article
stringlengths
7.34k
10k
ılmıştır. 2005 yılında MEB'in liselerdeki öğrenim süresini 4 yıla çıkarmasıyla beraber hazırlık sınıfı kaldırılmıştır. 2008 yılında alınan kararla öğrenim süresi 5 yıla çıkmıştır. 2013 yılında ise tekrar eğitim ve öğretim süresi 4 yıla düşürülerek hazırlık sınıfı kaldırılmıştır. 2016 Türkiye askerî darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL kapsamındaki Kanun Hükmündeki Kararname ile 31 Temmuz 2016 tarihinde diğer askeri okullarla birlikte kapatıldı. Kuleli Askeri Lisesi'ne 2006 yılında dikilen dev Türk Bayrağı, 43 metrelik boyu ile İstanbul'un 2. en büyük Türk Bayrağı'dır. Bayrak, İstanbul'un birçok noktasından rahatça görülebilmektedir. Özellikle eklenen yüksek voltajlı projektörler, bayrağın geceleri de rahat görünmesini sağlamaktadır. Okul müzesinde öğrencilerin aldığı ödüller ve bir adet Filkuşu yumurtası bulunmaktadır. Ayrıca altın sırmalı koltuklar ve çeşitli antika eşyalarda mevcuttur. Gerhard Schröder Gerhard Schröder (tam adı Gerhard Fritz Kurt Schröder) (d. 7 Nisan 1944, Mossenberg-Wöhren, Almanya), bir Alman politikacı ve 1998 ile 2005 yılları arasında Almanya Başbakanı (Şansölyesi). Halk arasında Gerd Schröder olarak da bilinen SPD'li (Sosyal Demokrat Parti) politikacı olarak 1990-1998 yılları arasında Almanya'nın aşağı Saksonya Eyaletinin başkanlığı ve 1998-2005 yılları arasında Almanya'nın Başbakanlığını yapmıştır. Ayrıca 1999-2004 yılları arasında da Sosyal Demokrat Parti'nin parti genel Başkanlığını yapmıştır. Babası Fritz Schröder, Wehrmacht'ta bir onbaşı olarak II. Dünya Savaşı'nda 4 Ekim 1944 tarihinde Gerhard'ın doğumundan birkaç ay sonra Romanya'da çatışmada öldürüldü. Kendisini ve iki oğlunu yetiştiren annesi Erika bir tarım işçisi olarak çalıştı. 1958-1961 yılları arasında Lemgo donanım dükkanda perakende satışta bir çırak olarak çalıştı ve sonradan Lage perakende mağazasında çalıştı. Bielefeld'de Westfalen-Kolleg'in Abitur sınavında başarılı olarak üniversiteye girdi. 1966-1971 yılları arasında Göttingen Üniversitesi'nde hukuk okudu. 1972 yılından itibaren üniversitede asistan olarak görev yapmaya başladı ve daha sonra 1990 yılına kadar avukat olarak çalıştı. 1963 yılında Sosyal Demokrat Partisi'ne katıldı. 1978 yılında SPD gençlik örgütü "Genç Sosyalistler"in federal başkanı oldu. 1980 yılında Bundestag'a seçildi ve parlamentoda geleneksel kazak elbise giydi. SPD Hannover ilçe başkanı oldu. 1985 yılında Doğu Berlin ziyareti sırasında Doğu Almanya lideri Erich Honecker ile bir araya geldi. 1986 yılında Aşağı Saksonya meclisine seçildi ve SPD grubunun lideri oldu. SPD'nin Haziran 1990'da eyalet seçimlerini kazanmasından sonra SPD-Yeşiller koalisyonunun başkanı olarak Aşağı Saksonya Başbakanı oldu. Bu görevdeyken 1994 ve 1998 yıllarında yapılan seçimleri de kazandı. 1990 yılında Bakan olarak devlet başkanı olarak seçilmesinin ardından, SPD Federal Yönetim Kurulu üyesi oldu. 1997 ve 1998 yılında Federal Konsey Başkanı olarak görev yaptı ama SPD-Yeşiller koalisyonunun başkanı olarak Başbakan olunca, süresi dolmadan üç gün önce, 27 Ekim tarihinde görevi bıraktı. 22 Mayıs 2005 tarihinde SPD Kuzey Ren-Vestfalya bölgesindeki Hristiyan Demokratlar'a (CDU) yenilince en kısa sürede federal seçim isteyeceğini duyurdu. 151-296 oyla (148 çekimser oy ile) 1 Temmuz 2005 tarihinde seçim kararı alındı. Alman federal seçimleri 18 Eylül 2005 tarihinde yapıldı. Angela Merkel 22 Kasım 2005 tarihinde Şansölye seçildi. Kabataş Erkek Lisesi Kabataş Erkek Lisesi, 1908 yılından beri öğretim yapan, Türkiye'nin en eski liselerinden biridir. Kampüsü İstanbul'un Ortaköy semtinde deniz kenarında yer alır. Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı'nın yaptığı Temel Eğitimden Ortaöğrenime Geçiş Sınavı (TEOG) sonucunda tercih yapıp bu liseyi kazanan kız ve erkek öğrenciler bu liseye gitmeye hak kazanırlar. Kabataş Erkek Lisesi'nde halen yaklaşık 250'si yatılı 900 lise öğrencisi okumaktadır. Ana binanın hemen yanında kız ve erkek yatılı bölümü, yemekhane ve kantini kapsayan bir diğer binayı bulundurmaktadır. Öğretim kadrosu bir müdür, bir müdür başyardımcısı, 3 müdür yardımcısı ve 60 öğretmenden oluşmaktadır. Kabataş Erkek Lisesi 7 Mart 1908 tarihinde Padişah II. Abdülhamit'in fermanıyla “Kabataş Mekteb-i İdâdisi” adı altında kuruldu. Kuruluş amacı; İslam dünyasına seçkin idareci yetiştirmekti. 18 Nisan 1908 tarihinde Kabataş semti deniz kıyısındaki set üstünde Esma Hatun Konağı'nda öğretime başladı. İlk müdürü Hasan Tahsin (Ayni) Bey`di ve bütün lise 7 sınıf ve 276 öğrenciden oluşuyordu. 1909-1910 öğretim döneminde ilk mezunlarını 23 öğrenciyle verdi. Balkan Savaşları'na diğer okullar gibi Kabataş'tan da birçok öğretmen ve son sınıf öğrencisi katıldı. Savaş sonucunun ülkede yarattığı büyük üzüntü ve ilan edilen genel yas sonucunda, 7 Mart 1913'te okul flamasının kırmızı-beyaz olan renkleri kırmızı-siyah olarak değiştirildi. Okul 1913'te beş sınıflı ilk kısmı açılarak 12 sınıflı sultaniye dönüştürüldü ve Kabataş Mekteb-i Sultanisi adını aldı. 1919'da yatılı kısmı açıldı. Cumhuriyet'in ilanı ile sultaniler kaldırılınca, Kabataş Mekteb-i Sultanisi 1923-1924 öğretim yılında Kabataş Erkek Lisesi oldu, 1925-1926 öğretim yılında ilk kısmı kaldırıldı. Lise, 1928-1929 öğretim yılında, 19. Yüzyılın ikinci yarısında padişah yakınlarının yazlık ikametgâhı olarak yapılmış olan Feriye Sarayları'nın günümüzde öğretim yapılan binasına taşındı. Bu binalar Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz'in 1876 yılında tahttan zorla indirilerek 4 gün süreyle hapis yaşadıktan sonra intihar ederek öldüğü ya da öldürülüp bırakıldığı mekân olarak bilinirler. Abdülaziz'in naaşı şu anda müdür odası olarak kullanılan odada bulunmuştur. 1934 yılında okul bahçesinde bulunan ve Ağalar Dairesi adıyla bilinen, cadde üzerindeki eski bina onarılarak konferans salonu ve laboratuvarların yer aldığı Kültür Binası olarak kullanıma açıldı. Öğrenci sayısının artması nedeniyle 1941-1942 ve 1959-1960 öğretim yıllarında orta kısmı 2 kez kapatılan ve yalnız lise olarak devam eden Kabataş Erkek Lisesi binalarına, Feriye Sarayları'nın Beşiktaş Ortaokulu olarak kullanılan bugünkü yatakhane binası da Pansiyon Binası olarak eklendi. 1979-1980 öğretim yılında okula 42 kız öğrenci kaydedildi. Kız öğrenciler yalnız bir yıl okuduktan sonra Beşiktaş Ortaokulu'na nakledildiler. 1987'de Kabataş Erkek Lisesi Eğitim Vakfı kuruldu. 1992-1993 öğretim yılında karma eğitime ve Yabancı Dil Ağırlıklı Türkçe Eğitim/Süper Lise programına geçildi, İngilizce hazırlık sınıfı açıldı. 1994-1995 yılından itibaren kız öğrencilere de yatılılık olanağı sağlandı. Okulun bitişiğindeki eski kömür deposu ve sonradan Tekel deposu olan Feriye Karakolu ve Zaptiye Koğuşları 1989'da Kabataş Eğitim Vakfı'nın çabalarıyla okul alanına dahil edildi. Burası restore edilerek 1995'den itibaren Eğitim ve Kültür Sitesi olarak hizmet vermeye başladı. 1998-1999 öğretim yılından itibaren Kabataş Erkek Lisesi Anadolu Lisesi statüsünde eğitim yapmaktadır. 2006-2007 eğitim sezonu ile birlikte öğrenim süresi 5 yıla çıkarılmıştır. 2009 yılından itibaren birinci yabancı dil olarak Almanca eğitim veren iki sınıf açılmıştır. Kabataş Erkek Lisesi, akademik başarısının yanı sıra Türkiye'de sosyal yönden en aktif olan okullardan biridir. Sosyal sorumluluk projesi olarak Van'da bir okulla 'Kardeş Okul' bağı kurulmuş, karşılıklı olarak ziyaretler gerçekleştirilmektedir. Ayrıca engellilerle ilgili de birçok etkinlikte yer alan Kabataş Erkek Lisesi, 2011 yılından beri Best Buddies Türkiye projesine katılmakta, projeye katılan öğrencilerle engelli gençler arasında arkadaşlık bağları kurulmaktadır. Yine engellilerle ilgili olarak, okulun 'Sosyal Sorumluluk ve Dayanışma Kulübü', ilgilenen öğrencilere işaret dili öğretmektedir. Okuldaki İngilizce Kulübü adı altında çalışan "Avrupa Gençlik Parlamentosu Kulübü"(EYP) ve "Model Birleşmiş Milletler Kulübü"(MUN), okuldaki en aktif kulüplerdendir. Bu iki kulüp şu ana kadar okulda uluslararası çapta pek çok konferans organize etmiştir. Almanca Kulübü'nde ise Almanya-Türkiye arası öğrenci değişimi ve çevreye duyarlılığı kapsayan "Çevrecilikle Kurulan Köprüler"(UBB) ve pek çok ülkeden öğrencilerin katılımıyla kültürel etkileşimin ve yine çevre duyarlılığının sağlandığı "Comenius" projeleri yürütülmektedir. Ayrıca fizik kulübü altında aktif olarak çalışmalarını yürüten (KELROT) robotik takımı, uluslararası yarışmalara katılmakta ve gerekli eğitimleri üyelerine sağlamaktadır. Karaoğlan (çizgi roman) Karaoğlan, ilk kez 1 Nisan 1963'te Türkiye'de yayımlanmaya başlayan, Suat Yalaz'ın yazıp çizdiği haftalık tarihi çizgi roman dergisidir. Farklı dönemlerde değişik yayınevleri tarafından yeniden yayımlanan dergi en son 2000'li yıllarda bir kez daha yayımlanmıştır. Dergi haline gelmeden önce de ilk kez 3 Ocak 1962'de Akşam Gazetesi'nde tefrika edilmiştir. İlk sayısı 1 Nisan 1963 tarihinde çıkan derginin yayımcısı bizzat Suat Yalaz'dı. 240x170 mm boyutlarındaki 32 sayfalık bu dergi 3. hamur kağıda siyah beyaz olarak basılıyordu. 25 Mayıs 1982'de eski maceraları renklendirilerek Güçlü Yayıncılık tarafından yeniden çıkartılmaya başlandı. Bu haftalık serinin ilk sayısı promosyon olarak Güneş Gazetesi tarafından ücretsiz verilmişti. Sadece 16 sayfa hacmindeki bu dergi biraz daha büyük boyuttaydı ve ortalama 10'ar sayı bir arada ciltler halinde de bayilere verildi. 1990'larda Tay Yayınları tarafından da bir seri Karaoğlan yayımlandı. Ocak 2000'de ise bu kez Leman Yayınları Karaoğlan'ı aylık yayımlamaya başladı. Sadece 4 sayı çıkan kitap tarzında yayımlanış bu Karaoğlanlar 235x170 mm boyutlarındaydı ve 142 sayfaya iki renkli (fonlar uçuk sarı) basılıyorlardı. Son olarak da 2000'li yıllarda Lâl Kitap tarafından 57 kitaplık bir serisi yayımlandı. Karaoğlan'ın gerçek öyküsü, 1956'da başlar. Abdullah Ziya Kozanoğlu, Kızıltuğ adlı öyküsünü, Resimli Mecmuada tefrika eder. Kızıltuğ'da ortaya çıkan Otsukarcı ve oğlu Kaan, maceradan maceraya koşan Orta Asya'lı kahramanlardır. 1959'da Akşam gazetesinde, Kızıltuğ'un çizgiromana dönüştürülmesi gündeme gelir ve bu iş için genç ressa
m Suat Yalaz düşünülür. 19 Ağustos 1959'da başlayan Kızıltuğ büyük ilgi görür ve devamına karar verilir. Kızıltuğ'un devamı niteliğindeki "Cengiz Han'ın Hazineleri", kahramanı Kaan'ın ismiyle çizilir. Kaan, Karaoğlan'ın son ismini almadan geçirdiği bir dönemdir. Suat Yalaz, toplam dokuz adet Kaan macerası hazırlar. Bu maceralar, Cengiz Han'ın Hazineleri, Tibet Canavarı, Altın Saçlı Kız, Kız Kulesi Kahramanı, Hülagu'nun Gözdesi, Ağahan'ın Yüzüğü, Alagoya'nın Ölümü, Altın Hançer, ve Bozkurt'un İntikamı'dır. Kozanoğlu, bu maceralardan başka Kaan yazmayınca, Suat Yalaz kahramanın adını değiştirir ve Karaoğlan böylece doğmuş olur. "Asya Kaplanı" adlı ilk Karaoğlan macerası, 1963 başında dergi olarak yayına başlar. Kaan'dan Karaoğlan'a geçiş kolay olmuştur; yani kahnaram farklı bir çizgiyi gerektirmemekte ve tiplerin çoğu hazırdır. Karaoğlan, ana karakterini Kaan'dan almıştır. Otsukarcı, Baybora'ya, Çakır'sa Çalık'a dönüşmüştür. Karaoğlan atletik, deli-dolu, gözüpek ve mert bir Uygur genci olarak tanıtılır ilk başlarda. Bir kahramanda bulunması gereken tüm özelliklere sahiptir. Göçebedir ve bir yerde uzun süre kalmaz. Bu da maceraların geçtiği haritayı genişletmektedir. Zaman içinde Çin'den Hindistan'a, Bizans'tan Altaylar'a uzanır bu maceraların coğrafyası. Karaoğlan, erkek çocuklara törenle ad koyulan bir dönemde yaşar, ama böyle bir tören göremez; daha birkaç aylıkken annesi öldürülür, babası yaralı bir şekilde oğlunu kurtarabilir ve onu bir ormancıya emanet eder. Ormancı da bebek kendilerine ait olmadığından ona bir isim vermez. Ama kara, gür saçlarından dolayı onu Karaoğlan diye çağırırlar. Suat Yalaz, birçok maceranın temellerini Türk tarih ve folklorundan almış, bir o kadar da yabancı kaynaklardan yararlanmıştır. Dede Korkut'tan Pardanyanlar'a, Demir Maskeli Adam'dan efsanelere kadar geniş kaynak vardır Karaoğlan maceralarının altyapısında. Karaoğlan'da kullanılan dile de büyük özen gösterilmiştir. Bazı maceralarda o dönemin dili tercih edilir. Karaoğlan içerdiği erotizmle, küçükler kadar büyüklerin de ilgisini çeker. Bu, Karaoğlan'a olgun ve gerçekçi bir görünüm kazandırır. Karaoğlan, diğer yabancı örneklerde çok iyi işleyen bir mekanizmayı da hiç bozmadan kullanır ve aynı başarıyı yakalar. Bu, sertlik ve mizahın uygun bir dozda karıştırılmasıdır. Gerginliği azaltan, okura soluk aldıran mizah, yan karakterlerin (Çalık ve Balaban) davranış biçimlerinden kaynaklanır. Karaoğlan'daki psikolojik tahlillerse, edebi bir derinlik ve değer kazandırmaktadır. İnsanlar yalnızca iyiler ve kötülerden oluşmaz. Aralıkta pek çok insan yapısından söz edilebilir. "İnceyılan Hanı" adlı maceranın kötü Düşes Berthe'si, Karaoğlan'in peşine takılıp Urfa yöresini dolaşmaya başlar. Burada yaşayan yerli halkı, tanıdıkça kişiliği değişmeye başlar. "Kul Bakay'ın Mezarı" adlı maceradaysa çocuk Karaoğlan'ı kaçıran bir uğru ile çocuk arasında sert başlayan ilişki, giderek karşılıklı sevgiye dönüşür. (Benzeri bir öykü de yıllar sonra "Perfect World" adlı filmde işlenir.) Karaoğlan öyle tutulur ki, Suat Yalaz ister istemez eserini filme dönüştürme kararı alır. Yarışma ve kampanyalarla Karaoğlan'ı canlandıracak biri aranmaya başlanır. Sonuçta Suat Yalaz, tesadüfen Kartal Tibet'i bulur. "Altay'dan Gelen Yiğit", "Baybora'nın Oğlu" ve "Camoka'nın İntikamı" peşpeşe çevrilir. Dönemin sosyal ve politik ortamı da Karaoğlan'ın birçok macerasına yansır. Örneğin, "Mor Kahküllü Şehzade"de, 1970'lerin başında İsmet İnönü üstündeki politik baskıların arttığı dönemde, Yalaz İsmet Paşa'nın bu durumundan esinlenerek Kazılık Koca'yı ortaya çıkrır ve bu Dede Korkut öyküsünü, dönemin siyasi olaylarına denk düşürür. 1980'lerde yurtdışında resmi görevlilerimize Ermeni saldırılarının arttığı ve toplumsal öfkenin de büyüdüğü bir dönemde çizilen "İnceyılan Hanı"nda, Ermeni-Türk ilişkileri incelenir ve dengeli bir yaklaşımla anlatılır. Suat Yalaz "Karaoğlan"ı resimlemeye başladığı zaman başlangıçta Kanada asıllı ABD'li çizgi roman sanatçısı Hal Foster'ın çizgilerinden fazlasıyla etkileniyordu. Özellikle de Foster'ın 1937 yılında çizmeye başladığı, konusu 5. yüzyılda Kral Arthur döneminin İngilteresinde geçen ""Prince Valiant""ından çizgi ve tarz olarak çok etkilenmişti. Yalaz, Orta Asya folklor ve geleneklerine dayanan Karaoğlan temalarının arasına, Orta Çağ Avrupasında geçen ve Batı'ya ait bir çizgi romanın tarzını ustalıkla yedirmeyi başarmıştı. Haftalık periyodlarla çıkan dergisini baskıya yetiştirebilmek için zaman zaman çizimlerde kendisine Abdullah Turhan, Nezih Dündar ve Metin Erginaslan yardımcı oluyordu. Suat Yalaz "Karaoğlan"ın bazı maceralarında kahramanlarını konunun geçtiği dönem ve mekânda konuşulduğu varsayılan bir dille konuşturmayı tercih etmişti. Bunun maceraya ayrı bir ağırlık katacağını düşünüyordu. "Karaoğlan"ın bir başka özelliği ise, döneminde çıkan başka çizgi romanlarda hiç rastlanmadığı bir şekilde cinselliğe ve erotizme oldukça yüksek bir dozda yer vermiş olmasıdır. İlk kez 18 Ağustos 1959'da Akşam Gazetesi'nde tefrika edilen ve yine ilk defa 1 Nisan 1963 tarihinde dergi formatında yayımlanan Karaoğlan, Milliyet, Güneş ve Takvim gibi gazetelerde de yayımlandıktan sonra 2000'li yıllara gelininceye kadar Türkiye'de birkaç yayınevi tarafından defalarca dergi ve kitap formatlarında yayımlandı. Karaoğlan'ın Türkiye'deki yayın kronolojisi şöyledir: Karaoğlan'ın bir başka özelliği, yurt dışında seri olarak yayımlanan ilk yerli çizgi roman olmasıdır. 1970 yılında çalışmalarını sürdürmek üzere Fransa'nın başkenti Paris'e yerleşen Suat Yalaz bu yıldan başlayarak Karaoğlan'ın Akşam'da çıkan tüm serüvenlerini ufak düzeltmeler yaparak 7 yıl boyunca ""Kébir"" adıyla, bir ara da "Changor" adıyla yayımladı. Fransa'yla beraber Kanada ve Avrupa'nın bazı Fransızca konuşulan ülke ve bölgelerinde de dağıtıldı. Ama dergi özellikle de Fransa'yla kültürel bağları bulunan Cezayir, Fas ve Tunus gibi Kuzey Afrika ülkelerinde rağbet gördü. Yalaz'ın anlattığına göre Cezayir Fransa'yla kültürel bir çatışmaya girince Fransız yayınlarına ülkede kota ve boykot uygulandı. Bu dönemde Cezayir'e girebilen sayılı Fransız yayınlarından biri de "Kebir" di. Buna bağlı olarak "Kebir" in maceraları genelde Araplarla ilgiliydi. Yalaz'ın kendi sözleriyele "Kebir'in asıl başarısı Fransa'da değil Cezayir'de oldu". Bunun sonucunda da ayda bir çıkarken ayda iki defa çıkmaya başladı. Dergiler siyah beyaz ve küçük boydu. Karaoğlan'ın Fransa serüveni şöyle özetlenebilir: Örnek olarak Fransa'da çıkan albümlerden biri şudur: İngilizce'de yine "Kebir" adıyla çıkan Karaoğlan, yine 1970'li yılların sonunda Irak Kültür bakanının Suat Yalaz'ı Bağdat’a davet etmesinden sonra bu ülkede de "Çöl Kartalı" adıyla kısa bir süre Arapça olarak yayımlanmıştır. Bir de hazırlanan ama yayınlanmayan Rusça Karaoğlan albümü vardır. БОЭКАШИ ("Bozkaşi") adlı bu albümün tanıtımları bile yapılmış ama basılamamıştı. Suat Yalaz'ın yarattığı "Karaoğlan" çizgi karakteri Türkiye'de 1965 ve 1972 yılları arasında 7 defa sinemaya uyarlanmıştı. Bu filmlerin hemen hepsinde yönetmen Suat Yalaz, başrol oyuncusu ise Kartal Tibet'ti. İstisna olarak bu filmlerden sadece birini Mehmet Aslan yönetmiş, bir diğerinde de Karaoğlan rolünü Kuzey Vargın oynamıştı. Ayrıca Karaoğlan'la ilgili iki Türk filmi daha vardır. Bunlar: Bunlardan başka 2002 yılında "Karaoğlan" adında bir TV mini dizisi de yapılmıştır. Osmanlıspor Osmanlıspor, 29 Haziran 2014 tarihinde başkent Ankara'da kurulmuş olan ve Süper Lig'de mücadele eden Türk futbol kulübü. Maçlarını 20.071 kişilik Osmanlı Stadyumu'nda oynamaktadır. Taraftarların stadyumlarına verdiği ad ise Osmanlı Kalesi'dir. 2009-10 sezonuna Süper Lig'de başlamasına rağmen Türkiye Futbol Federasyonu'nun, kulübün MKE Ankaragücü ile yakınlaşması nedeniyle aldığı karar neticesinde 1. Lig'e düşürülmüş ve tüm maçlarında 3-0 hükmen yenik sayılmıştır. 5 Ağustos 2010 tarihinde feshedilen kulüp 29 Haziran 2011 tarihindeyse federasyonun kararıyla tekrar liglere dönmüştür. Ancak 24 Ağustos 2011 tarihinde yaptıkları bir açıklama ile lige katılmayacaklarını bildirmişlerdir. 2013-14 sezonunda ise 1. Lig'e katılarak üç sezon aradan sonra profesyonel liglere geri dönmüştür. Osmanlıspor, Ankara Belediyespor adıyla 21 Mart 1978'de kurulmuştur. 1994'e kadar dört ayrı branşta faaliyet göstermiş, 1994 yılında yönetim değişikliği sonrası kulübe yeni branşlar da eklenmiş ve lisanslı sporcu sayısı 2.000'i aşmıştır. 1984 yılında Ankara Büyükşehir Belediyespor adını almış, 1998 yılında ise tekrar isim değişikliğine giderek Büyükşehir Belediye Ankaraspor ismini almıştır. 2005 yılında kulüp yönetiminin aldığı karar sonucunda futbol branşı Ankara Büyükşehir Belediyesi bünyesinden çıkartılarak "Ankaraspor A.Ş." adı ile özelleştirilmiştir. Böylece Ankaraspor bir spor kulübü değil, bir futbol kulübü hüviyetine bürünmüştür. Ankaraspor tarihindeki en iyi sezonunu 2004-05 sezonunda yaşamış, Süper Lig'de 48 puan toplayarak ligi 7. sırada bitiren takım bu başarısı ile 2005-06 sezonunda Türkiye'yi UEFA Intertoto Kupası'nda 2. turdan başlayarak temsil etme hakkı kazanmıştır. 2006-07 sezonunda oynadığı Intertoto müsabakalarında ise 1 galibiyet ve 1 mağlubiyet almıştır. 2006-07 sezonunu 8. bitiren Ankaraspor, ligi orta sıralarda bitirmeye devam ederek 2007-08 ve 2008-09 sezonlarını 10. olarak tamamlamıştır. Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu'nun 15 Eylül 2009 tarih ve 15 sayılı toplantısında ""Ankaraspor ile aynı ligde mücadele ettiği Ankaragücü Kulübü ile arasındaki ilişkinin, sportif rekabeti engelleyici, müsabakaların ve ligin dürüstlüğünü, kamuoyunun ligin dürüstlüğüne ilişkin algısını zedeleyecek nitelikte olması"" iddialarıyla TFF statüsünün 18. ve 76. maddeleri ile kulüp tescil talimatının 17. maddesine aykırılıktan futbol disiplin talimatı'nın 45/1. maddesi uyarınca, konuyla ilgili uluslararası kural ve kabullerde belirlenmiş olan ölçütler de dikkate alınarak Süper Lig'in bir alt ligi olan 1. Lig'e düşürülmüştür. Kulüp, bu karardan sonra ligden düşürülme kararının iptal edilmesi istemiyle TFF aleyhine dava a
çmıştır. TFF kulüpten davasını geri çekmesini istemiş ancak kulüp bu isteği reddetmiştir. Bunun üzerine 5 Ağustos 2010 tarihinde TFF kulübün lisansını iptal etmiş ve kulübü tüm liglerden ihraç etmiştir. Ancak bir sezon sonra 29 Haziran 2011 tarihinde kulübün TFF aleyhine açtığı davasını geri çekmesi karşılığında ihraç kararı kaldırılarak kulübün 1. Lig'den mücadeleye devam etmesi kararı verilmiştir. Fakat cezalarının kaldırılmasına rağmen kulüp ligde yer almayacaklarını açıklamıştır. Fakat kulüp 2011-12 sezonuna A2 Ligi'nde devam etme kararı almış, 2012-13 sezonunda ise 1. Lig'de yer alacağını açıklamıştır. TFF ise aldığı yanlış karardan dolayı Ankaraspor'a kademeli olarak toplamda 21.865.092 TL tazminat ödemiştir. Ayrıca GSB kulübün Süper Lig'den bir alt lige düşürüldüğü 2009-10 ve liglerden ihraç edildiği 2010-11 sezonlarında toplam 2.193.242 TL gelir elde ettiği açıklanmıştır. Kulübün liglerden ihraç edilmesini takip eden 3 sezonda Ankaraspor liglere katılmamış ve 2013-14 sezonunda Türkiye Futbol Federasyonu tarafından tekrar 1. Lig'e dahil edilmiştir. Üç yıllık aradan sonra profesyonel liglere geri dönen Ankaraspor 1. Lig'de 18 galibiyet ve 12 beraberlik alarak 66 puanla ligi 4. sırada bitirip play-off oynamaya hak kazanmıştır. Play-off yarı finalinde Samsunspor'a 1-0 ve 1-1'lik sonuçlarla elenmiştir.2014 2015 sezonunda ise Kayserispor'un ardından 2. olarak Süper Lige yükselmiştir. 2014-15 sezonu öncesinde kulübün Ankaraspor olan ismi Osmanlıspor Futbol Kulübü, mavi-beyaz olan renkleri ise mor-sarı olarak değiştirilmiştir. Ayrıca bunlara bağlı olarak logo da yenilenerek kulübün kuruluş yılı olarak 2014 yılı tescil edilmiştir. 2015-2016 sezonunu 5. sırada bitiren kulüp, UEFA Avrupa Ligi'nde mücadele ettiği 2016-2017 sezonunu küme düşme hattının 2 puan yukarısında tamamladı. Ekim 2017'de kulübün onursal başkan Melih Gökçek'in Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığından istifa etmesinin ardından kulübün maçlarını ortalama 4 bin seyirci izlerken, ani bir düşüş yaşanarak 1900 seyirci izlemeye başladı. Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde Melih Gökçek'in aktardığı belediye kaynaklarının yeni başkan Mustafa Tuna tarafından kesilmesinin ardından düşüşe geçen Osmanlıspor, 2017-2018 sezonunun bitimine bir hafta kala küme düşen üçüncü kulüp oldu. Ankaraspor adıyla mücadele ettiği 2004-05 sezonunu Süper Lig'de 7. olarak tamamlayarak UEFA Intertoto Kupası'na katılma hakkı kazanmıştır. Bu kupadaki ilk maçında Slovakya ekibi Dubnica'ya evinde 0-4 mağlup olarak tur iddiasını zora sokmuştur. Jaba'yla Avrupa'daki ilk golünü kaydeden ekibe, deplasmanda aldığı 0-1'lik galibet yetmemiş ve turnuvaya veda etmiştir. Osmanlıspor adıyla çıktığı Avrupa maçlarında ise ilk golü Numan Çürüksu kaydetmiştir. "*Tabloda ikinci maç" koyu "yazılmıştır". 2004-2010, 2015-2018 1997-2004, 2013-2015, 2018- 1996-1997 "Not: Kulüp 2010-11, 2011-12 ve 2012-13 sezonlarında liglerde yer almamıştır." İkincilik (1) : 2014-2015 Üçüncülük (1) : 2003-2004 Şampiyonluk (1) : 1996-1997 Yarı Final (1) : 2008-2009 Çeyrek Final (1) : 2002-2003 * Kademe ve klasman grubu olan sezonlar birlikte yazılmıştır. Play Offlarda dahildir. *Hürriyet Güçer, Bayram Çolak TFFden alınmıştır istatistik Manisaspor Manisaspor, 1965 yılında Manisa'da kurulan Türk spor kulübü. Maçlarını Manisa 19 Mayıs Stadyumu'nda oynamakta olan kulüp 1. Lig'te mücadele etmektedir. Kulüp aslen 1931 yılında kurulmasına rağmen resmî kuruluş tarihi olarak "Manisaspor " adını aldığı 15 Haziran 1965 tarihi kabul edilmektedir. Kulüp Başkanı Abdullah Mergen, teknik direktörü ise Fatih Tekke'dir. Manisaspor 1931 yılında Manisa Sakaryaspor Gençlik Kulübü adıyla kuruldu. 1965 yılında Manisaspor, 2000 yılında Vestel'in sponsorluğunda Vestel Manisaspor adını aldı. 29 Ağustos 2007 tarihinde Vestel'in sponsorluktan çekilmesinin ardından takımın adı yeniden Manisaspor oldu. 1964-1965 sezonunda 1. Ligde ( O zamanki adıyla Türkiye 2. Futbol Ligi) mücadele etmeye başlayan Manisaspor 1977-1978 sezonunda 1. Ligde sonuncu olarak küme düştü. 2000'li yıllara kadar 3. Lig ve 1. Lig arasında inişli çıkışlı sezonlar yaşadı.1984-1985 sezonunda ligi Akhisarspor'un önünde Şampiyon olarak 1. Lige yükseldi.1990-1991 ve 1993-1994 sezonlarında da 3. Ligde Şampiyon olarak 1.Lige yükseldi. 2000 yılında Vestel'in sponsorluğuyla Manisaspor çıkışa geçti. Önce 2000-2001 sezonunda 3. Ligde 3. olarak 2. Lige yükseldi. Ertesi yıl 2. Ligde Şampiyon olarak 1. Lige yükseldi. Takımın başına Mustafa Denizli getirildi o sezon 4. olup Süper Lig son anda kaçırıldı. Beklenen 2004-2005 sezonunda Levent Eriş yönetiminde gerçekleşti. 1. Ligde ikinci olan Manisaspor tarihinde ilk kez Süper Lige yükseldi. Süper Ligdeki ilk döneminde zaman zaman liderliğe yükselerek ses getirdi. Bu dönemde forma giyen Arda Turan, Caner Erkin, Hakan Balta, Selçuk İnan, Burak Yılmaz, Holosko, Uğur İnceman gibi oyunları parlatarak Türk Futboluna kazandırdı. Bu oyuncuları büyük takımlara kaptırdıktan sonra zayıflayan Manisaspor 2007-2008 sezonunda küme düştü. 2007-08 sezonu sonunda Süper Lig'den küme düşen Manisaspor, 2008-09 sezonunda 1. Lig şampiyonu olarak tekrar Süper Lig'e yükselmeyi başarmıştır. Bu başarıyı yine Levent Eriş yönetiminde gerçekleştirmiştir. Manisaspor, Süper Lig'e yükseldiği sezon gösterdiği başarı ile lig sponsoru Bank Asya tarafından Yılın Takımı seçildi. Süper Ligdeki 2. döneminde çok başarılı olamayan Manisaspor 3 sezonun ardından 2011-12 sezonunda 1. Lig'e düştü. 2014-15 sezonunun son maçında Giresunspor'u 4-1 mağlup etmesine rağmen ikili averajda Denizlispor'un gerisinde kaldı ve 2. Lig'e düştü. 2015-2016 Sezonunda 2. Lig Kırmızı Grupta Şampiyon olarak tekrar PTT 1.Lig'e yükselmiştir. Tarık Almış Spor Tesisleri arazisi, 17 Şubat 1994'te Manisa Belediyesi ile Manisa Sporunu Koruma ve Güçlendirme Vakfı arasında yapılan protokol ile 49 yıllığına kiralanmış olup; vakfın Başkanı Tarık Aamış tarafından kamp merkezi ve antrenman sahaları yaptırılmıştır. Daha sonra Tarık Almış Spor Tesisleri, Manisa Sporunu Koruma ve Güçlendirme Vakfı ile Manisa Spor Kulübü Derneği arsındaki protokol sonucunda Manisa Spor Kulübü Derneği'ne bırakılmıştır. Tesisler, 2003 yılında antrenman sahaların ve çevre duvarlarının yenilenmesi ve 2005 yılında ek bina inşaatının bitmesiyle modern görünümüne kavuşmuş ve ihtiyaca cevap verecek konuma gelmiştir. Tarık Almış Spor Tesisleri, 22.000 m² üzerine kurulmuş olup; bunun 3.000 m²'si yatakhaneler, yemekhane, mutfak, idari ofisler, antrenör odaları, toplantı salonu, soyunma odası, spor salonu, kapalı havuz, sauna, buhar odası, kafeterya, fizyoterapi odası, doktor odası, masaj odaları gibi bölümlerden oluşan kapalı alandır. 17,000 m²'si de antrenman sahaları ve otopark alanını kapsayan açık alanlardır. Akhisar Belediyespor, Karşıyaka ve Bucaspor ile geçmişten gelen bir rekabet vardır. Bu takımlar ile yapılan maçlarda genelde taraftarlar arasında olaylar çıkar. Turgutluspor ve Göztepe kulupleri ile de taraftarlar arasında bir dostluk vardır. 2005-2008, 2009-2012 1964-1978, 1980-1983, 1985-1986, 1991-1993, 1994-1995, 2002-2005, 2008-2009, 2012-2015, 2016-2018 2001-2002, 2015-2016, 2018- 1978-1980, 1984-1985, 1986-1991, 1993-1994, 1995-2001 1958-1964, 1983-1984 Şampiyonluk (1) : 2008-2009 İkincilik (1) : 2004-2005 Şampiyonluk (2) : 2001-2002, 2015-2016 Şampiyonluk (3) : 1984-1985, 1990-1991, 1993-1994 Üçüncülük (1) : 2000-2001 Yarı Final (1) : 2009-2010 Çeyrek Final (2) : 2006-2007, 2014-2015 Süper Lig Performansları Sivasspor Sivasspor, 9 Mayıs 1967 tarihinde Sivas'ta kuruldu. Süper Lig'te mücadele eden takımın teknik direktörlüğünü Tamer Tuna yürütmektedir. Kulüp Futbol dışında Bilardo, Atlı Cirit ve Briç branşlarında hizmet vermektedir. Resmi kayıtlara göre Sivasspor'un kuruluş yılı 9 Mayıs 1967'dir. Oysa spor (Futbolun yanı sıra Atletizm, Binicilik, Atıcılık ve Voleybol) kulübü olarak Sivasspor, ""Sivas'in Bağdat Caddesi'nde, gençliğin bedeni gelişimine katkıda bulunmak"..." amacıyla olmak üzere 14 Nisan 1932 tarihinde kurulmuştur. Aynı yıl Kâmil Matbaası'nda basılan Dış Tüzüğün önsözünde genel sekreter Fahri Şevki şöyle diyor: İç Tüzükde ise kulübün kuruluş amacı şu şekilde açıklanıyor: İç Tüzüğe göre kulübün iki türlü üyesi vardır: ""sporla ve kulüp davranışı ile meşgul olan"" faal üyeler ve ""Kulübe medar-i fahr ü seref olan ve her suretle Kulübü himayelerine alan zevat-i saygı değerler""den oluşan hali üyeler. 26 maddelik Tüzükte; kurulların görevleri, toplantı şekilleri, gelir kaynakları, bunların nasıl ve nereden temin edileceği, gider kalemleri, harcamaların ne şekilde yapılacağı, kılık-kıyafet, kararlar, cezalar ve itirazlar ayrıntılı olarak hüküm altına alışmıştır. Mesela "Alamet-i Farika" başlığı altındaki madde şöyledir: ""Spor kıyafeti, yukarısı kulüp rengindeki (Kırmızı-Beyaz) forma veya fanila ve aşağısı beyaz kısa pantolondur. Her futbolcu sahaya çıkarken son derece temiz kıyafetle sahada bulunmak ve diğer gençlere her hususta bir intizam ve temizlik örneği olmak mecburiyetindedir..."" Sivasspor'un ilk sportif faaliyetleri hakkında fazlaca bilgi ve belge bulunmamaktadır. Ancak çalışmalarını Halkevi Topluluğu ile koordineli şekilde yürüttüğü ve bu çalışmaların, 2. Dünya Savaşı'nın ülkeyi içine sürüklediği belirsizlik ortamı içinde kesintiye uğradığı biliniyor. 1935 yılında Kulüp Başkanı Fahri, Üyeler ise; Reşat (Ergün), Baki, Şevki ve Bekir (Keçeli) Beyler'dir. Kulübün 38'i faal ve 84'ü hali olmak üzere 122 üyesi vardır. Türkiye İdman Federasyonu'na girmek için müracatta bulunan kulüp, idari çalışmalarını Sivas Halkevi'ndeki özel dairesinde yürütmektedir. Uzunca bir aradan sonra Sivas'ın adını taşıyacak bir kulübün yeniden oluşturulması yolundakı çalışmalar, 1950 yılında başlamış ve 27 Temmuz 1950 tarihinde Sivas Gençlik Kulübü resmen kurulmuştur. Adı fazlaca bilinmeyen bu kulüp daha sonraki yıllarda Yolspor ve Kızılırmakspor kulüplerinin katılımıyla 9 Mayıs 1967 de günümüzün Sivasspor'unu oluşturacaktır. 1967 Mart ayında Nusret Akça, Hüseyin Yıldırım, Hüseyin Pala, Nurettin
Tarıkahya, Yalçın Özden gibi isimler ilk olarak o günün Belediye Başkanı Ahmet Durakoğlu'na ve dönemin Valisi Vefik Kitapçıgil'e giderek durumu anlatırlar. Vali olaya çok sıcak yaklaşır ve kurulacak olan kulübün yalnızca sportif açıdan değerlendirilmemesi gerektiğini dile getirerek bu oluşumu şehrin kültürel, ekonomik ve sosyal hayatına da büyük bir hareketlilik getireceğini belirtir. Valinin dile getirdiği son derece olumlu sözlerini duyan kurul üyeleri sevinirler. Sivasspor kurulacaktır. Hemen kuruluş hazırlığına başlanır. Çünkü 1967-68 sezonuna Sivasspor yetiştirilmelidir. Mayıs ayının ilk günlerinde hazırlıklar hemen hemen tamamlanmıştır. Takımın renkleri konusuna da açıklık getirildikten sonra, 9 Mayıs 1967 tarihli gazeteler Sivasspor'un kurulduğunu yayınlamaya başlar. "Osman Paşa Caddesi, numara 1" Sivasspor'un kulüp binası olarak belediyeden 50 liralık sembolik bir ücret karşılığında kiralanır. Kulübün ilk telefon numarası da 2283'tür. Sivasspor tarihinde ilk Yönetim Kurulunu oldukça zor görevler beklemektedir. Kollar sıvanarak büyük bir heyecanla işe başlanır. Bu kulübü kuranlar başlangıçta takımın doğrudan ikinci lige alınacağını düşünürler. Ama evdeki hesap çarşıya uymaz ve bu iş göründüğü kadar kolay olmayacaktır. Kulübün ikinci lige alınması isteminin iletilmesi için, Kulüp Başkanı Ahmet Durakoğlu, Genel Sekreter Nurettin Tarıkahya, Kulüp Amiri Hüseyin Yıldırım ve yönetim kurulu üyeleri Nusret Akça, Yalçın Özden (Tüccar) ve Hüseyin Pala'dan oluşan bir heyet Ankara'ya gider. Ankara'da başvuru yapılır. Bu başvuru sonrasında o günün Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Orhan Şeref Apak, bir kurulla incelemelerde bulunmak üzere Sivas'a gelir. Sivas dönüşü yazılan rapor hem Yönetim Kurulunu, hem de tüm Sivas'lı sporseverleri büyük bir hayal kırıklığına uğratır. Zira raporda tesis ve altyapı yetersizliğinden istemin yerine getirilemeyeceğinin belirtilir. Yönetim Kurulu kısa süreli bir şok yaşadıktan sonra harekete geçer. Bütün yollar denenecek ve Sivasspor mutlaka ikinci ligde oynayacaktır. Başta Vali Vefik Kitapçıgil olmak üzere şehrin ileri gelenleri Ankara üzerinde baskı oluşturur. Yönetimde bulunan Nusret Akça ve Hüseyin Yıldırım gibi aynı zamanda siyasi partilerin İl Teşkilatında görevliler aracılığıyla baskı siyasi bir boyut kazanır. Spor Bakanı Kamil Ocak'la görüşülür. Sivas milletvekili Rıfat Öçten dönemin Başbakanı Süleyman Demirel'den yardım ister. Bu isteğin içinde üstü kapalı bir tehdit de vardır. "Ya Sivasspor'u ikinci lige alırsınız; ya da Sivas'tan oy almayı unutursunuz." Bu istek yankı bulmakta gecikmez. Aynı günlerde Futbol Federasyonu bir de Şekerspor olayı ile uğraşmaktadır. Birinci ligden düşürülen Şekerspor, idare mahkemesine açtığı davayı kazanmış ve mahkeme kararı ile 1967-68 sezonunda birinci ligde oynama hakkını elde etmiştir. Bu karar ikinci lig beyaz grupta Şekerspor'a ayrılan yeri boş bırakmıştır. Bu kadar olumsuzluk içinde şans ibresi Sivasspor'dan yana dönmüştür. Demirel'in talimatına zamanın federasyon başkanı Orhan Şeref Apak daha fazla direnemez ve Sivasspor 1967-68 sezonunda Türkiye ikinci ligi beyaz gruptaki takımlar arasında yerini alır. 2004-2005 yılında 1. Lig'de şampiyon olmuştur. 2005 yılına kadar 1. Ligde oynayan Sivasspor 2004-2005 sezonunda Süper Lig'e çıktı. İlk iki sezonunda ligi 8. ve 7. sırada bitirdi. 2007-08 sezonunda ise büyük bir başarı göstererek şampiyonluğu kıl payı kaçırdı ve o sezonu averajla Beşiktaş ve Fenerbahçe'nin gerisinde 4. bitirdi ve UEFA Intertoto Kupası'nda Türkiye'yi temsil etme hakkı kazandı. 2008-09 sezonunda ise bir önceki sezonda sergilediği grafiği devam ettirdi ve ligi şampiyon Beşiktaş'ın 5 puan arkasında 66 puanla ikinci bitirdi ve 2009-2010 sezonunda UEFA Şampiyonlar Ligi elemelerine katılmaya hak kazandı. Bu başarı ile Türkiye'yi UEFA Şampiyonlar Ligi'nde temsil eden 5. Türk takımı oldu. Diğer iki sezon sezonu küme düşme tehlikesi geçiren Sivasspor ligi 15. sırada tamamladı. 2013-14 sezonu öncesi futbol tarihinin en önemli oyuncularından Roberto Carlos teknik direktörlük görevine getirildi. Bu sezon başarılı bir dönem geçiren takım ligi dört büyüklerin ardından 5. sırada tamamladı. Bu sonuçla UEFA Avrupa Ligi'ne katılma hakkı kazanmasına rağmen UEFA'dan gelen men cezası ile Avrupa Kupalarına katılamadı. 2014-15 sezonunda kötü bir yıl geçiren takım ligi 15. sırada tamamlasa da Türkiye Kupasında yarı final oynama başarısı gösterdi. Bu yarı final maçı Sivasspor'un Türkiye Kupasındaki 3. yarı final maçı oldu. İstanbul ekibi Anadolu Üsküdar ile pilot takımı anlaşması vardır. İstanbul ekibinde birçok kiralık oyuncusu bulunmaktadır. Armada bulunan 3 yıldız, kurucu kulüpler olan Yolspor, Kızılırmak ve Sivas Gençlik 'i temsil etmektedir. Sivas'ın S harfi ile Spor'un S 'si iç içe geçmiş bir şekilde yer almaktadır. Ayrıca armada ki renkler kulübün renkleri olan Kırmızı - Beyaz renklerini temsil etmektedir. Renkler hem Türk Bayrağından esinlenerek he hem de Kar ve Kan'dan esinlenerek kullanılmıştır. 19 Ocak 2015 tarihinde kulüpten yapılan açıklamayla Medicana Sağlık Grubunun Sivasspor'a isim sponsoru olduğu bildirildi. O günden sonra takımın ismi Süper Lig ve Türkiye Kupası maçlarında Medicana Sivasspor olarak adlandırılmıştır. Anlaşma 2014-15 sezonunun ikinci yarısında ve 2015-16 sezonu için geçerli olmuştur. Sivasspor'un orijinal ve lisanslı forma, atkı, kaşkol, bere, swetshirt, ceket, gömlek, süs eşyaları gibi birçok değişik ürünlerinin satışını şehir meydanındaki Sivasspor Store yapmaktadır. Ayrıca Sivasspor'un bazı orijinal ve lisanslı ürünleri E-Yiğido internet mağazasında satışı gerçekleşmektedir. Sivasspor'un yoğunluğu futbol takımı hakkında bilgi vermek, başkanın duyuyurularını yayımlamak için hazırlanan dergidir. Dergi sadece 2015 yılında 6 sayı çıkarılmıştır. Sivasspor tribünlerinde 3 taraftar grubu bulunmaktadır. Bu grupların isimleri Çılgınlar 58, Yiğido Gençlik ve Alperen Gençliktir. Taraftarların en ünlü sloganı "Beyaz Kırmızı Anadolu Yıldızı"'dır. Taraftarlar her maç 58. dakikada telefon flashları ile birlikte tribünlerinde tezahürat yaparlar. Sivasspor'un kurulduğu günden bu yana Kayserispor ile bir rekabet halindedir. İki kulüp arasındaki ilk maç tarihe 1967 Kayseri stadyum faciası olarak geçmiştir. Bu olaydan sonra iki takım 5 yıl süreyle aynı ligde yer alması yasaklanmıştır. Bu rekabet hala devam etmektedir. Sivasspor'un formalarını 2008-09 sezonuna kadar Diadora, bu sezondan beri ise Adidas üretmektedir. Formalar, genelde çubuklu, kırmızı ve beyaz olmaktadır. Ayrıca 2009-10 ve 2012-13 sezonunda mavi, 2011-12 sezonunda siyah, 2014-15 sezonunda ise sarı formalar da üretilmiştir. Not: 2010-11 sezonunun son maçı olan Fenerbahçe maçında Göğüs Reklamı'nda Kuzan Grup reklamı yer alıyordu. Kulüp kuruluş tarihi olan 9 Mayıs 1967'den, Eylül 1984 tarihine kadar maçlarını Sivas Şehir Stadyumunda oynamıştır. 7 Ekim 1984 günü Akçaabat Sebatspor maçı ile 4 Eylül Stadyumu'na geçiş yapılır. Buradaki ilk maçta Akçaabat Sebatspor'a 3-0 hükmen yenik sayılmıştır. Bu maçtan sonra Stadyum tadilat ve bakım süreçleri geçirerek zaman içerisinde kapasitesi artırılmıştır. Bu stadyumdaki son maç 19 Mayıs 2016 tarihinde Fenerbahçe ile 2-2 beraberlik ile sonuçlanmıştır. Şu anda kullanmakta olduğu Yeni Dört Eylül Stadyumu'na ise ilk kez 21 Ağustos 2016 tarihinde 1. Lig 2. hafta maçında Mersin İdman Yurdu'nu 6-0 mağlup etmiştir. Stadyumdaki ilk golü Burhan Eşer atmıştır. Sivasspor Vali Lütfullah Bilgin Tesisleri 96.500 metre kare arazi üzerine kurulmuş olan tesisler 2011 yılında yapımı tamamlanmıştır. Vali Lütfullah Bilgin Tesisleri Türkiye’nin en modern ve en büyük tesislerinden biridir. Tesislerin içerisinde A Takım binası, idari bina, 3 doğal çim ve 2 sentetik çim antrenman sahası, 1 basketbol ve voleybol sahası, 1 kapalı spor kompleksi, 1 restaurant, 1 saha bakım binası, 200 araçlık genel otopark, at çiftliği, açık ve kapalı at binim alanları bulunmaktadır. 2005-2016, 2017- 1967-1983, 1984-1986, 1999-2005, 2016-2017 1986-1999 1983-1984 Konyaspor Konyaspor veya sponsorluk anlaşması gereğince Atiker Konyaspor, Türkiye'nin Konya şehrinde kurulan spor kulübü. Süper Lig'de mücadele etmektedir. İç saha maçlarını 41.981 kişilik Konya Büyükşehir Belediye Stadyumu'nda oynamaktadır. Kulüp 22 Haziran 1922 yılında Konya Gençlerbirliği adıyla kurulmuştur. 1965 yılında ise Meramspor, Selçukspor ve Çimentospor ile birleşerek Konyaspor adını almıştır. 1922 yılında Konya'da Gençlerbirliği adıyla kurulmuştur. 1965 yılında profesyonel liglerde Konya şehrini tek takımın temsil edeceği yönünde federasyondan gelen talimat doğrultusunda Konya Gençlerbirliği; Meramspor, Selçukspor ve Çimentospor ile birleşerek "Konyaspor" adını almış ve 1. Lig'de profesyonel olarak mücadeleye başlamıştır. Kulüp 1981 yılına kadar siyah-beyaz renklerde mücadele ederken, 1980-81 sezonu sonunda rakibi Konya İdman Yurdu'yla birleşmiş ve renkleri de rakibinin renkleri olan yeşil-beyaz olarak belirlenmiştir. (Birleşim tarihi olan 1981 yılı, birleşimden dolayı Konyaspor'un kuruluş yılı olarak kararlaştırılsa da, 2016 yılı Eylül ayında yapılan Genel Kurul toplantısı kararı ile Konyaspor'un kuruluş yılı 1922 olarak değiştirilmiş ve kulüp armasına da işlenmiştir.) Bu birleşme, o dönemdeki bölünmeyi de engellemiş oldu. Konyaspor ve Konya İdman Yurdu yöneticilerinden oluşan birleştirme heyeti 39. gün dönemin sıkı yönetim komutanı Bedrettin Demirel tarafından tutuklanmış ve bu birleştirmeden dolayı ağır ceza mahkemesinde yargılanmıştır. 1998-2002 yılları arasında sponsoru olan Kombassan Holding'in adını da alarak Konyaspor ismiyle karşılaşmalara çıkmıştır. 2009-10 sezonunda 1. Lig'de 6. sırada tamamlayarak 4'lü play off grubuna katılmıştır. Bu grubu lider olarak tamamlayıp Süper Lig'e yeniden çıkmıştır. Konyaspor 2010-11 Sezonunda Süper Lig'de mücadele etmiştir. Süper Lig'in 21. haftasında Bucaspor'a deplasmanda 3-2 mağlup olan Konyaspor'da teknik direktör Ziya Doğan istifa etmiş,yerine başka bir deneyimli teknik direktör olan Yılmaz Vural getirilmiştir. 31. Haftada oynana
n Kasımpaşa maçında berabere kalıp Süper Lig'e veda etmiştir.2011-2012 sezonunda 1. Lig'de yer alan kulüp Play-Off'a kalmış ancak Süper Lig'e çıkamamıştır. Kulüp 2012-13 sezonunda da 1. Lig'de yer almış ve MKE Ankaragücü'nü 1-0 yenerek Play-Off oynamaya hak kazanmıştır. Play-Off final maçında ise Manisaspor'u 2-0 yenmiş ve 2013-14 Süper Lig'de oynamaya hak kazanmıştır. 2015-16 sezonunda ligi 3. sırada bitirmiş ve UEFA Avrupa Ligine katılmaya hak kazanmıştır. Konyaspor takımının renkleri birleştiği rakibi Konya İdman Yurdu'nun renkleri olan yeşil-beyaz'dır. Anadolu Selçuklu Devleti'ne başkentlik yapan Konya'nın bu takımının sembolü, Anadolu Selçuklu Devleti'nin de simgesi olan çift başlı kartaldır. Logoda bulunan çift başlı kartalın altında, tarımın simgesi olan buğday başakları da ilin tahıl tarımında önde gelen illerden biri olduğunu göstermektedir. Forma sponsorları Konyaspor'un 2014 yılına kadar maçlarını oynadığı Konya Atatürk Stadyumu 1950 yılında yapılmıştır. 2005 yılında yenilenmiştir. Bu stadyumun kapasitesi 22.456 kişidir. 2012 yılında spor bakanı Suat Kılıç yeni stad projesini medyaya sundu. Konyaspor maçlarını 2014-15 sezonu itibarı ile yeni yapılan Konya Büyükşehir Torku Arena'da oynamaya başlamıştır. Stadyum kapasitesi 42,981 kişilik olup UEFA standartlarına göre inşa edilmiştir. Takımın dört taraftar grubu vardır. Bunlar Nalçacılılar, Green-White, Şehri Müdafaa ve Nalçacı Gençlik'tir. Kulüp, tarihindeki en başarılı sezon olan 2015-16 sezonunda Süper Lig'i 66 puan toplayarak 3.sırada tamamlamış ve ertesi sezon UEFA Avrupa Ligi grup aşamasına ön eleme oynamaksızın katılma hakkı kazanmıştır. İlk kez katıldığı turnuvada H Grubunda mücadele eden Konya ekibinin rakipleri Şahtar Donetsk, Braga ve Gent olmuştur. "*Tabloda ikinci maç" koyu "yazılmıştır". 1988-1993, 2003-2009, 2010-2011, 2013- 1965-1969, 1971-1979, 1980-1988, 1993-2003, 2009-2010, 2011-2013 1969-1971, 1979-1980 Şampiyonluk (2) : 1987-1988, 2002-2003 Play Off Şampiyonluk (2) : 2009-2010, 2012-2013 Şampiyonluk (1) : 1970-1971 Şampiyonluk (1) : 2016-17 Şampiyonluk (1) : 2017 Kayseri Erciyesspor Kayseri Erciyesspor Kulübü, Kayseri merkezli Türk spor kulübü. 1932 yılında Kayseri'de Erciyesspor olarak kurulmuştur. Maçlarını 32,864 seyirci kapasiteli Kayseri Kadir Has Şehir Stadyumu'nda oynamaktadır. Erciyesspor Ağustos 2016 ayında yapılan seçimde başkan çıkaramamış ve 29 Ağustos 2016 tarihinde Kayseri 2.Sulh Hukuk Mahkemesince Kayyum atanmıştır. Kayyum Heyeti;  27 Eylül 2016 tarih ve 269 karar nolu toplantısında; 14 Kasım 2016 tarihinde Olağanüstü Genel Kurul Kararı almıştır. Yeterli çoğunluk sağlanamadığı için 21 Kasım 2016 tarihinde Olağanüstü genel kurul yapılmış ve eski sportif Menajer Nuhkan Rüzgar başkanlığa seçilmiştir. Nuhkan Rüzgar'ın istifasıyla 10.01.2017 tarihinde 3.Sulh Hukuk Mahkemesince kayyum heyeti atanmıştır. Kayyum heyeti 01.02.2017 tarih ve 272 karar nolu toplantısında; 18.02.2017 tarihinde olağanüstü genel kurul kararı almıştır. Yeterli çoğunluk sağlanamadığı için 25.02.2017 tarihinde olağanüstü genel kurul yapılmış ve Saffet Külahçı başkanlığa seçilmiştir. Kayseri Erciyesspor Kulübü, İlk Olarak 1932 tarihinde kurulan Erciyesspor, 1966 yılında Erciyesspor, Ortaanadoluspor ve Sanayispor'un birleşmesiyle (01.07.1966) tarihinde Kayserispor adını almış 1988 tarihinde "Kayseri Emniyetspor Erciyesspor" ismini almıştır. 2003-04 sezonunda 1. Lig'de şampiyon olarak Süper Lig'e çıkan 61. takım olan Erciyesspor, 9 Temmuz 2004 tarihinde yapılan genel kurul ile adını, logosunu, renklerini Kayserispor ile değiştirdi. Kurul sonrası Kayseri Erciyesspor'un ismi Kayserispor olurken Kayserispor'un ismi ise Kayseri Erciyesspor oldu. Kulübün başkanlığına Enver Kemaloğlu getirildi ve teknik direktör Mustafa Uğur yönetiminde 2004-2005 Sezonunda 1. Lig'de mücadele eden Kayseri Erciyesspor tekrar şampiyon olarak Süper Lig'e yükseldi. Kayseri Erciyesspor 2005-2006 sezonunda Süper Ligi 40 puanla 10.sırada tamamladı. Ancak bir sonraki sezonda Süper Ligi 37 puanla 17. sırada bitirip 1. Lige düştü. 2012-13 1. Lig sezonunu şampiyon tamamladı. 2013-14 sezonundan beri Süper Lig'de mücadele etmektedir. 3 Eylül 2014 tarihinde kulüp Suat Altın İnşaat isimli şirketle isim sponsorluğu konusunda anlaşmaya varmış ve kulübün adı Suat Altın İnşaat Kayseri Erciyesspor olarak değişmiştir. 2014-2015 sezonu 32. haftasında İstanbul Başakşehir'e 1-0 mağlup olarak bitime 2 hafta kala ligden düşmesi kesinleşmiştir. 2015-2016 sezonunda 1.Lig'de boy gösteren kulüp 33.haftada Adana Demirspor ile 2-2 berabere kalmış ve 1990-1991 sezonundan beridir görmediği 2. Lig'e düşmüştür. 2016-17 sezonunda Kırmızı Grubu 18. tamamlayarak 3. Lige düştü. 2005-2006 sezonunda Kulüp tarihinde ilk kez Süper Lig'e yükselen Kayseri Erciyesspor ana renklerini Mavi-Siyah olarak değiştirdi, ara renk ise Beyaz olarak kabul edildi. Mavi renk Kayseri şehrinin simgesi olan Erciyes Dağı'nın gökyüzünü, Siyah renk Erciyes Dağı'nın yüzeyini, Beyaz renk ise Erciyes Dağı'nın Kar'ı nı temsil etmektedir. 1973-1975, 1979-1980, 1985-1986, 1992-1996, 1997-1998, 2005-2007, 2013-2015 1966-1973, 1975-1979, 1980-1985, 1986-1989, 1991-1992, 1996-1997, 1998-2005, 2007-2013, 2015-2016 1989-1991, 2016-2017 2017-2018 2018- Kayseri Erciyesspor küme düştüğü sezon Beşiktaş ile Türkiye Kupası'nda final oynamış ve UEFA Kupası'na katılma hakkı kazanmıştır. 2007-2008 sezonunda Kulüp tarihinde ilk kez UEFA Kupası'nda mücadele etmiştir. İlk turda İsrail temsilcisi Makkabi Tel Aviv'i elemiş ancak 2. Tur'da İspanya temsilcisi Atlético Madrid'e elenerek UEFA Kupası'na veda etmiştir. Kayseri Erciyesspor, maçlarını 1960 yılında faaliyete geçmiş olan 25,918 seyirci kapasiteli Kayseri Atatürk Stadı'nda oynamaktaydı. Ancak spor faaliyetlerinin daha modern bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için 32,864 seyirci kapasiteli Kayseri Kadir Has Şehir Stadyumu ve antrenman sahalarının ve spor tesislerinin bulunduğu Atatürk Spor Kompleksi projesi hazırlanmıştır. 40,458 seyirci kapasitesine sahip olan Kayseri Kadir Has Şehir Stadyumu, uluslararası maçlarda güvenlik nedeniyle 32,864 seyirciye evsahipliği yapmaktadır. Tüm tribünlerin kapalı olduğu Kayseri Kadir Has Şehir Stadyumu'nda tribünlerin üst kısmına yerleştirilen radyan ısıtıcılar sayesinde soğuk havalarda seyircilerin üzerine doğru sıcak hava akımı oluşturulmaktadır. Estetik yapısıyla dikkat çeken stadyumun alttan ısıtmalı ve otomatik olarak +4 dereceye sabitlenen zemini kar'ın erimesini sağladığı gibi soğuklarda sahanın donmasını engellemektedir. Drenaj sistemi sayesinde de zeminde su birikintileri oluşmamaktadır. Stadyumda 3 adet jeneratör bulunmaktadır. Elektrik kesintisi durumunda 1. jeneratör dervereye girecektir.Bu jeneratörde bir sorun oluşması durumunda 2. ve 3. jeneratörler sırayla derveye gireceklerdir.Tüm jeneratörlerin bozulması durumunda bile 10 dakika daha maç yapılabilecek kadar elektrik bulunmaktadır.Bu uygulama Dünyada çok nadir kullanılmaktadır ve Türkiye'de bir ilktir. UEFA standartlarında yapımı gerçekleştirilen stad, Kayserispor ve Kayseri Erciyesspor ile birlikte Türkiye millî futbol takımının maçlarına ev sahipliği yapmaktadır. Kayseri Kadir Has Şehir Stadyumu'nun da yer aldığı Atatürk Spor Kompleksi'nde ayrıca Olimpik Yüzme Havuzu,1000 Kişilik Spor Salonu,1500 Koltuk kapasiteli çim yüzeyli Futbol Sahası, IAAF standartlarında Atletizm Pisti ve 3 adet Tenis Kortu da bulunmaktadır. Kayseri Erciyesspor takımının antrenman faaliyetlerinin ve kulüp işlerinin yönetildiği tesislerdir. Kayseri Büyükşehir Belediyesi ve İş Adamı ve Kulüp Eski Başkanı Hacı Boydak'ın destekleriyle yapıldı. 1800 m² alan üzerine yapılmış olan tesis 4 kat'tan oluşmaktadır. Bina içinde 4 ayrı Ofis, Sporcu Odaları, Bekleme odası, Antrenman salonu, Soyunma odaları ve duşlar bulunmaktadır. Bunların dışında Masaj Salonları, Sauna ve Tedavi Havuzları da sporcularımızın kullanımına sunulmaktadır. Gaziantepspor Gaziantepspor, 1969 yılında kurulan ve Gaziantep'i Süper Lig'de temsil eden futbol takımıdır. Lakapları "Şahinler" olan takımın renkleri, kırmızı ve siyahtır. Süper Lig ve Türkiye Kupası'nda şampiyonluğu olmamasına karşın bugün 1. Lig adıyla anılan Türkiye'deki 2. seviye futbol ligini 1979 ve 1990 yıllarında şampiyon tamamlamıştır. Ligde en iyi derecesini, 68 puan ve +27 averajla üçüncü olduğu 2000-01 sezonunda elde eden Gaziantepspor, 1999-2000 sezonunu da üçüncü sırada tamamlamıştır. Türkiye'yi Avrupa kupalarında 5 kez temsil eden Gaziantepspor, bu alanda en iyi derecesini UEFA Kupası'nda 2003-04 sezonunda 3. tura kadar yükselerek elde etti. Gaziantep'te ilk spor kulübü 1923 yılında kentteki Amerikan Koleji'nin yapısı altında kurulmuştur ve kuruluşundan kısa süre sonra da kulübün futbol şubesi açılmıştır. Kentte Türklerin kurduğu ilk spor kulübü ise Gaziantep'ten eğitim görmek için ayrılıp daha sonra kente dönen gençlerin kurduğu Altınışık'tır. Altınışık Kulübü'nü 1927 yılında kurulan Türk Ocağı izlemiştir. 1929 yılında kapanan Altınışık Spor Kulübü'nden bir grup, şehirdeki sanatkarlarla birleşerek Sanatkarlar Spor Kulübü'nü kurar. Türk Ocağı'nın 1931 yılında kapanmasının ardından bu kulübün bazı oyuncu ve yöneticileri Halkevleri'nin desteğiyle Sanatkarlar Spor Kulübü ile birleşirler ve Sanatkarlar Spor Kulübü, adını Gaziantep İdman Yurdu olarak değiştirir. Ancak Gaziantep İdman Yurdu, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı'na üye olmadığı için lig mücadelelerini dışında kaldı. 1932 yılında Gaziantep'te Halk Evleri'nin yönetiminin dağılması üzerine, Gaziantep İdman Yurdu kapatıldı ve 1938 senesine kadar Gaziantep'te spor faaliyeti sadece Halkevleri'nin spor şubesi tarafından yürütüldü. Kentte 1938 yılında Çınarlı Gençlik Spor Kulübü, 1939'da da Gaziantep Gençlikspor ve Şehreküstü Gençlik Kulübü kuruldu. Bu üç kulübün Türkiye Spor Kurumu'na üye olmalarıyla Gaziantep'in ilk resmi spor kuruluşları oldular. Gaziantep'in adını taşıyan 'Gaziantepspor' 1969 yılının ilk günlerinde kuruldu. Kentin önde gelen kişileri, dönemin belediye başkanı Abdulkadir Batur başka
nlığında bir toplantı yaparak, Gaziantepspor'un kuruluşunun ilk tohumlarını attılar. Daha sonra devam eden toplantılar sonucunda 58 kişinin kuruculuğu ile "Gaziantepspor Kulübü" 1969 yılında kuruldu. Gaziantepspor'un renkleri için yapılan görüşmeler neticesinde, I.Dünya Savaşı sırasındaki Gaziantep Savunması'nda can pahasına kenti düşmana teslim etmeyen 6.314 şehidin anısına matem rengi olan siyah ve şehitlerin kanını simgeleyen kırmızı benimsenerek, renklerin kırmızı-siyah olması münasip görülmüştür. Gaziantepspor'un ilk kulüp başkanlığına kurucu üyelerden Beşir Bayram getirildi. Gaziantepspor ilk kurulduğu yıl hazırlık maçları ile sezonu tamamladı. Kulüp, 1970 yılında çıkartılan ve il takımlarının direk 3. Lig'e alınmasını öngören kararname ile 1970-71 sezonunda Türkiye liglerindeki ilk mücadelesine başladı. Gaziantepspor arması, Celal Doğan'ın isteği üzerine şehrin izlerini taşıyacak biçimde tasarlanmıştır. Bu yeni armada Gaziantep Kalesi, Şehitler Abidesi, baklava dilimleri ve şahin figürleri vardır. Yeni tasarım İsviçre'de düzenlenen yarışmada en güzel 2. takım arması olarak seçilmiştir. Logodaki şahin, Fransızlara karşı şehrin savunmasında önemli bir rol üstlenen Şahin Bey'den gelmektedir. Stadyum, ismini Gaziantep eski milletvekili ve eski devlet bakanı olan Kamil Ocak'tan alır. Kulüp, maçlarını gece ışıklandırması bulunan 16,981 kişilik oturulabilir kapasiteye sahip Kamil Ocak Stadı'nda oynamaktadır. Stadyum'un yeşil alanı tamamen doğal çimdir. Maçlarını 16.981 kişilik Kamil Ocak Stadyumu'nda oynayan Gaziantepspor, 33.000 kişilik yeni stadı Gaziantep Kamil Ocak Arena'da ilk maçını 15 Ocak 2017'de Antalyaspor ile yapmıştır. 1993 yılında "Grup Gençler" ile başlayan grubun yolculuğu 1996 yılında ismini "Gençlik-27" olarak değiştirmesinin ardından tribün faaliyetlerini bu isim altında sürdürmektedir. Maraton 5 nolu tribününde bulunan grubun başkanlığını Hasan Günoğlu yapmaktadır. Gaziantepspor'un en etkili taraftarı olan "Gençlik-27", Kamil Ocak Stadı'ndaki 5 ve 6 no'lu tribünde faaliyetlerini sürdürmektedir. Gaziantepspor'un lisanslı ürünlerin satıldığı ürünlerin satıldığı kuruluştur. Gaziantep hariç diğer illerde bulunmamaktadır. Gaziantep'te bulunan Sanko Park AVM 'nin 2.katındadır 1979-1983, 1990-2017 1972-1979, 1983-1990, 2017-2018 1970-1972, 2018- UEFA katsayıları için toplam puan: 12.5 Çaykur Rizespor Çaykur Rizespor, Türkiye'nin Rize ili merkezli futbol kulübü. 19 Mayıs 1953'te kurulan takım, iç saha maçlarını Çaykur Didi Stadyumu'nda oynamaktadır. Renkleri mavi yeşildir. Süper Ligde mücadele etmektedir. Rizeli gençler, henüz I. Dünya Savaşı'nın izlerini üzerinden atmamışken, Rize'nin Rus işgalinden kurtulmasının 1. yıl dönümünde Rize merkezinde, Rize'nin ilk spor kulübü olan Rize İdman Yurdu'nu kurdular. Kulübün kuruluşunda o zamanlar görevi gereği Rize'de bulunan Suphi Bey ve bir dönem Ankara Emniyet müdür muavini olarak da üst düzey bir güvenlik amiri olarak görev yürüten İsmail Kentay bilhassa meşgul olmuşlardı. Diğer kurucular Kalamozlu Ali Bey, Ali Kemal Kavrakoğlu, Memiş Kanburoğlu, Hamdi Tuzcuoğlu, Sadettin Türüt, Sabri Kolçak, Acente İbrahim, Lazoğlu Ahmet Bey'dir. Bu grubun özel girişimleri ile o zamanlar Rize Belediyesi'nin bulunduğu binanın yanında iki odadan oluşan bir lokal de ayarlandı. Rize İdman Yurdu'nun etkinlik gösterdiği spor branşları futbol ve aletsiz jimnastikti. Bu arada müzik kolu da açılmış, böylece Rize şehir bandosunun da çekirdek kadrosu kendiliğinden oluşturulmuştu. Bandonun bütün aletlerini Lazistan Mebusu Süleyman Sudi Sofuoğlu (Kartal) Bey hediye etmişti. Şark İdman Ocağı, 25 Haziran 1923 tarihinde Barış Oteli ismindeki binada faaliyete geçti. Kulübün kurucular konseyi Ali Kemal Kavrakoğlu, Rıfkı Tuzcuoğlu, İshak Turnaoğlu, Hamdullah Şadoğlu, Hasan Biber, Riyazi Diren ve Kamil Karadeniz'den oluşmaktaydı. “Şehirde iki rakip kulübün faaliyette bulunması, o zamanki müteassıp haleti ruhiyeye rağmen, daima artan bir seyirci kitlesini kendisine çekiyordu” sözü, 80 yıl öncesinin Rizespor’unu, o günün katıksız dili ile güzel bir şekilde ifade ediyordu. İki kulübün aralarında sıkça yaptıkları maçlar, tarihte bir yerlerde gizlenmiş bir yerel derbi edasındaydı. 7 Kasım 1923 Cuma günü yapılan unutulmaz maçı Şark İdman Ocağı 1-0 kazanmıştı. Karşılaşmanın hakemliğini ise, o zaman Rize’de bulunan 7. Alay subaylarından Yüzbaşı İsmet Bey yapmıştı. Rize'de futbolun başlangıcında önemli rolleri olan Şark İdman Ocağı ve Rize İdman Yurdu'nun futbol rekabetini Rize kalıpları içinde, birbirlerine meydan okuma şeklinde bırakmadıkları da görülmektedir. Bu iki takım Trabzon ve Samsun'a seyahatler tertip ettiler. Üstelik, futboldan başka jimnastik çalışmalarına da önem verildiği, bu yönelime rehberlik eden Suphi Bey’in büyük bir emek harcadığı bilinmektedir. Şark İdman Ocağı, sportif etkinliklerini iki yıl kadar devam ettirdi. İdmanyurdu ise, çok çeşitli aşamalardan geçerek, Rize Fener Gençlik Kulübü'ne temel oluşturdu. 1973 yılında Rize Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü'nce hazırlanan “Rize Bölge Sporunda 50 Yıl” isimli kitabın ön sözünde yer alan bir paragrafta şöyle deniyordu: ""Bölgede spor hareketleri 1932 yılında Halkevlerinin açılması ile başlar."" Bu eserden sonra yazılan kitaplar da Rize'de spor hareketlerinin başlangıç tarihini 1932 olarak gösteriyordu. Bu hata daha sonra Rize spor tarihini irdeleyen yazarları da yanılgıya itiyor, ilde spor hareketlerinin başlangıcı 1932 olarak tarihe geçiyordu. Kulüp, Kurtuluş Savaşı ilk adımının atıldığı 19 Mayıs 1919 tarihinin 34. yıldönümü olan, 19 Mayıs 1953 yılında Manifaturacı Yakup Temizel, Manifaturacı Atıf Taviloğlu, Manifaturacı İsmet Bilsel, Defterdar Yaşar Tümbekçioğlu ve Manifaturacı Muharrem Kürkçü'den oluşan 5 kişilik Kurucular Heyeti ile Rize'de, "gençliğin beden ve kültürel yeteneklerini artırmak ve bu sahada sunulacak öğretilerle gelişmelerine katkıda bulunmak amacıyla", "Rizespor" adıyla kuruldu. Kulübün renkleri olarak benimsenen "Sarı", o zamanlar Rize'de bolca yetişen portakal ve limon narenciyesini, "Yeşil" ise, halen Rize'nin sembolü olan çayı temsil ediyordu. İlk başkanlığa, Kurucu Üyelerden Yaşar Dömlekçioğlu seçildi. Rizespor’un, 1953’ten 1968’e kadar 15 yıllık amatör faaliyetinde, Ahmet Durmuş, Ali Durmuş (Millî Ali), Kenan Tiryaki, Mustafa Erol, İrfan Akaslan, Mahmut Salih Yavuz, Salih Kazancı, Ahmet Kemal Yavuz, Hamil Kazancı, Mustafa Veziroğlu, Yılmaz Özkan, Yılmaz Balta, Ahmet Fenci, Akif Fenci, Oktay Arayıcı, Abdullah Kıtır, Mustafa Kazdal, Abdullah Şeker ve Ömer Çakır gibi yerel futbolcular forma giydi. 1968 Yılında Tüzük değişikliğiyle profesyonelliğe geçerek, Rize Güneşspor, Rizegücü]] ve Fenergençlik kulüplerinin birleşmesiyle Mavi - Yeşil renkler altında, 2. Lig'e son anda Sivasspor'un alınması üzerine mücadelesine 3. Lig'den başladı. 3. Lig'de Elazığspor deplasmanında çıkan olaylar nedeniyle hükmen 3-0 yenik sayıldı. Ayrıca 2 puanı silindi. 2. Lig'e Rizespor yerine 3. sıradaki Tarsus İdman Yurdu çıktı. 3-0’lık hükmen yenilgi, Türk futbol tarihinde ilk kez Rizespor için uygulandı.Bu süre içerisinde de bir daha Amatör Liglere düşmeden, 1978-1979 sezonunda 2. lig şampiyonluğuyla, Türkiye 1. Liginde ilk defa oynama hakkını kazandı. Transferde ilk sezonda toplam olarak 367 bin lira harcayan Rizespor; Salim (Erzincan Şekerspor), Rasim (Erzincan Şekerspor), Ahmet (Giresunspor), Hakkı (Rizegücü), Ahmet (Petrolofisi), Mustafa (Erzincan Şekerspor), Mustafa (Samsunspor), İbrahim (Trabzonspor), Salih (Kastamonuspor), Atilla (Giresunspor), Sabahattin (Erzincan Şekerspor), Tuncay (Sarıyer), Yüksel (Sarıyer), Şenol (Beşiktaş), Cevat (Rize Çayspor), Kadir (Rize Çayspor), B.Cevat (Rize Çayspor), Enver (Rize Çayspor), Yücel (Rizegücü) ve Lokman'ı (Rize Çayspor) transfer etti. Bu kadroya ayda yaklaşık olarak 10 bin lira aylık ödeme planı ile sezona başladı. Takımın antrenörlüğüne, ayrıca futbolcu olarak da görev yapacak olan Beşiktaş'tan transfer edilen Şenol Birol getirildi. Bahattin Coşkun'un başkanlık ettiği Rizespor yönetim kurulunda İsmail Ömeroğlu, Metin Akmehmet, Mustafa Özkan, Muharrem Kürkçü, M. Ali Mabarasar, İrfan Bilgin, Murat Kumbasar, Sabahattin Ulaş ve Dündar Akdeniz yer aldı. Hazırlık maçlarında Artvin karmasını, 9-0 Hopa-Kars karmasını da 6-0 yenmeyi başaran Rizespor, bu maçların birinden aldığı 331 lira hasılata karşılık 330 lira saha masrafı ödeyince oldukça zor durumda kaldı. Yönetici Metin Akahmet bir liralık hasılat görünce "Eğer ligde de aynı hasılatı alırsak, vay halimize" diyordu. Rizespor tarihinin ilk maçını 12 Ekim 1968 tarihinde deplasmanda Trabzonspor ile oynadı. 5-1 Rize'nin üstünlüğüyle biten maçta Rizespor'da şu futbolcular kadroda yer almaktaydı: "Ahmet, Mustafa, Tevfik, Hamit, İbrahim, Mustafa, İlyas, Yüksel, Kadir, Şenol Birol, Haşim, Sinan ve Salih. 9 Şubat 1991 yılında yapılan Olağanüstü Genel Kurul'la, Karadeniz Bölgesi'nin en büyük kamu kuruluşu olan Çaykur'la birleşerek, "Çaykur Rizespor Kulübü" adını alarak o tarihten itibaren de Profesyonel Liglerdeki mücadelesini sürdürmeye başladı. Kulüp 2001-02 Süper Lig sezonunda Süper Lig'den küme düştü. Ancak 2002-03 2. Futbol Ligi A Kategorisi'nde sezonu 2. olarak tamamladı ve 1 yıl aradan sonra tekrar Süper Lig'e yükseldi. Kulüp, 2003-04 Süper Lig sezonundan itibaren kesintisiz yer aldığı Süper Lig'den 2007-08 Süper Lig sezonunda küme düştü ve bir sonraki sezon 1. Lig'de mücadele etti. Kulüp 2008-2013 yılları arası 1. Lig'de mücadele etti. 2012-13 sezonunda 1. Lig'i 2. bitirerek 5 yıl aradan sonra 2013-14 Süper Lig'de yer almaya hak kazandı. Şu anda Süper Lig'de mücadele etmektedir. 2015 yılının Şubat ayında kulüpten yapılan açıklamada 20 spor dalında daha faaliyetlere başlanacağı belirtildi. Bu spor dallarının basketbol, hentbol, voleybol, tenis, badminton, masa tenisi, dağcılık, rafting, yüzme, jimnastik, atletizm, judo, boks, güreş, yelken, kano, kayak, kürek, bisiklet ve kadın futbol takımı olacağı öngörülmektedir. Mehmet Cengiz Sosyal Tesisleri, Çaykur Rizespor'a 2008 yılından beri hizmet vermekte ol
an Rize'nin Avrupa standartlarındaki konaklama ve spor merkezidir. 2006 yılında Ülkücü taraftar Ali yılmazoglu tarafından Hakan yıldırım ile bir araya gelerek oluşturulan bir gruptur iç ve dış maçlarda 90 dakika destekleyen bir taraftar grubudur. Bu grup ismini 2004-2005 ve 2005-2006 senelerinde stadın belirli bir yerlerinde her maçta başka bir tribünde yer aldı ve tribün büyükleri tarafından Rotasızlar ismini aldı. Yeni Rize Şehir Stadyumu'nun deniz kale arkasında Çaykur Rizespor'a destek vermektedirler. Askoroz diye tabir edilen muhit Rotasızlar grubunun merkezidir. Maçlarda ortalama 600-700, minimum 350 400 ve maksimum 2000'in üzerinde bir toplulukla destek vermektedir. Genç Atmacalar, iki yeni taraftar grubu Göçebe ve Derebeyler gruplarının 2013 yılında Emre Genç ve Osman Mete'nin önderliğinde birleşme kararı almasıyla oluşturuldu. 1999 yılında kurulan Mekansızlar taraftar grubu Çaykur Rizespor'u hem içerde hem de deplasmanda desteklemek için kurulan Rizespor tribünlerinin tecrübeli isimleri bünyesinde bulunduran bir taraftar grubudur. Takımlarını dağ tarafı kale arkasında destekleyen Mekansızlar bir diğer namı da Dağdibi Cehennemi'dir. 1979-1981, 1985-1989, 2000-2002, 2003-2008, 2013-2017, 2018- 1974-1979, 1981-1985, 1989-1993, 1994-2000, 2002-2003, 2008-2013, 2017-2018 1968-1974, 1993-1994 1953-1968 *Kademe-Klasman grubu olan sezonlar birleştirilerek yzaılmıştır. *Play Off maç sonuçlarıda dahildir sezona Sayokan Sayokan, kökleri Orta Asya'ya dayanan bir Türk savaş sanatıdır. Kurucusu Nihat Yiğit tarafından resmi bir branş olarak dünyaya tanıtılmaktadır. Sayokan Dünya Federasyonu, 7 Aralık 2005 tarihinde Türkiye'de kuruldu. Sayokan, kurucusu Nihat Yiğit tarafından “Savaşçının Yolu ve Kanı" cümlesindeki sözcüklerin baş hecelerini alarak kısaltıldı. Yiğit'in ifadesi ile, “savaşçı” Mete Han’dan Atatürk’e kadar gerek bedensel, gerekse ruhsal, zihinsel yetenek ve erdemliliğe sahip devlet adamlarını, komutanları, kahramanları, “yol” ise bu insanların yetenek ve erdemliliğe giden yolunu, “kan” ise yine bu insanlarla olan bağı ifade etmektedir. Tabiatı ile uzak doğu savaş sanatlarına bu alanda alternatif olarak sunulmaktadır. Sayokan hocalarına "aybar", dövüşün yapıldığı alana "cenk" deniyor. Her bir hilal ayak hareketi, Alparslan'ın Malazgirt Savaşı'nda kullandığı hilal stratejisini ifade eder. Rakip, hilalin içine hapsedilir ve teknik uygulamaya geçilir. Sayokan vuruşlu-yere serme sistemine sahiptir. Kahramanlık oyunlarındaki cenkler, bu kural anlayışı ile icra edilir. Ayrıca Sayokan'ın öğreti ve teknik anlayışı zıtlıkların birliği kuramı üzerine kurulmuştur. Bu anlayış teknik alanda kişiyi sağ ve sol yeteneklerini aynı seviyede geliştirir. Öğreti boyutunda ise kainatın bu anlayış ile yaratıldığı ve yaşamında eksi ve artı değerleri dengelemesi öğretilir. Bu anlayışın tekniksel alanda uygulanışı başka savaş sanatlarında yoktur. Tüm temel tekniklerde uzuvlar araçtır, destekleyici, ivme kuvvetini artırıcı unsur gövdedir. Örneğin, yumruk tekniğinde kol ve el araçtır. Yumruğu destekleyen, itici güç ve ivme kazandıran gövdedeki başka kas guruplarıdır. Bu anlamda sayokanın teknik hareket analizi ile diğer savaş sanatlarının teknik analizleri arasında çok ciddi farklılıklar vardır. Tekniklerde orak, kanca, tırpan, kalkan gibi tanımlamaların olması sadece isimlendirmeden ibaret değildir. Ok yumruk - Orak yumruk - Kanca yumruk - Döner dirsek - Sağ ve sol sancak - Gökkuşağı - Kalkan - Burgu - Kılıç el - Sarmala at - Ters sarmala at - Osmanlı eli - Düz ok - Düz orak - Düz Osmanlı eli. Alt, orta ve üst tırpan - Omca - art bönge - Art orak bönge - ön bönge - yan bönge - Bagış bönge - Ters bagış bönge - Kımaça bönge. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, İngiltere Büyük Locası tarafından tanınan, en eski Türk Mason Büyük Locası. Dünyada kabul gördükleri ve kendi kullandıkları şekliyle isimleri Türkiye Büyük Locası olarak da geçer. Her ne kadar Türkiye'de Masonluğun ve ilk Masonların 1720'li yıllardan bu yana var olduğu bilinse de, daha ziyade dış obediyanslara bağlı ve Osmanlı topraklarındaki yabancıların etkinliğinde sürdürülen bu çalışmalar, 18. yüzyılın ortalarından itibaren Türkleri de içine almaya başlamıştır. Bilinen ve kayıtları günümüze ulaşan ilk Türk Masonlar, bu yüzyılın ortalarında topluluğa kabul edilmiş olan İbrahim Müteferrika ve Yirmisekizzade Mehmed Said Paşa'dir. 1861 yılına kadar, daha ziyade İngiltere, Fransa ve İtalya milli obediyanslarına bağlı localarda çalışmalarını sürdüren Türk Masonluğu, bu yıl içerisinde Mısır asıllı Osmanlı Prensi Abdülhalim Paşa'nın önderliğinde Osmanlı Yüksek Şurası'nı, o zamanki ismi ile Makbul İskoç Riti Şura-ı Ali-i Osmani'yi kurar. Bu resmi cemiyeti ilk tanıyan dış obediyans ise 1869 yılında ABD Güney Jüridiksiyonu olur ve böylece Milli bir hüviyet kazanmış olan Türk Masonluğu, dış obediyanslarca da tanınmaya başlamış ve ABD'yi diğer bazı obediyanslar takip etmiştir. Dönemin Osmanlı Yüksek Şurası'nın yanı sıra yabancı obediyanslara bağlı olarak Osmanlı topraklarında varlıklarını sürdüren localar da çok sayıdaydı. Örneğin, İttihat ve Terakki üyelerinin çok büyük kısmını içinde barındıran ve bu harekete bir yerde ev sahipliği yapan iki locadan Macedonia Risorta İtalyan, Veritas ise Fransa Grand Orient'i bünyesindeki localardı. Büyük Loca, Sultan tarafından 1876 yılında yasaklandı. 1909 yılında İstanbul'un yeni yönetimiyle geri dönen Büyük Loca, gizli çalıştığı için 1922 yılında tekrar kapatılıp, 1925 yılında yeniden açıldı. Fakat 1935 yılında tekrar kapatıldı. Bu tekrarlı kapatmaların sonucu olarak resmi Büyük Loca ve üyeleri Atatürk'ün reformist uygulamalarına olan desteğini geri çekti. 1956 yılında dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur'un Büyük Üstatlığında, Yüksek Şura'dan bağımsız ve Masonluğun 3 âli derecesinde (Çırak, Kalfa, Üstat) çalışmak üzere ilk Türkiye Büyük Locası kurulur, fakat muntazam Masonluk tarafından, bir obediyansın düzenli sayılabilmesi için kabul edilen, Büyük Loca'nın Yüksek Şura'dan bağımsız olarak kurulabilmesi ilkesine riayet edilmemesi ve ilk Türk obediyansının bir Büyük Loca değil bir Yüksek Şura olması itibarıyla Türk masonluğu uzun yıllar boyunca Düzensiz Masonluk (Grand Orient) tarafında kalır. Yine de 1956 yılındaki bu oluşum ile birlikte, dünya düzenli Masonluk camiası içerisine dahil olma çabalarının asli amaç olarak belirlenmesi ile birlikte Türkiye Büyük Locası ismi, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası olarak tasdik edilmiştir. Dünya düzenli Masonluğunu temsil eden, ve bir yerde Hür Masonluğun (Fikri Masonluk, Spekülatif Masonluk) atası sayılan İngiltere Birleşik Büyük Locası'nın Türkiye Büyük Locası'nı kabul etmesi ise ancak 1970 yılında, 1909 yılında Mısır'da kurulmuş bulunan ve Resne Locası'nın düzenli köklerine bağlanarak gerçekleşir. Ondan önce İskoçya Büyük Locası tarafından 1965 yılında, aynı gerekçe ile kabul edilerek konsekre edilen Türkiye Büyük Locası bu yıldan itibaren dünya düzenli Masonluğunca kabul edilerek ritüelleri, kıyafetleri, mabetleri geleneksel Masonluğa göre yeniden tanzim edilerek muntazam bir hal alır ve bu düzenli Büyük Locanın kuruluş tarihi 1909 olarak tasdik edilir. 1965 yılında İskoçya Büyük Locası tarafından tanınması ve tasdik töreninin icra edilmesinden kısa bir süre sonra; çeşitli dini, siyasi ve yönetimsel problemleri olan çok küçük bir grup Türk Masonluğu'ndan ayrılarak düzensiz bir oluşuma gider ve hemen akabinde, bu grubun Türk ve Dünya Masonluğu ile alakaları, 1966'nın Ağustos ve Eylül aylarında birbiri ardına gelen kararlar ile süresiz olarak kesilir. Bugün, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Eskişehir, Denizli, Bodrum, Marmaris, Kuşadası, Antalya, Çeşme, Fethiye'de 200'ün üzerinde Locasında çalışan 14.000 üyesi ile Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası; geleneksel, düzenli Masonluğun Türkiye'deki tek temsilcisidir. Yıllık %3 oranındaki üye artışı ile de dünyanın en hızlı büyüme oranına sahip obediyanslarından birisidir. Çalışmalarında din ve siyaset tartışmaları haricinde tüm konuşmaların özgürce yapıldığı ve analitik felsefi çalışmalar üzerine yoğunlaşan Localarına, 21 yaşını doldurmamış, Tanrı inancına sahip olmayan ve hür bir erkek olmayan kimseler kabul edilmezler. Türkiye Büyük Locası, Masonluğun üç derecesinde (Çırak, Kalfa, Üstat) çalışır. 4 ile 33 arasındaki yüksek derecelere devam edip etmemek üyelerin kendi inisiyatiflerindedir. Bu dereceleri yöneten Türkiye Yüksek Şurası'nın ise Büyük Loca ile herhangi bir organik bağı yoktur, aralarında sadece iyi niyet antlaşması vardır. Yüksek Şura'nın çalışmalarına katılabilmek için bir Masonun, kendi Locasında Üstat derecesini haiz olması ve Locasında düzenli ve iyi durumda olması gerekir. Kendi Locasındaki düzenini kaybeden bir üye, otomatik olarak yüksek derecelerde çalışma ve devam hakkını da kaybeder. Her yıl bir kere yapılan kadınlara açık celselerde Mason eşleri, kızları, anneleri ve kızkardeşleri Mabetlere alınır ve onlara Masonik hikâyeler anlatılır. Bu özel gecelerde Masonik çalışma yapılmaz ve herhangi bir ritüel gerçekleştirilmez. Sadece hikâye anlatımı ve kutsal masonik su vecaizi yapılır. Türkiye Büyük Locası da, dünyanın diğer tüm düzenli Büyük Locaları gibi Masonluğun üç derecesinde, yani Çırak, Kalfa ve Üstat derecelerinde çalışırlar. Üstat derecesinin üzerinde bir derece, Büyük Loca bünyesinde yoktur. Masonluğa kabul edilen ve düzenli bir Locada usulüne uygun olarak yapılan düzenli bir tören ile üyeliğe kabul edilen üye "Çırak" unvanını kazanır. Kabul töreninin ardından en az 12 ay geçmeden Kalfalığa yükselinmez. Bu 12 ay içerisinde Çırak Mason, kendisine verilen çeşitli Masonik ödev ve tezleri başarıyla tamamlamalı ve Kalfalığa layık olduğunu, farklı zamanlarda verdiği bu tezler ile ispatlamalıdır. Kalfa olduktan sonra da en az 12 ay geçmeden Üstatlığa yükselinmez. Üstat olabilmek için de Çıraklık dönemindekine benzer Masonik çalışmalar, bu sefer Kalfa gözüyle yapılır ve verilen tezler sonrasında Üstat olunabilir.
