketleşti. Şirketleşme sürecinde temel iş deneyimini ve 250.000 dolar ile sermayeyi Mike Markkula sağladı. Apple II, 16 Nisan 1977'de West Coast Computer Faire’de() tanıtıldı. Karakter hücre tabanlı renkli grafikleri ve açık mimarisi ile rakipleri TRS-80 ve Commodore PET’den farklı özelliklere sahipti. İlk modellerde depolama birimi olarak kullanılan kaset bantlar 5 1/4 inch disket sürücüsü olan Disk II’nun tanıtımı ile birlikte kullanımdan kalktı. Apple II, VisiCalc hesap tablosu programı ile iş dünyasının ilk "killer app"’inin masaüstü platformu olmuştur. VisiCalc, Apple II için bir iş pazarı yarattı ve ofise uyumlu olduğundan ev kullanıcılarına bilgisayar satın alma konusunda fazladan bir sebep verdi. Apple, VisiCalc’dan önce Commodore ve Tandy’nin ardından üçüncü sırada yer almaktaydı. 1970’li yılların sonlarına doğru Apple, bilgisayar tasarımı ve üretim hattı konularında elemana sahipti. 1980 yılının Mayıs ayında IBM ve Microsoft ile rekabet etmek amacıyla Apple III tanıtıldı. Jobs ve Jef Raskin’in de içinde bulunduğu bir grup Apple çalışanı 1979 yılının Aralık ayında Xerox Alto’yu görmek amacıyla Xerox PARC’ı ziyaret etti. Xerox, Apple mühendislerine halka arz öncesi 10 dolarlık fiyattan 100,000 hisse karşılığında üç gün boyunca tüm PARC tesislerine giriş izni verdi. Jobs, gelecekteki bilgisayarların tümünde grafiksel kullanıcı arayüzü (GUI) kullanılacağının farkına vardı ve Apple Lisa için GUI geliştirilmeye başlandı. 12 Aralık 1980’de Apple, 1956 yılında Ford Motor Company’nin halka arzından daha çok sermaye ve tarihteki diğer şirketlerden daha fazla milyoner (300’e yakın) yaratarak hisse başına 22 dolardan halka arz edildi. Steve Jobs, 1978 yılında Apple Lisa projesi üzerinde çalışmaya başladı fakat ekip ile arasındaki uyuşmazlıklar nedeniyle 1982’de Jef Raskin’in düşük bütçeli bilgisayar projesi olan Macintosh’ı üstlendi. Bunun üzerine Lisa ve Macintosh ekipleri arasında hangi ürünün daha önce piyasaya çıkacağına dair bir yarış başladı. Yarışı 1983 yılında Lisa ekibi kazandı ve halka satılan GUI’a sahip ilk bilgisayar Lisa oldu. Fakat yüksek fiyat etiketi ve az sayıdaki yazılımı nedeniyle başarılı olamadı. 1984 yılında Apple Macintosh’ı piyasaya sürdü ve 1.5 milyon dolar bütçeli ünlü "1984" televizyon reklamı ile tanıtımı yapıldı. Ridley Scott tarafından yönetilen reklam 22 Ocak 1984’de Super Bowl XVIII’ın üçüncü çeyreğinde yayımlandı. Bu olay günümüzde Apple’ın başarısının kırılma noktası olarak değerlendirilmekte ve ustalıkla yapılmış bir iş olduğu belirtilmektedir. Macintosh’ın satışları başlangıçta iyiydi fakat yüksek fiyatı ve az sayıdaki yazılımı nedeniyle sonraki satışlar daha iyi olmadı. Ürünün kaderi makul bir fiyata satılan ilk PostScript lazer yazıcı olan LaserWriter’ın tanıtımı ve erken dönem masaüstü yayıncılık paketi PageMaker ile değişti. Bu üç ürünün birleşimi masaüstü yayıncılığı pazarının doğmasını sağladı. Mac, kullandığı GUI için geliştirilen grafik kapasitesi sayesinde masaüstü yayıncılığı alanında oldukça güçlüydü. 1985 yılına gelindiğinde iki yıl önce göreve başlayan CEO John Sculley ile Jobs arasında bir iktidar mücadelesi başladı. Apple yönetim kurulu Sculley’ye Jobs’ı frenlemesi ve test edilmemiş ürünlere pahalı yatırımlar yapabilme imkanını kısıtlaması yönünde talimat verdi. Jobs bu talimata uymak yerine Sculley’nin liderlik rolünü elinden almayı denedi fakat Sculley "darbe girişimi"nin farkına vararak yönetim kurulunu toplantıya çağırdı. Toplantıda kurul Sculley’ye destek verdi ve Jobs’ın yönetim yetkileri elinden alındı. Aynı yıl Jobs Apple’dan istifa ederek NeXT Inc.’i kurdu. 1989 yılında tanıtılan Macintosh Portable, 7.5 kilogramlık ağırlığı ve 12 saatlik pil ömrü ile Macintosh’ın masaüstü versiyonu kadar güçlü olacak şekilde tasarlanmıştı. Macintosh Portable’dan sonra Apple 1991 yılında PowerBook’un tanıtımını yaptı. Aynı yıl, arayüze renk ekleyen ve yeni ağ becerilerine sahip olan System 7 yükseltmesi de tanıtıldı. Bu yükseltme 2001 yılına kadar Mac OS’in mimari yapısını oluşturdu. Powerbook ve diğer ürünlerin başarısı cironun artışını da beraberinde getirdi. Apple yeni ürünler tanıtarak ve karını yükselterek bir süre iyi işler yaptı. "MacAddict" dergisi 1989 ile 1991 yılları arasındaki bu dönemi Macintosh’ın "ilk altın çağı" olarak nitelendirmiştir. Macintosh LC’nin başarısının ardından Apple, Centris, Quadra ve Performa serilerini piyasaya sürdü. Sears, Price Club ve Wal-Mart gibi çeşitli tüketici pazarlarıyla rekabetten kaçınmak için çok sayıda şekil ve yazılım paketiyle piyasaya sürülen modeller tüketicilerin modeller arasındaki farklılıkları anlamasını zorlaştırdı ve kafa karışıklığı yarattı. Bu süreçte Apple, dijital kamera, taşınabilir CD çalar, hoparlör, oyun konsolu ve TV aksesuarı gibi tüketici odaklı ürünlerde başarısız denemeler yaptı. Apple, alt uç Macintosh modellerinin satışlarını düşüren Apple II serisinin üretim için çok maliyetli olduğunu gördü. 1990 yılında Apple II kullanıcılarını Macintosh platformuna çekmek amacıyla Apple IIe Card için tek genişletme yuvası bulunan Macintosh LC’yi tanıttı. Apple, Apple IIe satışlarına 1993 yılında son verdi. Apple, iyi mühendisliğe sahip fakat pahalı yazılımlar üretirken Microsoft, Windows ile düşük fiyatlı kişisel bilgisayarlara yönelik yazılımlar üretmeye odaklanarak pazar payını artırmaya devam etti. Apple yüksek kar marjlarına güvenerek açık bir karşılık geliştirmedi. Bunun yerine Microsoft’a karşı Apple Lisa’da kullanılana benzer grafiksel kullanıcı arayüzü kullandıkları gerekçesiyle Apple Computer, Inc. v. Microsoft Corporation davasını açtı. Dava reddedilinceye dek birkaç yıl devam etti. Aynı zamanda büyük ürün başarısızlıkları ile kaçırılan son teslim tarihleri Apple’ın itibarını sarstı ve CEO olan Sculley’nin yerine Michael Spindler getirildi. 1990’lı yılların başında Apple, Macintosh için A/UX gibi alternatif platformlar geliştiriyordu. Ayrıca sadece Mac için America Online işbirliğiyle geliştirilen ve CompuServe gibi çevrimiçi servislerin Mac’e uyumlu alternatifi olması amacıyla tasarlanan eWorld adında çevrimiçi portal oluşturmaya çalışıyordu. Macintosh platformu çoklu göreve uygun olmaması ve bazı önemli yazılım yordamlarının doğrudan donanıma programlanması nedeniyle güncelliğini yitirmişti. Bununla birlikte Apple, Sun Microsystems gibi OS/2 ve UNIX sağlayıcılarıyla rekabet içerisindeydi. Macintosh’ın yeni bir platformla değiştirilmeye ya da daha güçlü donanım ile çalışacak şekilde yeniden biçimlendirilmeye ihtiyacı vardı. 1994 yılında Apple, IBM ve Motorola ile AIM ittifakını oluşturdu. Amaçları Apple yazılımıyla bağlı, IBM ve Motorola donanımı kullanan yeni bir bilgisayar platformu (PowerPC Reference Platform) yaratmaktı. AIM ittifakı, PReP’in performansı ve Apple’ın yazılımının PC’yi geride bırakacağını ve böylece Microsoft’u yok edeceğini umuyordu. Aynı yıl Apple, Motorola’nın PowerPC işlemcisini kullanacak pek çok Apple bilgisayarından ilki olan Power Macintosh’ı tanıttı. 1996 yılında CEO koltuğu Michael Spindler’dan Gil Amelio’ya geçti. Gil Amelio, geniş kapsamlı işten çıkarmalar dahil Apple’da pek çok değişiklik yaptı. İlk olarak Taligent projesi, daha sonra Copland ve Gershwin ile Mac OS’i gelişme konusundaki sayısız başarısızlıktan sonra Amelio, NeXT ve onun NeXTSTEP işletim sistemini satın alıp Steve Jobs’ı danışman olarak Apple’a geri döndürmeye karar verdi. 9 Temmuz 1997’de son üç yılın en düşük hisse senedi fiyatının görülmesi ve finansal kayıplar nedeniyle yönetim kurulu Gil Amelio’yu işten çıkardı. Jobs geçici olarak CEO oldu ve şirketin ürün grubunu yeniden oluşturmaya başladı. 1997 Macworld Expo’da Steve Jobs, Macintosh için Microsoft Office’in yeni versiyonlarını yayımlaması amacıyla Microsoft ile bir araya geleceğini duyurdu ve Microsoft, Apple’ın oy hakkı olmayan hisse senetlerine 150 milyon dolar yatırım yaptı. 10 Kasım 1997’de Apple, sipariş üzerine üretim stratejisine bağlı olan Apple Online Store’u tanıttı. 15 Ağustos 1998’de Apple, Macintosh 128K’i anımsatan yeni bilgisayarı iMac’i tanıttı. iMac tasarım ekibinin başında daha sonra iPod ve iPhone’u da tasarlayacak olan Jonathan Ive bulunuyordu. iMac, modern teknolojisi ve kendine özgü tasarımıyla ilk beş ay içerisinde yaklaşık 800.000 adet satıldı. Bu dönemde Apple, profesyonel ve bireysel odaklı dijital prodüksiyon yazılımı portföyü oluşturmak amacıyla şirketler satın aldı. 1998 yılında Macromedia'nın Final Cut yazılımını satın alarak dijital video düzenleme pazarında genişleyeceğine dair sinyaller verdi. Sonraki se
ne hem bireylere hem de profesyonellere yönelik iMovie ile 2007 yılının başlarında 800.000 kayıtlı kullanıcıya ulaşarak önemli bir video düzenleme yazılımı haline gelecek olan Final Cut Pro'yu piyasaya sürdü. 2002 yılında gelişmiş dijital kompozisyon uygulaması Shake için Nothing Real şirketi ile birlikte daha sonra bireylere yönelik GarageBand uygulamasının gelişimini sağlayacak olan müzik prodüksiyon uygulaması Logic için Emagic şirketini satın aldı. Aynı yıl iPhoto'nun yayımlanması ile birlikte iLife paketi tamamlanmış oldu. 24 Mart 2001’de OPENSTEP ve BSD Unix temelli Mac OS X, birkaç yıllık geliştirmenin ardından yayımlandı. Yeni işletim sistemi, Mac OS 9’dan geçenlere yardımcı olmak için Classic environment aracılığıyla OS 9 uygulamalarını destekliyordu. 19 Mayıs 2001’de Apple ilk resmi perakende mağazasını Virginia ve California’da açtı. 9 Temmuz’da DVD authoring şirketi Spruce Technologies’i satın aldı. 23 Ekim’de taşınabilir dijital müzik çalar iPod duyuruldu ve satışı 10 Ekim’de başladı. Çok başarılı olan ürün altı yılda 100 milyondan fazla sattı. 2003 yılında iPod ile uyumlu ve $0.99’a müzik indirme imkanı veren çevrimiçi mağaza iTunes Store tanıtıldı. Bu servis hızla çevrimiçi müzik alanında pazar lideri haline geldi ve 19 Haziran 2008’de beş milyarıncı şarkı indirildi. 2001 yılından itibaren Apple tasarım ekibi ilk kez iMac G3’de kullandıkları renkli yarı saydam plastiği gitgide terk etmeye başladı. Titanyum PowerBook ile başlayan süreç beyaz polikarbonat iBook ve iMac ile devam etti. 6 Haziran 2005’de gerçekleştirilen Worldwide Developers Conference’da Steve Jobs, 2006 yılı itibarıyla Apple'ın Intel temelli Mac bilgisayar üreteceğini duyurdu. 10 Ocak 2006’da yeni MacBook Pro ve iMac, Intel’in Core Duo işlemcisini kullanan ilk Apple bilgisayarı oldu. 7 Ağustos 2006’da Apple, tüm Mac ürünlerinde Intel’in yongalarını duyurulan tarihten bir yıl daha erken kullanmaya başladı. Geçiş sürecinde Power Mac, iBook ve PowerBook serileri üretimden kalktı; Mac Pro, MacBook ve MacBook Pro bu serilerin yerini aldı. 29 Nisan 2009’da "The Wall Street Journal" Apple’ın mikroçip tasarlamak için kendi mühendis ekibini kurduğunu duyurdu. Apple, kullanıcıların bilgisayarlarına Mac OS X yanında Windows XP ya da Windows Vista kurmalarına yardımcı olan Boot Camp yazılımını tanıttı. Apple'ın bu dönemdeki başarısı hisse senetlerine de yansıdı. 2003 yılının başı ile 2006 yılları arasında Apple’ın hisse seneti fiyatları 6 dolardan 80 doların üzerine çıkarak 10 kattan fazla artış gösterdi. Ocak 2006’da Apple’ın pazar payı Dell’i geçti. Apple, cep telefonu, taşınabilir müzik çalar ve kişisel bilgisayar alanında yenilik yapan iPhone, iPod Touch ve iPad ürünleriyle büyük başarı yakaladı. Buna ek olarak uygulama satın almak için kurduğu mağaza yeni bir iş modeli yarattı. Steve Jobs, 9 Ocak 2007 Macworld Expo konuşmasında taşınabilir elektronik cihazlara önem verilmesi ve şirketin odak noktasının artık bilgisayar sektörü olmaması nedeniyle şirketin adının Apple Computer, Inc. yerine Apple, Inc. olarak değiştirildiğini duyurdu. Aynı etkinlikte iPhone ve Apple TV’nin de tanıtımı yapıldı. İlerleyen günlerde Apple’ın hisse senedi fiyatları 97.80 dolara yükseldi ve mayıs ayında 100 dolar sınırını aştı. 6 Ocak 2007’de Apple’ın internet sitesinde yayımlanan bir makalede Steve Jobs, müzik şirketleri kabul ederse Apple’ın iTunes Store’da DRM (Dijital Haklar Yönetimi) içermeyen müzik satmak istediğini açıkladı. (Böylece şarkılar üçüncü parti oynatıcılarda da dinlenebilecekti.) 2 Nisan 2007’de Apple ve EMI birlikte açıklama yaparak mayıs ayından itibaren geçerli olmak üzere EMI kataloğunun iTunes Store’daki şarkılarından DRM teknolojisinin kaldırıldığını duyurdu. Aynı yıl içerisinde diğer müzik şirketleri de buna katıldı. Aynı yılın Temmuz ayında iPhone ve iPod Touch için üçüncü-parti uygulama satmak amacıyla App Store yayımlandı. Bir ay içerisinde 60 milyon uygulama satılması ve günlük ortalama 1 milyon dolar gelir getirmesi ile birlikte Jobs, Apple Store’un Apple için milyar dolarlık bir iş haline dönüşeceğini düşünmeye başladı. Üç ay sonra iPhone’un popülerliği ile birlikte Apple, dünyanın en büyük üçüncü mobil cihaz üreticisi haline geldi. 16 Aralık 2008’de Apple, 20 yıl boyunca katıldığı Macworld Expo’ya 2009 yılında son kez katılacağını açıkladı ve beklenenin aksine sunumu Steve Jobs yerine Phil Schiller gerçekleştirdi. 1 ay sonra 14 Ocak 2009’da şirket içi bilgi notunda Jobs, sağlığına daha çok önem verebilmek ve basının sağlığı konusunda yaptığı spekülasyonlar olmadan şirketin ürünlerine daha iyi odaklanabilmesini sağlamak amacıyla 2009 yılının sonuna kadar 6 aylığına ücretli izin kullanacağını açıkladı. Jobs’ın eksikliğine rağmen şirket 8.16 milyar dolarlık gelir ve 1.21 milyar dolarlık kar ile krizden bu yana geçirdiği en iyi çeyreği yaşadı. Yıllar süren tartışma ve dedikodulardan sonra 27 Ocak 2010’da Apple, geniş ekranlı tablet medya cihazı iPad’i tanıttı. iPhone ile aynı dokunmatik temelli işletim sistemini kullanan iPad, iPhone’un birçok uygulaması ile de uyumluydu. Bu özelliği iPad’e yayımlanmadan önce az bir geliştirme süresinin bulunmasına rağmen geniş bir uygulama kataloğuna sahip olmasını sağladı. 3 Nisan 2010’da iPad ABD’de satışa sunuldu ve aynı gün 300.000, aynı hafta ise 500.000 cihaz satıldı. Aynı yılın Mayıs ayında Apple’ın pazar payı 1989’dan beri ilk kez rakibi Microsoft’u geçti. 7 haziran 2010'da Apple; görüntülü görüşme, çoklu görev ve anten görevi gören izole edilmemiş paslanmaz çelik tasarıma sahip olan dördüncü nesil iPhone’u tanıttı. Anten tasarımı nedeniyle bazı iPhone 4 kullanıcıları telefonu belirli bir şekilde tuttuklarında sinyal gücünün azaldığını rapor etti. Büyük medya kuruluşlarının bu konuyu çokça irdelemesi nedeniyle Apple basın toplantısı düzenleyerek sinyal sorununu çözmesi amacıyla kullanıcılara ücretsiz plastik kılıf önerdiğini açıkladı. Aynı yıl Apple iPod serisi mp3 oynatıcılarını yenileyerek çoklu dokunmatik özellikli iPod Nano’yu, Facetime özellikli iPod Touch’ı ve tuşlu iPod Shuffle’ı tanıttı. Kasım 2010’da Apple’ın hisse senetleri 300 dolar ile tüm zamanların en yüksek değerine ulaştı. Buna ek olarak 20 Kasım’da Apple, MacBook Air dizüstü bilgisayarı ve iLife uygulamalarını güncelleyerek "Mac OS X" adını kullanan son versiyon olan Mac OS X Lion’ı tanıttı. 6 Ocak 2011’de şirket iOS App Store benzeri dijital yazılım dağıtım platformu Mac App Store’u faaliyete geçirdi. Apple, 2011 yılında gösterime giren "Something Ventured" belgeseline konu oldu. Şirket ilk olarak "Apple I" ile tüketici elektroniği piyasasına giriş yapmıştır takiben ürettiği "Apple II" ve "Apple III" modelleri büyük beğeni toplamıştır.Şirket 1984 yılından itibaren bilgisayarlarında kullanmaya başlayacağı Mac OS'u tanıttı Mac OS işletim sistemini şirket aynı yıl içerisinde ürettiği Apple bilgisayar üçlemesinin devamı olarak gösterilen Macintosh 128K modelinde kullandı.Olumlu kullancı yorumlarının ardından şirket günümüze kadarki bütün bilgisayarlarında Mac OS işletim sistemini her defasında geliştirerek kullanmaya başladı. iPod, 23 Ekim 2001 tarihinde Apple tarafından tanıtılan müzik çalardır. Tanıtıldığı günden beri birçok güncelleme geçirmiştir, şu anda taşınabilir müzik çalar pazarının lideridir ve Eylül 2012 tarihine kadar 350 milyondan fazla satmıştır. Apple'ın şu an satışına devam ettiği iPod modelleri: Apple şirketi tarafından geliştirilen bir tablet bilgisayar ve iPod Touch'dan daha iyi özelliklere sahip olmasına ek olarak dört kat daha büyük retina ekran özelliği sunarak bu ekran sayesinde yazıcıdan çıktı alma, video, fotoğraflar ve medya dosyalarını multi-touch işlemler ile kullanmaya olanak sağlıyor. Wi-Fi kanalıyla internete bağlanabiliyor ve bazı modellerde 3G özelliğini sunuyor. Ayrıca iPad için iPhone OS`de kullanılan uygulamalara ek olarak özel tasarlanan bazı uygulamalar konmuş. Bu cihaz LED-backlit 9.7 inçlik (25 cm) renkli IPS LCD ekrana sahip ve metin girdileri için kullanılmak üzere sanal klavye de mevcut. iPad 27 Ocak 2010 yılında kamuoyuna duyuruldu ve FCC`nin onayının ardından Mart 2010`da (sadece Wi-Fi özelliğine sahip modeli) ve Nisan 2010`da (Wi-Fi+3G özellikli modeller) piyasaya suruldu. Yaklasik 9 ay sonra da 2 Mart 2011 tarihinde flansmani yapıldı ve 11 Mart 2011 tarihinde hem beyaz hem de siyah olmak uzere 2 farkli renkte (sadece Wi-Fi özelliğine sahip modeli) ve (Wi-Fi+3G özellikli modeller) piyasaya suruldu. Son olarak da 7.9 inçlik ipad mini 2 ve ipad air piyasaya sürüldü renk seçenekleri space grey ve white'tır. Şirketin telekominikasyon sektörüne giriş sağladığı ürünüdür. Rakipleri Samsung, Sony, Nokia ve LG'nin bu sektördeki hegomonyasını kırmak amacı ile ilk model olan iPhone (Original) 2007 yılında şirketin yönetim kurulu başkanı Steve Jobs tarafından tanıtıldı. Yeni modelleri ile piyasaya sunulmaya devam etmektedir.Piyasaya sürülmüş son modeli iPhone 8, iPhone 8 Plus ve iPhone X 'dir. Steve Jobs 24 Ağustos 2011'de şirketin yönetim kurulu başkanlığından ayrıldığını açıkladı ve görevi Tim Cook'a bıraktı. Ancak 5 Ekim 2011 tarihinde ailesi tarafından yayınlanan bir bildiride "Steve Jobs aile üyeleri başucunda ve sükunet içinde vefat etti." açıklaması yapıldı. Tim Cook haberi büyük bir üzüntüyle öğrendiklerini söyledi. Cook, "Apple, vizyon sahibi bir kişiyi ve bir yaratıcı dehayı; dünya inanılmaz bir insanı kaybetti" Açıklamasının ardından kimi çevreler bu ölümün ardından şirketin kurucuları arasında yer alan Steve Wozniak'ın daha fazla sorumluluk alması gerektiğini savundu ancak bu olay Wozniak'ın çok net olumsuz yanıtı ile uygulamaya geçilmeden rafa kaldırılmış oldu.Şirket yeni bir yönetim kurulu oluşturarak Tim Cook'ın yönetiminde faaliyetlerine devam etmekte. Apple günümüzde 700 milyar dolar bütçesi ile dünyanın en zengin şirketi konumunda. Steve Jobs'a göre; Apple ismi "fun, spirited and not intimidating" düşüncesi altında ortaya atılmıştır. Meyve diyetinde olan Steve Jobs çiftliğinden geri dönerken bu fikri benimsemiştir. İlk logo Isaac Newton'un elma ağacının
altında oturmasını imgeleyerek Ron Wayne tarafından tasarlanmıştır. İlerleyen süreçte Rob Janoff tarafından düzenlenip yeni logo üzerinden bir parça alınmış ve gökkuşağı renkleriyle kaplanmış elma olarak sergilenmiştir. Rob Janoff hazırlamış olduğu logoyu tek renge kavuşturarak Jobs'a sundu. Logo kirazla karıştırılmaması için ısırık imgesi kullanılmaya devam edildi. Logo halen son haliyle kullanılmaktadır. Logonun ortaya çıkışıyla alakalı toplum içinde yanlış anlaşılmalar bulunmaktadır. Özellikle logonun çıkışı Alan Turing'in intihar biçimine dayatılmış, bunun üzerine çeşitli davalar gündeme gelmiştir. Dişli çark Dişli çark, bir basit makine örneğidir. Dişli çark, hareket aktarmak için kullanılan, üzerine çeşitli profillerde diş açılmış bir makine elemanıdır. Dişli çarklar ile hareketin yönünü değiştirmek, hızını, torkunu ve gücünü birbirlerine bağlı olarak belli bir verim kaybı ile değiştirmek mümkündür. Düz dişli, sonsuz dişli, helis dişli, konik dişli, çavuş dişli, vb. çeşitleri vardır. Bir dişli çark tek başına kullanılamaz; manalı bir sistem için en az iki dişli çark bulunmalıdır. Dişli çark çifti basit bir makinedir. Kısaca "dişliler" de denir. Otomobil vites kutusu, mekanik saat, mikser, bisiklet, el matkabı gibi makinelerde dişliler vardır. n2.r2=n1.r1 n = dişlinin devir sayısı r = dişlinin yarıçapı örneğin; 4.10=20.n2 40=20n2 n2 = 2 bulunur. Dramatik şiir Dramatik şiir, dram türü konuları içeren bir şiir türüdür. Acıklı ya da korkunç bir olayı konu alır. Konuyu okuyucunun gözünde canlandırabilen, harekete dönüşebilen bir şiir türüdür. Opera için yazılan manzum eserlerde de kullanılır. Karşılıklı manzum olarak konuşmalı eserdir. Başlangıçta trajedi ve komedi olmak üzere iki tür olan bu şiir türü dramın eklenmesiyle üçe çıkmıştır. Batı edebiyatında Corneille, Racine, Shakespeare; Türk edebiyatında Namık Kemal, Abdülhak Hamit Tarhan, Faruk Nafiz Çamlıbel dramatik şiir örnekleri sunmuşlardır. Eski Yunan edebiyatında oyuncuların sahnede söyleyecekleri sözler şiir haline getirilir ve onlara ezberletilirdi. Bu durum, dram tiyatro türünün (19. yüzyıl) çıkışına kadar sürer. Bundan sonra tiyatro metinleri düz yazı ile yazılmaya başlamıştır. Aleksandr Alehin Aleksandr Aleksandroviç Alekhine (Rusça: Александр Александрович Алë́хин), (d. 31 Ekim 1892 - ö. 24 Mart 1946), Rus satranççı ve 1927-1935 ve 1937-1946 yılları arası Dünya satranç şampiyonu. Çok saldırgan oyun tarzıyla ünlüdür. Alexander Alekhine 1892 yılında Moskova'da doğdu. Ailesi zengin ve soyluydu. 9 yaşındayken Pillsbury'yi oynarken izledi ve büyülenmiş gibi kendini satranca kaptırdı. 4 yaş büyük ağabeyi o­na oynamasını öğretti ve gelişmesinde yardımcı oldu. Bundan sonra kuvvetli oyucularla oynadığı bir dönem başladı. Satranca olan yatkınlığı o küçük yaşında bile farkediliyordu. Büyük satranç oyuncularının oyunlarının bitmek bilmez analizleriyle satranç anlayışını yetkinleştiriyordu. Novo Vreme isimli gazetenin satranç köşesindeki Chigorin'in tüm oyunlarını çalıştı. 1908 yılında 16 yaşındaki genç, uluslararası maçlarda görünür olmuştu. Dusseldorf'daki turnuvada dördüncü ve beşinciliği paylaştı. Daha sonra bir takım maçlarda oynadı ve hepsini kazandı. Devamında Hamburg ve Karlsbad'daki turnuvalara katıldı ama başarısız oldu. Bununla beraber 1912 Stockholm ve 1913 Schveningen turnuvalarında birinciliği elde etti. Alekhine, zamanının önemli bir bölümünü satranca harcamasına rağmen, başka ilgi alanlarına da sahipti. Eğitimli bir insandı. Çocukken çok iyi düzeyde Fransızca ve Almanca öğrenmişti. Devrimden sonra 1920'de sulh yargıcı oldu ve analitik zekasıyla kriminal olayları araştırmakta ve çözmekte olağanüstü bir başarı gösterdi. 1921 yazında en yüksek büyükustalık seviyesine ulaşınca Sovyetler Birliği'ni terketti ve dünya şampiyonluğu maçı için sponsor bulma arayışı içine girdi. Ağustos 1922'de yeni dünya şampiyonu Capablanca ile beraber Londra'daki uluslararası turnuvada oynadı. Bu turnuvada Capablanca'nın arkasından ikinci olarak dünya şampiyonluğu için kayda değer bir aday olduğunu gösterdi. 1924 New York turnuvasında aynı performansı gösteremedi ve birinci ve ikinciliği Lasker ve Capablanca'ya bıraktı. Bu kariyerine ağır bir darbeydi. Turnuvadan sonra Lasker onun için şöyle demiştir. "Alekhine büyük bir muamma, şüphesiz ki gelişimi henüz tamamlanmamıştır." Oyunlarını , galibiyetlerini ve yenilgilerini analiz eden Alekhine stiline hala bir şeyler eklemesi gerektiği sonucuna vardı. Ağır bir çalışma peryodu o­na Paris, Bern, Baden-Baden, Hastings, Birmingham, Buenos Aires ve Scarborough turnuvalarında önemli zaferler getirdi. New York 1927 turnuvasının sonunda Alekhine, Capablanca'nın sadece 2.5 puan gerisindeydi. Genel düşünce aralarındaki maçın Capablanca lehinde biteceğiydi. Peki Alekhine ne düşünüyordu? "Capablanca'dan 6 oyun almayı hayal etmek zor ama daha zoru o­nun nasıl benden 6 oyun alacağını hayal etmektir." Maç Buenos Aires'de yapıldı. İki buçuk ay boyunca Buenos Aires halkı dünya satrancının iki devinin mücadelesine şahit oldular. 1927 yılında Alekhine'nin rüyası gerçek oldu ve 18.5'e 15.5 gibi bir skorla dördüncü dünya şampiyonu oldu. 1929 ve 1934'de dünya şampiyonluğu için maçlar yaptı Rakibi Bogoljubov'du ve iki maçta da Alekhine galip geldi. Skorlar 15.5 - 9.5 ve 15.5 - 10.5 idi . 1935 yılında Dr. Euwe ile bir maç yaptı ve 14.5 - 15.5 gibi bir sonuçla unvanını kaybetti. Bu yenilgi eski formuna kavuşması için sıkı önlemler almasına neden oldu. Sigarayı ve içkiyi bıraktı. Çalışmalarını eskisi gibi yoğunlaştırdı. Sonuç olarak 1937 yılında rövanş maçında unvanını geri aldı. Ve 1946'da ölene kadar unvanını muhafaza etti. Şampiyonluk unvanını mezara götüren tek şampiyondur. Alekhine'ın oyunu çok karışık idi ve o daima kombinezonlar arardı. Onun hücum oyunu ve kombinezonları artık satranç tarihinin bir bölümünü oluşturur. Özellikle "basitleştirilmiş" gözüken konumlarda buluşlarının çokluğu göze çarpar. Alekhine 92 yarışmaya katıldı (Beş olimpiyat, 87 turnuva) 49 turnuvada birinciliği aldı ve 13'ünde de birinciliği paylaştı. 24 maçta oynadı. 17 tanesini kazandı dördü berabere bitti. Üç tanesini kaybetti. Bir tanesi kariyerinin ilk yıllarında idi diğer ikisi ise Euwe'ye karşıydı. Muse Muse, 1994 yılında, İngiltere'nin güneybatısında yer alan Devon'daki Teignmouth kasabasında kurulan İngiliz rock grubu. Matthew Bellamy (solist, gitarist, piyanist, klavye, keytar), Chris Wolstenholme (basgitarist, geri vokalist) ve Dominic Howard (baterist, perküsyon, synthesizer) olmak üzere üç kişiden oluşur. 2006 yılından beri turneler sırasında gruba Morgan Nicholls (klavye, perküsyon) da eşlik etmektedir. İlk stüdyo albümü "Showbiz"i 1999 yılında yayımlayan grup, 2001'de "Origin of Symmetry", 2003'te "Absolution", 2006'da "Black Holes and Revelations", 2009'da "The Resistance", 2012'de "The 2nd Law" ve 2015'te "Drones" olmak üzere toplamda 7 stüdyo albümü yayımladı. Stüdyo albümlerine ek olarak grup; 2002'de "Hullabaloo Soundtrack", 2005'te "Absolution Tour", 2008'de "HAARP" ve 2013'te "Live at Rome Olympic Stadium" olmak üzere 4 konser albümü piyasaya sürdü. Muse'un kurulması, grup elemanlarının Teignmouth Community School'da okurken dahil oldukları müzik gruplarıyla başladı. Grup üyelerinin üçü de aynı grupta toplanmadan önce okuldaki Fixed Penalty, Youngblood, Carnage Mayhem gibi çoğunlukla cover çalan gruplarda yer aldılar. Daha sonra Bellamy, Howard'ın Gothic Plague grubuna dahil oldu. Bas gitar ve geri vokaller için eleman arayan ikili o sırada başka grupta bateristlik yapan Wolstenholme'u gruba davet etti. Wolstenholme üç yıldır çaldığı bateriyi bırakarak gruba katıldı ve basgitar öğrenmeye başladı. Adlarını sonradan Rocket Baby Dolls'a değiştiren üçlü, 1994'te bir müzik grupları yarışmasına katıldı ve protesto adına konseri tüm ekipmanı kırarak sonlandırdı. Yarışmayı kazandıklarında şaşkınlığa uğrayan grup elemanları, işten ve üniversiteden vazgeçerek müziğe yoğunlaşmaya karar verdi. Daha ciddi bir isim arayışında, kısalığını ve görünüşünü beğendikleri Muse adını seçerek bugünkü hallerini aldılar. Birkaç yıl boyunca hayran kitlesi oluşturmaya çalışan Muse, Londra ve Manchester'da ilk konserlerini verdi ve 1998'de ilk stüdyo kaydı olan "Muse EP"'yi çıkardı. Aynı yıl çıkardıkları ikinci EP'leri "Muscle Museum" sayesinde popülerlik kazanarak Avrupa ve Avustralya'da turne yapmaya başladılar. Muse'un 2003'te çıkardığı "Absolution" albümü Birleşik Krallık müzik listelerine bir numaradan giriş yaptı ve sonrasında grup albümü desteklemek için yaklaşık bir yıl süren bir dünya turnesine çıktı. Bu süreçte verdikleri 2004 Glastonbury Festivali konseri, grup elemanları tarafından "hayatımızın en iyi konseri" olarak tanımlandı. 2006 yılında "Supermassive Black Hole" adlı şarkılarının "Alacakaranlık" filminde kullanılmasıyla Muse, yeni ve daha geniş bir hayran kitlesine ulaştı. Muse, en büyük konserlerinden ikisi olan 2007 Wembley Stadyumu konserlerinde 180 bin kişilik bir kalabalığa konser verdi ve yenilenen Wembley Stadyumu'nda tüm biletleri satan ilk grup oldu. 16 ve 17 Temmuz'da gerçekleşen bu konserler "HAARP" adı altında DVD ve CD olarak yayımlandı. Grup 13 Eylül 2009 tarihinde MTV Video Müzik Ödülleri'nde "Uprising" ile, MTV Avrupa Müzik Ödülleri'nde ise 2006'da "Starlight" ve 2012'de "Madness" şarkılarıyla sahne aldı. Türkiye'de, birincisi 7 Nisan 2002'de Maslak Venue'de, ikincisi 2 Eylül 2006'da Rock'n Coke Festivali'nde olmak üzere iki kez konser verdi. Muse'un "Survival" adlı şarkısı 2012 Yaz Olimpiyatları resmi şarkısı olarak belirlendi ve grup tarafından Londra'da gerçekleşen olimpiyatların kapanış töreninde sahnelendi. Muse enerjik ve taşkın canlı performanslarıyla bilinmektedir. Rolling Stone dergisi "Günümüzün En İyi Sahne Şovlarına Sahip 50 Grubu" listesinde, 29. sırada yer verdikleri Muse için "stadyum ihtişamını ve paranoyak fütürizmi sahneye taşıma konusunda Muse'dan ustası yok" yorumunu yaparak, "havada asılı halde çalıyormuş gibi görünmelerini sağlayan özgün set tasarımları, retina alazlayan l
azer şovları"nı övmüştür. Haziran 2015 itibarıyla Muse dünya çapında 17 milyondan fazla albüm satmış bulunmaktadır. Muse rock temelli şarkılar yapmaktadır. Pek çok şarkısında birden fazla türü karıştırmaktadır. Denedikleri türlere örnek olarak art rock, deneysel rock, prog rock, elektronik müzik, pop rock, klasik müzik, senfonik rock ve rock opera verilebilir. Muse'un en büyük ilham kaynakları Rage Against the Machine, Nirvana, Queen, Jimi Hendrix, Jeff Buckley ve Deftones olmuştur. Muse, ilk albümleri "Showbiz"′deki hareketli parçalarını yeterince hareketli bulmadıklarını ifade ettikten sonra, "Origin of Symmetry" ve "Absolution"′da özellikle daha agresif ve sert bir ses üzerine yoğunlaştı. "Black Holes and Revelations" ve "The Resistance"′ta ise bazı şarkılarında aynı tarzı korurken bazı şarkılarına deneyselliğe yönelerek space rock, elektronika ve senfonik rock gibi farklı tarzlar kattı. Grubun bu dönemdeki sesini etkileyen sanatçılara Franz Ferdinand, Michael Jackson, David Bowie, Depeche Mode, Prince ve Ennio Morricone örnek verilebilir. Grup altıncı albümleri "The 2nd Law"′da deneyselliği ağırlaştırarak denedikleri müzik tarzlarını artırdı. Ayrıca bu albümde ilk kez Wolstenholme ana vokal olarak kendi yazdığı iki şarkıyı söyledi. 2013'te Bellamy, "The Resistance" ve "The 2nd Law"′da "enstrümanlarından kısmen uzaklaştıklarını" söyleyerek bir sonraki albümleri "Drones"′da "gitarlar ve bateri odaklı daha ham bir sese dönüş yapacaklarını" ifade etti. Bununla örtüşen bir şekilde Muse bir sonraki albümleri "Drones"′da, müziklerindeki baskın tarzları harmanlamaya ve gitarlara öncelik verdi. Solist Matt Bellamy şarkı söylerken sık sık falsetto, vibrato ve melizmatik bir söyleyiş tarzı kullanmaktadır. Bellamy bu konuda özgüven kazanmasında Jeff Buckley'in büyük bir etkisi olduğunu söyledi. Bellamy'nin belirgin piyano içerikli parçalarında (örn. "Exogenesis Symphony", "Butterflies and Hurricanes", "United States of Eurasia", "Space Dementia", "Apocalypse Please") ise Sergey Rahmaninov, Frédéric Chopin, Pyotr Çaykovski, Franz Liszt, Camille Saint-Saëns ve Ludwig van Beethoven'dan etkilendiği görülmektedir. Öne sürülen bir başka görüş, Muse'un sesinin Amerikan grunge gruplarıyla (örn. Nirvana, Pearl Jam, Soundgarden, Alice in Chains) ve Britanyalı alternatif rock gruplarının (örn. Radiohead, The Verve) bir karışımı olduğudur. Grubun ilk yıllarında yapılan Radiohead benzetmeleri hakkında, Bellamy 1999'da Kerrang! dergisinde "[Radiohead'den] değil ama [Radiohead'le] aynı şeylerden etkilendiğimiz yerler var" dedi. Muse'un, ünlü rock grubu Queen'i anımsatan "United States of Eurasia" gibi şarkıları hakkında soru sorulan Queen gitaristi Brian May, şarkının bulunduğu albüm olan "The Resistance"′ı beğendiğini ifade ederek grup elemanlarını "olağanüstü müzisyenler" olarak tanımladı ve onların "çılgınlıklarını dışa vurmaktan çekinmeyişlerini" övdü. Serik Serik, Türkiye Cumhuriyeti'nin Akdeniz Bölgesi'ne bağlı Antalya ili'nin bir ilçesidir. Antalya ilinin orta kesiminde bulunan ilçe, Antalya ilinin önemli bir turizm merkezidir. İlçenin yaz mevsimlerinde turizm ile artan nüfusu, kış mevsimlerinde öğrencilerin ilçeden ayrılmasıyla oldukça düşer. Antalya ilinin yaklaşık 40 km. doğusunda bulunan ilçe merkezi, kıyıdan 7 km. içeridedir. Serik ilçe merkezi, Antalya'nın 38 km doğusundadır. Akdeniz'de 22 km kıyı şeridine sahip olan ilçe, merkezi 8 km içeride, denizden 26 m yüksekliktedir. Kısmen dalgalı ovalık bir arazi üzerinde kurulmuştur. İlçenin yüzölçümü 1.550 km²'dir. Bunun 45.360 hektarı tarım arazisi, 65.764 hektarı da orman arazisidir. Serik, Antalya Ovası'nın doğuya doğru uzanan bir parçasını teşkil eder. Serik ilçesi batıda Antalya merkeze bağlı Aksu ilçesi, doğuda Manavgat ilçesi, kuzeyde Burdur'un Bucak ilçesi ile Isparta'nın Sütçüler ilçesi, güneyde ise Akdeniz ile çevrilidir. Dağlık kesimlerinde hayvancılık, ormancılık, ova kesimlerinde de ziraatçılık özellikle turfanda sebzecilik yapılmaktadır. Ticari hayatı Antalya şehir merkezine bağlıdır. İlçenin kuzeyinde batı Toros Dağları yükselmeye başlar. İlçede Akdeniz iklimi hakimdir. Yazlar kurak ve sıcak, kışlar ılık ve yağışlı geçer (tabii bazen değişebilir). Bu iklimin sonucu olarak doğal bitki örtüsü de makilerdir. Bölgenin en önemli akarsuları, Köprüçay ve Aksu Çayı dır. Serik'te ilk yerleşim yeri, M.S. 2. yüzyılda Bergama Krallığı'na bağlı olarak bugünkü Yanköy Köyü yakınlarında bulunan Sillyon (Koçhisar tepesinde) da ve Belkıs Köyü'nde Aspendos olarak iki yerde kurulmuştur. Osmanlı maliye ve tapu kayıtlarında serikli, Süleymancı cemaat ya da aşiret boyunun yerleştiği ve ismini verdiği ilçe. Serik, Seriklü konar göçer yörükan taifesinin Anadolu'daki diğer yerleşim alanları: Kayseriyye, Kırşehri, Beğşehri, İçel ve Aydın sancakları. Batı Trakya Türkleri Balkan Savaşı sırasında muhacir olarak, Girit Savaşı sırasında ise, Girit Türkleri Serik'e gelip yerleşmişlerdir. 22 kilometrelik kıyı şeridine sahip olan ilçenin turistik yerlerin başında kıyı kesimindeki Belek gelmektedir. Bu belde son dönemlerde gerek ülke genelinde, gerekse dünya çapında turizm açısından sayılı yerlerdendir. Özellikle çağdaş tesisleri ve golfle anılan lüks tatil köyleri ile ünlüdür. Yılda 3 milyon turistin uğradığı Belek'te 50'den fazla 5 yıldızlı otel bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Belek kumsalının uzantısında Boğazkent de yazlıkları ve turistik tesisleriyle önem kazanmaktadır. Deniz turizmi dışında Serik'in dünyaca bilinen tarihi ve turistik ören yerleri olarak, Aspendos ve Sillyon gibi yerler sayılabilir. Bunlar dışında turizme kazandırılması için çalışmalar sürdürülen Akbaş Köyü'ndeki Zeytinlitaş Mağarası da ilçe turizmi için önemlidir. Ayrıca, Gebiz bucağına bağlı Akçapınar mahallesinde bulunan Uçansu Şelalesi önemli bir doğa harikasıdır. İlçede Köprülü Kanyon ve Toros Dağları'nın uzantıları da mevcuttur. İlçenin çalışma hayatı mevsimlere göre değişiklik göstermektedir. Özellikle yaz aylarında turizm sektöründeki canlılık ilçenin gelir kaynaklarındandır. Kışın ise nüfusun büyük çoğunluğu tarımla uğraşmaktadır. Bunun dışında ilçenin ekonomisinin büyük bir bölümü turizme ve tarıma dayalı olup, halkın %90'ı turizmle ve tarımla uğraşmaktadır. Tarımsal faaliyetler için ihtiyaç duyulan insan gücünün bir kısmı kendi bölgesinden, bir kısmı da çevre il ve ilçelerden karşılanmaktadır. Özellikle otomotiv galerileri Antalya piyasasını belirlemektedir. Serik'de FM bandı üzerinden yayın yapan yerel radyo kanalları şunlardır: İlçede 445.000 dekar tarım alanı bulunmaktadır. Tarım alanlarının %69.99’u sulanabilir olup, damlama sulama sistemi yaygın olarak kullanılmaktadır. Örtü altı ve açık tarla sebzeciliği, meyvecilik, tarla bitkileri (buğday, pamuk, mısır) önde gelen üretim değerlerini oluşturmaktadır. Tarımsal mekanizasyon üst seviyede kullanılmaktadır. Çiftçi Kayıt Sistemine 5200 çiftçi kayıtlıdır. Başta domates üretimi olmak üzere 375.000 ton örtü altı ve açık tarla sebze, başta zeytin, nar ve narenciye olmak üzere 56.000 ton meyvecilik, başta hububat, pamuk ve mısır olmak üzere 97.000 ton tarla bitkileri ve başta karanfil olmak üzere 52.000.000 adet süs bitkileri üretimi ilçenin önemli üretim kalemlerini oluşturmaktadır. Bölgede ayriyeten sadece Serik ilçesinde yetişen Serik armutu (Pyrus serikensis (zingit)) nesli tükenmek olan meyve tekrar üretime başlanmıştır.. 1972 yılında Browicz tarafından “Pyrus boisseriana Buhse sups. Crenulata browicz” olarak betimlenmiştir. Türkiye'de sınırlı yayılışa sahip olan Zingit’in (Serik Armudu) taksonomik durumu 1994 yılında yeniden değerlendirilerek Prof. Dr. Adil Güner ve Prof. Dr. Hayri Duman tarafından ayrı bir tür olduğu belirtilerek literatüre “Pyrus serikensis” adıyla geçirilmiştir. Literatüre geçtiği tarihten itibaren bu tür izlenmeye başlamıştır. 0-150 metre rakımları arasında bulunan armudun azaldığı gözlemlenmiştir. Zira bazı köylerde zingitlik denen mevkilerde zingit (Serik armudu) kalmamıştır. Koruma Birliği (IUCN)’nin koruma kriterlerine göre “tehlikede(EN)” kategorisine konulmuş, ancak son verilere göre tehdit kategorisinin “vahim (CR)” statüsüne yükseltilmiştir. Türün neslinin tükenmekte olduğunun fark edilmiş olması sonucunda, 1990 yılında Bakanlar Kurulu ile “Belek Özel Koruma Bölgesi” olarak ilan edilen 11200 hektarlık alanda koruma altına alınmıştır. Futbol İlçeyi Antalya Süper Amatör Ligde Serik Belediyespor temsil etmektedir. Serik Belediyespor 2013-2014 sezonunu 23 puanla 3. sırada tamamladı. Serik Belediyespor maçlarını İsmail Ogan Stadı'nda oynamaktadır. 2014 yılında Serik Belediyespor Süper Amatör Ligde grup 3. olarak Antalya Süper Amatör Play-Off'a katılma hakkı kazanmıştır. 12 puanla Play-Off'u 4. sırada tamamladı. 2015 yılında Serik Belediyespor Süper Amatör Ligde Kepez Belediyespor ile normal sürede 0-0 berabere kalmış, uzatmalarda gol olmayınca penaltılarda 7-6 yenerek kupanın sahibi olmuştur. Kick Boks Serik Belediye Spor Kulübü Kick Boks takımı 2012 Türkiye Minikler-Yıldızlar Ferdi Kick Boks Şampiyonasına katılmaya hak kazanmıştır. Aspendos Aspendos veya Belkıs Antalya ili Serik ilçesinde bulunan Belkıs köyünde yer alan antik tiyatrosuyla meşhur bir antik kenttir. Aspendos, Serik ilçesinin 8 kilometre doğusunda, Köprüçayı'nın dağlık bölgesinden düzlüğe ulaştığı yerde M.Ö. 10. yüzyılda Akalar tarafından kurulmuş ve antik devrin mamur zengin kentlerinden biridir. Buradaki tiyatro M.S. 2. yüzyılda Romalı'lar tarafından inşa edilmiştir. Kent biri büyük, biri küçük iki tepe üzerine kurulmuştur. Coğrafyacı Strabon ve Pamponrus Mela, Kentin Agruslularca kurulduğunu yazarlar. Bölgeye MÖ 1200'den sonra Yunan göçleri olmuştur oysa Aspendos adının kaynağı Rumlardan önceki yerli Anadolu dilidir. Önemli bir ticaret yolu üzerinde olduğu ve Köprüçay Irmağı ile limana bağlandığı için Aspendos, her çağda ele geçirilmek istenen kentler arasında yer almıştır. Aspendos'un en önemli yapısı tiyatrosudur. Antik tiyatrolar arasında en iyi şekilde korunarak gelmiş bir açık hava tiyatrosudur. Bu tiyatro Anadolu
'daki Roma Tiyatrolarının günümüze sahnesi ile ulaşabilen en eski ve sağlam bir örneğidir. Mimarı Aspendos'lu Theodorus'un oğlu Zenon'dur. Antonius Piu zamanında yapımına başlanmış Marcus Aurelius zamanında tamamlanmıştır (138-164). Tiyatro, kentin yerli tanrıları ile imparator ailesine sunulmuştur. Her yıl binlerce yerli, yabancı turist Aspendos'u gezmektedir. Antik tiyatro ayrıca konserler, etkinlikler için kullanılmaktadır. Bir de Aspendos Antik Tiyatrosu'nun küçük bir öyküsü var. Aspendos kralının bir zamanlar herkesin evlenmek istediği çok güzel bir kızı vardır. Kral kızını kime vereceğini bilemediği için halka, ""Kim halkımız, kentimiz için en yararlı şeyi yaparsa kızımı ona vereceğim"" diye duyurur. Bunun üzerine iki ikiz kardeş iki büyük yapı yaparlar. Biri kente çok uzaklardan, karmaşık yolları birçok zorluğu geçerek, su getiren su kemerleri; öteki ortasında yere metal para atıldığında üst sıralardan bile sesinin duyulduğu dünyanın akustik olarak en iyi tiyatrosudur. Kral su kemerlerini gördükten sonra kızını su kemerlerini yapana vermek ister. Bunun üzerine tiyatronun mimarı Zenon krala bir oyun oynar. Kral tiyatronun üst sıralarında gezerken bir fısıltı duyar: ""Kral kızını bana vermeli."" Akustiğe hayran kalan kral kızını büyük bir kılıçla ikiye ayırır ve kardeşlere verir. Sillyon Sillyon. Antalya ili Serik ilçesi'nde bulunan bir "antik kent". Serik ilçesine 15 km uzaklıkta olan Aspendos ve Perge arasında yüksekçe bir tepe üzerinde kurulmuş yerleşim yeridir. Şu an harabe durumundadır. M.S. 2. yüzyılda Bergama Krallığı'na bağlı olarak yakın tarihe kadar Karahisar - Tekke adı ile bugünkü Yanköy Köyü yakınlarında bulunan Koçhisar Tepesi'nde kurulmuştur. Antik devrin en zengin şehirlerinden birisidir. Yöre halkı tarafından "Asar" diye anılır. Komünist parti Komünist parti, işçi sınıfının önderliğinde üretim araçlarının mülkiyetinin kolektifleştirilmesini hedefleyen ve tüm dünyada herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar ilkesi doğrultusunda sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünya kurmayı amaçlayan yasal veya yasa dışı olarak örgütlenen, silahlı kanadı da bulunabilen siyasi parti. 19.yüzyılda kapitalist ekonomik ve toplumsal sisteminin yetkinleşmesiyle beraber önem kazanan ve sayısı artan işçi sınıfı iş hayatında giderek önemli bir bileşen olmaya başlar. İşçi sınıfının kapitalist ekonomik sistemdeki yerini ilk kez kapsamlı bir şekilde inceleyen kuramcılar Karl Marx ve Friedrich Engels kapitalist toplumun içinde meydana gelen ve gelişen işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkilerinden ötürü emeğine el konduğu sonuca varırlar. Kapitalizmin meydana getirdiği bu toplumsal sınıf ayrımını ve emek sömürüsünü ortadan kaldırmak için yine bu kuramcılar 1848 yılında Komünist Parti Manifestosunu kaleme alırlar. Manifestoda işçi sınıfının örgütlenerek üretim araçlarına el koyması ve toplumda sınıflı yapıyı ortadan kaldırması öngörülmektedir. Bu dönemde özellikle Avrupa'da işçi sınıf ağırlıklı ayaklanmalar ve isyanlar yaşanmaktadır. Sosyalistlerin örgütlenmeleri 1848 Devrimlerinin başarısız olmasından sonra ilk kez uluslararası bir örgüt yapısını 1866 yılında I. Enternasyonal ile alacaktır. Ancak bu örgütsel yapı uzun ömürlü olmayacaktır. 1871 yılındaki Paris Komününün başarısız olmasından ancak yıllar sonra 1889'da II. Enternasyonal toplanabilecektir.Özellikle Alman Sosyal Demokrat Partisinin liderliğinden büyüyen II. Enternasyonal partileri, 1914 yılındaki I. Dünya Savaşında kurdukları uluslararası örgütün varlığına rağmen kendi savaş yanlısı hükümetlerini destekleyince II. Enternasyonal fiilen çöker. Marx ve Engels'den sonra komünist ideolojinin en önemli ismi olan Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin önderliğinde örgütlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi RSDİP Bolşevik kanadı Avrupa'daki örnekleri kadar olmasa da gelişken bir komünist partisidir. Bolşeviklerin uluslararası sahneye çıkmaları ve bu arenada liderlik konumuna geçmeleri 1917 yılında başarılan Ekim Devrimi ile olur.İktidarı alan Lenin önderliğindeki Bolşevikler sosyalist iktidarın alındığı uzun soluklu ilk deneme olur. Bu dönemde uluslararası alandaki örgütlenmeyi elden geçiren Bolşevikler III. Enternasyonal veya Komintern'i meydana getirirler. Bu yapı II. Dünya Savaşı sırasında lağvedilecektir. Soğuk Savaş döneminde ise uluslararası bir örgütlenmenin yerine sosyalist blok ülkeleri arasında savunma alanında işbirliğini öngören Varşova Paktı oluşturulmuştur. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra II. Enternasyonal, sosyal demokrat partilerin birleşimiyle yeniden canlandırılsa da komünist ideolojiyle bir bağı bulunmamaktadır. Komünist partinin temel ideolojisi marksizmdir. Özellikle Bolşeviklerin iktidara gelmesinden sonra Lenin'in marksizme kuramsal olarak getirdiği katkılar leninizm olarak adlandırılacak ve komünist partilerce benimsenecektir. Leninizm, marksizmin 20.yüzyıl için yorumlanması ve iktidarın alınabilmesi için örgütlenme formuna dair katkıları içerir. 1949 yılında Çin Komünist Partisinin iktidarı almasından sonra parti genel sekreteri Mao'nun öğretileri de bazı komünist partilerince benimsenecek ve maoist ideoloji bölgesel komünist partilerinde etkin olacaktır. Komünist partilerinde genellikle en yetkili yönetim parti kongresidir. Kongreler arasında yönetim Politbürodadır. Politbüro üyeleri Merkez Komite üyeleri arasından belirli aralıklarla seçilir. Merkez Komite ise ülke çapındaki örgüt yöneticilerinin katıldıkları kongrelerde belirlenir. Komünist partilerin uluslararası örgütlenmesi özellikle Bolşeviklerin iktidarda bulundukları dönemde etkili olmuş ve Sovyetler Birliğinin uluslararası arenadaki siyasi hattı kardeş komünist partiler tarafından en öncelikli gündem olarak belirlenmiştir. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra iktidarda az sayıda da olsa komünist parti olsa da bunlar arasında önceki örnekler ekseninde bir örgütlülük bulunmamaktadır. Attila Aşkar Attila Aşkar (d. 1944) Türk bilim insanı, eğitimci ve Koç Üniversitesi eski rektörüdür. (2001-2009). Bu göreve atanmadan önce, Koç Üniversitesi'nde Fen, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi dekanı ve provost olarak görev almıştır. Atilla Aşkar, 1961 yılında Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun olmuştur. Mühendislik diplomasını İstanbul Teknik Üniversitesi'nden 1966 yılında almış ve doktorasını Princeton Üniversitesi'ne 1969'da sunmuştur. Akademik hayatı boyunca da, Boğaziçi Üniversitesi, Brown Üniversitesi, Princeton Üniversitesi, , Max Planck Enstitüsü ve Stokholm'deki İsveç-Kraliyet Teknoloji Enstitüsü'nde ziyaretçi bilim insanı olarak bulunmuştur. Atilla Aşkar, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu'ndan ve Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan ödüller almış olan bir bilim insanıdır ve Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyesidir. Kuantum dalgaları; analizi ve konularında araştırma yapan "A. Aşkar," 80 bilimsel makale ve 2 kitap yayınlamıştır. Kendi geliştirdiği kuramlarını,"Lattice Dynamical Foundations of Continuum Theories: Elasticity, Piezoelectricity, Viscoelasticity, Plasticity" isimli kitabında yayınlamıştır. Ürdün Ürdün (Arapça:"Il-Memleké'l Ürdüniyyé'l Haşimiyyé") ya da resmi adıyla Ürdün Haşimi Krallığı, Orta Doğu'da bulunan bir Arap ülkesidir. Kuzeyinde Suriye, kuzeydoğusunda Irak, güneyinde ve doğusunda Suudi Arabistan, batısında İsrail ve Batı Şeria yer almaktadır. Başkenti Amman olan Ürdün'ün resmî dini İslam, resmî dili ise Arapça'dır. Ürdün İslamiyet yayılınca Arap-İslam Devleti'nin sınırları altındaydı. Bir dönem sonra; önce Memluk, sonra Osmanlı egemenliğine giren Ürdün, I. Dünya Savaşı sonunda Türk egemenliğinden çıktı. 1921 yılında İngiliz mandası olarak Mavera-i Ürdün Emirliği adını aldı ve başına da Şerif Hüseyin'in oğlu I. Abdullah geçti. I. Abdullah, İngilizlerden bağımsız hareket etmek isteyince öldürüldü ve yerine oğlu Tallal geçti. Akli dengesini yitiren Tallal tedavi olmak için İstanbul'a geldi ve yerine oğlu Hüseyin geçti. Hüseyin'in vefatından sonra ise yerini Kral II. Abdullah aldı. Ürdün, II. Dünya Savaşı'nın ardından bağımsız bir krallık oldu. 2012 yılındaki arkeolojik araştırmalar sonunda, tarihteki ilk amfitiyatronun Ürdün'ün Faynan Vadisi'nde MÖ 9600 yılı civarında yapıldığı ortaya çıkmıştır. Kömünal binaların bulunduğu bir köy de bulunmuştur. Tarımdan önce yerleşik hayata geçildiğinin ispatı, Neolitik Devrim kavramının yerleşik hayata geçme nedeninin tarım olduğu varsayımının sorgulanmasına da yol açmıştır. Ürdün isminin aslı Ürdün Nehri'nden gelir. Ürdün kelimesinin aslı olan JORDAN, "Jor" kelimesi; Ürdün'deki Kutsal Elmar nehrinden, "Dan" ise; bazı dillerde o bölgedeki yaşayan halka verilen isimdir. Zaman içerisinde "Urdun" ismini almıştır. Araplar ise onu El-Urdun olarak adlandırmışlardır. Komşu bölge Ürdün Nehri'nin orada doğup bitmesi dolayısı ile Filistin ve Ürdün olarak bilinir. Ürdün kelimesinin ise güç ve azamet anlamı vardır ve bu ismin Nuh'un torunlarından biri olduğu söylenir. Kutsal Kitap Sözlüğünde ise; Ürdün kelimesi İbranice olduğu ve manasının, Filistin'in en önemli nehirlerinden olan El-Varid El-Munharid olduğu zikredilir. Yunanca'da Ürdün ismi " يوردانيم (jordanem) وجوردن (Jordan)" olarak adlandırılmış ve manası; "Eğim ya da Derinlik" anlamına gelmektedir. Yunanlar ve Romalılar Ürdün'ü kendi zamanlarında askeri bir vilayet olduğu için "askeri bölge" olarak adlandırmışlardır. Aynı şekilde Arap kumandanları Ürdün'ü, Lübnan'ın güneyinden bir parça, Filistin'in kuzeyinden bir parça ve aynı şekilde Suriye'nin bir parçası olarak gördükleri için burayı "Şam bölgesi ya da Ecnad(ordular) bölgesi" olarak adlandırmışlardır. Kral Abdullah bin Hüseyin Ürdün'ü kurduğu zaman burayı "Ürdün Emirliği" olarak adlandırdı. Daha sonrasında ise, Muhammed'in büyük dedesi Haşim'in soyundan gelen Haşimoğulları Ürdün'de krallık sisteminin bulunduğundan dolayı burayı Ürdün Haşimiye Krallığı olarak adlandırmışlardır. Çok eski asırlarda Ürdün insan bakımından sürekli ıssız bir bölgeydi. Sonrasında ise çeşitli medeniyetlerin etkisinde kaldı. Doğusundaki, batısındaki, güneyin
deki ve kuzeyindeki kalabalık yüksek uygarlıklar oraya yerleşti.. Daha sonrasında ise Kenanilerin soydaşları olan Amoriler yerleşti ve Filistin devletini kurdular ve sonra burası Kenani toprakları olarak adlandırıldı. Bu göçmen Arap kabileleri Arap Yarımadası'ndan gelmiş ve Ürdün topraklarına yerleşmişlerdir. Her kabile bir bölgeyi yurt edinmiş ve her biri birbirinden ayrılmıştır. Ancak bu ayrışmaya rağmen aralarındaki ilişkiler dostça kalmıştır. Böylece Ürdün'de ilk düzenli yerleşim Milattan önce yaklaşık 2000 senesinde ortaya çıkmıştır. Enbad Krallığı'nın kurulması milattan öncelerine kadar uzanır ve milattan sonra ilk yüzyılın sonlarına doğru 106 senesine kadar hüküm sürmüştür. Genellikle dağların ve mercanların bulunduğu taş ve kayalık bölgelerde yaşamışlardır. Merkez Petra bölgesi ya da başkent Petra'nın ismi; aşılması zor yüksek dağlar anlamına gelmektedir. Arapçada ise taş veya kayalık anlamına gelmektedir. Araplar ise Petra'yı "yazıt" adı ile adlandırmaktadır. Şu anda Musa vadisinde bulunmaktadır. Enbad Krallığındaki diğer şehirler ya da bölgeler ise; ateş siyahı taşlardan yapılan Hacer (taş) bölgesi ve Nigap bölgesidir. Tarihçiler Enbad Krallığının soyunun nereden geldiği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bazı tarihçiler soylarının, İsmail'in en büyük oğlu Nebaioth'dan geldiğini söylemekte, kimi tarihçiler ise soylarının; Milattan önce 6.asırda Filistinden bağımsızlığını kazanıp Petraya yerleşen ve köklerinin Irak tarafından gelen Nubuhaz Nasrlılardan geldiğini söylemektedir. Başka bir görüş ise, köklerinin Yemen'den geldiğini ve Arap Yarımadası'dan olduğunu söylemekte ve Enbadların Yemen'den Arap Yarımadası'na yiyecek ve ziraat yapmak için geldiğini söylemektedir. Bu işte Yemen'de mevcut bulunan sulama kanalları, ziraat yolları ve heykeller gibi birçok yapının neden benzeştiğini açıklamaktadır. Bu yüzden onlar Arap'dır, Aramiler'den değildir. Aramiler yazıtlarında Enbadlıların sosyal yaşantılarından bahsetmiş ve onların; Arap Aristokratlar, özgür vatandaşlar, köle sınıfı ve yabancı sınıfı olarak ayırdıklarını söylerler. Romalılar Ürdün'ü, Suriyeyi ve Filistin'i miladi 62 senesinde işgal etmişlerdir ve bölge 400 sene boyunca Roma hakimiyeti altında kalmıştır. Enbad devleti, Roman Hükümdar Trajan tarafından Roma İmparatorluğuna bağlanmıştır. Bu esnada, Helenistik çağda on şehir birleşmiş ve Decapolis'i kurmuştur. Bu konfederasyon kültürel ve iktisadi bir federal yapı idi. Bu konfederasyon; Amman, Ceraş, Ummu Gays, İrbid, Güney Suriye ve Filistin'deki diğer şehirleri barındırıyordu. Bu dönem istikrar ve barış dönemi olarak adlandırılır ve birleşme yapısının kurulmasında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Ürdün, Bizanslılar döneminde birçok yapı inşa etmiş ve Romalılar döneminde devam etmiştir. Daha sonra bu gelişme devam etmiş ve bölgedeki nüfus artmış ve aynı şekilde Hristiyanlık bölgede bir din olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde Kuzey Ürdün'e, Arap kabileleri yerleşti. Bu kabileler, Sasanilere karşı Bizanslıları kendilerine daha yakın bir dost olarak görmüşlerdi. Bu yüzden bu kabileler önce Romalıların daha sonra da Bizanslıların Sasaniler ile olan savaşlarında Sasanilere karşı savaşmışlardır. Gassaniler, 600 sene ya da başka bir deyişle miladi 1. yüzyılın başlarında İslamın ortaya çıkışına kadar hüküm sürmüştür. İlk kralları " Cüfne Bin Amr" idi. Hükümdarlığı sırasında ülke sınırları Levant kadar büyük bir bölümü kapsamıştır. Başkentleri ise Güneyde "Golan" şehri idi. Belki de bazı Ürdün şehirlerinin yaşamış olduğu en üst medeniyet seviyesi Medeba gibi Bizanslılar döneminde olmuştur. O dönemde mozaik ise süslenmiş birçok mükemmel kilise bulunuyordu. Bu kiliselerin içerisinde dünyadaki en değerli ve en güzel mozaik levhalarının yanı sıra miladi 6. yüzyıla uzanan, kutsal toprakların en eski haritası ve özellikle de Kudüs'ün o zamanki yerini gösteren ünlü Medeba haritası bulunmaktaydı. 542 yılında Veba, Ürdün halkının büyük bir kısmını yok etmişti. 614 yılında ise, Sasaniler geri kalan halkı öldürmüşlerdir. Sasanilerin Ürdün, Filistin ve Suriyeyi işgali 15 sene sürmüş ve miladi 629 yılında İslam'ın yükselişi karşısında İmparator Herakleios geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu çekilme Zeyd bin Harise komutasındaki İslam ordularının ilk saldırısı ile olmuş ancak İslam orduları yenilmiştir. Daha sonra Muhammed bizzat kendisinin de katıldığı Tebük gazvesinde zafere ulaşılmış ancak iki taraf arasında şiddetli çarpışma yaşanmamıştır. Bu savaşta Muhammed Üsame Bin Zeyd'i komutan seçmiş ancak Üsame savaş başlamadan hayatını kaybetmiştir. Ürdün Roma İmparatorluğunun hakimiyetine, İslam Ordularının Şam Devletini fethedip Arap yarım adasından Roma İmparatorluğunu temizleyinceye kadar boyun eğmiştir. Bölge, İslam hakimiyetinde olduğu esnada Halife Ömer bin Hattab döneminde Levant, bölgelere ayrıldı ve bu bölgelere Ecnad yani ordular bölgesi denildi. Ömer bin Hattab'ın vefatından sonra, yönetimi 656 yılına kadar Osman aldı daha sonra Muaviye ve sonra da Osmanlı İmparatorluğu ele geçirdi. Osman bin Affan'ın şehit edilmesinden sonra Müslümanların halifesi Ali bin Ebu Talib seçildi ancak Muaviye bunu kabul etmedi. İki grup arasındaki savaş Abdurrahman bin Mülcem adındaki kişinin Ali bin Ebu Talib'i şehit etmesine kadar sürdü. Daha sonra insanlar Ali bin Ebu Talib'in oğlu Hasan bin Ali'ye sadakat yemini etti. Ancak o halifeliği Muaviyeye feragat etti. Muaviye Emevi devletini kurdu ve başkentini, Ürdün'ün İslam devletine yakınlığı ve özel bir coğrafi yapıya sahip olmasından dolayı Şam olduğunu ilan etti. Bu şekilde hacıların Mekke ve Medine-i Münevvere'ye giden yoluna alternatif yol açtı. Emevi Devleti'nin kurulması ile Ürdün'de hayat gelişti. Halabat Kasrı, Harane Kasrı, Müşta Kasrı ve Umre Kasrı gibi birçok yapı inşa edildi. Emevilerin hükmü 749 yılında "Kasap" lakaplı Ebu Abbas'ın devletlerini bitirmesine kadar sürdü. Bu isim Muhammed'ın amcasına nispeten verilmiştir. Ebu Abbas'ın ilk yaptığı iş, Hilâfet'in merkezini Şam'dan Bağdat'a taşımak olmuştur. Hilâfet'in merkezinin Bağdat'a taşınması ile birlikte, Ürdün bölgesi eski Hilafet merkezi ile mukayese edilebilecek seviyeye gelmiştir. Bunun akabinde, Emevilerin inşa etmiş olduğu saraylarda taşınmıştır. Bu şekilde Ürdün, ticaret kervanlarının ve kutsal topraklara göç etmek isteyen hacılar için bir uğrak merkez haline gelmiştir. 10. ve 11. yüzyılda, Mısır'da hüküm süren Fâtımîler'in nüfusu artmış ve 969 yılında Ürdün'ü ele geçirmişlerdir. Miladi 12. yüzyılın başında,Levant haçlıların sert saldırı girişimlerine maruz kalmış ve Ürdün büyük bir savaşın ortasında kalmıştır. 1. Baldwin, Kudüs'e giden belirli yolları korumak amacı ile Ürdün'de birçok kale yaptırmıştır. Daha sonra 1. Baldwin kendi yönetimi altında Suriye ve Mısır'ın sınırlarını belirlemiştir. Ancak Selahaddin Eyyubi haçlıları, 1187 yılında Ürdün'ün yabancı hükumetin boyunduruğundan kurtulduğu Hıttin Muharebesinde hezimete uğrattıktan sonra Kudüs'den çıkarmıştır. Ürdün Eyyubiler ve Memlüklüler zamanında gelişti ve Suriye ve Mısır ile birlik oluşturdu. Bu birlik ile civar yerlerden dikkat çekici büyüklükte toprak fethetti. Mekke ve Medine-i Münevvereye giden hacıları için yol üzerinde hanlar ve kervansaraylar kurdular böylece iletişim ve ticaret yollarını geliştirmiş oldular. Aynı şekilde bu dönem de Ürdün'deki Ürdün Vadisinden şeker üretme yöntemini geliştirdiler. 1401 yılında bölge, Tatar'lıların yeni saldırılarına maruz kaldı. Bu da merkez hükumetin zayıflamasına ve birçok ölüme neden olan hastalıkların bölgede yayılmasına neden oldu. Bu durum 1516 tarihinde Osmanlıların Memlüklüleri yenip Ürdün'ü Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası haline getirinceye kadar sürdü. Bu hükümdarlık 400 sene sürdü. Bu süre içerisinde Ürdün'ün batı bölümü ve dağlık bölümü çeşitli İslami dönemlerden kalma kaleler ile doludur. Asırlar boyu ülkenin emin bir mekan olması ve ülkeyi savunmak için birçok kale ve kuleler yapılmıştır. Bunlar arasında, tarihi Bizans İmparatorluğuna kadar uzanan Ezrak (mavi) kalesi ve sanatsal tarzı ile öne çıkan Rebat Kalesi bulunmaktadır. Bu kalelerin yapılma amacı haçlıların saldırılarından korunmak olmuştur. Ürdün toprakları, Osmanlı İmparatorluğunun hükmü altına 1516 yılında Osmanlıların Memlüklüleri yendiği Mercidabık Muharebesinden sonra girmiştir. Böylece Ürdün, bu büyük imparatorluğun 1516 yılından 1918 yılına kadar bir parçası olmuştur. Daha sonra diğer Suriye gibi diğer Arap ülkeleri de kendi istekleri ile Osmanlı Devletinin hükmü altına girmiştir. I. Selim bu bölgelerin valiliğini Can Berdi El-Gazali'ye vermiştir, ancak I. Selim'in vefatından sonra, Osmanlı İmparatorluğundan bağımsızlığını ilan etmiştir. Bunun üzerine Osmanlılar üzerine ordu göndermiş ancak başarılı olamamışlardır. Daha sonra 1521 yılında teslim olmuş ve idam edilmiştir. Bu şekilde Levant tekrar Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetine girmiş ve Bab-ı Ali'ye boyun eğmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Levant'ı; Şam, Halep ve Trablus olmak üzere üç vilayete ayırmıştır. Ürdün, Şam eyaletine bağlı idi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa 1831 yılında oğlu İbrahim Paşa'yı Şam eyaletindeki birlikleri yönetmek sureti ile Osmanlı Devletine giden yardımları kesip Levant'ı ele geçirmiştir. Muhammed Ali Paşa eğitime önem vermiş çeşitli vergiler getirip bölgeyi düzene sokmaya çalışmıştır. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu'nun Rus İmparatorluğu ve Birleşik Krallık ile iş birliği yapıp 1840 senesinde onu hezimete uğratması sonucu bir tehdit olmaktan çıkmıştır. Ali Paşa Mısır'ın elinden gidebileceği düşüncesi ile ordusunu Levant'dan geri çekmiş ve sadece Sudan ve Mısır'ın yönetimi kendisine bırakılmıştır. I. Dünya Savaşı Temmuz 1914 yılında itilaf ve ittifak devletleri arasında patlak verdi. 1914 yılı Ekim ayında Osmanlı İmparatorluğu Karadeniz'de Rusya limanlarını deniz donanması ile topçu ateşine tutmasıyla Almanya'nın yanında savaşa katıldı. 1914 yılı 2 Ekiminde de Rus İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğuna savaş açtı. 3 gün sonra ise Birleşik Krallık ve Fransa Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açtı. Araplar Osmanlılardan kendi devletlerinin bağımsız olmasın
ı ve Arap Emirliklerinde Arapçanın resmi dilleri olmasını istediler. Bu kararlar 1913 Paris Arap Konferansı'nda alınmıştı. Bu arada Arap milliyetçileri Faysal bin Hüseyin vasıtası ile Şam'da "Genç Arap Birliğini" kurdular. Bu birlik bir devrim yapmaya karar verdi ve bir Arap devleti kurmak için Şam Protokolünü imzaladılar. Bu Arap devletinin sınırları Toros Dağlarından Arap Denizi'ne, Kızıl Denizden Körfeze kadar uzanacaktı ve ülkenin de başında Şerif Hüseyin olacaktı. Ancak Cemal Paşa içerisinde Arap memurlarında bulunduğu Arap milliyetçilerini idam etmesi ile bu gerçekleşmedi. Daha sonra iki taraf arasında görüşmeler başladı ve 1916 yılında McMahon Antlaşması imzalandı. Bu anlaşma sonucu Birleşik Krallık'ın desteklediği bir Arap devleti kurulmasına ve bu devlete para ve silah yardımı yapılmasına buna karşılık Arapların da I. Dünya Savaşında İtilaf Devletleri arasında yer almayıp Osmanlılara karşı savaşmaması üzerinde mutabakata varıldı. Aynı şekilde İngilizler de Arapların kurmuş olduğu bu devleti kurma sözü verdi. 10 Haziran 1916 yılında Arap İsyanı Mekke'den başlamış oldu. Hüseyin bin Ali 5. Mahmut Reşat döneminde Türklere karşı kutsal cihadı başlattı. Osmanlılar ordularını Hicaz'dan Şam'a yöneltti ve Hüseyin bin Ali; Mekke, Taif, Cidde ve sonra da Medine-i Münevvereyi işgal etti. Güney Ürdün'deki Havidat kabilesi, Ürdün'deki isyanı ilk başlatan kabile olmuştur. Kabilenin lideri Avde Ebu Taye Kuzey Arap orduları kumandanı Emir Faysal ile görüşmüş ve kabilesinin de isyana onların tarafında katıldığını beyan etmiştir. Daha sonra Şam' yönelmiş ancak fazla kalmamıştır. 1918 yılında da kuvvetlerinin Emir Faysal'ın komutasına vermiştir. Ürdün, 1948 Arap-İsrail Savaşı ve Altı Gün Savaşı'nda doğrudan, diğer Arap-İsrail savaşları'nda ise dolaylı olarak İsrail'e karşı mücadele etmiştir Ürdün'ün başkenti olan Amman aslında yedi tepe üzerine kurulmuştur. Ancak şu anda topraklarının genişlemesi ile on yedi tepe üzerinde bulunur. Ammanı farklılıklar şehri olarak tanımlayabiliriz çünkü birçok kültür orada eserler bırakmasının yanı sıra eski ile yeniyi bir arada temaşa eder. Hala gelişimini günden güne devam ettirmektedir. Sınırları genişlemekte ve nüfusu artmaktadır.1921 yılında Emir I .Abdullah Ammanı başkent seçtiğinde sadece seyrek birkaç evden oluşan bir şehir iken günümüzde büyük bir şehir haline gelmiştir.Günümüzde: Amman Kale Dağında bulunan Amman Kalesi, Emevi Kasrı, Bizans Kilisesi tarihi eser olarak bugün hala gezilebilmektedir. Bunun haricinde 5000 kişilik izleme kapasitesine sahip Roma Tiyatrosu da gezilen mekanlar arasındadır. Modern Amman şehir merkezinde halk pazarlarından modern alışveriş merkezlerine kadar birçok kültürel ve eğlendirici mekan bulunmaktadır. Ürdün'ün en güneyinde Ürdün'ün denizle olan tek bağlantısı Akabe bulunur. Akabe Kızıl Deniz'in Kuzey tarafına düşer ve suyu bol ve saftır.Akabe Körfezinde hava yıl boyunca mükemmeldir. Hatta kış ayında bile hava sıcaklığı en fazla 20 derceye kadar düşer. Kış aylarında ortalama sıcaklığı 22,5 iken bu rakam yaz aylarında 26 dereceye yükselir. Bu özellikler de Akabeyi dünyada turizmde ve dalış sporlarında dünyadaki ender mekanlardan biri haline getirir. Aynı şekilde Akabe güzel kumlu sahilleri ile de meşhurdur. Turizm Ürdün'ün en önemli geçim kaynaklarından biridir. Değişik ülkelerden Ürdün'e 2009 yılında yaklaşık 3.5 milyon turist ve bunlardan elde edilen gelir ise 3.5 milyon dolar civarındadır. Ürdün'ün turist çeken tarihi mekanlarının başında meşhur Petra gelir. Petra UNESCO 1985 yılında yayınladığı raporda dünyanın 7 harikasından bir tanesi olarak gösterilmiştir. Petranın yanı sıra Ürdün Nehri, Nebo Dağı, orta çağdan kalma birçok mescid ve kilise ve ve Vadi Ram gibi birçok tarihi eser turistlerin ziyaret ettikleri başlıca mekanlar arasındadır. Orta Doğu, Suudi Arabistan'ın kuzeybatısında bir ülke olan Ürdünün coğrafi konumu: 31 00 Kuzey enlemi, 36 00 Doğu boylamıdır. Yüzölçümü: 92,300 km², Sınır komşuları: Irak 181 km, İsrail 238 km, Suudi Arabistan 728 km, Suriye 375 km, Batı Şeria 97 km'dir. İklimi: Kuru çöl iklimi. Batı kısımlarda Kasım - Nisan ayları arasında yağmur mevsimi yaşanır. Doğal kaynakları: Fosfat, potas olup petrol yönünden zengin değildir. Ürdün arazisinin çoğu, genel anlamı ile, çöl topraklarından oluşur. Doğusunda yüksek araziler, Batısında ise; Ürdün Nehrinin güneyi ve kuzeyinde Büyük Rift Vadisi yer alır. Ürdün arazisi; Alçak Rift Vadisi, Yüksek dağlık gölgesi ve çöl platosu olmak üzere üç kısımdan oluşur. Ürdün'ün bu alçak bölgesi Yermuk Nehrinden Akabe Körfezine kadar olmak üzere 370 km²'den oluşur. Ürdün Nehri bu alçak bölgenin bir bölümünden geçer ve Ölü Deniz'e dökülür. Ürdün'de yüksek bölgeler, Ürdün Vadisi ile Doğu Çölü arasında oluşmaktadır. Yüksek bölgeler halka şeklinde birbirine geçmiş bir plato, tepeler ve dağ zirvelerinden oluşur ve kuzeyde Yarmuk Nehri ile güneyde Suudi Arabistan ve Ürdün arasına kadar uzanır. Dağların ortalama yükseltisi deniz seviyesinden yaklaşık 1200 metreye ulaşır ve kademeli olarak azalır. Dağlık bölgeler kuzeyden güneye doğru uzanan birçok vadilerden oluşur. Bu bölgeye de Aclun, Balga, Kerak ve Mean bölgesi denir. Buna ek olarak Aclun bölgesinin yükseltisi yaklaşık ortalaması deniz seviyesinden 850 metre yükselir. Aynı zamanda Güney bölgesinden bir parçayı da içerisine alır. Ürdün istatistik kurumuna göre Ürdün'ün 2011'de nüfusu 6,249,000'dir. Bu sayı 2009 yılında yaklaşık 6,300,000 idi. 2004 yılı rakamlarına göre Ürdün'de hane sayısı 946.000 hane başına düşen insan sayısı ise 5,6 oranındaydı. Ürdün'ün resmî dili okullarda da okutulan Arapçadır. Ürdünlü öğrencilerin çoğu Ürdün lehçeleri ile konuşurken bu lehçeler İngilizce, Fransızca ve Türkçe gibi dillerden etkilenmiştir. İngilizce resmî statüde olmasa da ülke de en çok konuşulan ikinci dildir ve tekstil, iletişim, bankacılık, eğitim gibi alanlarda en çok konuşulan dildir. Hepsi olmasa da çoğu özel okulda Arapçanın yanında İngilizce olarak da dersler okutulmaktadır. Fransızca ise birçok özel okulda seçmeli olarak okutulmaktadır. Ürdün, Akdeniz havzası ve kurak çöl arazisinin karışımı bir iklime sahiptir. Zira ülkenin kuzey ve güney bölgelerinde Akdeniz iklimi hakim olurken, ülkenin geri kalanında çöl iklimi hüküm sürer. Genel anlamı ile yazın hava sıcak ve kurak iken, kışın nemli ve ılımandır. Ürdün'de iklim çeşitliliği bulunmaktadır. Zira, Ürdün Vadisinde kurak tropikal iklim, yüksek dağlık bölgelere sıcak iklim hakim olurken ülkenin diğer bölgelerindeki dağlık bölgelere ılıman hava hakim olabilir. Ürdün'de resmi din İslam'dır ve halkın yaklaşık %92'lik kesimi Müslümandır. Müslümanların da çoğunu Sünniler oluşturur. Ürdün, vatandaşlarını din seçmede özgür kılmıştır ancak azınlık grupların haklarının gözetilmesi konusunda eksik kalmıştır. Müslümanlar, diğer dinlerden olan özellikle de misyoner insanları İslam'a davet etmek için çaba göstermektedirler. Lagatum şirketinin araştırmasına göre, Ürdünlülerin %46.2'si düzenli olarak din hizmetlerine katılmaktalar. Ürdün, yerli Hristiyan azınlığa sahiptir. Hristiyanlar 1950 yılında nüfusun %30'unu oluşturmaktalardı. Diğer din azınlıklarından olan Bahailik ve Dürzîlik de Ürdün'de bulunmaktadır. Dürzîler genellikle Ezrag şehrinin Güneyinde toplanmışlardır. Ürdün Vadisinde bulunan Adassiyeh köyü ise Bahailerin genellikle toplandıkları yerdir. Ürdün Haşimiyye Krallığı oluşum olarak bir monarşi rejimine sahiptir. Monarşi hükumeti ise bir kral ile yönetilir bu kral aynı zamanda ülkenin askerinin komutanıdır. Kral; başbakan, bakanlar kurulu ya da kabinede otoritesini gösterir. Kabine, senato olarak da bilinen Ürdün Parlamentosunun demokratik olarak seçilmesinden sorumludur. Şubat 1999 yılında kral 2. Abdullah babası Hüseyin'in vasiyeti üzerine ölümünden sonra yerine gelmiştir. Abdullah iktidara gelmesinden hemen sonra İsrail ve Amerika ile barış anlaşması imzalamıştır. Abdullah, iktidarının ilk senesinde, ülkesinin gündemini iktisadi olarak gelişmeye yöneltmiştir. Ürdün Parlamentosu iki kademeden oluşur: Temsilciler Meclisi (Majlis al-Nuwaab) ve Senato (Majlis al-Aayan). Senatoda 60 üye bulunur ve hepsi de kral tarafından seçilir. Parlamenter Meclisi ise; 12 bölgeden seçilmiş 120 üyeden oluşur. Seçilmiş parlamenter üyeleri mecliste mevzuat açma hakkına sahiptir ancak kral tarafından seçilen senatodan geçmek zorundadır. Ürdün çok partili sisteme sahiptir. Siyasi partiler 40 sandalyeden daha fazla sayıda üyeye sahip iken geri kalan üyeler bağımsız adaylardan oluşur. Son parlamenter seçimleri 23 Ocak 2013 yılında gerçekleşti. Hileli seçim geçmişi yüzünden hükumet eleştirildi. Aralarında ana muhalefet partisi Ürdün Müslüman Kardeşlerinde bulunduğu bazı muhalif gruplar, seçimi protesto etti ve seçime katılmadı. Ürdün'de 2010 sayımlarına göre okuma yazma oranı %92.6 idi. Ürdün eğitim sistemi iki yıllık okul öncesi eğitim, on yıllık zorunlu eğitim, iki yıllık lise eğitimi daha sonra da üniversite eğitimden oluşmaktadır. Ürdün, devlet harcamalarının %20.5'ini eğitim alanında yapması ile Türkiye ve Suriye'den önce gelmektedir. Bu oran Türkiye'de %2.5, Suriye'de ise 3.86 oranındadır. Orta okula kayıt oranı %63'den %97'ye yükselmiş ve liseye kayıt oranı ise %79'dan %85'e yükselmiştir. Ürdün'de bir milyon kişiden iki bin kişisi araştırmacıdır. Bu oran gelişmiş ülkelerde ise bir milyon kişide beş bin kişidir. 2011 Global büyüme oranına göre, Ürdün, Orta Doğu'da Katar ve Birleşik Arap Emirliklerinden sonra 3. sıradadır. Krallık 10 devlet ve 16 özel üniversiteye sahiptir. Buna ek olarak 14'ü devlet 24'ü özel olmak üzere 28 koleje sahiptir. Ürdün'de her sene 200.000'den fazla öğrenci üniversiteye kayıt olmaktadır. Bu 200.000 sayısına ilaveten bazı öğrencilerde Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık'ta üniversiteye kaydolmaktadır. Ürdün'de; Alman-Ürdün Üniversitesi, Colombia Üniversitesi, NYIT, DePaul Üniversitesi ve Madaba Amerikan Üniversitesi gibi birçok uluslararası üniversite vardır. Aynı zamanda Ürdün'e George Washington Üniversitesi de bir tıp üniversitesi şeklinde açılması planl
anmaktadır. Webometrics Dünya Üniversiteleri sıralamasına göre; Ürdün Üniversitesi 1507. sırada ve Yarmouk Üniversitesi 2165. sırada bulunmaktadır. Ürdün İnternet kullanımı açısından Arap ülkeleri arasında ilk sıradadır. Ürdün'ün yaklaşık %75'i İnternet kullanmaktadır. Ahmet Taşçı Ahmet Taşçı (d. 1960, Karamürsel, Kocaeli), Türkiye yağlı güreş başpehlivanı. Karamürsel'e 2. altın kemeri getiren ve bu dalda hem kendisine hem de ilçeye bir rekor kazandıran Türkiye Başpehlivanı Ahmet Taşçı Karamürsel'de doğdu. Taşçı, 25 yaşına kadar sporla pek ilgilenmedi. Önceleri serbest olarak çalıştı. 1982'de İzmit'te bir lastik fabrikasına işçi olarak girdi. 1985 yılında güreşmeye karar verip ustası Kadir Birlik'in antrenmanlarına katılınca fabrikadan ayrıldı. Taşçı, geç başlamasına rağmen bu spora çok çabuk ısındı ve sevdi; gücü ve kuvveti sayesinde de yağlı güreşe intibakı zor olmadı. Kısa süre sonra çayırlara çıkmaya başladı. Türk yağlı güreş severleri, Taşçı'yı böyle tanıdı. Ahmet Taşçı, 1986 yılında Kırkpınar'da büyükorta birinciliğini, 1987 yılında başaltı birinciliğini, 1988'de başpehlivanlık beşinçiliğini, 1989'da da başpehlivanlık üçüncülüğü elde etti. Ahmet Taşçı, gücü ve kuvvetiyle yeşil sahaların bir devi olma yoluna girmişti artık. Rakipleri, etkili fiziği ve acı kuvveti karşısında pek tutunamıyorlardı. Taşçı, 1990 yılında, Kırkpınar Türkiye Başpehlivanlık Yağlı Güreşlerinde; ilk turda Recep Kılıç'ı, 2. turda Saffet Kayalı'yı, 3. turda Bülent Gürbüz'ü, 4. turda Reşit Karabacak'ı, finalde ise ustası Kadir Birlik'i yenerek Türkiye başpehlivanı oldu ve altın kemeri boynuna astı. Ahmet Taşçı, artık o altın kemeri, tıpkı Aydın Demir gibi boynundan hiç indirmeyecekti. Ünlü güreşçi, 1991 yılındaki Kırkpınar güreşlerinde; Bekir Şahin'i ilk turda, Reşit Karabacak'ı ikinci turda (üçüncü turu boş çekerek atladı), Cengiz Elbeyi'yi dördüncü turda, Bülent Gürbüz'ü de finalde mağlup ederek ikinci başpehlivalık kürsüsüne çıktı. Yeşil sahalarda bir yıldız olan Taşçı, Türkiye'nin yağlı güreş yapılan bütün bölgelerine davet edilmeye başlandı. Bu güreşlerde de birincilikler ve ödüller birbirini kovaladı. 1992 yılı Kırkpınar güreşleri çok önemliydi Ahmet Taşçı için. Bu güreşler için aylarca süren antrenmanlara girdi. Yine iyi bir formla Kırkpınar'da rakiplerinin karşısına dikildi. Tur sayısına göre Reşit Karabacak'ı, Bülent Gürbüz'ü, Cengiz Elbiya'yı, Saffet Kayalı'yı ve finalde de Abdullah Ersoy'u devirerek, altın kemerin temelli sahibi olduğunu teşcil ve ilan etti. Kırkpınar yağlı güreşlerinde Karamürsel'e üçüncü kendisine ikinci altın kemeri kazandırmak için kararlı ve gayretli olan Ahmet Taşçı, 1993 yılında üst üste dördüncü kez Kırkpınar Başpehlivanlığı unvanını kazanarak yeni bir rekorunda sahibi oldu. Taşçı 1993 yılında, İbrahim Gümüş, Mehmet Gökçen, Necmi Koç ve Sezgin Yüksel'i yenerek ikinci altın kemerle buluştu. Genç güreşçi, aynı yıl, 3 yıl üst üste kazandığı Tarihi Elmalı Yağlı Pehlivan Güreşleri altın kemerini de kazandı. 1992 yılında evlenen sahaların devi ve aynı zamanda sempatik tavırları güreş severlerin sevgisini kazanan Ahmet Taşçı, sade ve düzenli hayat sürmeketedir. Cengiz Elbeye ile saha içinde çok çetin güreşler yaparak defalarca rakip olan Ahmet Taşçının Cengiz Elbeyeyle dostluğu herkes tarafından bilinmekte olup güreş tarihindeki kardeşlik ve centilmenlik kültürünü göstermişlerdir. Güreşçinin Kırkpınar Baş Pehlivanlıkları: Türkiye'de yağlı güreş oteritelerinin bir görüşüne göre; eğer Ahmet Taşçı çocuk yaşta güreşe başlamış olsaydı bu kırılması ve başarılması güç rekorları kadar daha başarı elde edebilirdi. O 'nun dayanıklılığı ve inatçı güreşi ona bu başarıyı getirdi. Ahmet taşçı, geçmişin muhteşem zaferlerinden uzak da olsa aktif güreş yaşamına devam etmektedir. 10 mart 2010 tarihli "Orhan Ayhan'la spor" adlı programda Kel Aliçonun 56 yaşında başpehlivanlık kazanarak kırdığı rekoru kırmak istediğini ve bunun için çok çalıştığını söylemiştir. Okyanus bilimi Oseonografya, oşinografi ya da okyanus bilimi; okyanusları ve denizleri inceleyen bilim dalıdır. Okyanuslar ve onlarla ilişkili ekosistemleri, kimyasal ve fiziksel süreçleri inceler. Deniz kaynaklarının geliştirilmesine, kullanılmasına ve denizlerin doğal özelliklerinin korunmasına katkıda bulunur. Fiziksel ve kimyasal oşinografi, deniz biyolojisi ve balıkçılık, deniz jeolojisi ve deniz jeofiziği gibi alt dallara ayrılır. Bilim olarak oşinografi oldukça genç bir bilim gibi gözükse de kökeni insanoğlunun doğa hakkında ilk soruları sormaya başladığı güne kadar götürülebilir. Luigi Ferdinando Marsigli'nin de 17. yüzyılda İstanbul'da Venedik elçiliğinde çalışırken İstanbul Boğazı ile ilgili çalışmaları da oseonagrafyanın ilk örneklerindendir. Oşinografide geleneksel olarak dört alt çalışma alanı vardır: fiziksel, kimyasal, jeolojik ve biyolojik oşinografi. Zaten doğası gereği disiplinlerarası olan bu bilim, bu dört alandan öteye de taşmış durumdadır. Uzaktan algılama sistemleri ve moleküler çalışmalar da buna eklenebilir. Hüma Hatun Hüma Hatun (ö. 1449, Bursa), Osmanlı padişahı II. Murat'ın eşi ve Fatih Sultan Mehmed’in annesi. Hakkındaki bilgiler çok sınırlıdır. Mezarı Bursa'dadır ve Hüma Hatun veya Hatuniye Kümbedi olarak bilinmektedir. Bu türbenin 1449 tarihli (hicri 853) kitabesinde isim belirtilmez ama yapının II. Mehmed (Fatih) tarafından annesi için yaptırıldığı yazılıdır. Bursa'daki bir mahkeme kaydında ise Fatih'in annesinin ismi Hüma Hatun olarak geçmektedir. Babasının ismi bilinmemektedir. Yalnızca bir vakfiyede "Hatun binti Abdullah", "Abdullah kızı" olarak geçer. Bu ibare, onun mühtedi "(İslâmiyet’i sonradan kabul eden)" olduğuna delil olabilir. Zira, o dönemde mühtediler asıl babalarına değil, "bin Abdullah" veya "binti Abdullah" şeklinde, jenerik isim olarak Abdullah’a (Allah’ın kulu) isnad edilirdi. Bazı kaynaklarda Fatih Sultan Mehmet’in annesinin Fransız olduğu, bazı batılı kaynaklarda ise bunun "Fransız asıllı bir Yahudi olan Ester Stella" olduğu kayıtlıdır. Tarihçi Babinger ve yazar Lord Kinross’a göre Fatih'in annesi gayrimüslim bir köledir. Yine Babinger’e göre ölümünden sonra Türk-Acem efsanelerindeki cennetkuşu hümadan esinlenilerek Hüma Hatun olarak adlandırılmıştır. Türk tarihçi Halil İnalcık'a göreyse Fatih'in annesi cariye ve hıristiyandı. Bursa'da bulunan türbesindeki kitabede Ağustos 1449 yazmakta olup, bu ölüm tarihi mi yoksa türbenin yapılış tarihi mi olduğu bilinmediğinden bu tarihte ya da daha önceki bir tarihte öldüğü düşünülmektedir. Form (botanik) Form, tek bir bireyde görülen, popülasyonu temsil etmeyen, kalıtsal veya kalıtsal olmayan varyasyonlar. "f." veya "forma" şeklinde gösterilir. Örnekler: Zoolojik taksonomide alt türün altındaki kategorilerde yer alan her türlü varyasyon 1961 yılından sonra safdışı edilmiştir. Uğur Dündar Uğur Dündar (d. 28 Ağustos 1943; Akören, Silivri), Türk gazeteci, haber programcısı. Dündar, 28 Ağustos 1943'te İstanbul'un Silivri ilçesine bağlı Akören köyünde doğdu. Lise öğrenimini Vefa Lisesi'de tamamladı. Ardından İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü'nden mezun oldu. Yasemin Baradan Dündar ile evlendi ve 3 çocuğu oldu. 1970 yılında TRT tarafından açılan bir sınavı kazandı ve televizyon yapımcısı olarak çalışmaya başladı ve Resmî Gazete yazarı oldu. Aynı yıl içinde Birleşik Krallık'ta BBC'nin "Televizyonda Yapım-Yönetim" kursuna katıldı. Türkiye'ye döndükten sonra TRT'de yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak değişik televizyon programlarına imza attı. TRT'de 19 yılı aşkın süreyle çalıştı. 1986 yılında Hürriyet yazarı olan Uğur Dündar, Türkiye'de araştırmacı televizyon gazeteciliğini başlatan kişidir. 1992 yılında Show TV'ye geçen Uğur Dündar, 1994 yılında Hürriyet, Aydın Doğan'a satılmasından sonra 1995'te Show TV'ye veda edip Kanal D'ye geçti. 2000 yılında Show TV'ye geri dönüp Star TV'ye geçti. Star TV'de Haber Genel Yayın Yönetmeni oldu ve Star TV'ye geçtikten sonra Star yazarı oldu. 2001 yılında ise Kiss TV ve Sabah Gazetesi'nde çalıştı. 2002 yılında atv'ye geçip tekrar Star TV'ye geçerek Star yazarı tekrar oldu. Ardından tekrar Kanal D'ye geçti. 2004 yılında CNN Türk ile ortak yayın yapmıştır. 2008 yılında Uğur Dündar son olarak Star Haber Genel Yayın Yönetmenliği görevini sürdürdü ve ana haber bülteni sundu. 2010 yılında yeniden Hürriyet'e çalıştı. Bugüne kadar çok sayıda programa imza atan Uğur Dündar haber programı "Arena"'nın genel yönetmenliğini yaptı. Yıllardır ülkenin gündemini takip eden Arena programıyla çok sayıda ödülün sahibi oldu. 2011 yılında Star TV, Doğuş Grubu'na satıldıktan sonra Star TV'ye veda etti. Ayrıca İstanbul Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi'nde "Televizyon Programcılığı" derslerinde lisansüstü hocalık yaptı. 2012 yılında kısa bir süre Milliyet'e geçti. Sonra da arkadaşı Emin Çölaşan tarafından Sözcü'ye geçti. Mart 2013'te başladığı Artı Bir Tv'de kısa bir dönem ana haber bülteni sundu. Halen Sözcü Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapmakta ve Halk TV'de Halk Arenası programını hazırlayıp sunmaktadır. MaNga Manga (stilize ediliş şekliyle maNga), Türk rock grubu. Genellikle Alternatif Rock, Nu-Metal tarzında müzik yapmaktadırlar. 2001 sonlarına doğru kurulan Manga grubunun hikâyesi Yağmur Sarıgül “Yamyam” (Gitar)’ün barlarda “cover” parçaları yorumlayıp eğlendikleri gruptan ihraç edilmesiyle başladı. Yeni grubunda rock müzikle elektroniği, sert gitar riffleriyle rap vokalleri birleştirmek isteyen Yamyam öncelikle okuldan en yakın arkadaşı Orçun Şekerusta (Bass gitar)’yı gruba dahil etti. Sonrasında Özgür Can Öney (Davul), Efe Yılmaz (Turntable) ve Ferman Akgül (Vokal)’ün gruba dahil olmasıyla ilk kadro tamamlanmış oldu. Tarz olarak ise yeni yeni gönüllerini kaptırdıkları “nu metal” ve “hardcore” akımını benimsemişlerdi. Albüm maceraları ise Eylül 2001'de Ferman’ın “Sing Your Song” yarışmasına katılma fikriyle başladı. Orçun’un özel nedenlerden dolayı gruptan ayrılmak zorunda kalmasıyla Cem Bahtiyar (Bass gitar) gruba dahil oldu ve Manga şu andaki yapısına kavuştu . Böyl
elikle beş ayrı karakteri, beş ayrı müzik zevkini ve beş ayrı duruşu sergileyen grup Japon çizgi romanı geleneğinin ünlü ekolü olan Manga ismiyle uzun yıllar sürecek albüm hayali için yola çıkmış oldu. İlk besteleri olan, “Kal Yanımda" parçasıyla “Sing Your Song” yarışmasından ikincilik ödülü aldılar ve yarışmada kazandıkları başarıyla yeni besteler üretmeye başladılar. Bu dönem içinde "Bitti Rüya", “Libido” ve "Yalan" gibi çok sevilen parçalarını yaptılar. Bir süre sonra yarışma döneminden tanıdıkları prodüktör Haluk Kurosman'dan gelen bir telefon ile artık emeklerinin karşılığını alacaklarına inanmaya başladılar. Beste çalışmalarına ve konserlere ağırlık veren grup Türkiye'nin dört bir yanına gidip elliyi aşkın konserle müziklerini kitlelerle paylaşmaya başladı. İlk albümleri 5 Aralık 2004’te grupla aynı adı taşıyan “Manga” adıyla Sony Music Türkiye ve GRGDN ortaklığında piyasaya sürüldü. “Kal Yanımda “adlı parçada Kargo’nun solisti Koray Candemir, “İz Bırakanlar Unutulmaz” adlı parçada Vega grubunun solisti Deniz Akyüz, “Dursun Zaman” adlı parçada ise Göksel konuk sanatçı olarak albümde yer aldı. Dinleyicilerden gelen destekle 180.000’ i aşan albüm satışıyla Altın Plak ödülünün sahibi oldular. Ayrıca "Bir Kadın Çizeceksin" şarkısı EA Sports'un FIFA 2006 oyunu sound trackine dahil edildi. Albümden çekilen video klipler sırasıyla "Bir Kadın Çizeceksin", "Bitti Rüya", ve "Dursun Zaman" olmuştur. 2007 yılında ise "Yalan" adlı şarkılarına klip çekmişlerdir.Bu albümde Spa adlı bir karakter kullanılmıştır İlk albüm 2006 Haziran'da, “Manga+” adıyla çok özel ikinci bir baskısıyla yeniden yayınladı. Albümün yeni baskısı, Cem Karaca klasiği "Raptiye Rap Rap" şarkısı ve "Kandırma Kendini" şarkısı ile video kliplerinin olduğu hediye bir DVD ile birlikte yayınlandı. İlk albümlerinin üzerinden geçen 4 yılı aşkın süre zarfında turneler sebebiyle değişik coğrafyalara açılan Manga farklı kültürlerden insanlarla tanışarak kendisiyle daha barışık, daha samimi, daha sıcak ve biraz daha hüzünlü yeni bir dönemin içine girdi. Dünyaya bakış açıları değişen ve müzikal olarak dinledikleri de çeşitlenen grubun daha güçlü bir sounda sahip olan 2. albümleri “Şehr-i Hüzün” ün önkayıt dönemi yaklaşık 23 ay sürdü. Bu dönemin bu kadar uzun sürmesinin sebebi; büyük bir başarı yakaladıkları ilk albümün gruba getirdiği mutluluğun yanında herkesin üzerine göz ardı edilmeyecek bir sorumluluk yüklemesi ve heyecanla bekleyen müzik severlerine ilk albümü aratmayacak kadar nitelikli ve nicelikli bir albüm sunabilme isteğiydi. Büyük bir özveri ile hazırlanan, Manga’nın farklılığını ve müziğinde hiçbir sınır olmadığını gösteren “Şehr-i Hüzün” albümü, 15 Nisan 2009 tarihinde GRGDN & Sony Music etiketiyle raflardaki yerini aldı. Bu albüme sırasıyla "Dünyanın Sonuna Doğmuşum", "Beni Benimle Bırak", "Cevapsız Sorular" ve 90'ların en büyük gruplarından Cartel'in "Evdeki Ses" parçalarına video çekilmiş ve müzik listelerinin üst sıralarında yer almıştır. Manga grubunun 3. stüdyo albümü olan "E-akustik" 20 Mart 2012 tarihinde yayımlanmıştır. Albümün prodüktörlüğünü grup üyelerinden Yağmur Sarıgül'ün yaptığı ve Pasaj/GRGDN işbirliğiyle çıkan bu elektrikli akustik olarak tanımladıkları ve tüm enstrümanların canlı kaydedildiği, ancak elektronik sesler de barındıran yeni Manga albümü, üçü yepyeni toplam on iki parçadan oluşuyor. Albümde Yıldız Tilbe'yle "Hani Biz", Arto Tunçboyacıyan'la ise "Hoş Geldin" parçalarında yaptıkları düetler de vardır. Yıldız Tilbe'nin farklı bir ses yapısı olduğunu savunan grup üyeleri sanatçıyla ilgili gelen sorulara ise "Yıldız Tilbe çoğu rockçıdan daha çok Rock'n Roll." cevabını vermişlerdir. Bu albümden "Hani Biz" ve "Rezalet Çıkarasım Var" şarkılarına klip çekildi. 2014 albümüyle birlikte Rock-Nu Metal (Metal Rock) tarzına geçiş yapan olan Manga, albümün adını 'Işıkları Söndürseler Bile' olarak kendi youtube hesabından 14/02/2014 tarihinde yayınladığı teaser ile açıklamıştır. Albümünü kendi stüdyolarında kaydetmiş olup, "Fazla Aşkı Olan Var Mı?", "Parti", "Hint Kumaşı" ve "Bize Müsade Ettim" isimli şarkılara klip çekildi. Manga ve Inna'nın beraber şarkı yapmayı düşündükleri de biliniyor. 28 Kasım 2014 tarihinde yayınlanan Hadi İnşallah filminde "Yeniden Sev" isimli şarkının coverını yaptılar. Bir süredir Manga'nın konuk olduğu programlar ve sosyal medyada paylaştıkları fotoğraflarda grubun Disk Jokey'i Efe Yılmaz'ı göremeyen Manga hayranları bu konuya ve "Efe Yılmaz gruptan ayrıldı." iddialarına karşın bir açıklama yapılmasını istemiş ve grup üyeleri 24 Şubat 2013 Pazar günü saat 23:41'de konuya dair "Manga ve Efe Yılmaz, yollarını ayırmaya karar verdiler. Müzik yolculuklarına dört kişilik bir grup olarak devam edecek olan diğer Manga üyeleri, kendi stüdyolarında bu yıl piyasaya çıkması planlanan yeni albümlerinin kayıtlarını yapmakla meşgulken, konserlerine de ara vermeksizin devam ediyorlar." şeklinde açıklama yapıp Efe Yılmaz'ın gruptan ayrıldığını bildirmişlerdir. TRT Genel Müdürlüğü 2010 yılında Norveç’te gerçekleştirilecek olan Eurovision Şarkı Yarışması finalinde, Türkiye’yi temsil etmek üzere Manga ile anlaştı. Haber kurumundan yapılan yazılı açıklamada "Oslo'da, 29 Mayıs 2010 tarihinde finali gerçekleştirilecek olan 55. Eurovision Şarkı Yarışmasında Ülkemizi MaNga temsil edecektir." denildi. Manga grubu Türkiye'yi "We Could Be The Same" isimli şarkı ile temsil etti ve 29 Mayısta düzenlenen Eurovision 2010 Yarışması'nda Almanya'nın birinciliğinin ardından yarışmayı 2. olarak tamamladı ve Sertab Erener'den sonra Türkiye'nin aldığı en iyi dereceye sahip oldu. Manga'nın şimdiye kadar katıldığı önemli festivaller: Manga (çizgi roman) Manga (), Japonların çizgi roman için kullandıkları sözcük olup anime çizim sanatı ile çizilir ve sağdan sola doğru okunur. Çizimler animeye göre daha abartılıdır. Manga kelimesinin bilinen ilk kullanımı 1770'li yıllara dayanmaktadır. 19. yüzyıl boyunca kelime özel olarak, üzerinde karikatürler bulunan ağaç bloklarını, özellikle de Hokusai Katsushika'nın 1819'da yayınlanmış olan ve öğrencilerinin kullanması için kendisinin çizdiği taslak, çizim ve karikatürlerini adlandırmakta kullanılmıştır. Hokusai çizdiği taslakları iki Çince karakterin "漫 man" (kaygısız, ilgisiz) ve "画 ga" (resim) birleşiminden oluşan “manga” kelimesiyle tanımlamıştır. Manga aynı zamanda Çin, Hong Kong, Tayvan ("manhua") ve Güney Kore ("manhwa") gibi Japonya'ya komşu ülkelerin çizgi roman kültürünü de etkilemiştir. Japonya din ve kültür anlamında büyük ölçüde Çin'den etkilenmiştir. Özellikle 6. ve 7. yüzyıllarda yeni ve güçlü bir din olarak Budizm'in Japonya'da benimsenmesiyle birlikte, Budist tapınaklarının yapımını ve duvar resimlemelerini de beraberinde getirmiştir. Nara şehri bölgesinde bulunan Toshodoiji ve Horyuiji tapınaklarının duvarlarına ve tavanın arkasına İnsanları ve hayvanları konu alan çok çeşitli karikatürler yapılmıştır. Günümüzde, Japon çizgi romanlarının en bilinen şekli öykülü çizgi romanlardır. İlk defa çizgi roman dergilerinde seri halde yayınlanmış daha sonra da kitap haline getirilmişlerdir. Hepsinin tamamı binlerce sayfa uzunluğuna erişmektedir. Öküzgözü Öküzgözü, Elâzığ bölgesi civarlarında yetişen siyah renkli bir üzüm çeşididir. Şarapçılıkta kullanılır. Elazığ ve çevresinde iki tür kırmızı üzüm yetiştirilir. Bunlar Türkiye’nin en asil üzümlerinden sayılan Öküzgözü ve Boğazkere'dir. Öküzgözü, Türkiye'de yetiştirilen en iri üzüm olarak bilinmesine karşın adı üzümün iriliğinden değil öküz gözü gibi koyu renkli olmasındandır. Yuvarlak ve koyu renklidir; yapılı, kalıcı, kırmızı meyvemsi, dolgun ve hafif taneli oluşuyla yıllandırılmaya uygundur. Son zamanlarda Ege bölgesinde Denizli civarında da yetiştirilmeye başlanmış olup özellikle Çal ve Güney ilçelerinde Boğazkere ile birlikte yaygın olarak yetiştirilmektedir. Munzur Dağları Munzur Dağları yahut Mercan sıradağları, Yukarı Fırat bölgesinde, Doğu Anadolu bölgesinin batısında yer alır. Torosların uzantısı olup kalkerli, dişli kütledir. Yerleşim olarak Tunceli ile Erzincan arasındaki platoda 130 km uzunlukta batıdan doğuya Avcı Dağları'na uzanır. Yüksekliği 3300 m'yi geçer. Yaşı 5 milyon yıldır. Üzerinde buzul gölleri, meşe ormanları, yabani türde çeşitli hayvanlar, sayısız bitki ve çiçek türleri, akarsular, dereler, yaylalar, alabalık gölleri bulunmaktadır. En yüksek yeri 3463 m. ile Akbaba Tepesi'dir. Dorukları Biçare dağı, Ziyarettepe, Kutlular, Gültepe, Haramitepe, Kuştepe, Gediktepe'dir. Munzur vadileri güneye Ovacık'a iner ve Pülümür vadisiyle birleşir. Munzur nehri Murad ırmağıyla şelaleler oluşturarak birleşir. Munzur Vadisi Milli Parkı 1971'de kurulmuş 42.000 hektarlık bir yeryüzü doğal parkıdır. Dağları çevreleyen ilçeler güneyde Çemişgezek, Ovacık, batıda Kemaliye, doğuda Pülümür, kuzeyde Kemah'tır. Tırmanış geçitleri arasında Munzur ve Kemah geçitleri önemlidir. Köy yolları Sabırlı, Subaşı, Yeşilyayla, Cevizlik, Yeşilyazı, Paşadüzü, Kurutepe köyleriyle güneyden Kılıçkaya, Yaylabaşı, Çubuklu, Çakırlar, Dereköy, Kapıkaya, Doğanköy ile kuzeyden Munzur sıradağlarını çevirir. Latince okunuş kuralları Latince'nin birçok dönemi vardır. Ancak klasik Latince'nin alfabesi ve okunuşu aşağıdaki gibidir: Biyolojide organizmaların bilimsel adları Latincedir. Bu Latince kelimelerin özel okunuş kuralları vardır. (Aşağıdaki tablo Bilim Latincesi kelimelerinin, Avrupa dillerinin etkisiyle, genelde Türkçedeki okunuşlarıdır.) Sinonim (taksonomi) Sinonim veya Eş Anlamlılık, canlıların latince isimlerinin birden fazla olması. Tabiattaki taksonlar bilim alemi içinde ilk defa tespit edildikleri zaman elde edilen ilk örneklere dayanarak morfolojik özellikleri tanımlanır ve takson nomenklatür kurallarına uygun biçimde isimlendirilir. Verilen ismin binominal olmasının yanı sıra, bir tanıma sahip olması da şarttır. Örneğin: Daha sonraki bir tarihte herhangi bir yazar, bu taksonlar hakkında yeni bilgiler eder ve hepsinin tek bir türe ait olduklarını ortaya çıkarır ise, bu yeni türün, mevcut 4 isimden hangisiyle çağrılaca
