article
stringlengths
7.34k
10k
eski kulübü Galatasaray ile 2,5 yıllık sözleşme imzaladı. Emre, daha çok futbol sahasındaki hırslı, mücadeleci ve zaman zaman sert karakteriyle tanınır. Futbolcunun menejerliğini spor yazarı Ogan Tarhan yapmıştır. Emre Aşık, 1 yıllığına kiralık olarak Ankaraspor'la anlaştı. Ankaraspor'da geçirdiği başarılı bir sezonun ardından Fatih Terim tarafından A millî takımın 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası kadrosuna dahil edildi. 2008-2009 sezonunda Galatasaray'a geri döndü. O sezon takımında görev aldığında ne kadar etkili olabileceğini gösterdi. 2009-2010 sezonun 33. haftasında Galatasaray'ın evinde oynadığı Antalyaspor maçında sonradan oyuna girerek Galatasaray formasına ve Ali Samiyen'e taraftarların tezahüratları eşliğinde veda etti. 29 Mart 1995'teki İsveç maçında attığı golle 2-1'lik galibiyetin mimarlarından biriydi. 2001-02 sezonundaki formuyla 6 yıldan sonra tekrar Türkiye millî futbol takımına seçildi. 2002'de dünya 3.sü olan A millî takımda ve 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'da 3. olan A millî takımın kadrosundaydı. 2009-10 sezonunun sonunda futbolu bırakmaya kararı verdi. Bu kararından sonra Türkiye formasıyla 19 Mayıs'ta Çek Cumhuriyeti ile oynanan maçta 9. dakikada Okan Buruk'la beraber oyundan çıkarak jübilesini yaptı. Toplamda 52 kez A Millî formayı giydi. Kusura Bakma Kusura Bakma, Sezen Aksu'nun 1976 çıkışlı ikinci 45'liğidir. Sadece 50 tane satan ilk kırkbeşlikten sonra Sezen Aksu'yu Türkiye'ye bu kırkbeşlik tanıttı. Kusura Bakma ve Yaşanmamış Yıllar isimli 2 şarkı da kısa sürede Sezen Aksu'yu ilgi odağı haline getirdi. Sözleri ve müziği Aksu'ya ait olan Kusura Bakma, "Adı Bende Saklı" albümünde sanatçının yeni yorumu ve Murat Yeter'in düzenlemesiyle yer aldı. Yaşanmamış Yıllar ise aynı yıl Bulgar şarkıcı Lili Ivanova tarafından seslendirilmiş "Утеха" (Latin harfleriyle: Uteha) şarkısından alındığı halde 45'liğin üstünde söz yazarı Aksu'nun ve düzenlemeci Dilek'in adlarıyla yetinilmiş, Aksu'nun "Allahaısmarladık" albümünün 2006'da yapılan yeni baskısında ise besteci yerine "Bilinmiyor" yazılmıştır. "Kusura Bakma" şarkısının söz ve müziği Sezen Aksu'ya aittir. Tamamı sanatçı tarafından yazılan Sezen Aksu şarkılarından biridir. Bu albümde şarkının düzenlemeleri ve plak yönetmenliği Zafer Dilek'e aittir. Adı Bende Saklı albümündeki versiyonunun düzenlemesi Murat Yeter tarafından yapılmıştır. Prodüktörlüğü Yener ile yayınlayan plak şirkete aittir. Plak kaydında şarkı 3 dakika 51 saniye sürer. Sezen Aksu tarafından yeniden yorumlandığı Adı Bende Saklı albümünde 4 dakika 16 saniye sürer. Bu albüm sıralamasında ilk sırada, "Yaşanmamış Yıllar" şarkısından önce yer alır. Nakarat kısmı; sözlerinden oluşur. "Kusura Bakma" yayınlandığında dönemin müzik eleştirmenlerinden olumlu eleştiriler toplamış ve iyi satış grafiği yakalamıştır. Albümde yer alan şarkılara klip çekilmemiştir. Ayrıca şarkı Sezen Aksu'nun kendi sesinden Türkân Şoray tarafından yönetmenliği Osman Fahir Seden tarafından yapılan 1976 yılı yapımlı Devlerin Aşkı filminin bir sahnesinde söylenmiştir. Ayrıca şarkı 2011 yılında Faruk K tarafından yeniden yorumlanmış ve kliplendirilmiştir. Çağdaş Atan Çağdaş Atan (d. 29 Şubat 1980, İzmir), Türk millî futbolcudur. 1. Lig takımlarından Gaziantep Büyükşehir Belediyespor'da forma giymektedir. Futbola 8 yaşında ailesinin desteğiyle Altay'ın altyapısında başladı. 2000 yılında Marmarisspor’da profesyonelliğe yükselerek, bu takımla 3. Lig’de şampiyon oldu. Daha sonra eski takımı Altay’a geri döndü ve 2. Lig’de de şampiyonluk yaşadı. Ardından iki sezon Süper Lig’de oynadı. Altay'da oynadığı dönemde bir top toplayıcı çocuğa tokat attığı için spor kamuoyu tarafından sıkça eleştirildi. 2003-04 sezonunda Denizlispor’un formasını giyen Çağdaş, burada gösterdiği performans ile Türkiye millî futbol takımı kadrosuna çağırıldı. 2004-05 sezonu öncesinde 1 milyon $ karşılığında Beşiktaş'a transfer oldu. Beşiktaş'ta ilk lig maçına 12 Eylül 2004 tarihinde Sakaryaspor ile oynanılan maçta çıkarken, ilk lig golünü 15 Mayıs 2005'te İstanbulspor'a karşı attı. 8 Nisan 2006'daki Malatyaspor maçında taraftarlarla yaşadığı olaylar ve maç sonrası yaptığı açıklamalar nedeniyle Beşiktaş yönetimi tarafından 100 bin TL para cezasına çarptırılırken süresiz kadro dışı bırakıldı. Beşiktaş'tan ayrıldıktan sonra kendisine aralarında RSC Anderlecht, VfL Bochum gibi takımlarında bulunduğu birçok kulüp talip oldu. Ancak tercihini Trabzonspor'dan yana kullandı ve yeni takımıyla 4 yıllık sözleşme imzaladı. Çağdaş Trabzonspor'da ise ilk lig maçına 5 Ağustos 2006'da Kayserispor karşısında çıkarken, ilk lig golünü 14 Ekim 2006 tarihinde Kayseri Erciyesspor ile oynanılan ve 3-1 kazanılan maçta attı. Trabzonspor'da 40 lig maçına çıkıp 5 gole imza atan Çağdaş, 2008-09 sezonunun sonunda sözleşmesinin sona ermesi ve Avrupa'da oynama isteği nedeniyle 2 Haziran 2008'de Bundesliga takımlarından Energie Cottbus'a imza attı. Cottbus'ta ilk lig maçına 22 Ağustos 2008'de Hannover 96 karşısında çıkan Çağdaş, sezonun ilk maçlarında fazla forma şansı bulamamasına rağmen, daha sonraki haftalarda sürekli olarak kadroda yer almaya başladı. Energie Cottbus'la ilk lig golünü 15 Şubat 2009 tarihinde Borussia Dortmund'a attı. Sezon sonunda takımının küme düşmesiyle FC Basel ile 2+1 yıllık olmak üzere 3 yıllık sözleşme imzaladı. FC Basel'i seçmesindeki ana neden olarak ise kulübün Avrupa Kupalarında oynayacak olmasını gösterdi. 2011-12 sezonun için adı eski takımı Trabzonspor'la anılsa da Çağdaş Atan Süper Lig'in yeni ekiplerinden Mersin İdman Yurdu'yla anlaşarak buraya transfer oldu. 2012-13 sezonunun başında Süper Lig'in yeni ekiplerinden Akhisar Belediyespor'a transfer oldu. 2014-15 sezonunun başında PTT 1. Lig ekiplerinden Gaziantep Büyükşehir Belediyespor'a transfer olan Atan Nikola Mikić'in yerine kaptanlık görevine getirilmiştir. 2014-15 sezonu devre arasında PTT 1. lig ekiplerinden Manisaspor'a transfer olmuştur. Atan evli ve bir çocuk babasıdır.Oyuncu Berk Atan'ın kuzeni dir. Millî takım formasını ilk kez 18 Şubat 2004'te Danimarka'ya karşı giyen Çağdaş, millî takımla ilk golünü 31 Mart 2004 tarihinde Hırvatistan ile oynanılan hazırlık maçında attı. Çağdaş ayrıca Türkiye A2 millî futbol takımı formasını da 3 kez giyip 1 gol attı. NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." İbrahim Üzülmez İbrahim Üzülmez (d. 10 Mart 1974, Kocaeli), Sol bek mevkinde görev alan Deli İbo lakaplı Türk eski millî futbolcu, teknik direktör. Şu anda Çaykur Rizespor'un teknik direktörlüğünü yapmaktadır. 16 yaşındayken Gönenspor yeteneğini fark edip onu transfer etti. Burada kendini geliştirdikten sonra sırasıyla; Kardemir Karabükspor, İskenderun Demir Çelik SK, tekrar Kardemir Karabükspor, Amasyaspor ve tekrar Kardemir Karabükspor gibi külüplerde forma giydi. Ardından Gaziantepspor`a transfer oldu. Burada önceki sezonlarına göre istikrarlı maçlar çıkararak büyük hayali gerçek oldu ve 2000-2001 sezonunun transfer döneminde Beşiktaş´a transfer oldu. Beşiktaş´ın 100. yıldaki şampiyon kadrosunda yer aldı. 2008-2009 sezonunda Beşiktaş´tan takım arkadaşı olan İbrahim Toraman ile kavga edip kadro dışı kalmıştır. Ancak daha sonra ikisi de affedilmiş, ancak bu olaydan sonra Beşiktaş'taki kaptanlığını kaybetti. Sezonunun son haftadaki Denizlispor-Beşiktaş mücadelesinde teknik direktör Mustafa Denizli ona bir jest yaparak, oyuna alırken tekrar kaptanlık pazıbandını taktı ve şampiyon takımın kaptanı olarak oyuna dahil etti. 100. yıldaki sağ ayağıyla gol attığı Galatasaray ve bu sezon oynanan Fenerbahçe derbileri ve 3-0 lık FC Barcelona maçları üst düzey gösterdiği performansla kariyerinin en iyi maçlarını çıkarmıştır 23 Haziran 2009 tarihinde Siyah-Beyaz'lı kulüple 1 yılı opsiyonlu olmak üzere, 2 yıllık mukavele imzaladı. 13 Şubat 2011 tarihinde Beşiktaş yönetimi tarafından sözleşmesi feshedilmiştir. A Millî Futbol Takım'a ilk kez 12 Şubat 2003'te Ukrayna ile oynanan maç için çağrıldı ve o maçın ilk yarısında oynayarak millî oldu. 2003 FIFA Konfederasyonlar Kupası'nda 3. olan takımın 4 maçında 90 dakika forma giydi. İlk ve tek golünü ise golünü 2 Haziran 2009 tarihinde Azerbaycan ile oynanan özel maçta attı. İbrahim Üzülmez, futbolculuk kariyerini noktaladıktan bir yıl kadar sonra Çaykur Rizespor'da Mustafa Denizli'nin yardımcılığı görevini üstlenerek teknik adamlık kariyerine başlamış oldu. 30 Ocak 2016 tarihinde Gençlerbirliği'nde başkan İlhan Cavcav tarafından teknik direktörlük görevine getirilmiştir. Çaykur Rizespor mücadelesiyle göreve başlayan Üzülmez, takımın 2015/16 sezonunun ikinci yarısında iyi bir performans sergilemesini sağlayarak takımın düşme hattından uzaklaşmasını sağladı. 2016/17 sezonunda takımın beklenen performansı sergileyememesi, 10 haftada 2 galibiyet, 5 beraberlik ve 3 mağlubiyet alması üzerine 7 Kasım 2016'da yönetimle gerçekleşen görüşme sonrasında teknik direktörlük görevinden ayrıldı. 12 Aralık 2016'da İsmail Kartal'ın yerine Gaziantepspor teknik direktörlük görevine getirilen İbrahim Üzülmez, takımın başarılı bir performans gösterememesi üzerine 24 Ocak 2017 tarihinde yönetim ile karşılıklı olarak sözleşmesini feshetti. Haydi Şansım Haydi Şansım, Sezen Aksu'nun 1975 çıkışlı ilk 45'liğidir. Bu 45'lik "Sezen Seley" adıyla piyasaya verilmiştir. "Haydi Şansım" şarkısının sözleri Ayşe Çağlayan'a, müziği bilinmemekle birlikte düzenlemesi Doruk Onatkut'a aittir. Tamamı Çağlayan tarafından yazılan Sezen Aksu'nun ilk 45'liğinde yer alan ilk şarkısıdır. Prodüktörlüğü Yeşil Giresunlu'ya aittir. Albümde bulunan ilk şarkı 3 dakika 45 saniye diğeri 2 dakika 34 saniye sürer. Albüm sıralamasında "Haydi Şansım" şarkısından sonra, "Gel Bana" şarkısı yer alır. Albüm 1975 yılında "Melodi Plak" etiketiyle yayınlanmıştır. dediği Engin Aksu ile ilk evliliğinden bir hafta sonra, Yeşil Giresunlu tarafından plak yapmak için Aksu çağrılmış, İstanbul'a gelerek plak çalışmasına başlamıştır. 1975'e girerken albümün kayıtları tamamlanıp, yayınlanmıştır. "Haydi Şansım-Gel Bana", hemen hemen hiç satmamakla birlikte "Sezen Seley" adıyla yayınlanm
ış tek Sezen Aksu çalışmasıdır ve sanatçının ilk müzik albümüdür. Sezen Aksu’nun, ‘Haydi Şansım’ adlı ilk albümü sadece 50 adet satmıştı ve bu 50 albümü sadece kendisi ve tanıdıkları almıştır. İbrahim Toraman İbrahim Toraman (d. 20 Kasım 1981; Sivas), Stoper mevkinde forma giymiş Türk eski millî futbolcudur. İbrahim Toraman Sivas DSİ Spor'da futbolda başladı ve 6 yıl amatör olarak oynadı. Burada oynarken amatör takımlar bazında Gaziantepspor, MKE Ankaragücü, Gençlerbirliği gibi kulüplerin dikkatini çekti. İlk olarak Gaziantepspor’a gitti ve yaklaşık 7 yıl Gaziantep'te kaldı. Gaziantepspor’un tüm altyapı takımlarında oynadı. Birçok büyük takımın transfer listesinin ilk sırasında gelen İbrahim Toraman, 2004-2005 sezonu öncesinde Beşiktaş’la 3 yıllık sözleşmeye imzaladı. O sezon ligde 25 maç 1 gol, Kupa'da 1 maç ve UEFA Kupası'nda ise 2 maç performansı ile oynadı. 2005-06 sezonunda ise ilk maçına Kayseri Erciyesspor karşısında ligin ilk haftasında çıktı. İlk golünü ise Diyarbakırspor'a attı ve Mustafa Doğan ve kürşat Duymuş ile savunmanın göbeğindeki isim oldu. Sezon boyunca 16 lig maçına çıkıp 3 gol attı. UEFA'da ise 6 maç 2 gol performansıyla oynadı. O sezon Türkiye Kupası şampiyonu Beşiktaş'ta bu alanda 6 maça çıktı. 2006-07 sezonu öncesi 2.kaptanlığa getirildi. O sezon 31 maça çıkıp 1 gol attı. UEFA Kupası'nda ise 4 maç, Kupa'da ise yine şampiyon olan takımda 7 maça çıktı. Sezon başında ise takımıyla Süper Kupa şampiyonluğu yaşadı. 2007-08 sezonunda 31 lig maçında 4 gol attı. Kupa'da 4, Şampiyonlar Ligi'nde ise 6 maça çıktı. 2008-09 sezonu öncesi takım kaptanı İbrahim Üzülmez'le ettikleri kavga nedeniyle ikisinden de alınan kaptanlık sezon sonunda geri verildi. 2009-10 sezonunda 21 lig maçı 1 gol, 3 kupa ve 2 Şampiyonlar Ligi maçına çıkmıştır. 2010-11 sezonunun 21.haftasında Ankaragücü ile oynanan maçın devre arasında tekrar İbrahim Üzülmez ile kavga etmiş, o olaydan sonra İbrahim Üzülmez takımdan gönderilmiştir. 2011-12 sezonunda ligde ilk maçına Carlos Carvalhal yönetiminde Eskişehirspor maçında çıkan Toraman, sağ bek mevkiinde görev yapmıştır. İlk golünü ise 26 Şubat 2012 günü deplasmanda derbi maçında Galatasaray'a atmıştır. O sezon Süper Lig'in normal sezonunda 17 maç 1 gol ve 1 asist performansının yanı sıra Kupa'da 1, UEFA Avrupa Ligi'nde Atletico Madrid'e elenen takımda ise 6 maça çıkmıştır bunun yanında Tel Aviv maçında bir de gol atmıştır. O sezon statü gereği oynanan ve adı Süper Final olarak konulan playofflarda ise 6 maçın tamamında 90 dakika stoper mevkiinde görev yapmıştır. 2012-13 sezonda Guti'nin takımdan ayrılmasından ve 2.kaptan Quaresma süresiz kadro dışında kalmasından dolayı teknik direktör Samet Aybaba tarafından Beşiktaş takım kaptanı yapıldı. 10 Ekim 2013 tarihinde, Hajduk Split ile oynanan hazırlık maçından sonra Sezer Öztürk ile yaptığı kavgadan sonra süresiz olarak kadro dışı bırakıldı. O sezon ligin ilk haftasında Trabzonspor karşısında Slaven Bilić tarafından ön libero oynatılarak ilk resmi maçına çıkmış ancak daha sonra kadro dışı kaldığı için şans bulamamıştır. 5 Ağustos 2014 tarihinde 1 yıllığına kiralık olarak Sivasspor takımı ile sözleşme imzalamıştır. 18 kez Türkiye U-21, 28 kez de Türkiye A Milli olmak üzere toplam 46 kez millî takım formasını giymiştir. Gökhan Zan Gökhan Zan (d. 7 Eylül 1981; Antakya), stoper mevkiinde görev yapmış Türk millî eski futbolcudur. Gökhan Zan, profesyonel futbol kariyerine 1999'da Hatayspor'da başladı. Hatayspor formasıyla oynadığı 13 lig maçında 2 gol attı. 2000 yılında Çanakkale Dardanelspor'un yolunu tuttu. Dardanelspor'la ligde 80 kez forma giyip; 10 kez fileleri havalandırdı. Güçlü fiziği ile dikkat çeken Zan Selçuk İnan, Mehmet Topal, Hasan Kabze, Erman Özgür, Tolga Zengin, Okan Koç, Fevzi Elmas ve Yalçın Ayhan gibi ismi yetiştiren Çanakkale takımından 2003-04 sezonunda Beşiktaş'a transfer oldu. 2004-2005 sezonunda Gaziantepspor'a kiralanan oyuncu, Beşiktaş'ta 76 lig maçında forma giyip 4 gol attı. Zan 20 Haziran 2003 tarihinde Beşiktaş ile sözleşme imzalamıştır. Zan Beşiktaş'a transfer olmasının ardından "Büyük takımın havası bambaşka. İdmanları bile heyecan yaratıyor. İnsanın eli ayağı adeta titriyor. Ama profesyonel bir futbolcu olduğuma göre, tüm sorunları aşacağım. Ve uyum sürecini hiç uzatmıyacağım. Beşiktaş formasını beklenenden önce giyeceğim." açıklamalarında bulunmuştur. Gökhan ilk kez Beşiktaş formasını ise 17 Aralık 2003 tarihinde "55" numaralı forma ile Kocaelispor ile oynanan Türkiye Kupası maçında forma giymiştir. Lig'de ise ilk kez 25 Ocak 2004'te oynanan ve 4-0 kaybedilen olaylı Samsunspor maçının 54.dakikasında oyuna dahil olarak forma giymiştir. Zan, Çaykur Rizespor maçında forma giyerek ilk defa bir lig maçında ilk 11 başlamıştır fakat takımı 1-0 mağlup olmuştur. Bu sezonda Beşiktaş'la ilk defa Türkiye kupası kazanan oyuncu Bu sezonda toplamda sadece 4 maç forma şansı bulmuş ve bir sezonluğunda Gaziantepspor'a kiralanmıştır. Gaziantepspor'da başarılı performansının ardından Rıza Çalımbay'ın takıma çağırdığı Stoper yaptığı açıklamada "Geçen yıl Gaziantepspor'da başarılı maçlar çıkardım. Teknik direktörümüz Rıza Çalımbay'ın gözüne girmek için şimdiden çalışmalara başladım" açıklamalarında bulunmuştur. 2.döneminde "5" numaralı formayla mücadele eden Zan, bu sezonda ilk maçına Denizlispor karşısında çıkmıştır. Bu sezonda sakatlıklar nedeniyle sadece 11 maçta forma giyen Zan, bu maçlarda gösterdiği başarılı performansla Fatih Terim'in dikkatini çekmiş ve A millî takıma çağırılmıştır. 2006-2007 sezonunda da ufak sakatlıklar geçiren oyuncu 24 lig, 6 kupa ve 2 Avrupa maçında forma giyen Zan, Beşiktaş formasıyla ilk golünü ise 20 Ağustos 2006'da Denizlispor ağlarına yollamıştır. Bu sezonda toplam 3 gol atan Zan ayrıca Beşiktaş'la Türkiye Kupası kazanmıştır. Ayrıca Zan bu sezonun ardından Süper kupa maçında forma giymiş ve Beşiktaş'la Süper kupa'nın da sahibi olmuştur. 2007-2008 sezonunda da sakatlıklar geçiren oyuncu kariyerinde ilk kez Şampiyonlar ligi'nde mücadele etmiştir. Şampiyonlar ligi'nde 4 maçta forma giyen Stoper oyuncusu birçok Avrupa kulübünün dikkatini çekmeyi başarmıştır. 2007-08 sezonunda ligde 20 maçta forma giyen Zan bu sezonu kupa kazanamadan bitirmiştir. Gökhan Zan 2008-2009 sezonu öncesi oynanan 2008 Avrupa Futbol Şampiyonasında Servet Çetin'le birlikte başarılı performans ortaya koymuş Türkiye ile Çeyrek final'e kadar yükselmiştir. Bu turnuvada güçlü fiziği ve hava toplarında etkinliğiyle birçok Avrupa kulübünün dikkatini çeken Gökhan turnuvanın ardından ""Türk millî takımının gücünü herkese gösterdik. Bu turnuvadan sonra Türkiye'ye rakip olacak takımlar iki kere düşünecek.Başkanımız Demirören millî takım performansımı etkilenmemesi için Avrupa Şampiyonası bittikten sonra görüşme yapacağını söylemişti. Ben de geçtiğimiz günlerde başkanımız ile yaptığımız ilk görüşmenin ardından hemen anlaştım. Ama sözleşme süresince yapılan spekülasyonlar beni şaşırttı. Kulüpten istediğim rakamlar onların bana verdiği rakamlar hiç konuşulmamışken birçok dedikodu çıktı. Bunların hiçbiri doğru değildi." açıklamalarında bulunmuştur. 2008-2009 sezonunda da başarılı performansını devam ettiren başarılı futbolcu, Mustafa Denizli'nin yönettiği Beşiktaş'ta İbrahim Toraman ile savunmanın göbeğinde takımın vazgeçilmezlerinden olmuştur. Lig'de 19, Türkiye kupası'nda 7 maçta forma giyen Zan, takımıyla çifte kupa kaldırmıştır. 2009-2010 sezonunda ise Beşiktaş ile kontratı biten başarılı savunmacı Galatasaray'a imza atmıştır. Beşiktaş formasıyla beklediği şansı bulmayan Zan, Haziran 2004'te Gaziantepspor'a kiralanmış, bu transferin ardından "Hedefim millî takım, Beşiktaş’a kırgınlık yok" açıklamalarında bulunmuştur. Gaziantepspor'da "17" numaralı formayı seçen oyuncu, ilk maçına Ağustos 2004'te eski takımı Beşiktaş karşısında maçın 86.dakikasında oyuna dahil olarak çıkmıştır. Zan ilk defa 26 Eylül'de Diyarbakırspor karşısında ilk 11 başlamış ve sezonun geri kalanında da 23 maçta forma şansı bulmuş ve başarılı bir performans göstermiştir. Zan Lig'deki ilk golünü ise 11 Eylül'de Ankaraspor ağlarına yollamıştır. Türkiye kupasında da 1 gol kaydeden başarılı oyuncu, 31 maçta forma giymiş ve iki kez gol atarak tekrar Beşiktaş'a dönmüştür. Gökhan sözleşmesi yenilenmeyince, 2009-10 sezonu öncesinde Galatasaray ile anlaştı. Zan transferinin ardından ""Bir dönem belirsizlik içesindeydim. Galatasaray gibi bir camiadan teklif gelmesi beni heyecanlandırdı ve onurlandırdı. Kararımı bugün verdim. Yeni formamı giyeceğim günü sabırsızlıkla bekliyorum. Transferimde emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum. Beşiktaş'tan acı ve tatlı birçok anıyla ve en önemlisi şampiyon olan takımın kaptanı olarak Galatasaray'a geldim. Ben profesyonel futbolcuyum. Beşiktaş camiasının bu kararıma saygı göstereceğine inanıyorum. Bugünlere gelmemde emeği olan Beşiktaş yönetimi, taraftarlarına ve camiasına teşekkür ediyorum. Transferimin Galatasarayımıza ve bana hayırlı olmasını diliyorum. Artık geriye bakmak istemiyorum. Beşiktaş'ta yaşadığım güzel günleri Galatasaray'da da tekrar etmek istiyorum. Artık her şey Galatasaray'ın başarısı için. Galatasaray'ın büyüklüğü tartışılmaz." açıklamalarında bulundu. Zan, Galatasaray formasıyla ilk maçına ise 3-2 kazanılan Antep maçında çıktı. 2009-10 sezonunu sakatlılarla geçiren Zan, toplam 9 maçta forma giydi. Bu maçların çoğunda Servet Çetin ile savunmanın göbeğinde oynadı. Bu ikili futbol severler tarafından "İkiz kuleler" olarak adlandırıldı. Sezon sonunda sözleşmesi biten Zan'la 3 yıllık yeni kontrat imzalandı. 2010-11 sezonunda ilk resmi maçına Süper Lig'in 3. haftasında Eskişehirspor deplasmanında 75. dakikada çıkan Zan, ilk kez Lig'in 7.haftasında Servet Çetin'in sakat olması nedeniyle Kardemir Karabükspor karşısında kadroya girdi ve Lucas Neill ile 90 dakika sahada kaldı.Galatasaray forması ile ilk golünü atması için biraz bekleyen Zan 2010-2011 sezonunda 2.yarıdaki Kayserispor maçının 2. dakikasında kaydetti. Zan ve takımın diğer stoperleri Servet Çetin ve Lucas Neill o sezon Galatasa
ray'ın tarihinde en çok gol yediği sezon olmasının önün geçememiştir. 2011-12 sezonunun başlarında Fatih Terim'in takımın başına geçmesinin ardından savunmanın göbeğinde Servet Çetin ile forma giyen Zan, Galatasaray'ın Eskişehirspor ile oynadığı karşılaşmada gol atma başarısı göstermiştir. Gökhan Zan bu maçtan sadece 2 maç sonra sakatlanmış ve Gaziantepspor müsabakasında sahayı terketmiştir. Aynı maçta Servet Çetin'in de kırmızı kart görmesinin ardından Stoper sıkıntısı yaşayan Galatasaray'da bir sonraki maçta Semih Kaya formayı giymiş ve başarılı performansıyla formayı kazanmıştır. Bu gelişmelerin ardından Servet Çetin'le çok az forma şansı bulan Gökhan Zan, 3 Aralık 2011'de Gençlerbirliği maçında forma giymiştir.Kupa maçında ise Adana Demirspor'a karşı forma giyen tecrübeli Stoper, 25 Ocak 2012'de oynanan ve Galatasaray'ın 4-0 kazandığı MKE Ankaragücü maçında da gol atmayı başarmıştır. Bu maçın ardından normal sezonda sadece Antalyaspor maçında şans bulan Zan, Süper Final grubunun son maçında Fenerbahçe'ye karşı oyunun son 10 dakikasında dahil olmuş ve hatasız oynamış ve takımıyla birlikte Şampiyonluğa ulaşmıştır. 2012-13 sezonu başında ise Cris'in takıma dahil olmasıyla başta Bursaspor olmak üzere adı birçok kulüple anılan Zan, Galatasaray'da kalmıştır. 2012-13 sezonunda ilk olarak Balıkesirspor maçında forma şansı bulan Zan, başarılı performansıyla bğeni toplamış ardından 1461 Trabzon maçında da forma gimyiştir. Bu maçta Galatasaray'ın elenmesine karşın Zan'ın başarılı performansı taraftarlar tarafından tam not almıştır.Lig'de ise Semih Kaya'nın oynayamamasından dolayı Orduspor maçında forma giyen Zan, Galatasaray'ın 2-0'dan 4-2'ye çevirdiği maçın kahramanlarından olmuştur. Zan, bu maçın ardından içinde Real Madrid maçının da bulunduğu birçok maçta forma giymiş ve başarılı performansıyla övgü toplamıştır. Real Madrid maçının ardından Kardemir Karabükspor maçında defansif katkısının yanında attığı paslarla da dikkat çeken Gökhan Zan, Lig TV tarafından "maçın en sağlam oyuncusu" seçilmiştir. Bu maçın ardından Elazığspor maçında da görev yapan Zan, bu maçın sonunda da Lig Tv tarafından "maçın en sağlam defans oyuncusu" seçilmiştir. Gökhan maçın ardından "Sözleşmemizde 'ilk 11 oynayacak' diye bir kaide yok. Çalışmamıza devam edeceğiz, hocamız bize forma verdiği zaman elimizden gelenin en iyisini yapmak zorundayız. Galatasaray formasını giyiyorsanız, bu armayı taşıyorsanız, büyük Galatasaray camiasına iyi bir şekilde layık olmak zorundasınız. Oynayan oynamayan bütün arkadaşlar kendilerini hazır tutmaya çalışıyor. Forma verildikçe elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz." açıklamalarında bulunmuştur. 2012-13 sezonunun sonlarına doğru takımda vazgeçilmezlerden biri olan Gökhan Zan'ın sezon sonu biten sözleşmesi 2 Temmuz 2013 tarihinde uzatıldı. Galatasaray yaptığı açıklamada "Profesyonel oyuncumuz Gökhan Zan'ın sözleşmesi 2013-2014 sezonundan başlamak üzere 2+1 sezon (3.sene opsiyonlu) uzatılmıştır. Buna göre oyuncuya, her bir sezon için 1.100.000 USD sabit transfer ücreti ve 25.000 USD değişken transfer ücreti ödenecektir." ifadelerine yer verdi. 2013-14 sezonunun başlarında sakatlığı nedeniyle hazırlık maçlarında forma giyemeyen Gökhan, Galatasaray'ın ilk resmi maçı olan Türkiye Süper Kupası maçında Semih Kaya ile savunmanın göbeğinde oyuna başladı. Rakibin Moussa Sow, Pierre Webo ve Dirk Kuyt gibi oyuncularına geçit vermeyen Zan, 120 dakika sahada kaldı ve takımının gol yemeden tek golle maçı kazanarak kupayı müzesine götürmesinde yardımcı oldu. Galatasaray'da ilk resmi maçına bu maçla çıkan Zan, 120 dakika sahada kalmış ve takımının kalesinde gol yememesinde önemli pay sahibi olmuştur. Ligde ise ilk resmi maçına Ligin 2. haftasında Bursaspor karşısında çıkmıştır. Ekim 2013'te Juventus FC deplasmanında takımın başına yeni getirilmesinin ardından Roberto Mancini tarafından yedeğe çekilen Zan, 26. dakikada Semih Kaya'nın sakatlanmasının ardından oyuna girmiş ve Carlos Tevez'i marke etmiştir. Maçın sonucunda Galatasaray Juventus ile 2-2 berabere kalmıştır. Zan, Türkiye Kupası'nda ise ilk maçına 3 Aralık 2013'te çıkmıştır. 2-2 uzayan bu maçı Galatasaray penaltılarda 8-7 kazanmış penaltılardan birini gole çeviren ise topu 90 diye tabir edilen noktaya yollayan Gökhan Zan olmuştur. Zan Galatasaray formasıyla en iyi performanslarından birini ise 11 Aralık 2013 tarihinde Juventus FC maçında göstermiştir. Sahaya durdurulması çok güç forvetlerden biri olan 1.95 boyundaki Fernando Llorente'yi marke etmek göreviyle çıkan Zan ve bunu başarmıştır. Gökhan Zan maç sonrasında ise "Boğulursak büyük denizde boğulalım, biz Uefa Kupası takımı değil, Şampiyonlar Ligi takımıyız, Avrupa Fatihi'yiz. İtalyanlara sesleniyorum. Galatasaray, Avrupa Fatihi'dir..." açıklamalarında bulunmuştur. Bu maçın ardından 3 defansa dönen Galatasaray'da birçok maçta Semih Kaya ve Aurélien Chedjou ile savunmada görev yapmıştır. 2014-15 sezonunda ise Roberto Mancini ile yolların ayrılmasından sonra Cesare Prandelli göreve gelmiştir. Prandelli ise Gökhan Zan, Sabri Sarıoğlu, Endoğan Adili, Kaan Baysal, Lucas Ontivero, Sercan Yıldırım, Yiğit Gökoğlan, Dany Nounkeu ve Emmanuel Eboué gibi isimleri kadro dışı bırakmıştır. Bu isimler Galatasaray U-21 takımıyla çalışmalarını sürdürmüştür. Ağustos ayında ise takımda stoper mevkiinde sadece Semih Kaya, Aurelien Chedjou, Koray Günter ve Hakan Balta'nın olması nedeniyle Prandelli, Gökhan Zan'ı affetmiştir. Gökhan Zan, 2 kez 19 yaş altı, 7 kez de 21 yaş altı millî takımlarda görev aldı. Türkiye'yi 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda temsil eden Zan, toplamda 42 kez millî formayı giyerken fileleri sarsamadı. Bir süre aday kadroya çağırılamayan Gökhan Zan, 2012-13 sezonundaki performasının ardından Abdullah Avcı tarafından tekrar kadroya dahil edildi. Tayfur Havutçu Tayfur Havutçu (d. 23 Nisan 1970, Hanau), ön libero mevkiinde görev almış Alman vatandaşlığı da bulunan Türk eski futbolcu ve teknik direktör. Futbol yaşamına Almanya'da başlayan Tayfur Havutçu, profesyonel olarak sahalarda SV Darmstadt 98 forması ile adım attı. 2. Bundesliga ekibi Darmstadt'ta ilk maçına ligin 7. haftasında Wuppertaler SV karşısında çıktı. Havutçu, 10. haftada bir kez daha kavuştuğu formayı sezon sonuna dek bırakmadı ve 35 maçta forma giydi. SV Meppen ve 1. FSV Mainz 05'e birer gol attı. Ancak takımı sezon sonunda lig sonuncusu olarak küme düştü. Ayrıca kariyerinde ilk ve son kez DFB-Pokal maçına da çıktı ancak 2. turda elendiler. 1993-1994 sezonu başında yöneticilerin isteğiyle Fenerbahçe'ye transfer oldu. Teknik direktör Alman Holger Osieck döneminde takımın önemli isimlerinden biri oldu. 29 Ağustos 1993'te İzmir'de oynanan Altay maçı ile ilk kez resmi olarak Fenerbahçe formasını giydi. 2-1 biten maçta takımdaki ilk golünü kaydetti. Fenerbahçe sezonu, lider Galatasaray'ın bir puan gerisinde ikinci olarak kapadı. Sonraki sezon ise orta saha yerine savunmada oynatılan Tayfur, yine takımın önemli elemanlarından biri oldu. Sezondaki tek golünü Beşiktaş'a kaydetti. Ancak kupalarda ve ligde yine başarı gelmedi. Toplamda 53 maçta 2 gol atmayı başardı. 1994-95 sezonu UEFA Kupası'nda Fenerbahçe'nin 4 maçında da oynayarak ilk kez Avrupa Kupası maçında oynayan Tayfur, Fenerbahçe'nin Cannes'a 5-1 yenidiği maçta ise kendi kalesine bir gol atmıştır. 1995-96 sezonu başında Kocaelispor teknik direktörü Mustafa Denizli tarafından Kocaelispor'a transfer edildi. İlk sezonunda 34 maçın hepsinde forma giyerek takımın 5. olup UEFA Intertoto Kupası'na gitmesine büyük katkıda bulundu. Ayrıca ligde 3 gol kaydetti. Türkiye Kupası'nda ise 6. kademede eski takımı Fenerbahçe'ye penaltılarla elendiler. Tayfur, penaltısını gol çevirse de takımını elenmekten kurtaramadı. 1996-97 sezonunda takımın başına Fenerbahçe'den hocası olan Holger Osieck geçti. Tayfur yine takımın değişmez isimlerinden oldu. 7. olan takım asıl başarısını Türkiye Kupası'nı kazanarak gösterdi. Kocaelispor yarı finalde Beşiktaş'ı, finalde de Trabzonspor'u eleyerek Türkiye Kupası'nı ilk kez müzesine götürdü. Cumhurbaşkanlığı Kupası'nda ise Galatasaray'a uzatmalarda yedikleri golle 2-1 yenildiler. İki sezon Kocaelispor'da görev yaptıktan sonra, 1997-98 sezonunda Beşiktaş'a transfer oldu. Başkan Süleyman Seba'nın da akrabası olan Tayfur Havutçu, başarılı performansı ile Beşiktaş kulübünde de takım kaptanlığına kadar yükseldi. 3 Ağustos 1997'de Şekerspor karşısında forma giyerek resmi olarak ilk kez Beşiktaş için sahaya çıktı. İlk sezonunda Türkiye'de toplam 42 maçta forma giydi. Ligde başarı gelmese de Beşiktaş kupada başarılı sonuçlar aldı. Tayfur, 6. kademe maçında Gençlerbirliği'ne iki maçta birer gol kaydetti. Finalde Galatasaray ile karşılaşan Beşiktaş, 1-1 biten maçlar sonunda penaltı atışlarıyla kupayı aldı. Tayfur, üst üste ikinci kez ulaştığı kupa finalinde, Beşiktaş'ın son penaltısını gole çevirdi. İki takım Cumhurbaşkanlığı Kupası finalinde de karşı karşıya geldi. Tayfur, 2-1 biten maçın sonunda bu kupaya da uzanmış oldu. Tayfur aynı sezon Beşiktaş'ın bütün Avrupa maçlarında da forma giydi. UEFA Şampiyonlar Ligi ön eleme maçlarının ikincisinde NK Maribor'a bir gol attı. Maçın sonunda Beşiktaş tarihinde ilk kez gruplara çıktı. Beşiktaş grubunda üçüncü olarak bir üst tura çıkamadı. Tayfur sonraki sezonlarda da Beşiktaş'ın vazgeçilmez oyuncularından olmaya devam etti. Beşiktaş ile kazandığı ilk ve tek lig şampiyonluğu 100. yılda kazanılan lig şampiyonluğu oldu. Ligde 31 maçta attığı 4 golle takımın en önemli isimlerindendi. 2005-06 sezonunda futbolcu-menajer olarak görev yapmıştır. Sezonun ilk yarısında sadece 4 maçta görev alan Tayfur, ikinci yarıda hiç şans bulamamıştır. Beşiktaş ile çıktığı son resmi maç 14 Şubat 2006'da İnegölspor ile oynanan Türkiye Kupası maçıdır. Beşiktaş maçı 1-0 kaybetse de sezon sonunda Türkiye Kupası'nı kazanmıştı. Beşiktaş ile birçok Avrupa Kupası maçına çıkan Tayfur, 2000-01 sezonu Şampiyonlar Ligi ön elemelerinde Levski Sofya ve Lokomotif Moskova'ya birer gol atarak takımın gruplara kalmasına yardım etmiştir. Gruplarda ise AC Milan'a
penaltıdan bir gol kaydetmiştir. Avrupa'da gol attığı bir diğer maç ise 3-3 biten Valerenga maçı olmuştur. 18 Temmuz 2006'da eski teknik direktörlerinden Mircea Lucescu'nun çalıştırdığı FK Şahtar Donetsk karşısında oynanan bir maç ile futbol hayatına son verdi. Beşiktaş'ın 2-1 mağlup olduğu maçın öncesinde Beşiktaş'ta oynamış yabancı ve Türk futbolcular bir gösteri maçı yaptı. Tayfur, 7. dakikada yerini Jose Kleberson'a bıraktı. 1994-2004 yılları arasında 10 yıl boyunca 59 kez millî takımlara çağrılan Tayfur Havutçu, 45 kez Türkiye A millî takım formasını giymiş bu maçlarda 6 gol atmıştır. Tayfur, Türkiye formasını ilk kez Fenerbahçe'de forma giydiği dönemde 31 Ağustos 1994'te Makedonya ile oynanan özel maçta ikinci yarı Recep Çetin'in yerine oyuna girerek giydi. 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde bir kez kadroya çağrılsa da forma giyemedi. 1998 FIFA Dünya Kupası ön elemelerinde ise zaman zaman forma şansı buldu. 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde Kuzey İrlanda'yı 3-1 yendikleri maçta millî takım kariyerindeki ilk golünü penaltıdan kaydetti. Aynı elemelerde Finlaniya'yı 4-2 yendikleri maçta 2 gol, Moldova ile 1-1 biten maçta 1 gol kaydedip, takımının play-off'lara kalmasında büyük katkıda bulundu. Play-off maçlarının ilkinde İrlanda'ya penaltıdan bir gol atıp durumu 1-1 yaptı. İkinci maçta ise 0-0 berabere kalan Türkiye, tarihinde ikinci kez Avrupa Şampiyonası'na katılma hakkı kazandı. Tayfur, bu başarılı oyunu ile EURO 2000 kadrosuna da çağrıldı ve Türkiye'nin çeyrek finalde elendiği turnuvanın 4 maçının üçünde forma giydi. Tayfur, millî kariyerindeki son golünü 2002 FIFA Dünya Kupası elemelerinde İsveç ile deplasmanda oynanan hazırlık maçında 90+4. dakikada penaltıdan atarak takımına beraberliği getirdi. Elemelerde zaman zaman forma giyen Tayfur'lu Türkiye play-off'ta Avusturya'yı geçerek tarihinde 2. kez FIFA Dünya Kupası'na gitmeye hak kazandı. Havutçu, kupa kadrosunda da yer buldu. 13 Haziran 2002'de Çin ile oynanan maçta son 6 dakika Tugay Kerimoğlu'nun yerine girerek FIFA Dünya Kupası'nda forma giyme şansını elde etti. Tayfur, Japonya ve üçüncülük maçı olan Güney Kore maçlarının da son anlarında oyuna dahil oldu. Üçüncü olan Türkiye ile birlikte bronz madalya sahibi oldu. FIFA Dünya Kupası'ndan sonra birkaç özel maçta millî takım forması giyen Tayfur'un son millî maçı 31 Mart 2004'te Hırvatistan ile oynanan hazırlık maçı oldu. Tayfur, 74. dakikada Tolga Seyhan'ın yerine oyuna dahil olmuştu. 2004-05 sezonunda, Jean Tigana döneminde, futbolcu-menajer olarak Beşiktaş'ta görev yapmıştır. 2006-07 sezonunun ilk yarısı antrenörlük kursuna giden Tayfur Havutçu, Zeki Önatlı'nın yerine antrenör olarak görevine başladı. Sezonun bitmesine iki hafta kalan istifa eden Jean Tigana'nın yerine Beşiktaş'ın son iki maçlığına teknik direktörü oldu. 19 Mayıs 2007'de oynanan Ankaraspor maçı ilk teknik direktörlük mücadelesi oldu ve Beşiktaş maçı 2-1 kazandı ve Şampiyonlar Ligi'ne gitmeyi garantiledi. Son hafta ise Kayserispor'a 3-0 mağlup oldu. Sonraki sezon takımın başına Ertuğrul Sağlam'ın gelmesiyle Havutçu, Beşiktaş'tan ayrıldı. Ekim 2008'de Sağlam'ın istifası üzerine takımın başına gelen Mustafa Denizli'nin yardımcısı olarak takıma geri döndü. Sezon sonunda takım lig şampiyonu oldu. Sonraki sezon da görevine devam eden Havutçu, Denizli'nin geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle 5 Şubat 2010'da oynanan Gençlerbirliği maçında Beşiktaş'ın başında sahaya çıktı ve maçı 4-1 kazandılar. 2010-11 sezonunda Bernd Schuster'in yardımcılarından biri olarak görevine devam etti. Ancak maçları yedek kulübesi yerine tribünden takip etti. Schuster'in sezon sonuna doğru istifasıyla bir kez daha Beşiktaş'ın başına geçti. 19 Mart 2011'de Kayserispor karşısında alınan 4-2'lik galibiyetle görevine başladı. 12 Mayıs 2011 tarihinde Kadir Has Stadı'nda Türkiye Kupası'ını penaltılarla 6-5 kazanarak, Beşiktaş teknik direktörlüğünde ilk kupasını kazandı. 16 Mayıs 2011 günü Beşiktaş Futbol Takımı ile 2+1 yıllık sözleşme imzalamıştır. Ancak bu dönemde şike davası sebebiyle tutuklanması dolayısıyla görev yapamamıştır. Tahliye edildikten sonra görevinin başına dönen ve Süper Final boyunca takımın başında olan Havutçu, sezonun bitmesinin ardından teknik direktörlük görevini bıraktığını açıkladı. Tayfur Havutçu, 12 Temmuz 2011'de "Şike yapmak" suçlamasıyla gözaltına alındı. Savcılık tarafından ifadesi alınan Havutçu, tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi. Çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Yaklaşık 5 ay Metris Cezaevinde tutuklu kaldıktan sonra Sporda Şiddet ve Düzensizliği Önleme Yasası'nda yapılan değişiklikten sonra tahliye edildi. İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi, 2 Temmuz 2012 tarihinde Tayfur Havutçu'nun "Şike yapmak" suçunu işlediğine hükmetti. Mahkeme ayrıca Tayfur Havutçu hakkında "Spor kulüplerinde ve federasyonlarda görev yapmaktan yasaklama" ve "Stadyumlara giriş yasağı" kararları verdi. Yaklaşık 1 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılan Tayfur Havutçu, kararı temyiz etti. 17 Ocak 2014 tarihinde Yargıtay 5. Ceza Dairesi, hakkındaki mahkeme hükümlerini uygun bulmuş ancak usulden bozmuştur. 2016 yılında teknik direktör Osman Özköylü ile yollarını ayıran Adana Demirspor kulübü ile 1.5 yıllık sözleşme imzaladı. José Kléberson José Kléberson Pereira (d. 19 Haziran 1979), Brezilyalı futbolcudur. Brezilya'da Atlético Paranaense takımı ile yıldızı parlayan Kleberson, 2002 yılında takımı Brezilya Şampiyonu olurken, bu başarının baş aktörüydü. Brezilya millî futbol takımında Teknik Direktör Luis Felipe Scolari'nin daveti ile Şubat 2002'den itibaren forma giymeye başladı. Millî takım forması ile ilk golünü Bolivya'ya karşı oynadıkları dostluk maçında atarken, Scolari yaptığı açıklamada "Kleberson şu anda Brezilya’nın en iyi oyuncularındandır" diyordu. 2002 yılında Dünya Şampiyonu olan Brezilya millî takımında yer aldı. 2003 yılında Manchester United’a transfer olan Kleberson, burada sakatlığı nedeniyle kadroya girmekte zorlandı ve 20 Premier League, 5 UEFA Şampiyonlar Ligi maçında forma giydi ve 2 gol attı. 2005 yılındaysa 2.5 milyon sterline Beşiktaş'a transfer olmuştur. 2015 sezonu itibarıyla Kuzey Amerika Futbol Ligi takımlarından Indy Eleven'da forma giydi. Kléberson kulüpte iki sezon sonra Aralık 2015 yılında Indy Eleven tarafından serbest bırakıldı. Okan Buruk Okan Buruk (d. 19 Ekim 1973, İstanbul), orta saha mevkiinde forma giymiş eski Türk millî futbolcu, teknik direktör. İlk olarak Büyükçekmece'de yerel bir kulüp olan Karadeniz İdman Ocağı'nda oynadı. Her iki abisinin de futbolcu olması nedeniyle futbolla iç içe büyüdü ve 11 yaşında Galatasaray’ın alt yapısına girdi. 1992 yılında Avrupa Gençler Şampiyonu olan genç millî takımın kaptanıydı. Trabzonspor'la oynanan bir kupa maçında ayağının kırılması nedeniyle bir süre yeşil sahalardan uzak kaldı. 2001 yılında Galatasaray'ın üst üste 5. şampiyonluğu kazanmasına üç ay kala Emre Belözoğlu ile birlikte İtalya’nın FC Internazionale Milano Kulübü ile anlaşma imzaladı. Türkiye millî futbol takımının 3. olduğu 2002 FIFA Dünya Kupası'nda forma giydi. 2006 FIFA Dünya Kupası elemelerinde Danimarka millî futbol takımına attığı golle dikkatleri üzerine çekmiştir. Emre Belözoğlu ile birlikte gittiği, 3 sezon oynadığı Inter'de fazla forma şansı bulamadı. 2004-05 sezonu başında Beşiktaş'a transfer oldu. 11 Temmuz 2006 tarihinde boş mukaveleye imza atarak eski kulübü Galatasaray'a geri dönmüştür. Okan Buruk 7 Haziran 2008 itibarı ile Galatasaray kulübünden ayrılarak. İstanbul Büyükşehir Belediyespor takımı ile 2 yıllık mukavele imzalamıştır. 2009-10 sezonunun sonunda futbolu bırakmaya kararı verdi. Bu kararından sonra Türkiye formasıyla 19 Mayıs'ta Çek Cumhuriyeti ile oynanan maçta 9. dakikada Emre Aşık'la beraber oyundan çıkarak jübilesini yaptı. Guus Hiddink döneminde A millî takım İdari Koordinatörlüğü görevini yürüten Buruk, Abdullah Avcı' nın teknik direktörlük görevine getirilmesiyle 2011 Kasım ayında yardımcı antrenör oldu. 2013 yılı Ağustos ayında Avcı Avcı'nın görevinden istifa etmesiyle millî takımdaki görevinden ayrılan Buruk, 30 Ekim 2013'de Elazığspor ile 2 yıllık sözleşme imzaladı. Elazığspor başında ligin 10. haftasında görevine başlayan Buruk'un bu ilk teknik direktörlük deneyimi oldu. Ancak sezon sonunda takımı bir alt lige düştükten sonra 2 Haziran 2014'de görevinden istifa etti. 2014/15 sezonunda Gaziantepspor ile 3 yıllık sözleşme imzaladı. Sezon sonunda takımı ligi orta sıralarda tamamlayan Buruk, gelecek sezon ile ilgili yönetimle anlaşamaması nedeniyle sözleşmesini karşılıklı olarak fesh etti. 26 Ekim 2015 tarihinde Sergen Yalçın'dan boşalan teknik direktörlük görevi için Sivasspor ile 1 yıllık sözleşme imzaladı. Ligin 10. haftasında görevine başlayan Buruk, 11 maçta alınan 2 galibiyet, 7 mağlubiyet ve 2 beraberlik sonucunda teknik direktörlük görevinden istifa etti. Buruk, 2016 yılı Haziran ayında 1. Lig ekiplerinden Göztepe ile 3 yıllık sözleşme imzaladı. Takımın 2016-17 sezonunun ilk yarısındaki performansının ilerleyen haftalarda düşüşe geçmesi ve son olarak Eskişehirspor karşısında alınan farklı mağlubiyet sonrasında 20 Mart 2017'de görevinden istifa ettiğini açıkladı. 28 Mart 2017 tarihinde Tolunay Kafkas'tan boşalan Akhisar Belediyespor teknik direktörlüğü görevine 1,5 yıllığına getirildi. Ağabeyi Fuat Buruk da kendisi gibi profesyonel futbolculuk yapmıştır. 3 Temmuz 2007 tarihinde eski Türkiye Güzeli ve model Nihan Akkuş'la evlendi. Çiftin, Ali Yiğit adında bir oğlu bulunmaktadır. NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." Karl Köprüsü Karlův Köprüsü, (Çekçe: "Karlův most") Çek Cumhuriyeti'nin başkenti Prag'da bulunan Vltava Nehri üzerine kurulmuş olan tarihi köprüdür. Kral IV. Karl tarafından yaptırılan köprünün mimarı Peter Parler’dir. Yapımı 1357-1400 yılları arasında tamamlanmıştır. 516 m uzunluğunda, 10 m genişliğindeki köprü, günümüzde yaya trafiğine açıktır ve şehrin turistler tarafından en çok ilgi gören yeridir. Yapıldığı dönemde köprü kalesi olarak da kullanılan bir tahkimat olan yapının iki ucund
a birer kule yer alır. Köprünün üstünde 30 tane heykel vardır. Aziz John Nepomuk heykeli, en ünlü olanıdır. Yapımına 1357 yılında başlanmış ve 1402 yılında bitirilmiştir. Yapıldığı dönemde Prag şehrinde nehir üzerinde tek köprüdür. 1841 yılına kadar eski şehri Prag Kalesine bağlayan en önemli köprüydü. Köprünün günümüzdeki adından önceki isimleri "Kamanny Most" ve "Prazky Most" olmuştur. 1870 yılından beri bugünkü adıyla anılmaktadır. Köprü 515.8 metre uzunluğunda ve 9.5 metre genişliğinde olup 16 adet kemer üzerine oturtulmuştur. Üç köprü kulesi tarafından korunur. İki tanesi "Lesser Qarter", üçüncüsü ise eski şehir tarafındadır. Eski şehir tarafındaki kule, dünyada en hayret uyandırıcı gotik tarzı yapı olarak sık sık vurgulanır. Köprü, yaklaşık 1700 yılında dikilen çoğu Barok stilinde olan 30 heykel ve heykelcik ile dekore edilmektedir. Köprü geceleri özel olarak aydınlatılır. Gündüzleri köprü üzerinde yoğun bir turist trafiğinin yanı sıra ressamlar, seyyar satıcılar bulunur. Judith köprüsünün 1342 yılında bir sel baskınında tahrip olmasından sonra yeni bir köprünün yapımı gerekiyordu. Kraliyet gökbilimcileri ve numarolojistleri IV. Karl'a köprü temel taşının konma zamanının 9 Temmuz 1357, sabaha karşı saat 5:31 olması gerektiğini bildirdiler. Bu tarihte esas olan unsur art arda gelen Polindromik sayı dizisidir. Yani 135797531 sayısı soldan sağa artışı ile sağdan sola azalışı ayni sayılarda oluyordu. Sayı 1357 yılı 9 temmuz'u (7) işaret ediyordu. Kasaba köprü kulesini sembolize ediyordu. Yapı Alman mimar Peter Parler Taş blokların birbirlerine daha sağlam bir şekilde bağlanması için ara boşluklara konulan harcın yumurta ile zenginleştirildiği söylenir. Bu söylentinin doğrulanmamasına rağmen, modern laboratuvarlarda yapılan testler karışım içinde organik ve inorganik madde olduğunu kanıtlamaktadır. Bir dönem köprü yapımını desteklemek için de geçiş parası alınmıştır. Namık Zeki Aral Namık Zeki Aral (d. 1888 - ö. 9 Kasım 1972), Türk maliyeci. 1888 yılında İstanbul'da doğdu. Babası, Makinist Halil Efendi, annesi Hayriye Hanım'dır. Makinist Halil Efendi, iş bulmak için Şebinkarahisar'dan İstanbul'a göç etmiş balıkçı teknelerinde çalışmakta olan bir makinist idi. Mercan İdadisi'ni tamamlayan Namık Zeki, bir hastalık nedeniyle annesini ve kız kardeşini; 14 yaşında iken de babasını kaybetti ve erkek kardeşiyle yalnız kaldı. Küçük yaşta çalışmaya başladı. Hem çalışıp hem okuyarak kardeşine baktı. Ağustos 1911’de Mekteb-i Mülkiye'den mezun oldu. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni de bitirdi. Ekim 1911'de Maliye Nezareti'nde Maliye Müfettiş Yardımcısı olarak devlet memurluğuna başladı. Nisan 1912'de Paris'e gönderildi ve Fransa Maliye Bakanlığı'nda Maliye Müfettişliği stajı yaptı. Mayıs 1913'de yurda döndü. Ocak 1921'de Maliye Müfettişliğinden ve devlet memurluğundan ayrıldı. Namık Zeki Aral, Kasım 1922'ye kadar İstanbul’da serbest çalıştı. Aralık 1922'de Belva Karsaydan Maden Şirketi’ne muhasebe müdürü oldu. Bu arada, 1920-1923 tarihleri arasında Mekteb–i Mülkiye'de (Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde) İtibar (Amme Kredisi) ve Para–Banka dersi öğretim üyeliğinde de bulundu. Temmuz 1924'te İtibar–ı Millî Bankası şube müdürlüğüne atandı. Eylül 1927'de Osmanlı Bankası Umum Müdürlüğü (Genel Müdürlüğü) evrakı nakdiye mübadele (döviz) servisi şef yardımcılığına getirildi. Ekim 1929'da Ziraat Bankası İstanbul murakıplığına, Nisan 1931’de Merkez Bankası Genel Müdür Yardımcılığı’na atandı. Daha sonra Merkez Bankası müşaviri oldu. 1941-1944 yıllarında Profesör olarak, Siyasal Bilgiler Okulunda Para, Banka ve Borsa dersleri verdi. Temmuz 1951'de emekliye ayrıldı. Namık Zeki Aral, 31 yaşında Zahide Hanım’la evlendi. Bu evliliğinden 3 kızı, 1 erkek çocuğu dünyaya geldi. Büyük kızı Hilkat ile oğlu Kudret, halen ABD'de yaşıyor. Diğer kızları Asude evlenmedi. Rahşan Hanım ise Bülent Ecevit'in dul eşi. Namık Zeki Aral, 9 Kasım 1972 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu 85 yaşında vefat etti. Yenimahalle Mezarlığı’nda toprağa verildi. Roksitromisin Roksitromisin, bir yarı-sentetik (semi-sentetik) makrolid antibiyotiği. Mide asidine dayanıklıdır. Roksitromisin, eritromisin'den türetilmiştir. Roksitromisin 1987 yılında alman ilaç şirketi Hoechst Uclaf tarafından üretilmiştir. Roksitromisin protein sentezine müdahale eder. Bakteri ribozomunun 50S alt ünitesine bağlanarak protein sentezini inhibe eder (engeller). Roksitromisinin anti-mikrobik spekturumu eritromisininkine benzer. Roksitromisin özellikle gram-negatif bakterilere karşı (spesifik olarak Legionella pneumophila'ya) etkilidir. Postantibiyotik etkiye sahiptir. Yemekten önce alındığında, hızlıca absorbe edilir (emilir), çoğu dokuya ve fagositlere (yutargöze) difüze olur (dağılır). Fagositlerdeki yüksek yoğunluğuyla, fagositoz sırasında yüksek oranlarda ortaya çıkar, enfeksiyon bölgesine kolayca taşınır. Diş ve diş eti enfeksiyonda Deri ve yumuşak doku enfeksiyonlarının, KBB enfeksiyonlarının ve solunum yolu enfeksiyonlarının tedavisinde kullanılır. Ayrıca non-gonokoksik genital enfeksiyonların da tedavisinde kullanılır. Ağır karaciğer yetmezliği olan hastalarda dozaj ayarlanmasıyla kullanılabilir. Yemeklerden önce alınmalıdır. Makrolidlere aşırı duyarlı hastalarda kullanılmamalıdır. Genelde rastlanan yan etkiler gastrointestinaldir. Bunlar; ishal, bulantı, karın ağrısı ve kusmadır. Ayrıca, nadir olarak başağrıları, karaciğer bozuklukları da görülmektedir. Miguel de Icaza Miguel de Icaza (1972), Meksikalı bir özgür yazılım programcısı. Başlıca GNOME, Mono ve Midnight Commander projeleri ile bilinmektedir. Miguel de Icaza, Meksiko'da 1972 senesinde dünyaya gelmiştir. National Autonomous University of Mexico'da (UNAM) üniversite eğitimine başlamış, fakat mezun olamamıştır. Babası fizikçi ve annesi biyolog olan Miguel de Icaza, özgür yazılım yazmaya 1992 yılında başlamıştır. Matematiksel analiz Matematiksel analiz, hesaplamanın esas olduğu matematiğin en önemli kolu. Limit kavramı üzerine kurulmuştur. Eğri, yüzey ve fizik problemlerini bünyesine alarak gelişti. Bu tür konular, özel veya farklı değer kümeleriyle meşgul olan cebir ve aritmetiğin dışındaki problemlerdir. Bununla beraber, sonsuz kümelerin limit değerlerini kural haline getirme işlemlerini ihtiva ederler. Analizin temel kavramı bir sonsuz dizinin limitidir. Pratikte bir fonksiyonun limiti, özellikle türev, integral ve diferansiyel denklemlerin çözümü şeklindeki problemlerde görülür. Modern matematiğin tesirli bir sahası olan analiz, matematik kuvvetlerin düşüncesi üzerine kurulmuştur. Ana konularından biri, diferansiyel ve integral hesaptır. Gerçel sayı sistemlerinin en iyi kullanıldığı sonsuz dizi ve seriler, analizin tafsilatlı çalışma formüllerini ihtiva eder. Rudyard Kipling Joseph Rudyard Kipling (d. 30 Aralık 1865, Mumbai, Hindistan – ö.18 Ocak 1936, Londra), İngiliz şair, roman ve hikâye yazarı. Altı yaşına geldiği zaman, Hindistan’ın ikliminin İngiliz çocuklarının sağlığına iyi gelmeyeceğini düşünen anne ve babası onu İngiltere’de yaşayan bir ailenin yanına gönderdi. Küçük Kipling'in bu ailenin yanında geçirdiği altı yıl, bedensel ve zihinsel baskılarla doluydu. Sonunda gerçek anne ve babası onu bu eziyetli yaşamdan kurtarıp, Devon'daki bir yatılı okula gönderdi. İlk tahsilini İngiltere'de yaptıktan sonra Hindistan'a döndü. Lahor'da gazeteciliğe başlayıp, genç yaşta yazıları ile kendini kabul ettirdi. 1889'da İngiltere'ye dönüp Londra'ya yerleşti. İngiliz dilini ustalıkla kullanması, Hindistan'daki hayatı yazılarında konu alması, romantizmle, realizmi birleştirmeyi başarması ona 1907 yılındaki Nobel Edebiyat Ödülünü kazandırdı. İki kez şövalyelik ödülüne layık görüldüğü halde kabul etmedi. Kipling çocuklar için birçok kitap yazdı. Tüm yazılarında hayata ve insanlara duyduğu bağlılık ve hayranlığı hissettirmeyi bildi. Yarattığı tiplemeler ve öyküler sayesinde, insan yaşamının en derin öğelerini bir portre gibi betimlemeyi başardı. 'Cengel Kitabı' ilk kez 1894 yılında yayımlandı. Bir yıl sonra da öykünün devamı geldi. Bu kitaplar Maugli'nin tiplemesini ve maceralarını günümüze değin en güzel şekilde taşıyan örnekler olarak kabul edilir. Fil Tomai, Ayı Balo, Kara Panter Bagera, Kaplan Sirhan ve Hint Faresi Riki-Tiki-Tavi unutulmaz tiplemelerinden birkaçıdır. Şiir ve romanlarının yanında zamanın en usta hikâyecisi olarak tanınan Kipling, küçük hikâye sanatını çok iyi biliyordu. Hayatını yazı yazmakla geçiren İngiliz hikâyecisi 1936 yılında Londra'da öldü. Rudyard Kipling Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan en genç yazardır. Dünyanın Uzak Ucu Dünyanın Uzak Ucu (orijinal adı: The Far Side of the World) 2003 yılında çekilmiş Peter Weir'in yönettiği Russell Crowe'un Jack Aubrey rolünde, Paul Bettany'nin de Stephen Maturin rolünde oynadığı bir filmdir. Mayıs 1805 Napolyon savaşları esnası, Kaptan Jack Aubrey ve gemisi Sürpriz Fransız savaş gemisi Acheronu batırması,yakması veya esir alması konusunda emir alır, İngiliz savaş gemisi Acheron tarafından pusuya düşürülür, Sürprizin top ateşi Acherona etki etmez ve sürpriz ağır hasarlı olarak, kurtulur sürpriz ekibi küçük botlar kullanarak sistende faydalanarak acheronu atlatmayı başarır, o esnada kaptan Aubrey tayfasından Acheronun inşasını gördüğünü ve gemin sürprizden daha ağır ama daha hızlı olduğunu öğrenir. Aubrey üstü düzey subayları ile yaptığı toplantıda Acheronu anlatır ve böyle bir geminin savaşın gidişatını Napolyon tarafına değiştirebileceğini belirtir. Tamir için limana dönme emri beklenirken, Aubrey bunun yerine tekrar Acheronu takip emri verir, fakat Acheron Sürpriz tekrar pusuya düşürür Kaptan Aubrey ve ekibi için bu sefer kurtuluş ilk seferki kadar kolay olmaz, ama kaptan Aubereyin zekası ve hilesi ile Acheronu bir kez daha atlatırlar. Gemi doktoru Maturin, adaların doğal bitki örtüsü ve adalarda yaşayan hayvanlarla ilgilenmektedir.Kaptan Aubrey arkadaşına Galapagosa ulaştıklarında birkaç gün için durabileceklerini ve onun istediği incelemeleri yapabileceğini söyler. Ancak sürpriz Galapagosa ulaştığında Acheron tarafı
ndan Batırılmış bir balina avcısı gemisinden hayatta kalanlara ulaşır Dr. Maturin Kaptan Aubreyin sözlerinden Tekrardan Acheronun peşine düşeceklerini hisseder Deniz Subayı Yüzbaşı Howard geminin etrafında uçan albatrosu vurmak isterken yanlışlıkla kaptan Maturini vurur, cerrrahı muayen eden arkadaşı Kaptana mermi ile birlikte gömleğin bir paçasınında vücuda girdiğini ve çıkarılması gerektiğini söyler, fakat operasyon düz ve sağlam bir zeminde yapılmalıdır. Acheron ile arayı kapatmış olmalarına rağmen kaptan Aubrey geri dönerek doktoru Galapagosa götürür Doktor bir ayna yardımıyla kendini ameliyat ederek kurşunu ve içerideki gömlek parçasını çıkarır, Kaptan Aubrey korsanlıktan vazgeçerek Doktor Maturin ve ekibine eve dönmeden önce adayı keşfetmek ve numuneler toplamak için şans verir. Doktor adayı dolaşarak uçamayan bir karabatak türünü araştır ve bu sırada adanın diğer tarafında Acheronun demirlemiş olduğunu keşfeder. Doktor topladığı değerli örnekleri bırakarak geri döner ve kaptanı uyarır, Şimdi sürpriz savaşa hazırdır fakat Acheronun Sağlam gövdesi nedeniyle Sürprizin olabildiğince yaklaşarak saldırması gerekmektedir. Dr. Maturinin Gözlemlerinden biri olan kamufle olan böcek Kaptan Aubreye ilhan verir kaptan bir plan yaparak Sürprizi bir balina avcı gemisi gibi gösterir bu kamuflaj sayesinde Acheron Sürprize yaklaşacak Kaptanda beklediği fırsatı yakalayarak Acherona yaklaşarak ona saldıracaktır. Sonunda Acheronu pusuya düşürürler. İlk top atışları ile birlikte Acheronun ana direğini yıkarak hareket etmesini engellerler daha sonra gemiye borda ederek şiddetli bir göğüs göğüse çarpışmayla gemiyi ele geçirirler. Kaptan Aubrey Acheronun kaptanını ararken revire yönelir ve Geminin doktorunu bulur geminin doktoru kaptanın kılıcını Aubreye vererek ölmeden önce kaptanın ona bıraktığını söyler. Acheron ve Sürpriz tamir edilir; Yakalanarak ele geçirilen Acheronun rotası Valparaisodur Sürprizin ki ise Galapagos bu sırada doktor Maturin gemin doktorunun olmadığından bahseder, kaptan ise geminin bir doktoru olduğunu hatta onunla tanıştığı anlatır fakat Doktor Maturin Acheronun doktorunun altı ay kadar önce hummadan öldüğünü söyleyince Acheronun kaptanın doktor gibi davranarak onları aldattığı anlaşılır bunun üzerine Kaptan Aubrey emirleri ve rotayı Acheronun yolunun kesilmesini ve Valparaisoya kadar onlara eşlik edilmesi olarak değiştirir, böylece Dr. Maturnin Galapagosu tekrar keşfetmesini engeller Fakat bir teselli vererek Alaycı bir konuşmayla “ Nasılsa kuş uçamıyor yani hep orada” der. Mürettebat savaş istasyonlarına geçerken Ufukta Acheron arkasında onu takip eden sürpriz görülür ve film biter Dosta Düşmana Karşı Dosta Düşmana Karşı, Ahmet Kaya'nın 17. müzik albümü. 1998 Mart'ta Raks Müzik tarafından piyasaya sürülmüştür. Ahmet Kaya'nın ölmeden önceki son albümüdür. Albümün düzenlemesi Osman İşmen ve İlker Yurtcan'a aittir. Kayıt ve Mix Ahmet Kaya'nın kendi stüdyosu GAK'da Hakan Gürdöl tarafından yapılmıştır. Saadet Partisi Saadet Partisi, Millî Görüş hareketinin Fazilet Partisi'nden sonra kurulan son siyasi partisidir. Millî Görüş hareketinin siyasî partisi olan Saadet Partisi, 20 Temmuz 2001 tarihinde Ankara’da kuruldu. Recai Kutan kurucu genel başkanlığa getirildi. Fazilet Partisi'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra bağımsız kalan 105 milletvekilinden yarıya yakını Saadet Partisi'ne geçti. 2002 Erken Genel Seçimleri'nde yüzde 2.5 oy oranıyla TBMM dışında kaldı. 11 Mayıs 2003'te yapılan 1 Olağan Kongre'de aday olmayan Recai Kutan'ın yerine Necmettin Erbakan genel başkanlığa seçildi. Ancak 29 Aralık 2003'te Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Erbakan'ın kesinleşmiş hapis cezası nedeniyle parti üyeliğinden ayrılmasını istedi, bunun üzerine Erbakan 30 Ocak 2004'te parti üyeliğinden ve genel başkanlıktan istifa etti. Yerine tekrar Recai Kutan getirildi. 2004'teki Yerel Seçimler'de%4.77 oy oranıyla 63 belediye başkanlığı kazandı. 8 Nisan 2006'da yapılan 2. Büyük Olağan Kongre'de genel başkanlık görevini vekaleten yürüten Kutan, bu göreve seçildi. 2007 Genel Seçimleri'nde %2.34 oy aldı. 26 Ekim 2008'de yapılan 3. Büyük Kongre'de Numan Kurtulmuş genel başkanlığa seçildi. Numan Kurtulmuş, 1 Ekim 2010'da yaptığı basın toplantısında genel başkanlık görevi ve Saadet Partisi'nden istifa ettiğini açıkladı. 17 Ekim 2010'da Erbakan, genel başkan seçildi. 27 Şubat 2011'da genel başkan Erbakan vefat etti. Erbakan'ın vefatından sonra parti, genel seçimlere Mustafa Kamalak Genel Başkanlığında gitme kararı aldı. Seçimden önce Sağda ittifak arayışları gündeme gelse de bir ittifak olmadı. Saadet Partisi, 2011 seçimlerinde %1,24 oy alarak 4. parti oldu. Seçimden hemen sonra yapılan kongrede Mustafa Kamalak yeniden genel başkan seçildi. Saadet Partisi, 2015 seçimlerinde Büyük Birlik Partisi ile ittifak anlaşması yapmış ve seçime birlikte girmişlerdir. 2015 genel seçimlerinden %2.06 oy alarak 5. parti oldu. Zombi (bakteri) Zombi (bakteri). İlk kez 2005 Ekim ayında Nebraska Üniversitesinden Prof. Rafi Saraf tarafından Nature dergisinde ilan edilen bu bakterinin en önemli özelliği elektrik üretmesidir. Normalde bakterilerin, kimyasallar ile besinlerini ve yönlerini bulduğu biliniyordu. Ancak Saraf ve ekibinin bulgularına göre bu küçük bakteri içinde eletkrik üretmesini sağlayacak bir bakteri bulunuyor. Bu bakterinin diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerinden birisi de ortamda hiçbir besin olmamasına rağmen en az iki gün yaşaması ve ölseler bile elektrik üretmeye devam etmeleri. Ancak Saraf ve ekibi bu bakterinin tek olmayabilecğini ve başka bakterilerin de elektrik üretiyor olabileciğini öne sürdü. Zombi (anlam ayrımı) Zombi, yaşayan ölüler için kullanılan bir terim. Şu anlamlara da gelebilir: Kitle imha silahı Kitle imha silahı ya da ABC silahı (kısaca KİS), büyük sayılarda ölümlere sebep olabilecek silaha verilen isimdir. Genellikle nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar bu adla anılırlar. Bu ibare ilk olarak 1937'de İspanya'nın Guernica kentinin Naziler tarafından uğradığı hava saldırısı için kullanılmış ve de 2003'te Amerika Birleşik Devletleri tarafından Irak'ın işgali için sebebi olarak gösterilmiştir; fakat bu iddia daha sonra Irak'ta hiçbir KİS bulunmamasıyla doğru olmadığı kanıtlanmıştır. Bu gruba giren silahlar, atom çekirdeğinin parçalanması veya birleştirilmesiyle oluşan enerjinin birden açığa çıkması etkisiyle çalışır. Fisyon etkisiyle çalışanlara atom bombası, füzyon metoduyla yapılan bombalara da hidrojen bombası denir. Hidrojen bombasının patlatılabileceği sıcaklıklara ulaşılabilinmesi için önce bir atom bombası patlatılmalıdır. Sistemin çalışma prensibi, parçalanmayı başlatacak miktarda (kritik kütle) radyoaktif maddenin 2 parça halinde bir kap içerisine konulması ve bir silah, uçak, torpil, roket vb. yardımıyla bu kabın hedefe atılmasıdır. Düştüğü yerde bu iki parça bir düzenek vasıtasıyla birleştirilir ve kritik kütle oluşturularak çekirdek parçalanması başlatılır. Günümüzde, radyolojik maddelerin yeni bir kullanım şekli geliştirilmiştir. Seyreltilmiş uranyum olarak adlandırılan bu metotta, nükleer patlama olmadan klasik silahlarla beraber bir miktar radyoaktif madde hedef bölgeye serpilmektedir. Bu suretle nükleer silahların en korkutucu etkisi olan radyoaktif serpinti sağlanmış olmaktadır. Gen yapısı değiştirilerek insanlarda doğaldan farklı etkiler gösteren bakteri ve virüslerin kullanılmasıdır. Genelde doğada insana zararsız olan veya doğal etkileri ilaçla tedavi edilen bakteri ve virüslerin, çok daha ağır hastalıklara yol açacak şekilde değişikliğe uğratılması en çok görülen şekildir. İnsanlara bulaşmayan ama hayvanlarda hastalıklara sebep olan bazı bakterilerin kullanıldığı da olmuştur. Korunmak için mutlaka koruyucu elbise ve koruyucu maske takmak gerekir. Bu malzeme sivil halkın kullanabileceği şekilde piyasada bulunmamaktadır. Tedavi edici ilaçlar da, bunlar doğada görülmediği için geliştirilmemiştir. Gen teknolojisi ile ilgilenebilen bilimsel seviyeye gelmiş ülkeler tarafından geliştirilmektedir. İnsan üzerinde öldürücü etki yapan kimyasal maddelerdir. Gaz veya sıvı halinde bulunur. Etkilerine göre sınıflandırılır. Korunmak için koruyucu elbise ve koruyucu maske şarttır ancak yukarıda yazdığımız üzere bunlar piyasada bulunmamaktadır. Sinir gazı etkisi için atropin sülfat antidottur ancak gazın etkisinde kaldıktan sonraki 15 saniye içinde yapılması şarttır. Yani hastaneye yetiştirilme şansı yoktur. Kimyasal gazlar ve biyolojik maddeler rüzgar, nem ve yağıştan etkilenirler, etki alanlarını değiştirebilirler. Dolayısıyla atıldığı yeri bilmek, korunmak için yeterli değildir. Kimyasal gazlar, genelde havadan ağır oldukları için çukur yerlerde toplanırlar. Etki bölgesini, yüksek yerlerden yararlanarak hızla terk etmek ilk tedbir olarak düşünülebilir. Burada sayılan bütün maddelerin, Cenevre Sözleşmeleri gereği kullanılması yasaktır. Mustafa Denizli Mustafa Denizli (d. 10 Kasım 1949, Alaçatı), Sol açık mevkinde oynamış Türk solak millî eski futbolcudur. 1987 yılından itibaren teknik direktör olarak görev yapmaktadır. Süper Lig'de 3 büyük takım olan; Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray'da şampiyonluk yaşayan tek teknik direktördür. 1949 yılında Çeşme, İzmir'de doğdu. İzmir'de Altay kulübünde 1965 yılında profesyonel olup 18 sene futbolculuk yapmıştır. Süper Lig'in gelmiş geçmiş en iyi sol ayaklı futbolcularınan birisiydi. Altay'da frikikten ve özellikle kornerden attığı gollerle büyük ün yaptı. İlk kupasını 1967'de gördü. Kendisi oynamasa da Türkiye Kupası alan kadronun içinde yer aldı. Bir sene sonra ise kadroda yer almaya başladı. 19 yaşında Galatasaray ile oynanan Türkiye Kupası maçında uzatmalarda attığı golle takımını finale taşıyıp kendini gösterdi. Ancak kupayı bu sefer müzeye götüremediler. Sonraki sene Kupa Galipleri Kupası'nda ilk turda Norveç ekibi Lyn Oslo'ya elenirken, deplasmanda 4-1 yenildikleri maçta takımın tek golünü attı. Böylece Avrupa'daki ilk golünü atmış oldu. Daha sonra Carl Zeiss Jena takımına da 1977'de 2 maçta 3
gol attı. 1970'lerde takıma bir Mustafa (Mustafa Turgut) daha gelince, Mustafa Denizli "Büyük Mustafa" olarak anılmaya başladı. 1980 yılında 12 gol ile ligin en çok gol atan oyuncusu olmuştur. Aynı sezon sonu bir Türkiye Kupası daha kazandı. Final maçında penaltıdan attığı golle kupayı kazandıran Mustafa Denizli, bu sefer kaptan olarak kupayı kaldırma başarısını gösterdi. Sezona golle başladı ve ilk hafta Karagümrük'e gol attı. Kariyeri boyunca İstanbul kulüplerinin transfer tekliflerini İzmir'den ayrılmamak için daima geri çevirse de, futbol hayatının son yıllarında fikir değiştirdi ve Temmuz 1983'te Galatasaray'a transfer oldu. 1 Ağustos 1983'te Bursaspor ile oynanan hazırlık maçında forma giyerek Galatasaray taraftarının karşısına ilk kez çıktı. Sezona golle başlayan futbolcu, ilk maçında Karagümrük'e golünü attı. Galatasaray'daki ikinci golünü 2 Ekim 1983'te penaltıdan Antalyaspor'a attı. Üçüncü golünü ise Adana Demirspor'u 9-2 yendikleri maçta kaydetti. Ancak sakatlığı yüzünden pek forma şansı bulamadı ve Galatasaray'da kariyerini sonlandırdı. Mustafa Denizli 1977'de Türkiye millî futbol takımı forması giymeye başladı. İlk maçı olan 6 Nisan 1977'de Finlandiya ile oynanan hazırlık maçında ilk golünü kaydetti. İkinci golünü ise 28 Ekim 1979'da Malta'ya karşı oynanan EURO 1980 elemelerinde kaydetti. İki FIFA Dünya Kupası, bir Avrupa Şampiyonası elemelerinde oynadı ancak başarılı sonuçlar göremedi. Toplamda 10 maçta forma giydi. 24 Eylül 1980'de İzlanda ile oynanan maç son millî maçı oldu. Alman Jupp Derwall'ın yanında 1984-85'ten başlayarak Galatasaray'da 3 sene yardımcı antrenörlük yaptı. 8 Aralık 1984'te Zonguldakspor ile oynanan bir maçta Derwall'in hastalığı nedeniyle takımı yönetti. 1987-88 sezonu için antrenörlüğe getirildi. Jupp Derwall ise takımın menejerliğini yapmaya başladı. Galatasaray çok başarılı bir sezon geçirdi ve Denizli, ilk sezonunda şampiyonluk yaşadı. 38 maçta 2 mağlubiyet alan Galatasaray, en yakın rakibi Beşiktaş'ın 12 puan önünde 90 puan toplayarak birinci oldu. 1988-89 sezonunda ligde büyük bir puan farkıyla 3. oldular. Türkiye Kupası'nda da çeyrek finalde elenen Galatasaray, Avrupa'da çok başarılı oldu. İlk tur Rapid Wien, ikinci tur Neuchatel Xamax'ı elediler. Xamax'a ilk maç deplasmanda 3-0 yenildiler. Maçta sahaya atılan yabancı maddeler ve PKK'nın sahaya girmesi gibi olaylar yaşandı. Maç sonunda Denizli de UEFA'dan bir maç men cezası aldı. Rövanş maçında taktikleri tribünden vermek zorunda kalan Denizli'nin takımı maçı 5-0 kazandı. Çeyrek finalde ise Fransız temsilcisi Monaco'yu eleme başarısını gösterdiler. Yarı finalde ise Steaue Bükreş'e elendiler. Bu sonuç günümüze kadar bir Türk takımının Avrupada lig şampiyonları bazında aldığı en iyi sonuçtur. 1989-90 sezonunda Alman 2. ligi 2. Bundesliga'da oynayan Alemannia Aachen, Avrupa'daki başarıları ile ünlenen Mustafa Denizli'ye teklifte bulundu. Denizli, liginde sonuncu olan Aachen ile anlaştı. Ancak bazı ırkçı tepkilerle karşılaştı. Denizli takımın başında ilk maçına 30 Eylül 1989'da çıktı. 10 haftada sadece bir galibiyet alan Aachen bu maçta rakibini 5-1 yendi ve Denizli, Alman basının gündemine oturdu. Üçüncü maçında da namağlup lider Wattenschied'i yendi. 4 maçta 4 galibiyet yapan Denizli ilk mağlubiyetini 5. maçı olan Hertha Berlin maçında aldı. 6 maçında Münster'i 7-1 yendi. Ancak bu galibiyetler sonrası büyük bir düşüş yaşadılar. Taraftarlarla da sorun yaşayan Denizli, Aachen'den ayrıldı. Aachen, 20 takımlı ligde 19. olarak ligden düştü. 1990-91 sezonunun başında Galatasaray ile tekrar anlaştı. İlk sezonunda uzatmalarda Ankaragücü'ne üstünlük sağlayan Denizli ve Galatasaray Türkiye Kupası'nı kazandı. Ligde ise ikinci oldular. Ancak, lig şampiyonu Beşiktaş'ı mağlup ederek Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı kazandılar. Sonraki sezondaki en büyük başarısı ise Avrupa'da oldu. 1992-93 UEFA Kupa Galipleri Kupası'nda çeyrek finale yükseldi. SV Werder Bremen'e ilk maçta 2-1 yenildiler, ikinci maç ise 0-0 sonuçlandı ve elendiler. Ancak ligde yine istenilen sonuçları alamayıp, lig üçüncüsü oldular. Yönetim ile anlaşamayan Denizli, teknik direktörlüğü bıraktı. 1994'te teknik direktörlüğe verdiği ara sonrası Kocaelispor'un başına geçti. Sezona çok kötü başlayıp bir ara 15.liği gördüler. Sezonu 9. sırada bitirdi. Sonraki sezon dört büyüklerin ardından 5. olarak, UEFA Intertoto Kupası'na katılmaya hak kazandı. Denizli sezon sonunda Türk millî takımını yönetmek üzere Kocaelispor'dan ayrıldı. 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası sonrasında Mustafa Denizli, Fenerbahçe ile anlaştı. Yardımcılığına Oğuz Çetin'i alan Denizli, sezona Almanya kampı ile başladı. Sezona 4 maçta 3 galibiyet 1 mağlubiyet ile başladı. 5. hafta Beşiktaş ile oynanan maçta 3-0 yenilirlerken, Denizli o sıralar var olan 5+1 yabancı kuralını unutarak maçın ikinci yarısı yaptığı değişiklikler sonucu sahaya 6 yabancıyla çıktı. Beşiktaş'ın galibiyeti 3-0'lık hükmen galibiyet olarak tescillendi. Denizli ve yönetim arasında sorunlar baş gösterdi. Ancak daha sonra toparlanan takım ilk yarıyı Galatasaray'ın ardından averajla bitirdi. İkinci yarı 25. haftaya kadar puan kaybı yaşamadılar. Şampiyonlar adaylarından Gaziantepspor'a karşı ilk yarısını 3-0 kaybettikleri maçı 4-3'e çevirdiler. Sonraki hafta Trabzonspor'a yenilip, ikinciliğe düşseler de sonraki maç Kadıköy'de Galatasaray'ı 2-1 yenip liderliğe tekrar geldiler ve son üç maçlarını da kazanıp şampiyon oldular. Kupayı ise finalde penaltılarla kaybettiler. Denizli, böylece Galatasaray'dan sonra bir başka büyük takım olan Fenerbahçe'yi de şampiyon yapıyordu. Fenerbahçe'yi şampiyon yapan ilk Türk teknik direktör oldu. Sonraki sezon katıldığı UEFA Şampiyonlar Ligi'nde hiç puan alamayarak grup sonuncusu oldu. Fenerbahçe, Kosice takımından sonra ilk kez grup seviyesinde 0 puan alan takım oldu. Ligde de alınan kötü sonuçlardan sonra Diyarbakırspor yenilgisinden sonra Fenerbahçe yönetimi tarafından görevinden gönderildi. 2003 Mayıs'ında Denizli, 1. Lig takımlarından Vestel Manisaspor ile anlaştığını açıkladı. Yardımcılığına eski Beşiktaşlı Ali Gültiken'i aldı. Sezona çok iyi başlangıç yapıp yıl sonuna kadar liderliği götürdüler ancak yıl sonuna doğru aldıkları yenilgiler ile liderliği kaybettiler. İkinci yarı performansı ile liderliği tekrar geri alsalar da Nisan ayında tekrar liderliği kaybettiler. Çekişmeli geçen ligin sonunda Manisaspor 4. olup, Süper Lig'e çıkamayınca yönetim ve Denizli yollarını ayırdı. 2004-05 sezonunun ikinci yarısı önceki sezonunun İran şampiyonu PAS FC takımı Mustafa Denizli ile anlaştı. 15 hafta sonunda 11. olan takımı alan Denizli, ilk maçında Berg-e Şiraz takımına karşı 5-1'lik galibiyet aldı. Yardımcısı olarak yine Ali Gültiken'i getirdi. Sene sonunda onları 6.lığa taşıdı. AFC Şampiyonlar Ligi'nde ise grup birincisi oldular. Çeyrek finale çıkan takım BAE takımı Al Ain'e 1-1 ve 3-3'lük beraberliklerle elendi. Denizli, 2005-06 sezonuna takımının başında başladı. Şampiyonluk mücadelesi devam ederken, 5 hafta kala Denizli, yönetimle anlaşamayıp görevi bıraktığını söyledi. Denizli'nin takımla sahaya çıkmadığı maçta Pas, hükmen mağlup oldu. Sezon sonuna doğru takıma geri dönen Denizli, son haftaya liderin bir puan gerisinde girdi. Ancak Pas da rakipleri BF İstiklal de maçı kazanınca 1 puan geride ikinci oldular. Denizli sezon sonunda takımı tamamen bıraktı. Ağustos 2006'da Denizli, bir başka İran takımı Persepolis FC'ye transfer oldu. Sezona kötü başlayan Denizli ve takımı, geçen senenin şampiyonu Şampiyonlar Ligi'ne katılacak ikinci takımı belirleyecek play-off'larda Sepahan takımına penaltılarla elendiler. Ancak daha sonra toparlayan takım, son haftaya rakiplerinin puan kaybetmesi ile şampiyon olacaktı ancak son hafta rakipleri puan kaybetmeyince Persepolis, lig üçüncüsü oldu. Sezon sonunda takımdan ayrılan Denizli, Türkiye'ye dönünce bir süre takım çalıştırmadı ve Lig TV'de yorumculuk yaptı. Beşiktaş, UEFA Kupası'nda Metalist Kharkiv'e farklı yenilip elenince teknik direktörü Ertuğrul Sağlam istifa etti. Mustafa Denizli, Sağlam'ın yerine 9 Ekim 2008 tarihinde Beşiktaş'ın teknik direktörlüğüne getirildi. Denizli'li Beşiktaş ilk maçını Gençlerbirliği karşısında 3-1 kazandı ve liderliğe yükseldi. Bu parlak başlanıça rağmen sezonun ilk yarısının sonunda Beşiktaş, lig 6.sı oldu. Denizli 10 lig maçında 4 galibiyet, 2 beraberlik ve 4 yenilgi alarak Yıldırım Demirören döneminin en başarısız teknik adamı olmuştu. Denizli ikinci yarıya başlamadan Fabian Ernst ve Yusuf Şimşek'i transfer ederek değişikliklerle başladı. İkinci yarıdaki başarılı performans ile önce 13 Mayıs 2009 tarihinde Fenerbahçe ile oynanan maçta rakiplerini 4-2 yenerek Türkiye Kupası'nı kazandı. . Sezonun son maçında ise Denizli yönetimindeki Beşiktaş, Denizlispor'u 2-1 yenerek 13. Şampiyonluğunu ilan etti. Beşiktaş 6 yıl sonra şampiyonluğu, 19 yıl sonra çifte kupayı gördü. Mustafa Denizli de aynı ligde 3 takımı da şampiyon yapan ilk teknik adam oldu. Ayrıca ilk yarıda sonucundaki kötü tablo nedeniyle suçlanan Denizli, "26. haftayı bekleyin" demişti. 26. haftada Beşiktaş'ın lider Sivasspor'un 1 puan gerisine gelmesi, daha sonra ise şampiyonluğu yakalaması sonucu "kahin" lakabı takıldı. Sezon sonu Beşiktaş'tan ayrılacağı söylentileri çıksa da, Denizli takımda kalmayı tercih etti. Sezona iyi başlayamayan Beşiktaş, ilk yarının ortalarında bir seri yakalasa da ilk yarıyı yine kötü bitirdi. Şampiyonlar Ligi ve Türkiye Kupası gruplarından çıkamayan Beşiktaş, ligde bir ara 2.liğe kadar gelse de son haftalarda aldığı puan kayıpları ile ligi dördüncü bitirdi. 2009-10 sezonunun sonunda Mustafa Denizli, sağlık sorunları nedeniyle Beşiktaş'taki görevinden ayrıldı. Çocukluk aşkı Beşiktaş'tan bir süre ayrı kalıp, dinleneceğini bildirdi. Başkan Yıldırım Demirören, bu ayrılık konuşmasını yaparken 10 yıllık Beşiktaş yönetimi tarihinde yaptığı en zor konuşma olarak betimledi. Denizli, televizyon ekranlarındaki yorumculuk döneminden sonra yeniden İran'a döndü ve 2006-2007 sezonunda çalıştırdığı Persepolis'le 24 Aralık 2011'de 1.5 yıllık sözleşme imzaladı. 5 Ocak 2
012'de Malavan FC ile oynanan ilk maçında mağlubiyet ile tanıştı. Bir hafta sonra ise ilk galibiyetini aldı. 2 Şubat'taki Tahran derbisinde BF İstiklal'i deplasmanda, 2-0 yenik durumdan 10 kişi ile 2-3'e getirerek mağlup etti. 2012 AFC Şampiyonlar Ligi'nde takımı gruplardan çıkarıp, son 16'ya soktu. Ancak ligi 12. bitiren takım, Şampiyonlar Ligi'nden de elenince 21 Haziran tarihinde, Denizli takımından istifa etti. 21 Aralık 2012 tarihinde Mustafa Denizli, 1. Lig ekibi Çaykur Rizespor'la 1,5 yıllık anlaşma imzalayarak, Karadeniz ekibinin teknik direktörlüğüne getirildi. 20 Ocak 2013'te Gaziantep Belediyespor galibiyeti ile Rizespor kariyerine başlayan Denizli, takımını 28 Nisan'da MKE Ankaragücü galibiyeti ile ligin bitimine 2 hafta kala Süper Lig'e çıkarmayı başarmıştır. 24 Mayıs 2013 tarihinde, 2013-14 sezonu bütçesi konusunda Çaykur Rizespor ile anlaşamayan Mustafa Denizli, kulüp ile karşılıklı anlaşarak yollarını ayırdı. 2013 yılında adı Beşiktaş, Kayserispor, Trabzonspor ve Fenerbahçe gibi kulüplerle anılan Denizli, son olarak Galatasaray sportif direktörlüğü için düşünüldü.Bu takımların hiç birine imza atmayan Denizli, 25 Kasım 2013'te John Benjamin Toshack ile yollarını ayıran Azerbaycan'ın Hazar Lenkeran takımına transfer oldu. Takımın başına 3 Aralık 2013'te geçen Denizli, ilk maçına bir gün sonra Azerbaycan Kupası'nda çıktı ve Neftçala FK'yı 4-0 mağlup ettiler. Lige de iyi bir başlangıç yapan takım Şubat ayına kadar yenilgi yüzü görmedi. Ancak daha sonra kötü bir performans gösteren Lenkeran, ligi altıncı olarak bitirirken, kupada da yarı finalde elendi. Sezon sonunda Hazar Lenkeran ile Mustafa Denizli'nin yolları ayrıldı. 23 Kasım 2015'te Denizli, Galatasaray başkanı Dursun Özbek ile yaptığı görüşme sonrası Galatasaray'ın teklifini kabul etti. 26 Kasım 2015 tarihinde Florya Metin Oktay Tesisleri'nde düzenlenen imza töreniyle üçüncü kez Galatasaray teknik direktörlüğü görevine getirildi. 3 gün sonra ligde Kasımpaşa SK ile oynanan maç ile uzun yıllar sonra ilk kez Galatasaray'ın başında bir resmi maça çıktı. Galatasaray, bu maçta rakibiyle 2-2 berabere kaldı. 4 Aralık 2015'te Bursaspor'u 3-0 yenerek ilk galibiyetini aldı. Denizli'li Galatasaray, Türkiye Kupası'nda 8 maçta 7 galibiyet alarak büyük bir başarı gösterdi. Ancak aynı başarıyı Avrupa ve ligde yakalayamadılar. UEFA Şampiyonlar Ligi'nde Astana ile berabere kalan takım, grup üçüncüsü olarak UEFA Avrupa Ligi'ne geçti. Ancak deplasmanda aldıkları mağlubiyet nedeniyle Lazio'ya elendiler. Ligde ise 11 maçta sadece 4 tane galibiyet aldılar. Bu galibiyetlerin hepsi kendi sahalarındaydı. 28 Şubat 2015'te Gaziantepspor'a 2-0 yenildikleri maçtan sonra Denizli istifa sinyallerini verdi. 1 Mart 2016'da da görevinden istifa etti. 1987'de Galatasaray'ın yardımcı teknik direktörlüğünü yaparken Coşkun Özarı'nın yerine Türkiye millî futbol takımı teknik direktörlüğüne atandı. 4 Mart 1987'de Romanya ile oynanan özel maç ilk maçı oldu. İkinci maçı olan 25 Mart 1987'de Doğu Almanya ile oynanan hazırlık maçında alınan 2-1'lik galibiyet Denizli'nin ilk galibiyeti oldu. Denizli, 1988 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde 3. maçtan itibaren takımı yönetti. Denizli'nin ilk eleme maçında daha önce iki maç yapıp 8-0 ve 5-0 yenildiğimiz İngiltere ile Türkiye'de oynandı. Maç 0-0 bitti. 1987 yazından Denizli, millî takımın yanında Galatasaray'ı da yönetmeye başladı. İkinci İngiltere maçı ise hezimet oldu ve 3 yıl önceki gibi yine 8-0 kaybedildi. Türkiye 2 beraberlik ile grup sonuncusu olurken, elemelerin bitimiyle Denizli görevden ayrıldı. 6 maçta 1 galibiyet 1 beraberlik 4 mağlubiyet aldı. EURO 1996'dan sonra Fatih Terim'in Galatasaray'a geçmesi ile, Mustafa Denizli Kocaelispor'u bırakıp millî takımı yönetmeye başladı. 14 Ağustos 1996'da Moldova ile oynanan hazırlık maçı ile Denizli dönemi başladı. 1998 FIFA Dünya Kupası elemelerinde takımın başındaydı. Türkiye, 8 maçta 4 galibiyet 2 beraberlik ve 2 mağlubiyetle grup üçüncüsü olup kupaya gidemedi. Grup birincisi Hollanda'ya karşı oynanan maçlardaki başarılara rağmen Belçika mağlubiyetleri gruptan çıkmayı engelledi. 30 Nisan 1997'de Belçika'ya Türkiye'de 3-1 yenildikten sonra soyunma odasına giderken, Amigo Orhan, Mustafa Denizli'ye kafa atmıştı. Federasyon, 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası elemeleri için de Denizli'yle çalışmak istedi. Türkiye 8 maçta 5 galibiyet, 2 beraberlik ve 1 mağlubiyet ile grup ikincisi oldu. Grup birincisi Almanya'ya karşı bir galibiyet, bir beraberlik aldılar. Play-off'a kalan Türkiye, İrlanda'yı 1-1 ve 0-0'lık beraberliklerle eledi ve EURO 2000'e katılma hakkı kazandı. Maçtan sonra kendisini eleştirenlere "İçimizdeki İrlandalılar" olarak seslendi. Bu söz daha sonra toplum içinde deyimleşti. Mustafa Denizli, İtalya, Belçika ve İsveç'ten oluşan grupta 1 galibiyet, 1 beraberlik, 1 mağlubiyet alarak grup ikincisi olarak çeyrek finale çıktı. Bu Türk millî takımının o güne kadar aldığı en iyi dereceydi. Çeyrek finalde Portekiz'e 2-0 yenildiler. Denizli, şampiyona sonrası takımdan ayrıldı. . Sadece lig maçlarını içerir. Mircea Lucescu Mircea Lucescu (d. 29 Temmuz 1945, Bükreş) Rumen eski futbolcu ve teknik direktör. Türkiye millî futbol takımının teknik direktörü konumundadır. Eski bir kaleci olan oğlu Răzvan Lucescu da PAOK'i yönetmektedir. Lucescu, futbol yaşantısında Dinamo București ile başarılar kazanmış, Galatasaray ve FK Şahtar Donetsk ile iki Avrupa kupası kazanmıştır. Türkiye'de ayrı takımlarda iki yıl üst üste şampiyonluk yaşamıştır. Lucescu futbola 1961'de Școala Sportivă 2 Bukarest takımının altyapısında başladı. 2 yıl sonra Dinamo București takımının altyapısına geçti. 21 Haziran 1964'te Rapid Bükreş'i kendi sahalarında 5-2 mağlup ettikleri maçta ilk kez A takımda forma giymiş oldu. Sezon içinde bir maç daha oynadı. Sonraki sezon da yine altyapıda kalan Lucescu, sadece 1 maç forma şansı bulabildi. Dinamo Bükreş ise bu iki sezonda da Romanya şampiyonu oldu. 1965'te Lucescu, tecrübe kazanması için Romanya ikinci ligi takımlarından Ştiinţa Bükreş takımına kiralandı. Kulüp 1965-66 sezonunda Liga II'de ikinci olarak, o ligde kazandıkları en büyük ikinci başarıya sahip oldu. Sonraki sezon Politehnica Bükreş adını alan takım ligde 5. oldu. Lucescu bu iki sezonda 39 maçta yapıp 12 gol kaydetti. 1967-68 sezonuyla beraber Lucescu, uzun süreli Dinamo Bükreş yıllarına geri döndü. Sezon içinde 17 maç oynayarak yavaş yavaş A takımın bir parçası olurken 1 de gol attı. 16 Haziran 1968'de oynanan Romanya Kupası finalinde Rapid Bükreş, 1-0 öndeyken, 77. dakikada Nicolae Nagy'nin yerine Lucescu oyuna dahil oldu. Dinamo, bir dakika sonra Florea Dumitrache'nin golüyle maçı 1-1 yaptı. Uzatmalara giden maçta Lucescu, 115 ve 116. dakikalarda iki gol atak maçı 3-1 yaptı ve kupayı Dinamo Bükreş'e kazandırdı. Sonraki sezon 28 maçta 8 gollük performansıyla takımının lig ikinciliğine yardım eden Lucescu, UEFA Kupa Galipleri Kupası'nda 1 maça çıkarak ilk kez Avrupa'da forma giymiş oldu. 1977'ye kadar Dinamo Bükreş forması giyen Lucescu, bu dönemde 4 lig şampiyonluğu gördü. Özellikler 1972-73 sezonunda 28 maçta 12 gollük performansı ile en yüksek gol performansını sergiledi. Ayrıca Şampiyon Kulüpler Kupası, UEFA Kupası ve Fuar Şehirleri Kupası organizasyonlarında forma giydi. Şampiyon Kulüpler Kupası'nda biri Atlético Madrid biri Real Madrid'e olmak üzere 2, UEFA Kupası'nda Boluspor'a bir gol attı. 1977'de Corvinul Hunedoara takımına transfer oldu. Dinamo Bükreş gibi çok başarılı bir takımdan sonra daha küçük bir kulüpte futbol hayatını sürdüren Lucescu, takımın en önemli isimlerinden oldu. 1978-79 sezonunda küme düştüler. 1979-80 sezonunda ise Liga II'yi birinci bitirerek geri döndüler. Lucescu, 1981-82 sezonunda takımın lig üçüncülüğüne 23 maçta 2 gol atarak katkıda bulundu. Bu derece 2008'de dağılan Corvinul kulübü tarihinin en başarılı sonucu oldu. Lucescu sezon sonunda futbolu bıraktı. Ştiinţa Bükreş'te kiralık olarak oynadığı ikinci sezonda Lucescu, Romanya millî futbol takımına çağrıldı. 2 Kasım 1966'da İsviçre ile oynadıkları EURO 1968 eleme maçında ilk 11'de ve 90 dakika forma giyerek A millî oldu. 3 Aralık 1966'da ise 4. millî maçı olan Güney Kıbrıs ile deplasmanda oynanan EURO 1968 eleme maçında ilk golünü kaydetti. 15 Ocak 1969'da İngiltere ile oynanan hazırlık maçında ilk kez millî takım kaptanı oldu. 10 maç Ştiinţa Bükreş forması ile millî takıma çağrılan Lucescu, daha sonra Dinamo Bükreş forması giyerken de 57 kez millî takıma çağrıldı. Daha sonra da Corvinul Hunedoara takımındayken de 3 kez millî takıma çağrıldı. Ülkesiyle 1970 FIFA Dünya Kupası'na katıldı. Kupa kadrosunda takımın kaptanıydı. 1938'den bu yana Romanya'nın katıldığı ilk FIFA Dünya Kupası'ydı. Lucescu, 3 grup maçına da ilk 11'de çıktı. Romanya, Pele'li Brezilya ve İngiltere'nin ardından üçüncü olarak bir üst tura çıkamadı. Bunun dışında 2. oldukları 1973-76 Balkan Oyunları'nda da forma giydi. Lucescu millî takımla 4 Avrupa Futbol Şampiyonası elemesine (1968, 1972, 1976 ve 1980), 2 Yaz Olimpiyatları elemesine (1968 ve 1976) ve 3 kez FIFA Dünya Kupası elemesine (1970, 1974 ve 1978) katıldı. 4 Nisan 1979'da İspanya'ya karşı oynadıkları EURO 1980 elemesi Lucescu'nun futbolcu olarak son millî maçı oldu. Lucescu, 1974-1979 arasında en çok millî takım forması giyen futbolcu rekorunun sahibiydi. Lucescu, ayrıca 4 kez Romanya U-23 ve 1 kez Romanya B millî takımı forması da giydi. Lucescu, formasını giydiği Corvinul Hunedoara takımı ile Liga II'ye düştükten sonra 1979'da futbolcu-menajer olarak görev yapmaya başladı. Lucescu, daha ilk sezonunda küme düşen takımı ikinci lig birincisi olarak Liga I'e geri döndürdü. 1982'de futbolu bırakana kadar bu takımda çalışan Lucescu, takım tarihinin en iyi başarısı olan lig üçüncülüğünü kazandırmanın yanı sıra, takımdan millî takıma futbolcu kazandırmayı da başardı. Romanya millî takımı, 1982 FIFA Dünya Kupası elemelerinde de başarı gösteremeyince İsviçre'ye kendi sahasında 2-1 yenilen Valentin Stanescu'yu kovdu. 11 Kasım 1981'de yine İsviçre'yle oynanacak son eleme maçından i
tibaren Corvinul hocası ve futbolcusu Lucescu takımın başına geldi. Romanya formalite maçında 0-0 berabere kaldı. Lucescu böylece futbolcuyken İsviçre ile başlayan millî takım hayatını, teknik direktör olurken de İsviçre ile bir maç yaparak başlattı. Yanına Mircea Rădulescu'yu yardımcı olarak aldı. Lucescu, ilk ciddi sınavını 1984 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde verdi. Genel olarak Dinamo Bükreş, Universitatea Craiova ve Corvinul Hunedoara takımlarından oluşturduğu kadro ile İsveç, Çekoslovakya, İtalya ve Güney Kıbrıs'lı gruptan birinci olarak çıktı. Bunun dışında hazırlık maçlarında 17 yaşındaki Gheorghe Hagi'yi millî takıma kazandırıp, bir eleme maçında da 45 dakika oynattı. EURO 1984'te ise İspanya, Portekiz ve Batı Almanya'lı grupta 3 maçta 1 beraberlik alarak grup sonuncusu oldular. Romanya Futbol Federasyonu, 1986 FIFA Dünya Kupası elemelerinde de Lucescu'yla çalıştılar. İngiltere, Kuzey İrlanda, Finlandiya ve Türkiye gruplarında Kuzey İrlanda'nın bir puan gerisinde kalan Romanya, FIFA Dünya Kupası'na gitme şansını elde edemedi. Federasyon takımı Lucescu ile o sezon Steaua București'i Şampiyon Kulüpler Kupası'nda şampiyon yapıp tarihe geçen teknik adam Emeric Ienei'yi takımı 1988 Avrupa Şampiyonası elemelerine hazırlamak için görevlendirdi. Bir hazırlık maçı ve ilk eleme maçında Avusturya karşısında alınan 4-0'lık galibiyetten sonra Lucescu, görevi Ienei'ye bıraktı. Lucescu toplamda 59 maça çıkarak o zamanın en fazla maça çıkan millî takım antrenörü oldu. 1985-86 sezonunun 14. haftasında Dinamo București'nin başına geçti. Geldiği gibi Avrupa şampiyonu Steaua Bükreş'i 1-0 yenerek Cupa României'nin sahibi oldular. Böylece 1986-87'de 18 yıllık aradan sonra tekrar UEFA Kupa Galipleri Kupası'nda oynama hakkı kazandılar. Lucescu böylece Bükreş'in ilk Kupa Galipleri Kupası macerasında futbolcu olarak görev almışken, aynı sahneye teknik adam olarak döndü. Ancak 17 Nëntori Tirana'ya elendiler. Ligde ise 1990'a kadar takımın başına kalan Lucescu, 1989-90 sezonuna kadar hem ligde hem de kupada hep ikincilik aldı. Birinciliği ise ezeli rakipleri Steaua București kazanıyordu. 1987-88 sezonu Kupa finali ise ilginç olaylara sahne oldu. Lucescu'nun takımı Steaua Bükreş karşısında 1-0 yenik durumdayken, 87. dakikada Florin Valeriu Răducioiu'nun attığı golle maça eşitlik geldi. 90. dakikada Steaua Bükreş, Gavril Pelé Balint'in golüyle durumu 2-1 yaptı ancak hakem kararıyla gol geçerlilik kazanmadı. Dönemin lideri Nicolae Ceauşescu'nun oğlu Valentin, Steaua Bükreş'in yöneticilerinden biriydi ve onun emriyle Steaua'a sahadan çekildi. Maç, Romanya Federasyonu kararıyla 2-1 Steaua Bükreş galibiyetiyle tescillendi ve kupa onlara verildi. 1988-89 sezonunda lig ve kupa ikinciliğinin yanında Kupa Galipleri'nde takım büyük bir başarıya imza atıp çeyrek finale çıktı ancak Sampdoria'ya 1-1 ve 0-0 beraberliklerle elendiler. 1989-90 sezonu sırasında Aralık ayından yaşanan Romanya devrimi ile Ceauşescu, yönetimden indirildi ve Steaua efsanesi sona erdi. Dinamo Bükreş, 6 yıl sonra lig şampiyonluğuna ulaştı. Ayrıca rakipleri Steaua'yı Romanya Kupası finalinde de 6-4 yenerek kupaya ulaştılar. Sezon içinde Dinamo Bükreş'in Kupa Galipleri'ndeki en büyük başarısı olan yarı final geldi. Yarı finalde Anderlecht'e iki maçta da 1-0 yenilerek elendiler. Devrim sonrası 1988'de Steaua'nın kazandığı olaylı kupa da Dinamo Bükreş'e verilmek istense de takım bunu kabul etmedi. Olaylı geçen Romanya yılları sonrası kazanılan başarılar sonrası, 1990'da Lucescu ilk kez yurtdışına çıkıp, AC Pisa 1909 takımının başına geçti. Takım Serie A'ya yeni yükselmiş bir takımdı. Lucescu, takımı birinci ligde tutamadı ve sezon sonunda ayrıldı. AC Pisa'nın Serie A'daki son sezonu olmuştu. Lucescu, görevine İtalya'da devam edip Serie B takımlarından Brescia Calcio'nun başına geçti. Adelio Moro ile çalışan Lucescu, 1991-92 sezonunda Serie B birincisi olarak takımı Serie A'ya çıkarma başarısını gösterdi. 1992-93 sezonu zor bir sezon oldu. Son haftaya girilirken 5 takımın düşme ihtimali vardı. Son hafta oynanan maçlar sonucu Brescia, Udinese ve Fiorentina üçlüsünden ikisi üçlü averaj ile küme düşecekti. En kötü averajlı Fiorentina küme düşerken Brescia; Udinese ile oynadığı play-off maçını kaybederek küme düştü. 1993-94 sezonunda Serie B'de alınan üçüncülük, takımın tekrar Serie A'ya çıkması demekti. Lucescu sadece bu başarıyla kalmayıp Anglo-İtalyan Kupası'nda Brescia'ya finalde Notts County'yi 1-0 yenerek tarihinin ilk ve tek şampiyonluğunu getirdi. Ancak sonraki sezon Brescia tarihinin en kötü sezonlarından biri oldu, Juventus ve Inter beraberlikleriyle başlanan sezonda takım ligden ilk düşen ekip oldu. Lucescu ve Moro ikilisi bir ara gönderildilerse de alınan 5 üst üste mağlubiyet sonrası yeniden getirildiler. 1995-96 sezonuna da iyi başlasalar da daha sonra takım, kötü bir performans gösterince Lucescu lig bitmeden kovuldu. Brescia, küme düşmekten zor kurtuldu. 1996-97 sezonu için Lucescu, Serie A takımlarından AC Reggiana ile anlaştı. Ancak sonuçlar iyi gelmeyince Lucescu, yine sezon sonunu göremedi ve Reggiana, küme düştü. 1997'de Lucescu, 7 yıllık aradan sonra ülkesine dönmeye karar verdi. Bu sefer Rapid București takımının başına geçti. 1970'lerin başına beri Romanya futbolundan silinmiş olan Rapid Bükreş'i şaha kaldıran Lucescu, lig ikincisi olmasının yanında 1975'ten alınamayan Romanya Kupası'nı da müzeye getirdi. 1998-99 sezonuna Rapid Bükreş'te başlayan Lucescu, Kasım ayında Luigi Simoni'nin yerine ünlü ekip FC Internazionale Milano'ya transfer oldu. Lucescu, UEFA Şampiyonlar Ligi'nde grupların son maçında galibiyet alıp, çeyrek finale çıktı. Manchester United ile karşılaşan Inter, ilk maç çok kötü oynayıp 2-0 yenildi. Kendi sahasında ise 1-0 önde götürdüğü maçta, bir gol daha bulamayıp, 88. dakikada Paul Scholes golü ile 1-1 berabere kaldı ve elendi. Avrupa'dan elenen Inter, ligde de başarılı sonuçlar alamayınca Lucescu, 4 ay görev yaptığı Inter'den 21 Mart'ta kovuldu. Lucescu ise sezonun geri kalanında Rapid Bükreş'e geri döndü. Sezon sonu şampiyonluk kazanan ekip 1967'de kazandığı ilk şampiyonluktan sonra ikinci kez şampiyon oldu. Kupada da iddialı olan Rapid Bükreş, kupayı finalde penaltılarla Steaua Bükreş'e kaybetti. 1999'a tarihinde ilk defa Romanya Süper Kupası'nı kazanarak başlayan ekip, sezon sonu lig ikincisi oldular. 2000 yılında Lucescu, Fatih Terim'in İtalya kariyerine başlaması nedeniyle önceki sezonun UEFA Kupası sahibi Galatasaray'a transfer olarak Türkiye'ye geldi. UEFA Süper Kupası finalinde İspanyol devi Real Madrid'le karşılaşan Galatasaray, uzatmalarda attığı golle maçı 2-1 kazandı. Galatasaray, tarihinde ilk kez Süper Kupa'yı kazanırken, Lucescu ise kariyerinin ilk Avrupa Kupası'nı kazanmış oldu. 2000-01 sezonunda 6. haftadan sonra ligde birincilik ve ikincilik arasında gidip geldi. 30. hafta Adanaspor'u 4-1 yenerken, rakibi Fenerbahçe, Trabzonspor'a 1-0 yenilince liderlik koltuğuna oturdu. Ancak 31. hafta oynanan Kadıköy'de oynanan Fenerbahçe maçını Ali Güneş ve Yusuf Şimşek'in golleriyle rakip takım Fenerbahçe 2-1 kazanınca, Galatasaray ikinciliğe düştü ve son 3 haftada sıralama değişmedi. Lig şampiyonluğu son anda kaçmış olsa bile Lucescu, Galatasaray'ın UEFA Şampiyonlar Ligi'ndeki en başarılı performansını göstermesini şağladı ve çeyrek finale kadar çıkan Galatasaray, Real Madrid'î İstanbul'da 3-2 yenmesine karşın, İspanya'da 3-0 yenilip elendi. Türkiye Kupası'nda da yarı finale yükselen Galatasaray, nefes kesen bir maçta Fenerbahçe ile 4-4 berabere kalıp, penaltılarla elendi. Sonraki sezonda ise Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş'la çekişmiş. Son haftalarda Beşiktaş'ın geride kalması ile Galatasaray ve Fenerbahçe çekişmesi uzun süre devam etmişti. Galatasaray uzun süre lider götürdüğü ligi şampiyon olarak tamamladı. UEFA Şampiyonlar Ligi'nde de başarılı performans gösteren Galatasaray, ikinci tura yükselip, FC Barcelona, Liverpool ve Roma'lı grupta 5 beraberlik 1 mağlubiyet alıp, gruptan çıkma şansını son maçta kaçırmıştı. Sezonun tek hayal kırıklığı ise kupada Erzurumspor'a 1-0 yenilerek elenmeleri oldu. Şampiyon olduğu sezondan sonra Galatasaray, eski teknik direktörü Fatih Terim'i tekrar göreve almak için Mircea Lucescu'nun görevine son verdi. Lucescu ise 100. yılını yaşayan Beşiktaş'a transfer oldu. 12. haftada liderliğe getirdiği Beşiktaş'ı sezon sonuna kadar öyle götürdü. Galatasaray ile yarışan Beşiktaş, rakiplerini Lucescu'nun Galatasaray'dan getirip, Beşiktaş taraftarıyla barıştırdığı Sergen Yalçın'ın golüyle yenerek şampiyonluğunu ilan etti. Beşiktaş, sadece bir maçta yenildi. Lucescu ayrıca Federico Giunti ve Antônio Carlos Zago gibi İtalyan Ligi kökenli futbolcuları takıma kazandırdı, Sergen, Pascal Nouma ve Serdar Topraktepe gibi eski Beşiktaşlı'ları tribünlerle sorun yaratmadan takıma kazandırdı. Ayrıca Romanya'da Rapid Bükreş'te futbolcusu olan Daniel Pancu'yu kadroya kattı. Lucescu'lu Beşiktaş, UEFA Kupası'nda çeyrek finale çıkarak, tarihlerinin en büyük başarısına imza attılar. 2003-04 sezonu da oldukça başarılı başlamıştı. İlk yarıyı 17 maçta 13 galibiyet 4 beraberlik ile bitiren Beşiktaş, en yakın rakibi Fenerbahçe'nin 8 puan önündeydi. Ayrıca UEFA Şampiyonlar Ligi'nde gruplarda başarılı bir performans gösteren Beşiktaş, Chelsea'yi İngiltere'de 2-0 yenme başarısını gösterdi. Son grup maçını İstanbul'da yaşanan terör saldırıları yüzünden Almanya'da oynayan Beşiktaş, Chelsea'ye yenildi. Beşiktaş buna rağmen gruptan ikinci olarak tarihinde ilk kez bir üst tura çıkacakken, Sparta Prag, Lazio'yu uzatmalarda attığı golle 1-0 yenince Beşiktaş grup üçüncüsü olarak UEFA Kupası'na kaldı. Beşiktaş, ikinci yarıya kendi sahasında oynadığı Samsunspor maçıyla başladı. Cem Papila'nın yönettiği maçta rakip takım 1-0 öne geçmişken Pancu'nun golüyle Beşiktaş durumu 1-1 yaptı. Ancak ilk yarı sonunda üç Beşiktaşlı futbolcu (Zago, Ahmet Yıldırım ve İbrahim Üzülmez) kırmızı kartla oyun dışında kaldı. 8 kişi kalan Beşiktaş 4-1 geriye düştü. 4. golden sonra çıkan olaylarda Pancu da kırmızı kart gördü. 84. dakikada
İlhan Mansız da kırmızı kart görünce maç hükmen 4-0 Samsunspor galibiyetiyle tescillendi. Maçtan sonra puan kayıpları yaşayan Beşiktaş, ligi üçüncü bitirip, Fenerbahçe'nin 14 puan gerisinde kaldı. UEFA Kupası'nda da Valencia'ya elendiler. Lucescu, bu dönemde hem Türkiye Futbol Federasyonu'yla hem de Türk futbol medyasıyla büyük sorunlar yaşadı ve sezon sonunda ülkeyi terketti. Lucescu 2004 yılı Mayıs ayında Shakhtar Donetsk'in başına geçti. Kulüpteki ilk kupası olan 2003-04 Kubok Ukraniy'i 30 Mayıs tarihinde Dnipro Dnipropetrovsk kulübünü 2-0 yenerek aldılar. Kulübündeki ilk tam sezonunda 2004-05 Premier League şampiyonu oldu. Sonraki sezon tekrar Premier League şampiyonu olan Şahtar, Süper Kupası'nı da müzelerine götürdüler. 2006-07 sezonunda FK Dinamo Kyiv'in ardından ikinci olan Lucescu'lu Şahtar 2007-08 sezonunda hem lig, hem de kupa şampiyonu oldu. 2008-09 sezonundaki tek yerel kupası Süper Kupa olan Şahtar yeni adıyla UEFA Avrupa Ligi olan UEFA Kupası'nı kazanarak Avrupa'daki ilk kupasını aldı. 2009 UEFA Kupası Finali'nde Werder Bremen'i uzaltmalarda 2-1 mağlup etti. 2009-10 sezonunda Şahtar tekrar lig şampiyonu oldu. 2010-11 sezonu Lucescu'nun en başarılı sezonu oldu. O sezon Şahtar Premier Lig, Kubok Ukraniy ve Süper Kupası'nı da müzesine götürdü. Ayrıca Şampiyonlar Ligi'nde grubunu birinci bitirerek bir üst tura çıktı. Orada Roma'yı ilk maçta 3-2, sonraki maçta 3-0 yenerek çeyrek finale çıkma başarısı gösterdi. Çeyrek finaldeki rakibi Barcelona'ya elendi. Sonraki sezon Premier Lig ve Kubok Ukraniy'i tekrar kazanan Lucescu yönetimindeki Şahtar, altı kez Premier Lig ve dört kez Kubok Ukraniy'i almış oldu. Şahtar o sezon Şampiyonlar Ligi G grubunda yer aldı, ancak APOEL, Zenit ve Porto'nun da yer aldığı o grubu dördüncü bitirerek Avrupa'ya veda etti. Aynı sezonda oğlu Răzvan Lucescu kalecilik yaptığı ve 2004-2007 yılları arasında çalıştırdığı Rapid București takımının başına tekrar geçti. Kasım 2005 tarihinde UEFA Kupası grubunda Şahtar ve Rapid aynı grupta yer almıştı. Böylece baba oğul rakip olarak karşı karşıya gelmişti. 2013-14 sezonunda Lucescu, Şahtar ile son lig şampiyonluğunu yaşadı. Bir sonraki sezon takım Donbass Savaşı yüzünden maçlarını Lviv'de oynamaya başladı. Ayrıca savaş durumu takımın transferlerini de etkiledi. Bu nedenle Lucescu'nun Şahtar'ı büyük sıkıntılar yaşamaya başladı. 2015-16 sezonu Lucescu'nun Şahtar'ı çalıştırdığı son sezon oldu. Suberkubok Ukrayini ile başlayan sezonu lig ikincisi tamamlayan takım, UEFA Avrupa Ligi'nde ise yarı finalde kupanın sahibi olacak Sevilla FC'ye elendi. 2016 yılının başında takımı bırakacağını açıklayan Lucescu, 21 Mayıs 2016 Kubok Ukraniy finalinde takımının başına son kez çıktı. Zorya Luhansk'ı 2-0 yenen Şahtar kupanın sahibi oldu. Lucescu da kupalarla geçen Şahtar dönemini yine bir kupayla sonlandırdı. Lucescu 2004 Mayıs ayından itibaren Shakhtar takımının 573 maçında teknik direktörlük görevinde bulundu. Bu süre içerisinde 8 kez lig şampiyonluğu, 6 kez Kubok Ukraniy şampiyonluğu, 7 kez Suberkubok Ukrayini şampiyonluğu, ve 1 kez de Uefa Avrupa Ligi şampiyonluğu olmak üzere toplamda 22 kupa kazandı. Lucescu 2008, 2009, 2010, 2011, 2012, 2013 ve 2014 yıllarında Ukrayna'da Yılın Teknik Direktörü ödülü aldı. 29 Mayıs 2009 tarihinde Lucescu'ya UEFA Kupası'ndaki ve Ukrayna futbolundaki başarısı nedeniyle Donetsk şehrinin meclisi tarafından "Donetsk Onursal vatandaşlığı" unvanı verildi. Lucescu, 2015-16 sezonunun sona ermesiyle birlikte, Rus kulübü FK Zenit ile anlaşmaya vardı ve yıllık 4.5 milyon € karşılığında 2+1 yıllık sözleşmeyi imzaladı. Lucescu'nun Şahtar'daki yardımcısı Alexandru Spiridon ile eski kulübündeki masör ve fizyoterapistler de Zenit'te göreve başladı. 2016-17 sezonunda takımı ligi üçüncü bitirip, Şampiyonlar Ligi'nine gidememesi nedeniyle yönetim tarafından görevine son verildi. 2017 yaz döneminde Lucescu'nun adı tekrar Türk kulüpleri ile anılmaya başladı. Ağustos ayı başında eski takımı Galatasaray'ın başkanı Dursun Özbek tarafından kendisine futbol direktörlüğü teklif edildi. Bir gün sonra ise TFF başkanı Yıldırım Demirören'den ise Türkiye millî futbol takımı teknik direktörlüğü teklifi aldı ve bu teklifi kabul eden Lucescu, millî takım ile 2+1 yıllık bir sözleşmeye imza attı. Pokémon , Japon oyun yapımcısı Satoshi Tajiri tarafından yapılan, hayali canlıları konu alan oyun, anime, manga ve kart oyunu serisi. Video oyun şirketi Nintendo'nun kurduğu The Pokémon Company tarafından yönetilir. İlk olarak Game Freak tarafından 1996'da rol yapma oyunu (RPG) olarak Game Boy için çıkmıştır. Amerika'da ise 1998 yılında piyasaya sürülmüştür. Yine Nintendo'nun sahibi olduğu Mario serisinden sonra dünyadaki en başarılı video oyunu tabanlı medya ürünüdür. Pokémon; anime, manga, kart oyunu, oyuncak, kitap ve daha birçok ürün olarak karşımıza çıkmaktadır. Pokémon dünyasındaki canlılara da yine "Pokémon" adı verilir. İlk jenerasyon 151 Pokémon'dan oluşmaktaydı. Günümüzde 7 jenerasyon ve resmi pokemon sitesinde 806 Pokémon bulunmaktadır. 2018 itibarıyla Pokémon 20. sezonda 999'den fazla bölümü ile devam eden anime, 20 sinema filmi, 9 kısa film, 12 seride 31 oyun ve 122'den fazla yan oyundan oluşmaktadır. "Pokémon" ismi, serinin Japonya'daki ismi olan olan "Pocket Monsters" (ポケットモンスター Poketto Monsutā)'ın kısaltılmış halidir. Anlamı "Cep Canavarları"dır. Doğru telaffuzu için "é" harfi kullanılmaktadır. İngilizcede "Pokémon" kelimesinin çoğulu yine "Pokémon"dur. Ayrıca Pokémon isimleri için de durum aynıdır, "one Pikachu" ve "many Pikachu" kullanımı doğrudur. Pokémon dünyası, yapımcı Satoshi Tajiri'nin çocukluk hobisi olan böcek toplamanın yansımasıdır. Oyundaki Pokémon eğitmenlerinin görevleri, bulunabilecek tüm Pokémonları yakalayıp "Pokédex"'i tamamlamak, ve Pokémonları eğiterek güçlü bir takım oluşturup diğer eğitmenlerle mücadele edip en güçlü Pokémon eğitmeni olmak. Oyuna bir Başlangıç Pokémonu "(Starter Pokémon)" seçilerek başlanır. Bir Çimen türü, bir Ateş türü veya bir Su türü arasından seçim yapılır. Örneğin Pokémon Red ve Blue'da (ve yeniden yapımları Pokémon FireRed ve LeafGreen'de) oyuncu Bulbasaur, Charmander veya Squirtle'dan birini seçer. Bu 3 türden birini seçme kuralı sadece Pokémon Yellow'da uygulanmamıştır. Bu oyun animedeki hikâyeyi takip ettiğinden oyuncuya Elektrik türü Pikachu verilir; ayrıca Bulbasaur, Charmander ve Squirtle'ın üçü de oyunda temin edilir. Oyuncunun rakibi her zaman oyuncunun seçtiği Pokémona karşı avantajlı olanı seçer. Örneğin oyuncu Çimen türü seçtiğinde rakibi Ateş türü seçer. Pokémon Yellow'da bu kural da uygulanmaz. Rakip Eevee'yi seçer, oyuncunun rakibe karşı zaferleri ve kaybetmelerine göre Eevee evrim geçirip Jolteon, Vaporeon veya Flareon'a dönüşür. Pokémon dünyasında eğitmen bir Pokémonla karşılaştığında ""PokéBall"" (PokéTopu) fırlatarak yakalayabilmektedir. Yakalanan Pokémon bir başka eğitmen tarafından yakalanamaz, ancak takas edilebilir veya eğitmeni tarafından bir başkasına verilebilir. Pokémonlar mücadele kazandıkça tecrübe puanı "(EXP)" kazanır ve seviye atlayabilir. Seviye atladıkça atak ve hız gibi istatistikleri "(stats)" artar ve yeni hareketler ve teknikler öğrenebilir. Belirli seviyeye ulaştığında evrim geçirerek daha güçlü bir Pokémona dönüşebilir. Oyunlarda eğitmen, Pokémonlarını geliştirmek için oyunda karşısına çıkan diğer eğitmenlerle savaşır. Ayrıca her oyunda sekiz güçlü Pokémon eğitmeni bulunur. Salon Lideri "(Gym Leader)" adı verilen bu eğitmenleri yenerek Rozet "(Gym Badge)" kazanılır. Bu rozetler Pokémon Ligi "(Pokémon League)"'ne giriş için gereklidir. Pokémon Ligi'nde Elit Dörtlü "(Elite Four)" isimli oldukça güçlü 4 eğitmene karşı mücadele verilir. Onları yendikten sonra Bölge Şampiyonu "(Regional Champion)" ile son bir karşılaşma yapılır. Bu şampiyonu yenen eğitmen Pokémon Ustası "(Pokémon Master)" ve yeni şampiyon olur. Ana konu: "Pokémon (anime)" Pokémon animesi ve filmleri, Pokémon oyunlarını esas alsa da oyunlardan farklı konuları işler ("Pokémon Yellow" haricinde, bu oyun animedeki konuları izler). Animede Ash Ketchum (Japonya'da Satoshi) isimli ana karakterin Pokémon Ustası olma yolundaki maceraları anlatılır. Kendisine Pokémonları ve birkaç arkadaşı da eşlik eder. Pokémon: The Original Series: Animenin ilk serisidir. Ash'in ilk Pokémonu Pikachu olur. Oyunda ise Bulbasaur, Charmander ve Squirtle'dan biri seçilir. Anime, Kanto bölgesinde geçer, Pokémon Red ve Blue'daki hikâyeyi takip eder. Animede Ash'e Pewter Şehri Salon Lideri Brock ve Cerulean Şehri Salon Lideri kız kardeşlerden en küçüğü olan Misty eşlik eder. Pokémon'un bu ilk sezonu, diğerlerinden ayrılması amacıyla ""Pokémon: Indigo League"" olarak adlandırılmıştır. "Pokémon: Adventures in the Orange Islands", sadece animede yer alan Orange Adaları'nda geçer. Brock'un yerine genç bir ressam olan Tracey Sketchit gelir. Ancak sezon sonlarına doğru Brock ekibe tekrar katılır. Sonraki sezonlar olan "Pokémon: Johto Journeys", "Pokémon: Johto League Champions", ve "Pokémon: Master Quest"'te ise orijinal üçlü Ash, Brock ve Misty'nin batıdaki Johto bölgesindeki maceraları anlatılır. Bu sezonlar 2. jenerasyon oyunlardan uyarlanmıştır. Bu sezonların bitmesiyle "Pokémon: The Original Series" de son bulur. Pokémon: The Advanced Generation: 3. jenerasyon oyunları esas alır. Ash, güneydeki Hoenn bölgesine gider. Burada May adlı yeni başlayan bir eğitmene akıl hocalığı rolündedir. Onlara eşlik eden May'in kardeşi Max, eğitmen olmasa da Pokémon konusunda oldukça bilgilidir. Brock da bu ekibe katılır, ancak Misty Salon Lideri görevini sürdürmek ister ve Cerulean Şehri'ne döner. "Advanced Battle" sezonunun ardından gelen "Battle Frontier" sezonu Pokémon Emerald oyununu konu alır ve Pokémon FireRed ve LeafGreen'den izler taşır. Max'in eğitmenliğe başlaması, May'in ise Johto'daki Grand Festival için gitmesiyle "The Advanced Generation" serisi son bulur. Pokémon: Diamond and Pearl: 4. jenerasyon oyunları esas alır ve Sinnoh bölgesinde geçer. Ash ve Brock'a Pokémon koordinatörü olmak isteyen Dawn isimli
bir kız katılır. Serinin sonunda Ash ve Brock Kanto'ya geri döner. Brock, yeni hayali olan Pokémon Doktoru olmak için burada kalır. Pokémon: Best Wishes!:, 5. jenerasyon oyunları konu edinir. Unova bölgesindeki maceraya Iris ve Cilan eşlik eder. Kanto'ya dönerken Ash onlardan ayrılır. Pokémon: XY: 6. jenerasyon oyunları esas alır ve Kalos bölgesinde geçer. Ash'e çocukluk arkadaşı Serena ile birlikte abi-kardeş Clemont ve Bonnie eşlik eder. Pokémon: XYZ: Bu seri XY'nin bi devamıdır. Bu seride Zygarde'yi (Kalosun Koruyucusu) Bonnie bulur ve maceraları kaldığı yerden devam eder derken Ash ve Greninja'nın arasındaki Fenomen Bağı ortaya çıkar..XY'nin son bölümündeki Hyakkoku Gym Lideri tarafından görülen gelecek öngörüsü ile bağlantılıdır. Pokemon Sun and Moon: Şu an yayınlanan seridir .7. jenerasyon oyunlarını esas alır ve Alola bölgesinde geçer . Bu seri daha çok komediye odaklanılan bir seridir. Serimizde Ash Pokemon Okuluna gider . Pokémon Origins: Pokemon'un ata oyunlarında Red ve Grenn'in ana karakterleri ile geçen 4 bölümlük kısa bir seridir . Pokémon Generations: Konusu bilindik üzere Origins serisinindeki Red karakterimizin diğer bölgelere gitmesiyle ilgilidir . Japonya'da vizyona giriş yılları ile: Pokémon mangaları; animeyi, oyunları ve kart oyunlarını konu alan birçok seriden oluşur. İngilizce yayımlanan mangalar sırasıyla şu şekildedir: Çıkış tarihlerine göre "Soundtrack" albümleri: "Pokémon Trading Card Game"'de amaç, kartlardaki güçlü ve zayıf yanlara göre rakibin Pokémonunu yenmektir. Amerika'da ilk olarak 1999'da yayımlandı. Nintendo e-Reader uyumlu sürümleri de bir süre piyasalardaydı. 1998'de kart oyununun Game Boy Color versiyonu Nintendo tarafından Japonya'da piyasaya sunulmuştu. Pokémon, şiddet yapısı ve "Pokémon evrimi"nin İncil'deki yaradılış öğretisine ters düştüğünden dolayı bazı Hıristiyanlar tarafından eleştirilmiştir. Ancak Vatikan yaptığı açıklamada Pokémon'un tamamıyla hayal ürünü olduğunu ve değerlere zarar vermediğini açıklamıştır. 1999'da 9 yaşlarında iki çocuk, Pokémon oyun kartlarının kendilerini kumara alıştırdığı gerekçesiyle Nintendo'ya dava açmıştır. 2001'de Pokémon oyunları ve kartları Suudi Arabistan'da yasaklanmıştır. Sebebi ise kart oyununda yer alan altı uçlu yıldızın Siyonizmi, haçların Hıristiyanlığı, üçgenlerin ise Masonluğu temsil ettiği iddiası, ve kart oyununun İslam'da sakıncalı olan kumara benzemesidir. Pokémon ayrıca materyalizmi destekleyen olguları sebebiyle de eleştirilmektedir. 16 Aralık 1997'de 635 Japon çocuk epilepsi krizleri nedeniyle hastanelik olmuştur. Sebebi ise Pokémon'un "Dennō Senshi Porygon" ("Electric Soldier Porygon", 1. sezon 38. bölüm) isimli bölümüdür. Bu bölümde patlama sonucu mavi ve kırmızı parlak ışıklar saniyede birkaç defa değişerek görünmüştür. Araştırmalara göre bu tür ışık efektleri daha önce epilepsi krizi geçmişi olmayanlarda bile krize sebep olabilmektedir. Bu televizyon kazası Pokémon parodilerinde sıkça kullanılmıştır, örneğin The Simpsons dizisinin "Thirty Minutes over Tokyo" ve South Park dizisinin "Chinpokomon" bölümünde. Ayrıca Pokémon animesinin bazı bölümleri çeşitli sebeplerle yasaklanmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz: "Pokémon'un yasaklanmış bölümleri" Children of Bodom Children of Bodom, beş kişiden oluşan Fin ekstrem metal grubu. 1993'te kurulan grup, Alexi Laiho (vokal, solo gitar), Janne Wirman (klavye), Henkka Seppälä (basgitar), Jaska Raatikainen (bateri) ve Daniel Freyberg (ritim gitar) dan oluşmaktadır. Grubun toplamda sekiz stüdyo albümü, iki konser albümü, iki EP'si, iki toplama albümü ve bir DVD'si bulunmaktadır. İlk kez üçüncü stüdyo albümü "Follow the Reaper"la Finlandiya'da altın sertifika elde eden grup, daha sonra diğer albümlerinde de aynı başarıyı sağladı. Art arda yayınladığı albümleriyle Finlandiya albüm listelerine birinci sıradan giriş yapan Children of Bodom, bunun yanı sıra "Billboard" 200'de de önemli liste konumları gördü. Yaptığı müzik eleştirilerde daha çok melodik death metal, power metal, thrash metal, erken senfonik black metal ve neoclassical metal olarak tanımlanan grup, tek başına 250 bin satışla Finlandiya'nın en çok satan sanatçılarındandır. Children of Bodom, 1993'de gitarist Alexi "Wildchild" Laiho ve baterist Jaska Raatikainen tarafından "Inearthed" adıyla kuruldu. Birbirini çocukluk yıllarından beri tanıyan bu iki müzisyen; ilk çalışmalarını Dissection, Entombed ve Obituary gibi önemli grupların müziğinden etkilenerek gerçekleştirdiler. Bas gitarist Samuli Miettinen'in de kadroya girmesiyle birlikte aynı yılın ağustos ayında ilk demosunu kaydeden grup, bu çalışmaya "Implosion of Heaven" adını verdi. Bu demoda ve onu takip eden 2 sene boyunca grupta şarkı sözü yazarlığını üstlenen Samuli, 1995'te ailesinin Amerika'ya taşınması nedeniyle gruptan ayrılmak zorunda kaldı. Son olarak "Ubiquitous Absence of Remission" demosundaki şarkı sözlerine imza atan Samuli, daha sonra bu görevi Laiho'ya devretti. Bahsi geçen demo aynı zamanda grupta klavyenin kullanıldığı ilk çalışma oldu. Demonun kaydından kısa bir süre sonra Alexander Kuoppala ritim gitarist olarak grubun kadrosuna dahil oldu. Samuli'nin yerine Henkka "Blacksmith" Seppälä geçerken, Jani Pirisjoki de klavyeci olarak gruptaki yerini aldı. Yeni kadrosuyla "Shining" adlı yeni bir demo kaydeden grup, ne plak şirketlerinin ne de organizatörlerin ilgisini çekebilmişti. Bunun üzerine grup elemanları kendi çabalarıyla bir albüm kaydetmeye karar verdiler. Bu esnada provalara gelmeyen Jani'nin yerini Janne "Warman" Wirman aldı. Wirman ilerleyen zamanda grubun soundunu oluşturacak elemanın ta kendisiydi. 1997 yılında Astia Records'ta kaydedilen Something Wild piyasaya sürülmeden önce grupta bazı gelişmeler yaşandı.Spinefarm Records'tan teklif alan Shining grubu bu fırsatı değerlendirmek için bulunduğu Belçikalı kayıt şirketini "Shining grubu dağıldı." diyerek şirketi atlatırlar.Grup için yeni isim bulmak gerekiyordu ve Espoo şehrinin birkaç kilometre ötesinde bulunan Bodom Gölü'ndeki yaşanan vahşi olaydan esinlenilerek Children of Bodom konulmuştur. Önceleri sadece küçük kulüplerde konser verebilen Children of Bodom, "Something Wild"ın ardından Dimmu Borgir ile birlikte konserler vererek kısa sürede Nuclear Blast'ın ilgisini çekti ve albümün Avrupa ayağını artık bu plak şirketi üstlendi. Albümde yer alan "Deadnight Warrior" şarkısına Mika Lindberg'in prodüktörlüğünde düşük bütçeli bir klip çekildi. Yıllar sonra grup elemanları "Something Wild"ı grubun en az gurur duyduğu albümlerden biri olarak nitelendirdi. Bu albüm, grubun diğer çalışmalarına göre daha "teknik" bulundu. Bunun nedeni olarak da Laiho'nun o dönemdeki idolü olan Yngwie Malmsteen'i taklit etmeye çalışması gösterildi. Grubun ilk Avrupa turnesi Şubat 1998'de başladı. Hypocrisy, The Kovenant ve Agathodaimon gibi gruplarla çalan Children of Bodom'a bu turnede Wirman'ın yerine Lordi grubundan Erna Siikavirta eşlik etti. Sonraki turnedeyse Kimberly Gross grubun konser kadrosunda yer aldı. Grubun ikinci stüdyo albümü "Hatebreeder" 1998'in sonunda Astia stüdyolarında Anssi Kippo tarafından kaydedildi. Albümün çıkış tarihinden ikii hafta önce tekli olarak yayınlanan "Downfall" parçasına Mika Lindberg prodüktörlüğünde çekilen klip de aynı zamanda yayına verildi. Albüm, birçok Avrupa ülkesinde listelere girdi. Ardından Japonya'da In Flames ve Sinergy ile birlikte 3 konser veren grup, bu konserlerden 2 tanesini kaydetti ve "Tokyo Warhearts" adını taşıyan konser performans albümünü hayranlarına sundu. Ağustos-Eylül 2000'de kayıtları yapılan "Follow the Reaper" albümünü aynı senenin sonuna doğru piyasaya süren grup, albümde yer alan "Everytime I Die" parçasına Tuukka Temonen prodüktörlüğünde klip çekti. Şubat 2002'de bir sonraki albüm için çalışmalara başlayan grup, Ocak 2003'te dördüncü stüdyo albümü "Hate Crew Deathroll"u yayındı. Böylece üç hafta Fin listelerinde üst sıralarda yer alan grup, bu albümle birlikte ilk altın sertifikasını elde etti. Daha sonra diğer tüm albümlerinde de aynı başarıyı yakalayan Children of Bodom'a "Follow the Reaper" albümü için platin sertifika verildi. Grup aynı dönemde Tavastia Club, Helsinki'de düzenlenen törende Fin Metal Müzik Ödülleri'nde Yılın Grubu seçildi. 2003'te ilk kez dünya turnesine çıkan grubun birçok konserinde biletleri çok önceden tükendi. Diğer yandan Alexander Kuoppala, turnenin ortasında kişisel sorunları öne sürerek önceden haber vermeksizin gruptan ayrıldı. Bunun ardından gitarist arayışına düşen grup, sonunda Roope Latvala'yi kadrosuna ekleyerek yoluna devam etti. Daha sonra yapılan bir röportajda Laiho'ya Kuoppala'nın gruptan ayrılmasının nedeni sorulduğunda Laiho şöyle cevap verdi: "Bana grup ve turne yaşamından artık bıktığını söyledi. Bu benim için gerçekten çok tuhaftı, çünkü o bu yaşam için o dünyanın içinde olan biriydi! Ölümcül bir hard rock'n roll hastasıyken birden hayatını 180 derece çevirip değiştirdi. Bütün bunlara yeni kız arkadaşı da dâhil." Latvala ile beraber biten turnenin ardından "Trashed, Lost & Strungout" EP'siyle birlikte "In Your Face" teklisini piyasaya süren grup, 2005'in sonuna doğru beşinci stüdyo albümü "Are You Dead Yet?"i yayınladı. Bu albümün tarzı öncekilere göre farklılık gösteriyordu; daha sade ve sert gitar riffleri ile endüstriyel müzik tınılarının birleşiminden oluşan bu tarz eleştirmenlerden ve hayranlardan farklı yorumlar aldı. Müzik dünyasının gidişatına uyum sağlayan grup, bu albümle birlikte büyük bir ticari başarı elde etti: Fin listelerinde birinci sırada yer alıp Finlandiya'da altın sertifikayla ödüllendirilmesinin yanı sıra Almanya'da ve İsveç'te on altıncı, Japonya'da on yedinci sıraya kadar yükseldi. 2006'da hem canlı konser kayıtlarından hem de grubun turnede çekilmiş görüntülerinden seçilen karelerle oluşturulan "Chaos Ridden Years - Stockholm Knockout Live" albümü piyasa sürüldü. Bu belgesel grubun başarı yolunda katettiği aşamaları gözler önüne serdi. Haziran 2006'da The Unholy Alliance turnesine katılan grup, turne boyunca Slayer, Lamb of God,
Mastodon, In Flames ve Thine Eyes Bleed ile birlikte çaldı. 31 Ocak 2007'de verilen konserde Laiho sol omzunu kırdı ve 6 hafta boyunca gitar çalamadı. Kaza yüzünden turneyi iptal eden grup, birkaç ay boyunca Laiho'nun sağlık durumunun iyiye gitmesini bekledi. 31 Mart 2007'de müzisyenin omzunun iyileştiği fakat bir daha eskisi gibi olamayacağı açıklandı; yine de bu durumun onun gitar çalmasını etkilemeyeceği belirtildi. Ayrıca bu bildiride grubun hâlihazırda birkaç tane şarkısı olduğu ve 2007'nin sonuna doğru yeni albüm için kayıtlara başlanacağı da açıklandı. Ekim-Aralık 2007'de kayıtları yapılan grubun altıncı stüdyo albümü "Blooddrunk" 15 Nisan 2008'de yayınlandı. Albümün yayınlanmasının ardından tekrar konserlere başlayan grup, Megadeth, In Flames, Job for a Cowboy ve High on Fire ile birlikte Gigantour 2008 Kuzey Amerika turnesine katıldı. Wacken Open Air 2008'e katılan ilk gruplardan biri olan Children of Bodom, festival süresince içinde Iron Maiden, Sonata Arctica ve Avantasia'nın da bulunduğu çok sayıda grupla birlikte sahne aldı. 8 Mart 2008'da grubun Birleşik Krallık'taki ilk imza günü düzenlendi. Eylül 2009'da "Skeletons In The Closet" isimli 17 adet (Albümün yayınlandığı bölgeye göre şarkılar değişmektedir) cover parçadan oluşan toplama albümü yayınladı. 8 Mart 2011'de "Relentless Reckless Forever ismini taşıyan yedinci stüdyo" albümünü piyasaya çıkardı. Devamında grubun 8.albümü olan "Halo of Blood", 11 Haziran 2013'te yayınlandı. 2 Ekim 2015 tarihinde ise I Worship Chaos yayınlandı. Albümün kayıt süreci başlamadan kısa bir süre önce Roope Latvala gruptan ayrıldı. Dolayısıyla bu albüm grubun tarihine 4 kişi olarak kaydedilen tek albüm olarak geçti. Ayrılan gitarist Roope Latvala'nın yerine sadece konserler için olmak üzere Janne Wirman'ın kardeşi Antti Wirman geldi. Belli bir süre bu kadroyla devam eden grup 2016'nın başlarında gruba Daniel Freyberg'i dahil etti. In Flames In Flames, İsveçli melodik death metal grubu. 1990 yılında grubun kurucusu Jesper Strömblad o zaman üyesi olduğu Ceremonial Oath grubundan, Anders Fridén ile ayrılmaya karar verir. Farklı bir müzik türü yapmaya karar verip Johan Larsson ve Glenn Ljungström'ün katılımıyla In Flames'i kurarlar. İlk demolarını Wrong Again plak şirketine yolladılar. Plak şirketinin sahibi bu demoyu oldukça beğenir ve ertesi gün telefon açar. Bunun üzerine grup kısa sürede patlayacak Lunar Strain adlı albümlerini hazırlamaya başlar. In Flames, pek çok grupta olduğu gibi, ayrılan ve sonradan dahil olan üyelere sahiptir. Bunlardan bazıları Mikael Stanne ve Anders Jivarp (Dark Tranquillity), Anders Iwers (Tiamat), Henke Forss (Dawn) ve Daniel Erlandsson'dur (Eucharist, Arch Enemy) Grup daha sonra Subterranean isimli ufak bir CD yayımlar. Bu ufak yayım onlar için bir dönüm noktasıdır. Bu albümle beraber dikkatleri üzerine çeken In Flames, bir Alman plak şirketi olan Nuclear Blast ile masaya oturur. Bu başarıdan kısa bir süre sonra, canlı gösteriler ve albüm yapımları için sürekli dışarıdan çağırmaktan bıktıkları Anders Fridén ve Björn Gelotte'u gruba davet ederler ve kabul görürler. Peşinden The Jester Race ismindeki albümlerini de yayımlayıp, özellikle Avrupa ve Japonya'da büyük bir başarıya ulaşırlar. Bu albüm çoğu death metal sever tarafından gelmiş geçmiş en iyi Melodik Death Metal albümü olarak kabul görür. Aynı ve bir sonraki yılda olan bazı olaylar sebebiyle Johan ve Glenn önceliklerinin ne olduğunu düşünmeye başladılar ve üzücü bir şekilde, artık In Flames üyesi olmamayı seçtiler. İkisi de, Whoracle adlı albümün kaydı sırasında beklenmedik bir şekilde ayrılacaklarını duyurdular ve Björn, Jesper ve Anders'ı yarım bir grup ve albümle başbaşa bıraktılar. Neyse ki Peter Iwers ve Niklas Engelin ismindeki arkadaşları ayrılanların yerini albümün kaydının tamamlanmasına kadar doldurdular. Daha sonra bu iki kişi de grupla çalışmaktan hoşlandıklarını ve grubun bir parçası olmayı istediklerini söylediler ve derhal kabul edildiler. Birlikte Avrupa ve Japonya'da başarılı bir turneye çıktılar. Bu turnenin sonunda İsveç'e döndüklerinde Niklas bazı özel sebeplerden dolayı gruptan ayrılmak zorunda kaldı. Bu durum grubun tarihindeki en önemli dönüm noktası olarak belirtilir. Niklas'ın ayrılmasından sonra, o zamana kadar davulu kullanan ama aslen bir gitarist olan Björn'ü gitaristliğe, davula da Daniel Svensson'u getirirler. Bu değişiklik işe yarar ve The Colony isimli albümlerini çıkarttıklarında istediklerini alırlar ve Amerika, Avrupa ve Japonya'da çıktıkları sahnelerde konser alanlarını tamamen doldururlar. Birkaç yıl süren başarılı turnelerinden sonra Ağustos 2000'de, yaklaşık 3 aylık bir stüdyo çalışmasından sonra The Clayman'ı çıkartırlar ve birkaç ay içinde önceki albümlerinin satış rekorunu bile kırarlar. Dream Theater, Slipknot, Testament, Methods of Mayhem ile festivallere katıldıktan sonra ufukta bir turne daha görünüyordu. İki Amerika turnesi arasına bir de Avrupa ile Japonya turnelerini kattılar. Jester, Japonya'da en iyi şarkı yazarı olarak BURRN! ödülünü aldı. Japonya turnesine katılamayan Peter Iwers grupla tekrar İskandinavya turnesinde buluştu. Bu süre içinde Armageddon grubundan Dick Löwgren onun yerine sahne aldı. 2000 yılında yaklaşık 150 kez sahne aldıktan sonra 2001 yılında tatile çıktılar 2001 yılında Peter'ın tekrar katılmasıyla İsveç'te, dört ayrı televizyon kanalı ve radyodan canlı yayınlanan bazı gösterilerde yer aldılar. Only for the weak adlı kliplerinin yayınlanmaya başlamasıyla Avrupa'da 20.000 kişiye konser verdi. Bir sonraki yazda Wacken Open Air ve Rock Machin gösterilerinden sonra, Amerika turnesine başlamadan önce, yeni albümleri olan The Tokyo Showdown'ı çıkardılar. Daha sonra Daniel Bergstrand ile Dug-Out stüdyolarında çalışmaya başlayıp Reroute To Remain albümünü hazırladılar. Yine birçok turneye ve gösteriye, Slipknot, Mudvayne, Soulfly ve Slayer ile katılmaları onlara müziklerini farklı izleyicilere de göstermelerini sağladı. Kendi ülkelerinde Linkin Park'ın yerini alarak Hultsfred festivaline katıldılar. Bu gösteriden bir sonraki gün, Metallica'nın Madrid'deki konserinde ön grup olarak çıkma teklifini aldılar ve yaklaşık 30.000 kişinin önünde, ki bu onların tek seferde karşılarına çıktığı en büyük kalabalıktı, sahne aldılar. Bir sonraki albümleri olan Soundtrack to Your Escape için Danimarka'da bir ev kiralayıp bunu tamamen bir stüdyoya çevirdiler ve bu albümleri ile yine bir başarı yakalayıp sayısız konserler verdiler. Grubun 2005 yılı sonunda tamamlanıp 2006 içerisinde piyasaya sunulan Come Clarity albümleri grubun eski tarzlarına en yakın albümü ve pek çokları tarafından grubun yeniden doğuş albümü olarak nitelendirilmiştir. Çıktığı hafta tüm albüm satışları listesinde İsveç ve Finlandiya' da bir numaradan listelere girmiştir. Bütün bu başarıların yanında önemli bir hayran kitlesi tarafından grup müzik çizgisini ve ana felsefesini daha ticari bir tarza taşıdığı için eleştirilmektedir. Grup her albümünde kullandığı akort sistemlerini korusa da(Drop Bb, Standard C) hemen hemen her albümde gitar ve davul soundlarını değiştirmektedir. Bu da gitar hakkında bilgisi olmayan insanlar tarafından In Flames'in tür değiştirdiği şeklinde yorumlanmaktadır; ama In Flames hala çizgisini farklı gitar soundlarıyla korumaktadır. 12 Şubat 2010 tarihinde grubun kurucusu olan Jesper Strömblad, bir ihtimal gördüğü alkol rehabilitasyonundan sonuç alamaması nedeniyle gruptan ayrıldığını açıkladı. Bu olay nedeniyle şu an için In Flames' de, grubun orijinal line-up' ından kimse bulunmuyor. Grubun yaptığı açıklamada kapıların Jesper için daima açık olduğu belirtilmiştir. 05 Ekim 2010 tarihinde yeni albümleri için stüdyoya girdiklerini açıklamışlardır. Ocak ayı sonlarında albüm kaydının bittiğini, yeni albümün adının Sounds Of A Playground Fading olduğunu ve 15 - 24 Haziran 2011 tarihleri arasında çeşitli ülkelerde piyasaya çıkacağını açıklamışlardır. Albümden önce 6 Mayıs 2011' de " Deliver Us" adlı EP piyasaya sürülecektir. Şubat ayında, Jesper Strömblad' ın gruptan ayrılmasıyla onun yerine geçici olarak getirilen, eski In Flames gitaristi Niclas Engelin tekrar esas gitarist olmuştur. Grup 3 Temmuz 2005 tarihinde İstanbul'da Rock Republic festivali kapsamında bir konser verdi. Yaklaşık 5.000 kişinin izlediği konser sağnak yağmura rağmen 2 saat sürdü. Ayrıca Sonisphere İstanbul aracılığıyla 19 Haziran 2011' de İstanbul Maçka' da konser vermişlerdir. Grup Tuborg Goldfest kapsamında 7 Temmuz 2012 yılında İstanbul'a tekrar uğramış ve yaklaşık 1 saat konser vermiştir. Norther Norther; Helsinki, Finlandiya'dan bir melodik death metal grubudur. Norther'in tarihi 1996 yılına, Toni Hallio ve Petri Lindroos'un, iki elemanla birlikte Monicker Requiem de çalması ile başladı. Kısa bir ayrılık ve prova yeri sorunundan sonra grubun elemanları üçlü olarak bulabildikleri yerlerde; evde, Hallio'nun büyükannesinin tavan arası da dahil olmak üzere gençlik merkezleri ve kilerlerde çaldılar. Grup, 1996 yılında Petri Lindroos ve Toni Hallio tarafından kurulmuştur. Şimdi ise vokalde Aleksi Sihvonen, gitarda Kristian Ranta, bateride Heikki Saari, basta Jukka Koskinen, klavyede Tuomas Planman bulunmaktadır. Gruba ilk olarak bakıldığında Children of Bodom, Old Mans Child, Brimstone, Ethernal Tears of Sorrow gibi isimlere benzemektedir. Ancak çıkardıkları ilk albümde "Final Countdown" şarkısına yaptıkları scream dolu başarılı cover, "Youth Gone Wild" ve "Tornado of Souls" coverları, sahne performansları, melodik parçaları ve araya koyulan power riffleri grubun farklı bir tarz yarattığının göstergesidir. Norther grubu çıkardığı "N" ve "Till Death Unites Us" albümleriyle tüm dünyada dikkat çekti ve hayranlarını bir kez daha etkilemeyi başardı. Sözlerinin pek beğenilmediği görüşünü savunanlar bu albüm ile birlikte az eleştiri kullandılar. Vokalin güzelliği ve melodiye uyumu gerçekten dinleyeni keyifli ve tat yakalamış tarza bürüdüler. Eski albümlerine nazaran daha melodik ve daha sert bir albüm ve daha çok klavye ön plana çıkarak türüne
çok güzel bir örnek olmuştur. Gruptan Petri Lindroos ayrılmış, vokallere Aleksi Sihvonen geçmiştir. DragonForce DragonForce Londra kökenli bir Speed Metal, Power Metal grubudur. Son derecede hızlı temposu olan şarkılarının tarzına extreme power metal lakabını takmışlardır. Eylül 1999'da Londra'da kurulan Dragonheart adlı grup Aralık 2001'de adını, benzer isimli diğer gruplarla karıştırılmamak için DragonForce olarak değiştirdi. İlk bakışta sıradan bir kadroya sahipmiş gibi görünse de daha önce hiçbir genç grupta görülmemiş olan uluslararası çok kültürlü (Hong Kong, İngiltere, G.Afrika, Fransa, Ukrayna) bir gruptur. Dragonforce'un müziği, modern melodik power metalin speed ile karışımı olarak geniş bir metal yelpazesini kapsıyor. Onları diğerlerinden ayıran şey, kolayca akılda kalan melodileri ile speed ve power gitar sihirleridir. Halford, Stratovarius ve Virgin Steele ile sahne aldılar ve kendi konserleriyle de İngiltere'de daha albumleri çıkmamışken tanındılar. Önceleri sadece sıkı metal hayranları tarafından bilinen ve şarkıları internetten mp3 olarak indirilen grubun uzun zaman beklenen debut albümleri "Valley of the Damned" ile yerlerini almaya daha hazır olduğu görülüyor. 'Valley of the Damned', Mayıs ve Ekim 2002 arasında 3 farklı yerde kaydedilmiştir: davullar, Danimarka'daki Jailhouse Studio'da produktor Tommy Hansen (Helloween) ile, sonraki kayıtlar Thin Ice Studios'da prodüktor ve gitarist Karl Groom (Threshold) ile ve grubun gitaristi Herman Li'nin ev stüdyosunda. Buna rağmen grubun iki orijinal elemanı, Steve Williams ve Steve Scott, yine bir power metal grubuna (Power Quest) geçmek için terk ettiler. Sonraki yıllarda da grubun popülaritesi arttı ve Helloween, W.A.S.P. ve Iron Maiden'ın alt grubu olarak büyük bir turne furyasına karıştı. Sonick Firestorm'u desteklemek için çıktığı 2005 turnesi, Angra ve Mendeed grupları tarafından desteklendi. 28 Ekim 2005'te basçı Adrian Lambert, gruptan oğluyla daha fazla zaman geçirmek için ayrıldığını duyurdu. (Daha sonra ayrılmasının esas nedeninin, Herman Li ve Sam Totman'la yaşadığı müziksel farklılıklar olduğu ortaya çıktı.) Lambert'in ayrılışının üstünden bir ay bile geçmeden, 23 Kasım 2005'te DragonForce, Roadrunner Records'a geçti. Bu kayıt şirketiyle, 2006 yılında "Inhuman Rampage" albümünü yayınladılar. 2006'da Lambert'in yerine, Frédéric Leclercq geçti. Grubun popülaritesinde en büyük etken Through the Fire and the Flames ve Revolution Deathsquad gibi parçalarının Playstation için çıkan Guitar Hero 3 oyununda yer alması ve çalmasının sıra dışı zorlukta olmasıdır. Ayrıca 25 Ağustos 2008'de yeni bir albümün haberi verildi. Grubun son albümü Maximum Overload 2014 yılında yayınlandı. Bulbasaur "Bulbasaur (Japonca: フシギダネ Fushigidane), "783 hayali tür arasından iki tipli "(Çimen/Zehir)" bir Pokémon'dur. Ulusal Pokédex'te ilk Pokémon ve aynı zamanda Kanto ve Fiero Pokédex'inde de ilk Pokémon'dur. Kanto Bölgesi'nin üç başlangıç Pokémon'undan biridir; oyuncu aynı zamanda" Charmander ve Squirtle"'ı da seçebilir. Hem "Pokémon Red", "Pokémon Green" (Japonya) ve "Pokémon Blue"'da; hem de "Pokémon FireRed" ve "Pokémon LeafGreen"'de başlangıç Pokémon'u olarak seçilebilir. Aynı zamanda "Pokémon HeartGold" ve "Pokémon SoulSilver"'da da elde edilebilir - ancak on altı rozet toplandıktan sonra rakip yenilmelidir. Bulbasaur, 16. seviyede "Ivysaur"'a, "Ivysaur" da 32. seviyede "Venusaur"'a dönüşür. Bulbasaur, mavi-yeşil lekeli, kurbağa ve dinozor benzeri bir Pokémon'dur. Gözleri parlak kırmızıdır, ancak bu Pokémon'un en önemli özelliği sırtında taşıdığı çiçek soğanıdır. Bu çiçek soğanı doğumda annesi tarafından tohum olarak sırtına yerleştirilir ve -"Paras"'ın arkasında büyüyen parazitik "tochukaso" mantarlarının aksine- Pokémon ile birlikte simbiyotik ilişki içersinde büyür. Bulbasaur'ın çiçek soğanı ona birçok fayda sağlar. Bulbasaur sabahları burada ışık depolar ve geceleri bu enerjiyi kullanır. Çiçek soğanı aynı zamanda onun besin ihtiyacını sağlar. Genellikle dört ayak üzerinde yürümesine rağmen, genç bir Bulbasaur arka ayakları üzerine de çıkabilir. Çiçek soğanı evrimleşince ağırlaşır. Bu da sonraki evrimlerde bu yetenekle birlikte hızını da kaybetmesine neden olur. Erkek ve dişi bireyler arasında görünüşte az bir fark vardır. Ancak animede May'in Bulbasaur'ının kafasında kalp şeklinde bir leke bulunur. Genel olarak her iki cinsiyet bireyinin de lekeleri kare şekline yakındır. Bulbasaur, çimen tipi yeteneklerinin çoğunu çiçek soğanı aracılığıyla kullanır. Tozlar, kokular ve tohumlar, sarmaşıklar ve yapraklar soğanın içerisinde üretilir ve de sentezlenir. Bulbasaur en fazla evcil olarak bulunur ve yeni doğan Bulbasaur'lar Kanto'da başlangıç Pokemon'u olarak dağıtılır. Kanto'nun ilk iki salon liderine karşı büyük avantajı olduğundan dolayı ilk basamakta gelişmesi en kolay olan başlangıç Pokémon'udur. Antrenörüne ve arkadaşlarına çok sadıktır. Bulbasaur'ın doğası yabanıldır. Çoğunlukla bahçelerde, taze su kaynaklarına yakın ovalarda veya büyük ve içi boş ormanlarda bulunur, ama genel olarak antranörlerin mülkiyetindedirler. ""Bulbasaur'ın Gizemli Bahçesi"" bölümünde, bu türün anavatanı olan Kanto'da, Bulbasaur'ların büyük gruplar halinde, yılda bir kez, gizli bir bahçede, evrimleşmek üzerine toplandıkları görünür. Bu gruba çoklukla bir "Venusaur" eşlik eder. Bulbasaur'lar çoğu Pokemon gibi hepçil beslense de, çiçek soğanı sayesinde yemeğe ihtiyaç duymadan uzun süre fotosentezle yaşayabilirler. Ash'in Bulbasaur'ı ilk olarak ""Bulbasaur ve Gizli Köy"" bölümünde görülmüştür. Başlangıçta hoşlanmasa da Ash'e sonrasında ısınır ve onunla savaş yapmak ister. Ash Pikachu'yu kullanarak savaşı kazanır ve Bulbasaur'ı yakalar. Başka bir bölümde de Ash onu Profesör Oak'un laboratuvarına, kavga eden Pokémon gruplarını sakinleştirmek için yollar ""Çimenlerin Sinir Bozukluğu"" bölümünde arkadaşı May, gruptan ayrıldıktan sonra bir Bulbasaur yakalar. ""Gizemli Tehdit"" bölümünde Trovitopolis şehrinin belediye başkanı, küçükken Bulbasaur'ını "Ivysaur"'a dönüşmediği için kanalizasyona terk eder. Yıllar sonra şehri kuşatan br tehdit haline gelen Pokémon'u Ash, Tracey ve Misty bularak onu Hemşire Joy'a teslim ederler. Bir başka bölümde Pallet Town belediye başkanının oğlu, yolculuğu için bir başlangıç Pokémon'u seçerken Ash'in Tauros'ları onları korkutur. Profesör Oak, Tracey, Delia ve Gilbert onları bulmak için yola çıkarlar. Bölüm sonunda Gilbert, bir Bulbasaur ile başlamaya karar verir. Bulbasaur'dan animenin ilk bölümünde söz edilmiştir. Ash, üç başlangıç Pokémon'undan birini seçmek amacıyla laboratuvara gittiğinde ismi bilinmeyen bir eğitmen tarafından Bulbasaur'ın çoktan alınmış olduğunu görür. Chumbawamba Chumbawamba, İngiltereli anarşist bir punk müzik grubudur. En ünlü şarkıları Tubthumper albümünden Tubthumping'dir. Ciao Bella şarkısını da yorumlamışlardır. Grup son olarak 2008 yılında The Boy Bands Have Won adlı albümünü yayınlamıştır. Grup, politik duruşları ve anarşik söylemleri ile de tanınmaktadır. Elvenking Elvenking İtalya çıkışlı bir melodik folk metal grubudur. Elvenking Kasım 1997 de Gitaristler Aydan ve Jarpen tarafından kuruldu. İki arkadaşta metal müzik ile folkorik müziği birleştirip sevdikleri istedikleri müziği meydana getirmek istiyorlardı. Mart 1998'de vokalist Damnagoras gruba katıldı ve eylul ayında bateriye Zender geçti. İlk başından beri grup kendisini metal müzik ve folklorik müzikle harmanlanmıi altyapıyı paganist ve folklorik hikâyelerle süslemeyi tercih etmiştir. Daha sonra Damnagoras grupta iki görevi birden üslenmiştir hem vokalist hem de bas gitarist. İlk albümleri "To Oak Woods Bestowed" İtalya Treviso'da New Sin Audio Design Studyolarında kayıt edilmiştir. Bu 5 şarkılık albüm Elvenking'in ilk albümü olarak piyasaya sürüldü. Grup daha sonra Alman AFM Records ile anlaştı ve "Heathenreel" albümü CD formatında piyasaya sürüldü. Metal müziğin temel enstrumanları haricinde flut ve kemal kullanarak müziklerini zenginleştirdiler. Kendilerini Folk-Agressive Metal olarak tanımlayan Elvenking daha sonraları Gorlan'ı gruba bas gitarist olarak aldılar. Sağlık sebepleri yüzünden Damnagoras gruptan Ağustos 2002 ayında ayrıldı ve yerine Kleid geldi.Hemen ardından Elyghen (Klavye-viyola) gruba katıldı ve grup müzik stilini Elf metal olarak yönlendirildi. Grubun son albümü WYRD 19 nisan 2003 tarihinde piyasaya sürüldü ve çok iyi tepkiler aldı Uzun bir bekleyişin ardından Damnagoras gruba döndü. İki yıl önce gruptan ayrılan vokalist, içinde aynı heyecan ve aynı ruhla gruba döndüğünü ve herkesi çok özlediğini söyledi. Vokalini Kleid'in yaptığı son albümleri WYRD'nin ardından grup, kişisel ilişkiler ve ticari anlamda yaşadıkları sıkıntılar yüzünden oldukça zor zamanlar geçirdi. Şu an orijinal kadro tekrar hep beraber ve kısa bir süre içinde hazır olacak üçüncü albümün çalışmalarını sürdürüyorlar.. WYRD'nin ardından Elvenking ve AFM Records arasındaki anlaşma sona ermek üzereyken, satışların çok iyi gitmesi ve iki albümün de çok iyi eleştiriler alması nedeniyle AFM, Elvenking ile sözleşmesini uzattı. Grup şu an için üçüncü albümde de bulunacak 6 tane promo şarkı kaydetti. Damnagoras, şu ana kadar duyduğum en inanılmaz şarkıları yaptık. Elvenking çok güçlü bir şekilde geri dönecekderken Aydan, yeni bir şarkı yaparken hiç bu kadar tatmin olmamıştım.. Bu, sanırım grubun şu ana kadar yaptığı en iyi albüm! dedi.. Maksim Gorki Aleksey Maksimoviç Peşkov, ("Rusça": Алексей Максимович Пешков, daha çok bilinen adı ile Maksim Gorki (Максим Горький)), (d. 28 Mart 1868 – ö. 18 Haziran 1936). Sovyet/Rus yazar, sosyalist gerçekçi yazımın öncüsü politik eylemci. Gorki, nakliyecilik yapan babasını 5 yaşındayken kaybeder ve annesi yeniden evlenince doğum yeri olan Nijniy Novgorod'a döner. 11 yaşında tamamen öksüz kalır, anneannesi ve büyük babası tarafından Astrahan'da büyütülür. Masalları ile büyüdüğü anneannesinin üzerinde büyük etkisi vardır. Gorki yalnızca birkaç ay okula gidebilir. 8 yaşında çalışmaya başlar, bu saye