Honduras bayrağı Honduras bayrağı günümüzde de kullanılan hali ile 18 Ocak 1949 yılında kabul edilerek göndere çekilmiştir. Bayrak üç yatay şeritin mavi, beyaz, mavi sıralamasıyla bayrağı üç eşit parçaya bölmesinden oluşmaktadır. Mavi şeritlerden biri Atlas Okyanusu'nu, diğeri Büyük Okyanus'u simgelemektedir. Ortadaki beyaz şeridin üzerinde Orta Amerika Konfederasyonu'na dahil beş ülkeyi simgeler. 1866 yılında tüm Orta Amerika devletlerinin Federasyon çatısı altında toplanma arzusunu bayrağına koyduğu ve her biri eski Orta Amerika Konfederasyonu üyesi ülkeleri ifade eden yıldızlardan ortada konumlandırılanı bizzat kıtanın da ortasında bulunması dolayısıyla da Honduras'ı ifade etmektedir. Yıldızların diğerleri ise Kosta Rika, Nikaragua, Guatemala ve El Salvador'u temsil etmektedir. Ulukışla Ulukışla, Niğde iline bağlı bir ilçedir. Yörede Epipaleotik, Hitit ve Roma dönemine ait kalıntılara rastlanmıştır. Bölgede bulunan höyükler 10,000 yıllık bir tarihi geçmişle ilgili bulgulardır. Porsuk köyü yakınlarındaki Zeyve Höyük'de M.S 4. yüzyılda yaşanmış yerleşim yeri ortaya çıkarılmıştır. Hitit, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait kalıntılar bulunmuştur. Çiftehan bölgesi uzun süre Eti, Frig ve Roma dönemlerinde yerleşim yeri olmuştur. Roma İmparatoru Marcus Aurelius'un karısı Faustina'nın mezarı Başmakçı köyünde bulunmuştur. Niğde'ye yaklaşık 40 km uzaklıktaki Başmakçı (Tabal) yakınında bulunan kaya mezarları bir vadinin iki yamacındadır. (M.Ö 8,000) Başmakçı Niğde'nin ilk yerleşim yerlerinden biridir. Tabal Krallığı'na ve kral adlarına ilişkin bilgilere Asur yıllıklarında çokça rastlanır. III. Salmanasar döneminde Tabal Krallığı yirmi kadar küçük prenslikten oluşuyordu. Başmakçı hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Mısır Kraliçesi Kleopatra'nın Tarsus'ta yaşarken sık sık banyo yapmaya Çiftehan kaplıcalarına geldiği rivayet edilmektedir. Bizans İmparatorları Ulukışla ve Çiftehan arasında askeri üsler kurmuşlardır. Orta Çağ boyunca "Lulu" diye anılan kale (Gedeli köyü) kent ve mağara tabyaları mevcuttur. 1859 yılına kadar "Secaaddin" adıyla Bor'a bağlı bir nahiye olup merkezi Beyağıl köyüdür. 16.yy'ın ilk yarısında Osmanlı sadrazamlarından Öküz Mehmet Paşa tarafından yaptırılan kervansaray ile Hamidiye köyü olarak anılan ilçe 19.yy'ın ikinci yarısına kadar bugün ilçeye bağlı köy olan Maden ilçesine bağlı bir köy olan Ulukışla Türkiye Cumhuriyeti' nin kuruluşu sonrasında ilçe olma konumunu korumuş ve ülkenin en eski ilçeleri arasındaki yerini almıştır. Milli mücadele sırasında Fransız işgalinin ulaştığı son nokta olup işgale gelenler buradan kısa sürede atılmışlardır, bkz. Ulukışla ve Kuva-yi Milliye ile Gazi M. Kemal'in yazılarında Ulukışla. İlçe merkezi Orta Toroslar'ın parçalarından Medetsiz ve Bolkar Dağları arasındaki geniş bölümün ağzında, Akdeniz Bölgesi ile İç Anadolu Bölgesinin kesiştiği yerdedir. Yüzölçümü 1502 km², deniz seviyesinden yüksekliği 1427 metredir. İlçe 34°30"16' Doğu boylamı, 36°58"5' Kuzey enlemi arasında bulunmaktadır. İç Anadolu'nun kapısı konumundaki ilçe toprakları Doğuda Adana (Pozantı), Güneyde Mersin (Tarsus), Batıda Konya (Ereğli), kuzeyde Niğde (Bor-Çamardı) ile çevrilidir. İlçe Bolkar Dağları, Konya ovası, Aladağları ve Hasan Dağı arasında kalan vadi merkezindedir. Maden ve Gümüş Köyleri civarında altın, gümüş, kurşun, Katrandede yöresinde linyit, Güney tepelerinde zengin alçı taşı yatakları vardır. Bölgede genel olarak dağlıktır. Bitki örtüsü İç Anadolu Step türüdür. Genel ormanlık saha toplamı 24.673 hektardır. Sert ve kara iklimini (Yazlar serin ve kurak, kışlar soğuk ve yağışlı) etkisi altındadır. Ulukışla çevresinde Kızıldağ, Cehri, Karatepe, Çakıltepe, Sansar, Katrandede ve Dikmen tepe dağları bulunmaktadır. Genelde çıplak ve ormansızdır. Bu yüzden taşkın sel olaylarına rastlanır. Bölge 1980 den itibaren Çakıt Projesi çerçevesi içinde ağaçlandırılmış ve yağış çoğaltılmıştır. İlçe topraklarından çıkan kaynak sularının önemli bir bölümü Çakıt çayı ile Seyhan baraj gölüne dökülür. Bolkar Dağları Toroslar'ın orta merkezinde yer alan Medetsiz Zirvesi ile dağcılık sporunun ilgi odağı olmuştur. Bolkarlar torosların bütün özelliklerini taşır. Başlıca zirveler Medetsiz, Keşifdağı, Koyunaşağı tepe, Eğer kaya, Karapsl ve Çinili göldür. Güney yönü, sayısız mağara ve kanyonları değişik gezi bir kamp alanıdır. Bolkar dağları çiçekleri, buzul gölleri, yüksek zirveleri ve kırsal yaşama yaptığı ev sahipliğiyle Türkiye'nin en güzel sıradağlarındandır. İlçe İç Anadolu'yu Akdenize ve güneye bağlayan kara ve demiryollarının kavşak noktasıdır. Dönemler halinde Hac yolu, Kervanyolu, İpek yolu, Karayolu, demiryoluna güzergah olmuştur. Anadolu Bağdatyolu Ulukışla'dan geçmektedir. Bu yol 1910 yılında Alman Şirketi tarafından inşa edilmiştir. Kayseri hattı ise 1928 yılında tamamlanmıştır. Bu hat Kardeşgediği mevkiinden Konya ve Niğde-Kayseri hattı olarak ikiye ayrılmaktadır. Karayolu ise Beyağıl köyü yakınlarında Niğde-Kayseri istikametine devam etmektedir. İklim Akdeniz-İç Anadolu geçiş iklimidir. Yazlar serin ve kurak, kışlar soğuk ve kar yağışlıdır. Yağış yoğunluğu ilkbahar ve kış mevsimine kayar. Bitki örtüsü bozkır, ancak Mersin sınırında ormanlıktır. 1.185.264,25 hektarlık genel ormanlık saha bulunmaktadır. İklime bağlı olarak yetiştirilen ürünlerin başında; buğdaygiller gelir. Yamaçlarda bağcılık, sulanabilen alanlarda başta elma, kiraz, armut v.b. olmak üzere meyvecilik ve sebzecilik yapılır. Bozkırlık alanların tarım yapılmayan yamaçlarında küçükbaş hayvancılık yapılmakta, son yıllarda büyükbaş hayvancılık, arıcılık, kiraz üretimi önemli miktarlarda artışlar göstermektedir. Ortalama nemlilik oranı % 62,2, açık günler sayısı 128. Ortalama yağış miktarı 260,5 mm, karlı günler sayısı 57'dir. Hakim rüzgar; kış gününde keşişleme (Güneydoğu), yaz günlerinde batı rüzgarıdır. Çevre dağlarının ormansız oluşu nedeni ile karların erimesi ve bahar yağmurlarına bağlı olarak taşkın olayları yoğunlaşır. Merkez bucağına bağlı 24, Çiftehan bucağına bağlı 12 köyü vardır. Yüzölçümü 1503 km² olup, nüfus yoğunluğu 20’dir. İlçe toprakları dağlıktır. Güneyinde Bolkar Dağları, yer alır. Başlıca akarsuyu Çiftehan Çayıdır. Dağların yüksek kesimlerinde köknar, kızılçam, sedir ve karaçam ormanları vardır. ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri, elma, arpa, patates, buğday, üzüm ve şekerpancarıdır. Hayvancılık ekonomik açıdan önemli gelir kaynağıdır. Tuğla ve kiremit fabrikaları başlıca sanâyi kuruluşlarıdır. İlçe topraklarında altın, gümüş, çinko, demir, jips ve kurşun-çinko yatakları vardır. İlçe merkezi Çiftehan Çayı Vâdisinde kurulmuştur. Eski ismi Şücâeddîn idi. İlçe merkezi karayollarının kavşak noktası yakınındadır. Kayseri’den gelen karayolu Ankara-Adana yolu ile ilçenin 5 km doğusunda birleşir. İl merkezine 62 km mesâfededir. Denizden yüksekliği 1426 metredir. Belediyesi Cumhûriyetten önce kurulmuştur. Nick Drake Nicholas Rodney Drake (d. 19 Haziran 1948 Rangoon, Myanmar - ö. 25 Kasım 1974 Warwickshire, Birleşik Krallık), Britanyalı şarkıcı, söz yazarı ve besteci. Sakin, utangaç fakat karamsardır. Kendine özgü bir akustik gitar çalış tekniğine sahiptir. Gitarı farklı biçimlerde akort ettiğinden gitarın sesi birkaç kişi aynı anda çalıyormuşcasına zengin duyulur. Yaşarken sadece 3 albüm çıkarmıştır. Çekingen bir yapısı olduğu için turnelere çıkmayı reddedip evinde izole bir hayatı seçmiştir. 26 yaşında resmi kayıtlara göre intihar etmiştir. Yaşarken ilgi görmeyen Nick Drake öldükten sonra kült bir figür halini almıştır. Nick Drake aslen Güneydoğu Asya`da yer alan Burma (yeni adıyla Myanmar) doğumludur. 1950li yılların ortasında ailesi Britanya`ya geri dönmüştür. Aynı zamanda Shakespeare`nin de doğum yeri olarak bilinen Warwickshire`e yerleşmişlerdir. Eline aldığı ilk müzik aleti flüttür. Drake, yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan Bob Dylan, Phil Ochs gibi isimlerin başını çektiği Amerikan halk müziğini severdi. 17 yaşındayken kendine bir gitar aldı, üniversite öğrencisiyken yerel kulüplerde ve kafelerde sahne almaya başladı. Fairport Convention grubunun basçısı tarafından keşfedildi ve yavaş yavaş profesyonel müzik kariyerinin ilk adımlarını atmaya başladı. 20 yaşındayken ilk albümü Five Leaves Left (1969) güç bela ikna edilen Island Records`dan çıktı. Bu albümde Nick`e Fairport Convention eşlik ediyordu. 1 yıl sonra piyasaya çıkan Bryter Layter (1970) adlı albümde Nick`in tek başına çalıp söylediği bir parça yer almıyordu. Bu albümde Fairport Convention`a ek olarak The Velvet Underground`dan John Cale de Nick`e eşlik ediyordu. Drake oldukça utangaçtı, konser vermekten elinden geldiğince kaçınırdı. Sadece dönemin diğer halk müziği gruplarıyla birlikte birkaç defa sahne almıştır. Biraz da buna bağlı olarak, albümleri fazla ilgi çekmemiş ve az satmıştır. Stüdyoda bile insanların bakışlarından kaçmak için duvara karşı çaldığı söylenir. Geçirdiği ciddi bunalım esnasında son albümü Pink Moon`u (1972) iki gece yarısı ikişer saatte kaydetmiştir. Bu albümün şarkıları oldukça kısadır (11 şarkı ve toplam 26 dakika), sadece kaydı yapan bir ses teknisyeni eşliğinde hazırlanmıştır. Çıplak ve samimi. Albümün kayıtları 1 hafta boyunca Island Records`un masasında kimse fark etmeden kalmıştır. Drake zaman geçtikçe psikolojik olarak daha kötüleşmeye başladı. Sadece çok yakın arkadaşları ile bağlantısını sürdürüyordu. Kendine fiziğine iyi bakmıyordu, defalarca hastaneye kaldırıldı. 1974'de Nick kendinde yeni parçalar yapacak gücü hissetmeye başladı. Fakat 24 Kasım`da aşırı antidepresan alımına bağlı olarak öldü. İntihar sayılmasındaki en önemli etkenlerden biri başucunda Albert Camus`nun Sisifos Söyleni adlı eserinin bulunmasıdır. Resmi kayıtlara göre bu olay bir intihardır, fakat az sayıdaki arkadaşı ve ailesi bunu reddeder. Dönemin ağır antidepresan ilaçları eğer belirtilenden fazla alınırsa öldürücü etkiye sahipti (daha sonra bu ilaçların birçoğu piyasadan çekilmiştir). Annesine göre Nick uyuyamadığı bir gece kalktı, uyumak için farkında olmadan biraz fazla hap aldı ve hayatını kaybetti.
Drake, Five Leaves Left'i 1968'in sonlarında kayıt etmeye başlarken 20 yaşındaydı. Albüm 41 dakikadır. Albümün prodüktörü Joe Boyd'dur. Drake, albüm yayınlandıktan 5 yıl sonra ölmüştür. İlhan Mansız İlhan Mansız (d. 10 Ağustos 1975, Kempten), Türk aktör ve Santrafor mevkiinde görev almış eski millî futbolcudur. Aslen Kırım Tatarıdır. Günümüzde millî buz patencisidir. 2002 FIFA Dünya Kupası'nda Senegal'e attığı altın gol, FIFA Dünya Kupası tarihinin son altın golüdür. 2017 yılında Survivor yarışmasına katılmıştır. Almanya' da doğan ve annesi terzi, babası fabrika işçisi olan İlhan Mansız, 9 yaşındayken annesi kardeşi ve ablası ile birlikte ailesinin memleketi olan Eskişehir'e döndü. 4 yılını Eskişehir'de geçirdi ve ailesinin Almanya'da kalması sebebiyle geri döndü. Almanya'ya dönüşünden sonra burada futbola başladı. Ayrıca kardeşi Erman Mansız da Köln takımının genç takımında oynamaktadır. SV Lenzfried, FC Kempten ve FC Augsburg altyapılarında oynadığı futbol ve attığı gollerle dikkat çekti. Augsburg takımıyla 1993'te Almanya Gençler Şampiyonluğu, bir sene sonra da Almanya Gençler Kupası'nın sahibi oldu. O sene finalde yendikleri ülkenin köklü takımlarından 1. FC Köln'e transfer oldu. 19 yaşında yaptığı bu transferle futboldan ilk defa para kazandı. Kazandığı ilk parayla kendisine bir müzik seti almıştır. Köln ekibi ile iki yıllık sözleşme imzalayan futbolcu, birinci sene 1. FC Köln II takımında oynayıp, sonraki sene birinci takıma çıkacaktı ancak babasının isteği ile Türkiye'ye gelmeye karar verdi. Almanya'da geçen alt yapı yıllarının sonunda ailesinin baskısıyla, Türkiye'deki futbol macerası başladı. İki senelik sözleşme ile Gençlerbirliği'ne transfer oldu. 17 Eylül 1995'te Altay karşısında kariyerinin ilk maçına çıktı. 24. dakikada Nihat Baştürk'ün yerine oyuna dahil olmuştu. İlk sezonunda sadece 2 maça çıkan futbolcu, Eylül 1996'da sözleşmesini karşılıklı olarak feshetti ve Almanya'ya döndü. Münih Türkgücü'nde amatör olarak futbola devam ederken parasal sorunlar nedeniyle tekrar Türkiye'ye dönmeye karar verdi. İkinci Türkiye seferine İkinci Lig takımlarından Kuşadasıspor'da başladı. Kuşadası için çıktığı ilk maçta Düzcespor'a 2 gol attı. Daha önceki Türkiye deneyiminde yaşadığı uyum sorunu Kuşadası'nda yine baş gösterdi. Kuşadası'ndan 1. Lig'de mücadele eden Samsunspor'a transferinden sonra futbolu bırakarak, yarım bıraktığı FOS Kempten Ekonomi Bölümü'ne devam etmeyi düşündü. Fakat son anda verdiği kararla Samsun'da kaldı. Samsunspor için ilk maçına UEFA Intertoto Kupası'nda Lyngby karşısında çıktı. Samsunspor rakibini 3-0 yenerken, devre arasında oyuna giren İlhan, üç dakika sonra Samsunspor için ilk golünü attı. Sezon öncesindeki bu turnuvada Samsunspor, yarı finale kadar çıkmayı başardı. 8 Ağustos 1998'de Kocaelispor karşısında çıktığı maç ile de ikinci kez 1. Lig'e merhaba dedi. 29 Ağustos'ta Fenerbahçe'ye attığı gol 1. Lig'deki ilk golü oldu. İlk sezonunu 27 maçta 4 gol ile kapadı. 1999-2000 sezonunda Samsunspor'da daha çok forma şansı bulmaya başladı. Bir yandan da gol sayısını arttırıp 10 gole ulaştı. Bir sonraki sezonda ise 31 maçta 12 gol attı. Sezon için Antalyaspor'a ve Adanaspor'a hat-trick yaptı. Samsun'da 3 sezon boyunca son derece başarılı bir performans gösteren İlhan Mansız Samsunspor ile sözleşmesinin bitmesi üzerine 2001-02 sezonu için Galatasaray ile sözleşme imzaladı. Fakat daha sonra Beşiktaş'ın daha cazip bir teklif yapması üzerine Galatasaray ile sözleşmesi bulunmasına rağmen, Beşiktaş'a da imza attı. Dönemin Beşiktaş yönetiminin Galatasaray'a ricası üzerine, Galatasaray İlhan'ı şikayet etmekten vazgeçti ve olaylı bir şekilde Samsunspor'dan takım arkadaşı Tümer Metin ile beraber Beşiktaş'a transfer oldu. Beşiktaş'ta ilk sezonu olan 2001-2002 sezonunda başarılı performansını sürdürdü. İlk maçında Trabzonspor karşısında sahaya ilk 11'de çıkan futbolcu, 23. dakikada sakatlanıp sahayı terk etmek zorunda kaldı. Bir hafta sonra ise Bursaspor karşısında sahaya yine ilk 11'de çıkan futbolcu, 2-2 biten maçta Beşiktaş'ın 2 golünü de kaydedip, beraberliği getiren isim oldu. Sezon içinde Malatyaspor'a hat-trick yaptı. Sezon boyunca attığı 21 golle, Galatasaray'dan Arif Erdem'le birlikte gol krallığına ulaştı. Bu sayede millî takıma kadar yükseldi. FIFA Dünya Kupası sonrası uzun süren sakatlıklar serisi başladı ve 2002-2003 sezonunda uzun süre Beşiktaş'ta kadroya giremedi. Ancak sezon ilerledikçe düzeldi ve gollerle buluşmaya başladı. Özellike Türkiye Kupası çeyrek finalinde Gençlerbirliği ile oynanan ve Beşiktaş'ın uzatmalarda 4-3 kaybettiği maçta attığı 3 golle ve gösterdiği performans ile Beşiktaş tarihine adını yazdırdı. Sezonu, çeyrek finale kadar çıktıkları UEFA Kupası'nda iki, Türkiye Kupası'nda dört, ligde ise yedi golle kattı. Sezon sonunda kariyerindeki ilk lig şampiyonluğuna ulaştı. 2003-04 sezonuna çok iyi başlayan futbolcu, ligdeki 13 maçta 8 gol kaydetti. O sezon attığı goller dışında gördüğü kırmızı kartlarla da dikkat çekti. 1 Ekim 2003'te Beşiktaş'ın deplasmanda Chelsea FC ile oynadığı UEFA Şampiyonlar Ligi grup maçında düdükten sonra topa vurması nedeniyle gördüğü iki sarı kart nedeniyle 51. dakikada kırmızı kartla takımını 10 kişi bırakmıştı. 25 Ocak 2004'te Beşiktaş'ın 5 kırmızı kart gördüğü meşhur Samsunspor maçında son kırmızı kartı görerek Beşiktaş'ın hükmen mağlup olmasına neden oldu. Şubat ayında Beşiktaş'a veda eden futbolcu, Beşiktaş formasıyla ligde 58 maçta 36 gol atma başarısını göstermiştir. İlhan Mansız, 2003-04 sezonunun devre arasında kendisini FIFA Dünya Kupası'ndaki performansından beri takip eden Japon takımı Vissel Kobe'ye 4.5 milyon dolar karşılığında transfer oldu. 13 Mart 2004'te Kobe'nin Jef United karşısında oynadığı maçta ilk kez forma giydi. Mansız, bu maç boyunca taraftarlardan ve basından büyük ilgi gördü ve kendisi için tribünlere Türk bayrağ asıldı. Ancak ikinci maçında sonra sakatlık geçirip Haziran ayına kadar sahalardan uzak kaldı. Sezon sonunda bir maç daha oynayan futbolcu, ayın sonunda ülkeye uyum sağlayamadığını açıklayarak takımdan ayrıldığını açıkladı. 2004-05 sezonuna sakatlığı nedeniyle takımsız başlayan Mansız, 30 Kasım 2004'te Bundesliga ekibi Hertha Berlin ile anlaşıp Almanya'ya geri döndü. Sözleşme imzalamadan önce takım ile bir süre antrenmanlara çıktı. Bu dönemde de ufak sakatlıklar yaşayan futbolcu, Mayıs ayında Hertha Berlin'in Almanya üçüncü liginde mücadele eden ikinci takımı ile bir maça çıktı. Bu maçta sahaya ilk 11'de çıkan forvet, 58. dakikaya kadar forma şansı bulabildi. Haziran ayı sonunda İlhan Mansız'ın Berlin ekibi ile sözleşmesi feshedildi. 2005-2006 sezonunda sakatlığı geçti ve sezon başında MKE Ankaragücü'ne transfer oldu. Ankaragücü'nde oynadığı 9 maçta 4 gol atarak başarılı bir performans sergiledi. Futbol kariyerindeki son resmi golünü MKE Ankaragücü formasıyla 30 Ekim 2005 tarihinde oynanan Süper Lig maçında Beşiktaş'a attı. Bu golün ardından sevinmeyerek eski takımına saygısını gösterdi. 17 Aralık 2005'te Sivasspor karşısında çıktığı maç profesyonel kariyerinin son karşılaşması oldu. Devre arasında takım ile yollarını ayırdı. Şubat 2006'da Almanya'da geçirdiği trafik kazası nedeniyle futbolu bıraktığını açıkladı. Ancak daha sonra önce ABD'de sonra da Ankara'da futbola geri dönmek için antrenmanlara başladı. 7 Haziran 2008 tarihinde Japonya'da oynanan bir gösteri maçında Jose Mourinho'nın teknik direktörlüğünü yaptığı Dünya karmasında forma giyen Mansız, 2-0 geriye düşen takımına 2-2'lik beraberliği getiren golleri atarak formunu koruduğunu gösterdi. 11 Ağustos 2008 yaptığı açıklamada futbola yavaş yavaş yaklaştığını söyleyerek, 2009-2010 sezonunda futbol oynayabileceğini söyledi. Mansız, ""Sakatlığımla ilgili şu anda Almanya'da tedavim devam ediyor. Hem antrenman hem de tedavi programlarını aksatmadan İzmir'de dizi çekimlerine gidiyorum. Bu çalışma temposunda yaklaşık olarak iki devre arasında bir takımla antrenman çalışmalarına gelmiş olacağım. Futbola yavaş yavaş yaklaşıyorum. Yaklaşık 2 senedir futboldan uzak kaldım. Hiç kimse 2-3 ay içinde futbola dönmemi bekleyemez. Gerçekçi olursak en erken bundan sonraki sezonda futbola dönebileceğimi düşünüyorum"" açıklamasını yaptı. 2009 yılının Temmuz ayında futbola yeniden dönme çabası içinde 1860 Münih ile deneme antrenmanlarına çıktı ve oynadığı ilk hazırlık maçında gol attı. İkinci hazırlık maçında iki gol birden atarak eski günlere dönüşünün sinyallerini verdi ancak 1860 Münih kulübü İlhan Mansızla anlaşma imzalamadı. İlhan Mansız da bunun üzerine 2009 Ekim'inin sonunda futbola veda ettiğini açıkladı. 38 kez A Milli Futbol Takımı forması giyen İlhan Mansız, bu maçlarda 7 gole de imzasını attmıştır. 6 Ekim 2001'de Moldova ile oynanan 2002 FIFA Dünya Kupası eleme maçında 75. dakikada teknik direktör Şenol Güneş tarafından oyuna sürülen futbolcu, ilk golünü de bu maçın 82. dakikasında kaydetti. Türkiye, play-off'ları geçerek tarihinde ikinci kez Dünya Kupaları'na katılma hakkını elde etti. Mansız, kupa öncesi Güneş'in hazırlık maçlarında denediği isimlerden oldu ve Türkiye millî futbol takımının dünya üçüncüsü olarak tarihe geçtiği 2002 FIFA Dünya Kupası kadrosuna dahil edildi. Kadroda Hakan Şükür'ün ardından ikinci santrafor üçüncülük maçı dışındaki bütün maçlarda oyuna sonradan dahil oldu. 22 Haziran 2002'de Senegal ile oynanan çeyrek final maçında 67. dakikada Şükür'ün yerine giren golcü, uzatmalara giden maçın 94. dakikasında attığı altın gol ile Türkiye'yi yarı finale çıkardı. Bu sayede tüm dünyada tanınır hale geldi. Buna rağmen yarı final maçında Brezilya karşısında maça yine yedek başladı ve son yarım saat forma şansı bulabildi. Güney Kore ile oynanan üçüncülük maçında ise Şükür ile beraber çift santrafor olarak ahaya sürülen Mansız, dokuzuncu saniyede atılan Dünya Kupaları'nın en hızlı golünün asistini yaptı. 13. ve 32. dakikalarda attığı iki golle de Türkiye'nin üçüncülüğüne büyük katkıda bulundu. Mansız, 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde de tercih edilen futbolculardan oldu. Yükselme play-off'una kalan Türkiye'nin i
ki play-off maçında da 90 dakika sahada kalıp, bir gol kaydetse de Türkiye kendi sahasında Letonya ile 2-2 berabere kalarak turnuvaya katılma hakkını kaybetti. Bu maç da Mansız'ın Türkyie formasını giydiği son maç oldu. 2007 yılında Doktorlar dizisinde İlhan Mansız, kalp rahatsızlığı olan Ömer Güven adlı zengin bir adamı canlandırmıştır. Ömer karakteri geçirdiği kalp nakli ameliyatından bir süre sonra hayatını kaybetmiş, tüm mal varlığını hastanede aşk yaşadığı Dr. Zeynep karakterine bırakmış, Dr. Zeynep de bu parayla, hastanenin içinde, yoksul insanların ücretsiz tedavi görebilecekleri ve "Ömer Güven Polikliniği" adını taşıyan bir poliklinik kurmuştur. Daha sonra Show TV'deki Buzda Dans adlı buz pateni yarışmasına katılmış ve yarışmada birinci olmuştur. atv'de yayınlanan Para Taksi bilgi yarışması programında görev almıştır. 2008'de TRT'de yayına giren Dalgakıran dizisinde İlhan Mansız aşk üçgeni ortasında kalan bir balıkçıyı canlandırdı. 21 Ocak 2017 yılında yayınlanan 2017 Survivor kadrosuna alınmış ve Ünlüler takımında yarışmaktadır. Mansız, 33 yaşında . Kız arkadaşı ve partneri olan eski patenci Slovak Olga Beständigová ile çift patenci olarak, Buzda Dans programında yarıştı. Yarışmayı kazandıktan sonra Mansız, hedefinin 2014 Kış Olimpiyatları'nda Türkiye'yi temsil etmek olduğunu açıkladı. Mansız ve Beständigová, Almanya'da düzenlenen 2013 Nebelhorn Trophy'de yarıştılar ve ayrıca bu onlar için 2014 Olimpiyatlarındaki son eleme fırsatı oldu. Olimpiyat Oyunları'ndaki çiftler kategorisini 19. ve son sırada tamamladılar. Yine de, 2014 Avrupa Artistik Patinaj Şampiyonası için eleme amacıyla çalışmaya devam ettiler. Cağaloğlu Anadolu Lisesi İstanbul Cağaloğlu Anadolu Lisesi, İstanbul Cağaloğlu'nda yer alan Anadolu lisesi. 1850 yılında Bezmiâlem Sultan tarafından kurulmuştur. Eski adı Valide Mektebi olan kurum Türkiye'nin ilk sivil lisesidir. Eğitimine 1911-1933 yılları arasında İnas İdadisi, 1933-1983 yılları arasında ise Türkiye'nin ilk kız lisesi unvanıyla İstanbul Kız Lisesi olarak devam edilmiştir. 1983 yılında Almanca öğretim yapan anadolu lisesi statüsü kazanmış ve Cağaloğlu Anadolu Lisesi adıyla karma eğitime geçmiştir. Armasının tasarımını İstanbul Kız Lisesi'nin son mezunları yapmıştır. Armanın renkleri olan bordo-gri İstanbul Kız Lisesi'nden miras alınmış, Cağaloğlu Anadolu Lisesi ilk mezunlarını ise 1989-1990 öğretim yılında vermiştir. Okul, 2012 SBS 1.Yerleştirme Taban Puanlarına göre Türkiye'deki en yüksek puanlı 5. Anadolu Lisesidir. 3 Kasım 2010 tarihinde Almanya Federal Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı nezdinde Devlet Bakanı Cornelia Pieper Cağaloğlu Anadolu Lisesi’ne PaSch Plaketi’ni takdim etmiştir. Cağaloğlu Anadolu Lisesi'nde sınıf başına düşen öğrenci sayısı 5-30 arasında değişmektedir. Okulda öğrenci ve öğretmenlerin yararlandığı sinema salonu, sinevizyon salonu, konferans salonu, satranç odası, fizik laboratuvarı, biyoloji laboratuvarı, kimya laboratuvarı, müzik odası, toplantı salonu, İngilizce, Almanca ve Fransızca dillerindeki ders kitapları ve edebi eserlerle birlikte her alanda Türkçe kaynağı ve Osmanlı zamanından kalma el yazması tarihi kaynakları da içerisinde barındıran bir kütüphane, bilgisayar laboratuvarı, kapalı spor salonu, aletli jimnastik salonu ve dans salonu, yemekhane, kantin, kız öğrencilerin kaldığı pansiyon bulunur. Okulun orta kısmında kalan bahçesi (öğrenciler arasında orta bahçe veya botanik) ve ön bahçesi olmak üzere 2 bahçesi vardır. Okulun binası 160 yıllık geçmişiyle örtüşen 2. derece tarihî eser statüsündedir. Okulun bünyesindeki Alman ve Türk öğretmenleri sayesinde 1 yıl hazırlık 4 yıl lise eğitimi ile Almanca öğretimi yapmakta, İngilizce ise ikinci yabancı dil olarak öğretilmektedir. Okuldan öğrenciler 2 yabancı dil ile mezun olmaktadır. İstanbul Cağaloğlu Anadolu Lisesi'nde okuyan öğrencilerin yurt dışında üniversitelerde geçerliliği olan Sprachdiplom B1 ve Sprachdiplom C1 alma imkânları bulunmaktadır. Okulun başarılı öğrencilerine Alman hükümetince burs verilmektedir. C1 diploması olan bir öğrenci, isterse Türkiye'de okumaya hak kazandığı bölümü Almanya'da başvurduğu üniversitede okuyabilir. Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın aracılığıyla 21 Mart 1850 tarihinde Vâlide Mektebi adıyla kurulan okul Türk eğitim tarihinin önemli çınarlarından biridir. Osmanlı Devleti'nin ilk “sivil lisesi” unvanına sahip kurum, II. Mahmut döneminde Osmanlı’nın batılılaşma süreci çerçevesinde, bilimsel ve sanatsal açılardan Avrupa standartlarında aydınlar yetiştirilmesi amacıyla başlatılan eğitim reformlarının ilk ve en önemli halkalarından biridir. Cumhuriyet Dönemi'nde okul, 1911-1933 yılları arasında İnas İdadisi, 1933-1983 yılları arasında Türkiye'nin ilk kız lisesi olan "İstanbul Kız Lisesi" olarak hizmet vermiş, 1983 yılından itibaren Almanca eğitim veren “Anadolu Lisesi” statüsüne geçerek “Cağaloğlu Anadolu Lisesi” adını almıştır. 2006-2007 eğitim-öğretim yılından itibaren de Hazırlık + 4 yıl olmak üzere 5 yıllık eğitim veren Türkiye’nin 7 okulundan biri olmuştur. Pek çok ilke imza atan okul, kurulduğu günden bu yana Osmanlı Padişahları'nın çocukları da dahil olmak üzere birçok önemli ismi mezun etmiştir. Okul binası tarihî yarımadanın merkezinde bulunmaktadır. Divanyolu üzerindeki II.Mahmut Türbesi'nin arkasında, Bab-ı Ali Caddesi'ne paralel olarak konumlanmış eski ve yeni iki binadan oluşmaktadır. Yapımına 1967 yılında başlanan yeni bina 1968 yılında bitmiş, 1968-1969 eğitim-öğretim yılında kullanıma açılmıştır. Eski binanın özgün mimarisi hakkındaki kaynaklar ise arşivlerdir. 1892 tarihli, rölöve olarak niteleyebileceğimiz bir plan çiziminde, yapının türbe tarafında da bir girişinin olduğu görünmektedir. Çizimde Türbe Kapısı olarak adlandırılan, büyük olasılıkla okulun üst katındaki Hümayun Dairesi ya da Cuma günleri kütüphaneye geleceklerin girişi olarak düzenlenen bu giriş günümüzde mevcut değildir. Dönemin eğitim kurumlarına ilk lise modeli olmak üzere tasarlanan yapı, öğretim içerikleri kadar reformist plan ve cephe anlayışı ile de önceki eğitim kurumlarından ayrılmaktadır. Merkezi bir açık avlu etrafını çevreleyen önü revaklı odalar ve eyvanlardan ya da üstü kubbe ile kapalı avluya açılan odalardan medrese plan şemalarından tümüyle farklı plan özellikleri sunan yapının özgün mekân örgütlenmesine ilişkin net veriler olmamasına karşın anıtsal giriş holü, bu holden ulaşılan sınıflar, büyük bir olasılıkla Hümayun Dairesi ve kütüphaneye ulaştığı için kademeli geçiş ile ayrılmış anıtsal merdivenler, avlu yerine teneffüs bahçesi, döneminin Avrupalı benzerleri gibi yüksek tavanlara sahip tek bir kitle içinde çözümlenen tasarım anlayışı ile eğitim kurumlarındaki değişimin anıtsal vurgulayıcısı olan yapının, 1892'deki rölövesinde, özgün mekânların işlevlerinin değiştirilerek, yapının yanına eklenen yeni okul binasının teneffüshane, matbaa, kiler, terzi odası, hademe koğuşu, gazhane gibi destek birimleri barındıran ikiyencil bir konuma geldiği görülmektedir. Vakfiyeye göre zemin katta derslikler, kütüphane olması gerekirken 1892'deki bu planda servis mekânlarının yer alması, üzeri kitabeli ana giriş kapısının direkt kapalı tenefüshaneye ve onu çevreleyen servis mekânlarına açılması dönemin şaşaalı, çağdaş, anıtsal ölçekteki, en yüksek derecede eğitim vermek üzere açılmış olan Valide Mektebi'nin yapılışından 42 yıl sonra yanı başına eklenen Mülkiye Mektebi'nde olduğu gibi gelişen sistemleşen, mimari tasarım özellikleri oturan yeni Osmanlı yüksek öğretim kurumu modellerinin mimari gereksinimlerini karşılamaya yetmediğini göstermektedir. Özgün olduğu sanılan ön cephe çiziminden günümüzde giriş cephesi olarak kullanılmayan cephesinin ön cephe olarak tasarlandığı anlaşılmaktadır. Tüm cephe yüzeyi, giriş aksı ve iki yanında ikişer parça olmak üzere 5 parçaya bölünmüştür. Cephe yüzeyinden 20'şer cm'lik çıkmalar oluşturan kitle hareketleri düşeylik kazanan bu bölünme zemin katta İyon üst katta Korentiyen sütun düzenindeki plastrlarla vurgulanmıştır. Kitabeli ana giriş kapısı günümüzde iç tarafından duvar örülmesiyle kapı niteliğini kaybetmiş sadece simgesel bir önemi kalmıştır. Bu kapının açıldığı hol ise spor salonu olarak kullanılmaktadır. Kitabe üzerindeki yazı ise şöyledir: "Bezm-i Alem (Bezmiâlem) Valide Sultan bünyad eyledi," "Mekteb-i ilm eyle ya Rab bu mektebi" "Bir kütüphane bina kıldı derûnunda nefis," "Eyledi Rüşdiyeye âli nişan bu mektebi" "Verdi bak tarihe Ziver mısraın bâb-ı fer," "Kıldı icadı mâder-i şâh-ı cihan bu mektebi" 1260 Almanca dersleri, Alman Bölüm Başkanlığı CAL-Deutsche Abteilung’un koordinasyonuyla merkezi Köln’de bulunan Bundesverwaltungsamt tarafından görevlendirilmiş 9 Alman öğretmence yürütülmektedir. Buna ek olarak Türk Almanca öğretmenleri de okulda mevcuttur. Hazırlık sınıfında 12 saat Almanca-I ve 8 saat Almanca-II olmak üzere toplam 20 saat Almanca dersi verilir. İlerleyen yıllarda Almanca ders saatleri azalır. Öğrenciler hazırlık sınıfının sonunda A2-(DSD-A2, 10.sınıfın sonunda da B1-(DSD-Stufe I) sınavına girerler. B1 sınavları sonucuna, öğrencinin dil becerisine, derslerdeki etkinliğine ve öğretmenlerin kanaatine göre sayılı öğrenci 12.sınıfta C1-(DSD-Stufe II) sınavına girmeye hak kazanırlar. Bu öğrenciler 11.sınıftan itibaren Almanca derslerini özel C1 sınıflarında alırlar. Bununla birlikte 10.sınıfta Almanca-II dersleri 2 saate inerek Seçmeli Almanca statüsü kazanır ve bu derslerde 10.sınıfta Alman Edebiyatı, 11.sınıfta ise Almanca konuşulan ülkeler (Almanya, İsviçre ve Avusturya) hakkında yakın tarih, basit coğrafya ve genel kültür bilgileri verilir. Deutsches Sprachdiplom Stufe II (C1 seviyesi) süresiz geçerliği olan ve Almancanın en yüksek seviyesini belirten, uluslararası geçerliliğe sahip dil diploması olup, YGS ve LYS sonucu okumaya hak kazandığınız herhangi bir bölümü Almanya'da hazırlık olmadan okuma hakkı verir. Deutsches Sprachdiplom Stufe I (B1 seviyesi) ise yine süresiz geçerliliği olan ve Almancanın orta seviyesini belirten, uluslararası geçerliliğe sahip bir dil diploması olu
p, YGS ve LYS sonucu okumaya hak kazandığınız herhangi bir bölümü Almanya'da hazırlık sınıfına kayıt yaptırmak şartıyla okuma hakkı verir. Ayrıca Deutsches Sprachdiplom Stufe II sınavında başarılı olan öğrencilere, DAAD tarafından kriterleri belirlenen şartları yerine getirdikleri takdirde eğitimlerini Almanya’da sürdürmeleri için Alman devleti tarafından geri ödemesiz yükseköğrenim bursu verilmektedir. Ayrıca DAAD dışında Almanya'daki vakıflar ve benzeri kuruluşlar sosyal aktifliklerine göre öğrencilere geri ödemesiz burs olanakları sağlamaktadırlar. Dersler dışında okul birden fazla kardeş okullarıyla her yıl birden fazla bir haftalık değişim programları yapmakta, PaSch ve tiyatro projelerine katılmaktadır. Almanca Kulübü de dersler dışında Alman dili ve kültürüyle ilgili etkinliklerini sürdürmektedir. Cağaloğlu Anadolu Lisesi'nde , yıl içinde Almanya'da işbirliği içinde bulunulan Gymnasiumlar ile pek çok değişim programı gerçekleştirilir.1 haftalığına Almanya'daki Gymnasium öğrencisiyle değişim yapan öğrenciler, bu sırada Almancalarını geliştirme ve Alman kültürünü tanıma fırsatı bulurlar.Kısa bir süre sonra Alman öğrenci de İstanbul'a gelir ve Türk öğrenci ona İstanbul'u gezdirir. Değişim yapılan şehirler : Ayrıca her öğretim yılının sonunda Almanya'ya düzenlenen 2 hafta veya 1 aylık geziler sayesinde öğrenciler yabancı dillerini önemli derecede geliştirme fırsatı bulurlar. Buna ek olarak daha çok İngilizce'yi geliştirmeye yönelik uluslararası bir proje olan Erasmus+ da her iki dönemde bir uygulanmaktadır. Cağaloğlu Anadolu Lisesi'nde aşağıdaki kulüpler aktif olarak faaliyetlerini sürdürmektedirler : CAL’da yıl içerisinde sinema, dans ve tiyatro gösterimleri yapılmakta, geziler organize edilmekte, sergiler düzenlenmekte, söyleşiler yapılmakta ve kariyer seçimine yönelik konferanslar ve yurtiçi-yurtdışı üniversite tanıtımları yapılmaktadır. Bunun yanı sıra okulda, her yıl ilk dönemin sonunda CalFest ve ikinci dönemin sonunda Jugendfest adıyla gelenekselleşmiş dönem ve yıl sonu etkinliği yapılır. CalFest en son 2008 yılında yapılmıştır. 5 sene boyunca gerçekleştirilmeyen etkinlik, 2013 yılında tekrar organize edildi. Nuran Kara "Osmanli Devleti'nin ilk Sivil Lisesi: Valide Mektebi/Darülmaarif 1266/1850" Karakoçan Karakoçan (Osmanlıca: تپه / Tepe, Ermenice: Oxu, Kürtçe: Dep) Elâzığ ilinin bir ilçesidir. 1936 yılında ilçe olmuştur. İlçenin bugün itibarıyla 1 beldesi, 2 bucağı, 88 köyü, 5 mezrası bulunmaktadır. Karakoçan'a bağlı tek belde olan yerleşim yeri Sarıcan adını taşımaktadır. Sarıcan Beldesi iki mahalleden oluşmaktadır. Bunun dışında Çan ve Başyurt adıyla iki adet bucağı bulunmaktadır. 2009 yılı nüfus sayımına göre 12.708’ü merkezde olmak üzere toplam nüfusu 29.061’dir. Karakoçan'ın merkezinde tarihi yönden önem taşıyan herhangi bir yerleşim birimi olmamasına karşın, yakın köylerinde ve civarında tarihi yönden önem taşıyan birçok yerleşim birimi bulunmaktadır. Bunların başında Karakoçan ilçesi ile Mazgirt ilçesi (Tunceli) sınırını teşkil eden Peri çayı üzerinde yapılmış olan ve ilçeye 12 km uzaklıkta bulunan Bağin Kalesi gösterilebilir. Ayrıca ilçeye bağlı birçok köyde bulunan tarihi kiliselerde diğer eserler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Zengin doğal güzelliklere sahip olan ilçede, Peri Çayı kenarında bulunan Golan kaplıcalarını her yıl binlerce kişi sağlık amacıyla ziyaret etmektedir. Yine ilçe merkezinde Kalecik Barajı Çamlığı, Beyaz Çeşme Mesire Yeri, Güzelbaba Ormanı yaz aylarında halkın rağbet ettiği dinlenme yerleridir. İlçeye 3 km uzaklıkta yer alan Kalecik Baraj Gölü, 1970'li yıllarda eski Kalecik Köyü'nün üzerine inşa edilmiş ve çevre düzenlemesi yapılarak mesire alanı haline getirilmiştir. Son yıllarda bakımsız olan kalecik baraj gölü 2013 yılında kaymakamlık tarafından yapılan düzenlemeler ile tekrar halkın hizmetine açılmış burada restaurant,kır düğün salonu,koşu alanı çocuk oyun alanları ile mescit yapılmıştır İlçeye bağlı Hamurkesen Köyü yakınında bulunan ve ormanlık alan içerisinde bulunan Hırsız Çeşmesi mesire alanı 1 adet de çocuk parkı bulunmaktadır. 2005 yılında Karakoçan kaymakamlığı'nca yaptırılan büyük mermer yapılı birde çeşme ile mermer masası bulunmaktadır. Bu mesire alanı etrafında ilginç doğa yapılarını barındırmaktadır. Mesire alanının 500 metre doğusunda yer alan kayalık dağ arazide, nehir kenarında tarih öncesi devirlerde insanların yaşadığı şekillendirilmiş mağaralar yer almaktadır. Mazgirt iline bağlı olup, Karakoçan'dan da ulaşımı kolaydır. Kaleye merdivenle girilir. İçinde taşlar oyularak yapılan büyük bir oda mevcuttur. Kalenin içerisindeki surlardan çok az bir kalıntı kalmıştır. Ayrıca kale üzerinde çok sayıda gıd mahzeni (kaya oyuğu şeklinde) ve tünel merdiven bulunmaktadır. Bu merdivenler yer yer bölünmelere uğradığı için tam olarak işlevi anlaşılmamakla beraber, kale üzerinden kalenin bulunduğu nehrin yamacına doğru inmesi dolayısıyla su ihtiyacını karşılamada güvenli ve kısa bir yol olarak kullanıldığı varsayılmaktadır. Kalenin yapım tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Giriş kapısı Peri Çayına bakan yamaçta olan kalenin surları büyük ölçüde yıkılmıştır. Kale’de Urartu Kralı Menuas’a ait olan yazı bulunmuş ve halen Harput Müzesindedir. 1200 yılından sonra Selçukluların hakimiyetine geçmiştir. Karakoçan ilçesine bağlı Kızılca Köyü yakınlarında bulunan ve şu an terkedilmiş halde olan Tunceli İli, Mazgirt İlçesi'ne bağlı Dedebağ (Bağin) Köyü yakınındadır. Siyasi sınır olarak Tunceli İli dahilinde kalmasına rağmen, Karakoçan İlçesine fazlasıyla daha yakın bulunması ve Köyün adeta Karakoçan İlçesi'ne bağlı bulunması dolsayısıyla adı hep İlçe ile beraber anılmaktadır. Kaleye ulaşmak için Tunceli İli'nden kullanulabilir yol bulunmaması da bu durumun daha rahat anlaşılmasına sebep olmaktadır. Kale, Mazgirt İlçesine 20, Karakoçan ilçesine ise 12 km. uzaklıktadır. Golan Kaplıcası, ismini Karakoçan ilcesinin 27 km kadar uzağında bulunan Yoğunağaç (Golan) Koyunden alan, sıcak su kaynağı MTA tarafından da onaylanmış mineral zenginliği ile bölgenin önemli bir sağlık merkezidir. Son zamanlarda Golan Kaplicasina yapılan konaklama ve ulasim hizmetleri ile de artik yurtdisina da hitap edecek seviyeye ulasmakla beraber kis aylarında da hizmet verecek duruma gelmiştir. Suyun sicakligi yuzeyde 43 santigrat olmakla beraber yer yer icilebilir duzeyde ilik ve temiz pınarları bulunmaktadır. Golan'ın kelime anlamları: 1) Yassı ve enlice bağ. 2) Hayvanın semerini ya da eyerini bağlamak için göğsünden ve kuyruk altından aşırılarak sıkılan yassı, dokuma ya da deri kemer. Bağin Kaplıcası Tunceli ilinin Mazgirt İlçesi’ne bağlı olan kaplıca Karakoçan İlçesi'ne 12 km. Uzaklıkta bulunan uzaklıkta Bağin (Dedebağ) Köyü’ndedir. Peri suyu kenarından çıkar. peri suyunun diğer yamacında da Golan Kaplıcası vardır.İki kaplıca birbirine oldukça yakın olmasına rağmen arada direk bağlantıyı sağlayan bir yol bulunmamaktadır. Sular birkaç yerden fışkırır. Üzerinde konaklama tesisi bulunmaktadır. Sülfat ve klorürlü bir sudur. Suları kaynaktan çıktığı gibi banyo yapabilecek sıcaklıkta olduğu için, bütün özelleklerinden olduğu gibi faydalanılır. Romatizma, nevralji ve kadın rahatsızlıklarının tedavisinde çok iyi sonuç verir. İlçede okul öncesi eğitim-öğretim faaliyeti yürüten 2 anaokulunda toplamda 200 öğrenci bulunmaktadır. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü teşkilatı 1985 yılında ilçede faaliyete başlamıştır. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'ne bağlı olarak faaliyet gösteren Halk Eğitim Merkezinde çeşitli mesleki ve bilgilendirici kurslar verilmekte ve bu sayede eğitim düzeyi arttırılmaktadır. Halk Eğitim Merkezi'nde verilen kurs ve faaliyetlerden bazıları; Yabancı dil kursları (İngilizce, Almanca v.b.), dikiş-nakış kursları, sınavlara hazırlık (kpss, öss v.b.) kurslarıdır. İlçe Merkezinde bir genel lise, bir anadolu lisesi, bir İmam Hatip Lisesi,bir Sağlık Meslek lisesi ve birde Kız Teknik ve Meslek Lisesi bulunmaktadır.Ayrıca Nuri Özaltın İlköğretim Okulu, Cengiz Topel İlköğretim Okulu, Atatürk İlköğretim Okulu, Fatih İlköğretim Okulu ve Şehit Jandarma Kıdemli Üsteğmen Mahir Özdemir İlköğretim Okulu bulunmaktadır.Yine ilçe merkezinde 3 adet anaokulu ile bir de özürlüler okulu bulunmaktadır. İlçede, 2010-2011 eğitim ve öğretim döneminden beri Elâzığ Fırat Üniversitesine bağlı Karakoçan Meslek Yüksekokulu faaliyet göstermektedir. Yüksekokulun öğrenci kontenjanı, Bilgisayar teknisyenliği bölümünden ibaret olup 50 kişidir. Karakoçan İlçesi'nde engelli ve zihinsel özürlü çocuk ve gençlerin gelişimine katkı sunmak amacıyla Milli Eğitim bakanlığına bağlı olarak Özel eğitim ve rehabilitasyon merkezi bulunmaktadır. Halihazırda tüm hizmetlerin sunulduğu bu merkez ücretsiz olmakla beraber etkin bir biçimde faaliyetlerini sürdürmektedir. Genel olarak karasal iklim hüküm sürdüğü Karakoçan'da kışlar soğuk ve kar yağışlı, yazlar ise sıcak ve kuraktır. Yağışlar en çok ilkbahar mevsimindedir.Karın yerde kalma süresi ortalama 30 gündür. Gece ile gündüz, yaz ile kış mevsimi arasında önemli sıcaklık farkları bulunur. En sıcak aylar Temmuz (ortalama 35 °C) ve Ağustos (ortalama 30 °C), en soğuk aylar ise Ocak (ortalama -15 °C) ve Şubat (ortalama -20 °C) olarak belirlenmiştir. Ortalama yağış miktarı 382 mm'dir. İlçede son yıllarda yağış oranı önceki yıllara göre azalış göstermiştir. Bu durumun küresel ısınma ile direkt ilgili olduğu bilim adamlarınca öne sürülmektedir. İlçenin doğusunda Kuruca Dağı (2372 m) ve Kızıldağ (1538 m), batısında Tor Dağı (1615 m), Celo Dağı (1594 m), Mezragazi Dağı (1650 m) bulunur. Karakoçan Kiğı yolu üzerinde 1670 m rakımlı Dîyare Gazê-Gaz Tepesi Geçidi bulunmaktadır. Kar yağışlarıyla kışın yolun bu kısmı sıklıkla ulaşıma kapanır ve ekipler tarafından tekrar ulaşıma açılır. Karakoçan ilçe merkezinin denizden yüksekliği ise 1090 metredir. İlçe Kalecik Köyü'nden doğup, yine İlçeye bağlı Karapınar Köyü yakınlarında Sarıcan Köyünden doğan ve Karakoçan'dan geçerek Balcalı Köyü yakınında Peri Suyu'na katılan Ohi çayı ile birleşir. Bu dere 2005 yılında Karakoçan Belediyesin
e ayrılan Avrupa Birliği yardımları ile ıslah edilmiş ve sosyal kullanıma da uygun hale getirilmiştir. Palu ilçesinden doğup , Kuşçu , kümbet ve Alayağmur Köylerimizi takiben Peri Suyu'na dökülen Kuşçu Çayı İlçenin Sarıcan Köyü'nden doğup, Karakoçan'dan geçerek gene ilçeye bağlı Tekardiç - Demirdelen - Hamzalı - Kızılca - Çamardı - Çayırgülü - Üçbudak köyleri hudutlarından geçerek Balcalı köyü yakınında Peri Suyu'na katılır. Kiğı ilçesinden doğup Kiğı, Nazimiye ve Mazgirt ilçeleri ile Karakoçan arasında sınır teşkil ederek Güneye inen ve Munzur Çayı'na daha sonra da Keban Baraj Gölü'ne dökülen Peri suyu. Peri Suyu ilkbahar ve sonbahar aylarında 3 beton ve 3 asma köprü dışında geçit vermez. Kış ve yaz aylarında ancak geçit verebilir. Pembelik Barajı ve HES proje yeri Doğu Anadolu Bölgesi'nde Elâzığ ili sınırlarında, Karakoçan İlçesine bağlı Akkuş ve Pamuklu köyleri ve arazileri üzerine kurulması planlanmış, Peri Suyu üzerinde bulunmaktadır. talvegden 77 m yükseklikte beton dolgu baraj tipinde inşa edilecektir. Toplam kurulu güç 108.0 MW yıllık ortalama üretim ise 367.482 GWh olacaktır. Seyrantepe Barajı, Fırat nehrinin Peri Suyu üzerinde, Tunceli-Elâzığ sınırında, talvegden 31.00 m yükseklikte, merkezi kil çekirdekli kum-çakıl dolgu gövde tipinde bir barajdir. Toplam kurulu güç 50,4 MW yıllık ortalama üretim ise 161.000 Gwh olacaktır. Tatar Barajı ve HES proje yeri Doğu Anadolu Bölgesi'nde, Elâzığ ili ve kısmen de Bingöl ili sınırları içinde Peri Suyu üzerinde bulunmaktadır. Merkezi kil çekirdekli kum-çakıl dolgu gövde tipinde inşa edilecektir. Toplam kurulu güç 100,2 MW. yıllık ortalama üretim ise 364.252 GWh olacaktır. Üretiminin %80'i firm enerjidir. Kalecik Baraj Gölü, Karakoçan ilçesi'ne bağlı Kalecik Köyü sınırları içerisinde bulunmaktadır. Kalecik Çayı üzerinde kurulu olup, toprak dolgu biçimindedir. Sulama amaçlı yapılmış olan barajdan konumu dolayısıyla, Kalecik ve kalkankaya köylerinin yanı sıra Karakoçan ilçesi de faydalanmaktadır. İlçe halkı geçimini genellikle tarım ve hayvancılıktan sağlamaktadır. Ancak en önemli gelir kaynakları yurt dışında yaşayan aile bireyleri veya yakın akrabaların yaptıkları yardımlardır. Bu nedenle İlçe ekonomisini tarım, Hayvancılık ve Sanayi başlıkları altında ayrı ayrı incelemek gerekir. Karakoçan ilçesi coğrafi olarak birçok ile oldukça yakın ve merkezi konumda bulunduğundan dolayı, ilçeye ulaşım konusunda birçok alternatif mevcuttur. Karakoçan ilçesi, Elâzığ-Bingöl anayolu üzerinde yer alır ve ilçe merkezi'nin anayola olan uzaklığı 4 km'dir. Asfalt bir yolla ulaşılan ilçenin il merkezine olan uzaklığı 105 km'dir. Ayrıca Bingöl İli'nede 42 km uzaklıkta bulunmaktadır. Coğrafi konum olarak Elâzığ, Bingöl ve Tunceli illeri arasında yer alan Karakoçan'dan Tunceli İli'ne ulaşım sağlayan direkt anayol olmamasına karşın uzaklık 120 km'dir. İlçeyi Tunceli iline bağlayan stabilize yollar ise uzaklığı 80 km'ye düşürmektedir. Ancak bu yolların bozukluğu ve elverişsizliği sebebiyle ilçe ve bölge halkı dışında sık kullanımı görülmemektedir. Karayolu ile ulaşım dışında Elâzığ ve Bingöl havaalanlarının ilçeye yakınlığı dolayısıyla, havayolu ile de ilçeye ulaşım mümkündür. İlçeye en yakın havaalanı Bingöl Havalimanı olup, 70 km mesafededir. Elazığ Havalimanı ise ilçeye 110 km mesafededir. Ulaşım noktalarının fazla olmasından dolayı ilçeye ulaşım için Elazığ Havalimanı daha çok tercih edilmektedir. Diğer bir ulaşım seçeneği ise Demiryolu ulaşımıdır. Karakoçan İlçesine 25 kilometrelik mesafede bulunan Palu ilçesinde ve ayrıca 100 Kilometre mesafede bulunan Elâzığ İli'nde demiryolu mevcuttur. Fakat çok sık tercih edilen bir ulaşım alternatifi değildir. 1- Çayırlık Mezrası - Çayırgülü Köyü 2- Ürünlü Mezrası - Koçyiğitler Köyü 3- Sarıceviz Mezrası - Yalıntaş Köyü 4- Değirmendüzü Mezrası - Koçyiğitler Köyü 5- Elif ve İlbeyi (İlbegan) Mezraları - Akarbaşı (Çakan) Köyü 6- Dede Mezrası - Üçbudak (Delikan) Köyü 7-Değirmendere Mezrası - Alabal Köyü 8- Golan (meseli)/ Dolan/Aptalan (awdelan)/ Gurhuseyin(gursen) /Sediyan (ipek) Mezraları - Okçular Köyü Farmakogenetik Kişilerdeki genetik farklılıklarından dolayı alınan ilacın farmakokinetiği ve farmakodinamiği değişmektedir. Farmakokinetik değiştiğinde ilacın vücuttaki seyri yani yazgısı değişir. Özellikle ilacın eliminasyon ve/veya metabolizmasında rol oynayan enzimlerdeki bu genetik farklılık önemlidir. Yani bu enzimler fazla olduğunda ilaç çok çabuk metabolize olacak ve eğer ilacımız ön-madde (prodrug)değilse etki süresi veya etkisi azalacaktır. Bu şekilde aynı ilacı alan kişiler arasında farklılıklar ortaya çıkacaktır. Veya tersini düşünelim; enzim miktarı az olursa bu sefer de ilaç toksik düzeyde kalacak ve vücutta geç elimine edileceğinden istenilemeyen etkiler çıkacıktır. Yani ilacı biri aldığında iyiyeştiği halde başkasında toksik etki yapacaktır.Eğer ön-ilaçsa yani vücutta etkin hale dönüşüyorsa. Bu defada yeterince vücutta etkin madde oluşmayacaktır. Farmakodinami açısında ise vücutta ilaç düzeyinde bir problem yoktur ancak etkide vardır. Çünkü ekiyi oluşturacağı reseptör veya enzim az ise (genetik olarak) etki istenildiği kadar olmayacaktır. Bu şekilde ilaca dirençten bahsedelecektir. Farmakogenetik, her bireyin ayrı bir genetik yapısının olması nedeniyle kişiye özel ilaç tedavisini öngören bir bilim dalı. Kuşkonmaz Kuşkonmaz, sebze olarak yenen ve süs amacıyla yetiştirilen çeşitli bitki türlerini kapsayan bitki cinsi. Hepsi de Asparagaceae familyasının cinsinde yer alan bu türlerin yabanilerine dünyanın ılıman bölgelerinde sıkça rastlanır. Kuşkonmaz en iyi besince zengin, kumlu ve gevşek topraklarda yetişir. Haziran-Temmuz ayları arasında yeşilimsi sarı renkli çiçekler açan, 50–150 cm boyunda, çok yıllık otsu bir bitkidir. Sulak, kumlu ve killi, kuvvetli topraklarda, ormanlık yerlerde yetişir. Gövdeleri dik, yeşil düzgün yüzlü ve yaygın dallıdır. Dallar dalcıklara ayrılmış olup, ince, yeşil renkli, 3-6 tanesi bir aradadır. Yapraklar küçük ve zarımsıdır. Çiçekler teker teker veya çift olarak yaprakların koltuğunda bulunur. Erkek çiçekler 6 parçalıdır. Meyveleri kırmızı veya siyah renklidir. Kuşkonmaz tohum veya pençeden üretilir. İlkbaharda ekilir. Tohum ekiminden ilk hasada kadar geçen süre dört yıldır. Bir kuşkonmaz tarlasından 20 yıl verim alınabilir. Eğer bir kuşkonmaz bitkisi hasat edilmeyip doğal haline bırakılacak olursa 170 santimetreye kadar boylanır. Dalları kaplayan ince, iğnemsi yaprakların ardından küçük, sarımsı çiçekler açar; çiçekler daha sonra kırmızı etli meyvelere döner. Çok eskiçağlarda kendi doğal ortamından alınıp taze sürgünleri için yetiştirilmeye başlanan sebze kuşkonmaz Eski Yunan ve Romalılar'dan beri çok sevilen değerli bir besin kaynağıdır. Bugün en çok Fransa, İtalya, Çin ve ABD'de yetiştirilir. Türkiye'de taze üretimi gitgide artmaktadır. Istanbul'un Silivri ilçesinde kuşkonmaz bağları bulunmaktadır. Genel bir inanış olarak kuşkonmazın cinsel olarak uyarıcı yani afrodizyak bir besin olduğu düşünülür. Kuşkonmaz tüketimi bazı insanlarda idrar kokusuna sebep olur. Beyaz, yeşil ve mor tipte üretimi vardır. Kuşkonmaz A, B1, B2 ve C vitaminlerinin yanı sıra protein, şeker, yağ ve çeşitli mineralleri de içeren zengin bir üründür. Çorbası yapılır ya da garnitür ve salata olarak yenir. Süs kuşkonmazları içinde en yaygınlarından biri olan tül kuşkonmazı tüy gibi incecik, hoş görünümlü yaprakları için yetiştirilen bir saksı bitkisidir. Bitkinin yaprakları çiçekçilikte buket hazırlamakta da kullanılır. Güldür Yüzümü (albüm) Güldür Yüzümü, 1985 yılında Elenor Plak`tan çıkan Müslüm Gürses albümü. Şarkıların birçoğunu Ali Tekintüre yazmış, Yavuz Taner bestelemiş, Müslüm Gürses de okumuştur. Esrarlı Gözler ve Küskünüm`le birlikte en çok satan albümlerinden biridir.Satış trajı (801342) 87 basılan ikinci baskı Albümün ilk elenor baskısı ve Alman Uzelli kasetçilik kaset baskılarında Güldür Yüzümü ve Gözünden Tanırım parçalarının başlarında bağlama ve kanun introsu vardır. LP de bağlama ve kanun girişleri yoktur 1. Güldür Yüzümü ~ Söz: ali tekintüre- Müzik:yavuz taner 2. Ben Senin Kulunmuyum'~ Söz: Ali Tekintüre - Müzik: Yavuz Taner 3. Kalleş Dünya ~ Söz-Müzik: Bayram Şenpınar 4. Sevmek Ne Güzel ~ Söz: Ali Tekintüre- Müzik: Yavuz Taner 5. İbadet ~ Söz-Müzik: Bayram Şenpınar 6. Unutamazsın ~ Söz: Ali Tekintüre - Müzik: Yavuz Taner 7. Maziden Biri ~ Söz: Ali Tekintüre - Müzik: Yavuz Taner 8. Tövbe Ettim ~ Söz: Ali Tekintüre - Müzik: Yavuz Taner 9. Gözünden Tanırım ~ Söz - Müzik:Cengiz Tekin 10. Anlasana ~ Söz-Müzik: Bayram Şenpınar Bina otomasyonu Bina otomasyonu, yüksek modern yapılarda veya küçük, fakat lüks villalarda, çalışmakta olan elektrikli sistemlerin otomatikleştirilmesi için yapılan yazılımsal ve donanımsal işleri kapsayan bir kavram olarak görülebilir. Çok farklı uygulama alanları, tipleri ve kapsamları mevcuttur. Yüksek modern binalarda veya büyük alışveriş merkezlerinde, merkezi havalandırma sistemlerinin sıcaklık ve nem gibi parametre kontrolleri ile ilgili cihazların çalışma zamanlarının programlanması bu örneklerden biridir. Genel kurulum amacı binalarda kullanılan ısıtma soğutma ekipmanlarının kapasite kontrollerini yaparak enerji tasarrufu elde etmektir, bazı hesaplamalara göre kurulumu yapılan "Bina Otomasyonu Sistemi" altı ile sekiz ay arasında kurulum maliyetlerini amorte etmektedir. Başka bir uygulama alanı da villalar gibi lüks isteyen müşterilerin taleplerini karşılamaktır. Bu tip uygulamalarda merkezi ısıtma-soğutma ekipmanlarının kapasite kontrollerinin yanında aynı zamanda örneğin perdelerin, aydınlatma sisteminin, havalandırmanın uzaktan bir kumanda ile açılıp kapatılması gibi isteklerin karşılanmasıdır. Genel yapıyı üç basamaklı olarak düşünmek mümkündür. En alt basamakta, kumanda edilecek fiziksek ekipmanlar ile ilişikte bulunan "Saha Ekipmanları" olarak adlandırılan elektrikli kumanda ve ölçüm elemanları vardır. Kumanda elemanlarına örnek olarak "Vana Motoru", "Damper Motoru" gibi analog sinyaller ile kumanda edilen cihazlar örnek gös
terilebilir. "Sıcaklık Sensörü", "Nem Sensörü", "Basınç Sensörü", "Aydınlık Seviye Sensörü" gibi saha ekipmanları da analog giriş sinyalleri olarak örnek gösterilebilir. İkinci basamakta saha ekipmanlarından alınan ve saha ekipmanlarına gönderilen bilgilerin eletriksel sinyallere çevrilmesine yardımcı olan "Giriş-Çıkış Modülleri" yer almaktadır. Kontrol cihazlarında yorumlanacak giriş-çıkış bilgileri "Analog" ve "Dijital" olmak üzere iki ana grupta yorumlanabilir. Dijital sinyaller 0 ve 1'ler ile ifade edilen kesin değerleri ifade etmek için kullanılabilir. Örneğin bir havalandırma kanalında hava akışı olup olmadığını ölçmek için kullanılan "Fark basınç anahtarı" ilgili kanalda hava akışı var ise 1, yok ise 0 bilgisi üretmektedir. Farklı olarak bir hava kanalında statik hava fark basıncını ölçmeye yarayan "Fark basınç sensörü" o anda hava kanalının ölçüm yapılan iki noktası arasındaki statik basınç farkını örneğin 50 Pa olarak ölçmektedir. Dolayısıyla Analog sinyaller bir aralıkta sürekli değerler vermektedir. "Giriş-çıkış modülleri" saha ekipmanları ile bilgi alışverişi yaparken "0-10 VDC", "2-10 VDC" veya "4-20 mA" gibi standartlaşmış farklı sinyal tiplerini kullanır. Saha ekipmanları ile bağlantıları her bir cihaz icin ayrı ayrı fiziksel olara elektrik kabloarı ile gerçekleştirilir. Her bir modül tek bir cihaz için kullanılabileceği gibi bir modüle birden fazla cihaz da bağlanabilen modelleri vardır. Üçüncü basamakta kontrol cihazı yer almaktadır. Kontrolör, giriş çıkış modülleri ile tek bir haberleşme kablosu ve haberleşme protokolü kullanarak haberleşir ve kısa zaman çevrimlerinde aldığı bilgileri yorumlayıp, önceden programlandığı şekilde çıkışlar üretir. Büyük ve birden fazla kontrolör gerektiren sistemlerde bir üst basamak olarak, kontrolörler arası haberleşme hattı mevcuttur. Bu seviyede kontrolörler aralarında bilgi alışverişi yapmaktadırlar. Ayrıca bu hatta yerleştirilecek bir "Merkezi Bilgisayar" da, uygulama mühendisinin hazırlayacağı arayüzler sayesinde kullanıcılara, tüm sistemi gruplar halinde bir arada görme ve kumanda etme fırsatı verecektir. Bu tip uygulamaları yapan çok sayıda, çok uluslu firma mevcuttur ve genelde her firma kendine has programlama dili, kullanıcı arayüzü programı ve haberleşme protokolüne sahiptir. Sektördeki yeni eğilimler doğrultusunda firmalar artık "Bus","CAN","Modbus","LON", "BACNet" gibi belirli başlı bir takım standart haberleşme protokollerini desteklemektedir. Ayrıca yeni çıkan kullanıcı arayüzü programları "Web" tabanlı grafikler ile internet üzerinden ulaşımı da desteklemektedir. Görüntü çözücü Görüntü çözücü, sayısal görüntülerin sıkıştırılabilmesi için kullanılan donanım ya da yazılım birimidir. Sıkıştırmada genellikle kayıplı veri sıkıştırma yöntemleri kullanır. Geçmişte görüntü manyetik kasetlerde analog sinyallerle saklanıyordu. CDlerin piyasaya girdiği zamanlarda analog sesin sayısal ses haline çevirilebilmesi, görüntünün de sayısal biçimde saklanabilmesine olanak verdi, böylece yeni teknolojiler ortaya çıktı. Ses ve görüntü sıkıştırmak için özel yöntemler gerektirdi. Mühendisler ve matematikçiler bu sorunu çözebilmek için çalıştılar. Burada görüntü kalitesi için karışık bir denge söz konusu, sunmak için gerekli veri miktarı (bit oranı olarak da bilinir), kodlama ve çözme algoritmaları, veri kayıpları ve hatalar için sağlamlık, düzenleme kolaylığı, rastgele erişim, sıkıştırma algoritmasının durumu, sondan sona gecikme, ve birkaç diğer etken. İçerik biçimi Bir içerik biçimi çeşitli şekillerdeki verileri standartlaştırılmış çözücülerin biçimine göre sıkıştırılmış halde içeren bilgisayar dosyasıdır. İçerik dosyası farklı veri çeşitlerini belirleme ve sınıflandırmak için kullanılır. Basit içerik biçimleri faklı çeşitlerdeki ses çözücüleri içerebilirken, daha gelişmiş olanları ses, görüntü, altyazılar, bölüm, ve künye-verisi (etiketleme, dosya bilgisi) destekler. Bazı içerikler ses için özeldir: Diğer esnek içerenler birçok ses ve görüntüyü bulundurabilir. En sevilen çoklu-ortam içerikleri: Vassil İvançuk Vassily Ivanchuk, (d. 18 Mart 1969, Lviv) Ukraynalı satranç ustası. Annesi fizik ve astronomi öğretmeni, babası da yüksek hakimdir. 7 yaşında satranca başladı. 19 yaşında "Büyükusta" (Grandmaster) unvanını aldı. Birçok uluslararası başarısı bulunmakta ve Ukrayna'nın en başarılı sporcularından birisi olarak spor literatürüne geçmiştir. Aralarında Türkçenin de olduğu 4 dil bilmektedir. Ulaştığı en yüksek ELO puanı 2752 dir.(Temmuz 2005) Türkiye'yi çok sever ve sık sık ziyerete gelir. Bursa'ya özellikle hayranlığı vardır. Ayrıca Bursa'nın 1.lig kulüplerinden birinin de resmi sporcusudur. 2002 yılı Dünya Satranç Şampiyonası 2.si, 2004 yılı Avrupa Şampiyonu ve sayısız takım başarıları vardır. Yazılım (program) Program kelimesi sözcük kaynağı olarak belirli şartlara ve düzene göre yapılması öngörülen işlemlerin bütünü anlamına gelmekte ve ayrıca izlence olarak tanımlanmaktadır. Ancak günümüz Türkçe kullanımı içinde genel anlamı, yapılacak bir işin bölümlerini, bu bölümlerin sırasını ve zamanını gösteren tasarı, planlama şekline dönüşmüştür. Bu sebeple okullarda, haftanın belli günlerinde, belli saatlerde verilecek dersleri gösteren çizelgelere; tören, gösteri, gezi vb. nin öngörülen ayrıntılarını gösteren basılı kâğıtlara; siyasi partilerin, toplumsal örgütlerin veya hükümetin açıkladığı ana ilkelerin tümüne de genel olarak Program ismi verilmektedir. Ayrıca Adolf Hitler'in Alman devlet politikasını yayınlandığı 25 maddelik yasa hükmünde kararnameye Program adı verilmektedir. (Tarihte ilk defa kanun hükmünde kararnameyi uygulayan da Adolf Hitler'dir.) Daha sonra emrindeki bir subay tarafından Hitler öldükten sonra kitap haline getirilerek küresel okuyucu önüne çıkartılmıştır. Program teriminin bir diğer önemli kullanım alanı da bilgisayar bilimindedir. "Bilgisayara bir işlemi yaptırmak için yazılan komutlar dizisinin bütünü veya bir kısmı" olarak tanımlanan terim, yalnızca günlük hayatta kullanılan bir bilgisayar terimi olarak kalmamış aynı zamanda bazı programlama dillerinde bizzat bir standart olarak teknik terim haline gelmiştir (Örneğin : FORTRAN 90 dili dahiline alınmış "PROGRAM" terimi, yazılan bu programın bilgisayar tarafından nerede başlayıp nerede bittiğini anlaması için kullanılmaktadır: Program bilgisayar programlama dilleri ile bilgisayarlara verilen istekler(komutlardır).Bu programlama dilleri üç farklı kategoride sınıflanır: Köprübaşı Pin-up kızı Pin-up kızı ya da pin-up modeli, yaygın şekilde basılmış resimleri pop kültürü olarak kabul edilmiş olan mankenlere verilen isimdir. Pin-up kızları genellikle, moda modellerinden ya da kadın oyunculardan seçilirler. "Pin-up" aynı zamanda bu türden fotoğrafların benzerlerinin boya ile resmedilmiş çizimlerine de verilen bir isimdir (Pinup sanatçıları listesine bakabilirsiniz). Pin-up terimi ilk olarak İngilizce diline 1941 yılında girmiş olmasına rağmen terimin kökeni 1890'lara kadar uzanmaktadır. "Pin up" resimleri, magazinlerden ya da gazetelerden kesilmiş resimler ya da kartpostal ve benzeri biçimlerde olabilirler. Ayrıca bu tür resimler çoğunlukla duvar takvimlerinde bulunmaktadırlar ve bundan dolayı da duvara raptiye ile tutturulmaktadırlar. "Pin up" teriminin Türkçedeki birebir karşılığı "iğnelemek ya da raptiyelemek"tir. Ancak daha sonraları pin-up kızlarının posterleri de yaygın olarak basılmaya başlanmıştır. Birçok pin-up resmi, kendi dönemlerinin birer seks sembolü olarak görünen Şöhretler ("Celebrity")dir. İlk pin-up kızlarının en ünlülerinden biri Betty Grable'dır ve posterleri II. Dünya Savaşında, neredeyse tüm Amerikan askerlerinin soyunma dolaplarını süslemekteydi. Sanatsal olarak pin-up ise, çekici ve güzel bir kadının nasıl olması gerektiğine dair görüntü veren idealize edilmiş kadın resimleridir. Bu tip ideal kadınların ilk örneklerinden biri, Charles Dana Gibson tarafından yaratılmış olan ve daha sonra Gibson kızı olarak da anılacak olanıdır. Bu akım daha sonra bu alanda çok meşhur olacak olan Alberto Vargas ve George Petty gibi birçok sanatçının yetişmesine yol açmıştır. Poster olarak basmaktansa, çizgi romanlarda, herhangi bir konuşma balonuna yer vermeksizin, karakterleri ya da belli bir olayı betimlemek için tek bir sayıda ya da yıllık içinde ayrılmış olan tam sayfa çizime de "pin-up" denmektedir. Genellikle özel uçakların gövde boyalarının süslenmesinde uçakların burun kısımlarında kullanılan resimlerdir. Murcia (özerk topluluk) İspanya 17 özerk bölgeye (comunidad autónoma, çoğul comunidades autónomas) ayrılmıştır. Murcia ("Región de Murcia"resmi olarak),özerk bölgelerden biridir ve İspanya'nın Güneydoğu Akdeniz kıyılarına sahiptir. Başkenti İspanya'nın yedinci büyük şehri Murcia'dır. Abanilla, Abarán, Águilas, Albudeite, Alcantarilla, Aledo, Alguazas, Alhama de Murcia, Archena, Beniel, Blanca, Bullas, Calasparra, Campos del Río, Caravaca de la Cruz, Cartagena, Cehegín, Ceutí, Cieza, Fortuna, Fuente Álamo de Murcia, Jumilla, La Unión, Las Torres de Cotillas, Librilla, Lorca, Lorquí, Los Alcázares, Mazarrón, Molina de Segura, Moratalla, Mula, Murcia, Ojós, Pliego, Puerto Lumbreras, Ricote, San Javier, San Pedro del Pinatar, Santomera, Torre Pacheco, Totana, Ulea, Villanueva del Río Segura, Yecla Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Boru Hattı, km uzunluğunda, Azerbaycan Bakü yakınlarındaki Sangaçal terminalinden gelen petrolü, Türkiye Akdeniz kıyısında Ceyhan deniz terminaline; Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye üzerinden geçerek taşıyan petrol boru hattı. Tüm uzunluğu boyunca gömülü olan boru hattının, (toplam uzunluğu km), Gürcistan'da km'si, Azerbaycan'da km'si, ve Türkiye'de km'si yer almaktadır. Boru hattının çapı Azerbaycan ve Türkiye genelinde 42 inç (106,68 santimetre). Gürcistan'da ise 46 inçtir (116,84 santimetre). Türkiye'de Ceyhan Deniz Terminali'ne doğru son bölümünde eğimden dolayı boru hattının çapı azalarak 34 inç'e (86,36 santime
tre) iner. Sovyetler Birliği döneminde, ülkeye hakim olan cumhuriyet Rusya idi. Özellikle 1920 ve 1930’lu yıllarda izlenen Stalinci politikalar, Sovyetler Birliği genelinde birçok etnik altgrubun ortaya çıkmasına yönelikti. Özellikle Kafkaslar’da bu plan başarıyla uygulandı ve burada meydana getirilen siyasî istikrarsızlıktan faydalanan hep Rusya Cumhuriyeti oldu. Yönetimdeki etkin gücünü kullanan Rusya, enerji konusunda ülke içindeki kaynak kullanımını kendi lehine olacak bir şekilde planlamış ve uygulamıştı. Özellikle Hazar Denizi çevresinde üretilen petrol ve doğalgazın dünya pazarlarına çıkışını sağlayan boru hatları hep Rusya'dan geçiyordu. Böylelikle Rusya; Kafkasya ve Orta Asya’daki devletlerin enerji konusunda bağımsız hareket etme kabiliyetlerini büyük ölçüde sınırlamış oluyordu. Azerbaycan petrol ve doğalgazının dünya pazarlarına çıkışı için alternatif bir yol aranması da yine Sovyetler Birliği dönemine, 1980'lerin sonuna rastlar. Bu sıralarda Sovyetler Birliği ömrünü tamamlamak üzere olan zayıf bir devlettir ve birliği oluşturan ülkelerin her biri kendi yolunu çizmeye çalışmaktadır. 1989 yılında, Ramco adlı İngiliz petrol şirketinin temsilcisi olan Steve Remp’in Bakü’ye gelmesiyle BTC hattının öyküsü de başlamış olur. Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi (ADPŞ), 1990 yılında Remp’ten Azeri petrollerinin Batı’ya pazarlanması amacıyla büyük petrol şirketleriyle temaslarda bulunmasını talep eder. Remp öncelikle British Petroleum (BP) ile ilişkiye geçer. Hemen 1991 yılının başında Amoco isimli bir diğer petrol devi de devreye girer. Temmuz ayında Amoco firması Azeri isimli petrol sahasıyla ilgili hakları kazanır. Aynı yıl 30 Ağustos’ta Azerbaycan bağımsızlığını ilan eder. Bunun hemen ardından da Azerbaycan ile Ermenistan arasında Dağlık Karabağ sebebiyle çatışmalar başlar ve bu yüzden petrol konusundaki ilerlemeler bir süreliğine kesintiye uğrar. 1992 yılının sonuna doğru; ADPŞ, BOTAŞ, BP, Pennzoil ve Amoco arasında, Bakü’den Gürcistan’ın liman kenti Supsa’ya, Rusya’daki Novorosisk’e ve Türkiye’nin Ceyhan ilçesine uzanması muhtemel üç ayrı boru hattı üzerine araştırmalara başlanması konusunda bir anlaşma imzalanır. 1993 yılının 11 Haziran’ında Azerbaycan devlet başkanı Ebul Feyz Elçibey, Batılı birçok petrol firmasıyla petrol sahalarının geliştirilmesi amacıyla bir anlaşma imzalar. Fakat bundan tam bir hafta sonra 18 Haziran’da, Azerbaycan KGB eski şefi ve Brejnev dönemi Politbüro üyesi Haydar Aliyev tarafından bir darbe yapılır ve Elçibey sürgüne gitmek durumunda kalır. Haydar Aliyev’in darbeden sonra petrol anlaşmasını iptal eder. Aradan bir yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra, Eylül 1994’te, yüzyılın anlaşması olarak adlandırılan petrol anlaşması imzalanır. Bunun ardından, büyük petrol şirketleri kendileri için daha avantajlı olan hatlardan petrol sevkiyatına başlarlar. Bakü – Ceyhan hattı ise uzunca bir süre adeta unutulur. Ekim 1998’de, ABD, Azerbaycan, Türkiye, Gürcistan, Kazakistan ve Özbekistan, imzaladıkları Ankara Deklerasyonu ile Bakü - Ceyhan boru hattına olan desteklerini ilan ederler. Bu arada Amerikan hükümeti BP’ye Bakü – Ceyhan hattı lehine yoğun bir baskı uygulamaya başlar. BP ise ısrarla bu projenin ekonomik olarak uygun olmadığını belirtir. Bu arada, Nisan 1999’da Bakü – Supsa boru hattı hizmete girer. Gürcistan, hattın güvenliğini sağlamak için elindeki bütün imkânları seferber eder. BP, Türkiye ile arasında yaşanan yoğun görüşmelerin ardından, Bakü – Ceyhan hattına destek verdiğini açıklar. Fakat bu hattın jeopolitik değil, ticarî bir proje olması konusunda ısrar eder. Bakü – Ceyhan ile ilgili en önemli gelişmelerden biri Kasım 1999’da İstanbul’da yapılan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü konferansında yaşanır. Türkmenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan ve Türkiye devletlerinin liderleri, ABD Başkanı Bill Clinton’un da hazır bulunduğu imza töreniyle bu hattın arkasında durduklarını açıklarlar ve hattın ismi Bakü – Tiflis – Ceyhan olarak değiştirilir. Yine aynı konferansta, Bakü’den Erzurum’a uzanacak olan bir doğalgaz hattı konusunda da anlaşmaya varılır. Bu hatla Azerbaycan’a ait Şahdeniz bölgesinden doğalgaz taşınması planlanır. Bu konferansın ardından BTC hattı ile ilgili konularda bir hızlanma yaşandı. Geçen süre içresinde, petrol boru hattının yapımında gerekli her türlü ön çalışma yapıldı ve 10 Eylül 2003’te boru hattının inşasına başlandı. 17 Eylül 2002’de de Azerbaycan’ın Sangaçal yöresinde ilgili devletlerin başkanlarının katıldığı bir temel atma töreni yapıldı. 10 Haziran 2003 tarihinde altıncısı yapılan Üç Denizin Hikâyesi adlı konferansta, Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yaptığı konuşmada BTC hattının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurgulayarak, bu hatta Kazakistan’ın da dahil edilmesi gerektiğini belirtti. Azerbaycan bütçesindeki toplam gelirin yaklaşık olarak %50’si petrol ihracından gelmektedir. Azerbaycan’ın toplam ihracatının %90’ı da petrol ve doğalgazdan oluşmaktadır. Petrol ve doğalgaza bu denli bağlı bir ülke için, bu ürünleri taşıyacak boru hatları da son derece önemli. Azerbaycan’ın Ermenistan’la yaşadığı problemler yüzünden, Bakü – Ceyhan boru hattının güzergahı Gürcistan üzerinden geçerek uzamış ve toplamda 1760 kilometreyi bulmuştur. Kullanılacak boruların çapları, Azerbaycan’dan başlamak üzere üç ülke içinde sırasıyla; 105, 115 ve 85 santimetre olacaktır. Yıllık 50 milyon ton kapasitesi olması beklenen hattın üzerinde 8 pompalama istasyonu bulunacak. BTC’ın planlanan toplam maliyeti 3 milyar dolar. Fakat bu rakamın 4 milyara kadar çıkabileceği tahmin ediliyor. BTC’ın ortaklarına baktığımızda ise şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz. ADPŞ %45, BP Amoco %25, Unocal %7,48, Statoil %6,37, ENI Agip %5 ve TPAO %5 paya sahipler. Ceyhan’dan ilk petrol sevkiyatı, 2006 yılının haziran ayı içinde gerçekleşti. Hazar bölgesindeki ispatlanmış petrol miktarı yaklaşık 34 milyar varil. Tahmin edilen ise 270 milyar. 2010 yılında bölgede günde 3,7 milyon varil petrol üretimi yapılacağı tahmin ediliyor. Topraklarında pek petrol bulunmayan Gürcistan da transit geçişten pay alarak ekonomisine ciddi katkılarda bulunmayı tasarlıyor. İlk beş yıl için varil başına 12 cent alacak olan Gürcistan, sonraki 10 yıl için 14, ondan sonraki dönem için ise minimum 17 cent geçiş ücreti almaya hak kazanacak. Tıpkı Ortadoğu gibi son derece karışık ve karmaşık bir bölge olduğundan, Kafkasya ile ilgili öngörülerde bulunmak son derece zor ve riskli bir hal alıyor. Kafkasya'da ABD stratejisi Orta Asya planlarından farklılık gösteriyor. Kafkasya'nın en zengin petrol yatakları siyasi ve ekonomik istikrar açısından bölgenin en güçlü devleti Rusya'nın sınırlarında yer alıyor. 2.Dünya Savaşı sonrasında başlayan ABD ve Rusya arasındaki uluslararası güçlülük rekabeti Kafkasya'nın geleceğini Orta Asya'nın durumundan farklı kılacaktır. Petrol ithalatının %50'sini Rusya'dan karşılayan Avrupa ve ABD bu nedenle Rusya'ya olan petrol bağımlılığını azaltabildiği takdirde koşullar değişecektir. Fakat bu konuda dünyanın bugün sahip olduğu en fazla petrol yatakları Latin Amerika'da Venezuela,Orta Asya'da Irak,Kuzeyde ise Rusya'da yer almakta.Bu dağılım ABD'nin Venezuela'da karlı petrol şirketleri kuramaması nedeniyle şimdilik ABD'nin Rusya'yı ikame edebileceği başka bir bölgenin olmaması sonucu ile karşı karşıya bırakıyor. İki bölge arasındaki farklılık Orta Asya'yada Rusya gibi ABD için karşı güç oluşturabilecek stratejik ve siyasal konuma sahip olan Türkiye'nin bu tanımdan çok uzak olmasıyla açıklanabilir. BTC petrol boru hattı 2006 yılında tam anlamıyla faaliyete geçti. Böylece hem Azerbaycan çıkarttığı doğal kaynakları satmaya başlayarak petrol gelirlerini arttırmaya başlayacak hem de Rusya’dan başka güçlü bir ihracat kapısı bulmuş olacak. Ayrıca, Azerbaycan petrolü Avrupa pazarına daha kısa bir yolla ulaşacağından, Ortadoğu petrolüyle rekabet eder hale gelecektir. BTC, anlaşma gereği kasasına girecek olan transit geçiş ödemeleri sebebiyle Gürcistan için de çok faydalı olacaktır. Böylece Gürcistan ekonomik açıdan biraz daha bağımsız olacak ve muhtemelen, üzerindeki Rus baskısını hafifleterek daha demokratik ve istikrarlı bir siyasî yapıya kavuşacaktır. BTC hattına evsahipliği yapan üçüncü ülke Türkiye de bu hattın meyvelerini yemeye başlayacaktır. Gürcistan gibi transit geçiş ücreti alacak olan Türkiye, bunun yanı sıra şu anda tamamen bağımlı olduğu Ortadoğu petrolüne de bir alternatif bulmuş olacaktır. Hazar’daki Azerbaycan kaynaklarına ek olarak, bu boru hatlarına Kazak ve Türkmenistan kaynakları da entegre edilebilirse, 1994 yılında bu hatla ilgili anlaşma imzalandığında konulan ad "Yüzyılın Anlaşması", gerçekten hakkını vermiş olacaktır. BTC başarıya ulaşması gibi başarısız olma ihtimali de göz önünde bulundurulmalıdır. Hazar Denizi’nde Azerbaycan’ın payına düşen petrolün tahmin edilenden az çıkması, Kazak ve Türkmen kaynaklarının BTC hattına kanalize edilememesi, petrol fiyatlarında yaşanması muhtemel bir gerileme, Kafkasya’da meydana gelebilecek ciddi bir silahlı çatışma vs, BTC boru hattının verimli ve kârlı çalışmasını engelleyebilir. Ekonomilerini sadece, hasbelkader topraklarında bulunan petrol, doğalgaz, altın gibi doğal kaynaklardan elde ettikleri gelirlerin üzerine kurmuş olan ülkelerin geneline baktığımızda, gerek toplumsal gerekse siyasî ve iktisadî olarak pek de rahat etmediklerini görüyoruz. Ortadoğu ve Afrika’da bu duruma örnek oluşturabilecek birçok ülke bulunuyor. İran, Irak, Cezayir, Libya, Kuveyt vs ülkeler kâğıt üzerinde bakıldığında çok rahat şartlar altında yaşamaları gerekirken, bir türlü istenilen refah düzeyine erişemedikleri gibi, çok sayıda ciddi problemle de boğuşur durumdalar. Petrol ve doğalgazla zenginleşen Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan ve dolaylı olarak kâra geçen Gürcistan gibi ülkelerde de yukarda isimlerini saydığımız ülkelerdekine benzer problemler yaşanabilir. Böylece, zenginleşme umudu olarak görülen petrol ve doğalgaz, Orta Asya ve Kafkaslar’daki devletler için adeta bir kara veba halini alacaktır. Bu duruma düşmemek için bölge