ğı sorusunun cevabı, kurallara uygun biçimde teklif edilmiş isimlerin öncelik kuralları da dikkate alınarak değerlendirilmesiyle bulunabilir. Ortaya çıkan bu yeni durumda, önceden 4 ayrı tür imiş gibi tanımlanan taksonlar, eğer birbirlerinden taksonomik açıdan farklı değilseler, o zaman birbirleriyle sinonim sayılırlar. Yayın tarihleri dikkate alınarak genç ve yaşlı sinonimler olarak sınıflanırlar. Ortaya çıkan yeni durumda, önceden 4 ayrı tür imiş gibi tanımlanan taksonlar eğer birbirlerinden alt tür seviyesinde farklı olsalardı ve aralarındaki coğrafik bölgelerde melez populasyonlarına rastlansaydı, o zaman bunlar yeni bir taksonomik kategoriye (alt tür) transfer edilirdi. Tür olarak tanımlanıp, sonradan farklı bir kategoriye transfer edildiğinde yeni oluşturulan durum “status novum” olarak bir defaya mahsus olarak bunu yapan yazar tarafında çalışmasında belirtilerek yayınlanır. Yukarıdaki örnekte transferler sonrasında yeni durumlar görülüyor. Bu arada (D) taksonu transfer olurken farklı isim kombinasyonu da değişmiştir. Ilk defa tanımlanırken kullanıldığı cinsten başka bir cinse transfer olursa bu yeni kombinasyon da bir defalık belirtilir. “comb. novum”. Tabii olarak, bu türe, sonradan bulunan yeni alttürler tanımlanmak şartıyla ilave edilebilir (E). Tür kategorisinde bir takson, orijinalde tanımlandığı cinsten alınarak bir başka cinse transfer edilirse, o taksonun yazarı ve yayın tarihi, bundan sonraki yayınlarda parantez içinde yazılır. Ancak, tekrar orijinal cinse transfer edildiği takdirde, söz konusu taksonun yazar ve yayın tarihi parantezden çıkartılır. Manavgat (anlam ayrımı) Patojen Patojen, hastalığa neden olan her türlü organizma ve madde. Bu terim çoğunlukla çok hücreli organizmaların işleyişini ve hücre bütünlüğünü bozan yapılar için kullanılır; ancak bunun yaninda, tek hücrelileri etkileyen patojenler de vardır. Patojen kelimesi, Antik Yunanca´daki "pathos" (acı) ve "genesis" (oluşma) kelimelerinin birleşimidir. Aşağıda, yapısal özellikleri ve enfekte ettiği organizmalar temelinde patojenlerin basit bir sınıflandırması bulunmkatadır. Manavgat Manavgat, 2283 km²'lik yüzölçümüyle Antalya ilinin en büyük 2. ilçesidir. Manavgat Şelalesi, Türkiye'nin en düzenli akan akarsuyu Manavgat Irmağı kadirindedir. İlçe nüfusu 208.500 (2014 sayımı) . İlçe merkezinin 2008 nüfusu 77.321, 2012 nüfusu ise 95.000'dir. Notitia'larda piskoposluk makâmı olan Manaua 6. yy'dan itibaren zikredilmiş, son olarak 1199 yılında Manavğat (Ermenice) biçimiyle görüldü, Osmanlı devrinde de idâri birim olarak kaldı. Günümüzdeki ilçe merkezi, Manavgat ırmağının karşılıklı yakalarında bulunan Pazarcı ve Düşenbe köylerinin birleşmesiyle oluşturulmuştur. Side (Selimiye Köyü) ve Selge (Altınkaya Köyü) antik kentlerinin MÖ 6. yüzyılda kuruldukları sanılmaktadır. Manavgat 1220 yılında Selçuklu, 1472 yılında ise Osmanlı İmparatorluğu'nun idaresine geçmiştir. Sultan Alaattin Keykubat ise 1221'de fethettiği şehre Alaiyye ismini koyarak Manav Türkleri ile Alaaddin'in kader birliğini sonsuza kadar kayıt altına almıştır. Manavgat'ın kuzeyi Toros Dağları ile çevrilidir. Sahil şeridi plajları ve eşsiz kumsallarla kaplıdır. Denizden iç bölgelere gidildikçe ekilebilen düz ovaların yanında engebeli bir arazi yapısı gözlenir. Toros Dağları arasında gizlenen Eynif Ovası ünlüdür. Toros Dağları üzerinde yörüklerin konakladığı yaylalar vardır. İlçenin Doğuda sınırını oluşturan Alara Çayı, Karpuz Çayı ve ilçe merkezinden Manavgat Nehri ile üzerindeki Manavgat Şelalesi Türkiye'de olduğu kadar dünyaca da ünlüdür. İlçe sınırlarında Manavgat Nehri üzerinde Oymapınar Barajı ve Manavgat Barajı adında iki tane hidroelektrik santrali vardır. Nehir üzerinde ikisi yaya üçü de araç trafiğine açık 5 köprü vardır. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; toplam olarak 106 mahalleden oluşmaktadır. Manavgat'ın iklimi Akdeniz iklimi'dir. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlıdır. Don olayı tüm yıl boyunca ancak birkaç gün görülmektedir. Bazı yıllarda ise hiç don olmadığı gözlenmiştir. Sahil şeridinden itibaren, Toroslar'a kadar uzanan alan, tamamen ziraat alanıdır. Değişik bitkiler, meyveler ve ağaçlarla kaplıdır. Tarım arazilerinden sonra Toroslar'a çıkıldıkça maki ve orman alanları başlar. Toros dağları ise tamamen çalı ve maki türü bitkilerle kaplıdır. Maki türü bitkiler genelde mersin, çilek, geven ve kara dikendir. Torosların güneyinde alçak kısımlarda kızıl çam yer almaktadır. Yükseklere çıkıldıkça kızılçam'ın yerini kara çam, ladin, sedir ve ardıç almaktadır. Akarsu vadilerinde ise söğüt ve çınar yaygındır. Yazları oldukça sıcak geçer ve 45 dereceyi geçtiği görülür. İlçenin doğal yapısı kısmen tarıma uygun olup bu bölgelerde tarım gelişmiştir. Geri kalan bölgeler olan orman ve fundalık alanlar ve hayvancılığın geliştiği köyler olarak ayrılır. İlçe köylerinde büyük ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliğinin yanında hububat, susam, karpuz yetiştiriciliği ve özellikle son yıllarda zeytinciliğin giderek önem kazanmaktadır. Orman ürünleri işçiliği ve mevsimlik tarım işçiliği başlıca kazanç yolları olup sınırlı tarım arazilerinde hububat yanında son yıllarda kekik, kiraz ve ceviz gibi meyve yetiştiriciliği yapılmaya başlanmıştır. Son yıllarda pamuk üretimi azalmakta narenciye, açık alan ve örtü altı sebze yetiştiriciliğinde artma görülmektedir. İlçede sanayi gelişmemiştir. Ancak tarıma dayalı olarak pek çok fabrika bulunmaktadır. Bunlar dışında bölgenin doğal getirisi olarak turizm ilçenin en önemli gelir kaynaklarındandır. İlçeye her yıl binlerce turist gelir. Turizm ilçenin en çok istihdam yaratan iş koludur. 64 kilometrelik sahil şeridi ve Manavgat Şelalesi, özel çevre koruma alanları, tatil köyleri ile ilçede turizm oldukça gelişmiştir. Manavgatspor ilçenin profesyonel liglerde oynayan tek spor ve futbol takımıdır. Takım mücadelesini 2011-2012 sezonundan itibaren 3. Lig'de sürdürmektedir. Cemal Süreya Şiir Ödülü 1990'da hayatını kaybeden şair Cemal Süreya anısına düzenlenen şiir ödülü yarışması. Ödül, 1991 yılından beri verilmektedir. 2001 yılından sonra 3 yıl ara verilen ödüller, 2004'den beri Cemal Süreya Kültür ve Sanat Derneği tarafından devam ettirilmektedir. "Yayımlanmış Kitap Ödülü" ve "Yayımlanmamış Dosya Ödülü" olmak üzere iki dalda ödül verilir. Kurul ayrıca Gülce Başer'in "Bir Delinin Gülcesi" adlı kitabı ile Melek Avcı'nın "Odaaltı" adlı dosyasını seçici kurul özel ödülüne layık gördü. Side Müzesi Side Müzesi, Side'de Side Antik Kenti'nde kurulu müze. Side Müzesi, Roma döneminde inşa edilen hamam kompleksi üzerine yapılan ufak restorasyonlarla kurulmuştur. Müze’ye doğu yönündeki bir kapıdan girilir. Daha sonra tabanı taşlarla kaplı ve hamamın ikinci tepidariumu olduğu anlaşılan bir avludan geçilerek büyük bir bahçeye çıkılır. Bu avlunun etrafında ve bahçenin içinde Side’de yapılan kazılarda bulunan lahitler, sütunlar, büstler, torsolar, yazıtlar, heykeller, heykel kaideleri, sütun başlıkları, frizler, rölyefler ve steller görülmektedir. Müze bahçesi aslında Roma Hamamı’nın jimnastik salonu ve palaestrasının avlularıdır. Tabanı mermer parçaları ile kaplı olan bu avluların içindeki en önemli eser, avlunun kuzey duvarında görülen denizler tanrısı Poseido‘nun mitolojik öykülerinin yer aldığı friz serisidir. Burada tanrı ve tanrıçaların doğayla olan ilişkileri tasvir edilmektedir. Seleukia (Türkiye) Seleukeia (Lybre) Antalya ili Manavgat ilçesi yakınlarında bulunan antik kent. Seleukeia antik kentine ulaşmak için Side yönünden Manavgat şehir merkezine girmeden sola dönen yoldan 4 km sonra Manavgat Şelalesi'ni, geçtikten sonra barajlar yönüne devam Bucakşeyhler köyüne gitmek gerekir. Kent, Büyük İskender'in haleflerinden Suriye Kralı I. Selevkos Nikator (MÖ 321-280) adına kurulmuş olan 9 kentten biridir. Kentin bilinen diğer adı Lyrbe dir. 1972 ile 1979 yıllan arasında İstanbul Üniversitesi adına Prof. Dr. Jale İnan ve ekibi tarafından kısmen kazılıp, onarılarak gezilebilir hale getirilmiş, bu çalışmalar sayesinde gün ışığına çıkarılan iki Hellenistik mozaik buluntusu ile güncelliğini devamlı korumuştur. Prof. Dr. Jale İnan "Toroslarda Bir Antik Kent LYRBE? - SELEUKEİA" adında bir de kitap yazmıştır. Seleukeia, Toros Dağları'nın eteğinde güneyde eğimli bir dağ yerleşimi olarak kurulmuş ve sadece güney doğu yönünden sur duvarlarıyla çevrilmiş olup günümüz kalıntılarının birçoğu Hellenistik ve Roma dönemlerine aittir. Seleukeia antik kenti buluntuları arasında en önemlisi hiç şüphesiz "Yedi Bilgeler Mozaiği" olarak adlandırılan ve yine Antalya Müzesi'nde sergilenen mozaiktir. Gerek işçilik ve renkliliği, gerekse Anaksagoras, Pythagoras, Demosthenes, Lykurgüs, Thukydides ve Salon gibi yedi ünlü düşünürün portlerini içermesiyle çok ayrıcalıklı bir öneme sahiptir. Agoranın güney ucundaki yarı daire planlı yapının meclis binası (bouleuterion) veya konser salonu (odeion), kuzeyindeki iyi korunmuş küçük yapınınsa tapınak kalıntısı olduğu anlaşılmaktadır. Bunların dışında bir hamam, nekropol alanı ve geç dönem yapısı olan nekropol kilisesi bulunmaktadır. Alptekin Cevherli Alptekin Cevherli (d. 3 Ocak 1975, Ankara), Türk siyasetçi ve yazardır. Tüm öğrenim hayatı İstanbul'da geçmiş olup, Aksaray Mahmudiye İlkokulu ardından bir yıl Fatih Erkek Koleji'nde İngilizce eğitimi almıştır. Sonra, Fatih Ahmet Rasim Lisesi, ardından İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'nden 1998 yılında mezun olmuştur. Ayrıca Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümü’nde öğrenim almıştır. 1992 yılından beri çeşitli gazetelerde Türk dış politikası ve terör konulu yazıları yayınlanmakta olan yazarın ilk olarak 1992 yılında haftalık "Özden Gazetesi’"nde başlayan yazı hayatı daha sonra aylık Ufuk Ötesi gazetesinde, Liberal Demokrat Gazete’de, Fatih’in Sesi’nde, Star gazetesinde ve Yeniçağ gazetesinde devam etmiştir. Halen "Türkiye Okuyor" "Gazetesi’nde" yazıları yayınlanmaktadır. Çeşitli radyo ve televizyonlarda Türk dış politikası ve dünya stratejileri üzerine mü
lâkatları yapılmaktadır. 2001 yılında Liberal Demokrat Parti Gaziosmanpaşa İlçe Yönetim Kurulu üyesi olarak faaliyet göstermiş olup 2002 Mayıs ayında bu görevden ayrılmış ve LDP İstanbul İl Yönetim Kurulu üyeliğine atanmıştır. Daha sonra 3 Kasım 2002 seçimlerine doğru LDP İstanbul İl Genel Sekreterliği görevine seçilmiştir. Kendisinin ayrıca Türk Dünyası ile ilgili pek çok çalışmaları vardır. TÜSİAD’ın aylık Vizyon dergisinin Genel Yayın Müdürlüğü’nü gerçekleştirdikten sonra halen Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet derneğinin yayın organı olan Bul-Türk dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü'nü, ve siyasibakis.net adlı İnternet haber sitesinin yönetimini sürdürmektedir. Kocaeli'de Kent Konut A.Ş.'nin Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü görevini yürütmüştür. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi'nde Basın-Yayın Koordinatörü olarak görevine devam etmektedir. Balkan Türkleri Derneği ve Kocaeli Rumeli Türkleri derneğinde çeşitli yönetim görevlerinde bulunmuştur. 2010 yılında 'Kocaeli Şairler ve Yazarlar Birliği' Başkanlığına seçilmiştir. Halen bu görevi sürdürmektedir. "Gönül Gözlü Yâr", "Altın Şafak Büyüsü, Kabala", "Yapıcı" ve "Sözün Özü" adlı yayınlanmış dört kitabı mevcuttur. Ayrıca Kocaeli Büyükşehir Belediyesi yayınlarından çıkan "Zaman Aynasında Bir Ulu Şehir Kocaeli" ve "Açık Hava Müzesi Kocaeli" gibi kitaplar ile yayın kurulunda bulunduğu pek çok eser bulunmaktadır. Madaralı Roman Ödülü Madaralı Roman Ödülü, emekli Öğretmen Fikret Madaralı ve eşinin başlattığı bir edebiyat ödülüdür. İlk Madaralı Roman Ödülü 1974 yılında, sonuncusu 1989 yılında verilmiştir. Her yıl, bir önceki yıl basılmış romanlardan birine verilir; Köy Enstitüleri'nin kuruluş yıldönümü olan 17 Nisan'da ödül sahibi açıklanırdı. Vedat Günyol, Ceyhun Atıf Kansu, Oya Bender, Adnan Binyazar, Mehmet Başaran, Oktay Akbal, Cavit Orhan Tütengil ve Mustafa Ekmekçi'den kurulu jüri, ""Öldürme tutkusu ve işkence konusunda insanın keşfedilmemiş yanlarını ortaya çıkarmada ve anlatımda gösterdiği başarıdan"" ötürü Demirciler Çarşısı Cinayeti'ni yılın en iyi romanı olarak değerlendirmiş ve ilk Madaralı Roman ödülünü Yaşar Kemal'e vermiştir. Atlantis (anlam ayrımı) Atlantis, Eflatun'un tanımladığı varlığı kesin olarak bilinmeyen kayıp kıtadır. Atlantis şu anlamlara da gelebilir: Arundhati Roy Suzanna Arundhati Roy, (d. 24 Kasım 1961) Hint yazar, savaş karşıtı eylemci. İlk kitabı "Küçük Şeylerin Tanrısı" (Orijinal adı: ""The God of Small Things"") adlı romanıyla dünya çapında ün yapmıştır. 24 Kasım 1961'de Hindistan'ın Kerela eyaletinden Hristiyan bir anne ile Hindu bir babanın kızı olarak dünyaya geldi. Aymanam Köyü'nde annesinin işlettiği okulda okudu. 16 yaşında evi terketti. Delhi Mimarlık Okulu'nda okudu, ama mimarlığı hiçbir zaman sevmedi. Dört yıl süren ilk evliliğini bir okul arkadaşı ile yaptı ve bir süre eşiyle birlikte çiçek çocuk olarak yaşadı. Daha sonra bu hayatı bırakarak Ulusal Şehir İşleri Dairesi'nde çalışmaya başladı. Bir bursla İtalya'ya giderek anıt restorasyonu üzerinde çalışırken yazarlık yönünü keşfetti. İkinci eşi ile birlikte bir televizyon kanalı için dizi film, Hindistan'da üniversite öğrencilerinin yaşamına ilişkin bir film senaryosu, Hindistan'ın kırsal kesiminde eşleri tarafından istismar edilen kadınların kahramanı haline gelen Phoolan Devi hakkında tartışmalı bir film senaryasu yazdı. Son filmi mahkemelik olunca aerobik öğretmenliği yapmaya ve romanını yazmaya başladı. Kendi çocukluğundan esinlenerek beş yılda yazdığı romanını 1996'da tamamladı. 1997'de ilk ve tek romanı Küçük Şeylerin Tanrısı romanı ile İngiltere'nin en saygın edebiyat ödülü olan Booker ödülü'nü aldı. Bu ödülü alan ilk Hint kadın oldu. ""Sokaktaki İnsanın İmparatorluk Rehberi"" , ""Ya çek defteri ya Cruise Füzesi"" adlı kitapların da yazarı olan Roy, artık edebi eserler değil, siyasi konularda kitaplar yazıyor ve küreselleşme karşıtı görüşleri ile tanınıyor. 2002'de Lanan Kültürel Özgürlük Ödülü, 2004 yılında Sydney Barış Ödülü'nü kazanan Roy, 2005'de Irak Dünya Mahkemesi adlı küresel girişim nedeniyle İstanbul'da bulunmuştur. Prospect dergisi tarafında 2015 yılının Nisan ayında açıklanan ve yaklaşık 3000 kişi ile yaptığı dünyanın önde gelen düşünürleri anketinde Roy altıncı sırada yer almıştır. Parakete (olta) Parakete (paragat, barigat), suyun içinde asılı veya dibe uzanmış, serili olarak duracak şekilde düzenlenmiş, bir beden üzerinde çok sayıda kösteğe bağlı iğne taşıyan balık avcılığı aracıdır. Demokratik Toplum Hareketi (Türkiye) Demokratik Toplum Hareketi, kısaca DTH, HEP, DEP, HADEP, DEHAP çizgisinin DTP (Demokratik Toplum Partisi) adıyla partileşmesine giden süreçteki oluşumdur. DTH partileşerek, Demokratik Toplum Partisi (DTP) ismini almıştır. 11 Aralık 2009'da Demokratik Toplum Partisi kapatıldıktan sonra DTP'li milletvekilleri ve DTP İl ve İlçe Örgütleri Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)'ye katılmıştır. Milletvekillikleri düşürülüp siyasi yasak getirilen Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un meclisten ayrılmasıyla meclis grubu düşmüş daha sonra İstanbul Bağımsız Milletvekili Ufuk Uras'ın katılımıyla BDP meclis grubunu kurmuştur. Orfoz Orfoz ("Epinephelus marginatus"), Serranidae familyasından bir balık türü. Vücudu yandan yassı ve ovaldir. Başı ve ağzı büyüktür. Derisi kalın olup ufak pullarla kaplıdır. 1. sırt yüzgeci daha yüksek olup, 2. sırt yüzgeci ile birleşmiştir. Kafa, sırt ve yanlarında canlı iken görülen, ölünce kaybolan yeşilimsi, sarı lekeler ve dikey bantlar bulunur. alt tarafı daha açık renklidir. Solungaç kapakları açık ve dikenlidir. Kuyruk yüzgeci yuvarlaktır. Orfoz hermafrodit olup, cinsel olgunluğa eriştiği zaman dişi cinsiyet organlarına sahiptir. Hayatının belirli bir dönemini dişi olarak geçirdikten sonra 18. yaşına geldiğinde dişi cinsiyet organları kaybolarak yerine erkek cinsiyet organları gelişir ve hayatının geri kalanını erkek olarak yaşar. Derinliği 100 m. kadar olan suların kaya aralarında yaşar. Büyüklüğü ortalama 60 cm'dir, maksimum 140 cm olur. Ortalama ağrlığı 15 kg. civarındadır, maksimum 60 kg olur. Yaşadığı her yılda bir kilo alır ve 60 yıl yaşar. Birey sayısının hızla azalması ve türün tehdit altına girmesi akabinde Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın yayınladığı tebliğe göre 1 Eylül 2016’dan 31 Ağustos 2020’ye kadar her türlü avlanması, toplanması yasaklanmış ve tür koruma altına alınmıştır. Minekop Minekop ("Umbrina cirrosa"), Sciaenidae familyasından vücut hafif basık, sırtı kamburca olan bir balık türü. Yan çizgide 48-50 pul bulunur. Alt çenede küçük bir bıyık olup, pulları iridir. Burun kısmen küttür, çenede derin bir çıkıntı bulunur. Karın açık renklidir. Yumurtaları demersaldir. Kafasının içinde ve her iki yanında gözlerin arkasına doğru iki küçük beyaz taş bulunur. Büyüklüğü ortalama 30–35 cm dir, maksimum 100 cm olur. Denizin dip bölgelerinde bulunur. Akdeniz, Marmara Denizi ve Karadeniz'de görülür. 29 Mayıs 2011 tarihinde, Marmara Denizi'nde 1.96 m boyunda ve 74 kg ağırlığında, sıradışı büyüklükte bir Minekop yakalandı. (Haberde geçen balık minekop değil sarıağız (diğer Türkçe adı granyoz) balığıdır Minekop balığı Karadeniz'de "kötek" Akdeniz kıyılarında "karakulak" adıyla anılır. Diğer ülkelerde en büyük 70 cm boy ve 3.1 kg luk bireylere rastlanırken Türkiye kıyılarında 120 cm ye kadar bou ve 15 kg ya kadar ağırlıkta bireyler sık sık avlanır. Super Mario Bros. Super Mario Bros. Nintendo tarafından 1985'te piyasaya sürülen bir video oyunudur. Oyun, baş kahramanı Mario'nun yarattığı popülerlik sayesinde halk arasında kısaca "Süper Mario" olarak bilinir. Super Mario oyundaki kurgusal yaşadığı ülkenin prensesi olan Prenses Peach'i kurtarmaya çalışmaktadır. İlk gerçek sağa ilerlemeli platform oyunu olan Super Mario Brothers (Süper Mario Kardeşler), kendisinden sonra gelen pek çok bilgisayar ve video oyunu için örnek teşkil etmiştir ve aynı zamanda dünyanın en çok satılan oyun serisi olmayı da başarmıştır. Oyun, ünlü Japon oyun geliştiricisi Shigeru Miyamato tarafından geliştirilmiştir. Miyamato, Legend of Zelda ve Donkey Kong gibi serilerin de geliştiricisi olarak tanınmaktadır. Süper Mario 1985 yılında piyasaya sürülmüş olmasına rağmen popülerliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Özellikle çocuklar arasında yarattığı fanatiklik dalgası sebebiyle Nintendo'ya ait olmayan yüzlerce Mario oyunu çıkmıştır. Bu oyunların çoğu flash formatında olup arcade oyun sitelerinde yerini almıştır. Çoğu sadece mario adının popülerliğini kullanmak üzere piyasaya sürülsede orijinal Mario oyununa çok yakın olan oyunlar da çıkmıştır. Ayrıca bundan başka en önce çıkan oyun Donkey Kong'dan sonra Mario Bros. sonra da bu oyun çıkmıştır. Bu seriye ait konsol oyunları da oldukça fazladır. Mario Bros. serisine eklenen son oyun Super Mario Odyssey'dir. Ebubekir Hâzım Tepeyran Ebubekir Hâzım Tepeyran (1864 - 5 Haziran 1947), Türk devlet adamı ve yazar. Osmanlı döneminde İçişleri Bakanlığı, Cumhuriyet döneminde II., VI. ve VII. dönemlerde Niğde milletvekilliği yapmıştır. Türk edebiyatında ikinci gerçekçi köy romanı olan "Küçük Paşa"’nın yazarıdır. Yazar Oktay Akbal’ın dedesidir. Ebubekir Hazim Tepeyran, 1864 yılında Niğde’nin halk arasında "Tepeviran" adı verilen Yenice Mahallesinde doğdu. Ebubekir Hazim Tepeyran, Niğdeli Murat Paşa sülalesinden Niğde Tahrirat Müdürü Hasan Bey’in oğludur.Niğde Tahrirat müdürü olan Niğdeli Bekir Beyzade Hasan Efendi, annesi Muhsine Hanım idi. Babasının görevi nedeniyle Isparta ve Antalya’da öğrenim gördükten sonra babasının yeniden Niğde’de görevlendirilmesi üzerine ortaöğrenimini 1879’da Niğde Rüştiyesi’nde tamamladı. Bir süre Tahrirat Kalemi’nde görev yaptı. Niğde’de teftişe gelen Konya valisi Müşir Mehmet Sait Paşa ile tanıştıktan sonra onun daveti ile 1882 yılında Konya’ya gitti. Konya Maarif Meclisi Kâtibi olarak görev yaparken Vilayet Gazetesi’nde de yazarlık yaptı. İlk şiirleri Konya Vilayet Gazetesi’nde yayımlandı. Arapça ve Farsça biliyorken kendi özel gayreti ile Fransızca öğrendi. Mehmet Sait Paşa’dan sonra Konya valisi olan Ab
durrahman Nurettin Paşa’nın Kastamonu’ya tayin olması üzerine 1885’te onunla birlikte Kastamonu’ya gitti. Kastamonu Vilayeti Mektûbî Mümeyyizliği’ne atanan Ebubekir Hâzım, bu şehirde kaldığı altı yıl boyunca bir yandan da Vilayet Gazetesi yazarlığı ve Îdâdî Mektebi’nde öğretmenlik yaptı. Valinin İzmir’e tayini üzerine İzmir’de mektupçuluk yaptı. 1893’te Edirne valisi olan Abdurrahman Paşa’nın yanında vali muavini olarak çalıştı. Paşa Edirne valiliğinden ayrıldıktan sonra da görevini sürdürdü ve başarılı çalışmaları nedeniyle Dedeağaç Mutasarrıflığına atandı. İki yıl sürdürdüğü mutasarrıflık görevi sırasında astronomi ile uğraştığı, Paris’ten kitap ve gazete getirttiği, Jön Türkler’den olduğu gibi iddialarla padişah II. Abdülhamit’e jurnallendi ve görevden alındı. İstanbul’a dönüp kendine iftira atıldığını kanıtlayan Hâzım Bey, 45 gün sonra Musul valisi olarak atandı. Bu görevi sırasında 1899 yılında bir petrol şirketi kurma girişiminde bulundu ancak mabeyn başkatipliğinden gelen bir emirle bu işten vazgeçmek zorunda kaldı. İki yıl süren Musul valiliğinin ardından yine bir jurnal üzerine İstanbul’a çağrıldı ve Şûrâ-yı Devlet üyeliğine atandı. 1903 yılında ayaklanmaların sürdüğü Manastır valisi olarak görevlendirildi; eşkıyalık ve isyanları bastırmada başarı gösterdi. 1906’da azledilen Bağdat valisinin yerine atandı ancak Bağdat, Musul, Basra vilayetlerine gönderilen ıslah heyeti başkanının tutumunu onaylamadığı için bu görevden alınmasını isteyince Sivas valiliğine, ardından Ankara valiliğine atandı. 1908’de altı ay Ankara valisi olarak görev yaptıktan sonra İstanbul Şehremini (belediye başkanı) olarak görevlendirildi. Bu görevden tahsisat anlaşmazlığı nedeniyle ayrıldı. Edebiyat alanında çalışmalarını sürdürmekte idi. 1910 yılında tek romanı "Küçük Paşa" yayımlandı. 1911’de Hicaz valiliğine, 1912’de Beyrut valiliğine atandı. 1913’te Halep valiliğine atandığında bu atamanın usulsüz olarak yapıldığı gerekçesiyle görev yerine gitmedi ve ikinci defa Beyrut valisi oldu. Ne var ki yerine başkası görevlendirilmiş olduğundan kendisi “Şuray-ı Devlet Mülkiye ve Maarif Dairesi Başkanlığı” yaptı. Dört yıl sonra sağlık durumu nedeniyle bu görevden ayrıldı ve 1918’de Bursa valiliğine atandı. Hâzım Bey, Bursa valisi iken kendisine teklif edilen dahiliye nazırlığı görevini kabul etti ve Ali Rıza Paşa kabinesinde yer aldı. Kabine istifa ettiğinde yerine kurulan Hulusi Salih Paşa hükümetinde de aynı görevi sürdürdü. Kısa ömürlü olan bu kabineden Kuva-yi Milliye’nin asi olduğunu ilan etmeyi reddettiği için istifa etti. Hükümetten istifasından sonra Kuvâ-yı Milliye’yi koruduğu gerekçesiyle tutuklanıp sekiz ay çeşitli hapishanelerde kalan Hâzım Bey, işgal ordusu tarafından kurulan Nemrut Mustafa Paşa Divanı’nda yargılanıp idama mahkûm edildi. Padişah Vahdettin cezasını Ağustos 1920’de kürek mahkumiyetine çevrildi . O günlerde idam cezasına çarptırılışını ve cezaevi günlerini ayrıntılı bir şekilde kaleme alan Hâzım Bey, daha sonra “"Zalimhane Bir İdam Hükmü"” adıyla yayımladı. Son Osmanlı sadrazamı Tevfik Paşa’nın kurduğu hükümet Nemrut Mustafa Paşa Divanı’nın verdiği hükümleri temyiz edince serbest kalan Hâzım Bey 24 Ocak 1921’de bir İtalyan vapuru ile İstanbul’dan ayrıldı. Kuva-yi Milliye’ye destek vermek üzere gizlice Ankara’ya gitti ve Ankara hükümeti tarafından önce Sivas, sonra Trabzon valiliğine getirildi. Koçgiri İsyanı’ndan hemen sonra vali olduğu Sivas’ta üç ay görev yaptı. Olayla ilgili değerlendirmelerini “"Belgelerle Kurtuluş Savaşı"”(1982) adıyla kitaplaşan anılarında anlattı. Trabzon valiliği sırasında doğu cephesindeki savaşların sonuçlanması üzerine kurulan Elviye-i Selase Tahkik ve Tetkik Heyeti’nde başkanı olarak Kars, Ardahan ve Artvin’de görevlendirildi. Beş ay boyunca Trabzon valiliğinden izinli olan Hâzım Bey’in yerine bir başkası vali olarak atandığından Kasım 1922’de valilikten ve memuriyetten ayrıldı. Hâzım Bey, memuriyetten ayrıldığı yıl TBMM II. dönem milletvekili seçildi. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin kurulması için önerge verenler arasında idi. Anayasanın hazırlanması sırasında meclis ve senato kurulmasını istemesi, cumhurbaşkanına geniş yetkiler tanınmasını uygun bulmaması gibi bazı düşünceleri Mustafa Kemal ile ters düşünce bir daha onun döneminde TBMM’de yer almadı. On yıl aradan sonra VI. Ve VII. dönemlerde tekrar Niğde milletvekili olarak mecliste yer aldı. 5 Haziran 1947’de İstanbul’da hayatını kaybetti. Erenköy’deki aile mezarlığına defnedildi. Beş çocuk sahibi olan Hâzım Tepeyran, diplomat Celal Hâzım Tepeyran’ın babası, yazar Oktay Akbal’ın dedesidir. Adı, Niğde’de bir ilköğretim okuluna verilmiştir. Ebübekir Hâzım Bey, yaşamı boyunca Türkçe, Fransızca şiir, anı, öykü kitapları yayınladı. Tek romanı "Küçük Paşa" (1910) Türk yazınında önemli bir yer edindi Konusu Orta Anadolu’da bir köyde geçen bu roman, Nabizade Nazım’ın "Karabibik" romanından sonra köyü ve köylüyü Türk edebiyatına sokan ikinci romancıdır. Servet-i Fünun etkisinde hikâyeler kaleme alan Hâzım Bey, anılarını da kitaplaştırmıştır. Saint Michel Fransız Lisesi Saint Michel Fransız Lisesi (FR: Lycée Français Saint Michel), İstanbul'un Şişli ilçesinde bulunan özel yabancı bir lisedir. Saint Joseph İstanbul ve İzmir'le birlikte Türkiye'deki üç Lasallien lisesinden biridir. Eylül 1886'da Hristiyan okullarının "Frère"leri, Pera'da, Galatasaray Lisesi'nin yakınlarında 1870 yılında yanan okulun yerine Saint-Michel adını verdikleri bir okul kurdular. 1896 yılında şehrin kuzeyinde, Feriköy'de, Frère'ler Saint-Jean Chrysostome adı altında yeni bir okul yaptırttılar. Bu binada ilkokul, ortaokul ve temel ticaret eğitimi verildi. Okul çok tanındı ve 1912 yılında 180 öğrenciye kadar ulaştı ama 1914 yılında kapandı. 1921 yılında, I. Dünya Savaşı'ndan sonra, enerjik, aktif bir kuzeyli olan Frère Florin, Saint-Jean Chrysostome adlı okulun yerine daha büyük, daha düzenli, daha donanımlı bir okul kurdu ve adını Sainte-Jeanne D'Arc koydu. Çocuklar bu okulda üç sene eğitim gördükten sonra, öğrenimlerini Saint-Michel Koleji'nde (Pera'da) veya Saint-Joseph Koleji'nde (Kadıköy) tamamlıyorlardı. İsterlerse ticaret enstitüsüne de devam ediyorlardı. Bu enstitü önce Saint-Joseph'in içindeydi sonradan Sainte-Jeanne d'Arc'a taşındı. 1936 yılında çıkan bir kanunla yabancıların Türkiye'de okul açmaları yasaklandı. Bütün yabancı okullar kapandı. Saint-Michel Koleji, Pera'nın gürültülü ortamından ayrıldı ve Bomonti'deki Sainte-Jeanne d'Arc Koleji'nin binalarına yerleşti. Bu iki okulun birleşmesinden bugünkü Saint-Michel Lisesi oluştu. 1956 yılında çeşitli sebeplerden dolayı "Frère"ler okulun orta kısmını kapattılar. Orta kısım 1970 yılında tekrar açıldı ve kız öğrenciler de okula alınmaya başlandı. Saint-Michel, İstanbul'da karma eğitim yapan ilk Fransız lisesidir. Kurucuları olan "Frère"ler, 1976 yılından beri okul yönetimine katılmamaktadırlar. Okul, eğitim için Fransızcayı seçen gençliğin hizmetinde. Lise, Fransız Hükümeti tarafından "devlet okulu" sayılmaktadır. Saint-Michel Lisesi, Türk çocuklarına Türkçe ve Fransızca eğitim vermektedir.Fen dersleri ile matematik ve geometri Fransızca işlenmektetir. 8 yıllık kesintisiz eğitim yasası çıktıktan sonra Eylül 1998'de lise hazırlık sınıfı açıldı. Günümüzde öğrenciler, TEOG Sınavı ile okula girebilmektedir. St. Michel'de her gün 8 ders yapılır. Haftada bir gün bir ders saati sosyal etkinliklere ve kulüplere ayrılır. Bu kulüpler: Liseler arası bir satranç turnuvası ve bilim şenliği ile 2009 yılında ilki yapılan uluslararası Frankofon liseler satranç turnuvası düzenlenmektedir.Ayrıca okulun üç dilde de faaliyet gösteren tiyatro kulüpleri, seramik kulübü ve dans kulübü oldukça aktif vaziyettedir. Her sene geleneksel krep günü düzenlenmektedir. Bakır Çağı Bakır Taş Çağı, MÖ 5000-3000 yılları arasını kapsayan tarih öncesi dönemdir. Bakır Çağı'nın bir diğer adı Maden Taş Çağı'dır. Taş aletler yanında bakırın da kullanılmaya başlamasından dolayı Kalkolitik Çağ olarak adlandırılan bu dönemin, Geç Neolitiğin bir devamı olduğu Hacılar, Canhasan, Kuruçay gibi yerleşim yerlerindeki devamlılıktan anlaşılmaktadır. Bu çağda da, Neolitikde olduğu gibi, bölgesel özellikler hakimdir. Kalkolitik Çağ Erken, Orta ve Geç olmak üzere üç evrede incelenir. Anadolu’da bugüne kadar tanınan en gelişmiş Erken Kalkolitik kültür Hacılar’da karşımıza çıkmaktadır. Kare ya da dikdörtgen planlı, taş temelli, kerpiç yapılar düz damlıdır. Evler arasındaki dar sokakları ve yerleşmenin etrafını çevreleyen kerpiç koruma duvarı ile Hacılar bir kent görünümündedir. Bitişik düzendeki evlere geniş avludan açılan kapılardan girilir. Evlerdeki geniş mekanlarda küçük bir kutsal alan, işlik, kuyu ve çanak çömlek atölyeleri bulunmaktadır. Hacılar’da bu çağın en belirgin özelliği, el yapımı, boyalı çanak çömleğin kullanılmış olmasıdır. Hacılar’ın Erken Kalkolitik Çağa ait V - I katlarında (MÖ 5400 - 4750), teknik ve form açısından ileri bir düzeye erişmiş parlak perdahlı, tek renkli çanak çömleklerinin yanı sıra zengin bezeklere sahip boyalı çanak çömlek giderek artış göstermektedir. Boyalı olanlar krem ya da pembemsi sarı renkte zemin üzerine kırmızımsı kahverengi ile yapılmış geometrik motiflerle bezenmiştir. Oval ağızlı kaseler, küre gövdeli çömlekler, iri vazolar, dikdörtgen çanaklar, küpler ve testiler değişik kap formları arasındadır. Neolitik Çağın devamı olan pişmiş toprak tanrıça heykelciklerinin çoğu oturur durumda ve daha şematik olarak yapılmıştır. Taş, kemik ve az sayıdaki bakır eşya da aynı geleneğin devamıdır. Geç Kalkolitik Çağın Batı Anadolu’daki önemli yerleşme birimlerinden biri de Beycesultan’dır. Denizli iline bağlı Çivril İlçesinin 5 km güneydoğusundaki bu yerleşim yerinde saptanan 40 yapı katından XL - XX’nin (MÖ 4000 - 3000) Geç Kalkolitik Çağa ait olduğu anlaşılmıştır. Dikdörtgen planlı kerpiç yapıların bazıları uzun ve (MEGARON) tipini andırmaktadır. Yapıların içinde duvarlara destek görevi yapan payeleri, ocak yerleri, duvar kenarlarında sekileri, içleri sıvalı silo / erzak bölümleri bulunmaktadı
r. Beycesultan’da bir çömlek içinde ele geçmiş olan gümüş yüzük, bakır aletler, hançer parçası ve üç iğne maden aletler bakımından önemli bir grubu oluşturur. Geç Kalkolitik Çağ seramiği gri, siyah, kahverengi zeminli ya da bu renkler üzerine beyaz geometrik boyalı, bazıları çizi bezelidir. İç Anadolu’nun kuzey kesiminde bugüne değin karşılaşılan en eski yerleşim Geç Kalkolitik Çağa aittir. Bunlardan Alişar ve Alacahöyük buluntular ımüzede sergilenmektedir. Yozgat ilinin 67 km güneydoğusundaki Alişar’da yapılan kazılarda 19 - 12 M katları ile Çorum ili, Alaca ilçesinin Höyük köyündeki Alacahöyük’te yapılan kazılarda 15 - 9. katlarının Geç Kalkolitik Çağın sonuna ait olduğu anlaşılmıştır. Her iki yerleşim yerinde de dikdörtgen planlı kerpiç yapılara ait kalıntılar ve kahverengi, siyah, koyu gri renklerde çanak çömleklere rastlanmıştır. Tek renkli olan seramiklerin bazısı çizi ya da oyma bezeklidir. Kap formları arasında meyvelikler, maşrapalar ve küpler çoğunluktadır. Müzede Doğu Anadolu’nun Orta Kalkolitik Çağı, Tilkitepe malzemeleri ile temsil edilmektedir. Van Gölünün güneydoğusundaki Tilkitepe’de yapılan kazılarda, obsidiyen aletler ve hammaddelerin yanı sıra Halaf seramiği olarak adlandırılan boyalı çanak çömleklere de rastlanmıştır. Kalkolitik Çağ’da Anadolu’da ölü gömme adetleri bölgelere göre değişiklik göstermektedir. Ölüler yerleşim yeri içine veya yerleşim yeri dışına toprak, küp ya da taş sanduka biçimli mezarlara gömülmüş, yanlarına ölü hediyesi olarak çanak, çömlek, süs eşyası ve silahlar bırakılmıştır. Daha yoğun bir yerleşim görmüş olmasına karşın Kalkolitik Çağda da Anadolu’da bir kültür bütünlüğünden söz edilemez. Bu dönemde Anadolu’nun coğrafi ve topoğrafik konumu gereği bazı dış etkiler söz konusudur. Kuzeybatı Anadolu, Balkanlar ve Ege Adalarında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Kuzey Mezopotamya’da, Çukurova ise Kuzey Suriye’de gelişen kültürlerin etkilerini gösterir. Karaman ilinin 13 km. kuzeydoğusundaki Kalkolitik Çağ yerleşim yeri olan Canhasan’da bu çağın üç evresi (3 - 1. katlar) saptanmıştır. Konya Ovasını Çukurova’ya bağlayan doğal yol üzerindeki konumu gereği Canhasan, bu bölgeler arasındaki ticari ve kültürel bağlantıyı sağlayan bir yerleşim yeri durumundadır. Hacılar’a benzer dikdörtgen planlı evlerin duvarları geometrik motifli resimlerle bezelidir. El yapımı, ince çeperli seramik krem ya da devetüyü astarlıdır. Tek renkliler yanında kırmızı ya da siyah renk boyalılar ve bazıları beyaz bir madde ile doldurulmuş çizi bezekli olanlar vardır. Bakırdan bir bilezik, topuz ya da asa başı ile bazı bakır parçalar Canhasan’ın önemli bakır buluntuları arasında yer alırlar. Geç Neolitik dönemde yaşanan yangınlardan sonra ileri üretici dönem denilen Kalkolitik dönem başlamıştır. Bu dönemin en önemli özelliği taş aletlerin yanı sıra bakırın da kullanılmaya başlanmasıdır. İkinci önemli özellik ise özgün desenli kapların üretilmesidir. Kalkolitik Çağın ilk evresi olan Erken Kalkolitik’te nüfus artışıyla birlikte yerleşim yeri sayısında da artış vardır. Önemli yerleşim yerleri arasında Hacılar Höyük, Kuruçay Höyüğü, Can Hasan Höyüğü, Köşk Höyük, Yümüktepe, Tülintepe Höyüğü, Norşuntepe, Korucutepe, Kurban Höyük, Samsat ve Tilkitepe sayılabilir. Tüm bu yerleşimlerin yanı sıra Doğu Anadolu'da, günümüz Malatya şehri sınırları içersinde yer alan Arslantepe "(Eski Malatya)" yerel kalkolitik kültürlerin anlaşılması ve doğru tanınması bakımından çok önemlidir. Arslantepe ve Hacınebi (Şanlıurfa) gibi kazılardan elde edilen sonuçlar Mezopotamyanın etkisi ile bölgede bir kentleşme sürecinin başladığı fikrini kökünden yıkmıştır. Çatalhöyük kemik buluntuları sonuçlarına göre R1b ve R1a gurubunun M.Ö. 5000-4700 yıllarında anadolu'ya gelerek Anadolu yerli insanını oluşturduğu ve bu toplumun Mezopotamya'dan çok daha önce şehirleşme sürecine girdiği anlaşılmıştır. İkinci evreyi oluşturan geç kalkolitik dönem kabaca MÖ 4. bine tarihlenir. Anadolu bu dönemde büyük olasılıkla Boğazlar üzerinden gelen göçlere sahne olmuştur. Buna bağlı olarak nüfus artmış ve yeni yerleşim yerleri ortaya çıkmıştır. Artık Anadolunun bütününde homojen bir kültürden söz etmek söz konusu değildir. Göçlerle gelen etkiler sonucu eski ince kap formlarının yanında onlardan tümüyle farklı, siyah zemin üzerine beyaz boya ile yapılmış çizgilerle bezenmiş yeni kap çeşitleri ortaya çıkmıştır. Daha önceki gerçekçi Anatanrıça figürinlerinin aksine son derece soyut, fakat yine Anatanrıçayı ifade eden, mermerden yapılma idoller yaygınlaşmıştır. Küçük kutsal alanlardan başka ortak tapınaklar bulunmamaktadır. Genel olarak sadece bebekler ev içlerine gömülmüştür. Yetişkinler ise yerleşim dışına gömülmektedir. Halk tarım ve hayvancılıkla yaşamını sürdürmekte, zaman zaman avcılık ve balıkçılık da yapmaktadır. Maden kullanımıyla ilgili olarak ticaret oldukça yaygınlaştırılmıştır. Franz Kafka Franz Kafka (3 Temmuz 1883 - 3 Haziran 1924), Almanca konuşan Bohemyalı Yahudi roman ve hikâye yazarıdır. 20. yüzyıl edebiyatının en önemli figürlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Gerçekçilik unsurlarını ve fantastik unsurları birleştiren eserleri tipik olarak tuhaf veya sürrealist ön yargılarla ve anlaşılmaz sosyal-bürokratik güçlerle karşı karşıya kalan izole kahramanlara sahiptir ve yabancılaşma, varoluşsal kaygı, suçluluk ve saçmalık temalarını keşfetme olarak yorumlanmıştır. "" ("Dönüşüm"), ("Dava") ve ("Şato") en bilinen eserleridir. "Kafkaesk" terimi, Kafka'nın yazdıklarındaki gibi durumları tanımlamak için üretilmiştir. Kafka, Bohemya Krallığı'nın başkenti ve daha sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun ve günümüzdeyse Çek Cumhuriyeti'nin bir parçası olan Prag'da orta sınıf, Almanca konuşan Yahudi bir ailede dünyaya geldi. Avukatlık eğitimi aldı ve hukuk eğitimini tamamladıktan sonra bir sigorta şirketinde çalıştı. Bu durum onu, boş zamanlarında yazı yazmaya sevk etti. Kafka, yaşamı boyunca babası da dahil olmak üzere gergin ve resmî bir ilişki yaşadığı ailesine ve yakın arkadaşlarına yüzlerce mektup yazdı. Birçok kez nişanlanmasına rağmen hiç evlenmedi ve 1924'te 40 yaşındayken tüberkülozdan öldü. Kafka'nın çok az eseri yazar yaşadığı sırada yayımlandı: ("Gözlem") ve  ("Bir Köy Hekimi") ile "" gibi bireysel hikâyeler, edebî dergilerde yer aldı fakat pek ilgi görmedi. Kafka; , ile ("Amerika") gibi tamamlanmamış eserlerini yok etmesi için arkadaşı Max Brod'a verdi fakat Brod, arkadaşının talimatını görmezden gelerek yazarın ölümünden sonra bunları yayımladı. Eserleri, 20. yüzyıl boyunca çok çeşitli yazarları, eleştirmenleri, sanatçıları ve filozofları etkilemeye devam etti. Kafka, o zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun bir parçası olan Prag'taki Eski Kent Meydanı yakınlarında dünyaya geldi. Ailesi, orta sınıf bir Aşkenaz Yahudisiydi. Babası Hermann Kafka (1854–1931), Güney Bohemya'da Strakonice yakınlarındaki büyük bir Yahudi nüfusa sahip bir Çek köyü olan Osek'te bir veya dini geleneklere göre kesim yapan bir kasap olan Jakob Kafka'nın dördüncü çocuğuydu. Hermann, Kafka ailesini Prag'a getirdi. Seyahat eden bir satış temsilcisi olarak çalıştıktan sonra en fazla on beş kişiyi istihdam ettiği fantezi eşya ve giyim perakendeciliği yaptığı bir iş yeri açtı ve iş yeri logosu olarak da küçük bir karga (Çekçede ; halk arasında "kafka "olarak yazılıp telaffuz edilmiştir) resmi kullandı. Kafka'nın annesi Julie (1856-1934), Poděbrady'deki zengin perakende taciri Jakob Löwy'nin kızıydı ve kocasından daha iyi eğitim almıştı. Kafka'nın ebeveynleri muhtemelen Yidiş'ten etkilenen ve bazen aşağılayıcı bir şekilde Mauscheldeutsch olarak adlandırılan bir Almanca konuşuyordu ancak Almanca dili sosyal hareketliliğin aracı sayıldığından çocuklarını Yüksek Almanca konuşmaya teşvik ettiler. Hermann ve Julie'nin toplam altı çocuğu vardı ve Franz en büyük çocuklarıydı. Franz yedi yaşına basmadan bebekken ölen Georg ve Heinrich adlarında iki erkek kardeşi vardı. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı'nda Holokost sırasında ölen Gabriele ("Ellie") (1889-1944), Valerie ("Valli") (1890-1942) ve Ottilie ("Ottla") (1892-1943) adlarında üç kız kardeşe sahipti. Valli, 1942'de işgal altındaki Polonya'da bulunan Łódź gettosuna götürüldü ve bu, Valli'ye dair elde bulunan son belgedir. Franz'ın en sevdiği kız kardeşi Ottilie'ydi. Hermann, biyografi yazarı Stanley Corngold tarafından "iri, bencil, zorba bir işadamı" ve Franz Kafka tarafından "güçte, sağlıkta, iştahta, sesin volümünde, belagatta, kişisel tatminde, dünyevi egemenlikte, dayanıklılıkta, soğukkanlılıkta [ve] insan doğasının bilgisinde gerçek bir Kafka" olarak tanımlanmıştır. Julie Kafka, her gün 12 saat çalışarak aile şirketlerini yönetmeye yardımcı olduğundan iş günlerinde her iki ebeveyn de evde değildi; bu da Kafka'nın çocukluğunun biraz yalnızlık içinde geçmesi ve kardeşiyle birlikte bir dizi mürebbiye ve hizmetçi tarafından yetiştirilmesiyle sonuçlandı. Kafka'nın babasıyla olan sıkıntılı ilişkisi, babasının otoriter ve talepkâr karakterinden derinden etkilendiği konusunda yakındığı ve yüzden fazla sayfadan oluşan  ("Babaya Mektup") eserinde görülmektedir. Annesi ise babasının aksine sessiz ve utangaç biriydi. Kafka'nın babasının baskın karakteri, Kafka'nın yazıları üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Kafka ailesinin sıkışık evinde onlarla yaşayan bir hizmetkârı vardı. Franz'ın odası sık sık soğuktu. Ellie ve Valli evlenmiş ve evden ayrılmış olmalarına rağmen Kasım 1913'te aile daha büyük bir daireye taşındı. Ağustos 1914'ün başında, I. Dünya Savaşı başladıktan hemen sonra Kafka'nın kız kardeşleri kocalarının orduda nerede olduklarından bihaberdi ve Ellie ile Valli çocuklarıyla birlikte baba evine geri döndü. Franz, 31 yaşındayken Valli'nin eski dairesine taşındı ve böylece ilk defa yalnız yaşamaya başladı. 1889'dan 1893'e kadar Kafka, şimdi Masná Caddesi olarak bilinen "Masný trh/Fleischmarkt"taki (et pazarı) "Deutsche Knabenschule" adlı Alman erkek çocuklara eğitim veren bir ilkokula gitti. Yahudi eğitimi 13 yaşındayken Bar Mitzvah kutlamasıyla sona erdi. Kafka sinagogda olmayı hiç sevmedi ve babasıyl
a sadece bir yılda dört önemli bayram için sinagoga gitti. 1893'te ilkokulu bitirdikten sonra Kafka, Eski Kent Meydanı'ndaki Kinský Sarayı'nda yer alan klasik merkezli devlet lisesi olan Altstädter Deutsches Gymnasium'a gitti. Okulun öğretim dili Almancaydı fakat Kafka ayrıca Çekçe konuşma ve yazma eğitimi aldı. Lisede sekiz sene yazma öğrenimi gördükten sonra iyi notlarla okulu bitirdi. Çekçesinden ötürü övgüler alsa da kendisinin akıcı bir şekilde Çekçe konuştuğunu kabul etmemiştir. Matura sınavlarını 1901'de tamamladı. 1901'de Prag'ın Deutsche Karl-Ferdinands Üniversitesi'ne kabul edilen Kafka, kimya dersleri almaya başladı ancak iki hafta sonra hukuk bölümüne geçti.. Bu alan onu heyecanlandırmasa da babasını memnun eden bir dizi kariyer olanağı sunmuştur. Buna ek olarak hukuk, Kafka'ya Alman çalışmaları ve sanat tarihi dersleri almaya zaman tanıyarak daha uzun süreli bir çalışma eğitimi almayı zorunlu kılmıştır. Ayrıca edebi olayları, okumaları ve diğer faaliyetleri organize eden bir öğrenci kulübü olan 'e (Alman öğrencilerinin Okuma ve Konferans Salonu) katıldı. Kafka'nın arkadaşları arasında felsefe eğitimi alan gazeteci Felix Weltsch, ortodoks bir Hasidik Varşova ailesinden gelen aktör Yitzchak Lowy ve yazar Oskar Baum ile Franz Werfel vardı. İlk öğrenim yılının sonunda Kafka, hayat boyu yakın bir arkadaşı olacak hukuk fakültesi öğrencisi Max Brod ile tanıştı. Brod, kısa bir süre içinde Kafka'nın utangaç ve nadiren konuşan fakat konuşunca genellikle derin şeyler söyleyen biri olduğunu fark etti. Kafka hayatı boyunca hevesli bir okuyucuydu; Brod'un girişimiyle ikili Platon'nun "Protagoras" çalışmasını özgün Grekçe olarak ve kendi önerisiyle Gustave Flaubert'in  ("Duygusal Eğitim") ile  çalışmalarını Fransızca olarak okudu. Kafka; Fyodor Dostoyevski, Flaubert, Nikolay Vasilyeviç Gogol, Franz Grillparzer, ve Heinrich von Kleist'i "gerçek kan kardeşleri" olarak görmüştür. Bunların yanı sıra Çek edebiyatına ilgi duydu ve Goethe'nin çalışmalarını çok beğendi. Kafka, 18 Temmuz 1906'da hukuk doktoru unvanını aldı ve hukuk ve ceza mahkemelerinde kanun işleri görevlisi olarak zorunlu bir yıllık ödenmemiş hizmetini yaptı. 1 Kasım 1907'de Kafka, yaklaşık bir yıl çalışacağı sigorta şirketi olan 'de işe başladı. Bu dönemdeki yazışmalarında sabah 08.00'den akşam 18.00'e kadar olan çalışma saatlerinden dolayı mutsuz olduğunu ve yazmaya konsantrasyonunu son derece zorlaştırdığını belirtmiştir. 15 Temmuz 1908'de işinden istifa etti. İki hafta sonra Bohemya Krallığı İş Kazası Sigortacılığı Enstitüsüne katıldı ve burada işinin yazmaya daha müsait olduğunu fark etti. Buradaki işi, endüstri işçilerinin kişisel yaralanmalarına yönelik tazminat soruşturmaları ve değerlendirmelerini içermekteydi; o sırada zayıf iş güvenliği politikaları nedeniyle kayıp parmaklar ya da kollar gibi kazalar olağandı. Bu durum özellikle makine tezgahları, matkaplar, planya makineleri ve nadiren emniyet muhafazaları ile donatılmış testereler bulunan fabrikalarda yaşanmaktaydı. Yönetim profesörü Peter Drucker, Kafka'nın İşçi Kaza Sigortası Enstitüsünde çalışırken ilk sivil baretin geliştirilmesine katkıda bulunduğuna inanmaktadır ancak bu, yazarın işvereninden gelen herhangi bir belge tarafından desteklenmemektedir. Babası oğlunun yaptığı sigorta memurluğu işini yalnızca faturaları ödemek için yapılan bir iş olan ve kelimenin tam anlamıyla "ekmek işi" anlamına gelen "Brotberuf" olarak görmüştür. Kafka hızla yükseldi ve görevleri arasında tazminat taleplerini işleme ve inceleme, rapor yazma ve firmalarının çok yüksek bir risk kategorisine yerleştirildiğini düşünen iş adamlarının sigorta primlerinde daha fazla maliyet yaratan itirazları işleme koyma vardı. Orada çalıştığı birkaç yıl boyunca sigorta enstitüsüne ilişkin yıllık raporu derleyip hazırlardı. Raporlar amirleri tarafından da alındı. Kafka'nın işi genellikle saat 14.00'te biter böylece kalan zamanını kendini adadığı edebi çalışmaları için harcardı. Babası, Kafka'nın aile dükkânlarında kendisine yardım etmesini ve dükkânı devralmasını istiyordu. Daha sonraki yıllarında, Kafka'nın hastalığı, yazarın sigorta bürosunda çalışmasına ve yazı yazmasına çoğu kez engel oldu. Yıllar sonra Brod; Kafka, Felix Weltsch ve onu içeren yazarlar grubunu tanımlamak için "Der enge Prager Kreis" ("Yakın Prag Çemberi") terimini yarattı. 1911 sonlarında Elli'nin kocası Karl Hermann ve Kafka, Prager Asbestwerke Hermann & Co. adlı Prag'daki ilk asbest fabrikasında ortak oldular. Kafka, bu işe girişirken babasından aldığı çeyiz parasını kullandı. Boş zamanlarının çoğunu işine ayıran Kafka, ilk zamanlar işine karşı olumlu bir tavır sergilerken sonraki dönemlerde işinin yazma zamanını harcadığından işine karşı kızgınlık duydu. Bu dönemde Yiddiş tiyatro gösterilerini ilginç ve eğlenceli buldu. Bir Yiddiş tiyatro topluluğunun Ekim 1911'de gerçekleştirdiği performansı seyrettikten sonraki altı ay boyunca Kafka "Yiddiş dili ve edebiyatına kendini kaptırdı." Bu ilgi yazarın Yahudiliğe olan ilginin büyümesinde başlangıç noktası olarak kabul edilmektedir. Bu dönemlerde Kafka, vejetaryen oldu. 1915 yıllarında I. Dünya Savaşı'nda Kafka askerlik hizmetini yerine getirmek için askere çağrıldı fakat işi, zorunlu hükümet hizmeti olarak değerlendirildiği için sigorta enstitüsündeki işverenleri, erteleme talebinde bulundu. Daha sonra orduya katılmaya teşebbüs etti fakat 1917'de teşhis edilen tüberkülozla ilişkili tıbbi problemlerinden ötürü askere alınmadı. 1918'de İş Kazası Sigortacılığı Enstitüsü, o sırada tedavisi olmayan hastalığından ötürü Kafka'yı emekliye ayırdı ve hayatının geri kalan kısmının çoğunu sanatoryumlara geçirdi. Kafka, hiç evlenmedi. Brod'a göre, Kafka cinsel arzuyla "işkenceye" maruz bırakıldı ve Kafka'nın biyografisinin yazarı Reiner Stach, Kafka'nın hayatının "ardı arkası kesilmeyen çapkınlıklarla" ve yazarın "cinsel başarısızlık" korkusuyla dolu olduğunu belirtmiştir. Yetişkinlik döneminin büyük bölümünü genelevlerde geçiren Kafka ayrıca pornografiyle ilgilendi. Buna ek olarak yaşamı boyunca çeşitli kadınlarla yakın ilişkiler kurdu. 13 Ağustos 1912'de Kafka, Berlin'de bir diktafon şirketinin temsilcisi olarak çalışan Brod'un akrabası Felice Bauer ile tanıştı. Brod'un evindeki toplantıdan bir hafta sonra Kafka günlüğüne şunları yazdı: "Bayan FB. 13 Ağustos'ta Brod'lara geldiğimde masada oturuyordu. Onun kim olduğunu merak etmemiştim ama onu hemen kanıksadım. Açıkça boş bakan boş ve kemikli bir sima. Çıplak boğaz. Üzerinde bir bluz. Giysisinin içinde oldukça evcimen görünüyordu oysa sonunda yabana atılır biri değildi. (Kendisini biraz yakından izleyerek kendimi ondan soğuttum...) Neredeyse kırık burun. Sarışın, biraz düz, çekici olmayan saçlar, güçlü çene. Sandalyemi alırken ilk defa onu yakından inceledim, oturduğum zaman sağlam bir fikrim vardı." Bundan kısa bir süre sonra Kafka "Das Urteil" ("Yargı") adlı hikayeyi yalnızca bir gece yazdı ve verimli bir dönemde "Der Verschollene" ("Amerika") ve "Die Verwandlung" ("Dönüşüm") üzerine çalıştı. Kafka ve Felice Bauer, sonraki beş yıl boyunca çoğunlukla mektuplaştılar, bazen buluştular ve iki defa nişanlandılar. Kafka'nın kaybolmayan mektupları "Briefe an Felice" ("Sevgili Felice'ye Mektuplar") adıyla yayımlandı fakat Felice Bauer'ın mektupları günümüze ulaşmamıştır. Biyografi yazarı Stach ve James Hawes'a göre 1920'de Kafka, yoksul ve eğitimsiz bir otel hizmetçisi Julie Wohryzek ile üç kez nişanlandı. Çift daire kiralayıp düğün tarihi belirlemesine rağmen evlilik hiç gerçekleşmedi. Bu süre zarfında Kafka, Julie'ye siyonist inançlarından dolayı itiraz eden babası için "Babaya Mektup"un bir taslağına başladı. Amaçladığı evlilik tarihinden önce Kafka başka bir kadınla birlikte ilişki yaşamaya başladı. Hayatında kadınlara ve sekse ihtiyaç duymasına rağmen Kafka'nın kendine güveni azdı ve özellikle vücudundan ötürü utanıyordu ayrıca seksi iğrenç buluyordu. Stach ve Brod, Kafka'nın Felice Bauer'i tanıdığı sırada Bauer'in arkadaşlarından biri olan Margarethe "Grete" Bloch adında Berlinli Yahudi bir kadınla ilişkisi olduğunu belirtmiştir. Brod ise Bloch'un Kafka'dan bir oğlu olduğunu ve Kafka'nın bundan hiçbir zaman haberi olmadığını söyler. Adı bilinmeyen erkek çocuk, 1914 veya 1915'te doğmuş ve 1921'de Münih'te ölmüştür. Bununla birlikte, Kafka'nın biyografi yazarı Peter André Alt, Bloch'un çocuğu olduğu sırada çiftin henüz samimi olmadıklarını bundan ötürü çocuğun babasının Kafka olmadığını iddia etmiştir.  Stach, Bloch'un bir oğlu olduğuna fakat babasının Kafka olduğuna dair sağlam bir kanıtın olmadığına ve üstelik konu hakkında çelişkili kanıtların mevcut olduğunu ifade etmiştir. Ağustos 1917'de Kafka'ya tüberküloz tanısı kondu ve kayınbiraderi Karl Hermann'ın Bohemya köyü Zürau'daki (Çekçede "Siřem") çiftliğinde çalışan kız kardeşi Ottla'nın yanına giderek birkaç ay burada kaldı. Çiftlikte kendini rahat hisseden Kafka, muhtemelen sorumluluğu olmadığı için burada geçirdiği zamanı belki de hayatının en iyi dönemi olarak tanımladı. Günlükler ve "Oktavhefte "(octavo) yazdı. Bu kitaplardaki notlardan "Zettel"in 109 tane numaralandırılmış metin parçası ortaya çıkardı ve her biri Kafka tarafından tek tek numaralandırılmıştır. Bu metinler daha sonra "Die Zürauer Aphorismen oder Betrachtungen über Sünde, Hoffnung, Leid und den wahren Weg" ("Aforizmalar") adıyla yayımlandı. 1920'de Kafka, Çek gazeteci ve yazar olan Milena Jesenská ile yoğun bir ilişki kurdu. Milena'ya yazdığı mektuplar daha sonra "Briefe an Milena" ("Milena'ya Mektuplar") adıyla yayımlandı. Temmuz 1923'te Baltık Denizi'ndeki Graal-Müritz'e yapılan bir tatil sırasında Kafka, ortodoks bir Yahudi ailenin 25 yaşındaki anaokulu öğretmeni Dora Diamant'la tanıştı. Ailesinin etkisinden kaçıp yazmaya odaklanmayı isteyen yazar, Berlin'e taşındı ve Diamant ile birlikte yaşadı. Diamant, Kafka'nın Talmud ile ilgilenmesine vesile oldu. Kafka, dört öykü üzerine çalıştı ve bunlar, "Ein Hungerkünstler" ("Açlık Sanatçısı") adıyla yayımlandı. Kafka, insanların onu zihinsel ve fiziksel olarak itici bulacağından korkuyordu
. Ancak onunla tanışanlar onu sessiz, havalı tavırlı, apaçık bir şekilde bilgili ve yavan mizah anlayışlı biri olarak tanımlarken ayrıca ciddi görünüşüne rağmen Kafka'nın çocuksu bir yakışıklılığı olduğunu belirtmişlerdir. Brod, Kafka'yı Heinrich von Kleist ile kıyasladı ve her iki yazarın bir durumu bir ayrıntıyla gerçekçi bir şekilde tanımlama yeteneğine sahip olduğunu belirtti. Brod, Kafka'nın tanıştığı en eğlenceli insanlardan biri olduğunu Brod, Kafka'yı arkadaşlarıyla şakalaşan, onlara zor zamanlarında iyi tavsiyeler veren ve tanıştığı en eğlenceli insanlardan biri olarak görmüştür. Brod'a göre Kafka tutkulu bir okurdu ve konuşmasını müzikmiş gibi ifade edebiliyordu. Brod, Kafka'nın en ayırt edici özelliklerinden ikisinin "mutlak doğruluk" ("absolute Wahrhaftigkeit") ve "kesin dürüstlük" ("präzise Gewissenhaftigkeit") olduğunu düşünmüştür. Kafka; öngörülemeyen, görünüşte tuhaf fakat kesinlikle doğru olan şeylerin ("nichts als wahr") yüzeye çıkardığı derinlemesine ve incelikli ayrıntıları keşfetmiştir. Kafka çocukluğunda egzersize pek ilgi göstermese de daha sonra iyi bir binici, yüzücü ve kürekçi olarak oyunlara ve fiziksel aktivitelere ilgi duydu. Hafta sonlarında arkadaşlarıyla birlikte genellikle Kafka tarafından planlanan uzun yürüyüşlere başladılar. Diğer ilgi alanları alternatif tıp, Montessori gibi modern eğitim sistemleri ve uçaklar ve film gibi teknik yeniliklerdi. Yazma Kafka için önemliydi ve bunu bir "dua formu" olarak düşünmüştür. Gürültüye duyarlıydı ve yazarken sessizliği tercih etmiştir. Pérez-Álvarez, Kafka'nın şizoid kişilik bozukluğuna sahip olabileceğini iddia etti. İddia edilen ve sadece "Die Verwandlung" ("Dönüşüm") eserinde değil çeşitli diğer yazılarındaki tarzı, çalışmalarının çoğunu anlatan orta ila düşük seviye şizoid özelliklerini gösteriyor gibi görünmektedir. Çektiği elem, 21 Haziran 1913'den itibaren yazdığı günlükte ve "Aforizmalar" eserinde görülebilir: "Kafamda sahip olduğum muazzam dünya. Ama parçalara ayırmadan kendimi ve onları nasıl özgür bırakırım. Ve bende gözyaşını bilakis bin defa zapetti veya gizledi." ("Günlüğünden") "İnsan içindeki yok edilemez olana sürekli bir güven duymadan yaşayamaz, ancak hem yok edilemez olan hem de güven onun için hep gizli kalabilir. Bu gizli-kalma'nın ifade biçimlerinden biri kişisel bir Tanrı'ya inançtır." ("Aforizmalar", 50. numara) Kafka hiç evlenmemiş olmasına rağmen evliliğe ve çocuklara oldukça değer vermiştir. Hayatı boyunca Kafka'nın birkaç kız arkadaşı oldu. Ayrıca yeme bozukluğundan ötürü acı çekmiş olabilir. Münih Üniversitesi Psikiyatri Kliniği Doktoru Manfred M. Fichter, "yazar Franz Kafka'nın atipik anoreksiya nevrozadan muzdarip olduğu" ve Kafka'nın sadece yalnız ve depresif değil aynı zamanda "bazen intihara meyilli olduğu hipotezine ilişkin kanıt" sundu. Sander Gilman "Franz Kafka, The Jewish Patient" ("Franz Kafka, Hasta Yahudi") adlı 1995'te yayımlanan kitabında "bir Yahudinin neden  'hipokondriyak' veya 'eşcinsel' olarak düşünüldüğünü ve Kafka'nın Yahudi erkeğin kendi imgesine ve yazılarına bu şekilde bakmanın yollarını nasıl birleştirdiğini" araştırdı. Kafka, 1912'nin sonlarında en az bir kez intihar etmeyi düşünmüştür. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Kafka, Çek anarşist, anti-militarist ve anti-klerikal örgüt olan Klub mladých'in çeşitli toplantılarına katıldı. Kafka ile aynı ilk ve ortaokulda okuyan Hugo Bergmann, "[Kafka'nın] sosyalizmi ve [kendisinin] siyonizminin çok sert oluşu"ndan ötürü son akademik yılında (1900-1901) Kafka ile arası açıldı. "Franz sosyalist oldu, ben 1898'de siyonist oldum. Siyonizm ve sosyalizmin sentezi henüz mevcut değildi." Günlüğünün bir kaydında Kafka, etkili anarşist filozof Peter Kropotkin'e "Kropotkin'i unutma!" cümlesiyle atıfta bulunmuştur. Komünist dönem boyunca Kafka'nın Doğu bloğu sosyalizmine yönelik çalışmalarının mirası tartışılmıştır. Görüşler, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çöküşünün bürokratik açmazını hicvetmesinden sosyalizmin yükselişini somutlaştırması arasında gidip gelmekteydi. Başka bir kilit nokta, Marx'ın yabancılaşma teorisidir. Kafka'nın yabancılaşma tasvirleri sözde yabancılaşmayı ortadan kaldıran bir toplum için artık geçerli olmasa da yazarın doğumunun sekseninci yıl dönümünde 1693'te Liblice, Çekoslovakya'da düzenlenen konferansta Kafka'nın bürokrasinin tasvirinin önemini yeniden değerlendirildi. Kafka'nın politik bir yazar olup olmadığı tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Kafka, Almanca konuşan bir Yahudi olarak Prag'da büyüdü. Batıdaki Yahudilerden yoksun bir ruhsal yaşam yoğunluğuna sahip olduğunu düşündüğü Doğu Avrupa Yahudileri tarafından derinden etkilenmiştir. Günlüğü Yidiş yazarlarına atıflarla doludur. Yine de zaman zaman Yahudilikten ve Yahudi hayatından uzaklaşmıştır: "Yahudilerle ortak neyim var? Kendimle bile ortak yanlarım az; bir köşede sessiz sedasız durup nefes aldığım için memnun olmalıyım." Kafka gençlik yıllarında kendini ateist ilan etmiştir. Hawes, Kafka'nın kendi Yahudiliğinin bilincinde olmasına rağmen bunu -Hawes'a göre- Yahudi karakterler, sahneler veya temalar içermeyen işine dahil etmediğini öne sürmüştür. Edebiyat eleştirmeni Harold Bloom'un düşüncesine göre Kafka, Yahudi kalıtımından rahatsızlık duysa da tam bir Yahudi yazardı. Lothar Kahn aynı şekilde "Kafka'nın külliyatındaki Yahudiliğin varlığı artık şüpheye maruz kalmıyor." demiştir. Kafka'nın ilk çevirmenlerinden biri olan Pavel Eisner, "Der Process" ("Dava") kitabını "Prag'da Yahudi varoluşunun üçlü boyutu... başkahramanı Josef K. (sembolik olarak), bir Alman (Rabensteiner), bir Çek (Kullich) ve bir Yahudi (Kaminer) tarafından tutuklanır. Modern dünyada Yahudiyi özümseyen 'suçsuz suçlu'yu temsil etmektedir ancak kendisinin bir Yahudi olduğuna dair bir kanıt yoktur." şeklinde yorumlamıştır. Dan Miron, "Sadness in Palestine?!" ("Filistin'de Hüzün?!") adlı makalesinde Kafka'nın Siyonizm ile bağlantısını araştırmıştır: "Siyonizmin [Kafka'nın] hayatı ve edebi eserinde merkezi bir rol oynadığını belirterek böyle bir bağlantı olduğunu iddia edenler ile bağlantıyı tamamen yadsıyan ya da önemini reddedenlerin ikisi de hatalı olduğu görülmektedir. Gerçek, iki basit kutup arasında tanımlanması çok zor bir yerde durmaktadır." Kafka, ilkin Felice Bauer ve daha sonra Dora Diamant ile Filistin'e taşınmayı düşünmüştür. Berlin'de yaşarken İbranice dersleri aldı, Filistinli bir üniversite öğrencisi olan Pua Bat-Tovim'den eğitim almaya başladı ve Rabbi Julius Grünthal ile Rabbi Julius Guttmann'ın Berlin'deki derslerine, "Hochschule für die Wissenschaft des Judentums", katıldı. Livia Rothkirchen, Kafka'yı "çağının sembolik figürü" olarak adlandırmıştır. Çağdaşları arasında Yahudi, Çek ve Alman kültürüne duyarlı birçok Yahudi, Çek ve Alman yazarı vardı. Rothkirchen’e göre "Bu durum yazılarına geniş bir kozmopolit bakış açısı ve transandantal metafizik düşünceyi sınırlayan bir yüceltme niteliği kazandırmıştır. Franz Kafka, bunun bilinen bir örneğidir." Kafka, hayatının sonuna doğru Tel Aviv'deki arkadaşı Hugo Bergman'a, Filistin'e göç etme niyetini bildiren bir kartpostal gönderdi. Bergman, Kafka'nın tüberkülozunu [Bergman'ın] çocuklarına bulaştıracağından duyduğu endişeden ötürü Kafka'ya ev sahipliği yapmayı reddetti. Kafka'nın larinjeal tüberkülozu kötüleşti ve 1924 yılının mart ayında Berlin'den Prag'a döndü. Burada aile üyeleri, özellikle de kız kardeşi Ottla, kendisinin bakımını üstlendi. 10 Nisan'da Viyana'nın hemen dışındaki Kierling'de Dr. Hoffmann'ın sanatoryumuna gitti ve burada 3 Haziran 1924'te öldü. Ölüm nedeni açlık gibi görünüyordu: Kafka'nın gırtlak yoluyla beslenmesi ona acı veriyordu ve parenteral beslenme henüz geliştirilmediğinden Kafka'yı beslemenin başka yolu yoktu. Kafka, ölüm döşeğinde "Açlık Sanatçısı"nı kurguluyordu ve bu hikayesine boğaz yoluyla herhangi bir besin alamadığı noktaya varmadan önce başlamıştı. Naaşı, Prag'a geri getirilerek 11 Haziran 1924'te Prague-Žižkov'daki Yeni Yahudi Mezarlığı'na gömüldü. Kafka yaşadığı dönemde aslında tanınmıyordu ve şöhreti önemsiz görüyordu. Ölümünden sonra özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra hızla üne kavuştu. Kafka'nın mezar taşı mimar Leopold Ehrmann tarafından tasarlandı. Kafka'nın Milena Jesenská'ya Çekçe yazdığı bazı mektupları hariç yayımlanan tüm eserleri Almanca yazılmıştır. Yaşadığı dönemde az basılan eserleri kamuoyunun dikkatini çekmemiştir. Kafka, tam boy romanlarından hiçbirini bitirmedi ve çalışmalarının yüzde 90'ını Diamant ile Berlin'de yaşadığı dönemde yaktı; Diamant, taslakların yakılmasında yazara yardım etmiştir. Yazarlığa başladığı ilk yıllarda Bauer'e yazdığı bir mektupta çalışmalarını korkutucu olarak nitelendirdiği ve kendi ailesinden daha yakın gördüğü von Kleist'ten etkilenmiştir. 1908'de "Betrachtung" ("Gözlem") adıyla "Hyperion" adlı edebiyat dergisinde yayımlanan sekiz hikâye, Kafka'nın yayımlanan en eski çalışmalarıdır. 1904'te "Beschreibung eines Kampfes" (Bir Savaşın Tasviri) hikâyesini yazdı ve 1905'te Brod'a gösterdi; Brod, yazmaya devam etmesi ve hikâyeyi Hyperion'a göndermesi konusunda Kafka'yı ikna etti. 1908'te bir fragmanını, 1909'un baharında iki bölümünü Münih'te yayımladı. 22 Eylül 1912 gecesinde "Das Urteil" ("Yargı") adlı hikâyeyi yazdı ve Felice Bauer'a ithaf etti. Brod, ana karakter Georg Bendemann ile kurgusal nişanlısı Frieda Brandenfeld'in isminin Franz Kafka ile Felice Bauer isimleri arasındaki benzerliğe değinmiştir. Hikâye genellikle Kafka'nın dönüm noktası çalışması olarak kabul edilir. Hikâyede dominant bir baba ile oğlu arasındaki sorunlu bir ilişki ele alınmaktadır. Kafka daha sonra bu çalışmasını ""beden ve ruhun eksiksiz bir açılımı" ve "pislik ve çamurla kaplı olarak gerçek bir doğum gibi çıkan" bir hikâye olarak tanımlamıştır. Hikâye ilk olarak 1912'de Leipzig'de yayımlandı ve "Bayan Felice Bauer'a" ithaf edildi ve sonraki baskılarda "F. için" diye yazıldı. Kafka 1912'de "Die Verwandlung" ("Dönüşüm" veya "Değişim") hikâyesini yazdı ve 1915'te Leipzig'de yayımladı. Hikâye  gezici bir pazarlamacının uyandığında kendisini korkunç bir h
aşarata, "ungeheures Ungeziefer", dönüşmüş halde bulmasıyla başlar; "Ungeziefer", istenmeyen ve kirli hayvanlar için genel bir terimdir. Eleştirmenler, çalışmayı 20. yüzyılın çığır açan kurgusal eserlerinden biri olarak görmektedir. Ayrıntılı bir işkence ve infaz makinesini işleyen "In der Strafkolonie" ("Ceza Sömürgesi") hikâyesi Ekim 1914'te yazıldı, 1918'de revize edildi ve 1919'da Leipzig'de yayımlandı. "Ein Hungerkünstler" ("Açlık Sanatçısı"), 1924'teki "Die neue Rundschau" dergisinde yayınlandı ve bir kafeste günlerce aç kalarak şehrin göbeğinde gösteri yapan bir adamın hikâyesi ele alınmaktadır. Son hikâyesi olan "Josefine, die Sängerin oder Das Volk der Mäuse" (İngilizce: "Josephine the Singer, or the Mouse Folk"), bir sanatçıyla seyirci arasındaki ilişkisini işlemektedir. Kafka, 1912'de ilk romanını yazmaya başladı ve romanının ilk bölümü "Der Heizer" ("Ateşçi") hikâyesini içermektedir ve bu bölüm 1913'te ayrı bir hikâye olarak yayımlandı. Kafka tamamlanmayan bu çalışmasına "Der Verschollene" (Kayıp Kişi) adını verdi fakat Kafka'nın ölümünden sonra Brod, 1927'de bu roman fragmanını "Amerika" başlığıyla yayımladı. Romanın esin kaynağı, önceki yıl Yidiş tiyatrosunun izleyicileri arasında geçirdiği zaman oldu ve bu da Kafka'nın mirasının farkında olmasını sağladı. Kafka'nın eserlerinin çoğundan daha açık bir şekilde esprili ve biraz daha gerçekçi olan roman, tuhaf durumlarda sürekli olarak kahramanı ortaya koyan baskıcı ve soyut bir sistem motifini ele almaktadır. Kafka, Amerika'ya göç etmiş akrabalarının deneyimlerindeki birçok detayı kullanır ve Kafka'nın iyimser bir son kabul ettiği tek çalışmasıdır. 1914'te Kafka, ("Dava"), romanını yazdı ve bu romanında uzak, erişilemez bir otorite tarafından tutuklanan, şuçunun niteliği ne kendisine ne okuyuca açıklanan ve yargılanan bir adamın öyküsünü ele aldı. Son bölümü bitirmesine rağmen Kafka romanı tamamlamadı. Nobel Ödülü sahibi ve Kafka alimi Elias Canetti'ye göre Felice, "Der Process" romanının konusunun merkezinde yer almaktadır ve Kafka, romanın "[Felice'nin] hikâyesi" olduğunu söylemiştir. Canetti, Kafka'nın Felice'ye yazdığı mektupları hakkındaki kitabına mektuplarla roman arasındaki ilişkinin tanınması bakımından "Kafka's Other Trial" ("Kafka'nın Diğer Dava'sı") adını verdi. Michiko Kakutani, "The New York Times" için yazdığı bir eleştiri yazısında Kafka'nın mektuplarının kurgusunun izlerini taşıdığını belirtmiş ve şunları eklemiştir: "önemsiz ayrıntılara karşı aynı gergin dikkat, değişen güç dengelerine karşı aynı paranoyak farkındalık." Günlüğüne göre Kafka, 11 Haziran 1914'te ("Şato") adlı romanını çoktan planlamıştı ancak 27 Ocak 1922'ye kadar yazmaya başlamadı. Romanın protagonisti, köyü yöneten bir şatonun gizemli otoritelerine erişim sağlamak için bilinmeyen nedenlerle mücadele eden K. adında bir kadastrocudur. Kafka'nın amacı, şatonun makamlarının K. ölüm döşeğindeyken ona şunu bildirmektir: "K.'nın köyde yaşamaya dair yasal iddiası geçerli değildi ancak bazı yardımcı şartlar dikkate alınarak orada yaşamasına ve orada çalışmasına izin verilmişti". Karanlık ve bazen gerçeküstü olan roman; yabancılaşmaya, bürokrasiye, insanın sisteme karşı durma girişimlerinin sonsuza kadar süren sıkıntılarına ve ulaşılamaz bir hedefin boş ve umutsuz arayışına odaklanır. Hartmut M. Rastalsky, tezine şunu eklemiştir: "Rüyaları gibi, metinleri kusursuz gerçekçi detayı, kahramanlar tarafında dikkatli gözlem ve muhakeme ve saçma ile birleştirir." Kafka'nın hikâyeleri başlangıçta edebi dergilerde yayınlandı. İlk sekizi, iki ayda bir yayımlanan "Hyperion"un ilk sayısında 1908'de basıldı. Franz Blei, "Beschreibung eines Kampfes" ("Bir Savaşın Tasviri) çalışmasının bir parçası haline gelen iki diyaloğu 1909'da yayımladı. "Die Aeroplane in Brescia"nın bir parçası, Brod ile İtalya'ya yapılan bir gezide yazıldı ve 28 Eylül 1909'da "Bohemia"da yayımlandı.} 27 Mart 1910'da, daha sonra "Betrachtung" ("Gözlem") kitabının bir parçası haline gelen birkaç hikâye, "Bohemia"nın Paskalya baskısında yayımlandı. 1913 yılında Leipzig'de Brod ve yayıncı Kurt Wolff, "Arkadia" sanat şiiri için edebiyat yıllıklarına "Das Urteil. Eine Geschichte von Franz Kafka"yı ekledi. Aynı yıl Wolver, Jüngste Tag serisinde "Der Heizer"ı yayımladı ve toplamda üç baskı yaptı. "Vor dem Gesetz" ("Yasa Önünde") hikâyesi, bağımsız Yahudi haftalık "Selbstwehr"in 1915 Yeni Yıl baskısında yayımlandı ve hikâye koleksiyonu "Ein Landarzt" ("Bir Köy Hekimi") eserinin bir parçası olarak 1919'da yeniden basıldı ve yeni "Dava" romanının bir parçası oldu. Diğer hikâyeler çeşitli yayın organlarında yayımlandı. Kafka'nın ilk yayınlanmış kitabı "Betrachtung", 1904 ve 1912 yılları arasında yazılan 18 öyküden oluşuyordu. Weimar'a yapılan bir yaz gezisinde Brod, Kafka ve Kurt Wolff arasında bir toplantı başlattı ve Wolff, 1912 yılının sonunda Rowohlt Verlag'da "Betrachtung"u yayımladı (yıl 1913 olarak verildi). Kafka, eserini Brod'a adayarak "Für M.B." yazdırdı ve arkadaşına verilen kişisel kopyasına şunu ekledi: "" ("Zaten burada basıldığı gibi, benim sevgili Max'im için") Kafka'nın "Die Verwandlung" ("Dönüşüm") hikâyesi, aylık ekspresyonist edebiyat dergisi olan Die Weißen Blätterta ilk defa Ekim 1915'te basıldı ve hikâye René Schickele tarafından düzenlenmiştir. Başka bir hikâye koleksiyonu olan ve Kafka'nın babasına ithaf edilen "Ein Landarzt" ("Bir Köy Hekimi"), 1919'da Kurt Wolff tarafından yayımlandı. Kafka, "Ein Hungerkünstler" ("Açlık Sanatçısı") adında basılması için dört hikâyeden oluşan son bir koleksiyon hazırladı fakat Kafka'nın bu eseri, ölümünden sonra 1924'te "Verlag Die Schmiede"de yayımlandı. 20 Nisan 1924'te, Berliner Börsen-Courier, Kafka'nın Adalbert Stifter hakkında yazdığı denemeyi yayımladı. Kafka, hem yayınlanmış hem de yayınlanmamış çalışmalarını ölümünden sonra imha etmesi talimatıyla arkadaşına ve edebi vasisi Max Brod'a bıraktı ve şunları yazdı: "Sevgili Max, son isteğim: Arkamdan bıraktığım her şeyin{nbsp}}... günlüklerin, el yazmaların, mektupların (benim ve diğerlerinin), eskizlerin vb. okunmadan yakılmasıdır." Brod bu talebi görmezden geldi ve 1925 ile 1935 yılları arasında romanlarla seçilmiş çalışmaları yayımladı. 1939'da oradan kaçtığında Filistin’e bavullarıyla birlikte birçok yayımlanmamış evrak götürdü. Kafka'nın son sevgilisi Dora Diamant (daha sonra Dymant-Lask) da Kafka'nın isteklerini göz ardı ederek yirmi not defteriyle otuz beş mektubu gizlice sakladı. Bunlara 1933'te Gestapo tarafından el konuldu, ancak bilim insanları bunları aramaya devam etmektedir. Brod elindeki yazıların çoğunu yayımlamasıyla Kafka'nın çalışmaları daha geniş ilgi ve eleştirel beğeni çekmeye başladı. Brod, Kafka'nın not defterlerini kronolojik olarak düzenlemeyi zor buldu. Bir problem Kafka'nın sıklıkla kitabın farklı bölümlerinden yazmaya başlamasıydı; bazen ortada, bazen sondan geriye doğru çalışmaktaydı. Brod, Kafka'nın eksik eserlerinin çoğunu yayımlanması için tamamladı. Öneğin, Kafka "Der Process"i tamamlanmamış ve numaralandırılmamış bölümlerle bırakırken "Das Schloss"u tamamlanmamış cümleler ve belirsiz içerikle bırakmıştır. Brod, bölümleri yeniden düzenledi; metinlerin redaktörlüğünü yaptı ve noktalama işaretlerini değiştirdi. "Der Process", 1925'te "Verlag Die Schmiede"de yer aldı. Kurt Wolff, diğer iki roman olan "Das Schloss" ile "Amerika"yı sırasıya 1926 ile 1927'de yayımladı. 1931'de Brod, "Beim Bau der Chinesischen Mauer" ("Çin Seddi'nin İnşası") adıyla düz yazı ve yayınlanmamış öykülerin bir koleksiyonunu düzenledi. Kitap, "Gustav Kiepenheuer Verlag"ta yer aldı. Brod'un düzenlemeleri genellikle "Kesin Sürüm" adıyla anılmaktadır. 1961'de Malcolm Pasley, Kafka'nın orijinal el yazısıyla yazılmış eserlerinin çoğunu Oxford Bodleian Kütüphanesi için satın aldı. "Der Process"in metni daha sonra açık arttırma yoluyla satın alındı ve Almanya'daki Marbach am Neckar'daki Alman Edebiyat Arşivlerinde saklandı. Ardından Pasley, Alman romanlarını yeniden inşa eden (Gerhard Neumann, Jost Schillemeit ve Jürgen Born'un da yer aldığı) bir takıma başkanlık etti; "S. Fischer Verlag" onları yeniden yayımladı. Pasley, 1982'de yayımlanacak olan "Das Schloss" ("Şato") ile 1990'da yayımlanacak olan "Der Process"in ("Dava") editörlüğünü yaptı. Jost Schillemeit ise 1983'te yayımlanacak olan "Der Verschollene" ("Amerika") editörlüğünü yaptı. Bu çalışmalar, "Eleştirel Edisyon" ya da "Fischer Edisyonu" olarak anıldı. Brod 1968'de öldüğünde Kafka'nın binlerce sayıya ulaştığına inanılan yayınlanmamış evrakları sekreteri Esther Hoffe'a bıraktı. Hoffe, bazılarını yayımlarken bazılarını sattı ama çoğunu kızları Eva ile Ruth'a bıraktı. Eva ile Ruth da evrakları yayımlamayı reddetti. 2008 yılında kız kardeşler ve İsrail Milli Kütüphanesi arasında bir mahkeme savaşı başladı. İsrail Milli Kütüphanesi, Brod'un 1939'da İngiliz Filistini'ne göç etmesiyle bu evrakların İsrail ulusunun mülkiyeti olduğunu iddia etti. Esther Hoffe, "Dava"'nın özgün el yazmasını 1988'de 2 milyon ABD dolarına Marbach am Neckar'daki Alman Edebiyat Arşivi Modern Edebiyat Müzesi'ne sattı. Tel Aviv aile mahkemesinin 2010 yılında aldığı bir kararla evrakların yayımlanması ve daha önce bilinmeyen bir hikâye de dahil olmak üzere bir kaçının bulunması gerektiğine karar verdi ve yasal savaş devam etti. Hoffe'lar evrakların kişisel mülkiyetleri olduğunu iddia ederken Ulusal Kütüphane "Yahudi halkına ait kültürel varlıklar" olduklarını iddia etmektedir. Ulusal Kütüphane ayrıca Brod'un kendi iradesiyle evrakları kendilerine bıraktığını ileri sürmektedir. Tel Aviv Aile Mahkemesi, Ekim 2012'de, evrakların Milli Kütüphane'nin mülkiyeti olduğuna karar verdi. Şair W. H. Auden, Kafka'yı "yirminci yüzyılın Dante'si" olarak adlandırırken romancı Vladimir Nabokov, onu 20. yüzyılın en büyük yazarları arasında gösterdi. Gabriel Garcia Márquez, Kafka'nın "Değişim"i kendisine "farklı bir şekilde yazmanın mümkün olduğunu" gösterdiğini belirtti. Kafka'nın ilk eseri olan "Yargı" adlı hikâyede öne çıkan bir tema, baba-oğul çatışmasıdır ve oğlun neden olduğu suçluluk, acı ve
kefaret yoluyla çözülür. Diğer önemli temalar ve arketipler arasında yabancılaşma, fiziksel ve psikolojik vahşet, korkunç bir arayıştaki karakterler ve mistik dönüşüm yer alır. Kafka'nın stili, 1916'da "Berliner Beiträge"'de Oscar Walzel tarafından "Die Verwandlung" ve "Der Heizer"ın bir incelemesinde Kleist'inkiyle karşılaştırıldı. Kafka'nın düz yazısının doğası, çeşitli yorumlara sebebiyet verdi ve eleştirmenler, Kafka'nın yazılarını çeşitli edebiyat okullarında okuttu. Marksistler, örneğin Kafka'nın eserlerini nasıl yorumlayacaklarına çok sert bir şekilde karşı çıktılar. Bazıları Kafka'yı gerçeği çarpıtmakla suçlarken diğerleri de kapitalizmi eleştirdiğini iddia etti. Kafka'nın çalışmalarında yaygın olan umutsuzluk ve saçmalık, varoluşçuluğun simgesi olarak görülür. Kafka'nın edebi eserlerinin çoğunluğu deneysel modernist türle ilişkilendirilmiş olsa da kitaplarından bazıları dışavurumcu hareket tarafından etkilenmiştir. Kafka aynı zamanda bürokrasi ile insan çatışması temasına değinmiştir. William Burroughs, bu tür çalışmaların mücadele, acı, yalnızlık ve ilişkilere duyulan ihtiyaçlar üzerine yoğunlaştığını iddia etti. Thomas Mann gibi diğerleri, Kafka'nın çalışmasını alegorik olarak görür: Tanrı için doğada metafizik bir arayış. Gilles Deleuze ve Félix Guattari'ye göre Kafka'nın çalışmasında bulunmasına rağmen, yabancılaşma ve zulüm temaları eleştirmenler tarafından aşırı vurgulanmıştır. Deleuze ile Guattari, Kafka'nın çalışmasının ilk ortaya çıktıklarından daha kasıtlı ve yıkıcı -ve daha neşeli- olduğunu iddia edip Kafka'nın çalışmalarını okurken karakterlerinin mücadelelerinin yararsızlığına odaklanmanın Kafka'nın mizah oyununu ortaya çıkardığını işaret etmişlerdir. İkiliye göre Kafka kendi problemlerini yorumlamak zorunda değildir aksine insanların problemleri nasıl icat ettiğine dikkat çekmektedir. Çalışmasında Kafka sık sık kötücül, absürd dünyalar yarattı. Kafka çalışmalarının taslaklarını arkadaşlarına okumuş ve tipik olarak mizahi nesrine konsantre olmuştur. Yazar Milan Kundera, Kafka'nın sürrealist mizahının Dostoyevski'nin bir suç için cezalandırılan karakterlerini tersine çevirdiğini öne sürmüştür. Kafka'nın çalışmasında bir suç işlenmemiş olmasına rağmen bir karakter cezalandırılır. Kundera, Kafka'nın karakteristik durumlarına yönelik ilhamlarının hem ataerkil bir ailede büyümesinden hem de totaliter bir devlette yaşamasından geldiğine inanmaktadır. Kafka'nın hukuksal geçmişinin ve kurgusunda hukukun rolünün etkisini belirlemek için girişimlerde bulunulmuştur. Çoğu yorum, hukuk sisteminin genellikle baskıcı olduğu çalışmalarında hukukun ve yasallığın önemli yönlerini tanımlamaktadır. Kafka'nın çalışmalarındaki yasa, herhangi bir özel hukuk veya politik varlığın temsilcisi olmaktan ziyade, genellikle anonim, anlaşılmaz güçlerin bir yığınını temsil etmek için yorumlanır. Bunlar bireyden gizlenmiştir ama kontrolleri dışındaki sistemin masum kurbanları olan insanların hayatlarını kontrol etmektedir. Bu absürdist yorumu destekleyen eleştirmenler, Kafka'nın saçma bir evrenle çatıştığını açıkladığı örneklerden bahseder ve bunlardan biri yazarın günlüğünden alınan şu kısımdır: "Kendi dört duvarımın içinde, kendimi yabancı bir ülkede hapsedilmiş bir göçmen olarak buldum;... Ailemi yabancı gelenekleri, ayinleri ve çok dile meydan okuyan tuhaf uzaylılar olarak gördüm;... istemediğim halde tuhaf ritüellerine katılmam için beni zorladılar;... Direnemedim." Ancak James Hawes, Kafka'nın "Dava"'sındaki yasal takibatla ilgili açıklamalarının çoğunun (metafizik, saçma, şaşkınlık ve kâbus gibi görünebilirler) zamanın Alman ve Avusturya ceza yargılamalarının doğru ve bilinçli açıklamalarına dayanmakta olduğunu belirtmiştir. Sigortacılıkta çalışmış olmasına rağmen eğitimli bir avukat olan Kafka, "gününün hukuki tartışmalarının farkındaydı". Kafka'nın yazılarını çıkış noktası olarak kullanan 21. yüzyılın başlarında yayınlanan bir yayında Pothik Ghosh, Kafka ile hukukun "tahakküm ve kararlılığın salt bir gücü olma gerçeğinin dışında hiçbir anlamı olmadığını" belirtmiştir. Kafka'nın "" adlı eseri Türkçeye ilk kez 1952'de Vedat Günyol tarafından "Değişim" adıyla çevrilmiştir. Günyol, hikâyeyi Fransızca ve İngilizce çevirilerinden yararlanarak Türkçeye aktarmıştır. Kafka'nın çalışmaları daha sonra Ahmet Cemal ile Kâmuran Şipal tarafından tercüme edilmiştir. Birçok ünlü yazarın aksine Kafka, nadiren başkaları tarafından alıntılanmıştır. Bunun yerine, onun vizyonu ve bakış açısı daha fazla fark edilmiştir. Profesör, edebi bir eleştirmen ve yazar olan Şimon Sandbank, Kafka'nın Jorge Luis Borges, Albert Camus, Eugène Ionesco, J. M. Coetzee ve Jean-Paul Sartre'ı etkilediğini tespit etmiştir. Abe Kobo, özellikle "anlaşılmaz otoriteler tarafından saçma kurallara tabi olan" karakterlerin tekrarından ötürü sıklıkla Kafka ile karşılaştırılır. Abe Kobo, "Japon Kafka" olarak anılmıştır. Bir "Financial Times" edebi eleştirmeni Kafka'nın José Saramago'yu etkilediğini belirtirken yazar ve editör Al Silverman ise J. D. Salinger'ın Kafka'nın çalışmalarını okumayı sevdiğini yazmıştır. 1999 yılında 99 yazar, akademisyen ve edebi eleştirmenlerden oluşan bir komite, 20. yüzyılın en önemli Alman romanları listesinde "Dava "ve "Şato"'yu sırasıyla ikinci ve dokuzuncu olarak sıraladı. Sandbank, Kafka'nın yaygınlığına rağmen, esrarengiz tarzının henüz taklit edilmediğini savunmuştur. Kafka'nın çalışmalarında uzmanlaşan Binghamton Üniversitesi'nde Alman Çalışmaları ve Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörü Neil Christian Pages, Kafka'nın etkisinin edebiyat ve edebiyat bursunu aştığını; görsel sanatlar, müzik ve popüler kültürü etkilediğini söylemiştir. Alman ve Yahudi edebiyatı profesörü Harry Steinhauer, Kafka'nın edebi toplum üzerinde yirminci yüzyılın diğer yazarlarından daha güçlü bir etki yaptığını açıklamıştır. Brod, 20. yüzyılın bir gün "Kafka asrı" olarak bilineceğini söylemiştir. Michel-André Bossy, Kafka'nın katı bir şekilde esnek olmayan ve steril bir bürokratik evren yarattığını yazmıştır. Kafka, yasal ve bilimsel terimlerle dolu bir şekilde yazdı. Yine de onun ciddi evreninin de, "sözde rasyonel bir dünyanın köklerindeki saçmalığı" vurgulayan anlayışlı bir mizahı vardı. Karakterleri tuzağa düşmüş, kafaları karışmış, hayal kırıklığına uğramış, gerçeküstü dünyalarındaki anlayışından yoksundur. Kafka sonrası kurgunun, özellikle bilim kurgularının çoğu, Kafka evreninin temalarını ve kurallarını takip etmektedir. Bu, George Orwell ve Ray Bradbury gibi yazarların eserlerinde görülebilir. "Kafkaesk" terimi, özellikle "Dava" ve "Dönüşüm" adlı eserini anlatan kavramları ve durumları tanımlamak için kullanılır. Örnekler bürokrasilerin çoğu zaman gerçeküstü bir biçimde insanları alt üst ettikleri durumları; anlamsızlık, yönlendirilememe ve çaresizlik duygularını çağrıştıran kabus ortamını içermektedir. Kafkaesk ortamında yer alan karakterler genellikle bir labirent durumundan kaçmak için net bir eylem rotasından yoksundur. Kafkaesk unsurları genellikle varoluşçu eserlerde görülür fakat terim; anlaşılamaz derecede karmaşık, tuhaf veya mantıksız olan gerçek yaşam olaylarına ve durumlarına uygulanarak edebi dünyayı aşmıştır. Sayısız film ve televizyon çalışması Kafkaesk olarak tanımlanmıştır ve stil özellikle distopik bilim kurguda öne çıkmaktadır. Patrick Bokanowski'nin 1982 filmi "The Angel", Terry Gilliam'ın 1985 filmi "Brazil" ve 1998 bilim kurgu kara film "Karanlık Şehir" gibi filmler bu şekilde tarif edilmiş olan türler arasındadır. "The Tenant" (1976) ve "Barton Fink" (1991) gibi diğer türler içinde yer alan filmler de bu şekilde tarif edilmiş filmler içinde yer almaktadır. Televizyon dizileri "The Prisoner" ile "The Twilight Zone", sıklıkla Kafkaesk olarak tanımlanmaktadır. Ancak yaygın bir şekilde kullanılmasıyla bu terim, Kafka alimlerinin sıklıkla yanlış kullanıldığını belirttiği kadar yaygınlaşmıştır. "The Atlantic"'ten Joe Fassler'ın "Kafkaesk olmak ne demektir?" sorusuna cevap veren yazar Ben Marcus şunları söylemiştir: "Kafka’nın tipik özellikleri; dilin kullanımını, fantezi ve gerçekliğin üstesinden gelen bir ortam ve umutsuzluk karşısında bile çaba sarf etmeyi -umutsuzca ve umut dolu- etkilemektedir." Prag'daki Franz Kafka Müzesi, Kafka'ya ve eserlerine adanmıştır. Müzenin önemli bir bileşeni, ilk kez 1999 yılında Barselona'da gösterilen ve sonra New York'taki Yahudi Müzesi'ne taşınan "K.'nin Şehri, Franz Kafka ve Prag" sergisidir ve son olarak 2005 yılında Prag'taki Moldau boyunca Malá Strana'da sergilenmiştir. Müze, Město K. Franz Kafka a Praha sergisinin özgün fotoğraf ve belgelerini göstererek ziyaretçileri Kafka'nın yaşadığı ve hakkında yazdığı dünyaya çekmeyi amaçlamaktadır. Franz Kafka Ödülü, 2001 yılında kurulan Franz Kafka Derneği ve Prag kentinin yıllık edebiyat ödülüdür. Edebiyatın değerini, "kültürel, ulusal, dil ve dinsel hoşgörüye, varoluşsal, zamansız karakterine, genel olarak insan geçerliliğine ve zamanımıza dair bir tanıklık verme yeteneğine" hitap etmektedir. Seçim komitesi ve ödül alacaklar dünyanın her yerinden gelmektedir fakat ödül, Çek dilinde yayınlanmış en az bir eseri olan yazarlar ile sınırlıdır. Kazanan kişi, ekim ayının sonlarında Çek Devlet Tatili'nde Prag Eski Belediye Binası'nda yapılan bir törenle 10 bin dolar, bir diploma ve bronz heykelcik elde etmektedir. San Diego Eyalet Üniversitesi (SDSU), 1998 yılında Kafka'nın son yazıları için resmi uluslararası arama olarak başlayan Kafka Projesi'ni yürütmektedir. "Dergiler" "Gazeteler" "Online sources" "Dergiler" WEP WEP (Wired Equivalent Privacy), kablosuz ağ bağlantılarında (Wi-Fi) Veri bağ tabakasında çalışan şifreleme yöntemidir. Kabloya Eşdeğer Mahremiyet (KEM) olarak Türkçeye çevirilebilir. Standart olan WEP şifrelemesi WEP-64 olarak bilinir ve 40 bitlik anahtar kullanır. Günümüzde WEP kullanan ağlarda daha çok 104 bitlik anahtar kullanan WEP-128'e rastlanır. Daha güvenli ağlar 232 bitlik anahtarı mümkün kılan WEP-256 kullanıyor olabilir. Günümüzde bu şifreleme yetersiz kaldığından daha güvenli olan WPA şifreleme yönt