de Rus işçi sınıfının yaşamını yakından tanır. Bir gemide bulaşıkçılık yaparken okuma merakı sarar. İlk gençlik yıllarını Kazan'da geçiren Gorki, Aralık 1887'de intihar girişiminde bulunur. Sonraki 5 yıl boyunca değişik işlerde çalışarak, daha sonra yazılarında kullanacağı pek çok izlenimi edindiği büyük Rusya turuna çıkar. Gorki'nin daha sonra eserlerinde görülen güçlü betimlemeler ne kadar keskin bir gözlemci olduğunu gösterecektir. 1892 yılında Tiflis'te, Kafkasya Gazetesi'nde çalışmaya başladı. Yoksullukla ve acıyla dolu bir hayat sürdüğü için Rusça’da "acı" anlamına gelen Gorki takma adını kullanmaya başladı. 1895'te Sankt-Peterburg'da yayınlanan bir dergide çıkan "Çelkaş" adlı öyküsü ile ünlendi. Ardından "Yirmi Altı Erkek ve Bir Kız" öyküsü yayınlandı. Ünü hızla yayıldı. Bu öyküler kadar başarılı olmayan bir dizi roman ve öykü daha yazdı. Gorki'nin 1898 yılında yayınlanan ilk kitabı Hikâye Denemeleri (Очерки и рассказы) çok beğenilir ve yazarlık kariyerinin başlangıcı sayılır. İlk romanı "Foma" 1899'da basıldı. Bu dönemde sağlam bir olay örgüsü kuramaması ve yaşamın anlamı üzerine uzun felsefik tartışmalara girmesi romanlarının başarısını düşürür. 1906'da yazdığı ve Rus Devrimi'ne adadığı "Ana" en başarılı romanıdır. 1899-1906 arasında Sankt-Peterburg'da yaşar. Gorki, Çar rejimine açıkça karşı çıkmış ve bu yüzden birçok kez tutuklanmıştır. Çarlık tarafından kontrol ve baskılara maruz kalmıştır. 1901'de ""Fırtına Habercisi"nin Türküsü" isimli kısa şiiri yüzünden tutuklandı. Kısa sürede serbest kaldı, Kırım'a gitti. Gorki birçok devrimci ile tanıştı. Lenin'le tanıştığı 1902 yılından itibaren aralarında yakın bir arkadaşlık oluşmuştur. 1902 yılında Rusya Edebiyat Akedemisi'ne seçilir. Ancak Çar II. Nikolas buna izin vermez. Anton Çehov ve Vladimir Korolenko bu tavrı protesto eder ve Akademiden ayrılır. Başarısız olan 1905 Rus Devrimi sırasında Peter ve Paul Kalesi'nde kısa bir süre daha hapis kalır. Gorki "Güneşin Çocukları" adlı oyununu yazar. Gorki 1905'te Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'ne resmi olarak üye olur ve bolşeviklerle beraber hareket eder. İleride 1905 Devrimi'nde önemli bir rol oynayacak olan Bilgi isimli bir yayınevi kurar. 1905 Moskova Ayaklanması'nda da kilit bir rol oynayan Gorki, ayaklanmaya katılan işçiler için gereken malzeme ve erzak temin etmiştir. Ayrıca ayaklanmada kullanılacak askeri teçhizatlar Gorki'nin dairesinde hazırlanmıştır. 1906'da ABD'ye seyahat eder aynı yıl Rusya'dan ayrılıp İtalya'da Capri Adası'ndaki villasında yaşamaya başlar. 1913'te tekrar Rusya'ya döner ve Rusya'nın I. Dünya Savaşı'na girmesine karşı çıkar. Aralık 1915'te Petrograd'da Letopis adında (Türkçe: "Tarihsel Olaylar") bir edebiyat, bilim ve politika dergisi kurar. I. Dünya savaşı sırasında Petrograd'daki dairesi Bolşevik ofisi gibi çalışmaya başlar. Lenin’in devrim fikrini erken bulan Kamenev ve Zinovyev'in eleştirel yazıları Gorki’nin editörlüğünü yaptığı Novaya Şisn gazetesinde basılır. Lenin, "Bolşevik Parti Üyelerine Mektup" adlı yazısında Kamenev ve Zinoviyev'in bu gazetede yer alan bir makalesinden bahsetmiş ve Bolşeviklere gönderdiği bu mektubunda bu iki ismin yazdığı yazıları eleştirmiştir. Zira bu iki isim Bolşevik Merkez Komitesinin 16 Ekim günü 10-2 oyla aldığı ayaklanma kararına itiraz etmiş ve Novaya Şisn gazetesine demeç vererek Bolşevik Merkez Komitesinin aldığı kararı ifşa etmişti. Bu olay sonrasında Lenin ""Artık onları yoldaş olarak kabul edemem."" diyerek Kamenev ve Zinoviyev'in partiden ihraç edilmelerini istemiştir. Fakat Zinoviyev Lenin’e karşı sadakat andını içerek affedilmiş ve Petrograd Sovyeti'nin başkanlığına getirilmiştir. Gorki bu gazete de Bolşeviklerin iktidara el koymasını eleştiren yazılar yayımlamıştır. Nitekim 1918'de "Bolşeviklerin Vakitsiz Düşünceleri" isimli makalelesini yayınlar. Lenin, Gorki ile dostluğuna zarar vermek istememiş bu dönem boyunca kendisini ikna etmeye çalışan uzun mektuplar yazmıştır. Lenin'in Gorki'yle 1919'daki yazışmalarında Petrograd’ın boğucu havasının ve çevrenin onu kötü etkilediğini ve bir hava değişikliğine ihtiyacı olduğunu düşündüğünü yazmıştır. Bu mektuplarda olayların Pentograd'dan göründüğü gibi olmadığını gelmek isterse bu tür bir ziyareti planlayabileceklerini yazmış, bu tür fikir ve davranışların hayatı kendisi için zorlaştıracağını söylemiştir. Ancak Komünist Enternasyonal Dergisi'nde Gorki'nin yazdığı bazı yazıları yakışıksız bularak 31 Haziran 1920'de Politbüro'ya bu tür makelelerin Komünist Enternasyol’de yayınlanmaması gererektiğini belirten mektubunu göndermiştir. Bu yıllar Gorki ile Bolşeviklerin fikir ayrılıkları olarak tanımlanacak tartışmalarla geçmiştir. Zira devrimin hemen yapılması konusunda Lenin’le fikir birliğinde olmayan birçok parti üyesi bulunmaktadır. Ancak Gorki'nin Parti ile ilişkisinde tam anlamı ile bir kopukluk veya destekten bahsetmek mümkün değildir. 1920'lerde Vladimir Mayakovski ile birlikte Komsomol örgütüne bağlı Pionerskaya Pravda gazetesinin yayınlanması çalışmalarına katılmıştır. Bu gazetede pek çok makalesi yayınlanmıştır. Ağustos 1921'de bir yazar arkadaşı ve Anna Ahmatova'nın kocası Nikolay Gumilyov'un Petrograd Çeka'sı tarafından monarşist görüşleri nedeni ile tutuklandığını öğrenir. Gorki arkadaşının bizzat Lenin tarafından bırakılmasını sağlamak için hemen Moskova'ya gider. Ancak Petrograd'a döndüğünde Gumilyov'un zaten öldüğünü öğrenir. Ekim ayında tüberküloza yakalanır ve İtalya'ya göçer. 1921-1929 arasındaki yıllarını tekrar İtalya'nın Sorrento kentindeki villasında geçirmiştir. 1929'dan sonra SSCB'ni birçok kez ziyaret etmiştir. Haziran 1929'da Gorki Solovki'yi ziyaret etmiş ve batıda kötü bir üne sahip olan Gulap Kampı hakkında olumlu şeyler yazmıştır. 1932'de Stalin Gorki'yi ülkeye kesin dönüş yapmaya çağırmış ve ülkesinde büyük bir memnuniyetle karşılacağını garantilemiştir. Aleksandr Soljenitsin'e göre Gorki kendi ilgileri nedeniyle dönmüştür. Gorki'nin Faşist İtalya'dan geri dönüşü Sovyet zaferinin büyük bir propagandası olur. Gorki'ye Lenin Nişanı verilir ve eskiden milyoner Ryabuşinskiy'e ait olan ve şimdi Gorki Müzesi olan Moskova'daki malikaneye yerleştirilir. Şehir dışında da bir yazlık ev tahsis edilir. Moskova'nın büyük caddelerinden biri olan Tverskaya Caddesi'ne ve doğduğu şehire adı verilir. 1990'da şehrin adı tekrar Nizhni Novgorod olarak değiştirilecektir. 1930'larda dünyanın en büyük uçaklarından olan Tupolev ANT-20'ler de Maksim Gorki olarak isimlendirilmişlerdir. Ancak Stalinist baskı arttıkça ve özellikle 1934 yılının aralık ayındaki Sergey Kirov' suikastinden sonra Gorki Moskova'daki evinde bir nevi hapis hayatı yaşamıştır. Son dönem yapıtlarının hemen hepsinde devrim öncesi dönemi ele almıştır. Oğlunun Mayıs 1935'teki ani ölümünü takiben Gorki de, 1936 yılında Haziran ayında öldü. Her ikisinin de ölümü şüphe altındadır. Zehirlendikleri iddia edilmiş, ama bu iddia hiçbir zaman ispatlanamamıştır. Gorki’nin cenaze töreninde tabutu taşıyanlar arasında Stalin ve Molotov da yer alacaklardır. 1938'de Buharin'in mahkemesinde Gorki’nin, Yagoda'nın NKVD ajanları tarafından öldürüldüğü itiraf edilmiştir. Osman Solakoğlu Osman Solakoğlu, (1927, İstanbul –7 Şubat 2005, İstanbul). Türk spor yöneticisi. Türk basketboluna yaptığı katkılarla tanınır. 1927’de İstanbul’da doğan Solakoğlu, Ankara’da Ankara Koleji’ni (o günkü adıyla Türk Maarif Cemiyeti) bitirdi. 1945 Yılında okul basketbol takımında kaptanlık yaptıktan sonra ilk yöneticilik deneyimini de yine Ankara Koleji’nde yaşayan Solakoğlu, daha sonra Galatasaray Basketbol Takımı’na yönetici oldu. Bir süre Basketbol Federasyonu genel sekreterliği görevinden sonra, 1968’de federasyon başkanı oldu. Basketbol Federasyonu başkanlığını, 1992’de sağlık sorunları nedeniyle görevinden ayrılana dek, iki ayrı dönemde (1968-1977 ile 1979-1992), toplam 23 yıl sürdüren Solakoğlu, Türk basketboluna önemli katkılarda bulundu. Başkanlığı süresince Deplasmanlı Bayanlar 1. Kümesi ile Erkekler 2. Kümesi’nin kuruluşuna, Yıldız ve Ümit Ulusal Takımlarının yeniden oluşturulmasına katkıda bulundu. Solakoğlu’nun başka bir başarısı da, uluslararası alanda Türk basketboluna olan katkılarıdır. Avrupa Basketbol Federasyonu (FIBA) Gençler Kurulu Üyeliği, Ulusal Takım yöneticiliği, sekiz yıl gibi uzun bir sure boyunca da Balkan Devletleri Basketbol Genel Sekreterliği görevini yapti. Türk basketbolunun Avrupa'daki konumunun göreceli olarak çok geri olduğu, genellikle yöneticilerin güçlü basketbol ülkelerinden seçildiği bir dönemde bu yöneticilik konumlarına gelmesi ilgi çekti. Yöneticilik ve insan ilişkilerindeki yetenekleriyle, dönemi boyunca Türk basketbolunun FIBA’da, o dönemki basketbol düzeyinin üzerinde bir saygınlık kazanmasını sağladı. Sermet Muhtar Alus Sermet Muhtar (20 Mayıs 1887 - 28 Mayıs 1952), Türk yazar, gazeteci, karikatürist ve İstanbul beyefendisi. Daha çok Akşam gazetesinde yayımlanan eski İstanbul`u anlatan yazılarıyla tanınır. Sermet Muhtar`ın geçmişi, İstanbul`un eski ailelerine dayanır. Mahmud Muhtar Katırcıoğlu ve Kevser Hanım`ın oğludur. Dönemin tanınmış Paşa çocukları gibi özel tutulan hocalar tarafından eğitildi. 1906`da Galatasaray`dan mezun oldu. Daha sonra Hukuk Fakültesi`ne giren Sermet Muhtar, "Hanımlara Mahsus Gazete"`de bazı makaleleriyle yer aldı. 1910 yılında diplomayı alınca hakimlik veya avukatlık yapmak istemedi babasının müdürü olduğu Askeri Müze`ye girdi. İkinci Meşrutiyet`le birlikte basın hayatına karikatürleriyle girdi. "Davul" ve "el-Üfürük" dergilerine karikatürleriyle katkıda bulundu. Sermet Muhtar, İstanbul`la ilgili yazıların çoğunluğunu Akşam gazetesinde yayımlamaya 1931 yılında başladı. Öğleden sonra yayımlanan Akşam, o yıllarda İstanbul`da en çok okunan gazetedir. "30 Yıl Evvelkiler" başlığı altında başlayan yazılarını ""Masal Olanlar", "İstanbul Kazan, Ben Kepçe"" ile takip etti. Akşam gazetesinin tirajını artıracak derecede ilgi vardı yazılarına. Yüzlerce makale daha yayımladı, bu yazılar sosyal ve folklorik açıdan İstanbul`un yakın tarihini ve yaşantısını kapsamak
tadır. Zaman içinde Tan, Son Posta, Cumhuriyet gibi gazetelerde çok sayıda makale daha yayımladı. Dergilerde ve gazetelerde yayımladığı yazıların sayısı bini geçmekte ve birçok değişik konuyu kapsamaktadır. Tarihten Sesler dergisinin de kadrosunda yer almıştır. Tarihçi Reşat Ekrem Koçu`nun isteği üzerine hazırlık aşamasında olan İstanbul Ansiklopedisi`ne yüzlerce bilgi yolladı, fakat maalesef İstanbul Ansiklopedi G harfini aşamadı. Reşat Ekrem Koçu`nun ölümüyle birlikte değerli fotoğraf ve resimleri de kapsayan malzeme dağıldı, bu değerli malzemelerin akıbeti tam olarak bilinmemektedir. Yusuf Ziya Ortaç ile yakın arkadaşlardır. Sermet Muhtar Alus annesine çok düşkündü. Evlilikleri uzun sürmedi, ilk evliliğinden Tülin (Hanım) adında bir kız çocuğu oldu. Kızı evlendiği zaman Türsan soyadını aldı. Prens Sabahattin'in kızı Fethiye Hanım gebe olduğunu, bir oğlu Şaban adında dünyaya geldi. Ama bu evlilik şanssız olduğunu ve kısa bir süre sonra boşanmış. Sermet Muhtar annesi Kevser Hanım`a olan düşkünlüğü ömrü boyunca sürdü. Matbaaya bile annesiyle beraber gelip beraber döndüğü söylenir. Şüphesiz ki annesi için en büyük acılardan biri 65 yaşında vefat eden oğlu Sermet`in ölümünü görmek olmuştur. Sermet Muhtar`ın ölümüyle birlikte İstanbul çok önemli bir aşığını kaybetti. Liste kesin olmayıp sadece bir kısmını içermektedir Kumbiya Kumbiya (İspanyolcası "Cumbia"), bir Kolombiya müzik ve halk oyunu çeşitidir. İspanyol müziği ile kölelerce Afrika'dan getirilen Afrika müziklerinin karışımından oluşur. Özgün biçiminde yalnızca vurgulu çalgılarla desteklenen şarkıdan oluşan kumbiya, günümüzde yaygın olarak saksofon, borazan, trombon, klavye gibi ek çalgılar da kullanılarak yapılır. Dizem olarak 4/4'ü kullanan kumbiya, en çok Kolombiya'nın Atlantik kıyısında sevilmesine karşin, Brezilya dışındaki Güney Amerika ülkeleri ile Orta Amerika ülkelerinde de değişik türleri ile yaygındır. Polis Koleji Polis Koleji, Emniyet Genel Müdürlüğüne bağlı olan yatılı ve resmi üniformalı eski okul. 27 Mart 2015 tarihinde TBMM'de kabul edilen 6638 sayılı İç Güvenlik Paketi kapsamında kapatılarak öğrenciler MEB'e bağlı diğer okullara nakledilmişlerdir. Ankara Polis Koleji, Emniyet Teşkilatı'na amir yetiştiren Polis Akademisi'ne ve Emniyet Teşkilatı'nın ihtiyaç duyduğu branşlarda fakülte ve yüksekokullara öğrenci yetiştirmek ve lise derecesinde eğitim ve öğretim yapmak üzere 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunun 19. maddesine göre 15 Haziran 1938 tarihinde Atatürk’ün direktifleriyle Anıttepe’deki Polis Enstitüsü binasında faaliyete geçmiştir. 1941 yılında 29 kişiden oluşan ilk mezunlarını vermiştir. Çeşitli nedenlerle 1950 yılında kapatılan Polis Koleji, 8 yıl aradan sonra 1958 yılında yeniden eğitim ve öğretime başlamıştır. Kuruluş yılı olan 1938’den 1978 yılına kadar Polis Akademisi Anıttepe Kampüsü'nde eğitim veren Polis Koleji, Eylül 1978 tarihinden itibaren Ankara İli Yenimahalle İlçesi Çamlıca Mahallesinde, 88.625 metrekarelik arsanın yaklaşık 55.000 metrekaresi üzerinde eğitim ve öğretime devam etmektedir. 1979 yılında yabancı dil gereksinimi duyulup hazırlık sınıfı konularak eğitim süresi dört yıla çıkarılmış olup, 2005 yılında Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığının orta öğretim kurumlarındaki hazırlık sınıfını kaldırması ile birlikte Polis Koleji Müdürlüğü de hazırlık sınıfını kaldırarak 4 yıllık eğitime geçmiştir. Müfredatı geliştirilerek Fen Lisesi statüsünde ve fen alanında eğitim yapmaya başlamıştır. Bakanlar Kurulunun 19 Eylül 2004 tarih ve 2004/7935 sayılı kararları ile Bursa iline de Polis Koleji açılmış olup, 2005 yılında eğitim ve öğretime başlamıştır. 1985 yılında Ankara'ya ek olarak İzmir, İstanbul ve Afyon'da da Polis Kolejleri açılarak Polis Koleji sayısı 4'e çıkmıştır. 1988 yılında ise Afyonkarahisar Polis Koleji kapatılmış ve öğrenciler yeni açılan Adana ve Kayseri Kolejlerine aktarılmıştır. Böylece 1988 yılında Polis Kolejleri'nin sayısı 5'e çıkmıştır. 1992 yılında Adana, Kayseri ve İzmir Polis Kolejleri, 1994 yılında ise İstanbul Polis Koleji kapatılmış ve Polis Meslek Yüksekokulu olarak faaliyetine devam etmiştir. İzmir Polis Koleji, kurulduğu 1985 yılından kapandığı 1992 yılına kadar 549 öğrenci mezun vermiştir. İstanbul Polis Koleji, kurulduğu 1985 yılından kapandığı 1994 yılına kadar 1.102 öğrenci mezun vermiştir. Kayseri Polis Koleji, kurulduğu 1988 yılından kapandığı 1992 yılına kadar 244 öğrenci mezun vermiştir. Adana Polis Koleji, kurulduğu 1988 yılından kapandığı 1992 yılına kadar 267 öğrenci mezun vermiştir. Ankara Polis Koleji, kurulduğu 1938 yılından günümüze kadar 8.442 öğrenci mezun vermiştir. Kurulduğu günden bu güne Polis Kolejlerinden toplam 10.894 öğrenci mezun olmuştur. Bakanlar Kurulunun 19 Eylül 2004 tarih ve 2004/7935 sayılı kararları ile Bursa iline de Polis Koleji açılmış olup, 2005 yılında eğitim ve öğretime başlamıştır. Emniyet Genel Müdürlüğü Makamı'nın 12.03.2012 tarihli olurları ile Bursa Polis Koleji öğrenci kontenjanı, Ankara Polis Koleji'ne aktarılarak Bursa Polis Koleji'ne öğrenci alımı durdurulmuştur. 2013-2014 eğitim öğretim yılı itibarıyla sadece Ankara Polis Kolejinde eğitim ve öğretime devam edilecektir. Ankara Polis Koleji;, 2012-2013 eğitim öğretim yılı itibarıyla öğrenci alımı durdurulmuştur.En son çıkan emniyet teşkilatı düzenlemelerine ilişkin Türkiye Büyük millet Meclisinde kabul edilen yasa taslağına göre, 2014-2015 eğitim öğretim yılı itibarı ile şu anda eğitimine devam eden öğrenciler de millî eğitim bakanlığına bağlı dengi okullara gönderilecek, 27 Mart 2015 tarihinde TBMM'de kabul edilen 6638 sayılı İç Güvenlik Paketi kapsamında Polis Kolejleri kapatılarak öğrenciler başka okullara nakil edilmişlerdir. Polis Koleji; lise derecesinde eğitim ve öğretim yapmak üzere Emniyet Genel Müdürlüğüne bağlı olarak parasız yatılı ve resmi üniformalı okullar olarak kurulmuştur. Polis Kolejleri Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığına bağlı Anadolu liselerinin fen bilimleri öğretim programlarına uygun olarak lise derecesinde eğitim ve öğretim yapmaktadır. Polis Koleji Mezunları; Emniyet Teşkilatına orta ve üst kademe amir yetiştiren Polis Akademisinden mezun olduktan sonra Komiser Yardımcısı rütbesi ile Emniyet Teşkilatında çalışmaya başlamaktadırlar. Polis Koleji öğrencilerinin eğitim faaliyetleri amaç ve ilke bakımından Millî Eğitim Temel Kanunu hükümlerine uygun olarak yürütülmekte olup, öğrencilerin; Modern bir çehreye sahip sınıf katlarında; 37 adet derslik, fizik, kimya, biyoloji, bilgisayar, Self Access laboratuvarları, resim ve müzik odaları bulunmaktadır. Yatakhane katlarında öğrencilerin dinlenmeleri için odalar ve en alt katında öğrencilerin de faydalandıkları çamaşırhane bulunmaktadır. Spor imkânları açısından; yarı olimpik yüzme havuzu ve günümüz koşullarında yeniden düzenlenmiş kondisyon salonu bulunmaktadır. Ayrıca Kondisyon Salonu ile bağlantılı olan Havalı Tabanca Atış Poligonu’nda Atış Takımı çalışmaktadır. Okulda hentbol, karate, judo, yüzme, tenis, basketbol, voleybol, badminton, oryantiring gibi sporlar yapılmaktadır. Bunların yanında kamelyalar, futbol, basketbol, voleybol sahası, tenis kortu ve halı saha öğrencilerin kullanımına açıktır. Öğrenci Dinlenme Salonlarında kantin ve çay ocağı bulunmaktadır. Öğrenciler boş vakitlerinde dinlenme salonlarından faydalanabilecekleri gibi satranç odası, kütüphane, bilardo salonu, playstation salonu, bilgisayar laboratuvarları gibi alanları kullanabilmektedirler. Okulda Bilişim Teknolojileri Topluluğu'nda öğrenciler, kendilerini tasarım, programlama gibi alanlarda geliştirebilmektedirler. Okulda Aktif Kolej Dergi Grubu yılda 2 kere çıkardığı Polis Koleji "Aktif Kolej Dergisi" ile tüm emniyet teşkilatına yayında bulunmaktadır. Sağlık hizmetleri olarak Başhekimlik bünyesinde bir diş hekimi ve bir hemşire bulunup öğrencinin sağlık problemlerini imkanlar dahilinde giderirler. Ciddi ve tedavisi kurumda yapılamayacak öğrenciler hastaneye sevk edilirler. Polis Koleji öğrencileri her sene çeşitli spor (özellikle atıcılık, karate, oryantring, atletizm ve güreş), bilişim , ve Akıl Oyunları yarışmalarında Türkiye ve dünya dereceleri elde etmektedir. Polis Koleji Sinema Kulübü , katıldığı kısa metrajlı film yarışmalarında çeşitli dereceler almaktadır. Hans von Aachen Hans von Aachen, (d. 1552, Köln - ö. 4 Mart 1615, Prag) Alman ressam. Maniyerizm akımının temsilcisi. Adını babasının doğum yeri olan Aachen’den alır. Hans von Aachen resim yapmaya Flemenk usta E. Jerrigh yanında başladı. 1574’te sanatını ilerletmek için Italya’ya gitti. Roma ve Floransa’yı gezdi, ama sonunda Venedik'e yerleşti. Önce Kaspar Rems’in öğrencisi oldu. Daha sonra, o zamanlar Almanya'da sanat sahnesine egemen olan Bartholomeus Spranger ve Hendrick Goltzius'un tarzından da etkilenerek kendi Maniyerist tekniğini geliştirmek için Tintoretto ve Michelangelo ile ardılları üzerinde çalıştı. 1588’de Almanya’ya geri döndü. Soyluların portrelerini yapan iyi bir ressam olarak ünlendi. Münih’te besteci Orlando di Lasso’nun kızı Regina ile evlendi. 1592’de Kutsal Roma İmparatoru II. Rudolph’un resmi ressamlığına getirildi. İmparatorun, Resim Komisyonunda görev yapmak üzere 1601 yılında Prag’a gitti. Peter Isaak ve Joseph Heinz’a ustalık yaptı. Çalışmaları; Wolfgang Kilian, Dominicus Custos ve Jan Sadeler tarafından kopya edildi. Ivysaur Ivysaur (Japonca: フシギソウ Fushigisou) iki tipli Çimen / Zehir tipi bir Pokémon'dur. Bulbasaur 16. seviyede Ivysaur olur ve Ivysaur'da 32. seviyede Venusaur olur. Pokemon Red, Blue, Yellow, Leafgreen, Firered, Soulsilver ve Heartgold'ta Bulbasaur'dan evrimleşir. Bulbasaur Ivysaur'ın evrimleşmemiş halidir, ya bir dinozor ya da bir kurbağaya benzemektedir, ama renk ve duruşuna rağmen yakından dinozora benzemektedir. Bulbasaurken dişleri küçüktü, kulakiçi belli değildi ve gözbebekleri daha küçüktü. Ivysaur'ın rengi Bulbasaur'dan daha mavidir. Ivysaur'ın görüntüsüdeki en büyük fark çiçek soğanı artık bir çiçek tomurcuğu olmuştu. Bu tomurcuk ağır olduğundan arka bacakları kuvvetlenir ancak büyü
mek pahasına ayağa kalkma yeteneğini yitirir. Önceki formundaki gibi çoğu saldırı çimen tipidir. Doğal olarak bu saldırılar Bulbasaur'dan güçlüdür. O sarmaşıkları, yaprakları, kokuları ve tozları kullanır, o bu saldırılaı sever çünkü onun çiçeğini geliştirir. Anime'de Ivysaur doğal becerilerini kullanır. Yakalanıp ardından serbest bırakılarak bulunanlar daha yayındır, ama doğal davranışları bilinmemektedir. Buna rağmen Bulbasaur'dan antranörüne hala sağdık olmasına rağmen daha agresif olabilir. Çiçeği büyümeye hazır olduğunda çok güzel kokar ve şişer. Ivysaur aynı zamanda evrimleşmeye yakın olduğunda güneş ışığında daha fazla zaman harcar çünkü artık gücü güneş ışığının oranına bağlıdır. Ivysaur doğal olarak güneşli ovlarda,su kenarlarında çok olsa da ormanlardada bulunabilir. Antronörü olan Ivysaur bulmak zordur. Anavatanı Kanto'dur. O güneş ışığını emerek fotosentez yapar ve günlerce yemeden durabilir. "Bulbasaur Gizemli Bahçe"de birçok Bulbasaur'dan evrimleşen Ivysaur görülmüştür yalnız Ash'in Bulbasaur'ı evrimleşmemiştir. Crystal adlı kızın bir Ivysaur'ı olduğu "Aerodactly Havaya Geri Dön"de görülmüştür. "Yargı Günü" bölümünde Jimmy'in bir Ivysaur'ı vardı. "Bir Chansey Operasyonu"nda yaralı haldeydi. "Üstün Test"te James'in bir Ivysaur'ı vardı. "Arkadaşlık Bitti" bölümünde Ritchie'yi Assunta'nın Ivysaur'ı yenmişti. "2. Filmde Lawrence III'ün gemisi düşerken görülmüştü. "Haftasonu Savaşları"nda Jeremy'nin hayalinden geçmişti. Venusaur Venusaur (Japonca : フシギバナ Fushigibana) iki tipli Çimen/Zehir tipi bir Pokemondur. Bulbasaur 16. seviyede Ivysaur, Ivysaur'da 32. seviyede Venusaur olur. Pokemon Green ve Leafgreen'nin maskotudur. Venusaur önceki evrimleşmelerinden daha ağır ve dolayısıyla daha yavaş hareket eder. Sırtındaki ot iyice genişler, çiçeği açıp beyaz noktalı kırmızı bir çiçek ve çiçeği destekleyen kalın bir palmiye ağacı haline gelmiştir. Derisi tek renge dönüşmüş ve kurbağa siğilleri ortaya çıkmıştır. Son olarak kulak içi kırmızı renge dünmüştür. Dişi Venusaur'ın çiçeğinin ortasında bir çıkıntı vardır. Erkeğin ise yoktur. Venusaur doğayı kontrol edebilir, "Bulbasaur'ın Gizemli Bahçesi" bölümünde Venusaur bir ağacı çiçeklendirmişti ve kökleri kontrol edip Roket Takımının saldırısından korunmak için kendine duvar yapmıştır. Ayrıca Bulbasaurların gelişmesine yardımcı olur. Önceki evrimlerde olduğu gibi çoğu sadırısını sırtındaki çiçekten sağlar ve önceki evrimlerden çok daha güçlü saldırılar yapabilir. Sırtındaki çiçek hoş koku yayarak pokemonları kendine çeker. Koku insanlarında duygularını sakinleştirir. Koku yağmurlu bir günden sonra ortaya çıkar. Aynı zamanda çiçek ışığı emerek enerjiye çevirir bu yüzden yazın daha fazla enerjisi olur. Düşmanları genelde onu yenmek için yavaşlığını kullanır. Ancak hızlı bir saldırıdan sonra Venusaur'ın Kafatası Denemesi ve Vücut Ezici saldırısını kullanırsa Venusaur için daha faydalı olur. Ayrıca bu pokemon ağırlığına rağmen çok iyi ani ataklar yapabilir ve hatta kayaların üstünden bile zıplayabilir. Toprakta yürümek zaten onu olumsuz etkiler(çünkü yürüken yeri sasar ve bu onu yavaşlatır.)Çamura saplanırsa yapısı zarar görür. Venusaur Bitki başlangıç pokemonlarının ilk son evrimleşmiş halidir. Son üç yeteneği Hiper Işın,Giga Etki,Çılgın Bitkiler. Nadiren vahşi,çünkü insanlara bakış açısı önceki evrimler gibidir yine de çok güçlü bu pokemon için deneyimli bir antranör gereklidir. Çok nadir olsa bile eğer sadakatını yitirdiyse nedeni Venusaur'ın sakin antranörlere ihtiyacı olmasıdır. Bunun benzeri Torterra'ya da olur. Venusaur doğal ovalarda su kaynağı bol olan yerlerde veya ormanlarda yaşar. Aile olarak yaşarlar ve genelde Kanto Bölgesinde yaşarlar. Venusaur enerji ve yiyecek ihtiyacını sırtındaki çiçekten sağlar. Bu süre içerisinde tamamen hareketsiz kalır. Bu yüzden genelde güneşli yerleri tercih eder. Yazları daha enerjiktir. Venusaur hiç yemek yemek zorunda değildir. May'in Bulbasaur'ı Johto yolculuğunda evrimleşip Venusaur olmuştur ve DP078'de görünmüştür. Spencer'ın Venusaur ilk olarak AG163'te göründü.Beedrillları uzaklaştırmak için Tatlı Koku saldırısını kullanmıştı.AG167'de Ash ile savaşları sırasında kullanmıştı.Ash'in Swellow'unu yendi ve Ash'in Heraccross'u tarafından yenildi. "Bulbasaur'ın Gizemli Bahçesi"nde evrim törenini gerçekleştiren bir Venusaur vardı. Drake Portakal Adaları savaşında Ash'e karşı bir Venusaur kullanmıştı. Bir sanatçı Roket Takımını yenmek için bir Venusaur kullanmıştı. May'in kaybolduğu yasak ormanda pokemonların lideri bir Venusaur'dı. Silver Kasabası Güzellik Yarımas'nda Jeremy Venusaur'ı ile finale gelip May'in Combusken'i ile savaştı ve yenildi. Dev pokemonların adasında bir Venusaur robotu vardı. "Executter Takımı'nın Görevi" bölümünde bir Venusaur göründü. Bir Venusaur Houndoom'a "Haundum'un Özel İşleri" bölümünde Uyku Tozu ile saldırdı ama Misty'nin Togepi'si saldırıyı bloke etti ve kendi uyudu. Bir Venusaur Pokemon Merkezi'nde "Film Kareleri" bölümünde görünmüştü. Roket Takımı bir parkta Ash'in Cyndaquil'ini yakalamak için bir Venusaur ile savaştı. "Bir Numara Articuno"bölümünde Noland'ın Ash'e savaşması için sunduğu pokemonlardan biri de Venusaur'dı ama Ash Articuno'yu seçti. Bir Venusaur) takma adı "Bruteroot" (Japonca: バーナード Bernard) Corey adlı bir eğiticininken Mewtwo Counter Atack'ta göründü. Aynı film'de Venusaur'ın klonlanmış bir hali vardı ancak onun üzerinde kahverengi izlerde vardı. Al Pacino Alfredo James Pacino (Paçino okunur) (d. 25 Nisan 1940), Oscar ödülüne sahip ABD'li sinema ve tiyatro oyuncusudur. Uzun süren sinema kariyeri boyunca, Hollywood'un baş aktörlerinden biri olarak görülen Al Pacino, 25 Nisan 1940'ta New York, Doğu Harlem'de dünyaya geldi. Oyunculuk dersleri alan Pacino, zaman zaman çıktığı gösterilerde oyunculuğunu geliştirdi. 1966 yılında Actors Studio'da eğitim için hak kazandı. Daha sonra James Earl Jones ile çalıştığı The Place Creep'de rol aldı. 1967-68 tiyatro sezonunda zalim bir sokak serserisini oynadığı The Indian Wants the Bronx ile Obie Ödülleri En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Al Pacino'nun Broadway'de sahneye çıktığı ilk oyun Does the Tiger Wear a Necktie?'dır. Her ne kadar oyun kırk gösterimden sonra kaldırıldı ise de Pacino, topluma uyum sağlayamayan bir uyuşturucu bağımlısını canlandırdığı rolüyle Tony Ödülü'nün sahibi oldu. Al Pacino'nun kariyerindeki ilk filmi, 1969 yılında çevirdiği Me, Natalie'dir. Buradaki başarısıyla, yapımcılığını Paramount'un üstlendiği, Francis Ford Coppola'nın The Godfather (Baba) filminde Michael Corleone rolünü oynamaya hak kazanacaktır. Bu filmdeki performansı ile En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar'ına aday gösterildi. Çareyi Broadway oyunlarına dönmekte buldu ve başrolünü oynadığı The Basic Training of Pavlo Hummel ile ikinci kez Tony ödülünün sahibi oldu. Pacino'nun daha sonra rol aldığı filmleri, homoseksüel bir seri katilin peşinde olan bir polis memurunu canlandırdığı Cruising ve Author Author adlı komedi iş yapmadı. 1983 yılında Brian De Palma'nın yönettigi, şiddeti bol Scarface (Yaralı Yüz) ise ilk gösterildiğinde sinemanın kült filmleri arasındaki yerini aldı. Fakat başarının arkasından tekrar başarısızlık geldi ve Pacino tarihsel epik Revolution'dan (Devrim) sonra gözlerden uzaklaştı. Bu arada The Local Stigmatic filmiyle yönetmenliği denedi. Bu filmi piyasaya sürmeme kararı almıştır. Al Pacino'nun dönüşü, 1989'da çekilen Sea of Love (Aşk Denizi) filmi ile oldu. Film büyük sükse yaptı. 1990'da gösterişli bir gangsteri oynadığı Dick Tracy ile altıncı kez Oscar'a aday olan Pacino, aynı yıl çevrilen, üçlemenin üçüncü ayağı "The Godfather Part III" (Baba 3)'de yer aldı. Ertesi yıl çevirdiği romantik komedi Frankie and Johnny ve ardından gelen Glengarry Glen Ross, sevilen filmleriydi. Uzun süren sessizliğin ardından Scent of a Woman'daki (Kadın Kokusu) oyunculuğu ile nihayet Oscar ödülüne kavuşmayı başardı. 1993'te Brian De Palma ile tekrar çalıştığı Carlito's Way ve 1995'te Michael Mann'in yazıp yönettiği ve Robert De Niro'nun canlandırdığı bir hırsızın peşindeki polisi oynadığı Heat ile kariyerine devam eden Pacino, 1996'da politik bir dram olan City Hall'da rol aldı. Fakat o sene dikkatleri daha çok yazıp yönettiği ve rol aldığı Looking for Richard ile çekti. 1997 senesinde genç Hollywood starları ile çevirdiği filmler gündemdeydi. Önce Johnny Depp ile Donnie Brasco ve sonra Keanu Reeves ile The Devil's Advocate (Şeytanın Avukatı)... Al Pacino, 1999 yapımı The Insider (Köstebek) ile sinemaseverlerin karşısında. Başrolü Russell Crowe ile paylaşan Pacino, sigara şirketlerinin halktan gizlediği sırların anlatıldığı ve yayın aşamasında kıyametin koptuğu "60 Dakika" adlı programın yapımcısı Lowell Bergman'ı canlandırdı. 2000 yılında yönetmenliğini Oliver Stone'un üstlendiği ve başrollerinde Cameron Diaz, James Woods ve Dennis Quaid gibi deneyimli oyuncuların yer aldığı Any Given Sunday (Kazanma Hırsı) adlı filmde oynayan aktör, Tony D'Amato adında futbol aşığı bir koçu canlandırdı. 2002 yılında Andrew Niccol'ün yönettiği, Rachel Roberts'in S1M0NE karakterini canlandırdığı S1M0NE adlı eserde Al Pacino Hollywood yıldızlarının kaprislerine karşı tesadüfen eline geçen bir fırsatla tepki göstermeyi amaçlayan bir yönetmen olan Viktor Taransky'yi canlandırdı. 2003 yılında genç yıldızlardan olan Colin Farrell ile Çaylak isimli filmde oynadı. 2003 yılında rol aldığı Angels in America adlı mini dizi 12 dalda Emmy ödülü aldı, Al Pacino da bu dizi ile ilk Emmy ödülünü almış oldu. Aynı yıl Venedik Taciri isimli filminde yahudi tefeci Shylock'u oynadı. 2005 yılında Kirli Para adlı pek beğenilmeyen filmde rol aldı. 2007 yılında ise Jon Avnet'in yönetmenliğini yaptığı 88 Dakika isimli filmde başrolü oynadı. Bu filmde geçmişte kendisinin tespitleri sonucu yakalanan ve idama mahkûm edilen bir cinayet zanlısının suçunu kaldırmak isteyenler tarafından tehdit edilen bir cinayet psikiyatristi ve üniversite hocasını canlandırdı. Diğer taraftan en son 1995 yılında Michael Mann tarfından yönetilen "Heat" filminde
usta oyuncu Robert De Niro ile bir araya gelen Al Pacino, bu kez Jon Avnet'in yönetmenliğini üstlendiği Righteous Kill filminde başrolü paylaştı, film 2008 yılında gösterime girmiştir. Al Pacino 1992 yılında Scent of a Woman filminde sergilediği performansla En İyi Drama Erkek Oyuncu Oscarını kazandı. Ödülü almaya çalışan diğer aktörler ise şöyle; Clint Eastwood (the Unforgiven), Stephen Rea (The Crying Game), Robert Downey Jr. (Chaplin), Denzel Washington (Malcolm X). Tanıdığım İnsanlar Tanıdığım İnsanlar (İngilizce özgün adıyla "People I Know"), 2002 ABD yapımı dramatik film. Çok geniş bir çevresi olan tanınmış halkla ilişkiler uzmanı Eli Wurman (Al Pacino) sıradışı bir adamdır. Bir gün arkadaşlarından birinin önerisiyle aldığı iş sonucu başı belaya giren bir müşterisini kurtarmaya çalışırken kendi başını da büyük bir derde sokar ve kendini karmaşık olayların içinde bulur. Somut şiir Her türlü tipografik gösterenin sayfa boşluğu üzerinde hiçbir biçimsel kural olmadan düzenlenmesiyle oluşan şiir türüdür. Somut şiirde aktarılmasına niyetlenilen duygu ve düşünceler sözcüklerin seslerinden tamamen kopmuş olmasalar da algılanımları çok büyük oranda şiirin görsel niteliği üzerinden gerçekleşir. Augusto De Campos 1956'da yayınlanan Somut Şiir Manifestosu'nda somut şiirin bir özelliği olarak 'sözselsesselgörsel' (verbivocovisual) terimini ortaya atar ve şöyle der: " Grafik ve sessel, işlevler ve bağıntılar("benzerlik ve yakınlık unsurları") ve bir kompozisyon öğesi olarak uzamın özgürce kullnımı, anlamın ideogramik sentezleriyle bağlaşık gözün ve sesin eşzamanlı diyalektiğini besler, sözselsesselgörsel bir bütünlük yaratır. Gramisidin Gramisidin, altı antibiyotikten oluşan bir antibiyotik karışımıdır. Toprakta bulunan "Bacillus brevis" bakterisinden elde edilirler. Bunlar Gramisidin A, B ve C kategorilerine ayrılırlar ve toplu olarak Gramisidin D olarak adlandırılırlar. Gramisidin D'ler doğrusal pentadekapeptitlerdir, yani 15 amino asitten oluşan polipeptitlerdir. Buna karşın Gramisidin S, siklik (halkalı) bir peptit zinciridir. Özellikle Gram-pozitif bakterilere karşı çok etkilidir, ama bakterilerin ölümüne yol açtığı konsantrasyonun altında hemolize yol açtığı için dahili olarak kullanılmaz. Başlıca yüzeyel antibiyotik olarak kullanılır, neosporin'da bulunan üç ana bileşeninden biridir. 1939'da ABD'li mikrobiyolog René Dubos "tirotrisin"i izole etmiş, daha sonra onun %20 oranında gramisidin ve %80 oranında tirosidin'den oluştuğunu göstermiştir. Bunlar ticari olarak imal edilen ilk antibiyotikler olmuştur. Ribavirin Ribavirin bir antiviral (virüslere karşı) ilaçtır. Bazı DNA ve RNA virüsüne karşı etkilidir. Viral (virüse ait) genetik materyalin kopyalaması (replikasyon) sürecine müdahale eder. Sentetik bir nükleozid analoğudur. Kimyasal formülü CHNO'dir. RNA polimeraz faaliyetini inhibe eder (engeller). Eskiden astım tedavisinde kullanılırken, bugün çoğunlukla hepatit C tedavisinde (interferon ilaçlarıyla beraber) kullanılmaktadır. Gebe ve emzikli kadınlarda, ciddi kardiyak hastalık geçmişi olanlarda ve kronik böbrek yetmezliği olanlarda kullanılmaz. Hemolitik anemi en önemli yan etkisidir. Genetik materyal üzerine olan etkisinden dolayı, potansiyel karsinojenik etkisi vardır. Klinik depresyon, karaciğer fonksiyon bozukluğu veya tiroid anormalliği gelişen hastalarda, hasta hekim tarafından yakından izlenmelidir. Ayrıca, influenza (grip) benzeri semptomlar, uykusuzluk ve baş ağrısı sıklıkla görülen yan etkilerdendir. Truman Capote Truman Capote (d. 30 Eylül 1924 - ö. 25 Ağustos 1984), ABD'li yazar. Truman Streckfus Persons olarak New Orleans'ta dünyaya gelen Capote'nin kısa öyküleri, romanları ve kurgusal olmayan yazıları arasında sinemaya da uyarlanmış Tiffany'de Kahvaltı ve Soğukkanlılıkla da yer alır. Capote, yazarlığa ve alkole çok erken yaşlarda başladı. Eşcinsel yönelimi ve bu yönelimini yaşama biçimiyle -yakın arkadaşı ve uzaktan akrabası Tennessee Williams ile birlikte- çok sayıda skandala imza attı. Buna rağmen ABD sosyetesi içinde özel bir yer edinmişti. Ayrıca ABD'li yazar Harper Lee de onun çocukluk arkadaşıydı ve Lee ünlü eseri Bülbülü Öldürmek'teki çocuk karakter "Dill"i yaratırken Truman Capote'den esinlenmişti. Henüz ilk romanlarının basıldığı yıllarda kazandığı ün, sadece ABD ile sınırlı kalmadı, Avrupa’da da sevilerek okundu. 50’lerden sonra “Çimen Türküsü” (1954), “Gece Ağacı” (1954), “Tiffany'de Kahvaltı” (1966), “Soğukkanlılıkla” (1966), “Para Dolu Damacana” (1976) gibi kitapları Türkçeye çevrildi. Kendi hayatından ya da hikâye ve romanlarından senaryolaşmış çok sayıda film vardır. Bunlardan en önemlisi baş rollerini Audrey Hepburn ve George Peppard’ın oynadığı, Blake Edwards’ın yönettiği “Tiffany'de Kahvaltı” (Türkiye'de ""Çılgınlar Kraliçesi"" adıyla gösterildi)'dır. Ayrıca 2005 yapımı Capote'nin kişiliği ve karakteri üzerine çekilmiş olan ve başlıca rollerinde Philip Seymour Hoffman, Catherine Keener, Clifton Collins Jr. gibi oyuncuların yer aldığı "Capote" adlı bir sinema filmi de bulunur. Capote ayrıca, senaryosunu Neil Simon'ın yazdığı 1976 tarihli Robert Moore filmi "Murder by Death" ("22 Numarada Cinayet")'te de başrollerden birini oynamış ve filmdeki rolüyle Altın Küre ödülüne aday gösterilmişti. "Murder by Death", Capote'nin sinemada oyuncu olarak ender gözüktüğü filmlerden biridir. Daha önce birkaç filme sesiyle katkıda bulunan yazar, 1977'de Annie Hall adlı filmde de kısa bir rolde (kendisini) oynayacaktır. Pınarbaşı Pınarbaşı aşağıdaki anlamlara gelebilir: Wyvern Wyvern (okunuşu: Vay-vırn) mitolojik, ortaçağ Avrupa varyantı bir ejderha türüdür. World of Warcraft, Heroes of Might and Magic(), ve Dungeons and Dragons gibi çoğu fantazi oyunlarında yer almıştır. Viper yani dev engerek kelimesi ile aynı kökten türemiştir. Bir tür uçabilen dev kertenkeledir. Ejderhalardan farkı ağzından ateş çıkaramaması ve kollarının olmamasıdır. Mamak Mamak, Ankara'nın metropol ilçelerindendir. Bulundurmuş olduğu askeri birlik ve cezaevi ile adı özdeşleşmiştir. Mamak ilçesinin kuruluşu 1200’lü yılların ikinci yarısına rastlar. Kurucuları ise Ahilerdir. Ankara’da hüküm süren Ahi Hükümeti, değişik mekânları kuran ve yönetenlerin isimlerini o mekanlara verirler ve bu bölgeler, orayı idare eden Ahi büyüklerinin isimleri ile anılırlardı. Ahi Mamak, Ahi Etimesgut, Ahi Tura gibi… Mamak’ta ahiler tarafından kurulan çiftliği de Ahi Mamak yönetmiş ve buraya ismini vermiştir. Ankara’nın Osmanlılara geçmesinden sonra ise buradaki çiftliğe Tahir isminde bir komutan atanır. Kaynaklarda bu komutanı Tahir Mamak olarak görürüz. Mamak’ın tarihi, Anadolu’nun tarihi ile özdeştir. Mamak-Kayaş’ta yapılan araştırmalarda Anadolu’nun oluşum tarihine rastlarız. Prof. Dr. Kurt LEUCHS, Kayaş’ta 1932 yılında yapmış olduğu araştırmalarda Anadolu’nun oluşumuna katkı sağladığı bilinmektedir. Bölgemizde yapılan araştırmalar tarihe ışık tutmuştur. Max Pfannenstiel, Hüseyin Gazi Dağı çevresinde yaptığı araştırmalarda 5 cm’lik bir bıçakla birlikte Mamak tarihine ışık tutacak başka eşyalar da bulur. Kutludüğün, Ortaköy, Gökçeyurt ve Kızılca çevresinde Romalılar dönemine ait bazı tarihi eser kalıntılarına da rastlanmıştır. Kutludüğün Beldesi’nde bulunan bir eser bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir. Yine Kutludüğünde çıkan bazı tarihi eserler eski belediye binası önünde sergilenmektedir. Ortaköy ve Gökçeyurt mahallelerinde bulunan erken Roma dönemi kalıntıları da camilerimizi süslemektedir. Romalılar döneminde Mamak bölgesi su kaynaklarıyla ünlüdür. Ünlü Roma hamamlarının suyu Kayaş’taki Romalılar galerisinden (M.Ö. 25) gelir. Bu su kaynağı Cumhuriyete kadar Ankara’nın su kaynağı olmaya devam eder. Romalılar döneminde Ankara’nın doğu kapısı Mamak’tır. Bu yollara ait mesafe taşları Ortaköy civarında bulunmuştur. Anadolu’nun Türkler tarafından ele geçirilmesiyle birlikte, Türk obaları birer birer Mamak’ın şimdiki mahallelerine yerleştirilir. Bu bölgedeki isimlerin tamamına yakını Türk obalarından alır. Nenek, Kızılca, Bayındır, Kayaş, gibi. Moğol saldırıları ile sarsılan Anadolu düzeni Ankara’yı da etkiler. 40 yıl Moğol egemenliğinde kalan Ankara’da daha sonra Ahi egemenliğini görürüz. Ahi egemenliği sırasında Mamak Bölgesi ‘Ahi Mamak’ olarak anılır. Ankara’nın Osmanlılar tarafından fethinden sonra Mamak Bölgesi, ‘bölgenin meyve hanesi’ olarak anılmaya başlar. Hatip Çayı istikametince onlarca su değirmeni vardır. Osmanlı arşivlerinde bu değirmenlerin el değiştirdiğine işaret edilir. Bu su değirmenleri 1950’lı yıllara kadar Ankaralılara hizmet etmiştir. Cumhuriyet Döneminde Mamak ilçemizde, Ankara’nın ilk toplu taşım aracı olan Ankara-Kayaş Banliyö Tren Hattı (1929) kurulmuştur. Mamak Bölgesi Ankara’nın ilk şehir planlamasında gözükmez. Fakat 1930’lu yıllardan itibaren Mamak Bölgesi gecekondulaşmaya başlamıştır. Banliyö Tren Hattı üzerinde gecekondular süratle artar. 1950’li yıllara gelindiğinde, Ankara şehir planı tekrar gözden geçirilir. Devrin Başbakanı Adnan Menderes, Ankara, İstanbul, İzmir ve Konya başta olmak üzere Büyükşehirlerin planlamasının yapılmasını ister. Bu devirde yapılan planlarda bölgemizin ismi geçmeye başlar ve Demirlibahçe’de Menderes’in özel ilgisi ile planlı bir yapılaşma başlar. Mamak Bölgesi bu tarihten itibaren hızlı bir gecekondulaşmaya süreci yaşar. Bu gecekonduların bahçelerinde ağaçlar dikilir, küçük kümesler oluşturulur. Artık köy hayatı Ankara metropolitenine taşınmıştır. 1970 lerden başlayarak 1990’lı yıllara kadar başlayan yoğun göç dalgası neticesinde, artık Mamak’ın yüzde 90’ı gecekondulardan oluşmuştur. Kendi sorunlarını çözmek üzere atılan ilk adımla da, 1983 yılında Mamak, Çankaya ilçesinden ayrılarak ilçe haline gelir. 1984 yılında ilk belediye seçimleri yapılır. Bu tarihten itibaren başlayan şehirleşme ve imar hareketleri, son 1999 yılından itibaren daha da hız kazanır. 2008 yılından itibaren de Kutludüğün ve Bayındır beldelerinin ilçeye katılması ile bugün 65 mahalleden oluşan ilçemiz, 28.922 hektarlık bir mücavir
alana sahip olup, başkent Ankara’mızın modern, yaşanabilir bir ilçesi olma yolunda emin ve kararlı adımlarla ilerlemektedir. İlçe 65 mahalleden oluşmaktadır. Mamak'ın nüfusu 2015 sayımlarına göre 607.878 kişidir. Çarpışma (film, 1996) Çarpışma (), Kanadalı aykırı ve özgün senarist-yönetmen David Cronenberg'in filmidir. 1996 yılında Cannes Film Festivali'nde birçok tartışmayla beraber Jüri Özel Ödülü'nü almıştır. Çarpışma, bilim kurgu yazarı J. G. Ballard'ın yalnızca günümüz dünyasının değil, gelecek yüzyılın eğilimleri üzerine de açılımlar yapan aynı isimli kült romanından uyarlanmıştır. Modern dünyada insanın teknoloji içinde nasıl kimliksizleştiğini ve yine teknoloji aracılığı ile kendisini keşfetmesini anlatır. Kitaba ve filme adını veren trafik kazasıyla hayatları tamamen değişen evli bir çift ve tanıştıkları yeni insanlarla girdikleri değişik ilişkiler konu edilmektedir. Seks ve araba bu filmde birer simgedir. Film karakterleri, araba kazalarıyla hayatlarını yeniden sorgulayan, metal ile ölümcül tehlike arasındaki bağlantıyla cinsel tatmine ulaşmaya çabalayan kişilerdir. Cinselliğin zaman zaman ön plana sahnelerle eleştiriler almış, eleştirmenleri ve sinemaseverleri iki ayrı kutuba ayırmıştır. Kokoreç Kokoreç, Anadolu ve Balkanlarda, koyunun ince bağırsağından ve mumbardan yapılan, şişe sarılarak kor ateşte kızartılan bir çeşit Yemek Kokoreç yapımında kullanılan bağırsaklar büyükbaş veya küçükbaş hayvanlara ait olabilmekle birlikte lezzet açısından süt kuzusundan elde edilen bağırsağın kullanımı tercih edilir. Öncelikle bağırsaklar içten ve dıştan temizlenir. Kokorecin iç kısmı bumbardan, dış kısmı ince bağırsaktan yapılır. Uzunca bir şişe bumbarlar geçirilerek başlanır. Daha sonra ince bağırsaklar şişin etrafına defalarca dolanır. Ara ara ince yağ tabakaları yerleştirilir. Şişler genellikle kokoreç için özel hazırlanmış mangallarda yatay bir konumda asılı bir şekilde ve döndürülerek pişirilir. Kızartmadan sonra kesit kesit alınarak, bol baharatlanır. (İsteğe bağlı olarak) iki bıçak yardımıyla kuşbaşı büyüklüğünde doğranır. En çok tercih edilen baharatlar kimyon, kekik ve acı kırmızı pul biberdir. Tabakta veya ekmek arasında tüketilir. Garnitürle servis edildiği de olur. Garnitür olarak domates, biber turşusu ve hıyar turşusuyla beraber yenir. İsteğe bağlı olarak bir içecekle tüketilebilir. Türkiye'de kokoreç genelde sokakta satılan bir yiyecektir ve restoran menülerinde çoğunlukla bulunmaz. Kokoreç için özel hazırlanmış mangallı tezgâhlarda kömür ateşinde pişirilir. Sokakta ayaküstü yendiğinden genellikle (değişik boyutlarda) ekmek arası olarak tüketilir. Kokorecin yanında en çok tercih edilen içecekler ayran, turşu suyu ve şalgam suyudur. Yunanlar kokoreci geleneksel olarak her yıl paskalyada tüketirler. Herhangi bir zamanda da bulmak mümkündür. Çoğu Yunan tavernasında kokoreç bulunur. Gardouba ("γαρδούμπα") veya gardoubakia ("γαρδουμπάκια") Yunan kokorecinin tavada ya da fırında yapılan bir çeşididir. Herman Li Herman Li (d. 3 Ekim 1976, Hong Kong), power metal grubu DragonForce'un kurucusu, Sam Totman'la beraber gitaristi, ve Marc Hudson'a destek vokalistidir. Genç yaşta İngiltere'ye taşınmıştır. DragonForce'u kurmadan önce öteki gruplarda çalmış, fakat sonunda kendi grubunu kurmaya karar vermiştir. Herman Li sadece Ibanez gitarları kullanır. Sam Totman Sam Totman (d.y. İngiltere) Herman Li'yle beraber güç metal ("power metal") grubu DragonForce'un gitaristidir. İngiltere'de doğmuş, fakat genç yaşta Yeni Zelanda'ya taşınmıştır. 9 yaşından itibaren klasik gitar dersleri almıştır. DragonForce'a katılmadan önce daha değişik gruplarda çalmıştır.Ayrıca Grubun birçok eserinde de Sam Totman'ın imzası bulunmaktadır. CNN International Cable News Network (CNN) 1 Eylül 1985'te Atlanta'da Ted Turner tarafından kurulmuş olan ilk haber kanalı. 24 saat haber anlayışıyla yayın yapan CNN'i bugün tüm dünyada 212 ülkede 1,5 milyardan fazla insan evinde izleyebilmektedir. Bugün tüm dünyada değişik dillerde kanalları, 12 web sitesi, 2 radyosu ve tüm dünyaya yayılmış haber ekibiyle en yaygın haber kaynaklarından biridir. 1995 yılında açılan cnn.com adresinden yayında bulunan websitesi ilk büyük boyutlu haber sitesi olarak kendini tanıtmaktadır. CNN'in tüm dünyada tanınan bir kanal haline gelmesi 1991 yılındaki ilk Körfez Savaşı sırasında Bağdat'tan savaşı canlı olarak vermesiyle oldu. Bu yaptığı yayınlar televizyon haberciliğinde yeni bir dönem başlattı. Her geçen gün büyüyen CNN ile kurucularından Ted Turner en önemli medya patronlarından, bağlı bulunduğu holding Time Warner ise en büyük medya şirketlerinden biri oldu. CNN Türkiye'de Doğan Holding ile yaptığı anlaşma neticesinde Türkiye çapında yayın yapan CNN Türk haber kanalı kurmuştur. CNN İnternational Türkiye'den Kablo TV D Smart Ve Tivibu platformlarından izlenebilir. Çita, Rusya Çita Oblastı, Rusya'ya bağlı Sibirya bölgesinde bir Çita Oblastı'nın idarî merkezi. Batısında Baykal Gölü, Irkutsk ve Ulan Ude, güneyinde Moğolistan yer almaktadır. Yaklaşık 310.000 nüfusa sahip şehirden Trans Sibirya Demiryolu geçmektedir. 52.03 enlem, 113.55 boylamındadır. 1653'te kurulan şehir, 1851'de resmen şehir olarak ilan edilmiştir. Çita Bölgesi (Oblast) Yakutsk Zaman Dilimindedir (YAKT/YAKST). UTC saat farkı +0900 (YAKT)/+1000 (YAKST). Ahmet Özacar Ahmet Refik Özacar (8 Mayıs 1937, Lüleburgaz-23 Ekim 2005, İstanbul), Türk futbolunun ve Beşiktaş’ın Küçük lakaplı eski millî futbolcusu. 6 çocuklu bir ailenin oğlu olan Ahmet Özacar, 1955’te İstanbul’un amatör takımlarından Şehremini Altınok’tan Beşiktaş’a transfer oldu. Aynı dönemde kendisinden 5 yaş büyük Ahmet Berman’la birlikte Beşiktaş’ta yer aldığından “Küçük Ahmet” adıyla anıldı. 1971’e kadar santrfor, sağ açık, sol açık ve sağ iç olarak 16 yıl Beşiktaş forması giydi. 1970’te jübilesini yaptıktan sonra, 1970-71 sezonunda tekrar takıma çağrıldı ve Beşiktaş’ın krizli döneminde 3 lig maçında ikinci yarılarda oyuna “kurtarıcı” olarak alındı. Beşiktaş, Avrupa Kupaları’ndaki ilk galibiyetini 28 Eylül 1960’ta Rapid Wien’i 1-0 yenerek alırken tek gol yine Küçük Ahmet’ten gelmişti. Özellikle derbilerde oldukça başarılı performans gösterdi ve hem Galatasaray’a hem de Fenerbahçe’ye 9’ar gol attı. 3 kez Lig, 2 kez de Federasyon Kupası olmak üzere 5 kez Türkiye şampiyonluğu yaşadı. 1959 senesinde kurulan Türkiye 1. Ligi’nde 309 maçta 98 gol attı. Bunun dışında Türkiye Kupası’nda 5 kez gol attı. Attığı goller kadar, gollük ortalarıyla da ün yaptı. 2 kez A, 1 kez de B olmak üzere 3 kez Millî formayı giydi. Nash dengesi Oyun Teorisi'nin en önemli araçlarından biri olan Nash dengesi, oyuncuların belli özellikler taşıyan strateji seçimlerine verilen isimdir. Nash dengesine göre, her birey ilişkide bulunduğu diğer bireylerin hareketlerini de göz önünde bulundurarak,yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışmalı. Yani bir anlamda bireyin tercihleri, diğerlerinin tercihlerine bağlı. Bu durumda bireyin yalnız kendi çıkarı doğrultusunda değil, diğer kişilerin de çıkarlarına göre bir tavır sergilemesi bekleniyor. Her birey ilişkide bulunduğu diğer bütün bireylerin hareketlerini görerek yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışmalıdır. Her oyuncu, oyun içinde elinde olan eylemlerden birini seçmiş olsun, ve tüm oyuncuların böyle bir seçim yaptığını düşünelim. Bir oyuncu için seçilmiş eylem, diğer oyuncuların seçtikleri eylem gözetildiğinde oynanabilecek (getiri anlamında) en iyi eylem ise, ve bu özellik tüm oyuncular için sağlanıyorsa, bu eylemler bir "Nash Dengesi" oluşturur. Oyuncular, yalın eylemler seçebilecekleri gibi, birden çok eylemi , belli bir olasılıkla oynamayı da tercih edebilirler. Nash Dengesi, Oyun Teorisi kavramına önemli katkıları olan Amerikalı matematikçi John Nash'in adıyla anılmaktadır. Analitik anlamda benzer bir gözlemde bulunan ilk kişi Antoine Augustin Cournot isimli Fransız bir matematikçidir. Cournot bu olguyu iki firmanın, eş zamanlı olarak üretim miktarını belirledikleri kuramsal bir pazar için gözlemlemiş ve detaya dökmüştür. John Nash, 1950 yılında yazdığı doktora bitirme tezinde, bu dengenin, oyuncuların fayda fonksiyonlarının belli özellikleri sağladığı tüm oyunlarda var oduğunu ispatlayarak 1994 Ekonomi Nobel Ödülü'nü almıştır. Daniel Pancu Daniel Gabriel Pancu (d. 17 Ağustos 1977) Rumen futbolcu futbola sağ bek olarak başlasa da şu an orta saha ve forvetde oynamaktadır. Şu anda Rapid București forması giymektedir. Pancu, profesyonel futbola 1994 yılında Romanya 2. Ligi takımlarından FC Politehnica Iaşi takımında başladı. 15 maç forma giydiği ilk sezon sonrasında kendi gruplarında 3. oldular. Ancak 2. olan Dacia Unirea Brăila'ya gelen ceza sonucu takımdan 8 puan düşülünce, Politechnica play-off'lara kalıp, burada da başarılı olunca Liga I'e yükseldi. Pancu, 13 Ağustos 1995'te Steaua Bükreş karşısında ilk birinci lig maçına çıktı. Politechica kötü geçirdiği sezon sonucu, ikinci lige düştü. Pancu sezonda 28 maçta çıkıp 2 gol kaydetti. 1996-97 sezonuna ikinci ligde başlayan Pancu 12 maçta 2 gol attıktan sonra devre arasında birinci lig takımlarından Rapid București'ye transfer oldu. Rapid Bükreş kötü başladığı sezonun arasında Pancu'yu transfer edip, ligi 8. olarak bitirdi. Pancu 21 maçta 6 gol atarak takımın en önemli isimlerinden olmuştu. 1997-98 sezonunda Rapid Bükreş'in başına Mircea Lucescu geçti. Pancu, Lucescu'nun en önemli isimlerinden oldu ve 11 gol kaydetti. Rapid, sezonu lig ikincisi olarak bitirip, son 25 yılda aldığı en iyi lig derecesine kavuştu. Sonraki sezon da Rapid'in ilk 11'inin önemli isimlerinden olan Pancu bu sefer de lig şampiyonluğu yaşadı. Aynı sezon içinde ilk kez uluslararası maçlara çıkan Pancu, 3 UEFA Kupa Galipleri Kupası maçında forma giydi ve Lüksemburg takımı SC Grevenmacher'a ilk maçta 1, ikinci maçta 2-0 aldıkları galibiyetteki 2 golü kaydetti. Sonraki turda ise iki beraberlik alarak Norveç ekibi Valerenga'ya elendiler. 1999'da kariyerinde ilk kez yurtdışına çıkan Pancu, İtalyan 2. ligi Serie B takımlarından Cesena'
ya transfer oldu. 34 maçta forma giyip takımda yer bulsa da ligi 18. olarak bitirip Serie C'ye düşmelerinin ardından tekrar Rapid Bükreş'e döndü. 2000-02 arasında 45 maçta 28 gollük başarılı bir performans göstererek takımını lig dördüncüsü ve üçüncüsü yaptı. İkinci sezonunda Romanya Gol Krallığı'nda ikinci oldu. 2002'de Beşiktaş'ın başına eski hocası Lucescu'nun geçmesiyle beraber Radu Niculescu'yla beraber Beşiktaş'ye kiralık olarak getirildi. Niculescu, takımdan kısa sürede ayrılsa da Pancu formayı kaptı. 10 Ağustos 2002'de ilk resmi maçına Bursaspor deplasmanında çıktı ve takımı 1-0 öne geçiren golü attı. Ligde 31 maç forma giyen Pancu, 7 tane de gol kaydetti. Sezon sonu Beşiktaş, 8 yıl aradan sonra Türkiye şampiyonu oldu. Ayrıca Beşiktaş, UEFA Kupası'nda çeyrek finale çıkarak tarihinin en büyük başarısına imza attı. Pancu, FK Sarajevo'ya 2 ayrı maçta 2 gol, Dinamo Kiev ve Slavia Prag'a da birer gol atıp bu başarıya büyük katkıda bulundu. Sezon sonu bu başarısı sonucu Beşiktaş tarafından bonservisi alındı. Sonraki sezon, ligde önceki sezonuna göre nispeten daha az forma giydi. Buna rağmen 2'si penaltıdan 6 gol kaydetti. Kariyerinde ilk kez UEFA Şampiyonlar Ligi'nda forma giyen Pancu, 6 grup maçında da forma giyip Sparta Prag ve Lazio'ya iki gol attı. Beşiktaş, üçüncü olarak UEFA Kupası'na katıldı. İspanya'da Valencia karşısında oynanan ilk maçta Pancu, 2 gol atsa da Beşiktaş 3-2 yenilmekten kurtulamadı. İstanbul'da ise 2-0 kaybedip elendiler. 2004 yılında Lucescu, Beşiktaş'tan ayrıldıktan sonra bir ara takımdan ayrılacağı konuşulsa da Pancu, Beşiktaş'ta kaldı. Bu sezonda ise 21 maçta forma giydi ve Akçaabat Sebatspor ile oynanan bir maçta 2 gol, Ankaragücü'ne de bir penaltı golü attı. Ligde de Avrupa'da başarı yüzü göremeyen Pancu'nun sezon içinde yaşadığı en önemli olay Beşiktaş'ın kalesini korumak oldu. 17 Nisan 2005'te Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda Fenerbahçe'yle oynayan maçta, 74. dakikada Beşiktaş'tan Pancu, Tümer Metin'in yerine girdi. Beşiktaş bu değişiklikten bir dakika sonra golü bulup 3-2 öne geçti. Ancak 6 dakika sonra Oscar Cordoba ceza sahası içinde yaptığı bir müdahele sonucu penaltıya sebebiyet verip kırmızı kart gördü. Beşiktaş ise Pancu'nun oyuna girmesiyle oyuncu değişikliği hakkını doldurmuştu. Cordoba'nın çıkmasıyla Pancu kaleye geçti. Alex de Souza'nın kullandığı penaltıda doğru köşeye atlasa da kurtarış yapamadı. 3-3 devam eden maçta Pancu, Fenerbahçe'nin uzaktan şutlarına geçit vermedi ve 87. dakikada Koray Avcı'nın attığı golle Beşiktaş maçı 4-3 kazandı. Pancu, bu maçtan sonra "Kadıköy Panteri" olarak anılmaya başladı. 2005-06 sezonuna da Beşiktaş'ta başlayan Pancu, önceki sezon kaleye geçmesinden dolayı 1 numaralı formayı giydi. Ancak sadece 6 maçta oyunda yer aldı. Sezon içindeki tek golünü ise UEFA Kupası ön elemelerinde FC Vaduz'a attı. 2006 yılının Ocak ayında takımdan ayrıldı. Sezonu eski takımı Rapid Bükreş'te kiralık bitiren Pancu, 13 maçta 2 gol atıp Romanya'da bir kez daha lig ikincisi oldu. 2006'da yeniden Türkiye'ye dönen Pancu, Beşiktaş'ta ilk resmi maçında karşısında oynadığı takım olan Bursaspor'a transfer oldu. İlk sezonunda 20 maç oynayan Pancu, 3 gol kaydetti. Ancak parlak bir sezon geçirmedi ve ligde 10. oldular. 2007-08 sezonuna da Bursaspor'da başladı ve 13 maçta forma giydi. Sezonda tek golünü Türkiye Kupası'nda penaltıdan Sarıyer'e attı. Başarısız olduğu 1,5 sezon sonrasında takımdan ayrılıp bir kez daha sezonu Rapid Bükreş'te kapadı. 8 maçta 2 gol ile ligde 3. oldu. 2008'da Rus takımlarından Terek Groznıy'a 2 Rumen futbolcuyla beraber transfer oldu. Çeçenistan bölgesinin takımı olan Terek ile ilk sezonunda lig 10.su oldu. 10 maçta sadece 1 gol kaydedebildi. Sonraki sezon ise 23 maçta 9 gol atarak daha iyi bir performans gösterdi. Takımın en golcü ikinci ismi olan Pancu, buna rağmen takıma ligde bir başarı kazandıramadı. 2009 Rusya Ligi sezonunun bitmesiyle, Pancu, 2009-10 sezonunun ortasında Bulgar ekibi CSKA Sofya'ya transfer oldu. İlk maçında Lokomotiv Plovdiv karşısında alınan 3-2'lik galibiyette bir gol kaydetti. İkinci yarıda 7 maçta forma giyen Pancu, toplamda 2 gol atıp, takımın lig ikinciliğine yardım etti. 2010-11 sezonu için Romanya'ya geri dönen Pancu, FC Vaslui takımına transfer oldu. Önceki sezonunda kariyerinin en iyi başarısı olan lig üçüncüsü takımda yer alan Pancu, uzun aradan sonra UEFA Avrupa Ligi ile uluslararası bir maça çıktı. 2010-2011 sezonu devre arasında tekrar eski kulübü Rapid Bükreş'le anlaşan Pancu çıktığı 13 maçta 6 gol atmıştır. 2015-2016 sezon başında bonservis bedeli olmadan Romanya 1. Lig ekiplerinden FC Voluntari'ye transfer olmuştur. 6 Ekim 2001'de 2002 FIFA Dünya Kupası elemelerinde, 3. maçını oynayan teknik direktör Gheorghe Hagi tarafından ilk kez Romanya millî futbol takımına çağrıldı ve Gürcistan ile 1-1 berabere kaldıkları maçta, 69. dakikada Adrian Ilie'nin yerine oyuna girdi. 2. ve 3. maçlarını kupaya katılmak için oynanan play-off maçlarında oyuna yedekten dahil olarak oynadı ancak Slovenya'ya elendiler. Anghel Iordanescu'nun başa gelmesine rağmen Pancu, yine de millî takıma çağrıldı. 27 Mart 2002'de Romanya'da Ukrayna ile oynadıkları hazırlık maçında ilk kez ilk 11'de maça çıkan Pancu, 17. ve 31. dakikada iki gol kaydetti. Pancu, EURO 2004 elemelerinde de Iordanescu'nun tercih ettiği isimlerden oldu. Elemelerde 7 maçta forma giyen Pancu, Lüksemburg ve Danimarka'ya gol attı. Ancak birinci Danimarka'nın bir puan gerisinde kalan Romanya, aynı puanda oldukları Norveç'tan daha iyi averajları olmasına karşın ikili averaj nedeniyle üçüncü olup turnuvaya katılamadı. 2006 Dünya Kupası elemelerinde de kendine yer bulan Pancu, Romanya'nın ikinci eleme maçında Makedonya'ya bir gol attı. 3. eleme maçında ise bu sefer Andorra'ya 2 gol attı. Andorra maçı Pancu'nun kaptan olarak çıktığı ilk ve tek millî maç oldu. 2005'te Romanya'nın başına Victor Piturca geldi. Onun döneminde de birkaç maça çıkan Pancu, ikinci Çek Cumhuriyeti'nin 2 puan gerisinde kalıp bu turnuvaya da katılamayınca Piturca'nın millî takımı yenileme politikası nedeniyle bir daha millî takım forması giyemedi. Toplamda 27 maçta forma giyen Pancu 9 gol kaydetti. Bu 27 maçın, 5'inde Rapid Bükreş 22'sinde ise Beşiktaş forması giyiyordu. Skype Skype, İnternet üzerinden iletişim ve telefon görüşmesi yapılmasını sağlayan bir yazılımdır. VoIP teknolojisini kullanır. Yazılımının geliştiricileri tarafından kodlanmıştır. Özellikle Amerikalıların çok ucuza konuştuğu bu yazılımla dünyada milyonlarca insana internet veya telefonla konuşma imkânı sağlamaktadır. Ekim 2005'te E-kolay'ın başlattığı kampanyada Skype, eBay tarafından 2,6 milyar dolara satın alınmıştır. 10 Mayıs 2011'de Microsoft'a 8,5 milyar dolar karşılığında satılmıştır. Ağ yönetim tarafında öne çıkan değerlendirmeler Sistem güvenliği tarafında öne çıkan değerlendirmeler Arka planda yapılan veri transferinin nereye yapıldığını ve paketlerin içeriğini kontrol etmek mümkün değil.Günlük düzenli olarak en az 700k akış var. Şifreleme Statik çözümleme yöntemlerinden kaçınılmış. Binarylerin bir bölümü hard-coded anahtar vasıtasıyla XOR işleminden geçiriliyor. Bellekte ayrılmış kısımda tutulan veri şifrelenmiş şekilde tutuluyor, çalışma esnasında decrypt edilip kullanılıyor. Structure overwriting Program, başlangıç anında önceki alanı siler ve ardından şifrelenmiş alanları çözer. Son olarak Skype program import tablosunu yükler, bu sırada orijinal import tablosunun bir kısmını da siler. Unpacking Skype kendine ait bir paketleyiciye sahip gibi görünüyor, bu noktada açık binaryleri görebilmemiz için paketleri çözmemiz gerekecek. Dahili alan tanımlıyıcılarını incelenir ve iç alanda binarylerin içinde saklanmış anahtarları kullanılarak şifre çözümü yapılır. Bütün özel import tabloları incelenir ve ardından ortak import tablolarına ve özel import tablolarına başka bir bölüm eklenerek yeniden inşa edilir. Son olarak auto decryption işlemi için patch yazılır. Sergen Yalçın Ali Rıza Sergen Yalçın (d. 5 Ekim 1972, İstanbul), Türk teknik direktör, futbol yorumcusu ve eski millî futbolcudur. Türkiye'de dört büyüklerin formalarını giymiş iki futbolcudan ilkidir. Sergen Yalçın, futbola Beşiktaş'ın altyapısında başladı. Burada Serpil Hamdi Tüzün'ün Türk futboluna kazandırdığı isimlerden biri oldu. 1989'da Türkiye Genç Takımlar Şampiyonluğu'nu kazanan kadroda yer aldı. Gordon Milne döneminde Beşiktaş A Takımı’na yükseldi. 1991'in başında A takım ile idmanlara çıkmaya başladı. Sarıyer ile oynanan bir hazırlık maçında bir golü ve bir asisti ile adını duyurdu. 1990-91 sezonunun ikinci yarısında zaman zaman 16 kişilik kadroya girse de maçlara çıkmadı. Aynı sezon Beşiktaş PAF takımı İstanbul şampiyonluğunu da kazanırken, Sergen de golleriyle takıma destek oldu. Sergen, ilk resmi maçını 1 Eylül 1991'de Gençlerbirliği'ne karşı oynadı. Sezonun ortasında bir ara tekrar Beşiktaş PAF takımında forma giyse de sezonun ikinci yarısından sonra uzun süre Beşiktaş formasını çıkarmadı. 1991-1996 yılları arasında başarılı performansıyla dikkat çekti ve 2 lig şampiyonluğu, 2 Cumhurbaşkanlığı Kupası ve 1 Türkiye Kupası gördü. Ancak başarılarının yanında kumar, at yarışı gibi tutkuları yüzünden de eleştirildi. 1996-1997 sezonu sonunda sözleşmesi biten Sergen, takım arkadaşı Alpay Özalan ile birlikte Beşiktaş'ın verebileceğinden daha fazla para istediği için kulüple anlaşamadı. Cem Uzan'ın başkanlığını yaptığı İstanbulspor'dan teklif aldı ve 1997 yılında Aykut Kocaman, Oğuz Çetin transferi ile dikkat çeken İstanbulspor'a transfer oldu. İstanbulspor'a geldiği anda, golleriyle takımın Intertoto Kupası'nda gruptan birinci olarak çıkmasına yardım etti. Sezon sonu lig dördüncüsü olup UEFA Kupası'na katılmaya hak kazandılar. Ancak sonraki sezon UEFA Kupası'ndan da ilk turda elenince Cem Uzan başkanlığı bıraktı ve bütün futbolcular transfer listesine kondu. 1998 yılının kasım ayında da yönetimle problemleri olan ve maaşı ödenmeyen Sergen, sözleşmesini tek taraflı feshetti. Uzun süre futbol oynayamadı, Avrupa'd
an kulüplerle görüşse de anlaşma sağlayamadı. 1999'un başında Fadıl Akgündüz'un takımı Siirt JeT-Pa Spor'a transfer oldu.Akgündüz ve Tanju Çolak tarafından Fenerbahçe'ye bedelsiz ve kiralık olarak önerildi. Teknik direktör Joachim Löw'ün onayı ile Fenerbahçe forması giydi. Fenerbahçe'deki performansıyla tekrar millî takıma seçildi. Sezon sonunda Fenerbahçe 3. olsa da iyi oynayan Sergen'in takımda kalmasına karar verildi ve bir sezon daha kiralandı. Ancak teknik direktör Rıdvan Dilmen'in UEFA Kupası'ndan elenince istifa etmesiyle göreve gelen Zdenek Zeman ile Sergen anlaşamadı. İlk yarının sonlarında formasını kaybeden Sergen'in sözleşmesi aralık ayında feshedildi. Türkiye'de tekrar bir takımda forma giyebilmesi için federasyon kurallarına göre "hülle" yöntemiyle, Avrupa'da bir takıma satılması ve oradan Türkiye'ye dönmesi gerekiyordu. Bu yüzden Sergen kâğıt üzerinde Makedon takımı FK Sloga Jugomagnat'a satıldı, daha sonra oradan 2000 yılının başında Galatasaray'a kiralandı. Sergen böylece Refik Osman Top, Ali Soydan ve Saffet Sancaklı'dan sonra 3 Büyükler'de forma giyen 4. futbolcu oldu. Orta sahada gösterdiği başarılı performansıyla takımının lig şampiyonluğu ve Türkiye Kupası'nı kazanmasında büyük emeği geçti. Galatasaray, sezon sonunda UEFA Kupası'nı kazanıp, Türkiye'de ilk kez bir Avrupa Kupası kazanan takım olsa da Sergen, sezon başında Fenerbahçe forması ile kupada maç yaptığı için bu efsane kadroda yer alamadı. Sezon sonlarına doğru takımla problemler yaşayan Sergen, sezon bitince takımdan ayrıldı. EURO 2000'den sonra yine Avrupa'da bir takım bulmaya çalışan Sergen, başarılı olamadı. 2000-2001 sezonun başında ise Trabzonspor'a kiralandı ve 4 büyüklerin tümünde forma giyen ilk futbolcu unvanını aldı. Trabzonspor'la ilk günlerinde sakatlıklarla boğuştu. Daha sonra ise Beşiktaş'tan takım arkadaşı Oktay Derelioğlu ile birlikte antremanları aksatıp, yüksek ücret istediler. Sezon sonunda Trabzonspor 5. olurken, Sergen Yalçın da Trabzonspor ile yollarını ayırdı. 2001-2002 sezonu için tekrar başkan Mehmet Cansun tarafından Galatasaray'a 1 yıllığına kiralandı. Mircea Lucescu'nun yönetiminde kilo fazlasını atan Sergen, performansıyla yine dikkat çekmeye başladı. Sezon sonunda Sergen, Galatasaray'la bir kez daha şampiyonluğu yaşarken, Şampiyonlar Ligi'nde de 9 maçta oynayıp attığı 2 golle, takımının gruplardan çıkmasına yardım etti. 2002 Şubatında çapraz bağları yırtılan Sergen büyük bir şanssızlık yaşadı. Siirt Jetpa'nın Avrupa'dan teklifler aldığı ve Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'ne devam ettiği dönemde sezonu erken kapadı. Ayrıca Türkiye millî takımının 3. olacağı 2002 FIFA Dünya Kupası kadrosunda yer alamadı. 2002-2003 sezonunda Mircea Lucescu, Beşiktaş'a geçerken, Sergen Yalçın da bonservisi ile birlikte ilk kulübü Beşiktaş'a döndü. Beşiktaş'ın 100. yılındaki şampiyonluğunun baş mimarlarından biri oldu ve şampiyonluğun belirleneceği maçta eski takımı Galatasaray'a attığı son dakika golüyle tarihe geçti. Aynı sezon Beşiktaş'ın UEFA Kupası'nda çeyrek final görmesine de yardım etti. 2003-2004 sezonuna Beşiktaş iyi başlarken, Sergen Yalçın, Şampiyonlar Ligi'nde Beşiktaş'ın İngiltere'deki Chelsea zaferinin mimarı olup 2-0'lık galibiyette iki gol attı. Daha sonra bu performansında İngiltere'de Beşiktaş'ın galibiyeti üzerine bahis oynamasının etkisi olduğu söylendi. Aynı sezon Adanaspor'a yatarak attığı golle de çok konuşuldu. 2006-2007 sezonuna kadar Beşiktaş'ın banko oyuncularından biri oldu. Son sezonunda Türkiye Kupası'nı da kazandı. Ancak sezon sonu Jean Tigana tarafından gönderildi. 2006-2007 sezonunda 2. Lig'e yeni yükselen ekiplerden Etimesgut Şekerspor'a transfer oldu. Ahmet Dursun, Serkan Aykut, Ahmet Yıldırım gibi isimlerle forma giydi. Sezona iyi başlasa da, ilerleyen günlerde kadro dışı bırakıldı, daha sonra affedildi. Bir sezon sonra ise adı Ankaragücü ile anılsa da en sonunda Kemal Unakıtan'ın maddi desteğini koyduğu Eskişehirspor'a 8 Temmuz 2007 tarihinde Atatürk Stadyumu'nda düzenlenen imza töreni ile transfer oldu. Eskişehirspor, Süper Lig'e çıkma yolunda ilerlerken yine kadro dışı bırakıldı ve daha sonra kulübüyle yollarını ayırdı. Daha sonra ise futbolu bıraktığını açıkladı. 2008 yılının sonunda Beşiktaş-Galatasaray maçı ile futbolu bırakmayı planlarken, Galatasaray'ın olumlu cevap vermemesi yüzünden jübilesi yapılamadı. Sergen Yalçın Türkiye liglerinde 390 maçta forma giydi, bu maçların 347'si Süper Lig'de, 21'i 1. Lig'de ve 22'si de 2. Lig'de oldu. 230 kez Beşiktaş, 36 kez Galatasaray ve İstanbulspor, 24 kez Fenerbahçe, 22 kez Etimesgut Şekerspor, 21 kez Trabzonspor ve Eskişehirspor formaları giydi. Beşiktaş taraftarı olduğunu da bilinmektedir. 60 kez millî takımlara çağrılan Sergen Yalçın, ilk olarak Beşiktaş PAF takımında oynarken 1 Mart 1989'da Tiflis Turnuvası'nda SSCB'ye karşı U-16 formasını forma giydi. 21 Ocak 1990'da ise yine SSCB'ye karşı oynan bir özel maçta ilk kez U-18 forması giydi. 13 Mayıs 1992'de ise İsrail'le oynanan bir özel maçta U-21 olup, ümit millî formayı giydi. 1993 Akdeniz Oyunları'na katılan Olimpik millî takımda yer aldı. 3 grup maçında 3 gol atarak takımın bir üst tura çıkmasına yardım etti. Yarı finalde Lilian Thuram, Zinedine Zidane, Pascal Nouma gibi geleceğin ünlü oyuncularının barındığı Fransa'yı elediler. Türkiye finalde Cezayir'i yenip tarihinde ilk ve günümüze dek tek olan altın madalyayı kazanırken Sergen de Hakan Şükür ile birlikte galibiyet gollerinden birine imza attı. 27 Eylül 1993'te Polonya maçı için ilk kez A millî takıma çağrıldı. 31 Ağustos 1994'te ise Makedonya karşısında oynanan özel maçta ilk kez A Millî formayı giydi. 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde oynanan 8 maçın 6'sına forma giyip, İsveç ve İzlanda'ya gol attı. Türkiye, grupta ikinci olup Euro 1996'ya gitmeye hak kazandı. Türkiye'nin tarihinde ilk kez katıldığı Avrupa Şampiyonası'nda Hırvatistan ve Portekiz maçlarında forma giydi. 1998 FIFA Dünya Kupası elemelerinde Belçika maçında 57. dakikada oyuna girip, 3 dakika sonra gol attı. Ancak golden 4 dakika sonra kırmızı kart görerek atıldı. Sergen, 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde oynanan 8 maçta da forma giydi ve Moldova'ya 1 gol atarak, takımın Almanya'nın 2 puan arkasından 2. olup, play-off'lara kalmasında yardım etti. Play-off maçlarında da forma giydi ve Türkiye'nin tarihinde ikinci kez Avrupa Şampiyonası'na gitmesinde rol aldı. Euro 2000 kadrosuna da çağrılan Sergen, grup maçlarında İtalya ve İsveç maçlarında forma giydi. Türkiye çeyrek finale kalıp, Portekiz'e elenirken maçın son anlarında oyuna girdi. 2002 FIFA Dünya Kupası play-off'larına çağrılıp, 5-0'lık Avusturya maçında forma giyen Sergen, sakatlığı yüzünden kupaya katılamadı. Son millî maçında 11 Ekim 2003'te 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde İngiltere'ye karşı oynadı. 2008-2009 sezonunun başında Beşiktaş'ın teknik direktörü Ertuğrul Sağlam istifa edip yerine Mustafa Denizli gelirken, Sergen Yalçın yardımcısı olarak göreve başlayacaktı. Ancak lisans yetersizliği yüzünden, 4 Kasım 2008 tarihinde yapılan anlaşma ile Sergen Yalçın, Beşiktaş U-15 takımının antrenörü oldu. Yapılan anlaşmanın bitiş tarihi 31 Mayıs 2010 idi. Lisansının B'den UEFA B'ye çıkartılması için gerekli olan en az altı aylık staj dönemini Siyaz-Beyazlı kulübün U-15 takımında geçirecek olan Yalçın, bu sürede Beşiktaş A Takımı yedek kulübesinde yer alamayacaktı, ancak U-15 takımından daha çok A takımın teknik ekibinde bulunacaktı. Sergen Yalçın'ın eskiden beraber oynadığı Gökhan Keskin altyapı sorumluluğuna getirilirken, kendisi de 2009-10 sezonunun başında Beşiktaş A2 takımının başına getirildi. Takım A2 Ligi'nin Marmara Grubu'nda, güçlü rakiplerinin arasında birinci olarak devam ederken, Sergen Yalçın bir yandan yorumculuğa devam edip A Takım hocası Mustafa Denizli'yi eleştiriyordu. Sezon ortasında, Denizli'nin gençleri oynatmamasını ve ilgisizliği gerekçe gösterip teknik direktörlük görevini bıraktı. 2010-2011 sezonu öncesi Sarıyer Spor Kulübü sportif direktörlüğüne getirildi. 2013-2014 sezonunda 11. hafta sonunda 2 galibiyet, 2 beraberlik ve 7 yenilgi alarak lige iyi bir başlangıç yapamayan Gaziantepspor, Bülent Uygun'la yollarının ayrılmasından sonra teknik direktörlük görevine Sergen Yalçın'ı getirdi. 21 Aralık 2014 tarihinde Roberto Carlos'un Sivasspor'dan ayrılması ile takımda ismi geçmeye başlayan Sergen Yalçın, Sivasspor ile anlaşmaya vardı. 23 Aralık 2014 tarihinde Sivasspor ile ilk antrenmanına çıktı. 25 Ekim 2015 tarihinde Sivasspor ile son antremanına çıktı. 11 Ocak 2017 tarihinde Kayserispor'la anlaşan Sergen Yalçın 22 Nisan 2017 tarihinde Kayserispor'daki görevinden istifa etti. 31 Temmuz 2017 tarihinde Eskişehirspor'la 1 yıllık sözleşme imzalamıştır. Sergen Yalçın futboldan sonra Fanatik Gazetesi'nde ve Vatan Gazetesi'nde köşe yazıları yazmaya başladı. Aynı zamanda TRT1 Stadyum programında, NTV ve NTVSpor kanallarında futbol yorumculuğu yapmaya başladı. Daha sonra bu kanallardan ayrılan Sergen,Kanaltürk'de yorumculuk yaptı. 2014-15 sezonu itibarı ile TRT Spor'da yayınlanmakta olan Göktuğ Sevinçli moderatörlüğündeki Futbol Arenası programında Erman Toroğlu ile yorumculuk yapmakta iken 23 Aralık 2014 tarihinde Sivasspor teknik direktörlüğü görevi nedeniyle programdan ayrılmıştır. Sergen Yalçın, futbolu dışında özel yaşamıyla da oldukça dikkat çeken bir futbolcuydu. Sergen'in at yarışı tutkusu birçok takımında problem olmuştu. Takım arkadaşı Gökhan Keskin, verdiği bir röportajda: "Beşiktaş’a ilk geldiğinde benim yanıma verdiler. Daha 17 yaşındaydı. “Al bu çocuğa göz kulak ol, at yarışı oynuyormuş” dediler. Aradan iki hafta geçti. Bir baktım, ben, Metin ve Sergen beraber at yarışı kuponu yapıyoruz." dedi. Bir dönem "Barbie Operasyonu" adlı fuhuş operasyonunda adı geçtiği için ifade verdi. Biri ara da kumar tutkusu ve Sedat Peker bağlantıları yüzünden soruşturma açıldı. NTV'deki bir programda Sergen, Bayern Münih'in kendisini almak için araştırma yaptığını, ancak bu özelliklerini öğrenince transferden vazgeçtiğini itiraf etmiştir. Sergen, Acun Ilıcalı'
nın "Devler Ligi" adlı eski futbolcuların futbol turnuvasında da forma giymiştir. Yeni Rakı'nın internet üzerinden hazırladığı bir reklamda ve Europen firmasının reklamlarında oynamıştır.Son olarak Finans Bank'ın EnPara reklamlarında oynamıştır. Ayrıca Sergen Yalçın, Yetenek Sizsiniz adlı programda 2011-2012 ve 2012-2013 iki sezon jüri üyeliği yapmıştır. Yapımcılığını Tükenmezkalem Film'in, yönetmenliğini ise Gani Müjde'nin üstlendiği; başrollerinde Emre Kınay , Dilara Gönder , Esra Dermancıoğlu , Belma Canciğer , Murat Dalkılıç'ın oynadığı Sil Baştan tv dizisinde bir diğer başrol Sergen Yalçın'a aittir. 2014 yapımı dizide kendini canlandırmaktadır.. Nermin Erbakan Hatice Nermin Erbakan (d. 1943, Balıkesir - ö. 23 Ekim 2005, İstanbul) Türkiye'nin eski başbakanlarından Necmettin Erbakan'ın eşi. 1943 yılında Balıkesirli Saatçioğlu ailesi’nin kızı olarak dünyaya geldi. İktisat eğitimi aldı. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB)'nde uzman olarak görev yaparken tanıştığı ve danışmanlık yaptığı TOBB Sanayi Dairesi Başkanı Necmettin Erbakan ile 10 Ocak 1967'de evlendi. 1967'de Zeynep, 1974'te Elif, 1979'da Muhammet Fatih adlı çocukları dünyaya geldi. Nermin Erbakan, Refahyol hükümetinin kurularak eşinin önce başbakan yardımcısı ve sonra başbakan olması ile sonuçlanan 1995 seçimlerinde Refah Partili kadınlar ile birlikte önemli rol oynadı. İslami kuralları hayatına uygulama konusunda hassas davrandı. Gece ibadetlerine önem verdiği belirtiliyor. 23 Ekim 2005'te Ankara'da Yüksek İhtisas Hastanesi'nde hayatını kaybeden Nermin Erbakan, İstanbul'da Merkez Efendi Mezarlığı' na defnedildi. Cenaze namazına 50 bini aşkın kişi katıldı. Yenibosna Yenibosna, İstanbul Bahçelievler ilçesi sınırları içerinde bir semttir. Yenibosna Spor Kulübü'ne ev sahipliği yapar. 1990 sonrası yoğun bir nüfus artışı göstermiş ve plansız büyümüştür. Batı kısmı sanayi bölgesi iken, doğusu yerleşim bölgesidir. Son dönemde yapılan büyük siteler (Kuyumcukent, Dış Ticaret Kompleksi gibi) ve tekstil sektörünün outlet mağazları ile canlılık başlamıştır. Altınyıldız Blokları ve İhlas Evleri semtteki önemli sitelerdir. Bunların dışında İstanbul'un batısındaki tüm ulaşım hatlarının kesiştiği ana bir noktadır. Eskiden Bakırköy' e bağlı olan semt daha sonra yoğun göçle birlikte yaşadığı nüfus artışı sebebiyle Bahçelievler' e bağlanmıştır. Semtte Bahçelievler Stadı'da bulunmaktadır. Semtte dört ana cadde bulunmaktadır. Bunlar Yıldırım Beyazıd, Fatih, Dereyolu Mithatpaşa Caddesi ve Sanayi Caddesidir. Semtin ve en işlek caddesi Yıldırım Beyazıd Caddesi'dir. Yenibosna son dönemlerde yapılan yatırımlarla çehresini değiştirmektedir. Semtte ekonomiyi canlandıran yatırımlar Koçtaş yapı market ve eski Zaman Gazetesi merkez binasıdır. Ahmet Dursun Ahmet Dursun (d. 25 Ocak 1978, Gelsenkirchen), eski Türk millî futbolcudur. Futbola SG Wattenscheid 09'da başlayan futbolcu, 1996'da Kocaelispor'a transfer olarak Türkiye kariyerine başladı. 1999-2003 arasında bir lig şampiyonluğu yaşadığı Beşiktaş JK kariyeriyle zirve yaptı. Çin ve Azerbaycan'da da futbol oynayan Dursun, 2014 yılında profesyonel kariyerine nokta koydu. Almanya'da Dayısı Kurtuluş Şahin'in desteği üzeri futbola başlayan Ahmet Dursun, 1995-96 sezonunda 2. Bundesliga ekibi SG Wattenscheid 09'da yer aldı. 20 Nisan 1996'da ilk maçına 1. FSV Mainz 05 karşısında çıktı. İlk sezonunda dört maç forma şansı buldu. 1996-97 sezonunda SG Wattenscheid 09 takımından Mustafa Denizli yönetimindeki Kocaelispor'a transfer oldu ve bu dönemde genç millî takıma çağırıldı. 15 Eylül 1996'da Zeytinburnuspor karşısında ilk Süper Lig maçına çıktı. 27 Kasım 1996'da Çanakkale Dardanel'u 3-0 yendikleri Türkiye Kupası maçında ilk profesyonel golünü attı. O sezonun sonunda bu kupayı kaldırmayı başardılar. Bu kupa da Dursun'un kariyerinin ilk kupasıydı. Ancak sezonun ikinci yarısında tecrübe kazanması Kocaelispor PAF takımına geçti. 1997-98 sezonunda Holger Osieck, Dursun'u takıma monte etti. Sezon içinde oynadığı ilk maçta ligdeki ilk golünü MKE Ankaragücü'ne attı. 2 Ekim 1997'de ilk Avrupa maçına çıktı ve National Bucarest ile oynanan UEFA Kupa Galipleri Kupası maçında forma giydi. O sezon oynadığı 25 lig maçında oyuna genellikle sonradan dahil olmasına rağmen 10 gol atma başarısı gösterdi. Başarılı performansını bir sonraki sezon da devam ettirdi. 1999-00 sezonunda Beşiktaş'a transfer oldu. 28 Temmuz 1999'da Hapoel Haifa ile oynanan UEFA Şampiyonlar Ligi ön eleme maçında ilk kez Beşiktaşlı formayı giydi. 7 Ağustos 1999'da Gençlerbirliği ile oynanan maçta ise ilk kez Beşiktaş ile lig maçına çıktı. Bir hafta sonra ise İnönü Stadı'nda oynadığı ilk lig maçında Samsunspor'a hat-trick yapıp, Beşiktaş'taki ilk gollerini kaydetti. İlk sezonunda oynadığı 30 lig maçında 21 gol atarak başarılı bir performans gösterdi. O sezon Dursun'un Beşiktaş'taki en golcü sezonuydu. O dönemde ligde ve Avrupa'da fazla başarılı olmayan Beşiktaş taraftarları başkan Süleyman Seba'ya tepkisini "Ahmet Dursun, Seba gitsin" tezahüratlarıyla göstermişti. 2000-01 sezonunda Dursun, ligde 12 gol atmayı başardı. O sezon Beşiktaş'ın iki ön eleme turunda da başarılı olması sayesinde Dursun, ilk kez Şampiyonlar Ligi gruplarında forma şansı yakaladı. Dursun'un kariyerinin en önemli maçlarından biri 19 Eylül 2000'de FC Barcelona ile oynanan grup maçıydı. Beşiktaş'ın güçlü rakibini 3-0 yendiği maçta, Dursun iki gol atarak dikkat çekti. 2001-02 sezonunun başında ise sakatlanıp sahalardan birkaç ay uzak kaldı. Daha az maç oynamasına rağmen bir önceki sezonki gibi 12 gole ulaşmayı başardı. Beşiktaş'ın 100. yılında takımın forvetlerinden biri olarak kullanılan Dursun, 23 maçta attığı sekiz golle kariyerinin ilk ve tek şampiyonluğunu yaşadı. Ayrıca UEFA Kupası çeyrek final başarısı gösteren takıma bu kupada üç gol atarak katkıda bulundu. 2003-04 sezonu başında teknik direktör Mircea Lucescu, Dursun'u ilk üç hafta ilk 11'de sahaya sürdü ancak beklediği performansı alamyan Lucescu, futbolcuyu daha sonraki maçlarda oyuna sonradan dahil etti. Ancak ligde ve iki maç forma giydiği UEFA Şampiyonlar Ligi'nde forma şansı bulamadı. Takım arkadaşı Federico Giunti ile giriştiği kavga da Dursun'un Beşiktaş kariyerine büyük darbe vurdu. Futbolcu Giunti ile kavga ettiğini ve ona deodorant şişesi fırlattığını kabul etti. Bu olay sonrasında Beşiktaş, disiplinsiz davranışlarından ötürü Ahmet Dursun'un sözleşmesini Aralık ayında fesh etti. 2002 FIFA Dünya Kupası sonrası Uzak Doğu marketinde Türk futbolcuları karşı gösterdiği ilginin artmasıyla Ahmet Dursun da Çin ekibi Tianjin Teda ile anlaştı ve Nisan ayında yeni sezon öncesi takımına katıldı. Sezonun ilk hazırlık maçında Dursun, takımı adına bir gol kaydetti. Ancak bunun devamı gelmedi ve devre arasına kadar yalnızca üç maçta şans bulup, golle buluşamadı. Çin'e alışmakta zorluk çeken futbolcu 2004 yazında takımdan ayrıldı ve Türkiye'ye dönmeye karar verdi. 2004-05 sezonu öncesi eski takımı Beşiktaş ile deneme antrenmanlarına çıkan ancak teknik direktör Vicente del Bosque'nin beğenmediği Dursun, transferin son gününde İstanbulspor ile bir yıllık sözleşme imzaladı. Türkiye'ye golle dönen futbolcu İstanbulspor forması ile çıktığı ilk maçta Galatasaray'a bir gol attı. Yarım sezon kaldığı İstanbulspor'da beş gol ile eski formunu tekrar yakaladığını gösterdi. Dursun, Ocak 2005'te yeniden Beşiktaş'a transfer oldu. İkinci Beşiktaş dönemi 1,5 sezon süren Dursun, ligde sadece iki golle buluştu. Beşiktaş'taki ikinci döneminin tesellisi 2005 yılında kazandıkları Türkiye Kupası oldu. Dursun, iki maç forma giydiği bu turnuvada bir gol kaydetmişti. Konyaspor'a attığı bu gol de Beşiktaş için attığı son goldü. Rıza Çalımbay döneminde Souleymane Youla'nın daha fazla forma şansı bulmasıyla Dursun, motivasyonunu kaybederken, Çalımbay'ın yerine gelen Jean Tigana'nın yeni transferler Bobo ve Gökhan Güleç'e görev verip Dursun'u planlarına dahil edilmemesiyle de sezon sonu Beşiktaş'tan ayrıldı. 2006-07 sezonunde sürpriz bir şekilde 2. Lig'de mücadele eden Etimesgut Şekerspor'a transfer oldu. Eski takım arkadaşları Sergen Yalçın, Tamer Tuna ve Ahmet Yıldırım ile gittikleri bu takımda oynadığı 11 maçta altı gol kaydederek ligin seviyesinin çok üstünde olduğunu gösterdi. Ancak takımın finansal anlamda verdiği sözleri tutmaması nedeniyle devre arasında tekrardan Süper Lig'e dönerek Antalyaspor'la anlaştı. Antalyaspor'da 11 maç forma giyip, iki gol kaydeden futbolcu takımının küme düşmesine engel olamadı. Sezon sonunda Süper Lig'e Ankaragücü forması ile geri döndü. Ancak sadece ilk maçında gol kaydedebilen futbolcu devre arasında ilk deneyimlerini yaşadığı Kocaelispor takımına transfer oldu. Eski gol sayılarına ulaşamasa da sezonun ikinci yarısında Kocaelispor'un değişmezlerinden olan futbolcu, ilk kez forma giydiği 1. Lig'ta şampiyonluk yaşadı ve takımı Süper Lig'e yükseldi. 2008-09 sezonu Dursun'un son kez Süper Lig'de forma giydiği dönem oldu. Yarım sezonda sekiz maçta üç gol kaydetti. Şubat 2009'da bir kez daha yurtdışına çıkan futbolcu Azerbaycan'ın Hazar Lankaran takımında oynadı. Burada 10 lig maçında beş gol atarak, iyi bir performans gösterdi. 2010-11 sezonu için 1. Lig takımlarından Adanaspor'un yolunu tuttu. 2010-11 sezonunun devre arası transfer döneminde ise 2.Lig Kırmızı Grup ekiplerinden olan Eyüpspor ile 1.5 yıllık anlaşmaya imza atmıştır. Burada 10 Ocak 2012 tarihinde sakatlıklardan dolayı kariyerine nokta koyduğunu açıkladı. Ahmet Dursun 3 Ocak 2014'ten itibaren futbol hayatına devam edeceğini açıkladı. Burada 3 maça çıkan Dursun aktif futbolculuk hayatını burada sonlandırdı. 2015-16 sezonu devre arasında bu sefer amatör olarak sahalara dönme kararı alan Dursun, eski Galatasaray'lı Evren Turhan ile birlikte 2. Amatör Lig ekibi Büyükdere SK ile anlaştı. Sakatlığı nedeniyle bir süre forma şansı bulamasa da oynadığı ilk maçta futbolcu golle buluşmayı başardı. Dursun, 1994'ten itibaren çeşitli seviyelerde Türk millî takımı forması giydi. 1998 yılında Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımı forması giymeye başladı. 2000 UEFA Avru
pa 21 Yaş Altı Futbol Şampiyonası eleme maçlarında yedi maçta forma giyip, bir gol attı. Türkiye, Almanya gibi bir ülkeyi geride bırakarak tarihinde finallere kaldı. Dursun, final kadrosuna dahil edildi. İlk grup maçında ev sahibi Slovakya'ya 2-1 yenildikleri maçta bir gol attı. Diğer grup maçlarında da oynadı ama bir üst tura çıkamadılar. 2000 yılında Türkiye'deki ilk hocası Mustafa Denizli'nin çalıştırdığı Türkiye millî futbol takımına ilk kez çağrıldı ve 23 Şubat 2000'de Norveç ile oynanan hazırlık maçında ilk kez forma şansı buldu. O sene üç kez millî olan futbolcu, millî formayı daha sonra terletemedi. 2014 Mart'ından itibaren Star TV'de yayınlanan Survivor'da, ünlüler takımında yer almıştır. Yarışmada 111 gün kaldıktan sonra Merve Aydın'la birlikte 3. olmuştur. 22 Şubat 2015 tarihinden itibaren Survivor All-Star'a katılmış fakat sağlık problemi nedeniyle 17 Mart 2015 tarihinde çekilmek zorunda kaldı. Veysel Cihan Veysel Cihan (d. 4 Şubat 1976; Avanos, Nevşehir), Türk eski futbolcudur. 1. Lig ekiplerinden Boluspor'da forma giymiştir. Oynadığı tüm ekiplerde mümkünse memleketi Nevşehir'in plaka kodu olan 50 numaralı formayı giymektedir. Denizlisporda iken lakabı "Maradona Veysel" ve Antalyaspor'da "Reis" idi. Futbola, Avanos’ta başladı. 1994-1998 yılları arasında Nevşehirspor, 1998-2002 yılları arasında Denizlispor, 2002-2004 yılları arasında da Gençlerbirliği formasını giydi. Kariyerinin ilk ciddi çıkışını Denizlispor’da yapan Veysel, Gençlerbirliği’nde sergilediği oyunla da futbolseverlerin beğenisini kazandı. 2004-05 sezonu başında Beşiktaş’a transfer oldu. 2005-06 sezonu ortasında Beşiktaş'tan Gaziantepspor'a transfer oldu. Daha sonra 2006/2007 sezonundan 2008-2009 sezonuna kadar Konyaspor formasını giymiştir. 2009-10 sezonundan Antalyaspor'a transfer oldu.Son olarak 2010-11 setzonun bitimine kadar Antalyaspor'da forma giymiştir ve sözleşme bitimi takımsiz kalmıştır. 2011-12 sezonunun transfer dönemini son haftasinda 1. Lig ekiplerinden Boluspor'la anlaşarak buraya transfer oldu. 4 kez millî takımlara çağrılan Veysel Cihan, 4 kez Türkiye A2 millî takım formasını giymiştir. Somut Şiir Manifestosu Somut şiir manifestosu Augusto de Campos tarafından kaleme alınmıştır. Somut şiir; görsel şiir ve deneysel şiir olarak da bilinen şiir türüdür. Türk Edebiyatı'ndaki başlıca temsilcileri: Serkan Işın ve Tarık Günersel'dir. Halit Güven Kocabal Halit Güven Kocabal, 12 Nisan 1980 doğumlu orta saha oyuncusu. Futbola 10 yaşında İstanbulspor’da başladı ve 14 yıl boyunca bu takımın formasını giydi. Yaşadığı sakatlıklar nedeniyle çeşitli zamanlarda futbola ara verdi. 17 yaşında ayağı Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nde takım arkadaşı olan Mustafa Doğan'la karşılaştığı bir poziyonda kırıldı ve sezonu kapattı. 1 sezon sonra aynı ayağı yeniden kırıldı, uzun süre sakatlığı nedeniyle oynayamadı. İyileşti ancak talihsizlik kendisini bu sefer idman sahasında yakaladı ve aynı ayağı yeniden kırıldı. Aynı ayağının 3 kez kırılmasına rağmen, gençliği ile tekrar futbola döndü. 13 kez Genç Milli Takım’da oynadı. 2005/2006 sezonu başında Beşiktaş’a transfer oldu. Ancak Beşiktaş'ta sakatlığının da etkisi ile forma şansı bulamadı ve bir sonraki sezon Kayseri Erciyespor'a transfer oldu. En son olarak da şu an top koşturduğu Eyüpspor'a transfer olmuştu . Koray Avcı (futbolcu) Mustafa Koray Avcı (d. 19 Mayıs 1979, Kocaeli), orta saha pozisyonunda oynayan Türk eski futbolcudur. 19 Mayıs 1979’da İzmit’te dünyaya gelen Mustafa Koray Avcı, futbola Kocaelispor’un alt yapısında başladı. 2 yıl sonra 2. Lig takımlarından PTT’ye transfer oldu. Bir süre Batman Petrolspor’un formasını giyen Avcı, 1997 yılında profesyonel oldu. 1999-2000 sezonunda transfer olduğu Çaykur Rizespor'da 5,5 yıl görev yaptı. Avcı, 2004-2005 sezonu devre arasında Beşiktaş ile 3,5 yıllık bir sözleşme imzaladı. Performansıyla beğeni toplayan Koray, 2006 yılında sözleşmesini 3 yıl daha uzatan sözleşmeye imza attı. Fenerbahçe maçında takımının son (4.) golünü atarak dikkat çekmiştir ve taraftarının sevgisini kazanmıştır. Koray Avcı 2007-2008 sezonunun devre arasından itibaren Manisaspor forması giymiştir. Manisaspor'un küme düşmesi üzerine, 2008-2009 sezonunda Gençlerbirliği'ne transfer olmuştur. 2009-2010 sezonunda ise Kasımpaşa'da oynamıştır. Ardından 2010-2011 sezonunda Çaykur Rizespor'la 2 yıllık sözleşme imzalamıştır. 2011-12 sezonunun yaz transfer döneminde 2. Lig ekiplerinden Şanlıurfaspor'a transfer oldu. 18 kez millî takımlara çağrılan Koray Avcı, 1 kez Türkiye U-19, 10 kez Türkiye U-21, 6 kez de Türkiye A millî takım forması olmak üzere toplam 17 kez millî formayı giymiştir. Bayağı atmaca Bayağı atmaca ("Accipiter nisus"), atmacagiller (Accipitridae) familyasından bir atmaca türü. Bazı bölgelerde kırgı da denir. Koyu kurşuni ve kahverengi tüylü olup, göğsü beyaz kahverengi çizgilidir. Kısa, yuvarlanmış kanatlı, yelpaze gibi açılan uzun kuyruklu olduğundan ağaçlar arasında rahatlıkla manevra yaparak avını takip eder. Kıvrık, kısa gagalı olup, ince, uzun, yırtıcı pençeleri ile fare, kuş ve sincapları kapar. Bodur ağaçlıklı ormanlarda barınır. Çit ve yol kenarlarında gündüz avlanır. Ağaçlar üzerinde yuva kurar. Yuvasının içini saç, kıl ve kök püskülleri ile döşer. Senede 3-5 yumurta yumurtlar. Erkeği dişisinden küçüktür. Eşlerin her ikisi de yavrularına yiyecek taşırlar. Türkiye’de yaşayanları, kış mevsiminde Kuzey Afrika ve Hindistan’a göç ederler. Kar Kar, beyaz, parlak, çoğunlukla altıgen şekilli, buz kristallerinden oluşan bir yağış çeşididir. Buz kristalleri 0 °C altında su buharının Yoğunlaşması ile oluşur. Çok sayıda kar kristal çeşidi olmasına rağmen hepsi altı köşelidir. Kar tanelerinin kristal yapıları birbirinin tıpa tıp aynısı değildir. Mikroskopla büyütülen kar taneleri üzerinde yapılan araştırmalarda, kristal yapıları birbirinin aynı olan iki kar tanesine rastlanmamıştır. Kar kristalleri üzerinde ilk araştırmaları yapan ABD'li Wilson Bentley, gördüğü muhteşem sanat karşısında adeta büyülenmiş ve elli yıl boyunca sürekli kar kristali fotoğrafı çekmiştir. Elde ettiği 6000 resim içinde kristal yapıları birbirinin aynı olan iki kar tanesine rastlayamamıştır. Daha sonraları diğer bilim adamlarının sürdürdüğü çalışmalar neticesinde şimdiye kadar kar tanecikleri arasında aynı büyüklükte, aynı şekilde ve aynı sayıda su molekülü ihtiva eden iki kristal bile bulunamamıştır. Kar kristallerinin şekillerinin çok fazla çeşitlilik göstermesi, popüler olan "birbirine benzer iki tane yok" ifadesine yol açmıştır. İstatistik olarak mümkün olmasına rağmen, yere inerken kristalin maruz kaldığı sıcaklık ve nem çok fazla değişkenlik gösterdiği için aynı şekilde iki kristal oldukça ender oluşur. 1885 yılından itibaren mikroskopla fotoğraflama yöntemi ile ikiz kar kristali arama girişimleri sonucunda bugün binlerce kar kristalinin farklı varyasyonlarını bilmekteyiz. Aynı koşullarda oluşan kar kristallerinin birbirlerine benzer olmaları, oluşum ortamları birbirine ne kadar çok benzerse, o kadar olasıdır. Birbirinin aynısı iki kar kristali 1988 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin Wisconsin eyaletinde tespit edilmiştir. Çapları 2–4 mm, ağırlıkları ise yaklaşık 0,005 gram olan kar tanecikleri havanın gösterdiği direnç sebebiyle süzülerek (limit hızla) yere inerler. Bu inme sırasında tanecikler birbirlerini ittiklerinden yapışmazlar. Özelliklerini koruyarak yere inerler. Bunlar güneş ışığını tamamen yansıttıkları için beyaz olarak görülürler. Kar yağışı genellikle hava sıcaklığı -4 °C ilâ -20 °C arasındayken olur. Bu yağış, sıcaklık sıfırın altında birkaç derece olduğunda ağır, nemli, ebatları bir santimetreye ulaşan parçalar halinde gerçekleşir. “Lapa lapa kar yağması” tabiri bu durum için kullanılır. Atmosfer ile toprağın sıcaklıkları eşit olursa yüzeye ulaşan kar hemen erimez. Toprak sıcaklığı atmosfer sıcaklığının üzerinde ise, yere düşen kar kısa sürede erir. Dünya üzerinde bir bölgede, kar yağışı olma ihtimali, o bölgenin ekvatordan uzaklık ve deniz seviyesinden yüksekliği ile doğru orantılıdır. Buna rağmen ılıman bölgelerin kara iklimi görülen kısımlarında, ekvatordan uzaklık ve denizden yükseklik şartları yeterli durumda olmasa bile, kar yağışı görülür. Yapılan araştırmalarda bütün yağışların altı veya sekizde birinin kar olarak gerçekleştiği anlaşılmıştır. Karın, tarım toprağını koruması ve nemli tutmasında önemi büyüktür. Kar, yeryüzü ve yeraltı su rezervlerinin ana kaynağıdır. Kar, -8 °C’de, bitkilerin üzerinde ince bir hava tabakası bırakarak, bu bölgeyi 0 °C olacak şekilde örter. Kış boyunca toprak ve bitkileri donmaktan koruyan kar, ilkbaharda sıcaklığın artmasıyla eriyerek nehirlere ulaşır. Ayrıca kışın yağan ve dörtte üçü üst kısımlarda kalan kar, yaz kuraklığına karşı da toprağı ve bitkileri korumuş olur. Karda bulunan amonyak, kar erimesiyle birlikte toprakta kalır. Bu amonyak, azot bakterileri tarafından kalsiyum nitrat gibi azot tuzlarına çevrilerek bitkilerin azot ihtiyacını karşılar. Genellikle çapları 2-4 mm, ağırlıkları ise yaklaşık 0,005 gram'dır. Kar tanesi, oluşmaya başladığı zamanki sıcaklığa ve neme göre şekil alır. Nadiren yaklaşık -2 °C derecede kar taneleri simetrik üçgen şeklinde oluşur. Kar tanelerinin çoğu çıplak gözle düzensiz görünür, ama resimlerde şekillerin çekiciliği nedeniyle mükemmele yakın görülebilir. İnce ve düz şekilli kristaller hava 0 °C ila -3 °C arasında oluşur. -3 °C ila -8 °C arasında kristaller iğne, içi boş sütunlar veya prizmalar (uzun ince kalem şekli) şeklinde oluşur. -8 °C. ila -22 °C arasında tabak şekline döner ve bazen dallı ve dendritik özellikler taşır. Sıvı ile buz arasındaki buhar basıncının maksimum farkı yaklaşık -15 °C derecede görülür ve bu ısıda kristaller sıvı damlacıklarını tüketerek hızla büyürler. -22 °C derece altında kristaller sütun şekline girer ancak çok daha karmaşık büyüme modellerine de sahiptir. Sütunlar, düzlemler, yan-düzlemler, kurşun-rozetler gibi şekiller oluşur. Eğer bir kristal yaklaşık −5 °C derecede sütun şeklinde bir büyüme eğiliminde ise, bu
sütunlar daha sıcak bir havaya rastladığında sütunun sonunda bir tabak-plaka veya dendritik şekiller oluşur, ve bu kristallere "şapkalı sütun" denir. Dünyada kutup bölgeleri ve ılıman iklimin iç kısımları kar yağışının yoğun olduğu bölgelerdir. Kar yağış sınırı, kuzey yarımkürede 30° enlemini, Güney yarımkürede 25-30° enlemleri aralığını takip eder. Dağlık alanlarda yükselti nedeniyle kar yağışı artar. Kar yağış sınırının en yüksek olduğu alan subtropikal çöl alanlarıdır. Kar tanelerinin şekli ve niteliğine göre değişik isimlendirmeler yapılır: Karyotip Karyotip, bir hücredeki kromozomların özdeş çift kromozomlar halinde eşlendikten sonra belli bir düzene göre sıralanmasıdır. Her bireyin kromozom sayısı, şekli ve büyüklüğü onun karyotipini ifade eder. Karyotipten faydalanılarak çeşitli türlerin kromozom haritaları çıkarılabilmektedir. Kromozomlarda kısa kol p, uzun kol q adını alır. Kromozomlar boylarına, sentromerlerin yerine göre birden yirmi ikiye kadar numaralanmış ve yedi gruba (A,B,C,D,E,F,G) ayrılmıştır. Cinsiyet kromozomları X,Y olarak ayrıca belirtilmiştir. X kromozomu 6. kromozoma benzer. Y ise 21 veya 22 kadar veya daha büyüktür. Karyotip, deri ve kan hücrelerinden, gebelik sırasında (prenatal tanı) bebeğe ait hücrelerden, tümör ve kemik iliği hücrelerinden özel metotlarla elde edilir ve özel boyalarla boyanır. Bu yöntemlerle bazı kromozom hastalıklarının teşhisi yapılır. Normal karyotip erkekte 44 + XY , kadında 44 + XX’tir. Down sendromunda 21. kromozom çiftinde iki yerine üç kromozom mevcuttur. Günümüzde mongolizm terimi yerine "trizomi 21" terimi kullanılmaktadır. Turner sendromunda eşey kromozomu olarak yalnız bir X kromozomu bulunur. 44 + X0 olarak tanımlanır. Klinelfelter sendromunda ise cinsiyet kromozomlarında bir X fazladır. Karyotipi 44 + XXY’dir. Bu bahsedilen hastalıklar doğuştan olan ve vücudun çeşitli yerlerinde bozukluklarla seyreden durumlardır. Bazen de aynı kişide farklı hücrelerden farklı karyotipler elde edilir ki buna “mozaizm” denir. Kasırga Kasırga ya da tropikal siklon, büyük çaplı ve çok şiddetli Beaufort ölçeğine göre saatte 118 km'den (75 milden) fazla hızla ve dönerek esen tropik rüzgâr. Doğu Büyük Okyanus ve Güney Atlantik hariç subtropikal ve tropikal iklim kuşağındaki bütün sıcak denizlerde sık sık meydana gelir. Ağustos, Eylül aylarında Antiller'de görülür. Batı Büyük Okyanus’unda Tayfun adını alır. Başlangıç ve mevsim sonu kasırgaları, Karayiplerin batısında görülür. Orta Amerika kıyılarının biraz açıklarında Büyük Okyanusunda ve Meksika Körfezi'nde de sık sık rastlanır. "Kasırga" kelimesi, Eski Türkçedeki "kasırku" sözünün günümüze ulaşmış biçimidir. "Kasırku" ise "titretmek, sallamak" anlamına gelen "kasmak" fiilinden türemiş "fırtına" anlamına gelen bir sözdür. Kasırga kelimesinin İngilizcedeki karşılığı "Hurricane"dir. Bu kelimenin Orta Amerika'da yaşamış olan Mayaların kullandığı "Huracan" kelimesinden geldiği söylenir. Mayaların dilinde "Huracan", büyük rüzgârların (fırtınaların) ve kötü ruhların tanrısı anlamına gelirdi. "Hurricane", İspanyolca ""Huracán"" kelimesi üzerinden türetilmiştir. ve "Kasırga isimleri listesi" Kasırgalara adları, Dünya Meteoroloji Örgütü'nün daha önceden belirlediği listelere göre belirlenir. Bu amaçla Atlas Okyanusu'yla ilgili kasırgaları adlandırmak üzere erkek ve kadın adlarından hazırlanmış altı liste vardır. Her altı yılda bir tekrar ilk listeye dönülür. Listedeki her adın ilk harfi albetik sıraya göre belirlenir. Q, U, X, Y ve Z harfleriyle başlayan adlar kullanılmaz. Bir fırtınanın hızı, saatte 200 km'yi geçerse kasırgaya dönüşmüş olarak kabul edilir ve bu listelerde sırada bulunan ad, o kasırgaya verilir. Atlantikte ortalama yılda yedi kasırga oluştuğundan doğu Büyük Okyanus'ta de yaklaşık aynı sayıda kasırga meydana gelir. 1890-1910 arası çok, 1910-1930 arası az, 1930-1950 arası çok sık kasırga oluşmuştur. Kasırgaların ekseni kuzeybatı yönünde eser. Şu ana kadar Türkiye'de bir kere olup İzmir'in üstünden geçmiş ve 10-20 saat içinde Türkiye'yi terk etmiştir. Ayrıca İstanbul'da bazı siklonik depresyonların (45–50 km hızla eser) 4–5 m dalgalara neden olduğu, demir direkleri devirdiği, basket potalarını parçaladığı ve hatta ağaçları yerinden söküp 150 metreye kadar kaldırdıkları bilinir. Kuzey Atlantik'teki kasırgalar genellikle hazirandan ekime kadar sürer. Bu süre içinde deniz yüzeyinde sıcak ve nem en fazladır. Mayıs ve kasım aylarında daha az, diğer aylarda ise pek seyrek meydana gelir. Kuzey Atlantik bölgesinde yılda meydana gelen ortalama trohadi loopik siklon miktarı sekizdir. Bunun beşi ise kasırga tipindedir. Eylül ayında Atlantik Okyanusu'nun güneyindeki büyük subtropikal anti-siklon bölgesinde tropik fırtınalar eser. Antisiklon bölgesinin güneyinde esen doğu rüzgârları tarafından tahrik edilerek birkaç günlüğüne batı yönüne kayar. Fırtınaların çoğu antisiklon bölgesinin batı ucundan kıvrılarak bazıları Amerika'yı kasıp kavurur. Diğerleri ise kıyıdan geçer. Diğer fırtınalar kıvrılmadan batı yönünde doğruca eserek Meksika Körfezi'ni veya Orta Amerika'yı etkisi altına alır. Mevsimin başında ve sonunda patlak veren kasırgalar meydana geldikten sonra kuzey yönünde eserler. Fırtınaların hızı ortalama 80–240 km'yi bulur. Tropik bir siklonun kasırga olarak adlandırılabilmesi için hızının en azından 117 km/saat olması gerekir. Genellikle saate 240 km’den fazla hıza sahiptirler. Sebep oldukları doğrudan zarardan başka rüzgârlar felaketlere yol açan büyük deniz dalgalarına ve denizin kabarmasına yol açarlar. Carolis hareketleri adı verilen hareketler nedeniyle kuzey yarım kürede esen rüzgârlar saat yelkovanının tersi yönünde, güney yarım kürede ise saat yelkovanı yönündedir. Kasırgalarla birlikte yağış da gelir. Tropik bir rüzgâr kuşağının ortalama yağış miktarı 75–150 mm'dir. Daha çok yağış düştüğü de olur. Böyle yağışlar karaların iç kısımlarında ciddî sellerin oluşmasına neden olur. Çok yüksek hıza sahip olan bulutların taşıdığı yağmur, genellikle daha sakin bir bölge olan kasırganın dönen kısmının arkasına düşer. Kasırganın çapı 50–800 km genişliğindedir. Büyük kasırgalarda havanın akımı 12.000 m’den daha üst bölgelere kadar etki eder. Hatta bazı kasırgalarda bu etki statosferde dahi görülebilir. Sağanak yağmur getiren kümülüs ve kümülinimbüs bulutları rüzgâr kuşağında sarmal bir şekil almaya meyillidirler. Şekiller radar ekranında görülebilmekte ve böylece muhtemel bir kasırganın gelişi anlaşılmaktadır. Kara istasyonları, uçaklar ve denizdeki gemiler, radarlar yardımıyla kasırgaları takip edebilmektedirler. Kasırganın merkezine (gözüne) yaklaşıldıkça rüzgârın hızı kesilirse de tamamen durmaz, yağış durur. Ortadaki bulutlar kaybolur, alçak bulutlar genellikle kalır. Aralarından güneş ışınları geçer. Kuşlar kasırga gözüne kapılır ve sürüklenir. Kasırga gözü geçtikten bir saat sonra ters yönde daha kuvvetli bir rüzgâr eser. Kasırganın orta kısmı (otağı) sıcaklık normalden 10°-15 °C daha yüksektir. Çünkü, buradaki hava daha az hareketlidir. Yanlardaki yüksek hava basıncından merkezdeki alçak hava basıncına doğru kuvvetli bir hava akımı meydana gelir. Fakat bu iç hava akımı adı verilen oluşumun kuvveti, kısmen de olsa sürtünme ile hafifler. Kasırganın göz ve odak merkezi kısmından dış kısımlara özellikle yukarıya doğru merkezkaç kuvvetleri aracılığıyla bir hava akımı oluşur. Bu bölgede rüzgâr hızı azalır. Deniz seviyesindeki şiddetli siklonik akıma karşı antisiklonik bir akım meydana gelir. Kasırgalar, buharla çalışan basit bir motora benzetilebilir. Kasırgayı hareket ettiren güç, iç hava akımıdır. Hareketini sıcaklık değişiklikleri sağlamaktadır. Mal ve can kaybına sebep olan kasırgalar üzerinde senelerdir çalışmalar yapılmaktadır. Uydular ve diğer meteorolojik izleme aletleri kullanılarak kasırgaların doğuşu, takip ettiği yollar, büyüklüğü ve zararları hakkında yardımcı bilgiler alınmaktadır. Didaktik şiir Didaktik (öğretici) şiir, belli bir düşünceyi aşılamak veya belli bir konuda öğüt, bilgi vermek, bir ahlak dersi çıkarmak amacıyla öğretici nitelikte yazılan, duygu yönü az olan şiir türüdür. Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig, Aşık Paşa’nın Garibname, Nabi’nin Hayriye bu türün ünlü örnekleridir. Tanzimat’tan sonraki Türk Edebiyatında Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend; Tevfik Fikret’in Haluk'un Defteri ve Şermin; Mehmet Akif’in Süleymaniye Kürsüsünde, Asım adlı eserleri de bu tarzda yazılmış ünlü eserler. Fabl türündeki eserler de örnek olarak gösterilebilir. Rap Rap, Hip hop kültürünün müziğidir. Rap'in yanı sıra, rap müziğin altyapılarını oluşturan DJ'lik, bu kültürün dansı breakdance ve duvarlara şekiller ile yazı ve görsel çizilerek oluşturulan graffiti gibi Hip hop'un dört ana sanat faaliyeti vardır. Rap'in "Rhytm And Poem" ("Ritim ve Şiir" ya da "Ritmik Şiir") veya "Rhytmic African Poetry" ("Ritmik Afrika Şiiri") sözcüklerinin kısaltması olduğu görüşü yaygın olsa da aslında rap kelimesi, İngilizce sözlük anlamı olarak "ağır eleştiri" anlamına gelmektedir. Rap, sözlerin müziğin tempo ve ritmine uyarlanarak söylendiği bir yapıdadır. Rap yıllar boyunca değişim geçirmiştir ve rap içinde çeşitli alt türler oluşmuştur. Bunlara örnek olarak Gangsta, G-funk, Hardcore, Party ve Pesimist rap gibi örnekler gösterilebilir. Kökeni 1970'lerde özellikle Afrika kökenli insanların yaşadığı Amerika'nın kenar mahallelerine, bir diğer deyişle gettolara dayanmaktadır. Kültürel kökeni Amerika'da olmasına karşın, bilinen ilk rap parçası İtalyan Adriano Celentano'nun Prisencolinensinainciusol şarkısıdır. Rap çoğunlukla orta, hızlı ve bazen de Gangsta tarzı yavaş bir ritim ile söylenir. Bu şekilde müziğin temposuna uygun olarak kafiyeli kelimelerden oluşan sözler söylemek de MC'lik olarak adlandırılmaktadır. MC'nin açılımı olarak Master of Ceremonies (Seremoni Ustası), Microphone Control ya da Mic Check (Mikrofon Kontrol) gibi terimler söylenebilir. Rap terimi 1979 yılında keşfedilen iki kayıt sayesinde Hip hop ile özdeşleşmiştir. Bunlardan ilki King Tim III'nin Personality Jock'u Hip-Hop'un bilinen ilk ka
ydı olarak tarihe geçmiştir. Keçi Keçi ya da evcil keçi ("Capra aegagrus hircus"), boynuzlugiller (Bovidae) familyasının sığırlar (Bovinae) alt familyasından "Capra" cinsini oluşturan memelilere verilen ad. Elde edilen kürke post adı verilir. Sarp yamaçlara rahat tırmanır, patika ve uçurumlar kenarında dolaşmaktan çekinmezler. Bundan dolayı zor geçitlere keçiyolu denir. Evcil olanları sütü, derisi ve tiftiği için beslenir. Taze filiz ve yaprakları severler. Ağaçların büyüme zamanlarında yeni açılgınlarını yediklerinden baharda zararlı olabilirler. Son yıllarda yapılan araştırmalarda ormana zarar verdikleri tezini çürüten bilim insanları vardır. Aksine ormanın yangına karşı korunmasına katkıda bulunduğuna dair tezler ortaya atılmıştır. Yaşlı bir erkeğin önderliğinde sürü halinde gezerler. Yabanileri ormanlarda çalı ve genç ağaçların filiz ve kabuklarını yediğinden zarar verebilirler. Ancak belirli mevsimlerde belirli alanlarda otlamaları engellenerek zararları engellenip, doğaya katkısından faydalanılabilir. Yavrusuna oğlak, erkeğine teke, bir yaşındaki erkek ve dişisine çebiç denir. Malta keçisi, boynuzsuz bir keçi cinsidir. Gerdanında memeye benzer iki uzantı mevcuttur. Beyaz ve uzun tüyleriyle dikkat çeken Keşmir ve Ankara keçisi, tiftiği çok beğenilen keçi cinslerindendir. Malta keçisi ile Saanen keçisi, dünyada en çok süt veren keçi cinslerindendir. Bu keçilerin yıllık laktasyonu 1000 kg civarındadır. Genelde keçilerin derileri eldiven, çanta ve ayakkabı yapımında, kılları ve yapağıları ise dokumacılıkta kullanılır. Keçilerin sütü az yağlı ancak besleyicidir. Keçiler, eski çağlardan beri evcil olarak insanoğlunun hizmetindedir. Türkiye'de kıl keçisi, tiftik keçisi, Kilis keçisi, Halep keçisi, Maltız keçisi ve Saanen keçisi olmak 6-7 çeşit keçi ırkı vardır. Keçilerin gebelik süreleri 23 hafta kadardır. Genellikle 1-2 yavru doğururlar. Yavruları kıllı ve gözleri açık doğar. Birkaç saat içinde annelerini takip etmeye başlarlar. Oğlaklar 6 ay içinde erginleşip üreyebilirler. 12-15 yıl kadar yaşarlar. Kemosentez Kemosentez, ışık enerjisi olmadan organik madde üretilmesidir. Gereken enerji; demir, kükürt, hidrojen veya azot gibi inorganik bileşiklerin veya metanın oksitlenmesiyle elde edilir. Fotosentezde, klorofile sahip canlılar, hammadde olarak HO (su) ve CO (karbondioksit) veya HO yerine HS veya sadece H kullanmak suretiyle karbonhidratları sentez ederler. Fotosentez, enerjiye ihtiyaç gösteren bir reaksiyondur, gereken enerji klorofil tarafından absorbe edilen güneş ışığından elde edilir. Organik maddelerin sentezi için güneş ışığı yerine kimyevi reaksiyonlardan hasıl olan enerji kullanılacak olursa bu reaksiyona kemosentez adı verilir. Bazı bakteriler, ışık enerjisine ihtiyaç göstermeden kimyevi enerji ile organik maddeleri sentez ederler. Mesela azot, kükürt, demir ve hidrojen bakterileri klorofile sahip olmadıkları halde kemosentez sayesinde kemoototrof olabilirler. Bu şekilde kendi besinlerini üreten bakterilere “kemosentetik bakteriler” denir. Kemosentetik bakteriler inorganik maddeleri oksitleyerek elde ettikleri kimyevi enerjiyi kullanarak CO ve HO’dan kendilerine karbonhidratlı besinler yaparlar. Azot, toprakta organik azot bileşikleri nitratlar ve amonyum tuzları halinde bulunur. Azotlu bileşikler, bakterilerin aracılığı ile okside edilir, bu sürece nitrifikasyon denir. Nitrifikasyon ile azot, bitkilerin kullanabileceği birleşiklere dönüşürken, açığa çıkan enerji de nitrifikasyon yapan bakteriler tarafından kemosentez için kullanılır. Bitkiler havadaki CO’yi bağlayarak organik bileşikler yapmaktadır. Fakat bitkilerin, havada bulunan azot (N) gazını kullanmaları mümkün değildir. Gelişmeleri için büyük öneme sahip olan azotu, azotlu bileşikler halinde topraktan alırlar. Topraktaki azotun kullanılır hale gelmesi ile tabiatta azot devinimi gerçekleşir. Aşağıdaki reaksiyonlarla elde edilen enerji, bakterinin metabolik ihtiyaçlarını karşılar. 1. Demir bakterileri: Demir hidroksiti oksitleyerek enerji sağlar: 2. Sülfür bakterileri: HS’yi oksitler: 3. Hidrojen bakterileri: H’yi oksitleyerek enerji sağlarlar. 4. Azot bakterileri, N bileşiklerini nitrifikasyon ile oksitlerler. Ramazan Kurşunlu Ramazan Kurşunlu (d. 7 Temmuz 1981, İzmir), Aslen Antalya Korkuteli ilçesindendir. 1. Lig ekiplerinden Altay'da oynamaktadır. 7 yaşında bir büyüğünün sayesinde Altay'da futbola başladı. 12 yıl Altay’ın altyapısında oynadıktan sonra 2000 yılında Altay A Takımı’nın kalesine geçti. 2003-04 sezonu başında Beşiktaş'a transfer oldu. Genç yaşına rağmen bugüne kadar görev aldığı maçlarda kalesini başarıyla korudu. 2005-06 sezon ortasında Diyarbakırspor'a kiralandı ve sezon sonunda Beşiktaş'a döndü. 2006-07 sezonuna Beşiktaş kadrosuna başlamasına rağmen, devrede Ankaraspor'a kiralandı. Sezon sonunda Hakan Arıkan'ın bonservisine karşılık Ankaraspor'a bonservisiyle birlikte gönderildi. 2009 yılında Karşıyaka SK'ya transfer oldu. 2010-11 sezonunda Çaykur Rizespor'a transfer oldu. 2011-12 sezonunun sonunda, Çaykur Rizespor ile olan sözleşmesi sona erdi ve serbest kaldı. Ramazan, 2012-13 sezonu yaz transfer döneminde Adana Demirspor ile anlaşma imzalamıştır. 2013-14 sezonu başında altyapısından yetiştiği Altay'a transfer oldu. Şinasi Çelikkol "Hayalî" Şinasi Çelikkol, Bursalı Karagöz Ustası, tasvir yapımcısı. 1983-1994 yılları arasında yardaklık yapan Çelikkol, Metin Özlen, Orhan Kurt, Taceddin Diker ve Torun Çelebi gibi ustalarla çalıştı ve onlardan ders aldı. 1994 yılında Hadi Poyrazoğlu tarafından kendisine Hayalî unvanı verildi. 1994’ten günümüze hayalîlik yapmaktadır. Uluslararası Gölge Oyunu Birliği Bursa başkanlığını yürüten Çelikkol, Bursa Belediyesi ile birlikte çalışarak Türkiye’nin ilk Karagöz Evi ve Müzesi'nin açılmasında rol oynamıştır. Kukla ve Gölge Oyunları figürleri koleksiyonunun da sergilendiği Bursa Karagöz Evi’nde düzenli Karagöz gösterileri yapmaktadır.. Çalışmalarından ötürü 1993 yılında Türkiye Folklor Araştırma Derneği, 1997’de Uluslararası Gölge Oyunu Birliği, 1998 yılında İstanbul Çocuk Vakfı tarafından ödüllendirilen Çelikkol, 2001 yılında Uluslararası Kukla Festivali Onur Ödülü’nü almıştır. Türkoloji Türkoloji (Osmanlıca Türkiyat) veya Türklükbilimi, Türk halkları ve özellikle Türk dil ve lehçeleriyle ilgilenen bilim dalı. Türk dilini, edebiyat, tarih, din ve Türk toplumlarının manevi, maddi kültürünü sistematik şekilde toplar ve araştırır. Geçmiş ve günümüz Türkçesi ve Türk toplumları ana konusunu oluşturur. Bu bilimde uzmanlaşan kişilere "Türkolog" denir. Türkoloji Batı'nın "Doğu"yu öğrenme/değerlendirme çabası olan oryantalizm/şarkiyatçılık bağlamında bir sistematik kazanmıştır. İlk Türkoloji Kürsüsü 1795’te Paris’te "Ecole des Languages Orientales Vivantes"da kurulmuştur. Bunu Şarkiyat ve Türkoloji ile ilgili enstitüler takip etmiştir. Moskova’da (1814) Paris’te (1821) ve Londra’da (1906) kurulan bu tür kuruluşların yayımladığı çok sayıda bilimsel eser, dergi, makale ve bültenler mevcuttur. Türkiye'de Türkoloji çalışmaları Şemseddin Sami’nin, Ahmet Vefik Paşa’nın hatta Ali Suavi’nin münferit yazılarıyla başlamıştır. II.Meşrutiyet sonrasında esas olarak batı kaynaklarını aktarmak temelinde sürmüştür. Osmanlının yüzyıllarca ihmal ettiği, önemini farkettiğinde ise çok geç kaldığı için batı merkezli çalışmaları, kaynak aldığı bu bilim dalı ve Osmanlı medrese yapısı bağımsız Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla tasfiye edilmiştir. Bunun yerine üretken ve ulusal bilimsel çalışmalar başlatılmıştır. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu bizzat Atatürk’ün isteği ve katkılarıyla kurulmuş, İstanbul Üniversitesi’ne bağlı olarak Türkiyat Enstitüsü oluşturulmuştur. Türkçenin ve Türk kültürünün envanterini kaydetmek için, dönemin çok kısıtlı kaynaklarına rağmen, özverili araştırmacıların çabalarıyla, Derleme Sözlüğü, Tarama Sözlüğü, Türkçe Sözlük, Yazım Kılavuzu ve benzeri eserler bilimsel alana kazandırılmıştır. Türkiye'de 100'e yakın Türk dili ve edebiyatı bölümünde "Türk dilbilimcisi" unvanıyla Türkolog yetiştirilmektedir. Her yıl mezun olan binlerce Türk dili ve edebiyatı bölümü mezunu kişinin Türklük bilimi yerine edebiyatçı olarak nitelendirilmesi ve bölümlerin de Türkoloji konusunda bilinçsiz olması neticesinde Türkoloji adında yeni bölümler ve enstitüler kurulmuştur. Türkiye dışında da Türkoloji bölümleri vardır. 57 ülkedeki 223 merkezde akademik eğitimin yanında ticari ve turistik amaçlarla da Türkçe öğretimi yapılmaktadır. Türkiye dışında Türkçe öğretilen merkez sayıları şöyledir: Amerika Birleşik Devletleri (20), Afganistan (1), Almanya (13), Arnavutluk (1), Avustralya (1), Azerbaycan (1), Belarus (6),Belçika (4), Bosna-Hersek (2), Bulgaristan (6), Çin Halk Cumhuriyeti (2), Danimarka (1), Endonezya (2), Estonya(2), Filipinler (1), Finlandiya (2), Fransa (2), Güney Kore (6), Güney Kıbrıs Rum Kesimi (1), Gürcistan (1), Hollanda (3), Irak (2), İngiltere (6), İran (1), İspanya (4), İsveç (2), İsviçre (1), İtalya (3), Japonya (6), Kazakistan(1), Kırgızistan (8), Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (6), Litvanya (2), Lübnan (1), Macaristan (2), Mısır (3), Moğolistan (1), Moldova (3), Özbekistan (1), Pakistan (1), Polonya (2), Romanya (8), Rusya (14), Sırbistan (1), Singapur (1), Suriye (2), Tayland (2), Tayvan (2), Türkmenistan (1), Ukrayna (13), Ürdün (4), Yakutistan (1), Yugoslavya (1), Yunanistan (5). Türkiye dışında 48 ülkede Türkçe yabancı dil olarak okutulmaktadır. Koca yemiş Koca yemiş ("Arbutus unedo"), fundagiller (Ericaceae) familyasından meyveleri yenen bir çalı türü. 5-10 metre boylarında olmasına karşın nadirende olsa 15 metreye ulaşan türlerine rastlanmaktadır. Aynı zamanda Çilek Ağacı adıyla da bilinmektedir. Çin koca yemişine benzeyen meyvelere sahiptir. Gençken tüylü olan kızılımsı kahverengi dallar üzerindeki yapraklar tüysüz, üst yüzü parlak yeşil, alt yüzü daha açık yeşil, kenarları testere dişli, uçları sivri ve derimsi bir ayaya sahiptir. Çiçekler beyaz renkli, uç kısımları yeşilimsi, salkım durumları halinde toplanmışlardır. Meyveleri
küre biçiminde, 1–2 cm çapında, yüzeyi pürtüklü, önceleri yeşilimsi, olgunlukta ateş kırmızısı veya portakal rengindedir. 4-5 tohumlu etli bir meyvesi vardır. Meyveleri etli, ama çekirdekli bulunmaktadır, likör ve çeşitli içeceklerin yapımında da kullanılabilmektedir. Meyveleri toplanmazsa 1 sene boyunca bitki yeni meyveler verene kadar dalında kalabilmektedir. Bu özelliği ile kamkat ağacına benzemektedir. Türkiye'de Marmara, Ege, Akdeniz ve Karadeniz bölgesindeki makilerle birlikte bulunur. Ibrahim Yattara İbrahim Yattara (d. 3 Haziran 1980) Gineli millî eski futbolcudur. Futbola ülkesi Gine takımlarından San Garedi'nin altyapısında başladı. 1998'de aynı kulüpte profesyonel oldu. Bir yıldan kısa süre Athlético de Coléah'ta top koşturan Yattara, 2000'de Belçika ekiplerinden Royal Antwerp ile anlaştı. 2003 yılında kariyerinin büyük bir kısmını teşkil eden Trabzonspor'a 400 bin dolar karşılığında transfer oldu. Trabzonspor kariyerinde inişli çıkışlı dönemler yaşayan Yattara, Trabzonspor kariyerinde iki Türkiye Kupası şampiyonluğu yaşadı. Türkiye'de beş yıldan fazla zaman geçiren Yattara, Türk vatandaşlığı için başvurma hakkı kazandı ve başvuruda bulundu. Önceleri başvurusu kabul edilmese de 29 Ekim 2010'da resmen Türk vatandaşı oldu. 2016 Survivor'da ünlüler takımında yarışmacı oldu daha sonra survivor'un 122. günü adaya ederek survivor 2016'nın dokuzuncusu oldu. Ibrahim Yattara, futbol hayatına 1990'da, ülkesi Gine'nin San Garedi takımında başladı. 1998'de bu kulüpte profesyonel oldu. 2000'de, Gine'nin en üst düzey futbol ligi Guinée Championnat National ekiplerinden Athlético de Coléah'a transfer oldu. Athlético de Coléah'ta Avrupalı futbol gözlemcilerinin ilgisini çekti ve kardeşi Naby Yattara ile birlikte 2001 yılının ilkbaharında Belçika'nın Royal Antwerp takımına transfer oldu. Burada sağ kanat oyuncusu olarak oynadı. Royal Antwerp'in o zamanki teknik direktörü Henk Houwaart'ın yönetiminde yeterince forma şansı bulamadı ve teknik direktör tarafından zaman zaman rezerv takıma yollandı. İbrahim Yattara, 2003-2004 futbol döneminde yeni yapılanmaya gitme kararı alan zamanın Trabzonspor Başkanı Özkan Sümer tarafından 20 dakika izlendi ve Trabzonspor'a 400 bin dolar karşılığında transfer edildi. Yattara bu transferden sonra, Trabzonspor'un 49. yabancı futbolcusu oldu. Yattara, ilk sezonunda oynadığı 36 resmî maçın sadece 10'unda ilk 11'de başlamasına rağmen, ligde oynadığı 30 maçta 15 asist yaptı. Aynı sezon beş de gol atan Yattara, Süper Lig'in asist kralı oldu. İlerleyen dönemlerde Trabzonspor'un teknik direktörlerinin birçoğuyla problem yaşayan Yattara, ilk 11'de birçok kez forma bulamadı. Fatih Tekke, Gökdeniz Karadeniz ile birlikte mücadele ettiği takımda "muhteşem üçlü" olarak bilinen üç oyuncudan biri oldu. 2004'te gittiği millî takım kamplarından geç dönmesi ve disiplinsiz davranışları yüzünden, İbrahim Ege ile birlikte kadro dışı bırakılmasına rağmen, daha sonra affedildi. Daha sonraki dönemlerde ise Yattara'nın ülkesine gidiş gelişleri sorun oldu ve bazen affedildi bazen de para cezasına çarptırıldı. Bunun yanında hakkında polise ve mahkemeye de şikayetlerde bulunuldu. Oynadığı göze hitap eden futboluyla taraftarın en sevdiği futbolculardan olan Yattara, savunmalara yaşattığı zor anlardan dolayı taraftar tarafından "kara bela" lakabına layık görüldü. Spor yorumcusu Haşmet Babaoğlu Yattara için: "Yattara'nın 15 dakikada yaptıklarını diğer büyüklerin kanat oyuncuları 90 dakikada ancak yapabiliyor." yorumunu yaparken, Yattara'nın gününde olduğunda neler yapabileceğini belirtti. Milliyet gazetesi spor yazarı ve GOAL dergisi çalışanı olan Uğur Meleke ise, Yattara'dan "Gineli Sanatçı" olarak bahsetti. 2008-2009 futbol sezonunun 28. haftasında Trabzonspor'un 2-0 kazandığı maçta, Gençlerbirliği'ne attığı gol World Soccer'ın Haziran sayısında ayın en güzel 5. golü seçildi. Kazanılan maçlardan sonra oynadığı ve ünü Macaristan'a kadar giden kolbastı oyunuyla dikkat çekti. Oyunu yakın arkadaşı Hasan Üçüncü'den öğrendiğini söyledi. Yattara'nın Trabzonspor ile olan sözleşmesi 2010-2011 sezonun sonunda sona erdi. Yattara, da 2011 - 2012 sezonu başlamadan önce sözleşmesinin sona erdiği Trabzonspor'dan üzüntüyle ayrılarak Suudi Arabistan ekiplerinden Al Shabab'a transfer olmuştur. 2012-13 Süper Lig sezonu öncesinde Bursaspor'la üç yıllık anlaşma imzalamak üzere Türkiye'ye geldi. Ancak kısa süre sonra, yapılan görüşmeler sonrasında transfer gerçekleşmedi. Ertesi gün, yine Süper Lig'de mücadele eden Mersin İdman Yurdu ile bir yıllık sözleşme imzaladı. 2012-2013 sezonu başında Mersin İdman Yurdu ile anlaşarak yeniden Türkiye'ye dönen Yattara Mersin İdman Yurdu formasıyla Süper ligde 4 maça çıkmış ve ardından uzun süren bir sakatlık geçirmiştir. İbrahim Yattara, Haziran 2013 tarihinde Belçika ikinci lig ekiplerinden La Louviere ile anlaşmıştır.ve 2015 de futbolu bırakmıştır Yattara'nın birçok kez Fenerbahçe ile adı transfer dedikodularına karışmıştır. Fenerbahçe'nin yanı sıra, Mayıs 2008'de biten sözleşmesini uzatmadan önce, Beşiktaş ve Galatasaray'ın da Yattara ile ilgilendiği iddia edilmiştir. 2008-2009 sezonu başında Katar kulübü Al-Sadd 15 milyon € teklif etmiş ve yönetim tarafından kabul edilmiştir; ancak kulübün son anda parayı yatırmayı geciktirmesi üzerine transfer gerçekleşmemiştir. Gerçekleşmeyen bu transferden sonra basında:"Aynı sakatlık Hüseyin'de de var, o oynuyor, Yattara niye oynamıyor?" diye sorular sorulmuş, Yattara da bunlara cevaben:"Bilerek veya tepki için oynamadığım iddiaları çok çirkin... Nasıl böyle bir şey düşünülebilir." demiştir. Yine aynı yılın ara sezon transfer döneminde adı Real Madrid ile anılmıştır. Ayrıca Yattara, Trabzonspor'a gelmeden önce Chelsea'den teklif aldığını söylemiştir. İbrahima Yattara, Gine millî futbol takımında orta saha, Sağ açık olarak görev yapmaktadır. Yattara, Gine millî futbol takımında 20 numaralı formayı giymektedir. Yattara, Gine millî futbol takımı forması altındaki ilk golünü 5 Eylül 2010'da oynanan 2012 Afrika Uluslar Kupası Elemeleri'nde Gine'nin Etiyopya'yı 4-1 yendiği maçta 1 gol atarak kaydetmiştir. İbrahima Yattara, Gine millî futbol takımı ile şu ana kadar 22 maça çıkmış ve 1 gol kaydetmiştir. Yattara'nın kulüp kariyerindeki en büyük başarılar, Trabzonspor'la 2002-03, 2003-04 ve 2009-2010 sezonlarında kazandığı; Türkiye Kupası şampiyonlukları ve 2010 Türkiye Süper Kupası şampiyonluğudur. Ayrıca, eski adı Türkiye Birinci Ligi olan Süper Lig'de 2003-2004 futbol sezonunda takım arkadaşı Gökdeniz Karadeniz'in önünde asist kralı olmuştur. 14 kardeşi bulunan Yattara'nın babası Salifou da eski bir futbolcudur. Yattara, Aminata Pendessa ile evli olup, Salifou Junior ve Amadu Pokou adında iki çocuğu vardır. Kendisi gibi futbolcu olan oğlu Salifou Junior, Trabzonspor'un altyapısında mücadele etmektedir. Yattara, dininin İslam olduğunu açıklamıştır. Yattara'nın, Konakri'de kurduğu FC Pokou ve Espaire de Yattara, adında iki futbol kulübü vardır. Yattara, bu takımlardaki iyi oyuncuları pazarlamak için kısa bir dönem menajerlik de yapmıştır. Kardeşi Naby Yattara, Gine millî futbol takımında ve Fransa Lig 2'deki AC Arles-Avignon takımında kalecilik yapmaktadır. Estetik futbolundan dolayı, Gine'de kendisine "Poku" lakabı takıldı. Yattara, 2008-09 futbol sezonu öncesi Avea ve Türk Telekom ile birlikte yapılan anlaşmayla, hizmete sunulan "Trabzoncell"'in reklam filminde oynadı. Trabzonspor'a gelmeden önce, Belçika'da iki firmanın tanıtım çekimlerinde de yer alan Yattara, Haziran 2005'te Mavi Show Jeans adlı kot firmasının tanıtım katalogları için objektiflerin karşısına geçti. Eylül 2005'te Lotto Sport Italia ile yaptığı özel anlaşmayla; kramponlarının ve diğer giyim eşyalarının karşılanmasını İtalyan şirketine bıraktı. Yine aynı yıl, zamanın Beşiktaş'lı futbolcusu Ahmed Hassan ile Lotto'nun katalog çekimlerine katıldı. Ayrıca televizyon yapımcısı Acun Ilıcalı tarafından TV8'de yayınlanacak olan Survivor Ünlüler Gönüllüler isimli yarışma programının 2016 sezonunda yer alıcağı açıklandı. Yattara, Türkiye'deki 5 yılını doldurduktan sonra, Türk vatandaşlığı için başvurdu. Ancak, Gine ve Türkiye arasında çifte vatandaşlık anlaşması olmadığından süreç uzadı. Bunun üzerine Yattara, Türkçeyi rahatlıkla konuşabilmesine rağmen; küskünlüğünü dile getirmek için bir süre basın toplantılarında tercüman eşliğinde Fransızca konuşmuştur. 29 Ekim 2010'da Türk vatandaşlığına kabul edildiği açıklanmıştır. Eski takım arkadaşı Hasan Üçüncü'nün soyadını alarak; İbrahim Üçüncü adını almıştır. Kök Kök, kara hayatına uymuş olan gelişmiş bitkilerde, genel olarak toprak içerisine doğru büyüyen ama nadiren toprak üstünde de bulunan bir organdır. Görevi, bitkiyi toprağa bağlamak, topraktan su ve su içerisinde erimiş halde bulunan tuzları (inorganik maddeleri) emerek gövdeye iletmektir. Kökler, besin maddeleri biriktirmek suretiyle depo organı vazifesini de görürler. Her ne kadar kök toprak içerisinde bulunuyorsa da, bazı bitkilerin kökleri hava veya su içinde de gelişebilir. Havada gelişen köklere hava kökleri, suda gelişen köklere su kökleri denir. Karayosunları ve eğreltiler gibi ilkel bitkilerde gerçek kök olmayıp, köksü (rizoid) uzantılar vardır. Genel olarak dış görünüşü bakımından kökün gövdeden farkı, yaprak taşıyan düğümlere (nod) ve düğümler arasına (internod) sahib olmaması ve kloroplast ihtiva etmemesinden dolayı yeşil renkli görünmemesidir. Toprak altında bulunan kök ve yan köklerden ibaret kök sisteminin yüzeyi, toprak üstündeki gövde ve yan dalların yüzey toplamına eşit veya daha fazladır. Çimlenmekte olan tohumdan süren genç kök, embriyonun "radikula" (kökü verecek meristem bölgesi) kısmının gelişmesiyle meydana gelir. Genç bir kökte şu kısımlar ayırt edilir. En uç kısmında sarımsı veya kahverengimsi konik şeklinde kaliptra (yüksük) bölgesi, yukarıya doğru 1–2 mm uzunlukta uç "meristem" bölgesi, daha üstte uzama bölgesi, sonra kök tüylerinin bulunduğu "kök tüyü" bölgesi gelir. Kök tüylerinin bulunduğu bölgenin üstünde kök tüylerinin düşmesiyle koruma öd