ülkelerinin petrolden kazanacakları paraları son derece dikkatli kullanmaları ve ülke ekonomisindeki diğer sektörlerin de gelişmesinde kullanmaları gerekmektedir. Böylece ülke genelindeki ekonomik denge bir nebze de olsa korunmuş olacak ve doğal kaynaklarda yaşanabilecek herhangi bir dramatik değişim karşısında, kendilerini kurtaracak bir can simidi halini alacaktır. Irak petrolünü garanti altına almış olan ABD, Kafkaslar’dan gelecek olan petrolü ikinci planda düşünmeye başlayabilir. Böyle bir politika değişikliği en fazla Rusya’nın işine yarayacaktır. Rusya, ABD’nin bulunmadığı bir Kafkasya’da çok daha rahat hareket edebilir. Fakat bunun tam aksi bir gelişme daha muhtemel görünüyor. İran’daki rejimi sona erdirmeyi kafasına taktığı belli olan Obama yönetimi, bu ülkeyi çevreleme politikası izliyor. Bu amaçla, Kafkaslar’da Gürcistan ve Azerbaycan’da yeni askerî üsler kurma peşinde. Rusya’nın gösterdiği tepkilere aldırmayan ABD, belki de Azerbaycan’ın NATO üyeliği konusundaki ısrarlarını yürürlüğe koyacak ve önümüzdeki senelerde Kafkaslar’dan NATO’ya yeni bir üye kazandıracaktır. Toplam Hat Uzunluğu 1.075.366 m. Boru Çapı 46” – 42” - 34” Toplam Pompa İstasyonu Adedi 6 adet (4 adet Ana Pompa İstasyonu, 2 adet Pig İstasyonu) Blok Vana İstasyonu Sayısı 51 adet Toplam Kazı 15.580.540 m³ Toplam Dolgu 8.313.622 m³ Toplam Beton 112.000 m³ Toplam İşgücü 12.074 kişi Kullanılan Toplam Boru Uzunluğu 1.082.171 m. Kullanılan Toplam Hat Borusu Sayısı 89.667 adet Kullanılan Toplam Hat Borusu Tonajı 406.879 ton Toprak İşleri Ekipmanları (Ekskavatör, dozer, grayder, vb.) 774 adet Boru Hattı Ekipmanları (Sideboom, paywelder, vb.) 846 adet Kaldırma ve Taşıma Ekipmanları (Vinç, TIR, kamyon, vb.) 671 adet Toplam İşgücü 6.922 Kişi Toplam Kazı 13.000.000 m³ Toplam Nebati Toprak Sıyırma 6.000.000 m³ Toplam Hendek Kazısı 7.000.000 m³ Boru Çapı 46” (22 km) – 42” (929 km) – 34” (125 km) Toplam Hat Borusu Kaynak Uzunluğu 589.000 m. Fiber Optik Kablo (184 makara) 1.150.250 m. Toplam Kazı 1.030.540 m³ Toplam Geri Dolgu 428.622 m³ Dökülen Toplam Beton 53.000 m³ Toplam Betonarme Demiri 6.005 ton Toplam Boru İmalatı 82.281 çap-inç Toplam İşgücü 2.149 Kişi Toplam Kazı 1.550.000 m³ Toplam Geri Dolgu 885.000 m³ Toplam Beton 59.000 m³ Toplam İşgücü 3.003 Kişi Toplam Tank Çelik Plaka 20.850 adet Tankların Toplam Depolama Kapasitesi 1.055.600 m³ Toplam Kaynak Uzunluğu 199.800 m. İskele Uzunluğu 2.565 m. İskele Toplam Kazık Uzunluğu 32.190 m. İskele Toplam Kazık Tonajı 341.852 ton Telitromisin Telitromisin, klinik düzeyde kullanılmaya başlanan ilk ketolid ailesi antibiyotiğidir. "Ketek" ismiyle satışa sunulan telitromisin semisentetik, eritromisin A türevi bir antibiyotiktir. Solunum yolu enfeksiyonlarında kullanılır. Hoechst Marion Roussel (şimdi Aventis) isimli Fransız ilaç şirketi tarafından denemeleri yapılmış, Avrupa Komisyonundan onay aldıktan sonra Avrupa'da Ekim 2001'de satışa sunulmuş, ABD'de ise Nisan 2004'te FDA onayını alabilmiştir. Telitromisin protein sentezine müdahale ederek bakteri gelişimini önler. Bakteriyel protein sentezini bakteri ribozomunun 50S alt birimine bağlanarak inhibe eder (engeller). Diğer (eski) makrolitlerden farklı olarak telitromisin 50S alt biriminin iki 23S ribozomal RNA bölümüne bağlanır. Ayrıca telitromisin olgunlaşmamış 50S ve 30S ribozomal alt birimlerin birleşmesini inhibe eder. Telitromisin oral uygulamayı takiben hızla emilir. Fagositlerde (yutargöze) büyük bir yoğunluğa ulaşarak enfeksiyonun bulunduğu bölgeye hızla ulaşır ve fagositoz (gözeyutarlığı) sırasında büyük oranlarda serbest bırakılır. Dokulardaki telitromisin yoğunluğu plazmadakinden çok daha yüksektir. Büyük oranda karaciğer tarafından metabolize edilir, küçük bir oranda idrar yoluyla elimine edilir. Telitromisinin ortalama yarılanma ömrü yaklaşık olarak 10 saattir. Hafif ve orta şiddette toplumda edinilmiş pnömoni, kronik bronşitin akut alevlenmesi, akut sinüzit, tonsillit/farenjit tedavilerinde kullanılır. Telitromisin, 12 yaş ve altında, gebelik ve laktasyon sırasında kullanılmamalıdır. Hafif ve orta şiddette böbrek yetmezliği olan hastalarda normal dozajlarda kullanılabilir, ağır böbrek yetmezliği olan hastalarda ise dozaj ayarlaması yapılarak kullanılabilir. Bunun yanında günümüzde kullanımı yasaklanmıştır.Telitromisin karaciğer yetmezliğine neden olabilir. En sık görülen yan etkileri gastrointestinal sisteme dairdir; diyare (ishal), bulantı, kusma ve gastrointestinal ağrı (karın ağrısı). Bunların dışında sıklıkla bildirilen diğer yan etkilerde sermselik ve baş ağrılarıdır. Nadir olarak (%1'den az) bulanık görme ve odaklanma zorluğuna neden olabileceği bilinmektedir. Ceyhun Atuf Kansu Ceyhun Atuf Kansu (d. 7 Aralık 1919, İstanbul - ö. 17 Mart 1978, Ankara), Türk yazar, şair ve doktor. 7 Aralık 1919 günü Bostancı'da dünyaya geldi. Babası, uzun yıllar Erzurum milletvekili olarak mecliste görev alan siyasetçi ve eğitimci Nafi Atuf Kansu, annesi eğitimci Müfdale Hanım'dır. Küçük yaşta annesini kaybetti. Babasıyla birlikte 1921'de Ankara'ya gitti. 1938 yılında Ankara Gazi Lisesi'ni bitirdi. İlk şiirini okul dergisinde yayımladı. 1938 ve 1944 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tıp öğrenimi gördü. Tıp öğrenimi sırasında doğa, çocuk, yurt sevgisini işlediği "Bir Çocuk Bahçesi'nde" ve "Bağbozumu Sofrası" adlı ilk şiir kitaplarını yayımladı. Tıp eğitimini tamamladıktan sonra Ankara Numune Hastanesinde çocuk hastalıkları alanıyla ilgilendi. Bir yandan da Altındağ mahallesinde açtığı bir poliklinikte gecekondu mahallesi çocuklarına sağlık hizmeti götürmeye çalıştı. "Çocuklar Gemisi" adlı kitabını yayımladı. Daha sonraları kendi isteğiyle gittği Turhal'da 11 yıl çalıştı. Bir yandan Turhal Şeker Fabrikası'nın çocuk doktoru olarak çalışırken, diğer yandan şiir kitapları yayımlamayı sürdürdü. Turhal'daki yaşamı sırasında "Yanık Hava", "Haziran Defteri" ve "Yurdumdan" kitaplarını yayınladı. 1959 yılından itibaren Ankara'da Ankara Şeker Fabrikası ile Şeker Şirketi Genel Müdürlüğünde doktorluk mesleğini sürdürdü. Bu dönemde Ankara Radyosu'nda yaptığı Kurtuluş Savaşı, Mustafa Kemal ve Türk dili konuları üzerine konuşmalarıyla tanındı. "Bağımsızlık Gülü" kitabıyla 1965-1966 Yeditepe Şiir Armağanı'nı kazanan Kansu, "Sakarya Meydan Savaşı" kitabıyla da 1970-1971 Behçet Kemal Çağlar Ödülü'nü aldı. İlk şiiri lise öğrencisiyken arkadaşlarıyla birlikte çıkardığı "Filiz" adlı okul dergisinde 1938'de yayımlandı. Ardından şiirleri "İnkılapçı Gençlik", Ülkü, "Yücel", "Millet", İstanbul gibi dergilerde yer buldu. Olgunlaşmış bir şiirle kuşağının önde gelen temsilcileri arasında yerini aldı. Bu dönemdeki şiirlerinde toplumsal sorunlara ağırlık verdi. Halk dilinden, halk söyleyişlerinden geniş biçimde yararlanarak, halkın özlemlerini, sevinçlerini, acılarını ve yaşama savaşımını coşkulu bir söyleyişle dile getirdi. Şiirlerinin kaynağını hoşgörü, insanlık sevgisi, ulusal bağımsızlık ve doğa oluşturdu. "Çocuk" dergisinde masalları, Vakit ve Ulus gazeteleri ile Varlık ve Seçilmiş Hikayeler Dergisinde öyküleri de yayınlandı. 1986'dan başlayarak heryıl verilmek üzere kendi adına şiir ödülü kondu. Etimesgut Şeker Fabrikasında çocuk doktorluğu görevinde iken kalp yetmezliği sonucu yaşamını yitirdi. 17 Mart 1978 tarihinde Ankara'da toprağa verildi. Kartaca Kartaca (Arapça: قرطاج‎ "Qarṭāj") (Latince: "Carthago"), MÖ 814 yılında, Tunus yarımadasında kurulmuş olan bir Fenike kolonisidir. Kartaca, Fenike dilinde Kart-hadaşt yani "Yeni Şehir" anlamına gelmektedir. Kart Hadaşt, 22 sessiz harften oluşan Fenike alfabesiyle QRT-HDST olarak yazılmaktadır. Hem Antik Yunanistan hem de Roma İmparatorluğu'nun, Kartaca ile tarihin büyük bir bölümünde Akdeniz ticareti için rekabet halinde olmaları ve bu rekabetin sıcak çatışmalara varmış olması nedeniyle bu tarihçilerin çalışmaları büyük ölçüde önyargılı çalışmalardır. Kartaca kenti, kuzey - güney doğrultusunda uzanan bir burun ve körfez üzerine kurulmuştur. Kentin bu konumu, deniz ticareti için çok uygun bir liman sağlamış ve Kartaca'yı Akdeniz ticaretinde etkin duruma getirmiştir. Deniz ticaretine çıkan tüm gemiler, Sicilya ile Tunus sahili arasından, bir başka açıdan, Kartaca açıklarından geçmek durumundadır. Kent içinde iki büyük ve yapay liman inşa edilmiştir. Limanlardan biri, Kartaca'nın 220 savaş gemisinden oluşan donanması için, diğer ise deniz ticaret filosu içindi. Surlarla çevrili bir kule, her iki limanı da kuşbakışı görmektedir. Kent, 37 km uzunluğunda tek bir sur tarafından kuşatılmaktadır. Bu sur uzunluğu, dönemin pek çok benzer kentindekilerden daha uzundur. Esasen surların büyük bir bölümü sahili örtmektedir. Kartaca'nın deniz gücü göz önünde bulundurulduğunda bu surlar daha az gerekliydi. Surların 4 – 5 km'lik bölümü batıdaki kıstak boyunca uzanmaktaydı. Aslında bu kesimden bir saldırı pek olası değildir. Kentte, büyük bir nekropolü, dini yapıları, pazar yerleri, kuleleri ve bir amfitiyatrosu ve dört parça, eşit ölçüde konut alanları bulunmaktadır. Byrsa adı verilen bir hisar, kabaca kentin ortasında yükselmektedir. Kartaca, Helenistik dönem'in en büyük kentiydi. Bazı tahminlere göre sadece dönemin İskenderiyesi daha büyük bir kenttir. Ayrıca endüstri öncesi dönemlerin en büyük kentlerinden biriydi. Kartaca'nın tarihi üzerine yapılacak bir çalışma bir ölçüde sorunludur. Bugün için Kartaca ile ilgili yazılı kaynaklar, Romalı ve Yunan tarihçilerin çalışmalarıyla sınırlıdır. Gerek Kartacalıların gerekse de Fenikelilerin papirüs kullanmaları ve bu materyalin zaman içinde dağılması sonucu, Kartaca ve Fenike yazılı kaynakları zamanımıza kadar ulaşmamıştır. Bu sonuçta kuşkusuz Pön savaşları sonunda Roma ordusunun kentin kültürünün ve kayıtlarının tahrip edilmiş olmasında yatar. Üçüncü Pön Savaşı sonunda kent büyük ölçüde yakıldı, yıkıldı ve yağmalandı, ilk elden kaynakların çok azı günümüze ulaşabildi. Kuzey Afrika'daki ortaya çıkarılan yapı ve yazıtlarda bulunanlarla birlikte Grekçe ve Latincede birkaç eski Pön çevirisi bulunmaktadır. Fakat esas kaynaklar, Titus Liv
ius, Polybius, Appian, Cornelius Nepos, Silius İtalicus, Plutarkhos, Cassius Dio ve Herodot gibi Yunan ve Roma tarihçilerinin eserleridir. Bu yazarlar, Kartaca ile rekabet halinde olan dolayısıyla da sık sık çatışan toplumların insanlarıdırlar. Yunan şehir devletleri Kartaca ile Sicilya için rekabet halindeydiler. Öte yandan Roma üç devre halinde süren bir dizi muharebe içine girmiştir. (Pön Savaşları) Bekleneceği şekilde bu yazarların Kartaca ile ilgili yazdıkları, belirgin biçimde Kartaca aleyhtarı yazılardı. Kartaca hakkında daha tarafsız yazan birkaç Yunan yazarın eserleri ise günümüze ulaşamamıştır. Kartaca kenti, Tyre (Sur) kenti kraliçesi Elishar tarafından (Yunan kaynaklarında Elissa ya da Elissar, Roma kaynaklarında Dido) MÖ 814 ya da 813 yıllarında kurulmuştur. Roma imparatorluğundan kaçan Elishar yandaşlarınıda yanına alarak Tunus'a kaçmış ve dönemin Tunus imparatorundan kendisine bir öküz postu kadar bir yer verilmesini istemiş. İmparator bu teklifi kabul edince öküz postunu ince ince iplik haline getirerek Akdeniz kıyısına Kartaca'yı kurmuştur. Akdeniz’deki merkezi konumu Kartaca’ya deniz ticaretinde geniş olanaklar sağlamıştır. Fenikeli tüccarlar açısından geleneksel hale gelen Doğu Akdeniz ticaretinin yanı sıra Batı Akdeniz’e de aynı derecede yakın olmasıyla Kartacalı tüccarlar, Batı Akdeniz’de bağlı koloniler oluşturmakta gecikmediler. Fenike kentleri, tarihlerinin hiçbir döneminde tam bağımsız kent devletleri olmamışlardır, komşuları olan güçlü devletlerin hegemonyalarını kabul etmiş, Akdeniz’de serbestçe ticaret yaparak servet edinmenin bir bedeli olarak gördükleri yıllık vergileri bu devletlere ödemişler, bunu ticari faaliyetlerin bir sabit maliyeti olarak görmüşlerdir. Dolayısıyla denizaşırı Fenike kolonileri de kendi politik ve ticari stratejilerini bağımsızca geliştirmişlerdir. Kartaca da bu denizaşırı kolonilerden biri olarak, konumunun getirdiği olanaklardan serbestçe yararlanmıştır. MÖ 509 yılında Roma Cumhuriyeti ile Kartaca arasında, Akdeniz’in ticari ve politik etki alanları olarak iki devlet arasında bölüşümünü sağlayan bir anlaşma da, Kartaca’nın Batı Akdeniz ve Kuzey Afrika kıyılarındaki genişlemesine katkıda bulunmuştu. MÖ 5. yüzyıl başlarında Kartaca artık Batı Akdeniz ve Kuzey Afrika kıyılarında geniş bir etki alanını kontrol etmektedir. Eski Fenike kolonilerini –yer yer zor kullanarak- kontrolü altına almış, Libya’daki göçebe çöl kabilelerini sindirmiştir. Akdeniz’de Kartaca genişlemesi, İspanya kıyılarından başlayarak iç kesimlere, Sicilya, Balear adaları, Sardunya ve Kuzey Afrika kıyılarındaki kolonileşmeyle altın devrine ulaşmıştır. Kartaca, iki kral, iki de kurul tarafından yönetiliyordu. İki kuruldan daha geniş yetkileri olan senato en varlıklı ailelerin reisleri arasından seçilen 300 kişiden oluşan bir kuruldu. Otuz kişilik bir iç kurul üyeliği ömür boyu olmakla birlikte diğer üyeler belirli aralıklarla seçim yoluyla yenilenirlerdi. Meclis ise belirli bir varlık düzeyinin üstündeki tüm özgür Kartaca vatandaşlarından oluşmaktaydı. Esasen seçilen kralların onaylanması dışında fazla bir yetkisi yoktur. Krallar bir yıllık görev süreleri için seçiliyorlardı. Yetkileri senatonun denetimi ve kamu kurumların yönetimi idi. MÖ 6. yüzyılın sonlarından itibaren Roma ile Akdeniz'in etki alanı olarak paylaşılmasında, Kartaca ile Roma arasında ufak sürtüşmeler dışında pek fazla sorun yaşanmadı. Ancak MÖ 3. yüzyılda dengeler değişmeye başlamıştır. İtalya yarımadasında Yunan kent devletleri üzerinde kesin hakimiyet kuran Roma, Akdeniz ticaretinden payını artırmaya gitmek yolundadır artık. Akdeniz üzerindeki etki alanları çekişmesi, Pön savaşları olarak tarihe geçecek bir dizi çatışmaya yol açmıştır. Sicilya'daki Yunan kolonileriyle Kartaca arasında çıkan çatışmada, Yunan kolonilerinin Roma'nın yardımını istemeleri üzerine 1. Pön Savaşları çıkmıştır. MÖ 265 yılında, ağırlıklı olarak deniz savaşlarıyla süren bu savaşlar MÖ 241 yılında Kartaca'nın barış istemesiyle sonuçlanmıştır. Bu yenilgiden sonra Kartaca İber yarımadası'na gözlerini dikmiştir. Kartaca, General Hamilcar Barca ve oğulları Hannibal ve Hasdrubal Barca İber yarımadasının neredeyse tümünü kontrol altına almıştır. Roma'nın elinde sadece Saguntum kenti kalmıştı. Gelişmeleri endişeyle izleyen ve Kartaca'yla yeni bir çatışmayı politik olarak gerekli gören Roma, MÖ 218 yılında, Kartaca ordularının Ebro nehrini geçmelerinin savaş durumu sayılacağını belirten bir girişimde bulunmuştur. Bunun üzerine patlak veren 2. Pön Savaşlarında Hannibal kara ordusuyla İber yarımadasından kara yolunu kullanarak İtalya'ya ilerledi. 2. Pön Savaşları, Hannibal'in tarihin gördüğü en yetenekli komutanlardan sayılmasına neden olacak birbiri ardına kazanılan başarılarla sürdü. Ancak İtalya topraklarında kesin sonuçlu bir başarı sağlamayan Hannibal, Roma'nın MÖ 204 yılında Kartaca yakınlarına bir çıkartma yapması üzerine İtalya'dan ayrılmak zorunda kalmıştır. MÖ 203 yılında Zama savaşında Hannibal orduları Roma ordusu karşısında yenilgiye uğramış ve Kartaca, oldukça ağır barış koşullarını kabul etmiştir. Bu iki yenilgi sonrasında gücünden çok şey kaybetmiş olan Kartaca'ya karşı Roma'nın son darbesi, MÖ 149 yılında başlayan ve MÖ 146 yılında Kartaca kentinin tümüyle yakılıp yıkılmasıyla son bulan Ucuncu Pön Savaşıdır. Kartaca sehir belediyesi ile şu yabanci kentler arasında resmi kardes sehir baglantisi bulunur{ HAARP Yüksek Frekanslı Aktif 'Aurora'sal Araştırma Programı (İngilizce: "High Frequency Active Auroral Research Program") veya kısaca HAARP; Amerikan Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri, Alaska Üniversitesi ve Defansif İleri Araştırma Projeleri Ajansı (DARPA) tarafından finanse edilmiş, iyonosferin özelliklerini ve davranışlarını araştırmak üzere Alaska'da sürdürülen çalışma. BAE Systems tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiştir. HAARP'ın amacı iyonosferi analiz ederek radyo iletişim, izleme ve navigasyon için teknolojik iyileştirme potansiyelini araştırmaktır. HAARP programı Alaska Gaskona bölgesinde Amerikan Hava Kuvvetlerine ait bir arazi üzerinde yer alan ve büyük, yarı-arktik bir tesis olan HAARP Araştırma İstasyonunu işletmektedir. HAARP Araştırma İstasyonundaki en önemli ve en meşhur cihaz İyonosferik Araştırma Aracıdır (IRI). IRI, yüksek frekans bandında çalışan yüksek güçlü bir radyo vericisidir. IRI ile iyonosferin limitli bir bölgesi uyarılabilir. VHF ve UHS radarı, fluxgate manyetometresi, digisonde (bir iyonosferik ses cihazı), indüksiyon manyetometresi gibi diğer aletler IRI tarafından uyarılan bölgedeki fiziksel süreçlerin incelenmesi için kullanılır. Merkezde yüksek frekansta radyo sinyali yayınlayabilen toplam 180 adet anten bulunmaktadır. IRI ile iyonosferi anten gibi kullanarak düşük frekanslı elektromanyetik dalgalar yaratılabilir ve zayıf kuzey ışıkları (aurora) benzeri parlamalar elde etmek mümkündür. HAARP İstasyonu 1993 yılında faaliyete geçmiş olup şu an aktif olan IRI 2007 yılında tamamlanmıştır. HAARP'ın 2008 yılı itibarıyla vergi ile finanse edilmiş 250 milyon $ harcaması gerçekleşmiştir. Mayıs 2013'te müteahhit değişikliğinin beklenmesi nedeniyle geçici olarak kapatılacağı bildirilmiş, Mayıs 2014'te HAARP programının bir yıl içerisinde tamamen sona erdirilebileceği belirtilmiştir. Ağustos 2015'te tesis ve tüm ekipmanları Alaska Fairbanks Üniversitesine devredilmiştir. HAARP projesi iklim kontrol silahı olması ve yapay deprem, zihin kontrolü yaratabilmesi gibi birçok komplo teorisine konu olmuştur. Bilim insanları ve eleştirmenler tarafından bu iddiaların eksik veya hatalı bilgiye dayandığı, iddiaların tesisin kabiliyetlerinin çok üzerinde olduğu ve doğa biliminin kapsamını aştığı belirtilmiştir. Stanford Üniversitesi profesörü, Türk bilim insanı Umran İnan, Popular Science dergisine verdiği demeçte iklim kontrolü ile ilgili komplo teorilerinin "tamamen yanlış bilgiye dayandığını" belirtmiş ve şu açıklamayı yapmıştır:Dünya gezegeninin (meteorolojik) sistemlerini ne yapsak bozamayız. Her ne kadar HAARP'ın yaydığı radyasyon çok büyük de olsa, bir şimşeğin gücü ile kıyaslandığında çok küçüktür ve tüm dünyada saniyede 50 ila 100 şimşek çakmaktadır. HAARP'ın yoğunluğu çok küçük. Mazarrón Mazarrón, Región de Murcia'nın beldediyelerinden biridir ve İspanya'nın Güneydoğu Akdeniz kıyılarına sahiptir. Carly Fiorina Cara Carleton Sneed "Carly" Fiorina (Sneed evlenmeden önceki soyadıdır, 6 Eylül 1954) ABD'li bir siyasetçi ve iş kadınıdır. 2016 ABD başkanlık seçimleri'nde Cumhuriyetçi Parti'den aday olmuştur. Carly Fiorina 6 Eylül 1954 tarihinde Austin, Teksas'da doğmuştur. Babası Joseph Tyree Sneed, III Teksas Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde profesördü. Annesi Madelon Montross ise soyut ressamdı. 1976 yılında Stanford Üniversitesi'nin Ortaçağ Tarihi ve Felsefe bölümünden mezun oldu. 1989 yılında da Massachusetts Institute of Technology'den MBA derecesi aldı. Yaklaşık 20 yıl boyunca AT&T ve Lucent Technologies'de çeşitli yöneticilik görevlerinde bulunmuştur. Lucent'ın AT&T'den ayrılıp halka arz edilmesi sürecini yönetmiştir. 1999-2005 yılları arasında bilişim teknolojisi şirketi HP'nin genel müdürü olarak görev yaptı. 2001 yılında firmasının rakip bilgisayar üreticisi Compaq firmasıyla birleşmesine öncülük etti. Böylece HP dünyanın en büyük bilgisayar üreticisi konumuna geldi. Fakat firmanın karlılığında olan büyük bir düşüşten dolayı 2005 yılında HP yönetim kurulu tarafından görevinden azledildi. 2010 yılında ABD'nin Kaliforniya eyaletini ABD Senatosu'nda temsil etmek için seçimlere girdi, fakat kaybetti. 4 Mayıs 2015 tarihinde ABD başkanlık seçimlerine Cumhuriyetçi Parti'den adaylığını koyduğunu açıkladı. İnsan Genom Projesi İnsan Genom Projesi “tüm çağların en özel günü” ifadesi ile 26 Haziran 2000 tarihinde ABD Başkanı Bill Clinton, Birleşik Krallık Başbakanı Tony Blair ve özel şirketleri temsilen Celera Genomics yetkilileri, projenin ilk ayağını tamamladıklarını dünyaya ilan ettiler. Proje sonuçları 2001 yılında açıklanmış olsa da eksikler ancak 2003 yılında bitirilebildi. Geçen süre
içinde yeni bilgiler ortaya çıktıkça insan genomu sürekli güncellendi, son olarak insan genomunun 36.2 nci kurumu ve sürümü NCBI tarafından yapıldı. Teknik nedenlerle dizisi belirlenemeyen 302 boşluk bulunan bu son sürümün gen kodlayan bölgelerin yaklaşık %99’unu kapsadığına inanılıyor. Bu proje sayesinde ilaç ve kimya sanayii uzmanlarına, Alzheimer’den vereme, kalp hastalıklarından astıma kadar her türlü hastalığa tedavi olanağı sağlayacak. Proje sayesinde tıp biliminin ciddi biçimde değişikliğe uğrayacağı, ayrıca uluslararası iş dünyasının bundan önemli kazanç sağlayacağı belirtiliyor. Proje, kanserden depresyona ve hatta yaşlılığa kadar tüm hastalıkların teşhis ve tedavisinde devrim yaratacak. Proje, insan genomundan 175.000 baz çiftlik parçalar yapay bakteri kromozomlar haline getirip bakterilerde çoğaltılarak gerçekleştirilmiştir. Dizi çözümlemeleri yapıldıktan sonra, parçaların birbiriyle örtüşen dizileri belirlenmiş ve her parçanın özel enzimlerce kesilme profili kaydedilerek genomdaki yeri saptanmıştır. Bu çalışmalarda otomatik DNA dizi analiz teknikleri ve bilgisayar teknolojilerindeki hızlı gelişmelerin büyük katkısı olmuştur. Projenin sonucu, etik tartışmaları da beraberinde getirdi. Çünkü bu projenin, öjenik çalışmaların önünü açacağı ve bu amaç doğrultusunda yapılacak deneysel girişimlere de hız kazandıracağı belirtiliyor. Projeye karşı çıkanlar bu projenin, doğanın doğal düzenini tehlikeye atacağını ve insanın, istihdamdan sigortaya kadar günlük yaşamın her alanında “genetik ayrımcılığa” yol açacağını ileri sürmekte. Muhalifler özellikle öjenizm faktörünün altını çizerken, bu projeyle insanların, diğer canlı türlerinin genleriyle beraber yapılacak deneysel çalışmaların sınırlarını büyük ölçüde genişleteceğini, bu yüzden de sonu belirsiz bir biyolojik ve ekolojik felakete götüreceğini öne sürüyorlar. İnsan Genom Projesi kapsamında etik, yasal ve sosyal konular için ayrılan bütçe toplam bütçenin yüzde beşini (yaklaşık 60 milyon $) kapsamaktaydı. Bu konuya önem verilmesindeki neden genetik bilgiye dayanarak yapılabilecek olası ayrımcılık ve istismarın genetik araştırmaların boyutu geliştikçe ve genetik testlerin maliyeti düştükçe daha da artacağı kaygısıdır. ELSI’de süregelen birçok proje ELSI’nin muhtemel etkilerini kapsarken bazıları literatür, konferanslar, seminerler ve basın aracılığıyla eğitimi amaçlar. Bu kapsamda hedef kitle olan doktorlar, eğitimciler, öğrenciler, din adamları ve hukukçular için çeşitli eğitici materyaller de sağlanmaktadır. Bütün bu çabalar İnsan Genom Projesi’nin insanlara ve uzmanlara en uygun şekilde aktarılması ve uygulama alanlarında hataların en aza indirilmesi ya da engellenmesi içindir. 4 Eylül 2007'de, Craig Venter kendi DNA dizisinin tümünü yayınlamıştır. Bu, bir insanın 6 milyar harflik genomunun yayınlandığı ilk seferdir. İnsanda mendelyan kalıtım (Bateson, Garrod) Kromozomlar (Boveri) Orak hücreli anemi Yeni doğanda ilk metabolik bozukluk (fenil ketonüri) Rekombinant DNA ile somatostatin üretimi Gen bankası detaları oluşturuldu. İlk insan genetik haritası (RFLP) Sequence tagged sites (STS) Anahtar Marker ELSI oluşturuldu, Etik, Legal, Sosyal program BAC’ların keşfi (Bacteral artificial chromosome) Kistik fibroz geninin klonlanması Dataların serbest bırakılması Ayrıntılı insan gen haritası Microbial genome project İnsan genomunun fiziksel haritası tamamlandı 280.000 EST İnsan DNA dizilenmesi başladı Mycobacterium tuberculosis dizilendi Single nucleatide polymorphism Meyve sineği genomu dizilendi. 21. kromozom Dizi sonuçları açıklandı. İnsan ve fare çalışmalarının bitirilmesi hedeflendi. Endüstri ürünleri tasarımı Endüstri ürünleri tasarımı veya endüstriyel tasarım seri üretim için tüketici ihtiyaç ve sorunlarna yönelik, estetik, yaratıcılık, teknik avantaj, işlevsellik, ergonomi, malzeme bilgisi, pazarlanabilirlik, üretim yöntemleri, ve olanakları gibi çeşitli kriterleri gözeterek, yeni ve güncel ürünler tasarlamaktır. Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından “Bir ürünün tümünün veya bir parçasının, veya ürün üzerindeki bir süslemenin; çizgi, şekil, biçim, renk, doku, malzeme veya esneklik gibi insan duyuları ile algılanan çeşitli unsur veya özelliklerinin oluşturduğu bütünü ifade eder.” şeklinde tanımlamıştır. Endüstriyel tasarıma bir disiplin olarak bakıldığında geçmişten günümüze pek çok düşünce okuluna rastlanır. Her devirdeki okullar, o devrin teknoloji seviyesinden ve insanların yaşayış şeklinden etkilenmiştir. Endüstriyel tasarım prensipleri, o prensipleri yaratan insanların bilgi, tecrübe ve değer yargılarını yansıttığına göre bu prensiplerin her devir değişmesi doğal karşılanmalıdır ve mühendislik gelişmelerinden birebir etkilenir. Mesela sanayileşmenin olmadığı devirlerde bugünkü manasıyla bir endüstriyel tasarımdan bahsetmek pek mümkün olmayacaktır. Endüstriyel tasarımın tarihi gelişim süreci içerisinde incelediğimizde, yıllar boyunca farklı biçimlerde gelişen düşünce akımlarının nesneleri şekil, kullanım alanı, üretim teknikleri gibi birçok açıdan etkilediğini görebiliriz. Tasarımcı, yazar ve şair William Morris bu akımın öncülerindendir. Akımın savunucularının vurguladıkları nokta, el yapımının, seri üretime üstünlüğüdür. Bu akım modern üretim metotlarının kabalığını reddederek, el yapımının sanatçılığını benimsiyordu. Dekorasyon işleminin ürünün esas tasarımını bozmadan yalnızca ürün yüzeyine yapılmasını savundular. Morris ve arkadaşları, gereksiz dekorasyonu reddetmekle ürünün esas fonksiyonunun ve yapım kalitesinin önemini belirtmek istiyorlardı. Onlara göre ürün tasarımının ilk prensibi, kullanılan materyalin özelliklerine saygı duymaktı. Bu akımın bir diğer özelliği Gotik tasarımların geleneklerine uymasıydı. Bu akım Fransa’da ortaya çıkmış kısa ömürlü bir akım olmakla beraber Avrupa’daki hemen hemen bütün ülkelere yayılmıştır. Sadece tasarımda değil mimaride, heykelde, resimde ve tüm uygulamalı sanatlarda modern gelişmelere sebep olmuştur. Temelde Arts & Crafts hareketindeki sanatların bütünlüğünü savunmuş, ancak Arts & Crafts’taki herkes için güzel tasarım fikrinden vazgeçip daha elitist ve daha pahalı tasarım, anlayışını benimsemiş, daha abartılı barok ve floral tarzda süslemeli özellikle el yapımı üretime önem vermiştir. Kendisinden önceki mimari dekorasyonlarda kullanılan geometrik şekillerden vazgeçerek, düz çizgiler kullanmaya başlamıştır. Bu akım kendisinden öncekiler gibi sanatçıya önem vermiş ancak tasarımı yeni seri üretimle nasıl birleştireceğine dair bir çözüm bulamamıştır. Bu yüzden çok uzun süreli olamamıştır. 19. yüzyılda hüküm süren bu akım fonksiyonelcilik, gelecekçilik, kubizm gibi alt akımları içinde barındırır. Fonksiyonelcilik akımının prensiplerini ilk kez Amerikalı heykeltıraş Horatio Greenough “Form and Function” adlı kitabında ortaya koymuştur. Bu kitapta verilen temel ileti, şeklin fonksiyonu izlemesi gerektiğiydi. Bu akım imalat sürecinde ürünün önce işlevinin, sonra görsel niteliklerinin göze alınmasının altını çizmiştir. Ürünün fonksiyonunu ifade etme fikri arabaları makinalar tarafından üretilen ve standart parçalardan oluşan Henry Ford tarafından da takip edilmiştir. Gelecekçilik akımı İtalya’da başlamıştır. Gelecekçiler, sanatta ve mimaride yeni şekilleri savunmuşlardır. Tarihi temaların işlenmemesinin, makineleşmenin lehine olacağını düşünmüşler, daha çok arabalar, uçaklar gibi hızlı makinalardan yana olmuşlardır. Bu fikirler, eskinin güzellik anlayışını yıkmakla beraber yeni sanayî kültürün eğilimlerini yansıtmıştır. Aynı yıllarda Paris’te ise kubizm popüler olmuştur. Kubizm sanat ve tasarım dünyasında bir devrim sayılacak yeni fikirler ortaya atmıştır. O güne kadar vazgeçilemeyen naturalizmden uzaklaşarak kubik, dairelik, silindirik şekilleri kullanmaya başlamıştır. Bu figürler, bu akımın savunucularının modern dünyayı nasıl algıladıklarını göstermiştir. Onlar dünyayı değişik açılardan görünen geometrik şekillere benzetmişlerdir. Cezanne, Picasso ve Braque bu hareketin en ünlü isimleridir. De Stijl hareketi adını 1917-1928 yılları arasında aynı adla yayınlanan bir tasarım dergisinden almıştır. Bu akıma göre tasarımda düzeni ve açıklğı yakalamanın yolu makina üretiminden, soyutluktan ve evrensellikten geçiyordu. Onlara göre bu kavramlar sınırsızlığı ifade ediyordu. Bauhaus tasarım okulu Almanya'da Walter Gropius'un liderliği altında sanatı ve teknolojiyi birleştirmek, yeni kuşak tasarımcı ve mimarlarına yaratıcı tasarım ve modern sanayiyi kombine etmeyi öğretmek amacıyla kurulmuştur. Bauhaus bugün bile mimaride ve endüstriyel tasarımda ilerici ve liberal bir tutumun sembolü sayılır. Okul, modern manada endüstriyel tasarım teorisini ve pratiği birleştirmeyi başarabilmiştir. Bu hareketin kabul ettiği en belirgin nitelikler homogenlik, özellikle binalarda evrensel standartların kullanılması ve bunların seri üretimine geçilmesiydi. Görsel sanatların asıl amacının yarattığı nesneyi bütün olarak görme olduğunu savunuyordu. Açıklık ve şeffaflık en önemli öğelerdendi. Art Deco, 1920'lerde ve 1930'lardaki popüler tarz ve tasarımları ifade etmek için kullanılan terimdir. Bu yeni tarz, Eski Mısır’dan esinlenmiştir. Porselen tanrıça, eski at arabası motifleri tasarımlarda sıklıkla kullanılmıştır. Bu hareket toplumun bütününe hizmet amacında olduğundan ucuz ve seri üretilmiş ürünleri ön plana almıştır. Seri olarak üretilmiş olmalarının yanı sıra bu ürünlerin en önemli nitelikleri daha kullanışlı ve daha konforlu olmalarıydı. Bu akım da tıpkı Art Nouveau akımı gibi el yapımı ürünlerden vazgeçmiştir. 1930'larda üretilen bu yeni tasarım ürünler Büyük Dünya İktisat Bunalımı’nın hemen ardından, kriz mağdurlarına hitaben üretilmiş, pahalı görünümlü, şık ama ucuz ürünlerdi. Büyük Bunalım'ın etkisinde kalan yıllar gösterdi ki batmakta olan bir piyasada bile endüstriyel tasarımcılar tarafından tasarlanmış olan ürünler kendilerini alıcılarına beğendirebilirler. Yine Büyük Bunalım’ın endüstriyel tasarıma bir diğer hediyesi olarak, tasarımlarda plastik kullanılmaya başlanmış, böylece yeni bir materyal ku
llanılmış olmasının yanı sıra maliyetlerde düşürülmüştür. 1940'lara gelindiğinde savaşlar sonrası dünyada her şey de olduğu gibi tasarımlarda da yenilikler görülmüştür. Örneğin, aşırı geometrik motiflerden vazgeçilmiş daha basit şekiller kullanılmaya başlanmıştır. Tüm tasarımcılar üretim verimini ve satışları arttıracak tasarımların peşine düşmüşlerdir. 1950'li yıllar savaş yorgunu dünyanın yaralarını sarması ile geçerken, Amerika'nın savaşta zarar gören ülkelerin iktisatlarına yardım amacıyla yaptığı finansal yardımlar, dünyada bir tüketim toplumu yaratmıştır. Bunun endüstriyel tasarıma yansıması, Modern Movement yıllarının şekil, fonksiyonu izler mantığının tasarım, satışları izler olarak değişmesi olmuştur. Avrupa’da üreticiler iyi tasarımın daha fazla ürün sattığını fark ettiklerinde tasarım danışmanlığı firmaları kurulmaya başlamıştır. Endüstriyel tasarımcının yeni rolü yalnızca estetikle değil, insan ergonomisi ve piyasa koşullarıyla da ilgilenmek haline gelmiştir. Tasarımlarda fiberglas, naylon gibi yeni materyaller kullanılmaya başlanmıştır. İskandinav tasarımları başta Amerika olmak üzere tüm dünyada popüler olmuştur. Bu tasarımlar şık, kullanışlı, doğal renklerde ve konforluydu. 1960'larda hızla yayılan gençlik hareketi pop kültürünün gittikçe yayılmasına ve çok geçmeden endüstriyel tasarımı da etkisi altına almasına neden oldu. Pop “Modern Movement”a karşı bir tepki hareketi olarak Londra’da ortaya çıkmıştır. Tasarımın evrensel olması gerekmediğini savunmuş, tersine gittikçe yayılan bireyselliğe uygun olarak tüketici ihtiyaç ve isteklerine hizmet etmesini öngörmüştür. Ayrıca bu yıllarda çevreye saygılı tasarımlar da popüler olanlar arasında olmuştur. 1970'ler postmodernist hareketin başlayıp, hüküm sürdüğü yıllar olmuştur. Postmodernizm Modernizm’in prensiplerine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Endüstriyel tasarımda geçmişte kullanılan öğelerin yeniden ve ironik bir şekilde yorumlanması fikrini yaymıştır. Ayrıca postmodernist tasarımlar bilimde ortaya atılan kaos teorilerinden etkilenmiştir. Bunun bir sonucu olarak nesneler, fikirleri ve kültürü yaymak için bir araç olarak görülmeye başlanmıştır. Zaman içinde nesneler yoluyla fikirleri yaymak o kadar önem kazanmıştır ki fikir, nesneden daha önemli bir hale gelmiştir. Devrin tasarımcıları kendi aralarında “yaratıcı kargaşa” adlı bir terim kullanmışlardır. Bu terim belli bir tasarım anlayışını kabul etmemeyi, belli prensiplere bağlı kalmamayı ifade etmek için kullanılmıştır. Ancak bugün bakıldığında postmodernizm çok sınırlayıcı bir akım olarak görülmektedir. Bu akımın bir sonucu olarak 1981 yılında kurulan Memphis Grup, endüstriyel tasarımda renk ve dekorasyonu kullanarak yeni nesneler yaratma ve hayal gücünü zenginleştirme iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Memphis de Modernizm’e karşı bir alternatif olma iddiasında olmuş, ancak hiçbir zaman homogen bir akım olamamıştır. Daha çok bir grup tasarımcının ortaya attığı sivri amaçlar olarak kalmıştır. Sismoloji Sismoloji (Yunanca σεισμός ("seismós") = deprem ve logos = bilim kelimelerinden türetilmiştir) veya deprem bilimi, yer hareketlerini ve depremleri inceleyen jeofizik bilim dalıdır. Dalga yayınımı prensibi ile arzın merkezi incelenebildiği gibi, çok küçük yeryüzü parçasının incelenmesi de olanaklıdır. Yeryüzünde yapılacak olan her tür sanatsal yapının hesaplarında kullanılacak paremetrelerin belirlenmesinde ve yeraltı zenginliklerinin belirlenmesinde de kulanılmaktadır. Palu Palu, Elâzığ'ın bir ilçesidir. 1 belde, 36 köy, 35 mezra ve 10 mahalle bulunmaktadır. Beyhan Beldesi’nde 4 mahalle mevcuttur. 2014 yılı sonu itibarıyla toplam nüfusu 20.035, merkez nüfus ise 9.454’dür. Güneyde Arıcak ve Alacakaya Elâzığ il merkezi, kuzeyde Kovancılar ilçesi ile komşudur. Tarihi milattan önceki yıllara dayanır. Bölgede bilinen en eski kavimler Hurriler, Hititler ve Urartulardır. Özellikle Tuşba (bugünkü Van) şehri olan Uratula'nde Urartu Kralı Menaus'a ait taş kitabe vardır. Bu kitabeden Palu'ya Sebitaruas, Harput çevresine de Surani adı verildiği öğrenilmektedir. Sophene Krallığının başkentliği yapmıştır. Sophene Krallığından MÖ. 300 yıllarda yazılmış olan ve halen İran'ın kuzeyinde bulunan Darius kitabelerinde bahsedilmektedir. Darius, Elâzığ ve Tunceli bölgesinde ikamet eden halka Zazana olarak hitap etmiştir. Sophene krallığından kalma en önemli eser Palu'nun örencik köyü yakınlarındaki Şemşat kalesidir. Urartular'dan sonra bölgeye hakim olan Soa ait Arsanosta şehrinin kalıntıları ilçenin Örencik köyü yakınlarında bulunmuştur. Palu daha sonra sırasıyla Roma, Bizans, Arap ve tekrar Bizans egemenlikleri altında kalmıştır. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ile bölge Selçuklu hakimiyetine geçmiştir. Selçuklu devletinin yıkılmasından sonra Palu, daha sonra Osmanlı hakimiyeti altına girmiş ve bu dönemde Kuzey-güney hattı üzerinde önemli bir ticaret merkezi haline gelmiştir. Yavuz Sultan Selim, Doğu (Çaldıran) seferi dönüşünde Palu bölgesini komutanlarından Karacimşit Bey emrine tımar olarak vermiştir. Kasaba ve köylerinin %70'i dağlık ve engebeli arazide kurulmuş olup, dağınık bir yerleşim şekli arz etmektedir. İlçe arazisi Murat Nehri civarındaki düzlükler ile güneydeki doğu toros silsilesini oluşturan Akdağlar'dan meydana gelir. İlçe toprakları 410 kilometrelik bir alana sahip olup bu yüzölçümün %70'i dağlık, % 24 dalgalı, %10 ova ve % 3.1 yayladır. Dalgalı ve dağınık arazi ilçe topraklarının %86.9 gibi bir oranın oluşturmaktadır. Doğu Toros silsilesi içinde bulunan Akdağlar en yüksek noktası 2500 metre rakımlıdır. Murat nehri ilçe topraklarının içinden geçmekte olup, vadisi genellikle dik ve sarptır. Palu karasal iklim bölgesinde olup yıllık sıcaklık ortalaması 13 C° dolaylarındadır. Yağışlar genellikle ilkbahar ve sonbahar aylarında görülür. Yıllık yağış miktarı 430 m³'tür. Keban Barajı'nın yapılmasından sonra Palu ve çevresinde iklim hissedilir derecede yumuşamıştır. İlçe, orman örtüsü bakımından zengin olmayıp sınırları içerisinde 615 hektar bozuk baltalık orman bulunmaktadır. İlçe arazilerinin büyük çoğunluğunun dağlık olması ilçede toprağa bağlı tarımcılık yapılmasını olumsuz yönde etkilemektedir. Son yıllarda bölgede başgösteren terör hareketleri hayvancılığı uğraş alanı olmaktan neredeyse çıkarmıştır. Bu sebeplerle hem tarım ve hem de hayvancılık çok küçük işletmeler bazında yapılabilmektedir. Ancak sulanabilir arazisi olan bazı köylerinde şekerpancarı, tütün gibi endüstriyel bitkiler ve sebzeler yetiştirilebilmektedir.Şu an ekonomi bakımından yükselen bi trend göstermektedir. İlçede faaliyet gösteren T.C Ziraat Bankası ve Sümerbank satış mağazası dışında ticaret hukukuna göre hiçbir sanayi ve ticari işletme mevcut değildir. Ancak ölçekli marangozhane ve doğrama atölyeleri mahalli ihtiyaçları karşılayacak düzeydedir. İlçe sınırları içerisinde karayollarına ait 106 kilometrelik il yol ağı mevcuttur. Bunlardan 8 kilometrelik Palu - Kovancılar arası ve 29 kilometrelik Palu-Baltaşı-Gülüşkür köprüsü, 23 kilometre Palu-Beyhan asfaltı, 40 kilometre Palu - Arıcak asfaltıdır. Geriye kalan kısım ise geçit vermeyen yol olduğu tespit edilmiştir. Takriben 200 kilometre uzunluğunda olan köy yollarından, Palu - Üçdeğirmenler, Palu-Seydili ile Palu-Baltaşı yol bağlantısı üzerinde Karasalkım, Gömeçbağlar, Karacabağ Köy yolları asfalttır. Ayrıca ilçe merkezi ile Elâzığ il merkezi arasında her yarım saatte olmak üzere gerek belediye otobüsleri ile gerekse özel halk minibüsleri ile ulaşım yaz-kış sağlanmaktadır. İlçenin gezilip görülebilir yerleri arasında Palu Kalesi, Eski Hamam, Kilise, Urartu Kralı Menaus'a ait taş kitabe, Cemşitbey Camii ve türbesi, Dükkanönü Camii, Küçük Camii, Ulu Camii, Alacalı Mescid ve Tarihi Palu köprüsü sayılabilir. Sosyalizm Sosyalizm, sosyal ve ekonomik alanda toplumsal refahı devlet kararlarının getireceğini ve üretim araçlarının hakimiyetinin toplumlara ait olduğunu savunan, işçilerin yönetime katılmalarına ağırlık veren, özgür girişimi devletin ve sendikaların baskısı altında tutmaya çalışan, telkin ve propagandalarını eğitim, tarım ve vergi reformları üzerinde yoğunlaştıran ekonomik ve siyasi teori. "Sosyal mülkiyet"; kooperatif işletmeler, ortak mülkiyet, devlet mülkiyeti, özkaynakların yurttaşlık mülkiyeti veya bunların bir karışımı olabilir. Sosyalizmin pek çok çeşidi vardır ve bunların tek bir tanımı yoktur. İdeolojiyi savunanların toplumsal mülkiyet türleri, yönetimi üretken kurumlarla birlikte nasıl şekillendirecekleri ve sosyalizmi oluşturma konusunda devletin rolünün ne olacağı gibi konularda farklı düşünceleri mevcuttur. Sosyalist fikirler tarih boyunca dile getirilmiş olsa da 19. yüzyıla kadar siyasi bir şekil almış değildi. Bu şekilleniş, sanayi kapitalizmine karşı esnafların çıkarlarını dile getirmesiyle başladı. Fakat kısa süre sonra işçilerin sorunlarına odaklandı. Sosyalizmin çıkış amacı kapitalist ekonomiyi ortadan kaldırmak ve yerine ortak mülkiyet anlayışına dayanan bir ekonomi oluşturmaktı. Bu amaç devrimci, ütopik bir karakter taşıyordu. Ancak sosyalizm 19. yüzyılın sonlarından itibaren fikirsel ayrılığa uğradı. Bir kısım sosyalist, işçilerin haklarının düzenlenmesinin, ücretlerin arttırılmasının ve çalışma şartlarının iyileştirilmesinin, sendikalar ve siyasi partiler aracılığıyla olmak üzere aşamalı bir şekilde kanunlar ile yapılması gerektiğini düşünüyordu. (Bkz. Robert Oven, Charles Fourier, William Morris) Diğer bir kısım ise devrimci yollardan sosyalizmin sağlanacağına inanıyordu. Böylece sosyalizm, devrimci yolları izleyecek olan komünizm ve evrimci, reformist yolları izleyecek olan sosyal demokrasi olarak ikiye bölündü. (Bu bölünme hem sosyalizme ulaşmak için hangi araçların kullanılması gerektiği, hem de sosyalizmin amacının ne olduğu sorunsalını ortaya çıkardı.) Marksist teoride sosyalizm, kapitalizmin yerini alacak ve daha sonra sosyalist yapı kendiliğinden söneceğinden komünizme dönüşecek bir topluma işaret eder. Marksizm komünizmin teorik ve felsefi zemini, komünizm sosyalizmin ardılı olarak gelişecek toplumsal sistemdir. T
erimin ilk kullanılışı 19. yüzyılın başına kadar gider. İlk kez 1827’de İngiltere'de, Robert Owen’ın takipçilerini adlandırmak için kullanılmıştır. Fransa'da, yine özgönderimsel olarak, 1832 yılında l’Encyclopédie nouvelle’deki Saint-Simon, ardından Pierre Leroux ve J. Regnaud'un fikirlerinin takipçisi olanlar için kullanılmıştır. Kelimenin kullanımı hızlı bir biçimde yayıldı ve değişik zamanlarda ve yerlerde değişik şekillerde kullanıldı. Farklı kişiler ve gruplar kendilerini sosyalist ve sosyalist karşıtı olarak tanımladılar. Sosyalist gruplar arasında büyük farklılıklar olmakla birlikte, neredeyse hepsi, toplumun seçkin bir azınlığına hizmet etmektense halk çoğunluğuna hizmet eden bir iktisat bilimiyle birlikte, dayanışma prensiplerine göre işleyip, eşitlikçi toplumu savunarak, sanayi ve tarım işçileriyle birlikte mücadele eden, 19. ve 20. yüzyıla dayanan bir ortak tarihle bağlandıklarını kabul edeceklerdir (Köksüzlük). Ekonominin küçük bir aristokrat, zenginler sınıfı ya da kapitalist bir sınıf yerine geniş kitlelerin yararına işletilmesi gerektiği savunan yönetim biçimidir. Sosyalizm, devletçi bir modeldir (Bakınız: Devlet). Kelime anlamı (Sosio: Toplum, Halk) itibarıyla bakıldığında üretici gücün insan, insan emeği ve dolayısıyla toplum olduğu düşüncesinden yola çıkılarak oluşturulmuş bir sistemdir. Devletçilik prensibi mutlak olarak geçerlidir. Devlet üretime hakim güç olarak ön plana çıkar. Bu modeli savunan iktisatçılar tarafından toplumun esas alındığı iddia edilse de, yetkiyi toplum adına devlet kullandığı için, etkin güç daima devlettir. Kişiler arası eşitlik vurgusu yapılır. Kamu yararı ve toplum ön plandadır. Kolektif (topluluk olarak, kitle halinde) hareket etme ve buna uygun bir biçimde örgütlenme ve çalışma planlanır. Bir başka deyişle sosyalizm devletin, ticari amaçlı üretim araçlarına (fabrikalara, tarım arazilerine, hayvan çiftliklerine) ve temel tamamlayıcı kurumlarına (bankalar, kooperatifler) mutlak egemen ve sahip olmasıdır. Bu kurama göre özel teşebbüs, üretim araçlarına sahip olamaz. Çünkü Marksizm'e göre bu durum toplumun sınıflara ayrılmasına ve oluşacak egemen sınıfların, ezilen sınıfları sömürmesi ile sonuçlanacaktır. Bu sebeple devlet toplum adına tüm piyasayı kontrolü altında tutar. Serbest Piyasa Ekonomisi geçerli değildir. Bunun yerine Merkezi Planlama esastır. Bir yıl içinde tüm ülkede ne üretilip ne kadar tüketileceği önce yerel ve bölgesel olarak hesaplanır, daha sonra tek merkezde (yerel başkentte) eş güdümlü olarak değerlendirilir ve düzeltmeler yapılır. Özetle sosyalist ekonominin temel prensipleri şunlardır: 1. Üretici güç olarak emek öne çıkar. 2. Devletçi ekonomi (üretim araçlarında devlet mülkiyeti) esastır. 3. Merkezi planlama vardır. 4. Kamu Yararının (genel hukukun / kamu hukukunun) ön plana çıkması çok belirgindir. 5. Tek partili siyaset tercih edilir, çünkü sınıflı toplumlarda olan burjuva siyasetinde olan siyasal yapının işçileri böldüğü görüşü savunulur. Marksist felsefeye göre toplumların çeşitli sınıflardan oluştuğu gerçeği dikkate alınır ve hangi sosyal sınıfın yönetime egemen olması gerektiği ve asıl üretici gücün hangi sınıf olduğu sorusundan hareket edilir. Bu yaklaşıma göre tarih, aslında sınıf mücadelelerinin toplamından ibarettir. İşçi Sınıfı (proleterya)’nın egemenliği esastır, halk her yerde (fabrika, okul, çiftlik vb.) kendini yönetmek üstüne yönetim şeklini belirler. İşçi sınıfına özel bir önem verilir, çünkü emeği ile üreten ve toplumu kalkındıran sınıftır. Bankacılık sistemi etkin değildir, çünkü ihtiyaç duyulmaz. Faizbüyük oranda ortadan kalkmıştır. Sosyalist sistemler kurulduktan sonra değişik aşamalardan geçebilir; 1. Önce üretim araçları devletleştirilir. Özel sektör üretimden dışlanır. 2. Yabancı sermaye dahil, tüm özel sektör kamu kurumuna dönüştürülmüştür. Özel sektöre gerek yoktur. 3. Daha sonra gayrimenkuller (evler, arsalar, araziler) devletleştirilir. Sömürüye yol açtığı için özel mülk sahibi olunamaz. 4. Devlet evleri ve arazileri yurttaşlarına kullanmaları için verir. Karşılığında kira almaz. 5. Temel hizmetler (elektrik, su, telefon, toplu taşıma, okul, sağlık) ücretsiz hale gelir, çünkü bunlar üzerinden kendini zenginleştirecek bir sınıfa izin verilmez. 6. Zaten devletleştirilmiş olan bu hizmetlerin kamu yararına ücretsiz hale kullanılır. Sosyalizm düşüncesi ilk yükseldiğinde, 19. yy. da, pek çok siyasi düşünce açıkça seçkin sınıfların desteklenmesini savunuyordu. Fakat bugün, açıktan açığa böyle bir destek ifadesi siyasî intiharla eş anlamlı olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle ideolojiler artık, bir zamanlar yalnızca sosyalizm tarafından savunulan büyük kitlelerin iyiliğini istediklerini iddia ederler. Ancak bu ideolojiler zengin sınıfların mülkiyet hakkını hâlâ savunurken, sosyalizm çalışan sınıfların haklarını doğrudan ilgilendiren meselelerin savunuculuğunda başı çeker gibi görünmektedir. Çoğu sosyalist, sosyalizmin ekonominin demokratik kontrolünü gerektirdiğini söylemekle birlikte, bu demokrasiye has kurumlar üzerinde ve kontrolün nerelerde merkezileşip nerelerde yaygınlaşacağı konusunda fikir ayrılığındadırlar. Benzer şekilde, sosyalist ekonominin bir pazar anlayışı gütmesinin gerekliliği ve eğer güdülecekse, bu pazar anlayışının yalnızca tüketim mallarında mı, yoksa bazı durumlarda üretim araçlarının kendisinde de mi geçerli olup olmayacağı boyutunda da farklılaşırlar. Çünkü üretim araçları mevzubahis olduğunda, mesele ekonominin mülkiyeti ve kontrolü meselesidir. Sosyalist olmayan birçok kişi, devlet himayesindeki merkezi ekonomik kontrolü ifade etmek için sosyalist ekonomi kelimesini kullanır. Sosyalistler arasında sosyalist ekonomide özel mülkiyete ait büyük şirketlerin olamayacağı konusunda genel bir fikir birliği vardır; büyük şirketlere doğrudan kendi işçilerinin sahip olması konusunda sosyalistler daha az anlaşırlar. Kendini sosyalist addeden az sayıda kişi arasında, sosyalist olduğunu iddia eden Çin Komünist Partisi’nin bu tutumu yansıttığını söyleyenler vardı. Öyle ki bu sırada Çin Ekonomik Reformu sürüyordu ve bu reform özel mülkiyete ait büyük şirketlerin pazar ekonomisindeki rekabetini destekleyen bir yapıdaydı. Çin’in kapitalist ekonominin özüne kendini böyle adapte ettiği halde, iktidardaki partinin hala (anlamlı bir şekilde) sosyalist olduğunu iddia etmesi, Çin’in içinde ve dışında birçok tartışmalara yol açtı. Eski Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun ekonomileri hem sosyalistler, hem de sosyalist olmayanlar tarafından sosyalist olarak nitelenir. Üretim araçları neredeyse tamamen devlete aittir ve ekonomi ülke çapındaki Komünist Partisi tarafından merkezi olarak idare edilir. Bununla birlikte, birçok sosyalist de buna karşı çıkar; çünkü bu ülkelerdeki insanların devlet yönetimi üzerinde kontrolü olmadığı için ekonomi üzerinde de kontrolü olmadığını iddia ederler. Bu sosyalistler, ekonominin oligarşi olarak anılan, daha sonra devlet kapitalisti, Stalinist ya da bazı Troçkistlerin dediği gibi “yozlaşmış işçi devleti” de denilen zümre tarafından kontrol edildiğini iddia ederler. Troçkistler Stalinist ekonominin, sosyalist ekonominin şartlarından birini yerine getirerek, ekonomiyi devlet kontrolü altına aldığını söylerler, ama onlara göre devletin işçiler tarafından demokratik olarak kontrol edilmesi gerekliliği yerine getirilmemiştir. Birçok sosyalist, bu iddianın genel hatlarına katılır ama ekonominin devlet tarafından idare edilmesi gerektiği yönündeki düşüncenin gözden geçirilmesi gerektiğini söylerler. Dahası, birçok sosyalist Sovyetler Birliği ve ona destek veren devletlerin, sınıfları ortadan kaldırmayı düşünürken, ekonomiyi kendi çıkarlarına göre yönlendiren, en azından yönlendirmeye çalışan yeni bir yönetici sınıf ya da nomenklatura ortaya çıkardıklarını iddia ederler. Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği ve ona destek veren devletler kendi ekonomilerinin “fiilen varolan sosyalizm” (reel sosyalizm) olduğunu öne sürdüler (her hâlde varolan diğer sosyalizm teorilerine karşın, kendi sosyalizmlerini savunmak için). Bu dönemde başkaca sık kullanılan bir diğer terim de reel sosyalist/gerçek sosyalist terimiydi. Bu terimler, bu ülkeleri yöneten partilerin dışında olanlar tarafından kullanıldıklarında genellikle tırnak içinde ve hafif bir ironiyle kullanıldılar. Tek partili rejimlerdir. Bu partinin adı çoğu zaman sınıfsız topluma gidecek komünist toplumu hedeflediğinden “Komünist Parti”dir (SSCB gibi). Fakat zaman zaman çeşitli ülkeler değişik isimler kullanmıştır, örneğin “Sosyalist Parti”, "İşçi Partisi" (Kuzey Kore gibi) veya "Emek Partisi" (Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti gibi). Devlet ve parti örgütü ayrı ayrı iki koldan en küçük yerleşim birimlerine kadar indirilmiştir ve yönetime üretici güçler nezdinde katılımcılık vardır. Batı parlamenter sistemlerin (sosyalist literatürde bunlara burjuva sistemler denilmektedir) iddia ettiği birtakım olumsuz yönleri bulunmaktadır. Bunlar genel olarak 3 ana grupta toplanmaktadır: 1. Baskıcı ve antidemokratik uygulamalar bulunduğu iddiası. Sosyalist sistemler genelde kendilerini şu şekilde savunmaktadır: "Burjuva sistemlerinde parasal güç kadar 'güçlü' birey vardır." Dolayısıyla sosyalist sistemler tarafından da burjuva sistemleri antidemokratik olarak mahkûm edilirler. 2. Dine yönelik uygulamalar olduğu iddiası. Sosyalist toplumlarda din doğrudan karşıya alınmaktan ziyade, egemen sınıfın bir sömürü aracı haline getirildiği ölçüde karşıya alınmıştır. Sosyalist rejimler de (özellikle SSCB) bu durumu da "Burjuva sistemleri bunu 'Komünist sistemler din olgusuna karşılar' şeklinde çarpıtıp, din ile sömürmeye devam etmeye çalışıyorlar. Biz dinlere değil, dinlerin sömürü aracı olması durumuna karşıyız." tezi ile açıklamaktadır. Buna paralel olarak sosyalist toplumlardaki egemen görüş "Din olgusunun egemenlerin elinden alındıktan sonra tarihsel olarak incelenmesi" gerektiğidir. 3. İçe kapalı ekonomiler sebebiyle bilimin gelişmediği iddiası. Bu da sosyalistler açısından "Emperyalist saldırganlık ve ekonomik ablukaların unutulduğu" ş
eklinde açıklanan bir iddiadır. Sovyetler Birliği'nin bilimi kullanarak kendi imkanlarıyla uzaya çıkması ve birçok alanda bilimsel keşifler yapması, bu iddiaya cevap niteliğinde kullanılmaktadır. Marksistler ve diğer sosyalistler genellikle sosyalizm kelimesini yukarıda açıklanan anlamlarda kullanmakla birlikte, bu kelimenin Marksist kullanılışında başka bir özellik daha vardır. Karl Marx, tarihsel materyalizm açıklamasında sosyalizmi toplumun kapitalizmden sonraki, komünizmden önceki aşaması olarak değerlendirir. Marx böyle bir toplumun nasıl özellikler taşıyacağı konusunda net değildir fakat inancında ve komünizme doğru dönüşürken, devrimci sosyalizmin kapitalizm üzerinde kazanacağı zaferde ısrarlıdır. Marx, analizlerinde 8 tane toplum biçimi saptamıştır. Bunlardan ilki komünal toplum, sonuncusu ise komünist toplumdur. Komünist toplum Marx'a göre ikiye ayrılır: sosyalist toplum ve komünizm. İşte sosyalist toplum, Marx'a göre komünizmin birinci evresi yani alt evresidir. Komünizm ise komünist toplumun üst ve son evresidir. Marx, sosyalizmi var olan devlet formlarına artık ihtiyaç duyulmadığı, sınıfsız komünist topluma geçiş aşaması olarak düşünür. Engels’e göre, sosyalizmin temsili demokrasisi ortadan kalkar ve yerine komünizmin doğrudan demokrasisi gelirken; ekonomik yaşam özgürlük ve eşitlik temeli üzerinde yeniden düzenlenecek, devlet herhangi bir devrime ihtiyaç duymaksızın kendi kendine sönümlenecektir. Bu sınıfsız, devletsiz toplumu nihai hedef olarak belirlerken, Marksist düşünce ve anarşizm benzeşmektedir. Bununla birlikte, anarşistler devleti bir gecede yok etmek isterlerken, komünistler bunun giderek sönümlenen yavaş ve aşamalı bir süreçte gerçekleşmesini beklerler. Bu sosyalizm tanımlaması özellikle Çin Halk Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisinin anlaşılması açısından önemlidir. Çin Komünist Partisi sınıf çatışmasının Çin’i zaten sosyal gelişimin sosyalist evresine ittiğini iddia etmektedir. Bu yüzden ve Den Xiaoping’in olgulardan gerçeği olgulardan hareketle aramak teorisi nedeniyle, “çalışan” herhangi bir ekonomik sistem kendiliğinden sosyalist bir politika olarak nitelenmektedir; bu nedenle “Çin Tipi Sosyalizm”in ne olduğuna dair herhangi bir çerçeve çizilememektedir. Karma ekonominin en yaygın tanımı, doğal kaynaklar ve kamu hizmetleri üzerindeki kamu mülkiyetinin sınırlandırılmasıdır. Bunun temel mantığı, doğal kaynakların ortak mülkiyet olduğu ve kamu hizmetlerinden bazılarının (ya da hepsinin) doğal tekeller oluşturduğudur. (Örn: Elektrik ve su kaçınılmaz olarak tekeldir) Kimileri karma ekonomideki sosyalist yaklaşımı genişleterek, kapitalistlerin toplum üzerinde denetim kurmasına yol açabilecek hayati önemi olan herhangi bir sanayi alanından ya da güç dengesizliği yaratabilecek büyük zenginliklerden uzak tutulması gerektiğini düşünürler. Ulusal savunma ya da egemenlik konusunda da benzer düşünceler vardır. Birçok kapitalist ülke en azından geçmişte çelik, otomobil, uçak sanayisi gibi kilit önem taşıyan sanayileri ulusallaştırmıştır. Örneğin Harry S. Truman Kore Savaşı sırasında çelik fabrikalarını ulusallaştırmıştır. Bu fabrikalar ABD Yargıtayı’nın emriyle özel mülkiyete aktarılmıştır. Tüm sosyalist düşünürler serbest Pazar ekonomisinin bir süre sonra mutlaka belirli bir azınlığın yararına ama çoğunluğun zararına işler hale geldiği konusunda hemfikirdirler. Özellikle komünistler kapitalizmle herhangi bir uzlaşmanın gerçekleşebileceğini reddederler. Onlara göre zenginliğin özel birikimine izin veren herhangi bir ekonomik sistem özünde adaletsizdir ve kapitalistlere (kendi sermayesi olan ve kontrol edenler) eşitsiz gelişim ortamı sağlamaktadır. Kendilerini sosyalist olarak tanımlayanların az bir kısmı, üretim araçlarının planlı bir şekilde özel mülkiyete devredilebileceğini söylerken, diğer sosyalistler bu konuda fikir ayrılığındadırlar. Bazıları zenginliğin daha eşit dağıtılabilmesi için kapitalist piyasa koşullarının işleyişini kullanabileceklerini iddia ederken, diğerleri de bu dağıtımın eşitliğini garanti altına almak için tüm mülkiyetin kamulaştırılması gerektiğini söylerler. Birçok sosyalist özellikle temel ihtiyaç malzemesi olmayan mallarda, arz-talep dengesini ayarlamanın piyasa koşulları mekanizmaları olmadan çok zor olduğunu bilmektedir. Bazıları ılımlı bir piyasa sosyalizmi modeli ortaya koymuşlardır; buna göre bir market vardır, ama üretim araçlarının mülkiyetine sahip bir sınıf yoktur. Honduras arması Bugün kullanımda olan Honduras arması, 1825 yılıda savaşta kullanılmış armaya dayanır. Armanın orta bölümünde tuğlalardan örülmüş bir üçgenin içinde iki kale ve iki kalenin arasında bir volkan yer alır. 1866 yılında volkanın üzerine bir de güneş eklenmiş ve bu kompozisyon "Özgür, egemen ve bağımsız" anlamına gelen "Libre, soberana e independiente" sloganıyla çevrelenmiştir. 20. yüzyılda armanın üst kısmına Kızılderili direnişini simgeleyen oklar, alt kısmına ise sağa meşe palamutları, sola bodur çamlar olmak üzere ağaçlar eklenmiştir. Alt orta kısmına da bir maden giriş kapısı ve ormancılıkta kullanılan çeşitli aletlerin eklenmesiyle birlikte Honduras Arması günümüzdeki halini almıştır. Remziye Hisar Remziye Hisar (d. 1902, Üsküp - ö. 13 Haziran 1992, İstanbul), Türk kimyager. Cumhuriyet dönemi Türkiyesinde çağdaş bilimin öncülerindendir ve kimya mesleğinin Türkiye'deki ilk kadın öncüsü olarak kabul edilir. Darülfünun'da fen bilimleri eğitimi alan ilk kadınlardandır ve Sorbonne Üniversitesi'nden doktora derecesiyle mezun olan ilk Türkiyeli kadındır. Fizikçi Feza Gürsey'in ve psikiyatrist Deha Gürsey'in annesidir. 1902 yılında Üsküp'te doğdu. Babası istihkam yarbayı Salih Hulusi Bey, annesi Ayşe Refia Hanım'dır. Ailenin dört kızından biridir. Ailesi, Meşrutiyetin ilanından bir yıl sonra İstanbul'a göç etmiştir. Remziye Hanım, Davutpaşa'daki üç yıllık mekteb-i iptida-i'yi, bir yılda henüz dokuz yaşında iken tamamladı. Daha sonra, İttihat ve Terakki Mektebi ve Emirgan İnas Rüştiyesi'ne devam etti; çok sevdiği Türkçe öğretmeninin İstanbul Darülmuallimatı'na (Kız Öğretmen Okulu) transfer olması üzerine, öğrenimini bu okulda sürdürdü. Sınıfın iyi öğrencileri arasında yer alan Remziye Hanım, küçük sınıflardaki öğrencilere geometri ve matematik dersleri verdi. 15 Temmuz 1919 tarihinde okulun Darülfünun'a hazırlamak üzere oluşturduğu iki sınıflık bölümünden birincilikle mezun oldu. Darülmuallimat'tan mezuniyetinin ardından Darülfünun'un kimya bölümüne kaydını yaptırdı. Kız öğrencilerin erkek öğrencilerden ayrı saatlerde ders aldığı bu dönemde, kimya bölümündeki üç kadın öğrenciden birisi idi.Kimyayı seçme nedenini bir röportajında ""Fen derslerinde kanunlarda olsun, buluşlarda olsun hep yabancı isimler görmek beni kahrediyordu. Fen alanında bir tek Türk ismi görememenin ezikliğini, bu dalda başarılı olursam giderebilirim sanıyordum"" cümleleriyle açıklamıştır. Bakü'de açılacak bir okulda öğretmenlik yapmak üzere İstanbul'dan kadın öğretmenler talep edilmesi üzerine hocalarından Sarıklı Vehbi Bey himayesinde beş okul arkadaşlarıyla birlikte 15 Aralık 1919'da İstanbul'dan ayrılıp Azerbaycan'a gitti. Sovyet Rusya'nın Azerbaycan'ın bağımsızlığına son vermesine kadar bir erkek lisesinde ders verdi. Orada bir kız öğretmen okulunun açılmasıyla ilgili verilen bir toplantıda Yüzbaşı Doktor Reşit Süreyya Bey ile tanıştı. 20 Nisan 1920'de onunla evlendi ve aynı yıl eşi ile birlikte İstanbul'a döndü. Ertesi yıl, oğlu Feza Gürsey'i dünyaya getirdi. Türkiye'de Kurtuluş Savaşı'nın devam ettiği bu dönemde Çukurova bölgesinin Fransızlar'dan geri alınması üzerine kendisi Adana'da Darülmuallima'ya müdür olarak, eşi ise kolordu doktoru olarak tayin oldu. Bir buçuk yaşındaki oğlunu annesine bırakarak Adana'ya gitti. Cumhuriyetin ilanından sonra istifa etti ve tedavi amaçlı olarak Paris'te bulunan eşinin yanına gitti. Paris'te Sorbone Üniversitesi'nde kimya eğitimine başladı. Langevin ve Madam Curie gibi çok tanınmış biliminsanlarının öğrencisi oldu. Eğitiminin ikinci yılında Milli Eğitim Bakanlığı bursundan yararlanma hakkı elde etti. Pasteur Enstitüsü'nü takip ederek biyokimya sertifikası aldı. Doktorasına başlayacağı dönemde bursu kesilince Erenköy Kız Lisesi'ne kimya öğretmeni olarak atanınca yurda döndü. 1924'te kızı Deha Gürsey'i dünyaya getirdi. 1930 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'nın yurtdışı doktora bursundan yararlanarak doktorasını yapmak üzere yeniden Paris'e gitti. Eşinden boşanan ve Paris'e çocukları ve kardeşiyle giden Remziye Hisar, 1933 yılında doktora tezini tamamlayarak Türkiye'ye döndü. 1933-1936 yılları arasında İstanbul Üniversitesi'nde kimya ve fizik kimya dersleri verdi. 1936 yılında bir süre için üniversiteden yarıldı; Hıfzıssıhha Müessesesi Farmakodinami Şubesi’nde Kimya Mütehassıslığı görevinde bulundu 1942-1947 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Eczacılık Okulu Analitik Kimya ve Toksikoloji kürsüsünde görev yaptı. 1947 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi Kimya Kürsüsü'ne atandı. 1955 yılında Fransa’da ""Officiel d'Academie"" nişanı'na layık görüldü. 1959 yılında profesör oldu. 1973 yılında emekliye ayrıldı. Yaşamını İstanbul'da Anadoluhisarı Otağtepe'de ailesinden kalma konakta sürdürdü. 1991 yılında Tübitak Hizmet Ödülü'nü aldı. Oğlu Feza Gürsey'i Nisan 1992'de yitirdikten sonra 13 Haziran 1992'de öldü. Dördü çeviri, beş ders kitabı yayımlamış; ayrıca kimya dalındaki buluşlarını içeren 16 bildirisi Fransa’da yayınlanmıştır. Uluslararası bildirileri arasında yer alan, Siirt dağlarında yetişen bir bitki türünün etkilerini içeren buluşu Fransa'da yayımlanarak bilim dünyasına tanıtılmıştır. 1920'lerden itibaren şiir yazan Remziye Hisar'ın bazı şiirleri ""Bir Kadın Sesi"" adlı kitapta bir araya getirilerek yayımlanmıştır. Tu bandera es un lampo de cielo Tu bandera es un lampo de cielo (Türkçesi: Bayrağın, cennetin ışığıdır.) 1916 yılından beri Honduras'ın ulusal marşıdır. Sözleri Augusto Constancio Coello'ya, müziği ise Alman asıllı Honduraslı besteci Carlos Hartling'e aittir. 8 kıtadan oluşan marşta Honduras'ın acıklı ve çelişk