emi yaratılmıştır. WEP'in hala kullanılıyor olmasının nedeni ise kısmen geriye dönük uyumluluk, kısmen kablosuz dağıtım sistemini desteklemesidir. Kablosuz dağıtım sistemi Kablosuz dağıtım sistemi birden fazla kablosuz erişim noktasının birbirine bağlantısını sağlayan sistemdir. Terimin İngilizce karşılığı WDS (Wireless Distribution System)dir. IEEE 802.11 standardında belirtildiğine göre erişim noktaları üç türde olabilir. WDS kullanılacak olan sistemde erişim noktaları aynı kanal, güvenlik kontrolü metodu (WEP,WPA veya hiçbiri) ve varsa aynı anahtarları paylaşmalıdırlar. WDS aynı zamanda bir tekrarlayıcı modu olarak da görülebilir. Ancak, bu yöntemi kullanan sistemelere kablosuz bağlanan kullanıcılar için verim yarıya iner. Stanford Üniversitesi Leland Stanford Junior Üniversitesi ya da bilinen adıyla Stanford Üniversitesi, ABD'nin Kaliforniya eyaletinde San Fransisko'nun 40 km güneydoğusunda bulunan özel bir üniversitedir. Üniversite, şu anda dünyadaki en büyük bütçeye sahip 3. üniversitedir. Stanford öğrenci, mezun ve öğretim üyelerinin çok sayıdaki buluş ve atılımları arasında, SUN, Cisco, Google, Yahoo, HP ve IP (Internet Protocol) da bulunmaktadır. Silikon Vadisi'nin öncüsüdür. ABD ve dünya çapındaki üniversitelerin sıralandığı US News & World Report (AİC) listesinde Stanford Üniversitesi 6. sırada yer almaktadır. Uluslararası akademik sıralama yapan saygın kuruluşlar tarafından tüm dünyada sürekli olarak ilk 3'e girmeyi başarmaktadır. Stanford Üniversitesi'nin özelliği çok farklı alanlarda açtığı tüm bölümlerinin bölüm bazında yapılan sıralamalarda en üstlerde yer almasıdır. Stanford Üniversitesi demiryolu şirketi sahibi bir iş adamı ve aynı zamanda Kaliforniya valisi olan Leland Stanford ve eşi Jane Stanford tarafından kuruldu. Üniversitenin adı, çiftin tek oğulları olan ve 16 yaşında tifodan ölen Leland Stanford Jr.'dan gelir. Stanford Üniversitesi 32 kilometrekarelik bir alana kurulmuştur. Kampüste, kurumuş bir göl, alışveriş merkezi, büyük bir stadyum, kapalı ve açık yüzme havuzları, tenis kortları, yiyecek-içecek merkezleri, mimari açıdan son derece ilgi çekici yapılar, çok sayıda Rodin heykeli, golf sahaları, kütüphaneler, 2 adet ilkokul, çocuk bakım merkezleri ve akademik birimler bulunur. Kampüsün geniş olması nedeniyle, öğrenciler için yaya olarak dolaşmak güç olsa da, düzlük bir alana kurulmuş olması ve yerleşkeye ev sahipliği yapan Palo Alto kentinin yaz-kış ılıman iklimi sayesinde, bisikletle kampüsteki tüm birimlere ulaşmak mümkündür. Sardalya Sardalya veya sardalye ("Sardina pilchardus"), Clupeidae familyasından ekonomik değeri düşük bir balık türü. Vücut yuvarlak, yanlardan hafif basık, solungaç kapakları dalgalı görümündedir. Vücudun yanlarında ve sırta yakın bölgelerde siyah noktalar bulunur. Vücut üst tarafta yeşilimsi, yanlarda gümüşi beyazdır. Vücut hemen dökülebilen pullarla kaplıdır. Solungaç kapakçıklarının kiremitvari dalgalı gümüşlü olması ve vücudunun yanlarında sıra halinde siyah noktaların bulunması karakteristik özelliğidir. 10–25 cm arasında boyları değişmektedir. Sağlık için önemli bir yağ asidi olan Omega-3 açısından çok zengindir. Ekseriyetle sürü halinde dolaşırlar. Yaklaşık 20.000 yumurta bırakırlar. Adeta her dönem (Ocak, Kasım, Aralık dışında) ürerler. Yuvarlak sardalya Yuvarlak sardalya ("Sardinella aurita"), Clupeidae familyasından bir sardalya türü. Vücut yuvarlak, karın yüzgeci dokuz ışınlı, solungaç kapaklarında silah lekeler bulunur. (Karakteristik özelliği) Karın girintili çıkıntılıdır. Sırtta renk mavi, yanlar ve karın gümüşi beyazdır. Sırt ve yanlarında bantlar bulunur. Ege Denizi ve Akdeniz'de yaşar. Boyu 15–33 cm arası değişir. Larry Page Lawrence Page, bilinen adıyla Larry Page (d. 26 Mart 1973, Michigan), İnternet arama motoru Google'ın temel algoritmalarının geliştiricisi ve Sergey Brin ile birlikte Google şirketinin kurucusudur. Şu an Alphabet Inc. şirketinin yönetim kurulu başkanı konumundadır. Michigan Üniversitesi bilgisayar mühendisliği bölümü mezunudur ve Stanford'da yüksek lisansını bitirmiş, doktorasını yapmaktadır. Forbes'a göre 18,7 milyar dolarlık servetiyle, dünyanın en zengin 100 insanı arasında 24. sıradadır. Hamsi Hamsi ("Engraulis encrasicolus"), Engraulidae familyasına ait bir balık türü. Hamsi adı arkaik Kolh dili kökenlidir ve orijinal prototipi "Küçük Sivri Balık" anlamındadır. Vücut, ip şeklinde hafif yassılaşmış olup yanlarda yuvarlaktır. Alt dudak mevcut değildir, üst çene ise uzun olup, sırt rengi koyu mavi siyahımsı, alt taraf açık renklidir. Yan tarafları parlaktır. Kuyruk yüzgeci homoserk yapıdadır. Hamsi, subtropikal iklim denizlerinde 400 metre derinliğe kadar olan alanda yaşayan oseanodrom bir tuzlu su balığıdır. En iyi uyum sağladığı su sıcaklığının 21 °C olduğu kabul edilmektedir. En çok Karadeniz, Azov Denizi, Marmara Denizi ve Akdeniz'de yaşamaktadır. Süveyş Kanalı, Süveyş Körfezi, Norveç ile Londra arasındaki Avrupa kıyıları, Güney Afrika'da az sayıda bulunur. Estonya ve Saint Helena adasında da görüldüğü kaydedilmiştir. Sürüler halinde yaşar ve 18 cm'e kadar büyür. Ocak - Mart arasında beslenmek için sahillere yaklaşır. Gündüzleri 30–40 m. derinlerde, geceleri yüzeye yakınlarda dolaşır. 1 yaşından itibaren olgunluğa erişip 18°-20 °C sularda, 25–60 m. derinliklerde ve az tuzlu sularda üreyip yaklaşık 40.000 yumurta döker. Kayıtlara geçmiş en uzun yaşam süresi 5 yıldır. Doğu Karadeniz bölgesinde Ekim ayının ikinci haftasında balıkçılar dualar okuyarak ve kurbanlar keserek denize açılmakta gırgır adı verilen çevirme ağlarıyla avlanmaktadır 1970'li yıllara dek Karadeniz'de hamsi balığı öylesine çok bulunmaktaydı ve öylesine ucuzdu ki halk "hapsi" adını verdiği bu balığın fazlasını tenekelerle tarlalara gübre niyetine dökmekteydi. Örneğin hamsinin bol dolduğu 1937 yılında 1 teneke Karadeniz hamsisi 5 kuruşa satılmaktaydı. Türkiye'nin her bölgesinde tüketilmesine karşın Karadeniz kültürü ve mutfağının değişmez bir parçası olarak en çok yemeği bu coğrafyada yapılmaktadır. Bazı hamsi yemekleri; Hamsi buğulama, hamsi tava, hamsi salatası, hamsili pilav, hamsili börek, pazılı (lamesli) hamsi, hamsili pide, hamsili poğaça, hamsikoli (hamsili mısır ekmeği), kiremitte hamsi, sirkede hamsi, hamsi salamurası, hamsi turşusu, hamsili baklava, hamsi kuşu (hamsi puli) ve hamsi köftesidir. Kolyoz Kolyoz veya Kolyos ("Scomber japonicus"), uskumrugiller (Scombridae) familyasından bir balık türü. Vücut uzun, yuvarlak, füze şeklindedir. Başın üzeri açık olduğundan beyin gözükür. Sırtı mavi renkte enine dalgalı hatlı, karına doğru ise gümüşi sarıdır. Sayısız miktarda benekler vardır. Birinci sırt yüzgecinin daha dik bir üçgen şeklinde, kuyruk yüzgecinin ucunun daha sivri ve hava kesesi olmayışı ile uskumrudan ayırt edilirler. Türkiye'de batı Karadeniz, Akdeniz, Ege Denizi, Marmara Denizinde görülür. Büyüklüğü ortalama 15–25 cm dir, maksimum 50 cm olur. Ağustos-Eylül aylarında ürerler. Ali Saydam Ali Saydam (d. 14 Aralık 1946, Ankara), Türk gazeteci, yazar, iletişim profesyoneli, öğretim görevlisi. 1965 yılında İstanbul Erkek Lisesi'nden mezun oldu. 1965-1974 yılları arasında Bern Üniversitesi'nde kimya öğrenimi gördü. Goethe Enstitüsü'nde Almanca öğretmenliği kurslarına devam etti ve 1978 yılında “Yabancı dil olarak Almanca öğretmenliği” diplomasını aldı. 1978-1982 yıllarında Milliyet gazetesi'nde (Hey Dergisi) muhabir olarak çalışırken aynı dönemde Goethe Enstitüsü’nün İstanbul şubesinde Almanca Öğretmenliği yaptı. 1982-1986 yılları arasında Karacan Yayınları’nda Yönetim Kurulu Üyeliği ile Genel Müdürlük görevlerini üstlendi ve 11 yayının grup editörlüğünü yürüttü. Bravo Dergisi'nden ayrılarak, Aralık 1985'te çıkmaya başlayan Playboy Türkiye Dergisi'nin Genel Yayın Yönetmenliği'ni yaptı. 1986-1988 yılları arasında Sabah Dergi Grubu Genel Müdürü olarak görev yaptı. 1988 yılında Güneş Yayınları’nın kurucu ortağı ve genel müdürü oldu. Her iki yayınevinde de çok sayıda dergi ve kitabın yayınını yönetti. 1998'de kurulan halkla ilişkilerde medya araştırma, değerlendirme ve ölçümleme hizmeti veren PRNET'in kurucularındandır. Halen “Bersay İletişim Danışmanlığı”, “Kesişim Yayıncılık ve Tasarım”, “Gravital Dijital İletişim Danışmanlığı” ve "Bersay İletişim Enstitüsü"nün oluşturduğu “Bersay İletişim Grubu”nun Yönetim Kurulu Onursal Başkanlığını yürütmektedir. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde lisans ve yüksek lisans sınıflarına 10 yıl süresince ders veren Saydam halen Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde son sınıflara Özel Müşteri İlişkileri Yönetimi (Account Management) dersi ve Silahlı Kuvvetler Yüksek Sevk ve İdare Akademisi Komutanlığı'nda Algılama Yönetimi ve Stratejik İletişim dersleri vermektedir. 2003-2006 yılları arasında Sabah Gazetesi’nde reklam ve PR üzerine eleştiri yazıları kaleme aldı. 2005-2007 yılları arasında iş dünyasına yönelik yayınlanan Finans Dünyası Dergisi'nde iş iletişimi üzerine yazılar yazdı. 2006-2012 yılları arasında Akşam Gazetesi’nde yazan Saydam, 11 Eylül 2012'den itibaren Yeni Şafak Gazetesi'nde ve 1 Ocak 2005 tarihinden bu yana Marketing Türkiye Dergisi'nde yazılarına devam etmektedir. TBV, TÜYİD, TÜHİD, TESEV, İELEV üyesidir. 2005 yılında "Algılama Yönetimi", 2010 yılında "Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir?", 2011 yılında "Vazgeçmek Özgürlüktür", 2012 yılında "İktidar Yalnızlıktır" adlı kitapları yayınlanmıştır. Itō Hirobumi Bir köylü çocuğu olan Hirobumi, samuray sınıfına alınıp, hızla yükselerek, 1868'de Satsuma-Coşu ittifakını hazırlayanlar arasında Mutsihito'nun hükümet darbesine katıldı. Yeni Meiji hükümetinde çeşitli görevler alıp, bir süre batı devletlerinin hükümetlerini ve teknolojilerini incelemek için Avrupa'da kaldıktan (1882-1883) sonra, yurda dönünce Japonya'nın moderleştirilmesini amaç alan akımın başına geçti. Yeni kabinede başbakanlık yapıp (1855-1858), anayasayı hazırlayan komisyona başkanlık etti (1889). Üç kez daha başbakanlık yapıp (1892-1896; 1898; 1900-1901), Rus-Japon Savaşı'ndan (1904-1905) sonra
, Japonya'nın koruması altındaki Kore genel valiliğine atandı. Koreli bir ulusçu tarafından öldürülmesi sonucu Japonya'nın Kore'yi ilhakını hızlandı. Radyoterapi Radyoterapi, iyonlaştırıcı ışın kullanarak kanser hastalığının tedavisidir. Hedef tümörlü dokunun yok edilmesi ve bu sırada da normal dokuların korunmasıdır. Bu konu ile ilgili bilim dalına "Radyasyon Onkolojisi" adı verilir. İyonlaştırıcı ışınların biyolojik etkilerini Radyobiyoloji bilim dalı inceler. Radyoterapi kanser tedavisinde tek başına ya da cerrahi ve/veya kemoterapi ile birlikte kullanılabilir. Cerrahi tedavi ile benzer sonuçlar elde edilen hastalıklarda organın korunmasını sağlayıp, dolayısı ile fonksiyon kaybını önlediğinden tercih edilebilen tedavi yöntemidir. Radyoterapide kanser hücrelerinin bölünmesini engellemek amacıyla iyonizan radyasyon (yüksek enerjili fotonlar ya da hızlandırılmış subatomik partiküller) kullanılır. Absorbe edilen radyasyonun birimi geçmişte 'rad' olarak tanımlanmaktaydı. Bu tanımlama yaklaşık son 30 yıldır GRAY -Gy- olarak değiştirilmiştir. 1 Gy, 1 kg dokuda absorblanan 1 joule'lük enerji miktarıdır. Radyoterapi gören bir hasta tedavi süresine göre 40-70 Gy'lik radyasyon dozuna maruz kalacaktır. Karşılaştırma yapılacak olursa modern mamografi aygıtlarında film çekmek için maruz kalınan x-ışını miktarı-dozu yaklaşık olarak 0.1 ile 0.2 mili Gray arasındadır. Radyoterapi esnasında, uygulanan bölgeye x veya gama ışınları veya hızlandırılmış subatomik partiküller ile belirli oranda bir enerji verilmektedir. Hedef; oluşturulacak iyonizasyonlarla hücrelerin genetik materyallerini -DNA- bozarak, bölünmelerini engelleyerek mitotik hücre ölümüne ya da Apoptozis yolu ile hücre ölümüne yol açmaktır. Radyasyonun kanserli hücrelerin yanında sağlıklı hücrelerin DNA'larında hasar oluşturmasına rağmen, sağlıklı hücreler kendilerini tamir ederek tekrar fonksiyonel hale gelebilirler. Radyasyonun hücre DNA'sında oluşturduğu etki, fotonun ya doğrudan DNA'yı oluşturan bazların aralarındaki kimyasal bağları iyonize ederek, DNA bacağının doğrudan kırılmasına bağlıdır. Ya da hücre içerisinde bulunan su moleküllerinde oluşan iyonizasyon sonucu ortaya çıkan serbest radikallerin gene DNA'nın yapısından elektron kopartması ile oluşturduğu kırıklar yolu ile dolaylı yoldandır. Bir kısım kırıklar subletal -ölüme neden olamayacak- hasar oluşturur. Bu durumda hücrenin kendini tamir yeteneğine bağlı olarak hasar giderilebilir. Bu daha çok kanserli olmayan hücreler için geçerlidir. Kanserli hücrelerin önemli bir kısmı bu yeteneğe sahip değildir. Bunun sonucunda biriken subletal hasarlar hücrenin ölümüne yol açar. Oluşan bir kısım hasar ise, ortamın özellilerine bağlı olarak, yani hücrenin bulunduğu fiziksel veya kimyasal koşullara bağlı olarak, ölüme yol açabilir ya da tamir olayını başlatabilir. Ameliyatlarda olduğu gibi radyoterapi de lokal bir tedavidir ve sadece uygulanan bölgedeki hücreleri etkiler. Radyoterapi cilt, beyin, meme, prostat ve rahim kanseri tedavilerinde etkin olarak kullanılmaktadır. Ayrıca lenf ve kan kanseri tedavisinde de kullanılır. Eksternal radyoterapi -harici radyoterapi- dıştan ışınlama, ışın kaynağı ile ışınlanan dokunun arasında mesafe olması anlamını taşır. Radyasyon Onkolojisi uzmanının, hastanın ve hastalığın durumuna göre planladığı tedavinin Co-60 veya Lineer Akseleratör (Linac) cihazları ile, hastaya dışarıdan ve belli bir mesafeden uygulanması esasına dayanır. Verilecek radyasyonun toplam dozu küçük ve eşit dozlara bölünerek, günlük seanslar halinde haftanın 5 günü uygulanır. Tedavi süresi 1 günden 8 haftaya kadar değişebilen uygulamalar mevcuttur. Harici radyoterapide x ışınları veya fotonlar kullanılır. Işınların içerdiği enerji arttıkça, ışın dokunun daha derinlerine nüfuz eder. Gama ışınları da radyoterapide kullanılan bir foton türüdür. Gama ışınları radyum, uranyum ve kobalt 60 gibi elementler tarafından ayrışma esnasında ışıma olarak yayılmaktadır. X ve gama ışınları kanser hücrelerine aynı şekilde etki yapar. Kobalt Gama Sistemlerinin büyük bir bölümünün yerini günümüzde lineer hızlandırıcı sistemler almıştır. Kobalt sistemleri lineer hızlandırıcı sistemlerde olduğu gibi yüksek enerjili ışınlar uygulayamazlar bu yüzden kanserli hücreleri yok etmede fazla etkili değildirler. Ayrıca lineer hızlandırıcı sistemlerinde kaynak olmadığı ve enerjiyi kendi ürettiği için istenildiği takdirde kapatılıp açılabilir iken kobalt sistemlerinde ise doğal kaynak kullanılarak tedavi yapılır.Tedavi esnasında kaynak açığa çıkar.Bu cihaz başındaki kaynak çubuğundan görünür.Tedavi bitince kaynak gizlenir.Yani kaynak çubuğu içeri girer. Radyoterapiye başlanmadan önce x ışınları yardımıyla çeşitli filmler çekilir ve hangi açılardan ışınların uygulanması gerektiği hesaplanır. Bu ölçümler bir simülasyon cihazı yardımıyla (tomografi cihazı gibi) yapılır. Bu simülasyon sırasında hastanın radyoterapi uygulanacak bölgesi işaretlenir. Tedavinin doğru bölgeye yapılması amacıyla bazen dövme veya küçük noktalar şeklinde işaretleme yoluna gidilir. Radyoterapi merkezlerinin artışıyla onkolojistler tedaviyi planlarken bilgisayar destekli modeller kullanmaktadır. Bu bilgisayar destekli planlama tedavinin daha hassas bir şekilde sağlıklı dokulara zarar vermeden gerçekleşmesi açısında önemlidir. Yapılan ölçümler sayesinde ışınların hangi açılardan gönderilmesinin uygun olduğu hesaplanır. Tedavi planlamasında bilgisayar destekli 3 boyutlu modeller kullanılır. Hastanın filmi Tomografi veya MR cihazları vasıtasıyla elde edilir ve bilgisayarlara gönderilerek gerekli incelemeler yapılır. Hirata Atsutane Mondros Mütarekesi Mondros Mütarekesi ya da Mondros Bırakışması, I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan "mütarekename" (bırakışma belgesi). Osmanlı İmparatorluğu adına Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından, Limni adasının Mondros Limanı'nda demirli "Agamemnon" zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalanmıştır. Bu antlaşma ile beraber Osmanlı İmparatorluğu fiilen sona ermiştir. Mütareke, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkımından sonra kurulan Türkiye'nin çerçevesini çizen ilk uluslararası belge olarak önem taşır. Türk Kurtuluş Savaşı'nın siyasi manifestosu olan Misak-ı Milli Beyannamesinin birinci maddesi, ""30 Ekim 1918 tarihli anlaşmanın çizdiği hudutlar dahilinde, dinen, ırkan ve emelen müttehit [birleşik] Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskûn bulunan aksamın tamamı, fiilen ve hükmen gayrı kabil-i tecezzi bir küldür [bölünmez bir bütündür]."" demek suretiyle, Milli Mücadele'nin hedefi olan ulusal varlığı Mondros Mütarekenamesine gönderme yaparak tanımlar. Filistin'de İngiliz taarruzu karşısında hezimete uğraması ve 1 Ekim'de Şam'ın düşmesi üzerine, Talat Paşa hükümeti 5 Ekim 1918'de İngiltere ile ateşkes sağlamak için ABD'nin arabuluculuğuna başvurdu. (Bu arada 29 Eylül'de Bulgaristan ateşkes imzalamış, bu ülkeye giren Fransız ve müttefik ordularının İstanbul'a yönelmesi olasılığı doğmuştu.) 8 Ekim'de Talat Paşa kabinesi istifa etti. Eski genelkurmay başkanlarından Ahmet İzzet Paşa'nın 14 Ekim'de kurduğu kabinede, İttihatçı olduğu halde hükümetin Alman yanlısı savaş politikasına karşı çıkan ve İngiliz dostu olarak tanınan Rauf Bey (Orbay) Bahriye Nazırı oldu. 18 Ekim'de Osmanlı'da esir bulunan İngiliz generali Townsend, Osmanlı'nın ateşkes şartlarını iletmek üzere bir gemiyle gizlice Midilli'ye gönderildi. 24 Ekim'de İngiliz hükümeti Limni'de bulunan Amiral Calthorpe'a ateşkes görüşmelerini başlatma yetkisini verdi. Türk hükümetinin görevlendirdiği Rauf Bey ertesi gün "Zafer" römorkörüyle Foça'dan Midilli'ye geçti; burada kendisini karşılayan İngiliz kruvazörüyle Limni adasına ulaştı. Müzakerelerde Rauf Bey'e Dışişleri Müsteşarı Reşat Hikmet Bey eşlik etti. 27 Ekim'den itibaren dört gün süren çetin müzakereler sonunda 30 Ekim akşamı anlaşma imzalandı. 1 Kasım sabahından geçerli olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu ile Britanya İmparatorluğu arasında nihai ateşkes ilan edildi. 28 Ekim günü Fransız hükümeti bir notayla anlaşma görüşmelerine katılma isteğini bildirdiyse de bu talep İngiltere tarafından dikkate alınmadı. (Savaşın bu aşamasında Osmanlı Devleti sadece İngiltere ile fiili çatışma halindeydi.) Taraflar arasında ateşkes 31 Ekim 1918 günü öğle vakti başlayacaktır. Resmî anlaşmanın yanı sıra, Amiral Calthorpe'un sözlü açıklamalarını içeren bir mektup da Türk tarafına sunuldu. Bu mektupta, işgal kuvvetlerine Yunan askerinin katılmayacağı ve benzeri taahhütler yer alıyordu. Bu esnada 24 Ekim'de Almanya'da ihtilal başladı. 3 Kasım'da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Villa-Giusti Bırakışması ile savaştan çekildi. 7 Kasım'da Alman imparatoru II. Wilhelm tahttan feragat etti. 11 Kasım'da Compiègne Ormanı'nda imzalanan ateşkes ile Almanya yenilgiyi kabul etti. Aynı gün Avusturya-Macaristan imparatoru I. Karl da tahtını bıraktı. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması 25 maddeden oluşmuştur. Mondros Ateşkes Antlaşmasının Maddeleri 1- Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması, Karadeniz’e serbestçe geçişin temini ve Çanakkale ve Karadeniz istihkamlarının İtilaf Devletleri tarafından işgali sağlanacaktır. 2- Osmanlı sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpido ve kovan mevzilerinin yerleri gösterilecek ve bunları taramak ve kaldırmak için yardım edilecektir. 3- Karadeniz’deki torpiller hakkında bilgi verilecektir. 4- İtilaf Devletlerinin bütün esirleri ile Ermeni esirleri kayıtsız şartsız İstanbul’da teslim olunacaktır. 5- Hudutların korunması ve iç asayişin temini dışında, Osmanlı ordusu derhal terhis edilecektir. 6- Osmanlı harp gemileri teslim olup, gösterilecek Osmanlı limanlarında gözaltında bulundurulacaktır. 7- İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır. 8- Osmanlı demiryollarından İtilaf Devletleri istifade edecekler ve Osmanlı ticaret gemileri onların hizmetinde bulundurulacaktır. 9- İtilaf Devletleri, Osmanlı tersane ve limanlarındaki vasıtalardan
istifade sağlayacaktır. 10-Toros Tünelleri, İtilaf Devletleri tarafından işgal olunacaktır. 11- İran içlerinde ve Kafkasya’da bulunan Osmanlı kuvvetleri, işgal ettikleri yerlerden geri çekilecekler. 12- Hükümet haberleşmesi dışında, telsiz, telgraf ve kabloların denetimi, İtilaf Devletlerine geçecektir. 13- Askeri, ticari ve denizle ilgili madde ve malzemelerin tahribi önlenecektir. 14- İtilaf Devletleri kömür, mazot ve yağ maddelerini Türkiye’den temin edeceklerdir. (Bu maddelerden hiçbiri ihraç olunmayacaktır.) 15- Bütün demiryolları, İtilaf Devletlerin zabıtası tarafından kontrol altına alınacaktır. 16- Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak’taki kuvvetler en yakın İtilaf Devletlerinin kumandanlarına teslim olunacaktır. 17- Trablus ve Bingazi’deki Osmanlı subayları en yakın İtalyan garnizonuna teslim olacaktır. 18- Trablus ve Bingazi’de Osmanlı işgali altında bulunan limanlar İtalyanlara teslim olunacaktır. 19- Asker ve sivil Alman ve Avusturya uyruğu, bir ay zarfında Osmanlı topraklarını terk edeceklerdir. 20- Gerek askeri teçhizatın teslimine, gerek Osmanlı Ordusunun terhisine ve gerekse nakil vasıtalarının İtilaf Devletlerine teslimine dair verilecek herhangi bir emir, derhal yerine getirilecektir. 21- İtilaf Devletleri adına bir üye, iaşe nezaretinde çalışacak bu devletlerin ihtiyaçlarını temin edecek ve isteyeceği her bilgi kendisine verilecektir. 22- Osmanlı harp esirleri, İtilaf Devletlerinin nezdinde kalacaktır. 23- Osmanlı Hükümeti, merkezi devletlerle bütün ilişkilerini kesecektir. 24-Altı vilayet adı verilen yerlerde bir kargaşalık olursa, vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını İtilaf Devletleri haiz bulunacaktır. 25-Müttefiklerle Osmanlı Devleti arasındaki savaş, 1918 yılı Ekim ayının 31 günü mahalli saat ile öğle zamanı sona erecektir. İstanbul kamuoyu anlaşma hükümlerini ağır buldu, ancak genel bir iyimserlikle karşıladı. 1 ve 2 Kasım tarihli İstanbul gazeteleri daha çok İstanbul'da savaş ihtimalinin ortadan kalkmış olduğunu vurguladılar. (Bulgaristan'ı işgal eden İtilaf ordularının o günlerde İstanbul'a yönelik taarruzu bekleniyordu.) Mustafa Kemal Paşa'nın görüşlerini yansıtan Minber gazetesi 1 Kasım'da, "Bir devletin küçülmüş bile olsa her hâlde bir siyasi mevcudiyet ve milli birlik muhafaza ederek böyle bir badireden kurtulabilmiş olması en büyük siyasi başarı sayılmalıdır." yazıyordu. 13 Kasım 1918'de İtilaf donanmalarına mensup bir filo, bırakışmanın 1. maddesi uyarınca Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki askeri bölgesine girmesini kendi çıkarlarına yönelik bir tehdit sayarak protesto etti. İtalya 22 Mart 1919'da anlaşmanın 7. maddesini gerekçe göstererek tek taraflı olarak Antalya'yı işgal etti. Bu olay, Paris'teki barış konferansında İzmir'deki Yunan işgalinin tanınması, ve Fiume'deki İtalyan hak taleplerinini reddedilmesiyle birlikte İtalya ile İtilaf arasında diplomatik bir krize yol açan etmenlerden biriydi. Nisan ayında İtalya, Fiume üzerindeki hak iddialarının dönemin Birleşik Devletler Başkanı Wilson tarafından reddedilmesinin yol açtığı kriz sebebiyle bir ay süreyle barış konferansını terk etti. Bu olaylar dışında anlaşmanın ilk altı ayı önemli gerilimler olmadan geçti. İstanbul'daki İtilaf temsilcileri ile Türk hükûmeti arasındaki en ciddi sorunlar, eski İttihat ve Terakki yöneticilerinin savaş ve tehcir suçları nedeniyle yargılanması ve tutuklanması konusundan doğdu. Anlaşmanın nisbi sessizlik dönemi Mayıs 1919 başlarında sona erdi. Bu tarihte Paris Barış Konferansı, Mondros'ta verilmiş sözlere aykırı olarak, İzmir'in Yunanlarca işgali kararını aldı. Aynı günlerde Osmanlı İmparatorluğu'nun birçok köşesi İtilaf devletlerince işgal edildi; Kars ve Batum milli şura hükûmetleri İngilizler tarafından dağıtıldı. Aynı günlerde ilan edilmesi beklenen barış antlaşması belirsiz bir geleceğe ertelendi. İtilaf devletleri politikasında meydana gelen bu ani değişim, Türk tarihçileri tarafından henüz yeterince incelenmemiş bir konudur. Yarı iletken Yarı iletken üzerine yapılan mekanik işin etkisiyle iletken özelliği kazanabilen, 'NŞA'da yalıtkan olan maddelerdir. Normal durumda yalıtkan olan bu maddeler ısı, ışık, manyetik etki veya elektriksel gerilim gibi dış etkiler uygulandığında bir miktar değerlik elektronlarını serbest hale geçirerek iletken duruma gelirler. Uygulanan bu dış etki veya etkiler ortadan kaldırıldığında ise yalıtkan duruma geri dönerler. Bu özellik elektronik alanında yoğun olarak kullanılmalarını sağlamıştır. Yarı iletkenler belirgin elektriksel özellikleri olan kristal veya amorf katılardır. [1] Tipik direnç materyallerinden yüksek bir direnç göstermelerine rağmen, dirençleri yalıtkanlar kadar yüksek değildir. Metallerin tam tersine dirençleri, sıcaklık arttıkça dirençleri azalır. Son olarak; istenirse, iletkenlik özellikleri saflıkları “doping” adı verilen yöntem ile bozularak kolaylıkla değiştirilebilir. Doping yöntemi yarı-iletkenin direncini düşürürken aynı zamanda katkılı yarı-iletkenin farklı düzeyde katkı yapılmış noktaları arasında da yarı iletken birleşme noktaları oluşmasına da olanak sağlar. Elektronlar, iyonlar ve elektron oyukları gibi yük taşıyıcıların bu birleşme noktalarındaki davranışları diyotların, transistörlerin ve diğer tüm modern elektronik parçaların temellerini oluşturur. Yarı iletken cihazlar; akımın bir yönde daha kolay ilerlemesi, değiştirilebilir direnç ve ışığa-sıcaklığa duyarlılık gibi kullanışlı özelliklere sahiptir. Yarı iletken materyallerin elektriksel özellikleri; doping yöntemi kullanılarak, elektrik alan veya ışık uygulanarak değiştirilebildiğinden ötürü yarı iletkenlerden üretilen aletler devrede yükseltici, anahtar veya enerji dönüşüm elemanları olarak kullanılabilir. Yarı iletkenlerin özellikleri ile ilgili modern bilgi birikimi ve yük taşıyıcılarının kristal kafes yapısındaki hareketlerinin açıklanması temelde kuantum fiziğine dayanır.[2] Doping, kristal içindeki yük taşıyıcılarının sayısını etkili bir biçimde artırır. Katkılı bir kristal; eğer çoğunlukla serbest oyuklar içeriyorsa p-tipi kristal olarak adlandırılırken eğer çoğunlukla serbest elektronlar içeriyorsa n-tipi kristal olarak adlandırılır. Elektronik cihazlarda kullanılan yarı iletken malzemeler, p ve n tipi katkı maddelerinin yoğunluğunun dikkatlice kontrol edilebilmesi için kesin koşullar altında doping işlemine tabi tutulurlar. Bir tek yarı iletken kristali birden fazla n veya p tipi alana sahip olabilir ve bu alanlar arasında oluşan p-n bağlantıları yarı iletkenlerin kullanışlı elektronik özelliklerinin oluşmasını sağlar. Birçok bileşik ve saf element de yarı-iletken özellikleri göstermesine karşın silikon, germanyum veya galyumun bileşikleri elektronik cihazlarda en yaygın olarak kullanılanlardır. Periyodik cetvelin yarı-metaller merdiveni de denilen bölgesinde yer alan elementler de genelde yarı iletkenler olarak kullanılırlar. Yarı iletkenlerin birçok özelliği 19. yüzyılın ortalarında ve 20. yüzyılın başlarında keşfedilmiştir. Yarı iletkenlerin ilk pratik uygulaması 1904 yılında geliştirilen ve radyo alıcılarında yaygın olarak kullanılan Cat’s Whisker detektörüdür. Kuantum fiziğindeki gelişmeler sırayla 1947[3] yılında transistörün ve 1958 yılında da entegre devrelerin geliştirilmesini sağlamıştır. Küresel yarı iletken pazarı uzunca bir süreden beri hareketlidir. Çip üretimi için kullanılacak endüstri tesisleri milyar dolarları bulan yatırımlar gerektirmektedir. Arz ve talepteki periyodik dalgalanmalar, fiyatlarda ve kâr payında önemli oynamalara sebep olmaktadır. [4] Yarı iletkenler germanyum, silisyum, selenyum gibi elementler olabildiği gibi; bakır oksit, galyum arsenid, indiyum fosfür, kurşun sülfür gibi bileşikler de olabilir. Yarı iletken devre elemanları şu şekildedir: Yarı iletkenler değerlik elektronları dolu olduğu için yeni elektronların girişini engeller ve akımın gerektirdiği elektron akışını sağlayamazlar. Bu nedenle doğal halleriyle iletkenlikleri kötüdür. Yarı iletkenlerin iletkenler gibi davranmalarını sağlamak için doping veya gating gibi birkaç yöntem geliştirilmiştir. Bu modifikasyonlar ile iki sonuca ulaşılmıştır: n-tipi ve p-tipi. Bunlar sırayla elektron fazlalığına ve eksikliği anlamına gelmektedir. Dengelenmemiş bir elektron sayısı da materyal boyunca ilerleyen bir elektrik akımına sebebiyet vermektedir. [5] Heterojen birleşme noktaları farklı katkı yapılmış iki bölge birbirine katıldığında oluşur. Örneğin, bir karışım p-katkılı ve n-katkılı germanyum içerebilir. Bu; elektronların ve oyukların farklı katkılanmış bölgeler arasında değişmesi ile sonuçlanır. n-katkılı germanyum elektron fazlalığına, p-katkılı germanyum da oyuk fazlalığına sahip olacaktır. Alışveriş, rekombinasyonun gerçekleşmesiyle dengenin sağlandığı ana kadar devam eder. Rekombinasyon elektronların n-tipi bölgeden p-tipi bölgeye göç ederken zıt yönde hareket eden oyuklar ile karşılaşması sonucu iyonlar oluşmasıdır. Oluşan bu iyonlar, elektrik alan oluşmasına sebep olur. [2][5] Yarı iletken malzemenin üzerindeki bir potansiyel farkı maddenin ısı dengesinin bozulmasına ve bir termal eşitsizlik durumu ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Bu; elektronların ve oyukların, iki kutuplu difüzyon ismi verilen bir etkileşim sayesinde sisteme dahil olmasını sağlar. Yarı iletken maddenin sahip olduğu ısı dengesi bozulduğunda da oyukların ve elektronların sayıları değişir. Isı dengesi, sıcaklık değişimi veya sistemdeki oyuk-elektron sayısını değiştirebilen fotonlar yüzünden bozulabilir. Elektron ve oyukların oluşmasına ve yok olmasına sebep olan bu işlem yük oluşumu ve rekombinasyonu olarak adlandırılır. [5] Yalnızca bazı yarı iletkenlerde, uyarılmış elektronlar ısı üretmek yerine ışın yayımlayarak da serbest hale dönebilirler. [6] Bu tip yarı iletkenler “LED” ve “floresan kuantum noktacıkları” üretiminde kullanılırlar. Yarı iletkenler yüksek termoelektrik güç faktörlerine sahip olduklarından dolayı termoelektrik üreteç yapımı için elverişlidirler. Aynı zamanda yüksek termoelektrik performans katsayısına sahip oldukları için termoelektrik soğutuc
u yapımında da kullanılırlar. [7] Çok fazla sayıda element ve bileşik yarı iletkenlik özelliklerine sahiptir. Bunlar: [8] En yaygın yarı iletkenler kristal katılardır fakat bunun yanı sıra amorf veya sıvı yarı iletkenler de bilinmektedir. Selenyum ve tellürün farklı oranları, hidrojenli amorf silikon ve arsenik karışımları bunlardan birkaçıdır. Bahsedilen bileşiklerin ara seviye iletkenlik, sıcaklıkla birlikte hızlı iletkenlik değişimi ve nadir olarak negatif dirence sahip olma gibi özellikleri, bilinen diğer yarı iletkenler ile ortaktır. Bu tarz düzensiz malzemeler, silikonun sahip olduğu gibi sıradan kristal yarı iletken yapısından yoksundurlar. Safsızlığa veya radyasyon hasarına karşı nispeten daha duyarsız oldukları için genellikle yüksek elektronik kalite veya hassasiyet gerektirmeyen ince film yapılarında kullanılırlar. Yarı iletkenler entegre devrelerin en önemli yapıtaşları olduğu için bugünkü teknolojik aletlerin neredeyse tamamı yarı iletkenlerden faydalanıyor. Entegre devre içeren cihazlara; dizüstü bilgisayarlar, tarayıcılar, cep telefonları gibi yaygın örnekler verilebilir. Entegreler için yarı iletkenler seri üretimle üretilir. İdeal bir yarı iletken üretebilmek için kimyasal saflık öncelikli şarttır. Kullanılan malzemelerin boyutları da düşünüldüğünde, en ufak bir kusur dahi materyalin nasıl davrandığına oldukça yıkıcı bir etki yapabilir. [5] Kristal yapısındaki kusurlar (çizgisel, düzlemsel kusurlar ve ikiz kristaller) malzemenin yarı iletkenlik özelliklerine etki edebileceğinden dolayı yüksek düzeyde bir kristal mükemmeliyet de önemlidir. Kristal kusurları, yarı iletken malzemenin kusurlarının temel sebeplerindendir. Kristalin büyüdükçe aranan kusursuzluğa ulaşmak da o zorlaşır. Günümüzde seri üretim tekniklerinde ise ince diskler halinde dilimlenmiş 100-300 nm çaplı silindir külçeleri kullanılır. Entegrelerde kullanılacak yarı iletkenlerin üretimi için mevcut yarı iletken üretim işlemlerinin karması olan bir yöntem kullanılır. Bu yöntemlerden ilki termal oksidasyon yöntemidir. Termal oksidasyon yöntemi ile silikonun yüzeyinde bir silikon dioksit tabakası oluşturulur ve alınan ürün “Gate Insulator” veya “Field Oxide” olarak kullanılır. Sıra, “Photomask” ve “Photolithography” olarak adlandırılan ve devrenin şeklinin malzeme üzerinde oluşturulmasını sağlayan işlemler gelir. Materyalin üzerinde şeklin oluşmasını sağlayan ışığa duyarlı maddenin yüzeyine ultraviyole ışık kullanılarak devrenin çizimi yansıtılır ve ışığa duyarlı maddede kimyasal değişimler olduktan sonra sonuç alınır. [5] Sıradaki işlem aşındırma. Bir önceki basamakta silikonun ışığa duyarlı malzeme ile kaplanmamış olan yüzeyi bu aşamada asit kullanılarak kazınabilir. Günümüzde ağırlıklı olarak plazma ile kazıma yöntemi tercih edilir. Plazma kazıma yönteminde düşük basınç altında aşındırıcı bir plazma gazı kullanılır. Freon veya kloroflorokarbonlar kullanılan aşındırıcı plazma gazlarına örnek olarak verilebilir. Katot ve anot arasında oluşturulan yüksek frekanslı radyo voltajı gazın ortamda plazma haline geçmesini sağlar. Silikon ince disk (wafer) katot üzerinde yer alır ve plazma haline geçen gazdan saçılan pozitif yüklü iyonlar diske çarparlar. Sonuç olarak silikon madde an-izotrofik olarak aşındırılmış olur. [2] [5] Son aşama difüzyon olarak adlandırılır ve yarı iletken malzemeye arzu edilen özelliklerin kazandırıldığı aşama bu aşamadır. Difüzyon aynı zamanda “doping” olarak da bilinir. Bu basamakta, p-n birleşme noktalarının oluşmalarını sağlayan saf olmayan atomlar eklenir. Bu saf olmayan atomları silikon ince disklerle bütünleştirmek için işlem 1100 C sıcaklığında bir ortamda gerçekleştirilir. Bu basamak da tamamlanıp yarı iletken oda sıcaklığına geri döndüğünde üretim süreci tamamlanmış olur. Artık yarı iletken malzeme entegre devredeki yerini almaya hazırdır. [2] [5] Yarı iletkenler metal ve yalıtkan arasında yer alan benzersiz iletkenlik özellikleri ile tanımlanırlar. Bu maddeler arasındaki farklar elektronların yörüngedeki kuantum halleriyle anlaşılabilir. [9] Bu kuantum halleri maddenin elektron kuşağı yapısıyla bağlantılıdır. Elektrik iletkenliği ortaklaşa kullanılmış elektronların (madde boyunca var olan) sayısı ile artar. Fakat elektronların hareket edebilmesi için ilgili yörüngeler, sadece belli bir zaman boyunca bir elektron bulunduracak şekilde yarı dolu olmalıdır. [10] Eğer yörünge sürekli olarak bir elektron ile doluysa, başka bir ifadeyle inertse, diğer elektronların bu alanı kullanarak ilerlemeleri engellenmiş olur. Bir kuantum bölgesi ancak ve ancak enerjisi Fermi seviyesinde ise kısmi dolu olabileceği için bu kuantum bölgelerinin enerji seviyeleri kritiktir. (Bkz: Fermi-Dirac İstatistiği) Bir maddenin iyi bir iletken olması fazla sayıda kısmi dolu ve ortaklaşa kullanılmış orbitaller içermesinden ileri gelir. Metaller fazla sayıda enerjisi Fermi seviyesine yakın olan kısmi dolu yörüngelere sahip oldukları için elektriği iyi iletirler. Tersine, yalıtkanlar az sayıda kısmi dolu yörüngeye sahiptirler ve yalıtkanların Fermi seviyeleri elektron kuşaklarının enerji seviyeleri arasında yer almaktadır. Önemli olarak, bir yalıtkan ısıtılarak bir iletken haline getirilebilir. Çünkü ısıtma bazı elektronların enerji boşluğunu aşmaları için gereken enerjiyi sağlayabilir. Bunu değerlik kuşağının altındaki kısmi dolu yörüngeleri değerlik kuşağına, üstündekileri de iletken kuşağa taşıyarak yapar. Yapısal bir yarı iletken, oda sıcaklığında, bir yalıtkana göre daha küçük bir enerji boşluğu taşır ve bu de önemli sayıda elektronun boşluğu aşabilecek şekilde uyarılmasına olanak tanır. [11] Fakat arı bir yarı iletken ne iyi bir iletken ne de iyi bir yalıtkan olduğu için kullanışsızdır. Ancak yarı iletkenlerin (ve bazı yarı yalıtkan olarak da bilinen bazı yalıtkanların) önemli özelliklerinden biri iletkenliklerinin “doping” (saf olmayan katkılar ilave edilmesi) veya “gating”(elektrik alan uygulanması) ile kontrol edilebilmesidir. Doping ve gating ya değerlik kuşağını ya da iletim kuşağını Fermi seviyesine yaklaştırarak kısmi dolu state lerin önemli bir oranda artmasını sağlar. Enerji boşlukları nispeten daha geniş olan yarı iletkenler, yarı yalıtkanlar olarak da anılırlar. Katkısız olduklarında yalıtkanlara yakın bir iletkenliğe sahipken doping ile yarı iletken haline getirilebilirler. Yarı yalıtkanların mikro elektronikte HEMT substratı gibi uygun kullanım alanları vardır. Galyum arsenit yaygın bir yarı yalıtkan örneğidir. [12] Titanyum dioksit gibi bazı maddeler geniş enerji boşluklu yarı iletken olarak sınıflandırılmalarına karşın bazı alanlarda yalıtkan olarak da kullanılabilirler. State in iletken kuşağın alt enerji bölgelerinde kısmi dolu oluşu bu kuşağa yeni bir elektron eklenerek anlaşılabilir. Elektronlar; termal rekombinasyondan dolayı hareketsiz durmazlar ve bir süre boyunca da belirsiz olarak gezinebilirler. Elektronların gerçekteki yoğunluğu da genellikle oldukça seyrektir. Bu sebeple iletim bandında yer alan elektronları tıpkı Pauli Dışarlama İlkesinden etkilenmeyen bir soy gaz elektronu gibi düşünmek mümkündür. Birçok yarı iletkenlerin iletim bandında parabolik saçılma etkileşimleri yer aldığından bu bölgedeki elektronlar baskın olarak elektrik ve manyetik kuvvetin etkisindedirler. Bundan ötürü farklı etkin kütleleri olmasına rağmen sanki vakumdaymış gibi davranırlar. [11] Elektronların ideal bir gaz gibi davranması, iletimi Drude modelinde olduğu gibi çok basit terimlerle veya elektron hareketi konsepti ile açıklanmasının mümkün olduğunu düşündürebilir. Değerlik kuşağının üst enerji düzeyindeki kısmi dolu bölgeler oyuk kavramının açıklanmasına yardımcı olur. Değerlik bandındaki elektronlar sürekli hareketli olmalarına rağmen tam dolu bir değerlik bandı akımı iletmeyeceğinden dolayı inert olacaktır. Değerlik bandından bir elektron çıkarılırsa elektronun koparıldığı yörünge yükünü kaybedecektir. Elektrik akımının amacına göre; bir elektronu eksilmiş değerlik bandı, sanki artı yüklü tamamen boş bir yörüngeymiş gibi algılanacaktır. Değerlik bandın tepesinde yer alan elektronların negatif etkin kütlelerini de düşündüğümüzde; artı yüklü parçacığın elektrik ve manyetik alanlara normalde vakum altındaki tepkilerinin aynını vereceği bir modele ulaşacağız.[11] Bu parçacık bir oyuk olarak adlandırılır ve değerlik bandındaki oyuklar bilinen temel terimlerle de anlaşılabilir. İyonlaştırıcı bir radyasyon yarı iletkene etki ettiğinde, bir elektronun uyarılıp kendi enerji seviyesini aşmasına ve bir oyuk oluşturmasına sebep olabilir. Bu işlem elektron-oyuk çifti oluşumu olarak bilinir. Elektron-oyuk çiftleri sabit olarak ısı enerjisinden üretildiği gibi herhangi bir dış enerji kaynağının yokluğunda da oluşabilir. Elektron-oyuk çiftleri aynı zamanda rekombine olmaya da yatkındırlar. Enerjinin korunumu gereği, bir elektron enerji aralığından daha büyük bir enerji kaybederse rekombinasyonu ısı (fonon halinde) veya radyasyon (foton halinde) yayılması takip eder. Bazı durumlarda, elektron-oyuk çiftlerinin oluşum ve rekombinasyonu dengelidir. Kararlı durumdaki elektron-oyuk çiftlerinin sayısı kuantum istatistik mekaniği tarafından belirlenir. Oluşum ve rekombinasyonun kesin kuantum mekaniği mekanizması enerjinin ve momentumun korunumuyla belirlenir. Elektronların ve oyukların karşılaşma olasılığı çarpımlarıyla orantılı olduğundan, bu olasılık verilen bir sıcaklıktaki kararlı durumda sabittir. (herhangi bir elektrik alan olmadığını varsayarsak. Çünkü elektrik alan artı ve eksi yüklere etki edeceğinden dolayı karşılaşma olasılığına da etki edebilir.) Sıcaklık arttıkça çift oluşturmak için yeterli enerjiye ulaşma olasılığı da arttığından çarpım sıcaklığın (–EG/kT) gibi bir üstel fonksiyonu olacaktır. Burada k Boltzmann sabitini, T mutlak sıcaklığı ve EG bant genişliğini sembolize etmektedir. Karşılaşma olasılığı; taşıyıcı tuzakları (safsızlık) veya çift oluşana kadar elektronu hapseden çizgisel kristal kusurlar tarafından artırılır. Bunlar gibi tuzaklar bazen kararlı hale geçmek için geçen süreyi azaltmak adına kasti olarak da eklenir.[1
3] Yarı iletkenlerin iletkenlikleri kristal kafes yapılarına arı olmayan maddeler eklenerek kolaylıkla değiştirilebilir. Yarı iletkene kontrollü olarak arı olmayan madde ilave edilmesi işlemi doping olarak adlandırılır. Saf yarı iletkene eklenecek safsızlık miktarı (dopant) maddenin iletkenliği ile değişir. Katkılı yarı iletkenler “extrinsic” olarak da adlandırılır. Saf bir yarı iletkene saf olmayan maddeler eklenerek malzemenin iletkenliği binlerce veya milyonlarca kat değiştirilebilir. 1 cm³’lük bir metal veya yarı iletken örneği 1022’nin katları seviyesinde atom içerir. Metallerde her atom iletkenlik için en az bir elektron verdiğinden dolayı 1 cm³ metal 1022’nin katlarında serbest elektron içerir. 20 C sıcaklıktaki germanyum ise 4.2 x 1022 atom içerirken 2.5 x 1013 serbest elektrona ve 2.5 x 1013 oyuğa sahiptir. %0.001 arsenik ilavesi germanyuma 1017 serbest elektron kazandırır ve bu da aynı hacimdeki germanyumun elektrik iletkenliğini 10000 katına çıkarır. Katkı maddesi olarak seçilecek maddeler hem kendi özelliklerine hem de eklenecekleri yarı iletkenin özelliklerine bakılarak belirlenir. Genelde katkılar yaptıkları etkiye göre elektron verici veya alıcı olarak sınıflandırılır. Elektron vericiler ile katkılanmış yarı iletkenler n-tipi olarak adlandırılırken alıcılar ile katkılandırılmış yarı iletkenler p-tipi olarak bilinir. n ve p tipleri maddenin ana yük taşıyıcısının ne olduğunu belirtir. Zıt yüklü taşıyıcı da azınlık olarak isimlendirilir. Isı uyarımı dolayısıyla ortamda bulunmasına rağmen ana yük taşıyıcıya göre oldukça az sayıdadır. Örneğin, arı silikon komşularıyla kolaylıkla bağ kurabilen 4 değerlik elektronuna sahiptir. Silikonda en yaygın katkı maddeleri grup III ve grup V elementleridir. Bütün grup III elementleri 3 değerlik elektronu taşıdığından silikona elektron alıcı olarak eklenirler. Bir elektron alıcı; kristalde bir silikon atomunun yerini aldığında, kristal boyunca hareket edebilen ve yük taşıyıcı gibi davranabilen bir oyuk oluşturur. Grup V elementleri 5 değerlik elektronu taşırlar ve elektron verici olarak kullanılırlar. Kristalde bir silikon atomunun yerine bir grup V atomu yerleştirildiğinde bu atom silikona bir serbest elektron vermiş olur. Sonuç olarak, bor ilave edilmiş silikon p-tipi yarı iletken olurken fosfor ilave edilmiş silikon n-tipi yarı iletken olur. Üretim sırasında, istenilen katkı maddesi gaz halde iken yarı iletkenle temas ettirilerek difüze edilebilir. Katkıyı yüksek isabetli bir biçimde yapmak için de iyon yerleştirme tekniği uygulanabilir. Yarı iletkenler ile ilgili ilk çalışmalar maddelerin elektriksel özellikleri ile ilgili deneyler ile başlar. Yarı iletkenlerin akımı doğrultabilme, negatif sıcaklık-direnç değişim katsayısı ve ışığa duyarlılık gibi özellikleri 19. Yüzyılın başlarında keşfedilmiştir. 1883’te Michael Faraday Gümüş Sülfitin direncinin ısıtıldığında direncinin düştüğünü rapor etmiştir. Bu diğer metalik maddelerin davranışının tam tersi bir durumdur. 1839’da A.E. Becquerel ışığa tutulduğunda bir katı ve sıvı elektrolit arasında voltaj oluştuğunu gözlemlemiştir (foto-elektrik olay). 1873’te Willioughby Smith selenyumdan üretilen dirençlerin üzerlerine ışık düşürüldüğünde dirençlerinin azaldığını keşfetmiştir. 1874’te Karl Ferdinand Braun metal sülfitlerin akım doğrultma ve iletkenlik özelliklerini gözlemlemiştir. Bunlar, M.A. Rosenschold tarafından daha önceden keşfedilmiş ve “Annalen der Physik un Chemie in 1835” [14] kitabında da yazılmıştır. Arthur Schuster, kabloların yüzeyinde yer alan bakır oksit tabakasının doğrultma etkisi gösterdiğini ve bu etkinin kablolar temizlenince kaybolduğunu görmüştür. Adams ve Day 1876’da selenyumda foto elektrik etkiyi gözlemlemiştir. [15] Tam olarak anlaşılamayan bu olayların bütüncül bir açıklaması 20. Yüzyılın ilk yarısında katı hal fiziğinin gelişmesi ile mümkün olmuştur. 1878’de Edwin Herbert Hall, kendi adıyla da anılan Hall Etkisini, yani hareketli yüklerin manyetik alan uygulandığında saptığını detaylıca açıklamıştır. J.J. Thomson’un 1897’de elektronu keşfetmesi, katılarda elektron temelli iletim teorilerinin ortaya atılmasına ön ayak olmuştur. Karl Baedeker, Hall etkisini ters işaretli olarak gözlemleyerek, Bakır iyoditin artı işaretli yük taşıyıcılarına sahip olduğunu teoriye dökmüştür. Johan Koenigberger 1914’te katı maddeleri metaller, yalıtkanlar ve değişken dirençliler olarak sınıflandırmıştır. Hâlbuki Koenigberger’in öğrencisi olan Josef Weiss yarı iletken terimini 1910 yılında yayımladığı doktora tezinde modern anlamıyla tanımlamıştı. [16] [17]1928’de Felix Bloch elektronların atomik kafes örgülerinde nasıl hareket ettiği ile ilgili bir teori yayımlamıştır. 1930’da B. Gudden yarı iletkenlerdeki iletkenliğin az miktardaki safsızlıktan kaynaklandığını ileri sürmüştür. 1931 yılıyla birlikte, “Elektriksel İletimin Kuşak Teorisi” (“the band theory of conduction”) Alan Herries Wilson tarafından öne sürülmüş ve kuşaklar arasındaki boşluk konsepti geliştirilmiştir. Walter H. Schottky ve Nevill Francis Mott potansiyel bariyerinin ve metal-yarı iletken birleşiminin modelini oluşturmuştur. 1938’de Boris Davydov, p-n bağlantılarını tanımlayan ve azınlık halindeki yük taşıyıcılarının ya da yüzey hallerinin önemini açıklayan Bakır-Oksit akım doğrultucular teorisini bilim dünyasına kazandırmıştır. [18] Tüm çabalara rağmen bazı durumlarda deneyler, teorik öngörülerden oldukça alakasız sonuçlar veriyordu. Bu garip sonuçların sebebi daha sonra yarı iletkenlerin yapısal olarak aşırı hassas olduğunun ve en küçük bir safsızlıktan dahi büyük ölçüde etkilendiğinin John Bardeen tarafından açıklanması ile anlaşılabilmiştir. [18] 1920’lerde saf olarak adlandırılan ancak eser miktarlarda da olsa saf olmayan içeriğe sahip materyaller değişken deneysel sonuçlar vermiştir. Bu da geliştirilmiş madde arılaştırma tekniklerinin geliştirilmesi için önemli bir kıvılcım olmuştur. Günümüzde modern metotların geldiği nokta ile trilyonda birden fazla safsızlık içermeyen yarı iletkenler üretilebilmektedir. Önceleri yarı iletken içeren cihazlar deneysel veriler referans alınarak üretilmekteydi. Yarı iletken teorisi geliştirildikten sonra daha kullanışlı ve güvenilir cihazlar üretilmeye başlandı. 1880 yılında Alexander Graham Bell selenyumun ışığa duyarlılık özelliğini sesi bir huzme ile iletebilmek için kullandı. 1883’te Charles Fritts selenyum ve ince bir katman altın ile kaplanmış bir metal plaka kullanarak düşük verimle çalışan bir güneş hücresi üretti. 1930’larda bu güneş hücresi fotografik ışıkölçer olarak ticari anlamda kullanıldı. [18] Nokta temaslı mikrodalga doğrultucuları 1904’te kurşun sülfitten Jagadish Chandra Bose tarafından üretildi. Doğal galen veya başka maddelerden üretilen “Cat-Whisker Detektörleri” radyonun gelişiminde yaygın olarak kullanıldı. Ama yine de, bir takım şeyler hala daha kesin olarak öngörülemiyor ve bir takım ayarlamalar gerektiriyordu. 1906’da H.J.Round, -LED’in de temeline oluşturan- silikon karpit kristallerinden akım geçtiğinde ışık yaydıklarını keşfetti. Oleg Losev de benzer ışık yayımlanmasını 1922’de gözlemledi fakat o tarihte bunun pratik uygulaması söz konusu değildi. Bakır oksit ve selenyum içeren akım doğrultucular 1920’lerde üretildi ve ticari olarak vakum tüpünden üretilen akım doğrultuculara alternatif oldular. [15] [18] 2. Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda, kızıl ötesi tanıma ve haberleşme teknolojileri araştırmaların kurşun sülfit ve kurşun selenit maddeleri üzerinde yoğunlaşmasına sebep oldu. Bu cihazlar gemi ve uçakların yerlerini tespit etmek ve sesli haberleşmek için kullanıldı. Noktasal temaslı kristal detektörler mikrodalga radyo sistemleri için hayati önem taşımaya başladılar. Çünkü mevcut vakum tüplü cihazlar 4000 MHz seviyesinde detektör olarak iş göremiyorlardı. Bu nedenle gelişmiş radar sistemler yüksek hızlı tepkiler veren kristal detektörler kullanılarak üretildi. Önemli bir araştırma ve geliştirme süreci de istikrarlı ve kaliteli detektörler üretmenin önemi sebebiyle savaş sırasında yaşandı. [18] Detektörler ve akım doğrultucular sinyalin yükseltilmesi amacıyla kullanılamıyordu. Yarı iletkenler hakkındaki teorik bilgi oldukça sınırlı olduğu için katı hal sinyal yükseltici geliştirmek amacıyla yapılan birçok çalışma ve araştırma sonuçsuz kalmıştı. [18] 1922’de Oleg Losev, iki uçlu ve negatif dirençli bir radyo yükselteci üretmeyi başardı (kendisi ne yazık ki 1942’de Leningrad Kuşatması sırasında donarak can vermiş). 1926’de Julius Edgar Lilienfeld, pratik olarak kullanılamasa da, alan etkili transistörü andıran bir cihazın patentini aldı. R. Hilsch ve R. W. Pohl 1938’de vakum tüplerinin kontrol yapısını andıran bir katı hal yükselticisi ürettiler. Her ne kadar bu cihaz güç kazancı sağlıyormuş gibi görünse de bir sınır frekansına sahipti ve pratik uygulaması oldukça sınırlı idi. Fakat yine de mevcut teorinin efektif bir uygulaması olması açısından önemli idi. [18] Bell Laboratuvarlarında 1938 yılında William Shockley ve A. Holden katı hal yükselteçleri üzerinde çalışmaya başladılar. İlk silikon p-n birleşimi 1941 yılında ışığa duyarlılık açısından p ve n bölgeleri arasında keskin farklar olan bir örneğin bulunması ile gözlendi. Örnekten alınan ince bir dilim p-n birleşiminde ışık etkisiyle potansiyel farkı oluşturuyordu. Fransa’da, savaş sırasında Herbert Matare germanyum bazlı bir maddenin komşu temas noktalarının yükselteç işlevi gördüğünü gözlemledi. Savaşın ardından, Matare’nin araştırma grubu “Transistorn” yükselticilerini Bell Laboratuvarları transistörü duyurduktan hemen sonra ilan etti. 1.Mehta, V. K. (2008-01-01). Principles of Electronics. S. Chand. p. 56. ISBN 9788121924504. Retrieved 6 December 2015. 2.Feynman, Richard (1963). Feynman Lectures on Physics. Basic Books. 3. Shockley, William (1950). Electrons and holes in semiconductors : with applications to transistor electronics. R. E. Krieger Pub. Co. ISBN 0882753827. 4.Global Semiconductor Retrieved 24-05-2016 5.Neamen, Donald. "Semiconductor Physics and Devices" (PDF). Elizabeth A. Jones. 6.By Abdul Al-Azzawi.
“Light and Optics: Principles and Practices.” 2007. March 4, 2016. 7."How do thermoelectric coolers (TECs) work?". marlow.com. Retrieved 2016-05-07. 8.B.G. Yacobi, Semiconductor Materials: An Introduction to Basic Principles, Springer 2003 ISBN 0306473615, pp. 1–3 9.Yu, Peter (2010). Fundamentals of Semiconductors. Berlin: Springer-Verlag. ISBN 978-3-642-00709-5. 10.As in the Mott formula for conductivity, see Cutler, M.; Mott, N. (1969). "Observation of Anderson Localization in an Electron Gas". Physical Review 181 (3): 1336. Bibcode:1969PhRv..181.1336C. doi:10.1103/PhysRev.181.1336. 11. Charles Kittel (1995) Introduction to Solid State Physics, 7th ed. Wiley, ISBN 0471111813. 12J. W. Allen (1960). "Gallium Arsenide as a semi-insulator". Nature 187 (4735): 403–405. Bibcode:1960Natur.187..403A. doi:10.1038/187403b0. 13.Louis Nashelsky, Robert L.Boylestad. Electronic Devices and Circuit Theory (9th ed.). India: Prentice-Hall of India Private Limited. pp. 7–10. ISBN 978-81-203-2967-6. 14.https://books.google.co.uk/books?id=rslXJmYPjGIC&pg=PA24&dq=Semiconductor+Rectifier+Rosenschold&hl=en&sa=X&ved=0ahUKEwi9653MmonKAhVG6RQKHZHADQUQ6AEIJDAA#v=onepage&q=Semiconductor%20Rectifier%20Rosenschold&f=false 15.Lidia Łukasiak and Andrzej Jakubowski (January 2010). "History of Semiconductors" (PDF). Journal of Telecommunication and Information Technology: 16.Busch, G (1989). "Early history of the physics and chemistry of semiconductors-from doubts to fact in a hundred years". European Journal of Physics 10 (4): 254–264. Bibcode:1989EJPh...10..254B. doi:10.1088/0143-0807/10/4/002. 17.https://books.google.com/books/about/Experimentelle_Beitr%C3%A4ge_zur_Elektronent.html?id=oVBNQwAACAAJ&redir_esc=y 18.Peter Robin Morris (1990) A History of the World Semiconductor Industry, IET, ISBN 0863412270, pp. 11–25 Further reading[değiştir] 19.A. A. Balandin and K. L. Wang (2006). Handbook of Semiconductor Nanostructures and Nanodevices (5-Volume Set). American Scientific Publishers. ISBN 1-58883-073-X. 20.Sze, Simon M. (1981). Physics of Semiconductor Devices (2nd e Karate Karate, silahsız savaş sanatı karate-do (空手道:からてどう) için yaygın kullanılan kısaltılmış terim olup Japonca kara (空:から) "boş" + te (手:て) "el" + do (道) "yol, sanat" kelimelerinden oluşmakta ve "silahsız elin yolu/sanatı" anlamına gelmektedir. Zen Budizmi ve Japon kültürü ile yoğrulan karate, kişinin kendini, bedensel ve zihinsel olarak eğitmesi ilkesi üzerine kurulu, eğitim sistemi sayesinde insanı şiddetten uzaklaştıran, barışçıl duygular beslemesini sağlayan bir disiplindir. Karate Okinawa adasında doğmuştur. Çin (özellikle Fujian) kaynaklı kempo tekniklerinin Ryukyu adalarının yerli dövüş stilleriyle kaynaştırılması sonucu Okinawa'nın çeşitli yer isimleriyle adlandırılan (Naha-te, Shuri-te, Tomari-te vb.), ustadan ustaya önemli farklılıklar gösteren ve toplam bir terim olarak "karate" (唐手) olarak bilinen savaş sanatları doğmuştur. Karatenin bu erken dönemine ilişkin en önemli belge Çince yazılmış olan ve 20. yüzyıl başlarına kadar yaygın olarak kullanılan Bubishi (武備志) adlı kitaptır. Geleneksel Okinawa toplumunda karate "pēchin" (親雲上) adı verilen samuray sınıfı tarafından öğreniliyordu. Japon Budo'sunun karate üzerindeki etkisinin 19. yüzyıla kadar sınırlı olduğu söylenebilir. Ancak 20. yüzyıl başında başta Gichin Funakoshi olmak üzere çeşitli Okinawalı ustaların Japonya'ya yerleşmeleri sonucu karate Budo ile uyumlulaştırılmaya başlanmıştır. Bu aşamadan itibaren, "gendai budō" (現代武道) adı verilen modern Japon savaş sanatları ile birlikte gelişimini sürdüren karate, biçim ve anlayış yönünden Jigoro Kano'nun Jujutsu kökenli Judo'yu yaratmasından önemli ölçüde etkilenmiştir. Yine bu dönemde karatenin "boş el" anlamına gelen 空手 biçiminde yazımı yaygınlaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı'na kadar Japonya'da dahi çok bilinen bir dövüş tekniği değildi. Daha sonraları ABD işgali sırasında popülerliği artmıştır. Fakat Amerikan ordusu işgal sırasında kendine karşı kullanılma riskinden ürktüğü için bu savaş sanatının bir savunma sporuna çevrilmesini istedi. Bu istek o zaman karatenin duyulmasında büyük rol oynayan Funakoshi tarafından karşılandı ve karatenin ilk spor versiyonu oluşturuldu. Bu sayede öğrenmesi yıllar alan ve oldukça zor olan sanat tüm dünyada popüler hale gelebilmiştir. Daha sonra öğrencileri tarafından stili, Ustanın şiir yazarken kullandığı mahlası olan Shōtō, yer, okul anlamına gelen kan ve metot, stil anlamına gelen Ryū kelimelerinin birleşimi olan "Shōtōkan-ryū" (松濤館流) veya kısaca Shotokan (松濤館) olarak adlandırılmıştır. Giysilerine karate-gi, öğrencilerine karate-ka denir. Karate antrenmanları genel olarak üç kısımdan oluşur. Bunlar: Kihon, Kata ve Kumite'dir. Kihon karatedeki temel tekniklerin parça parça çalışılmasıdır. Kata, sıraları önceden belirlenmiş çeşitli tekniklerin belirli bir sıra ile uygulandığı karatenin kuşaktan kuşağa aktarılması için oluşturulmuş alıştırmalardır. Kumite antrenmanda yapılan dövüş alıştırmasıdır. Karatede derecelenme kuşaklarla belirlenir. Bu kuşaklar beyaz ile başlar ve tecrübe kazandıkça kahverengi ve siyaha doğru devam eder. Renkli kuşaklar öğrenci (Kyu) seviyeleri, siyah kuşak da ustalık (Dan) seviyesini belirtir. Şu kuşaklar mevcuttur: Karate Türkiye'ye 1962 yılında güreş antrenörü Halil Yüceses'in Japonya'dan dönüşü sonucu Judo ile birlikte girmiş, bazı karate tekniklerinin çeşitli Judo hocalarınca öğretilmeye başlanması ve Türk Silahlı Kuvvetleri yakın dövüş eğitiminde yer bulması üzerine tanınmıştır. 1969 yılında Judo Federasyonu teknik direktörü Michel Novowitch antrenör kurslarında Judo'nun yanı sıra karate eğitimi de vermiştir. 1980 Karakuşak dergisi liderliğinde Gazeteci-Yazar Kaya Muzaffer Ilıcak, karate sporunun öncüleri olan Hakkı Koşar, Ferhat Özsert, Ahmet Doğaner ve Enver Hancı hocaları bir araya getirerek karatenin, Judo Federasyonu'na bağlanmasını gerçekleştirdi. 1980 Karakuşak 1. Türkiye Karate Şampiyonasını Gazeteci-Yazar Kaya Muzaffer Ilıcak düzenledi. Bu şampiyonada vuruşlu ve vuruşsuz ekollerin bir arada yarışabileceklerini ispatladı. (Büyük usta Taiji Kase bu organizasyonda gösteri yaptı. Bazı maçların hakemliğini yaparak ilk karate hakem seminerini gerçekleştirdi.) 1980'de Gazeteci-Yazar Kaya Muzaffer Ilıcak Bremen'de yapılan Dünya Karate Şampiyonasında Türk Karate takımının sponsorluğunu yaptı. Frankfurt'ta seyahatte olan Judo Federasyonu Başkanı Cihat Uskan'ı da davet ederek sportif karateyi yakından tanımasını sağladı. 1990'da ise Türkiye Karate Federasyonu kurulmuştur. Türkiye'de karatenin ilk yıllarından itibaren JKA ile birlikte Shotokan ekolü (Funakoshi temelli Nakayama stili) genelinde yayılmıştır. Daha sonraki yıllarda farklı stiller de çalışılır olmuştur. Türkiye Karate Federasyonu Dünya Karate Federasyonu'na (WKF) bağlı olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye'de karate-do, aynı zamanda üniversitelerde de yaygın olarak çalışılan ve müsabakaları Türkiye Üniversite Sporları Federasyonu tarafından düzenlenen bir spor dalıdır. Fakat karate-do yalnızca sportif bir sistem değildir. Türkiye'de çok büyük çoğunluk sportif karate yapmaktadır. Sportif karate savunma adına hiçbir özellik bulundurmaz ve sadece spor için yapılır. Çok sayıdaki mevcut karate stiline karşın, Dünya Karate Federasyonu (WKF) (dolayısıyla Avrupa Karate Federasyonu (EKF) ve Türkiye Karate Federasyonu (TKF)) özellikle sportif faaliyetlerde standartlaşmayı sağlayabilmek için Kata listeleri üzerinden dört stili kabul etmektedir: Diğer karate stilleri arasında ise aşağıdakiler sayılabilir. Bu stiller başta Dünya Karate-do Organizasyonları Birliği (WUKO) olmak üzere çeşitli federasyon ve organizasyonlarda örgütlenmektedir. Tam temaslı karate stilleri: Dünya Karate Federasyonu (WKF) dışındaki geleneksel karate stilleri: Kata (型:かた) biçim ya da model anlamına gelmektedir. Kata, bir dizi saldırı ve savunma hareketinin peş peşe eklenmesiyle oluşturulmuş hareketler dizisidir. Bu duruş ve hareketler karatedeki dövüş uygulamalarının temelini oluşturmaktadır. Kataya dönüştürülen bu hareketler dizisinin temeli Bunkai olarak gösterilir. Bunkai her bir duruş ve hareketin nasıl olması gerektiğini açıklamaktadır ve katanın içeriğini anlamakta elverişli bir alt yapıdır. Bir karate öğrencisinin yani karatekanın resmi bir kuşak edinebilmesi için o kuşağa ait kata figürlerini uygun biçimde tekrarlayabilmesi gerekmektedir. Kata figürlerinde genel olarak Japonca kuşak ve dereceler kullanılmaktadır. Sınavlarda başarılı sayılmak için gereklilikler okullara göre değişiklik göstermektedir. Kurallar dahilinde karşılıklı serbest dövüş biçimine kumite (組手:くみて) adı verilmektedir. Kumi-te, ellerin karşılaşması anlamına gelmektedir. Hem spor hem de kendini savunma alıştırması amaçlı olarak uygulanmaktadır. Maraş Maraş şu anlamlara gelebilir; Merzifon Merzifon, Amasya'nın bir ilçesi. İlçenin adının kökeni hakkında çeşitli varsayımlar mevcuttur: Bölge tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Yediler namı ile anılan gölleri, bereketli toprakları ile avcılık ve tarıma uygun bu ova yaklaşık 7 bin sene önce de insanlara yurt olmuştur. Karadeniz sahiline ve orta Anadolu’ya giden yollar Merzifon’da kesişmektedir. Bu nedenle coğrafyacı ve tarihçi Strabon bu bölgeyi “Bin köy” bölgesi olarak tanımlamıştır. Strabon’un bin köy olarak belirttiği bölgede yapılan arkeolojik araştırmalarda yüzlerce höyük ve yerleşim yerinin varlığı saptanmıştır. Bu höyüklerden elde edilen seramik ve buluntulara göre Merzifon tarihinin MÖ 5500'lere kadar uzandığı anlaşılmıştır. Karanlık çağ sonrası MÖ 8. yüzyılda bölgedeki Hitit kentleri üzerine yerleşen Frigler başta Merzifon kalesi (şehir merkezi) olmak üzere çevredeki diğer Hitit yerleşim yerlerini de onarımdan geçirerek kullanmışlardır. Ayrıca Oymaağaç, Onhoroz, Büyük ve Küçük Küllük höyükleri de Frig yerleşim izleri taşımayan höyüklerdir. MÖ 600'lerde Kafkaslardan gelen Kimmer ve İskit akınlarıyla birlikte Anadolu’da Frig siyasi egemenliği son bulmuştur. Merzifon ve Gümüşhacıköy civar
ında İskit hakimiyetinin çok kısa süreli de olsa varlığı bulunmaktadır. Bu döneme ait buluntular Gümüşhacıköy-İmirler köyündeki bir mezardan çıkarılmış olup, Amasya müzesinde sergilenmektedir. Pontusluların başkenti Amasya'dır. 200 yıl Amasya başkentlik yapmıştır. Amasya'daki kral mezarları bunlara aittir. Amasya'nın iki büyük şehri Trabzon ve Sinop'tur. Başkentin Amasya olması ile birlikte Merzifon’da önemli ticaret merkezi olmuştur. Merzifon, askeri savunma ve ticaret yolu güvenliği açısından önemli bir yer tutmuştur. Yaklaşık 200 yıllık Pontos (Mitridatlar) dönemi MÖ 47’de Roma Generali Sezar ile Pontos devlet kralı II. Pharnakes arasında, antik Zile (Zela) ile Amasya arasındaki Bacul köyünde yapılan savaşta Pontos askerlerinin yenilmesi ile son bulmuştur. Bölgede Pontos Devleti hakimiyeti zayıflamış ve bu tarihten itibaren Roma hakimiyeti dönemi başlamıştır. Pompeius ve Lukullus savaşları esnasında Pontos şehirleri tahrip olmuştur. Anadolu’yu, 131 yılının sonbaharında ziyaret eden imparator Hadrianus, Amasya şehri ve çevresinin harap halini görmüş kentlerin imarı emrini vermiştir. Özellikle antik çağda yoğun iskan görmüş Merzifon ve civarındaki Roma köylerini de ziyaret ederek bölgede eski tapınakların onarımını, ayrıca yeni tapınakların da yapımı emrini vermiştir. Bugünkü Karşıyaka (Neopolis) köyünde Zeus Stratios adına bir tapınak inşa ettirmiştir. Bu tapınağa ait sütun başlıkları ve sunak yazıtı Amasya Müzesi bahçesinde teşhir edilmektedir. Bölgede huzur ve sükunetin sağlanması ile ekonomik hayat yeniden canlanmış, Merzifon şehrini çevreleyen şehir surları ve kalesi yeniden tamir edilmiş, şehir nüfusunun artmasıyla yeni mahalleler eklenmiştir. Yine bu dönemde Merzifon'a bağlı olan Aktarla (Nureni) Köyü de önemli bir Roma yerleşmesi olup, 1994 Yılında Müze müdürlüğünce yapılan arkeolojik kazıda M.S.3. yüzyıla ait, Akroterli, Bezemeli bir lahit çıkarılmıştır. Lahit müze müdürlüğünde teşhir edilmektedir. Roma İmparatorluğu 395’te Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrılmış, Merzifon ve civarı Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) sınırları içerisinde kalmıştır. Roma'nın bir devamı olan Bizans İmparatorluğu'nda eski yerleşmeler aynen devam etmiş, Merzifon şehri de bu dönemde önemli bir kültür merkezi olmuştur. 8. yüzyılın başlarında Merzifon ve civarı Arap akınlarına (Emevi) maruz kalmış, şehir kısa bir süre Arap hakimiyetinde kaldıktan sonra tekrar Bizans hakimiyetine geçmiştir. Merzifon ovasına hakim olan ve Alıcık köyü yakınlarında bulunan bu bölgedeki ticaret yolu üzerinde yer alan Bulak Kalesi yol güvenliğini sağlamak için kurulmuştur. 11. yüzyılda bölge ile birlikte Merzifon da Danişmentler’in hakimiyetine girmiştir. Şehrin İslam hakimiyetine girmesiyle, şehirdeki Bizans eserlerinin bir kısmının cami ve medreseye dönüştürüldüğü bilinmektedir. Merzifon 12. yüzyılda Selçuklu egemenliğine (II. Kılıç Arslan zamanı) girmiş ve 14. yüzyıla dek bir Selçuklu şehri olarak kalmıştır. Şehir 14. Yüzyılda İlhanlı hakimiyetine girmiştir. Bu dönemde Merzifon ve havalisine yönetici olarak Moğol kökenli valiler tayin edilmiştir. İlhanlı Hükümdarı Ebu Sait Bahadırhan bu bölgenin idaresini Moğol Beyi Emir Çobanoğlu Demirtaş’a vermiştir. İlhanlı yönetiminden sonra bölge, Eratna Beyliği hakimiyetime girmiştir (1335 – 1341). Eratna Beyi Şadgeldi Paşa Amasya ve Merzifon civarını da idaresi altına almış, daha sonra Şadgeldi Paşa’nın oğlu Emir Ahmet ile Kadı Burhaneddin arsında bir dizi savaşlarda sürekli el değiştirmiştir. 1353-1396 tarihleri arasında Merzifon ve civarı Türkmen Beylerinden Taşanoğulları’nın hakimiyetinde kalmıştır. Taşanoğulları Hasan ve Ali Bey zamanında, 1393 yılında Yıldırım Bayezid’in Amasya’yı fethetmesiyle birlikte yaklaşık 3 yıl süren mücadele sonucunda Merzifon bölgesi de Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Osmanlı döneminde, Sivas eyaletine bağlı Amasya Sancağının kazası olan Merzifon önemli bir kültür merkezi olmaya devam etmiştir. 1402 yılında Yıldırım Bayezid ile Timur arasındaki savaşta dağılan Osmanlı birliğini Amasya şehzadesi I. Mehmed yeniden sağlayarak Osmanlı tahtına çıkmıştır. Bölgede sükunetin sağlanması ile Merzifon şehri de eski önemine kavuşmuştur. Osmanlı hakimiyetine giren şehir İstiklal Savaşı'na kadar Osmanlı hakimiyetinde kalmıştır. Osmanlı sadrazamlarından Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 1634 yılında Merzifon’un ilçeye en yakın köylerinden biri olan Marinca (Narinciye-Bahçekent-Karamustafapaşa) köyünde dünyaya gelmiştir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Merzifon 15 Mart 1919’da İngilizler tarafından işgal edildi. İşgal altındaki Merzifon’da 16 Haziran 1919’da büyük bir miting düzenleyerek İzmir’in işgali protesto edildi. O sırada Amasya’da bulunan Mustafa Kemal Paşa, mitingi bir telgrafla İstanbul’daki Harbiye Nezareti’ne bildirdi. Merzifonluların işgal boyunca sürdürdükleri şuurlu tepki sonucu İngilizler 27 Eylül 1919’da Merzifon'u terk etmişlerdir. Yerel örgütlenme için Mustafa Kemal Paşa'nın verdiği buyruklar üzerine Müftü Vehbi Efendi'nin başkanlığında, Belediye Başkanı Hacı Ömer, Mahami Kardeşlerden Avukat Sadık Bey, Ganizade Hacı Hafız, belediye Doktoru Hakkı ve Siryalı Rıza Efendi tarafından "Merzifon Müdafaa-i Hukuk Derneği" kurulmuştur. Ortaova köyü Onhoroz, Büyük-Küçük Küllük höyükleri (tepeleri) ve Hayrettin köyü höyükleri en önemli Kalkolitik ve Eski Tunç Çağı yerleşmeleridir. Merzifon bölgesinin Hitit döneminde de başkent Hattusaş’a sınır olması nedeni ile önemli bir merkez ve yerleşim yeri olduğu görülmektedir. Bu dönemde (MÖ1700-700) bölgeden iki adet tabii yol geçmektedir. Bunlar: İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 1 belde, 69 köy ve ? mahalleden oluşmaktadır. Amasya/Merzifon Hava Meydanı 2008 yılında iç hat sivil hava trafiğine açılmış olup Merzifon'a 8 km mesafededir. 05/23 pisti 2927x45m boyutunda olup asfalt kaplamadır. Yolcuya açık olan alanlar 457 m² olup yıllık 120.000 yolcu kapasiteli terminale ve 70 araç kapasiteli otoparka sahiptir. Havaalanında uçuşlar İstanbul'a iki havayolu firması ile yapılmaktadır. İstanbul'dan Merzifon'a yapılan uçuşlar saat 06.00'da, Merzifon'dan İstanbul Atatürk Havalimanı yönüne Türk Hava Yolları ile her gün saat 08.20'de uçuşlar gerçekleştirilmektedir. Ayrıca Pegasus Hava Yolları firması ile; pazartesi, perşembe ve cumartesi günleri karşılıklı seferler yapılmaktadır. Pegasus Hava Yolları ile yapılan seferler Sabiha Gökçen Havalimanına yapılmaktadır. Uçuş saatleri İstanbul'dan 08.00, Merzifon'dan 09.40 saatlerinde yapılmaktadır. Mehmet Eymen Mehmet Eymen, 1950 yılında İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi ve Sorbonne Üniversitesi'nde okudu. Nancy'de Sosyoloji Doktorası verdi. Le Monde ve Le Soir gazetelerinde çalıştı. Şimdilerde Türkiye'de kitap yazıyor ve interaktif analiz portalı işletiyor. Luchino Visconti Luchino Visconti, (d. 2 Kasım 1906 - ö. 17 Mart 1976), İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının usta yönetmenlerinden. Luchino Visconti Milano'da, 2 Kasım 1906'da, aristokrat bir ailenin çocuğu olarak doğmuştu. İtalya'da yeni, "ulusal-popüler" bir kültürün öncülerinden kabul edilmişti. Babası Kont Guiseppe Visconti, annesi Carla Erba idi. Ailesi hayli tutucu olan Visconti, güzel sanatlar ağırlıklı bir eğitim gördü. Visconti gençlik yıllarını huzursuz ve amaçsız geçirdiğini söyler. Evdeki çatışmalar yüzünden sık sık oradan kaçarak kurtulma yoluna giden Luchino, 18 yaşında Cenova'daki bir süvari okuluna gönderildi. Okuldayken Visconti'nin atlara olan tutkusu başladı ve askerliğini yaptıktan sonra babasının çiftliklerinden birine giderek birkaç yıl at yetiştiriciliği yaptı. Visconti, 30 yaşlarındayken Paris'e gelerek, "Une Parie de Compagne" için üçüncü ya da dördüncü yönetmen yardımcısı olarak çalışmasını kabul eden Jean Renoir'ın yanında çalışmaya başladı. Filmin kostümlerinin tasarımı Visconti tarafından yapıldı. Luchino Visconti 1937'de Hollywood'a gitti ama hayal kırıklığına uğramış olarak geri Milano'ya döndü. Burada Teatro Manzoni'de sergilenen iki oyunun dekorlarını hazırladı. 1939'da İtalya'da Renoir ve Karl Koch ile birlikte "La Tosca" adlı filmin senaryosunu yazdılar. Luchino Visconti'nin yazdığı ilk özgün senaryo sansür kurumu tarafından reddedildi. Visconti, Roma'da çıkan Cinema dergisinin redaktörleri -daha sonra isimlerini yönetmen olarak duyuran - Guiseppe De Santis, Gianni Pucci, Mario Alicata ile tanıştı. Alicata, De Santis, Puccini ve Visconti beraber, Amerikalı James M. Cain'in romanından esinlenerek bir senaryo yazdılar. Bu filmin çekimi ancak 1942'de yapılabildi. "Ossessione" adlı bu film çok kısa bir süre için İtalyan sinemalarında gösterildi, ardından sansür tarafından reddedildi. Visconti, aslı imha edilen filmin sadece bir kopyasını kurtarabildi. "La terra trema" (Yer Sarsılıyor) Visconti'nin 1947-48'de Sicilya'da çektiği ikinci filmidir ve bu film 1948 Venedik Film Festivalinde en iyi film ödülünü alır. Ancak filmin mali açıdan getirisi çok az olduğundan Visconti üçüncü filmini çekebilmek için üç yıl beklemek zorunda kalır. Luchino Visconti bundan sonra başrolünü Anna Magnani'nin oynadığı iki filmi: "Bellisima" (1951) ve "Siamo Donne"(1953)yi çeker. "Senso", "Le Notti Bianche", "Rocco E I Soi Fratelli", "II Lavoro", "II Gattopardo", "Vaghe Stelle Dell'orsa" 1964'e kadar çektiği diğer filmlerdir ve her biri Venedik ya da Cannes film festivallerinde ödül kazanır. Bu arada Paris'te iki tiyatro oyunu ("Salıncakta İki Kişi"; Jean Morris ve Annie Girardot oynuyor- "Fahişe Olması Ne Yazık"; Romy Schneider ve Alain Delon oynuyor) sahneye koyar ve büyük heyecan yaratır. Visconti, 1969-1972 yılları arasında çektiği "Alman Sorunları Üçlemesi (La Caduta Degli Dei, Morte A Venezia, Ludwig)" ile ününü sağlamlaştırır. 1974'te "Gruppo Di Famiglia In Un Interno" yu çeker ve son olarak Gabriele D'Annunzio'nun romanından uyarlanan "L'Innocente" adlı filmin kaba kurgusu tamamlanırken Roma'da, 17 Mart 1976'da öldü. Luchino Visconti, Yeni Gerçekçilik Akımının yönetmenlerindendi. Ve tüm filmlerinde sosyal gerçekliğe bağlı kalmıştır. Senaryonun kaynağı tarihsel ya da güncel ol
sun Visconti için bir şey değişmez, çünkü onun için önemli olan toplumsal ilişkilerin çözümlenmesi ve olduğu gibi yansıtılmasıdır. Onun filmleri insanın iç dünyasını, mutluluğa duyulan özlemi, cesareti yansıtır. Çözümleme-eleştiri, şiirsellik-dram onun sanatının en belli ve önemli öğeleridir. Visconti filmlerinde, yenilgiye uğramış insanın karşısına toplumsal bilinçlenme sürecine girmiş insanı çıkartır. Patlıcan Patlıcan, bilimsel adıyla Solanum melongena, Solanaceae familyasına ait olup, ılık iklimlerde tek yıllık, tropik iklimlerde ise küçük bir ağaç şeklinde büyüyen çok yıllık bir kültür bitkisidir.Patlıcanın ilk yetiştiriciliği M.Ö 5. yüzyılda Hindistan'da gerçekleştirilmiştir. Bu tarihten sonra Afrika'ya sonra Doğu Akdeniz'e ve Avrupa'ya getirilmiştir. Avrupa'ya getirilmesi 16. yüzyılda İspanyollar tarafından gerçekleştirilmiştir. Avrupa'ya ilk getirilişinde süs bitkisi olarak kullanılan patlıcan, dünyada üretilen yaş sebzeler arasında 6. sırada yer almaktadır. İçeriğinde düşük nikotin barındırması nedeniyle patlıcanı tüketen tek canlı türü insandır. Tropik bölgelerde çok yıllık bitki özelliği gösterirken bu kuşağın dışındaki iklim kuşaklarında bir yıllıktır. Türkiye'de daha çok imambayıldı, karnıyarık yemekleri ve kızartması şeklinde tüketilir. Ayrıca salatası da yapılır. Patlıcanın insan sağlığındaki yerinin diğer sebze türlerinden küçümsenmeyecek düzeyde olduğu bilinmektedir. 100 gr patlıcanın kalori değeri 24’dür. 100 gr patlıcanda 1.1 g protein, 2 g yağ, ve 5.5 g karbonhidrat vardır. Vitamin içeriği bakımından ise; 100 gramında 30 IU A vitamini, 0.4 mg B1 vitamini, 0.5 mg B2 vitamini ve 5 mg C vitamini bulunmaktadır. Doğada patlıcanı besin olarak tüketen tek canlı insandır. Bunun nedeni bünyesinde az miktarda nikotin bulunmasıdır. Patlıcan; dünyada üretilen sebzeler içerisinde; domates, biber ve hıyar üretiminden sonra gelmektedir. Dünya patlıcan üretimi 1994 yılından itibaren düzenli olarak artarak, 2003 yılında %84 artışla 29,5 milyon tona ulaşmıştır. Bu artışta önemli patlıcan üreticisi ülkelerin payı olduğu görülmektedir. Nitekim dünyada önemli üretici ülkeler olan Çin, Hindistan, Türkiye, Mısır, İtalya ve İspanya’da patlıcan üretimi son on yılda %21 ile %118 arasında artmıştır. Son on yıllık veriler incelendiğinde; dünya patlıcan üretiminde Çin’in%50.6, Hindistan’ın %30.1,Türkiye’nin %3.8 ile ilk üç sırayı paylaştıkları, özellikle son beş yılda Çin üretiminin arttığı; Hindistan ve Türkiye üretimlerinin ise fazla değişmediği görülmektedir. Dünya üretiminde ilk üç sırayı %84,5 oranı ile Çin, Hindistan ve Türkiye almaktadır. 2003-2004 yılına ait dünya patlıcan üretimi istatistikleri, FAO Birleşmiş Milletler'in Gıda ve Tarım Örgütü verileri șu tabloda özetlenmektedir: Bu ülkelerin ihracattaki payları incelendiğinde ise; Çin’in ihracatının %5,5, Türkiye ihracatının %1,5 olduğu, Hindistan ihracatının ise kayda değer olmadığı görülmektedir. Diğer yandan dünya patlıcan ihracatının %21.8’ini İspanya, %21,7’sini Meksika, %5,5’ni Çin, %3,4’ünü İtalya, %1,5’ini ise Türkiye karşılamaktadır. Son verilere göre üretilen patlıcanın yaklaşık %2’si ticarete (ihracat-ithalat) konu olmakta, taze olarak stok olmadığı için de kalan miktarın tüketimde kullanıldığı varsayılmaktadır. Türkiye’de farklı iklim ve toprak yapısı nedeni ile birçok sebze türü üretilebilmektedir. Patlıcan da bu sebze türlerinden biridir, Türkiye şartlarında patlıcan üretimi hem tarlada hem serada yapılabilmekte, fakat iklim ve toprak isteği yanında bakım şartları ve ekim nöbeti tercihinden dolayı her bölgede yetiştirilememektedir. Türkiye’de patlıcan üretimi yapılan en önemli iller; İçel, Antalya, Şanlıurfa, Hatay, Aydın, Bursa, Adana ve Samsun’dur. Türkiye’nin 1997-2002 yılları arasında patlıcan üretimi 1992 ve 1993 yılında 750.000 ton olarak gerçekleşmiş, 1994 – 1998 yıllarında ise, 750.000 ton ile 850.000 ton arasında değişim göstermiştir. 1998 yılından sonra da üretim 900.000 tonu asarak 2002 yılında 955.000 tona ulaşmıştır. 1991- 2002 yılları arasında Türkiye patlıcan verimi hektara 19.621 kg ile 29.216 kg arasında değişmiştir. Türkiye’nin patlıcan ihracatı 2.600 ton ile 5.600 ton arasında değişmektedir. ihracat, 1993 yılında olduğu gibi bazı yıllarda 1.000 ton seviyesine düşerken, 2001 yılı gibi bazı yıllarda ise 5.500 tona ulaşmıştır. Diğer yandan Türkiye’nin en fazla patlıcan ihraç ettiği ülkeler arasında Almanya, Avusturya, Bulgaristan, Hollanda, Romanya, Rusya ve Belçika yer almaktadır. Kabuklular Kabuklular (Crustacea), Eklembacaklılar şubesinin ait bir altşubedir. Yaklaşık 25.000 kadar türü bilinmektedir. Çoğu deniz ve tatlı sularda, az bir miktarı ise karaların nemli bölgelerinde yaşar. Hepsi kanatsızdır. Kabuklu dış iskeletleri, yarık ayak şekilli bacakları, iki çift antenleri ve solungaç solunumları karakteristiktir. Böceklerde bir çift anten bulunur. Akrep ve örümcekler ise antensizdir. Vücutları baş, göğüs ve karın bölmelerinden meydana gelir. Bazılarında baş ve göğüs kaynaşmıştır. Bunlara, başlıgöğüs ("sefalotoraks") denir. Vücut, kitinden bir kabukla örtülüdür. Deri hücrelerinin salgısı olan bu kutikula, dış iskelet vazifesini görür. Bu kabuklar, vücudu dış etkilerden korur, kaslara tutunma yeri sağlar ve su kaybını önler. Büyümeye mani olduğundan zaman zaman atılarak değiştirilir. Bazılarında CaCO ve SiO'in birikmesiyle direncini arttırır. Kabuk, vücudun her tarafında aynı kalınlıkta değildir. Oynak yerlerde incelerek hareketi kolaylaştırır. Çoğu ayrı eşeyli, iri yapılıdır. Türlere göre bacak sayıları farklılık gösterir. Bazı kabuklularda, göğüs bacaklarının dibine bağlı olan ve dışarı doğru sarkan solungaçları, kabuğun yanlarında bulunan birer odacık içinde yer alır. Bazı türlerde ise, düzleşmiş karın bacakları solungaç görevini ifa eder. Küçük türlerde ise hiç solungaç bulunmaz, bunlar vücutlarının bütün yüzeyiyle solunum yaparlar. Tespih böcekleri, kütükler veya taşlar altında ve çürümüş bitkisel yiyecekler üstünde bulunur. Havanın oksijenini alabilen hassas solungaçlarının nemli kalması için rutubetli yerlerde yaşamak zorundadırlar. Yengeç, karides, ıstakoz, su piresi ("Daphnia"), siklops ("Cyclops"), langust, balina biti ve tesbih böcekleri en iyi bilinen kabuklulardır. Salim Kadıbeşegil Salim Kadıbeşegil "(d. 1954, Ankara)", Stratejik İletişim ve Kurum İtibarı Yönetimi uzmanı. 1977 yılında Ege Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu'nu bitirdi. Çalışma yaşamına 1975 yılında gazetecilik yaparak başladı. Turizm ve Tanıtma Bakanlığında Basın Müşaviri, Washington'da Basın Ateşe Yardımcısı, Ege Bölgesi Sanayii Odası ve Turyağ'da Halkla İlişkiler Müdürü olarak görev yaptı. 1990 yılında İzmir'de iletişim şirketi ORSA'yı kurdu ve 1993 yılında merkezini İstanbul'a taşıdı. 1985 yılında İzmir Halkla İlişkiler Derneği kurucuları arasında yer aldı ve üç dönem bu derneğin Yönetim Kurulu Başkanlığı'nı yaptı. Türkiye Halkla İlişkiler Derneği ve Halkla İlişkiler Danışmanları Derneğinin üyeleri arasındaydı. Üniversitelerde dersler veren, seminer, forum, panel ve benzerî meslekÎ etkinliklerde konuşmacı olarak görev alan Kadıbeşegil'in yurt içinde ve dışında yayımlanmış makaleleri bulunmaktadır. Salim Kadıbeşegil, CIPR (İngiliz Halkla İlişkiler Enstitüsü) ve IPRA (Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği) üyeliklerinde bulundu. İletişim Danışmanlığı mesleğinin Dünyadaki en geniş tabanlı meslek örgütü olan ICCO (Uluslararası İletişim Danışmanlıkları Birliği)'nun Yönetim Kurulu'nda Türkiye'yi altı yıl temsil eden Salim Kadıbeşegil, (1998-2004) bu oluşumun ülkemizdeki yerel örgütü olan PRCI (PR Danışmanlıkları Birliği, şimdiki adı İDA) ve yine Türkiye'nin ilk medya ölçümleme ve değerlendirme şirketi olan PRNET'in kuruluşunda da etkin görevler almıştır. 1990'lı yılların sonunda Türkiye'de halkla ilişkilerin ölçülebilir standartlara sahip stratejik yönetim disiplini olması yönünde önemli katkılarda bulunmuştur. 2001-2010 yılları arasında Reputation Institute'un Türkiye temsilcisi olan Kadıbeşegil Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği'nde iki dönem Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Türkiye Bilim Merkezi Vakfı ve Buğday Ekolojik Dönüşüm Derneklerinde Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yaptı. Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesinde "Global halkla ilişkiler uygulamaları ve liderlik yönetimi" dersleri verdi. Buğday Ekolojik Dönüşüm Derneği gönüllüsüdür. Ülkemizde itibar yönetiminin tanınmasında önemli katkıları olan Kadıbeşegil 2006 yılında RepMan İtibar Araştırmaları Merkezini kurdu. Kar amacı gütmeyen bir platform olan merkez www.repman.com.tr adresinden dünyada ve ülkemizde itibar yönetimi İle ilgili çalışmaları paylaşmaktadır. Merkezin yerli ve yabancı danışma kurulu üyelerinin katkısı ile her yıl düzenli gerçekleştirdiği forumları, beyin fırtınaları toplantıları, sertifika programları ve araştırmaları vardır. Kadıbeşegil'in geliştirdiği RepMan İtibar Araştırması modeli Türkiye'de yerli ve yabancı şirketler tarafından en yaygın kulanılan araştırma modelidir. Marka, itibar, liderlik, sosyal sorumluluk, etik, sürdürülebilirlik, kriz yönetimi gibi konularda güncel yazılarını Brandmap'de aylık, Türkiye Etik ve İtibar Derneği'nin yayın organı IN'de üç ayda bir paylaşmaktadır. Kadıbeşegil güncel yazılarını www.salimkadibesegil.com 'da sürdürmektedir. Makaleleri ve şirket çalışmaları ile ilgili bilgiler; www.orsa.com.tr 'de bulunmaktadır. [http://www.salim.kadibesegil.com www.repman.com.tr Peksimet Peksimet uzun yıllar bayatlamadan dayanabilen ve genellikle savaş, kıtlık gibi durumlarda tüketilen ekmek çeşidir. Yunan kökenli bir kelimedir. Genellikle İzmir başta olmak üzere ege bölgesinde sıkça kullanılır Emilia Galotti Emilia Galotti, Alman yazar Gotthold Ephraim Lessing'in oyunu. İlk kez 7 Mart 1772'de sahnelendi. Burjuva trajedisi ("Bürgerliches Trauerspiel") olarak tanımlanan oyun bu özelliğini, karakterlerini burjuvalar oluşturduğundan değil, eserin temsil ettiği burjuva bakış açısı nedeniyle kazanıyor. Oyunun dahil olduğu Romantik sanat akımını da kalıp
lamak zordur. Genelde kalıpların dışına taşma anlayışıyla ortaya çıkıyor, özellikle de tiyatroda. Ancak nihayetinde kalıpları yıkmayı amaçlayan bu düşünce, 18. yüzyılın ateşli Avrupa'sının burjuva düşüncesidir. Karşı çıkışı da dönemsel düşmanı aristokrasinin sanatıdır. "Emilia Galotti" işte böyle bir ortamda yazılıyor; 1789'da Fransız Devrimi olacak, sokaklar kan gölüne dönecek ve Bastille yerle bir edilecektir. Feodalizme duyulan nefretin sanatı yansıması da hakkını verir niteliktedir. Asker bir babanın kızı olan Emilia Galotti'ye delice âşık olan savruk Prens, entrikacı adamı zalim Marinelli sayesinde kızı ele geçirecek, kızın nişanlısının ölümüne yol açacar. Emilia Galotti'nin kaderi şu halde ahlaksız aristokrasinin zevk konaklarından birinde yozlaşmaktır. Ancak son sahnede baba gelir; kız babasından kendisini öldürmesini ister. Kızının yozlaşmaktansa ölmek istediğini anlayan baba, bu isteği yerine getirir ve kızını öldürür. Zalim aristokrasinin baskısı bir insanı yok eder ama burjuva ahlakı kazanır. Bıçak Prense değil, kıza saplanır. Hammurabi Kanunları Hammurabi kanunları, MÖ 1760 yılı civarında Mezopotamya'da ortaya çıkan, tarihin en eski ve en iyi korunmuş yazılı kanunlarından biridir. Bu dönemden önce toplanan yasa koleksiyonları arasında Ur kralı Ur-Nammu'nun kanun kitabı (MÖ 2050), Eşnunna kanun kitabı (MÖ 1930), ve İsin'li Lipit-İştar'ın kanun kitabı (MÖ 1870) yer alır. Babil kralı Hammurabi'nin (MÖ 1728-MÖ 1686) çeşitli meselelerde verdiği kararlar, Babil'in koruyucu tanrısı Marduk adına yapılan Esagila Tapınağı'na dikilen bir taş üzerine Akatça dilinde yazılmıştır. Hammurabi, kendisine bu kanunları yazdıranın güneş tanrısı Şamaş'ın olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla kanunlar da tanrı sözü sayılıyordu. Arkeolog Jean Vincent Scheil'in 1901'de Susa, Elam'da bulduğu (bugünkü Huzistan, İran) ve Fransa'ya taşıdığı Hammurabi Kanunları'nın yazılı olduğu stel, Louvre Müzesi'nde sergilenmektedir. Yaklaşık iki metrelik silindirik bir taşın üstüne çivi yazısı ile yazılmış olan kanunlar tam 282 maddedir, ancak bu maddelerin 33'ü (madde 66-99) şu anda okunamayacak durumdadır. 13 sayısı uğursuz sayıldığı için 13. madde yazılmamıştır. Paris Louvre müzesinde sergilenmektedir. Arnolfini'nin Evlenmesi Arnolfini'nin Evlenmesi (özgün adı: Portret van Giovanni Arnolfini en zijn vrouw), ressam Jan van Eyck'e ait, 1434 yılında yapılan yağlı boya tablo. Resim sanatının nadide örneklerindendir. Güzellik, karmaşık ikonografi, geometri dikey perspektif, ve aynanın kullanılmasıyla resim alanının genişlemesi nedeniyle, Batı sanatındaki en orijinal ve karmaşık tablolardan biri olarak kabul edilir. Biçimsel başarısının yanı sıra, resim tarihinde de önemli bir yere, ilklere sahiptir. Rönesans'ta yeni yeni ortaya çıkan ve yavaş yavaş yayılmaya başlayan burjuvazi, eskiden yalnızca kilisenin ve soyluların hizmetinde olan sanatı, kendine doğru çevirmeye başlamış; para karşılığı sanat diye düşünmüştür. Orta Çağda Kilise sanatçının eserine imza koymasına hoş bakmamaktaydı. Tek yaratanın tanrı olduğu inancına göre tutarlı bir düşünce sanılmış olsa gerektir. Ama yeni sınıfın doğuşuyla birlikte, değişim kanunları devreye girmiş ve resim sanatına "renk" gelmiştir. Bir tüccar olan Arnolfini'nin resmi, 15. yüzyıldan sesini duyurmaya başlayan bir sınıfın ifadesi olarak önemlidir. Flaman resminin belli başlı özelliklerini taşır resim: "Ayrıntılar" ve "simgesellik". Arnolfini'nin yüzündeki ifade, gölgeler, giysisinin dokusu. Karısının giysisinin dokusu ve kıvrımlar. Alttaki köpeğin her tüyünün sapıkça [sanat tarihinde buna "sabırlı" denir] bir ayrıntıyla işlenmiş oluşu. Pencereden içeri sızan ışığın yüzler ve giysiler üzerinde yarattığı etki. Simgesellik ise çözülmesi zor, ilk bakışta doğal gelen bazı canlı ve nesnelerle verilmiştir bize. Örneğin tepedeki avizede yanan tek mum üzerine birkaç spekülasyon vardır. Belki tanrının ışığıdır, belki de öylesine yanan mum. İlk bakışta tabloda üç figür gözükmektedir: erkek, kadın ve köpek. Üzerlerindeki giysilerde kullanılan kumaş, kürk ve kemer bile varlıklı olduklarını farketmeye yetiyor. Her ne kadar kadının altın bileziği ve her ikisinin de taktığı yüzükler görünür olan tek mücevher olsa da, her iki kıyafet de muazzamca pahalı. Giysiler (özellikle de erkeğin) tacir statüsüne uyan bir unsur olabilir. Kadının elbisesinin yeşili umudunu, muhtemelen bir anne olma umudunu sembolize eder. Beyaz şapkası saflığı simgeleyebilir, bekaretine ve dolayısıyla temizliğine gönderme yapar. Ancak muhtemelen onun evli olduğu anlamına gelir. Arnolfini'nin üstünde ise siyah bir cüppe ve bir şapka var. Pencerenin dışındaki kiraz ağacı, yaz mevsinin kanıtıdır. Lakin çiftin giysileri kışlık giysilerdir. Kiraz, aynı zamanda sevgiyi de sembolize edebilir. Çiftin ardında, yatağın perdeleri gözüküyor. Kırmızı perdeler evli çift arasındaki sevginin fiziksel hareketine atıfta bulunabilir. Diğer bir simge yerdeki köpektir. Sıradan bir köpek gibi gözükse de, bunun evliliğe duyulan (duyulması gereken) sadakati temsil ettiği bilinir. Köpek gibi sadık olmak mı diye de düşündürür. Aynı zamanda bir çocuk sahibi olma arzusu anlamına gelen şehvet amblemi olarak görülebilir. Çiftin aksine, köpek izleyicinin bakışlarını karşılamak için öne doğru bakmaktadır. Köpek aynı zamanda kocanın karısına hediye edilen sadece bir süs köpeği de olabilir. Odanın iç kısmında başka zenginlik göstergeleri de var. Mesela, avize o dönemin standartlarına göre geniş ve ayrıntılıdır. Bu yüzden çok pahalı olduğu muhtemel. Gelişigüzel olarak sola yerleştirilmiş gibi bir hiss uyandıran portakal o dönemlerde çok pahalıydı ve Brugge'a başka ülkelerden getiriyordu. Sevgi ve evliliği temsil eden portakal, burada hem de çiftin zenginliğin işaretidir. Pencere vitrayları ve yatağın yanında yer alan küçük oryantal halısı da lüksün diğer işaretleri. Yerde gelişigüzel duran terlikler de evliliğin kutsallığına bir gönderme niteliği taşır. Tabloda iki çift terlik olduğunu görüyoruz. Biri Arnolfini'nin önünde diğeri ise yatağın karşında duruyor. Her ikisin önü içe dönüktür. Zeminle aynı renkteki takunyaları çıkarması bir saygı ifadesidir. Karyolanın ahşap başlığında bulunan küçük heykelcik ise Aziz Margaret. İnanışa göre Aziz Margaret hamileleri ve doğacak bebekleri koruyan bir azizdir. Bu detayla çiftin çocuk özlemi vurgulanıyor. aynanın solunda duvarda asılı duran tespihe benzeyen dua boncukları dindarlığın göstergesidir. Pencerenin kenarındaki meyveler ise hayal gücünün sınırlarını zorlar. Tüm bunların ötesinde, resmin orta yerinde çok önemli ve bu resmi bir ilk özelliğini katan bir dış bükey ayna durur. Aynanın kenarındaki madalyonlarda İsa'nın çarmıha gerilmesi on resimle gösterilmiştir. Dikkatle bakıldığında Arnolfini'yi, karısını ve van Eyck'i görebiliriz bu aynadan. Ayna çift dışında iki figürü de yansıtmaktadır; kırmızı giysili duran ressam. Diğer mavili silüetin ise kim olduğu bilinmiyor. Belki de ressamın öğrencisidir. Aynanın üstünde, duvarda "Jan van Eyck buradaydı." (Johannes van Eyck fuit hic 1434) diye yazar. Olasılıkla bu resim aynı zamanda nikah şahitliği ve evlilik cüzdanı işini de görmesi düşünülen bir resimdir. Ayrıca resimdeki gelinin hamile olması, dönemin yeni oluşmaya başlayan ve eski aristokrat değerlerinden son derece farklı "burjuva ahlâkı"nın anlaşılması açısından önemlidir. "Kır soylu" aristokrat kesime göre normal olan evlilikten sonra hamilelik iken, yeni gelişen "şehirli" (burjuva) ahlâkı bu normu yıkmıştır. Evlilik öncesi ilişki ve hamilelilik artık doğal karşılanabilmektedir. Ancak kimi tarihçiler aynı döneme ait birçok tabloda azizelerin de saygınlık göstergesi olarak kilolu resmedildiğini, bu resmin hamile bir kadına ait olmayabileceğini savunurlar. Günümüzde kabul gören düşünce, gelinin hamile olduğu değil sadece dönemin anlayışına göre daha şık görünmesi için o şekilde tasvir edildiğidir. Ayrıca aristokrasi ile burjuvazi arasında evlilik ve hamilelik konuları arasında yukarıda bahsedilen bir düşünce farklılığı bulunmamaktadır. Nilüfer Hatun Nilüfer Hatun (d. (?) - ö. 1383, Bursa), Yarhisar Tekfuru'nun kızı, Orhan Gazi'nin eşi ve I. Murad'ın annesi. Asıl adı "Holifera / Olivera" idi. Nilüfer bu isimlerin Türkçeleşmiş halidir. Orhan Gazi'yle evlendirilmeden önce Bilecik Tekfurunun oğluyla nişanlıdır. Osmanlılar'ın Bilecik' i ele geçirmesi sırasında, yakınlardaki düğün konvoyuna yapılan baskın esnasında esir alındığı ve Osman Gazi tarafından oğlu Orhan Gazi ile evlendirildiği söylenmektedir. Necdet Sakaoğlu'nun bildirdiğine göre, "Nilüfer" cariye "(köle)" durumundaki ilk padişah hânımıdır. Osmanlı Hanedanı'na ana tarafından Rum kanı taşıyan ilk şehzadeleri de o doğurmuştur. 1360 yılında vefât eden "Rumeli Fatihi Gazi Süleyman Paşa" ile ondan On yaş daha küçük olan kardeşi "Üçüncü Osmanlı Padişahı" Murad Hüdavendigar'ın annesidir. Faslı gezgin İbn Battuta'nın İznik'te bizzat görüştüğü "Beylun Hâtun" olarak tanıttığı Orhan Gazi'nin baş hâtunudur. Nilüfer, "lotüs" adındaki kutsal çiçek mânâsına gelir. Onun bu ismi İznik'teki imaretinin kitabesinde yazılıdır. İslâmî bir isme sahip olmayan Nilüfer'in sağlığında inşa ettirdiği tesisler arasıda herhangi bir cami bulunmamaktadır. İbn Battuta'nın naklettiğine göre Orhan Gazi ile birlikte Bursa'da oturmayan "Beylun Hâtun," ondan ayrı olarak o yıllarda "Anadolu'nun Kudüsü" olarak adlandırılabilecek kadar Hristiyanlarca kutsal kabul edilen İznik'te ikamet etmekteydi. İznik'e giden gezgin İbn Battuta bu harap şehirde sultanın zevcesi Beylûn Hâtun'un oturduğunu ve sultanın hizmetlilerinin bu dindar ve erdemli kadının emrinde olduklarını nakletmektedir. İznik'te Sultanönülü fakih imâm Hacı Alâeddin'e konuk olan İbn Battuta, İznik hâkiminin Orhan Gazi'nin eşlerinden dindarlığıyla meşhur olan "Beylûn Hâtun" olduğunu ve "Hacı Alâeddin" ile birlikte ziyaretine gittikleri Beylûn Hâtun'un kendilerine izzet ve ikramlarda bulunduğunu, birkaç gün sonra Orhan Bey'in de oraya geldiğini yazmaktadır. Orhan Bey'le farklı dünyaları temsîl eden Nilüfer Hâtun terkedilmiş görüntüsü yansıtan