evini yapmak üzere meydana gelmiş koyu renkli mantarlaşmış koruyucu doku bölgesi bulunur. Suda çimlendirilen bir kısım tohumlar kök tüyleri bulundurmayabilirler. Kök tüyleri toprakta bulunan su ve tuzların emilmesine yardımcı olurlar. Kökler; ana kök, yan kök ve ek kök gibi çeşitlere ayrılırlar. Tohumun çimlenip, radikulanın gelişmesiyle meydana gelen köke, ana kök denir. Ana kökten belli bir açı teşkil edecek tarzda çıkan köklere yan kök denir. Yan kökler de dallanarak üçüncü-dördüncü ve daha fazla dereceden yan köklere ayrılabilir. Bazı bitkilerde ana kökün yerini, ömürleri bitkinin ömrü kadar uzun olmayan kökler alabilir. Bu köklere ek kökleri adı verilir. Ek kökler, vazife ve yapıları bakımından ana köklere benzerlerse de kökten başka bir organdan meydana gelirler. Soğanlı bitkilerde görülen kökler ek köklere örnek gösterilebilir. Bazı yapraklardan meydana gelen köklerle, eşeysiz üreme yoluyla bitkilerin çoğaltılmasında kullanılan dal çeliklerinin verdikleri kökler de ek köklere örnek gösterilebilir. Kökler de temel vazifelerinden başka vazifeleri görmek üzere değişikliğe uğrayabilirler. Bazı baklagillerdeki yumru kökler, bitkiyi daha fazla derine çekerek daha sıkı tespit eden çekme kökleri, savunma vazifesini görmek üzere diken şeklini almış kökler, parazit bitkilerin üzerinde yaşadıkları bitkinin besin maddelerini emmek için bitkinin dokusuna gönderdikleri sömürme kökleri (havstoryum), hava içerisinde gelişen hava kökleri, su içerisinde gelişen su kökleri değişikliğe uğramış kök çeşitlerine örnek olarak gösterilebilir. Kökün iç yapısına kısaca bakarsak, gövdeden pek farklılık göstermez. Kökün genç bölgesinden enine kesit alınacak olursa dıştan içeri doğru koruyucu doku (epiderma veya eksoderma), kabuk (korteks) ve merkezi silindir (iletim elementlerinin bulunduğu orta kısım)den meydana geldiği görülür. Köpek Köpek ("Canis lupus familiaris"); köpekgiller (Canidae) familyasına mensup, görünüş ve büyüklükleri farklı 400'den fazla ırkı olan, etçil, memeli bir hayvan. Boz kurdun (C. lupus) alt türlerinden biri olan köpek, tilki ve çakallarla da akrabadır. Kedilerle birlikte dünyanın en geniş coğrafyaya yayılan ve en çok beslenen iki evcil hayvanından biridir. 2001 yılı tahminlerine göre dünyada 400 milyondan fazla köpek vardır. Köpekler 12 bin yıldan daha uzun bir süreden beri insanoğlunun av partneri, koruyucusu ve arkadaşı olagelmiştir. Değişik ihtiyaçlara göre farklı köpek türlerinin evrimleşmesinde insanoğlunun önemli rolü olmuştur. İlk köpekler keskin görme ve koku duyusuna sahip avcı köpekleriydi. İnsanlar, ilk tanışmalarından bu yana köpeklerin çeşitli yararlı özelliklerini genetik mühendisliğin en ilkel formlarıyla ön plana çıkartmış ve farklı köpek türlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Örneğin 7-9 bin yıl önce çiftlik hayvanları evcilleştirildiğinde köpekler çobanlık da yapmaya başladı ve bu yönde yapay seçilime uğradı. Köpeklerin işlevleri ve algılanışları toplumdan topluma fark eder. Antik Mısır'da köpekler kutsal sayılırdı. Günümüzde birçok ülkede bekçi, bazı ülkelerde yük hayvanı ve hatta yiyecek olarak kullanılır. Batılı ülkelerde köpekler genellikle ev arkadaşı ve refakatçi olarak beslenir ve bu ülkelerde köpeklere yönelik ürün ve hizmetler milyarlarca liralık bir endüstri haline gelmiştir. Bunların yanı sıra köpekler engellilere yardım, arama-kurtarma ya da polis köpeği gibi daha sofistike görevlerde kullanılmak üzere de eğitilebilir. "Köpek" sözcüğü modern Türkçeye 15. yüzyılda, muhtemelen Kıpçak Türkçesinden geçmiştir. Köpek sözcüğü Kıpçakçada "kabarmak", "irileşmek" anlamlarına gelen "köp-" fiilinden gelir. Sondaki "-ek" eki ise küçültme anlamı katar. 1312 yılında Araplara Türkçe öğretmek için yazılmış "Kitabü'l-İdrak li-Lisani'l-Etrak" (Türklerin Dilini Anlama Kitabı) isimli bir Kıpçakça dil kılavuzunda “İtin iri ve tüylü olan cinsine köpek denir,” şeklinde bir ibare vardır. Köpek sözcüğü yerleşmeden önce Türkçede "ıt" sözcüğü aynı anlamda kullanılıyordu. Orhun Yazıtlarında da geçen ıt sözcüğü hâlen halk ağzında ve çeşitli yörelerde "it" şeklinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Tuvacası ııt ve Yakutçası hâlâ ıt'tır. Veterinerlikte köpek sözcüğü zaman zaman erkek köpekleri tanımlamak için kullanılır. Dişi köpekler ise kancık olarak adlandırılır. Türkçeye muhtemelen orta Farsça "kanîçak" (genç kız) kelimesinden geçen sözcüğün kökeni aynı anlamdaki Soğdca "kançîk" kelimesidir. Sözcük modern Farsçada "kanîza" şeklini almıştır. Köpek yavrularına enik (bazı yörelerde encik) denir. Proto Türkçe kökenli bu sözcük Eski Türkçede "enük" hâlindedir. Türkçede köpekler yaygın olarak "kuçu" nidasının tekrarlanmasıyla çağrılır. Bu nida, bazı Doğu ve Güneydoğu Avrupa dillerindeki ve Kürtçedeki köpek sözcükleriyle büyük benzerlik gösterir. Kuzey Slav dillerinden Rusçada kobel sözcüğü, erkek köpek anlamına gelir. Bu sözcük Türkçenin bazı ağızlarında büyük köpek veya köpek yavrusu anlamlarında kullanılır.. Türün Latince trinominal adı "Canis lupus familiaris" sırasıyla köpek (cinsi), kurt ve evcil sözcüklerinden oluşur. Yaklaşık 60 milyon yıl önce, Asya'da gelinciğe benzeyen küçük bir memeli yaşıyordu. "Miacis" olarak adlandırılan bu canlı, köpekgillerin (kurt, köpek, çakal ve tilki) ortak atasıdır. Yaklaşık 30-40 myö Miacis'ten ilk "gerçek köpek" (İng. "true dog") olarak bilinen "Cynodictis" evrimleşti. Bu canlı orta büyüklükte, uzunluğu yüksekliğinden fazla, uzun kuyruklu ve fırça kürklü bir memeliydi. Sonraki bin yıllar içerisinde Cynodictis, Afrika ve Avrasya dallarına ayrıldı. Avrasya dalını oluşturan "Tomarctus"; kurtların, köpeklerin ve tilkilerin atasıdır. Kurtların en az 16.300 yıl önce Çin'de eti için beslendiğine dair genetik bulgular vardır. İlk köpekler bundan 12-14 bin yıl önce günümüz Hindistan'ına denk gelen bölgede yaşayan küçük bir boz kurt dalından gelmiştir. "Canis lupus pallipes" olarak bilinen bu boz kurt türü sonradan Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika'ya yayıldı. Bunun yanı sıra günümüzdeki bazı Afrikalı köpek türlerinin atasının kurttan ziyade çakal olması ihtimali de vardır. Fosil kayıtlarına göre, Tunç Çağı başlamadan önce (yak. MÖ 4500) dünyada başlıca beş köpek ırkı vardı: Mastifler, kurda benzeyen köpekler, görerek iz süren tazılar, av istikameti gösteren köpekler (puanterler) ve çoban köpekleri. Antik Mısır medeniyetinde (baş. yak. MÖ 3000) köpekler kutsal sayılıyordu. Sadece kraliyet ailesinin safkan köpek beslemesine izin veriliyordu. Köpekler, kendilerine tahsis edilmiş hizmetkârlar tarafından bakılıyor, mücevherlerle donatılmış tasma ve koşumlar giyiyordu. Soylular, ahirette kendilerini korumaları için en sevdikleri köpekleri ile birlikte gömülüyordu. Dünyadaki yüzlerce köpek ırkı çok çeşitli renk ve biçime sahiptir. Örneğin bir danua ile bir çivavanın aynı türden canlılar olduğuna inanmak gerçekten güçtür fakat bu iki köpek ırkı genetik yapı olarak birebir aynıdır ve aynı anatomik özelliklere sahiptir. Tüm köpekler 39 çift (78 tane) kromozoma sahiptir. Tıpkı insandaki 23 çift kromozom gibi köpeklerin de her bir kromozom çifti anneden ve babadan gelen birer kromozomdan oluşur. Kuyruksuz doğanlar hariç, köpeklerin vücudunda 319 kemik bulunur. Kas ve tendon yapıları insana benzemekle birlikte vücutlarının üst kısmı -insandakinin aksine- alt kısmı kadar güçlüdür. Vücut ağırlığı ön ve arka bacaklar arasında hemen hemen eşit olarak dağılır. Köpekler, ayılar gibi tüm ayağı üzerinde yürüyen ve ağırlığını topuğuna veren hayvanların aksine parmaklarının üzerinde yürürler. İnsanların aksine köprücük kemikleri yoktur. Köpekler memeli hayvanlardır. Dişilerin memelerinde bezeler vardır ve eniklerini emzirirler. Çoğu köpek ırkının genellikle sekiz adet meme ucu bulunmakla birlikte bu rakam daha fazla veya daha az -nadiren de tek rakamlı- olabilir. Tüm etçillerin diş yapısı birbirine benzer. Köpeklerin önce sütdişleri (28 adet), sonrasında kalıcı dişleri (42 adet) çıkar. Üstte ve altta ikişer tane bulunan sivri köpek dişleri diğer dişlerden daha uzundur. Köpeklerin dişleri tüm etçillerde olduğu gibi yüksek taçlı ve sivridir. Bu dişler et parçalamanın yanı sıra silah olarak da kullanılır ve otçulların öğütmeye yarayan geniş dişlerinden farklıdır. Köpekler dişlerini genelde yiyecek öğütmek için kullanmazlar ve yiyeceklerini çiğnemeden yutarlar. Eniklerin diş çıkarma süreci sancılı geçer. Diş etleri acır ve şişer, bazen iştahlarını kaybeder ve ishal olurlar. İlk köpek ırkları, günümüzdeki kuzey ırkları gibi dik kulaklı ve sivri burunluydu. Günümüzde çok çeşitli cüsse ve yapılarda köpek ırkları mevcuttur. Köpekler koşucu hayvanlardır. Çoğu ırkın kas yapısı, omuzları ve kalça kemikleri iyi birer koşucu olmaya uygundur. Örneğin Afgan tazısı taşlık arazide av peşinde koşmaya ve kısa mesafede dönmeye yeteneklidir. Alman kurdu koşarken uçuyormuş gibi görünür ancak ayaklarından en az biri sürekli yerdedir. Çok çabuk süratlenecek şekilde evrimleşmiş yarış tazısının (greyhound) omurgası aşırı esnektir ve koşarken dört ayağı da yerden kesilir. Porsuk avında kullanılan dakhundun kısa bacakları porsuk deliklerine girip avını takip etmesine imkân verir. Köpeklerin vücudu -bazı tüysüz ırklar hariç- büyük oranda kıllarla kaplıdır ve homeotermik (vücut ısısını ayarlayabilen) hayvanlardır. Yetişkin bir köpeğin normal vücut ısısı (rektumda) 38 - 39.2°C (100.5 - 102.5°F)'dir. Köpekler çok çeşitli renklerde ve uzunlukta kürke sahip olabilir. Tüysüz Çin köpeği gibi neredeyse tamamen tüysüz olan köpek ırkları da mevcuttur. Özellikle açık renkli kürke sahip olanlar ile tüysüz ırklar uzun süre güneşte kalırlarsa güneş yanığı tehlikesi ile karşı karşıya kalırlar. Köpeklerin de insanlar gibi beş duyusu vardır. Bunlardan en gelişmiş olanı koku alma duyusudur. Irklar arasında farklılıklar olmakla birlikte tüm köpeklerin koklama duyusu gelişmiştir ve insanlardan çok daha iyidir. Alman kurdu gibi bazı ırklar diğerlerine göre daha iyi koku alma yeteneğine sahiptir ve özel bir eğitimle uyuşturucu bulma, kazazedeleri göçük altından çıkarma gibi işlerde kullanılırlar. Pag gibi kısa burunlu ırkların kok
u alma duyusu nispeten daha az gelişmiştir. Köpeklerin tat alma duyusu ise insana nazaran daha az gelişmiştir. Köpeklerin görme mekanizmaları koku alma mekanizmaları kadar gelişmemiştir. Genellikle karanlıkta insandan daha iyi görmekle beraber kuvvetli ışıkta insanlar kadar iyi göremezler. Köpeklerin renkleri algılaması, netlik ayarı ve mesafe tayini zayıftır. Gözleri yanlara daha yakın olduğu için insandan daha geniş bir görüş alanına sahiptirler. Afgan tazısı gibi uzun mesafeden av hayvanlarını seçmesi gereken ırkların ufki görüşleri diğer ırklardan daha iyidir. Köpeklerin gözlerinde üçüncü göz kapağı olarak bilinen bir zar vardır ve göz bebeklerini zararlı maddelerden korur. Köpeklerin ömrü ırktan ırka değişir. 20. yy.da beslenme ve veterinerlikteki ilerlemeler sayesinde ortalama köpek ömrü önemli oranda uzamıştır. Avrupa ve Amerika'daki köpeklerin ortalama yaşam beklentisi 12,8 yıldır. Genellikle küçük ırklar büyük ırklardan daha uzun yaşar. Örneğin buldoğun ortalama ömrü 6,7 yılken, minyatür kanişinki 14,8 yıldır. Köpeklerin ömrü, kalıtsal özelliklerinin yanı sıra bakım, beslenme, egzersiz, stres ve işe bağlı yıpranma oranına bağlıdır. Guinness'e göre en fazla yaşamış olan kayıtlı köpek, 1910'da doğan ve 29 yıl 5 ay yaşayan bir Avustralya sığır çobanı köpeğidir. Köpeklerin cinsel olgunluğa ulaşması 6-12 ay, sosyal olgunluğa ulaşması ise 2 yıl alır. Küçük ırklar büyük ırklara nazaran daha erken cinsel olgunluğa ulaşır. Büyük ırkların kancıkları genellikle 8-9 aylıkken ilk kez kızışırlar. Kancıklar ilk periyodlarını 6-18 ay arasında görürler ve sonrasında bu süreç yaklaşık senede iki defa gerçekleşir. İstisnai olarak sadece Afrikalı basenji ırkı senede bir periyod görüp bir kez yavrular. Erkek köpek yaklaşık olarak 6. ayda cinsel olgunluğa erişir ve bundan sonra sürekli çiftleşebilir. Büyük ırkların cinsel olgunluğa erişmesi biraz daha uzun sürebilir. Erkek köpek kancıkların östrus esnasında bıraktığı yumurtalardan çok daha fazla sperm üretir ve yaşlanana kadar her fırsatta çiftleşmeye çalışır. Yorkshire teriyeri gibi küçük köpekler bir batında 2-3 enik doğurur. Büyük ırklar bir batında 10-12 enik doğurabilirler. Bir batında en fazla eniğe sahip olan köpek, Birleşik Krallık'ta 2004 yılında 24 enik doğuran bir Napoli mastifidir. Köpeklerin yumurtaları yaklaşık 48 saat boyunca döllenebilir durumda kalır. Spermler, kancığın üreme organlarında birkaç gün yaşayabilir. Gebelik 63 gün sürer. Döllenmeden 25 gün sonra veterinerler köpeklerin hamile olup olmadığını karın bölgesini muayene ederek anlayabilirler. Bu dönemde ultrason da sağlıklı sonuç verebilir. Döllenmeden yaklaşık 40 gün sonra çekilen röntgen filmleri ile de gebelik tespit edilebilir. Çoğu köpek normal doğum yapar. Ancak bazı süs köpekleri ile gövdesine oranla büyük kafalı köpeklerin canlı enik doğurabilmeleri için sezaryenle doğum yapmaları gerekebilir. Kancığın kızışma periyodu 18-21 gün sürer. Bu sürecin ilk aşaması olan proöstrus vulvanın hafifçe şişmesi ve kanlı boşaltım ile başlar. Proöstrus normalde 9 gün sürer ancak 2-3 gün sürdüğü durumlar da olur. Bu dönemde kancık, erkekleri cezbetmesine rağmen çiftleşmeye çalışanları reddeder. İkinci aşama olan östrusta kanlı atık miktarı azalır ve rengi pembeleşir. Vulva genişler, yumuşar ve bu aşamada dişi çiftleşmeye hazırdır. Bu aşama normalde 3-4 gün sürer ama 11 güne kadar uzadığı da olur. Kancık, döllenmenin gerçekleşebileceği süreç bittikten sonra 1-2 gün daha erkekleri kabul edebilir. Döllenmenin en ideal dönemde gerçekleşmesini sağlamak için veterinerler östrus döngüsü boyunca vajinadan kan ve doku örnekleri alıp test edebilirler. Östrus bittiğinde (yak. 14. gün) periyodun son aşaması yani diöstrus başlar. Kanlı atığın rengi koyulaşır, vulva normal cüssesine döner ve dişi erkekleri reddeder. Kanama ve şişme tamamen kaybolduğunda kızışma döngüsü tamamlanmış olur. Diöstrus, eğer dişi hamile kalmadıysa 60-90 gün, hamile kaldıysa doğuma kadar sürer. Periyod bittikten veya doğum yaptıktan itibaren bir sonraki kızışma dönemine kadar geçen zaman aralığına "anöstrus" denir. Kancığın ilk 2-3 kızışmasını geçirdikten sonraki dönem köpekler için en iyi üreme zamanı olarak kabul edilir. Beş yaşından önce döllenen kancıklar daha az sorunlu bir gebelik ve doğum geçirirler. Yaş ilerledikçe batın sayısı azalır. 7 yaşından sonra kancıklar genellikle küçük batınlara sahip olurlar ve doğum esnasında sorun yaşayabilirler. Uzmanlara göre 7 yaşından büyük kancıklar çiftleştirilmemelidir. Erkek köpekler yaşlandıkça spermlerinin miktarı ve hareketliliği azalır. Köpekler sosyal canlılardır. Bu nedenle insanlarla ya da diğer köpeklerle birlikte yaşamayı yalnız yaşamaya tercih ederler. Uzmanlara göre köpek, atası kurt gibi bir sürü hayvanıdır. Binlerce yıldır insanların seçici çiftleştirmesi sonucu insanlarla birlikte yaşamaya alışmış oldukları halde, 1950 ve 60'larda yapılan bazı seminal çalışmalara göre küçük yaştan itibaren insanlarla teması kesilen köpekler, köpeklerle bir arada olmayı insanlarla bir arada olmaya tercih ederler. Köpekler de kurtlar gibi hâkimiyet bölgesi bilincine sahip hayvanlardır. Kurtlar, yabani ve avcı hayvanlar oldukları için çok büyük bölgelerde hâkimiyet iddia edebilirler. Köpeklerin hâkimiyet alanı ise genellikle sahibinin yaşadığı çevre ile sınırlıdır. Erkek köpek, yere, duvarlara, ağaçlara sürünerek ve idrar bırakarak bölgesini kokusuyla işaretler. Tarafsız bölgede karşılaşan yabancı köpekler birbirlerini koklaşarak, sürünerek, kuyruk sallayarak ve kendilerine has bir poz vererek selamlar. Bununla birlikte dişiler yavrularını korumak için tarafsız bölgede de diğer köpeklere saldırabilir. Erkek köpekler genellikle arka bacaklarından birini kaldırarak, kancıklar ise çömelerek idrarını yapar. Köpekler iletişim kurmakta kullandıkları oldukça geniş bir havlama, hırlama ve uluma repertuarına sahiptir. Birçok köpek sahibi, köpeğinin neşeli, üzgün, aç, korkmuş, incinmiş, sıkılmış vs. olup olmadığını çıkardığı seslerden anlayabilir. Eniklerin bağımsız bireyler olmaya başlamalarının göstergesi batındaki diğer eniklerle oynarken havlamaya başlamalarıdır. Köpekler korkunca ve köşeye sıkıştırılınca hırlarlar. Bazı ırklar, özellikle tazılar, av peşinde iken uluyacak şekilde yapay seçilime uğramışlardır. Sibirya kurdu (haski) gibi bazı kuzey ırkları havlamaktan ziyade ulurlar. Enikler kör, sağır ve tamamen anneye bağımlı olarak doğar. Anne içgüdüsel olarak eniklerini emzirir ve korur. Çoğu zaman, en güvendiği kişi hariç kimseyi eniklere yaklaştırmaz. 10-14 gün sonra eniklerin gözleri ve kulakları açılır. Enikler sepetlerini ve kardeşlerini keşfeder ve alıştıkları bu ortamdan alınmaktan hiç hoşlanmazlar. 20 gün süren bu süreç köpek gelişimindeki en kritik dört aşamadan ilkidir. Anne bu dönemde kısa süreli olarak yavruları yalnız bırakmaya başlar. Üçüncü haftadan itibaren eniklerin meraklı olanları sepetin dışındaki dünyayı keşfetmeye başlar. Bu dönemde insanlarla iletişim kurmaları eğer ileride evcil köpek olacaklarsa çok önemlidir. Bu dönemde insanlarla bağ kurmayan köpekler hiçbir zaman tam bir evcil köpek ve ev arkadaşı olamaz ve eğitilmeleri de çok zor olur. Ancak 3-7 hafta arasında enikler anneleri ve kardeşleri ile iletişime de devam etmelidir. Bu dönemde anne eniklerini kendi yediklerini çıkartarak beslemeye başlar, her istediklerinde emzirmez ve yavaş yavaş sütten keser. Dördüncü haftadan itibaren eniklere haşlanmış et gibi yumuşak yiyecekler verilebilir. Altıncı haftadan itibaren enikler sosyalleşmeye ve kendileriyle ilgilenildiğinde yanıt vermeye başlarlar. Köpeklerin gelişimindeki üçüncü kritik aşama 7 ila 12. haftalar arasıdır. Uzmanlar bu dönemin insan-köpek bağı kurulması açısından en verimli dönem olduğunu düşünmektedirler. Bu dönemde eniğin doğuştan sahip olduğu, batında anne ve kardeşleri ile geçirdiği dönemde gelişimi açısından çok önemli rol oynayan sürü içgüdüsü, hayvanlardan insanlara yöneltilebilir. Sahibi sürünün liderinin "kendisi" olduğunu köpeğe öğretebilir. Köpek basit komutları fazla tekrara gerek bırakmadan kolayca öğrenebilir. Dördüncü ve son kritik aşama 12-16. haftalardır. Enik annesinden bağımsızlığını ilan eder ve alışık olmadığı ortamlara gitmek konusunda cesur davranır. Eniklerin fiziksel ve zihinsel olarak hızla geliştiği bu dönemde köpek eğitimine başlanabilir Kalıcı dişleri çıkmaya başlar ve zaman zaman bu nedenle canları yandığı için eniklerin dikkati kolayca dağılabilir. Diş çıkarmaya yardımcı oyuncaklar verilmezse, mobilyaları ve etrafındaki diğer sert cisimleri çiğner. Bu dönemde bazı enikler komutları dinlemeye ve eğitilmeye isteksiz davranabilir. Köpeklerin kişilik gelişimi olgunluğa ulaşana kadar devam eder. Köpekler de insanlar gibi duygusal olgunluğa ulaşmadan önce cinsel olgunluğa ulaşır. Kurtlarda ise cinsel gelişim ve kişilik gelişimi daha uyumlu bir şekilde tamamlanır. 7-8 aylıkken köpekler anksiyeteden muzdarip olur, özgüven eksikliği ve yabancılardan korkma belirtileri gösterirler. Eğer problem kalıtımsal değilse, belirtiler birkaç ay içinde kaybolur. Eğer kalıtımsal bir sorun varsa, rahatsızlık kalıcı olmasının yanı sıra zamanla şiddetlenebilir. Belirli özelliklerin nesiller boyu yapay seçilimi sonucu, farklı köpek ırklarında değişik davranış biçimleri gelişmiştir. Kaba bir sınıflamayla, örneğin av köpekleri maceracı olurlar ve kokuları takip ederek sahiplerinden uzaklaşırlar. Bununla birlikte çağrıldıklarında çok çevik bir şekilde karşılık verirler. Tazılar ise daha soğuk ve bağımsız olurlar. Kendi başlarına bölgelerini gözler ve herhangi bir hareket ya da koku farkettiklerinde kontrol etmeye giderler. İnsanlarla bir arada olmaya kuşçu köpekler kadar düşkün değillerdir. İşçi ve çoban köpekleri iş yapmaya odaklı davranışlar sergilerler. Örneğin Collie cinsi çoban köpekleri içgüdüsel olarak çocukları, ördekleri ve hatta birbirlerini gütmeye eğilimlidirler. Bekçi köpekleri küçük yaşlardan itibaren bölgelerini korumaya başlarlar. Collie ve Akitalar aşırı sadakatlarıyla ünlüdür. Teriyerler kemirgenleri yakalamak için üretilmiştir. Bu neden
le çok hareketli ve tezcanlı köpeklerdir. Newfoundlandler hayat kurtarma içgüdüleri ile meşhurdur. Köpeklerin ırkı ayrıca yeni bir çevreye veya yeni bir sahibe nasıl tepki vereceklerini de belirler. Melez ırkların, safkan atalarından farklı kendilerine has özellikleri olduğu da görülür. Üç nesil boyunca safkan ataları olan köpekler safkan kabul edilir. Dünyada yaklaşık 400 safkan köpek ırkı vardır. Safkan köpek ırklarının standartlarını belirleyen ve bu ırkların mensuplarını kaydeden birçok köpek kulübü vardır. Birleşik Krallık'ta 1844 tarihinde basılan "The Foxhound Kennel Stud Book" ("Tilki Tazısı Damızlık Kitabı") dünyadaki en eski köpek kayıtlarındandır. American Kennel Club (AKC) kurulduğu 1884 yılından beri 36 milyon köpeği kayıt altına almıştır. Bu rakama her sene yaklaşık olarak 1,25 milyon köpek eklenmektedir. AKC kayıtlarına göre labrador retriever ABD'de en çok beslenilen köpektir. İstatistiksel olarak en popüler ırklardan bazıları Alman çoban köpeği, Yorkshire teriyeri, golden retriever ve beagledır. Farklı ülkelerin köpek kulüpleri, ırkları değişik şekillerde gruplar ve adlandırır. Örneğin United Kennel Club (UKC) köpekleri 8 gruba ayırırken, American Kennel Club (AKC) ve merkezi Birleşik Krallık'ta olan The Kennel Club (TKC) 7 gruba, merkezi Belçika'da bulunan Dünya Köpek Federasyonu (FCI) 10 gruba ayırır. Dünyada köpek kulüpleri tarafından genel olarak kabul edilen başlıca köpek grupları: av köpekleri, tazılar, teriyerler, işçi köpekler, çoban köpekleri ve süs köpekleridir. Av köpekleri ya da avcı köpekleri (İngilizce: "hunting dogs", "sporting dogs" veya "gundogs"), çok iyi koku alan ve çoğunlukla kuş avı esnasında avcılara yön göstererek, kuşları ürküterek ya da bulup getirerek yardımcı olan ırkların dahil edildiği bir köpek grubudur. "Sport" sözcüğü eskiden İngilizce'de özellikle elit sınıflar tarafından "eğlence amaçlı avlanmak" anlamında kullanılırdı. Bu gruba örnek olarak puanterler, retrieverler, setterler, spanyeller ile vizsla ve Weimaraner gibi bazı diğer ırklar verilebilir. Av köpekleri canlı ve hareketli hayvanlardır, bu nedenle ev köpeği olarak beslenildiğinde sık ve yorucu egzersizlere gereksinim duyarlar. Kuş avında yararlanılan av köpekleri için zaman zaman "kuş köpeği" tabiri de kullanılır. Ceylan gibi iri hayvanların avlanmasında yararlanılan tazılar ya da fare gibi kemirgenlerin ve tilkilerin avlanmasında kullanılan teriyerler çok çeşitli olduklarından av köpeği kategorisine dahil edilmez ve ayrı kategorilerde değerlendirilir. "Avlanmak" anlamındaki "sporting" kelimesi zaman zaman Türkçeye hatalı olarak "sportif" şeklinde çevrilir ve av köpekleri "sportif köpekler" olarak adlandırılır. Tazılar da aslında avcı köpekleridir ancak çok çeşitli olmaları nedeniyle ayrı bir grup altında toplanmışlardır. Tazılar, koku ile iz sürenler ve görerek iz sürenler olmak üzere ikiye ayrılır. Yere yakın dakhunddan (porsuk tazısı), çok hızlı İngiliz tazısı greyhounda kadar çok değişik cüsse, görünüm ve özelliklerde tazılar vardır. Afgan tazıları ve Salukiler (Gazal tazısı), kayalık arazilerde ceylan takip etmekte kullanılır. Beagle, base, harrier, foxhound ve coonhound gibi tazı ırkları sürüler halinde avlanırken, Afgan tazısı, Saluki, borzois, firavun tazısı gibi ırklar yalnız avlanırlar. Bazı diğer tazı ırkları Petit Basset Griffon Vendéen, samur tazısı, aslan avında kullanılan Rhodesian ridgeback ve iz sürme yeteneği ile meşhur bloodhounddur. Ayrıca İrlanda kurt köpeği, İskoç deerhound, basenji, whippet, ve Norveç elkhound da tazı grubundadır. Kanada'da dreverler, Birleşik Krallık'ta da Grand Basset Griffon Vendéenler tazı kabul edilir. Teriyerler birbirlerine akrabalık ve davranış açısından diğer tüm köpek gruplarından daha yakındırlar. Büyük ve küçük cüsselerde çok çeşitli teriyer ırkları vardır. Teriyerler ahırları zararlı hayvanlardan, özellikle tünel kazan kemirgenlerden arındırmak için üretilmiştir. Birçok teriyer türünün ortaya çıktığı Birleşik Krallık'ta teriyerler sıçan avında kullanılarak düşük tabakadan insanların avlanma zevklerini tatmin etmelerinde kullanılıyordu. Üst tabakalar teriyerleri tilki avında da kullanıyorlardı. Ayrıca yere kazılan büyükçe bir çukurda (İngilizce: "pit") dövüştürülüyorlardı. Pit bull ırkı (birebir çeviri: çukur boğası) adını bu çukurdan alır. 1900'lü yıllarda köpek dövüşü birçok gelişmiş ülkede yasaklandı ve pit bulllar saldırgandan ziyade uysal karakterli olacak şekilde yetiştirilmeye başlandı. Teriyerler tünel kazabilir ve avlarını takip ederken onların tünellerine girebilir. Kürkleri bir zırh gibi korunma sağlayacak şekilde kabadır ve az bakım gerektirir. Avlarını kovalayan ya da bulup getiren tazılar ve av köpeklerinin aksine teriyerlerin avlarını öldürmeleri de gerekir, bu nedenle teriyerler cüsselerinden beklenilmeyecek şekilde çabuk parlayan, sürekli kavga etmeye hazır köpeklerdir. Teriyerler genellikle yağsız vücutlu, köşeli çeneli ve derin gözlüdür. Tünel kazıcılar genelde kısa bacaklı, yüzeyde avlananlar köşeli vücutludur. Tüm teriyerler hareketli ve gürültücü köpeklerdir. Küçük teriyerler genellikle at sırtında taşınır, tilki avından önce yere konurdu. Bunların çoğu üretildikleri yerlerin ve kullanıldıkları ortamların isimleriyle bilinir: Avustralya, Bedlington, border (sınır), cairn (taş anıt), Dandie Dinmont, Lakeland, Manchester, minyatür schnauzer, Norwich, Norfolk, İskoç, Sealyham, Skye, İrlanda Glen of Imaal, Galler ve Batı Highland beyaz teriyeri gibi. İri teriyer türleri arasında Airedale, İrlanda, Kerry Blue ve yumuşak kürklü Wheaten sayılabilir. Airedale teriyeri en iri teriyer ırkıdır. İşçi köpekler, iş köpekleri veya çalışan köpekler, başlıca köpek kulüpleri tarafından tanınan bir köpek ırkı grubudur. TKC'de işçi köpekler ("working dogs") grubu haricinde bir de "faydalı köpekler" ("utility dogs") grubu vardır. Bu grubun bazı üyeleri AKC'ye göre işçi köpek grubundadır. FCI'da işçi köpeklerin çoğu grup 2'de ("Pinscher and Schnauzer - Molossoid Breeds - Swiss Mountain and Cattle Dogs") değerlendirilir. İşçi köpekler çok çeşitli ve zaman zaman ince detaylı işlerde insanlara yardımcı olmak üzere yetiştirilmiş köpeklerdir. Bekçilik, rehberlik, yakın koruma, yük çekme ve hayat kurtarma gibi işlerde kullanılırlar. Cüsseleri genelde orta boy ile büyük boy arasında değişir. Hemen hemen hepsi sağlam yapılı, kaslı köpeklerdir. İşçi köpekleri güçleri, dikkatleri, zekâları ve sadakatleri ile meşhurdurlar. Bekçi veya yakın koruma olarak kullanılan ırklar arasında en çok bilinenleri Akita, boksör, bulmastif, Doberman pinscher, iri schnauzer, normal schnauzer, Danua, mastiff ve Rottweilerdır. Sürü bekçisi olarak kullanılan bazı türler Büyük Pirene, komondor ve kuvaszdır. Birleşik Krallık'ta Pirene dağ köpeği ve diğer çoban köpekleri, Kanada'da da Eskimo köpekleri işçi köpek sayılırlar. Yük çekmede ve kazazede kurtarmada kullanılan bazı ırklar Alaska Malamutu, Sibirya kurdu, Samoyed, Bern dağ köpeği, Portekiz su köpeği, Newfoundland ve Saint Bernarddır. Birleşik Krallık'ta standart, minyatür ve süs kanişler de faydalı köpek kategorisinde sayılır. Çoban köpekleri, sürülerin "idaresinde" kullanılan köpeklerdir. Bu yönleriyle sürüleri "koruyan" bekçi köpeklerinden ayrılırlar. Çoban köpekleri çevik hayvanlardır, çok çabuk süratlenebilir ve kısa süreli olarak çok süratli koşabilirler. Her türlü arazide görev yapabilirler. Küçük ırkları dahi kaslı ve güçlüdür. Başları dik yürürler ve mağrur görünümlü hayvanlardır. Çoban köpekleri sahibinin el işaretleri ve ıslıkla verdiği komutları anlayarak sürüyü güdebilir, kaçan hayvanları sürüye katabilirler. Sürüleri kontrol ederken havlamak, sürünün etrafında daire çizerek koşmak ve hayvanların topuklarını hafifçe ısırmak gibi yöntemler kullanırlar. Bazı çoban köpeği ırkları ise sadece sessizce ve dikkatle bakarak sürüleri kontrol eder. Çoban köpekleri eğitildiklerinde çok iyi yakın koruma köpeği olabilirler. Bu amaçla sıklıkla polis ve askeriye tarafından kullanılırlar. Çoban köpekleri zeki ve hareketli köpeklerdir. İnsanlarla en yakın ilişki kuran ırklar arasındadır. Çok iyi birer evcil köpek ya da yetenek yarışması köpeği olabilirler. Süs köpekleri ya da oyuncak köpekler, sadece insanlara arkadaşlık etmesi için yetiştirilmiş köpeklerdir. Geçmişte saray halkının yanlarında gezdirebilmesi için küçük, taşınabilir ve iyi huylu olacak şekilde üretilmişlerdir. Günümüzde de aristokrat çevrelerde tercih edilirler. Bazı süs köpeği ırklarının geçmişi tarih öncesi dönemlere dayanır. Pekinez ve Japon Chin köpeği geçmişte anavatanlarında kraliyet ailesine has köpeklerdi. Kraliyet ailesi dışında kimsenin sahip olmasına izin verilmiyordu. Bu ırklar özenle yetiştiriliyordu ve 20. yy.ın ortalarına kadar yurtdışına çıkarılmaları yasaktı. Avcı spanielinin bir alt ırkı olan İngiliz cavalier King Charles spaniel, geçmişte birçok İngiliz hanedanının favori köpeğiydi. Minyatür pinscher, Doberman pinschera benzer ancak bu neşeli ve hareketli köpek, başka hiçbir ırkta görülmeyen kendine has bir yürüyüşe sahiptir. Minyatür pinscherın yürüyüşü, atların tırıs yürüyüşüne benzer. Süs köpeği grubunun diğer elemanları da kendilerine has görünüşe ve karaktere sahiptir. Bu nedenle süs köpekleri, en çok farklı ırkı barındıran kategoridir. Tüysüz Çin köpeğinden aşırı tüylü Pekinezlere ve Şitsulara kadar çok çeşitli kürklere sahip süs köpekleri vardır. Süs köpekleri genellikle dikkatli ve enerji dolu hayvanlardır. Kemik yapıları güçlü, vücutları dengelidir. Bu nedenle genellikle "zarif" olarak tasvir edilirler. Süs köpekleri apartman dairelerinde ve küçük evlerde beslemek için de uygun köpeklerdir. "Av köpeği olmayan köpekler" (İngilizce: "Non-sporting dogs") olarak adlandırılan kategoride genellikle diğer kategorilere uymayan tüm ırklar toplanır. Bu gruptaki köpekler oldukça tartışmalıdır. Örneğin Birleşik Krallık'ta "işçi köpek" kabul edilen Dalmaçyalılar AKC'ye göre bu gruptadır. AKC'ye göre bichon frise, bulldog, standart ve minyatür kanişler, shar-pei, chow chow, Lhaso apso, Fin spitz, Keeshond, Fransız bulldogu, schipperk
e gibi pek çok ırk bu kategoridedir. Tibet spanieli ve Tibet teriyeri gerçek spaniel veya teriyer kabul edilmezler ve bu kategoriye dahil edilirler. Bu kategorideki çoğu köpek küçük veya orta cüssede, sağlam yapılı, genellikle köşeli vücutlu köpeklerdir. Yukarıda bahsi geçen ırkların önemli bir kısmı TKC, UKC ve FCI'da diğer kategorilere dahil edilirler. AKC'de 7 grubun haricinde bir de "muhtelif köpekler" (miscellaneous) sınıfı bulunur. Bu grupta resmî onay bekleyen köpek ırkları toplanır. FCI'da tazılar grubu yerine "koklayarak iz süren tazılar" (Grup 6) ve "görerek iz süren tazılar" (Grup 10) şeklinde iki grup bulunur. Yine FCI'da "avın istikametini gösteren köpekler" (Grup 7); "avı bulup getiren köpekler, av ürküten köpekler ve su köpekleri" (Grup 8) gibi daha detaylı av köpeği grupları vardır. UKC'nin "Kuzeyli ırklar" ve "bekçi köpekleri" gruplarındaki ırkların çoğunluğu diğer kulüplerde işçi ve faydalı köpekler gruplarında listelenir. Kuzeyli ırklar grubundaki köpeklerin çoğu soğuk iklimlere dayanıklı, fiziksel açıdan kurda benzeyen köpeklerdir. Günümüzde köpeklerin büyük bölümü -özellikle gelişmiş ülkelerde- ilk olarak üretildikleri amaçlarla değil, sadece ev arkadaşı olarak beslenirler. Süs köpekleri özellikle bu amaçla üretilmiş köpeklerdir ancak farklı köpek gruplarının özellikleri, farklı zevklere hitap edebilir. Köpek edinmek, önemli ve uzun süreli sonuçları olacak bir karardır; zira köpekler bakımları, sağlıkları ve mutlulukları açısından tamamen sahiplerine bağımlıdırlar. Bu nedenle köpeğin, sahibinin yaşam kalitesini mi artıracağı, yoksa gündelik hayatta ayak bağı mı olacağı önceden iyice analiz edilmelidir. Köpeklerin evcil hayvan dükkanlarında (İngilizce: "pet shop") satılması, birçok gelişmiş ülkede yasaklanmıştır. Köpekler köpek çiftliklerinden ya da köpek sahiplerinden alınabildiği gibi, hayvan barınaklarındaki terkedilmiş ya da kurtarılmış köpekler de genellikle ücret ödemeden sahiplenilebilir. Köpek edinilirken sağlıklı olup olmadığını anlamak için şunlara dikkat edilebilir: Köpek dost canlısı olmalı, özellikle enikse meraklı olmalı ve kuyruk sallamalıdır. Çekingen ya da korkak olmamalıdır. Gözleri parlak olmalı, akıntı olmamalı, iç göz kapakları pembe olmalıdır. Kulakları temiz olmalı, kötü kokmamalıdır. Dişetleri pembe ve sert olmalıdır (doğal olarak siyah dişetli olan chow chow ve şar peyler hariç). Derisi sıcak ve kuru olmalıdır. Nemli, lekeli, kabuk bağlamış veya parazitli bir cilt, çeşitli iç ve dış hastalıkların habercisi olabilir. Kürkü temiz olmalı, kötü kokmamalıdır. Köpek sağlam yapılı ve normal kiloda olmalıdır. Bununla birlikte bazı hayvanseverler bilinçli olarak hasta, sakat ya da önceki sahibinden kötü muamele görmüş köpekleri kurtarıp bakımlarını üstlenirler. Birçok safkan köpek ırkı, o ırka mahsus genetik problemlere sahiptir. Bu problemlerin kontrol altında tutulması ve etkilerinin en aza indirilmesi, yetiştiricilerin bilinçli ve bilgili olmasıyla mümkündür. Safkan köpek edinecek kimselerin o ırk ile ilgili kapsamlı bilgi sahibi olması ve yetiştiricilerden sorularına yanıt vermelerini beklemeleri gerekir. Enikler sağlıklı gelişebilmek için iyi beslenmeye, sıcak bir ortama ve ilgiye ihtiyaç duyarlar. Sütten kesildikten sonra 6 aylık olana kadar günde üç-dört kez beslenmeleri gerekir. 6 aydan sonra olgunlaşana kadar günde iki kere, olgunlaştıktan sonra da günde bir kez beslenmeleri yeterlidir. Ancak özellikle büyük köpek sahipleri günde iki kez beslemeyi tercih ederler. Köpeğin yaşam stiline, ırkına ve cüssesine göre günlük yiyecek ihtiyacı tespit edilmeli, bu miktar aşılmamalıdır. Enikler yetişkin köpeklerin yaklaşık iki katı enerjiye ihtiyaç duyarlar ancak göbekli iseler bu fazla kilolu oldukları anlamına gelir. Eniklerde aşırı kilo iskelet rahatsızlıklarına neden olabildiği gibi, yetersiz beslenme de gelişimlerini ve enerji düzeylerini etkiler. Kilolarını ve zindeliklerini muhafaza edebilmek için yetişkin köpeklerin daha aktif olan genç köpeklerden az yemeleri gerekir. Çalışan köpeklerin ev köpeklerinden daha fazla miktarda ve daha besleyici yiyecekler yemeleri gerekir. Kızak köpekleri gibi ağır işlerde çalışan köpeklerin yemeklerindeki yağ, protein ve karbonhidrat oranları farklıdır. Piyasadaki köpek yiyecekleri konserve (yaş), kuru ve nemli olmak üzere üçe ayrılır. Eniklerin gelişiminde uykunun yeri de yemek kadar önemlidir. Eniklere dinlenebilecekleri rahat ve normal ısıda bir ortam sağlanmalıdır. Enikler genellikle yorgunluktan uyuyakalana kadar oyun oynarlar. Hem enikler hem de yetişkin köpekler günün büyük bölümünü uyuyarak geçirirler. Tüm köpek ırkları farklı uzunluklarda günlük egzersize ihtiyaç duyarlar. Eniklerin serbestçe gezip oynamalarına izin verilmelidir. Biraz büyüdüklerinde düzenli olarak geziye çıkarılmaları gerekir. Köpeklerdeki kuyruk kovalama, eşyaları çiğneme, aşırı havlama ve inleme gibi davranış bozukluklarının kökeninde genellikle uzun süre bir yerde kapalı tutulma yatar. Köpek edinecek kimselerin ilk düşünmeleri gereken şey, köpeklerini yeterince egzersiz yaptıracak yer ve zamanları olup olmadığıdır. Köpeklerin bir alanda başıboş bırakılmaları uzmanlarca egzersiz olarak kabul edilmez. Bazı yiyecek ve içecekler köpekler için zararlıdır ve kusmaya, ishale, böbrek rahatsızlıklarına ve hatta ölüme sebebiyet verebilirler. Bu yiyeceklerin başında çikolata gelir. Çikolata köpeklerde zehirlenmeye yol açar, böbrek rahatsızlıklarına neden olur ve ölüme sebebiyet verebilir. Şeker ve bisküviler diş rahatsızlıklarının yanı sıra kilo problemine ve kan şekeri dalgalanmasına neden olabilir. Köpeklerde laktoz (süt şekeri) duyarlılığına oldukça sık rastlanır. Sütteki şeker vücutta parçalanamadığı için sindirim sisteminde bakterilerin üremesine neden olur. Laktoza duyarlı olan köpeklere süt ürünleri verildiğinde karın ağrısı, karın şişmesi, mide bulantısı, kusma, ishal ve su kaybına (dehidrasyon) bağlı olarak aşırı su tüketme görülebilir. Köpeklerin kolay eğitilmesi, eniklikten itibaren sahipleriyle aralarında güçlü bir bağ kurulmasına bağlıdır. Bu nedenle eniklerin küçük yaştan itibaren düzenli bir ev hayatı olması gerekir. Enikler izleyerek öğrenir ancak belirli davranışları göstermelerindeki temel etken dahil oldukları ırklardır. Örneğin bir bekçi köpeğinin, aldığı bir kokuyu ya da bir kelebeği kovalayarak uzaklaşması ihtimali av köpeklerinden daha azdır. Bununla birlikte bekçi köpeklerine kimin istenmediğinin öğretilmesi gerekir. Retriever gibi av köpekleri ise genelde herkesle kolayca dost olurlar. Bu nedenle köpek edinmeden önce hangi ırkların ne amaçla üretildiğini öğrenmekte fayda vardır. Köpeklerin eğitimi ile ilgili birçok teori vardır ama bazı genel kurallar tüm metotlar için gereklidir: Öncelikle köpek kendisinden ne istendiğini tam olarak anlamalıdır. Beklenen davranışları sergilediğinde ödüllendirilmelidir. Yanlış davranış sergilediğinde cezalandırılacaksa ceza hemen uygulanmalı ve suçun büyüklüğü ile orantılı olmalıdır. Köpekler suç ile ceza arasında zaman aralığı varsa, neden cezalandırıldıklarını anlamazlar. Tutarlı ve sevecen davranmak, iyi bir köpek eğitiminde anahtardır. Köpekler genellikle sahiplerinin otoritesini (sürü liderliğini) kolayca kabul ederler ancak bazen -özellikle erkek köpeklerde- sorun yaşanabilir. Bu sorunun köpek henüz küçükken ortadan kaldırılması önemlidir. Köpeklere, özellikle evde beslenecekse, küçük yaştan itibaren tuvalet eğitimi verilmesi gerekir. Sahibi hayatını bir süreliğine eniğin tuvalet ihtiyacına göre düzenlemelidir. Enikler uyanır uyanmaz çiş yaparlar, bu nedenle eniğin uyanma zamanı tespit edilip her sabah uyandığında dışarı çıkarılması gerekir. Köpekten köpeğe değişmekle birlikte, enikler genelde yemek yedikten yaklaşık 15 dakika sonra küçük, yarım saat sonra büyük tuvaletlerini yapmak isterler. Bu nedenle eniğin yemek saatleri düzenli tutulmalı; çok susamasını engellemek için aşırı tuzlu ve midesini bozmaması için çok çeşitli yiyecekler vermekten kaçınılmalıdır. Eniklerin sidik torbası kontrolü oldukça zayıftır, bu nedenle gün içerisinde her 1-2 saatte bir ve her heyecanlandıklarında dışarı çıkarılmaları gerekir. Eğitim esnasında sahibi, tuvaletini yaparken eniğin başında beklemeli, doğru yerde yaptığında ödüllendirmelidir. Kazara evde tuvaletini yapan köpeğin cezalandırılması, köpeğin tuvalet ile cezayı ilişkilendirmesine, sahibinin yanındayken -dışarıda dahi olsa- tuvaletini yapmaktan korkmasına neden olabilir. Köpekler tarih boyunca avcı içgüdüleri, sadakatleri ve koruma içgüdüleri suistimal edilerek, gerek birbirleri ile, gerekse ayı, boğa ve hatta aslan gibi diğer hayvanlarla eğlence ve bahis amaçlı olarak, genellikle ölümüne dövüştürülmüşlerdir. Günümüzde evrensel hayvan hakları sözleşmeleri gereği köpek dövüşü gibi vahşi uygulamalar, diğer tüm ile birlikte, birçok ülkede kanunen yasaktır. Bunun haricinde köpeklere kötü muamele veya zulüm etmek de birçok gelişmiş ülkede kanunen suçtur ve cezai yaptırımla karşılaşılabilir. Köpekler, doğdukları andan itibaren sürekli bakım isterler. Dengeli beslenmenin yanı sıra düzenli olarak tımarlanmaları gerekir. Kulak temizliği, kürk bakımı ve tırnakların kesilmesi gibi haftada bir gerçekleştirilmesi gereken eylemler, köpeğin herhangi bir sağlık sorunu olup olmadığı konusunda sahibine ipuçları verir. Uzun kıllı bazı ırkların kürklerinin hemen hemen her gün taranması gerekir. Tarama; ölü kılların düşmesi, dolaşıkların açılması ve derinin hava almasını sağladığı için cilt rahatsızlıklarının önüne geçilmesinde yardımcı olur. Enikler 6. haftadan itibaren çeşitli viral hastalıklara karşı aşılanmalıdır. 3 hafta arayla enikler distemper (köpek hastalığı), hepatit, parainfluenza, leptospirosis (weil hastalığı) ve parvovirüse karşı aşılanırlar. 3 aylık olduklarında kuduz aşısı yapılır. Daha sonra kuduz aşısı her 2-3 yılda bir, diğerleri her yıl takviye dozajıyla (booster) yinelenir. Köpeklerin düzenli olarak veterinere kontrole götürülmeleri gerekir. Özellikle kalp kurdunun yaygın olduğu ülkelerde köpekler her yıl kontrol edilmeli, hayatları boyunca düzenli
olarak bu paraziti önleyici ilaç kullanmalıdırlar. Pire ve keneler köpeklerde aşırı kaşıntıya ve çeşitli hastalıklara neden olur. Pire ve kene önleyici ilaçlar, düzenli banyo ve tımar ile bu sorun engellenebilir. Kutuplarda yaşayan köpeklerde pire ve kene sorunu ile genelde karşılaşılmaz. Dünyanın bazı bölgelerinde de sadece belirli mevsimlerde karşılaşılır. Köpeklerde, özellikle eniklerde, parazitlerden kaynaklanan hastalıklara sık rastlanır. Bağırsak parazitleri; halsizlik, kan kaybı ve buna bağlı anemi, sağlıksız kürk, deri ve hatta ölümlere neden olabilir. Bu parazitlerin bir çoğu toprakta bulunur ve köpeğin vücüduna sindirim sistemi ya da deri yoluyla girer. Dışkı ve kan testleri ile hangi tür parazit olduğu tespit edilebilir. Enikler 3 ayda bir, yetişkin köpekler yılda bir parazit kontrolünden geçirilmelidir. İnsanlardaki hastalıkların birçoğuna köpeklerde de rastlanır. Kanser, solunum rahatsızlıkları, alerjiler, kireçlenme, kalp rahatsızlıkları gibi pek çok hastalık köpeklerde görülebilir. Sadece belirli ırklarda görülen ya da bazı ırklarda daha sık görülen rahatsızlıklar da vardır. Örneğin GDV (Gastrik dilatasyon volvulus), İrlanda setteri, Saint Bernard, Danua gibi iri ırklarda daha sık görülür. GDV, abdominal bölgede karnın burkulması sonucu kan akışının kesilmesi ve karnın gaz ile dolması durumudur. GDV acil bir durumdur ve ilk belirtilerde müdahale edilmesi gerekir. Bu belirtilerden en sık görülenleri huysuzluk ve kıpırdanma, kusamama, dışkı çıkaramama, karnın şişmesi ve kaburganın genişlemesidir. İri ırklarda kalça eklemlerinin düzgün gelişmemesi sorununa da daha sık rastlanır. Displazi denen bu rahatsızlığın poligenetik (çoklu nedenli) olduğu düşünülür. Displazi progresif bir hastalıktır ve kalça kemiklerindeki şekil bozuklukları zamanla eklem bozulmalarına, acıya ve sakatlıklara neden olur. Bazı ırklarda dirsek displazisi gibi daha farklı kemik ve eklem rahatsızlıkları görülür. Dakhund gibi yere yakın ve beli uzun ırklarda omurga rahatsızlıklarına sık rastlanır. Köpeklerde yüksek kolesterol ya da ölümcül dolaşım sistemi rahatsızlıkları görülmez ancak kalp kası veya kapakçığı sorunlarına zaman zaman rastlanır. Bazı ırklar kalp rahatsızlıklarına daha eğilimlidir. Köpeklerde ayrıca kalp kurdu ile kalp ve damar sağlığını etkileyen bazı diğer parazitler de görülebilir. Köpeklerde kanser riski ve kanser tedavisi insanlardaki ile hemen hemen aynıdır. Köpeklerde en çok osteosarkom, meme ve lenfoid kanseri görülür. İnsanlardaki kanser türlerine de çare bulunabilmesi amacıyla, köpeklerde kanser tedavisi ile ilgili yapılan araştırmalar günümüzde çok ilerlemiştir. Göz hastalıklarının çoğu kalıtımsaldır ve köpeklerde katarakt, glokom ve retinal hastalıklara rastlanabilir. Bu hastalıklar zamanla körlüğe neden olabilir. Köpeklerdeki göz hastalıklarının tedavisi insanlardaki kadar başarılı değildir ancak köpekler alıştıkları ortamlarda yaşadıkları sürece görme kaybına -gelişmiş koku alma duyularının da yardımıyla- çok iyi adapte olabilirler. Yine de trafik, yükseklik gibi çevresel tehlikelerden korunmaları gerekir. Köpeklerdeki kalıtımsal görme bozuklukları genellikle 5-6 yaşına kadar ortaya çıkmadığı için ortadan kaldırılmaları henüz mümkün olmamıştır ancak bu alandaki genetik çalışmalarda 1970'li yıllardan beri büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Pag ve Pekinez gibi çıkık gözlü ırklarda, göz tahrişi ve kornea yırtılmasına daha sık rastlanır. Bu rahatsızlıklar zamanında ve gerektiği gibi tedavi edilmezlerse gözlerde ciddi hasara neden olur. Base tazısı gibi sarkık kulaklı ırklarda kulak kanalı sorunlarına sık rastlanır. Kulaklar havasız kaldığı için biriken nem mantar enfeksiyonlarına neden olur. Kulak akarı gibi parazitler kulak kanalında çoğalarak koyu ve kötü kokulu bir eksüdaya neden olur. Köpek, kulaklarını kaşımaya, yere veya mobilyalara sürtmeye çalışır. Eğer tedavi uygulanmazsa ülsere çevirebilir. Kulak kanalı ülseri köpeğe çok acı verir ve tedavisi zordur. Köpekler, Canidae (köpekgiller) familyasına mensup hayvanlardır ve bu familyadaki kurt, çakal, kır kurdu, tilki, dingo, yaban köpeği gibi diğer kanidlerle genetik anlamda büyük benzerlik gösterirler. Köpekler kurtlarla, yaban köpekleri de kır kurtları ile gönüllü olarak çiftleşirler. Köpek-kurt kırmaları doğurgandır. Modern köpekler kurttan ("Canis lupus") evrimleşmişlerdir ve kurdun bir alt türü ("C. lupus familiaris") olarak sınıflandırılırlar. Canis lupus türünün, dünyanın her tarafına yayılmış köpek dahil 30'dan fazla alt türü vardır. Bunlardan birkaçının soyu tükenmiştir. Kurt ile köpek arasındaki en dikkat çekici davranışsal benzerlikler: oyuna düşkünlük, hâkimiyet kurma ve itaat etme, koku ile bölge işaretleme ve dişilerin yavrularına bakma içgüdüleridir. Kurtların tabiatı ve davranışları; kır kurtları ve tilkilerden çok köpeklerle benzerlik gösterir. Kurtlar diğer vahşi kanidlerden çok daha sosyal hayvanlardır ve bu durum insanlarla temas kurmalarına imkân vermiştir. Kurt ve köpeğin genetik kompozisyonlarının büyük oranda aynı olmasına ve çiftleşebilmelerine rağmen, gelişim açısından aralarında farklılıklar vardır. Kurtlar köpeklerden daha geç olgunlaşırlar ve 2-3 yaşlarındayken aynı anda hem cinsel hem de sosyal olgunluğa erişirler. Erkek kurtlar sürü liderlerine tamamen olgunlaşana kadar meydan okumazlar. Dişi kurtlar köpeklerden farklı olarak senede bir kez yavrularlar. Ali Kemal Denizci Ali Kemal Denizci (d. 1 Mart 1950, Trabzon), Trabzonspor, Fenerbahçe ve Beşiktaş'ta oynamış olan Türk eski millî futbolcu, teknik direktör. Lakabı Fırtına Kemal olan Ali Kemal Denizci, eski futbolcu Osman Denizci'nin abisidir. 17 yaşındayken futbolcu lisansını kaçak çıkardı. İlk takımı Çarşıbaşı’dır. Bir sene sonra Trabzon Yolspor’a transfer oldu. Ardından o sıralar üçüncü ligde olan Rizespor’a geçti. 2 sene kaldığı Rize’de gösterdiği performansla Kayserispor’dan teklif aldı. Kayseri'de imza attıktan sonra ikinci ligdeki Trabzonspor'un ona teklif getirmesi üzerine sözleşmeyi iptal ederek Trabzonspor'da oynamaya başladı. Kadro kurulduktan sonra Trabzonspor, ilk yıl şampiyonluğu averajla Kayserispor’a kaptırdı. Bir sonraki sezon ise şampiyon olarak Türkiye Birinci Ligi'ne çıktı. Birinci Lig’deki ilk sezonunda (1974-75) Trabzonspor ligi 9. bitirdi ve kupada final oynadı. İkinci sezonda ise büyük bir sürpriz yapan Trabzonspor, Türkiye Futbol Ligi'nin 4. Şampiyonu oldu. Bu şampiyonluk Ali Kemal Denizci, Cemil Usta, Şenol Güneş, Necmi Perekli, Ali Yavuz, Bekir Barçın, Necati Özçağlayan, Kadir Özcan gibi yıldızları yarattı ve sonraki 4 yılda Trabzon 3 şampiyonluk daha elde etti. Ali Kemal Denizci, 1976-1977 sezonunda da şampiyonluk kazandı. Trabzonspor'un girdiği mali bunalım ve 1977-78 sezonunda şampiyonluğun Fenerbahçe'ye kaptırılması, Ali Kemal Denizci'yi kulüpten ayırdı ve 1978'de Fenerbahçe'ye transfer oldu. Fenerbahçe'de mutlu ve başarılı olamayan Denizci, teknik direktörü Friedel Rausch'u 1980-81 sezonunda 2. lige düşen Rizespor'da oynayan kardeşini getirmesi karşılığında ikna ederek 1981'de Beşiktaş'a transfer oldu. Uzun süredir şampiyonluk kazanamayan Beşiktaş onun da katılımıyla 1981-82 sezonunda şampiyonluğa ulaştı. 1984 yılında futbolu bırakan Ali Kemal Denizci, Trabzonspor’un ilk millî futbolcusudur. Kardeşi Osman Denizci sırasıyla Rizespor, Fenerbahçe, Trabzonspor ve Erzurumspor'da oynamış ve 1983'te Fenerbahçe'yle, 1984'te de Trabzonspor'la şampiyonluk sevincini tatmıştır. Aktif futbolculuk yaşantısı sonrasında bir dönem Trabzonspor'da yardımcı teknik direktörlük de yapan Ali Kemal Denizci, bugün Türkiye Futbol Federasyonu’nun Karadeniz Bölgesi sorumluluğunu yapmaktadır. NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." Acıağaç Acıağaç ("Quassia amara"), Simaroubaceae (kokarağaçgiller) familyasından 2-3 metre boyunda küçük bir bitki türü. İnce kabuklarının üzerinde sarı benekler vardır. Çiçekleri kırmızıdır. Sıcak ülkelerde yetişir. Bu ülkelerde acı ağaç kabuklarından yapılan kaplardan su içenlerin kuvvetleneceğine inanılır. Hekimlikte; kökü, kabuğu ve odunu kullanılır. Etkili maddesi "Quassine"dir. Çok acıdır. Replikasyon Biyoloji bilimlerinde,  replikasyon hücre, organizma ya da molekül gibi örneklerin tam olarak kopya edilmesi sürecidir. Yıkıcı deneylerde, orijinal numunenin korunmasını sağlamak amacıyla da kullanılabilir. Bazı deneylerde de örneğin sayısını arttırarak, istatistiksel olarak anlamlı bir gözlem oluşturmak için kullanılır. Virüsler de replikasyon yolu ile çoğalmaktadırlar. Rekombinant DNA teknolojisi Rekombinant DNA teknolojisi, doğada kendiliğinden oluşması mümkün olmayan, çoğunlukla farklı biyolojik türlerden elde edilen DNA moleküllerinin, genetik mühendislik teknolojisiyle kesilmesine ve elde edilen farklı DNA parçalarının birleştirilmesi işlemlerini kapsayan bir teknolojidir. Rekombinant DNA ise; bu işlem sonucu üretilmiş olan yeni DNA molekülüne verilen isimdir ve kısaca rDNA olarak yazılır. Bu alanda yapılan işlemler, kısaca genlerin herhangi bir organizmadan alınarak üretilmesi (klonlama) ve üretilen genlerin gerek temel, gerekse uygulamalı araştırmalar için kullanması olarak özetlenebilir. Bu teknoloji bugün temel bilimler, tıp, endüstri, biyoteknoloji, biyomühendislik, hayvancılık, ziraat, çevre mühendisliği gibi alanlarda yaygın bir biçimde kullanılmaya başlamıştır. Bu teknolojinin bilimsel temeli olan çeşitlenme (rekombinasyon) genetik bir olaydır ve doğada canlılar arasında görülen çeşitliliğin önemli nedenlerinden birini oluşturur. Rekombinasyon, farklı genotipteki bireyler arasında eşleşmeler söz konusu olduğunda, ana-babaya ait kalıtsal özelliklerin dölde değişik gruplanmalar halinde bir araya gelmesine yol açan olaylar dizisidir. Bu olay moleküler düzeyde, farklı nükleotid dizilerine sahip iki DNA molekülünün homoloji gösteren bölgeleri arasındaki parça alışverişi sonucunda meydana gelen yeni gruplamalardır. Bunun için DNA molekülleri arasında kırılmalar meydana gelir ve kırılma bölgelerinde DNA molekülleri arasında parça alışverişi oluşur. Sonuçta orijinal durumdaki DNA mole
küllerine tam olarak benzemeyen ve onlara ait nükleotid dizilerini kısmen taşıyan "rekombinant DNA molekülleri" oluşur. Homolog çeşitlenme (rekombinasyon), eşeyli üremeyle genelde mayoz bölünmedeki kromozomal parça değişimi sonucunda meydana gelir. Bakterilerde çeşitlenme farklı işleyişlerle, transformasyon, konjugasyon ve trandüksiyon olaylarıyla görülür. Bu olayların hepsinin temeli DNA molekülleri arasında homoloji olmasına dayanmaktadır. Bu yüzden doğada çeşitlenme, aynı türe ait bireyler arasında ya da çok yakın türler arasında kısıtlıdır. Farklı türler arasında varolan çeşitli düzeydeki eşleşme engelleri farklı türlere ait bireyler arasında genetik bilgi aktarımına, dolayısıyla da rekombinasyona olanak sağlamamaktadır. Rekombinant DNA teknolojisinin tanımı ve kapsamı çeşitli toplumlara ya da biliminsanlarına göre farklılıklar göstermektedir. Bununla birlikte, bu değişik tanımlar arasında hepsindeki ortak yönleri birleştiren, oldukça geniş ve günümüzün modern ölçütlerine uygun bir tanım şu şekilde yapılabilir: Rekombinant DNA teknolojisi, bir canlıdan herhangi bir yolla yalıtılan bir genin uygun bir konağın içerisine sokularak orada çoğaltılmasını ve bazen de ifade edilmesini amaçlayan çalışmalara ait tekniklerin toplamıdır. Belirli bir amaç için doğrudan genetik materyal üzerinde yapılan bu teknolojiyle, "in vitro" şartlarda genetik materyalde planlı değişiklikler yapılabilmekte, istenilen genlerin istenilen canlıya sokularak, doğal biçimde bulunmadığı bu konakta çoğaltılması ve istenilen ürünü vermesi için nakledilen genin ifadesi sağlanabilmektedir. Bu teknolojiyle, prokaryotik ve ökaryotik gruplara ait türlerin kendi aralarında olduğu kadar, gruplar arasında da gen aktarımları yapmak ve çeşitlilikler meydana getirmek mümkün olmaktadır. Rekombinant DNA teknolojisi özellikle 1960'lı yılların sonlarına doğru DNA ile ilgili bazı enzimlerin etki mekanizmalarının anlaşılması sayesinde gerçekleştirilen bir dizi yöntemleri kapsamaktadır. Bununla birlikte bu süreç 1940'lardan 1970'lere kadar moleküler biyolojinin gelişmesini sağlayan bilgi birikimi de rekombinant DNA teknolojisinin temelini oluşturmuştur. Genetik çeşitlenme olaylarının yapay olarak gerçekleştirilmesi esasına dayanan rekombinant DNA teknolojisine (rDNA) ilişkin ilk çalışmalar, 1973 yılında başta Cohen olmak üzere bir araştırma grubunun önderliğinde "in vitro" koşullarda gerçekleşmiştir. Buna göre doğada eldesi imkânsız olan yeni gen düzenlemelerinin yapılması bu teknolojiyle sağlanabilmekte, bir canlının genotipi önceden belirlenebilmekte ve yönlendirilebilmektedir. "In vitro" koşullarda oluşturulan yeni DNA moleküllerine önceleri "kimera" ("aslan başlı, keçi gövdeli ve yılan kuyruklu mitolojik bir yaratık") adı verilmiştir. Bu "kimera"lar, birbirleriyle ilişkili olmayan ve farklı kökenler ait genleri içeren rekombinant DNA molekülleridir. Rekombinant DNA teknolojisi 1980'li yıllarda dev adımlarla ilerlemiş ve günümüzde adından en çok bahsedilen ve moleküler genetikte devrim yaratan bir bilim dalı olmuştur. Özellikle 1985'de ortaya atılan bir veya iki hücreden elde edilen DNA'nın birkaç saat içerisinde çoğaltılarak 24 saatte genetik tanının konmasına olanak sağlayan polimeraz zincir tepkimesi (PCR) rDNA teknolojisi için belki en büyük gelişmelerden biri olarak kabul edilebilir. Rekombinant DNA teknolojisinde izlenen olayların sırası şu şekilde özetlenebilir; Rekombinant DNA teknolojisinde uygulanan yöntemler 3 ana başlık halinde incelenebilir; Rekombinant DNA teknolojisi uygulamaları özellikle genetik mühendisliği ve biyoteknolojide kullanılmaktadır. Dünya nüfusunun %3-5'nin genellikle tedavi olanağı bulmayan kalıtsal hastalıklardan etkilendiği bilinmektedir. Bu alandaki en büyük ümit ve beklenti genetik bozuklukların gen aktarımı yöntemleriyle düzeltilmesi ya da etkin tedavi yöntemlerinin geliştirilmesidir. Kısa zamanda çok geniş bir uygulama alanı bulan bu yöntemin gerçek değeri önümüzdeki yıllarda çok daha iyi anlaşılacaktır. Ali Tandoğan Ali Tandoğan (d. 25 Aralık 1977, Salihli) sağ bek ve sağ kanat mevkiinde görev yapmış eski millî futbolcu. Ali Tandoğan, futbola Yeni Salihlispor’un alt yapısında 8 yaşındayken başladı, 17 yaşına kadar amatör olarak futbol oynadı. Ardından Salihlispor ile 2. ligde profesyonel olarak futbol oynamaya başladı. 2. Ligde oynadığı futbolla dikkatleri üzerine çekmeye başardı ve Denizlispor’a transfer oldu. 1998-1999 sezonunda transfer olan Ali Tandoğan, 5 buçuk yıl bu takımın formasını giydi. Denizlispor'da oynadıktan sonra Yeni Salihlispor'dan da hocası olan Ersun Yanal ile birlikte Gençlerbirliği'ne geçti. 2003-2004 sezonunda Gençlerbirliği’ne transfer oldu. 2 sezon Gençlerbirliği’nde oynayan Ali Tandoğan, 2004 yılında, Gençlerbirliği'nde, kulüp taraftarlarının oylarıyla, "Yılın Futbolcusu" seçilmiştir. 2005-2006 sezonunun başında Rıza Çalımbay'ın isteği ile Beşiktaş'a transfer oldu. Sağ kanadı etkili kullanabilen futbolcu, isabetli ortaları ve iyi kullandığı serbest vuruşları ile bilinmektedir. Serbest vuruştan birçok gole imza atan Tandoğan, Delgado, Tello gibi serbest vuruşları iyi kullanan futbolcuların olması sebebi ile Beşiktaş'ta serbest vuruşları kullanamamıştır. 2009-2010 sezonu Yaz Transfer Dönemi'nde Bursaspor'a transfer olmuştur ve aynı sezon Bursaspor'la şampiyonluk yaşamıştır. 2010-2011 sezonu sonunda Bursaspor ile olan kontratı bitmiştir ve Antalyaspor ile anlaşmıştır. 5 Temmuz 2013'te Mersin İdman Yurdu ile 1 yıllık sözleşme imzalamıştır. Bu takım ile 30 maça çıkıp 4 gol atmış ve sonucunda takımı Süper Lig'e yükselmiştir. 23 Ağustos 2014'te Adana Demirspor ile sözleşme imzalamıştır. 2015 yazında aktif futbol hayatına nokta koymuştur. 2016 yılında Boluspor maçından sonra Denizlispor' un teknik direktörü olmuştur. Teknik direktör olarak Denizli Atatürk Stadı' nda çıktığı ilk maçta Büyükşehir Gaziantepspor' u 2-1'lik skorla mağlup etmiştir. Mart 2017 yılında görevinden istifa etmiştir. Ama istifası yönetim tarafından kabul edilmeyip sözleşmesi 1 yıl daha uzatılmıştır. 24 Temmuz 2017 tarihinde Şanlıurfaspor'un teknik direktörlüğü görevine getirilmiştir. 8 kez millî takımlara çağrılan Ali Tandoğan, 1 kez U-21, 2 kez A2 ve 1 kez de A Milli olmak üzere toplam 4 kez millî formayı giymiştir. Frankfurt Kitap Fuarı Frankfurt Kitap Fuarı, her yıl Almanya'nın Frankfurt şehrinde düzenlenen, Dünya'nın en büyük kitap fuarı olarak kabul edilen organizasyondur. Yayın ve elektronik yayıncılık alanında faaliyet gösteren kuruluşların katılımıyla 1949 yılından bu yana gerçekleştirilmektedir. 100'den fazla ülkeden yaklaşık 7.000 yayıncıyı buluşturmakta olan fuarın ziyaretçi sayısı 2004 yılında 290.000 olarak tespit edilmiştir. Sadece fuarın düzenlendiği tarihlerle sınırlı kalmayan ve Frankfurt Kitap Fuarı tarafından yıl boyunca organize edilen edebiyat, sanat, bilim, kültürel etkileşimler, iş, dil, din konularında muhtelif ülkelerin önde gelen yazar, araştırmacı, bilim insanları ve sivil toplum örgütlerinin katılımlarıyla 3.000'den fazla açık oturum, söyleşi, panel ve konferans düzenlenmektedir. Frankfurt Kitap Fuarı 1976'dan beri "onur konuğu" ağırlamakta ve fuar onur konuğu üzerine daha yoğun programlar düzenlemektedir. Ahmed Hasan Ahmed Hasan Kamil (d. 2 Mayıs 1975, Maghagha), orta saha mevkiinde görev yapan Mısırlı eski futbolcudur. Ahmed Hassan 17 yaşında futbola Aswan takımında başladı. Daha genç takımda oynarken 1995'te Mısır millî futbol takımı’na seçildi. O günden bu yana Mısır millî takımının vazgeçilmezleri arasında bulunmaktadır. 1996-97 sezonunda Aswan'da profesyonel olarak bir sezondan sonra daha iyi bir takım olan Ismaily'e geçti. 1998 Afrika Uluslar Kupası'nda final maçında Güney Afrika millî futbol takımına uzaktan bir gol atıp, kupanın kazanılmasına yardım edince dikkat çekti. Birçok farklı pozisyonda başarıyla oynayan Ahmed Hassan, 22 yaşında Türkiye macerasına Kocaelispor'la başladı. 2 sezon oynadıktan sonra Denizlispor'da bir sezon oynadı. Daha sonra Gençlerbirliği'ne geçti. Gençlerbirliği'nde oynadığı ilk maç; 2001-02 sezonu Süper Lig 14. haftada Göztepe'ye 1-0 yenildikleri maçtır. Burada Mısır millî takımından arkadaşı Abdel Zaher El Saka ile oynayan Hassan 3 başarılı sezon geçirdi. Gençlerbirliği'nin UEFA Kupası'nda 4. tura kadar çıkmasına yardım etti. Ahmed Hassan, Gençlerbirliği'nde 2 Aralık 2001 ile 17 Mayıs 2003 yılları arasında toplam 47 resmi maçta 4.063 dakika forma giydi. 31 gol attı. 8 sarı, 1 kırmızı kart gördü. 2003-04 sezonunda Mircea Lucescu tarafından önceki sezonun şampiyonu Beşiktaş'a getirildi. Lucescu'dan sonra Jean Tigana'nın da gözdelerinden olan Hassan, takımın sürekli oynayan önemli oyuncularından biri oldu. 2 sezonda 79 maçta 30 gol attı. 2005 yılında Beşiktaş biten kontratını uzatmayınca doğrudan Şampiyonlar Ligi'ne katılacak RSC Anderlecht takımına transfer oldu. Orta sahada Lucas Biglia ve Jan Polák'ın önünde, forvet Serhat Akın ve Nicolas Frutos'un arkasında oynadı ve Anderlecht ataklarının hazırlanmasında, atılan gollerde büyük emeği oldu. Bu dönemde Mısır'ın 2006 Afrika Uluslar Kupası şampiyonluğunda hem kaptan olarak hem de onu gol krallığında ikinci yapan 4 golle yardımı oldu. 2007-08 sezonu son kez yurtdışında oynayacağını söyledi ve Anderlecht'te bir sezon daha oynayıp, daha önceden Mısır'a dönen ailesinin yanında gitti Kariyerini sonlandırmak için Mısır kulübü Al-Ahly'e 2008 yılında üç sezonluk imza attı. İlk maçında ezeli rakipleri Zamalek SC'ye Afrika Şampiyonlar Ligi'nde uzaktan bir frikik golü attı. 19 Temmuz 2011'de eski millî takım teknik direktörü Hassan Shehata'nın isteğiyle Zamalek SC ile iki yıllık sözleşme imzaladı. Karaylar Karaylar, (ya da İbranice çoğulu Karaim), Beyaz Rusya, Litvanya, Kırım, batı Ukrayna, Polonya, ABD, Rusya, Dağıstan, Türkiye, İsrail ile Romanya’da bulunan Musevi Türk topluluğu. Bu topluluktan pek çok Türkolog yetişmiştir. Seraya Şapşal, Firkoviç, Gabay bunlardan bazılarıdır. Türkiye'de Karaylar hakkında yayınlanan en geniş kapsamlı eser Erdoğan Altınkaynak'ın 'Tozlu Zaman
Perdesinde Kırım Karayları' adlı kitaptır. (SOTA Yayınları; Haarlem, 2006, 19,5 x 24 cm., 241 sayfa, Türkçe, ISBN 90-807403-9-X) Kırım Karayları'nı araştıran Erdoğan Altınkaynak bu çalışmasında, Karay halkının soyunu, göç hareketlerini, dini inanışlarını, sosyo-ekonomik tablosunu, günlük yaşam akışını, masallarını örnekleriyle vermiştir. Karaizm Museviliğin bir mezhebidir. Museviligin 10 Emir kurallarıyla Gök Tengri dininin sentezi gibidir. Karayların merkezi Kırım olup, Hazar kağanlığının bakiyeleridirler. Kırım'daki Çift-Kale ata yurtları sayılır. Bu Çift-Kale'nin yanında bulunan Balta-Tiymez (Balta değmez, dokunamaz) onların kutsal saydıkları meşeleri bulunan tarihi mezarlıklarıdır. Bahçesaray yakınlarındaki bu merkezden dünyanın çeşitli yerlerine dağılmışlardır. Litvanya, Polonya ve Azerbaycan'a buradan göçmüşlerdir. Karay Türkçesinin Kırım, Trakay ve Galiç olmak üzere 3 ağzı vardır. Kırım özerk cumhuriyetinin Kezlev adlı şehrinde (Ruslar burayı işgal ettikten sonra Yevpatorya diye değiştirmişlerdir.) ibadet merkezleri vardır. İbadethanelerine Kenasa derler. İbadet dilleri Türkçedir. Beni İsrail oğullarıyla (yahudilerle) mezhep çatışmasından dolayı anlaşamazlar. Şimdiki Başkanları Vladimir Örmeli'dir. Dini liderleri Davut Yel olup Kiev'de ikamet etmektedir. Karaylar her sene Kırım'da toplanırlar. Karaim kelimesinin kökeni hakkında pek çok görüş ortaya atılmıştır. Karay kelimesinin İbranice'de okumak anlamına gelen "Karai"den gelmektedir. Sâdece yazılı Tora'yı, Eski Ahit'i otorite kabul ettiklerini ve genel Yahudi kitlenin benimsedikleri diğer Tevrat yorumlarını gözönüne almadıklarını imâ eden bir ifade olduğu da söylenmiştir. İbranice'de çoğul takısı "im" getirilerek Karaim şeklinde telaffuz edilir. Bir diğer görüşe göre 10. yüzyılda Bizans'tan sürgün olarak Hazar ülkesine sürgüne giden ve Museviliğin Karai mezhebine bağlı olan insanlar, Hazar Devleti sınırları içinde kalan Kırım topraklarına yerleştirildiler. Hazar hakanının Musevi inancını kabul etmesiyle, Karai mezhebi, Kırım'da yaşayan Türkler arasında da yayılmaya başladı. Bu inancı kabul eden Türk toplulukları, ilerleyen yıllarda 'Karaim' adıyla anılmaya başlandılar. Kökenlerinin Türklerin Hazar boyuna dayandığı düşünülen Karaylar'ın bugün en kalabalık yaşadıkları ülke olan Litvanya’daki geçmişleri 14. yüzyılın sonlarına dayanır. 1397 ile 1398 yıllarında Karadeniz kıyılarına giden Büyük Litvanya dükü "Vytautas" (Litvanyaca: "Vytautas Didysis"; Latince: "Alexander Vitoldus"; Lehçe: "Witold"), buradan ülkesine Müslüman ve Musevi Kırım Tatarı göçmenlerle döndü. Çoğunluğu müslüman olan bu göçmenlerin arasında bulunan 380 Musevi, Karay ailesinden 300 kişi Vytautas’in "Trakai"’deki sarayına yerleştirildi. Litvanya’daki Karaylar’ın sayısı zamanla artarak 5 000 kişiyi buldu. Karay'lar saraya giden yol boyunca ağaçtan yapılmış ahşap evlerde yaşarlar, dini ayinlerini Knessa denilen sinagoglarda yaparlar. Bugün Litvanya’da yaşayan Karaylar’ın sayısı yıllar içinde kuşaktan kuşağa azalarak Litvanya’ya gelişlerinin 600. yılının kutlandığı yıl olan 1997’deki sayıma göre 257’ye düşmüştür. Bunlardan 138’i başkent Vilnius’da, 65’i Trakai’de(okunuşu "Trakei"), gerisi de daha az sayılarda ülkenin öteki bölgelerinde yaşarlar. İstanbul Koç Üniversitesi'nde görevli Doç. Dr. Timur Kocaoğlu çok önemli bir duyuruda bulunuyor: ""Bugün Türk konuşma ve yazı dillerinden biri olan Karaimce yok olmak üzeredir. Rusya, Ukrayna ve Litvanya'da yaşayan Karaimların sayısı 2200 kişi kadardır ve bunların ancak çok az bir bölümü, belki 100 kişi anadilini konuşabilmekte ve daha az bir kısmı yazabilmektedir. Litvanya'da Trakai bölgesinde yaşayan Karaylar (yani Karay Türkleri) bir Litvanya bankasında dillerinde ders kitapları bastırmak ve knessa dedikleri sinagoglarını tamir etmek için maddi yardım sormaktalar. Bu Karaim konuşma ve yazı dilini kurtarma çabalarına biz de katkıda bulunarak, sosyo-politik bir olguyu hızlandırabiliriz."" Karayların konuştuğu dil Kıpçak Türkçesi grubuna dahildir. Karay kültüründeki Kıpçak Türk karakteri Güney Rusya'da Kıpçak stepleri denilen bölgede yaşayan Karayların atalarının Türkçe konuşan diğer halklarla karışmış olabileceğini akla getirmektedir. Günümüzde küçük bir topluluk olan Karayların dilini yeryüzünde konuşanların sayısının 5000 dolayında olduğu sanılır. Karay dilinin, Karaçay, Kırım Tatarcası, Nogay gibi öteki Kıpçak Türkçe lehçeleri ile birçok ortak özelliği vardir. Bu lehçeleri konuşan topluluklar dil dışında ortak gelenekler, öyküler, masallar, koşuklar, yemek adları gibi özellikleri de paylaşırlar. Karaylar ibadetlerinde Karay Türkçesi konuşurlar. Karay Türkçesinin Troki (Trakay), Kırım ve Haliç-Lutsk şeklinde üç ağzı bulunmaktadır. Karay dili kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olan dillerden biridir. Karayca konuşanların sayısı ise 5000 kişiden az kalmıştır. Bugün Litvanya’da Karay dilini günlük konuşmada kullananların sayısı 50’yi geçmez. Bu sayı Ukrayna’da sekizdir. Polonya Karayları iletişim için artık bu dili kullanmasalar da, aralarında zor da olsa bu dili konuşabilenler bulunur. Kırım’da bugün yok olmuş olan Karay dilini, son yıllarda gençler arasında kitaplardan ögrenerek yaşatmaya çalışanlar vardır. Litvanya’da bugün Karay dili yalnızca pazar günleri okullarda öğretilir ve 1988’de kurulan "Litvanya Karay Kültür Derneği"nce desteklenir. Ayrıca Karay topluluğu, gençleri ulusal ekinleri ve geçmişleri ile yakınlaştırmak için her yıl gençlik ve kültür bayramı düzenler. Karay dilinden örnekler: Kendi dillerinden Karaylar Litvanya'ya gelişlerini şöyle anlatıyorlar: ""Vatat Biy sofunda ondórtúnčú yúzyïlnïn da bašlaýïnda onbešinči yúzyïlnïn tirildi, yomaxlarïna kórà bar dunyanïn ol keltirdi karaylarnï Krïmnïn yanïndan, Kara Tengiznin yanïndan, da olturyuzdu karaylarnï bunda Troxta. Berdi karaylarya kóp yer ki bolyey nesindàn tirilmà karaylarya."" Kırım Karaycasında Şema Yisrael: Bizans ile Hazar Türkleri arasındaki yakın ilişki sebebiyle Anadolu'da Karaylar uzun bir tarihi dönemden beri yaşamaktadırlar. Bu ilişki Osmanlı döneminde de devam etmiş ve Anadolu'da 80'e yakın Karay cemaati yaşamaya başlamıştır. Fatih'in İstanbul'u fethinden sonra önde gelen Karay cemaatlerinin merkezi İstanbul haline gelmiştir. İstanbul'daki en uzun ömürlü Karay cemaati Hasköy'de yaşamıştır. İstanbul'daki "Karaköy" semtinin adının bile "Karay köy"den geldiği ifade edilmektedir. Çıksalın'da Seferad mezarlığının yanında bir duvarla ayrılmış Karay mezarlığı bulunmaktadır. İstanbul'da hala Hasköy semtinde faaliyette olan Karay Sinagogunun 1000 yıla yakın bir tarihi vardır. İstanbul'daki Karaylar genelde kendi aralarında Bizans-Rumcası(Antik Yunanca),Latince,Kırım Karaycası ve İbranice karışık Karaitika adını verdikleri Judeo-Yevanit(Yunanca) bir dilde konuşurlar. Bugün, ABD ve Avrupa'nın çeşitli ülkeleri, Türkiye, İsrail ve eski Sovyet coğrafyasında olmak üzere bütün dünyada 50.000'in üzerinde Karaylı Türk yaşamaktadır. Kırım'ın Kezlev (Gözleve-Yevpatoriya) kasabasında 700 kadar yaşayan Karaylar çoğunluktadırlar. Kırım'ın Bağçasaray, Simferopol (Aqmescit), Sivastopol (Aqyar), Kefe (Feodosiya), Aqerman (Odessa) şehirlerinde de aktif Karay Cemaatleri bulunmaktadır. Kırım'ın Bağçasaray Şehrinde Karaylara ait Kültürel bir yaz kampı da mevcuttur. Kırım'ın Bahçesaray şehrinde Karaylara ait Hazarlar dönemine ait bir kale bulunur adı Mangup Qale-Çufut Qaledir. Kırım Karaycasında Çufut çift manasına gelir. Kırım'ın Bağçasaray Şehirinde Karaylara ait bin yıllık bir mezarlık bulunmaktadır bu mezarlığın adı Balta Tiymez'dir. Bu mezarlık tüm Avrupa'nın en eski Türk ve Musevi Mezarlığı olarak kabul edilmektedir. Mezarlıkta Baştaşları genel olarak Kırım Karaycasında yazılmıştır. Kırım'da çok anıtları bulunan Karaylar Polonya'da Litvanya yakınlarında 50, Krakovi (Krakow)'de 650 Karay yaşamaktadırlar. Litvanya'da ise Vilinius'ta 1380, Trakay (Troki)'da 650 ve Diğerki bölgelerde 50 karay yaşar. Rusya'da Dağıstan'da ise azınlıkta olan Karay milleti, İsrail'de ise 25000 civarındadır. İsrail'in çoğunlukla Ramle, Ofakim, Aşdod, Beer Şeva, Yeruşalayim, Holon şehirlerinde yaşamaktadırlar. Ramle şehrinde Karaylar'a ait büyük bir kültür merkezi mevcuttur. İsrail Karay Hahambaşılığı ise Ofakim şehirindedir. 2012 yılında seçilen Karay Hahambaşı Roş Haham Moşe Firuz, Cemaat Başkanı Neria HaRoedir. Rus Karaim Hahambaşısı Gerşom Ha Kohen Kıprısçı ise İsrael'in Hevron şehrinde yaşamaktadır. Karaylar yıllardır Kırımçaklarla yaşamışlardır, Kırımçaklar köken olarak Karaydırlar ama zamanında Sefarad Rabbanların etkisiyle Rabbani Mezhebine geçiş yapmışlardır ve sonradan savaşlar nedeniyle çoğu Karay, Kırımçaklarla ayrılmıştır. Kinetik enerji Kinetik enerji, bir cismin hareketinden dolayı sahip olduğu enerjidir. Cismin hareketine göre üç çeşit kinetik enerji vardır. Doğrusal bir yolda giden cismin kinetik enerjisidir. formula_1 olarak ifade edilir. Sabit bir F kuvveti altında, doğrusal bir yolda x kadar yol alan bir cisim düşünelim. x yolunun sonunda cismin sahip olduğu enerji, F kuvvetinin yaptığı işe eşittir. Yani Newton'un ikinci kanununa göre bir cisme etkiyen net kuvvet, ona kütlesiyle ters orantılı ivme kazandırır. Yani Kinematik denklemlerine göre x'i çekersek İkinci denklemdeki Fyi ve, üçüncü denklemdeki x terimini birinci denkleme koyarsak Kütle merkezinden geçen bir doğru etrafında dönen cisimlerin sahip olduğu kinetik enerjidir. formula_8 açısal hızıyla dönen bir cismi parçalara ayırırsak, tüm parçaların toplam enerjisi bize cismin kinetik enerjisini verir. Yani Düzgün dairesel hareket yapan cisimlerde aşağıdaki eşitlik vardır: İşte bu ifadenin parantez içindeki kısmına eylemsizlik momenti denir ve formula_9 ile gösterilir. Cismin şekline bağlıdır. Newton mekaniği'nin yasaları, sadece ışık hızına kıyasla küçük hızlarda hareket eden parçacıkların hareketlerini tanımlamada geçerlidir. Parçacık hızları "c" ile karşılaştırılabilir olduğunda, Newton mekaniğindeki denklemler, yerini görelilik teorisinin öngördüğü daha genel denklemlere bırakır. Görelilik teorisine göre, çok
büyük formula_18 hızıyla hareket eden formula_19 kütleli bir parçacığın kinetik enerjisi: Bu ifadeye göre "c" den daha büyük hızlar yoktur. Çünkü "v" "c" ye yaklaşırken "E" sonsuza gider. Hami Mandıralı Hami Mandıralı (d. 20 Temmuz 1968, Arsin), forvet mevkinde forma giymiş Türk eski millî futbolcu, teknik direktör. 10 yaşında Trabzonspor'a katıldı ve kariyerinin neredeyse tamamını (iki sezon hariç) bu takımda geçirdi. İlk profesyonel maçını 1984-85 sezonunda 17 yaşındayken oynadı. Bitirici vuruşları ve mesafe tanımaksızın çektiği sert şutlarıyla tanındı ve döneminin en iyi forvetlerinden biri olarak Türk millî takımının önemli oyuncularından biri oldu. Millî takımla oynadığı 40 maçta 32 gol attı. Avrupa Kupaları'nda ise 23 gol attı. Çok uzaklardan attığı birçok frikik golü unutulmazlar arasına girdi. Her zaman ligin en önemli oyunculardan biri olan Hami başarılı kariyerine Türkiye Ligi şampiyonluğu ekleyemediyse de Trabzonspor'un 1992 ve 1995'te iki kez Türkiye Kupası'nı kazanmasında, iki maç üzerinden oynanan final maçlarında toplam dört gol atarak önemli pay sahibi oldu. 1992 yılında Türkiye Kupası yarı final maçında Beşiktaş'a attığı frikik golü yılın golü seçildi. 1998 yılında Bundesliga takımı Schalke 04'e transfer oldu.1 sezon Bundesliga' da top koşturduktan sonra Trabzonspor'a dönerek takımının en golcü oyuncusu unvanını Trabzonspor'dan ayrılana kadar sürdürdü.Jübilesini Trabzonspor'da yapamadan son senesinde ayrılmak zorunda kaldı ve MKE Ankaragücü ile sözleşme imzaladı. Ancak orada 8 maç oynayarak futbolu bıraktı. 84 kez millî takımlara çağrılan Hami Mandıralı, 4 kez U-16, 17 kez U-18, 7 kez U-21 ve 56 kez de A Milli olmak üzere toplam 84 kez Türkiye millî takım forması giymiş, bu maçlarda 11 gol kaydetmiştir. İkinci Fatih Terim dönemi millî takımlar teknik ekibinde, Türkiye ümit millî futbol takımının Teknik Direktörlüğünü yürütmüştür. Mustafa Reşit Akçay'ın görevinden ayrılmasının ardından geçici olarak Trabzonspor'un teknik direktörlüğüne getirilmiştir. 2014 FIFA Dünya Kupası'nda Cezayir millî takımı teknik direktörü Vahid Halilhodziç'in Trabzonspor teknik direktörlüğüne getirilmesiyse bu görevden ayrılmıştır. 15 Kasım 2014 tarihinde Antalyaspor'da Engin Korukır'dan boşalan teknik direktörlük görevine getirildi. 23 Şubat 2015 tarihinde yönetim ile Mandıralı arasında yapılan görüşmelerden sonuç alınamaması üzerine sözleşmesi Antalyaspor yönetimi tarafından tek taraflı olarak feshedilmiştir. Mandıralı takımın başında çıktığı 12 maçta 5 galibiyet 3 beraberlik ve 4'te yenilgi elde etmiştir. 2015-16 sezonuna Şota Arveladze yönetiminde başlayan Trabzonspor'da, alınan kötü sonuçlar nedeniyle teknik direktör ile Kasım ayında sözleşme karşılıklı olarak feshedilmiş ve takım geçici bir süre Gençlik Geliştirme Teknik Sorumlusu Sadi Tekelioğlu yönetiminde maçlara çıkmıştır. Mandıralı, Trabzonspor ile Ocak 2016'da 1 yılı opsiyonlu olmak üzere 1,5 yıllık sözleşme imzaladı. Trabzonspor teknik direktörlüğü görevinde takımı 15 maçta 5 galibiyet, 9 mağlubiyet, 1 beraberlik alan Hami Mandıralı, son olarak Antalyaspor karşısında alınan 7-0'lık ağır mağlubiyet sonucunda 13 Mayıs'ta görevinden ayrıldı. Ziya Doğan Ziyaeddin Doğan (Bilinen adı Ziya Doğan) (d. 1 Aralık 1961, Gümüşhane), Türk teknik direktör ve orta saha mevkinde forma giymiş Türk eski futbolcu, teknik direktör. Futbola Beşiktaş altyapısında başladı. 1978 yılında A takıma yükseldi. Kısa sürede mücadeleci futbolu ve çalışkanlığı ile takımın gözdesi oldu. Önceleri kafa vuruşlarında zayıftı ancak toprak zeminli Şeref Stadı'nda yaptığı idmanlar sayesinde bu eksikliğini kapadı ve uçarak attığı kafa golleri ile ünlendi. Yıllardır şampiyon olamayan Beşiktaş tarihi ve kendi kariyeri için 1982 liginin son maçında Eskişehir'e 2 gol birden atması ile Beşiktaş'ı Şampiyonluğa göndererek, Beşiktaş taraftarlarının gönlünde taht kurmuştur, taraftarlarının onu en çok sevme nedenleri de bu yüzdendir. Türkiye Kupası'nda Fenerbahçe'yi uzatmada 4-2 yendikleri maçta attığı gol de onu unutulmazlar arasına soktu. Orta saha oyuncusu olmasına rağmen son derece gole yatkın bir oyun stili vardı. Beşiktaş formasıyla 9 sezonda 194 lig maçı oynadı ve 38 gol attı. Türkiye Kupası'nda 9 gol, derbilerde Galatasaray'a 6, Fenerbahçe'ye 5 gol kaydetti. Türkiye liglerinin ortasaha oynamasına rağmen en çok gol atan oyuncularından biridir 1987'de MKE Ankaragücü'ne transfer oldu ve burada 3 sezon görev yaptı. 1990-91 sezonunda 1. Lig ekiplerinden Kocaelispor'a transfer oldu ve burada iki sezon düzenli olarak oynadı. Ardından bir sezonda Zeytinburnuspor'da oynadıktan sonra aktvi futbola veda etti. Ziya Doğan, toplam 3 kez Türkiye U-19 millî formayı giymiştir. Futbolu bıraktıktan sonra teknik direktörlüğü seçti. İstanbulspor'da 7 sene dünyaca ünlü teknik direktörlere çalıştı, Adanaspor ile ligin son 5 haftası iken anlaştı 17. sıradaki takım ile 3 galibiyet ve 2 beraberliklen ligde bıraktı ardından 1 sene İstanbulspor'da Teknik direktörlük yaptı. Ertesi sene Beşiktaş'ta Nevio Scala'nın yardımcısı olarak görev aldı. 2001-2002 sezonunda ligin son sırasındaki Malatyaspor'un kümede kalmasını sağlayarak seneye de UEFA Kupası'na katılarak teknik direktörlüğünü kanıtladı. Bundan sonra teknik direktörlük yaptığı Trabzonspor'da Türkiye Kupası'nı kazandı ve ligi 2. bitirerek Şampiyonlar liginde oynamaya hak kazandılar. Gençlerbirliği'nde 13. sıradaki takıma gelip o sezon ligi 5. sırada bitirdiler. Dürüst futboluyla başarılı teknik direktörlük hayatını sürdürmektedir. 7 Eylül 2006 tarihinde Trabzonspor ile anlaşarak ikinci dönemine başlamıştır. Ziya Doğan, teknik direktörlük kariyerinde disiplini, oyuncuyla iyi ilişkiler kurmayı prensip haline getirmiştir. Ancak kamuoyu tarafından yıldız oyuncuları dizginlediği ,onlardan tam anlamıyla yararlanamadığı ve defansa yönelik korkak futbolu benimsediği şeklinde eleştiriler almıştır. O ise bu eleştirilere istatistiklerle yanıt vermiş,son yıllarda Trabzonspor'un en çok kendi döneminde gol attığını ve yorumcuların taraftarı yanlış yönlendirdiğini iddia etmiştir. Tüm bunlara rağmen hiçbir oyuncu tarafından kötü eleştiriler almamış aksine oyuncuların sevgi ve saygısını kazanan biri olmuştur. Turkcell Süper Lig'de 2009-2010 sezonuna Diyarbakırspor'da başlayan teknik direktör Ziya Doğan, 22. haftada Diyarbakır'da, Denizlispor'a 2-0 kaybedilen maçın ardından görevinden istifa etti. 26 Mart 2010 tarihinde Bank Asya 1. Lig takımlarından Konyasporla 1.5 yıllığına anlaşmıştır. Konyasporu playoff'a tasimistir ve playoff maclari sonunda super lige cikarmistir. 14 Şubat 2011 tarihinde Konyaspor teknik direktörlüğünden istifa ettiğini açıklamıştır. İstifasından bir gün sonra yerine Yılmaz Vural getirildiği açıklanmıştır. 2011-12 sezonunun arifesinde teknik direktör Mesut Bakkal'ın istifasindan sonra teknik direktörsüz kalan MKE Ankaragücü'nün başına getirilmiştir. Aralık 2011'de Ankaragücü'nün ligde son sırada bulunmasından dolayı görevinden istifa etmiştir. Yerine daha önce Ankaragücü'nü çalıştrıan Hakan Kutlu getirildi. 3 yıl boyunca herhangi bir takımda görev almayan Doğan 28 Kasım 2014 tarihinde Levent Devrim'in yerine aynı sezonda Orduspor'un beşinci teknik direktörü olarak göreve başlamıştır. 10 Şubat 2015 tarihinde Orduspor'dan istifa etmiştir. 26 Eylül 2016 tarihinde Kastamonuspor 1966'da teknik direktör olarak göreve başlamıştır. Minimalizm Minimalizm, modern sanat ve müzikte, kökeni 1960'lara giden, sadelik ve nesnelliği ön plana çıkaran bir akımdır. "ABC sanatı", "minimal sanat" gibi tabirlerle de anılır. Soyut dışavurumculuğun biçime ve duyguya verdiği aşırı öneme karşı bir tepki olarak, "nesnenin nesne olma özelliğine" dikkat çekmek ve ifade, tarihsel, sembolik anlamlarını minimuma indirmek amacıyla hareket etmiştir. Minimalist sanatçılar, nesnelere ve nesnelliğe olan bu ilgi nedeniyle genellikle heykel üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu alandaki önemli isimler arasında Carl Andre, Sol LeWitt, Robert Morris, Richard Serra, Donald Judd, Dan Flavin sayılabilir. Süreç sanatı, arazi sanatı, performans sanatı ve enstalasyon sanatı minimalizmden etkilenerek ortaya çıkmıştır. Görsel sanatlara benzer şekilde, müzikte de minimalizm, biçimciliğe tepki olarak çıkmış, müzikteki duygusal sterilliği, entelektüel karmaşıklığı ve diğer biçimleri ortadan kaldırma amacı gütmüştür. Tarihi veya duygusal izlenimleri en aza indirgemek için melodi ve harmonide basitlik ön plana çıkarılır, tekrarlara önem verilir. Elektronik enstrümanların kullanımı da bu amaca uygun olduğundan yaygındır. Minimalist besteciler arasında Philip Glass, Steve Reich, Terry Riley, Michael Nyman, La Monte Young, John Adams, Yann Tiersen ve Peter Machajdík sayılabilir. Bazı edebi şahsiyetlerin minimalizm akımı hakkındaki sözleri; Cemal Cuma Cemal Cuma (Jamal Jumá) (Bağdat) Iraklı şair Akademik eğitimini, 1984’den beri yaşadığı Kopenhag’da almıştır. ‘Itırlı Bahçe’, ‘Kalplerin Gezintisi’ ve ‘Yasak Yazılar’ı da içeren sayısız erotik elyazmasını düzenleyip yayınlamıştır. Bu durum, Arap dünyasındaki bazı siyasi ve dini kuruluşları çileden çıkarmış; bu kitapların Arap ülkelerinde toplatılmasına ve yasaklanmasına neden olmuştur. Yazar, şiirlerini topladığı Kitapların Kitabı (1990), Karanlıkta Tokalaşma (1995) ve Bir Uyurgezerin Günlüğü (1998) kitaplarını yayınlamıştır. Dancaya , İsveçceye , Fransızcaya, Almancaya, Farsçaya, Türkçeye , Tamilceye ve başka dillere çevrilmiştir. Badem (müzik grubu) Badem,Türk pop-rock grubu. Karacaoğlan’ın şiir yorumlarıyla tanınır. 5 kişilik grup, Mustafa Kemal Öztürk (vokal, piyano, gitar), Barış Bahçeci (vokal, gitar, perküsyon), Doğaç Başaran (basgitar, vokal), Mert Özdemir (Gitar, banjo, mandolin, vokal), Emre Yıldız (davul, perküsyon)'dan oluşmakta. Badem, 1995'te Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü korolarında takılan Mustafa, Barış ve Devrim Ünay'ın tanışmasıyla üç sesli bir vokal topluluğu olarak kuruldu. Grubun adı Badem, ("BArış,DEvrim,Mustafa") elemanların baş harflerinin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Bundan sonraki yıllarda
üniversite şenliklerine katılan grup, Devrim Ünay'ın yurt dışına giderek gruptan ayrılması ve zaman içinde kadroya yeni üyelerin katılmasının ardından 2002'de son halini aldı. Badem (2005) 1996 yılında Boğaziçi Üniversitesi'ndeki korolar konserindeki 3 parçalık bir performanstan sonra Ada müzik, o zamanki Badem'e yani vokal topluluğu haline albüm teklifi yapmıştı. Ama 3 arkadaş henüz hazır olmadıkları gerekçesi ile teklifi geri çevirmişti. Daha sonraları kimi küçük kimi büyük plak şirketleriyle ilişkileri devam etti ;fakat bazen grubun sözleşme fobisi, bazen de piyasanın şartları yüzünden antlaşmalar gerçekleşemedi. 2003'te Taşoda'nın kuruluşuyla beraber yepyeni, olabildiğince albüm kalitesinde olacak bir demo kaydetmek istediler ve buna olumlu cevap 2004'te Sony'den geldi. Sözleşme imzaladıktan sonra stüdyoya giren grup, ilk albümünü ekim 2005’te Sony BMG Music Türkiye’den çıkardı. İlk klipleri ise "Sen Ağlama" oldu. Bu albümde yoğun olarak Karacaoğlan ve Aziz Nesin etkisi vardı. 2006'da "Sen Ağlama" şarkısı "Sınav" filminde sountrack olarak kullanıldı. S'onsuz (2008) Badem grubu üyelerinin art arda ve beklenmedik şekilde gelen kayıpları üzerine yapılmış şarkılardan oluşan albümleridir. Sonsuza kadar onsuz kalacakları kişilere ithaf edilmiştir. Taşoda Müzik aracılığı ile yayınlanan 12 şarkılık "S'onsuz"da, en son parça "Kalpsiz(Akustik)"in ardından gelen bir de hayalet şarkı "S'onsuz" bulunmaktadır. Ayrıca ekte 3 adet video vardı. Bu albümde "Badem" albümüne göre daha fazla elektro gitar kullandılar ve soundları biraz daha sertleşti. Bir tane Karacaoğlan sözlü bestesi olan albümde Özlem Tekin, İlhan Şeşen ve Gülçin Santırcıoğlu Badem'e eşlik etti. Söz ve bestelerin tamamına yakını, grubun prodüktörlüğünü de yapan solist Mustafa Kemal Öztürk’e aittir. Ocak ayında yayınlanan albümün ardından grup, mart ayında "S’onsuza kadar" turnesi ile sevenleriyle buluştu. 3B (2010) 2010 yılına geldiklerinde 3. albümleri "3B", kasımda Taşoda Müzik ve Ellipsis ortaklığıyla basıldı. Söz ve müziklerin büyük çoğunluğu Mustafa Kemal Öztürk ve Barış Bahçeci'ye aittir. Albümde bir tane de Karacaoğlan eserinin bestesi bulunuyor. Ek olarak "Senin Hala Bu Kalp" şarkısının video klibi var. Grubun 3. albümü olması sebebiyle geliştirilen 3 boyut konsepti kapsamında; albümün videoları ve fotoğrafları 3 boyut teknolojisiyle hazırlandı. Albümdeki bu 3 boyut teknoloji çözümünün tamamı Taşoda Film Yapım ve Mantis Film bünyesindeki Türk ekip tarafından gerçekleştirildi. Albümün 5 + 1 surround tekniğiyle miksajı yapılmış “sınırlı üretim” versiyonu da basıldı. İlk konseri ise13 Nisan salı akşamı Babylon’da yapıldı. Albümün klipleri de 3 boyutlu çekildi. Albüm önceki şarkılara göre daha sert soundludur. 2011 yılında Nilüfer'in konsept albümü "12 Düet" için "İntizar" şarkısında sanatçıya eşlik ettiler. Şarkının yeniden düzenlemesi de gruba aittir. Badem ve Konukları (2012) Bugüne kadar birlikte şarkılar söyledikleri ve çaldıkları çok değerli müzisyen ve yorumcu dostlarının hepsini aynı albümde bir araya getiren Badem'e; Cahit Berkay, Nilüfer, İlhan Şeşen, Feridun Düzağaç, Özlem Tekin, Halil Sezai, Zeynep Casalini, Serkan Çağrı, Vega, Öykü Gürman ve Gülçin Santırcıoğlu "Badem ve Konukları"nda eşlik etti. Prodüktörlüğünü Badem'in üstlendiği albüm, 10 Aralık 2012'de Pasaj Müzik etiketiyle raflarda yerini aldı. Badem bu albümde, yepyeni şarkılarının yanı sıra en sevilen şarkılarını, ülkenin ünlü müzisyenleri ve yorumcularıyla yeni yolculuklara çıkarttı ve bu çok sevilen eserlerinin yeni kayıtlarıyla bir yandan da grubun kariyerine toplu bir bakış imkanı sunmuş oldu. Albüm dinleyicilerden pozitif geri dönüşler aldı. 2014 yılında Badem "Beni Böyle Sev" dizisinin 61. bölümüne konuk oldu. Aynı yıl çıkan, dizide kullanılan şarkıların bulunduğu "Beni Böyle Sev" soundtrack albümünde de aynı isimli şarkıyı coverladılar. Mustafa Kemal Öztürk:  5 Agustos 1976 Ankara doğumlu, bekar, hafif çapkın olmakla beraber tam bir futbol hastasıdır. Barış Bahçeci:  12 Nisan 1973 İstanbul doğumlu, Bu Felsefe mezunu, gönlü bekar, hijyene ve sağlığa önem verir, Mert Özdemir:  3 Haziran 1974 Samsun doğumlu, İnşaat Yüksek Mühendisi, bekar. Doğaç Başaran:  16 Şubat 1979 Antalya doğumlu, Elektronik Yüksek Mühendisi, bekar. Emre Yıldız: 1982, İzmir doğumlu. Ama Adana'da büyüdü. Boğaziçi Üniversitesi Turizm İşletmeciliği mezunu. Gruba en son katılan eleman. Detaycı olduğu söylenir. Grup üyelerinin ortak özelliği; Teoman, Nil Karaibrahimgil, Aylin Aslım ve Nezih Ünen gibi ünlü sanatçı ve grupların yetiştiği BÜMK'de bir araya gelmeleri ve yıllarca koristlik, koro şefliği ve kulüp başkanlığı faaliyetlerinde bulunmuş olmaları. [SONY/BMG MUSIC] [TAŞODA MÜZİK] [TAŞODA MÜZİK] [Pasaj Müzik & GRGDN] Google Earth Google Earth, tüm Dünya'nın uydularından çekilmiş değişik çözünürlükteki fotoğrafların görüldüğü, Google Labs tarafından satın alınan Keyhole adlı şirketin geliştirdiği bir bilgisayar yazılımıdır. Yoğun yerleşim olan bazı bölgelerin ayrıntılı görüntüleri, İnternet üzerindeki sayfasını ziyaret ederek indirilen yazılımı bilgisayara yükleyerek incelenebilir. Temmuz 2005'te sadece ABD'nin tamamına yakınının görece yüksek çözünürlükte fotoğrafları bulunurken, Haziran 2006'dan itibaren dünyadaki şehirlerin büyük bir bölümünün ayrıntılı görüntüleri bulunmaktadır. Yazılımda, koordinatları verilen noktaya ulaşmak mümkündür. Yazılım ilk duyurulduğunda, Rus Gizli Servisi, bu hizmetinin, terörist saldırı planlayanlara bir kolaylık olacağını söyleyerek hizmetin durdurulmasını talep etmişti. Ancak benzeri uydu fotoğraflarının küçük bir ücret karşılığında, İnternette satıldığı göz önüne alınarak, ilgili mahkemece dava düşürülmüştür.Ayrıca Google güvenlik için günümüz görüntüleri yerine sadece bu günden birkaç sene öncesi ait görüntüleri paylaşıma sunmuştur. Google Earth Pro, Google Earth'ün şaşırtıcı işlevselliğinin üzerine eklenen daha da güçlü araçlarla oluşturulmuştur.Önceden ücretli olan yazılım Şubat 2015'te ücretsiz hale getirilmiştir. Google Earth Pro'nun en çekici özelliklerinden bazıları şöyle sıralanabilir: Google Earth'ın uzayı izlemeye olanak veren yeni hizmetidir. Kullanıcı uzayda gezinebilmekte, yıldızları, nebulaları, galaksileri izleyebilmekte, gezegenlerin rotalarını takip edebilmektedir. Ayrıca yıldızlar ve gezegenlerin zaman içinde geçirdikleri evreler görülebilmektedir. Google Earth pek çok özellikle birlikte gelir. Bunlardan başlıcaları şunlardır: Google Earth tarafından yayımlanan sistem gereksinimleri aşağıdaki tabloda verilmiştir. Akyazı (anlam ayrımı) Makbule Atadan Makbule Atadan (d. 1885, Selanik - ö. 18 Ocak 1956, Ankara), Türk yazar ve siyasetçidir. Mustafa Kemal Atatürk'ün kız kardeşidir. 1885 yılında Selanik'te doğdu. Balkan savaşlarından sonra annesi Zübeyde Hanım ile birlikte İstanbul'a yerleşti. Cumhuriyetin ilanından hemen sonra Ankara'ya gitti. Bir süre ağabeyi Mustafa Kemal ile kaldıktan sonra Çankaya Köşkü arazisi içinde kendisi için inşa edilen Camlı Köşk'e yerleşti. 1930'da Atatürk'ün isteğiyle Fethi Okyar'ın kurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası'na giren Makbule Hanım, birkaç ay sonra parti kapatılınca siyasetten çekildi. Atadan, aslen Gümülcineli bir fabrikatör olan Edirne milletvekili Mecdi Boysan ile 1935 yılında evlenmiş ve daha sonra boşanmıştır. Ağabeyi ile ilgili anıları "Büyük Kardeşim Atatürk" (1952) ve "Ağabeyim Mustafa Kemal" (1952) adlarıyla yayımlandı. 18 Ocak 1956 tarihinde saat 12:55'te 71 yaşındayken Camlı Köşk, Ankara'da vefat etti. Akyazı Akyazı, Sakarya ili ilçesi. Akyazı'yı da içine alan Sakarya Bölgesi, üzerinde yaşayan topluluklara bağlı olarak sırayla Misya ve Bitanya adlarını aldı. Bu adlardan en uzun ömürlüsü MÖ 9. yüzyıldan MS N. yüzyıla kadar varlığını koruyabilen Bitinya idi. Bitinler, Bedrikler ve Moriondinler'in kaynaşmasından meydana gelmiş bir toplumdur. Tarihçi Heredotes, Bitinlerin Trakyalı olduğunu ileri sürer. Bitinya, Lidya kralı Krosos'un tümüyle eline geçmiş ise de MÖ 546'da Lidyalıları yenilgiye uğratan Pers Kralı II. Kiros, bu bölgeyi de topraklarına katmıştır. MÖ 334-332'de Pers ordularını arka arkaya yenilgiye uğratan Makedonya kralı Büyük İskender, Bitinya topraklarına da egemen oldu. Bu bölge MÖ 282'ye kadar İskender'in komutanlarının eline kaldı. Roma orduları MÖ 85'de Sakarya bölgesine girdi. Bitinya kralı IV. Nikonedes, Roma'nın bir uydusu durumuna düştü. Sakarya bölgesi daha sonra Roma'nın Bitinya Pontus eyaleti içinde yer aldı. Roma'nın ilk egemenliği döneminde Bitinya'nın Akyazı kesimi Balat krallıklarının elindeydi. Balat kralı Amintos'un MÖ 27'de ölümünden sonra bu bölge Roma'nın bir uydusu durumuna düştü. Bu bölge Malazgirt Meydan Muharebesi'nden bir yıl sonra Artuk Bey tarafından Selçuklular'a kazandırıldı (1072). Fakat Alp Arslan'ın ölümü üzerine Artuk Bey geri çağırıldı. Bu yüzden Sakarya bölgesi tekrar Bizanslıların eline geçti. Fakat Kutalmış oğlu Süleyman Bey tarafından 1075'ten sonra tekrar ele geçirilmiştir. Dördüncü Haçlı Seferi'nde (1204) Haçlılar İstanbul'da Latin İmparatorluğu kurdular, İznik'e kaçan Bizans İmparatoru III. Aleksios'un damadı Theodoros Laskaris burada imparatorluğu ilan etti. Theodoros Laskaris sonra İç Anadolu'da Çorum çevresinde öldü. Bu dönemde Sakarya ve yöresi İznik-Bizans imparatorluğu sınırlan içinde kaldı. 126l'de Latin İmparatorluğu yıkılınca, Sakarya yöresinde yönetim gevşedi. Bizanslı Valiler yarı bağımsız bir duruma geldiler. Akyazı'nın Osmanlı yönetimine geçmesi konusunda çeşitli rivayetler olsa da genel kanı Osman Bey ve Orhan Gazi döneminde Osmanlılara geçtiğidir. Osman Gâzi, 1300 yılından îtibâren, Bizanslılara karşı gazâ mücâdelelerine girişince, yanında Akakoca, Samsa Çavuş, Aykut Alp ve Gâzi Abdurrahmân gibi silah arkadaşları ile Konur Alp bulunuyordu. Orhan Bey ise, daha babasının sağlığında askerî idâreyi eline aldığından, Karadeniz’e doğru olan mıntıkanın zaptına Konur Alp’i gönderdi. Konur Alp, Akyazı, Mudurnu ve sonradan kendi adı verilen Düzce taraflarındaki Konrapa’yı fethetti. Gâzi
Abdurrahmân’la berâber Aydos’u aldı. Bursa’nın fethinde (1326) büyük kahramanlıklar gösterdi ve aynı yıl içinde vefât etti. Konur Alp’in vefâtından sonra, idâresindeki yerler birleştirilerek Şehzâde Murâd’ın emrine verildi. Kanuni Sultan Süleyman'ın oğulları Selim ve Beyazıt zamanında başlayan taht kavgaları, Selim tarafını tutan kapıkulu ile Beyazıtın tutan tımarlı sipahiler arasında çıkan kanlı çatışmalar yöre halkı üzerine derin izler bırakmıştır. Yine bu bölgede çıkan suhte(softa) ayaklanmaları yüzünden Akyazı ve çevre halkı çok zarar görmüştür. Düzce Ayaklanması'nın başladığı günlerde verilen bir emirle Adapazarı yöresine çağrılan Çerkez Ethem, çeşitli işleri dolayısıyla ancak Mayıs ayı sonlarında bu emre uyabildi .Yüzbaşı Mesut Bey komutasındaki çeteler de O'na yardımcı olmak üzere ikramiye üzerinden Sapanca'nın batısına ilerleyerek isyancıları yandan sıkıştırdılar. Çerkez Ethem güçleri 23 Mayıs 1920 akşamı Sapanca ve Adapazarı'nı çatışmasız ele geçirdi. 24 Mayıs'ı Adapazarında geçiren Çerkez Ethem oradan Akyazı'ya geldi. Akyazı halkı Onu kurtarıcı gibi karşıladı. Çerkez Ethem Akyazı Kuvay-i Milliye düşmanı olarak gösterilen bir vatandaşı idam ettirdiği ve daha sonra Pazarköy'e geldiği burada 3 gün kalıp at ve silah temin ettiği akabinde katılmaları kabul ederek Hasan Bey köyüne geçtiği oradan Beynevit yolu ile Hendek ilçesine geçtiği o günleri yaşayan kimselerin verdiği bilgilerden anlaşılmaktadır. Yapılan araştırmalara göre 1535'te Akyazı ve Adapazarı nahiyeleri Sapanca kazasına bağlı idi. Fakat 1546 da Adapazarı, Akyazı nahiyesine bağlıydı. Akyazı nahiyesi de Sapanca kazasına bağlı idi. Sakarya yöresi, Osmanlı Devleti'nin Klasik Dönem ve 1831 Osman nüfus sayımında Cezayir-i Bahr-i Sefid Eyaletine bağlı Kocaeli Livası içinde yer almaktaydı. 1846 devlet salnamesinde Kocaeli Livasının bu dönemde Kastamonu eyaletine bağlı okluğunu kaydetmektedir. 1867 Vilayet nizamnamesinde Kocaeli Sancağı'nın Hüdavendigar (Bursa) vilayetine bağlanmıştır (1878). 1899 Devlet salnamesine göre ise, Kocaeli bağımsız sancağına bağlı Adapazarı'nın nahiyeleri şunlardır: Sapanca, Akyazı, Hendek, Adapazarı. 1892 ile 1899'daki idari bölüm yerini 1916 ve 1920 yıllarında da korudu. Akyazı, 1944 yılında çıkarılan bir kanunla Kocaeli vilayetine bağlı bir kaza oldu. 1954'te Sakarya'nın vilayet olması sebebiyle de Sakarya'ya bağlandı.ayrıca turizmi de gelişmiştir. Kuzuluk kaplıca evleri ile önemli gelir sağlanmaktadır.Ayrıca en önemli gelir kaynakları ise "fındık, mısır, pancar, tavukçuluk, orman ürünleri"; ile ilgili en önemli gelir kaynağı olmuştur.ayrıca 10 mahalleden oluşmaktadır, buraya bağlı 4 belde 55 köy bulunmaktadır, Akyazı ulaşım yönünden en şanslı ilçelerden biridir. Nüfus yoğunluğu ova köylerinde daha fazladır, İstanbul ve çevresindeki sanayii tesislerinin Akyazı'ya kayması ile ilçe nüfusunda gözle görülür bir artış gözlenmektedir. 1997 nüfus sayımındaki büyük oranlı nüfus artışının ana nedeni sanayileşmedir, ilçe nüfusunun artışında Kuzuluk'ta bulunan kaplıca tesislerinin de etkisi olmuştur. Akyazı'da yaşamakta olan insanların geçimi tarıma dayalıdır. Yıllık ortalama yağış miktarı 800 mm. olan ilçede mısır başta olmak üzere üretilen ürünler arasında buğday, pancar, patates ve çeşitli sebzeler gelmektedir. Ayrıca fındık deposu olan Akyazı'da yılda ortalama olarak üretilen 11.000 ton fındık ürünü de bölge insanlarının en önemli gelir kaynaklarından biridir. Son zamanlarda seracılığa verilen önem meyvesini vermeye başlamış ve bölge insanlarının geçim kaynakları arasında yer almaya başlamıştır. Orman köylerinde yaşayan vatandaşlarımızın gelir kaynaklarından biri de arıcılık ve ipekböcekçiliği ile birlikte yaban çileği üretimidir. Ayrıca meyvecilik ve sebzecilik de yeteri kadar yapılmaktadır.Orman ürünlerinden parke imalatı, ceviz tomruğu ve kavak tomruğu satışlarından da önemli gelirler elde edilmektedir. İlçede, tarımla birlikte paralel olarak gelişmekte olan sanayi yöre insanlarının kazanç elde ettikleri dallardan biridir. Vatandaşların kendi gayretleri ile küçük çaptaki atölyelerde sanayi ürünleri üretilmekte ve pazarlaması yapılmaktadır. Bunun yanı sıra son yıllarda Kuzuluk ve Küçücek belediye sınırları içerisinde peş peşe kurulan ve çeşitli ürün üreten fabrikalar bir taraftan Akyazı'nın ekonomisine olumlu katkı sağlarken diğer taraftan da işsizliği büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Kanton Kanton; bir ülkenin, idari ya da sınırsal alt birimlerinden her birine verilen addır. Örneğin bu bir coğrafi bölge ya da bir eyalet olabilir. Kelimenin etimolojik kökeni "ülke birimi" anlamına gelen Latince "canto" kelimesidir. Kantonal yapı aşağıdaki ülkelerde bulunur: Amerika sakası Amerika sakası ("Carduelis tristis"), ispinozgiller (Fringillidae) famiyasının tipik kuzey Amerikalı bir tohum yiyen üyesidir. Uzunluğu 11 cm'dir. Erkeği açık sarı tüyleri siyah başıyla dikkat çeker, çok hoş bir ötüşü vardır. İngiliz Columbia'dan Newfoundland'a, Kanada ve Birleşik Devletler'de görülür. Özellikle meyve bahçelerinde, ağaçların yol kenarları boyunca olduğu açık yerleri tercih eder. Amerika sakası kış yaklaşınca güneye doğru göç eder. Amerika sakası, dört ila altı arasında mavimsi beyaz yumurta bırakır. Devedikeni ve tarak otu tohumlarını çok sever. Yine de diğer yabani küçük ot tohumlarını, ağaç filizlerini, akçaağaç özsuyunu bazen de böcekleri yer. Nindokai Nindokai tanım olarak insanın kendisini savunabilmesiyle ilgili bir sistemin adı olup, Japon ve diğer dövüş sanatlarını esas almak suretiyle yapılabilen bir savunma tekniği üzerine kurulmuş tur. İlk etapta tasarım halinde bulunan sistemin fiiliyata konulması Almanya’da 1990 yılında Dr. Gerhard Schönberger tarafından yapılmış olup, 21. yüzyılın bir buluşu olarak günden güne gelişme göstermesiyle bu sistem Emniyet ve Güvenlik birimlerince kabul görmüş ve gün geçtikçe bu husustaki taleplerde büyük artışlar olmuştur. Nindokai savunma sanatını anlayıp uygulayabilecek duruma gelen kimselerin, kendilerini karşısındaki hasımlarına karşı daha kolay şekilde korumak, daha çabuk ve atik davranmak suretiyle doğabilecek tehlikeyi bertaraf etmek, böylece de saldırıyı önlemek suretiyle insanın hayatta kalmasını sağlamak ve en az riskle tehlikeyi geçiştirmek gibi temel işlevleri bulunmaktadır. Sözcük olarak Nindokai: "Nin" = devamlı, "Do" = yol, "ka" = Okul hecelerinin birleşmesinden oluşmakta; ve devamlılık ilkesini öğretip benimseten okul anlamına gelmektedir. Yorum olarak: devamlı hayatta kalabilmek için bilinmesi gerekli bir sanat şeklinde mütalaa edilebilir; bununla beraber Nindokai’ı geleneksel manada böyle algılayıp, onun, ne bir dövüş sporu ne de dövüş sanatı şeklinde anlam şekillendirmesine yer verilme melidir. Ziyadece bunun bir insanın kendisini savunması metodudur diye mütalaası yerinde olur. Dövüş spor çeşitlerinden örneğin Judo genelde insanın kendisini yarışma için yönlendirmesini sağlar. Çok kuralcıdır, Judo yapanın daha teknik olarak en az yara almasına ya da riski en aza indirme gibi yararlar sağlar. Birçok dövüş sanatları vardır ki bunlar eski geleneksel tekniklerle kendini korumaya adamış Samuray zamanından kalma dövüş tarzlarını öğretirler. Ancak bunlar uygulaması kolay olmayan öğretiler olup, zamanımıza adapte etmekte zorlanılmaktadır. Bu sanat esas itibarıyla eski tarz savunma sistemlerini temel almak suretiyle güncelleştirilmiş hale konulmuştur, eleştiriler almış olmakla beraber Bruce Lee eleştirilerinin asıl yöneltiği hususu Jeet Kune Do teşkil etmektedir. Bütün bunlara karşın Nindokai savunma sisteminin temelinde, açık olarak bellidir ki, Japon dövüş sanatları yatmaktadır. Bunun yanı sır çoğu temel teknikler: duruş, yuvarlanma, düşme geri çekilme, ve antrenmanda uygulanacak adabı muaşeretler ve gösterilecek nezaket kuralları keza töre adabı bu sanatı uygulama unsurlarını teşkil etmektedir.. Emniyet ve güvenlik birimlerinin uygulamaya koyduğu bu savunma sanatı, sadece bu birimlerle kaymayıp aynı zamanda askeri birlik ve ünitelerinde artık itibar ettiği ve yararlandığı bir savunma sanatı haline gelmiş bulunmaktadır. Ne var ki askeri sahada silahlı tekniklerin yanında bunun tatbik edildiği uygun bulunmaktadır. Kaideten özellikle askeri sahada savunmalarda silahlı teknikler uygulanır, ancak öyle haller vuku bulabilir ki bu sanatın kullanılması zarureti ile karşılaşılabilir, işte böyle haller için bu sanatın bilinip kullanılmasında ve bu amaçla bir kadro oluşturulmasında yararlar olduğu savunulmaktadır. İlaveten bu sanatın, belli birtakım metot, prensip çerçevesinde yapılması, ayrıca içgüdüsel ve mantıklı bir şekilde yapılmasının da hem bünyeye yararı hem de kendini asgari riskle korumayı öğretir. Analiz 1. Analiz bir konuyu (maddi veya düşünsel) temel parçalarına ayırarak, daha sonra parçaları ve aralarındaki ilişkileri tanımlayarak sonuca gitme yoludur. 2. Analiz Edebiyat Terimleri anlamında : Bir bütünü parçalarına ayırarak ayrıntılı inceleme. Bir edebî eserin analizi, olayların, kişilerin ve üslûbun ayrı ayrı incelenmesi yöntemiyle yapılır. Analizden çıkarılan sonuç bir tartışma konusu olursa bu duruma eleştiri denir. Berna Moran Prof. Dr. Berna Moran (d. 23 Ocak 1921 - ö. 31 Ekim 1993) Türkiye'de modern edebiyat eleştirisi alanında öncülerdendir. İstanbul’da doğdu. Ortaöğretimini Darüşşafaka ve Işık Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1941’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi. 1945’te mezun olarak aynı bölümde asistanlığa başladı. 1950-51 yılları arasında Birleşik Krallık'ta Cambridge Üniversitesi’nde doçentlik çalışması yaptı. 1956’da doçent, 1964’te profesör oldu. 1981’de emekli oldu. Moran, 1972’de yayımlanan Edebiyat Kuramları ve Eleştiri adlı yapıtıyla büyük ilgi gördü ve 1973 Türk Dil Kurumu Bilim Ödülü’nü kazandı. Moran, daha sonra Birikim, Çağdaş Eleştiri gibi dergilerde yazdığı çeşitli incelemeleri Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı incelemesine aldı. Türk romanının doğuşunu ve o dönemin toplumsal koşullarını Batılılaşma olgusu içinde inceleyen bu kitap Türk edebiyatı eleşti
risi geleneğinin en önemli eserlerinden biri olarak karşılandı. Berna Moran, Kasım 1993’te hayata veda etti. Sergey Obraztsov Sergey Vladimirovich Obraztsov (Rusça: Сергей Владимирович Образцов, 5 Temmuz 1901-8 Mayıs 1992) Rus kukla ustası. İp ve el kuklasına getirdiği yeni açılımlarla tanınır. 1901'de Moskova'da doğdu. 6 yaşında annesinin satın aldığı bir el kuklası ile başlayan çocukluk uğraşı, onun için bir mesleğe dönüştü. Başlangıçta ressam olmayı isteyen Obraztsov, A. Arkhipov ve V. Favorski'nin öğrencisi oldu, Stanislavsky Opera Stüdyosu'nda çalıştı. 1931'de Moskova'da yerleşik bir kukla tiyatrosu kurdu. Kendi adını taşıyan bu tiyatro, günümüzde dünyanın en büyük kukla tiyatrosu merkezlerinden biridir. "Alaaddin", "Çizmeli Kedi" gibi tanınmış masal kahramanlarının kuklalarını yaptı. 1970'lerden itibaren ünü dünyaya yayıldı. "Sıradışı Bir Gösteri", "Alaaddin'in Sihirli Lambası", "Don Juan", en bilinen oyunlarındandır. Çok sayıda aktör, kukla oyunu yazarı, dekorcu, yönetmen yetiştirerek Rus kukla tiyatrosu geleneğinin devamını sağladı. Gittiği her ülkede o ülkenin dilinde kukla oyunu sergileyen Obraztsov 1992 yılında 91 yaşında öldü. MacOS macOS, (eski adları "Mac OS X" ve "OS X") Macintosh işletim sistemi ailesinin son sürümüdür ve Apple Inc. tarafından Macintosh bilgisayarları için tasarlanmış bir işletim sistemidir. Mac OS X aslen BSD ve Mach mikroçekirdeği üzerine kurulu, açık kaynak bir işletim sistemi olan Darwin'e dayanır. Apple bu sistemi kendi amaçlarına göre geliştirdikten sonra Mac OS X kullanıcı arabirimi olarak Aqua'yı geliştirmiştir. Sistemin çekirdeği ve bazı bileşenleri açık kaynak olmasına rağmen, çoğu bileşeni açık kaynak değildir. macOS Server ise her ne kadar mimari olarak masaüstü Mac OS X ile aynı olsa da, Apple sunucuları için hazırlanmış ayrı bir işletim sistemidir. Mac OS X'ten farklı olarak gelişmiş yönetim araçları içerir. 25 Temmuz 2012 yılında OS X Mountain Lionun tanıtımında Mac OS X ismi OS X ismine değiştirildi. 13 Haziran 2016 tarihinde yapılan Dünya Geliştiriciler Konferansında (WWDC 2016) yeni macOS Sierranın tanıtımı zamanı OS X isminin, macOS olarak değiştirildiği duyuruldu. Mac işletim sisteminin onuncu sürümü olmasına rağmen, Mac OS X'in gelişimi çoğu alanda klasik Mac OS'ten bağımsızdır. Sistemin altyapısını NextStep'ten alınmış ve daha sonra Darwin adı altında açık kaynak olarak sunulmuş Mach mikroçekirdeği ve BSD oluşturur. Bu sebepten dolayı Mac OS X Unix tabanlı bir işletim sistemidir. 1985 yılında Apple "yeni nesil" bir işletim sistemi yaratmak için kolları sıvamıştı (bakınız: Taligent ve Copland). Başarısızlıkla sonuçlanan girişimden sonra NeXT'in işletim sistemi —o zamanki adıyla OPENSTEP— yeni Mac işletim sisteminin temeli olarak kararlaştırılmıştı. Bu kararı takiben NeXT Apple tarafından alındı ve Steve Jobs Apple'a geri dönmüş oldu. Jobs geri döndükten kısa bir süre sonra şirket başkanlığını geri aldı ve yeni işletim sistemi üzerindeki çalışmaları yoğunlaştırdı. OPENSTEP'i yavaş yavaş geliştirerek Mac OS X yapmayı amaç edinen bu projeye Rhapsody adı verildi. SH bilgisayarlarındaki donanım zorlukları, nesne tabanlı yeni bir yazılım mimarisi ve bazı ticari konulardaki anlaşmazlıklar yüzünden sancılı bir geçiş dönemi yaşanmış olsa da, Rhapsody Mac OS X adıyla 24 Mart 2001'de piyasaya sürüldü. Apple Mac OS X ismindeki X karakterini Roma rakamlarından seçmiştir. On sayısını temsil eden X, Mac OS 9'dan sonra gelen işletim sistemini göstermektedir. Bu sebepten dolayı sistemin Apple tarafından öngörülen doğru okunuşu "Mac OS ten" (Mek o-es ten) şeklindedir. Türkçede ise daha yaygın olarak (Mak os iks) olarak okunur. Sistemin aslında Unix tabanlı olması ve isminin AIX, HP-UX, IRIX, Linux, Minix, Ultrix, Xenix gibi diğer Unix sistemleri gibi X ile bitmesi ise hoş bir tesadüftür. OS kısmı ise bir kısaltmadır. İngilizcesi "Operating System" olan "İşletim Sistemi" tabirinden gelir ve "OS" olarak kısaltılır. Mac OS X serisindeki işletim sistemleri isimlerini kedigillerden alır. 10.0 sürümünün kod adı Cheetah, 10.1 sürümünün kod adı Puma, 10.2 sürümünün kod adı Jaguar idi. Üç sürüm de Mac OS X 10.0, Mac OS X 10.1 ve Mac OS X 10.2 olarak piyasaya sürülmüşlerdi. 10.3 sürümünden itibaren Apple işletim sistemlerini sürüm numaraları ile değil, kod adlarıyla piyasaya sürmeye başladı. Bunun sonucu olarak, Mac OS X 10.3 sürümü Mac OS X Panther ismiyle, Mac OS X 10.4 sürümü Mac OS X Tiger ismiyle, Mac OS X 10.5 sürümü Mac OS X Leopard ismiyle, Mac OS X 10.6 sürümü Mac OS X Snow Leopard ismiyle, Mac OS X 10.7 sürümü Mac OS X Lion ismiyle tanıtıltı. 2012 yılında Mac OS X ismi OS X ismine değiştirildi, Mac OS X 10.8 sürümü OS X Mountain Lion ismiyle piyasaya sürüldü. Mac OS X 10.9 sürümüne ise OS X Mavericks ismi verildi ve bu sürümle birlikte Mac OS X serisine isimleri için ilham aldığı kedigillere veda etti. Ardından Apple Lynx ve Cougar markalarını da tescil etti. 10.10 sürümüne ise OS X Yosemite ismi verildi. Son olarak Apple 10.11 OS X El Capitan ismi ile yeni işletim sistemini ücretsiz olarak piyasaya çıkardı. 13 Haziran 2016 tarihinde yapılan Dünya Geliştiriciler Konferansında (WWDC 2016) Mac OS X ismi, macOS olarak değiştirildiği duyuruldu. Yeni 10.12 sürümü macOS Sierra oldu. MacOS'un çekirdeğinde, XNU çekirdeğinin üzerine kurulmuş, komut satırı arayüzünde standart Unix özellikleri bulunan POSIX uyumlu bir işletim sistemi bulunur. Apple bu yazılım ailesini Darwin adlı özgür ve açık kaynaklı bir işletim sistemi olarak piyasaya sürdü. Apple, Darwin'in üstünde, MacOS olan GUI tabanlı işletim sistemini tamamlamak için Aqua arayüzü ve Finder da dahil olmak üzere bir dizi bileşene katman yapmıştır. Mac OS X olarak orijinal tanıtımı ile sistem, önceki sürümlerinden klasik Mac OS'den daha istikrarlı ve güvenilir bir platform sağlamak için yeni yetenekler getirdi. Örneğin, önleyici çoklu görev ve bellek koruması, sistemin birbirlerini kesmeden veya bozmadan aynı anda birden çok uygulamayı çalıştırma becerisini geliştirdi. MacOS mimarisinin birçok yönü, bir platformdan diğerine geçişi kolaylaştırmak için taşınabilir olacak şekilde tasarlanan OPENSTEP'den türetilmiştir. Örneğin NeXT, Apple'ın satın almasından önce orijinal 68k tabanlı NeXT iş istasyonlarından x86 ve diğer mimarilere taşınmış ve OPENSTEP daha sonra Rhapsody projesinin bir parçası olarak PowerPC mimarisine taşınmıştır. MacOS High Sierra'dan önce ve katı hal sürücülerden (SSD'ler) başka sürücülerde varsayılan dosya sistemi klasik Mac OS'dan miras kalan HFS + 'dır. İşletim sistemi tasarımcısı Linus Torvalds, tasarımının "kullanıcı verilerini aktif olarak bozduğu" muhtemelen en kötü dosya sistemidir "diyerek HFS + 'yi eleştirdi. Apple, dosya sisteminin Unicode'u destekleyecek şekilde genişletildiğinde kötüleşen bir tasarımın dosya adlarının davaya duyarsızlığını eleştirdi. Başlangıçta, HFS Plus, big-endian 68K ve PowerPC sistemlerinde çalışan klasik Mac OS için tasarlandı. Apple, Macintosh'u little-endian Intel işlemcilere değiştirdiğinde, HFS + dosya sistemlerinde big-endian bayt sırası kullanmaya devam etti. Sonuç olarak, mevcut Mac'lerdeki macOS, dosya sistemi verilerini okurken bayt takas yapmalıdır. Bu endişeler macOS High Sierra'daki SSD'lerde dosya sistemleri için kullanılan yeni Apple Dosya Sistemi ile ele alınmaktadır. MacOS'daki Darwin alt sistemi, Unix izinleri katmanını içeren dosya sistemi yönetiminden sorumludur. 2003 ve 2005'te iki Macworld editörü izin şemasını eleştirdi; Rob Roy Griffiths, bazı kullanıcıların izinleri her gün sıfırlamak zorunda kalabileceğini, 15 dakikaya kadar sürebilen bir işlemi önermişti: Ted Landau, yanlış yapılandırılmış izinleri "en yaygın hayal kırıklığı" olarak adlandırdı. Daha yakın zamanlarda, başka bir Macworld editörü olan Dan Frakes, izinlerin aşırı onarılması prosedürünü çok fazla kullandı. MacOS'un genellikle kullanıcı müdahalesi olmaksızın izinleri düzgün bir şekilde işlediğini ve sorunların ortaya çıktığı anda izinlerin sıfırlanmasının denenmesi gerektiğini savundu. MacOS'un mimarisi katmanlı bir tasarıma sahiptir: katmanlı çerçeveler, ortak görevler için mevcut kodu sağlayarak uygulamaların hızlı gelişimine yardımcı olur. Apple kendi yazılım geliştirme araçlarını, en belirgin olarak Xcode adlı entegre bir geliştirme ortamı sağlamaktadır. Xcode, C, C ++, Objective-C ve Swift gibi çeşitli programlama dillerini destekleyen derleyicilere arabirimler sağlar. Apple-Intel geçişi için, geliştiriciler, uygulamalarını hem Intel tabanlı hem de PowerPC tabanlı Macintosh satırları ile uyumluluk sağlayan evrensel bir ikili olarak oluşturabilmeleri için değiştirildi. Birinci ve üçüncü parti uygulamalar, AppleScript çerçevesini kullanarak, klasik Mac OS'den veya programlama bilgisi gerektirmeyen önceden yazılmış görevler sunan yeni Automator uygulamasını kullanarak programlı olarak kontrol edilebilir. Görüldüğü üzere Apple 2001'den itibaren nerdeyse her sene bir işletim sistemi üretirken, şimdilerde daha yavaş bir tempoyla yeni sürüm çıkarmaktadır. 2000'den 2002'ye kadar olan hızın sebebi şirketin Mac OS 9'dan geçişi gerçekleştirmedeki kararlığıydı. 2004 yılında Steve Jobs'un Mac OS X'e geçişin tamamlandığını duyurması ile yeni işletim sistemleri daha uzun aralıklarla çıkmaya başlamıştır. Öbür yandan Apple'ın IBM tarafından üretilen G5 ve Motorola/Freescale tarafından üretilen G4 serisi PowerPC işlemcilerini terkederek Intel'in CISC tabanlı mimarisine geçmeye karar vermesinin işletim sistemi üzerinde radikal bir değişikliğe yol açacağı ve ardı ardına işletim sistemi güncellemelerinin ortaya çıkacağı öngörülebilir. Esas ilginç beklenti, herhangi bir x86 PC üzerine Mac OS işletim sisteminin yüklenebilme olasılığıdır. Bu olasılık Apple tarafından reddedilmekte, Mac OS X'in Intel mimarisi için derlenen sürümlerinin yalnızca Apple'ın ürettiği makinelerde çalışacağı vurgulanmaktadır. Ancak bazı ileri düzey kullanıcıların uğraşları ile günümüzde X86 tabanlı Apple harici bilgisayarlarda da Mac OS X çalıştırılabilmektedir. Uzun uğraşlar ve çeşitli yollarla yapılan b
u işlemler, Apple bilgisayarlar üzerinde çalışan Mac OS X sistemleri kadar başarılı olmasa da meraklı kullanıcıların mevcut sistemlerinde Mac OS X işletim sistemini denemelerine imkân vermektedir. Fakat çeşitli stabilite sorunları ve veri kayıplarının olma ihtimali vardır. Ayrıca her sisteme Mac OS X işletim sisteminin yüklenemiyor oluşu da bir gerçektir. Apple bu konuda Mac OS X için kısıtlayıcıdır. Apple harici bilgisayarlara Mac OS X yüklenmesi kanuna aykırıdır. Liste için Leopard sürümü baz alınmıştır. Ali Muhiddin Hacı Bekir (şirket) Ali Muhiddin Hacı Bekir, 1777 yılında kurulmuş ve Türkiye'nin hâlâ faaliyetini sürdüren en eski özel kuruluşu olan İstanbul'daki şekerci. Kastamonu'nun Araç ilçesinden İstanbul'a gelerek 1777 yılında Bahçekapı'da açtığı küçük şekerci dükkânında lokum, akide vb. şekerlemeleri bizzat imal edip satmaya başlayan şekerci Bekir Efendi, bugün iki asrı aşan bir maziye bilahare Hac farizesini yerine getirmesiyle Hacı Bekir olarak anılan Bekir Efendi'nin açtığı ilk dükkân, günümüzde Ali Muhiddin Hacı Bekir Şekercilik A.Ş.'nin Bahçekapı'daki satış yeri olup İstanbul'da iki asırdan bu yana aynı hizmeti gören yegane dükkândır. Dünyada bile emsaline zor rastlanan bu özellik İstanbul ve hatta Türkiye için ayrıca zikre değerdir. Türkiye'de 16. yüzyılda başlayan şekerleme imalatında tatlandırıcı olarak bal, pekmez, su bağlayıcı, doku yapıcı olarak un kullanılmakta idi. 18. yüzyıl sonlarında Avrupa'da kurulan rafinelerde üretilen şekerin, o günlerin ismiyle ""Kelle Şekeri"" olarak Türkiye'ye gelmesiyle, şekerci Hacı Bekir, bu şekeri havanlarda dövüp eriterek, gül, tarçın vb. tabii aroma ve boyalarla pişirip akide şekeri imalatını geliştirmiştir. Ayrıca 1811'de bir Alman bilgini tarafından bulunan nişastayı un yerine kullanarak, şeker ve nişasta terkibi ile bugünkü nefasetteki lokum imalatını gerçekleştirmiştir. Bizzat kendi eliyle yaptığı imalat ve hassas çalışmalarıyla Türk şekerleme ve lokum çeşitlerini geliştiren Hacı Bekir'in İstanbul Bahçekapı'daki dükkânından 19. yüzyılda aldığı lokumları ülkesine götüren bir İngiliz turisti, Türk lokumlarını Avrupa'da ""Turkish Delight"" olarak tanınmasına vesile olmuştur. Bundan böyle Türk lokumu dünyada "Turkish Delight" ya da "Lokoum" olarak tanınmış ve uluslararası şekercilik literatürüne girmiştir. Bundan başka sallama kazanlarda yapılan badem şekeri, haşlanmış bademlerin soyulup havanlarda dövülerek şeker ve şeker şerbeti ile yoğurulup, şekillendirilen çeşitli badem ezmeleri Hacı Bekir'e günümüze kadar intikal eden haklı ilgi ve şöhreti kazandırmıştır. Şekerci Hacı Bekir başarılarıyla, zamanın padişahı tarafından Nişan-ı Ali Osmani'nin 1. Rütbe Nişanı ile sarayın Şekercibaşı'sı olarak taltif ve takdire şayan görülmüştür. Hacı Bekir'i takiben oğlu Mehmet Muhiddin Efendi ve torunu Ali Muhiddin Hacı Bekir'in aynı çalışmayı devam ettirmeleri Osmanlı Sarayının şekercibaşılık payesi kendisine de verilmiştir. Bu sürelerde iştirak edilen fuarlarda: Üç neslin ismini taşıyan Ali Muhiddin Hacı Bekir müessesi sürecinde İstanbul'da Bahçekapı merkez mağazasına ilave olarak Karaköy, Galata, Tepebaşı, Pangaltı, Çarşıkapı, Beyoğlu, Parmakkapı, Kadıköy,Bakırköy satış şubeleri açılmıştır. Ayrıca Mısır'a götürülen usta ve personel ile Kahire ve İskenderiye şubeleri kurulmuş ve Mısır Hidivi'nin takdir ve taltifleriyle Mısır Sarayı'nca da Şekerbaşı'lık payesi ihsan edilmiştir. Şekerci Hacı Bekir halen Türkiye'nin en eski firması olarak kurulduğu tarihi yerinde (asırlarca) faaliyetini sürdürmektedir. Osmanlı ve Türk toplumu ve folklorunun bir parçası olarak örf ve adetlere de giren Hacı Bekir, bilhassa zamanın yaşam tarzını belgeleyen roman ve yazılarda da yer almış, 19. asır ve 20. asır başlarındaki İstanbul toplum ve mozayikinin parçaları olan levantenler ve yabancılar tarafından da kaleme alınmış hatta resimlendirilmiştir. Maltalı ressam Preziosi fırçasıyla resmedilmiş şekerci Bekir Efendi, 43x58 cm ölçüsündeki suluboya resim (aslı Louvre Müzesinde) zamanın yaşamını ve Hacı Bekir'i belgelemiştir. (Resmin litografik reprodüksiyonu 214 numara ile Topkapı Sarayındadır.) Şekerci Hacı Bekir, Ali Muhiddin Hacı Bekir'in vefatından sonrası kurulan Ali Muhiddin Hacı Bekir Şekercilik Ticaret A.Ş. ve Hacı Bekir San. A.Ş. isimlerindeki iki şirket halinde faaliyetlerini günümüzde de sürdürmektedir. Amerika, Japonya, Güney Afrika, Mısır, İngiltere ve Fransa'da temsilcilikleri bulunan firma, lokumlar, tahin helvası, akide şekeri vb. şekerlemeler, karamela, badem ezmesi, şekerli drajeler, bisküvi, kurabiye, kek, hamur tatlıları imalatı, perakende ve toptan satışları ve ihracat yapmaktadır. Bahçekapı, Fatih Bahçekapı, İstanbul'un Fatih ilçesi sınırları bulunan şehrin en eski semtlerinden biri. Eminönü ile Sirkeci arasında, Yeni Cami'nin hemen arkasında bulunan Bahçekapı Semti, adını İstanbul'un deniz surlarının Haliç ağzına açılan kapılarından biri olan “Bahçe Kapısı”ndan almaktadır. Bizans döneminde bu kapıya “Porta Neorion” denildiği belirtilmektedir. Bu kapının çevresindeki nüfusun çoğunluğunu o dönemde Museviler oluşturduğundan, kapıya “Porta Hebraica” ya da “Porta Judeca” denilmiş, Türkler tarafından ise Çıfıt Kapısı (Şuhut Kapısı) olarak adlandırılmıştır. Bizans Dönemi'nde bu kapının yakınında bir kule olduğu, Haliç’in ağzına gerili zincirin bir ucunun kuleye, diğer ucunun da Galata Kulesi’ne bağlı bulunduğu rivayet edilmektedir. Kapının yerinin bugünkü Yeni Cami arkasında Arpacılar Caddesi üzerinde olduğu sanılmaktadır. Bahçekapı'nın, sadrazamlığa terfi edenlerin saraya götürülmek üzere geçirildikleri kapı olduğu bilinmektedir. Kente getirilen zahire ve her türlü ticari metanın da bu kapıdan geçirildiği kaynaklarda belirtilmektedir. Akşamları şehir kapıları kapandıktan sonra geç kalanların şehre girdikleri kapı da burası idi. 1569'da Demirkapı'dan başlayıp Bahçekapı'ya kadar uzanan yangında semtin Yahudi Mahallesi bütünüyle yanmış, kapı ve çevresindeki surlar 1865 yangını ve sonra da yol genişletme çalışmaları sırasında yıktırılmıştır. 1960'lara kadar konutların da bulunduğu bir bölge iken daha sonra tamamiyle bir ticaret merkezi haline gelmiştir. Şehrin ticari bakımdan en canlı ve en turistik semtlerinden biridir. Ünlü Mısır Çarşısı bu semte açılır. Bunun dışında Bahçekapı deyince Ali Muhiddin Hacı Bekir Lokumcusu, Nimet Abla Piyango Gişesi gibi İstanbul deyince akla gelen pek çok eski ve şehrin günlük hayatında marka olmuş kuruluş akla gelir. Ayrıca I. Abdülhamid Türbesi de bu semttedir. Ronald Koeman Ronald Koeman (d. 21 Mart 1963, Zaandam), defans mevkiinde forma giymiş Hollandalı eski millî futbolcudur. 1997 yılından itibaren teknik direktörlük yapan Koeman, şu anda Hollanda millî futbol takımını çalıştırmaktadır. Dünya'nın gelmiş geçmiş en iyi frikik ustaları arasında gösterilir. uzaktan attığı isabetli paslar ve sert şutlarıyla tanınmaktadır. Defansta oyun kurucu (libero) olarak görev almasına rağmen %0.38'lik gol ortalaması ile oynamıştır. Futbol kariyerine Groningen takımında başlamıştır. Başlarda orta sahada görev alan Koeman, Holanda'nın büyük kulüplerinin dikkatini çekmiş ve 3 sezon sonra Hollanda Eredivisie liginin güçlü takımlarından Ajax takımına transfer olmuştur. 3 sezon da Ajax'ta forma giyen Koeman, 1986-87 sezonunda başka bir Eredivisie ekibi olan PSV'ye transfer oldu. Hollanda Eredivisie ligi ve Hollanda millî takımındaki başarılı futbolu ile Avrupa'nın büyük kulüpklerinin dikkatini çekmiş ve Hollandalı teknik direktör Johan Cruyff'un isteğiyle 1989-90 sezonunda Barcelona takımına transfer olumştur. İspanya La Liga'da gösterdiği üstün performansla dünyaca üne kavuşmuştur. İspanya'da 6 sezonun ardından, 1995-1997 yıllarında Feyenoord'da forma giymiş ve bu takımda aktif futbol yaşatısına son vermiştir. 78 kez Hollanda millî futbol takımıında forma giymiş bu maçlarda 14 gol atmıştır. Futbol bıraktıktan sonra Hollanda millî takımında ve Barcelona'da yardımcı antrenör olarak görev aldıktan sonra Vitesse takımında teknik direktörlüğe başladı. Sırasıyla, Ajax, Benfica, PSV'de görev aldıktan sonra Kasım 2007'de Valencia teknik direktörüğüne getirildi. İlk lig maçında Murcia'yı 3 golle geçerek iyi de bir başlangıç yapsa da devamı gelmedi. Valencia'nın başında çıktığı 22 lig maçında sadece 4 galibiyet alabildi. Şampiyonlar Ligi'ne ise grup sonuncusu olarak erkenden havlu attı. Tek iyi olduğu kulvar olan Copa del Rey'i kazanmasına rağmen altı gün sonra kovulmaktan kurtulamadı. 2009 yılında AZ takımının başında olan teknik adam, 5. haftasında takımı liderlik koltuğunda olmasına rağmen 16 hafta sonunda toplamda 7 mağlubiyet alarak sadece 25 puan topladı ve takımdan ayrılmak zorunda kaldı. 2011 yılında eski takımı Feyenoord'un başına getirildi. Southampton'a da teknik direktörlük yaptı. 14 Haziran 2016 tarihinde Everton'la anlaşarak Everton'un başına geçmiştir. Cağaloğlu İstanbul'un Fatih ilçesi sınırları içinde kalan semt. Cağaloğlu, Evliya Çelebi'nin aktardığına göre, Osmanlı devrinde idareci, asker ve ulemâ konaklarnın yer aldığı bir muhit idi. Zaman içinde semtin bu hüviyeti kazanmasında, Topkapı Sarayı'na yakın oluşunun önemli payı vardır. 16. yüzyılın son çeyreğinde sadrazamlık yapan Çiğalazade Sinan Paşa'nın sarayının ve yaptırdığı hamamın bu bölgede bulunması semtin "Çiğalaoğlu" adını almasına sebep olmuştur. Çiğalaoğlu adı daha sonra halkın ağzında "Cağaloğlu"na dönüşmüştür. Osmanlı Devleti'nin sadâret makâmı ve devletin yönetim merkezi olan Bâb-ı âlî'nin varlığı semte daha 18. yüzyıldan itibaren özellik kazandırmış ve burası Osmanlı bürokrasisinin, sadaret mensuplarının, paşaların yaşadığı bir bölge halini almıştır. 1870'lerden sonra ise Cağaloğlu, Türk basının merkezi haline gelmeye başlamıştır. 1990'ların ortasına kadar Türk basının merkezi olarak anılmasına rağmen birçok büyük gazetenin bu semtten taşınmasıyla eski etkisini kaybetmesine rağmen hala o günlerin etkisi olan kentin kültür merkezi olması durumu az da olsa semtte görülmektedir. Recep Adanır Recep Adanır (d. 3 Mayıs 1929, Ankara - ö. 20 Mayıs 2017,
Antalya), Beşiktaş ve Galatasaray'da futbol oynamış Baba Recep lakaplı Türk futbolcudur. Türk futbolunda Baba lakaplı beş futbolcudan biridir. (Diğerleri Hakkı Yeten, Hüsnü Savman, Raşit Çetiner ve Gündüz Kılıç) Futbol hayatına 1947'de MKE Ankaragücü'nde başladı. Kısa sürede A takıma yükseldi. 1948-49 sezonunda Ankara birincisi oldular. Bu sayede 1949'da Türkiye Futbol Birinciliği turnuvasına katıldılar. 4 takım arasında yapılan şampiyonada Ankaragücü'nün ilk rakibi Galatasaray oldu. Recep Adanır da maçta forma giydi. 2-0 geriye düşen Ankaragücü, maçı 4-3 kazandı. Recep Adanır, önce maçı 2-2 yapan golü, sonra da son dakikalarda ise 3-3 giden maçta galibiyet golünü kaydetti. Ankaragücü daha sonra diğer takımları da yenerek tarihindeki ilk Türkiye birinciliğini kazandı. 1950-1951 sezonunda MKE Ankaragücü'nden Beşiktaş'a transfer oldu. İlk maçını Türkiye Ordu millî takımına karşı oynanan bir hazırlık maçında oynadı ve Beşiktaş'ın 3-2 kazandığı maçta 3 golü de kaydetti. Recep Adanır, geldiği sezon önce İstanbul Ligi şampiyonluğu, sonra da kendisinin ikinci Türkiye Şampiyonluğu'na sahip oldu. İlk sezonunda gol krallığında Lefter Küçükandonyadis'in bir gol ardından gelen Adanır son maç olan Fenerbahçe maçında 2 gol atarak gol krallığını yakalasa da federasyon Fenerbahçe'nin lisansız oyuncu oynatması nedeniyle maçı Beşiktaş'ın hükmen kazandığını belirtti ve Adanır da gol atmasına rağmen krallığı kaçırmış oldu. 1951'de başlayan ve 8 kez düzenlenen İstanbul Profesyonel Ligi'nin ilk şampiyonluğunda da kadrodaydı. 1952-53 sezonunda Fenerbahçeli Melih ile yaşadığı bir kavga sonucu uzun süre ceza aldı ve sezonda forma giyemedi. 1953-54'te ise bir kez daha İstanbul şampiyonu olan kadrodaydı. 1956-57 sezonunda Federasyon Kupası kazanan Beşiktaş'ın kadrosunda yer aldı. Sadece 3 maçta oynayan Adanır, 2 gol kaydetti. Bu başarı ile sonraki sezon Beşiktaş tarihinde ilk kez Avrupa'ya katılma hakkını kazandı ancak federasyonun bir hatası yüzünden adı gönderilemedi. 1957-58 sezonunun Federasyon Kupası'da yine Beşiktaş'ın oldu. Recep Adanır, bu turnuvada çok başarılı bir performans gösterdi. Eleme turlarında 3, grup maçlarında ise 5 gol kaydetti. Galatasaray'la oynanan iki final maçında da forma giydi. İlk maçta penaltıdan attığı golle maçı 1-0 kazandırdı. Kupa bittiğinde 9 golle Beşiktaş'ın en golcü ismiydi. Federasyon Kupası galibi Beşiktaş, 1958-59 sezonunda Şampiyon Kulüpler Kupası'na katılmaya hak kazandı ve ilk kez Avrupa arenasına çıktı. Real Madrid karşısında alınan 2-0'lık mağlubiyetin rövanşında Recep Adanır, Dolmabahçe Stadı'nda Beşiktaş forması giydi. Maç Beşiktaş ve Real Madrid'in 1-1'lik beraberliği ile bitti. 1959'da hem Türkiye'nin hem de Beşiktaş'ın ilk profesyonel lig sezonunda da kadroda yer aldı. 6 golle takımın en golcü ikinci ismi oldu. Beşiktaş kariyerinde toplamda 1 Türkiye şampiyonluğu, 2 Federasyon Kupası ve 3 İstanbul Ligi Şampiyonluğu yaşadı. Sağiç, santrafor ve solaçık oynayan Adanır, derbilerde Beşiktaş formasıyla Galatasaray'a 10, Fenerbahçe'ye 4 gol kaydetti. Beşiktaş'ın 1950'de yaptığı Amerika turunda yer alan futbolculardan oldu. 1959-60 sezonunda ise Kasımpaşa'ne transfer oldu. Ancak başarılı bir lig performansı gösteremediler ve ligin ortalarında yer aldılar. Sözleşmenin şartı olarak Beşiktaş ile oynanan lig maçlarında forma giymedi. 1960-61 sezonunda ezeli rakip Galatasaray'a transfer oldu. İlk sezonunda 20 maçta 4 gol kaydetti. Metin Oktay'ın forvetliğini yaptığı takımda fazla forma şansı bulamamıştı. Galatasaray forması ile ilk kez Beşiktaş maçına çıktığında Galatasaray tribünü Recep'i sevgi gösterileriyle karşılamıştı. Recep Adanır ise önce Beşiktaş taraftarının olduğu tribüne gidip yüreğini gösterirken, sonrasında Galatasaray tribüne gidip onları da selamlayıp ayaklarını göstermiş ve profesyonelliğini belli etmişti. İkinci sezonunda ise daha çok orta saha oynayan Adanır, 24 maçta 5 gol kaydetti ve sezon sonunda Türkiye Profesyonel 1. Ligi'nde ilk kez şampiyonluk gördü. Sezon sonunda ise takımdan ayrılarak Karagümrük'a transfer oldu. Burada menajer-futbolcu olarak görev yaptı. Ligde başarı gelmedi ve sezon sonunda Adanır hem takım menajerliğini hem de futbolculuğu bıraktı. Futbolu bıraktıktan yaklaşık 3 sene sonra Beşiktaş kendisi için jübile düzenledi. Jübile için ünlü İngiliz ekiplerinden Arsenal FC Türkiye'ye geldi. 21 Mayıs 1966'da oynanan maçı Beşiktaş, 2-0 kazandı. 5. dakikada oyundan çıkan Recep Adanır, formasını Yusuf Tunaoğlu'na verdi. Haziran 1951'de İsveç ve Almanya maçları için ilk kez millî takıma çağrıldı. İsveç maçında forma giymedi. 17 Haziran 1951'de Berlin Olimpiyat Stadyumu'nda Federal Almanya ile oynanan özel maç ile ilk kez Türkiye millî futbol takımı forması giydi. 5. dakikada Türkiye'yi 1-0 öne geçiren golü, kariyerinin ilk millî takım golü oldu. Türkiye maçı 2-1 kazanırken, Recep Adanır da Alman medyasında kendine yer buldu. 1951-1954 arasında millî formayı giymeyen Adanır, 1954 FIFA Dünya Kupası elemesi ilk maçında İspanya karşısında forma giydi. Türkiye'nin 4-1 yenildiği maçta tek golü kaydetti. Adanır'ın forma giymediği diğer maçlardan birini Türkiye kazanıp, play-off'ta da rakipleriyle berabere kaldılar ve kura ile Dünya Kupası'na gitmeye hak kazandılar. Adanır, kupaya giden kadroda yer almadı. 16 Kasım 1956'da Polonya ile oynanan hazırlık maçı son millî maçı oldu. Bunun dışında bir kez B Milli, 4 kez de Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımı forması giydi. Bu maçlardan biri 16 Mayıs 1952'de oynanan ve Türkiye'yi Beşiktaş takımının temsil etme hakkı kazandığı Yunanistan maçıydı. 1962-63 sezonunda Karagümrük'ü menajer futbolcu olarak çalıştırarak teknik direktörlüğe başlayan Adanır, 1963'te Kıbrıs ekiplerinden Larnaka Gençler Birliği Spor Kulübü'nün başına geçti. 1964'ten itibaren Beşiktaş'ta çeşitli görevler aldı. Teknik direktör Ljubisa Spajic'in yardımcılığını yaptı. Jane Janevski döneminde de görevine devam etti. Janevski'nin görevinden istifası sonrası takımın başına geçen Adanır, son 3 maçta takımın başında yer aldı. Eylül 1966'da, Türkiye 2. Futbol Ligi (günümüzdeki adı 1. Lig)'de mücadele eden Adanaspor'un teknik direktörlüğüne getirildi. 1968-69 sezonunda Beşiktaş'tan ayrı kalan Adanır, sezonun sonlarına doğru 3. lig takımlarından Nazillispor'un başına geçti. Sezon sonunda grubunda takımı şampiyon yapan Adanır, takımın 2. lige çıkmasını sağladı. 1969'da Beşiktaş'a Krum Milev'in yardımcısı olarak döndü. Milev'in istifası ile bu sefer son 8 maça takımı Adanır hazırladı. 1970'de Balıkesirspor'u yönetse de bu birliktelik sadece yarım sezon sürdü. Sezonun ikinci yarısı tekrar Nazillispor'un başına geçti. Ancak kötü giden takımda kısa süre kalan Adanır takımın küme düşmesine engel olamadı. 1971-72 sezonuna da bu takımda başlasa da devre arasında takımdan istifa etti. 1972'den sonra yine menajer olarak Beşiktaş'ta görev aldı. Uzun süre takımda kalan Adanır, 1977-78 sezonunun başında teknik direktör bulana kadar geçen sürede takımı yönetti ve 3 maça hazırladı. 1979-80 sezonunun ortasında yeni durağı Lüleburgazspor oldu. Bu deneyimden sonra ise teknik direktörlük kariyerine son verdi. Analitik kimya Analitik kimya, Kimya bilimine bağlı ana bilim dallarından biridir. Belirli bir maddenin kimyasal bileşenlerinin ya da kimyasal bileşenlerinden bir bölümünün nitelik ve niceliğinin incelendiği bilim dalıdır. Kimyasal analiz sırasıyla "kalitatif" (nitel) ve "kantitatif" (nicel) olmak üzere iki şekilde uygulanır. Bir maddenin hangi bileşenlerden (element veya bileşiklerden) meydana geldiğini bulmaya yarayan analiz türüne "kalitatif"; bu bileşenlerden her birinin ne yüzdede olduğunu bulmaya yarayan analiz türüne de "kantitatif analiz" denir. Kantitatif analiz, metotlar yönünden klasik ve modern olmak üzere ikiye ayrılır. Klasik metotlar maddenin ağırlık ve hacim özelliklerine dayanan metotlardır. Maddenin ağırlığı göz önüne alınarak yapılan analize gravimetrik, hacim göz önüne alınarak yapılana da volumetrik analiz denir. Gravimetrik ve volumetrik analizlerin her ikisi de günümüzde çok kullanılmaktadır. Bilhassa fen ve şehirciliğin gelişmesiyle, medeniyeti tehdit etmeye başlayan çevre meselelerinin tespiti çalışmaları bu metotların önemini bir kat daha artırmıştır. Modern metotlara "İnstrumental metotlar" (enstrümantal analiz) da denilmekte olup, 1930 yılından sonra hızlı olarak gelişmeye başlamıştır. Bu metotlar, maddenin ışık absorbsiyonu, ışık emisyonu, magnetik, elektrik, radyoaktiflik gibi özellikleri üzerine kurulmuştur. Bugün sadece bir özellik üzerine kurulmuş olan metotlar ciltlerle kitap doldurulacak kadar çoğalmıştır. İnstrumental analiz klasik analizden daha hassas, daha az zaman alıcı ve daha kolay olmakla beraber, sonuçlarının değerlendirilmesi bakımından uzman kimyacılara ihtiyaç gösterir. Enstrümental analiz tarihte ilk olarak Robert Bunsen ve Gustav Kirchhoff tarafından 1860 senesinde kullanılmıştır. Bir analiz için uygulanacak analiz metodu madde miktarına bağlı olarak değişir. 50 mg'dan daha fazla madde miktarı ile yapılan analize "makro analiz", 10–50 mg arasındaki miktarla yapılan analize "yarı-mikro analiz", 1–10 mg arasındaki miktarla yapılan analize "mikro analiz", 0,001–1 mg arasındaki miktarla yapılan analize "ultra-mikro analiz" ve 0,001 mg'ın altında kalan miktarla yapılan analize de "sub-mikro analiz" denir. Mikro, ultra-mikro ve sub-mikro analizlere bilimsel çalışmalarda başvurulur. Bilimin, teknolojinin, kliniklerin ihtiyaçlarına göre çeşitli cihaz ve metotlar geliştirilmiştir. Mesela şeker fabrikalarında ayarlanmış polarimetreler yardımıyla şeker pancarındaki şeker oranı ölçülebildiği gibi, kliniklerde kan ve idrardaki üre, şeker, azot; ayarlı araçlarla tayin edilebilmektedir. Plak Plak; PVC'den üretilen, her iki tarafına da kayıt yapılabilen dairesel bir ses depolama birimi. Pikap veya gramofon denilen cihazlarda okunarak, üzerine kaydedilmiş ses izleri dinlenebilir. İlk plaklar 1880'lerde ortaya çıkmaya başladı. Bu dönemlerde ebonit denilen oldukça kırılgan ve sıkıştırması zor malzeme kullanılmaktaydı. 189