ilerle dolu tarihi anlatılmaktadır. Sultan Sultan (Arapça: سلطان), tarihte pek çok farklı anlamda kullanılmış olan İslamî bir sıfattır. Sözcük olarak "güç", "otorite", "yönetici" anlamlarına gelir. Genelde bağımsızlığını ilan eden İslam hükümdarları tarafından kullanılmıştır. İslâm devletlerinde, hükümdara verilen sultan denilen unvan. “Padişah, Hakan, Han, Kağan, İmparator, Hükümdar” anlamlarındadır. Sultan tabiri, Müslüman hükümdarlarının özellikle Sünnî kısmına ait bir unvandır. Sözcük, Arapça'dan alınmış olup, iktidar sahibi demektir. Daha sonraları, hakimiyet, delil ve bürhan manâsına da alınmıştır. Sultan unvanını ilk defa 2. asrın ilk yıllarında, Gazne’de hükümdar bulunan Mahmud İbn-il Emir Sebüktekin kullandı. Hilâfet, Emevî ve Abbasî sultanlarında bulunduğundan, bunlara mecazen halife, diğer büyük İslâm devletlerinin emirlerine, hükümdarlarına "sultan" denildi. Sultanlık, Gazneliler'den, Selçuklular'a ve onlardan da Osmanlılar'a geçti. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'e, Abbasî hilâfet merkezini, Şiî Büveyhoğullarının baskısından kurtardığından Abbasi halifesi tarafından "Karaların ve Denizlerin Sultanı" unvanı verilmişti. Osmanlı Sultanları, Orhan Gazi'den başlayarak, kitabelerinde hep sultan tabirini kullandılar. Sikke üzerinde ilk defa sultan ne yaptıgını bilmedi sıfatını kullanansa I. Murad Han'dır. Emir Süleyman’ın sikkelerinde yalnız “Emir Süleyman” ibaresi görülür. Çelebi Sultan Mehmed, Sultan ve Sultan-ı Âzam, Es-Sultan-ül Melik-ül Âzam ibaresi bulunan ve Akçe-i Osmanî denilen gümüş sikkeleri kestirdi. II. Murad Han'ın bazı sikkelerinde Sultan unvanı bulunduğu gibi, halefleri de paralarında bu tabiri bol miktarda kullanmışlardır. Sultan Çelebi Mehmed’e kadar Osmanlı padişahları için resmî kayıtlarda Sultan yerine “Bey” unvanı kullanılmıştır. Sultan sözcüğü Sultan-üs-Selâtin, Sultan-ül-Mücâhidin, Sultan-ül-Guzât, Emir-ül-Kebir unvanları saygı amaçlı ya da genel olarak, padişahlar hakkında kitaplara ve kitabelere yazılmıştır. Abbasî Halifesi, Sofya’nın fethi üzerine Murad Hüdâvendigâr’a yazdığı mektupta “Su"ltan-ül-Guzât", "El-Mücâhidin"” diye hitap ediyordu. Batı dillerinde mutlak anlamda Sultan sözcüğü, yalnız İstanbul’da oturan padişah anlamına gelir. Türkler ise kendi hükümdarlarına yalnız kullanırken, Sultan değil, Padişah derler. Sultan sözcüğünü, ancak isimle beraber, Sultan Osman, Sultan Abdülaziz şeklinde kullanır veya Murad Han, Abdülmecid Han derler. Yalın sözcük olarak “"Padişah"” kullanırlardı. Padişah, Türk imparatoru sıfatıyla hakan, İslâm imparatoru sıfatıyla sultandı. Padişahların kız ve erkek çocukları, anneleri ve kadınları, erkek ve kız kardeşleri için de adından sonra veya önce, Hatice Turhan Sultan’da olduğu gibi, sultan unvanı kullanılırdı; fakat anca ve anca adları ile "Sultan" denmesi gerekmiyordu. Unvanları ile de söylenebilirdi. Kız çocuğa "Hanım Sultan", erkek çocuğa (II. Mehmed'e kadar) "Çelebi Sultan", annelere "Valide Sultan", padişaha çocuk doğurmuşlara "Haseki Sultan", erkek kardeşe "Mihraç Sultan", kız kardeşe "Mihrace Sultan" unvanı verilmiştir. Osmanlılar tarafından, hem Padişahlar hem de hanedanın kadın üyeleri için kullanılmıştır; örneğin Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan Eşkıya (film) Eşkıya, başrollerini Şener Şen ve Uğur Yücel'in paylaştığı 1996 yapımı sinema filmi. Yavuz Turgul'un yönettiği ve senaryosunu yazdığı "Eşkıya", 1996-1997 sezonunda 2 milyon 568 bin 339 kişi tarafından izlendi. Gişe istatistiklerinin tutulmaya başlandığı 1989'dan sonraki dönemde, gösterime girdiği 1996'dan 2001 yılına kadar Türk sinemasının en yüksek gişe hasılatı elde eden filmi oldu. Türk sinemasının modern zamanlarındaki ilk büyük gişe patlamasını gerçekleştiren "Eşkıya"'nın bu başarısı, 1980'li yıllardan itibaren üretim ve seyirci sayısı bakımından büyük bir çöküş yaşayan Türk sinemasının kaderini değiştiren bir dönüm noktası sayılmaktadır. Şener Şen, film hakkında şu yorumu yaptı: 35 yıl önce Cudi dağlarında bir grup eşkıya jandarma tarafından yakalanır. 35 yıl içinde eşkıyaların hepsi ya hastalıktan ya da hesaplaşmalardan ötürü can vermiştir. Biri dışında; Baran (Şener Şen). Baran'ın uzun mahkûmiyetinin ardından Viranşehir Cezaevi'nden çıkmasıyla başlayan film doğduğu toprakların artık baraj suları altında olduğunu öğrenmesiyle devam eder. Köyde karşılaştığı Ceren Ana (Zübeyde Erden) ona, 35 yıllık yokluğunda yaşananları anlatır. Geçmişindekilerin peşine düşmeye niyetli olan Baran Ceren Ana'nın tavsiyelerine rağmen yola düşer. Kendisini jandarmaya ihbar ederek yakalanmasına neden olan Mustafa'dan (Kemal İnci) yıllardır bilmediği bir gerçeği öğrenir. Hapse düşmesine en yakın arkadaşı Berfo'nun (Kamran Usluer) ihaneti neden olmuştur. Berfo Eşkıya'nın altınlarına el koyarak Eşkıya’nın çocukluk aşkı Keje'yi de (Sermin Hürmeriç) babasından satın alıp İstanbul'a kaçmıştır. Vicdan azabı çeken Mustafa kendini Baran'ın infazına hazırlamıştır, ama Eşkıya çoktan Keje'nin peşine düşmüştür. Trenle İstanbul'a doğru yola çıkan Eşkıya yolda, Beyoğlu'nun arka sokaklarında büyümüş, pavyon, kumarhane, uyuşturucu muhabbetinin içinde yaşayan genç bir adamla, Cumali'yle (Uğur Yücel) karşılaşır. Cumali, babasının kendisini aldatan üvey annesini öldürüp hapse girmesiyle yanına yerleştirildiği halasının evindeki cinsel tacizle geçen çocukluğunun acısını sert adamlığa soyunarak kapatmaya çalışan bir kaybedendir. Yılmaz Güney hayranı olan babasının esinlenmesiyle "İnce Cumali" filminden adını alan ve bir uyuşturucu kuryesi olan Cumali, Haydarpaşa Garı'nda kendisini bekleyen sivil polisleri fark edince “emanetle” yakalanmamak için Eşkıya'nın çantasıyla kendisininkini değiştirir ve ondan çantasını patronu Demircan'ın (Melih Çardak), Tarlabaşı'ndaki oto tamirhanesine getirmesini ister. Polislerin aramasından kurtulan Cumaliyi bu sefer Demircan'ın sorgusu beklemektedir. Polisin elinden kurtulan Cumalinin muhbir olduğundan kuşkulanan Demircan onu konuşturmaya çalışır. Bu arada elinde çantayla tamirhanenin kapısında beliren Eşkıya Cumaliyi kurtarır. Ne İstanbul'u ne de Keje'nin adresini bilen Eşkıya'nın çaresiz halini gören Cumali ona Tarlabaşı’nda kendi yaşadığı otelde bir oda bulur. Birbirlerinin hikâyelerini öğrenmeye başlayan, ömrünün yarısından fazlasını hapishanede geçirmiş Eşkıya ile ailesiz büyümüş Cumali arasında yavaş yavaş bir baba-oğul ilişkisi başlarken, Cumali Keje'yi ararken Eşkıya'ya yardım etmeye karar verir. Hapishanede, sevgilisi Emel'in (Yeşim Salkım) abisi olarak tanıttığı Sedat'ı (Özkan Uğur) ziyaret eden Cumali onun hapishaneden kurtulabilmesi için ihtiyacı olan rüşveti bulmaya karar verir. Sedat için gereken parayı bulmak isteyen ve mesleğinde “kariyer” yapmak isteyen Cumali mahalledeki ekibiyle birlikte Demircan'dan daha zorlu işler isteyerek torbacılığa başlar. Bu arada İstanbul'a dolaşmakta olan Eşkıya şehrin büyüklüğüne kapılır. Aynı gece otelin diğer devamlı konuklarından sinema emektarı Artist Kemal (Kayhan Yıldızoğlu) ve Beyaz Rus göçmeni Andrey Mişkin (Necdet Mahfi Ayral) ile televizyon seyrederken Mahmut Şahoğlu'nu (Berfo) tanır. Eşkıya, ertesi gün Cumali'yle beraber artık ülkenin en zengin (ve şaibeli) işadamlarından biri olmuş olan Berfo'nun malikanesinin önüne gelir. Araç konvoyuyla malikanesinden çıkmakta olan Berfo bu esnada Baranı tanır, güçlü bağlantıları olan Berfo ikiliyi önce gözaltına aldırır ve bir süre sonra da serbest bıraktırır. Serbest kalmalarının ardından Eşkıya, Berfo’nun evine getirilir. Berfo, ihanetini ve 35 yıllık hikâyeyi anlattıktan sonra Eşkıya'dan 35 yıldır konuşmayan Keje'yi konuşturmasını ister. Karşısında Eşkıya'yı gören Keje de uzun sessizliğini bozar. Eşkıya onu alma sözü vererek Keje’nin yanından ayrılır. Cumali, Emel'in abisi olarak tanıttığı Sedat'la kaçtığını öğrendiği gün ayrıca kendisinden mal çaldığından şüphelenen Demircan tarafından da uyarılır. Emel ile Sedat'ı kaldıkları otel odasında basan Cumali, Eşkıya'nın telkinine rağmen öfkesine kurban olup ikisini de öldürür. Eşkıya ile kaçmaya başlayan Cumali sakladığı parasını almak için gittiği otelin önünde bir polis tarafından vurulur ama kaçmayı başarırlar. Ertesi gün evine sığınmak için geldiği halası tarafından reddedilir. Cumali'nin kendisinden mal çaldığını anlayan ve parasını isteyen Demircan onu ve arkadaşlarını tamirhanesinde rehin tutmaya başlar. Demircan'a olan borca kefil olan Eşkıya, Keje'ye karşılık olarak Cumali'yi kurtaracak olan parayı çek olarak Berfo'dan alır. Cumali, serbest kaldıktan sonra döndüğü mahallesinde aldığı çek karşılıksız çıkan Demircan'ın adamları tarafından vurulur. Ağır yaralı olarak sığındığı otelin terasında ölümü bekleyen Cumali, Eşkıya’nın yanında ölüme gider. Oğlu gibi gördüğü Cumali'nin ölümünden sonra sırasıyla önce Berfo'yu ardından Demircan'ı ve son olarak aynı otelde çalışan emektar hayat kadını Sevim Abla'nın (Güven Hokna) satıcısını öldüren Eşkıya, Beyoğlu’nun çatılarında gizlenmeye başlar. Nihayet bir evin çatısında polis tarafından kuşatılır. Polisle girdiği çatışma sırasında, Ceren Ana'nın onu koruması için verdiği muskanın kaybolmasını bir ölüm işareti olarak algılayan Eşkıya patlayan silah seslerinin havai fişek seslerine karıştığı ortamda çatıdan atlayarak yaşamına son verir. Erkan Oğur'un hazırladığı film müziği, 12 parçadan oluşan bir albümle piyasaya sürüldü. 1- Fırat Ağıtı "Düzenleme, Vokal, Gitar – Erkan Oğur"Klavye – Ozan Doğulu"Söz, Müzik – İzzet Altınmeşe2- Her Şeye Yabancı Olmak "Klavye – Ozan Doğulu"Müzik, Düzenleme, Kopuz, Bendir – Erkan Oğur3- Urfa'dan Gazel / Urfa Türküsü / İhbarcı "Söz, Müzik - Anonim"Klavye - Ozan Doğulu"Düzenleme – Erkan Oğur"Vokaller- Kazancı Bedih - Abdullah Uyanık 4- TünelKlavye – Ozan Doğulu"Müzik, Düzenleme, Gitar – Erkan Oğur5- Baran Yildızı "Klavye – Ozan DoğuluSöz, Müzik, Düzenleme, Vokal, Gitar, Bendir, E-Bow – Erkan Oğur6- Karanlığın İçinden"Söz – Kurtcebe TurgulMüzik, Düzenleme - Aşkın Arsunan"Vokal – Uğur Yücel7- HaliçKlarnet – Mustafa Süder"Klavye – Ozan DoğuluMüzik, Düzenleme, E-Bow, Gitar - Erkan Oğur8- Seyreyle Güzel"Düzenleme, Vokal, Kopuz, Bendi
r – Erkan OğurKlavye – Ozan Doğulu"Söz, Müzik – Anonim9- Fırat Ağıtı - AşkDüzenleme, Vokal, Gitar, E-Bow, Bendir, Cümbüş – Erkan Oğur"Klavye – Ozan DoğuluMüzik – İzzet Altınmeşe10- Cumali'nin Ölümü"Klavye – Ozan Doğulu Müzik, Düzenleme, Gitar, E-Bow – Erkan Oğur11- Katil Olmak"Müzik Düzenleme, E-Bow, Bendir – Erkan OğurPiyano – Ozan Doğulu12- Fırat Final"Düzenleme, Vokal, Gitar, E-Bow – Erkan Oğur Klavye – Ozan Doğulu"Söz, Müzik – İzzet Altınmeşe"Tonmeisters; Cem Büyükuzun, Olivia Busson, Yunus Acar, Ufuk Çoban. Vurmalı çalgılar ise; Cenap Güngör, Ferruh Yarkın, Halil Yoruç, Mustafa Göral, Necdet Çolak, Nedim Yalnız, Zinnur Gerek. Dram Dram sözcüğü ile aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir: Dram (tiyatro) Dram (Yunanca: δρᾶμα dráma “Hareket”) trajedi, komedi veya trajikomedi türünde tiyatro eseri. Dramatik, epik ve liriğin yanı sıra üçüncü esaslı edebi türdür. Tiyatro eserini, opera metnini, bale senaryosunu, radyo tiyatrosunun el yazmasını ya da bir senaryoyu kapsar, bazen de sadece konuşma tiyatrosu ya da “keyif verici” (ya da tam tersi; heyecan verici ya da duygusal) bir çevreleme olarak kullanılır. Dram, önceden yazılmamış, doğaçlama tiyatrodan farklı olan metin tabanlı tiyatrodur. Aristoteles’e göre (“Poetica” adlı eserinde) dramın temel özelliği, olayın diyaloglarla ifade edilmesidir. Bundan dolayı antik destanlardan farklıdır. Modern çağdan beri bilhassa romandan farklıdır. Modern düşünceden sonra dramlar oyuncular tarafından tiyatroda oynanması için yazılmıştır. Diyalog metinlerinin yanında sık sık oyuncular ve 19. yüzyıldan sonra yönetmenler için direktifler içerirler. Okuma dramları, dram’ın özel bir çeşididir. Bunlar özellikle sahneye konulmazlar, aksine bir roman gibi okunurlar. Dramın işleyişi genelde perdelerdedir; diğer taraftan sahnelerle sunulur. Eğer her perdede çok fazla dekorasyon varsa o zaman resimlerle ek bölümler konulur. Klasik Fransız Dramı (Racine, Corneille) beş perdeden oluşur. Geleneklerine çok fazla bağlı olan İtalyan dramı ise üç perdeyi tercih eder. Bir perdelik oyun tarzı üç-beş bölümlük dram bölümlerinin aralarındaki ara oyunlardan (intermezzo) meydana gelir. Avrupa dramı MÖ 5. yüzyılda Atina’da şu anki Yunan Antiklerinde oluşmuştur. Aeskilos, Sophokles, Euripides trajedinin en önemli şairlerindendir. Aristoteles ileriki yüzyıllarda dramın türlerini, trajedi ve sonradan yazılmaya başlanan komedi olarak ikiye ayırmıştır. Aristoteles’in, seyircinin trajedi yoluyla korku ve acıma duyarak arınması (Katharsis) teorisi Avrupa dram tarihinin bir ana fikri niteliğindedir. Ortaçağın dini oyunları ne trajedidir ne de komedidir. Ancak Rönesans’la beraber antik dramın tekrar canlandırılarak (Lat. re-nascere; yeniden doğ(ur)mak) geliştirilmesine başlanmıştır. Uzun süreler nazım şeklinde dramlar en baskın türdü. Yeniçağla beraber konuşma oyunlarındaki özgür düzyazı çok baskın olmuştur. Bir drama konuşulursa, açık bir şekilde anlaşılmaz. Opera 1600’lü yıllara kadar klasik Yunan dramının yeni bir tarzı olarak anlaşılmıştır. 1600’lü yıllarda İspanyol ve İngiliz dramları (Lope de Vega, Shakespeare) hala Ortaçağ geleneksel tiyatrosunun teorik arka planları olmayan yapılarıyken, Fransız klasiği antik dramı anımsatıyordu ve örneğin; Aristoteles’in üç birlik ilkesi (eylem/dramın birliği; zaman ve mekân birliği ve karakterlerin birliği; yani zamanda, olayda ve şahıslarda birlik) olarak bilinen kesin kuralları vardı. O zamandan bu yana dram teorilerinin çok önemli toplumsal işlevi vardır. Bunlar ya normlar ortaya koyarlar ya da olan normlar karşısında mücadele eder. 18. yüzyıldan beri gösteri, güldürü, trajik komedi, acıklı komedi, orta sınıf trajedisi gibi semboller kullanımda üst üste binmiş anlamlar taşırlar. 19. yüzyıldan itibaren duygusal ya da sürükleyici özelliği olan melodram, dram kavramını artık daha dar bir anlama indirgemiştir. Bazen dram diğer tiyatro çeşitlerinden ayrılır. Johann Wolfgang Goethe dramın sınırlarını trajediden şöyle ayırır: “Modern dram ‘isteklere’, eski trajedi ‘zorunluluklara’ dayalıdır.” Gustav Freytag ise, tiyatro oyunlar konusunda şu ayrımı yapar: “Daha düşük düzeyde duran bir tür.” 20. yüzyıl tiyatro teorisinde sosyal dram, analitik dram ya da dramda açık ve kapalı şekil gibi bölümlemeler ortaya çıkmıştır. Bu yıllarda teknolojinin gelişmesi sayesinde radyofonik oyun ve film dramı gibi dramatiğin yeni çeşitleri ortaya konmuştur. Bir psikodramdaki rol dağılımı esasen bir dramatik metin değil, daha ziyade bir terapi yöntemi anlamına gelmektedir. Son yüzyılda birçok tiyatro çeşidi dram metni olmadan oluşturulmuştur. Bunlar “Postdramatik Tiyatro” adı altında özetlenmiştir. Karşıt olarak internetteki (Chat) rol dağılımı ve oyunu çeşitleri doğaçlama ve yazılı olarak kararlaştırılan diyaloglar arasındaki farkı yumuşatmıştır. İngiliz yazar Shakespeare dramın ilk ürünlerini vermiştir. Ancak bu türün özelliklerini Victor Hugo belirlemiştir. Schiller, Goethe diğer ünlü dram yazarlarıdır. Türk edebiyatı'nda Batılı anlamda sahne Tiyatro'su Tanzimat'tan sonra görülür. Bundan önce halk arasında yüzyıllardır sürmüş seyirlik oyunlar vardı. Ortaoyunu, meddah, Karagöz ile Hacivat bunların başlıcalarıdır. Oyun (anlam ayrımı) Oyun, genellikle boş vakitleri değerlendirmek için yapılan eğlendirici ve bazen de öğretici faaliyet. Oyun sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir: Türkiye Komünist Partisi (İşçinin Sesi) TKP Londra, liderliğini Rıza Yürükoğlu'nun (İsmail Nihat Akseymen) yaptığı bir siyasi harekettir. 1979'da "zayıf halka" tezleri ve bazı pratik sorunlara yönelik tartışmalar üzerinden TKP yönetimi tarafından tasfiye edildiler. Ayrılma sırasında iki MK üyesi bu grupla birlike hareket etmiştir. Rıza Yürükoğlu, Haluk Yurtsever. Rıza Yürükoğlu'nun yaşamının son döneminden itibaren bir dizi teorik-pratik hata sonucu üye tabanının önemli bir kısmını kaybetmiştir. Alevilik konusundaki yaklaşımları ile Türkiyedeki çoğu sosyalist örgütlenmeden farklılaşmıştır. İşçinin Sesi, partinin yayın organı olan aylık gazetedir. Parti kurucularından Rıza Yürükoğlu, Wimpy hamburger zincirinde çalışan Türkiye'den gelen işçilerin düzenlediği bir grev sırasında grevci işçilerle birlikte "Grev" adlı bir Türkçe olarak yerel gazete çıkarmış ve bu gazete kısa bir süre sonra "İşçinin Sesi" adını almıştır. 1976 yılında İşçinin Sesi gazetesi, yerel bir yayın olmaktan parti yayını olmaya geçti. Atılım dergisiyle birlikte iki merkez yayından biri haline geldi. Parti merkez komitesinin aldığı karar gereği Eylül 1992-Eylül 1995 tarihleri arasında yayınını durdurmuş, ardından Eylül 1995 tarihinde 432. Sayısı ile yeniden yayınlanmaya başlamıştır. Parti içi siyasi çekişmelerde de taraf olan kadrosuyla TKP tarihinde önemli bir yer alır. "Özgür Bir Dünya İçin Direnen Kasabalılar" adlı sözlü tarih çalışması biçiminde hazırlanmış bir kitapta bunun örnekleri sunulmuştur. Hatta geçmişte parti içi silahlı çatışmaların da cephelerinden biri olduğuna dair iddia ve ithamlar da bulunmaktadır. Geçmişte İşçinin Sesi grubu hakkında Türkiye devleti de tedbir alma gereği duymuş ve aralarına sızmak için MİT ajanı görevlendirilmiştir. Vandallar Vandallar, Doğu Cermen kavimlerindendir. Kavimler Göçü sırasında 5. yüzyılda Roma İmparatorluğu'nun değişik eyaletlerini yağmalamalarıyla tanınırlar. Bu eyaletler sırasıyla Galya ("Gallia"), Galiçya, Endülüs ("Hispania Baetica"), Kuzey Afrika ve Akdeniz adalarıdır. Vandalların yurtları ve asılları kesin olarak bilinmemektedir. Ostrogotlar'ın kralı ve Vizigotlar'ın kral naibi olan Got kavminden olan Büyük Teoderik evlilik yolu ile Vandallara akrabaydı. Vandallar, Galya ve İspanya'da büyük bir kıyım yaparak Afrika kıyılarına dek ilerlediler. 455 yılında Vandal Kralı Genseric, Roma şehrini yağmalamıştır. Roma'nın yağmalanmasına atfen, "sebepsiz yere zarar verme" eylemine vandalizm denmeye başlanmıştır. 439 - 533 yılları arasında ilk kralları olan Genseric kısa süre ayakta kalan bir Kuzey Afrika'da Tunus merkezli Vandal Krallığı"nı kurdu. Bu gelişmelerin sonrasında yıkılmanın eşiğine gelen Batı Roma İmparatorluğu, aşiretlere ayrıldı. Tüm gücünü yitiren Batı Roma İmparatorluğu 476 yılında yıkılmıştır. Vandal Krallığı Roma Cumhuriyeti tarafından yakılıp yıkılan Kartaca yerine yeniden kurulan kente hâkim oldular. Vandal Kralı, elit idarecileri ve krallığın üst tabakası koyu Ariusçu Hıristiyandılar. Bu mezheplerini benimsetmek için Kalkedon Konsili ile ortaya çıkmış, Katolik Hıristiyanlığa inanan yerli halka zaman zaman dinsel baskılar ve zulümler yaptılar. Özellikle Doğu roma imparatorluğu, bu dinsel zulmü bahane ederek Vandal Krallığı'na saldırmak ve bu barbar krallığı ortadan kaldırmak istemekteydi. 533'te Bizans İmparatoru Justinianos Kuzey Afrika'ya büyük bir Bizans donanması ve Belisarius komutasında büyük bir Bizans ordusu gönderip Vandal Krallığı'nı istilaya başladı. Vandal Krallığı Bizanslılar'a yenilip, onların hâkimiyetine girince; Vandallar kendilerini muhafaza edemeyip tarihten silindiler. Kelebek Kelebek, böceklerin, pul kanatlılar veya kelebekler (Lepidoptera) takımının kanatlı fertlerine verilen genel ad. 150.000 kadar türü bilinmektedir. Vücutları kiremit dizilişi şeklinde renkli gözle zor görülebilen pullarla örtülüdür. Pullar, uçları yassılaşarak genişlemiş kıllardır. Ufak sarsıntılarda koparlar. İki çift olan kanatlarının büyüklüğü türlere göre değişir. Pek az türde ve bazı türlerin dişilerinde kanat bulunmaz. Emici tipteki ağız parçaları hortum şeklindedir. Kullanılmadığı zamanlar bu hortum başın alt tarafında helezon biçiminde kıvrılır. Balözü emerler. Çiçeklerin balözünün tadını ayaklarıyla alırlar. Tat alma cisimcikleri ayaklarına yerleşmiştir. Ayaklarıyla çiçeğin suyunu kontrol ederler. Beğendikleri takdirde kıvrılı duran hortumlarını uzatarak emerler. Ağız organları, yalnız çiçek tozu (polen) ile geçinen "Micropterygidae" kelebek familyasında çiğneyicidir. Tüylü başlarında büyükçe iki petek göz ve çoğunda iki nokta (osel) göz bulunur. Kelebekler faaliyet durumlarına göre gece ve gündüz kelebekleri
olarak iki gruba ayrılırlar.Gece kelebekleri kalın ve ağır vücutlarıyla alaca karanlıkta veya gece uçarlar. İnce kıl gibi olan antenlerinin ucu sivridir. Bazı türlerde antenlerde birer dizi tüy bulunduğundan tarak görünümündedirler. Genellikle renkleri mattır. Hızlı uçucudurlar.Bu uçucular diğer kelebeklere göre daha hızlı uçarlar fakat daha az uçarlar. Tehlike anında sürüden ayrılarak farklı yönlere kaçışırlar ve tehlike bittiğinde tekrar toplanırlar. Gündüz kelebekleri gece istirahat edip, gündüz uçarlar. İnce ve hafif vücutludurlar. Anten uçları topuzludur. Kanatları gâyet güzel renk ve desenlerle süslüdür. Uçuşları yavaştır. Bir yere konduklarında kanatlarını yukarıya dik tutarlar. Gece kelebekleri ise dinlenme hâlinde kanatlarını çatı gibi gövdelerinin üzerine kapatırlar veya tamâmen açık bırakırlar. Bu kâideler bütün kelebekler için geçerli değildir. Meselâ; Skiperler pervâne olmadığı halde antenleri incedir. Vücutları kalın ve renkleri mattır. Gündüz uçarlar. Çoğunlukla pervanelerle karıştırılırlar. Gece kelebeklerinin işitme ve koku alma duyuları da çok hassastır. Bazı türlerin erkekleri, 5 km uzaktaki dişinin kokusunu alabilirler. Gündüz kelebeklerinin duyargaları (anten) çıplak olduğundan bu hassaslıktan mahrumdurlar. Kelebeklerde çoğalma yumurta ile olur. Kelebek yumurtaları yarım küre, küre, silindir ve iğ şeklindedir. Dişileri yumurtalarını tek tek veya gruplar halinde ağaç kabukları veya yapraklar üzerine yapıştırarak bırakırlar. Bazıları da üst üste yapıştırarak kuleler meydana getirir. Bazıları yumurtaların üzerini vücutlarından kopardıkları kıllarla bir kürk gibi kapatırlar. Kışı geçirmek zorunda kalan yumurtalar “Korion” denen sert bir kabukla örtülüdür. Yumurtadan çıkan larvalara “tırtıl” adı verilir. Kışı genellikle tamamen gelişmiş olarak yumurta kabuğu içinde geçirir. İlkbaharda her yer yeşermeye başlayınca kabuğunu yırtarak besin aramaya çıkar. Dişi kelebekler yumurtlarken özellikle tırtılların beslendiği bitki türlerinin üzerine veya yakınına yumurtalarını bırakırlar. Tırtıllarda üç çift göz ve 2-5 çift karın bacağı bulunur. Ağız parçaları ısırıcı çiğneyicidir. Alt dudağa dökülen ipek salgı bezleri vardır. Oburca beslenen tırtıllar, 4-5 defa deri değiştirirler. Normal iriliğe ulaşınca ipek salgısı ile kendilerine koza örerler. Koza içinde erginin şekillendiği pupa durumuna geçer. Bir müddet sonra pupa kabuğunu yırtar ve kozadan genç ergin yeni kelebek ortaya çıkar. Fakat hemen uçamaz. Kanatlarındaki damarların kanla dolması ve kuruyarak güçlenmesi için birkaç saat beklemesi gerekir. Bazı erginlerin ömrü 24 saat, bir kısmının 1-2 aydır. Hayatları birkaç mevsim sürenler kış uykusuna yatar veya daha sıcak bölgelere göç ederler. Bunlar yüzlerce kilometrelik yolu uçabilecek güçtedir. Birleşik Krallık'ta yaygın bir tür, havalar soğumaya başlayınca Kuzey Afrika’ya göç eder. Kuşların aksine kelebeklerin göçü tek yönlüdür. Amerika’da yaşayan bir çeşidin dışında hiçbiri geri dönmez. Bazı kelebekler zehirlidir. Bunlar çok yavaş uçar ve göz kamaştırıcı parlak renklere sahiptir. Bu renkler düşmalarına karşı bir ikaz işaretidir. Böcekçil hayvanlar bunları yemekten çekinirler. Bazı kelebekler de, sahte kafa işaretleri, kanatlarındaki göz işaretleriyle ve antene benzeyen kuyruk uzantılarıyla düşmanlarını şaşırtarak kendilerini korurlar. Bu işaretlere aldanan avcı hayvanlar, kelebeklerin öldürücü olmayan kısmına saldırır. Yırtık kanatlı bir kelebek hayatını sürdürebilir. Birçokları da kondukları yerlerde tamamen kamufle olabilirler. Kuru yaprak görünümündeki bazı kelebekleri kondukları yerden ayırdedebilmek çok zordur.Ayrıca çiçeklerde insanların çıplak gözle göremediği bir ışık vardır. Bu ışık sayesinde kelebekler çiçeği görürler. Gündüz kelebekleri Gece kelebekleri Ortam oynatıcısı Bir ortam oynatıcısı (ing. "media player". medya oynatıcısı, ortam çalıcısı olarak da adlandırılır/bilinir) çokluortam dosyalarını oynatamaya yarayan uygulamadır. Birçok ortam oynatıcısı ses ve görüntü dahil bir dizi çoklu-ortam biçimlerini destekler. Bazı ortam oynatıcılar sadece müzik veya görüntü oynatabilirler, bunlar müzik çalar ve görüntü oynatıcı olarak bilinirler. Bu oynatıcılar, belli çoklu ortam biçimlerine yöneldikleri için diğerlerinden daha iyi olabilirler. Eflani Eflani, Karabük'ün kuzeydoğusunda bulunan bir ilçe. Merkezinde ve çevre köylerinde kaya mezarları, tarihi su yolları, türbeler ve camiler bulunmaktadır. İlçede mermer ocakları vardır, çıkartılan mermerlerin büyük bir bölümü ihraç edilmektedir. Her yıl Hindi Festivali ve Karabük, Kastamonu ve Bartın illeri ile ortak sınırlara ve Türkiye'nin en uzun yaylası unvanına sahip Ulu Yayla'da Ulu Yayla Şenlikleri yapılmaktadır. Ulu Yayla şenlikleri Sinsin Ekibi , Mehter gösterileri(davul, zurna, keman ve köçek eşliğinde yapılan bir gösteri) ile başlamakta ve diğer eğlencelerle sürmektedir. Eflani'nin bilinen tarihi, Bitinyalılar tarafından buraya bir savunma kalesi kurması ile başlar. 1084'te Kara Tigin Bey tarafından ele geçirilen bölge, bir süre sonra Bizans hakimiyetine girmiş ve 1213'te tekrar Türk hakimiyetine geçmiştir. Kastamonu'nun sancak olmasından sonra Eflani'nin stratejik ve askeri önemi azalmıştır. Bitinya Kralı II. Nikomedes saraydaki iktidar kavgalarını önlemek için, Paflagonya bölgesine oğlu Pylaimenes'i özerk kral olarak atamıştır.MÖ 1. yüzyılda Roma ile Bitinya arasında savaşlar sürmekte idi, bu sebeple Bitinyalıların burada bir savunma kalesi kurdukları düşünülmektedir. 1084'te Kastamonu ve Sinop bölgelerini hakimiyeti altına alan Kara Tigin Bey (Emir Karatekin), Eflani bölgesine de hakimiyeti altına almıştır. Daha sonra Bizans hakimiyetine geçen bölge 1213 yılında tekrar Türk hakimiyetine geçmiştir. Sultan Mesut bölgedeki karışıklıkları sonlandırması için görevlendirdiği komutanın, karşı safa geçmesi üzerine, bölgeyi Kastamonu bölgesi komutanlarından Şemsettin Yaman Candar'a vermiştir. 1292'de Mahmut'un Kastamonu Kalesi'ni Candar Bey'e teslim etmemesi üzerine, Şemsettin Yaman Candar Eflani'de bulunan kaleye yerleşmiş ve 1309'da Eflani Candaroğulları Beyliği'nin ilk merkezi durumuna gelmiştir. Kastamonu Süleyman Paşa tarafından tekrar alınmış ve beyliğin merkezi Kastamonu'ya taşınmıştır. Kötürüm Beyazıt'ın oğlu 11. Süleyman Bey, I. Murat'ın yardımı ile yönetime gelmiştir ve buna karşılık Eflani kalesi ve çevresini hediye olarak vermiştir. Bölge Amasra'da bulunan Cenevizlilere ve Candaroğulları'na karşı bir savunma noktası oluşturmuştur. Fatih Sultan Mehmet Ceneviz problemini çözmek için 1459'da çıktığı Amasra seferinde, birliklerini Eflani'de toplamıştır. Kastamonu'nun sancak olarak Anadolu Beylerbeyliği'ne katılmasıyla, Eflani stratejik ve askeri önemini kaybetmiş ve Pazar olarak anılmaya başlamıştır. Kastamonu Sancak Beyliği'ne bağlanan bölge, tanzimat fermanının ardından kurulan vilayet teşkilatı ile 35 köyüyle Kastamonu Vilayeti'nin Safranbolu ilçesine bağlı bir bucak haline gelmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Kastamonu iline bağlı Safranbolu ilçesine bağlıydır. Cumhuriyet dönemine geçildiğinde, 1927'e kadar Kastamonu ilinin Safranbolu ilçesine bağlı olan Eflani, 1927'de Zonguldak iline bağlanmıştır. 1953'te çıkartılan 6608 sayılı kanun ile ilçe merkezi olan Eflani, 1994'te Karabük'ün il olması ile 54 köyü ve 5 mahallesi ile küçük bir ilçe durumuna gelmiştir. 1 Eylül 1953 tarihinde ilçe merkezinde belediye teşkilatı kurulmuştur. Karabük iline 47 km uzaklıkta olan Eflani, yüksek dağlar ve vadiler arasında yer alır, yüzölçümü 536 km ve râkımı 930 metredir. Toplam nüfus 12.270 kişidir ve bunun 3.897'si şehir merkezinde diğerleri ise köylerde yaşamaktadır. İlçenin en önemli yükseltisi 1043 metre yüksekliği ile Tepedağ'dır. Eflani 1953 yılında ilçe olmuş, 1995 yılına kadar Zonguldak'a bağlı kalmıştır ve ardından Karabük iline bağlanmıştır. Yağışlı bir iklime sahip olan Eflani, zengin bir bitki örtüsü ve orman alanlarına ve mermer yataklarına sahiptir. Çıkartılan mermerlerin önemli bir kısmı ihraç edilmektedir. Ormancılık ve hayvancılık bölge ekonomisinde önemli yere sahiptir. Ortakçılar (Bostancı), Bostancılar ve Esencik (Kulüp Köyü) isimlerinde üç tane göleti bulunmaktadır. Her yıl Aralık ayının 2. haftasında Hindi Festivali yapılmaktadır ve yine her yıl Ulu Yayla Şenlikleri yapılmaktadır. Bölgedeki tarihi yapıtlardan; Taşhan, Evliyahanı ve Refikdayıoğulları Oteli ile Tabaklar Köprüsü özelliklerini korumaktadırlar. Gelicek ve Karacapınar köylerindeki birçok ev koruma altına alınmıştır. Tarihi eserler arasında, kalıntılarına rastlanan su yolları, manastır yıkıntıları, kaya mezarları, tümülüsler ve höyükler ile mağaralar mevcuttur. Tanzimat fermanına kadar Kastamonu Sancak Beyliğine bağlı olan Eflani, fermanın ardından Kastamonu Vilayeti'nin Safranbolu ilçesine bağlı bir bucak haline gelmiştir. 1927 yılında ise Zonguldak iline bağlanmış, 1953'te çıkartılan 6608 sayılı kanun ile ilçe merkezi olmuş ve 1 Eylül 1953 tarihinde ilçe merkezinde belediye teşkilatı kurulmuştur. 1996'da Karabük'ün il olması sonucunda, 54 köyü ve 5 mahallesi ile Karabük'ün ilçesi durumuna gelmiştir. Eflani Kaymakamı, Tolga Özdemir'dir. İlçede yalnızca Eflani belediyesi vardır. 2004 yılı seçimlerinde İbrahim Ertuğrul 775 oy ile, oyların % 42.84'ünü alarak Eflani Belediye Başkanlığına seçilmiştir. Seçmen sayısının 2,245 olduğu 2004 yılı seçimlerinde, katılım oranı % 81.69 olmuştur. Eflani'de Eflani İMKB Çok Programlı Lisesi, Eflani Atatürk İlköğretim Okulu, Şehit Alişen Korkut İlköğretim Okulu, Avni Akyol Yatılı İlköğretim Bölge Okulu ve Şehit Yaşar Semerci İlköğretim Okulu olmak üzere 5 okul bulunmaktadır. Eflani İMKB Çok Programlı Lisesi 1977'de eğitime açılmıştır ve 2000-2001 yıllarında bünyesine Ticaret Lisesi Muhasebe bölümü ve Kız Meslek Lisesi Giyim Teknolojisi Bölümleri'ni alarak çok programlı liseye dönüşmüştür. Ekim 2005'te İMKB tarafından yaptırılan yeni binaya taşınmış ve adını Eflani İMKB Çok Programlı Lisesi olarak değiştirilmiştir. 2007-2008'de Çocuk Gelişimi bölümü açılmıştır. Okulun yabancı eğitim dili İngilizcedir. A
çık basketbol ve futbol sahası bulunmakta olan okulun kullanım alanı 5.238 m'dir. 1993'te kurulan Şehit Yaşar Semerci İlköğretim Okulu, şehir merkezine 10 km uzaklıkta Osmanlar Köyü'nde bulunmaktadır. Avni Akyol Yatılı İlköğretim Bölge Okulu 1992'de, ve Eflani Atatürk İlköğretim Okulu ise 1927'de kurulmuştur, Eskipazar Eskipazar Karabük'ün bir ilçesidir. Eskipazar'a 3 km uzaklıkta Hadrianapolis antik kenti bulunmaktadır. Karadeniz bölgesi ile İç Anadolu bölgesi arasında kaldığından geçiş iklimine sahiptir. Halkın geçimi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Eskipazar, 1995 yılına kadar Çankırı'ya bağlı bir ilçeydi, ancak 1995 yılında Karabük il olunca ona bağlandı. Eskipazar, Gerede-Karabük yolunun hemen dışında bulunmaktadır. Bu yol ise İstanbul ile Batı Karadeniz'in büyük bir bölümünün ulaşımını sağlamaktadır. Eskipazar'a bağlı köy ve yaylalar Karadeniz ormanlarının tüm ihtişamına sahiptir Eskipazar ayrıca tarihi yerleşim yer Hadrianapolis antik kentine ev sahipliği yapmaktadır Eskipazar köylerinde genel olarak gelenekler devam ettirilmektedir. Köylerde, köy odalarına rastlanmaktadır. Bu odalarda düğün, nişan ve dini bayramlarda toplanılır. İş imkanı bakımından çok yetersiz olan Eskipazar'da gençler genelde askerlikten sonra göç yolunu seçmektedir. Genelde İstanbul ve Ankara gibi metropol şehirlerine gidilmektedir. Yenice, Karabük Yenice, Karabük'ün bir ilçesidir. İlçe coğrafi yapısı gereği çok engebeli araziye ve çok yoğun ormanlık alanlara sahiptir. İlçe merkezinin ortasından Filyos Nehri ve İncedere Çayı geçmektedir. Ormanlarında standartların çok üzerinde boy ve çapa ulaşmış anıt ağaçlar ve çok miktarda ağaç türü bulunmaktadır. Ayrıca "orman denizi" denilen içinde hiçbir yerleşim yeri olmayan kesintisiz ormanlara sahiptir. 2007 adrese dayalı nüfus sayımına göre yoğun miktarda göç vermiş olduğu anlaşılan ilçenin merkez nüfusu 9.897, toplam nüfusu ise 23.342 kişidir. ilçe merkezinde 11 mahallesi olup, 1 beldesi ve 33 köyü bulunmaktadır. İlçe 1990'lı yıllardan sonra özelleştirmeler ile birlikte iş imkânlarının azalması ve yeni yatırımların yapılmaması nedeniyle yoğun olarak göç vermektedir. İlçe merkezinin nüfusu yaz aylarında daha bağını koparmamış yurt dışından ve diğer şehirlerden gelen Yeniceliler nedeniyle yoğun olur. yenice çoğunlukla ağaçlarıyla bilinir. USB hub Bir USB hub (USB göbeği) tek bir USB kapısına birden çok USB araçlarının bağlanmasına izin veren bir araçtır. Standart bir USB göbeği bilgisayar üzerindeki USB kapısına bağlamak için bir USB kablosu ve ön yüzünde belli sayıda USB kapısı içerir. Piyasada USB çoklayıcı olarak da adlandırılır. Bir bus powered hub (yoldan güç beslemeli göbek) ev sahibi bilgisayarın USB arayüzünden gücünü alan bir göbektir. Bu nedenle ayrıca bir güç bağlantısına ihtiyacı yoktur. Yine de birçok araç bu uygulamanın sağlayabileceğinden daha fazla güce ihtiyaç duyar ve bu çeşit göbek ile çalışmaz. Tam tersine self powered hub (kendinden güç beslemeli göbek) gücünü harici bir güç desteğinden alan bir göbektir ve bu sayede tüm kapıları tam güç verebilir. Göbeklerin pek çoğu gerek yoldan güç beslemeli gerekse kendinden güç beslemeli olarak çalışabilirler. USB 2.0 araçlarının yüksek hızda çalışabilmeleri için araç ile PC arasındaki tüm göbeklerin USB 2.0 olması gerekmektedir. Yenice Yenice ile aşağıdakiler kastedilmiş olabilir: Ovacık Ovacık şu anlamlara gelebilir: Franz Ferdinand Tonyukuk Tonyukuk, (Eski Türkçe: , Çince: 暾欲谷; Pinyin: tūnyùgǔ, Wade-Giles:, T'un-yü-ku, tam: Bilge Tonyukuk Boyla Bağa Tarkan, Çince adı: Ashide Yuan-zhen, 阿史徳元珍; Pinyin: āshǐdé yuánzhēn, Wade-Giles: a-shih-te yüan-chen; 646 - ö. 724), Göktürk Kağanlığının "yabgu"'sudur. "Aşina" ailesinin akrabalarından Göktürk "Aşide" ailesindendir. Asena Türk mitolojisinde dişi bir kurt adıdır. O "tamamen şaman simgesi" olup, bir Göktürk milli söylencesiyle birleştirilir. Göktürkler ve diğer Türk göçebe imparatorluklarının kurucusu ve yönetenleri, Aşina sülalesindendir.. Ayrıca Tonyukuk, Hint kaynaklı dinlerin Türk boyları arasında yayılmasına izin vermediği ve bunların Türklerin hareketli hayatına uymayan, savaşçılık yeteneklerini köreltebilecek anlayışlar içerdiğini söylemiştir. Orhun Yazıtlarında ismi olarak yazılmıştır. Ayrıca Bilge Tonyukuk 1. taş, 1. yüz, (Batı yüzü) 7. dizi'de şöyle yazılmıştır; ""Bilge Tonyukuk ben özüm tabgaç iliñge kılındım. Türk budun tabgaçka körür erti."" (Bilge Tonyukuk ben kendim, Tabgaç ilinde doğdum. Türk budunu Tabgaç'e bağlı idi.) Orhun yazıtları Bilge Kağan ve Kül tigin dışında aslında genelde hakanlar için yazılması gerekenden farklı olarak bir siyasi kişi olan Tonyukuk hakkında da dikilmiştir. Tonyukuk "Gök gibi ve Gök'ten olmuş" şeflerden biri değildir. Bu anıtı ihtiyarlık devrinde kendisi diktirmiştir ve yazılar da kendisine aittir. Bu anıt GÖKTÜRK YAZISI ile yazılmıştır. Göktürk yazısını ilk olarak bu anıtlar üzerinde bulabiliriz. Tonyukuk Bilge Kağan'ın veziridir. Tonyukuk, bilgisi ve tecrübesiyle Bilge Kağan'a yol gösteriyordu. Orhun Yazıtlarını Tonyukuk; Bilge Kağan ve Kül Tigin'in ölümü ardından diktirmiştir.. Yazıtlara "Orhun Yazıtları" denilmesinin sebebi de bu yazıtların Orhun Nehri dolaylarında dikili olmasıdır. Yazıtlar 19. Yüzyılda (1893), Danimarkalı Türkolog Wilhelm Ludwig Peter Thomsen tarafından tercüme edilmiştir. Orhun Yazıtları Airbus Airbus S.A.S (Fransızca: "(S)ociété par (a)ctions (s)implifiée", Fransız ticaret hukukunda "Limited Şirket" ine benzer) şirketi 1970 yılında bir Fransız-Alman ortaklığı olarak kurulmuştur. Şirket şu anda Almanya, Fransa, İspanya, Birleşik Krallık ve Hollanda ortaklığından oluşmaktadır. Merkezi Fransa'nın Toulouse şehridir. Yukarıda sayılan bu ülkeler üretilen değişik modellerin değişik bölümlerini ve parçalarını üretmekten sorumlulardır. A320 modeli denilen ve A318, A319, A320 ve A321 modellerini kapsayan seri Almanya'nın Hamburg kentinde montajlanırken diğer modeller Fransa'da montajlanmaktadır. Her seride ayrı dağılım göstermekle birlikte genelde: İlk üretilen model A300'tür, daha sonra bunu sırasıyla A310, A320, A330, A340 ve en son A380 izlemiştir. Ayrıca A350 XWB modeli de tasarlanmış ve hizmete sunulmuştur. 2005 başında deneme uçuşlarına başlayan A380 modeli, şu ana kadar üretilmiş en büyük yolcu uçağı unvanını kazanmıştır. 2011 cirosu 33.1 milyar Avro olan şirketin, toplam 63.000 çalışanı vardır. Zeus Zeus (Eski Yunanca: , "Zeús"; Modern Yunanca: Δίας, "Días"), ""Tanrıların ve İnsanların Babası"" Yunan mitolojisinde en güçlü ve önemli tanrıdır. Roma'da Jüpiter olarak da bilinir. Göklerin, şimşeklerin ve gök gürültülerinin tanrısıdır. Çoğu zaman elinde bir şimşek ile resmedilmiştir. Bereket ile özdeşleşmiştir, yağmur ondan beklenir. Titan Kronos'un ve eşi Rhea'nın en küçük çocuğu ve oğludur. Tanrıça Hera'nın kocasıdır. Simgesi şimşeğin yanında boğa, kartal ve meşe ağacıdır. Aynı zamanda tanrıların kralı olduğu için taht ve asa ile de sık sık betimlenir. Ayrıca Aegis'in de taşıyıcısıdır. Zeus'un en eski kült ve bilicilik merkezi Yunanistan'daki Dodona antik şehirdir. Habercisi oğlu Hermestir . Gigantlar arasındaki karşıtı Kral Porphyrion'dur. En bilinen özelliklerinden biri çapkın oluşudur. İstediği her şeyin şekline girebilen Zeus'un Leda için kuğu, Antiope için satir, Aegina için ateş, Danae için altın yağmuru, Alkmene için kocasının kılığına, Hera için guguk kuşu, Callisto için Bakire Tanrıça Artemis'in kılığına, Mnemosyne için yakışıklı bir çoban, İo için bulut, Demeter için geyik, Europa için boğa oluşu kudretine en iyi örnektir. Ölümlü ölümsüz herkese aşık olabilen tanrıların tanrısı Zeus çapkınlığı yüzünden eşi Hera tarafından sürekli takip ettirilmektedir. Tanrı Zeus'un tahtı için yaptıkları şeylerin başlıcaları şunlardır: Eşi Metis'i yutması, Prometheus'u zincirlemesi, Thetis'i bir ölümlü ile evlendirmesi. Babası olan Titan Tanrı Kronos'u diğer Olimpos tanrılarının yardımıyla yer Tartarusa hapsetti. Sonra Atlantisliler Tanrı Zeus'un takipçilerini (Yani Yunanları) ellerinde olmadan (Çünkü onlara tuzak kurulmuştu) yok ederek Olimposlu tanrıların gücünü azaltıp Kronos ve yanındaki diğer Titanları serbest bıraktılar. Zeus ayrıca İksion, Salmoneus, Arkadya kralı Lykaon ve ateşi çalan Prometheus'u küstahlıkları nedeniyle cezalandırmıştır. Tanrı Zeus'un en bilinen efsanesi Hera'nın yanına Poseidon, Apollon ve Athena'nın desteğini alarak Zeus'u devirme girişiminde bulunmasıdır: Zeus'un diğer kadınlarla ilişkisine kızan Hera bir plan kurar ve bu plan Baş tanrıyı devirmektir Poseidon, Apollon, Athena ve Hera yani bir İtilâf yapan bu dört tanrı Zeus'u altın bir ağ ile bağlar fakat Thetis, Olimpos’ta oluşabilecek karışıklığı önceden görüp ve yüz elli Briareus’tan yardım ister ve Briareus'un ağı çözmesiyle Zeus kurtulur ve hepsini cezalandırır: Hera'yı yüksek bir yere asarak, ayaklarına ağırlık bağlar ve tanrıların teker teker sadakat yemini etmediği müddetçe Hera'yı serbest bırakmayacağını söyler. Bunun ardından isyana karışmış Poseidon ile Apollon'u da ceza olarak Truva Kralı Laomedon'a hizmet etmeye yollar. Laomedon Apollon'a çobanlık yapmasını yani sürülerini otlatma emri verir. Poseidon'a ise çıplak elleriyle Truva şehrinin etrafına yeni duvarlar yapma emrini verir. Uzun bir zaman sonra Poseidon ve Apollon'un sürgünü biter ve Zeus onları Olimpos'a geri alır. Dionysos'a ise 100 yıl şarap içmeme cezası verir ama kısa bir zaman sonra onun üzüntüsüne dayanamayıp cezasını bitirir. Tanrı Zeus Yunan Tanrıları arasında en çapkını ve en çok çocuğu olan Tanrı'dır. Öyle ki çapkınlığı tanrıçaları, kadınları, nemfleri, Titanları bile kapsamaktadır. Yaptığı kandırmacalar ile herkesi elde edebilmektedir. Kız kardeşleri Hera ve Demeter'in yanı sıra kendi kızı Persephone'ye bile aşık olmuş hatta ondan Zagreus isminde bir oğlu olmuştur. Kronos ile Rhea'nın evliliklerinden Hestia, Demeter, Hera adlarında üç kızla, Hades, Poseidon, Zeus adlı üç erkek çocuk dünyaya gelir. Babası Uranüs'e yaptıklarını unutmayan Kronos kendisinin de oğullarından aynı kar
şılığı göreceğinden korkar ve bu yüzden karısının her yeni doğurduğu çocuğu yutup, karnında saklar. Bu duruma üzülen Rhea ise Gaia'nın öğütleri ile yalnız Zeus'u onun elinden kurtarır.Tanrıça, Zeus'u yanına alarak gecenin karanlığından faydalanarak çabucak koşup Girit Adası'nda İda Dağı'nın tepesine çıkar. Orada Gaia çocuğu alır ve onu bir mağaranın dibine saklar. Rhea ise geri dönüp bir kocaman taşı kundak bezlerine sarıp Kronos'a verir. Rhea , Zeus'u Girit'teki İda Dağı'ndaki bir mağarada saklar. Bundan sonra Zeus, hikâyenin değişen sürümlerine göre sırayla; Olgunluk çağına gelince Zeus, saklandığı mağaradan çıkar. Ve savaşa hazırlanır. İlk iş olarak yer altı ülkesine gider ve Kronos'un hapsettiği kiklopları ve elli başlı, yüz kollu hekatonkheirleri serbest bırakır. Kikloplar ise buna karşılık yıldırımlarını hediye eder. Savaş, Kiklopların hekatonkheirlerle birlikte devasa büyüklükteki kayaları gökyüzündeki titanlara savurmasıyla başlar. Her bir hekatonkheir, yüz koluyla aynı anda yüz taş atabildiğinden aynı anda çok büyük miktardaki iri kayayı titanlara atarak onları geri püskürtürler. Bu esnada Zeus da şimşekleri ile Titanlara saldırır. Sonra da rhea'nın verdiği kusturucu bir içecek ile Kronos'u yuttuğu tanrıları ve taşı çıkarmaya zorlar. Titanomachy (Titan - Tanrı savaşları) adlı savaşta Zeus ve kardeşleri, Hekatonkheirler ile Kikloplarlarla beraber Kronos ile titanlara karşı savaşırlar. Sonra da Kronos ve titanları gökten kovup dünyanın dibine, yerin ve denizin alt tabakasının daha da altına, Tartarus'a atar. Bu savaşta Zeus'a karşı savaşan titanlardan biri olan Atlas, Zeus tarafından gök kubbeyi omuzlarında taşımakla cezalandırılır. Bunların ardından Tanrılar arasında kura çekilir. Ve Hades'e yer altı, Poseidon'a denizler Zeus'a ise gökler düşer. Bu savaştan sonra Hikmet ve Akıl Tanrısı Okeanid Metis, Zeus'tan hamile kalır. Zeus ise Gaia'nın "'Metis'in doğuracağı erkek çocuğun iktidarına el koyacak'" şeklindeki kehanetine uyarak Metis hamileyken onu yutar. Ama Athena ölmez daha sonra Zeus'un kafasından doğar. Zeus kızının kendini affetmesi için ona mızrak, miğfer ve kalkan verir. Böylece Zeus, kuşaktan kuşağa geçen iktidar lanetini yok eder ve böylece değişmez bir düzen kurar. Fakat bu savaşta Tanrıların savaşıp Tartarus'a attıkları Titanlar, gökyüzünü sırtında taşımak zorunda kalan Atlas ve Kafkas dağlarına zincirlenmiş Prometheus, Gaia'nın çocukları olduğundan Gaia buna öfkelenir. Ve bu yüzden çocukları Typhon ile Ehidna, Olimpos tanrılarına saldırır. Tanrılar bu savaşta birçok gigant(dev) ile savaşır. Bunun üzerine Zeus da Typhon ile savaşıp onu yener ve Ehidna ile beraber Etna Dağı'nın en dibine kapatır. Hera, Zeus’un kardeşi aynı zamanda tek resmi karısıdır. Bir bahar günü Zeus, tapınağında dinlenirken, pencerenin kıyısına gider. Ve bahçede çiçek toplayıp şarkı söyleyen dünyalar güzeli bir kız görür ve ona aşık olur. Zeus daha önce de yaptığı gibi farklı bir kılıkta görünerek, soğuk bir gecede soğuktan titreyen bir guguk kuşu olur. Hera kuşa acıyıp avuçlarına alır ve onu göğsüne bastırır. Bu sırada Zeus, gerçek haline bürünür. Ve şu sözleri söyler: ""Hera, istiyorum ki sen benim karım olasın, büyük gözlü güzel tanrıça benim peşimden gel, Olimpos'ta parlak bir taht üzerinde ve benim sağımda oturarak saltanat sür."" Bunun üzerine Hera bu teklifi kabul eder. Hesperidlerin bahçesinde bütün tanrıların ve perilerin katıldığı görkemli bir düğünle evlenirler. Gaia, Hera’ya doğurganlık simgesi olarak nar verir. Hera onu Hesperidlerin bahçesine diker. Bu düğün yeryüzünde bolluk ve verimlilik simgesidir. Bu nedenle bu düğüne “Hieros Gamos”(kutsal evlilik) adı verilir. Düğüne yalnız Khelone adındaki bir peri kızı gelmemişti. Bu yüzden tembelliğinin cezası olarak onu ağır hareketin ve hantallığın sembolü olan kaplumbağaya çevrilir. Zeus ile Hera'nın evliliğinden Ares, Hephaistos, Angelos, Heusha, Hebe ve Eileithyia doğar. Zeus'un" "Bulutları Devşiren""," "Tanrıların Ve İnsanların Babası"", ""Tanrıların Kralı"" dışında birçok sıfatı daha vardır. Bunlar: Tanrıçalarla Birliktelikleri Kadınlarla Birliktelikleri Zeus kültü bir olarak Girit adasında ortaya çıktıysa da en önemli kült merkezi Olympia'dadır. Olympia Zeus tapınağındaki Zeus heykeli Dünyanın 7 Harikasından biridir. Ayrıca ilk olimpiyatlar yine bu şehirde bu tanrı adına başlamıştır. Yunan kolonilerinde bile önce, tarım için yağmura muhtaç Anadolu coğrafyasında gökyüzü ve yağmur tanrısı hep önemli rol oynamıştır. Hitit baş tanrısı olan Teşup elinde şimşekle betimlenen ve boğa ile özdeşleşen Zeus gibi bir gökyüzü tanrıdır. İkisi de aynı şekilde ev ve yuva ile ilişkilendirilen tanrıçalarla evlidir. Bu açıdan tanrının kökeni sırf yunan uygarlığında aranmamalıdır. Zaten yerel inançlarda da var olduğu için Anadolu'da saygı görmüş ve adına birçok tapınak yapılmıştır. İstanbul Boğazının, yabancı dillerdeki karşılığı olan ""Bosphorus"" yani ""İnek Geçiti"" ismi Zeus'un eşi Hera'dan saklamak için inek şekline soktuğu sevgilisi İo'dan gelir. Bunun dışında Türkiye'de Zeus ile ilgili veya Zeus inancının olduğu yerler Zeus, 1990'lardan bu yana ortaya çıkan, çeşitli şekillerde eski Yunan dini uygulamalarını canlandırmaya yönelik dini hareketler içerisinde inanılan Tanrılardan biridir. Helen dini Oniki Olimposlu Yunan Tanrıları etrafında dönen çağdaş bir dindir. Hospitality Club Hospitality Club internet üzerinde faaliyet gösteren yaklaşık 660,000 üyesi olan uluslararası bir misafirperverlik servisidir. Üyeler hospitalityclub.org web adresini kullanarak seyahatleri sırasında birbirlerine konaklama ya da rehberlik konularında destek olmaktadırlar. Hospitality Club dünyanın en çok üyeli misafirperverlik ağıdır. Antrasiklin Antrasiklinler bir kemoterapik ajan sınıfıdır. Kanser tedavisinde kullanılan antrasiklinler, geniş bir yelpazede birçok farklı kanser türünün (lösemi, göğüs kanseri, rahim kanseri, akciğer kanseri vb.) tedavisinde sıklıkla kullanılmaktadır. Mevcut antrasiklin ajanları sıralarsak: Teknik olarak antrasiklinler antibiyotiktir. Fakat yüksek düzeyde toksik oldukları için antibiyotik olarak (bakteriyel enfeksiyon tedavisi vb.) kullanılmazlar. Antrasiklinler DNA ve RNA sentezine müdahale ederler. DNA ve RNA sentezini inhibe etmeleri (engellemeleri) replikasyonu (ikileşme) önler ve böylece kanser hücrelerinin büyümesi durur. Ayrıca DNA, mRNA, protein ve lipidlere zarar veren oksijen serbest radikalleri, hidroksil radikalleri ve hidrojen peroksit radikalleri içeren oksijen partikülleri oluştururlar. Antrasiklinler birçok farklı faktöre bağlı olarak kalp kası toksisitesi (kardiyotoksisiste) oluşturabilirler. Bu faktörlere kalp dokusunda serbest radikallerin oluşmasını örnek olarak verebiliriz. The Swingle Singers Dünyanın en ünlü vokal toplululuklarından birisi olan Britan akapella topluluk. İlk defa 1963’de Fransa’da Ward Swingle tarafından kurulan Swingle Singers, 10 yıl sonra dağıldı ancak aynı yıl Birleşik Krallık'ta yine Ward Swingle tarafından yenisi kuruldu ve popülaritesini hiç kaybetmedi. Başlangıçta Barok müzik seslendiren grup, zamanla repertuarına orkestra uvertürleri, pop klasikleri, film müzikleri, halk şarkıları gibi türleri de ekledi. Geniş repertuarı sayesinde çok geniş bir dinleyici kitlesine kendisini dinletmeyi başaran grup, 40 yılda 50 albüm çıkardı ve yaklaşık 4000 konser verdi. Seslerini enstrüman gibi kullanan 8 şarkıcıdan oluşan topluluk, 4 Grammy Ödülü (1963, 1964, 1965, 1969 yıllarında) kazanmıştır. 1999 Düzce depremi 1999 Düzce Depremi, 12 Kasım 1999 Cuma günü saat 18.57'de aletsel büyüklüğü 7.2 ve merkez üssü Düzce olan deprem . 30 saniye süreyle etkili olan deprem, pek çok ilin yanı sıra Ukrayna'dan da hissedildi. Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi'nin açıklamasına göre, ölü sayısı 845, yaralı sayısı 4948, depremde hasar gören ve derhal yıkılması gereken bina sayısı 3395, yıkık ya da ağır hasarlı ev sayısı 12939, iş yeri sayısı ise 2450'dir. Depremden sonra Düzce ilçesi, Türkiye'nin 81. ili oldu. Faylanma Mekanizması : Maksimum Yanal Atım : Selim Naşit Özcan Selim Naşit Özcan (15 Ağustos 1928, İstanbul - 18 Ağustos 2000, İstanbul) Türk tiyatro sanatçısı. Tuluat Ustası Naşit Bey ile tiyatro oyuncusu ve kantocu Amelya Hanım’ın oğlu olarak 15 Ağustos 1928’de İstanbul’da dünyaya geldi. Amelya Hanım'ın annesi zamanının meşhur kantocularından Osmanlı Ermenisi "Küçük Verjin", babası ise Osmanlı Rumu, Kemani Yorgo Efendi'dir. Çocukluğu, Şehzadebaşı’ndaki Millet Tiyatrosu’nun üstündeki dairede kızkardeşi Adile Naşit ile sahneyi izleyerek geçti. Babaları desteklemese de her iki kardeş de tiyatroya gönül verdiler ve ilk defa Cumhuriyetin 10. Yıl Kutlama Gecesi’nde aynı sahneyi paylaştılar. Selim Naşit, 1943 yılında ticaret lisesinden ayrıldıktan sonra ilk defa profesyonel olarak Muhlis Sabahattin’in operet topluluğunda Gül Fatma operetinde rol aldı. Kısa bir süre sonra Muammer Karaca operetine geçti ve Muammer Karaca’nın yanında 16 yıl boyunca çalıştı. 1961’de kardeşi Adile Naşit ve eniştesi Ziya Keskiner ile Ankara’da babaları adına kurdukları Naşit Tiyatrosunda çalıştı. Daha sonra Elhamra İstanbul Tiyatro Sahnesini Toto Karaca, Sururiler ve Muzaffer Hepgürler ile paylaştı. 1966’da Gönül Ülkü – Gazanfer Özcan Tiyatrosu’na geçerek kardeşi ve eniştesi ile tekrar buluştu. 1979'dan itibaren Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu'nda, Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nda, Karşı Tiyatro'da çalışan, 18 yıl Akbank Çocuk Tiyatrosu'nda yer alarak tiyatroda yarım asrı geride bırakan Naşit, 300'e yakın oyunda rol aldı. Selim Naşit tiyatroda en son Tiyatro Stüdyosu'nun Histeri oyununda rol almıştı. Naşit bu oyundaki rolüyle tiyatro kariyerinin ilk elle tutulur tiyatro ödülü olan Afife Tiyatro Ödülleri En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü'nü kazandı. Selim Naşit birçok da televizyon dizisinde de rol almıştı. Senaryosunu Can Barslan'ın yazdığı "Gülşen Abi" dizisinde gazete patronu rolüyle tanınan sanatçı son olarak "Zilyoner" adlı dizide oynamıştı. Onu geniş kitlelere tanıtan bir diğer yapım ise Ömer Vargı'nın yönettiği "He
r Şey Çok Güzel Olacak" adlı sinema filmiydi. Bir milyondan fazla seyircinin izlediği filmde Naşit buradaki rolüyle Sinema Yazarları Derneği'nin (SİYAD) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü'ne değer görülmüştü. Selim Naşit sinemada da 60'a yakın filmde rol aldı. Türk tiyatrosunun "Baba" lakaplı sanatçısı Selim Naşit, 54 yıllık sanat yaşamında hep küçük rollerde 'elle tutulur nüanslarla' karakterler yaratmayı başardı. Ömrünün son yıllarını kanserle mücadelesi yüzünden sahneden ayrı geçirdi. Tedavi gördüğü Kadıköy Şifa Hastanesi'nde pankreas kanserine yenik düşerek 18 Ağustos 2000 tarihinde 72 yaşında hayata gözlerini yumdu. Zincirlikuyu mezarlığında gömülüdür. Selim Naşit,Peyker Özcan ile evli ve Naşit ile Arsel adlarında tiyatrocu iki çocuğu ve de Mehmet ile Ahmet adlarında iki torun sahibiydi. Medeni HallerGülşen AbiAynalı Tahir Zilyoner Babam Olur musun?RuhsarSıdıka Gül Fatma Operet Histeri Devekuşu Kabare Naşit Özcan Yabancı Damat Yabancı Damat, Ege'nin iki kıyısından; Türkiye ve Yunanistan'dan iki gencin aşklarının öyküsün anlatıldığı bir televizyon dizisidir. Türk ve Yunan müzikleri kullanılan dizinin çekimleri Bodrum'da başladı, Yunanistan'ın Sömbeki Adası'nda devam etti. Dizinin daha sonra Gaziantep - İstanbul çekimleri yapıldı. Atina'da da çekimleri yapılacak olan dizi için ayrıca Türkiye'de dev bir plato kuruldu. Dizinin Yunanistan'daki çekimleri için Yunan Basın Bakanlığı, Ankara Büyükelçiliği ve İstanbul Başkonsolosluğu destek verdiler. Kardemir Kardemir Karabük Demir Çelik Sanayi ve Ticaret A.Ş, (kısaca: Kardemir, Türkiye'nin ilk ağır sanayi fabrikası) Türkiye’nin kuzeyinde Karadeniz Bölgesi'nin,Batı Karadeniz Bölümü Karabük ilinde bulunan demir-çelik işletmesidir. Temelleri 3 Nisan 1937'de Mustafa Kemal Atatürk'ün talimatı ile dönemin Başbakanı İsmet İnönü tarafından atılmıştır. 3 Nisan 1937 tarihinden 13 Mayıs 1955 tarihine kadar Sümerbank’a bağlı “Demir Çelik Fabrikaları Müessese Müdürlüğü” adı altında çalışmıştır. Müessese, 13 Mayıs 1955'den sonra bağımsız bir KİT durumuna gelmiş ve Türkiye Demir ve Çelik İşletmeleri Genel Müdürlüğü adını almıştır. 21 Haziran 1955 tarihinde Etibank’ın bir müessesesi olan Divriği Demir Madenlerini de bünyesine alan ve Genel Müdürlük olarak faaliyet gösteren Karabük Demir Çelik Fabrikaları bünyesinde deneyimli montaj elemanları da yetiştirerek Türkiye’de ağır sanayiinin, Erdemir ve İsdemir'in kurulmasına da öncülük etmiştir. 1995 yılında özelleştirilerek Karabük Demir Çelik Sanayi ve Ticaret A.Ş. adını almıştır. İstanbul Sanayi Odası'nın hazırladığı 500 Büyük Sanayi Kuruluşu Listesi verilerine göre 2008 yılında Türkiye'nin en büyük 41. sanayi kuruluşudur. 3 Nisan 1937 tarihinde dönemin Başbakanı İsmet İnönü tarafından temelleri atılarak kurulan ve 58 yıl boyunca bir kamu kuruluşu olarak faaliyet gösteren Karabük Demir Çelik Fabrikaları, 1995 yılında özelleştirilerek Kardemir adını almıştır. Türkiye’nin ilk entegre demir çelik fabrikası ve uzun mamulde cevhere dayalı üretim yapan tek kuruluşudur. 1.500.000 ton/yıl düzeyindeki ham çelik üretim kapasitesi ile uluslararası kalite standartlarında pik, blum, kütük, nervürlü inşaat çeliği, profil, köşebent, maden direği, her türlü ray, kok ve kok yan ürünleri üreten Kardemir; inşaat, madencilik, ulaştırma ve sanayi sektörüne temel girdi sağlamaktadır. Kuruluşundan itibaren çok sayıdaki endüstriyel tesisin proje, imalat ve montajını gerçekleştiren Kardemir, Türkiye’de “Fabrikalar Yapan Fabrika” olarak tanınır. Hisselerinin tamamı BİST’de işlem gören Kardemir, İstanbul Sanayi Odası tarafından açıklanan son "Türkiye’nin En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu" raporunda 46. sırada yer almıştır. Özelleşme sonrası hızla kendisini yenileyen Kardemir, kurduğu yeni Çelikhane Konvertör Sistemi ile çelik üretim prosesini değiştirmiş, modern teknolojisi ile verimlilik ve karlılığını artırmıştır. 2007 yılında devreye alınan yeni Ray ve Profil Haddehanesi ile ürün gamını genişleten ve 72 m. Boya kadar rayın yanı sıra 550 mm genişliğe kadar ağır profillerin Türkiye ve bölge ülkeler arasındaki tek üreticisi haline gelen Kardemir, bu yatırımla Türkiye'de başlatılan demiryolu seferberliğinde de Devlet Demiryollarımızın stratejik iş ortağı olmuştur. Bu yatırım, aynı zamanda şirketi ihracatçı bir konuma taşımıştır. Sahip olduğu yüksek döküm ve mekanik işleme kapasitesi ile sektöründe Türkiye’nin lider kuruluşları arasında yer alan KARDÖKMAK A.Ş., her cins ve karakterde çelik konstrüksiyon imalatı yapan KARÇEL A.Ş. Olmak üzere iki büyük bağlı kuruluşu bulunan Kardemir’in, Sabancı grubu ile çimento sektöründe ( Karçimsa A.Ş. ), Erdemir Grubu ile madencilik sektöründen ( Ermaden A.Ş. ) ortaklığı bulunmaktadır. Çankırı ilinde her türlü konvansiyonel ve yüksek hıza uygun demiryolu makasları üretmek üzere T.C.D.D. Ve Avusturya’lı Voest Alpine firması ile 2010 yılında yeni bir ortaklığa imza atan Kardemir, yine 2010 yılında Afken Holding’e bağlı Enbatı Elektrik Üretim AŞ hisselerinin tamamını satın alarak bünyesine katmıştır. Şirketin halen Soğanlı çayı üzerinde 22,5 MW kapasiteli Hidroelektrik santrali Projesi devam etmektedir. 50 MW’lık Gaz Yakıtlı Enerji Santrali, 1.200.000 ton kapasiteli Yeni Sürekli Döküm Makinesi ve Filyos Liman Projesi gibi önemli yatırımları bulunan Kardemir’in, Kapasite Artırımı ve Modernizasyon Yatırımları kapsamında sürdürdüğü Yeni Sinter Fabrikası, Üçüncü Hava Ayrıştırma Tesisi, 20.000 m³’lük Yeni Soğutma Kulesi, Gaz Holder gibi yatırımlarının devreye alma çalışmaları devam etmektedir. Kardemir tüm iş süreçlerini 2008 yılından itibaren SAP Kurumsal Kaynak Planlaması sistemi ile yönetmektedir. Daha önce Karabük Üniversitesi’ne 500 Kişilik kapalı Spor Salonu ve Mühendislik Fakültesi kazandıran Kardemir, Kurumsal Sosyal Sorumluluk Projelerini de aralıksız sürdürmektedir. Şirketin halen Karabük Üniversitesi yerleşkesinde İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ile Demir Çelik Enstitüsü ve Araştırma Geliştirme Merkezi yatırımları devam etmektedir. Şirketimiz ayrıca, halen süper ligde oynayan Kardemir Karabükspor’un da ana sponsorudur. Yöre ve bölge ekonomisinin mimarı konumunda olan ve bağlı kuruluşlarla birlikte yaklaşık 5.000 kişiye direk istihdam sağlayan Kardemir, sahip olduğu köklü sanayi kültürü, yetkin insan kaynağı ve kurumsal yönetim tecrübesi ile büyümesini sürdürmekte ve sektörünün lider kuruluşları arasında yer almaktadır. Karabük Demir Çelik Sanayi ve Ticaret A.Ş.'nin %100'ü Borsa İstanbul'da A,B,D grupları olarak işlem görmektedir.Şirket 25 Haziran 2009'da ödenmiş sermayesini 550.000.000 TL'den 878.555.000 TL'ye, 4 Temmuz 2013'te ise 878.555.000 TL'den 1.055.000.000,00 TL'ye çıkarmıştır. Çelikhane Ürünleri Haddehane Ürünleri Kok Ürünleri Diğer Ürünler Numen Numen (Noumenon) veya "Ding an sich", yani ""kendinde olan şey"", Kant felsefesinde fenomenin ötesindeki bilinemez ve tanımlanamaz "gerçeklik", "gerçek bilgi" manasındadır. Bilginin imkânı ya da imkânsızlığına yönelik düşünceler çerçevesinde, özne'nin ilişki kurduğu nesnenin görüntüsünün ardındaki gerçek özünü tanımlama çabası olan numen, somutun ifade bulduğu "fenomen"'in karşıtı olup, varoluşsal özü ifade eder. Herhangi bir varlığın algımızdan bağımsız, kendi içinde oluşur. Etimolojik olarak Yunanca ""nous""dan (akıl) gelmektedir. Çoğulu "Noumena"`dır. Her ne kadar bazı yazarlar "noumena"yı kullanmayı daha uygun görmüş olsalar da sadece tekil veya çoğul hâlinin kullanımı bile sorun yaratmaktadır. Zira "numen", algıladığımız fenomenin ötesindeki bilinemez gerçeklik olduğu için, gerçekte "tekil" veya "çoğul" olma hâli yani ferdiyet de bir "numen"dir. Kant felsefesinde "numen"in karşıtı "fenomendir"; çünkü "fenomen" algılarımızla oluşturduğumuz dünya, algılarımızla kavradığımız "gerçeklik" ve "bilgi"dir. Alman düşünürü Kant’a göre öz, kendinde şey ve phenomenon karşıtı olarak numendir. Asla bilinemez. Bizler sadece nesnelerin görünüşlerini bilebiliriz, kendinde ne olduklarını bilemeyiz. Kant bu konudaki düşüncelerini ve görüşlerini "Saf Aklın Eleştirisi" isimli eserinde belirtmiştir. GTK+ GTK+ (eski adıyla GIMP Toolkit), çok platformlu grafiksel kullanıcı arayüzü geliştirme araç takımıdır. Qt ile beraber X Pencere Sistemi'nin en popüler araç takımıdır. GTK+ başlangıçta GNU Resim İşleme Programı için yazılmıştı. Şimdi GNU Projesi'nin bir parçası olarak LGPL lisansı altında ücretsiz olarak dağıtılmaktadır. GTK+, C'de yazılmış nesne yönelimli Glib nesne sistemini kullanır. Daha önceki GIMP sürümlerinde çalışırken Peter Mattis ve Spencer Kimball, o zamanlar ücretsiz olmayan Motif araç takımına bir alternatif olarak GTK'yi yarattılar. Bugün, en son GTK+ sürümü olan 2.8 ile birlikte ürün çok sayıda yeni etkinlik içeriyor ve GIMP hala, GTK+ olanağını kullanan en iyi programlardan biri olmaya devam ederken artık tek değil. GTK+ araç takımı kullanılarak binlerce uygulama ve birçok masaüstü ortamının grafik arayüzü yazıldı. Apache (anlam ayrımı) Scania AB Scania AB, İsveçli çekici, kamyon, otobüs ile deniz ve endüstriyel motorları üreticisi firmadır. Tüm dünyaya yayılmış fabrikaları ile özellikle ağır dizel motor üretimi sektöründe önemli markalardan biridir. Şubat 2008'den bu yana Alman Volkswagen grubuna aittir. Ağır vasıta ve otobüs üretiminde dünyada 3. sıradadır ve şu anda tüm dünya çapında yaklaşık 40.000 çalışanı vardır. 100 ülkenin üzerinde distribütör ve bayi ağı bulunmaktadır. Brezilya ve Hollanda gibi 5 ülkede toplam 11 tane fabrikası vardır. Dunyanin en buyuk Arge merkezlerinden birine sahiptir. Stockholm yakinlarinda Södertälje sehrinde bulunan Arge biriminde yaklasik 3000 muhendis gorev almaktadir. Vabis Vabis. 1891 yılında kurulan otomobil firması 1911 yılında Scania'ya bağlanmıştır. Halen otomotiv sektöründe arasında Scania markasını belirtmek için Vabis kelimesi kullanılır. Beypazarı Beypazarı, İç Anadolu Bölgesi'nde Ankara'ya bağlı bir ilçedir. Ankara'nın 98 km. batısında, denizden ortalama 700 m. yüksekliktedir. Osmanlı Devleti'nin toprak rejimi ve askeri sisteminin bel kemi
ğini oluşturan tımarlı sipahi merkezleri'nden birisi olan Beypazarı, yöredeki sipahi beyine ve ticari, ekonomik hayatın yoğunluğuna istinaden Beğ Bazarı diye adlandırılmıştır. Beypazarı, Roma döneminde, İstanbul'u Ankara ve Bağdat'a bağlayan önemli büyük tarihi geçit yolları üzerinde bulunmaktaydı. Bilinen ilk adı "kaya doruğu ülkesi" anlamına gelen Lagania idi ve Bizans İmparatorluğu'nun piskoposluk merkeziydi. M.S. 491-518 yılları arasında hüküm süren Doğu Roma (Bizans) İmparatoru Anastasios'un ziyaretine atfen şehrin adı, Lagania - Anastasiopolis (Anastasios Kenti) olarak değiştirildi. Beypazarı toprakları pek çok eski uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. İlk yerleşimi işaret eden net bilgiler bulunmamakla birlikte yerleşim yeri olarak kullanılmasının eski çağlara dayandığını gösteren bulgular vardır. Bu yüzden üzerinden değişik hakimiyetler gelip geçen Beypazarı topraklarında biriken tarih farklı kültürlerin izlerini taşımaktadır. Beypazarı’nın Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde deyinmeden geçemediği tarihi önemi, bu farklılıklarla beslenmiştir. Eski bir yerleşim yeri olan Beypazarı topraklarında, sırasıyla Hitit, Frig, Galat, Roma, Bizans, Anadolu Selçuklu ve Osmanlıların egemen olduğu bilinmektedir. Selçuklular döneminde Beypazarı, İstanbul - Bağdat yolu üzerinde önemli bir ticaret merkezi olmuştur. Beypazarı, Orhan Bey'in Ankara'yı alması ile Hüdavendigâr (Bursa) Sancağı'na bağlanarak Osmanlı yönetimine geçmiştir. Roma döneminde, "Lagania" adlı alan bu yöre bir piskoposluk merkezi haline gelmiştir. "Kaya Doruğu" anlamına gelen bu ad daha sonra o dönemlerde hüküm süren İmparator Anastasius’un (M.S. 491 – 518 ) bölgeye ziyaretiyle "Lagania Anastasiapolis" olarak değişmiştir. İstanbul’u Ankara’ya ve Bağdat’a bağlayan geçit yolları üzerindeki konumuyla ticari anlamda parlak dönemlerini yaşamıştır. Türklerin Anadolu’ya egemen oluşuyla Türkmen boylarının da yurdu olur Beypazarı.Bu boylardan en önemlisi Kayı Boyu'dur. Selçuklu Sultanlığı kendilerine yurt olarak yer göstermiş, Gazi Gündüzalp yönetiminde ilk önce Ankara civarına yerleşmişlerdir. Osmanlı Devleti'nin kurucusu olan Osman Bey'in dedesi Gazi Gündüzalp'in mezarı Beypazarı'nın Hırkatepe Köyü'ndedir. Beypazarı, konakları ile meşhurdur. Genellikle iki ya da üç katlı olan konaklar yapılırken işlevsel ve kültürel detaylarla bezenmişlerdir. Bu evler zemin katları taş, üst katları ahşap iskelet içine ahşap veya kerpiç dolgu sistemi kullanılarak inşa edilmiş. Bahçeli evlerin bir özelliği olan ve "çantı" olarak da bilinen "guşgana", tipik Beypazarı evlerinin en üst kısmında bulunan küçük bir bölüm. Bu bölüm inşaata yarıda kalmış hissi verse de aslında kasten o şekilde yapılandırılmıştır. Beypazarlılar, hem aileleri genişlediğinde evi büyütme ihtimalini düşünerek hem de yiyeceklerini kuruturken veya muhafaza ederken de yararlanmak amacıyla böyle bir yapı tercih etmişler. Guşganalar yazın sıcaktır; kışlık ihtiyaçlar kurutulur ve kış geldiğinde de o aylarda soğuk olan bu kısımda bozulmadan saklanır. Yarının erzakını bugünden hazır eden tedbirli Beypazarılı, sıcak kanlı olduğunu da evlerini birbirine bitişik yapmış olmasıyla açığa vuruyor. Birbirine komşu evlerdeki kapılar, pencereler, guşganalar birbirine bakar durumda. Bu iç içe yerleşim tarzı sosyal yaşamın ve ilişkilerin samimiyetine işaret ediyor. Eğimli kesimlerde bulunan ve bahçesiz olan evlere giriş direkt olarak sokaktan yapılıyor. Küçük bahçeli evlerde ana girişle bahçe girişi sokakla bağlantılı biçimde düzenlenmiş. Büyük bahçeli evlerde önce bahçeye ardından eve ulaşılıyor. Evlerin girişlerinde; "hayat" diye adlandırılan kısımda, kıymetli eşyaları yangınlardan, yağmacılardan korumak için kullanılan demir kapılı mahzenler yer almakta. Dışarıya küçük pencerelerle açılan zemin katta bulunan taşlıkta genellikle ocak ve yalak bulunur. Bu kat, asıl yaşam alanı olan üst katlara ilk birkaç basamağı ahşap olan merdivenlerle bağlanır. Katlar arasında ulaşımı sağlayan merdivenlerin başında mamrak denen ve depo olarak kullanılan bölümleri örten kapaklar bulunmaktadır. Yöre dilinde çardak olarak adlandırılan sofa bölümü etrafında mutfak ve tuvalet gibi alanlar vardır. Bazı evlerdeki sofa etrafında dışa dönük eyvan, sekilik gibi düzenlemeler yapıda hareketlilik yaratan çıkmalar oluşturur. Sofalar geniş ya da kemerli pencerelerle aydınlatılmıştır. Beypazarı evlerinde yerel dilde "dinme dolap" diye adlandırılan ve katlar ve bölümler arasında yatay ve düşey servis sağlayan döner dolaplar vardır. Ev çatıları genellikle alaturka kiremitten yapılmıştır. Son zamanlarda onarım amaçlı elden geçerken kolay uygulanabilirliği ve ucuzluğu düşünülerek sac malzemeyle kaplanmış çatılar da bulunmaktadır. Bahçeli evlerde sokak yönündeki bahçe duvarlarının oldukça yüksek olması dışarıya karşı tedbiri vurguluyor. Bahçelerin komşu evlerle neredeyse bitişik olması da halk arasındaki güven duygusunu düşündürüyor. Anadolu evlerinin genel mimari özellikleri ile birlikte gelişmiş olan konakların çamdan kapılarını aralayarak samimi, sıcak yaşantılara göz atabiliyor insan. Göz atmakla kalmayıp, içinde konaklayarak, konaklarda sunulan yöresel yemekleri tadarak bu yaşantıdan birkaç gün çalabilirsiniz. Yöresel kültürü yansıtan değerlerin sunulması için Beypazarı Konakları’nın bazıları restoran veya pansiyona çevrilmiş. Daha küçük evler de yöresel gıda ürünlerinin satıldığı mağazalara ya da el işçiliği alanında büyük önem taşıyan Beypazarı gümüşçülerine mekan olmuşlar. Yıllar boyu gümüşü, bakırı, demiri, deriyi, ipeği işleyen Beypazarı halkı bu sanatlardan geçimini sağlamaya devam ediyor. Günlük yaşamın bir parçası olarak karşımıza çıkan el emeği göz nuru ürünler yalnızca turistlere hitap etsinler diye işlenmemekte; aynı zamanda, yöre halkının ihtiyaçlarına cevap vererek bir gelir kaynağı teşkil etmekte. Beypazarı, kültürü ve geleneklerini yaşatan, kendini bu işe adamış el sanatı ustalarıyla el sanatları tezgâhları turistik ve yaşamsal anlamda büyük önem taşımaya devam ediyor. Beypazarı’na Ahilik yoluyla kazandırılmış bu sanat Beypazarılılar için oldukça eski bir uğraştır. Gümüş işlemeciliğinin en gözde sanat olduğu bu ilçede gümüş madeninin bulunduğu düşünülmesin. İlçeye gümüş başka illerden geliyor ve burada usta ellerle buluşup harika aksesuarlara dönüşüyor. Gümüşün işlenip ince tel haline getirilerek şekillendirildiği bu tekniğe telkâri denir. Telkâri işçiliğiyle kemer, kolye, bilezik, küpe, iğne, başlık gibi takı ve aksesuarlar yapılıyor. Bu özgün ürünler ilçeye gelen ziyaretçilerin ilgisini oldukça çekiyor. Mardin başta olmak üzere, Türkiye'nin ve yurt dışında birçok yerde alıcısını bularak ticârî pazarı hareketlendiriyor. İlçede bu sanattan ortaya çıkan ürünler hala kullanılıyor. Suni ipek, pamuk ipliği ve yün ipliği kullanılarak icra edilen sanat, bir aile mesleği olarak devam ettiriliyor. Dokuma tezgâhlarında kıldan kumaşlar dokunuyor ve kışın giyilecek şalvar, yelek gibi giysiler dikiliyor. Beypazarı’nda "ipekli bürgü" yöreye özgü dokuma olduğundan oldukça büyük önem taşıyor. Bürgü, kadınların örtünmek için kullandığı bir tür örtüdür ve çok eski dönemlerden beri dokumacılığın vazgeçilmez ürünlerindendir. Türkiye'nin Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin, Kilis gibi şehirlerinde de devam ettirilen yemenicilik Beypazarı için oldukça önemli bir sanattır. Deriden yapılmış kısa konçlu ayakkabı olarak tarif edilebilecek yemeniler Beypazarı’nda oldukça ilgili görüyor. Renk renk boyanmış deriler, ustalarının ellerinde biçimlenip ayaklara yarıyor. Yemenilerin de telkari işi takılar gibi, hem yurt içinden hem yurt dışından alıcısı mevcut. Dokuma işi olan veya ince deriden yapılmış birtakım giysilere ya da eşyalara, iğne ile farklı renklerde, özelliklerde iplikler kullanılarak yapılan süslemeler işleme olarak adlandırılır. Beypazarı yöresinde en yaygın ve ön plandaki yöresel giysi türü olan sırma işlemeli "bindallı”lar çeşit çeşit desenle süslenir. Her genç kıza annesinden kalan bu değerli elbiseyi, "çevre" adı verilen minik örtülerin işlenmesiyle süslenmiş tülbentler tamamlar. Beypazarı’nda yaygın olarak icra edilir. Bu sanat bakır madeninin dövülerek işlenip genellikle mutfakta kullanılan çeşitli eşyalara dönüştürülmesi işidir. İlçede en çok ilerlemiş sanat olarak görülür. Bakır ustalarının elinde çekiç ve örs ile dövülerek hayat bulan maden; tencere, tava, kazan, ibrik, güğüm ve sigaralık gibi eşyalarla halkın yaşantısındaki yerini hala korumakta. Ateşin şekillendirdiği sanatla ortaya çıkan emek demircilik. Ateş ocaklarında yumuşayıp şekil alan demir; örs, çekiç, balyoz ve maşa kullanılarak çeşitli eşyalara, araçlara dönüştürülüyor. 70 yıldır uygulanan sanat, eskisi kadar olmasa da ilçede varlığını hala devam ettiriyor. Halkın günlük hayatında işlev sahibi olmayı sürdürürken, ustasına gelir kaynağı oluyor. İçinde bulunduğumuz yüzyılda bu mesleğin sürdürüldüğü ender yerlerden olan Beypazarı’nda eskisi gibi yaygın olmasa da semercilik hala icra edilen bir sanat. Bir kervan yolu üzerinde bulunan Beypazarı’nda semerciliğin gelişmesi şaşırtıcı değil. Ancak zamanla ulaşım araçlarının değişmesiyle eskiye göre oldukça az ürün verilmekte. Yine de, yeni üretim ve onarım hizmeti hala halk içinden alıcısını buluyor ve ustalara gelir kaynağı oluyor. Eski dönemlerde ulaşımda yaygın olarak kullanılan at arabalarının gerekleri sonucu gelişen bu sanat, deri ve meşinden yapılma eşyalar işlenilerek icra edilir. Ustasına saraç adı verilir. At takımları, araba koşumları, eyer, semer gibi takımların deri kısımlarının tamiri ve üretimi işidir. Beypazarı'nda halen yaşatılmakta olan bu mesleğin Türkler için önemi büyüktür. Vadinin derin havasına alandaki doğal bitki örtüsü ve birtakım tarihi kalıntılar eklenmiş. Beypazarı’nın kuzeyinde bulunan vadinin iki tarafı balık sırtı görünümünde yükseliyor. İnözü Çayı’nın aşındırmasıyla oluşmuş vadide kayalıklara oyulmuş çok sayıda mağara bulunuyor. Mağaraların bir bölümü çok yüksekte olduğundan ziyaret edilmeleri pek mümkün olmuyor. Bu mağaraların, o devirde yaşayanlar tarafından kullanılan, ziynet eşyalarının da