İznik'te yanındaki hizmetkârlarıyla birlikte münzevî bir hâyat geçirmiştir. İznik'te kendi adına bir imarethane inşa ettirmiş ve yaptığı hayır işleriyle çevresinde çok sevilmiştir. Bursa'da bir ilçeye ismi verilmiştir. Kabri Bursa'daki Orhan Gazi türbesindedir. Ayrıca, ismi Orhan Gazi'nin kendi türbesi olan Bursa'daki "(Gümüşlü)" Tophane'de bulunmaktadır. Nilüfer Nilüfer ile şunlar kastedilmiş olabilir: Elmalı Elmalı, aşağıdaki anlamlara gelebilir: Mehmet Acıdereli Mehmet Acıdereli, (d. 1935, Sivas, Türkiye), Türk sendikacı. DYF-İş Federasyonu ve Demiryol-İş (Türkiye Demiryolu işçileri Sendikası) sendikalarında sendika yöneticiliği ve genel başkanlık yapmıştır. Aynı zamanda Türk-iş Yönetim Kurulu üyeliğide yapmıştır. Sivas'ta Çırak Okulu'nu bitirdikten sonra TCDD'ye ait Sivas Demiryol fabrkasında (şimdiki adı TÜDEMSAŞ)işçi olarak çalışmaya başladı. 1965-1971 arasında Sivas Demiryol işçileri Sendikası'nın genel sekreterliğini yaptı. 1966-1968 arasında DYF-İş yönetim kurulu üyeliğinde bulundu. 1970'te DYF-İş icra kurulu üyeliğine seçildi ve mevzuat sekreterliğine getirildi. Bu görevi DYF-İş genel başkanlığına seçildiği Nisan 1981'deki genel kurula kadar sürdürdü. 1983'te DYF-İş'in millî tipte Demiryol-İş'e dönüşmesi gerçekleşti ve Aralık 1983'te toplanan Demiryol-İş genel kurulunda genel başkanlığa seçildi. Bu görevi, aday olmadığı Ekim 1989'daki genel kurula kadar sürdürdü. 1981-1983 arasında Türk-İş Yönetim Kurulu üyeliği, 1983-1989 arasında başkanlar kurulu üyeliği yaptı. 1980 önesinde AP üyesi olan Acıdereli, 1987'deki milletvekili seçimlerinde DYP Afyon adayı oldu, ancak seçimlerden önce adaylıktan çekildi. Bugünü Yaşama Arzusu Bugünü Yaşama Arzusu, Irvin Yalom tarafından kaleme alınmış roman. 2004 yılında yayımlanmıştır. Orijinal adı ""The Schopenhauer Cure""ken, Türkiye'de "Bugünü yaşama arzusu: Schopenhauer Tedavisi" ismiyle yayımlanmıştır. Kendisi önemli bir terapist olan Irvin Yalom'un bu romanı grup terapisi ve Schopenhauer üzerine yoğunlaşmıştır. Hikâye ünlü psikoterapist Julius Hertzfeld'in kanser olduğunu öğrenişi ile başlar. Julius başarısız olduğu eski hastası Philip Slate'i arar ve onca uğraşına rağmen tedavi edemediği hastanın kendi kendisini Schopenhauer felsefesiyle tedavi ettiğini öğrenir. Bu Julius'u şaşırtırken, gelişen çeşitli olaylarla Julius Philip'in grup tedavisi halkasına girmesini sağlar ve hikâye birçok farklı sürprizle, okucuya hem felsefi hem de psikoterapik açıdan zevk vererek devam eder. Okuyucu roman boyunca ünlü karamsar Alman filozofu Schopenhauer'in hayat hikâyesini de öğrenir. Osmanlı Amele Cemiyeti Osmanlı Amele Cemiyeti (Amele-i Osmani Cemiyeti) 1894-1895 yıllarında İstanbul'da Tophane fabrikalarında gizli olarak kurulmuş; 1908'den sonra Osmanlı Terakki-i Sanayi Cemiyeti ve daha sonra da Osmanlı Sanatkâran Cemiyeti adlarıyla yasal olarak faaliyet gösterdiği sanılan işçi örgütü. Osmanlı Amale Cemiyeti, Türkiye'deki işçilerin ilk sınıfsal örgütlenmelerinden biridir. Aydınlık dergisinde yayımlanan ve 1921 yılında yapılmış bir toplantıda "Agah'ın verdiği konferans" olarak nakledilen bilgilere göre, cemiyet II. Abdülhamid döneminde, baskıların yoğunlaştığı yıllarda, 4.000'i aşkın işçinin çalıştığı Tophane fabrikalarında gizli olarak kurulmuştu. Kurucuları, "gördükleri insanlık dışı muameleden ötürü her şeyi göze almış olan" işçilerdi. Bunlar, aralarından 8 kişilik bir "heyet-i faale" (yürütme kurulu) seçerek güçlü bir örgüt oluşturmakla görevlendirdiler. Faaliyetini ancak bir yıl sürdürebilen cemiyetin kurucuları tevkif edilip sürüldüler. Bundan sonra işyerindeki işçiler de daha sıkı bir baskı altına alındı. Derneğin sürülmüş olan yöneticileri gizlice İstanbul'a geri dönerek 1901-1902 yıllarında işçileri yeniden toplantılar yapmaya teşvik ettiler. Bu toplantı ve tartışmalarda "işçiler kurtuluş günü için her türlü fedakârlıkta bulunacaklarını" dile getirdiler. Avrupa'daki sosyalist hareketle ilgili haberler Türkçeye çevrilerek dağıtıldı. Dernek Topkapı mezarlığında gizli bir toplantı yaptı, burada alınan kararlar ingiliz, Fransız ve Rus elçilikleri aracılığıyla padişaha duyuruldu. Daha sonra toplantıyı hazırlayanlar tutuklanıp işkenceden geçirildi. Derneğe önayak olanlar yurtdışına kaçtı. II. Meşrutiyet'in ilanından ve II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesinden sonra Osmanlı Terakki-i Sanayi Cemiyeti adlı bir örgüt kuruldu. Yine adı geçen konferansta bu dernek Osmanlı Amale Cemiyeti'nin yasal yoldan devamı olarak değerlendirilmektedir. Bu cemiyet de 1909 yılında çıkartılan Cemiyetler Kanunu'na uymadığı, içinde askerleri barındırdığı gerekçesiyle kapatılmış, yerine 1910 yılında Osmanlı Sanatkâran Cemiyeti kurulmuştur. Bu örgütlerde Jön Türk geleneğinden kaynaklanan hürriyetçi düşüncelerin ağır bastığı, derneğin Rumeli ve büyük şehirlerdeki sosyalist örgütlerle önemli bağları olmadığı, bu sebeplerle, daha sonraki işçi hareketi ve örgütlenmeleriyle bağ kuramadığı sanılmaktadır. El Al El Al Havayolları (İbranice: אל על, Arapça: إل عال) "( Yukari çik Israil)" , İsrail Devleti'nin resmi havayolu şirketidir. "Home away from home" ("Evden uzak ev") sloganı ile dünyanın belirli yerlerine düzenli uçuşları vardır. Üst düzey güvenlik önlemleriyle tanınırlar. Uçakların içinde silahlı koruma sistemini ilk kullanan havayolu şirketidir. Ameleperver Cemiyeti Ameleperver Cemiyeti, 1 Nisan 1871'da İstanbul'da kurulmuş bir hayır cemiyeti. Lütfü Erişçi ""Türkiye'de İşçi Sınıfının Tarihi -Özet Olarak-"" (Ankara, 1951) adlı eserinde, Osmanlı Devleti'nde kalifiye işçi yetiştirme çabaları üzerinde dururken, "bu arada, İstanbul'da bir de Ameleperver Cemiyeti kurulmuştu" demesine bakılarak, uzun bir süre Ameleperver Cemiyeti adıyla Türkiye'nin ilk işçi örgütlenmesi olarak görülmüş, hatta bazı araştırmacılar tarafından cemiyetin, uluslararası bağlantılar içinde, ülkedeki ilk sosyalist cemiyet olduğu iddia edilmişti. Adı da yine yanlış biçimde Ameleperver olarak biliniyordu. Gerçek adıyla Amelperver Cemiyeti, Ruzname-i Ceride-i Havadis'in 19-21 Aralık 1866 tarihleri arasındaki nüshalarında yayımlanan nizamnamesinde de açıkça gösterildiği gibi, aralarında Türklerin de bulunduğu Rum ve diğer yabancı ve azınlık gruplardan tanınmış hayırseverlerce kurulmuş bir hayır derneğidir. Nizamnamede, görüşmeler sırasında ve cemiyetin tutulacak defterlerinde kullanılacak lisanın Rumca olacağının belirtilmesi, cemiyette Rumların ağırlıkta olduğunu kanıtlamaktadır. La Turquie gazetesinin 26 Mayıs 1873 tarihli sayısında yayımlanan bir ilana göre, "Ami du Travail"ın (Amelperver Cemiyeti) yönetim kurulu M. J. Sorakich, Anthrepoulos, Tantalides, Pretos Portakalis, Maurice Mu, Augusto de Castro, Mehmet Nuri Bey, Vassaf Efendi, Ohannes Hekim, M. H. Scalieris, G. Lazopulos'tan oluşuyordu. Adı geçen kişilerden pek çoğu, dönemin önde gelen masonları arasında yer alıyordu. Bu anlamda cemiyetin, Fransız Grand Orient'e bağlı I Proedes locasının dinsel olmayan kollarından biri olduğu da iddialar arasındadır. Cemiyet mührü, bir yarım ay ve ortasında bir Zenbur resminden oluşuyordu. Yarım ayın etrafında, Rumca "Amelperver Cemiyeti Dersaadet" ibaresi, Zenbur'un çevresinde de "İşsizlik Cehaleti Mucebdir" cümlesi yer almaktaydı. Mührün de işaret ettiği gibi, cemiyetin temel amacı "cins ve mezhep ve millet" farkı gözetmeksizin, işe muhtaç olanlara yeteneklerine göre iş sağlamaktı. Ayrıca, zanaatkarlara araç gereç sağlamak, fukara çocuklarının zanaat öğrenmesine aracılık etmek, zaman içinde bu alanda eğitim veren kurumlar açmak, doğru yoldan ayrılanları çalışmaya yönelterek ıslah etmek gibi amaçlara da sahip olan cemiyetin, bu yöndeki çalışmaları dönemin basınından izlenebilmektedir. Cemiyet, 22 Aralık 1867'den 31 Ocak 1868'e kadar bir Rum ayakkabıcıya, bir Ermeni kayıkçıya, bir Müslüman kutu yapımcısına, 2 Ermeni ayakkabıcıya, bir Katolik marangoza yardımda bulunmuştu. Nizamnamesinde de belirtildiği gibi, bu yardımlar karşılıksız olarak değil, sonradan geri ödenmek koşuluyla yapılıyordu. Bu anlamda cemiyet, aynı zamanda küçük esnafa kredi sağlayan bir kurum gibi çalışıyordu. Amelperver Cemiyeti bir işçi örgütlenmesi olmadığı gibi, işçilerle ilgili olmaktan da oldukça uzaktı. En makul niteleme, bu cemiyetin başta Rumlar olmak üzere, Osmanlı üst tabakasında yer alan bazı kişilerin hayırseverlik duygularını tatmin etmek amacıyla oluşturdukları bir örgütlenme olabilir. Cemiyetin ne zamana kadar faaliyette bulunduğu ve ne zaman kapandığı hala bilinmemektedir. Elmalı, Antalya Elmalı, Muğla iline sınırı olan Antalya iline bağlı bir ilçedir. Antalya şehrinin 114 km batısındadır. Elmalı ilçesi, Güney Anadolu’yu kapsayan Toros Dağları'nın Batı Akdeniz Bölgesi'nde uzanan kıvrımları arasına sıkışmış çanak şeklindeki bir plato üzerinde kurulmuştur. Kuzey yarımküre 46-46 doğu meridyen düzleminde ve 2503 m yüksekliğe varan Elmalı Dağı'nın güney eteğindedir. Elmalı, Toros Dağları'nın bir kolu olan Beydağları ile çevrili olup, şehir merkezinin bulunduğu yer adeta bir çanağı andırır. Bu çanak içinde ilçenin kuzeyinde Elmalı Dağı, doğusunda Tilkicilik Tepesi, batısında Topdağı Tepesi, güneyinde de Elmalı Ovası yer almaktadır. Akarsuları düzenli bir rejim göstermez. Dağların eriyen karlarından oluşan çay ve dereler yukarıda belirtilen ovaların bazı yerlerin sulanmasında önemli rol oynar. 4 tarafının dağlarla çevrili olmasından dolayı ilçe, Akdeniz'den gelen ılık ve nemli hava kütlelerinin etkisine kapalı kalır dolayısıyla Akdeniz Bölgesi'nde bulunduğu halde karasal iklimin özellikleri daha ağır basmaktadır. İlçenin alçak kesimleri antropojen bozkırlarla kaplı iken yüksek kesimlerde yer yer ardıç ve sedir topluluklarına da rastlanır. Elmalı İlçesi, Likya bölgesinin kuzeyinde yer alıp tarih boyunca birçok uygarlığın hâkimiyetine girmiştir. Yönetim anlayışı olarak, Anadolu Selçukluları tarafından bu topraklara yerleştirilen ve bölgeye kendi adlarını veren Tekeli Türk boyları tarafından kurulup gelişti. I. Bayezid döneminde de Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Gerek Teke beylerinin, gerekse ilk Osmanlı
devrindeki Teke Sancak beylerinin bu bölgeyi yaylak olarak kullanmaları ve hatta bazı tarih kitaplarında Teke Sancağı’nın merkezi olarak Antalya yerine Elmalı’nın gösterilmesi, bu yerleşimin kuruluşu ile ilgili bulunmaktadır. Elmalı tarihte; "Kabalı", "Amelas" ve "Elmalu" isimleri ile anılmıştır. Kentle ilgili Osmanlı dönemine ait bilinen en eski kayıt 1419 tarihli vakıf kayıtlarıdır. 1455 tarihinde kent kayıtlarında, Tekeoğlu vakfı olan Bey Hamamı’nın adının geçmesi Elmalı şehrinin Tekeoğullarından itibaren imarına hız verildiği anlaşılmaktadır. 1455 tarihli tahrir kayıtlarında Elmalı’da mahalle adı geçmeyip “Nefs-i Elmalu” adı yer almaktadır. Bu tarihlerde gayrimüslimlerden söz edilmeyip nüfusun 330 kişi civarında olduğu tahmin edilir. 16. yüzyıl ortalarında, dönemin Tapu Tahrir belgelerine bakıldığında, 22 mahalle ve 233 hane ile yaklaşık 1475 civarında nüfustan söz edilir. 16. yüzyıl ortalarına doğru Elmalı’da az da olsa gayrimüslim nüfustan söz edilmektedir. Kayıtlarda, bu azınlığın Bağköy civarında yaşadığı belirtilmektedir. 1530 tahririne göre Elmalı’da, 22 hane, 1568 tahririne göre 12 hane bulunmaktadır. 1901–1902 tarihli Konya Vilayet salnamesinde kentte; 230 Rum, 331 Ermeni ve 2 Musevi olduğu belirtilmektedir. 1841 yılına doğru şehir nüfusunun 10 bin civarında olduğu belirtilmektedir. Elmalı, askeri yollardan uzak kalmış olmak dolayısıyla fazla gelişmemişse de, kendine göre yöresel bir ekonomik faaliyetin merkezi olmuştur. Bunun yanında, Kaş, Finike, Kumluca ve Fethiye’den gelen yolların bir kavşağı durumunda olup; Korkuteli üzerinden Antalya ve iç kesimlere bağlantılı bulunması ekonomik gelişimin sebebi olmuştur. Eskiden beri Elmalı, verimli ovadan elde edilen hububat ve bakliyat ile dağlarda tahtacı aşiretler tarafından kesilen kerestelerin ve çeşitli hayvan ürünlerinin toplandığı bir pazar yeri hizmeti gördüğü gibi; burada pamuklu bezler dokunur, dericilik de ileri gitmişti. 19. yüzyıl sonlarında kentte vakıf sayısın arttığı ve buna bağlı olarak da yapısal bir gelişimin hasıl olduğu gözlenmektedir. Bu tarihlerde kentte; 1 adet hükümet dairesi, 35 cami ve mescit, 1 tekke, 22 mektep, 10 medrese, 2 kilise, 3 han, 3 hamam, 293 dükkân, 24 değirmen, 8 tabakhane, 10 kahvehane, 3 kütüphane vardır. 19. yüzyıl sonunda Konya vilayetinin, Antalya Sancağı’na bağlı olan Elmalı’nın 1868 yılında belediyesi kuruldu. Cumhuriyet dönemi içerisinde, 1940 yılında çıkan bir yangında zarar gördü ve yeniden imar edildi. İlçe merkezine bağlı; 60 mahalleden oluşmaktadır. Genel olarak Elmalı ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanır. Meyvecilik ön plandadır. Türkiye'deki elmanın %12'si ilçede üretilir. Son yıllarda yeni ürün çeşitleri ve üretim teknikleri ile meyvecilik değişim göstermiştir. Verilen destekler ile seracılık gelişmiştir. İlçede sanayi çok gelişmiş değildir ve sanayide büyük işçi grubu çalıştıran kuruluşlar yoktur. Mevcut sanayi kuruluşları da ilçenin bu yapısı nedeniyle meyve ve meyve suları ile ilgilidir. 2008 yılı Eylül ayında Tekke mahallesinde üzüm ve meyve şarabı fabrikası faaliyete geçerek üretime başlamıştır. 2009 yılında 2000 ton kapasiteye ulaşacak olan Elmalı şarap fabrikası, 2010 yılında da ihracata başlamıştır. İlçe turizm potansiyeli yönü itibarıyla pek canlılık göstermemektedir. Bazı yabancı turist kafileleri, günübirlik ilçeyi ziyaret etmektedir. Dışarıdan gelecek olan turistler için ilçe, sadece bir geçiş yolu durumundadır. Bu da ilçe için az da olsa ekonomik bir değer ifade etmektedir. İlçenin yayla iklimi karakterinde olması, yaz aylarının serin geçmesi nedeniyle, bu aylarda Finike, Demre, Kaş, Fethiye, ve Kumluca gibi yerleşim yerlerinden ilçeye yazlıkçılar gelmektedirler. Bu durum ilçeye ekonomik katkı sağlamaktadır. Elmalı Belediyesi'ne bağlı Hacımusalar beldesinden ve Semahöyük mahallesinin Karataş mevkiinden küp mezarları çıkarılmıştır. Geleneksel kültürün gündelik yaşama içerisinde korunmaya çalışıldığı Elmalı’da, yöresel sanatlar ve şenlikler yüzlerce yıl boyunca bölgeye uğrayan Yörüklerin desen ve renk zenginliği ile yoğrulmuştur. Bu zenginliğin hissedildiği yörede; bakırcılık, demircilik, kuyumculuk, halı-kilim-çuval-heybe dokumacılığı, taş işlemeciliği, kahve değirmeni ve ahşap işçiliği ilk sırada gelen el sanatlarıdır. Özellikle dokumacılığın bir dalı olan ve keçi kılından dokunan çul kilimler, Selçuklulardan kalma bir mirastır. Geometrik figürler ve kelebek motifleriyle dokunan çullar, dayanıklılığından dolayı çoğunlukla çadır ve kilimlerde kullanılmaktadır. Elmalı’da el sanatlarının yanı sıra şenlikler ve festivaller de vazgeçilmezler arasında yer almaktadır. Bunlara örnek olarak; Tarihi Elmalı Yeşilyayla Güreşleri, Gömbe Festivali, Elmalı - Tekke Köyü Abdal Musa Şenlikleri ve Hıdrellez Şenlikleri gösterilebilir. Elmalı'da sınırları içinde bulunan tarihi ve arkeolojik yapılar ile kültür turizmi bakımından pek çok olanak vardır. İlçenin Teke Beyliği'nin merkezi olması dolayısıyla o çağlardan itibaren çevrenin kültür merkezidir. Osmanlılar devrinde ilçede 7 medrese olduğu bilinmektedir. Bölgede yapılan arkeolojik kazılar sonucunda yapılan tarihe ve tanrıçalara ev sahipliği yapan birçok tarihi eser gün ışığına çıkartılmıştır. Bunlardan bazıları olan Kızılbeli Mezarları, Likya Yolu, Fildişi Çocuklu Kadın Heykeli, Gümüş Kral Heykeli, Semahöyük Küp Mezarları, Yapraklı Köyü Yazılı Kaya, Armutlu Köyü Kaya Mezarı, Söğle Yaylası Arı Serenleri tarihsel ve kültürel zenginliğin göstergesidir. Ayrıca Elmalı'da, Çobanisa-Gilevgi mahallesi arasında tarihi Helenistik devri Gilevgi Kalesi bulunmaktadır. İlçe sınırları içerisinde tarih öncesine ait hayat izleri taşıyan kalıntılar olan höyükler, eski eserler bakımından bakir inceleme alanlarıdır. Semahöyük ve Müren höyükleri en önemlilerindendir. Bölgede yapılan kazılarda, MÖ 2000-2500 yıllarının yerleşim kalıntılarını gün ışığına çıkarmıştır. 1963 yılında başlayan bu kazılar yaz aylarında devam etmektedir. Halen Karaburun ve Kızılbel Kral Mezarları'nın onarım ve koruma çalışmaları sürdürülmektedir. MÖ 450 yıllarında yapıldığı rivayet edilen bu mezarların duvarlarının iç alanları çepçevre renkli mozaik ve fresklerle süslenmiş av ve savaş sahneleri renk ve canlılığını koruyarak günümüze kadar ulaşabilen nadir eserlerdendir. Hacıyusuflar ve Yuva köyleri yanındaki Likya ve Roma kalıntıları da tarihi ve turistik yerlerdendir. Ömer Paşa Camii, Kesik Minare() ve medreseler gibi Osmanlı dönemine ait pek çok görülmesi gereken yer de ilçede mevcuttur. 2011 de açılan müze'de bu eski eserler, tarihi eşyalar, sikkeler bulunmaktadır. Elmalı Hazinesi Elmalı Hazinesi, Antalya'nın Elmalı ilçesinde bulunmuş yüzyılın definesi olarak adlandırılan hazine. MÖ 5. yüzyılda Persler'in Yunanistan'ı istila etmelerinden sonra Atina Şehir Devleti'nin önderliğinde Akdeniz çevresi şehirlerinden oluşan bir birlik (Atik Delos Birliği) kurulmuştu. Bu birliğin bir merkezi ve bütçesi vardı. Her ülke kendi bastığı gümüş sikkeden kendi gücü oranında bu birliğe katkıda bulunuyordu. 1984 yılında Elmalı'nın Bayındır Köyü'nde yapılan kaçak kazılar ile bulunan yüzyılın definesi Elmalı Sikkeleri, o bölgede bulunan bütün şehir devletlerinin paralarını içeriyordu. Söz konusu sikkelere yüzyılın definesi denilmesinin en önemli nedeni de Yunanların Persleri yendikleri için bir anı parası çıkarma kararı almalı ve normal olarak o zamanın para birimi için en fazla 4 drahmi değeri biçilirken; anma nedeniyle 10 drahmililk paranın çıkarılmış olmasıydı. İnce işçiliği ve dünyadaki azlığıyla değeri artan dekadrahmiler, Elmalı Definesi'nin bulunmasıyla hem dünyada bilinen Dekadrahmi sayısı iki katına çıkmış hem de insanlık tarihinin bilinmeyen önemli bir bölümü aydınlatılmıştır. Çünkü 1984 yılına kadar tüm dünyada yalnızca 13 adet Dekadrahmi'nin varlığı bilinirken, Elmalı Definesi'nde bunlardan 14 adet bulunmuştur. Oldukça önem taşıyan böylesi değerli bir kültür mirası kaçak kazılar sonucunda Amerika Birleşik Devletleri'ne kaçırılır. Ardından geçen uzun süreler sonucunda ve yoğun diplomotik girişimler ile hazine tekrar ait olduğu Anadolu topraklarına geri dönmüştür. Bi süre Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenen Elmalı sikkeleri 27 Ekim 2009'da yapılan törenle Antalya arkeoloji müzesinde ziyarete sunulmuştur. 1679 parça sikke Antalya Müzesi'nin sikke ve mühürlerin sergilendiği ikinci katta bulunmaktadır. 1900 parçadan oluşan Elmalı definesine ait 1679 sikke Antalya arkeoloji müzesinde sergilenmeye başlamıştır. Elmalı sikkelerinin Türkiye'ye iade edilmesiyle ilgili mücadele 1988 yılında Los Angeles ve Zürih'te çeşitli müzayedelerde 16 Elmalı sikkesinin satışa çıkarılmasına karşı Türk hükümetinin avukatları aracılığıyla satışı durdurmasıyla başlamıştır. 1993 ve 1996 yıllarında birer Elmalı sikkesinin Türkiye'ye hibe edilmiş, definenin büyük bir bölümünün ise Amerikalı iş adamı William Koch ve şirketlerince satın alındığının belirlenmesi üzerine ABD'nin Macahussets Eyalet Mahkemesi'ne açılan dava sonucu Türkiye'ye getirilmiştir. 29 Haziran 1999 tarihinde 1661 sikkenin Türkiye'ye teslim edilmiştir ve “Böylece yüzyılın definesine ait 1679 sikke Türkiye'ye gelmiştir. Ama defineye ait 15- 200 kadar sikkenin nerede olduğu şu an bilinmiyor. Elmalı sikkelerinin 1348 adedi Anadolu, 287 adedi Orta ve Kuzey Yunanistan, 44 adedi de Ege adalarında basılmış örnekleri içeriyor. Elmalı sikkelerinin en özgün parçasını ise dünyada Atinalılar'ın Persler'i bozguna uğrattığı savaşların anısına bastırdığı ve her biri 43 gram civarında ağırlığa sahip dekadrahmi denilen sikkeler oluşturuyor. Bu 14 dekadrahmi sikkesinden sadece 6'sı Türkiye'ye getirilebildi. Akseki Akseki, şu anlamlara gelebilir: Akseki, Antalya Akseki, Antalya ilinin bir ilçesidir. Eski adı "Marla" olan Akseki, Toroslar üzerinde kurulmuştur. Daha sonra Selçuklu ve Osmanlı yönetimine geçen ilçede, Roma İmparatorluğu dönemlerinden bu yana toplumların yaşadığı bilinmektedir. Malazgirt savaşından sonra Türk varlığı gün be gün artmış daha çok oğuzların afşar boyuna ait türkmenler yerleşmiştir. 1872'de Alanya'dan ayrılan Aksek
i, 1901 yılında Antalya Konya Eyaleti dahilinde bağımsız bir sancak olmuştur. Bu arada Akseki ilçesinin sınırları daraltılmış, bazı köyler Seydişehir ilçesine bırakılmıştır. İbradı, önceleri bir kasabayken, 1991 yılında ilçe yapılarak Akseki'den ayrılmıştır. Kardelen çiçeğinin ana yurdu olarak bilinen Akseki ilçesi, Antalya iline bağlı Batı Torosların güneyinde kurulmuş bir ilçedir. Doğusunda Gündoğmuş, Bozkır, batısında Manavgat, İbradı, kuzeyinde Beyşehir, Seydişehir, güneyinde Manavgat ve Gündoğmuş ilçeleri yer alır. Yüzölçümü; 2390 kilometrekare, rakımı 1050 m'dir (merkez). İlçenin coğrafi yapısı Manavgat Irmağının oluşturduğu büyük bir vadi ile engebeli ve dağlık bir görünüme sahiptir. İlçenin büyük bir çoğ Kartallı Mağara (Bağarcık) Kuyucak, Düdencik Mağarası(Çınardibi), Bucakalan Mağarası, Göktepe Yaylası, Çimi Yaylası, Irmak Vadisi ilçenin diğer çekiciliği olan yerlerdir. Akseki'de; karasal iklim görülür. Ortalama sıcaklık 13,1 derece olup maksimum sıcaklık 36,7 derecedir. Akseki'de kışın sıcaklık -20 dereceye kadar düşebilmektedir. Yöre halkının başlıca geçim kaynakları; ormancılık, ticaret ve hayvancılık olup bağcılık ve badem yetiştiriciliği de fazladır. Oldukça taşlı olan bölgede sulanabilen arazilerde meyvecilik ve sebzecilik de yapılmaktadır. Erol Budan Erol Budan (doğumu: 24 Nisan 1961 Fatih, İstanbul, aslen Tekirdağlıdır) arabesk şarkıcısı, söz yazarı, besteci ve müzisyen. Genelde ""Arkadaşça Sevsen, Koparamam Kalbimi, Harabe Gönlüm, O Kadın"" parçalarıyla bilinir. Erol Budan`ın sesi benzerliğinden dolayı Müslüm Gürses`in sesiyle karıştırılmaktadır. Müzikle profesyonel olarak ilgilenmeden önce birçok işte işçi olarak çalışmıştır. Kendi firması olan Bahar Plak Ve Kasetçilik Etiketi ile ürettiği toplam 9 adet yasal albümü vardır. Bunun dışında piyasada yasal olmayan birçok toplama albümü de bulunabilir. Evli ve iki çocuk babasıdır. KOPARAMAM KALBİMİ 1989 HARABE GÖNLÜM &UMRUNDA MI? 1991 AYRILALIM & MEKTEPLİ 1993 DERT BABASI 1996 ATEŞLERE ATTIN BENİ & SENSİZ YAŞANIR MI ? DAMARDAN ARABESK - 1 /1998 HAYATIMLA OYNUYORSUN 1999 DAMARDAN ARABESK - 2 /2000 GECELERDEN BİR GECE/DEDİM YA - 2005 Normandiya Çıkarması Normandiya Çıkarması, General Dwight D. Eisenhower kumandasındaki Müttefik kuvvetlerinin 1944 Haziran - Eylül ayları arasında giriştiği hücum harekâtıdır. Müttefiklerin çıkarmasından sonra Alman cephesinin yarılmasına ve hemen hemen Fransa'nın ortasına kadar geriletilmesine yol açtı. Uzun aylardan beri inceden inceye hazırlanan Normandiya'ya Britanyalı-ABD'li çıkarması (veya Overlord harekâtı), gerek teknik, gerek taktik alanda tesadüflere bağlı bir harekâttı. Başarısı, seçilen hücum cephesinin Wehrmacht'tan gizlenmesine ve Batı Avrupa'daki hava hücumu hazırlığının etkili olmasına dayanıyordu. Normandiya savaşı birbirini takip eden üç evrede yapıldı. Cherbourg ile Pas de Calais arasındaki Almanların Atlas Okyanusu duvarı kıyı tahkimatı bombalandı. 5 Haziran - 6 Haziran gecesi 722 savaş gemisinin eşlik ettiği 4.226 nakliye gemisi, İskoç asıllı İngiliz amirali Ramsey kumandasında başlangıç hücumunu yapmakla görevli 5 tümeni taşıyarak İngiliz kıyılarından çıkarmanın yapılacağı kumsallara doğru yola çıktı. 6 Haziran sabahı hücum birlikleri Saint-Aubin, Courseulles, Arromanches, Saint-Laurent ve Saint-Martin-de-Varreville kumsallarını ele geçirmeye uğraşırken, 5-6 Haziran gecesi Caen ve Carentan dolaylarına paraşütle iniş yapmış olan üç hava indirme tümeni toparlanmaya çalışmaktadır. Bu birlikleri taşıyan uçakların yoğun bir Alman uçaksavar ateşi yemeleri sonucu, birliklerden büyük bir bölümü, hedeflenen alanların dışında indirme yapmak zorunda kalmışlardır. Ancak bu çok büyük bir sorun oluşturmamış, birlikler aynı akşam bölgeye sağlam bir şekilde yerleşmişlerdir. 7 - 11 Haziran arası Pas de Calais'ye ikinci bir çıkarma bekleyen Almanların şiddetle tepki göstermesinden önce, kumsallarla hava indirme birlikleri arasında irtibat sağlanmış; Bayeux şehri kurtulmuş ve Mantebourg - Isigny-Bayeux - Kuzey Caen hattının gerisinde 325.000 kişi (çoğu suni Avromanches limanı sayesinde) karaya çıkmıştı. İlk Alman tepkisi, II. İngiliz ordusunun (Demasey) şiddetli muharebelerden sonra durdurulduğu cephenin doğu kesimini etkiledi (Caen kesimi). Buna karşılık Carentan koyunun her iki kenarından savaşa giren I. Amerikan Ordusu (Bradley), Almanların Montebourg üstüne karşı hücumuna rağmen 16 Haziran'da Barne Ville'de Cotentin'in batı kıyısına ulaşmayı başardı. Çevreyle bağlantısı kesilen Cherbourg, Almanların bütün liman tesislerini tahribinden sonra düştü. Daha sonra güneye dönen Bradley, 8 Haziran'da La Haye du-Puits'yi ele geçirirken, Dempsey ertesi gün şiddetli bir hücumla Caen'ı aldı. Birkaç gün önce Hitler, Batı cephesi kumandanlığına Rundstedt'ın yerine Kluge'yi getirmişti. Kluge'nin elinde, Eisenhower'ın 6 hazirandan beri çıkarttığı bir milyon askere karşılık 300.000'in biraz üzerinde askeri vardı. 10 - 25 Temmuz arası Müttefikler, Lessay-Saint-Le-Caumont - Caen cephesinde kısa süre sonra başlatacakları hücum tertibatını almıştı. Almanya'ya dönünce Rommel bir süreliğine "işsiz" kaldı. Savaşın gidişatı Almanya'nın aleyhine dönmeye başlayınca Hitler onu olası bir Müttefik işgaline karşı Fransa sahilini korumak üzere Ordu Grubu B'nin başına getirdi. Bulduğu durum karşısında rahatsız olan ve çıkartmanın sadece bir-iki ay ötede olduğunu fark eden Rommel kontrolü ele aldı ve onun direktifleriyle kısa sürede milyonlarca mayın ve binlerce tank tuzağı ve engeli sahil boyunca döşendi. Afrika'daki savaşlarından sonra Rommel, ezici Müttefik hava üstünlüğü nedeniyle herhangi bir saldırı planının işe yaramayacağı sonucuna vardı. Tank birliklerinin küçük gruplar halinde sahile yakın iyi korunaklı yerlerde konuşlandırılarak çıkartma anında hızla çatışma bölgesine gelmeleri gerektiğini öne sürdü. İşgalin daha sahildeyken durdurulması gerektiğini savunuyordu. Rommel'in komutanı olan Gerd von Rundstedt hava kuvvetleri kadar üstün ateş gücüne sahip Kraliyet Donanması nedeniyle işgalin sahilde durdurulmasının da imkânsız olduğunu düşünüyordu. Ona göre tank birlikleri büyük gruplar halinde içeride, Paris yakınlarında konuşlandırılarak Müttefiklerin içlere doğru yayılmasına izin verip arkaları sarılarak ikmal yolları kesilmeliydi. İki plan da Hitler'e sunulduğunda Hitler, tankları ortada bir yere yerleştirerek hem Rommel'in hem de von Rundstedt'in planlarını işe yaramaz hale getirdi. Çıkartma günü bazı tank birlikleri, özellikle 12. SS Panzer Tümeni "Hitlerjugend" sahile yeterince yakındılar ve ciddi zorluk çıkardılar. Ancak Müttefiklerin ezici sayısal üstünlüğü ve Hitler'in yedek birlikleri zamanında serbest bırakmaması sonucu köprübaşı elde edildi. Tarihin en büyük deniz çıkarması için hazırlıklar uzun sürdü. Rommel Müttefiklere büyük bir hoşgeldin partisi hazırlamak istiyordu. Müttefikler Almanları kandırmak için çok fazla sayıda maket gemi, asker, tank vb. farklı yerlere yerleştiyorlardı. Bununla birlikte Alman hava ordusu bunlara aldanıyordu. Ayrıca çıkarmanın yapılacağı günün gecesinde Alman istihbaratının uyuduğu söylentileri de dolaşıyordu. Hatta Rommel bile bu havada çıkarma olmasına ihtimal vermeyerek izne ayrılmış ve eşinin doğum günü için Almanya'ya dönmüştü. Eisenhower kötü hava koşullarına karşın tarihin en büyük deniz çıkarmasını yapmakta kararlıydı. 18 Temmuz'da İngilizler boş yere Caen'den çıkmaya uğraştılar ama kesin darbe batıda vuruldu. Hücum cephesine 50.000 ton bomba bırakan 2.000 bombardıman uçağının hava hücumundan sonra, General Omar Bradley, 25 Temmuz'da hücuma geçti. Sert direnmeye rağmen 28 Temmuz'da Coutances'ın, 30 ve 31 Temmuz'da Granville ve Avranches'ın alınmasıyla Alman cephesinde geniş bir gedik açıldı. O zamana kadar yedekte tutulan III. Amerikan Ordusu'nun komutanlığına General George S. Patton getirildi (saflarında Leclerc kumandasında 2 Fransız zırhlı tümeni de çarpışıyordu) ve hemen ilerleme emri aldı. 2 Ağustos'ta Avranches gediğine saldıran dört zırhlı tümen, Dinan (4 Ağustos), Renner (5 Ağustos), Laval (6 Ağustos), Le Mans (9 Ağustos), Alençon ve Chartres'ı (10 Ağustos) ele geçirdi. Bu ilerlemenin zayıf noktası Alman cephesinde Avranches ve Mortain arasında açılan gediğin darlığıydı (30 km). Bu durumu gözden kaçırmayan General Kluge bütün zırhlı kuvvetlerini birleştirerek Vire ve Mortain'e karşı şiddetli bir karşı hücuma geçti ve Mortain'i aldı. Kluge geri hatlarına sarkılması ve Müttefik uçaklarıyla bombardıman edilmesi üzerine, 13 Ağustos'ta birliklerine genel geri çekilme buyruğunu verdi. Creror kumandasındaki Kanadalıların Falaise'i alması (17 Ağustos) ve üç gün sonra Patton'un birlikleriyle temas kurması, 7. Alman Ordu'sunun kuşatılması ve yok edilmesiyle sonuçlandı. O tarihten sonra savaşın büyük bölümü bitmiş ve Sen'e doğru takip hemen başlamıştı. Kuzeyde kıyılar boyunca hücuma geçen Kanadalılar 2 Eylül'de Abbeville'e ulaşırken Rouen üstüne yürüyen Dempsey, 3 Eylül'de Lüle ve Brüksel'e, 4 Eylül'de Anvers'e vardı. Güneyde Patton 17 Ağustos'ta Orleans, 21 Ağustos'ta Fontainebleau, 25 Ağustos'ta Troyes'u aldı ve eylül ortasında Moselle'e ulaştı. Sağ kanadı (2. Fransız Zırhlı tümeni), 12 Eylül'de, Chatillon-sur-Seine yakınında Provence'tan gelen Fransız-Amerikan birlikleriyle birleşti. 24-25 Ağustos'ta da Leclerc, 2. Zırhlı Tümeni ile Paris'e girmişti. O tarihten sonra bütün Müttefik birlikleri Reich sınırlarına doğru hücuma geçtiler. Omaha Sahili'nde işler başından beri iyi gitmemişti. Uçaklar sahilleri bombalıyorlar açılan deliklerde askerler için siper oluyordu ama Omaha'ya başarılı bir bombardıman düzenlenemedi ve Müttefik askerleri hiç siperi olmayan bir sahile çıkarma yaptılar. Müttefikler yoğun makineli tüfek atışında hiçbir siper olmayan sahillerde askerlerinin ağır kayıplar vereceğini biliyordu. Bunun için hafif tanklarını suda gidecek şekilde tasarlamışlardı. Tankların dört bir tarafı yüksek bezlerle örtülüyor böylece içeri su dolması önleniyordu. Omaha Plajı çok dalgalıydı ve Müttefik tankları bu dalgalara dayanamadı ve battılar. İngili
z tank kumandanları bu dalgalı denizde tankların gidemeyeceklerini bildikleri için tanklarını denize sokmadılar. Çok sayıda piyadeye sahip olan Müttefikler büyük kayıplar verseler de sonunda Omaha'yı kontrol edebildiler. Kaset Kaset, Kompakt Kaset veya Teyp bir manyetik ses kayıt ortamıdır. Boyutları ortalama olmasına karşın daha iyi ses kalitesi ve anında kayıt gibi özellikleri nedeniyle zaman zaman kompakt kaset olarak anılırlar. Zaman içinde kompakt kasetler, ilk bilgisayarlar için veri saklamak amacıyla da kullanılmışlardır. 1960'lardan 2000'lerin başına kadar kullanılmış, önce gramafonlarla sonra CD'lerle rekabet etmiştir. Fransızcadan gelen "cassette" kelimesi küçük kutu anlamına gelmektedir. MC MC şu anlamlara gelebilir: Damlataş Mağarası Damlataş Mağarası, Antalya'nın Alanya ilçesinde deniz kıyısında bir mağaradır. Alanya şehir merkezine 3 km uzaklıkta ve tarihi Alanya Kalesi'nin batı kıyısında bulunmaktadır. 1948 yılında liman inşaatında kullanılmak üzere taş ocağı olarak tespit olunan bugünkü yerinde, bir dinamit ateşlenmesi sonucu bulunmuştur. Birbirinden güzel binlerce sarkıt ve dikitlerle süslü bu mağara hemen koruma altına alınıp mağara hakkında araştırmalara başlanmıştır ve turizme açılmıştır. Damlataş Mağarası, Türkiye'nin turizme açılan ilk mağarasıdır. Mağaranın kapısından içeri girince 50 m uzunluğunda bir geçit, 13–14 m çapında ve 15 m yüksekliğinde silindirik bir boşluk, ayrıca 15000 senede oluşmuş sütunlar vardır. Mağaranın iki katlı olan boşluğu 2500 m³ hava ihtiva etmektedir. Mağaranın içindeki ısı yaz-kış 22 °C’dir. Nem %95, sabit basınç 760mm'dir. Mağaranın havasında yüzde 71 azot, yüzde 20,5 oksijen, onbinde 2,5 karbondioksit ve bir miktar radyoaktivite ile iyonlar bulunmaktadır. Mağaranın ortamında bulunan normalden 8-10 misli fazla karbondioksit ve yüksek oranda nem gibi özelliklerinden dolayı astım hastalığına iyi gelmesinin tespit edilmesinden sonra mağara, astım hastaları tarafından özellikle ziyaret edilen bir yer haline gelmiştir. Günde 4 saat olmak üzere 21 gün şifa amacıyla mağarada kalan astım hastası sayısı 2014 yılında yaklaşık 4 bin kişi olmuştur. Alanya Kalesi Alanya Kalesi, Antalya'nın ilçesi Alanya'nın simgelerinden biri olan kale. Denizden yaklaşık olarak 250 metre kadar yükselen bir yarımada üzerinde bulunmaktadır. Surlarının uzunluğu toplam olarak 6.5 kilometredir. Eski dönemlerde Kandeleri olarak adlandırılan Alanya yerleşimine kale Helenistik dönemde inşa edilmiştir. Günümüzdeki tarihi dokusu 13.yüzyıl Selçuklu eseri olan kalenin tarihi Helenistik döneme kadar inmektedir. Kale, 1221 yılında kenti alıp yeniden inşa ettiren Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad tarafından yaptırılmıştır. Kalede toplam 83 kule ve 140 burç vardır. Ortaçağda surların içinde bulunan kentin su gereksinimini sağlamak üzere 1200 kadar sarnıç yapılmıştır. Sarnıçların bir kısmı halen kullanılmaktadır. Surlar, planlı bir şekilde Ehmedek, İçkale, Adam Atacağı, Cilvarda burnu, Arap Evliyası ve Esat Burcu'nu takiben Tophane ile Tersane'yi geçip Kızılkule'de bitecek şekilde yapılmıştır. Romalı korsan Tryhos'un savaşçıları tarafından MÖ 2. yüzyılda Korakesion adıyla kuruldu. Doğu Akdeniz'deki korsan faaliyetlerinden rahatsız olan Romalılar, kaleyi MÖ 64-65 yıllarında ele geçirdiler. Kale ve etrafındaki yerleşim, 1220-1221 yıllarında I. Alaeddin Keykubad tarafından Selçuklu ülkesine katıldı Sonra sırasıyla Karamanoğulları, Memlükler idaresine geçmiş, son olarak da Kanuni Sultan Süleyman tarafından fethedilmiştir. Yarımadanın zirvesinde günümüzde müze olarak düzenlenen İçkale bulunmaktadır. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad sarayını burada inşa ettirmiştir. Günümüzde de kalede yerleşim vardır. Kale motorlu taşıt trafiğine açık olmakla beraber yürüyerek ise takribi 1 saatte İçkale'ye varılmaktadır. Kızılkule Antalya'nın ilçesi Alanya'da bulunan Alanya Kalesi ile kentin simgelerinden biri olan kule. Kızıl Kule, Alanya Limanı'ndadır. Kentin sembolü olan sekizgen planlı yapı 13. yüzyıl Selçuklu eseridir. 1226 yılında Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad tarafından Sinop Kalesi'ni yapan Halepli yapı ustası Ebu Ali Reha el Kettani'ye yaptırılmıştır. İnşaat sırasında belli bir yükseklikten sonra taş blokları kaldırmak güç olduğu için üst kısmı pişmiş kırmızı tuğlalarla yapılmış ve bu nedenle Kızılkule adını almıştır. Kule duvarlarında antik çağdan kalma mermer bloklar görülmektedir. Sekizgen planlı ve her bir duvarı 12.5 metre genişliğinde olan kulenin yüksekliği 33 metre, çapı 29 metredir. İçinde zemin dahil beş kat vardır. Kulenin üstüne yüksek aralıklı ve 85 basamaklı taş merdivenle çıkılır. Kulenin tepeden aldığı güneş ışığı birinci kata kadar ulaşır. Kulenin ortasında bir sarnıç bulunur. Kulenin sağlamlığını arttırmak için harcında yumurta akı kullanılmıştır. Kırmızı rengini veren ise dış yüzeyine sürülmüş olan yumurta sarısıdır. Kule denizden gelecek saldırılara karşı limanı ve tersaneyi korumak amacıyla yapılmış ve yüzyıllar boyunca askeri amaçla kullanılmıştır. 1950'li yıllarda onarılan kule 1979 yılında ziyarete açılarak birinci katı Alanya Etnografya Müzesi'ne dönüştürülmüştür. Kızıl kule bir dönem tedavülde olan 250.000 TL'lik banknotların arka yüzünde kullanılmıştır. Alanya Tersanesi ve Tophane Alanya Tersanesi ve Alanya Tophanesi Alanya'nın Selçuklu döneminden kalan tarihi yapılarıdır. Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad'ın kenti almasından altı yıl sonra Kızılkule'nin yakınında 1228'de yapımına başlanmış ve bir yılda bitirilmiştir. Kemerli beş gözden oluşan tersanenin denize bakan cephesi 56.5 metre, derinliği 44 metredir. Tersane için seçilen yer, gün ışığından en fazla yararlanılacak şekilde planlanmıştır. Tersanenin giriş kapısındaki yazıt, Sultan Keykubat'ın armasını taşır ve rozetlerle süslüdür. Alanya Tersanesi, Selçukluların Akdeniz'deki ilk tersanesidir. Daha önce Karadeniz'de Sinop Tersanesini yaptıran Alaaddin Keykubat, Alanya Tersanesi ile "iki denizin sultanı" unvanını almıştır. Tersanenin bir yanında mescit öteki yanında muhafız odası bulunur. Gözlerden birinde de zaman içinde körlenmiş bir kuyu vardır. Denizden teknelerle ya da Kızılkule'nin yanındaki surlardan yürüyerek ulaşılan Tersane'ye giriş ücretsizdir. Tersane'nin bitişiğinde denizden 10 metre yüksekliğinde bir kayaya tersaneyi korumak amacıyla yapılan Tophane vardır. 1228 yılında kesme taştan inşa edilen üç katlı ve dikdörtgen planlı yapıda aynı zamanda savaş gemileri için top döküldüğü bilinmektedir. Tersane ve Tophane'nin Kültür Bakanlığı ve Alanya Belediyesi tarafından bir Denizcilik Müzesi'ne dönüştürülmesi için çalışmalar sürmektedir. Ehmedek Antalya'nın ilçesi Alanya'da bir kale. Ehmedek, Alanya Kalesi'nin kuzey yamacında Bizans döneminden kalan küçük kalenin yerine Selçuklu döneminde "orta kale" olarak yeniden inşa edilmiştir. Giriş kapısındaki kitabeden 1227 yılında yapıldığı anlaşılmaktadır. Adını, Selçuklu döneminin inşaat ustası Ehmedek'ten (Farsçada "Küçük Ahmet") aldığı sanılmaktadır. Üçer kuleli iki bölümünden oluşan orta kale, kara saldırılarına karşı stratejik bir yerde ve aynı zamanda sultanın sarayının bulunduğu iç kaleyi de koruyacak konumdadır. Kulelerin günümüze kadar gelen duvarları Bizans döneminde kayalardan yontularak yapılmıştır. Orta kalenin içindeki üç sarnıç günümüzde de kullanılmaktadır. Kale duvarlarında Selçuklu döneminden kalma gemi resimleri vardır. Nazan Öncel Nazan Öncel (d. 6 Şubat 1956; Karşıyaka, İzmir), Türk şarkıcı, söz yazarı ve besteci. "Sokak Kızı" lakabıyla da anılan sanatçı, ilk kırk beşliği "Sana Kul Köle Olmuştum"'u 1978 yılında yayınlamıştır. 1982 yılında LP formatında yayınladığı ilk albümü tutmayınca, TRT için demolar yapmayı bırakmış, sadece sahne çalışmalarıyla mesleğine devam etmiştir. 9 yıl sonra, 11 Ekim 1991'de yayınladığı Bir Hadise Var albümünün satış başarısıyla da sağlam, kalıcı ve büyük bir başlangıç yapmıştır. Öğretmen bir anne ve memur bir babanın ikinci çocuğu olan Nazan Öncel'in doğduğu gün anne ve babasının ikinci evlilik yıldönümüne denk gelmiştir. Karşıyaka doğumlu olan sanatçı notayı daha altı yaşındayken annesinden öğrenmiştir. Baş rol aldığı ilk ve tek sinema filmi olan "Acı Tesadüf" 1961'de çekilmiştir. Gitar ve mandolin çalmayı erken yaşlarda öğrendi, alaylı olan sanatçı 1975'te İzmir Radyosu'nun düzenlediği yarışmada birinci olan Öncel, ilk 45'liğini 22 yaşındayken 1978'de çıkardı. "Sana kul köle olmuştum"(Söz Erdener Koyutürk, Müzik Özdener Koyutürk düzenleme ve orkestra Necdet Koyutürk) ve "Kader bu çekeceksin"(Söz ve Müzik: Erdener Koyutürk, düzenleme ve orkestra Necdet Koyutürk) adlı iki parçadan oluşuyordu. O sıralarda müzik dünyasında yeni bir İzmirli olarak lanse edilen genç Nazan Öncel, 1980'de "Hırçın Kız" ve 1981'de "Neden" adlı 2 özgün bestesiyle Eurovision Şarkı Yarışması elemelerine katıldı ve ilk 15'e girme başarısını gösterdi. 1982 yılında kendi parçalarının yanında bilinen arabesk ve alaturka eserleri de yorumladığı ilk uzunçaları Yağmur Duası`nı Tempo Plak`tan yayımladı. Bu plakta babası Muzaffer Kazan'ın iki şiirini besteledi, sözleri ve bestesi kendisine ait olan toplam altı şarkıya imzasını atarak ilk defa besteciliğini bu plakta göstermeye başladı. Başarının ayak sesleri adım adım geliyordu. Televizyonlarda daha sık görünmeye, İzmir ve Ege'nin pek çok şehrinde Radyo sanatçılarıyla birlikte şehir şehir, çeşitli yerlerde program yapmaya başladı. Dönemin en gözde mekanı olan İzmir Efes Oteli'nin gazinosunda uzun yıllar en büyük starların kadrosunda program yaptı. İzmir`de yaşamasından dolayı sık sık İstanbul`a seyahat ediyordu. 1983 yılında Bursa Çelik Palas'ta da yine uzun süre program yapmıştır. 1986 yılında İstanbul'a yerleşen sanatçı bir taraftan özel bir şirkette muhasebeci olarak çalışıyor bir taraftan da bir kere daha şansımı denemeliyim diyerek beste yapıyor, bir yandan Timur Selçuk dersanesinde gitar derslerine devam ediyordu. 1989 yılına kadar yeni bir albüm için repertuvarının tamamını kendi bestelerinden oluşan tam on şarkı yazarak o günlerde
müziğe henüz yeni başlamış olan İskender Paydaş'la Melih Kibar'ın stüdyosunda iki yıl süren stüdyo çalışması yaparak 11 Ekim 1991'de "Bir Hadise Var"ı çıkardı. Albümdeki tüm şarkıların söz ve müziği Nazan Öncel tarafından yapılmıştı ve albüm bu sefer Nazan Öncel'e ilk büyük başarısını getirdi. O günlerde henüz yirmi bir yaşında olan İskender Paydaş'a bütün albümü gözü kapalı teslim etmişti. Genç müzisyen de ilk defa bütün bir albüm sorumluluğunu almıştı. Albümden çıkan Aynı Nakarat ve Gitme Kal Bu Şehirde, Aşık Değilim Olabilirim, Nokta Nokta ve Ağla Erkeğim, Bir Hadise Var gibi parçaları çok sevilerek Nazan Öncel'e hak ettiği yere getiren eserler oldu. 1994 yılında "Ben Böyle Aşk Görmedim" albümüyle büyük bir başarı yakalayan Nazan Öncel bu albümüyle, "Aşk Beklemez", "Nazınla Dünya", "Geceler Kara Tren" ve "Dillere Düşeceğiz" gibi hitler kazandırdı. Mete Özgencil'in yönetmenliğinde çekilen "Geceler Kara Tren" parçası gerek klibi gerekse şarkısıyla çok büyük ilgi gördü ve sözleri de Nazan Öncel'in söz yazarlığında bir usta olduğunu kanıtlamış oldu. Ben Böyle Aşk Görmedim albümü, önceki albüme göre daha karamsar ve daha fazla aşkla ilgili şarkılar barındıran, aynı zamanda toplumsal mesajlar veren bir albümdü. "Aşk Beklemez Misafir ol gel bana, börekler açarım sana" dizelerinin türkülerimiz tadında olmasından dolayı radyocular tarafından pop müziğinin anonim pop şarkısı olarak kabul edildi. 1995 Temmuz ayında çıkardığı "Göç" bir gitar albümü olmakla beraber romantik şarkıları yine gönüllerde taht kurdu. "Gidelim Buralardan" gibi çok önemli bir hit çıkarmış ve müzik eleştirmenleri tarafından son elli yılın en iyi albümü olarak kabul edilmiştir. Aynı şekilde bu itibarı müzik sevenler de desteklemişlerdir. "Çek Cumhuriyeti" radyolarında haftalarca çalmıştır. O artık Türkiye'nin sanatçısıdır ve popüler müziğin gerçek bir şarkı yazarı daha olmuştur. Mete Özgencil yönetmenliğinde H8 kamerayla çekilen "Gidelim Buralardan" İletişim Fakültesinde derslerde öğrencilere örnek olarak gösterilmiştir. 20 Haziran 1996'da çıkardığı "Sokak Kızı" albümüyle tarzını sertleştirdi ve bu albümden çıkan "Sokak Kızı", "Erkekler de Yanar", "A Bu Hayat" ve "Bırak Seveyim Rahat Edeyim" gibi parçalar onu zirveye taşıdı. 18 Mart 1998'de babasını kaybetmiştir. Bu tarzını 10 Mart 1999'da yayınlanan "Demir Leblebi" albümünde sürdürdü. Türkiye'ye eşik atlatan ve sosyal sorumluluklara işaret eden bu albüm, Nazan Öncel'in en kişisel albümüydü ve yıllar sonra "Göç" ve "Sokak Kızı" albümleri gibi kült olma mertebesine erişti. "Aşıklar Parkı" ve "Bu Havada Gidilmez" isimli şarkıları albümün en sevilenleriydi. 24 Eylül 2003 tarihinde "Yan Yana Fotoğraf Çektirelim" albümünü çıkardı. Bu albüm sanatçının en çok satan albümlerinden biri daha oldu. "Hay Hay", "Nereye Böyle?", "Ukala Dümbeleği", "Hokka", "Gül Pansiyon" ve "Otomobil" gibi şarkılarıyla sevenlerinin kalbini bir kere daha kazandı. Hay Hay şarkısı Türkiye'de popüler anlamda Tarkan'la yaptıkları ilk düet şarkıydı, büyük sükse yapınca iki dev sanatçı o sene düet modasını büyük adımlarla başlatmış oldular. Öncel, 30 Haziran 2006'da "7'n Bitirdin"i yayınlamış, "Aşkım Baksana Bana" ile dijital ortamda en çok satılan ilk şarkı olmayı başardı ve listelere bir numaradan girerek tam üç ay liste başı oldu. Son olarak uzun yıllar birlikte çalıştığı müzisyen Hamit Ündaş'ın Janti albümünün prodüktörlüğünü üstlendi ve şarkılarını kaleme alarak iki şarkıda Janti'ye düet yaparak destek oldu. Pek çok ödül sahibi olan sanatçı, eserleriyle Tarkan, İbrahim Tatlıses, Özcan Deniz, Gülşen, Sibel Can, Gökhan Özen, Alişan ve nicelerini zirveye taşımıştır.Nazan Öncel aranjör olarak İskender Paydaş, Alper Erinç, Serkan Çağrı, Ahmet Koç, Mete Özgencil gibi müzisyen ve sanatçıları keşfetmesi, Tuğba Özerk'e verdiği Lololo şarkısıyla Tuğba Özerk'in ülke çapında tanınması, destek olması ve birçok sanatçıya eserlerini okutarak o insanların tanınmasıyla da ayrıca ünlüdür. 2011 yılında Ajda Pekkan ve Sezen Aksu da eserlerini seslendiren sanatçılar arasındadır. Hatırına Sustum 22 Aralık 2008'de çıkardığı albümdür. Bu albümde Orhan Pamuk'un "Masumiyet Müzesi" için "Canım Benim, Nasılsın?"ı yazmıştır. Bir edebiyat uyarlaması olan bu şarkıyla Türkiye'de bir ilke daha imza atmıştır. Vic Chesnutt gibi dünyaca ünlü ozan ve müzisyen "Seni Bugün Görmem Lazım" şarkısında sanatçıya gitarıyla eşlik etmiş ve bundan onur duyduğunu söylemiştir. Tamamı akustik olarak kaydedilen albümün isim şarkısının videosu "Hatırına Sustum" Eski Gırgır tayfasından olan karikatürist Ergün Gündüz tarafından çizilen görüntülerden oluşmuştur. Quickstar Productions tarafından hazırlanan ve günümüzde bilinen bir tedavisi olmayan Primary Sclerosing Cholangitis (Birincil Sklerozan Kolanjit) hastalığına dikkat çekmek için hazırlanan "Rock 4 Life" albüm serisi, 27. toplamasına Nazan Öncel'i de dahil etti. Bir karaciğer hastalığı olan bu kondisyon, hastaya karaciğer naklinden başka bir çözüm bırakmamaktadır. "Rock 4 Life" organizasyonu ise daha geniş çaplı bir etki yaratmak için çeşitli ülkelerden topladığı şarkılarla hazırladığı, bu albümde sözü, bestesi ve yorumu Nazan Öncel'e ait olan "Hatırına Sustum"da yer vermiştir. Aynı yıl yıllardır destek olduğu müzisyen Hamit Ündaş'a Janti ladını veren Nazan Öncel albümünün podüktörlüğünü üstlenmiş ve yazdığı şarkılara Janti ile düet yapmıştır. Bknz. Janti Ağlamaya Devam Sanatçı 27 Nisan 2010'da ilk single'ı olan "Tuttum Bırakmam"ı çıkarmıştır. Video klibi pek çok Nazan Öncel klibi gibi siyah-beyaz tarzdadır. Bu klipte İskender Paydaş, Janti ve Tolga Kılıç'ı bir piyanonun başına geçirerek muhteşem bir klip çekmiş ve aynı zamanda müzisyen arkadaşlarına destek olmuştur. 2010'da söz ve bestesi kendisine ait olan Sitemkâr isimli eserini Gökhan Özen seslendirmiş, o senenin en iyi şarkıları arasında zirveye çıkmış, aylarca liste başı olmuştur. 2011'de Nazan Öncel on şarkıdan oluşan "Hayvan" isimli albümünü çıkardı. Çıkış şarkısı olan"Normal" isimli şarkısına klip çekti. Ekim ayında annesini kaybeden sanatçı onun anısına annesinin ve kardeşlerinin ve oğlunun ilk kez yer aldığı görüntüleri 2012'nin ilk aylarında belgesel tadında "Beni Bu Koca Şehirde Yalnız Bırakma" şarkısına çekilir. Klip yayına başlar başlanmaz şarkı çok sevilir. Sevenleri Nazan Öncel hayatımın şarkısını yazdı diyerek kendisine teşekkür ederler. Aynı sene Ajda Pekkan ve Sezen Aksu birer eserini seslendirerek, son albümlerinde Nazan Öncel şarkılarına yer vermişlerdir. 2012'nin yaz aylarında 15 parçadan oluşan "Hayvan'a Remix" ismini taşıyan remiks albümü yayınladı. Ardından "Hayvan" albümün üçüncü klibi "Böyle Konuşma"ya klip çekilip yayımlandı. 2014 Nisan'ında Tarkan'la düet yaptığı on yeni şarkının yer aldığı "Bazı Şeyler" albümünü çıkartmıştır. "Hadi O Zaman" bütün sürücülerin ve trafik çilesi çekenleri şarkısı olmuştur, Kamyon arkalarında "Hadi o zaman ne duruyorsun, yürü o zaman" yazıları yer almış, yediden yetmişe herkesin diline dolanmış, aylarca bir numarayı kimselere kaptırmamıştır. Bazı Şeyler albümde 2009'da hayatını kaybeden Ceylan Önkol'a ithaf ettiği Ceylan şarkısında Erkan Oğur yüz yirmi yıllık Kopuzuyla sanatçıya eşlik etmiştir. 2015'de yaza girerken "Aşkitom" single'nı yayınlayan sanatçıya "Aşkitom" altın plak ödülünü de getirmiştir. Napoliten esintilerin havasını taşıyan klip Deniz Akel yönetmenliğinde çekilerek dinleyicisine sunulmuştur. 2016'yla birlikte yine konserden konsere koşan iki ayda on bir konser veren sanatçının konserleri sevenleriyle dolup taşmaktadır. 2016 Eylül'ünde Sakin Ol Şampiyon single'ını çıkarttı. İki sağlam şarkıdan bir de Madalyon'du. Önümüzdeki günlerde Tarkan'ın çıkartacağı pop albümünde yine Nazan Öncel imzasını göreceğiz. Alanya Arkeoloji Müzesi Alanya Arkeoloji Müzesi, Antalya ili Alanya ilçesinde bulunan müze. Müze, Ankara'da bulunan Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nden getirilen Tunç Çağı, Urartu, Frig ve Lidya dönemine ait eserlerle 1967 yılında açılmıştır. Daha sonra, bölgedeki kazı çalışmalarından çıkan eserlerle müze genişlemiş ve zenginleşmiştir. Müzenin arkeoloji ve etnografya bölümleri vardır. Arkeoloji bölümünde Alanya çevresinde bulunarak sergilenen en eski tarihli eser, M.Ö. 625 yılına ait Fenike dilinde bir taş yazıttır. Müzenin en önemli eseri ise mitolojide dramatik bir öyküsü olan Herakles'in heykelidir. İsa'dan sonra 2. yüzyıla tarihlenen bronz döküm Herakles heykeli ayrı bir salonda sergilenmektedir. Alanya Arkeoloji Müzesi'nde Arkaik, Klasik, Hellenistik, Roma, Bizans dönemine ait bronz, mermer, pişmiş toprak, cam ve mozaik buluntularla zengin bir kül kutuları ve sikke koleksiyonu vardır. Bunların yanı sıra Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait Türk - İslam eserleri de bulunmaktadır. Etnografya bölümünde Alanya çevresinden derlenen ve bölgenin folklorik özelliklerini yansıtan, yörük kilimleri, alaçuvallar, heybeler, giysiler, işleme örnekleri, silahlar, günlük kullanım kapları, takılar, el yazmaları ve yazı takımları gibi objeler ile eski bir Alanya evine ait günlük oda sergilenmektedir. Ayrıca, müze bahçesinde de Roma, Bizans ve İslami dönemlere ait taş eserler vardır. Kızılkule Etnografya Müzesi Alanya Etnografya Müzesi; Kızılkule, Antalya ili Alanya ilçesinde bulanan bir müzedir. Limanda 13. yüzyıldan kalma bir Selçuklu eseri olan Kızılkule aynı zamanda Etnografya Müzesi'dir. Beş katlı kulenin giriş ve birinci katı müze olarak düzenlenmiştir. Müzede Alanya yöresine özgü halı, kilim, giysi, mutfak gereçleri, silahlar, tartı aletleri, aydınlatma aletleri, dokuma tezgâhları ile Toroslar'daki yörük Türkmen kültürünü yansıtan çadır gibi etnografya eserleri sergilenmektedir. Tarihi yapıda zaman zaman resim sergisi, klasik müzik konseri gibi kültür ve sanat etkinlikleri de yapılmaktadır. Kulenin en üst katından kentin doğu yakasının panoramik manzarası ile tarihi yarımadanın yerleşim dokusu seyredilmektedir. Ayrıca kuleden surlara geçiş yapılabilmekte ve tarihi dokunun içinde yürünebilmektedir. İçkale Müzesi İçkale Müzesi, Antalya ili Alanya ilçesinde bulunan bir müzedir. Müze
, Akdeniz'e uzanan yarımadanın zirvesinde ve tarihi kalenin içindedir. Uzun yıllardır sürdürülen kazı çalışmaları ile Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad'ın görkemli sarayının varlığı belirlenmiştir. Kazı çalışmaları devam etmektedir. İçkale'deki saray kalıntısının hemen karşısında Bizans dönemine ait küçük bir kilise bulunur. Aya Yorgi ya da Hagios Georgios kilesinin 6. yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Yonca planlı kilise, İçkale'de Selçuklu dönemine ait olmayan tek yapıdır ve Selçuklu'nun farklı dinlere gösterdiği hoşgörünün bir kanıtı olarak günümüze kadar gelmiştir. Kilisenin iç duvarlarında seyrek de olsa fresk izlerine rastlanmaktadır. İçkale'de Seyirlik denen kısımdan, yukarıda Toroslar ve aşağıda Alanya'nın batı kıyısı seyredilir. İçkale'nde bir uçurumun üstündeki sarnıç, Adam Atacağı olarak anılır. Efsaneye göre, ölüm cezasına çarptırılanların buradan denize üç taş atmasına izin verilir, taş yamaca takılmadan denize ulaşırsa cezası affedilir, aksi halde suçlu bir çuvala konularak uçurumdan aşağıya atılırmış. 15 metre derinlikteki sarnıcın da zindan olduğu söylenir. Alanya Atatürk Evi Müzesi Atatürk Evi Müzesi, Antalya ili Alanya ilçesinde bir müzedir. Müze, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün 18 Şubat 1935'te Alanya'ya yaptığı ziyaret sırasında bir süre kaldığı evdir. Ev, sahibi Tevfik Azakoğlu tarafından Kültür Bakanlığı'na bağışlanarak 1987 yılında müze haline getirilmiştir. 19. yüzyıl Türk mimarisinin özelliklerini yansıtan bahçe içinde üç katlı binanın giriş katında Atatürk'ün kişisel eşyaları, fotoğraflar, Atatürk'ün Alanyalılara gönderdiği telgraf ve diğer tarihi belgeler sergilenmektedir. Üst katın odaları ise geleneksel bir Alanya evinin etnografik eşyalarıyla donatılmıştır. Çimeniçi Mağarası Çimenini mağarası, Antalya'nın Alanya ilçesinde bir mağaradır. Mağara, Alanya'nın doğusundaki Cebireas'ın güney eteğinde, Şıhlar mahallesi yakınlarında bulunur. Konya - Gazipaşa yolunun, Demirtaş bucağından ayrılan 15 km'lik stabilize yolla Şeyhler mahallesine, oradan da yürüyerek mağaraya ulaşılır. Mağara yakınında Romalılardan kalma tarihi eserler vardır. Toplam uzunluğu 10 metre olan mağara bir dik çıkış dışında tamamen yataydır. Mağaranın içinde geliştiği kireç taşı kalınlığının çok az ve sınırlı bir alanda bulunması nedeniyle, hidrolojik olarak tamamen kurudur. Mağaranın havası açık havaya nazaran serindir. Ortalama sıcaklığı 17 °C - 20 °C arasındadır. Mağara, birbirleriyle bağlantılı çok sayıda odacık ve iki kattan meydana gelmiştir. Başlangıçta doğu kuzeydoğu - batı güneybatı yönünde tek bir boşluktan oluşan mağara, zamanla traverten sütunlar tarafından bölünerek odacıklar meydana gelmiştir. İlk bölümde çok sayıda odacık vardır ve tamamen yataydır. Mağara 57 metrelik dik bir çıkışla ikinci bölüme geçer. Girişe göre 10 m yukarıda olan bu bölge, iki büyük odadan meydana gelmiştir. Mağara traverten birikimi açısından son derece zengindir. Odaları oluşturan traverten sütunlar geniş yer tutar. Ayrıca yan duvarlar perde travertenler ile süslüdür. Tarihi devirlerde kullanıldığı anlaşılan Mağarada yapılan araştırmalarda henüz yazılı belge bulunamamıştır. Dim Mağarası Dim Mağarası, Antalya ili, Alanya ilçesi dolayında turizme açık bir mağaradır. Dim Mağarası, Alanya'nın doğusunda, 1691 m. yüksekliğindeki Cebireis Dağı'nın batı yamacında bulunur. Dim Mağarası otoparkının hemen ön kısmında, 232 m aşağıda piknik alanı olarak kullanılan, tabanı çınar ağaçları, yamaçları çam ormanları ile kaplı bulunan Dim Çayı ve Dim Vadisi yer alır. Çevrede yaşayan insanlara "Dimli" denilmektedir. Bu nedenle de mağaraya Dim Mağarası adı verilmiştir. Mağaraya, hem Dim Çayı vadisinden hem de Kestel beldesinden asfalt yol ile ulaşım sağlanmaktadır. Kestel beldesindeki Alanya İşletme Fakültesi ile Dim Mağarası arasındaki mağara ulaşım yolu üzerinde zaman zaman toplu olarak yürüyüş sporu yapılmaktadır. Mağara ulaşım yolu, Cebireis Dağı eteğinde açılmış olan Yaylalı Köyü sulama kanalı boyunca 300 m devam eder. Bu yolda gezi yürüyüşü yaparak da Akdeniz, Alanya, çam ormanları ve zaman zaman Toros Dağlarını seyrederek 50 dakikada mağaraya varılabilir. Dim Mağarası'nın toplam uzunluğu 410 m. yatay ve yarıkuru mağara sınıfındadır. 360 metrelik bölümü ziyarete açıktır. Dört ana salonda mağaranın gezi yolları boyunca genişlik ve yükseklik değişken olup 10–15 m'dir. Günümüzde tavandan yer yer su damlamakta ve dolayısı ile makarna sarkıtlar oluşmaktadır. Mağara, elektrik ile aydınlatılmaktadır. Ayrıca şehir elektriğinin kesilmesi durumuna karşı jeneratör de bulunmaktadır. Mağara içi sıcaklığı yıl içinde sabit olup, 18 °C derecedir. Mağara içinde küçük havuzlar ve son bölümde 200 m² yüzeyli, 2 metre derinliğinde bir göl vardır ‎. Dim Mağarası, Türkiye'nin en güzel mağaralarından biridir. Mağara içinde sarkıt, dikit, sütun, perdemakarna ve duvar oluşumları olarak çok süslü ve zengindir. Alanya'ya 11 km ve çevrenin piknik yerleri ve ormanlarla kaplı olması nedeniyle ziyaretçi akınına uğramaktadır. Mağara yıl boyunca ziyarete açıktır. Dim mağarası tesisleri kapsamında 150 kişiye hizmet verebilecek restoran vardır. Mağarada Akdeniz'i, Alanya ve Alanya Kalesini, Torros Dağları'ndan bir kesiti izleyebilmek amacı ile seyir terası ve dürbünü bulunmaktadır. Dim Mağarası İşletmesi 24 Ekim 2002 Tarihinde Uluslararası Turizme Açık Mağaralar Birliği’nin “International Show Caves Association” (ISCA) http://www.i-s-c-a.com/ üyeliğine kabul edilmiştir. Dim Mağarası, Türkiye’de özel teşebbüs tarafından turizme açılıp işletilen ilk mağaradır. Mağaranın bir bölümü tarih öncesi ve tarihi devirlerde insanlar tarafından yaşam alanı olarak kullanılmış, turizme açılana kadar da zaman zaman keçi barınağı olarak da değerlendirilmiştir. Mağara özellikle yaz döneminde fazla sayıda ziyaretçi çekmektedir. Çevresi için geçim kaynağı, Türkiye için önemli jeoturizm örneğidir. Kadıini Mağarası Kadıini Mağarası, Antalya'nın Alanya ilçesinde bir mağara. Mağara, Alanya’nın 15 kilometre kuzeydoğusunda Çatak mevkiindedir. Kent merkezindeki Damlataş Mağarası'ndan üç kat büyük sarkıt ve dikitleri vardır. 1957 yılında uzmanların mağarada yaptıkları araştırma sırasında insan iskeleti ve fosil kalıntıları bulunmuştur. Kalıntıların 20 bin yıl öncesine ait olduğu saptanmış ve Alanya’daki ilk yerleşimin burada olduğu belirlenmiştir. Mağaranın bulunduğu bölgede piknik alanları vardır. Mağara henüz ziyarete açılmamıştır. Hasbahçe Mağarası Hasbahçe Mağarası, Antalya'nın Alanya ilçesinde bir mağara. Mağara, Alanya'ya dört kilometre uzakta olan Hasbahçe Mahallesi’nde İnişdibi mevkiindedir. Damlataş Mağarası’ndan yaklaşık dört kat daha büyüktür. Henüz ziyarete açılmadığı gibi oluşumu hakkında da bilimsel bir çalışma yapılmamıştır. İçindeki havanın serinliği nedeniyle bir dönem narenciye ürünleri depolamak için kullanılan mağara gezenlerin anlatımına göre sarkıt ve dikitlerle süslüdür. Korsanlar Mağarası Korsanlar Mağarası, Antalya'nın Alanya ilçesinde bulunan bir mağaradır. Korsanlar Mağarası, Alanya Kalesi'nin bulunduğu tarihi yarımadanın altında bir deniz mağarasıdır. Teknelerle gidilir. Yarımada çevresindeki tekne turlarında ilk mağaradır. 10 metre genişliğinde ve altı metre yüksekliğinde ağzı vardır. Küçük teknelerle mağaranın içine girilebilir. Tekne gezisi sırasında yüzerek de mağaraya girilir. Bir söylenceye göre mağaranın içinden kaleye çıkan gizli bir yol vardır ve antik çağın korsanları ganimetlerini bu yoldan yukarı çıkarır. Deniz dibindeki kayaların görüntüsü, mağaraya ayrı bir gizem katmaktadır. Aşıklar Mağarası Aşıklar Mağarası, Antalya'nın Alanya ilçesinde bir mağaradır. Alanya yarımadasının, denize yakın yamacında iki girişli bir mağaradır. Cilvarda Burnu'na doğru teknenin kayalıklara yanaşmasından sonra kayalara tırmanılarak çıkılır. Birkaç adımda mağaranın alçak girişine gelinir. 75 metre uzunluğundadır. Alçak tavanı nedeniyle mağaranın içinde zaman zaman eğilerek yürünür. Mağaranın Damlataş tarafındaki ağzı, denizden onbeş metre kadar yüksektedir ve buradan denize atlanır. Kayalıklara tutunarak aşağıya inmek çok daha zordur. Söylenceye göre antik çağın korsanları bu mağarada ganimetlerini ve esir kızları saklamıştır. Fosforlu Mağara Fosforlu Mağara, Antalya'nın Alanya ilçesinde bir mağara. Fosforlu Mağara, Alanya yarımadasının Damlataş tarafındaki yamacında bir deniz mağarasıdır. Küçük tekneler mağaranın içine girer. Mağaranın jeolojik yapısından kaynaklanan zemini, geceleri ay ışığının yansıması nedeniyle fosfor gibi parlamaktadır. Parıltı gündüzleri de fark edilmektedir. Gezi tekneleri, Fosforlu Mağara’nın önünde de kısa yüzme molaları vermektedir. Colybrassus Colybrassus, Antalya il sınırları Alanya ilçesi yakınlarındaki bir antik kenttir. Colybrassus, Alanya'nın 30 kilometre kadar kuzeybatısında ve Toroslar'da Roma döneminden kalma bir kenttir. Çevreye dağılmış durumdaki çok sayıda yazıt, kent tarihine ilişkin önemli bilgiler içermekle birlikte ayrıntılar henüz gün ışığına çıkmamıştır. Günümüze kadar ayakta kalan kalıntılar arasında köşe başlığı İon tarzında tapınak, nekropoldeki lahitler ve bir kayaya oyulmuş mezar sayılabilir. Kaya mezarın cephesi anıtsal bir görüntüdedir. Tek mekandan oluşan mezar odasına 18 basamaklı bir merdivenle çıkılır ve girişin üstü basık kemer şeklinde yontularak içi Medusa başı ile süslenmiştir. Kemerin iki yanı ise kartal motiflidir. Kentte ayrıca odeon, kuleli kent duvarları, eksedra, konut kalıntılarından örnekler görülebilir. Ören yeri ücretsiz gezilmektedir. Antik kentin bir adı da Ayasofya'dır. Hamaksya Hamaksya, Antalya il sınırları Alanya ilçesi yakınlarındaki antik kent. Hamaksya, Alanya'ya 12 kilometre uzaktadır. Antik çağda Pamfilya bölgesi içindeki kent için dönemin coğrafyacısı Strabon, gemi yapımında kullanılan sedir ağaçlarının bol olduğunu yazar. Kentin, Roma Dönemi öncesi yerleşime açıldığı sanılmaktadır. Dağlık arazideki kentin en tepe noktasında rektogonal taşlardan yapılmış bir kulenin varlığı söz konusudur. Helenistik döne
min özelliklerini de taşıyan kentin önemli kalıntıları arasında önünde havuzu ile antik bir çeşme vardır. Yarım daire planlı, oturma sıraları halen ayakta duran ve yazıtlarla donatılmış geniş bir eksedra, dini yapı kompeksi ve nekropol kentin öteki kalıntıları arasında sayılabilir. Kentte bulunan yazıtlardan birinde haberci tanrı Hermes'in sembolü Kaduceus'un işlenmiş olması, Hermes adına bir tapınağın varlığının göstermektedir. Kent, İsa'dan sonra 2. ve 3. yüzyıllarda Korakesion'a (Alanya) bağlı olarak varlığını sürdüren küçük yerleşimdir. Ören yerine giriş ücretsizdir. Kentin deniz tarafına bakan yamacından Alanya manzarası çok güzeldir. Akdeniz'de pusun olmadığı havada 100 kilometreden uzun kıyı şeridinde Gazipaşa'dan Manavgat'a kadar uzanan bölgeyi seyretmek olasıdır. Adi çitlembik Adi çitlembik ("Celtis australis"), kendirgiller (Cannabaceae) (eskiden Ulmucaeae) familyasından 25 metreye kadar boy yapabilen kışın yapraklarını döken ağaç türü. Esmer renkteki gövde, düzgün bir kabuğa sahip olup, genç dalları ince ve bükülebildiğinden aşağı doğru sarkmaktadır. Gövde üzerinde sarmal durumda bulunan, oldukça uzun bir sapa sahiptir. Yaprakların üst yüzüne göre daha açık yeşil olan alt yüzlerinde tüyler bulunmaktadır. Yeşilimsi sarı renkteki uzun saplı çiçekler ya erdişidir, tek olarak bulunurlar veya dişi organın gelişmeden kalması sonucu erkek eşeylidir ve yalancı şemsiye tipinde çiçek durumları teşkil eder. Çiçekler tomurcuk halindeyken kiremit gibi birbirini örten, oval biçiminde dip taraflarında bitişik, tüylü 5-6 tane taç yaprak ile örtülmüştür. Meyveler olgunlaştıkça uzun saplı, nohut büyüklüğünde az etli, siyahımsı kahverenginde eriksi meyvelere dönüşür. Laertes Antalya il sınırları Alanya ilçesi yakınlarındaki "antik kent". Laertes, Alanya'nın 25 kilometre doğusunda Toroslar'da bir vadi ağzında yükselen yamacın eteğinde kuruludur. Kent, Antik Çağ'da Dağlık Kilikya olarak bilinen bölgenin içindedir. İç kesimde olmasına karşın kentin limanı da vardır. Laertes'te bulunan MÖ 7. yüzyıla ait ve üç yanı Fenike dilindeki yazıt, Alanya Müzesi'nde sergilenmektedir. Kentten günümüze kalan ve Roma dönemine ait kalıntılar arasında gözetleme kuleleri, halkın agorada sohbet için kullandığı yarım daire biçiminde oturma birimi, İmparatorlar caddesi, odeon veya tiyatro; Zeus, Apollon ve Sezar adına yapılmış tapınaklar, agora, hamam ve nekropol sayılabilir. Kent M.S. 1. yüzyıldan 3. yüzyıla kadar en parlak dönemini yaşamıştır. Kazılar sırasında bulunan ve Alanya Müzesi'nde sergilenen bir askere ait diploma, geçmişteki yaşama ışık tutacak niteliktedir. İsa'dan sonra 138 yılına ait Pamfilya Valisi'nin adının geçtiği belgede Suriyeli bir asker 25 yıllık şerefli hizmetlerinden sonra terhis edilmekte ve kendisine Roma vatandaşlığı ile Pamfilya'lı bir kadınla evlenme hakkı verilmektedir. Ören yeri ücretsiz gezilmektedir. Iotape Antalya il sınırları Alanya ilçesi yakınlarındaki antik kent. Bölge halkı arasında Aytap olarak bilinmektedir. İotape, Alanya'nın 33 kilometre doğusunda, Gazipaşa yolu üzerinde Akdeniz kıyısındadır. Bir Kilikya kıyı şehri olan İotape'nin adı M.S. 38-72 yılları arasında yaşamış Kommagene Kralı IV. Antiochus'un karısı Iotape'den gelmektedir. Roma İmparatorları Trajan'dan Valerian'a kadar antik çağda kent kendi adına sikke bastırmıştır. Denize doğru uzanan yüksekçe bir burun, kentin akropolü konumundadır. Sular, bu bölüme bir kale görüntüsü vermektedir. Kentin yapıları büyük ölçüde tahrip olmuştur. Akropolün karaya bağlandığı vadide Liman Caddesi vardır. Caddenin iki yanında üç basamaktan oluşan krepis bulunduğu ve bunların arasında yer yer heykeller olduğu kaidelerden anlaşılmaktadır. Heykellerin yazıtları, kentin başarılı sporcularından ve hayırsever insanlarından söz etmektedir. Akropolün doğusundaki koyda üç nefli, dikdörtgen planlı bir bazilika vardır. Kentteki tek nefli küçük kilise kalıntısında ise Hagios Georgios Stratelates'in betimlendiği fresko izleri görülmektedir. Kentin ayakta kalabilen en belirgin yapısı hamamdır. Hamama ait kanalizasyon sistemi günümüze kadar korunmuştur. Günümüzde antik kentin ortasından geçen Antalya-Mersin karayolunun güneyinde 8 metreye 12.5 metre boyutunda bir tapınak kalıntısı vardır. Kentin doğu ve kuzey tepelerindeki nekropolde anıt mezarların yanı sıra tonoz örtülü küçük mezar yapıları da yer almaktadır. Sit alanı olan kentin sırtları güzel manzaraya sahip oluşu nedeniyle yoğun yapılaşma tehditi altındadır. İotape (Aytap) kenti ören yerine ücretsiz girilir ve yaklaşık iki saatte gezilebilir. Antik liman kalıntılarının bulunduğu küçük koy, özellikle yaz aylarında Alanya'dan hareket eden guletlerin uğrak yeridir. Antik kentin güneyinde denize girilebilecek bir de kumsal bulunmaktadır. Selinus Antalya il sınırları Gazipaşa ilçesi yakınlarındaki antik kent. Alanya'nın 45 kilometre doğusunda küçük bir yarımadanın yamacında kurulu antik çağ kentidir. Kentin tarihi M.Ö. 6. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Roma İmparatoru Trajanus, Doğu Akdeniz'de Part seferinden dönerken hastalanarak geldiği bu kentte 9 Ağustos 117'de ölmüş ve külleri Roma'ya gönderilmiştir. Kent bir dönem Trajanapolis adını almıştır. Yarımadanın surlarla çevrili tepesinde kentin akropolü vardır. Bir sarnıcın bulunduğu zirve Akdeniz'e egemen bir manzaraya sahiptir. Kentin agorası deniz kenarındadır. Agora yıkılmışsa da granit sütunları görülebilir. Yamaçtaki surların içinde apsisli bir kilise kalıntısı bulunur. Kilise Aziz Thekla'ya adanmıştır. Kentin bir başka anıtsal yapısı da 13. yüzyıl Selçuklu döneminde kırmızı zikzak motiflerle süslenmiş bir av köşküdür. Bu yapının da antik çağdan kaldığı ve İmparator Trajanus'un anısına yapılmış bir mezar olduğu sanılmaktadır. Akdeniz'e akan Selinus Çayı çevresinde su kemeri kalıntılarına rastlanır. Kentin iki hamamından biri kayalık yamacın denize indiği kesimdedir. Tiyatro yıkılmıştır. Kentin nekropolündeki mezarlar birer anıtsal yapı olarak Kilikya bölgesinin ölü gömme geleneklerini en güzel biçimde ortaya koymaktadır. Antik kentteki arkeolojik çalışmalar henüz yüzey araştırmalarıyla sınırlıdır. Girişin ücretsiz olduğu tepeye yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşle çıkılabilir. Düzgün patika yoldan tepeye çıkacakların yanlarına su almaları önerilir. Nephelis Nephelis Antalya il sınırları Gazipaşa ilçesi yakınlarındaki antik kent. Nephelis, Alanya'nın 55 kilometre doğusunda,Gazipaşa ilçesi Muzkent Köyü sınırları içinde denize doğru uzanan yüksek bir tepenin üzerindedir. Tepenin en yüksek noktasında antik kentin akropolü ve Orta Çağ'dan kalma kale surları vardır. Roma döneminden kalma tapınak alınlık seviyesine kadar korunmuş halde günümüze gelmiştir. Nephelis, odeonu, su sistemi, kireçtaşı ocağı ve nekropol alanı ile tipik bir Dağlık Kilikya kentidir. Lamus Lamus. Antalya il sınırları Alanya ilçesi yakınlarındaki "antik kent". Lamus, Alanya'nın 55 kilometre doğusunda Adanda Köyü'nün 2 kilometre kadar kuzeyindedir. Kent, yüksek ve sarp bir dağın zirvesini oluşturan iki tepenin üzerine kuruludur. Batıdaki tepenin M.S. 3. yüzyıl ortalarında Gallienus döneminde surlarla çevrildiği kentin giriş kapısındaki yazıttan anlaşılmaktadır. Kent kapısı büyük bir kule ile korumaya alınmıştır. Surun iç kısmında ikinci bir sur kalıntısı vardır; bu da kentte iç kalenin varlığını göstermektedir. İki tepe arasındaki düz alanda kentin agora, çeşme, tapınak gibi yapı kalıntılarına rastlanmaktadır. Kentin iki tapınağından biri Roma İmparatorlarından Vespasianus, öteki Titus adına yapılmıştır. Doğudaki tepede ise kayaya oyulmuş odalar ve büyük tip lahitlerden oluşan mezar yapıları ile nekropol alanı vardır. Ören yerine giriş ücretsizdir. Antiocheia ad Cragum Antiocheia ad Cragum, Antalya ili Gazipaşa ilçesi yakınlarında antik kent. Alanya'nın 60 kilometre doğusundadır. Antik çağda Dağlık Kilikya olarak bilinen bölgede ve Akdeniz kıyısındadır. Kent adını, M.S. 1. yüzyılda yaşamış Kommagene Kralı IV. Antiochus'dan almaktadır. Kentin kalıntıları üç yükselti üzerinde bulunur. Birinci bölümde sütunlu cadde, agora, hamam, zafer takı ve kilise kalıntıları görülebilir. İkinci bölüm, Kilikya bölgesine özgü mezar yapılarının bulunduğu nekropol alanıdır. Üçüncü bölüm ise denize uzanan sarp kayalar üzerindeki Orta Çağ kale kalıntılarından oluşur. Kentin kuzeyinde mimari elemanları görülebilen bir tapınak kalıntısı vardır. Kent merkezinde Triconchos adı verilen üç duvarı apsis şeklinde ve dini işlevi olduğu sanılan bir yapı yer alır. Ören yerine giriş ücretsizdir. Antik kent kalıntıları yaklaşık iki saatte gezilebilir. Alanya Süleymaniye Camii Süleymaniye Camisi, Alanya, Antalya'da bulunan tarihi bir camidir. Cami, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad tarafından kentin yeniden düzenlenmesi sırasında 1231 yılında kalenin zirve kısmında, İçkale'nin hemen dışında yaptırılmıştır. Ancak sonraki yıllarda cami yıkılmış ve 16. yüzyılda Osmanlı döneminde Kanuni Sultan Süleyman tarafından tekrar yaptırılmıştır. Tek minareli cami, Alaaddin, Kale ya da Süleymaniye adıyla anılır. Yapı moloz taştan ve kare planlıdır. Sekizgen kasnak üzerine, kiremitli bir kubbesi vardır. Kubbenin askılık görevi üstlenen kısmına akustiği sağlamak için 15 küçük küp yerleştirilmiştir. İbadet sırasında bu özellik ortaya çıkmaktadır. Son cemaat yeri, dört ayak üzerine kiremitli üç kubbe ile örtülüdür. Kapı ve pencere kapakları Osmanlı döneminin ahşap oyma işçiliğinin güzel bir örneğidir. Akbeşe Sultan Mescidi Akbeşe Sultan Mescidi, Antalya ili Alanya ilçesinde Selçuklular döneminden kalan tarihi bir mescittir. Akbeşe Sultan Mescidi, Alanya Kalesi içinde, Bedesten'in batısında, Süleymaniye Camisi'nin 100 metre kadar ilerisindedir. I. Alaeddin Keykubad'ın Alanya Kalesi'ndeki ilk kumandanı Akşebe Sultan tarafından 1230 yılında yaptırılmıştır. Dışı kesme taş, içi ve kubbesi tuğla örülüdür. Kare planlı ve iki odadan oluşur. Odalardan biri mescit, diğeri Akşebe Sultan'ın mezarının bulunduğu türbedir. Türbede, üç mezar daha vardır. Eski kalıntılardan mescidin apsisinin çinil
i olduğu anlaşılmaktadır. Kitabesinde "Tanrı yerin ve göklerin gaiblerini bilir. Allah'ın mescitlerini ancak O'na ve ahiret gününe inananlar imar ederler. 1230 yılında yüce sultan Alaaddin'in günlerinde Tanrı'nın rahmetine muhtaç zayıf kulu Akbeşe yaptırdı" yazmaktadır. Mescidin birkaç metre uzağında moloz taştan kaide üzerinde tuğla gövdeli silindirik bir minaresi bulunur. Şerefe kısmında biten minarenin ilginç bir görüntüsü vardır. Andızlı Camii Andızlı Camii, Alanya'da Selçuklular döneminden kalan tarihi cami. Alanya'nın Tophane Mahallesi'ndedir. Adını hemen yanındaki andız ağacından alan cami 1277 yılında Emir Bedrüddin tarafından yaptırılmıştır. Emir Bedrüddin Camisi de denir. Selçuklu döneminin özgün mimari özelliklerini taşır. Kesme taştandır, yüksek olmayan bir minaresi vardır. Minberi, Selçuklu tahta oymacılık sanatının en güzel örneklerinden birini yansıtır. Camiye, Kızılkule'nin yanından aşağı kapı yoluyla gidilir Sitti Zeynep Türbesi Sitti Zeynep Türbesi, Alanya'da Alanya Kalesi'ne çıkan yol üzerinde, büyük bir kayanın üzerindedir. Selçuklu ya da Osmanlı döneminden kaldığı tahmin edilmektedir. Yapı, kare planlı ve kubbeli iki odadan ibarettir. Odalardan birinde uzunca bir sanduka vardır; diğer oda boştur. Evliya Çelebi, binanın Bektaşi tekkesi olduğunu yazar. Sitti Zeynep hakkında kesin bir bilgi yoktur. Kanuni Sultan Süleyman dönemi Osmanlı vakıf defterlerinde türbeye ait vakfın adı “Sitti Zeynep bin't Zeynülabidin” olarak geçmektedir. Türbede mezarı bulunan kişinin bir eren olduğu sanılmaktadır. Türbenin bulunduğu kayanın içine antik çağda ikişer metre uzunluğunda üç lahit oyulmuştur. Antik mezarlar, bir dönem su deposu olarak kullanılmıştır. Sitti Zeynep'in mezarı Mardin ilinin Nusaybin ilçesinde bulunmaktadır. Sitti Zeynep, İmam Hüseyin'in kızı olup Zeynel Abidin'in kızkardeşidir. Hıdrellez Kilisesi Hıdrellez Kilisesi, Alanya merkezine 10 kilometre uzakta Hacı Mehmetli Köyü sınırları içinde Hıdır İlyas mevkiindedir. Toroslar'ın Akdeniz'e bakan eteğindeki, ne zaman kurulduğu bilinmeyen ancak kitabesinde 23 nisan 1873 yılında onarımdan geçirildiği yazan ve bir süre kadınlar mahvili yapılıp cami olarak kullanılan kilise, atıl vaziyette beklemektedir. Çatısı kagir, duvarları taş ve küçük bir apsisi olan kilise dikdörtgen planlıdır. Tavan süslemeleri, Duvarlardaki freskler bozulmuştur. Kilise cemaatinin mezar taşlarında olduğu gibi Grek abecesi ile Türkçe (Karamanlıca) yazılan kitabesiAlanya Müzesi'nde sergilenmektedir. Müslümanlarca da kutsal yer olarak rağbet gören bu yer, turistleri uğrak yeri olmakla birlikte, yerlilerin her yıl hıdırellez haftasında baharı karşılamak için ziyaret edip piknik yapmaktadırlar. Alanya ve Akdeniz'in harika manzarasının yanında su kaynağı bulunan bu yerin biraz ötesinde, doğusunda kilisenin köyü ve köyün ortasında, içinde sarnıcı olan bir şapel de bulunmaktadır. (mescit karşılığı kilisecik) Kilise, Alanya'da yaşayan ve Türkçe konuşup, Türkçe ibadet eden Ortodoksların 1924 yılındaki mübadelede Yunanistan'a gönderilmiş, ancak Yunanistan'da Neo İonia ilçesini kurup, önceki vatanları Alanya ile kardeş şehir olmuştur. Yunanistana göçenlerin torunları anavatanlarıyla irtibatları devam etmektedir. Müslümanlarca bilinen adı Hıdrellez Kilisesi'nin hıristiyanlarca adına ithaf edilen "Agios Georgios" Aziz Georgi Kilisesi'dir. Kilisenin benzerlerine Antalya Kaleiçi'nde de rastlanmaktadır. Ören yerine giriş ücretsizdir. Şarapsa Hanı Şarapsa Hanı, Alanya'nın 15 kilometre batısında şehirlerarası karayolu üzerinde, Serapsu deresi kıyısında bulunan, 13. yüzyıldan kalma bir yapıdır. 1236-1246 yılları arasında Sultan Alaaddin Keykubat'ın oğlu Türkiye Selçuklu Sultanı olan II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından tarihi ipek yolu üzerinde kervansaray olarak yaptırılmıştır. Bir dönüme yakın araziye inşa edilen yapının duvarları iri kesme taşlarla örülüdür. Orta çağın önemli konaklama merkezlerinden biri olan kervansaray günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce kiraya verilmiş olup restoran ve eğlence merkezi olarak kullanılmaktadır. Alara Kalesi Alara Kalesi, Alanya'nın 37 kilometre batısında, denizden 7 kilometre içeride Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad tarafından 1232 yılında yaptırılmıştır. İpekyolu üzerindeki kalenin işlevi, Alara Çayı kenarındaki Alarahan'da mola veren kervanların güvenliğini sağlamaktır. Kale 200 metreden 500 metreye kadar çıkan sarp bir tepe üzerinde kurulmuştur. Görkemli bir görüntüsü vardır. Dış ve iç kale olarak iki kısımdır. 120 basamaklı karanlık bir dehlizden kalenin içine girilir. Ören yeri olarak düzenlenerek ziyarete açılmadığı için yaban otları ve yıkıntılara dikkat etmek gerekir. Ayrıca tünelin ortalarına doğru derin bir çukur vardır. Bunun ucu su almak için aştıkları mahzenlerdedir. Kalenin içinde kayalar oyularak tüneller yapılmıştır. Kalıntılar arasında küçük bir saray, kale görevlilerinin odaları, ve hamam vardır. Alarahan Alarahan, 13. yüzyıl Anadolu Selçuklu dönemine ait kervansaraydır. Alanya'nın 37 kilometre batısındaki Alara Kalesi'ne 800 metre uzakta bir düzlükte ve Alara Çayı kıyısındadır. Tümüyle kesme iri taşlarla 2.000 m² alan üzerinde kervansaray olarak inşa edilmiştir. 1231 yılında yapılan han, günümüzde onarılmış restoran ve alışveriş merkezi olarak kullanılmaktadır. Kervansaray'ın nöbetçi kulübesi günümüzde de özelliğini korumaktadır. Kervansarayın ikinci kapısı, yolcuların kalacağı mekanlara açılır. Uzun bir koridorun iki yanında odacıklar bulunur. Kervansarayın içinde çeşme, mescit ve hamam vardır. Yapının onarımı sırasında ortaya çıkan taş ustalarının imzaları da dikkat çekicidir. I. Alaeddin Keykubad, Alanya'daki kitabelerde kendisini "Kara ve iki denizin sultanı, Arap ve Acem ülkesinin sahibi" olarak nitelerken, Alarahan'daki kitabesinde "Rum, Şam, Ermeni ve Frenk memleketlerinin fatihi" unvanını da almıştır Kargı Han Kargı Han, Alanya'nın batısında, Manavgat sınırları içerisindeki Beydiğin köyünde Kargı çayının kuzeyindedir. Hanın kitabesi olmadığı için yapım yılı hakkında bilgi yoktur. 46 metre eninde, 50 metre boyunda taş yapıdır. Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Akdeniz ile İç Anadolu'yu bağlayan yol üzerinde, Kesikbel mevkiinde kervansaray olarak kullanıldığı sanılmaktadır. Odalarının hepsinin tavanında hava bacaları bulunmaktadır ve odalar orta avlunun etrafında sıralanmıştır. Kapının karşısında taştan oyulmuş sabit hayvan yemlikleri bulunur. Yapı harap durumdadır ancak Kaymakamlık ve Vakıflar Genel Müdürlüğü hanın restore edilmesi için çalışmalara başlamıştır (2010). Makine elemanı Makine elemanı mühendislik fakültelerinde ders olarak işlenen bir bilim dalıdır. Dışarıdan bakıldığında çok karışık görünen bir makine bile aslında temel bazı elemanların bir araya getirilerek birbirine monte edilmesi ile oluşur. İşte birbirine montajlanarak makineyi oluşturan bu parçaların mukavemetini, konstrüksiyon özelliklerini göz önüne alarak tasarımı gerçekleştiren bilim dalına makine elemanları denir. Çok farklı alt dalları olmakla birlikte hareket iletim elemanları (dişli çarklar, kavramalar vb.), bağlantı elemanları (civatalar, somunlar vb.) belli başlı konularıdır. Türkiye'de makine elemanları dersi genelde Alman veya Amerikan ekolüne göre işlenmektedir, bunun sebebi dersi veren öğretim üyesinin kendi aldığı eğitimin tarzıdır. Ders okuldan okula da farklılıklar içerebilir. Genel olarak şu konuları içermektedir: Jacques Brel Jacques Brel (8 Nisan 1929 - 9 Ekim 1978) Fransızca şarkılarıyla bilinen Belçikalı söz yazarı, şarkıcı ve müzisyen. Duygularını ifade etmekteki gücü ve etkileyiciliği onun bir şair olarak da anılmasını sağlar. Aynı zamanda aktör ve yönetmen olarak da çalışmıştır. Brel, Schaerbeek, Belçika'da dünyaya geldi. Paris'in varoşlarından olan Bobigny'de akciğer kanserinden hayatını kaybetti. Brel ailesi Fransızca konuşmasına rağmen, aslen Flaman soyundan gelir. Brel'in babası bir karton fabrikasının ortağıydı ve Jacques da burada çalışmaya başladı. Katolik hümanist organizasyon "Franche Cordée"'de şarkı söylemeye başladı, orada tanıştığı Thérèse Michielsen (Miche) ile 1950'de evlendi. 1950'lerin başında yazdığı parçalarla Belçika'da başarı kazandı. 1954`ten itibaren ciddi biçimde müzikle uğraşmaya ve uluslararası bir kariyer yapmaya başladı. İşini bırakarak Paris'e yerleşti, kabarelerde ve müzikhollerde çalıp söylemeye başladı. 1956'da Avrupa'yı turlamaya başladı ve"Quand on n'a que l'amour" parçasını kaydederek ilk büyük başarısına ulaştı. 1950`lerin sonunda eşi Miche ve üç kızı Brüksel`e taşındı, bundan böyle Jacques ailesiyle ayrı yaşamaya başladı. Brel, müzisyen arkadaşlarının da etkisiyle değişti, artık bir katolik-hümanist değildi. Aşk, ölüm ve hayat hakkında daha kasvetli şarkılar söylemeye başladı. Müziği daha karmaşık bir hal alıyor, şarkılarındaki temalar çeşitleniyordu. Aşk ("Je t'aime, Litanies pour un retour"), toplum ("Les singes, Les bourgeois, Jaurès") ve ruhani endişeler ("Le bon Dieu, Dites, Si c'était vrai, Fernand"). Aynı zamanda tek bir stile bağlı kalmayıp "Les bonbons, Le lion, Comment tuer l'amant de sa femme" gibi eğlenceli parçalar da yapmıştır. Brel`in keskin algısı ve yaratıcılığı hayatı şiirsel bir dille ifade etmesini sağlamıştır. Kelimeleri etkileyici ve basit biçimde kullanmıştır. Şarkı sözlerinde kimi zaman karanlığın ve ironinin izleri görülebilir. Keskin bir protest sosyalisttir. Parçalarını Fransızca yazmış ve kaydetmiştir. Fransız olmadığı halde tüm zamanların Fransızca müzik yapan en iyi sanatçılarından biri olarak gösterilir. Flaman köklerine tavrı biraz çelişkilidir. Kendini Flaman olarak tanıtan ve dünyaya Flaman şarkıcı olarak lanse edilen Jacques Brel, "Les Flamandes" şarkısında kendi vatandaşlarının tepkisini çekmiş, daha sonra yönettiği Flamingants filminde öfkesini göstermiştir. Aynı zamanda "La, la, la" (1967) isimli parçada ""Vive les Belgiens, merde pour les flamingants"" (Çok yaşayın Belçikalılar, kahrolun Flamanlar) gibi bir dize yer almaktadır. Oynadığı "L'homme de la Mancha" müzikalini yönet