0 ların sonlarına kadar bu malzemeden yapılmış plaklar kullanıldı fakat Berliener tarafından geliştirilen yeni bir plastik maddenin kullanılmasıyla kırılganlığı önlendi. Ayrıca yine bu yıllarda farklı üreticiler tarafından farklı çaplarda üretilen plakların yerine ilk standartlarda kabul edildi. Böylelikle genel olarak 78'lik denilen aslında dakikada 78,26 devirlik plaklar standart hale geldi. Türkiye'de o dönem için bu yeni üretim teknolojisi ile üretilmiş plaklara taş plak adı verilmektedir. Ayrıca bu yıllarda 16 devirlik bir plak da ortaya çıkmış, fakat pek tutulmamıştır. Aradan geçen yıllar boyunca plak kaydı teknolojisinde çok sayıda yenilik ortaya çıkmasına rağmen plakların yapısındaki asıl değişiklikler 20. yüzyılda olmuştur. Özellikle 78 devirlik plaklarda sadece 4 dakika civarında kayıt yapılabilmesi ve kırılgan olmaları çeşitli arayışları ve araştırmaları hızlandırmaktaydı. işte bu nokta da Amerikan Columbia firması tarafından yapılan çalışmalar sonucunda 33'lük tabir edilen plaklar ortaya çıktı. Bu plakların gerçek devirleri 33 1/3 devirdir. Türkiye de genel olarak uzunçalar olarak adlandırılmaktadırlar. Bu plakların üretiminde özel bir plastik reçine kullanılmaktaydı. Bu sayede kolaylıkla kırılmaları önlendi ayrıca gelişen kayıt teknolojisininde yardımıyla gürültü oranları düşürülerek, müzik kalitesi de büyük ölçüde artırıldı. 33 devirlik plakların hemen ardından 1949 yılında Victor şirketi tarafından 45 devirlik (45'lik) plakların ortaya çıkması ile genel anlamda formatın gelişimi tamamlanmıştır. CD, DVD ve medya kartı gibi ses ve görüntü kayıt ortamlarının icadı ile plakların kullanımı büyük oranda azalmıştır. Plak üretimde kullanılan teknoloji özel pres yöntemidir. Özel kristal iğneler ile kazıma yapılarak özgün plak hazırlanır. Bu plağın izleri tam tersi şeklinde özel baskı ile üretimde kullanılacak kalıbın üretilmesinin akabinde özel baskı makinelerinde hammadenin kalıplara dökülüp, hızlıca soğutulmasıyla üretilir. Yaklaşık 170 derecede kalıplara gönderilen polivinilklorür (plak hammaddesi) soğutularak plak elde edilmektedir. Günümüzde farklı ağırlıklarda üretilen plaklar olsa da en yaygınlıkla 33 1/3 ve 45 devirlik plaklar üretilmeye devam edilmektedir. Lisa Ekdahl Lisa Ekdahl (29 Temmuz 1971), İsveçli şarkıcı, söz yazarı. Çoğunlugu İsveççe olmak üzere şimdiye kadar 10 albüm yapmıştır. Teo Grünberg Teo Grünberg (d. 1927; Beyoğlu, İstanbul), Türk felsefeci ve yazardır. 1927 yılında İstanbul’da doğdu. Grünberg'in kökleri Almanya'dan İstanbul'a göç eden Aşkenaz Yahudilerine dayanmaktadır. 1964’te İstanbul Üniversitesi’nden felsefe doktora derecesi aldı, 1966’da ODTÜ Beşeri İlimler Bölümü’nde göreve başladı; 1967 yılında Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi Lise Modern Mantık Reform Komisyonu üyesi, 1967-1976 yıllarında lise felsefe öğretmenlerine hizmet içi modern mantık yaz kursları öğretim üyesi olarak görev yaptı ve 1979 yılında profesör oldu. 1982-1983’te ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nün, 1983-1994’te ODTÜ Felsefe Bölümü’nün başkanlığını yürüten ve 1994’te emekli olan Teo Grünberg, 1998 yılında Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’ne değer görüldü. Halen ODTÜ Felsefe Bölümü’nde çalışmalarını sürdürmektedir. Bir bölümü uluslararası dergilerde yayınlanmış otuzu aşkın makale ve bildirisi ile on beş kitabı bulunan Teo Grünberg, Türkiye Felsefe Kurumu, Türk Felsefe Derneği, ve European Society for Analytic Philosophy üyesidir. Thomas Robert Malthus Thomas Robert Malthus (d. 13 Şubat 1766 - ö. 23 Aralık 1834) İngiliz nüfus bilimci ve politik iktisat teorisyeni. Karamsar kuramlarıyla ünlenen Malthus, her ne kadar daha çok ""Thomas Malthus"" olarak anılsa da kendisi ""Robert Malthus"" olarak tanınmayı daha çok tercih etmiştir. 1766 yılında varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğan Thomas Robert Malthus, ilk eğitimi evde aldı. 1784'de Jesus College, Cambridge'e girdi. Latince ve Yunanca eğitimi alırken, asıl alanı matematikti. 1791 yılında aynı okuldan master derecesi aldı, 1797'de ise bir Anglikan kır vaizi olarak ruhban sınıfına katıldı. 1804 yılında evlendi ve bu evliliğinden üç çocuğu oldu. 1805'de ise İngiltere'nin ilk ekonomi politik profesörü oldu (East India Company College'da). Kalıtsal olarak doğuştan yarık damaklıydı ve bunun verdiği utanç ile 1833 yılına kadar portresinin yapılmasına izin vermedi. Bu yılda yapılan portresinde ise ressam bu deformasyonu zekice gizlemiştir. Thomas Robert Malthus 23 Aralık 1834'de öldü, İngiltere'deki Bath Abbey'e gömüldü. 1789 yılında, nüfusbilimi için çok önemli kurallara imza atan çalışması, ""Nüfus Artışı Hakkında Araştırma""yı yayımladı. Daha sonra 1803 yılında bu eserini gözden geçirip tekrar yayımladı. Çalışması büyük yankılar uyandırmış ve birçok yeni tartışmaya neden olmuştur. Çalışmasına göre uygun şartlarda herhangi bir popülasyon, besin maddelerinin artışından daha hızlı bir oranda artar ve böylece zamanla kişi başına düşen besin miktarı azalır. Bu fikrinin temeli şudur: uygun şartlarda herhangi bir kısıtlayıcı faktör (salgın vb.) yoksa popülasyon geometrik dizi biçiminde artar (2, 4, 8, 16, 32, 64, ...), oysa besin maddeleri aritmetik dizi biçiminde artar (1, 2, 3, 4, 5, 6, ...). Doğada aradaki bu fark, popülasyonda bazı bireylerin ölümlerine neden olur ve bir denge sağlanır. Bu düşünceleri nedeniyle Malthus geç evlenmek, az sayıda çocuk sahibi olmak vb. hareketlerin teşvik edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Yine Malthus'a göre toplumsal sefaletin en büyük nedeni alt sınıflardı ve bu yüzden bu tür bir nüfus planlaması üst sınıflardan ziyade alt sınıflara uygunlanmalıydı. Fakir halk kesimlerine yapılan (özellikle kamusal) yardım programlarına karşı çıkmıştır. Her türlü toplumsal müdahaleye ve yardıma muhalif olmuştur. Malthus'un düşünceleri daha kendisi hayattayken büyük tartışmalara neden olmuştur. Bugün hala Malthus'u savunanlar bulunurken, onu eleştirenlerin de sayısı hayli fazladır. Her ne kadar Malthus'un ve Neo-Malthusçuların 20. yüzyıl için öngördükleri sefalet ve kriz (aşırı nüfus artışı karşısında yetersiz gıda üretimi) yaşanmamış olsa da, bu tür bir krizin yaşanmamasında gelişen teknolojinin payı büyüktür derler. John Fowles John Robert Fowles, (d. 31 Mart 1926, Essex - ö. 5 Kasım 2005, Lyme Regis) İngiliz roman ve deneme yazarı. Londra yakınlarındaki Essex, Leigh-on-Sea'de doğdu. Oxford Üniversitesi'nde gördüğü Fransızca eğitiminin ardından Fransa ve Yunanistan'da öğretmenlik yaptı. İlk romanı olan "Koleksiyoncu"'nun başarı kazanmasının ardından kendini tamamen yazarlığa adadı. 1968 yılından başlarak İngiltere'nin güneyinde küçük bir liman kasabası olan Lyme Regis'te yaşamını sürdüren ve 1979'da Lyme Regis Müzesi'ne küratör olarak atanan Fowles, 5 Kasım 2005'te ölmüştür. Postmodern romancıların öncülerinden biri olarak kabul edilen Fowles, yayımlanan ilk eseri The Collector (Koleksiyoncu) ile büyük üne kavuşmuş ve ticari başarı kazanmıştır. Aslında Koleksiyoncu, Fowles'un üzerinde çalışmaya başladığı ilk romanı değildir. 1950'li yılların başında yazımına başladığı Büyücü adlı eseri, Fowles'un üzerinde çalıştığı ilk romandır ve ancak 1965 yılında basılabilmiştir. Mitolojik öğelere ve Shakespeare'in ünlü oyunu "Fırtına"ya çeşitli göndermelerin bulunduğu metafizik bir eğlence treni olarak nitelendirilen Büyücü, Fransız Teğmenin Kadını ile birlikte yazarın en önemli eseri olarak kabul edilir. Fransız Teğmenin Kadını, Harold Pinter'in yazdığı senaryo ile filme de çekilmiş, Karel Reisz yönetimindeki filmin başrollerinde Jeremy Irons ve Meryl Streep oynamıştır. Bu filmin dışında The Collector (1965), The Magus (1968) ve televizyon için The Ebony Tower (1984) adlı eserleri de sinemaya uyarlanmıştır. Eserlerin birçoğu Türkçeye de çevrilmiştir. Roman ve denemelerinin dışında, şiirleri (Poem, 1973), çevirileri (Cinderella, Charles Perrault, 1974), senaryoları, adaptasyonları (Lorenzaccio, 1983—Alfred de Musset'nin bir oyunu) ve editörlük yaptığı çalışmalar (Thomas Hardy's England, Jo Draper) da vardır. Ayrıca yazar hakkında yazılmış eserler de mevcuttur. Refik Osman Top Refik Osman Top (1897 - 1957, İstanbul) Türk futbolcu, teknik direktör ve futbol hakemi. Beşiktaş Valideçeşme'de futbola başlayan Refik Osman Top, Türkiye'de üç büyük kulüpte de oynamış ilk futbolcudur. Refik Osman, Beşiktaş'ı futbolla tanıştıran gençlerden biriydi. Futbolla tanışmaları ve Top soyadını alması şu şekilde oldu. Valideçeşme'de otururken karşı tepe Taşkışla'da bir yangın fark eden gençler, o yöne doğru koşarken Maçka Parkı'nın bulunduğu alanda futbol oynayan İngilizleri görmüşlerdi. Bu oyunu ilk defa gören gençler hayranlıkla futbola dalmış ve İngilizler'in uzun vuruşu ile kendi alanlarına düşen topu kapıp kaçmışlardı. Artık onların da bir topu vardı ve bu topu en emniyetli gördükleri Refik Osman Bey'in bahçesine saklamışlardı. Daha sonraları çıkan soyadı kanunu ile Refik Osman bu soyadını bu şekilde seçti.amatör ortamında defalarca takım değiştirdi. Beşiktaş dışında Progres, İttihatspor, Fenerbahçe, İstanbulspor, Altınordu takımlarında oynadı. İki kere Galatasaray'a gitti ve sonra tekrar Beşiktaş'a döndü. Şiir lakabıyla tanınıyordu. Refik Osman Top, futbolu bıraktıktan sonra teknik direktörlük yaptı. 1939'dan 1945'e kadar Beşiktaş'a çok sayıda şampiyonluk kazandırdı. Ardından spor yazarlığına başladı. Futbol oynadığı dönemin sonunda "Top" isimli bir dergi de çıkaran Refik Osmani dönemin spor teşkilatı için yazdığı "Yağma Hasan'ın Böreği" adlı yazısından ötürü ömür boyu men cezası aldı. Sabri Dino Sabri Dino (1942 - 14 Ocak 1990, İstanbul), Türk eski millî futbolcudur. Beşiktaş'ın 10 sezon kalecisi korumuştur ve Beşiktaş Kulübü tarafından efsane futbolcular arasında gösterilmektedir. Dünyaca ünlü sıra dışı ressam Abidin Dino’nun yeğenidir. Futbola 14 yaşında İstanbul Tarabya takımında başladı. Buradan Galatasaray Altyapısına geçti ve kısa bir zaman sarı-kırmızılı genç takımda oynadıktan sonra da askerlik görevine başladı. Denizgücü Takımı ile amatör kümede oynarken adını duyurdu. Vatani gö
revi biter bitmez ise Beyoğluspor ile anlaştı ve bu köklü kulübün kalesini korumaya başladı. 1964 yılında Beşiktaş ile Fenerbahçe'nin girdiği transfer mücadelesi sonunda Beşiktaş'a transfer oldu. 1966-67 sezonuna kadar Necmi Mutlu'nun yedeği olarak sahaya çıkan Sabri Dino, bu sezonda Beşiktaş kalesini devraldı. Tam 12 yıl süren Beşiktaş’taki görev süresince, Karakartal’ın kalesinde 288 defa yer aldı ve klasını kanıtlarken centilmenliği ile de “örnek sporcu” sıfatını kazandı. Öncelikle bir kaleci için gerekli olan uzun boyu, hava toplarına olan hakimiyeti, iyi yer tutuşu, blokajları ve kritik pozisyonlardaki ani kararları ile “modern kaleci” profili çizdi. Beşiktaş’ta kaptanlık gururunu da yaşadı. Çok sevildi ve saygı gördü ama Beşiktaş futbolunun 1968 ile 1981 yılları arasındaki 14 yıl süren krizli döneminin bir bölümünde o da yer aldığı için, doya doya şampiyonluk sevinçleri yaşayamadı maalesef. Siyah-Beyaz forma ile 1965-66 ve 1966-67 Türkiye Ligi şampiyonlukları, ayrıca Türkiye Kupası, Cumhurbaşkanlığı Kupası ve TSYD Kupası birincilikleri elde etti. 1975 yılına kadar Beşiktaş'ta 194 lig maçına çıktı. 1965-66 ve 1966-67 sezonlarindaki lig şampiyonluklarında kadroda yer alan Sabri Dino, Necmi Mutlu'dan sonra Beşiktaş'ın kalesini en çok koruyan isim unvanını da halen elinde bulunduruyor. 19 kez A millî takımın kalesini korudu. Özellikle 13 Ocak 1973'te Napoli'deki Dünya Kupası grup eleme maçının kahramanı olarak anıldı. Bu maçta İtalya millî takımının yıldızlarına gol şansı vermeyen Dino, maçın 0-0 berabere bitmesinde başrolü oynadı. Futbolu bıraktıktan sonra tekstil sektörüne giren ve kendi ismini taşıyan markasıyla erkek gömleğinde bir isim haline gelen Sabri Dino, ekonomik sıkıntılar sonucu bunalıma girmiş ve 14 Ocak 1990 günü Boğaziçi Köprüsü'nden atlayarak intihar etmiştir. Blu-ray Disc Blu-ray veya Blu-ray Disc (BD) sayısal bir optik diskte veri depolama biçimidir. DVD biçiminin yerini almak üzere tasarlanmıştır. Yüksek çözünürlüklü (720p ve 1080p) ve ultra yüksek çözünürlüklü (2160p) video depolayabilir. Plastik diskin yarçapı 120 mm ve kalınlığı 1,2 mm'dir, yani DVD ve CD ile aynıdır. Geleneksel (pre-BD-XL) Blu-ray Disc disklerinde her katmanda 25 GB depolanabilir, ancak filmlerin depolanmasında çift katmanlı (50 GB) diskler standart hale gelmiştşir. "BD-XL" yazıcılarda kullanılabilen üç katmanlı (100 GB) ve dört katmanlı (128 GB) diskler de bulunmaktadır. "Blu-ray" adı, diski okumak için kullanılan mavi lazerden gelir. DVD'lerdeki kırmızı lazerden daha uzun dalga boyuna sahip olan bu lazer sayesinde daha yoğun veri depolama mümkün olmaktadır. Blu-ray'in ana kullanım alanları sinema filmi gibi uzun videoların ve PlayStation 3, PlayStation 4 ve Xbox One oyunlarının fiziksel dağıtımıdır. İlk Sony tarafından 2003'te geliştirilen sonra Japon firmalar başta olmak üzere 2004 yılında Panasonic, Hitachi, Sharp, Pioneer, Samsung, LG, Philips, Thomson’ın bulunduğu dünyanın önde gelen üreticilerinin Blu-ray Disk Birliği (Blu-ray Disc Association - BDA) adı altında geliştirdikleri yeni format özellikle yeni nesil yüksek çözünürlüklü (HD) videoların tek bir diskte saklanabilmesinde yardımcı olurken, aynı zamanda çok büyük miktarda veri depolamaya da yardımcı oluyor. Tek tabakalı bir Blu-ray disk 25 GB’lık kapasitesi ile iki saatten fazla HDTV kalitesinde görüntü veya on üç saat civarında standart çözünürlüklü görüntü saklayabiliyor. Çift tabakalı biçimi ise 50 GB veri depolama kapasitesine sahip. Blu-ray ileride kolayca genişletilebilsin diye ayrıca çoklu katman desteği de barındırıyor, her bir katmanda 25 GB veri ile ileride veri kapasitesi 100-200 GB seviyelerinde olabilmesi planlanmaktadır. Daha önce de 100GB'lık ilk blu-ray medya prototipini gösteren TDK, 31 Ağustos 2006'da katman başına sınır olarak kabul edilen 25GB veri kapasitesini 33,3 GB'a çıkartarak, 6 katmanlı 200 GB'lık blu-ray medya yaptığını duyurdu. Halihazırda kullanılmakta olan DVD gibi optik disk teknolojileri veri yazmak ve okumak için kırmızı lazer kullanırken, yeni format mavi-mor lazer kullanmakta. Blu-ray ürünler farklı lazer tipleri kullanılmasına rağmen, BD/DVD/CD uyumlu optik okuyucusu yardımıyla CD ve DVD’leri de oynatabilmektedir. 405 nm’ lik mavi-mor lazerin dalga boyu, 650 nm dalga boyuna sahip kırmızı lazerden daha kısadır.Bu da daha lazer ışınının çok daha hassas bir şekilde odaklanmasını mümkün kılmakta ve dolayısıyla veriler daha sık olarak daha az bir alanda depolanabilmektedir. Sayısal açıklığın 0,85 olarak değiştirilmesi ile de sonuçta kullanılmakta olan CD'ler veya DVD’ler ile aynı boyuttaki bir Blu-ray disk 50 GB’a kadar veri depolayabilmektedir. HDTV’nin hızlı yükselişi ile birlikte tüketicilerin yüksek çözünürlüklü görüntüleri kaydetme istekleri de artmıştır ve Blu-ray disklerin tasarımı bu düşünce ile ortaya çıkmıştır. Blu-ray dijital yayıncılık tarafından kullanılan MPEG-2 TS formatının doğrudan kaydını desteklemekte ve bu Blu-ray’i dijital televizyonların küresel standartları ile uyumlu kılmaktadır. Bunun anlamı HDTV yayınlar herhangi bir veri kaybı olmaksızın veya fazladan işleme gerek duyulmaksızın doğrudan disklere kaydedilebilmektedir. Artan veri kapasitesi ile birlikte Blu-ray 36 Mbps veri iletim hızını kullanmaktadır. Bu hız HDTV’nin asıl resim kalitesini koruyarak kaydedilmesi ve seyredilmesi için gerekenden bile fazladır. Ayrıca optik disklerin rastgele erişim özellikler kullanılarak, yüksek çözünürlüklü bir görüntü kaydedilirken aynı disk üzerinde başka bir görüntünün izlenmesi de mümkün olmaktadır. Önümüzdeki yıllarda HDTV’ye geçiş ile birlikte Blu-ray cihazların VCR ve DVD kaydedicilerin yerini alması beklenmektedir. Bu format aynı zamanda gelecekte bilgisayarlardaki veri depolama ve yüksek çözünürlüklü filmler için standart olacak gibi duruyor. Blu-ray, ismini veri yazıp okumak için kullandığı mavi-mor ( Blue-Violet ) lazer ışınının “Blue”su ile optik ışının “ray”inin birleşmesinden alıyor. Blu-ray yazımındaki “e” harfinin eksikliği Blu-ray disk birliğinin bu adı kayıtlı bir ticari marka olarak kaydettirebilmeleri için bilerek yaptıkları bir oynama.. Blu-ray’ in çok geniş bir biçim yelpazesi planlanmakta. Aşağıda bu biçimlerden başlıcaları yer almaktadır. Blu-ray Disc tanımlamalarına göre 1x hız 36 Mbps olarak tanımlanmıştır. Ancak BD-ROM biçimindeki filmler en az 54 Mbps veri hızına ihtiyaç duyacaklardır, ilk nesil Blu-ray cihazların 2x ile piyasaya sürülmüştür( 72 Mbps ). Blu-ray disklerde uygulanmakta olan daha büyük “Sayısal açıklık (Numerical aperture-NA)” değerinin bir sonucu olarak daha yüksek hızlarda olasıdır. Sayısal açıklık değerinin büyük olması Blu-ray’ in kayıt için daha az güç harcamasına, DVD ve HD-DVD ile aynı veri hızına ulaşması için bu disklerden daha düşük dönme hızlarına gereksinim duymasını sağlamaktadır. Geçenlerde birçok internet sitesinde özellikle yeni satışa sunulan 56x CD-ROM sürücülerin bazılarında, CD’lerin 30000 devir/dak. bulan yüksek dönme hızlarında fiziksel olarak dayanmadığı ve CD-ROM içinde parçalandığı yönünde haberler yer almıştı, dolayısıyla yüksek dönme hızları kullanılan CD malzemeleri için de bir fiziksel sınır bulunmakta. Oysa Blu-ray’ de kullanılan sayısal açıklık değeri ile örneğin 10000 dev/dak. lık bir dönme hızı için Blu-ray 12x yani yaklaşık 450 Mbps’lık gibi bir hıza ulaşabilmekte. Bu sebepten dolayı BDA 8x’ e kadar bir hız planlamakta. Blu-ray Disc birliğinin (BDA) hem görüntü codecleri hem de ses codecleri konusundaki son kararları henüz netleşmesede belirli temel codecler duyulmaya başlandı. Daha önce FRExt olarak anılan MPEG-4 AVC High Profile ve Microsoft’un WMV9 tabanlı önerilen SMPTE standardı VC-1 görüntü codecleri mutlaka desteklenecek. Ses codecleri konusunda ise henüz hiçbir şey kesinleşmiş değil ancak yeni codeclerin şu anda kullanılanlardan belirgin bir şekilde ayrılacak seviyede daha kaliteli olması konusunda çalışılıyor. İlk Sony tarafından Japonya'da satışı yapılan Blu-ray cihazlar, Amerika Birleşik Devletleri’nde de 2006 yılının başlangıcında satışa sunuldu. Ürünlerin Avrupa kıtasındaki satışı ise ABD’den kısa bir süre sonra başlamıştır. Şu an Türkiye'de de Blu-ray oynatabilen ve kayıt yapabilen cihazları ve bilgisayar sürücülerini satın almak mümkündür. Bunun yanında, Sony yeni kuşak oyun konsolu olan PlayStation 3 de blu-ray'i oynatabilmektedir. Blu-ray'in yaygınlaşma evresini geçirmekte şüphesiz PlayStation 3'ün satış rakamları, popülaritesi ve şu anki blu-ray oynatıcılara, sürücülere nazaran nispeten daha uygun ücretli olması dünya üzerinde birçok son kullanıcının blu-ray'le olan ilk tanışmasının PlayStation 3 aracılığıyla olması görüşünü ortaya koymaktadır. Şu an itibarıyla dünyada en fazla kullanılan optik disk biçimi olan DVD'ye kıyasla Blu-ray çok daha fazla yeni özelliği desteklemektedir. Doğrudan kıyas aşağıdaki tabloda verilmiştir: Yeni nesil optik disklerde blu-ray'in karşısındaki en büyük rakip Toshiba, NEC, Microsoft, ve Intel desteğiyle öne çıkan HD DVD idi. HD DVD, blu-ray'e nazaran katman başına 15 GB gibi daha düşük bir disk kapasitesi sunuyordu. Buna karşın kullandığı lazer teknolojisi mevcut DVD lazer teknolojisinin benzeri olduğu için maliyet bakımından blu-ray'e göre daha avantajlı olarak öne çıkmaktaydı. 29 Kasım 2004'te 4 Hollywood film stüdyosu (New Line Cinema, Paramount Pictures, Universal Studios ve Warner Bros.) HD DVD'ye özel olarak destek vermeyeceğini duyurdu. Ocak 2007'de Blu-ray satışları HD DVD'nin önüne geçti ve 2007 yılının ilk üç çeğreği biterken BD satışları HD DVD satışlarının 2 katına ulaştı. CES 2007'de, Warner, Total Hi Def adında, bir yüzü Blu-ray, bir yüzü HD DVD olan bir disk önerisinde bulundu; fakat piyasaya sürülmedi. 28 Haziran 2007'de, Twentieth Century Fox, Blu-ray disk formatını desteklemelerinin en büyük sebebi olarak, Blu-ray'in BD+ kopyalamaya karşı sistemini gösterdi. 19 Şubat 2008 tarihinde de HD DVD'ye en fazla destek veren Toshiba, HD DVD oynatan ve kaydeden cihazları geliştirmeyi, üretmeyi ve pazarlamayı bıraktığını açıkladı. Bununla birlikte diğer st
üdyoların desteğini çekmesi sonucunda HD DVD tarih olmuştur. Blu-ray'e çok benzer bir format olan PDD ise Sony tarafından geliştirilmiş olan bir diğer optik disk formatıdır. Diğer yeni nesil optik disk formatları: BDXL Temmuz 2010 da dizayn edilen Blue-ray’in bir çeşidi olan BDXL 100GB ve 128GB’e kadar bir kez yazılımı desteklemekte 100GB e kadarda tekrar yazılabilir formatı mevcuttur. UDF2.5/2.6 teknolojisini kullanarak 2x ve 4x hızlarıyla BDAV formatında 100GB ve 128 GB ye kadar veri depolamaya imkan sağlamaktadır. BDXL teknolojisi BD teknolojisiyle kıyaslanamayacak kadar iyidir. Emil Cioran Emil M. Cioran (Emile Mihai Cioran), (d. 8 Nisan 1911 Răşinari, Romanya - ö. 20 Haziran 1995 Paris), Rumen filozof, deneme yazarı ve tanınmış 20. yy. retorik sentezcisidir. Eserlerinin bir bölümünü Fransızca bir bölümünü ise Rumence kaleme almıştır. Ortodoks bir papazın oğlu olarak dünyaya gelen Cioran, Sibiu şehrinde Colegiul National Gheorghe Lazăr Lisesi’nde okumuş ve on yedi yaşından itibaren Bükreş’de felsefe ve estetik öğrenimi görmüştür. 1928 yılında burada iken Eugène Ionesco ve Mircea Eliade ile tanışmış ve onlarla sıkı bir dostluk kurmuştur. 1932′den itibaren düzenli olarak bazı dergilerde yazmaya başlamıştı. Bükreşli entelektüeller Demir Muhafızlar adlı radikal, faşist, anarşist partinin kabartması gibiydiler. Cioran, diğer bazı entelektüeller gibi bu gerçeği inkâr etmiyordu. Ve bolşevizmin boğdurucu şiddet ruhuna doğru yanılsamayla çekildiklerini görüyordu. Daha sonra bu düşüncelerindeki samimiyetin sıkıntılarını kendi öz eleştirisinde verirken etki altında kalmasından ve buna olan şaşkınlığından dolayı özür dileyecekti. II. Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar Eiserne Garde’nin sempatizanı, Hitler’in ve antisemitizmin takipçisiydi. 1933’de Hitler hakkında yazdığı şey çarpıcıdır: „Hitler kadar bugün bizi etkileyen, sempati uyandıran ve hayranlık bırakan başka bir politikacı lider göremiyorum!“ Daha sonra bu açıklamasını şu şekilde soruyla karşılamıştır: „…öyleyse hümanizm nedir, neyini kaybetmiştir eğer Röhm-Putsch katliamında o denli moral ve ruhen zaten her şeyini kaybedenler öldürülüyorsa?!“ 1933’den 1935’ye kadar Cioran, Berlin’de kalır. 1937’den sonra ömrünün geri kalan kısmını çatı katında bir evde yaşadığı Paris’de geçirir. Önceleri Rumence yazan Cioran, 1945’den itibaren de Fransızca yazmaya başladı. Bir filozof olarak Fransızca dilinde isminin ilk duyulduğu ya da okunduğunda etkileyici ve sürükleyici bir yumuşaklığı olamadığını düşünerek ismine M. kısaltmasını yani Michel eklemesini koydu. Bu isim değişikliği böylece tarihe E. M. Cioran olarak kaydoldu ve yazılarındaki etnik muhalifliğinin belirgin karakteri oldu. Cioran, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tarihteki deneme yazarları ve radikal kültür eleştirmenleri içerisinde önemli bir yere sahiptir. Gerek denemelerinde, gerekse eleştirilerinde öncesinde pesimistçe yola çıkarken şaşkınlık yaratan yanılgılarının ve özdeyişlerinin vardığı zirve çaresizliktir. Bu tespite istinaden şunu söylemiştir: Hiçbir kriterin olmadığı bir dünyada yaşamak isterdim… Hiçbir prensibin ve formun olmadığı bir dünya! Bir dünya ki, belirsizlikler diyarı; çünkü bizim şu ana dek yaşadıklarımız tamamen formlara, kriterlere bağlı o kadar yavan. Lisansını Bergson üzerine hazırladığı bir tezle aldı. 1934'te Bükreş'te yayımlanan ilk kitabı "Sur les Cimes du Désespoir(Ümitsizliğin Doruklarında)", kendisinin de kabul ettiği gibi, sonradan Rumence ve Fransızca yazdığı her şeyin özünü barındırır. Hayatın trajik boyutundan habersiz olmakla suçladığı Bergsonculuk'tan o dönemde koptu. 1937'de, dini bir krizin ürünü olan ve tartışmalar yaratan kitabı "Gözyaşları Ve Azizler Üzerine " yayınlandı. Aynı yıl, Bükreş Fransız Ensititüsü'den bir burs alarak Paris'e gitti ve oraya yerleşti. 1995 yılında Alzheimer hastalığından öldü. Cioran konservatif felsefeye olan ilgisini ilk gençlik yıllarında kaybetmiş, kişisel düşünce ve lirizm adına sistematik düşünce ve soyut spekülasyonlarda bulunmayı reddetmişti; "Hiçbir şeyi keşfetmedim. Ben sadece kendi hislerimin sekreteri olmaya devam ettim" Son dönem eserlerinde kötümser hava çoğu eleştirmen tarafından çocukluğundaki olaylarla ilişkilendirilmiştir. Ancak ondaki septiklik, nihilizme yakın duruşun tek bir sebebe irca edilemeyeceği de söylenebilir. Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi tanınmış varoluşçu yazarların eserlerindeki beşeri yabancılaşma teması henüz 1932'lerde genç Cioran'ın eserlerinde görülmektedir. "Varoluşun kendi evimizin hiçliği kendi sürgünlüğümüz olması mümkün mü?" diye sormaktaydı Cioran o yıllarda. Cioran; insanlığın trajedisini değil fakat kendisi gibi hem düşünen hem hisseden bir ontolojik vatanından sürgüne gönderilmişliğin kolay kolay kimsenin hesabını yapmadığı iç çekişleriyle , bir yurtsuz kimliğiyle yaşamış ve yazmıştır.Dünyanın her günkü işleyişini,acılarını,sevinçlerini genelden ayrı düşen yönüyle kimi zaman buruklukla kiminde de kahırla yorulmuş bir farkındalıkla ilmek ilmek kitaplarına işlemiştir.Koyunun derdinden geçenlerin,hatta koyunun derdinde bile olmayanların hayatı muştulamalarının, rezilliklerinin ve kaybolmuş bir vicdanla bu hayatı olurlamalarıyla bir kez daha bu temele harç atanların asla anlayamayacakları bir yanlış yerde aranan 'cephane' olarak bilinmektedir.Öteden beri aynı döngünün aynı kıvrak zekayla birer parçası olmuş adam gibi adamların adam olmayan adamlıklarının ipliğini pazara çıkarmış ve aynı kahpeliği masallardan oluşmuş fazilet,uluhiyet ve vicdan tarzı tanımı kendi ellerinde oyuncak olmuş kutsal yaftalı aşağılık kavramları zihinlerin harcı yapan devridaim işbirlikçilerinin uyuttuğu bir insanlığı sersemliklerinden silkinmeye ömrünü adanmış eşsiz bir bilge. 1947'de Fransızca yazdığı ve Fransa'da yayınlanan ilk kitabı olan Çürümenin Kitabı (1949)'nı şu eserler izledi (başlıcaları): In Extremo In Extremo, 1995 yılında kurulan Alman bir folk metal grubudur. Seslerdeki farklılığı ise parçalarda sıkça kullandıkları gayda ile sağlamaktadırlar. Melodiler hafif İskoç melodilerini andırsa da hem yapısal olarak mükemmel hem de enstrümantasyonla bir bütünlük içerisindedir. Kendi bestelerinin yanı sıra Orta Çağ melodilerini Almanca, İsveççe, Norveççe, Galce, Latince, İspanyolca, İbranice ve diğer pek çok dilde yorumlamaktadırlar. Rock Am Ring ve Wacken Open Air gibi önemli festivallerde sahne almış grup, 4-5 Eylül 2015 tarihlerinde Loreley'de "20 Wahre Jahre" adıyla düzenledikleri iki günlük festivalle müzikteki 20. yıllarını kutlamışlardır. Metal (anlam ayrımı) Heteroseksizm Heteroseksizm, karşı cinsten bireyler arasında yaşanan cinsellik ve ilişkiyi destekleyen bir tutum, ön yargı ve ayrımcılık sistemi. İnsanların heteroseksüel olduğu veya yalnızca karşı cins etkileşim ve ilişkilerin norm olduğu ve bu yüzden de heteroseksüelliğin üstün olduğu karinelerini de içerebilir. Heteroseksizmin, "İngiliz Dili Amerikan Heritage Sözlüğü" ve "Merriam-Webster Üniversite Sözlüğü"nün çevrimiçi sürümlerinde sırasıyla "heteroseksüel insanlar" ve "heteroseksüeller" tarafından gösterilen eşcinsellik karşıtı ayrımcılık ve/veya ön yargı olarak tanımlanmış olmasına karşın, heteroseksüel dışında başka bir cinsel yönelime mensup birisi de bu tür tutum ve ön yargılarda bulunabilir. Ayrımcılık olarak heteroseksizm, dünyanın birçok hukuk düzeni ve toplumunda gey, lezbiyen, biseksüel bireyleri ve diğer cinsel kimlikleri çeşitli sivil haklar, ekonomik fırsatlar ve toplumsal eşitlik bakımından ikinci sınıf vatandaş olarak nitelendirir. Heteroseksizm çoğu kez homofobiyle ilişkilidir. LGBT hakları hareketi heteroseksist ayrımcılığı bitirmeye yönelik çalışmaktadır. Hüseyin Avni Aker Stadyumu Hüseyin Avni Aker Stadyumu, Trabzon'da bulunan ve 26 Ocak 2017'ye kadar Trabzonspor'un maçlarını oynadığı stadyumdur. Stadyum ayrıca "1. Karadeniz Oyunları" ve "2011 Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları"nda ana stadyum görevini üstlenmiştir. Ayrıca "2013 FIFA 20 Yaş Altı Dünya Kupası"nın yapıldığı statlardan biridir. Stat, 1951'de 2.400 kişilik bir seyirci kapasitesiyle inşa edilmiştir. Hüseyin Avni Aker Stadyumu daha sonra birçok kez onarım geçirmiştir. Bu tadilatların en önemlisi 1981'de yapılmış, 1994'te ise stadın maraton tribününün üzeri kapatılıp, saha ışıklandırılmıştır. 2008'de +1.200, 2010'da +260 kişilik kapasite artışıyla birlikte 20.800 kişilik kapasite 24.169'a çıkarılmış, stat; kapanışına kadar bu kapasitede kalmıştır. Ayrıca 2008'de yapılan onarımda maraton tribününün üzeri açılmıştır. Stadyum adını, Trabzon'un ilk beden eğitimi öğretmenlerinden olup Trabzon'da beden terbiyesi il müdürlüğüne kadar yükselen Hüseyin Avni Aker'den almıştır. Stadyumun inşası için girişimlerde bulunup stat alanının kamulaştırılmasını sağlayan kişi olan Hüseyin Avni Aker, stadın tamamlanmasını görememiş ve 1944'te vefat etmiştir. Yapılan bir araştırmaya göre, Trabzonspor, Türkiye çapındaki %5'lik taraftarı ile Türkiye'nin en çok taraftarı olan 4. takımıdır. Hüseyin Avni Aker Stadı, 26 Ocak 2017'deki kapanışına kadar Trabzonspor'un maçlarında önemli sayıda taraftar çekmiştir. Örneğin 2011-12 sezonunda 24.169 kişi kapasiteli stadın yaklaşık 18 bin koltuğu yıllık bilet (kombine) olarak satılmıştır. Ayrıca bu stat Türkiye'de biletli izleyici sayısının açıklandığı ilk futbol stadyumu olmuştur. Avni Aker Stadyumu'nun ilk yapıldığı zamandan beri birçok onarıma uğraması ve bu nedenle stat bütünlüğünde oluşan ayrıklık Trabzonspor'a yeni bir stat yapılması düşüncesini ortaya çıkarmıştır. İlk olarak dönemin Trabzonspor Başkanı Nuri Albayrak tarafından planları çizdirilen ve Trabzon'un Akyazı beldesinde yer alması düşünülen yeni stadın yapımına 24 Kasım 2013'te başlanılıp; Medical Park Stadyumu olarak adlandırılan bu yeni stadın 18 Aralık 2016'da resmî olarak açılmasıyla Avni Aker Stadyumu ömrünü tamamlamıştır. 26 Ocak 2017'de oynanan ve Trabzonspor'un Konyaspor'u 1-0 yendiği Türkiye Kupası maçı bu statta oynanan son resmî maç olmuştur. Maç öncesinde Trabzonsporlu oyuncular sahaya ""Türk futbolunda bir devrimin tanığısın.
Bize yaşattıkların için teşekkürler Hüseyin Avni Aker."" pankartıyla sahaya çıkmıştır. Ayrıca bu maçtaki golü atan Dame N'doye, stadyumdaki son resmî golü atan futbolcudur. Ayrıca Trabzonspor, Avni Aker Stadyumu'ndaki ilk maçını da Konyaspor'a karşı oynamış ve 18 Eylül 1966’da oynanan bu maçı Konyaspor, Mehmet Aktan'ın tek golüyle 1-0 kazanmıştır. Stattaki ilk maç ise 1951'de Sebat Gençlik ve İdmanocağı arasında oynanmıştır. Trabzon Büyükşehir Belediye Başkanı Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu, Avni Aker Stadyumu'nun müsabakalara kapatılmasının ardından yıkılacağını, bu alanda bir şehir parkı ve küçük bir kültür merkezinin inşa edileceğini açıklamıştır. Hüseyin Avni Aker Stadyumu, ilk kurulduğu yıllarda İdmanocağı, İdmangrubu, İdmangücü ve Martıspor gibi Trabzon kulüplerinin kullandığı bir stattı. Ancak Trabzon kulüplerinin birleşerek şehir kulübü olan Trabzonspor'u kurmasıyla, stadyum daha ziyade Trabzonspor'un özel kullanımına tahsis edildi. Bu tahsisin ardından, yine 1461 Trabzon ve Akçaabat Sebatspor gibi bazı kulüpler zaman zaman bu sahada maçlarını oynadı. Tarihi boyunca Hüseyin Avni Aker Stadyumu'nda gerçekleştirilen bazı önemli organizasyonlar şunlardır: Krasnodar Krasnodar (Rusça: Краснодар, Çerkesce: Bjedughkale, 1920'ye kadar Yekaterinodar Екатеринодар), Kuzey Kafkasya'da Rusya'ya bağlı Krasnodar Kray'ın yönetim merkezi olan kent. Kuban Irmağı'nın kuzey kıyısındadır. 1793'te Yekaterinodar adıyla bir askeri kale olarak kurulan ve daha sonra gelişen kentin nüfusu 2005'te 715.400'dir. II. Dünya Savaşı'nda Temmuz 1942 - Şubat 1943 arası Alman işgaline uğradı. Kuban Irmağı kenti güneyindeki RF üyesi Adıgey Cumhuriyeti topraklarından ayırır. Şehirde Karasal iklim hakimdir; yazları sıcak, kışları da soğuk geçer. Nüfusun çoğunluğu Kazak Ruslarıdır. Ayrıca Adıge, Hemşinliler, Kürtler , Ahıska Türkleri, Ukraynalı, Tatar vb.de bulunmaktadır. Aleksandr Tkaçev, 2005'ten beri Krasnodar krayı valisidir. Krasnodar'ın 5 kardeş şehri vardır: Pan-pan Pan-pan, telsiz dilinde "aciliyet" (urgency) anlamına gelen çağrının başlama uyarısı. "Mayday" şeklindeki "tehlike" (distress) sinyalinin bir alt kademesindeki çağrıdır. Pan-pan dengi olan yazılı sinyal XXXtir ve mors kodu ile "codice_1" şeklinde ifade edilir. 1920'lerde Fransızca "panne" (arıza) sözcüğünden pan şeklinde İngilizceye uyarlanmıştır. Denizdeki bir birimde bulunan veya oradan görülen kişi ya da kişilerin güvenliğini tehdit eden bir etkenin ortaya çıkması durumunda, denize adam düşmesi, denizde kazazedelerin görülmesi, bir tekne veya insanın kaybolması, gemide bir hastanın ya da yaralının bulunması gibi durumlarda telsiz çağrısı yaparken yayın "pan-pan" sözü ile başlatılır. Bu terim havacılıkta da -mayday gerektirmeyen- acil durumlar için kullanılır. Bu durumlara örnek olarak şunlar verilebilir: Türk kahvesi Türk kahvesi, daha çok Türk kültüründe önemli yere sahip Osmanlı İmparatorluğu'dan günümüze kadar gelmiş en eski kahve hazırlama ve pişirme metodlarındandır. Kendine has tadı, köpüğü, kokusu, sunuluş biçimiyle özgün bir kimliği ve geleneği vardır. Telvesi ile ikram edilen tek kahve türüdür. Araştırmacılar kahvenin 14. yüzyıl başlarında Habeşistan'dan tüm dünyaya yayıldığını, çıkış yerinin de adının etimolojisi de kahve ile benzerlik gösteren Güney Habeşistan'daki Kaffa yöresi olduğunu belirtmektedir. Sadrazam Özdemiroğlu Osman Paşa'nın babası olan Memlûk Çerkeslerinden Osmanlı'nın Yemen valisi Özdemir Paşa, lezzetine hayran kaldığı kahveyi İstanbul'a getirdi. Yeni hazırlama yöntemi ile kahve, güğüm ve cezvelerde pişirilerek Türk kahvesi adını aldı. Tahtakale'den başlayarak şehre yayılan kahvehaneler halk arasında yaygınlaşmasını sağladı. Önceleri Arap Yarımadası'nda kahve meyvesinin kaynatılması ile elde edilen içecek, bu yepyeni hazırlama ve pişirme yöntemiyle özgün tadına kavuşmuştur. Kahve ile Türkler sayesinde tanışan Avrupa; uzun yıllar kahveyi, Türk kahvesi olarak bu yöntemle hazırlayıp tüketmiş, Brezilya ve Orta Amerika kaynaklı, "arap" türü, yüksek kaliteli kahve çekirdeklerinden harmanlanan ve tercihen kömür ateşinde ağır ağır, titizlikle kavrulan Türk Kahvesi, çok ince öğütülür. Bir cezve yardımıyla su ve isteğe göre şeker ilave edilerek pişirilir, bir fincan kahveye iki çay kaşığı kahve atılır. Küçük fincanlarla servis yapılır. İçilmeden önce telvesinin dibe çökmesi için kısa bir süre beklenir. Su, sanıldığı gibi kahvenin sonunda değil; kahveyi içmeden önce içilmektedir. Ayrıca tüm dünyada espresso ile en çok tüketilen kahve türüdür ki dünya genelinde hemen hemen her tür restoranın menüsünde bulunan iki kahveden biridir. Günün her saati kitap ve güzel yazıların okunduğu, satranç ve tavlanın oynandığı, şiir ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı kahvehaneler ve kahve kültürü dönemin sosyal hayatına damgasını vurmuş, saray mutfağında ve evlerde yerini alan kahve, çok miktarda tüketilmeye başlandı. Çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulduktan sonra dibeklerde dövülerek cezvelerde pişirilmek suretiyle içiliyor ve en itibarlı dostlara büyük bir özenle ikram ediliyordu. Kısa sürede, gerek İstanbul'a yolu düşen tüccarlar ve seyyahlar gerekse Osmanlı elçileri sayesinde Türk Kahvesinin lezzeti ve ünü önce Avrupa'yı oradan da tüm dünyayı sardı. 2013 yılında Türk kahvesi kültürü ve geleneği, UNESCO'nun Somut olmayan kültürel miras listesinde yerini aldı. İngilizler'deki çay saati geleneği gibi, kahvenin de Türk toplumunda bir zamanı vardır. Genellikle sabah ve öğlen öğünleri arasında içilir. Türkçe günün ilk öğünü anlamına gelen "kahvaltı" sözcüğü kahve içimi öncesi yenen şeyler demektir. Yine "Türk kahvesi", kahve falı ile geleceği anlatmak için kullanılan tek kahve türü olup kahvehane adlı işletmelerin doğmasına yol açmıştır. Dini Bayramların ve "kız isteme" törenlerinin geleneksel bir öğesi olmuştur. Bir Türk atasözünde de bu kültür desteklenmiş ve "Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır" denilmiştir. Yunanistan'da kahvenin adı Kıbrıs Harekâtı'ndan sonra kahve endüstrisince değiştirilmiştir. Hafif kavrulmuş Türk kahvesinde 50, orta kavrulmuş kahvede 59 ve çok kavrulmuş kahvede 65 farklı tat ve koku maddesi bulunmaktadır. Ayrıca hafif kavrulmuş kahvede ekşi, tatlı, meyvemsi özellikler bulunurken orta kavrulmuşta kavrulmuş, baharatımsı, odunumsu, meyvemsi ve tütünümsü özellikler, çok kavrulmuşta ise kavrulmuş, acı, baharatımsı, odunumsu ve toprağımsı tat ve koku bulunmaktadır. Kurukahveci Mehmet Efendi Kurukahveci Mehmet Efendi, 1871 yılında Fatih, İstanbul da Mehmet Efendi tarafından kurulmuş Türkiye'nin en eski işletmelerinden Türk Kahvesinin en tanınan markası. 19. yüzyıl sonlarına kadar Türk Kahvesi, çiğ çekirdek olarak satılıyor ve evlerdeki kahve tavalarında kavrulduktan sonra el değirmenlerinde çekilerek içilebiliyordu. Bu durum; Hasan Efendi'nin işlettiği baharat ve çiğ kahve satan dükkânın, oğlu Mehmet Efendi tarafından devralınmasına kadar sürdü. 1857'de Fatih, İstanbul'da doğan Mehmet Efendi, Süleymaniye Medresesi'nde eğitim gördükten sonra babasının dükkânında çalışmaya başladı. 1871 yılında işin başına geçen Mehmet Efendi, çiğ kahveyi kavurup dibeklerde öğüterek müşterilerine hazır olarak satmaya başladı. Kahveyi öğüterek ilk kez hazır olarak kahveseverlere sunan Mehmet Efendi, bu yeniliklr "Kurukahveci Mehmet Efendi" diye anılmaya başlandı. 1931 yılında vefat eden Mehmet Efendi'nin ardından oğulları Hasan, Hulusi ve Ahmet Beyler baba mesleğini sürdürdüler. Aile 1934 yılında Soyadı Kanunu ile "Kurukahveci" soyadını da aldı. Ahmet Rıza Kurukahveci'nin de vefatından sonra yönetimi erkek kardeşlerden Hulusi Kurukahveci ve Mehmet Kurukahveci devralmıştır. Vladimir Nabokov Vladimir Vladimiroviç Nabokov (Rusça: Владимир Владимирович Набоков;) ( d. 22 Nisan 1899 – ö. 2 Temmuz 1977 ) Rus asıllı Amerikalı yazar. İlk eserlerini Rusça yazdı, uluslararası ününü İngilizce yazdığı romanlarla kazandı. En tanınmış eseri Stanley Kubrick ve Adrian Lyne tarafından filme de çekilen "Lolita" adlı romanıdır. 1899'da Sankt-Peterburg'da aristokrat bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Özel eğitim gördü ve küçük yaşta İngilizce öğrendi. Bolşevikler iktidara geldiğinde aile Rusya'dan ayrılarak önce Londra, sonra Berlin'e gitti. Öğrenimini Cambridge Üniversitesi, Trinity College'de tamamladı. 1923 ile 1940 arasında anadilinde romanlar, hikâyeler, oyunlar, şiirler yazdı ve kuşağının seçkin Rus göçmen yazarlarından biri olarak ün kazandı. 1940 yılında karısı ve oğluyla ABD'ye göç etti ve 1941'den 1948'e kadar Wellesley College'de dersler verdi. 1955'te yayımlanan "Lolita"'nın dünya çapındaki başarısından sonra, 1959'da Cornell Üniversitesi Rus edebiyatı profesörlüğünden emekli olarak İsviçre'ye yerleşti. İngilizce ilk romanı olan "The Real Life of Sebastian Knight"'ı 1941'de yayımladı ve bu dili şaşırtıcı bir yaratıcılıkla kullanarak eserlerini İngilizce yazmaya devam etti. Nabokov, 1977'de İsviçre'nin Montreux kentinde öldü. Yazarlığının yanı sıra, ünlü bir kelebek toplayıcısı ve satranç problemleri yaratıcısıdır. Serhat Akın Niyazi Serhat Akın (d. 5 Haziran 1981, Bretten), Türk eski millî futbolcudur. En son Almanya 4. Ligi olan Regionalliga takımı Berliner AK 07'de oynamış ve futbolu bırakmıştır. Erzincan kökenli eski millî futbolcu . Evli iki çocuk babasıdır. 1991 yılında futbola Almanya'da 10 yaşındayken Karlsruher SC takımın altyapısına girerek başladı. 2000 yılına kadar burada oynadı. 2000 yılında Fenerbahçe'ye transfer oldu ve Türkiye millî takımına kadar yükseldi. Fenerbahçe'nin ardından RSC Anderlecht'e transfer olmuştur. 2006-2007 sezonunda Almanya'nın 1. FC Köln takımına kiralık olarak transfer olmuş diğer sezon RSC Anderlecht'e geri dönmüştür. 15 Ağustos 2008 tarihinde Süper Lig'e yeni dahil olan Kocaelispor'la anlaşan futbolcu, burada 1 yıllık sözleşmeye imza atmıştır. Ligin 15. haftasında Kocaelispor'dan para alamadığı ve beklediği ilgiyi göremediği için sözleşmesini tek taraflı fesh etmiştir. Ligin takımlarından Kayserispor ve Beşiktaş kendisi ile ilgilenmiş fakat Konyaspor ile 1.5 yıllık sözleşme imzal
amıştır. 2011-2012 sezonu için Yusuf Şimşek'in Futbolcu-Antrenör olarak görev yaptığı Turgutluspor'la anlaşmıştır. 2012-13 sezonu yaz transfer döneminde Yusuf Şimşek'in Teknik direktörlük yaptığı Denizlispor ile anlaşmıştır. 2013-14 sezonunun başında Almanya 3. lig ekiplerinden BAK 07'ye transfer olmuştur. 2000-01 sezonunda Fenerbahçe'ye transfer olmuş ve çok sayıda maçlarda yer almıştır, tarafar futbolcuya "Kadıköy Boğası" lakabını vermiştir. Christoph Daum zamanında forvet oynarken sezon içinde sağ açığa alınmış daha az gol atmaya başlamıştır. Buna karşın Derbi maçlarında attığı gollerle dikkatleri üzerine çekmiştir. Fenerbahçe'de 5 sezon oynayan futbolcu 3 şampiyonluk yaşamıştır. Süper Lig'te Fenerbahçe formasını 125 kere giymiş 41 gol atmıştır. Fenerbahçe formasıyla toplamda resmi maçlara 154 kere çıkmış ve 49 gol atmıştır. Fenerbahçe formasıyla Türkiye millî takıma kadar yükselen futbolcu 5 sezon sonunda Belçika'nın RSC Anderlecht takımına transfer olmuştur. Burada 24 Numaralı formayı giyip, İlk sezonunda Belçika, Pro League şampiyonluğunu yaşarken avrupa kulüplerinde oynayan ve şampiyonluk yaşayan ilk Türk futbolcu olmuştur. 2006-2007 sezonunda Fenerbahçe'den hocası olan Christoph Daum'un çalıştırdığı o zaman Bundesliga 2'de oynayan 1. FC Köln'e kiralanmıştır, 7 maça çıkmış ve 1 gol atmıştır. Ertesi sezon geri dönmüş ve büyük bir sakatlık geçirmiştir. 2008-2009 sezonunda Türkiye'ye dönüş yapmıştır. Büyük bir sakatlık geçirdikten sonra 2008-2009 sezon başında Beşiktaş tarafından istenmiş ama Kocaelispor takımına transfer olmuştur. Süper Lig'de 11 maça çıkmış ve ilk yarı bitmek üzereyken parasını alamadığı için sözleşmesini fesh etmiştir. Kocaelispor'dan sözleşmesini fesh eden futbolcu'yu yine eski hocası olan Mustafa Denizli'nin çalıştırdığı Beşiktaş istemiş ama transferi engellenmiştir. 2008-2009 sezonunun ikinci yarısında Konyaspor'a geçmiştir. Bu takımda da 11 maça çıkmış 1 gol atmıştır. Ancak Konyaspor 2008-2009 sezonu sonunda küme düşmüştür. Transfer sezonunda hiçbir takımla anlaş(a)mayan oyuncu 14 Kasım 2009 günü futbola başladığı kulübe dönmüştür, Almanya ikinci liginden Karlsruher SC ile 30 Haziran 2010 tarihine kadar geçerli olacak geçici bir sözleşme imzalamıştır. İkinci takımla maçlara çıkan futbolcu 7 maçta 5 gol atarak kendisini tekrar ispatlamış ve Karlsruher SC takımı ile sözleşme imzalamıştır. oyuncu 1. takımda hiç gol atamayıp Karlsruher SC II takımında ise 5 maçta 4 gol atmıştır.Oyuncu 2010-2011 sezon sonunda sözleşmesi bittiği için serbest kalmştır. Serhat Akın, 2011-12 sezonunun yaz transfer döneminde Spor Toto 2. Lig ekiplerinden biri olan Turgutluspor ile 1 yıllık anlaşma imzalamıştır. Serhat Akın, 2012-13 sezonunun yaz transfer döneminde 1. Lig ekiplerinden olan Denizlispor ile anlaşmıştır. Serhat'ın Denizlispor'a transferinde Yusuf Şimşek'in: "Denizli'ye gelirsem Serhat'ı da getireceğim." sözleri etkili olmuştur. Fakat Denizlispor'un yeni başkanı Süleyman Urkay, Serhat'ı kadroda düşünmediği için Serhatı göndermiştir. Serhat Akın, 22 Ağustos 2013 tarihinde Almanya 4. Ligi Regionalliga takımlarından Berliner AK 07 ile bir yıllık sözleşme imzaladı. 1999 yılında 4 kez Türkiye U-17 formasını giymiştir, aynı yıl içerisinde 3 kere de Türkiye U-18 formasını giymiş 4 gol atmıştır. 2000 yılından 2002 yılına kadar da Türkiye U-21 formasını 22 kere giymiş ve 12 gol kaydetmiştir. 2002 yılından itibaren ise Türkiye A Milli takım formasıyla 21 maça çıkmış ve 4 gol atmıştır.Babası'nın Erzincan'lı olması sebebiyle millî takım da genelde 24 numarayı giymiştir "NOT : Türkiye A Milli ile oynadığı maçlar." Marmaris Marmaris, Muğla'nın 13 ilçesinden birisidir. Marmaris, batısında Datça Yarımadası ve Kerme Körfezi, kuzeyinde Ula, doğusunda Balan Dağı, Karadağ ve Günlük Tepeleri ile güneyinde Akdeniz ile çevrilidir. Körfezin önünde kıyıya ince bir dille bağlı olan Adaköy, onun önünde Sedir Adası, Keçi Adası ve Güvercin Adası bulunur. Kentin en eski kısmı denize doğru uzanmış bir tepe üzerine kurulu olan Kale Mahallesidir. Marmaris daha sonra eteklere doğru ve kıyı boyunda gelişmiştir. Hava ulaşımının yapıldığı Dalaman Havaalanı sadece bir saat uzaklıktadır. Rodos ise sadece 45 dakika uzaklıktadır. Akdeniz iklimi nin hakim olduğu ilçede yazlar oldukça sıcak ve kurak, kış ayları ise nispeten ılık ve bol yağışlı geçer. Dağların orografik konumu itibarı ile Marmaris, Türkiye'nin Rize'den sonra en bol yağış alan bölgelerindendir ve yıllık yağış miktarı 1200 mm üzerindedir. Kış aylarında şiddetli yağışlar yüzünden ilçede zaman zaman su baskınları ve sel görülebilir. Kışın cephe sistemlerinin geçişleri esnasında oldukça sık oraj (şimşek-gökgürültüsü) görülür. Mayıs - Eylül arası dönem pek yağış görülmez ve oldukça kurak geçer. Denizin ılıman etkisinden ötürü kış aylarında çok nadiren don görülür. Kar yağışı ise yüksek dağ yamaçlarında görülmekle beraber, kıyı kesimlere çok nadiren düşer. Marmaris'in tarihi MÖ 12000'lere kadar gider. 2007 yılında Bedir Adası'ndaki Nimara Mağarası'nda yapılan kazı çalışmaları sonucu bulunan materyaller bunu teyit etmektedir. 17 Eylül 2007'de Marmaris Müzesi'ndeki basın toplantısı}... Bölgeye Karia adı Kar'ın ülkesi anlamı da sonradan verilmiştir. Ege ve Akdeniz'in kıyılarının bereketi, bölgeyi devamlı çekici kılmıştır. Şehir Rodos ve Ege adalarına açılan en önemli köprüdür. Böylece Marmaris zaman içinde pek çok medeniyetin hüküm sürdüğü bir yer haline gelmiştir. Bölgede yapılacak gezilerde Karia, Rodos ve ada uygarlıkları, Mısır, Asur, İon, Pers, Makedon, Suriye, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin izlerini görmek mümkündür. Fiskos kentin ilk adıdır. Bugün Asartepe denilen mevkide kalıntıları görülebilir. Marmaris ilçe sınırları içinde yer alan antik kentler ise şöyle sıralanabilir: Physkos (Beldibi, Asartepe), Amos (Hisarönü, Turunç), Bybassos (Hisarönü), Kastabos (Hisarönü), Syrna (Bayırköy), Larymna (Bozburun), Thyssanos (Söğütköy), Phoenix (Taşlıca), Loryma (Bozukkale) Kasara (Serçe Limanı), Kedrai (Sedir Adası), Euthena ve Amnistos (Karacasöğüt). Physkos dahil tüm kentler, küçük Karya kentleri. Ama diğerlerinin neredeyse tamamından bugüne ulaşan kalıntılar kale ve sur parçalarından öteye geçmiyor. Fiskos yörede ilk Karya liman kenti ve diğer yerleşim birimlerinin merkeziymiş. Fiskos Karya dilinde "Doğakenti" demektir. Bu isme neden de doğanın bütün unsurlarını ve güzelliklerini bünyesinde bulundurmasıdır. MÖ 3400 yıllarına kadar uzandığına dair izler biliniyor. Antik Karya bölgesinin bu önemli liman kentinin, kalıntıları Marmaris şehir merkezinin kuzeyindeki Asartepe'de görülüyor. Ancak akropol üzerinde sur duvarları günümüze ulaşabildi. Tüm Karya yerleşimleri gibi sarp dağ tepelerinde ve yamaçlarında kurulmuştur. Yerleştiği alan Beldibi ile Camiavlu arasındaki tepeler ile vadi ve yamaçlardır. Tarihçilerin babası Bodrum´lu Herodot ve ünlü coğrafyacı Amasya´lı Strabo, Fiskos´tan antik dönemde, Efes ve Mylasa´nın Doğu Akdenize açılan limanı olarak bahsederler. Tarih boyunca Güneybatı Anadolu da varolan egemenliklerin, Akdeniz'e özellikle Doğu Akdeniz'e açılan tek ve önemli limanı olmuştur. Mylasa, Alabanda, Truva, Bergama, Efes ve Miletus gibi önemli antik başkentlerini Fiskos´a bağlayan karayolu ağının eskiden beri var olması, limanın denizler aşırı ilişkilerde, özellikle "ülkelerin anası" Mısır´la, önemini yineleyerek vurgular. Önceleri her türlü ticaretle (Köle, mermer, kereste ve şarap) başlayan Mısır ilişkileri sonraları askeri ve uygarlık olarak genişler. Ünlü Kadeş savaşına Hititlerin saftında katılan Karyalı paralı askerlerin nakli gemilerle Fiskos limanından olmuştur. Daha sonraki savaşlara Mısır´lıların saftında katılmışlardır. Bu paralı askerlerin bir kısmı Nil Deltasına kendi şehirlerini (4 adet) kurarak yerleşmişlerdir. Nitekim ilk karyaca yazıtlar burada bulunmuştur. Mısır´dan Güneybatı Anadolu´ya ve Adalara ilk defa normal insan boyunda heykel yapabilme sanatı Fiskos´tan girmiştir. Fiskos´un kendi adına parası olması da önemli bir merkez olduğunun başka bir kanıtıdır. Fiskosun çok değerli madeni bir parası, İngiltere´de koleksiyoncu Mr. Borell´in elinde bulunduğu 1828 yılında tespit edilmiştir.. Bu para oldukça geniş, kalın ve olağanüstü uzunluktadır ki yüzeyinde dallanmış boynuzları canlandıran bir kabartma ile 18 karya harfleriyle tek satırda "Phi Upsilon sigma $ Y 2" yazısı vardır. Büyük İskender´in ölümü sonrasında oluşan Mısır-Rodos İmparatorluğuna bağlanan Fiskos, bu dönemde önemini bir ticari liman olarak daha da arttırmıştır. Ve bu konumunu daha sonraki Roma ve Bizans dönemlerine de taşıyabilmiştir. İngiliz Kralı VIII. Henry, bir belgede 1513 yılında Fiskos´tan bahsetmesi de enteresan. Ayrıca Boston Museum müzesinde Marmaris´te ( Eski Physkos) bulunduğu belirtilerek sergilenen, sonra Roma İmparatoru olan, genç Tiberius´un (Bust of Tiberius) mermerden bir büstü vardır. Aşağıda büstün müzedeki İngilizce tanıtımı ve müzeye kadar olan yol haritası. "Provenance/Ownership HisBoston 1971.393, history: Said to have been found at Marmaris (ancient Physkos) on the southern coast of Caria; by date unknown: with K. J. Hewett, Esq., London (purchased from an English estate); by 1971: purchased by Robert E. Hecht, Jr. from K. J. Hewett; purchased by MFA from Robert E. Hecht, Jr., November 10, 1971" Milattan önce 4. yüzyıldan kalma sayısız heykelcikler, heykelblokları ve tabletler özellikle Eyiliktaşı civarında bulunmuştur. Arkeolog George Bean´e göre ezelinden beri çeşitli uygarlıklar boyunca hep önemli bir liman kenti olan Fiskos´tan günümüze kalan şehir kalıntıların azlığının izahı, bunların toprak altında gömülü oldukları değildir. Aksine kentin parça parça gemilere yüklenip başka kent projelerinde kullanılmak üzere nakledildiği olasılığıdır. Çünkü kentin kurulduğu tepe ve yamaçlar günümüzde hâlâ ortadadır ve toprak altında olan Fiskos´un ünlü limanı ve denizidir. Bozburun Yarımadasının güneybatı ucundaki Bozuk Koyu'nda kurulmuştu. Koya hakim oldukça geniş alana dağılmış kalıntılardan günümüze ulaşan en etkileyici
yapı Burunbaşı üzerinde bulunan iyi korunmuş kaledir. Dokuz dikdörtgen kulesi vardı. Bugün kuzeydeki çıkma kule görülebilmektedir. Bozukkale limanı Mavi Yolculuk tekneleri ve yatların önemli bir durak noktası. Gökova Körfezi'ndeki Sedir Adası antik Kedrai kenti ve ünlü Kleopatra Plajı ile tanınıyor. Kedrai bir Karia kentiydi, sonra Rodos'a bağlandı. Kedrai “sedirler” (sedir ağacı) anlamına geliyor. Rodos Karşıyakası'nın en önemli yerleşimlerinden biri olan Kedrai, surlarla kuşatılmıştı. Kule ve duvarları kıyıda izlenebilen kentin orta kesiminde Dor düzenindeki Apollon tapınağından bugüne ancak temelleri ulaşabilmiş. Agora, çeşitli yapı kalıntıları ve kent nekropolünün yanı sıra adanın doğu kesiminde ise yüzü kuzeye bakan ve oldukça iyi durumda tiyatrosu var. Bozburun Yarımadası'nın kuzeyindeki Selimiye koyunda (Kamışlı Koy) kurulmuştur. Kentte sur kalıntıları, kare planlı bir mezar anıtı yer alıyor. Hydas'a 3 km uzaklıkta, sahilde bir gözetleme burcu ve bu burç üzerinde birkaç mezar var. Marmaris-Datça yolunun 20. km'sinde güneye Bozburun yönüne dönüldüğünde Hisarönü mahallesine 2 km. Antik ören yerine buradan 3 km yol ile gidilir. Erine'de, Roma dönemine ait kalıntılar bulunmaktadır. Bu antik ören yerine ve Hisarlık Köyü yakınlarındaki kutsal yere Hisarönü ovasından bir saatlik tırmanışla ulaşılabilir. Tapınak bir platformun üzerinde yer alır. MÖ 4. yüzyıldan kalma Ion düzenindeki yapı ayrıca Dor öğeleri de taşımaktadır. Platform üzerinde tapınak temeli görülebilir. Platformu destekleyen göz alıcı duvarlar günümüze kadar varlığını sürdürebilmişlerdir. Güneydeki alanda yer alan yıkık tiyatro, tapınakla birlikte bölgede tanımlanabilen tek yapıdır. Söğüt mahallesinin 1 km güneybatısında, okulun biraz arkasındaki tepecik üzerinde Thyssanos yerleşimi kalıntıları vardır. Kazı yapılmamış antik yerleşimde kalıntılar birkaç duvar parçasından, temel izlerinden ve duvar kalıntılarından ibaret. Bir Karya kenti olan Phoenix'in kalıntıları Taşlıca'nın 4 km dışında, Köy ile antik yerleşim arasında, muhtemelen antik döneme ait patika yolda önce mezarlarla karşılaşılır.Taşlıca ile Asar tepenin aşağı yukarı ortalarında, çukurda kentin agorası, tepeye çıkarken oldukça iyi durumdaki bir yapı kalıntısı ve ardından kentin ana nekropolisi (mezarlar) görülür. Kentin akropolisi Asartepe'dedir. Bugünkü Orhaniye mahallesi kalıntıların bulunduğu tepenin yamacına kurulmuştur. Kentin sur kalıntıları orman içinde dağınık bir arazide görülebiliyor. Euthenna (Altınsivrisi/Karacasöğüt) Rodos kentciği. Bugüne ulaşan kalıntılar Karacasöğüt mahallesinin yaklaşık 2 km güneydoğusunda Altınsivrisi tepesinde kent nekropolisi, biraz yukarılarda çeşitli sur kalıntıları, kaya mezarları ve sarnıçlarla karşılaşılacaktır. Karacasöğüt yakınlarında bir başka antik kent daha var. Amnistos antik kenti kalıntıları mahallenin yakınındaki bir burun üzerinde. Kentten bugüne sur kalıntıları, deniz kıyısında eski liman duvarı ulaşmış. Şehir şimdi bulunduğu tepede ilk yerleşenleri olan Türkmen´ler tarafından, Bizans döneminde, Mermer-şehri ismiyle kurulmuştur. Menteşeoğulları egemenliği döneminde altın çağını, uluslararası mermer ticareti sayesinde yaşayan bu liman kenti Mermeris adını almıştır. Doğal felaketlerden, yağma ve talandan nasibi alarak yok olan, Fiskos´un eski çağlardaki rolünü Rodos´un fethine yani 1522 yılına kadar üstlenmiştir. "Mermeris ismi, Yunancaya Marmaras, İtalyancaya (Latinceye) Marmarice/Marmaris, İngilizceye Marmorice olarak, ilgi güncelliklerine göre çevrilmiştir. Marmaris ismi, I. Dünya Savaşından sonraki İtalyan işgalinde yoğun olarak kullanılmış ve sonrasında Cumhuriyet dönemiyle birlikte resmiyet kazanmıştır. Bodrum´lu Herodot ve ünlü coğrafyacı Amasya´lı Strabo, Fiskos´tan antik dönemde, Efes ve Mylasa´nın Doğu Akdeniz'e açılan limanı olarak bahsederler. Her ikisinin yaşadıkları dönemlerde Marmaris´in yerleştiği tepe, ya denizin altında ya da bir adacık olsa gerek. Herodot´un Marmarisos ismi ile Marmaris´i kastetmesi olanaksız. Bir rivayete göre de Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptırdığı halen de Marmaris'de bulunan kaleyi Kanuni Sultan Süleyman'ın beğenmediği ve kalenin mimarını astırdığı için Marmaris isminin "Mimarı as"'dan geldiği söylense de bu inandırıcılıktan uzaktır. Aslında yapımı 1545 yılında tamamlanan kervansaray, bugünkü halinden çok daha büyük ve daha kapsamlı işlevi düşünülerek yapılmıştır. Daha yakın zamana kadar varolan hamamın dışında, "Han" işlevi gören ve varolan ikinci katı da değişik zamanlarda yıkılarak yok olmuştur. Şimdi adeti 7 olan küçük oda sayısı aslında konum olarak 8 dir. 8.si orantısız tarafta saklıdır. Bir de boğaza ve denize bakan odaların 2 tanesi hâlâ vardır, hem de çok iyi durumda ama saklıdır. Diğerleri çeşitli nedenlerden dolayı yok olmuştur. Pilavtepesi arkasından gelen, Karaağaca kadar giden eskiyolu Mermeris yarımadasına birleştirmek için beyaz kesme taştan yapılmış, şimdiki Kısayalı'yı tamamiyle kaplayan büyüklükte görkemli bir köprüymüş. Öyle ki bir ucu Ilıca sırtlarında diğer ucu Eski cami civarında. Böyle bir köprünün varlığı 1801 yılında bir İngiliz ressam Neele tarafından yapılan resimle belgelenmiştir. 1789 yılında yapımı bitirilen bu eser, 1800-1849 yılları arasında kenti ziyaret eden İngilizlerin de dikkatini çekmiş ki seyir defterlerine kalenin bakımsızlığına rağmen caminin mimarisini beğendiklerini not almışlar. Gerçekten çok görkemli bir mimari eser olduğu ve o caminin şimdiki eski camiyle aynı caminin olmadığının belirginliği bir İngiliz ressam Neele 1801 tarihli eserinde belgeleniyor. Doğal bir liman olan Marmaris Körfezi 1100 kapasiteli üç marina ve 1200 yat kapasiteli 9 yat çekek yerine sahiptir. Mavi Yolculuk güzergahı üzerinde bulunan yörede yat turizmini geliştirmek amacıyla 5 yılda bir Uluslararası Yat Festivali ve Uluslararası Marmaris Yat Yarışları düzenlenir. Marmaris ilçesinde 2 yerel TV kanalı, 7 yerel radyo kanalı ve çeşitli günlük yerel gazeteler bulunmaktadır. Marmaris Yerel TV Kanalları Marmaris Yerel Radyo Kanalları Marmaris Yerel Gazeteleri Tansiyometre Tansiyometre, toprağın su (nem) içeriğinin dolaylı bir ölçümü olan toprak suyu gerilimini belirlemek için kullanılan bir aygıttır. "Tansiyometre", Fransızca'daki ""tensiomètre"" sözcüğünden Türkçeye taşınmıştır. Terimin İngilizce'deki karşılığı ise ""tensiometer"" olarak geçer ve Türkçe karşılıkları da verilerek, şöyle çözülebilir: Aslında, "tansiyometre" teriminin "gerilimölçer" olarak bir öz Türkçe karşılığı vardır. "Tensiometer" için İngilizce sözlüğe bakıldığında, toprağın nemi dışındaki kimi niteliklere ait gerilimi ölçen aygıtlar için de kullanıldığı görülmektedir. Bu anlamlar şunlardır: Türkçedeki tansiyometre ise sıklıkla bu makalede konu edilmiş anlamı için kullanılmaktadır. İngilizce sözlükte ""tensiometer"" aratılırken, ""tensimeter"" terimine de rastlamak mümkündür. Bu terimin çözümlemesi de yukarıda ""tensiometer"" için verilene benzerdir ama farklı bir anlamı vardır: Tensimeter, bir çeşit tansiyometredir. Aralarındaki fark, tansiyometrelerde negatif basınç ölçümünde manometre kullanılırken,tensimeterlarda bir iğne yardımıyla ölçülen negatif basınç cihaz üzerindeki dijital ekrandan okunur. Physkos Marmaris yakınlarındaki antik kent. Fiskos yörede ilk Karya liman kenti ve diğer yerleşim birimlerinin merkeziymiş. Fiskos Karya dilinde "Doğakenti" demektir. Bu isme neden de doğanın bütün unsurlarını ve güzelliklerini bünyesinde bulundurmasıdır. MÖ 3400 yıllarına kadar uzandığına dair izler biliniyor. Antik Karya bölgesinin bu önemli liman kentinin, kalıntıları Marmaris şehir merkezinin kuzeyindeki Asartepe'de görülüyor. Ancak akropol üzerinde sur duvarları günümüze ulaşabildi. Tüm Karya yerlesimleri gibi sarp dağ tepelerinde ve yamaçlarında kurulmuştur. Yerleştiği alan Beldibi ile Camiavlu arasındaki tepeler ile vadi ve yamaçlardır. Tarihçilerin babası Bodrum´lu Herodot ve ünlü coğrafyacı Amasya´lı Strabo, Fiskos´tan antik dönemde, Efes ve Mylasa´nın Doğu Akdenize açılan limanı olarak bahsederler. Tarih boyunca Batı Anadolu da varolan egemenliklerin, Akdenize özellikle Doğu Akdenize açılan tek ve önemli limanı olmuştur. Mylasa, Alabanda, Truva, Bergama, Efes ve Miletus gibi önemli antik başkentlerini Fiskos´a bağlayan karayolu ağının eskiden beri var olması, limanın denizler aşırı ilişkilerde, özellikle "ülkelerin anası" Mısır´la, önemini yineleyerek vurgular. Önceleri her türlü ticaretle (Köle, mermer, kereste ve şarap) başlayan Mısır ilişkileri sonraları askeri ve uygarlık olarak genişler. Ünlü "Kades" savaşına Hitit´lilere karşı Mısır safında katılan Karyalı paralı askerlerin nakli gemilerle Fiskos limanından olmuştur. Bu paralı askerlerin bir kısmı Nil Deltasına kendi şehirlerini kurarak yerleşmişlerdir. Nitekim ilk karyaca yazıtlar burada bulunmuştur. Mısır´dan Batı Anadolu´ya ilk defa normal insan boyunda heykel yapabilme sanatı Fiskos´tan girmiştir. Fiskos´un kendi adına parası olması da önemli bir merkez olduğunun başka bir kanıtıdır. Fiskosun çok değerli madeni bir parası, İngiltere´de kolleksiyoncu Mr. Borell´in elinde bulunduğu 1828 yılında tespit edilmiştir. Bu para oldukça geniş, kalın ve olağanüstü uzunluktadır ki yüzeyinde dallanmış boynuzları canlandıran bir kabartma ile 18 karya harfleriyle tek satırda " Phi Upsilon sigma $ Y 2" yazısı vardır. Büyük İskender´in ölümü sonrasında oluşan Mısır-Rodos İmparatorluğuna bağlanan Fiskos, bu dönemde önemini bir ticari liman olarak daha da arttırmıştır. Ve bu konumunu daha sonraki Roma ve Bizans dönemlerine de taşıyabilmiştir. İngiliz Kralı VIII. Henry, bir belgede 1513 yılında Fiskos´tan bahsetmesi de enteresan. Ayrıca Boston müzesinde Marmaris´te ( Eski Physkos) bulunduğu belirtilerek sergilenen önemli bir Romalı genç Tiberius´un mermerden bir büstü vardır. Aşağıda büstün müzedeki İngilizce tanıtımı ve müzeye kadar olan yol haritası. "Provenance/Ownership History: Said to have been found at Marmaris (ancient Physkos) on the southern coast of Caria; by date unknown: with K. J. Hewett, Esq., Lond
on (purchased from an English estate); by 1971: purchased by Robert E. Hecht, Jr. from K. J. Hewett; purchased by MFA from Robert E. Hecht, Jr., November 10, 1971" Milattan önce 4. yüzyıldan kalma sayısız heykelcikler, heykelblokları ve tabletler özellikle Eyiliktaşı civarında bulunmuştur Arkeolog George Bean´e göre ezelinden beri çeşitli uygarlıklar boyunca hep önemli bir liman kenti olan Fiskos´tan günümüze kalan şehir kalıntıların azlığının izahı, bunların toprak altında gömülü oldukları değildir. Aksine kentin parça parça gemilere yüklenip başka kent projelerinde kullanılmak üzere nakil edildiği olasılığıdır. Çünkü kentin kurulduğu tepe ve yamaçlar günümüzde hala ortadadır ve toprak altında olan Fiskos´un ünlü limanı ve denizidir. La Sagrada Familia La Sagrada Familia (Kutsal Aile), İspanya'nın Barselona şehrinde bulunan ve modern mimarinin öncülerinden sayılan Antoni Gaudi'nin 1883 yılında devraldığı fakat 1926 yılında bir tramvayın altında kalarak ölmesi sonucu yarım kalan bir bazilikadır. Yapımı halen devam etmektedir. Halk arasında bitmeyen kilise olarak da bilinir. 1882 yılında halkın yardımlarıyla yapımına başlanan mimarinin bitmemesinin nedeni hala sembolik olarak halkın yardımlarıyla yapımına devam edilmesi ve Gaudi'nin karmaşık mimari tarzının çözülmesinin güçlüğüdür. Ayrıca binanın çizimlerinin ve ilk yapım yöntemlerinin de 19.yüzyıldan kalması nedeniyle günümüz teknolojisine uyarlanması da bir başka zorluktur.2026-2028 yillari arasında bitmesi tahmin edilen kilise yardımseverlerin katkılarıyla yapılmaktadır. Gaudi, bazilikadaki büyük kulelerden bir tanesinin bitimini görebilmiştir. Kuleleri tasarladıktan sonra bu kulelerin Barselona'ya gelecek olan gezginler için mükemmel bir karşılama olacağına inandığını belirtmiş ve kulelerin tepesindeki süslemelerin cennet ile yeryüzü arasında bir bağlantı sağlarmış gibi göründüğünü de ifade etmiştir. Bazilikanın iç yapısını ayakta tutan kolonlar dallanıp budaklanan ağaçlar şeklinde tasarlanmıştır. Yapının içine girildiğinde ormanda dolaşma hissi uyanır. Gaudi şehirde yaptığı bütün yapılardan elde edilen geliri bu yapıya yatırmıştır. 1984 yılında UNESCO tarafından "Antoni Gaudí'nin Eserleri" adı ile Dünya Mirası olarak ilan edilen yapılar arasında yer almaktadır. Amos Marmaris yakınlarındaki antik kent. Antik Amos harabelerine Kumlubük (bkn. Turunç) koyunun kuzeybatısından, dik sahilin güneyindeki Asarcık denilen tepeden ulaşmak mümkündür. Amos, bir tepe üstünde yer alan tiyatro, tapınak ve bazı heykel kaidelerden oluşur. Amos'un çevresi aynı dönemden kalma bir surla çevrilidir. Rodos karşı yakasındaki üç tiyatrodan ikincisi olan Amos tiyatrosu bugün oldukça iyi durumdadır. Oturma yerleri, yan duvar ve sahne evinin üç odasını ayırt etmek mümkündür. Prof. E. Bean bölgede yaptığı kazılarda (1948) MÖ 200 civarına ait üç ayrı kira sözleşmesinin koşullarını ele alan dört yazıt parçasını ortaya çıkardı. Cedrae Sedir Adası'nda bulunan antik kent. Saray adası (Kleopatra Adası), Orta Ada ve Küçük Ada olmak üzere üç adadan müteşekkil olan Şehir Adalarından Saray Adasında Roma çağından kalma eski Cedrae ören yeri bulunmaktadır. Uzaklardan surların kalıntıları kolayca seçilebilir. Adanın kuzeybatı yanındaki küçük koyda halk arasında Kleopatra'nın yüzdüğü rivayet edilen çok ilginç bir plaj vardır. Efsaneye göre bu küçük koy Kleopatra ile Mark Antonius'un denize girdikleri yer olup, buranın kumu Antonius tarafından Kuzey Afrika'dan gemilerle getirilmiştir. Söylendiğine göre bu cins kum bugün yalnızca Mısır'da görülebilmektedir. Saray adasının doğu kısmında surlarla çevrili yapı kalıntıları Roma döneminden kalmadır. En iyi durumda olan Küçük Tiyatro binasıdır. Dor'lara ait Apollon tapınağının temelleri üzerinde sonraki yüzyıllarda bir Hıristiyan bazilikası inşa edilmiştir. Saray adasının batı kesiminde bir Agora bulunmaktadır. Bir takım kitabelerden bu bölgede Apollon'un onuruna atletizm festivallerinin düzenlendiği anlaşılmaktadır. Küçük adasındaki nekropolün kalıntıları diğer buluntular ile sütün kabartmaları Ada'da görülebilir. Hydas Hydas Marmaris yakınlarındaki antik kent. Erine - Bybassios yol güzergahı üzerinde Marmaris'e 35 km uzaklıkta bulunan Hydas'da sur kalıntıları, bu kalıntıların güneyinde kare planlı bir mezar anıtı yer almaktadır. Hydas'a 3 km uzaklıkta, sahilde bir gözetleme burcu ve bu burç üzerinde birkaç mezar bulunmaktadır. Antik Hydas kasabası, Bozburun yarımadasının kuzeyindeki Selimiye koyundaki (Kamışlı Koy) kurulmuştur. Erine Erine Marmaris yakınlarındaki antik kent. Marmaris'in güneybatısında Datça'ya uzanan yolun 20. km'sinde güneye Bozburun yönüne dönüldüğünde 2 km'lik asfalt yolla Hisarönü mahallesine ulaşılmaktadır. Antik ören yerine buradan 3 km'lik stabilize orman yolu ile gidilir. Erine'de, Roma dönemine ait kalıntılar bulunmaktadır. Castabus Kastabos (Κασταβος), Marmaris yakınlarında bir antik kenttir. Bu antik ören yeri Hisarlık köyü yakınlarındaki Pazarlık mevkiindedir. Eren Dağı'ndaki bu kutsal yere Hisarönü ovasından bir saatlik tırmanışla ulaşılabilir. Antik Yunancada "yarı-tanrıça" anlamına gelen Hemithea'nın ünlü tapınağı (Diodoros Siculus, Bibliotheka Historika, V, 62-63) kendisi için yapılan platformun üzerinde yer alır. MÖ 4. yüzyıldan kalma İon düzenindeki yapı, ayrıca Dor öğeleri de taşımaktadır. Platform üzerinde, tapınak temeli görülebilir. Platformu destekleyen göz alıcı duvarlar günümüze kadar varlığını sürdürebilmişlerdir. Güneydeki alanda yer alan yıkık tiyatro, tapınakla birlikte bölgede tanımlanabilen tek yapıdır. Saranda Saranda Marmaris yakınlarındaki antik kent. Marmaris'e 45 km uzaklıkta, bugünkü Söğüt köyü yakınındadır. Roma ve Bizans dönemlerinde kesintisiz olarak bir yerleşim birimi olma özelliğini sürdüren Saranda'da Geç Bizans Dönemi'ne ait birkaç yapı kalıntısına rastlanmamaktadır. Euthenna Euthenna, Marmaris yakınlarındaki antik kent. Cedrai - Marmaris çizgisinin batısında kalan bölgede, antik çağda Rodos'a bağlı iki önemli kasaba bulunmaktadır. Yerleşim alanını çeviren berkitme sur oldukça iyi durumdadır. Kıyıda ise, boraj kesme taş duvarı tarzı ile örülen antik iskelenin bir uzantısı ile karşılaşılır. Bu ören yerine Karacasöğüt köyü yolundan gidilebilir. Sedir Adası Sedir Adası (eskiden "Sideyri") Kerme Körfezi'nde (Gökova Körfezi) bulunan görülmeye değer güzellikte, antik kalıntılarla dolu üçlü bir ada grubunun en büyüğüdür. Muğla'nın Ula ilçesi sınırları içinde yer alır. Antik çağdaki ismi Kedrae veya Cedrae olup, adada bu dönemden kalma kalıntılar bulunmaktadır. Tarihsel gelişmesini MÖ 6. yüzyıl'dan başlayarak gözlemleyebildiğimiz Kedrae, Karya’nın önemli kentlerinden biriydi. Bazı kaynaklara göre Karya kral aileleri yazlarını bu adada geçirirlerdi. Daha sonraki yüzyıllarda bu ada Rodos Peria'sının (karşı yakasının) önemli kasabalarından biri olarak görülür. MÖ 454 - MÖ 428 yıllarında Karya birliğine katılan Kedrae daha sonra Attik Delos Birliği’ne girmiştir. Ada bu birliğe önceleri yılda 3 bin, daha sonra 2 bin drahmi aidat ödüyordu. Marmaris’lilerin Sedir Adası dedikleri bu adanın ilk çağlardaki adının Cedrae olduğu bilinmektedir. Kelimenin kökü büyük boylara erişen bir ağaç türü olan Cedrus'tur (sedir ağacı) ve yüzyıllar öncesinde ada ve çevresi bu ağaçlarla kaplı olduğundan bu isim adaya yakıştırıldığı düşünülüyor. Fakat günümüzde ne adada, ne de çevresinde sedir ağacı kalmamıştır. Bugün ada makilerle, zeytin ve çam ağaçlarıyla kaplıdır. Resmi hazine kayıtlarında Şehroğlu Adası veya Şehroğlan Adası olarak geçer. Halikarnas Balıkçısı bu adaya Gülen adını koymuştur. Kleopatra Adası, Şiir Adası, Aşk Adası, Balayı Adası adını yakıştıranlar da vardır. Adanın kuzey kıyısındaki kumlar, özel biçimde oluşan kalker damlacıklarıdır ve Ege ve Akdeniz’de Sedir Adası dışında sadece Girit Adası’nda görülür. Jeolojik oluşumlar sonucu ortaya çıkan kumlar koruma altındadır. Düzgün kesme taştan çok sayıda kule ile sur duvarları, Apollon tapınağı ve onun yerine sonradan yapılan kilise, hâla ayakta duran iyi korunmuş tiyatro, agora ve Sedir Adası'nın antik liman kalıntıları turistlerin uğrak yerlerindendir. Ulaşım, Muğla-Marmaris yolu üzerindeki Akyaka beldesinden veya daha ilerideki sapaklardan varılan ve Marmaris'e bağlı Gelibolu köyünden kalkan teknelerle sağlanmaktadır. Bybassios Bybassios, Marmaris yakınlarındaki bir antik kenttir. Erine yolu üzerinde, Bozburun yönüne devam edildiğinde Bybassios antik kentinin kalıntıları ile karşılaşılır. Bugünkü Orhaniye Köyü, kalıntıların bulunduğu tepenin yamacına kurulmuştur. Kentin sur kalıntıları orman içinde dağınık bir arazide yer almaktadır. Rosa Parks Rosa Louise Parks ya da doğum adıyla Rosa Louise McCauley (d. 4 Şubat 1913 – 24 Ekim 2005), Amerikalı insan hakları savunucusu. Rosa Parks ABD'de Alabama eyaletinde doğdu. 1943'te Amerikan Yurttaş Hakları hareketine katıldı. 1955'te Alabama eyaletinde, siyahilere uygulanan ayrımcılığa karşı tavır koyarak sonrasındaki hareketin başlangıcını yapan kişi oldu. O yıllarda Amerika Birleşik Devletleri'nin güney eyaletlerinde siyahilerle beyazlar otobüslere ayrı kapıdan biniyor, kendilerine ayrılmış ayrı yerlere oturuyorlardı. Rosa Parks bir gün Montgomery'de otobüse bindi. O otobüste bir beyaz, beyazlara ayrılan yerde yer bulamayınca, siyahilere ait bölümde oturmakta olan Rosa Parks'tan koltuğundan kalkıp kendisine yer vermesini istedi. Şoför de kalkması için uyardı ama Parks yerinden kalkmadı. Tutuklandı ve hapse girdi. Olaydan sonraki bir yıldan daha uzun bir süre boyunca siyahiler otobüslere binmediler, her yere yürüyerek gittiler. Protesto eylemleri bir yıl sonra meyvesini verdi. ABD Federal Mahkemesi, otobüslerdeki bu uygulamayı yasakladı. Ama Rosa Parks Alabama'da beyazlar tarafından taciz edildiği için kuzeye taşınmak zorunda kaldı. Aynı tarihlerde Alabama valisi, siyahileri üniversitelere almama gayreti içindeydi. Büyük olaylar patlak verdi. Martin Luther King'in başını çektiği giderek büyüyen hareket 1964'de çıkarılan yasa ile başarıya ulaş
tı. Rosa Park bu direnişin sembolü haline geldi. 1999'da Time dergisince 20. yüzyılın insan hakları savunucusu seçildi. Parks 1996 yılında Başkanlık Hürriyet madalyasına lâyık görüldü. 1999 yılının başında da, Kongre'nin altın madalyasına hak kazandı ve bu ödülü Bill Clinton'un elinden aldı. Bodrum Bodrum şu anlamlara gelebilir: Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi Avrupa Nükleer Araştırma Merkez veya Fransızca adı olan Conseil Européen pour la Recherche Nucléairein kısaltmasıyla CERN, İsviçre ve Fransa sınırında yer alan dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuvarıdır. 1954 yılında 12 ülkenin katılımıyla kurulmuş olan CERN'in günümüzde 21 tam üyesi ve 2 tam üyelik adayına ilaveten, 1 de ortak (asosiye) üyesi (Türkiye) vardır. CERN'de yüzlerce bina ve 3000 personel (fizikçiler ve destek personeli) vardır. Bu personelden 100 kadarı kuramsal fizikçilerdir. Diğerleri ise, çeşitli kuramların araştırıldığı deney düzeneklerinin projelerini hazırlayan, yapımını sağlayan ve deneyleri yürüten deneysel fizikçiler ve mühendislerdir. CERN'in kendi personeline ek olarak dünyanın yüzden fazla ülkesinden yaklaşık 10000 kadar fizikçi ve mühendis de CERN'de yer almaktadır. CERN'de en önemli yer, yeraltındaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) denilen parçacık hızlandırıcılarının, olduğu bölgedir. Tarım arazisinin altında kilometrelerce uzanan dev makinalarda proton denilen atom parçacıkları yahut atom çekirdekleri birbirleriyle çok yüksek hızlarda çarpıştırılırlar. Örneğin özel görelilik kuramına göre LHC'deki protonlar ışık hızının %99.999998'sine kadar hızlanınca protonun kütlesi de 7000 katına (7 TeV) çıkacaktır. 1956'da kurulan 28 GeV'lik eşzamanlı proton hızlandırıcısından sonra 1976'da da 450 GeV'lik bir başka hızlandırıcı daha kulanıma girdi. 1981'de geliştirilerek çarpışma halkası olarak kullanılabilecek duruma getirilen bu cihazdan bugün, dönüşümlü olarak parçacık hızlandırıcısı ve çarpıştırıcı olarak faydalanılmaktadır. Çarpışmalar ile bazı kısa ömürlü yeni madde biçimleri bu arada parçacık fizikçilerinin ilgilendiği W ve Z parçacıkları ortaya çıkarılmıştır. CERN, Avrupa'nın fizik alanında Amerika ve Rusya ile yarışa girmesini sağlamıştır. Kurucu ülkeler: (1954'ten) Sonradan katılan ülkeler: Ortak (asosiye) üyeler: Katılım süreci devam eden ülkeler: Gözlemci üyeler ve uluslararası kurumlar: Avrupa Komisyonu, Amerika Birleşik Devletleri, Hindistan, İsrail, Japonya, Rusya, UNESCO. 1954'ten beri gözlemci konumunda olan ve CERN'in kuruluşunda rol almış bir uluslararası örgüt olan UNESCO dışında, ülke bazında gözlemcilere bakıldığında, en eskisi 2015 yılında asosiye ülke oluncaya kadar Türkiye (1961) idi. En yeni gözlemci üye ise Hindistan'dır (2002). Uskumru Uskumru ("Scomber scombrus") bir deniz balığı. Aynı zamanda Uskumrugiller familyasına adını vermiş olan, bu familyanın örnek balığıdır. Vücut iğ şeklindedir. Sırtta aşağıya doğru inen açık veya koyu yeşilimsi-mavi, üzeri lekeli bantlar vardır. Başta beyin görünmez, karın tarafı açık gümüşi renktedir. Bütün yüzgeçler yumuşak ışınlı olup, gözler kolyoza göre daha ufaktır. Kolyozdan kafada ve vücutta bulunan pulların tekdüze, sırt yüzgecindeki dikenleri daha çok sayıda (11-13), pulları ve yanlarının altında koyu esmer lekeler ve hava kesesi olmayışı ile ayrılır. 8 ila 11 yıl arasında yaşarlar. Büyüklüğü ortalama 30–35 cm'dir, maksimum 50 cm olur. Ortalama ağırlığı 200-500 gram civarındadır. Kuzey Amerika sahilerinde, Kuzey Denizi, Akdeniz, Ege Denizi, Marmara Denizi ve Karadeniz'de yaşar. Bodrum, Muğla Bodrum, Muğla'nın 13 ilçesinden birisidir. İlçe günümüzde önemli bir turizm merkezi olması ile anılmaktadır ki bunda Bodrum'un kendine has bazı özellikleri olması etkilidir. Bodrum sadece Türkiye'de değil dünyada da turizm açısından bilinen bir ilçedir. Nüfus açısından il genelinde Menteşe ve Fethiye'yi geçerek en büyük ilçe unvanına sahip olmuştur. Bodrum'un antik çağdaki adı 'Halikarnassos'dur. Türkçe 'Halikarnas' olarak okunmuştur. Aziz Petrus Kalesi (Castle of St. Peter) adı verilen kale ile birlikte şehrin Aziz Petrus'a adanmasıyla şehre 'Petrium' adı verilmiştir. Bu isim zaman içerisinde önce 'petrum' sonra 'potrum' ve en sonunda 'Bodrum' olarak söylenir olmuştur. Dünyanın Yedi Harikasından biri olan Mausoleum Halikarnassos şehrinde inşa edilmiştir. Depremler ve istilaların etkisiyle zamanla yıkılan mozolenin mermerden taşları Bodrum Kalesinin yapımında kullanılmıştır. Kaleyi 15. yüzyılda Hristiyan Şövalyeler inşa etmiştir. İnşaat 100 yıllık bir sürede tamamlanmıştır. Papa kalenin bitmesi için kalenin yapımında çalışanlara endülijans kâğıtları dağıtmıştır. Bodrum şehri Anadolu toprakları üzerinde en son ele geçirilen hristiyan toprağıdır. Şehir II. Mehmed zamanında kuşatıldıysa da ancak I. Süleyman'ın Rodos Seferi sırasında ele geçirilebilmiştir. Bodrum Kalesi bugün Dünyanın en büyük 2. Sualtı Arkeoloji Müzesi olarak hizmet vermektedir. Doğu Akdeniz'de ayakta kalan en sağlam kaledir. Bodrum şehri ise pek çok kültürel etkinliğe ev sahipliği yapmaktadır. Bodrum, Muğla ilinin batı köşesinde yer alır. İlçe topraklarının büyük çoğunluğu kendi adını taşıyan bir yarımada içerisinde bulunmaktadır ki ilçe kuzey, batı ve güneyden Ege Denizi ile çevrelenmiştir. Doğusundaki Milas hariç herhangi bir idari sınırı yoktur. İklim itibarıyla Ege ve Akdeniz iklimlerinin sentezinden oluşan bir özelliğe sahiptir. Yarımada olarak mikro klima alan özelliği gösterir. Yaz aylarında neredeyse hiç nem bulunmaz. Kış aylarında ise nem oranı oldukça düşüktür. Yaz ayları sıcak ve kurak, kış ayları oldukça ılık ve yağışlıdır. 1970 yılından günümüze kadar yalnızca 2004 yılı Şubat ayında kar yağışı görülmüş ve kar kalınlığı ortalama 5 cm'yi bulmuştur. Yarımada bitki örtüsü olarak çok belirgin bir şekilde ikiye ayrılmıştır. Bodrum-Milas karayolunun batısında yer alan kısımda bitki örtüsü yer yer çalılık ve fundalıklar ile yörede " çeti " tabir edilen dikenli otlarla kaplıdır. Karayolunun doğusunda yer alan kısım iğne yapraklı kızıl çam, yabani çilek, mersin ve sandal ağaçlarıyla kaplıdır. İlçe arazisinin % 61,3’ü orman sayılan alanlardandır. Ancak son yıllarda çıkan orman yangınları sonucunda orman örtüsünde belirgin bir azalma gözlenmiştir. İlçede düzenli akarsu yoktur. Mumcular Beldesinde bulunan Sulama Göleti ise sulama ve içmesuyu amaçlı kullanılmaktadır. Bodrum ilçesi, 2014 ADNKS verilerine göre Muğla ilinde en fazla nüfusa sahip ilçedir. Bodrum'da 2003 yılından beri her yıl yaz aylarında Uluslararası Bodrum Bale Festivali düzenlenmektedir. Bu festival Türkiye'nin ilk ve tek bale festivali olma özelliğini taşımaktadır. Ayrıca 2014 yılından beri Uluslararası Bodrum Bienali düzenlenmektedir. Şehirde 2010 yılından beri Bodrum Barok Müzik Festivali düzenlenmektedir. Bodrum Yerel TV Kanalları Bodrum Yerel Radyoları Bodrum Yerel Dergileri Bodrum Yerel Gazeteleri Bodrum, dünyaca ünlü bir tatil beldesi olması nedeniyle gelişmiş ulaşım imkanlarına sahiptir. Şehrin hava ulaşımı Milas-Bodrum Havalimanı üzerinden sağlanmaktadır ki şehre uzaklığı 32 km.'dir. Bodrum'da üç büyük marina ve kruvaziyer yanaşma iskelesi de mevcuttur. Marinaların ilk yapılanı Bodrum merkezde bulunan Milta marinadir. İkinci marina Turgutreis beldesinde bulunan D Marin ve üçüncüsü Yalıkavak beldesinde bulunan Palmarina'dır. Bodrum önemli bir karayolu kavşağında bulunmaz. Bodrum'a karayoluyla ulaşım Milas üzerinden çift şeritli asfalt yol ile sağlanmaktadır. Bodrum, il merkezi Muğla'ya 111 km., İzmir'e 242 km., Marmaris'e 165 km. ve Fethiye'ye 234 km. uzaklıktadır. Dirac denklemi Adını İngiliz fizikçi Paul Dirac'tan alan spinli ve göreli kuantum mekaniği denklemi, şeklinde ifade edilebilir. Burada; göstermektedir. Ayrıca formula_4, dört tane karmaşık sayıdan oluşan bir kolon matristir ve olasılığın dalga fonksiyonudur. Bu dört sayı da iki gruba ayrılır: Buradaki formula_6 ve formula_7, Dirac dönücüleri olarak adlandırılır ve her birinin farklı bir fiziksel anlamı vardır. formula_6 dönücüsü, pozitif enerjileri, formula_7 negatif enerjileri ifāde eder. Bunlar da olarak tanımlanır. formula_10 yukarı dönü ve formula_11 aşağı dönü olarak anlam kazanır. Yani, dalga fonksiyonu; şeklindedir. Dırac denklemlerinde formula_13 bileşenini ayırıp gerisi için "i=1,2,3" indisini bırakırsak (bknz. Minkowski uzayzamanı), Dirac denklemi; biçiminde yazılabilir. Dirac matrisleri; I, birim matris olmak üzere olarak Pauli matrisleri cinsinden yazılabilir. Bunlar yerine konunca Dirac denklemi, biçimini alır. Matris çarpımı yapılırsa, çiftlenimli denklemler elde edilir: Bu özdeğer denklemlerini çözmek için, dönücülerden biri çekilip diğer denklemde yerine yazılabilir. Buradan, göreliliğin en önemli denklemlerinden biri elde edilir: Burada formula_19 ve formula_20 olduğundan ifade, şeklindedir. Buradan E için pozitif ve negatif değerler gelir. Denklemdeki dörtmomentum işlemcisine elektromanyetik potansiyeli dahil edersek: denklem, biçimine gelir. Buradaki formula_24, elektromanyetik dörtpotansiyeldir ve "e" elektriksel yüktür. Termera Termera, Bodrum yakınlarındaki antik kent. 8 Leleg yerleşiminden en zengini. Bölgede bilimsel kazılar 2012 yılında Muğla Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkan'ı Prof. Dr. Adnan Diler tarafından başlatılmıştır. Bölgeye daha önce gelen gezginlerin araştırmaları ve 2012 yılında yapılan kazılar sonucunda Termera Antik Kentinin lokalizasyonu büyük ölçüde yapılmıştır. Termera Antik Kenti'ne, Turgutreis üzerinden toprak bir yolla ulaşılır. Ya da Mandıra köyüne kadar asfalt yolla gidilip oradan yarım saatlik yürüyüşle ulaşılabilir.Şehrin akropolisi Madran köyüne araçla 10 dk uzaklıktadır. Kent Ana giriş kapısı ve surun bir kısmı dışında yıkılmıştır. . Akropolisteki kale kalıntılarının üzerine daha sonraki dönemde sarnıç inşa edilmiştir. Kent Atina Vergi Listeleri'nde yer almaktadır ve 2,5 talent gibi büyük bir miktar ödendiği bilinmektedir. Diğer Leleg kentleri içinde en fazla vergi ödeyen kenttir. Bu da kentin büyüklüğünü anlamamıza yardım etmektedir. Mausolos Bodrum'dak
i kentleri birleştirip hayalindeki devasa kenti kurmak için Termera halkını da Halikarnassos'a zorla getirtmiştir. Kent daha sonra hapishane olarak kullanılmasının dışında çiftlik evleri şeklinde yerleşim görmüştür. Bizans Döneminde kentin limanına Strabilos kenti kurulmuştur. Telmissus Bodrum yakınlarındaki antik kent. Yarımada üzerinde bulunan Leleg şehirleri dağların tepelerinde bulunmaktadır. Ulaşılması kolay olanlarından bir tanesi Görece Köyü'ndedir. Köyün hemen gerisinde bulunan Asar Tepe üzerinde Telmissus adı verilen Leleg yerleşimi vardır. Zirvede dikdörtgen taşlardan yapılmış, sağlam bir kule bulunmaktadır. Bu kule çevreye hakimdir. Leleg şehirlerinin genel karakteri burada gözlenmektedir. Bu, iç kale ve duvarla çevrilmiş bir alandan ibarettir. Çevrede birkaç kaya mezarı da vardır. Tyr Tyr, Tek eli ve gözünün olmadığı belirtilen, İskandinav Mitolojisi'nde zafer ve adalet tanrısıdır. Simgesi yukarı doğru ok şeklindedir. "Tür" ve "Tiyür" diye okunur.Güney Cermenlerinde Ziu olarak bilinir.Anglo Saksonlardaki adı Tue"dur.İngilizcede Tyr'ün kutsal günü olan Salı gününe Tuesday (Tue'nun günü) denir.Adının diğer Cermen halklarındaki telaffuzları Tsiu ,Tiwaz,Zeo,Dio,Dieu ve Tiw'dur.İsmi etimolojik olarak Hint-Avrupa kökenli Dyaus kökünden. Zeus ve Dionysos'la aynı kökten gelmektedir. Karısı savaş ve bereket tanrıçalarından Zisa(Cisa)'dır.Bu isimde kendi isminin dişil versiyonudur. Nazım Edda'da Odin'in oğlu olarak geçer. Bir elinin kopması hikâyesi ise oldukça ilginçtir. Kahinler, kötülük sembolü Loki'nin oğullarından biri olan, kurt Fenrir'in gelecekte dünyanın sonunu getireceğine dair bir haber alırlar. Bu yüzden, daha bebeklikten itibaren Fenrir'i zincire vururlar. Fenrir'e gözkulak olmayı kabul eden tanrı ise, Odin'in oğullarından biri olan Tyr'dür. Fenrir bir şekilde tüm zincirlerden kurtulmayı başarır ve o an hıncını alamayarak çevresine saldırmaya başlar. Bu sırada Tyr, sağ elini Fenrir'e kaptırır. Bu nedenle Tyr, çoğu İskandinav tasvirinde tek elli olarak tanımlanır. Buna ek olarak, Vikingler savaşa gitmeden önce savaş aletlerine Tyr'in sembollerini çizerlerdi. Pedesa Pedasa Bodrum yakınlarındaki antik kenttir. Leleg şehirlerinden günümüze en iyi korunarak kalan Pedasa'dır. Bugün buraya Gökçeler adı verilmektedir. Çevre halkı Pedasa'dan Gökçeler Kalesi diye söz eder. Konacık mahallesinden bir yol ve yönlendirme levhaları sayesinde antik kent rahatlıkla ulaşılbilir. Çevrede görülen kümbetleri andıran, kuru duvar tekniğiyle yapılmış, kubbeli mezarlar Pedasa'ya yaklaşıldığını anlatır. Bu mezarlar 1919-1921 yıllarında İtalyan hafirler tarafından açılmıştır. Buluntular Geometrik Devre tarihlendirilmiştir. Mezarların küçük bir girişi vardır. Kubbeli tek bir odadan ibarettir. Yerel taşlar kullanılarak bindirme tekniğiyle yapılmıştır. Gökçeler günümüzde bazı çobanların büyükbaş hayvanlarını otlattıkları bir yerdir. Lelegler'in Pedasa'sından iç kale dışında hemen hiçbir şey kalmamıştır. Ancak, yüzeyde yapı kalıntılarının izleri görülmektedir. İç kale günümüze oldukça iyi bir durumda gelmiştir. Özellikle doğu bölümü çok sağlamdır. Dar kale kapıları kule ile takviye edilmiştir. Kale yapımında kuru duvar tekniği kullanılmıştır. İç kale yüksek bir kaya üzerine oturtulmuştur. Doğudaki kulelerden çevreye bakıldığında yer yer sur duvarları izlenebilmektedir. Şehrin güneybatısında, sur duvarlarının dışında, vadide sözü edilen Athena tapınağından günümüze birkaç taş dizisinden başka bir şey kalmamıştır... Lama (hayvan) Lama ("Lama glama"), devegiller (Camelidae) familyasından Güney Amerika’nın dağ ve çayırlarında toplu halde yabani olarak yaşayan Guanako’dan evcilleştirilmiş gevişgetiren bir otobur hayvan türü. Aslında koyuna çok benzer ama devenin yakın akrabası olunduğu bilinmektedir. Lama genel olarak 1–2 m boyunda olup, 15 cm uzunluğunda bir kuyruğa sahiptir. Omuzları yerden 1-2 metre yüksektir. Ağırlığı 70–140 kg civarında olup, narin bir vücudu, uzun bir boynu ve uzun ince bacakları vardır. Develerden farklı olarak sırtında hörgüç bulunmaz. Başı küçüktür, uzun bir çene kısmı, uzun kulakları ve fırlamış gözleri vardır. Postu kaba ve yünlüdür. Dişilerde tüyler boyun ve ayaklarda kısadır. Her hayvanda olduğu gibi lamaların da bir savunma sistemi vardır. Lamaların savunma sistemi; fazla yaklaşıldığında tükürmeleridir. Tehdit hissettiği anda karşı tarafa tükürerek oradan hızla uzaklaşır. Ayrıca, büyüdükleri çevreden de fazla uzaklaşmazlar. Ağustos ve eylül aylarında çiftleşirler. Gebelik 11 ay sürer. Yeni doğan yavru anne tarafından dört ay emzirilir. Lama 2.5 - 3 yaşlarında üremeye başlar. Halikarnas Mozolesi Halikarnas Mozolesi (ya da Mausoleion), Kral Mausolos adına karısı ve kız kardeşi Artemisia() tarafından Halikarnassos'da yaptırılmış, Dünyanın yedi harikasından biri sayılan, kolonlarıyla Yunan mimarisini, piramit şeklindeki çatısıyla da Mısır mimarisini birleştiren, oldukça büyük boyutlardaki mezar. Bu öneminden dolayı kendinden sonra gelen, aynı stildeki tüm yapılara mozole denmiştir. Mozole alanı bugün açık hava müzesi olarak düzenlenmiştir. İçeri girildiğinde sağda Bodrum tipi bir ev görülmektedir. Solda görülen uzun yapı içinde Mausoleion'la ilgili kabartmalar, maket ve bazı çizimlerle yapıya ait mimari parçalar sergilenmektedir. Dünyanın Yedi Harikası'ndan biri diye tanımlanan mozolenin yükseldiği yer bugün bir çukur olarak görülür. Bu çukurun ne olduğunu anlamak için öncelikle kapalı sergi salonunun gezilmesi gerekir. Taban ölçüleri 32 x 38 metre boyutlarındaki Mausoleion, bir zamanlar uzun kenarı 242,5 kısa kenarı 105 metre olan geniş bir alanın kuzeydoğu köşesinde yükselmekteydi. Antik yazarların anlattıklarına göre Mausoleion, dört bölümden oluşmaktadır. En altta yüksek bir kaide (podyum); onun üzerinde kenarlarında on bir, kısa kenarlarında dokuz olmak üzere 36 İon sütunlu tapınak şeklinde bir bölüm vardır; onun da üzerinde 24 basamaklı piramit şekilli bir çatı ve en tepede dört atın çektiği araba içinde Mausolos ve Artemisia'nın heykelleri yer almaktadır. Anıtın yüksekliği konusunda Latin yazarı Plinius bilgi vermektedir. Latinlerin dünyanın yedi harikası olarak gördüğü Mausoleion'un yüksekliği 180 İon ayağıdır. Bu da yaklaşık 55 metredir. Yirmi katlı bir apartmanın yüksekliği kadardır. Sergi salonundaki makette bu ölçü esas alınmıştır. Antik yazarlar yapının mimarının olduğunu kaydetmektedir. Ayrıca 'un adı da geçmektedir. Vitruvius, MÖ 4. yüzyılın en önemli dört heykeltıraşının bu yapıda çalıştığını kaydetmiştir. Doğuda Skopas, batıda Leokhares, kuzeyde Bryaksis, güneyde Timotheos çalışmıştır. Bryaksis, Karyalı bir sanatçıdır. Diğer sanatçılar Yunanistan'dan getirilmiştir. Dört atlı arabayı Mimar Pytheos'un yaptığı söylenmektedir. Karya satrabı Mausolos, kendi yönetimi zamanında muhtemelen MÖ 355'te yapıya başlamıştır. Onun ölümünden sonra (MÖ 353) karısı, aynı zamanda kız kardeşi Artemeisia anıtın yapımını sürdürmüş; onun da ölümünden sonra (MÖ 351) Mausolos'un diğer kardeşleri inşaata devam etmişlerdir. Muhtemelen, inşaat MÖ 340'ta Piksodaros'la Ada arasındaki satraplık mücadelesi sırasında yarım bırakılmıştır. Anıt mezar ana kayanın kesildiği yerlerden ve yeşil taşlardan anlaşılacağı üzere günümüzde görülen çukurun bulunduğu yerde yükselmekteydi. Anıtı son ayakta görenlerden biri M.S. 12. yüzyılda yaşamış Piskopos Eustathios'tur. Bu anıtını 1500 yıl ayakta kaldığını göstermektedir. Bu tarihten sonra anıtın bir deprem sonucu yıkıldığı sanılmaktadır. 1402'de Saint Jean şövalyeleri Bodrum'a geldiklerinde anıtı yıkık olarak görmüşlerdir. Şövalyeler anıtı taş ocağı olarak kullanmışlar hemen tüm taşlarını sökerek Bodrum Kalesi'ni yapmışlardır. İlk tahribat şövalyeler tarafından 1494'te yapılmıştır. Çukurun en derin yerinde bulunan asıl mezar odası o çağda şövalyeler tarafından bulunamadığı için, yok olmaktan kurtulmuştur. 1522 yılında Saint Jean şövalyeleri kalelerini güçlendirmek istemişler ve çevrede kale yapımında kullanılmak üzere eski yapı taşları aramışlardır. Mausoleion, son tahribata bu tarihlerde uğramıştır. Kalenin güçlendirilmesinde görev alan şövalyelerden de La Touret mezar anıtının tahribini hatırasına yazmıştır. Günümüzde kiremit bir çatı altında kısmen korunmaya çalışılan 12 basamaklı merdiveni nasıl bulduklarını, mezar odasına giden koridorun iki yanındaki heykelleri ve kabartmaları nasıl önce hayranlıkla seyredip sonra da parçaladıklarını anlatmaktadır. Tam mezar odasına girecekleri zaman paydos borusunun çaldığını; asıl odaya girmeden kaleye döndüklerini, ertesi gün geldiklerinde ise mezar odasının açıldığını, her yerde parçalanmış halde kıymetli kumaşlar ve altın ziynet eşyaları gördüklerini yazmıştır. Bugün mezar odasının girişini kapatan iki tonluk dikdörtgen bloklardan biri koridorun içinde görülmektedir. İngiliz araştırmacı Charles Thomas Newton 1856-1857 yıllarında burada yaptığı kazı sırasında taş bloğu orijinal yerine götürmüştür. Kazı sırasında bulduğu kabartmaları, Mausolos ve Artemisia'nın heykellerini, dört atlı arabanın parçalarını British Museum'a götürmüştür. Daha önce Lord Stratford Canning (Türkiye'de bulunan İngiltere Büyükelçisi), 1846 yılında Padişah Abdülmecit'ten aldığı izinle Bodrum Kalesi'nin duvarlarında görülen Mausoleion kabartmalarını da Londra'ya götürmüştür. Bugün yarı kapalı sergi salonunda, geçen yüzyıl buradan götürülen kabartmaların ne yazık ki alçı kopyaları sergilenmektedir. Çukurun güneyinde bulunan ana kaya içine oyulmuş merdivenler burada Mausoleion'dan önce mevcut olan başka bir mezar anıtına aittir. Mausoleion'un yapımı sırasında burası kesilerek örtülmüştür. Ana kaya çok yumuşaktır, yer yer dökülmektedir. Merdivenin dibinde sağda görülen kapı ana kaya içine oyulmuş bir koridora açılmakta koridorun sonunda Arkaik Devre ait (MÖ 6. yüzyıl) bir mezar odası bulunmaktadır. Kapı girişinde ve merdiven duvarlarında görülen oyuklar adak yerleridir. Kapının sonunda dipte görülen kanallar "galeri" diye adlandırılmakta, dolan suların boşaltılması için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu galeri de Mausoleion'da
n önceye aittir. Koridorun sonunda, solda büyük bir mezar odasına açılmaktadır. Bu oda ana kaya oyulmak suretiyle yapılmıştır. Mausoleion'a bakan yönünde de bir pencere bulunmaktadır. Bu mezar odasının yanında daha önce Newton tarafından açılan bir başka mezar odası varsa da, bu oda Danimarkalıların yaptığı kazı sırasında açılmamıştır. Pencere diye adlandırılan bölümün altında anıtı çevreleyen galerinin devamı görülmektedir. Bacalar yapım kolaylığı sağlamak için açılmıştır. Bacaların bir kısmı kazı alanında görüleceği gibi kuyulara dönüştürülmüştür. Çukurun güneyinde görülen dikdörtgen taş bloklardan yapılmış ayakların neye yaradığı anlaşılamamıştır. Asıl mezar odasına giren merdivenler Newton'un anlattığı gibi ana kaya içine oyulmuş basamaklar değildir. Bu basamakların bir kısmı kesme taşlardan yapılmıştır. Danimarkalıların yaptığı kazı sırasında merdivenlerin dibinde Newton tarafından kazılmamış alanda boğa, koyun, keçi, horoz ve kumru kemikleri bulunmuştur. Bunlar tören sırasında kurban edilen hayvanların kemikleridir. Mausolos'un öbür dünyada yararlanması için konulmuştur. Burada görülen kanal Mausoleion mezar anıtına aittir. Açık hava müzesinin doğu bahçe duvarının sağ köşesine yakın bir yerde bulunan kapıdan dışarı çıkıldığında Mausoleion mezar anıtının kutsal alanı çevreleyen peribolos duvarının bir kısmı görülmektedir. Müze binası kapalı ve yarı açık olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Kapalı bölümündeki topografik harita ve Mausoleion maketi burayı gezenlere yapıyı ve şehri daha iyi bir şekilde tanıtmaktadır. Halikarnas Mozolesi taşları Hospitalier Şövalyeleri tarafından Bodrum Kalesi inşası sırasında kullanılmıştır. Günümüze ulaşan ironik bir gelenek ile, bazı Masonlarca Tapınakların mimari referansı olarak görülür. "Bodream", Jean-Pierre Thiollet, Anagramme Ed, 2010, ISBN 978-2-35035-279-4. Yılan Yılanlar (), takımına ait uzun, ayaksız etçil sürüngenlerdir. Serpentes alt takımının üyeleri, ayaksız kertenkelelerden dış kulakların ve göz kapaklarının olmayışı ile ayırdedilirler. Bütün pullular gibi yılanlar da, vücudu üst üste binen pullarla kaplı ektotermik amniyot omurgalılardır. Çoğu yılan türü, ataları olan kertenkelerinkinden çok daha fazla eklemi olan bir kafatasına sahiptir. Bu yılanlara son derece hareketli çeneleriyle kendi kafasından daha büyük avları yutma imkânı verir. Dar vücutlarına uygun bir şekilde yerleşebilmesi için yılanların çift organları (böbrekler gibi) yan yana yerine biri diğerinin üstünde görünür ve çoğu bir tane işlevsel akciğere sahiptir. Bazı türler, kloakın her iki tarafında artakalan bir çift pençeyle birlikte pelvik kemere sahiptir. Yılanlar Antarktika ve çoğu ada dışında dünyanın her yerinde bulunur. 456 cins ve 2900'ün üzerinde türü kapsayan tanımlanmış on beş familyası bulunmaktadır. Büyüklük aralığı 10 cm uzunluğundaki küçücük "Leptotyphlops carlae" türünden 7.6 metre uzunluğa erişebilen pitonlar ve anakondalara kadar değişiklik gösterir. Son keşfedilen Titanoboa cinsinin fosili 15 metre uzunluğundaydı. Yılanların Kretase döneminde hem kazıcı hem de sucul kertenkelerden evrimleştiği düşünülmektedir. Modern yılanların çeşitlenmesi ise Paleosen dönemde oldu. Yılanların Türkiye'de 47 türü bulunur. Çoğu yılan zehirsizdir ve zehirli yılanlar da zehirlerini öncelikli olarak savunma amacından çok avı kontrol altına almak ve öldürmek için kullanırlar. Bazıları insanlarda acılı yaralanmalara ve ölüme sebep olabilecek denli güçlü zehire sahiptirler. Zehirsiz yılanlar da avlarını ya canlı olarak yutarlar ya da sıkarak öldürürler. Amatörler için yılanları görünüşüne göre zehirli zehirsiz olarak nitelendirmek zor olup onlardan uzak durmak ya da bir profesyonelle yaklaşmak gerekir. Türkçedeki yılan kelimesinin kökeni Çincede aynı anlama gelen "lung" kelimesidir. Ağacın evrimsel dallanma zamanlarını değil sadece akrabalıkları gösterdiği dikkate alınmalıdır. Yılanların fosil kayıtları göreli olarak zayıftır, çünkü yılan iskeletleri genellikle küçük ve kırılgan olduğundan fosilleşme nadiren görülür. Yine de Güney Amerika ve Afrika'da henüz günyüzüne çıkarılan kertenkele benzeri iskeletsel yapılarla 150 milyon yaşındaki türler kolaylıkla yılan olarak tarif edilebilmektedir. Karşılaştırmalı anatomi temelinde yılanların kertenkelerin soyundan geldiğine dair konsensus bulunmaktadır. Fosil kanıtları yılanların varan gibi çukur kazan kertenkelelerden veya Kretase dönemindeki buna benzer bir gruptan evrimleştiğini göstermektedir. İlkel bir fosil yılan "Najash rionegrina", sakrumlu ve tamamen karasal olan iki bacaklı bir çukur kazan hayvandı. Bu varsayımsal ataların günümüzdeki bir benzeri, yarı sucul olmasına rağmen Borneo'nun kulaksız monitör kertenkelesi "Lanthanotus"dur. Toprak altı formları, çukur kazmak için gelişmiş ve dış uzuvlarını kaybetmiş vücutlara evrimleşmiştir. Bu hipoteze göre, şeffaf, kaynaşmış göz kapakları, ve dış kulakların kaybolması gibi özellikler, korneaların çizilmesi ya da kulakların toprakla dolması gibi toprak altı zorluklarının üstesinden gelebilmek üzere evrimleşti. Bazı ilkel yılanların arka ekstremitelere sahip oldukları bilinmektedir, ancak bunların pelvis kemikleri, omurgaya doğrudan bir bağlantıdan yoksundur. "Najash"tan bir miktar daha eski olan "Haasiophis", "Pachyrhachis" ve "Eupodophis" gibi fosil türlerinde arka ekstremiteler görülmüştür. Modern yılanlar arasındaki ilkel gruplar, pitonlar ve boaların işlevini yitirmiş arka ekstremiteleri (çiftleşme esnasında kavramaya yarayan pelvis çıkıntısı) bulunur. Leptotyphlopidae ve Typhlopidae pelvik kemerden arta kalanların bulunduğu diğer gruplardır. Bu kısımlar bazen sert bir çıkıntı gibi görünür. Ön ekstremitiler hiçbir yılanda bulunmaz, ve bunların kaybolması ekstremiti morfojenezini kontrol eden Hox genlerindeki evrimle ilgilidir. Yılanların ortak atasının aksiyal iskeleti, diğer çoğu tetrapod gibi, servikal (boyun), torasik (göğüs), lomber (alt sırt), sakral (pelvis) ve kaudal (kuyruk) omurga gibi bölgesel olarak özelleşmiş yapılara sahipti. Yılanlar, genellikle üç metre öteyi göremezler. Koku almada burun deliklerini değil dillerini kullanırlar. Uzun ve çatallı dillerinin her iki ucu havadan ve yerden gelen kimyasal kokuları alır. İçeri çekildiğinde dil ucundaki kokular damaktaki jakobson organında duyu haline dönüştürülür. Engerek yılanları zehirledikleri avının izini dilleriyle takip ederler ve ölüsünü bularak yutarlar. Yılanların burun delikleri, ağız kapalıyken alt çenedeki hava borusunun üzerine geldiğinden ağızlarını açmadan solunum yaparlar. Avlarını yutarken ağız açık olduğundan burun deliklerinin hava borusuyla ilgisi kesilir. Böyle zamanlarda, vücutlarında bulunan hava torbalarındaki yedek havadan faydalanırlar. Çoğu yılanın sadece sağ akciğeri gelişmiş, diğeri adeta kaybolmuştur. Boa ve piton yılanlarında sol akciğerler küçüktür. İri avların yutulması uzun sürdüğü zaman ağız tabanında bulunan soluk borusunun girişi ağızdan dışarı çıkarılabilir. Bu özellik büyük hayvanları yemek için bir adaptasyondur, yılana ağız dolu olduğunda dahi nefes alma imkânı sağlamaktadır. Yılanlar dış kulakları olmadığından uzun zaman sağır zannedilmiştir. Aslında çeneleriyle kulakları arasında kemik bağlantıları olduğundan, üzerinde bulundukları toprağın yansıttığı sarsıntıları kolayca işitirler. Çenesini yere koyan çıngıraklı bir yılan çok uzaktan gelen bir atın ayak seslerini bile kolayca duyabilir. Yılanların bulunabildiği arâzilerden geçen bir insan, gürültülü ayak darbeleriyle yürüdüğünde hiçbir yılana rastlamaz. Bazı yılanların göz ve burunları arasında ince zarlı iki çukur bulunur. Bunlar, sıcak kanlı hayvanların vücutlarından yayılan ısı dalgalarını (infrared) tespit ederler. Bunların sayesinde avlarını karanlıkta bile bularak takip ederler. Yılan zehiri av etini eritmeye yarayan kuvvetli bir sindirim sıvısıdır. Zehirsiz yılanlarda bile zehirli olan kuvvetli bir sindirim sıvısı vardır. Ağızlarına parmak sokulduğunda veya dişlendiğinde tükürüklerinden dolayı yanma ve şişme yapar. Dişleri sökülen zehirli yılanlarda dişler tekrar sürer. Yılanların renkleri ve boyları çeşitlidir. Zehirli yılanların başları üçgen ve kuyrukları küt olduğu söylenirse de bunlar kesin belirtiler olamaz. Her yılanı zehirli kabul ederek onlardan sakınmak gerekir. Yılanlar yumurtlayarak ürerler. Yumurtalardan ergine benzer yavrular çıkar. Bunlar hemen başlarının çevresine bakarlar. Boa, anakonda ve engereklerin çoğu yavrularını doğurur. Bunlar gerçek doğum değildir. Yumurtalar ana karnında gelişip açıldığından doğum gibi görülür. Buna “ovoviviparite” denir. Gebelik süresi 2 aydır. Anadolu'da çiftleşen ya da çiftleşmeye hazırlanan yılanların erekte olmuş hemipenisleri çift yapılarından dolayı halk arasında sıklıkla "ayak" sanılarak "yılanların ayakları var" inancının oluşmasına sebep olur. Göktepe, Bodrum Göktepe, Bodrum yakınlarındaki tarihi kalıntılar. Bodrum Antik Tiyatrosu'nun güney yamacına yaslandığı Göktepe'nin üst bölümlerinde kaya içine oyulmuş yüzlerce mezar bulunmaktadır. Bunlar bazen içinde birkaç lahtin korunduğu zengin ailelere ait mezar odalarıdır. Çoğunluğu Helenistik ve Roma Devrine tarihlendirilen bu mezar odalarının çok azında yer yer fresk izlerine rastlanmaktadır. Bazı kaya mezarlarının cephelerinde adak taşlarının konduğu yuvalar görülmektedir. Bodrum'un genel manzarasını görmek, şehir surlarını izlemek isteyen birçok turist sabah erken saatlerde veya akşam üstü bu yöreyi gezmektedirler. Mindos Kapısı Bodrum yakınlarındaki tarihi kalıntılar. Halikarnassos şehir surlarının en önemli yeri Mindos kapısıdır. Kapıya şehrin batı çıkışında bulunan Türk mezarlığının yanındaki Eski Kümbet yoluyla ulaşılır. Çevrede Helenistik ve Roma devirlerine ait tonozlu mezarlar da bulunmaktadır. Asıl mezar odaları tonozun altındadır. Bunun neredeyse tümü geçen yüzyıl Newton tarafından açılmıştır. İçlerinde pişmiş toprak lahitler bulunmuştur. Şehrin batı surları ovadan geçtiği için kulelerle güçlendirilmiştir. Kulelerin ölçüleri yaklaşık olarak 7 x 8,5 metredir. Mindos kapısının iki kulesinden biri
günümüze hemen hemen orijinal yüksekliği ile ulaşmıştır. Bu kapı yarımadanın ucunda bulunan antik Mindos şehri (Myndos) yönünde olduğundan Mindos kapısı olarak tanınmaktadır. Yöresel adı Diktiri'dir. Myndos Myndos ya da Türkçede okunuşuyla Mindos, Antik yazarların sıkça sözünü ettiği, Mausolos'un kurmuş olduğu şehridir. Bodrum yarımadasının en batısına düşen, bugünkü Gümüşlük ilçesindedir. Ege Denizi ile Akdeniz'in kesişme noktasında bulunan bu antik kent MÖ 640 yılında Anadolu'nun en eski medeniyetlerinden Lelegler tarafından kurulmuştur. Antik yazarların sözünü ettiği stadyum ve tiyatrodan hiçbir iz kalmamıştır. Bizans Çağı kilisesi, birkaç sur duvarı, tepe üzerinde yanlışlıkla Leleg duvarı diye tanınan su kalıntısı ile su içinde kalan dalgakıran ve kule kalıntısının dışında toprak üstünde görülen hemen hiçbir şey yoktur. Ancak iyi gözlendiği takdirde, toprak altında yarı örtülü sütunlar, mozaik izleri, seramik parçaları hemen her yerde görülür. İskender'in kuşatıp da almadığı bu şehir, bugün şirin bir balıkçı köyüdür. Pergamon Kralı Aristonikos döneminde sikke yapımı bu kentte yapılmıştır. Uzun süre Perslerin, Rodoslularin ve Halikarnassoslularin egemenliği altında kalmıştır. Büyük bir deprem sonucunda antik kentin büyük bir bölümü sular altında kalmıştır. Balık Balıklar () poikloterm olan, neredeyse sadece suda yaşayan ve solungaçları ile solunum yapan, soğuk kanlı, yürekleri çift gözlü, çoğunun vücudu pullu, genellikle yumurta ile üreyen omurgalı hayvanlardır. Bazı türler canlı doğurarak ürer (lepistes, kılıçkuyruk, moli v.s.). Mesela tatlı su balıklarından Lepistes'in ("Poecilia reticulata") yumurtaları anne karnında çatlar ve canlı doğum gerçekleşir. Çiklitgillerde ise kuluçka süresi dişinin ağzında gerçekleşir. Ağzında yumurtaları çeviren, mantarlaşmasını engelleyen dişi yumurtalar çatlayana hatta yavrular serbestçe yüzmeye başlayana kadar onları ağzındaki kesesinde korur. Balıklar su yaşamındaki en önemli varlıklardan bir tanesidir. Bulunmuş olan en eski balık fosilleri 500 milyon yaşındadır. Günümüzün balıkları kıkırdaklı balıklar (Chondrichthyes) ve kemikli balıklar (Osteichthyes) olarak ikiye ayrılırlar. Bunlar gibi diğer iki grubu oluşturmuş olan placodermi (zırhlı balıklar) ve acanthodiinin (dikenli köpek balıkları) nesilleri 300-400 milyon yıl evvel tamamen tükenmiştir. Bir kulakçık ve karıncıktan meydana gelen yüreklerinde daima kirli kan bulunur. Yürekten çıkan kirli kan solungaçlarda temizlendiğinden, vücutta temiz kan dolaşır. Ağızdan alınan su, solungaçlardan dışarı atılırken suda çözülmüş oksijen, osmozla kana verilir. Bu arada suda bulunan besinler ise yutulur. Köpek balıklarında su hem ağızdan hem de ilk solungaç yarığından alınır. Tuzlu su balıkları su içtikleri halde, tatlı su balıkları su içmezler. Gerekli su ihtiyaçlarını solungaç zarlarından osmozla alırlar. Deniz balıkları içtikleri suyun tuzunu böbrekle değil, solungaçları ile ayırır. Balıklarda göğüs ve karın yüzgeçleri çift, sırt, kuyruk ve anal yüzgeçleri tektir. Tek yüzgeçler nadiren birden fazla olsalar da simetrik çiftler meydana getirmezler. Uçan balıklar çok gelişmiş olan göğüs yüzgeçlerini açarak bir-iki dakika su üstünde uçabilirler. Yaşadığı yerlerde su kuruduğu zaman balçığa gömülüp akciğer solunumu yapabilen, sürünerek gölden göle geçebilen, kısa bir süre havada uçabilen, elektrik ve ışık üretebilen çeşitli balık türleri mevcuttur. Balıkların pulları birbirleri üzerine kiremit gibi dizilmiş, kemiksi, kaygan ve antiseptiktir. Antiseptik mukus salgısı, üzerine yapışan bakteri ve sporları yok eder. Balıkların harekette önemli rol oynayan değişik kuyruk tipleri mevcuttur. Çatallanmış kuyruk tipine “difiserk”, çatallı olup eşit parçalı olana “homoserk”, köpek balıklarında olduğu gibi çatalları eş olmayan kuyruk tipine de “heteroserk” denir. Balıklar omurgalı canlılar içerisinde sayıca en fazla olanıdır. Çalışmalarda balık türünün 40.000 kadar olduğu söylenmektedir. Balıkların günümüzde sportif ve akvaryumdaki değeri yanında büyük bir protein kaynağı olması ticarî değerini arttırmaktadır. Balıkların yeryüzündeki dağılımları o kadar geniştir ki, Antarktika sularında, sıcak tropikal sularda, acı sularda, tatlı sularda, ışığın ulaştığı dağ derelerinde veya insanların henüz ulaşamadığı oldukça derin ve karanlık sularda yaşayabilmektedir. Üç türlü beslenme görülür: otobur, etobur ve hepçil. Yalnız çenelerinde değil, bütün ağız boşluklarında ve yutaklarında sıralanış ve şekil olarak birbirinden farklı birçok diş bulunur. Bu genelde beslenme şekillerine göredir. Bazılarında farinks (yutak) dişleri gelişmiştir. Yalnız mersin balıklarında ve demet solungaçlılarda diş bulunmaz. Balıklarda tat alma cisimcikleri dudaklarda, farinkste, burun epitelinde, baş derisinde, bıyıkların uçlarında yerleşmiş olduğu gibi bazılarında da ağız içinde yerleşmiştir. Balıklarda dil yoktur. Olanlarında da gelişmemiştir. Sazanların ağzı içinde çok kalın kastan yapılmış yastık şeklinde bir yapı bulunur. Bu organ tat almaya yarar. Balıklar bazı maddeleri memelilerden daha iyi ayırt edebilirler. Dokunma duyusunda bıyıkların rolü büyüktür. Bıyıklar tat almada etkili olduğu gibi, besin bulma ve dokunma organı olarak da görev yaparlar. Balıkların baş, gövde ve yüzgeç derileri üstünde tomurcuk veya çukurcuklar halinde küçük duyu organları mevcuttur. İçlerinde sinir uçları dallanmış haldedir. Görevleri; yaklaşan düşmanı, sıcaklık değişimini, besin ve tuzluluğu hissetmektir. Duyuda yan organın da etkisi önemlidir. Bazı derin deniz balıklarının yüzgeç ışınlarında uzamış olan bazı kısımlarında duyu organları yer almıştır. Balıklarda dış ve orta kulak yoktur. İşitme organı bir kapsül içinde bulunan iç kulaktan ibaret olup, sudaki ses titreşimlerini idrak eder. Bu işitme organına “labirent” denir. İşitmede etkili olduğu gibi, dengenin sağlanmasında, ağırlık ve yerçekimi tespitinde de önemli rol oynar. İçlerinde kalsiyum karbonattan yapılmış “otolit” adı verilen cisimcikler de bulunur. Bazı balıklarda hava kesesinin ön kısmının her iki yanında iç kulakla ilişkili dörder adet kemikcik bulunur. “Weber cihazı” adını alan bu sistem ses dalgalarını ve basınç değişimini iç kulağa ileterek daha iyi işitmeğe yardım eder. Küçük frekanslı titreşimler, yanal çizgi sistemiyle idrak edilir. Bu, vücudun yanlarında derinin altında uzanan içi mukus dolu bir çift kanaldır. Belirli aralıklarla bu kanalı pulların arasından veya ortasından dışarı bağlayan yollar, bu yolların ucunda içinde sıvı ve sinir hücreleri bulunan bir torba vardır. Sudaki titreşimler bu sıvıya geçerek sinir hücreleri tarafından idrak edilir. Mesaj daha sonra sinirler vasıtasıyla beyne iletilir. Bir başka balığın hareketinin doğurduğu titreşimleri, yanındaki balık bu yolla duyar. Yan organ çok alçak frekanslı titreşimleri idrak edip işitmeye yardımcı olduğu gibi, su akıntısının yönünü, sıcaklık ve soğukluk farklarını da tespit eder. Yan organ işitmede de yardımcı olur. Ses ve basınç dalgalarını tespit edebilir. Kemikli balıklarda, vücudun her iki yanında solungaçlardan kuyruğa kadar uzanır. Balıklarda burun (nostril), solunum için değil, suda çözünmüş kimyasal maddeleri koklamaya yarayan bir duyu organıdır. Koku alma kapsülleri üst çene üzerinde bulunan bir çift (veya bir adet) burun çukuruna yerleşmiştir. Koku maddelerini taşıyan su burun deliklerine girip çıkarken, koklama kapsüllerini yalayarak sinirleri uyarır. Bu duyu köpek balıkları gibi bazı balıklarda çok kuvvetlidir. Köpek balıkları kan kokusunu yüzlerce metre uzaktan alabilirler. Balıkların suda batmadan durmasını sağladığı için önemlidir. Sindirim kanalının bir uzantısı olup, sırt tarafta torba şeklindedir. İçi CO, O ve NO gazları ile doludur. Balığın yoğunluğunu, suyun yoğunluğuna göre ayarlar. Balık suda batmadan durmak için, içindeki gazı artırarak keseyi şişirir. Yüzerken havasını azaltır. Bazı balıklarda yüzme kesesi ikiye ayrılmıştır. Yüzme kesesi solunum, hidrostatik görev, ses meydana getirme ve bazı uyartıları hissetmede de etkilidir. Bütün balıklarda hava kesesi bulunmaz. Böyle balıklarda yağlı vücut ve göğüs yüzgeçleri batmalarına mani olur. Dip balıklarında yüzme kesesinin dışarıyla herhangi bir bağlantısı yoktur. Gaz özel bir sistemle hava kesesine doldurulur ve boşaltılır. Bu durumda karşımıza iki tip balık çıkmakta; Fizostom balıklar ve Fizoklist balıklar. Fizostom balıklarda hava kesesi yutakla bağlantılı olduğu için gaz girşi çıkışı sorun olmamaktadır ama Fizoklist balıklarda herhangi bir yutak bağlantısı olmadığından gaz giriş çıkışını "Rete Mirable" dediğimiz kılcal damar ağı yardımıyla olduğu bulunmuştur. Rete mirable mekanizmasında; gaz bezinden toplardamarlara laktik asit verilir.Laktik asit oksijen bağlanma yeteneğini düşürerek atardamarlarda yüksek kısmi oksijen basıncı oluşmasını sağlar.Bu olay tekrarlanarak tepe noktasındaki oksijen basıncının iyice yükselmesi sağlanır ve yüzme kesesinin içine diffüzyonla hava girişi olur. Kan damarlarındaki bu ters akımdan dolayı oksijen keseden dışarı çıkamaz. Çoğu balık sırasıyla eşleştirilmiş olan ve omurganın her iki tarafındaki kasların uyumu ile hareket eder. Sırt yüzgeci, kuyruk yüzey alanını ve balığın hızını artırır. Birçok kemikli balık yüzme kesesi diye adlandırılan bir iç organa sahiptir ve bu organ değişik gazlar vasıtasıyla balıkların sudaki hareketlerini ayarlarlar. Restriksiyon enzimi Restriksiyon enzimi veya restriksiyon endonükleazı çift zincirli DNA moleküllerindeki belli nükleotit dizilerini tanıyan ve her iki zinciri birlikte kesen bir enzim türüdür. Bu özel enzimler, bakteri ve arkelerde bulunurlar ve virüslere karşı bir savunma mekanizmasına aittirler. Konak bakteri hücresinde restriksiyon enzimleri seçici olarak yabancı DNA'ları keserler; konak DNA'yı restriksiyon enziminin etkinliğinden korunmak için bir değiştirme (modifikasyon) enzimi (bir metilaz) tarafından metillenir. Bu iki süreç toplu olarak restriksiyon modifikasyon sistemi olarak adlandırılır. Bir restriksiyon enzimi DNA'yı kesmek için DNA çift sarmalının her şeker-fosfat omu
rgasından (yani her zincirden) birer kere olmak üzere iki kesme yapar. İlk restriksiyon enzimi HindIII'ün saflaştırılmasını takiben pek çok başka restriksiyon enzimi keşfedilmiş ve karakterize edilmiştir. 1978'de Daniel Nathans, Werner Arber ve Hamilton Smith restriksiyon enzimini keşiflerinden dolayı Nobel Tıp Ödülünü almışlardır. Bu keşifleri rekombinant DNA teknolojisinin gelişimine öncülük etmiş, bunun sayesinde örneğin insülinin büyük miktarlarda üretimi için "E. coli" bakterisi kullanılabilmiştir. 3000 üzerinde restriksiyon enzimi detaylı olarak çalışılmıştır, bunlardan 600'den fazlası ticari olarak elde edilebilir. Bu enzimler laboratuvarlarda DNA modifikasyon ve maniplasyonlarında rutin olarak kullanılmaktadırlar. Restriksiyon enzimleri spesifik bir nükleotit dizisi tanır ve DNA'da çift zincirli bir kesik oluşturur. Tanıma dizilerinin uzunluğu 4 ila 8 nükleotit olup, çoğu palindromiktir, yani DNA'daki azotlu bazların dizisi ileri ve geri aynı okunur. Teorik olarak DNA'da iki çeşit palindromik dizi olabilir. Yansımalı palindrom normal metinlerdeki gibi olur, aynı DNA dizisi üzerindeki dizinin normal ve tersten okunuşu aynı olur (örneğin GTAATG gibi). Evirtik (İng. "inverted") tekrarlı palindrom da iki yönden aynı okunur ama ileri ve geri diziler komplemanter dizilerde yer alır. Örneğin GTATAC dizisinde olduğu gibi, bu dizinin komplemanter dizisi tersten okununca CATATG elde edilir. Evirtik tekrarlar restriksiyon enzimlerinde daha yaygındır ve yansımalı palindromik dizilerden daha önemli biyolojik role sahiptir. EcoRI retriksiyon enziminin yaptığı kesme "yapışkan" uçlar üretir, buna karşın SmaI retriksiyon enziminin yaptığı kesme "küt" uçlar üretir Her restriksiyon enzimi için DNA'daki tanıma bölgeleri farklıdır, kesim sonucu meydana gelen yapışkan ucun iplik uzantısının uzunluğu, dizisi ve zincir yönü (5' veya 3' yönünde) farklılıklar üretir. Aynı diziyi tanıyan farklı tanıma enzimleri neoşimerler olarak bilinir. Bunlar çoğunlukla diziyi iki farklı yerden keserler; eğer hem tanıma dizileri hem de kesme yerleri aynıysa bu enzimler izoşizomer olarak adalandırılır. Bakteriler ürettikleri restriksiyon enzimlerinin kendi DNA'larını kesmemesi için, DNA metilazasyonu yoluyla nükleotitlerini değiştirerek (modifiye ederek) korurlar. Restriksiyon endonükleazlar üç veya dört genel grupta kategorize edilirler (Tip I, II ve III), bileşenleri, enzim kofaktör gereksinimleri, hedef dizilerinin özellikleri ve DNA kesim yerinin hedef diziyle ilişkisine bağlı olarak. İlk keşfedilen restriksiyon enzimleri Tip I restriksiyon enzimleri olmuştur ve bunlar "E. coli"nin iki farklı suşuna (K-12 ve B) özgüdürler. Bu enzimler tanıma bölgelerinden en azından 1000 baz çifti uzaklıktaki farklı bölgeleri keserler. Tanıma bölgesi asimetriktir ve 6-8 nükleotitlik bir boşlukla ayrılan iki kısımdan oluşur, biri 3-4 nükleotit içeren ve diğeri 4-5 nükleotit içeren. S-Adenozil metyonin (AdoMet), adenozin trifosfat (ATP) ve magnezyum iyonları (Mg2+) gibi birkaç enzim kofaktörü bu enzimlerin etkinliği için gereklidir. Tip I restriksiyon enzimleri, HsdR, HsdM ve HsdS olarak adlandırılan üç altbirime sahiptirler; HsdR kesme için; HsdM konağın DNAsına metil grupları eklemek için; ve HsdS metiltransferaz etkinliğine ek olarak, tanıma bölgesinin kesim özgüllüğü için gereklidirler. Tip II enzimler tip I enzimlerden birkaç yönden farklıdır. Tek tip proteinden oluşmuş dimer yapıya sahiptirler; tanıma bölgeleri genelde bölünmüş değildir, palindromiktir ve 4-8 nükleotit uzunluktadır; DNA'yı tanıdıkları ve kestikleri yer aynıdır; etkinlikleri için ATP veya AdoMet'e gerek göstermezler, kofaktör olarak genelde sadece Mg gereksinimleri vardır. 1990'lar ve 2000'lerde bu enzim sınıfının tüm özelliklerin taşımayan yeni enzimler keşfedildiği için bu büyük enzim ailesini alt sınıflara ayıran yeni bir adlandırma sistemi geliştirildi. Bu altgruplar bir sonek harf ile belirtilir. Tip IIB restriksiyon enzimleri (örneğin BcgI and BplI) mültimeriktir, yani birden çok altbirimden oluşur. DNA'yı tanıma dizisinin iki tarafından kesip çıkarırlar. Kofaktör olarak hem AdoMet hem de Mg gereksinirler. Tip IIE restriksiyon endonükleazları (örneğin NaeI) tanıma dizilerinden iki kopyası ile etkileştikten sonra DNA'yı keserler. Bir tanıma dizisi kesme hedefi olarak etkir, öbürü ie enzimin kesme verimini artıran, yani hızlandıran bir alosterik unsur olarak etkir. Tip IIF enzimler (örneğin NgoMIV) Tip IIE enzimlere benzer, onlar da tanıma dizilerinin iki kopyası ile etkileşir, ama ikisi birden keser. Tip IIG enzimler (Eco57I gibi) tek bir altbirime sahiptir, klasik Tip II restriksiyon enzimleri gibi, ama etkin olmak için AdoMet kofaktörüne gerek duyarlar. Tip IIM restriksiyon endonükleazları, DpnI gibi, metillenmiş DNA'yı tanıyıp kesebilirler. Tip IIS restriksiyon enzimleri (FokI gibi) palindromik olmayan asimetrik tanıma dizilerinden beli bir uzaklıkta keserler. Bu enzimler dimer olarak çalışabilir. Benzer olarak, Tip IIT restriksiyon enzimleri (örneğin Bpu10I ve BslI) iki farklı altbirimden oluşur. Bazıları palindromik dizileri tanır, bazılarının tanıma dizileri ise asimetriktir. Tip III restriksiyon enzimleri (örneğin EcoP15) birbirine dönük olan iki ayrı, palindromik olmayan dizi tanırlar. DNA'yı tanıma yerinden 20-30 baz uzakta keserler. Bu enzimler birden çok altbirime sahiptir; DNA metilasyonu ve restriksiyonu için, sırasıyla, AdoMet ve ATP kofaktörlerine gerek duyarlar. Tip IV restriksiyon enzimleri metillenmiş DNA'yı keser. Bunlar iki farklı altbirimden oluşur. DNA kesimi için Mg ve GTP kofaktör olarak gereklidir. Tanıma yeri iki parçalıdır. Metillenmiş bazlar arasında birden fazla kesim olur. Yapay restriksiyon enzimleri üretmek için doğal ve tasarımlı bir DNA bağlayıcı bölge ile bir nükleaz bölgesi (genelde FokI restriksiyon enziminin kesme bölgesi) birleştirilir. Bu tür yapay restriksiyon enzimleri arzu edilen DNA dizilerini tanıyabilecek şekilde tasarlanabilir, ayrıca tanıma bölgelerinin uzunluğu 36 baz çifti uzunluğa varabilir. Çinko parmak nükleazlar yapay restriksiyon enzimlerinin en yaygın kulanılanlarıdır, genelde genetik mühendislik ve standart gen klonlama uygulamalarında da Other artificial restriction enzymes are based on the DNA binding domain of TAL effectors. kullanılırlar. 1970'lerde keşfedilmelerinden beri çeşitli bakterilerde yüzlerce restriksiyon enzimi tespit edilmiştir. Her enzim elde edildiği bakteriye göre adlandırılır, bakterinin cinsi, türü ve suşuna dayalı bir adlandırma sistemine göre. Örneğin EcoRI restriksiyon enziminin adı yandaki kutuda açıklandığı şekilde türetilmiştir. Saflaştırılmış restriksiyon enzimleri çeşitli bilimsel uygulamalardaki DNA manipülasyonlarında kullanılır. restriksiyon enzimleri gen klonlaması ve protein ifadesi deneylerinde, Plazmit vektörlerlerin içine genler sokmak için kullanilirlar. Gen klonlama deneylerinde kullanılan plazmitlerde genelde kısa bir "çoklu bağlayıcı" dizi (İng. "polylinker"; çoklu klonlama yeri) bulunur. Gen parçalarını plazmit vektörün içine sokarken bu diziler kolaylık sağlar; genin içinde doğal olarak bulunan restriksiyon yerleri DNA'yı kesmek için kullanılacak endonükleaz seçimini etkiler, çünkü arzu edilen DNA'ya zarar vermeden onun uçlarının kesilmesi gerekmektedir. Bir gen parçasının bir vektörün içine klonlamak için hem plazmit DNA'sı hem de gen parçası aynı restriksiyon enzimi ile kesilir, sonra bunlar DNA ligaz olarak adlandırılan bir enzimle birbirlerine yapıştırılır. Restriksiyon enzimleri DNA'da bulunan tek baz değişikliklerini (tek nükleotit polimorfizmleri, veya "SNP"leri) spesifik olarak tanıyarak gen alellerini ayırt etmekte kullanılırlar. Bunun için o alelde bulunan bir restriksiyon yerinin bir SNP tarafından değişikliğe uğraması gerekmektedir. Bu yöntemle, bir DNA numunesini dizilemeden, bir retriksiyon enzimi ile onu genotiplemek mümkün olur. Numune önce DNA parçaları oluşturacak şekilde restrilksiyon enzimi ile sindirilir, sonra farklı büyüklükteki parçalar jel elektroforezi ile ayrıştırılır. Genelde, doğru restriksiyon yerine sahip olan aleller jelde iki görünür bant meydana getirir, değişlikliğe uğramış restriksiyon yeri olan parçalar ise kesilmezler ve sadece bir bant oluştururlar. Bant sayısı kişinin genotipini gösterir. Bu işlem bir restriksiyon haritalaması örneğidir. Benzer şekilde, restriksiyon enzimleri Southern blot yöntemiyle genomik DNA'nın kesilmesinde kullanılır. Bu yöntem ile, bir kişinin genomunda bir genin kaç kopyası (veya paralogu) olduğu belirlenebilir. Bu yöntemin bir diğer uygulamasında belli bir toplulukta kaç tane gen mutasyonu (polimofizmi) olduğu belirlenebilir, buna restriksiyon parçası uzunluk polimorfizmi (İng. "restriction fragment length polymorphism", RFLP) denir. Restriksiyon enzimi örnekleri: Anahtar: * = küt uçlar N = C, G, T veya A W = A veya T "Genel:" "Veritabanları:" "Yazılım:" Koç Holding Koç Holding, 1926 yılında Vehbi Koç tarafından kurulan holding Türkiye'nin ilk holdingidir ve en büyük özel kuruluşlarından birisidir. Holding merkez binası Üsküdar Nakkaştepe'dedir. Koç Holding'in geçmişi kurucusu Vehbi Koç'un 1920'lerde Ankara'da ticarete atılmasına değin iner. Zamanla iş alanlarını genişleterek 1950'lerde sanayi alanında çeşitli şirketler oluşturan Koç, gıda sektörünün ardından elektrikli ev aletleri ve otomotiv sektörlerine yöneldi. 1963'te şirket sayısı 25'e ulaşan topluluk yeni bir örgütlenmeye giderek holding statüsünü benimsedi. Vehbi Koç, 1984'te yönetim kurulu başkanlığını oğlu Rahmi Koç'a, Rahmi Koç da aynı görevi 2003 yılında oğlu Mustafa Koç'a bırakmıştır. 2009 yılında, Fortune dergisinin dünyanın en büyük 500 sanayi firması (Fortune Global 500) listesinde 172. sıradadır. İSO'nun 2006 yılında açıkladığı Türkiye'nin en büyük 500 şirketi listesinde, Koç Topluluğuna bağlı 5 şirket ilk 10'a girmeyi başarmıştır. Ekonomist dergisi tarafından yapılan Türkiye'nin en zengin aileleri araştırmasında Koç ailesi sahip olduğu serveti ile Türkiye'nin en zengin aileleri arasında 1.sırada yer almaktadır. Koç Ho