muhafaza edildiği mezarlar olduğuna dair çeşitli göstergeler bulunuyor. Ancak, arkeolojik anlamda bir çalışma yapılmadığından kesin veriler elde edilememiştir. Doğal mağaralardan oluşturulmuş kullanım alanlarına işaret eden alanlar da dikkat çekmekte. 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası kapsamında, bu vadi doğal ve arkeolojik sit alanı olarak koruma altındadır. Vadide gezinirken oturup doğanın tadını çıkarabileceğiniz ve yöresel yemekleri tadabileceğiniz tesisler de bulunmakta. Beypazarı'nın 78 mahallesinin 11'i merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 39.605 kişi   (% 81,7) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 48,7 km uzaklıktaki Dudaş'dır. Nüfusu en fazla olan mahallesi, 15.657 kişi ile Hacıkara'dır.  Beypazarı'nın nüfusu 2017 yılında % 3,88 azalmıştır.** Beypazarı ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu * Km,  kaymakamlığa olan uzaklıktır. ** TUİK 01 Şubat 2018 verileri Yendiğinde akla sadece Beypazarı’nı getirecek lezzetler oldukça çok sayıda bu yörenin mutfağında. Bakır işçiliğinin yaygın olduğu ilçede ustaların emeğiyle ortaya çıkan bakır güğümler, tencereler, kazanlar, tavalar, ibrikler bu lezzetlerin hazırlanmasını ve sunumunu bezeyen inceliklerden. Mamuller taş fırınlarda pişiyor ve özel yemeklerine adını veren toprak güveçler de sulu yemeklerin pişirilmesinde kullanılıyor. Yörede yetişen ürün çeşitliliğiyle doğru orantılı olarak, sebze ve meyvelerin, mevsiminde tazeleri, kışın da kuruları tüketiliyor. Beypazarı konaklarındaki özel bölümler bu kuru yiyecekleri saklarken, yöre dilinde “dinme dolap” denilen döner dolaplar mutfakla katlar arası düşey ve yatay servisi sağlayarak yöresel mutfak alışkanlığının bir parçasını yansıtıyor. Beypazarı yöresel mutfağıyla meşhurdur. Beypazarına has şekillerde yapılan yemek ve tatlılar arasında tarhana, yaprak dolması (sarması), yalkı, bici, göce, perçem, yarımca, Beypazarı güveci, kartalaç, bazlama ekmeği, oğmaç, tohma, şerit, uruş kapaması, Beypazarı kurusu, mumbar (Beypazarı sucuğu), baklava (80 katlı yufka), ebesüt, höşmerim ve havuç lokumudur. Bu yemek ve tatlıların bir kısmı Türk Patent ve Marka Kurumu'ne kayıtlıdır. İlçede turizm sektörünün canlanması ile yöre mutfağı canlandırılmıştır. Her yıl Haziran ayının ilk haftasında "Geleneksel Tarihi Evler, El Sanatları, Havuç ve Güveç Festivali" düzenlenir. Yerli ve yabancı gruplar gösteriler düzenler, konserler verilir, yöresel yemekler ve tatlılar tanıtılır. 2006 yılındaki festivale, iki günde 110 binin üzerinde katılım gerçekleşmiştir. Ankara’ya 98 km. mesafede bulunan Beypazarı’na ulaşmak için karayolunu tercih edecek olanlar Ankara’dan geçiş yapabilirler. Ankara'da bulunan Etlik Otobüs Terminali'nden (Eski Garajlar) saat başı, Akköprü’deki Ankamall Alışveriş Merkezi’nden de yarım saat arayla hareket eden otobüs ve minibüslerle ilçeye gidilebiliyor. Kendi araçlarıyla ulaşmak isteyenler Ankara-İstanbul yolu üzerinde bulunan Sincan-Yenikent yol ayrımından devam edip Yenikent istikametinden Ayaş-Beypazarı yoluna çıkmalıdırlar. İstanbul'a 320 km. uzaklıkta olan ilçeye İstanbul’dan karayoluyla ulaşmak da çok zor değil. TEM Otoyolu üzerinden ilerleyip Adapazarı'nda Akyazı çıkışından girdikten sonra karşınıza çıkacak Ankara tabelalarının yardımıyla Beypazarı'na ulaşmak oldukça kolay. Karayolu yapısı düzgün ve seyahate elverişli.Ankara'dan Beypazarı'na kadar olan yol duble yol olarak hizmete açılmış durumda. Beypazarı’na daha uzak illerden uçakla seyahat ederek gelmek isteyen ziyaretçiler Ankara Esenboğa Hava Alanı’ndan karayoluyla devam ederek ilçeye ulaşabilirler. Demir yolu tercih edenler de yine Ankara’dan karayoluna aktarma yaparak devam edebilirler. Evliya Çelebi, Seyahatname, Hicri 1058 - Miladi 1638 Stokastik Stokastik, değişken, rastlantısal (rastsal) anlamına gelen sıfat. Stokastik süreçlerin istatistikte ve mühendislikte önemli bir yeri vardır. Stokastik bir sürece örnek olarak temel uygulamalardan bir tanesi verilebilir: Şirketler geçmiş talep miktarlarına bakarak, gelecek aylarda ürünleri için ne kadar çok talep olacağını tahmin etmeye çalışırlar. Bunu hiç yoktan tahmin etmek yerine, talebin geçmiş günler veya aylar boyunca nasıl davrandığını yakından incelerler. Talep stokastik, yani değişken bir miktar olduğu için talebi incelerken matematikten ve özellikle istatistikten faydalanırlar. En basit sürekli stokastik yöntemlerden biri Brown devinimidir. Bu devinim ilk defa bitkibilimci Robert Brown tarafından, suda oluşan polen taneciklerini mikroskopla incelerken gözlemlenmiştir. Stokastik Monte Carlo yöntemine "Monte Carlo" isminin verilmesi fizik araştırmacıları Stanisław Ulam, Enrico Fermi, John von Neumann ve Nicholas Metropolis gibi biliminsanları tarafından yaygınlastırılmıstır. Bu isim Ulam'in amcasinin kumar oynadığı Monaco'da bulunan Monte Carlo Kumarhanesi'ne bir atıftır. Rastlantısallıgın kullanılması ve yöntemin tekrarlayan yapısı kumarhanedeki aktivitelere benzerlik göstermektedir. Simulasyon metodları ve istatistiksel örneklemeler genellikle tam tersini yapmaktadır: simulasyon ile daha önceden anlaşılmış bir deterministik problemin test edilmesi. Bu "tersine" yöntem tarihsel olarak daha önceden biliniyor olsa da, genel bir yöntem olarak kabulu ve yaygınlasması Monte Carlo yontemiyle olmuştur. Monte Carlo yöntemleri büyük miktarda rasgele sayılara ihtiyaç duyar, ve bu da yalancı rasgele sayı üreteçleri alanında gelişmelere yol açmıştır. Bu tür yalancı rasgele sayı üreteçleri daha önceden istatistiksel örneklemelerde kullanılan rasgele sayı tablolarına nazaran çok daha hızlı sonuçlara imkan sağlamıştır. Biyolojik sistemlerde, denge ve diğer vestibular iletisim kanallarına stokastik "gürültü" eklenmesinin dahili geribesleme döngülerinde sinyal kuvvetini arttırıcı etkisi olduğu gözlemlenmiştir. Simonton (2003, "Psych Bulletin"), bilimde (bilim insanlarının) yaratıcılığının sınırlı stokastik bir davranış olduğunu ve tüm bilimlerde yeni teorilerin, veya en azından bir kısmının, stokastik süreclerin bir ürünü olduğu görüşünü savunur. Jack Kerouac Jean-Louis "Jack" Kerouac (12 Mart 1922 - 21 Ekim 1969) Kanadalı-Amerikalı romancı ve şairdir. Yakın arkadaşları Allen Ginsberg ve William S. Burroughs ile birlikte Beat Kuşağı akımının kurucusu ve Yolda ("On The Road") adlı romanıyla bu akımın simgesi olarak kabul edilir. Kerouac, 1922'de Lowell, Massachusetts'te dünyaya geldi. Babası Léo-Alcide Kéroack ve annesi Gabrielle-Ange Lévesque Quebec'in yerlilerinden Fransız kökenli Kanadalılardı. Aile daha sonra Lowell'a yerleşmişti. Jack "Jean Louis Kirouac" adıyla vaftiz edildi ve anadili evde konuşulan Quebec Fransızcasıydı (İngilizce'yi ancak 6 yaşında okula başladıktan sonra öğrenecekti). Dört yaşındayken abisi Gérard daha sonra "Visions of Gerard" romanında anlatılacak bir romatizmal hastalık sonucu dokuz yaşında öldü. Annesi dindar bir Katolik idi ve kocasının içki, tütün ve kumara düşkünlüğü arttıkça inancı derinleşti. Kerouac annesine çok bağlıydı, üzerindeki etkisi büyüktü ve ileride ondan "aşık olduğum tek kadın" olarak bahsetti. Amerikan futbolundaki yeteneği sayesinde burs kazanarak New York'da Columbia Üniversitesi'ne girdi. Ağır bir sakatlık ve antrenörüyle sürtüşmeleri sonucu spor kariyeri sönünce bursu yenilenmedi. Bunun üzerine üniversiteden ayrılan Kerouac bir süre New York'un Upper West Side mahallesinde kız arkadaşı Edie Parker ile yaşadı. Romanlarında hep bahsedeceği Beat kuşağının çekirdeğini oluşturan insanlarla burada tanışmıştır: Allen Ginsberg, Neal Cassady ve William S. Burroughs. 1942'de deniz ticaret filosuna, 1943'te de Deniz Kuvvetleri’ne katıldı, fakat şizoid bir kişiliği olduğu gerekçesiyle ordudan uzaklaştırıldı. 1944'de arkadaşı Lucien Carr'ın işlediği bir cinayete Burroughs'la birlikte adı karışınca tutuklandılar. Edie'nin büyükbabasından kalan mirası alabilmesi için cezaevindeyken onunla evlendi ve böylelikle kefalet ücreti yatırılabildi. Aşırı ölçüde alkol kullanan Jack Kerouac, 47 yaşında, sirozdan kaynaklanan şiddetli bir iç kanama geçirerek öldü. Öldüğü sırada üçüncü karısı Stella Sampas Kerouac ve annesi Gabrielle ile birlikte yaşamaktaydı. Mirasının büyük bir kısmı annesine kaldı. Gabrielle 1973'de ölünce, onun bıraktığı bir vasiyet gereği, eserlerinin hakları Stella'ya geçti. 2009'da diğer aile üyelerinin bir Florida mahkemesinde açtığı dava sonucunda bu vasiyetin sahte olduğu saptandı. Kerouac’ın bütün kitaplarının otobiyografik olduğu söylenir. İlk kitabı The Town and the City 1950’de "John Kerouac" imzasıyla yayımlandı. Eleştirmenlerden az sayıda ama olumlu tepkiler alsa da çok az sattı. 1951'de yazıp Viking Press tarafından 1957'de yayınlanan Yolda ("On the Road") spontane ve görünüşe göre redaksiyondan geçmemiş yazım tarzı, enerjisiyle, tanınmış yazarları oldukça şaşırttı, çok sattı ve onu meşhur etti. Büyük ölçüde otobiyografik olan ve çoğu unsuru gerçek hayattan alınan romanda Kerouac'ın yüzyılın ortasında ABD'yi baştan başa dolaşmak için çıktığı yolda başından geçenler ve arkadaş çevresi anlatılır. Romanlarından biri olan Dharma Bums (Zen Kaçıkları) da aynı şekilde beat döneminde var olan kişilerin yaşantılarını anlatmaktadır. Roman karakterlerinin gerçek hayattaki karşılıkları şöyledir: Abdülcanbaz Abdülcanbaz, 1957 yılında Turhan Selçuk tarafından "Milliyet" gazetesi için çizilmeye başlanan çizgi roman ve çizgi romanın baş kahramanıdır. O yıllarda Milliyet gazetesinde yarım sayfalık yabancı bir çizgi roman vardır. Abdi İpekçi, Turhan Selçuk'tan ısrarla bu çizgi romanın yerlisini ister. Turhan Selçuk, mizah yazarı Aziz Nesin'den yardım ister. Aziz Nesin, hilekar ve düzenbaz bir turist rehberi tipi yaratır. Bu üçkâğıtçı adama "Abdülcanbaz" adını takar. Birinci öykünün yayını bitince, Aziz Nesin diziye devam etmek istemez. Turhan Selçuk, bunun üzerine Rıfat Ilgaz'dan yardım ister. Bir süre sonra Rıfat Ilgaz'dan gelen senaryolar da aksamaya başlayınca, Turhan Selçuk, diziyi kendisi yazmaya başlar. Bu, düzenbaz Abdülcanbaz tipinin değişmesine, yeniden yaratılmasına neden olu
r. Abdülcanbaz, düzenin düzensizliğine ve bu ortamdan doğan ahlaksız, namussuz, utanmaz, arlanmaz tiplere karşı savaşan bir semboldür artık. Abdülcanbaz, yaratıldığı tarihsel dönemden de çıkarılır. Artık hikâye, Osmanlı döneminde, Kurtuluş Savaşı'nda, uzayda, Eski Mısır'da geçebilir. İçerikte bunlar olurken, Turhan Selçuk'un çizgi üslubunda da belirgin bir farklılaşma başlar. Çizgiler sadeleşir, grafik düzeyi artar. Abdülcanbaz, uzun yıllar "Milliyet", "Cumhuriyet", "Akşam" ve "Yeni İstanbul" gazetelerinde yer aldı. Yetmişli yıllarda Mehmet Benli, seksenli yıllarda da Milliyet Yayıncılık tarafından albüm olarak yayınlandı. Turhan Selçuk, 1987'de Abdülcanbaz'ı emekli etti. Ancak 1994 yılında, ısrarlar sonucu tekrar çizmeye başladı. O her çağda halkın özlemini duyduğu, hayallerinde yaşattığı efsanevi bir tiptir. Bazen masal dünyalarında, bazen günümüzde sürdürür yaşantısını, bazen de uzayı adımlar... Halkını seven her dürüst ve namuslu kişide az çok Abdülcanbaz'lık vardır. Dürüsttür, cesurdur, akıllı ve zekidir. Yakışıklıdır, çelikten kaslara sahiptir. Bu üstün niteliklerini daima iyinin, haklının, ezilenin yanında; sömürücülere, zalimlere, namussuzlara karşı kullanır. "Osmanlı tokadı" ile ün salmıştır. Doğu'nun yetiştirdiği en büyük ilim adamıdır. İlmi Simya, İlmi Kimya ve keşif dünyasındaki yeri, İbn-i Sina, İbn-i Batuta gibi doğulu ilim adamlarından çok daha önemlidir. Biraz sinirli ve mütecaviz olmasına rağmen iyi kalpli, dürüst, kişilik sahibi bir adamdır. Minaretül Füze-tül Kamer, Sefine-i Hava, El Kabili Sevk-ül Karakuş, Vel Kebir-ül Köstebek gibi önemli buluşların sahibidir. Tarsus'da doğmuştur. Saf ve temiz yürekli bir Anadolu çocuğudur. Heybetli bir yapısı, ilahi bir gücü vardır. Cesareti ile ün salmıştır. Abdülcanbaz'ın arkadaşlarındandır. Hoşsohbet, muzip, kolayca gönlünü kaptıran, başından büyük işlere girişen, sevimli bir adamdır. Pehlivani gözbağcılıkta üstüne yoktur. Hatta bu marifetleri sanat haline getiren tek adamdır denilebilir. Abdülcanbaz ile Isfahan'da tanışmış, bir daha ayrılmamışlar, arkadaşlıklarını, toz kondurmadan sürdürmüşlerdir. Osmanlı sarayına mensub bir mirasyedi... Şeytani bir zekaya ve süngülü bir bastona sahiptir. İşrete, kadına düşkün, düzenbaz bir adamdır. Hazırlopçudur. Gözlüklü Sami'nin dostu ve dalkavuğudur. Çıkar ugruna yapmayacağı şey yoktur. Kürtler Kürtler (Kürtçe: "Kurd", کورد), doğuda Zagros Dağları'ndan batıda Toros Dağları'na, güneyde Hemrin Dağları'ndan kuzeyde Kars-Erzurum platolarına kadar uzanan coğrafi bölgede yoğun şekilde yaşayan, yaklaşık 20–25 veya 20–30 milyon nüfusa sahip bir İranî halktır. Bugün en büyük Kürt nüfusu Türkiye'de bulunurken (15-22 milyon kişi), İran, Irak ve Suriye'de de kayda değer Kürt nüfusları bulunmaktadır. Gerek bölgedeki siyasi ve sosyal karmaşa ve sorunlar gerekse diğer sebepler dolayısıyla, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında oluşan göçlerle Batı Avrupa başta olmak üzere Kuzey Amerika ve Orta Asya gibi farklı coğrafî bölgelerde yerleşmiş bir Kürt diasporası da mevcuttur. Kürt kültürü yüzyıllarca süren etkileşimin de sonucuyla diğer Orta Doğu kültürleriyle çeşitli benzerlikler barındırırken, Kürt dinî inancı oldukça senkretik bir biçimde gelişmiştir. Bugün Kürtlerin çoğunluğu Şafii mezhebine bağlı Sünni Müslümanken, birçok farklı din ve inancın da mensuplarına rastlanır. Bunlara ek olarak Ezidilik ve Ehl-i Hakk gibi Kürtler arasında ortaya çıkan ve Kürt kültür ve dinî anlayışıyla karakterize çeşitli dinî mezhep, akım ve inançlar da mevcuttur. "Kürt" (veya "Kürd") sözcüğünün etimolojisi oldukça tartışmalı bir konudur ve tam olarak nasıl türediği kesin olarak bilinmemektedir. Bazı bilim insanları Kürt sözcüğünü, MÖ 24. yüzyıldan kalma antik Sümer tabletlerinde geçen ve yine bir halkı tanımlamakta kullanılmış olan "Kar""'da" sözcüğü ile ilişkilendirmiş, bazıları ise Kürt sözcüğünü, Xenophon'un yazılarında, bugün Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı bölgelerde bulunan bazı kabileleri tanımlamakta kullanılan "Kardukhoi" (ki bu "Kardu" sözcüğünün çoğulu sayılır zira son ekteki "kh" kısmı Ermenice çoğul ekinden gelmektedir ve Xenophon bu kabilelerin isimlerini Ermenilerden öğrendiğini belirtmektedir) sözcüğü ile ilişkilendirmektedir. Daha sonraları Livy, Polybius ve Strabo'nun eserlerinde de "Kyrtiae" olarak anılan ve Kürtlerle ilişkilendirilen bir topluluk göze çarpmaktadır. Bununla birlikte, çağdaş bağlamdaki "Kürt" sözcüğü İranîdir; nitekim Sasaniler döneminde yazılan "Kârnâmag î Ardashîr î Babagân" destanında da bu sözcüğe rastlanır. Özellikle erken dönem araştırmacılar Kürtleri Xenophon'un bahsettiği "Kardukhoi" ile ilişkilendirseler de 20. yüzyılın başından itibaren bu görüşler tartışılmış ve önemini yitirmiştir. Xenophon'un "Kardukhoi" olarak adlandırdığı halkın Kürtlerle özdeşleştirilmesinin nedenleri, yaşadıkları bölgenin bugün Kürdistan'ın içinde yer alıyor olması, alışkanlıklar ve çeşitli dış özelliklerdir. Bununla birlikte, bu sonuç bugün Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı Kürdistan'da her daim Kürtlerin yaşamış olduğu ve tarih içinde bölgede gerçekleşen göçlerin göz önünde bulundurulmaması gibi sorunlu öncüllere dayanmaktaydı. Aynı zamanda belirli bir bölgede yaşayan toplulukların zaman içinde etnik kökenleri gibi özellikleri haricinde benzer yaşama şekilleri göstermeleri beklenen bir gelişmedir. Genel olarak eski kaynaklarda geçen ve tarihte zaman zaman Kürtlerle ilişkilendirilmiş olan "Kardu", "Kyrtiae" halkların kökeni üzerinde tartişmalar olsa da tarihçiler ve dilbilimcilerin genel kanısı bu isimlerin "Kürt" isminden farklı olmadıkları yönündedir. Bu görüşün en büyük sebebi bu sözcüklerin sonunda yer alan ve sözcüklerin kökünün de bir parçası olan kısa ünlü harfidir. Özellikle "Kardu" sözcüğü çok tartışmalıdır; bu sözcüğün ilk harfinin K harfinden ziyade Q harfini tarif etmesi olasıdır ki bu olasılık da Semitik "QRD" ("cesur" veya "güçlü" anlamında) kökünü işaret eder; bunu savunan dilbilimciler olduğu gibi eleştiren ve reddedenler de olmuştur. Bunun dışında Kardu sözcüğünün Gürcüler için kullanılan özgün bir isim olan "Kart'veli" ile ilişkili olabileceği ortaya atılmıştır. Ayrıca, eğer "Kürd" sözcüğünün Farsça "Gord" sözcüğünden türediği kabul edilirse, "Gord" sözcüğünün yöresel "Kardu" (veya "Qardu") gibi bir ismin İranîleştirilmiş bir formu gibi görülmesi de mümkündür. "Ana madde": Kürt tarihi Kürtlerin kökenine dair birçok sav ortaya atılmıştır. Bazısı bilimsel bazısı ise bilimsel olmayan dayanakları kaynak gösteren bu savlar oldukça çeşitlidir ve Kürtlerin kökeni Asurlulardan Gürcülere kadar birçok farklı topluluk ve medeniyete atfedilmiştir. Genel kabul gören köken İranî olsa da Kürt topluluklarının homojen bir yapıdan uzak olduğu ve linguistik bütünlüklerinin ötesinde, etnik anlamda çok çeşitli olduğu, tanınmış Kürdolog Vladimir Minorsky dahil birçok bilim insanı tarafından kabul edilmektedir. Bununla birlikte tarihte kökenlerinin Araplar olduğunu savunan Kürt toplulukları da olmuştur. Müslüman bazı tarihçiler Kürtlerin kökenini Perslere dayandırırlar; bundaki en büyük dayanaklardan biri Şahname'de de geçen Demirci Kawa Efsanesidir. Birçok Kürt, kökenlerini Medlere atfetmiştir; nitekim Medler ile Kürtler arasında olası bir ilişkiye dair dilbilimsel ve coğrafî kanıtlar bulunmaktadır; örneğin her ne kadar Med dili örneği sayısı az olsa da eldeki bulgularla yapılan araştırmalar Med dilinin antik Pers dili ile olan ilişkisinin çağdaş Kürtçenin çağdaş Pers dili ile olan ilişkisiyle aynı olduğunu ortaya koymuştur. Bununla birlikte Medler hakkında pek az şey bilinmektedir ve akademik anlamda Medler-Kürtler bağlantısı onaylanmaz. Kürtler, Medlerin dışında kendilerini Urartular ve Neo-Babilliler ile de ilişkilendirmişlerdir. Ama bu halklar Hint-Avrupa dili konuşmadıkları için Kürt olamazlar. Kürt sözcüğü tarih boyunca Persler ve Araplar tarafından sıklıkla herhangi bir etnik vurgu veya anlam içermeksizin "göçebe" anlamında kullanılmıştır ve bunun bir sonucu olarak tarihte Kürt olarak anılmış bazı toplulukların etnik anlamda Kürt olup olmadıkları tartışılmıştır; örneğin İslam tarihçilerinin eserlerinde söz edilen ve Fars Kürtleri olarak anılan, güney ve güneybatı İran'da yaşamış olan bazı toplulukların Kürt olmadığı, bu bölgelerde yaşayan göçebe topluluklar olduğu çeşitli dilbilimsel kanıtlar eşliğinde ortaya atılmıştır. Tüm bunlar sebebiyle Kürtlerin kökeni ve ilk dönemlerine dair kesin bilgilerden ve net bir tarihten söz etmek mümkün değildir; genel kanı Kürtlerin Doğu'dan Batı'ya Zagros dağlarına doğru göçen kuzeybatı İranlı toplulukların bölgedeki İranî olmayan yerli halklarla birleşmesi ile oluştuğudur. Böylece, Arapların ve İslam ordularının bölgenin fethine başladığı dönemde, "Kürt" olarak anılan topluluk oldukça heterojendi; yerli halklardan, Sami halklara ve bazı Ermeni topluluklarına kadar, İranîleştirilmiş birçok farklı halktan oluşuyordu. Bölgeye yapılan İslam akınları ve bölgenin İslam devletine dahil olmasından sonraki dönemde, Kürtlerin rolü ve yeri hakkında ayrıntılı bilgiler mevcuttur. İslam akınları sonrası Kürtler özellikle siyasi ve sosyal arenada yükselişe geçmişler ve dönemin siyasi olaylarında önemli bir rol oynamışlardır. Bu dönemde ilk kez Kürtler üzerine araştırma yapan ve ayrıntılı bilgiler veren iki önemli yazar Mesûdî ve İstahrî'dir. İki yazar da farklı Kürt aşiretlerinin bulundukları şehirlere göre çetelesini çıkarmışlardır ki bu Kürt tarihi için önemli bir bilgidir. İstahrî, Fars'taki Kürt bölgelerinden ve aşiretlerinden ayrıntılı bir biçimde bahsetmiştir; yaklaşık olarak 1107 tarihli olan Farsname'de ise Fars'taki en büyük Kürt topluluğunun Fars ordusuyla birlikte İslam akınlarına karşı savaştığını, büyük oranda yok olduğunu, kalanların ise Müslüman olduğunu belirtir. Sayılarının 500.000'i bulduğuna inanılan bu büyük topluluğun tamamının yok olduğu çağdaş kaynaklarca olası bulunmasa da bu büyük topluluğun (ve kalanların) diğer gruplarla birleşmesi vb. sosyal değişikliklerin olası olduğu düşünülmektedir. Nitekim Fars'taki bu toplulukların Kürt olup olmadıkları da tartışmalıd
ır. Kürtlerin o dönemde çoğunlukta yaşadığı bölgelerin istilası ve ele geçirilmesi sonrasında, el-Zavzan'daki Kürt yönetimi 640 yılında haraç karşılığında özerk bir yönetim olmayı garanti altına almış, diğer birçok bölgelerde, örneğin Fars'ta, Kürtler Perslerle birlikte Arap ordularına karşı savaşmış, bu dönem içerisinde İslam Devleti kontrolündeki birçok farklı merkezde de, örneğin Basra gibi, ayaklanmışlardır. Kürtlerin yönetim karşıtı tutumları Emeviler ve Abbasiler döneminde de devam etmiş, örneğin 685 yılında Emeviler döneminde, Kürtlere karşı savaşması amacıyla bir vali atanmış, fakat atamayı yapan dönemin Emevi liderinin kısa bir zaman dilimi içerisindeki ölümü, bu hedefin gerçekleşmesine mani olmuş, bir başka seferde Kürtlerin 708 yılında Fars'ı talan etmeleri sonucu Haccac tarafından cezalandırıldıkları kaydedilmiştir; Abbasiler dönemindeyse, 764'te Ermenistan'ın Hazarlarca istilası çeşitli ayaklanmalara yol açmış, Kürt ayaklanmaları artan şiddetlerde devam etmiş, birçok Kürt Azerbaycan taraflarına göçmüştür, bu nedenle de, bu dönem bazı büyük Kürt aşiretlerinin yükselişine sahne olmuştur. Örneğin daha sonra Eyyubîlerin çıkacağı aile soyu olan Ravvadîlerden Muhammed Şaddad bin Kartu Tebriz ve çevresinde bağımsız vali olmuştur ki o dönemde bu bölgelerde (kuzey batı İran) çeşitli bağımsız valilikler ortaya çıkmıştır. Zaman içinde büyük Kürt aşiretleriyle yönetim arasında çeşitli yakınlaşmalar da olmuştur; örneğin Hasnavilerin başı olan, Kürt liderlerinden Bedir bin Hasanveyh dönemin Abbasi halifesi tarafından "Nasrüddin" unvanına lâyık görülmüştür; nitekim Bedir bin Hasanveyh halkın eğitimine verdiği önem gibi hususlardan dolayı genel olarak sevilmiş ve övülmüş liderlerden olmuştur. Bölgedeki güçlü Büveyhoğulları'nın emirlerinden Ruknüddevle'nin hükümdarlığında Kürtlerle gelişen ilişkiler, halefi Adudüddevle döneminde değişmiş, Adudüddevle'nin hükümdarlığındaki ayaklanmalar şiddetli bir şekilde bastırılmış, Kürtlere karşı çeşitli seferler düzenlenmiştir. Kürtler bölgedeki önemlerini 6. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar uzun bir süre korumuşlardır. Öyle ki 11. yüzyılın başlarında hâlâ Kürtlere karşı seferler vs. rastlanır. Bununla birlikte, bölgedeki Kürt grupların rolü ve önemi Türk istilalarıyla zayıflamıştır; nitekim bu istilalar başladığında Kürt kuvvetleri yıllardır süregelen iç ve dış çatışmalardan büyük oranda zarar görmüş bir haldeydiler. Oğuzların bölgeye girişiyle birlikte, Oğuzlar ile bölgedeki, arasında Kürtlerin de bulunduğu diğer halklar arasında çatışmalar meydana gelmiştir. Oğuzlar bölgede ilerlerken, Hasnavilerin de çöküşü gerçekleşmiş, Annaziler yükselişe geçmiştir. Selçuk Beyi Tuğrul'un bölgeye saldırmasıyla Annaziler de sonunda Selçukluların hâkimiyetine girmiştir. Selçukluların yükselişi, Malazgirt'teki başarıları sonrası Ermenistan'ın da hâkimiyetlerine açılması, bölgedeki Kürt topluluklarının ve hanedanların çöküşüne yol açmış, Kürt toplulukların yerini Türk toplulukları almaya başlamıştır. Sonraki dönemlerde Selçukluların Kürt topluluklara karşı çeşitli saldırıları olsa da, Kürt ve Arapların zaman zaman Selçuklu ordusuyla askerî harekâtlarda yer aldıkları da bilinmektedir. Tarihî kaynaklarda bu dönemlerde Kürtlerin adı sıklıkla Suriye ve çevresindeki bölgede geçmektedir; nitekim Selçuklu döneminin en önemli olaylarından birisi de "Kürdistan" isminin ilk kez Selçuklularca ortaya atılması, Selçuklu sultanı Sencer'in hâkimiyetinde resmî Kürdistan eyaletinin ortaya çıkmasıdır. Bazı Atabeylerin, özellikle de Atabey İmameddin Zengi'nin fetihleri ve gerek Kürtlere karşı gerek Kürtlerle birlikte giriştiği çatışmalar Kürt tarihi ve coğrafyanın şekillenmesinde önemli bir yer tutmuş, genel olarak bölgedeki Türkler ile Kürtlerin ilişkileri gelecek dönemlerde sıcaklığını ve önemini korumuştur. Nitekim, Kürt kökenli olduğu sağlam kanıtlara dayanan Eyyûbî hanedanlığı ortaya çıktığında ve zaman içerisinde köklü Türk toplulukları Eyyûbî tebasına dahil olsalar da kendi topraklarında hükmetmeye devam etmişlerdir; Zengîlerin Musul'daki hâkimiyeti buna örnek gösterilebilir. Özellikle Mısır ve Suriye'de aktif olan Eyyûbîlerin ordusunun çoğunluğu Türklerden oluşmaktaydı. Bu durum hanedanlığın Kürt kimliğini azaltmasa da hanedanlıkla Kürt grupların her daim ortak yolda yürüdükleri de söylenemez, hanedanın tarihi boyunca çeşitli önemli noktalarda bazı Kürt gruplarının hanedana karşı çıktığı da bilinmektedir; örneğin kendisi de Kürt kökenli olan Selahaddin'in tahta çıkmasına çeşitli Kürt gruplar karşı çıkmıştı. Kuzey Afrika, Arabistan, Suriye ve Mezopotamya'daki önemli ve birçoğu başarılı fetihler sonrasında hâkimiyetini genişleten Eyyûbîler, Selahaddin'in ölümünden sonra hanedanlığın merkezî bir yönetimden uzak olan farklı özerk bölgeleri tek bir sultanlık altında birleştiren sistemi sonucu sorunlar yaşanmış, saltanat kavgaları baş göstermiş, farklı güçlerin ortaya çıkışı, örneğin Harezmşahların doğudaki yükselişi, daha sonra Yemen'in kaybedilmesi, Mısır-Suriye yönetimsel ihtilafı ve ayrışması gibi durumlar sonucu hanedanlığın gücü ve etkisi gittikçe azalmış, Memlüklerin yükselişi ve Mısır'ın düşmesiyle hanedanlık çöküşe geçmiştir. 13. yüzyıl boyunca Kürt toplulukları açısından en önemli gelişme, Orta Doğu'daki diğer topluluklar için olduğu gibi, Moğol istilalarıydı. Nitekim Harezmşahların lideri Celaleddin Harezmşah'ın Moğollardan kaçtığı Diyarbakır'da, tahminlere göre büyük olasılıkla bir Kürt tarafından 1231'de öldürülmesinden sonra Moğollar Diyarbakır ve Ahlat'ı talan edip yıkmışlardır. Diyarbakır daha sonra 1252'de tekrar talan edilirken, Şehrizor 1245'te istila edilerek yıkılmış, Erbil ise bu dönem boyunca üç kez istila edilmiştir. Kürtler genel olarak Moğollara karşı durmuş, sıklıkla Memlüklerin yanında yer almış, Moğollara karşı direniş hareketinde rol almışlardır. Nitekim Memlük sultanı Baybars'ın ordusunda Türk ve Arapların yanı sıra Kürtlerin olduğu da bilinmektedir. Her ne kadar Moğol İlhanlılar yönetimi altında Kürtlerden pek bahsedilmese de, Moğolların Kürdistan bölgesini 13. yüzyılın ilk yarısında fethettikleri ve yönetimleri altına aldıkları, özellikle Erbil'de yıllar boyu ihtilafın sürdüğü ve sık sık Kürtler dahil olmak üzere şehirdeki etnik grupları da içine alan ayaklanmaların, katliamların ve genel olarak sorunların yaşandığı, bölgenin genel durumunun Selçuklu yönetimindeki durumuna göre gerilediği bilinmektedir. Yine bu dönemde bölgenin başkenti Bahar'dan Çemçemal'e taşınmıştır. Moğollar sonrasında Kürtlerin yaşadığı bölgeler farklı Türk toplulukları, beylikleri arasında ihtilaf meselesi olmuş, bu topluluklar zaman zaman Kürtlerle birlikte çalışırken, zaman zaman Kürtlere karşı politikalar izlemişlerdir. Bu toplulukların içerisinde Kürtlerin özellikle Diyarbakır merkezli Akkoyunlular ile olumsuz ilişkileri olmuş, birçok kaynağa göre "Akkoyunlular sistematik bir şekilde önemli Kürt aşiretlerini ortadan kaldırmışlardır." 16. yüzyılda kaleme alınmış olan Şerefname Kürt tarihi açısından önemli bir belgedir ve gerek o dönemin gerekse öncesinin olaylarına ve gelişmelerine dair birçok bilgi sunmaktadır. Bilinen o ki 16. yüzyıl ile birlikte bölgedeki iki ana güç olan Safeviler ve Osmanlıların arasındaki ihtilaflar Kürt topluluklarının tarihi açısından çok büyük önem arz etmiştir. Özellikle Şah İsmail'in başarılı askerî politikalarıyla birlikte birçok Kürt topluluğu Safeviler hükümdarlığı altına girmiştir; bununla birlikte Safevi Devleti'nin bu topluluklarla ilişkisi genellikle olumsuz olmuş, Şii olan Safeviler diğer Şii Türk liderleri, Sünni olan Kürt liderlerine değişmişlerdir. Buna karşılık, Sünni Türklerin başta olduğu Osmanlılar ise, Kürtlere karşı daha yapıcı bir politika izlemiş, bölgedeki Kürt liderleriyle anlaşmalar yapmış, daha sonra Safevilere karşı gerçekleşen savaşlarda ve sonrasında bölgedeki Kürt topluluklarının çoğunluğunun desteğini almışlardır. Nitekim bu desteğin alınmasında ve Kürtlerin Safevilere karşı Osmanlı saflarına dahil edilmesinde kendisi de Kürt olan Osmanlı siyasetçilerinden İdris-i Bitlisi önemli bir rol oynamıştır. Safevilerden alınan bölgelerde kurulan vilayetlerde Türklerin yanı sıra Kürtlere de önemli liderlikler verilmiş, birçoğu babadan oğula geçen bu önemli derebeylik benzeri pozisyonlar daha sonra da devam etmiştir. 17. yüzyılın sonuna kadar Kürtlerin bölgedeki konumu bu iki devletin ihtilaflarıyla belirlenmiş, sonunda Safevilerin tamamen mağlup olup Zagros Dağları'nın ötesinde kalacak şekilde bölgeden çekilmesiyle gerek Kürtler için gerek bölge için yeni bir dönem başlamıştır. 17. yüzyıldan itibaren zaman zaman geçici sürelerle bölgede İran etkisi ve saldırıları görülse de, Kürdistan bölgesi barındırdığı Kürt halklar ile birlikte genel olarak Osmanlı kontrolünde kalmıştır. Genel olarak Kürtler Osmanlı himayesinde Osmanlı ile birlikte dış etmenlere karşı koymuşlarsa da, İranlıların Kürtlerle ilişkisinin olmadığını söylemek yanlış olur; örneğin Nadir Şah'ın ölümünden sonra kısa süreliğine de olsa ülkeyi yöneten, Zend hanedanına mensup Kerim Han olmuştur. 19. yüzyıl ile birlikte İran - Osmanlı gerginliği tekrar yükselmiş, Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı bölgelerden Zuhab ve Süleymaniye bu gerilimin odak noktaları olmuştur. 19. yüzyıldaki bir diğer önemli gelişme de Osmanlı topraklarındaki çeşitli Kürt beylerinin ayaklanmasıdır. 1830'lu yıllarda Bedirhan Bey, Said Bey, İsmail Bey ve Revanduzlu Muhammed gibi isimler ayaklanmış, bölgede önemli bir güce ulaşmış, aldıkları çeşitli yerlerde Hristiyan topluluklar ve Ezidî Kürt topluluklar katledilmiştir. Aynı dönemde eski sadrazamlardan Sivas valisi Reşid Mehmed Paşa ayaklanan Kürtlerin üzerine, bölgeyi yatıştırması için gönderilmiştir. Uğraşlar sonucu ayaklanmaların önder ismi Muhammed Paşa 1836 yılında yakalanmıştır. Bununla birlikte bölgedeki gerilim dağılmamış, aksine 1839'daki Nizip Muharebesi'nde Osmanlı Devleti'nin yenilmesi sonrası bölgede ayaklanmalar tekrar baş göstermiş, 1843 yılı dolaylarında Cizre emiri Bedirhan Bey ile Hakkâri emiri Nurullah Bey ayaklanmıştır. Bu dönemdeki önemli olaylardan biri
de kendilerine uygulanan baskıdan şikâyetlenmiş olan Hakkârili Nasturilerin Nurullah Bey tarafından katledilmeleridir. 1840'ların sonuna doğru Osmanlı bunların üzerine bir ordu yollamış, yenilen liderler sürgün edilmiştir. Kürt ayaklanmalarıyla ilgili önemli bir husus da, 19. yüzyılda Osmanlı ile savaş içerisinde olan Rus ordularında bir Kürt alayının tertip edilmesidir ki nitekim Kırım Savaşı'nda Rusların iki Kürt alayı seferber ettikleri bilinmektedir. 1800'lü yılların sonunda Hakkâri ve çevresindeki bölgede tekrar Kürt ayaklanmaları olmuş, bu ayaklanmalar Osmanlı tarafından belirli bir süre içerisinde yatıştırılmış, bu dönemde ayrıca Osmanlı tarafından Hamidiye Alayları olarak anılan Kürt alayları kurulmuştur ki bu alayların kurulması Kürt aşiretleri arasında ihtilafa ve hatta çatışmalara yol açmıştır. Ayrıca 1800'lerin başında Osmanlı topraklarında bağımsızlık hareketinin güçlendiği bir başka topluluk olan Ermeniler ile Kürtler arasında gelişen iyi ilişkiler, 1800'lerin son yıllarında düşüşe geçmiş, çeşitli yerlerde Ermeni ayaklanmalarının bastırılmasında Kürtler aktif rol oynamışlardır. Orta Doğu'da Kürtlerin tarih boyunca yaşadığı coğrafî ve etnik bölge için kullanılan "Kürdistan" terimine ilk kez Selçuklular döneminde rastlanır; 12. yüzyıldan itibaren Selçuklular, kendi hâkimiyetlerinde olan, bugün güney Kürdistan olarak görülen ve o dönemde bir yönetim birimi olan bölgeyi "Kürdistan" olarak anmaya başlamışlar ve bilinen literatürde ilk kez "Kürdistan" terimini kullananlar da onlar olmuşlardır. Selçukluların hâkimiyetindeki Kürdistan yönetim bölümünün tam olarak sınırlarının ne olduğu, bu bölümün yönetimsel özelliklerinin ayrıntıları gibi konular çok net bilinmemektedir. Bununla birlikte bu hususlarda çeşitli kanıtlar ve bilgiler de bulunmaktadır; örneğin 1340 yılında yazılmış olan "Nezhetü'l Kulub" isimli eserde Kürdistan vilayetine dair bilgiler yer almakta, vilayetin sınırları Arap Irak'ı, Huzistan, Pers Irak'ı, Azerbaycan ve Diyarbakır olarak verilmiştir. Selçuklulardan önce bölgede hâkim olmuş olan Arapların bölgeyi "Kürdistan" olarak adlandırmadıkları bilinmektedir. "Kürdistan" teriminin Selçuklularca ortaya atılmasından önce Kürtlerin yaşadığı bölgelere farklı adlar verilmekteydi. Örneğin, Kürtlerin çoğunlukta yaşadığı bölgelerden olan ve bugünkü orta Kürdistan'a denk gelen bölgeye "el-Zavzan", "Zewezan" veya "Zûzan el-Ekrad" (Kürd Zozanı) denmekteydi. Bununla birlikte bu bölgenin tanımı pek kesin değildir; tam olarak nereden başlayarak nereye kadar uzandığı çok net değildir. Bugün Kürtler yoğun olarak Toros ve Zagros dağlarının kesiştiği, Mezopotamya'yı da içine alan, Türkiye'nin Doğu Anadolu, Güneydoğu bölgeleri, Irak'ın kuzeyi, İran'ın Kürdistan, Batı Azerbaycan, Kermanşah ve Loristan eyaletlerinde yaşarlar. Kürtlerin yoğunlukta yaşadıkları Orta Doğu'daki bu bölge için hâlen "Kürdistan" terimi de kullanılmaktadır. Azerbaycan'ın Zengilan, Laçın, Kubadlı ve Kelbecer rayonlarında yaşayan Kürt nüfusu bölge Ermenistan Silahlı Kuvvetleri tarafından ele geçirildikten sonra Azerbaycan’ın içlerine göçmek durumunda kalmışlardır. Ayrıca göçlerle oluşmuş bir Kürt diasporası mevcutsa da, Kürt nüfusunun ezici çoğunluğu bu coğrafyada yaşamaktadır; bazı tahminler coğrafyadaki Kürt nüfusunu 22 milyon olarak telaffuz etmiştir. Bununla birlikte birçok kaynağa göre verilen rakamlar genellikle tahminîdir; sonuçta farklı tahminler baz alınarak Orta Doğu'da Türkiye, İran, Irak ve Suriye ile bunlara ek olarak Ermenistan'da bulunan Kürt topluluğunun toplam nüfusunun 20 milyonun üzerinde olduğu söylenebilir. "Kürtlerin diyarı" anlamında olan Kürdistan teriminin ilgili coğrafî bölgeyi tanımlamaktaki önemi ve kullanımının ötesinde, belirli bir etnik grubun ve kültürün yayıldığı bölgeyi tanımladığını ve bu sebeple sosyal ve siyasal bir kavram teşkil ettiğini ortaya atanlar da olmuştur. Nitekim "Kürdistan" terimi ("Kürt" terimiyle birlikte) siyasal olarak 20. yüzyıla kadar kullanılmamıştır. Çağdaş bağlamda Kürdistan isminin kullanımı çeşitli siyasi ihtilafları beraberinde getirmektedir; örneğin Türkiye devleti geleneksel olarak Kürdistan teriminin kullanımının bölücü bir ima taşıdığını öne sürmektedir. Orta Doğu'daki Kürt topluluklarının çoğunluğunun Türkiye'de yaşamasındandır ki Türkiye Orta Doğu'daki ülkeler arasında en büyük Kürt nüfusu barındıran ülke konumundadır. Bununla birlikte Türkiye'deki Kürt nüfusun kesin sayısı da belirli değildir ve çeşitli tahminler bulunmaktadır. Devlet İstatistik Enstitüsü (2005'ten sonra 'Türkiye İstatistik Kurumu') tarafından 1965'te yapılan Genel Nüfus Sayımına göre 'te 31.391.421 olan Türkiye nüfusunun 2.370.233'ünün anadilinin Kürtçe olduğunu, ikinci dili dahil Kürtçe bilen toplam kişi sayısının ise 2.820.231 olduğu belirlenmiştir. Buna göre nüfus kaydında Kürtçenin anadil ve ikinci dili olarak geçtiği kişi sayısı toplam nüfusun yüzde 8,98'ine tekabül etmektedir. Bununla birlikte 1965 sonrası nüfus sayımlarında ana dil mevzu bahis edilmediği için daha güncel verilere nüfus sayımları doğrultusunda ulaşmak mümkün değildir. Ancak genelde sayımlarda Zazaların da bu gruba dahil edilmesi karşıklara yol açmaktadır. 2000'li yılların verilerine bakıldığında, CIA'ye göre, Türkiye'de yaklaşık 14-15 milyon Kürt asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yaşamaktadır. Etnik gruplarla ilgili bir proje olan Joshua Project ise Türkiye'deki, Türkçe konuşanlar dahil toplam Kürt nüfusunun 14 milyon civarında olduğunu belirtmektedir. 2007'de Milliyet gazetesinin KONDA'ya yaptırdığı ankette yüz yüze görüşme yapılan yaklaşık 50 bin kişinin %13,4'i kendisini Kürt olarak tanımlamış ve 18 yaş altındaki nüfusun eklenmesiyle bu oranın %15,68'e çıkıp, toplam nüfusa adapte edildiğinde Kürt nüfusunun 11 milyon 445 bin kişi olabileceği tahmin edilmiştir. Türkiye'deki Kürtler Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesine yayılmış halde bulunur. Osmanlı döneminde Konya, Ankara, Kırşehir ve Aksaray gibi İç Anadolu'nun köylerine sürülmüş (Orta Anadolu Kürtleri "Kürtçe: Kurdên Anatoliya Navîn") ve Cumhuriyet döneminde İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Mersin, Gaziantep, Antalya, Samsun ve Bursa gibi Türkiye'nin büyük kentlerine ve diğer ülkelere göç etmişlerdir. Ekonomik ve sosyal sebeplerle, ülkenin görece daha gelişmiş olan metropollerine yaşanan göçlerin dışında, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yaşanan isyanlar sonucu birçok zorunlu göç de yaşanmış, 1990'larda bölgedeki gerilimin artması ve sıklıkla çatışmaların yaşanması sebebiyle birçok köy boşaltılmıştır. Bu nedenle, özellikle Anadolu'nun batısında yaşayan Kürt kökenli nüfusun, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya göre çok daha fazla olduğu tahmin edilmektedir; ancak yukarıda belirtildiği gibi, nüfus sayımlarında vatandaşlık esas alındığı ve etnik köken sorulmadığı için, Kürt kökenli nüfusun nerede daha yoğun olduğu konusunda kesin bir şey söylemek olanaksızdır. Ayrıca evlenmeler sonucu da nüfus karışmıştır. Bir kısım Kürt kökenli Türkiye vatandaşı ise başta Almanya olmak üzere, çeşitli Batı Avrupa ülkelerine göç etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de, Suriye ve İran'daki gibi Kürt azınlığa yönelik çeşitli yasaklar konulmuş, resmî bir asimilasyon politikası yürütülmüştür. Bazı sosyal bilimcilere göre asimilasyon politikaları daha sonra ortaya çıkan, özellikle 1970'ler ve 1980'lerde ivme kazanan Kürt etnik kimliği bazlı Kürt milliyetçisi akımları beslemiş, bunların ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Cumhuriyetin ilanından sonra Kürt kimliği reddedilmiş, özellikle 1930'lar ve 1960'larda Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı bölgelerde bulunan Kürtçe isimli birçok yerleşim birimi ve coğrafî öğenin ismi değiştirilmiş, Kürtçe isimlerin yerini Türkçe isimler almıştır. Bunun dışında kültürel alanda da değişiklikler yapılmış, örneğin Osmanlı metinleri çağdaş Türkçeye çevrilirken veya kullanılırken bu metinlerde geçen "Kürdistan", "Kürd" gibi sözcükler yok sayılmış, metinden çıkarılmış, Kürt kökenli birçok tanınmış Osmanlı vatandaşının kökeninin Türk olduğu öne sürülmüştür. Kürt dilinden, Kürtçe isimlere, Kürt folklorüne kadar kültürün birçok alanında yasaklar konulmuştur. Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki sıkılık Menderes döneminde bir miktar rahatlasa, asimilasyon çabaları azalsa ve çeşitli alanlarda özgürlükler artsa da, özellikle 27 Mayıs Darbesi sonrası, yeni anayasanın daha geniş haklar tanımasına rağmen bu özgürlükler pratikte azalmış, asimilasyon politikaları güçlenmiştir. Kürt kimliğine yönelik hareket özellikle, 12 Eylül Darbesi sonrasında artmış; açık yerlerde Kürtçe konuşulması sıkı bir şekilde yasaklanmış ve Kürtlerin "Dağ Türkleri" olduğu iddia edilmiştir. Asimilasyona yönelik olan ve bilimsel temeli bulunmayan bu iddia T.C. Genelkurmay Başkanlığı tarafından desteklenmiş, bu kurum tarafından bastırılan ""Beyaz Kitap""'ta şu açıklama yer almıştır: Benzeri bir iddia da Kürtçe için ortaya atılmış, Kürtçenin aslının Türkçe olduğu ve bu çeşitliliğin coğrafi şartlarla yaşam tarzının (dışarı ile temaslarının az olması) değişikliğinden meydana geldiği ve Kürtçedeki çoğu kelimenin Türkçe, Arapça ve Farsça kökenli olduğu ileri sürülmüştür. 12 Eylül'den sonra da Kürtler Kürt kimliği ile ortaya çıkamamışlardır; örneğin 1991'deki Körfez Savaşı sırasında devletin resmî televizyon kanalı TRT Kürtlere Kürt demektense, haberlerde "Irak'lı etnik gruplar" deyimini kullanıyordu. 1970'ler ve sonrasında özellikle 1980'lerde yoğunluk kazanan ve 1990'larda devam eden Kürt ayrılıkçı hareketi ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında çatışmalar yaşanmış, Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı ve bu grupların faaliyetlerini yoğunlaştırdığı Türkiye'nin güneydoğusunda kalan bölgelerde olağanüstü hal ilan edilmiştir. 1990'larda "Kürt meselesi" fikri reddedilmiş, örneğin TOBB için hazırlanan ve bu meseleyi ele alan 1995 tarihli rapor "Doğu Sorunu" olarak adlandırılmıştır. Nitekim sorunun "Doğu Sorunu", "Güneydoğu Sorunu" veya "Terör Sorunu" olarak adlandırılması yaygınlık kazanmış, askeriye tarafından desteklenmiş, 2000'li yıllarda Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ilk kez "Kürt Sorunu" ifadesini kullanması da ö
zellikle başlarda bu kesimlerde olumsuz tepkilere yol açmıştır. 1996'da TRT, Kürtlerin bir Türk boyu olduğunu ve Kürtçenin uyduruk bir dil olduğunu savunan bir program yayımladı. Bununla birlikte 1990'larda genel olarak Türkiye'de yaşayan Kürt azınlığın durumunda 80'lere ve öncesine oranla rahatlama kaydedildi, Turgut Özal Türkiye'de ilk defa resmen Kürt kelimesini telaffuz etti ve Kürtçe konuşma ve yayın yasağı kısmen kaldırıldı. 2000'li yıllarla birlikte diğer bazı yasaklar da kısmen kaldırıldı, Kürt sorunu açık bir şekilde tartışılmaya başlandı ve gerek Türkiye Cumhuriyeti devleti gerekse sivil toplum kuruluşları gibi kurumlarca çeşitli açılımlar gerçekleştirildi; örneğin, 1 Ocak 2009 tarihinde, ağırlıklı olarak Kürtçenin Kurmanci lehçesi ile yayın yapan TRT 6 yayın hayatına başladı. Kanalın açılışında dönemin Başbakanı Erdoğan Kürtçe başarı dileğinde bulunarak ilk kez kamuya açık olarak Kürtçe konuşan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı oldu. Türkiye'deki en büyük Kürt ayrılıkçı hareketi Kürdistan İşçi Partisi (PKK) Türkiye başta olmak üzere, Avrupa Birliği, ABD ve NATO da dahil olmak üzere 31 ülke ve bazı kuruluşlar tarafından terör örgütü kabul edilmektedir. Ayrılıkçı ve militan örgütlenmenin yanı sıra parlamenter seçimlere katılan çeşitli Kürt partileri de olmuş, bunların birçoğu PKK ile ilişkileri olduğu gerekçesiyle kapatılmış, bu siyasi geleneğin son partisi olan ve 2009 yılı itibarıyla aktif olan Demokratik Toplum Partisi (DTP)ne de aynı gerekçeyle kapatma davası açılmıştır. "Ana madde: Doğu Kürdistan" İran'da yaşayan Kürtler çoğunlukla İran-Irak ve İran-Türkiye sınırında yaşamaktadırlar. Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı, "İran Kürdistanı" (Kürtçe: کوردستانی ئێران "Kurdistanî Iran") olarak da adlandırılan bölge Batı Azerbaycan, Kürdistan ve İlam eyaletlerinin büyük bölümünü kapsamaktadır. Gerek çeşitli Kürt hareketleri gerekse İran Irak Savaşı dolayısıyla kırsal kesimlerdeki Kürt nüfusunun azaldığı gözlemlense de, ayrıntılı araştırmalar yapılmadığı için net veya ayrıntılı bilgi mevcut değildir. Amerikan istihbarat kurumu CIA tarafından İran'da Kürt nüfusunun toplam nüfusun %7'sini bulduğu iddia edilmektedir. Aynı kuruma göre İran nüfusunun 66.429.284 olduğu göz önünde bulundurulursa bu oran (%7) 4 milyon 650 bin civarı bir sayı vermektedir. Bazı tahminlerse 8 milyon civarındadır. İran'da, başka ülkelerden, örneğin Türkiye'den farklı olarak Kürt kimliği reddedilmemiş, bununla birlikte Farsî kimlik üst kimlik olarak vurgulanmış ve Kürt kimliği Fars kimliğine oranla daha alt bir kimlik olarak sunulmuştur. Örneğin üst İranî kimliği vurgulamak adına Kürtçe sıklıkla Farsçanın bir lehçesi olarak sunulmaktadır. Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı diğer bölgelerden farklı olarak İran'daki Kürtlerin bir özelliği de, İranlılar Şiiyken, Kürtlerin genelinin Sünni olmasıdır. Bu farklılık İran'daki Kürt kimliği açısından önemli bir yer tutar. Bununla birlikte özellikle Kermanşah'ta yaşayan Kürt nüfusun önemli bir kesimi Şiidir; yine de bunlar genel Kürt nüfusta azınlık teşkil ederler ve Sünni Kürtler Kürt nüfusun yaklaşık %75'ini oluşturur. İran'daki Kürtler ve özellikle Irak'taki Kürtler arasında önemli bir etkileşim olmuş, bu da edebiyat ve dil alanında kendisini göstermiştir. Benzeri bir etkileşim Türkiye'deki Kürtler ile mümkün olmamıştır; bunun en büyük sebebi İran'daki ve Irak'taki Kürtlerin büyük kısmının aynı güney Kürtçe lehçesini konuşmaları ve Kürtçeyi Arap alfabesiyle yazmalarıdır; Türkiye'deki Kürtlerde ise farklı bir kuzey lehçesi yaygındır ve Latin harfleriyle yazılmaktadır. 1940'lardan bu yana Kürtçe İran'da resmî olarak yasak olsa da, özellikle bazı İranlı radyoların kısmen Kürtçe yayın yapmaları gibi etkenler sebebiyle gelişimini sürdürmüş, çeşitli Kürtçe yayınlar gizlice yayımlanmıştır. İranlı Kürtler ve İran'da Kürt kültürünün gelişimi açısından önemli bir nokta da, 1946–1947 yılları arasında varlığını sürdüren ve "Mahabad Cumhuriyeti" veya "Kürdistan Cumhuriyeti" olarak anılan kısa süreli Kürt devletidir. Cumhuriyet Ocak 1946'da ilan edilmiş olsa da bölge 1942 yılından beri Kürtlerin etkisi altındaydı ve Kürt komiteler çeşitli yönetimsel işlevleri bir süredir karşılamaktaydı. 1970'lerdeki devrimci hareketlerin birçoğu, Kürtlere ve Kürtlerin hak taleplerine olumlu yaklaşmış, Kürtler bu devrimci hareketlere destek vermiş ve bazı aşiret liderlerinin dışında Kürtlerin çoğunluğu 1979'daki devrimini de desteklemişlerdir. Bununla birlikte devrim sonrasında Kürtlerin hak ve özgürlüklerinde olumlu yönde bir değişiklik olmamıştır. İran'daki aktif ana Kürt partileri, federal bir İran'ı ve bu bağlamda Kürt ulusu haklarının ve kimliğinin tanınmasını savunan İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP) ve Marksist Kürt İşçileri Devrimci Örgütü (KOMALA)dır. İki partinin görüşleri birbirinden farklı olsa da, ikisi de mevcut rejimin karşıtıdır. İran dahil bölgede Kürtlerin yaşadığı birçok ülkede aktif faaliyet gösteren bir başka Kürt örgütlenme ise, özellikle Türkiye'de aktif olan PKK ile yakınlığıyla bilinen, ayrılıkçı Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK)dir. Bu örgüt 2009 yılında ABD'deki Obama yönetimi tarafından terörist örgüt olarak adlandırılmış ve terör örgütlerine uygulanan yaptırımlar kapsamına alınmıştır. Suriye'deki Kürt nüfusu genellikle Suriye-Türkiye ve Suriye-Irak sınırlarına yakın bölgelerde, örneğin Kürtçe "Sere Kaniye" olarak anılan Ayn el-Arab ve Kürtçe "Çiyayê Kurmênc" olarak anılan "Cebel el-Ekrad" ("Kürtlerin Dağı") bölgelerinde, yaşamaktadır. Birçok farklı kurum ve uzmanın tahminine göre nüfus 1 ila 2 milyon arasındadır. Suriye hükümeti yaklaşık 120.000 kadar Kürdü, Kasım 1962'de yapılan özel bir nüfus sayımında "Türkiye'den ülkeye yeni girmiş yabancılar" olduklarını öne sürerek sayım dışı tutmuş ve Suriye vatandaşlığından ayırmıştır ki o zamandan beri birçok Suriyeli Kürt vatandaş haklarına sahip değildir ve Suriyeli kimliği, vatandaşlığı kendilerine verilmemektedir. Vatandaşlık haklarına sahip olmayan, sayılarının yaklaşık olarak çeyrek milyon civarında olduğu düşünülen bu Kürt nüfusun yasal olarak evlenme, mülk edinme veya eğitim görme gibi hakları bulunmamaktadır. Aynı zamanda Kürt bölgesini Araplaştırmak için bir Arap Kuşağı inşa edilmeye çalışılmış, 1963'te Baas Partisi hükümeti "Cezire'nin Araplığını koruma" sloganını kullanarak Araplaştırma politikasını sürdürmüştür. Örneğin; 1975 yılına gelindiğinde Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı Cezire bölgesinden 300.000 kadarlık bir Kürt nüfus yerlerinden olmuştur. Bunların dışında Kürt kültürüne yönelik de birçok devlet müdahalesi ve yasak söz konusudur; Kürtçenin yayınlarda kullanılması, resmi olarak konuşulması veya yazılması, öğrenim dili olması veya iş mekanlarında konuşulması yasaktır. Her ne kadar uygulamada aksaklıklar yaşansa da, 1988 yılında düğünlerde Arapça olmayan şarkıların söylenmesini ve çalınmasını yasaklayan bir yasa çıkmıştır. Her ne kadar Suriye'deki ilk Kürt partisi olan Suriye Kürdistan Demokrat Partisi 1957 yılında kurulmuş olsa ve yasal olmamalarına, tanınmamalarına rağmen bugün birçok parti varlığını sürdürüyor olsa da Suriye'deki Kürt hareket ile Türkiye ve Irak'taki arasında büyük fark vardır. Suriye'deki hareketin çoğunluğu Suriye devletinin baskısıyla ayrılıkçı bir tondan özellikle uzak durmuşlardır; Türkiye ve Irak'taki Kürt hareketlerinin daha güçlü olması da Kürt halkından desteğin Suriye'dekilerden ziyade komşu ülkelerdeki Kürt hareketlerine kaymasına sebep olmuştur. Türkiye ve Irak ile karşılaştırıldığında Suriye'deki Kürt siyasal hareketinin oldukça zayıf olduğu ve diğer iki ülkeye oranla çok daha az ayrılıkçı unsur çıkardığı söylenebilir. Ancak ülkedeki iç savaş sırasında kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgelerde PKK'ya yakınlığıyla bilinen Demokratik Birlik Partisi (PYD) tarafından tek taraflı kanton yönetimleri ilan edilmiştir. Özerk bölgeyle beraber Irak genelinde Kürt nüfusu Amerikan istihbaratı CIA'ye göre toplam nüfusun %15-20'lik bir kısmını oluşturur ki bu da, aynı kaynağın 2009 yılı için verdiği toplam Irak nüfusu (28.945.657) ile karşılaştırıldığında 4.341.848 - 5.789.131 arası bir Kürt nüfusa işaret eder. Bazı tahminlerse yaklaşık 5,2 milyon civarındadır. Irak'ta Kürt nüfusunun geneli Irak Kürdistan Özerk Bölgesi sınırları dahilinde yaşamaktadır; Irak'ın kuzeyinde bulunan bu bölgede yaşayan Kürt nüfusun toplamda 3 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Geri kalan Kürt nüfusun büyük bir kısmı Bağdat'ta yaşamaktadır. 1991 yılından beridir Bağdatlı Kürtler, 2002 yılından beridirse süregelen savaştan ve savaş sonrası Sünni-Şii geriliminden zarar gören Arapların önemli bir kısmı tehlikeden uzaklaşmak için Özerk bölgeye göç etmiş, bu sebeple Özerk bölgenin nüfusunda değişiklikler meydana gelmiştir. Kürtler 20. yüzyıl boyunca Irak'taki önemli bir siyasi ve sosyal güç olmuş, I. Dünya Savaşında yenilen Osmanlı Devleti'nin çekilişinden sonra 1919'da Mahmut Berzenci önderliğinde ayaklanmış, Irak'ın Birleşik Krallık Mezopotamya Mandası yönetim altındayken 1920'da Berzenci kendini "Kürdistan Şahı" ilan etmiş ve birkaç kez ayaklanmış (1923 ve 1932'de), bu ayaklanmalar güç kullanılarak bastırılmıştır. Bu ilk dönemle birlikte Irak Kürtleri arasında özellikle Barzani aşireti öne çıkmış ve Irak'taki Kürt halkının hakları ve bağımsızlığı için çalışmıştır. Nitekim bu çalışmaları yüzünden aşiretin etkili lideri Mustafa Barzani 1945'te sürgüne gönderilmiş, Barzani bir süre İran'daki Mahabad Cumhuriyeti'nde kalmış, bu devletin 1946'da son bulmasıyla SSCB'ye geçmiştir. 1958'de Irak'ta yaşanan darbe sonrası darbeyi gerçekleştiren Abdülkerim Kasım Kürtlerin siyasi gücünü kullanmak amacıyla, belirli bir oranda otonomi sözü vererek Barzani'yi Irak'a geri davet etmiş, fakat sonrasında otonomi sözünün gerçekleştirilmemesi üzerine Kürtler ile Irak yönetimi arasında yeni çatışmalar patlak vermişti. Her ne kadar bu arada başka darbeler yaşansa ve zaman zaman çeşitli ateşkesler imzalansa da genel olarak anlaşmazlık ve çatışmalar devam etmiştir. 1968'de Baas Partisi'nin darbeyle iktidara gelmiş, bir süre Kürt hareketi ile olan çatış
maları sürdürseler de sonunda barış imzalamayı seçmişlerdir. 1974'te Irak yönetimi Kürtlere karşı yeni bir saldırıya geçmiş, bu sefer İran ile anlaşarak İran'ın daha önceden Kürtlere yapmakta olduğu yardımı da sonlandırmıştır. Bunun karşısında Barzani birçok yandaşıyla birlikte İran'a kaçarken Kürt hareketinden birçok kişi de toplu olarak teslim olmuştur. Bu dönemde Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı birçok bölge, özellikle de petrol zengini olan bölgeler, devlet eliyle Araplaştırılmıştır. Örneğin 1978-1979'da 200.000 kadar Kürt zorla ülkenin başka yerlerine sürülmüşlerdir. Irak yönetiminin Kürt karşıtı politikaları 1980'lerle birlikte hız kazanmış, İran Irak Savaşı sırasında da şiddetli bir şekilde devam etmiş, 1986'da başlayan ve 1989'da son bulan Enfal Operasyonu dahilinde 100.000 ile 150.000 (ve daha fazlası) civarında Kürdün katledildiği tahmin edilmiş, Kürt halka karşı kimyasal silahlar kullanılmıştır; örneğin "Halepçe Katliamı" olarak da anılan ve Mart 1988'de gerçekleşen Halepçe'ye zehirli gaz saldırısında 3200-5000 kişi olay anında ölmüş, 7000-10000 kişi yaralanmıştır. Birinci Körfez Savaşı sonrasın 1991'deki ayaklanmalarla birlikte, 1970'den beri kâğıt üzerinde geçerli olan Kürt Özerk Bölgesi "de facto" olarak da özerklik kazanmış, BM'nin koruması altına girmiştir. Bununla birlikte 1990'larda bölgedeki güçlü iki Kürt partisi Kürdistan Demokrat Partisi ve Kürdistan Yurtseverler Birliği arasındaki gerginlikler tırmanmış ve iç çatışma gerçekleşmiştir. Bu çatışmalar gerek çeşitli programların olumlu etkileri gerekse ABD'nin doğrudan müdahaleleri ve arabuluculuğu ile birlikte 1998'de sona ererken, petrolden gelen kazanç bölgenin refah düzeyinin artmasına sebep olmuştur. Bahar 2003'te başlayan İkinci Körfez Savaşı'nda Kürt peşmergeler Çokuluslu Koalisyon Güçleriyle birlikte yer almış, savaş sonrası oluşan Irak hükümetinde Kürtler önemli bir rol oynamış ve müdehâle sonrası ilk Irak Başkanı önde gelen Kürt politikacı Celal Talabani olmuştur. Savaş sonrasında Kürdistan Özerk Bölgesi ülkenin kalanına oranla oldukça sakin bir siyasi ve sosyal atmosfere sahip olmuş ve bazılarınca "Irak'ın İsviçresi" olarak anılmıştır. Gerek bölge gerekse bölgenin başkenti Erbil birçok sosyal ve ekonomik gelişmeye konu olmuş, örneğin inşaat sektöründe patlama yaşanmıştır. Bölgede 2003'ten beri birçok üniversite açılırken, başta Kürtçe olmak üzere Kürt kültürünün çoğu unsuru üzerine birçok gelişme kaydedilmiş, sayısız etkinlik yapılmıştır örneğin 2005 yılı itibarıyla bölgedeki beş devlet üniversitesi Kürtçe eğitim vermektedir. Ermenistan'da Amerikan istihbaratı CIA'ye göre Ermenistan nüfusu 2009 itibarıyla tahminen 2.967.004 iken, Kürt nüfûs bunun %1,3'ünü oluşturur ki bu da 38.571 gibi bir sayıya tekabül eder. Ermenistan'daki Kürt halkının çoğunluğu Ezidilerden oluşmaktadır. Kürtler, zamanında Safevi hükümdarı Şah Abbas tarafından binlerce Kürdün sürgüne gönderildiği İran'ın kuzeydoğusunda kalan bölge başta olmak üzere, günümüz Afganistan sınırlarındaki bölgelerde 1500'lerden beri yaşamaktadırlar. Zamanında sürgüne gönderilmişlerin çoğunluğu nihayetinde Afganistan'ın içlerine ilerlemiş, Herat ve diğer batı Afganistan şehirlerine yerleşmişlerdir. 16. yüzyılda Afganistan'daki Kürt kolonilerinin nüfusu on binleri bulmaktaydı. Bazı Kürtler Afganistan içerisinde yüksek siyasi makamlara erişmişlerdir; örneğin Ali Mardan Han 1641 yılında Kabil valisi olmuştur. Bölgedeki Kürtler, Afganların Safevi hükümdarlarıyla olan ihtilaflarında Afganların yanında almış, daha sonraları diğer bölgesel güçlerle olan ihtilaflarda da bu tutumu devam ettirmişlerdir. Günümüzde Afganistan'da yaşayan Kürtlerin sayılarına dair kesin bir rakam söz konusu değildir; bununla birlikte Paris Kürt Enstitüsü takriben 200.000 civarında Kürt bulunduğunu iddia etmektedir. Afganistan Kürtlerinin Kürtçeyi muhafaza edip etmedikleri ise bilinmemektedir. "Ana madde": Kürt diasporası Kürt diasporası "Kürdistan" olarak anılan ve Orta Doğu'da bulunan coğrafî bölge dışındaki Kürt topluluklarını tanımlamaktadır ve genel olarak Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırlarında kalan coğrafî bölgedeki özellikle 20. yüzyılın sonlarına doğru gelişen siyasî çatışmalar ve ihtilaflar sebebiyle gerçekleşen göçlerin bir sonucudur. Göçler sonucu oluşan Kürt diasporası özellikle Batı Avrupa'da yoğunluktadır; Batı Avrupa dışında özellikle Orta Doğu'nun farklı bölgelerinde (Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı Kürdistan bölgesi hariç), Orta Asya ve Kuzey Amerika'da kayda değer Kürt toplulukları bulunmaktadır. Paris Kürt Enstitüsü'nün verdiği verilere göre Almanya'da 500.000 - 600.000, Fransa'da 100.000 - 120.000, Hollanda'da 70.000 - 80.000, İsviçre'de 60.000 - 70.000, Belçika'da 50.000 - 60.000, Avusturya'da 50.000 - 60.000, İsveç'te 25.000 - 30.000, Birleşik Krallık'ta 20.000 - 25.000, Yunanistan'da 20.000 - 25.000, Danimarka'da 8.000 - 10.000, Norveç'te 4.000 - 5.000, İtalya'da 3.000 - 4.000, Finlandiya'da 2.000 - 3.000, Amerika Birleşik Devletleri'nde yaklaşık 15.000 - 20.000 ve Kanada'da 6.000'i aşkın Kürt yaşamaktadır. Diasporalar Ansiklopedisi ("Encyclopedia of Diasporas") de diaspora dağılımını, Paris Kürt Enstitüsü'nün sayılarına benzer sayılarla ifade etmiştir. Orta Doğu'da, Lübnan ve İsrail'de de kayda değer Kürt toplulukları yaşamakta, Lübnan'daki Kürtlerin sayısının 75.000 - 100.000 arasında olduğu, İsrail'deki Kürt Yahudilerin sayısınınsa yaklaşık olarak 100.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca 20. yüzyılın ikinci yarısında Sovyetler Birliği sayıları 500.000 olduğu sanılan bir Kürt topluluğuna ev sahipliği yapmaktaydı; bununla birlikte Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrası bölgedeki Kürt toplulukları, gerek bölge içinde gerekse bölge dışında, farklı yerlere göç etmişlerdir. Bunun başlıca sebepleri arasında Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrası yaşanan Kafkaslarda oluşan bağımsız cumhuriyetlerdeki, özellikle de etnik temellere dayanan, silahlı çatışmalar büyük bir rol oynamıştır. Bugün büyük bölümü göçmüş olan Ermenistan Kürtleri'nin yanı sıra Azerbaycan, Kırgızistan, Gürcistan gibi ülkelerdeki Kürtler de büyük oranda göçme eğilimindedirler; bölgede göç alan ülkelere örnek olaraksa Kazakistan ve Rusya verilebilir. Bölgedeki Kürt toplulukları hakkında az sayıda güvenilir bilgi bulunmaktadır. Özellikle Avrupa'daki ilk Kürt topluluklarının geçmişi daha erken dönemlere dayandırılabilse de, genel olarak Kürt diasporası özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan birçok siyasî gelişme, silahlı ihtilaf, savaş, şiddet olayı ve yıkım sebebiyle olmuştur. Örneğin, 1946'da Kürt Cumhuriyeti'nin İran tarafından mağlup edilmesi sonrasında bölgedeki birçok Kürt Irak'a ve Sovyetler Birliği'ne kaçmıştır. 1950'lerde gerçekleşen, 1953 tarihli İran'daki darbe ile 1958 tarihli Bağdat'ta gerçekleşen durumlar mültecilere yol açmış; İran'daki sonrasında bazı Kürtler Sovyetler Birliği'ne ve Doğru Avrupa'ya kaçarken, Bağdat'taki sebebiyle bazı Kürtler Birleşik Krallık'a ve İran'a kaçmıştır. Sonrasında özellikle bağımsız bir Kürt devletini hedefleyen hareketlerin yenilgisi sonucu birçok Kürt Avrupa ve Kuzey Amerika gibi bölgelere, Batı'ya iltica etmiştir. Sayılarının 200.000 civarı olduğu tahmin edilen bu mülteci gruplarının Batı'daki Kürt diasporasının temelini oluşturduğu ve ilk kalıcı Kürt toplulukları olduğu düşünülmektedir. 1990'lara doğru Irak'taki Kürt köylerinin yıkımı da Kürt diasporasının gelişiminde önemli bir rol oynamış birçok Kürt ülke dışına çıkmıştır. Türkiye'de 1980 Askerî Darbesi ve sonrasında ortaya çıkan ve etkinliğini hâlen koruyan Kürt ayrılıkçı hareketi ve bu ortaya çıkan çatışmalar ve şiddet olayları sonucu birçok Kürt başta Avrupa olmak üzere Batı'ya göç etmiştir. Aynı zamanda gerek zorunlu şehirleşme gerekse şiddet olayları sebebiyle ülkesi içinde yerinden edilen kişilerin sayılarının 1.7 milyon ile 2,5 - 3 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Genel olarak Kürt topluluklarının yaşadıkları ülkelerdeki asimilasyonuna yönelik çabalar Kürt topluluklarında birçok karşıt hareketin doğmasına sebep olmuş, meydana gelen şiddet olayları ve çatışmalar, İran'da 1979'dan, Türkiye'de ise 1984'ten bugüne kadar varlığını korumuş ve korumaya devam etmekteyken Irak'ta 1961'den 2003'e kadar varlığını sürdürmüştür. Bununla birlikte Kürt diasporasının oluşumundaki tek faktör tarihî coğrafî bölgelerindeki ihtilaflar ve siyasi gelişmeler değildir: özellikle ekonomik sıkıntılar ve dünya ekonomisindeki çeşitli olaylar Kürt diasporasının oluşumunda önemli bir yere sahip olmuş; örneğin 1960'larda Batı Avrupa'da gerçekleşen ekonomik patlama bölgeye birçok Kürt topluluğun göçmesine sebep olmuştur. Kürt diasporası Kürt kültürüne önemli katkılarda bulunmuş, özellikle 1990'larla birlikte açılan Kürt yayın kuruluşlarıyla birlikte Kürt medya kültürünün temellerini atmıştır. Bununla birlikte Kürt diasporasındaki farklı yayınlar ve etkinlikler sıklıkla bu yayın ve etkinliklerin başındaki Kürt gruplardan etkilenmiştir. Kürt kültürünün farklı ülkelerin sınırlarındaki Kürt topluluklarının o ülkedeki eğilimler sebebiyle farklı birçok eğilimi içinde barındırması bu açıdan önemlidir; örneğin birçok Kürt dili lehçesinin mevcut olmasının yanı sıra Kürt dilleri, farklı ülkelerde, farklı alfabeler tercih edilerek yazılmaktadır. Latin harflerini kabul etmiş ve resmî dili olan Türkçe için Latin harflerinin kullanan Türkiye'deki Kürtler de Kürt dili için Latin harflerini kullanma eğilimindeyken, tam tersinin söz konusu olduğu İran ve Irak'taki Kürtler daha ziyade Arap harflerini kullanırlar. Bunun Kürt diasporasının etkinliklerindeki bir dışavurumuna şu örnek verilebilir: Birleşik Krallık'ta, 1995'te kurulmuş olan Med-TV, büyük oranda Türkiye kökenli Kürtlerin yönetiminde olmasının bir sonucu olarak, Kurmanci lehçesini ve Latin harflerinin kullanımını benimsemiştir. Diasporanın bölündüğü devletlerin de yardımlarıyla Kürt diasporası birçok kültürel yayının kaynağı olmuş, bu hususta genellikle Orta Doğu'daki ana Kürt topluluklarını geçmiştir. Örneğin İsveç'te 1971 ile 1997 tarihleri arasında Kurmanci dilinde 402
eser basılmıştır. Bunda Orta Doğu'daki ana Kürt toplulukları üzerindeki çeşitli kültürel baskıların da etkisi olmuştur; örneğin Kürt diline dair çeşitli yasaklar Türkiye ve Irak gibi ülkelerdeki Kürt dilindeki yayınların önünü kesmiştir. Bununla birlikte 1990'lardan itibaren bu yasakların bertaraf edilmesi tersi yönde etki etmiş ve Türkiye ve Irak'ta Kürt dilindeki yayınların sayıları artarken, diasporanın bazı yayınlarının düştüğü veya yayın merkezlerinin Orta Doğu'ya taşındığı bile gözlemlenmiştir. Kürt sosyal yapısı Kürt diasporasında da etkinliğini sürdürmüştür. Ayrıca Kürt diasporasının oluşum sürecinde, farklı zamanlarda farklı sosyal gruplardan Kürtlerin ülkelere gelmesi önemli bir konudur. Örneğin 1970'lerin ortalarına kadar Batı'daki Kürt diasporasının çoğunluğu ya işçi statüsüyle gelmiş kişilerdi (Almanya'daki "konuk işçi" olgusu) ya da siyasi mültecilerdi ki bu ikinci grup, yani siyasi mülteciler, sıklıkla orta sınıf mensubu kimselerdi. Bununla birlikte 1970'lerin ortalarından itibaren bir değişim başlamış, örneğin çiftçiler ve bunların yanı sıra bir dönem gerilla olarak savaşmış kişiler de bölgeye gelmiş ve büyük ölçüde diasporanın oluşum sürecine katılmıştır. Batı medyasında dikkat çekmiş ve birçok kere konu edilmiş bir başka konu da ataerkil Kürt sosyal yapısının Kürt diasporasındaki çeşitli sonuçlarıdır; örneğin özellikle kadına karşı şiddet ve "namus cinayet"leri Batı'da tartışma konusu olmuştur. Benzeri sosyal yapıya sahip diğer azınlıklarda da, örneğin Türklerde, benzeri "namus cinayet"leri gerçekleşmiş ve bunlar da Batı medyasında yankı bulmuştur. Kürt diasporasının en büyük bölümünü Avrupa'daki Kürt toplulukları oluşturmaktadırlar. Kıta Avrupası'ndaki Kürt diasporasının yaklaşık %55'nin Türkiye'den gelmiş göçmen ve mültecilerden oluştuğu tahmin edilmektedir. Kıta Avrupası'ndaki Kürt diasporasında Türkiye kökenliler yaygınken, Birleşik Krallık'taki Kürt topluluğu büyük oranda Iraklı Kürtlerden oluşmaktadır. Avrupa'daki Kürt topluluklarının kökeni 19. yüzyılın sonlarına kadar sürülebilir; örneğin başlangıçta 1898'de Kahire'de kurulmuş olan ilk Kürt gazetesi, "Kürdistan", çeşitli baskılar sonucu Cenevre'ye daha sonra da Birleşik Krallık'a taşınmıştır. Bununla birlikte Avrupa'daki Kürt varlığı küçük sayılarda kalmış, 20. yüzyılın ilk dönemlerinde de etkin bir sayıya ulaşılmamıştır. Bununla birlikte zamanla Avrupa'daki sayıları artan Kürt topluluğu özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında bölgede etkin bir azınlık haline gelmiş örneğin 1948'ten itibaren bir süre boyunca Paris'te "Bulletin du Centre d'Études Kurdes" isimli yayını yayımlamıştırlar. 1960'lardaki Avrupa ekonomisinin büyümesiyle birlikte başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesine birçok Kürt işçi olarak gitmiş ve yerleşmiştir. Avrupa'daki Kürtlerin sayısı, diğer yerlerdeki Kürt diasporası gibi, Orta Doğu'daki çeşitli sebeplere dayanan, birbiriyle bağıntılı veya bağıntısız birçok şiddet olayı, savaş ve yıkım sebebiyle sonraki yıllarda giderek artmıştır. Zaman içinde Avrupa'daki Kürt diasporası birçok kültürel ve siyasi faaliyette bulunmuş, örneğin çeşitli TV kanalları kurmuş, büyük konserler gibi sanatsal etkinlikler tertip etmiş ve Avrupa siyasi arenasında yer almışlardır. Örneğin Kürt siyasetçi Feleknas Uca Almanya'dan Avrupa Parlamentosu milletvekili olmuştur. ABD ve Kanada'da 22-27 bin dolaylarında Kürt yaşamaktadır; bunların çoğunluğu (yaklaşık 15-20 bini) ABD'de ikâmet etmektedir. Kuzey Amerika'da yaşayan Kürtler kendilerini bu bölgede temsil etmek adına, 1988 yılında, kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olarak Kuzey Amerika Ulusal Kürt Kongresi'ni ("Kurdish National Congress of North America") kurmuşlardır. Benzeri bir şekilde Kuzey Amerika'da yaşayan genç Kürtleri temsil etmek ve bu gençlere yönelik faaliyetlerde bulunmak adına kâr amacı gütmeyen bir başka örgüt, "Kürt Amerikan Gençliği" ("Kurdish American Youth") kurulmuştur. Bunların dışında Kuzey Amerika'da bulunan Kürtler, Avrupa'dakiler gibi, çeşitli medya organları, örneğin Kürt bakış açısını ve haberlerini yansıtan çeşitli internet siteleri gibi, kurmuşlardır. Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrasında Kafkaslardaki Kürtlerden bir kısmı Orta Asya'daki devletlere göç etmiş, Orta Asya'daki devletlerde hâli hazırda bulunan Kürtlerde de çeşitli göç eğilimleri gözlenmiştir. Bugün Orta Asya'daki çeşitli devletlerde bulunan Kürtlerin toplam nüfusunun 100 bini aştığı tahmin edilmektedir; Kazakistan'da 30 bin civarı, Türkmenistan'da 50 bin civarı, Kırgızistan'da 20 bin civarı, Özbekistan'da 10 bin civarı, Tacikistan'da ise 3 bin civarı Kürt nüfusun bulunduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte net sayılar tartışmalıdır; örneğin Kazakistan'da resmî olarak 46 bin civarında Kürdün yaşadığı belirtilir, fakat ülkedeki Kürt topluluğu sayılarının bunun çok üzerinde olduğunu iddia etmiştir. Bazı Kürtler Türkiye'deki şiddet olaylarından dolayı Japonya'ya sığınmışlardır. Ancak şimdiye kadar Japonya hükümeti tarafından siyasi mülteci olarak kabul edilen Türkiye kökenli Kürt yoktur. "Warabistan" olarak anılan Saitama İli (埼玉県 Saitama-ken) Warabi kenti (蕨市 Warabi-shi)nde yoğun olarak oturmaktadırlar. Kürtçe, Hint-Avrupa dil ailesinin Hint-İrani kolunun kuzey-batı İrani grubuna ait bir dildir. Her ne kadar çeşitli bilim insanları ve Kürt milliyetçileri çağdaş Kürtçenin, İran-öncesi öncesi kalıntılara sahip olacağını umut etmiş veya iddia etmiş olsalar da, bilimsel olarak bunu gösteren hiçbir kanıt bulunmamaktadır. İranî diller, özellikle de Kürtçe uzmanı olan David MacKenzie, çeşitli fonolojik tahliller sonrasında, Kürtçeyi köken açısından proto-Beluci ve Farsça arasına koyar ve Kürtçe ile Beluci dili arasında yaptığı karşılaştırmalarla, proto-Kürtçenin Güney Farsçası ile oldukça yakın temas halinde olduğunu ileri sürer Kürtçe, dünyada tahminen 16-26 milyon insan tarafından konuşulmaktadır. "Encyclopaedia Britannica"'ya göre Kürtçenin iki ana lehçesi vardır: kuzey lehçesi olarak Kurmanci ve merkez lehçesi olarak Sorani. Oxford'un yayımladığı "Uluslararası Dilbilim Ansiklopedisi" ("International Encyclopedia of Linguistics") de bu şekilde bir ayrıma gitmiştir. Kurmanci özellikle Musul'dan Kafkaslara doğru olan bölgede yerleşmiş Kürt halkları tarafından konuşulurken, Sorani Urmiye'den Kürdistan coğrafî bölgesinin daha güneyde kalan bölgelerine kadar uzanan bir coğrafyada yoğunluktadır. Aynı kaynağa göre, Zazaca ve Goranice de Kürtçenin alt-lehçeleri sayılmaktadır. Bununla birlikte, hangi dillerin Kürtçenin lehçesi kabul edilip edilemeyeceği tartışma konusu olmuştur. Örneğin, bazı kaynaklara göre Zazaca bir lehçe değildir. Oskar Mann Zazacanın başlı başına bir dil olduğunu yaptığı derleme,araştırma ve incelemelerle kanıtlamıştır.Oskar Mann’ın 1903’ten 1907’ye kadar yaptığı araştırmalarını ilerletip kitap haline getiren Karl Hadank, “Die Mundarten der Zâzâ” adlı bilimsel eseri 1932 yılında kitaplaştırmıştır. Böylece İranoloji dilbilimde Zaza dili bugüne kadar dilbilimcilerin hemfikirliliğiyle başlıbaşına bir dil olarak tanınma durumunu korumakta. Zazacayı Kürtçe lehçesi olarak ele alanlar genelde Goranice ile birlikte üçüncü bir lehçe kolu, "güney lehçe kolu" gibi görürler. Ortaya atılmış Güney Kürtçe lehçeleri gruplandırmalarından biri de şöyledir: Kelhuri, Feyli ve Goranice. Zazacadaki durumun bir benzeri Goranice için de geçerlidir; Goraniceyi Kürtçenin bir lehçesi olarak değil de ayrı bir dil olarak gören dilbilimci mevcuttur. Kürtçenin en yaygın konuşulan lehçesi olan Kurmancinin yaklaşık olarak 15-17 milyon kişi tarafından konuşulduğu tahmin edilmektedir. Türkiye başta olmak üzere Suriye, Ermenistan ve Azerbaycan gibi ülkelerde yaşayan Kürtlerin ve bu ülkelerden göçmüş olan Kürt diasporasının çoğunluğu Kurmanci konuşur. Kurmanci ayrıca İran ve Irak'taki Kürt topluluklarında nadiren konuşulur; Irak ve İran'daki Kürtlerin çoğunluğu Sorani lehçesini konuşmaktadır. Sorani lehçesinin Irak'ta yaklaşık olarak 4-6 milyon kişi tarafından, İran'da ise yaklaşık olarak 5-6 milyon kişi tarafından konuşulduğu düşünülmektedir. Kürtçe, Irak'ta resmî dil statüsü kazanmıştır. Suriye'de ise Kürtçe yasaklanmıştır ve örneğin Kürtçe yayın yapılması yasaktır. İran'da resmî dil statüsüne sahip olmasa da yasaklı değildir; Kürtçe yayın üretilmesi serbesttir. Her ne kadar Kürtçe yerel gazete ve benzeri yayınlarda kullanılsa da, okullarda kullanılmamaktadır. Bunun da etkisiyle, İran'daki bazı Kürtler ana dillerinde eğitim görmek amacıyla Irak'a gitmişlerdir. Türkiye'de Kürtçe uzun yıllar yasaklı kaldıktan sonra 90'lı yıllarla birlikte yasaklar çok az da olsa gevşemiştir. Kürtçe Türkiye'de resmî dil statüsünde olmamasına ve ülkenin ana yasasına göre Türkçe dışında herhangi dilin eğitimde kullanılmasının yasak olmasına karşın, özel televizyonlarda çeşitli birçok sınırlamalar dahilinde Kürtçe yayın yapılmasına 2006 yılından itibaren izin verilmiş, 2009 yılında ise devletin resmî televizyonu olan TRT, 24 saat Kürtçe yayın yapan bir kanal (TRT 6) açmıştır. Kürt edebiyatının başlangıcı tartışmalı ve muğlaktır zira İslam öncesi Kürt edebiyatına dair hiçbir bilimsel bulgu ve bilgi yoktur. Bunun sebebi olarak akademisyenler çeşitli fikirler öne sürmüşlerdir. Üzerinde fikir birliği olan sebeplerden biri: Kürtlerin yaşadığı bölgenin coğrafî konumu sebebiyle Doğu ve Batı arasında kalması, sıklıkla istilalara ve istilacılara sahne olması ve bunun sonucu olarak birçok yıkım yaşamış olmasıdır. Bununla birlikte, özellikle İslam sonrasındaki döneme dair bilgiler bu dönemde yaşamış birçok Kürt yazarının varlığına işaret eder. Bu yazarların hepsi Kürtçe eserler vermemişlerdir; bölgenin kültürel çeşitliliğinin bir sonucu olarak diğer farklı etnik grupların yazarları gibi Farsça, Arapça ve zaman içerisinde Türkçe çeşitli eserler kaleme almışlardır. Bunlara bir örnek, 13. yüzyılda yaşamış ve eserlerini Arapça kaleme almış olan Kürt tarihçi ve biyografi yazarı İbn el-Esir'dir. Kürt edebiyatının erken dönemlerinde Kürtçeye ağırlık vermiş edebiyatçılara dair pek fazla bilgi bugüne ulaşmamıştır ve bu kişilere Kürtler hakkında yazılm