miştir. Filmlerde de oynayan Brel`in oyunculuk yeteneği, müzikal yeteneğinin yanında sönük kalmıştır. 1969 yapımı Mon oncle Benjamin filminde başroldedir. 1978'de akciğer kanserinden ölmüş, Marquesas Adaları`nda Calvary mezarlığına gömülmüştür. Birkaç metre ötesinde ünlü ressam Paul Gauguin yatmaktadır. Parçalarının İngilizce çevirileri de birçok şarkıcı ve grup tarafından seslendirilmiştir: David Bowie, Terry Jacks, Alex Harvey, Jack Lukeman, Marc Almond, Neil Diamond, The Paper Chase, Tom Robinson, Frank Sinatra, Dusty Springfield ve The Dresden Dolls. Marlene Dietrich "Ne Me Quitte Pas"`yı Almanca`da "Bitte geh nicht fort" adıyla seslendirdi. Amerikalı Nina Simone da şarkıyı Fransızca seslendirdi. Jacques Brel`in diskografisi hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir, birçok parçası birçok farklı ülkede farklı isimlerle yayımlanmıştır. Bu diskografi, Brel`in çıkan ve daha sonra bir araya toplanmış orijinal albümlerine dayanarak oluşturulmuştur. Gündoğmuş İlçe isimleri: Köy isimleri: Gündoğmuş, Antalya Gündoğmuş, Antalya iline bağlı bir ilçedir. Geçmişi antik çağlara dayanan Gündoğmuş'un bugünkü yeri Romalılar döneminde iskan edilmiş bir yerdir. İlçe sınırları içerisindeki Roma harabeleri, Taşahır Mevkiindeki Kaseyir Şehri harabeleri, Senir Köyü yakınındaki Kese Mevkiindeki Roma Harabeleri en eski harabeler olma özelliğini taşıdığı söylenebilir. Daha sonraki dönemlerde, özellikle Malazgirt Zaferi sonrasında Anadolu'nun Türkleşmesi döneminde, şehir Selçuklular'ın egemenliğinde kalmış ve II. Bayezid döneminde de Osmanlı Devleti topraklarına katılmıştır. Bir rivayete göre; Konya'nın İksile Köyü'nden çeşitli sebeplerle ayrılan bir ailenin bu bölgeye yerleştiği ve sonralarıda buraya "Eksere" denildiği söylenmektedir. Eksere Köyü 1936'ya kadar Akseki'ye bağlı bir köy iken 1936'da "Gündoğmuş" adıyla ilçe yapılmıştır. Batı Toros Dağları'nın, Geyik Dağı eteklerine kurulmuş bir ilçedir. Yüzölçümü 1323 km² olup denizden yüksekliği 900 m'dir. Dağlık alanları ormanlarla kaplıdır. Alara Çayı doğu- batı yönünde ilçeyi böler. Akdeniz iklimi'nin hakim olmasına karşın kışın biraz daha karasal iklim özellikleri gösterir. Bu nedenle kışın biraz sert geçer. Antalya'ya 149 km uzaklıkta olan Gündoğmuş ilçesi, Akseki - Manavgat Karayoluna da 36 km'lik asfalt bir yolla bağlanır. İlçede işsizlik oranı çok yüksek düzeyde olup genç işgücü sahil ilçe ve beldelerindeki turizm sektörüne yönelmiş olduğundan ilçe sürekli göç vermektedir. İlçe istihdamında en önemli payı, mevsimlik işçi istihdam eden Orman İşletme Müdürlüğü almaktadır. İlçede önemli bir sanayi kuruluşu mevcut değildir. Engebeli arazi yapısından dolayı tarım alanlarının sınırlı olması, tarımın teras şeklinde küçük alanlarda yapılmasına neden olmuştur. Köylerde hayvancılık önemli bir yer tutmaktadır. Arıcılık, merkez dahil ilçe ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. Köylerde kısmi olarak sebze ve meyve yetiştirilmektedir ancak sadece ihtiyaca yöneliktir. Mevsimlik işçilik yaygın olup halk yazın sahil ilçelere pamuk toplamaya gitmektedir. Gelir kaynaklarının azlığı sebebiyle dışarıya sürekli göç veren bir ilçedir. Arkeolojik kalıntılar olarak; Taşahır mevkiinde Kaseyir, Senir köyünün iki kilometre doğusunda Kese harabeleri, Merkez ilçe içerisinde Gedefi harabeleri , Karadere köyü, Hisar ve Kiliseönü mevkiindeki tarihi harabeler, Penbelik, Çayırözü ve Narağacı köyleri arasındaki tepelerdeki harabeler, Köprülü bucağına bağlı Karaköy, Bedan ve Balur (Akyar/Akyarı) köylerindeki tarihi harabeler, Güzelbağ bucağı içerisindeki henüz kazısı yapılmamış Ayasofya şehri sayılabilir. İlçe merkezinde ise; Cem Sultan'in Silifke Valiliği döneminde yaptırıldığı sanılan Cem Paşa Cami ilçenin kültürel değerlerindendir. İlçede çok fazla yayla yeri bulunmaktadır. Bunların bir kısmı Aliahmetler, Elibeyler, Kadılar gibi aile isimleriyle bilinir. Bir başka yayla da Çaşır yaylasıdır. İlçenin bu doğal güzelliğini keşfedenler tarafından yayla turizmi anlamında ekonomik bir faaliyet son yıllarda gelişmeye başlayan bir konudur. İlçe merkezinde de birçok piknik alanı bulunmaktadır. Pınarbaşı mevkindeki bu ormanlık alan koruma altına alınarak millî park olması için çalışmalar sürdürülmektedir. İlçe merkezinde Merkez İlköğretim Okulu, Şehit Orman Mühendisi Abdullah Aydın Yatılı İlköğretim Bölge okulu (http://www.gundogmusyibo.com) ve Gündoğmuş Lisesi olmak üzere üç okulda eğitim verilmektedir. Yatılı okulda uzak köylerin okuma imkânına sahip olmayan çocuklarına eğitim ve öğretim verilmektedir. Thrash metal Thrash metal, heavy metal'in bir alt türü. Ortaya çıktığı dönemde ekstrem metal şemsiyesi altında tanımlanan tür, günümüzde bu özelliğini yitirmiştir. Karakteristik olarak hız ve agresiflik ön plandadır. Thrash metalin ortaya çıkışı 70'lerin sonu ve 80'lerin başı olarak tarihlendirelebilir. Bu senelerde NWOBHM (New Wave of British Heavy Metal) türünden ve bazı "punk rock" etkileşimlerinin birlemişimden meydana gelmiş bir türdür thrash metal.Başlangıcı (ilk temsilcisi) Metallica olarak kabul edilir. Yakın akrabası speed metal ile kıyaslanacak olursa thrash metal'in çok daha agresiftir. Türün şarkı sözleri genellikle toplumun ve insanın kendisinin bir savaş makinasına dönüştürülmesine, insan düşüncelerinin iç dengesizliğine ya da çelişkilerine, aynı zamanda günümüz dünyasının insanları bu çelişkinin içine sokmasına karşı oldukça agresif öğeler ve zaman zaman doğrudan şiddet içerir. Bunun yanı sıra birçok thrash grubu pozitif sosyal konular, çevrecilik gibi hassas konularda da görüşlerini agresif bir biçimde ortaya koyabilmektedir. İlk örnek olarak Black Sabbath'ın "Symptom of the Universe" şarkısının giriş riffleri verilebilir. Bu riffler belki de ilk thrash riffleridir. Daha sonrasında 1978 yılında Judas Priest'ın "Stained Class" isimli albümünde yayınlanmış olan "Exciter" isimli şarkı thrash metalin gelişiminde çok büyük bir yapı taşı olmuştur. Her ne kadar Judas Priest bir thrash metal grubu olmasa da ilerde Megadeth, Slayer, Venom, Testament, ve Metallica bu gruptan çok etkileneceklerdir. 1981 yılında Motörhead tarafından yayınlanan ve kısa bir albüm olan "Overkill" thrash metali biraz daha agresifliği ve hızıyla etkilemeye başlayacaktır. Aynı zamanda belki bu albüm, Overkill isimli amerikan thrash grubunun da isim babası olabilir. Overkill'in 1981'de yazdığı "The Beast Within" isimli şarkıya ilk thrash metal şarkısı dememizde mümkündür aynı zamanda. İkincisi ise "Leather Charm" isimli grubun "Hit the Lights" şarkısı diyebiliriz. Bu arada kısa bir not olarak Leather Charm çok kısa ömürlü bir grup olmasına rağmen bünyesinde James Hetfield'ı bulundurmuştur. "Hit the Lights" isimli şarkı ise aynı zamanda Metallica'nın "Kill 'Em All" albümündede yer almaktadır. Bu senelerde birkaç denemede Metal Church isimli gruptan gelmiştir fakat bu çalışmalara tam anlamıyla thrash demek olası değildir. Venom'un 1981 yılında "Welcome to Hell" ve 1982 yılında "Black Metal" yayınladığı albümler ilerde thrash gruplarını yine çok etkileyen yapıtlardan bazıları olucaktır. Bunun ardından 1983 yılında Metallica "Kill 'Em All" albümünü, hemen ardından Slayer "Show No Mercy" albümünü ve Artillery "We Are the Dead" demosunu yayınlamışlardır ve belki de bu albümler ile birlikte thrash metalin emekleme dönemi artık sona ermiştir. 1984 yılında thrash metalin artık bir adı vardı ve dinleyici kitlesi giderek genişlemekteydi bu sene içinde Metallica - "Ride the Lightning", Anthrax - "Fistful of Metal", Overkill - "Overkill", Slayer - "Haunting the Chapel" albümleri ile thrash metale daha karanlık ve ağır bir hava katmayı başarmışlardı. 1985 yılında sahneye yeni isimlerde çıkmaya başlamıştı artık. 1985 yılında Kreator - "Endless Pain", Sepultra - "Bestial Devastation" ve Megadeth - "Killing Is My Business... And Business Is Good" albümlerini yayınladılar. 1986 yılında thrash metal köklerini iyice derinleştirmiş ve gelişimine bütün hızıyla devam etmiştir. 1986 yılında thrash metal için klasik sayılabilicek albümler yayınlandı. Bunların en önemlisi kuşkusuz Metallica - "Master of Puppets"tır. Aynı sene içerisinde yayınlanan ve thrash metalin tanımını tam anlamıyla yapan diğer albümler ise Kreator - "Pleasure to Kill", Dark Angel - "Darkness Descends" ve Slayer - "Reign in Blood" oldu. Bu 3 albümün farklı bir özelliği ise 1986 yılında bu üç albüme "Lanetli Üçlü" isminin takılmasıydı. 1987 yılında Testament ilk albümleri "The Legacy" ile ortaya çıktı ve kazandıkları ivmeyi sonraki albümlerinde de sürdürmeyi başardılar. Hatta ilerde isimleri en büyük 4 thrash grubu (Metallica, Megadeth, Anthrax, Slayer) diye nitelendirilen gruplarla birlikte anılmaya başlandı. 80'lerin sonuna doğru gelinmeye başlandığında thrash metal başlangıcına göre çok daha farklı ama aynı zamanda köklerine bir o kadar bağlı bir gelişme göstermeye devam etti. 1989 yıllında birçok klasikleşen albüm yayınlandı ve 1990 yılına gelindiğinde thrash metal artık evrim geçirmeye ve farklı türlerle etkileşime girmeye başlamıştı. 90'larda Nirvana'nın piyasaya girmesiyle Thrash ağır bir darbe aldı 80'lerde birçok Thrash grubu ortaya çıkıp albüm satarken 90'larda sadece bir grup kendini gösterebildi Pantera.90'lara gelindiğinde bazı gruplar klasik thrash rifflerini korurken, birçok grup farklı etkileşimde olan yapıtlar yayınlamaya başladı. 90'larda Metallica - "Metallica (The Black Album)", "Load" ve "ReLoad" albümleri ile thrash dışı denilebilecek daha yavaş bir kanada kaydılar. Aynı zamanda Anthrax ve Megadeth de farklılaşmaya başlamışlardı. Megadeth - "Countdown to Extinction" ve Anthrax - "Sound of White Noise" ile klasik thrashten uzaklaşmaya başladılar. Aynı dönemde Testament - "The Ritual" ile daha çok Death Metal kanadına kaymaya başladı ve Kreator Endüstriyel Metal kanadına doğru kaymasını 2001 yılına kadar sürdürdü. Aynı zamanda değişmeden kalan bir seri grupta bu seneler arasında saf thrash stillerini korumayı başardı. Bunlara en bilindik örnek olarak Slayer verilebilir. Bu seneler arasında thrash metal tam anlamıyla bir
değişim ve etkileşim çağı yaşadı. 90ların sonları ve 2000lerde bir silkinme ve kendine gelme dönemi başladı. Birçok grup Thrash Metal'e dönüş albümleri diyebileceğimiz albümler yaptı. Metallica - Death Magnetic, Exodus - Tempo of the Damned, Megadeth - The System Has Failed ve Kreator - Violent Revolution gibi albümler bu albümlere örnek olarak verilebilir. Günümüzde thrash metal 90'ların sonunda ve 2000'lerin başlarında yakaladığı enerjiyi korumayı ve geliştirmeyi başarmıştır. Eski thrash metal gruplarının geri dönüş albümleri yanı sıra, 2000'lerde thrash metal sahnesine katılan başarılı gruplar da çıkmaya başlamıştır. Neredeyse her müzik dalının olduğu gibi thrash metalin de bölgesel farklılık gösteren kolları vardır. Körfez Bölgesi (Bay Area) Thrash Metal; Bu grup thrash metal için başlangıç bölgesi kabul edilmektedir. Bu grup diğer iki gruba oranla daha teknik ve ilerici görülmektedir. Gitarlar genellikle ön plandadır. Vokaller çok daha özgün seslerdir. Özellikle Kreator (brutal ve agresif), SOD (punk etkileşimli) ile karşılaştırıldığında. Bu grup içinde örnek olarak Metallica, Megadeth, Exodus, Testament, Vio-Lence, Heathen, Forbidden gibi gruplar sayılabilir. Doğu Yakası (New York, New Jersey) Thrash Metal; Bu grupta Körfez Bölgesi gruplarına göre daha çok punk ve hardcore etkileşimleri görülmektedir. Aynı zamanda bu gruplarda teknik yerine(bu onların teknik olmadığı anlamına gelmez), agresiflik ve hız daha ön plandadır. Bu gruba örnek olarak ise Anthrax, Whiplash, Overkill, Gothic Slam ve Nuclear Assault verilebilir. Alman (Teutonic) Thrash Metal; Bu grup ise 3 grup içinde en ağır ve sert olanıdır. Çoğu zaman death metal ile etkileşimde görünebilirler, bu ise vokal stillerinin çok agresif ve brutal olmasından kaynaklanır. Fakat bir sınır olsalar dahi stil olarak tamamen thrash metal rifflerini korumaktadırlar. Bu gruplara verilebilecek örnekler ise Kreator, Sodom, Destruction, Tankard, Assassin, Deathrow, Iron Angel, Living Death, Baphomet, Protector, Pyracanda, Risk, Holy Moses ve Coroner. Brezilya Thrash Metal; Bu kategoride bulunan gruplar Alman thrashi ile beraber türün en uç nokta örneklerini oluşturmuştur. Alman thrashi gibi death metal ile etkileşimleri vardır ve bunun haricinde black metal üzerine yaptıkları etki büyüktür. Çoğu Brezilyalı thrash grubunun ilk albümlerinde vokal stilleri black metale yakındır, müzik ise çok agresif ve brutaldir. Bu gruplara verilebilicek başlıca örnekler ise Sarcofago, Sepultura, Vulcano, Dorsal Atlantica, Sextrash, Holocausto, Ratos De Porao, Mutilator, MX, Attomica, Chakal, Acid Storm, The Mist, Overdose, Korzus, Ancesttral. Villus Villus, Latince'de tüy anlamına gelen, ince bağırsağın iç yüzeyinde bulunan ince kılcıklardır. İnce bağırsaklarda yer alan villus adı verilen yapılar bir çeşit tüydür ve besinlerin emilim ile kana geçmesini sağlar. Bu kılcıklar sayesinde öğütülmüş olarak gelen besinlerin faydalı kısımları emilerek kana verilir. Villus ince bağırsağın iç yüzey alanını genişleterek daha fazla maddenin emilimini mümkün kılar. Jeane Manson Jeane Manson (d. 1 Ekim 1950) Cleveland, Ohio, ABD doğumlu, Amerikalı ancak Fransa'ya yerleşmiş şarkıcı. Asıl adı "John" olmakla birlikte erkek olarak karıştırılmasın diye "Jeane" olarak değiştirmiştir. Babası yazar, annesi ressam ve şarkıcı olan sanatçı Meksika'da büyümüştür. Sanatçı Kaliforniya'daki Orange Coast College'da müzik eğitimi, Lee Strasberg’s Actor’s Studio'da da drama eğitimi almıştır. 1970'lerin popüler olan Jeane Manson, Ağustos 1974'te Playboy için poz verip playmate olmuştur. Eurovizyon sunuculuğundan sonra Türkiye'yi ziyaretinde Türk Playboy'u için de poz vermiştir. 1979'da Lüksemburg adına Eurovizyon şarkı yarışmasına katılan Jeane Manson "J'ai Déjà Vu Ça Dans Tes Yeux" adlı şarkı ile 13. olmuştur. Fenerspor Fenerspor, Zonguldak merkezli Türk futbol kulübü. 1945 yılında Kömürspor adıyla kurulmuş, 1966 yılında Türkiye 2. Futbol Ligi (günümüzdeki adı 1. Lig)'ne çıkınca Zonguldakspor, 2011'de ise günümüzdeki adını almıştır. Kulübün renkleri kırmızı-laciverttir. 1973-74 sezonunda 2. Lig Beyaz Grup'ta şampiyon olarak Kırmızı Grup şampiyonu Trabzonspor'la beraber 1. Lig'e çıktı. 14 yıl boyunca yer aldığı 1. Lig'de 1979-80 sezonunda en başarılı performansı sergileyerek 3. oldu. 1981-82 sezonundaki dördüncülükten sonra güçten düşmeye başlayan Zonguldakspor; 1987-1989 arası inişe geçti ve iki yıl içinde 1. Lig'den 3. Lig'e düştü. 1989'dan sonra, 2. Lig ve 3. Lig arası gidip gelen Zonguldakspor, 2005-06 sezonunda oynadığı 2. Lig B Kategorisi 4. Klasman Grubu'nu sonuncu bitirdi ve 3. Lig'e düştü. Zonguldakspor, 2007-08 sezonunda 3. Lig 4. Grup'ta verdiği amatör kümeye düşmeme mücadelesini malî sıkıntılar yüzünden kaybetti ve 1. Amatör Küme'ye düştü. 2010-11 sezonunda kurulan ve kısaca BAL diye tabir edilen Bölgesel Amatör Lig'de Kilimli Belediyespor ile birlikte Zonguldak ilini temsil etme hakkı kazanan Zonguldakspor; lider Eskişehir Demirspor ve Kilimli Belediyespor'un 1 puan gerisinde 3. sırada ve şampiyonluk iddiasıyla girdiği sezonun son haftasında Pursaklar Belediyespor ile kendi seyircisi önünde golsüz berabere kalınca BAL statüsü gereğince Zonguldak 1. Amatör Küme'de 2. olan Demir Madencilik Dilaverspor'la baraj maçı oynamak durumunda kaldı. Karşılaşma, 4-2 Zonguldakspor aleyhine bitince rakibi BAL'a yükselirken 30 yıl önce -o zamanki adıyla- Türkiye 1. Ligi'ni -deyim yerindeyse- sallayan Zonguldakspor ise Türkiye'deki amatör futbolun 2. seviyesi olan il bazında mücadeleye yani Zonguldak 1. Amatör Küme'ye (6. seviyeye) düştü. Bu olaydan sonra Zonguldakspor'un adının Fenerspor olarak değiştirildiği ve yukarıda belirtildiği gibi baraj maçını kazanarak Bölgesel Amatör Lig'e yükselen Demir Madencilik Dilaverspor'un da 2011-12 sezonunda "Zonguldakspor" adı altında mücadele edeceği açıklandı. Bu kararın -aynı zamanda- Zonguldakspor'u borçlardan kurtarmak için olduğu açıklandı. 1974-1988 1966-1974, 1988-1989, 1992-1999 1989-1992, 1999-2001, 2002-2006 2001-2002, 2006-2008 2010-2011 2008-2010 Kardemir Karabükspor Kardemir Karabükspor, Karabük'ün kırmızı ve mavi renkli takımıdır. Kulüp tesisleri 1993-94 sezonundaki tesisler hamlesi ile yapılmıştır. Tesisler Çamlık Mevkii'nde olup, modern bir görünüm içinde spor kompleksi (İdman sahaları-Parkur-Salonlar) mevcuttur. Kardemir Karabük Spor Kulübü'nün ayrıca Tekerlekli Sandalye Basketbol Süper Ligi'de tekerlekli sandalye basketbolu takımı vardır. 2007-08 Tekerlekli Sandalye Basketbol Süper Lig sezonunu beşinci sırada bitirdi. Avrupa Bedensel Engelliler Şampiyonası'nda ikinci oldu. Kulüp bu branşın yanı sıra voleybol branşında da hizmet vermektedir. 1938 yılında Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ün emirleri doğrultusunda tüm ülkede spor adına yeniden yapılanma süreci başlamış ve özellikle Karabük’te ülkenin ilk ağır sanayi hamlesinin başladığı yerde bunun öncülüğünü yapacak kulüplerin kurulması çalışmaları hız kazanmıştı. Dönemin Demir-Çelik İşletmeleri Genel Müdürü Azmi Tılabar D.Ç. Gençlik Kulübü'nü gri-mavi renkleri yanı sıra D.Ç. arması altında kurarak bugünkü Kardemir Karabükspor'un ilk adımını atmıştır. Türk sporunda 1938 yıllarından itibaren isim duyuran Karabük‘te ilk olarak; 1940'lı Yıllarda Zonguldak Amatör Kümelerde başarılı bir grafik çizen Kardemir Karabükspor ülkede bisiklet, tenis ve güreş gibi spor dallarında sembolleşmeye başlamıştır. 1950'li yıllar içinde Karabük Gençlik Spor ile bir renk daha kazanan Kardemir Karabükspor tarihi 1969 yılında Karabük Gençlik Spor'un kırmızı rengi ile Demir Çelik Gençlik Spor'un mavi rengini alıp yeni renkleri olan kırmızı mavili Demir Çelik logolu amblemi içinde 1969-70 sezonunda Türkiye 3. Ligi Beyaz Grubu'nda profesyonel liglerine ilk adımını atmıştır.1982-1983 sezonunda 2.ig'den düşmüş,3.lig de kaldırıldığı için amatör kümeye düştü.1983-1984 sezonunda Zonguldak Amatör Küme 1.si ve sonra Bölge maçları sonucunda tam 34 maç hiç yenilmeden) Karabüklü gençlerden oluşan kadro,son maçta Çorluspor'la Çorlu'da 0-0 berabere kalarak şampiyon olmuş ve profesyonel liglerdeki yerini almıştır.1992-1993 sezonunda play-off Yükselme Grubundan Anadolu'da ilk kez bir ilçe takımı Türkiye 1.Ligi'ne yükselmiştir. Kardemir Karabükspor Süper Lig'de ilk kez mücadele ettiği sezon olan 1993-94 sezonunun son maçında Zeytinburnuspor'a uzatma dakikası golü ile 2-1 yenilerek küme düşmüştür. 7 Mayıs 2008'de play off karşılaşmasında Erzurumspor'u 7-0 gibi bir sonuçla yenerek tarihi itibarıyla 1. Lig'e yükselmiştir. Kulüp en son 1. Lig'i ilk sırada bitirmiştir. 12 Nisan 2010'da ligin 30. haftasında Çaykur Rizespor'u yenerek lig bitmeden 1. Lig şampiyonu olarak Süper Lig'e yükselmeyi garantilemiştir ve böylece Süper Lig'e yükselmiştir. Kardemir Karabükspor futbol takımı 2009-10 futbol sezonu 1. Lig'i Yücel İldiz önderliğinde Türkiye 2. Liglerinde Kocaelisporun 1991-1992 sezonunda topladığı 83 puanın ardından 77 puan toplayarak 2. lig tarihinde en çok puan toplayan 2. takım olarak Süper Lig'e yükselmiştir. 1990-1991 sezonunda bu rekor koacelispora aittir (83 puan )Yükseldiği sene kendi sahasında ve deplasmanlarda çok farklı maçlar kazanarak Türkiye spor gündemine girmiş, ligin bitime 4 hafta kala açık ara puan farkıyla Şampiyonluğunu ilan etmiştir. Özellikle kendi sahasında aldığı 3-0'lık seri galibiyetler 1. Lig futbolseverleri tarafından çok ilgi çekmiştir. 2012-13 sezonunda Galatasaray, Fenerbahçe, Trabzonspor'u 3-1 yenmiş, Beşiktaş ile, 10 kişi kaldığı maçta 2-0 geride olmasına rağmen beraberliği yakalayarak kulüp tarihi açısından önemli bir başarı elde etmiştir.2014-15 Süper Lig sezonunda Balıkesirspor'a 4-2 yenilmiş ve Çaykur Rizespor'un Akhisar Belediyespor'u 3-1 yenmesiyle Kayseri Erciyesspor ve Balıkesirspor ile birlikte bitime 2 hafta kala 5 sezon aradan sonra düşmüştür. 1993-1994, 1997-1999, 2010-2015, 2016-2018 1972-1973, 1974-1983, 1984-1993, 1994-1997, 1999-2001, 2008-2010, 2015-2016, 2018- 1969-1972, 1973-1974, 2001-2008 1983-1984 Kulübün YKÇ İdman Sahası, Hasan Doğan Sosyal Tesisleri, H. Ferudu
n Tankut Spor Kompleksi ve Metin Türker Spor Kompleksi olmak üzere 4 modern tesisi vardır. Kardemir Karabükspor futbol takımı maçlarını Dr. Necmettin Şeyhoğlu Stadı'nda oynamaktadır. 2009-10 sezonu sonrası UEFA kriterlerine uymadığı gerekçesiyle tribünlerin sırayla yıkılıp modernizasyon çalışmaları başlamıştır. Çalışma bittiğinde stadın bütün tribünleri kapalı 14.000 lik stadyum olacaktır. Karabükspor'un taraftar grubu Mavi Ateş'tir. Mavi Ateş ismini Karabük'ün girişindeki Kardemir'in sönmeyen mavi ateşinden alır. Kardemir Karabükspor'un lisanslı ürünlerinin satıldığı resmi kuruluştur. Kulüp formalarının tasarımları Adidas'a aittir. Tinto Brass Giovanni Brass (d. 26 Mart 1933, Milano, İtalya), İtalyan yönetmen, film dünyasında ressam dedesi Italico tarafından verilen takma adı ""Tintoretto""'nun kısaltılmışı "Tinto Brass" olarak bilinir. Erotik çalışmaları ile ünlü yönetmen özellikle "CCosì fan tutte", "Paprika" ve "Monella" ve "Kışkırtma" olarak dilimize çevrilen "Trasgredire" filmleri ile tanınır. Nörotransmitter Nöronlar arasında veya bir nöron ile başka bir (tür) hücre arasında iletişimi sağlayan kimyasallara nörotransmitter (uyarıcılara tepki) denir. Sinir sistemi boyunca sinirsel sinyaller bu kimyasal taşıyıcılar yardımıyla iletilir. Sinir hücrelerinin taşıdığı sinyaller nöronlar üzerinde son derece hızlı ilerler. Bu hız sinir hücresini türüne göre 1m/sn ile 12m/sn arasında değişir. Sinir hücreleri arasındaki bağlantı ve sinyal aktarımını ise sinaps denilen ve iki sinir hücresi arasında bulunan bölgelerce sağlar. Bu bağlantı bölgelerinde sinyalin geldiği nörondan salgılanan nörotransmitterler, karşıdaki nöronun hücre yüzeyinde bulunan protein reseptörlerce algılanarak sinyalin bu hücreye aktarılmasını sağlarlar. Post-sinaptik protein reseptörlerle iletişim yolu çoğu sinir ileticisi için geçerli olmakla beraber gaz formunda bir sinir ileticisi olan nitrik oksit post-sinaptik membranı aşarak intrasellüler cGMP düzeyi üzerinden etkisini gösterir. Günümüzde ATP de sinir ileticisi olarak kabul edilmektedir ve etkilerinin bir kısmı için pürinerjik post-sinaptik reseptöre ihtiyaç duymaz. Sinapslarda iki hücre arasındaki mesafe son derece azdır (yaklaşık olarak 20 nm). Bu durum fizyolojik sıcaklıklarda ve ortam koşullarındaki difüzyon hızı ile birlikte ele alındığında, bir hücreden salınan nörotransmitter maddenin diğerine varış zamanının neredeyse anlık olacak şekilde çok kısa olmasına neden olur. Temel olarak iki grup nörotransmitter madde bulunur. Bunlar eksite edici (uyarıcı, agonist) ve inhibe edici (engelleyici, antagonist) maddelerdir. Sinir istemindeki sinyallerin işlenip bunların bilgiye dönüştüğü yer olan sinapslarda bu iki farklı grup nörotransmitter madde sayesinde bazı sinyaller artırılırken bazıları azaltılmış olur. Bu özellik, sinir dokuların sinyal işleme yetisinin temel bileşenlerinden biridir. Louis Pasteur Louis Pasteur (Lui Pastör) (d. 27 Aralık 1822 Dole, Fransa - ö. 28 Eylül 1895 Saint-Cloud, Fransa), Kuduz aşısını bulan Fransız mikrobiyolog ve kimyager. 1822'de Fransa'nın Dole kentinde doğdu. 1846'da École Normale Supérieure'ün fen fakültesini bitirdi. 1847'de fizik ve kimya dalında doktora derecesini aldı. Pasteur, bu yıllarda izomerlik, kristal yapı ve optik etkinlik konularındaki çalışmalarıyla tanınmaya başladı. 1848'de Strasbourg Fen Fakültesi yardımcı kimya profesörü oldu. 1854'te Lille Fen Fakültesi'nde kimya profesörlüğüne yükseldi. Ecole Normale'de kurulmasını istediği araştırma laboratuvarının yöneticisi tayin edildi ve 1871'de çalışmaya başladı. Bu laboratuvarda şarbon, tavuk kolerası ve kuduz gibi virütik hastalıklar; bağışıklık mekanizması ve aşı hazırlama teknikleri üzerinde çalıştı. Pasteur, kuduz köpekler üzerine yaptığı çalışmaları daha güvenli hale getirmek için 1885'te eski bir imparatorluk şatosunu gereğine uygun olarak düzenleyerek,kuduz aşısı adına yapılan ilk adımı attı. Pasteur, Strasbourg Üniversitesindeki görevi sırasında tanıştığı Marie Laurent ile 29 Mayıs 1849 tarihinde evlendi. Bakteriyolog olarak görev yaptığı süre boyunca, tıbbın ilerlemesine büyük katkılarda bulundu. Tıp doktoru olmadığı için, doktorlardan tepki gördü. Pasteur, tepkilere rağmen çalışmalarını devam ettirdi. Pasteur, bakterilerin var olduklarına ve bunların hastalıklara yol açabileceği yolundaki düşüncesini sürdürdü.Louis Pasteur,28 Eylül 1895 yılında Fransa'nın Saint-Cloud kentinde öldü. Pasteur, mayalanma olayında ve bulaşıcı hastalıklarda mikroorganizmaların sorumlu olduğunu kanıtladı. Kendiliğinden türeme teorisini çürüttü. Bu sayede şarap, bira, süt, meyve suyu gibi mayalanabilir sıvıların uzun süre bozulmadan saklanabilmelerini sağlayan "pastörizasyon" adlı konserve yönteminin gelişmesini sağladı. Bu yöntem, sütü 63 °C'de otuz dakika süreyle ısıtmak ve daha sonra sütü hızlı bir biçimde soğuttuktan sonra kapalı ve sterilize edilmiş şişelere koyarak uygulanıyordu. Buna benzer bir yöntem günümüzde (UHT) adı altında kullanılmaktadır. Pasteur'ün hastalıkların önlenmesi için Pierre Paul Émile Roux ile yaptığı çalışmalar sonucu aşı yöntemi geliştirildi. Pasteur, bu yöntemi tavşanlar üzerinde denedi. Daha sonra aşının kuduz hastalığı üzerindeki etkisini araştırmak için 11 köpek ile deney yaptı. 6 Temmuz 1885 tarihinde kuduz bir köpek tarafından ısırılmış olan 9 yaşındaki Joseph Meister'a kuduz aşısını uyguladı. Bu aşıyı hiç kullanmadan önce tıbbi doktor olmadığı için Pasteur tereddütte kalmıştı ve danıştığı kişilerin desteğiyle uygulama kararını almıştı. Çocuğun sağlık durumu iyiye gitmeye başladı ve 3 ay sonra olumlu sonuç alındı. Bu başarı sayesinde Pasteur kahraman ilan edildi. Olumlu sonuçlar sayesinde Pasteur; 1887 yılında Pasteur Enstitüsü'nü kurdu. Trinitrotoluen Trinitrotoluen (TNT), formülü CHNO olan bir kimyasal bileşik. Sarı renkli bir katı olan TNT, güçlü bir patlayıcıdır. Patlama verimi, bombaların patlayıcı özelliklerinin ölçeklendirilmesi için referans alınır. TNT, üç adımda sentezlenir. İlk adımda toluen, sülfürik ve nitrik asit karışımı bir çözeltide nitrolanarak MNT (mononitrotoluen) sentezlenir. Bu çözeltideki nitrik asit nitrolama için gerekli nitro grubunu sağlarken, sülfürik asit katalizör görevi görür. MNT tekrar nitrolanıp dinitrotoluen (DNT)'e dönüştürüldükten sonra üçüncü bir nitrolama ile TNT elde edilir. Trinitrotoluen 80,6 °C'de erir ve donduğunda iğne gibi renksiz kristaller meydana getirir. Alkol, aseton, benzin ve toluende çözünürken suda çözünmez. Suda çözünmeme ve suyu soğurmama özellikleri, nemli ortamlarda kullanımını kolaylaştırır. TNT, diğer güçlü patlayıcılar ile kıyaslandığında, görece kararlı bir bileşiktir. TNT’nin patlama tepkimesi şöyledir; Tepkime ısıveren olmasına karşın aktivasyon enerjisi yüksektir. TNT, yaygın olarak bomba, mayın ve torpidolarda patlayıcı madde olarak kullanılır. Top şekline getirildiğinde, patlama sırasındaki sıkışmaya karşı koyar. Şoka dayanıklılığı patlayıcının fiziki haliyle ilgilidir. Bu nedenden dolayı buharla eritilen ve sıvı olarak bomba biçiminde dökülen TNT, kristal TNT'ye nazaran şoka karşı daha az duyarlıdır. TNT, ilk kez 1863 yılında Alman kimyager Joseph Wilbrand tarafından sentezlendi. Uzun yıllar boyunca patlayıcı özelliği keşfedilmeyen TNT, boyar madde olarak kullanıldı. TNT’nin patlayıcı özelliğinin keşfiyle birlikte önce 1902 yılında Almanlar, 1907'de de İngilizler tarafından kullanıldı. Bileşik, günümüzde yaygın şekilde kullanılır. TNT'nin tozu cildin, tırnakların, saçın ve mukozanın sararmasına, deriye değmesi ise kaşıntılı egzama sebep olur. Nefesle veya yutma ile vücuda girmesi mide rahatsızlıklarına, zehirlenmeye, bazı kimselerdeyse böbrek ve idrar yolları hastalıklarına, hatta komaya sebep olur. Birinci dünya savaşı’nda TNT ile iç içe çalışan kadın cephane işçilerinin deri renklerinin sarardığı görülmüştür. Bu işçilere, derilerinin renginden dolayı “canary girls” (kanarya kızlar) denir. TNT Trinitrotoluen genelikle TNT olarak bilinen bir kimyasal patlayıcıdır. TNT ya da T.N.T. şu anlamlara da gelebilir: Tristör Tristör, kontrollü yarı iletken bir anahtarlama elemanıdır. SCR olarak da bilinirler. SCR silikon kontrollü doğrultucu (veya yarı iletken kontrollü doğrultucu) anlamına gelmektedir. Özellikle güç elektroniği devrelerinde kullanılan tristörler çok hızlı açma ve kapama özelliğine sahiptirler. Son teknikle saniyede 25.000 defa açıp kapama yapan tristörler yapılmıştır. Dört katlı bir yarı iletkenden meydana gelen tristörler (P-N-P-N) kapı ("gate") ucu ile iletken yapılabilmektedir. Doğru akım ve Alternatif akımla çalışırlar. Her yönlü akım geçirirler. Anot-Katot ve "gate" olmak üzere üç bağlantı ucu mevcuttur. Yüksek güçlü tristörlerde anot geniş bir taban üzerine tespit edilir. Bu tristörün hem kolay soğutulmasını hem de kolay monte edilmesini sağlar. Katot kalın bir kablo ile "gate" ucu ince bir bükülebilir kablo ile çıkartılmıştır. Tristörü doğru polarize etmek için anotuna ( + ) katotuna ( - ) gerilim verilmelidir. Uygulanan bu gerilim değeri çok arttırılırsa bir noktadan sonra tristör aniden iletime geçip A –K direnci dolayısı ile A – K voltajı düşer geçen akım artar. Eğer ters polarize edilip gerilim arttırılırsa yine bir noktadan sonra ters yönde ani akım artışı olur. Bu ise istenmeyen bir durumdur ve tristörü bozar. Tristörün doğru polarize edilip A –K voltajının arttırılması ile iletime geçirilmesi kullanılan bir yöntem değildir. Çoğunlukla A – K doğru polarize edildikten sonra geyte ufak bir gerilim darbesi verilip tristör iletime geçirilir. Tristör bu şekilde iletime geçtikten sonra geyt gerilimi kesilse bile tristör iletimde kalır Tristörler bir kere iletken oldu mu (eğer besleme voltajı kesilmezse) devamlı iletimde kalır. Bunun için özel metotlarla tristörleri yalıtkan duruma geçirmek gerekir. Bu davranışa iki durumu kararlı ("bistable") davranış denir. Tristörler güç elektroniğinin gelişmesinde çok önemli rol oynamıştır. Bunun için 2000 Volt ve 3300 Ampere kadar çalışabilen tristörler yapılmıştır. Tristörlerde en büyük probl
em, açma-kapama esnasında meydana gelen ısıyı ve enerji birikimini dağıtmaktır. Bunun için çok çeşitli metotlar geliştirilmiştir. SCRlerin yüksek gerilim ve amper değerlerinde kullanılabilmelerinin sebebi gerilim düşümlerinin 1-2 volt kadar az olması ve dolayısıyla iletim durumundayken ısı kaybının oldukça düşük olmasıdır. Gerilim düşümü u elemanın üzerinden geçen akım ise I ise ısı kaybı p aşağıdaki formülle hesaplanabilir. formula_1 Tristörler diğer yarı iletken elemanlar gibi teorik olarak sonsuz ömre sahiptirler ancak aşırı sıcaklıkta bu eleman tahrip olur. Tristörler tetikleme sinyalleri ile iletime sokulurlar ancak bazı durumlarda eleman kendiliğinden iletime girebilir. Bu durumda elemanı kontrol edemeyiz. Bu durumları sıralayalım: Tristörümüz kendiliğinden iletime girer. Trityum Trityum, hidrojenin radyoaktif izotopudur. 1934 yılında, çok hızlı döteryum çekirdeği ile döteryum bileşiklerinin bombardıman edilmesi sırasında nükleer transmutasyon ürünü olarak keşfedildi. Trityumun sembolü H veya T'dir. Atom ağırlığı, 3,0170'dir. -252,5 °C'de erir, -248,12 °C'de kaynar, buharlaşma ısısı 333 cal/mol ve sublimasyon ısısı 393 cal/mol'dür. Kimyevi özellik bakımından hidrojene benzer. Fakat fiziki özellikleri hidrojeninkinden farklıdır. Trityum atmosferde, hidrojenin 1018 de biri kadar bulunur. Atmosferdeki trityum, kosmik ışınların meydana getirdiği hızlı nötronların, protonların veya mesonların azot ile reaksiyonundan meydana gelir. Yeryüzünün mevcut trityum miktarı yaklaşık 1 kg tahmin edilmektedir. Trityum nükleer reaktörlerde Lityum-6 izotopunun nötronla bombardımanında elde edilir. Yine berilyumun siklotronlarla hızlandırılmış döteryum ile bombardımanından da trityum elde edilir. Trityum radyoaktif olup, yarılanma süresi 12,46 yıldır. Trityum beta (ß) ışıması yaparak He'e (helyum izotopuna) dönüşür. Yaydığı beta ışının enerjisi 186.000 elektron volttur. Trityumdan faydalanarak hidrojenlendirme reaksiyonları ve reaksiyon değişimleri gözlenebilir. Trityum ve bileşikleri etiketleme ve izleme deneylerinde kullanılır. Mesela biyokimya çalışmalarında, trityumla etiketlenmiş (damgalanmış, yani bünyesinde trityum bulunan bileşik) hormonlar, gıdalar, ilaçlar kullanılır ve bu maddelerin vücuttaki davranışı takip edilir. Yine suyun hidrokarbonlardaki çözünmesinin tayininde, suyun difüzyonunda, polimerlerin analizinde, kimya reaksiyonlarının takip ettiği yolu bulmakta trityumla damgalama metodu kullanılır. Stilbene trityum girdirilirse kendi kendine ışıma yapan madde elde edilir. Bir suyun buharlaşma ve yağmur olup yağma zamanını ölçmek için, içinde trityum bulunan su kullanılır. Çizelgeleme Çizelgeleme (İng. ""), eldeki işlerin bir grup kaynağa atanmasıdır. İ, İ, İ, ..., İ yapılması gereken n adet iş, M, M, M, ..., M de işlerin yapılması için gereken m adet kaynak (makine, işlemci, vb.) olsun. Her bir iş, tamamlanmak için eldeki kaynakların bir kısmından veya tamamından belli bir sıra ile geçerek işlenmelidir. Bir işin bir kaynak üzerinde işlenmesine operasyon denirse; O, işinin kaynağı üzerinde işlenmesine verilen isimdir. Bu durumda çizelgeleme kabaca her bir O için bir başlangıç ve bitiş zamanı bulma işidir. Cemevi Cemevi; Alevilikteki başlıca ibadet mekanı. Alevilerin zikir yaptıkları, hak ile batıl alanı ayırdıkları, ölmeden önce öldükleri, sorguya çekilip soruldukları ya da bağlama çalarak, karşılama ya da semah döndükleri ibadethâne. Cemevine girmenin her ibadet mekânı gibi bir adabı vardır. Kul hakkı yiyen, hak sahibi ile helalleşmeden cemevine giremez. Zulmedenler ve birbirinden razı olmayanlar da cemevine giremez. Yapılan en büyük ibadetlerden biri Allah-Muhammed-Ali ve On iki İmamların adlarının anıldığı "duaz-ı imam" adı verilen nefeslerin okunmasıdır. Cem'de kıyam, rüku ve secde niyazla birleştirilmiştir. İbadet mekânları İran, Irak, Azerbaycan, Lübnan Şiîlerinde cami iken Anadolu Aleviliğinde Cemevidir. Cemevlerinin tanınması tartışması yılllardır sürmektedir. Cami ve cem sözcükleri aynı kökten gelir. Cem Arapça'da "toplantı" demek, camii de "toplanılan yer" demektir. Cemleri özgün haliyle yaşayan yol-erkan sürdüren ocaklardır. Tarsus Tarsus (Hititçe: "Tarşa"), Mersin ilinin en doğusundaki ilçesidir. İlçe doğuda Adana, batıda Mersin merkez, kuzeyde Pozantı ve Çamlıyayla, güneyde Akdeniz ile çevrilidir. Tarihte en yaygın Kilikya olarak anılan bölgede bulunan ilçenin Hitit Uygarlığı başta olmak üzere köklü bir uygarlık geçmişi vardır. Hititler döneminde Tarsus, Kizzuvatna eyaletinin bir kentiydi. Tarsus, şu anki nüfusuyla Türkiye'nin 54 ilinden büyüktür. İlçe Berdan ovasından (Tarsus ovası) kuzeye doğru engebeli arazi boyunca son yıllarda hızla gelişmektedir. Çok zengin bir tarihi olup, bazı dini inançlar yönünden önemli bir kenttir. Kur'an'ın Kehf Suresinde geçen Ashab-ı Kehf (Yedi Uyurlar)ın kaldığı mağaranın Tarsus'ta olduğuna inanılır. İncil (Yeni Ahit)'in yazarlarından biri olan Pavlus da Tarsus doğumludur. Bu sebeple Hristiyanlarca da hac yeri olarak kabul edilmektedir. Kudüs'teki Kıyamet Kilisesinden sonraki en kutsal kilise olan St. Paul kilisesi ve St. Paul kuyusu Tarsus'ta bulunmaktadır. Bunların yanı sıra dünyanın ilk kanalizasyonlu Tarihi Roma Yolu, Roma hamamı da Tarsus'tadır. Kleopatra Kapısı da şehrin en eski kalıntıları arasındadır. 10 km kuzeybatısındaki Taşkuyu mağarası, Şelalesi ve özellikle Tarsus Barajı gezip görülesi yerlerden olup turizm açısından mükemmel bir tarihe ve de doğal güzelliklere sahiptir. Kuruluşu yaklaşık 8.000 yıl öncesine, Yeni Taş Çağı'na dayanan Tarsus'un Çukurova'nın içinde yer alması ve Toros Dağları'ndan İç Anadolu'ya geçit veren Kilikya kapısı sayesinde güneyden gelen göç ve ticaret yolları üzerinde olması, yerleşim yeri olarak seçilmesinde en önemli etkendir. Tarsus'un ismi ve kuruluşu hakkında, mitolojilerde ve eski yazarların anlatımlarında çeşitli bilgiler vardır. Bunların hemen hepsi Roma İmparatorluğu çağlarında, özellikle Augustos döneminde ortaya çıkmıştır ve hiçbiri tarihi bir gerçek olarak kabul edilemez. Mitolojiye göre, Antik Çağlar'da Tarsus Çayı'na, Kilikya'nın yeni halkı Cydnos adını vermiştir. Cydnos, mitolojide nehir tanrısına verilen isimdir. Azra Erhat, Cydnos için şöyle yazar: "Kilikya'da bugün Tarsus Çayı diye bilinen ırmağın tanrısı. Ana tarafından lapetos'un torunu sayılır. Cydnos'un Parthenios adlı bir oğlu olduğu ve Cydnos Irmağı' nın denize döküldüğü yerde bir kent kurup ona Parthenia demiştir. Burası da bugünkü Tarsus'dur." Mitolojideki Pegasus (kanatlı at) ya da Bellerophontes, Kilikya ovasında yolunu şaşırmış ve Tarsus'un bulunduğu yerde ayağı sakatlanmış olduğundan kente Latince ayak tabanı anlamına gelen Tarsos adı verilmiştir. Bu efsaneyi güçlendiren bir durumda İlyada'da Bellerophontes'in Aleian düzlüklerinde gezindiğinin söylenmesi, o dönemde düzlüklerin de Kilikya ya da Tarza olarak tanımlanması nedeniyle Tarza'nın aslında Tarsus demek olduğu düşünülmüştür. Bu ilişki, Luvi dilinde düzlüklere ya da ovalara Tebai (Kilikya) denmesiyle fazlasıyla güçlenmektedir. Diğer bir efsaneye göre kentin kurucusu eski Kilikya Tanrısı Sandon ile bir tuttukları Herakles'dir. Herakles'in resimleri MÖ 4. yüzyıla ait Tarsus sikkeleri üzerinde bulunmaktadır. Antik gezgin ve coğrafyacı Strabon, "Coğrafya" kitabında kentin kuruluşuyla ilgili olarak: "Tarsos'a gelince o, bir ovada uzanır, İo'yu araştırmak üzere Triptolemosla birlikte dolaşan Argoslular tarafından kurulmuştur." şeklinde bir bilgi verir. Bir efsaneye göre, bu kentin kurucusu Perseus'dur. Mitolojinin kahramanlarından biri olan Perseus, Hitit döneminde Andrasos olarak bilinen bir köyün yerinde Tarsus kentini kurmuştur. Diğer bir efsaneye göre Tarsus, Tarım Tanrıçası Demeter'in oğlu Triptolemos tarafından kurulmuştur. Antik Çağ'da Tarsus önemli bir tarım merkeziydi ve bu özelliği antik Tarsus sikkelerinde betimlenmiştir. Tarsus Mozaiği, 3. yüzyılda yapılan mozaikte Orfeus'un müziği ile vahşi hayvanları uslandırmasına ait tasvir. Antakya müzesi. Tarsus adı ve kentin Kilİkya Kralı Syennessis'in yönetim merkezi olduğu, ilk defa MÖ 401 yılında Ksenephon'un "Anabasis" kitabında belirtilmektedir. MÖ 5. yüzyılın ikinci yarısından İtibaren Tarsus'a ait sikkeler üzerinde, kentin ismi gerek Aramice ve gerekse Grekçe yazı ile Tarz ve Terzi şekillerinde görülmektedir. Tarsus'un bu şekilde bilinen adına çok daha önceleri Asur kaynaklarında rastlanılmaktadır. Asur kaynaklarında, önce Kilikya'nın merkezi olarak bildirilen Tarsus, Asur Kralı 3. Salmannassar (MÖ 859-825) ve Sanherib'e (MÖ 704-681) ait belgelerde Tarzi şeklinde anlatılmaktadır. Gözlükule Höyüğü'nde yapılan kazılar, bu yörede ilk yerleşmenin Yeni Taş Çağı dönemiyle başladığı ve Orta Tunç Çağı'na değin kesintisiz sürdüğünü ortaya koymuştur. Bir süre sonra Asur egemenliğinde kalan yöre, daha sonra Persler'in, MÖ 333'te ise Alexander'in (Büyük İskender) yönetimine geçmişti. MÖ 66'da Kilikya bir Roma vilayeti olunca, Tarsus da buranın merkezi durumuna getirilmiştir. Tarsus bu dönemde büyük bir gelişme gösterdi. Tarım ve ticaretin yanı sıra, Cydons'un yatağı taranarak büyük gemilerin bu akarsuda sefer yapmalarının sağlanmasıyla, Doğu Akdeniz, deniz ve kara yollarının birleştiği büyük bir ticaret ve kültür merkezi haline geldi. Yine bu dönemde kentin nüfusunun 450 bin kişiyi aştığı sanılmaktadır. Uzunca bir süre Tarsus dünyanın en büyük kenti olarak kaldı. Strabon, Tarsus'taki kültür yaşamı hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler vermektedir. Strabon, birçok filozof,dil bilgini ve şairlerin Tarsus'ta yaşadığını,onların kültür hayatına olan etkilerini, her konuda büyük bir gelişme içindeki Tarsus'un bir bilim ve üniversite kenti olduğunu, halkın felsefeye ve diğer bilim dallarına büyük ilgi gösterdiğini ve bunları öğrenmeye istekli olduklarını; Tarsus'un bu konuda İskenderiye ve Atina'yı geçtiğini yazmaktadır. Strabon'dan, Tarsus'ta eğitim görenlerin yerli halktan olduğunu ve yabancıların nadir olarak geldiğini,eğitimini bitirenlerin bir kısmının yabancı ülkelere giderek orada eğitimlerine devam ettiklerini öğre
niyoruz. Ayrıca Tarsus'ta stoik filozoflardan Antipator, Arhedemos, Nestor, Athenedoros kentleri dolaşarak okul açan Phutiades ve Diogenes, edebiyatçılardan Artemidoros ve Diodoros, Diony-sides'in yaşadığını yazar. Strabon Tarsus hakkında verdiği bilgilerin sonunda : "Roma kenti, Tarsuslu alimleri iyi ispat edebilir çünkü Roma gerek Tarsus'tan gerek İskenderiye'den gelen bu gibi alimlerle doludur." der.Bu bilgilerden Tarsus'un ticaret kenti olma özelliğinin yanında kültür ve üniversiteler kenti de olduğunu ayrıntıları ile öğreniyoruz. Tarsus'ta Antonius döneminde antik bilim adamlarının yazdıkları büyük kitaplar toplanarak 200.000 ciltlik, dünyada eşi bulunmayan bir kütüphane oluşturulmuştur. Tarsus'taki üniversite, Atina ve iskenderiye üniversitelerinden daha da ünlü idi. Tarsus'ta bulunan yazılı kitabelerde, burasının özgür bir kent olduğu yazılıdır. Tarsus'un özgür kurumlarından, Paulus ve birçok filozof faydalanmışlardır. Kozmopolit bir kent olan Tarsus, Roma yasalarına göre yönetilmiştir. Yunan kaynaklarında, Tarsus'taki tarihi eserler hakkında verilen bilgilerde; krallık sarayları, pazar yerleri, caddeler, köprüler, hamamlar, çeşmeler, haller, akarsu sahilinde gençlere ait gymnaziyum, stadyum ve Paulus Tapınağı anlatılmaktadır. Xenophon'dan sonraki antik yazarlar, Cydnos akarsuyunun kentin ortasından geçtiğini yazmaktadırlar. Strabon,Cydnos'un gymnaziyumun yanından geçtiğini, ilk önce Regma denilen bir göle döküldüğünü, burasının Tarsus'un limanı olduğunu ve orada gemi tezgâhları ile ticarethanelerin bulunduğunü yazar. Günümüzde de liman etrafında ve liman ile Tarsus arasındaki alanda yerleşim olduğunu ispat edecek izler vardır. Cydnos'tan Tarsus'a kadar gemilerin gelebilmesinin mümkün olduğu birçok yazar tarafından belirtilmekle ve antik Tarihçi Plutarkhos, Kleopatra'nın M.Antonius'u filosu ile birlikte Tarsus'ta ziyaret ettiğini yazar. Tarsus, Orta Çağ'da birçok Arap ve İslam bilgininin ilgi konusu olmuştur. Bunlar, Tarsus'un büyük ve güzel bir kent olduğunu, iç içe iki suru olup, surların beş kapısı ve etrafında hendekleri bulunduğunu yazmaktadırlar. Arap coğrafyacılar İbn-i Havkal (943), İstahri (951), Idrisî (12. yüzyıl) ve Ebü'l Fida (1273-1331) ile İranlı Coğrafyacı Ibn Hurdazbİh (820-912), Süryani tarihçi, filozof Abü'l-Farac Ibn-ü'I Ibri (1226-1286) yöreyi ve Tarsus'u ziyaret etmişlerdir. Bunlardan Coğrafyacı Ibn-ü'l Fakih'in eserinde "Ebu Süleyman Ferec'in 788 yılında, 5 kapısı ve 87 burcu olan Tarsus kentini ve surlarını onardığını" yazması, Müslüman Araplar'ın kente verdikleri önemin bir örneğidir. Abbasi halifesi Memun 20 yıl tek halife olarak hüküm sürdükten sonra Tarsus'ta 48 yaşındayken 9 Ağustos 833'de ölmüştür. Sıcak bir yaz gününde Tarsus'ta bir dere kenarında kardeşi Ebu İshak'la birlikte otururken oraya gelen bir hayvan yükünden aldığı hurmayı yemesinden sonra çok ateşlenip hastalandıktan sonra öldüğü bildirilir. İlk Abbası halifelerinin mezar yerleri saklanmakla beraber, Memun'un Tarsus'ta gömüldüğü çok muhtemeldir. Ünlü Osmanlı Kaptanı, coğrafyacı ve haritacı Piri Reis'in yazdığı "Kitab-ı Bahriye" adlı eserinin 4. cildinde Tarsus'la ilgili bilgiler bulunmaktadır. "...Tarsus deniz kenarından üç mil kadar içerde ova üzerinde kurulmuş bir kasabadır. Önünden Tarsus Çayı akar. Burada bulunan gölün (Rehg-rna=Aynaz) içine sandallar girerek 6 kulaç suda demir atarlar." 1671 yılında Tarsus'a gelen Evliya Çelebi, Tarsus hakkında şu bilgileri vermektedir :"... Tarsus kalesi bir düzlük üzerinde, denizden bir saat uzaklıkta, daire biçiminde olup Halife Memun yapısıdır. Çevresi 500 adım, iki kat sağlam bir kaledir. Tümüyle hendekle çevrilidir. Kalenin içinde üstü toprak damlı evlerle dolu üç mahalle vardır. Kalenin üç kapısı (batıda iskele, doğuda Adana, kuzeyde Bağ kapıları) vardır. Mevcut 15 cami içinde Eski Cami hicretten 300 yıl önce yapılmış, kiliseden bozma bir yapı idi. Geriboz kapısının iki yanında arslan, kaplan ve ejderha suretleri vardır ki, insan görünce korkar. Avının üstüne konmuş bir doğan sureti vardır ki sanki canlıdır. Bu garip acayip eserlerin tümü mermer taşından yapılmıştır. Yine bu kapının iki yanında beyaz mermer kitabeler içinde renk renk kufi yazı ile Arapça ve Süryanice yazılmış görmeye değer yazılar vardır ki, insan hayran kalır. Tarsus'da ayrıca 5 kilise, 6 medrese, 7 Hıristiyan sıbyan mektebi, 2 hamam, 2 han ve 317 dükkân vardır, İbrahim Halife Camii'ne bitişik 80 dükkân kagir bina kentin bedestenidir. Tüm sokakları kaldırımlıdır. Çünkü, temiz kumlu yollar olduğundan asla çamur olmaz. Tatlı limonu (lime), turuncu, zeytini, inciri, nar, hurma ve servileri, şeker kamışı, pamuğu meşhurdur. Verimli sahradır, âlâ camus yeridir. Bu kale içinden Bulgar Akarsuyu geçip Akdeniz'e karışır. Bu kentin suyu ve havası ağır olduğundan, bahardan sonra kentte bir tek kişi kalmayıp Bulgar yaylasına çıkarlar. Bu kalenin kuzey tarafında küçük bir iç kaleciği vardır. Gayet mamurdur. Her tarafı hendektir. Etrafı 500 adımdır. Yedi kuledir. Dizdarı ve neferleri yaylaya gidemediklerinden renkleri sarıdır. Halkı Rum, Gürcü, Ermeni ve Türkmen'dir. Arap fellahları da vardır. Minareleri Arabistan tarzındadır." Haçlı Seferleri ardından yörede kurulan Kilikya Ermeni Krallığı'nın egemenliğine, Memlükler'in vasalı Ramazanoğulları Türkmen Beyliği 1359'da son verdi. Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi ardından 1517'de Osmanlı egemenliğine giren Tarsus, önce Kıbrıs Eyaleti'ne, daha sonra da Adana Eyaleti'ne bağlı bir sancak merkezi oldu. Osmanlı İmparatorluğu'nun güçlü koruması altında 1832 yılına kadar herhangi bir işgale uğramayan Tarsus, bu yılda Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın, Çukurova'yı işgal etmesi ile 8 yıl kadar Mısır egemenliğinde kaldı. Bu dönemde Tarsus ovası yeni baştan planlı bir tarımsal üretime açılmış, Mısır'dan getirtilen uzun lifli pamuk burada daha geniş alanlarda üretilmeye başlanmıştır. Bataklıklar kurutulmuş, yeni su kanalları açılmış, Mısır'dan deneyimli tarım işçileri getirtilerek verimli ürün elde edilmiştir. 1839'da Kütahya anlaşmasıyla Osmanlılara iade edildi. 19. yüzyılın ortalarından itibaren dünya ticaret sistemine Mersin limanı yoluyla bağlantı kurmuş, kent bu dönemde kültür, ticaret ve özellikle tarım ve tarıma bağlı ekonomide, büyük gelişmeler elde etmiştir. İlçede halen ayakta duran tarihi mahallelerde gördüğümüz kimisi saray yavrusu, iki-üç katlı varsıl konutlar, bu dönem zenginliğini yansıtan sivil mimarlık örnekleridir. İlçede büyük bir grup oluşturan Gayrimüslimlere ait çok sayıda kilise inşa edilmiş, halen önemli bir eğitim kurumu olan Tarsus Amerikan Lisesi, Amerikalılar tarafından kurulmuştur. Kentte hala önemli bir hıristiyan nüfus yaşamaktadır. Tarsus, 1877'de Adana Vilayeti'ne bağlı bir sancak olmuştur. 7000 yıl süreyle kesintisiz devam eden önemli konumuyla yüksek uygarlık düzeyine çıkan Tarsus, 19. yüzyıl sonlarında yapılan ihmaller sonucunda denizle bağlantısı kesilmiş, deltadaki Aynaz gölü bataklığa dönüşmüştür. Bu kentin gelişmesini etkileyen başlıca olumsuz faktörlerden bindir. I. Dünya Savaşı'nın ardından 17 Aralık 1918'de Fransızlar tarafından işgal edilmiş, Kurtuluş Savaşı'nın ardından 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Anlaşmasıyla işgal sona ermiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile birlikte bataklıklar kurutulmuş, Berdan Çayı üzerinde baraj inşa edilmiş, her türlü tarımsal üretime elverişli çalışmalar yapılmış, karayolu ve demiryolu ağlarının üzerinde olmasıyla yeniden hızlı bir gelişme içine girmiştir, ilçede başta tekstil olmak üzere çok sayıda sanayi kuruluşu faaliyet göstermektedir. 1813 nüfus sayimlarina göre halki Ermeni,Yunan, Süryani, Türkmen, Arap nusayrilerden olusmaktadir MÖ 5000 yılına dayanan tarihinde görkemli dönemler yaşayan, çeşitli uygarlıklara kent merkezliği yapan, doğulu kervanların uğrak yeri ve ticaret merkezi olan ilçe, bu ticari özelliğini günümüzde de korumaya çalışmaktadır. Bereketli topraklara sahip olan Çukurova’da her türlü ziraatın yapılması ve sanayinin ham maddesi olan ürünlerin bolluğu, bu bölgede sanayinin gelişmesinde en önemli faktör olmuş. 1800'lü yılların ikinci yarısında, bölge potansiyelinin farkında olan yabancı ülkeler, pamuğun ilk işleme biçimi olan çırçır fabrikalarını faaliyete sokmuştur. Çırçır işletmelerinden iplik fabrikasına ilk geçiş, 1887 yılında Mavromati ve Şürekası İplik Fabrikası'nın açılmasıyla gerçekleşmiştir. 1920'de bölgede Tarsus Konserve Osmanlı A.Ş. kurulmuş ve Tarsus sanayisi daha da gelişmeye başlamıştır. Türkiye'de ilk elektrik enerjisi 15 Eylül 1902'de ilçede üretilmiş. Tarsus'un Ticaret Borsası'ndaki yıllık işlem hacmi 36 milyon lira dolaylarındadır. Bölge, ülke ekonomisinin küçülme tehlikesi yaşadığı dönemlerde bile üretime devam etmeyi başarmış ve hatta ihracat yapmıştır.Tarsus’tan yurt dışına satılan malların büyük çoğunluğunu tarıma dayalı sanayi ürünleri oluşturmaktadır. İhracatın %65’ini tekstil ürünleri kapsar. Bunun dışında gelişmiş sektörler arasında gıda, inşaat ve metal sayılabilir. Tarsus'un en çok dış satım yaptığı ülkeler arsında Fransa, Hollanda ve ABD yer almaktadır. Tarsus'ta Çukurova Sanayi,Berdan Tekstil, İzocam, Trakya Cam ve Çukurova Makina İmalat Sanayi gibi önemli tesisler yer almaktadır. Ancak bu fabrikalar dışında ekonomide çok büyük bir durgunluk vardır. Tarsus'un ekonomisinde tarım önemli gelir kaynağıdır.Türkiye'nin en verimli toprakları yine Tarsustadır. 202.400 hektarlık ilçe toprağının 154.902 hektarı tarım arazisi, 62.786 hektarı orman ve fundalık, 4080 hektarı çayır ve mera, 20.632 hektarı tarım dışı arazidir. Tarım alanlarının büyük bölümünün sulanması, gübrelenmesi ve yeni tekniklerin uygulanması ile toprağın verimi artırılmakta, ürünler iyi değerlendirilmektedir. Mersin ilinin en verimli ve en geniş tarım arazisi, Tarsus'un ovalık yöresindedir. Bununla beraber iklimin tarıma elverişli olması bu arazilerde her çeşit tarımın yapılmasını sağlamaktadır. Ovalık araziler de, ilkbaharda turfanda sebze ve meyveler, daha sonra sebze, kiraz ve üzüm ekilmektedir. Kış mevsiminde ise papaya, liçi, ananas, portakal, ma
ndalina ve limon meyvelerinden başka kışlık sebzeler de ekilir. Pamuk, susam ve soya gibi yağlı tohumlu bitkilerden tahılların her çeşidine kadar tarla ürünlerinin ekimi bu verimli arazilerde yapılır. Yine Tarsus'ta iyi kalitede Kolombiya kahvesi üretimi denemeleri olumlu sonuç vermiştir.. Tarsus'un bazı köylerinde kurulan sığır İslah istasyonlarında çok verimli Holştayn tipi sığırlar yetiştirilmektedir. Sanayi yönünden de Mersin'in Merkez'den sonra en gelişmiş ilçesi Tarsus'dur. İlçenin tarım ürünlerini değerlendiren sanayi kuruluşları dışında, ülke ekonomisi için önemli olan tarım aletleri, makine yedek parçaları, takım tezgâhları yapan fabrikalar, şekerli yiyecek imalathaneleri, tuğla ve seramik fabrikaları, tekstil fabrikaları ve otomotiv sanayi vardır. Yerel TV Kanalları Yerel Radyo Kanalları Bazı Yerel Gazeteler Diğer Basın-Yayın Kuruluşları Yönetmenliğini Umut Hacıfevzioğlu'nun yaptığı senaryosunu Uğur Pişmanlık'ın yazdığı "Antik Çağda Tarsus ve Felsefe" belgeseli. TRT Belgesel Kanalı için çekilen ve danışmanlığını Uğur Pişmanlık'ın yaptığı "Çıplak Mahallesi" belgeseli. Anderson Anayasası Anderson Anayasası, 1723 yılında İngiltere Büyük Locası (bugün İngiltere Birleşik Büyük Locası) tarafından, üyeleri arasında bulunan James Anderson'a verilen görev ile yazılmış olan ve bu yasanın ana hatlarına günümüz düzenli Masonluğunca halen riayet edilen, Masonluğun ilk ve en önemli yazılı kurallar dizisi. Düzenli Masonluğun anayasası olarak kabul edilen metin, 1738, 1764 ve 1815 yıllarında revize edilmiştir. VikiKaynak'ta yer alan, 1723'teki ilk metindir. Orlando Bloom Orlando Bloom (d. 13 Ocak 1977, Canterbury), İngiliz sinema oyuncusu. Elf Legolas rolüyle Yüzüklerin Efendisi filminde ünlenmiştir. Will Turner rolüyle Karayip Korsanları, Paris rolüyle Truva, Drew Baylor rolüyle Elizabethtown ve Cennetin Krallığı'nda oynamıştır. Orlando Bloom, yazar bir anne ve profesör bir babanın oğlu olarak Canterbury’de dünyaya gelir. Orlando’yu ve ablası Samantha’yı küçük yaşta sanata yönlendiren kişi annesidir. Daha küçük yaşlarda oyunculuğa merak salan, aktör katıldığı sanat festivallerinden ilham alarak sanat yaşamına şiir yazarak başlar. Babasını dört yaşındayken kaybeden Orlando ve Samantha annelerinin kanatları altında hayata atılır. 1993'te 16 yaşındayken Londra’ya taşınan oyuncu "Casualty" gibi TV dizilerinde rol almaya başlar. 1997 yılında “Wild” filmiyle beyaz perdeye merhaba diyen sanatçı, üç yıl boyunca Guidhall School of Music and Drama’da eğitim görür. "12. Gece" ve "Troya Kadınları" gibi önemli oyunlarda rol alan genç aktör okul yıllarında bir arkadaşının evinin terasına çıkmaya çalışırken düşer ve sırtını incitir. Felç olmanın eşiğine gelen sanatçı, azmi sayesinde hastaneyi koltuk değnekleriyle terk eder. Bu olaydan kısa bir süre sonra “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesinin oyuncu kadrosunun seçimlerinin olduğu tüm sinema çevrelerine duyurulur. 1999 yılında ikinci film olan “İki Kule”deki Faramir karakterini canlandırmak için seçmelere katılsa da, üçlemenin ünlü yönetmeni Peter Jackson, Orlando Bloom'un üç bölümde de önemli bir yere sahip olan Elf okçusu Legolas karakerini canlandırmasına karar verir. "Gladyatör"ün ünlü yönetmeni Ridley Scott'un kamera arkasına geçtiği "Cennet'in Krallığı"nda (Kingdom of Heaven) bir Fransız demircisiyken şövalye olan Bloom, daha sonra "Elizabethtown"da bir ayakkabı tasarımcısı olarak karşımıza çıktı. ""yle 2003 yılında romantik korsan Will Turner olarak yer alan Orlando Bloom, ardından "" ve 'nda yer aldı. Orlando Bloom 2010 yılında ünlü manken Miranda Kerr ile bir evlilik gerçekleştirmiştir. Bu evliliğinden Flynn Christopher Bloom adında bir erkek çocuğu dünyaya getirmiştir. Fakat Bloom 2013 yılında bu evliliğini bitirmiştir. Şu an ise ünlü şarkıcı Katy Perry ile "sevgilidir." İstanbul Atatürk Fen Lisesi İstanbul Atatürk Fen Lisesi (İAFL), İstanbul'un ilk, Türkiye'nin ikinci Fen Lisesi'dir. İstanbul'un Kadıköy ilçesinin Kuyubaşı semtindedir. İstanbul Atatürk Fen Lisesi, 1982 yılında Fen Lisesi Projesi kapsamında dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in isteği doğrultusunda kuruldu. 17. yy.'da V. Murat'a ait bir av köşkünün de yer aldığı 40 dönümlük bir bahçe içinde, Marmara Üniversitesi kampüsüne komşu bir şekilde yer almaktadır. Okul binası daha önceleri İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü olarak kullanılıyordu. 12 Eylül Darbesi sırasında bina ve arsa garnizon komutanlığı olarak kullanılmıştır. İlk mezunlarını 1985’te veren okul her yıl Milli Eğitim Bakanlığının düzenlediği temel eğitimini bitiren öğrencilerin katıldığı TEOG (Temel Öğretimden Orta Öğretime Geçiş Sınavı) ile öğrenci almaktadır. Okulun ilk dönem öğrencilerinden Alper Eğmir ve Osman Teoman Turgut tarafından yazılan, dönemin müzik öğretmeni Muzaffer Kamerli tarafından bestelenen okul marşı şöyledir: İstanbul Atatürk Fen Lisesinde eğitim 30 kişilik sınıflarda karşılıklı tartışmalarla geçer. Yatılı olan öğrenciler etüt saatlerinde çalışmalarına aralıksız devam ederler. Matematik ve Geometri okul süresince en önemli ve temel dersler olarak kabul edilir. 4 sene boyunca verilen ileri düzey eğitim sayesinde öğrencilerin ilgi duydukları fen alanında kendilerini yetiştirmelerine olanak sağlar. Yabancı dil olarak İngilizce ve Almanca dersleri okutulmaktadır. Okulun hedefi bilimsel düşünmeyi ilke edinmiş donanımlı gençler yetiştirerek ülkenin bilimsel gelişimine katkıda bulunmaktır. Öğrencilerinin Ulusal ve Uluslararası Proje Yarışmalarında, Uluslararası Bilim Olimpiyatları ve Tübitak Bilim Ödülleri'nde başarı oranı çok yüksektir. İstanbul Atatürk Fen Lisesi, 1982 yılında Fen Lisesi projesi kapsamında Türkiye’deki ikinci fen lisesi olarak kurulmuştur. İlk mezunlarını verdiği 1985′ten bugüne mühendislikten tıbba, temel bilimlerden sosyal bilimlere Türkiye’nin yarınlarında söz sahibi olacak yetenekli, bilgili ve sosyal açıdan kendine güvenen, Atatürk ilke ve inkılaplarının takipçisi gençler yetiştiren, Türkiye'nin en gözde liselerinden biri olmuştur. İstanbul Atatürk Fen Lisesi, Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü yanında, 5.Murat’ın av korusu (av köşkü 1960’larda yıkılmıştır) olarak bilinen tarihi bir alan içinde bulunmaktadır. İstanbul Atatürk Fen Lisesi’nin amacı Türkiye’nin ihtiyacı olan bilim insanlarını, mühendis ve doktorlarını yetiştirmektir. Bu amaçla kuruluşundan günümüze hedeflerinden taviz vermeyerek, ilk çizgisini her zaman muhafaza eden okulumuz, Türk eğitim ve öğretim sahasındaki önderliğini sürdürmeyi başarmıştır. Elde edilen Uluslararası Matematik, Biyoloji, Bilgisayar ve Fizik Olimpiyatları madalyaları, sayısız TÜBİTAK ödülleri bunun birer göstergesidir. Mehmet Nuri YAZICI (1982 - 1985) Abdürrahim KÖKSAL (1985 - 2003) Akif BAŞAK (2003 - 2014) Muzaffer GÜNEŞ (2014 -...) Okulda ikişer adet fizik, kimya ve biyoloji laboratuvarları ve kütüphane bulunmaktadır. Öğrencilerin bir kısmı okul pansiyonunda yatılı kalmaktadır. Toplu tiyatro seyirleri, okul partileri, konserler, İstanbul dışına geziler öğrenciler tarafından organize edilmektedir. 500 kişilik tiyatro salonu gerek okulun gerekse tiyatro gruplarının kullanımına açıktır. Sportif faaliyetlerde yer almak, boş zamanlarında futbol, basketbol, tenis ya da voleybol oynamak isteyen öğrenciler kapalı spor salonunu ders saatleri dışında kullanabilirler. Ayrıca okulun açık futbol ve basketbol sahaları da vardır. Okulda satranç ve GO gibi zeka oyunları için olanaklar sağlanmakla beraber akıl oyunları yarışması da yapılmaktadır. Amatörce müzik ile ilgilenen öğrenciler okulun müzik odasından faydalanabilir. Okulun çeşitli yarışmalara katılan müzik grubu yanında müzik öğretmeni eşliğinde Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği koroları kurulmuştur. Çoğu konusunda uzman bilim insanı olmak üzere, iki bin kişiyi aşan İAFL mezunu bulunmaktadır. Her yıl ekim ayının ilk pazarında İAFİP ( İstanbul Atatürk Fen Lisesi İş Platformu ) tarafından organize edilen Mezunlar Günü yapılır. Mezunların gücü sayesinde İAFL bünyesinde burs ve staj imkânları mevcuttur. İstanbul - İzmir - Ankara Fen Liseliler arasında varılan sözlü mutabakat çerçevesinde bu okulların mezunları karşılıklı olarak bu okullardan mezun diğer öğrencilere her türlü konuda yardım etmektedirler. Asiye Nasıl Kurtulur? Asiye Nasıl Kurtulur?, 1969 yılında Vasıf Öngören tarafından yazılmış oyun. Türkiye'nin en hararetli dönemlerinde yapılan "bize has bir tiyatro nasıl olmalı" tartışmalarının göbeğinde üretilmiş bir metindir. Ancak bu dönemin heyecanına uygun olarak, oyunun tam olarak Brechtyen olamadığını da görürüz. Malum 60'tan 70'lerin sonuna uzanan süreç Türkiye Tiyatrosu'nun gelişiminin doruğunda olduğu bir dönemdir. Ancak tüm dünyada yükselen Bertolt Brecht ve epik tiyatro trendinin, Türkiye'de ilk başlarda çok da iyi özümsenemediğini görüyoruz. Episodik yapı, yadırgatma efektleri ve şarkılar sanki yazılı bir reçete varmışçasına sahneye uygulanmıştır. Berliner Ensemble ile yürüttüğü çalışmaların ardından ülkeye dönen Öngören'in sinemaya da aktarılmış bu metni de epik tiyatroyu Türkiye'ye uyarlama çabasında olan bir metindir. Ezilen sınıfın tiyatrosu olarak, kapitalist düzenin yıkılması gerektiğini anlatan epik diyalektik biçimin gerektirdiği sınıf bilinci, bu oyuna tam olarak yansımaz. Ancak yine de kapitalizm ve burjuva düşüncesinin sapkınlığı sonuna kadar sergilenir. Brecht'in kendi oyunlarında da yapmaya çalıştığı üzere, Öngören bize bu sistem içindeyken kurtuluşun (insanca bir kurtuluşun) mümkün olmadığını gösterir. Nasıl olursa olsun, hangi çareyi denerse denesin, Asiye mutlu olamayacaktır. 1970 yılında Vasıf Öngören'in kurduğu Ankara Birliği Sahnesi 'nde Vasıf Öngören rejisi ile sahnelendi. Oyun İsveç 'te, Kraliyet Tiyatrosu'nun Göteburg repertuarına alındı. Rusça, Azerice, Kazakça, Yugoslavca ve Fransızca 'ya çevrilen oyun Sovyetler Birliği 'nde Televizyon filmi oldu. 1971 yılında Dostlar Tiyatrosu tarafından sahnelendi. 1973 yılında Nejat Saydam, 1986 yılında da Atıf Yılmaz tarafından filme çekildi. Komünist Manifesto Komünist Parti Manifestosu (Almanca:
Das Manifest der Kommunistischen Partei), Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından ilk olarak 21 Şubat 1848'de yayımlanan yazı, komünizmin ilk bildirgesi. Komünist Birlik tarafından yetkilendirilen Marx ve Engels, birliğin amacını ve programını da çizer. Komünist Manifesto, proletaryanın burjuva düzenini ve üretim araçlarının özel mülkiyeti bir devrimle ortadan kaldırarak sınıfsız bir toplum düzenini gerçekleştirmesi gerektiğini söyler. Pembe kapaklı olan baskısı Türkiye'de "komünist" sözcüğünün kullanımının sakıncalı sayıldığı dönemde "pembe kitap" olarak anılmıştır. Manifesto'nun ilk sayfasında yazar olarak Friedrich Engels ve Karl Marx'ın isimleri birlikte yer alır ve ortak yazım şeklinde geçer. Marx'ın ölümünden sonra Engels, 1883 Almanca baskısının ön sözüne şöyle yazar: ""Manifesto'ya egemen olan temel düşünce... yalnızca ve tamamıyla Marx'a aittir."" Komünist Manifesto ilk olarak 1848 tarihinde Londra'da Almanca koyu yeşil bir broşür olarak basılmıştır. İlk İngilizce çevirisini Helen MacFarlane 1850'de yapmıştır. 1872`den 1893`e kadar değişik ön sözlerle tekrar basıldı: Marx ve Engels'in 1871 Paris Komünü deneyimiyle ilgili bazı düşüncelerini kapsayan bir ön sözle, 1882 Rusça baskıya yazılmış bir ön sözle ve Marx öldükten sonra Engels'in 1883 Almanca, 1890 Almanca, 1892 Lehçe, 1893 İtalyanca baskıya ön sözleriyle birlikte. 1888 yılında Samuel Moore'un Engels ile birlikte yaptığı İngilizce`ye çeviri, en çok kullanılan İngilizce baskıdır. Giriş bölümünde komünizm bütün Avrupa'nın korktuğu bir hayalete benzetilir, fakat korkup saldıranları defetmek için de komünistlerin de kendi görüşlerini açıklamalarının zamanı gelmiştir: İlk kısım Marx'ın tarihsel materyalizm görüşünü ortaya koyar: CH-1 , 1933 yılında inşasına karar verilen bir sahil devriye gemisi (Denizaltı savunma amaçlı) olan tekne II. Dünya Savaşı öncesi, Kanagawa ilindeki Yokosuka kentinde kurulu Uraga Senkyo tersanesinde 19 Haziran 1933’te kızağa kondu. 23 Aralık 1933 tarihinde denize indirilen tekne "CH-1" borda numarası ile 24 Mart 1934’de Japon İmparatorluk Deniz Kuvvetleri’ne katıldı. İki üniteden oluşan CH-1 sınıfı denizaltı avlama teknelerinin isim gemisidir. II. Dünya Savaşı’nın başlangıcında Filipinler harekatına katılan gemi daha sonra güneyde Java Deniz Muharebesi’nde kullanıldı. "CH-1" teknesi savaşın sonuna kadar konvoy refakat görevlerine tahsis edildi. Konvoy refakat görevleri sırasında birkaç kez hasar gördü. 2 Kasım 1944’de Singapur’un doğusunda (00° 48' kuzey, 107° 43' doğu koordinatları) Kraliyet Donanması'na ait denizaltısı tarafından hasar verilen gemi 14 Kasım 1944 tarihinde bu kez Amerikan Task Force-38 ünitesine ait uçaklar tarafından Filipinler’deki Mindoro Adası yakınlarında batırıldı. Tekrar yüzdürülen tekneye 28 Mayıs 1945’de Güney Çin Denizi’nde Yapara yakınlarında (06° 28' güney, 110° 37' doğu koordinatları) Amerikan denizaltıları ve ’den açılan top ateşi ile hasar verildi. 11 Temmuz 1946 tarihinde Singapur’un güneyinde batırılan tekne, 10 Ağustos 1946’da hizmet dışı kaldı. RapidShare Rapidshare, internette dosya barındırma hizmeti veren, merkezi İsviçre'de bulunan popüler bir paylaşım sitesidir. Kullanıcılar paylaşmak istedikleri dosyaları rapidshare sunucularına yüklemekte ve yükleme sonunda kendilerine yüklenmiş olan dosyaya ait bir bağlantı döndürülmektedir. Diğer kişiler bu bağlantı üzerinden dosyayı indirebilmektedir. Rapidshare ücretli olarak hizmet veren bir firmadır, ücretsiz kullanımda aynı anda sadece bir dosyanın indirilebilmesi, indirme hızlandırıcı programlara izin verilmemesi, belirli bir zaman için sınırlı büyüklükte indirme yapılabilmesi gibi kısıtlar vardır.Premium kullanıcılar dışındada ücretsiz olarak kullanıcılara sunmaktadır.. Ücret karşılığı edinilebilen Ayrıcalıklı Hesap (Premium Account) ile bu kısıtlar olmadan dosya indirmek mümküdür. RapidShare dünyanın en büyük depolama sitelerinden biridir. Sunucularında, 10 petabyte dosya bulunmaktadır, ve site üç milyon kullanıcıya sahiptir. Bu sunucuların bilgi aktarım hızı 920 GBPS'dir. RapidShare 31 Mart 2015 tarihinde kapanmıştır. RapidShare 27 Mayıs 2002 tarihinden beri hizmet vermekteydi. Rapidshare Christian Schmid tarafından yaratılmıştır, fakat şirketin yönetimini 2010 yılında şirketin CEO'su olan Bobby Chang'a bırakmıştır. RapidShare iki farklı internet sitesini yönetmektedir. Orijinal sitesi Rapidshare.de, Almanya'nın ulusal web sitesi kodu olan ".de"yi kullanmakta, ve merkezi bürosu Cham, İsviçre'dedir. İkinci internet sitesi, RapidShare.com, RapidShare.de ile ortak olarak işletilmektedir.. 1 Mart, 2010 yılında RapidShare.de bir anda kapandı, ve kullanıcıların çoğu RapidShare.com'a girdiler. Çünkü RapidShare.de'ye yüklenen dosyalar, kullanıcılar tarafından indirilemiyordu. RapidShare her ay milyarlarca ziyaretçi alarak, 2010 yılında en popüler 50 internet sitesinden biri haline gelmiştir. Son zamanlarda yaptığı yenilikler ile birçok uploader kaybetmiştir. Dünyanın en büyük paylaşım sitelerinden biri olan RapidShare'e Türkiye'den erişim 27.05.2011 tarihinde engellenmiştir. RapidShare sunucularına, kullanıcı aynı anda sadece bir tek dosya yükleyebilir. RapidShare, yükleme işlemi tamamlandığında kullanıcığa bir link verir, ve kullanıcı bu link ile dosyalarının indirilmesini sağlar. Kullanıcının RapidShare dosyaları arasında arama yapma hakkı yoktur. RapidShare paralı üyelerine; Sınırsız indirme hızı, belli periyotlarla beklemeden indirme, birkaç dosyayı aynı anda indirebilme, yarıda kalmış indirmeleri devam ettirebilme, 2 GB'ın üstünde dosya yükleyebilme/indirebilme, 50 GB'a kadar dosya yükleyebilme (tarihi geçmeden) olanaklarını sunar. Hesabı olmayan kullanıcılar için bazı kısıtlamalar vardır, örneğin iki dosya indirmesi arasında 15 dakika bekleme kuralı gibi. RapidShare dosya yönetimi için iki tane bilgisayar programı sunmaktadır. Bu programlar torrentleri kolaylıkla RapidShare serverlarına yükleme özelliğine sahiptir. Bu program, sunuculara yüklenecek dosyaların bir sıraya konmasına yarar. Fakat, sekteye uğramış yükleme işlemlerine devam edemez. Bu program Windows 98/ME/NT/2000/XP işletim sistemleri için uygundur. Herhangi bir kurulum gerektirmeden çalışır. Perl-tabanlı yükleyici de aynı zamanda yayınlanmıştır. Bu program, kullanıcıya RapidShare Uploader'dan çok daha fazla seçenekler sunar. Bir dosya yükleme veya dosya indirme işlemini durdurma/devam etme hakkını kullanıcıya tanır (sadece paralı üyeler içindir bu özellik). Bu program sadece Windows Vista ile uyumlu çalışmaktadır. Ville Laihiala Ville Laihiala (d. 13 Haziran 1973) Fin bir müzisyendir. Taneli Jarva'nın Sentenced'tan ayrılmasından sonra vokal konumunda bu gruba katılmış, Down albümünden grup dağılıncaya kadarki tüm albümlerde (Down, Frozen, Crimson, The Cold White Light, The Funeral Album) vokalistlik yapmıştır. Bir yan proje olarak geliştirdiği, yine Finlandiya çıkışlı Poisonblack grubunun ilk albümü Escapextacy albümünde gitaristlik yapmış, bu sırada Sentenced dağılma kararı almış ve Laihiala Poisonblack'in ikinci albümü Lust Stained Despair'de J.P. Leppaluoto'nun gruptan ayrılması üzerine vokalleri üstlenmiştir. Viskiyle kirlettiği ses tonu onu diğer metal vokallerden daha farklı bir statüye yerleştirir zira ses rengindeki karakteristlik nitelikler kolay bulunur cinsten değildir. Buna rağmen canlı performansı hiçbir zaman çok parlak olmamıştır, detone olmasa da sahnede tükettiği alkol miktarının fazlalığının Laihiala'nın sahnedeki hareketlerine ve sesine ket vurduğu düşünülmektedir Poisonblack ile Sentenced ile Sentenced ile Bernardo Bertolucci Bernardo Bertolucci (d. 16 Mart 1940), İtalyan sinema yönetmeni, özellikle "Paris'te Son Tango" ("Ultimo Tango a Parigi") isimli filmiyle ün yapmıştır. CH-2 , 1933 yılında inşasına karar verilen bir sahil devriye gemisi (Denizaltı savunma amaçlı) olan tekne II. Dünya Savaşı öncesi, Japonya'nın başkenti Tokyo’da kurulu Ishikawajima Harima tersanesi tarafından 9 Haziran 1933’de kızağa kondu. 20 Aralık 1933 tarihinde denize indirilen tekne "CH-2" borda numarası ile 25 Mart 1934’de Japon İmparatorluk Deniz Kuvvetleri’ne katıldı. İki üniteden oluşan CH-1 sınıfı denizaltı avlama teknelerinin ikinci ve son gemisidir. II. Dünya Savaşı’nın başlangıcında Filipinler harekatına katılan gemi daha sonra güneyde Java Deniz Muharebesi’nde kullanıldı. "CH-2" teknesi savaşın sonuna kadar konvoy refakat görevlerine tahsis edildi. 27 Haziran 1945’de Lombok yakınlarında (07° 25' güney, 116° 00' doğu koordinatları) Amerikan denizaltısı tarafından batırılan tekne, 10 Ağustos 1945’de hizmet dışı kaldı. Costas Ferris Costas Ferris (d. 1935), Yunan film yönetmeni. Transformatör Transformatör ya da kısa adıyla trafo iki veya daha fazla elektrik devresini elektromanyetik indüksiyonla birbirine bağlayan bir elektrik aletidir. Bir elektrik devresinden diğer elektrik devresine, enerjiyi elektromanyetik alan aracılığıyla nakleder.Transformatörler elektrik enerjisinin belirli gücünde gerilim ve akım değerlerinde istenilen değişimi yapan makinelerdir. Transformatör en basit halde, birbirine yakın konan iki sargıdan ibarettir. Eğer bu iki sargı ince demir levhaların üzerine sarılmışsa buna demir çekirdekli transformatör denir. Eğer demirsiz plastik tüp gibi bir çekirdeğe sarılmışsa buna hava çekirdekli transformatör denir. Sargılardan birine voltaj uygulanırsa, diğerinde de bir voltaj meydana gelir. Voltajın tatbik edilmesiyle ortaya çıkan akım, sargı etrafında bir manyetik alan doğurur. Bu alan, yakına konan diğer sargıda bir voltaj ortaya çıkarır. Ancak manyetik alanın daima değişerek çıkış sargısındaki voltajı devam ettirmesi gerekir. Birinci bobine tatbik edilen voltaj sabit olursa, diğer bobinde herhangi bir voltaj meydana gelmez. Ancak doğru akım sürekli olarak kapatılır ve açılırsa manyetik alan değişerek bir çıkış meydana gelir. Otomobillerde bulunan radyo alıcısındaki vakum tüp bu prensiple çalışır. Eğer her iki sargı tek bir demir çekirdeğe konur ve voltaj tatbik edilirse, demir çekirdek m
anyetize olur. Demir, uygun manyetik özelliklerinden dolayı tercih edilir ve bu suretle manyetik alan konsantre edilmiş olur. Bu yöntemle enerji kayıpları en düşük düzeyde kalır, verim % 97-99,9 gibi değerlere ulaşabilir. Bir transformatörün çıkış sargısı, giriş sargılarından daha fazla sayıda ise çıkış voltajı büyüyecektir. Akım şiddetiyse, bu oranın tersiyle değişir. Transformatörler yardımıyla gerilimi yükseltmek mümkün olduğu gibi, düşürmek de mümkündür. Transformatörün gücü manyetik alanın değişimine bağlı olduğundan, bu alan demir çekirdeği ısıtır. Bu sebepten demir çekirdekli transformatörler, genellikle 50 hertz'lik, düşük frekanslarda kullanılır. Demir çekirdeğin tek döküm olarak değil, ince levhalar şeklinde yapılması değişen manyetik alan kaynaklı dairesel Eddy akımlarından kaynaklanacak olan fazla ısınmayı önlemek içindir. Dairesel dönülebilir alan büyüdükçe bu akımlar artar. Bu sebepten dolayı, radyo frekanslarında çalışan transformatörler hava çekirdeklidir. Genel olarak transformatörler bir elektrik devresinde voltaj veya akımı düşürmek veya yükseltmek için kullanılır. Elektronikteyse esas olarak farklı devrelerdeki yükselticileri birleştirmek, doğru akım dalgalarını daha yüksek bir değerdeki alternatif akıma çevirmek ve sadece belirli frekansları iletmek için kullanılır. İzolasyon amacıyla ve bazen de sığaçlar ve dirençlerle beraber kullanılır. Elektrik akım iletiminde, esas olarak voltajı yükseltmek veya düşürmek için kullanılır. Ölçü aletlerinde özel transformatörler kullanılır. Esas olarak transformatörler, elektromanyetik indüksiyonla enerjiyi bir devreden diğer devreye geçirirler. Gerilimi yükseltmek özellikle elektrik enerjisinin elde edildiği yerden uzaklara nakledilmesinde gerekli olur. Çünkü yüksek akımla iletim yapmak P=I*I*R formülünde görüleceği gibi çok büyük güç kayıplarına sebep olmaktadır. Bu yüzden elektrik iletim sırasında gerilim yükseltilir akım düşürülür (V=I*R formülünden dolayı) ki minimum seviyede güç kaybı oluşsun. Yüksek güçlü transformatörler kullanım sırasında ısındıklarından yağlı soğutma düzenekleri ile soğutulurlar. Bu tür transformatörler, Buchholz rölesi adı verilen güvenlik donanımları yardımı ile aşırı ısınmanın zararlı etkilerine karşı korunurlar. Mekanizma Genel olarak bir makinenin dinamik analizinde uzuvları arasında hareket iletimi ya da kuvvet iletimi incelenir. Bu işlevlere göre bu katı cisimlerin birbirlerine bağlanarak oluşturduğu uzuvlar topluluğuna farklı isimler vermek, genelde olmasa dahi, yapılan işlevin tanımlanmasında kolaylık sağlamaktadır. Eğer bu katı cisimler topluluğunun analizinde hareket iletimi, yer değiştirme-hız-ivme, söz konusu ise bu katı cisimlerin birbirlerine mafsallanarak oluşturduğu düzeneğe mekanizma adı verilir. Jean-Luc Godard Jean-Luc Godard (d. 3 Aralık 1930) Fransız ve İsviçreli film yönetmeni ve sinema eleştirmeni. Fransız Yeni Dalgası'nın en etkili isimlerinden birisi. 1930 yılında İsviçre kökenli Fransız orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak Paris'te doğdu. Babası kendine ait bir kliniği olan bir doktor, annesi ise İsviçre'nin tanınmış bankacı ailelerinden birisinin kızıydı. II. Dünya Savaşı sırasında İsviçre'de yaşadı , 1940'ların sonuna doğru ailesi boşanınca Godard etnoloji (budunbilim) okumak için 1949 yılında Sorbonne Üniversitesine girdi. Bu zaman dilimi boyunca Cineclub ve Cinemateque e katıldı. Godard Yeni Dalga Akımı'nı alevlendiren insan olarak bilinen Andre Bazin ile burada tanıştı. "Nouvelle Vague" (Yeni Dalga), geleneksel Fransa sinema trendinden farklı bir sinema biçimini kullanan, belli bir fikir üzerinde birleşip buna göre film çeken genç bir yönetmen grubunun oluşturduğu bir akımdır. Yeni Dalga içinde sayılabilecek yönetmenler Jean-Luc Godard, François Truffaut, Jacques Rivette, Eric Rohmer ve Claude Chabrol'dür. 1959 yılında eşzamanlı olarak çektikleri filmlerde verdikleri mesaj aynıdır: "Herkes film yönetmeni olabilir." Godard, Erich Rohmer ve Jacques Rivette ile "Cahiers du Cinéma"'yı çıkardı, aynı zamanda sinema ile ilgili makaleler de yazmaya başladı. Bir iki kısa film denemesinin ardından 1960 yılında ilk uzun metrajlı filmi Serseri Aşıklar'ın (A Bout de Souffle) çekimini tamamladı. Serseri Aşıklar (1960), Haftasonu (1967), Bir Artı Bir (1968) bu dönemin ürünleridir. Bu dönemde Godard deneysel çalışmalar yapmış , o günlerin önde gelen felsefi görüşlerine özellikle varoluşçuluk üzerine inşa edilmiş sinema tezlerini göz önüne almıştır. Tüm bu deneyler (örneğin yeniden tanımlanan senaristlik, Bertolt Brecht teorisinin sinematik uygulanması, geleneksel montaj biçiminin reddedilmesi, kamera ve ses sisteminin deneysel olarak farklı biçimlerde kullanılması) modern sinemanın olasılıklarını genişletmiştir. Godard, bu dönemde filmlerinde iletişim kopukluğu içindeki modern insanın farklı yaşam biçimlerini, akıldışı sosyal sistemleri, politik tartışma ve olayları konu almıştır. Godard o dönemde yükselen Maoculuk'tan etkilenmiş, burjuva sinema sistemi için film yapmayı reddetmiştir. Godard, dönemin Maoist öğrenci liderlerinden Jean-Pierre Gorin ile Dziga Vertov Grup'u kurarak, Gorin ile birlikte o dönemdeki siyasal görüşlerinin çerçevesini çizen bir dizi film çekmiştir. Bu dönem 'Dziga Vertov Stage' olarak adlandırılır ve 1969 yapımı "Le Gai Savoir" ile 1972 yapımı "Tout Va Bien" filmleri arasındaki zamanı içine alır. Grup ismini, sınıf çatışmasını analiz eden ve montajı devrimci bir biçimde kullanmaya çalışan ünlü Rus yönetmen Dziga Vertov'dan almaktadır. Sonraki dönemde, Godard kendisini modern dünyadan ayırıp, Grenoble isimli küçük bir şehre yerleşti ve “Eşsiz bir politik filmin sadece kendi ailesine göstereceği bir film olacağı” inancı ile video çalışmalarına odaklandı. Bu dönem, Anne-Marie Miéville ile subjektif video çalışmaları yaptığı video prodüksiyon stüdyosu'SonImage Film Company' ismine ithafen 'SonImage Dönemi' olarak adlandırılmaktadır. Godard dikkatini video yoluyla birçok insanla yaygın iletişim kurma imkânına verdi ve politik ideolojiden çok genel olayları ve insanların tecridini işledi. 1979 yılında Godard ticari sinema dünyasına tekrar geri dönmüştür. Bu dönemde çektiği filmlerin karakteristik özellikleri arasında bir uygunluk ve ortak payda bulmak kolay değildir. Godard bu dönemde yeni bir felsefik yaklaşımla farklı sinematik deneyler yapmaya, insan varoluşunun ve bazen de dinsel duyumun en derinlerine inmeye çabalamıştır. Yazgı (film, 2001) Yazgı, 2001 yılı yapımı bir Türk filmidir. Filmin yönetmenliği Zeki Demirkubuz tarafından yapılmıştı. Yabancı`nın birebir sayılamayacak uyarlamasıdır ve Musa karakteri Meursault karakterine benzemektedir. Gümrük memuru Musa, birbirinin zıddı iki olay arasında fark göz etmeyen birisidir. Annesinin ölümüne tepki vermeyen Musa, iki çocuk ve bir anneyi öldürmekten sorumlu tutulmasına da sesini çıkarmaz... 9 Haziran 2001/Türkiye Kinematik Kinematik, (Yunanca "kinema", hareket), hareketi, sebep ve tesirlerini gözönüne almadan inceleyen mekaniğin bir bölümü. Kinematik, hareketin ve ondan doğan hız ve ivmenin anlaşılmasıyla kavranabilir. Hareket bir cismin sürekli, bir noktadan diğer bir noktaya olan yer değiştirmesidir. Hareketin en basiti, bir pompadaki pistonun hareketi gibi doğrusal harekettir. Diğer bir tür hareket de bir eğri boyunca olan yer değiştirme sonucu ortaya çıkar. Gezegenler ve uyduların yörüngelerinde bu tür bir harekete rastlanır. Hareketin anlatılmasında ve incelenmesinde vektörlerden istifade edilir. Çünkü, yer değiştirme, hız ve ivme vektörel birer büyüklüktür. Vektör, başlangıç noktası belirli ve ucunda ok işareti olan bir doğru parçasından ibarettir. Alınan yol, geçen zamana bölünerek ortalama hız bulunur. Bir cismin yörüngesindeki bir noktadaki hız, ani hız olarak tarif edilir. Eğer bir cisim sabit bir hızla hareket etmiyorsa, ivmeleniyor demektir. İvme, hızda birim zamanda meydana gelen değişikliktir. Örneğin, serbest düşme hareketinde ortaya çıkan yerçekimi ivmesinin değeri yaklaşık olarak 9,81 m/s²dir. Polarimetre Polarimetre, maddelerin optikçe aktifliklerini ölçen cihazdır. Polarimetre (polariskop da denir), biri sabit diğeri düşey bir düzlemde dönebilen iki kutuplayıcıdan meydana gelir. Kutuplayıcı olarak çoğunlukla kalsit kristalleri kullanılır. Bu iki kristalden birincisine (sabit olana) "polarizör", ikincisine ise (dönebilene) "analizör" denir. Işık polarizörden girip kutuplanarak analizör üzerine düşer. Analizör, polarizöre paralel halde iken ışık analizörün gerisine düşebilir, çapraz halde iken ışık analizörü geçemez. Ara durumlarda (ne paralel ne de çapraz durumlarda) ise aydınlanma şiddeti düşer. Çapraz durumdaki polarizör ve analizör arasına optikçe aktif bir madde konursa, analizörden ışık geçtiği görülür. Çünkü araya konan madde polarizörden çıkan ışığın kutuplanma düzlemini çevirmiştir. Çevirme miktarı, analizörü tekrar ışık geçmeyecek şekilde döndürerek bulunur. Böylece maddelere ait değişik çevirme açıları bulunabilir. Bu açılar optikçe aktifliğin miktarını gösterir. Çevirme açısının sağa veya sola olması durumuna göre maddeler sağ-sol optik izomeriye sahiptir, denir. Polarimetre, molekül boyutlarının ile konsantrasyon miktarının (derişikliğin) tayininde ve gıda maddelerinin kontrollerinde kullanılır. Hassas polarimetrelerde polarizör-analizör arasına, polarizör küçük bir açı yapacak şekilde üçüncü bir kristal kutuplayıcı konur. Böylece gözleme bölgesinde en karanlık durum aydınlanma ile mukayese edilerek daha kolay incelenir. Elektronik kontrollü otomatik polarimetreler halihazırda en hassas ölçmeyi yapabilen aletlerdir. Sadece şeker için kullanılan polarimetrelere "sakarimetre" de denir. Titreşim düzleminin dönmesini tayf analiziyle grafik halinde veren polarimetrelere de "spektropolarimetre" cihazları denir. Bazı maddelere ait optikçe aktiflik dış kuvvetlerin meydana getirdikleri gerilme ile değişmektedir. Cam selüloit, pleksi camı gibi maddeler, gerilimler sebebiyle çift kırıcı hale gelirler. Statik hesaplamalarda gerilime maruz kalacak elemanların yukar
ıdaki maddelerden yapılmış küçük modelleri, jips tabakaları arasında iki kutuplayıcı arasına konarak küçük kuvvetlerle gerdirilirler. Gerilen bölgeler çift kırıcı durumuna geçtiklerinden, modelin fotoğrafında gerilen bölgeler meydana çıkarak görülür. Bu tekniğe fotoesneklikle gerilim çözümleme denir. Kinetik Hareketi ona neden olan ve o hareketten doğan kuvvetleri de göz önüne alarak inceler. Kinematik büyüklüklere (konum, deplasman, hız, ivme, zaman, yol, yörünge) ek olarak parçacığın kinetik incelemesinde kuvvet, kütle, katı cisimin kinetik incelenmesinde kuvvet, moment, ve kütle eylemsizlik momenti bağıntılar içerisinde yer alır. Kinetiği cisim üzerine etkiyen dengelenmiş kuvvetler ve/veya momentlerle onların yol açtığı hareket veya bu hareketteki değişimler arasındaki bağıntıları inceleyen mekanik dalı olarak da tanımlayabiliriz. Termodinamik ile kimyasal bir tepkimenin yönü ve denge konumu hakkında bilgi edinmek mümkün olsa bile, hızı hakkında bilgi edinilemez. Bu nedenle, başlangıcından son buluncaya kadar bir kimyasal tepkimenin hızı ve bu hızın hangi şartlara ya da niceliklere bağlı olduğunun incelenmesi ve tepkime mekanizmasının irdelenmesine Kimyasal Kinetik adı verilir. Girişimölçer Girişimölçer ya da İnterferometre ışığın girişim özelliğinden faydalanılarak çok küçük mesafelerin ve maddelerin kırılma indislerinin ölçümünde ve saydam cisimlerin yüzey düzgünlüğünün kontrolü için kullanılan bir ölçü aletidir. Girişimölçerin çalışma ilkesi şöyledir; Monokromatik (tek renkli) bir ışık kaynağından çıkan ışınlar, paralel demet hâline getirilerek kısmi geçirgen bir levha üzerine düşürülür. Bu levha, ışığı iki demete ayırır. Birinci demeti geçirerek bir paralel kaydırıcı lama gönderir. Kaydırıcıdan çıkan ışınlar, bir aynadan yansıtılarak tekrar kaydırıcıya düşürülür. Bu ışınlar kaydırıcıdan geçip tekrar kısmi yansıtıcı üzerine döner. Kısmi yansıtıcı bu sefer bu ışınları bir dürbüne gönderir. Kısmi geçirgen levhadan yansıtılan ikinci demet hâlindeki ışınlar ise, geçen ışınların yansıdığı aynaya dik olan başka bir aynadan yansıyarak tekrar levhaya döner. Levhaya geçen ışınlar da dürbüne ulaşır. Aynaların levhaya uzaklığı eşit alınarak iki demet arasındaki yol farkı sıfır olacak şekilde ayarlanır. İkinci demetin yansıdığı ayna, levhaya dalga boyunun yarısı kadar yaklaştırılırsa yol farkı yine dalga boyu kadar olur ve yine yapıcı girişim yani dürbünde ışık gözlenir. Ayna, levhaya dalga boyunun dörtte biri kadar yaklaştırılırsa yol farkı dalga boyunun yarısına eşit olduğundan yok edici girişim olur ve dürbün içi karanlık olur. Ayna sürekli yaklaştırılırsa karanlık ve aydınlık görünüm birbirini takip eder. Kararma sayısı, aynanın yaklaşma miktarını, dalga boyuna bağlı olarak verir. Bu durumda ayna, mikrometre olarak kullanılır. Girişimölçerde lazer ışınları kullanılarak ölçümler daha da duyarlılaştırılmıştır. Adrenalin Adrenalin (Epinefrin), böbreküstü bezlerinin iç kısımları tarafından öz bölgede salgılanan bir hormondur. Doğada bu hormonun görevi, organizmayı acil harekete hazırlamaktır. Etkisini, nabzın atışı, kanın iç organlar ve deriden kaslara sevk edilmesi, karaciğerdeki glikojenin glikoza değişmesi ve böylelikle, acil bir enerji kaynağı sağlanması şeklinde gösterir. Heyecan ve korku durumunda adrenalin salgılanması artar. Kan damarlarını genişletir. Acı hissini azaltır. Göz bebeklerinin büyümesiyle göze alınan ışık artar, daha net ve hızlı görüş sağlanır. Adrenalin hormonunun yarılanma ömrü iki dakikadır. Adrenalinin salgılanması sırasında: Kuyubaşı, Kadıköy Kuyubaşı, Kadıköy İstanbul Anadolu Yakası 'nda yer alan bir semtin ismidir. Kadıköy 'den Üst Bostancı'ya giden minibüs yolu üzerinde bulunur. İstanbul Atatürk Fen Lisesi, Rana Beşe Sağlık Polikliniği ve Marmara Üniversitesi'nin bir kısmı bu semtte yer almaktadır. Komşu semtlerinden biri, Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nin yer aldığı Ziverbey'dir. Afoni Afoni kısmi veya tam ses kaybı. Afoninin sebepleri, genellikle konuşma kaslarını kontrol eden sinirlerin hastalığı veya zedelenmesi, boğaz, gırtlak hastalıkları veya nörozdur. Histerik afoninin nedeni, şuuraltı, hiç konuşamamak veya özel bir durumda konuşmamak arzusudur. Akne Akne, yüz, omuzlar, sırt ve göğüsteki yağ bezleriyle ilgili bir deri hastalığı. En çok 14-20 yaşlar arasında görülür ve bu hastalığın tipik belirtileri olan siyah noktalar, sivilceler, gençlerin bu en hassas devirlerinde genellikle psikolojik rahatsızlıklara yol açar. Yağ bezlerinin kanalında bir tıkaç oluşur ve bu tıkacın başı sertleşip siyahlaşır. Bazen, kanal tıkalı olduğu halde, bez, yağ salgılamaya devam eder ve böylece içi yağ dolu bir kist oluşur. Siyah noktalara tıpta komedon adı verilir.Genetik yatkınlık,stres,yağlı kozmetik ürünler,hiperandrojenizm risk faktörleri arasında sayılır. Komedon oluştuktan sonra, normalde de cildimizde bulunan propionibacterium acnes adlı bakteri buraya yerleşir ve akne oluşumuna katkıda bulunur. Ana yerleşim yeri yüz olmakla birlikte sırt ve göğüste de görülür. Ana lezyonlar inflamatuar olmayan komedon ve inflamatuar lezyonlar olan papül, püstül, nodül ve kisttir. Kistik ve nodüler lezyonlar iz bırakarak geriler. Kükürtlü sabun ve Zeytinyağlı sabun, akne hastalığının tedavisinde doğal yöntemlerdendir ancak doğal yöntemlerin kullanımı bırakıldığında cildinizi eskisinden daha cok akneye maruz bırakabilirsiniz.Bunun nedeni ise cildinizdeki yağ oranının aniden azalması dengesizleşmesi sonucunda gözlemlenir. Eski Çin Tıbbı'na göre vücutta çıkan sivilcelerin iç organlarla bağlantısına ilişkin bir takım bilgiler vardır. Yüzyıl Yüzyıl veya asır, kelime anlamı olarak arka arkaya gelen yüz yılı anlatmak için kullanılır. Ancak aslında "yüzyıl" terimi yüz tane yıldan oluşmak zorunda değildir. 1 yılı ile başlar ve 00 yılı ile biterler. Gerek miladi, gerekse hicri takvimde 0 diye bir yıl yoktur. 0 başlangıç kabul edilir ve takip eden an 1. yıldır. Mesela Miladi Takvim 1 Ocak 1 tarihi ile başlar ve birinci yüzyılın son günü, 31 Aralık 100 yılıdır. İkinci yüzyılın başlangıcı 1 ocak 101 tarihidir. Pratikte bazı yüzyıllar 100 yıldan daha kısa, bazıları daha uzun sürmüştür. Hatta farklı milletlerde veya bölgelerde aynı zaman dilimi içinde farklı yüzyılların yaşanması mümkündür. Örnek olarak, modern tarih çözümlemelerinde; Osmanlı Devleti için 19. yüzyıl, Avrupa gibi 1789'da Fransız İhtilali ile birlikte başlamış ve 1914'te I. Dünya Savaşının başlamasıyla bitmiş kabul edilir. Akondroplazi Akondroplazi, FGFR3 geninde ki bozukluklardan kaynaklanan kalıtsal bir cücelik tipidir. Gövde normal büyüklükteyken kol ve bacaklar anormal derecede kısa ve baş normalden büyüktür. Prof. Dr. Gavriil Abramovich Ilizarov tarafından bulunmuş yöntem ile kemikler uzatılabildiği için günümüzde tedavisi mümkündür. Otozomal dominat geçişli, değişik derecelerde olmakla birlikte, tüm kemiklerde endokondral kemikleşme bozukluğu görülen kalıtsal bir hastalıktır. Yeni doğanda orantısız cücelik vardır. Gövdenin normal görünümüne rağmen, ekstremiteler (kol ve bacaklar) oldukça kısa, baş ise büyüktür. El ve ayakları künt yapıda olan bu kişiler yavaş yürüdüklerinde salınımlarıyla, hızlı yürüdüklerinde ise sekmeleri ile dikkat çekerler. Normal endokondral kemikleşmede yetersizlik vardır. Membranöz kemikleşmede sorun olmadığı için kafaları vücutlarına göre büyüktür. Uzun kemikler endokondral kemikleşme ile (kıkırdak taslağın kalsifiye olmasıyla); yassı kemikler ise membranöz kemikleşme ile (kıkırdak aşaması olmadan, doğrudan osteoide kalsiyum çökmesi ile) büyürler. Akromegali Akromegali (Yunanca "akros" "yüksek" ve "megalos" "büyük") Beyin tabanında bulunan hipofiz bezinin ön lobundan (adenohipofiz) çok fazla miktarda büyüme hormonu (growth hormone, GH) salgılanması nedeniyle oluşan hastalıktır. Büyüme tamamlanmadan, kemiklerin uzaması sona ermeden erken çağlarda baş gösterirse gigantizm adı verilen dev görünüm oluşur. Bozukluk büyüme çağının bitiminden sonra baş gösterirse, kemiklerdeki büyüme plaklarının kapanması nedeni ile sadece el ve ayakların genişlemesi, çene ve burnun büyümesi ve sesin kalınlaştığı görülür. Gece uyurken horlama ile aşırı terleme olmaktadır. Kaslarda hissedilebilir halsizlik görülmektedir. Erken teşhis ve tedavi edilmez ise ilerki dönemlerinde iç organlarda anormal bir büyüme gerçekleştirir. IGF-1 (insulin-like growth factor) yüksekliği pankreas düzenini bozabileceği için şeker hastalığına yakalanma riski yüksektir. Kabızlık daha gençlik dönemlerinde sıkça yaşanan belirgin olarak yaşanmaktadır. Saç tellerinde kalınlaşma belirtileri görülmektedir. Kafa tasının arka kısmında aşırı şekilde kendini gösteren dışa doğru genişleme kendini göstermektedir. Akromegali hastalığı tedavi edilmezse hastalarda diabetes mellitus, yüksek tansiyon, kalp kası tutulması sonucu kalp yetmezliği görülür. Akromegali hastalığının %90 ı hipofiz bezindeki tümörden kaynaklanır. Bu tümör optik sinire baskı yaptığı için görmede darlık bitemporal hemianopsia olur. Ayrıca bu tümör beynin sağlıklı kısımlarına baskı yaptığı için baş ağrısı görülür. Erkek ve kadınlarda eşit oranda görülür. Büyüme hormonu yükselmeye başladığı andan itibaren yaklaşık olarak üç yıl sonra vücut değişiklikleri başlar. ilk belirtileri ise yüzüklerin dar gelmesi ayakkabı numarasını artması ile fark edilebilir. Hastalığın yıllık görülme yüzdesi prevalans 1 milyonda 4, tüm zamanlarda görülme sıklığı ise insidans 1 milyonda 60-70'tir. Ölüm riskini 2-4 kat arttırır. Birinci seçenek cerrahi tedavidir. 2 türlü cerrahi uygulanabilir. Transkranial yöntemde alın kemiğinden hipofiz bezine ulaşılarak tümor çıkartılır. Günümüzde tercih edilen cerrahi yöntem transsfenoidal yoldur. Ağız tavanından hipofiz bezine ulaşılır. İkinci tedavi yöntemi ilaç tedavisidir. Somatostatin analogları octeroid ve lanreotid kullanılmaktadır. Ayrıca radyoterapi bir diğer tedavi seçeneğidir. Tedavide GH ve IGF-1 düzeylerinin normale dönmesi, tümörün beyine baskısının giderilmesi ve klinik semptomların kaybolması hedeflenir. Anoreksi Anoreksi, k