lding şirketleri, dört ana sektör ve diğer sektörler olmak üzere gruplanmıştır. Dayanıklı Tüketim Grubu Enerji Grubu Finans Grubu Otomotiv Grubu Diğer Sektör Şirketleri Koç Grubu'nun Uluslararası Ortakları Metal Metal (Latince: "metallum", Yunanca: μέταλλον "metallon"). Yüksek elektrik ve ısı iletkenliği, kendine özgü parlaklığı olan, şekillendirmeye yatkın, katyon oluşturma eğilimi yüksek, oksijenle birleşerek çoğunlukla bazik oksitler veren elementler. Metaller, kendi aralarında soy metaller (altın, gümüş, platin gibi) ve soy olmayan metaller (demir, çinko, alüminyum gibi) şeklinde sınıflandırılabilir. Yarı metaller, iyi metal özelliği göstermez. Bu elementler hem metal, hem de ametal özelliği gösterir. Silisyum, bor, antimon, arsenik gibi elementler yarı metaldir. Doğada ametaller daha çok bulunsa da periyodik tablodaki elementlerin çoğu metaldir. Dârülmuallimât Dârü’l-Muallimât; 1870 yılında Osmanlı Devleti’nde, ilk ve orta öğretim kız okullarına öğretmen yetiştirmek için açılan eğitim kurumu. Kız öğretmen okulu. Osmanlı Devleti'nde, kızlar için ilk iptidâiye (ilkokul) ve rüştiye (ortaokul) mektepleri, 1858 yılında açıldı. 1869 Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nde (Genel Eğitim Yönetmeliği'nde), bu okullara öğretmen yetiştirmek amacıyla bir kız öğretmen okulunun açılması öngörüldü. Okulun açılması, 26 Nisan 1870’te gerçekleşti; Dârülmuallimât adıyla, İstanbul’da Sultanahmet semtinde bir konakta açılan okulda eğitime başlandı. Tanzimat süresince de tek bir okul olarak kaldı. Bu ilk kız öğretmen okulu, "Dârülmuallimât-ı Sıbyan" ve "Dârülmuallimât-ı Rüştiye" bölümlerinden meydana geliyordu. Ayrıca bu bölümler de müslim ve gayri müslim olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Sıbyan muallimliğinin öğretim süresi iki, rüştiye muallimliğinin dört yıldı. 1893’de yapılan bir düzenleme ile okula 6 yıllık "ihtiyat" bölümü eklendi. İhtiyat bölümü, rüştiye düzeyinde idi ve Dârülmuallimât'a öğrenci yetiştirmekteydi. Buradan veya kız rüştiyelerinden mezun olanlar Dârülmuallimât'a sınavsız alınmakta idi. Diploması olmayanlar ise sınava alınıyor, başarılı durumlarına göre sıbyan veya rüştiye şubelerine ayrılıyordu. İhtiyacı olan öğrencilere, günümüzdeki öğrenci kredisi benzeri maaş bağlanmakta idi. 5 yıllık zorunlu hizmet karşılığında verilen bu ücret, hizmet yapmayanlardan geri alınyordu. Okulun programında ulûm-ı diniyye, kırâat-ı Türkiyye, Arabî, Farisî, lisan-ı Osmanî ve imlâ, inşâ-yı Türkî, kavâid ve imlâ, imlâ ve inşâ, resim, sülüs, rık'a, dikiş, makina, nakış, coğrafya, tarih-i Osmanî, hesap dersleri yer alıyordu. Darülmuallimin (Erkek Öğretmen Okulu) adlı okullarla aralarında pek bir ders farkı yoktu. 1879'da programa "eğitim" üzerine bir ders konmuş, Aristokli Efendi bu dersi vermekle görevlendirilmişti ancak ders, bir sene sonra kaldırıldı. 1891'de Ayşe Sıdıka Hanım'ın çabaları ile ders programına "Eğitim Yöntemi" dersi eklenmiş ve bu dersi okutma görevini de kendisi üstlenmiştir. Maarif Nezâreti'nin Dârülmuallimât'a öğrenci alımı için açtığı ilk sınava katılan 32 öğrencinin hepsi de başarılı bulunmuş ve bunlardan 20'si 1872-73 ders yılında mezun olmuştur. Böylece 1873 yılında ilk defa kız rüstiyelerinde nakış dışındaki derslere hanım öğretmenler girmeye başladı. Bu hanımlar, Türk eğitim tarihinde resmi okuldan yetişerek görev alan ilk öğretmenler ve devletin ilk kadın memurları idi. 1910-1911 döneminde okulu yatılı taşradan öğrenci gererek okul yatılı hale getirme düşüncesi gerçekleştirilemedi; alınan öğrenciler Fatih Çarşamba’daki Saip Paşa Konağı'na yerleştirildi ve Kız Sanayi Mektebi’nin derslerine devam ettiler. 1918’de Dârülmuallimât’ın Çapa’daki Derviş Paşa Konağı’na taşınmasından sonra Çarşamba’daki yatılı Kız Sanayi Okulu kaldırılıp Dârülmuallimât ile birleştirilmiş; böylece Dârülmuallimât yatılı okul haline gelmiştir. 1913’te Dârülmuammilat’ın eğitim süresi 5 yıla çıkarıldı. Bu kuruma öğretmen yetiştirmek üzere Dârülmuammilat-ı Aliye açıldı. Aynı yıl bazı büyük vilayet merkezlerinde de, yeni Dârülmuallimâtlar açıldı. 1914’te 253 olan öğrenci sayısı, 1919 yılında İzmir, Ankara, Konya, Adana, Edirne, Eskişehir, Beyrut, Halep ve Bursa’da bulunan Dârülmuallimatlarla birlikte okulun öğrenci sayısı 6000’e yaklaşmıştı. 1916’da, Dârülmuallimât için, yeni bir nizamnâme ve müfredat programı oluşturuldu. Buna göre Dârülmuallimât, iptidâî, izhârî ve âlî olmak üzere üçe ayrıldı. 1918’de çıkan Fatih yangını sırasında okulun yanması üzerine mektep, Çapa’daki binasına taşınmıştı. İlk uygulamalı dersler, burada başlatıldı. 1922’de Maârif Vekâleti'ne bağlanan Dârülmuallimât, 1924’te Kız Muallim Mektebi adını aldı. Jeph Howard Jepha 'Jeph' Howard (d. 4 Ocak 1979) The used grubunun basgitaristidir. Jeph basgitara erken yaşta başladı, müzik kariyeri için liseyi bıraktı. Bert McCracken'dan önce grubun solistiydi. Fakat vokallerde zorlandığından basgitara devam etti vokallere ise Bert McCracken geçti. The used büyük bir şirketle anlaşmadan önce kayıtları Jeph'in odasında yapıyorlardı. Her tür müzikten hoşlanır. Hiphop ve Heavy metal ağırlıklı dinler. Sigara ve uyuşturucu kullanmıyor, içki içiyor. Merkantilizm Merkantilizm 16. yüzyılda Batı Avrupa'da başlamış ekonomik bir teoridir. Merkantilizme göre bir milletin refahı anaparanın miktarına bağlıdır ve küresel ticaret hacmi değişmez. Ekonomik servet veya anapara devletin elinde tuttuğu, altın, gümüş miktarı veya ticari değer ile temsil edilir. Bu da diğer devletlerle olan ticari dengenin olumlu yönde olması ile en iyi yükseltilir. Merkantilizme göre, yönetim ekonomide korumacı bir rol oynamalı, dış satımı desteklemeli ve dış alımı sınırlandırmalıdır. Bu fikirler üzerinde duran ekonomik sisteme merkantilist sistem denir. Merkantilizm orta çağın sonları ile sanayi devrimi arasında kalan Dönemdir (1500-1800).Avrupa’ya özgüdür, orada doğmuş ve gelişmiştir. Döneme damgasını vuran iktisadi faaliyet türü “ticaret”tir. Ticaretteki artış geçimlik tarımı yıktı ve piyasaya yönelik üretim yapmasına yol açtı. Sanayi üretim alanında ise; ev-sanayi şeklinde başlayan sanayi kapitalizmin ilk biçimi ortaya çıktı(puttin out ya da verlay sistemi). Bu sistemde sermaye sahibi hammaddeyi evlerinde çalışmak isteyenlere veriyor. Daha sonra bu tip üreticiler bir üretim merkezinde toplanarak üretim gerçekleşiyor. Bu dönemin kapitalist sınıfını sanayiciler, büyük tüccarlar ve bankacılar oluşturmaktadır. Bu dönem bir keşifler çağıdır. Bulunan yeni ülkelerden Avrupa’ya değerli madenler getirilmiştir. Gelen değerli madenler Avrupa’da fiyatların hızla artmasına yol açmıştır. Bu çağ içerisinde denizcilikte de ilerlemeler ortaya çıkmıştır. Bunların yanı sıra bütün dünyada ticari faaliyetlerle yayılma gösteren Avrupa, sömürgecilik yapmıştır ve bu da sermaye birikiminin önemli bir yolu olmuştur. Bu arada İngiltere yönündeki şiddetli talep nedeniyle, büyük toprak sahiplerinin kapattıkları kamu arazileri vardır. Buna ‘çitleme hareketi’ denir. Topraklar büyük ölçüde koyun beslemeye yönelik tahsis edilmiştir. İlk sermaye birikiminin yolları bunlardır. Dünya ölçeğinde ticaret, değişik ülke tacirlerinin çıkarlarını çatışır hale getirmiş, güçlü devletlerin tüccarları diğerlerine karşı korunmuş ve böylece dış ticarette tekelci zihniyet oluşmuştur. Bu sayede güçlü devletler oluşmuştur. Ticari faaliyette gelişmeler yaşanırken ticari faaliyete yönelik dini tavırda değişmeler olmuştur. Calvin bir eylemi değerlendirmede niyeti kıstas alarak faizi ve ticareti meşru kabul etmiştir. Yeter ki günahkâr hayatına sürükleyecek aşırı kazançlar peşinde koşulmasın. Kalvencilik ticareti yalnızca hoş görmekle yetinmemiş, ayrıca ticaret etkinliğini yüceltmiş ve ermişliğin bir işareti saymıştır. Zenginlik peşinde koşmak en yüce amaç durumuna getirilmiştir. Değerli madenleri ülkede tutmak ve bu madenlerin dışarıya çıkmasını engellemek merkantilizmin ana amacı olmuştur. Bunun 2 yolu vardır: Merkantilizmin diğer bazı özellikleri de şunlardır: Zenginlik peşinde koşmak en yüce amaç durumuna getirilince, devletin görevleri de bu çerçevede belirlenmiştir. Bunun için zenginliğin gelişmesinin koşullarını araştırmak gerekmiştir. ‘Denis’ in İktisadi Uyumlar teorisine bakılırsa; Tüccarların teşvik edilmesi, insan ve para bolluğu, sanayinin ve ihracatın gelişmesi, devletin koruyucu rolü... Bu düşüncelerin bir kısmı düşünürler bir kısmı da tüccarlar tarafından ortaya konuyor. Altın ve gümüşü ülkeye ne kadar çok sokarsanız ülke o kadar zengin olur. Para ne kadar bol olursa faiz oranları o kadar düşük olur ve yatırımcı için finansman kaynağı olur. Merkantilistler bir ülkenin nüfusunun artmasından yanadır. İnsan bolluğu rahatça emek bulmayı sağlamakta ve düşük ücrete yol açmakta ayrıca büyük ordulara sahip olmayı sağladığı için önemlidir. Kalabalık nüfus, işgücünü artırarak maliyetleri düşürecek bu da ihracatta avantaj sağlayacaktır. Merkantilizmin nüfus üzerine teorilerine bakarsak; Merkantilist düşünce düşük ücret politikası olgusuna dayanır. Emek arzının ücret esnekliği negatiftir. Ücretlerin yükselmesinin emek arzını daraltacağı, düşük ücretlerin ise halkı çalışmak zorunda bırakacağı düşünülmüştür. Bu nedenle ücretlerin yükselmemesi için bir yandan nüfusun fazla olması istenirken diğer yandan erzak fiyatlarının bolluk yıllarında bile yüksek olması istenmiştir. Merkantilist düşünceye göre; Mandeville; yoksul çocukların maliyetine kamunun katlandığı okullara gönderilmemelerini, erken yaşta işe gitmelerini öneriyordu. İşe gitmek yerine okula gitmek tembellik yaratır. Okuma, yazma, aritmetik gibi dersler iş hayatında kullanacaklar için geçerlidir. Halkın geçimi bu bilgilere dayanmadığında tembellik yaratır. Merkantilist yazarlarca yoksulu çalışkan kılacak çeşitli öneriler yapılmıştır. John Law; zenginlerin yapacağı tasarrufu ve yoksulların çalışkan olmalarını teşvik etmek için tüketim üzerine vergi konulmasını önermiştir. David Hume; çalışkanlığı teşvik etmek için ılımlı vergileri destekledi, aşırı vergilenmenin teşvikleri yok edeceğini düşünmüştür. Bu yazarlar optimal düzeyde hayal kırıklığı yaratacak bir
reel ücret amaçlıyorlardı. Lüks malları elde etmeyi umabilecek kadar yüksek fiyat onları elde edemeyecek kadar düşük bir reel ücret. Ticaretin gelişmesi sürümdeki para miktarının artmasını gerektirir. Bu olgu bütün merkantilistlerce kabul edilir. Ama bunun için sadece altın ve gümüş bolluğu yeterli değildir. Para has para özelliğini korumalıdır. Maden ayarındaki bozukluklar konusunda, paranın bozulmuş hali bozulmamış haliyle bir arada yürütülürse kötü para iyi parayı kovar. İyi para elde tutulur. Biz bugün bunu ‘Gresham Yasası’ adıyla tanımlıyoruz. Avrupa’ya altın ve gümüşün bol miktarda girişi enflasyona neden oldu ve bu süreç içinde miktar teoremi denen teoriler merkantilist yazarlar tarafından ortaya kondu. Bodin’in miktar teorisi’ne göre fiyatların artmasının nedeni Avrupa’ya gelen değerli madenlerdir. Bu tez bütün yazarlar tarafından benimsenmiş ama enflasyonu önlemek için ülkeye giren altın ve gümüşü kısmak akıllarına gelmemiştir. Çünkü enflasyon sürecinde en fazla artan gelir kârdır. Tüccar sınıfının gelirini oluşturan kâr olduğu için, enflasyonun tüccar sınıfının kazancını artıran bir süreç olduğunu görmüşler ve enflasyonu önlememişlerdir. Fortrey, paradan başka hiçbir şeyin ucuz olmaması gerektiği inancındadır. O dönemde erzak pahalıysa insanlar zengin, erzak ucuzsa insanlar yoksul demektir. Ayrıca yüksek fiyatlar emekçilerin hayat düzeyini düşürerek onları daha çalışkan kılardı. Merkantilistler, para bolluğunun ticari işlerin finansmanını kolaylaştırdığını söylerler. Para miktarındaki artış para bulmayı kolaylaştırması yanında kredi için ödenecek faiz oranını düşürür. Child, ünlü yumurta tavuk ilişkisine değinerek düşük faiz oranı zenginliğin sonucu değil nedenidir diyor, yasal faiz oranının düşürülmesinin ancak para bolluğu sayesinde mümkün olduğunu söylüyor. Yani yasaların belli iktisadi faaliyetleri belirleme gücü yoktur. Sir William Petty ise faiz oranının düşmesini yalnızca para miktarının artışına bağlayarak, insan yasalarının doğa yasaları karşısında hiçbir ağırlığının olmayacağını ifade eder. Merkantilistlerin savunucularından belki de en önemlisi KEYNES'tir. Keynes’in merkantilistlere özgüsü para arzı, faiz oranı, yatırım miktarı arasındaki ilişkilere aittir. Merkantilizm bu düşünceleri “erken keynescilik” olarak nitelendirir. Merkantilist sistem, feodalizmin külleri üzerine doğmuştur denilebilir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, Avrupa geneline bakıldığında feodalizmin sona erişinin hemen hemen her ülkede farklı tarihlere denk geldiğidir. Bu sebeple merkantilizme geçiş, hem tarih açısından hem de düşünce sistemi açısından ülkeden ülkeye değişiklik arz etmektedir. Örneğin; kıta Avrupası'na göre siyasi birliğini daha önce tamamlamış İngiltere’de merkantilizm korumacı ve yayılmacı bir sistem olarak Sanayi Devrimi için güçlü bir millî ortam hazırlarken, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde millî birliği sağlamaya yönelik olmuştur. Feodal sistemdeki iktisadî yapıyı kısaca incelemek gerekirse; yaklaşık 30 kilometrelik, kısıtlı bir mesafe çerçevesinde gerçekleşen küçük ölçekli iktisadî aktiviteyle karşılaşılır. Üretimin dayandığı başlıca temel kaynak, tarımdır. Söz konusu sistem içerisinde belli başlı beş farklı aktör grubu etkin görünmektedir: Krallar, Asiller, Tüccar, Rahipler ve Serfler. Krallar parayı ve emniyeti sağlar, asiller tarımı kontrol eder, tüccar ticarî sistemi idare eder, ruhban sınıfı genel olarak davranışları belirler ve son olarak serfler ise sadece ve sadece hizmet etmeye odaklanmış bir işgücünü meydana getirir. Feodal iktisadî sistem şu dört ana başlık altında karakterize edilebilir: Yukarıda da belirtildiği üzere, feodal sistemin işgücü açısından dayandığı nokta, bir bakıma yarı köle durumunda hayatlarını sürdürmeye çalışan serf sınıfıdır. Avrupa genelini kasıp kavuran ve “Kara Ölüm” olarak adlandırılan veba salgını işgücünde ciddi bir eksilme meydana getirmiştir. Bununla birlikte aynı dönemlere denk gelen reform çalışmaları ve artan seyahat imkânları, bir yandan insanların hayata bakış açısını değiştirirken diğer taraftan da uluslararası ticaretin gelişmesinin önünü açmıştır. Böylece özel mülkiyet kavramı ortaya çıkmış, genel feodal düzenle çatışmalar yaşanır olmuştur. Yukarıda bahsettiğimiz bütün bu etkenlerin sonucunda da feodal sistemin çözülme sürecinin başladığı söylenebilir. Aslında; yaklaşık olarak 16. yüzyılın başından 18. yüzyılın sonuna kadar olan dönemi kapsayan merkantilist dönemin benzer, tek bir düşünce etrafında kenetlenip, o yönde politikalar ürettiğini söylemek oldukça güç, hatta imkânsızdır. Feodalizmin kıta Avrupası genelinde ortadan kalkışının farklı farklı tarihlerde gerçekleşmesi, merkantilist düşüncenin ortaya çıkışı ve gelişmesininde de benzer farklılıkları beraberinde getirmiştir. Ortaçağ’ın bitimini sembolize eden Reform ve Rönesans hareketleri, yeni iktisadî görüşleri ve beraberinde feodal iktisat düzeninin sonunun geldiğini de haber veriyordu. Yaşanan bu değişim, feodal yapının özelliklerine uygun bir biçimde, yerel bazda gerçekleşmekteydi. Yukarıda da belirtildiği üzere ülkeden ülkeye farklılıklar gözlemlenmekteydi. Bir ada ülkesi olmasının da getirdiği avantajla millî birliğini daha önce tamamlayan İngiltere’deki iktisadî değişim, Almanya veya Fransa’dan daha farklı bir süreci yaşamaktaydı. Denilebilir ki; Ortaçağ siyasî yapısında yaşanan kökten değişiklikler ve sonucunda millî devletlerin yavaş yavaş tarih sahnesine çıkmaya başlaması, uluslararası kapsamda yaşanan ticarî devrim ve ortaçağ iktisat sisteminde yaşanan çöküş, merkantilizm olarak adlandırılan dönemin kapılarını açmıştır. Bu dönemde bir yandan kantitatif yöntemler geliştirilirken, söz konusu dönemin sonlarına doğru liberalizme öncülük eden görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. İktisat politikalarının, bir devleti güçlü kılma yolunda hizmet verecek şekilde belirlenmensi gerektiği düşüncesi de bu değşimde etkili olan bir başka etkendir. 16. yüzyıl, iktisat biliminin doğduğu dönem olarak kabul edilebilir. İktisadî konular ve sorunlar üzerine yazılı ilk ciddi eserler bu dönemde karşımıza çıkmaktadır. 1571 yılında ölen John Hales, ekonomi ile ilgili görüşlerin ayrı bir bilimdalı olarak ele alınması gerektiğini belirten ilk kişidir. Hales kendisinden sonra gelen Locke, Hume, Adam Smith, John Stuart Mill gibi düşünürlere önderlik etmiştir. Miktar teorisi de ilk kez yine bu yüzyıl içinde ortaya çıkmıştır. 1552 yılında ünlü bilgin Copernicus, Prusya Meclisi’ne sağlam bir para sisteminin nasıl kurulabileceğini anlatmış, 1556 yılında da Polonya Kralı’nın emriyle bu konudaki düşüncelerini yazılı ortama aktarmıştır. Copernicus’a göre, para bollaştığı zaman değerini kaybetmektedir. Amerika kıtasının altın ve gümüş stoklarının Avrupa’ya; öncelikle de İspanya’ya akmasıyla 1550’li yıllarda Avrupa’da fiyat devrimi olarak adlandırılan ani fiyat artışları kaydedilmiştir. Değerli madenlerin bollaşması ile fiyat artışları arasındaki ilişki birçok düşünürün dikkatini çekmiş ve bir İspanyol rahip, Navarrus 1556’da teoloji konusunda yazdığı bir kitapta faiz konusunu da ele almıştır. “Para, nerede daha kıtsa orada, bol olduğu yere göre daha kıymetlidir. Para talebi nerede kuvvetli ve arzı azsa orada daha kıymetli olur” diyerek miktar teorisini ortaya koymuş; miktar teorisini, arz – talep teorisinin bir uygulaması olarak ele almıştır. Miktar teorisinin asıl sahibi olarak ise bir Fransız hukuçusu olan Jean Bodin kabul edilmektedir. Bodin, miktar teorisini 1568’de yazdığı “Bay Malestroit’nun Paradokslarına Bir Cevap” adlı eserinde ilk kez ortaya koymuştur. Ona göre fiyat artışlarının temel olarak beş ayrı sebebi bulunmaktaydı. Altın ve gümüşün bolluğu, monopoller, ihracat ve israf sebebiyle ortaya çıkan mal kıtlıkları, kralların ve asillerin lüks içindeki yaşantıları ve madenî paranın ayarının bozulmasıdır. Bodin’e göre fiyat artışlarındaki en önemli etken, altın ve gümüş bolluğuydu. Bodin bunun yanı sıra faize dinî sebeplerle karşı çıkmış, dış ticareti onaylamış ancak ihracatın fiyatları yükseltirken, ithalatı düşüreceğini savunmuştur. 17. yüzyıla gelindiğinde, merkantilizm ile ilgili olarak karşımıza çıkan ilk önemli kişilik, Gerard de Malynes’dir. Döviz işlemlerinin sıkı bir kontrol altında tutulması gerektiğini savunan Malynes bu yüzden kendisinden sonra gelen merkantilistler tarafından “Külçeci” (bullionist) olarak adlandırılmıştır. “Saint George for England Allegorically” adlı eserinde Malynes, iktisadî etkenleri mecazî bir dille açıklamış ve faiz ile döviz kurlarını kontrol edilmeleri gereken en tehlikeli unsurlar olarak ilk sıraya yerleştirmiştir. İngiliz İmparatorluğu’nu bir eve benzeterek, harcamaların gelirden fazla olması durumunda sıkıntı doğacağını belirtmiş; ticarî bilanço deyimini kullanmamakla birlikte bir ülke açısından ihracat ve ithalat denkliğinden söz ederek, bu denkliğin eksiye dönmesinin söz konusu ülkenin zenginliğini kaybetmesi anlamına geleceğini iddia etmiştir. 1608 ile 1654 yılları arasında yaşayan Edward Misselden adlı tacir, “Free Trade or the Means to Make Trade Flourish” adlı eserinde ticaretle bireysel olarak ilgilenen kişileri desteklemiş ve tekelci firmaları, başta da ünlü East India Company’yi şiddetle eleştirmiştir. Kitabının adında serbest ticaretten bahsetse de, bir merkantilist olarak Misselden’in kast ettiği, ihracatı artırıp ithalatı sınırlandırmak için ihracatı dizginleyen bir takım kurallardan kurtulmak ve tekelci ihracatçıların etkisinin sınırlandırılmasıdır. Böylece İngiltere dışına olan değerli maden akımı sınırlandırılarak, ülke zenginliğinin artırılacağını öngörmekteydi. İngiliz East India Company’nin yöneticilerinden olan Thomas Mun, merkantilist düşüncenin en önde gelen temsilcilerinden birisidir. “A Discourse of Trade from England unto the East Indies” ve “England’s Treasure by Foreign Trade” adlı eserleri, gerek merkantilist gerekse iktisadî düşüncenin gelişmesinde son derece etkili olmuştur. İlk kitabında o dönemki iktisadî durgunluğun sebebi olarak Mun; yabancı paralardaki devalüasyona karşın İngiliz parasının değerinin aynı kalmasını
öne sürüyordu. Fakat bu durumdan çıkış İngiliz parasının da devalüe edilmesi değildi. Ona göre çare; yabancı malların az tüketilmesi, ihracatın artırılması, ithalatı ikame edecek mal üretiminin ve balıkçılığın teşvik edilmesi ve aşırı yiyecek – giyecek tüketiminin önüne geçilmesiydi. İkinci ve görece daha modern olan kitabında ise Mun, ekonomik kalkınma ile dış ticaret arasındaki ilişkiyi konu edinmiştir. İhracatın her zaman ithalattan fazla olması gerektiğini, ithal mallarını ikame edici üretime önem verilmesini ve ihrac edilen ürünlerin hammadde değil, işlenmiş son ürünler olması gerektiğini savunmuştur. Mal ihracının yanı sıra; denizcilik, bankacılık ve sigortacılık gibi hizmet satışlarının da ülkeye döviz kazandıracağını belirterek Mun, modern ödemeler dengesinin en önemli kalemlerinden biri olan görünmeyen işlemleri de ticaret dengesine eklemiş oluyordu. Önceki merkantilistlerin aksine Mun; bir ülkenin zenginlik göstergesi olarak biriktirilen külçelerin yanı sıra, eldeki mal ve kaynakların da çok önemli olduğunu söylemiş ve ticaret, hazine ve siyasî gücün bir ve aynı şeyler anlamına geldiğini iddia etmiştir. Dış politika ve özellikle dış ticaret politikası adeta bir savaş aracı olarak kabul edilmiştir. Klasik İktisat düşüncesi bunun tam tersini savunurken, 1929 Büyük Buhranı’nın hemen ardından düşünceleri öncelikli olarak kabul görmeye başlayan Keynes, merkantilizmden bu sebepten dolayı övgüyle bahsetmiştir. Fransız kralı 14. Louis’nin maliye bakanı olan Jean Baptiste Colbert zamanında merkantilizm Fransız devletinin resmî politikası haline gelmiş ve bu yüzden Fransız merkantilizmi “Colbertizm” olarak adlandırılmıştır. Fransız merkantilizmi, İngiliz merkantilizminin aksine devlet müdahaleleriyle yönlendiriliyordu. Bir başka deyişle İngiliz merkantilizmi büyük bir hızla devlet müdahalelerinden kurtulmaya yönelmişken, Fransız merkantilizminde bu müdahaleler kurumsal hale getirilmiştir. Colbert döneminde sanayi çeşitli şekillerde desteklenmiş ve gümrük vergileriyle korunmuştur. Fransa içerisindeki eyaletler arası gümrük vergileri kaldırılmış, tek bir Fransız Gümrük Tarifesi getirilmiştir. Her şeyin devlet gözetiminde olduğu bu sistemde, Fransız sanayiinin dışa olan bağımlığını azaltmak için mümkün olan tüm tedbirler alınıyordu. Fransız sömürgeleri artıyor, ticaret gelişiyor ve Colbert feodalizmden kalan tüm düzenlemeleri ortadan kaldırarak Fransız ulus-devletinin hakimiyetini tam anlamıyla yaymak istiyordu. Merkantilizmin tek bir tanımını yapmanın güçlüğüne delil oluşturacak olan bir diğer örnek de Alman tipi merkantilizmdir. Kammeralizm olarak adlandırılır. Kralın veya prensin hazinesi anlamına gelen “Kammer” kelimesinden türemiştir. Çünkü amaç, devlet hazinesinin zenginleştirilmesi, gelirlerin artırılmasıydı. Bu akımın ortaya çıktığı dönemde Almanya, birbirleriyle sürekli mücadele halinde olan birçok prensliğe bölünmüş durumdaydı. İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın hızla geliştiği o tarihlerde Kameralizm, Alman devlet memurlarını eğiterek iktisadî kalkınmayı sağlamaya yönelik bir araç haline gelmiştir. Kameralist düşünce de, İngiliz ve Fransız meslektaşlarına benzer görüşleri savunmuş, bazı noktalarda ise onlardan ayrılmışlardır. Altın ve gümüş biriktirerek millî zenginliğin artacağını öne sürmüş, devlet müdahalesini savunmuşlardır. Ancak; İngiltere’de tüccar ve iş adamları kısa broşürlerle merkantilist düşünceyi savunurken, Almanya, hukuk profesörleri ve maliyecilerin ortaya koyduğu son derece ayrıntılı ve uzun eserlere şahit olmuştur. Kameralistler dış ekonomik ilişkiler, ticaret ve ödemeler dengesi gibi konularla çok az ilgilenmiş, ağırlığı yurt içi tarım ve sanayi konularına vermişlerdir. İngiltere'deki sistemin aksine, birey ile devlet arasında iktisadî açıdan bir menfaat birliği olması bir yana, sürekli bir çıkar çatışması yaşanacağını ileri sürmüş, devletin mutlak otoritesi lehine fikirler geliştirmişlerdir. 17. yüzyılın ortalarından itibaren, iş adamları ve tüccarların yanı sıra bazı düşünürler de iktisadî konularla ilgilenmeye başladılar. Bunun sonucunda, kişi hürriyetine daha fazla önem veren ve devletin müdahaleci sistemine karşı çıkan; dolayısıyla merkantilizme karşı gelen bir zümre ortaya çıkmış oldu. Bunlara göre, ekonomi kendi kendine şekil verebilecek, dışarıdan herhangi bir müdahaleye ihtiyaç hissetmeyen bir sistemdi. Dış etki ne kadar az olursa, ekonomi de o kadar iyi çalışırdı. Ayrıca kısıtlama ve müdahalelerin ortadan kalkması, hem kişiler hem de ekonomi için çok daha iyi olacaktı. Nasıl ki merkantilist düşüncenin uygulanışı ülkeden ülkeye değişiyorsa, ortaya çıkan bu yeni liberal düşüncelerin etkileri de farklı farklı olmuştur. Çok sayıda sanayici ve tüccarı içinde barındıran orta sınıfın İngiltere’de yaygın olması, liberal fikirlerin benimsenmesini hızlandırırken, daha yavaş ve dar kapsamlı olsa da Fransa ve Hollanda bu akımda İngiltere’ye eşlik etmişlerdir. Fakat, bir ulus-devlet olma yolunda diğerlerini geriden takip eden Almanya ve İtalya ise merkantilizme sıkı sıkıya bağlı kalmış ve libaral düşüncelere sınırlarını en azından bir süre daha sıkı sıkıya kapatmışlardır. Merkantilist düşünce sisteminin sağlam temeller üzerine oturmasında en önemli rollerden birisinin Thomas Mun’a ait olduğundan bahsedilmişti. Mun’un ardından iktisadî düşüncede iki yeni temayül belirmişti. Birincisi, kantitatif yöntemlerin iktisadî düşünce içinde kabul görmeye başlaması; diğeri ise, ekonomik sistem üzerindeki devlet müdahalesinin azaltılmasını savunan liberal düşüncedir. İktisadın, bir bilim dalı olma yolunda önemli adımlar atılmasını sağlayan merkantilizm, liberal düşünce sisteminin de kapılarını aralamıştır. Bu geçiş döneminin en önde gelen isimleri; John Locke, Josiah Child, Nicholas Burbon, Dudley North, John Law, Richard Cantillon, George Berkeley ve David Hume gibi kişilerdir. Genel olarak merkantilizmden liberalizme geçiş dönemini şekillendiren, yeni ve farklı fikirler üreterek liberal düşüncenin temellerini atan bu bilim adamlarından Dudly North, merkantilizmi tümden redderek liberalizme geçişi savunmuştur. David Hume ise, iktisadın bağımsız bir sosyal bilim olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Otomatik denge mekanizması, tam serbest ticaret, liberal dış ticaret dengesi, külçecilikten uzaklaşma, kâğıt paranın tavsiye edilir olması, para, faiz, emek vb kavramlar üzerine derinlemesine analizler yapılmaya bu dönemde başlanmıştır. James Steuart, devlet müdahalesini savunan “son merkantilist” olarak tarihteki yerini almıştır. Fransa’da uygulanan ve Colbertizm adı verilen merkantilist sistem, ağırlıklı olarak sanayi üretimine önem verdiğinden, tarımla uğraşan kesimin yoğun tepkisine sebep olmaktaydı. Uzun yılların getirdiği birikimin sonucu olarak, halk kurulu düzeni ortadan kaldırmak istemekteydi. Bunun sonucunda, liberalizme giden yoldaki en önemli adım atılmış ve “fizyokrasi” olarak adlandırılan iktisadî düşünce akımı ortaya çıkmıştır. Fizyokratlar; bir lidere sahip ve yazar kadrosu ile bir dergi etrafından bütünleşmiş olan ilk modern iktisadî düşünce okulu olarak kabul edilmektedirler. Kurucusu François Quesnay’dır. Doğal düzeni ve doğa kanunlarını ön plana almışlar; olayların gidişatına bırakıldığında bir şekilde kendi dengesini bulacağını iddia etmişlerdir. Bu düşünce akımının babası olarak John Locke gösterilmektedir. Dünyaca ünlü “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (Laissez faire, laissez passe) söyleminin sahibi yine fizyokratlardır. Böylece liberal düşünceye doğru olan eğilim gittikçe artmış ve Adam Smith’in 1776 yılında yayınlanan “Ulusların Zenginliği” adlı eseriyle, klasik iktisat düşüncesi ve liberalizm tam anlamıyla başlamıştır.. Cem Sultan Cem Sultan ya da Şehzade Cem (22 Aralık 1459, Edirne - 25 Şubat 1495, Napoli), II. Mehmed'in Çiçek Hatun'dan olma en küçük oğlu ve II. Bayezid'in küçük kardeşi. Ağabeyi II. Bayezid ile girdiği taht mücadelesiyle bilinir. 22 Aralık 1459 tarihinde Edirne Sarayı'nda doğdu. Annesi Çiçek Hatun'dur. Dört yaşına geldiğinde çeşitli hocalardan dersler almaya başladı. Bu eğitim 10 yaşına kadar sarayda devam etti. Rumca dâhil bazı dilleri öğrendi. 10 yaşındayken Kastamonu Sancak Beyliği görevi ile saraydan ayrıldı. Yanında bulunan iki lalası (Süleyman Çelebi ve Nasuh Çelebi) ve bu şehrin kültürel ve eğitim kaynakları dolayısıyla bu görevde de eğitimine devam etti. Bunun yanında sancak beyliği olarak siyaset ve kamu idaresi konularında pratik bilgiler, tecrübeler ve yetenekler kazandı. Şehzade Cem için 1472'de İstanbul'da sünnet töreni yapıldı. 1473'te Fatih Sultan Mehmed Uzun Hasan'ın üzerine doğu seferine gitti. Büyük şehzadeleri olan Şehzade Mustafa ve Sehzade Bayezid'i yanında götürdü. Cem'i lalaları ile geride Edirne Sarayı'nda kaymakam olarak bıraktı. O zamanlara sarayda iç oğlanı olan ve sonradan vatanı İtalya'ya dönerek hatıratını yazan Vicenza'li Angiolello bu dönem olaylarını hatıralarına geçirmiştir. Bu anılara göre Anadolu'ya geçen Fatih Sultan Mehmed'den Edirne'ye 40 gün kadar hiç haber gelmemişti. Bunu Sultan'ın başına gelen bir felaket olarak yorumlayan Şehzade'nin iki lalası onu sultan olarak ilan ederek saray halkının ona biat etmesini sağladılar. Fakat Fatih Sultan Mehmed bu seferde galip olarak geri dönüp bu olayı öğrenince çok sinirlendi. Şehzade'nin lalalarını (Süleyman ve Nasuh çelebileri) idam ettirdi. Fatih Sultan Mehmed'in bu olayı ciddi olan bir saray komplosu olarak görmesi mümkündü. Fakat belki de kendi gençliğinde babası II. Murad'ın kendine sultanlığı devrinden sonraki bir Melami şeyhine inanarak yaptığı hareketleri hatırlayarak, sonraki kararlarından bir toy, genç şehzadenin kandırılarak da bir yakışıksız hareket olarak gördüğü düşünülmesi çok olasıdır. Çünkü ertesi yıl Konya'da valiyken ölen Şehzade Mustafa'nın yerine Şehzade Cem'i Konya vali olarak atadı. 3 Mayıs 1481'de Fatih Sultan Mehmed'in ölümü üzerine yeni padişahı belirlemek için Amasya'da bulunan en büyük şehzade Şehzade Bayezid'e ve Konya'da bulunan en küçük şehzade Şehzade Cem'e haberciler gönderildi. Veziriazam Karamanlı Mehmet Paşa, Şehzade Ce
m taraftarıydı ve bu yüzden sultanın vefatını bir süreliğine gizlemeye çalışmışsa da bunu başaramamıştı. Duruma kızan Yeniçeriler ayaklanıp sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa'yı öldürdüler ve Şehzade Bayezid'in, İstanbul'da bulunan oğlu Korkut'u saltanat naibi ilan ederek onu tahta çıkardılar. Ancak Cem Sultan'a gönderilen haberci, yolda Şehzade Bayezid'in kayınbabası ve Anadolu Beylerbeyi olan Sinan Paşa tarafından yakalandı ve öldürülmesi neticesinde Cem Sultan haberi aldığında iş işten geçmiş, en büyük destekçisi sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa da yeniçerilerin isyanıyla öldürülmüştü. Cem Sultan, babasının vefatını dört gün sonra öğrenebildi. Şehzade Bayezid, İstanbul'a varır varmaz devlet idaresini eline aldı. Cem Sultan, babasının meşhur Kanunnâme'sine koydurttuğu "Her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola karındaşlarını nizam-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulemâ dahi bunu tecviz etmişlerdir..." hükmü gereği öldürüleceğinden emin olduğundan, Konya civarında topladığı bir miktar askerle Bursa'ya doğru ilerledi. Cem Sultan 4000 kadar askeriyle birlikte 27 Mayıs 1481'de İnegöl önlerine geldi. Sultan II. Bayezid, Ayas Paşa idaresindeki bir orduyu Cem Sultan'ın üzerine gönderdi. 28 Mayıs'ta yapılan muharebeyi kazanan Cem Sultan Bursa'da padişahlığını ilan etti. Kendi adına hutbe okutarak para bastırdı ve çeşitli fermanlar yayımladı. Bu saltanatı ancak yirmi gün sürdü. Sultan II. Bayezid'e gönderdiği arabulucularla, özellikle büyük halası Selçuk Sultan ile kendisinin Anadolu'da, Sultan Bayezid'in de Rumeli'de padişah olmasını ve Osmanlı topraklarını eşit olarak paylaşmayı teklif etti, kan dökülmemesini talep etmiş, Bayezid buna "Hükümdarlar arasında akrabalık yoktur." şeklindeki Arap atasözüyle karşılık vermişti. Bundan sonra taraflar daha üstün ve avantajlı duruma sahip olabilmek için gayret gösterdi ve Sultan II. Bayezid, ordusuyla birlikte Cem Sultan'ın üzerine yürüdü. Yenişehir Ovası'nda 20 Haziran 1481 tarihinde yapılan savaşı kaybeden Cem Sultan, Konya'ya geldi. Ancak Gedik Ahmet Paşa komutasındaki kuvvetlerin takibi sürünce, Cem Sultan yanına ailesini de alarak Osmanlı topraklarını terk ederek Ramazanoğulları toprakları olan Adana'dan, Memlûk Sultanlığı toprakları olan Halep'e geçip Kahire'ye gitti. Memlüklü Sultanı Kayıtbay onu törenle karşıladı. Fakat Kayıtbay Cem Sultan'in aradığı askeri desteği vermedi. Cem Sultan oradan da Hac mevsiminde Hicaz'a gitti. Cem Sultan, hacca giden ilk Osmanoğlu'dur. Orada yazdığı şiirlerinde saltanat kavgasından tamamen vazgeçtiği, hac farizasını yerine getirmenin verdiği iç huzuru taç ve tahta bile değişmek istemediği görülür. Hicaz'da bulunmakta iken Bayatlı Mahmud adli bir tarihçiyi erken Osmanlı tarihlerinden en önemlilerinden biri olan "Cam-i Cemayin" adlı tarih eserini hazırlamaya destek sağladı. Hac'dan sonra tekrar Kahire'ye gelerek çeşitli telkin ve tahriklerle yeniden talihini denemek istedi. 27 Mayıs 1482'de Konya'yı kuşattı. II. Bayezid'in yaklaşması üzerine kuşatmayı kaldırarak Ankara'ya gitti. Oradan da tekrar Mısır'a gidecekti, ancak yollar tutulmuştu. II. Bayezid bu defa Cem Sultan'a bütün masraflarının karşılanması şartıyla Kudüs'te ikamet etmesini teklif etti; ancak bu teklifi reddetti. Başta Karamanoğlu Kasım Bey olmak üzere etrafındaki bazı kimseler saltanat mücadelesine Rumeli'de devam etmesi tavsiyesinde bulundular. Ağabeyi Sultan II. Bayezid'den bir mektup aldı. Bu mektupta, padişahlıktan vazgeçtiği takdirde kendisine bir milyon akçe ödeneceği belirtiliyordu. Rumeli'ye geçmek için de Rodos şövalyelerinin gemilerini kullanacaktı. Bu sırada Rodos şövalyelerinden Pierre d'Aubusson onu Rodos'a davet etti. Rodos'a gelindiğinde (30 Temmuz 1482) Saint Jean şövalyelerinin reisi d'Aubusson ile varılan anlaşmaya göre şövalyeler Cem Sultan'a yardım edecekler, karşılığında Rodos'tan alınan adalar geri verilecek, daimi bir sulh olacak ve masraflarına karşılık 150 bin altın alacaklardı. d'Aubusson bu anlaşmayı yaparken Avrupa kralları ve Papa'ya da mektuplar göndererek Cem'in Rodos'da olduğunu, durumdan istifade ile bir haçlı ordusu meydana getirilmesini ve Türklerin Avrupa'dan çıkarılmasını teklif etmekteydi. Bu kıymetli rehinenin muhafaza edilmesi için de Fransa'nın uygun olduğunu müzakere etmekteydiler. Sultan Bayezid ise şövalyelere her yıl 45 bin düka altını vermek üzere bir anlaşma yaptı. Cem Sultan'ın Fransa'ya gönderilme kararı alınmasına rağmen hâlâ o, Rumeli'ye geçme planları yapmaktaydı. Rodos'tan Sicilya'ya oradan Nice Limanı'na gelindi ve bir süre kalındı. Cem Sultan'ın Fransa'dan başka bir ülkenin eline geçmesini Osmanlı Devleti açısından sakıncalı gören Sultan II. Bayezid, Fransa'ya bir elçi göndererek Cem Sultan'ın Fransa'da tutulmasını istedi. Dük ile dostluğu şövalyeleri rahatsız ettiğinden önce Lyon daha sonra da Pouêt adlı kaleye getirildi. Burada Sultan Bayezid'in elçisi Cem Sultan'la görüşmek istedi ise de, bu mümkün olmadı. Yeniden yapılan bir anlaşma ile Cem Sultan'ın Papaya VIII. Innocentius teslim edilmesine karar verilince şehzade yeniden yollara düştü. Böylelikle Cem Sultan'ın Fransa macerası 6,5 yıl sürmüş oldu. Marsilya yolu ile Toulon'a oradan da 14 Mart 1489 günü Roma'ya gelerek Papa ile görüştü. Cem Sultan'ı kullanmak isteyenlerden birisi de Papa VIII. Innocentius idi. Papa, Cem Sultan'ı bahane ederek Osmanlılara karşı bir haçlı seferi düzenlenmesini istiyordu. Ancak bunda başarılı olamayınca Cem Sultan'a Hıristiyan olma teklifinde bulundu ancak Cem Sultan bunu kesinlikle reddetti. Cem Sultan'ın tek arzusu Mısır'da bıraktığı annesi ve çocuklarına kavuşmaktı. Ancak Papa'nın başka plânları vardı. Çeşitli tekliflerde bulundular. Cem Sultan bunları "din-i mübin-i İslâma ihanet edemeyeceği ve dinini cihan saltanatına değişmeyeceği" cevabıyla geri çevirdi. Roma'da 5 yıl 11 aydan fazla kalındı. Başta Macaristan Kralı olmak üzere Memlûklu Sultanı ve diğerlerinin Cem Sultan ile ilgili talepleri Papa'yı çok zor durumda bıraktı. Bu sırada hem Cem Sultan'a hem de Papa'ya suikast teşebbüsleri olmaktaydı. Fransa Kralı VIII. Charles'in ısrarlı talepleri üzerine, Cem ona teslim edilmek üzere Napoli'ye doğru yola çıkıldı ancak yolda fenalaştı. Muhtemelen teslimden önce Papa tarafından zehirlenmişti. Uygulanan bütün tedavi yöntemleri netice vermeyince şehzade, "Ailesinin Mısır'dan İstanbul'a getirilip gözetilmesi, kendisine hizmet edenlerin memnun edilmesi ve ölüsünün mutlaka Osmanlı ülkesine getirilmesi" şeklindeki vasiyetini yazdırdı. Sultan Cem'in Roma halkının fakirlerine para vermesi, Avrupa'da Cem Sultan'ın bu hareketi taraftar toplama olarak karşılandı. Cem Sultan vakası Osmanlı tarihinde Yıldırım Bayezid'in Timur'un elinde esir düşüp, demir kafese hapsedilmesinden sonra ikinci büyük hadisedir. Rumeli'den tekrar Osmanlı topraklarına gelmek isteyen Cem Sultan, 14 yıl esir hayatı yaşadı. En son Papa'nın elinden Fransız Kralı tarafından kurtarılmış, ancak büyük bir ihtimalle zehirlendiği için bir hafta içinde yolda vefat etmiştir. Cem Sultan'ın bakım masrafları için Papa, Sultan II. Bayezid'den yılda 40.000 altından fazla para kopartmayı başarmış, Cem Sultan'ı serbest bırakma tehditleriyle de Osmanlı fetihlerini durdurmuştu. Bu olay ileride Şehzade katli için de önemli bir mesnet teşkil etmiştir. Cem Sultan, 25 Şubat 1495'te vefat etti. II. Bayezid, kardeşi Cem Sultan'ın naaşı için para vermeyi reddetti. Bunun üzerine Cem Sultan'ın naaşı uzun süre alıkonmuştur. 1499 senesinde II. Bayezid ilginç bir şekilde Cem Sultan'ın naaşı için Napoli'ye savaş ilan etti. Bunun üzerine Napoli Cem Sultan'ın naaşını bir gemiye yükleyerek Osmanlı'ya teslim etti. Şehzade Cem'in naaşı Bursa'da büyükbabası Sultan II. Murad'ın yaptırdığı caminin bahçesine kardeşi Şehzade Mustafa'nın yanına gömüldü. Annesi ve çocuklarının ne oldukları da acıklıdır. Cem Sultan'in annesi Çicek Hatun oğlu Mısır'dayken onunla mektuplaştığı belgelenmiştir. Çicek Hatun Mısır'da 1495'te vebadan ölmüştür. Cem Sultan'in oğullarından olan Oğuz daha üç yaşındayken babası Fransa'ya götürüldüğü zaman 1482'de amcası II. Bayezid'in tarafından boğdurulması emredildiyse de zehirlenerek öldürüldü. Sultan Cem'in diğer oğlu Murad, Rodos'ta kalmış ve bağnaz muhitte vaftiz edilip Hristiyan olmuştur. Murad, kendi oğlu ile birlikte Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos kuşatmasında şövalyelerin yanında bulunmuştu. Rodos Osmanlı kuvvetleri tarafından ele geçirildikten sonra herkesin kaleyi serbestçe terk ettiği halde, Cem'in oğlu Murad ve torunu yakalandı ve fetihten sonra I. Süleyman'ın emriyle boğularak öldürüldü. Yüzyıllar sonra dahi Avrupa’da kalan bir-iki torununun soyundan gelenleri, bugünün Osmanlı hanedanı Cem Sultan’ın torunlarını kuzen olarak tanıyor, ama aralarına almayı kabul etmiyorlar. Kanuni Rodos'u fethettiği zaman Hristiyan olan torunlarını katletmiştir. Sultan şâirler arasında şiirlerinde şahsî duygularını ifade etmede en başarılı sayılanı, Cem Sultan'dır. Şiir ve edebiyatla çok küçük yaşlardan beri meşgul olmuş bir şehzâde olan Cem'in çevresinde, adına "Cem şâirleri" denen bir grup şâir bulunmuştur. Cem Sadisi, Haydar Bey, Sehâî, Kandî, Şâhidî gibi dönemin ünlü şairlerinden oluşan bu gruptan bazı şâirler, Cem'i gurbette de yalnız bırakmamışlardır. Cem Sultan, şiirlerinde yaşadığı sıkıntıları, oldukça duygulu bir anlatımla dile getirir. Cem'in "Fal-i Reyhan" adli 48 beyitlik manzum bir çiçek falı bulunmaktadır. Cem Sultan'ın biri Farsça diğeri Türkçe olmak üzere iki divanı vardır. Ayrıca ve Hüsrev ü Şirin adlı mesnevisi vardır. Divan’ı baştan sona neredeyse hüzünle doludur. The Borgias dizi filminde Cem Sultan'ı Elyes Gabel canlandırmıştır. Fethiye (anlam ayrımı) Omurgalılar Omurgalılar (), hayvanlar aleminin şubesine ait bir alt şubedir. Omurgalıların en karakteristik özelliği, birbirini takip eden omurlardan yapılmış bir omurgaya sahip olmalarıdır. Omurga sütunu çok kuvvetli bir destektir, fakat aynı zamanda eğilebilir bir yapıdadır. Aşağı omurgalılarda, omurga kıkırdak halinde olmasına rağmen, yüksek yapılı omurgalılara doğru kemikleşmeye başlar. Birço
k omurgalıda omurgaya iki çift ön ve arka üyelerde tutunur. Vücut bilateral (iki yanlı bakışımlı) simetriktir. Baş, gövde ve kuyruk olmak üzere üç kısma ayrılmıştır. Sölom yani vücut boşluğu yalnız gövde bölgesinde bulunur. Sindirim kanalı bel kemiğinin karın (ventral) tarafındadır. Dolaşım sistemi kapalıdır. Yürek en az iki, en çok dört boşluk ihtiva eder. Kanın alyuvarlarında hemoglobin denilen solunum pigmenti vardır. Hemoglobin, kana kırmızı rengi verir. Boşaltım organları çifttir. Boşaltım ve üreme organı açıklıkları, tek veya ayrı ayrı olarak bulunur. İki çift ekstremiteleri vardır. Bunlar balıklarda bulunan göğüs ve karın yüzgeçleri, karada yaşayanlarda ise ön ve arka bacaklardır. Suda yaşayanlar solungaç, havadakiler akciğer solunumu yapar. Kafatası içinde muhafaza edilen karmaşık yapılı bir beyinleri vardır. Fethiye Fethiye, Muğla'nın 13 ilçesinden birisidir. Kentin eski adı Meğri'dir. Bu ad, Rumca'da "uzak diyar" anlamına gelen "Makri"'den gelir. Özellikle turizm açısından gelişmiştir. Muğla ilinde nüfus açısından Bodrumdan sonra ikinci büyük ilçe olan Fethiye, gerek nüfus açısından gerek konum açısından Muğla'dan ayrılıp il olmaya çalışmaktadır. Ama büyükşehir yasası buna izin vermemektedir. Fethiye, Akdeniz Bölgesi'nin batısında, Muğla iline bağlı bir ilçedir. Yüzölçümü 3.059 km²'dir. Muğla ili de dahil en geniş yüzölçümüne sahiptir. Doğu ve Güneydoğu'su Antalya ili, güneyi, güneybatısı ve batısı Akdeniz, kuzeybatısı Dalaman ilçesi, kuzeyi Denizli ve Burdur illeriyle çevrilidir. Antik Telmessos kentini de içinde saklayan Fethiye ilçesi, Fethiye Körfezi'nin doğusunda, Fethiye ovası'nın güneybatısında yer alır. İzmir-Muğla üzerinden gelerek; Antalya'ya ulaşan kıyı yolu 1 km. doğusundan geçer. Bu yolla, il merkezi Muğla'ya uzaklığı yaklaşık 130 km'dir. Fethiye, pek çok önemli depremler geçirmiştir. 1856 yılında bir deprem olduğu bilinmektedir. Ancak, 25.04.1957 tarihinde, saat 04.25 'de 7.1 büyüklüğünde deprem meydana gelmiş ve 67 kişi ölmüş, 3200 adet binada hasar meydana gelmiştir.Tekrar inşa edilen Fethiye'de şu an modern bir liman ve marina vardır. 10 Haziran 2012 tarihinde Ölüdeniz açıklarında 6.1 şiddetinde meydana gelen depremde can ve mal kaybı olmamış fakat birçok ev ve işyeri hasar görmüştür. Bugünkü Fethiye kenti yakınlarındaki Belen'de, M.Ö. 3000'lerde kurulduğu sanılan antik Telmessos kenti, Likya'nin Karya sınırında yer alıyordu. Uzun bir süre Likya'ya karşı bağımsızlığını koruduktan sonra, M.Ö. 6. yüzyıl ortalarında Pers egemenliğine girdi. M.Ö.5. yüzyılda Delos Birliği'ne, M.Ö.362'de de Likya'ya katıldı. Ardından Likya'yı topraklarına katan Perslerin Karya Satrapı Mausolos'un eline geçti. M.Ö.333'te Anadolu'yu Persler'in istilasından kurtaran İskender'in egemenliğini Selevkoslar'ın yönetimi izledi. M.Ö.3. yüzyıl sonlarında Mısır'daki Lagos Hanedanı'na bağlandı. M.Ö.188'de Pergamon (Bergama) Krallığı'nın egemenliğine girdi. Pergamon Krallığı'nın M.Ö.133'te yıkılmasından sonra kısa bir süre bağımsız kaldı ve Rodos'la işbirliği yaparak Pontus Kralı Mithradates'e karşı koydu. Daha sonra Roma ve Bizans yönetiminde yaşadı. 8. yüzyılda Anastasiuopolis, 9. yüzyıldan sonra da anılmaya başlandı. 1284'te Menteşeoğulları'nın yönetimi altına girdi; 1424'te Osmanlı topraklarına katıldı. Zamanla Meğri'ye dönüşen adı, 1914'te uçağı düşen ilk hava şehitlerinden Fethi Bey'in anısına Fethiye olarak değiştirildi. 19. yüzyıl sonlarında Aydın vilayetinin Menteşe Sancağı'na bağlı bir kaza merkezi olan Fethiye, 11 Mayıs 1919 ile 20 Haziran 1920 tarihleri arasında İtalyan işgali altında kaldı. Ölüdeniz gibi mavi bayraklı ve dünyada eşi bulunmayan bir kumsalı bulunan Fethiye, Türkiye'nin önemli turizm merkezlerinden biridir. "Af Kule" gibi dalış bakımından çok uygun yerlere sahiptir. Turizme açılmış birçok mağara mevcuttur. Doğal yapısı ile Yamaç paraşütü gibi alternatif sporlar yapılmaktadır. "Kelebekler Vadisi" ve "Kabak Koyu" gibi doğası bozulmamış çok özel bölgeler vardır. Günlük turlar ile 12 Adalar diye adlandırılan adalar ziyaret edilebilir. Ölüdeniz kumsalı 2006 yılında %82 oyla dünyanın en güzel kumsalı seçilmiştir. Ölüdeniz dışında Fethiye civarındaki birbirinden güzel kumsalları: Belcekız (Belceğiz), Çalış Kumsalı, İztuzu Kumsalı (Dalyan), Kabak Koyu Kumsalı Bu kadar alternatifin yanında antik çağlardan kalmış kent kalıntıları ile kültür turizmine de açıktır. Fethiye çevresindeki antik kentlerin bazıları şöyledir: Telmessos, Kaunos, Kadyanda, Tlos, Pınara, Letoon, Sidyma ve Ksantos. Bunların dışında zengin eserleriyle Fethiye Müzesi de turizme hizmet etmektedir. "Şövalye Adası:" Tarihte Meğri adası, "Fethiye Adası" isimleriyle de anılan "Şövalye Adası"; Fethiye körfezini kapatan ince uzun, lades kemiği şeklinde bir adadır ve limanı korunaklı bir yer haline getirir. Bölgeyi çevreleyen adalar zincirinde üzerinde yerleşim yeri bulunan tek adadır. Şövalye adasının batısında Kızılada, doğusunda Çalış Kumsalı, güneyinde Fethiye, kuzeyinde açık deniz vardır. Limanın tam göbeğinde olan yerleşiminden dolayı gün boyu güneş ışığını takip eder. Şehrin profesyonel futbol takımı Fethiyespor 2014-2015 sezonunda Spor Toto 2. Lig Beyaz Grupta mücadele etmektedir. Telmessos Telmessos, Fethiye'deki ilk yerleşim bölgesi olan antik kent. Akdeniz kıyı bandında kurulduğundan günümüze kadar yerleşimin kesintisiz sürdürüldüğü tek merkez konumundaki Fethiye veya antik ismi ile Telmossos kentinin geçmişi filolojik bazı tespitlere göre MÖ 3. binlere kadar gitmesine karşın o dönemleri teyid edecek eserlere henüz rastlanmış değildir. Antik dönemden itibaren karşılaşılan pek çok deprem ve yeni yerleşim anlayışı antik dönem yapılarının zaman içerisinde kaybolmasına neden olmuştur. Ancak modern kentin güneyindeki kayalıklara oyulmuş mezarlar ile şehrin çeşitli noktalarında yer alan lahit mezarlar antik çağdan günümüze ulaşan en eski kalıntılar olarak değerlendirilmektedir. Kaya mezarlarından en ünlüsü ve en görkemlisi hiç şüphesiz sol ante duvarı üzerindeki yazıta göre Amyntas mezarıdır. Son yıllarda müzenin yaptığı kazılarda ortaya çıkarılan tiyatro kalıntısı, kentin Antik Dönemdeki yerleşimi ve teşkilatı hakkında bazı bilgiler vermektedir. Shiretoko , Japonya'nın Hokkaido'da bulunan yer. Elias Canetti Elias Canetti (d. 25 Temmuz 1905 – ö. 14 Ağustos 1994), modernist romancı, oyun yazarı, anı ve kurgusal olmayan düzyazı yazarı. Eserlerini Almanca yazan Canetti, "geniş bir bakış açısı, fikir zenginliği ve sanatsal güç ile işaretlenmiş yazıları için" 1981 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. 25 Temmuz 1905'te, Rusçuk'ta (Bulgaristan) yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğan Elias Canetti, 1905'ten 1911'e kadar ailesiyle Rusçuk'ta yaşamıştır. Daha sonra aile İngiltere'ye taşınmış, babanın 1912 yılında vefat etmesiyle ise Viyana'ya gitmişlerdir. Viyana'da aile yeni bir hayata adım atarken, Canetti Ladino, Bulgarca, İngilizce ve biraz da Fransızca konuşabiliyordu. Fakat, sadece 7 yaşındayken geldiği Viyana'dan itibaren genellikle kullandığı dil Almancadır. Gelecekte kaleme alacağı önemli eserlerini de Almanca yazmıştır. Viyana'dan da taşınarak aile sırasıyla Zürih ve Almanya'da yaşamıştır. 1924 yılında Canetti Almanya'da liseden mezun olur ve kimya eğitimi görmek için aynı yıl Viyana'ya gider. Viyana'da geçirdiği yıllarda ise ömür boyu en büyük tutkusu olacak edebiyatla ilgilenmeye başlar. Viyana Üniversitesinden 1929 yılında kimya lisansını tamamlayarak mezun olur. Daha öğrenciyken yazmaya başlamış ve Viyana'daki edebiyat çevrelerine girmiştir. 1930’ların başlarında ABD’li yazar Upton Sinclair’in yapıtlarını Almanca’ya çevirdi. 1934’te kendisi gibi yazar olan, 1963’te kaybedeceği Veza Taubner ile evlendi. Bu arada Hochzeit (Düğün) ve absürt tiyatronun ilk örneklerinden olan Die Komödie der Eitelkeit (Kibir Komedisi) adlı oyunları yazdı. 1967’de Viyana’da sahneye koyulan Die Befriesteten (Sayılı Gün) insanın öleceği zamanı tam olarak bilmesi durumunda ne olacağını sorusunu soruyordu. Nazilerin Avusturya'yı işgal etmesinden çok kısa bir süre önce Paris'e, Paris'ten de Londra'ya geçti. Hayatının büyük bir bölümünü İngiltere'de geçirdi. 1970lere kadar yaşadığı İngiltere'den 1952 yılında vatandaşlık kazanmıştır. 1971’de ikinci evliliğini yapacağı, restoratör Hera Buschor’un işi gereği sık sık geldiği İsviçre’de de bir ev edindiyse de, bu döneme kadar İngiltere dışına hemen hiç çıkmadı. Yazarın Hera Buschor’dan bir kızı olduğunda yaşı altmış sekizdi. Hayatının son 20 yılını Zürih'te geçirdi ve 1994 yılında aynı kentte öldü. Elias Canetti, vasiyeti üzerine ünlü yazar James Joyce'unkinin yanına kazılan bir mezara gömülmüştür. Elias Canetti yaptığı ilk tasarılarda sekiz romandan oluşacak ve -Balzac'ın Comedie Humaine'inden esinlenerek- Comedie Humaine an Irren(Türkçe: İnsanlığın Yanılgılar Komedisi) adının taşıyacak bir roman dizisi yazmayı öngörmüştü. Ancak çalışmaları ilerledikçe bu sekiz romandan biri üzerine yoğunlaşan Canetti, kitabı 1930-1931'de yani bir yıllık bir sürede ve henüz 26 yaşındayken tamamladı. Kitap 1935’te Viyana'da yayınlandı ve kısa bir süre sonra Nazi yönetimi tarafından yasaklandı. Roman yayımlandıktan sonra birçok edebiyat otoritesinin ilgisini çekmiş ve İngiltere, Fransa ve Amerika'da yoğun ilgi görmüştür. Gariptir ki, Almanca kaleme alınmış bu eser Almanya'da uzun süre ilgi görmemiş, ancak 1963'deki üçüncü baskısıyla hak ettiği üne kavuşabilmiştir. Uygarlığın yıkılışıyla insanoğlunun aşağılanması, romanın konusunu oluşturur. Körleşme, “dehşet”in romanıdır. “Yüzyılı gırtlağından yakalamaya çalışan” bu eserde Canetti, ontolojik yabancılaşmayı ve seküler dünyanın mekanik dinamiklerini romanın kahramanı, döneminin en ünlü sinoloğu olan Prof. Kien ile serimlemeye çalışır. Kendini insanlardan tamamıyla soyutlamış, insanları değersiz ve küçük gören, Viyana’da 25 bin kitabı ile beraber yaşayan, “odası dünyası kadar büyük” olan Prof. Kien’in tek tutkusu kitapları ve bilimdir. Özellikle kadınlardan nefret etmesine karşın, nasıl oluyorsa, hayatına son derece sıradan, cahil, açgözlü
ve bencil bir hizmetçi kadın girer; Therese... Profesör, bu kadından kurtulmaya çalışırken, sineklerden bile değersiz bulduğu, yaşama haklarını bile fazla gördüğü insanların oyuncağı olur ve yıkıma sürüklenir. Canetti ""kitle"" olgusu ile ilgilenmeye daha 1925 yılında karar vermiştir. Daha sonra 1933 yılında Hitler'in Almanya'da iktidara gelmesi, Canetti'nin 1925'den beri ilgilendiği ""kitle"" olgusuyla ""iktidar"" olgusu arasındaki olası ilişkileri düşünmesine ve çözümlemeye çalışmasına neden olur. Kitle ve iktidar üzerine olan fikirlerini ""Kitle ve İktidar"" (Masse und Macht) ismiyle 1960 yılında yayımlamıştır. Kitabın ilk yarısı kitlenin değişik türlerinin dinamiklerinin çözümlemesine ayrılır. İkinci bölüm ise kitlenin yöneticilere neden ve nasıl itaat ettiği üzerinde yoğunlaşır. Canetti Hitler’i hükmettiği kitlenin büyüklüğünden başı dönen paranoyak bir yönetici olarak sunar. Yahudilere yapılan zulmü Almanya’nın enflasyon deneyimiyle bağlantılandırmaktadır. Canetti, Nobel Edebiyat Ödülü (1981) başta olmak üzere birçok ödül kazanmıştır. Kazandığı başlıca ödüller : Kaunos Muğla Dalyan'a yakın Köyceğiz sınırları içinde bulunan, bir diğer adı da "Kbid" olan antik kent. Dalyan, Ortaca boğazının öbür yakasında bulunan kent bir mitosa göre Miletos'un ikiz çocuklarından biri olan Kaunos tarafından Karya - Likya sınırında kurulmuştur. Antik Çağ'da bir liman kenti olan Kaunos günümüzde kıyıdan hayli içeride kalmıştır. Kente girişte kaya mezarları ziyaretçilerin ilgisini çeken eserlerdir. Diğer taraftan kenti tahkim eden yaklaşık 3 km. uzunluğundaki sur duvarları, Stoa, agora, çeşme, hamam, tiyatro ve tapınak kalıntıları Kaunos'un Antik Dönemde teşkilatı tam bir kent olduğunu ortaya koymaktadır. Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerinde hayli yaygın olarak yerleşim geçiren kent, M.S. yüzyılda terkedilmiştir. Yukarı Akropol Orta Çağ'da bir ara tahkim edilerek kullanılmışsa da, bu yerleşim fazla uzun süreli olmamıştır. Kaunos'a genelde Dalyan'dan deniz motorları ile gidilmektedir. Motorlardan inip bir kilometre kadar yokuş yukarı yürümek gerekir. Antik kentin etrafını surların çevrelediği görülür. Litvanya'nın bir şehri olan Kaunas ile karıştırılmamalıdır. Kadyanda Kadyanda, Fethiye yakınlarındaki Likya "antik kenti". Fethiye'ye 24 km. mesafede Üzümlü Beldesi'nin güney - doğusunda bir tepede kuruludur. Antik Çağda Kaunos - Araxa yolu üzerinde bulunuyordu. Kadyanda örenyerinde, kenti çevreleyen sur duvarının bir bölümü, kaya mezarları ve Likçe kitabeler en erken döneme tarihlenebilen kalıntılardır. Bunlardan ayrı olarak, Roma Döneminde de onarım görerek kullanılmış Helenistik Dönem tiyatrosu, hamam, koşu pisti, agora, hangi tanrıya ait olduğu bilinmeyen tapınak kalıntısı ve yoğun sivil yapı izleri, Kadyanda örenyerinin Antik Dönemde yerleşim geçirmiş tam bir kent özelliğini ortaya koymaktadır. Buradan Fethiye körfezi, özellikle de Fethiye ve limanı rahatlıkla görülebilmektedir. Antik şehrin etrafı hatta bazı bölgeleri de çam ağaçlarıyle kaplıdır. Günümüzde buraya giden yolun Üzümlü Beldesinden birkaç kilometre sonrası topraktır ve engebelidir. Tlos Tlos. Likya'nın en önemli yerleşimlerinden biri olan Tlos Antik Kenti, Fethiye İlçesi’nin yaklaşık 42 km doğusundaki Yaka Köyü sınırları içerisinde kalmaktadır. Bölgenin en yüksek dağları olan Akdağlar'ın (Kragos) sarp batı yamaçlarında başlayan antik yerleşim, Eşen Nehri'nin getirdiği alüvyonlarla oluşmuş vadi düzlüğüne kadar ulaşır. Ayrıca güneydeki Saklıkent Kanyonu ile kuzey yönde bulunan Kemer Beldesi antik kentin egemenlik sınırlarını çizer. Savunmaya elverişli dağlık arazi yapısı ve Eşen Ovasına hakim konumuyla öne çıkan kentin antik komşuları arasında kuzeyde Araxa, kuzeydoğuda Oinoanda, kuzeybatıda Kadyanda, güneyde Xanthos, güneybatıda Pınara ve batıda Telmessos şehirleri yer almaktadır. Böylece Tlos yerleşiminin başka hiçbir Likya kentinde olmadığı kadar geniş bir coğrafyaya yayıldığı anlaşılır ki, bundan dolayı Hitit kaynaklarında Tlos için “şehir” yerine “ülke” ifadesi kullanılmıştır. Gerçi Tlos Antik Kenti için kullanılan ülke ifadesi şaşırtıcı gözükmektedir. Ancak ele geçen yazıtlardan antik kentin çok sayıda semt ve mahallelerden oluştuğu, çevresinde ise merkeze bağlı pek çok köy yerleşiminin bulunduğu bilinmektedir. Eski Yunan mitoslarına göre her antik kentin bir kuruluş efsanesi ve bir de kurucu kahramanı vardır. Tlos'un kuruluş efsanesi de Hellen mitoslarına dayandırılmış ve Tlos kent adının Tremilus ile Praksidike’nin dört oğlundan biri olan “Tloos”dan geldiğine inanılmıştır. Hatta Pinaros, Xanthos ve Kragos’un onun kardeşleri olduğu kabul edilmiştir. Bahsi geçen mitolojik aktarımların en erkeni, MÖ 5. yüzyıla tarihlenen tarihçi Herodotos’un çağdaşı ve ayrıca Homeros ekolünden geldiği bilinen Halikarnasos’lu Panyasis’e aittir. Benzer bir inanışın uzun yıllar boyunca kabul gördüğünü gösteren diğer bir antik kaynak ise, MS 6. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Byzantion’lu Stephanos’dur. Stephanos Byzantinos yazdığı “Ethnika” isimli coğrafi kitapta Panyasis’in aktarımlarını aynen kopyalamıştır. Homeros zamanından itibaren bilinen tüm antik kaynaklarda Likya halkının Hellen kökenli olduğu vurgulanmıştır. Bundan dolayı, özellikle batı ve güney Anadolu kıyılarında filizlenen gelişmiş kültürlerin yaratıcılarının, MÖ 12. yüzyıl öncesinde Dor istilasından kaçan ve Anadolu’ya sığınan Akha Hellenleri olduğu kabul edilmektedir. Ve hatta Troya savaşı ardından ülkesine dönmeyen bazı Akha ordularının da bu bölgelere yerleştiğine inanılmaktadır. Ancak bu inanışın gerçeği ne kadar yansıttığı tartışma konusudur. Çünkü Homeros, İlyada destanında tüm Anadolu halklarının birleşerek Troya önlerinde Akha birliğine karşı savaştığını etraflıca anlatmıştır. Anadolu halklarının dış güçlere karşı oluşturduğu bu birliktelik Troya savaşları öncesinden de bilinmektedir. Örneğin Hitit Kralı II. Muwattali ile Mısır firavunu II. Ramses önderliklerinde gerçekleşen Hitit-Mısır savaşı esnasında, tüm Anadolu halkları bir araya gelerek Hitit’lerin yanında savaşmıştır. Bu birliktelik, daha sonra II. Hattuşili zamanında imzalanan Kadeş Barış Antlaşması’nda da kendini gösterir. Dolayısıyla Homeros ve onu izleyen tüm antik kaynak aktarımlarında Anadolu halklarının hellenleştirilme ideolojisi politik bir olgudan öteye gidemez nitelikte gözükmektedir. Çünkü bu ideoloji ilk kez Homeros aktarımlarında vardır ve MÖ 8. yüzyıldan önce bu teori ile ilgili hiçbir yazılı belge bulunmamaktadır. Anadolu ve Mısır’dan bilinen yazılı belgeler ise, mevcut inanışın tam tersi bir bilimsel gerçeğe işaret etmekterdir. Likyalıların daha ege göçleri öncesinde bu topraklardaki varlığı bugün epigrafik ve arkeolojik buluntularla belgelenmiştir. Örneğin bölgenin coğrafi olarak tanımlanmasında kullanılan Lukka/ Lukki ifadeleri hem Hitit hem de Mısır metinlerinden, MÖ 15. yüzyıldan itibaren bilinmektedir. Gelidonya Burnu ve Uluburun batıkları ise dönemin arkeolojik kalıntılarını oluşturur. Benzer Bronz Çağ buluntularına son yıllarda kıyı Likya şehirlerinde de rastlanılmaktadır. Dolayısıyla Likyalıların Hellen soylu olduğu ve isimlerini Atina kralı Pandion’un oğlu Lykos’dan aldığı mitos inancı gerçeği yansıtmamaktadır. Doğrusu, Lykia ifadesinin yunancalaştırılmış bir kelime olduğudur. Diğer yandan Likyalılar kendilerini Trmmili, ülkelerini ise Trmmise olarak tanımlamışlardır. Homeros’un Likyalılar için kullandığı Termilai ifadesi Trmmili ile özdeştir. Trmmili ya da Termilai kelimelerinin bugünkü Dirmil/ Altınyayla yerleşimi ile aynı olduğu, Claudius Dönemi’nde dikilen Patara Yol Klavuz Anıtı üzerindeki Trimili ifadesiyle kesinlik kazanmıştır. Bununla da Herodotos’un Trmmili halkının Girit adasından geldiği aktarımının gerçeği yansıtmadığı anlaşılır. Eğer Likya halkı bölgeye başka bir yerden göç ederek gelmiş ise, onların anavatanı Eşen Irmağı’nın doğduğu ve bereketli toprakların bulunduğu bugünkü Dirmil ve yakın çevresi olmalıydı. Tlos isminin de Hellenler’le hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Tlos kent adı Likçe bir ifade olan “Tlawa” kelimesinden türetilmiştir. Tlawa ismi ise, MÖ 15. yüzyıldan itibaren Hitit metinlerinde pek çok kez karşılaştığımız Lukka toprakları içerisindeki “Dalawa” yerleşimi ile özdeştir. Dalawa isminin geçtiği Hitit kaynakları arasında Konya-Yalburt’da bulunan ve üzerinde büyük Hitit kralı IV. Tuthaliya'nın (MÖ 1250-1220) Lukka seferinin anlatıldığı açık hava tapınağı ortostatları büyük önem taşımaktadır. Söz konusu ortostatlardan 14. ve 15. bloklar üzerinde: “Dalawa Ülkesi’ne indim. Dalawa Ülkesi’nin kadınları ve çocukları önümde eğildiler”, ifadesi okunmaktadır. Yalburt hieroglif yazıtlarından tüm Likya Bölgesinin Büyük Hitit Krallığı Dönemi’ndeki varlığı ve Hititlerle olan yakın ilişkisi açıkça görülebilmektedir. Yazılı belgelerde vurgulanan Tlos’daki Hitit Dönemi yerleşimi bugün antik kentte ele geçen arkeolojik buluntularla da desteklenmektedir. Özellikle Geç Bronz Çağ’a tarihlenen buluntular arasında taş balta ve el aletleri ile farklı formlar gösteren bronz baltalar, hançer ve ok ucları örnek gösterilebilir. Ancak bu bölgede yaşayan ilk insanların geçmişi hem Tlos kazılarında ele geçen arkeolojik kalıntılar hem de Tlos teritoryumunda yer alan Arsa ve Girmeler mağara/ höyük buluntuları ışığında Hititler zamanından çok daha öncesine geri gitmektedir. Özellikle 2009-2010 yıllları araştırmaları esnasında Tlos’da gün ışığına çıkartılan taş baltalar ve çakmaktaşı el aletleri ile Girmeler Mağarası önündeki höyük kalıntısında tespit edilen buluntular arasında büyük benzerlik bulunmaktadır. Girmeler Mağarası önündeki buluntular içerisinde Hacılar ve Kuruçay seramikleriyle yakın benzerlik gösteren çömlek parçaları da yer almaktadır. Benzer seramikler Arsa Köyü sınırları içerisinde yer alan Tavabaşı Mevkii mağaralarında da tespit edilmiştir. Bahsi geçen tüm arkeolojik buluntular yapılan stilistik ve tipolojik incelemeler doğrultusunda Geç Neolitik Dönem’e kadar tarihlenebilmektedir. Ayrıca Tavabaşı Mevkii mağaralarının dış yüzeylerinde bulunan farklı ikonogra
fideki kaya resimleri de benzer örnekler ışığında yine aynı döneme verilmektedir. Dolayısıyla Batı Likya Bölgesi’nin Eşen Nehri havzasında Neolitik Dönem’den itibaren kullanılan diğer mağara veya höyük yerleşimlerinin bulunması muhtemeldir. Diğer yandan Elmalı Ovası ve Doğu uzantısında bulunan Hacılar, Kuruçay, Bademağacı ve Höyücek gibi Neolitik Dönem yerleşim buluntuları ile yapılan karşılaştırmalarda her iki bölge arasında yoğun ticari ilişkilerin bulunduğu da anlaşılmıştır. Böylece Orta Anadolu Neolitiği’nin Batı Anadolu kıyılarına kadar olan uzantısı ilk kez arkeolojik verilerle belgelenmiştir. Tlos ve yakın çevresinde Neolitik Dönem ile başlayıp Demirçağ’a kadar kesintisiz devam eden yerleşim izleri tespit edilmesine rağmen, Demirçağ başlangıcından MÖ 540 yıllarındaki Pers istilasına kadar geçen süreye ait pek fazla arkeolojik buluntu ele geçmemiştir. Sadece MÖ 2. binyılı sonlarına tarihlenen ve gri seramik olarak da adlandırılan küçük çömlek parçaları ile az sayıda Geometrik Dönem seramikler ancak günümüze ulaşabilmiştir. Söz konusu döneme ait buluntular uzun yıllardır kazıları devam eden diğer Likya kentlerinden bilinmektedir. Tlos Kazıları oldukça yenidir ve dolayısıyla zaman içerisinde bahsi geçen döneme ait yeni arkeolojik veriler beklenmektedir. Başlangıçtan itibaren tüm Likya kentleri arasında ethnos-polis düşüncesine dayanan askeri (symmachia-epimachia), politik (sympoliteia) ve dini (amphiktionia) bir birliktelik bulunmaktaydı. Söz konusu birlikteliğin başlangıcı, MÖ 15. yüzyılda oluşturulan Batı Anadolu’daki Assuwa/Arzawa konfederasyonuna tüm Likya kentlerinin “Luggalılar” kimliği altında katılımında hissedilir. Benzer bir birlik oluşumu Hitit Kralı II. Muwattali ile Mısır Firavunu II. Ramses önderliklerinde gerçekleşen Hitit-Mısır savaşı esnasında “Lukka Ülkesi” adıyla Hitit’lerin yanında yer almalarında da gözlemlenir. Lukka kimliği altında Mısır’a ve Kıbrıs’a saldırmaları da yine bu birlik oluşumunun somut bir göstergesidir. Bunlardan başka, Troya savaşları esnasında Akha Hellenleri’ne karşı kral Sarpedon önderliğinde Lukka ordularının da ön saflarda yer almaları, söz konusu birlik oluşumunun MÖ 2. binde ne kadar kuvvetli olduğunun önemli diğer bir ifadesidir. Likya halkının bu organize görünümü sadece MÖ 2. binli yıllarla sınırlı kalmamış, Demir Çağ’dan itibaren de pek çok benzer örnek olduğu bilinmektedir. Herodotos’un Likyalılar ile ilgili aktarımlarında benzer bir düşünce özellikle vurgulanmıştır. MÖ 452-445 yılları arasındaki Atik Delos Birliği listelerinde “Likyalı” kavramının kullanılması, Pers veya Yunan egemenliğine karşı Likya şehirlerinin ortak savunma yapma planları yine bu birliktelik düşüncesinin somut göstergeleri olarak kabul edilebilir. MÖ 2. yüzyıl ilk yarısındaki Likya Birliği kuruluşu öncesi basılan beylik dönemi sikkelerin üzerinde kullanılan ortak semboller de yine birlikteliğe işaret etmektedir. Likyalıların erken dönemlerde kendi aralarında oluşturdukları birlik yapısı, MÖ 168/67 yıllarında kurumsallaştırılıp resmileştirilmiş ve böylece, özünde Likya kentlerinin ve vatandaşlarının demokratik bir anayasa çerçevesinde oylama esaslı, seçimle yönetilmelerine dayanan Likya Birliği kurulmuştur. Her ne kadar Likya kentleri arasında sürekli ortak bir birliktelik gözlemlense de, MÖ 540 yıllarında Harpagos önderliğinde Pers ordularının Likya’yı istila etmesiyle bağımsızlık yitirilir ve Beylikler Dönemi sonuna kadar tüm Likya Bölgesi Pers egemenliği altında kalır. MÖ 360 yıllarında Perikle’nin Perslere karşı başlattığı bağımsızlık savaşının başarısızlıkla sonuçlanması ardından Likya kısa bir süreliğine Karya Bölgesi’ne bağlanır. MÖ 334/33’te Büyük İskender Likya’ya egemen olmuştur. İskender’in ölümünün ardından egemenlik sırasıyla Antigonoslar, Ptolemaioslar, Seleukoslar ve Rodos arasında sürekli el değiştirmiştir. Likya’nın bu karmaşık dönemi, MÖ 168/67 yıllarında Roma Senatosu tarafından Likya’nın bağımsızlığının tanınması ve Likya Birliği’nin resmileştirilmesiyle son bulur. Tlos Antik Kenti Xanthos, Patara, Pinara, Olympos ve Myra gibi birliğin üç oy hakkına sahip en büyük altı şehrinden biri kabul edilmiştir. MS 43 yılında Roma İmparatoru Claudius Likya Bölgesi’ni bir Roma eyaletine dönüştürür. Bu dönemde de Tlos birlik içindeki önemini korumuş ve Metropolis unvanını taşımaya devam etmiştir. Bu önemden kaynaklanmış olsa gerek ki, Patara’da dikilen Yol Klavuz Anıtı’nda vurgulandığı gibi, Likya yol ağı yedi farklı yönden Tlos’a bağlanmış ve güneyde Xanthos’tan, güneybatıda Pinara’dan, batıda Telmessos’tan, kuzeybatıda Kadyanda’dan, kuzeyde Araxa’dan, kuzeydoğuda Oinoanda’dan ve doğuda Choma’dan gelen ticari yollar Tlos’da kesişmiştir. Bu güzergahların pek çoğunun günümüzde kullanıldığı da bilinmektedir. Hristiyanlık Dönemi’nde Tlos, Likya’nın önemli piskoposluk merkezlerindendir. Bu dinsel önemin MS 12. yüzyıla kadar devam ettiği arkeolojik verilerle belgelenmiştir. Tlos, Likya sınırları içerisindeki önemini Osmanlı Dönemi’nde de hissettirir. Bölgeye en son 19. yüzyılda gelen ve “Kanlı Ali Ağa” olarak ünlenen Osmanlı Derebeyi, Tlos Akropolünün zirvesine antik dönem kalıntılarını da kullanarak şatosunu inşa etmiştir. Bugünkü modern Yaka Köyü antik Tlos yerleşiminin üzerine kurulmuştur. Günümüzde kral mezarlarında yapılan kazılarda eski kralların iskeletleri bulunmuştur. Pinara Fethiye yakınlarındaki Likya antik kenti. Fethiye'ye 45 km mesafede Minare Köyü yakınında bulunmaktadır. Likya dilinde Pinale veya Pinara ""yuvarlak"" anlamına gelmektedir. Truva Savaşı'nda Truvalıların müttefikleri arasında yer aldığı İlyada'da belirtilen Pandarus anısına Pinara'da bir kült geleneği yerleşmişti. Bu da Pandarus'un Pinara'nın yerlisi olduğu sonucuna varılmasına neden oluştur. Ayrıca, mitolojiye göre Xanthos'un nüfusu çok artınca yaşlılardan bir grup kentten ayrılarak Kragos Dağı'nın (Babadağ) eteklerinde yuvarlak bir tepe üzerinde Pinara kentini kurmuşlardır. Pinara Lykia birliği kentleri arasında 3 oya sahip olanlardan biridir. Bu da kentin döneminde önemli bir konuma sahip olduğunu göstermek, kalıntılar da bu görüşü doğrulamaktadır. Ancak Pinara ile ilgili tarihi ve epigrafik kayıtlar son derece azdır. Birkaç büyük deprem geçirmiş olan kent MS 8. yüzyıldan sonra önemini bütünüyle yitirmiştir. Kentten günümüze ancak kaya mezarları ve lahit mezarlar ile sur duvarları, hamam, tiyatro, agora, odeon gibi yapıların kalıntıları ulaşmıştır. Letoon Letoon (Antik Yunanca: Λητώον - Lētōon), Fethiye yakınlarındaki antik kent. Fethiye - Kaş karayolunun 65. kilometresinde Kumluova Köyü yakınında bulunmaktadır. Şair Ovidius'un anlattığı bir öyküye göre kent, Zeus'tan hamile kalan Leto'nun adına kurulmuştur. Kentte en eski yerleşim izleri MÖ 7. yüzyıla kadar gider. Kalıntılar ve ele geçen kitabeler buranın dinsel ve politik bir alan olduğunu göstermektedir. Ören yeri merkezinde yan yana üç tapınak bulunmaktadır. Bunlardan en kuzeydeki Leto, ortadaki Artemis, güneyindeki Apollon'a adanmıştır. Tapınakların güneybatısında bir çeşme, hemen doğusunda kilise yer almaktadır. Kentin kuzeyinde Stoa ile arkasını kısmen doğal yamaca dayamış Helenistik Döneme ait tiyatro bulunmaktadır. Letoon MS 7. yüzyılda terk edilmiştir. Letoon, Xanthos ile birlikte Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Teşkilatı- UNESCO tarafından 9/12/1988 Tarih ve 484 Liste Sıra Numarası ile kültürel miras olarak “UNESCO Dünya Miras Listesi”ne alınmıştır. Ksanthos Ksantos (Likya dili: Arnna), Fethiye yakınlarındaki antik kent. Fethiye. Kaş karayoluna 70 km uzaklığında bulunmaktadır. Antik Çağda Likya'ya başkentlik yapmıştır. Kentte ele geçen en eski kalıntılar MÖ 8. yüzyıla kadar gitmektedir. Pek çok tarihi olaya ve savaşa sahne olan kentten günümüze ulaşan kalıntılar arasında kaya mezarları, lahit mezarları ve Likya kültürüne özgü dikme mezar anıtları vardır. Likya akropolü erken dönem eserleri arasındadır. Birçok kez onarılmış tiyatro ve Erken Hıristiyanlık Döneminde yapılmış kilise görülebilecek eserler arasındadır. 1840'lı yıllarda antik kentte kazılar yapan İngiliz arkeolog Charles Fellows, "Nereidler Anıtı" ile pek çok eseri British Museum'a götürmüştür. Halikarnas Halikarnas (Yunanca: Αλικαρνασσός Halikarnassos), antik çağlarda günümüz Bodrum'unun bulunduğu yerde bir Karya şehri. Geleneksel olarak "Troezen" adında bir Dor tarafından kurulduğuna inanılır. Bir Halikarnaslı olan Herodotos, Halikarnas'ın Triopion'da (Knidos) Dorlar tarafından düzenlenen Apollo festivallerinde yer aldığını söyler ancak Halikarnas edebiyatı ve kültürü tamamen İyonya kültürü ile uyumludur. Halikarnas, geniş ve korunaklı limanı, deniz yolları üzerindeki önemli konumu ile küçük bir despotluğun başkenti haline geldi. Bu despotluğun en çok bilinen hükümdarı, MÖ 480'de Pers kralı I. Serhas (Xerses) ile birlikte Antik Yunanistan'ı işgal eden Artemis'tir. MÖ 370 yılı civarında Mausolos zamanında Karya'nın başkentiydi ve çevresi surlarla çevrili, kamu binalarına sahip, gizli bir tersanesi ve kanalı olan bir şehirdi. Bu dönemde Leleglerin zorunlu göçü nedeniyle şehir nüfusu oldukça arttı. Mausolos MÖ 353-352 yıllarında öldüğünde mozolesi Dünyanın Yedi Harikası'ndan biri oldu. Dor Birliği'nin altı üyesinden biri olan Halikarnas ve yöresinin yerli halkı Lelegler ve Karyalılardı. Müsgebi ve Çömlekçi’de ortaya çıkan mezarlar ve buluntuları bölgede Miken kültürü ile çağdaş bir yerleşim olduğunu göstermektedir. MÖ 6. yüzyılın ilk yarısında Lydia egemenliğinde olan şehir daha sonra Perslerin egemenliği altına girmiştir. Persler kendilerine yakın yerli bir aile olan Halikarnas’lı Lygdamis ailesini kenti yönetmesi için görevlendirmişlerdir. MÖ 387’de Karia satraplığının Mylasa’da oturan Hekatomnos’a geçtiği bilinmektedir. Hekatomnos’un oğlu Maussolos MÖ 377’de Karia satrapı olmuş ve merkezi Mylasa’dan Halikarnas’a taşımıştır. Mausolos öldükten sonra II. Artemisia yönetime gelmiştir. Büyük İskender şehri kuşattığında yönetimde Orontobates vardı. İskender, Alinda Kraliçesi Ada’yı bütün Karia bölgesinin hâkimi yapmıştır. İskender’den sonra
II. Ptolemaios’un hâkimiyeti altına giren Halikarnassos Roma döneminde Rodos yönetimine verilmişse de bağımsız kabul edilmiştir. MÖ 1. yüzyılda korsanların akınları yüzünden fakirleşen kentin yeniden canlanması Augustus zamanıdır. M.S. 4. yüzyılda Roma eyaletleri düzenlenirken Karia ayrı bir eyalet, Halikarnassos metropolisi Aphrodisias olan bu eyalete bağlı bir şehir olmuştur. Şehir 11. yüzyılda Türklerin eline geçmiştir. 1402 yılında Rodos Şövalyeleri tarafından ele geçirilen şehrin, eski Dor akropolünün olduğu yerde kale inşa edilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın Rodos’u almasına kadar şövalyelerin elinde kalmıştır. Halikarnas'ta 1856, 1857 ve 1865 yıllarında yoğun olarak arkelolojik kazılar yapıldı. Halikarnas’ta 1857 yılında Newton tarafından bulunarak frizleri Londra’daki British Museum’a taşınan Halikarnas Mozolesi (Maussoleion), Dünyanın Yedi Harikası'ndan biridir. Mozole, Maussolos için karısı II. Artemis tarafından yaptırılan bir mezar anıtıdır. Bugün sadece temel izleri ile frizlerinden bir parça kalmıştır. Halikarnas’taki diğer kalıntılar ise yer yer poligonal ve rektagonal tekniğin kullanıldığı surlar, spor alanının kalıntıları, tapınak platformu ile mezarlardır; ancak antik şehrin kalıntıları 1400'lü yıllarda Rodos Şövalyeleri tarafından yaptırılan görkemli kalenin kalıntılarının gölgesinde kalmıştır. Nemrut Dağı Millî Parkı Nemrut Dağı Millî Parkı, Adıyaman ili; Kâhta ilçesinde bulunan ve içinde Kommagene Krallığı'nın bir antik kentini barındıran millî park ve ören yeri. Adıyaman il merkezinde Kâhta'ya bağlantı sağlayan karayolu ile ulaşım sağlanmakta olup, Millî Park Adıyaman il sınırları içerisindedir. Adıyaman hava alanından ulaşım oldukça rahat ve kolaydır. Adıyaman ve Kahta ilçesinden Nemrut dağına ve diğer tarihi yerlere servisler vardır. Nemrut Dağı ve Kommagene Kralı Antiochos'a ait Tümülüs ve kutsal alanlar, Millî Park'ın ana özelliğini teşkil etmektedir. Antiochos'un tümülüsü ve dev heykelleri, Arsameia (Eskikale),Yenikale, Karakuş Tepe ve Cendere Köprüsü Millî Park içerisinde kalan kültürel değerlerdir. Eski çağlarda Komagene olarak anılan bu bölgede, I.Mithradates tarafından bağımsız bir krallık kurulmuş, krallık onun oğlu I. Antiochos (M.Ö. 62-32)un egemen olduğu yıllarda önem kazanmıştır. MS.72 yılında da Roma'ya karşı yapılan ve kaybedilen savaş ile krallığın bağımsızlığı sona ermiştir. Nemrut Dağı doruğundaki kalıntıları yerleşme yeri olmayıp Antiochos'un Tümülüsü ve kutsal alanlardır. Tümülüs, 2150 metre yüksekliğinde, Fırat Nehri geçitlerine ve ovalarına hakim tepe üzerinde bulunmaktadır. Kralın kemiklerinin ya da küllerinin anakayaya oyulmuş odaya konulduğu ve 50 metre yüksekliğinde ve 150 metre çapındaki tümülüs ile örtüldüğü düşünülmektedir. Girişi kuzeyden olup doğuda ve batıda dini törenlerin yapıldığı teras şeklindeki avlular yer almaktadır. Her iki terasta da aslan ve kartal heykelleri arasında yüksekliği 7 metreye ulaşan oturur vaziyette dev heykeller sıralanır, bunlar yazıtları ve kabartmaları olan ortostad (dik olarak konulan büyük taş bloklar)'la çevrilmiştir. Eski Kahta Köyü yakınında Kommagene'nın başşehri Arsameia yer alır. Burada, Mithridates'in kutsal alanı bulunmaktadır. Kahta Çayı'nın bir kolu olan Cendere Çayı'nın daraldığı yerde iki ana kaya üzerinde tek kemerli olarak yapılan Cendere Köprüsü yer almaktadır. Köprü sütunları üzerindeki kitabeye göre Kommagene şehirleri tarafından Roma İmparatoru Septimus Severus (MS 193-211)ile karısı ve oğulları onuruna yaptırılmıştır. Arsameia'nın 10 km güneybatısında 21 metre yüksekliğinde krallık kadınlarının gömüldüğü Karakuş Tepe Tümülüsü bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devlet protokolü Aşağıda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmış, en son 8 Mayıs 2008 tarihindeki düzeltmeleri içeren, Dışişleri Bakanlığı Protokol Müdürlüğü tarafından düzenlenen Türkiye Cumhuriyeti Devlet Protokolü listesi bulunmaktadır. Protokol listesinde Türkiye Cumhurbaşkanı'nın ismi yer almaz. Çünkü Cumhurbaşkanı doğal olarak protokolün başıdır.    Taşra Protokol listesini belirleyen “Ulusal ve Resmi Bayramlar ile Mahalli Kurtuluş Günleri, Atatürk Günleri ve Tarihi Günlerde Yapılacak Tören ve Kutlamalar Yönetmeliği”nin yürürlüğe konulması; Bakanlar Kurulu’nca 16/4/2012 tarihinde kararlaştırılmıştır. Baryum Baryum (Yunanca'da βαρυς = ağır), sembolü Ba olan kimyasal bir elementtir. Ağır manasına gelen "barys" kelimesinden türemiştir. İngilizce'de Barite ağırlık yoğunluk manasında kullanılmaktadır. Baryum elementinin atom numarası 56 olup Periyodik tablonun 6. sırasında ve 2. grubunda bulunur. 2. grupta bulunması özelliğinden dolayı Baryum bir toprak alkali metalidir. Baryum ilk defa 1774 yılında İsveçli kimyacı Carl Wilhelm Sheele tarafından tanımlanmıştır. Baryum element halinde beyaz-gri metalik rengindedir fakat yüksek reaktivitelikten dolayı element halinde bulunmaz. Baryum'un hemen hemen bütün bileşikleri ise zehirlidir. Metalik Ba yakıldığında elma yeşili bir renk verir. Metalik halde saklanması çok zordur. Aktif bir element olduğu için su, hava ve asitlerle kolayca reaksiyon verir. Toprak alkali grup içerisinde doğada en yaygın bulunan element Kalsiyum(Ca)dur. Bu sınıftaki metallerin özellikleri birbirine benzemesine karşın bilhassa Kalsiyum, Stronsiyum, Baryum diğerlerinden ayrılır. Bu üç element adi derecede suyu ayrıştırarak Hidrojen açığa çıkarır ve Hidroksit(OH) oluştururlar. Bu Hidroksitler de ısıtıldığında su kaybederek Oksit haline dönmektedirler. Karbonatları ısı karşısında kolay ayrışmasına karşın Baryum Karbonat (BaCO) en zor ayrışanıdır. Sülfatları suda hemen hemen hiç erimez. En sık bulunan ve en çok kullanılan Baryum kaynağı Barit madenidir. Doğada sedimanter (tortul, çökelme ile) meydana gelmiş olarak bulunur. Denizlerin ya da suların taşımasıyla tabakalar meydana gelmiştir. Genellikle sıcak su çıkan bölgelerede görülür. Kurşun, Gümüş, Çinko üretiminde kullanılır. Kullanım alanlarından birisi de fren balatalarının altlık malzemesidir. BaSO: Zehirlidir. Radyoopak (Gama ve X ışını) özelliğe haiz olduğundan tıpta kanser teşhislerinde, kâğıt kaplamalarda, boya sanayiinde, plastik, tekstil, mürekkep, kauçuk, batarya ve pil yapımında kullanılır. BaCO: Zehirlidir. Özel camların yapımında, Klor ve NaOH üretiminde kullanılır. BaO: Solventlerden suyun uzaklaştırılmasında ve petrol sanayinde kullanılır. BaNO: Havai fişeklerde, sıçan zehirlerinde, seramik sırlarda kullanılmaktadır. Atom kütlesi 137,327 Atom yarıçapı 215 pm Özkütle 3620 kg/m³ Erime noktası 1000 K Kaynama noktası 1913 K Türk kültürü Türk kültürü, Anadolu, Doğu Akdeniz, Orta Asya ve İslam kültürleri ile etkileşim içinde varlığını sürdürmekte olan zengin ve eklektik bir kültürdür. Selçuklu ve Osmanlı döneminde oluşmuş gelenek ve davranış kalıpları da sıklıkla sürdürülmektedir. Dedelerin adları genellikle torunlara verilir. Pek çok yörede her adın bir sıfatı vardır. Günlük hayatta millî takvim kullanılır. Ancak kültürel hayat Müslümanlık medeniyetiyle iç içe olduğundan hicri takvim adları yaşatılır, Recep, Şaban, Ramazan adları hem ad olarak konur hem günlük dini yaşayışta kullanılır. Türkler Avrasya denilen coğrafyaya yayılmışlardır ve Anadolu'ya göç etmişlerdir. Çadır yerleşiminden kent yerleşimine geçen Türkler, ahşap evlerden apartmanlara ve sitelere çevrilen kent kültürüne geçmişlerdir. Ev dekorasyonunda kilimden halıya, sedirden mobilyaya, sandalyeden koltuğa, tahta pencereden pimapen pencereye çevrilen ev kültürü, geniş aileden çekirdek aileye çevrilmiştir. Batılı giyim kuşam yaygın olmasına rağmen, eski giyim kültürü devam etmektedir. Ocak ve mangal düzeninden kalorifer ve doğalgaz düzenine geçen ısıtma sistemi; eşek ve attan arabaya; siniden masaya; şerbetten meyve suyuna; bozadan kolaya; hamamdan saunaya; dere kenarı yıkamadan çamaşır makinesine; teldolaptan buzdolabına temizlik ve sağlık kültürü gelişmiştir. Yemek kültürü et merkezli olup, ot, süt, ekmek, bal, balık, yumurta, yoğurt temel besinlerdir. Hayvancılık at, eşek, sığır, manda, ayı, deve, koyun, keçi, arı, ördek, tavuk yetiştirmeciliğindedir. Tarım ürünleri arpa, buğday, pirinç, pamuk, kabak, bakla, nohut, fasulye, havuç, lahana, soğan, sarımsak, hıyar, turp, bamya, patlıcan, domates, biber, elma, tütün, çay, zeytin, erik, üzüm, patates, ayva, armut, kavun, karpuz, iğde, nar, kiraz, vişne, muz, çilek, fıstık gibi sebze ve meyvelerdir. Dokumacılık, ayakkabıcılık,terzilik en yaygın zanaatlardır. Çarşı ve bedestenden marketlere, süpermarketlere günlük alışveriş kültürü gelişkindir. Semt pazarları devamlı işler. En modern iletişim sistemleri kullanılmakta, kara, hava, deniz ve demiryollarında modern araçlarla seyahat edilmektedir. Kent içi raylı sistemler ve yeraltı treni mevcuttur. Türkler Göktürk, Uygur, Araplar (halk) Arap, Mani, Brahmi, Süryani, Grek, İbrani, Kiril, Latin alfabelerini kullandılar. Türkiye'de 1928'den beri Latin alfabesi kullanılmaktadır. Türk dili zengin bir sanat geleneğine sahiptir, ancak son yüzyıldaki kültür değişmesiyle Batı dillerinden az buz kelime alan bir dil haline gelmiştir ve birçok yabancı kökenli kelime TDK tarafından Türkçeye çevrilmektedir.Örneğin kampüs kelimesi yerine yerleşke kelimesi getirilmiştir. Mimaride dini yapılar anıtsaldır. Yakınçağa kadar temel üslup Koca Sinan'da belirginleşmiştir. Resimde ve heykelde din kültürünün etkisiyle gelişme olmamıştır ancak minyatür ve süsleme sanatlarında olmuştur. Türk sanatı çini, hat, ebru, seramik, tezhip ve halıcılıkta gelişmiştir. Müzik gerek sivil gerek askeri müzikte sanat müziğinden hafif müziğe çevrilir. Dini müzik Türk müziğinin önemli unsurudur. Halk müziği, klasik ve arabesk özelliktedir. Türk sanat müziği çağdaş bir sesle, hafif müzik klasik ve pop müzikle gelişmektedir. Türk edebiyatı, Türk yazını veya Türk literatürü, Türk dilinde yazılmış sözlü ve yazılı metinlerdir. Türklerin İslamiyeti kabullerine kadar farklı Türk dil ve alfabeleri kullanılırken, İslamiyetin etkisiyle Farsça ve Arapça kullanılmaya başlanmış, Osmanlı döneminde Türkçenin Arap alfabesiy
le yazıldığı Osmanlıca eserler verilmiştir. Özellikle saray çevresinde, Fars edebiyatının etkisiyle üretilen bir edebiyat anlayışı ağır basmıştır. Zaten okur-yazarlığın olmadığı ya da oldukça az olduğu halk arasında, sarayın Divan Edebiyatı etkili olamamış, Anadolu'da sözlü gelenek uzun bir süre devam etmiştir. Türkçe, Ural-Altay dil ailesi Altay koluna dahil bir dildir. Türklerin tarihine paralel olarak Türkçenin yayıldığı coğrafi alan çok geniştir. Bugünkü Moğolistan'dan Doğu Avrupa'ya kadar konuşulan Türkçe pek çok lehçe ve şiveye ayrılmaktadır. Tarihi gelişimi içinde Türkçe, VIII-XIII. Asırlar arasında Eski Türkçe, XIII-XX. Asırlar arasında Orta Türkçe, XX asırda yeni Türk Yazı Dilleri ana başlıkları altında üç gurupta incelenmektedir. Türkiye Türkçesi, Orta Türkçenin, Batı Türkçesi kolunun günümüzde kullanılan bölümüdür. Bugün Türkçe, yaklaşık 250 milyon insan tarafından; Türkiye Türkçesi dünyada 80 milyon insan tarafından konuşulmaktadır. Batı Türkçesinin ikinci devri olan Osmanlıca (Osmanlı Yazı Dili) İstanbul'un fethinden Osmanlı İmparatorluğu'nun sonuna kadar XV-XX. asırlar arasında devam eden yazı dilidir. İngiltere, Fransa, İspanya gibi memleketler gittikleri yerlere dillerini de götürdükleri halde Türkler bu dil sömürgeciliğinden uzak durmuştur.Eğer Osmanlı Devleti'de gittiği her yere Türkçeyi de götürseydi bugün Türkçe dünyada en çok konuşulan dillerden biri olacaktı. Cumhuriyetten sonra 1928'de yapılan Harf İnkılabı ile Arap harfleri terk edilip Latin harflerinin kabulü Türkçenin yabancı unsurlardan arındırılmıştır. Türk dili'ni araştırmak ve tabii mecrasında gelişmesine katkıda bulunmak üzere 1932 yılında Türk Dil Kurumu kurulmuştur. Türk Edebiyatı, Türklerin dahil oldukları üç medeniyet ve kültür dairesine paralel olarak üç safhada incelenmektedir: Türk dilinin ve edebiyatının tespit edilebilen en eski yazılı metinleri VII. Asrın sonlarına ve VIII. Asrın ilk yarısına ait olan dikili taşlardır. Bunlar arasında yer alan 732'de Kültigin, 735'de Bilge Kağan, 720'de Tonyukuk adına dikilen Orhun Yazıtları gerek muhtevaları, gerekse mükemmel dil ve üsluplarıyla Türk dili ve edebiyatının ve tarihinin şahaserleri arasında yer almaktadır. Bu dönemden günümüze ulaşan Türk destanları arasında Yaratılış, Saka, Oğuz Kağan, Göktürk, Uygur, Manas destanları sayılabilir. XIV. asırda yazıya geçirilen "Dede Korkut Kitabı" destan döneminin hatıralarını saklayan, gerek muhteva gerekse dil ve üslup mükemmeliyeti bakımından önem arz eder. Türk edebiyatının bir yazarı olan Orhan Pamuk, 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü 'ne layık görülmüştür. Türk edebiyatı, şiir, hikâye, deneme, mizah, eleştiri dallarında eski ve yeni formatlarda dünya dillerine çevrilen eserler üretmektedir. Sözlü edebiyat geleneği, dini edebiyat formunda yaygındır ve en meşhuru kandillerde okunan mevlüddür. Halk edebiyatında dünya kültürüne Nasreddin Hoca tanıtılmış, halk danslarıyla ve seyirlik sanatlarla tarihi kültür yapıları yaşatılmıştır. Geleneksel Türk müziğinin kökleri iki ana kol olarak; Selçuklu dönemine değin uzanır. Bunlar; halk çevresinde gelişen halk müziği ve aristokrasi çevresinde gelişen Klasik Türk müziğidir. Zira; Osmanlı döneminde; şehirlerde, saray çevresinde ve konaklarda "kâr, beste, semai, şarkı" adı verilen ezgilere rastlanırken; halk arasında ve köylerde "türkü, bozlak, uzun hava, zeybek, oyun havası" adı verilen ezgilere rastlanmaktadır. Bu yüzden, şehir ve saray çevresinde gelişen müzik bugünkü Türk Sanat Müziğinin temelini; halk arasında gelişen müzik ise Türk Halk Müziğinin dayanağını oluşturmuştur. Cumhuriyet döneminde köy türküleri üzerine yapılan araştırmalar yoğunlaşmış ve pek çoğu derlenerek korunmaya çalışılmıştır. Klasik Batı Müziği ise, cumhuriyet dönemi devrimler sonrası Türkiye'de gelişmiş ve Klasik Batı müziğine oldukça önem verilmiştir. 1924'de Ankara'da Musiki Muallim Mektebi kurulmuş ve yetenekli gençlerin Avrupa ülkelerine gönderilip yetiştirilmesi hareketi başlamıştır. İstanbul'da çalışmalarını sürdüren Darrültalimi Musiki adlı okul yeni bir yönetmelikle konservatuvar haline getirilmiştir. Çok sesli sanat müziğinde sesini Batı'da ilk duyuran Türk sanatçı Cemal Reşit Rey olmuştur. 1970'lerden sonra popüler kültürle birlikte gelişmeye başlayan popüler müzik ise, farklı kesimlerce farklı biçimlerde algılanmıştır. Önce Türk pop müziği ve Anadolu rock doğmuştur. 1980lerde gettolarda Türkiye'ye özgü arabesk müzik türemiştir; protest ve özgün müzik türleri ortaya çıkmıştır. 90lı yılların sonlarında alternatif rock, karadeniz rock, Türkçe rap, Türkçe jazz gibi türler doğmuştur. Türk Sanat Müziğinin klasik kalıplarından oldukça uzaklaşılmasıyla fantezi müzik ortaya çıkmıştır. Daha sonraları pop müzik sırasıyla arabesk ve fantezi ile karışmış; Türkiye'ye özgü arabesk-pop ve fantezi-pop türleri popüler müziğin büyük kısmını kaplamıştır.2003 yılında Eurovizyon Yarışmasında Sertab Erener, Everyway That I Can adlı şarkıyla birinci olmuştur. Ayrıca, Tarkan, Sezen Aksu gibi, uluslararası alanda da kabul görmüş Türk sanatçılar da vardır. Türk kültüründe sosyal hayat, aile ve akrabalık bağları temelinin üzerine kurulmuştur. Eski Türk devletlerinin dayandığı iki temel sosyal birlik, aile ve ordu olmuştur. Şeriat hukukundan laik Medeni Hukuk'a geçen Türklerin toplum yaşamı Batı medeniyeti çerçevesinde anayasal hukuku benimser. Kamu hukuku ve özel hukuk, günlük yaşam kültürünü Batı ile paralel bir düzeye getirmiştir. Bununla birlikte özel hukuk alanında töre ve örf hukuku geçerli olabilmektedir. Hukuk sistemi evrensel hukuk kurallarıyla uyumludur ve AB'ye girildiğinde AB hukuku geçerli olacaktır. Günlük hukuk kültüründe adalet mekanizması hızlı işlemektedir. Düşünce özgürlüğüne engel yasalar bulunmamaktadır. Türk siyasi kültürü; beylik, hakanlık, sultanlık ve tek partili cumhuriyetten demokratik laik çok partili cumhuriyete doğru gelişmiştir. Osmanlı merkezi siyasi yapısı ve bürokratik düzen öğelerinin etkileri cumhuriyette görülmesine rağmen Batı tarzı demokratik rejim yerleşmektedir. Sivil toplum güçlenmektedir. Siyasi kültür, zaman istemekle birlikte gelişmektedir. Siyasi kültürün zayıf yönü hoşgörüsüzlüktür. Askerlik bir kültür unsuru olarak Türk kültüründe önemli bir işleve sahiptir. Askerlik yapmamış gençlere kız verilmemesi hâlâ yaygın bir adettir. Dünyada yaygın olan bazı siyasi akımlar ve partizanlık; siyasi kültürde olumsuz ve acı olaylara yol açmışlardır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki otoriter yenlik yerini liberal demokrasiye terk etmektedir. Türk spor tarihi Yaşar Doğu, Tanju Çolak, Cemal Kamacı gibi millî şahsiyetlerle ifade edilmesine rağmen toplumda spor yapma yaygınlığı ve spora ayrılan bütçe çok geridir. En kabul gören spor futboldur. Geleneksel yağlı güreş ata sporu olarak sürerken binicilik, kılıç, okçuluk, cirit, atletizm, halterde uluslararası başarı gösterilmektedir. Türk mutfağı, öncelikle Osmanlı'nın mutfağını miras almaktadır. Osmanlı mutfağı da Türk, Yunan, Balkan ve Ortadoğu mutfaklarının birleşimi ve saflaştırılması olarak tanımlanabilir. Türk mutfağı ayrıca Batı Avrupa mutfağından olduğu kadar bu mutfaklardan ve diğer komşu mutfaklardan etkilendi. Osmanlılar, Orta Asya'dan yoğurt gibi geleneksel Türk unsurları, kendi ülkelerindeki çeşitli yemek pişirme geleneklerini ile etkilendikleri Orta Doğu mutfağıyla birleştirdiler. Osmanlı İmparatorluğu, bir teknik özellik dizisi yarattı. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu'nun Osmanlı yemeklerinden küçük parçalar ve örnekler içerdiği çeşitli bölgelerinde gözlemlenebilir. Tamamı alındığında, Türk mutfağı homojen değildir. Bir taraftan ortak Türk yemekleri ülkenin boydan boya ucunda bulunabilirken, ayrıca bölgeye özgü yemekler de vardır. Karadeniz bölgesinin mutfağı (Türkiye'nin kuzeyi) mısır ve hamsi balığına dayanır. Güneydoğu'da Şanlıurfa, Gaziantep ve Adana kebapları, mezeleri ve hamur işine dayalı tatlıları; baklava, kadayıf ve künefe ile. Özellikle Türkiye'nin batı kısmında zeytin ağacı bol bol yetiştirilir. Zeytinyağı, yağlar içinde pişirme işlerinde en çok kullanılandır. Ege Bölgesi, Marmara Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi sebzeler, otlar ve balık zenginliği açısından bölgelerinin temel özelliklerini gösterirler. Orta Anadolu, kendine özgü keşkek, (özellikle Kayseri'de) mantı, gözleme ve çiğ börek gibi hamurlu yemekleriyle öne çıkar. Niagara Şelalesi Niagara Şelaleleri Kuzey Amerika'nın doğusunda, ABD ile Kanada sınırı arasında, Niagara Nehri'nin üzerinde bulunur. 3 büyük şelaleden oluşur. Horseshoe (Atnalı Şelalesi) bunların en büyükleridir. American Falls ve Bridal Veils Fall diğer iki küçük şelalelerdir. Niagara Şelalesi'nden yarım dakikada 168.000 m³ su akar. Kuzey Amerika'nin en büyük şelalesi olan Niagara, 10.000 yıl önce Kuzey Kutbu'ndan gelen buz kütlelerinin yol açtığı çöküntülerdir. Şelalenin çevresi Niagara Şelaleleri Parkıdır ve kardeş şehirler olan Niagara Falls-Ontario ve Niagara Falls-New York tarafından doğal koruma altındadır. Niagara isminin yerli dilindeki "Onguiaahra" (düz) kelimesinden geldiği sanılmaktadır. Nehir çevresindeki Nikola Tesla tarafından yapılan birkaç hidroelektrik santrali hem ABD hem Kanada için elektrik üretmektedir. Şelale çevresinde yapilabilecek aktiviteler, Niagara Parkından büyük şelaleyi ve havaya uçan suların oluşturduğu gökkuşağını izlemek, şelalenin altına kadar ilerleyen bot gezilerine katılmak, ortası sınır kabul edilen Rainbow köprüsünden diğer ülkeye geçmek veya gümrüksüz mağazalardan alışveriş yapmaktır. Niagara Şelalesi 1932 yılında tamamen donarak buz olmuştur. Şelalenin Kanada tarafı Amerika tarafına nazaran daha gelişmiştir. Şelale bot turlarıyla ünlüdür. Kemer, Antalya Kemer, Akdeniz kıyısında, Antalya'ya 40 kilometre uzaklıkta olan bir ilçesidir. 1980'li yılların başına kadar küçük bir köy iken son 20 sene içinde açılan tesislerle Türk turizminin en önemli merkezlerinden biri haline gelmiştir. Önce köy sonra kasaba olduktan sonra 13 Eylül 1991 yılında da ilçe statüsünü kazanmıştır. Batı Toros Dağları'nın eteklerinde ve 52 kilometre kıyı şeridi boyunca uzanan Kemer i
lçesi, Türkiye'nin en önemli turizm merkezlerinden biridir. Bugün Kemer'in bulunduğu yerde, 1910'lu yıllarda Eski Köy adı ile bilinen ve dağlardan gelen seller sonucu göl ve bataklıklardan oluşan bir yerleşim yeri vardı. Eski Köy halkı, kendilerini bu sellerden korumak için, dağların eteklerinde 23 kilometre uzunluğunda bir taş duvar ördüler. Sonraları, bu duvar nedeniyle köylerine Kemer diyeceklerdir. Kemer in en eski tarihi MÖ 690 yılına dayanmaktadır. Phaselis antik kentinin kuruluşu bu tarihe dayanmaktadır. 1960'lı yıllara kadar karayolu olmadığı için, ulaşımı sadece deniz yolundan sağlanan Kemer, 1980 sonrasında uygulanan Güney Antalya Turizm Projesi kapsamında yol ve diğer altyapı değerlerine kavuşarak hızla gelişmiş ve bugün Türkiye'nin en gözde turizm merkezlerinden birine dönüşmüştür. Kemer ilçesi ile Kiriş, Tekirova, Çamyuva, Arslanbucak, Kuzdere, Beycik, Göynük, Beldibi, Çıralı gibi yerleşim yerleri, Antalya turizminden son derece önemli bir yer tutar. Kemer'in başta gelen çekiciliklerinden birisi doğal güzelliğidir. Deniz, orman ve dağlar bir noktada birleşmektedir. Denizin berraklığı, ormanın yeşilliği, deniz dalgalarının çam ağaçlarına kadar uzanması ve çam ağaçlarının plajlarda gölgelik olarak kullanılması oldukça cazip gelmektedir. Beldibi mevkiinden başlayarak Tekirova’ya kadar olan tüm kıyı tamamen doğal plajdır. Girintili çıkıntılı kıyılarında birçok koy ve küçük doğal limanlar bulunur. Kemer merkezinde bulunan plajlar Belediye plajı, yat limanı yanında bulunan Ayışığı Plajı'dır. Antik kentin hala ayakta durduğu ve millî park olan Phaselis plajı gibi yerlerde rahatlıkla denize girmek mümkündür. Konaklama tesislerinin havuz ve plajlarından da ücret karşılığı yararlanmak mümkündür. Kemer’den yakınında bulunan Olympos ve Phaselis antik kentlerine ulaşmak mümkündür. Son yıllarda Söğüt Cuması, Altınyaka, Dereköy gibi yüksek yerlere safari turları da oldukça ilgi çekmektedir. Ayrıca yöredeki diğer çekiciliklerde mağaralardır. Bu mağaralar: Beldibi mağarası Antalya’nın 27 km güney batısında denizin kıyısındadır. Tarih öncesi kalıntılar da bulunmaktadır. Bir diğer görülmeye değer mağara ise Molla deliğidir. Kemer'in batısında yükselen Tahtalı Dağı’nın doğu yamacında yer alır. Bu mağaraya ancak Kemer–Kumluca karayolu üzerinde bulunan Aşağı Kuzdere veya Tekirova köylerinden yaya olarak ulaşmak mümkündür. Her iki mahalleden de 3–4 saat yürümek gerekir. Kemer, 320 yat kapasiteli modern marinasıyla yat turizminde de önemli bir yer teşkil eder. Marina ve 52 km'lik sahil şeridi Avrupa Çevre Eğitim Vakfı (FEEK)'in belirlediği kriterleri sağlayarak Mavi Bayrak almaya hak kazanmıştır. Kemer bölgesi turistik dönem boyunca birçok etkinliğe ev sahipliği yapmaktadır. Phaselis Sanat Etkinlikleri, Kemer Off-Shore Yarışları, Dünya Ralli Şampiyonası Türkiye ayağı (WRC Rally of Turkey), Kemer Karnavalı gibi değişik etkinlikler ve ünlü gece kulüpleriyle sezon boyunca bölgenin sosyal ve turistik hayatına büyük katkılarda bulunmaktadır. Kemer çevresinde mutlaka görülmesi gereken yerleri şöyledir: Olympos Antik Kenti, Chimera (Yanar taş), Adrasan, Üç Adalar, Göynük Kanyonu, İkiz Kayalar, Ekopark, Ulupınar ve Selçuklu Av Köşkü'dür. Her yıl yaz aylarında Altın Nar Kültür ve Sanat Festivali düzenlenmektedir. Likya'nın bir şehri olan Idryos, Kemer'in antik ismidir. Tam olarak Phaselis'in kuzeyinde Kemer yerleşim yerinin güneybatı bölümünde yer almaktadır. Buralarda yer alan dönemsel antik eserlerden bazıları şöyledir: Klorsiklizin Klorsiklizin, ilk kez 1949'da kullanılan yapay antihistaminiktir. Saman nezlesi, ürtiker ve temas dermatitininde belirtilerin denetim altına alınmasını sağlar. Etki süresi oldukça uzundur; hidroklorür tuzu halinde ağızdan alınır. En sık görülen yan etkisi uyuşukluktur. Kemer Meyve Meyve ya da yemiş, çiçeğin dişi organının, döllenme sonucunda farklılaşıp, yumurtalığın gelişmesiyle meydana gelen ve tohumları taşıyan organa denir. Olgunlaşma esnasında çiçeğin ovaryumundan başka, diğer kısımları genellikle dökülür ve ovaryum olgunlaşarak meyveyi teşkil eder. Ovaryumu meydana getiren karpeller (meyve yaprağı), meyve kabuğu (perikarp) haline ve ovaryum içindeki tohum taslakları da tohum haline döner. Döllenme meydana gelmeden meyve teşekkülüne partenokarpi, böyle meyvelere de partenokarp meyve denilir. Meyveleri basit meyveler, küme (agregat) meyveler ve bileşik meyveler olmak üzere üç kısma ayırmak mümkündür. Basit meyveler bir çiçeğe ait bir tek ovaryumun gelişmesiyle meydana gelir. Agregat meyveler, bir çiçeğe ait birbirinden ayrı ovaryumlardan, mesela böğürtlen, çilek gibi; bileşik meyveler ise birden fazla çiçeğe ait ovaryumların bir bütün olarak gelişmesiyle meydana gelir, mesela dut ve incir de olduğu gibi. Meyveyi teşkil eden meyve kabuğu (perikarp), üç kısımdan meydana gelmektedir. Dıştan içe doğru dış kabuk (ekzokarp), orta tabaka (mezokarp) ile iç kısımdır ve çoğunluk sertleşmiştir (endokarp). Basit meyveler, kuru ve etli meyveler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Fındık, buğday, ayçiçeği, keçiboynuzu kuru meyvelere örnek verilebilir. Etli meyveler de üzümsü (bakka) ve eriksi (drupa) olmak üzere ikiye ayrılır. Üzümsü meyvelerde dış kabuk (ekzokarp) ince ve zarımsıdır. Orta (mezokarp) ve iç (endokarp) kısım etlidir. Bu tip meyvelere üzüm, portakal, limon, kabak örnek gösterilebilir. Eriksi meyvelerde ise iç kısım (endokarp) sertleşmiştir. Erik, kiraz, şeftalide olduğu gibi. Sıddık Sami Onar Sıddık Sami Onar (11 Kasım 1897 – 9 Ağustos 1972), Türk hukukçu. Modern Türk idare hukukunun kurucusu, İstanbul Üniversitesi'nin seçimle gelen ilk rektörü ve üniversitede yönetim özerkliğinin ilk savunucularındandı. 11 Kasım 1897'de İstanbul'da doğdu; Vefa Sultanisi'ni ve İstanbul Hukuk Mektebi'ni bitirdi. Bir süre Paris Hukuk Fakültesi'nde okudu, İstanbul Ticaret Mahkemesi'nde hakimlik, Mülkiye Mektebi ile Galatasaray Lisesi'nde öğretmenlik yaptı. 1933'teki üniversite reformu sonrasında Hukuk Fakültesi'nde idare hukuku profesörü, ertesi yıl da ordinaryüs profesör oldu. Aynı fakültede iki kez dekanlığa getirildi. 1946’da yürürlüğe giren ve üniversiteleri Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinden ayırıp onlara bilimsel ve idari özerklik tanıyan Üniversiteler Yasası'ndan sonra İstanbul Üniversitesi'ne seçimle gelen ilk rektör oldu ve bu görevi 1949'a kadar sürdürdü. 1948’de Fransa'nın Toulouse Üniversitesi Onar'a hukuk doktoru unvanı verdi. 1949’da İdare Hukuku ve İdari Bilimler Enstitüsü’nü kuran Onar ölümüne değin bu kurumun müdürlüğünü yaptı. Sıddık Sami Onar, 27 Mayıs 1960 ihtilali sonrasında 1961 Anayasası'nı hazırlayan kurula başkanlık yaptı. Anayasa halk oylamasıyla yürürlüğe girdi. Bu sırada 147'ler diye bilinen, bazı akademisyenlerin Millî Birlik Komitesi'nce görevden atılmasını protesto ederek rektörlük görevinden istifa etti. İstifanın ses getirmesi üzerine 147'ler sorununun çözümünde etkin rol oynayan Onar üçüncü kez rektör seçildi ve 1963'e kadar bu görevde kaldı. Medeni hukuk, devletler, borçlar, icra ve iflas hukukları alanlarında birçok yapıtı bulunan Onar'ın en önemli kitabı Türk hukukunda en geniş kamu hukuku incelemesi olan İdare Hukukunun Umumi Esasları'dır (1966-1967, 3 cilt, ilk basım 1952'de yapılmıştır). 1972'de İtalya Cumhurbaşkanı'ndan Cumhuriyet Liyakat Nişanı alan Sıddık Sami Onar’ın anısına İstanbul Üniversitesi 1977’de Onar Armağanı'nı yayımladı. Sıddık Sami Onar 9 Ağustos 1972'de İstanbul’da öldü. Faselis Faselis, Kemer yakınlarındaki antik kent. Olimpos Beydağları Millî Parkı içinde çam ve sedir ormanları arasında yer alan antik Faselis kenti Kemer'in 16 km batısındadır. Antalya - Kumluca karayolunun 57. km'sinden güneye dönüldüğünde yaklaşık 1 km sonra Faselis'e ulaşılır. Kent MÖ 7. yüzyılda Rodos'lular tarafından kurulmuştur. Uzun yıllar Likya'nın doğu kıyısının en önemli liman özelliğini korumuştur. Faselis'in dört limanı vardır. Kuzey Limanı, Savaş Limanı veya Korunmuş Liman ve Güneş Limanı. Bunlardan en önemlisi güneydekidir. Kentin ortasında 20-24 metre genişliğinde muhteşem bir cadde vardır. Bu caddenin güney ucunda Hadrian Su Yolu Kapısı bulunur. Caddenin iki yanında gezinti yolları ve dükkânlar vardır. Bunların da yakınında Hamamlar, Agora ve Tiyatro gibi kamu yapıları bulunur. Bu yapıların tarihinin MÖ 1. ve 2. yüzyıla kadar uzandığı ileri sürülmektedir. Kent merkezi ile 70 m yükseklikteki plato üzerine kurulmuş olan yerleşim yeri arasında su kanalları vardır. Milli park içinde yer alan bu bölgede piknik alanları kullanıma açıktır. Bölgeye karadan ve denizden ulaşılabilmektedir. Ayrıca yat turlarıyla birçok turist Faselis ve kıyı şeridindeki diğer antik siteleri ziyaret etmektedir. Ayrıca çakılsız sahili sayesinde Antalya'daki en güzel plajlardan birine sahiptir. Cinayet Cinayet, bir kimsenin başka bir kimseyi bilerek öldürmesi eylemidir. Çoğu ülkede müebbet hapis ya da idam cezasıyla sonuçlanmaktadır. Selçuklu Av Köşkü Antalya - Kumluca karayolunun Kemer girişindeki orman içinde bulunan Selçuklu Av Köşkü, 1230 - 1248 arası döneme tarihlenmektedir. Yapı, bilinen üç Selçuklu av köşkünden biri olmakla beraber, bölgenin de tek Selçuklu yapısı ve Türk - İslam sanat geleneğinin tek örneği olma özelliğini taşımaktadır. Köşkün çatısı ile [ali'nin]'ın mühürü ve aynı zamanda Tekelioğlu Beyliği'nin (1400) bayrağında bulunan altıgen yıldız kabartmalı taş merdiven Selçuklu döneminden kalan en güzel örnektir. Köşkün giriş kapısı ve ona yakın bulunan duvar yıkılmış olmakla birlikte, çatı ve duvarların büyük bölümü iyi durumdadır. Yanartaş Olimpos'un Sönmeyen Ateşi: Yanartaş, Antalya'nın Kemer ilçesi Çıralı köyü yakınlarında küçük, tarihi ve turistik önemi olan doğal gaz kaynağı. Denize yakın manzaralı bir konumda yer alır, taşlar arasından çıkan alevler turistlerin ilgisini çekmektedir. Çıralı plajının kuzeyindeki kayalıklarda yer alan doğal gaz kaynağı, eski Yunan mitolojisi'ne konu olmuştur. Yunan Mitolojisi'ne göre efsane şu şekildedir. Ephyra Kralı Glaukos’un oğlu Hipponoes bir av partisinde kardeşi Belleros’u öldürür ve “
Belleros’u Yiyen” anlamına gelen Bellerophontes adını alır. Ephyra’dan sürülen Bellerophontes, Argos kralına sığınır. Kendisine sığınan bu genci öldürmeyi kendine yakıştıramayan Argos Kralı onu Likya Kralın'a gönderir. Likya Kralı acınacak haldeki bu genci öldürmek istemez ve onu Olympos dağında yaşayan arslan başlı, keçi gövdeli, yılan kuyruklu ve ağızdan alevler saçan canavar Chimera ile dövüşmeye gönderir. Bellerophontes, Pegassos adlı kanatlı atına binerek Chimera ile dövüşmeye gider. Chimera saldırdığında Pegassos havalanır ve Bellerophontes yere inerken mızrağı ile canavarı yerin yedi kat dibine gömer. Fakat Chimera yerin 7 kat altından alevler saçmaya devam eder. Anadolu’da binlerce yıldan beri anlatılagelen ve Homeros’un bize bu şekilde aktardığı efsaneye göre hala yanan alevler, Chimera’nın yerin yedi kat dibinden fışkıran alevleridir. Bellerophontes’in zaferini kutlamak amacıyla Olympos’da bir yarış düzenlenir. Atletler Chimera Kutsal Ateşiyle meşalelerini tutuşturarak Olympos kentine koşarlar. Böylece, daha sonraları değişik spor dallarının eklendiği ve birkaç gün süren Olimpiyat Oyunları’nın Anadolu’daki ilk örneği gerçekleşmiş olur. Günümüzde yakılan “Olimpiyat Meşalesi” Chimera’nın sönmeyen ateşinin sembolik bir ifadesidir. Adrasan, Kumluca Adrasan, eski adıyla Çavuşköy, 2 kilometre uzunluğundaki kumsalıyla Kumluca'ya yakın doğal güzelliklere sahip bir yerleşim birimidir. Adrasan, yerli köy halkının turizm yaptığı yerlerden biridir. Çavuşköy Çavuşköy şu anlamlara gelebilir: Üç Adalar Antalya Kemer ilçesi yakınlarında bulunan adalar. Çok ünlü dalış noktasıdır. Tekirova sahillerinde ve aslında bölgede isimleri Martı, Mağara, Piknik ve Küçük Ada olan dört ada vardır. Küçük Ada, Piknik Adası'nın arkasında kaldığı için sahilden görünmez. Üç Adalar, Antalya'nın batısında yer alıp, dünya kriterlerine uygun nadir dalış merkezlerinden birisidir. Bu dalış merkezi su altının zenginliklerini keşfetmek isteyen insanların uğrak yeri olmuştur. Tekirova'nın tatil köylerinde ve otellerinde amatör dalgıçlar için eğitim veren dalış merkezleri bulunmaktadır. Dalış bölgelerine en fazla 30 dakikalık bir tekne yolculuğu ile varılır. Üç Adalar, 9 adet resifin ve 2 adet su altı mağarasının bulunduğu oldukça geniş bir dalış bölgesidir. Su altındaki resiflerin yüzeyleri çeşitli deniz bitkileri ile kaplı kayalardan oluşur. Bu duvarların yüzeylerinde çeşitli büyüklüklerde kovuklar bulunur. En büyük resiflerden birisi, adını dik iki kayanın tıpkı bir kanyon gibi geçit vermesinden alan Kanyon resifidir. Resif, Piknik Adası'nın kuzey doğusunda yer alır ve en sığ noktası 7 metredir. 14 ile 30 m. arasında her seviyeden dalıcıya hitab etmektedir ve görüş mesafesi oldukça iyidir. Görülebilen bazı canlılar: Göynük Kanyonu Göynük Kanyonu, Antalya'nın Kemer ilçesine bağlı Göynük mahallesi yakınlarındaki bir kanyondur. Göynük'ün 3–4 km uzağında bulunan ve turizme yeni açıldığından dolayı fazla bilinmeyen bu kanyona ulaşım için çeşitli seçenekler mevcuttur. Mahalleden yaklaşık 45 dakika sürecek bir yürüyüş ile veya Göynük'ten jip, dört tekerlekli safari motorsikleti gibi araçlar kiralanarak gidilebileceği gibi yine Göynük Belediyesi'nin bir hizmeti olarak saat başı hareket eden kanyon otobüsüne binilerek de gidilebilmektedir. Bu ulaşım vasıtalarıyla ancak vadinin başına kadar gelinebilmektedir. Bundan sonra doğa manzaraları eşliğinde yaklaşık 2–3 km'lik bir dağ yolu yürünmelidir. Yol boyunca serinlemek isteyenlerin girebilecekleri doğal havuzlar göletler bulunmaktadır. Ulaşılan son noktada ise kanyonun buz gibi suları ve asıl göynük kanyonunun başlangıcı bulunmaktadır. Bu noktada bazen suda yüzerek, bazen ise kayalardan yürüyerek kanyonun daha yukarılarına gidilebilir şelaleler fotoğraflanabilir. Kanyon 2009 Nisan ayı itibarı ile tesisleştirilmiş ve turizme profesyonel hizmet vermeye başlamıştır. Tesiste Kanyona girişler için güvenlik ekipmanları sağlanmakta ve rehberli turlar düzenlenmektedir. Ayrıca kanyona girmeyenler için çeşitli büfe noktalartı harika bir restoran ve tüm temel ihtiyaçların karşılandığı tesisler mevcuttur. Dünyanın en iyi 10 trekking parkurlarından biri olarak kabul edilen Likya yolunun önemli bir bölümü (Hisarçandır - 18 km, gedelme - 8 km) Kanyonun içerisinden geçmektedir ve bu konudada rehberli turlar düzenlenmektedir. Göynük Kanyonu tüm Likya yolu boyunca mevcut olan en uygun kamp ve ihtiyaç giderme mola noktasıdır. Ulupınar Ulupınar, Kemer Ulupınar, Antalya ilinin Kemer ilçesine bağlı bir mahalledir. Mahallenin adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur. Antalya iline 68 km, Kemer ilçesine 25 km uzaklıktadır. Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Perge Perge (Yunanca: Πέργη Perge), Antalya'nın 18 km doğusunda, Aksu ilçesi sınırları içinde bulunan, bir zamanlar Pamfilya Bölgesine başkentlik yapmış antik bir kenttir. Şehirdeki akropolisin Tunç Çağı döneminde kurulduğu düşünülmektedir. Helenistik dönem boyunca şehir eski dünya içerisindeki en zengin ve güzel şehirler arasında sayılmaktadır. Ayrıca Yunan matematikçi Pergeli Apollonius'un memleketidir. Şehrin tarihçesinin başlangıcı tekil olarak değil ancak Pamfilya Bölgesi ile birlikte incelenebilmektedir. Bölge içerisinde tarihöncesi çağa ait mağaralara ve yerleşimlere rastlanmaktadır. Mağaralar içerisinde en tanınmış olanı Karain Mağarası, Karainin komşusu olan Öküzini Mağarası, Beldibi, Belbaşı kaya sığınakları ve Bademağacı bölgedeki en tanınmış tarihöncesi yerleşim alanlarıdır. Yerleşim örnekleri göstermektedir ki Pamfilya ovası tarihöncesi çağlardan itibaren yerleşime elverişli ve sevilen bir bölgedir. Perge akropolisinin plato düzleminin tarihöncesi dönemlerden itibaren yerleşim için tercih edilen bir alan olduğu kabul edilmiştir. Wolfram Martini'nin yapmış olduğu Perge akropolisi çalışmaları göstermiştir ki, M.Ö. 4000 veya 3000'den itibaren akropolis platosu yerleşim alanı olarak kullanılmıştır. Arkeolojik buluntular arasında yer alan obsidyen ve çakmaktaşı buluntular Cilalı Taş Devri ve Bakır Çağından itibaren Perge’nin yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermektedir. Akropolis araştırmalarında Pamfilya Bölgesindeki ilk tarihöncesi gömü ile de karşılaşılmıştır. Çömlekçilik buluntuları diğer Anadolu buluntuları ile karşılaştırıldığında yalnızca Orta Anadolu örnekleri ile benzerlik göstermektedir. Hattuşaş kazılarında 1986 yılında bulunan tunç levha üzerindeki yazıttan Perge kentinin Hitit İmparatorluğu döneminde önemli bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır. M.Ö. 1235’den hemen önceye tarihlenen tunç levha Hitit Kralı IV. Tuthaliya, düşmanları ve Vasal kral Kurunta arasında yapılan anlaşma metnini içermektedir. Perge ile ilgili metin ise: "Parcha (Perge) şehrinin sahip olduğu bölgeyi Kaštarja nehrinin sınırlar. Eğer Hatti Kralı Parha Kentine saldırır silah zoru ile eğemenliğine alırsa sözü geçen kent Tarhuntašša kralına bağlanacaktır". Metinden anlaşıldığı kadarı ile yapılan savaş sonucunda imzalanan bu anlaşmada şehir ve sahip olduğu bölge taraflardan ikisine de kalmamış, bağımsızlığını korumaya devam etmiştir. Yazılış şekli ile Hitit Kralı şehre egemen olacak güce sahip olsa da, Pamfilya’nın güneybatı bölgesine pek ilgi duymadığı varsayımını kabul edebiliriz. Perge, Geç Hitit Döneminde pek önemli bir rol oynamadığı tahmin edilmektedir. Akropolis’in üzerinde küçük bir yerleşim yeri olarak yaşamını sürmüş olmalıdır. Tunç levhada sözü geçen olaydan kısa bir süre sonra deniz kavimlerinin Anadolu‘ya akınları başlamış ve Hitit İmparatorluğuna son vermişlerdir. Epigrafik bilgilerin ışında Pamfilya dilleri üzerine yapılan etimolojik araştırmalar Geç Myken ve Hitit döneminde bölgeye ilk Helen etkilerinin geldiği yolunda yorumlar yapılmaktadır. M.Ö. 13 yüzyıla tarihlenen erken Hellen Kolonizasyonu üzerine yazılı belge yoktur. Bu konu üzerine yapılan yorumlar yalnızca erken Hellen Kahramanlık söylencelerine dayanmaktadır. Truva Savaşı sonucunda Mopsus ve Kalchas önderliğinde Hellenli Akhalıların Pamfilya’ya gelerek Phaselis, Perge, Syllion ve Aspendos antik kentlerini kurdukları iddia edilmektedir. M.Ö. 120/121 yıllarına tarihlenen Perge’de hellenistik kulelerin arkasında yer alan avluda bulunmuş olan Ktistes heykel-kaideleri üzerinde adı yazılmış olan Akhalı kahramanlar Mopsus, Kalkhas, Riksos, Labos, Machaon, Leonteus ve Minyasas şehrin kurucuları olarak belirtilmektedir. Şehrin mitolojik kurucusu Mopsus aynı zamanda tarihsel kişi olarak da kanıtlanabilmektedir. F. Işık M.Ö. 8. yüzyılın sonu ile M.Ö. 7. yüzyılın başına tarihlenen Karatepedeki bir yazıttadan yola çıkarak şunları söylemektedir: Kizzuvatna kralı Astawanda kendi büyükbabasının Muksus veya Muksa adında bir kişi olduğunu belirtmektedir. Bu kişi kesinlikle Hitit soyundan gelen birisi olmalıdır. Hititçe ve Hellence karşılaştırmada Muksus ile Mopsus, Perge ile Parcha, Patara ile Patar benzerlikleriden yola çıkarak, Karatepe’ki Geç Hitit Beyinin atasınında Hellenler tarafından daha sonra Heros olarak kabul edildiğini söylemektedir. Perge şehir sikkeri üzerinde şehrin baş tanrıçası Artemis Pergaia her zaman Wanassa Preiis olarak yazılmıştır. Preiis veya Preiia çok büyük bir olasılıkla şehrin adı olmalıdır. Erken Aspendos sikkerinde şehrin adı "Estwediiys" ve Syllion’da "Selyviis" olarak yazılmıştı. Strabon’un belirttiğine göre Pamfilya diyalekti Helenler için yabancıydı. Side ve Sillyon’da yerli dilde yazılmış yazıtlar ele geçmiştir. Arrian, Anabasis’de şöyle der; Kymeliler Sideye geldiklerinde kendi dillerini unutmuşlar ve kısa zamanda yerli dili konuşmaya başlamışlardır. Sözü edilen dil sidecedir. Buradan şu sonuca varılabilir: Perge, Syllion ve Aspendos Pamfilya diyalekti ile Helence konuşurken, Side ve çevresinde sidece etkin bir dil olmaya devam etmiştir ve
sidece luvi dil grubuna ait bir dil olarak kabul edilir. M.Ö. 334 yılında Büyük İskender Granikos Savaşını kazanınca Küçük Asya’yı Ahameniş İmparatorluğu yönetiminden kurtarmıştır. Arrian’ın belirtmiş olduğuna göre Pergeliler Büyük İskender ile Pamphylia’ya gelmeden önce Phaselis kentinde bağlantı kurmuşlardır. Makedonya Kralı Ordusunu Trakyalıların Toros üzerinden açmış olduğu yoldan Lykia’dan Pamhylia’ya göndermiş, kendisi yakın komutanları ile kıyı şeridini izleyerek Perge’ye ulaşmıştır. Arrian Perge şehri ile Makedonya ordusu arasında herhangi bir savaştan söz etmediği için, şehir savaşmadan krala kapılarını açmış olmalıdır. Şehir klasik dönemde güçlü bir şehir suru ile korunuyor olmasına karşın, güçlü Makedonya Ordusu ile savaşmak istememiş olmalıydı. Büyük İskender daha sonra Aspendos ve Side’ye doğru ilerlemesine devam eder, Side’ye ulaşınca tekrar Aspendos üzerinden Perge’ye dönmüştür. M.Ö. 334 yılında Nearchos’u Lykia-Pamphylia Eyaletinin Satrabı olarak atar. Daha sonra da M.Ö. 334/333 kışını geçirmek için Gordion’a gider. Nearchos M.Ö. 329/328 yılında Büyük İskender’in Baktria’daki Zariaspa şehrinde bulunan kampına gitmiştir. Bu tarihten sonra hiçbir Satrabın adından söz edilmez, bu da büyük bir olasılıkla Lykia ve Pamhylia’nın Büyük Phrygia Satraplığına bağlandığını göstermektedir. Apameia Antlaşmasından sonra bölge(Pamfilya) ikiye bölünmüştür. Antlaşma metninde Bergama Krallığı ile Selevkos Krallıklarının sınırları kesin olarak belirlenmemiştir. Metinden yola çıkarak şöyle bir sonuç oluşturabiliriz: Bergama Krallığı Perge dahil olmak üzere Aksu (Kestros) sınır olacak şekilde Batı Pamfilya’ya sahip olmuşlardı. Aspendos ve Side bağımsız olarak kalmış ve her iki şehirde Romalıların bağdaşığı olmuştur. Apemaia Antlaşmasına rağmen Bergama Krallığı tüm Pamfilya’ya egemen olmak istemiştir. Aspendos, Side ve belki Sillyon Roma’nın yardımları ile bağımsızlıklarını korumuşlardır. Bu nedenle Kral II. Attalos Güney Akdeniz’de bir limana sahip olabilmek için Attaleia kentini kurmak zorunda kalmıştır. Romalı yazar Livius Roma Konsulu Cn. Manlius Vulso’nun Perge şehrini ele geçirmek istemiştir. Şehir konsüle ricada bulunarak, şehri savaşmadan teslim etmek için Kral Antiochos’a sormak için izin istemiştir. Cn. Manlius Vulso Antiocheia’dan gelecek haberi beklemiştir. Konsulün bekleme nedeni; şehrin güçlü bir savunma sisteminin olması ve Selevkosların şehirde güçlü bir garnizonu olmasına bağlanabilir. E. C. Bosch'un yazdıklarına bakarak; Apemeia Barışından sonra Batı Pamfilya yukarıda sözü edilen sınırlar içerisinde Bergama Krallığına aitti. Fakat Perge tümüyle serbest olmasa da içişlerinde bağımsızdı. Cm Manlius Vulso’nu isteği üzerine Selevkosların eğemenliğinden de kurtulmuştu. Anlaşılan Bergama Krallığı ile Selevkoslar krallığı arasındaki sınır çizgisi ve sınır şehirlerinde daimi olarak değişim söz konusuydu. M.Ö. 133 yılında Bergama Krallığı III. Attalos’un vasiyeti ile Roma Cumhuriyetine devrolmuştur. Romalılar, Batı Anadolu’da Asia Eyaletini kurmuşlardır. Fakat Pamfilya bu eyaletin sınırları dışında kalmıştır. Şimdiye kadar açıklığa kavuşmayan noktalardan birisi, Bergama Krallığına ait olan Batı Pamfilya bölümünün Asia Eyaleti sınırları içerisine alınıp alınmadığıdır. Belki Pamfilya şehirleri bir süre serbest kalmışlar veya eyalete dahil edilmişlerdi. Bergama Krallığı Batı Pamfilya'yı Kestros’a kadar egemendi. Nehir doğal sınırı oluşturmaktaydı. Romalılar ancak Rodosluların deniz egemenliğinin son bulması ve Kilikya'lı korsanların yok edilmesinden sonra Pamfilya’da söz sabibi olabilmişlerdir. Roma döneminde Perge hakkındaki ilk bilgiyi Cicero’nun Verres’e karşı yazmış olduklarından edinmekteyiz. Verres M.Ö. 80/79 yıllarında Kilikya Valisinin Quaestor’udur. Kilikya Valisi Publius Cornelius Dolabella Eyaletin Valisi olarak yönetimi elinde tutmaktaydı. Verres Perge’deki Artemis Pergaia Tapınağının hazinesini soyar. Cicero’ya göre Artemidoros adında bir Pergeli kendisine yardım etmiştir. Böylece anlaşılmaktadır ki; bu dönemde Pamfilya Kilikya Eyaletine bağlanmıştır. M.Ö. 49 yılında Sezar Pamfilya’yı Asia Eyaletine dahil eder. Lentulus’un Perge’den Cicero’ya yazmış olduğu mektuptan öğrenmekteyiz ki; M.Ö. 43 yılında Dolabella Side’ye kadar gelmiş, orada Lentulus ile yaptığı savaşta zafer kazanmış ve Side’yi Asia Eyaleti ile Kilikya Eyaleti arasındaki sınır şehri yapmıştır. Mektuptan Pamfilya’nın Asia Eyaletine dahil edildiği sonucunu çıkarmaktayız. Roma Toprakları Octavianus ile Marcus Antonius arasında bölüşülürken, Doğu yarı Marcus Antonius’da kalmıştır. Marcus Antonius Küçük Asya şehirlerinin Ceaser Kaltillerine yanında yer almalarından ötürü cezalandırmıştır. Böylece bu şehirler Roma Müttefiki olmaktan çıkarılmıştır. Galatia Kralı Amyntas Doğu Pamphylia’ya egemen olmuştur ; Batı Pamphylia Asia Eyaletinin bir parçası olamay devam etmiş olmalıdır. M.Ö. 25 yılında Amyntas’ın ölümünden sonra, Augustus oğullarının tahta geçmesine izin vermemiş ve Galatia Eyaletini kurmuştur . Batı ve Doğu Pampylia birleştirilerek tek Eyalet haline getirilmiştir . Cassius Dio M.Ö. 11/10 yıllarında ilk kez Pamfilya'lı Eyalet valisinden söz etmektedir. M.S. 43 yılında İmparator Claudius, Lycia et Pamphylia Eyaletini kurmuştur . Bu dönemde Havari Paulus ilk Misyon Seyyahatinde Perge şehrinede uğramıştır . Perge’den deniz yolu ile Antiochia’ya gitmiş, dönüşünde tekrar Perge’ye uğramış ve mehşur konuşmasını yapmıştır. M.S. 1. yüzyıldan itibaren Perge Romanın oluşturmakta olduğu dünya düzenine uyum sağlayarak, onun içinde yerini almaya çalışmıştır. Helenistik dönemden itibaren Pamfilya’nın önemli kentlerinden biri olmuştur. Pax Romana ile sağlanan huzur ortamından yararlanarak rahat bir ortama kavuşmuştur. Çünkü Pamfilya Bölgesi Helenistik dönemde Diadoklar'ın güç göstermeleri için çekiştikleri bir alan olmuştur. Helenistik dönemin başlarında Ptolemaios'lular ile Selevkos'lular egemenlik için savaşmışlardır. Ptolemaios'luların bölgeden çekilmesinden sonra Selevkos'luların rakibi Bergama Krallığı olmuştur. Helenistik çekişmeler içerisinde Pamfilya Kentleri kendilerini geliştirmek için pek uygun ortamlar yaratamamışlardır. Pax Romana ile şehirler kendilerini geliştirmek için yeni bir başlangıç sürecine girmişlerdir (Örneğin: Perge güney kesimindeki Helenistik suru ortadan kaldırılarak Güney Hamam ile Agora inşa edilmiştir). Pergeliler her daim Romalı İmparatorlar ile iyi ilişkiler içerisinde olmaya çalışmışlarıdr. Daha Tiberius döneminde Pergeli Lysimakhos’un oğlu Apollonios elçi olarak Roma'ya gitmiştir. Belki Apollonios’un özel girişimleri ile Germanicus Doğu Seyahati sırasında Perge’ye de uğramıştı. I. yüzyılın ortalarında Gaius Julius Cornutus, Nero döneminde Perge’de bir Gymnasion ve Palaestra inşa ettirmiştir . 7 Aylık Galba döneminde, Pamfilya Galatia ile birleştirilmiştir. Vespasian ‘Lycia et Pamphylia’ Eyaletini yeniden şekillendirerek Lykia ve Pamphylia Eyaletlerini tekrar tek eyalet yapmıştır. İmparator Vespasian Perge şehrine Neokorie ünvanını da vermiştir ve İmparator Domitian Tanrıça Artemis Pergaia Tapınağına Asyl yetkisini vermiştir. Domitian devrinde Demetrios und Apollonios kardeşler Pergenin iki ana caddesinin kesiştiği noktada bir zafer takı dikmişlerdir . Pergeli Demetrios ve Apollonios kardeşler şehrin varlıklı bir ailesine mensuptular. Hadrian yönetiminde Lykia ve Pamphylia Eyaleti Sanato Eyaleti, Bithynia ve Pontus Eyaleti İmparatorluk Eyaleti olmak şartıyla statüleri değiştirilmiştir. Bu düzenleme yalnızca üç veya dört yıl süren bir zorunlu bir değişiklik olmuştur. Hadrian dönemine ait en önemli epigrafik kaynak Plancii Ailesine ait ktistes yazıtlarıdır. Plancii sülalesi Roma İmparatorluk devrinde Perge tarihçesi için önemli bir rol oynamaktadır. Plancius Rutilius Varus Flaviuslar döneminde senatörlük yapmış ve 70-72 yıllarında Bithynia ve Pontus Eyaletinin Proconsülü olmuştur. Plancius Rutilius Varus’un kızı Pergenin renkli isimlerinden Plancia Magna’dır. Plancia Magna Senator Gaius Julius Cornutus Tertullus ile evlenmiştir. Çiftin Gaius Julius Plancius Varus Cornutus adında bir oğulları vardır. Plancia Magna tüm gücü ile yaşadığı dönemde bütün şehri imar faaliyetleri ile yenilemeye ve zenginleştirmeye çalışmıştır. Plancii Ailesi özellikle Hadrian döneminde Perge Şehrinde güçlü bir siyasi pozisyona sahip olmalıydı. Şehrin girişi Plancia Magnanın imar faaliyetlerinden önce helenistik kapıdan daha güneye doğru alınmıştı. Helenistik kuleler ardındaki iç avlu Plancia Magna’ın istekleri doğrultusunda şehrin propaganda merkezi haline dönüştürülmüştür. Avlunun doğu duvarının içerisinde yer alan nişlere Helen Ktisteslerinin, batı nişlerine de Romalı ktisteslerin heykellerini yerleştirtmişti. Romalı ktistesler babası, kardeşleri, kocası ve oğlu olarak verilmşti. Perge halkı kuruluşlarının yeni olmayıp, Helen Kolonisazyonuna geri gittiğini göstermek istemişti. Perge bu kuruluş mitolojisi ile Panhellenia Şenliklerine katılma hakkı elde etmişti. Panhellenia Şenlikleri İmparator Hadrian tarafından kurulmuş, Helen Kültürü ile bağlantılı olarak geliştirilmiş ve Atina Helenistik Dünyanın başkenti olarak seçilmişti. Küçük Asya kentlerileri de Panhellenia Şenliklerine katılabilirlerdi. Tek şart resmi bir başvuru ile Atina’ya gitmek ve gerçekten bir Hellen Kolonisi olarak kurulmuş olduğunu kanıtlamak zorundaydı. Resmi başvuru Atina’daki komisyon tarafından incelenmekte, eğer başvuru kabul edilirse, şehir Panhellenia üyesi olarak ilan edilmekteydi. Resmi kabulden sonra şehir kurucu veya kurucularının bronz heykellerini yaptırmakta ve Atina’ya gönderilmekteydi. Bu heykeller bir galeride sergileniyorlardı. Pergeliler Panhellenia’dan yola çıkarak Helen Ktisteslerinin birer heykelini de kendi şehirlerinde sergilemek istemiş olmalıdırlar. Şehrin adı “Perge” Grekçe bir köke sahip değildir. Pamfilya’nın daha sonraki tarihçesini Roma Tarihinden ayrımak pek olası değildir. Marcus Aurelius yönetiminde Pamfilya tekrar Senato Eyaleti olmuştur. Fakat Pamfilya daima Roma İmparatorluğunun bir parçası olmuştur. Geç Roma döneminde merkezi
yönetimin zayıflaması nedeniyle Küçük Asya’daki siyasi durumda devamlı belirisizlikler oluşmuştur. Partlar Romalılar için doğu sınırında büyük sorun yaratan düşman toplum olmuşlardır, ve 3. yüzyılda Sasanilerin yönetime geçmesiyle durum daha da zorlaşmıştır. I. Schapur (241-272) Karrai ve Edessa yakınındaki savaşta Roma İmparatoru Valerian’ı (253-260) esir alır. Valerian, Gallienus ve Tacitus döneminde Pamfilya’nın bazı şehirleri Romalı garnizonların konuşlandırıldığı yerler olmuştur. Çünkü bu dönem Küçük Asya için tehlike ve felaketlerin baş gösterdiği yıllardır. Eski çağ tarihçileri 235 ile 284 arasını Roma İmparatorluğunun kriz yılları olduğunu kabul etmektedirler. Sasanidler Kapadokia’ya saldırmışlar ve Kilikia’da ki limanları dağıtmışlardır. Side Roma Ordusu için önemli bir liman haline gelmiştir. Pamfilya şehirleri 3. yüzyılda zengin bir dönem yaşadıkları için büyük gelişme göstermişlerdir. Valeiranus und Gallienus devrinde Pamfilya yeniden İmparator Eyaleti olmuştur. Gallienus ve Taticus’un yönetim yılları Perge şehri için başarılı yıllar olmuştur. Gallienus döneminde İmparatorluk Kültü epigrafik ve nümizmatik belgelerde Neokorie isimlendirilmesi ile vurgulanmıştır. Side ve Perge arasındaki yarış bu konuda önemli bir rol oynamaktadır . Got Savaşları sırasında İmparator Tacitus Perge’yi ana merkez olarak seçmiş ve İmparatorluk kasasını şehre getirmiştir. İmparator Tacitus 274-275 Perge’yi Pamfilya Eyaletinin Metropolü olarak ilan etmiştir. Şehir Metropol olmaktan çok gururlanmıştır. Pergeliler İmparator için bir şiir yazmışlardır. Şiir halen Tacitus caddesi olarak adlandırılan yerde iki dikili taş üzerinde kazıma yazı olarak yer almaktadır . Side liman kenti olmasından dolayı Pamfilya'da her zaman güçlü bir şehir olmuştur. Perge’nin dünyaca tanınmış Artemis Pergaia Tapınağına karşın hiçbir zaman ilk şehir olarak bölgede yer almamıştır. Pamfilya şehirleri arasındaki bu yarış her zaman var olmuştur. Çok kısa bir süre için olsa da Perge uzun süreli rakibine karşı başarı elde etmiştir. Kısa bir süre sonra Probus zamanında da Perge Pamfilya’nın ilk şehri olarak gösterilecektir. 286'da Diokletianus İmparatorluğun doğu yarısında söz sahibi olacaktır. Diokletianus yapmış olduğu Eyalet düzenlemesi ile Lycia ve Pamphylia tekil eyalet olmuşlardır. Gotlar daha Gallienus döneminde Isauria’dan Toroslar üzerinden Kilikia’ya inerek bölgeye egemen olmuşlar ve İç Anadolu ile karayolu bağlantısını kesmişlerdir. Böylece ticaret bağlantısı kesintiye uğramıştır. 3. yüzyılın sonunda Pamfilya önemini kaybetmiştir. İmparator III. Gordinaus doğu gezisine çıktığında Perge’ye uğramıştır. İmparatorun ziyareti onuruna şehre bir heykeli dikilmiştir. Yine aynı imparator dönemine tarihlenen Perge’de ele geçen bir yazıttan Pamfilya’nın tek başına bir eyalet olduğu anlaşılmaktadır. Lycia et Pamphylia Eyaleti 313 yılına kadar devam etmiş olmalıdır. Aurelius Fabius ilk kez epigrafik belgelerle kanıtlanmış olan ilk Lykia Eyaleti Valisidir. Aurelius Fabius’un valilik süresi 333-337 yılları arasındadır. 313 ve 325 her iki eyaletin birlikte olduğu tarihtir. Daha sonra iki eyalet birbirinden kesinlikle ayrılmıştır. 4. yüzyılın ikinci yarısında Isaurialılar Pamfilya’ya saldırmışlardır. Isaurialılar, Toroslar üzerindeki yolları kapamış ve Pamfilyanın içlerine ganimet toplamak için akınlar düzenlemişlerdir. Pamfilyalılar Pax Romana ile uzun yıllar refah içerisinde yaşamış olsalarda, 4. yüzyıldaki kriz yıllarında ayakta kalmaya çalışmışlar veya yeni savunma sistemleri inşa etmişler ya da eskilerini onarmışlardır. 368-377 yıllarında Isaurialılar askeri saldırılarını güçlendirerek yeniden harekete geçmişleridr. 399 ve 405/6 Isaurialıların Pamfilya’ya saldırıları ve yıkımları çok güçlü olmuştur. Ancak Isauria kralı Zenon ile Pamfilya’nın tahribatı durdurulmuştur. 5. yüzyılda Pamfilya yeniden bir gelişim dönemi ve parlak bir devir yaşamıştır. Doğu Roma İmparatorluğu döneminde Piskoposluk düzenlemesinde Pamfilya’da özel bir durum ile Side ilk Piskoposluk merkezi, Perge de ikinci Piskoposluk merkezi olarak açıklanmıştır. Burada yeniden gelenek haline gelmiş iki kent arasındaki rekabet görülmektedir. Kesinlik kazanmayan tek konu hangi şehrin Pamfilya'nın başkenti olduğu konusudur. 7. yüzyılda bölgeye Arap akınları başlamıştır. Geç antik ve bizans döneminde Perge’ye ait doğrudan bilgiye rastlanmamaktadır. Yalnızca Kilise Meclisi toplantılarının sonuç bildirgelerinden haber sahibi olunabilmektedir. Perge halkı bu tarihler arasında zamanla şehri yavaş yavaş terk etmeye başlamıştır. 17. yüzyılda gezgin Evliya Çelebi Pamfilya’ya gelmiştir. Evliya Çelebi bu bölgede Tekke Hisarı adlı bir yerleşimden söz etmektedir. Tekke Hisarı ile bazı araştırmacılar antik Perge kentinin aynı yerleşim yeri olabileceğini savunmaktadırlar. Perge kentinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda hiçbir Osmanlı buluntusu veya kalıntısına rastlanmmaıştır. Günümüzdeki modern yerleşim yeri Aksu kentin yaklaşık 1 km güneyinde yer almaktadır. Bu nedenlerden dolayı Perge'nin çekirdek yerleşimi Bizans döneminden sonra herhangi bir zamanda halkı tarafından terk edilmiş olmalıdır. Pavlus ya da asıl adı ile Saul ve yol arkadaşı Barnabas, Yeni Ahit'de yazılana göre Perge şehrini iki defa ziyaret etmişlerdir. İlk ziyaretlerini misyonerlik görevi ve vaaz vermek için yapmışlardır. Buradan da gemi ile yolculuk etmek üzere 15 km ötesinde bulunan Attalia (Şimdiki Antalya) şehrine vararak güneydoğu yönünde bulunan Antioch(Antakya)'a gitmişlerdir. Yunan kayıtlarında Perge, 13. yüzyıla kadar Pamfilya Bölgesinin metropolisi olarak alıntılanmıştır. İlk kazıların 1946 yılında İstanbul Üniversitesi ((A.M.Mansel tarafından )) tarafından başlatıldığı Perge'de önemli kalıntılar şunlardır: Cavea (Seyirci oturma yerlerinin bulunduğu alan), Orkestra ve Scene (Sahne) olmak üzere üç ana bölümden oluşur. Cavea ve sahne arasında orkestraya ayrılan alan, yarım daireden biraz geniştir. Bir dönem orkestra alanında yine aynı dönem popüler olan gladyatör ve vahşi hayvan dövüşleri yapılmıştır. 13000 seyirci kapasitelidir. Alt tarafta 19, üstte 23 oturma sırası vardır. Tiyatroda orkestra kısmının korkuluklarla çevrilmiş olması, burada gladyatör oyunlarının da yapıldığını göstermektedir. Fakat Perge tiyatrosunun en ilginç bölümü sahne binasıdır. 5 kapı ile kulise açılan sahne binasını yüzünde tablolar halinde şarap tanrısı Dionysos’un hayatını anlatan rölyefler vardır. Perge tiyatrosunun sahne binasındaki mermer kabartmalar da adeta bir filmin kareleri gibi betimlenmiştir. Sahne binasının yıkılması sonucu bu kabartmalardan birçoğu ağır hasar görmesine rağmen Dionysos’un hayatını anlatan bölümler oldukça anlaşılır durumdadır. Perge Stadyumu antik dünyadan günümüze kalmış en iyi stadyumlardan biridir. İnce uzun dikdörtgen planlı olan yapının ana malzemesi yörenin doğal taşı olan konglomera bloklarından meydana gelmiştir. 234 x 34 metre boyutlarında olup kuzey kısa kenar nalı şeklinde kapalı güneyi ise açıktır. Yapı her iki uzun kenarda 30'ar kapalı kısa kenarda ise 10 adet olmak üzere 70 kemer sübstrüksiyon üzerine oturtulmuş 11 oturma sırasından meydana gelmiştir. Sıraların yüksekliği 0.436 m. genişliği ise 0.630 m.dir. En üst kademe 3.70 m. genişliğindeki gezi alanı üzerinde arkalıklı sıralardan meydana gelmiştir. Güney kısa kenarda anıtsal bir ahşap girişin bulunduğu sanılmaktadır. Uzun kenarları taşıyan kemer boşlukları dükkân olarak kullanıldığı, üzerlerindeki dükkân sahibinin adı ve satılan malın cinsinin yazıldığı yazıtlardan anlaşılmaktadır. Stadyumun M.S. 1. yüzyılın ikinci yarısında yapılmaya başlandığını söylemek mümkündür. Yaklaşık 12000 kişiliktir. Şehrin ticari ve politik merkezidir. Ortadaki avlunun etrafında çepeçevre dükkânlar vardır. Bazı dükkânların tabanı mozaikle kaplıdır. Sırasıyla dükkânlardan biri agoraya, diğeri ise agorayı çevreleyen sokaklara açılır. Arazinin eğimine bağlı olarak güney kanattaki dükkânlar iki katlıdır. Doğu Roma İmparatorluğu döneminde batı giriş dışındaki ana girişler duvarla örülerek kapatılmış, kuzey giriş olasılıkla bir şapel olarak kullanılmıştır. Meydanın ortasında 13,40 m Çapında yuvarlak bir yapısı olan agora 75.92 x 75.90 m boyutlarındadır. Akropol eteğinde çeşme(nympheum) ile yerleşim arasında uzanır. Ortasında 2 m. genişliğinde bir su kanalı caddeyi ikiye ayırır. Helenistik surun doğuda, batıda ve güneyda olmak üzere üç kapısı vardır. Güneydeki bu kapı, avlulu kapı türüne girmektedir. M.Ö. 2. yüzyıla tarihlenen Helenistik kapı, çağın savunma anlayışına dört katlı iki yuvarlak kuleyle korunan ve oval avlulu bir plana sahip anıtsal bir yapıdır. Kapıda üç evrenin varlığı saptanmıştır. M.S. 121 yılında birtakım değişikliklere uğrayarak şeref avlusu haline getirilmiştir. Bu sırada Helenistik duvarların renkli mermerlerle kaplandığı sütunlu bir cephe mimarisi oluşturulduğu, duvarlara açılan nişlere tanrı ve kentin efsanevi kurucularına ait heykellerin konduğu anlaşılmaktadır. Kentin en iyi korunmuş yapılarından biri olan Güney Hamamı, Pamfilya Bölgesindeki benzerleriyle karşılaştırıldığında büyüklüğü ve anıtsallığı ile dikkat çeker. Soyunma, soğuk banyo, ılık banyo, sıcak banyo, beden hareketleri(palaestra) gibi farklı işlevlere ayrılmış mekanlar yan yana sıralanmış ve hamama gelen kişinin bir mekandan diğerine geçerek hamam kompleksinden yararlanması sağlanmıştır. Bazı mekanların tabanının altındaki ısıtma sistemi günümüzde görülebilir. Perge Güney Hamamı, M.S. 1. yüzyıldan 5. yüzyıla kadar uzanan farklı evrelere ait inşaat, değişiklik ve ekleme faaliyetlerini yansıtmaktadır. Perge'deki diğer yapılar, nekropol, surlar, gymnasium, anıtsal çeşme ve kapılardır. Kumluca (anlam ayrımı) Kumluca Kumluca, Antalya iline bağlı bir ilçedir. Kumluca'nın ilk yerleşimi ilçenin merkezinin 5 km kadar doğusunda, tepelerin eteklerinde Sarı Kavak adıyla 1830 yıllarında kurulmuştur. Elmalı'dan ayrılan Finike ile Antalya'ya bağlı Iğdırmağardıç Bucağı Kumluca ve Kemer diye ikiye ayrılarak, Kemer Antalya'ya, Kumluca'da Finike'ye bağlanmıştır. Bu sırada Sarıkavak, Iğdırmağar