ış olan eski eserlerde pek rastlanmaz; örneğin Bitlisli Şeref Han'ın Kürt tarihini anlattığı "Şerefname" isimli eserinde herhangi bir Kürt şairine rastlanmaz. Bazılarına göre Kürt edebiyatının ilk tanınmış şairi olan ve 11. yüzyılda yaşamış olan Ali Hariri'den Şerefname'de bahsedilmez; bununla birlikte 17. yüzyılda yaşamış olan tanınmış Kürt şairi Ahmed-i Hani kendisinden bahseder. Ahmed-i Hani'nin bahsetmiş olduğu diğer iki şair de Molla Ahmed-i Cezirî (Melayê Cizîrî; 1570-1640) ve Faki Tayran'dır (Feqîyê Teyran; 1590-1660). Sufi olan Ahmed Cezirî ismini memleketi olan Cizre'den almaktadır; nitekim yıllarca Cizre'deki Kızıl Medrese'de (Medresa Sor) ders vermiştir. Divanı, "Dîwanî Melayê Cezîrî", bugün hâlâ okunmaktadır ve 100'den fazla şiir, birkaç tane de rubai barındırır. Bugüne ulaşmış tek eseri olan divanı, yoğun Sufi imgeler taşır ve oldukça metafiziksel bir şiir örneği sunar ki şiirleri bu tür (metafiziksel konulu) yazında ünlü olan İranlı şair Hafız'ın eserleriyle karşılaştırılmıştır. Ahmed-i Hani'nin zikrettiği bir diğer isim olan Faki Tayran Ahmed Cezirî ile aynı dönemde yaşamıştır ki bu iki şairin birbirleriyle tanıştığı bilinmekte, Hakkarili olan Faki Tayran'ın Cizre'de Ahmed Cezirî'den ders aldığı düşünülmektedir. Eserlerinde özellikle Kürt folkloründen öğeler ağırlıkta olan Faki Tayran'ın "Qewlê Hespê Reş" (Siyah Atın Ölümü), "Şêxê Senan" (Senan Şeyhi) ve "Qiseya Bersiyayî" (Bersiyay'ın Öyküsü) adındaki eserleri en önemli yapıtlarıdır. Faki Tayran'ın 17. yüzyılda Kürtler ile Safeviler arasında gerçekleşmiş olan Dimdim Savaşı'na dair eseri ise birçoğuna göre bu savaşın ilk edebî anlatısıdır ve bugün hâlen okunan epik bir eserdir. Ahmed Hariri, Cezirî ve Tayran gibi isimleri, Kürt edebiyatının en ünlü eserlerinden olan, "Mem ü Zîn" ("Mem ve Zin") isimli klasik, epik şiirinin önsözünde zikreden Ahmed-i Hani veya "Ehmedê Xanî", Kürt edebiyatı açısından çok önemli bir rol oynamış ve genel kanıya göre eserlerinde Kürt bağımsızlığından bahseden ilk Kürt şairi olmuştur. Şairin ünlü eseri Mem ü Zîn, Mem ile Zîn isimlerindeki iki aşığı konu eden bir mesnevidir ki Sufi öğeler de taşır. Bunların dışında, dinî bir akım olan Ehl-i Hakk tarafından tercih edilen Gorani dilinde (Goranicede) Kürt edebiyatı açısından önemli birçok eser kaleme alınmıştır. Özellikle bugünkü İran Kürdistanı'nda kalan bölgede etkin olmuş bağımsız Kürt liderleri Goraniceyi öncelemiştirler ki bu da bu dilde edebî eserlerin verilmesine ve bu dilde yazmayı tercih eden şairlerin türemesi yardımcı olmuştur; örnek olarak 14. yüzyılda yaşamış ve bu dilde eserler vermiş Molla Perişan ("Mele Perîşan") zikredilebilir. Nitekim bu dil etkinliğini uzun bir süre devam ettirmiş ve örneğin 19. yüzyılda yaşamış olan bir başka şair Molla Abdürrahim Mevlevi (1806–1881) de bu dilde eserler vermiştir. Ayrıca, Batı'da Süleymaniye ve çevresinde de 18. yüzyılla birlikte bölgedeki egemen Kürt siyasi isimlerin teşvikiyle Sorani dilinde edebî bir gelişim ortaya çıkmıştır. 19. ve 20. yüzyıllarda Kürt edebiyatı, Kürt dili ile birlikte, özellikle yazılı Kürt edebiyatı, çok büyük bir ilgi ve gelişmeye sahne olmuştur. Bunda 19. yüzyılda temelleri atılan Kürt basınının önemli bir payı vardır. İlk Kürt basın yayını, dergisi, "Kürdistan" Kahire'de 1898 yılında yayımlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Kürtlerin yaşadığı toprakların Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırları içerisinde kalmasıyla birlikte Kürt dili ve edebiyatı farklı bir döneme girmiş ve her Kürt topluluğu içinde bulunduğu ülkedeki eğilimlerden etkilenmiş ve bu etkileşim dile ve edebiyata da yansımıştır. Örneğin Kürtçenin yazımında 1920'lere kadar Arap harfleri tercih edilmişken, 1920'lerle birlikte bölgedeki ülkeler Batıcı politikaları benimsemeye başlayınca, birçok Kürt topluluğu Latin harfleriyle Kürtçeyi yazmaya başlamışlardır. Buna verilebilecek bir örnek ise, Celadet Ali Bedirhan tarafından yayımlanmış ve 1932 yılından 1943 yılına kadar toplam 57 adet basılmış olan basılı ilk Kürtçe edebiyat dergisi olarak görülen Hawar dergisinin ilk 23 sayısının hem Latin, hem Arapça harflerle basılıp daha sonra sadece Latin harflerle basılmasıdır. Yine aynı yıllarda Kürtçe'nin ilk romanı "Şivane Kurmanca" ("Kürt Çoban") Erebê Şemo (Ereb Şamilov) tarafından 1935 yılında Sovyetler Birliği'nde yayınlanmıştır. Ek olarak, Kürt edebiyatının bu topraklardaki gelişim süreci ve Kürt edebî eserlerinin ortaya çıkması sıklıkla bu ülkelerdeki azınlık politikalarıyla doğrudan ilgili olmuş; örneğin zaman zaman bu ülkelerde Kürtçenin yasaklanmasıyla birlikte Kürt edebiyatının yavaşladığı, bu tip yasaklamaların kalktığı veya rahatladığı zamanlarda ise hızlı bir şekilde geliştiği ve yeni eserlerin ortaya çıktığı gözlemlenmiştir. 20. yüzyılda Irak'ta Abdullah Süleyman (1904-1962) ve İbrahim Ahmed gibi isimler öne çıkarken, Suriye'de İkinci Dünya Savaşı sonrasında Suriye'nin bağımsızlığını almasına dek, başta Emir Celadet Bedirhan ve kardeşi Emir Kâmuran'ın gayretlerinin etkisiyle Kürt edebî faaliyetleri yoğunluğunu korumuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrası Suriye'de Kürtlerin haklarının birçoğunu kaybetmesiyle edebî faaliyetler de durma noktasına gelmiştir. Türkiye'de Kürtçe yasağı sebebiyle uzun yıllar Kürt edebiyatında fazla çalışma yapılamamış olsa da, özellikle 90'larda siyasi iradenin Kürtçe üzerindeki yasakları kaldırması ve Kürtçe yayıncılığın rahatlamasıyla birlikte Kürt edebiyatı hızlı bir şekilde gelişmeye başlamıştır. Ayrıca çeşitli baskılar ve ihtilaflar sebebiyle Kürdistan bölgesinden ayrılıp başta Avrupa olmak üzere farklı yerlere göç eden Kürtlerden oluşan Kürt diasporası Kürt edebiyatı açısından 20. yüzyılda birçok önemli başarıya imza atmıştır. Başta devletin azınlıklara basın ve yayın alanında maddi yardımlarda bulunduğu İsveç olmak üzere birçok Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde yaşayan Kürt toplulukları kendi basın yayın kuruluşlarını kurmuşlardır. "Zaroken Ihsan" ("İhsan'ın Çocukları"), "Helin" ("Yuva"), "Gundike Dono" ("Dono Köyü") gibi eserleriyle tanınan Mahmut Baksi ve "Tu" ("Sen"), "Mirina Kaleki Rind" ("Yaşlı Rind'in Ölümü"), "Siya Evine" ("Yitik Bir Aşkın Gölgesinde") gibi eserleriyle tanınan Mehmed Uzun gibi tanınmış Kürt yazarları ortaya çıkmış ve örneğin bu iki yazar da İsveç Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu'nda yer almışlardır. Çağdaş dönemdeki diğer bazı Kürt yazarlar ise şunlardır: Pîremêrd, Abdulla Goran, Osman Sabri, Şêrko Bêkes, Şeyhmus Dağtekin. Kürt kültürü ve sanatı Orta Doğu'da yüzyıllar boyunca gelişimini sürdürmüş, diğer millî kültür ve sanat anlayışlarıyla etkileşime girmiş, bununla birlikte asimile olmamış ve ayrı bir karakter ile kendisini bugüne kadar muhafaza etmiştir. Özellikle modern çağlarda herhangi bir ulusal veya devlet-destekli sanat projelerinin siyasi belirsizlikler sebebiyle mümkün olmaması, Kürt sanatının daha ziyade bireyler ve topluluklar eliyle yürümesine yol açmıştır. Kürt kültüründe müzik ve dans çok önemli bir yer teşkil etmekte, özellikle Kürtler arasında yaygın olan dinî inançların ibadet ve kutlama şekillerinde müzik ve dans temel bir rol oynamaktadır. Örneğin Kürt kökenli bir inanç olan Ehl-i Hakk'ın temel ibadeti olan cem sırasında müzik ve yüksek sesle söylenen dua ve ilahîler çok önemli bir yer tutarken, zikirleri sırasında da müzik ve dans temeldir. Kürt dinî müziğinde özellikle def ve tamburun enstrüman olarak önemli bir yer tutar. Kürt kültüründe dinî karakterde olmayan dans ve müzik de mevcut ve yaygındır. Bayramlar, düğünler gibi her türlü kutlama ve şenlikte Kürtler dans eder ve şarkı söylerler. Kürtlerin bu folklorik danslarının onları komşuları olan diğer etnik kökenlere sahip Müslüman topluluklardan ayırt edebilmekte önemli bir etken olduğu belirtilmiştir. Geleneksel Kürt danslarını birçoğu halk oyunu/halay tarzı olup Balkanlar ve Orta Doğu'daki geleneksel halk oyunlarıyla benzerlik arz eder. Bunlardan bazıları "dilan", "sepe", "geryan"dır. Kürt müziği de, genel olarak Kürt kültürü gibi, bölgedeki komşu etnik grupların müzik kültürüyle etkileşime girmiş olsa da, Arap ve İran müziğinden farklı karakterini korumuş, etkileşimler sonucu, temelde Dorian gamı olan, Kürt gamı gerek Arap gerekse İran müzik kültürüne girmiştir. Bölgedeki yaygın diğer müzik kültürlerinin etkisinden büyük ölçüde kendisini korumuş olan Kürt müziği, özellikle İran müziğine benzer gibi dursa da, İran müziğine oranla çok daha içgüdüsel olup birçoğuna göre ne tam olarak halk müziği ne de tam olarak eğitilmiş müzik olarak sınıflandırılabilir. Bununla birlikte halk müziği (folk müzik) kapsamında ele alınması gerektiğini savunanlar da mevcuttur. Kürt müziğinin özellikle Batı müzik kültüründen farklı bir yönü de tamamen müziğe özel bir müzik terminolojisinden ziyade, müziğe dair olgu ve kavramların gündelik hayattaki isimlerle ifade edilmesi, müzik terminolojisinin bu tip bir adlandırmadan oluşmasıdır. Makam isimleri de bu yöndedir ve çok çeşitlidir; dini ve aşiret isimlerinden kadın isimlerine kadar birçok isim makam ismi olarak kullanılmıştır. Geleneksel Kürt müziği icra edenler üçe ayrılırlar: "çîrokbêj" yani hikâyeciler, "stranbêj" yani şarkıcılar, ve "dengbêj" yani aşıklar (halk ozanları). Kürt hükümdar meclislerinde çalınan resmî, özel bir müzik türü olmaması sebebiyle genellikle akşam ve gece meclislerinde (toplantı ve sohbetlerinde) çalınan müzikler klasik müzik olarak kabul edilirler; bu türe "şevbihêrk" denir. Birçok şarkı epik motiflere ve temele sahiptir, ince bir melankoliye Kürt şarkılarında, özellikle "heyran" olarak adlandırılan (sevgili) türkülerinde, sıklıkla rastlanır. Bunların dışında "lawje" olarak adlandırılan dinî müzik ve özellikle sonbaharda seslendirilen ve "payizok" olarak anılan şarkılar da vardır. Kürt müziği çok çeşitli enstrümanlar barındırır ki bunlardan birkaçı şunlardır: tambur, buzuk, ud, qernête, şimşal, dahol, def... Bilinen en büyük Kürt müzisyen olarak genellikle Ziryab zikredilir. Bununla birlikte 9. yüzyılda İspanya'ya göç etmiş ve Endülüs müzik geleneğinin kurucusu olmuş olan Ziryab'ın etnik kökeni tartışmalıdır; zira İranlı olduğunu i
ddia edenler de mevcuttur. Kürt müziğinin bugünkü kayda değer temsilcilerinden bazıları ise şunlardır: Şivan Perwer, Bijan Kamkar, Hasan Zirak, Mihemed Arif Cizîrî, Kayhan Kalhor, Aram Tigran, Nizamettin Ariç, Dilşad Said, Tahsin Taha, Ciwan Haco, Şahram Nazeri... Kürt kilim ve halıları, Kürt kültürü ve sanatında önemli bir yer teşkil etmiştir ki Kürtlerin birçok yüzyıldır kilim ve halı üretmekte olduğu tahmin edilmektedir. Bununla birlikte, eldeki örnek sayısı oldukça azdır ve çoğu koleksiyondaki eski Kürt halıları 18. yüzyıldan kalmadır. Araştırmalara göre Kürt kilim ve halılarını yapanların çoğunluğu kadınlardır ve halıcılık özellikle göçebe Kürtlerde çok yaygındır. Geleneksel olarak, özellikle göçebe Kürtlerde, kadınlar halı ve kilim üretimini boş zamanlarını değerlendirmekte kullanmışlardır. Nitekim bazı araştırmacılar, Kürt halıcılığında son dönemde yaşanan gerilemenin ve üretim azlığının sebeplerinin, bölgedeki siyasi belirsizlik ve sorunların yanı sıra, kadınların boş zamanlarında diğer faaliyetlere daha çok zaman ayırmaya başlaması olduğunu öne sürmüştürler. Kürt halıları, bölgedeki diğer halıcılık kültürlerinden etkilenmişse de, kendine has birçok özelliği vardır. Örneğin, İran ve Türk halıcılığında üç kenar bordürü barındırırken, Kürt halıları genelde bir veya iki kenar bordürü barındırır. Kürt halılarında sıklıkla simetrik düğüm sıraları arasında iki veya daha çok argaç mevcuttur, çok renkli kenar şeritleri yaygındır. Çok renkli bu kenarlar, diğer halıcılık kültürlerinden farklılık arz ettikleri gibi, motifsel açıdan Kürt halılarının üretildiği bölgelere göre de farklılık arz eder: Türkiye'de yapılmış Kürt halılarında balıksırtı oluşturacak şekilde farklı renklerden örülmüş kenarlar yaygınken, İran'da 13 cm veya daha büyük uzunluklarda renk şeritleri daha yaygındır. Kenarların dışında, genel olarak Kürt halılarında motif olarak sekiz köşeli yıldızlar ve benzeri sekiz köşeli şekiller başta olmak üzere çeşitli geometrik şekiller ve kaplumbağa, kuş gibi hayvanların figürleri yaygındır. 20. yüzyılın sonlarında ilk eserlerini vermeye başlayan Kürt sineması için tanınmış Kürt yönetmen ve sinemacı Bahman Ghobadi "doğum yapmasına yardımcı olunması gerekilen..." "hamile bir kadın" benzetmesi yapmıştır. Kürt sinemasının başlangıcı, özellikle Kürt kültürünün Kürtlerin çoğunlukta yaşadığı birçok ülkede çeşitli yasaklara tabii olmasından dolayı, tam olarak belirlenemese de genel olarak 1980'lere dayandırılır; bazı kritiklere göre sinemacı Yılmaz Güney ile olmuştur. Yılmaz Güney'in 1982'de Cannes Film Festivali'nde ödül almış Yol ve Sürü gibi filmleri, her ne kadar Kürtçe olmasalar da, gerek barındırdıkları görsel öğeler, müzik ve karakterler gerekse Kürt kimliğini ve deneyimini yansıtan daha konseptsel ve tematik unsurlar dolayısıyla Kürt sinemasının önemli ilk örneklerinden sayılmıştırlar. Kürt sinemasının başlangıcı olarak 1980'lerin gösterilmesine sebep olarak gerek bu dönemde Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı bölgelerde sinema alanındaki teknolojinin gelişmesi gerekse bu dönemde Kürt diasporasının sinema dahil sanat ve kültürle daha yakından, akademik ve profesyonel bir şekilde ilgilenmeye başlaması gösterilmiştir. 21. yüzyılla birlikte önemli bir hareketlilik kazanan Kürt sineması, Bahman Ghobadi'nin 2000 yılında Cannes Film Festivali'nden "Altın Kamera Ödülü" alan Sarhoş Atlar Zamanı, 2004 yapımı ve Berlin Film Festivali ve San Sebastián Uluslararası Film Festivali gibi birçok festivalde ödül kazanmış olan Kaplumbağalar da Uçar gibi filmleri ve Hüner Salim'in Venedik Film Festivali'nden "En İyi Film Ödülü" dahil birçok festivalde ödül kazanmış 2003 yapımı Votka Limon filmi gibi çeşitli filmlerle uluslararası birçok festivalde kendini göstermiştir. Yapımlarıyla ödül kazanmış ve Kürt sinemasını temsil etmiş olan diğer bazı kayda değer sinemacılara ise Jalal Jonroy, Jano Rosebiani, Jamil Rostami, Ayşe Polat, Yüksel Yavuz, Nazmi Kırık gibi isimler örnek olarak verilebilir... "Ana madde": Kürtlerde din "Ana madde": Kürtlerin İslam'a geçişi Kürtler, dini bakımdan heterojen bir halk olup aralarında birçok farklı dine mensup gruplar vardır. Kürtlerin çoğunluğu Sünni Müslümanlardır. Özellikle, Türkiye ve İran sınırları içinde yaşayan Kürtlerin çoğunluğu Sünni mezhebine bağlı (Şafii ağırlıklı) olup az bir kısmı ise Alevidir. Çoğunlukla Zazalar Alevilik'e bağlıdır. Ayrıca Şii, Ehl-i Hak, Ezidi ve Yahudi Kürtleri de mevcuttur. Büyük sayılarda Zerdüşt veya Hristiyan Kürt gruplarına rastlanmaz; bununla birlikte Zerdüştlükten, Manihaizme veya Hristiyanlığa kadar birçok farklı dinî akım Kürt topluluklarının dinî anlayışını etkilemiştir ve çağdaş Kürtlerin dinî inanışlarında ve ibadetlerinde bu farklı dinlerin çeşitli imgelerine rastlamak mümkündür. İlk Kürtlerin dinî inançları üzerinde çok fazla bilgi bulunmamakta; diğer İranî halklarla birlikte, Hint-İran antik inançlarına inandığı düşünülmektedir. Bu ilk inancın belirgin bir elemanı da kozmogonisi, yani evrenin yaratılışına ilişkin anlayış, inanç ve anlatısıdır. Bu kozmogoniye göre, tanrı evreni embriyonik bir formda yaratmıştır. Embriyonik haldeki evreni doğuran ise ateş tanrısı Mithra (Hint kültüründe "Mitra")dır ve bunu gerçekleştirmek için bir boğayı kurban etmiştir. Daha sonraları İranî inanç sistemlerinin evrilmesiyle, bu halklarla yan yana yaşayan ilk Kürtlerin de bu inanç sistemlerine yöneldiği düşünülmektedir. Özellikle Zerdüştlük Kürtlerin dinî inancını çok etkilemiştir; öyle ki bugünkü çoğu Kürt dinî akımlarında, örneğin Ehl-i Hakk ve Ezidilikte, Zerdüştlükteki çeşitli öğelere, liturjik (ibadetsel, ritüelle ilişkili) elemanlara rastlanmaktadır. Dinî anlayışın yazılı değil de sözlü bir kültüre dayanıyor olması ve çeşitli diğer etkenler sebebiyle bugün genel kanı Kürtlerin dinî anlayışının oldukça senkretik olduğuna yöneliktir; bu sebeple bilim insanları Zerdüştlüğün ilk Kürtlerin o dönemdeki inançlarına karışarak, senktretik bir şekilde Kürt kültürüne girdiğini düşünmektedir. Bunun tek taraflıdan ziyade çift taraflı bir etkileşim oluşturduğu düşünülmektedir; Zerdüşlüğün Batı İranî dinî akımlardan etkilenmiş olduğu bilinmektedir. Klasik Zerdüştlükten farklı olarak, Batı İranlılar arasında türeyen Zurvanizmin de Kürt inancında çeşitli etkileri olmuş olabilir; örneğin bu dinde çok önemli ve temel bir anlam ve değere sahip olan "dört" rakamı Ehl-i Hakk ve Ezidilikte de benzeri bir şekilde ele alınır. Erken dönemde Kürtleri özellikle etkilemiş bir başka din de Museviliktir. Yahudi Kürtlerin anlatılarında, İsrail ve Yehuda'nın Asurlu krallarının döneminde Yahudilerin Filistin'den sürgün edildiği geçer. Bu dönem yaklaşık olarak MÖ 8. yüzyıla denk gelmektedir ki bilim insanları da genellikle bu tarihi onaylamaktadırlar. Nitekim Kürdistan'da yüzyıllarca Yahudi toplulukları yaşamış, büyük sayılarda Kürt Yahudi toplulukları bulunmuştur. Bununla birlikte, İsrail devleti kurulduktan sonra Kürt Yahudilerin çoğu bu yeni devlete göç etmişlerdir. İslamın Kürtlerin bulunduğu coğrafyayı fethetmesiyle birlikte Kürt topluluklar arasında İslam yayılmaya başlamıştır. Bununla birlikte, bu yayılmanın ne şekilde ne ölçüde olduğu yönünde bilgi kısıtlıdır. Çeşitli Kürt topluluklarına İslamın yayılmasının senkretik bir şekilde gerçekleştiği düşünülmüştür; Kürtlerin antik inançlarını hemen terk etmedikleri açıktır ki, örneğin, çeşitli kaynaklarda İslamın yayılışından yüzyıllar sonra, 13. yüzyılda dahi antik İranî dinleri devam ettiren Kürt kabilelerinin olduğundan bahsedilmektedir. Müslüman Kürtlerin çoğunluğu Sünnidirler ve amelde Şafiidirler. Özellikle amelî mezhepleri olan Şafiilik zaman içerisinde Sünni Kürt kimliği açısından önemli bir yer edinmiştir; sonradan bölgede oluşan Osmanlı Devleti'nin Hanefi mezhebini benimsemesiyle Hanefilik bölgede yayılmış özellikle Kürt olmayan Sünni Müslümanların çoğunluğu Hanefi olmuşlardır. Ayrıca Müslüman Kürtlerde tasavvuf oldukça yaygındır ve sufi kültürü ve inançları Kürtlerin dinî anlayışlarını büyük ölçüde etkilemiştir. Bugün Kürtler arasındaki en yaygın tarikatlar Kadirilik ve "Nakşibendilik"tir. Her ne kadar birçok tarikat Kürtler arasında ve Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı Kürdistan bölgesinde aktif olmuşlarsa da, bugün özellikle bu iki tarikat öne çıkmakta, bu iki tarikat arasında da en yaygın ve güçlü olanı Nakşibendilik olmaktadır. Kadiriliğin Kürtlerin yaşadığı topraklara oldukça eski bir zamanda, Nakşibendilikten önce, geldiği ve uzun bir süre çok güçlü kaldığı bilinmektedir. Kadiri Kürtler çileciliğe çok büyük bir önem verdikleri gibi, bu Kadiri kolu özellikle de genelin dışına çıkan ateşte yürüme, cam yeme gibi çile eylemleriyle dikkat çekmiştir. Gerek Kadirilik olsun gerekse Nakşibendilik, bölgedeki diğer dinî akımlarla, örneğin ve özellikle Ehl-i Hakk ve Ezidilikle etkileşime girmiştir. Nitekim Ehl-i Hakk da Ezidilik de sıkı tasavvufî köklere sahiptirler; örneğin Ezidiliğin kökeni bir sufi şeyhi olan Adi bin Misafir'e dayanır. Tasavvufun Kürt toplumundaki en önemli özelliklerinden birisi de birçok önemli Kürt Sufinin aynı zamanda önemli siyasi liderler olması, ve sufi liderler ile tasavvufun bazı siyasi düşünce ve akımlarda büyük rol oynamasıdır. Her ne kadar çoğunluğu Sünni de olsa Müslüman Kürtlerin içinde Şiiler de mevcuttur. Başta İran olmak üzere, Irak sınırı, Kerkük ve Erbil bölgelerinde İsnaaşeriyye kolundan Şii Kürt gruplar mevcuttur ki İsnaaşeriyye 16. yüzyıldan itibaren İran'daki resmî dinî yönelimdir. Birçok bilim insanına göre Şii Kürtler dahilinde ele alınabilecek diğer iki grup da Türkiye'deki Kürt Aleviler ve Ehl-i Hak grubudur; bununla birlikte bu dinî yönelimlerin ayrı bir din mi teşkil ettiği, İslam içinde birer Şii kolu olarak ele alınıp alınamayacağı tartışmalıdır. Bu topluluklarda temel çeşitli Şii unsurlar bulunmakla birlikte, antik, İslam-öncesi inançlardan da çeşitli imge ve öğeler bulunmaktadır. Ehl-i Hakk veya Kürtçe ismiyle Yâresân, İslam kökenli ayrı bir din olup Orta Çağ'da ortaya çıkmıştır. Genellikle din bilimlerini inceleyen bilimsel kaynaklarda aşırı Şiilikle ilişkilendirilen Ehl-i Hakk, özell
ikle Kürtler arasında yaygın bir dinî inançtır ve inanan sayısının bugün yaklaşık olarak 1 - 1,5 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. İslami kişiliklerden Ali'yi Tanrı'nın tecellisi olarak gören inanç, Şii İslam başta olmak üzere tasavvuf, Zerdüştlük ve gnostik çeşitli düşüncelerden etkilenmiştir. Bazı bilim insanları, özellikle Batı İran ve genel olarak İran'da antik zamanlarda yaygın olan din ve mitolojilerden gelen öğeleri sebebiyle Ehl-i Hakk'ın (Ezidilik ile birlikte) bir tür Batı İranî veya Kürt dini olarak sayılabileceğini dile getirirler. Bu tip benzerliklere bir örnek Ehl-i Hakk (ve Ezidilik'te) varlığını sürdüren antik İran kozmogonilerinden köken alan kozmogonidir. Ehl-i Hakk'taki temel ibadetlerden biri de "cemhane" olarak adlandırılan ibadethanelerde yapılan cemdir. Alevilikteki cem ile aynı adı taşıyan ve liturjik benzerlikler de barındıran bu ibadette inananlar bir araya gelirler ve dualarlar okurlar. Bazı Ehl-i Hakk gelenekleri yılda en azından 17 kere cem yapılması gerektiğini savunurlar. Ayrıca cem ayinini takiben hayvan kurban edilmesi, kurban etinin hazırlanıp yenmesi de ritüel önemli bir kısmını oluşturur. Bugün kendi başına bir inanç olarak kabul edilen Ezidilik, İslam'daki tasavvuf akımından etkilenmiş olan bir dindir. Tanınmış bir tasavvuf şeyhi ve muhafazakâr bir Müslüman olan Adi bin Misafir, Orta Doğu'da birçok farklı yerde bulunduktan sonra 12. yüzyılda küçük Laliş vadisine yerleşmiş ve burada önemli bir kitleye hitap etmeye başlamıştır. Adi bin Misafir'in ölümünden sonra tarikat akrabaları tarafınca devam ettirilmiştir. Zamanla Adi bin Misafir'in kabrinin bağlılar açısından dinî önemi artmış, sonunda bir tapınma odağı olmuş ve şeyhin kendisi de ilahî olarak algılanmaya başlanmıştır ki bu sebeplerle grup klasik İslamî anlayıştan koparak, Müslümanlarca İslam dışı kabul edilmeye başlanmış; bugün anlaşılan şekliyle Ezidilik 14. - 15 yüzyıl civarlarında ayrı bir din olarak meydana gelmiştir. Kürt topluluklarında yaygınlaşmış çeşitli İslam-öncesi inançlar Ezidilikte kendilerine yer bulmuşlar ve bu antik inanç ve imgelerin bir kısmı Adi bin Misafir'e atfedilmeye başlanmıştır. Bugün Ezidi topluluğun sayısı hakkında net bir rakam vermek mümkün değilken, bazı kaynaklar Kafkaslar'da 50.000, Kuzey Irak'ta 100.000-250.000 arasında, Suriye'de ise yaklaşık 5.000 civarında Ezidi olduğunu iletmişlerdir. Avrupa'daki Kürt diasporasında da Ezidi topluluklara rastlamak mümkündür; örneğin Türkiye'de uzun yıllarca varlığını kurumuş 10.000 civarında olduğu tahmin edilen Ezidi topluluğun, 1980'lerle birlikte sosyal yaşamdaki sıkıntılar ve çoğunluktaki Müslümanların tepkileri sebebiyle başta Almanya olmak üzere çeşitli ülkelere göç ettiği bilinmektedir; benzeri göçler Irak ve diğer bölge ülkelerindeki Ezidi topluluklarında da gözlemlenebilir. Ezidi toplumu sıkı bir kast yapısına sahiptir. Senkretik yapısı sosyal çoğu ibadette de kendisine gösterir; örneğin çocuklara hem vaftiz hem de sünnet uygulanır. Ezidi inancında evreni Tanrı yaratmış olsa da evrenin kontrolünü yedi ilahî varlığın kontrolüne bırakmıştır. Genel olarak melek olarak anılan bu varlıklar, "heft sirr" yani "yedi sır" olarak da adlandırılırlar. Bunların en önemlisi "Tawûsê Melek" yani "Tavus Meleği"/"Melek Tavus"'tur. Sıklıkla bir tavus kuşu olarak betimlenen Melek Tavus İslam'daki şeytan ile ilişkilendirilir. Bunun en büyük sebepleri, çeşitli kaynaklara göre, Ezidilerin Melek Tavus'un (bir) diğer isminin "şeytan" olması ve Ezidilik inancında Melek Tavus ile ilgili temel kıssanın İslam'ın kutsal kitabı Kur'an'daki Adem'e secde etmeyi reddeden iblis kıssası ile neredeyse aynı olmasıdır. Bununla birlikte, Ezidiler kıssada Melek Tavus/şeytan imgesinin Adem'e secde etmemesini olumlu karşılarken, bu Kur'an'da ve İslam'da olumsuz karşılanır. Melek Tavus ile ilgili bu fark sebebiyle, Müslümanlar Ezidileri zaman zaman şeytan-tapıcılar olarak görmüş veya anmışlardır. Bununla birlikte Ezidi inancında Melek Tavus bir tür kötülük ve şer simgesi değildir; genel olarak dünyada iyilik ve kötülüğün bulunduğuna inanılır. Bu açılardan, din bilimleri bağlamında Ezidiler şeytan-tapıcılar olarak görülmezler. Yedi meleğin en önemlisi ve başı olan Melek Tavus Ezidi inancında Adi bin Misafir ile birlikte çok önemli ve temel bir konumdadır. Volvo Volvo dünyanın önde gelen TIR, otobüs, otomobil, iş makinesi, deniz motoru ve endüstriyel motorlar üretimi yapan firmasıdır. Volvo Cars ise 1999'da İsveçli Volvo Group tarafından Ford Motor Company'ye, ardından 2010 yılında Çin'li Geely'ye satılan ve sadece binek araba ve SUV üreten bir otomobil markasıdır. Bunun dışında Volvo Group, uçak endüstrisinden finans sektörüne kadar geniş bir alanda faaliyet gösteren bir holdingdir. 1927 yılında İsveç, Göteborg'da SKF markasının bilya üretici olarak kuruldu. Deniz motorları üreten bölüm ise Volvo Penta olarak adlandırılmaktadır. Bunun dışında Mack tırları da Volvo Group'a bağlıdır. Volvo Cars Ford'a geçtikten sonra kendine ünlü Alman otomotiv devleri Audi, BMW ve Mercedes'i rakip olarak seçmiştir. 2010 yılında Volvo'nun yeni sahibi Geely, Volvo'nun Ar-Ge ve ana üretim merkezinin İsveç'te kalmaya devam edeceğini ve Çin Halk Cumhuriyeti'nde açılacak yeni Volvo fabrikasında sadece Çin'de satılacak arabaların üretileceğini ilan etmiştir. Volvo Group'un tarihi 1927'ye kadar uzanmaktadır. Bu tarihte ilk Volvo arabası İsveç, Göteborg'daki fabrikadan çıkmıştır. O yıl ancak 297 araba üretilmişti. "Serie 1" adıyla tanınan ilk Volvo kamyonu Ocak 1928'de fabrikadan çıktı ve çok kısa sürede ülke dışında da dikkatleri üzerine çekti. 1930'da Volvo 639 binek araç sattı. Bu tarihten başlayarak Avrupa'ya kamyon ihracatına da başladı. Arabalarının uluslararası pazara çıkması ise ancak II. Dünya Savaşı'ndan sonra oldu. Volvo'nun denizcilik tarihi de neredeyse kamyonları kadar geriye gider. 1907'de kurulmuş olan Pentaverken, 1935'de Volvo tarafından satın alındı. Ne var ki şirket 1929 gibi erken bir tarihte ilk deniz motorların, U-21'i piyasa çıkardı. U-21'in üretimi 1962'ye dek sürdü. Şirketin ilk otobüsü, B1, 1934'de piyasaya çıktı. Şirket 1940'lardan başlayarak da uçak motorları üretimine başladı. 28 Ocak, 1999'da Volvo Group, araba bölümü olan Volvo Car Corporation'ı Ford Motor Company'ye 6.55 milyar dolara sattı. İsveç'te kalan Volvo bu tarihten başlayarak ticari araçlar üretmeye ağırlık verdi. 2 Ocak 2001'de Renault Véhicules Industriels (buna Mack Truck da dahildi) Volvo'ya satıldı. Bunun sonucunda, Renault Volvo'nun %20 hissesine sahip oldu ve şirketin en büyük hisse sahibi oldu. 2006'da Volvo yine Japon Nissan'ın kamyon üretimini yapan Nissan Diesel'in %13 hissesini satın aldı ve şirketin en büyük hisse sahipi oldu. 2007'de de Nissan Diesel'in tamamını satın aldı. Volvo araçları çok uzun süredir sağlamlıkları ve güvenilirlikleriyle pazarlanmıştır. Devletlerin araç güvenliğine öncelik vermeye başlamalarından çok önce Volvo araç güvenliğini artırmak için adımlar atmıştı. 1944'de lamine cam PV model'inde kullanılmaya başlandı. 1958'de Volvo mühendisi Nils Bohlin bugün bütün araçlarda kullanılan 3-noktalı emniyet kemerini icat etti ve patentini aldı. 1959'da, henüz çoğu arabada emniyet kemerleri bulunmazken 3-noktalı emniyet kemeri bütün Volvo araçlarında standart hale gelmişti. 1956'da Amazon modeliyle içi keçe ya da daha başka yumuşak bir maddeyle doldurulmuş ön panel (gösterge paneli) kullanmaya başladı. Buna ek olarak Volvo arkaya dönük ilk araba çocuk koltuğunu üretti (1964). 1986'da bugün çoğu arabada standart hale gelmiş, arabanın arka camının üstüne yerleştirilen stop lambasını kullanmaya başladı. 1991'de Yandan Darbe Koruma Sistemi (SIPS - Side Impact Protection System)'i geliştirdi. SIPS sayesinde yandan gelen bir darbede oluşan enerji kapıdan uzaklaştırılıp, güvenlik kafesine aktarılmaktadır. Volvo'nun simgesi, demirin antik simgesidir. Arabalarda kullanılan çeliğin dayanıklılığını anlatmak için seçilen bu simge, İsveç çeliğinin dayanıklılığına vurgu yapmaktadır. Izgarasını boydan boya geçen diyagonal çizgi (çelikten) de zamanla Volvo'yu simgeleyen görsel bir öğe oldu. Aslında ilk Volvo'larda logoyu ızgaraya tutturmak için başka bir yöntem bulunamaması üzerine kullanılan bu diyagonal şerit, zamanla Volvo araçlarının en tanınan özelliği oldu. 1990'lara kadar Volvo'lar "kutu gibi" olmalarıyla ünlendi. Bu tasarımı yüzünden Volvo'yu seven insanlar olduğu kadar, bu nedenle Volvo almayan insanların da sayısı fazlaydı. Volvo 90'ların ortasından başlayarak arabaların hatlarını daha yuvarlak ve modern yapmaya başladı. 2000'lerde ise yine araba tasarımında köşeler ön plana çıktığında Volvo da bir anlamda eski tarzına geri dönmüş oldu. (Bkz. Volvo V50, Volvo V70) 1968'de 140 serisiyle başlayarak, Volvo arabalarına üç haneli sayılar vermeye başladı. İlk numara serinin numarasıydı, ikinci numara silindir sayısı, üçüncü numara da kapı sayısı; başka bir deyişle 164 dendiğinde 1. seriden, 6 silindir motorlu ve 4 kapılı bir arabadan bahsedilmiş oluyordu. Ne var ki bazı istisnalar da vardı; örneğin 780 modeli turbo şarjlı bir I4 motoru ile geliyordu ama 8 silindiri yoktu. Aynı şekilde 760 modeli turbo şarjlı I4 motor kullanıyordu, Volvo 360'ın ise sadece dört silindiri vardı. Bazı 240GLT'lerin V6 motorları vardı. Şirket zamanla numaraların anlamından vazgeçse de, bu döneme denk gelen araçları tanımada bu bilgiden hala yararlanılmaktadır. Günümüzde şirket harf ve sayıların bir birleşimini kullanmaktadır. S saloon ya da sedan, C coupé ya da convertible, V ise "versatile" başka bir deyişle station wagon için kullanılıyor. XC "cross country" demek oluyor. Sayının büyüklüğü, modelin büyüklüğüne işaret ediyor. Başka bir deyişle bir V50 bir station wagon olduğunu, ama aynı zamanda("V") V70'den de daha ufak bir araba olduğunu anlatıyor. Ancak burada da istisnalar var. V40 modeli, V50'den biraz daha büyük olmasına rağmen, V50'den önce üretildiği için sayı daha düşük. Aslında Volvo daha farklı bir kodlama düşünüyordu. S ve C aynı olacaktı, "F" ise flexibility olacaktı ve bütün st
ation modeller için geçerli olacaktı. Volvo ilk nesil S40 ve V40'ı 1994'de Frankfurt'da görücüye çıkardığında, S4 ve F4 olarak tanıtıldılar. Ancak Audi S4 adının hakkının kendilerinde olduğu yönünde şikayette bulundular. Audi de aynı dönemde çıkardığı spor arabaya S4 adını vermişti. Volvo bunun üzerine ikinci bir basamak eklemeye razı oldu, böylelikle modeller S40 ve F40 oldu. Ancak bu kez de şikayet Ferrari'den geldi, (Ferrari F40). Bunun üzerine Volvo "F"'yi "V"'ye çevirdi. Suat Yalaz Suat Yalaz (1 Ocak 1932, Çiçekdağı, Kırşehir, Türkiye), Türk çizgi romancı, film yönetmeni, senarist ve yapımcı. Yazıp çizdiği çizgi roman Karaoğlan ile tanınmıştır. Karaoğlan'ı yapımcı, senaryo yazarı ve yönetmen olarak yedi kez de sinemaya aktardı. 1932 yılında Kırşehir ilinin bir ilçesi olan Çiçekdağı'da doğdu. Memur çocuğu olduğu için, gençliğinin ilk yılları Denizli, Adana, Kayseri illerinde geçti. Yüksek tahsilini İstanbul'da Güzel Sanatlar Akademisi'nde tamamladı. Öğrencilik yıllarında günlük gazete ve haftalık mizah dergilerinde yeni akım karikatüristlerinden biri olarak dikkat çekti. 1960'da Akşam Gazetesi'nde yazıp çizmeye başladığı Karaoğlan'ın büyük ilgiyle karşılanması ona hem basında yayıncılık hem de en büyük tutkusu olan sinema alanında yapımcılık ve yönetmenlik kapısını açtı. Kendi firması adına sekiz film yaptıktan ve Yeşilçam'da 10 yıldan fazla süren bir tarihi macera filmleri çığırı açtıktan sonra 1971 yılında gittiği Fransa'da Karaoğlan'ı 7 yıl süreyle yayınlattı. Fransa'da Fransızca olarak ""Kebir"" adıyla, bir ara da ""Changor"" adıyla çıkan Karaoğlan daha çok Fransa ile kültürel bağları bulunan Cezayir, Fas ve Tunus gibi Kuzey Afrika ülkelerinde rağbet gördü. Bu arada Suat Yalaz farkına varmadan Paris'e yerleşmiş oldu. Türkiye ile bağlantısını hiç kesmeyen sanatçı, hem Avrupa'nin en ünlü yayınevleriyle hem de Türkiye'nin en büyük gazeteleriyle çalışmalarını sürdürdü. Halen çeşitli gazetelerde eserleri yayınlanmaktadır. 2000'li yıllarda sanatçının başyapıtı Karaoğlan'ın Lâl Kitap tarafından 57 kitaplık bir serisi yayımlandı. PTT Genel Müdürlüğü 2006 yılında Karaoğlan adına 4 dizilik pul koleksiyonu çıkardı. Böylelikle Suat Yalaz Cumhuriyet tarihimizde büyük sanatçı Cemal Nadir Güler'in Amcabey'i, Turhan Selçuk'un Abdülcanbaz'ından sonra yarattığı çizgi kahramanı pul üstüne taşınarak devlet tarafından onurlandırılan üçüncü çizgi roman sanatçısı ünvanını aldı. Göteborg Göteborg [], İsveç'in ikinci ve İskandinavya'nın dördüncü büyük şehridir. Göteborg şehir merkezinin 485.000, metropolitan bölgesinin ise yaklaşık 820.000 nüfusa sahip olduğu tahmin edilmektedir. Stokholm'den sonra İsveç'in ikinci büyük şehridir. Göteborg 60.000 üniversite öğrencisiyle İskandinavya'nın en çok öğrenci barındıran şehridir. Orta Çağ'da bugünkü Göteborg'un 40 km kuzeyinde olan Lödöse şehri büyük bir ticaret merkeziydi. Norveçlilerin kıyıya yakın bir kale yapmaları üzerine şehir jeo-stratejik konumu göz önünde bulundurularak güneye, deniz kıyısına taşındı. Ancak şehrin taşınması bölgedeki karışıklığı sonlandıramadı ve birkaç başarısız denemenin ardından İsveç Kralı'nın emriyle 1621 yılında Göteborg kuruldu. İsveç kralının şehir planlamacıları Göteborg'un planlarını çizerken Cakarta'yı örnek almışlardır. Göteborg şehri halk tarafından seçilen bir vali ile yönetilir. Dört yılda bir seçilen seksen bir üyeli konseyin atadığı ve başkanlığını valinin yaptığı on üç kişilik yönetim kurulu tarafından idare edilir. Göteborg yirmi bir ilçeye ayrılmıştır: Göteborg şehri, İsveç'in Kuzey Denizi'ne bakan batı kıyısındaki Kattegat Körfezi'nde yer almaktadır. Gulf Stream akıntısı sebebiyle iklimi, İskandinavya bölgesindeki diğer şehirlere göre daha yağışlı ve yumuşaktır. Göteborg, Göta Alv Nehri'nin ve Göta Kanalı'nın denizle buluştuğu noktada konuşlanmıştır. Göteborg Adaları, içinde bulunduğu Bohus Bölgesi'nde tipik olduğu üzere kayalık bölgelerden ve uçurumlardan oluşmuş sert bir araziye sahiptir. Göteborg şehrinin iki havaalanı vardır; daha büyük olan Landvetter Havaalanı ve Göteborg Şehir Havaalanı. Landvetter Havaalanı şehrin 20 km doğusundadır. Göteborg'dan Oslo ve Kopenhag'a trenle, Kiel ve Newcastle'a feribotla ulaşılabilir. Göteborg şehrinin 150 kilometrelik tramvay hattı, Avrupa'daki emsallerinin en uzunudur. Göteborg, İsveç'in diğer büyük şehirlerinde olduğu gibi çok sayıda göçmen barındırmaktadır. 2005 yılında yapılan bir araştırmada, Göteborg'da 93.965 göçmen olduğu ortaya çıkmıştır. Bu göçmenlerin %50'si İran'dan, %45'i Finlandiya'dan gelmiştir. İran ve diğer Orta Doğu ülkeleri ile Yugoslavya'dan gelen göçmenlerin şehrin uzak banliyölerine yerleştirilmeleri, göçmenleri topluma entegre etmekle görevli devlet kuruluşunun (Integrationsverket) eleştirilmesine sebep olmaktadır. Coğrafi konumu dolayısıyla avantajları bulunan Göteborg şehri, İskandinavya'nın en büyük limanına sahiptir. Uluslararası ticaret yüzyıllardır şehir için büyük geçim kaynağı olmuştur. Şehirdeki endüstri ve hizmet sektörlerinin gelişmesi Volvo ve Ericsson gibi büyük şirketlerin yer almalarıyla hızlanmıştır. Göteborg'da ayrıca yüksek teknoloji şirketleri ve yazılım şirketleri de konuşlanmıştır. Göteborg 60.000 öğrencisiyle İskandinavya'nın en büyük üniversite şehridir. Göteborg'daki bu gelişme 19. yüzyılda şehrin ileri gelenlerinin üniversiteleri maddi açıdan desteklemeleriyle başlamıştır. Göteborg'un en önemli üniversiteleri: Göteborg, ticaret yolları üzerinde bulunduğu ve pek çok zengin sakini olduğu için yüzyıllardır kültürel bir merkez olmuştur. Şehrin en önemli eğlence merkezlerinden biri Liseberg parkıdır. Bu park, metal işçilerinin boş vakitlerinde yaptıkları çalışmalarla doludur. Göteborg Botanik Bahçesi Avrupa'nın en önemli botanik bahçelerinden birisi sayılmaktadır. Zengin tüccarlar ve fabrikatörlerin katkılarıyla yaptırılan kültür merkezlerinden bir diğeri de Röhss Müzesi'dir. Göteborg, canlı bir müzik dünyasına ev sahipliği yapar. Göteborg Senfoni Orkestrası, Ace of Base, In Flames gibi farklı müzik dallarından pek çok grup ve sanatçı sayılabilir. Her yıl düzenlenen Göteborg Film Festivali, İskandinavya'nın en büyük film festivalidir. Göteborg Kuzey Denizi'ne olan yakınlığı sayesinde pek çok deniz ürünleri restoranına sahiptir. Göteborg'daki dört restoran ("28 +, Basement, Fond" and "Sjömagasinet") dünya çapında üne sahiptir. Dünyanın en ünlü şeflerinden bazılarına ev sahipliği yapan Göteborg, İsveç'in kişi başına en çok kafe olan şehridir. Göteborg'un yerel ürünü olan taze balığın alınabileceği en ünlü yer Feskekôrka'dır. Göteborg'un gece hayatı Kungsportsavenyn Caddesi'nde toplanmıştır. İki kilometre uzunluğundaki caddede farklı zevklere hitap eden eğlence mekânları sıralanmıştır. Göteborg aşağıdaki futbol takımlarına ev sahipliği yapmaktadır: Ayrıca 2008 yılında Göteborg'da düzenlenen Dünya Artistik Patinaj Şampiyonası Göteborg'da kış sporlarının ne kadar gelişmiş olduğunun bir örneğidir. Volvo Penta Volvo Penta’nın kuruluş tarihi, ilk deniz motoru B1’in üretildiği 1907 olarak kabul edilmektedir. Penta firması kısa sürede saygın bir motor üreticisi haline gelmiş ve 1927’de Volvo’nun ilk binek aracı motorunu imal etmiştir. Volvo’nun 1935’te Penta’yı satın almasından bu yana Volvo Penta, Volvo Grubu’nun bir kolu olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Volvo Penta gezi teknelerinde, ağır hizmet ve endüstriyel uygulamalarda kullanılmak üzere deniz motorları, jeneratörler ve komple güç sistemleri üretmektedir. Volvo Penta uluslararası bir firmadır. Dünya çapında 4000’den fazla bayiyi kapsayan müşteri hizmetleri ağı sayesinde sektörünün en güçlü markalarından biridir. Volvo Penta ürünleri 10-800 HP gücündeki benzinli ve dizel motorlardan oluşmaktadır. Volvo Penta, kuyruklu motor ve ters yönde dönen çiftli pervane (Duoprop) gibi sektöre öncülük eden keşifleri sayesinde denizcilik tarihine ismini yazdırmıştır. Bu iki keşif, denizcilik sektöründe gelmiş geçmiş en önemli gelişmeler olarak kabul edilmektedir. Yakın zamanda Volvo Penta baş tarafa bakan pervaneler ve kumanda çubuğundan oluşan yeni bir sistemi piyasaya sunmuştur. Aspartam Aspartam, kimyasal formülü aspartil-fenilalanin-1-metil ester olan bir tatlandırıcıdır. Kimyasal olarak aspartat ve fenil alanin aminoasitlerinden oluşmuş bir dipeptidin metil esteridir. Çay şekerinden 180 kat daha tatlıdır. İlk kez James M. Schlatter tarafından 1965 yılında keşfedilmiş, ABD'de 1974'te kullanımının onaylanmasından sonra uzun süre güvenilirliği tartışma konusu olmuştur. Aspartam kullanım güvenliği açısından ciddi tartışmalara neden olmuş, yapılan araştırmalarda bir zararı olduğuna dair bir kanıt bulunamamıştır. Avrupa Birliği'nde gıda katkı maddesi olarak E951 kod adını almıştır. Fenilketonüri hastaları fenilalanini metabolize edemedikleri için bu amino asitten fazla almamaları gerekir. Aspartam vücutta fenilalanine dönüştüğü için fenilketonüri hastalarının günlük fenilalanin tüketimleri ile aspartam türketimlerini birlikte değerlendirmeleri gerekir. Bu yüzden aspartam içeren gıdaların üzerinde fenilketonuri hastalarına yönelik bir uyarı yazısı olur. Dünyanın 90'dan fazla ülkesinde gıda ve sağlık alanındaki yetkili kurumlar aspartam kullanımını onaylamıştır. Amerika Birleşik Devletleri'nde, son 8 yıllık dönemde yapılan geniş kapsamlı tüketim değerlendirmeleri ve diğer ülkelerde yapılan çalışmalar, günlük aspartam tüketiminin A.B.D. Yiyecek ve İlaç Dairesi (FDA) ve diğer yetkililer tarafından belirlenen kabul edilebilir günlük miktarların çok altında olduğunu göstermiştir. Ayrıca Dünya Sağlık Örgütü'nün Gıda Katkı Maddeleri Uzman Komitesi, Avrupa Birliği Yiyecek Bilimsel Komitesi ve FDA tarafından uzun yıllar boyunca incelenmiş ve güvenli olduğu tespit edilmiştir. Aspartam Maddesi 86 °F ulaşınca aspartam içindeki metil alkol eformaldehite, sonra da formik aside dönüşür, bu da metabolik asidosise yol açar. MS Ölümcül değil fakat Metanol zehirlenmesi öldürüyor. MS Hastaları üzerinde veya Etiketinde Aspartam (Suni tatlandırıcı) yazan bütün gıdalardan uzak durmalılardır.
Tarkan (çizgi roman) Tarkan, Sezgin Burak tarafından yaratılan kurgusal Hun savaşçısı ve aynı isimli çizgi roman serisi. Daha önceki çizgi romanlardan gerek anlatım gerekse çizgi açısından çok farklı olarak tasarlanmış, 14 Nisan 1967'de Hürriyet'te günlük bantlar halinde yayımlanmaya başlamıştır. Tarkan karakteri ""atıl kurt!"" sözüyle bilinir. Tarkan, diğer çizgi romanlar gibi seri üretilmemiş, geniş aralıklarla çizilmiştir. Bu yüzden üstünde uğraşılarak, titiz bir şekilde hazırlanma şansı bulunmuştur. Avrupa tarzı çizgi romanlar gibi, neredeyse yılda bir öykü çıkıyordu. En beğenilen serüvenleri, ailesini katleden "Alan Kralı Kostok"'tan intikam mücadelesinin anlatıldığı "" ve ""'dur. Tarkan'ın asıl karakterini bu serüvenler anlatır. Gülmez yüzü, hedefinden şaşmayan ve vazgeçmeyen kişiliği bu öykülerde öne çıkar. Tarkan, 1970'ten başlayarak dergi olarak yayınlanmaya başlanmıştır. İlk sayısı Günaydın gazetesi ile birlikte bedava verilmiştir. 1969 yılında ilk Tarkan filmi "Mars'ın Kılıcı" macerasının senaryosu ile izleyicilerin karşısına çıkmıştır. Daha sonra "Gümüş Eyer", "", "Altın Madalyon" ve "" maceraları sinemaya aktarılmıştır. 21 Temmuz 1967'de "Mars'ın Kılıcı" ile başlayan Tarkan'ın, 1978'de Sezgin Burak'ın ani vefatı nedeniyle yarım kalan "Milano'ya Giden Yol" adlı serüveni de dahil olmak üzere yirmi bir bölümden oluşan on dört serüveni vardır. Tarkan'ın yaratıcısı Sezgin Burak'ın ailesi tarafından bu kahraman ve sanatçının diğer eserlerini yaşatmak üzere bir dernek kurulmuştur. TASEYAD isimli derneğin merkezi sanatçının bu eserlerini yazıp çizdiği evidir. Ayrıca bu dernekçe Tarkan serüvenleri 2011 yılında yeniden yayımlanmaya başlamıştır. Tarkan sözcüğü Türklerde ve Moğollarda demirci, demir ustası, devlet görevlisi ve savaşçı/asker anlamlarına gelir. Tarhan, Targan, Dargan, Darkan olarak da söylenir. Tarkanların, toplumda saygın bir konumu vardır. 1968 ile 1973 yılları arasında 8 tane Tarkan filmi çekildi. Yeşilçam'da çekilen bu filmlerden beşinde Tarkan'ı Kartal Tibet canlandırmıştı ve Tibet'in oynadığı bu filmlerden son dördünün yönetmeni Mehmet Aslan'dı. Sezgin Burak Sezgin Burak, (d. 15 Mayıs 1935 - ö. 4 Ekim 1978) Türk karikatürist, çizgi roman sanatçısı. Türk ve Avrupa basınında değerli eserler veren Sezgin Burak, 15 Mayıs 1935 tarihinde Adapazarı'nda doğdu. İlk karikatürleri, ilkokul sırasında "Doğan Kardeş" dergisinde yayınlandı. Sezgin Burak, profesyonel olarak ilk eserlerini Güzel Sanatlar Akademisi'ne girdiği 1952 senesinde vermeye başladı. Sırasıyla; "Akbaba"da karikatürler, "Aydabir", "Yirminci Asır", "Bütün Dünya" ve "Hafta" mecmualarında resimler, kompozisyonlar yaptı. 1957 yılında resim ve dekorasyon öğrenimini tamamlayarak Akademi'den mezun oldu. Aynı yıl "Cumhuriyet Gazetesi"nde, Fakir Baykurt'un Yunus Nadi ödülü kazanan ünlü romanı "Yılanların Öcü"nü resimledi. 1958'de "Cumhuriyet Gazetesi"nde günlük karikatürler, çeşitli tiyatrolarda sahne dekorları ve aynı gazetede ""Ala Geyik"" romanını resimlendirdi. "Hayat" ve "Ses" mecmualarında roman ve hikâye resimleri, ayrıca kitap kapakları, sinema reklamları hazırladı. 1964 yılında Bizimkiler adlı bant karikatür tipini yarattı. 1965'te İtalya'da "El Cougar" kahramanını yarattı. 1966'da Milano'da düzenlenen Avrupa Reklam Yarışması'nda iki birincilik aldı. 1966'da İtalya'nın Milano şehrinde ünlü çizgi roman kahramanı "Tarkan"'ın ilk eskizlerini hazırladı. 1968 ve 1969 yıllarında Yaşar Kemal'in "İnce Memed" romanını, 1970'te ise "Ağrı Dağı Efsanesi" romanını resimlendirdi. 1976'da "Çoban Çantası" adlı resimli romanını yarattı. Son olarak çeşitli akrilik ve yağlı boya çalışmaları da yapan sanatçı, 1978 yılında intihar ederek yaşamına son verdi. Malmö Malmö , İsveç'in güney sahilinde bulunan bir liman kentidir. Nüfusu 664.428 olan Malmö İsveç'in 3. büyük kentidir. Danimarka'nın başkenti Kopenhag ile arasında uzaklığı 20 kilometre olan bir boğaz mevcuttur. Çok sayıda göç alan kentin, %27'sine yakını İsveç dışında doğmuştur. Tahmini olarak nüfusunun %16'sı müslümandır. Malmö, Skåne ilinin yönetim merkezidir. Kopenhag ile aralarında 2001'de hizmete giren Oresund adlı köprü ile bir asırlık bir hayal gerçekleştirilmiş olup sadece güzel havalarda hızlı feribotla kurulabilen bağlantı artık alttan trenlerin üsten araçların gidebildiği muazzam bir şekle dönüşmüştür. Bu 100 yıllık hayalin maliyeti 5 milyar € civarında olmuştur. Malmö'nün 1275 yılında kurulmuş olabileceği düşünülmektedir. İlk kurulduğu yıllarda Lund kentinin savunma ve rıhtım bölgesi olan Malmö, uzun yıllar boyunca Danimarka'nın en büyük ikinci kenti olarak kaldı. Kentin o zamanlardaki ismi; "kum yığını" anlamına gelen "Malmhaug" idi. 15. yüzyılda şehir, Danimarka'nın en yoğun ve büyük kentlerinden biri haline geldi. O dönemde 5,000'lik bir nüfusa sahip olan Malmö, Hansa Birliği ve İskandinavya arasında dev bir market şehri görevi üstlendi. Zamanla kentteki ringa balıkçılığı ivme gösterdi. Aynı dönemlerde Kral Pomeranyalı Erik, 1437 yılında şehre savunma silahları tahsis etti. 1434 yılında, güney kıyılarında bir hisar inşa edildi. "Malmöhus" olarak bilinen hisar, 16. yüzyıla kadar günümüzdeki şekline kavuşmadı. Zamanla Malmö sayısız kaleyle donatıldı. Döneminin güçlü savunma kentlerinden biri olarak ünlenen Malmö'de, bu kalelerden sadece "Malmöhus" kaldı. 16. yüzyılda Reform hareketleri Malmö'yü kısa sürede etkiledi ve Malmö bu hareketleri İskandinavya'da benimseyen ilk kent oldu. Yine 17. yüzyıla gelindiğinde, 1658'deki Roskilde Antlaşması sayesinde, Skåne bölgesiyle beraber Malmö şehri de İsveç'e katıldı. Ancak Haziran 1677'de 14,000 kadar Danimarka askeri, kenti İsveç'ten geri alabilmek adına savaşa katıldı. Ancak şehir alınamadı. 18. yüzyıl başlarında Malmö, 2,300 nüfuslu bir kentti. Ancak, XII. Karl'ın savaşları ve veba salgınları yüzünden 1728 yılında kent nüfusu 1,500'e geriledi. Bu yüzyılın sonlarında çağdaş bir liman kurulana kadar nüfus artmadı. Şehir göçler sayesinde büyük bir ivmeyle nüfus artışı yaşadı. 1800 yılında şehir nüfusu 38,054'e çıktı. 1850-70 arası inşa edilen demiryolu hattı, sanayiyi katladı. Limanın da etkisiyle Malmö bir İskandinav ticaret merkezi oldu. Dönemin üçüncü kalabalık İsveç kenti olan Norrköping'i 1870'de geçen Malmö, 1915'de 100,000; 1952'de de 200,000'lik bir nüfusa sahip oldu. "Kockums" adlı kent limanı; zamanla kenti dünyanın en büyük limanlarından biri haline getirdi. 1971'de 265,000'lik nüfusa erişen kentin Skåne bölgesindeki diğer kentlerde işsizliğe yol açtığı fark edilince; 1980'lerin ortasında Kockums limanı kapatıldı ve diğer sanayi dallarına ağırlık verildi. Bu sayede orta gelirli aileler, çevre illere göç etti. Kent nüfusunun böylece aşırı artması engellendi. Günümüzde yine de Malmö; bir göçmen kenti olarak yoğun nüfusa sahiptir. Malmö, 13°00' doğu ve 55°35' kuzey koordinatlarında kuruludur. Şehir yakınlarındaki Öresund Boğazı, Danimarka'yı İsveç'ten ayırır. 1 Temmuz 2000'de açılan Öresund Köprüsü sayesinde; Malmö ve Kopenhag kentleri arasında karayolu ulaşımı gerçekleştirilebilmektedir. Şehir, Okyanus İklimi'ne sahiptir. Gulf Stream akıntıları sayesinde mevsimler arasındaki sıcaklık farklarının az olduğu kentte, yazın 17 saat gündüz, 7 saat gece gözlemlenmektedir. Yıl içinde ölçülen en sıcak aylar; 22 °C ile Temmuz ve Ağustos aylarıdır. Aynı şekilde Ocak ve Şubat aylarında kentteki ortalama sıcaklık -1 °C olarak ölçülür. Yılın 169 günü yağışlı olan şehirde, kar yağışları sık görülür fakat uzun süreli yağmaz. Ayrıca Malmö, 1992 Eurovision Şarkı Yarışması ve 2013 Eurovision Şarkı Yarışması'na ev sahipliği yapmıştır. Öresund trenleri; her 20 dakikada bir Öresund Boğazı'nı geçerek, Avrupa ülkelerini İskandinavya'ya bağlar. 2005 yılında "Şehir Tüneli" adı verilen yeni bir tren sisteminin yapımına başlandı. Bu hatın, Malmö Havalimanı'nı Danimarka'ya bağlaması planlanmaktadır. Malmö'deki Havalimanı Kopenhag'dakinin çok daha küçüğüdür. Malmö'den havayoluyla sadece birkaç büyük İsveç kentine uçuşlar gerçekleşirken; Kopenhag'dan uluslararası uçuşlar gerçekleşebilmektedir. Yine kentten geçen otoyollar; Växjö–Kalmar, Kristianstad–Karlskrona, Ystad ve Trelleborg hatları olarak bilinmektedir. 1971'den sonra 265.000 olan şehrin nüfusu; 1985'te 229.000'e gerilemiştir. 2003 sayımlarında nüfus 265.481 olmuştur. 2007'de 75.156 yabancının ülkelere dağılımı şöyledir; Malmö FF Malmö FF, İsveç'in Malmö şehrinde 1910'da kurulmuş olan bir futbol kulübüdür. Renkleri mavi ve beyazdır. 22 İsveç Lig Şampiyonluğu, 14 Kupa Şampiyonluğunun yanı sıra bir de Avrupa Kupası finali oynama başarısı vardır. IFK Göteborg ve AIK ile birlikte toplam 43 lig şampiyonluğunu paylaşmış durumdadır ve İsveç Futbol Kulüplerinin Üç Büyükler'i olarak adlandırılır. 1979 yılında Nottingham Forest ile oynadığı Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası finali ile bunu başaran tek İsveç klubü olmuştur. Eski MFF oyuncuları Martin Dahlin, Stefan Schwarz, Patrik Andersson ve Zlatan İbrahimoviç vb. hem millî takımı hem de Avrupa'nın Ajax, Arsenal, FC Barcelona, Bayern Münih, Benfica, Juventus ve Roma gibi büyük kulüplerini temsil etmişlerdir. Aynı zamanda Malmö FF'e bağlı bayan futbol takımı da süper ligde mücadele etmektedir. DEĞİL kapısı DEĞİL kapısı, girişindeki mantıksal değeri tersine çevirir. Girişteki işaretin lojik 1 seviyesinde olması durumunda çıkış lojik 0 seviyesinde, lojik 0 seviyesinde olması durumunda ise çıkış lojik 1 seviyesinde olur. Tümleme mantık bağlacının dijital sistemlerdeki karşılığıdır. DEĞİL Kapısının doğruluk tablosu: DEĞİL kapısının iki farklı sembolü bulunmaktadır. DEĞİL kapıları TTL ve CMOS tümleşik devreleri olarak üretilen temel mantıksal kapılardan biridir. Standart CMOS 4000 serisinin 4049 numaralı tümdevresi içinde 6 adet birbirinden bağımsız DEĞİL kapısını barındırır. Ayakların dağılımıyla ilgili diyagram aşağıda gösterilmektedir. Bu tümdevre birçok yarı iletken devre üreticisi tarafından üretilmektedir. DIL ve SOIC tarzı ayak dizilimine sahip modelleri bulunmaktadır. Tümdevrelerle ilgili detaylı bilgi içe
ren veri sayfaları (Datasheet) birçok veri sayfası veritabanında bulunmaktadır. DEĞİL kapısı ayrıca VE DEĞİL veya VEYA DEĞİL kapıları kullanılarakta elde edilebilir. Aynı giriş işareti bu kapıların herhangi birinin iki ayağına birden uygulandığında çıkış işaretinin bool cebri fonksiyonu DEĞİL kapısıyla aynıdır. Temelde her mantıksal kapı VE DEĞİL veya VEYA DEĞİL kapıları kullanılarak gerçeklenebilir. Bu makalenin çoğu Wikipedia'nın aynı başlıklı İngilizce makalesinden (06 Kasım 2006) alınmadır. İngilizce makalenin gösterdiği kaynak yoktur. IFK Göteborg IFK Göteborg, Göteborg'da kurulmuş olan bir futbol kulübüdür. Kuruluş yılı 1904, renkleri mavi beyazdır. Maçlarını Ullevi Stadyumu'nda oynar. Malmö FF ve AIK, ile beraber İsveç futbol liginin üç büyük kulübünden biri. 1982 ve 1987 yıllarında olmak üzere iki UEFA Kupası şampiyonluğu kulübün en büyük başarısıdır. Bunun dışında 17 İsveç Şampiyonluğu ve 12 Allsvenskan lig şampiyonluğu başarısı var. Dil Derneği Dil Derneği, 1982 Anayasası ile Türk Dil Kurumu özerk bir kurum olmaktan çıkıp hükûmete bağlı bir birim durumuna getirilince dilde özleştirme yanlılarının kurum dışında kalması üzerine 22 Nisan 1987'de kurulmuş olan bir dernektir. Dernek, Bakanlar Kurulu'nun 24 Temmuz 2002 günlü 2002-4812 sayılı kararıyla kamu yararına çalışan derneklerden sayılmıştır. Merkezi Ankara'dadır. Kurucular kurulunda Sevgi Özel, Prof. Dr. Bahriye Üçok, Mustafa Ekmekçi, Gülten Akın, Talip Apaydın ve Ali Püsküllüoğlu gibi kişiler yer almıştır. 2010 yılı itibarı ile derneğin başkanlığını Sevgi Özel yapmaktadır. Derneğin amacı, kuruluş bildirgesinde ""Türkçenin özleşmesini, bütün bilim, teknik, sanat kavramlarını karşılayacak yolda gelişmesini devrimci bir anlayışla ve bilimsel yöntemleri uygulayarak sağlamaya çalışmak"" olarak betimlenmektedir. Dernek, 'Türkçe Sözlük' ve 'Yazım Kılavuzu' gibi başvuru kaynaklarının yanı sıra dil ve dilbilim sorunları, dil devrimi ve özleşme konusunda da yapıtlar yayımlamıştır. Dernek; laik/ulusalcı bir çizgide yayın yapmaktadır. 2007 yılındaki çok tartışmalı geçen ve uzun süren Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde 4 Kasım 2006'da ilki yapılan ve Cumhuriyet Halk Partisi tarafından da desteklenen Cumhuriyet Mitinglerinden birini Manisa'da düzenlemiştir. 27 Eylül 2014'de yapılan 14. Olağan Genel Kurul sonucunda belirlenen Yönetim Kurulu üyeleri şöyledir: Sevgi Özel, Günay Güner, Kamil Özdemir, Salih Taştan, Figen Çakmakoğlu, Nermin Küçükceylan, Ertuğrul Özüaydın, İlker Gülüm, Hülya Küçükaras, Ali Can. Yönetim Kurulunun kendi içinde yaptığı görev bölüşümünde üyeler aşağıdaki görevlere seçildiler: Başkan: Sevgi Özel, Astbaşkan: İskender Osman, Genel Yazman: İlker Gülüm, Sayman: Salih Taştan, Yayın Kolu Başkanı: Günay Güner, Sözlük ve Terim Kolu Başkanı: Kamil Özdemir. Dil Derneği tarafından her yıl "Ömer Asım Aksoy Ödülü", "Beşir Göğüş Ödülü", "Kerim Afşar Ödülü" ve "Gürhan Uçkan Kısa Öykü Ödülü" verilmektedir. Dernek tarafından aylık olarak düzenli biçimde Çağdaş Türk Dili Dergisi adlı dil ve ekin dergisi yayımlanmaktadır. Bunun yanı sıra insanbilimler alanında bilimsel araştırmaların yayımlandığı Dil ve Yaratıcılık adlı hakemli dergi Mayıs 2007'de yayın yaşamına başlamıştır. Dil Derneği, ODTÜ Türkçe Topluluğu tarafından çıkarılan Dil İm adlı dergiyi desteklemektedir. Dil Derneği, süreli yayınlarının yanında Eylül 2005'te ikinci baskısını yapan Türkçe Sözlük ile Ekim 2008'de sekizinci baskısını yapan Yazım Kılavuzu yayımlamaktadır. Diğer bazı yayınları şunlardır: Ankara, 1998, Gülten Akın Gülten Akın Cankoçak (d. 23 Ocak 1933, Yozgat - ö. 4 Kasım 2015), Türk şair ve yazar. 1950’li yıllarda yazmaya başladığı şiirleriyle, kısmen İkinci Yeni çizgisinde görülen, ancak 1970’li yıllardaki şiirlerinden itibaren bireysellikten toplumculuğa yönelen bir şairdir. Şiirleri pek çok dile çevrilen ve kırktan fazla şiiri bestelenen Gülten Akın, Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın 2008 yılındaki vefatından sonra Milliyet gazetesinin yaptığı bir araştırmada en fazla oyu alarak ""Yaşayan En Büyük Türk Şairi"" olarak gösterildi. Şiirinde bir doruk noktası olarak nitelenen "Beni Sorarsan"’ı 2013’te yayımladı. 23 Ocak 1933 tarihinde Yozgat’ta doğdu. Yozgat’ın Sorgun ilçesinde ilköğrenimini tamamladı. 1940’lı yıllarda memleketi Yozgat’tan Ankara’ya göç etti ve ortaöğrenimini Ankara Atatürk Anadolu Lisesi'nde tamamladı. 1955'te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1956’da Yaşar Cankoçak'la evlendi; bu evlilikten beş çocuk sahibi oldu.Kaymakam olan eşinin görevi nedeniyle 1958-1972 arasında Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde yaşadı. Gevaş, Alucra, Gerze, Saray ilçelerinde ve Kahramanmaraş'ta yardımcı avukatlık, avukatlık ve öğretmenlik yaptı. 1972'de Ankara'ya yerleşerek Türk Dil Kurumu Derleme ve Tarama Kolu'nda çalıştı. Kültür Bakanlığı Yayın Danışma Kurulu üyeliğinde bulundu. Demokratik kitle örgütlerinin yeniden kuruluşu çalışmalarına katıldı. İnsan Hakları Derneği, Halkevleri, Dil Derneği gibi örgütlerde kurucu ve yönetici olarak görev aldı. 1978'de emekliye ayrıldı. 1980’lerde Ankara’da bir banka soygununa katıldığı gerekçesiyle tutuklanan ve dosyası Şentepe Devrimci Yol davasıyla birleştirilerek önce müebbet hapse mahkum edilen sonra cezası Yargıtayca bozulan oğlunun cezaevi günlerinde yaşadıklarını şiirine yansıttı. "42 gün" (1986) adlı kitabında Mamak Cezaevi'nde süren açlık grevini anlattı. Yaşamını Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde sürdürdü. 4 Kasım 2015’te tedavi görmekte olduğu hastanede hayatını kaybetti. Cenazesi 6 Kasım 2015 cuma günü Kocatepe Camii'nden kaldırılarak Karşıyaka Mezarlığı'na defnedildi. Son Haber gazetesinde ilk şiiri 1951'de yayımlandı. Ardından Hisar, Varlık, Yeditepe, Türk Dili, Mülkiye gibi dergilerde çıktı. Başlarda şiirlerinin konusu doğa, aşk, ayrılık, özlem iken, daha sonraları ise toplumsal sorunlar ağır bastı. 1980 öncesinde halkın yaşadıkları, onun da hayatına ve şiirine yansıdı. Daha sonraki şiirlerinde toplumsal sorunlara yöneldi. Gezip gördüğü yerlerden aldığı esinle zenginleşen ve coşkulu bir insan sevgisiyle yoğrulan şiiri, toplumsal sorunları, yaşam-halk ilişkisini öne çıkardı. Şiirlerinde büyük ölçüde folklor öğelerinden yararlandı. Şiir üzerine yazılarını bir araya getiren "Şiiri Düzde Kuşatmak" (1983) kitabında, halk kaynağına inme isteğini, ""alkta var olan öz ve biçimi diyalektik olarak yükseltmek, şiiri yükseltirken halkın yaşamının ve yaşam biçimlerinin yükselmesine yardımcı olmak"" sözleriyle açıklar. Şiirleri pek çok dile çevrildi ve kırktan fazla şiiri bestelendi. Bestelenen şiirlerinden biri, Sezen Aksu'nun 1993 tarihli albümüne adını veren "Deli Kızın Türküsü"’dür. 2008’de Dağlarca'nın ölümünden sonra Milliyet gazetesinin yaptığı yaşayan en büyük şair araştırmasında en çok oyu alan Gülten Akın, şiirinde bir doruk noktası olarak nitelenen Beni Sorarsan’ı 2013’te yayımlamış ve bu kitabı ile Metin Altıok Şiir Ödülü’ne layık görülmüştür. Akın, şiir dışındaki edebi türlere fazla ilgi göstermedi ancak yedi adet kısa oyun yazdı. Ürettiği tiyatro metinlerinde kadın, evlilik, düzene yönelik eleştiriler, yoksulluk, yalnızlık, yaşlılık ve yabancılaşma gibi konular üzerinde durdu. Cami Cami, İslam dininin ibadet mekanı. Genellikle minaresiz küçük camîlere veya bazı kurum ve kuruluşlarda ibadet için ayrılmış ufak mekânlara "mescit" denir. Kur'an'da ibadethane adı olarak camî terimi geçmez, ancak "secde yapılan yer" anlamındaki "mescit" kavramı kullanılır. Kur'an'da mescitlerin imarı ve tamiri üzerine olan Tevbe suresinin 18. ayeti ve Muhammed'in cemaatle namazı ve hayratı öven hadislerini temel alan İslâm dini mimarisi, ilk mabet Kâbe ve ilk mescit Kuba Mescidi ile başlamış, Mescid-i Nebevî ve benzerleriyle devam ederek yayılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Alevîlike ibadet mekânı olarak cemevi kullanılmaktadır. Şiî-Alevî Müslümanlar, teberru kuralları gereği duvarlarında Ebubekir, Ömer ve Osman'ın adı yazılı olan Sünnî camîlerinden uzak durur, cem evlerinde sadece Hüseyin'in ismini yazarlar. Bazı din bilginleri ise kişiler adına yapılmış camîleri tevhid ilkesine aykırı bulurlar. "Cami" Türkçeye Arapçadan geçen bir sözcüktür. "Cem", "Toplanma, bir araya gelme" kökünden gelen "camî", "Toplayan, bir araya getiren" demektir. Sözcük önceleri "cuma namazı mescidi" anlamında kullanılıyordu. Cami sözcüğü, tamlamalarda camî kelimesi "i" halindeyken "camî" veya "camîsi" şeklinde kullanılır. Eğer başındaki kelime sıfatsa camî (Kurşunlu Cami, Eski Cami), başındaki kelime isimse camîi veya camîsi (Süleymaniye Camii, Hisar Camii, Kocatepe Camii) şeklinde kullanılır. Talat Tekin'in belirttiği üzere, camî kullanımı Arapçadaki ayn harfinin sessiz olması sebebiyle Türkçe ekle kullanım şeklidir; camîsi kullanımı ise yanlış kullanım olmakla birlikte galat-ı meşhur haline gelmiştir. Tartışmanın sebebi Dil Devrimi sonrası ayn harfini ayrıca belirtecek harfin bulunmaması ve yazı dilinde farkının gösterilememesidir. Osmanlıda sultanlar adına yaptırılan büyük camîlere selatin camîleri denir. Ayrıca herhangi bir alanda ibadet etmeye yarayan, boş ve imarsız mekanlara namazgah denir. Şehirlerde yapılan ve özellikle cuma namazları için büyük cemaatlerin toplanmasını sağlayan şehrin en büyük ve abidevi camîlerine ise Ulucamî denilmektedir. "Mescit" Arapçada secde edilen yer demektir. Ortaçağ İspanya'sında yaşayan Endülüslülerden miras kalan ve İspanyolcada camî demek olan ‘mezquita’ sözcüğü Arapça ‘mescid’den gelişmiştir. Türkçe dini mimari terminolojisinde bu ibadethanenin küçüklerine "mescit", daha büyüklerine ise "camî" denilmektedir. Câmi sözcüğü, aynı zamanda İslam'da Allah'ın 99 isminden biri olup, Câmi "istediğini istediği şekilde, istediği zaman, istediği yerde toplayan" anlamına gelmekle birlikte, kelimenin 4 büyük meleğin (Cebrâîl, Azrail, Mikâil, İsrafil) baş harflerinden oluştuğuna dair iddialar bulunmaktadır. İslâm'ın ilk döneminde Allah'a ibadet için Muhammed'in Medine'deki evini hatırlatan basit binalar dikilirdi. O dönemlerde camîler olmadığından Allah'a ibadet ve namaz kılınması açık arazide kenarlar