elime olarak iştahsızlık anlamına gelmektedir. Fizyolojik veya psikolojik nedenlere bağlı, kısa dönemli ya da uzun dönemli kronik olabilir. Kronik formlarından Anoreksia Nervoza ve Bulimiya nervoza' ağır seyirli olabilir ve öldürücü sonuçlar doğurabilir. İlerleyen dönemlerde ise; Antiseptik Antiseptikler (Yunanca: αντί, karşı(tı), ve σηπτικός, çürüten) enfeksiyon, septisemi veya çürümeyi önlemek amacıyla canlı dokuya uygulanan mikrop karşıtı (antimikrobiyal) maddelerdir. Vücuttaki mikroorganizmaları öldüren antibiyotikler ile canlı olmayan nesnelerde bulunan mikroorganizmaları öldürmekte kullanılan dezenfektanlarla karıştırılmamalıdırlar. Bazı antiseptikler gerçekten mikrop öldürücüyken, yani mikropları öldürebilirken (bakteriyosidal), diğerleri bakteriyostatiktir ve sadece mikropların gelişimini önler veya baskılar. Antibakteriyeller sadece bakterilere karşı kullanılabilen antiseptiklerdir. John Lister'in "Antiseptic Principle of the Practice of Surgery" isimli makalesinin 1867'de yayınlanmasıyla antiseptik cerrahi metotlarının geniş çaplı kullanımına başlandı. Makalesinde var olan herhangi bir mikrobun öldürüldüğü hususunda emin olabilmek için karbolik asitin (fenol) kullanımı savunmuştur. Bununla birlikte benzeri fikirler daha önce de farklı uzmanlar tarafından, eskiden beri, ortaya atılmıştı; Antik Yunanistan'da Galen ve Hipokrat gibi. Hatta MÖ 2150 yılından kalma bir Sümer kil tabletinde benzeri tekniklerin savunulduğuna rastlanılmıştır. Yine de her antiseptik yararlı olmakla birlikte, yaralanmış yüzeye çok veya az oranda toksik ve rahatsız edici özelliktedir. Bu sebeple bugün cerrahide antiseptik metot yerine aseptik metot kullanılmaktadır ki bu -aseptik- metot hâli hazırda bulunan bakterilerin öldürülmesine değil, bakterilerin istilasına karşı koru(n)maya dayanır. Sözlük Sözlük (Eski: "Lügât"), bir dilin veya dillerin kelime haznesini (sözvarlığını), söyleyiş ve yazılış şekilleriyle veren, sözcüğün kökünü esas alarak, bunların başka unsurlarla kurdukları sözleri ve anlamlarını, değişik kullanışlarını gösteren yazılı eserdir. Eski dilde lügat, kamusdenir. Leksikografi sözlükbilimidir. Sözlükçüye leksikografır denir. Lügatça, sadece bir kitapta geçen terimleri anlatır (glossary). Sözlükler sözcüklerin anlamlarını veya farklı dillerdeki anlamlarını açıklayabilir. Sözlüklerde bir sözcüğün birden fazla anlamının olduğu durumlar olabilir, fakat genelde ana anlamı ilk başta gösterilir. Birçok sözlük sözcük ile ilgili; okunuşu, dilbilgisi, türemiş sözcükleri, tarihi, etimolojisi esim, kullanım bilgisi, deyim veya cümle içinde kullanımı hakkında bilgiler de verebilir. Sözlükler genelde kitap halinde bulunmaktadırlar.Sözlükler tek dilli veya çok dilli olabilir. Genel veya özel alanlarla ilgili sözlükler hazırlanabilir. Türleri şöyledir: Ansiklopedik, kavramsal, örnekli, tekdilli, çokdilli, lehçeli, aşanlamlı, karşıtanlamlı, kökenbilimsel, argo, terimler, deyimler, atasözleri, mesleki terimler, karşılaştırmalı. Sözlüklerde madde başlarını a-be-ce sırası takip eder. Arap harfli eski sözlüklerde madde başı Arapça sözcüğün üç harfli kökünün son harfi esas alınarak sıralanırdı. XIV.-XV.yüzyıllar arasında yaşamış olan el-Kamûsü-ı-Muhît (Okyanus Sözlüğü)adlı eseri Türkçeye çeviren Mütercim Asım bu sistemi kullandı. İlk sözlük olarak İskenderiye Müzesi kütüphanecisi Bizanslı Aristophanes’in hazırladığı eser kabul edilir. İslam dünyasında en önemli sözlük X. yüzyılda yaşayan Fârâblı İsmail Cevheri’nin Sihâh adlı Arapça eseri. Vankulu Lügatı diye bilinen Müteferrika’nın bastığı ilk kitap da bir Sihâh çevirisidir. Türk kültüründe ilk sözlük ise Kâşgarlı Mahmud’un Türkçeden Arapça’ya Divânu Lügati't-Türk’üdür. İlk sözlük Divânu Lügati't-Türk'tür. 1073'teki bu sözlükten sonra yapılan çalışmalar Mukaddimetül Edeb, Codex Cumanicus, Kitabül İdrak, İbn Mühenna Lügatı, Muhakemetül Lügateyn, Abuşka Lügati, Senglah, Lügatı Çağatay, Türkii Osmani, Ahterii Kebir, Vankulu Lügatı, Tuhfei Vehbi adıyla Arapça/Farsça/Türkçe karışımlı idi. Türkçe hazırlanan ilk sözlük Lehçetül Lügat (Esat Mehmet Efendi, 1732) oldu. Bundan sonra basılı sözlükler gelişti: Burhanı Katı, el Okyanusul Basit, Lehçei Osmani, Kitabü Maaniül Lehçe, Lügatı Naci, Kamusu Türki, Hayat Büyük Türk Sözlüğü, Temel Türkçe Sözlük, Mükemmel Osmanlı Lügatı, Resimli Kamusu Osmani, Yeni Türkçe Lügat, Resimli Yeni Türkçe Lügatı, Yeni Türk Lügatı, Büyük Türk Lügatı, Türkçe Sözlük (TDK), Ferhengi Ziya, Meydan Larousse, Okyanus, Öztürkçe Sözlük, Büyük Türkçe Sözlük, Temel Türkçe Sözlük adlarıyla yayınlandı. Bu genel sözlükler dışında özel terimler sözlükleri yayınlandı: Tarama sözlüğü, Derleme Sözlüğü, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, Medeni Hukuk Terimleri Sözlüğü, Dilbilgisi Terimleri Sözlüğü, Yazın Terimleri Sözlüğü gibi değişik bilim dallarına ait sözlükler yayınlandı. Yabancı dil sözlükleri olarak hem Türkçeden yabancı dile, hem yabancı dilden Türkçeye birçok sözlük basılmıştır. Bunların en eskisi Redhouse Sözlüğü'dür. Osmanlıca-Türkçe sözlüklerin en tanınmışı Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat (Ferit Devellioğlu)dur. Özdeişler toplumca saygı duyulan evrensel özellikler taşıyan insanların söyledikleri güzel sözlerdendir.Özdeyişler. görüşleri ve düşünceleri kısa yoldan anlatmamızı sağlar. ]] (1987) Türkçede Anlamdaş ve Karşıt Kelimeler Sözlüğü, 3. Baskı, İstanbul* İnkılâp Kitabevi Kaynak*GÜNAY, V. Doğan (2007) Sözcükbilime Giriş, İstanbul* Multilingual Yayınları Kulaklık, 2 küçük hoparlörün kullanıcının kulağına yakın yerde durmasını sağlayan bir çevre birimidir. Antistreptolizin O "Antistreptolizin O" (ASO) için kullanılan kısaltma. Streptolizin, "Hemolitik streptokok" adı verilen bakterilerin salgıladığı toksinin adıdır. Bu toksinin varlığını tespit için yapılan tetkike de kısaca ASO adı verilir. ASO, romatizma gibi bazı Hemolitik Streptokok enfeksiyonlarında yükselir bu açıdan teşhis te ASO değerleri önem taşır. ASO'nun kandaki en yüksek normal değeri 200 todd ünitesidir. aso seviyesi yetişkin kişide 250 Todd dur çocukta ise 333 Todd dur (romatik fever). Romatizmal ateşte, kandaki ASO seviyesi yükselir, SRP seviyesinde düşme gözlemlenir. ASO’nun 300’ün üstüne çıkması, hastanın streptokok adı verilen bakteri ile karşılaştığını gösterir. Oysa A grubu bir streptokok enfeksiyonu, özellikle bademcik iltihabı ya da diş apsesi gibi bir enfeksiyon odağı da varsa, bu değerlerin yükselmesine yol açar; çünkü anatomik nedenlerle bu bölgeler, akut enfeksiyon atağından sonra temizlenmeyip streptokok barındırmayı sürdürürler. ASO; streptokok ile karşılaştıktan yaklaşık 1-3 hafta sonra yükselir. Bazen 3 ay kadar yüksek kalabilir. Strepkokok iltihapları, ASO, romatizma gibi bazı Hemolitik Streptokok enfeksiyonlarında yükselir bu açıdan teşhiste ASO değerleri önem taşır, eklem böbrek ya da kalp rahatsızlıkları yapabilir. Ancak ASO’nun yüksek oluşu bu hastalıkların var olduğunu göstermez. sadece streptokok bakterisinin vücuda girdiğini gösterir. Atropin Atropin, Atropa belladonna "(Güzelavrat Otu)" adlı bitkiden elde edilen bir alkaloiddir. Antikolinerjik yapıdadır. Tıpta çok değişik kullanım alanları vardır. Örneğin, göz dibinin muayenesinde, göz bebeğinin genişletilmesi için, ayrıca anesteziden önce üst solunum yollarında salgıların azaltılması için kullanılır.Ayrıca uyuşturucu madde olarak kullanımı 1984 yılında yaygınlaşmıştır. Atropin sülfat ampulleri i.m., s.c. ya da i.v. yolla uygulanabilir. Bradikardi aritmi: Yetişkinlerde: Başlangıç dozu 0.5–1 mg i.v. Az şiddetli durumlarda toplam doz 0.03 mg/kg'a kadar tekrarlanabilir. Önerilen doz aralığı 3-5 dakika ile 1-2 saat arasında değişebilir. Şiddetli durumlarda ise 0.04 mg/kg'lık total doz verilebilir. Total doz 3-5 dakika aralıklarda üçe bölünerek veya 3 mg'lık toplam doz tek bir doz halinde uygulanabilir. Çocuklarda: 0.01-0.03 mg/kg i.v. verilir. Preanestezik medikasyon: Genel anestezi indüksiyonundan önce kalbin vagal inhibisyon riskini ve tükürük ve bronş ifrazatını azaltmak amacıyla, anesteziden genellikle 30-60 dakika önce s.c. veya i.m. yolla 0.3-0.6 mg uygulanabilir. Alternatif olarak aynı doz anestezi indüksiyonundan hemen önce i.v. olarak verilebilir. Uygun pediyatrik premedikasyon dozları: Subkutan yolla 3 kg'a kadar olan bebeklerde 0.1 mg, 7–9 kg çocuklarda 0.2 mg, 12–16 kg çocuklarda 0.3 mg, 20–27 kg'lık çocuklarda 0.4 mg 32–40 kg çocuklarda 0.5 mg ve 41 kg ağırlıktaki çocuklarda 0.6 mg'dır. Bu dozlar gerektiğinde 4-6 saatte bir tekrarlanır. Gastrointestinal radyografi: 1 mg i.m. yolla. Antidot olarak: Parasempatomimetik ajanlarla doz aşımı tedavisinde s.c. veya i.m. yolla 1–2 mg veya i.v. yolla 4 mg'a kadar dozlar kullanılır. Organofosfor insektisitleri gibi irreversibl antikolinesteraz zehirlenmelerin tedavisinde: Daha yüksek dozlar (en az 2–3 mg) gerekebilir. Siyanoz belirtileri kalkıncaya veya kalp ritmi 80-90/ dk oluncaya kadar bu dozlar tekrarlanır. Doz aralıkları hastanın kalp atım hızına göre ayarlanır. Bu uygulamaya kesin iyileşme oluncaya kadar devam edilmelidir. Bu süre 2 gün veya daha fazla olabiIir. Intoksikasyon belirtileri çabuk ortaya çıkan mantar zehirlenmelerinde koma ve kardiyovasküler kollaps görülmeden önce parasempatomimetik işaretleri kontrol etmek için yeterli dozlarda uygulanmalıdır. Süksinilkolin veya cerrahi müdahelenin neden olduğu aritmilerin önlenmesi: Subkütan olarak; 3 kg'a kadar olan çocuklarda 0.1 mg, 7–9 kg çocuklarda 0.2 mg, 12–16 kg çocuklarda 0.3 mg, 20–27 kg çocuklarda 0.4 mg, 32 kg çocuklarda 0.5 mg, 41 kg çocuklarda 0.6 mg verilir. Antikolinerjik ve spazmolitik etkilidir. Vagal etkinliğin artışına bağlı bradiaritmilerde; ameliyat esnasında ortaya çıkabilen bradikardi, hipotansiyon ve aritmiler gibi vagal etkilerin giderilmesinde; kardiyopulmoner canlandırmada; anestezi sırasında solunum yollarının ifrazatlarını azaltmak ya da önlemek için (preanestezik medikasyonda antisialagog olarak); pilor, ince barsak ve kolon spazmlarında (irrite barsak sendromu); üretra ve safra koliklerinde; kolinesteraz inhibitörlerinin (neostigmin, piridost
igmin, pilokarpin gibi), muskarin (İnocybe ve Clitocybe türü mantar zehirlenmelerinde) veya organofosfat pestisitlerin toksisitelerinin tedavisinde antidot olarak kullanılır. Obstrüktif gastrointestinal hastalıklarda (piloroduodenal stenosis, akalazya, kardiyospazm, paralitik ileus, özellikle geriyatrik hastalarda intestinal atoni, ülseratif kolit ve toksik megakolon, gastroesofageal reflüks ve hiatus hemisi); mesane boynu obstrüksiyonu, prostat hipertrofisi, atonik veya hipotonik mesane, diğer obstrüktif üro patilerde; dar açılı glokomda (geniş açılı glokomda miyotiklerle birlikte kullanılabilir); tirotoksikoz ve kalp yetmezliğine bağlı taşikardilerde; akut kanama nedeniyle kardiyovasküler sistem instilatesi olanlarda; atropin ve belladonna alkaloidlerine karşı hipersensitivitesi olanlarda kontrendikedir. Atropin, yan etkilerine daha duyarlı oldukları için çocuklarda ve yaşlılarda dikkatli kullanılmalıdır. Prostat hipertrofisinde veya büyümesinde, idrar zorluğuna neden olabilir. Paralitik ileus ve pilor stenozu olan hastalarda kullanılmamalıdır. Regional arteritis ve ülseratif kolitli hastalarda ileusa veya megakolona yol açabilir. Ya da özofagusta reflu şiddetini arttırabilir. Atropin dar açılı glokomlu hastalara verilmez. Zira göz içi basıncını arttırarak akut krizi davet eder. Çevre sıcaklığı yüksek ise veya hastanın ateşi varsa hiperpireksiyi provoke edebileceğinden özellikle çocuklarda çok dikkatli kullanılmalıdır. Atropinin yüksek dozlarda farelerde fetus üzerinde zararlı etkisi görülmemiştir. İnsanlarda yapılmış kontrollü araştırma yoktur. Atropin gebelikte, umulan faydaları potansiyel riskine göre yüksekse kullanılmalıdır. Gebelikte veya doğuma yakın, atropin intravenöz olarak anneye verilirse fetusta taşikardiye neden olabilir. Antikolinerjikler laktasyonu inhibe eder. Atropin az miktarda süte geçer. Emziren annelerde kullanılmamalıdır. Çünkü bebekler antikolinerjiklerin etkisine çok hassastır. Kalp operasyonlarında, tirotoksikoz, kalp yetmezliği gibi taşikardinin mevcut olduğu durumlarda kalp atımını arttırabilir. Akut miyokard infarktüsü geçirenlerde kullanım dikkat gerektirir, infarkt kötüleşebilir. Atropin özellikle yaşlı veya beyin hasarlı hastalarda mental konfüzyona yol açabilir. Miyastenia graviste ekstrem bir dikkatle kullanılmalıdır. Parkinson tedavisinde dozun arttırılması ve başka bir tedaviye geçilmesi yavaş yapılmalı ve atropin birdenbire kesilmemelidir. Beyin hasarlı veya Down sendromu (mongolizm) bulunan kişilerde atropine duyarlılık artmıştır (Albinizm'de ise azalmıştır). Atropinin yan etkilerinin çoğu, ilacın muskarinik kolinerjik reseptörlerdeki farmakolojik etkilerinin devamı olup ilacın kesilmesi ile kaybolur. Antimuskarinik yan etkiler arasında sık rastlananlar; ağız kuruluğu, görmede bulanıklık, siklopleji, midriazis, fotofobi, anhidroz, idrar tutukluğu, idrar retansiyonu, taşikardi, çarpıntı ve kabızlıktır. Daha seyrek olarak intraoküler basınç artması, tat duygusu kaybı, başağrısı, başdönmesi, uyuklama, yüzde kızarma (flushing), insomnia, bulantı, kusma, karında şişkinlik, deri alerjisi, eksitasyon ve konfüzyon görülemez İdrarın alkalinizasyonu (sitrat, bikarbonat, karbonik anhidraz inhibitörleri) atropin eliminasyonunu zorlaştınr ve kan seviyelerini yükseltir. Antasidler ve antidiyareikler, oral atropinin absorpsiyonunu azaltır. Antikolinerjikler atropinle birlikte verilirse antimuskarinik etkiyi şiddetlendirir ve paralitik ileus'a neden olabilir. Siklopropan anestezisi sırasında atropin intravenöz olarak verilirse ventriküler aritmilere neden olabilir. Haloperidolun antipsikotik etkisini azaltabilir. Atropin mide pH'sını yükselterek ketokonazol absorpsiyonunu yavaşlatabilir. Metoklopramidin gastrokinetik etkisini antagonize edebilir. Atropin ile opioidlerin birlikte kullanılması ağır konstipasyon, paralitik ileus ve idrar retansiyonuna neden olabilir. Antimuskarinik özellikleri olan amantadin, bazı antihistaminikler, butirofenon ve fenotiyazinler gibi trisiklik antidepresan ilaçlar atropinin tesirini arttırabilirler.Mumlu-matrix bazıyla yapılmış potasyum preparatların ülseratif etkisini arttırabilir. Atropin verilmiş olanlarda mide sekresyon ölçme ve mide boşalma zamanını ölçme testleri yapılmamalıdır. Atropin verilmiş olanlarda fenolsülfonftalein (PSP) testi yapılmamalıdır. Her iki madde aynı tübüler mekanizma ile vücuttan atılır. Bağışıklık Bağışıklık (immünite), belirli bir mikroorganizmaya karşı vücudun direncidir. Aktif ve pasif olmak üzere iki tip bağışıklık vardır. Cerrahi Cerrahi, İlaçla ya da başka tedavi yöntemleriyle iyileştirilemeyen hastalıkların, yaralanmaların, vücuttaki yapı bozukluklarının ameliyatla onarılmasına ya da hastalıklı organı kesip çıkararak iyileştirilmesine dayanır. Tıbbın en eski dallarından biridir. Cerrahide bilgi ve becerinin bir arada bulunmasından dolayı hem bilim hem sanat olarak kabul edilir. Genellikle lokal anestezi veya genel anestezi altında uygulanmaktadır. "Cerh", yara; "cerrahi", yara ile uğraşan bilim; "cerrah" ise yara ile uğraşan kişi anlamına gelmektedir. Cerrahi, insanlığın ilk günleriyle birlikte oluşmuştur. Yaşamak için avlanan insanlar yaralandıklarından kanamayı durdurma amaçlı olarak yaprak ve çeşitli bitkiler ile otlardan yararlanıldıkları bilinmektedir. Ayrıca hastalıkların doğaüstü güçlerden kaynaklandığına, cinlerin ya da kötü ruhların işi olduğuna inanılan tarih öncesi Cilalı Taş Devri'nde saralı (epilepsi) hastaları tedavi amacıyla uygulanan en eski cerrahi yöntemlerden biri, hastalığın vücuttan uzaklaşıp gidebilmesi için hastanın kafatasında küçük bir delik açmaktı. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa'nın çeşitli yerlerinde ve Peru'da tarih öncesinden kalma delik kafatasları bulunmuştur. Cezayir, Melanezya ve dünyanın bazı yerlerindeki ilkel kabileler arasında bu yöntem bugün bile uygulanmaktadır. Eski Hindular özellikle idrar kesesi taşlarının ameliyatla çıkarılmasında ve plastik cerrahide ustalaşmışlardı. Zina suçuna verilen cezalardan biri burun kesmek olduğu için, Hint cerrahlar sık sık plastik burun ameliyatları yapmak zorunda kalıyor ve bunun için, hastanın yanağından uygun boyutta bir doku parçası keserek burnun kesilen yerine bu parçayı dikiyorlardı. Tıp sahasında bilinen ilk yazılı belgeler (papirus) Eski Mısırlılara aittir. Bulunan belgelerde, tıp, cerrahi gibi çeşitli hastalıklarda ilgili veriler bulunmuştur. Eski mısırlılar eczacılık konusunda da oldukça ilerlemişlerdi. Heredot'un da belirttiği üzere branşlaşma başlamıştı. Isı ile koterizasyon yaygınlaşmıştı. Dikkat çeken bir diğer özellik ise temizliğe verilen önemdi. Beyni parçalarına ayırarak beyin loblarını ve kıvrımlarını incelemişlerdir. Asur ve Babil devletlerinde hayvanların iç organlarına bakılarak yöntemler uygulandığından anatomide paralel olarak gelişti. Büyüklüğü ve kanlanışı nedeniyle karaciğer saygı duyulan bir iç organdı. Bilinen ilk anatomik modelleri kilden yapılmış koyun karaciğeridir. Hammurabi kanunlarında tıp ve ticaret yasalarla düzenlenmişti. Cerrahi dönemine göre oldukça gelişmişti. Yapılan işlemlerin belirli bir ücreti vardı ve hekim hataları "göze-göz, dişe-diş" kanunuyla cezalandırılıyordu. Bu dönemde cerrahi uzmanlık dalı olmuştu. Yunan cerrahlara, Asklpieia adı verilmiş yarı resmi okullarda eğitim verilmekteydi. Bu eğitimler, yüzyıllar sonra süregelen modern eğitimin bir başlangıcıydı. M.ö. 460-370 yılları arasında yaşamış olan Hipokrat, İlkçağ'ın en büyük hekim ve cerrahıdır. "Cerrahi üzerine" adlı eserinde cerrahın özellikleri, ne bilmesi gerektiği ve tedavi basamakları hakkında geniş bilgi vermektedir. Eserlerinde kırıklar, yaralar, ülser ve hemoroid ameliyatlarından söz etmiştir. Aristo'ya göre dolaşımın merkezi ayarlayıcısı kalpdi. Kan ise damarlardan geçerek vücudu besleyen bir sıvıydı. Arterlerin insanın ölümünden sonra içi boş olduğundan bu dönemde, arterlerin hava taşıdığına inanılmıştır. İskenderiye okulunun cesaretiyle bilinen doktoru Praksagoras bağırsak tıkanıklığında karnın açılmasını, tıkanan kısmın çıkarılması ve sonrasında dikilmesini öneriyordu (M.ö. 300). Onun öğrencisi olan Herofilus zamanında insan anatomisi konusunda büyük ilerleme görülmüştü. Kalp kapakları, beyin kısımları ve duodenum tanımlanmış, sinirlerin gerçek işlevi anlaşılmış ve motor ile duyu sinirleri ayrılmıştı. M.s. 130'da Bergama'da doğmuş olan Galen daha önceleri bilindiğinin aksine arterlerde havanın değil kanın taşındığını deneylerle gösterdi. Ayrıca bu dönemde cerrahi tıptan ayrıldı ve 2 ayrı dal olarak gelişimlerine devam ettiler. Bu dönemde Avrupa kilisenin tesirinde karanlık bir dönem yaşamaktaydı. Önceleri cerrahi aşağılanan bir dal olmasına karşın, barutun bulunmasıyla 14. yüzyıl başlarında gelen savaşlarla cerrahide önemin artmasına sebebiyet verdi. Ambroise Paré modern cerrahide önemli bir yere gelmişti. 14. yüzyılda berberler ile cerrahlar loncası birleşip, aralarında anlaştılar. Bu anlaşmalar arasında berber, sadece diş hekimliği konusunda sınırlı kalıp cerrahlık yapmayacak, cerrah ise berberlik ile ilgili işlere karışmayacaktı. Pek çok farklı cerrahi branşı bulunmaktadır. Bunlar: Çil Çil, deride, güneşe maruz kalma sonucu beliren, ufak lekelerdir. Bunlar, daha fazla, lokalize güneş yanıklarına benzetilebilir ve ekseriyetle sarışın veya kızıl saçlılarda görülen melanin pigmenti birikimidir. Çiller organizmanın cildi ültraviyole güneş ışınlarından korumak için verdiği doğal tepki sonucu ortaya çıkarlar. Soğuk aylarda organizma güneş ışınları etkisiz olduğundan bu kadar güçlü korumaya gerek duymaz ve bu nedenledir ki, çiller genellikle ilkbahar ve yaz aylarında kendilerini gösterirler. Bu aylarda insanların cildini güneş kremleri, gözlükler, şapkalarla güneşten koruması, en sıcak saatlerde direk güneş ışınlarına maruz kalmamak için güneşe çıkmamaları gereklidir. Bütün bu koruma önlemlerine rağmen çiller artık oluştuysa onlardan kurtulmak için bir takım işlemler yapılabilir. Çillerden kurtulmak için yaygın olarak kullanılan doğal tedavi yöntemleri yanında tıbbi çözümleri de vardır. L
azer tedavisi, kriyoterapi (dondurarak tedavi), hydroquinone gibi. Alternatif tedavi yöntemlerini ilk başta tercih edilmesinin nedeni ekonomik ve doğal olmalarıdır. Çillerle savaş kolay değildir, hemen pes edilmemesi gerekir. Cilt lekelerinin tedavi tarihi çok eski dönemlere uzanıyor. Eski Mısır ve Yunanistan’da bunun için çeşitli yöntemler kullanıldığı bilinmektedir. Yüzyılların yöntemleri nesilden nesle aktarılarak günümüze kadar ulaşmıştır. Eski dönemlerden beri keçi sütü, karahindiba ve yaban turpunun koyu cilt rengini açtığı ve pigment lekelerini iyileştiği bilinmektedir. Daha sonra bu bitkilere salatalık ve limon da eklenmiştir. Bu bitkilerde bulunan maddeler derinin altına geçip, koyu pigmenti etkisizleştirerek cildi temizlemektedir. Aynı zamanda meyvelerde meyve asidi bulunmaktadır. Bu meyve asidi kozmetolojide kimyasal peeling olarak kullanılmaktadır ve gençleştirici kremlerin içeriğini oluşturur. Ev koşullarında doğanın insanlara hediye ettiği bu bitkileri kullanılabilir; karaturp (yaban turpu), karahindiba ve salatalık. En basit yöntem salatalık maskesidir. Taze sebzeleri temizlenerek, dilimlenip yüze yerleştirilir. Bir başka, daha etkili bir yöntem de, salatalığı rendeleyip suyunu elde etmek ve bu suyu kullanmaktır. Taze sıkılmış limon suyunun da iyi geldiği söylenmektedir. Yalnız ihtiva ettiği asit nedeniyle cildi tahriş edici özelliği bulunduğundan dolayı en fazla 20 dakika tutulabilir. Sonra maske çıkarılmalıdır. Daha az etkili yöntemler olarak ise çilek, frenk üzümü, domates maskeleridir. Bu ürünleri hafif dereceli limon suyu veya ıhlamur çiçeği suyu (bir bardak kaynayan suya bir yemek kaşığı ıhlamur) ile çıkarmanız önerilir. Sebze ve meyveler taze, mevsiminde ve hormonsuz olmalıdır. İlk bakım maskesinden sonra bütün çiller yok olmaz. Bunun için 2-3 haftalık “maskeleme” gerekir. Nadiren de olsa sonuç olarak çillerin olduğu kısmın daha açık kaldığı bir sonuç ortaya çıkabilir. Bu etkiyi ortadan kaldırmak için oto bronzlaşma ürünleri kullanılır. Bu ürünler cilde uygulanır ve cilt eşit bir renk alır. Bu işlemlerde sonra güneşten korunmak için mutlaka losyon ve kremler kullanılmalıdır. Cilt güneşe karşı oldukça hassaslaşmış olabilir, hatta sonbahar güneşi bile yeniden çillerin oluşmasına neden olabilir, dikkatli olunmalıdır. Alternatif tıp Fallop tüpleri Fallop tüpleri, uterusun üst köşelerinden yumurtalıklara kadar uzanan, her biri yaklaşık 10 cm uzunluğunda iki borudur. Tuba uterina veya uterus tüpleri de denir.İnsanda döllenme olayı burada gerçekleşir. Bu tüpler bağlanmak suretiyle kadın kısırlaştırılabilir ancak bu uygulamanın yasallığı yaşa ve ülkeye göre değişebilir. Bazen zigot buraya yerleşerek gelişimini burada tamamlar. Buna dış gebelik denir. Fibula Fibula veya baldır kemiği kaval kemiğinin ("tibia") lateral tarafında bulunan ve tibiaya hem aşağıdan hem de yukarıdan bağlanan kemiktir. Fibula, tibiadan boyca küçüktür ve tüm uzun kemiklerin çoğundan daha incedir. Üst kısmı büyüktür, tibianın kafasının arka kısmı diz ekleminin altına yerleşir ve bu eklemin oluşumunun dışındadır. Alt kısmı biraz öne eğilir, böylece üst ucuna göre daha önde durur; tibianın altında çıkıntı yapar ve ayak bileği ekleminin lateral kısmını oluşturur. Kemik, şu bileşenlere sahiptir: Kanı temin etmesi, serbest doku transferi için önemlidir çünkü fibula genelde mandibulayı yeniden yapmak için kullanılır. Gövdesi, "arteria peronea"dan gelen, büyük bir besin damarı ile beslenir. Ayrıca "arteria peronea"nın birçok küçük dalını alan periosteum ile sarmalanmıştır. Proksimal ve distal başları "arteria tibialis anterior"nin bir dalı ile beslenir. Kemiğin kesilmesi söz konusu olduğunda gövde kısmı alınır ve uçlar korunur (proksimalden 4 cm ve distalden 6 cm). Fibula, biri gövde diğer ikisi de uçlar olmak üzere üç merkezden kemikleşir. Kemikleşme ceninin sekizinci haftasında ortadan başlar ve uçlara doğru uzanır. Doğumda uçlar kıkırdak yapıdadır. Kemikleşme, ikinci yılda, alt uçtan ve yaklaşık olarak dördüncü yılda üst uçtan başlar. İlk kemikleşen alt epifiz vücutla, yaklaşık olarak yirminci yılda birleşir; üst epifiz ise yaklaşık yirmi beşinci yılda katılır. Kernikterus Kernikterus, yeni doğan bebeklerin şiddetli sarılık geçirmeleri halinde, kanda yükselen bilirubinin kan-beyin bariyerini geçerek beynin bazı çekirdeklerine zarar vermesi durumudur. Çocukta zeka geriliği ve spastisite görülebilir. Kolesterol Kolesterol, hayvanların vücut dokularındaki hücre zarlarında bulunan ve kan plazmasında taşınan bir sterol, yani bir steroid ve alkol birleşimidir. Daha düşük miktarlarda bitkilerde de bulunur. İlk defa 1754'te safra taşlarında kolesterol bulunduğu için bu maddenin ismi Yunanca "chole-" (safra) ve "steros" (katı) sözcükleri ile kimyadaki "-ol" ekinden türetilmiştir. Kolesterol, özellikle hayvansal gıdalarda bulunur ama vücuttaki kolesterolun ancak ufak bir kısmı gıda kaynaklıdır; çoğu vücut tarafından sentezlenir. Vücudun her hücresinde bulunmakla beraber, onun sentezlendiği veya hücre zarlarının daha çok olduğu organ ve dokularda, örneğin karaciğer, omurilik ve beyinde, ayrıca ateromlarda, kolesterolun yoğunluğu daha yüksektir. Kolesterol kanda normalden fazla bulunması halinde damarlarda birikerek damar sertleşmesine (ateroskleroz) yol açar. Bazen de safra pigmentleri ile birleşerek safra taşlarının oluşumunda rol oynar. Kolesterol pek çok biyokimyasal reaksiyonda yer almasına rağmen özellikle lipoproteinlerin kolesterolü taşıma biçimleri ve kandaki kolesterol düzeyleriyle kalp hastalıkları arasındaki bağlantıdan dolayı bilinir. Vücut, kolesterolü kullanarak hormonlar (kortizol, üreme hormonları), D vitamini ve yağları sindiren safra asitlerini üretir. Bu işlemler için kanda çok az miktarda kolesterol bulunması yeterlidir. Eğer kanda fazla miktarda kolesterol varsa kan damarlarında birikir ve sertleşmeye ve daralmaya (ateroskleroz veya arteriyoskleroz) yol açar. Aterosklerozda damar duvarında biriken tek madde kolesterol değildir; akyuvarlar, kan pıhtısı, kalsiyum gibi maddeler de birikir. Ateroskleroza halk arasında "damar sertliği", "damar kireçlenmesi" de denir. Yüksek kan kolesterolünün zararlarından bahsedilirken söz konusu olan "kötü kolesterol", yani düşük yoğunluklu lipoprotein (İngilizce "low density lipoproteins" LDL) tarafından taşınan kolesterol düzeyidir. Yüksek yoğunluklu lipoprotein (İngilizce "high density lipoproteins" HDL) tarafından taşınan kolesterole "iyi kolesterol" denir. Kolesterol hücre zarlarının (membranlarının) inşası ve bakımı için gereklidir. Kolesterol içeren membranlar daha geniş sıcaklık aralığında akışkanlıklarını korurlar. Kolesterol, yağların sindirimine yarayan safranın sentezlenmesinde kullanılır. Ayrıca aralarında yağda çözünen vitaminlerin (A,D, E ve K vitaminleri gibi) metabolizmasında rolü önemlidir. Aldosteron, testosteron, östrojen ve projesteron gibi steroid hormonlarının ve kortizolun sentezlerinde yer alır. Başka araştırmalar kolesterolün sinir hücreleri arasındaki sinapslarda ve bağışıklık sistemi hücrelerinin işlevlerinde rol oynadığını gösterir. Hücre membranının yapısına etkisi sonucunda hücre sinyal iletimine ve membranlardaki iyon ve proton geçirgenliğine de etki eder. Kolesterol suda çok az çözündüğünden kanın sulu kısmında taşınamaz. Kolesterolün kanda taşınması, suda çözünebilen ve kolesterol ve diğer yağ türevlerini taşıyabilen lipoproteinler aracılığıyla olur. Bu lipoproteinlerin yüzeyinde yer alan proteinler, kolesterolün hangi hücrelerden alınıp hangi hücrelere taşınacağını belirler. Vücuttaki kolesterolün çoğu vücut tarafından sentezlenir. Günlük üretimin %20-25'i karaciğerde gerçekleşir, ayrıca, ince bağırsak, adrenal bezleri ve üreme organlarındaki sentezlenme miktarı diğer dokulara kıyasla daha yüksektir. Yaklaşık 70 kg ağırlığındaki bir kişinin vücudunda toplam 35 g kolesterol vardır. Günlük dahili üretim miktarı 1 g, besin yoluyla alınan miktar ise 200–300 mg'dır. Bağırsaklara (safra ve besin yoluyla) giren 1.200-1.300 mg'ın yarısı kana geçer. Kolesterol çoğu hücre ve dokuda HMG-KoA Redüktaz enziminin başlattığı mevalonat yolu adlı reaksiyon zinciri ile sentezlenir (sağdaki şekle bakınız). Konrad Bloch ve Feodor Lynen 1964 Nobel Tıp ve Fizyoloji ödülünü, kolesterol ve yağ asidi metabolizmasının mekanizması ve denetimi ile ilgili çalışmalarıyla kazandılar. Şilomikronlar kolesterol ve trigliseritleri ince bağırsaktan karaciğere taşır. Bu kolesterolün bir kısmı besin yoluyla edinilmiştir, bir kısmı ise vücudun sentezleyip karaciğerden salgıladığı safradan kaynaklanır. Şilomikronlar taşıdıkları lipitlerin bir kısmını vücuttaki dokulara bırakıp sonra karaciğer tarafından alınırlar. Şilomikronların kalmadığı yemek arası zamanlarda ise kolesterolün başlıca kaynağı karaciğerdir. Karaciğerde üretilen kolesterol ve diğer lipitlerin vücuttaki diğer dokulara ulaştırılması için çok düşük yoğunluklu lipoproteinlerin (VLDL) içinde kana salgılanır. VLDL'de bulunan trigliserit ve kolesterol hücrelere aktarıldıkça VLDL'in yapısı ve yoğunluğu değişir, önce IDL, sonra da LDL'ye dönüşür. Bu sürecin sonunda arta kalan kolesterolü içeren LDL karaciğer tarafından geri alınır. Kandaki LDL miktarının yüksek olması bu lipoproteinlerin arter damarlarının çeperlerinde birikmesine yol açar, bu da aterosklerozun ilk aşamasıdır. Yüksek yoğunluklu lipoproteinler (HDL) ise vücut hücrelerinde sentezlenen kolesterolü vücuttan atılması için karaciğere taşır. (ayrıntılar için lipoprotein maddesine bakınız). Kolesterol biyosentezi, mevcut kolesterol seviyesine bağlıdır, ancak bunu sağlayan homeostatik mekanizma henüz bilinmemektedir. Besin yoluyla gelen girdideki bir artış, dahili üretimin azalmasına yol açar, besinden gelen miktarın azalması da karşıt sonucu doğurur. En önemli düzenleme mekanizması, hücre içinde endoplazmik retikulumdaki kolesterol miktarının SREBP1 ve 2 (İngilizce "Sterol Regulatory Element Binding Protein", sterol düzenleme elemanına bağlanan protein 1 ve 2) tarafından algılanması ile gerçekleşir. Kolesterol bulunduğu zaman SREBP1 2 pr
oteine bağlanır: SCAP ("SREBP-cleavage activating Protein") ve Insig 1. Kolesterol seviyesi azaldığı zaman Insig1, SREBP-SCAP kompleksinden ayrışır, bu kompleks Golgi aygıtına geçer ve orada S1P ve S2P (İngilizce "Site 1 Protease" ve "Site 2 Protease") tarafından kesilir (bu iki proteaz kolesterol seviyesi düştüğü zaman SCAP tarafından aktive olurlar). Kısalıp bir transkripsiyon faktörüne dönüşen SREBP hücre çekirdeğine girer ve orada bir takım genlerin önünde yer alan SRE'ye ("Sterol Regulatory Element") bağlanarak bu genlerın transkripsiyonunu artırır. Bu genler arasında HMG-CoA redüktaz ve LDL reseptörü genleri vardır. HMG-CoA redüktaz hücre içi kolesterol üretiminin artmasına neden olur, LDL reseptörü ise kanda dolaşan LDL'in hücrelere bağlanıp taşımakta olduğu kolesterolü hücrelere vermesini sağlar. Kanda aşırı miktarda kolesterol olması halinde bu kolesterol damarların çeperlerini oluşturan hücrelerde birikir. Bu birikmeyle başlayan ateroskleroz sonucunda damar tıkanabilir ve tıkanan damarın bulunduğu organa bağlı olarak, kalp krizi veya inme meydana gelebilir. Yukarıda özetlenen mekanizmanın büyük bölümü Michael Brown ve Joseph L. Goldstein tarafından açığa çıkartıldı. Bu çalışmalarından dolayı Brown ve Goldstein 1985 Nobel Tıp ve Fizyoloji ödülünü kazandılar. Kolesterol karaciğerden safra aracılığıyla atılır ve bir kısmı ince bağırsak tarafından geri alınır. Safra kesesi içinde, konsantrasyonunun yüksek olması nedeniyle kristalleşebilir ve bu durumda safra taşı oluşumuna yol açabilir (ancak daha ender olarak lesitin veya bilirübinden oluşmuş safra taşları da görülebilir). Oksitlenmiş kolesterol içeren küçük boyutlu LDL taneciklerinin yüksek düzeyde olduğu hallerde bu LDL damar çeperlerinde aterom denen birikmelere yol açar, bu duruma ateroskleroz denir. Ateromlar hangi organın damarında birikirse o organa ait hastalıklar ortaya çıkar. Örneğin, kalbi besleyen atardamarlarda (koroner arterler) aterom koroner arter hastalığı'na, böbrek damarlarında yüksek tansiyona ve böbrek yetmezliğine, beyin damarlarında ise inmeye yol açabilir. HDL tanecikleri, özellikle büyük boyutlu HDL, ateromalardaki kolesterolü karaciğere geri taşıyabilir. Bu yüzden yüksek HDL ile aterosklerozun yavaşlaması hatta gerilemesi ile ilişkilidir. Aralarında LDL, IDL ve VLDL bulunan diğer lipoprotein türleri ateroskleroza yol açar. Bu lipoproteinlerde bulunan kolesterol miktarı ile aterosklerozun ilerlemesi ilişkili bulunmuştur. Bu yüzden toplam kolesterol seviyesine değil bu kolesterolün ne kadarının hangi tür lipoproteinlerde bulunduğuna bakılmalıdır. Amerikan Kardiyoloji Derneği (American Heart Association) kolesterol düzeyleri hakkında aşağıdaki kılavuzu hazırlamıştır: Ancak günümüzdeki laboratuvar testleri LDL ve HDL kolesterolünü ayrı ayrı belirleyebildiği için, bu basit kılavuz artık biraz demode kalmıştır. Arzulanan LDL düzeyi 100 mg/dL'dir (2,6 Mol/L), yakın zamanlarda elde edilen yeni bulguların ışığında yüksek riskli kişilerde hedef <70 mg/dL düşünülebilir. Toplam kolesterolün HDL kolesterola oranının 5:1 olması daha da sağlıklı sayılabilir. LDL ölçüm teknikleri aslında LDL'yi doğrudan ölçmez; ekonomik nedenlerden dolayı LDL değeri şu formüle göre hesaplanır: Kolesterolü azaltmak için kişilerin hayat tarzlarında değişiklik yapmaları gerekir. Amerikan Millî Kolesterol Eğitim Programı'nın bu konuda yaptığı öneriler şöyledir: Kalp hastası olmayan bir kişide yüksek kolesterol bulunduğu zaman doktorlar hastayı genelde Amerikan Kardiyoloji Derneği'nin önerdiği "Birinci Adım" diyetine başlatır. Bu programda hasta günlük kalori gereksiniminin % 8-10'unu doymuş yağlardan, %30'dan azını yağlardan almalı, besin yoluyla günde 300 mg'dan fazla kolesterol almamalı ve sağlıklı bir kiloda kalmasına yetecek kaloriden fazlasını almamalıdır. Eğer bu diyet programı kolesterol düzeylerinin inmesini sağlamazsa doktorlar "İkinci Adım" rejimi uygular; doymuş yağ miktarı toplam kalorinin %7'sinin altına, kolesterol da 200 mg'ın altına indirilir. "İkinci Adım" diyeti kalp hastalarına da uygulanır. Kolesterol düşürücü diyete başladıktan birkaç hafta sonra kolesterol seviyelerinin düşmesi gerekir. Diyet yoluyla zaman içinde toplam kolesterol rakamları 10–50 mg/dL kadar düşebilir. Yüksek kilolu kişilerin kilolarını azaltmaları, özellikle düşük HDL, yüksek trigliserit veya büyük bel çevresi (erkeklerde 100 cm, bayanlarda 85 cm) gibi yüksek risk faktörleri bulunduruyorlarsa, önemlidir. Düzenli fiziksel faaliyet (her gün, veya çoğu gün, 30 dakika) HDL'yi yükseltir, LDL'yi azaltır. Egzersiz özellikle yukarıda belirtilen yüksek risk faktörlerini taşıyanlar için önemlidir. Diyet, egzersiz ve kilo kaybının fayda etmediği durumlarda kolesterol düzeylerinin kontrolü için lipit düşürücü ilaç tedavisine baş vurulur. Statin grubundan ilaçlar, safra asidi ayırıcıları, nikotinik asit, fibratlar ve kolesterolün bağırsaklardan emilmesini engelleyen ilaçlar kolesterol kontrolünde kullanılır. Statin grubu ilaçlar özellikle çok etkilidir. Diğer ilaçlar da bazen statinlerle beraber, bazen tek başlarına etkili olur. Balıklarda bulunan omega-3 yağ asitleri yağları da kolesterol kontrolünde kullanılır. keten tohumunun içerdiği doymamış yağ asitleri de kolesterol kontrolünde kullanılır Bazı kaynaklar (ve hatta ders kitapları) bitkilerde kolesterol bulunmadığını iddia etse de, bu doğru değildir. Bu yanılgının kaynağı bitkilerde kolesterolün çok daha az miktarda olmasıdır (kolesterolün toplam lipit miktarına oranı, hayvanlarda 5 g/kg, bitkilerde ise 0.05 g/kg'dır). Bitkilerde kolesterolden çok fitosterol adlı steroller bulunur ama bitkiler hem kolesterolü hem diğer sterolleri hücre membranlarının inşası için kullanırlar. Hayvan bağırsaklarında bitki sterolleri emildikten sonra kolesterol hariç diğerlerinin çoğu bağırsağa geri atılır. Kürtaj Kürtaj hamilelikte rahim içerisindeki ceninin tıbbi müdahele ile alınması. Bunun yanı sıra rahim iç duvarından kazınarak örnek alınıp incelenmesi de kürtaj olarak adlandırılır. Türkçeye 1930'larda Fransızca "curetage" (bıçakla kazıyarak temizleme şeklinde cerrahi müdahale) sözcüğünden geçmiştir. Kürtajı resmi olarak serbest bırakan ilk ülke 1920 yılında tıbbi bir neden olmasa dahi kürtajı serbest bırakan Sovyetler Birliği'dir. Bunun ardından resmî verilere göre 1934 yılına dek 700.000 kürtaj yapıldı, 1930'lara dek artan kürtaj sayısını azaltmak için bir takım önlemler alındı. 1936-1955 yılları arasında ülkede tıbbi olmayan nedenlerle kürtaj yasaklandı. İstenmeyen gebelikler (hamilelik) sonlandırılmak istendiğinde kürtajın son adet tarihi itibarıyla yasal olduğu ülkelerde farklı sınırlar vardır. Bu duruma yasal tahliye ya da kürtaj denilmektedir. Yasalar ile ilgili bu işlem sadece kadın doğum uzmanlarının yetkisi altındadır. İşlem hekim ve hasta arasında gizli kalmaktadır. Gebe bayanda ciddi bir hastalık mevcut ise ve gebe kalma durumu kişi için risk oluşturuyor ise ya da gebelik süresince zararlı olan yalnız kendisinin kullanmakta zorunlu kılındığı ilaçlar var ise kişiye terapotik kürtaj (tedavi amaçlı kürtaj) uygulanır. İşlemin gerçekleşmesi için bir tane değil birden fazla hekimin onayı gerekir ve sağlık kurulu raporuna gerek duyulur. Gebelik süresince takibi yapılan bebeğin sakatlık ya da kalp ritimlerinin olmadığı kesinleştiği gibi durumlarda terapotik kürtaj (tedavi amaçlı) uygulanır. İşleme geçilmeden önce USG ile gebelik durumunun ve rahim (uterus) dışındaki yerleşim durumu gözlenir. Kürtaj işlemi sırasında Genel anestezi ya da Lokal anestezi uygulanır. Kişi Genel anesteziye alınacak ise işlem öncesi 4 saat kadar oral alımı durdurulur. Hastanın uygulanan ilk kürtajı ise ya da önceden yapılmış sezaryen ile doğumu varsa Genel anestezi ile kürtaj yapılır. Yalnız kişinin geçmişte yaptırmış olduğu kürtajları varsa ya da normal doğum eylemi gerçekleştirilmiş ise Lokal anestezi yapılabilir. Lokal anestezi Anestezi uzmanları tarafından serviks bölgesi özel ilaçlar ile uyuşturulur. Genel anestezi ise İntra Venöz (ıv) yol ile ilaç uygulanarak Anestezi uzamanı tarafından yapılır. İşlem öncesinde Jinekolojik Muayene ve rahim (uterus) yapısı değerlendirilmelidir. İşlem 5 ila 15 dakika kadar sürer. Lokal anestezi ile 15 dakika kadar, Genel anestezi ile 30 dakika kadar sonra kişi ev ortamına gönderilebilir. Analjezik (ağrı kesici), antibiyotik, Kanamayı azaltmak amaçlı Hekim tarafından ilaçlar önerilir. Önerilere uyulması istenir. Bir hafta sonra kişi Kontrol amaçlı tekrar gelmelidir. Kürtajın riski prosedürün ne kadar güvenli olarak yürütüldüğüne bağlıdır. Dünya Sağlık Örgütü güvenli olmayan kürtajı yetkin olmayan şahıslarca, tehlike yaratan ekipmanla veya hijyenik olmayan şartlar altında yapılan kürtaj olarak tanımlar. Gelmişmiş ülkelerde yapılan yasal kürtaj tıptaki en güvenli prosedürlerdendir. Örneğin ABD'de kürtajdan ölüm oranı 100.000 vakada 0,7'dir; bu kürtajın doğum yapmaya göre 13 kat daha güvenli olduğu anlamına gelmektedir. Kürtajla alakalı ölüm oranı hamileliğin ilerlemesiyle artsa da, 21. haftaya kadar doğumdan daha azdır. Hamileliğin ilk üç aylık döneminde vakum aspirasyonu en güvenli yöntemdir. Bu prosedürüm komplikasyonları nadirdir ve rahim delinmesi, iltihaplanma ve ikinci bir prosedür gerektirecek şekilde parça kalmasından oluşur. Anesteziye bağlı riskler ve rahim içi yapışıklıklar da oluşabilecek komplikasyonlar arasındadır. İşlem sonrası Genel anestezi etkisi 1 saat kadar sürer. Bu süre içerisinde kişi gözlem altında tutulur. Bir saat kadar sonra hasta kendine gelmesiyle normal aktivitelerine dönmesi beklenir. Ağrı çoğu zaman olmaz, olması durumunda analjeziklere yanıt verir. Çok az derecede bir hemoraji (kanama), mensturuasyondan çok daha az vajinal hemoraji olur. Kanama en fazla on gün kadar sürer. Kişi bir buçuk ay kadar sonra mensturuasyon kanaması geçirir. Kürtaj sonrası vajinal hemoraji olacağından cinsel ilişkiye ara verilmelidir. Kürtaj işleminden sonra tampon sakıncalı değildir kullanılabilir. Tampon kullanılacak ise sık aralıklarla değiştirilmesi gerekir. Gerekli hijyen kurallarına uyulduğu
takdirde kullanımında sakınca olmaz. Kürtaj işlemi yapılan bayanlar %99,9 oranında hamile kalabilirler. Çok az olan oran Tüplerdeki tıkanıklık, kürtaj esnasında meydana gelen rahim (uterus) delinmesi, İşlem sonrası enfeksiyon (iltihaplanma), uterusun yapışması gibi olumsuz durumlarda gebelik kalımında zorluklar yaşanabilir. Tedavisi sonrası gebe kalınımı mümkün olur. Mastektomi Mastektomi, memenin herhangi bir rahatsızlık nedeniyle alınmasıdır. Basit mastektomi sadece meme dokusunun çıkartılmasıdır. Radikal mastektomi ise, kanser vakalarında baş vurulan memeyle birlikte, memenin altındaki kasların ve koltuk altındaki lenf bezlerinin de çıkartılmasıdır. Modifiye radikal mastektomide (MRM) level 1 ve level 2 lenf nodları çıkarılmaktadır. Level 3 lenf nodları MRM'de çıkarılmaz. Level 3 lenf nodları da çıkarılırsa Patey modifikasyonu denilir. Operasyon sınırları medialde sternum lateralde latissimus dorsi kasının anterior marjini, superiorda subklavian kası ve kaualde inframammarial kıvrımın 2–3 cm inferioru anatomik diseksiyon sınırlarıdır. Cilt flepleri kaldırılırken ideal kalınlık 7–8 mm'dir. Operasyonda torasikus longus ve torakodorsalis sinirleri korunmaya çalışılır. Piyese pektoralis major fasyası dahil edilir. Klasik olarak flep altına ve aksillaya birer adet dren yerleştirilir. Ovülasyon Ovülasyon, yumurtalıklardan "yumurta" atılmasıdır. Kadında ovülasyon genellikle adet dönemlerinin ortasına rastlayan 11-16. günler arasında olur. Ovülasyon indüksiyonu iş göremeyen yumurtlama evresinin uyarılması, ovülasyon sayısının arttırılması ve gebe kalınmasının yükseltilmesi işlemidir. Ovülasyonun olmadığı ya da düzensiz olan kadınlarda kullanılmaktadır ve infertilite (kısırlık) sebebi açıklanmayan hastalar veya erkeklere ait nedenlerle ortaya çıkan normal olmayan durumlarda kullanılmaktadır. Ovülasyon tedavisi protokolüne göre değişen takipler gerektirir. Menstrüasyon günlerinde yapılan tetkikler ve düzenli olarak yapılan folikül takibi gerekir. Çünkü her kadında uygulanan ovülasyon indüksiyonuna vermiş olduğu cevap farklılık gösterir. Tedavi protokolü başlanır ve ovülasyon cevabı alınamayabilir. Bu gibi durumlar yaşandığında ilaç protokolü değiştirilir ve ovülasyon tedavisine buradan sonra devam edilir. Bu sebeple tedavinin protokolü, ilaçların dozu ve kullanılacak ilave üreme teknikleri kişiden kişiye farklılık gösterir. Aşırı derede cevap alınması durumu Ovaryan Hiperstimülasyon Sendromu (OHSS) olarak adlandırılır. OHSS istenmeyen bir durumdur. Aynı zamanda tedavi gerektirir. Adetleri düzenli olan kadınlarda yumurtlama adet kanaması başlamadan yaklaşık 14 gün önce gerçekleşir, yumurtlama gününü tespit etmenin en pratik yolu budur. Bu hesapla adet dönemi 28 gün süren bir kadında yumurtlama adetin 14. günü olur, adet kanamasının başladığı ilk günden sayarak 14. güne denk gelir yaklaşık. Bu günden 2-3 gün önce başlayarak 1 hafta boyunda 2-3 günde bir cinsel ilişkide bulunmak hamile kalma şansını arttıracaktır. Adet başlamadan 17-18 gün önce başlayarak 1 hafta boyunca 2-3 günde bir ilişkiye girmek gerekir. Ödem Ödem, hücreler arası sıvıda normalden fazla miktarda kan plazması toplanmasıdır. Bu toplanan plazma transudat olarak da bilinir. Kalp, damar ve böbrek hastalıklarının bir belirtisi olabildiği gibi bazı alerjik durumlarda ve beyin travmalarında ciddi sonuçlar doğurabilir. Ödemin farklı tipleri bulunmaktadır. Ödem hastalığa göre vücudun belirli bölgelerinde olmaktadır. Tedavisinde öncelik hastalığı ve hastalığı meydana getiren etkenleri ortadan kaldırmaktır, daha sonra veya beraber ödem çözücü ilaçlar kullanılabilir. Ödem çözücü ilaçlar genelde idrar söktürücülerdir. Bazı durumlarda ödem cerrahi olarak da çıkarılabilir. Bu hastalık proteinlirin de etkisiyle meydana gelir. Bunun sebebi genetik hata ve çok ayakta durmak sayılabilir. Ödem kesinlikle bir hastalık değil bir veya daha fazla hastalığın semptomu, yani belirtisidir. Başlıca iki çeşit ödem vardır. Bunlar yangısal ödem ve yangısal olmayan ödem'dir. Zira yangısal ödem başlı başına bir yangı semptomudur. Deride ödem olan bölgeye parmakla basıldığında, içeriye doğru bir çökme olur. Susamak, vücudumuzdaki sıvı miktarının azaldığına işaret eder. İnsanın günde sekiz bardak suya ihtiyacı vardır. Eğer günde bir saat spor yapıyorsanız, bu miktarı bir litre arttırmanız gerekli. Kilolu kişilerin metabolizmalarını hızlandırmaları için daha fazla su tüketmeleri gerek. Su, kasların dengesini sağlayarak kasılma anındaki doğal fonksiyonlarını düzenlemeye yardımcı olur. Vücudun zararlı maddelerden arınmasını sağlar. Kabızlığı önler. Yeterli su alınmadığı zaman beden ihtiyacı olan suyu bağırsaklardan çektiği için kabızlık oluşur. Yemeklerden önce içilen su tokluk hissi verir. Yağların vücutta depolanmasını önler. Böbrekler yeterli su alamazsa; karaciğer iyi çalışmaz ve alınan yağlar bedende depolanır. Vücudumuz yeterince su alamazsa bunu bir tehlike gibi algılayıp suyu saklamaya başlar. Bu da vücutta su toplanmasına özellikle el ve ayaklarda ödem oluşumuna neden olur. Ödemlerin tedavisi semptomatiktir. Bu amaçla en çok diüretik ilaçlar kullanılır. Östaki borusu Östaki borusu burnun arka kısmında bulunan ve geniz adı verilen bölge ile orta kulak arasında geçiş sağlayan bir kanaldır. Bu kanal orta kulağın hava almasını sağladığı gibi bu bölgedeki salgıların genize akması için de bir yol oluşturur. Dış ortamdaki basınç değişikliklerinde orta kulağında buna uyum göstermesini sağlar. Kulak zarının ses titreşimlerinden ve dış basınçtan dolayı içeriye çökmemesinin sebebi de östaki borusu aracılığıyla boğazdan gelen havadır. Dış hava basıncının yüksek olduğu durumlarda kulak zarı içeriye kaçmamak için normalden daha çok zorlanır. Bu durumda zarın eski haline gelebilmesi için östaki borusundan gelen havanın basıncıyla, zara dış kulaktan gelen havanın basıncı dengelenir. Böylece kulak zarının zarar görmesi engellenmiş olur. Östaki borusu yaklaşık 3,5–4 cm boyutlarındadır. Çocuklarda düz olan bu kanal erişkinlerde bir dirsek oluşturur. Bu nedenle burundan ve genizden orta kulağa bakteri geçişi çocuklarda daha kolay olur ve çocuklar daha kolay orta kulak iltihabı geçirirler. Ötanazi Ötanazi (Yunanca: ευθανασία - ευ, "eu", "iyi,güzel"; θάνατος, "thanatos", "ölüm"), bir kişinin veya bir hayvanın yaşamını, yaşamlarının dayanılamayacak durumda olarak algılanması sebebiyle, acısız veya çok az acıtan bir ölümcül enjeksiyon yaparak, yüksek dozda ilaç vererek veya kişiyi yaşam destek ünitesinden ayırarak sonlandırmak. Ötanazi uygulaması bu üçü dışında farklı formlarda da olabilir; örneğin pasif ötanaziye kişinin tedavi edilebilecek ama ölümcül bir bulaşıcı hastalığının tedavi edilmeyerek kişinin, pasif olarak, ölümüne yol açılması dahildir. Ötanazinin farklı tipleri farklı yasal uygulamalara tabiidir. Pasif ötanazi genelde birçok ülkede, farklı koşullar altında yasalken, aktif ötanazi çoğu ülkede yasaktır. Genellikle ötanazi başlığı altında tartışılan "hekim destekli intihar" ("physician assisted suicide") genel olarak yasa dışı olmakla birlikte, Amerika Birleşik Devletleri'nin Washington, Oregon, Montana ve Vermond eyaletlerinde yasaldır. Aktif ötanazi Türkiye'de yasal değildir. Yürürlükte olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'na göre, hastaya ötanazi uygulayan fail (hekim), tasarlayarak (taammüden) adam öldürme hükümlerine göre yargılanır ve ağırlaştırılmış müebbet (ömür boyu) hapis cezasıyla cezalandırılır. Bazı ülkelerde ötanazi yasal olmasa da, ötanazi faili cezaya çarptırılmaz. Antik Yunan ve daha sonra Antik Roma’da ölümcül hastalığa yakalanmış hastaların tedavi edilmemesi sıkça karşılaşılan bir durumdu; bu tip bir hastayı tedavi etmeye çalışmanın hekime ancak utanç ve başarısızlık kazandıracağı ve bu tip bir uygulamanın genel olarak yanlış bir uygulama olduğu kanısı yaygındı. Bununla birlikte, Hipokrat Yemini’nde açıkça belirtildiği gibi, hekimin hastaya, hasta arzu etse dahi ölümcül bir ilaç vermesi veya tavsiye etmesi yasaktır; hoş karşılanmaz (Edelstein, s.6). Bununla birlikte Antik Çağ’ın ünlü filozoflarının birçoğu, örneğin Eflatun, Aristo ve Zeno, kentin (polisin) kaynaklarını tüketen, tedavisi olmayan hastalıklara sahip hasta yetişkinlerin gönüllü olmasalar dahi öldürülmelerinin veya bakımsızlıktan ölmelerine yol açmanın (yani pasif olarak ölmelerini sağlamanın) uygun olduğunu iddia etmişlerdir (Carrick; Anagnastopoulos). Bununla birlikte kişinin kendi yaşamına son vermesi hakkındaki görüşleri daha değişkendir. Örneğin Aristo intiharı kınarken, Seneca kişilerin yaşamlarını istedikleri zaman sonlandırmaya hakları olduğunu belirtmiştir. Hristiyanlığın yükselişiyle birlikte ötanazi konusundaki olumlu görüşler azınlığı oluşturmaya başlamıştır, zira Hristiyanlığın temel ilkelerine göre ötanazi büyük bir suç olarak nitelendirilmiştir . Bununla birlikte ötanaziyi veya kişinin ölümü seçme hakkı olduğunu savunan önemli isimler de olmamış değildir. Yazar Michel de Montaigne farklı bir perspektifle, “bizi yaşamın ölümden daha kötü bir duruma düşürmesiyle”, “Tanrı’nın bize (kendimizi öldürme) izni” verdiğini ve “en gönüllü (biçimde gerçekleşen) ölümün en iyisi” olduğunu belirtmiştir (Montaigne, 1946 [1580], s. 338). İngiliz filozof ve yazar Francis Bacon ise, hekimlerin hastaların ölümünü kolaylaştıracak bilgiye ve yeteneğe sahip olmaları gerektiğini yazmıştır. Bunların dışında İngiliz yazar John Dryden ve Charles Blount aşk acısı, onur veya sefalet gibi şeyler nedeniyle intihar etmeyi savunmuşturlar (Ferngren). Bu konuda en çarpıcı isimlerden birisi ünlü filozof David Hume olmuştur. “İntihar Üzerine” isimli denemesinde kişinin sefil bir hayatı sırf yaratıcısını mutlu etmek için sürdürmeye çalışmasını öngören dini görüşe karşı çıkar ve kişilerin otonomilerine ve özgürlüklerine vurgu yapar. Ayrıca, Antik Çağ filozoflarına benzer şekilde topluma katkısı olmamasına rağmen toplumsal kaynaklardan yararlanan bireylerin yaşamlarını devam ettirmeye zorunlu olmadıklarını savunur. Ünlü Alman filozof “Nietzsche de Hume’nin, otonomi sahibi kişilerin, toplumsal
faydalılıklarını ve hazlarını yok eden bir hastalığa sahiplerse ölümlerine karar verebilme hakkına sahip oldukları, görüşünü benimsemiştir” (Encyclopedia of Bioethics, p. 1425). Destekleyenlerin dışında Hume’nin görüşünü benimsemeyen birçok ünlü filozof da olmuştur. Immanuel Kant için ihtiharın hiçbir çeşidi kabul edilemezdir. Çünkü onun ahlak teorisi ihtiharı her koşulda ve şartta reddeder. Bunların dışında Darwinizmin 19. yüzyıldaki yükselişiyle birlikte, “kutsal yaşam” kavramı büyük bir darbe almış, hekim tarafından uygulanan ötanazinin savunucularının sayısı yükselmiştir. Ayrıca doğal seçilimin, suni olarak insan türü üzerine uygulanması ve öjenik tartışmaları açısından, ötanazinin ‘istenmeyen, doğal olarak kurtuluş şansı az olan’ belirli hasta grupları ve toplumsal gruplar üzerine uygulanması tartışması da Darwinizmin yükselişiyle belirgin bir seviyeye ulaşmıştır. Alman Ernst Haeckel, 1868’de Almanya’daki, fiziksel ve zihinsel olarak tedavi edilemeyecek bozukluklara sahip kişilerin acısız bir şekilde öldürülmeleri gerektiğini savunmuştur. Nazi Almanya’sında bu tip görüşler büyük bir yükseliş göstermiş fakat 2. Dünya Savaşı sonrasında kaybolmuştur. Dünya çapında devlet politikası olarak veya akademik anlamda bu tip bir ötanazi tartışması bugün yer almamaktadır. Bugün ötanazi taraftarları ve ötanazi karşıtları farklı argümanlarla ötanazi tartışmasına katkıda bulunmaktadırlar. Ötanazi dünya çapında kabul edilmiş, yasal bir uygulama olmamakla birlikte, bazı ülke ve eyaletlerde yasaldır ve uygulanmaktadır; Hollanda, Belçika ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Teksas eyaleti örnek olarak verilebilir. Bununla birlikte, bu ülkelerde ötanazinin uygulanması için uyulması gereken belirli şartlar ve prosedürler vardır. Pasif ötanazi, aktif ötanaziye oranla, daha yaygın bir şekilde farklı ülkelerde uygulanmaktadır. Belçika'da 2014 ilkbaharında yürürlüğe giren yasa ile 18 yaş altındaki vatandaşlara ötenazi hakkı tanıyan ilk ülke Belçika oldu. Yasa, ilk kez 2016'da uygulandı. İslam’a göre, insan Allah tarafından yaratılmıştır ve hayat ona Allah tarafından bahşedilmiştir. Bu sebeple insanın kendi canı üzerine karar verebilme hakkı yoktur, bu hak ancak Allah’ındır. Buradan hareketle İslam dininde hem intihar hem de ötanazi benzeri uygulamalar yasaktır, katil olarak görülür. Ayrıca, hayatın uzamasını sağlayacak her türlü uygulamanın uygulanması da gereklidir ve bu tip uygulamaların, durum müsaitken uygulanmaması yani bireyin ölüme terk edilmesi de yasaktır. Bu kurallar toplumsal yararlılığını kaybetmiş topluluklar için de geçerlidir ve toplumsal yararlılığını yitirmiş veya buna hiç sahip olamamış insanların öldürülmesi veya bakımsızlıktan ölüme terk edilmesi katl ile eşdeğerdir. İnsanın Allah’tan ölümü dilemesi de İslam’da hoş karşılanmayan bir davranıştır. Museviliğin ötanaziye bakış açısı, insana ve insan hayatına bakış açısı temellidir. Musevilikte insanın Tanrı tarafından yaratıldığı ve hayatın Tanrı tarafından insana bahşedildiğine inanılır ve bu kutsal metinlerde de açıkça belirtilmiştir (Yaratılış, 2:2-27). Buradan hareketle kişinin, sanki hayatı kendisi yaratmış veya hayata sahipmiş gibi davranması beklenilemez; Tanrı tarafından bahşedilen hayat yine Tanrı tarafından, Tanrı’nın dilediği anda kişiden alınacaktır, bu sebeple kişinin kendi hayatını veya bir başkasının hayatını alması meşru değildir(Yaratılış, 9:5-6). İnsanın tanrı suretinde yaratıldığı inancı Musevilikte de bulunmaktadır ve bu da hayatın ve insanın özel bir ‘kutsallığı’ barındırdığı fikrini desteklemekte, ötanaziye bu anlamda da karşı çıkmaktadır. Kişinin toplumsal yararı kalmasa ve hatta yoğun acı içinde olsa dahi, hayatını mümkün olduğu kadar uzatması şarttır. Toplumsal yararı kalmamış insanların veya ağır bozukluklarla doğmuş bebeklerin aktif olarak öldürülmesi veya bakımsızlık sebebiyle ölüme terk edilmesi de yasaktır. Hıristiyanlık dini Musevilik kutsal metinlerini, kutsal metinleri içinde kabul ettiğinden insan ve insan hayatına dair akaid temelde büyük oranda benzerdir. Hristiyanlığın doğuşundan itibaren, kişinin kendi canına kıyması veya başkalarının canına kıyması kesinlikle yasak kılınmıştır. İnsanın tanrı suretinde yaratılmış olması inancı Hristiyanlıkta da mevcuttur ve insan, insan hayatı özel bir ‘kutsallığı’ içinde barındırır. Hristiyanlıkta da belirli bir toplumsal grubun, örneğin toplumsal yararlılığını kaybetmiş toplulukların, canına kıyılması meşru değildir. Çok erken dönemlerden itibaren (yaklaşık M.S. 2. yüzyıl) Hristiyanlık, intihar, çocuk ve bebeklerin katli (infantisit) ve benzeri eylemleri yasaklamıştır. Hristiyanlık tarihinin önemli isimlerinden Augustine intiharı yoğun bir şekilde eleştirmiş ve intiharı 10 Emir’den altıncısı olan “Öldürmeyeceksin” emrine karşı bir hareket olarak görmüştür. Nitekim Hristiyanlığın genel görüşü bu olmuş ve 325 yılında, Roma İmparatorluğu’nun resmî dininin Hristiyanlık olarak ilan edilmesiyle birlikte intihar katl ile aynı görülmüştür. İntihar edenlerin Hristiyan mezarlıklarına gömülmesine karşı çıkılırken, intihar edenlerin mal varlıklarına da el konulmaya başlanmıştır. Daha sonraları ünlü teolog ve filozof Thomas Aquinas da intiharı eleştirmiş ve kınamıştır. Bu sıralarda ortaya çıkan yaklaşım, bugün Katolik Kilisesi’nin intihar ve ötanaziye dair görüşlerinin temelini oluşturmaktadır. Protestanlıkta da durum pek farklı olmasa da zaman içinde değişim söz konusu olmuştur. Her ne kadar ilk dönem Protestanlığın önemli isimlerinin görüşleri Katolik Kilisesi’nin ve ilk Hristiyan yazarlarının görüşlerinden farklı olmasa da, son dönem ve çağdaş Prostestan din adamlarının ötanazi topluluklarında yer aldıkları ve ötanaziyi savundukları da görülmüştür. Bu tip din adamlarına Joseph Fletcher örnek olarak verilebilir Theravada Budizminde bir rahip ölümün avantajlarından veya hayatın sefaletlerine kıyasla ölüm sonrası yaşamın iyiliğinden intiharı özendirecek şekilde bahsederse aforoz edilebilir. Ayrıca tedavi edilemeyecek derecede hasta kişilere bakarken, bu kişilerin ölümünü hızlandıracak şekilde davranmak da yasaklanmıştır(Bhikkhu). Aktif ve pasif ötanazi, amaç ve son açısından aynı olmakla birlikte uygulanan prosedürün farklılığı açısından, farklı yasal durumlara sahip olmuşturlar. Yine de bu iki ötanazi türü arasında gerçekten bir farklılığın olup olmadığı, eğer biri diğerinden daha iyiyse bunun pasif ötanazi mi yoksa aktif ötanazi mi olduğu etik ve felsefî bağlamda tartışılan önemli bir meseledir. Bugün yasal olarak pasif ötanazi aktif ötanaziye oranla daha iyi karşılanmaktadır ve aktif ötanaziye oranla daha çok ülkede ve bölgede yasal olarak uygulanmasına izin verilmektedir. Bununla birlikte özellikle felsefe çevrelerinde pasif ötanazinin aktif ötanaziden, belki ancak yasal olarak daha iyi olabileceğine, pratikte büyük ihtimalle daha kötü olabileceğine dair yorumlar mevcuttur. Pasif ötanazinin, karşılaştırıldığında, aktif ötanaziden daha kötü olduğunu iddia eden ünlü isimlerden James Rachels “Active and Passive Euthanasia” isimli eserinde çeşitli örnekler sunarak, niçin ötanazi uygulanacak kişinin pasif ötanazi sonucu uzun süre acı çekerek ölmesinin, aktif ötanazi sonucu kısa ve acısız bir ölümle ölmesinden daha iyi olabileceği sorusunu sormakta ve bu noktadan hareketle çeşitli örnekler sunmaktadır(Rachels). Bununla birlikte pasif ötanazinin aktif ötanaziden daha uygun ve iyi olduğunu savunan çevreler sıklıkla eylem ve eylemsizlik doktrini (acts and omissions doctrine) ve benzeri doktrin ve argümanları ortaya koymaktadırlar. Yasal açıdansa pasif ötanazide, ötanazi uygulanacak kişiye karşı aktif bir öldürme eyleminin uygulanmadığı fakat bunun aktif ötanazide söz konusu olmadığı fikri baskındır. Sık sık ötanazi başlığı altında işlenen bir başka konu da hekim destekli intihardır (physician assisted suicide). Hekim destekli intiharda, ne tam olarak aktif ne de tam olarak pasif ötanazi mümkünken, durumun salt intihar olmadığı da ortaya atılmıştır. Kısaca, hekim destekli intiharda, kişinin isteği üzerine hekim kişinin kendisini öldürebilmesini mümkün kılacak ortamı hazırlar. Burada hekim kişiyi ne doğrudan öldürmekte ne de dolaylı olarak ölmesine sebep olmaktadır yani pasif ötanazideki gibi örneğin bakımsızlık veya yaşam destek ünitesinden ayrılması sonucu ölüm mevcut değildir. Hekim sadece kişinin intihar etmesi için uygun olacak koşulları ve durumu hazırlar, ve sonuçta kişiyi öldüren yine kişinin kendisidir. Konuyla ilgili birçok kişi hekim destekli intiharın ötanaziden daha farklı bir biçimde, intihar kavramına daha yakın olarak incelenmesinin daha yararlı olacağını savunmaktadır. Hekim destekli intihar Amerika Birleşik Devletleri’nin Washington, Oregon, Montana ve Vermond eyaletlerinde yasaldır. Bunun dışında hekim destekli intiharın savunucuları genel olarak ötanazi savunucularından daha azdır ve hekim destekli intihar genel olarak dünya çapında yasa dışıdır. Pankreas Pankreas, karın boşluğunda, omurganın bel bölümü önünde yer alan salgı bezidir. Yunanca "pan" (tüm, bütün) ve "kreas" (et) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Ortalama 15–25 cm uzunluğunda ve kadınlarda 55 gr erkeklerde 70 gr ağırlığındadır. Önden arkaya doğru yassılaşan pankreasın düzensiz olan biçimi çengele benzetilebilir. Şişkin olan sağ ucuna baş, daha dar olan orta bölümüne gövde, gövde ile başın birleştiği ince bölüme boyun, ince uzun olan son ucuna da kuyruk denir. Kuyruk bölümü dalağa dek uzar. Pankreas, dalak, karaciğer ve üst mezanter atardamarlarıyla beslenir. Pankreas'ın boşaltıcı kanalları, Wirsung kanalı ve Santorini kanalıdır. Pankreas'ın iç ve dış salgı görevleri vardır. İç salgı görevini Langerhans adacıkları denen salgı hücreleri yapar. Bunların salgıladığı insülin, glukozun metabolizmasında en önemli rolü oynar ve yetersizliği şekerli diyabete neden olur. Dış salgı görevi asinus keseciklerine aittir. Bu salgı kesecikleri, pankreas özsuyu denen ve onikiparmak bağırsağına dökülen alkali bir sıvı salgılar. Sıvı içinde, yiyeceklerden alınan glikojen ile nişastayı ayrıştırarak oligasakaritleri oluşt
uran amilopsin;oligasakaritleri monosakarite dönüştüren maltaz; mide pepsinlerinin etkisindeki proteinleri aminoasitlere ayrıştıran tripsin enzimi; kazein, jelatin ve keratini hidrolize eden, tripsinin etkinleştirdiği kimotripsin enzimi; yağları hidrolize ederek, yağ asitleri ve gliseritleri oluşturan steapsin olarak anılan bir lipaz vardır. Yetişkinlerde, günde 800–900 cm³ pankreas özsuyu salgılanır. Pankreasın salgıladığı bu öz suyu lipaz, amilaz ve tripsinojendir. Tripsinojen protein, lipaz yağ ve amilaz da karbonhidratların sindirimini gerçekleştiren salgılardır (enzimlerdir). Pankreasta görülen başlıca rahatsızlıklar, pankreatit denen yangılanmalar, urlar, özellikle boşaltıcı kanallarda görülen taşlar, kistler, daha çok travmalardan sonra ortaya çıkan yalancı kistlerdir. Safra Çoğu organizmada safra, yemekler arasında safra kesesinde depolanır ve yemek yenince hazmı kolaylaştırmak için oniki parmak bağırsağına (duodenum) salgılanır. Safranın bileşenleri: Safra tuzları, safra asitlerinin tuz halleridir. Taurokolik ve deoksikolik asitlerin tuzları bunların en önemlileridir. Sindirimde yağları emülsifiye edip suda onların çözünmelerini ve yüz ölçümlerinin artmasını sağlarlar. Böylece yağların ince bağırsak tarafından emilmeleri ve enzimlerin onlara erişmesi kolaylaşır. Safra tuzları ve fosfolipitlerle beraberce yağ damlacıklarının parçalanmasını ve absorplanması kolaylaştıran misellerin oluşmasını sağlarlar. Hazmı kolaylaştırıcı özelliğinin yanı sıra safra, hemoglobinin bir yıkım ürünü olan ve safraya rengini veren biliribunin vücuttan atılmasına yarar. Safra ayrıca mideden gelen asitli sıvıyı ileuma girmeden nötralleştirir. Karaciğerde bulunan fazla kolesterol safra aracılığıyla ince barsağa yollanır, orada emilip dolaşım sistemine katılır. Safra tuzları ayrıca yemekle gelen bazı bakterilerin bir kısmını öldürebilir. Anormal durumlarda safradaki kolesterol veya bilirubin safra taşı olarak safra kesesi veya safra yolunda birikebilir. Safra kesesi olan hayvanlarda (insan ve çoğu evcil hayvanda; at ve sıçanda bulunmaz) safra bu organın içinde depolanırken yoğunlaşır. Su ve küçük elektrolitlerin emilmesi sonucunda safra konsantrasyonu beş katı artar. İnsan karaciğeri günde yaklaşık bir litre safra üretir. Salgılanan safra tuzlarının %95'i iliumda emilip tekrar kullanılır. Safra, yağların absorpsiyonunu sağladığı için yağda çözünen vitaminlerin (A , D, E, ve K) absorpsiyonu için de önemlidir. Fazla alkol içmekten dolayı kolesterol veya bilirubin; safra taşı olarak safra kesesi veya safra yolunda birikebilir. Safra kesesi olan hayvanlarda (insan ve çoğu evcil hayvanda; at ve sıçanda bulunmaz) safra bu organın içinde depolanırken yoğunlaşır. Su ve küçük elektrolitlerin emilmesi sonucunda safra Safra kesesi olan hayvanlarda (insan ve çoğu evcil hayvanda; at ve sıçanda bulunmaz) safra bu organın içinde depolanırken yoğunlaşır. Su ve küçük elektrolitlerin emilmesi sonucunda safra halinde yeşil renkte kusulabilir, bu renk safradan kaynaklanır. Safra kesesi Safra kesesi, karaciğerden salgılanan safranın toplandığı, karaciğerin alt kısmında bulunan torba şeklinde bir organdır. Kesenin görevi, safrayı depolayıp, yoğunlaştırmak ve gerekli aralıklarla oniki parmak bağırsağına safra salgılamaktır. Safra kesesi iltihabı, safra kesesi taşlarının neden olduğu bir çeşit iltihaplanmadır. Tıp dilinde kolesistit denir. İki çeşidi vardır. Kronik (müzmin) safra kesesi iltihabında safra kesesi büzülür, gereği gibi çalışamaz hale gelir. Ayrıca sürekli safra salgısı kese hacminin artmasına neden olur. Hastanın karnında, özellikle yemeklerden sonra gaz ve gerginlik vardır. Ayrıca; sağ taraftan başlayıp, kaburgaların altına kadar yayılan geçici bir ağrı ve sarılık nöbetleri de görülür. Tıp dilinde kronik kolestit denir. Bu hastalık genellikle 40 yaşını geçmiş şişman kadınlarda görülür. Akut safra kesesi iltihabı özellikle safra yollarına yerleşmiş taşın neden olduğu bir hastalıktır. Tıp dilinde akut kolestit denir. Hastada karnın sağ üst kısmına gelen ani, şiddetli ve çabuk gelişen, sırta, hatta sağ omuzun ucuna kadar yayılan ağrı vardır. Ateş artar, kusma ve bulantı görülür. Her iki çeşit safra kesesi iltihabında da; vakit kaybetmeden doktora başvurmak gerekir. Ameliyat gerekebilir. Yetişkin bir insan vücudu günde yaklaşık 700 ml safra üretir. Safranın önemli işlevlerinden birincisi, yağları çok sayıda küçük damlacıklara ayırmaktır. İkinci işlevi, yağ sindiriminin son ürünleri ile yağda çözünen vitaminlerin (A, D, E, K Vitaminleri) emilimine yardım etmektir. Diğer bir önemli işlevi ise, kanda önemli yıkım ürünlerinin atılmasında rol almaktır. Örneğin hemoglobin parçalanma ürünü olan "bilirubin" ve karaciğer hücrelerinde sentezlenen kolesterol gibi. Safradan aşırı miktarda su ve tuz kaybı, safraya aşırı miktarda kolesterol salgılanması gibi anormal koşullarda, kolesterol çökebilir ve "safra taşları" oluşabilir. Safra kesesi, safra taşları veya başka nedenlerle tıkanırsa safra bağırsağa dökülmez, safra pigmenti karaciğer veya safra kesesi tarafından geri emilerek kana karışır. Böylece "sarılık" adı verilen hastalık ortaya çıkar. Deri ve göz akı sarı bir renk alır. Safra bağırsağa gelen mide asidi sebebiyle asidik karakter kazanmış besin karışımını nötralize eder. Antiseptik özelliğiyle zararlı bakterileri öldürür. Tremor Tremor, irade dışı titremelere verilen addır. Örneğin, Hipertiroidi (Tiroid bezinin fazla çalışması) adı verilen rahatsızlıkta ellerde görülen ince amplitüdlü titremelere tremor adı verildiği gibi, Parkinson da görülen kaba ve büyük amplitüdlü titremelere de tremor denir. Tremor Amonyak zehirlenmesinin belirtileri arasında da vardır. Tremor hastalığının ileri seviyesinde felç görülebilir. Hasta sırayla kontrol kaybı yaşar. Kendi başına yemek yiyememe, tuvalete gidememe sonlara yaklaşıldığının göstergesidir. Felç durumları genelde geri çevirilemez. Tremor yaşlılarda %95 oranında, gençlerde ise %5 oranında görülür. Ultrasonografi Ultrasonografi, ultrason kullanılarak elde edilen görüntüler. Birçok hastalığın ön teşhisinde kullanılan, ancak daha çok karın organları gibi ses dalgalarının kolayca geçebileceği konumdaki organların tetkikinde etkili bir inceleme yöntemi olarak kullanılır. Bu inceleme yönteminde X ışını yoktur. Ultrason, insan kulağının işitemeyeceği kadar yüksek frekanslı ses dalgalarını kullanarak iç organları görüntüleyen bir tanı yöntemidir. Ultrasonda radyasyon kullanılmaz. Bu nedenle gebelerde ve bebeklerde rahatlıkla kullanılabilir. Cihazdan gönderilen ses dalgaları, hasta vücudundan yansıdıktan sonra gene aynı cihaz tarafından algılanır. Yansıma farklılıkları organdan organa değişir. Bu nedenle farklı yalakların olduğu yapılar, farklı görüntüler verir. Normal yapılar içindeki bir tümör ya da kist, ses demetlerini farklı yansıttığı için farklı yapıda gözlenir ve tanı konulur. Görüntü oluşturulması sırasında "prob" hasta vüdudunda gezdirilirken, altında kalan bölümün kesit görüntüleri, hareketli organlar gibi ekranda kayar. Bu esnada radyolog tanı koyar. Elde edilen görüntülerin tanıda çok fazla bir katkısı yoktur. US işlemi, ihtisasları süresinde US eğitimini alan radyologlar tarafından yapılır. Uçaklarda metal yaşlanmasını tespit de kullaniılır. Vagus siniri Vagus siniri veya nervus vagus onuncu kranial (kafa) siniridir. Çeşitli özelliklerde getiren (afferent) ve götüren (efferent) lifler içerir. Kafatasından çıktıktan sonra dil kökü, farinks (yutak), larinks (gırtlak), trakea, özefagus (yemek borusu), kalp ve akciğer gibi torasik organlar, mide, karaciğer, bağırsaklar gibi abdominal organlara dallar verir. Efferent lifleri parasempatik etki gösterir. Yani genellikle sindirim sistemini hızlandırırken diğer sistemleri yavaşlatır. Kesilmesi veya lezyonunda (hasarında), kesinin veya lezyonun olduğu yere göre ses kısıklığı, nefes darlığı,yutma güçlüğü, öğürme refleksi kayıbı,kalp ritminde yavaşlama(bradikardi) ve düzensizleşme, solunum yolunu kontrol eden kasların felci ile ölüm görülür. Varis (hastalık) Varis, toplardamarların fonksiyonel bozuklukları sonucu ya da kan akımının önündeki bir engel nedeniyle genişleyerek kıvrımlı bir hal alması. Yüzeysel olduğu gibi derin venlerde de varis gelişebilir. Varis, bacaklarda normal toplardamarların kapak yetersizliğine bağlı belirgin genişlemesidir. Bacak varisleri deride ya da deri altında gözle görülebilen ya da parmak dokunuşuyla hissedilebilen genişlemiş toplardamardır. Varis bir toplardamar hastalığıdır.  İnsanlarda oldukça sık görülür. İnsanların %15 ile %20'sinde, yani her beş ya da altı kişiden birinde varis vardır. Varis çoğu kişi tarafından sadece kozmetik bir sorun gibi algılansa da, aslında bacaklarda ağrı, yorgunluk, yanma, kramp, ayak bileğinde şişlik gibi yakınmalara yol açabilir.  Varis çok kötü bir hastalık olmamakla birlikte en önemli etkisi oluşturduğu yakınmalarla kişinin yaşam kalitesini bozmasıdır. Kan, bacaklarda biri yüzeyde ve diğeri derinde bulunan iki atardamar sistemi ile dolaşım sağlar. İki sistem, kanın yalnızca yüzeysel sistemden derin sisteme geçmesini sağlayan ve aksi yöne geçmesine imkân vermeyen kapakçıkların bulunduğu anastomotik damarlar yoluyla çalışır. Varisli damarlar derin damar dolaşımını bozarak kapanmaya başlayan kapakçıklar nedeni ile veya kapakçık yetersizliği sonucu oluşurlar. Kan, rotasını değiştirir ve derin venlerden yüzeye geçerek yüzeysel venlerde değişikliklere yol açar. Sonuç olarak bacaklarda, mavi ya da mor renkli, şekilleri bozuk, eğri büğrü damarlar, yani varisler oluşur. Zehir Zehir, hücrelere ve yaşayan dokulara kimyasal, biyokimyasal ya da radyoaktif nitelikte zararlar veren her türlü maddeye verilen isimdir. Zehrin en tipik özelliği bu zararlı etkisini en küçük dozlarda bile göstermesidir. Ağız yoluyla alınma ya da bir şekilde emilmeyle biyolojik sistemlerde hasar veya ölüm oluşturan maddeler zehir ya da toksin, bu maddeleri inceleyen bilim dalına ise toksikoloji denir. Radioaktif zehirler ise "(Örneğin: Polonyum 220 izotopu)"canlı organizmanın
yapısındaki kimyasal elementlere yaydığı radyoaktif parçacıklar ile elementlerin çekirdek yapısının değişmesine neden olmaktadır. Bu değişimin sonucu olarak elementler bir başka elemente dönüşmektedir ("Örneğin: insan vücudunda kırmızı kan hücrelerinde bolca bulunan Demir (Fe) elementi Alfa ışımasına maruz kalınca atom numarası 2 değerlik artarak Nikel (Ni) elementine dönüşmektedir.") ve kimyasal özellikleri de değiştiği için hücre yapısı bozulmaktadır. Zehirler; düşük dozda kullanıldığında tedavi edici madde olsalar da, yüksek dozda kullanıldıkları zaman öldürücü etki yaparlar. Paraselsus (1493 – 1541) ""Tüm maddeler zehirdir, ilacı zehirden ayıran dozudur"" diyerek zehire doz kavramını getirmiştir. Eski çağlarda zehir genelde avcılıkta, savaşta ve idam cezalarının infazında kullanılıyordu. Romalılar ve Yunanlar zehirleri; hızlı etki eden ve yavaş etki eden ya da bitkisel, kimyasal ve mineral zehirleri olarak sınıflandırmışlardı. Lekeli baldıran (conium maculatum), Su baldıranı, Kurtboğan, Güzelavratotu, Şeytan elması (tatula) gibi bitkiler ve mantarlardan, bunların dışında Akrep, Yılan ve Karakurbağası zehirleri ve antik çağlarda bu amaçla Civa, zincifre, Arsenik de cadı kazanlarında yer almıştı. Zehirlerin tanınması ve sınıflandırılmasıyla; panzehir yapımı geliştirilmeye başlandı. Bu dönemde Yunanlar ‘Alexipharmacia’ ve ‘Theriac’ adını verdikleri zehre karşı koruyan manasına gelen panzehiri geliştirildi. Romalılar zamanında yapılan ‘Mitridatum’ ise örümcek, yılan, akrep zehirlerine karşı etkiliydi. Çağın en ünlü zehirlerinden olan Arsenik; 8. yüzyılın sonlarında Arap simyacı Ebu Musa Câbir bin Hayyan tarafından işlenerek beyaz, kokusuz ve tatsız olan arsenik tozu haline getirildi. Bu toz bilinen tüm zehirlerden daha zehirliydi. Türk hekim Ebubekir Razi arseniği civa ile karşılaştırırken “Ötekilerle karşılaştırıldığında arseniğin kesinlikle öldürücü etkisi var ve yan etkilerinden kurtulmak da mümkün değil” diyerek etkisini belirtmişti. O dönemde arseniğin belirtileri kolera gibi başka hastalıkların belirtileriyle karıştırılıyordu. Bu yüzden teşhis edilemiyordu. 1840’lı yıllara kadar hekimler tarafından vücutta teşhis edilememişti. Öldürücü olabilmesi için çeyrek gram kadar doz yeterli oluyordu ve bu miktarı yemeklere, içkilere karıştırmak hiç zor değildi. O dönemlerde insanlar zehirlerin gerek öldürücü etkilerine, gerekse teşhis edilememesinin cazibesine karşı koyamıyordu. Hekimler zehirlerden ve özellikle arsenikten kesin olarak kurtulmanın hiçbir yolu olmadığına kanaat getirmişti. İnsanlar nefret edilen kocalardan, miras yüzünden ölümü beklenen aile büyüklerinden bu yolla çok kolay kurtulabiliyordu. Bu yüzden hükümdarlar zehir yapımını, ne sebepten olursa olsun kullanımını, satılmasını hatta niyet edilmesi hasebiyle şikayet edilenleri ağır idam cezalarıyla cezalandırıyorlardı. Kadınlar boğuluyor ya da yakılıyor, erkekler aslanların önüne atılıyor ya da çarmıha geriliyordu. Tarih boyunca yürütülen entrikaların, politik cinayetlerin gizli kahramanları hep zehirler olmuştu. En ünlü anekdotlardan biri ise tarihçi Plinius tarafından anlatılan; Kleopatra ve sevgilisi Marcus Antonius ile ilgili olanıdır. Markus Antonyus, Kleopatra’yı ziyarete gittiğinde yemekleri mutlaka bir hizmetkarına tattırıyordu. Kleopatra ise bunu hakaret addetmişti. Tarihçi, bir gün Kleopatranın tacından bir çiçek çıkardığını ve Marcus Antonyus’a bu çiçekle şarap ikram ettiğini, Marcus Antonyus’u ise şarabı içmekten az önce durdurduğunu anlatır. Kleopatra şarabın yapraklarına zehir sürmüştür ve Marcus Antonyus’a “Seni öldürebilirdim” der. Sonra bir tutukluya şarabı içirerek haklılığını ispat eder. Zehirleri en başarıyla kullanan başka bir tarihi karakter ise; bir asker ve siyasetçi olan Cesare Borgia’dır. Borgia babasının papalık döneminde kardinallere miras bırakmalarını yasaklamıştı. Doğal yollardan ya da yaşlılık sebebiyle ölmeyen kardinalleri zehirle öldürerek mallarına kilise adına el koyuyordu. Hazine başkanı Jean Baptist Ferrara’yı zehirlettiğinde mezar taşına “Burada Jean Baptist Ferrara yatıyor. Bedenini toprak, parasını Borgia, ruhunu da stiks aldı” diye yazdırtmıştı. Günümüzde zehirlenmelere cinayet sebebi ile sık rastlanmıyor. Genellikle gıda ve ilaç zehirlenmeleri ya da intihar olaylarında zehirlenme vakalarına rastlanıyor. 1989 yılında Amerika’da kayıtlı 18.954 cinayetin sadece 28 tanesi zehirle işlenmiştir. Toksik maddeler suyu zehirler. Zehirlenme Bir zehrin vücutta emilmesiyle ortaya çıkan belirtileri anlatan genel bir terimdir. Görece küçük miktarlarda kimyasal ya da biyokimyasal etki gösteren zehir, süresi ve ağırlığı değişebilen bir hastalık haline ya da ölüme yol açar. Zoofili Zoofili (Yunanca ζῷον "zṓion", "hayvan", ve φιλία "filia", "dostluk"/"sevgi" kelimelerinden), insan ve hayvan arası cinsel eylemi veya böyle eylemlere eğilim göstermeyi tanımlamak için kullanılan bir terim. Zoofiliyi pratik yapanlara "zoofil" denir. Zoofili bir parafili olarak sayılır. Hayvanlar ile cinsel ilişki bazı ülkelerde yasa dışı olmamasına rağmen hiçbir yerde hoş görülmez. Çoğu ülkede zoofilik eylemler, hayvan istismarı yasaları veya "doğaya aykırı suçlar" ile ilgilenen yasalar doğrultusunda yasak kılınır; buna rağmen birçok zoofil, bu eylemlerin çoğunlukla tacizci olmadıklarını iddia eder. Edibe Sözen Prof. Dr. Edibe Sözen, (d. 1 Ocak 1961; Sivas), Türk sosyolog, iletişim bilimci, politikacı 1982 yılında Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. 1984 yılında, Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme bölümünde yüksek lisansını tamamladı. 1989 yılında yine aynı bölümde "toplumsal yapı, değişme ve toplumsal kimlik" başlıklı teziyle, doktor unvanını aldı. 1991-1993 arasında Wisconsin Üniversitesi Communications Arts (İletişim Sanatları) bölümünde "honorary fellow" statüsüyle "sosyal temsiller teorisi" ve "insan iletişimi" konularında çalıştı. 1994 da uygulamalı sosyoloji doçenti oldu. 1985-2007 arası İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yaptı. Özellikle insan hakları ve sivil toplum kavramları ile bu kavramların iletişimle ilişkisi alanlarında çalışmalar yürüttü. Kültürlerarası iletişim, uluslararası iletişim ve kimliklerin inşası alanında çalışmaktadır. Bir dönem Zaman Gazetesi'nde köşe yazarlığı da yaptı. 2006 sonunda medya ve tanıtımdan sorumlu AKP Genel Başkan Yardımcılığı görevine atandı. 2007 genel seçimlerinde AK Parti'den XXIII. Dönem İstanbul milletvekili seçildi ancak 2011 genel seçimlerinde listede yer almamıştır. Hasan Kalyoncu Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi olarak Yeni Medya-Sosyoloji dersi vermektedir. 2014 Türkiye yerel seçimleri Adalet ve Kalkınma Partisi'nden Maltepe Belediye Başkan adayı olmuştur ancak 10 puana yakın bir farkla CHP adayı Ali Kılıç'a kaybetmiştir. Mario Levi Mario Levi (d. 1957, İstanbul), Türk edebiyat yazarı ve iletişim eğitmeni. 1957 yılında İstanbul'da doğdu. 1975 yılında Saint Michel Fransız Lisesi'nden, 1980 yılında İstanbul Üniversitesi Fransız ve Roman Filolojisi'nden mezun oldu. İlk öyküsünü 1975 yılında yazdı. 1984 yılından sonra, Hokka dergisi, Şalom, Cumhuriyet Gazetesi, Cumhuriyet Dergi, Stüdyo İmge, Gösteri, Milliyet Sanat ve Argos gibi birçok yayın organında yazılar yazdı. İlk kitabı "Jacques Brel: Bir Yalnız Adam" 1986 yılında yayınlandı. Bu kitap üniversiteyi bitirme tezinin romanlaştırılmış şeklidir. 1990 yılında yayınlanan ilk öykü kitabı "Bir Şehre Gidememek" otobiyografik özellikler taşır ve yazarın hem aşkları, hem de çocukluk ve ilk gençlik yıllarıyla hesaplaşması gibidir. Kitap o yılın Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandı. 1991 yılında ikinci kitabı "Madam Floridis Dönmeyebilir" İstanbul’un azınlık çevrelerine ve topluma uyum sağlamakta zorlanan insanlarına yer verir. 1992 yılında daha çok bir “anlatı” olarak görmeyi yeğlediği ilk romanı "En Güzel Aşk Hikayemiz"'i yazdı. 1993'te başladığı "İstanbul Bir Masaldı" adlı kitabını altı yılda bitirerek 1999 yılında yayınladı.Bu kitap da yirmili yıllar ile seksenli yıllar arasında İstanbul’da yaşamış bir Yahudi ailesinin hikâyesidir. Şehrin öteki azınlıklarından kahramanlar bu hikâyede de görünür. Bu eseriyle 2000'de Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. "Lunapark Kapandı" 2005 yılında yayımlandı. Mario Levi, yazarlığın yanı sıra, Fransızca öğretmenliği, ithalatçılık, gazetecilik, radyo programcılığı, reklam yazarlığı gibi işler de yapmıştır. Ayrıca yazı atölyelerinde, bu yola gönül vermiş insanlara Yazı Yaratımı dersleri de vermektedir. " Size Pandispanya Yaptım" 2013 yılında yayımlandı. Son kitabı " Bir Cümlelik Aşklar" Nisan 2016'da yayımlandı. MediaCat MediaCat, aylık yayımlanan bir Türkçe pazarlama iletişimi uzmanlık dergisidir. 1993 yılında Kapital Medya tarafından Ankara'da yayımlanmaya başladı. Merkezi 2001 yılında İstanbul'a taşındı. MediaCat markası altında pazarlama ve iletişimle ilgili yerli ve yabancı kitaplar da yayımlanmaktadır. Dergide, reklam, halkla ilişkiler, pazarlama, medya alanlarında Türkiye ve dünya gündeminden haber, makale, yorum, araştırma ve yazı dizileri yer almaktadır. Ayrıca dergi bünyesinde 2002 yılından beri çeşitli sektörel eğitimler, konferans ve forumlar düzenlenmektedir. Marketing Türkiye Marketing Türkiye, Aylık yayımlanan Türkçe bir pazarlama uzmanlık dergisidir. 1991 yılında reklamcı Attila Öğüt öncülüğünde yayın hayatına başladı. 2001 yılında derginin yayımına son verildi. 2002'de Rota Yayıncılık derginin isim hakkını satın alarak yeniden yayımlamaya başladı. Dergide Türk ve dünya pazarlama sektöründen çeşitli haberler, yorum ve makaleler yer almaktadır. Ayrıca derginin yayın grubu olan Rota tarafından danışmanlık ve eğitim şirketi MMI Türkiye 2006'da kurulmuştur. Tokugawa Ieyasu Tokugawa İeyasu (徳川家康; d. 31 Ocak 1543 Okazaki Mikawa - ö. 22 Mayıs 1616 Suruga; (hükümdarlığı 1603-1605) ortaçağ Japonya'sının en önemli shōgunlarından (askeri hükümdar) biri. Matsudaira Hirotada'nın oğlu. İmagawa Yoişimoto'nun emrindeyken Oda Nobunaga ile iş birliği yaptı. So