dıç Bucağının bir mahallesidir. Bugünkü Kuzca Köyü ise o zaman ayrı bir bucak idi. 1924 yılında Kuzca Bucağının merkezi Gödene'ye (Altınyaka) alınmış ve zamanla göçebe halkın yerleşerek kalabalık bir merkez haline getirdiği bugünkü ilçe merkezinin bulunduğu yerde kumluca bucağı kurulmuştur. Kumluca bucağı sonraları daha da büyümüş, 7033 sayılı kanunla 1958'de Finike'den ayrılarak ilçe olmuştur. Henüz bugünkü ilçe merkezinde hiç, yerleşme yokken, Sarıkavak'tan bir köylü Cavur deresinin batı kıyısında kumluk ve fundalık bir arazi olan şimdiki şehir merkezinin bulunduğu yere karpuz ekmiş. Kumsal ve verimli arazide karpuzlar oldukça iri olmuş. Yetişen karpuzları yetiştiricisi köylere götürüp satarken, köylüler bu karpuzları nerede yetiştirdiğini sormuşlar. O da "derenin kıyısındaki kumluca yerde" diye cevap vermiş. Bu köylünün meşhur karpuzlarının methi, karpuzların yetiştiği yerin adının zamanla "Kumluca" olmasına neden olmuştur. Kumluca İlçesi, Batı Akdeniz bölümünün, Antalya Körfezi'nin batı kısmındaki Teke Yarımadası diye adlandırılan Antalya Körfezi ile Fethiye Körfezi hizasında Akdeniz'e doğru uzanan uzantı üzerinde ve Antalya'ya 90 km uzaklıktadır. İlçenin yüzölçümü 1253 km²'dir. İlçenin güneyinde Akdeniz, batısında Finike ilçesi, batı ve kuzeybatı yönünde Elmalı ilçesi bulunmaktadır. İlçe üç tarafı dağlarla çevrili, denizden kuzeye doğru uzanarak tatlık mevkiinde son bulan verimli bir ova üzerinde yer almaktadır. Bu ovanın doğuya doğru uzantısı üzerinde Mavikent beldesi bulunmaktadır. Ova üzerinde Mavikent'ten başka altı köy daha vardır. İlçenin kuzeyindeki dağlar gittikçe yükselerek Beydağları'na kadar uzanan engebeli bir arazi oluşturmuştur. İlçe'de akdeniz iklimi hakimdir. Yazları hava sıcaklığı 48 dereceyi bile bulabilmektedir. Kışları yoğun yağış alır, kar yağışına rastlanmaz. Kışları sert rüzgarlar görülmektedir. İlçede; Olympos, Corydella, Rhodiapolis, İdebessiois, Gagae gibi önemli antik kentler bulunmaktadır. Özellikle, Olympos çok fazla yerli ve yabancı turist tarafından ziyaret edilmektedir. 1991 yılında bu antik şehirde yapılan çalışmalar ve ortaya çıkarılan tarihi eserler, buranın tarihi ve turistik değerini daha da artırmıştır. İlçenin sahil şeridi 30 km.'dir. Bu sahil şeridinde Çavuşköy Kasabası'ndaki Adrasan koyu ile Olympos koyu; otel, motel, pansiyon ve restoranları ile yerli ve yabancı turistlere hizmet vermektedir. Mavikent Kasabası Karaöz Koyu'nda ise, tatil siteleri bulunmaktadır. Mavikent beldesi ile Finike ilçe sınırı arasındaki sahil şeridi, şu anda sadece yöre halkı tarafından inşa edilmiş ahşap evler (obalar) ile iskan edilmiştir. Ancak, Mavikent ve Beykonak sahillerinde tatil siteleri inşaatları yapımı da devam etmektedir. Ayrıca yayla turizmi olarak yerli ve yabancı turistler için yaylalara turlar düzenlenir. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 3 belde, 24 köy ve 20 mahalleden oluşmaktadır. İlçe ekonomisinde ana gelir kaynağı seracılıktır. Seracılık ilçe nüfusunun tamamına yakınını doğrudan etkilemektedir. Çünkü ilçede yaşayan tum halk seracılığın ve portakal bahçelerinin ekonomisi ile işlerini yönlendirmektedir. İlçede turizm Çavuşköy Kasabası'ndaki Adrasan koyu ile Olympos koyu'ndaki otel, motel, pansiyon ve restoranları ile yerli ve yabancı turistlere hizmet vermektedir. Mavikent Kasabası Karaöz Koyu'nda ise, tatil siteleri bulunmaktadır. İlçede sanayi tesisi bulunmamaktadır. Kaplan Kaplan ("Panthera tigris"), kedigiller (Felidae) familyasından etçil bir memeli hayvan türü ve büyük kediler ailesinin dört üyesinden biri süper yırtıcıdır. Hint alt-kıtası dünyada yaşayan vahşi kaplanların %80'ine ev sahipliği yapmaktadır. Kuzeyde Sibirya, güneyde Hindistan ile Malakka yarımadası arasındaki bölgelerde bulunur. Günümüzde sadece 5 alttür bulunmaktadır. Çoğu kaplan kamuflajlarının uygun uyum sağladığı ve hızlı veya daha çevik avları yakalamalarının daha kolay olduğu ormanlarda ve otlaklarda yaşar. Hindistan'da, Türkiye'de, (Türkiye'de 1970'ten beri sadece 3 kez görüldü.) Çin'de neredeyse tüm Asya'da yaşarlar. Büyük kediler arasında sadece kaplan ve jaguar iyi yüzücülerdir. Kaplanlar sık sık su birikintilerinde, göllerde ve nehirlerde yıkanırlarken bulunurlar. Kaplanlar yalnız avlanırlar ve birincil olarak geyik, yaban domuzu, gaur, ve manda gibi orta ve büyük boyutlu otçullarla beslenirler. Buna rağmen arada sırada küçük avları da yakalarlar.. Kaplanların tek ciddi avcısı onları sıkça postu için yasadışı bir şekilde öldüren insandır. Aynı zamanda kemikleri ve neredeyse tüm vücut parçaları geleneksel çin tıbbında ağrı kesiciden afrodizyaklara kadar değişen bir alan için kullanılır. Kaçak avlanma ve ortamlarının yok olması kaplanların sayılarını büyük oranda azalttı. Bir yüzyıl önce dünyada 100 000'den fazla kaplan varken bugün bu sayı 2500 üreyebilen bireyi geçmez. Hiçbir kaplan nüfusu 250 üreyebilen üyeden fazlasına sahip değil.. Tüm kaplan alt türleri tehlike altındaki türler listesinde yer almaktadır. Kaplan türleri içinde Sibirya Kaplanları dünya üzerindeki en büyük ve en ağır kedilerdir. Kaplan ve aslanın çiftleşmesinden meydana gelen liger veya tigon'lar sibirya kaplanlarından daha büyük olabilirler. Genelde farklı alttürlere ait kaplanların farklı boyutlarda olmasına rağmen erişkin bir erkek kaplan ortalama 200 ile 350 kg dişilerse 120–180 kg ağırlığındadır. Erkek ortalama 2,6 m 3,3 m arası dişiler ise 2,3-2,75 m boyundadırlar. Yaşayan alt türler arasında Sumatra kaplanı en küçük Sibirya kaplanı (ya da Amur) en büyüğüdür.Maalesef Sibirya Kaplanlarının soyu tükenmek üzeredir. Birçok kaplanın çizgilerinin renkleri kahverengiden saf siyaha kadar değişir, buna rağmen beyaz kaplanlar daha az belirgin olan çizgilere sahiptir. Beyaz kaplanlar ayrı bir alttür değil lüsistik (:en:Leucistic) hint kaplanlarıdır. Çizgilerin şekli ve yoğunluğu alttürden alttüre farklılık gösterir ama çoğu kaplan 100'den fazla çizgiye sahiptir. Şimdi soyu tükenmiş olan java kaplanının bundan çok daha fazla çizgisi vardı. Bu çizgilerin düzeni ve kaşları aynı parmak izi gibi eşsizdir. İki kaplan aynı çizgilere sahip değildir. Böylece aynı parmak izi gibi bireylerin tanımlamasında kullanılabilir gibi gözükse de vahşi bir kaplanın çizgilerinin düzenini kaydetmekteki zorluklar yüzünden uygulanabilir bir yöntem değildir. Çizgilerin amacının kamuflaj olduğu sanılmaktadır. Çok az hayvan insanların gördüğü anlamda renkli görme duyusuna sahip olduğu için, postun rengi pek önemli değildir. Kaplanların çizgilerinin düzeni aynen derilerinde de bulunur, eğer bir kaplanı tıraş edecek olsaydınız, derisinde de aynı çizgi düzeni ile karşılaşırdınız. Diğer tüm kediler gibi sivri tırnaklara sahiptirler ve tırnaklarını içeri çekebilirler. Tırnakları sayesinde nadirde olsa ağaçlara tırmanırlar. Özellikle mavi ve koyu maviye yakın ve diğer renklerde kaplanlar olduğuna dair birçok belirsiz referans bulunmuştur. (bkz Malta kaplanı veya Mavi Kaplan (Panthera tigris melitensis) () ve kara kaplan ()) Kaplanlar genellikle gece avlanırlar. Gece görüşleri insanınkinden 6 kat daha iyidir. Çok sesiz ve fark ettirmeden avlarını takip ederler. Kaplanlar diğer kediler gibi avlarını pusuya yatarak yakalarlar. Bir noktadan vücudunun ağırlğını ve güçlerini kullanarak avlarının üstüne çullanıp, etkisiz hale getirirler. Av yüzükoyun yerde yatarken kaplan avının boynunun arkasını ısırır. Bu omuriliği kopartarak, nefes borusunu delerek veya toplardamar ya da atardamarları parçalayarak avın ölmesini sağlar. Büyük avlar için boğazdan ısırmayı tercih eder. Kaplan bu süre içinde ayakları ile avına sarılarak hareket etmesini önler ve avı ölünceye kadar boynuna kenetlenir. Çok iyi yüzücü olan kaplanların avlarını yüzerken öldürdükleri bilinmektedir. Hatta bazı kaplanlar, üzerindeki balıkçılar veya yakalanmış balıklar için nehirdeki balıkçı teknelerini pusuya düşürmüşlerdir. Ranthambore Ulusal Parkındaki kaplanlar özellikle de Chengis adında bir tanesinin bataklık timsahları ile güreşerek timsahların ağzından avlarını aldığı biliniyor. Kaplanların büyük çoğunluğu mecbur kalmadıkça insan avlamazlar. Muhtemelen 1000 kaplandan sadece 3-4 tanesini hayatları boyunca av olarak insan öldürmektedir. Tipik insan yiyici, hasta ya da yaşlı olup alışıldık avını avlamayan, dolayısıyla daha ağır hareket eden ve daha küçük hedeflerle yetinmek zorunda kalan hayvanlardır. Tüm diğer iri avcılar gibi kaplanlar da insanları ideal bir av olarak görmezler. Bengal'deki mangrov bataklıkları diğer yerlere göre daha yüksek bir insan yiyici ortalamasına sahiptir ve buradaki bazı sağlıklı kaplanların da insanları avladıkları bilinmektedir. Vahşi doğada kaplanlar 5 m. kadar yükseğe ve 9–10 m. kadar uzağa zıplayabilirler. Bu onları Pumadan sonra en yükseğe zıplayabilen memelilerden biri yapar. 50 kg ağırlığındaki bir çiftlik hayvanıyla 2 m. yüksekliğinde bir çitin üzerinden atladıkları belirtilmiştir. Ava sıkıca tutunmaları sağlayan devasa ve son derece kuvvetli ön uzuvları çıkıkları engeller. Özellikle Gaur ve su buffalosu gibi bir tonun üzerindeki avlar, altıda biri ağırlığında kaplanlar tarafından öldürülür. Yetişkin bir insanı veya kurdu tek bir pati darbesi ile öldürebilir veya 150 kg.'lik bir sambar geyiğini ağır yarayabilir. Kaplanlar mümkün olduğunca sambar, gaur ve manda gibi iri avları tercih ederler. Çünkü büyük bir av daha fazla et demektir, daha uzun süre idare eder ve başka bir av ihtiyacını ortadan kaldırır. Kaplan öldürdüğü avını gizli bir yere götürerek bununla günlerce idare eder. Kaplanlar menzillerindeki en üst yırtıcıdırlar ve besin için, güçsüzlüğünü sayılarla kapatan dhole (vahşi hint köpeği) dışında başka bir hayvanla mücadele etmezler. Mecbur kalmadıkça gergedan gibi büyük hayvanlara saldırmazlar. Yetişkin kaplan yalnız hayvanlardır çok şiddetli derecede bölgesellerdir. Dişi bir kaplanın 20 km² civarında bir bölgesi varken erkek kaplanları bölgesi 60–100 km² arasıdadır. Erkeklerin bölgesi bir sürü dişininkini kaplayabilir ama kendi bölgelerinde yabancı bir erkeğe müsamaha göstermezler. Agresif doğaları g
ereği bölgesel uyuşmazlıklar çok şiddetlidir ve genelde erkeklerden birinin ölümü ile sonuçlanır. Erkek kaplan bölgesini idrar ve anal salgı bezlerindeki salgılarla ağaçları ve dışkısı ile patikaları işaretleyerek belirler. Aynı zamanda ağaçlarda bıraktıkları tırnak izleri de bölgelerini işaretlemede kullanılır. Erkekler dişilerin kızgınlık dönemini anlamak için idrarlarını koklarken "flehmen" ("") denilen bir davranışla yüzlerini ekşitirler. Dişi sadece birkaç gün boyunca kızgın haldedir ve bu süre içinde birçok kez çiftleşme gerçekleşir. Çift diğer kedilerde olduğu gibi sık sık ve gürültü bir şekilde çiftleşir. 103 gün olan gebelik süresi sonunda ağırlığı bir kg. civarında olan 3 veya 4 yavru doğar. Etrafta gezinen diğer erkekler dişiyi tekrar çiftleşebilir hale getirmek için yavruları öldürebilirler. Yavrular 8 hafta sonunda anneyi yuvanın dışına takip edebilecek hale gelirler, 18 ay sonunda ise bağımsız hale gelirler. Fakat 2-2,5 seneye kadar annelerinden ayrılmazlar. Yavrular cinsel erişkinliğe 3-4 yaşında erişirler. Dişiler annelerinin yakınında bir bölge edinirlerken erkekler, bölgesel bir erkekle dövüşüp onu yenerek ele geçirebilecekleri bir bölge aramaya koyulurlar. Hayatı boyunca dişi bir kaplan eşit sayıda erkek ve dişi yavru dünyaya getirir. Kaplanlar esaret altında iyi ürerler. ABD'deki esaret altındaki nüfus dünyadaki vahşi kaplan nüfusu ile rekabet edebilir. Vahşi doğada kaplanlar yaban domuzu, gaur ve manda gibi vahşi sığırlar, yavru gergedanlar, yavru filler ve hatta bazen leopar ve ayılarla beslenir. Sibirya kaplanı ve boz ayı ciddi iki rakiptir ve birbirlerin mümkün olduğunca uzak dururlar. İstatiksel olarak Sibirya kaplanı daha küçük ayıları öldürdüğünden daha başarılıdır. Ama kaplanlar daha büyükçe ayıları öldürebilirler ve öldürürler . Erkeklere nazaran önemli ölçüde küçük olan dişi kaplanlar bile yetiştin gaurları kendi başlarına öldürme kabiliyetine sahiptirler. Gaur, yaban domuzu ve sambar kaplanın Hindistandaki gözde besinleridir. Gergedan ve fil yavruları da sürülerinden ayrı kaldıkları zaman kaplanlara yem olabilirler. Bir kaplanın yetişkin bir dişi gergedanı öldürdüğü gözlemlenmiştir. Vahşi kaplanlar birçok yöntem kullanılarak incelenmişlerdir. Eskiden kaplan nüfusu izlerinin kalıpları çıkarılarak tahmin edilmeye çalışılıyordu. Şimdi ise tuzak kameralar kullanılmakta. Dışkılarından alınan DNA'nın incelenmesi gibi yeni yöntemlerde değerlendirilmekte. Telsiz tasmalarda vahşi kaplanları takip etmekte oldukça popüler bir yöntem olarak kullanıldı. Üçü soyu tükenmiş olmak üzere toplam sekiz kaplan alttürü bulunmaktadır ve yakın gelecekte bir alttürün daha soyunun tükenmesi neredeyse kesindir. Güney Çin kaplanının ilk kaplan olduğu sanılmaktadır. Aşağıda vahşi nüfuslarına göre azalan şekilde alttürler sıralanmaktadır. Ana karada yaşayan kaplan türleri birbirine hem görünüm hem genetik olarak çok benzedikleri için bazı bilim adamları kaplanların sadece Anakara ve ada kaplanları olarak sınıflandırılmasını önermektedirler. Günümüzde adada yaşayan tek kaplan türü Sumatra kaplanıdır. Kaplanlar fosil kayıtlarında pek yaygın değillerdir. Farklı kaplan fosillerine çoğunlukla Asya'da Pleistosin tabakalarında rastlanmıştır. Buna rağmen Alaska'da 100000 yıllık kaplan fosilleri bulunmuştur. Buz çağındaki kara köprüleri yüzünden bunların Sibirya kaplanının Amerikalı nüfusu olmaları muhtemeldir. Ayrıca bazı araştırmacılar, 10000 yıl öncesine kadar kuzey Amerika'ya hükmeden soyu tükenmiş büyük kedilerden Amerika aslanı kemikleri ile kaplan kemikleri arasında benzerlikler bulmuşlardır. Bazıları bu araştırmalar sonucunda Amerika kaplanın aslında bir yeni dünya kaplanı olduğu sonucuna vardılar. Japonya'da da kaplan fosilleri ortaya çıktı. Bu japonya kaplanları şu an adalarda yaşamakta olan kaplanlar gibi daha ufak tefektiler. Bunun, vücudun yaşanan çevrenin boyutlarına uyum sağlaması ya da kaplan gibi büyük avcılarda avın küçüklüğü ile ilgili bir olay olduğu sanılmaktadır. Tamamen beyaz renkten altın sarısı duman mavisi renkleri olabilmektedir.Duman sarısı renkte olanları Çin'in Fijiyan eyaletinde bir Amerikalı misyoner tarafından rapor edilmiştir. İngilizce kaplan kelimesi olan "tiger" onu da Persçe'den ödünç alan Yunanca "Tigris"'den gelmektedir. (Diğer bazı kaynaklar Dicle nehrinin latince adının Tigris olduğu ve bu çevrede sık görülmesi yüzünden kaplana bu ismin verildiğini iddia eder )Amerikan İngilizcesi'nde dişi kaplan manasına gelen "Tigress" ilk olarak 1611'de kaydedilmiştir. Sarımsı-kahverengi kuartz "Kaplanın Gözleri" (veya kaplan gözü) 1891'de kaydedilmiştir. Hem "Orman Kitabı"nda Rudyard Kipling hem de "Tecrübe Şarkıları"nda (:en:Songs of Experience) Wiliam Blake kaplanı haşin ve korkusuz olarak tasvir ederler. Kaplan cesareti, yırtıcılığı ve gücü simgeler. Çin takviminde kaplan yılı vardır. Kaplan aşağıdaki ülkelerin ulusal hayvanıdır; Pars (anlam ayrımı) Teflon Teflon, politetrafloroetilen (PTFE) polimerin ticârî adıdır. Teflon, florlanmış etilen polimeri olan bir politetrafloroetilendir. 1938'de Du Pont firmasından Roy J. Plunkett tarafından bulunmuş ve 1946'da ticari olarak piyasaya sürülmüştür. Bir termoplastik floropolimerdir. Flor atomlarıyla doymuş uzun ve düz bir karbon zincirinden meydana gelmiş moleküler yapı, atomlar arasındaki kuvvetli bağlar sebebiyle oldukça inert özelliklere sahiptir. Isıya, kimyevî maddelere, neme, elektrik atlamasına (dielektrik), sürtünmeye dayanıklı olan Teflon hiçbir maddeye yapışmaz, sürtünme katsayısı bütün katı cisimlerinkinden küçüktür. Teflon 260 °C üzerindeki sıcaklıklarda bozulmaya başlar; 350 °C civarında tamamen yapısı bozulur. Ateş üzerinde bırakılan boş bir tava bu dereceleri aşabilir ancak tava içinde yanan az miktardaki yağ sağlık açısından daha büyük bir sorun oluşturur. Tetrafluoroetilen eldesinde, hekzaklor etandan başlayarak, 1,2 diklor, 1-1, 2-2 tetrafluor etan elde edilir. Bu da çinko ile reaksiyona sokulursa tetrafluoretilen elde edilir. Tetrafluoretileni kloroformdan başlayarak da elde etmek mümkündür. Elde edilen tetrafluoretilen, yüksek sıcaklıkta peroksidin katalitik etkisiyle polimerize edilir. Politetrafluoroetileni imal eden 2 firmadan Du Pont bu maddeye "teflon"; Allied Chemical ise "halon" ticari isimlerini vermişlerdir. Elde edilen polimer yapışkan olmadığı, ısıya ve mekanik baskılara dayanıklı olduğu için kullanma maksadına göre özel kalıplarda yüksek basınç altında 300-400 °C sıcaklık altında sentezlenmek sûretiyle kütükler hâline sokulur. Erimiş veya çözünmüş hâldeki saf sodyum, saf potasyum gibi alkali metaller, flor gazı, yüksek sıcaklık ve basınç altında teflona etki eder. Bunun dışında ultraviyole ışınlarına, ozon, nem, sıcaklık, tuz ve benzeri maddelere dayanıklılığıyla metal, plastik, ağaç, seramik gibi maddeleri kaplamak için uygundur. En çok kullanıldığı yerler yüksek ısıya dayanıklı conta, keçe, bant, vana seti, salmastra, taşıyıcı band ve merdaneler, kimyevî maddelere dayanıklı boru, karıştırıcı, laboratuvar cihazları, filitre, diyafram, elektrik gerilimlerine dayanıklı kablo yalıtkanı, izalotör, elektrikî âletlere gerekli muhtelif yalıtkan parçalar ve makina sanâyinde sürtünmeye dayanıklı yağsız yataklar ve burçlar, köprü ve binâlar için kayar yataklar, segmanlar ve yağ sıyırma siğilleri, pnömatik ve hidrolik parçalar yapımı, mouse altları sayılabilir. Özgül ağırlığı: 2,1-2,2 gr/cm³ Çekme mukâvemeti: 140–380 kg/cm² Basma mukâvemeti: 45–50 kg/cm² Eğilme modülü: 3500–6300 kg/cm² Sürtünme katsayısı (dinamik): 0,06 Isı iletkenliği: 5,5-6,6 x10-4 cal/cm °C Dielektrik değeri: 40-80 (0,1 mm) KV Hacmi direnç: 1018 ohm-cm Sıtma Sıtma, hastalık yapıcı bir grup parazit olan plazmodiumların, dişi anofel sivrisinekleriyle insanlara bulaşmasıyla yayılan ateşli bir hastalıktır. İngilizcede kullanılan 'Malaria' terimi İtalyancada "kötü hava" ('malaria') anlamına gelir. Hastalığın en bariz belirtisi olan titremeyle yükselen ateş plazmodiumun çeşidine göre değişik fasılalarla olur. Teşhisi kolay, tedavisi ve korunması mümkün olan sıtma hastalığı çok eski zamanlardan beri bilinmektedir. Türkiye’de sıtma olarak bilinen/adlandırılan hastalık, dünyada daha çok malarya olarak bilinir / adlandırılır. Ayrıca, paludismus, remitten fever ve wechsel fieber olarak da adlandırılır. Türkçedeki adının “ısıtmak” deyiminden geldiği sanılmaktadır. Hastalığı ilk defa bildirenler Antik Mısırlılar'dır. MÖ 460-370 yıllarında Hipokrat da bataklık bölgelerde, tekrarlayan ateş ve dalak büyüklüğüyle seyreden bir hastalığın mevcudiyetini fark etmiş ve dört ayrı şekilde olabileceğini bildirmiştir. Etkeni bulunmadan önce, daha çok bataklık ve sulak alanlarda görülmesi nedeniyle, hastalığın akşamdan sonra bataklıklardan salınan zehirli gazların / kokuların soluması ile oluştuğu sanılır ve geceleri evlerini kapatanlara bu hastalığın bulaşmayacağına inanılırdı. Bu nedenle de, İtalyan Hekim Francesco Torti hastalığa İtalyanca’daki Mal (kötü) Aria (hava) kelimelerinin birleştirilmesi ile oluşturulmuş olan malaria adını vermiştir. 1894'te Manson, sıtmanın sivrisineklerle bulaştığını buldu ama malaria adı kullanılmaya devam etti. Eski çağlarda kitleler hâlinde ölüme sebep olan sıtma, bugün de bu tehlikesini muhâfaza etmektedir. Rusya'da I. Dünya Savaşı'ndan sonra 5 milyon sıtmalı vardı ve bunların 60.000’i öldü. 1934'te Seylan'da 3 milyon sıtmalının 100.000’i yaşamını yitirdi. Amerika’daki ilk salgın 1938'de Brezilya'da vuku buldu ve 100.000 hastanın 14.000’i öldü. Salgın, 1942’de Nil Vadisi'ne kaydı ve Mısır’da 12.000 kişiyi öldürdü. Daha sonra Etiyopya'da 15.000 ölü bıraktı. Savaşları ve tabiî âfetleri takiben Karayipler'de büyük hasar yapan salgın, 1963’te Haiti’de 75.000 kişinin ölümüne sebep oldu. Bölgesel Farklılıklar Yeryüzünde belirli bölgelerde sık bulunan hastalık 45 derece kuzey, 40 derece güney enlemleri arasında daha fazladır. Tropik ve subtropik bölgelerin hastalığı olarak da bilinmekte. Afrika’da ölen her yüz çocuktan onunun sebebi olan sıtma, Türkiye’de de önemli bir sağlık problemi olup, süre
kli mücâdele edilmektedir sıtma bugün koşullarında Türkiye de yaygın olmasa da değişen iklim koşulları ve çevre kirliliği nedeniyle ilerde etkili olabilme potansiyeli olan bir hastalıktır. Plazmodiler amibe benzeyen, mikroskopta görülebilen tek hücreli parazitlerdir. Çoğalmaları iki safhada olur. Birincisi, cinsî üreme safhasıdır ve sivrisineklerde vukû bulur. İkincisi, cinsî olmayan çoğalma safhasıdır ki, insan alyuvarlarında olur. Enfeksiyonun kaynağı genellikle hasta bir şahıs veya belirtisiz bir taşıyıcıdır. Sıtma, sivrisineklerle bulaştığı gibi, hastalıklı kan nakilleriyle veya bulaşık şırıngalarla da geçebilir. Plazmodiumların beş tipi vardır: "Plasmodium vivax" denilen tipi, tersiyana sıtmasını yapar. Ateş 48 saatte bir yükselir. Asya'da, Avrupa'da ve Akdeniz ülkelerinde bulunur. Afrikalılar buna karşı dirençlidirler. "Plasmodium malaria", quartana sıtmasını yapar, 72 saatte bir ateş yükselir. Az rastlanır. Hindistan, Asya ve tropikal Afrika’da karşılaşılır. "Plasmodium ovale" az bulunur. 48 saatte bir ateş yapar. Bilhassa Batı Afrika'da vardır. "Plasmodium falciparum", tropikal bölgelerde, Güneydoğu Asya'da çok görülen bu tip, en şiddetli seyreden sıtma şeklini yapar. Ateşler daha uzun sürer. Nöbetler ortalama günaşırı gelişir. Plasmodium knowlesi, Güneydoğu Asya'da çoğunlukla görülür. Sıtma; kuluçka süresi ortalama 7 gün olan akut ateşli bir hastalıktır. Semptomlar sıtma-endemik bölgeye gidildikten en erken 7 gün sonra (genellikle 7-30 gün içinde) görülmekle beraber, sıtma-endemik bölgeden ayrıldıktan birkaç ay (nadiren bir yıla kadar ) sonrasında da görülebilir. Bu yüzden, muhtemel bir sinek ısırığını takip eden ilk bir hafta içindeki ateşli hastalık büyük olasılıkla sıtma değildir. Sıtmanın özelliği belirtilerin nöbetler halinde gelmesidir. Nöbet başlamadan birkaç gün önce halsizlik, neşesizlik, iştahsızlık, başağrısı, sırt ve bacak ağrıları olur. Nöbet, şiddetli titremeyle yükselen ateşle başlar, terlemeyle sona erer. Fakat ateşsiz vakalar da olabilir. Tersiyana ve quartanada titreme çok fazladır. Hastanın bütün vücûdu sarsılır, çeneleri birbirine çarpar. Nabız hızlanır, başağrısı, sinirlilik, kollarda ve bacaklarda ağrılar olur. Uzun süren durumlarda karaciğer ve dalak büyür, sarılık ve kansızlık gelişebilir. Solunum şikâyetleri ve hatta zatürre olabilir. Menenjit, şuur bulanıklığı, çeşitli felçler meydana gelebilir. Enterit sıcak iklimlerde sık olur. Dalak kendiliğinden yırtılabilir, iç kanama olabilir. Sıtmalı hasta devamlı yatakta bulundurulmalıdır. Kuvvetli besinler verilir. İlaç olarak ilk kullanılan kınakına kabuklarıdır. Bunları ilk kullananlar Güney Amerika’da Peruvia yerlileridir. Bunu ilk bildiren 1683’te Kontes dre Chinchone’dir. 1820’de bundan kinin elde edilmesi cihetine gidildi. İlk yapılan mepakrin idi, fakat yan tesirleri sebebiyle pek kullanılmadı. Daha sonra kinolon grubu ilâçlar geliştirildi ki, bunlardan klorokin hâlâ kullanılmaktadır. Bu ilaçlar baskılayıcı ve tedavi edici olarak iki şekilde kullanılır. Primetamin, proquanil, klorakin baskılayıcılardandır. Düzenli şekilde alındıklarında parazitin insanda gelişip, çoğalmasını önler. Sıtmalı bölgeye seyahat edeceklerin bir hafta önceden bunlardan birini kullanmaları tavsiye edilir. Tedavi ediciler arasında klorokin, primakin ve kinin sayılabilir. Klorokin en etkilisidir. Alyuvarlar içindekilere etki etmesine rağmen karaciğerdeki sporozoitlere etki etmez. Cinsi üremeyi önler. Dokulardaki parazitlere primakin daha etkilidir. Bu ilaçlar uygun kombinasyonlarda ve özel ekipler tarafından hastalara bizzat uygulanmaktadır. Sıtmayla mücadelede en önemli hususlardan birisi sivrisineklerle mücadeledir. Bunun için de en kıymetli yol anofel türlerini yok etmektir. Bu hususta dünyâda geniş çaplı ilk çalışma 20.yüzyıl başlarında Küba ve Panama bölgesinde başlatılmıştır. Bu eradikasyon (kökünü kazıma) neticesinde Küba’da 1899’da binde 999 olan hasta oranı 1908’de binde 19’a düşürülmüştür. 1939’da DDT’nin kullanılmaya başlanması başarıyı daha da arttırdı. 1946 yılında Dünyâ Sağlık Teşkilâtı sıtma eradikasyonunu geniş çaplı olarak ele almıştır. DDT (Dichloro-diphenyl-trichloroethane) petrol içinde % 5 emülsiyon şeklinde evlere, ahırlara, kümeslere, püskürtülür. Yiyecekler, içecekler korunmalıdır. Bazı tip anofeller DDT’ye karşı direnç kazanmışlardır. Bu yüzden yeni maddeler araştırılmaktadır. Bunlarla beraber bütün su birikintilerinin, bataklıkların kurutulması, nehirlerin, akarsuların düzenlenmesi gerekmektedir. Türkiye'de sıtma eradikasyon çalışmaları 1926’dan bu yana ciddi surette ele alınmış ve başarı elde edilmiştir. Bu konuda 4871 sayılı kanun, çalışmaları disiplin altına almıştır. Sıtma, ihbarı mecbûri bir hastalıktır. Sıtma mücadelesini, Sıtma Savaş Dispanserleri’nde özel eğitim görmüş ekipler ücretsiz olarak yürütmektedir. 1957’den sonra Dünya Sağlık Örgütünün planlı çalışmaları ve dünya genelinde girişilen sıtma savaşı, dünyâda yaygın olarak seyreden bu hastalığı, hastalığa yakalananların sayısını, ölüm oranını gün geçtikçe azaltmaktadır. Türkiye’de sıtmayla savaş SSYB’ye bağlı Sıtma Savaş ve Eradikasyon Teşkilatı tarafından yürütülmektedir. Bu ciddi çalışmaların neticesi olarak 1970 yılında sıtma sayısı 1293 vak’aya kadar düşmüştür. Fakat “Sıtmayı ortadan kaldırdık” fikriyle çalışmaların bir ara duraklamasıyla, 1977’den sonra enfeksiyon sayısı birden artmış ve 28.849 kişi hastalanmıştır. Bu arada DDT’ye karşı direnç kazanan anofeller, hastalığı hızla yaymışlar, 1978’de 101.742 kişi hastalanmıştır. Bu tarihten sonra sıkı bir aşılama kampanyası başlatıldı. Hastalık tamamen yok edilemedi fakat hızlı yayılması önlendi. 1981’de ise bu rakam 53.403’tür. Türkiye’de daha çok Güneydoğu Anadolu, Çukurova Bölgesinde görülmektedir. Çıralı Çıralı: Olimpos Beydağları Millî Parkı Olimpos Beydağları Millî Parkı, 1972 tarihinde Antalya ili Kemer ilçesi sınırarı içinde bulunan doğal ve tarihi güzelliklerin korunması için sit alanı olarak korunmaya alınan bölge. Olimpos-Beydağları Sahil Millî Parkı Sarısu'dan itibaren Antalya - Kumluca karayoluna ve Akdeniz'e paralel olarak Gelidonya Burnu'na kadar uzanmaktadır. Akdeniz Körfezinin batı sahilinde muhteşem güzellikte doğal plajlar antik şehirler vardır. Çıralı ve Adrasan Plajı bunlardan en güzel ve uzun olanıdır. Millî Park giriş noktasından itibaren Topçam, Küçük Çaltıcak, Büyük Çaltıcak, Kargıcak 1-2 gibi günübirlik mesire alanlara uzun plajlara sahip orman ve denizin kucaklaştığı ender tabiat harikalarıdır. Ayrıca Millî Park içinde Göynük Çadırlı Kampı (100 çadır) ve Kemer'e 3 km mesafede Kındılçeşme Çadırlı Kamp alanı (225 çadır) bulunmaktadır. Phaselis Antik Kenti jeolojik, tarihi, flora ve fauna güzelliklerin bulunduğu bir yol kavşağı niteliğindedir. Çıralı Sahili, Olympos antik kenti ve Yanar taş, Millî Park'ın sembol kaynaklarındandır. Olympos Antik Kenti, Antalya'nın 80 km güneyinde ve Antik Likya Bölgesi içindedir. Doğudan Akdeniz'e açılan Olympos Antik Kenti, ortasından geçen Akçay (Olympos Çayı) ile ikiye bölünür. Bu konumuyla tarih boyunca liman kenti olma özelliği taşıyan Olympos, günümüze gelen antik kentler arasında farklı bir yapı sergiler. Olympos kelimesinin Yunanca kaynaklı olmadığı düşünülmektedir. Bu adın kaynağı ve anlamı tam olarak açıklanmamakla birlikte, eski Anadolu dillerinden geldiği ve genellikle "yüksek dağ, ulu dağ" anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kentin kesin kuruluş tarihi bilinmemektedir. Tarih sahnesinde Olympos Likya Birliği içinde bastığı sikkeler ile M.Ö 168-78 yıllarında ilk kez görülür. Olympos bu birlik içinde üç oy hakkına sahip, altı ayrıcalıklı kentten birisidir. Hatta bazen birlik başkanının bu kentten çıktığı saptanabilir. M.Ö 80 yılında kent, korsanların eline geçmiştir. Ünlü Korsan Zeniketes'in Olympos yakınlarındaki bir kalede oturduğu bilinmektedir. Anadolu kıyılarındaki ve dağlık bölgelerdeki karışıklıklar üzerine bölgeyi korsanlardan temizlemek için, Romalı komutan ve senatör Publius Servilius Vatia komutasındaki Roma Donanması M.Ö 78 yılında Gelidonya Burnu'nda yapılan üç deniz savaşını da kazanarak Zeniketes'in ünlü kalesini yerle bir etmiştir. Zeniketes'in ölümünden sonra komşu kentlerle beraber Olympos da Roma'nın eline geçmiştir. Bu dönemlerde Hephaistos, Zeus ve Apollon kültlerinin Olympos'ta tapınım gördüğü bilinmektedir. Roma İmparatorluk döneminde de Olympos Likya Birliği'nin seçkin üyelerinden biri konumundadır. M.S 2. yüzyılın sonları ile M.S. 3. yüzyılın başlarına tarihlenen mezar yazıtından, Marcus Aurelius Arkhepolis'in Likya Birliğinde Lykiarkh (Likya Birliği Başkanı) olarak görev yaptığı ortaya çıkmıştır. Kuzey Nekropol, Akçay (Olympos Çayı) ile ikiye bölünen kentis kuzeyinde yer alır. Bu bölgede yaklaşık 113 mezar tespit edilmiştir. Güney Nekropol'deki mezarlar genellikle bitişik yapılmışken burada mezarlar arasında mesafeler bırakılmış ve belli bir aksa göre konumlandırılmaya önem verilmemiştir. Kanallar ve mozaikli yapının yer aldığı bölümde ise, Olymposlu Lykiarkh Marcus Aurelius Arkhepolis'in anıtsal mezarı ve Antimakhos'ın lâhdi yer almaktadır. Lykia tipi lâhdin etrafı Bizans dönemine ait yapılarla kuşatılmıştır. Bizans döneminde kentte, Nekropol içinde kiliselerin bulunması, geç dönemlerde de Roma mezarlarının kullanıldığını düşündürmektedir. Kuzey Nekropolde M.S. 1. yüzyıldan itibaren gömü yapılmış ve M.S. 3. yüzyıl içinde de devam etmiştir. Olasılıkla Bizans döneminde de bu mezarlar yeniden kullanılmıştır. Likya Yolu Fethiye'den başlayarak Antalya'ya kadar uzanan ve tarihte Likya olarak adlandırılan Teke yarımadasındaki patikalardan bir kısmının işaretlenip haritalanması ile oluşturulmuş yürüyüş rotası. 1992 yılında çalışmalarına başlanılan Likya yolu 1999 yılında Kate Clow tarafından hizmete açılmıştır. Çeşitli kaynaklarca dünyanın en iyi 10 uzun mesafe yürüyüş rotasından biri olarak gösterilir. Parkur üzerinde yer alan Gelidonya Feneri manzarası 2007 yılında Türkiye'nin en güzel manzarası seçilmiştir. Ayrıca dünya üzerinde bir geminin tamamının çıkarılabildiği ilk su altı kaz
ısı bu bölgeden görülebilen Amerikan Koyu'nda yapılmıştır. Parkur üzerindeki yerleşim birimlerinde konaklama olanağı mevcuttur. Parkurun tamamı işaretlenmiş olup sponsor kuruluşlar ve gönüllüler tarafından bakımı yapılmaktadır. Likya Yolu'nun birinci bölümünde Uzunyurt (Faralya) Köyü, Dodurga Köyü, Sdyma, Pınara - Letoon - Xanthos kentleri ve incecik kumlarıyla eski bir liman bölgesi olan Patara yer alır. İkinci bölümünde Antiphellos, Apollonia, Simena, Myra, Limyra, Rhodiapolis, Gagai, Melanippe, Gelidonia, Edrassa, Olympos, Chimaera ve Phaselis bulunur. Düz kanatlılar Düz kanatlılar (Orthoptera), Böcekler sınıfından bir takım. Hepsi karada yaşar. Genellikle tropik bölgelerde bulunurlar. 18.000 kadar türü bilinmektedir. Başlarının ucunda çok parçalı iki anten ile yanlarda büyükçe iki petek göz bulunur. Bazılarının baş tepelerinde de 2 veya 3 adet nokta göz mevcuttur. Ağız parçaları kesici, çiğneyicidir. Çoğu bitkisel besinlerle, azı böceklerle beslenir. Ön kanatları dar ve parşömen sertliğindedir. Arka kanatlara örtü vazifesi yaparlar. Arka kanatlar geniş ve zar şeklindedir. Nemf (yavru) halinde alt kanatlar çok küçüktür. Üst kanatlar altta, alttakiler üsttedir. Birkaç gömlek değişiminden sonra normale dönerler. Arka bacakları iyi gelişmiş olup, sıçramaya yarar. Ses çıkarma ve ses alma organları (timpanal organ) da iyi gelişmiştir. Dişilerin çoğunda yumurta koyma borusu bulunur. Bir çift olan antenleri bazılarında çok uzundur. Gelişimlerinde yarı başkalaşım (hemimetaboli) gösterirler. Patara Patara, Antalya'nın Kaş ilçesinin Kalkan beldesi yakınlarındaki bir antik kenttir. Bir Likya kentidir ve Likya Birliğinin başkentliğini yapmıştır. Likya birliğinin üç oy hakkına sahip altı kentinden biri ve belki de en önemlisidir. Likya birliği toplantıları kentte bulunan birliğin meclis binasında yapılmaktaydı. Hititçe'de Patar, Likya dilinde Pttara olarak anılan kentin MÖ 8. yüzyılda var olduğu yapılan kazılar sonucu ele geçen somut verilerle kesinleşmiştir ve İskender'in kuşattığı kentler arasında yer aldığı bilinir. Patara, Roma döneminde de çok önemli bir kent olmuş ve Likya-Pamphilya eyaletlerinin başkentliğini yapmıştır. Patara limanı, hububat deposu ve sevki açısından önem taşımıştır, bu nedenle doğu Akdenizde bulunan 3 hububat deposundan biri (Granarium) Patara'da bulunmaktadır. Bizans döneminde de gelişmesini sürdüren kent, hıristiyanlarca da önemli sayılmış. Noel Baba olarak bilinen Saint Nicholas'ın da Pataralı olduğu söylenir. 400 metre genişliğinde ve 1600 metre derinliğindeki Patara limanının kumla dolmaya başlaması ve teknelerin yanaşmakta güçlük çekmeleri, Patara’nın giderek önemini yitirmesine neden olur. Rüzgarın savurduğu kumlar zamanla limanı doldurur ve kenti büyük ölçüde örter. Bugün kentte görülebilecek kalıntıların bir bölümünün kumlar altında olduğu dikkati çekecektir. Ancak son yıllarda yapılan arkeolojik kazılarla kent, üzerini örten kumlardan arınmaya başlamıştır. Gelemiş köyünden 2 km sonra yol kenarında Patara'daki kalıntıların en görkemlilerinden Roma Zafer Takı görülür (Metius Modestus). Zafer takı, MS 1. yüzyıl sonlarında yaptırılmıştır. Tepeye doğru görülebilecek kalıntılar arasında Bizans bazilikası ve kutsal alanlar bulunmaktadır. Tiyatro tepenin yamacındadır. Tiyatronun yaslandığı tepede büyük bir sarnıç ile bir anıt mezar bulunmaktadır. Eski liman şimdi sulak alan durumunda. Ayakta kalan en eski demokratik meclis binası bu şehirdedir. 2010'da TBMM tarafından restore edilmiştir. Patara Plajı Patara Plajı, Patara antik kenti yakınında bulunan ve bu bölgedeki en büyük ve güzel plajlardan biridir. Patara kumsalı, çevredeki kumsalların en uzunu ve en görkemlisidir. 12 km uzunluğundaki kumsalın derinliği yer yer 200-300 metreye ulaşır. Kumu incedir. Deniz ise sığdır. Hemen hemen hiç durmayan rüzgarı nedeniyle rüzgar sörfü için de uygundur. Patara kumsalı deniz kaplumbağalarının ("Caretta caretta") yumurta bıraktıkları yerler arasında bulunduğu için koruma altındadır. Patara plajından içeriye, antik kente, rüzgarla taşınan kumulların önüne geçilebilmesi için setler oluşturulmuştur. Patara plajı genişliği ve uzunluğu nedeniyle geçmişte Yeşilçam filmleri tarafından çöl sahnelerinde fon olarak kullanılmıştır. Günümüzde de, naturist ve nudistlerin rahatlıkla çıplak olarak yüzüp güneşlenebildiği bir sahil olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğu Perinçek Doğu Perinçek (d. 17 Haziran 1942, Gaziantep), Türk siyasetçi, hukuk doktoru ve yazar. 15 Şubat 2015 tarihinden beri Vatan Partisi genel başkanlığı görevini sürdürmektedir. 1978–1980 yılları arasında Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP), 1991–1992 yılları arasında Sosyalist Parti (SP) ve 1992–2015 yılları arasında İşçi Partisi (İP) genel başkanlığı görevini üstlenmiştir. 2018 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde partisinin cumhurbaşkanı adayı olmuştur. Yargıtay Başsavcı Yardımcılığı görevinde bulunan ve dört dönem Adalet Partisi'nden Erzincan milletvekili seçilen, Erzincan Kemaliyeli Sadık Perinçek ve Malatya Darendeli Lebibe Perinçek'in oğlu olan Doğu Perinçek, babası yedeksubaylık görevini yaptığı sırada Gaziantep'te doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara Sarar İlkokulu, Atatürk Lisesi ve Ankara Bahçelievler Deneme Lisesinde yaptı. Ardından yüksek öğrenimini yapmak üzere Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine giren Perinçek, üniversite yıllarında bir süre Almanya'ya giderek çalıştı. 1962 ve 1963'te toplam 10 ay bulunduğu Almanya'da işçilik yapan Doğu Perinçek ve burada kaldığı dönemde Almanca öğrendi. Haziran 1964'te lisans öğrenimini tamamlayan Perinçek, aynı fakültenin Kamu Hukuku (Devlet Teorisi ve Kamu Hürriyetleri) kürsüsüne asistan olarak girdi. Aynı yıl siyasi görüş olarak bilimsel sosyalizmi benimsedi. Dört yıl Siyasi İlimler Derneği Türkiye Bölümü yöneticiliği, dört yıl Türk Hukuk Kurumu yöneticiliği yaptı. İyi derecede Almanca ve orta derecede İngilizce bilen Doğu Perinçek, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu, gazeteci Şule Perinçek ile evlidir. Zeynep Perinçek (ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı mezunu, 1970 doğumlu), Kiraz Perinçek (Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunu, 1976 doğumlu), Mehmet Perinçek (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, öğretim üyesi, 1978 doğumlu) ve Sadık Can Perinçek (Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğrencisi, 1994 doğumlu) adlı dört çocuğu bulunmaktadır. Mart 1968'de tamamladığı "Türkiye'de Siyasi Partilerin İç Düzeni ve Yasaklanması Rejimi" adlı doktora teziyle, hukuk doktoru oldu. Yine aynı zamanlarda Fikir Kulüpleri Federasyonu (Dev-Genç) genel başkanlığı görevini üstlendi ve 1968'de gerçekleşen kitlesel gençlik eylemlerinin önderlerinden oldu. 1968 Kasım'ında arkadaşlarıyla birlikte "Aydınlık" dergisini kurdu. Millî Demokratik Devrim tezlerini savunan Perinçek 1969'da illegal Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) örgütünü kurdu. 12 Mart 1971 Muhtırası'nın ardından tutuklandı ve TİİKP davasında, Türk Ceza Kanunu'nun 141. maddesi uyarınca 20 yıl hapse mahkûm edildi. İki buçuk yıl kadar hapis yatmasının ardından, 1974 Temmuz'unda genel afla serbest kaldı. Bu dönemde Perinçek'e orduya sızma suçlaması da yöneltildi. Perinçek'le bağlantısı olduğu öne sürülen devrimci subaylar, 12 Mart dönemindeki "Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Örgütü" ve "Şafak Subaylar grubu" davalarından yargılandı. 28 Ocak 1978'de Türkiye İşçi Köylü Partisi'ni kurdu; aynı yılın 20 Mart'ında "Aydınlık"ın günlük gazete biçiminde yayımlanmasına öncülük etti. "Aydınlık" gazetesinin bu dönemde yayınladığı "Bilinmeyen Sol" yazı dizisi büyük ses getirdi. 12 Eylül 1980 Darbesi'nin ardından tutuklandı. 8 yıl hapse mahkûm edilen Perinçek, Mart 1985'te serbest kaldı. Ocak 1987'de haftalık "2000'e Doğru" dergisinin genel yayın yönetmenliği ve başyazarlığına geldi. "2000'e Doğru" dergisinin, 1987'de Mehmet Eymür'ün kaleme aldığı MİT Raporunu açıklaması büyük ses getirdi. Perinçek, 10 Nisan 1990'da "Sansür Sürgün Kararnamesi"nin çıkarılmasının ardından Diyarbakır Cezaevi'nde üç ay tutuklu kaldı. 1991 yılında "2000'e Doğru" dergisi genel yayın yönetmeni iken, Lübnan'a giderek Bekaa Vadisi'nde PKK lideri Abdullah Öcalan'la görüştü. Görüşmeler önce dergide yayımlandı, ardından kitap olarak basıldı. Perinçek DGM'de beraat etti. Söyleşilerde Perinçek, Apo ile görüşen diğer gazetecilerden farklı olarak Körfez Savaşı sonrası PKK'nın "Batılılaştırılması" tehdidine dikkat çekti; Kürt sorununda emperyalist inisiyatifi dışarıda bırakan, Orta Doğulu bir çözümü savundu. 1991'de Türk Ceza Kanunu'nun 141. maddesinin kaldırılmasıyla siyasal haklarına kavuştu ve aynı yılın Temmuz ayında Sosyalist Parti 2. Büyük Kongresinde genel başkan seçildi. Sosyalist Parti'nin bölücülük suçlamasıyla Anayasa Mahkemesi'nce kapatılması üzerine kurulan İşçi Partisi'ne 10 Temmuz 1992'de genel başkan oldu. 28 Şubat sürecindeki aktif tutumuyla öne çıkan Perinçek, bu dönemde "Cumhuriyet Devrimi Kanunları Uygulansın" kampanyasını başlattı, "Ordumuz tankları resmi geçit için almadı", "TSK, Cumhuriyet Devrimi'nin mevzilerine girmiştir" sözleriyle dikkat çekti. Perinçek özellikle ABD ile yakın ilişkiler kurduğunu belirttiği siyasetçileri sert bir biçimde eleştirdi. Perinçek'e göre, liberal görüşleriyle tanınan Turgut Özal mafya-tarikat diktasının mimarıydı ve ABD planlarını Türkiye'de uygulamaya çalışıyordu. 1997 yılında Tansu Çiller'in CIA ajanı olduğunu iddia etti. Perinçek, 2002 yılında dönemin Avrupa Birliği Komisyonu Ankara Temsilcisi olan Karen Fogg'un internet üzerinden gerçekleştirdiği yazışmaları ele geçirdi ve bu yazışmaları kamuoyuna ile paylaştı. Fogg, Türkiye siyaseti ile ilgili konularda çeşitli isimlerle görüşmüştü. Bu görüşmelerin Perinçek tarafından kanıtlarıyla duyurulması gündeme oturdu. Fogg daha sonra, aynı yılın Temmuz ayında 4 yıllık görev süresini doldurduktan sonra Türkiye'den ayrıldı. Perinçek'in konu ile ilgili olarak "Karen Fogg'un E-Postalları" isimli bir eseri bulunmaktadır. Perinçek ABD karşıtı görüşleriyle tanınan Avrasyacı Aleksandr Dugin ile yakın ilişkiler kurdu. Dugin Türkiye'ye ge
lerek Perinçek ile birlikte İşçi Partisi'nin düzenlediği Avrasya konferanslarına katıldı. Hasan Basri Özbey'e göre, Dugin'in Perinçek ile görüşmesinden sonra Dugin Türkiye ile Rusya'nın işbirliği konusunda olumlu görüşlere yöneldi. Hakan Aksay'a göre Dugin'in Türkiye hakkında görüşlerini olumlu yönde değiştirmesine bir etki de Rus Büyükelçi Albert Çernişev idi. 2005 yılında İsviçre'deyken Ermenilere 1915 yılında soykırım yapılmadığını iddia eden bir konuşması nedeniyle gözaltına alındı. İsviçre yargısı Perinçek'e "Ermeni Soykırımı'nı inkâr" gerekçesiyle 90 gün tecilli hapis ve 16.873 İsviçre frangı para cezası verdi. AİHM ise Perinçek'in ifade özgürlüğünün ihlal edildiğini ve İsviçre hükümetinin savlarının aksine 1915 olayları ile Yahudi soykırımının kıyaslanamayacağını belirtti. Perinçek-İsviçre Davası başladı. Ekim 2015'te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Daire de Perinçek lehine karar verdi. Perinçek, Ergenekon örgütü soruşturması kapsamında 21 Mart 2008 günü saat sabah 04.30 sıralarında, evine baskın yapılmak suretiyle, "Cumhuriyet" gazetesi imtiyaz sahibi ve başyazarı gazeteci İlhan Selçuk, İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Alemdaroğlu ve pek çok İşçi Partilinin de aralarında bulunduğu isimlerle birlikte gözaltına alındı. Yapılan sorgunun ardından tutuklandı. Perinçek; silahlı terör örgütü kurma, yönetme, zorla hükumeti ıskata teşebbüs, T.C. hükumetine karşı silahlı isyana tahrik, açıklanması yasak belgeleri temin etme suçlamasıyla İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmıştır ve 5 Ağustos 2013'te İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından karara bağlanan Ergenekon davasında 117 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. 6 Mart 2014 tarihinde Özel Yetkili Mahkemelerin TBMM kararı ile kaldırılmasının ardından 10 Mart 2014 akşamında tahliye edilmiştir. Perinçek, 2018 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde cumhurbaşkanı adayı olmak için 1 Mayıs 2018'de YSK'ya başvurdu ve seçmenlerin aday teklifinde bulunabildiği altıncı ve son gün olan 9 Mayıs 2018'de gerekli 100.000 imzaya ulaşarak aday olmaya hak kazandı. Birçok broşürü, binin üzerinde dergi ve gazete yazısı olan Perinçek çok sayıda eser kaleme almıştır. Fazilet Partisi Fazilet Partisi (kısaca FP), Millî Görüş hareketinin Refah Partisi'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasına (16 Ocak 1998) az bir zaman kala İsmail Alptekin başkanlığında kurulan siyasî çatısı. Onun kaderi de aynı MNP ve RP gibi oldu. Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın iddiaları Anayasa Mahkemesince haklı bulundu. 17 Aralık 1997'de, Refah Partisi'nin kapatılması ihtimaline karşı Millî Görüş çizgisindeki bir parti olarak İsmail Alptekin başkanlığında kuruldu. Refah Partisi'nin 16 Ocak 1998'de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra bağımsız kalan 150'ye yakın milletvekili Fazilet Partisi'ne geçti. 14 Mayıs 1998'de FP Kurucular Kurulu kararı ile Recai Kutan genel başkanlığa getirildi. 1999 yılında, aynı tarihte yapılan yerel seçimlerde elindeki belediyeleri büyük ölçüde korusa da, genel seçimlerde Refah Partisinin 1995'teki oy oranının ve milletvekili sayısının altında kaldı. 2 Mayıs 1999'da, Fazilet Partisi İstanbul milletvekili Merve Kavakçı'nın TBMM'deki yemin töreni sırasında genel kurula başörtüsüyle girmesi krize neden oldu. Bu olaydan hemen sonra Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, 7 Mayıs 1999 günü kapatma davası açtı. 14 Mayıs 2000'de yapılan FP 1. Kongresi'nde gelenekçi ve yenilikçi kanatlar arasındaki çekişme su üstüne çıktı. Yenilikçi kanadın adayı Abdullah Gül 521, Recai Kutan 633 oy aldı. Dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş 7 Mayıs 1999'da Fazilet Partisi'nin kapatılması yönünde dava açtı. Vural Savaş gerekçe olarak Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerinin ihlal edilmesini ve Fazilet Partisi'nin Refah Partisi'nin devamı olmasını gösterdi. Ayrıca kapatılan partilerin yöneticilerinin bir başka partinin yöneticisi ya da denetleyicisi olamayacağını ve partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiğini öne sürdü. Vural Savaş, Anayasa Mahkemesi’ne sunduğu iddianamede kapatılan Refah Partisi milletvekillerinin birkaç gün içinde Fazilet Partisi’ne geçmelerinin, Necmettin Erbakan’ın Fazilet Partisi’ni yönetmesinin, Fazilet Partisi’nin kapatılan Refah Partisi’nin devamı olduğunu gösterdiği savunuldu. Erbakan’ın Balgat’taki evinde sürekli FP kurmayları ile görüşmesi, bayramda parti genel başkanıymış gibi FP’lileri gruplar halinde kabul etmesi kanıt gösterildi. FP’nin kapatılma davası, 8 Mayıs 1999 günü işleme koyuldu. Dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer, ilk incelemesini yapması için dosyayı raportöre havale etti. FP’nin kapatma davasında ilk incelemeyi 12 Haziran günü yapan Anayasa Mahkemesi, iddianamesini, FP’li Merve Kavakçı’nın TBMM’deki baş örtüsü olayına, "FP’lilerin baş örtüsü ve dini sömürü aracı yaparak, kolay yoldan oy toplamalarına, bunun da laikliğe aykırı olduğu" tezine dayandıran Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın belgelerini eksik buldu. Anayasa Mahkemesi, başsavcıdan başta Genel Başkan Recai Kutan olmak üzere, FP yöneticileri, milletvekilleri ve belediye başkanlarının kapatma gerekçesi olabilecek söz ve eylemlerini tek tek kanıtları ile sunmasını istedi. Bu sırada Show TV’nin, tarikat toplantısına katıldığını ortaya çıkardığı FP’li Aksaray Belediye Başkanı Ahmet Er hakkında 15 Haziran 1999 günü Ankara DGM Başsavcılığı soruşturma başlattı. Er’in katıldığı Ceylani Hizmet Vakfı’nın tarikat toplantısı ile ilgili haberin kaseti ve Erbakan ile Hatipoğlu’nun telefon görüşmesi kaydı Anayasa Mahkemesi’ne kanıt olarak sunuldu. Bu ses kaydında seçimlerin iptaliyle ilgili oylama konusunda Erbakan’la konuşan Hatipoğlu, "Meclis’te yaptığım usule, hukuka ve kurallara aykırı" demektedir ve Erbakan’dan talimat almıştır. Anayasa Mahkemesi, başsavcının sunduğu kanıtlar dolayısıyla FP’den savunma istedi ve partiye ek süre tanıdı. FP 10 Eylül 1999'da savunmasını verdi. Savunmada FP’nin RP’nin devamı olmadığı ve FP’ye yöneltilen suçlamaların dayanaksız olduğu ileri sürüldü. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın, 7 Mayıs 1999'da FP için açtığı kapatma davası, 19 ay sonra 16 Kasım 2000’de başladı. Mahkeme, milletvekillerinin sözlü savunmalarının alınması taleplerini reddetti. Mahkeme, bu kararını ise "bu davada şahısları değil, tüzel kişiliğin yargılandığı" gerekçesine dayandırdı. Cumhurbaşkanı Sezer 18 Aralık 2000’de Yargıtay Başsavcılığı seçiminde 49 oy fark atan Vural Savaş’ın yerine, bu makama ikinci sıradaki Sabih Kanadoğlu’nu atadı. Bu karar FP’de kısa süreli bir sevinç yarattı. Yargıtay’ın yeni Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu 5 Şubat 2001’de FP hakkındaki kapatma davasında ek iddianame verdi. Kanadoğlu, ek iddianamede, Anayasa Mahkemesi’nin delil olarak kabul etmediği FP 1. Olağan Kongresi’ne ilişkin kasetleri dayanak göstererek, FP’nin kapatılan RP’nin devamı olduğu gerekçesiyle kapatılmasını istedi. FP 1. Olağan Kongresi’ne ilişkin kasetlerin Anayasa Mahkemesi’nce "iddianame tarihinden sonraki olayı içerdiği" gerekçesiyle delil kabul edilmediği anımsatılan ek iddianamede, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davalarda CMUK hükümleri geçerli olsa da bu davaların ceza davası olarak kabul edilemeyeceği belirtildi. Anayasa Mahkemesi’nde bulunan FP 1. Olağan Kongresi’ne ilişkin kasetlerin çözümünden "Mücahit Erbakan-Erbakan nerede biz oradayız-İşte komutan işte asker" şeklinde tezahüratların yapıldığı ve dev ekrandan altyazı olarak "Mücahit Erbakan" yazısının geçtiği kaydedilen ek iddianamede, Anayasa Mahkemesi’nin 16 Ocak 1998 tarihinde RP’nin Anayasa’nın 68. maddesinin 4. fıkrasına göre "Laik cumhuriyet karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği" gerekçesiyle temelli kapatılmasına karar verildiği hatırlatıldı. Bunun üzerine FP yine ek süre talep etti ve FP’nin kapatılma davası Anayasa Mahkemesi tarafından ancak 11 Haziran 2001 tarihinde görüşülmeye başlanabildi. Kapatma kararı 22 Haziran 2001’de verilerek Nazlı Ilıcak, Merve Kavakçı, Bekir Sobacı, Ramazan Yenidede ve Mehmet Sılay'a 5 yıl süreyle siyasî yasak getirildi. (Hürriyet gazetesinin arşivlerinden özetlenerek hazırlanmıştır.) Daha sonra bu partinin devamı niteliğinde Recai Kutan önderliğinde Saadet Partisi kuruldu. Parti Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptığı başvurusunu ise Mahkeme'nin Müslümanlara çifte standart uyguladığı gerekçesi ile sonraki bir aşamada geri çekti. Partinin kapatılması ile milletvekilleri yerine kurulan Recai Kutan başkanlığındaki Saadet Partisi'nde birleştiler. Fazilet Partisi Kongresinde Abdullah Gül'ü destekleyen ve kendilerine yenilikçiler diyen ve artık Millî Görüşçü olmadıklarını ifade eden bir grup ise ayrılarak Abdullah Gül liderliğinde daha sonra Recep Tayyip Erdoğan'ın başına geçeceği Adalet ve Kalkınma Partisi altında toplandılar. Adalet ve Kalkınma Partisi Adalet ve Kalkınma Partisi (kısaca AK Parti veya AKP), 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulan, esasen sosyal muhafazakâr bir Türk siyasî partisi. Parti tüzüğüne göre resmî kısaltması "AK Parti", simgesi turuncu ve siyah renklerden oluşan ampuldür. Parti, Türkiye Büyük Millet Meclisinde 317 milletvekili sayısı ile çoğunluğa sahiptir. Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ise cumhurbaşkanıdır. Kurucuları ve önde gelen isimlerinden bir bölümü, eski Fazilet Partisine (FP) yakın ya da Fazilet Partisi kadrosundan olup bu partinin kapatılmasından sonra kurulan ve devam niteliğine sahip olduğu kabul edilen Saadet Partisine (SP) katılmayanlardır. Gerek kuruluştaki, gerekse sonraki dönemlerdeki kadroları değişik parti ve siyasi görüşlerden pek çok adı barındırmıştır. Fazilet Partisinin veya ilgili siyasi geleneğin bir uzantısı olarak gösterilmesi partililer tarafından kabul görmemektedir. Ayrıca Anavatan Partisinin (ANAP) devamı olduğu da iddia edilmiştir. Kurucularından Recep Tayyip Erdoğan, partinin siyasi yelpazedeki yerinin muhafazakâr demokratlık olduğunu belirtmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi, kurulduğu günden beri katıldığı seçimlerin tamamında birinci parti olmuş ve katıldığı beş genel seçimin dördünde (2002, 2007, 2011 ve Kasım 2015) tek
başına iktidar olmuştur. Partinin 2001'deki kuruluşundan itibaren genel başkanlık görevini sürdüren Erdoğan'ın, 2014 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından bu göreve eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu getirildi. Parti, Davutoğlu liderliğinde katıldığı Haziran 2015 Türkiye genel seçimlerinde %8.96 oy kaybederek %40.87'ye geriledi. Kasım 2015 genel seçimlerindeyse tarihindeki en büyük oy sayısı ve %49.5 ile 2011'den sonra en büyük oy oranına sahip olarak, 317 milletvekili elde etti ve TBMM'de tek başına iktidar olabilecek çoğunluğa ulaştı. Ahmet Davutoğlu'nun istifa etmesinin ardından gerçekleştirilen kongrede Binali Yıldırım partinin genel başkanlık görevine seçildi. Yıldırım 24 Mayıs 2016 tarihinde 65. Türkiye Hükûmeti'ni kurarak başbakanlık görevine başladı. Parti; ekonomik liberalizmi benimsemiş, parti programının 3. maddesindeki "Özelleştirme" başlığı altında ""Özelleştirme daha rasyonel bir ekonomik yapının oluşması için önemlidir. Özelleştirme, ekonomide verimi artırmayı, devleti tam rekabet ortamını bozabilecek faaliyetlerden çıkarmayı sağlayacak bir uygulamadır."" şeklinde belirttiği özelleştirme işini çokça uygulamış, birçok devlet kurumunu özelleştirmiştir. 14 Ağustos 2001 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde kurulan AK Parti, kendisini “muhafazakâr demokrat” kimliğe ve siyasal vizyona sahip bir kitle partisi olarak tanımlamaktadır. Bazı medya grupları tarafından İslamcı bir parti olarak nitelendirilse de parti yetkilileri bu iddiaları reddetmektedir. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, ""Batı basınında, AK Parti yönetimi isimlendirilirken, bazen maalesef 'İslamcı', 'Ilımlı İslamcı' ve bunun gibi bir dil kullanılmakta. Bu tanımlamalar gerçeği yansıtmamakta ve bizi üzmektedir. AK Parti muhafazakâr demokrat bir partidir. AK Parti'nin muhafazakârlığı ahlaki ve sosyal konular ile sınırlıdır"" demiştir. Erdoğan, 2001'de "“AK Parti’ye İslamcı parti yakıştırması hem İslam'a saygısızlıktır hem de partimize saygısızlıktır”" demiş, 2005 yılında yapılan başka bir konuşmada ""Biz İslamcı bir parti değiliz ve aynı zamanda 'Müslüman-demokrat' gibi etiketleri de kabul etmiyoruz"" demiştir. Erdoğan, AK Parti'nin gündeminin "muhafazakâr demokrasi" olduğunu belirtmiş, 2006'da yaptığı başka bir konuşmada "“Biz din eksenli bir parti değiliz. Biz laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinin mensubuyuz ve bütün çalışmalarımızı bu çerçeve içerisinde yürütüyoruz. Bireysel olarak durumumu sorarsan dindar olmaya çalışan bir Müslümanım, ama bunun derecesini takdir etme yetkim yok."" demiştir. Parti, Ocak 2016 tüzüğünün 129. sayfasında ve parti programının 2. maddesindeki "Temel Hak ve Özgürlükler" başlığı altında laiklik hakkındaki fikirlerini ""Partimiz, dini insanlığın en önemli kurumlarından biri, laikliği ise demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak görür. Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına ve örselenmesine karşıdır. Esasen laiklik her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda yaşamalarını ancak inançsız insanların da hayatlarını tanzim etmelerini sağlar. Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir."" şeklinde belirtmiştir. Nisan 2016'da TBMM Başkanı İsmail Kahraman, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nde, İslam Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliğince düzenlenen “Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” başlıklı konferansta, ""Yeni anayasada Laiklik maddesi olmamalı, dindar bir anayasa olmalı"" diyerek pek çok kesimden, muhalefet partilerinden ve AK Parti'den tepki almış, daha sonra yanlış anlaşıldığını belirtmiştir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu tartışmalar üzerine ""...benim düşüncem AK Parti’yi kurduğum dönemden itibaren belli. Laiklikle ilgili düşüncemizin ne olduğu, kurucusu olduğum AK Parti’nin programında kayıtlı. Kaldı ki İsmail Bey de AK Parti’nin mensubu olarak Parlamento Başkanı seçildi. Bu da onun, AK Parti programında belirtilenleri kabul ederek oraya gelmiş olduğunu gösterir. Ama ne yapmış? Yeni hazırlanmakta olan anayasa ile ilgili bir bilimsel toplantıda kendine göre, dünyadan bazı örnekler vererek bazı şahsi kanaatlerini paylaşmış. Ben bu konudaki görüşümü, Mısır’da Kahire’de o dev opera binasındaki konuşmamda da söyledim. Laikliğin, devletin tüm farklı inanç grupları için bir güvence olduğunu, bütün farklı inanç gruplarına eşit mesafede durması olduğunu anlattım. Hatta o zaman, şimdi hapiste olan Müslüman Kardeşler yetkilisi Muhammed Bedii, ‘Bu dediğiniz nasıl bir şey’ diyerek şaşkınlığını dile getirmişti. Kendisine anlatınca, ‘Böyle olduktan sonra ben de bunu tasvip ediyorum’ demişti. Laikliği, ladinilik, din karşıtlığı gibi sunar ya da uygularsanız, elbette itirazlarla karşılaşırsınız. Oysa laiklik, devletin, tüm inançlara, ateistler dahil tüm gruplara eşit mesafede olması; tüm inanç gruplarının devletin güvencesi altında olmasıdır..."" demiştir. Ancak partinin; bu konulardaki samimiyeti ve icraatları zaman zaman tartışma konusu olmuştur. Partiye ayrıca "Adalet ve Kalkınma Partisinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiği" gerekçesiyle 2008 yılında kapatma davası açılmış, dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanının ret oyu ile kapatılmamıştır. 2005 yılında, partiye Avrupa Halk Partisi'nde gözlemci üyelik verildi. Ancak Kasım 2013'te, parti AHP'den ayrılarak onun yerine Avrupa Muhafazakarlar ve Reformcular İttifakı'na katıldı. Bu hamle, AK Parti'nin AHP'ye tam üyeliğinin henüz verilmemesinden kaynaklanan bir hayal kırıklığının ve AMRİ'de tam üyeliğe kabul edilmesinin bir sonucu olabileceği olarak yorumlandı. Ayrıca Türkiye ve Avrupa açısından; Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyelik isteğinde sürücü güç olan iktidar partisinin Avrupa Birliği karşıtı ve Avrupa Birliği'nde fazla gücü olmayan bir birlik olan AMRİ'ye katılması ve daha etkili Avrupa Birliği yanlısı bir muhafazakâr birlik olan AHP'den ayrılması, AK Parti'nin Avrupa Birliği üyelik sürecini sulandırdığını düşündürdü, ve fazlaca tepki çekti. 16 Ocak 1998'de Refah Partisi'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasıyla Millî Görüş geleneğinden gelen siyasiler Fazilet Partisi altında tekrar birleşti. Ancak değişmeyen politikalar ve değişmeyen yaşlı lider kadro sebebiyle partinin halk tabanında karşılık bulamadığını düşünen Abdullah Gül liderliğindeki Yenilikçiler, Gelenekçiler ile Fazilet Partisi kongresinde başkanlık yarışına girdi. 14 Mayıs 2000 tarihinde düzenlenen kongreyi küçük bir farkla kaybeden Yenilikçiler artık partide toplum tabanlı bir siyaset yapılamayacağını düşünmeye başladılar. Bu ortam içinde Fazilet Partisi de Refah Partisi ile aynı akıbete uğrayarak kapatıldı (22 Haziran 2001). Hapisten çıkan Recep Tayyip Erdoğan'ın da aralarına katılması ile Yenilikçiler hemen yeni bir parti çalışmalarına başladı. 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulan partinin kurucuları arasında Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, İdris Naim Şahin, Binali Yıldırım ve Bülent Arınç bulunur. Bünyesinde Millî Selamet Partisi-Refah Partisi-Fazilet Partisi (Millî Görüş), Anavatan Partisi (Turgut Özal'a yakın isimler) ve Demokrat Parti-Adalet Partisi-Doğru Yol Partisi (merkez sağ) kökenli isimleri barındırmaktadır. 15 aylık bir parti olarak 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerde en yüksek oy oranını aldı (geçerli oyların %34,63'ü) ve Abdullah Gül başkanlığında 58. Cumhuriyet Hükümeti kuruldu. Aldığı siyaset yasağı nedeniyle kabine ve TBMM'de yer alamayan genel başkan Erdoğan'ın bu yasağı, Cumhuriyet Halk Partisi'nin de desteklediği bir anayasa değişikliği ile kaldırıldı. Erdoğan, 8 Mart 2003 tarihinde Siirt'te yapılan yenileme seçimlerinde milletvekili seçilerek meclise girdi. Bunun üzerine Gül başkanlığındaki 58. Hükümetin 11 Mart 2003 tarihindeki istifasının ardından Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'den hükûmeti kurma görevini alan Erdoğan, 15 Mart 2003'te 59. Cumhuriyet Hükümeti'ni kurdu. AK Parti ilk yerel seçimini 23 Mart 2003 tarihinde Çorum'da kazandı. Eski Belediye başkanı Prof. Dr. Arif Ersoy 2002 genel seçimlerinde milletvekilli adayı olmak için belediye başkanlığından istifa etti ve boşalan başkanlığa "Belediye meclisi" kendi içinden birini seçemediği için 23 Mart 2003 tarihinde Çorum'da Belediye başkanlığı seçimi yapıldı ve Belediye başkanlığına AK Parti'nin adayı Turan Atlamaz seçildi. Turan Atlamaz, 23 Nisan 2004 yerel seçimlerinde yine AK Parti'den Çorum Belediye Başkanı olarak seçildi. Partinin millî görüş hareketinin bir parçası olarak değerlendirilmesi partinin önde gelen isimleri tarafından kabul görmez. Partinin kurucularından Erdoğan bir konuşmasında "Millî görüş gömleğini çıkardık" demiştir. 2004 yılında yapılan 2004 Türkiye yerel seçimleri'nde , İl Genel Meclisi seçim sonuçlarına göre %41.67'lik oyla birinci olan parti, belediyeler bazındaki sonuçlara göre ise 1.950 belediye kazandı. 15 büyükşehir belediyesinden 11'ini de kazanarak Ege ve Güneydoğu Anadolu'daki bazı il belediyeleri hariç tüm Türkiye'de başarılı oldu. 2007 Türkiye genel seçimleri'nde %46.58'lik bir oy oranı elde etti ve bu oranla Türkiye tarihinde hükümette bulunan bir parti olarak girmiş olduğu seçimlerde oy oranını artıran birkaç partiden biri oldu. Türkiye'nin 81 ilinin, Tunceli hariç 80'inden milletvekili çıkardı. 2009 Türkiye yerel seçimleri'nde 15.513.554 seçmenin oyunu aldı. Yüzde 38.8 ile oy oranı düşse de Türkiye genelinde birinci parti konumunu korudu. İstanbul ve Ankara gibi 10 büyükşehir belediyesi ile beraber toplamda da 1442 belediye kazandı. 2011 Türkiye genel seçimleri'nde %49,53 oranı ve yaklaşık 21 buçuk milyon oy alarak 326 milletvekili çıkardı. 2014 Türkiye yerel seçimleri'nde 19.469.840 oy ve yüzde 43,39 oy yüzdesi aldı. Seçimin sonunda 18 büyükşehir belediyesi ile birlikte toplam 818 belediye kazandı. Haziran 2015 Türkiye genel seçimleri'ne Genel Başkan Ahmet Davutoğlu başkanlığında gidildi ve yüzde 40,87 oy elde edildi. Parti, 258 milletvekili kazanarak 2002'den beri ilk kez iktidarını kaybetti. Parti, tarihi boyunca girmiş olduğu dör
t genel seçimden de birinci parti olarak çıkmayı başardı. Ayrıca Türkiye tarihinde girdiği üç seçimde de oyunu yükselterek iktidarda kalmayı başaran ilk partidir. 3 seçimde koruduğu iktidarını 2015'te kaybetmiştir. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu'na hükümet kurma görevini vermiştir. Ahmet Davutoğlu koalisyon hükümeti kurulması için çalışmalara başlamış ve muhalefet partileriyle temaslar kurmuştur. Muhalefet partilerinin, Davutoğlu'nun koalisyon teklifine olumlu bakmamaları üzerine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan seçimin tekrarlanmasını istemiştir. Bu karar üzerine yapılan Kasım 2015 Türkiye genel seçimleri'nde AK Parti oylarında büyük bir artış göstererek 23.681.926 seçmenden oy almıştır ve %49,50'lik oy oranıyla yeniden iktidara gelmiştir. Parti, 14 Ağustos 2001 yılında kurulduktan yaklaşık 1 yıl sonra Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde 2002 genel seçimleri yapıldı. AK Parti 365 milletvekili çıkararak tek başına iktidara geldi. Erdoğan, siyasi yasağı bulunduğu için seçimlere giremeyerek milletvekili seçilemedi. Seçim sonrasında 58. Türkiye Hükûmeti, Abdullah Gül başbakanlığında kuruldu. Hükûmet döneminde Erdoğan'ın siyasi yasağının kaldırılması için Türkiye Büyük Millet Meclisine yasa teklifi sunuldu. Bu yasa değişikliği TBMM tarafından oy çoğunluğuyla kabul edilse de dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yasayı "öznel, somut ve kişisel" olduğu gerekçesiyle veto etti. Daha sonra aynı yasa değiştirilmeden TBMM'de tekrar kabul edildi ve dönemin Cumhurbaşkanı Sezer yasa değişikliğini bu kez onayladı. Bu yasanın onayıyla Recep Tayyip Erdoğan'ın milletvekili seçilmesi için yasal bir engel kalmadı. Seçimlerde Siirt milletvekili seçilen Fadıl Akgündüz'ün milletvekilliğinin düşürülmesinin ardından Siirt'teki seçimlerin tekrar edilmesine karar verildi ve 2003 ara seçimlerine gidildi. Seçimlerde AK Parti'nin ilk sıra adayı Mervan Gül'ün adaylıktan çekilmesi ile Recep Tayyip Erdoğan partinin birinci sıra adayı olarak Siirt seçimlerine girdi ve oyların %85'ini alarak kazandı. Erdoğan'ın milletvekili seçilmesinin ardından başbakan Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakan olması için dönemin Cumhurbaşkanı Sezer'e istifasını sundu. Ahmet Necdet Sezer bu kez hükümeti kurma görevini Recep Tayyip Erdoğan'a verdi ve genel seçimlerden yaklaşık dört ay sonra Recep Tayyip Erdoğan başbakanlığında 59. Türkiye Hükümeti kuruldu. Bu seçimin ardından 2004 yerel seçimleri yapıldı. AK Parti 1,750 belediye almaya hak kazandı. 2003 yılından 2009'a kadar Türkiye ekonomisi büyüme göstermiş ve Türkiye'nin GSMH'si Dünya toplamının %1,11'inden yüzde 1.37'sine artış göstermiştir. Recep Tayyip Erdoğan döneminde Türkiye'nin IMF'ya olan borcu bitti. Görev süresi dolan Türkiye'nin 10. cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in yerine 11. cumhurbaşkanının seçilememesi üzerine Anayasa'nın 101. maddesi gereğince seçimlerin 22 Temmuz 2007 günü Türkiye'de 2007 genel seçimleri yapıldı. AK Parti, Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde tek başına ikinci kez iktidara gelmeyi başardı. AK Parti, seçimlerde 341 milletvekili çıkardı. Abdullah Gül tarafından onaylanan 60. Türkiye Hükûmeti AK Parti önderliğinde kuruldu. 21 Ekim 2007'de 2007 Anayasa Değişikliği Referandumu gerçekleşti. AK Parti, bu seçimde "Evet" oyunu destekledi. Bu seçimde Cumhurbaşkanı'nın Halk tarafından seçilmesine karar veridi ve Genel seçimlerin dört yılda bir yapılmasına karar verildi. 29 Mart 2009 tarihinde 2009 yerel seçimleri'nin yapıldı. AK Parti, 1,442 belediye başkanlığı kazandı. AK Parti bu seçimde 16 Büyükşehir belediye başkanlığından 10 tanesini kazandı. 1 Mayıs 2009 günü bazı makamlarda görev değişiklikği olmuştur. 2009 yılında İsrail'in Filistin'e saldırılar sonucunda 1133 Filistin vatandaşın ölümünden sonra 29 Ocak 2009 Davos'da Dünya Ekonomik Forumu toplantısında Shimon Peres'in 25 dakika konuşması ve Erdoğan'ın 12 dakika konuşmasından dolayı Erdoğan podyumu terketmiştir. Recep Tayyip Erdoğan podyumu terkederken şu sözleri söylemiştir:" Benim için de bundan böyle Davos bitmiştir. Daha Davos'a gelmem. Siz konuşturmuyorsunuz. 25 dakika konuştu, 12 dakika konuşturuyorsunuz. Olmaz." Erdoğan Davos dönüşü büyük bir kutlamayla karşılanmıştır. Ahmet Davutoğlu, Gazze Savaşı'nda göstermiş olduğu çözüm başarıdan dolayı Dışişleri Bakanlığına atandı. Bülent Arınç, Başbakan yardımcılığına getirildi. Temmuz 2009'da Çin'in Doğu Türkistan'da olay çıkarmasına karşı Recep tayyip Erdoğan ve AK Parti üyeleri saldırıya karşı çıkmıştır. Erdoğan sorumluların adalete teslim edilmesini ve hesap vermelerini söylemiştir. Ayrıca "soykırım" yaşanmaktadır demiştir. 2011 genel seçimlerinde 327 sandalye çıkararak üçüncü kez tek başına iktidar olmayı başardı. 61. Türkiye Hükümeti kuruldu. 29 Mart 2014'te 2014 Türkiye yerel seçimleri yapıldı. AK Parti %43.4 oy alarak birinci parti oldu. AK Parti 30 Büyükşehir Belediye başkanlığından 18 tanesini kazandı. 16 Temmuz 2014'te AK Patili milletvekilerin Çözüm Sürecini büyük bir oyla kabul etmesiyle ve Abdullah Gül'ün Resmî Gazete'de yayımlanması sonucu yürürlüğe girmiştir. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimde Cumhurbaşkanı Adayı'nın kim olduğunu Mehmet Ali Şahin açıklamıştır. Şahin şu sözleri söylemiştir:" İstanbul milletvekilimiz, Genel Başkanımız, Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan'dır." demiştir. 10 Ağustos 2014 günü Erdoğan %51.8 oy oranıyla Cumhurbaşkanı seçilmesi ardından Erdoğan AK Parti Genel Başkanlığı ve Başbakanlığı Ahmet Davutoğlu'na bırakmıştır. Erdoğan şu sözleri söylemiştir:" Konya milletvekilimiz, Dışişleri bakanımız Ahmet Davutoğlu kardeşimdir." demiştir. AK Parti 27 Ağustos günü 1. Olağanüstü Kongresinde Genel Başkan Ahmet Davutoğlu seçimiştir. Ahmet Davutoğlu önderliğinde 62. Türkiye Hükümeti kuruldu. 2007 yılına girildiğinde, görev süresi dolmak üzere olan Cumhurbaşkanı Sezer'in yerine Erdoğan'ın aday gösterilmesi ihtimali üzerine özellikle büyük şehirlerde (Ankara, İstanbul ve İzmir gibi); ADD, ÇYDD, İstanbul Barosu, DİSK, KESK gibi bazı kurum ve kuruluşlar tarafından "Cumhuriyet Mitingleri" düzenlendi. 2008 yılında Ergenekon Operasyonu dahilinde bu mitinglerin darbeye zemin oluşturmak adına silahlı bir terör örgütü tarafından yapıldığı iddia edildi ve yapılan aramalarda bunu destekleyen belgelere rastlandığı öne sürüldü. ADD başkanı ve emekli Orgeneral Şener Eruygur bu iddialar neticesinde tutuklandı. Tüm gelişmelerden sonra parti tarafından cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül gösterildi. Bunun üzerine CHP, cumhurbaşkanlığı seçimi için genel kurulda en az 367 milletvekilinin toplanmış olması gerektiğini iddia edip seçimler sırasında genel kurula gelmeyerek cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot etti. Aslen bu iddia anayasa kaynaklı olmayıp onursal cumhuriyet başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından ortaya atılmıştı. CHP, ilk oturumda 367 milletvekili bulunmasına rağmen toplam oy 367'nin altında kalınca cumhurbaşkanlığı seçimi oturumlarının iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Mahkemenin seçimi iptal etmesi üzerine erken seçime gidilme kararı alındı. Parti, 22 Temmuz Seçimleri'nde de oyların %46,7'sini alarak seçimden oylarını artırarak çıktı. Böylece Erdoğan, hükûmeti kurma görevini aldı. Parti aynı seçimde 18 bin Avro karşılığında AK Robot isimli bir robot kiralamış ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu yolla seçim propagandası yapan ilk parti olmuştur. 22 Temmuz Seçimleri'ne göre TBMM'ye giren üçüncü parti konumundaki Milliyetçi Hareket Partisi, CHP'nin aksine Cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot etmek amacıyla genel kurula gelmeme fikrini benimsemedi ve bunun sonucu olarak tekrar aday gösterilen Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, Türkiye Cumhuriyeti'nin 11. Cumhurbaşkanı oldu. 14 Mart 2008 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, "Adalet ve Kalkınma Partisinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiği" savıyla, Anayasa Mahkemesi'nde "Adalet ve Kalkınma Partisinin temelli kapatılma davasını açtı. Başsavcı, Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan'ın da aralarında olduğu 71 kişinin, siyasetten 5 yıl uzaklaştırılmasını istedi. 30 Temmuz 2008'de açıklanan kararla, 10 üyenin 6'sının kapatılması yönünde, 4'ünün hazine yardımının kesilmesi yönünde ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ın ret oylarıyla kapatılmadı. Hazine gelirinin yarısının kesilmesi kararı alındı. AK Parti'nin Türkiye'yi ekonomi, adalet, sağlık, ulaşım, turizm, sanat alanında ilerletmek ve 2023 yılında dünyada ekonomisi gelişmiş ilk 10 ülke arasına girmesini sağlamak olarak koyduğu hedef "Hedef 2023" olarak slogan haline getirilmiştir. Kişi başına millî geliri artırmak, işsizliği düşük rakamlara indirmek, ekonomik sıkıntılardan tamamen uzaklaşmak, Türkiye'ye ait yerli tank, uçak,araba ve silahlı aletler yapmak gibi hedefler 2011 ve 2015 genel seçimlerinde partinin temel söylemleri arasında yer almıştır. Başkanlık sistemi de 2015 Seçim Beyannamesi'nde "Hedef 2023" arasında yer almıştır. 12 Temmuz 2012'de Recep Tayyip Erdoğan, Halkın Sesi Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş'a partilerinin "bütünleşmesini" teklif etmiştir. İki partinin yetkili organlarınca alınan karara göre bir birleşme süreci başlamıştır. Sürecin sonunda, delegelerine genel kurul çağrısında bulunan Halkın Sesi Partisi, 19 Eylül 2012 günü gerçekleştirdiği olağanüstü kongrede, geçerli 177 oyun 165'i gereğince "bütünleşme sebebiyle fesih" kararı alarak kapanmıştır. Halkın Sesi Partisi'nin feshedilmesinin ardından Numan Kurtulmuş, birçok partiliyle birlikte 22 Eylül 2012 günü düzenlenen törende Adalet ve Kalkınma Partisi'ne katılmıştır. 7 Şubat 2012 günü, İstanbul’da özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya’nın, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski müsteşar Emre Taner, eski müsteşar yardımcısı Afet Güneş ve iki MİT görevlisini ifadeye çağrıldığı öğrenildi. Sarıkaya KCK soruşturması kapsamında ifadelerini almak isteği üzerine çağırdığını belirtmişti. Hakan Fidan ve Sadrettin Sarıkaya arasındaki telefon konuşması Hürriyet’in resmî İnternet sitesinde yayınlandı. Sarıkaya tarafından MİT yetkilileri için yakalama kararı çıkar
ıldı. Hakan Fidan, Erdoğan'ın ameliyata gireceği vakit aramış ve görüşmenin sonrasında mahkemeye gitmemiştir. Hemen ardından 61. Hükümet duruma el attı; savcı Sadrettin Sarıkaya soruşturmadan alındı. Dönemin Başbakanı Erdoğan bu konuyla ilgili “alacaksanız beni alın” demiştir. Türkiye Başbakanlığı kaynaklarından edinilen bilgilere göre 2011 yılında bulunan böcekten ortalama 20 gün kadar önce Hakan Fidan ve MİT yetkilileri tarafından Başbakan’a bir sunum yapıldı ve Erdoğan'ın ofisinde böcek olduğu ortaya çıktı. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 28 Ağustos 2014'te görevinin bitmesinden dolayı 1 Temmuz 2014'te AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan aday gösterildi. Erdoğan'ın adaylığını Mehmet Ali Şahin açıklayarak kamuoyuna duyurdu. Seçimin ilk turu 10 Ağustos'da yapıldı. Erdoğan seçim pusulasında ilk başta yer aldı. Erdoğan'ın seçimde kullandığı logonun Obama'nın 2008 yılında kullandığı logoya benzediği iddia edildi. Erdoğan'a cumhurbaşkanlığı seçiminde yapılan bağış miktarı 55.260.778 TL olarak açıklandı. 10 Ağustos'ta yapılan seçimlerde Erdoğan yüzde %51,79 (21.000.143) oy aldı. Recep Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra 27 Ağustos 2014'te yapılan AK Parti 1. Olağanüstü Büyük Kongresinde Ahmet Davutoğlu 1382 delegenin oyunu alarak 2. AK Parti genel başkanı seçilmiştir. 28 Ağustos 2014'te cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'dan başbakanlık vekaletini alan Davutoğlu 62. Türkiye Hükûmetini kurmakla görevlendirilmiştir. Ahmet Davutoğlu başbakanlığında kurulan 62. Türkiye Hükümeti bakanlar kurulu listesini 29 Ağustos 2014 tarihinde açıkladı. 6 Eylül 2014 Cumartesi günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yapılan güven oylaması sonucunda 133 ret oyuna karşılık alınan 306 kabul oyuyla 62. Türkiye Hükümeti Davutoğlu başbakanlığında güven oyu alarak resmen göreve başlamıştır. 7 Haziran 2015 seçimlerinde AK Parti tek başına iktidar olabilecek çoğunluğu yakalamamasına rağmen birinci parti olmuştur. Daha sonra yapılan Koalisyon görüşmeleri ise başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ahmet Davutoğlu 9 Haziran'da istifasını cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a sunmuş ama anayasa gereği yeni hükümet kurulana kadar görevde kalmıştır. 26 Haziran 2015 günü TBMM Başkan adayı İsmet Yılmaz olarak belirlenmiş, Yılmaz, 1 Temmuz 2015 günü yeni başkan seçilmiştir. 10 Temmuz günü hükümeti kurmakla görevlendirilen Davutoğlu 13 Temmuz'da CHP 14 Temmuz'da MHP ve 15 Temmuz'da HDP genel merkezlerini ziyaret etmiştir. 22 Temmuz'da ise Ömer Çelik ile Haluk Koç koalisyon görüşmelerini başlatmıştır. Davutoğlu, 11 Ağustos 2015'te Bakanlar kurulu toplantısı çıkışı sonrası CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile 4 saat 20 dakika görüştü. 14 Ağustos 2015'te tekrar görüşen Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu görüşmesinden koalisyon çıkmamıştır. 17 Ağustos 2015'te AK Parti ve MHP heyeti bir araya geldi. Ahmet Davutoğlu 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında 45 gün içinde hükümetin kurulamamış olması ve Cumhurbaşkanının TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar vermesi üzerine ülkeyi 1 Kasım 2015'te yapılacak seçime kadar yönetmek üzere seçim hükumeti kurulmasına karar verilmiştir. Bu hükûmete MHP ve CHP bakan vermeyeceklerini açıkladı. 26 Ağustos 2015'te Davutoğlu CHP, MHP ve HDP'den bazı milletvekilerine bakanlık teklifi götürdü. Bu tekliflerden HDP 2 bakanlığı kabul etti. MHP'den de Tuğrul Türkeş kabul ederek MHP tarafından MHP Disiplin Kuruluna sevk edilmiştir. 29 Ağustos'da kurulan seçim hükûmeti başbakanı olmuştur. 12 Eylül 2015'te AK Parti 5. Olağan Kongresi yapılmış ve Ahmet Davutoğlu tek aday gösterilip kayıtlı bin 445 delegeden bin 353 oy alarak 2. kez Genel Başkan seçilmiştir. 13 Eylül'de MYK ve MKYK yeni üyeleri belirlenmiştir. Ahmet Davutoğlu'nun lideri olduğu AK Parti, 1 Kasım seçiminde tarihindeki en büyük oy sayısı ve %49.5 ile en büyük oy oranına sahip olarak TBMM'de tek başına iktidar olabilecek çoğunluğa ulaştı. Sonrasında Davutoğlu, 64. hükûmetini kurması için görevlendirildi. Kamuoyunda ilk olarak, Ocak 2015'te Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından açıklanan ancak hayata geçirilemeyen 'şeffaflık paketi' ve 17 Aralık Yolsuzluk soruşturmasında adı geçen 4 bakanın yüce divana gönderilmesi hususlarında Davutoğlu-Erdoğan arasında gerginlik çıktığı iddia edilmişti. 29 Nisan 2016 tarihinde yapılan AK Parti MKYK’sında alınan kararla, genel başkanın “il ve il başkanı atama yetkisi” MKYK'ya verildi. Bu toplantıda alınan kararın toplantıdan önce Erdoğan'a yakın üyeler tarafından alındığı ve toplantı sırasında Davutoğlu'na imzalatıldığı iddia edildi. 1 Mayıs 2016'da 'Pelikan Dosyası' adı altında yayınlanan anonim bir blog'da Davutoğlu'nun Erdoğan'a ihanet ettiği ve istifa etmesi gerektiği savunuldu.. Blog'da Davutoğlu ile Erdoğan arasındaki 27 gerilim noktası 'reis'e yakın bir bakış açısıyla listelendi. Bu blog medyada ses getirdi. 4 Mayıs 2016 günü, Recep Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu arasında Saray'da ikili bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda Davutoğlu'nun doğrudan istifa etmesi yerine AK Parti'yi kongreye götürmesi ve yeniden genel başkan adayı olmaması kararlaştırıldı. Bu toplantıdan bir gün sonra Davutoğlu, 5 Mayıs 2016 günü 1 Kasım seçiminden sonra sadece 6 ay görev yapmasını nazara vererek "4 yıllık sürenin daha kısa sürmesi benim tercihim değildir. Zarurettir" şeklinde bir açıklama yaptı ve AK Parti'yi 22 Mayıs'ta yeni Genel Başkan seçimi yapması için 2. Olağanüstü Büyük Kongre'ye çağırdı. Ahmet Davutoğlu'nun Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmesinin hemen sonrasında bu kararını açıklaması bazıları tarafından "Saray Darbesi" şeklinde ifade edilmiştir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile 64. Türkiye Hükûmeti'nin Başbakanı Ahmet Davutoğlu yaptıkları toplantı sonrasında Ahmet Davutoğlu'nun başbakanlık görevinden istifa etme kararı almasıyla AK Parti 2. Olağanüstü Büyük Kongresi 'sinin düzenlenerek 3. genel başkanın seçilmesi kararlaştırıldı. 22 Mayıs 2016 tarihinde düzenlenen kongrede Binali Yıldırım, 1470 oyun 1405'ini alarak AK Parti'nin 3. genel başkanı seçildi ve hükûmeti kurma görevi verildi. 24 Mayıs 2016 tarihinde Yıldırım, 65. Türkiye Hükûmeti'ni kurdu ve bu hükûmet TBMM tarafından 315 oyla güvenoyu aldı. Yıldırım, yeni Hükümet'in öncelikli konusunun yeni anayasa başkanlık sistemi de dahil olmak üzere yeni yönetim sistemini belirleyecek değişikliğin olduğunu ve yeni anayasayı gerçekleştirmek için çalışmalara hemen başlanacağını açıkladı. Ayrıca 12 Eylül Darbesi sırasında yazılmış mevcut anayasayla 2023 Hedeflerine ulaşamayacağını belirterek tüm muhalefet partilerine yeni anayasa çağrısı yaptı. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin parlamenter sistemden yana olduğunu fakat Başkanlık sisteminin referanduma götürülmesinde herhangi bir sakınca duymadığını bildirdi. Yıldırım, Türkiye'nin fiili durumu hukuki durum haline getirmek mecburiyetinde olduğunu ve Başkanlık sisteminini içeren anayasa teklifini kısa süre içerisinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne getireceklerini belirtti. Ana muhalefet partisi CHP ile HDP'nin yanı sıra; genel başkan adayı Sinan Oğan, Meral Akşener gibi eski MHP milletvekilleri ile Yusuf Halaçoğlu, Ümit Özdağ gibi meclisteki bazı MHP milletvekilleri sıcak bakmamaktadır. 15-16 Temmuz 2016 tarihleri arasında Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde kendilerini Yurtta Sulh Konseyi olarak tanımlayan bir grup asker tarafından askerî darbe girişimi gerçekleştirildi. Cumhuriyetin kurulmasından itibaren Türkiye'nin politik yaşamında önemli yeri olan büyük cemaatler 1973 seçimlerinden itibaren Millî Görüş çizgisindeki Necmettin Erbakan'dan uzaklaştılar. 1994 yerel seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan'ı destekleyen Fethullah Gülen ve Gülen Hareketi o tarihten itibaren yerel ve genel seçimlerde AK Parti'ye ve Erdoğan'a olan desteğini sürdürdü. Gülen cemaatinin bu süreçte ve AK Parti iktidarlarında emniyette, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı’nda ve yargıdaki ilerleyişinin ve özel okullar ve diğer faaliyetlerinin partinin bütün liderleri ve devlet kurumları tarafından desteklendiği öne sürüldü. Gülen Cemaati ile AK Parti arasındaki temel ittifakın ortak tehdit olarak algılanan askeri vesayete karşı olmaları olduğu dillendirildi. Cemaat hakkında hazırladığı İmamın Ordusu kitabı nedeniyle Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanarak hapis yatan gazeteci Ahmet Şık hapisten çıkarken ""Bu komployu kuran, yürüten polisler, savcılar ve hâkimler bu cezaevine girecek. Onlar buraya girdiğinde adalet gelecek. O cemaat bağlantılı, o çete bağlantılı adamlar buraya girecek. Bunlara sesini çıkarmadığı için siyaseten sorumlu AK Parti hükümetidir."" şeklinde açıklama yaptı. Şık konu hakkında yazdığı Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda, AK Parti-Cemaat İttifakı Nasıl Dağıldı? kitabında, sözü edilen ittifakın tarihçesini anlattı. Aynı davada kitabında cemaatin polis ve yargı içinde örgütlendiğini iddia ettiği için yargılanan Hanefi Avcı, daha sonra yazdığı Cemaat’in İflası - Hoca’nın Ayağının Kaydığı Yer kitabında 2011'deki genel seçimler öncesinde cemaatin partiden 80 civarında milletvekili istediğini ama AK Parti’nin buna yanaşmadığını yazdı. Bir görüşe göre Cemaat AK Parti ile ittifakını 2009'da sona erdirmiş ve o tarihlerden itibaren basın ve akademisyenler aracılığıyla hükümeti eleştirmeye başlamıştır. Hükûmetin bazı cemaatçi kadroları yetkili makamlardan tasfiye etmeye başlamasının ardından 2012 Şubat ayında İstanbul’da bir savcılığın MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye davet etmesi bir krize neden oldu. Bu Cemaat ile AK Parti arasındaki çatışmanın dışa vurulan ilk büyük belirtisi olarak değerlendirildi. 17-25 Aralık operasyonlarında AK Partinin dört bakanına karşı yapılan operasyonlar hükümet tarafından darbe girişimi olarak adlandırıldı. Bu olaydan sonra HSYK gerilimi yaşandı. 17-25 Aralık operasyonunda dönemin savcısı Zekeriya Öz, başbakanın yurtdışına kaçtığını öne sürmüştür. Bunun sonucunda 8 AK Parti milletvekili partisinden istifa etmiştir. Bazı devlet kurumlarında paralel yapı ile ilişkisi olduğu düşünülen kişiler görevden alındı. Erdoğan ve oğlu Bilal Erdoğan'a ait olduğu iddia edi
len 17 - 18 Aralık 2013 tarihli telefon görüşmeleri yayınlandı. Dönemin Ana Muhalefet partisi CHP bu konuşmayı mecliste milletvekillerine dinletti. Daha sonra Erdoğan'ın ABD ziyaretinde Fetullah Gülen'in iadesi istenmiş fakat Beyaz Saray'dan gelen açıklama ile konu olumsuz sonuçlanmıştır. Daha sonra 14 Aralık 2014'te Samanyolu Genel koordinatörü Hidayet Karaca terör örgütüne üye olmak ve terör örgütünün propagandasını yapmakla tutuklanmıştır. Zaman gazetesi yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı da aynı nedenle gözaltına alınmıştır. 12 Haziran 2015'te Zekeriya Öz meslekten ihraç edilmiştir. Daha sonra Zekeriya Öz, Celal Kara ve Mehmet Yüzgeçe yakalama kararı verilmiştir. Bu olaydan sonra 12 Ağustos'da Zekeriya Öz ve Celal Kara önce Ermenistan'a daha sonra Almanya'ya gitmişlerdir. Türkiye eski savcıları istemiş fakat Almanya Hükümeti iade etmemiştir. 17 Aralık 2013 yılında yapılan operasyonlarda AK Parti'li bazı bakanlar ve bazı bakan çocuklarıyla ilgili yolsuzluk iddiaları ortaya çıkmıştır. Çeşitli dinleme kayıtlarının da ortaya çıktığı süreçte 4 bakan (Zafer Çağlayan, Muammer Güler, Erdoğan Bayraktar ve Egemen Bağış) istifa etmek zorunda kalmışlardır. Bu süreçte daha sonra soruşturmayı yürüten savcılar ve emniyet mensupları, Recep Tayyip Erdoğan ve Bilal Erdoğan ile ilgili telefon konuşmalarını da içerdiği iddia edilen çeşitli kayıtların ortaya çıkmasından sonra değişik zamanlarda görevlerinden alındılar. Mahkeme sürecinin durdurulmasının ardından mecliste 4 bakan (Zafer Çağlayan, Muammer Güler, Erdoğan Bayraktar ve Egemen Bağış) hakkında soruşturma komisyonu kurulmuştur. Soruşturma sonucunda önce komisyonda sonra mecliste AK Parti'li milletvekililerinin oylarıyla ilgili 4 bakan yargı önüne çıkarılmamışlardır. 14 Ağustos 2001 tarihinde, AK Parti'nin kuruluşuyla birlikte kurulmuştur. Türkiye'nin 81 ilinde ve illere bağlı ilçelerde teşkilatları bulunmaktadır. AK Parti Gençlik Kolları İl veya İlçe Başkanları, AK Parti parti tüzüğüne göre bulunduğu teşkilat kademesi ana kademe Yönetim ve Yürütme Kurulları'nın doğal üyesidir. Ayrıca Genel Merkez Gençlik Kolları Başkanı da hem MYK hem de MKYK tabii üyesidir. Mevcut genel başkan Melih Ecertaş'tır Gençlik kolları, parti yönetimi ile eşgüdüm halinde çalışır, gençlik kolu başkanları aynı zamanda parti yönetim ve yürütme kurullarının doğal üyesidir. Bir üye parti üyeliğinden çıktığı zaman otomatik olarak gençlik kolu üyeliğinden de çıkar ayrıca gençlik kolu yönetiminde görev almayanların üyeliği 30 yaşını doldurduklarında sona erer. Genel merkez gençlik kolları başkanlığı yapmış olanlar, AK Parti MKYK'sı kararıyla toplanan büyük kongrenin onur konuğu sayılırlar. Adalet ve Kalkınma Partisi kuruluşundan bu yana beş genel seçime, üç yerel seçime ve bir milletvekili ara seçimine katılmıştır. Onlar Konuşur AK Parti Yapar, Daima Adalet Daima Kalkınma, Birlikte Daha Güçlü, Yeni Türkiye Yolunda İkinci Yarı Başlıyor, Yeni Güç Büyük Türkiye, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 2015 genel seçimlerinde kullandığı sloganlardır. Vural Savaş Vural Savaş (d. 21 Ağustos 1938, Antalya), Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı, Türk hukukçu, yazar. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. 1972'de Ankara Hakim adayı olarak mesleğine başladı. Sırasıyla Aralık ve Gülnar hakimliği ile Yargıtay Ceza Genel Kurulu Tetkik Hakimliği görevlerinde bulundu. 7 Kasım 1987'de Yargıtay üyeliğine seçildi. 1990 Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yedek üyeliği ve 1993 yılında HSYK asıl üyeliğine seçildi; Seyfi Oktay'ın Adalet Bakanı olduğu dönemde yapılan bazı atamalar ve seçimleri içine sindiremediği için bu görevinden Mart 1994'te istifa etti. Yargıtay Büyük Genel Kurulunca gösterilen adaylar arasından 17 Ocak 1997 tarihinde Süleyman Demirel tarafından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına seçilmiştir. 19 Ocak 2001 tarihinde kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır.Daha sonra Antalya'ya yerleşmiştir. Evli ve üç çocuk babasıdır. Sözcü Gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. 28 Şubat süreci'nde Refah Partisi, daha sonra Fazilet Partisi'nin kapatılma davalarını açtı. Corydella Corydella Antalya ili Kumluca ilçesi yakınlarındaki antik kenttir. Şehir Kumluca'nın batısındaki ve ilçe merkezine 1 km uzaklıktaki iki tepe üzerinde kurulmuştur. Bugün toprak üstünde yalnızca şehre su getiren su kemerinin kalıntıları seçilebilmektedir. Diğer eserler yok olmuştur. Kent özellikle Bizans ve geç Bizans devirlerinde gelişme göstermiştir. Fakir bir köylü kadının keçisinin ayağına bir zincirin takılması ile ortaya çıkan ve "Kumluca Definesi" diye tanınan define bu ören yerinde çıkmıştır. Değerli altın ve gümüş eşyalardan oluşan definenin büyük bir kısmı Amerika'ya kaçırılmış, çok az bir kısmı Antalya Müzesi'nde sergilenmektedir. Sertab Erener Sertab Erener (d. 4 Aralık 1964, İstanbul), bazen sadece Sertab, Türk şarkıcı, söz yazarı ve besteci. Koloratur soprano türündeki sesi sayesinde dikkat çekerek Sezen Aksu'nun yanında vokalistlik yapmaya başladı ve Aksu'nun desteğiyle çıkardığı albümlerle 1990'ların başında adını duyurdu. Klasik müzik eğitimi aldığı için pop müzik söylediği ilk zamanlarda zorlandı. Zaman zaman deneysel çalışmalar yapmasına rağmen, geniş kitlelere şarkılarını dinletmeyi hedeflediği için avangart şeyler yapmak yerine pop müzik yapmayı tercih etti. Bazı çalışmalarında batı müziği ile doğu müziğini birleştirdi, etnik unsurların yanı sıra operalardan ve Türk sanat müziğinden de yararlandığı oldu. 2000'lerin başında Avrupa'ya açılarak burada çeşitli çalışmalar satışa sundu. Sezen Aksu destekli "Sakin Ol!" (1992) albümüyle çıkış yapan Erener, 1990'lar boyunca yayımladığı "Lâ'l" (1994), "Sertab Gibi" (1997) ve "Sertab Erener" (1999) albümleriyle Türk pop müziğine etkin bir şekilde katkı sağladı. Bu albümlerden "Sakin Ol!", "Aldırma Deli Gönlüm", "Ateşle Barut", "Sevdam Ağlıyor", "Aslolan Aşktır", "Yanarım", "Zor Kadın" ve "Vur Yüreğim" gibi birçok hit çıktı. 2000'lerin başında Erener, "Kumsalda" ve "Kendime Yeni Bir Ben Lazım" şarkılarıyla dikkat çekmeye devam etti. 2003 Eurovision Şarkı Yarışması'nda "Everyway That I Can" ile birinci olarak Türkiye'ye yarışmadaki ilk birinciliğini kazandırdı ve Avrupa'da adından söz ettirdi. 2004'te "No Boundaries" ve 2005'te "Aşk Ölmez" albümlerini yayımladıktan sonra beş yıl boyunca yeni bir Türkçe stüdyo albümü çıkarmadı. 2010'lara "Bu Böyle", "Açık Adres" ve "Koparılan Çiçekler" gibi hitleri barındıran "Rengârenk" albümüyle girdi ve bu albüm kendisinin müzik piyasasına dönüşü olarak kabul edildi. "Rengârenk"in ardından babasına ithafen 2012'de Ey Şuh-i Sertab albümünü yayımladı. Altın Kelebek Ödülleri'nde En İyi Kadın TSM Solisti ödülünü aldı. 2013'te Sade'yi yayımladı. Bu albümden İyileşiyorum, Öyle de Güzel ve Söz gibi hitler çıktı. 2016'da Kırık Kalpler Albümü'nü yayınlayan Erener, bu albümde 90'lara döndüğünü belirtti. Albüm çok beğenildi ve o yıla damgasını vurdu. Albümden Kime Diyorum, Olsun gibi hitler çıktı. Erener, sesi sayesinde birçok kez övüldü ve Sezen Aksu'nun desteğiyle çıkış yapan şarkıcıların en ünlülerinden biri oldu. Eurovision'da birinci olması üzerine Türkiye Cumhuriyeti Devlet Üstün Hizmet Madalyası'na layık görüldü. "Hürriyet" tarafından 2014'te hazırlanan "Cumhuriyetin 91. Yılında 91 Sembol Kadın" listesine dahil edildi. Şarkıcılığın yanı sıra Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde bir yıl öğretmenlik yaptı. Üç kez evlendi, ikinci eşi Levent Yüksel ile 1990-96 yılları arasında evli kaldı. Üçüncü eşi Emre Kula ile 2015'te evlendi. Bugüne kadar yedi Kral TV Video Müzik Ödülü ve iki Altın Kelebek Ödülü dahil olmak üzere çok sayıda ödül kazandı. Sertab Erener, Nizamettin ve Yücel Erener çiftinin iki çocuğunun küçüğü olarak 4 Aralık 1964'te İstanbul'da dünyaya geldi. Çocukluğunu Pierre Loti'de geçirdi. Annesinin ailesi Yugoslavya'da yaşarken buradaki savaşlardan kaçıp Ayvalık, Balıkesir'e yerleşmişti. Annesi Yücel, 1957'de Güzel Sanatlar Akademisi'nde resim eğitimi almış ancak evlenince resimle uğraşmaya ara vermişti. Baba tarafı Doğu Anadolu'dandı. Dedesi Muşluydu, babaannesinin Arap kökenleri vardı ve Siirtliydi. Babası Nizamettin, Diyarbakır'da doğmuştu. Şerif İçli'den ses eğitimi alarak kendini geliştirmiş ve bir ay İstanbul Radyosu'nda solistlik yapmıştı. Müzik alanında da yetenekleri olmasına rağmen avukat olmayı tercih etmişti. Abisinin adı Serdar'dı ve Sertab'ı çocukken büyük ölçüde etkilemişti. Sertab, babasının söylediği Türk sanat müziği şarkılarını dinleyerek büyüdü. Babası, "Ey Şûh-i Sertab" şarkısını sevdiği için kızına "baş ışık" anlamına gelen Sertab adını verdi. İlkokuldan sonra İtalyan Lisesi'ni kazandı ancak buraya gitmek yerine Işık Lisesi'ne gitmeyi tercih etti. Bu yıllarda sarılık geçirdi ve 11 yaşındayken ülseratif kolit hastalığına yakalandı. Kolit yüzünden lise yılları hastanelerde geçirdi. Lise ikinci sınıftayken, sürekli müzikle uğraşmayı istediği için "operacı olmak amacıyla" İstanbul Belediyesi Konservatuvarı'na başladı. Burada şan bölümüne bir süre devam ettikten sonra İstanbul Devlet Konservatuvarı'nda dersler aldı. Mimar Sinan Üniversitesi Opera Ana Sanat Dalı Opera ve Konser Şarkıcılığı Bölümü'nde de kısa süre eğitim aldı ancak bölümü tamamlamadan okulu bıraktı. Klasik müzik eğitimi alarak kariyerine opera dalında devam etmek istedi ancak öğrencilik yıllarında operadan beklediğini elde edemediği için onun dinleyicisi olmayı tercih ederek sahne solistliği yapmaya başladı. 21 yaşındayken ilk evliliğini yaptı ve bu evlilik üç yıl sürdü. Sertab, Sezen Aksu'nun Memduh Paşa Yalısı'nda düzenlenen 1987'deki doğum günü partisine, partiyi organize eden kişi aracılığıyla solist olarak katıldı. Sezen Aksu, Sertab'ı ilk gördüğünde onun rüküşlüğüne takıldı ancak sesini çok beğenerek ona geri vokal olmasını teklif etti. Sertab başta vokalist olmayı istemedi ve bunu şöyle anlattı: "[Sezen Aksu] Bana vokalistlik teklifi yaptı. Kabul etmedim. Çünkü kendim zaten solisttim. Bir küme düşme olayı gibi geldi. Pozisyonum gereği, vokalist olmamam lazım diye düşünüyordum." Daha sonra, arkadaşı Levent Yüksel'in Aksu'yla yakınlığı üzerine Sertab, Aks
u'nun yanında geri vokallik yapmayı kabul etti. 1987 Kuşadası Altın Güvercin Müzik Yarışması'na Sertab Altın (ilk eşinin soyadı) adıyla katılarak yarışmada "Akdeniz" şarkısını seslendirdi. 1989'da yine aynı adı kullanarak Klips grubuyla birlikte 1989 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Elemeleri'ne "Hasret" şarkısıyla katıldı. Ancak elemelerde üçüncü olduğu için ülkeyi 1989 Eurovision Şarkı Yarışması'nda temsil edemedi. 1990'da elemelere ise Sertab Erener adını kullanarak katıldı ve seslendirdiği "Sen Benimlesin" şarkısıyla altıncı oldu. Aynı yıl Levent Yüksel ile evlendi. Yüksel ile evlenmesini şöyle anlattı: "Levent çok yakın arkadaşımdı; dosttuk. Onun sevgilileri vardı, benim sevgililerim vardı. Hep aynı orkestrada çalıştık. Ben boşandıktan sonra nasıl oldu bilmiyorum, adını koyamıyorum ama bir yakınlık oldu falan böyle sevgili durumuna geçtik. Birçok arkadaşım vardı benim ama Levent hep özeldi, hep ayrı bir yeri vardı. Özel bir şey hissediyormuşum demek ki. Hiç zorlamaya vermeden kendiliğinden oldu. Sertab Erener, 1990'ların başında Sezen Aksu'nun desteği ile adını duyurmaya başladı. İlk stüdyo albümünü Aksu'nun yanı sıra Uzay Heparı, Aysel Gürel ve Garo Mafyan gibi isimlerle birlikte hazırladı. Özellikle Aksu, Erener'in albümü için fazlasıyla emek harcadı. Erener bu durumdan şöyle bahsetti: "Sezen'le bu ülkenin, bu toprağın müziğini öğrendim. Ondan sonra burada [Türkiye'de] yapılan müzikle ilgilenmeye başladım. Bu yüzden Sezen bana kaset yaparken çok zorlandı, beni nereye oturtacağını çok düşündü. Çünkü 'Sertab iyi İngilizce söyler, Türkçe söyleyemez.' diyorlardı. Kafasını, beynini ikiye böldü." "Sakin Ol!" adı verilen albüm, 1992'de yayımlandı. Sertab Erener, albüme adını veren şarkı ile ses getiren bir çıkış yaptı. Şarkının klibinde Aksu ve Uzay Heparı da oynayarak şarkıcıya destek oldu. "Milliyet", Erener'in "Sakin Ol!" sayesinde kendini bir anda zirvede bulduğunu yazdı. Erener, "Sakin Ol!" ile birlikte Türk pop müziğine yeni bir ses ve yeni bir soluk getirmeyi amaçladı. Çıktığı 25 gün içinde 300 bin kopya satan albüm toplam 750 bin kopya sattı. "Sakin Ol!"un yanı sıra "Aldırma Deli Gönlüm", "Ateşle Barut", "Vurulduk", "Oyun Bitti", "O, Ye" ve "Suçluyum" şarkılarına video klip çekildi. 1992'nin sonunda Erener, TRT 1 ve Kanal 6'nın 1993 yılbaşı için hazırladığı kutlama programlarında sahneye çıktı. Şarkıcı 13 Mart 1993'te, 1993 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye adına yarışacak şarkıcının belirlendiği ulusal elemelerin ara gösterisinde konser verdi. Haziran'da "Hey Girl" dergisinden Yılın Ümit Veren Şarkıcısı ödülünü aldı. Temmuz'da Rumeli Hisarı'nda konser verdi. 11 yaşından beri acılarını çektiği ülseratif kolitten kurtulmak için 1993'te ve 1994'te ABD'ye giderek üç kez ameliyat oldu. Hastalık yüzünden çektiği acıları "Bağırsağımda bir yara vardı ve yıllarca iyileşemedi. Hastaneler, diyetler, sokağa çıkamamalar, yataklar... Günde 35 kere tuvalete gidiyordum. Bağırsaklar hiçbir şey tutmuyordu." sözleriyle tarif etti. Ameliyatlar sonucunda kalın bağırsağının tamamı alındı ve bağırsağını dışarı çıkardıkları için bir yıl boyunca elinde torbayla dolaştı. Hastalık yüzünden öleceğini düşündüğünde kendi varoluşunu sorgulamaya başladı ve kafasında "Ben niye buradayım? Niye ben?" gibi soruların cevabını aradı. Böylece felsefe kitapları okudu ve meditasyona başladı. Bir yandan ameliyatları sürerken bir yandan da albüm kayıtlarını yapan Erener, ikinci stüdyo albümü "Lâ'l"i 14 Ekim 1994'te yayımladı. 640 bin kopya satan albümdeki pek çok şarkının sözlerini Sezen Aksu yazdı. Albüme adını veren şarkı, "" belgeseli için bestelendi ve Deniz Gezmiş'e ithaf edildi. Ayrıca daha sonradan Sony Müzik'in yayımladığı "Sony Music 100 Years: Soundtrack for a Century" adlı milenyum setine dahil edildi. Sertab Erener, albümdeki "Sevdam Ağlıyor" ve "Rüya" şarkılarına klip çektirdi. Bu şarkılardan "Rüya"yı Sezen Aksu, Erener'in ülseratif kolit yüzünden olduğu ikinci ameliyat öncesinde, arkadaşının hastalığı yüzünden yaşadığı üzüntü üzerine yazdı. "Lâ'l"i tanıttığı Bostancı Gösteri Merkezi'ndeki konserinde Erener, Mozart'ın "Sihirli Flüt" operasının "Gece Kraliçesi" aryasını okudu. Daha sonra, operayı halktan herkesin sevdiği bir müzik hâline getirmek istediğini söyledi. Mart 1995'te Kral TV Video Müzik Ödülleri'nden En İyi Pop Kadın Sanatçı kategorisinde ödül aldı. Nisan'da "Miss Turkey" yarışmasında sahneye çıktı. Eylül'de ise Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen "1000 Sanatçıyla Doğu'ya Gidiyoruz" sloganlı konserler kapsamında Türkiye'nin doğusunda konserler verdi. 1996'nın başında "Kim" dergisi, hazırladığı Türkiye'nin En Rüküş Giyinen Kadınları listesinin altıncı sırasına Erener'i koydu. 18 Haziran 1996'da Erener ve eşi Levent Yüksel, anlaşmalı bir şekilde boşandılar. Çift, boşanmalarının sebebini "13 yıl sonunda aşkımız; kardeş, baba, anne duygularına dönüştü. Aşkın bittiği yerde evliliğin yürümeyeceğini düşündüğümüz için boşanmaya karar verdik." diyerek açıkladı. Erener, aynı yıl "Notre Dame'ın Kamburu" (1996) filminin Türkçe dublajında Esméralda'yı seslendirdi. Ayrıca Pentagram'ın gitaristi Demir Demirkan ile çıkmaya başladı. Yılın sonlarında üçüncü stüdyo albümü için kayıtlar yapmaya başladı. Bu albüme ilk kez kendi yazdığı şarkıları da dahil etti. Söz yazmaya başlamasıyla ilgili olarak şunları söyledi: "Alabildiğince yaşadığım, hissettiğim şeyleri anlatmaya çalıştım. Kendim yazmasam da şarkı sözü yazanları yönlendirdim. Önceki albümlerimde yorumcu olarak üretime katıldım. Bu kez besteci ve söz yazarı olarak da katılıyorum." Erener, üçüncü albümünü yayımlaması için Sony Müzik ile $100 bin tutarında bir albüm anlaşması imzaladıktan sonra, "Sertab Gibi" adını verdiği albümünü, Şubat 1997'de İmaj ve Sony etiketiyle yayımlandı. Albüm için ilk kez Demir Demirkan iş birliğine gitti. "Hürriyet"ten Lale Barçın İmer, "Sertab Gibi" ile Erener'in önemli bir adım attığını yazdı. "Aslolan Aşktır", "Seyrüsefer", "İncelikler Yüzünden", "Aaa" ve "Yara" şarkılarına klip çekilen "Sertab Gibi", Ağustos 1997'ye kadar 147 bin kopya sattı. 26 Ağustos 1998'de Sertab Erener, "Haydi Güneydoğu" kampanyası kapsamında düzenlenen "Güneydoğu Eğitim Seferberliği Konserleri"nde sahneye çıktı. Aynı ay Sony Müzik Türkiye'den Melih Ayraçman, Sertab Erener'i Avrupa'da tanıtmayı amaçladıklarını ve bunun için projelerinin olduğunu duyurdu. Aralık'ta Erener, Bizim Lösemili Çocuklar Vakfı yararına verilen konserde José Carreras ile aynı sahneyi paylaşarak şarkı söyledi. Müzikal projelerinin yanı sıra, Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde bir yıl öğretmenlik yaptı. Sertab Erener, kendi adını verdiği dördüncü stüdyo albümünü Mart 1999'da Abdülhak Hamit'in "Makber" ve Mozart'ın "Gece Kraliçesi" eserleri eşliğinde Sony ve Columbia etiketiyle yayımladı. Albüm Türkiye'de D&R Çok Satan Albümler Listesi'nde bir numaraya yerleşerek yayımlandığı yıl içinde ülkede 427 bin kopya sattı. "Yanarım", "Zor Kadın", "Vur Yüreğim" ve "Yolun Başında" şarkıları "Sertab Erener" albümünün klip çekilen şarkıları oldu. "Vur Yüreğim", Kral TV Video Müzik Ödülleri'nden En İyi Şarkı Sözü ödülünü aldı. "Zor Kadın" ise hit oldu ve radyolarda çok çalınanlar listelerinde yer aldı. Daha sonradan Voice Male ile düet yapılarak yeniden yayımlandı. Aynı yıl Erener, "Private Emotion" şarkısında Ricky Martin'e eşlik etti. Efes Pilsen'in otuzuncu kuruluş yılı dolayısıyla 16 Ağustos'ta çıktığı Türkiye turnesindeki pek çok konserini, bir gün sonra meydana gelen Gölcük depremi yüzünden iptal etti. Eylül'de turneye devam etti ve konserlerden elde edilen gelirlerin depremzedelere gönderileceğini açıkladı. Yaptığı dünyaya açılma planları kapsamında 2000'de Avrupa'da "Sertab" adını verdiği bir derleme albüm yayımladı ve Avrupa'da konserler verdi. Nisan'da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları kapsamında Efes Antik Tiyatrosu'nda 20 binden fazla kişiye konser verdi. Temmuz'da, yine Avrupa'da adının duyulması için hazırladığı "Bu Yaz" adlı EP'yi yayımladı. EP'de, Mando ile birlikte yarısı Türkçe yarısı Yunanca olarak seslendirdiği "Aşk / Fos"a da yer verdi. "Hürriyet", Yunanistan'da da yayımlanan bu düetle birlikte Erener'in Türkiye dışına açıldığının tescillendiğini yazdı. Mayıs 2001'de Sertab Erener, beşinci stüdyo albümü "Turuncu"yu yayımladı. Albüme bu adı vermesini "Turuncu, bir renk olmanın ötesinde pozitif enerjiyi temsil ediyor. Albümüm de neşeli, sıcak, pozitif bir enerji taşıyor. Ben insanları hayata bağlayan bir albüm yaptım. Çünkü çok büyük sağlık sorunlarım olduğu, çok sıkıştığım dönemlerde bile hayata hep pozitif bakmayı tercih ettim." sözleriyle anlattı. D&R'ın Çok Satan Albümler Listesi'nde bir numara olan ve 260 bin kopya satan "Turuncu"daki "Kumsalda" ve "Söz Bitti" şarkılarına klip çekildi. Aralık'ta Erener, Altın Kelebek Ödülleri'nden En iyi Türk Pop Müziği Kadın Solist kategorisinde ödül aldı ve "Kendime Yeni Bir Ben Lazım" şarkısını yayımladı. Şubat 2002'de çıkan Barış Manço'ya saygı albümü "Yüreğimdeki Barış Şarkıları"nda yer alan "Dağlar Dağlar" şarkısını seslendirdi. Ocak 2003'te TRT, 2003 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'yi Sertab Erener'in temsil edeceğini duyurdu. Şubat'ta şarkının adının "Everyway That I Can" olduğu ve tamamın İngilizce sözler içerdiği de açıklanınca bu duruma tepkiler geldi. Türk Dil Kurumu, Türkiye'nin ve kültürünün tanıtımı açısından İngilizce bir şarkı yerine Türkçe bir şarkıyla katılma çağrısı yaptı. Erener, yaptığı açıklamada eleştirilere "Dünya standartlarına uymak için İngilizce sözler olması gerekiyor. Dünyanın yarısı İngilizce dinliyor, neden bir Türk sanatçısını İngilizce dinlemesinler? [...] İnsanlar Türkçe anlamıyor. Kendi dilimizle anlatmakta zorlanıyorsak, neden boşuna zorlanalım? TRT bana şarkı yaz getir dediğinde, ben de şartlarımı ortaya koydum. 'Şarkıyı İngilizce söylemek istiyorum' dedim." sözleriyle cevap verdi. 8 Mart'ta tanıtılan "Everyway That I Can", 24 Mayıs'ta Riga'da yapılan yarışmada 167 puan toplayarak birinci oldu. Böylece Türkiye, Eurovision Şarkı Yarışması'nda ilk birinciliğini elde ett
i ve yarışma bir sonraki yıl İstanbul'a taşındı. "Everyway That I Can", Avrupa'daki pek çok ülkede listelere girdi. İsveç ve Yunanistan resmî listelerinde bir numaraya yükseldi. Bu iki ülkede de ticari başarı yakalaması üzerine ilkinden altın, ikincisinden platin sertifika kazandı. Sertab Erener, Türkiye'ye döndükten sonra Eurovision birinciliği sayesinde çeşitli ödüller elde etti. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüştü, kendisinin başarını kutlamak adına bir resepsiyon düzenlendi. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Devlet Üstün Hizmet Madalyası'na layık görüldü. MÜ-YAP Müzik Ödülleri ve Kral TV Video Müzik Ödülleri de Erener'e Onur Ödülü verdiler. Şarkıcı, Temmuz 2003'te gösterime giren "Masked and Anonymous" filmi için Bob Dylan'in "One More Cup of Coffee" şarkısını seslendirdi. Ağustos'ta, UNICEF ve MEB iş birliğiyle başlatılan "Haydi Kızlar Okula" kampanyasının tanıtım filmlerinden birinde oynadı. Eklemeler yaparak Avrupa'da tekrar yayımladığı "Sertab" albümü, Ağustos 2003 itibarıyla kıta genelinde 500 bine yakın kopya sattı. 26 Eylül'de, Irak'taki lösemili çocuklara bağış için Royal Albert Hall'de düzenlenen gecede pek çok şarkıcıyla birlikte sahneye çıktı. Ocak 2004'te Erener, ilk İngilizce stüdyo albümü "No Boundaries"i Avrupa'da yayımladı. Türkiye'de Çok Satan Albümler Listesi'nde bir numaraya yükselen albümden "Here I Am", "Leave" ve "I Believe (That I See Love in You)" single'ları çıktı. Bu şarkılardan "Here I Am", "Karanlık Sırlar" filminin tanıtımlarında kullanıldı. Mart'ta Erener'in evi soyuldu ve 15 bin değerindeki takıları çalındı. 15 Mayıs'ta, "Everyway That I Can" ve "Leave" şarkılarını seslendirerek 2004 Eurovision Şarkı Yarışması'nın finalinin açılışını yaptı. Açılış gösterisinde tartışma yaratmasına rağmen kadın semazenler kullandı. Aynı yıl, "şarkıcı-şirket ilişkisi açısından" yıprandığı Sony Müzik'ten ayrılarak Demir Demirkan ile birlikte Simya Müzik şirketini kurdu. Ocak 2005'te Erener, 2004 Güneydoğu Asya tsunamisinde zarar gören insanlar yararına düzenlenen konserde sahne aldı. Bu konserden elde edilen 126 bin tutarındaki gelirle tıbbi yardım malzemesi alınmasını sağladı ve yardımları Şubat'ta Sri Lanka'ya götürerek olaylardan "Doğduğum günden sonra gördüğüm en büyük afet." diye bahsetti. Mayıs'ta, sekiz ayda hazırladığı yedinci stüdyo albümü "Aşk Ölmez"i Simya Müzik etiketiyle yayımladı. D&R'ın Çok Satan Albümler Listesi'nde bir numaraya yükselerek 160 bin kopya satan albümdeki "Aşk Ölmez, Biz Ölürüz", "Satılık Kalpler Şehri" ve "Kim Haklıysa" şarkılarını kliplendirdi. Müzik eleştirmenleri albümü samimi ve iddiasız buldu. Erener, Ağustos'ta Türkiye Grand Prix'te İstiklâl Marşı'nı söyledi. Ekim'de Eurovision Şarkı Yarışması'nın ellinci yılını kutlamak ve en iyi şarkısını bulmak için düzenlenen "" yarışmasında sahne alarak "Everyway That I Can"i söyledi. Yarışmada "Everyway That I Can", Eurovision'un ilk 50 yılının en iyi dokuzuncu şarkısı seçildi. Aynı yıl Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı, ilköğretim dördüncü sınıf öğrencilerine dağıtılan Sosyal Bilgiler ders kitabındaki "Onlar Başardı" başlıklı konuda, "Eurovision'da ülkemize ilk kez birinciliği kazandıran sanatçı" sıfatıyla Erener'e yer verdi. Mayıs 2006'da Sertab Erener'in Eurovision'da giydiği elbisesi, yapılan bir açık artırma sonucunda 4 bin 500'ye satıldı. Elde edilen bu gelir Baba Beni Okula Gönder kampanyasına bağışlandı. Şarkıcı, aynı ay yayımlanan Ali Kocatepe'ye saygı albümü "41 Kere Maşallah"ta yer alan "Çocuklar Gibi" şarkısını seslendirdi. Haziran'da En İyi Pop Müzik Sanatçısı dalında Kemal Sunal Kültür ve Sanat Ödülü aldı. Aynı ay 4. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları'nda sahne alarak "Güneş Gibi Doğuyor Türkçe" şarkısını söyledi. Aralık'ta Erener, Azerbaycan'a konser vermeye gitti ancak orkestrada yer alan Ermeni kökenli Türk vatandaşı piyanist Burak Bedikyan'ın Azerbaycan havaalanında uzun süre alıkonulup sınır dışı edilmesi nedeniyle Türkiye, Azerbaycan'a çifte nota verdi. Ocak 2007'nin sonunda Sertab Erener, 1 Şubat 2007'de gerçekleşmesi planlanan Ankara'daki caz konserini, zatürre geçirmesi yüzünden iptal etti. Ertelediği konsere 18 Şubat'ta, Sabri Tuluğ Tırpan eşliğinde çıktı ve Mayıs'ta yayımlanan Onno Tunç saygı albümü "Onno Tunç Şarkıları"nda yer alan "Sen Ağlama" şarkısını da Tırpan'la iş birliği yaparak seslendirdi. Nisan'da, "The Best of Sertab Erener - En İyiler" adını verdiği greatest hits albümü yayımladı. Albümde kendi çalışmalarına ait şarkıların yanı sıra, "Şans Kapıyı Kırınca" (2005) filmi için seslendirdiği Isolina Carrillo şarkısı "Dos Gardenias"a ve "" (2005) belgeseli için seslendirdiği Madonna şarkısı "Music"e de yer verdi. Mayıs'ta, ilk remiks albümü "Sertab Goes to the Club"ı piyasaya sürdü. Temmuz'da, farklı kültürler arasında hoşgörü ve saygıyı artırmayı amaçlayan sosyal sorumluluk projesi DRUM için "I Remember Now" single'ını yayımladı. Eylül'de, müzik kariyerinin on beşinci yılını kutlamak amacıyla Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda Sezen Aksu, Levent Yüksel, Nil Karaibrahimgil, Fahir Atakoğlu, Özge Fışkın ve Demir Demirkan eşliğinde bir konser verdi. "Ölüm ve Yaşam", "Yeniden Doğuş" ve "Aşk" adlı üç bölümden oluşan konseri, otobiyografik bir özelliğe büründürerek şarkılarla kendi hayatını anlattı. "Ölüm ve Yaşam" bölümünde hayatının ülseratif kolitle uğraştığı yıllarını canlandırdı, ardından gelen "Yeniden Doğuş" bölümünde bu hastalıktan kurtulup şöhretin tadını çıkardığı yılları ele aldı. "Aşk" bölümünde ise Demir Demirkan'a olan aşkı sayesinde yaşadığı mutluluğa yer verdi. Aralık 2008'de konser görüntülerini "" adıyla yayımladı. "Hürriyet"ten Onur Baştürk, "şarkılı bir hayat öyküsü ve şarkıcının felsefesinin dışa vurumu" diyerek bahsettiği çalışmayı, 2008'in en iyi işi olarak nitelendirdi. Ocak 2008'de Erener ve birçok şarkıcı, sokak hayvanlarıyla fotoğraf çektirdi. Bu fotoğraflardan oluşturulan takvimin satışlarından elde edilen gelirler, sokak hayvanlarına barınak yapılması için kullanıldı. Aynı yıl Elidor'un Türkiye reklamlarında oynadı ve bu reklamlar için "Hayat Beklemez" şarkısını seslendirdi. Temmuz-Ağustos 2008'de gerçekleştirilen Fanta Gençlik Festivali için Emre Aydın ile birlikte turneye çıktı ve Türkiye'deki 18 ilde konserler verdi. Ekim'de Hollanda'da Türkiye'nin kültürel değerlerini tanıtmak amacıyla yapılan Turkey Now adlı festivalde sahne aldı. Aralık'ta yayımlanan Uzay Heparı saygı albümü "Uzay Heparı - Sonsuza"ya, "Bu Gece Son" şarkısını seslendirerek dahil oldu. 2007-08 yıllarında adından bahsettiği "Painted On Water" albümünü Los Angeles'ta kaydederek Haziran 2009'da Demir Demirkan ile birlikte yayımladı. Erener ve Demirkan, albüme kurdukları grubun adını verdi. İkili, "Painted On Water" albümünde türküleri İngilizce sözlerle caz formunda yeniden seslendirdi. Demirkan albümü "Anadolu müziğinin caz ve blues ile birleşip batı enstrümanlarıyla çalınmış hali" diye tanımladı. 2009'un sonlarında Erener, Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası'nın reklamlarında oynadı. Haziran 2010'da Sertab Erener, sekizinci stüdyo albümü "Rengârenk"i DMC etiketiyle yayımladı. Albümün klip çekilen şarkılarından "Açık Adres" ve "Rengârenk", Türkiye Resmî Listesi'nde bir numara olurken diğer kliplerden "Bu Böyle", "Koparılan Çiçekler" ve "İstanbul" ise iki numaradan yukarı çıkamadı. Bu beş şarkının yanı sıra "Bir Damla Gözlerimde" ve "Bir Çaresi Bulunur" şarkılarına da klip çekildi. "Bir Damla Gözlerimde"nin klibinde Erener'e Cansel Elçin eşlik etti. "Açık Adres", Kral TV Video Müzik Ödülleri'nden "En İyi Beste" dalında ödül aldı. Albüm, yılının en çok satan albümlerinden biri oldu ve Erener'e Kral TV Video Müzik Ödülleri'nden "En İyi Pop Kadın Sanatçı" ödülü kazandırdı. 2010'da Erener, Türkiye'de lise dördüncü sınıflara okutulan Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi dersinin kitaplarına dahil edildi. Kitaba, Erener'in Eurovision Şarkı Yarışması'nı kazanmasıyla Türk pop müziğinin uluslararası alandaki ilk önemli başarısını kazandığı yazıldı. Nisan 2012'de, üzerinde bir yıl çalışarak, babası Nizamettin Erener için hazırladığı Türk Sanat Müziği albümü "Ey Şûh-i Sertab"ı yayımladı. 15 eski Türk Sanat Müziği şarkısının aslına uygun olarak yeniden seslendirildiği albüm sayesinde Erener, Altın Kelebek Ödülleri'nden "En İyi Türk Sanat Müziği Kadın Solisti" kategorisinde ödül kazandı. Haziran 2012'de Ozan Çolakoğlunun ilk proje albümünde yer alan "Dım Dım" şarkısını seslendirdi. Şarkının klibi Temmuz 2012'de yayımlandı. Nisan 2013'te "Sade" albümünü piyasaya sürdü. Temmuz 2015'te Erener, altı aydır beraber olduğu sevgilisi Emre Kula ile Seferihisar, İzmir'de evlendi. Haziran 2016'da Sertab Erener on birinci stüdyo albümü "Kırık Kalpler Albümü"nü GNL etiketiyle yayımladı. Albümün ilk klibi Can Saban yönetmenliğinde "Kime Diyorum" isimli parçaya çekildi. Albümün prodüktör ve aranjörlüğünü Sertab Erener'in eşi Emre Kula üstlendi. Erener, 2017'de Oceans of Noise adlı grubun solisti oldu. Sertab Erener'in ses aralığı 3 oktavdır ve türü koloratur sopranodur. Bir pop müzik şarkıcısıdır. Şarkılarında, "Ortadoğu ezgilerinden kulüp şarkılarına kadar uzanan bir yelpaze" yer alır. 1980'lerde şarkıcılığa ilk atıldığında operayla uğraştı ancak operada beklediğini bulamayınca pop yapmaya karar verdi. Bundan şöyle bahsetti: "Benim düşündüğüm gibi, hayal ettiğim gibi çıkmadı. Kendi içimde yarattığım başka bir operaydı belki de. Ne bileyim ben. Yurt dışına gidecek öyle bir para pul, öyle bir burs yoktu o dönem. Sonra dedim ki jingle söylüyorum. Para da kazanıyorum. Ben en iyisi kendi kulvarımda kendi kendime bir şeyler yapayım." Operadan pop müziğe geçerken oldukça zorlandı. "Milliyet"te yazan Semih Günver, 1994'teki bir yazısında Erener'in sesiyle ilgili olarak "Ne renkli, ne tatlı bir ses. Bu genç kadın büyük bir şarkıcı. Gerçek bir soprano." dedi. "Hürriyet" yazarlarından Tolga Akyıldız ise "Sertab, hem sesinin hem de şarkı seçiminin gücüyle Türk popüler müziğinin birinci ligindeki en büyük markalardan biri." yorumunu yaptı. Ünlü olmadan önce yıllarca İngilizce şarkılar söylediği
için ilk albümü "Sakin Ol!"daki Türkçe şarkıların bir kısmında "söylediğini bilmediği bir şeyleri" anlattı, ne söylediğinden çok nasıl söylediğine takıldı. İkinci albümü "Lâ'l"de ise bunun farkına vardı ve yaşanmışlıklarını da şarkılarına ekleyerek olayın sadece teknik kısmıyla ilgilenmeyi bıraktı. Üçüncü albümü "Sertab Gibi"de söz yazarlığı ve bestecilik yapmaya başladı. Müziklerin alt yapısına fazlasıyla önem vermesine rağmen yine de sesi istediğinden ön planda oldu. Deneysel bir çalışma olarak nitelendirdiği "Sertab Gibi" için, "[Albüm] Ticari başarısızlıkla sonuçlandı denilebilir ama kariyerim açısından 'Vay be, hatuna bak!' dedirtecek noktaya geldim. Bu deneyimle gördüm ki söyleyeceğim sözü müziğimle, Türk toplumunun beğeni sınırlarını küçük küçük zorlayarak, adım adım birlikte yürüyerek söylemeliyim. Yoksa tamamıyla avangart şeyler üretebilecek kapasiteye sahibim ama o, sadece arkadaşlarımın dinlediği bir şey olur. Oysa ben geniş bir kitleye hitap etmek istiyorum. Bu durumda da pop müziğin kitlelere ulaşmak ve hep birlikte bir adım öteye gitmek için doğru bir dil olduğuna inanıyorum." dedi. Dördüncü albümü "Sertab Erener", önceki üç albümüne kıyasla "deneylerden uzak ve oturaklı" bulundu. Beşinci albümü "Turuncu", pozitif bir enerjiyle insanları hayata bağlaması için ortaya çıktı. Ayrıca önceki albümüyle ilan ettiği "Zor Kadın" imajını, bu albümdeki "Güle Güle Şekerim" şarkısının sözleriyle yıktı. 2003'te Eurovision'a katıldığı "Everyway That I Can" ise etnik motiflerle süslenmişti, klasik pop ve Türk müziğinin karışımını yansıtmaktaydı. Yedinci albümü "Aşk Ölmez", çok iddiasız bir şekilde hazırlandı. Erener, "Aşk Ölmez"de "bugüne kadar sahip olduğum bütün bilgileri, şarkının ilk beş dakikasında göstermeliyim ya da sesimi şurada ortaya çıkarmalıyım" iddiasından vazgeçti. Albümden şöyle bahsetti: "Biraz aşkı, insan olmayı kurcalıyor. Bir felsefesi olduğuna inanıyorum. Küçük espriler de var ama albüm özellikle kadın-erkek ilişkilerine dair... Kendi aramızda yaşadığımız anlaşmazlıkları, bazen esprisini yaparak, bazen ciddiye alarak yazmaya çalıştım. Çoğunluğun dertleri; sonuçta ben de onlardan ayrı bir şey yaşamıyorum. Metropol insanı olduğum için onun sorunlarından söz ediyorum. Bunlardan yola çıkarak albümün sözlerini yazdım." Demir Demirkan ile birlikte yayımladığı caz fusion tarzındaki "Painted On Water"da türküleri İngilizce sözlerle yeniden seslendirdi. Sekizinci albümü "Rengârenk"te, yorumculuğundaki "diva hareketlerini azaltarak" daha sakin bir şekilde şarkı söyledi. Sertab Erener, küçüklüğünü babasının söylediği Türk sanat müziği şarkılarıyla geçirdi. Alanis Morissette, Sting ve Tina Turner'ı severek dinlediğinden söz etti. "Milliyet"ten Orhan Kahyaoğlu'na göre, çıkış yaptığı yıllarda "tüm Sezen Aksu etkisine rağmen, sesindeki incelik ve sanatsal birikiminden dolayı Sezen'in müziğinden kolayca sıyrıldı. Erener, Sezen Aksu'dan başta sahne performansı sırasında izleyicilerle iletişim kurma konusu olmak üzere pek çok şey öğrendi. Barbra Streisand'den ise "hayatımın kadını" diye bahsetti. Ünlü olmadan önce sürekli olarak Streisand'i taklit ettiğini şöyle anlattı: "Bir zamanlar onu nasıl taklit ederdim, anlatamam. Öylesine etüt etmiştim ki kadını, o kadar olur. gözünü kapa, Barbra karşında yani. Kendi şarkılarımı söylemeye karar verdiğimde ayıldım ki, böyle taklitle yürümez. Ondan sonra çok uğraştım sesimin kimliğini bulmak için." Rhodiapolis Rhodiapolis, Antalya il sınırları Kumluca ilçesi yakınlarındaki "antik kent". Rhodiapolis, Antalya İli Kumluca İlçesi'nin 2,5 km kuzeyinde tepe üzerinde ve eteklerinde kurulmuştur. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Akdeniz Üniversitesi birlikteliğinde 2006 yılında kazılmaya başlanmıştır. İsminden dolayı Rodos kolonizasyon dönemi kuruluşu olduğu kabul edilir. Ancak daha önce de var olduğuna dair bilgiler vardır. 1892'de ilk kez Avusturyalı arkeologlar tarafından keşfedilmiştir. Kentin en ünlü siması MS 2. yüzyılda yaşamış ve tüm Likya kentlerine yardım etmiş olan en ünlü euregetes (yardımsever) Opramoas'tır. Opramoas'ın anıt mezarı duvarındaki yazıt Anadolu'nun en uzun Antik Yunanca yazıtını taşır. İmparator Başrahibi ve Birlik Yazmanı gibi önemli görevleri bulunan Opramoas zamanında (MS 2. yüzyıl) şehir en parlak günlerini yaşar ve imar olur. Kentte Klasik dönemden Bizans'a kadar kalıntılasr gözlemlenmektedir. Şehrin tiyatrosu, hamamı, Opramoas anıtı, kilisesi, nekropolleri ve çok sayıda su sarnıcı bulunmaktadır. Opramoas anıtı bloklarında yazılı olan 12 imparator mektubu, 19 procurator mektubu ve 33'u birlik toplantısına ait yazılı anıt defineciler tarafından tahrip edilmiştir. Prof. Dr. Nevzat Çevik başkanlığında 2006 yılında başlatılan kazılara 2009 yılından itibaren Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İsa Kızgut başkanlığında devam edilmektedir. Tiyatro, hamam, agora, stoa ve ana cadde gün yüzüne çıkartılmıştır. Yine kamusal alanda Asklepeion günyüzüne çıkarılmıştır. Bu kompleksin içerisinde tapınak ve kütüphane de bulunmaktadır. MS 2. yüzyılda yaşamış olan hekim Herakleitos kente hem Asklepios kültünü kurmuş ve başrahip unvanı almış, hem de bir Asklepeion yaptırmıştır. Yapılan kazılarla ana cadde ve Asklepeion önündeki portik açılmış, kütüphane ve tapınak konsolide edilerek kısmi onarım ile ziyaretçiler için daha anlamlı şekle getirilmiştir. Antik kentin restore edilen 1500 kişilik Helenistik tiyatrosu, 22 Haziran 2011'de devlet, özel sektör ve sivil toplumun işbirliğinde yapılan bir organizasyon neticesinde verilen konserle bin yılı aşkın süre sonra ilk kez müzikle buluşmuştur. Rhodiapolis antik kenti ve çevresi Avrupa Topluluğu 7. Çerçeve programı tarafında desteklenen FIRESENSE projesi kapsamında pilot bölge olarak kullanılmakta olup, 2010 yılında Bilkent Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü tarafından kamera ve sensör ağları ile donatılmıştır. Bu sayede kent içinde ve çevresinde meydana gelebilecek yangın, sel gibi doğal afetlerin erken algılanması amaçlanmaktadır. FIRESENSE projesi kapsamında kurulan bu sistem ayrıca antik kentin uzakta gözlenebilmesi ve kaçak kazılarında önüne geçilmesine yardımcı olmaktadır. İdebessiois Antalya il sınırları Kumluca ilçesi yakınlarındaki antik kent. Kumluca'dan alakır barajı kenarından 30 km gidilerek Karacaören Köyü İncirağacı Mahallesine varılır. Buradan 5 km. sonra Karacaören köyü Kozağacı mahallesine varılır. Burada İbedessios Antik kenti vardır. Kentte bir tiyatro ile hamam, su yolu, kilise ve kitabeli-kabartmalı aile mezarları, gözetleme kulesine rastlanır. Şehrin yapılarının çoğu geç Bizans devrine aittir. Şehrin en önemli özelliği lahitlerin U planı oluşturacak şekilde üç mezarın yan yana konulmasıyla aile mezarlarının meydana getirilmiş olmasıdır. Lahitlerin üzerinde çoğunlukla kitabe ve vazo şekilleri vardır. Boğayı parçalamaya hazırlanan bir aslanın lahit üzerine yarım kabartma şeklinde işlendiğini gösteren tablo ilgi çekicidir. Ancak boğanın başı kırılmıştır. Gagae Gagae, Antalya il sınırları Kumluca ilçesi yakınlarındaki antik kent. Mavikent Kasabası Aktaş Mevkiinde bulunan Gagae isimli antik kent Akropolis kayalığı ile Deniz arasında kalan bir alanda kurulmuştur. Buradaki yapılar Roma ve Orta Çağ izlerini taşımaktadır. Şehrin duvarları ve bazı Hıristiyan Kiliseleri ile birçok kalıntılar hala durmaktadır. Gagae aşağı ve yukarı olarak değerlendirilen bir Akrepolis idi. Gagae'ye Paleopolis'de denilmiştir Gagae ismi varlığının şu an araştırılmasının mümkün olmadığı,bir tür taş olan Gagates'tin türediği bilinmektedir. Serpentin Porfiritit tuzaklar ve kireçtaşından oluşan çevrenin mineral özellikleri hakkında özel bir araştırma bulunmamaktadır. Melanippe Antalya il sınırları Kumluca ilçesi yakınlarındaki antik kent. Mavikent Kasabası sınırları içerisinde bulunmaktadır. Antik kente ait kalıntılar hala mevcut olmakla; Melanippe antik kentinin geçmişi ile ilgili detaylı bir bilgiye ulaşılamamıştır. Kent hakkında edinilen bilgilere göre Helenistik döneme ait bir kent olduğu söylenilmektedir. Akalissus Akalissus, Antalya ili sınırları Kumluca ilçesi yakınlarındaki bir antik kenttir. Kumluca'dan Alakır Barajı kenarından 30 km gidilerek asfalt yoldan Karacaören köyü İncirağacı mahallesine varılır. Köyün güneydoğusunda kaya mezarlarına ve lahitlere rastlanır. Burada 1950'li yıllarda çok büyük hazineler köylüler tarafından çıkarılmış ve hepsine devlet tarafından el konulmuştur. Finike (anlam ayrımı) Finike Finike, Antalya'nın batısında yer alan turistik bir ilçedir. Doğuda Kumluca, kuzeyde Elmalı, kuzeybatıda Kaş ve batıda da Demre ilçeleriyle çevrilmiştir. Eski ismi Phoenicus. Fenikeliler tarafından M.Ö. 500'lerde, liman kenti olarak kurulmuştur. Finike ilçesi antik çağda ise Likya (Teke Yarımadası) olarak adlandırılan bölgede bulunmaktadır. Teke Yarımadası'nda M.Ö. 3. bin yıldan beri yerleşim vardır. Fakat yapılan arkeolojik araştırmalar bu bölgede M.Ö. 2. Bin yıldan eskiye giden bir kent henüz tespit etmemiştir. Bununla birlikte bölgenin günümüzde kullanılan resmi isminin tarihsel herhangi bir geçmişi bulunmamakla birlikte, Fenike isminin cumhuriyetin ilanından sonra ülke genelinde yaygın bir kamu politikası halini almış olan türkçeleştirme hareketi kapsamında 1937 yılında dönemin İç İşleri Bakanlığı Dahiliye Nezareti tarafından çıkarılan vilayetler tüzüğü ile değiştirildiği bilinmektedir. İlçenin temel ekonomik geçim kaynağını iç turizm ve tarım oluşturmaktadır. İlçede yetiştirilen tarım ürünleri arasından portakal ve mandalina ön plana çıkmaktadır. Bununla birlikte, portakal üretimi ile ünlü olduğu düşünülen ilçede sanıldığının aksine Antalya'nın diğer ilçelerinde olduğu gibi portakal üretimi için elverişli tarım alanları bulunmamaktadır. Portakalın ilçeye 1960'lı yılların sonunda kıbrıslı rumlar ve yahudi denizciler tarafından ithal edildiği, portakal yetiştiriciliğine bu tarihten sonra başlandığı Üsküdar Üniversitesi Tarih Ana Bilim dalı doçenti Prof. Ahmet Kırgıç'ın 2011 yılında Doğan Yayınları'ndan basımı yapılan "Ya