ı hatla çekilmiş yerlerde yapılırdı. Muhammed peygamber Medine'ye hicreti sırasında Medine yakınlarında Kuba denilen yerde birkaç gün kalmıştır. Peygamber Kuba'da olduğu zaman için bir camî yaptırmıştır ki, bu günümüze kadar Kuba Camii olarak bilinir. Hicretin ilk zamanlarında Müslümanların kıblesi Kudüs idi. Sonraları ayet olarak kıblenin Kâbe olduğu beyan oldu. Bu nedenle Kur'ân'ın ikinci suresinde bilidirilir. Kıblenin değiştirilmesi hakkında ayetin Peygamber'e nazil olduğu camî hazırda Medine yakınında bulunan İki kıbleli camîdir. Cami hakkında Kuran'da şöyle buyurulur: "Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk ibadet evi elbette Mekke'de, âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâ'be'dir.". Muhammed peygamber ikinci kıblenin ise Mescid-i Aksa olduğunu söyledi . İslam ülkelerinde camîler sadece ibadet için, dini törenler geçirmek için inşa edilmiyordu. Cami çok fonksiyonlu bir yardımseverlik binası olarak kabul edilir ve onun içerisinde yapılan güzel işler hem de Müslümanlar arasında iletişimi, birliği güçlendirir. Nasîrüddin Tûsî insanların ibadete ve iletişime olan ihtiyacını şöyle anlatıyordu: Sonradan alim cemaat namazının tek başına kılınan namazdan üstünlüğünü insanlararası iletişimi güçlendirmekle bağlıyor. Mahalle ve köy camîleri cemaati günde beş kez, cam camî ise köy ve mahalledekileri birlikte haftada bir kez ibadete toplar, onlar arasında anlaşmayı, iletişimi artırır. Alime göre: "Ayrıca tüm cemaatın görüşmesi için yılda iki kez ibadet saptamışlardır. Bunun için cemaati tutabilecek büyük meydan seçmeyi ve Ham'ın oraya davet etmeyi buyurmuşlardır." Dünya Müslümanlarının ömürlerinde bir defa kendi hemdinleri ile "toplantı ve görüşme yeri için ortam sahibinin evinden (Kabe) iyi yer olamaz." Tüm kavimlerin ve meslek sahiplerinin böylece bir yere toplanması, alimin göre hem karşılıklı yarar almak, hem de havasını değişim sağlık için yararlı tedbirdir. İslam'da camînin tarihi Muhammed'in İslam dinini insanlara ulaştırmaya başladığı zaman başlar. O dönemde Mekke yönetimi Muhammed'e Kabe'de ibadet etmeye engel oluyordu. Muhammed ise "Allah'ın evi" nde namaz kılmak için ibadetlerini camîde kılmaya çalışıyordu. Diğer Müslümanlar baskılardan kurtulmak için çeşitli evlerde, arazilerde gelerek ibadetlerini yerine getiriyorlardı. Muhammed peygamber 622 yılında Medine'ye hicret ettiğinde gibi camî arazisinin belirledi. Bununla da Peygamber mescidi adlandırılan ibadet mekanının temelleri atıldı ve kısa süre içinde meydana getirildi. Caminin arka bölümünde İslam'ın ilk üniversitesi diyebileceğimiz Suffe (Medine'de bulunan Mescid-i Nebi etrafındaki odalar) için yer ayrıldı. Medine'deki Müslümanların sayısı arttıkça günlük namazların kılınacağı camîlerin sayısı arttı. Cuma namazı "Mescid-i Nebevi"'de kılınıyordu. Mescid-i Nebevi'den sonra birçok camî inşa edildi ve cuma namazları kılınmaya başlandı. Bütün bunlar gösteriyor ki, Muhammed Peygamber'in sağlığında da çeşitli bölgelerde yaşayan Müslümanların ibadet için mescitleri vardı. Müslüman olan bazı aşiretler de (Taif'te) önceki mabetlerin yerine camî inşa etmişlerdir [8]. Muhammed Peygamberin vefatından sonra daha geniş bir coğrafyada İslam dininin kabul edilmesi camî yapımını zorunlu kılıyordu. Kur'an'da şöyle geçmektedir: "Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'dan başkasından korkmayan kimseler imar ederler. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar bunlardır." . Muhammed ise: "Mescidleri bina edin, onların toz toprağını temizleyin. Her kim Allah için mescid bina ederse, Allah da ona cennette bir mescid hazırlar." demiştir. Camilerin esas camî ve avlu gibi iki bölümü vardır. Esas camî; mihrap, minber, vaiz kürsüsü ve dikdörtgen oylumun üzerini örten kubbe ve yan kubbelerden meydana gelir. Minareler esas camînin dış duvarlarına ya da iç avlu duvarlarına bağlanmıştır. Son cemaat yeri esas camînin giriş kapısı olan yüzünde bulunur. Emeviler döneminde Şam Emevi Camii, Sidi Ukba Ulu Camii; Abbasiler döneminde Samarra Camii; Tolunoğulları döneminde Tolunoğulları Camii; Fatımiler döneminde El-Ezher Camii; Endülüs'te Kurtuba Camii; Selçuklular zamanında Ulu camîler; Osmanlılarda selatin camîleri dikkat çeken yapılardır. Büyük camîler, etrafında medrese, mektep, aşhane, hastane gibi yapılarla birer imaret (külliye)dir. “Çok sayıda küçük kubbe içeren Osmanlı camîlerinin merkezcil yerleşim düzeni ve piramit biçimli kütlesi, en azından form olarak, bir Uygur resminde tasvir edilen gök tapınağından yola çıkılarak oluşturulmuş ve 8.-10. yüzyıllarda Kökşibagan’da camî mimarisine uygulanmış gibi görünmektedir. Aya Sofya örneğinin önemli teknik özellikler ortaya koyduğuna hiç şüphe yoktur. Ancak çok kubbeli Osmanlı camîlerinde estetik özellik olarak, her biri yüksek bir ayak üzerinde duran dört kubbeli Bizans kilisesinin çoğul görüntüsüne değil, Kökşibagan’da erişilen ahenge öykünme vardır. Gerçekten de merkezcil haçvari eksenli plân, Osmanlı dervişlerinin felekleri, belki de vahdet-i vücud anlayışla evrensel ahengin grafik simgesi haline gelmiş ve derviş taçlarının üst kısmında resmedilmiştir.” (Esin, sy.114) “8. yüzyılda, İslam'ın zaferinin ardından bu Türk meliki kentini (Buharayı) terk etti, kent sakinleri İslam dinine geçti ve bir mescit inşa ettiler. 8. ya da 11. yüzyıla tarihlendirilen bu mescit, hem Uygur kozmogrofik resim sanatına hem de piramit biçiminde düzenlenmiş dokuz kubbeli Oğuz hükümdar ikametgâhına benzemesi nedeniyle, inşasında daha eski gök tapınaklarından esinlenilmiş olabilir. Ne var ki, Müslümanlıkta cemaatle birlikte yapılan ibadette geniş bir alana ihtiyaç duyulması yüzünden hücreler arasındaki duvarlar kaldırıldı ve sütunlar kubbelerin ağırlığını taşıyacak biçimde yapıldı. Böylece piramit düzenindeki çok kubbeli Türk kapalı mescitlerinin ilk örneği geliştirilmiş gibi görünüyor.” (Esin, 122) Selçuklularda sahın kargir ayaklar ve sütunlarla, çok kubbeli örtülüydü. Osmanlılarda ise dört kalın fil ayağına oturan ana kubbeli camîye geçilmiştir. Türkler bir yeri fethettikten sonra önce toplumun bütün ihtiyaçlarını karşılayacak bütüncül binalar yaparlardı. İmaret kültürü denilen bu olgu, İslam kültürünün temelidir. Camilerde kullanılan ana malzeme taş, tuğla, demir, ağaç, toprak, mozaik, kiremit, somaki, kum, kireç, alçı, horasan, kereste, çivi, pirinç, bakır, kurşun, çinko, mermer, cam, çini, altın, gümüştür. Topraktan yapılana kerpiç, taş-tuğla olana kargir, ağaçtan olana ahşap, yarı ahşap yarı kargir olana nimkargir denir. Kargir yapılarda yontma, kesme küfeki taşı kullanılmıştır. Yapı ustalarının her biri ayrı bölümlerde çalışır: Rençber, lağımcı, hamamcı, doğramacı, sıvacı, camcı, tüfenkçi, çilingir, hamal, kâtip, haseki, harbeci, mutemed, kapıcı, yeniçeri katibi, duvarcı, kemerci, kubbeci, minareci, neccar, dülger, çinici, nakkaş, oymacı, sütuncu, senktraş. Osmanlı’da ilk dönem camîlerde tuğla kullanılmış, fetihten sonra kesmetaş yaygınlaşmış, tuğlalar kubbe, kemer ve hatıllarda yer almıştır. Bir camî inşaatı büyük bir camîde şu seyri izlerdi: Mimarlar, camînin planını çizer, ölçüleri çıkarır ve çamur veya tahta bir maketini çıkarıp padişaha sunardı. (Arseven, 1955: 747vd.) Bu plana göre camî şu kısımlardan meydana geliyordu: Dış avlu (harim), duvarlar, iç avlu (harem), döşemeler, sahın (camî iç meydanı), kürsü, mihrap, minber, mahfiller, mükebbire, son cemaat yeri, kubbeler, kemerler, kasnak, minare, şadırvan, muvakkithane, imam ve müezzin odaları, musalla taşı, hela, kapılar ve pencereler, sütunlar, sofalar, ışıklandırma, şamdanlar, avizeler, kandiller, dolap ve çekmeceler, ayakkabılıklar, halılar, hat levhaları, saatler, bahçe ve ağaçlandırma, türbe, hazire. Binanın nerede yapılacağı, zemin ve çevreyle uyumuna dikkat edilirdi. Anıt eserlerin şehre yerleştirilmesi bir plana göreydi. Cephe, yer, simetriklik, vezin ve ritim hesaplanırdı. Cami avlularına yine en uyumlu şekilde ve mükemmel bir ahenkle ağaç dikilmesi ve çevrenin yeşillendirilmesi önemliydi. Yapı külliye ise, bütün camî, medrese, aşevi, mektep, çarşı planları çıkarılırdı. Mimarlar, ısı, ses ve ışık düzenini, havadarlık ve iç süslemeleri ayrıntılarıyla çıkarırdı. Temel atmaya çok önem verilir, uğurlu bir günde, eşref saatinde hafriyata başlanır ve temel atılırdı. Devlet yöneticileri hazır bulunur, temele altın atılırdı. Dualarla temel atılırken, mimara, bina eminine, bina kalfasına hilat giydirilir, kurbanlar kesilirdi. Temel çukuru açılıp, kazıklar çakılır, aralara kemer örülür, aralarda su biriktirilir ve köprülük od taşı döşenir. İşçiler paydosla evlerine gider, nöbetçiler kalır. İnşaatta hiç kimse zulümle çalıştırılmaz, herkese hakkı verilir. Yalnız, malzemeden çalanlar şiddetle cezalandırılır. Çiniler İznik ve Kütahya’dan, keresteler Karadeniz’den, mermer Marmara adasından, kesmetaşlar Bakırköy’den, çivi İzmit’ten gelir. Bütün malzemeler yerlidir. Taş taşımada, sütun kaldırma ve indirmede sırık hamalları kullanılır. Zemin sathının 4 arşın altından satha kadar köprülük od taşı döşendikten sonra, duvarların inşasına geçilir. Genellikle zeminle kubbe arası büyük camîde en az 50 zira’dır. Kubbe, kemer, duvar bağlamalarında demir civatalar kullanılır. Sütunlar mermer olup dışarıdan getirilir. Duvar taşları, demir kenetlerle birbirine bağlıdır. Kenetler beş kileden birbuçuk okkaya kadar ağırlıktadır. Taşların arasına kalın demir çiviler, yani zıvana denilen çubuklar sokulur, kurşun dökülür. Sütun başlıklarının altında kurşun levha zıvanalarla raptedilir. Binanın her yanı içten ve dıştan kereste iskelelerle kuşatılır. Cümle kapıları önündeki döşemeye aşınmayı önlemek için porfir taşı konulur. Direk, kemer, kazık, çerçeve işlerinde çıralı çam; kapı ve kanatlarda ceviz, şimşir, meşe, elma kerestesi kullanılır. Tuğlalar Fatih devrinde 4,5x28x28 ölçülerindeydi. Hatıl tuğlaları ise 3 cm’dir. Kiremitlerin boyu 18 parmak, ağırlığı 460 dirhemdir. Kum, kireç ve horasandan yapılan harç zenbille taşınır. Çinilerde alçı harcı, sıvalarda kıtıklı (keten elyafı) harç kullanılır. Neme müsait duvarlarda koyun yünü, yumurta akı katı
lır. Örümceklerin ağ kurmaması için devekuşu yumurtası harca katılır. İnşaatta kullanılan ölçüler: Başparmak ucundan boğuma kadar olan ölçüye boğum; başparmağın yanlamasına kalınlığına parmak denirdi. 1 arşın 60 parmaktı. I. Ahmet zamanında 1 zira 24 parmak oldu, boğuma parmak denildi. 1 parmak 10 iplikti. Amme ziraı 100 eski parmak ve bu da 32 kerah idi Türkiye'de 83.574 ibadete açık camî bulunmaktadır. 2011 nüfus verilerine göre Türkiye'de 37.532.454'ü erkek olmak üzere toplam 74.724.269 kişi yaşamaktadır. 9 yaşından büyük erkeklerin sayısı ise 31.225.097'dir. Ülkedeki vatandaşların %96.6'sı müslümandır. Bu verilere göre Türkiye'de 9 yaşından büyük 30.163.444 müslüman erkek yaşamaktadır. Her 361 müslüman erkeğe bir camî düşmektedir. İbadethane olarak Cemevi'ni kullanan yaklaşık 3.2 milyon alevi çıkarıldığında ise her 323 alevi olmayan müslüman erkeğe bir camî düşmektedir. Ayşe Soysal Prof. Dr. Ayşe Soysal, 2009 - 2013 yılları arasında YÖK Üyesi., Boğaziçi Üniversitesi'nin 2004 - 2008 yılları arasındaki rektörü. Boğaziçi Üniversitesi'nin ilk kadın Fen Edebiyat Fakültesi dekanı ve rektörü ünvanlarını taşımaktadır. Ayşe Soysal, 24 Haziran 1948`de İstanbul'da dünyaya geldi. 1967`de Robert Kolej'i, ardından da Robert Kolej Yüksek Okulu`nu başarıyla bitirdi. 1971`de üniversite birincisi olarak fizik-matematik çift anadal programından mezun oldu. Fulbright bursu ile ABD`ye giden Soysal, Michigan Üniversitesi Matematik Bölümü`nde lisansüstü çalışmalarına devam etti ve asistan olarak ders verdikten sonra 1973`te başarılı asyalı kadın doktora öğrencilerine verilen Betsy Barbour bursunu almaya temsil gösterilen ilk Türk öğrenci oldu. Soysal, 1976`da Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü`nde öğretim üyesi olarak işe başladı. 1981 de doçentliğe, 1991`de profesörlüğe yükseldi. Fakülte yönetim kurulu üyeliği, dekan yardımcılığı, araştırma fonu yönetim kurulu üyeliği, matematik bölüm başkanlığı ve üniversitelerarası kurul temsilciliği gibi birçok idari görevde bulunan Soysal,(1993-2000) yılları arasında UNESCES Türkiye Milli Komisyonu yönetim kurulu üyesi olarak çalıştı. 1992`de Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi'nin ilk kadın dekanı seçildi. Çağdaş Türk Dili (dergi) 'Çağdaş Türk Dili', Dil Derneği tarafından Mart 1988'den bu yana aylık olarak yayımlanan dil ve yazın dergisidir. Mustafa Kemal Atatürk'ün Dil Devrimi doğrultusunda Türkçenin özleşmesi, yabancı kökenli sözcüklerden arındırılması, korunup geliştirilmesi amacıyla dil, dilbilim, dil öğretimi, dil sorunları, yazın ve öğretimi konularında yazılar yayımlamakta, ayrıca öykülere, şiirlere ve denemelere de yer vermektedir. Dergiye gönderilen ürünlerde yetkin bir Türkçe ve Dil Devriminin kazanımlarının kullanılması, Dil Derneği'nin yayımladığı Yazım Kılavuzu kurallarına uyulması koşullarını aramaktadır. Türkiye'nin en uzak noktalarındaki yazın ve Türkçe öğretmenlerine, aydınlara kadar ulaşabilen az sayıdaki dergilerden biridir. Derginin Dil Derneği adına Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni, Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel, Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ise Günay Güner'dir. Çağdaş Türk Dili 12 Eylül 1980 askeri darbesinin, Atatürk'ün vasiyetini göz ardı ederek kapattığı Türk Dil Kurumu'nun yayın organı olan Türk Dili dergisinin süreğidir. Aynı birikimi ve geleneği izlemektedir. Atatürk'ün Türk Dil Kurumu'nun kapatılmasının ardından duyarlı davranan Prof. Dr. Cevat Geray, Prof. Dr. Şerafettin Turan, Aziz Nesin, Sevgi Özel, Dr. Haldun Özen, Ali Püsküllüoğlu, Refet Erim, Aydın Köksal gibi aydınların 22 Nisan 1987 tarihinde kurdukları Dil Derneği'nin yayın organı olarak Mart 1988'den bu yana yayımlanmaktadır. Temmuz ile ağustos sayıları, belirlenen bir konuda yoğunlaşılan özel sayılar olarak yayımlanmaktadır. Çağdaş Türk Dili'nin ilk yayın yönetmeni değerli Ozan, Dilci Ali Püsküllüoğlu'dur. Yayın yönetmeni görevini 2000-2002 yılları arasında Burhan Günel, 2002-2004 yılları arasında Cengiz Ertem, 2004-2010 yılları arasında İbrahim Dizman yapmışlardır. 2010 yılından başlayarak yayın yönetmeni görevini Günay Güner sürdürmektedir. Yazı Kurulu Üyeleri ise şu yetkin adlardan oluşmaktadır: Prof. Dr. Ahmet Kocaman, Prof. Dr. Kaya Türkay, Işık Kansu, Attila Şenkon. Desibel Desibel (dB), belirli bir referans güç ya da miktar seviyeye olan oranı belirten, genelde ses şiddeti için kullanılan logaritmik ve boyutsuz bir birimdir. Desibel daima iki değer arasındaki karşılaştırmadır. Bunun sonucu olarak da çoğu kez ölçülen güç değeri değişik olmasına rağmen desibel sayısı aynıdır. Desibelin yaygın olarak ses şiddeti birimi olduğu sanılır ama aslında ses şiddeti karşılaştırmalarında da kullanılabilen bir karşılaştırmadır. Telefon kullanılmaya başlandığında ilgili kurumlar bir iletim birimi bulmak/kullanmak sorunu ile karşılaşmışlardı. Doğal olarak o zaman iletim ya da haberleşme denince akla çoğunlukla telefon gelmekte idi. Bu konudaki ilk öneri, Alexander Graham Bell tarafından telefonun bulunmasından iki yıl sonra 1887'de W. H. Pierce tarafından ortaya atılmıştı. O zaman Amerika ve Avrupa'da kullanılmaya başlanan telefon standartları arasında bir uyum yoktu. Amerikalı ve Avrupalı telefon şirketlerinin kendi kıtaları için daha uygun olacağını düşündükleri ve ısrar ettikleri birkaç birim üzerinde uzlaşmalar oldu. Eylül 1927'de İtalya'da tam olarak bir uzlaşma sağlanamasa da iki adet birim üzerinde karar verildi. Birinci birimde "e" doğal logaritmanın tabanını ve üs kuvvetleri oranını temel alan birim ile 10 sayısının kuvvetleri oranını temel alan birim kaldı. Birinci birimde doğal logaritma kullanıldığı için bulucusu John NAIPER onuruna "neper" denmesi önerildi. İkinci birimde ondalık logaritma kullanılıyordu ve bu birime de telefonu bulmuş olan *Alexander Graham BELL onuruna "Bell" denilmesi önerildi. İşte desibel sözcüğü buradan doğmuş oldu. Desibel, telefon işletmelerince benimsenmesinden hemen sonra, öbür teknik alanlarda da kullanılmaya başladı. Özellikle akustik ve radyo yayınlarında. 1968'de Arjantin'de toplanan CCITT bu sorunu tamamen hallederek özetle şu kararı verdi: ""Bütün uluslar, kendi içinde isterlerse neper kullanmaya devam edecekler. Fakat uluslararası işlemlerde yalnızca desibel kullanılacaktır."" Desibel alışılmışın dışında bir birimdir. O kadar dışındadır ki birçok kişi onun bir ölçü birimi olduğuna dair şüpheye düşer. Elektrik mühendisliğinin geleneksel yaklaşımına dayanan telekomünikasyon ölçü felsefesinin tamamını değiştirdiğinden, desibelin telekomünikasyon ölçü birimi olarak tanımlanması gerçek bir devrim sayıldı. Elektriksel devrelerde gerilim, akım ve güç; volt, amper ve watt`la ölçülür. Bu değerler ölçümün yapıldığı devreye bağlıdır. Desibelin kullanıldığı iletim ve yayılım (propagasyon) ölçülerinde yeni birim, ölçünün yapıldığı devreden bağımsızdır. Örneğin akustik dalga kadar onun elektriksel eş değerini ölçmekte de kullanılır. Bu, desibelin boyutsuz bir sayı olmasındandır. Amper veya volt cinsinden elektriksel ölçmelerde eksi değer, akımın veya gerilimin yönünde bir değişim ifade etmesine rağmen desibel ölçmelerinde eksi değer, sadece ölçülen gücün karşılaştırıldığı güçten küçük olduğunu gösterir. Desibel daima iki değer arasındaki karşılaştırmadır. Bunun sonucu olarak da çoğu kez ölçülen güç değeri değişik olmasına rağmen desibel sayısı aynıdır. Örneğin bir vericinin gücü 1 W'tan 2 W'a çıkartılırsa, güçteki desibel cinsinden artış; Şimdi elimizde 5 kW'lık bir verici olsa, biz bunun gücünü 10 kW'a çıkartırsak desibel cinsinden artış, güçlerin değişik olmasına rağmen önceki örnekle aynıdır. Bu örneklerden bir sonuç çıkaracak olursak güçteki iki katlık bir artış +3 dB, yarı yarıya azalış ise -3 dB ile ifade edilir. Görüldüğü gibi desibel bize göreceli (izafi, relatif) sonuçlar verir. Bu yüzden desibel ile ifade edilen sayılarla, aritmetik işlemler yapmak tehlikelidir. Örneğin desibel ile kalibre edilmiş değerler istatistiksel olarak kullanılacaksa, bunlardan örneğin ortalama gibi sonuçlar çıkarılacaksa yönteme dikkat etmek gerekir. Örnek olarak 10 dB ve 20 dB değerlerinin aritmetik ortalamasının 15 dB olduğu görülebilir. Gerçekte biraz dikkat edilirse 10 dB'in belirtilmiş seviyeden 10 kat büyük bir niceliği, 20 dB'in ise 100 kat büyük bir niceliği ifade ettiği görülecektir. Gerçek aritmetik ortalama; ya da desibel olarak; Logaritmik tabanlı olması nedeniyle desibel ile ifade edilen değerlerin küçük olması desibelin bir üstünlüğüdür. Örneğin diğerinden 1.000.000 kere daha büyük olan bir güç desibel olarak 60 dB olarak ifade edilir. Desibelin diğer tipik bir özelliği sıfır değerinin anlamıdır. Bütün ölçü birimlerinde sıfır, ölçülen niceliğin yokluğunu gösterir. Örneğin bir devrede giriş ve çıkış güçleri birbirine eşit olacak olursa; 0 dB bize farklı bir kavramı da getirir. 0 dB ile ifade edilecek herhangi bir güç seviyesi bize dayanak "referans" seviyesi oluşturur. İletişimde seviye kavramı gibi desibelin kullanılışıyla yakından ilgili başka bir kavram da kazanç veya kayıptır. Bunlar şu şekilde tanımlanabilir: Güçleri P1 ve P2 olan, 1 ve 2 noktaları arasındaki iletim birimi cinsinden P2/P1 ve P1/P2 olarak ifade edilen güç artışı veya azalışıdır. Örneğin bir devreye bir güç yükselteci sokulduğunda çıkış gücü giriş gücüne göre daha büyüktür; yani kazanç vardır. Aksine bir filtre sokulduğunda da girişteki sinyal gücü çıkıştakine göre daha büyüktür; yani kayıp vardır. Bazı devrelerde gerilim için kayıp, güç için kazanç vardır. Kollektörü topraklı devre olan bir tampon devrede çıkış gerilimi giriş geriliminden küçük olmasına rağmen çıkış gücü giriş gücünden daha büyüktür. Sonuç olarak desibel karşılaştırdığımız büyüklüklerin ölçüm sırasına göre kazanç ya da kayıp olarak yorumlanabilir. Elektronikte çoğunlukla bir devrenin girişinden çıkışına doğru ölçme yapıldığı düşünülürse; aşağıdaki formül uygulamalarının sonuçları pozitif çıkarsa kazançtan, negatif çıkarsa kayıptan söz edebiliriz. Desibele pascal cinsinden bakacak olursak; 0,00002 Pascal ------------------- 0 dB SPL (Sound pressure level) == Duyma eş
iği (Threshold of hear) 0,0002 Pascal ------------------- 20 dB SPL == Fısıltı 0,002 Pascal --------------------- 40 dB SPL == Oda (gece) 0,02 Pascal ----------------------- 60 dB SPL == Konuşma 0,2 Pascal ------------------------- 80 dB SPL == Sokak (gürültülü) 2 Pascal -------------------------- 100 dB SPL == Fabrika (gürültülü) 20 Pascal ------------------------ 120 dB SPL == Rock müzik provası 200 Pascal ---------------------- 130 dB SPL == Acı eşiği (Threshold of pain) Matroska Matroska (genel dosya uzantısı .mkv ve .mka'dır) Microsoft'un ASF ya da Apple'ın Quicktime dosya biçimine benzer bir açık kaynak kodlu içerik biçimi geliştirme projesidir. Proje 7 Aralık 2002 tarihinde bir yazılım çatallandırması olarak duyuruldu. Daha sonraları Matryoshka doll olarak adlandırıldı. Projenin bazı avantajları: Tanju Çolak Tanju Çolak (d. 10 Kasım 1963, Samsun), Santrafor mevkinde görev almış Türk eski millî futbolcudur. Tanju Çolak, Türk futbol tarihinin 335 gol ile gelmiş geçmiş en golcü futbolcusu, 39 gol ile Süper Lig'de bir sezonda en çok gol futbolcusu ve 6 gol ile Süper Lig'de bir maçta en fazla gol atan futbolcusu rekorlarını elinde bulundurmaktadır. Avrupa Altın Ayakkabı Ödülü tek Türk futbolcu olan Tanju Çolak, aynı zaman da Süper Lig'de 240 golle en çok gol atan 2. futbolcudur. Futbola 10 yaşında Samsun Yolspor'da başladı. Daha sonra Samsunspor'a transfer olan, Tanju Çolak, 2'si 1.Lig olmak üzere 5 kez üst üstte, toplamda da 7 kez gol kralı olmuştur. Samsunspor'da 2 defa 1.Lig'de, 2 defa da Süper Lig'de olmak üzere 4 kez üst üstte gol kralı olmuştur. (1983-84, 1984-85, 1985-86, 1986-87) oldu. Bu başarılarından sonra 1987-88 sezonunda Galatasaray Spor Kulübü'ne transfer oldu. Galatasaray formasıyla ilk sezonunda 39 gol atarak kariyerinde 5., Süper Lig üçüncü defa gol krallığına ulaşırken hem Metin Oktay'a ait bir sezonda en çok gol atma rekorunu kırdı, hem de Avrupa liglerinde o yıl en çok gol atan futbolcu unvanını aldı. 1988-89 sezonu Şampiyon Kulüpler Kupası'nda yarı final oynayan Galatasaray'ın kadrosunda bulunan Tanju Neuchâtel Xamax ve AS Monaco FC'ya attığı gollerle takımı sırtlayan oyuncu oldu. 1989 yılında Zico'nun jübile maçında Tanju Çolak turnuvanın karmasında yer almayı başardı. 1990-91 sezonunda dördüncü gol krallığına ulaştı. 1991-92 sezonunda olaylı bir şekilde Fenerbahçe'ye transfer oldu. Fenerbahçe forması ile de aynı başarısını sürdüren Tanju, 53 maçta 50 gol attı ve 1992-1993 sezonunda beşinci ve son kez gol kralı oldu. Cem Uzan'ın İstanbulspor'u satın almasının ardından, astronomik bir yıllık maaşla 1.Ligde mücadele eden İstanbulspor'a transfer oldu. Çolak, 1994’te, kaçak Mercedes davası nedeniyle aldığı hapis cezası yüzünden, mecburen 1994'te futbolu bıraktı. Jübile maçı 29 Temmuz 1998 tarihinde Fenerbahçe Stadı'nda Fenerbahçe ile Bursaspor arasında oynandı. 55 kez millî takıma çağrılan Tanju Çolak, 14 kez Türkiye U-18, 10 kez Türkiye U-21, 31 kez de Türkiye A Millî takım formasını giymiş ve bu maçlarda 12 gol atmıştır. Futbolu bıraktıktan sonra teknik direktörlüğe başlamış, önce Siirtspor sonra Göztepe'de teknik direktörlüğüne geldiği bilinmektedir. Tanju Çolak 2000 yılından sonra teknik direktörlüğe ara vermiştir ve kendisinin kurduğu Progol adında menajerlik bürosunda menajerlik yapmaktadır. Tanju Çolak aynı zamanda bir spor gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır. Aysu Hanım ile evli ve bir oğlu bir kız çocuk babasıdır. 24 Aralık 2011 tarihinde Siirtspor Kulübünün olağan kongresinde hazırlanan tek liste ile, kongreye katılan üyelerden 158'inin oyunu alan Çolak başkan seçildi. Tanju Çolak, yaptığı konuşmada, Siirt'te bir başarı öyküsü yazmaya başlayacaklarını iddia ederek, Tanju Çolak Şubat 2009 yılında, İstanbul Beylikdüzü'nde, MHP'den 1. sıra Meclis üye adayı oldu ancak seçilemedi. Haziran 2015 Türkiye genel seçimleri için Samsun veya İstanbul'dan milletvekili aday olmayı planlamaktadır. Tanju Çolak, özel vekaletle satın aldığı Mercedes 550 SL marka otomobilin kaçak olduğunu öğrenince kendi kendini ihbar etmiş, bunun üzerine Ağır Ceza Mahkemesi Tanju Çolak'a ya 9 yıl hapis cezası vermiştir. İstanbulspor'da oynayan Tanju, bu sırada yurt dışına çıktı ancak 1994 yılında Makedonya'nın başkenti Üsküp'te yakalandı ve Türkiye'ye iade edildi. Tanju Çolak cezasını çekerken yeniden yargılanma yolu açılmış, Saray ve Bayrampaşa Cezaevi'nde yattığı 23 aylık hapis cezasının ardından 28 Şubat 1995'te serbest bırakıldı ve bir daha sahalara dönemedi. Zodyak kuşağı Astronomide zodyak, ekliptiğin her iki yanında 9° uzanan, Ay'ın ve ana gezegenlerin yörüngelerini kapsayan bir kuşağı ifade eder. Ekliptik üzerinde merkezlenen gökyüzü koordinat merkezinin bir özelliğidir (Dünya yörüngesinin düzlemi ve Güneş'in aşikar yolu), ekinoks noktasının doğusunda derece cinsinden ölçülen gök boylamının (ekliptik ve ekvatorun artan kesişimi) ölçülen değeridir. Güneş'in her yıl yaklaşık 21 Mart'ta gerçekleşen ekinoks üzerine gelmesi tarihsel açıdan birinci dereceden Aries'in ilk noktası olarak bilinen ölçümün başlangıç noktasını tanımlar. Ekliptik boyunca ilk 30°'lik devinimin etkisi görülebilir takımyıldızların arka plânından ilkbahar noktasına doğru hareket ettiğinden beri sözde Aries'in zodyak sembolü olarak ifade edilir (şu anda yaklaşık olarak, MS 2. yüzyıldan beri Pisces takımyıldızının sonuna yerleşmiştir). Ekliptiğin 30° sonrası ise sözde Taurus'un zodyak sembolü olarak ifade edilir ve bu zodyağın yirmi sembolü boyunca böylece sürer, böylece her biri zodyağın büyük çemberinin 1/12'sini (30°) tutar. Zodyak sembolleri, ölçüleri ve boyutları belirsiz daima olduklarından zodyak dolaylarında olan takımyıldızların sınırlarını belirlemek için hiç kullanılmadı. Gök boylamını özel simgeler içinde ölçme kuralı 19. yüzyılın ortalarına kadar hâlâ kullanılıyordu ama günümüzde modern astronomi gök boylamının derecelerini her simge içinde 0°'dan 30°'ye numaralandırmak yerine 0°'dan 360°'ye numaralandırır. Zodyağın astronomik ölçümü belirlemek için bir araç olarak kullanımı Batı astronomları tarafından Rönesans'a kadar gök konumlarını belirlemek için bir yöntem olarak kalageldi, sonrasında yerini astronomik konumları gök boylamı ve gök enleminin ekliptik temelli tanımları yerine bahar açısı ve sapma ile ölçen ekvatoral koordinat sistemine bıraktı. Zodyak kuşağında 13 takımyıldız bulunmaktadır. Bunlar Capricornus, Aquarius, Pisces, Aries, Taurus, Gemini, Cancer, Leo, Virgo, Libra, Scorpius, Sagittarius, Ophiuchus'tur. Zodyak kelimesi ayrıca gezegenlerin arasında hareket eden toz tanelerinin Zodyak bulutunu ve onlardan yansıyan güneş ışığı olan Zodyak ışığını tanımlamak için kullanılır. Ayhan Başoğlu Ayhan Başoğlu 1928-1993 Öğrenimine devam ederken Türk tarihine ilgi duymaya başladı. Bu ilgi yaşamı boyunca giderek arttı. Yedek subay olarak asteğmen rütbesi ile askerlik yaparken gittiği Kore'de Türk şehitliğini gezerken tüm şehitler için bir şeyler yapmaya karar verdi. Sonraki birkaç yılı araştırarak geçirdi ve Osmanlı akıncı birliklerinden Malkoçoğulları üstünde yoğunlaştı. Başoğlu, 1960'ların başında, İngiliz "TIGER" dergisine seriler hazırladı ve sonra yurda döndü. Tekrar Malkoçoğlu üstüne çalışmaya başladı. 1981 yılında hazırladığı İngilizce, Arapça ve Türkçe olarak basılan ve Atatürk'ün yaşamını anlattığı "Altın Saçlı Kahraman" son derece popüler oldu. Günaydın Gazetesi'ne "Kara Şimşek İstanbul'da", Hürriyet Çocuk Dergisi'ne "Ege'nin Derinliklerinde" adlı çizgiromanlarından sonra, son olarak da Milli Eğitim Bakanlığı Çizgiroman serisine "Kılıç Ali Reis" adlı albümü hazırladı. Çizgileri orijinaldir. Siyah beyaz çizgileri oldukça hareketli ve leke çizgi dengesi yerli yerindedir. Başoğlu, geçirdiği ani rahatsızlık sonucu, Aralık 1993'te aramızdan ayrıldı. Doğru "Doğru" aşağıdaki anlamlarda kullanılabilir 1071 İmamoğlu (anlam ayrımı) İmamoğlu şu anlamlara gelebilir: Yalvaç, Isparta Yalvaç, Isparta iline bağlı bir ilçedir. En gözde ve bilinen mekanlarından biri tarihi Çınaraltı’ dır. İlçenin merkezinde bulunan bu çınar 1200 yıllarında dikilmiş ve 11 Mayıs 1992 tarihinde korumaya alınmıştır. Buraya Selçuklular devrinde yerleşen Oğuz Türk oymağının “Yalvaçlılar” olmasından dolayı bu dönemden sonra yerleşke "Yalvaç" olarak anılmaya başlanmıştır. "Yalvaç" kelimesi “peygamber, resul, elçi, yol gösterici” sözlük anlamı gelmektedir. Ziya Gökalp ise kelimenin eski Türkçede "sihir" manasına gelen "yalavı" kelimesinden, "yalavaç" sekline dönüştüğünü belirtmiştir. Yalvaç adı eski Türk kaynaklarında da kullanılmıştır. Bunlardan Orhun Abidelerinde "Yalabaç" şeklinde, "elçi ve resul" anlamında kullanılmıştır. Kutadgu Bilig' de ise kullanılan "Yalavaç" kelimesi peygamber olarak kullanıldığı gibi diplomat, devlet memuru ve elçi anlamlarında da kullanılmıştır. Yalvaç’ta Oğuz hanın altı oğlundan (Dağhan) ın birinci kabilesinin adı "Salur" ; ikinci kabilesi de "Eymir" olup günümz Yalvaç merkez ilçesinde bu iki ismi taşıyan mahalleler bulunmaktadır. İlçe çok eski bir yerleşim yeridir. Yalvaç’ta yapılan araştırmalar sonucunda yerleşimin tarihi Geç Neolitik döneme ve Kalkolitik Çağ' a kadar uzanmaktadır. Antik Anadolu' da Pisidia bölgesinde bulunan yerleşim M.Ö. 546 yılında Lidya kralı Kroisos’un Pers kralı Kyros’a yenilmesinden sonra Pers idaresine girmiştir. Büyük İskender tarafından Makedonya Krallığı topraklarına katılan yerleşim onun ölümünden sonra komutanlarından I. Antigonos Monophtalmos tarafından kurulan Antigonos Hanedanı idaresindeki Makedonya Krallığı topraklarında yer aldı. İpsos Savaşı’ nda I. Antigonos Monophtalmos’ un ölmesiyle Pisidia bölgesinde yer alan Yalvaç’ ta Selevkosların egemenliğine girdi. Pisidia ile Frigya sınırlarının ortasında yer alan Yalvaç’ ta Selevkoslar tarafından M.Ö. 275 yılında Frigya’ da bulunan Galyalılara karşı ileri bir karakol olarak Antiocheia, Pisidya kenti kuruldu. III. Antiokhos döneminde Selevkoslar’ ın Romalılar’a yenilmeleri sonucu M.Ö. 188 yılında yapılan Apamea Antlaşması ile Yalvaç’ ın da bulunduğu bölge Romalıla
r tarafından yaptıkları yardım karşılığı olarak Bergama Krallığı’ na bırakıldı. M.Ö. 129’ da Romalılar Bergama Krallığı’ na saldırarak Yalvaç’ ın olduğu bölgeyi ele geçirmiş ve burayı Kapadokya Krallığı’ na vermiştir. Küçük krallıkların denetiminde bulunan Yalvaç M.Ö. 1. yüzyılın başlarında kesin olarak Roma egemenliğine geçti. Roma İmparatoru Augustus tarafından M.Ö. 6. yılında Pisidia’da sekiz koloni kurulmuş olup, Antiocheia, Pisidya bunların merkezi konumunda yer almıştır. Roma İmparatorluğu’nun M.S. 395 yılında bölünmesiyle Antiocheia Bizans İmparatorluğu’nun topraklarında kalmış ve eyalet ve piskoposluk merkezi olarak varlığını sürdürmüştür. Araplar M.S. 664 yılında Antiocheia’yı ele geçirmişlerdir. 713 yılında gerçekleşen Arap saldırılarında şehir tamamen yakıldı. Türkler’ in Malazgirt savaşından sonra Anadolu’ da ilerleyişleri sırasında Antiocheia, Pisidya Bizans için önemli bir savunma merkezi görevi görmüştür. Miryokefalon Muharebesi’ nden sonra Yalvaç, Anadolu Selçuklu Devleti egemenliğine geçmiş ve Türk yerleşimi kalıcı olarak başlamıştır. 1243 yılında gerçekleşen Kösedağ Savaşı ile Anadolu’ da beylikler dönemi başlamış, Yalvaç Hamitoğulları Beyliği denetimine geçmiştir. Hamidoğullarının Karamanoğulları Beyliği ile yaptığı mücadelede zor durumda kalması üzerine Yalvaç’ ın da içinde bulunduğu bazı yerleşimler I. Murad tarafından parayla alınarak Osmanlı egemenliğine katılmıştır(Ilçede 1200'lü yılların başından kalma "Ulu Çınar" diye bilinen çınar ağacı vardır.Ağaç şu anda koruma altındadır). Karamanoğulları tarafından ele geçirilen yerleşim 1387 yılında yeniden Osmanlı egemenliğine geçmiştir. Yalvaç, 1402 yılındaki [[Ankara Savaşı'ndan sonra [[Timur]] tarafından Karamanoğulları beyliğine bırakılmıştır. 1415 yılında [[Çelebi Mehmed]] tarafından yeniden Osmanlı egemenliğine katılmıştır. Osmanlı yönetimindeyken Hamid sancağına bağlı kaza olan yerleşim 19. yüzyılın başlarında sancağın en büyük kazası olmuştur. Yalvaç 1840 yılında Konya’ya bağlanmış olup, 1864 yılında da belediye teşkilatı kurulmuştur. Yalvaç, Cumhuriyetin ilanından sonra, Isparta’ya bağlanmıştır. Yalvaç, Akdeniz Bölgesi’nin batı bölümünde, Göller Yöresi’nin en kuzeyinde yer almaktadır. İl içinde [[Isparta]] merkezden sonra en büyük ve en kuzeydeki ilçesidir. Isparta’nın 105 km kuzeydoğusunda bulunmakta olup, [[Antalya]]'ya 230 km, [[Konya]]'ya 180 km. ve [[Akşehir]]'e 50 km. uzaklıktadır. 1415 km yüzölçümüne sahiptir. Yalvaç ilçesinin yaklaşık olarak %41' i tarım alanı, %25' i orman arazisi, %24' ü yerleşim yeri ve boş alanlar, %7' si göl alanı ve %3' ü çayır ve mera alanlarından oluşmaktadır. Yalvaç İlçesi, Sultan Dağları’nın eteklerine yayılmıştır. İlçe; doğuda Akşehir, batıda Senirkent ve Afyon ilinin Çay ilçesi, kuzeyde Sultandağı, güneyde ise Şarkikaraağaç ve Gelendost ilçeleri ile komşudur. Denizden ortalama yüksekliği 1.100 m’dir. En yüksek noktası 2.531 metre ile Yalvaç-Çay sınırında bulunan Gelincik Ana tepesidir. Yalvaç, Kumdanlı Hüyüklü ve Yağcılar ovaları ilçe sınırları içinde kalan başlıca düzlükleridir. [[Hoyran Gölü]] ilçenin tek gölüdür. Yalvaç ilçesinin [[Türkiye ekonomisi|ekonomisi]] genel olarak tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Sanayi ağırlıklı olarak orta ve küçük ölçekli işletmelerden meydana gelmektedir. Dericilik, tekstil ve konfeksiyon sektörü ilçe [[Türkiye ekonomisi|ekonomisi]]nde yer tutmaktadır. Madencilik faaliyetleri olarak; olivin, barit, alüminyum ile Kaşıkara beldesi ve Yarıkkaya köyü mevkisinde kömür çıkarılmaktadır. Ayrıca mermer üretim tesisleri de bulunmaktadır. Tarımsal faaliyet olarak; hububat (buğday, arpa, nohut vb), meyvecilik (elma, armut, kayısı, kiraz, vişne), sebzecilik (domates, yeşil fasulye, beyaz lahana, domates, salatalık ve ıspanak vb), bağcılık ile yem, kültür ve sanayi bitkileri üretimi yapılmaktadır. Meyve üretimi olarak, sırasıyla elma, kayısı, armut, üzüm, vişne ve kiraz önemli yer tutar. Sebze türleri olarak, domates, yeşil fasulye, beyaz lahana, domates, salatalık ve ıspanak üretimi öncelikle sayılabilir. İlçede büyükbaş ve küçükbaş hayvancılıkta önemli gelir kaynağını oluşturmaktadır. Yalvaç' ta yaklaşık olarak 20.500 büyükbaş, 52.000 küçükbaş hayvan yetiştirilmektedir. Hayvancılık faaliyetlerinde süt üreticiliği önemli yer tutmaktadır. 1831 yılında yapılan nüfus sayımına göre Yalvaç’ın sadece erkek nüfusu ise 7930 kişidir. 1840 yılında Yalvaç’ta 1510’u kaza merkezinde, 10755’i de köylerde olmak üzere 12265 kişinin yaşadığı ve hepsinin Müslüman tespit edilmiştir. Konya vilayet salnamelerine göre 1877’de Yalvaç kazasında 22 köy ve 3674 hane bulunmakta olup, tahmini nüfusu 10300 kişi, 1882’de 11981’i erkek, 12247’si kadın olmak üzere toplam 24228 kişi, 1893 tarihinde 12919’u erkek, 12720 kadın olmak üzere toplam 25639 kişi yasamaktadır. 1907 yılında Yalvaç' ta 31000 kişi yaşamaktayken, Kurtuluş savası sonrasında 1920 yılında bu sayı 28402 kişiye düşmüştür. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 14 [[belde]] ve 25 [[Türkiye'nin köyleri|köy]] oluşmaktadır. Yalvaç nüfusunun yaklaşık %75'i şehrin dışına 2000 yılından önce çalışmak için göç etmiştir. Çogunluğu İstanbul'da olup Ankara ve İzmir'de de asımsanmayacak Yalvaçlıya rastlamak mümkündür. 1970 yıllarında Almanya, Fransa, Hollanda ve diğer avrupa ülkelerinin iş güçü ihtiyacını büyük bir ölçüde karşılamıştır. Kültür ve Turizm Eski Bakanı [[Erkan Mumcu]] da Yalvaç'lıdır. Yalvaç'ta yapılan en yaygın [[börek]], bayramlarda ve düğünlerde ikram edilen kıymalı [[su böreği]]dir. Bunun yanında bir eve, evin damadı misafir geldiğinde muhakkak damat [[baklava]]sı ikram edilir. [[Keşkek]], yörenin en bilinen mahalli yemeği olup kaburgadan yapılan yerli pastırma ve önceden ıslatılmış keşkekliğin, toprak çömleğe konarak ateşi sönmüş mahalle fırınlarında yaklaşık 12 saat pişirilmesi ile yapılır. Ayrıca Yalvaç'ta bilinen diğer bir yöresel yemek de [[boranı]]dır. Boranı, [[fasulye]] ya da [[ıspanak]]tan yapılır. [[Kategori:Yalvaç| ]] [[Kategori:Yalvaç belde ve köyleri|*]] Philidor Savunması Philidor Savunması, 1.e4 e5 2.Af3 d6 hamleleriyle başlayan satranç açılışıdır. Açılış, adını ünlü 18. yy satranççısı François-André Danican Philidor'dan alır. Philidor, bu açılışı klâsik 2... Ac6'ya alternatif olarak geliştirmiştir. Buradaki fikir, ileride f7-f5 oynayarak beyazın merkezini baskı altına almaktır. Günümüzde sağlam ancak edilgin bir açılış olarak bilindiğinden ustaların oyunlarında pek rastlanmaz. Nargile Nargile, Balkanlar, Orta Doğu ve Güney Asya'ya özgü geleneksel bir tütün içme aracıdır. Kullanıcının bir hortum aracılığıyla sudan geçerek süzülen dumanı içine çekmesini sağlayan bir düzenek olan nargile, içim şekli ve adabı, yüzlerce yılda oluşmuş kullanım geleneği ile basit bir aletten fazlasını ifade etmekte olup, doğu kültürünün bir parçası haline gelmiştir. Nargile temel olarak 4 bölümden oluşur: Bunlar dışında nargilenin diğer elemanları ise şöyledir: Nargilenin tasarımında İslam'ın etkisindeki sanatın derin izleri görünmektedir. Cami minaresini andıran ser kısmı bunu çok iyi simgelemektedir. Ayrıca ser kısmı genellikle çiçek ve yaprak desenleriyle süslenmekte ve bunlarda zaman zaman yaldız kullanılmaktadır. Marpuç kısmında ise genelde el dokuması olan kilim desenleri kullanılmaktadır. İçici marpuçtan nefes aldığında oluşan basınç farkıyla hava sırayla közden, sonra ısınarak lüledeki gözeneklerden geçer. Sıcak hava ile ısıtılan tömbekinin dumanı karışarak suyun içinden geçer, bu esnada soğur. Daha sonra hava marpuçtan içiciye ulaşır. Nargile içerisinde bulunan su dumanı soğutmanın yanı sıra içindeki katranı da bir miktar süzer. Nargile ile tütün içmenin, sigara şeklinde tütün içmekten farkı; nargilede çekilen tütün dumanı sudan geçerken barındırdığı ısı suyu bir miktar buharlaştırır. Nargile, doğu kültürünün bir öğesi olmakta ile birlikte doğuş yerinin Hindistan olduğu zannedilmektedir. Çok farklı kültürlerin farklı adlandırdıkları bu keyif aracı, Araplar tarafından "Narcile", İranlılar tarafından da "Kalyan" diye adlandırılır. Asıl nargilenin kökeni ise Farsça’da "Hindistan cevizi" anlamına gelen "Nargil"den gelir. Hindistan’da ortaya çıkan nargilenin ilk örnekleri, Hindistan cevizinin içinin çıkarılıp kabuğuna bir kamış sokularak yapılmıştır. Zamanla Hindistan cevizi yerine kabak kullanılmaya başlanmış, kullananların sayısı arttıkça porselen ve bronz da nargile için elverişli malzemeler haline gelmiştir. Bunları cam, billur, çini hatta gümüş gövdeli nargileler izlemiştir. Hindistan’da doğan nargile, başta İranlılar olmak üzere Araplar, daha sonra da Osmanlılarla tanışmıştır. Osmanlı döneminde İran’dan getirilen ve zamanın kahvehanelerinde muhabbetlere eşlik eden tömbeki, bazı padişahlar tarafından yasaklanmıştır. Nargile de uzun zaman İstanbul Tophane’de, İzmir Kemeraltı'nda ve Ankara Gençlik Parkı'nda tömbeki olarak sunulmaya başlanmıştır. Bu nostaljik mekânların müdavimlerini ise genellikle orta yaşın üstündeki insanlar oluşturuyordu. Daha sonraki, yani yakın dönemlerdeki aromalı nargilelerin hayatımıza girmesi ile daha hafif bir içecek haline gelen nargile genç kitle tarafından da tercih edilmeye başlandı. Doğu kültürünün bir öğesi olan nargile sonradan batıda da kimi değişikliklerle kullanılmaya başlanmıştır. Kullanım kültürü dolayısıyla bu iki türe göre farklılıklar gösterir, ancak pek çok ortak öğe de mevcuttur. Batıda birden çok marpuca sahip nargile kullanımı yaygındır. Bu uygulama doğudakine göre farklı bir toplu içim ortamı sunar ki doğuda nargilenin bir marpucu vardır ve el değiştirmediği sürece tek kişi tarafından içilir. Arap kültüründe kullanıcı içtikten sonra ya marpucu masaya dayayarak bunu belli eder ya da ağız kısmı kendine bakacak şekilde eğimli tutarak yanındakine ikram eder. Kabul eden, nargileyi verene elinin tersi ile hafifçe vurur ya da sıvazlar, bu memnuniyet göstergesidir. Kafe ve restoranlarda ise her kullanıcının ayrı bir nargile ısmarlaması yaygındır. İspanya'da ""tetería"" adı verilen ve genelde Müslüman göçmenlerce işletilen çay evlerinde nargile içi
mi yaygınlık kazanmaktadır. İsrail'de ""nargeela"" olarak adlandırılan nargile kullanımı özellikle Yemen, İran, Irak ve Türkiye'den gelen göçmenler arasında yaygındır. Bunun yanında İsrailliler arasında da nargile kullanımı görülür. Nargile tiryakileri arasında, güzel bir içim için ortamda olması gerektiği düşünülen dört öğe vardır, bunlar ""nargilenin dört şartı"" olarak geçiyor. "Maşa", "meşe" közünü karıştırmak için gerekli, en iyi köz meşeden oluyor. Güzel bir "köşe"ye yerleşmek tabii ki önemli ve "Ayşe"’de tiryakinin çay, kahve gibi istekleri için hazır bulunmalı. Bu deyiş özellikle ""eski toprak"" Türk tiryakiler arasında yaygın olarak kullanılıyor. Nargile tüketimi genel olarak halk sağlığına tehdit olarak kabul edilir. ABD Akciğer Derneği tarafından "yeni ortaya çıkan ölümcül bir moda" olarak tanımlanmıştır. Nargile tüketimiyle akciğer kanseri vakaları arasında bağlantı vardır. Bu bağlantı konuyla ilgili yapılan bilimsel çalışmalarda istikrarlı biçimde ortaya konmuştur. Buna ek olarak, akciğer hastalıkları, periodontitis ve bebeklerin düşük doğum ağırlığıyla nargile tüketimini bağlantılıdır. Yapılan çalışmalar nargilenin kalp ve damarlara sigara kadar zarar verdiğini ve dumanın sudan geçmesinin "temizleyici" bir etkisi olmadığını ortaya koymaktadır. Nargilenin sigaraya göre sağlığa daha az zararlı olduğu nargilenin yaygınlaşmasında önemli bir etken olsa da bu yönde bir bilimsel kanıt yoktur. Bir takım araştırmalarda nargile içmenin tansiyonu yükselttiği, düzenli nargile içenlerin tansiyonlarının sigara içenlere göre daha yüksek olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Nargile içmek beraberinde herpes, tüberküloz ve hepatit enfeksiyonu riskini de getirir. Özellikle ağızlığın paylaşıldığı durumlarda bu risk artar; Orta Doğu'da salgın hastalıklarla bağlantılı olduğu bulunmuştur. Pek çok nargile kafesi bu nedenle tek kullanımlık ağızlık temin eder. Bununla beraber, nargiledeki nemli ortam pek çok mikroorganizmanın gelişimine uygun bir ortam sağlar. Tüberküloza yol açan bakteri nargile borularının içinde çoğalabilir. Pek çok işletme nargile borularını yıkasa dahi tam olarak temizlenmesi neredeyse imkansızdır. Naşit Özcan (oyuncu) Necip Naşit Özcan (d. 1 Ocak 1957, İstanbul), Türk tiyatro oyuncusu, yönetmeni ve seslendirme sanatçısı. 1957'de İstanbul'da doğan Özcan, Tuluat Ustası Naşit Bey'in torunu ve tiyatrocu Selim Naşit Özcan'ın oğludur. 1971 yılında Gönül Ülkü - Gazanfer Özcan Tiyatrosu'nda yönetmenliğini Ferih Egemen'in yaptığı "Ben Çalmadım" adlı çocuk oyunuyla ilk kez sahneye çıktı. 1977 yılında Akbank Çocuk Tiyatrosu'nda profesyonel tiyatro hayatı başladı. 1979-80 döneminde Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu'nun açtığı kurslarda tiyatro eğitimi aldı. Akbank Çocuk Tiyatrosu, Nejat Uygur Tiyatrosu (1980-1983), Şan Müzikholü, Abdullah Şahin Tiyatrosu gibi muhtelif tiyatrolarda çalışan Naşit Özcan, 1988'de İstanbul Şehir Tiyatroları'na katıldı ve pek çok oyunda rol üstlendi. 1994 yılında "Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım" adlı oyunda Vicdani rolüyle, 2000 yılında "Kadın ile Memur" adlı oyunda Memur rolüyle Afife Jale Ödülleri'ne en iyi erkek oyuncu dalında aday oldu. Çeşitli TV, sinema ve reklam filmlerinde rol alan Naşit Özcan, tiyatronun yanı sıra seslendirme çalışmaları da yapmaktadır.Son olarak Kurtlar Vadisi Pusu'da 2.sezon başından 247.bölüme kadar rol almıştır. Ötesiz İnsanlar dizisinde Korgeneral rolünü canlandırmıştır. Yahya Efendi Beşiktaşlı Yahya Efendi, Molla Şeyhzade ya da Şeyh Yahya Trabzoni (d. 1494, Trabzon - ö. 1569, İstanbul), Osmanlı mutasavvıf, alim ve şairi. I. Süleyman devrinde İstanbul’da müderrislik yapmış olan Yahya Efendi, devrinin tanınmış alimlerindendir. Osmanlı sarayı ile yakın ilişkileri oldu ve hayatı boyunca Kanuni tarafından kendisine danışıldı. Emekli olduktan sonra Beşiktaş’ta pek çok bina inşa ettirip dergah ve vakıflar kurdu, bölgeyi ağaçlandırarak mesire yerine dönüştürdü. İstanbul evliyasından kabul edilen Yahya Efendi, İstanbullu denizcilerin inanışına göre Aziz Mahmud Hüdayi, Yuşa Peygamber ve Telli Baba ile beraber Boğaz’ın dört manevi bekçisinden biridir. Trabzon’da 1494 yılında dünyaya geldi. Uzun süre Trabzon’da kadılık yapan Amasyalı Ömer Efendi ile Trabzonlu Afife Hatun’un oğludur. Dünyaya geldiği günlerde, Trabzon’da vali olarak bulunan Şehzade Selim’in de ilk oğlu dünyaya gelmişti. Şehzade Selim’in eşi Ayşe Hafsa Sultan’ın sütü kesildiği için bebeği Süleyman’ı Yahya Efendi’nin annesi Afife Hatun emzirdi. Bundan dolayı Yahya Efendi, Kanuni Sultan Süleyman'ın süt kardeşidir. Okul çağına geldiğinde babası Kadı Ömer Efendi ile birlikte çeşitli hocalardan Trabzon’da yedi yıl ders gören Yahyâ Efendi, daha sonra öğrenimine devam etmek için İstanbul’a geldi. İki yıl süreyle Osmanlı Devleti’nin şeyhülislamı Zenbilli Ali Efendi’nin sohbetlerine katıldı. 1526’da Zenbilli Ali Efendi’nin ölümünden sonra Canbaziye Medresesi’nde müderris oldu. Bu göreve gelmesinden sonra halk arasında “"Molla Şeyhzade"" olarak anılmaya başladı. İslami ilimler, tıp, geometri gibi konularda söz sahibi olan Yahya Efendi, İstanbul’daki çeşitli medreselerde görev yaptıktan sonra, 1553 senesinde, İstanbul’un ilk yüksek öğretim kurumu olan Sahn-ı Seman medreselerinden birinde müderrislik yaptı. Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa’yı boğdurması ve Mustafa’nın annesi Mahidevran Sultan’ı saraydan uzaklaştırması üzerine padişaha mektup yazıp "Yaptığı hareketin yanlış olduğunu bildirerek Mahidevran Sultan’a merhamet etmesini" istedi; bu hareketiyle Kanuni’yi kızdıran Yahya Efendi, medresedeki görevinden azledildi ve emekli edildi. Emekli edilmesinden sonra inzivaya çekilen Yahya Efendi, Beşiktaş’ta deniz kenarında bir bahçe satın alarak kendisine bir ev ve mescit yaptırdı. Zamanla evin etrafında; medreseler, hamam ve orada kalanların barınacakları odalar ve yol üzerinde bir çeşme yaptırarak “"Hızırlık"” adını verdiği bir külliye meydana getirdi. Kendi yaptırdığı medreselerde tıp ve İslam bilimleri öğretti. Yaptırdığı yapıların hizmete devam etmesi için vakıflar kurdu ve önemli gelir kaynakları sağladı. Askeri ve mülki erkân, tüccarlar ve özellikle gemiciler, Yahya Efendi’nin yaşadığı tekkesini ziyaret ederler, hediye ve adak gönderirlerdi. Ziyaretçilerine bol ikramda bulunan Yahya Efendi, gelen adak ve hediyeleri çeşitli yerlerde mescid, medrese, dergah ve hamam gibi binalar inşa etmek ve bahçe bakımı işleri için kullanırdı. İnşaat işlerini bizzat kendisi yapardı. Şiir ile de ilgilenen Yahya Efendi “"Müderris"” mahlasıyla tasavvufi şiirler yazmıştır ve bir divanı vardır. Şerif Hatun ile evli bulunan Yahya Efendi'nin İbrahim ve Ali isminde iki oğlu vardır. 1569 senesi Zilhicce ayında Kurban Bayramı gecesinde Beşiktaş'taki dergahında kurban bayramı gecesi hayatını yitirdi. Cenaze namazını, bayram namazını müteakip Süleymaniye Camii'nde devrin şeyhülislamı olan Ebussuud Efendi kıldırmıştır. Daha sonra cenaze Beşiktaş'taki dergahında hazırlamış olduğu mezara defnedildi. Kabri üzerindeki türbe 1571 yılında II. Selim tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Ölümünden sonra da şöhreti devam eden Yahya Efendi’nin adı denizcilikle ilgili birçok hikâyede geçer ve İstanbullu denizciler onun İstanbul Boğazı'nın dört manevi bekçisinden birisi olduğuna inanırlar. Diğerleri Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi, Beykoz’da Yuşâ Peygamber, Sarıyer’de Telli Baba’dır. Türbesi Beşiktaş ile Ortaköy arasında Yahya Efendi Tekkesi adıyla anılan yerdedir. Türbe ve tekkesinin civarı ölümden sonra onunla komşu olmak isteyenlere ait binlerce mezarla doludur. Naşit Özcan (tuluatçı) Naşit Özcan (d. 1886 İstanbul - ö. 26 Nisan 1943 İstanbul), Türk tiyatrosunun ünlü tuluat ustası. İbiş tiplemesini en iyi canlandıran sanatçıların başında gelmektedir. ""Sultan Hamid'i bile güldüren adam"" olarak anılır. Başarılarıyla "Komik-i Şehir" unvanını almış bir sanatçıdır. Tiyatrocu Adile Naşit ve Selim Naşit Özcan'ın babasıdır. 1886'da İstanbul Şehzadebaşı'nda doğdu. Bayezit Rüştiyesi’nden sonra eğitimini Mızıka-ı Hümayun’da tamamladı. Leman Hanımla evlendi, evli olduğu sırada Kantocu Amelya Hanım'a aşık oldu, bir süre sonra Leman Hanım'dan boşanıp, Emel adını alan Amelya Hanım ile evlenmiştir. Bu evlilikten olan çocukları Adile Naşit ve Selim Naşit Özcan da tiyatrocu olmuşlardır. Sanatçı, büyüdüğü ve tiyatro eğitimini aldığı aynı yerde 26 Nisan 1943'te hayata gözlerini yumdu. Cenazesi, Karacaahmet mezarlığı'na defnedilmiştir. Tarık Buğra'nın İbiş'in Rüyası (1970) adlı romanı, Naşit Özcan'ın hayatını konu edinir. Şehzadebaşı'nda doğan Naşit'in tiyatro ile ilk tanışıklığı doğduğu evin yakınındaki Abdi Efendi tiyatrosu ile oldu. Oyunculuk yaşamı Mızıka-ı Hümayun'u tamamladığı yıllarda Abdürrezzak Efendi’nin yanında başladı. Meşrutiyetin ilanından iki sene sonra tiyatro topluluğunun dağıtılmasıyla heveskâran cemiyetiyle ilk temsillerine başladı. İlk oyunu ""Haremağası Ut Meşkediyor""' du. ""Meşrutiyeti Osmaniye"" kumpanyasında Nurettin Şefkati, Eliza Binemeciyan, Hekimyan ile birlikte çalıştı. Daha sonra Rıdvan Paşa'nın oğlu Reşat Bey ile ""Sahne-i Heves"" yaptı. Heveskerân Cemiyeti'nde Büyük Behzat ile sonra Kemal Emin ile Ortaköy tiyatrosunda oynadı. Kavuklu Hamdi ve Küçük İsmail’in ortaoyunu topluluğu, Kel Hasan’ın tuluat topluluğu, Manakyan topluluğu gibi çeşitli topluluklarda uzun sure çalıştı. Saray tarafından Fransa’ya gönderildi. Dönüşünde sarayda oyunlar sergileyen pantomim topluluğuna katıldı. Kendi adına kurduğu topluluklarda çalışmalarını Cumhuriyet döneminde de sürdürdü. Ortaoyunu, kukla ve Karagöz çalışmaları yaptı. Tiyatrocu ve özellikle tuluatçı yönüyle tanınan Naşit Bey 14 Ocak 1937 tarihli Tan gazetesine verdiği röportajda sinemadan daha çok hoşlandığını söylemiş ve sözlerine şöyle devam etmiştir, ""...Vakıa sahnede halkla karşı karşıya durmaktan zevk alırım amma, film daha rahat ve halk üzerinde tesiri de daha iyi..."" Dört film yapan Naşit Bey, ""Bir Millet Uyanıyor"" adlı filmde asker ""İstanbul Sokaklarında"" dilenci rollerinde oynamış, ""Naşit Dolandırıcı"" ve ""Düğün Gecesi"" adlı iki de komedi yapmıştır. Si
nema, ortaoyunu ve melodramlardaki başarısının yanı sıra asıl ününü yeni tipler yarattığı tuluat tiyatrosunda kazandı. Tuluat tarzının en etkili oyuncusu sayıldı. Tuluat oyunlarının "İbiş"’ine kişilik kazandırdı. "Aşçıbaşı Tosun Ağa", "Leblebici Horhor", "Hoşkadem Kalfa", "Surpik Dudu" yarattığı ve başarıyla oynadığı en önemli tiplerdir. Bu başarılarıyla "Komik-i Şehir (Büyük Komik)" unvanını aldı. Oynadığı oyunlardan bazıları şunlardır: "Beyimin Tiyatro Merakı", "Yahudi Doktorun Metresi", "İstanbul Çapkını", "Çifte Köy Düğünü". İnek Şaban Yahya Efendi Tekkesi Yahya Efendi Tekkesi, İstanbul'da Yahya Efendi tarafından kurulmuş tekkedir. Beşiktaş'ta, Yıldız mahallesi, Yahya Efendi Çıkmazı'nda yer alır. Tekkenin çeşmesinin kitabesinden yola çıkarak kuruluş tarihinin 1538 olduğu tahmin edilir. Tekkelerin 1925 yılında kapatılmasından beri cami olarak hizmet vermektedir. Tekke, mescid, tevhidhane, medrese, hamam, mezarlık ve çeşitli evlerden oluşan bir külliye niteliğindedir. Tekkeye zaman içinde farklı mekanlar eklenmiştir. Bu durum yapıyı girift ve aynı zamanda organik bir hale getirmiştir. Tekkenin bir diğer özelliği ise mimari yapıların doğal çevre ile kurduğu yakın ilişkidir. Yahya Efendi Tekkesi, postnişin olan Yahya Efendi zamanında Üveysilik olarak adlandırılan tasavvuf ekolüne bağlanmıştır. Daha sonra tekke Kadiriliğe ve Nakşibendiliğe intisap etmiş ancak Üveysiliğin etkisi de devam etmiştir. Yahya Efendi, mescid-tevhidhâne, medrese, hamam, çesme ve çeşitli evlerden olusan bir külliye niteliğindeki ilk tekkeyi kurarak, çevresini bağlar ve çiçek bahçeleri ile donatmıştı. Daha sonra bu mescid-tevhidhâne, Velizâde Ahmed adında bir hayırseverin minber ilavesiyle cami-tevhidhâneye dönüştü. Yahya Efendi öldüğünde tekkenin bahçesine defnedildi. II. Selim, Mimar Sinan’a tekkeyi genişlettirerek yeni baştan inşa ettirdi ve Şeyh için türbe yaptırdı. 1777’de Kaptan-ı Derya ve Vezir-i azam Cezayirli Hasan Paşa tekkenin içine bir çeşme yaptırdı. Tekke II. Mahmut (1839) ve Abdülmecit (1861) dönemlerinde onarım gördü. 1873’te Pertevniyal Valide Sultan’ın yaptırdığı büyük onarım sonucu tekke bugünkü halini aldı. II. Abdülhamid tarafından 1906’da tekke girişinin sağ tarafına Hamidiye Çeşmesi yaptırıldı. 1925 yılında tekkelerin kapatılmasından sonra cami olarak işlev görmüştür. Tekke mensubu Hacı Mahmut Efendi 1901’de tekkenin bitişiğinde kütüphane inşa ettirdi. Kütüphanenin kitapları 1940’ta Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledildi. Yahya Efendi'nin ölümünden sonra tekkenin etrafına pek çok kişinin cenazesi defnedilmiş ve zamanla büyük bir mezarlık oluşmuştur. Mezarlık, külliyenin büyük bir bölümünü kaplar. 16. yüzyıldan itibaren pek çok tarikat üyesi, devlet büyüğü, ulema ve hanedan mensubu defnedildiği bu alan 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı üst tabakasının mezarlığına sonra da padişahın aile mezarlığına dönüşmüştür. Yeni Ekonomi Yeni Ekonomi, yeni çıkan teknolojilerin süregelen ekonomiye (endüstriyel/imalat tabanlı ekonomi) etkisini tarif eden bir deyimdir. Tekstil ağırlıklı endüstriyel üretimin yaygın olduğu 1800 'lü yılların sonlarında otomobil, elektrik enerjisi ve sonradan radyo, telefon ve TV gibi yeni icatların çıkması ile başlayan dönemi tarif eder. Ekonomist Harry S. Dent'e göre yeni ekonomi belli bir dönem boyunca etkisini gösteren bir çevrimdir ve son iki yüzyıl için bu çevrimin süresi 80 yıla tekabül etmektedir. Aynı ekonomist tarafından tarif edilen 40 yıllık "demografik" çevrimin tam 2 katı uzunlukta sürmektedir. Günümüz yeni ekonomisi, bilgi toplumu, bilgi üretimi, yaratıcılık, bilişim gibi kavramlarla ilişkilendirilmektedir. Yeni ekonomi gerçekten de bilgiyi ve bilginin ürünü yeni teknolojileri kullanmakta ve bu yeni teknolojiler ekonominin her alanında verimi artırmaktadır. Ancak bu birçok işin bir daha hiç dönmemecesine kapanmasına ve sosyal hayatta köklü değişikliklere de yol açmaktadır. Ayrıca, yeni ekonomi gelişmiş ülkelerin avantajlı durumunu daha da geliştirmelerini kolaylaştırdığı için, gelişmekte olan ülkelere aynı oranda katkı sağlamadığı da düşünülmektedir. Devrim (otomobil) Devrim, Türkiye'de tasarlanan ve üretilen ilk otomobil. 1961 yılında, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in talimatıyla, Eskişehir Demiryolu Fabrikasında, 129 günde üretildi. Milan Propaganda Propaganda, çok sayıda insanın düşünce ve davranışlarını etkilemek amacını taşıyan önceden planlanmış bir mesajlar bütünüdür. Propaganda tarafsız bilgi sağlama yerine, en temelde kendi kitlesini etkileyecek bilgiyi sunar. Mesaj doğru olsa da yönlü olabilir ve olayın tümünü dengeli bir şekilde sunmayabilir. Genellikle politikada kullanılır ve hükümetler ve politik partiler tarafından desteklenir. Bilginin benzer bir manipülasyonu örneğin reklamda kullanılır ama buna genellikle propaganda denilmez. Propaganda kelimesi reklamın tersine kuvvetli bir olumsuz anlam taşır. Propaganda ve halkla ilişkiler, her ikisi de ikna etmeye yönelik çalışmalar yürüten disiplinler olması ve bunun yanında benzer kitle iletişim araçlarını kullanması nedeniyle gerek toplum gerekse bazı uzmanlar tarafından karıştırılan disiplinlerdendir. Oysa amaç ve ilkeler yönünden ayrışırlar. Halkla ilişkiler gerçeği abartarak farklılaştırarak doğru olmayanı yaymak değildir. Abartı ve gerçeği saklama propaganda teknikleri içinde yer alır, hatta etki bırakmak için oldukça fazla kullanılır. Propaganda ikna yoluyla kitleleri etkilemeye çalışırken, halkla ilişkiler açıklama yapıp doğruları söyler. Propaganda tek yönlü, halkla ilişkiler ise çift yönlü bir iletişim uygular. Propaganda reklamla birçok benzer tekniği kullanır. Reklama, bir ticari ürün için yapılan propaganda denilebilir. Ancak, propaganda genellikle politik veya milliyetçi temalar içerir. Propaganda broşürler, posterler, TV veya radyo yayınları ve bunların dışındaki her türlü bilgi taşıyan medya aracılığıyla yapılır. Kelimenin daha dar ve sık kullanılan anlamıyla propaganda politik bir amacı veya iktidarın çıkarlarını destekleyen bilerek çarpıtılmış veya saptırılmış bilgiye denir. Propagandacılar bir grubun istekleri yönünde halkın bir konu veya olayla ilgili görüşlerini değiştirmeyi amaçlarlar. Bu manada propaganda, aynı amacın insanlara istenen bilgilerin verilmesi yerine, istenmeyen bilgilerin kısıtlanmasını amaçlayan sansürün tersidir. Propagandayı diğer metotlardan ayıran, propagandacının halkın fikrini ikna etme ve anlatma yerine kandırma ve kafa karıştırmayla değiştirme isteğidir. Organizasyonun liderleri bilginin tek taraflı veya doğru olmadığını bilmelerine rağmen propagandayı yayan daha düşük rütbeli üyeler durumu bilmeyebilirler. Kelimenin dinî kökenlerine uygun olarak yeni dinî hareketler için de bu hareketlerin hem taraftarları hem de karşıtları tarafından kullanılır. Kült karşıtları kült liderlerini yeni üyeler kazanmak için propaganda kullanmakla suçlarlar. Propaganda savaşta çok güçlü bir silahtır. Bu durumda amaç genellikle içerideki veya dışarıdaki düşmanı insanlık dışı olarak göstermek ve ona karşı nefret yaratmaktır. Bazı özel kelimeler kullanarak veya bazı özel kelimeleri kullanmaktan sakınarak düşman hiç yapmadığı şeyler için suçlanır ve bu sayede zihinlerde hatalı bir imaj oluşturulur. Çoğu propaganda düşmanın gerçek veya hayali bir haksızlığın sebebi olduğu hissini vermek ister. Aynı zamanda halkın kendi milletinin haklı olduğuna da inanması gerekir. Propaganda psikolojik savaş yöntemlerinden biridir. "Politik propaganda örnekleri:" Kelimenin daha da dar ve daha az kullanılan anlamıyla propaganda zaten inanan insanlara onlara inançlarını destekleyecek yanlış bilgi vermek anlamına gelir. Varsayıma göre insanlar doğru olmayan bir şeye inanırlarsa sürekli kuşkular yaşayacaklardır. Bu kuşkular rahatsız edici olduğundan onlardan kurtulmak isteyecekler ve dolayısıyla güç sahiplerinin onaylamalarına açık olacaklardır. Bu yüzden propaganda çoğunlukla amaca hali hazırda inananlara yönelik yapılır. Propaganda kaynağına göre sınıflandırılabilir. Beyaz propagandanın kaynağı bellidir. Kara propaganda dost bir kaynaktan geliyormuş gibi görünür ama gerçek tersidir. Gri propaganda nötr bir kaynaktan gelir gözükür ama aslında karşı taraftan gelmektedir. Propaganda çok sinsi yollarla uygulanabilir. Örneğin yabancı ülkelerle ilgili yanlış enformasyon eğitim sisteminde desteklenebilir. Çok az insan okulda öğrendiklerini kontrol etme ihtiyacı duyacağından bu yanlış enformasyon gazeteciler ve aileler tarafından tekrar edilecek ve yanlış enformasyonun herkes tarafından bilinen bir gerçek olduğu fikri medyaya direkt bir müdahale olmadan kimse gerçeği veya kaynağı farketmeden yayılacaktır. Bu tip yayılan propaganda politik amaçlar için kullanılabilir. Vatandaşa ülkelerinin politikaları hakkında yanlış bir görüntü verip aksi görüşleri reddetmeleri veya görmezden gelmeleri sağlanabilir. 19. ve 20. yy. Rus devrimcileri "propaganda" sözcüğünün iki farklı yönünü birbirinden ayırmışlardır. Bu farklı yönler "агитация (ajitatsiya)" veya "ajitasyon" ve "пропаганда" veya "propaganda" olarak adlandırılmıştır. "Propaganda" Marksizm'in öğretileri, ve teorik ve pratik temel ekonomik bilgiler gibi devrimci fikirlerin yayılması anlamına geliyordu. Bunun yanında "ajitasyon" kamuoyu oluşturma veya politik rahatsızlık yaratma anlamında kullanılıyordu. Latincede propaganda "yayılacak şeyler" manasına geliyordu. 1622 senesinde, 30 yıl savaşlarının başlangıcından hemen sonra, Papa XV. Gregory Hristiyan olmayan ülkelere gönderilen misyonerler vasıtasıyla Hristiyanlığın yayılmasını gözeten "Congregatio de Propaganda Fide" (İnancı Yayma Meclisi)'ni kurdu. Kelimenin orijinal anlamı yanıltıcı bilgi anlamına gelmiyordu. Modern politik manası I. Dünya Savaşına kadar gider ve orijinali alçaltıcı bir mana içermemektedir. Propaganda bilinen çok eskiden beri kullanılan bir yöntemdir. Livy gibi Roma İmparatorluğu yazıları Roma yandaşı propagandanın baş eserleri olarak kabul edilir. Terimin kendisi Katolik inancının yayılması ve Katolik olmayan ülkelerde kiliseye ait işlerin düzen
lenmesiyle görevli papalık makamı olan, İnancın Yayılması için Roma Katolik Kutsal Meclisinden ("sacra congregatio christiano nomini propagando" veya kısaca, "propaganda fide") gelmektedir. Terimin kendisi "yayılması gereken" anlamına gelen "propagand-" Latince kökünden gelmektedir. Propaganda teknikleri ilk defa 20. yy'ın başında gazeteci Walter Lippman ve halkla ilişkilerin babası kabul edilen Edward Bernays (Sigmund Frued'un kuzeni) tarafından tanımlanmış ve bilimsel bir şekilde uygulanmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında, Lippman ve Bernays ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından görevi İngiltere yanında savaşa girmek için kamu oyunun fikrini etkilemeyi amaçlayan Creel Komisyonu'na katılmak üzere tutulmuşlardır. Lippman ve Bernays'ın propaganda kampanyası altı ay içinde o kadar büyük anti-Alman histerisi yaratmıştı ki, Amerikan iş alemini (ve diğerlerinin yanında Adolf Hitler'i de) kamu oyunu geniş boyutlu propaganda ile kontrol etme potansiyeli ile etkilemiştir. Bernays "grup zihni" ve "niyetin tasarlanması" gibi pratik propaganda çalışmalarında kullanılan tanımları ortaya atmıştır. Mevcut Halkla ilişkiler endüstrisi Lippman ve Bernays'ın çalışmalarının direkt sonucudur ve hâlâ ABD hükümeti tarafından kullanılmaktadır. 20. yy'ın ilk yarısından sonra Bernays ve Lippman çok başarılı bir halkla ilişkiler şirketi işletmişlerdir. II. Dünya Savaşı propagandanın bir silah olarak hem Hitler'in propagandacısı Joseph Goebbels hem de İngiliz Politik Savaş İdarecisi tarafından sürekli kullanıldığı bir savaş olmuştur. Almanya'daki çoğu propaganda Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı (Almancadaki kısaltmasıyla "Promi") tarafından yapılmıştır. Joseph Goebbels, Hitler 1933 senesinde göreve geldikten kısa bir süre sonra bu bakanlıktan sorumlu olmuştur. Tüm gazeteciler, yazarlar ve sanatcılar bakanlığın basın, güzel sanatlar, müzik, tiyatro, film, edebiyat veya radyo alt odalarından birine kayıt olmak zorundaydı. Naziler amaçlarına ulaşmak için propagandayı hayati bir araç olarak görmüşlerdir. Almanya'nın Führer'i Adolf Hitler, I. Dünya Savaşı'ında Müttefiklerin yaptığı propagandanın gücünden çok etkilenmiş ve moralin çökmesi ve 1918 senesinde deniz kuvvetleri ile cephede çıkan isyanların ana sebebinin bu olduğuna inanmıştı. Hitler hemen her gün Goebbels ile buluşup haberleri tartışmak için bir araya gelir ve Goebbels konuyla ilgili Hitler'in fikirlerini alırdı. Goebbels daha sonra üst düzey bakanlık yetkilileriyle görüşüp dünyada gelişen olaylarla ilgili resmi parti görüşlerini iletirdi. Yayıncılar ve gazeteciler çalışmalarını yayınlamadan önce onay almak zorundaydılar. Buna ek olarak Adolf Hitler ve Reinhard Heydrich gibi üst düzey Naziler yanlış olduğunu bildikleri bilgileri yaymakta ahlaki bir problem görmezlerdi. Gerçekten de bilerek yanlış bilgi vermek Büyük Yalan denilen doktrinin bir parçasıydı. II. Dünya Savaşı'nın başlamasından önce nazi propagandasının hitap ettiği birkaç ayrı grup vardı: 4 Şubat 1941'de Stalingrad Muharebesi'nin bitimine kadar Alman propagandası Alman güçlerinin kabiliyetleri ve Alman askerlerinin sözde insaniyetlerine vurgu yapıyordu (Toplama kamplarında Yahudilerin toplu katliamları bu noktaya kadar hemen hemen hiç bilinmiyordu). Bunun karşısında İngiliz ve Müttefik güçleri korkak katiller ve Amerikalılar ise özellikle Al Capone benzeri gangsterler olarak gösteriliyordu. Alman propagandası aynı zamanda Amerikalılar ve İngilizleri birbirine, ve her iki batılı gücü Sovyetler Birliği'ne yabancılaştırmaya çalışıyordu. Stalingrad'dan sonra ana tema Almanya'nın "Batı Avrupa kültürü"'nü "Bolşevik çeteler"'den koruyan yegane güç olmasına dönüştü. V-1 ve V-2 "intikam silahları" İngilizleri çaresizliğe ikna etmek için kullanıldı. ABD ve Sovyetler Birliği Soğuk Savaş sırasında propagandayı yoğun olarak kullanmıştır. Her iki taraf da film, televizyon ve radyo programlarıyla kendi halklarını, karşı tarafı ve Üçüncü Dünya milletlerini etkilemeye çalışmışlardır. ABD Enformasyon Ajansı, resmi hükümet istasyonu olarak Amerikanın Sesi radyosunu işletmiştir. Radio Free Europe (Özgür Avrupa Radyosu) ve Radio Liberty (Özgürlük Radyosu) kısmi olarak Central Intelligence Agency (Merkezi Haberalma Ajansı) tarafından desteklenmiş, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği'ne haberler ve eğlence programlarında gri propaganda yapılmıştır. Sovyetler Birliği'nin resmi istasyonu, Radyo Moskova, beyaz propaganda yaparken, Radio Peace and Freedom (Barış ve Özgürlük Radyosu) gri propaganda yapmıştır. Her iki taraf da kriz dönemlerinde kara propaganda da yapmıştır. Amerika kıtasında Küba hem kara hem de beyaz propagandanın hem kaynağı hem de hedefi olmuştur. Radio Habana Cuba (Radyo Havana Küba), CIA ve Kübalı gruplara karşı orijinal programlar, Moskova Radyosu'nun yayınları ve "Vietnam'ın sesi" yayınlarını yapıyordu. Soğuk Savaş'ın işgörüsü en fazla olan yazarlarından biri George Orwell'dır. Onun "Animal Farm" ve "1984" romanları propaganda kullanımı ile ilgili bir tür ders kitabıdır. Sovyetler Birliği'nde geçmese de, roman karakterleri dilin sürekli politik amaçlar için çarpıtıldığı totaliter bir rejimde yaşarlar. Rusya ve Çin arasındaki ideolojik tartışmalar ve sınır sorunları bazı sınır ötesi operasyonlara yol açmıştır. Bu dönemde geliştirilen tekniklerden birinde radyo programları kayıt ediliyor ve daha sonra sondan başa, yani tersine yayınlanıyordu. Küba CIA ve sürgündeki Kübalı gruplar tarafından hem siyah hem de beyaz propagandanın kaynağı ve hedefi olmuştur. Radio Havana Cuba, bunun karşısında, Radyo Moskova'nın orijinal programlarını aktarmış ve "Vietnam'ın Sesi" ile ABD gemisi USS Pueblo'nun mürettebatına ait olduğunu iddia ettiği itirafları yayınlamıştır. Sosyal psikoloji araştırmalarına dayanan bazı teknikler propaganda oluşturmak için kullanılır. Propaganda mesajlarının hangi yollarla ulaştırılacağı önemlidir ama bilgi yayılımı stratejileri sadece propaganda mesajı ile birleştikleri zaman propaganda strateji halini alırlar. Bu mesajları tanımlamak, mesajların hangi yollardan yayıldığını çalışabilmek için şarttır. Bu yüzden propaganda oluşturmak için aşağıdaki teknikleri bilmek gereklidir: Propagandayı yaymak için kullanılan yaygın yöntemler arasında haberler, hükümet raporları, tarihin tekrar yazılması, uydurma bilim, kitaplar, broşürler, propaganda filmleri, radyo, televizyon ve posterleri sayabiliriz. Radyo ve televizyonda propaganda haberlerde, güncel olaylarda, konuşma programlarının içinde veya reklam olarak yer alabilir. Viyana Oyunu Viyana Oyunu, 1.e4 e5 2.Ac3 Af6 3.f4 hamleleriyle başlayan satranç açılışıdır. Devrim (anlam ayrımı) Kişiler Diğer Propaganda (film) Propaganda, 1999 yapımı Türk sinema filmi. Bu film Kemal Sunal'ın oynadığı son, oğlu Ali Sunal ile oynadığı tek filmdir. Yıl 1948. Doğup büyüdüğü Hisli Hisar kasabasına, Gümrük Muhafaza Müdürü olarak dönen Mehdi ve çocukluk arkadaşı Rahim'in ailelerinin kasabanın ortasından geçen sınır telleri ile parçalanan hayatlarını anlatıyor. Neredeyse yüzyıllardır birlikte yaşayan Hisli Hisarlıların altüst olan sosyal yaşamlarını, aşklarını, ticaretlerinin önünde duran dikenli telleri ve merkezi otoriteye karşı hayatlarını nasıl savunduklarını görüyor, 1948'de yaşanan bu trajikomik öykünün yarım asırdır çok fazla değişime uğramadığına tanık oluyorsunuz. Bu arada Mehdi'nin oğlu Âdem ile Rahim'in kızı Filiz arasındaki tutkulu aşk, aralarından geçen sınır çizgisi nedeniyle iyice imkânsızlaşır. Keriz Keriz, yönetmenliğini Kartal Tibet'in ve yapımcılıpını da Türker İnanoğlu'nun üstlendiği, 1985 yapımı bir Türk filmidir. Güldürü türündeki filmin başrollerini Kemal Sunal ve Perihan Savaş paylaşmıştır. Şirin bir köy... Birbirlerine sevdalı iki genç... Zülfü (Kemal Sunal) ve Zülfüye (Perihan Savaş) evlenme arifesinde gün saymaktalar. Ama Zülfü’nün amcası Topal Abbas (Ali Şen), köyde hakimiyet Zülfüye’nin babası Şehmuz’a geçecek diye bu evliliğe karşı çıkar. Ve eğer evlenirse mallarını amcasına vereceği yolunda bir kâğıt imzalatır. Zülfü’nün başına bir şey gelirse tüm varlığı amcasının olacaktır. Yine de iki aşık evlenir. Amca Abbas dedikodu çıkartır, Zülfüye’ye iftira atar. Zülfü’ye de karısını öldürmesini öğütler. Ama Zülfü kıyamaz. Amcasına ve köylüye öldürdüğünü söylerse de Zülfüye ailesiyle İstanbul’un yolunu tutmuştur bile. Ardından Zülfü de tabii. Kendisine bir iş bulup çalışmaya başlar. Bu arada Şehmuz’un arazisinde değerli bir maden çıkar. Açgözlü Abbas ve köylüler Şehmuz’un peşine düşer. Akılları sıra Zülfü ile Zülfüye’yi barıştırıp arsaya sahip çıkmak isterler. Zülfü Zülfüye’yi İstanbul’da bulur, özür diler ve birlikte olurlar. Abbas ve köylüler İstanbul’a gelip konuştukları Şehmuz’dan araziyi isterler. Şehmuz araziyi çoktan biricik kızı Zülfüye’ye vermiştir. Bunun üzerine Zülfüye’ye yalvar yakar ricacı olan Abbas ve etrafındakiler, aldıkları yanıtla şoka girerler. Çünkü Zülfüye tüm araziyi kocası Zülfü’ye verdiğini söyler. Zülfü, çıkarcı ve açgözlü amcası Abbas ve yardakçısı köylülerin ona ve Zülfüye’ye yaptıkları iftira ve kötülüklerin acısını çıkaracak kozu eline geçirmiştir. Sonuç olarak genç ve sevdalı evliler arazilerini satmazlar. Çünkü köylerinde onları mutlu, yalansız dolansız, ikiyüzlülükten uzak, güzel ve sevgi dolu bir yaşam beklemektedir. ( Aksaray'ın Gücünkaya köyünde çekilmiştir.) Kloramfenikol Kloramfenikol, İlk kez "Streptomyces venezuelae" türü bakterilerin metabolizma ürünü olarak elde edilen, günümüzde yapay yollarla bireşimlenen antibiyotiktir. Hastalık yapıcı birçok bakteri, riketsiya ve mikoplazmaya karşı etkilidir; etkisinin mikroorganizmadaki protein bireşimlenmesini bozarak gösterir. Birçok mikroorganizmaya karşı etkili olmasına rağmen neden olduğu ciddi yan etkiler yüzünden sadece ciddi ve ölümcül enfeksiyonların (tifoid ateş vb.) tedavisinde kullanılmaktadır. Kolera tedavisinde de kullanılır, özellikle tetrasikline karşı dirençli olan vibrioları öldürmek için. Ayrıca, bakteriyel konjonktivit (konjonktiva iltihabı) tedavisinde göz damlası veya merhem olarak da kullanılmaktadır.