nunda Toyotomi Hideyoşi ile barışarak, 1590'da Edo Kalesine girdi. Hideyoşi'nin ölümünden sonra Fuşimi Kalesi'nde hakimiyeti eline aldı. 1600'da Sekigahara Savaşı'nda Işida Mitsunari'yi yenerek 1603'te Shōgun'luk görevine getirildi. Takeda Kounsai , (d. 1804 - ö. 1 Mart 1865), Mito Roninlerinden. Mito Roninlerinin başbuğu Tokugawa Nariaki'nin emrinde çalıştı. 1864'te Tsukubasan silahlı ayaklanmasında Fucita Koşiroğ ile birleşip Tenkudoğ Birliklerine komuta etti. Kyoto'ya ilerlerken Kaga Han'ına teslim olmak zorunda kaldı. Kafası uçuruldu. 10 (anlam ayrımı) 10 (On), aşağıdaki anlamlara gelebilir. İşlemler "Toplama" "Çıkarma" "Çarpma" "Bölme" 10 bir sayıdır ama başka yerlerdede kullanılır. 1 Bu madde MS 1 yılı içindir. 2 3 4 5 Bu madde MS 5 yılı içindir. 6 Bu madde MS 6 yılı içindir. 7 8 Bu madde MS 8 yılı içindir. 9 Bu madde MS 9 yılı içindir. 10 Bu madde M.S. 10 yılı içindir. 11 Bu madde M.S. 11 yılı içindir. 12 13 14 15 16 17 18 19 "Bu sayfada Milattan Sonra 19 yılından bahsedilmektedir." 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 Amazon Mechanical Turk Amazon Mechanical Turk, Amazon.com'un 3 Kasım 2005 itibarıyla kullanıcılarına sunmuş olduğu soru-cevap hizmetidir. İsmini tarihe "Satranç Oynayan Türk Otomatı" olarak geçmiş otomatik makineden alır. Bu makinenin özelliği görüntüde otomatik olarak satranç oynayabilmesi, fakat aslında sadece içinde seyirciden gizlenen satranç oyuncusunun hareketlerini tekrarlamasıdır. Böylece tüm sistem izleyicilere satranç oynayabilecek kadar zeki görünmektedir. Amazon Mechanical Turk de ardındaki insan zekasını gizleyerek benzer bir akıllı sistem yanılgısı yaratır. Bir soruya cevap talep eden kullanıcılar Mechanical Turk'e "insan zekası için görevler" yollarlar. Bu görevler bilgisayarlar için zor, ama insanlar için kolay olan görevlerdir. Örneğin, bir bilgisayarın "Hangi resimdeki yemek Çin yemeğine daha çok benziyor?" sorusunu mantıklı olarak cevaplaması zor ve zahmetli bir işken, daha önce Çin yemeği görmüş birinin bu soruya cevap vermesi kolaydır. Yollanan görevler diğer kullanıcıların Amazon hesaplarıyla erişebildikleri bir alanda listelenir. Görevi başarabileceğine inanan kullanıcılar görevlere talip olurlar ve görevi tamamlarlar. Sonuç görevi talep eden kullanıcıya yollanır, bunun karşılığında göreve talip olmuş kullanıcının Amazon.com hesabına belli bir miktar para yatar. Bu ücret Kasım 2005'te 3 sent civarındadır. Amazon Mechanical Turk İnternet üzerinden soru-cevap hizmeti alanında ilk değildir. Benzer bir hizmet Google tarafından Google Answers adıyla verilmektedir. Google'ın sisteminde Google tarafından sırf bu iş için oluşturulmuş bir grup soruları cevaplarken Amazon'un getirdiği yenilik herhangi bir kullanıcının bir ücret karşılığında cevap yollayabilmesidir. Etoloji Etoloji, hayvan davranışlarını inceleyen zooloji alt dalıdır. Etoloji, özellikle evrim, nöroanatomi ve ekoloji gibi bazı bilim dallarıyla sıkı bir iş birliği içinde yürütülen, laboratuvar ve alan çalışmalarını kapsar. Etolojinin amacı belirli bir hayvan grubunu değil, onların davranışlarını incelemektir ve çoğu kez tek bir davranış kalıbının, örneğin saldırganlığın değişik hayvanlarda nasıl ortaya çıktığını araştırır. Nöroetoloji olarak ayrılmış bir dalı daha bulunur. Özellikle etoloji üzerine çalışan zoologlara "etolog" denir. Midas'ın Kulakları Midas'ın Kulakları, Türk oyun yazarı Güngör Dilmen'in 1959 tarihinde 29 yaşındayken kaleme aldığı tek perdelik manzum oyunun adıdır. "Midas’ın Kulakları" yazarın ve Midas Üçlemesinin ilk oyunudur (Üçlemenin diğer oyunları ""Midas'ın Altınları"" ve ""Midas'ın Kördüğümü""dür). Mitolojideki “"Kral Midas"” öyküsünden esinlene oyunu yazar sonuna kendi yorumunu getirerek geliştirmiştir. Sinema-Tiyatro dergisinin açtığı yarışmada birinciliği kazanarak,1959 yılında bu dergide yayımlandı. Ertesi yıl "Istanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu"nda Yurdaer Erşan'in rejisiyle sahnelendi ve aynı yıl Almanya'nın Erlangen kentinde “"Üniversitelerarası Tiyatro Festivali"” nde sahnelendi. Eser, Ekim 1960 tarihinde Şahap Akalın'ın sahne düzeni, Seza Altındağ'ın dekorları ve giysileri ile Ankara Devlet Tiyatrosu'nun Oda Tiyatrosu sahnesinde oynandı. Bu ilk oyunda "Midas" rolünü Kerim Afşar, "Apollon" rolünü Haluk Kurtoğlu üstlenirken "Pan" 'ı Asuman Korad, "Berber" 'i ise Bozkurt Kuruç oynamışlardı. Ankara Devlet Tiyatrosu 1961 yılında Atina'da sergilediği oyun, 1964 yılında İstanbul’da sahneledi. Başlangıçta tek perde olarak yazılan eser; ilerleyen yıllarda yazarın yaptığı eklemelerle bugünkü haline gelmiştir. Oyunun metni , TRT kurumunun isteği üzerine Ferit Tüzün tarafından bestelenerek iki perdelik opera liberettosu olmuştur. Kral Midas Tmolos Dağı’nın yamacında dolaşırken güneş tanrısı Apollon ile şarap tanrısı Pan’ın müzik yarışı yaptıklarını ve bu yarışmaya yargıç olarak dağ tanrısı Tmolos’u seçtiklerini görür. Apollon’un lirini de Pan’ın flütünü de dinleyen Midas, flütün sesini çok beğenir. Tmolos, ödülü Apollon’a verse de yarışmaya tanık olan Midas flütü daha çok beğendiğini söyleyince Apollon Midas’ın kulaklarını uzatıp eşek kulağı haline getirerek öç alır. Midas, utandığı eşek kulaklarını sivri külahı ile bir süre saklar ama saçını sakalını her gün tıraş eden berberin kulaklarını görmesini engelleyemez. Berber kimseye açmadığı bu sırdan kurtulmak için bir tür kulak olarak benzetilen kuyuya eğilerek “Midas’ın kulakları eşek kulaklarıdır.” diye seslenir. Uğuldayan kuyunun yakınındaki sazlar, yel estikçe dile gelerek “Midas’ın kulakları eşek kulaklarıdır.” diye yankılanmaya başlarlar. Bunu duyan Midas hiddetlenir ve sazların kesilmesini emreder. Ancak kuyunun suyu sazlara geçirmiş ve sırrı yayılmıştır. Sazlar kestirilir ama bu sefer de sırrı keçiler korosu seslendirir. Sırrı yayılan Midas, zamanla kulaklarına alışır; hatta onları bir ayrıcalık, bir üstünlük olarak görmeye başlar. Artık kulaklarını gizlemez, törenlerde halka sergiler. Midas’ın ona verdiği cezayı hiçlediğini gören Apollon, bu sefer kulakları geri alarak Midas’ı cezalandırır. Halk bu kez Midas’la kulakları artık eşek kulağı olmadığı için alay edip onu aşağılar. Güngör Dilmen'in tek perdelik oyunundaki kişiler ve bu kişileri oyun 6 Ekim 1960 tarihinde Ankara Devlet tiyatrosu'nda sahnelendiğinde canlandıran tiyatro oyuncuları şunlardır: Polatlı Polatlı, Ankara ilinin batı kesiminde, Eskişehir - Ankara Devlet Yolu üzerinde Ankara'ya en yakın ilçedir (76 km). 1 Ağustos 1926 tarihinde 877 sayılı kanunla ilçe olmuştur. Polatlı İlçesinde insan yerleşiminin bilinen en eski tarihi M.Ö. 3000 yıllarına kadar dayanmaktadır. Yassıhöyük Mahallesi’nde bulunan antik Gordion Şehrinde M.Ö. 3000 yıllarında yerleşim olduğu bilinmektedir. Bölgede yaşayan belli başlı uygarlıklar sırasıyla, Hitit, Frigya, Lidya, Pers, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarıdır. Polatlı ilçe merkezinin bugünkü yerleşimi 1860 yılında Sivritepe mevkii Menteşe Mahallesi’nde ve Zafer Mahallesi’nde oluşmuştur. Yerleşimin asıl gelişimi Ankara-İstanbul demiryolunun 1892 yılında buradan geçmesiyle gerçekleşmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın en önemli olaylarından biri olan Sakarya Meydan Muharebesi Polatlı toprakları üzerinde meydana gelmiştir. Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi’ni yönettiği karargâh Alagöz Mahallesi’nde, attan düşerek yaralandığı yer İnler Mahallesi’ndedir. Bu savaşın önemli coğrafi mevkileri olan Çal Dağı, Duatepe, Beştepe ve Kartaltepe de Polatlı sınırlarındadır. “Polad” kelimesi Farsça olup “demir, kuvvetli” anlamına gelir. Osmanlı belgelerinde “Polad”, “Poladlar”, “Poladlı” kelimesi Ulu-Yörük ve Aydın-Beylü kabilelerine mensup Türkmen Yörük cemaatlerine verilen addır. 1530 yılına ait Tapu Tahrir Defteri’nde Ankara Livası dahilinde bulunan Padişah Hasları arasında, Seferihisar (Sivrihisar) kazası hudutları içinde olup da Erkonmadı adlı kişiye “tımar” olarak verilen Aydın-Beğlü kabilelerinin geliri bu şahıstan alınarak Haymana’ya dahil edilir. Bu kabileler arasında üç “Polad” cemaatinin nüfus ve vergi miktarları şöyledir: - “Cemaat-i Öksüz nâm-ı diğer (diğer adı) Polad, hane 19, mücerred 15, hasıl 674 akçe.” - “Cemaat-i Poladlu, hane 8, mücerred 7, imam 1, hasıl 364 akçe.” - “Cemaat-i Polad an-cemaat-i Aydın-Beğlü, hane 2, mücerred 5, hasıl 14 akçe." Polatlı ilçesinin ekonomisi tarih boyunca tarım ağırlıklı olagelmiştir. İlçenin 383.675 dekar sulu, 1.789.500 dekar susuz ve toplam 2.173.175 dekar tarım alanı bulunmaktadır. Yöre topraklarında en fazla üretilen ürünler buğday, arpa, şeker pancarı, kavun ve soğandır. İlçede hayvancılık; büyükbaş, küçükbaş ve kümes hayvancılığına dayalıdır. İlçe merkezinde kentsel ekonomik faaliyetlerin ve buna bağlı olarak sanayinin ve hizmet sektörünün gelişimi Ankara-İstanbul demiryolunun 1892 yılında Polatlı’dan geçmesi ile başlamıştır. Türkiye'nin önemli tahıl ambarlarından birini oluşturan Polatlı aynı zamanda en aktif tahıl borsalarından birine de sahiptir. Bunun bir sonucu olarak Polatlı Borsası’nda ilçede üretilen tahılın iki katı kadar bir tahıl alım-satımı meydana gelmektedir. Polatlı Borsası bir “ihtisas borsası” olarak sürekli gelişme göstermekte, İlçe Tarım Müdürlüğü, Ziraat Odası, Tarım Kredi Kooperatifi şubesi, Trakya Birlik Kooperatifi şubesi, Pancar Bölge Şefliği, Yukarı Sakarya Sulama Birliği gibi önemli tarımsal kuruluşlar ilçede faaliyet
göstermektedir. Yakın tarihte inşa edilen Ankara-Sivrihisar yolu ve ilçede istasyonu olan Ankara-Eskişehir hızlı tren yolu yatırımları ile Polatlı, İstanbul-Ankara, Konya-Antalya-İzmir bağlantılarının merkezine oturmuştur. Polatlı Vergi Dairesi kayıtlarına göre 3747 gerçek usulde, 1578 basit usulde, 875 kurumlar vergisi ve 4957 diğer alanlarda olmak üzere ilçede toplam 11.157 vergi mükellefi bulunmaktadır. 2006 yılı ilk altı ayında ilçede tahakkuk eden vergi 74.733.944,33 TL, tahsil edilen vergi ise 51.237.045,67 TL’dir. Mal Müdürlüğünce 2006 yılı ilk altı ayında yapılan harcamalar toplamı ise 20.727.583,80 TL’dir. İlçede Ticaret Odasına kayıtlı 613 limited şirket, 56 anonim şirket, 7 kolektif şirket, 83 kooperatif, 2 müessese ve 388 gerçek kişi olmak üzere toplam 1.149 üye bulunmaktadır. İlçede toplam 13 banka şubesi mevcuttur. İlçede sanayi gün geçtikçe gelişmektedir. Ülkemizin önemli sanayi kuruluşlarından olan Şişecam (Trakya Polatlı Cam Sanayii A.Ş), Ortadoğu Rulman Sanayi ve Hema Dişli Fabrikası Polatlı’da bulunmaktadır. Bunların yanında ülke geneline galvanizli direk üreten Şa-Ra ile yurt içi ve yurt dışına döşemelik kumaş üreten Polmen Dokuma Sanayi ve Amerikan Halı Sanayi, 2 adet hazır beton fabrikası, 1 adet kâğıt ve matbaa fabrikası, 1 adet hediyelik eşya fabrikası, 1 adet çatı cephe sistemleri fabrikası, 1 adet ambulans donatım fabrikası, 1 adet boru fabrikası, 1 adet tıbbı malzeme üretim fabrikası, 1 adet Doğalgaz Çevrim Santrali, 9 adet un fabrikası, 3 adet yem fabrikası, 8 adet mermer işletme tesisi ile 1 adet tarım aletleri yapım fabrikası ilçede faaliyet göstermektedir. Bu alanda sürekli yeni girişimler ve gelişmeler olmaktadır. İlçede sanayinin gelişimine önemli katkılar yapacak olan Polatlı Organize Sanayi Bölgesi 2172 dekar alan üzerinde altyapı çalışmaları ve fabrika kuruluş çalışmaları seviyesinde sağlıklı bir gelişme içindedir. Ayrıca Malıköy’de Ankaralı sanayicilerin önderliğinde 5200 dekar alan üzerinde Başkent Organize Sanayi Bölgesi adıyla ikinci bir OSB kurulmaktadır. Bunların dışında yine Malıköy bölgesinde 2. OSB'de ise altyapı çalışmaları devam etmekte olup, yine bu bölgede Anadolu Organize Sanayi Bölgesi adı altında yeni bir OSB kurulması planmala aşamasındadır. Temelli bölgesinde Ankara Serbest Bölge kurulması yönündeki çalışmalar yer temini aşamasında sürdürülmektedir. İlçe bağlısı 84 mahalleden oluşmaktadır. Henri Matisse Henri Matisse (okunuşu: "anri matis") (d. 31 Aralık 1869 – ö. 3 Kasım 1954) 20. yüzyılın en önemli ressamlarından. Renkleri büyük bir ustalıkla kullanışıyla Picasso ve Kandinsky ile birlikte, modern sanatın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir. Matisse 1869 yılının son gününde kuzey Fransa’da dünyaya geldi. 1887 - 1888’de Paris’te hukuk eğitimi alan Matisse, ertesi yıl Saint Quentin’de bir avukatın yanında asistanlık yapmaya başladı. Aynı zamanda, sabah erken saatlerde École Quentin de la Tour’da çizim kurslarına devam etti. Ancak 1890 yılında geçirdiği apandisit ameliyatının ardından büyük ölçüde yatakta geçen bir dönem yaşadı ve bu sırada resim uğraşı giderek bir tutku haline dönüştü. Böylece, 1891 yılında hukuk alanındaki kariyerine son vererek tamamıyla resme yöneldi ve Paris’e giderek Academie Julian’da William Bourgereau’nun sınıfına kaydoldu. Aynı zamanda kısa bir süre sonra, École des Arts Décoratifs’e yazıldı, 1895 yılında sınavı kazanarak resmen Moureau’nun öğrencisi oldu. Matisse bu dönemde, kendisi gibi ressam olan komşusu Emile Wery ile birlikte Fransa’nın Brötanya bölgesini ziyaret etti. Daha önce Gauguin gibi öncü sanatçılara esin kaynağı olan Brötanya’dan dönüşünde Matisse, saf prizmatik renklere ilgi duymaya başladı. 1897 yılında, Musée du Luxembourg’da izlenimcileri keşfetmesi de onun sanat hayatı açısından önemli bir dönüm noktası oldu. 1898 yılında, kendisine dört yıl önce bir kız çocuğu vermiş olan Amelie Parayre ile evlenen Matisse, Camille Pissarro’nun tavsiyesi üzerine balayında Turner’ın resimlerini görmek üzere Londra’ya gitti. Paris’e döndükten sonra ilkbahar ve yaz aylarını geçirmek üzere Korsika’ya geçti ve burada Akdeniz ışığı, renklerine yeni bir parlaklık kazandırdı. 1900 - 1904 yılları arasındaki dönemde, Cezanne’ın Mattisse üzerinde kesin bir etkisi vardır. Matisse, bu sırada sergilere de katılmaktaydı; 1903’de Salon d’Automne’a (Sonbahar Salonu) resim verdikten sonra 1904 yılında Vollard’ın galerisinde ilk kişisel sergisini gerçekleştirdi. Cezanne, Van Gogh, Picasso ve modern sanatın öncüsü sayılan daha birçok sanatçıya henüz tanınmadan sahip çıkan Vollard’ın galerisinde sergi açmak, en azından kısıtlı fakat öncü bir sanat ortamının ilgisini uyandırmış olmalıdır. Matisse 1905 yılı yazını Derain ve bir süre Vlamick’le birlikte Akdeniz kıyısında bir balıkçı kasabası olan Collioure’da geçirdi. Akdeniz, hayatı boyunca Matisse için sanatına güç veren bir çekim merkezi oldu. Derain, Vlaminck ve Marquet ile birlikte, 1905 Paris Sonbahar Salonu sergisine katıldı. Bu sanatçı grubunun birbirine paralellik gösteren çalışmaları, şiddetli bir halk tepkisinin oluşmasına neden oldu ve eleştirmen Louis Vauxcelles bir yazısında onları pervasız renk seçimleri nedeniyle "Fauves" (Vahşiler) olarak niteledi. Bu tanımı kabul ederek kendilerine Fovist diyen sanatçılar, resimlerinde rengi temel unsur olarak kullanıyor ve saf rengin ifade gücünden yararlanmayı amaçlıyordu. Eleştirilerin hedefinde Matisse ve özellikle de onun "Şapkalı Kadın" adlı resmi yer aldı. Halkın ve tutucu sanat çevrelerinin tepkisini çeken bu resim, dönemin avangart sanatına ilgi duyan Stein’lar (Michael) tarafından satın alındı. Matisse’in en sabırlı modeli olan karısı Bayan Matisse, onun bir diğer erken dönem başyapıtına da konu oldu. 1905 yılında tamamlanan "Bayan Matisse:Yeşil Çizgi" saf, yalın renkli düzlemlerle kurgulanmış kompozisyonuyla, sanatçının üslup eğilimini ortaya koymaktadır. Bu resimden kısa bir süre sonra "Yaşama Sevinci" adlı büyük boyutlu yağlıboya çalışmayı gerçekleştirdi. Bu resimde, belirgin kontürlerle sınırlanmış nesne ve figürler, saf renklerle tanımlanmıştır. Matisse’in sanatının ana izleği, resimleri aracılığıyla yaşama sevincini yansıtmaktır ve bu doğrultuda renk, ışık ve resmin konusundan yararlanmayı amaçlar. Yaşama Sevinci, 1906 yılında Salon des Indépentants’da sergilendi ve yine tepkileri üzerine çekti. Paul Signac bile onun yanlış yönde ilerlediği görüşündedir. Buna karşılık Leo Stein, resmi modern zamanların baş yapıtı olarak nitelendirerek satın aldı. 1906 yılında Matisse tekrar Akdeniz’in çağrısına cevap verdi ve Cezayir’e giderek Biskra Vahası’nı ziyaret etti. Buradan resimlerinde faydalanacağı çiniler, kıyafetler ve diğer yöresel nesnelerle döndü. İslam ve doğu sanatı onun üzerinde belirgin bir etkiye sahip oldu. Matisse sadece çinilere değil, doğu halılarına da ilgi duymuştur. Doğu halılarındaki dekoratif unsurlar, saf renkler, soyut biçimler ve düzeyler önem taşımaktaydı. Matisse’in resimlerindeki iki boyutluluk ve dekoratif unsurların artan önemi Gauguin’in 19. yüzyıl sonunda ortaya koyduğu tavrın bir devamı niteliğindeydi. 1908 yılında yaptığı "Kırmızıdaki Uyum" onun doğu sanatına ve dekoratif unsurlara verdiği önemin bir sonucudur. Resimde masa örtüsü ve duvarın kırmızı renkte olması ve mavi kıvrımlı motiflerin hem masada hem de duvar yüzeyinde tekrar etmesi, resim yüzeyinin iki boyutluluğunu vurgular. Sanatçı 1907-1909 yılları arasında ders verdiği bir resim okulu da açtı fakat daha sonra sanat çalışmalarına yoğunlaşabilmek amacıyla bunu kapattı. 1909 yılında, Moskovalı bir iş adamı olan ve Matisse’in resimlerini toplayan Shchukin ona resim sipariş etmiştir. Matisse’in Rus koleksiyoner için yaptığı "Dans" ve "Müzik" adlı büyük boyutlu çalışmalar; saf renk kullanımı, belirgin dış çizgilerle sınırlanmış figürleri ve yaşama sevincini yansıtan temalarıyla Matisse’in baş yapıtları arasında yer aldılar. Dans’ta elele tutuşmuş daire şeklinde dans eden figür grubu ilginç bir şekilde Ambroggio Lorenzetti’nin Siena’da Palazzo Pubblico’nun duvarlarında yer alan iyi yönetim freskindeki dans eden figürleri anımsatır. Matisse, 1907 yılında bu şehri ziyaret ettiğinde Lorenzetti’nin büyük boyutlu freskini görmüş ve dans eden figürleri dikkatle incelemiş olmalıdır. Müzik ise her biri izleyiciye dönük düz mavi-yeşil bir fon üzerindeki beş adet kırmızı figürden oluşmuş oldukça sade bir kompozisyondur. Figürlerin dizilişleri belirgin bir biçimde notaların dizilişlerini andırır. Her iki resim de 1910'da Sonbahar Salonu’nda sergilendi. 1908 yılında Berlin’e giderek burada Alman dışavurumcuların çalışmalarını görme olanağını bulan Matisse, 1910 yılında bu kez Marquet ile birlikte Münih’i ziyaret etti ve İslam Sergisi’ni gezdi. Sergide özellikle halılardan etkilendi. 1911 tarihli "Ressamın Ailesi", bu etkilenmenin boyutlarını açık bir şekilde ortaya koyar. Resimde sanatçının karısı, kızı ve iki oğlu; kanepelerin, duvar kağıdının ve hepsinden önemlisi yerdeki halının dekoratif kalabalığı içerisinde adeta kaybolmaktadır. Aynı yıl yaptığı "Kırmızı Stüdyo" ise, tek bir kırmızının iki boyuta indirgediği bir mekâna yerleştirilmiş ve sadece kontürleriyle tanımlanmış nesnelerden oluşmaktadır. 1911 ve 1912 kış aylarını Fas’da geçiren Matisse, bu coğrafyanın ve iklimin etkisiyle daha canlı ve ışıklı renkler kullanmaya başladı. Ancak 1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi sanatında yepyeni bir evreyi gündeme getirdi. Resimlerinde biçimler giderek soyutlaşırken renkler koyulaşmaya ve siyah gölgeler artmaya başladı. 1914 tarihli "Notre-Dame Görünümü" ve "Collioure’da Fransız Penceresi" bu dönemin başyapıtları olarak gösterilir. Matisse, savaşın ardından zamanının büyük bölümünü Nice şehrinde geçirmeye başladı. 1918/19 tarihli "Keman Kutulu İç Mekan" onun yeniden canlanan renk ve ışık ilgisini yansıtır. Bu dönemde ayrıca, dekoratif yönü ağır basan bir dizi "Odalık" resmi gerçekleştirmiştir. 1930’lu yıllar ile birlikte resimlerinde biçimler iyice yalınlaşmaya ve dekoratif unsurlar önem kazanmaya başladı. 1931-33 yıllarında gerç
ekleştirdiği ve üç parçadan oluşan büyük "Dans frizi" bunun en somut örneğidir. Dans’la birlikte 1935 tarihli "Pembe Nü" ve 1939 tarihli "Müzik" onun yinelenen temalarının farklı ele alınışlarıdır. 1940’lı yıllar II. Dünya Savaşı’na ve onu giderek yatağa bağımlı hale getiren hastalığına rağmen yoğun bir şekilde üretmeye devam ettiği bir dönem oldu. "Jazz" adlı kitap için 1947 yılında gerçekleştirdiği, kesilmiş kâğıt üzerine guaj tekniğindeki çalışmalar Matisse’in yerleşmiş sanat anlayışının farklı bir sunumunu oluşturur. "İkarus" bu çalışmalardan belki de en tanınmış olanıdır. İlerlemiş yaşlarında gerçekleştirdiği çalışmalarından biri de 1943 yılından beri yaşamakta olduğu Vence’deki Rosarie Şapeli için yaptığı tasarımlardır. Kesilmiş renkli kâğıtlarla hazırladığı taslaklar şapelin vitrayları olarak uygulanmıştır. Ayrıca beyaz seramik yüzeyler üzerine siyah çizgilerle gerçekleştirdiği büyük ölçekler Meryem ve Çocuk İsa, Aziz Dominik ve Kutsal haçla ilgili desenler yer alır. Matisse hayatının son dönemlerinde kesilmiş renkli kâğıtlarla gerçekleştirdiği çalışmalara yoğunlaştı. İlerleyen yaşı ve onu neredeyse yatağa bağlayan hastalıklar eserlerini bu farklı teknikte uygulamasına neden olmuş olabilir. 1952 tarihli "Mavi Nü" bu eserlerden en tanınmış olanıdır. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, 1950 yılında İstanbul Üniversitesi bünyesinde Gazetecilik Enstitüsü adı ile kurulan fakülte. Türkiye'nin ilk iletişim yüksek okuludur. İstanbul Gazeteciler Cemiyeti, 1947 yılında İstanbul Üniversitesi Senatosu'na başvurarak, gazetecilik eğitimi veren bir yüksek öğrenim kurumunun faaliyete geçmesini istemiştir. Amaç, ülkenin yaşamında önemli payı olan gazetecilerin bilimsel temellere dayalı, çağdaş bir eğitim ortamından geçerek yetişmeleridir. Bu düşünceden hareketle Gazetecilik Enstitüsünün kuruluşuna öncülük eden Gazeteciler Cemiyeti Kurucu Başkanı Sedat Simavi, bir mektup hazırlamış ve bunu dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar'a sunmuştur. 1975-1980 arasında üniversitenin İktisat Fakültesi altında Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Enstitüsü adını alan okula, 1980'de Yüksekokul statüsü verilmiş, ve (yine İktisat Fakültesi altında) adı Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu olmuştur. 1982'de İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne bağlanarak Basın Yayın Yüksek Okulu'na dönüştürülmüştür. Okul, 1992 yılında, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi olmuştur. 1992-1993 öğretim yılında, Fakülte'nin ilk dekanlığına Yüksek Okul müdürü Prof. Dr. Tayfun Akgüner atanmıştır. Günümüzde, Gazetecilik, Halkla İlişkiler ve Tanıtım ile Radyo Televizyon Sinema dallarında lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimine devam etmektedir. İletişim Fakültesi, iki stüdyosunda faaliyet gösteren İÜRTV adında kapalı devre bir televizyona, internet üzerinden yayınlanmakta olan bir radyo kanalına ve İÜHA adında bir haber ajansına sahiptir. Atilla Girgin Prof. Dr. Atilla Girgin (d. 1946, İzmit), Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ögretim üyesidir. 1965’te Saint Joseph Fransız Lisesi’nden, 1969 yılında da, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu’ndan mezun oldu. 1968 yılında, üniversite öğrencisiyken Anadolu Ajansı'nda gazeteciliğe başlayan Girgin, 1973’te devlet bursu kazanarak Fransa'ya gitti. Sorbonne Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde öğrenim görürken, bir yandan da Régie Autonome des Transports Parisiens (RATP) Şirketi’nde yöneticilik stajı yapı. 1975 yılında, Anadolu Ajansı’nda gazeteciliğe yeniden başlayan Atilla Girgin, 1985 yılı başında, “Anadolu Ajansı İstanbul Bölge Müdürü” görevine getirildi. Girgin, 1987 yılında da, İ. Ü. Basın Yayın Yüksekokulu’nda mesleki dersler vermeye basladı. Anadolu Ajansı İstanbul Bölge Müdürü olarak 8,5 yıl çalıştıktan sonra, 23 Temmuz 1993’te, TRT Haber Dairesi Başkanlığı’na getirilen Girgin, sağlık nedenleriyle bu görevden ayrılınca, 3 Ocak 1994 tarihinde, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne ögretim görevlisi olarak atandı. 1997 yılında, Marmara Üniversitesi’nde “Yerel Basın” konusunda yüksek lisans, 2000 yılında da, bu kez İstanbul Üniversitesi SBE. Gazetecilik Anabilim Dalı’nda “Yazılı Basın Haberciliğinde Etik” konusunda doktora yapan Atilla Girgin, halen Marmara, İstanbul, Yeditepe ve İstanbul Aydın Üniversiteleri İletişim Fakültelerinde mesleki dersler veriyor.İstanbul Aydın Üniversitesi İletişim Fakültesi Televizyon Haberciliği ve Programcılığı bölümü bölüm başkanıdır. Girgin’in, “Türkiye’de Yerel Basının Gelişmesi”, “Haber Yazma Teknikleri”, “Yazılı Basında Haber ve Habercilik Etik’i”, “Türk Basın Tarihi’nde Yerel Gazetecilik”, “Haber Yazmak”, “Uluslararası İletişim, Haber Ajansları ve Anadolu Ajansı” ve "Söyleşi mi Röportaj mı?" konularında yayımlanmış bilimsel kitapları bulunuyor. Atilla Girgin ayrıca, 2003 yılının başında, mesleki ve özel anılarından oluşan 41 öykülük “Gazeteci Olmak Önce Adam Olmak Demektir” adlı bir kitap yayımladı. Evli ve bir çocuk babası olan Girgin, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Gazeteciler Cemiyeti, İletişim Araştırmaları Derneği (ILAD), Türkiye Bilişim Derneği, Basın Enstitüsü Derneği ve Basın Konseyi Yüksek Kurulu Üyesi, Basın Konseyi ve Beşiktaş Jimnastik Kulübü üyesidir. Prof. Dr. Girgin aynı zamanda, ünlü oyuncu Kaan Girgin'in babası olup, kendi ölüm ilanını ölmeden önce yazıp hazırlamış olan belki de tek kişidir. Güvenç Dağüstün Güvenç Dağüstün (d. 1978, Ankara), Türk opera sanatçısıdır. Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’na girerek tenor Pekin Kırgız’ın öğrencisi oldu. Ankara Devlet Operası’nın açtığı sınavı kazanarak bu kurumun en genç sanatçısı oldu. Bulgaristan’ın Varna kentinde düzenlenen “Uluslararası Varna Festivali” kapsamında mezzosoprano Ksgr. Prof. Margarita Lilova’nın kursuna katıldı ve bir yıl sonra Viyana Müzik ve Sahne Sanatları Üniversitesi’nin sınavlarını kazanarak Prof. Lilova’nın öğrencisi oldu. Ankara Devlet Operası’ndaki görevinden ayrılarak Prof. Dr. İhsan Doğramacı tarafından verilen burs ile Avusturya’nın Viyana kentinde çalışmalarına başladı. İzmir Devlet Operası’nda konuk sanatçı olarak Donizetti’nin “Aşk İksiri” operasında ilk başrolü “Belcore”yi seslendirdi. Avusturya’nın Innsbruck kentinde Georg Schmöhe yönetiminde Carl Orff’un “Carmina Burana” adlı eserinde bariton sololarının yanı sıra kontrtenor solosunu da seslendirerek bir ilke imza attı ve büyük beğeni topladı. Viyana’da seslendirdiği, Yunan besteci Perikles Liakakis’in “Çizmeli Kedi” operasındaki başrol ile bu eserin dünyada ilk kez seslendirilişinin solistlerinden oldu. Sertab Erener ile ortak projeleri olan “Turco – Latino Connection” caz konserleri büyük beğeni topladı. Önce Efes Antik Tiyatrosu’nda, daha sonra İstanbul Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda ve Atatürk Kültür Merkezi’nde, Fazıl Say’ın “Nazım” adlı eserini Fazıl Say, Genco Erkal ve Sertab Erener ile birlikte seslendirdi. Bunun ardından “Rumeli Hisarı – Yıldızlı Geceler” konserleri kapsamında Fazıl Say ile birlikte bir resital verdi ve Say’ın şarkılarının Türkiye’de ilk seslendirilişini gerçekleştirdi. Son olarak Şef İbrahim Yazıcı yönetimindeki Bilkent Senfoni Orkestrası eşliğinde Say’ın “Nazım” adlı eserinin CD ve DVD kayıtlarını Fazıl Say, Genco Erkal ve Zuhal Olcay ile birlikte gerçekleştirdi. 2006-2007 sezonunda Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu bünyesinde Ayşenil Şamlıoğlu’nun yönetmenliğinde "Bana Mastika’yı Çalsana" adlı müzikal projede oynadı. 2007-2008 sezonunda Kerem Kurtoğlu'nun yazıp yönettiği "İstanbul'da Bir Dava" adlı oyunda rol aldı. Bu çalışma İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında Garajistanbul sahnesinde promiyer yaptı. İlk sinema çalışması ise Çağan Irmak’ın "Ulak" adlı filmidir. Dağüstün'ün, prodüktörlüğünü Cihan Sezer ile birlikte üstlendiği "Evde Yoklar" adlı ilk solo albümü 2012 Ocak ayında yayınlandı. İsmini 1993 yılında Sivas Katliamı'nda kaybettiğimiz şair Metin Altıok'un şiirinden alan albüm dokuz şarkıdan oluşmaktadır. Sekiz şarkının düzenlemesi Cihan Sezer imzası taşımaktadır, bir şarkının düzenlemesi ise Nurkan Renda'ya aittir. Birsen Tezer ile seslendirilmiş olan "Sevdanın Yolları" albümde yer alan iki düetten biridir. Sanatçıyı yıllar sonra babası ile bir araya getiren "Bin Cefalar Etsen Almam Üstüme" çalışması ise, 1999 yılında hayatını kaybeden Yusuf Dağüstün'ün 1977 yılında çıkarttığı plaktan alınarak kullanılan kayıt ile gerçekleştirilmiştir. Peynir Peynir, çok büyük bir çeşitlilikteki aroma, tat, yapı ve şekle sahip bir grup fermente süt ürünü için kullanılan genel isimdir. Peynir, kelimesi modern Türkçeye Farsça sütten yapılmış manasına gelen "panīr" kelimesinden geçmiştir. İngilizceye ise Latince "caseus" dan gelmiştir. Bu kelimenin kökeninin Hint-Avrupa dillerinde yeralan mayalanmak-ekşimek manasına gelen kwat- kökünden geçtiği düşünülmektedir. Bu kelime diğer Cermen dillerinde de muhafaza edilmiştir. İspanyolca ve Portekizce de Latinceden almışlardır ve Malezya ve Endonezya da konuşulan dillere de keşifler vasıtasıyla geçirmişlerdir. Fransızca, İtalyanca ve Katalancaya ise yine aynı kökenden gelmiş olmasına ragmen, Romalılar tarafından askerlerin tüketimi için yapılan "caseus formatus" (kalıp peyniri) sözünün ikinci parçası olan kalıp manasına gelen "formatus"'dan türeyen kelimeler kullanılmaya başlanmıştır. İspanyolcada "queso", Portekizcede "queijo", Almancada "Käse", Flemenkçede "Kaas", ve İngilizcede "cheese" İtalyancada "formaggio" olması yanında, Fransızcada "fromage", ve bu terim Katalancada "formatge" olmuştur. İlk kez Memluk Türkçesinde benir, penir, beynir şekillerinde görülür. Yazılı olarak en eski Öztürkçe karşılığı ise Kâşgarlı Mahmud tarafından yazılan Divânu Lügati't-Türk'te geçmektedir; "udma" ve "udhıtma". Udhıtmak Uygur Türkçesi'nde uyutmak anlamındadır, ve "Udhıtma udhıttı", sütü uyutmak, uyumuş süt, peynir anlamında kullanılmıştır. Farklı Türk lehçelerinde farklı kelimeler kullanılmıştır: ağrımışık, sogut (Karluk), kurut, kesük, çökelek, bışlak. Peynir kökeni oldukça es
kiye dayanan bir yiyecektir. Peynir üretimine dair elde mevcut en eski arkeolojik bulgular MÖ 5000 yıllarına aittir ve günümüz Polonya'sında ortaya çıkarılmıştır. Çıkış noktaları Orta Asya, Orta Doğu ya da Avrupa olarak tahmin edilmektedir. Yaygınlaşmasının Roma İmparatorluğu zamanlarında olduğu düşünülür. İlk üretimi için önerilen tarih MÖ 8. binyıl (koyunun evcilleşitirildiği tarih) ile 9. binyıla kadar değişir. İlk peynirin Orta Doğu insanları ve Orta Asya göçebe Türkleri tarafından yapıldığı düşünülmektedir. O zamanlar yiyecekleri saklayıcı özelliği nedeniyle hayvanın derisi ya da iç organları kullanılmaktaydı. Bu iç organlardan olan midede (işkembe) saklanan sütün buradaki enzimlerle (kültürle) mayalanması üzerine lor haline gelmesi peynirin ilk oluşumu hakkındaki teorilerden biridir. Buna benzer bir hikâyenin, bir tüccar Arap'ın peynir saklaması hakkında da farklı söylenişleri vardır. Bir başka teori ise, peynir üreticiliğinin sütü tuzlamak ve basınç altında tutmak sonucu ortaya çıktığıdır. Hayvan midesinde bekletilen sütün değişimi üzerine de bu karışıma kasıtlı olarak maya eklenmiş olabilir. Peynir yapıcılığı ile ilgili ilk yazılı kaynak M.Ö. 2000'li yıllara, Mısır'daki mezar yazıtlarına dayanmaktadır. Antik zamanlarda yapılan peynirin ekşi ve tuzlu olduğu ve günümüz feta ve beyaz peynire benzediği tahmin edilmektedir. Avrupa'daki peynir üretiminde ise iklimden dolayı daha az tuz kullanımaktadır. Daha az tuzlu ortamda daha çeşitli faydalı mikrop ve enzim yetişebilmesinden dolayı bu peynirler farklı ve ilginç tatlar içerirler. Peynir, süt proteini kazeinin peynir mayası ve peynir kültürü ile pıhtılaştırılması, ve bu pıhtıdan peynir suyunun ayrılmasıyla elde edilen fermente bir süt ürünüdür. Peynir altı suyu ayrıldıktan sonra tuzlu peynirler için tuzlama aşamasına gelinmektedir. Tuzlama, peynirin yüzeyine kuru tuzlama şeklinde veya peynir salamuraya daldırılarak yapılabilir. Peyniraltı suyunun tekrar 90 C°'ye kaynatılması ile lor elde edilir. Takip eden basamak olgunlaştırmadır; peynir taze olarak tüketilebileceği gibi belirli bir olgunlaştırma periyodunu takiben de tüketilebilmektedir. Yukarıdaki üretim basamaklarına ait teknik parametrelere bağlı olarak çok geniş bir çeşitlilikte peynirler elde edilmektedir. Diğer fermente süt ürünleri gibi peynir de canlıdır. Raf ömrü boyunca peynirin duyusal, yapısal ve kimyasal özelliklerinde çeşitli değişiklikler görülebilmektedir. Bu değişikliklerin minimumda tutulması için peynirlerin genel olarak 6-8 °C’lik sıcaklıklarda tutulması gereklidir. Soğuk iklimlerde yaşayanlar için, sıcaklığı 6-8 °C civarında bulunan, nem oranı sabit ve havadar kilerler peynir saklamak için idealdir. Ancak şehirde bu imkân yoktur. Bu nedenle peynirler evde buzdolabının alt raflarında ve kapalı şekilde muhafaza edilmelidir. Türkiye'de tüketimi en yaygın olan peynirler; beyaz peynir, deri peyniri ve kaşar peyniri olmakla birlikte, yöresel peynirler yönünden de hayli çeşitlilik gösterir. Bunlardan bazıları: Sağlıklı hayvan sütlerinden sağlıklı şartlarda üretilen peynirin insan beslenmesine protein, kalsiyum, mineraller ve diğer besin elemanlarının temin edilmesinde ve sağlıklı yaşamın sürdürülmesinde önemli katkıları bulunur. Bununla birlikte çiğ sütten yapılan peynirlerden Brucella ve Listeria gibi zoonotik enfeksiyonların tüketenlere bulaşması, ayrıca uygun saklama koşullarına uyulmaması dolayısıyla bakteri üremesine bağlı akut barsak enfeksiyonlarının gelişmesi mümkündür. Tuzlu peynir tüketimi hipertansiyon hastalarında risk oluşturabilir. Bazı (yumuşak tip) küflü peynir çeşitlerinin listeria riski dolayısıyla hamilelerde tüketiminin uygun olmadığı, pişirilerek yenmesi durumunda bu sakıncanın ortadan kalkmış olacağı NHS tarafından ifade edilmektedir. Konya'da yöresel olarak tüketilen küflü peynir çeşitleri üzerinde akademik yapılan bir çalışma ile bu peynirlerden elde edilen küf cinsleri, bunların primer ve sekonder metabolitleri, ürettikleri mikotoksinler, aspergillus tipi küflerde ise aflatoksinler gibi kanser yapıcı toksinlerin mevcudiyeti ve zararları ele alınmıştır. Küflü peynirler üzerinde yapılan bir başka çalışmada ise özellikle siyah, beyaz ve kırmızı renkte küf içeren peynir çeşitlerinde aflatoksin miktarının yüksekliğine dikkat çekilmiştir. Bazı mikotoksinlerin DNA hasarı (mutajen) ve fetüs üzerinde sakatlık oluşturma (teratojen) kapasitelerinin olduğu bilinmektedir. Peynir üretimi, Dünya çapında büyük bir tarımsal üretimdir. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'ne göre 2004 yılı dünya üzerindeki peynir üretimi 18 milyon ton dur. Bu kahve tanesi, çay yaprağı kakao tanesi ve tütün yıllık üretiminden daha fazladır. Peynir üretiminin en büyük ülkesi Amerika Birleşik Devletleri'dir. Dünya üretiminin yüzde 30 unu temin eder, bunu Almanya ve Fransa takip eder. En büyük peynir ihracatcısı (parasal değere göre), Fransa olup, ikinci Almanya (miktar bakımından birinci olmasına rağmen). En üst on ihracaatcı içinde sadece İrlanda, Yeni Zelanda, Hollanda ve Avustralya ihracat amaçlı peynir üretir. Üretimlerinin ihracat yüzdeleri sırasıyla: %95, %90, %72 ve %65 dir. Fransa'nın peynir üretiminin sadece %30 u ihraç edilir ki bu da onu en büyük ihracaatcı yapar. Dünya'nın en büyük peynir üreticisi Amerika Birleşik Devletleri marjinal bir ihracatçıdır, çünkü onun üretiminin büyük çoğunluğu iç tüketimde kullanılır. Almanya en büyük peynir ithalatçısıdır. Birleşik Krallık ve İtalya ise ikinci ve üçüncü en büyük ithalatçılardır. Yunanistan, Dünya'da adam başına ortalama 27,3 kg peynirin tüketildiği en büyük tüketici ülkedir. Fransa, 24 kg tüketimle en büyük ikinci peynir tüketen ülkedir. İtalya, 22,9 kg kişi başı tüketimle üçüncü en büyük tüketici ülkedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde peynir tüketimi çabuk bir şekilde arttı ve 1970 ve 2003 yılları arası üç katına çıktı. 2003 yılında peynir tüketimi kişi başına 14,1 kilograma (31 pounds) ulaştı. Bunun da ana unsurlarından biri pizzaydı. James Gandolfini James Gandolfini (d. 18 Eylül 1961; New Jersey, ABD – ö. 19 Haziran 2013; Roma, İtalya), ABD'li aktör ve yapımcı. Aslen İtalya'nın Emilia Romagna yöresinde yer alan küçük bir koy olan Tiedoli'lidir. Aralarında "The Mexican, 8mm, Fallen, A Civil Action, The Mighty, Night falls on Manhattan, Get Shorty, Crimson Tide, True Romance, The Last Castle, The Man Who Wasn't There" gibi önemli gişe başarıları olan filmlerde boy göstermiş olup, kendisine asıl şöhreti, "The Sopranos" dizisinde başarıyla canlandırdığı mafya babası "Tony Soprano" karakteri getirmiştir. Gandolfini, 19 Haziran 2013 tarihinde İtalya'daki tatili sırasında geçirdiği kalp krizi sonucu 51 yaşında hayata veda etmiştir. Taormina Film Festivali'nde ödül almak için 22 Haziran'da Sicilya'ya seyahat etmesi bekleniyordu. Ambulans personeli saat: 10:40 civarında geldi ve otelde hala hayatta olduğu bildirildi ama daha sonra hastaneye götürülürken yolda ölen Gandolfini'yi, ambulans personeli diriltmeye çalıştı. Gandolfini üzerinde yapılan otopside bir kalp krizi sonucu öldüğü doğrulandı. Gandolfini'nin bedeni 23 Haziran tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'ne iade edildi. Gandolfini aile sözcüsü Michael Kobold, normalde 7 tam gün süren geri dönüş sürecinin hızlandırılması için İtalyan ve Amerikan yetkililerine teşekkür etti. Orkinos Orkinos, Ton balığı olarak da bilinir, uskumrugiller (Scombridae) familyasından "Thunnus", "Euthynnus" ve "Katsuwonus" cinslerini oluşturan boyu 5-6 metre, ağırlığı 900 kilograma ulaşabilen göçmen balık türlerine verilen ad. Çok hızlı yüzerler. Kendinden küçük balıkları avlar. Eti konservecilikte kullanılır. Vücutları yuvarlak olup, ön kısmı büyük, arkaya doğru incelen bir yapıya sahiptir. İki dorsal yüzgeç arasında az bir mesafe vardır. Sekiz veya dokuz adet pinnul denen yalancı yüzgeç bulunur. Bu yüzgeçler hem sırtta, hem anal yüzgecin arkasında bulunur. Vücudun üst tarafı koyu mavi veya siyah, yanlar gümüşi beyaz, karın yüzgeci arasında sarkık iki et parçası bulunur. Kuyruk yüzgecinin kenarı beyaz renklidir. 1.000.000'a yakın yumurta bırakabilirler. Mart, Haziran, Temmuz, Ağustos ayları üreme dönemleridir. Göçmen balıklardır. Sürü halinde gezerek, kendilerinden küçük balık türleriyle beslenirler. Sardalya, hamsi, tirsi, uskumru, torik, palamut, lüfer gibi balık sürülerini kovalar ve yerler. Saatte 65–70 km hızla yüzerler. Genç orkinoslar, sürü halinde torik ve palamutlarla birlikte boğazdan inerler. Üç yılda erginleşirler. Olgunlaşmış orkinoslarının ağırlığı bir tona, boyu 5-6 metreye kadar ulaşır. Orkinos avcılarının çeşitli avlanma metotları vardır. Bu balıklar özel olta iğnelerine tüy veya bitki liflerinden yapılmış suni sinekler takılarak avlanırlar. Canlı sardalya balıkları bağlanarak sabit oltalarla da orkinos avcılığı yapılır. Bu tip avlar ancak gemilerle yapılır. Orkinos tekneleri yaklaşık 20-25 metre uzunluğunda olur. Teknenin motorları güçlü ve oldukça hızlı gitmeye müsaittir. Bu teknelerde yem olarak kullanmak için canlı sardalya havuzları ve yakalanan orkinosların muhafazası için soğuk hava depoları da bulunur. Amatör balıkçılar motorların arka güvertesinde döner koltuğa oturarak, makaralı oltayla bir spor olarak bu güçlü balıkları avlarlar. Yazılı orkinos Yazılı orkinos ("Euthynnus alletteratus "), uskumrugiller (Scombridae) familyasına ait bir balık türü. İki sırt yüzgeci arasında küçük bir aralık vardır. İkinci yüzgeç birinci yüzgeçten daha kısadır. Sırt yüzgeci ile kuyruk yüzgeci arasında 7-9, anüs yüzgeci ile kuyruk yüzgeci arasında 7 adet yalancı yüzgeci vardır. Vücudu koyu mavi renkte ve arka kısımları benekli olup, karın ve göğüs yüzgeçleri arasında karakteristik siyah lekeler bulunur. Kafa arkası ve göğüs yüzgeci çevresi ile yan çizgi pullu, diğer kısımlar pulsuzdur. Türkiye'de Akdeniz, Ege Denizi, Marmara Denizi ve Karadeniz'de görülür. Uzunlukları 50 – 100 cm'dir. Ağırlıkları 15 kg'yi bulabilir. Sürü halinde yaşarlar. Temmuz ve ağustos ayları üreme dönemleridir. Rabıta Rabıta ile aşağıdakilerden herhangi biri veya birkaçı kastedilmiş olab
ilir: Barbarossa Harekâtı Barbarossa Harekâtı, Alman Silahlı Kuvvetleri'nin 22 Haziran 1941 günü başlayan Sovyetler Birliği'nin işgali harekâtına Alman kaynaklarında verilmiş olan kapalı addır. Aynı zamanda II. Dünya Savaşı'nın Doğu Cephesi'ni açan harekâttır. Tarihin en geniş çaplı askeri harekâtı olarak nitelendirilir. Mihver Devletleri'ne bağlı 4,5 milyonun üzerinde asker, 2.900 km.lik bir cephe hattı üzerinden Sovyetler Birliği'ni istilaya girişti. Bu birliklerin yanı sıra harekâta 600 bin motorlu araç ve 625 bin at katılmıştır. Barbarossa Harekâtı'nın planlamasına 18 Aralık 1940 tarihinde başlandı. Alman ordularının 22 Haziran 1941 günü Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla başlayan ve 5 Aralık 1941 gününe kadar süren çatışmalarda Alman orduları neredeyse kesintisiz olarak ilerlemişlerdir. Gizlilik içinde devam ettirilen hazırlıklar ve harekâtın kendisi, neredeyse bir yıl sürmüştür. Kızıl Ordu Wehrmacht'ın güçlü darbelerini karşısında Moskova önlerine ve Leningrad'a kadar geriledi. Alman ilerleyişi 5 Aralık 1941 tarihinde ilk kez Moskova önlerinde durduruldu. Bu tarihten itibaren 1942 ilk üç ayı boyunca cephedeki durum, ard ardına gelen Kızıl Ordu karşı taarruzlarıyla bunlara göğüs germeye çalışan Alman ordu birlikleri arasındaki amansız çatışmalar olarak sürmüştür. Sonuç itibarıyla Hitler, umduğu zafere erişemedi, Kızıl Ordu Wehrmacht'ın ileri hareketini sonuçta durdurmayı başarmıştı. Alman kuvvetleri taktik olarak parlak zaferler de kazandı. Sovyetler Birliği'nin Ukrayna da dahil olmak üzere ekonomik yönden en önemli bölgelerinden bir kısmında geniş toprakları işgal etmeyi başardı. Bununla birlikte harekâtın operatif hedefleri olan Sovyet kuvvetlerinin ülkenin batı kesiminde imha edilmesi ve Moskova'nın alınması gerçekleştirilemedi. Alman ve müttefiklerine bağlı kuvvetler, cephenin genelinde, izleyen yılın ortalarına kadar yaygın bir taarruza bir daha girişemediler. 1942 yılının baharından itibaren ise Alman ilerleyişi yeniden başlayacak ve SSCB topraklarında derin ve geniş ilerlemeler sağlayacaktır. Barbarossa Harekâtı'nın başarısızlığı Hitler'i, Sovyet topraklarında daha sonraki başarısız harekâtlara yöneltmiştir, Leningrad Kuşatması, Nordlicht Harekâtı, Stalingrad Muharebesi ve Sovyet topraklarındaki diğer harekâtlar gibi. Barbarossa Harekâtı, katılan insan gücü ve sonuçları itibarıyla askeri tarihteki en büyük çaplı askeri harekât olmuştur. Başarısızlıkla sonuçlanması, III. Reich tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. En önemlisi de harekâtın Doğu Cephesi'ni açmış olmasıdır. Bu cephede, başlangıçta ve süreç içinde tüm dünya tarihi savaş alanlarının hepsinden daha fazla kuvvet savaşa sürülmüştür. Barbarossa Harekâtı ve etkisi altına aldığı bölgelerde ve kentlerde gerçekleşen en büyük muharebelerden bazılarının ölümcül yırtıcılığıyla, yüksek kayıplarıyla ve her iki taraf için de çok zor koşularıyla, tüm bunlar 20. Yüzyıl'da ve II. Dünya Savaşı'nda tarihin akışını etkilemiştir. Alman ve Sovyet kuvvetlerinin 1939 yılı Eylül ayında Polonya'yı işgalinin ardından Almanya, 1940 yılı Nisan'ında Danimarka ve Norveç'i işgal etti. Aynı yılın Mayıs ayında da Hollanda üzerinden Fransa'ya saldırdı. Paris, 14 Haziran'da düştü ve Fransa, 16 Haziran'da mütareke istedi. General Erwin Rommel'in ve Afrika Kolordusu'nun Şubat 1941'de bölgeye intikali ile Almanya Kuzey Afrika'da harekâta başlamış oldu. Alman orduları Paris'e girdikleri gün Sovyet Hükümeti Litvanya'ya dokuz saatlik bir ültimatom verdi ve hemen ertesi gün, 15 Haziran 1940'da Kızıl Ordu Litvanya'yı işgal etti. Birkaç gün içinde Estonya ve Letonya da işgale uğradı. Bu üç ülkede de 18 Temmuz'da Kızıl Ordu gölgesinde seçimler yapıldı, yeni hükûmet derhal Sovyetler Birliği'ne katılma kararı aldı. Litvanya 3 Ağustos'ta, Letonya 5 Ağustos'ta, Estonya ise 6 Ağustos'ta Sovyetler Birliği'ne katıldılar. Bu üç Baltık Ülkesi'nin Sovyetler Birliği'ne katılmasıyla Sovyetler Birliği, Polonya topraklarından sonra kuzeyde de Almanya ile ortak sınıra gelmişti. Aynı yılın Haziran ayının 26'sında Stalin, Romanya'dan Besarabya ve kuzey Bukovina'yı boşaltmasını isteyen bir ültimatom verdi. Bir günlük süre tanınmıştı. Aslında Beserabya, Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı'nda Sovyetler Birliği'nin etki alanında kabul edilmişti ama, Bukovina için bir madde yoktu. İngiliz ablukası nedeniyle petrolü deniz yoluyla getiremeyen Almanya, Romanya'dan ithal ettiği petrole bağımlı olmak dolayısıyla, Sovyetler Birliği'in Romanya petrol sahasına bu denli yaklaşmasından ciddi endişe duymak durumundaydı. Besabya ve Kuzey Bukovina 28 Haziran 1941 tarihinde Sovyet birliklerince işgal edildi. Molotov-Ribbentrop Paktı (Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı), Almanya'nın ve Sovyetler Birliği'nin 1939'da Polonya'yı işgalinden kısa bir süre önce imzalanmıştı. Görünüşte bir saldırmazlık anlaşması olmasına karşın geri plandaki gizli protokoller, ana hatlarıyla III. Reich ile Sovyetler Birliği'nin arasındaki sınır devletlerin paylaşılmasını içeriyordu. Pakt, her iki ülke arasındaki karşılıklı düşmanlık ve ideolojik çekişme nedeniyle tüm dünya için bir sürpriz oldu. Paktın bir sonucu olarak Almanya ile Sovyetler Birliği arasında görece sıkı diplomatik ilişkiler ve önemli boyutlarda ekonomik ilişkiler oluştu. İki ülke arasında 1940'da bir ticaret anlaşması imzalandı. Sovyetler Birliği, bu ticaret antlaşmasıyla bir bakıma Alman ekonomisini rahatlatmıştır. Askeri ve endüstriyel malzeme karşılığında Almanya'ya başta petrol olmak üzere hammaddeler satılmıştır. Bu durum, İngiliz ablukasının Alman ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerini hafifletti. Fransa'nın çöküşünün bir başka etkisi de Balkanlar'ın kuzeyinde ortaya çıktı. Macaristan ve Bulgaristan, 1940 yılı yazında Romanya'dan toprak talebinde bulunmaya başladılar. Özellikle Macaristan, I. Dünya Savaşı sonrasında kaybettiği Transilvanya'yı geri alma çabasına girmişti. Bu bölgede çıkabilecek bir çatışma Hitler açısından çok ciddi bir krize yol açabilecektir. Konu yine Romanya petrollerine dayanmaktadır. Gelişmeleri izleyen Hitler, 28 Ağustos'da durum iyiden iyiye kritik bir hal alınca, öncelikle beş panzer ve üç mekanize tümene (paraşütçülerin de dahil olduğu bazı hava kuvvetlerine bağlı birlikler dahil), Romanya petrol bölgesini 1 Eylül'de işgal için hazır olmaları emri vermiştir. Aynı zamanda kendi Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop'la İtalya Dışişleri Bakanı Galeazzo Ciano'yu Viyana'ya gönderdi. İki dışişleri bakanı, taraflara arabuluculuklarını ve Hitler'in düzenlemesini kabul ettirdiler. Buna göre Romenler, Transilvanya'nın yarısını Macaristan'a, Güney Dobruca'yı da Bulgaristan'a bıraktılar. İtalya ve Almanya, Romanya'nın geri kalanı için bir garanti verdiler. Romanya'ya verilen bu garanti Stalin'in tepkisini çekmiş, iki ülke arasındaki ilişkileri giderek gerginleştiren bir süreci körüklemiştir. İtalyan kuvvetleri 28 Ekim 1940 tarihinde Yunanistan - Arnavutluk sınırını geçtiler. Her ne kadar bir hafta içinde bozguna uğradılarsa da bu durum, Balkanlar'da Almanya'nın durumunu tehlikeye düşürmüştü. Ardından İngiliz kuvvetleri Limnos ve Girit'e, sonrasında Yunanistan'a asker çıkardılar. Bu İngiliz askeri varlığı ile gelen havaalanları, Romanya'daki petrol sahasını tehdit ediyordu. Yugoslavya'da 26 Mart 1941 gecesi gerçekleşen bir hükûmet darbesi, Balkanlar'da Alman istilasını başlatan ateşleme oldu. Hitler'in 27 Mart'ta yayınladığı 25 Sayılı Emir'le hazırlıklara girişildi ve Alman kuvvetleri 6 Nisan 1941 günü sabahı Yugoslavya sınırından taarruza geçti. Nisan ayı sonlarında tüm Balkanlar Alman işgali altındaydı. Yunanistan'a Kuzey Afrika'dan getirilen dört İngiliz tümeni denizden tahliye edilmişti. Gerek Sovyetler Birliği'in Baltık Ülkeleri ve Romanya'nın bir kısmını işgal etmesi, gerekse de Almanya'nın Romanya'ya garanti vermesi, 1940 yılı Eylül ayında ilişkileri gerginleştirmeyi sürdürdü. Her iki taraf da karşı tarafı, Alman - Sovyet Saldırmazlık Paktı'nın, danışmayı gerektiren üçüncü maddesini ihlalle suçlamaktaydı. Dahası Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop, 16 Eylül'de kuzey Norveç'e gönderilecek takviye kuvvetlerinin Finlandiya üzerinden geçeceklerini bildirmesi Stalin'i rahatsız etti, bu birliklerin Finlandiya'da kalacaklarından kuşkulandı. Ayrıca 27 Eylül 1940 tarihinde imzalanan Üçlü Pakt da kuşku yaratmıştı. Yine de Almanya'nın girişimiyle Mihver Paktı'na Sovyetler Birliği'nin de üyeliği konusunda görüşmeler başlamıştır. Ribbentrop, tüm bu gerginlikleri ortadan kaldırmak için, 13 Ekim'de Stalin'e yazdığı mektupta Sovyet Dışişleri Komiseri Vyaçeslav Molotov'u Berlin'e davet etti. Hitler, Molotov'la görüşecekti. Bu görüşmede Führer, "her iki ülke arasındaki ilişkilerin gelecekte alacakları biçim konusundaki gürüşlerini şahsen kendisine anlatabilecekti." William Shirer, "Nazi İmparatorluğu" Sh:1016 Konu da kabaca işaret edilmişti, "… dünyanın dört büyük totaliter devlet arasında bölünmesi." Bu kışkırtıcı teklif Stalin tarafından kabul edildi ve Molotov 12 Kasım 1940 günü Berlin'e geldi. İlk görüşmelerde Alman tarafı, İngiltere'nin yenilmiş olduğunu, bu durumda dört devletin çıkar alanlarının tanımlamanın zamanı geldiği belirtildi. İngiliz İmparatorluğu'nun geniş topraklarının paylaşılması gerekiyordu. İlk gün öğleden önceki görüşmelere Hitler katılmadı. Molotov, genelde Alman tarafını dinlemekle yetindi. Öğleden sonra Hitler de görüşmelere katıldı. molotov'un tutumu, Alman tarafının, özellikle de Hitler'in beklediğinden çok farklıydı. Biri dışında tüm görüşmelerin tutanaklarını yazan "Dr. "Schmidt'in sonradan hatırladığına göre "Hitler'e birbiri ardınca sorular yağdırdı. Benim o zamana kadar bulunduğum görüşmelerin hiçbirinde, hiçbir yabancı ziyaretçi kendisiyle böyle konuşmamıştı."" O gün ve izleyen gün Molotov Hitler'den bazı bölgeler hakkında net sonuçlar istedi. Öncelikle ele aldığı konu, Almanya'nın Finlandiya'dan askerlerini çekmesini istemek oldu. Hitler, Finlandiya'nın işgal altında olmadığını yeniledi. Ardından Finlandiya konusundaki Sovyet yönetiminin tutumunu sorunca Molotov, ""Besarabya çapında bir uzlaşma"" yanıtını verdi. Bu
"uzlaşma" doğrudan doğruya ilhak demekti." Stalin'in Finlandiya üzerinden Baltık Denizi'ne açılmayı kafasına koyduğu anlaşılıyordu. Molotov ayrıca Bulgaristan, Romanya ve Türkiye konusunda da net sonuçlar istedi. Öncelikle İtalya ve Almanya tarafından Romanya'ya verilmiş olan garantinin geri alınmasını istiyordu. Stalin'in, Romanya'dan ilave toprak talepleri olabilecek ve bu durum, Romanya petrol bölgesine daha da yakınlaşan bir Sovyet sınırını doğuracaktı. Hitler görüşmelere bu noktada ara verdi. Akşam yemeğinde (Hitler katılmamıştı) İngiliz bombardıman filoları Berlin'i bombalamaya başladığında sığınağa çekilindi. Sığınakta Ribbentrop, Sovyetler Birliği'nin katılımıyla Dörtlü Pakt haline dönüşecek olan Pakt'ın antlaşma metnini çıkardı. Açıklanacak olan antlaşma taslağı, alışılmış bir saldırmazlık - dayanışma paktı metniydi. Esas önem taşıyan gizli protokollerdi. Özellikle "her ülkenin "toprak emellerini" tanımlayan protokol" önemliydi. Buna göre Sovyetler Birliği'nin toprak emelleri "ulusal toprakları ortasından başlıyor, güneye değin Hint Okyanusu'na sarkıyordu." Ama Sovyet yönetiminin ilgi alanı Hint Okyanusu değildi. "Batıya, Baltık Denizi'ne, Balkanlar'a, ve Boğazlar'dan Akdeniz'e uzanıyordu." Molotov, bunları söylerken İsviçre'nin tarafsızlığı konusunda bile Almanya'nın tutumunu sormuştur, Avrupa'yla bu denli ilgiliydi. Molotov'un Berlin'den ayrılmasından iki hafta sonra, 26 Kasım'da, Stalin'in belirli koşullar yerine getirildiğinde Dörtlü Pakt'a katılacağını bildiren bir yazı, Moskova'daki Alman elçiliğine verildi. Stalin'in koşulları şunlardı. Ayrıca, Türkiye'nin Boğazlar konusunda zorluk çıkarması halinde "dört devletin bu ülkeye karşı askeri tedbirler alması" istenmektedir. Almanya buna bir karşılık vermedi. Gerek bu belge, gerekse de Molotov'la Berlin'de yapılan görüşmeler, Hitler'e Stalin'in kesin olarak Avrupa'yla ilgilendiğini göstermişti. Sovyetler Birliği, Baltık Denizi ve Akdeniz üzerinden, kuzeyden ve güneyden Avrupa'yı kuşatmayı amaçlamış görünmektedir. Oysa Hitler, Sovyetler Birliği'ni Avrupa'dan uzaklaştırmak istiyordu. Öte yandan Stalin, Orta Doğu petrol sahalarının da kendi etki alanına bırakılmasını istemektedir. Bu iki gelişmenin ertesinde Hitler kurmaylarına Sovyetler Birliği'nin olabildiğince erken dize getirilmesi gerektiğini söylemiştir. William Shirer, "Nazi Almanyası" Sh:1025 Ticari antlaşmalarda birkaç açık konu ve sınırlar konusunda Ocak 1941'de belirlemelere gidilmesine karşın Orta Avrupa'da taraflar arasında çekişmeler de başlamıştı. Daha 1925'de Hitler, "Kavgam"'da, Alman halkının ihtiyaç duyduğu "Lebensraum"'un (toprak ve hammadde olarak yaşam alanı) doğudaki topraklarda aranması gerektiğini ileri sürmüş, bu bağlamda Sovyet topraklarından bir bölümünü işgal edeceğini açıklamıştı. Nazi ırk ideolojisi Sovyetler Birliği'ni, "Yahudi Bolşevik" seçkinler tarafından yönetilen "untermenschen" (alt - insan) Slav halklar olarak görmektedir. Hitler Kavgam'da, Alman halkının yazgısının altı yüz yıl önce olduğu gibi "doğu toprakları"nda olduğunu, "Rusya'daki Yahudi egemenliğinin sonunun, bir devlet olarak Rusya'nın da sonu olacağını" yazmaktadır. Devamında, "panslav ideallerine karşı bir savaşın kaçınılmaz olduğunu belirtir. Kazanılacak olan zafer, "dünyanın kalıcı efendilerini" belirleyeceğini ifade etmiştir. Diğer yandan, "eğer Ruslar bize destek olurlarsa yolun bir bölümünü onlarla yürüyeceklerini" belirtmiştir. Bu nedenle resmi Nazi politikası, Rus ve diğer Slav halkları öldürmeyi, sürmeyi ve köleleştirmeyi, insansızlaştırılan bu toprakların Alman göçmenlerce yeniden iskan edilmesini öngörmektedir. Stalin'in kötü ünü, Nazilerin hem saldırılarının meşruluğu iddialarına, hem de başarılarıyla inançlarına katkıda bulunmuştur. 1930'lu yılların sonlarındaki "Büyük Temizlik" sırasında, birçok yetenekli ve deneyimli subayın yanı sıra binlerce sivil öldürüldü ya da hapsedildi. Sonuçta Kızıl Ordu sevk ve idare konusunda ciddi bir sıkıntı içine düştü. Naziler sıklıkla, Slav halkları hedef alan saldırgan propagandalarında, Sovyet rejiminin acımasızlığını vurgulamıştır. Alman propagandası, Kızıl Ordu'nun onlara saldırı hazırlığı içinde olduğunu iddia ediyorlardı. Dolayısıyla Rusya'ya taarruzlarının bir "önleyici savaş" olduğunu ileri sürüyorlardı. Almanya, 1940 yazında hammadde krizi yaşarken ve Sovyetler Birliği ile Balkanlar'da bir çatışma olasılığı giderek artarken Hitler, Sovyetler Birliği'nin işgaline tek çözüm olarak bakmaya başladı. Sovyetler Birliği'ne saldırmak konusunda Haziran ayında henüz somut bir plan yapılmamışken Hitler bir generaline, Batı Avrupa'daki zaferlerin, Bolşevizm'le nihai olarak hesaplaşmak için kendisine hareket serbestisi kazandırdığını söyledi. Hitler'e göre bu, onun gerçek ve en önemli misyonuydu. Yine de generalleri, Batı Rusya'yı işgal etmenin Alman ekonomisini rahatlatmak yerine tersine daha fazla yük getireceğini düşünmekteydiler. Führer'in öngördüğü ek kazanımlar vardı. Sovyetler Birliği yenilgiye uğratıldığında, ordunun büyük bölümünün terhis olması nedeniyle Alman endüstrisinde yaşanan işgücü eksikliği de giderilmiş olacaktır. Ayrıca Ukrayna, istikrarlı tarımsal kaynaklar sağlayacaktı. Sovyet halklarının köle işgücü kaynağı olarak kullanılması, Almanya'nın jeostratejik konumunu önemli ölçüde geliştirecektir. Sovyetler Birliği'nin yenilgiye uğratılmasıyla Müttefik Devletler, özellikle de Birleşik Krallık, iyice güçten düşmüş olacaktır. Alman ekonomisi daha fazla petrole gereksinme duymasıyla Bakü Petrol Sahası'nın kontrolünü ele geçirmeliydi. Alman Silahlanma ve Savaş Üretim Bakanı Albert Speer, savaş sonrasındaki sorgusu sırasında, istila kararında "petrole olan acil gereksinim, birincil nedendi" demiştir. Yüksek rütbeli Alman subayları 1940 sonbaharında, Sovyetler Birliği'nin istilasının ortaya çıkaracağı tehlikelere ilişkin bir muhtıra hazırladılar. Ukrayna, Beyaz Rusya ve Baltık Devletleri'nin Alman ekonomisi için daha çok yük getireceğini öne sürmekteydiler. Bir başka Alman subayı, Sovyet bürokrasisinin ülkeyi güçsüz kıldığını, işgalin Almanya için bir kazanç olmayacağını ve yanı başlarında güçsüz bir Bolşevizm'den rahatsızlık duymamak gerektiğini belirtmektedir. Hitler, ekonomik gerekçeleri reddetti ve Hermann Göring'e "Her zaman herkes, Rusya ile savaş tehdidine karşı ekonomik yönden kaygılarını öne sürüyor." demiştir. Bu andan itibaren bu tür konuşmalara kulaklarını kapayacaktı ve kararını vermişti. Bu tür görüşler bundan böyle General Georg Thomas'a iletildi. General, Sovyetler Birliği'nin işgal girişiminin getireceği ekonomik güçlükler hakkında bir rapor hazırlamaktaydı. Bu raporda ana fikir, Sovyetler Birliği tümüyle işgal edilmedikçe, harekâtın ekonomi üzerinde olumsuz etkileri olacağı şeklindeydi. Öte yandan Alman generallerden bazıları askeri nedenlerle de harekâta karşıydılar. OKH Başkomutanı Mareşel Walther von Brauchitsch, OKH (Alman Kara Kuvvetleri) Kurmay Başkanı General Halder ve Mareşel von Rundstedt'in de aralarında bulunduğu generaller, her şeyden önce Hitler'in ileri sürdüğü gibi, Sovyetler Birliği'in Almanya'ya saldırmaya kararlı olduğuna inanmıyorlardı. Böyle olsa bile savunmada kalmak, Rusya'ya saldırmaktan daha az riskliydi. Mareşal von Rundstedt, Hitler'e "Rusya'ya hücum ederken neleri göze aldığınızı tarttınız mı" diye sormuştu. Hitler'in kendine güveni, Batı Avrupa'da hızla ulaştığı başarılardan ve Kızıl Ordu'nun Finlandiya'ya karşı yürüttüğü Kış Savaşı'ndaki yetersizliğinden dolayı artmıştı. Doğu'da zaferin birkaç ay içinde kazanılacağına inanıyordu. Sovyetler Birliği'nin yıkımı olacak olan teslim olmanın çabuk gerçekleşeceğine inanılmaktaydı. Bu nedenle kış koşullarına göre hazırlık yapmaya gerek duyulmadı. Birliklerin kışlık giysileri yoktu ve taarruz başladığında uzun süreli bir sefer için hazırlık yapılmış değildi. Öyle ki Kara Kuvvetleri'ndeki eratı sadece % 20'si için kışlık giysi hazırlanmıştı. Bu kuvvet, savaş bitiminde işgal edilen topraklarda bırakılacak kuvvetti, harekata katılacak kuvvet değildi. Kışlık giysi konusuyla ancak Ağustos ayı sonlarından itibaren ilgilenilmeye başladı. Ancak General Guderian'a göre kışlık giysi konusundaki bu hazırlıksızlık sadece Kara Kuvvetleri'nin bir bölümünde söz konusuydu, Luftwaffe ve Waffen-SS birlikleri için bu yönde bir sorun yoktu. Göring, 1941 yılı Mart ayı başlarında, Sovyetler Birliği'nin istilasının hemen ardından izlenecek ekonomik düzene ilişkin bir dizi öneriyi, "Yeşil Dosya" adıyla ortaya koydu. İstila edilen topraklardaki yerli halkın büyük kesiminin açlıktan ölmesi sağlanacak, böylece Almanya için bol gıda maddesi elde edilmiş olacaktı. Ardından neredeyse insansız kalan bu topraklara Alman göçmenler seçkin bir sınıf olarak yerleşecekti. Nüremberg Duruşmaları'nda (1946) Sir Hertley Shawcross, Doğu Rusya için önceden oluşturulan yönetsel bölgelerden ayrıca çeşitli yeni bölgelerin planlandığını anlatmıştır. Nazi politikası Sovyetler Birliği'ni, "yaşam alanı" bakış tarzına bağlı olarak, geleceğin "aryan" kuşaklarını oluşturmak için siyasi olarak ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. "Biz kapıya sadece tekme atacağız, o çürük yapı kendiliğinden çökecektir." Kısa süre içinde işgal edilen Sovyet topraklarındaki Almanya'nın işine yarayabilecek tüm kaynakların (insan kaynakları dahil) sömürülmesi işini düzenleyecek yeni bir organizasyon Alfred Rosenberg yönetiminde "Doğu Toprakları Bakanlığı" (Reich Ministry for the Occupied Eastern Territories) adıyla oluşturuldu. İstila başlamadan kısa bir süre önce OKW, doğrudan doğruya ve tümen komutanlıklarına varıncaya kadar uzanan bir emir yayınlamıştı. "Komiser Emri" olarak bilinen bu emre göre sivillere ve savaş esirlerine karşı ciddi boyutta kötü muamele uygulayan personelin askeri mahkemeye verilmeyeceği, bir üst komutanının takdirine göre işlem yapılacağı bildirilmiştir. Bir ceza verilecekse bile bu ceza sadece disiplin cezası olabilecekti. Özellikle siyasi komiserler ele geçirildikleri yerde infaz edilecekti. Hitler, 5 Aralık 1940'da Sovyetler Birliği istilası ile ilgili harekât planlarını onayladı ve harekât tarihi
1941 yılı Mayıs ayı olarak belirlendi. İki hafta sonra 18 Aralık'da Hitler, Alman Yüksek Komutanlığı'na 21 Sayılı emrini verdi, harekâtın kapalı adı "Barbarossa Harekâtı" olacaktı. Emrin ilk cümlesi "Alman silahlı kuvvetleri, Sovyetler Birliği'nin hızlı bir şekilde dize getirilmesi için girişilecek bir harekâta hazır olmalıdır." şeklindedir. Harekâta verilen kapalı ad, 12. yüzyılda. III. Haçlı Seferi komutanı ve Kutsal Roma Germen İmparatoru Frederick Barbarossa'nın adından esinlenmiştir. Hitler'in 21 Sayılı Emri'nde ""Hazırlıkların 15 Mayıs 1941 tarihine kadar tamamlanmış olacağı"" belirtilmektedir. Bu ifade çoğu kez, harekâtın Mayıs ayı ortalarında başlayacağının öngörüldüğü şeklinde yorumlanmaktadır. Gerçekte 15 Mayıs, "hazırlıkların tamamlanma tarihi" idi. Emir'de harekâtın amacı, ""Rus Ordusunun Batı Rusya'da bulunan büyük kısmının … imha edilmesi, ve henüz savaşa sürülmemiş, savaşa hazır kuvvetlerin, Rusya'nın geniş topraklarına çekilmesinin önlenmesi"" olarak tanımlanmaktadır. Harekâtın ulaşacağı hat olarak da Volga Nehri'nden Arhangelsk'a kadar uzanan hat olarak gösterilmiştir. Metin, ana taarruz hatlarına ilişkin oldukça ayrıntılı planlamalara yer vermiştir.William Shirer, "Nazi İmparatorluğu" Sh: 1026 Harekât planının ana iskeleti oldukça yalındır, Merkez Ordular Grubu'nun mekanize-motorize unsurları cephe hattını yararak hızla Smolensk yönünde ilerleyecek, bu noktadan iki kola ayrılarak güneye ve kuzeye çark edecek, böylece Kızıl Ordu'nun esas kuvvetlerinin geri çekilmesine fırsat bırakmadan kuşatılarak imha edilecekti. Hitler ve kurmayları, Napolyon'un Rusya Seferi'nde uğradığı hezimeti incelemişlerdi. Rus orduları başkomutanı General Kutuzov, geride Fransızların yararlanabileceği hiçbir ikmal malzemesi bırakmadan ordularının büyük kısmını geri çekerek kuvvetlerini muharebede kaybetmemeyi başarmıştı. Moskova'ya giren Fransız ordusu, kış bastırırken özellikler erzaksızlıkla yüz yüze gelmişti. Napolyon, ordusunu bu şekilde kaybetmemek için geri çekilmek zorunda kalmıştı. Aynı durumu yaşamamak için Hitler, Kızıl Ordu'nun geri çekilmesine fırsat vermemesi gerektiğini düşünüyordu. Barbarossa Harekâtı, Leningrad yönünde kuzeye bir taarruz, sembolik önemi olan Moskova'nın ele geçirilmesi ve ekonomi stratejisi açısından önemli olan Ukrayna gerisindeki petrol sahalarının kontrolünün bir bileşimiydi. Hitler ve generalleri hangi konuların öncelikli olduğu konusunda anlaşamadılar. Oysa Almanya, akaryakıt konusuna ve önceliklerde bir uzlaşma kararına konsantre olmalıydı. Hitler kendini politik ve askeri yönden bir deha olarak düşündü. Hitler, 1940-1941 yıllarında Barbarossa Harekâtı'nın planlanması aşamasında generalleriyle birçok kez tartıştı ve emrini tekrarladı, "Önce Leningrad, ikinci olarak Donets Bölgesi, üçüncü olarak da Moskova." Hitler'in Moskova konusundaki tutumu zaman içinde değişiklik gösterdi ya da öyle görünmek istedi. Harekât planlarını onayladığı 5 Aralık 1941 tarihindeki toplantıda, Moskova'nın önemli olmadığını, esas olanın Sovyetler Birliği'nin yaşam gücünün yok edilmesi olduğunu ileri sürmüştür. Ancak 21 Sayılı Emrin yayınlandığı 18 Aralık 1941 tarihinde ise, kentin alınmasının, ""kesin bir iktisadi ve siyasi zafer olacağını""" belirtmişti. Hitler, uzun süredir istediği doğunun istilası konusunda artık acele ediyordu. Sovyetler Birliği yenilgiye uğratıldığında İngiltere'nin barış isteyeceğine inanıyordu. General Franz Halder günlüğüne, Sovyetler Birliği'nin yenilgiye uğratılmasıyla İngiltere'nin zafer umutlarını yitireceğini not etmiştir. Almanya'nın Fransa Seferi'nde olduğu gibi Doğu Seferi'nde de Alman generalleri arasında stratejiye ilişkin olarak görüş ayrılığı ortaya çıktı. Geleneksel stratejiye bağlı generaller, Sovyet ana kuvvetlerinin sınırın hemen gerisinde kuşatılıp üzerlerine çullanarak imha etmeyi, ancak bundan sonra Rusya içlerine ilerlemeyi öneriyorlardı. Bu kuşatmalar ve muharebeler sırasında panzer gruplarıyla piyade kolordularının eşgüdüm içinde operasyonlara katılmasını gerekli görüyorlardı. Onlara göre Kızıl Ordu'nun büyük kısmını bu şekilde imha etmeden Rusya içlerine ilerlemek, göze alınmaması gereken riskler getirecekti. Sözcülüğünü büyük ölçüde General Guderian'ın yaptığı, General Hoth'un ve birçok zırhlı birlik komutanının da katıldığı görüş ise, panzer gruplarının Moskova yönünde olabildiğince derinliğe ilerlemesi, Kızıl Ordu birliklerinin kuşatılıp imha edilmesi operasyonlarının geriden gelen piyade kolordularına bırakılması görüşün savundular. General Guderian, panzer gruplarının en azından Dinyeper hattına kadar ilerlemesini istiyordu. Hitler, geleneksel strateji görüşünü benimsedi. Yine de Kızıl Ordu kuvvetlerinin Dinyeper batısında imha edilmesi hedeflendi. Bu amaçla piyade kolorduları daha kısa erimli, panzer grupları ise daha derin erimli kuşatma operasyonları icra edecekti. Bu şekilde iki strateji bir bakıma bütünleşmiş oldu. Doğu Seferi için tahsis edilen Wehrmacht kuvvetleri üç "ordular grubu" olarak tertiplendi. Wehrmacht birliklerinin yanı sıra Doğu Seferi'ne Mareşal Mannerheim komutasında 18 Fin tümeni, Mareşal Ion Antonescu komutasında 12 Romen tümeni, 3 Macar tugayı, 2 Slovakya tümeni, daha sonra harekâta katılacak olan 3 İtalyan tümeni, 1 İspanyol tümeni ve gönüllü birlikler katılacaktır. Kuzey Ordular Grubu'na verilen görevler, Baltık Devletleri üzerinden Leningrad'a yürünecek, Ladoga Gölü civarı ve Petsamo nikel madenlari ele geçirilecek, Murmansk demiryolu hattı kesilecek, Kuzey Denizi'ndeki buz tutmayan Sovyet limanları kontrol altına alınacaktır. Güney Ordular Grubu'nun operatif hedefleri Dinyeper Nehri batısındaki Kızıl Ordu kuvvetlerinin kuşatılarak imha edilmesi, Ukrayna üzerinden Kiev'e ilerlemek ve Sovyet sanayi üretiminin % 60'ının toplandığı Donets Havzası'nı ele geçirmektir. Merkez Ordular Grubu ise Brest-Litovsk'taki Sovyet müstahkem mevzilerini yarmak, Roslavl - Elnya - Smolensk genel istikametinde taarruzu geliştirmek, Kızıl Ordu'nun bu kesimde yeniden tertiplenmesini önlemekti. Harekâta başlama tarihi için, hazırlıkların tamamlanmış olacağı 15 Mayıs'tan itibaren karar verilecekti. Lakin Hitler, Yugoslavya'da Alman muhalifi askeri darbeye ve İtalya'nın Arnavutluk'u işgali karşısında Yunan ordularının ilerleyişine müdahale etme kararıyla Balkan Seferi'ne girişilmiş ve Barbarossa Harekâtı ertelenmişti. Hemen hemen tüm tarihçiler ve pek çok asker, bu erteleme kararının Barbarossa Harekâtı'nın başarısız olmasına yol açtığı görüşündedirler. Ancak bu neden, nedenlerden sadece biriydi. Diğeri ise 1941 yılında Rusya'da ilkbaharın uzun sürmesiydi. Haziran ayında da devam eden yağışlar, ülkenin batısında ana ulaşıma konu olan yolları ağır araçlar için geçilmesi olanaksız hale getirmişti. General Halder de iklim koşullarının 22 Haziran'dan önce elverişli olmadığını belirtmektedir. Almanlar, Balkan Cephesi'nde savaşın bitmesinden bile önce birliklerini kitleler halinde Sovyet sınırında toplamaya başlamışlardı. Romanya - Sovyetler Birliği sınırına 1941 yılı Şubat ayının ilk üç haftasında 680 bin kişilik kuvvet yığılmıştır. Sovyetler Birliği'ne taarruz için 3,5 milyon Alman askeri, 1 milyon müttefiklerin askeri Sovyet sınırına toplanmıştır. Sovyet toprakları üzerinde birçok hava keşif görevleri başlatıldı ve sınır boylarına muazzam miktarda malzeme yığıldı. Bu gelişmeler Sovyet yönetimini gafil avlamıştır. Bunun nedeni büyük ölçüde Stalin'in, Molotov-Ribbentrop Paktı'ndan sonraki iki yıl içinde Almanya'nın Rusya'ya saldırmayacağını düşünüyor olmasıydı. Diğer yandan Almanya'nın İngiltere ile olan mücadelesinin sonuca erdirmeden ikinci bir cephe açmayacağına inanıyordu. Sadece Stalin değil, neredeyse tüm Sovyet generalleri de bu konuda emindiler, hatta Alman generalleri de. General Guderian anılarında, Doğu'da bir cephe açılacağını öğrendiğinde "düş kırıklığına" uğradığını yazmaktadır. Casus Richard Sorge, Alman taarruzunun kesin tarihini Stalin'e iletti. Arne Beurling liderliğindeki İsveçli cryptanaistler de taarruz tarihine ulaştılar. Fakat Sorge ve diğer istihbarat unsurları, (Berlin Polis Departmanından da gelen bilgilerle) farklı taarruz tarihleri bildirmişlerdir. Öte yandan İngiliz istihbaratının ULTRA üzerinden elde ettiğin bilgi de Sovyetler Birliği'nin istilasının başlangıç tarihini, birkaç ay öncesinden 22 Haziran 1941 olarak bildirmiştir. İngiltere'nin istilası için hazırlanan iki Alman harekâtı da, Sovyet sınırındaki yığınakla ilgili yanıltıcı bilgi olarak kullanıldı. Denizaslanı Harekâtı ve Hailisch Harekâtı. Norveç'te ve Manş Kanalı sahillerinde sahte hazırlıklar yapıldı. Tüm bunlar, gemilerin toplanması, hava unsurlarının keşif uçuşları tatbikatlarla destekleniyordu. Bu sahte istila planlarının bazı ayrıntıları bilerek sızdırıldı. Hitler ve generalleri, üç ayrı ordu grubuyla Sovyetler Birliği'nin belirli bazı kent ve bölgelerinin istila edilmesi şeklindeki strateji üzerinde anlaşmışlardı. Esas Alman darbesi, tarihsel istila hattı üzerinde, Napolyon'un Moskova yaklaşımı üzerinde yapılacaktı. Kuzey Ordular Grubu, Baltık Devletleri üzerinden Rusya'nın kuzey kesimine ilerleyerek Leningrad'ı (eski ve bugünkü adı St. Petersburg) düşürecektir. Merkez Ordular Grubu Smolensk'e ilerleyecek ve batı Rusya'nın merkez kesiminden Moskova üzerine yürüyecektir. Güney Ordular Grubu, yoğun nüfuslu ve tarımsal potansiyeli yüksek Ukrayna'ya saldıracak, doğu yönünde ilerlemeyi sürdürmeden önce Kiev'i alacak, doğu yönünde devam ederek güney Rusya'nın bozkırlarına ve zengin petrol yatakları olan Kafkasya'ya yönelecektir. Hitler, OKW ve çeşitli komutanlıklar, ana hedefler konusunda aynı fikirde değillerdir. Barbarossa Harekâtı'nın hazırlıkları sırasında OKW'nin geneli, doğrudan Moskova'ya yüklenilmesini savunuyordu. Fakat Hitler, kuvvetleri Sovyet başkenti civarında toplamadan önce Ukrayna'nın ve Baltık ülkelerinin zengin kaynaklarını ele geçirmek yönündeki fikrinde ısrar etmiştir. İlk gecikme, harekâtın başlangıç tarihinin Mayıs ortalarından 1941 Haziran'ına ertelenmesinde yaşandı. Bu gecikme, Rusya'da o yılki çamur mevsiminin erken başlamış olm
ası nedeniyle, bir bakıma gerekliydi de. Nitekim General Guderina, çok yağışlı bir mayıs ayı yaşandığını, yaptığı keşif gezilerinde Bug Nehri ve kollarının Mayıs ayı sonlarında dahi taşkın durumunda olduğunu gözlemlediğini belirtmektedir. Ancak stratejik hedefler üzerinde Hitler ve OKW arasında görüş birliği oluşmadığı için birçok kez zaman kaybedildi. Sovyet askeri istihbaratı özellikle Almanya'da oldukça yaygın ve etkili bir haber alma ağı oluşturmuştu. Bunun sonucu olarak Barbarossa Harekâtı ile ilgili gelişmeleri de izleyebilmiştir. Sovyetler Birliği mareşali Andrey Greçko bir yazısında, Barbarossa Harekâtı'na ilişkin planın son şeklinden, Hitler tarafından onaylanmasından 11 gün sonra yan, 26 Aralık 1940 tarihinde haberdar olduklarını belirtmektedir. GRU başkanı General Filipp Golikov, Stalin'e Aralık ayında Hitler'in Sovyetler Birliği'ne saldırmaya karar verdiğini bu belge ve diğer bulgulara dayanarak bildirmişti. Stalin, her belgenin sahtesinin yapılabileceğini ileri sürerek belgeye inanmayı reddetti. General Golikov'dan, Hitler'in blöf yapmadığını, gerçekten Doğu'da bir savaşa hazırlanıyor olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde saptayabilmek için bir istihbarat sistemi geliştirmesini istedi. General Golikov'un düzenlemeleri gerçekten son derece ince ayrıntılara iniyordu. Öncelikle Avrupa'daki koyunları izlediler. Kilit noktalara yerleştirilen ajanlarla Avrupa'daki koyun mevcudu, yetiştirilmesi ve kesimiyle ilgili düzenli bilgi topladılar, koyun eti fiyatlarındaki hareketleri izlediler. Bu çalışmalarla Avrupa'da koyun kesimi konusunda olağandan farklı bir gelişme olup olmadığını görmeyi amaçladılar. Et fiyatları hızla düşerse, kesim miktarı artıyor demektir. Kesimlerdeki artış sadece et arzını değil, aynı zamanda koyun postu arzını da arttıracaktır. Bu da, Alman Ordusu'nun kışlık giyim için büyük çaplı bir hazırlık yaptığını gösterecektir. Öte yandan silahların yağlanmasında kullanılan ve normalde yakılan ya da gömülen bezler Sovyet ajanlarınca gizlice toplandı ve çeşitli yollarla Sovyetler Birliği'ne gönderildi. Bu bezlerdeki yağın analiziyle, daha soğuk iklim için gerekli yağın kullanıma geçilip geçilmediği inceleniyordu. Ayrıca Almanya'da yaygın kullanılan, (soğuk hava koşullarında donan) akaryakıt örnekleri de ele geçirildi. General Golikov, Hitler'in Rusya'ya saldırmaya karar verdiğinde Kara Ordusu'nun (Heer) kışlık giysi, yağ ve akaryakıt ihtiyacını karşılamak zorunda olacağını hesaplamıştı. Ancak Hitler, Ordu'yu Rusya'ya, kış şartlarına hazırlamadan taarruza geçti, kış bastırmadan Kızıl Ordu'nun büyük kısmının imha edileceğini ve böylece askeri gücünü yitirerek savunmasız kalan Sovyet yönetiminin çökeceğini öngörüyordu. Sonuçta 21 Haziran 1941 günü yapılan Politbüro toplantısında GRU, Almanya'nın Doğu'da bir savaş için hiçbir hazırlığı olmadığını rapor etti. Aslında, Alman kuvvetlerinin doğu sınırlarında büyük bir asker, silah ve malzeme yığınağı yaptığını, Alman tümenlerinin çok büyük bir kısmının numaralarını, komutanlarını ve konuşlanma bölgelerini biliyorlardı. Ancak bu bilgiler, savaşa hazırlık olarak değerlendirildi. Sovyetler Birliği'nde Aralık ayında generalleriyle bir konuşmasında Stalin, Mein Kampf'ta Hitler'in yazdıklarına değinerek Almanya'nın ülkesine saldıracağını, bu saldırıyı püskürtmeye her an hazır olmaları gerektiğini, Hitler'in Sovyetler Birliği'nin hazır olabilmesi için dört yıla ihtiyacının olduğunu düşündüğünü belirtmiştir. Bu nedenle "Çok daha önce hazır olmalıyız." ve "Savaşı iki yıl daha geciktirmeye çalışacağız." demiştir. Stalin, kendi istihbarat servislerinin, Almanya'nın saldırmaya hazırlandığı yönündeki pek çok uyarısını dikkate almadı. Diğer yandan İngiliz istihbaratından gelen bu yöndeki bilgileri de, Almanya ile Sovyetler Birliği arasında bir savaş çıkarma girişimi olarak gördü. İngiliz BBC televizyonunca hazırlanan belgesel dizi Battlefield'e göre, Hitler Stalin'e Reich'in doğu sınırlarında toplanan birliklerin Batı'dan gelecek bir saldırıdan korunmak amacıyla, uzaklaştırmak için bu bölgede toplandığını anlatmıştır. Bununla birlikte 13 Haziran günü Sovyetler Birliği Londra Büyük Elçisi İ. M. Mayski, İngiliz Dışişleri Bakanı A. Eden'la bir görüşme yapmıştır. Bu görüşmede, yakın gelecekte Sovyetler ile Almanya arasında bir savaş patlak verirse İngiltere'nin Sovyet askeri gücüne nasıl destek olabileceği görüşülmüştü. Üzerinde tartışılan konular İngiliz Hava Kuvvetleri'nin doğrudan operasyonlar düzenlemesi, askeri malzeme satışı ve iki ülkenin savaş gücü ve etkinlikleri arasında eşgüdüm sağlanmasıdır. Bu görüşme, Amerika ve İngiltere ile Sovyetler Birliği arasında gelişecek işbirliğinin bir bakıma ilk adımlarından biri olarak tarihe geçmiştir. Stalin ve bazı üst rütbeli Sovyet subayları, Hitler'in ne pahasına olursa olsun iki cepheli bir savaştan kaçınacağını düşünüyorlardı. I. Dünya Savaşı'nda Almanya bu hataya düşmüş ve sonuç bir hezimet olmuştu. Dolayısıyla Almanya'nın Batı'da, İngiltere ile hâlen çatışma halindeyken Sovyetler Birliği'ne saldırmayacağını hesaplıyorlardı. Öte yandan Churchill açısından başarı vadeden tek devam yolunun, Amerika'nın daha etkin olarak savaşa çekilerek Almanya'ya batıda bir cephe açılması ile, Sovyetler Birliği'nin savaşa katılarak Almanya'ya doğuda bir cephe açması, kısacası Almanya'nın iki cepheli bir savaş içine düşürülmesiydi. Kuşkusuz Stalin, bunu görebiliyordu. Yine de Sovyetler Birliği, Almanya ile olası bir savaş için hazırlanıyordu. Baltık Ülkeleri, Polonya'nın yarısı ve Besarabya ile Kuzey Bukovina'nın Sovyet topraklarına katılmasıyla Stalin Hattı, esasen Sovyetler Birliği'nin Batı'daki en önemli savunma hattı olmasına karşın artık sınırın çok gerisinde kalmıştı. Onun yerine yeni oluşan batı sınırları boyunca, Molotov Hattı adı verilen yeni bir savunma hattı inşaasına başlanmıştı. Ancak bu savunma hattı inşaası hem oldukça yavaş ilerledi, hem de sınıra bazı kesimlerde oldukça yakın ve gizleme önlemleri alınmadan inşa edilmekteydi. Bu mevziler Alman tarafından rahatlıkla gözlemlendi, ateş noktalarının konumları ve yönelimleri, kısacası ateş sistemi çözümlenebildi. Sonuçta 22 Haziran sabahı, Dahası, bu koruganların büyük bir bölümü Alman topçusu tarafından kısa sürede bastırıldı. Alman genel taarruzunun başladığı tarihte Molotov Savunma Hattı henüz tamamlanmamış bir haldeydi. Stalin, 5 Mayıs 1941 tarihinde Moskova'da askeri akademi mezunlarına yaptığı bir konuşmada, "Almanya ile savaş kaçınılmazdır" demiştir. "Yoldaş Molotov, savaşı iki ya da üç ay ertelemeyi başarabilirse bu bizim için iyi bir şans olur. Fakat siz, birliklerimizin savaşma azmini arttıracak önlemler almayı başarmalısınız." . Aynı tarihte Sovyet Genel Kurmay Başkanlığı makamında olan General Jukov da, en olası düşmanın Almanya olduğunu belirten bir genel direktifi tüm askeri karargahlara göndermişti. Sovyet askeri üst yönetimince, batıda, Almanya ile sınırı olan beş askeri bölgeye bağlı tüm kuvvetler ve Sovyet Donanmasının üç filosu, "Birinci stratejik kademe"yi oluşturmaktadır. Bu tümenler toplamda 170 tank, mekanize, süvari ve piyade tümenidir. Tümenlerin 56'sı batı sınırına oldukça yakın konuşlanmıştı. Geriye kalan 114 tümen ise daha geride bulunmaktaydı. Ancak 13 Haziran 1941 tarihinde, bu birliklerin de sınıra daha yakın konumlara kaydırılması için emir verildi. Diğer askeri bölgelerdeki birliklere de, batı yönünde harekete geçme emri aynı gün verildi. Bu birlik komutanlarına yeni konuşlanacakları yerler hakkında başlangıçta bilgi verilmedi. Örneğin Ural Askeri Bölgesi'ndeki tüm kuvvetler, Batı'ya kaydırılmıştır. Hitler'in ve OKW'nin görüşünün tersine Sovyetler Birliği hiç de güçsüz değildi. Sovyet ekonomisinin 1930'lu yıllardaki hızlı endüstrileşmesi, endüstriyel üretimde ABD'nin ardından ikinci sıraya ulaşmasını sağlamıştı. Bu endüstriyel üretim düzeyi, Almanya'nınkine eşitti. Savaş endüstrisi giderek büyüdü ve savaş öncesi yıllarda ekonomi düzenli olarak savaş endüstrisine yönlendirildi. 1930'lu yılların başlarında Kızıl Ordu'nun son derece gelişkin bir askeri harekât kuramı geliştirilmişti ve 1936'da sahra yönetmelikleriyle uygulanmaya başlandı. Taylor ve Proektor'a göre batı bölgelerdeki Sovyet kuvvetleri, Alman ve müttefiklerinin 4,5 milyonluk kuvvetlerine göre 2,6 milyonla zayıf kalmıştır. Sovyetler Birliği'nin silâhaltındaki kuvvetlerinin toplam sayısı 5 milyondur. Bu kuvvetlerin 2,6 milyonu ülkenin batısında, 1,8 milyonu doğusunda, kalan kısım ise değişik yerlerde konuşlanmış ya da eğitimdedir. Bu rakamlar birinci stratejik kademedeki kuvvetlere ilişkin rakamlardır ve daha dar kadrolu olan ikinci stratejik kademedeki kuvvetleri içermemektedir. Suvorov, İkinci stratejik kademeyi oluşturan birliklerin 77 tümenlik bir kuvvet olduğunu yazmaktadır. İkinci kademe kuvvetler, 13 Haziran'da aldıkları emirler üzerine ülkenin batı kesimlerine sevk edilmeye başlanmıştı ve Alman taarruzu başladığında hâlen ileri hatları takviye etmek için ilerlemekteydiler. Cephe hattının bu birliklerce takviyesi, 10 Temmuz'da tamamlanmış olacaktı. Toplam Alman ve müttefik kuvvetleri, genel bir rakamdır. Alman birlikleri olarak 3,3 milyon asker harekâta katılmıştır, ama bunların bir kısmı, ilk harekâta ihtiyat birlikleri olduğu için katılmamışlardı. Bu arada 600 bin kadar bir kuvvet, Almanya'nın müttefikleri tarafından sağlanmıştır ama, çok daha sonra harekâtlara katıldılar. Bu durumda Barbarossa Harekâtı'nda kullanılabilir toplam Mihver kuvvetleri 3,9 milyonun üzerindedir. Taarruzun başladığı 22 Haziran'da Alman kuvvetleri, 29'u zırhlı tümen olmak üzere 98 tümenle cephe boyunca bir üstünlük kurmuşlardı. Birliklerin yüzde doksanı motorize kuvvetlerdi ve Baltık Denizi'nden Karpatlar'a kadar uzanan 1.200 km.lik bir cephe hattından taarruz ettiler. Bu genel taarruzun karşısında NKVD sınır birlikleri ve Sovyet 1. kademe tümenleri yer almıştır. İlk stratejik kademe birlikleri, cephenin hemen gerisinde batı Özel Askeri Bölgesi'nin konuşlanmıştı. Bu ileri kademe birliklerinin, stratejik ikinci kademeyi oluşturan birlikler bölgelerine yerleşmesi tamamlandığında, yani
yaklaşık iki hafta sonra taarruz etmesi planlanıyordu. Bu birliklerin % 41'i sınıra yakın biçimde 200 km.lik bir şeritte konuşlanmışlardı ve yine Kızıl Ordu emri gereği bu bölgeye yakın kesimlere akaryakıt, malzeme ve demiryolu vagonları toplandı. Ayrıca savaş devam ederken seferberlikte Kızıl Ordu giderek güç kazandı. Bununla birlikte 1941 yılı boyunca süren çatışmalarda Mihver kuvvetlerinin insan gücü yönünden hafif bir sayısal üstünlüğü korunmuştur. Mikhail Meltyuhov'a göre savaşın başlangıcında Kızıl Ordu toplam personeli 5.774.211'dir. Bu rakamın 4.605.321'i kara kuvvetleri, 475.656'sı hava kuvvetleri, 353.752'si donanma, 167.582'si sınır muhafızları ve 171.900'ü de NKVD birimleri personelidir. Ancak bazı önemli silah sistemlerinde Sovyet sayısal üstünlüğü belirgindir. Örneğin tanklarda Kızıl Ordu'nun büyük bir sayısal üstünlüğü vardır. Bu tarihte Kızıl Ordu'da, 12.782'si batıdaki beş askeri bölgede olmak üzere 23.106 tank vardır. Harekâta katılan Alman zırhlı birliklerindeki toplam tank sayısı ise 3.200 kadardır. Öte yandan yeni kurulan Alman tümenlerindeki araçların çoğu Fransa Seferi'nde ele geçirilen Fransız araçlarıdır ve Doğu'da yapılacak bir harekât için yetersiz nitelikteydi. Batıdaki bu beş askeri bölgeden üçü, Mihver taarruz kuvvetlerin karşısında bulunmaktadır. Ancak genel ikmal, bakım ve teyakkuz durumu oldukça zayıftır. Mühimmat ve telsizler yetersizdi. Birçok birlik, esas mühimmat ve akaryakıt stoklarının ötesinde gerekecek bütünleme ikmalini sağlamak için yeterli nakil aracına sahip değildi. Aslında 1938'den itibaren Sovyet üst yönetimi zırhlı araçları kısmen, piyade destek silahı olarak kullanmak üzere piyade tümenlerine dağıtmışlardı. Ancak Kış Savaş deneyimlerinden sonra ve Alman silahlı kuvvetlerinin Fransa Seferi'ne dayanan gözlemlerle, Alman zırhlı birlik kavramını geliştirerek kendi silahlı kuvvetlerine uyguladılar ve büyük zırhlı tümenler ve kolordular bünyesinde çok sayıda zırhlı araç toplamaya başladılar. Bu yeniden yapılandırma Barbarossa Harekâtı şafağında kısmen tamamlanmıştı. Ayrıca mekanize kolordulara, yapısal güçlerine uygun olarak verilebilir yeterli tankları yoktu. Wehrmacht'ın toplam 5.200 tankı vardır ve bunların 3.350 adeti Barbarossa Harekâtı Doğu Cephesi'ne tahsis edilmiştir. Bu durum Kızıl Ordu'nun tank mevcudunda 1'e 4 düzeyinde bir üstünlüğü olduğunu göstermektedir. En iyi Sovyet tankları olan T-34'ler dünyanın en modern tankları, KV serisi ise en iyi zırhlı savaş aracıdır. En gelişkin Sovyet tank modelleri T-34 ve KV-1, savaşın başlarında yeterli sayıda mevcut değildi, Kızıl Ordu zırhlı toplamının ancak % 7,2'si kadardı. Fakat bu 1.861 modern tank, 1.404 Alman orta sınıf tankları olan Panzer III ve Panzer IV'den teknik olarak daha üstündür. Yine de Kızıl Ordu'nun böylesi etkili silahların kullanımında, eğitim ve deneyim eksiklikleri yanında, tanklarda telsiz de yoktu. Ağır silahlardaki Sovyet sayısal üstünlüğü, Alman birliklerinin çok daha iyi durumdaki savaş etkinliği ve eğitim düzeyleriyle telafi edildi. Sovyet kolordu komutanları ve diğer üst rütbeli subaylardan çoğu, 1936-1938 yıllarında Stalin'in uyguladığı Büyük Temizlik ile ordudan uzaklaştırılmıştı. Tutuklanan 90 generalden sadece altısı, 180 tümen komutanından 36'sı ve 57 kolordu komutanından 7'si hayatta kalmayı başarabilmişti. Toplam olarak yaklaşık 30 bin Kızıl Ordu personeli idam edildi. Bundan daha fazlası ise Sibirya'ya sürülerek yerlerine "politik olarak güvenilir" subaylar getirildi. Beş mareşalden üçü ile kolordu ve tümen komutanlarının üçte ikisi vuruldu. Bu durum daha genç daha az deneyimli subayların büyük birlik komuta kademesine gelmesi gibi bir sonuç doğurdu. Örneğin 1941 yılında subayların % 75'i, bir yıldan az bir süredir bulundukları yerdeydi. Ortalama bir Sovyet kolordu komutanı, ortalama bir Alman tümen komutanından 12 yaş daha gençti. Bu subaylar inisiyatif almada çok isteksizdiler ve görevleriyle ilgili olarak yeterli eğitimi almış değillerdi. Uçak sayısında da Sovyet üstünlüğü vardır. Ancak Sovyet uçakları çoğunlukla eski model uçaklardı. Ayrıca Sovyet topçusu, çağdaş ateş kontrol tekniklerinden yoksundu. Harekâtın daha ilk günlerinde Sovyet hava unsurlarının, yerdeyken yayılmak yerine yakın konumda düzgün sıralar halinde bulunması, Luftwaffe pilotları için onları kolay hedefler durumuna düşürdü. Dahası harekât öncesinde Sovyet hava sahası üzerinde Luftwaffe'nin yüzlerce keşif uçuşu gerçekleştirmesine karşın, Sovyet Hava Kuvvetleri Alman keşif uçaklarının düşürülmesini yasaklamıştı. Doğu Cephesi'ndeki savaşın ilk evresinde Sovyet savaş gücü, çağdaş uçaklarının yetersizliği yüzünden ciddi biçimde sınırlandı. Sovyet avcı filolarında çok sayıda çift kanatlı Polikarpov I-15 ve Polikarpov I-16 gibi eski model uçaklardan bulunmaktaydı. Sovyet Hava Kuvvetleri'nin başarılı avcı modellerinden MiG-3, LaGG-3 ve YaK-1 gibi modeller ya 1941 henüz üretimine başlanmış ya da bir yıldan az süredir üretilmekteydiler. Fakat bu uçaklar da Eylül 1941'den itibaren harekâtlara katılmaya başladıklarında, Messerschmitt Bf 109 ya da daha sonraki model Fw 190 model Alman avcı uçakları yanında zayıftılar. Birkaç modelde telsiz vardı, fakat şifresiz kullanıldığı için yeterince işe yaraması sağlanamadı. Sovyet Hava Kuvvetleri'nin Finlandiya ile çatıştığı Kış Savaşı'nda ortaya koyduğu zayıf performans, Luftwaffe'nin özgüvenini arttırmıştı ve sonuçta Sovyet hava sahasına hakim olabildiler. Öte yandan Sovyet Hava Kuvvetleri'nde 1942 ya da daha sonra beklenen bir Alman genel taarruzu için standart uçuş eğitimleri hızlandırılmıştı. Fakat Sovyet pilot eğitimleri fazlasıyla yetersizdi. Sovyet Savunma Komiserliği'nin 22 Aralık 1940 tarih ve 0362 sayılı emriyle uçuş eğitimleri hızlandırıldı ve kısaltıldı. Sovyet Hava Kuvvetlerinin 22 Haziran 1941'de kullanıma hazır durumda 201 MiG-3 ve 37 MiG-1 uçağı vardı. Lakin sadece dört pilot bu uçakları kullanabilecek eğitimi almış durumdadır. Kızıl Ordu birlikleri bir genel taarruzu karşılamak yönünden hazırlıksız ve dağınıktılar. Herhangi bir çatışma bölgesine sevk edilmelerini kolaylaştıracak ve hızlandıracak nakliye araçları da yeterli sayıda değildi. Kızıl Ordu'nun elinde çok sayıda ve etkili toplar olmasına karşın bazı bataryalarda hiç mühimmat bulunmamaktaydı. Topçu unsurlarının çoğunda topları taşımak için gerekli araçlar yoktu. Tank birlikleri ender olarak iyi teçhizatlanmıştı ve eğitim eksikliğinin yanı sıra lojistik destekleri de yeterli değildi. Genel ikmal ve bakım standartları çok zayıftı. Birlikler, mühimmat bütünleme ikmali, yedek akaryakıt stoku, değiştirme ve ikmal personeli olmaksızın muharebeye sokuldu. Çoğu kez birlikler tek bir çatışmada imha oldular ya da muharebe edemez duruma geldiler. Ordu, büyük zırhlı kolordular içinde tank birliklerinin yeniden düzenlemesi sürecindeydi ve ayrıca dağınık durumdaydı. Kısacası Kızıl Ordu 1941 ortalarında kâğıt üzerinde Alman Ordusu'na en azından eşit güçte görünmekteydi. Ancak gerçek çok daha farkıydı, yetersiz subay kadrosu, kısmi malzeme eksikliği, ikmal ve bütünleme işlerinde yetersiz nakliye araçları ve zayıf eğitim, Kızıl Ordu için ciddi dezavantajlar getirmiştir. Hitler'in Barbarossa Harekâtı için gayrı resmi olarak onay vermesinden sadece bir hafta sonra İngiliz istihbaratı Ağustos 1940'da, Sovyetler Birliği'ne genel bir taarruzla ilgili Alman planları hakkında bazı ipuçlarına ulaşmıştı. Stalin doğal olarak İngiltere'den gelen bu bilgiye güvenmedi, Sovyetler Birliği'ni savaşa çekmek için tezgahlanan bir aldatma, bir oyun olduğunu düşündü. Stalin'in kendi istihbarat örgütü de, Amerikan istihbaratı da 1941'in bahar aylarında yakın bir Alman genel taarruzu hakkında uyarılar vermiştir. Ancak Stalin bu uyarıları da dikkate almadı. Bir taarruz olasılığını genel anlamda kabul etmekle ve ciddi biçimde hazırlıklar yürütmekle birlikte Hitler'in kışkırtmasına kapılmamaya karar verdi. Ayrıca iki yıl önce imzalanmış olan ve pek de gerçekçi temellere dayanmayan Molotov-Ribbentrop Saldırmazlık Antlaşması'na pek güveni yoktu. Esas olarak da İngiltere'nin Sovyetler Birliği ile Almanya arasında bir savaşı tetiklemek için bu tür söylentileri yaymaya çalıştığına inandı. Sonuç olarak Kızıl Ordu sınır birlikleri hiçbir zaman teyakkuz duruma getirilmedi. Hatta bazı durumlarda (10 Nisan'da kısmi bir teyakkuz durumu uygulamaya konulduysa da) taarruza ateşle karşılık vermek için yetki gerekmekteydi. Dolayısıyla Alman taarruzu başladığında bu birlikler tamamen hazırlıksız durumdaydılar. Alman kuvvetleri taarruza geçtiklerinde muazzam bir Sovyet askeri gücü batı sınırlarında toplanmış bulunmaktaydı. Ancak bu kuvvetler, Kızıl Ordu'daki taktik doktrin değişikliği sonucu oldukça savunmasız bir duruma gelmişlerdi. General Dimitri Pavlov'un teşvikiyle 1938'de diğer uluslarla birlikte hat savunması düzeni benimsendi. Bu savunma düzeninde birlikler, derinliği çok az olan bir hat boyunca yayılır ve ihtiyat bulundurulmaz. Kadroya dahil bir tank unsuruyla takviye edilmiş piyade tümenleri, yoğun müstahkem kuşakları oluşturmak üzere mevzi alacak, koruganlara gömülecektir. Daha sonra Fransa Seferi'nin şaşırtıcı sonucu ortaya çıktı. Fransız Ordusu, dünyanın en güçlü ordularından biri sayılmasına karşın altı hafta içinde yenilgiye uğramıştı. Bu konuyla ilgili Sovyet analizi eksik bilgilere dayanıyordu ve Fransa'nın çöküşü, hat savunmasına dayanılması ve zırhlı ihtiyatların eksikliğiyle açıklandı. Sovyet askeri bölgesi bu hatadan kaçınmak kararındadır. Çözüm olarak bundan böyle piyade tümenleri ağır tahkimli savunma hatlarına gömülmek yerine büyük teşkiller haline getirilecekti. Eldeki tankların çoğu da, her birinde standart olarak 1.031'den fazla tankın olduğu 29 mekanize kolordu şeklinde düzenlendi. Almanlar saldırdığında zırhlı öncü kuvvetler, Alman mekanize kolordularını vuracak ve imha edecekti. Daha sonra piyade ordularıyla birlikte, yaklaşma yürüyüşündeki savunmasız Alman piyade birliklerini yenilgiye uğratacaktı. Ukrayna'daki Sovyet sol kanadı stratejik kuşatma kuvveti olarak güçlüce takviye edilmişti ve Alman Güney Ordular Grubu'nu sav