kın Tarih ve Türkiye'de Tarım" adlı araştırma kitabında yer verilmiştir. Ayrıca, Akdeniz Üniversitesi Gıda Teknolojileri Enstitüsü Dekan Yardımcısı Sena Gürbüz'ün önderliğinde yürütülen "Türkiye'de Tarımın Geleceği" projesi kapsamında 2013 yılında sonuçlandırılan araştırma çalışmaları neticesinde Fenike bölgesinde tarımsal üretime ayrılmış olan topraklardaki hızlı kil oranı artışı nedeniyle portakal üretiminin en geç 2035 yılında tamamen biteceği öngörülmüştür. Finike ilçesi ve çevresinde hakim olan ekonomik yapı tarımsal karakterlidir ve varolan ticaret ve sanayi de tarımsal yapıya dayanmaktadır. Yörede en büyük geçim kaynağı turfanda sebzecilik ve narenciyedir. Bunun yanı sıra bölgede az da olsa balıkçılık vardır. Yörede tarımın ve turizmin mevsimlik oluşu, farklı zaman dilimlerinde yoğunluk kazanmaları yörede yeni gelişmeye başlayan turizmin, tarıma alternatif bir gelir kaynağı olmaktan ziyade, bir ek gelir kaynağı olabileceğini göstermektedir. Bu da yöre tarımın ve turizminin birbirlerini mevsimsel özellikleriyle dengelemesi, yörenin mevsimsel işsizlik sorunun kısmen çözülmesi demektir. Antalya iline 115 km. uzaklıkta, Finike kazasının denize 5 km. mesafede ve tarihi Limyra bölgesindeki ocaklardan çıkarılmaktadır. Açık krem renginde homojen bir yapıya sahip kireç taşıdır. Taşınabilir büyüklükte, istenilen ebatta blok vermektedir. Hafif ve yalıtkan özelliğinden dolayı dış kaplama malzemesi olarak aranılan iç ve dış pazarda beğeni kazanan bir yapı taşıdır. Genel bir değerlendirme yapılmak istendiğinde, doğal kireç taşından kestirilip laboratuvarlara getirilmiş olan numuneler üzerinde yapılan deneyler sonucunda, bu taşın ilgili ASTM ve TS standartlarına dogal yapı taşları için verilen sınır değerleri sağladığı sonucuna varılır. Ancak, suya doygun halde dayanımlardaki kayıpların taşın kullanım imkânları için dikkate alınması gerektigi görüşündedir. Gerek kayalık, gerekse kumsal dip yapısı ile Finike Körfezi, birçok Akdeniz balığına, deniz memelisine ve deniz kaplumbağasına ev sahipliği yapmaktadır. Mercan ve Beyaz Lahos (yöre dilinde Kum Gridası), yöre halkının ve balıkçılarının en çok talep ettiği balık türleridir. Finike kıyı şeridindeki kumsal alanlarda, çay ağzı ve limanlarda Akya, Lüfer, Lahos, Çipura, Levrek, Minakop, İspari, Kefal, İzmarit, Yasemin, Mercan, Hani, Sarıkuyruk, Iskarmoz, Barbunya gibi ekonomik değeri yüksek birçok balık avlanmaktadır. Körfezin kayalık bölgelerinde ise Orfoz, Lahos, Fangri, Sinarit, Sarıkuyruk, Sargos, Sokar, Iskaroz, Karagöz gibi balıklar balıkçıların ağ ve oltalarına takılmaktadır. Açık deniz balıklarından Sardalya, Kolyos, İstavrit, Yazılı Orkinos, Lambuka, Kılıç Balığı, Orkinos gibi balıklar da Finike Körfezini Gırgır balıkçılığına uygun bir konuma getirmiştir. Yakın bir tarihe kadar bütün Finike Körfezi içerisinde yasak olan Trol(Trata) ile yapılan avcılık, son yıllarda tekrar başlamış ve büyük bir kısmı kumluk olan körfez sularını tekrar talan etmeye başlamıştır. Bu sebeple yöre balıkçıları için çok değerli ve aranan bir balık türü olan Mercan Balığı, yoğun av baskısı ile karşı karşıyadır Balıklar dışında, kumsal olan uzun kıyı şeridi, birinci derecede Caretta Caretta üreme alanı olarak tanımlanmıştır. Nesli büyük tehlike altında olan Akdeniz Foku, körfezde yaklaşık 2 birey ile yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Finike,tarih boyunca önemli bir yükleme ve boşaltma liman kenti olmuştur. Denizci bir millet olan Fenikeliler, Finike ve Akdeniz'in değişik limanlarından yükledikleri malları, başka limanlara satarak, kendi devirlerinde ticareti geliştirmişler ve zengin olmuşlar. Tarihin seyri içinde Finike limanının durgun zamanları da olmuştur. Cumhuriyet döneminde de uzun süre atıl kalan limanda, uzun yıllar sadece balıkçı tekneleri barınmıştır. 1966 yılında balıkçı tekneleri ve yatların fırtınalı havalarda barınabilmeleri için yeni bir barınak yapımına başlanmış ve bu barınak 1970 yılında tamamlanmıştır. Finike marina, Finike'nin coğrafi ve kültürel konumuyla yat turizmini birleştirerek, ilçemiz ve ülke ekonomimize önemli katkılar sağlamaktadır. Bu konum Finike marinasını önemli bir yatçılık merkezi yaparak, Finike'ye de uluslararası bir liman kenti ve yat turizmi merkezi statüsü kazandırmıştır. Turizm bakımından çevre ilçeler kadar bozulmaması ile ayrılır. Ancak son dönemdeki yoğun yapılaşma ile önemli turizm noktalarından biri haline gelmiştir. Yine de 1980'lerden sonra bu bölgedeki turizm yatırım politikası, Finike'de pek rağbet görmemiştir. Çünkü ilçe toprakları tarıma daha uygundur. Bu yüzden turizm sektörü diğer çevre ilçeler kadar hızlı bir gelişme göstermemiştir. Yakın tarih içinde Finike Limanı'na ek olarak yapılan marina ile yat turizminde söz sahibi olmaya başlamıştır. 10 km'lik kumsalı ile ülkenin en uzun plajlarından birine sahiptir. Arykanda (Arif) ve Limyra (Turunçova, Zengeder) gibi antik kentlerin yanında Suluin Mağarası da ilçede ilgi çeken yerlerdendir. Arikanda Arykanda, Antalya il sınırları Finike ilçesi yakınlarındaki antik kent. Elmalı - Finike karayolunun tam yarısında bulunan Arifköyünün Aykırıçay mahallesine yakın bir ören yeridir. İlk yerleşme zamanına ait arkeolojik ve yazılı kaynaklara dayanan bilgi bulunamayan Arykanda'nın filolojik yönden yerli bir isim oluşu ile eski bir yerleşme yeri olduğu bilinmektedir. 'Anda' ekinden yola çıkarak, bu kentin MÖ 2.000 yılından itibaren var olduğu söylenebilir. Zamanın yerlileri Arykanda'ya 'Arykawanda' olarak adlandırdıkları bilinmektedir. Arykanda antik kentin kazılarında Prof.Dr. Cevdet Bayburtluoğlu'nun çok emeği geçmiştir. Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Cevdet Bayburtluğlu ile özdeşen kent, onun arkeolojik çalışmaları sayesinde, bugün tarihi Likya (Işık diyarı) bölgesinin en güzel kentlerinin ziyaret etmemizi sağlar. Arykanda'nın en üst teraslarından birinde tek taraflı oturma yerine sahip, koşu pisti belirli bir kısımdan sonra trapez şeklini alan bir stadion bulunmaktadır. Ortasına yakın yerdeki merdivenle aşağıdaki teraslara bağlanan stadionun bir altındaki terasta ufak, fakat çok iyi korunmuş tiyatro yer almaktadır. Tiyatronun alt terasında odeon ve buna ulaşan merdivenli yol vardır. Odeonun önündeki portiko, köşeli bir U harfi yaparak agorayı çevreler. Arykanda'da resmi ve özel yapıların kapladığı alanın birkaç katını nekropol kaplar. Nekropoldeki tonoz örtülü mezar odalarının dışında lahitlere de rastlanır. Birbirlerine teras görevi gören mezar binalarının en alt terasında ikinci katına kadar ayakta kalmış büyük bir hamam yer almaktadır. Şehrin en ilginç kalıntılarından bir diğeri de Aykırıçay kaynağının bulunduğu yerde, kayalığın yüzündeki su yollarıdır. Limira Limyra, Antalya il sınırları Finike ilçesi yakınlarında bulunan bir antik kenttir. Limyra (Zemuri, Turunçova, Zengeder) Finike'nin 9 km kuzey doğusunda bulunan antik Likya şehirlerinden biri Limyra'dır. Turunçova - Kumluca arasındaki Torunlar'da bulunan antik kent, 1216 m yüksetlikteki bir tepenin eteğinde kurulmuş olup yol üzerindedir. Limyra antik kenti bir dönem Lykia medeniyetinin başkentliğini yapmıştır. Likya medeniyetinin doğudaki başkenti Likya iken batıdaki başkenti ise Xanthos'dur. Akashi Kaikyō Köprüsü , Japonya'da, Kobe şehri ile Awaji adasını birbirine bağlayan, dünyanın en uzun asma köprüsüdür. 1991 metre uzunluğundadır, en yüksek noktası 282,8 metredir. Akashi Boğazı'nı birbirine bağlama fikri yaşanan bir felaket üstüne ortaya çıkmıştır. 1955'te 100 çocuk taşıyan bir feribotun başka bir feribotla çarpışması ve 168 kişinin ölmesi üzerine köprü inşası için politik baskılar artmış, inşaat 1988'de başlamış ve 10 yıl sürmüştür. Köprü, 5 Nisan 1998 günü trafiğe açılmıştır. Köprü, 1990 metre uzunluğunda yapılmış, 17 Ocak 1995'teki Kobe Depremi'nden sonra 1 metre daha uzatılmıştır. Akashi Boğazı, dünyanın en yoğun deniz trafiğine sahip (günde 1000 gemi) boğazıdır, üstelik tayfun bölgesinde yer alır, rüzgarın hızı saatte 290 km'ye kadar ulaşır. Bu köprünün inşaatında asma köprü teknolojisi en son sınırına ulaşmıştır. Suluin Mağarası Suluin Mağarası, Antalya'nın Finike ilçesinde bulunan bir mağaradır. Suluin mağarası, 80 metrelik giriş ağzıyla Asya'nın bilinen en derin mağarasıdır. 27 Ağustos 1995 tarihinde bir su altı araaştırma ekibinin mağaraya yaptıkları dalışta 122 metreye kadar inmişler, fakat mağara sonuna ulaşamadan ölmüşlerdir. Gök Mağarası Antalya'nın Finike ilçesinde bir mağara. Finike'de bulunan Gök Mağarası, Asya'nın dalışı yapılmış en derin mağaralarından biridir. Mağaradan çıkan tatlı su 15 metre derinlikten sonra tuzlu suyla karışır. Geniş bir koridorla dibe doğru inen mağarada sarkıtların bulunması daha önceden kuru olduğunun işaretlerindendir. Ayşe Sıdıka Hanım Ayşe Sıdıka Hanım (1872-1903). Eğitimci, Türkiye’deki ilk modern eğitim bilimi kitabının yazarı. Babası, Enderûn mektebinden Mustafa Numan Efendi'dir. 1820’lerde günümüzde Bulgaristan sınırlarında kalan "Cuma-ı Bala" kasabasında doğan Mustafa Numan Efendi, İstanbul’a gelerek Arapça, Farsça dillerinde ve dini konularda uzmanlaşmış, bir Osmanlıca sözlük hazırlamış, 1893’te Sultan 2. Abdülhamit’ten bir ilmiye rütbesi olan Haremeyn-i Muhteremeyn payesini almıştı. Ayşe Sıdıka Hanım, İslam terbiyesiyle batı kültürünü birleştiren bir yaşam felsefesine sahip babasının etkisi altında yetişmiş ve onun izinde yürümüştür. Ayşe Sıdıka Hanım, kız kardeşi Emine Behice Hanım ile birlikte Zapyon Rum Kız Lisesi’nde okumuştur. Küçük yaşta annelerini kaybetmeleri üzerine, dil öğrenmelerini ve batı kültürünü tanımalarını istediği için kızlarını çevrenin tepkisine rağmen bir Rum okuluna yatılı olarak gönderen babaları, evde de dini eğitim vermeye devam etmiştir. Zapyon Lisesi’nde Rumca ve Fransızca öğrenen Ayşe Sıdıka, babasının isteği üzerine evde özel ders alarak Bulgarca da öğrenmişti. Kendi işlediği ve saraya hediye ettiği bir örtü ile II. Abdülhamit’in takdirini kazanan Ayşe Sıdıka, padişahın iradesiyle Dârülmuallimât’a coğrafya, ahlâk, elişi öğretmeni olarak atandı. Padişah, iradesinde onun için, “öğrendi
ğini ölünceye kadar vatandaşlarına öğretsin” demiştir. 1890’da Dârülmuallimât’a Müdür Muavini ve Güzel Sanatlar Başöğretmeni olarak, genç yaşında büyük başarı elde eden Ayşe Sıdıka, bu yıllarda uzaktan akrabası olan Rıza Tevfik Bey (Bölükbaşı) ile tanışır. Kısa süre sonra evlenir ve üç çocuk sahibi olur (Fehime, Selma, Munise). Doğu ve batıyı iyi anlayıp dengeli sentez oluşturma yanlısı eşinin de Ayşe Sıdıka Hanım üzerinde babası kadar büyük etkisi olmuştur. Ayşe Sıdıka Hanım, öğretmen yetiştiren Dârülmuallimât’ta pedagoji dersinin olmayışını büyük eksiklik olarak görmüş ve eğitim bakanlığına bu dersin konması için öneride bulunmuştur. Önerinin dikkate alınması üzerine programa Usûl-i Tedris (Öğretim Yöntemi) dersi konmuş ve öğretmenliği de Ayşe Sıdıka Hanım’a verilmiştir. Ayşe Sıdıka Hanım, bu dersi beş yıl okuttuktan sonra Usûl-i Talim ve Terbiye Dersleri (Eğitim ve Öğretim Yöntemi Dersleri) adında bir kitap yazdı. Derslerde okuttuğu bilgileri ve Batılı kitaplardan yaptığı alıntıları bir araya getiren bu kitap, II. Abdülhamit’in desteği ile basılmış ve kendisine padişah tarafından "ikinci rütbeden şefkat" nişanı verilmişti. Ayşe Sıdıka Hanım, kitabının ilk cümlesinde “bir ülkenin uygarlığının ölçüsünün en doğru kıstası kadınların eğitimlerinin düzeyidir” der. Kitapta, kadınların eğitimini, eğitimin ezberden çok teorik ve pratiğin bileşiminden oluşması gerektiğini, beden eğitiminin gerekliliğini savunmuştur. Ayşe Sıdıka Hanım, 1903 yılında henüz 31 yaşında tüberkülozdan ölmüştür. Bleomisin Bleomisin, kanser tedavisinde kullanılan antitümöral etkili bir ilaçtır. "Streptomyces verticillus" isimli bakteri tarafından üretilen bir antibiyotik olan bleomisinin, pulmoner toksik etkileri yüzünden kullanımı kısıtlıdır. Hücrelerde serbest radikaller oluşturarak DNA zincirlerinde kırılmalara neden olur. İyodoform Kimyasal formülü CHI olan iyodoform, sarı, kristalimsi bir antiseptiktir. Kloroform analoğu olan iyodoform tatlımsı bir tada sahiptir. 20. yüzyılın başında sıklıkla kullanılırken, bugün daha etkili antiseptiklerin ortaya çıkışı ile iyodoform kullanımı azalmıştır. Suda çözünemeyen iyodoformun erime noktası 120-123 °C'dir. Refah Partisi Refah Partisi (kısaca RP), Millî Görüş hareketinin 12 Eylül Darbesi'nden sonra kurulan siyasi partisidir. 1987'de Genel başkanlığa Necmettin Erbakan getirildi. 1991 seçimlerinde meclise girdi. 1995 seçimlerinden birinci parti olarak çıktı. 1997'de Refahyol Hükümetini kurdu. "Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri" gerekçesiyle, 16 Ocak 1998'de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Millî Selamet Partisi, 12 Eylül 1980 askeri harekatından sonra kapatılmıştı. Millî Güvenlik Konseyince (MGK) siyasi partilerin yeniden kurulup faaliyet göstermesine izin verilmesi üzerine 19 Temmuz 1983'te avukat Ali Türkmen başkanlığında Millî Selamet Partisi'nin görüşlerini benimseyen Refah Partisi (RP) kuruldu. Kurucularının Millî Güvenlik Konseyi tarafından birkaç defa veto edilmesi sebebiyle, kadrosu, kanunların öngördüğü zamanda tamamlanamadığından 1983 seçimlerine katılamadı. Daha sonra kurucu üyeler arasından veto edilmeyen Ahmet Tekdal parti başkanlığına getirildi. Refah Partisi ülke çapında çok kısa zamanda bütün teşkilatını kurdu. Programında manevi kalkınmaya ve sanayileşmeye ağırlık vereceğini belirterek, Millî Selamet Partisi'nin muhafazakar-dini oy tabanına yerleşti. İlk olarak 25 Mart 1984'te Ahmet Tekdal başkanlığında yerel seçimlere katıldı. Oyların %4,44'ünü alarak Urfa ve Van belediye başkanlıklarını kazandı. 28 Eylül 1986'da 11 ilde yapılan milletvekili ara seçimlerine katıldı. Bu seçimlerde %4,76 oy alabildi. 6 Eylül 1987'de yapılan referandum (halk oylaması) ile bazı eski siyasi parti liderlerine siyaset yapma yasağı kaldırılınca, Millî Selamet Partisi eski başkanı Necmettin Erbakan Refah Partisi genel başkanlığına seçildi (11 Ekim 1987). Refah Partisi, Kasım 1987'de yapılan milletvekili erken genel seçimlerine Necmettin Erbakan başkanlığında girdi. Oylarının oranını %7,16 oranına çıkardı. Ülke genelinde %10 barajını aşamadığı için milletvekili çıkaramadı. Mart 1989'da yapılan Belediye Başkanlığı (Yerel İdare) Genel Seçimlerinde Türkiye genelinde toplam oy oranını %9,8'e çıkardı. Kahramanmaraş, Sivas, Şanlıurfa, Van ve Konya illerinin belediye başkanlıklarını kazandı. 20 Ekim 1991 Milletvekili Erken Genel Seçimine Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi, Islahatçı Demokrasi Partisi üçlü ittifak olarak katıldılar. Anayasaya göre iki ve daha fazla partinin birleşerek seçime katılmalarının yasak olması sebebiyle bu üç partinin ittifakları kâğıt üzerinde resmi bir belgeye dayanmamaktadır. Bunun için IDP ve MÇP partilerinin milletvekili adayları seçime katıldıkları bölgelerden bağımsız aday olarak katılmışlar, fakat her üç parti de birbirinin adaylarına oy vermişlerdir. 20 Ekim 1991 Erken Genel Seçimlerine bu şekilde katılan Refah Partisi, Türkiye genelinde kullanılan seçmen oylarının %16,90'ını alarak TBMM'ye 62 milletvekiliyle girdi. TBMM'de grup kuran dört partiden birisi oldu. Daha sonra Milliyetçi Çalışma Partisi'ne ve Islahatçı Demokrasi Partisi'ne mensup milletvekilleri ayrıldılar. Kapatılan partilerin açılmasına izin verilmesi üzerine açılan MSP Refah Partisine katıldı. 1994 Yerel Seçimlerinde büyük bir sıçrama yaptı; yüzde 19.14 oranında oy alarak, İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarını kazandı. 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde yüzde 21.38 oy oranıyla 158 milletvekilliği kazandı ve birinci oldu. Seçimlerden hemen sonra Anavatan Partisi'yle yapılan koalisyon görüşmeleri başarısızlıkla sonuçlandı. 28 Şubat Süreci Doğru Yol Partisi'yle kurduğu koalisyon hükûmeti (Refahyol Hükümeti) 28 Haziran 1996'da TBMM'de güvenoyu aldı, Erbakan da başbakan oldu. Daha sonra Erbakan'ın istifa etmesi üzerine Refahyol hükümeti dağıldı (Haziran 1997). 21 Mayıs 1997'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, iktidarda iken RP hakkında, "Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri" gerekçesiyle dava açtı. Refah Partisi, 8 ay süren dava sonunda, 16 Ocak 1998'de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Necmettin Erbakan, Şevket Kazan, Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve İbrahim Halil Çelik'e 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirildi. Kapatılma gerekçesinde, parti görevlilerinin laiklik karşıtı eylemleri, devletin kurucusuna karşı suçlamaları ve türbanla ilgili siyaseti de kanıtlar arasında sayıldı. Partinin programları arasında; Türkiye'de manevi kalkınmayı sağlamak, adil düzeni kurmak, ağır sanayiyi gerçekleştirmek, İslam ülkeleriyle olan ilişkileri arttırmak, faizi kaldırmak, Türkiye'nin AB'ye girmesinin faydasız olduğu gibi dini temelli görüşleri vardı. Fazilet Partisi, Refah Partisinin siyasi mirasçısı olarak kuruldu. Refah Partisi kapatma davasının iddianamesinde dayanak yapılan delillerden bazıları: Oberon (anlam ayrımı) Oberon şu anlamlarda kullanılır. Oberon yazılım ortamı Oberon yazılımı ortamı Niklaus Wirth'in geliştirdiği Oberon dilinin daha iyi kullanılabilmesi amacıyla Jürg Gutknecht ve arkadaşları tarafından 1995'te geliştirilmiş bir sistemdir. Kendi başına bir işletim sistemi değildir. Depeche Mode Depeche Mode, Basildon, Essex çıkışlı New Wave grubu. New Romantic`lerin en önemli gruplarındandır. 1980 yılında "Composition Of Sound" ismiyle Martin L. Gore, Andy Fletcher ve Vince Clarke tarafından kurulmuştur. David 'Dave' Gahan'ın katılmasından sonra aynı zamanda bir Fransız Moda dergisi olan Depeche Mode ismini almışlardır. Kısa bir süre sonra Vince Clarke (Yazoo ve Erasure) gruptan ayrılarak 1982 yılında Alan Wilder gruba dahil oldu. Alan Wilder (Recoil), 1 Haziran 1995 tarihinde gruptan ayrıldı. 80'li yıllarda Synthpop olarak nitelenen türleri gittikçe rock tarzına doğru kaymıştır. David Gahan gelmiş geçmiş en iyi erkek vokaller arasında sayılmaktadır. Birçok müzisyen tarafından şarkıları coverlanan grup efsanevi gruplar arasında yer almaktadır. Türkiye'de, Abdi İpekçi Arena(30 Ekim 2001) ve Kuruçeşme Arena (30 Temmuz 2006)'da Avrupa Turu kapsamındaki İstanbul konserleri gerçekleştirilmiştir. 6 Ekim 2008'de, Berlin Olimpiyat Stadyumunda gerçekleşen basın toplantısı açıklaması sonrası, Depeche Mode'un 12. albümü 'Sounds of the Universe' 2009 yılının Nisan ayında yayımlandı. Bu albümünden çıkan ilk single 'Wrong' olmuştur. Depeche Mode'un 'Tour of the Universe' adlı turne kapsamındaki İstanbul konseri 14 Mayıs 2009 tarihinde gerçekleşmesi planlanırken, Dave Gahan'ın 12 Mayıs 2009 tarihindeki Atina konseri öncesi hastalanması sonucu iptal edildi. Albümün ikinci single'ı 'Peace', 2009 yılının Haziran ayında yayımlanmıştır. Albümün son single'ı ise 'Fragile Tension/Hole To Feed' olmuştur. Depeche Mode, 2011 yılının Haziran ayında ikinci Remixes (81-11) albümünü yayımladı. 30 Mayıs 2011'de albümün ilk single'ı 'Personal Jesus 2011' piyasaya çıkmıştır. 23 Ekim 2012 tarihinde grubun Paris'te düzenlediği basın toplantısında, 2013 yılı Avrupa turu kapsamındaki konser programı açıklandı. Depeche Mode'un 13. stüdyo albümü 'Delta Machine' 26 Mart 2013 tarihinde yayımlandı. Albümde 13 şarkı bulunurken, albümün ilk single'ı olan 'Heaven' adlı şarkının videosu 1 Şubat 2013'te ekranlarda gösterime girdi. Albümün ikinci single'ı ise, "Soothe My Soul' adlı parçadır. 17 Mayıs 2013 tarihinde gerçekleşmesi gereken İstanbul konseri, konser ekipmanlarını taşıyan tırların Bulgaristan gümrüğündeki grev sebebiyle İstanbul'a vaktinde ulaşamadığı için önce ertelendi, daha sonraki günlerde ise iptal edildiği açıklandı. Delta Machine albümününden çıkan 3. single 'Should Be Higher', 11 Ekim 2013'te yayımlandı. Şarkının videosu Anton Corbijn tarafından çekilmiş olup, grubun Delta Machine Tur kapsamındaki Berlin, Leipzig ve Münih konserlerindeki görüntülerinden derlenmiştir. Delta Machine Tur'un 22 Ağustos 2013'te Clarkston'da başlayan Kuzey Amerika turnesi, 11 Ekim 2013 tarihinde Austin City Limits Müzik festivalinde verdikleri son konserle sona ermiştir. Depeche Mode, 3 Kasım 2013'te Formula 1'in Abu Dabi yarışı sonrası gerçekle
şecek özel bir konser ile son albüm turnesine devam edecektir. 7 Kasım 2013 tarihinde Belfast'a vereceği konserle de turnenin Avrupa kış ayları konserleri başlamış olacaktır. Delta Machine Tur konserleri, 7 Mart 2014'te Moskova'da gerçekleşecek son konserle sona erecektir. 'Music For The Masses', 'Songs Of Faith And Devotion' ve 'Violator' başarılı albümlerindendir. Günümüzdeki kadrosu, Dave Gahan, Martin L. Gore ve Andy Fletcher'dan oluşmaktadır. Hazarlar Hazarlar, İdil kıyıları ve Kırım yarımadası arasında imparatorluk kuran bir Türk halkıdır (468-965). Musevî, Bizans ve Arap kaynaklarına göre, Hazar ülkesinde yaşayan halkın büyük çoğunluğunun Uygur, Hazar, Ön Bulgar, Sabir ve Peçenek gibi Türk boyları olduğu bilinmektedir. Hazarların büyük bir bölümü 8. yüzyılda Musevliği benimsemiştir. Hazarların etnik kökeni hakkında kesin bir kanıt olmamakla beraber bu konuda araştırma yapmış bazı SSCB'li tarihçilere göre, Kuzey Kafkasya'nın yerli halklarından biridir. D.M. Dunlop ve P.B. Golden adlı araştırmacılarsa Hazarların, Tiele veya Uygur soyundan geldiğini kabul etmektedirler. 558'den sonraki yıllarda Sasanîler'le savaşa girişmiş Kafkaslar'ın hakimi bir kavim olduğu bildirilen Hazarlar, (daha doğrusu Sabarlar) "Hazar" adı ile 586'da Bizans'ta iyice tanınmış, fakat aynı zamanda "Türk" olarak anılmışlardır. Çin kaynaklarında "Türk-Hazar" (T'u-küe Ho-sa-K'o-sa) adı ile zikredildiği ortaya çıkmışsa da Peter Golden, Hazarlar ile Uygurlar arasında bir bağlantı kurmanın mümkün olmadığını ve gerçek bağlantının Ogurlar arasında var olduğunu belirterek Dunlop'a karşı çıkmıştır. Bazı bilim adamlarına göre "Hazar" adı "gezgin" anlamına gelen "-kaz" kökü ve "adam" anlamına gelen "er" ekinden türetilmiştir. Eski Rus kayıtlarında Hazarlar "Beyaz Ugriler", Macarlar da "Kara Ugriler" olarak anılmaktaydı. Yunan tarihçi Günah Çıkartıcı Teofanes kayıtlarında, Hazarları "doğudan gelen Türkler" olarak ifade eder. Hazarca'nın, eski Türk dili ve Uygurca'nın etkisinde kalmış, Hunca ve Bolgarca gibi Türk lehçelerinin Oğur öbeğine bağlı bir lehçe olduğu görüşünde birleşen araştırmacılar da vardır. Hazarların çağdaşı olan Arap seyyah ve coğrafyacı İbn Havkal ve İstahrî, Hazar ismini; ne bir milletin, ne de bir halkın ismi olduğunu belirtip sadece başkenti İtil olan ülkeye verilen isim olarak nitelemişlerdir. Hayfa Üniversitesi'nden Dr. Simon Kraiz, Eylül 2008'de Hazarlardan kalma Samosdelka köyünde bulduğu yazılarda Hazarların; Ruslar, Gürcüler, Ermeniler ve diğer milletler hakkında birçok yazı yazdığını keşfetmiştir. Buna rağmen Hazarlar, kendileri hakkında neredeyse hiçbir şey yazmamışlardır. Hazarları; Ak-Hazarlar. ve Kara-Hazarlar olarak ikiye ayıran İstahrî, Ak-Hazarların çarpıcı bir yakışıklılığa, mavi göze ve kırmızımsı bir saça sahip olduklarını; bunun yanında Kara-Hazarların sihayımsı derilli bir çeşit Hint olduğunu ileri sürer. Bununla birlikte, bilim adamları bunun bir ırk ayrımı değil, sosyal bir sınıflandırma olduğu konusunda fikir birliği içerisindeler. Buna göre, Kara Hazarlar aşağı tabaka, Ak Hazarlar ise soylular sınıfı ve kraliyet mensuplarıdır. Her ne kadar İstahrî'nin Ak ve Kara Hazarlar için yaptığı bu tanımının esasen bir sosyal sınıflandırma olduğu düşünülse de; o döneme ait başka kaynaklarda da Hazarların görünüşlerine dair benzer tanımlara rastlanmaktadır: İbn Rabbihî Hazarların açık tenli, siyah saçlı ve mavi gözlü olduğunu söyler. İbn Sa'd El-Mağribî de buna katılarak: "Onlar beyaz tenli, mavi gözlü, kızıl saçlı ve iri vücutludurlar." der. Ayrıca sahaf Nedîm de Türkler, Bulgarlar ve Alanlarla birlikte sıraladığı Hazarları "sarışın" olarak niteler. D.M. Dunlop'a göre bunlar kuzeyli insan tipinin tanımlarıdır. Resmen ortaya çıkışları 626-627 yılları, yani Bizans İmparatoru Herakleios’un onlardan Sasani İran’a saldırıya geçmek için yardımcı kuvvet olarak 40 bin kişilik bir süvari birliği istemesi dolayısıyladır. Bizans İmparatorluğu ile bazı Hazar önderlerinin Tiflis surları altındaki görüşmesini anlatan metin Hazarlar’ın tarihleri için bir başlangıç sayılmaktadır. Bizans Imparatoru III. Leon 733 yılında oğlu V. Konstantin'i Hazar Kağanının kızıyla evlendirdi. 7.-10. yüzyıllarda kuvvetli teşkilatı, canlı ticarî faaliyeti, dinî hoşgörüsü ve iktisadî refahı ile Kafkaslar ve Karadeniz'in kuzey düzlüklerinde îtil (Volga)'den Özü (Dnyeper)'ye, Çolman (Kama)'a ve Kiyefe uzanan sahada siyasî istikrar sağlayan Hazar hakanlığı Doğu Avrupa tarihinde büyük rol oynamış en önemli Türk devleti olarak görülmektedir. Hakanlığa ad veren Hazarların yukarıda gördüğümüz tarihî seyir dolayısıyla, Sabar Türklerinin devamı oldukları îslam yazarı el-Mes'üdî (10. yüzyıl)'nin bir kaydı ile de kuvvet kazanmıştır. Recai Kutan Mehmet Recai Kutan ("d." 1930, Malatya), Türk siyasetçi ve inşaat mühendisi. 1930 yılında Malatya’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Malatya’da yaptı. Lise tahsilinden sonra, İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesine girdi ve buradan 1952 yılında mezun oldu. 1952-1969 yılları arasında DSİ’de, sırasıyla Malatya DSİ 92. Şube Başmühendisi, Diyarbakır DSİ 10. Bölge Müdürü ve DSİ Genel Müdür Muavini olarak çalıştı. 1969’da TÜMAŞ, Türk Mühendislik Müşavirlik A.Ş.’yi Genel Müdür olarak organize etti. 1974-1980 yılları arasında MSP Genel Başkan Yardımcılığı göreviyle siyasi çalışmaların içerisinde oldu. 1977 seçimlerinde, MSP’den Malatya Milletvekili, 1977 Koalisyon Hükümetinde İmar ve İskân Bakanı oldu. 12 Eylül 1980 askeri ihtilalinden sonra diğer MSP yöneticileriyle beraber 9,5 ay hapis yattı. Askeri mahkeme tarafından 2 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Askeri Yargıtay’ın kararı esastan bozmasından sonra beraat etti. 1983’ten sonra kurulan Refah Partisi’nde Genel Başkan Yardımcılığı ve 20. Dönem Refah Partisi Malatya Milletvekilliği yaptı. 1996-1997 yılları arasında 54. Erbakan Hükümeti’nde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak görev yaptı. Refah Partisi'nin kapatılmasının ardından yeni kurulan Fazilet Partisi'nin genel başkanlığına seçildi. Fazilet Partisi'nin de kapatılmasıyla, 2001 yılında Saadet Partisi'nin kurucuları arasında bulundu ve kurucu genel başkanlık görevini üstlendi. Sürdürdüğü genel başkanlık görevini, 26 Ekim 2008 tarihinde yapılan olağan kongrede Prof. Dr. Numan Kurtulmuş'a devretti. Halen Saadet Partisi Yüksek İstişare Kurulu Üyeliğini ve Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (ESAM) Genel Başkanlığını sürdürmektedir. İyi derecede İngilizce, Arapça, Fransızca bilmekte olup, evli ve 3 çocuk babasıdır. İspanyolca İspanyolca ya da Kastilya dili (İspanyolca: "español" veya "castellano"), Roman dillerinden biri. Kökeni İspanya'nın Kastilya bölgesine dayanır. 500 milyona yakın kişinin ana dili olarak konuştuğu İspanyolca, dünyada en çok konuşulan ikinci dildir. Dünyada İspanyolca konuşan 470 milyon ila 500 milyon insanın olduğu tahmin edilmektedir. İspanyolca dünyada en çok ülkede resmî dil olarak kabul edilen dildir. Resmî dil olarak İspanyolcayı kullanan ülkeler: İspanya, Küba, Arjantin, Bolivya, Kolombiya, Kosta Rika, Şili, Ekvador, Guatemala, Honduras, Meksika, Nikaragua, Panama, Paraguay, Peru, Porto Riko, Dominik Cumhuriyeti, El Salvador, Uruguay ve Venezuela'dır. Amerika Birleşik Devletleri'nin anayasası bir resmî dil tanımlamamakla birlikte, ülkenin genelinde İngilizceden sonra en çok konuşulan ikinci dil İspanyolcadır. Ülke içinde ana dili İspanyolca olan 41 milyon kişi vardır. Özellikle güney bölgelerinde sadece İspanyolca konuşarak yaşanabilir. İspanyolca; Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Amerikan Devletleri Örgütü, İbero-Amerikan Devletleri Örgütü, Afrika Birliği, UNASUR, Antraktika Anlaşması Sekreterliği, Latin Birliği, Karayip Ortak Pazarı ve NAFTA gibi uluslararası ve bölgelerarası organizasyonlarda resmî dil olarak kullanılmaktadır. Avrupa'da İspanyolca sadece İspanya'da resmî dildir. Cebelitarık'ta resmî dil İngilizce olmasına rağmen İspanyolca yoğun şekilde konuşulur. Benzer şekilde Andorra'da da Katalanca resmi dil olmasına rağmen, İspanyolca büyük halk kesimleri tarafından konuşulan dil olma özelliğini taşır. İspanyolca dünyada 20 ülkede yoğun biçimde konuşulmaktadır. Ayrıca Avrupa'da Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya'da küçük topluluklar da bu dili konuşmaktadır. İspanyolca Avrupa Birliği'nin de resmi dillerinden bir tanesidir. İsviçre'de nüfusun %1.7' sinin ilk dili İspanyolcadır ve bu 4 resmi dilin ardından en çok konuşulan dildir. İspanyolca, Avrupa'da İngilizce, Fransızca ve Almancanın ardından en çok konuşulan dördüncü dildir. İspanyolca konuşan ülkeler arasında İspanya ve Ekvador Ginesi haricinde, resmi dili İspanyolca olan tüm ülkeler Amerika kıtasında bulunur. İspanyolcanın en çok konuşulduğu ülkelerin başında Meksika gelir. Arjantin, Bolivya (Keçuva dili ve Aymara ile birlikte), Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Küba, Dominik Cumhuriyeti, El Salvador, Guatemala, Honduras, Meksika, Nikaragua, Panama, Paraguay (Guarani dili ile birlikte), Ekvador (Keçuva dili ve Aymara), Peru (Keçuva dili ve Aymara), Uruguay, Venezuela ve Porto Riko'da (İngilizce ile birlikte) İspanyolca resmi dildir. İspanyolcanın, eski İngiliz kolonisi Belize'de resmi dil olmamasına rağmen, 2000 yılı nüfus sayımında halkın %43'ü tarafından konuşulan dil olduğu ortaya çıkmıştır. İspanyolca, İspanyol Kolonisi Trinidad ve Tobago'da 1498'de yerli halk olan Karaiblere gösterilmiş, daha sonra Trinidad ve Tobago'da etnik kökenleri Venezuelalı olan işçilerin oluşturduğu bir grup olan Kakao Panyols ("İspanyolcada poteis ve español kelimelerinden türetilmiştir") tarafından kullanılmış ve kültürlerine entegre edilmiştir. Parang müziğinin de adada yayılması bu sayede olmuştur. Trinidad ve Tobago'nun Güney Amerika kıyılarına yakın olması nedeni ile ülke İspanyolca konuşan komşularından oldukça etkilenmiştir. Son nüfus sayımları göstermektedir ki İspanyolca konuşan nüfus 1,500 kişidir. Brezilya için İspanyolca, İspanyolca konuşan komşularıyla artan ticareti, Mercosur ticaret bloğu ve UNASUR üyelikleri nedeni ile çok önemlidir. 2005 yılında Brezilya Ulusal Kongresi, Cumhurbaşkan
ı tarafından da imzalanan bir kanun ile ispanyol dilinin ikinci dil olarak kamu ve özel okullarda zorunlu şekilde okutulmasını yasalaştırdı. Brezilya'da çoğu sınır kasabalarında (Uruguay-Brezilya ve Paraguay-Brezilya sınırları) ispanyolca-portekizce karışımı bir dil konuşulmaktadır ve bu dile Portunyol denmektedir. 2006 nüfus sayımına göre 44.3 milyon ABD' linin ya İspanik ya da Latin kökenli olduğu ortaya çıkmıştır. Nüfusun %12.2' sini oluşturan 5 yaşından büyük 34 milyon kişi evinde öncelikle İspanyolca konuşmaktadır. İspanyolcanın ABD'de uzun bir geçmişi vardır. Bunun nedeni bazı güney-batı amerikan eyaletlerinin daha önce Meksika'dan ayrılmış olması ve Florida'nın da İspanya'nın bir parçası olmasındandır. İspanyolca, İngilizceden sonra ülkede konuşulan 2. büyük lisandır. İspanyolca, ABD'de resmi olarak federal düzeyde 2. dil olarak kabul edilmese de, nüfusun %40'ının İspanyolca konuştuğu New Mexico eyaletinde resmi dillerden biri olarak tanınmıştır. İspanyolca, ABD'nin büyük şehirleri olan Los Angeles, Miami, San Antonio, New York City, Tampa, Las Vegas, San Francisco ve Chicago'da yoğun etkiye sahiptir ve son on yılda Atlanta, Baltimore, Boston, Charlotte, Cleveland, Dallas, Detroit, Houston, Phoenix, Philadelphia, Richmond, Washington, DC ve Missouri gibi yerlerde de giderek genişleyerek ABD Nüfus İdaresi'ne göre 33,701,181 kişinin konuştuğu bir dil olmuştur. Ayrıca ABD toprağı olan Porto Riko'da da ispanyolca en baskın dildir. İspanyolca, Afrika kıtasında Ekvator Ginesi'nde Fransızca ve Portekizce ile birlikte resmi dil olup, Afrika Birliği'nin de resmi dillerinden biridir. Ekvator Ginesi'nde Fang dilinden sonra en çok konuşulan dil olup, toplam konuşan sayısı 500,000 civarındadır. Bugün eski İspanyol kolonisi olan Batı Sahra'da Sahravilerin önemli bir kısmı İspanyolca yazabilmekte ve konuşabilmekte olup birçoğu Küba ve İspanya gibi ülkelerde üniversite eğitimi almaktadır. 2001'den beri faaliyetine devam eden Batı Sahra Sahravi Arap Demokratik Cumhuriyeti resmi haber ajansı olan Sahravi Basın Bürosu'nun resmi sitesi İspanyolca olup, resmi TV kanalı RASD TV, İspanyolca yayın yapmaktadır. Batı Sahra'nın tek film festivali olan Sahra Film Festivali'nde İspanyolca dili konuşulan filmler ağırlıktadır. Sahravi şiiri ve edebiyatında da İspanyolcanın etkinliği söz konusudur. İspanyolca, Sahravi' ler tarafından Batı Sahra ve Cezayir'deki Sahravi mülteci kamplarında yoğun olarak kullanılmasına rağmen, Cervantes Enstitüsü'nün desteğinden mahrumdur. 'Generación de la Amistad saharaui' olarak da bilinen bir grup Sahravi şairi Sahravi edebiyatına İspanyolca katkılar vermektedir. İspanyolca ayrıca Kuzey Afrika'da Ceuta ve Melilla gibi İspanyol şehirlerinde ve Kanarya Adaları özerk bölgesinde konuşulmaktadır. Bununla birlikte Fas'ın kuzeyinde 200,000 kişi İspanyolcayı ikinci dil olarak konuşmaktadır. Bundan başka Gabon, Kamerun, Nijerya ve Sudan'ın güneyinde de bazı küçük topluluklar bu dili konuşmaktadır. İspanyolca, Filipinler, Guam ve Kuzey Mariana Adaları gibi İspanyol Doğu İndilerinde (1565-1898 yılları arasında Asya-Pasifikteki İspanyol toprakları) eski koloni hükûmetleri ve eğitimli sınıf tarafından kullanılmıştır. Filipinler'de 1565'ten 1973'e kadar resmi dil olarak kalmıştır. 1899' a kadar hükûmet dili, ticaret dili, eğitim dili ve ana dil olarak İspanyollar ve eğitimli Filipinliler tarafından konuşulan bu dil 19. yüzyılın ortalarında koloni hükûmeti tarafından parasız halk okullarına da sokulmuştur. Bu İspanyolcanın yaygınlaşmasını hızlandırmış ve "ilustrado" adı verilen entelektüel sınıfın adada oluşmasına zemin hazırlamıştır. Her ne kadar İspanyolca, halkın çoğunluğu tarafından en çok konuşulan lisan olmasa da, Filipin edebiyat dünyası ve Filipinler basını 1940' lara kadar bu dili birincil dil olarak kullanmıştır. 1973'teki anayasa değişikliğine kadar dil, resmi dil olarak tanınmıştır. 1899'daki Amerikan işgalinin ardından gelen yönetimle beraber İngilizce özellikle de 1920'lerden sonra adaya empoze edilmiştir. Amerikalı yetkililer okullarda, üniversitelerde ve kamu dairelerinde dilin İngilizce olması için İspanyolcaya yasak getirmişlerdir. Ülke bağımsızlığını 1946'da kazandıktan sonra İspanyolca, İngilizce ve Tagalog bazlı Filipince ile birlikte resmi dil olarak kalmıştır. Ancak 1973'te İspanyolca resmi dil olma özelliğini Ferdinand Marcos rejimi esnasında kaybetmiştir. 2007 yılında Arroyo, İspanyolcanın eğitim dili olabilmesi için gerekli çalışmaların başladığını halka duyurmuştur. 2010 yılında İspanya ve Filipinler hükûmetleri arasında buna ilişkin anlaşma imzalanmıştır. Bugün Radyo Manila günlük İspanyolca yayın yapmaktadır. Filipinler'in yerli dilleri de İspanyolcanın yoğun etkisine maruz kalmış, çok fazla kelime İspanya İspanyolcası ve Meksika İspanyolcasından dile entegre olmuştur. Okyanusya'da Şili toprağı olan Paskalya Adası'nda İspanyolca konuşulmaktadır. Amerikan toprağı olan Guam, Kuzey Mariana Adaları, Palau'nun bağımsız eyaletlerinde, Marshall Adaları'nda ve Mikronezya Federal Devletleri'nde 19. yüzyıla kadar İspanyolca yoğun biçimde konuşulmaktaydı. Antarktika Antlaşması Antarktika ile ilgili uluslararası ilişkileri düzenleyen bir antlaşmadır. Bu antlaşmaya taraf olan Arjantin ve Şili gibi İspanyolca konuşulan ülkeler burada toprak sahibi olma iddiasındadır. 1999'da kışın Arjantin-Antarktik bölgesinde bulunan Arjantinli sayısı 169 olup, Şili-Antarktik bölgesindeki Şilili sayısı ise 2002 nüfus sayımına göre 130'dur. 1713'te kurulan "Real Academia Española" (İspanyol Kraliyet Akademisi), diğer 21 ulusal dil akademisi (İspanyol Dili Akademileri Birliği'ne bağlı) ile beraber İspanyolcayı standartlaştırma amacı ile sözlükler, gramer kitapları, yazım biçimleri ile ilgili kitaplar yayınlayan düzenleyici kurumdur. Akademi tarafından kabul edilen "Standart İspanyolca"; edebiyat, medya sektörü ve akademik metinlerde kullanılır. İspanyol Dili Akademileri Birliği (İspanyolca: "Asociación de Academias de la Lengua Española"), İspanyol dilinin standartlarını belirlemek için kurulmuş akademileri bir çatı altında toplayan birliğin ismidir. 1951 yılında Meksika'da faaliyetine başlamıştır. Meksika Cumhurbaşkanı Miguel Alemán Valdes'in inisiyatifi ile ilk akademi kongresi, İspanyol dilinin büyümesi ve entegrasyonu amacı ile toplanmıştır. Toplantı 23 Nisan-6 Mayıs 1951 tarihleri arasında gerçekleştirilmiş, sonucunda birliğin kurulması ve komisyon oluşturulması kararı çıkmıştır. İspanyol Kraliyet Akademisi ilk toplantıda bulunmasa bile Daimi Komisyon' a katılmıştır. 2. kongre 1956 yılında yapılmış ve bu toplantıda İspanyol Kraliyet Akademisi doğal üye olarak bulunmuştur. İspanyol Kraliyet Akademisi ve diğer akademilerin işbirliği, İspanyol Kraliyet Akademisi'nin 2001 yılında çıkardığı sözlük ve 1999 yılında çıkardığı ortografiye de yansımıştır. Birlik 4 yılda bir toplanmaktadır. ALT + 0225 = á ALT + 0237 = í ALT + 0243 = ó ALT + 0250 = ú ALT + 0193 = Á ALT + 0201 = É ALT + 0205 = Í ALT + 0211 = Ó ALT + 0218 = Ú ALT + 0241 = ñ ALT + 0209 = Ñ ALT + 0191 = ¿ ALT + 0161 = ¡ Kastilyaca ("castellano", kasteyano veya kastecano ya da kastejano diye okunur), İspanya'da İspanyolcayı ifade etmek için kullanılır. İspanyolcanın konuşulmadığı ülkelerde İspanyolca denen dil, İspanya'da başka dillerin de resmi dil statüsünde olmasından dolayı, karışıklığa meydan vermemek amacı ile "castellano" olarak adlandırılır. Bunun dışında dilin ismi Arjantin, Bolivya, Ekvador, Paraguay, Peru, Şili, Uruguay ve Venezuela'da da "castellano" diye anılır. 1492 yılında İspanya Krallığı'nın gemilerle göçe zorladığı ve hiçbir Batı Avrupa ülkesinin kabul etmediği Yahudilere Osmanlı İmparatorluğu kucak açmıştır. Bu dönemde Yahudiler İbranice dışında, Kastilyaca da biliyorlardı. Zaman içinde Museviliğin bazı dinî terimlerini Kastilyacaya katıp bazı Kastilyaca sözcüklerin telaffuzunu da kendi lehçelerinde başkalaştırmış ve Ladino adlı yeni bir dil üretmişlerdir. Günümüzde hâlâ Türkiye'de yaşayan Yahudi kökenli vatandaşlar İspanyolcanın bu türeviyle konuşmaktadır. İspanyol Kraliyet Akademisi, yayınlarında "castellano" yerine "español" kullanmayı teşvik etmektedir. Ancak her iki terimi de eş anlamlı olarak kabul etmektedir. İspanyolca Hint-Avrupa dil ailesinin Roman dilleri koluna mensup olduğu için bu kategorideki diğer diller olan Fransızca ve İtalyancayla benzerlik taşımaktadır. Ama en çok benzerlik Portekizce iledir. Bu dillerden birini bilen, diğer dili de ufak bir pratikle konuşabilir. Farkların daha çok telaffuzda olmasından dolayı yazılı metinlerde bir dili bilen diğerini anlarken, konuşmada anlaşamayabilirler. Güney Amerika'nın bazı bölgelerinde bu iki dilin karışımından oluşan karma dil ile konuşulur. Diğer Roman dilleri gibi, kelimeler dişil ("femenino") ve eril ("masculino") olarak ayrılır. Dişil tanımlık la, eril tanımlık ise eldir. Genel olarak a ile biten kelimeler dişil, o ile bitenler erildir. Örneğin "el amigo" erkek arkadaş için kullanılırken, "la amiga" kız arkadaş için kullanılır. Sıfatlar birlikte kullanıldıkları adın eril ya da dişil oluşuna göre biçim değiştirirler. Mesela rico; zengin, varlıklı anlamına gelmektedir. Eğer sıfatın önüne eril bir isim gelirse herhangi bir değişikliğe uğramaz ancak dişil bir isim gelirse rica şekline dönüşür. La costa rica (zengin kıyı), el puerto rico(zengin liman). İspanyolca öğrenmenin bu matematiksel yapısı, sıfat ve zarfların kısaltma amaçlı olarak yüklem sonuna eklenmesi, tüm zamanlar için ayrı çekim şekli ve dilek kiplerinin ("subjuntivo") kullanılması gibi zorlukları vardır. Ayrıca günlük dilde sık kullanılan hemen hemen tüm fiiller, tüm zamanlar için düzensizdir ve bunları düzensiz halleriyle ezberlemek gerekir. Belli kuralları dışında yazıldığı gibi okunan ve okunduğu gibi yazılan bir dildir. Bu belli kuraldan biri İspanyolların "merhaba" için kullandıkları "hola" kelimesidir ama İspanyolcada başında H harfi olan kelimeler okunurken H harfi okunmaz yani ""ola"" diye okunur ve söylenir. Vurgulama harfleri vardır (á, é, í, ó, ú) ve özellikle sıfatların kısaltm
a olarak yüklem arkasına eklendiği bir dil olarak bu vurgulama harflerini kullanmak cümlenin tüm anlamını değiştirebilir ve çok önemlidir. Diğer dillerde olmayan ve sadece bu dilde bulunan bir özellik ise ters soru işareti ve ters ünlem işaretidir. İspanyolcada evet/hayır ile yanıt verilebilecek soru cümleleri ile ve soru olmayan cümlelerin yapısı aynı olduğu için bir metni okurken vurgulamayı kolaylaştırmak için bu işaretler kullanılmaktadır. Dilin telaffuzu İspanya ile Güney Amerika arasında farklılık gösterir. Bir örnek olarak bir harf kabul edilen 'çift l' (ll) İspanya'da "y" gibi okunurken, Güney Amerika'da "ş", "c" (Kolombiya) ya da "j" (Arjantin) olarak okunur. Orta ve Güney Amerika’nın yaklaşık tamamı ve Endülüs bölgesinin (Andalucia) orta bölümü “seseo” olarak adlandırılan bir yapıyla, z harfini ve e ve i’den önceki c harfini s olarak okurken, İspanya’nın geri kalanında bu yapı diş arasında ingilizcedeki “th” sesine dönüşür (distincción). Sadece Endülüs bölgesinin en güneyindeki birkaç lehçede bu olay “ceceo” olarak adlandırılan yapıyla tersine döner ve orada “s” sesi de “th”ye dönüşür. Örnek olarak caza (av) ve casa (ev) kelimeleri seseo’da kasa diye okunurken, ceceo’da kaθa okunur. İspanya’nın geri kalanında casa, kasa diye okunurken, caza kaθa olarak telaffuz edilir. Sentenced Sentenced, 1989 yılında Finlandiya'da kurulmuş ve 2005'te dağılmış, ilk yıllarında melodik death metal yapan heavy metal grubu. Sentenced`ın selefi "Deformity" 1988 yılında kuruldu fakat 1989`da grup elemanlarının birçoğunun değişmesi sonucu grubun adı da "Sentenced" olarak değişti. O zamanlarki kadroda Miika Tenkula (gitar&vokal), Sami Lopakka (gitar), Vesa Ranta (davul), Lari Kylmänen (basgitar) yer alıyordu ve 2 demo kaydettiler. 1991 yılına gelindiğinde grup, ilk albümleri ""Shadows Of The Past""`ı kaydederken Kylmänen`in yerine basgitarist Taneli Jarva gruba dahil oldu. Bu albümle tarzları katıksız ve hızlı Avrupai death metal olarak görüldü.Daha sonra grubun vokalisti Taneli Jarva oldu. 1992`de 3 yeni şarkı daha yayımlayan Sentenced, sonunda Finlandiyalı bir müzik şirketiyle anlaştı ve gerçek anlamda müzik kariyerine başlamış oldu. İkinci albüm "North From Here" 1993`de piyasaya çıktı. Ortada yepyeni bir Sentenced vardı. Grubun becerikli ve öfkeli hali gruba bir basamak daha atlattı ve grup 1994 yılında daha fazla tanınmak için Spinefarm`dan daha büyük bir şirket olan Century Media Records ile anlaştı. 1995`te çıkardığı Amok ile patlama yaşadı, eleştirmenlere ve hayranlarına göre bu albüm yapmış oldukları en iyi çalışmadır. Jarva`nın vokali olgunlaşmış, grup melodik bir yapı kazanmıştı. Bu albümden sonra da Avrupa`da turne çalışmalarına hız kazandırmışlardır. Jarve unlu olmak istemiyordu.Bu nedenle grutan ayrıldı.Jarva`nın böyle başarılı bir albümden sonra gruptan ayrılması şaşkınlık yaratsa da onun yerini Ville Laihiala almıştır 1996`da. Kısa sürede Almanya`ya giden grup burada 4. albümleri "Down"`u kaydetti. Müzikal gelişime daha açık Ville ile grup gene bir basamak atlamştı. Bu arada basçı Sami Kukkohovi`de gruba yardım ediyordu. 1997 yılında grubun daimi elemanı oldu. 5. uzun albümleri "Frozen" (1998) Down gibi Woodhouse Stüdyolarında kaydedilmişti ve gene Down`a benzer müzikal bir yapıya sahipti. Kukkohovi ve Laihiala ikilisinin gruba katkıları hissedilir düzeye gelmişti, o yüzden bu albüm daha ortak bir çalışma sonucu oluşturulmuştu. 1999 da parça sırasının daha farklı olduğu ve birkaç şarkının (yorumladıkları) daha eklendiği Frozen`ın özel versiyonu yayımlandı. Bir sonraki Sentenced albümü en iyi albümlerinden biri olacak Crimson oldu (2000). Bu albüm "Killing Me, Killing You" gibi grupla artık birlikte anılacak bir şarkıyı içeriyordu. 2 yıl sonra, 2002`de "The Cold White Light" raflardaki yerini aldı. Grup, 2005`te sıradaki "The Funeral Album"`ün son olacağını belirterek, bunun bir reklam olmadığını bir daha yeniden asla toplanmayacaklarını ifade etti. Son bir turneye çıkıp, birçok konser verip, bir de DVD çıkarma sözü vererek dağıldılar ve sözlerini de tuttular. 27 Ocak 2006 tarihinde piyasaya sürülen "Buried Alive" adlı Finlandiya, Oulu'daki son konser görüntülerini içeren iki disklik dvd, Sentenced hayranlarının eline geçebilmiş son görüntüler oldu. Ville Laihiala bu grubun dağılmasından sonra Poisonblack isimli grupta solist olarak kariyerine devam etmiştir. Laihiala Sentenced dağılmadan önce de bu grubun ilk albümünde gitaristlik yapmıştı. Alev Alatlı Alev Alatlı (d. 1944, İzmir) Türk yazar. Liseyi babasının askeri ataşe olarak görev yaptığı Tokyo’da okudu . Ekonomi & İstatistik lisansını ODTÜ'den, Ekonomi ve Ekonometri yüksek lisansını "Fulbright" bursu ile gittiği Vanderbilt University'den (Nashville, Tennessee) aldı. Bilâhare felsefe öğrenimine başlayan Alatlı, doktora çalışmalarını New Hampshire'daki Dartmouth College’de sürdürdü. İlahiyat konusunda ve düşünce ve medeniyet tarihi üzerinde yoğunlaştı. 1974’te Türkiye’ye döndü. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde öğretim görevlisi, Devlet Planlama Teşkilatı'nda kıdemli ekonomist olarak çalıştı. California Üniversitesi ile ortak psiko-dilbilim çalışmaları yürüttü. Cumhuriyet Gazetesi bünyesinde "Bizim English" dergisini çıkaran Alatlı, daha sonra Türk Yazarlar Kooperatifinde (YAZKO) başkan yardımcısı olarak görev aldı. Filistin davasının tanıtımına yaptığı katkılardan dolayı 1986 yılında Tunus'ta sürgünde bulunan Yaser Arafat tarafından "Özgürlük Madalyası"yla onurlandırılmıştır. "Aydınlanma Değil, Merhamet!" adlı romanıyla ise 2006 yılında Moskova'da "Mikhail A. Sholokhov 100. Yıl Roman Ödülü"nü kazanmıştır. Bülent Ecevit Üniversitesi Senatosunun 10.12.2012 tarihli toplantısında, yazar Alev Alatlı'ya "Fahri Doktora" unvanı verilmesine karar verilmiş; unvan, 25 Aralık 2012 tarihinde düzenlenen törenle takdim edilmiştir. Or'da Kimse Var mı? dizisi: Schrödinger'in Kedisi: Gogol'un İzinde: Batıya Yön Veren Metinler Bize Yön Veren Metinler Kalkan Kalkan, Kaş Kalkan, Antalya'nın batısında, Kaş'a bağlı turistik bir mahalledir. Günümüzden yaklaşık 3000 yıl önceki Likya Uygarlığı'nın yaşadığı ve sayısız kentler kurulmuş Antalya ile Fethiye arasındaki topraklarda bulunan Kalkan ve çevresinde bu döneme dair şehir kalıntısı veya yerleşim görülmemektedir. Kalkan bundan 150 - 200 sene önce yakınında bulunan Meis isimli Yunan adasından gelen tüccarlar tarafından kurulduğuna inanılır. Rıza Tevfik Bölükbaşı Rıza Tevfik Bölükbaşı (1869, Mustafapaşa - 31 Aralık 1949, İstanbul), Türk şair, filozof ve devlet adamı. Hece vezninde yazdığı şiirlerle tanınan Rıza Tevfik Bölükbaşı, felsefeye merakı nedeniyle "Feylesof Rıza" olarak anılırdı. Tıp eğitimi gören Rıza Tevfik, Osmanlı döneminde milletvekilliği, Millî Eğitim Bakanlığı da yapan çok yönlü bir kişilikti. Politikadaki tutarsızlıkları ve ateşli kişilik yapısı nedeniyle olaylarla dolu bir ömür sürdü. Sevr Antlaşması’nı imzalayan Osmanlı delegesi olarak Yüzellilikler arasında yer aldığı için uzun yıllar sürgünde yaşadı; gurbet acısını, şiirlerinde dile getirdi. Sürgünde iken yazdığı "Uçun Kuşlar" isimli şiirinde yer alan, kıt'ası, o zamanki sıla özlemini dile getirir. 1869 yılında Cisr'de (o yıllarda Edirne vilayetine bağlı bir kaza; günümüzde Bulgaristan’ın Hasköy iline bağlı Svilengrad ilçesi) doğdu. Babası Mülkiye kaymakamlarından Hoca Mehmet Tevfik, annesi Kafkas muhacirlerinden Münire Hanım idi. Mehmet Tevfik Bey’in emekli olmasından sonra ailesi ile gelip yerleştikleri İstanbul’da kardeşi Ahmet Nazif dünyaya geldi. Bir Musevi okulunda öğretmenlik yapan Mehmet Tevfik Bey oğlunu da aynı okula kaydetti. Rıza Tevfik bu okulda Yahudi İspanyolcası ve Fransızca öğrendi. 1879'da babasının savcı yardımcısı olarak atanması üzerine göç ettikleri İzmit’te Münire Hanım sıtmadan hayatını kaybedince aile İstanbul’a döndü. Rıza Tevfik, babasının Gelibolulu bir ailenin kızı olan Şakire Hanım’la evlenmesinden sonra eğitimine bir süre Gelibolu’da bir Ermeni mektebinde devam etti; ardından Gelibolu Rüştiyesi’nde okuyarak okulu birincilikle bitirdi. 1885’te Mektebi Mülkiyeyi Şahane’ye girdi, özellikle edebiyat derslerinde başarılı oldu; ancak üçüncü sınıfta iken babasını kaybetti (1891), arkasından da ihtilalcilikle suçlanarak bazı hocalar ve öğrencilerle birlikte okuldan çıkarıldı. Doktorluk mesleğine ilgi duymadığı hâlde eğitimine devam edebilmek için Tıbbiye'ye girdi. Öğrencileri etrafına toplayıp Namık Kemal'in hürriyet şiirlerini okuması; cumhuriyet hakkında konuşmalar yapmaya başlaması bu okuldan da uzaklaştırılmasına sebep oldu ancak Umumi Mektepler Nazırı Mustafa Zeki Paşa’ya yazdığı bir dilekçe sayesinde okula geri dönebildi. Ertesi sene Sirkeci'de bir kahvede hürriyet, adalet ve hükûmet şekilleri üzerine yaptığı bir konuşma nedeniyle hapsedildi; bu defa da Zaptiye Nazırı Hüseyin Nazım Paşa'nın aracılığı ile hapisten kurtulup okula dönebildi. Okulu 1897’de bitirip doktor olabildi. Gümrük idaresinde, sonra Cemiyeti Tıbbiyeyi Mülkiye'de, daha sonra Karantina İdaresinde doktor olarak çalıştı. Tıbbiye’nin son sınıfında iken ilk Türk kadın pedagoji öğretmeni Ayşe Sıdıka Hanım ile evlenerek 3 kız çocuğu sahibi olan Rıza Tevfik 1903’te çocukları henüz 3, 4 ve 7 yaşlarında iken eşini kaybetti. Ertesi yıl ikinci evliliğini Nazlı Hanım ile yaptı; bu evliliğinden iki oğlu oldu. 1908'li yıllarda ise Ulum-u İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası'nın kurucuları arasında yer aldı ve bu dergide çeşitli yazılar yazdı. O dönemde gizli bir cemiyet olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne 1907’de Manyasizade Refik Bey’in ısrarıyla girdi. Ertesi sene Meşrutiyet ilan edildiğinde Rıza Tevfik, Selim Sırrı Bey (Tarcan) ile birlikte İstanbul’da at üstünde dolaşıp nutuklar vererek halkın galeyanını kontrol altına almada başarılı oldu. Devrim günleri boyunca iri cüssesi ile de nam salan Rıza Tevfik, Dersaadet'in en etkili kişileri arasına girdi ve kendisine siyaset yolu açıldı. Genel seçimde Osmanlı parlamentosuna Edirne mebusu olarak girdi. 1910 yılında İttihat ve Terakki Fırkası'nın mecl
isi feshetmesi üzerine istifa etti; iki yıl sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na girdi. Bu sırada Sultan II. Abdülhamit’ten özür dileyen bir şiir de yazdı. İttihat ve Terakkki Fırkası’ndan eski arkadaşları tarafından Sultanahmet'teki cezaevinde bir ay kadar hapsedilen; bir yıl sonra Gümülcine'de seçim propagandası yaparken yine eski partili bir grup tarafından fena hâlde dövülen Rıza Tevfik, ikinci seçimde mebus seçilemeyince siyaseti bir süre için bırakmıştır. Bu dönemde devrin belli başlı gazete ve dergilerinde şiirler, edebiyat ve felsefe ile ilgili makaleler yazdı; ülkenin I. Dünya Savaşı’na sürüklenmesine karşı çıktı. Tiyatro salonları ve kıraathanelerde halka açık verdiği konferanslar ile tanındı. Vaniköyü'nde Raif Oğan'ın kurduğu Rehberi İttihad-ı Osmâni özel lisesinde Türkiye'de ilk defa felsefe dersleri verdi. Bu dersler önce “"Mebhas-i Marifet (Bilgi Teorisi)"” adıyla taş basma olarak basıldıktan sonra 1914’te “"Felsefe Dersleri-Birinci Kısım"” adıyla yayımlanmıştır. Yakın dostu Tevfik Fikret’in 1915’te ölümünden sonra Arnavutköy Kız Koleji'nde ve Robert Kolej'de Fikret’ten boşalan edebiyat derslerini verdi. 1918’de siyasete yeniden dönerek son Osmanlı kabinesinde Maârif Nâzırı (Eğitim Bakanı) olarak bulundu. Felsefenin eğitim sisteminde yer alması için çabaladı. Aynı yıl Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın büyük üstadı seçilerek burada bir yıl görev yaptı. 1919-1920’de Şura-yı Devlet (Danıştay) Reisliği’ne getirildi. Aynı tarihlerde Darülfünun’da felsefe ve estetik dersleri verdi. Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Paşa'nın ısrar ve baskısı sonucu 1919'da Paris'te toplanan barış konferansına Türkiye temsilcisi olarak katılmak zorunda kaldı. Ertesi yıl ise Sevr Antlaşması’nı imzalayan heyette yer almak zorunda kaldı. Darülfünun’daki öğrencileri onun Sevr'e imza koyan heyette yer almasını büyük tepki ile karşılayıp derslerini boykot ettiler, protesto gösterileri düzenlediler. Darülfünun grevine yol açan gerilimin son damlası Süleyman Nazif ile Hüseyin Daniş arasında Fuzûlî’nin Türklüğü üzerine yapılan tartışma olmuştur. 29 Mart 1922’de yapılan konferansta hakem rolünü üstlenen Rıza Tevfik, Fuzûlî'nin Türk değil, Acem olduğunu iddia etmiş, “"Türk de olsa ne çıkar"” diyerek nutkuna devam etmişti. Ertesi gün Edebiyat Fakültesi öğrencileri bir kararname hazırlayarak Rıza Tevfik, Ali Kemal, Hüseyin Daniş, Cenab Şahabettin ve Marujan Barsamiyan’ın görevlerinden istifa etmelerini istediler. Edebiyat Fakültesi’nde başlayan boykot diğer üç fakülteye de sıçradı. Gelişmeler üzerine üniversite nizamnamesi değiştirilerek hocaların durumu hakkında karar verme yetkisi Darülfünun Divanı’na bırakılmış ve Divan söz konusu hocalara süresiz izin vererek bir anlamda öğrencilerin isteklerini yerine getirmiştir. Rıza Tevfik, kurumdan istifa etti. Aleyhinde oluşan olumsuz hava nedeniyle korkan Rıza Tevfik, Millî Mücadele aleyhtarı Ali Kemal’in linç edilmesi üzerine Mısır'a gitmekte olan bir yük gemisine binerek 8 Kasım 1922’de ülkeyi terk etti. Türkiye’den ayrılışından bir buçuk yıl sonra TBMM’nin aldığı bir kararla sürgüne gönderilecek Yüzellilikler listesinde yer aldı. Listede yer almasının nedeni, Sevr’i imzalayan heyette yer alması idi. Sürgün yıllarında Hicaz, Amerika Birleşik Devletleri, Ürdün ve Lübnan'da yaşadı. Ürdün Kralı Emir Abdullah kendisine yakınlık göstermiş, maaş bağlamış; Divan tercümanlığı ve Asarı Atika müdürlükleri görevlerinde bulunmasını sağlamıştır. 1928'de Amerika'da bulunan çocuklarını ziyaret edip orada Türk Edebiyatı hakkında çeşitli konferanslar veren Rıza Tevfik, 1934'te Ürdün'deki resmî görevinden emekli oldu. Lübnan kıyılarında Beyrut yakınlarındaki Cünye kasabasına yerleşti. 1939’da çıkan Af Kanunu’ndan faydalanarak 1943’te kendi ifadesiyle ""hesaplaşmak için değil, helalleşmek için"" yurda döndü. 31 Aralık 1949’da, felç tedavisi için yattığı İstanbul Vakıf Gurebâ Hastanesi’nde zatürreeden öldü. Mezarı, Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı’nda bulunmaktadır. Servet-i Fünun Edebiyatı'nın kuruluş yılları olan 1895'ten itibaren devrin edebî dergilerinde Abdülhak Hamit etkisi altında aruz vezniyle şiirler yayımladı. Asıl şöhretini 1913'ten sonra yayımladığı şiirlerle kazandı. Millî edebiyatın oluştuğu bu dönemde hece vezni ve kısmen sade Türkçe ile şiirler yazdı; divan, koşma ve nefes tarzındaki şiirleriyle bir dönemin halk edebiyatının canlanmasına yardımcı oldu. Rıza Tevfik Bölükbaşı, bütün şiirlerini tek kitabı olan "Serâb-ı Ömrüm" adlı kitabında bir araya getirmiştir. Bu kitap, 1934’te Lefkoşa’da basıldı. Halk edebiyatının tanıtılması ile ilgili çalışmalar da yapan Bölükbaşı’nın Ömer Hayyam çevirileri, Tevfik Fikret hakkında incelemesi ve Darülfünun'da vermiş olduğu felsefe derslerinin ders notları kitaplaştırılarak "Felsefe Dersleri" adıyla yayınlanmış olup felsefi açıdan Türk fikir hayatında önemli bir yere sahiptir. Bu eserin transkripsiyonu 2001 yılında Dr. Münir Dedeoğlu tarafından günümüz Türkçesiyle yeniden yayımlanmıştır. ""Abdülhak Hamid ve Mülâhazât-ı Felsefiyesi"" adlı eserini Abdullah Uçman İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları'ndan çıkarmıştır. Bazı hatıraları, (İletişim Yayınları) tarafından ""Biraz da Ben Konuşayım" adı altında yayınlanmıştır. 1- Bu dönemdeki faaliyetleri için bkz. Y. Doğan Çetinkaya, "1908 Osmanlı Boykotu: Bir Toplumsal Hareketin Analizi", (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004). Yine "Canlı Tarihler" (İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1944) serisinin 4. cildinde Selim Sırrı Tarcan bölümüne de başvurulabilir. 2003 İstanbul saldırıları 2003 İstanbul saldırıları, 15 ve 20 Kasım 2003 tarihlerinde, Türkiye'nin İstanbul şehrindeki dört farklı noktada, bomba yüklü ikişer kamyonetin infilak ettirilmesiyle gerçekleştirilen bir dizi intihar saldırısı. 15 Kasım günü yerel saatle 9.30 () civarında Şişli'deki Bet İsrael Sinagogu, 9.34 civarında ise Beyoğlu'ndaki Neve Şalom Sinagogu'nun önünde birer kamyonet infilak etti. Patlamalar sonucunda saldırganlar dâhil 28 kişi öldü, 300'den fazla kişi yaralandı. Olaydan beş gün sonra, 20 Kasım günü, yine bomba yüklü kamyonetlerle 10.55 civarında Beyoğlu'ndaki Birleşik Krallık İstanbul Başkonsolosluğu'na, 11.00 civarında ise Beşiktaş'taki HSBC Genel Merkezi binasına iki farklı saldırı düzenlendi. İkinci saldırılarda 31 kişi hayatını kaybederken 450'nin üzerine kişi yaralandı. Toplamda ise 4 intihar eylemcisi dâhil 59 kişi öldü, 750'den fazla kişi saldırılardan yaralı olarak kurtuldu. Saldırılar sonrasında başlatılan soruşturmalar sonucunda eylemleri el-Kaide'nin Türkiye yapılanmasının gerçekleştirdiği tespit edildi. Dört saldırıyla ilgili olarak Şubat 2004'te 69 sanıkla başlatılan ve yapılan eklemelerle 76 sanığa ulaşan yargı süreci Nisan 2007'de sonuçlandı ve 7'si müebbet olmak üzere 48 sanık çeşitli kademelerde hapis cezalarına çarptırıldı. Örgütün üst düzey yöneticilerinden olduğu öne sürülen ve saldırılar sonrasında Irak'a kaçan bazı isimler burada ölürken bir kısmı ülkedeki güvenlik güçlerince tutuklandı. Yargıtay'ın davada alınan kararları bazı sanıklar yönünden bozması sebebiyle yeniden yapılan yargılama sonrasında ise 16 sanık hakkında çeşitli kademelerde hapis cezalarına hükmedildi. 15 Kasım 2003 günü gerçekleştirilen ilk saldırılar, İstanbul'da bulunan iki sinagoga, Yahudilerce kutsal sayılan ve Şabat olarak adlandırılan cumartesi günü yaşandı. Yerel saatle 09.30 () civarında, Şişli ilçesindeki Nakiye Elgün Sokağı'nda bulunan Bet İsrael Sinagogu'nun önüne park etmiş olan bomba yüklü kamyonet infilak etti. Patlamayla birlikte sinagogda bulunanlar, sokaktakiler ve çevredeki binalarda yer alanlar dahil olmak üzere pek çok kişi hayatını kaybederken sinagog ile çevresinde bulunan binalarda hasar oluştu. İlk patlamadan yaklaşık dört dakika sonra, 09.34 civarında, Beyoğlu ilçesindeki Büyük Hendek Caddesi üzerinde yer alan Neve Şalom Sinagogu'nun yanından geçen bomba yüklü kamyonetin patlamasıyla ikinci bir saldırı gerçekleşti. Patlama sırasında sinagogdaki üç ayrı salonda dua okunmakta, aynı zamanda bir çocuğun Bar Mitsva töreni yapılmaktaydı. Daha önce uğradığı saldırılar sonrasında sinagogun duvarları güçlendirilmiş olduğundan yapı içerisinde fazla hasar olmazken sinagogun dış cephesi ile civardaki binalarda hasar oluştu ve sokakta bulunan kişiler patlamanın etkisiyle hayatını kaybetti. Patlamanın olduğu yerde yaklaşık üç metre çapında ve iki metre derinliğinde bir çukur oluştu. Saldırıların ardından her iki bölgeye de İstanbul Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Daire Başkanlığı, Sağlık Daire Başkanlığı, Yol Bakım Müdürlüğü, Mezarlıklar Müdürlüğü, İGDAŞ ve İSKİ ekipleri gönderildi. Patlama sebebiyle oluşan enkazın altında kalanlar arama-kurtarma ekiplerince çıkarıldı ve çevredeki farklı sağlık kuruluşlarına gönderildi. İsrail'den gelen arama-kurtarma ve kimlik tanımlaması konularında uzman yedi kişilik ZAKA ekibi de patlamalar sonrasındaki çalışmalarda yer aldı. İlk saldırı 10.55 () civarında, Beşiktaş ilçesinin Levent mahallesindeki Büyükdere Caddesi üzerinde yer alan HSBC Genel Müdürlüğü binası önüne park etmiş durumdaki bomba yüklü kamyonetin patlamasıyla gerçekleşti. Bina içinde ve çevresinde bulunan kişilerden ölen ve yaralananlar olurken patlama sonrasında binanın yer üstünde bulunan ilk altı katı kullanılamaz hâle geldi ve yapının ön kısmında hasar oluştu. Binanın içerisinde, patlama olduğu sırada hareket hâlinde bulunan asansör de düştü. Yaklaşık beş dakika sonra, 11.00 civarında Beyoğlu'ndaki Meşrutiyet Caddesi üzerinde bulunan Birleşik Krallık İstanbul Başkonsolosluğu'na doğru hareket eden bomba yüklü kamyonetin infilak etmesiyle ikinci saldırı gerçekleştirildi. Patlama sonrasında ölü ve yaralılar olurken başkonsolosluğun ön bahçe duvarı yoldan geçen araçların üzerine yıkıldı ve bahçesinde yangın çıktı. Başkonsolosluk binasının yanında çevredeki binalar da hasar görürken çevredeki araçlarda da hasar oluştu. HSBC Genel Müdürlüğü binasına gerçekleştirilen saldırı sonrasında olay yerine gelen polis, güvenlik şeridi çekerek delil toplama çalışmalarına başladı. Bölgedeki elektrik ve doğalgaz hatla
rı kesilirken metro seferleri durduruldu. Bina içindeki yaralılar ve diğer personellerin arka kapıdan tahliye edildi. Bölgeye sevk edilen itfaiye, sivil savunma, il sağlık müdürlüğü, polis ve başkonsolosluk görevlileri arama-kurtarma çalışmaları gerçekleştirdi. Polis ise başkonsolosluk çevresine güvenlik şeridi çekti. Gün içerisinde Levent'teki patlamaların olduğu bölgeye gelen İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, İstanbul Valisi Muammer Güler ve İstanbul İl Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah da incelemelerde bulundu. Öte yandan saldırılardan sonraki birkaç saat içerisinde Galleria'ya yapılan bomba ihbarı sonrasında Galleria, Akmerkez ve Carousel tedbir amacıyla boşaltılsa da ihbar asılsız çıktı. Saldırıların gerçekleştiği gün İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü, saat 15.00 itibarıyla ölü sayısının 20, yaralı sayısının ise 257 olduğunu açıkladı. Birkaç saat sonra Sağlık Bakanı Recep Akdağ da ölen kişi sayısının 20 olduğunu ve patlamadan sonra 302 kişinin çeşitli hastanelere başvurduğunu söyledi. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu ise tespit edilen yaralı sayısının 277 olduğunu açıkladı. Akşam saatlerinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından yapılan açıklamayla ölü sayısının 23'e yükseldiği söylense de, bir süre sonra bu sayıyı 20 olarak düzeltti. Ertesi gün İstanbul İl Sağlık Müdürü Erman Tuncer, ölü sayısını 23 olarak tespit ettiklerini ve 4'ünün durumu ağır olmak üzere 71 yaralının hastanedeki tedavisine devam edildiğini bildirdi. 17 Kasım günü olay yerinde bir kadın cesedinin bulunmasıyla 24'e yükselen ölü sayısı, aynı gün, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybeden kişiyle birlikte 25 oldu. İstanbul Valisi Muammer Güler'in 19 Kasım'da yaptığı açıklamada, saldırılar sonucu 25 kişinin öldüğü, yaklaşık 300 kişinin ise yaralandığı belirtildi. 28 Kasım günü İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Halil Yılmaz, saldırılarda toplam 27 kişinin öldüğünü açıkladı. Yaklaşık 3 aydır hastanede tedavi gören bir yaralının 9 Şubat 2004'te ölmesiyle birlikte ölü sayısı 28'e yükseldi. Diğer taraftan Bet İsrael Sinagogu'ndaki patlama sırasında sinagogda bulunan Türkiye Hahambaşısı İsak Haleva elinden yaralanırken Türk Musevi Cemaati Başkanı Bensiyon Pinto olaydan yara almadan kurtulmuştu. Valilikten alınan özel izin sonrasında Türk bayrağına sarılan saldırılarda ölen 6 musevinin cenazesi, Ortaköy Musevi Mezarlığı'nda düzenlenen tören sonrasında, 1986'da Neve Şalom Sinagogu'na düzenlenen saldırıda hayatını kaybetmiş olan 23 kişinin cenazesinin yer aldığı anıt mezarın ön bölümüne defnedildi. Saldırıların gerçekleştiği gün İstanbul Valiliği Asayiş Harekât Merkezi tarafından yapılan açıklamada, HSBC Genel Müdürlüğü binasına yapılan saldırıda 11, Birleşik Krallık Başkonsolosluğu'na yapılan saldırıda ise 16 kişi olmak üzere patlamalar sonucunda saldırganlar dâhil 27 kişinin hayatını kaybettiği ve 450'den fazla yaralı olduğu belirtildi. 24 Kasım'da İstanbul İl Sağlık Müdürlüğünden yapılan yazılı açıklamaya göre saldırılarda yaralananlardan 432'sinin tedavilerinin tamamlanarak taburcu edildiği, 30 yaralının tedavisinin sürdüğü ve bunlardan 6'sının yoğun bakımda olduğu bildirildi. 28 Kasım günü İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Halil Yılmaz, saldırılarda toplam 30 kişinin öldüğünü açıkladı. 13 Ocak 2004'te, tedavi altındaki bir yaralının hayatını kaybetmesiyle ikinci saldırılarda ölen kişi sayısı 31'e ulaştı. İlk patlamada ölenler arasında oyuncu ve seslendirme sanatçısı Kerem Yılmazer, ikinci patlamada ölenler arasında ise Birleşik Krallık'ın Türkiye Başkonsolosu Roger Short da bulunmaktaydı. Muammer Güler, 19 Kasım'daki açıklamasında sinagog saldırılarında Beyoğlu'nda 58 bina üzerinde yapılan incelemede 9 ağır hasarlı, 3 orta hasarlı, 8 az hasarlı bina olduğunu ve 38 milyar TL zarar meydana geldiğini; Şişli'de ise 52 incelenen binanın 7'sinde orta, 12'sinde az hasar olduğunu ve 33 milyar TL'lik zarar meydana geldiğini belirtti. Ayrıca Beyoğlu'nda 15, Şişli'de ise 18 taşıtın kullanılamayacak hâle geldiğini ifade etti. İkinci saldırılar sonrasında Beyoğlu Belediye Başkanı Kadir Topbaş Beyoğlu'ndaki patlamada 38 binanın, Beşiktaş Belediye Başkanı Yusuf Namoğlu ise ilk belirlemelere göre Beşiktaş'ta 75 binanın hasar gördüğünü belirtti. İki saldırıda da Isuzu marka kamyonetin kullanıldığı belirlenirken kamyonetler sırasıyla 34 UHK 68 ve 34 ZR 099 plakaları taşıyordu. HSBC Genel Müdürlüğü binasına yapılan saldırının 34 UVD 06 plakalı, Birleşik Krallık Başkonsolosluğu'na yapılan saldırının ise 34 VCV 25 plakalı 1995 model beyaz renkli kapalı kasa Hino marka kamyonetlerle gerçekleştirildiği tespit edildi. Saldırılarda, amonyum nitrat ve nitroselüloz içeren el yapımı bombaların kullanıldığı belirlendi. Yaklaşık 300-400 kilogram oldukları tahmin edilen bombalar büyük bidonlar içine yerleştirilmiş, bidonlar çuvallara sarılarak kamyonetlere konulmuş ve deterjan paketleriyle kamufle edilmişti. Adli Tıp Kurumu Başkanı Keramettin Kurt, saldırıların gerçekleştiği gün bölgede yapılan incelemede, parçalanmış cesetler arasında Orta Doğulu özellikleri taşıyan iki kişinin üzerinde kablo düzeneği bulunduğunu ve saldırıların intihar saldırısı olabileceğini söyledi. Aynı gün Anadolu Ajansı İstanbul Bölge Müdürlüğünü telefonla arayan bir kişi, saldırıyı İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi adına üstlendiğini söylemiş ve saldırının gerekçesini "Müslümanlara yapılan baskıyı önlemek" olarak sunmuştu. Londra merkezli "el-Kuds el-Arabi" gazetesinin 16 Kasım tarihli sayısında gazeteye, el-Kaide'ye bağlı Ebu Hafsa el-Mısri Tugayları'ndan saldırıyı üstlendiklerine dair bir e-posta geldiği belirtildi. 20 Kasım'daki saldırılar sonrasında ise, 12.40 civarı Anadolu Ajansı İstanbul Bölge Müdürlüğünü arayan bir şahıs, saldırıları el-Kaide ile İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi'nin birlikte gerçekleştirdiğini söyleyerek eylemleri üstlendi. Yakın saatlerde Doğan Haber Ajansı'nı arayan birisinin ise saldırının MDG adlı örgüt tarafından gerçekleştirildiği bilgisini verdiği belirtildi. Ebu Hafsa el-Mısri Tugayları, el-Mücahidun adlı web sitesinde yayımlanan bildiriyle birlikte 20 Kasım'daki saldırıları da üstlendiğini açıkladı. 18 Kasım'da, Bet İsrael Sinagogu'ndaki saldırıyı gerçekleştiren kişinin olay yerinde pasaportu bulunan Mesut Çabuk, Neve Şalom Sinagogu'ndaki saldırı gerçekleştiren kişinin ise Gökhan Elaltuntaş olduğu bilgisi basında yer aldı. İlk saldırıda kullanılan kamyonetin ruhsatının Metin Ekinci, ikinci saldırıdaki kamyonetin ruhsatının ise Ahmet Uğurlu adına kayıtlı olduğu belirlendi. Bingöl'de bulunan Metin Ekinci, 1 Mayıs günü gerçekleşen deprem sonrasında evine hırsız girdiğini ve kimliğinin çalındığını öne sürdü. Saldırıyı düzenleyenlere arabayı temin eden kişilerin Metin Ekinci'nin kardeşi Azad Ekinci ile Ahmet Uğurlu'nun oğlu Feridun Uğurlu'nun olduğu ve her ikisinin de 28 Ekim günü Dubai'ye gittiği bilgisi basında yer aldı. Muammer Güler'in 19 Kasım'daki açıklamasında, saldırıların bomba yüklü kamyonetler tarafından gerçekleştirilen bir intihar saldırısı olduğunun kesinlik kazandığı ifade edildi. Yapılan DNA testi sonucunda ise saldırıyı gerçekleştirenlerin Mesut Çabuk ile Gökhan Elaltuntaş olduğunun doğrulandığını söyledi. Güler ayrıca, saldırıların hedefi, şekli ve saldırıyı gerçekleştiren kişilerin bağlantıları göz önüne alındığında el-Kaide'nin dünya genelindeki diğer saldırılarıyla paralellik gösterdiğini belirtti. Yapılan DNA testi sonucunda başkonsolosluk saldırısını düzenleyen kişinin, 15 Kasım'daki Neve Şalom Sinagogu'na gerçekleştirilen saldırıda kullanılan kamyoneti temin eden Feridun Uğurlu olduğu saptandı. HSBC Genel Müdürlüğü binasına yapılan saldırıyı gerçekleştiren isim ise en başta kesin olarak tespit edilemedi ve basında bu saldırganın Habib Aktaş olduğu öne sürüldü. Kasım ayı sonunda, yapılan DNA testi sonucunda Levent'teki saldırıyı düzenleyen kişinin İlyas Kuncak olduğu tespit edildi. Kamyonetlerin motor ve şasi numaralarından HSBC Genel Müdürlüğü'ne yapılan saldırıda kullanılan kamyonetin Yüksel Çelebi, Birleşik Krallık Başkonsolosluğu'na yapılan saldırıda kullanılan kamyonetin ise Cahit Öztürk adına tescilli olduğu belirlendi. Her iki saldırıyı gerçekleştiren isimlerin de el-Kaide'nin Türkiye yapılanmasına mensup olduğu belirlendi. Saldırılarla alakalı olarak açılan davanın iddianamesinde; ilk kamyoneti satan Murat Aydaş'ın, araç tescil dosyasında Yüksel Çelebi adına düzenlenmiş nüfus cüzdanındaki fotoğraftan Feridun Uğurlu'yu teşhis ettiği, aracı satın almaya geldiğinde yanında olan kişinin de İlyas Kuncak'a benzediğini söylediği bilgisi yer aldı. Diğer kamyonetin trafik işlemlerini yapan Aydın Temizel'in de, işlemler için vekalet aldığını söylediği Cahit Öztürk ile emniyette yüzleştirildiği; ancak Öztürk'ü teşhis etmediği kaydedildi. İddianameye göre Öztürk ise nüfus cüzdanı ve sürücü belgesini telefon hattı alması için Feridun Uğurlu'ya verdiğini ve Uğurlu'nun Cahit Öztürk adına aldığı pasaportta da kendi fotoğrafının bulunduğu ifade etmişti. İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü, 19 Kasım günü 8 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınan kişilerden Süleyman Uğurlu, İsmail Duru, Osman Eken, Metin Ekinci ve Mehmet Helvacı el-Kaide ile bağlantılı olduğu gerekçesiyle tutuklanıp Bayrampaşa Cezaevi'ne gönderilirken diğer iki kişi serbest bırakıldı. Balıkesir, İstanbul ve Mardin illerindeki yedi farklı noktada yapılan operasyonlarda yakalanan 18 zanlıdan Yusuf Dural, Cemile Aktaş ve Mediha Yıldırım 26 Kasım günü tutuklandı, kalan 15 zanlı ise serbest bırakıldı. 27 Kasım günü, "yasa dışı İmamlar Birliği örgütü üyesi oldukları" gerekçesiyle Ziya Çelik, İbrahim Yerli, Bülent Yıldız ve Ahmet Aslanoğlu tutuklandı. Aynı gün İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Halil Yılmaz tarafından yapılan açıklamada, iki farklı gün gerçekleşen saldırılarla bağlantısı olduğu öne sürülen 51 kişinin gözaltına alındığı ve 18 kişinin tutuklandığı belirtildi. Jandarma Genel Komutanlığından 30 Kasım'da yapılan açıklamada, dört saldırıyla bağlantısı olduğu öne sürülerek Suriye'de yakalanan 22 kişinin Türkiye'ye iade edildiği bilgisi yer aldı. Türkiye'ye gelen 20 kişi so
rgulanmalarının ardından Hatay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından serbest bırakılırken Hilmi Tuğluoğlu 4 Aralık'ta "yasa dışı örgüte yardım" suçlamasıyla tutuklandı. İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Halil Yılmaz 30 Kasım günü, Bet İsrael Sinagogu'na yapılan saldırıda istihbarat ve gözcülük yaptıktan sonra eylem talimatı veren kişinin Yusuf Polat olduğunu ve önceki gün tutuklandığını açıkladı. Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı nezaretinde yapılan olay yeri tatbikatı kapsamında Bet İsrael Sinagogu'na düzenlenen saldırının gerçekleştirildiği yere getirilen Polat, saldırı sabahı keşif yaptığı sırada sinagogun ana girişinin bulunduğu sokağın müsait olmaması üzerine saldırgan Mesut Çabuk'a telefon açarak sinagogun arka kapısını kullanması yönünde talimat verdiğini, saldırıdan 10 dakika kadar önce bölgeden ayrıldığını ve Neve Şalom Sinagogu'na düzenlenen saldırıdan haberi olmadığını söyledi. Polat'ın 25 Kasım günü, sahte bir pasaportla İran'a geçmek isterken Gürbulak Sınır Kapısı'nda yakalandığı belirtildi. Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde yapılan sorgulamanın ardından "anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs etmek" suçlamasıyla tutuklanarak Bayrampaşa Cezaevi'ne gönderildi. Polat ile birlikte gözaltına alınan beş kişi ise serbest bırakıldı. Kendisine yapılan sorgulamada Yusuf Polat, örgütün lideri Habib Aktaş ile Azad Ekinci'nin, el-Kaide'nin ikinci adamı Eymen ez-Zevahiri ile birebir görüştüğünü söylemişti. 20 Kasım'daki saldırılar sonrasında, dört saldırıyı da el-Kaide'nin Türkiye yapılanmasına mensup 10 kişilik grubun gerçekleştirdiği tespit edildi. Daha önceleri, 15 Kasım'daki saldırılardan 15 gün önce Dubai'ye gittiği iddia edilen Feridun Uğurlu'nun, yapılan DNA testleri sonucunda, 20 Kasım'da Birleşik Krallık Başkonsolosluğu'na gerçekleştirilen saldırıyı gerçekleştirilen isim olduğu belirlendi. Yapılan soruşturmalarda, eylemleri gerçekleştiren grubun bombacısı olarak tespit edilen ve Hakkâri'de yakalanan Fevzi Yitir'in gösterdiği depoda yapılan aramada patlayıcı hammaddesi, kablolar ve çeşitli işlemler sonucunda patlayıcıya dönüştürülebilen aseton, oje ve ruj gibi kozmetik malzemeleri bulundu. Soruşturmalar sonucunda grubun asıl bombacısının ise Gürcan Baç olduğu belirlenmişti. Saldırılarla ilişkisi olduğu iddiasıyla gözaltına alınan 10 kişiden Murat İdrak, Bülent Tozoğlu ve Ahmet Özaydın "yasa dışı örgüte üye olmak", Harun Gecü "yasadışı örgüte yardım ve yataklık etmek" suçundan 2 Aralık'ta; gözaltına alınan 3 kişiden Mustafa Atlıhan "yasadışı örgüte üye olmak" suçundan 5 Aralık'ta; gözaltına alınan 7 kişiden Tarkan Kalaycı, Hakan Çalışkan ve Burhan Perk "yasadışı örgüt üyesi olmak ile yardım ve yataklık etmek" suçundan 7 Aralık'ta; gözaltına alınan 2 kişiden Nurettin Gündüz 11 Aralık'ta; gözaltına alınan 5 kişiden Ramazan Tahta "yasadışı örgüte üye olmak" suçundan 12 Aralık'ta; Fevzi Yitiz 14 Aralık'ta; Muhammedül Emin Bastın "yasadışı örgüt üyesi olmak" suçundan 15 Aralık'ta; Adnan Eröz "anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs" suçundan 18 Aralık'ta; Mehmet Kuş "yasadışı örgüt üyelerine yardım ve yataklık yapmak" suçundan 22 Aralık'ta; Ahmet Demir "yasadışı örgüte üye olmak" suçundan 2 Ocak 2004'te, Seçkin Mandacı, Ümit Bayrak ve Evren Hıdıroğlu ise 8 Ocak'ta tutuklandı. Afganistan'daki el-Kaide kamplarında eğitim aldığı yönünde beyanda bulunan Yitiz, saldırılarda kullanılan bombaları hazırlayanlardan biri olduğunu, intihar saldırılarını gerçekleştiren kişileri kendisinin bulduğunu ve saldırı emrini Habib Aktaş ile Azad Ekinci'den aldığını itiraf etti. Örgüt üyelerinden olduğu tespit edilen Harun İlhan, 22 Aralık'ta Konya'da düzenlenen bir operasyonda yakalandı ve sonrasında İstanbul'a getirildi. Polis tarafından yapılan sorgulanmasında Neve Şalom Sinagogu'ndaki patlamadan bir hafta önce sinagog ve çevresinde dört gün keşif yaptığını ve Gökhan Elaluntaş ile saldırıdan 20 gün önce yüz yüze, saldırı günü ise üç kez telefonla görüştüğünü söyledi. Örgütün üst düzey isimleri olarak lanse ettiği Azad Ekinci, Gürcan Baç ve Habib Aktaş ile yaptığı toplantıda bu iki sinagogu hedef olarak belirlediklerini ifade etti. Saldırılarla ilgili iddianamenin tamamlanmasından sonra, eylemlerle ilişkisi olduğu gerekçesiyle aranan Engin Vural 7 Nisan 2004'te polise teslim oldu. Suriye asıllı Louai Sakka ile Hamed Obysi ise el-Kaide üyesi olduğu gerekçesiyle Ağustos 2005'te yakalandı ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından tutuklandı. 25 Şubat 2004'te, Devlet Güvenlik Mahkemesi İstanbul Başsavcılığı tarafından 50'si tutuklu 69 sanık hakkında dört saldırıyı da kapsayacak bir şekilde dava açıldı, yakalanamamış olan 9 sanığın dosyaları ise yakalanamadıkları gerekçesiyle ayrıldı. Hazırlanan 128 sayfalık iddianamede sanıklardan 5'inin; Fevzi Yitiz, Adnan Ersöz, Yusuf Polat, Harun İlhan, Osman Eken'in Türk Ceza Kanunu 146. maddesine göre "anayasal düzeni silah zoru ile ortadan kaldırmaya kalkışmak" suçundan ömür boyu ağırlaştırılmış hapis cezasına, 64'ünün ise en ağırı 22,5 yıl olmak üzere çeşitli hapis cezalarına çarptırılmaları istendi. Fevzi Yitiz patlayıcıları hazırlayıp kamyonlara yerleştirmekle, Adnan Ersöz el-Kaide'nin Türkiye yapılanmasının finansal sorumlusu olmakla, Yusuf Polat Bet İsrael Sinagogu saldırısını organize etmekle, Harun İlhan her iki sinagog saldırısına bombalı intihar eylemi talimatını vermekle, Osman Eken bombalı kamyonetlerin hazırlanmasında aktif görev almakla, Süleyman Uğurlu anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkışmak eylemine iştirakle, Metin Ekinci anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüse iştirakle, Seyit Ertul el-Kaide'nin Türkiye yapılanmasının Konya ve Adana sorumlusu olduğu öne sürülerek örgütün özel görevli üyesi ve yöneticisi olmakla, Baki Yiğit ise örgütün kurucu liderlerinden olduğu iddiasıyla suçlanmaktaydı. Dava öncesinde tutuklu bulunan 50 sanıktan 24'ü, 4959 sayılı Topluma Kazandırma Yasası kapsamında af ve ceza indirimi talebinde bulundu. İstanbul 2 Numaralı Devlet Güvenlik Mahkemesi'ndeki davanın ilk duruşması 31 Mayıs'ta, 12 sanığın dinlenmesiyle başladı ve beş güne yayılan beş oturum hâlinde gerçekleştirildi. İlk oturumda, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırıldığı belirtilerek 2845 sayılı "DGM'lerin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun"un halen yürürlükte olmasına karşın bu kanunun dayanağı olan Anayasa'nın 143. maddesi yürürlükten kalkmış olması sebebiyle davanın esasla ilgili herhangi bir işlem yapılmaması ve yeni yasanın beklenmesine hükmedildi. 1 Haziran'da gerçekleştirilen ikinci oturumda da 12 sanık dinlenirken tutuklu durumda bulunan sanıkların tahliye talebi mahkeme tarafından reddedildi. 2 Haziran'daki oturumda 14 sanık dinlenirken tutuklu yargılanan Ahmet Aslanoğlu tahliye edildi. 10 sanığın dinlendiği 3 Haziran'daki dördüncü oturumda, tutuklu sanıklardan Bülent Tozoğlu ile İsmet Alçık'ın tahliyesine karar verildi. 4 Haziran'daki beşinci ve son oturuma ise 18 sanığın katılımıyla ilk duruşma tamamlandı. Öte yandan oturumlar sırasında ayakta duran ve bunun gerekçesini "Müslüman bir kişi olarak laik rejim karşısında oturup kalkmak istemiyorum. Bu durumu temel hak ve özgürlüklerle de bağdaştıramıyorum." sözleriyle ifade eden bazı sanıkların avukatı Abdurrahman Sarıoğlu hakkında, bu söylemleri sebebiyle Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı ile İstanbul Baro Başkanlığına suç duyurusunda bulunuldu. 29 Haziran'da gerçekleşen davanın ikinci duruşmasının ilk oturumunda Serkan Altay tahliye edildi. 30 Haziran'daki ikinci oturum, anayasa ve yasa değişikliği sebebiyle İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi sıfatıyla gerçekleştirildi. Bu oturumda Ziya Çelik tahliye edildi. 12 tutuklu sanığın dinlendiği 1 Temmuz'daki üçüncü oturumda Ahmet Aydoğmuş, Ahmet Özaydın, Badettin Yıldırım, Hıdır Elibol, Harun Gecü ve Mehmet Kuş serbest bırakıldı. 2 Temmuz günü yapılan duruşmanın son oturumunda 16 tutuksuz sanığın ifadesi alındı. 13 Eylül 2004'te gerçekleşen üçüncü duruşmada Fevzi Yitiz, Adnan Ersöz, Yusuf Polat, Harun İlhan, Osman Eken, Süleyman Uğurlu, Metin Ekinci, Seyit Ertul ve Baki Yiğit'in ifadeleri alındı. Duruşmada Harun İlhan, Türkiye'deki eylemlerin sorumluluğunun Habib Aktaş başkanlığında Gürcan Baç ve kendisine ait olduğunu ve el-Kaide'ye bağlı olduklarını itiraf etti. lk hedeflerinin Alanya'daki İsrail'e ait bir askerî gemi olduğunu; ancak uygunsuz hava şartları sebebiyle eylemin sinagoglarla sınırlı kaldığını anlatan İlhan, Amerika Birleşik Devletleri Konsolosluğu'nun yeni taşındığı ve yeri müsait olmadığı için burada bir eylem yapmaktan vazgeçtiklerini ifade etti. Adnan Ersöz, 2003 yılında Pakistan'da Ebu hafs adlı el-Kaide üyesiyle görüştüğünü ve Ebu Hafs'ın kendisine, Habib Aktaş'ın saldırılarda kullanılmak üzere talep ettiği $150.000 kadar para talebinin karşılandığını söylediğini belirtti. Ebu Hafs'dan, CIA tarafından yakalanan Halid Şeyh Muhammed'in bu para meselesinden haberi olduğunu, konuşursa Türkiye'dekilerin tehlike içinde bulunacaklarını öğrendiğini söyleyen Ersöz, bunun üzerine Aktaş'ı uyarmak üzere Türkiye'ye dönerek Aktaş'a durumu anlattığını, Aktaş ile olan görüşmesinde ise Aktaş'ın parayı, Suriyeli Alaaddin'den aldığını öğrendiğini söyledi. Ersöz, patlamaları İnternet üzerindeki haberlerden öğrendiğini ve olaylarla herhangi bir ilişkisi olmadığını, eşinin gözaltına alındığını öğrendikten sonra ise Türkiye'ye dönerek teslim olduğunu belirtti. el-Kaide üyelerinden Alaa Fettahi tarafından verildi. Saldırılarda kullanılan patlayıcı yüklü kamyonetleri Habib Aktaş hazırlarken sanıklar Fevzi Yitiz ve Gürcan Baç da Aktaş'a yardımcı oldu. Duruşmalarda gizlilik kararı alınması ve yayın yasağı konulması talebi ise mahkeme heyetince reddedildi. 22 Kasım'daki duruşmada, tutuklu sanıklar Zafer Mert, Güngör Mandacı ile tutuksuz sanık Ömer Öztürk hakkında açılan dava dosyası, hukuki ve fiili bağlılık bulunduğu gerekçesiyle bu davayla birleştirilmesi kararı çıktı. Aynı duruşmada tutuklu sanıklardan Memiş Arlı ile Burhan Perk'in tahliyelerine karar verildi. 14 Şubat 2005'teki duruşmada Cemile Aktaş ile Mediha
Yıldırım, Mehmet Helvacı, Abdullah Demir, Yusuf Dural, Ahmet Selami Demir, Hüseyin Suat Öz ve Muhammedül Emin Bastın'ın tahliyesi kararı çıktı. Duruşmadaki ifadesinde Harun İlhan, eylemleri turizmin yoğun olduğu yaz aylarında yapmayı planlasalar da bombaları hazırlayamadıklarından dolayı daha geç gerçekleştirdiklerini, amaçlarının sinagogların yıkılması olduğunu ve istedikleri sonuçları alamadıklarını söyledi. Sanıklardan Hüseyin Suat Öz, Kasım ayında Konya'da "el-Kaide üyesi olmak" iddiasıyla tekrar tutuklandı. 4959 sayılı Topluma Kazandırma Kanunu'nundan yararlanmak için 22 sanığın yaptığı başvuruyla ilgili Emniyet Genel Müdürlüğünün görüşlerini içeren rapor, 22 Şubat 2005'te İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına ulaştı. Hiçbir sanığın bu kanundan yararlanamayacağı belirtilirken Adnan Ersöz, Seyit Ertul ve Seçkin Mandacı'nın örgütün üst düzey yöneticisi konumunda olması, 7 sanığın verdiği bilgilerin doğru olsa da bu kişilerin de yaptıkları eylemlerin kanunun yürürlüğe girmesinden sonra gerçekleşmesi, 11 sanığın ise verdiği bilgilerin örgütün dağılması ve meydana çıkarılmasına yeterli olmadığı gerekçe olarak gösterildi. 11 Nisan'daki duruşmada Harun İlhan, gözaltında bulunduğu dönemde işkence gördüğünü öne sürerken aranan sanıklardan Saadettin Aktaş ile Burhan Kuş'un Irak'taki Ebu Gureyb Cezaevi'nde tutuklu olduğu bildirildi. 27 Haziran'daki duruşmada esas hakkındaki görüşlerini açıklayan İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz; Harun İlhan, Fevzi Yitiz, Adnan Ersöz ve Yusuf Polat'ın lehlerine olduğu için eski Türk Ceza Kanunu'’nun 146. maddesinin 1. fıkrası uyarınca “"Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı değiştirmeye cebren teşebbüs etmek"’’ suçundan müebbet ağır hapis, örgütün Konya yapılanmasının sorumlusu olduğu ileri sürülen Seyit Ertul ile Usame bin Ladin ile yapılan görüşmede eylemlerin yapılması kararında yer alan Baki Yiğit'in yeni Türk Ceza Kanunu'nun 314. maddesinin 1. fıkrası uyarınca "yasadışı örgütün yöneticiliğini yapmak" suçundan 15 ile 22,5 yıl arasında ağır hapis, 18 sanığın yine lehe olduğu için eski Türk Ceza Kanunu'nun 169. maddesi uyarınca "yasadışı örgüte yardım ve yataklık etmek" suçundan 4,5 ile 7,5 yıl arasında ağır hapis, 15 sanığın yeni Türk Ceza Kanunu'nun 314. maddesinin 2. fıkrası uyarınca "yasadışı örgüte üye olmak" suçundan 7,5 yıldan 15'er yıla kadar ağır hapis, 1 sanığın "6136 sayılı Ateşli Silahlar Kanunu'na muhalefet etmek" suçundan 1 ile 3 yıl arasında cezasına çarptırılmalarını, kalan sanıkların ise beraatını istedi. 24 Ocak 2006'daki duruşmada, savcı değişikliği yapılıp Zekeriya Öz'ün yerine atanan Süleyman Ersöz'ün esas hakkındaki mütalaasını hazırlaması amacıyla erteleme kararı çıktı. 20 Mart 2006'da, Louai Sakka ve Hamed Obysi hakkında açılan davanın, İstanbul'daki bombalı saldırılarla ilgili dava ile birleştirilmesine karar verildi. Aynı gün ana davadaki tutuklu sanıklardan Ümit Bayrak, Güngör Mandacı, Evren Hıdıroğlu, Seçkin Mandacı ve Tarkan Kalaycı; 22 Mayıs'taki duruşmada ise Ramazan Tahta, Süleyman Uğurlu, Zafer Mert ve Metin Ekinci tahliye edildi. 4 Ağustos'ta yapılan duruşmada ilk kez Sakka'nın ifadesi alındı. Antalya'ya gelen İsrail askerî gemilerine yönelik bir saldırı için Türkiye'ye geldiğini belirten Sakka, elektrik kontağı sebebiyle evinde yangın çıktığını, eve gelen polislerin planlarını öğrendiğini, İstanbul'daki saldırılarla ilgisi olmadığını ve sivillerin öldürülmesine karşı olduğunu ifade etti. 14 Kasım'daki duruşmada Sakka ve Obysi ile ilgili esas hakkındaki görüşlerini açıklayan Cumhuriyet Savcısı Süleyman Ersöz, Sakka'nın "cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyet Anayasası'nın ön gördüğü düzeni kaldırmaya teşebbüs" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis, "tehlikeli maddeleri izinsiz bulundurmak", "resmî evrakta sahtecilik" ve "genel güvenliğin taksirle tehlikeye sokulması" suçlarından da 9 ila 26,5 yıl arasında hapis, Obysi'nin ise "suç işlemek amacıyla oluşturulan örgüte üye olmak", "tehlikeli maddeleri izinsiz bulundurmak", "resmî evrakta sahtecilik" ve "genel güvenliğin taksirle tehlikeye sokulması" suçlarından 15 ila 35,5 yıl arasında hapis cezasına çarptırılmasını talep etti. Aynı duruşmada ayrıca Mustafa Atlıhan, Şükrü Hakan Yiğit, Halil Ökçe, Ahmet Demir, Nurettin Gündüz, Servet Özcan, Abdülmenaf Dağaç, Mehmet Yılmaz, Suat Sarman, Hayrettin Basınlı, Cahit Öztürk, Ali Yaman, Murat İdrak ve İsmail Duru'nun tahliyesine karar verildi. Yapılan eklemelerle birlikte 76 sanığa ulaşan ve 16 Şubat 2007'de sonlanan davanın gerekçeli kararı Nisan 2007'de açıklandı. 7'si müebbet olmak üzere 48 sanık çeşitli hapis cezalarına çaptırıldı, 26 sanık ise beraat etti. Gıyabi tutuklu olan Habib Aktaş ile Gürcan Baç ise dava devam ederken ölmüştü. Sanıklar ve haklarında verilen kararlar şu şekildeydi: 2009 Haziran'ında Yargıtay 9. Ceza Dairesi, davada alınan kararların bazılarını sanıklar yönünden onaylarken bazılarını sanıklar yönünden bozdu. Niyazi Karadaş, Onur Şengül, Metin Bak, Selami Özdoğan, İsmail Adıgüzel ve Muhammedül Emin Bastın'ın beraatlarına ilişkin kararı "eksik soruşturma" sebebiyle; Ziya Çelik, Bülent Uzun, Ufuk Korkmaz, Birol Çoruh ve İrfan Kavak hakkındaki beraat kararları "delillerin değerlendirilmesinde yanılgıya düşüldüğü" sebebiyle, Ali Üzüm hakkında verilen beraat kararı "el-Kaide terör örgütünün Türkiye yapılanmasıyla ilgili bağlantılarının belirlenmesi" istemiyle, Cemile Aktaş hakkındaki mahkumiyet kararı "delillerin takdirinde yanılgıya düşüldüğü ve üzerine atılı suçun oluşumunda manevi unsurun oluşmadığı" sebebiyle; Metin Ekinci hakkında verilen mahkumiyet kararı "silahlı terör örgütüne yardım suçunu oluşturduğu gözetilmeden suç vasfında yanılgıya düşülerek hüküm kurulması" sebebiyle; Servet Özcan hakkındaki mahkumiyet kararını "bomba imalinde kullanılan malzemeleri evinde saklamaktan ibaret eyleminin silahlı terör örgütüne yardım suçunu oluşturduğu dikkate alınmadan suç niteliğinde yanılgıya düşülerek hüküm kurulması" sebebiyle; Hüseyin Suat Öz'e verilen mahkumiyet kararı "Öz'ün eylemlerinin terör örgütüne yardım suçunu oluşturması" sebebiyle; Louai Sakka'nın "patlayıcı madde imal etme, taksirle yangına neden olma ve sahtecilik suçlarından cezalandırılması gerekirken bu suçlardan hüküm kurulmasına yer olmadığına karar verilmesi sebebiyle; Hamed Obysi hakkında ise "sahte kimlik kullanmak" suçundan verilen cezada artırıma gidilmesi sebebiyle yeniden yargılanma kararı verildi. 26 sanıkla tekrar başlanan dava Nisan 2013'te sonuçlandı. Louai Sakka'nın "tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması", "resmî belgede sahtecilik", "taksirle yangına neden olmak" suçlarından 9 yıl 6 ay hapis ve 18 bin lira adli para; Baki Yiğit'in "silahlı terör örgütü yöneticisi olmak" ve "resmî belgede sahtecilik" suçlarından 20 yıl 6 ay hapis; Seyit Ertul'un "ruhsatsız silah bulundurmak" suçundan 6 ay, Hakan Yiğit'in aynı suçtan 5 ay hapis; Hamed Obsysi'nin "resmî belgede sahtecilik" ve "taksirle yangına neden olmak" suçlarından 2 yıl 11 ay hapis; 11 sanığın "terör örgütüne üye olmak" suçundan 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılmalarına; Cemile Aktaş, Feyzullah Birışık ve diğer 1 sanığın beraatına; Metin Ekinci, Servet Özcan, Hüseyin Suat Öz ve Süleyman Uğurlu hakkındaki davanın zaman aşımı sebebiyle düşürülmesine, 3 sanık hakkındaki davanın ise ayrılmasına hükmedildi. Esas davanın iddianamesinin tamamlanmasından sonra polise teslim olan Engin Vural hakkında yapılan soruşturmalar Nisan 2004'te tamamlandı ve zanlı hakkında "yasa dışı silahlı terör örgütüne üye olmak" suçundan 15 yıldan 22,5 yıla kadar hapis cezası istemiyle tutuksuz yargılanmak üzere dava açıldı. Bu dava daha sonra esas davayla birleştirildi. tutuklu sanıklar Zafer Mert, Güngör Mandacı ile tutuksuz sanık Ömer Öztürk hakkında açılan dava dosyası da 22 Kasım 2004'te esas davayla birleştirildi. Ağustos 2005'te yakalanan ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından tutuklanan Louai Sakka ile Hamed Obysi hakkında yürütülen soruşturma sonrasında hazırlanan iddianame Şubat 2006'da tamamlandı. İddianamede Sakka'nın, İstanbul'da düzenlenen saldırıların sorumlusu olduğu ileri sürülerek ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına, Obysi'nin ise "yasadışı örgüte üye olmak", "izinsiz patlayıcı madde imal ve ithal etmek" suçlarından 35 yıla kadar hapis cezasına çarptırılması talep edildi. İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nde açılan davanın 20 Mart 2006'daki duruşmasında, bu dava ile İstanbul'daki bombalı saldırılarla ilgili davanın birleştirilmesine karar verildi. Saldırılarla ilişkileri olduğu iddiasıyla Suriye'de yakalanmalarının ardından Türkiye'ye iade edilen Hilmi Tuğluoğlu ile eşi Leyla Tuğluoğlu'na Ankara 1 numaralı Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde, Türk Ceza Kanunu'’nun "‘yasa dışı örgüte yardım ve yataklık" suçunu düzenleyen 169. maddesi ve Terörle Mücadele Yasası'nın artırım öngören 5. maddesi uyarınca 7,5'ar yıla kadar hapis cezasıyla dava açıldı. İstanbul'da sürdürülen soruşturmalar dolayısıyla dosya İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilse de yetkisizlik kararı verilerek dosya Ankara'ya döndü. Sanıklar, 25 Mart günü yapılan ilk duruşmada tahliye edildi. Ankara 1 numaralı Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde, 25 Mart 2004 günü gerçekleştirilen ve iki isme ek olarak Mustafa Ömer Hız'ın da sanık olarak yer aldığı ilk duruşmada Tuğluoğlu tahliye edildi. 20 Temmuz 2004'teki duruşmada ise dava, tüm sanıkların beratıyla sonuçlandı. Ekim 2012'de Türkiye'ye iade edilen Burhan Kuş'un yargılanmasına Aralık 2013'te, İstanbul 22. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlandı. Nisan 2015'te İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nde tamamlanan davada, Kuş'un "Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın tamamını veya bir kısmını ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek" suçundan müebbet hapis cezasına çarptırılması kararı alındı. Guantanamo Kampı'nda tutuklu bulunan el-Kaide'nin üst düzey yöneticilerinden Halid Şeyh Muhammed; Mart 2007'de başlayan Savaşçı Statüsünün Gözden Geçirilmesi Mahkemesi'ndeki duruşmalarda, Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı tarafından yayımlanan mahkeme tutanaklarına göre s
aldırıların finansal desteğini gerçekleştirdiğini itiraf etti. Şubat 2005'te, Irak'ta, bir kimlik kontrolü sırasında yakalanan Burhan Kuş ve Sadettin Aktaş (Habib Aktaş'ın kardeşi), koalisyon güçlerinin kontrolündeki Ebu Gureyb Cezaevi'ne konuldu. Türk makamlarının iade talebi sonrasında Ekim 2012'de Kuş'ın Türkiye'ye iadesi gerçekleştirildi. Habib Aktaş, 2004 Eylül'ünde Irak'ta, Amerikan kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen hava saldırısında öldürüldü. Azad Ekinci, 14 Aralık 2004'te, Irak'ın el-Halidiye şehrindeki bir polis karakoluna düzenlediği intihar saldırısı sonucu öldü. Gürcan Baç, Şubat 2005'te Irak'ın Felluce şehrinde girdiği çatışmada hayatını kaybetti. Temmuz 2005'te ise Abdulkadir Karakuş ve Muhammet Tokaç'ın da Irak'taki Ebu Gureyb Cezaevi'nde tutuklu olduğu açıklandı. Türk Musevi Cemaati 28 Ekim 2013'te, saldırılar sonrasında devlet tarafından aldıkları ödenekler ve sinagogların tadilatları için harcanan masrafları konu alan bir açıklama yaptı. Açıklamaya göre hasar gören sinagoglar için Beyoğlu Musevi Hahamhanesi Vakfı'na 28 Ocak 2004'te 66.766,50 ve 14.189, 16 Mayıs 2011'de 620.725; Neve Şalom Sinagogu Vakfı'na 28 Ocak 2004'te 1.491,60 ve 40.906,80 ödeme yapıldı. Neve Şalom Sinagogu'nun tamiratı ve güçlendirilmesi için 175.661,70 masraf yapılırken İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Yönetim Kurulunun 25 Haziran 2008'deki toplantısında yapılan görevlendirme kararı ile hazırlanan teknik rapor doğrultusunda sinagogun güçlendirilmesinin mümkün olmadığı, yapının kültür varlığı yönünden de bir değer ifade etmediği hususu dikkate alınarak yıkılması ve yeniden inşa edilmesinin statik yönden zorunlu olduğu görüş ve kanaatine varıldığından Bet İsrael Sinagogu'nun ek binası yıkılarak tekrar yapıldı. Ancak bu süreçte sinagogun "korunması gerekli kültür varlığı" olarak tescil edilmiş olması sebebiyle ek binanın tekrar inşası için Anıtlar Kurulundan izin alınması gereği doğdu. Alınan izinler sonrasında ek bina tekrar inşa edildi ve masrafların ödenmesi için İstanbul Valiliğine başvuruldu. İstanbul Valiliği Zarar Tespit Komisyonu Başkanlığı tarafından sinagogun ek binasında 764.835 zarar doğduğu bundan daha önce ödenen tazminatın düşülmesi sonucunda 620.725 ödenmesine karar verildi ve bu ödeme 16 Mayıs 2011'de gerçekleşti. Saldırılarla ilgili soruşturmayı yürüten İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığının başvurusu üzerine İstanbul Nöbetçi 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesinde 18 Kasım günü alınan karar doğrultusunda, saldırılara ilişkin hazırlık tahkikatı ve toplanan delillerle ilgili sürdürülen çalışmaların yayınlanmamasına ilişkin yayın yasağı konuldu. İkinci saldırıların gerçekleştiği gün aynı mahkeme tarafından alınan kararla bu eylemlerle ilgili de yayın yasağı getirildi. 20 Kasım'daki saldırılar sonrasında ülkedeki bazı Amerikan tesisleri çalışanlarına izinli oldukları tebliğ edildi ve bazı kurumlarda güvenlik önlemleri arttırıldı. Aynı gün British Airways Atatürk Havalimanı dışındaki ofislerini, Citibank ise ülkedeki tüm şubelerini yalnızca bir günlüğüne kapattığını duyurdu. Saldırıların yaşandığı gün işlemleri geçici olarak durduran İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, 21 Kasım'da da işleme kapalı olma kararı aldı. 20 Kasım'da UEFA, Galatasaray ile Juventus arasında 25 Kasım'da İstanbul'da oynanması planlanan UEFA Şampiyonlar Ligi maçının, saldırılar sebebiyle 2 Aralık'a ertelendiğini duyurdu. 25 Kasım'da ise UEFA, Galatasaray'ın Juventus ile 2 Aralık'ta, Beşiktaş'ın ise Chelsea ile 9 Aralık'ta İstanbul'da oynayacağı UEFA Şampiyonlar Ligi maçlarının Türkiye dışındaki başka bir ülkede oynanması kararı aldığını açıkladı. Her iki maç da Almanya'da oynandı. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Walter Schwimmer tarafından konsey adına personele gönderilen bir mesajda, 2003 yılı sonuna kadar Türkiye'de yapılması planlanan ve hangileri olduğu açıklanmayan bazı faaliyetlerin ileri bir tarihe ertelenme kararı alındığı duyuruldu. Yazıda ayrıca personelin resmî nitelikli Türkiye ziyaretlerinde de özel izin alınması gerektiği belirtilmekteydi. Piramit (geometri) Piramit, üçgen yüzeyler tek bir tepede birleşmek üzere "n"-köşeli bir çokgensel bir tabana oturtulmuş "n"-kenarlı polihedrondur. Piramitlerin şekilleri tabanlarına göre değişir. Örneğin tabanı dörtgen olan bir piramitin 4 yüzeyi vardır. A taban alanı, h tabandan tepeye uzaklık olmak üzere bir piramitin hacmi V formula_1 olarak hesaplanır. Piramidin yan yüz yüksekliği y olarak adlandırılır. Alanı=A+Yanal alandır. Yan yüz yüksekliği ise yükseklik ile yarıçapın oluşturduğu dik üçgenin hipotenüsüdür. Örneğin, yarıçapa r dersek, y=h+r Yanal alanı ise= (Taban çevresi x yan yüz yüksekliği) /2'dir. Jonas Salk Jonas Edward Salk (28 Ekim 1914, New York - 23 Haziran 1995, Kalifornya), ABD'li hekim ve bakteriyolog. Çocuk felci aşısını bulan kişidir. 1914 yılında New York’ta dünyaya geldi. Göçmen bir Yahudi ailenin çocuğu idi. New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tıp öğrenimi gördü. 1939’da sosyal hizmet görevlisi Donna Lindsay ile evlendi, bu evlilikten üç çocuk sahibi oldu. Tıp tahsilini yaptıktan sonra kendisini virüs araştırma çalışmalarına verdi. Önce Michigan Üniversitesi’nde, ardından Pittsburgh Üniversitesi’nde Virüs Araştırma Laboratuvarı’nda çalıştı. Çocuk felci dahil birçok konuda bilimsel makaleler yazdı. 1947 senesinde bakteriyoloji profesörü oldu. Aynı sene Virüs Araştırma Merkezi'nin Başkanlığı görevi de verildi. Dr. J. Salk buradaki çalışmaları sırasında maymun böbreği dokularında polyo (çocuk felci) virüslerini üretmeyi başardı. 1952 yılında ABD, tarihinde görülen en korkutucu çocuk felci salgını ile karşı karşıya kalmıştı: 57.628 çocuk felci vakası yaşandı. Salk, salgından iki yıl sonra formaldehitle öldürülmüş virüsten aşı elde etmeyi başardı. İlk olarak kendi karısı ve üç çocuğunu medya önünde aşıladı. Ardından 1954 ve 1955 yıllarında yapılan geniş çapta tecrübeler, aşının çocuk felcine etkili olduğunu kesin olarak gösterdi. Dr. Salk, ülke çapında kahraman ilan edildi. 1957 yılına gelindiğinde, Salk’ın aşısı sayesinde ABD’de görülen çocuk felci vakaları %80-90 oranında azaltılmıştı. Salk, bulduğu çocuk felci aşısı için patent çıkarmamıştır. Eğer patent çıkarsaydı 7 milyar dolar kazanç sağlayabilirdi. O insanları kurtarmayı seçti. Salk, 1957’de deneysel tıp alanında profesör oldu. 1960’ta La Jolla, Kaliforniya’da Salk Biyolojik Çalışmalar Enstitüsü’nü kurdu; kendisini multiple sclerosis ve kanser araştırmaların a verdi. 1968’de sonlanan ilk evliliğinin ardından 1970’de Françoise Gilot (ressam Picasso’nun ilk eşi ve iki çocuğunun annesi) ile ikinci evliliğini yaptı. 1970’lerde bilim ve bilimin sosyal rolü hakkında kitaplar yazdı. 1977’de Başkan Özgürlük Madalyası ile ödüllendirildi. 23 Haziran 1995’de San Diego’da kalp rahatsızlığı nedeniyle hayatını kaybetti. Tim Berners-Lee Sör Tim Berners-Lee (d. 8 Haziran 1955, Londra), İngiliz bilgisayar profesörü. 1989'da CERN laboratuvarlarında HTML işaretleme dilini geliştirerek Dünya Çapında Ağ (WWW) olarak da tanımlanan bilgi paylaşım sistemini kurmuştur. Web'in babası kabul edilir. Aynı zamanda ilk Ağ tarayıcısı yazılımını, 1990 yılında, geliştirmiştir. 1994 yılında Ağ ile ilgili standartları dünya çapında belirleyecek açık bir kurum olan W3C'yi kurmuştur, halen de başkanlığını yapmaktadır. Oxford Üniversitesine gitti ve Fizik dalında diplomasını aldı. HTML kodunu daha çok tanıtabilmek için John Pool's Image kampanyasında işe girdi. 2004 yılında Southampton Üniversitesinden kendine sunulan araştırma pozisyonunu kabul etti. Ancak şu an İngiltere başkanı Gordon Brown'in istegiyle İngiliz hükümetinin internet projesi üzerinde çalışmaktadır. İnsanlık kültürüne katkılarından ötürü 2004 yılında kendisine İngiltere Kraliçesi tarafından sör (sir) unvanı verilmiştir. Berners-Lee, şu anda World Wide Web Consortium'un (W3C) başkanı, MIT'de kıdemli araştırmacı ve Southampton Üniversitesi'nde bilgisayar bilimleri profesörüdür. Ünlü Sözü ; "İnternetteki gezintiniz Dünyayı etkiliyor" Kütük (bilişim) Kütük (İng. ""), bilgisayarlarda her işlemin kaydedildiği belgelere denir. TDK'ya göre bir arada işlenen ve birbirleriyle ilgili olan kayıtların tümüne verilen addır. Kütük bilgileri günlük dosyasına yazılır. Kerem Tunçeri Mehmet Kerem Tunçeri (d. 14 Nisan 1979, İstanbul), Türkiye Basketbol 1. Ligi takımlarından Acıbadem Üniversitesi forması giyen Türk profesyonel basketbolcudur. 1.91 boyunda 86 kg ağırlığındaki Tunçeri, Oyun kurucu ve Şutör gard pozisyonlarında oynamaktadır. Abisi Kemal Tunçeri de bir basketbolcudur. Galatasaray'da yetişen Kerem, basketbolda en önemli pozisyonlardan biri olan gard mevkiinde hem Türkiye'nin önemli takımlarında hem de Türk millî takımında önemli görevler aldı. Gösterdiği performansıyla Avrupa'nın önde gelen takımlarında forma giydi. 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası'nda maçın bitimine son 3 saniye kala attığı turnikeyle Türkiye millî basketbol takımını finale taşıdı. Tunçeri'nin millî takım ile en büyük başarısı da 2010'daki turnuvada gümüş madalya kazanarak geldi. Ayrıca Eurobasket 2001'de de millî takım ile gümüş madalya kazanma başarısı gösterdiler. Kerem Tunçeri ile abisi Kemal Tunçeri'nin kurduğu Tunçerispor takımında Türkiye'nin genç yeteneklerini keşfetmeye çalışmaktadırlar. Tunçeri profesyonel kariyerine 1997 yılında TBL'nin önemli takımlarından Galatasaray'da başladı. İlk iki sezonunda bekleneni pek veremese de üçüncü sezonunda iyi bir performans sergileyerek dikkatleri üzerine çekti. 1998-99 sezonunda 20 Mart 1999 tarihinde Efes Pilsen ile oynanılan maçta tam 20 sayı kaydederek kariyer sayı rekorunu kırdı, fakat takımı maçı 69-64 kaybetti. Tunçeri 1998-99'de maç başına 8.5 sayı, 1.6 ribaunt, 2.5 asist ve 1999-20 sezonunda ise 28 dakika sürede 8.6 sayı, 1.3 ribaunt, 2.8 asist ortalamalarıyla oynadı. Oyuncunun 4 Aralık 1999 tarihinde oynanan Fenerbahçe maçında gösterdiği 19 sayılık performansıyla takımına maçı 59-53 kazandıran isim oldu ve bu onun bu sezonda gösterdiği en iyi performansıydı. S
onraki sezon Efes Pilsen gibi hedefleri daha yüksek bir takıma transfer olan Kerem Tunçeri bundan sonraki sezonlarda bulunduğu takımlardaki derin kadro ve ona daha az sorumluluk verilmesiyle birçok otoriteye göre 1999'dan sonra kendini geliştiremedi. Türk oyuncu Efes'teki ilk sezonunda ligde final oynama başarısı gösterdi, fakat finalde Ülkerspor'a 3-1 kaybederek 2. oldular. Tunçeri normal sezonda Ülkerspor ile oynanan karşılaşmada attığı 19 sayıyla takımına maçı 85-83 kazandırdı. İlk sezonunda ligde maç başına 21 dakika sürede 7.2 sayı, 1.5 ribaunt, 3.0 asist ortalamaları ilk kez mücadele ettiği SuproLeague'de ise 4.9 sayı, 2.0 ribaunt, 2.5 asist ortalamalarıyla oynadı. Efes takımıyla geçirdiği dört sezonluk sürede toplam 3 kez TBL şampiyonluğu kazanma başarısı gösterdi. Millî takımda eleştirilse de Anadolu Efes'in oyun kurucusu olarak rol aldığı şampiyonluklar sonrası 2004-05 sezonunda Ülkerspor'a transfer oldu. Tunçeri'nin 14 Kasım 2004 tarihinde Banvit'e attığı 23 sayı onun kariyer rekorunu kırmasını sağladı. Sezonun sondan üçüncü maçında Erdemirspor'a karşı attığı 24 sayıyla bir kez daha kariyer rekorunu kırsa da, TBL play-off çeyrek finalinde Türk Telekom'a karşı 93-85 kazandıkları maçta 25 sayı atarak sezonda üçüncü kez kariyer rekorunu kırdı ve takımını yarı finale çıkaran isim oldu. Daha sonra Tunçeri sezonun devamında Ülker'le TBL yarı finaline kadar yükselmeyi başarsa da, Beşiktaş'a 2-1 ile elenerek final oynayamadılar. Tunçeri, 2004-05 sezonunu maç başına 10.4 sayı, 3.5 ribaunt, 4.8 asist ortalamalarıyla geçirdikten sonra, 2005-06 sezonu başında ligin önemli takımlarından Beşiktaş Cola Turka'nın teklifini kabul ederek Beşiktaş'a transfer oldu. 2005-06 sezonunda Beşiktaş Cola Turka'da kariyerinin en parlak sezonlarından birisini geçirdi. 5-6 tane Avrupa çapında oyuncusu olan fakat rotasyonda kullanabileceği üst düzey başka oyuncusu olmayan takımın en büyük yıldızı oldu ve kendini tüm Avrupa'ya bir kez daha ispatladı. Sene ortasında Liga ACB'nin önemli takımları Tau Ceramica ve Barcelona'dan transfer teklifi aldı. Ancak Beşiktaş yönetimi Kerem'i satmaya yanaşmadı. Yaptığı etkili savunma,maçın temposunu ayarlayan lider oyuncu olma, asist, kritik anlarda basket bulma gibi kaliteli bir oyun kurucunun yapabileceği her şeyi yaptı. Tekelspor ile oynanılan play-off maçında 25 sayı atarak kariyer rekorunu egale etti, fakat takımının maçı 94-87 kaybetmesine engel olamadı. 2005-06 sezonunda Türkiye Ligi'nde asist kralı oldu ve ligin normal sezonun MVP'si seçilme onuruna erişti. Tunçeri sezonda ligde maç başına 12.1 sayı 3.3 ribaunt 6.4 asist ortalamaları EuroCup'ta ise 14.4 sayı ortalaması ile oynayarak harika bir sezon geçirdi. Sezonu tamamladıktan sonra 2006-07 sezonu için İspanya'nın ve Avrupa'nın en önemli takımlarından Real Madrid ile anlaştı. Real Madrid'teki ilk sezonunu İspanya Ligi bilinen adıyla Liga ACB ve EuroCup'ta yaşadığı şampiyonluklarla noktaladı. Avrupa'nın ikinci büyük kupası olan Eurocup finalinde Litvanya takımı BC Lietuvos Rytas'ı yenerek kupayı uzandılar. İki büyük kupa kazandığı ilk sezonunda fazla sorumluluk alamasa da koçunun kendisinden beklediği şeyleri fazla ön plana çıkmadan yapmaya çalıştı. Aldığı süreleri iyi değerlendirmeyi başardı. Tunçeri 2006-07 sezonunda ligde maç başına 6.5 sayı 2.2 asist 1.1 ribaunt 1.0 top çalma ortalamaları şampiyon olarak müzelerine götürdükleri EuroCup'ta ise sezonda 4.2 sayı 2.7 asist ortalamaları ile oynadı. Türk oyuncu Madrid'deki ikinci sezonunda takım içindeki etkinliğini daha fazla hissettirme şansı buldu. Sezon başında yakaladığı inanılmaz üçlük yüzdesi ve skorer kimliğiyle takımın daha önde gelen bir kozu olmaya başladı. İspanya Ligi'nde ve EuroLeague'de takımına birçok maçı kazandıran isim oldu ve takımın lider oyuncularından biri oldu. Ne var ki sezonun ilerleyen bölümünde aldığı süreler yine azalmaya başladı ve koç tarafından fazla ön plana çıkıması engellendi. Euroleague'de dörtlü final Madrid'de düzenlenecek olmasına rağmen Madrid'in bu güzide kulübü dörtlü finallere kalmayı başaramadı. İspanya ligi play-off çeyrek final serisinde de sürpriz bir şekilde Unicaja Málaga'ya elendiler. Hayal kırıklığıyla sona eren bu sezonun ardından 2008 yazında birçok İspanyol ve Türk kulübünden teklif almasına rağmen çok büyük yatırımlar yapan sansasyonel Rus kulübü Triumph Lyubertsy'i tercih etti ve 2 yıllık sözleşme yaptı. Çok kötü geçen bir sezon devresinden sonra Rus takımıyla olan sözleşmesini feshedip ayrıldı. 2008-09 sezonunun ikinci yarısından itibaren Efes Pilsen ile anlaştı. 2008-09 sezonunda ligde maç başına 4.6 sayı 1.1 ribaunt 3.8 Euroleague'de ise 4.2 sayı 2.2 asist ortalamalarıyla sezonu noktaladı ve sezonda takımıyla önceden kazandığı 3 şampiyonluğun yanında bir şampiyonluk daha ekleyerek, Efes'teki 4. TBL şampiyonluğunu kazandı. İlk iki sezonunda neredeyse hiç etkili olamayan Tunçeri üçüncü sezonundan itibaren yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. 19 Şubat 2011 tarihinde Pınar Karşıyaka'ya kaybettikleri maçta 22 sayı atma başarısı gösterdi. Türk oyuncu genelde vasat göründüğü sezonda zaman zaman gösterdiği performansıyla takımının TBL yarı finaline çıkmasında katkı sağlamıştır. Tunçeri 2010-11 sezonunda EuroLeague'de genelde iyi bir görüntü çizmiştir ve maç başına 9.1 sayı 3.5 asist ortalamalarıyla oynamıştır. Ligde ise 3000. sayı barajına ulaştığı sezonda 7.8 sayı 4.0 asist ortalamaları tutturarak sezonu noktalamıştır. 2011-12 de Euroleague'de kötü bir performans çizse de ligde maç başına 10.4 sayı ile iyi bir performans sergiledi. Tunçeri'nin normal sezonda ortaya koyduğu iyi performansın yanı sıra play-off'larda da iyi bir performans ortaya koyarak büyük bir beğeni kazandı ve takımıyla TBL finaline çıksa da finalde Beşiktaş Milangaz'a şampiyonluğu 4-2 ile kaybederek 2. oldular. Tunçeri 2012-13 sezonunun ardından kaptanlığını yaptığı ve 5 yıl formasını giydiği Anadolu Efes'ten ayrıldı. 2013-14 sezonu başlamadan önce TBL'de Ankara şehrini temsil eden Türk Telekom takımı ile anlaştı. 5 Ekim 2013 tarihinde Türkiye Kupası'nda Anadolu Efes ile oynanılan grup maçında attığı 18 sayıyla takımının uzatmada 101-96 maçı kazanmasında pay sahibi olan isimlerden biri oldu. Tunçeri ilk kez Galatasaray'da kendini gösterdikten sonra 1999 yılında Avrupa Basketbol Şampiyonası'na Orhun Ene'nin arkasında yedek oyun kurucu olarak, Orhun'u dinlendirmek üzere millî kadroya girdi. Ancak şampiyonada Orhun Ene'nin sakatlanması üzerine tüm sorumluluk Kerem Tunçeri'nin üzerine kaldı. Genç yaşına ve tecrübesizliğine rağmen çok başarılı bir turnuva geçirdi. Turnuvada asist kategorisinde 3. olan Kerem, kendini bu turnuvada kanıtladı ve millî takımın değişilmez oyuncusu haline geldi. Türkiye'nin ev sahipliğini yaptığı ve final oynadığı 2001 Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda millî takımın gösterdiği üstün performansta pay sahibi isimlerden birisiydi. Bir yıl sonra Indianapolis'te oynanan Dünya Basketbol Şampiyonası'nda millî takım bu defa beklentileri karşılayamadı ve Kerem Tunçeri kötü bir performans gösterdi. Tunçeri, 2006 Dünya Basketbol Şampiyonası'nda sakatlığı sebebiyle oynamayıp kadroya alınmadı. 2007 Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda da Real Madrid'de oynayıp iyi bir performans sergilemesine rağmen Bogdan Tanjevic'in gazabına uğrayanlardan oldu. Tanjevic'in şaşkına çeviren sürpriz kadrosunda yer alamadı. 2009 Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda 8. olan millî takımın formasını giyenlerden biri olarak kadroda yer aldı. 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası'nda mücadele eden Türk millî takımının kadrosunda yer almıştır. Kupanın yarı finalinde, Türkiye-Sırbistan (11 Eylül 2010) maçında bitime 0.5 saniye kala turnikesiyle durumu 83-82 yaparak, Türkiye'yi finale taşıyan isim oldu. Finalde yıldızlar topluluğu Amerika Bileşik Devletleri millî basketbol takımına yenilerek turnuvayı 2. bitirerek gümüş madalya kazandılar. Eurobasket 2011'te mücadele eden ve genelde genç oyunculardan oluşan Türkiye millî takımı kadrosunda yer alan üç tecrübeli oyuncudan biri oldu. Tunçeri, EuroBasket 2013'te Tanjevic tarafından sürpriz bir şekilde kadroya alınmadı. Kerem 30 Ağustos 2014 tarihinde İspanya'da başlayacak olan 2014 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası kadrosunda Türkiye millî basketbol takımı forması giymiştir. Windows Live Messenger Windows Live Messenger ya da eski ve daha çok bilinen adıyla MSN Messenger kısaca "MSN", Microsoft tarafından 2005 yılından itibaren geliştirilmeye başlanan anında mesajlaşma yazılımıdır. Eski adı MSN Messenger olan yazılım, sekizinci sürümünden itibaren Windows Live Messenger adıyla yayınlanmaktadır. Ayrıca Windows Live Messengerin 2002 yılında bırakılan ücretsiz klonu aMSN de vardır. Dünyada 330 milyon kişi tarafından kullanılmaktadır . Windows Live Messenger üzerinden çeşitli videoları aynı anda karşı pencerede bulunan kişilerle de paylaşmak üzerine MSN TV televizyonu sistemi de vardır. Windows Messenger hizmetinin yerini almıştır. Geliştirilmeye başlandıktan sonra kısa sürede Microsoft'un Windows işletim sistemini de etkili bir biçimde kullanmasıyla dünyanın en çok kullanıcısı olan anında mesajlaşma sistemi konumuna yükselmiştir. Özellikle Türkiye'de son yıllarda çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Daha önce piyasa lideri olan ICQ ise şu an en büyük rakip konumundadır. Microsoft'un yeni işletim sistemi Windows Vista ile bütünleştirme çabaları rekabet kurallarına aykırı olduğu gerekçesiyle sonuçsuz kalmıştır. Fakat Windows Vista'da yazılımı indirme bağlantıları vardır ve halen bu konuda birçok dava bulunmaktadır. Windows Live Messenger 15 Mart 2013 itibarıyla hizmet vermeyi durdurdu. Bütün Messenger kullanıcıları Skype'a geçmek zorunda kaldılar. Çin kullanıcıları ise 31 Ekim 2014 tarihine kadar Windows Live Messenger hizmetini kullanmaya devam etmişlerdir. Windows Live Messenger 2009 halen geliştirilmektedir. Başlangıçta belirlenen sürüm 9.0, daha sonra onun yerine teknik sürüm numarası 14.0, Windows Live ve Microsoft Office yazılımlarıyla düzenli birleştirilmiş oldu. Microsoft, 20 Kasım 2007'de Microsoft Connect üyelerine Windows
Live Messenger "9" deneme yazılımına katılmaları için davet yolladı; bir hafta sonra Microsoft, Beta 0 olarak bilinen ilk yayımı, Windows Live Messenger "9" deneme yazılımını karşılamayı e-postalarla gönderdi. Microsoft, 20 Kasım 2007'de Microsoft Connect üyelerine Windows Live Messenger "9" deneme yazılımına katılmaları için davet yolladı; bir hafta sonra Microsoft, Beta 0 olarak bilinen ilk yayımı, Windows Live Messenger "9" deneme yazılımını karşılamayı e-postalarla gönderdi. 2009 sürümünün genel geliştirme geçmişi ve yapı numaraları aşağıdaki biçimdedir: Başlangıçta Windows Live Messenger 2010 adıyla yayınacağı sanılan onuncu Windows Live Messenger sürümü, Microsoft tarafından yapılan açıklamayla yeni adı Windows Live Temel Parçalar 2011'in bir parçası olacağı anlaşıldı. Aslında en başta 2010 sürümünün gizli bir betasının internete sızdırıldığı söylendi ancak şu anda Windows Live Messenger 2011 olacağı da anlaşıldı. 17 Ağustos 2010 tarihinde Windows Live Messenger Wave 4'ün ikinci betası yükseltilmiş Windows Live Essentials betanın parçası olarak yayınlandı. 30 Eylül 2010 tarihinden itibaren ise Windows Live Temel Parçalar 2011'in parçası olarak Windows Live Messenger 2011'in final sürümü de Microsoft Yükleme Merkezi üzerinden bütün dillerde kullanıcılara sunuldu. Yeni özelliklerden en önemlisi Facebook, Twitter, MySpace gibi sosyal ağlardaki kişi listelerinin ve güncelleştirmelerin Windows Live Messenger 2011'e entegre edilmiş olması. Aynı zamanda kullanıcıların Facebook'ta bulunan arkadaşlarını Messenger'a aktarıp doğrudan doğruya bu kişilerle Messenger üzerinden sohbet etmeleri de mümkün hâle getirilmiş. AOL AOL, America OnLine'ın kısaltmasıdır.Merkezi New York'da bulunan ABD'nin küresel anlamdan kitlesel medya şirketlerinden biridir. The Huffington Post, TechCrunch ve Engadget gibi çevrim içi medya şirketlerinin sahibidir. AOL, internet servis sağlayıcılığının yanı sıra, arama motoru, anında mesajlaşma (AIM), e-posta gibi hizmetler de vermektedir. 12 Mayıs 2015 tarihinde Verizon Communications, hisse senedi başına 50 $ ile toplamdan 4.4 milyar $ ödeyerek AOL'u satın alacağını duyurdu. Satın alma işlemi 23 Haziran 2015 tarihinde gerçekleşti. Razgrad Razgrad (), kuzeydoğu Bulgaristan'da, Deliorman olarak bilinen Türk bölgesinde bir şehirdir. Razgrad ilinin idari merkezidir. Tuna Nehri'nin 80 kilometre güneyinde yer alır. Resmi olarak %27 ile, Kırcaali'den sonra en yüksek Türk nüfus oranına sahip Bulgaristan şehridir. Tarihindeki güreşçiler sebebiyle, "Pehlivanlar Şehri" olarak bilinir. Şehrin en ünlü yapıları, 19. yüzyılda yapılan Varoşa mahallesi, etnografya müzesi, 1864'te yapılan Tanzimat Dönemi'nin karakteristiği saat kulesi, 1860'ta yapılan Mucizeci Aziz Nikolas Kilisesi ve İbrahim Paşa Camii'dir. Cami, 1530'da yapılmış olup, İstanbul hariç, Avrupa'nın en büyük camiidir. Cami, sosyalist dönemin başlangıcı olan 1944'ten beri yıkılmaya terk edilmiştir. Trakların, Roma ve Bizans medeniyetlerinin, Bulgar Devletleri'nin ve Osmanlı hakimiyetinin izlerini taşıyan Razgrad, Deliorman'ın başkenti kabul edilir. Farklı tarih dönemlerine ait yaklaşık 1.200 taşınmaz kültür anıtıyla Razgrad, tarihi açıdan oldukça zengindir. Razgrad'ın kuruluş yılı tarihçiler tarafından kesin olarak saptanamasa da eski çağlardan beri yerleşim yeri olarak kullanıldığı kesindir. Burada M.Ö. 12.000 yıllarından kalıntılar bulunmakta. Bunların arasında Mumcular (Sveştari)'daki Trak mezarlığı, Kalaycıköy (Radingrad)'deki Nekropol, eski Roma Trak köyü üzerine inşa edilen Abritus kasabası, İbrahim Paşa Camii, Roma dönemine ait ve 835 altın paradan oluşan Bulgaristan'da bulunmuş en büyük hazine yer alıyor. Osmanlı devrinde adı Hezargrad olmuştur. Razgrad, edebiyat alanında büyük geleneğe sahiptir. Ahmet Şerif, Sabri Tata, Muharrem Tahsin, Şaban Mahmut, İsmail Çavuş, Ali Pir gibi isimler, Razgrad ilinin muhtelif köylerinde doğup yetişmiş edebiyatçılardır. Razgrad daha Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri pehlivanlarıyla tanınan bir bölgede bulunur. Bu güreşçiler arasında Koca Yusuf, Ahmet Kara, Kurtdereli Mehmet Pehlivan, Lütfi Ahmedov, Osman Durali ve Karagöz Köylü Hüseyin Pehlivan'ı sayabiliriz.Ayrıca 1976 olimpiyatlarında serbest stil hafif siklet minder güreşi dalında altın madalyayı Razgrad'lı Hasan İsaev Bulgaristan'a kazandırmıştır. Türkiye'ye birçok madalya getiren halterci Taner Sağır da Razgradlı'dır. Şehrin, Ludogorets Razgrad (Лудогорец, Türkçe Deliormanlı manasına gelir) adlı bir futbol kulübü vardır. 2011-2012 sezonunda A PFG(Bulgaristan Süper Ligi)Ligi'ne yükselmiştir. Tarihinde ilk defa yükseldiği A PFG liginde Şampiyon olmuş ve aynı zamanda Bulgaristan kupasını alarak 2 kupayla tarihi bir başarı elde etmiştir. 2012-2013 Şampiyonlar Ligi 2. ön eleme turunda Hırvatistan'ın Dinamo Zagreb takımına 2. maçın 90+6. dakikasında yediği golle elenmiştir. Ludogorets Razgrad halen A PFG liginde mücadele etmektedir. Razgrad şu şehirlerle kardeştir:: Harun Erdenay Harun Erdenay, (d. 27 Mayıs 1968, Ankara), Türk millî eski basketbolcu ve Türkiye Basketbol Federasyonu Başkanı. Kendisine İsmet Badem tarafından "pegasus" lakabı takılmıştır. Harun Erdenay, babası Kemal Erdenay'ın Şekerspor'daki oyunculuk döneminde Ankara'da doğdu. Üniversiteye kadar öğreninimini İstanbul'da tamamladı. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi bilgisayar programcılığı bölümüne girip maç ve antrenman trafiğinden dolayı ayrılmak zorunda kaldı. Basketbol'a babası Kemal Erdenay'ın çalıştırdığı İTÜ alt yapısında 1979 senesinde başladı. 1984-85 sezonunda Levent Topsakal, Necati Güler ve Zeki Tosun gibi oyuncuların forma giydiği İTÜ A takımı formasıyla Türkiye Ligi maçlarında forma giymeye başladı. Asıl patlamayı ise 1986-87 sezonunda yaptı. 1988-89 sezonunda ise sayı kralı olarak adını duyurdu. 1990'a kadar İTÜ'de oynadıktan sonra 1990-91 sezonunda flaş bir kadro kuran Paşabahçe'ye transfer oldu. 1992'de Paşabahçe kulübünün kapanmasıyla İTÜ'ye geri döndü ve bir sezon bedelsiz oynadı. 1993-94 ise Fenerbahçe'ye bir sene sonra ise Ülkerspor'a transfer oldu. Aynı sezon ilk şampiyonluğunu yaşadı. 1997-98'de ise ikinci kez mutlu sona ulaştı. Tekrar yuvası İTÜ'ye dönen ve takımı birçok maçta sürükleyen oyuncu olan Harun Erdenay, 2005-06 sezonu başında Basketbol 1. Liginin yeni takımı Mersin BB'ne transfer oldu. 2006'ı yılından itibaren millî basketbol takımı menajerliği görevini sürdürmektedir. Menajer olarak; A Millî Dünya Şampiyonası 6.lık (2006), A Millî Avrupa Şampiyonası 11.lik (2007), A Millî Avrupa Şampiyonası Eleme Grubu 1.lik (2008), A Millî Avrupa Şampiyonası 8.lik (2009), 2010 FIBA Dünya Şampiyonası 2.lik (2010) yaşamıştır. 30 Mart 2015 tarihinde federasyon yönetim kurulunun oy birliği ile Turgay Demirel'in yerine Türkiye Basketbol Federasyonu Başkanlığı görevine getirildi. Harun Erdenay 27 Mayıs 2015 tarihinde gerçekleştirilen TBF Başkanı seçimlerinde Lütfi Arıboğan'la yarıştığı seçimi kazanarak TBF'nin yeni başkanı olmuştur. Temyiz Temyiz, Ayırt etme, seçme, ayırma; hukukta, doğruyu yanlıştan ayıran kuruldur. Bir mahkeme hükmüyle bu hükmün dayandığı muhakemenin hukuki bakımdan, yüksek mahkemede (Yargıtay, Askeri Yargıtay, Danıştay) bir defa daha tetkiki imkânını sağlayan kanun yoludur. Ceza işlerinde; 15 sene ve daha yukarı hürriyeti bağlayıcı cezalarla ölüm cezalarına ait hükümler, hiçbir harç ve masrafa tabi olmaksızın Temyiz Mahkemesince resen tetkik olunur. Diğer hükümler ancak tarafların, kanuni süresi içinde müracaatları halinde Yargıtayca incelenir. Kanunda yazılı bazı hükümlerinse temyizi mümkün değildir (Bazı hafif para cezaları ve yine para cezası gerektiren suçlardan beraat hükümleriyle, Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerinin kısa süreli hapis cezalarıyla ilgili hükümleri gibi). Temyiz sebebi, hükmün sadece, kanun ve usul esaslarına aykırı olmasıdır.(Bunun anlamı şudur: Her davanın dayandığı iki temel öge vardır. Bunlar dava sebebi olarak adlandırılır. Birinci öge olarak dava sebebi, davaya esas olan maddi olaylardır ve bazen maddi sebep olarak adlandırılır. Türk usul hukuku uygulamasında maddi sebepler, dava dilekçelerinin olaylar, izahat gibi bir başlıkla başlayan bölümlerinde belirtilir. Bir kiracının aylık kira borcunu ödememesi veya bir kişinin eşine karşı şiddet uygulaması, dava sebebi anlamında birer maddi olaydır. Davaların dayandığı ikinci öge ise hukuki sebeptir. Maddi sebepten ayrı olarak hukuki sebep, belirtilen maddi olaya uygulanacak hukuk kuralıdır. Kira borcunu ödemeyen kiracıya veya eşine kötü davranan birine ne tür bir müeyyide uygulanacağını gösteren hukuk kuralları gibi. Bu bir kanun veya yönetmelik maddesi, bir uluslararası anlaşma hükmü veya yüksek mahkeme kararı olabilir. Tarafların davada ortaya koyduğu dava malzemesi (maddi olaylar ve deliller) ile esasen bu uyuşmazlığı çözmeye yarayan hukuk kuralları bilgisine (hukuki sebepler) sahip olan yargılama makamı, yargı faaliyetini şu şekilde tamamlayacaktır: 1- Tarafların ortaya koyduğu maddi vakıaları ve bunları ispata yarayan delilleri değerlendirecek, 2- Dava konusu hukuki soruna hangi hukuk kuralının uygulanması gerektiğine karar verecektir. Burada açık bir şekilde kendini ortaya koyan ve yukarıda davanın dayandığı iki temel öge olarak adlandırılan maddi olaylar ve hukuki sebepler ayrımına paralel olarak, dava sonucunda verilen karara karşı başvurulacak kanun yolları da ikiye ayrılmaktadır. İstinaf ve temyiz. İstinaf, dava adeta yeni baştan ele alınıyormuşçasına, ilk davada ortaya konan delillerin istinaf mahkemesince tekrar incelenmesini sağlayan bir kanun yoludur. Temyiz, istinaf kanun yolu aşamasından geçmiş ve bir daha istinaf başvuru yolu kapanmış bir karara karşı yapılan, ve kararın sadece hukuki sebepler açısından incelenmesini sağlayan kanun yoludur. Yani gerçek anlamıyla temyizde artık deliller incelenmez. Sadece davadaki soruna doğru hukuk kuralının uygulanıp uygulanmadığı kontrol edilir. Bu şekliyle temyiz mahkemesi, davaların bazen içinden çıkılmaz görünen ayrıntılarıyla uğraşmaksızın, hukukun nasıl uygulanması gerketiğin