aş dışı bıraktıktan sonra Polonya içlerine doğru geniş bir yay çizerek bu kesimdeki birlikleri temizleyecek ve Alman Merkez Ordular Grubu'nun gerisini çevirecekti. Kızıl Ordu, kuşatılan Alman ordularının imhasının ardından Avrupa içlerine yönelen taarruzlara başlayacaktı. Sovyetler Birliği'ne Alman genel taarruzundan hemen sonra Hitler, Kızıl Ordu'nun Avrupa'ya saldırmak için geniş çaplı hazırlıklar yapmakta olduğu savını ileri sürmüştür. Böylelikle Alman saldırısını, önleyici bir savaş olarak haklı çıkarmak istemiştir. Savaştan sonra da bu görüş, Wilhelm Keitel gibi bazı Wehrmacht liderleri tarafından da ileri sürülmüştür. Bu tez, 1980'li yıllarda, bazı olayların dolaylı olarak incelenmesi ve kanıt olarak ele alınmasıyla yeniden kurgulanmıştır. Bu analiz, Mareşal Jukov tarafından önerilen ve Mareşal Vasilevski ve Mareşal Vatutin tarafından uygulamaya konulan ve tatbikat görünümü altında gizli bir seferberlikle Kızıl Ordu birliklerinin batı sınırlarına yığıldığı sonucuna varmaktadır. Kabul edilen operatif hedefler, Almanya'yı müttefiki olduğu ülkelerden, özellikle de Romanya'dan tecrit etmeyi öngörmekteydi. Romanya, sahip olduğu petrol rezervleri dolayısıyla, Almanya'nın savaşı sürdürebilmek için yaşamsal derecede ihtiyaç duyduğu bir kaynak ülke konumundadır. Viktor Suvorov'a göre (Vladimir Rezun) Stalin, Hitler'i Batı'ya karşı bir araç olarak kullandı. Suvorov, Hitler'in buradaki rolünü "buzkıran" olarak tanımlamaktadır. Stalin'in düşüncesine göre Hitler'in Avrupa'ya yönelik saldırgan planları, kendi planına zemin sağlayacaktı. Kapitalist ülkeler kendi aralarındaki çatışmalarda yeterince yıprandığında Sovyetler Birliği Avrupa'ya saldıracaktı. Bu sonuca ulaşmak için Adolf Hitler'e önemli politik destek ve malzeme sağlandı. Bu arada Kızıl Ordu, Alman işgali altındaki tüm Avrupa'yı "özgürleştirmek" için hazırlanıyordu. Suvorov da Hitler gibi, Alman Barbarossa Harekâtı'nın 1941 yılında Sovyet birliklerinin sınırda toplanmasından yararlanan bir önleyici saldırı olduğunu öne sürmektedir. Mihail Meltyuhov gibi bazı kesimler de Suvorov'un, Sovyetler Birliği'nin bir taarruz için hazırlanmakta olduğu tezine karşı çıkmaktadır. Onlara göre her iki taraf da saldırı için hazırlanmaktaydı ama bu, karşı tarafın hazırlıklarına bir tepki olmaktan tümüyle bağımsızdı. Her ne kadar bu savlar bazı tarihçiler tarafından desteklenmişse ve bazı ülkelerde kamuoyunun da ilgisini çekmişse de, genel olarak Batılı tarihçiler tarafından genel kabul görmemiştir. Samuel W. Mitcham'ın çalışmasına göre Wehrmacht Doğu Cephesi'ne toplam 148 tümenden oluşan bir kuvvet getirmiştir. Bu tümenlerin 19'u panzer, 15'i de motorize tümendir. Cepheye getirilen silahlar, 3.350 panzer , çeşitli çapta 7.184 top ve havan, 2.770 uçak, 6 bin motorlu araç ve 625 bin attır. Toplam asker mevcudu yaklaşık 2,5 milyondur. General Guderian ise Doğu Seferi için 145 tümen ayrılmış olduğunu belirtirken Wehrmacht'ın toplam tümen sayısından ve dağılımından hareket etmektedir. Guderian'a göre Wehrmacht'ın toplam tümeni 205'dir. Bu tümenlerin dağılımı ise Danimarka'daki bir tümen dahil Batı'da 39 tümen, Norveç'te 12 tümen, Balkanlar'da 7 tümen ve Kuzey Afrika'da 2 tümen. Sonuçta geriye 145 tümenlik bir kuvvet kalmaktadır. Doğu Seferi'ne ayrılan tümen sayısı kaç olursa olsun tarihçiler ve Alman generalleri, Batı'da ve Norveç'te gereğinden çok daha büyük garnizonlar tutulduğu konusunda hemfikirdir. Esasen Wehrmacht'ın elinde 10 panzer tümeni vardır. Fakat Barbarossa Harekâtı öncesinde Hitler'in emriyle bu tümenlerden birer panzer alayı alınarak yeni panzer tümenleri oluşturuldu. Böylelikle panzer tümenlerinin sayısı 21'e çıkmış oldu. Alman generalleri, panzer tümenlerinin vurucu gücünün böylece zayıflatılmış olduğunu ileri sürerek uygulamaya karşı çıkmaya çalıştı. Ancak Hitler, Rusya'nın geniş arazisi için ve Kızıl Ordu birliklerinin bu geniş arazide derinliğine hareketlerle kuşatılabilmesinin, daha çok sayıda zırhlı tümen gerektireceğini düşünmüştü. Öte yandan, tümenlerdeki panzer sayısının azaltılmasının, Kızıl Ordu'nun teknolojik geriliği, panzer tümenlerinde artık hafif tanklar yerine daha gelişkin tankların bulunması ile elimine edileceğini savunuyordu. Gerçekten de panzer birliklerinin bünyesindeki neredeyse tüm Pz-I ve Pz-II hafif tanklar, Pz-III ve Pz-IV orta sınıf tanklarla değiştirilmişti. Sovyet topraklarına yönelik Alman taarruzu 22 Haziran 1941 tarihinde başladığında Kızıl Ordu, Sovyetler Birliği'nin Avrupa topraklarında dört "cephe" halinde teşkillenmişti. Sovyet askeri uygulamasında "cephe", Alman Kara Kuvvetleri'nde (Heer) bir ordular grubunun ayarında bir askeri organizasyondur. Alman taarruzu başladığında Jukov'un emriyle derhal Leningrad Askerî Bölgesi Kuzey Cephesi'ne, Baltık Özel Askerî Bölgesi Kuzeybatı Cephesi'ne, Batı Özel Askerî Bölgesi Batı Cephesi'ne ve Kiev Özel Askeri Bölgesi de Güneybatı Cephesi'ne dönüştürüldü. Odesa Özel Askerî Bölgesi ise 25 Haziran 1941 tarihinde Güney Cephesi olarak yeniden düzenlendi. İlk stratejik yönetimler 10 Temmuz 1941'de Mareşal Kliment Voroşilov komutasında Kuzeybatı Stratejik Yönetimi, Mareşal Semyon Timoşenko komutasında Batı Stratejik Yönetimi ve Mareşal Semyon Budyonni komutasında Güneybatı Stratejik Yönetimi olarak kuruldu. "Cephe" ordularının yanı sıra başkaca altı ordu, Sovyetler Birliği'in batı kesiminde bulunmaktadır. Bu ordular 16. Ordu, 19. Ordu, 20. Ordu, 21. Ordu, 22. Ordu ve 24. Ordu bağımsız birlikler olarak STAVKA İhtiyat Grubu olarak ayrılmış ve İhtiyat Cephesi olarak teşkillenmişti. Doğrudan doğruya Stalin'e bağlıydılar. Polonya'daki Sovyet işgalindeki önemli kentler, 22 Haziran 1941 sabaha karşı saat 03:15'de Mihver topçusu tarafından yoğun bir ateş altına alındı. Harekâtın bu ilk evresinde tarafların güçlerini tam olarak belirlemek güçtür. Alman kuvvetlerine ait rakamların çoğu, Doğu Cephesi'ne tahsis edilen fakat henüz muharebelere girmeyen ihtiyat unsurlarını da içermektedir. Kabaca üç milyon Wehrmacht askeri 22 Haziran'da, onlardan biraz daha az sayıdaki ve sınır bölgesine yayılmış Sovyet askerine karşı harekete geçti. Yaklaşık olarak 3,2 milyon Alman kara askeri muharebeye katıldı ya da Doğu Seferi için tahsis edildi. Yaklaşık 500 bin Romen, Macar, Slovak ve Hırvat ve İtalyan askeri Alman kuvvetlerine katıldı. Öte yandan Finlandiya 22 Haziran'da Sovyetler Birliği'ne karşı kendi savaşını başlattı. Finlandiya kuvvetleri Leningrad'a ya da Alman ordusunun diğer hedeflerine taarruz etmediği gibi Musevi kırımı gibi yıkıcı faaliyetlerde de bulunmadı. Mihver kuvvetleri arasında ayrıca bir İspanyol tümeni de bulunmaktadır. "Mavi Tümen", Falanjist gönüllülerden oluşan bir tümendir. Almanya'nın müttefiklerinin katkısı genellikle daha sonraki aşamalara kadar etkili olmamıştır. Alman taarruzu tam bir sürpriz oldu. STAVKA, Alman birliklerinin sınır boylarına doğru ilerlediğine ilişkin olarak çeşitli raporlarla uyarılmasına karşın ve saat 00:30 dolaylarında sınır birliklerine savaşın yakın olduğu konusunda uyarılma emri vermesine karşın, çok az birlikte zamanında alarm verilebildi. Luftwaffe keşif unsurları, Sovyet birliklerinin toplanma bölgeleri, geçici ikmal depoları ve havaalanlarının imha edilmesi için belirlenmesinde yoğun bir faaliyet göstermiştir. Luftwaffe esas unsurlarının harekâttaki görevi, Sovyet Hava Kuvvetleri'nin etkisiz hale getirilmesiydi. Harekâtın ilk gününde bu görev tam anlamıyla yerine getirilemedi. Aslında Sovyet Hava Kuvvetleri uçakları farklı havaalanlarına yaymak yerine toplu olarak tutmaktaydı ve dolayısıyla uçaklar kolay hedef olmaktaydı. Luftwaffe, harekâtın ilk gününde 1.489 Sovyet uçağını imha ettiğini ileri sürmektedir. Luftwaffe'nin şefi Hermann Göring, söz konusu rakamlara güvenmedi ve kontrol edilmesini emretti. Daha sonra ele geçirilen Sovyet havaalanlarındaki enkaz üzerinde yapıldığı ileri sürülen incelemede, 2 binin üzerinde Sovyet uçağının imha edilmiş olduğu açıklandı. Luftwaffe ise ilk günkü hava çatışmalarında 35 uçak kaybetmiştir. Almanlar, harekâtın ilk üç günü içinde 3.100 Sovyet uçağını imha ettiklerini ileri sürmektedir. Gerçekte Sovyet uçak kayıpları daha yüksektir. Rus tarihçi Viktor Kulikov'a göre kayıplar 3.922 düzeyinde olmuştur. Sovyet kayıplarına ilişkin rakamlar ne olursa olsun, sonuç olarak Luftwaffe tüm Doğu Cephesi'nde hava hakimiyetini ele geçirecek ve 1941 yılı boyunca sürdürecek bir üstünlük elde etmiştir. Sovyet kayıplarına ilişkin rakamlar ne olursa olsun, sonuç olarak Luftwaffe tüm Doğu Cephesi'nde hava hakimiyetini ele geçirecek ve 1941 yılı boyunca sürdürecek bir üstünlük elde etmiştir. Bu durumda Luftwaffe filolarının büyük bir kısmını kara kuvvetlerinin desteklenmesi için seferber edebilmiştir. Çeşitli kaynaklarda, Sovyet birliklerinin Alman taarruzuna gereken tepkiyi göstermedikleri, silah kullanmaktan kaçındıkları ileri sürülmektedir. Bu durumun, Üst Komutanlıklar'dan gelen "provokasyona kapılmayın" emrine dayandığı iddia edilmektedir. Stalin, Alman genel taarruzunun başlarında, bunun gerçek bir taarruz olmadığına inanmıştı. General İ.V. Tyulenev, Alman taarruzunun başlamasından çok kısa bir süre sonra Kremlin'de General Jukov'la görüşmüş, buna ilişkin anılarını daha sonra kaleme aldığı Üç Savaşı Geçerek adlı kitabında şu şekilde anlatmaktadır. General Jukov kendisine, "Stalin'e haber verdik, ama o her nedense buna inanmak istemiyor, inatla bunun Alman generallerinin prokovasyonu olduğunu düşünüyor." demiştir. Viktor Suvorov, cephelerdeki durumu şu şekilde anlatmaktadır, Öte yandan birçok yerde köprüler atılmadı ve Alman kuvvetlerinin eline geçti. Bu yüzden Alman kuvvetleri, nehir geçişlerinde zorlanmadılar. Sovyet birlikleri sınır boyunca dağınık halde tertiplenmişlerdi, savunma hazırlıkları yetersizdi. Bununla birlikte Sovyet birlikleri, Alman genel taarruz başladıktan sonra tümüyle savunmada kalmadılar, hatta bazı birlikler Üst Komutanlık'ın (STAVKA)'dan emir almadan taarruza geçti. Kuzeybatı Cephesi 22 Haziran sabahı Doğu Prusya'daki Tilsit yönünde taarruza kaldırıldı. O günün akşamı STAVKA'dan bu yönde emir gelmiş o
lmakla birlikte taarruz gün boyu sürmekteydi. Bazı birlikler ve bazı hava unsurları da Üst Komutanlık'tan gelen emre göre taarruz başlattılar. Batı Cephesi, Polonya'nın Suvalki kenti yönünde taarruza geçti. Ayrıca Finlandiya'daki Hanko Deniz Üssü, Finlandiya'ya ait 19 adayı işgal etti. Öte yandan Sovyet Hava Kuvvetleri'ne bağlı uçakların büyük bir kısmı yerde imha edilmiş olmasına karşın bazı filolar savaşın ilk günlerinde belirli hedeflere akınlar düzenlediler. Örneğin Kuzey ve Baltık Donanmalarına bağlı 487 uçak, Finlandiya havaalanlarına, 22 Haziran'da Königsberg'deki askeri tesislere saldırdı. Güneyde ise 26 Haziran'da Romanya'daki petrol tesisleri bombalanmaya başlandı. Birkaç gün süren bombardıman sonucu petrol üretimi yarı yarıya düşmüştür. Alman Kuzey Ordular Grubu karşısında iki Sovyet ordusu mevzilenmiş durumdadır. Bu kesimde Wehrmacht, 600 tanklık bir gücü olan 4. Panzer Grubu'yla iki Sovyet ordusunun arahattından taarruz edecekti. 4. Panzer Grubu'nun operatif hedefleri, Leningrad yaklaşımındaki en büyük iki engel olan Neman Nehri'ni ve Daugava Nehri'ni art arda geçmektir. Alman tank birlikleri bir gün içinde Neman'a ulaşarak 80 km.lik bir yarma gerçekleştirdiler. Raseiniai yakınlarında Sovyet 3. ve 12. Mekanize Kolorduları, 300 tankla bir karşı saldırıya girişti. Dört gün süren çatışmalarda Alman kuvvetleri Sovyet birliklerini kuşattı ve imha etti. Kızıl Ordu zırhlı birlikleri bu süre içinde yakıt ve mühimmat sıkıntısı çekmekteydiler ve gerektiği gibi koordine olamadılar. Birinci haftanın sonunda Sovyet mekanize kolorduları, kuvvetlerinin % 90'nını yitirmişlerdir. Panzer Grupları Daugava Nehrini Daugavpils yakınlarında geçtiler. Bu aşamada Alman kuvvetleri artık Leningrad'ın vuruş mesafesindeydiler. Ancak ikmal durumunun kötüleşmesi nedeniyle Hitler, piyade birlikleri geriden gelip yetişmesine kadar panzer gruplarının ileri hareketi durdurmalarını emretmiştir. Bu emirle piyade birliklerinin beklenmesi bir haftadan fazla bir zaman gerektirmiş, bu süre içinde Sovyet komutanlığı Leningrad ve Luga Nehri kıyılarına takviye kuvvetler getirme olanağı bulmuştur. Litvanya'da 22 Haziran'da başlayan Sovyet yönetimi karşıtı ayaklanma, Kızıl Ordu birliklerinin bölgedeki durumunu daha da zorlaştırdı ve ertesi gün Litvanya'nın bağımsızlığı ilan edildi. Tahminen 30 bin Litvanyalı isyancı, kendilerine katılan yine Litvanyalı Kızıl Ordu unsurlarıyla birlikte Sovyet kuvvetleriyle çatışmalara girmiştir. Alman kuvvetleri daha kuzeye ilerlediğinde Estonya'da da Sovyet kuvvetlerine karşı silahlı direniş başlamıştı. Alman 18. Ordu'sunun Finlandiya Körfezine ulaştığı 7 Ağustos 1941 Estonya Savaşı da sona erdi. Alman Merkez Ordular Grubu'nun karşısında bulunan Sovyet orduları, 3. Ordu, 10. Ordu ve 11. Ordudur. Sovyet orduları, Bialystok civarında Alman hatlarına uzanan bir çıkıntıda yerleşmişlerdi. Bu bölgenin doğusu Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti başkenti Minsk'e uzanmaktadır ve son derece işlek bir demiryolu ve karayolu kavşağıdır. Merkez Ordular Grubu'nun General Heinz Guderian ve General Hoth komutasındaki iki panzer grubunun hedefi, Bialystok cebindeki Sovyet kuvvetlerinin geri çekilmesine engel olarak kuşatmak üzere Minsk'te temas kurmaktı. İki Sovyet "cephe"sinin arahattı, 3. Panzer Grubu tarafından cebin kuzeyinde yarıldı ve ilerleyen panzerler Neman'ı geçti. Bu arada daha güneyde Polonya SSCB sınırını oluşturan Bug Nehri de 2. Panzer Grubu tarafından, herhangi bir direnmeyle karşılaşılmadan geçildi. Nehrin hemen gerisindeki Sovyet mevzileri çoğu kesimde boştu. Panzer Grupları ileri hareketlerini sürdürürken Merkez Ordular Grubu'nun piyade orduları Bialystok çıkıntısındaki Sovyet kuvvetlerine taarruz ettiler ve sonuçta bu bölgedeki Kızıl Ordu kuvvetleri kuşatıldı. Moskova başlarda Sovyetler Birliği'nin başına gelen felaketin boyutlarının ağırlığını tam olarak kavrayamadı. Mareşal Timoşenko tüm Sovyet kuvvetlerine genel bir karşı taarruz başlatmaları için emir verdi. Fakat ikmal ve mühimmat depolarının imha olması, iletişimin çökmesi nedeniyle birliklerin eşgüdümünde yaşanan sorunlar, taarruzların başarısını engelledi. General Jukov, daha sonra Stalin'in baskısı altında imzalandığı ileri sürülecek olan Savunma Komiserliği'nin 3 numaralı emrini imzaladı. Bu emirle Kızıl Ordu'ya bir taarruza başlaması emredilmektedir. Bu emirde birliklere "Suwalki civarındaki düşman gruplarının kuşatılması, imha edilmesi ve Suwalki'nin 26 Haziran'a kadar alınması…" ile "Vladimir-Volynia kesimini işgal eden düşman gruplarının kuşatılarak imha edilmesi" ve ayrıca "Lublin bölgesinin 24 Haziran itibarıyla ele geçirilmesi" emredilmektedir. Kızıl Ordu'nun bu karşı taarruz girişimleri başarısız oldu ve birliklerin düzeni bozuldu. Hemen ardından Alman taarruzu, bu birlikleri imha etmiştir. General Hoth'un kuvvetleri kuzeyden yaklaştıkları Minsk'i 26 Haziran 1941 tarihinde ele geçirdiler. İleri unsurları kentin doğusuna doğru hareket etti. Haziran'ın 27'sinde 2. ve 3. Panzer Grupları Minsk'in hemen doğusunda temas kurdular. Sovyet topraklarında 320 km. ilerlemişler ve Moskova'ya olan mesafenin üçte birini geride bırakmışlardı. Taarruzun başladığı Polonya sınırından Minsk'e kadar olan çok geniş arazide, 32 Sovyet piyade tümeni, sekiz tank ve motorize tümen, süvari ve topçu tümenleri kuşatılmıştır. Minsk, 28 Haziran 1941 tarihinde Alman kuvvetlerinin eline geçti. General Hoth ve General Guderian'ın panzer grupları, geride olabilecek en küçük çapta piyade unsurları bırakarak doğu yönünde ilerlemeye devam ettiler. Ancak General Guderian'ın üst komutanı, 4. Ordu Komutanı General Kluge, Minsk batısında kuşatılan Sovyet birliklerinin tasfiye edilmesinde her iki panzer grubuna bağlı unsurları kullanmak istiyordu. Hitler de onun görüşünü destekleyince panzer gruplarının ileri hareketi durduruldu. Cephenin güney kesiminde Alman taarruzu Sovyet 5. Ordu, 6. Ordu ve 26. Ordu üzerine olmuştur. Bu kesimde Sovyet komutanlığı daha hızlı tepki gösterdi, sonuç olarak Alman taarruzu başlangıçta daha azimli ve kararlı bir direnişle karşılaştı. Alman piyade orduları, bu Sovyet ordularının arahat kesimlerinde taarruz ederken 1. Panzer Grubu'nun 600 tanktan oluşan öncü unsurları, Brody'yi hedef alarak sağ kanattan 6. Sovyet Ordusu üzerinden taarruz etti. Sovyet mekanize kolorduları, 1.000 tanklık bir kuvvetle 26 Haziran'da Alman 1. Panzer Grubu'na yönelik bir karşı taarruz başlattı. Barbarossa Harekâtı'nın en sert çatışmaları arasında yer alan bu çatışmalar dört gün boyunca sürmüştür. Her ne kadar sonuçta Alman kuvvetleri üstün gelmişse de bu galibiyet 1. Panzer Grubu'na ağır kayıplara mal olmuştur. Batı Ukrayna'daki son önemli Sovyet tank kuvvetlerinin muharebeye sokulmasıyla girişilen bu karşı taarruzun başarısız olması üzerine bölgedeki Kızıl Ordu kuvvetleri, Alman kuvvetlerinin baskısı altında stratejik geri çekilmeye geçerek savunma durumu almıştır. Harekâtın ilk haftası sonunda üç Alman Ordular Grubu, harekâtın ana operatif hedeflerine ulaşmıştı. Ancak Minsk ve Bialystok civarındaki geniş kuşatmalarda Sovyet birlikleri hâlen direnmeye devam ediyorlardı. Bu kuşatmaların direncini kırmak, kuşatma çemberlerini daraltma Alman kuvvetlerine kayda değer kayıplara mal oluyordu. Yine de bazı Kızıl Ordu birlikleri kuşatma çemberlerini yararak çekilmeyi başardılar. Kızıl Ordu kayıplarıyla ilgili olarak 600 bin ölü, yaralı ve tutsak olarak genel bir tahmin yapılmaktadır. Sovyet Hava Kuvvetleri'nin Kiev üzerindeki uçak kaybı ise 1.561'dir. Savaş çok parlak bir taktik zaferle (Hitler'e göre stratejik) sonuçlanmıştı. Ancak Alman kuvvetlerini Moskova'ya daha erken bir genel taarruzdan uzaklaştırmıştı ve Alman ilerlemesini 11 hafta geciktirdi. General Kurt von Tippleskirch, "Ruslar bir savaş kaybetti fakat bir askeri sefer kazandı" diye yazmıştır. Moskova radyosu, 3 Temmuz sabahı Stalin'in bir seslenişini yayınladı. Stalin, diye başlayan konuşmasında, tüm Sovyet halklarını istilaya karşı savaşmaya çağırmış, işgal edilen bölgelerde partizan faaliyelerinin örgütlenip harekete geçirilmesini, geri çekilme durumunda "düşman"ın yararlanabileceği hiçbir şeyin geride bırakılmamasını, taşınmasını ya da imha edilmesini emretmiştir. Daha ağır ilerleyen piyade tümenlerinin kuşatılan Sovyet birlikleri bölgelerine ulaşması ardından 3 Temmuz'da Hitler, panzer birliklerinin doğu yönünde ilerlemeye kaldıkları yerden devam etmeleri için onay vermiştir. Ancak bir yandan Rusya'nın yaz yağmurlarının neden olduğu çamur, diğer yandan sertleşen Rus direnişi, panzer birliklerinin ileri harekâtını yavaşlattı. Bu gecikme Sovyet Üst Komutanlığı'nın Alman Merkez Ordular Grubu'na karşı büyük kuvvetlerle karşı taarruzlar düzenlemesi için zaman sağlamıştır. Yine de 11 Temmuz tarihli Alman savaş bildirisi, sadece Kuzey ve Merkez Ordular Grubu kesimlerinde 329 bin tutsak alındığını, 1.800 top, 3.340 zırhlı araç ele geçirildiğini bildirmektedir. Ayrıca 89 Kızıl Ordu tümeninin, tümüyle ya da kısmen imha edilmiş olduğunu ileri sürmektedir. General Guderian'ın sol kanadı, Dinyeper'i savunulmayan üç noktadan 10 Temmuz ve 11 Temmuz 1941 tarihlerinde geçti. Kanatlarına yönelen şiddetli taarruzlara karşın Smolensk yönünde ilerlemeyi sürdürerek 16 Temmuz 1941 günü kenti ele geçirdi. Merkez kesim ise 20 Temmuz'da Desna'ya ulaşarak Elnya'yı işgal etti. Merkez Ordular Grubu'nun en uç hedefi, doğudan Moskova'ya gelen ana ulaşım hatları üzerindeki, bu yüzden Moskova'nın giriş kapısı sayılan Smolensk'dir. Smolensk yaklaşımı, daha önceden varolan bir savunma hattında mevzi almış altı Sovyet ordusu tarafından tutulmaktadır. Sovyet kuvvetleri 700 tank tarafından desteklenen bir karşı taarruzla 3. Panzer Ordusu'na 6 Temmuz'da saldırdı. Alman savunması çok büyük güçte bir hava üstünlüğünün yardımıyla sürdürülmüş ve Kızıl Ordu taarruzlarını püskürtmüştür. 3. Panzer Ordusu Sovyet karşı saldırısını püskürttükten sonra Smolensk'e kuzeyden ilerlerken 2. Panzer Ordusu da Dinyeper nehrini geçerek kente güneyden ilerledi. Bu iki taarruz kolu arasında kalan Sovyet orduları bulundukları bölgede tuzağa düşmüş oldular. Pan
zer birlikleri 26 Temmuz'da kuşatmayı tamamladı ve 180 bin Kızıl Ordu askerini tutsak aldı. Ancak 10 gün süren çatışmalar sırasında 100 binden fazla asker, Alman kuşatma kıskacından kurtulup Moskova yönünde çekilmeyi başarmıştır. Smolensk Muharebesi'nin sonuçlandığı tarihlerde Amerikan Times dergisi, "... Hitler'in ... Kızıl Ordu'yu yok edeceğini..." okurlarına ilan etti. Oysa bu tarihe kadarki Alman kayıpları 28 bini ölü olmak üzere 390 bindir. Alman ordularının Polonya'ya taarruz ettiği tarih olan 1 Eylül 1939 tarihinden Barbarossa Harekâtı'nın başladığı 22 Haziran 1941 tarihine kadarki sürede, Polonya, Norveç, Fransa, Kuzey Afrika, Balkanlar, tüm bu bölgelerdeki savaşlarda kayıpların toplamı bu rakama neredeyse eşittir. Her ne kadar bu tarihe kadar tutsak alınan Sovyet savaşçılarının toplamı 700 bin kişiyi bulmuşsa da Alman kayıpları, seferin başındaki kuvvetin yüzde onbirinin bulmuştur. Bununla birlikte Sovyet yönetimi insan kaynaklarını seferber edebiliyordu. Kuzeyde, Temmuz ayı sonunda Kızıl Ordu ölüleri arasından kadın savaşçılara da rastlanmaya başlanmıştır. Harekâtın dördüncü haftası dolduğunda Alman komutanlığı, Sovyet gücünün tehlikeli biçimde hafife alınmış olduğunu fark etti. Alman birlikleri, beklenen stratejik hareket serbestisine ulaşamadan başlangıç ikmal stoklarını tüketmişlerdi. Bütünleme sağlamak için harekât yavaşlatıldı. Yavaşlamayla sağlanan zaman, stratejinin yeni duruma uyarlanması için kullanılacaktı. Kuşatmalardan çok sayıda Sovyet askerinin kurtulması, Hitlerin harekâtın başarısına olan inancını sarsmıştı. Bu aşamada Hitler, Sovyetler Birliği'nin, ekonomik alanda indirilecek bir dizi darbeyle yenilebileceğini düşünmeye başlamıştır. Bu ekonomik darbeler, savaşı sürdürmek için gerekli olan endüstriyel kapasite alanında olmalıydı. Bunun için güneyde önemli endüstri merkezleri olan Harkov ve Donets havzasının ve daha ilerde Kafkasya'nın petrol alanlarının alınması gerekmektedir. Ayrıca yine önemli bir savaş endüstrisi merkezi olan Leningrad'ın da kısa sürede alınması gerekmekteydi. Öte yandan Hitler, kuzeyde Finlerle temas kurmaya da önem veriyordu. General Fedor von Bock ve harekâta katılmış olan diğer generalleri hemen hemen hepsi, harekâta Moskova yönünde devam etmekten yanaydılar. Düşman başkentini ele geçirmenin psikolojik öneminin yanında, Moskova'nın ülkenin en önemli bir ulaşım - iletişim kavşağı olması ve savaş endüstrisi tesislerinin büyük bölümünü barındırması da göz önünde bulunduruluyordu. Asıl önemlisi, Alman istihbarat raporlarına göre Kızıl Ordu'nun büyük kısmının Moskova dolaylarında toplanmış olmasıydı. Ancak Hitler, General Guderian'a üst komutanı General von Bock'u atlayarak, Merkez Ordular Grubu'na bağlı panzerlerin, Moskova yönünde ilerleyişi geçici olarak durdurarak kuzeye ve güneye kaydırılması yönünde emir vermiştir. General Halder'in de aralarında bulunduğu bazı generaller, Moskova'da ve Moskova önlerinde toplanmış olan Kızıl Ordu kuvvetlerini çevirerek imha etmek için de Moskova yönündeki taarruzun sürdürülmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Hitler ise Kızıl Ordu'nun Moskova gerisine genel bir geri çekilmeye geçmesinden çekiniyordu. Napolyon da doğrudan Moskova'ya yönelmiş, General Kutuzov da Rus ordularını geriye çekmişti. Hitler'e göre harekâtı kanatlara çevirmenin bu yönden de ek bir kazanımı olacaktı. Moskova üzerindeki ağır tehdit yüzünden şimdi Kızıl Ordu birlikleri orada toplanacak, yeniden Moskova'ya dönüldüğünde bu birlikler kıskaca alınabilecekti. Dahası, Sovyet ihtiyatları bu bölgeye akmaktayken cephenin güneyindeki ve kuzeyindeki harekâtlar kolaylaşmış olacaktı. Hitler bir bakıma "düşmanın dikkatini bir yöne çekerek başka yönden saldırmak" istemektedir. Daha sonra cephenin güney ve kuzeyinden ileri hareketle Moskova'nın kıskaca alınması düşünülüyordu. Burada Hitler'in yapmak istediği devasa ölçekte bir Cannae tipi operasyondu. Bu çerçevede Hitler, 19 Temmuz'da bir emir yayınlayarak harekâtın ana eksenini değiştirmişti. Bu emre göre Merkez Ordular Grubu cephesinden iki panzer grubu alınacak, General Guderian'ın birlikleri Kiev bölgesindeki Sovyet kuvvetlerinin kuşatılması için güneye, General Hoth'un birlikleri de Moskova - Leningrad bağlantısını kesmek için kuzeye çevrilecektir. Merkez Ordular Grubu emrinde sadece Moskova yönünde ilerlemeye devam edecek piyade unsurları bırakılacaktır. Ancak bu manevranın uygulanması için Desna doğusundaki (Smolensk - Roslavl) Sovyet birliklerinin imha edilmiş olması gerekiyordu. Ne var ki bu operasyonlar beklenenden uzun sürdü, Sovyet direnmesi ve karşı taarruzları nedeniyle operasyon ancak Temmuz ayı sonlarında tamamlanabildi. Bundan sonra da zırhlı birliklerin onarım ve bakımı için bir süre ayrılması gerekiyordu. Halen tartışmalar ve zırhlı birliklerin dinlenme süresi devam ederken General Halder ve Mareşal Brauchitsch 19 Ağustos'ta,hedefin Moskova olması gerektiği yönünde bir muhturayı Hitler'e verdiler. Hitler bunu da geri çevirdi ve Ağustos'un 21'inde panzer gruplarının güney ve kuzeye çark etmesini öngören önceki emrini yeniledi. Ağustos ayında cephenin güney kesimindeki bazı gelişmeler endişe yarattı ve bir bakıma Hitler'in kararının yerinde olduğu fikri uyandırdı. Güney Ordular Grubu'nun sol kanadında şiddetli bir Kızıl Ordu taarruzu başlamıştı. Pripyat Bataklığı'ndan taarruza geçen güçlü Rus süvari birliklerinin bu saldırısının yanı sıra General Reichenau'nun 6. Ordu'sunun Kiev önlerinde durdurulması kritik bir durum yaratmıştı. Bu arada Temmuz ayı ortalarında Alman birlikleri Pripyat Bataklığı'nın güneyinde, Kiev'e birkaç kilometre yaklaşmışlardı. Uman civarında üç Sovyet ordusu, Alman 17. Ordu'sunun doğu yönündeki taarruzu ve 1. Panzer Ordusu'nun güneye ilerlemesiyle bu iki Alman kuvveti arasında tuzağa düşmüştür. Alman piyade kuvvetleri cebi daraltırken tanklar da kuzeye çark ederek Dinyeper'i geçtiler. Bu arada Merkez Ordular Grubu'ndan ayrılan 2. Panzer Ordusu, 2. Ordu sağ kanadında olmak üzere Desna Nehri'ni geçti. İki panzer ordusu bu hareket tarzıyla dört Sovyet ordusunu ve diğer iki ordunun bazı bölümlerini tuzağa düşürmüş oldu. Leningrad'a son taarruz için 4. Panzer Ordusu, Merkez Ordular Grubu'ndan tanklarla takviye edildi. Alman 18. Ordu'su ve Estonyalı partizanlar Orman Kardeşleri, Sovyet kuvvetlerini atarak Peipus Gölü'ne ilerledi ve Alman 16. Ordu'su 8 Ağustos'ta kuzeydoğudan taarruz ederek Sovyet savunmasını yardı. Ağustos ayı sonunda 4. Panzer Ordusu Leningrad yönünde 48 km.lik bir girme sağlamıştı. Bu arada Fin kuvvetleri Ladoga Gölü'nün her iki yanında ilerleyerek Kış Savaşı öncesi Sovyet - Fin sınırına ulaştılar. Bu aşamada Hitler, tutsak alınmayarak kentin imhasını emretmiştir. Bu emrin ardından 9 Eylül 1941 tarihinde Kuzey Ordular Grubu, Leningrad'a nihai taarruza başladı. On gün içinde 11 km. gibi bir ilerleme sağladılar. Ancak son on kilometrelik ilerleme çok yavaştı ve kayıplar da yüksekti. Hitler'in Leningrad'la ilgili tutumu bu evrede değişmiştir. Leningrad'a taarruz edilmemesini, kentin açlığa mahkûm edilmesini emretmiştir. Bu tutum değişikliğinde Moskova'ya yapılacak nihai taarruz için Kuzey Ordular Grubu emrindeki bazı zırhlı unsurların Merkez Ordular Grubu emrine alınması kararı da etkili olmuştur. Moskova taarruzunun başlayabilmesinden önce Kiev Harekâtı'nın sonuçlanması gerekmektedir. Güney Ordular Grubu, Dinyeper üzerindeki köprübaşlarından kuzeye ilerlerken Merkez Ordular Grubu'nun yarısı da Kiev civarındaki Sovyet kuvvetlerinin gerisine doğru güneye taarruz etti. Kiev civarındaki Sovyet birliklerinin kuşatılması 16 Eylül 1941 tarihinde gerçekleştirildi. Sovyet kuvvetleri tanklar, toplar ve hava bombardımanlarıyla ezildi. On gün süren şiddetli çatışmaların sonrasında almanlar, 600 binin üzerinde Kızıl Ordu askerinin tutsak alındığını iddia ettiler. Gerçek kayıplar 452.720 erat ve subay, 3.867 parça top ve havandır. Sovyet 5., 21., 26. ve 37. orduların 43 tümeni savaş dışı kalmış oldu. Barbarossa Harekâtı'nın en kritik evresi, Ekim ayı yağmurlarının yol açtığı çamur nedeniyle zaten ikmal sorunları yaşandığı bir dönemde geldi. Merkez Ordular Grubu'na Moskova yönünde ilerlemek için emir verildi. Üç ordular grubunun hem teşkilat yapısında hem de operatif görevlerinde değişiklik yapıldı. Kuzey Ordular Grubu, bünyesinden önemli ölçüde Merkez Ordular Grubu'na birlik aktarılırken, Leningrad kuşatmasını tamamlaması, çemberi daraltması ama kenti almaması görevleri verildi. Güney Ordular Grubu'ndan ikisi panzer, biri motorize tümen olmak üzere üç tümen Merkez Ordular Grubu'na kaydırıldı ve Kırım, Harkov ve Rostov yönünde taarruz emri verildi. Kuvvetlerin büyük bir bölümü Merkez Ordular Grubu'nda toplandı. Bu kuvvetler 46 piyade tümeni, 15 panzer tümeni, 9 mekanize tümen, 6 inzibat tümeni ve bir süvari tümeni olmak üzere 1,5 milyonluk bir kuvvet haline getirildi. 2. Panzer Tümeni'nin 38. Panzer Pioneer Abteilung (zırhlı istihkam taburu) unsurları Kremlin'in kulelerini görecek kadar ilerlediler. Bulundukları mevki, Lobnya'nın hemen güneyindeki demiryolu hattıydı ve Moskova'ya 16 km. mesafedeydi. Tarih, 1 Aralık 1941'dir. Moskova Muharebesi'nde başkenti savunan Kızıl Ordu birlikleri, daha iyi ikmal koşullarından yararlanıyorlardı ve Sibirya'dan gelen taze tümenlerle takviye edilmişlerdi. Sonuçta Alman birliklerini Moskova önlerinden geri atmayı başardılar. Aynı kış şartları altındaydılar ama, en azından giysi yönünden daha iyi teçhiz edilmişlerdi. Bununla birlikte aynı şekilde buz ve kar kaplı arazide ulaşım yaptılar, aynı derecede donmuş toprakta siper kazdılar, kullandıkları akaryakıtın donma derecesi aynıydı. Sovyet karşı saldırılarının büyük bölümü, Moskova'ya en yakın konumdaki alman Merkez Ordular Grubu cephesine yönelmiştir. Kiev Muharebesi'nden sonra artık Kızıl Ordu'nun Alman kuvvetleri karşısındaki sayısal üstünlüğü kalmamıştı. Daha da kötüsü Sovyet ordularının kullanılabilir durumda eğitimli yedek birlikleri de yoktur. Moskova savunması için Stalin 83 tümende 800 bin kişilik bir kuvvet toplamıştı. Fakat gerçekte etkin olabilecek kuvvet 25 tümenin üzerinde değildir.
Moskova'ya doğrudan yönelen Alman taarruzu olan Tayfun Harekâtı 2 Ekim 1941 tarihinde başlatıldı. Ancak daha önce General Erich Hoepner'in 4. Panzer Grubu, Kuzey Ordular Grubu emrinden alınarak General Kluge'nin emrine verilmiştir. Merkez Ordular Grubu cephesi karşısında iyi düzenlenmiş bir dizi savunma hattı sistemi oluşturulmuştu, ilk savunma hatları Viazma civarında, ikinci savunma hatları ise Moskova bölgesindeydi. Oryol'un güneyinden, Sovyet ana savunma hatlarının 121 km. güneyinden 2. Panzer Ordusu tarafından başlatılan taarruz, Sovyet savunması için tam bir sürpriz oldu. Üç gün sonra Alman 2. Ordu'su batıya saldırırken panzerler Bryansk'a ilerledi. Sovyet 3. ve 13. Ordu'su kuşatılmış oldular. Kuzeyde 3. ve 4. Panzer Ordusu Viazma üzerine taarruz ederek Sovyet 19. Ordu, 20. Ordu, 24. Ordu ve 32. Ordu'yu tuzağa aldı. Moskova savunmasının ilk hatları dağılmıştır. Kuşatılan 673 bin Sovyet askeri Almanlar tarafından esir alındı. Alman saldırısının başlangıcından beri tutsak edilen Sovyet askeri personelinin toplam sayısı üç milyonu bulmuştur. Moskova savunmasında 90 bin kişi ve 150 tank kalmıştır. Moskova yönündeki taarruzda 3. Panzer Ordusu 13 Ekim 1941 tarihinde Moskova'ya 140 km. mesafeye ulaşmıştır. Bunun üzerine Moskova'da olağanüstü durum ilan edildi. Tayfun Harekâtı'nın neredeyse başlarından beri hava durumu kötüleşmekteydi. Bölge sürekli yağış altındaydı ve ısı düşmekteydi. Asfaltsız olan yollar kısa sürede çamur batağına dönüştü. Bu olumsuz koşullar, Moskova yönündeki Alman ileri hareketini günde 3 - 3,5 km.ye kadar düşürdü. İkmal durumu da hızla kötüleşti. Alman Yüksek Komutanlığı 31 Ekim'de, ordular yeniden düzenlenirken Tayfun Harekâtı'nı durdurma emri verdi. Bu duraklama Sovyet Yüksek Komutanlığı'na daha iyi bir ikmal durumu sağlamak, mevzilerini toparlamak ve yeni ihtiyat kuvvetleri düzenlemek için zaman sağlamıştır. Havanın giderek soğumasıyla 15 Kasım'da toprak donmaya başlayınca Alman saldırısı yeniden başladı. Birliklerin ilerlemeye başlamış olmasına karşın ikmal durumunda bir gelişme olmamıştı. Alman ilerlemesi karşısındaki Sovyet savunması 5., 16., 30., 43., 49. ve 50. Ordulardan oluşmaktadır. Alman planı, 3. ve 4. Panzer Ordularının öncülüğünde Moskova Kanalı'nı geçerek Moskova'yı kuzeydoğudan kuşatmak şeklindedir. Tula yönünde taarruz eden 2. Panzer Ordusu Moskova'ya güneyden ilerleyecekti. Bu iki kanattan yapılacak ileri hareketin arahattından gelişebilecek bir Sovyet karşı taarruzu için 4. Panzer Ordusu merkezden taarruz edecekti. İki hafta boyunca akaryakıt ve mühimmat eksikliğiyle ve her şeyi göze alan saldırılara karşın Moskova yönündeki ilerleme adeta sürünür gibiydi. Ancak güneyde 2. Panzer Ordusu durduruldu. Sibiryalı birliklerle güçlendirilmiş oluşan Sovyet 49. Ordu ve 50. Ordu ile şiddetlenen Sovyet karşı taarruzları 22 Kasım'da 2. Panzer Ordusu karşısında beklenmedik bir başarı kazandı. Ancak 4. Panzer Ordusu Sovyet 16. Ordu'sunu geri atarak Moskova Kanalı'nı geçmeyi başardı ve kuşatma manevralarına girişti. Alman 258. Piyade Tümeni'ne bağlı bazı birlikler 2 Aralık'ta Moskova'ya 24 km. kadar sokulmayı başardılar. Bulundukları noktadan Kremlin'in kuleleri görünüyordu. Ancak hemen sonra kışın ilk kar fırtınası başladı. Alman Doğu Orduları (Ostheer), kış koşullarına göre teçhiz edilmiş değildi. Soğuk ve hastalığın yol açtığı kayıplar, muharebe kayıplarından daha fazla idi ve son üç haftada ölü ve yaralı olarak kayıplar 155 bini bulmuştu. Bazı tümenler muharip güçlerinin yarısını yitirmişlerdi. Aşırı soğuk, silahlar ve teçhizatta ciddi sorunlara neden olmuştur ve Luftwaffe, kara birliklerine gereken hava desteğini sağlayamadı. Başarı şansı kalmadığı anlaşılınca taarruzun durdurulmasına ve tüm birliklerin Kaluga - Viyazma hattına çekilmesine karar verildi. Ancak son anda Hitler 4. Ordu için ""4. Ordu tek bir adım bile çekilmeyecektir."" emrini verdi. Bu karar, bir yandan 4. Ordu'nun sağ kanadı açığında bulunan General Guderian'ın Tula civarındaki ağır kayıplar vermiş kuvvetlerinin geri çekilebilmesini sağlamıştır. Kızıl Ordu karşı taarruzları bu birlikleri bir anda Oka Nehri gerisine atmıştı. Öte yandan 4. Ordu'nun sol kanadındaki General Hoepner'in birlikleri de kuşatılma tehdidi altındaydı. Son takviyelerle Moskova bölgesindeki Kızıl Ordu kuvvetleri yarım milyonu bulmuştu ve 5 Aralık'ta genel bir karşı taarruz başlatan Sovyet birlikleri, Alman kuvvetlerini yer yer 320 km. geri atmayı başardılar. Sovyetler Birliği'nin istilası için girişilen bu harekâtta Alman kayıpları 250 bin ölü ve 500 bin yaralıyı bulmuştur. Bu kayıpların büyük bölümü Ekim ayı başlarından itibaren uğranılan kayıplardı. Öte yandan Waffen-SS kayıplarının yanı sıra Almanya'nın müttefiklerinin, örneğin Macaristan, Romanya ve Fin kayıpları bilinmemektedir. Hitler, Merkez Ordular Grubu'na Moskova'ya yeniden taarruz için emir verdiğinde Güney Ordular Grubu için de bir harekât planı belirlemişti. Kiev bölgesinde Kızıl Ordu'ya indirilen darbe zaten çok ağır bir darbeydi. Ardından harekât ağırlık noktası Moskova'ya yönelince STAVKA, başkentin savunması telaşına düşecekti. Güneyde girişilecek bir operasyonun daha kolay olacağı düşünülmekteydi. Hatta, harekâta katılan kuvvetlerin sol kanadının 650 km. boyunca açık kalacağı dahi önemsenmedi. Güney Ordular Grubu cephe hattı 1 Eylül itibarıyla kabaca Novgorod - Dnipropetrovsk - Kırım kıstağı hattında uzanmaktadır. Hitler'in Mareşal Gerd von Rundstedt'e verdiği hedefler, bu hat üzerinden hareket ederek, ilk etapta Voronej - Rostov hattına ulaşmak, buradan sol kanadıyla Don Nehri'ni geçip Stalingrad'a, sağ kanadıyla da Rostov üzerinden Maykop'a taarruz etmekti. Ancak STAVKA, Moskova'ya da güney kesime de yeni tümenler getirmeyi başardı. Mareşal von Rundstedt'in sol kanat birliği olan 6. Ordu, Kursk'u geçtikten sonra durduruldu. Hemen güneyindeki 17. Ordu bu nedenle ilerleyemedi. Sonuçta en güneydeki taarruz kolunu oluşturan General von Kleist'in 1. Panzer Ordusu, Sovyet kuvvetlerinin açıkta kalan sol yanına yönelttikleri karşı taarruzlarla durduruldu. Bununla birlikte 3. Panzer Kolordusu, 22 Kasım'da Rostov'a girdi. Fakat şiddetli Kızıl Ordu taarruzları sonucunda kenti 28 Kasım'da tahliye ederek 80 km. batıdaki mevzilere çekilmek zorunda kaldı. Alman kuvvetlerinin Rostov’dan çekilişi, bu çaptaki ilk geri çekiliştir. İleri harekâttaki bu sonuçlara karşın Mareşal von Rundstedt'in 11. Ordu'su, Sivastopol ile Kerç Yarımadası'nın doğu ucu hariç, Kırım Yarımadası'nı ele geçirmeyi başardı. Kızıl Ordu, Mihver kuvvetlerin sürpriz saldırısına hazırlıklı değillerdi ve 1941 yılında ağır bir yenilgiye uğradılar. Öte yandan Alman silahlı kuvvetleri 1941 yılına kadar giriştiği savaşlarda, özellikle Yıldırım savaşı konusunda işe yarar bir deneyim birikimi oluşturmuştu. Ayrıca Alman kuvvetleri, hareketlilik, düşman kuvvetlerini imha etme ve kusursuz iletişim üzerine bir doktrine sahipti. Öte yandan düşük zayiatlı zaferlerin süreceği konusundan güven duyuyorlardı. Buna karşın Sovyet silahlı kuvvetleri, sevk ve idarede, eğitimde ve hazırlık konusunda yetersizdiler. Sovyet üst yönetiminin savaş konusundaki planlaması esas olarak Almanya'nın 1942'den önce saldırıya geçmeyeceği öngörüsüne dayanmaktaydı. Mihver saldırısı başladığında yeni düzenlemeler, umut verici fakat henüz denenmemiş silahlar ve teçhizat, muharip birliklere yeni verilmeye ya da uygulanmaya başlanmıştı. Zırhlı kuvvetlerdeki tankların önemli bir bölümü hafif sınıf tank olan BT Serisi Tanklardı, zor arazi koşullarında sorun yaratmaktaydılar. Zaten bunların büyük bir bölümü yerinde terk edilmek zorunda kalındı. Orta (T-34) ve ağır sınıf (KV-1) tanklar, zırhlı kolordulara yeni yeni verilmeye başlanmıştı. Sovyet birliklerinin çoğu, Polonya'nın bir bölümünün, Baltık Devletleri'nin ve Besarabya'nın işgaliyle yeni oluşan batı sınırları gerisinde toplanmıştı. Yeni sınırların oluşmasıyla birlikte Stalin Hattı terk edilmiş, yeni sınırlarda yapımına başlanmış olan Molotov Hattı'nın yapımı da ağırdan alınmaktaydı. Dolayısıyla sınır bölgesindeki Kızıl Ordu birliklerinin yeterli savunma düzeni yoktu ve Alman saldırısında, ilk bir hafta içinde bu birliklerin büyük kısmı yenilgiye uğrayıp imha edildi. İlk birkaç hafta içindeki Sovyet savunmasındaki taktik hatalar bir felakete neden oldu. Stalin Hattı'nın ve önündeki tampon bölgenin tasfiye edilmiş olması daha derinlerde savunmayı güçleştirdi. Kızıl Ordu, iç kesimlerde savunma yapmak durumuna geldiğinde Stalin Hattı'nın örtüsünden ve ateş gücünden yararlanamadı. Wehrmacht kuvvetleri de böylesi bir savunma hattı önünde kuvvet kaybetmekten, belki de durdurulmaktan kurtulmuş oldu. Stalin'in emirleriyle savunmanın zaafa uğratılmasına bir başka örnek Dinyeper Filotillası'dır. Dinyeper Nehrinin orta ve aşağı kesimlerinde faaliyet gösterebilecek durumdaki bu filotilla emrinde değişik tonajda 120 savaş gemisi ve 150 mm.lik topu olan 8 zırhlı (100 mm.) duba, kendi hava gücü, sahil topçu bataryaları ve uçaksavar bataryaları bulunmaktaydı. Bu filotilla daha sonra Stalin'in emriyle tasfiye edildi. Öte yandan Dinyeper üzerindeki köprülere yerleştirilmiş, köprüyü onarılamayacak şekilde havaya uçuracak mayınlar da söküldü. Sadece Dinyeper üzerindeki değil, tüm köprüler korumasız kalmıştır. Pek çok köprü, Alman zırlhı birliklerince sağlam olarak ele geçirildi ve köprü geçişlerinde hemen hemen hiç kayba uğranılmadı. Başlangıçta Kızıl Ordu, kendi gücünü abartma hatasına düşmüştü. Sovyet mekanize kolorduları, Alman zırhlılarını karşılayamadıkları gibi, Luftwaffe'nin hava taarruzlarıyla ağır kayıplara uğradıktan sonra pusuya düşürüldüler ve imha oldular. Sovyet tankları, yetersiz bakım ve deneyimsiz tank mürettebatı yüzünden ciddi sıkıntılar çektiler. Arızalar dolayısıyla korkunç kayıplar verdiler. Yeterli yedek parça ve kamyon olmaması da ikmal sisteminin çökmesine yol açtı. Öte yandan Luftwaffe'nin hava akınları, sınıra yakın bölgelerdeki ikmal depolarına -ki çok fazla ikmal malzemesi bu depolara getirilmiş bulunuyordu, ölümcül ikmal sorunları yarattı. Piyade tümenlerinin tahkimatlarda mevzilenmemiş o
lması yıkımlara yol açtı. Tanklar ve motorize unsurlar olmadan Mihver güçlerin hareketli savaşını karşısında durulamazdı. Öte yandan birinci stratejik kademeyi oluşturan 114 tümen ve ikinci stratejik kademeyi oluşturan 77 tümen, Alman genel taarruzu başladığında batı sınırlarına yaklaşmak üzere hareket halindeydi. Savaş patlak verdiğinde bu tümenler hareket halindeyken, katar üstünde savaşa yakalandılar. Bir kısım birlikler katar üstündeyken Luftwaffe akınlarına uğradılar. Birçok birlik, farklı farklı yerlerde dağınık olarak katarlardan indirilmek zorunda kalındı. Bir kısım teçhizat, tanklar da dahil olmak üzere yerinde terk edilmek zorunda kalındı. Her türden 940 bin ton (47 bin vagon) askeri malzeme, Temmuz ayı başında yollardaydı. Dahası, askeri bölge depolarındaki seferberlik stokları da savaştan önce batı sınırlarına yakın askeri bölge depolarına taşınmıştı. Stalin'in emriyle, Alman panzerlerinin kolayca yardığı savunma mevzilerinden çekilmek ya da teslim olmak yasaklamıştı. Böyle olunca panzerler yine ikmal hatlarını kesip Sovyet ordularını çevirerek imha ettiler. Ancak daha sonra Stalin, birliklerin geride yeniden gruplanmak, derinlikte savunma düzeni almak ya da karşı taarruz için geri çekilmelerine izin verdi. Aralık 1941'e gelindiğinde 2,4 milyon Kızıl Ordu erat ve subayı Almanlara teslim olmuştu. Artık Sovyet kuvvetleri Moskova'nın dış mahallelerinde savaşmaktaydı. Bu savaş esirlerinin büyük çoğunluğu açlık, hastalık ve sağlıksız yaşam koşulları sonucu yaşamlarını yitirdiler. Mihver kuvvetlerin Barbarossa Harekâtı'nın planlanan hedeflerine tam olarak ulaşmada başarısız olmasına karşın Sovyetler Birliği'in uğradığı büyük kayıplar, Sovyet propagandasında değişikliğe neden olmuştur. Almanya'ya karşı düşmanlıkların ortaya çıkmasından önce Sovyet Hükümeti, Kızıl Ordu'nun çok güçlü olduğunu ifade ediyordu. Viktor Suvorov, Buzkıran adlı çalışmasında farklı bir açıklama öne sürmektedir. Suvorov'a göre Kızıl Ordu daha kalabalık ve daha iyi teçhiz edilmişti. Aslında, Mihver'e karşı kendi sürpriz saldırı hazırlığı içindeydiler. Esas hedef olarak Romanya'daki petrol alanları belirlenmişti. Görüşlerinin doğrulaması için de Alman istilasının başlamasından iki hafta sonra, 6 Temmuz 1941 tarihinde başlayan Sovyet operasyonu olan, "Thunderstorm" Harekâtı'nı göstermektedir. Alman saldırısının başladığı 22 Haziran 1941 tarihine kadarki Sovyet savaş öncesi planlamalarını inceleyen Rus tarihçi Boris Sokolov Kızıl Ordu'nun, taarruz planları çerçevesi içinde üstlendiği karşı taarruzların ve daha sonrasında Sovyet ordusunun savunma operasyonlarında savunmaya yönelik planlamanın olmadığını, sonuçta tüm bunların bir bakıma doğaçlama yapıldığını ve sonuçta devasa yenilgilerin ortaya çıktığını belirtmektedir. Ayrıca iki ülke arasındaki ekonomik ilişkileri düzenleyen antlaşmalar çerçevesinde Almanya'ya yapılan büyük miktarlardaki Sovyet hammadde ihracatının, başlardaki Alman başarısı üzerinde önemli etkisi olmuştur. Bazı önemli ürünlerdeki Sovyet ihracatı olmasaydı üç buçuk ay içinde, Ekim 1941'de bu mallara ilişkin Alman stokları tükenmiş olurdu. Sovyetlerden yapılan ithalât olmasa, harekâtın daha ilk günü Almanya kauçuk ve buğdayda ciddi sıkıntı içinde olurdu. Dört temel malın Sovyetler Birliği'nden ithalâtı ile harekâtta başarı şansı görebilmiştir. . Alman ordularının 1941 yılının sonlarına doğru sürekli baskı altındaki durumunun ciddiyeti, Kızıl Ordu'nun artan gücü ve Alman güçlerinin etkinliğini kısa dönemde ciddi biçimde sınırlayan faktörler nedeniyleydi. Bu faktörlerin başında kuvvetlerin aşırı yayılmış yerleşimi, ciddi bir ulaşım sorunları yumağı ve tümenlerin çoğunda, kayıpların bütünleme eratı ile karşılanmamış olması, diğer deyişle tümenlerin çoğunun gücünün zayıflamış olması yatmaktadır. 1941 yılının Eylül ayı başlarında kendini gösteren piyade açığı hiçbir zaman giderilmedi. Doğu'daki savaşın devamında Wehrmacht'ın piyade ve destek hizmeti personeli açığı kronik hale geçmiştir. Napolyon'un Rusya Seferi'ne benzerlikler dikkat çekicidir. Mareşal von Kleist'in harekâtın genel niteliği hakkındaki yorumu çok net olarak durumu aydınlatmaktadır. Askeri tarihçi Liddell Hart'la savaş sonrasında yaptığı görüşmede, "Zafer ümitleri büyük ölçüde istilanın Rusya'da bir politik ayaklanma yaratacağı beklentisi üzerine inşa edilmişti… Uzun sürecek bir mücadele için hazırlıkarımız yoktu. Her şey sonbahardan önce kesin sonucun elde edileceği fikri üzerine inşa edilmişti." demektedir. Pek çok kaynakta başarısızlığın nedenleri, Alman generallerinin değerlendirmelerine dayanmaktadır. Genellikle Rusya yağmurları, kışı, Hitler'in hatalı kararları ve ikmal sorunları. İkmal sorunlarının bir bölümü dışındakiller, Kızıl Ordu için de geçerliydi. Pek az kaynakta, Rusya'nın neredeyse sınırsız kaynaklarından, rejime ölümüne bağlı kadroların büyüklüğünden, diğer deyişle insan faktöründen söz edilir. Alman tarafında planlama, Sovyetler Birliği'in seferberlik potansiyelini doğru değerlendirememişti. Hali hazırda eğitimli olan birliklerin tümünün hızla savaşa sürülmesi olan birincil seferberlikle ilgili olarak tahmin edilen tümen sayısı, gerçekte varolanın yarısıydı. Ağustos ayı başlarında imha olunan orduların yerini yenileri almıştı. Bu durum tek başına dahi, Barbarossa Harekâtı'nın başarısızlığı anlamına geliyordu. General Halder Ağustos ayı ortalarında günlüğüne ""...200 tümenle karşılaşacağımızı sanmıştık fakat daha şimdiden 360 tanesini tanımladık"" diye yazmıştı. Aslında Sovyet yönetimi sürekli olarak yeni tümenler donatıp cepheye sürdü. Bunun sonuçlarını Mareşal Rundstedt ifade ediyor, ""...bir güç imha edilir edilmez yolumuz yeni gelen bir güç tarafından tıkanıyordu."" Esas stratejik açılım, Kızıl Ordu'nun büyük kısmının Dinyeper batısında imha edilmesiydi. Ancak Sovyet yönetiminin yeni birlikler çıkarabilmesi, bu stratejik açılımı işlemez hale getirmekteydi. Bu bağlamda, Sovyetler Birliği'ne sadece batıdan yönelen bir istila girişiminin, savaşı eninde sonunda ve kaçınılmaz olarak bir yıpratma savaşına götüreceği ortadadır. General Halder, günlüğüne yazdığı bir ifadede Kızıl Ordu'nun bu açıdan durumunu çok net ifade etmişti ""Her defasında hayran olunacak bir şekilde kendilerini yeniden yaratan Rus kuvvetleri..."" Wehrmacht yönünden, İkmal eksiklerini tamamlamak için gereken bir aylık süre içinde ancak sınırlı hedefli operasyonlar söz konusu olabilirdi. Öte yandan savaşı tamamlamak için, çamur mevsiminin başlamasından önce sadece altı hafta kalmıştı. Diğer yanda Kızıl Ordu, çok büyük de olsa kayıplarını giderebileceğini ve sağlam bir güç olarak hâlen ayakta olduğunu göstermiştir. Görece eğitimli birliklerden oluşan tümenler savaşlarda kaybedildi ama yeni tümenler onların yerini aldı. Kızıl Ordu, savaş süresince her ay ortalamada yarım milyon kişiyi silahaltına almıştır. Sovyet askeri bölgesi, ülkenin uzak yörelerinden farklı etnik gruplardan yeni ordular kurmak ve eğitmek konusunda yeterince etkin olabilmiştir. Savaşın en kritik ilk altı ayında Sovyetler Birliği'nin ayakta kalabilmesini sağlayan, çoğu kez düşük eğitimli ve yetersiz donanımlı olsa da seferberliği hızla sağlayabilme ve sürdürebilme becerisiydi. Alman planlamasında gerçekçi olmayan, düşmanın gücünü yanlış değerlendirmeydi. Gerçekte Moskova'daki Alman Askeri Ateşesi General Köstring, Sovyet askeri gücü hakkında daha gerçekçi bilgiler iletmekteydi, ama Hitler bunları göz ardı etme eğilimindeydi. Ayrıca Sovyet istihbaratının elde ettiği bilgiler, Japonya ile savaş olasılığının söz konusu olmadığını ortaya koymuş, böylece ülkenin doğu kesiminde fazlaca birlik bulundurma gereği ortadan kalkmış, kış savaşı için daha iyi eğitimli ve donanımlı bu birlikler batıya kaydırılabilmişti. Alman Yüksek Komutanlığı, Sovyetler Birliği yönetiminin ülke genelindeki etkinliğini doğru hesaplayamadı ve bu konuda ağır bir hesap hatasına düştü. Almanlar Sovyet komünist rejiminin çürük bir yapıda olduğunu, güçlü bir darbeyle hemen çökeceğine inanmışlardı. Bu bağlamda kısa sürede erişecekleri bir zafer umuyorlardı. Gerçekte Sovyet sistemi esnek ve şaşırtıcı biçimde uyum sağlayabilir olduğunu kanıtladı. Başlardaki ezici yenilgiler karşısında Alman ilerlemesiyle tehdit edilen Sovyet endüstrisi dağılmamayı başardı. Bu kritik fabrikalar, usta işçileriyle birlikte demiryolları üzerinden Alman işgal bölgesinin gerisine taşındı ve yeniden kurularak üretime geçti. Hammadde kaynaklarının kaybedilmesine ve işgalin yarattığı keşmekeşe karşın Sovyet yönetimi, savaş cihazının gereksinme duyacağı büyük çapta üretimi yapabilecek çok sayıda askeri fabrika kurmayı başarmıştır. Sovyet yönetimi hiçbir zaman çökme tehlikesi içinde olmadı ve tüm savaş boyunca Sovyet savaş gücü üzerinde sıkı bir kontrolü sürdürebildi. Almanlar savaş esirlerine acımasız davrandı ve Sovyet halkı üzerinde vahşi bir işgal kurdu. Bu işgal tutumu Sovyet halkı içinde derin bir kin oluşturdu. Almanlara karşı duyulan bu kin, Sovyet halkının Batılı toplumlarda görülmemiş bir özveriyle çabalamalarını sağladı. Almanlar, Sovyet halklarını da hafife almışlardı. Alman askeri yönetimi, Sovyet askerini yeteneksiz, ortalama bir Sovyet vatandaşını da alt-insan olarak gördü. Kızıl Ordu'nun mücadelesindeki yırtıcılık Alman askerini şaşkına çevirdi. Sovyet sivillerinin dayanıklılık düzeyi Alman planlamacılarının hesaba katmadığı kadar yüksekti, yaşanılan tüm güçlüklere dayandılar, savaşmaya ve çalışmaya devam ettiler. Ayrıca Sovyet ekonomisinin teknik ve üretim kapasitesi, Almanların tahmin ettiklerinin üzerindeydi. Savaşın başladığı kurak yaz aylarında Alman kuvvetleri ilk haftalarda Kızıl Ordu'nun büyük bir bölümünü imha etmeyi başardılar. Askeri bir harekât için uygun iklim, sert sonbahar ve kışa döndüğünde Kızıl Ordu toparlanmaya, Wehrmacht ise sendelemeye başladı. Alman savaş mekanizması uzun süren bir seferi ikmal yönünden desteklemekte yeterli olamadı. En basitinden hedeflerine ulaşmak için tüm orduya gereken akaryakıt stokları oluşturulamadı. Bu durum Alman ikmal birimleri tarafından harekâtın başlamasından bile önce öngörülmüştü, ancak bu
konudaki uyarılar dikkate alınmadı. Tüm Alman planı, Kızıl Ordu'nun beş haftanın sonunda çökmesi nedeniyle Doğu'daki kuvvetlerinin stratejik olarak hareket serbestisi kazanacağı hesabına dayanmaktadır. Sadece bu durumda mevcut ikmal koşullarının, birkaç mekanize/motorize birliğin yenilmiş olan Sovyet devletinin topraklarının işgalini tamamlamak için gereksinme duyacağı akaryakıtı sağlamaya yeterli olacağı düşünülüyordu. Alman tankları ve piyade birlikleri ilk hafta sonunda 480 km. ilerlemişlerdi, fakat ikmal hatları fazlasıyla zorlanıyordu. Sovyet demiryolu hatları, Avrupa standartlarından daha geniş aralıklı olduğu için, yeterince Sovyet lokomotif ve vagonu ele geçirilene kadar ikmal işlerine yaramayacaktı. Ancak hiçbir zaman yeterince lokomotif ve vagon ele geçirilemedi. Sonuç itibarıyla ikmal malzemesi eksikliği, "Yıldırım Savaşı"nı yavaşlattı. Alman lojistik planlaması Sovyet demiryolu ulaşım ağı konusunda fazla iyimserdi. Eski Doğu Polonya kara ve demiryolu ağı konusu yeterince biliniyordu, ama daha doğuya gidildikçe bilgiler sınırlıydı. Harita üzerinde uygun görünen yollar gerçekte stabilize (toprak) ya da henüz planlama aşamasında olan yollardı. Birleşik Devletler Muharebe Etütleri Enstitüsü tarafından 1981 yılında yayımlanan bir belgede, Hitler'in planlarının sert kış koşulları daha başlamadan önce başarısızlığa uğradığı sonucuna varılmaktadır. Hitler, çabuk bir zafer kazanılacağı konusunda kendinden öylesine emindi ki Sovyetler Birliği'nin kış koşullarında da muharebe etmek için hiçbir hazırlık yapmadı. Alman Doğu Cephesi kuvvetleri, harekâtın ilk beş ayının sonunda 734 binden fazla kayba uğradı. Harekâtın başlangıcında 3,2 milyon olan kuvvetlerin bu kaybı, % 23'e ulaşmaktadır. Alman levazım Generali Eduard Wagner, 27 Kasım 1941 tarihinde durumu şu şekilde rapor etmiştir. "Hem personel hem de malzeme olarak kaynaklarımızın sonunda gelmiş bulunuyoruz. Yoğun kış koşullarının getirdiği tehlikelerle karşı karşıyayız." Alman kuvvetleri Sovyetler Birliği'nin ağır kış koşulları ve yetersiz ulaşım şebekesiyle başa çıkmak için hazırlıksızdı. Sonbaharda Wehrmacht'ın ilerlemesi yavaşladı. Rusya'nın batı kesiminde arazi yazları tozlu, sonbaharları yapışkan çamurlu ve kışları da yoğun biçimde karla kaplıdır. Alman tankları zayıf çekişleri ve dar palet aralığıyla çamur zeminde zorlandılar. Buna karşın yeni kuşak Sovyet tankları olan T-34 ve KV serisi tanklar daha geniş palet aralığı ile imal ediliyordu ve bu koşullarda harekete daha uygundu. Alman ordularında nakliye ve topçu hareketlerinde 600 bin Doğu Avrupa cinsi iri atlar kullanıldı. Bu hayvanlar, bu iklime yeterince iyi uyum sağlayamadı. Kızıl Ordu ise daha küçük Asya cinsi atlar kullandılar. Bu hayvanlar da iklime daha iyi uyum sağlıyorlardı. Hatta toynaklarıyla buzlu zemini kazıp yabani otlar bulabiliyorlardı. Alman birlikleri 1941 yılının sert kış ve sonbahar koşullarına büyük ölçüde hazırlıksızdı. Ekipman böylesi kış şartlarına göre hazırlanmıştı fakat ciddi biçimde zorlanan ulaştırma ağı bu malzemeyi cephelere taşıyamadı. Konuyla ilgili birçok kaynakta birliklerde sıcak tutacak kıyafet sıkıntısı çekildiği, bazı askerlerin -30 derecenin altına düşen koşullarda giysilerinin altına gazete kâğıtları yerleştirerek soğuktan korunmaya çalıştığı belirtilmektedir. Ancak General Guderian'ın anılarında tanımladığı durum, tüm bunların abartılı olduğu izlenimi vermektedir. Guderian, 1941 yılı Ekim ayı ortalarıyla ilgili olarak, askerlerin üzerinde Rus giysileri olduğunu, Alman askeri olduklarının sadece kokartlarından anlaşılabildiğini belirtmektedir. Buna göre kışlık giysi sıkıntısı, daha çok Kızıl Ordu tutsakları için söz konusu olmuştur. Diğer taraftan kışlık giysi olarak en azından bazı unsurlar Almanya'daki ikmal merkezlerinde vardı. Ancak Hitler, ister istemez kapasitesi zaten sınırlı olan ikmal hatlarının, bunların yerine akaryakıt ve mühimmat için öncelikli olarak kullanılmasını emretmişti. Alman silahları soğuktan arızalandı. Yağlar bu düşük sıcaklık için uygun değildi, motorlar arızalandı, silahlar gerektiği gibi çalışmadı. Bir tankın ana silahındaki donmuş yağı bıçakla temizlemek gerekiyordu. Sovyet birlikleri soğuk iklim konusunda deneyimli olmaları nedeniyle daha az ciddi sorunlarla karşılaştılar. İniş yapmış uçakların motorlarının soğumaması için battaniyelerle sarmak yoluna gidildi. Hafif yağ kullanıldı. Alman tankları ve zırhlı araçları, yakıtın katılaşmasını önleyecek antifriz eksikliği nedeniyle zaman zaman çalışamadı. Çok yaygın bir inanış, sert Rus kışının kar yağışı, derin çamur üstüne düşmeye başladığında tüm askeri hareketliliğin durduğu yönündedir. Gerçekte bu faktörler yüzünden askeri hareketlilik yavaşlamıştı, ama daha çok Alman tarafında. Kızıl Ordu 1941 yılının Aralık ayında başlattığı karşı saldırılarla bazı bölgelerde 160 km. ilerleme sağlayarak Rus kışında bile hareketli savaşın sürdürülebildiğini kanıtladı. Sert kış koşulları kendini ortaya koymaya başladığında Hitler, Moskova'dan çekilen Napolyon'un uğradığı yıkımla karşılaşmaktan endişe ediyordu. Bu yüzden ordularına, Sovyet taarruzlarına meydan okurcasına mevzilerini savunmalarını emretti. Bu "dur ya da öl" emri olarak bilinir. Bu emir, Alman kuvvetlerinin bir bozguna uğramalarını engelledi. Fakat bu uğurda ağır kayıplara da katlandılar. Tüm bu yorumların yanında farklı görüşler de vardır. William Sherer, Alman belgeleri üzerinden yaptığı çalışma sonucu yayımladığı üç ciltlik kitabında, “…ama bugün artık iyice anlaşılıyor ki Alman yenilgisinin başlıca nedeni hava değildi. Kızıl Ordu askerlerinin teslim olmamakta gösterdikleri azim e direnmeydi." yorumunu getirmektedir. Moskova Muharebesi'nin çabuk bir zafer getirmemesi üzerine tüm Alman planlarının revize edilmesi gerekmiştir. Kızıl Ordu'nun 1941 kışında sürdürdüğü karşı taarruzlar her iki taraf açısından da yüksek kayıplara yol açtı ve sonuçta Sovyet kuvvetleri, Moskova üzerindeki tehdidi de ortadan kaldırmış oldu. Alman istilasının bu başarısızlığına karşın Sovyetler Birliği de askeri gücünün büyük kısmını yitirmiş bulunuyordu. Bu durum, Alman Yüksek Komutanlığı'na 1942 yazında Mavi Durum olarak geniş çaplı bir genel taarruz başlatma olanağı verecektir. Bu harekât, Bakü bölgesindeki petrol sahalarını hedef alacaktır. Bu genel taarruz da sonuçta Barbarossa Harekâtı gibi başarısız oldu. Başlangıçta nüfus yoğunluğunun düşük olduğu çok geniş araziler ele geçirildiyse de nihai operatif hedefler olan Stalingrad ve Kafkasya'da yenilgiye uğranıldı. Savaşın bu aşamasından itibaren Sovyet ekonomisinin ve çok geniş insan kaynaklarının etkisi kendini hissettirmeye başladı. Artık Sovyet ekonomisi Alman ekonomisinden çok daha geniş çaplı olarak uzun süreli bir yıpratma savaşına uyum sağlamıştı. Son Alman genel taarruzunun yol açtığı Kursk Muharebesi de Sovyet kazanımıyla sonuçlandı. Üç yıl boyunca yoğun çatışmaların ardından Alman kuvvetleri fazlasıyla yıpranmıştı ve 1944 yılının yaz aylarında Kızıl Ordu'nun giriştiği on bir genel taarruzla kesin sonuçlu yenilgilere uğradı. Bu yenilgiler, bir dizi Kızıl Ordu zaferiyle Alman kuvvetlerinin Berlin'e gerilemelerine yol açtı. Berlin ise 8 Mayıs 1945 tarihinde düştü. Moskova önlerinde ağır kayıplar verilerek uğranılan yenilgi üzerine Alman generalleri, güvenli bir kış hattına çekilme görüşündeydi. Fakat Hitler hiç beklenmedik bir emir verdi. "Ordu tek bir adım bile ricat etmeyecektir. Herkes olduğu yerde duracak ve savaşacak." Alman generalleri tarafından başta gizli bir hınçla karşılanan bu emir, daha sonra Hitler'in askeri dehası olarak görülmüştür. Kısa ya da uzun mesafede bir hatta çekilmek, hele ağır kış şartları altında, hele hele birbiri ardı sıra gelen amansız Kızıl Ordu taarruzları altında, kısa sürede bir genel ricata, hatta bozguna dönüşebilir, sonuç Napolyon ordusunun yaşadığı felakete dönüşebilirdi. Gerçekten de Kızıl Ordu, Alman cephesinde her ne kadar derin girmeler sağladıysa da, yaramamıştır. Ulaşım hatlarının geçtiği kentlerde Alman kuvvetleri tutunabilmeyi başardı. Ama Kızıl Ordu bu girmeleri, bir kuşatmaya dönüştürecek biçimde lojistik yönden destekleyemedi. Alman savunmasının lojistik olarak desteklenmesinde ulaşım hatları da çoğu kez yeterli olmamış, Luftwaffe'nin "havadan ikmal"i gerekmiştir. Bazı durumlarda bir kolordunun tüm ikmalinin "havadan" yapılması gerekmiştir. Bir kolordunun ikmal malzemesi gereksinimi günlük 200 tondur ve bunun için 100 uçuş, çoğu kez 100 uçak gerekmektedir. Bu denli zor kış koşulları, kaçınılmaz olarak uçak ve personel kayıplarına yol açtı. Bu kayıplar Luftwaffe'yi, General Tippelskirch'in ifadesiyle "mahvetti". Öte yandan cephe gerisindeki partizan grupları faaliyete geçmişlerdi. Luftwaffe her ne kadar başlangıçta Sovyet hava gücünü büyük bir kısmını daha yerde imha etmişse de, hava üstünlüğünde harekâtın daha ileri evrelerinde tam olarak yararlanamadı. Başlarda tam bir hava hakimiyeti kurulmuştu. Kızıl Ordu birlikleri hava desteğinden tümüyle yoksundu ve Luftwaffe'nin akınlarına karşı tam anlamıyla savunmasızdı. Bununla birlikte Ordular ilerledikçe yeni havaalanları kurulamadı ve giderek daha gerilerde kalan hava üslerinden kara operasyonlarına destek olmada etkin olunamadı. Öte yandan Sovyet cephesi gerisine devamlı olarak yeni filolar getirildi. Tayfun Harekâtı'nın başarılı olamayacağı anlaşıldığında Alman birliklerinin Tula - Viyazma hattına çekilmesine izin verilmiş, ancak 4. Ordu yerinde kalmıştı. Hitler'in bu kararının sonrasında bu birliklerin durumu daha da kritik bir hal aldı. Kızıl Ordu'ya bağlı bir süvari kolordusu, 4. Ordu'nun sağ yanından derin bir girme sağladı. General Günther Blumentritt şunları anlatmıştır, ""Tam da bizi hiçbirşeyin kurtaramayacağını düşündüğümüz sırada Ruslar kuzeye dönüp arkamıza sarkacak yerde batıya doğru devam ettiler."" Hitler, 4. Ordu'nun da geri çekilmesine 4 Ocak 1942 tarihinde onay vermiştir. Cephenin merkez kesiminde Kızıl Ordu taarruzlarının derinlemesine icra edilmesi Alman savunması için cephe hattını fazlasıyla uzattı. Tümenler, genelde 35–40 km.lik bir cephe hattını tutmak zorundaydı
lar. Kritik bölgelerde bu mesafe 15 – 25 km.ye düşüyorsa da yine de I. Dünya Savaşı cepheleriyle karşılaştırıldığında fazlasıyla uzundu. Ancak, hafif piyade silahlarındaki teknik yenilikler ve hareketli birliklerin varlığı durumu dengeledi. Mekanize piyade ve tanklardan kurulu küçük müfrezeler bile, savunmada bir gedik açılması durumunda, yarmanın genişlemesine fırsat vermeden gediği kapatabiliyordu. Alman üst kademe komutanları kademesinde de önemli değişiklikler olmuştur. Alman Orduları Başkomutanı Mareşal Walther von Brauchitsch, 10 Aralık 1941 tarihinde görevinden alındı ve 19 Aralık'ta emekli olduğu ilan edildi. Hitler, yerine bir atama yapmadı, Silahlı Kuvvetler (OKW) Başkomutanlığı'nın yanı sıra Alman Orduları'nın (OKH) Başkomutanlığı'nı da üstlendi. Öte yandan Merkez Ordular Grubu Komutanı Mareşal von Bock’un mide sancıları Aralık ayında, muhtemelen yaşanan olayların da etkisiyle artmış ve görevden çekilmişti. Yerine 4. Ordu Komutanı General von Kluge getirildi. 4. Ordu Komutanlığını. Kurmay Başkanı General Günther Blumentritt üstlendi. Doğu Cephesi'ndeki Alman kuvvetlerinin (Ostheer) toplam kayıpları, Hitler harekâtın devamında esas taarruz yönünün Moskova'dan, Güney Ordular Grubu'nun Ukrayna'yı ele geçirmesine destek için güneye çevirme emri vermiştir. Bu manevrayla, güneydeki harekâtın sol kanadını güven altına almış olsa da Sovyet başkentine yönelen genel taarruzu geciktirmiş oldu. Merkez Ordular Grubu'ndan güneye gönderilen birlikler Moskova'ya yeniden taarruz için bölgeye döndüklerinde Kızıl Ordu direnci de şiddetlenmişti. Sonbahar yağmurlarıyla oluşan çamur, ardından gelen kar yağışı taarruzda ciddi güçlükler yarattı ve sonunda ileri hareketi durdurdu. Ayrıca, Sovyet yönetiminin anavatanın savunulması için bir Büyük Vatanseverlik Savaşı ilan etmesiyle ortaya çıkan direnme, Alman komutanlığının beklediğinden çok daha sert olmuştur. Beyaz Rusya'daki Brest tahkimatı, Rus mücadele azmine bir örnek teşkil etmekteydi. Alman komutanlığınca harekâtın başlangıcında saldırılan bu tahkimatın saatler içinde düşeceği düşünülüyordu, ama haftalarca direndi. Sovyet propagandası daha sonra altı hafta elde tutulduğunu ileri sürmüştür. Alman ikmal meselesi de büyük sorun oldu. İkmal hatları fazlasıyla uzadı ve geri bölgelerde Sovyet partizanlarının eylemlerine hedef oldu. Diğer yandan Sovyet birlikleri boşalttıkları arazilerde yanmış toprak taktiği uygulayarak Almanlara yiyecek, yakıt ve barınak olarak pek bir şey bırakmadılar. Tüm olumsuzluklara karşın Alman ilerlemesi devam etti, çok sayıda Kızıl Ordu birliği imha edildi ya da kuşatılarak teslim olmak zorunda bırakıldı. Kiev Muharebesi özellikle ağır bir darbe oldu. Güney Ordular Grubu 19 Eylül 1941'de Kiev'in kontrolünü ele geçirdi. Sovyet birliklerinden 665 bin kişi tutsak edildi. Kiev daha sonra kahramanca savunmasından dolayı Sovyet yönetimince Kahraman Kent olarak onore edildi. Kuzey Ordular Grubu Baltık ülkelerini ele geçirdi ve sonunda Leningrad'ın güney banliyölerine 1941'in Ağustos'unda ulaştı. Burada sert Sovyet direnciyle durduruldu. Kentin alınması büyük kayıplara yol açacak gibi görünüyordu. Bu durumda Alman komutanlığı, kenti almaktan vazgeçerek kuşatmaya karar verdi. Kent, kuşatma altında açlıkla dize getirilecekti. Kent savunması birkaç Alman yarma girişimine, ağır akaryakıt ve gıda maddeleri kıtlığına karşın dayanmayı sürdürdü. Alman kuşatmasının 1944 başlarında kentin yaklaşımlarından geri atılmasına kadar da direnmeyi sürdürdü. Kahraman Kent olarak tanımlanan ilk Sovyet kenti oldu. Barbarossa Harekâtı'nın esas saldırılarına ek olarak Alman kuvvetleri, Finlandiya'nın Petsomo bölgesini zengin nikel madenlerinin güvenliği için işgal etmiştir. Murmansk'a karşı da 28 Haziran 1941 tarihinde bir dizi taarruz başlattılar. Harekât, Gümüş Tilki Harekâtı olarak bilinmektedir. Alman kuvvetleri Sovyet karşı taarruzları tarafından yönlendirilmekten kaçındılar fakat savaşlardan ve kış koşullarından dolayı ağır kayıplara uğradılar. Moskova'nın alınması Almanya için zaferin anahtarı olarak görüldü. Günümüzde tarihçiler Moskova'nın Alman kuvvetlerinin eline geçmesinin, Sovyet yenilgisine yol açıp açmayacağını tartışmaktadır. Öte yandan erken bir zamanda Moskova'ya yönelinseydi bile, hemen hemen tüm Alman generallerinin iddia ettiğinin tersine alınabilirliği hiç de kesin değildir. Sonuçta Barbarossa Harekâtı bu amacına ulaşmakta başarısız oldu. 1941 yılı Aralık ayında Japonya ile Almanya, Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı askeri bir ittifak içine girdiler. Barbarossa Harekâtı'nın sonunda Sovyetler Birliği de en az Almanlar kadar ağır bir darbe yemişti. Almanlar Moskova'yı almakta tam olarak başarısızlığa uğramalarına karşın Sovyetler Birliği'nin batı kesiminde çok geniş bir toprağı işgal etmişlerdi. Bu topraklar bugün için Beyaz Rusya, Ukrayna ve Baltık Devletleri topraklarını kapsamaktadır. Alman kuvvetleri 1.690 km. ilerlemişlerdi ve 3.100 km.lik bir cephe hattına ulaşmışlardı. Sonuçta 1,3 milyon kilometrekarelik bir toprak Alman kuvvetlerince alınmıştır. Bu topraklar üzerindeki nüfus 1941 sonu itibarıyla 75 milyondur. Kursk ve Stalingrad yenilgileri sonrasında çekilmek zorunda kalacakları ayrıca 650 bin kilometrekarelik bir arazi de izleyen yılda da ele geçirmişlerdir. Ancak işgal edilen bölgelerde hiçbir zaman tam bir hakimiyet söz konusu olmadı, Alman karşıtı hareketler hızla tırmanışa geçti. Alman istilası, Hitler'in harekâtın başlamasından hemen önce verdiği emirler gereği, baştan beri acımasızdı. Hitler'in ideolojisinde Slav halklar "insan-altı" olarak görülüyordu ve işgal edilen topraklardaki Slav halka karşı tutum, bu bakış açısından hareket edecekti. Genelde işgalin bu tutumu yerel halkı karşısına aldı. Ukrayna'nın bazı bölgelerinde ise yerel halk Almanları, onları Stalin'den kurtulmasına yardımcı olacağını düşünerek destekledi ve yarı-askeri teşkilatlanmalara gitti. Kızıl Ordu birlikleri ülkenin kırsal alanlarında dağıldığında bu bölgelerde, Alman karşıtı partizan hareketleri yeraltı güçleri olarak, Alman baskıcı uygulamalarından da güç alarak yoğunlaştı. Alman kuvvetleri, kızıl ordunun karşı saldırılarına inatla direndiler ve bu çatışmalar her iki taraf açısından da ağır kayıplara yol açtı. Barbarossa Harekâtı'nın bir bakıma açılış bölümü olan 1941 yılında Wehrmacht kuvvetleri, Kızıl Ordu birliklerini birçok yerde kuşatmış ve imha etmiştir. Samuel W. Mitcham, bu kuşatmalardan yirmi tanesini, Sovyet kayıplarını da göstererek listelemiştir. Bu listede yer alan 20 bölge, Rossinzny, Bialistok-Minsk, Simolensk, Roslavl, Gomel, Divina, Staraya Russa, Luga, Reval, Galasya, Uman, Jitomir, Valday Tepeleri, Kiev, Viyazma-Biryansk, Nikolav, Dinyeper kıyıları, Mariupol, Kırım ve Donetz Sahası'dır. Bu bölgelerdeki Kızıl Ordu kayıpları toplamda (subay/erat, tank ve çeşitli çapta top ve havan olarak), 3.067.000 erat/subay, 14.122 tank, 26.803 top ve havan olarak belirtilmektedir. Bu rakamlar, kuşatılan Sovyet birliklerinin, Alman kuvvetleri eline geçen kısmıdır, muharebeler sırasındaki kayıplar değil. Ayrıca muharebeler sırasında ortaya çıkan kayıplar da hesaba katıldığında Kızıl Ordu'nun gerçek kayıpları çok daha yüksektir. Barbarossa Harekâtı boyunca 1941 yılında Kızıl Ordu ölü, yaralı, kayıp ve tutsak olarak büyük sayıda asker kaybetmesinin de ötesinde, büyük miktarlarda ağır ve hafif silah, mühimmat, akaryakıt, erzak dahil her türlü ikmal malzemesi de kaybetmiştir. Örneğin 1941 yılında savaş bölgesindeki beş "Cephe"den sadece Batı Cephesi'nin mühimmat kaybı 4.216 vagondur. Doğu Cephesi'nde savaş dört yıl sürdü. Ölü sayısı kesin olarak saptamaya olanak yoktur. Batılı kaynakların genel kabul gören değerlendirmesine göre Sovyet askeri kayıpları (çatışmalar ve tutsaklık sırasındaki ölümler) 7 milyon kişi kadardır. Sovyet sivil ölümlerine ilişkin rakam ise, en sık kullanılan rakam, hâlen tartışmalı olsa da 20 milyon civarıdır. Doğu Cephesi'nde Alman askeri kayıpları açıkça belirsizdir. En son Alman değerlendirmesi (Rüdiger Overmans'a göre) yaklaşık 4,3 milyon Alman ve 900 bin müttefik askerinin çatışmalarda ya da esaret altında öldüğü yönündedir. Doğal olarak bu çapta bir askeri operasyon olan Barbarossa Harekâtı dünya tarihinin en ölümcül savaşları arasında geçmektedir. Sovyetler Birliği 1929 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmesi'ne katılmamıştı. Ancak 1941'de Alman saldırısından bir ay sonra I. Lahey Sözleşmesi'ne katılmak için Sovyetler Birliği girişimde bulunmuştur. Bu girişim, Nazi yönetimi tarafından yanıtsız bırakıldı. The breach of promise: Hitler, Stalin and World War II)". Munich: Olzog. 1994 (hardcover, ISBN 3-7892-8260-X); Munich: Heyne, 2001 (paperback, ISBN 3-453-11764-6)." Hatme Hatme, İslam peygamberi Muhammed'e salavat getirilerek yapılan ve peygamber ruhunun ve Sadat-ı Kiramın ruhunun indiği ve tabi olunan mürşidin himmetiyle hatme yapanlarla iletişime geçtiklerine inanılan ibadet. Bu ibadete hatmeye katilmayanlar konuk olamaz, kapali bir oda'da yapilir. Virt Virt (), rutin hâlinde devamlı çekilen zikirdir. Tasavvufta belirli sayıda Allah denilerek kalbin Allah'ı zikretmesi hedefleyen zikir çeşidine denir. Kalbin ilacı 'zikir', nefsin tezkiyesi (terbiyesi) zikir', Nakşibendî tarikatında gizli zikir esasken Kādirî tarikatı açıktan zikri tercih etmiştir. Sâdât-ı Kirâm'ın ismini ezberlemeden İhlas suresi zikri yapılır. İsimler ezberlendikten sonra günde 5.000'den başlayan kalp zikri, 21.000'den sonra letâif zikri, 101.000'den sonraysa nefy-u ispat zikrine başlanır, yani "la ilahe illallah" denir. Bâzı kollarda nefy-u ispat zikrine geçmeden önce, bazılarında ise ondan sonra hatme-i tehlîl denilen "la ilahe illallah" zikri yapılır. Bu zikre genellikle hayat boyu devam edilir. Mürşitlerin vefatlarına kadar günde 30.000, 50.000 gibi yüksek sayılarda hatme-i tehlil yaptığı bilinmektedir. Kalp zikrine 5.000 lafza-i celâl (Allah) diyerek başlanır, belirli zamanlarda 2.000 arttırılır. Bu zikirde dil damağa yapıştırılır, sükunet içinde bulunularak ve sessiz olarak "Allah, Allah" denir. Bu zikirle ruhun güzel özellikleri ortay
a çıkar, nefs yavaş yavaş ölür. Bu zikir yapılırken bâzı şartlara riayet etmek gerekir. Bunlar, vukuf-u kalbî (dikkati kalp bölgesinde toplamak), vukuf-u adedî (zikrin sayısına riayet etmek), nigahdaşt-ı havâtır (kalbe gelen düşünceleri kovmak) ve bâz-ı geşt'tir (her 100 adette bir "ilahî ente maksudî ve rizake matlubî" demek). Kalp zikrinden letâif zikrine geçmenin çeşitli belirtileri vardır. Bunlardan en yaygını kalp bölgesinde sancı ve şiddetli yanma olmasıdır. Ancak bu belirtilerin olması, kişinin kendi kendisine letâif zikrine geçmesini gerektirmez, mutlaka mürşidin izni ve talimatıyla geçmek gerekir. "Letaif zikri", kalp dersi 5.000'de başlar ve her artırma dört ayda 2.000 olmak üzere 21.000'e kadar gelir. 21.000'den sonra 23.000'e atlanır ve 25.000 letâif zikri başlar. Letâif zikri 101.000'de son bulur (düzenli olarak artırılırsa buraya 11 senede varılır). Kalp dersi yapılırken sağ el kalbin üzerinde durur. Letaif zikrinde ise kalp de dahil olmak üzere altı bölgede bulundurulur. Bu altı bölgeyi kısaca şöyle belirtebilir: Kalp, ruh, sır, hafa, ahfa ve nefistir. Bunların yerleri ise şöyledir: Kalp, sol memenin dört parmak altında, ruh sağ memenin dört parmak altında, sır sol memenin iki parmak üzerinde, hafa sağ memenin iki parmak üzerinde, ahfa gırtlak çukurunun iki parmak altında, nefs ise iki kaşın ortasındadır. Meselâ salik 37.000 çekiyor bu sayıyı altı letaifesi üzerinde tamamlar ve 101.000'e yaklaştığında bu letaifeler "Allah!" demeye, 101.000'e geldiğinde ise vücudunun her yeri "Allah!" diyerek zikretmeye başlar. Buna "sultânî zikir" denilir. Sultânî zikir hasıl olduktan sonra sâlike nefyu ispat zikri telkin olunur. Bu zikir şekli, Nakşibendî'nin Hâlidiye koluna aittir. Letâif zikrinde başarılı olan müride nefy-u ispat zikri tarif edilir. Bu zikir, zikirlerin en faziletlisi olan “lâ ilâhe illallah, muhammed-ür rasulullah” zikridir. Çekilişinde "lâ" derken göbekten yukarıya, "ilâhe" derken buradan sağ omza, "illallah" derken buradan da kalbe giden bir hat tasavvur edilir, nihayet lafza-i celâl kalbe vurulur. Nefy-u ispat zikri yaparken bâzı hususlara dikkat etmek gerekir. Haps-i nefes, vukuf-u adedî bunlardan bazılarıdır. Mürşit Mürşit, Tasavvufta tabi olunan kâmil insan örneği. İslam tasavvuf ekollerinin hemen hemen tamamında müritlerini (tabiilerini ya da intisaplılarını) terbiye eden Kur'an-ı Kerim ve Sünneti Seniyyeye ait ölçüleri hayata geçirerek bu ölçüleri nefsinde bizzat yaşayan ve bağlılarını Dinin esasları, Dini hayat, Tevhit, Marifetullah, konusunda terbiye ederek onları fenafillaha (Allahta Fani olmaya) eriştirmek için önderlik eden öğretmen (Kelime anlamı: irşad eden.) Mürşit, "mürid" için terbiye etmede üstlendiği rolden dolayı manevi baba sayılır. Hatta mürşide baba şeklinde de hitap edilir. Peygamber Muhammed'e de sahabenin baba olarak hitap etmesiyle ilgili manevi ve gerçek babayı ayırmak üzere olan bir Kur'an âyeti şöyledir: Ahzab Suresi: 40 - Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Ama Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyle bilendir." Mürşitlere izafe edilen olağanüstü hâllerden (Kerametlerden) dolayı, halk arasında "Mürşit uçmaz, mürit uçurur" deyimi kullanılır. Tasavvuf terimleri listesi Sergio Leone Sergio Leone (d. 3 Ocak 1929 – ö. 30 Nisan 1989), İtalyan film yönetmeni, film yapımcısı ve senarist. Daha çok "spaghetti western" türüyle bilinse de "Bir Zamanlar Amerika" filmiyle sadece bir spaghetti western yönetmeni olmadığını kanıtlamıştır. Leone, sinema öncüsü Vincenzo Leone'in ve sessiz film aktrisi Edvige Valcarenghi (Bice Waleran)'nin oğlu olarak Roma'da dünyaya geldi. Okul yıllarında daha sonra müzikal iş birliği yapacağı Ennio Morricone ile sınıf arkadaşıydı. Babasını setlerde izledikten sonra 18 yaşında üniversitedeki hukuk öğrenimini bırakarak film endüstrisine giriş yaptı. 1948 senesinde, Bisiklet Hırsızları filminde İtalyan görüntü yönetmeni Vittorio De Sica'nın asistanlığı yaptı. Daha sonra, 1950'ler boyunca senaryolar yazmaktaydı. Bunlar daha çok o zaman popüler olan peplum (sword-and-sandal, kılıç ve sandal) tarihi destan filmleriydi. Aynı zamanda Roma'da birkaç büyük ölçekli Cinecittà yapımı filmde yardımcı yönetmenlik yaptı. Bunlardan kayda değer olanlar; Quo Vadis ve Amerikan stüdyoları tarafından finansal desteklenen Ben-Hur filmleriydi. Yönetmen Mario Bonnard, 1959 İtalyan destanı Gli ultimi giorni di Pompei (Pompei'nin Son Günleri) filminin çekimlerinde hastalanınca Leone filme girmek ve filmi bitirmek için izin istedi. Böylece Leone yönetmen olarak ilk çıkış filmi Il Colosso di Rodi (Rodos Canavarı)'yi çekerek yönetmenlik kariyerine başladı. Leone, büyük bütçeli Hollywood yapımlarına benzeyen düşük bütçeli filmler üretmek için tam donanıma sahipti. 1960'ların başlarında, tarihi destanlar seyircinin gözünden düşmüştü. Ama Leone dikkatini başka bir yöne kaydırdı. Bu "Spaghetti Western" olarak bilinen bir alt tarzdı. Orijinali ise Amerikan Western tarzı filmlerden gelmekteydi. "Bir Avuç Dolar" filmi ünlü Japon yönetmen Akira Kurosawa'nın edo dönemi samuray macerası "Yojimbo" (1961) esas alınarak yapılmış bir western filmiydi. Aslında bu filmin senaryosunun western tarzına uyarlamasıydı. "Bir Avuç Dolar", aynı zamanda Clint Eastwood'un bir yıldız olarak ortaya çıktığı film olduğu için kayda değerdir. Bu döneme kadar Eastwood, Amerikan televizyon aktörü olarak birkaç filmde rol almıştı. Leone'nin bir sonraki iki filmi "Birkaç Dolar İçin" (1965) ve "İyi, Kötü ve Çirkin" olacaktı. Bu filmler, Bir Avuç Dolar filmi ile birlikte "Man with No Name üçlemesi" olarak bilindi. Aynı zamanda bunlara "Dolar Üçlemesi" de deniyordu. Bu filmlerin her biri kendinden bir önce gelen filmden finansal ve teknik açıdan daha başarılı oldu. Film müziklerinin yenilikçi besteleri Ennio Morricone tarafından yapıldı. Temaları tasarlamak için ikili birbirine yakın çalışıyordu. Leone film çekimlerini Morricone'nin müzikleri oynarken yapıyordu. Bu onun kişisel tarzı olmuştu. "The Man with No Name üçlemesi"nin başarısına dayanarak, 1967 senesinde Leone Amerika Birleşik Devletleri'ne davet edildi. Paramount Pictures yapımcılığında "Bir Zamanlar Batıda" filmini yönetecekti. Film daha çok Almería, İspanya ve Roma'daki Cinecittà stüdyosunda çekildi. Aynı zamanda kısa bir kısmı Utah'daki Monument Vadisi'nde çekildi. Film Charles Bronson, Henry Fonda, Jason Robards ve Claudia Cardinale gibi dönemin popüler isimleri ile çekildi. Filmin senaryosu Leone ve onun uzun zamandır arkadaşı ve işbirlikçisi olan Sergio Donati tarafından yazıldı. Bernardo Bertolucci ve Dario Argento'nun bir hikâyesi esas alındı. Bu her iki hikâye yazarı da daha sonra dikkat çeken yönetmenler oldular. Film piyasaya çıkmadan önce Paramount tarafından kötü şekilde kurgulandı. Bu filmin Birleşik Devletler'de düşük gişe geliri elde etmesinin sebeplerinden biriydi. Film yine de Avrupa'da büyük bir hit oldu. "Bir Zamanlar Batıda" filminden sonra, Leone devrimi eleştiren "Yabandan Gelen Adam" isimli komedi western filmini yönetti. İlk başlarda Leone filmin sadece prodüktörlüğünü yapmaya niyetliydi. Ama yönetmen Peter Bogdanovich ile düştüğü sanatsal farklılıklardan dolayı filmi kendisi yönetmek istedi. "Yabandan Gelen Adam" filminde James Coburn ve Rod Steiger başrolleri paylaşıyordu. Meksika Devrimi'ni konu alan aksiyon dram filminde Coburn İrlandalı devrimci, Steiger ise devrimci olması için kandırılan Meksikalı bir hayduttu. Leone prodüktörlüğe devam etti. Bunun vesilesiyle bazı filmlerin sahnelerini yeniden çekti. Bunlardan birisi de "Il mio nome è Nessuno" (1973) filmi oldu. Yönetmen Tonino Valerii tarafından çekilen bu komedi western filminde Leone kredi yazılarında geçmemesine rağmen yönetmenlik yaptı. Bu Henry Fonda'nın son western filmi olmuştu. Fonda başrolü Terence Hill ile paylaşıyordu. Leone'nin bu senelerde başka filmlerinde prodüktörlüğünü üstlendi. "Un genio, due compari, un pollo" (1975) Terence Hill'in başrolünde oynadığı diğer bir western filmiydi. 1977 senesi yapımı olan "Il gatto" ve 1979 senesi yapımı "Il Giocattolo" Leone tarafından finanse edilmişti. Bu dönem boyunca Leone Avrupa televizyonları için çeşitli ödüllü TV reklamları çekti. 1978 senesinde, 28. Berlin Film Festivali'nde juri üyesi oldu. Baba filmi için gelen yönetmenlik teklifini reddetti ve seçimini Bir Zamanlar Amerika isimli hayalini kurduğu projeden yana kullandı. Bu filmin üzerinde 10 sene özveri ile çalıştı. Yazar Harry Grey'in "The Hoods" isimli romanına dayanarak yazılan film senaryosu, New York şehrinde 1920'ler ve 1930'larda yaşamış Yahudi gangsterin çocukluğundan süre gelen yaşamını ve arkadaşlığını konu alıyordu. Dört saatlik bu filmde başrolleri Robert De Niro ve James Woods oynadı. Warnes Bros, filmin fazla uzun olduğunu düşündü. Ve Amerika marketi için zorlayıcı şekilde yeni kurgu kesimlerine gitti. Warner Bros, Çizgisel bir anlatım sağlamak için geçmişe dönüş sahnelerinden vazgeçti. Sonunda film iki saate indi ve kesilmiş versiyonu Kuzey Amerika'da gösterime girdi. Çok fazla eleştiri almıştı ve bir fiyaskoydu. Orijinal versiyon dünyanın geri kalanında yayınlandı. Ve daha iyi bir gişe geliri elde etti. Aynı zamanda eleştiriler de olumluydu. Filmin orijinal versiyonunun dvdsi Amerika'da yayınlandığında eleştirmenler tarafından büyük ölçüde övüldü. Çoğu eleştiri filmi bir şaheser konumuna oturtuyordu. Biyografi yazarı Christopher Frayling'e göre, Leone stüdyonun yaptığı kurgu kesimleri ve Bir Zamanlar Amerika için yapılan düşük reklam organizasyonundan dolayı derin şekilde incinmişti. Ve bu onun son filmi olmuştu. 1988 senesinde Venedik'te yapılan 41. Cannes Film Festivali'nde baş juri olmuştu. 30 Nisan 1989'da, Leone 60 yaşındayken kalp krizi sonucu vefat etti. Zorlayıcı yemek yemesi ile kötü bir üne sahipti ve obez olmuştu. Leone ölmeden önce 1989 senesinde II. Dünya Savaşı'ndaki Leningrad Kuşatması'nı konu alan bir film yapmayı planlıyordu. Öldükten sonra arkasında eşini ve üç çocuğunu bıraktı. Son yıllarında onun en ünlü aktörü Clint Eastwood ile b