i gösteren, içtihat oluşturan bir mahkeme durumundadır. Yukarıda "Temyiz sebebi, hükmün sadece, kanun ve usul esaslarına aykırı olmasıdır" diye ifade edilen kanun hükmü de buna işaret etmekte ve bir anlamda temyiz merciinin yetkisini sınırlamaktadır. Fakat Türk hukuk sisteminde, cumhuriyetin kabulü sonrası yeni kurulan adli teşkilat içerisinde, istinaf görevini yapacak mahkemeler erken yıllarda kanunda öngörülmüş olmasına rağmen, hiçbir zaman hayata geçirilmemiştir. Bu yüzden temyiz mercii olarak Yargıtay, bu boşluğu doldurmak zorunda kalmıştır. Yıllardır olduğu gibi bugün de Yargıtay, temyiz olunan kararları hem bir istinaf mahkemesi imiş gibi hem de bir temyiz mahkemesi olarak incelemektedir. 2005 yılında yürülüğe giren Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri İle Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun ise, istinaf mahkemelerinin kurulması için kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren en geç 2 yıllık bir süre öngörmüş bulunmaktadır. Kanun 01.06.2005 yılında yürürlüğe girmiştir.) Temyiz Mahkemesi, yapılan tetkik sonucu, hükmün bozulmasına veya tasdikine (onanmasına) karar verir. Bu şekilde verilen kararlar muhtelif konularda Temyiz Mahkemesinin görüşü kesinlik ve bir noktada sabitlik kazanır, Yargıtaydaki muhtelif daireler arasında ortaya çıkan hüküm uyuşmazlıklarını Yargıtay Genel Kurulu bir çözüme bağlar. Bu kararlara "İctihadı Birleştirme Kararları" denir. Alt mahkemeler, Temyiz Mahkemesinin yerleşmiş olan ictihatlarına bağlı olarak kararlarını vermek mecburiyetindedirler. Yani bu kararlar, alt mahkemeleri bir kanun gibi bağlarlar. Bu yüzden İctihadı Birleştirme Kararları hukukun kaynaklarından biri olarak kabul edilmektedir. Efes Pilsen (anlam ayrımı) Antalya Müzesi Antalya Müzesi, Antalya'da yer alan Türkiye'nin en büyük müzelerinden biridir. 1919'da Antalya'nın İtalyanlar tarafından işgali sırasında işgal kuvvetleri ile birlikte gelen arkeologlar, yöreyi gezerek buldukları antik eserleri toplayıp İtalyan Konsolosluğu'na taşımaya başladılar. O zamanlar Antalya tarihine ilgi duyan ve arkeolojiyi seven lise öğretmeni Süleyman Fikri Erten, tarihi eserleri medeniyet adına topladıklarını iddia eden İtalyanların bu hareketlerine karşı çıktı. Tekeli Mehmet Paşa Camii'nin yanında terk edilmiş küçük bir mescidi düzenleyerek Antalya Müzesi'nin ilk temelini atmış oldu. Daha sonra İtalyanların Antalya'dan çekilmesi üzerine onların topladıkları eserleri de bu küçük müzeye getirdi. 1937 yılından sonra Yivli Minare Camii müze olarak kullanıldı. Burada bölgede yapılan kazılarda bulunan eski uygarlıkların kalıntıları bir bir toprak üzerine çıkarılıp sergileniyordu. Müze, günümüzde Konyaaltı ilçesinde bulunan binasına 1972'de taşındı. Antalya Müzesi 1988 yılında "Avrupa Konseyi Özel Ödülü"ne layık görüldü. Antalya Müzesi, 30.000 metrekareyi kaplayan bir alanda 14 sergi salonu ile heykel ve değişik eserlerin sergilendiği açık hava galerileri ve bahçeden oluşmaktadır. İnsanlık tarihine kesintisiz tanıklık etmiş Anadolu topraklarının en zengin geçmişe sahip köşelerinden biri olan Antalya Bölgesi'nin sınırları içerisinde yer alan üç antik kültür bölgesi Likya, Pamfilya ve Psidia'nın önemli bir bölümü Antalya Müzesi'nin sorumluluk alanını oluşturur. Müzede sergilenen eser sayısı 5.000 kadardır. 25.000 - 30.000 kadar eser ise müzede sergilenmeden korunmaktadır. Erozyon Erozyon, diğer adıyla aşınım, yer kabuğunun üzerindeki toprakların, başta akarsular olmak üzere türlü dış etkenlerle aşındırılıp, yerinden koparılması, bir yerden başka bir yere taşınması ve biriktirilmesi olayıdır. Tarımda kullanılan alanların %70'i özelliklerini kaybederek dünya genelinde toplam kara üzerinde %30 civarında çölleşmeye sebep olmuştur. Dünyada erozyon sebebiyle çölleşme tehlikesi bulunan 110 ülke bulunmaktadır. Bu çerçevede Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından yapılan hesaplamalarla, dünyada çölleşme ve erozyonun önüne geçebilmek için yılda 42 milyar dolar harcanması gerektiği bulunmuştur. Türkiye topraklarının ise, %90'ı su erozyonu, %1'i de rüzgâr erozyonuna maruz kalmaktadır. Tarım topraklarında bu oran su erozyonu için %75 civarındadır. Türkiye'deki erozyon sonucunda yılda 500 milyon ton verimli toprak kaybedilmektedir. Doğal şartlarda gerçekleştiğinde kaybedilen verimli topraklar, doğal döngü çerçevesinde telafi edilebilmektedir... Erozyon bilinçsizlik ve insan etkisiyle telafi edilemez boyutlara ulaşabilmektedir. Erozyonun etkisi sebebiyle kaybedilen verimli topraklar tarımsal üretim kapasitesinin düşmesine sebep olmaktadır. Erozyonun oluşması doğal faktörler ile gerçekleşmekte ancak erozyonun telafi edilemez zararlara sebep olması, insanların bu faktörleri hızlandırmasıyla gerçekleşmektedir. Erozyon çeşitlerinden olan su erozyonu en etkili erozyondur. Bu erozyonda yağmur damlalarının aşındırmasının yanında yüzey akışa geçen sularında önemli bir etkisi bulunmaktadır. Diğer bir erozyon çeşidi olan rüzgar erozyonu ise rüzgarın etkisiyle gerçekleşen aşınım ve taşınım olayıdır. Erozyonun verimli toprakların kaybına yol açmasının yanında peri bacalarının oluşumuna yol açması, doğal bir güzelliğin meydana gelerek turizm bölgeleri oluşturmasına ve bir tezat oluşturmasına neden olmaktadır. Uzun yıllar sonunda özel erozyon çeşitlerinden olan korunmuş sütun erozyonu bu oluşumlara sebep vermektedir. Erozyon oluşumunun nedenleri bazı doğal unsurlardır. Diğer bir söylemle erozyon tabiatın kuruluşundan bu güne kadar gerçekleşen ve tabii bir olaydır. Doğal yolla gerçekleşen bu erozyon tabiat tarafından toprak oluşumu ile dengelenebilmektedir. Ancak doğal yolla gerçekleşen erozyon insanların etkisiyle tabiatın karşılayamayacağı oranda artabilmektedir. Bu şekildeki erozyona "hızlandırılmış erozyon" denilir. Erozyonun tanımından da anlaşılacağı gibi erozyonun en önemli nedeni, toprağın aşınıp taşınmasına etki edebilecek faktörlerin etkisinin arttırılmasıdır. Bitki örtüsü yönünden zayıf toprakların taşınımı oldukça kolaydır.Toprak Erozyonunun sebep ve etkileri (İngilizce) Ontario tarım bakanlığı / Kanada Rüzgâr,yüzey akışa geçmiş yağış ve sulama suları, yerçekiminin eğim ile birleşerek toprağı taşıyabilmesi bitki örtüsünün varlığı ile yakından ilgilidir. Bitki örtüsü topraktaki eğime rağmen toprak parçalarının önünde set oluşturarak taşınımını engelleyebilir. Rüzgârın ve yağmur damlalarının etkisini azaltarak aşınımı ve taşınımı yavaşlatabilir. Erozyonun en önemli sebeplerinden bir tanesi de bilgisizliktir. Özellikle tarım yapılan arazilerde, bilinçli olunmadan erozyonun artması sağlanmaktadır. Tarımsal arazilerde anızların yakılması kısa vadeli ürün artışına sebep olur. Bunun sonucunda yeterli bilgi sahibi olmayan çiftçi anızları yakarak toprak yapısı ve toprakta yaşayan canlılara zarar vererek dolaylı yollarla erozyona sebep olabileceği gibi, eğim yönünde tarlasını sürerek toprağın yerçekimi, su veya rüzgarın etkisiyle taşınımına sebep olabilir. Orman yangınlarıda doğal bitki örtüsü ve yaşayan organizmaların yok olması ile erozyonun artışına sebep olmaktadır. Özellikle dağlık alanlardaki ormanların yanarak yok olması erozyonu daha fazla etkiler. Erozyon yağışın dışında mevcut akarsu, dere veya göller ile de gerçekleşebilir. Örneğin akarsular, suyun aşındırma gücü sayesinde toprağı aşındırarak bir başka yere taşıyabilirler. Yoğun yağışlar sonrasında taşkınların olması ile de toprak taşınabilir. Suyun aşındırma gücü oldukça fazladır. Örnek olarak deniz tabanındaki taşların büyük bir kısmı yuvarlak şekillidir. Bunun sebebi taşların yeterince sert olmaması değil, suyun aşındırma gücünün oldukça yüksek olmasıdır. Toprağın bünyesi de erozyonun başlıca nedeni olabilmektedir. Kumsallarda rahatlıkla görebildiğimiz kum bünyeli topraklar erozyona dayanıksızlıkları nedeniyle erozyona neden olabilir. Erozyonun gerçekleşmesinde toprak özelliklerinin de önemli bir etkisi vardır. Toprak oluşumuna etki eden faktörler, toprak özelliklerini de etkileyerek, erozyon gerçekleşme olasılığını artırır. Toprak oluşumunun erozyona etkileri 5 farklı şekilde olur. Zaman, Toprak oluşumunda etkili olan faktörlerden bir tanesi zamandır. Her bir toprağın oluşması için aynı miktarda zamana ihtiyaç duyulmaz. Bazı topraklar daha uzun zamanda oluşurken bazıları için daha kısa zaman yeterli olur. Örnek olarak yumuşak ana materyalden daha kısa sürede toprak oluşur. Erozyona uğrayan topraklarda toprak derinliği azaldıkça oluşum hızı artar. Böyle topraklardan toprağın derinliğinin artması, aşınım hızı ve oluşum hızı arasındaki dengeye bağlıdır. Buna göre; İklim, Toprak oluşumunda etkili olan ikinci önemli faktör ise iklim faktörüdür. İklim olayları toprağın oluşma hızını etkilediği gibi aşınımı ve oluşacak toprak çeşidini de etkileyebilmektedir. Örneğin yağışın etkisi ile toprak oluşumunda toprağa düşen suyun bir kısmı toprağın içine sızar, bir kısmı da yüzey akışa geçer. Toprak içine sızan su, profil boyunca yıkanmalara neden olarak toprak oluşumu ve erozyona etkide bulunur. Sıcak ve az yağışlı bölgelerde su aşınımı az olur. Sıcak ve kurak ya da soğuk ve kurak yerlerde rüzgâr aşınımı ortaya çıkar. Topografya ve drenaj, İklim etkisi dışında topografya ve drenajın da önemli etkisi bulunmaktadır. Topraktaki eğim, yükselti vb. tüm faktörler, gerek yağışların, gerekse yer çekiminin etkisiyle o bölgenin topraklarının taşınımı üzerinde etkili faktörlerdir. Bu taşınım toprağın alt katmanlarının aşınması ve toprak oluşumunu etkileyeceği gibi toprağın derinliği ve erozyona uğramasını da doğrudan etkileyecektir. Tüm bu etmenler topografya ve drenajın erozyona etkisini göstermektedir. Canlılar, Doğada toprağın oluşumu, aşınımı ve erozyona etkisi olan önemli faktörlerden bir tanesi de canlılardır. Mikro ve makro organizmalar toprak oluşumunda, salgıları veya hareketleri ile toprak oluşumunu hızlandırırlar. Toprak oluşumunun hızlanması ile toprak derinliği artar. Bu çerçevede toprak oluşumu ve erozyona dolaylı olarak etkisi bulunan canlıların varlıkları erozyon ile mücadelede önemli bir yer tutar. Örnek olarak tarımda anızların yakılarak yok edil
mesi, toprakta yaşayan mikroorganizmaların ölmesine neden olarak toprak oluşumuna engel olur. Aynı zamanda bu canlıların sayılarının azalması ile topraktaki bitki besin elementlerinin bitkilerce kullanılabilir forma dönüştürülmesinin de imkânı kalmaz. Sonuç olarak bitkiler besin maddelerinden yararlanamayarak ölürler. Toprakların çoraklaşarak erozyonun önü açılır. Ana materyal, Toprağın oluştuğu bölgedeki ana materyal, toprağın çeşidini ve erozyona dayanımını etkileyen bir diğer önemli faktördür.. Diğer bir deyişle ana materyal, oluşacak olan toprağın özelliklerini oldukça önemli bir şekilde etkiler. Örneğin yumuşak kalkerlerden rendzina topraklar, sert kalkerlerden ise terra rosa toprakları oluşur. Rendzina topraklar erozyona karşı daha duyarlı, terra-rosa topraklar ise daha dirençlidir. En yoğun görülen erozyon çeşididir. Suyun toprağı aşındırıp taşıma şekli açısından bakıldığında ise; olarak 5'e ayrılabilir. Damla erozyonu, Damla erozyonu, yağış esnasında damlanın düştüğü sırada toprağı aşındırması ve mevcut enerjisi ile toprağı sıçratarak taşıması sonucu oluşan erozyondur. Bu sıçramalar 60 cm yukarıya 100 – 150 cm uzağa kadar olabilmektedir. Bu erozyon çeşidi en ciddi aşınım ve taşınım yaratan erozyondur. Toprakların bitki örtüsü ile kaplı olması bu erozyonu önlemenin en önemli etmenlerindendir. Damla erozyonuna etki eden unsurlar ise aşağıdaki gibidir. Eğer yüzeyde birikmiş su tabakası varsa sıçrama açısı küçülür ve yaklaşık 85 - 90 derece civarında bir açı oluşur. Bu erozyon çeşidi yağmurun ilk başladığı sırada etkili olan bir erozyon olmasına karşın akan suya oranla daha etkilidir. Damlanın çapı da verdiği zarar ile doğru orantılıdır. Bir örnek ile anlatmak gerekirse 2 mm çapındaki bir yağmur damlası limit hızda yere çarptığında yaklaşık olarak 40 g ağırlığındaki bir toprağı 1 cm kadar havalandırabilir.. Bu erozyonda yağışın etkisi ile toprak sıkıştırılarak yüzeyde geçirimsiz olan bir tabaka oluşumunada neden olur. Yüzey akış erozyonu, İnfiltre olmayan suyun, yüzey akışa geçerek toprak yüzeyinde bulunan tanecikler ve parçalanmış agregatlar ile karışıp yaratmış olduğu erozyon çeşididir. Yüzey akış erozyonu her zaman gözlemlenemez özellikle toprak renginin koyu olması gözlemlemeyi oldukça zorlaştırır. Oluk erozyonu, Yüzey akışın devam etmesi ile aşınım artar ve belirli bir aşamadan sonra oluklar oluşur. Oluşan oluklar aracılığı ile erozyon hızlanarak devam eder. Bu şekildeki erozyona "Oluk erozyonu" denilmektedir. Yarıntı erozyonu (Gully), Oluk erozyonunun ilerleyen aşamasından sonra artık oluklar daha geniş ve derin bir hal almaya başlarlar. Oluklara göre daha büyük olarak yarıntılar oluşur ve bu erozyona yarıntı erozyonu denir.. Yarıntı erozyonu şekillerine göre 3 şekilde incelenir. Akarsu yataklarının yarattığı erozyon, Akarsular aktıkları yatakları derinlemesine ve genişlemesine aşındırırlar bu şekildeki erozyona "Akarsu Yataklarının Yarattığı Erozyon" denir. Aşındırma akarsuyun debisine göre değişir. Bu tip erozyonda materyalin taşınımı üç şekilde gerçekleşir. Rüzgâr erozyonu sonucu verimli toprakların kaybı, buharlaşmanın hızlanmasıyla toprak nemliliğinin azalması, bitki büyümesinin yavaşlaması, ulaşımın aksaması ve verimin düşmesi olumsuzluklarını ortaya çıkarmaktadır. Taşınan kum ve verimsiz toprak, üretken tarım topraklarını kaplayarak, tarım yapılamaz hale getirmektedir. Rüzgâr erozyonu en şiddetli olarak; bitki örtüsünün fakir, iklimin kurak olduğu İç ve Doğu Anadolu'da görülür. Rüzgâr erozyonu bitki örtüsünün fazla olmadığı yerlerde çok etkilidir. Rüzgâr erozyonu üç farklı şekilde meydana gelmektedir. Bunlar, Hava akımı ile uçma, Hava akımının etkisiyle çapları 0,1 mm den daha küçük olan toprak parçaları yüzeyden yükselerek rüzgarın etkisiyle harekete geçerler. Bu şekilde yüzeyden yükselen toprak parçaları bulundukları yerlerden daha farklı bölgelere kadar uçarak toprağın taşınımına sebep olurlar. Bu yolla taşınan toprak parçaları yüzlerce kilometre taşınabilirler. Bu şekilde taşınımın önüne geçilebilmesindeki en önemli faktör bitki örtüsüdür. Bitki örtüsü rüzgarın etkisini azaltacağı gibi toprak parçalarının çarparak uzaklaşmasınıda engeller.. Yüzeyde sürüklenme, Rüzgârın etkisi ile harekete geçmiş ancak boyutları sebebiyle yüzeyden fazla yükselemeyen toprak parçacıkları yüzeyde sürüklenerek taşınırlar. Bu şekilde taşınan toprakların çapları 0,5 mm ile 1mm arasındadır. Sıçrama ile taşınan toprakların çarpması bu toprak parçalarının hızlarını arttırmasına neden olur. Aynı zamanda çarpışan parçaların çapları küçülerek taşınımları kolaylaşır. Sıçrama,Toprağın bazı parçaları rüzgar etkisi ile yükselip rüzgâr doğrultusunda yükselmeye başlar. Bu toprak parçaları hava akımıyla uçan parçalar kadar küçük değilse belirli bir yükseklikten sonra rüzgarın da etkisini yitirmesi ile yere doğru düşerler. Bu şekilde sürekli sıçramalar ile toprak taşınımı olması durumunda buna sıçrama ile taşıma denilir. Bu tipteki rüzgar erozyonuna maruz kalan toprak çapları 0,1 mm ile 0,5 mm arasındadır. Su, rüzgar ve benzeri aşındırıcı etmenlerin etkisinin yanı sıra özel koşullarda gerçekleşen erozyonlardır. Bu erozyonların gerçekleşebilmesi için birden fazla koşulun mevcut olması beklenir. Bu aşınım sonrasında üst kısımdaki sıkışmış toprağın durumunu korumasına karşılık toprağın altında tüneli andıran boşluk oluşur. Bu şekilde oluşmuş erozyonlara tünel erozyonu adı verilir. Bu erozyon tipinde rüzgarın etkisi önemlidir. Rüzgâr etkisi ile tepelerde aşınım gerçekleşir. Bu aşınım sonucunda sivrilmiş tepeler meydana gelir. Tepelerin sivri görünümde olmasının temel sebebi tepeyi oluşturan kayaçtır. Erozyona etki eden faktörleri 5 grup altında toplayabiliriz. Bunlar,İklim, Topografya, Toprak Özellikleri, Bitki Örtüsü ve İnsan Faktörü dür. İnsan faktörü dışındaki diğer dört faktör doğal erozyon faktörleri olarak tanımlanır. Yağış, rüzgâr ve sıcaklık olarak etki eder.. Yağışın kinetik enerjisi aşındırmada en önemli etkendir. Yağışın şekli yağmur, kar ve dolu olarak farklı etkiler yapar. Bunlar içindeki en önemli etkisi olan yağmurdur. İklimin erozyona etkisi 4 şekilde incelenebilir. Bunlar; tır. Yağış yoğunluğu, Yağışlarda yoğunluk erozyona önemli ölçüde etkilidir. Bu bağlamda yağış yoğunluğu birim zamanda düşen yağış miktarıdır. Yağış yoğunluğu arttıkça toprağa düşen su miktarı artar ve toprağın infiltrasyon hızı daha çabuk azalır. Toprakların infiltrasyon değerleri, toprağın işlenmiş veya işlenmemiş olmasına göre değişir. İşlenmiş topraklarda doğal bitki örtüsü yok edilmiş olduğu için toprağın infiltrasyon gücü daha çabuk aşılır. Eğer toprak yüzeyi korunmuşsa infiltrasyon uzun sürer. Yağış yoğunluğunun etkisinin anlaşılması bir başka örenkede anlatılabilir. Örneğin bir süngere suyun yavaşça boşaltılması durumunda sünger suyu kolaylıkla emebilecektir. Böylelikle su dışarı sızamayacaktır. Ancak aynı miktarda suyun süngerin üzerine birden dökülmesi halinde suyun bir kızmı sünger tarafından emilemeyecek ve akışa geçecektir. Toprağın suyu içine geçirme kabiliyeti süngere göre deha yavaş olduğu hesap edilecek olursa yağış yoğunluğunun erozyona etkisi daha net anlaşılabilecektir. Yağış süresi ve dağılımı, Yağışın yoğunluğu kadar süresi ve dağılımıda erozyon için önemli bir etkendir. Aynı yoğunlukta yağan iki yağıştan uzun süreli olan daha fala erozyon oluşumuna sebep olur. Yağışın dağılımıda erozyon açısından önem taşır. Yağış dağılımı bir yağış içinde olabildiği gibi mevsimlik ve yıllık dağılımlar şeklinde de erozyonu etkiler. Bir yağış içerisinde dört faklı yağış dağılımı olabilir. Bunlar Tüm yağış boyunca aynı yoğunlukta devam eden yağışlar (Düzgün yağış dağılımı), şiddetli başlayıp şiddetini kaybeden yağışlar(ileri yağış dağılımı), düşük şiddette başlayıp şiddetini arttıran ve sonra tekrar şiddeti düşen yağışlar (Orta yağış dağılımı), düşük şiddetle başlayıp şiddetini sonuna kadar arttıran yağışlar (Gecikmiş yağış dağılımı)dır. Bunlardan en etkili olanı İleri yağış dağılımıdır. Bir yıl içerisindeki yağış dağılımı ise, olarak üçe ayrılır. Rüzgârın etkisi, Yağmur damlalarının toprak yüzeyine düşme hızı ve çarpma açısını etkiler. Rüzgârlı havalarda meydana gelen yüzey akışlar üzerinde de etkisi vardır. Örneğin havza çıkışına ters yönde esen rüzgar, yüzey akışın daha geç terk etmesini sağlar. Tüm bunlar sonucunda aşınımı ve taşınımı arttırarak erozyonu etkiler. Rüzgârın su erozyonuna etkisi kadar tek başınada erozyona etkisi vardır. Sıcaklık, Bitki örtüsünün ayrışma ve parçalanması olaylarına etki eder. Sıcaklığın yüksek olduğu yerlerde organik maddeler hızla parçalanır. Buna bağlı olarak agregatlaşma azalır. Bitki örtüsü seyrelir. Bunlar erozyonu arttıran faktörlerdir. Sıcaklık yağış olmayan bölgelerde ise kuraklığa ve dolayısıyla rüzgar erozyonunun etkilerini arttırmasına neden olur. Bu yüzden sıcaklık diğer faktörler ile etkileşim halinde bulunan bir etmendir. Topografya erozyon üzerinde etkili olan faktörlerden birtanesidir. Topografya su erozyonunu 6 şekilde etkiler. Bunlar; dir. Eğim dikliği, yüzey akış sularının hızının artmasına sebep olarak aşınımı arttırır. Yüzey akışının akışının miktarının fazla olması aşınan toprak miktarınıda arttırır. Eğim uzunluğu, genel olarak eğim uzunluğu arttıkça aşınma ve taşınan toprak miktarıda artar. fakat bazı durumlarda yağış yoğunluğu ve toprak geçirgenliğine bağlı olarak farklılıklar görülebilir. Düşük yoğunluklu yağışlarda ve geçirgenliği fazla olan topraklarda eğim uzunluğunun artması erozyonun azalmasına neden olabilir. Mikro-relief (Pürüzlülük), toprak yüzeyinin pürüzlü olması, su depolamasına neden olarak erozyon etkisini azaltır Eğim şekli, yeryüzünde dört farklı şekilde eğim şekli vardır bunlar düz,dış bükey,iç bükey ve dalgalı eğim şekilleridir. Bu yüzey şekillerinden en fazla erozyona etki edeni ise dış bükey şekilleridir. Havza büyüklüğü ve şekli, benzer iki özellikli iki havzaden büyük olanında daha fazla erozyon ortaya çıkar. Havza büyüklüğünün yanında havza şeklide erozyon açısından önemlidir. Büyüklükleri aynı fakat şekilleri, havza çıkış yerler
i farklı olan iki havzadan birisinde yüzey akış suları daha kolay terkedebilecekken diğerinde terk edemeyebilir. Daha geç terkedenin erozyon etkisi daha az olur. Yöney, arazinin yönü dolaylı olarak sıcaklığı etkiler. Kuzey yarım kürede kuzeye bakan yamaçlarda bitki örtüsü daha yoğun, organik madde birikimi daha fazladır. Toprağın nem düzeyi yüksektir. Güney yamaçlarda ise Güneş ışınları daha dik geldiği için bunun tersi bir durum otaya çıkar. Toprak özellikleri fizikse özellikler ve kimyasal özellikleri olarak ikiye ayrılır. Fiziksel özelliklerin etkisi Kimyasal özelliklerin etkisi Organik maddede olduğu gibi toprak yüzeyindeki bitkide yağmur damlalarının çarpma etkisini azaltır. Toprak yüzeyindeki kaymak tabakasının oluşumunu engeller. Toprak içine daha çok su infiltre olur. Yüzeydeki bitki örtüsünün çeşidi de toprak aşınımı üzerine etki eder. Toprakları en fazla koruyan bitki örtüsünden en az koruyana doğru aşağıdaki gibi sıralanabilir; Bu sıralamada çapa bitkilerinin toprağı en az koruduğu görülmektedir. Bu nedenle eğimli arazilerde çapa bitkisi tarımı yapılırken toprak ve su korunumu önlemlerine çok dikkat edilmesi gerekmektedir. İnsan faktörü erozyonu etkileyen en önemli faktörlerdendir. Çünkü insan faktörü, sadece erozyona sebep olmakla kalmayıp diğer etkili faktörlerinde değişmesine neden olarak dengenin bozularak erozyonun artmasına neden olabilir. İnsan faktörü, gibi çeşitli nedenlerle erozyona etki etmektedir. Erozyonun miktarını azaltıp kabul edilebilir sınırlara çekebilmek, alınacak önlemlere bağlı olarak gerçekleştirilebilir. Bunun için erozyonun cinsine göre önlemler alınmalıdır. Erozyonun yavaşlatılması kapsamında meyilli arazilerde teras yapımı da önemli bir önlemdir. Kanal terasları, sırt terasları ve seki terasları olmak üzere üçe ayrılan teraslar, suların beraberinde toprak parçalarını götrümesini engellemektedir. Kanal terasları %4' ekadar eğim olan alanlarda başarı ile uygulanabilirken sırt terasları %2 dolayındaki alanlarda uygulanıldığında başarıya ulaşmıştır. Sırt terasları ile kanal terasları arasındaki en önemli fark ise, sırt teraslarında su kaynklarının az olduğu bölgelerde toprak korunumunun yanı sıra su korunumunu da gerçekleştirebilmesidir. Seki terasları ise meyil olarak %12'den fazla meyilli topraklarda kullanılmaktadır. Bu teras tipi, yapılacak tarımsal faaliyetlerde mekanizasyon kullanımına elverişli değildir. Terasların işlevlerini sürdürebilmeleri için yoğun yağışlar sonucu hasar göremeleri engellenmelidir. Bu nedenle teraslamadan sonra bu alanları çimlendirmek terasların yapılaını koruyabilmeleri açısından önemlidir. Eğer teraslama yapılmış bölgede tarımsal bir faaliyet yapılıyorsa sürümler ya tahtavari yapılmalı ya da düz sürümde teras sırtlarına paralel sürüm tercih edilmelidir. Wolfgang Schüssel Wolfgang Schüssel (7 Haziran 1945, Viyana), Avusturyalı siyasetçi. Avusturya şansölyesi (2000-2007). 1968 yılında Hukuk Doktora'sını bitirdi. O yıldan itibaren Avusturya Halk Partisi'nde siyasi kariyerine başladı. 1979 yılında milletvekili, 1995 yılında ise Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı oldu. 4 Şubat 2000'den 11 Ocak 2007'ye kadar Avusturya şansölyeliği yaptı. Evli ve iki çocuğu vardır. Naruto (manga) , Japon manga sanatçısı Masashi Kishimoto tarafından oluşturulmuş ve sonradan animeye de uyarlanmış bir manga serisidir. Diğer insanlar tarafından kabul görmek isteyen Naruto Uzumaki'nin maceralarını anlatır. Naruto ilk olarak Japonya'da Shueisha tarafından "Shonen Jump " dergisinin 1999 yılında çıkardığı 43. basımında yayınlanmıştır. Manganın ilk otuz altı cildi Japonya'da 71 milyonun üzerinde bir satış rakamına ulaşmıştır. Naruto mangası 2015 itibarı ile dünya çapında 220 milyonun üzerinde kopya satmıştır. VIZ Media Amerikan "Shonen Jump" dergisinde, çevrilmiş bir versiyonunu yayımlamaktadır. VIZ’in en çok satan manga serisi haline gelen Naruto’nun anime serisinin de Viz tarafından yakın zamanda Kuzey Amerika için lisansı alınmıştır. Studio Pierrot ve Aniplex işbirliği ile üretilen TV serisi 3 Ekim 2002’den 10 Kasım 2014'e kadar devam etmiştir. Türkiye'de de mangası 2011 yılından itibaren Gerekli Şeyler şirketi tarafından yayımlanmaktadır. Dizinin uzunluğu ve popülaritesi; diğer bir aksiyon odaklı shounen manga olan, Akira Toriyama’nın Dragon Ball’u ile karşılaştırılabilinir. Yaratılışından beri Naruto’nun, detaylı bilgiler, rehberler ve aktif forumlar içeren birçok hayran sitesi açıldı. İlk İngilizce cilt Ağustos 2003’te yayınlandıktan kısa bir süre sonra açılan sitelerin çoğunluğu İngilizce konuşan kitleyi hedeflemektedir. Diğer birçok anime ve manga gibi "oyun kartları" da bulunmaktadır. Manganın 7. cildi Kuzey Amerika’da, en iyi grafik romanı dalında Quill Award aldı. TV Asashi’nin son en iyi 100 anime sıralamasında Naruto 17. sıradadır. Mangadan bir süre sonra çıkmasına rağmen anime, bir bölümü manganın birkaç bölümünü kapsadığı için mangaya hemen yetişti. Anime ve manganın üst üste binip, manga satışlarının azalmasını önlemek için animenin üreticileri "filler" olarak tabir edilip, mangada bulunmayan konuların işlendiği bölümleri yayınlama yoluna gitti. Genellikle tek bölümlük konulardan oluşan bu bölümler 135. bölüm ile başlayıp 85 bölüm sürerek 220. bölümde sona ermiştir. Anime genel olarak mangaya sadık kalmıştır, çoğunlukla sadece küçük ayrıntıları değiştirmiştir (ölüm nedenleri, uzuv kayıpları ve diğer yaralanmalar animede daha aza indirgenmiştir) veya Tenten ve Temari’nin arasındaki savaş gibi manganın atladığı kısımları uzatmıştır. Doldurma hikâyeler, asıl karakterleri örtmeye ve ara sıra da, diğer nadir görülen karakterlerin iç yüzünü çıkartmaya yönelir. Yeni bölümler, Studio Pierrot tarafından hazırlanmakta ve Golden Time (Japonya’nın altın saatler’e verdiği isim) kuşağında TV Tokyo’da yayınlanmaktadır. Serinin ayrıca "", "", "", 4 Ağustos 2007’de galası yapılan "Naruto: Shippūden Film," "Naruto: Shippūden Film 2 (Bonds), Naruto Shippuden Film 3 (Will of Fire), Naruto Shippuden Film 4 (The Lost Tower), Naruto Shippuden Film 5 (Blood Prison) ve Naruto The Movie: Road to Ninja" isimli toplamda 9 adet filmi vardır. Dizi, manga uyarlamalı bölümlere dönünce olarak tekrar adlandırıldı ve 15 Şubat 2007’de gösterime girdi. Hatake Kakashi etrafında toplanan Uzumaki Naruto, Uchiha Sasuke ve Haruno Sakura'nın oluşturduğu 7. takımın dağılması; Uchiha Sasuke'nin güç arayışı yüzünden Orochimaru'ya, Uzumaki Naruto'nun ise peşinde olan Akatsuki'nin eline geçmemesi için Jiraiya ile köyden ayrılmasının ardından gelişen olayları konu alır. Bu sırada Haruno Sakura'da kendini 5. Hokage olan Tsunade'ye öğrenci olarak kabul ettirmiştir. Shippuuden, Naruto ve Jiraiya'nın köye dönmesiyle başlar. İki dost aynı zamanda da iki düşman olan Naruto ile Sasuke arasındaki bağlar, Naruto'nun Hokage olma isteği ve içinde taşıdığı Kyuubi (Dokuz kuyruk) adındaki canavarla olan mücadelesi temelinde gelişen olaylar çok farklı boyutlara ulaşır. Serinin odağı olan olaylardan on iki yıl önce, "dokuz kuyruklu şeytan tilki Kyuubi" Konohagakure'ye (Gizli Yaprak Köyü) saldırmıştı. Kuyruklarından birini salladığında tsunamiye neden olabilecek kadar güçlü bir şeytandı ve dağları dümdüz etmişti. Kaosu arttırdı ve birçok insan katletti ta ki Yaprak Köyü'nün lideri , yeni doğmuş bir bebeğin içine, kendi hayatını feda ederek, şeytanı mühürleyinceye kadar. Bu çocuğun adı Naruto Uzumaki idi. Dördüncü Hokage, şeytanı mühürleyerek uzaklaştırdığı için kahraman olarak ilan edildi. Hokage, Naruto'nun da aynı şekilde saygı görmesini istedi. Bununla beraber, büyüdüğü köy Naruto'dan çekindi, onu şeytan tilkinin kendisi olarak kabul etti ve çocukluğu boyunca Naruto'ya kötü davrandı. Üçüncü Hokage tarafından verilen bir emirle, köylülerin olayı başkalarına hatta kendi çocuklarına bile bahsetmeleri yasaklandı. Bununla beraber, bu önlem, insanların Naruto’ya bir serseriymiş gibi davranmalarına engel olamadı. Çocukları, ailelerinin neden Naruto’ya bu şekilde davrandıklarını tam olarak bilmeseler de, onu hor görmelerinden dolayı anlıyorlardı. Sonuç olarak, Naruto arkadaşsız ve ailesiz bir öksüz olarak büyüdü. İnsanları onunla arkadaş olmaları için zorlayamadı böylece bildiği tek yöntemle dikkat çekmeye ve onay almaya çalıştı: yaramazlık ve muzip şakalar yaparak. Daha sonra bu durum; hocasını yani Iruka Umino’yu hain ninja Mizuki’den kurtarmak için kullandığı "Çoklu Gölge Eşlemesi Tekniği" sayesinde Ninja Akademisi’nden mezun olunca değişti. Bu karşılaşma Naruto’nun iki şeyin iç yüzünü kavramasına neden oldu; o şeytan tilkinin mahfazasıydı ve Üçüncü Hokage’den başka onu önemseyen ve kabul eden biri daha vardı. Akademiden mezun oluşu, kendi dünyasını tanımlayacak ve değiştirecek olaylara ve insanlara bir kapı açmış oldu. "Naruto", dram ve komedi arası denge sağlamış ve aksiyonla harmanlanmış bir seridir.Bu seride ana amaçlardan biri başlangıçta bırakılan boşlukların veya gizemlerin bölümler ilerledikçe belli bir seviyede sunulmasıyla sevenlerini kendine bağlamıştır. bununla birlikte Uzumaki Naruto isimli ana karakterin kişisel özelliği olan inatçılığı ve bu inatçılığı uğruna her şeyi kolaylıkla göze alması gibi net belirgin özellikleri bulunur. Seri, Naruto ve arkadaşlarının birer ninja olarak bireysel büyüme ve gelişmelerini izler ve birbirleriyle olan ilişkileri ve geçmişte birbirlerinin kişiliklerine olan etkileri üzerinde durur. Naruto iki arkadaşı Sasuke Uchiha ve Sakura Haruno ile çok deneyimli bir hoca olan Kakashi Hatake’nin üç kişilik takımında yer alır. Naruto ayrıca Chuunin sınavı boyunca karşılaştığı diğer karakterlere de sırrını açar. Yeni kabiliyetler edinirler, birbirlerini ve diğer köylüleri daha yakından tanırlar ve Naruto’nun da Yaprak Köyü’nün Hokagesi olma hayalini barındıran bir reşit olma seyahatine çıkarlar. "Naruto", karakter gelişimi konusuna güçlü bir yer verir. Hemen hemen bütün neticeler kararlardan, karakter ve kişilikten doğar; çok az şey şans eseri gerçekleşir. Başlangıçta vurgu 7. takımın üyeleri Naruto, Sasuke ve Sakura üzerinedir. Bununla beraber, diğer
takımlardan ve köylerden Naruto’nun yaşıtı Genin karakterler ve Kakashi, Guy ve Jiraiya gibi diğer karakterler gelişir. Ayrıca sahneye birkaç büyük hain ve kötü karakter de çıkar, bunların ilki Kirigakure’den, Zabuza Momochi ve partneri Haku’dur. Daha sonra, Chuunin sınavı bölümlerinde Konoha’nın en çok arananlar listesinde yer alan kaçak-nin, Sannin Orochimaru tanıtılır. Daha sonra da, Akatsuki isimli gizemli bir organizasyon içindeki şeytan tilkiyi alabilmek ve gücünü kullanabilmek için Naruto’yu takip etmeye başlar Eva Braun Eva Anna Paula Braun ya da evlendikten sonra aldığı soyadıyla Eva Hitler (d. 6 Şubat 1912 - ö. 30 Nisan 1945), Adolf Hitler'in uzun süreli hayat arkadaşı ve kısa bir süre için nikahlı eşi. 17 yaşında bir fotoğrafçı asistanı ve bir model olarak çalışırken Münih'te Hitler ile tanıştı. İlişkilerinin ilk döneminde iki kere intihara kalkıştı. II. Dünya Savaşı süresinde Hitler'in yanında lüks bir hayat yaşadı. Fotoğraflardan çok hoşlanan Braun, Hitler'in sayıca az renkli fotoğraflarını çekmişti. 1944'te kardeşi Hitler'in subaylarından biri olan Hermann Fegelein ile evlenene kadar onunla beraber halk toplantılarına katılmamıştı. II. Dünya Savaşı sonlarında Üçüncü Reich yıkılırken, Braun, Hitler'e sadakat yemini etmiştir. 29 Nisan 1945'te Hitler'le evlendikten 40 saat geçmeden sığınaklarında siyanür ile intihar ettiler. Almanlar ölümüne kadar Eva Braun'dan haberdar olmamışlardır. Öğretmen Friedrich Braun ve eşi Franziska Kronberger'in ikinci kızı olan Eva Braun Münih'te dünyaya geldi. Liseden sonra bir sene ticaret okulunda okudu. Bu dönemde ortalama notları vardı. Atletizme ilgisiyle dikkat çekti. Sağlık memuru olarak birkaç ay çalıştıktan sonra Nazi Partisi'nin fotoğrafçısı Heinrich Hoffmann'ın yanında asistan ve model olarak çalışmaya başladı. 1929'da Hoffmann'ın stüdyosunda Hitler'le tanıştırıldı. Hitler'in üvey kardeşinin kızı olan ve bir ilişkisi olduğu iddia edilen Geli Raubal'ın intiharından sonra Braun ile daha çok görüşmeye başladı. Braun ilişkisi süresince ilk intihar denemesini 1932'de 20 yaşında kendini vurarak yaptı. 1935'teyse uyku haplarıyla intihara kalkıştı. Bu olaylardan sonra Hitler, Braun'a daha büyük bir bağlılık göstermeye başladı. 1936'dan itibaren sürekli Hitler'in yanında oldu. Braun'a maaş bağlayan Hitler ona ayrıca bir Mercedes, bir şoför ve bir hizmetçi bağladı. Naruto Uzumaki , Masaşi Kişimoto tarafından çizilen "Naruto" adlı manga ve anime serisinin başkahramanıdır. Seride, Naruto, doğumundan önce köye saldıran vahşi tilki şeytanın ruhunu taşıyan genç bir ninjadır. Shonen Jump'ın en popüler karakter anketlerinin ilk beşinde ilk iki sırada (üç kez birinci olmuştur) yer alan Naruto altıncı ankette dördüncü sıraya düşmüştür. Naruto, Konoha Köyü'nde 10 Ekim'de Girdap Ülkesi'nden bir ninja olan Uzumaki Kushina'dan dünyaya geldi. Henüz yeni doğmuş bir bebekken Dokuz-kuyruklu Şeytan Tilki (Kyuubi no Yooko) köylerine saldırdı, Konohagakure (Gizli Yaprak) ve babası Yondaime Hokage (Dördüncü Hokage) Namikaze Minato şeytanı yasaklanmış bir yöntemle, bu işlem sırasında yaşamını sonlandıracağı halde, onun içine mühürlemeye karar verdi. Yondaime'nin dileği Naruto'nun köydeki insanlar tarafından bir kahraman olarak hatırlanmasıydı. Şans veya kader eseri, gençliğinde Naruto gibi hissetmiş olan öğretmeni Umino Iruka ile tanıştı. Iruka, Naruto'yu bir insan ve ninja gibi gören ve başarısız Dokuz-kuyruklu olarak görmeyen ilk kişiydi. Naruto Iruka'ya onunla beraberken bir baba ile beraber olmanın nasıl bir şey olduğunu anladığını söylemiştir. Kendini yeterince kanıtlayamamış olan Naruto, Akademi'ye başladığı günden beri Hokage olmayı amaç edindi. Bu isteğinden dolayı Manga ve Anime'nin ilk kısmında çelimsizliği yüzünden herkes onunla dalga geçse de, bu unvana ne kadar yakıştığını manga ve animenin ikinci kısmında kanıtlayacaktır. Her ne kadar içinde çok kuvvetli bir canavar barındırsa da, Naruto sınıfının en kötü öğrencisiydi. Öğrenilmiş en kolay tekniklerden biri olan Bunshin no Jutsu'yu (İllüzyon klon tekniği) bile doğru bir şekilde yapamıyor, ve genelde bu sebepten dolayı öğretmeni Umino Iruka'yı sinirlendiriyordu. Yapabildiği en güçlü teknik, kendini güzel ve çıplak bir kadına dönüştüren "Oiroke no Jutsu" (Seksi teknik) idi. Aslına bakılırsa, Naruto bu teknik ile 3.Hokage'yi bile dize getirebiliyordu. Ninja akademisinde mezuniyet gününde mezun olamayan tek kişi olan Naruto, Konoha'nın kötü kalpli Chunin'inden biri olan [Mizuki]tarafından tuzağa düşürülür. Mizuki, Naruto'ya 3. Hokage'nin odasındaki gizli bir belgeyi çalmasını, bu belgenin içinde çok güçlü teknikler olduğunu, bunu eğer kendisine getirirse mezun olacağını söyler. Bu belge aslında içinde yasak tekniklerin bulunduğu bir belgedir ve Mizuki bunu ele geçirerek bu yasak teknikleri öğrenmek, her şey bitince de bütün suçu Naruto'ya atmak istiyordu. Naruto, bu belgeyi ele geçirir ve ormana kaçar. Bu nedenle Konohagakure'deki tüm Chuninler Naruto'yu aramaya koyulur. En sonunda Naruto'yu bulan Iruka olur. Iruka, Naruto'yu gördüğünde şaşırmıştır. Çünkü Naruto kaçmak yerine bu belgedeki teknikleri öğrenmeye çalışmaktadır. Iruka tam Naruto'yu alıp şehre dönecekken Mizuki gelir. Büyük bir tartışmanın ardından Mizuki -söylenmesi aslında yasak olan- Naruto ve içindeki şeytan tilki hakkında konuşur. Bunları yeni öğrenen Naruto, üzgün bir şekilde belgeyi alıp kaçar. İki Chunnin Naruto'yu kovalarken en sonunda Mizuki, Iruka'yı kapana kıstırır. Mizuki, Iruka'yı tam öldürecekken Naruto elinde belge ile ortaya çıkar. Naruto, Mizuki'ye eğer Iruka öğretmenine dokunursa öldüreceğini söyler. Mizuki onu küçümser, fakat Naruto elindeki belgeden öğrendiği tek teknik olan Tajuu Kage Bunshin no Jutsu'yu ilk kez gerçekleştirir. Naruto bu teknik ile binlerce klon yaratarak Mizuki'yi yener. Bir süre sonra, ormanın ortasında, Iruka, Naruto'ya mezuniyetin kanıtı olan Konoha kafa bandını verir. Naruto artık mezun olmuştur. Yukarıda bahsedilen Kage Bunshin no Jutsu (Gölge Kopyalama Tekniği), Naruto'nun tüm seri boyunca kullandığı en güçlü ve kullanışlı tekniklerden biridir. Bunshin no Jutsu'dan en büyük farkı, ortaya illüzyon yerine fiziksel olarak gerçek klonların meydana gelmesidir. Kage Bunshin'i gerçekleştirmek isteyen biri yarattığı tüm klonlara eşit sayıda çakra bölüştürmelidir ki; bu Jounin, hatta ve hatta Kage mertebesinde bir ninja için bile çok zordur. Naruto, bu tekniği kullanarak değişik kombinasyonlar yaratacaktır. Örnek olarak 5 klonun hızlı bir şekilde hedefe atak yaptığı Uzumaki Naruto Rendan (Uzumaki Naruto Kombinasyonu) veya Oroike no Jutsu ve Kage Bunşin'in birleşiminden oluşan Harem no Jutsu (Harem tekniği) gösterilebilir. Naruto, Jiraiya'nın öğretileri sonucu Kuchiyose no Jutsu'yu da öğrenmiştir. Bu jutsu ile Naruto, paralel bir dünyadan kurbağa biçimindeki varlıkları ortaya çıkartabilir. Kuchiyose tekniğiyle ortaya çıkartılabilen en güçlü varlık, kurbağa kralı Gamabunta'dır. Naruto'nun en güçlü tekniği şüphesiz Rasengan'dır (Dönen Küre). Yine Jiraiya tarafından Naruto'ya öğretilen bu teknik, tamamen çakranın avuç içinde döndürülmesi ile gerçekleştirilir. Naruto, yeterli düzeyde avuç içinde çakra döndüremediğinden dolayı, ters yöne çakra döndürmek için ayrı bir klon kullanır. Rasengan tekniği, Uchiha Sasuke ve Hatake Kakashi tarafından kullanılan Chidori tekniğinden daha güçlüdür ve bir gün içinde istenildiği kadar kullanılabilir. Naruto, serinin ikinci bölümünde bu tekniği geliştirerek Oodama Rasengan ve (Not: Fuuton: Rasen Shuriken tekniğini, Naruto ilk defa Akatsuki üyesi Kakuzu'nun üstünde uygulamıştır ancak bu teknik düşmana olduğu kadar kullanan kişiyede zarar vermektedir.Kullanan kişinin kullandığı kolunda ki çakra damarlarını yırtar. Bu yüzden Naruto bu teknigi bir daha kullanmamıştır ancak Naruto Myobokuzan (Gezginler Dağı)'daki eğitimi sırasında bu tekniği daha da geliştirmiş ve Sennin (Bilge veya Keşiş) modundayken ona zarar vermeden kullanmanın bir yolunu bulmuştur) adlı varyasyonlar üretecektir. Ayrıca not edilmelidir ki, Kuchiyose no Jutsu ve Rasengan teknikleri A seviyesi yani Jounin seviyesi teknikler olup, Naruto'dan önce hem Jiraiya hem de 4. Hokage tarafından kullanılmış tekniklerdir. Bütün bunlara ek olarak, Naruto, içindeki canavar sayesinde hızlı iyileşme gücüne sahiptir ve dayanıklılığı had safhadadır. Ayrıca, tamamen aşırı durumlarda Naruto'nun içindeki canavar Kyuubi yavaşça Naruto'yu kontrol altına almaktadır. İlk safhada Naruto'nun gözleri Kyuubi'nin kırmızı gözlerine dönüşür ve Naruto'nun yanaklarındaki çizgiler kalınlaşır. Buna karşın kontrol hala Naruto'dadır. Daha aşırı durumlarda kırmızı Kyuubi çakrası bir örtü gibi Naruto'yu kaplar ve yarı transparan bir Kyuubi görünümü alır. Ardından, Naruto'nun arka kısmında tamamen çakradan oluşan kuyruklar meydana gelir. Bu formların ilkinde 1 kuyruk ortaya çıkar. İlk olarak Naruto ve Sasuke savaşında görülmüştür. Bu formda kontrol Naruto'dadır. Ardından, durdurulmadığı sürece Naruto'nun arkasındaki kuyruk sayısı artar. Kuyruk sayısı arttıkça Naruto o kadar güçlenir fakat kontrolü ve benliğini yavaş yavaş kaybeder. Jiraiya tarafından gözlemlenilebilen en güçlü form 4 kuyruktur. 4 kuyrukta artık kontrol tamamen Kyuubi'nin elindedir. Çakra örtüsü Naruto'nun derisini yakar fakat aynı zamanda iyileştirir. Bu nedenle Naruto'nun yaşam süresi kısalmaktadır. Jiraiya, bu formu "Kyuubi'nin Pelerini" olarak nitelendirmiştir. Narutonun Painle olan savaşında 8 kuyruk belirmiştir ve Onu Kyuubi formundan kurtarabilecek tek kişi olan Yamato'nun elinde Kyu (Dokuz) sayısı ortaya çıkar yani Kyuubi neredeyse tam olarak Naruto'yu ele geçirmiştir. Daha sonrasında 4. Ninja Dünya savaşı çıkmaya yeni başladığında ise (Naruto bunu bilmiyor ve Hachibi ile bir adada eğitime başlıyor) Naruto Tsunade-sama tarafından özel bir adaya göreve yollanılmıştır ki Naruto savaştan habersizdir. Mangada şu an naruto Kyubinin kontrolünü ele geçirmiştir ve kyubinin çakrasını kullanabilmektedir. Ayrıca Dokuz Kuyruklu'nun çakrasını kullandığında naruto rikudou ya benzer bir görünüm
kazanır. Mangada Naruto Tobi ile savaşırken Kyuubi ile iyi anlaşmayı başarmış ve onunla arkadaş olmuştur. Artık Naruto ve Kurama (Kyuubi) ortaktırlar. Naruto ve Kurama (Kyuubi) ile ortak olduğundan 9 Kuyruklu Naruto'nun çakrasını kendine çekmemekte olup aksine Naruto ile çakrasını paylaşmaktadır. Böylece Naruto Kyuubi'nin mührünü açıp onunla beraber Tobi'ye karşı Bijuu Modunda savaşmıştır. Naruto ve Kyuubi tıpkı Killer bee ve Hachibi gibi yer değiştirerek konuşmaktadırlar.Kısacası şu an mangada Kyuubi ve Naruto birer dosttan ve kardeşten farksızdırlar. Ve artık Tobi ile karşılaşma zamanı gelmiştir. Naruto, Killer Bee, Guy ve Kakashi Sensei. Bu karşılaşmada, Tobi'nin gerçek yüzünü ve artık eskisi gibi olmadığını, Kakashi'yi Rin'nin ölümünden suçladığını ve savaşında bu nedenle çıktığını öğreniyoruz. Ancak hiçbir şey eskisi gibi değildir ve olmayacaktır. Tobi değişmiştir. Savaşın son sahnelerine doğru Uchiha Madara da savaşa katılacaktır.Tüm bunlar olurken Uchiha Sasuke ve Uchiha İtachi kardeşler kabuto ile savaşacaktır ve edo tenseiyi zorla bozdurtacaklardır ama bu olduğu zaman İtachi de yok olacaktır ve son nefeslerinde sasukeye konohayla ilgili gerçekleri anlatmıştır ve orochimarunun aslında ölmediğini anlamıştır Sasuke.Ardından Orochimaru'nun peşine yeniden düşer ama bu sefer amacı farklıdır Konoha'yı yok etmek veya onu korumak arasında karar vermek için Orochimaru'nun mühürlü kollarını kaldırmıştır böylece artık Orochimaru 4 Hokage'yi yeniden diriltmiştir Edo Tensei ile ve Sasuke gerçekleri onların ağzından dinleyip Konoha'yı korumaya karar vermiştir.(Spoiler) Daha sonrasında Sasuke'nin de savaşa katılmasıyla büyük uğraşlar sonucu savaşı kendi lehlerine çevirmenin yolunu bulurlar , Kyuubi'yi Sasuke'nin Sussanoo'suyla birleştirerek zamanında Uchiha Madara'nın da yaptığı kombinasyona çevirerek Obito Uchiha'yı yaralarlar , sonrasında ise Kuyruklu Canavarları içerisinden çıkarırlar.Bu sırada Obito Uchiha ile Naruto zihinlerinde birbirleriyle konuşmaya başlarlar. Naruto , Uchiha Obito'yu ikna eder ve Uchiha Obito kendi yaşamnına son verecek olan Rinne Tensei No-Jutsu adlı yaşam tekniğini yapar fakat Naruto o sırada Uchiha Madara'yla savaştığından bunu bilemez. Sonrasında Uchiha Obito ( Rinne Tensei No-Jutsu'yu yaparken ) Uchiha Madara'nın iradesi olan Black Zetsu tarafından ele geçirilir ve teknik Uchiha Madara'yı Edo Tensei bedeninden kurtarıp , Gerçek bedenine döndürür ( Obito'nun amacı Senju-sama'yı hayata getirmekti ). Sonrasında Uchiha Madara , Uchiha Obito tarafından ele geçirilen Uzumaki Nagato'nun gözünü ( Rinnegan ) Beyaz Zetsu sayesinde ele geçirir. Uchiha Madara Gedou Mazo'yu Kuchiyose no-jutsu ile çağırıp serbest kalan kuyruklu yaratıklar ile Kyuubi ve Hachibi'ye saldırır ve onları ele geçirir. Uzumaki Naruto'nun içerisinden Kyuubi çekilir ve Gedou Mazo'ya aktarılır. Bu sırada Gaara Naruto'yu kurtarıp geri saflara götürür. Fakat Naruto'nun kalp atışları çok zayıftır ve ölmek üzeredir. Bu sırada Uchiha Sasuke , Madara'nın saf dışı bıraktığı Senju-sama yı görür ve Senju-sama Uchiha Sasuke'ye bir jutsu verir ( Ne olduğu 662 sayılı manga itibarıyla belli değildir ). Uchiha Sasuke bunu kullanmak üzere Uchiha Madara'ya saldırır fakat Uchiha Madara'nın Sasuke'nin kılıcıyla verdiği darbe Sasuke'yi vurur ve Sasuke ağır yaralanır.Bu sırada Uzumaki Karin'in Sezgi tipi ninja olması sayesinde Uchiha Sasuke'nin de neredeyse kalbinin durmak üzere olduğu saptanır. (662 Sayılı Manga'da geçen budur.) Naruto'nun da içinde bulunduğu Takım 7'nin Jounin (Üst seviye ninja) seviyesindeki öğretmenidir. Kakashi, ilk başlarda Naruto'ya (ve takımın geri kalanına) karşı soğuk ve ürkütücü bir tutum sergilemiştir. Ama geçen zaman süreci sonucunda aradaki bağlar güçlenmiştir. Bu ürkütücü tutum en iyi Kakashi'nin gruba yaptığı "Zil Testi"(Bell Test) ile örneklendirilebilir. Animenin ilk bölümünde Naruto'nun Kakashi ile arası Sasuke kadar iyi değildir. Bu olaylar esnasında Kakashi'nin sürekli Sasuke'yi çalıştırdığı görülebilir. Bu nedenle Naruto Sasuke'yi daha da kıskanmıştır. Yine de, zamanla güçlenen Naruto'nun yeni tekniklerini gören Kakashi neredeyse her seferinde mutlu olmuştur. Manga ve animenin ikinci bölümünde ise Sasuke'nin gidişinden dolayı Kakashi, takımın geri kalanına daha çok yoğunlaşmıştır. Hatta Kakashi'nin yaptığı ikinci bir "Zil Testi"(Bell Test) sonucunda Kakashi grubun öğretmeni değil, grubun Naruto ve Sakura gibi bir elemanı olmuştur. Ayrıca, Naruto 2,5 senelik uzun bir çalışma sonucunda Jiraiya'dan tekrar Kakashi'ye emanet edildiğinde Jiraiya Kakashi'den Naruto'nun içindeki şeytan tilkinin çakrasının oluşturduğu çakradan bir örtü sonucunda güçlendiğini fakat aynı zamanda düşünme yeteneğini yitirdiğini ve bu nedenle Naruto bu forma geçtiği her seferde kare şeklinde bir seal'ı (mühürü) alnına yapıştırıp çakrasını durdurarak eski haline döndürmesi gerektiğini söyledi. Bu nedenle Kakashi, Naruto'yu içindeki canavardan korumakla da yükümlüdür. Bu Kakashi için zor bir görevdir çünkü bu formda Naruto düşünme yetisini kaybettiğinden dolayı çevredeki herkese saldırabilir.Bu onun için çok tehlikelidir. Hinata Naruto'ya onu ilk gördüğü günden beri aşıktır. O gün köydeki herkes Naruto'ya nefretle bakarak 'Bu Kyuubi çocuk değil mi?' şeklinde söylenmektedir, Naruto onların arasından koşarken 'Bir gün Hokage olacağım.' der. Daha sonra Hinata'ya üç çocuk saldırır, Hinata korkarken Naruto bu olayı görüp çocukları dövmeye kalkar ama maalesef dayak yer. Hinata olayları hayretle izledikten sonra yanına gitmek ister ama o sırda bakıcısı gelir ve onu götürür. Hinata o zamandan beri Naruto'ya aşıktır. Fakat çok utangaç olduğu için bunu hiçbir zaman dile getirememiştir. Hinata hep içinde Naruto'ya karşı derin duygular beslemiştir.Hinata, Pain'le Naruto savaşırken aşkını itiraf etmiştir. The Last : Naruto The Movie filminde ise Naruto ile Hinata evlenmiştir. Sennin Mod Naruto'ya Jiraiya'dan miras kalan her dönemde keşiş olmaya uygun tek bir kişiye öğretilen çok güçlü bir tekniktir. Naruto Sannin Mod sayesinde tehlikeli teknik Rasen Shuriken'i yapabilir. Fakat güçlü Sennin Mod'undayken bile 2 Rasen-Shiruken fırlatabilir.Sennin Mod'un temel prensibi insan vücudundaki çakraların içine "Natural Chakra" yani doğal çakra eklenmesi ve bu 2 çakranın dengelendikten sonra Naruto'nun kendi elementi olan ve çok nadir rastlanan bir element olan hava elementinin eklenmesi ile keskinleşen Rasengan'ın müthiş bir güç çıkarmasına dayanır( şimdiye kadar çizgi dizisinde yayınlandığıkadarı ile Danzou, Sarutobi Asuma ve Naruto'nun annesi Uzumaki Kushina (Naruto ve annesinin köyü olan hava ulusu yıkılıp yok edildiği için çok nadir). Naruto savaş sırasında Sannin Mod'a geçebilmektedir ancak Natural Chakra toplama işlemi uzun zaman aldığı için Mount Myoboku'da birkaç Sannin Mod'da klon bırakır. Bu teknik sayesinde istediğinde o klonlardan biri yok olup onu tekrar Sannin Mod'a geçirir. Jiraiya Pain ile dövüşürken Sannin Mod'a geçebilmiştir. Fakat Naruto Jiraiya'nın yaptığı gibi iki yaşlı kurbağa ile birleşerek yapılan savaş sırasında sürekli doğal enerjiyi toplamaya yarayan formu içindeki Kyuubi nedeni ile yapamamaktadır...Ancak Naruto yine de çok güçlüdür. Kyuubi Mod Naruto'nun Dokuz Kuyruklu'nun gücünü kontrol edebildiğinde elde ettiği çok güçlü bir tekniktir. 4. Büyük Ninja savaşı öncesi Sekiz Kuyruklu'nun taşıyıcısı olan Killer Bee-Sama ile gittikleri adadaki özel bir tapınakta öğrenebilmiştir. Burada annesinin yardımı ile kyuubinin gücünü elde etmeyi başarabilmiş ancak tam dönüşümü sağlayamamıştır. Yine de Bijuu dama tekniğini Rasengan'a benzediği için zor da olsa kavrabilmiştir. Kyuubi modun en büyük faydasını savaşın başladığı sıralarda Killer Bee'nin sırtındaki Samehada'nın içine casusluk için saklanan Kisame'yi hissetmesi ile görmüştür. Bu şekilde karargâh onun savaş cephelerinde beden ve çakra kopyalayabilen Beyaz Zetsu klonlarını bulması için savaşa katılmasına izin vermiştir. Daha sonra ise Naruto'nun mührü kaldırması ve Kyuubi ile barışması ile Naruto Kyuubi'nin gücüne sahip olmuştur. Naruto, kyuubi moda tam anlamıyla Madara ile savaşırken dönüşebilmiştir. Naruto Dokuz Kuyruklu'nun diğer yarısını kaybettikten sonra Obito Siyah Zetsu'nun içindeki Dokuz Kuyruklu'nun diğer yarısını Naruto'ya aktarmıştır bu sayede hayata dönen Naruto Rikudō Sennin ile konuşmuştur. Bu konuşma esnasında Rikudō Sennin Naruto'ya özel güçler aktarmıştır. Bu özel güçler yüksek iyileştirme gücü, yüksek güç, kuyruklu canavarların gücünü kullanma gibi. Yüksek iyileştirme gücü sayesinde Naruto, Madara ile savaşan ve son kapıyı da açtıktan sonra ölmek üzere olan Gai'yi iyileştirmiş ayrıca Kakashi'nin çalınan Sharinganı'nın yerine yeni göz eklemiştir. Savaş sürerken Madara'yı aşırı derecede zorlamıştır. Ama yenememiştir. Gaara Gaara, Dördüncü Kazekage’nin en genç oğlu, böylece Temari ve Kankurō onun büyük ablası ve abisi olmaktadır. Sunagakure (Gaara’nın köyü) ‘nin (askeri açıdan) zayıf durumu nedeniyle, Dördüncü Kazekage Suna (Kum) köyünün büyüklerinden birine, Chiyo’ya, tek kuyruklu mistik canavar Shukaku (Ichibi no Shukaku) ‘yu Gaara’nın içine hapsetmek için bir iyelik tekniği (possession jutsu) uygulamasını, köye dışarıdan yapılabilecek saldırılara karşı oğlunu nihai bir silaha çevirme umuduyla, emretmiştir. Bu iyelik tekniği yüzünden, Gaara’nın annesi, Karura doğum sırasında ölmüştür. Ölmeden önce, Karura Sunagakure'yi, Gaara’nın kendisinin ölümünün intikamını alacağı umuduyla, lanetler. Gaara babası tarafından eğitildi, ancak çoğunlukla dayısı Yashamaru ona baktı ve büyüttü. Altı yıl boyunca, Gaara’dan ailesi ve köylüler korktular ve o ise dayısı Yashamaru’nun kendisini seven tek kişi olduğuna inandı. Halbuki, Gaara altı yaşına bastığında, Gaara'nın babası, Kazekage Yashamaru’ya Gaara’ya suikast düzenlemesini emreder.Gaara, Kazekage'nin gözünde, başarısız bir deney ve diğer köylülere karşı, hayatta bırakılamayacak kadar büyük, bir tehlike haline gelmiştir. Gaara suikastçinin Yashamaru olduğunu bilmeden onu ağır yaralar. Ölmeden önce, Yashamaru Gaara’ya aslında o
nu hiç sevmemiş olduğunu açıklar. Gerçekte, Gaarayı sevmeye çalışmasına rağmen, Yashamaru Gaara’yı sevgili kız kardeşi ve Gaara’nın annesi olan Karura’nın hayatını çalmakla suçlayıp ona karşı kin tutmaktan kendini alamamıştır. Yashamaru ayrıca Gaara'nın isminin kaynağını da açıklamıştır: 我を愛する修羅, (Ware wo ai suru shura, a self-loving carnage,”kendisini seven katliam”). Gaara'nın annesi köye kendisini ve oğlunu bir silah için kurban etmelerinden dolayı kin duymuş ve Gaara’ya kendisine bu kadar acı çektirdiği için lanet okumuştur.Kimsenin kendisini sevmediğini anladıktan sonra, Gaara kumunu kullanarak alnına bir dövme oymuştur, 愛 (ai,love,”aşk”), "sadece kendini seven bir iblis" simgesi olarak. Sonraki altı yıl boyunca, Gaara hepsi babası tarafından emredilmiş neredeyse sabitleşmiş suikast girişimlerinin hedefi olacaktır ama henüz bundan habersizdir. Gaara, Naruto gibi, bir jinchūriki ‘dir, yani (kendi isteği dışında) bir bijuu (尾獣,kuyruklu canavar) ‘ya ev sahipliği yapan,vücudunun içinde tutan, kişidir.Tüm köy Gaara’dan,vücuduna hapsedilmiş ruhun korkunç gücü nedeniyle, nefret etmiş ve korkmuştur. Kendi babası bile, Gaara’nın savaşta çok etkili araç olduğunu farketmeden çok önce,onu ölü görmek istemiştir. Sonuç olarak, Gaara duygusal olarak içe kapanık, tamamen sessiz,kendisi dışındaki herkese karşı duyduğu tiksinti ve nefrete boğulur hale gelmiştir. En sonunda kendisine gönderilen suikastçileri – ve varlığını tehdit eden kendisi dışındaki herkesi - öldümekten zevk almayı ve bunda bir yaşama sebebi bulmayı öğrenmiştir. Onun uykusuzluk hastalığı, uyuması halinde içindeki canavarın onun kişiliğini yiyip bitireceği ve yok edeceği gerçeği nedeniyle ortaya çıkmıştır, ki bu durum Gaara’yı daha da dengesiz yapmaktadır. Ayrıca bu Bijuu hapsedildiği vücuttayken bu Jinchuuriki'nin asla uyumaması gerekmektedir yoksa Bijuu Jinchuuriki'nin kişiliğini ele geçirebilir. Gerçekte, Gaara'nın hayatı neredeyse Naruto'nunkiyle aynıdır, hatta daha da talihsizdir. yalnızlık, sevilme ihtiyacı ve isteği, birey olarak sevilme ve benimsenme, diğerlerinin ön yargılarından sıyrılma; istekleri — ki bu kişiler aslında, içlerinde “tutmaya zorlandıkları” canavarlar değil, diğer insanlar gibi kendileridirler — her ikisini de umutsuz bir duruma sürüklemektedir. Naruto sonuç olarak eşek şakalarının ve haylazlıklarının kendisine dikkat çekeceği daha doğrusu tanınma sağlıyacağı hatasına düşerken; Gaara ise varlığına meydan okuyan hemen herkesi öldürerek varlığını koruyup doğrulayabileceği sonucuna varmıştır.Diğerlerinin kabul ve benimsemesinin yokluğunda, ancak kendisine değer verip diğerlerini dışlarayarak kendi içinde dengeye varabilmiştir. —ki bu da narcissism’in uç bir şeklidir. Ayrıca, Naruto Iruka ve Takım 7’nin kendisini kabul etmesini sağlarken, Gaara’nın bağ kuracağı kimsesi olmamıştır ve Naruto ile karşılaşana kadar kendisinden başka bir kimse için savaşmanın gerekçesini kavrayamamıştır. Ama başlarda,her ikisi de neşeli (Naruto bu durumu abartmıştır),kibar ve ilgili olmaya çalışarak olumlu şekilde dikkat çekmeye çalışmışlardır ki küçük başarılar da elde etmişlerdir. Bir keresinde, Gaara yakınında oynayan bir kısım çocuk için güçlerini kullanarak kaçan toplarını getirmiştir ve kendisinden korkuyla kaçan çocuklardan birkaçını istemeyerek kumuyla yaralamıştır. Daha sonra, küçük Gaara teyzesinden aldığı yara merhemini yaraları en kötü olan kızın evine götürüp vermek ve özür dilemek istemiştir, ancak kız Gaara’nın yüzüne "bakemono" (monster, canavar) diye bağırarak kapıyı çarpıp kapatmıştır. Tabii ki bu Gaara’yı dengesiz bir duruma sokmuştur. Hemen arkasına denk gelen teyzesinin gereçekleştirmeye çalıştığı suikast girişminden sonra ise, Naruto ile karşılaşıcaya kadar 6 yıl boyunca, tamamen dengesiz bir ruh hali içine girmiştir. Bu suikast girişiminden sonra alnına yukarıda bahsedilen dövmeyi oymuştur. Gaara kumu işleyip (Elini bile sürmeden sadece isteyerek) yönetebilme yeneteneğine sahip. Gaaraya annesi tarafından verilen özel yetenek sebebiyle,Gaara’nın Suna no Tate (Shield of Sand, kum kalkanı) kullanmasına bile gerek kalmadan, kum ayrıca ,kendiliğinden,onu yaralanmalarda korumaktadır, Ancak bu durum temelde Gaara’yı neredeyse (hand-to-hand combat, yakın dövüş teknikleri) Taijutsu‘yu kullanamaz hale getirmektedir. Gaara neredeyse sürekli olarak sırtında Su kabağından yapılmış büyük bir su kabı taşır. Ancak, su yerine içinde, çok fazla miktarda, öldürdüğü insanların kanına bulanmış ve kendi çakrası ile güçlendirilmiş kum bulunmaktadır. Gaara herhangi kumu kolayca denetimine alabilmesine ve hatta yerin içindeki mineralleri kullanarak o yerden kendisine kum üretebilmesine rağmen, en iyi denetleyebiliği kum sırtındaki kapta taşıdığı kumdur. Bahsedilen bu kumla beraber, Gaara yalnızca kum ihtiyacını karşılamakla kalmaz, aynı zamanda saldırılarında hem hız hem de güç yönünden artırır . Gaara'nın tekniklerinin tamamı kuma dayalıdır, çoğu basit saldırı ve savunma tekniği olmasına rağmen, havada uçmak(Sabaku Fuyū, Desert Suspension,Çöl asılımı) ve casusluk yapmak (Daisan no Me,Third Eye,Üçüncü göz), dahil olmak üzere çeşitli amaçlarla kullanılabilirler. Gaara savaşırken genellikle, Sabaku Kyū (The Coffin of Crushing Sand, Ezen Kum Tabutu) tekniğini ve ardından Sabaku Sōsō (Imploding Sand Funeral,Yalvaran kum cenazesi) tekniğini, kullanır. Saldırılarının çoğu küçük ölçekli olsa da, Gaara Ryūsa Bakuryū (Quicksand in the Style of a Waterfall, şelale şeklinde yutan kum) tekniği ile ortalığı altüst edebilir. Gaara'nın ana savunması Suna no Tate (Shield of Sand, Kum Kalkanı) dır. Gaara’yı iradesi dışında bile tüm zarardan korumaktadır, ancak yine de yüksek hız ve güç ile aşılabilir (ilk olarak Rock Lee sonunda Uchiha Sasuke tarafından aşılmış olduğu üzere).Bu kumdan Kalkan başarısız olsa bile, Gaara’nın başka bir savunması daha var: Suna no Yoroi (Armour of Sand, Kum Zırhı). Gaara’nın vüdcunu saran yüksek bir basınçla sıkıştırılmış kumdan bir şerittir. Bu Gaara’ya neredeyse geçilmez bir savunma sağlarken, Gaara'nın çakrasından ve dayanma gücünden büyük oranlarda tüketmektedir.Bu yüzden, Gaara geçilmez savunma için Kum Küresi kullanmaktadır, bu teknik daha az çakra tüketmesine karşın Gaara’yı Kürenin merkezine yerleştirmektedir.Ve O'nun tek aşkı kendisidir. Chunin sınavının “Ölüm Ormanı” kesimi boyunca, Gaara'nın takımı, bir önceki bitirme süresi rekorunu çok büyük bir farkla geçerek, bitiş noktasına varır. Gaara'nın (şüphesiz ki Shukaku'nın etkisiyle olan) kana susamışlığı, ilk defa, Gaara’ya saldırısı sonuçsuz kalan Yağmur köyü ninjası Shigure’yi ve hemen ardından Shigure'nin takım arkadaşları Baiu ve Midare'yi (merhamet dilemelerine rağmen) öldürmesiyle gösterilmiştir. Ön eleme maçlarında, Gaara Rock Lee ile eşleşmiştir. Bu maç sırasında Gaara hayatında ilk defa olmak üzere yaralanmıştır. Rock Lee kendisinin Ura Renge’si ile Gaara'nın savunmasını kırmış ama bu vücuduna mal olmuştur. Gaara'nın savunma teknikleri Lee'nin güçlü saldırılarını geri püskürtmüş, böylece o ana kadar görülmüş en yıkıcı ve heyecanlı karşılaşma ortaya çıkmıştır. Sonunda, saldırılar sonucu yere yıkılan Gaara o haldeyken kumunu kullanarak Lee'nin bir kolunu ve bir bacağını ezmiştir, böylece onu çok ciddi biçimde yaralamış ve güç bela maçı kazanmıştır. Son kademe maçlar sırasında, Gaara’nın (Konoha Köyü) Konohagakure’ye yapılacak saldırıda büyük rol oynaması planlanmıştır; saldırının arkasında ise Orochimaru vardır. Gaara (büyük ihtimalle Orochimaru’nun Kazekage olarak kılık değiştirdiği sırada ayarlamasıyla) Uchiha Sasuke'ye karşı eşleşmiştir,sebep ise Sasuke’yi (Orochimaru’nun daha önceki bölümlerde Sasuke’ye yerleştirdiği) Cennetin Lanetli Mührü isimli,omuzunun üstündeki dövme ile belli olan, bir tekniği harekete geçirmeye zorlamaktır . Niyetleri Shukaku’yu Konoha’nın içinde serbest bırakıp aynı anda Orochimaru’nun Devasa Yılanlarını Şehrin surlarına saldırtmaktır, ancak Shukaku’nun tahmin edilemez olduğu ortaya çıkar. Ayrıca Shukaku ve Gaara sonunda Uzumaki Naruto tarafından yenilgiye uğratılır. Naruto değer verdiği insanları korumak adına Gaara ile savaşınca, Gaara’nın aklı karışır. Gaara’yı şaşırtan şey ise Naruto'nun arkadaşlarına karşı olan yılmaz sadakati olmuştur. Her ikisi de çok yüksekten yere düşmelerinden sonra Naruto, uzandığı yerde Gaara’nın yenildiğinden emin olmak için Gaara’ya doğru sürünmeye başlar.Hatta Gaara çocukluğunda beri ilk defa korkar ve Naruto’ya kendisinden uzak durması için bağırır; O noktada Gaara farketmiştir ki Naruto'nun gücü arkadaşlarını koruma arzusundan gelmektedir.(Naruto'dan etkilenen) Gaara, Temari ve Kankuro ile geri çekilirken, onları şaşırtarak açıkça onlardan özür dilemiştir. Gaara (Suna Köyü resmi olarak oyuna getirildiklerini açıkladıktan ) daha sonra Konoha Köyünün müttefiki olarak ortaya çıkmkıştır.Beşinci Hokage, Suna Köyünden (Konoha köyünden Orochimaru ’nun olduğu yere doğru kaçmaya başlamış olan) Uchiha Sasuke için gönderilmiş Genin takımına yardımcı olacak bir ekip (Gaara, Temari ve Kankuro) istemiştir. Gaara; Rock Lee’yi Kaguya Kimimaro ‘dan kurtarmak için tam zamanında yetişmiştir. Kimimaro neredeyse Gaara’ya karşı güç olarak üstünlük kurmuş olmasına karşın; Kimimaro, (Shukaku’yu serbest bırakmaksızın gerçekleştirebileceği en güçlü saldırıları uygulamaktan dolayı) yorgun düşmüş olan Gaara’yı (vücudundan çıkardığı kemikten mızrakla) delmesinden saniyeler önce Orochimaru'nun onun üzerinde uyguladığı tekniğin tamamlanması yüzünden ölmüştür. Gaara daha sonra Kimimaro'nun kendisini Orochimaru’ya adaması hakkında yorum yaparak yalnızlığın değer verdiğiniz insanların iyilikleri ya da kötülüklerinden çok daha güçlü olduğunu söylemiştir. Eğer Gaara rakibi hakkındaki herhangi bir için şey üzülmüşse o da Gaara’nın Kimimaro’yu bir şekilde (kendisinin ve Naruto’nun yaşamlarının ilk yıllarında yoğun nefretle karşılaşıp yalnızlık hissetmelerine atıfta bulunarak) kendisine ve Naruto’ya benzetmiş olmasıdır. Uzumaki Naruto Jiraiya denetimindeki 2,5 yıllık eğitim sonrasında Konohagakure’ye döndüğünde, Gaara’nın beşinci Kazekage oldu
ğunu öğrenince çok şaşırır (aynı anda hem kıskanır hem hırslanır hem de Gaara için sevinir). Aslında bu şaşkınlık yaratmamalı, çünkü kimse ona karşı çıkmamıştır. Geçirdiği kişilik değişimine rağmen, 6 yıl boyunca sürdürmüş olduğu "benden başka herkes ölsün" kolayca unutulacak bir şey değildir(yani köy sakinleri onun değişimini kabul ettiklerinden değil de hala korktuklarından karşı çıkmamışlardır). Hala hayat hakkında biraz kafası karışık durumdadır, ancak yine de biraz daha olumlu bir bakış açısı yakalamıştır. Gaara’daki gözden kaçırılmaması gereken başka bir büyük değişim ise kişiliğidir. Kendi namına bir artı olarak,artık çevresinde başkaları varken düşmanca davranmamaktadır. Hala en sıcak kanlı kişi değil, ancak geçmiş yıllardaki davranışları göz önüne alınırsa bu da bir gelişmedir. Gaara Akatsuki hedef alınmıştır çünkü vücuduna yeleştirilmiş olan Ichibi no Shukaku ("Tek kuyruklu Shukaku")’yu ele geçirmek istemişlerdir . Gaara, Akatsuki üyesi Deidara’nın saldırısına karşı köyünü savunmuştur. Gaara, içinde bomba taşıyan kilden bir kuşu kumu ile sarmalayınca bomba patlamış, Gaara’nın hayatı tehlikeye girmiş ve böylece Deidara biraz da şans eseri olarak kazanmıştır. Böylece Deidara Gaara'nın bilinçsiz bedenini de alarak güçbela kaçmayı başarmıştır. Naruto ise Gaara’yı ne pahasına olursa olsun kurtarmaya kararlıdır Gaara yakalandıktan sonra, Shukaku Gaara’nın bedeninden (özel bir teknik yardımıyla) çıkartılmıştır. Bu ise onun ölümüne yol açmıştır, ancak Chiyo (çok yıllar önce kendisinin önderliğinde araştırılan ancak araştırması hiç denenmeden yarıda bırakılan) hayat-yenileyici tekniğini kullanmayı dener ve Naruto Chiyo’ya kendi çakrasından vererek tekniğin uygulanmasını sağlar. Teknik Chiyo’nun hayatı pahasına (araştırmanın yarıda bırakılmasının muhtemel sebebi), Gaara’yı hayata döndürmüştür. Gaara’nın hala bir yere kadar kumu işleyip yönetebildiği doğrulanmıştır, ve hala Gaara’yı (kendiliğinden) savunan kum savunmasının devam ettiği görülür. Mangada, Gaara’yı takdir edenlerin sayısı, Naruto’nun başına bela olabilecek ya da onu kıskanmalarına sebep olabilecek kadar, artmıştır. Naruto ayrılmadan önce, o ve Gaara sağlam arkadaşlıklarını ve Gaara'nın kişiliğindeki değişimi işaret edercesine el sıkışmışlardır.Dördüncü Büyük Shinobi savaşında Gaara hala kumu süper bir şekilde kullanabildiği görülmektedir. Sakura Haruno , manga ve anime serisi Naruto'da kurgusal bir karakterdir. Manganın ilk başında Hatake Kakashi'nin Genin olarak öğrencisidir, daha sonra Tsunade'nin yardımcısı olarak Çūnin olmuştur. Küçükken Ino Yamanaka onun ilk edindiği dostudur. Ino ve Sakura aynı anda okulun en popüler çocuğu olan Uchiha Sasuke'ye aşık olmuştur. Önce çok iyi arkadaş olan Ino ve Sakura şimdi birbirilerine düşmanlardır. Baş karakter olan Naruto, Sakura'dan hoşlanmaktadır ama Sakura, Sasuke'den hoşlandığı için Naruto'ya yüz vermemektedir. İlk başlarda Naruto'dan tam anlamıyla tiksinen Sakura sonraları Naruto'ya iyi davranmaya başlamıştır. Animesinin bir bölümünde pembe ve güzel saçlarını kesmiştir. Sakura, fan kızlarının kendilerini özdeşleştirdikleri bir karakterdir. Anti fanlarınıysa erkekler arasından toplamıştır. Naruto'nun erkek izleyicileri onun ağlak, bencil, işe yaramaz hallerini bir Shounen serisine yakıştırmamaktadırlar. Hinata Hyuuga'nın Naruto'ya aşık olduğunu bilmesine rağmen Naruto'ya sahte bir aşk itirafında bulunacak kadar Sasuke takıntılı olması, anti fanları ayağa kaldırmıştır. Shippuuden'e başlandığında, eski çocuksu tavrından tamamen olmasa da büyük ölçüde kurtulan Sakura, aynı zamanda eskisinden çok daha güçlü olmuştur. Tsunade ile yapmış olduğu çalışmalardan sonra iyileştirme yeteneğinde kendini iyice ilerletip, daha yüksek bir seviyeye kavuşmuştur. Chakrasını çok iyi kontrol edebilimesiyle tanınan Sakura, Tsunade'nin ünlü kas gücüne de sahip olmuştur. Manga ve animenin ilerleyen bölümlerinde Sakura'nın, uluslararası bir suçlu ilan edilen Sasuke'yi ülkelerin yararı adına öldürmesi gerekir. Arkadaşları, "Sana ve Naruto'ya rağmen onu öldüreceğiz," demişlerdir. Sakura, önceleri tereddüt etse de Sai'den Naruto'nun kendine aşık olduğunu öğrendikten sonra Sasuke'yi hep iyi bir çocuk olarak hatırlamak için onu öldürmeye karar verir. Fakat bir ihtimal daha vardır: Gidip Naruto'yu durdurmak. Çünkü Sasuke'yi bulmayı isteyen kendisidir. Fakat yanılmaktadır, Naruto bunu kendisi için de istemektedir. Çünkü Sasuke ilk dostudur. Sakura, Naruto'yu bulup ona "Seni seviyorum, artık Sasuke benim için bir şey ifade etmiyor", der. Blöfü yemeyen Naruto, bu sözler karşısında, "Kendilerine yalan söyleyen insanlardan nefret ederim", demiştir. Bu olaydan sonra Sakura, yaptığına pişman olup Naruto'nun yanından ayrılmıştır. Sakura'nın gerçek amacını bilen Sai bir kopyasını Naruto'nun yanına göndererek gerçekleri anlatır. Kakashi Sensei, Sakura'nın amacının Sasuke'yi öldürmek olduğunu duyunca onu durdurmak için takibe başlar. Yamato'yu Naruto'nun peşinden gelmemesi için uyarır, fakat Naruto Yamato'yu kandırarak Kakashi Sensei ve Sakura'yı takip etmeye başlar. Sakura Kiba, Lee ve Sai'ye hazırladığı uyku gazlarını patlatarak onları bayıltır ve Sasuke'yi kendi başına öldürmek istediğini söyler. Sasuke'nin yanına ulaştığında Sasuke'ye onunla birlikte gelmek istediğini söyler, Sasuke de onun numara yapmadığını anlamak için Karin'i öldürmesini ister. Sakura bunu yapamaz, Sasuke Sakura'yı öldürecek bir hamle yaptığında yine Naruto Sakura'yı kurtarır, Sakura Sasuke'nin artık tamamen karanlık tarafa geçtiğini anlar. Fakat ona aşkı sönmemiştir, yani Sakura'nın Sasuke'den vazgeçmeye niyeti yoktur... Kakashi Hatake Kakashi, Konohagakure (Konoha Köyü)'nin Jounin ninjalarından birisidir. Kendisi ; Uzumaki Naruto, Uchiha Sasuke ve Haruno Sakura isimli geninlerden oluşan 7. Takıma Jounin olarak atanmıştır. Kendisi ayrıca Kopyacı Ninja Kakashi (Kopī Ninja no Kakashi) veya Şaringanlı Kakashi (Sharingan no Kakashi) olarak da tanınmaktadır. Sol gözündeki Sharingan'ı küçüklüğünde Uchiha Obito, jounin hediyesi olarak armağan etmiştir. Bu lakaplar kendisinin sol gözündeki bir özelliği kullanmak suretiyle 1000'den fazla jutsu kopyalamış olması gerçeğinden hareketle ortaya çıkmıştır. Sol gözündeki bu özellik, sadece neredeyse yok olmuş olan Uchiha ailesinin bazı fertlerinde görülebilen, o aileye özgü genetik bir özelliktir. Normal gelişimini tamamlamış ve faal haldeki Sharingan özelliğine sahip olan sol gözünün kırmızı göz bebeği içerisinde üç virgülümsü işaret bulunmaktadır. Bu normal gelişimin üstünde yalnızca bir adet özel seviye daha vardır ki Kakashi'nin bu seviyeye manga'nın 275 numaralı bölümünde ulaşmış olduğu görülmektedir. Bu seviyenin ismi Mangekyou sharingan 'dır. Bu seviyeye Uchiha İtachi'nin Kakashi'den önce ulaşmış olduğu Anime'de ve manga belirtilmiştir. Özellikle kakashi eski takım arkadaşı olan obito uchihadan kalma huyuylada her yere gec gelmektedir. Naruto Gaiden animesinde ise Sarada Uchiha, Kakashiyi ölü bulmuştur. Cuma namazından sonra Konohaya gömdüler. Kakashi başlarda güçsüz ve güvenilmez gibi görünmüştür.Ancak Kendisi istisnai şekilde çok yetenekli bir ninja olup, 6 yaşında Chuunin rütbesine 13 yaşında ise Jounin rütbesine erişmiş olan bir "harika çocuk"tur. Babası olan Hatake Sakumo; Konohanın Beyaz Diş'i ("White Fang" of Konoha, Konoha no Shiroi Kiba) olarak tanınmıştır ki, bu lakap kendisinin neredeyse Efsanevi Üçlü (Efsanevi Sannin, Sandaime Hokage'nin ünlü öğrencileri) ile aynı seviyede görülmesi dolayısıyla verilmiştir. Kakashi'nin Gençliğinin anlatıldığı Kakashi Gaiden arc süresince (manga bölümleri 239-244), Kakashi'nin sahip olduğu sharingan gözünün ve gözün dışındaki uzun yara izinin kökeni ve hikâyesi açıklanmaktadır. Bölüm Üçüncü Büyük Ninja savaşları sırasında geçmektedir. Bu sırada 13 yaşında olan Kakashi ve takım arkadaşları Uchiha Obito ve Rin, gelecekte Yondaime (Dördüncü) Hokage olacak olan kişinin komutası altında Iwagakure (Hidden Rock Village, Gizli Kaya Köyü) sınırları içinde bir görev üzerindedirler. İzleyen savaş süresince, Kakashi'nin Sharingan'ı kullanmasından dolayı bugünkü şöhretine kavuşur. Ayrıca kendisinin gözetmenliğini yaptığı Hayatta Kalma Eğitim Sınavını alan her olası Genin takımını sınavdan bırakmasıyla tanınmıştır. Üçüncü Hokage gibi ve muhtemelen Jiraiya ve Dördüncü Hokage gibi, olası öğrencilerini seçmek için adı kötüye çıkmış olan "Bell-Test" (Zil Sınavı) isimli bir sınav uygular. Görünürde sınav Akademi mezunu öğrencilerin her birinin Kakashi'den bir zil kapması gereken bir tür eğitim şeklindedir. Ancak sınavın nihai hedefi olası Genin adaylarının 'takım çalışması' ve fedakarlık özelliklerini ölçmektir. Kakashi'nin gerçek Genin mezuniyet sınavı olarak kullandığı bu sınav, Akademiden mezun olan öğrenciler arasından olası Genin'leri,%99 gibi yüksek bir başarısızlık oranıyla ayıklamaktadır (Bu sınava giren mezunların %99 u kalmıştır). Kakashi'nin sınavının diğer Jounin'lerinkine göre daha zahmetli ve zorlu olduğu düşünülse de Üçüncü Hokage, Kakashi'nin önceki takımları bırakmasının son derece doğru ve akıllıca olduğunun ortaya çıktığını düşünmektedir. 7. Takım (Naruto, Sasuke, Sakura) Kakashi'nin sınavını geçen ilk takım olmuştur.Daha sonra Sasuke'nin gitmesiyle Sai gelmiştir. Sharingan'ın kendisine verdiği avantajla ile, eşi benzeri görülmemiş başarılara imza atmıştır. Sharingan sayesinde 1000 ve üstü sayıda tekniği öğrenmiştir. Sayısız savaştan galip çıkarak, eşsiz bir tecrübe kazanmıştır. Kakashi Sharingan'ını geliştirir ve Mangekyo Sharingan'ını ortaya çıkarır. Ancak bunu planlı bir şekilde yapmamıştır. Kakashi'nin Mangekyou Sharingan'ı elde etmesi Rin'i öldürmesiyle gerçekleşmiştir. Bu olaya tanık olan Obito Uchiha (Tobi) onunla birlikle Mangekyou Sharingan'ı uyandırmıştır. Diğer sharingan'lardan farklı olan bu teknik Boyutlar arası geçiti sağlar. (aslında bu teknik, Obito Uchiha'nın (Tobi) mangekyou sharingan'ındaki boyut değiştirme teknikleriyle aynıdır. Hatta anime ve manganın bir bölümünde Kakashi ve tayfası Sasuke Uchiha'yı ararken Tobi ile karşılaşır ve onun
boyutlar arasında yolculuk yaptığını düşünen ilk kişidir. Kakashi, bu teknikle herhangi bir nesneyi başka bir boyuta yollayabilir fakat nereye yolladığını bilmez. Dolayısıyla bu Kakashi'nin boyutlara hakim olmadığını gösterir. Obito Uchiha ise boyutlara hakimdir) Kakashi bu tekniğiyle Deidara'nın kolunu kopartıp bir kısmını başka bir boyuta götürüp parçalamıştır. Neji Hyūga , "Naruto" adlı manga ve anime serisinin kurgusal karakterlerindendir. Hyuuga klanının yan ailesindenolan Neji, babası öldükten sonra yan ailenin başına geçmiştir. Yan ailenin görevi ana ailedekileri korumaktır. Küçükken tüm yan aile üyelerine bir mühür uygulanır ve kurallara karşı gelirlerse ana aileden biri mührü aktif hale geçirip, o kişiyi uyarabilir ya da öldürebilir. Bu mühürden Neji'de de vardır. Babası Hizashi Hyuuga ile amcası Hiashi Hyuuga ikiz kardeştir. Amcası daha büyük olduğu için babası yan ailenin başına, amcası da ana ailenin başına geçer. Neji küçüklüklerinden beri kuzeni Hinata'dan daha güçlü olmuştur. Babası, Neji'nin hiçbir zaman ana ailenin başına geçemeyeceğini bildiği için içindeki nefreti Hiashi anlar ve hemen mührü harekete geçirip onu uyarır. Hiashi, bir Bulut Köyü ninjasının Hinata'yı kaçırırken öldürür. Bu yüzden Kumokagure karşılık olarak Hiashi'nin canını ister. Hizashi abisi yerine gitmek ister ve bu şekilde de kendi canını feda eder. Babasının ölüm haberini alan Neji, babasını ana aile tarafından öldürüldüğünü zanneder. Bu yüzden de ana aileye hep nefret duyar. Hiashi, Neji'nin neden nefret duyduğunu öğrendiği zaman Neji'den özür diler ve ona babasının ona yazdığı bir mektup verir. Bu mektupta babasının neden öldürüldüğü anlatılmaktadır. Bu sayede Neji'nin nefreti yok olur. Tenten ve Rock Lee, Neji'nin takım arkadaşlarıdır. Might Gai de takım lideri ve hocalarıdır. Yan aileden olmasına karşın çok güçlüdür ve aile tekniklerini kullanmakta kendini çok geliştirmiştir. Ayrıca akademiden birinci olarak mezun olmuştur. Naruto ile dövüşene kadar kendini herkesten güçlü gören kibirli biridir. Ancak Naruto ile dövüşürken Naruto'nun vazgeçmeyip kötü dövülmesine rağmen vazgeçmeyip yenilmesinden sonra kibirliliği ortadan kalkmıştır. Önemli olanın güç değil vazgeçmemek olduğunu anlamıştır ve animenin 117. bölümde düşmanlarıyla dovüşürken her zaman Naruto'nun vazgeçmeyişini hatırlayıp vazgeçmeden yenmenin bir yolunu bulmuştur. Kibirliliğinin yanında çok akıllı ve mantıklı hareket eden bir liderdir. Bölüm 364 itibarıyla Naruto ve Hinata'yı korurken ölmüştür.Alnındaki yan klanın mührü belirmiştir ve Neji "Artık çok geç"' demiş,Hinata'ya ve Naruto'ya nasihatler vermiş,ve en önemliside "Naruto!.Hinata seni korumak için ölmeye bile hazır"diyerek son nefesini vermiştir... Jiraiya (Naruto) , manga ve anime serisi "Naruto"'da kurgusal bir karakterdir. Jiraiya, Üçüncü Hokage (Sandaime Hokage) olan Sarutobi'nin "Sannin" lakabını taşıyan efsanevi üç öğrencisinden birisidir. Diğer iki efsanevi öğrenci Beşinci Hokage olan Tsunade ve Orochimaru'dur. Jiraiya aynı zamanda Konoha'nın Sarı Şimseği (Yellow Flash) lakaplı Dördüncü Hokage (Yondaime Hokage)'nin , Nagato(Pain), Yahiko ve Konan' ın hocasıdır. Jiraiya'nın en son ünlü öğrencisi ise Naruto'dur. Jiraiya kurbağalara dayalı ninja tekniklerini kullandığı için aynı zamanda Gama Sennin (Kurbağa Keşişi) olarak da bilinmektedir.Tabii, genç kızlara olan zaafından dolayı "Ero Sennin" (Sapık Keşiş) olarak da bilinmektedir. Bu lakabı ona Naruto vermiştir. Jiraiya küçüklüğünden beri Tsunade'ye ilgi duyar ama Tsunade tarafından reddedilmesinden dolayı güçlenmek ister. Güçlü bir shinobi olunca bütün kızları etkileyebileceğini düşünür. Bu isteği onu kurbağalar dağına götürür. Anlaşma yapmadan çağırma tekniğini (Kuchiyose no Jutsu) kullandığı için kurbağalar dağına gider ve oraya kendi rızasıyla giren ilk insan olur. Burada iken Senjutsu'da ustalaşmış ve Dağ'daki Oogama-Sennin (Büyük Kurbağa Keşiş) tarafından ileride hayatını kitap yazarak geçireceğine ve Eğiticeği öğrencilerden birinin dünyanın kaderini değiştireceğine dair kehanette bulunur. Nitekim öylede olur ve Jiraiya kitap yazarak dünyayı gezmeye ve dünyayı değiştirecek öğrencisini aramaya başlar bir yandanda shinobi dünyasındaki nefrete karşı bir çözüm bulmaya çalışır. Jiraiya herkes tarafından sevilen ve saygı gösterilen bir shinobidir ve Orochimarunun Jiraiya'yı salak gibi görmesi, Itachi'nin Kisame ile birlikte saldırsalar bile Jiraiya'yı kendileri ölmesi karşılığında öldürebilceklerini söylemesi ve Orochimaru'nun Itachi'den korkması gücü hakkında birçok soru işareti bırakmıştır. Ayrıca Jiraiya, Orochimaru köyü terk ettiğinde onu geri getiremediği için hep pişmanlık duyar ve bu nedenle kendisinin iyi bir shinobi olamadığı söyler. Jiraiya sadece Naruto ve 4. Hokage'yi değil Amegakure'den 3 öğrenciyi de eğitmiştir. 3 Sannin'in Hanzo ile olan savaşından sonra Jiraiya, Yahiko, Nagato ve Konan'ı bulur ve Amegakure'de kalarak onları eğitir ve iyi shinobiler haline getirir. Yahiko Amegakure'yi daha iyi bir yer haline getirmek için Akatsuki'yi kurar ama Yahiko öldükten sonra lider Pain(Nagato) olur ve grubun amacını değiştirir. İlerliyen zaman içinde Jiraiya Pain ile karşılaşır ve ona karşı savaşırken Pain'in 3 bedeninide haklamasına rağmen bu kişiler Naraka Path tarafından onarılır. Jiraiya rahatlıkla kaçabilecekken Pain'in sırrını bilmeyen bir kimse onu asla yenemez diyerek kalıp savaşmıştır. Pain'in Kuchiyose No Jutsu (Çağırma Tekniği) kullanan bedenini ve Amegakure'li bir Shinobi'yi bir kurbağanın içinde Konoha'ya gönderir. Ölmeden önce ise gerçek olan aralarında değildi metnini veren bir şifreli mesaj bırakmıştır. Bu şifreyi Fukasaku adlı Kurbağa öğretmeninin sırtına kazımıştır. Bu şifreyi çözen kişi ise tabii ki Uzumaki Naruto olur. Hayatta olmasa bile bıraktığı bilgiler sayesinde Pain'in yenilmesinde hatta Naruto'nun Nagato'yu ikna etmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Kankurō , Masaşi Kişimoto'nun çizdiği "Naruto" adlı manga ve anime serisinin kurgusal karakterlerden biridir. Dördüncü Kazekage'nin oğlu olan Kankurō, Gaara'nın ve Temari'nin erkek kardeşidir, ayrıca Sunagakure'den bir şinobi (ninja) olarak yetişmiştir. Kankuroo sırtında, isimli, aslında bir marionette olan ve savaşta, "Kawarimi no Jutsu"’ya benzer bir teknikle birleştirerek kullandığı, garip, halı gibi sarmalanmış bir cisim taşımaktadır. Rakibini; Kankurō’ya benzemesi için kılık değiştirtilmiş olan ve bu nedenle rakibin de dikkatsizce yaklaştığı Karasu’yu kullanarak yakalar. Kankurō’nun kendisi bandajlara sarılmış biçimde Karasu’nun sırtında durmaktadır. Rakip yakalandığında kendisini çözer ve rakibin işini bitirir. Kullandığı kuklalar; tuzaklar, ucu zehirli bıçaklar, zehirli gaz donanımı ve uzun erimli fırlatıcılar gibi teçhizatlarla donatılmıştır, baş ve gövde parçaları ayrılarak uzun erimli mermi olarak kullanılabilmektedir. Kankurō’nun; manga devam ederken, kukla cephaneliğine yenilerini eklediği görülür ki bu da onun savaş becerilerinin arttığını gösterir. Daha sonra Karasu’yu, isimli ölümcül olmayan bir yakalama birimi ile eş güdümlü olarak kullandığı da görülür. Kuroari rakibi yakalayarak hareketsiz kılmakta böylece Karasu’nun işini kolaylaştırmaktadır. Ön elemelerin üçüncü maçında Kankurō, Tsurugi Misumi ile eşleşir. Burada kendisi bandajlanmış bir şekilde Karasu’nun sırtında saklanmaktadır. Uygun anda kendisini açığa çıkarır ve rakibini yener. Sınavın asıl maçları sırasında, kendi maçına sıra çok erken geldiğine, Konoha’nın işgali için işaret gelmemesi dolayısıyla işgalden önce kimseye gizli tekniklerini göstermek istemediğinden kendi maçına çıkmaktan vazgeçer ve çekildiğini açıklar. Konoha’nın işgali sırasında, Kankurō; Temari'nin kaçışını sağlamak için Sasuke’yi durdurmaya çalışır ancak Aburame Shino ortaya çıkar (ki Kankurō’nun çekildiği maçta rakibi Shino idi) ve Sasuke’ye, Temari ve Gaara’yı takip etmesi için fırsat yaratır. Shino daha sonra Kankurō’yu yenilgiye uğratır ama kendisi de Kankurō'nun kuklasından saldığı zehirli gazdan etkilenip yere yığılır (hemen sonrasında bir şekilde Shino’nun babası Shino’yu bulur ve "kikai" böceklerinin yardımıyla zehiri Shino’nun vücudundan temizlemeye başlar). Kankurō, Beşinci Hokage tarafından kendilerine iletilen destek görevinde Temari ve Gaara’ya eşlik eder, bu sırada Sunagakure (Gizli Kum Köyü) Konohagakure ile barış imzalamıştır. Kankurō bu görev sırasında Inuzuka Kiba‘yı kurtarır, o sırada Kiba, Orochimaru’nun Ukon isimli adamı tarafından öldürülmek üzeredir. Yardıma yetiştiğinde Sakon (Ukon’nun vücudunun içinde yaşayan ikizi) ve Ukon’un her ikisi ile birden savaşır; Kiba'nın, ona geri çekilmesi için yalvarmasına rağmen, Ukon'un, onun kuklalarına hakaret etmesiyle kaçmayı reddeder. Sonunda açık bir güç farkıyla kazanır ve kardeşleri, Kuroari içine hapseder, ardından "Kurohigi Kiki Ippatsu" isimli teknikle işlerini bitirir. İki buçuk yıllık aradan sonra, Kankuroo Jōnin seviyesine erişmiştir ve yüzünde daha çok çizim/dövme olduğu dikkat çekmektedir. Zaten Temari ile yeterince iyi ilişkisi olmasının yanında, Gaara ile olan bağları/ilişkisi bu iki buçuk yılda oldukça güçlenmiştir. Gerçekte, Gaara ve Kankuroo hikâyenin başlarında birbirlerine düşmanca davranmışlardır, Gaara kardeşlerine çok az ilgi/saygı göstermiş ve Kankurō ise tehlikeli kardeşinin yakınlarında gezmek ile Gaara'nın çok uç noktalara varan “kurallara uymama” davranışına karşı hissettiği öfke arasında sıkışmıştır. Zaman aralığından sonra, (o zaman aralığına ait) bir hatırada Gaara, kardeşine, hayallerini ve hislerini, ona saygı ve yakınlık duyarak anlatıyorken gösterilmiştir; Kankurō ise şimdi genç kardeşini koruyan bir tavır takınmıştır, bir keresinde Köy'ün ileri gelen yaşlılarından birine, Kazekage (Gaara)’yi Kankuro'nun yanında susturduğu için, saldırmıştır. Hatta Gaara kaçırıldığı sırada onu kurtarmaya çalışmıştır (ama ağır bir şekilde yenilgiye uğramıştır). Ayrıca Naruto’dan -açıkça “kardeşim” diye söz ettiği- Gaara’yı kurtarıp geri getirmesini rica etmiştir. Yine ayrıca Gaara kurtıldıktan sonra Gaara’yı hafifçe kızdırı
p dalga geçtiği görülmektedir. Tüm her şey ikilinin birbirine çok değer verip derin bir sevgi beslediklerini göstermektedir. Atlanan zaman aralığında Kankuroo, isimli yeni bir kukla edinirken aynı zamanda Jōnin rütbesine de erişmiştir. Karasu ve Kuroari‘nin tersine, bu yeni kukla daha büyük ve (isimden de anlaşılacağı üzere) çok kollu, insanımsı gibi değil de daha çok kertenkeleye benzemektedir. Artık kuklalarını yanında here tarafa taşımıyor, bunun yerine kuklarını bir parşömene yazılı büyüyü/tekniği kullanarak “çağırıyor”. Bu kuklanın yetenekleri bilinmemektedir ve Sasori ile olan çatışmada parçalanmıştır. Bu üç kuklanın aslında, Akatsuki üyesi "Akasuna no Sasori" (“Kızıl Çölün Sasori’si”)‘nin özgün yaratımları olduğu, Kankurō, Sasori ile savaştığı ve yenildiği sırada ortaya çıkar (ayrıca her üç kukla da çatışma sırasında parçalanmıştır). Buna ek olarak, Sasori, Hirukonun ( akrepvari kuklasının ) kuyruğunu kullanarak Kankuroo’yu, Gizli Kum Köyü'nden kimsenin bilmedği bir zehiri kullanarak zehirler. Üç güne kadar öleceği düşünülen Kankuroo -Beşinci Hokage ve Uzman Tıbbi Ninja olan- Tsunade’nin öğrencisi Haruno Sakura’nın gelmesiyle kurtarılır. İyileştikten sonra, Kankurō, bandaja sarılmış tanımlanamayan bir dördüncü kukla ile savaşa hazır görülmektedir.203.bölümde Kankuronun 4. kuklası Sasoridir Shikamaru Nara "Nara" Japonyada'ki bir bölgedir ve oradaki Nara parkı en iyi geyik koruma yeridir. Shonen Jump oylamalarında Nara'nın Shika parkı en iyi 10. yer seçildi ve Shikamaru animede 10. takımda. Nara Shikamaru, Asuma Sarutobi'nın takımının en tembel üyesidir. Ino Yamanaka ve Chōji Akimichi ile aynı takımdadır. Çünkü onların babası eskiden aynı gruptadır. Shikamaru grubu ile iyi anlaşır ve çoğunlukla birlikte çalışırlar ama Shikamaru'nun güvenini ve arkadaşlığını kazanan Chōji'yle daha da yakındır. Bunun nedeni Shikamaru ve Chōji küçükken, Shikamaru Choji'ye hep yardım edip onun yanında kalmıştır. Shikamaru'nun favori yiyecekleri uskumru ve deniz yosunudur tabi yanında rafadan yumurta ile. Özlü sözleri ise "Hayatı tadında ve sakin yaşayın." ve "Hayat sakindir." 'dir.Aşırı derecede tembel biri olan Shikamaru, işten hep kaçmaktadır. Boş zamanlarında hep kestirir, bulutları izler veya düşünce oyuyunu olan Shogi ya da Go oynar. Ne zaman bi dövüşe veya savaşa katılması gerekse kaçar veya dalgın rolü yapar. Kaçmak istediği durumlarda ise, özlü sözü olan "Ne kadar zor" veya "Ne kadar yorucu" der (めんどくせぇ, mendokusē, İngiliz televizyonlarında "what a drag"). Tamamen kendinin bu kişiliğinin farkındadır ve hatta kendine dublaj yapar ve kendine "Kaçmada bir numaralı kişi" veya "Bir numaralı korkak" der. Bu kadar tembel olmasına ramen takım arkadaşları tehlikede olunca Shikamaru çok hızlıdır. O Gölge takliti tekniği ile düşmanlarının bütün zamanını alır çünkü sadece strateji yapar. Bu durum onu çok tehlikeye sokar. Arkadaşlar için hayatını tehlikeye bile atabilir. Sık sık zor durumlar için çağırılır. Bu durumlardan dehası sayesinde çok kötü yaralanmadan kurtulabilmiştir. Asuma, Shikamaru hep onu Shogi ve Go'da yenebilirken notları neden hep düşük diye düşünmüştür ve onu bir IQ testi'ne sokmuştur sonuç olarak Shikamaru fazlası ile akılı çıkmıştır. Asuma, Shikamaru'nun IQ'sunun 200'ün üstünde olduğunu ve onun fakir notlarının nedenin ise kurşun kalemi kaldırıp yazmanın kendisine çok yorucu geldiğinden olduğunu öğrenmiştir. Aklını savaş sırasında kullanırken hep parmaklarını birbirine deydirerek bir yuvarlak oluşturur. Chuunin olan ilk çaylak olan Shikamaru ilk görevini de Sasuke'yi kurtarmak olarak Tsunade'den alır ancak bu görevde Sound 5 nedeniyle başarılı olamaz ve hafif yaralanarak Konoha'ya döner. Temari ve babasından azar işittikten sonra chuunin olmaya devam etmeye karar verir ve serinin 2. bölümünde de onu chuunin olarak görürüz.serinin 2. Kısımında hidan ve kakuzo nun asumayı öldürmesinden sonra intikam almak için hidanla dövüşür .Hidanı patlatarak uzuvlarına ayırır.Böylece intikamını almıştır . Hidan ölümsüz biri olduğu için paramparça olarak toprağın altında hala hayatta durur. Çünkü o orman sadece Nara klanının girebildiği bir ormandır. Temari (Naruto) , Masaşi Kişimoto tarafınfan çizilen manga ve anime serisi "Naruto"'nun kurgusal karakterlerinden biridir. Kankurō ve Gaara'nın ablasıdır ve Dördüncü Kazekage'nin ilk doğan çocuğu ve tek kızıdır. Dördüncü Kazekage’nin kızı olan Temari, dolayısıyla Gaara ve Kankurō’nun hem kız kardeşi hem de takım arkadaşıdır. Genelde sırtında demirden yapılmış dev bir yelpaze taşır. Temari bu yelpazeyi dövüş sırasında çok güçlü bir silah olarak kullanmaktadır. Bu sayede uzun erimli dövüşlerde uzmanlaşmıştır, ayrıca kendisini (Nara Shikamaru’nun ayarında olmasa da) keskin durum çözümleyicisi olarak kanıtlamıştır. Temari genellikle çalışma arkadaşlarına ya da ailesine karşı şefkatlidir, ancak dövüş alanında rakiplerine karşı gayet acımasız bir tavır içindedir. Temari, Gaara ile anlaşırken Kankuroo’ya göre duygularını daha çok gösterir ve bir şekilde ondan daha az korkar. Shikamaru, onun dövüş şeklini yakından seyretme şansı bulduğu için, Temari’nin kendi annesinden daha korkunç olduğunu belirtmiştir. Başarısızlıkla sonuçlanan kaçak Sasuke’yi geri getirme görevi sırasında; Shikamaru’nun Tayuya ile dövüşü tam bir çıkmaza girmişken, Temari, Shikamaru’yu kurtarmaya gelmiştir. Yelpazesini kullanarak "Kuçiyose: Kirikiri Mai" ("Çağırma tekniği: Çabuk Boyun Vurma Dansı") tekniğini kullanarak Kamatari’yi (Kamaitachi ya da "Sickle Weasel" yani “Oraklı Samur”) çağırmış, sonrasında ise çağırdığı bu yaratığı kullanıp neredeyse tüm ormanı harap etmiştir, böylece Tayuya'nın “saklan ve uzaktan saldırı düzenle” mantığı yenilgiye uğramıştır. Temari ve (bu Temari'yi çok şaşırtsa da) Naruto Uzumaki yaratık çağırma tekniğini (nasıl uygulanacağını bilen ve) başarılı bir şekilde uygulabilen tek "Genin" düzeyi kişilerdir. "Naruto" 'nun mangasında atlanan iki buçuk yıllık aralıkta, Temari, Jōnin düzeyine terfi etmiştir (ki bu da bize, manganın ilk yarısında gördüğümüz özelliklerini göz önüne alacak olursak büyük ihtimalle Temari'nin zaten önceden Çuunin düzeyinde hatta Jōnin düzeyinde olduğunu düşündürtmektedir). Temari artık; Sunagakure ve Konohagakure yeni Çunin Sınavı'nın hazırlıklarını eş güdümlü olarak yürütürken, bu iki köy arasındaki irtibatı sağlayan bir konumda görev yapmaktadır. Gaara’nın kaçırıldığını duyunca, Kakashi’nin takımına katılarak aceleyle Gizli Kum Köyü'ne dönmüştür. Sunagakure’ye ulaşınca, Temari ayrıca Kankuroo’nun Sasori tarafından dövüş sırasında zehirlendiğini öğrenir. Sakura zamanında varıp (Beşinci Hokage Tsunade tarafından bir tıbbi ninja olarak yetiştirilmekte olduğundan dolayı) onu iyileştirebilmiştir. Sonuç olarak, Temari, Kakashi’nin takımına katılıp Akatsuki’yle olan savaşta yardım etmeye karar verir, ancak (geçmişte Gaara’nın bedenine Shukaku'yu hapseden, Köy'ün yaşlı savaşçılarından ve büyüklerinden olan) Chiyo, Temari’nin yerine takıma katılır, Temari ise Sunagakure'nin savunmasının sorumluluğunu üstlenir. Daha sonra, Temari ve iyileşmiş Kankuroo; Chiyo kendisinin geçmişte geliştirmeye çalışmış olduğu bir tür hayat-veren tekniği (o an teknik olarak ölü olan) Gaara’ya uygularken, Naruto’ya yetişirler. Sasuke Uchiha , manga ve anime serisi Naruto'da bir karakterdir. ayrıca Uchiha klanından geriye kalan iki kişiden biridir. Uchiha klanı Konohagakure köyünün en güçlü ve asil klanlarındandır. Sasuke, küçüklüğünde ağabeyi gibi kabul görebilmek için çok çalışıp sonunda babası tarafından kabul görmüştür. Rex'in Sasuke'den daha iyi bir Uchiha olduğunu kanıtlanmış bir gerçektir. Sasuke 3 göz tekniğinden biri olan Sharinganı kullanır. Ana elementi ateş, yan elementi elektriktir. Ateş elementinde çok ustadır.Fakat genellikle ateş yerine elektrik elementini kullanır.Elektrik elementi içindeki jutsulardan genelde Chidori'yi kullanır. Chidori'ye bam başka boyutlar kazandırmıştır. Abisi olan Uchiha İtachi'yi öldürdükten sonra Sharingan'ın bir üst seviyesi olan Mangekyou Sharingan'ı aktif etmiştir. Abisi, Sasuke onu öldürürken kendi gözünün bazı özelliklerini Sasuke'ye vermiştir. Sasuke, Mangekyou Sharingan sayesinde Susano'o ve Ametarasu'yu(abisi sayesinde bu tekniği kazandı.)aktif edebilmektedir. {SPOILER} (Obito Sasuke'ye abisinin gözünü vermiştir ve abisinin gözü Sasuke'ye nakledilmiştir. Bu olayın devamı görülmese de Sasuke artık Eternal Mangekyou Sharinganı aktif etmiştir ve bu olaya Naruto ile yaptığı son savaştan sonra karar vermiştir.Çünkü Naruto ile son karşılaşması sırasında birbirlerine savaş sözü vermişlerdir.) 4. Büyük Ninja Savaşında Sasuke, Rikudou Sennin'le konuşmuştur ve Rikudou Sennin Sasuke'ye Rinnegan' vermiştir. Bir gece Sasuke'nin ağabeyi Itachi Uchiha, Sasuke hariç bütün klanını soğuk kanlı bir şekilde öldürmüştür. Sasuke küçüklüğünden beri örnek aldığı ve çok sevdiği abisine "Neden yaptın bunu?" diye sorduğunda ağabeyi ona "Gücümün sınırlarını görmek istedim." demiş ve Sasuke'yi içine intikam ve nefret duygularını yerleştirmiştir. Artık Sasuke'nin yaşamak için tek amacı kalmıştır, ailesini ve tüm akrabalarını katleden Itachi'den intikam almaktır ve intikamını alıp Itachi'yi öldürmüştür. Sasuke kendini hep bir intikamcı olarak nitelendirir, sürekli güçlenip bir zamanlar Uchiha ailesinin gururu olan çok güçlü ve yetenekli ağabeyini öldürmek ister. Bundan dolayı zaman kaybı olarak değerlendirdiği hiçbir şeyle ilgilenmez. Ne kendisine aşık olan Sakura'yla ilgilenir, ne de Naruto ile vakit kaybetmek ister. Orochimaru'nun, Sasuke'nin vücûdunu ele geçirmesi için 3 yıl gerekmektedir ve 'de bu 3 yılın 2'si geçmiştir. Sasuke daha büyüyüp olgunlaşmış ve çok daha güçlü olmuştur. Orochimaru'yu zayıf halinde öldürüp Team Hebi'yi kurmuştur. Daha sonra İtachi'den intikamını alıp Akatsuki mensubu Tobi'den İtachi hakkındaki gerçekleri öğrenmiştir. Böylece Team Hebi (Yılan)'nin ismini Team Taka (Şahin) olarak değiştirmiştir. Naruto kısım 2'de Naruto Jiraiya ile olan eğitiminden geri döner. Bu kesimde ilk kısımdan tanıdığımız kişilerin bu geçen 2,5 yıl z
arfında geçirdikleri değişimler görülür. Tabii ki buna Sasuke de dahildir. Artık ana karakterler, çocuk değil, yetişkin birer ninjadırlar. Kaçınılmaz bir şekilde Naruto'nun Sasuke'yi arayışı hız kazanır. Bu arada Akatsuki isimli suçlu topluluğunun şüpheli hareketlerinin artması ile Naruto, Sasuke ve Itachi'nin yolları kesişecek şekilde yeni olaylar şekillenmeye başlar. Bu kesimde Naruto'nun dövüş yeteneklerinin gelişmesine tanık olurken, Sasuke'nin Itachi için bir intikam mangası kurmasını izliyoruz. Orochimaru'nun ölümünden sonra Suigetsu, Karin ve Juugo'yu toplayarak Team Hebi'yi kurar. Team Hebi'nin hedefi Uchiha Itachi'dir. Bunun sonunda Sasuke başarıya ulaşır. Artık intikamını almış ve İtachi'yi yenmiştir. (Manga bölüm=393). Abisiyle kavgada baygınlık geçirir ve Obito böylece Sasuke'yi bir mağaraya götürüp yaralarını sarar. Tobi Sasuke'ye abisi hakkında bütün her şeyi anlatır. Sasuke ilk başta inanmak istemez ama başka çaresi olmadığı için inanır. Obito'nun dediklerini hepsi doğru olduğunu kendisi de bilmiyordur. Her şeyi öğrendikten sonra tek bir istediği var; Konohagakure'yi (Gizli Yaprak Köyü) tamamen yok etmek. Bunun nedeni ise şudur; Uchiha klanının Itachi tarafından öldürülmesini Danzou ve danışmanlar istemiştir. 17 yıl önceki Kyuubi saldırısını Uchihaları sorumlu tutmuşlardır.Sebebi ise Uchihaların Sharinganları, Kyuubi'yi (Dokuz Kuyruklu Canavar Tilki) kontrol edebiliyor olması. Obito bu olayın doğal bir olay olduğunu söylüyor. 3. Hokage ne kadar engel olmak istese de engel olamamıştır .İtachi katliamdan önce 3. Hokage'den Sasuke'yi korumasını istemiştir. İtachi 3. Hokage öldükten sonra İtachi Konoha'ya geldiğinde amacı Naruto değil Danzou ve köyün ileri gelenlerine göz dağı vermek olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca Itachi'yle ilgili ilginç şey şudur; Itachi, Sasuke'nin Sharingan'ını güçlendirir ve aslında kötü biri değildir. Sasuke bunu onu öldürdükten sonra fark etmiştir.Bunun üzerine Sasuke takımının adını Team Taka olarak değiştirir. Şimdi yeni bir amacı vardır. Itachi'nin intikamını almak ve Konoha'nın Hokage'si olan Danzou'yu ve danışmanları öldürmek istemektedir. Sasuke artık Mangekyou Sharinganı elde etmiştir ve çok güçlenmiştir. Ayrıca Danzou'yu öldürmek için 5 Kage'ye karşı dövüşmüş ancak Obito tarafından kurtarılmıştır. (Susano'o'yu çağırarak Raikage'yle savaşmış, Raikage'nin sol kolunu tamamen yakmış ve Raikage'yi ölümcül Amaterasu alevleriyle tamamen yakacakken Gaara gelip Raikage'yi kurtarmıştır. Ardından karşısına çıkan Mizukage ve Tsuchikage, Susano'o dan dolayı zayıf düşmüş Sasuke'yi yenmişlerdir). Artık Sasuke Susano'o ve Amaterasu'yu mükemmel bir şekilde kullanmaktadır. Şimdi ise Sasuke, Danzou ile karşı karşıya gelmiş, Sasuke intikam için en iyi fırsatı bulmuştur. Danzou ise her şeyin gerçek olduğunu itiraf etmiştir ve Sasuke sinirlenip Susano'o'yu kullanmış ve Danzou´yu Susano'o'nun eline alarak ezmiş, ama başaramamıştır ve Danzou Kolunda bulunan Birinci Hokage Senju Hashirama'nın hücreleri ve 10 adet Sharingan sayesinde Uchiha klanının yasak tekniği olan Izanagi sayesinde hayatta kalabilmiştir. Ancak yeni bölümlerde Sasuke İtachi nin karga jutsusunu kullanarak İtachiyi çağırmıştı. Daha sonra Danzou'yu yenerken Karin kalbinden Chidori katana ile vurdu. Danzou'yu Öldürerek Sasuke hedefine ulaştı. Naruto ile olan karşılaşmasında Naruto ona uzun itiraflar söyledi. Susano'o'yu çok kullandığından gözleri kör oldu ve Obitodan İtachi'nin gözlerini alıp Konoha'yı yok etmeye yemini etti. Ardından da uluslararası bir savaş patlak verdi. 4. Büyük Ninja Savaşı sırasında öldürdüğü ağabeyi Kabuto'nun canlandırma tekniği (Edo Tensei) ile birçok kişi arasından biri oldu. Itachi Edo Tensei'nin etkisinden eurtulunca Naruto'ya gücünü vermek üzere onunla takım olur. 4. Büyük Ninja Savaşı sırasında Orochimaru ile birlikte savaş alanına gelip Konoha'yı yok etmek değil korumak istediğini ve Hokage olmak istediğini söylemiştir. Naruto manga 692'de tüm Bijuu'ları (Kuyruklu Canavarları) Chibaku Tensei altına alıp tüm Kageleri hapsetmiştir ve sakuraya Genjutsu yapmıştır. Naruto manga 694'te Naruto ile beraber sonun vadisine (Final Valley) gidip kavga edeceklerdir. Masaşi Kişimoto , Japon mangaka (çizgi roman sanatçısı) ve manga (çizgi roman) "Naruto"nun çizeridir. Mangaka olarak ilk çıkışını, 1996 yılında Şūeişa şirketi tarafından yayımlanan "Karakuri" ile yapmıştır. 1999 yılında, sonraki çalışması "Naruto", Haftalık Shonen Jump adlı manga dergisinde yayınlamaya başladı. Kişimoto, Shonen Jump tarafından yeni sanatçılara ayda bir kez verilen Hop Step Ödülü'nü aldı. Dragon Ball serisinin yaratıcısı Akira Toriyama'dan etkilendiğini söyleyen Kişimoto, ayrıca ilk "Mobile Suit Gundam" serisi ve "Akira" filminden de etkilenmiştir. İkiz kardeşi Seişi Kişimoto da bir mangakadır ve "666 Satan" olarak da bilinen "O-Parts Hunter"'ın yaratıcısıdır. 8 Kasım 1974 tarihinde Japonya'nın Honşū Adası'nın Okayama şehrinde doğdu, çizim hayatına okul öncesinde başladı. Daha ilkokuldayken hayali bir mangaka olmaktı. Manga Diğer Kişimoto, 2009 yılında Tekken 6 oyun karakteri, Lars Alexandersson için extra kostüm tasarladı. Bu karakter daha sonra 2010 yılında çıkan Naruto Shippuden Ultimate Ninja Storm 2 oyununda bonus karakter oldu. Ayrıca 2012 yılında çıkan Naruto the Movie: Road to Ninja filmi ile Kişimoto bizzat ilgilendi ve filmin hikâyesini yazıp, karakter tasarımlarını yaptı. Mangaka Mangaka (漫画家) Japonca'da çizgi roman sanatçıları için kullanılan bir kelimedir. Japonya dışında manga, genelde Japon çizgi romanını belirtir ve mangaka da genelde manga sanatçısını anlatır. İsimler latin harfleri ile verilmiştir. İsim soyisim şeklinde yazılmıştır. İsimlerin çoğunluğu sanatçıların takma isimleridir. Venüssaçı Venüssaçı, genellikle 30–40 cm boylarında, yaprakları uzun, ince, parlak, siyah veya kırmızımtrak-siyah saplı bir bitki. Baldırıkara olarak da adlandırılır. Yaprak parçaları açık yeşil renkli ve böbrek şeklinde olup, uç tarafları loplara ayrılmıştır. Türkiye’de Marmara bölgesi, Karadeniz, Ege, Akdeniz bölgelerinde yetişir. Ballıbaba Ballıbaba, ballıbabagiller (Lamiaceae) familyasından "Lamium" cinsini oluşturan bitki türlerine verilen ad. Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika'da yayılış gösteren türlerin hepsi otsu bitkidir. Bugün birkaç türü anavatanı dışındaki ılıman bölgelerde çok çabuk yayılarak natürülize olmuştur. Bir yıllık ve iki yıllık olan bu otsu bitkiler tohum ve gövdeden gelişen kökler vasıtasıyla hızlıca yayılır. Çiçeklenme, türüne göre Mart-Nisan-Mayıs-Haziran aylarında gerçekleşir. Gövde yaprakları dairesel veya böbreksi yumurtamsı-mızrak biçimde olup yaprak kenarı kaba dişli veya testere dişilidir. Halka yapısında 4-14 çiçek görülür. Çiçek yaprakları benzerdir. Brahteler ince uzun erken dökülür. Kaliks tüpsü-çan ya da çan biçiminde 5-10 damarlı dış yanı tüylüdür. Boyun hafif eğik veya düzgün, beş dişli biz biçimindedir. Korolla eflatun-kırmızı ya da kırmızımsı, sarımsı, kirli beyaz, iki dudaklı, dış yüzeyi tüylüdür. Dört erkek organı (stamen) tüylü olup öndeki ikisi uzuncadır. Başçık iki gözlüdür ve birbirinden ayrılmıştır. Yumurtalık loplu ucu kesiklidir, tüysüz veya tümsekcikli, bazen de kenarı zarsıdır. Boyuncuk hemen hemen eşit iki yarıklıdır. Ballıbabalar verimli topraklarda yetişir ve soğuğa oldukça dayanıklıdır. Çiçek renginde düşük ışık şiddeti ve ekim dönemi belirleyici rol oynar. Örneğin eflatun ve beyaz renkli çiçekler ilkbaharda dikilmeli ve ışık isteği yüksek tutulmalıdır. Sarı çiçekli türler sonbaharda tercihen gölgeli yerlere dikilmelidir. Üretimi tohumla veya erken baharda bölümlere ayırarak yapılır. Sarı ballıbaba türünün sınıflandırmadaki yeri tartışmalıdır. Bazı botanikçiler bu cinse ("Lamium") dahil ederken bazılarıda "Lamiastrum galeobdolon" olarak adlandırır. Bayağı kocabaş Bayağı kocabaş ("Coccothraustes coccothraustes"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından kuş türü. Çok iri gagasıyla dikkat çeken bu türün uzunluğu 18 cm, gerdanı ve kanat lekeleri kara, öbür bölümleri açık kahverengidir. Palearktik bölgede orman ve bahçelerde yaşar. Güçlü gagasıyla kiraz, erik gibi meyvelerin çekirdeklerini kırarak tohumunu yer, ayçekirdeğinin ise çift katlı tohumunu kırarak içindeki çekirdeğini yer. Çeşitli tohumların yanı sıra böceklerlede beslenir. Türkiye'de Marmara Bölgesi ormanlarında ürer. Kışın göç sırasında öbür bölgelerin ormanlık kesimlerinde de görülür. İhsan Eliaçık Recep İhsan Eliaçık (d. 23 Aralık 1961, Kayseri), Türk yazar, ilahiyatçı. Yazılarıyla Antikapitalist Müslümanlar adıyla tanınan İslamî-politik oluşumun teorik altyapısını geliştirdi ve bu harekete sahip çıktı. Kayseri ve Kırşehir’deki değişik okullarda ilk, orta ve lise öğrenimi 1980'de tamamlayan Eliaçık, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde 1985-1990 yıllarında okudu. İlahiyat Fakültesi’nden mezun olmadan ayrılarak bağımsız yazarlık hayatına başladı. "Kayseri Gündem", "Gerçek Hayat", "Değişim", "Yeryüzü", "Bilgi ve Düşünce", "Yarın", "Özgün İrade", "Bilgi Adam", "Zaman" gibi birçok gazete ve dergide yazdı. 20 kadar kitabı yayınlanmıştır. Evli ve beş çocuk babası olan Eliaçık, Arapça bilmekte ve İstanbul’da yaşamaktadır. Ahmet Hakan 14 Mart 2007 tarihli "Hürriyet" gazetesinde yayınlanan yazısında İhsan Eliaçık'tan övgüyle bahsederken, kendisine ""tabu yıkan"" sıfatını uygun bulmuştur. Kur'an'daki Nisa suresinde geçen "Ey iman edenler, güvenin..." (4/136) olarak tefsir ettiği ayette Allah'ın kendisine iman edenlerin yine kendisine güvenmesini emrettiğini söyler. Allah'a güvenmeden "ne olur, ne olmaz" diyerek mal, mülk biriktirmenin, Allah'tan başka, zengin ve güçlü olanlara sırtını dayamanın, geleceğini güvene almak için Allah'ın mülküne çit çevirip, sahiplenip, ihtirasla adaletsizlik ve eşitsizlik yapmanın yanlış olduğunu savunur. Buradan yola çıkarak ihtiyaçtan fazlasının ihtiyaç sahipleri ile bölüşülmesi gerektiğini söyler. Bu iman anlayışı günümüzdeki sermaye ve sömürü odaklı sistemin tam tersi bir duruş olduğundan antikapitalist olarak tanımlanmıştır. Yönet
imde insanların rızasının alınmasını, yaşam biçimlerine dokunulmamasını istiyor. Zulme, baskıya, zorbalığa, tekçiliğe, bir kişi veya grubun hegomonyasına karşı çıkıyor. Medine Sözleşmesi örneğindeki gibi yerinden yönetim ve çoğulcu demokratik cumhuriyet öngörüyor. Nihai noktada öngördüğü ise cennet idealinde ortaya çıkan devletsiz, ulussuz, sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya yani evrensel adalet ve barış yurdudur (darusselam). "İbadet sevdiğin için uğraş ve çabaya, dua sevdiğinle iyi günde kötü günde istek, çağrı ve dertleşmeye, namaz sevdiğinle buluşmaya dönüşür." diyor. Kur’an'da ibadet kelimesi 278 yerde geçmesine rağmen, namaz kılmak (iqamu’s-salât), oruç (savm), hac ve umre, kurban (hedy) gibi uygulamalara izafe ederek kullanılmadığını,  Kur’an’ın bunlardan bahsederken kullandığı kavramın nusuk/menasik olduğunu söyler. Nusuk/menâsik kelimesi Arapların toprağı ıslah için gübrelemek (nusuku’l-ard), yeni yağmur yağıp yeşillenmiş toprak (ardun nâsike) anlamında kullanmasından yola çıkarak; Toprak için nasıl gübre ve yağmur oluyor da yeni ürün bitirtiyor, yeşillendiriyorsa, Müslüman için de "menâsik" böyledir. O da insanda yeni ameller doğurtur; başka iyi, güzel ve doğru davranışlara vesile olur. Bunun için "nusuk"ların şahı olan namaz bütün kötülüklerden alıkoyar. Yani toprak için gübre ve yağmur neyse, insan için da namaz odur… diyor.İbadet ise sözlükte “abd” kökünden Arapçanın tarihsel kök ve komşu dilleri Aramice, Akkadça, İbranîce, Süryanîce, Habeşçe gibi Sami dillerinin hepsinde “yapmak, meydana getirmek, ortaya çıkarmak, çalışmak, üretmek” demektir. Kısacası faili Allah olarak yapmak, ortaya çıkarmak, üretmek, meydana getirmek ibadettir, namaz, oruç, kurban, haç gibi uygulamalar menasiktir. İslam dinine uygun yaşamın temelinin mabette nüsuk (namaz, abdest, hac vs.) ile olmayacağını, hayatın içinde ibadet (güzel ahlak, doğruluk, dürüstlük, adalet, söz, vefa, mertlik, cömertlik, çalışma vs.) ile olacağını ileri sürer. Canlıların evrimi konusundaki çalışmaların İslam itikatını sarsacak bir durum olmadığını ama İsa'yı tanrı olarak kabul eden kilise inancını dinamitleyen bir durum olduğunu ileri sürer. Bu nedenle evrim çalışmalarına gösterilen tepkinin Hıristiyan cemaatlerden alınmış olduğunu kabul eder.Bize göre ise İsa’yı da, Adem’i de, insanları da, maymunları da, börtüyü de, böceği de Allah yarattı. Bunlar birbirine dönüşüyorsa yine O’ndandır: “De ki (birbirinin içinden) yarılıp çıkanın Rabbi’ne sığınırım” (Gul e’uzu bi Rabbi’l-felag) Bazı topluluklarca Kur'an'da çok eşliliğe ruhsat olarak görülen ayetlerin yanlış anlaşıldığını, gerçekte tebliğ edildiği toplumda zaten var olan çok eşlilik geleneğinin terk edilip tek eşliliğe teşvik edilmesi için gönderildiğini söyler, ayetlerin tebliğinden sonra Müslümanların eşlerini teke düşürmeye çalıştığı tek eşliliğe yöneldiğini iddia etmektedir. Küçük yaştaki kişilerle evliliklerin de doğru olmadığı, araştırmalarına göre Aişe'nin sanıldığının aksine küçük yaşta değil 18-19 yaşlarında evlendiğini ileri sürmektedir. Kurban bayramında yaygın olarak gerçekleştirilen hayvan kesme uygulamasının Kur'an'a göre doğru olmadığını, yanlış tefsirlerden kaynaklandığını iddia etmektedir. Kendi yaptığı tefsirlerde Allah'ın zenginlerin fazlalaşan mallarından kamu ve yoksullar için infak etmesini emrettiğini ileri sürmektedir. "İslam’a baktığımız zaman Kuran–ı Kerim’de Hz. İbrahim kıssası anlatılır. Bu kıssada kurbana engel olunmak istenir. Yani insanlar zaten kurban kesmektedir, üstelik kendi çocuklarını da kurban etmektedir. İbrahim’in rüyası vesile kılınarak buna engel olunmak istenir ve Allah orada der ki “Ben sizden kurban istemiyorum. İbrahim’i büyük bir hata yapmaktan kurtarın.” İbrahim oğlunu kurban ettiğini görür rüyasında. Rüyasını gerçekleştirmeye kalkar. Onu Allah’ın emri zanneder. Fakat son dakika içinde bir his uyandırılarak kurban kesmesine engel olunur. Orada geçen ayette “Biz onu büyük bir hatadan kurtardık” denilir; oysa “Biz ona büyük bir kurban verdik” diye çevriliyor. Dolaysıyla insan kurbanına engel olundu ama onun yerine de koç verildi deniyor. Hâlbuki Kuran–ı Kerim’de koç verdik falan demiyor. “Biz onu büyük bir hata yapmaktan kurtardık” diyor. Oradaki zebih kelimesi büyük hata yapmak anlamına geldiği gibi bir hayvanı kurban etmek anlamına da geliyor. Dolayısıyla bunu yanlış yorumladıkları için İbrahim’e koç verildiği mitolojisi oluşmuş. Peygamber zamanında da haccın etrafında müşrikler kurban kesiyorlar. Allah, “Bu kestiğiniz kurbanlar Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan sizin takvanızdır. Yani ben sizden birbirinize karşı dürüst olmanızı, birbirinize karşı yanlış hareketlerden sakınmanızı istiyorum. Bunun dışında kestiğiniz hayvanların ne etleri, ne kanları bana ulaşıyor” diyerek bu kesimin durmasını istiyor. Fakat o kültür de devam ediyor ve sanki İslam’da kurban kesmek her Müslümana farzmış gibi kurban bayramında Tanrı için kurban kesmeyi herkes için bir farza dönüştürdüler." Gezi Parkı protestoları esnasında Twitter üzerinden Recep Tayyip Erdoğan'a ‘diktatör, haramzade, yiyici, provokatör, küstah, yalancı’ gibi ifadeler kullanmış, bunun üzerine Recep Tayyip Erdoğan kendisine 50.000 TL'lik tazminat davası açmıştır. Davanın açılması ardından Eliaçık, “Erdoğan, kendisi bundan daha ağırını söylüyor, o zaman bizim de dava açmamız lazım. ‘Çapulcu’, ‘ayyaş’ dediği binlerce kişinin de dava açması lazım. ‘Camide içki içildi’ dedi, kanıtlayamadı; ‘Başörtüsünü yerde sürüklediler, üzerine idrar yaptılar’ dedi, kanıtlayamadı. Yalan söyledi. Beni 50-60 bin kişi izlediyse onu milyonlar izledi. Bunlar ne olacak? Bir de üzerine dava açıyor” diye konuştu. Kur'an tefsiri yaptığı ve İslam ile ilgili çeşitli konuların tartışıldığı "Bana Dinden Bahset" adlı programı cuma günleri saat 21'de, ramazan ayında ise saat 22'de KRT TV'de yayınlanmıştır. En son yazmış olduğu "Karşı" gazetesindeki köşesinden ayrıldı. Gerekçe olarak da “Çünkü yolsuzluk ve rüşvet dosyalarının baş ismi, adını ‘abdestli kapitalizm’ koyduğumuz son devrin sembol müteahhitlerinden birinin, aynı pazar günü tam sayfa resmini ve ilanını gördüm. Gökdelenin önünde ‘Ama para bendee...’ dercesine sırıtan bir surat vardı.” diyerek tarif ettiği bir gazete ilanı nedeniyle ayrılmıştır. Bülend Ulusu Saim Bülend Ulusu (1923, İstanbul - 23 Aralık 2015, İstanbul), Türk asker ve siyasetçi. 9. Deniz Kuvvetleri Komutanı, 18. Türkiye Başbakanı. 1 Mayıs 1940 tarihinde girdiği Deniz Harp Okulu'ndan 15 Ekim 1941 tarihinde Asteğmen rütbesi ile mezun oldu. Mezuniyetinin ardından, muhriplerde branş subaylığı, bölüm amirliği ve çeşitli karargâh görevlerinde bulundu. 1955 yılında Deniz Harp Akademisi'nden mezun oldu. Daha sonra sırasıyla TCG Gaziantep Komutanlığı, çeşitli karargâh görevleri ve II. Muharip Filotilla Komodorluğu görevlerinde bulundu. 1964 yılında Tuğamiral rütbesine terfi etti. Bu rütbede Deniz Kuvvetleri Harekat Daire Başkanlığı, Mayın Filosu Komutan Vekilliği görevlerinde bulundu. 1967 yılında tümamiral rütbesine terfi etti. Bu rütbede Harp Filosu Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Harekât Başkanlığı görevlerinde bulundu. 1970 yılında koramiral rütbesine terfi etti. Bu rütbede Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı ve Donanma Komutanlığı görevlerini yürüttü. 1974 yılında oramiral rütbesine terfi etti. Bu rütbede Yüksek Askerî Şûra üyeliği, Millî Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı görevlerinde bulundu. 1977-1980 yılları arasında Deniz kuvvetleri Komutanı olarak görev yaptı. 1980 yılının Ağustos ayında emekli oldu. 12 Eylül Darbesi'nden önce 11 Temmuz günü yapılması planlanan Bayrak Harekâtı'nın ertelenmesi nedeniyle askeri müdahaleyi yapan kadro arasında yer alamadı. 12 Eylül 1980 Askeri darbesiyle ordu, yönetime el koymuştu. Sonra Millî Güvenlik Konseyi tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. Yeniden serbest seçimlerin yapıldığı 1983 yılına değin başbakanlık yaptı. Başbakanlık görevi boyunca MGK'nın aldığı ekonomik ve siyasi kararları uygulayan en yetkili kişilerden biri oldu. MGK'nın desteğinde bir merkez-sağ parti kurma girişiminde bulunduysa da yeterli desteği sağlayamadığı için bu göreve açıkça talip olmadı. 6 Kasım 1983 seçimlerinde Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) listesinden, İstanbul bağımsız milletvekili seçildi. Yeditepe Üniversitesi mütevelli heyeti üyeliği yaptı. 2012 yılında TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu bünyesindeki 12 Eylül 1980 darbesi alt komisyonunda milletvekillerinin sorularını yanıtladı. 23 Aralık 2015'te İstanbul'da 92 yaşında vefat etti. Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi. Evli ve bir çocuk babasıydı. İstanbul'da defnedilenler Astsubay çavuş Astsubay Çavuş, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde en alt "Astsubay" rütbesidir. Terfi etmeleri durumunda "Astsubay Kıdemli Çavuş" olurlar. Astsubay çavuşlar K.K.K.bünyesinde muharip sınıflarda genel olarak; Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde; Astsubay Kıdemli Üstçavuş rütbesine kadar Astsubay kıdemli çavuş Astsubay Kıdemli Çavuş, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde rütbesi Astsubay Çavuş ile Astsubay Üstçavuş arasında bulunan astsubay rütbesidir. Kıdemli Çavuşlar K.K.K. bünyesinde muharip sınıflarda genel olarak; Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde; Astsubay Kıdemli Üstçavuş rütbesine kadar Uzman Çavuş Astsubay üstçavuş Astsubay Üstçavuş, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde rütbesi Astsubay Kıdemli Çavuş ile Astsubay Kıdemli Üstçavuş arasında bulunan astsubay rütbesidir. Astsubaylığa nasbından itibaren Astsubay Çavuş (3 yıl) ve Astsubay Kıdemli Çavuş (3 yıl) rütbelerinde normal bekleme süreleri kadar görev yapan bir Astsubay, mesleğinin 6. yılında Astsubay Üstçavuş rütbesine nasbedilir ve 6 yıl süreyle (mesleğinde 12. yılın sonuna kadar) bu rütbede görev yapar ve sonrasında Astsubay Kıdemli Üstçavuşluğa nasbedilir. Normal rütbe terfileri yukarıda belirtildiği gibi olsa da haricen birçok istisnai durum da mevcuttur. Örneğin; Astsubay Üstçavuşlar K.K.K. bünyesinde muharip sınıflarda genel olarak; olarak görev alırlar. Ancak bu listenin genelleme olduğu göz a
rdı edilmemeli, asıl olarak K.K.K.'da görevli bir Astsubay Üstçavuş, yüzden fazla kadroda görev alabilir. Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde; Astsubay Kıdemli Üstçavuş rütbesine kadar Astsubay kıdemli üstçavuş Astsubay Kıdemli Üstçavuş, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde rütbesi Astsubay Üstçavuş ile Astsubay Başçavuş arasında bulunan astsubay rütbesidir. 2 Eylül 1993 yılına kadar Subaylığa geçiş sınavına girmek isteyen Astsubayların, rütbe ilerlemesi yapamaması vb. durumları hariç olmak üzere 9 yıl olan bekleme süresi şartı nedeniyle, bulunması gerekli en düşük rütbeydi. Büyük Mecidiye Camii Büyük Mecidiye Camii ya da halk arasında bilinen adı ile Ortaköy Camii, İstanbul Boğaziçi’nde Beşiktaş ilçesinin, Ortaköy semtinde sahilde bulunan Neo Barok tarzında bir camiidir. Cami, Sultan Abdülmecid tarafından Mimar Nigoğos Balyan’a 1853 yılında yaptırılmıştır. Oldukça zarif bir yapı olan cami Barok üslubundadır. Boğaziçi’nde eşsiz bir konuma yerleştirilmiştir. Bütün selatin camilerinde olduğu gibi harim ve hünkar bölümü olmak üzere iki kısımdan oluşur. Geniş ve yüksek pencereler Boğaz’ın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak biçimde düzenlenmiştir. Merdivenle çıkılan yapının tek şerefeli iki minaresi vardır. Duvarları beyaz kesme taştan yapılmıştır. Tek kubbenin duvarları pembe mozaiktendir. Mihrap mozaik ve mermerden, mimber ise somaki kaplı mermerden yapılmıştır ve ince bir işçiliğin ürünüdür. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 2011 ile 2014 arasında yaklaşık üç yıl süren restorasyon çalışmaları 06 Haziran 2014 tarihinde tamamlanmış ve cami zamanın başbakanı şu anki cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın katıldığı tören ile yeniden ibadet ve ziyarete açılmıştır. Astsubay başçavuş Astsubay Başçavuş, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde rütbesi Astsubay Kıdemli Üstçavuş ile Astsubay Kıdemli Başçavuş arasında bulunan astsubay rütbesidir. K.K.K da bulunan muharip birliklerde, Astsubay Başçavuş rütbesinin kadro görevleri Bölük Astsubaylığı, Takım Komutanlığı, Özel takımlarda Takım astsubaylığı ve Karargahlarda idari işler astsubaylığı gibi görevlerdir. Başçavuş rütbesinden sonra Astsubay rütbeleri genel olarak idari faaliyetler de yer almaktadır. Başçavuş rütbesine ulaşan bir astsubay sicil vermek gibi bazı yetkilere sahip olmaktadır. Astsubay kıdemli başçavuş (Türkiye) Astsubay Kıdemli Başçavuş, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde en üst astsubay rütbesidir. Astsubay Kıdemli Başçavuşlukta: Birlik astsubaylığı, Karakol Komutanlığı, Bölük astsubaylığı(personel sayısı olarak yüksek bölüklerde), Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığında bot komutanlığı gibi görevlere atanırlar. Mesleğinde yükselmiş liyakatlı Astsubay Kıdemli Başçavuşlar; Atölye Amiri veya Müdürü, Kısım Amiri, Takım Komutanı gibi görevlere atanır. Astsubay Kıdemli Başçavuşlukta rütbe bekleme süresi 6 yıldır. Asb.Kd.Bçvş.luğun ilk üç yılını dolduran Astsubaylar, rütbe kıdemliliği alarak Astsubay Kademeli Kıdemli Başçavuş olarak anılırlar. Astsubay Kademeli Üstçavuş, Astsubay Kademeli Kıdemli Üstçavuş, Astsubay Kademeli Başçavuşluğun rütbe işareti yoktur. Fakat, Astsubay Kıdemli Başçavuşlukta üç yılını dolduran astsubaylar, ikinci kez rütbe kıdemliliği yaparak Astsubay Kademeli Kıdemli Başçavuş olurlar. TSK Kıyafet Yönetmeliği gereğince; Astsubay Kıdemli Başçavuşlar, Astsubay Kademeli Kıdemli Başçavuş olmalarını müteakip ceket, palto ve pardesülerinin kol ağızlarına, sarı sırmadan bir "kol kıdem işareti" takarlar ve yaş haddine kadar her üç yılda bir sarı sırmadan "kol kıdem işareti" daha almaya devam ederler (bu uygulama artık kalkmıştır). Astsubay Kıdemli Başçavuş rütbesinin altıncı yılında nöbet tutmaktan muaf olurlar. Subay Subay; asteğmen, teğmen, üsteğmen, yüzbaşı, binbaşı, yarbay, albay, tuğgeneral, tümgeneral, korgeneral, orgeneral veya mareşal rütbelerinde bulunan askerlere denir. Türkçede "sü (asker)" ile "bey" sözcüklerinin birleşmesiyle oluştuğu yanılgısına düşüldüğünden Dil Devrimi sırasında benimsenmiştir. Subaylar vatani hizmetlerini yedek subay olarak ifa eden üniversite mezunları olabileceği gibi; Kara, Deniz ve Hava Harp Okulundan veya Gülhane Askeri Tıp Akademisinden (kadrolu subaylar) ya da lisans düzeyinde bir fakülteden de (sözleşmeli subaylar) mezun olabilirler. Harp Akademilerinden mezun olan subaylara kurmay subay; olmayanlara sınıf subayı denir. Türk ordusunda tüm orduların başı olarak bir orgeneral Genelkurmay Başkanı olarak atanır. Deniz kuvvetlerinde generallik rütbesi yerine amiral ifadesi kullanılır ve rütbeler Asteğmenden başlayarak, oramirale kadar gider. TSK İç Hizmet Kanunu Madde 3 - Askerler ve rütbeler: a fıkrasının 6. bendine göre Subay: Hususi kanuna göre silahlı kuvvetlere intisabeden asteğmenden mareşalliğe (veya büyük amirale) kadar rütbeyi haiz olan askerdir. ayrıca b fıkrasının 4. bendinin e, f ve g maddelerine göre Binbaşı, yarbay ve albay rütbeleri üst subay, b fıkrasının 4. bendinin h, i, j, k, ve l maddelerine göre ise Tuğgeneral (tuğamiral), tümgeneral (tümamiral), korgeneral (koramiral), orgeneral (oramiral), mareşal (büyük amiral) rütbeleri general ve amiral olarak da adlandırılır. Asteğmen Asteğmen, birçok ülkenin kara ve hava kuvvetlerinde asıl görevi takım veya kısım komutanlığı olan, en düşük subay rütbesi olan askerî rütbe. NATO kodu OF-D'dir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde en küçük rütbeli subaydır. Subay alt sınıflamasında (general/üstsubay/subay/yedek subay) 'yedek subay' olarak anılırlar. Takım Komutanı, Batarya Subayı, Adestim Subaylığı gibi görevlerde bulunurlar.Bugün Türkiye'deki sistemde fakülte mezunları arasından seçilen ve Astsubay Kıdemli Başçavuş ile Teğmen arasındaki bir rütbedir. Bir sonraki rütbeye nasp süreleri 3 aylık askeri okul sonrasında 8 aydır. Bazı sınıflarda "(örneğin Levazım ve Sağlık hizmetleri)" nasp süresi farklılık gösterebilir. Bu süreler TSK Personel Kanunu'nda belirlenmiştir. Asteğmen adayları sınıfına göre 1 ila 3 ay arasında askeri öğrenci olarak, askeri okulda eğitim görüp mezun olduktan sonra 9 ila 11 ay görev yapmaktadır. Dolayısıyla fakülte mezunları askeri öğrencilik kısmı dahil 12 ay toplam hizmet vermektedir. Asteğmenler, terhis olmalarına son 30 ila 90 gün kala Teğmen rütbesine terfi edilirler ve bu rütbe ile terhis edilirler. Teğmen Teğmen, birçok ülkenin kara ve hava kuvvetlerinde asıl görevi takım komutanlığı olan ve Asteğmenle Üsteğmen arasındaki askerî rütbedir. Osmanlı'da Mülâzımı Sâni olarak anılırdı. Sözcük anlamı eski Türkçede hücum eden saldıran demektir. NATO kodu OF-1'dir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde normal şartlar altında görev süreleri 3 yıldır.Gülhane Askeri Tıp Akademisinden mezun olanlar için bu süre bir yıldır. Kara, hava ve deniz harp okulu öğrencileri 4 yıllık eğitimlerinin ardından, sivil üniversitelerde okuyan Fakülte ve Yüksek Okullar Komutanlığı'na bağlı öğrenciler ve Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde okuyan öğrenciler bu rütbe ile mezun olurlar. Ayrıca 12 ay yedek subay olarak askerlik hizmetini yapan üniversite mezunları, terhis tarihlerinden bir ay önce, meslek kurasına tabi olanlar ise üç ay önce teğmen rütbesini kazanırlar. TSK, 4-6 yıllık eğitim veren üniversitelerin ihtiyaç duyduğu bölümlerinden mezun olanları, yapılacak seçme sınavı ve eğitimi müteakip sözleşmeli veya muvazzaf subay statüsünde teğmen olarak istihdam etmektedir. Aynı zamanda TSK Personel Mevzuatında belirtilen şartları haiz olan astsubaylar arasından Subaylık Sınavında başarılı olanlar Teğmen rütbesine nasbedilerek görevine subay olarak devam etmektedir. Üsteğmen Üsteğmen, birçok ülkenin kara ve hava kuvvetlerinde asıl görevi takım komutanlığı olan ve Teğmenle Yüzbaşı arasındaki askerî rütbe. NATO kodu OF-1'dir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde toplam görev süreleri 6 yıldır. Doktora ,sanatta yeterlilik veya yüksek lisans programlarını bitirme gibi mümtaz terfi durumlarında bu dönem 4 ila 5 yıla düşmektedir. Takım komutanı ile bölük komutanı görevlerini icra edebilirler.Sadece Kıdemli Üsteğmen'ler Bölük Komutanı görevini yapabilirler. Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarındaki karşılığı Mülâzımı Evvel'dir. Yüzbaşı Yüzbaşı, birçok ülkenin kara ve hava kuvvetlerinde asıl görevi bölük komutanlığı olan ve Üsteğmenle Binbaşı arasındaki askerî rütbe. NATO kodu OF-2'dir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde normal şartlarda görev süreleri 6 yıldır. İlk 3 yılı Yüzbaşı, son 3 yılı ise Kıdemli Yüzbaşı olarak adlandırılır. Bölük komutanı olarak görev yapabilirler. Yüzbaşılık rütbesinde 6 yıl rütbe almak için beklerler. Harp Akademisi'nden mezun olan subaylar "Kurmay Yüzbaşı" olarak göreve başlarlar. Kıdemli Yüzbaşının Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarındaki karşılığı Kolağası'dır. Binbaşı Binbaşı, birçok ülkenin kara ve hava kuvvetlerinde asıl görevi bölük veya tabur komutanlığı olan ve Yüzbaşıyla Yarbay arasındaki askerî rütbe. NATO kodu OF-3'tür. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde normal şartlarda görev süreleri 5 yıldır. Üstün kıdem ve erken terfî ile görev süreleri 2 yıla kadar inebilir. Orduda tabur biriminin komutanı olarak adlandırılır ve üstsubay sınıfına dahil olunan rütbedir. Bu rütbede şapkaya sırma, omuzdaki apolete (deniz kuvvetleri hariç) defne yaprağından oluşan çelenk eklenir. Yarbay Yarbay, birçok ülkenin kara ve hava güçlerinde ana görevi tabur komutanlığı olan ve Binbaşıyla Albay arasındaki askeri aşama. NATO kodu OF-4'tür. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde olağan durumlar altında görev süreleri üç yıldır. Kara güçlerinde ve jandarma'da alay komutanı yardımcısı veya yönetimsel görevlerde, Deniz kuvvetlerinde gemi komutanlığı veya benzeri görevlerde, Hava kuvvetlerinde ise filo komutanlığı gibi görevlerde bulunurlar. Bu aşama, albaylık aşamasına hazırlama amacını güttüğü için bekleme süresi kısadır ve yarbaylar bekleme sürelerinin bitimiyle, kadro koşullarının da uygun olması durumunda çabucak bir üst aşamaya atanır. Kara Güçlerinde'nde genellikle Alay Komutanı Yardımcısı olarak görev yaparlar. Osmanlı Ordusunda (Arapça) Kaymakam denilmekle birlikte bu Mülki İdare Amiri
anlamında Kaymakam olmayıp kaim-makam yani Albaylık Makamına vekalet eden kişi anlamında kullanılırdı. Bir başka deyişle aşama belirtkeci olarak kullanılan bu söylem Türkiye Cumhuriyetinde bir süreden beri kullanılan yönetimsel Kaymakamla ilgili değildir. Albay Albay, birçok ülkenin kara ve hava kuvvetlerinde asıl görevi alay komutanlığı olan ve Yarbayla Tuğgeneral arasındaki askerî rütbe. NATO kodu OF-5'tir. Alay komutanlarına Osmanlı ordusu'nun klasik döneminde "Alaybeyi", 19. ve 20. yüzyıllarda ise Miralay denirdi. Ancak günümüzde TSK tarafından kullanılan Albay rütbesinden farklı olarak, Osmanlı ordusunda (ve 1934'e kadar Cumhuriyet dönemi Türk ordusunda) Miralay rütbesine sahip komutanlar, geleneksel olarak birden fazla alayın (veya modern tanımı ile tugayın) komutası ile görevlendirilirken, her bir müstakil alayın komutası daha ziyade Kaymakam rütbesindeki komutanlara veriliyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde kıta görevlerini alay komutanı ya da daha büyük askeri birliklerde (tugay, tümen, kolordu veya ordu) kurmay başkanı, şube müdürü olarak yaparlar. Genelkurmay ya da kuvvet komutanlıkları bünyesinde de şube müdürlüğü veya daire başkanlığı gibi görevleri de deruhte edebilirler. Normal şartlarda görev süreleri 6 yıldır. Albay rütbesindeki subayların terfi durumları, genelde görevlerinin 5. yılında Yüksek Askeri Şura'da görüşülür. Terfiye layık görülen albaylar tuğgeneral/tuğamiral rütbesine yükseltilirler. Tuğgeneral Tuğgeneral, birçok ülkenin kara ve hava kuvvetlerinde asıl görevi tugay komutanlığı olan ve Albayla Tümgeneral arasındaki askerî rütbe. NATO kodu OF-6'dır. Deniz Kuvvetlerindeki karşılığı Tuğamiral. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde en düşük seviyedeki general rütbesidir. Bu rütbede defne yaprağından oluşan çelengin yerine çapraz kılıçlardan oluşan kokart eklenir ve bu apolete bir yıldız eklenir. Kıta görevlerini Tugay Komutanı olarak yaparlar. Bu rütbedeki görev süresi genellikle 4 yıldır. 4 yılın sonunda Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) tarafından görev süresi uzatılabilir, emekliye ayrılabilir veya tümgeneral ( deniz kuvvetlerinde tümamiral) rütbesine terfi ettirilebilir. Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarındaki karşılığı Mirliva'dır. Tümgeneral Tümgeneral, birçok ülkenin kara ve hava kuvvetlerinde asıl görevi tümen komutanlığı olan ve Tuğgeneralle Korgeneral arasındaki askerî rütbe. NATO kodu OF-7'dir. Deniz Kuvvetlerindeki karşılığı Tümamiral. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde normal şartlar altında görev süresi 4 yıldır. TSK'nın tugay yapısını kullanmaya başlaması nedeniyle çok az sayıda tümen kuruluşu kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin . Korgeneral Korgeneral, birçok ülkenin kara ve hava kuvvetlerinde asıl görevi kolordu komutanlığı olan ve Tümgeneralle Orgeneral arasındaki askerî rütbedir. NATO kodu OF-8'dir. Deniz Kuvvetlerindeki karşılığı Koramiral'dir. Orgeneral Orgeneral, birçok ülkenin kara ve hava kuvvetlerinde asıl görevi ordu komutanlığı olan ve Korgeneral ile Mareşal arasındaki askerî rütbe. NATO kodu OF-9'dur. Deniz Kuvvetlerindeki karşılığı Oramiral. Narkissos (mitoloji) Narkissos, Yunan mitolojisinde bir kahraman. Kendine âşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte âşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür. Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda 'eko' dediğimiz yankılara dönüşür. Olimpos dağında yaşayan tanrılar bu duruma çok kızar ve Narkissos'u cezalandırmaya karar verirler. Günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine âşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştir kendi görüntüsünü . O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, aynı Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür. Yunan mitolojisinde Narkissos adıyla sözü edilen, adını narsizme, narkoza, bir çiçek familyasına (nergisgiller) ve bir çiçeğe vermiş olan Narsis (ya da Narkissos), Klasik Mitoloji'deki bir kahraman olup, öyküsünün kaynağı Antik Yunanistan’daki Eleusis Misterleri inisiyasyonudur. Narsis’in öyküsü kısaca şöyle anlatılır: Narsis, ırmak ilahı Kephissos ile arındırıcı suların bekçi perisi Liriope’nin oğlu olarak doğar. Bir kahin, ebeveynine Narsis’in dünyada, kendi yüzünü görmediği sürece yaşayacağını bildirir. Narsis bir gün bir su birikintisine dökülen bir kaynağın yanına gelir ve su birikintisine doğru eğilerek oradaki sudan içmeye başlar. Doğal olarak, bu sırada, birikintide yansıyan yüzünü görür. Kendi yüzünü görünce önce şaşkınlığa düşer, sonra kendini hayranlıkla seyre dalar ve kendisine âşık olur. Bu seyirden kendisini bir türlü alamayan Narsis gitgide hissizleşir, dünya yaşamına gözlerini yumar ve bulunduğu yere kök salarak açılmış bir çiçeğe dönüşür. Bu çiçek, güneş gibi, sarı göbekli, beyaz yapraklı, çevresine güzel kokular yayan bir çiçektir. Ölümünden sonra Styx nehrinin sularına katılır. Narsis’in öyküsündeki sembolizm şöyle açıklanır: Kansızlık Anemi, yani halk arasında bilinen adıyla "kansızlık", toplam kırmızı kan hücresi/alyuvar/eritrosit sayısının azalması veya eritrositlerin içindeki hemoglobin miktarının azalması veya her ikisinin birlikte olması sonucu oluşan bir hastalıktır. Anemi ismi "", ἀν- "an-", "-sız" + αἷμα "haima", "kan" kelimelerinden türetilmiştir. Eritrositlerin içinde bulunan hemoglobinin, oksijeni akciğerlerden kapiller arterlere (kılcal damarlar) taşıması nedeniyle anemi hücre, doku ve organlarda hipoksiye (oksijen azlığı) neden olabilir. Oksijenin hücre canlılığı için elzem olması nedeniyle eksikliği pek çok klinik sonuca neden olur. Kan hastalıkları içinde en sık görülen hastalık anemidir. Anemi tipleri ve nedenleri oldukça fazladır. Sınıflandırma daha çok eritrosit morfolojisi ya da etyoloji şeklinde yapılır. Morfolojik sınıflamada MCV (ortalama eritrosit hacmi) kullanılır. Eritrositler için demir, folik asit ve B vitamini çok önemlidir. Demir eksikliğinde "demir eksikliği anemisi" oluşabilir. Bu durumda eritrositler normalden daha küçük olurlar ve görevlerini tam ve başarıyla yerine getiremezler. Folik asit ve B vitamini eksikliğinde ise eritrositler normalden daha büyük olur ve görevlerini yerine getiremezler, bu durum "megaloblastik anemi" olarak adlandırılır. Demir eksikliğinde görülen eritrositler hipokrom mikrositer görünümdedir. Folik asit ve vitamin B12 DNA yapımına katıldığından eksikliklerinde eritrosit boyutları daha büyük olur. Pek çok hasta anemik olduğunun farkında değildir. Semptomlar da oldukça belirsiz olabilir. Anemi hastaları genelde halsizlik, yorgunluk, güçsüzlük tarif ederler. Buna dispne (nefes darlığı) ve çarpıntı da eşlik edebilir. Fizik muayenede ciltte solukluk izlenir. Bu solukluk dudaklarda ya da tırnak yataklarında da izlenebilir. Bunun dışında farklı anemi alt tiplerinde farklı semptomlar izlenir. Örneğin demir eksikliği anemisinde pica(toprak, buz yeme), orak hücreli anemide bacaklarda ülserler izlenebilir. Anemiler etyolojik yani nedenlerine bağlı olarak kabaca eritrosit üretimindeki bozukluklar, eritrosit yıkım artışı ile giden durumlar(hemolitik anemiler), kan kaybı ve sıvı yüklenmesine (hipervolemi) bağlı nedenler olarak sınıflandırılabilir. Demir eksikliği anemisi dünya üzerinde en sık görülen anemi nedenidir. Hipervolemi hemoglobin konsantrasyonunda azalmaya sebep olur. Temel olarak MCV değerine göre yapılır. Bir anemi birden çok alt sınıfta yer alabilir. MCV değerine göre anemilerin şematik bir gösterimi: Makrositer anemiler arasında megaloblastik anemiler, hipokrom mikrositer anemiler içinde demir eksikliği anemisi, normokrom normositik anemiler arasında akut kan kaybı sayılabilir. Kan değerlerinin laboratuvar incelemesi ile tanı konulur. İlk basamakta Hb/hemoglobin, eritrosit sayısı/RBC, hematokrit/HCT, retikülosit sayısı, ortalama eritrosit hacmi/MCV, eritrosit dağılım genişliği/RDW gibi değerlere bakılır. Hb, HCT ve RBC düşüklüğü ile anemi tespit edildikten sonra aneminin nedeni tespit edilmelidir. MCV kullanılarak yapılan eritrosit morfolojisinden de yararlanılarak ayırıcı tanıya gidilir. Kan yaymalarındaki eritrosit şekil ve boyut farklılıkları etyoloji konusunda ipucu verir. Hemoglobinopatilerden kuşkulanıldığında elektroforez, immünolojik bir sebepten kuşkulanıldığında Coombs testi, megaloblastik anemilerden şüphelenilirse folik asit ve B vitamini değerlerine bakılır. Kronik bir kan kaybından şüphelenildiğinde endoskopi, kolonoskopi gibi tetkiklerle gastrointestinal sistem incelenebilir. Demir eksikliği anemisi ve ayırıcı tanısında serum demir düzeyi, serum demir bağlama kapasitesi, serum ferritin düzeyi, transferrin saturasyonu incelenir. Tedaviye başlamadan önce altta yatan durumun tespiti ve bu durumun ortadan kaldırılması çok önemlidir. Vitamin ve demir eksikliklerinde eksik olan vitamin ve elementler oral ya da injeksiyon şeklinde replase edilir. Normal şartlarda kan hemoglobininin 7 g/dl'nin altına düşmediği durumlarda kan transfüzyonu önerilmez.. Eritropoezi stimule eden ajanlar (örneğin eritropoietin) kronik böbrek yetmezliğinin ileri evrelerinde kullanılabilir.. Sivas Kongresi Sivas Kongresi, Mustafa Kemal'in Amasya Genelgesi'ni açıkladıktan sonra bir çağrı üzerine I. Dünya Savaşı'ndan sonra işgale uğrayan Türk topraklarını kurtarmak ve Türk milletinin bağımsızlığını sağlamak için çareler aramak amacıyla seçilmiş ulus temsilcilerinin Sivas'ta bir araya gelmesiyle, 4 Eylül 1919 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında gerçekleşen ulusal nitelikte bir kongredir.