Aplastik anemi, kemik iliği baskılanımı, lösemi, gri bebek sendromu, aşırı duyarlılık tepkimeleri(alerji, ürtiker, anjiyoödem, deri döküntüsü, Herxheimer tepkimesi), nörotoksik etki, sindirim sistemi bozuklukları gibi yan etkileri bulunmaktadır. Kloramfenikol bakteriyel ribozoma bağlanarak ribozomun 50 S alt ünitesine bağlanarak protein sentezini inhibe eder (engeller). İnek Şaban (film) İnek Şaban, 1978 yapımı bir Türk filmi. Manavda çıraklık yapmakta olan Şaban bir gün sevdiği kızın başlık parasını ödemek için Almanya'ya gitmek üzere havalimanına gider. Ne var ki, Şaban'ı kaleci Bülent sanan Kara Mithat'ın adamları Şaban'ı yaka paça Mithat'a götürürler. Şaban, Bülent'in yerine maçlara çıkar, maçlarda aklına manavda attığı karpuzlar gelir ve kalede adeta devleşir. Filmin sonlarına doğru Bülent geri döner ve gerçek anlaşılır. Moskova Metrosu Moskova Metrosu, Rusya'nın başkenti Moskova'da bulunan dünyanın en eski ve büyük metrolarından biridir. Metronun yapımı, devrin komünist işçileri ve Komsomol denilen gençlik kolları tarafından sürdürülmüştür. Tarih dokusu ve sanat içerikli yapısı ile turistlerin ilgisini çeken metronun yeni yerleşim bölgeleri için ilave inşaatları halen devam etmektedir. Josef Stalin döneminde 1931'de inşası başlatılan Moskova Metrosu, günümüzde büyüklük bakımından New York, Paris veya Londra metroları ile karşılaştırılsa da iç mimari ve dekorasyon bakımından dünyanın en güzel metrosu olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. Moskova Metrosu kuşkusuz dünyanın en çok yolcu taşıyan metrosudur. Her biri sanat harikası olarak kabul edilen 182 istasyonda her gün yaklaşık 9.2 milyon kadar kişi yolculuk etmektedir. Moskova Metrosu devlet tarafından işletilmektedir. Metro başlı başına bir turizm kaynağı da sayılabilmektedir. Çünkü ülkeye gelen binlerce turist bu tarihi metroyu ziyaret etmektedirler. Ayrıca metronun haritasına bakıldığında başka sistemlerde olmayan ilginç bir harita yapısı vardır. Toplam 12 hattın bulunduğu Moskova Metrosu'nda her hattın kendine ait ismi ve rengi bulunmaktadır. Hatlar genellikle Moskova'nın dışından merkezine doğru yönlenmiştir. Sadece çember isimli -ring- hattı (20 km) tüm diğer hatları keserek transfer hattı gibi kullanılmasını sağlamıştır. Ayrıca hattın ismi ve istasyonların isimleri yolculuk sırasında anons edilmektedir. Anonsu yapan kişi erkek ise bindiğiniz trenin yönü Moskova'nın merkezine doğru gidiyor, kadın ise merkezden dışarı doğru gidiyor anlamı taşımaktadır. Ring hattı için erkek anons sesi saat yönünde, kadın anons sesi saatin ters yönünde yol aldığınızı göstermektedir. Ayrıca tüm metro sisteminin neredeyse tamamı yer altında kurulmuştur. Sadece 1, 2 ve 4 numaralı hatlar Moskova Nehri'ni köprüyle geçmektedir ve yeryüzüne çıkmaktadır. Saat sabah 05.30 ile gece 01.00 arasında toplam 19,5 saat aralıksız çalışan Moskova Metrosu, yoğun saatlerde 90 saniye aralıklı seferler yapmaktadır. Moskova Metrosu II. Dünya Savaşı'ndaki Moskova Muharebesi sırasında Sovyet liderleri için önemli bir sığınak ve merkez olarak kullanılmıştır. Özellikle Stalin 1941 kışında Alman askerleri başkenti tehdit ederken şehri terk etmemiş ve buradaki karargahından ayrılmayarak savaşmakta olan Sovyet toplumuna moral vermiştir. Nisan 1941'de Halk Komiserleri Konseyi, metronun bombaya dayanıklı bir sığınak haline getirilmesine karar verdi. Kapıları, istasyonları herhangi bir nükleer saldırıdan korumaya yönelik tasarlanan Moskova Metrosu'nun istasyonları II. Dünya Savaşı sırasında sivil savunma birimi olarak kullanıldı. Savaş sonrasında yeni istasyonlar herhangi bir kitle imha silahına dayanıklı olarak tasarlandı. Tüm hava bacalarına, herhangi bir virüsün bulunması halinde içeridekileri bu virüsten etkilenmemeleri amacıyla filtre eklendi. Havalandırma bacalarındaki filtreler hava aktarımını sağlamakla birlikte gürültüyü de boğmaktadır. Tablodaki renkler metro hatlarının renklerini göstermektedir. Milano Milano (Milano lehçesinde "Milan"), kuzey İtalya'da bulunan Lombardiya bölgesinde kendi ismini taşıyan Milano ili'nde bulunan bir şehir ve bir komündür. Milano Lombardiya bölgesinin ve Milano ili'nin başkentidir. Milano komünu nüfusu 1.310.000 kişi olup 2.370 km²'lik alanı ile (Roma'dan sonra) İtalya'nın ikinci buyuk nüfuslu komunudur. Milano çok büyük bir şehirleşmiş metropoliten bölgenin merkezindedir. Bu metropoliten bolgenin yuzolcumu Italya'da en buyukdur. Nüfus bakimindan Milano metropoliten alan nüfusu yaklasik 7.400.000 kişi olup Avrupa'nin en buyuk metropoliten alanıdır. Milano İtalya'nın ve Avrupa'nın en gelişmiş ve en zengin şehirlerinden biridir. Otomotiv ve moda sektörü şehrin en önemli gelir kaynağıdır. Şehrin merkezinde dünyanın en büyük Gotik tarzdaki katedrali olan Duomo di Milano, dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden biri olan Galleria Vittorio Emanuele II ve dünyanın en büyük tiyatro binalarından La Scala bulunur. Milano'nun 15 km kuzeyinde bulunan Monza şehri otomobil sporları pistine sahiptir. Ülkenin en büyük spor kulüplerinden olan AC Milan ve FC Internazionale Milano bu şehrin takımlarıdır. Ayrıca Expo 2015'e de ev sahipliği yapmıştır. Milano-Torino arasında Trenitalia tarafından işletilen Eurostar (hızlı tren) vardır. Eurostar Avrupa'nın çoğu ülkesinin aksine İtalya'da hatların eski olması nedeniyle yavaş çalışmaktadır. 2008 yılı bitmeden tamamlanması olası olan Alta Velocità ray yenileme projesi bittiğinde Milano-Bologna arası 1 saate inecektir. Yeni terminali Benito Mussolini tarafından yaptırılmış olan Milano Merkez Tren İstasyonu en büyük tren istasyonudur. Lombardiya'nın başkenti ve ulaşım merkezidir. Şehrin prestij sahibi kültürel geleneklerini, sayısı dörtten fazla olan üniversiteleri, Müzik Konservatuvarı, Sanat Akademisi, dünyanın en meşhur opera binalarından birisi olan La Scala, meşhur sanat galerileri ve kütüphanelerine emanet edilmiştir. Milano ayrıca, İtalyan basın yayınının başkentidir. İtalya'nın en modern kenti olan Milano'da hayatın yoğun olarak yaşandığı iki bulvar bulunmaktadır: Bu bulvarlardan daha kısa olanı, bugün kuzeyde Porta Ticinese ve güneyde Porta Nuova olmak üzere bazı kalıntılarına rastlanan 14. yüzyıl rampalarının yerini almıştır. Kale, şehrin savunma sistemlerinin bir parçası durumundaydı. Geçmişin artistik gerçeğinin yanı sıra Milano, modern kent planı ile övünç duymaktadır. Modern binalar, özellikle Piazza Cavour, Via Turati, 30'dan fazla katı bulunan Piazza della Repubblica ve çevresinde yeni iş merkezleri kurulmakta olan 36 katlı Pirelli Gökdeleni'nin bulunduğu Piazza Duca d'Aosta gibi caddelerde görülebilir. 1964 yılından beri hizmet veren yeraltı metrosu bugün 3 hatlıdır. Bir Avrupa ticaret merkezi olan Milano, ev sahipliği yaptığı uluslararası fuarlarına her yıl onbinlerce işadamını konuk etmektedir. İpek ticaretinde Lyon'u gerilerde bırakan Milano'da Ortaçağ Avrupası'nın meşhur Lombardia'lı sarraf ve faizcileri, yerlerini bugün sayısı 465'i bulan çeşitli bankalar ile onların şubelerine bırakmıştır. 31 Mart 2008'de dünyanın en büyük ve kapsamlı fuar organizasyonu kabul edilen Expo yarışını diğer aday olan İzmir'i 65'e karşı 86 oyla geride bırakarak kazanmış ve Expo 2015'e ev sahipliği yapma hakkını elde etmiştir. Milano'da bulunan Dominiken Santa Maria della Gracia Manastiri ve Kilisesi ve manastir yemekhane duvari uzerindeki Leonardo da Vinci'nin Son Aksam Yemegi tablosu UNESCO Dünya Mirasları listesinde bulunmaktadir. Milano şehri yukarı Po Nehri ovasının batı-merkez bölümünde yerlemiştir. Yakında bulunan Po Nehri'ne Alplerden inen Ticino Çayı ve Adda Çayı'nın katılma noktaları da şehre yakınındadır. Milano'nun genel olarak, bazı kara iklimi nitelikleri de olan, nemli subtropik iklimi bulunmaktadır. Diğer önemli kuzey İtalya ova şehirleri gibi, Milano'da da sıcak, nemli ve çok bunaltıcı yazlar ile soğuk ve yağışlı kışlar ortaya çıkar. Şehir merkezindeki ortalama ısı Ocak ayında 3 °C (Ocak minimumu −2 °C) ve Temmuz ayında 25 °C (maksimum 30 °C) olur. Kaşın kar yağışları baklenir ama karlı hava kısa sürer. Ortalama kar yağışı şehir merkezinde 21 cm olmuştur ve en fena kış olan Ocak 1985de kar yağışı rekoru 70 cm olmuştu. Nemlilik tüm yıl içinde yüksektir. Şehirde çok yüksek kirlilik görülür. Şehir Po ovasında hava soğuk olduğu zamanlar çok kere çok keşif dumanla karışık sise bürünür. Genellikle şehir merkezinde rüzgar fazla esmez ancak bazı ilkbahar günleri Alplerden gelen "Tramontanta" fırtanaları ve kuzeydoğudan "Bora" rüzgarlarına benzer fırtınalı havalar olur. Şehir ilk Insubres tarafından kurulduğunda adı Medhlan idi. Daha sonra M.Ö 222 civarında şehri işgal eden Roma İmparatorluğu ile Milano hızlı bir şekilde gelişmiştir. 19. yy. son çeyreğinde İtalya birleştirildiğinde Milano nüfus itibarıyla İtalya'nın ikinci büyük şehri idi ve 21. yüzyılda da bu ikinci büyük şehir olma sırasını korumaktadır. 1936 yılına kadar nüfus bakımından Napoli birinci sırayı almaktaydı ve bundan sonra birinci sırayı Roma almıştır. Milano'nun belediye sınırları içinde nüfusu (1.743.427 kişi olan) zirve değerine 31 Aralık 1973de yetişmiş ve bundan sonra (şehir belediye sınırları içindeki, yüksek ve yüksek-orta sınıfların varoşlara kaymaları dolayısıyla) nüfusu düşme göstermiştir. Bu şekilde metropoliten büyük Milano içinde bulunan civar şehir ve komünler alanı genişleyip daha yüksek sayıda nüfus taşımaya başlamışlardır. 19. yy ve 20.yy da Milano'nun belediye sınırları içindeki nüfusunun gelişmesi şu gösterimde görülebilir: Sant'Ambrogio koruyucu azizidir. Futbol İtalya'da en popüler olarak oynanan ve seyredilen spordur. Milano şehrinde uluslararası üne sahip iki futbol kulübü bulunmaktadır: AC Milan ve FC Internazionale Milano. Bunlardan genellikle konuşulurken birincisine "Milan" ikincisine "Inter" olarak atıf yapılmaktadır. Bu iki takımın birbiriyle karşılaşmasına "Milano Derby'si" veya Milano Katedrali cephesinde bulunan Meryem (Madonnina) heykeline atıfla "Derby della Madonnina" adı verilmektedir. Her iki takım da UEFA tarafından 5-yıldızlı stad olarak değerlendirilmiş, gerçek ismi "Gius
eppe Meazza Stadı" olan, ama genellike "San Siro" olarak anılan stadda oynamaktadırlar. Bu stad Avrupa'nın en büyük stadlarından biri olup oturmalı seyirci kapasitesi 80.000 üzerindedir. Milano şehri UEFA Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazanan iki takımın (AC Milan ve Internazionale) bulunduğu tek Avrupa şehridir. AC Milan ve Internazionale takımları bunun yanında FIFA Kulüpler Dünya Kupası kazanmış kulüplerdir. Toplam olarak 10 tane Şampiyonlar Ligi kupası kazanan AC Milan takımı diğer Avrupa şehri takımlarına nisbetle en çok Şampiyonlar Ligi kupası kazanan takımdır. Milano şehri yakınlarında bir büyük parkta Monza Formula 1 otomobil yarışı yapılma pisti ve yarışma merkezi bulunmaktadır. Bu pistin F1 yarışları için seyirci kapasitesi günümüzde yaklaşık 250.000 kişidir ama 1950li yıllarda bu pist stadları 250.000 kişiye seyirci olarak yer sağlamaktaydılar. Monza F1 yarışlarının 1960de yeniden başlamasından beri, 1980 hariç, hemen hemen her yıl F1 yarışına sahne olmuştur. Milano şehrinde İtalya'da bir popüler seyirci sporu olan basketbol sporunda ülkede en başarılı takım olan Olimpia Milano takımı bulunmaktadır. Bu takım kapasitesi 12.000 seyrici olan Mediolanum Forum arenasında oynamaktadır. Bu Milano takımı 25 defa İtalyan Serie A (basketbol) şampiyonluk kupası ve 3 defa EuroLeague kupasını kazanmıştır. Milano şehri diğer spor karşılaşmaları arasında 1934 v2 1990'da FIFA Dünya Kupası, 1980de Avrupa Futbol Şampiyonası; 2003de "Dünya Kürek Şampiyonası"; 2009 Dünya Boks Şampiyonası ve 2010da Erkekler Dünya Voleybol Şampiyonası turnuvaları için misafir şehir olmuştur. Milano'da bulunan yüksek eğitim kurumları sayısı 39 üniversiteden oluşmaktadır. Bu üniversitelerde 44 fakülte bulunmaktadır. Milano yüksek eğitim kurumları her yıl yaklaşık 174.000 yeni öğrenci almakta ve bu İtalya'nın tümü için üniversite öğrenci girişlerinin %10'una eşit olmaktadır. Milano yüksek eğitim kurumlarından her yıl mezun olup üniversite diplomasi alan sayısı 34.000 üzerinde ve bu kurumlarda dıplama üstü eğitim gören öğrenci saysı 5.000 civarında olup bunlar İtalya'da en yüksek sayılardır. Milano İtalya'nın demiryolları ağının merkezlerinden biridir. Şehride 5 tane ana tren garı bulunmaktadır. Bunlardan en çok yolcu çekini "Milano Santral İstasyonu"dur ve gelen-giden yolcu sayısı bakımından bu gar İtalya'nın en büyük istasyonlarından biridir. Milano'ya gelen ilk demiryolu 4 Ağustos 1840da sefere açılan Milano-Monza hattı idi. 16 Aralık 2009dan itibaren 300 km/saat hızdan büyük hız yapabilen hızlı tren hatları üzerinde Milano - Bologna - Floransa - Roma - Napoli- Şalerno yönünde ve Torino-Milano yönünde hızlı tren seferleri başlamıştır. Hızlı tren servisi ile yolcu seyahat zamanları Milano-Torino arası 45 dakikaya; Milano-Bologna 1 saate; Milano-Floransa 1 saat 40 dakikaya; Milano-Napoli 4 şaate ve Milano-Salerno 4 saat 25 dakikaya düşürülmüştür. Milano Metropoliten bölgesinde kamu taşıma ulaşımı olan 3 metropoliten demiryolu hattı; tramvay sistemi; troleybüs sistemi ve otobüs hatlarının işletmecisi "Azienda Trasporti Milanesi (ATM)" adlı kamu şirketidir. Bu şirket 86 komüne hizmet veren 1400 km uzunlukta bir kamu ulaşım sistemi işletmektedir. ATM bundan başka ana ulaşım değişim merkezlerinde bulunan otoparkları; şehrin tarihsel merkezindeki sokak otomobil park etme sistemini ve ticari merkezlerdeki oto-parkları "SostMilano" park-kardi sistemi ile idare etmektedir. Milano'da "Milan Metro" adı verilen ve üç hattan oluşan ve 80 km uzunlukta olan yeraltı hızlı transit sistemi bulunmaktadadır. Halen 2015 Expo sergisine yetiştirmek üzere iki yeni hattın yapımı devam etmektedir. Şu andaki işletilen üç metro hattı şunlardır: kuzeydoğu-batı yönünde işleyen "Kırmızı Hat 1"; kuzeydoğu-güneydoğu yönünde işleyen "Yeşil Hat 2" ve kuzey-güney yönünde işleyen "Sarı Hat 3" Milano şehri tramvay ağı yaklaşık 160 km uzunlukta 17 hattan oluşmaktadır. ATM tramvay sistemi hala sorun vermeden çalışmakta olan 1928 yılı yapısı tramvay vasıtaları kullanmaktadır. Milano otobüs sistemi hatları uzunluğu yaklaşık 1.070 km'dir. İtalya Bölgesel demiryolları tarafından işletilen Milano merkezinden varoşlarına giden sistemde 10 hat bulunmaktadır. 2011 sonunda yeni bölgesel demiryolları hatlarının servise girmesi planlanmıştır. Milano Komün idaresi tarafından verilen ruhsatlarla kontrol edilen şehir taksi servisi özel şirketler tarafından işletilmektedir. Tüm Milano şehri ruhsatlı taksileri tek örnek beyaz renklidir. Taksi ücretleri önce bir fiks ücret ve sonra geçen zamana ve katedilen uzakliga göre değişen ücretten oluşur. Şehir taksi şoförleri politik gücü dolayısıyla Milano belediyesi tarafından verilen ruhsat sayısı çok sınırlıdır. Milano metropoliten şehri için uçak servisi yapan üç havaalanı bulunmaktadır: Milano komünü şu komünlerle sınır komşusudur:Assago, Arese, Baranzate, Bollate, Bresso, Buccinasco, Cesano Boscone, Cologno Monzese, Corsico, Cormano, Cusago, Novate Milanese, Opera, Pero, Peschiera Borromeo, Rho, Rozzano, San Donato Milanese, Segrate, Sesto San Giovanni, Settimo Milanese, Trezzano sul Naviglio, Vimodrone Milano şu kentlerle kardeş şehir bağlantısı kurmuştur: Varyemez Varyemez, Kemal Sunal'ın başrolünde oynadığı, yönetmenliğini Orhan Aksoy'un yaptığı 1991 yapımı komedi filmi. Varlıklı ve zengin bir patronun, epeyce cimri oluşu ailesinde problem yaratmaktadır. Başı sıkışınca dostları yüz çevirirler. İki yüzlü insanlar ve yalancı dostlukların işlendiği bir film. Ragıp Elibol (Kemal Sunal) İlk Eşi Melek'ten (Leman Çıdamlı) ayrıldıktan sonra Dürdane(Yasemin Yalçın) ile evlenmiştir. Eski eşi ne kadar nafaka istese de vermemekte direnir. Aşırı derecede cimridir. Kendi buna tutum dese de tam manasıyla cimridir. Bir Gün Ragıp bey hiç tanımadığı bir örgütten tehdit telefonları almaya başlar. İlk etapta önemsemez. Ancak bir televizyon programına katıldığı gün KKMA isimli örgüt tarafından fidye istemek maksadı ile kaçırılır. Ancak bu örgüt tehdit telefonlarını eden örgüt değildir. (Aslında Örgüt Falan yoktur. Ragıp'ı korkutmak için şirkette yanında çalışanlardan biri ona oyun oynar.) Örgüt parayı alamayacağını anlayınca Ragıp'ı serbest bırakır. Ancak Ragıp eve dönmez. Bu Sırada Dürdane ve ailesi başka birinin kaza geçirdiğini duyar ve bunu Ragıp zannederler. Cenazeye tebdili kıyafetle katılan Ragıp ise arkasından hiç iyi konuşulmadığını ve kimsenin hakkını helal etmediğini görür. Bursa Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi Bursa Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi, Bursa’da tekerleğin at arabasından otomobile gelişimini sergileyen bir müzedir. Haziran 2002 tarihinde ziyarete açılmıştır . Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin müze yapılmak üzere 30 yıl için TOFAŞ Otomobil Fabrikası’na kiraya verdiği 17 dönüm bahçe içindeki eski bir ipek fabrikasının (İpeker Fabrikası) restore edilmesi ile müze oluşturulmuştur. Restorasyon, 1998-2002 yılları arasında gerçekleşmiştir. Binanın restorasyonunu Mimar Naim Arnas gerçekleştirmiştir. Bursa’da bir mezarda bulunan ve daha önce Bursa Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte olan 2600 yıllık bir savaş arabası müzede sergilenen en önemli eserlerdendir. Türkiye’nin çeşitli illerinden seçilerek bir araya getirilen kağnılar, at ve öküz arabaları, top arabaları, ot arabası, odun arabası gibi pek çok araba, panyolar, çarklılar, yarım esebey, Briçka gibi tarihi arabalar çok ince işlemlerden geçirilerek restore edildikten ve sınıflandırıldıktan sonra sergilenmektedir. Müzede Tofaş üretimi 8 otomobil de yer almaktadır. Polen Polen (çiçek tozu), bitkinin erkek gametini (bu nedenle erkek DNA) dişi gamete taşıyan bir yapıdır. Polen, bu taşınma sırasında erkek gametini çok iyi korumak zorundadır. Polenin dış duvarı eksin olarak adlandırılır. Bu tabaka çok nadir olarak bulunan ve çok dayanıklı olan sporopollenin denilen bir yapıdan oluşmaktadır. İç tabaka ise selülozdan yapılmış olup tipik bitki hücre duvarının yapısındadır. Polen tanelerinin boyu 15-100 µm arasındadır. Sıkıştırılmış polen tozu binlerce polen tanesi içermektedir. Topkapı, Fatih Topkapı İstanbul'un en tanınan semtlerinden biri. Fatih İlçesi sınırları içerisindedir. İstanbul Otobüs Terminali 1994 yılında Bayrampaşa'ya taşınmadan önce bu semtteydi. Terminal'in taşınması ile birlikte eski kalabalık günlerini kaybetmiştir. Otogarın etkisinin tamamen kalkması ile yeniden düzenlemeler sürmekte ve surun dışı tamamen park haline getirilmiştir. İstanbul surları semti çevreler ve semtin bir bölümü suriçi diye tabir edilir. Semt ismini, surların Mevlevihane Kapı ile Edirnekapı arasında bulunan ve Bizans döneminde Ayios Romanos; fetihten sonra da Topkapı olarak isimlendirilen kapıdan almıştır. Fatih Sultan Mehmet'in şehre ilk girdiği kapının buradaki sur kapısı olduğu bilinmektedir. Semtin merkezi yeri, Kara Ahmed Paşa Camii ve külliyesidir. Şehremini, Fatih Şehremini , Topkapı'dan Suriçi'ne eski İstanbul'a girdikten sonra Millet Caddesi boyunca Fındıkzade'ye kadar inen, sağdan Başvekil Caddesinden Kocamustafapaşa'ya çıkan, soldan Çapa Tıp Fakültesi'nden Vatan Caddesine uzanan semt. İstanbul surları boyunca Şehremini'ye Topkapı, Mevlanakapı, Silivrikapı'dan girilir. Semtte iki büyük hastane vardır: Çapa Tıp Fakültesi ve Vakıf Gureba Hastanesi. Şehremini'de birçok cami bulunur. Bir Mimar Sinan'ın eseri olan Has Odabaşı Camii, Odabaşı'nda, Gazi Ahmet Paşa Camii kaleiçindedir, eski Topkapı'dan girişten sonra soldadır. Mevlanakapısından çıkınca hemen karşıda Merkezefendi Camii görülür. Diğer belli başlı camiler: Çivizade, Örümceksiz, İskenderağa, Caferağa, İbrahim Çavuş, Melek Hatun. Çapa hastanesinden Topkapı'ya doğru giderken sağda karakol, karşısında İETT garajı vardır. Semtin anacaddesi karakolun karşısındadır. Semt anacaddesinde bir büyük park, bir çocuk parkı bulunur. Fındıkzade'ye inerken solda Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi ve karşısında Şehremini Lisesi bulunmaktadır. Obi Nehri Obi Nehri (Rusça: "Обь") Sibirya'nın güneyinden başlayan ve Kuzey Buz Denizi'ne dökülen akarsu. Nehir oldukca geniş ve düz yataklara sahip olduğundan şehirler arası
yolcu ve yük taşımaya elverişlidir. Kışın nehir suları donar ve kara aracı geçişine uygun hâle gelir. Asya'nın en uzun ırmaklarından biri olan Obi Rusya sınırları içindedir. Biya ve Katun ırmaklarının birleşmesiyle oluşur. Bu birleşme noktasından, Kuzey Buz Denizi'ne döküldüğü yere kadar 3.650 km uzunluğundadır. En uzun kolu Kara İrtiş'le birlikte 5.411 km uzunlukta olan Obi Irmağı'nın havzası 2.990.000 km²'lik bir alan kaplar. Obi Nehri'nin genişliği Barnaul'da 2 kilometredir. Ağzı yakınlarında ise genişliği 19 kilometreyi aşar. Cumalıkızık Etnografya Müzesi Cumalıkızık Etnografya Müzesi, Bursa'nın Cumalıkızık mahallesinde yer alan, mahallenin geçmişine ait eşyaların sergilendiği bir müzedir. 1992'de hizmete girdi. 2015'te yenilenerek tekrar ziyarete açıldı. Müzede sergilenen eserler, halk tarafından bağışlanmıştır. Müzede, Osmanlı Devleti'nin 2. padişahı Orhan Bey'in köye verdiği bir berat bulunmaktadır. Bahçesinde at arabaları, dibek taşı, yalak, üzüm çiğneme teknesi gibi nesneler, müzenin içinde ev eşyası, mutfak eşyası, aydınlatma ve ısınma araçları, av malzemeleri, Uludağ’da bir zamanlar sürüler hâlinde yaşayan geyiklerden kalma dev geyik boynuzu, semerler sergilenir. Şehremini Anadolu Lisesi Şehremini Anadolu Lisesi eski adıyla Şehremini Lisesi, İstanbul'un Fatih ilçesi Çapa semtinde "Uygulama Ortaokulu" olarak 1950-1951 öğretim yılında açılmıştır. Kemal Kaya'nın girişimleri ile "Derviş Paşa Konağı" arsasına yapılan binada 3 Ekim 1955'te Şehremini Ortaokulu adı ile eğitim ve öğretime başlanmış ve okulun kurucu müdürlüğüne Tahir Tezcan atanmıştır. O dönemin valisi Vefa Poyraz'ın yakın ilgileri ile 1970-1971 öğretim yılından itibaren liseye çevrilmiştir. Kurucu müdür Tahir Tezcan'dan sonra Tevfik Ak (1975-1985 ve Şükrü Kaya Yaşar (1985-1992) okul müdürü olarak görev yapmışlardır. Ağustos 1992 tarihinden itibaren de M. Ata Özer okul müdürlüğü görevini sürdürmüştür. 1993 yılında lisenin İngilizce eğitim veren yabancı dil ağırlıklı bölümü de Şehremini Süper Lisesi adıyla açılmıştır. 2006 yılında M. Ata Özer'in İstanbul İl Millî Eğitim Müdürü olmasıyla İsmail Can okul müdürü olmuştur. 2015 yılından itibaren müdürlük görevini Yüksel Köşker yürütmektedir. 5.00 not ortalamasıyla öğrenci alan tek devlet okulu olma özelliğini taşıyan Şehremini Lisesi, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı'nın almış olduğu kararla 2005 yılında Anadolu Lisesi olmuştur. Bu tarihten itibaren Seviye Belirleme Sınavı (SBS) sınavı ile öğrenci almıştır. 2014 yılından itibaren TEOG sınavı ile oğrenci almaktadır. Ayrıca İstanbul'un en başarılı liselerindendir. 17 Ağustos 2000 tarihinde Şehremini Lisesi Mezunlar Derneği kuruldu. Derneğin şu an 5000'den fazla üyesi bulunmaktadır. Dernek başkanı Sertaç İkizceli'dir. Şehremini Lisesi'nin geleneksel mezunlar toplantısı her sene okullar açıldıktan hemen sonra yapılmaktadır. Bu yıl 17ncisi düzenlenecek olan mezunlar gününün tarihi 1 Ekim 2017 olarak belirlenmiştir. Mezunlar günü, Beşler Sucukları, Cafe Breno gibi sponsor firmaların da katılımıyla şenlik havasında geçmektedir. Astrobiyoloji Astrobiyoloji ya da egzobiyoloji, disiplinler-arası bir bilim olup, özellikle evrende yaşamın ortaya çıkmasını ve evrimini sağlayan jeokimyasal ve biyokimyasal etken ve süreçleri konu alır; bir başka deyişle, evrende biyolojik kökenin, evrimin, dağılımın ve canlıların geleceğinin incelenmesidir. Bu bilimsel disiplinler-arası alan, kısaca, Güneş Sistemi’miz içinde ve dışında kalan "yaşanabilir gezegen"lerdeki yaşanabilir ortamların araştırılmasını, abiyogenez (prebiyotik kimya) kanıtlarının araştırılmasını, Mars’ta ve Güneş Sistemi’mizde yaşamı, Dünya’daki yaşamın evriminin kökenleri ve erken dönemleri üzerine laboratuvar çalışmalarını ve alan araştırmalarını ve yaşam potansiyelinin Dünya ve uzaydaki zorluklara uyarlanması çalışmalarını kapsar. Astrobiyolojinin bu tanımı, doğal olarak, yaşamın, yeryüzünde ortaya çıktığı gibi, Güneş Sistemi’miz içinde veya dışında bulunan başka yerlerde, başka gezegenlerde de ortaya çıkmış olabileceği kabulünü içerir. Bizimkinden "kökten farklı ortamlar" içeren diğer kozmik cisimler üzerinde de yaşam izleri mevcut olabileceğinden, astrobiyolojide "basit organik madde"den (biyomoleküller, peptidik, nükleik ya da lipidik zincirler) daha karmaşık yapılara (ilk hücreler, ilk genetik sistemler) doğru uzanan evrime hükmeden olası süreçlerin araştırılması söz konusudur. Dolayısıyla bu süreçlerin araştırılmasında, organik kimya, inorganik kimya, biyokimya, hücre biyolojisi, iklimbilim, jeokimya, gezegenbilim ve enformatik modelizasyon gibi çeşitli bilimsel alanların, bir bütünü tamamlayacak tarzda, derin bir etkileşim içinde olmaları kaçınılmaz hale gelir. Örneğin, astrobiyologlar yeni gezegenler keşfetmek ve bunların yaşanabilirliğini saptamak üzere astronomlarla, moleküler etkileşimlerden yaşama geçişi anlamak üzere kimyacılarla, diğer gezegenler üzerindeki anahtar mineraller ve suya ilişkin kanıtları incelemek üzere jeologlarla, en erken yaşam türlerini araştırmak ve anlamak üzere paleontologlar ve moleküler biyologlarla ve bunların yanı sıra, iklimbilimcilerle, gezegenbilimcilerle ve diğer çeşitli bilim dallarındaki bilim insanlarıyla iş birliği içinde çalışırlar. Günümüzde gitgide genişleyen astrobiyoloji aynı zamanda, hangi türde olursa olsun Dünya-dışı yaşama ve varsa Dünya-dışı zeki yaşama ilişkin araştırmayla da (Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması) da ilgilenmektedir. Fakat olası gelişmeleri beklemekte olan bu son değinilen araştırma sahası (Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması) şimdilik çok marjinal durumdadır. Astrobiyoloji diğer dünyalardaki yaşamın mahiyeti hakkında kuramsal tahminlerde bulunabilmek ve Dünya’nınkinden çok farklı olabilecek biyosferleri tanımlayabilmek ve ayırt edebilmek amacıyla, fizikten, kimyadan, astronomiden, moleküler biyolojiden, ekolojiden, gezegenbilimden ve jeolojiden yararlanır Astrobiyoloji daha çok bilimsel verilerin yorumlanmasına, yani evrenin diğer ortamları hakkında diğer bilimlerce ortaya koyulmuş ayrıntılı ve güvenilir verilerin yorumlanmasına yoğunlaşır ve öncelikle, mevcut bilimsel kuramlarla çelişmeyen varsayımlarla ilgilenir. Astrobiyoloji terimi, eski Yunanca’daki “yıldız, takımyıldız” anlamına gelen "astron" (ἄστρον), “yaşam” anlamına gelen "bios" (βίος) ve “çalışma, inceleme” anlamına gelen -"logia" (-λογία ) sözcüklerinin birleştirilmesinden oluşmuştur. Astrobiyoloji nispeten kısa zaman önce ortaya çıkmış ve hâlen gelişmekte olan bir alandır. Evrenin başka yerlerinde yaşamın olup olmadığı meselesi, doğrulanabilir bir varsayım içerdiğinden, bilimsel sorgulamanın geçerli olduğu bir konudur. Bir gezegenbilimci olan David Grinspoon astrobiyolojiye, bilinen bilimsel kuramlar dahilinde “bilinmeyen” hakkında spekülasyonlarda bulunan bir tür doğal felsefe alanı gözüyle bakar. Bununla birlikte astrobiyoloji, bilimsel sorgulamanın ana-akımı dışında tutulması halinde, başlıbaşına yöntemli bir inceleme alanıdır. NASA ilk astrobiyolojik projesini 1959’da hazırlamış, astrobiyolojik programını da 1960’da belirlemiştir. NASA’nın 1976 ‘da uygulamaya koyduğu "Viking missions" projesi, mümkün yaşam belirtilerini araştırmaya ilişkin üç biyoloji deneyi içeriyordu. NASA 1971’de kısa adı SETI olan Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması Projesi’ni (Search for Extra-Terrestrial Intelligence) başlattı. Projenin amacı Dünya-dışı bir uygarlıktan veya uzak bir gezegenden gelen mesajların varlığının saptanması ve var olduklarının saptanması halinde bunların incelenmesiydi. Projede olası Dünya-dışı zeki yaşamı özellikle radyoelektrik sinyalleri dinleme yoluyla araştırmaya ağırlık verilmiştir. Astrobiyoloji 21.yy.’da NASA’nın ve ESA’nın (European Space Agency) Güneş Sistemi keşif projelerinde giderek artan bir önemle odak haline gelmiştir. Bu alanda Avrupalılar’ın astrobiyolojiyle ilgili ilk uygulaması Mayıs 2001’de İtalya’da yer almış, ardından Aurora Programı uygulamaya konulmuştur. Halihazırda NASA bünyesinde NASA Astrobiyoloji Enstitüsü bu alanda çalışmalarını sürdürmekte ve gerek ABD üniversitelerinde (University of Arizona, Penn State University) gerekse Britanya (University of Glamorgan) Kanada, İrlanda gibi diğer ülkelerin üniversitelerinde okutulan astrobiyoloji, üniversitelerde giderek yaygınlaşmaktadır. Günümüzde astrobiyolojinin özel bir araştırma alanı da Dünya’ya yakınlığı ve jeolojik tarihi nedeniyle Mars gezegeninde yaşamın araştırılmasıdır. Mars’ın yüzeyinde geçmişte bol miktarda sıvı su bulunduğuna ilişkin olarak günümüzde yeterince kanıt bulunmaktadır. Bilindiği gibi, su, karbon temelli yaşamın oluşmasını haber veren bir ön belirti sayılır. Viking Programı ile Beagle-2 sonda araçlarının her ikisi de özellikle Mars’ta yaşamın araştırılmasına yönelik çalışmalarla görevlendirilmişti. Bu konuda Viking Programının sonuçlarının yetersiz olduğu kabul edilir. Beagle-2 ise arızalanıp parçalanmıştı. Astrobiyolojinin baş rolde olacağı bir başka proje Jüpiter’in su içerdiği sanılan uydularına uzay gemisinin gönderilmesinin planlandığı Jupiter Icy Moons Orbiter Projesi idi. Fakat NASA’nın tercihlerindeki değişmeler ve 2005’te finansmanın kesilmesi sorunu projenin iptalini getirdi. Halihazırda Phoenix, Mars’taki mikrobik yaşamın geçmişteki ve şimdiki durumunun anlaşılması için çevreyi ve gezegendeki suyun tarihini araştırmaktadır. NASA bu araştırmanın daha değişik bilim araçlarıyla sürdürülmesi için 2009’da da "Mars Science Laboratory" adlı uzay keşif aracını fırlatmayı planlamıştır. Astrobiyolojinin NASA tarafından belirlenen 7 temel amacı ve bunların içerdiği, araştırma alanlarının neler olduklarını gösteren konular şunlardır: Diğer gezegenlerdeki yaşamı araştırırken, doğru olup olmadıkları henüz bilinemiyorsa da bazı basitleştirici varsayımlardan yola çıkılması astrobiyoloğun hedefini küçültmesi, yani çalışma alanını daraltması ve yükünü hafifletmesi bakımından yararlıdır. Bu bakımdan astrobiyoloji çalışmalarında şu hususlar gözönünde bulundurulur: Galaksimizdeki yıldızların % 10’unun “Güneş-benzeri” yıldızlar olduğu s
anılmaktadır. Güneş’imizden yaklaşık 100 ışık yılı uzaklık içinde böyle 1000 kadar “Güneş-benzeri” güneş bulunmaktadır. Bu yıldızlar ya da güneşlerin Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması kapsamındaki “yıldızlar-arası dinleme”de öncelikli hedefler olmasında yarar görülmektedir. Astronomiye ilişkin astrobiyolojik araştırmaların çoğu, “"yaşam Dünya’da ortaya çıktığına göre, Güneş Sistemi’miz dışındaki Dünya’ya benzer özellikler taşıyan gezegenlerde de ortaya çıkabilir"” varsayımından hareketle, Güneş Sistemi-dışı gezegenlerin keşfi kategorisinde yer alır. Bu yüzden, olanakların bir kısmı Güneş Sistemi dışındaki Dünya-benzeri gezegenlerin keşfine tahsis edilmiştir. Bu araştırmalar özellikle NASA’nın "Terrestrial Planet Finder" ve ESA’nın "Darwin" adlı programlarında yer almaktadır. Ayrıca Güneş Sistemi’miz dışındaki gezegenleri araştırmak üzere NASA “"Kepler Mission"” uzay gemisini Mart 2009’da fırlatmayı planlamıştır, Fransızlar’ın kısa adı CNES olan Uzay İncelemeleri Ulusal Merkezi (The Centre National d'Études Spatiales) ise COROT adlı uzay teleskobu aracını 2006’da fırlatmıştır. Güneş Sistemi dışındaki Dünya-benzeri gezegenlerin keşfi konusunda, uzay araçlarıyla sürdürülen çalışmaların yanı sıra, bunlar kadar önemli tutulmamakla birlikte, yerde sürdürülen çalışmalar da bulunmaktadır. Bu fırlatma çalışmalarının amacı yalnızca Dünya büyüklüğündeki gezegenleri saptamak değil, aynı zamanda gezegenlerden çıkan ışıkları spektroskopla doğrudan doğruya (Dünya atmosferi gibi çeşitli etkileyici faktörlere maruz kalmadan) analiz edebilmektir. Bu tayf analizlerinin incelenmesiyle Güneş Sistemi’nin dışındaki bir gezegenin temel içeriği, atmosferi ve yüzeyi saptanabilir ki, bu da gezegen üzerinde yaşam olasılığının belirlenmesinde son derece yararlı bilgiler sağlar. NASA’nın bir araştırma grubu olan Virtual Planet Laboratory adlı grup, "Terrestrial Planet Finder" ve "Darwin" projeleri kapsamında fırlatılan ve fırlatılacak uzay araçları tarafından saptanacak gezegenlerin neye benzediğini anlamak ve daha sağlıklı yorumlar yapabilmek üzere, bu gezegenlerin kapsamlı bilgisayar modellemeleri üzerinde çalışmaktadır. Umulan odur ki, uzay araçlarının saptayacağı tayf analizleriyle bu grubun vardığı sonuçlar, bir gün bu gezegenlerde yaşamın varlığını gösterecek şekilde çakışırlar. Güneş Sistemi’miz dışındaki gezegenlerin yüzey ve atmosfer özelliklerinin anlaşılmasında ışımalarının fotometrik incelenmesi de ipucu niteliğinde veriler sağlamaktadır. "Dünya-dışı zeki yaşam"ın bulunduğu gezegenlerin tahmini sayısı “Drake denklemi” yoluyla hesaplanır. Bu hesaplamada güneşlerine uygun uzaklıkta olan gezegenlerin sayısı, bunlar içinden koşulları yaşamın oluşmasına elverişli gezegenlerin sayısı gibi parametreler kullanılır. Hesap sonucunda evrenin gözlemleyebildiğimiz kısmında (100 milyar galakside) yaşamın oluşmasına elverişli bir gezegene sahip yıldızların sayısı 7×10 olarak çıkmaktadır. Bu hesaplamayla yalnızca 300 milyar yıldız içeren Samanyolu galaksimizde olması mümkün Dünya-dışı uygarlıkların sayısı yirmi ile birkaç milyon arasındadır. Bu denklemle, iletişim kurulabilecek Dünya-dışı uygarlıkların sayısı da hesaplanabilmektedir. Denklem şudur:: formula_1 Denklemdeki matematiksel sembollerin anlamları şöyledir: Denklemdeki mantık doğru olmakla birlikte, birçok bakımdan hata payı olduğu bilinmektedir ve bu, gözden uzak tutulmamalıdır. Dünya dışı yaşamın varlığıyla ilgili bu tür hesaplamaların sonuçlarına karşı çıkan bir varsayım “Fermi paradoksu” adıyla bilinir. Fermi paradoksuna göre eğer evrende zeki yaşam yaygınsa, onun kendini belli eden işaretlerinin olması gerekir. SETI gibi projelerin de amacı budur, yani Dünya-dışı zeki uygarlıkların yayınlamış olabileceği radyo yayınlarını yakalamaya çalışmaktır. Astrobiyolojide bir başka etkin araştırma alanı gezegensel sistemlerin oluşumudur. Kimileri Güneş Sistemi’mizin oluşum özelliklerinin gezegenimizdeki zeki yaşamın oluşumunu takviye ettiğini ileri sürmektedir. Ancak bugüne kadar hiçbir kesin sonuca ulaşılamamıştır. Ekstremofiller (en aşırı özelliklerdeki ortamlarda yaşayabilen organizmalar) astrobiyologlar için esaslı bir araştırma unsuru oluşturmaktadır. Biyota içeren böyle organizmalar okyanus yüzeyinden kilometrelerce aşağıda (hidrotermal bacalar yakınında) yaşayabilmekte, hatta ekstremofil mikroplar yüksek ölçüde asitli ortamlarda yaşayabilmektedir. Son zamanlarda, ekstremofillerin yaşama hiç de elverişli olmayan koşulllarda yaşayabiliyor olmalarının keşfi astrobiyologlara ilham kaynağı olmuştur. Bu organizmaların karakteristik özelliklerinin, çevrelerinin ve evrimsel yollarının tanımlanmasının evrenin başka yerlerinde yaşamın nasıl gelişebileceğinin anlaşılmasında çok önemli bir husus olduğu düşünülmektedir. Bu bakteriler Dünya’da aşırı sıcak ortamlarda (termofil organizması), aşırı basınçlı ortamlarda (piezofil), asitli ortamlarda (asidofil, alkalofil) ve ışınımlı ortamlarda (radyorezistan organizma) yaşayabildiğine göre, bu koşulları içeren gezegenlerde yaşamamaları için hiçbir neden yoktur. Kısa zaman önce bir astrobiyolog ekibi okyanus diplerindeki hidrotermal bacalar yakınında yaşayan ekstremofilleri incelemek üzere hidrobiyologlar ve deniz jeologlarıyla işbirliğinde bulunmuştur. Bilim insanları bu incelemede edinecekleri bulguları Güneş Sistemi’mizdeki Europa gibi doğal uydularda mevcut olabilecek yaşam üzerine geliştirecekleri hipotezlerde kullanmayı ummaktadırlar. Yaşamın evriminden ayrı olarak “yaşamın kökeni” hâlen devam eden bir başka araştırma alanıdır. Güneş ışığının etkisinde oksijensiz bir atmosfer ortamında organik moleküllerden bir “ilkel çorba” oluşabileceğini iddia eden Aleksandr İvanoviç Oparin ve J. B. S. Haldane tarafından ortaya atılan varsayıma göre, ilk zamanlarda Dünya’da öyle elverişli koşullar hüküm sürüyordu ki, bu koşullar inorganik maddelerden organik bileşimlerin oluşmasını sağlayıcı, yani bu sürece sevk edici bir nitelikteydi ve böylece, oluşan bazı ortak kimyasal ürünlerin günümüzde gördüğümüz tüm yaşam türlerinde bulunmasını sağlamış oldular. Bu sürecin incelenmesi olan "prebiyotik kimya" (abiyogenez), az çok ilerleme kaydetmiş olmakla birlikte, yaşamın Dünya’da bu şekilde oluşup oluşmadığı konusunda hâlen pek açık değildir. Bu varsayıma alternatif teori olan panspermia teorisine göre ise yaşamın ilk unsurları Dünya’nınkinden daha elverişli koşullara sahip bir başka gezegen ya da kozmik cisimde oluşmuş ve herhangi bir yolla Dünya’ya aktarılmış olmalıydı. Astrojeoloji gezegenler, doğal uydular, asteroitler, kuyrukluyıldızlar, meteorlar gibi gök cisimlerinin jeolojisine ilişkin bir gezegenbilim disiplinidir. Astrojeolojinin sağladığı veriler, üzerinde yaşamın başlayabilmesi ve gelişebilmesi konusunda bir gezegen ya da uydunun sahip olduğu elverişli potansiyeli, yani gezegensel yaşanabilirliğini ölçebilmemizi sağlamaktadır. Astrojeolojinin bir ek disiplini jeokimyadır. Jeokimya ya da yerkimyası Dünya'nın ve diğer gezegenlerin kimyasal bileşimlerini, kaya ve toprakları etki altında tutan kimyasal süreç ve tepkileri, Dünya’nın kimyasal bileşenlerine ilişkin maddi ve enerjetik döngüleri ve bunların atmosfer ve hidrosfer ile etkileşimlerini yer ve zaman bakımından konu alan bir daldır. Bu daldaki bazı uzmanlık alanları kozmokimyayı, biyokimyayı ve organik jeokimyayı içerirler. Fosiller Dünya’daki yaşamın bilinen en eski kanıtlarını sağlarlar. Bu buluntuların incelenmesiyle palentologlar Dünya’nın erken dönemlerinde ortaya çıkan organizma tiplerini daha iyi anlama olanağını bulurlar. Batı Avustralya’daki Pilbara ve Antarktika’daki McMurdo gibi Dünya’daki bazı bölgeler, Mars’taki bölgelere jeolojik olarak eş tutulmaktadır ve böylece bu bölgeler, Mars’ta geçmişte var olmuş yaşamı nasıl araştırabileceğimiz konusunda bizlere ipuçları sağlamaktadır. Bugünkü çoğunluk kabulüne göre, bir gezegen üzerinde yaşamın ortaya çıkabilmesi için zaruri koşullar olarak, genellikle sıvı suyun, azotun, karbonun ve muhtemelen silisyumun varlığı gerekmektedir. Ayrıca gezegenin yörüngesinin, ait olduğu güneş sistemindeki yerinin “yaşanabilir kuşak”ta (kabaca sistemin merkezindeki yıldızdan Güneş’in Dünya’ya uzaklığı kadar bir uzaklıkta olan kuşak) sabit olması gerekmektedir. Bugünkü genel kabule göre, Dünya’dakine benzer bir atmosferden ve sudan yoksun bir gezegende yaşamın var olabilmesi son derece spekülatif bir fikirdir. Sonuç olarak, evrende yaşamı araştırma programları gezegenimizdeki bu yaşam standartlarından yola çıkan güncel bilimsel bilgilerden hareketle yapılmaktadır. Güneş Sistemimizde Jüpiter gibi gaz devi olan bazı gezegenlerin sıvı sudan oluşmuş okyanuslara sahip, katı yüzeyli ve yaşama elverişli uydularının olması gayet mümkündür. Güneş Sistemimizde sıcak, kayalık, bol maden içeren, Dünya gibi bir gezegen olup olmadığı henüz bilinmemektedir. Eldeki verilere göre, Güneş Sistemimizde Dünya haricinde yaşam barındırmaya en elverişli üç aday Mars gezegeni, Jüpiter’in uydusu Europa ve Satürn’ün uydusu Titan’dır. Bu düşünce hücreler için çözücü (İng. solvent) olduğundan yaşam için temel bir molekül sayılan sıvı suyu Mars ve Europa’nın yeryuvarının içeriyor olması olgusuna ve Titan’ın da içerme olasılığı üzerine kuruludur. 1970’li yıllardan itibaren Mars, Europa, Titan, Enceladus gibi birçok gök cisminde su buzu bulunduğunun keşfi astronomların suyun yaygın bir kimyasal bileşim olmadığı yönündeki önceki kanaatini değiştirmeye başlamıştır. Mars’ın geçmişindeki sıvı su akışları Mars’ın yaşanabilirlik potansiyeli taşıdığını ortaya koymaktadır. Mars’ta su kutup bölgelerinde bulunur. Mars yüzeyinde sıvı suyun bulunmadığı konusunda günümüze dek çok tartışmalar olmuşsa da, kısa zaman önceki son saptamalara göre, su akışının aşındırmasıyla açılabilecek yeni yollar oluşmaktadır ki, bu gözlemler Mars yüzeyinde, geçici de olsa, sıvı suyun olabileceğini ve muhtemelen yeraltında da geniş sıvı su rezervlerinin bulunduğunu ortaya koymaktadır. Merih yüzeyindeki düşük ısısı ve düşük basınç altında yüzeye çıkan suyun çok tuzlu olduğu sanılmaktadır. Verilere göre, Mars’ın atm
osferi ince olup, Mars yüzeyindeki sular yaşam için gerekenden çok daha tuzlu ve çok daha asitlidir; Gezegen geçmişte günümüzdeki haline kıyasla daha yaşanabilir haldeydi. Fakat, tartışmalı olmakla birlikte, 1970’lerdeki Viking Programı sırasında Mars toprağındaki mikroorganizmaların saptanması amacıyla Mars’tan getirilen örneklerde bazı pozitif görünen sonuçlar elde edilmiştir. Viking Programı’yla edinilen verilerden yararlanan profesör Gilbert Levin, Rafaël Navarro-González ve Ronalds Paepe yeni bir taksonomik sistem hazırladılar ve bu sistemde Mars’taki yaşam türü "Gillevinia straata" adı altında ele alındı. Sonraki yıllarda "Phoenix Mars Lander" tarafından yürütülen deneyler Mars toprağında sodyum, potasyum ve klorür içeren bir alkali bulunduğunu gösterdi. Bu besleyici toprak yaşamı taşımaya gayet elverişliydi. Öte yandan 2004’te iki yer teleskobu Merih atmosferinde metanın varlığını gösteren tayf işareti saptadılar. Kısa zaman önce Mars yörüngesindeki uzay gemileri Mars atmosferindemetan ve formaldehit olduğunu doğruladılar. Bu saptamalar Mars'ta yaşamın varlığını ima eden işaretler olarak yorumlandı; zira bu kimyasal bileşikler Mars atmosferinde hızla çözünmektedir. 2011’de Mars’ta olması planlanan "Mars Science Laboratory" adlı sonda aracı, burada jeokimyasal mı yoksa biyolojik bir kökenin mi söz konusu olduğunu anlamak üzere Mars atmosferinde metan (CH4) ve karbondioksitteki (CO2) karbon izotop oranlarıyla ve oksijenle ilgili ölçümlerde bulunacaktır. Mars’ta biyolojik kökenli oldukları ileri sürülen oluşumlardan en tanınmışları “koyu kumul lekeleri” adıyla bilinen oluşumlardır. İlk kez Mars Global Surveyor tarafından 1998-1999 yıllarında gönderilen fotoğraflarla keşfedilen “koyu kumul lekeleri” Mars’ın özellikle güney kutup bölgesinde (60°-80°enlemleri arasında) görülebilen, buz tabakasının üzerinde veya altında beliren, mahiyeti henüz anlaşılamamış oluşumlardır. Mars ilkbaharının başlarında belirmekte ve kış başlarında yok olmaktadırlar. Bunların kış boyunca buz tabakasının altında kalan fotosentetik koloniler, yani fotosentez yapan ve yakın çevrelerini ısıtan mikroorganizmalar oldukları ileri sürülmektedir. Jüpiter’in doğal uydularından Europa’nın dış yüzeydeki buz tabakasının altında sıvı su okyanusunun bulunduğu, bir başka deyişle, Europa uydusunun dışı buz tutmuş bir okyanusla kaplı olduğu sanılmaktadır. Bu sıvı su, esas olarak gelgit etkisiyle ısınmaya maruz kalmakla birlikte, ayrıca okyanus tabanındaki volkanik çatlaklar (hidrotermal bacalar) tarafından da ısıtılıyor olabilir. Kalınlığı 10 km. olduğu tahmin edilen bu buz tabakasının altındaki sıvı su okyanusunda güneş ışığı olmasa da büyük basınçlara dayanıklı piezofil türü organizmaların gelişebileceği düşünülmektedir. Bilim insanları bu okyanusun koşullarını çözebilmek üzere, çalışmalarında Dünya’daki, buzlar altında kalmış bir göl olan Vostok Gölü’nü (Antarktika) model olarak ele almaktadırlar. Yaşam içerme potansiyeline sahip bir diğer gök cismi Satürn’ün en büyük uydusu Titan’dır. Titan’ın Dünya’nın ilk zamanlardaki koşullarına sahip bulunduğu anlaşılmıştır. Titan’daki göller Dünya dışındaki ilk keşfedilen göllerdir. Bu göllerdeki sıvının su olmadığı, etan ya da metan olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte, Satürn ve uyduları hakkındabilgi toplamak üzere gönderilen, NASA ve ESA’nın ( European Space Agency) ortak yapımı olan robotik uzay gemisi Cassini–Huygens ‘ın Mart 2008’de sağladığı veriler ,Titan’ın sıvı ve amonyak içerdiğini ortaya koymuştur. (ABD sonda aracı Cassini’nin indirdiği Avrupa sonda aracı Huygens Ocak 2005’te yüzeye konan ilk araç olmuştur.) 17 janvier 2005 Astrobiyologların Titan’a ilgi göstermelerinin bir başka nedeni, azot, metan ve başka bileşimler içeren, basıncı Dünya’dakinin 1,5 misli olan atmosferidir. Atmosferi Dünya’da yaşamın başladığı dönemde sahip olduğu atmosferle aynı özelliklere sahiptir. Ayrıca Satürn’ün bir başka uydusu olan Enceladus’un buzlu yüzeyi altında bir okyanusun uzandığı sanılmaktadır. Dünya-dışı yaşama ilişkin sistemli araştırma, çokdisiplinli muteber bir bilimsel çalışma olup İngiltere, ABD ve Kanada gibi birçok ülkenin üniversitelerinde okutulmaktadır; Amerikan hükûmeti ise bu alanda NASA Astrobiyoloji Enstitüsü’nü kurmuştur. Bununla birlikte Dünya-dışı yaşamın nitelenmesinin yerine oturmuş olduğu pek söylenemez. Muhtemel Dünya-dışı yaşamın nasıl bir şey olduğu, türleri ve mahiyeti hakkında bir konsensüs yoktur. Bu alandaki hipotezler ve tahminler büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Kimilerine göre ksenobiyoloji (xenobiology) ve astrobiyoloji yanlışlıkla eşanlamlı olarak kullanılan iki terimdir. Böyle düşünenlerden biyolog Jack Cohen ve matematikçi Ian Stewart ksenobiyojiyi astrobiyolojiden ayırt ederler. Onlara göre, astrobiyoloji yalnızca Güneş Sistemi dışında Dünya-benzeri yaşam araştırmasıdır. Evrende yaşam konusuna daha geniş bir perspektiften bakan ve evrendeki yaşamın Dünya’daki yaşama benzer olmayabileceğinden yola çıkan kseonobiyologlar ise, “karbon şovenizmi “ adı verilen yaşamın muhakkak karbon temelli olduğu görüşüne karşı çıkarlar ve çalışmalarında karbon ve oksijene gerek duymayabilecek canlı türleri de olabileceği olasılığını gözden uzak tutmazlar. Günümüzde Güneş Sistemi’miz dışındaki Dünya-dışı yaşamı saptamamız olanaklı değildir. Bununla birlikte, gündemde bu amaçla hazırlanan birçok proje bulunmaktadır. Gelişen keşif ve gözlem yöntemleri sayesinde giderek daha fazla yeni gezegen sistemleri keşfedilmektedir ve bunlardan bazıları hiç kuşku yok ki bizim sistemimizin benzerleri olacaktır. Nitekim NASA’nın Mart 2009’da fırlatılan Kepler Uzay Teleskobu aracının amaçlarından biri de Dünya benzeri gezegenleri saptamaktır. Bunu yıldızların “ışık eğrisi”nde(İn. Light curve) ölçümlerde bulunarak gerçekleştirecektir. Günümüzde “kızılötesi astronomisi”sayesinde uzak yıldız sistemlerinin toz ve asteroit kuşakları gibi çeşitli bileşenleri giderek daha fazla gün ışığına çıkarılmaktadır. Güneş Sistemi’miz dışındaki bir gezegenin 1995’de keşfedilmesinden beri, Güneş Sistemi dışındaki yaşamın, varsa, atmosferlerin spektroskopi yoluyla incelenmesi sayesinde saptanabileceği düşünülmektedir. Kısa adı ESA (European Space Agency) olan Avrupa Uzay Dairesi ‘nin bu alandaki bir projesi 2025 yılına uzanmakta olup Darwin Uzay Projesi adını taşır. Darwin Projesi’nin 2020 yılına doğru Güneş Sistemi’miz dışında yeni gezegenleri gün ışığına çıkarması ve bunlardaki muhtemel ilkel yaşam izlerini keşfetmesi beklenmektedir. Proje kapsamında uzaya yeni bir model easas alınarak hazırlanan 5 teleskopun uzaya yerleştirilmesi sözkonusudur. Bir güneş sisteminde "yaşanabilir kuşak"ta (güneş sistemlerinde Dünya'nın Güneş'e uzaklığı kadar uzaklıktaki kuşak) yer alan "yaşanabilir gezegen"lere ilişkin meselelere cevap arama çabaları günümüzde hayli yol katetmiş durumdadır ve bazı başarılar elde etmiş bulunmaktadır. Örneğin günümüzde "Doppler spektroskopisi" ve transit yöntemleriyle Güneş Sistemi dışındaki gezegenler keşfedilebilmektedir. Bu sayede, çevrelerinde gezegenlerin dolandığı yıldızların sayısının sanılandan çok daha fazla oldukları anlaşılmaya başlanmıştır. Güneş Sistemi’miz dışındaki, diğer güneş sistemlerinin "yaşanabilir kuşak"larında yer alan gezegenlerden ilk keşfedileni, dikeyhızdan yararlanılarak keşfedilmiş Gliese 581 c adlı gezegendir. Bu gezegen 4 Nisan 2007’de Fransız, Portekiz ve İsviçreli astronomlardan oluşan bir ekip tarafından keşfedilmiş olup, 20 ışık yılı uzaklıkta bulunan kızıl cüce tipindeki Gliese 581 yıldızı çevresinde dolanır. Dolayısıyla bu gezegen yüzey ısısı bakımından Dünya ile büyük benzerlikler taşıyor olmalıdır. Bu gezegenin ortalama sıcaklığının -3 °C ile 40 °C arasında değiştiği sanılmaktadır ki, bu da yüzeyinde suyun sıvı halde olabileceği anlamına gelmektedir. Astrobiyolojinin 1970'li yıllardan itibaren ilgi odağı olmasında bazı meteorlar üzerinde aminoasitlerin keşfinin etkisi büyüktür. Bazı meteorlar üzerindeki incelemeler, sonuçları tartışmalı da olsa, Dünya-dışı yaşamın ipuçlarını veriyor gibi görünmektedir. Bu meteorlardan en tanınmışları şunlardır: 100 kg. ağırlığında olup, büyüklüğü sayesinde en fazla incelenen meteorlardan biridir. 1970’li yıllarda bu meteor üzerinde yalnızca üçü doğal olan 70 farklı aminoasit keşfedilmiştir. Meteor sık rastlanan aminoasitlerden glisin, alanin ve glutamik asiti içerdiği gibi, pek sık rastlanmayan isovaline ve pseudoleucine gibi aminoasitleri de içeriyordu. Bu meteor yaşamın kökeni hakkında o zamana dek mevcut kavramların sarsılmasına yol açmış ve Dünya’daki yaşamın kökeninin Dünya-dışı olabilme olasılığının da var olduğunu ortaya koymuştur.   Bu organik bileşiklerden ilginç olanlarından ikisi pürinler ve pirimidinlerdir; çünkü bu moleküller DNA ve RNA’nın temelleri sayılırlar. İncelemeler sonucunda oluşturulan ilk rapor, aminoasitlerin rasemik olduğunu ve dünyasal bir bulaşmanın (kontaminasyon) söz konusu olmayıp, kaynağın Dünya-dışı olduğunu ortaya koydu. Meteorda özel bir aminoasit ailesinde sınıflanan diamino aside de rastlanmıştır. Daha sonra 1997’de yapılan incelemeler enantiyomeraminoasitlerin nitrojenin N izotopuyla zenginleşmiş olduğunu gösterdi ki, bu, kaynağın Dünya-dışı olduğunu bir kez daha ortaya koyuyordu. 2008’de yapılan son inceleme meteorun nükleobazlar içerdiğini göstermiş olup, karbon testleri bu oluşumların hiçbir dünyasal köken göstermediğini ortaya koydu. Bu oluşumlar biçim ve boyut bakımından fosilleşmiş nanobakterilere benzemektedir. Varılan sonuca göre bunlar Mars üzerindeki ilk yaşam türleriydi. Çapa Astrofizik Astrofizik, gök fiziği veya yıldız fiziği (Almanca "Astrophysik" (f), Fransızca "astrophysique", İngilizce "astrophysics"), gök cisimlerinin ve olaylarının fiziksel ve kimyasal özelliklerini, yapılarını inceleyen astronomi dalıdır. Bu incelemeler için tek bilgi kaynağı gök cisimlerinden yayılan ışık ve diğer elektromanyetik dalgalardır. Bu dalgaları tespit eden aletler vasıtasıyla toplanan bilgiler, fizik ve kimya bilimlerinde elde edilen sonuçlarla karşılaştırılarak değerlendir
ilir ve yorumlanır. İlk olarak Fritz Zwicky tarafından 1933'te öne sürülen bu kavram, uzun yıllar ciddiye alınmamıştır. 1970'te Vera Rubin tarafından tekrar öne sürülmüş, ancak 2006 Ağustos'ta bilim dünyasında kabul görmüştür. Karanlık madde ışınım yolu ile değil, dinamik sistemler (gök adaların döngüsel hızları, gök adanın başka gök adalar içindeki yörüngesel hızları v.s.) sayesinde saptanabilir. Evreni genişlettiği varsayılan karanlık enerji ile karanlık maddenin, evrenin %95'ini meydana getirdiği düşünülmektedir. Karanlık enerji kavramı ilk olarak 1980 yılında Alan Guth, 1998 yılında Brian Schmidt ve Saul Perlmutter tarafından öne sürülmüştür. Aslında karanlık enerjinin varlığını ilk olarak Albert Einstein, genel görelilik çalışmalarında evrenin devamlı genişlemesi gerektiğini hesaplayarak saptamıştır fakat statik evren düşüncesine ters düştüğü için bu enerjinin sebep olduğu genişleme durumunu denklemine kozmolojik sabit ekleyerek dengelemiştir. Sonraki yıllarda Edwin Hubble ile başka bilim insanlarının çalışmaları, evrenin genişlediğini ortaya koymuştur. Bunların ardından Einstein ise bu sabiti "hayatının en büyük hatası" olarak tarif etmiştir. Çapa, Fatih Çapa, Tarihi yarımada olarak bilinen Fatih ilçesinin en gelişmiş semtlerinden biridir. Şehremini , Topkapı'dan Suriçi'ne eski İstanbul'a girdikten sonra Millet caddesi boyunca Fındıkzade'ye kadar inen, sağdan Başvekil caddesi ve Vezir caddesinden Kocamustafapaşa'ya çıkan, soldan Çapa Tıp Fakültesi'nden Vatan caddesine uzanan semt. İstanbul surları boyunca Çapa'ya Topkapı, Mevlanakapı, Silivrikapı'dan girilir. Eskiden Şehremini olarak anılan bu semt Şehremininin mahalle olması nedeniyle halk tarafından Çapa olarak adlandırılmıştır. Çapa’nın en büyük iki özelliği Hastane bölgesi olması ve şehrin merkezinde bulunmasıdır. İstanbulun her yerine olan ulaşım kolaylığı ve birçok büyük üniversite kampüsüne olan yakınlığı nedeniyle öğrencilerin semtte konaklayarak semt esnafına getirisi büyüktür. Çapa’ya adını veren Çapa Tıp Fakültesi ve bölge etrafındaki birçok hastahane nedeniyle Çapa; Turgut Özel caddesi, Başvekil Caddesi boyunca ve Vezir caddesinin bir kısmı çiğ köfteci, köfteci, doğu mutfağı, pizza restoranları, kafeler ve sıcak yemek lokantaları ayrıca hastane çevresi olması nedeniyle eczaneler ile doludur. Öğrenci ve doktor yoğunluğu nedeniyle ayrıca semtte birçok internet kafe, playstation salonu, nargile kafe ve çay bahçesi de bulunmaktadır. Semt çevresinde faal durumda olan amatör spor kulüpleri ve halısahalar da aktif olarak çalışmaktadır. Ayrıca Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı tarafından Çukurbostan’da kurulan oldukça büyük bir eğitim parkı bulunmaktadır. Bu park günümüzde belediye tarafından düzenlenmiş ve içerisinde koşu parkuru, basketbol sahaları, buz pateni, çay bahçesi, oturma alanları ve yeşil alan bulunmaktadır. Semt çevresinin tek alışveriş merkezi ise Vatan Caddesi üzerinde bulunan Asitane Historia alışveriş merkezidir. Semt Zeytinburnu-Kabataş tramvay durağı üzerinde olduğundan tramvay ağı ile ulaşım sağlanabildiği gibi Vatan Caddesi’nden yürünerek Metro ağıda direkt olarak kullanılabilir. Merkezi olması nedeniyle neredeyse gidilmek istenen her yere otobüs bulunmaktadır. Bakırköy’den belirli bir saate kadar dolmuş bulunmaktadır. Taksim-Çapa hattında ise 24 saat aralıksız dolmuş çalışmaktadır. Fatih ilçesinde bulunması nedeniyle çevresinde okul seçeneği bol olduğu gibi semtin kendisinde isim yapmış eğitim kurumları mevcuttur. Bunlar; Çapa Atatürk İlköğretim Okulu, Çapa Gazi İlköğretim Okulu, Çapa İlköğretim Okulu, Şehremini Anadolu Lisesi, Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi, Çapa Fen Lisesi, Selçuk Anadolu Meslek Lisesi, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ayrıca Yurtkur da semt sınırları içerisindedir. Semt sınırları içerinde Çapa Tıp Fakültesi ve Vakıf Gureba Hastanesi’nin yanı sıra Özel Medi Life Hastanesi, Özel Çapa Hastanesi ve poliklinik bulunmaktadır. Ayrıca sağlık malzemesi satan kuruluşlar da semt merkezinde mevcuttur onun yanı sıra sayısız eczane ve özel sağlık kuruluşu bulunmaktadır. Semt çevresinde ise Haseki Hastanesi, İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Vakıf Gureba Hastanesi gibi birçok isim yapmış hastane ve poliklinik bulunmaktadır. Ayrıca Kızılay Kan Merkezi semt merkezindedir. Çapa semti'nin çoğunluğunu müslüman semt sakinleri oluşturur ancak Rum ve Ermeni vatandaşlarımız da semtte ikamet etmektedirler. Bunun nedeni Samatya'ya olan yakınlığıdır. Genelini yerleşik nüfus oluştursa da şehir merkezine yakınlığı nedeniyle kiracı olarak tercih edilen Çapa'nın öğrenci nüfusu ise azımsanmayacak kadar çoktur. Semt sınırları içerisinde tarihi çeşmelere rastlamak mümkündür. Semt ile özdeşleşmiş ve Şehremini olarak anılan Şehremini Parkı, Şehremini çocuk parkı’da oldukça popüler ve hareketli yerlerdir. Tarihi Şehremini Tavukçusu ise semtin sembollerinden biridir. Semtin gelir kaynağında esnaflığın büyük payının yanı sıra birçok dizi ve filme ev sahipliği yapması da semte dışarıdan bir gelir gelmesini sağlamış aynı zamanda semtin reklamı yapılmıştır. Son dönemlerde "Kavak Yelleri", "Düğün Şarkıcısı", "Arka Sokaklar", "Karadayı" dizilerinin yanı sıra "Güneşi Gördüm", "Evim Sensin" filmlerinin de bir bölümü bu semtte çekilmiştir. Yeşilçam filmlerinde ise semt ve çevresine pek çok kez rastlanmaktadır. Günümüzde bu çekimlerin birçoğu Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi'nin tarihi dokusudur. Semt ile ilgili geçmişte Fatih ilçesinden ayrılarak alt kısımlarında bulunan Kocamustafapaşa ve Samatya semtleri ile birleşerek yeni bir ilçe olacağı konuşulmuşsa da bu plan uygulamaya konulmamıştır. Semtte tabii ki pek çok cami bulunmaktadır Mimar Sinan eseri olan Has Odabaşı Camii, Odabaşı'nda, Gazi Ahmet Paşa Camii kale içindedir, eski Topkapı'dan girişten sonra soldadır. Mevlanakapısından çıkınca hemen karşıda Merkezefendi Camii görülür. Diğer belli başlı camiler: Çivizade Camii, Örümceksiz Camii, İskenderağa Camii, Seyit Ömer Camii, Caferağa Camii, İbrahim Çavuş Camii, Melek Hatun Camii'dir. Astrojeoloji Astrojeoloji gezegenler, doğal uydular, asteroitler, kuyrukluyıldızlar, gök taşı gibi gök cisimlerinin jeolojisine ilişkin bir gezegenbilim disiplinidir. Yerbilimde özellikle akanyıldızları (meteor) konu eden alt bölümdür. Göktaşlarının (meteorid) ve gözle görülemeyecek kadar küçük olan göktaşçıklarının (mikrometeorid) oluşum ve gelişimlerini konu edinir. Bu konudaki araştırmalar çoğaldıkça, astronominin bu bölümü daha da gelişecek, bunun sonucunda da, bu güne kadar açıklanması yapılmamış olan bazı jeolojik olayların oluşum ve gelişimleri belirlenmiş olacaktır. Fındıkzade Fındıkzade İstanbul'un Fatih ilçesinde Topkapı ile Aksaray arasında şehrin sur içine girmek için kullanılan iki ana arteri olan Millet Caddesi (yeni adıyla Turgut Özal Caddesi) ile Vatan Caddesi'ni birleştiren semtidir. Şehrin üç büyük hastanesine yakınlığı ve burada bulunan poliklinikler ile şehrin sağlıkla ilgili en önemli semtlerinden biridir. Haseki, Yusufpaşa ve Çapa semtlerine komşudur. Hünkâr Köşkü Hünkâr Köşkü Müzesi, Bursa’da Uludağ’ın eteklerindeki Temenyeri’de, Abdülmecit devrinde av köşkü olarak yapılan, Bursa ziyaretleri sırasında Atatürk’ün de konakladığı, 2003 yılında ziyarete açılan bir müzedir. Çeşitli tarihlerde Bursa’ya gelen Atatürk’ün de kaldığı köşk olma özelliğini taşıyan Hünkar Köşkü zaman içinde Kasr-ı Hümayun, Kasr-ı Milli, Cumhuriyet Köşkü ve Atatürk Köşkü adlarıyla da anılmıştır. 1844 yılında Sultan Abdülmecit'in Bursa gezisi nedeniyle, dönemin Bursa valisi Mehmet Salih tarafından av köşkü olarak yapılmıştır. Köşk, 19 günde tamamlanmıştır. Bu köşkte 1844 yılında Sultan Abdülmecit, 1862 yılında Sultan Abdülaziz ve 1909 yılında V. Mehmet (Sultan Reşat) konaklamışlardır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu köşkü ilk olarak 16 Ekim 1922 tarihinde ziyaret etmiştir. Burada İsmet İnönü ve Kazım Karabekir gibi önemli kişilerle, Lozan Barış Antlaşması'na gidecek belgeleri konuşmuştur. Daha sonra Atatürk, 28 Eylül 1925 tarihinde şapka devriminin gerçekleştirildiği dönemlere denk gelen Bursa gezisi sırasında Hünkar Köşkü'nü tekrar ziyaret etmiş ve burada halka hitaben bir konuşma yapmıştır. Ardından 1931 ve 1935 yıllarında tekrar Hünkar Köşkü'ne ziyarete gelmiştir. En son 1995 yılında Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restorasyonu tamamlanan köşk, öncesinde 1982-1983 yıllarında da onarım görmüştür. Mevcut eşyalar restorasyon atölyelerinde onarım görmüş ve özgün hallerine dönüştürülmüşlerdir. Yapılan çalışmaların ardından 29 Mayıs 2003 tarihinde Hünkar Köşkü müze olarak hizmete açılmıştır. Bugüne kadar 130 bini aşkın ziyaretçisini ağırlayan köşk, son olarak 2011 yılında Koruma Kurulu'nun onayladığı proje doğrultusunda tesis binası yenilenerek, restoran kısmı da eklenmiş ve halkın kullanımına sunulmuştur. Mimarisi Fransız ampir üslubunda yapılmış olan köşkün içindeki süslemeler 19. yüzyıl özelliklerini taşımaktadır. Tavan kalem işi süslemeleri, Bursa seyir panoramasına hakim bahçesi, dönemi yansıtan orijinal eşyaları ve Atatürk odası ziyaretçilerin ilgisini çekmektedir. İki katlı zarif bir yapıya sahip olan Hünkar Köşkü’nün bahçesinde de, cephesi Kütahya çinileri ile kaplanmış bir çeşme bulunmaktadır. Sıvanmış duvarları ahşap çatkılı ve ince çıtalarla kaplı olan köşkte, bekçi ve danışma odası ile bir de garaj yer almaktadır. Köşkün giriş holünün karşısındaki çift kanatlı kapıdan kabul salonuna geçilir. Kabul salonu, duvar ve tavan yüzeylerinde görülen kalem işi süslemeleriyle son derece etkilidir. Bu salonun doğusundaki kapıdan Atatürk'ün yatak odasına girilmektedir. Ortalama 28 metrekare alana sahip odada, Atatürk adına özel olarak yapılmış karyolanın baş kısmında K&A (Kemal Atatürk) ibresi yer alır. Bu karyolanın üst kısmında duvarda asılı duran çerçeveli fotoğrafta Atatürk'ün halka hitaben yaptığı konuşmanın resmi yer almaktadır. Ayrıca Atatürk'e ait olduğu bilinen, yatağın yanında yer alan rugan terlikler köşkün etkileyici ve kıymetli eşyalarındandır. Sadeliği ile dikkati çeken odada, çalışma masası, dinl
enme kanepesi ve sehpanın üzerinde yer alan çay fincanı, Atatürk'ün kullandığı eşyalardan bazılarıdır. Oymalı, ahşap korkulukları olan merdivenle bodrum katına inilmektedir. Yuvarlak kemerli giriş kısmından Havuzlu salon'a geçilir. Bu salona "Havuzlu salon" denilmesinin sebebi, salonun ortasında küçük bir havuzun olmasıdır. Bu salon serin olmasından dolayı daha çok yazın kullanılmıştır. Bodrum katının en görkemli bölümü havuzlu salonun doğusundaki yemek odasıdır. Odanın ortasında 14 sandalyeli, kenarları oval ceviz masa yer alır. Odanın tam ortasında, tavanın göbeğinde yer alan yeşil bir düzlüğe uzanmış olan aslan figürü, hangi yönden bakılırsa bakılsın, bakan kişiye dönük konumda görünmektedir. Bu özellik, resmin çiziminde kullanılan perspektif tekniğinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca bu figürden dolayı bu oda Aslanlı Oda olarak da bilinmektedir. Eski dönemlerde müştemilat olarak kullanılan köşk bahçesi içindeki ek bina, günümüzde Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenerek 14 Temmuz 2009 tarihinde, önündeki bahçelerle birlikte sosyal tesis olarak kullanılmaya başlanmıştır. Alçıpan Alçı Levha. Duvar veya asma tavan yapımında kullanılmak üzere alçıdan imal edilmiş iki tarafı kâğıt kaplı olan levha, genel adıyla kartonlu alçı levha. Alçıpan(R) bir marka adı olmakla beraber gündelik dilde "kartonlu alçı levha" karşılığı olarak kullanılır. Hafif, yangına dayanıklı, ses yalıtkanlığı iyi bir malzeme olan alçı levha, istenilen biçimi alabilirliği, kolay ve çabuk uygulanabilirliği gibi nedenler ile inşaat ve dekorasyon işlerinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Yapı malzemesi olarak kartonlu alçı levhalar ilk kez 22 Mayıs 1894 tarihinde ABD'de Augustine Sackett'in aldığı patent ile ortaya çıkmıştır. ABD'de kısa sürede yaygınlaşan kartonlu alçı levhaların kullanımı, 20. yüzyılın başına gelindiğinde büyük miktarlara ulaşmıştır. İlk zamanlar açık kenarlı olarak yapılan üretim, günümüzdeki kapalı kenarlı biçimini 1910 yılında almıştır. Avrupa kıtasında ilk üretimi 1917 yılında Birleşik Krallık'ta Wallasey, Cheshire'da başlamış, bunu 1938 yılında Letonya'nın başkenti Riga'da kurulan fabrika izlemiştir. Kartonlu alçı levhalar, I. Dünya Savaşı yıllarında askeri barakaların yapımında yaygın olarak kullanılmıştır. II. Dünya Savaşı yıllarında savaşan ülkelerde metal kullanımına getirilen kısıtlamalar ve uygulama kolaylığı nedenleri ile daha da çok kullanılır hale gelerek ve o yıllarda kullanılan metal üzeri sıva duvarların yerini almıştır. Alçı levhalar Kimyasal bileşimi CaSO.1/2 HO olan alçının iki dayanıklı karton levha arasına dökülerek dondurulması sureti ile üretilir. Üretilen levha kalınlıkları uygulama yerine göre 6–18 mm arasındadır. Farklı kalınlıktaki bu levhalar, 120 ya da 125 cm eninde ve isteğe göre 200 – 450 cm gibi uzunluklarda üretilirler. Alçı levhaların kısa kenarları uygulama yerine göre; küt, pahlı, yarım yuvarlak ya da pahlı yarım yuvarlak biçimde olabilir. 6 mm kalınlıktaki alçı levhalar kolay bükülebilir olmaları sayesinde dekoratif elemanların yapılmasında, 7.5 ve 9.5 mm kalınlıktakiler görece hafif olmaları nedeni ile asma tavanlarda, daha kalın olanları ise bölme duvarları yapımı ve diğer özel uygulamalarda kullanılırlar. Islak mekanlarda kullanılan kimyasal katkılar ile suya dayanıklılığı arttırılmış, yangın dayanımı gerektiren yerlerde kullanılan yangına dayanıklı, alçı içine eklenen lifler ile fiziksel dayanımı arttırılmış olan özel tipte Alçı levha'lar da üretilmekte ve kullanılmaktadır. Alçı levha uygulaması, 5x5 - 10x10 cm gibi ölçülerde ahşap çıtalar ya da özel galvanize çelik sac profillerden oluşturulan taşıyıcı iskelet üzerine levhaların vidalanarak sabitlenmesi sureti ile yapılır. Duvar giydirme uygulamalarında özel alçı karışımı ile yapıştırılarak da Alçı levha uygulaması yapılabilir. Uygulama zorluğu ve metale göre daha az dayanıklı olması gibi nedenler ile ahşap taşıyıcı iskeletler günümüzde nadiren kullanılmaktadır. Taşıyıcı iskelet yapımında kullanılan metal profiller ve diğer yan malzemeler kullanım yerlerine göre farklı şekil ve özelliklerde üretilirler. Duvar taşıyıcı profiller, tavan taşıyıcı profiller, esnek - yay şekli alabilen profiller bunlardan bazılarıdır. Özel bıçaklar ile kesilerek bağlanacağı yere uygun ölçüye getirilen levhalar taşıyıcı iskelet üzerine bu amaç için yapılmış vida makinesi, vida matkabı ya da vida sıkıcı olarak adlandırılan aletler ile sıkılan vidalar yardımı ile sabitlenir. Bu aletler yardımı ile kullanılması gereken çok sayıda vida son derece çabuk bir şekilde sıkılabilir. Taşıyıcı iskelet üzerine Alçı levhaların sabitlenmesinin ardından levhaların ek yerleri ve vida başlarının açıkta kalan kısımları, camyünü ya da polyester liflerinden yapılan derz bantı olarak adlandırılan kuvvetlendirici bantlar ile güçlendirilir. Yapıştırılan derz bantlarının üzerleri ve var ise diğer boşluklar alçı ile macunlanarak düzgün bir yüzey elde edilir. Bu işlemlerin ardından yüzey zımparalanarak tamamen pürüzsüzleştirilir ve boya, duvar kağıdı veya diğer yüzey kaplamalarına hazır hale getirilir. Asma tavan Asma tavan, mevcut betonarme, çelik konstrüksiyon veya ahşap tavan iskeleti altında mekanik ve elektrik imalatlara montaj boşluğu sağlayan sisteme verilen ortak isim. Mevcut tavandan sarkıtılan metal çubuklara yatay profiller asılarak oluşturulan bu sistem alçıpan ya da dekoratif paneller ile sonlandırılır. Böylece [asma tavan] kurulan yerlerde ciddi alan tasarrufu yapılır. Betonarme Betonarme, betonun çelik kullanılmak suretiyle güçlendirilerek imal edilen yapı malzemesinin ismidir. Türkçeye Fransızcadan geçmiş bir mühendislik terimidir. Kelimenin Fransızca orijinali 'béton armé' kelimesi güçlendirilmiş beton anlamındadır. Yapıda kullanılan betonarme elemanlar (kolon, kiriş, döşeme vb.) birtakım gerilmelere maruz kalırlar. Bunlar genel olarak basınç, çekme, kesme ve burulma etkileridir. Davranış itibarıyla gevrek olan beton, sünek çelik ile güçlendirilerek kompozit bir yapı malzemesi olan betonarme elde edilir. Bu güçlendirme ile açıklıkların daha küçük kesitlerle geçilmesi olanaklı olmuştur. Elemana yerleştirilen çeliğe sonradan veya önceden gerilme verilerek öngerilmeli/ardçekmeli beton elde edilir. Betonarme yapı elemanında bulunan beton ve çelik birlikte bu gerilmelere karşı koyarlar. Bu esnada, beton daha çok basınç gerilmelerini karşılar, çelik ise daha çok çekme gerilmelerini karşılar. Türkiye'de beton yapılarla ilgili hesaplamalar yapı deprem bölgesinde değilse TS500 standardına dayanarak yapılmaktadır. Yapı 1. veya 2. deprem bölgesinde yapılacak ise hesaplamar Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik (2007)'ye göre yapılmaktadır. Mudanya Mütareke Evi Mudanya Mütareke Evi. Mudanya’da, Türk Kurtuluş Savaşı’nı sonlandıran Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı tarihi evdir. Rus asıllı tüccar Aleksandr Ganyanof’a ait olan ev, Mudanyalı iş adamı (şeker kralı) Hayri İpar tarafından satın alınarak onarılmış ve 1937 yılında Mudanya Belediyesi’ne bağlı bir müzeye dönüştürülmüştür. 1959 yılında Eski Eserler Genel Müdürlüğü’ne devredilmiştir. Bodrum ve çatı katı dışında 2 katlı bir ahşap evdir. 19. yüzyıl sonlarının mimari yapısına sahiptir. Arsa alanı 800 meterekare, bina alanı 400 metrekaredir. 13 odası ve 2 büyük salonu vardır. Birinci katta mütarekenin imzalandığı salon ve görüşmelerde Türkiye’yi temsil eden İsmet İnönü’nün çalışma odası, üst katta İsmet Paşa ve yaverlerinin yatak odaları yer almaktadır. İsmet Paşa’nın çalışma odasında Paşa’nın savaştan sonra katıldığı bir antlaşmada şartlarının kabul edilmediğini görünce "Gerekirse savaşarız!" diyerek yumruğunu vurarak ikiye böldüğü mermer masa sergilenir. Mütareke dönemine ait eşyaların korunduğu evde o döneme ait fotoğraflar ve belgeler de sergilenmektedir. Beton Beton (Fransızca : le béton,Latinceden: bitumen) çakıl, kum gibi "agrega" denilen maddelerin bir bağlayıcı madde ve su ile birleştirilmesinden meydana gelen inşaat yapıtaşıdır. Beton denince akla gri renkte taş gelir. Gri veya ona yakın rengi günümüzde kullanılan bağlayıcı maddenin çoğunlukla Portland çimento olmasındandır. Genellikle çimento kullanılsa da betona çeşitli özellikler verebilmek için çeşitli katkılar ve bağlacı maddeler kullanılmakta (ör: alçı, kireç v.b.). Mesela portland çimentolu betonda bağlayıcı, portland çimentosu ve su karışımıdır. Asfalt ve diğer başka malzemeler de bağlayıcı olarak kullanılır; "asfalt betonu" ve "polimer betonu" elde edilir. Ancak genellikle "beton" denince portland çimentolu beton akla gelir. Günümüzde beton - kullanımı çok yaygın olan bir yapı malzemesidir. Beton gerektirmeyen inşa neredeyse yoktur. Baraj, kanal gibi su yapılarının yanında yol, bina, köprü ve diğer yapıların inşaatında kullanılır. Hem bir taşıyıcı eleman ve hem de dekoratif malzeme olarak ortaya çıkar. "Dayanıklılığı", "yangına karşı direnci", "su geçirmezliği", "ekonomik üretimi", "enerji verimliliği", "yerinde imalat" bakımından da başlıca beton tercih nedenleridir. Beton ayrıca hazır betonarme ürün yapımında da kullanılır. Modern yapılarda nükleer radyasyona karşı da kullanılır. Dünya ortalaması olarak kişi başına yıllık beton üretimi bir ton civarındadır. Beton yaklaşık olarak değişik şekillerde ve genel anlamda 5000 yıldan beri kullanılmaktadır. Eski Mısırlılar kil harcını piramitlerin yapımında kullanmışlardır. Harç kireç taşının (CaCO) ısıtılması ve karbondioksit gazının (CO) çıkarılması ile elde edilmekteydi. Elde edilen kireç, agrega ile karıştırılarak harç olarak kullanılmaktaydı. Daha sonra CO olarak sertleşen orijinal CaCO veya kireç taşına çevrilmekteydi. Su ile sertleşen hidrolik çimentonun bulunuşu, Romalılara kadar uzanır. Romalılar kireç hamurunu, pozolanik volkanik küle karıştırmaktaydılar. Bu amorf silisten oluşan pozolan, suyun mevcudiyetinde alkali ile kimyasal olarak reaksiyona girerek silis jeli olarak sertleşir. Pozolan kelimesi, maddenin bulunduğu Pozzuoli isimli İtalyan kasabasından gelmekteydi. Bu konuda ilk patent İngiliz James Parker'e 1796'da verilmiştir. 18
24'te de İngiliz duvarcısı Joseph Aspdin kireç taşını kille yakarak bir bağlayıcı madde, çimento elde etti. Portland Adasındaki kireç taşına benzediği için Portland çimentosu ismini verdi. bundan sonra yapılan evler barajlar yollar çimento karıştırılan agregalarla yapılmaya başlandı. Beton için gerekli olan çimento ve agrega, ayrı sanayi dallarında hazırlanır. Son adım, karışımın hazırlanııp betonun kullanılması safhasıdır. Uygun karışım oranlarının seçilmesi; ekonomi, işlenebilme, mukavemet, dayanıklılık ve görünüş gibi özelliklerin dengeli elde edilmesini sağlar. Bunlar kullanıldığı yere göre değişir. Agreganın durumuna, çimento cinsine göre pek çok karışım oranı hesap metodu teklif edilmiştir. Karışım suyunun çimento miktarına oranı, betonun mukavemetine tesir eden en önemli bir etkendir. Diğer önemli bir etken de beton içindeki hava miktarıdır. Bu miktar normal betonda yaklaşık % 0,3-3 civarındadır. Bu iki tesir beton kalitesinin kontrolünde en önemli iki faktörü teşkil etmektedir. Ayrıca beton karışımın homojen olarak elde edilmesinde de önemlidir. Karıştırma işi, inşaat yerinde betoniyerlerle gerçekleştirilir. Bazı özel durumlarda karışım, küreklerle de yapılabilir. Genel olarak karışımı meydana getiren çimento torba, agrega ağırlık (veya bazı hallerde görünen hacim) ve su da hacim olarak ölçülür. Karışımı hazırlayan (veya hazır beton satan) merkezi kuruluşlar da mevcuttur. Buraya yapılacak istek karşılığında, kullanıma hazır, istenen kalitede karışım, inşaat yerine getirilir. Karışım, sabit karıştırıcılarda yapılabildiği gibi, hareketli karıştırıcılarda da gerçekleştirilebilir. Bu çeşit merkezi beton santrallerinin faydası, karışımın kontrollü olarak yapılmasıdır. Uygun kum ve çakıl bulunduğunda kolayca iyi kalitede beton elde edilebilir. Karışımın homojen bir şekilde elde edilmesinden sonraki yapılan iş, bunun yerleştirilmesidir. Eğer hazırlanan karışım döküm yerine yakın değilse bunun bu yere iletilmesi gerekir. Bu işlem araba ve kova veya pompa kullanılarak da gerçekleştirilebilir. Kalıba yerleştirilen karışımda bulunan hava kabarcıkları titreştirici kullanılarak çıkarılabilir ve betonun iyi yerleşmesi sağlanabilir. Küçük işlerde, şişleme de tatbik edilebilir. Titreştirme, dış merkezli bir kütlenin bir eksen etrafında döndürülmesi suretiyle elde edilir. Bu vibrasyon denilen titreştirme, beton içinde yapılabildiği gibi, kalıbın titreşimiyle de elde edilebilir. Betonun elde edilmesinde en son adım, dökülmüş betonun bakımı ve sertleşmesidir. Sertleşme portland çimentosunun hidratasyonu, su ile kimyasal reaksiyona girmesi sonucu meydana gelir. İlk günlerde nemli şartların belirli süre devam ettirilmesi önemlidir. Bunun için betonun dış yüzü, su ile ıslatılabileceği gibi, nemli örtüler de kullanılabilir. Tam hidratasyonun elde edilmesi için çimento türü ve sıcaklığa bağlı olarak uzun bakım süresine ihtiyaç duyulabilir. Çoğu hallerde yedi gün kafidir. Genellikle betonun suyunun buharlaşması sonucu sertleştiği zannedilir. Gerçekte bu doğru değildir. Su olmaksızın ne hidratasyon ne de sertleşme olabilir. Su, çimentonun hidratasyonu sonucu kaybolur ve ancak fazla suyun buharlaşmasına müsaade edilebilir. Betonun geçirdiği devrelerdeki kimyasal reaksiyonlar oldukça karmaşıktır. Artık üretilen betonlarda oluşan sorunlar nedeni ile üretilen katkı malzemeleri kullanılmaktadır. Bu katkılar hem betonun mukavvemetini yükseltip suyun zararlarından korur hem de katkının kıvamına göre akışkan ya da katı olmasının ayarlanmasını sağlar. Beton dayanıklılığı dış ortamdaki agresif ögelere karşı direncidir. Bu öğelerin yanında betonu oluşturan bileşenlerin de bazı durumlarda tepkimelere girişmesi olasıdır. Alkali-Agrega tepkimesi gibi. Bu tür iç korozyon olayları dış ortama bağlı olarak şiddetlenebilir. Betonun doğal kimyasal zararlara karşı dayanıklı olması, fizikokimyasal dış etkenler sonucu niteliklerini kaybetmemesi gerekir. Bunun için yeterli kimyasal dayanıma (dayanıklığa) sahip bulunması istenir. Çimentoyla yapılmış herhangi bir elemanın çimentoyla yapmış olduğu reaksiyon sonucunda zamanla mukavemeti artacağına azalmamalıdır. Beton çeşitli zararlı etkiler altında bir takım kimyasal reaksiyonlar nedeniyle sahip olduğu mukavemeti zamanla kaybedebilir. Bu durumda yapı betonun maruz kaldığı kuvvetlere dayanamamanın bir sonucu olarak, kısmen veya tamamen yıkılır veya kullanılamaz hale gelir. Fiziko-kimyasal bir süreç olan Karbonatlaşma ise ortamın alkalinitesini düşürerek koruyucu oksit tabakasının tahrip olmasına neden olur. Betonun alkalinitesi, hidrate olmuş çimentonun içerdiği Ca(OH) ile sağlanır ve pH 12 civarındadır. Ancak Ca(OH) zamanla havadaki CO ile reaksiyona girerek CaCO'e dönüşür ye pH 8'in altına düşebilir. Atmosferdeki miktarı hacimce %0.03 olan C0'nin kırsal bölgelerde bile karbonatlaşmaya olan etkisi söz konusudur. CO konsantrasyonu arttıkça karbonatlaşma oranı artmaktadır. Karbonatlaşma derinliğinin birkaç mm ile sınırlı olduğu bilinmesine karşın kusurlu betonda, herhangi bir mekanik zorlama olmaksızın çatlaklar oluştuğundan, karbonatlaşma derinliğinin 10 cm'den fazla olduğu tespit edilmiştir. Betonun standart basınç dayanımı 28 gün boyunca 20(+/-2)°C sıcaklıkta ve %100 nemli ortamda ve kireçli suda kür edilen, çapı 150 mm, boyu 300 mm olan silindir numunelerin eksenel basınç altındaki dayanımı olarak tanımlanır. Gerilme cinsinden ifade edilen dayanım, kırılma yükünün, silindir alanına bölünmesi ile elde edilir. Beton sınıfları concrete = beton kelimesinin baş harfi olan "C" ile ifade edlir. Örneğin C20/25, 28 günlük karakteristik silindir basınç dayanımı 20 MPa yani 200 kgf/cm² olan betondur. Bursa Ormancılık Müzesi Bursa Ormancılık Müzesi, Türkiye'nin ilk ve tek ormancılık müzesidir. Bursa'da, Çekirge Caddesi üzerinde Saatçi Köşkü olarak bilinen yapıda yer alır. 1989 yılında hizmete girmiştir. Kurucusu Zafer Öztaptık'tır. Müzede hayvan ve bitki fosilleri, haberleşme ve orman mühendisliği aygıtları, harita ve fotoğraflar, ormancılık tarihi ile ilgili belgeler başta olmak üzere iki bin kadar eser sergilenmektedir. Dünyada sadece Amerika’da bulunan sekoya ağaçlarının Anadolu'da yetişip günümüze gelebilmiş fosilleri ve Orhaneli ilçesindeki kömür işletmelerinde bulunan 16 milyon yıllık hayvan fosili de bu müzede görülebilir. Müzenin yer aldığı Saatçi Köşkü; geniş terasları, kameriyesi, aslan ağızlı havuzu ve Osmanlı barok tarzı mimarisiyle Bursa'nın önemli sivil mimari yapılarındadır. 19. yüzyıl sonunda yapılan yapı Bursa eşrafından Ali Efendi'ye aitti, 1936 yılına kadar köşk olarak kullanıldı. Müzeye dönüştürülmeden önce Bursa Orta Orman Okulu kullanılmış, okul 1949'da kapatılmıştı. Bina 1983 yılına kadar Orman Bölge Müdürlüğü olarak kullanıldı. Aksaray, Fatih Aksaray İstanbul'da Fatih ilçesinin Vatan Caddesi ile Millet Caddesi'nin kesiştiği yerde yer alan ve İstanbul'un en tanınan semtlerinden biridir. Unkapanı, Fatih, Laleli, Fındıkzade ve Yenikapı semtleriyle çevrilmiştir. Burası idari teşkilatta 2009'a kadar Çakırağa mahallesi olarak geçmekteydi. Fatih Sultan Mehmet döneminde Karamanoğlu Beyliği'nin ortadan kaldırılmasıyla beylik halkının büyük kısmı İstanbul'a zorunlu göçe tabi tutulmuştur. Karamanoğulları'nın bir şehri olan Aksaray'ın halkı da günümüzdeki Yenikapı-Unkapanı arasındaki düzlüğe yerleştirilmiş ve bu semt de "Aksaray" olarak anılmaya başlanmıştır. Şehir tramvayı ve Hafif Metro'nun kesiştiği yerde olması ve Yenikapı Deniz Otobüsü İskelesi ile Topkapı, Taksim ve Beşiktaş gibi semtlerin ortasında olması nedeniyle şehiriçi ulaşımda ana bir aktarma noktası olarak bilinmektedir. Bunun yanında Taksim-Levent Metrosunun da Aksaray'daki aktarma noktasına ilerletme çalışmaları sürmektedir. Pertevniyal Lisesi ve Pertevniyal Valide Sultan Camii semtin dikkat çeken noktalarıdır. Fındıkzade bölgesi çevresinde bulunan hastaneler nedeniyle sağlık alanında önemli yerlerindendir. Buhara Buhara (Özbekçe: Buxoro; Eski Türkçe: "Bukarak", Türkmence: Buhara; Arapça: بخارى; Farsça: بُخارا‎ Bukhārā; Rusça: Бухара), Orta Asya'nın en eski yerleşim bölgelerinden olan ve günümüzde Özbekistan sınırları içinde bulunan tarihî şehir. Arkeolojik bulgular şehrin tarihinin en az 2500 yıl civarında olduğunu göstermiştir. Şehirde yapılan Arkeolojik kesit çalışmalarında yaklaşık 20 m kadar derinlikteki alt katmanda; kamusal binalar, askeri tahkim yapıları, çanak-çömlek ve madeni paralar gibi çeşitli arkeolojik buluntulara rastlanılmıştır. Mâverâü’n-nehr'in çok sayıda şehri, kasabası, nahiyesi ve köyü olmasına rağmen bunların en gözde ve tanınmış olanı Buhârâ’dır. Müslümanlar buraya “"Fâhire"” (kıymetli/değerli) derler ve doğunun “"Kubbetü’l-İslâm"”ı olarak kabul ederler. Buranın İslâm âlemindeki yeri, Medine ve Bağdad gibidir. Şehir ve etrafı, burada yetişen âlim ve fâkihlerinin nûruyla aydınlanmış, en nadide yüce şahsiyetlerle süslenmiştir. Bölgenin en eski yerleşim birimlerinden biri olan Buhârâ, efsanelerle karışmış kadîm bir tarihe sahip olup, en-Narşahî’ye nazaran ilk sâkinleri Türklerdir. Aynı müellif, efsanevî Turan padişahı Afrasyab’ın (Alper Tunga) zaman zaman Buhârâ’da ikamet ettiğini, mezarının dahi bu şehirde bulunduğunu kaydetmiştir ki[8], bu rivayetler bölgedeki Türk varlığının çok eskilere dayandığına işaret etmesi bakımından önemlidir. Sadece kadîm tarihiyle değil, fizikî ve coğrafî yapısı; sanatsal ve mimarî dokusu; sûr ve kalesi; sulama kanalları; ekonomik, zıraî ve ticarî potansiyeli; köşk, saray ve pazarları ve yetiştirdiği âlim ve sanatkârları ile de her dönemde kendisinden söz ettiren Buhârâ, uzun yıllar Akhunlar, Göktürkler ve Türgişler gibi Türk devletlerinin hakimiyetinde kalmıştır. Mâverâü’n-nehr’in en önemli kültür ve medeniyet merkezi hâline gelen şehir, söz konusu devletlerin inhitat dönemlerinde yaşanan siyasî kargaşa ve otorite boşluğunda bile bu yapısını muhafaza etmiş, bölgede hüküm süren çoğu Türk kökenli mahalli hükümdarların veya beylerin idaresinde bölgenin en önemli şehirlerinden biri olma özelliğini sürdürmüştür. XVI yüzyıla kadar bir Türkmen şehri olan B
uhara çevresindeki insan yerleşimlerinin en az 5000 yıl öncesine kadar uzandığı görülür. Şehrin kendisinin ise 2500 yıllık tarihi vardır. Tarihte Orta Asya Türk uygarlığı için önemli bir merkez olmuştur. Uzun süre antik Pers İmparatorluğu'nun denetiminde kalan Buhara'da ilk yerleşimler, Aryan göçleri dönemine rastlar. İran halklarından Soğdlar bölgeye yerleşmiştir. Buhara adının kökeni ile ilgili varsayımlar; eski Soğdca "bereketli toprak" anlamındaki "βuxārak", Farsça "bilginin kaynağı" anlamındaki bir Zerdüşt ismi olan "bukhar" ya da Sanskritçe "Budist manastırı" anlamındaki "vihara" sözcüklerinden kaynaklandığı biçimindedir. "Buxārā" ismi en erken tahminen 4 – 5 yüzyılına ait bakır maden paralarda, ve Soğdca yazıtlarda "Pugar" (pwγ’r) ve "Puxar" (pwx’r) şeklinde , ve en önemli ve ilginci Kül Tigin yazıtında (8. yy başlarında) Buqar ("buqar") olarak yazılmıştır. O nedenle bu şehre "Buxārā" denirdi, ve eskiden onun adı Banuğkath بنجكث idi, Eski Uygur dilinde bu ("buxār") sözü bir ""tapınak"" veya ""bir ibadethane"" anlamına gelir. Bir başka varsayıma göre; "Puxar" yer ismi Sibirya kökenli olup Yenisey dillerinde ("hanty") "bir ada" anlamına gelir. Bilindiği gibi, milâttan sonra 6. yüzyılda Buxārā vahasında Tardu Kağan'ın ("Sāwa-shāh, Shīr-i Kishwar") oturduğu, yüce Türk Kağan'nı İstemi'nin ("Qarā Chūrīn") oğludur. O Sasani hükümdarı IV. Hürmüz'ün ("šāhanšāh Xurmazd IV Тurkzāda") annesi tarafından amcasıdır, İstemi Kağan'ın kızı öz erkek kardeşi Sasani hükümdarı I. Hüsrev ("šāhanšāh Xusraw I Аnūshirwān"; Farsça: انوشیروان عادل, "Anuşiravan-ı-ādil") ile evlenir. Narshakhi'ye göre "Shīr-i Kishwar" yirmi yıl boyunca Buxārā'yı yönetti ve Baykand'ta yaşadı. O Buxārā'da bir kale yaptırdı ve ayrıca Buxārā vahasında, Маmastin, Sakmatin, Samtin ve Farab isimlerinde yerleşim yerlerini yaptırdı. Onun oğlu'da El tigin ("Parmūda, Nili-xān") Buxārā vahasında, Iskijkath, Sharg, Faraxsha ve Rāmitan isimlerinde yerleşim yerlerini yaptırdı. O Çin'den bir Çin prensesi ile evlenmiş ve o bir put tapınağınıda beraberinde Rāmitan'a getirmiştir.. Rāmitan Buxārā'dan daha eski bir şehirdir, eskiden hükümdarların orada bir konutları bulunurdu, Buxārā şehri kurulduktan sonra buraya taşınmışlardır. Bazı kitaplarda "Rāmitan" yerine "Buxārā" yazılmıştır. Yeni Fars dilinin bu söz kalıpların içindeki aktarmada ﺭﺎﺨﺭﻓ "farxār" veya ﺭﺎﻬﺑ "bihār" , ve Arapça ﺭﺎﻬﺑﻟﺍ "al-bahār" veya "al-buhār" . Türk Dili'nin en eski sözlüklerinden Divân-ı Lügati't-Türk'te; ""... Bu şehirleri Türkler yaparak adlarını kendileri koymuşlardır. Bu adlar olduğu gibi şimdiye kadar gelmiştir. Bu yerlerde Farslılar çoğaldıktan sonra Acem şehirleri gibi olmuş. Bugün Türk ülkesinin sınırı " Abisgûn" (Hazar) denizi ile çevrili olarak Rûm diyarından ve Özçent'ten Çin'e kadar uzanır. Uzunluğu beşbin fersah, eni üçbin fersahtır; hepsi sekizbin fersah eder."" diye yazılmıştır.. Fars destansı şiiri Şahname'ye göre şehir, Pishdak ("Pishdādian") Hanedanının mitik Şahı Kai Kavoos'un (كيكاوس; "Avestan Kauui Usan") oğlu Kral Siyavuş tarafından kurulmuştur. Efsaneye göre Siyavuş vezirler tarafından annesini baştan çıkarmakla suçlanmış, suçsuzluğunu kanıtlaması için ateşle imtihana tutulmuştur. Alevlerden yanmadan çıkarmasından sonra Oxus nehrini (şimdiki Ceyhun ya da Amuderya) geçerek Turan'a ulaşmıştır. Semerkant kralı Afrasiab kızı Ferganiza (Farsça: فرنگيس "Farangis"; Türkçe: "Kaz") Siavash ("Sıyavuş") ile evlendirir; ayrıca Sivayuş'a Buhara vahasının beyliğini verir. Sivayuş burada bir kale ile çevresindeki şehri inşa ettirir. Ancak birkaç yıl sonra bu sefer kayın validesini baştan çıkarmakla suçlanınca Kral Afrasiab tarafından öldürülür. Bunun üzerine Turan'a saldıran Şah Kai Kavoos, Afrasiab'ı öldürür, oğlunu ve gelinini İran'a götürür. Resmi olarak şehir M.Ö. 500 yılında bugün "Ark" adı verilen bölgede kurulmuştur. Ancak Buhara vahasındaki yerleşimlerin tarihi M.Ö. 3000'lere kadar uzanır. Sapalli kültürü adı verilen ileri bir Bronz çağı kültürü buradaki Varakhsha, Vardan, Paykend, ve Ramitan gibi yerlerde ortaya çıkmıştır. M.Ö. 1500 civarında iklimdeki değişiklik, demir teknolojisi, Aryan göçebelerin gelişi gibi farklı etmenlerin etkisiyle çevre yörelerden vahaya büyük miktarda nüfus akışı gerçekleşmiştir. Sapalli ve Aryan halkları Zeravşan deltasındaki göl ve sulak arazilerin etrafındaki köylerde birlikte yaşamaktaydı. M.Ö. 1000'den itibaren bu iki grup kendine has bir kültür geliştirmeye başladı. Soğd (Sogdian) adı verilen bu kültür M.Ö. 800'e kadar Zeravşan vadisinde çeşitli şehir-devletlerde yayıldı. Bu tarihlerden itibaren Zeravshan deltasının oluşturduğu sulak alan doldurulup yerleşimler oluşturulmaya başlanmıştır. M.Ö. 500 yılına geldiğinde iyice büyüyen bu yerleşimler birleştirilerek duvarla çevrelenmiş, böylelikle Buhara şehri kurulmuştur. Buhara M.Ö. 500 yılında Pers imparatorluğuna vassal devlet olarak bağlanmıştır. Bundan bir süre sonra Büyük İskender'in ve daha sonra da Hellenistik Selevkos, Greko-Baktria, Kuşan imparatorluklarının egemenliklerine geçer. Bu dönem boyunca Buhara Anahita kültünün ve bu külte bağlı ekonominin merkezi olarak işlemiştir. Zervaşan deltasında yaşayan halklar yılda (ay takvimine göre) bir kez ellerindeki eski tanrıça idollerini yenisiyle değiştirmek üzere bir araya geliyordu. Bu amaçla Mokh tapınağının önünde düzenlenen festival, toprağın verimliliği için de büyük önem taşımaktaydı. Bu tür ticari festivaller sayesinde Buhara bir ticaret merkezi haline gelmiştir. Çin'in Han Hanedanı İpek yolunun güvenliğini sağlamak amacıyla kuzeyden gelen göçebe boyları geri püskürtünce, çoktan refaha kavuşmuş olan Buhara kervanlar için bir uğrak haline geldi. Kuşan İmparatorluğunun yıkılmasının ardından Moğolistan'dan gelen Hun boylarının eline geçen Buhara hızlı bir düşüş yaşamıştır. Sasani İmparatorluğu döneminde Arap işgaline kadar, Buhara Manicilik ve Nasturi Hıristiyanlık için önemli bir merkez olmuştur. İslam ordusu 650 yılında Buhara'yı ele geçirdikten sonra Buhara çok dinli özelliğini yüzyıl kadar devam ettirmiştir. Bunun nedeni büyük ölçüde Çin'in Tang Hanedanı'na karşı Soğdların Arapları desteklemeleri; ve Arap egemenliğinin çok sağlam olmaması sayılabilir. Ancak 751 Talas savaşının ardından Araplar bölgedeki egemenliklerini güçlendirmiş, İslam dini bölgede yayılmaya başlamıştır. şebinkarahisar muhara köyüne göç vermiştir oradaki insanlar zaman içinde oranın yerlisi olup müslümanlığı yaymışlardır Şehir gerçekten söylence bir varlığa, zenginliğe, o Kızıl Kum Çölünde bir vaha kenarında ve İpek yolu güney güzergahı üzerinde önemli alanda olmasına borçludur. 9. yüzyılın ortasından 10. yüzyılın sonuna kadar Buhara Samanîlerin başkenti (Milâdi 819-1005), Samanîlerin yıkılmasından sonra Karahanlıların yönetimi altına girdi (Milâdi 999 - 1141), daha sonra Kara Hıtay'ların eline geçti, fakat siyasi önemini kaybetti. Karahanlılar zamanında şehir kültürel altın çağını yaşamıştır, bunlardan Büyük Minare (kitabesinde 1127 yapım tarihi yazılı), ve "Maġâk-i Aṭṭârî" Cami'si sayılır. İbn Havkal, Sughd nehrinin sol yakasından alınan, Bukhara şehrinin civarındaki ovanın ve bahçelerin ana kanallar sulama sistemi ile sulandığını detaylı olarak anlatır.. Ayrıca Buhara'dan şöyle anlatır; ""Buhara'da konuşulan dil Soğdça (lisan al-Sughd), birazcık farklı, ama diğer insanlar Dari'ce (la-hum lisan bi 'l-dariye; Farsî lehçe) konuşurlar."" Kaşgarlı Mahmud, Divân-ı Lügati't-Türk'te; ""Balasagun ile Buhara ve Semerkand arasında türkleşmiş bulunan bir ulus."" ve ""Balasagun'a gelip yerleşmiş olan bir ulustur. Bunlar "Soğd" dandırlar. "صْغد Soğd", Buhara ile Semerkand arasındadır. Bunlar, Türk kılığını almışlar, Türk huyu ile huylanmışlardır."" şeklinde Soğdları tanımlar. 1220 yılında şehir, Cengiz Han'ın oğlu Çağatay komutasındaki bir ordu ile, Otrar'rı zaptetti ve yağmaladı, bu sırada Cengiz Han'ın kendi komutasındaki ordu ile, Buhara'yı tamamen yaktı. 30,000 kişiyi katledildi ve binlerce kadın tecavüze uğradı.. Elli yıl sonra, şehir normale dönmeye başladığı sırada, Moğollar bu kez İlhanlı hakanı Abaka'nın önderliğinde tekrar saldırır. Abaka, 1265 yılı içinde ölen Hülagû'nun yerine geçmiş ve Hristiyanlığı kabul edeceği sözünü vermiştir. Kudüs'ün Patriki 1267 yılının Mayıs ayında, tekrar Sultan I. Baybars'ın Haçlılara Akkâ düzlüğünde saldırısı sonucunda Johann von Brienne'nin öldüğünü yazar, ondan nerede ve nasıl yapabileceği dair yardım rica eder.. Papa VI. Clement, Hıristiyanlığı kabul ettiğini zanettiği "Tatar prensi" Abaka'yı kutlamak için bir mektup yazarak Memlukler'e karşı yardımını ister. Böylelikle Haçlılarla kader birliği yapan Abaka'nın bir hedefi de Buhara'dır. Komutanı Nikpai Bahâdur 28 Ocak 1273'de kente girdikten sonra şehir yedi gün yağmalanır, neredeyse tüm nüfusu katledilir. Bu yıkımdan sonra Buhara uzun süre kendini toparlayamayacaktır. Moğol istilası öncesi dönemde Buhara İslam uygarlığını derinden etkileyecek iki büyük isim yetiştirmiştir: İbni Sina ve İmam el-Buhari. 19. yüzyıldan itibaren Rusya bölgede etkisini arttırmaya başlar, ancak Buhara'yı işgal etmez. Bu dönemde Buhara Emirliği, Büyük Oyun adı verilen İngiltere ve Rusya arasında Orta Asya'nın kontrolü için yaşanan çekişmede bir satranç taşıdır. Emirlik Ekim Devrimine kadar yarı bağımsız olarak varlığını sürdürür; 1920'de Buhara Sovyeti kurulur; 1925'te ise Stalin'in emriyle kurulan Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağlanır. Buhara Uluslararası Havaalanına iç hat ve uluslararası uçuşlar bulunmaktadır. Buhara, Semerkant ile birlikte Özbekistan'da yoğun Tacik azınlık barındıran iki merkezden biridir. Eski Roma döneminden itibaren bölgeye Yahudiler de yerleşmiştir. Ancak Buhara Yahudilerinin çoğu 1925-2000 döneminde kenti terk etmiştir. Horasan'daki kardeş şehirler; Diğer şehirler: Guy de Maupassant Guy de Maupassant (5 Ağustos 1850 - 6 Temmuz 1893) Fransız romancı ve kısa öykü yazarı. Guy de Maupassant "(okunuşu :güy dö mopasan)" 5 Ağustos 1850 yılında Fransa’da doğmuştur. Doğum belgesinde Tourville-sur-Arques’da bulunan Miromesnil şatosunda dünyaya geldiği belir
tilse de çeşitli kaynaklara göre yüksek ihtimalle Fécamp’da doğmuştur. 6 Temmuz 1893 yılında Paris’te vefat etmiştir. Mezarı Paris Montparnasse mezarlığındadır. Maupassant ailesi Normandie bölgesine XVIII. yüzyılda yerleşir. Babası, Gustave Maupassant 1846 yılında bir burjuva olan Laure le Poitevin ile evlenir. Laure derin edebi kültüre sahip bir hanımdır. Klasikleri ve özellikle de Shakespeare’i çok sever. Çiftin boşanmasının ardından Guy ve ağabeyi Hervé anneleriyle yaşarlar. Kır kasabaları ve deniz kıyısında, doğa ile iç içe açık hava sporları yaparak büyür. Bu dönemde balıkçılarla ava gider, çiftçilerle sohbet eder. Annesine çok bağlıdır. Yvetot’da gittiği din okulundan atılır. Hayatı boyunca, bu ilk eğitim sürecinde dine karşı geliştirdiği olumsuz görüşlerin izlerini taşır. Ardından Rouen lisesine başlar. Bu dönemde kendini şiire adar ve birçok okul piyesine katılır. Liseyi tamamlamasının hemen ardından başlayan Fransa Prusya savaşına gönüllü olarak katılır. Savaşın sona ermesinin ardından 1871 yılında Normandie’yi terk eder ve Paris’e yerleşir. On yıl boyunca Denizcilik Bakanlığı’nda çalışır. Bu süre içinde çok sıkılır: tek eğlencesi Pazar günlerinde yapılan Seine nehri gezileri ve tatillerdir. Gustave Flaubert "(okunuşu: güstav flober)" onun koruyucusu, akıl danışmanı ve edebiyat ve gazetecilik hayatının başlangıcında yön göstericisi olmuştur. Flaubert’ in yardımı ile rus romancı İvan Turgenyev, Emile Zola ve birçok naturalist ve realist yazar ile tanışır. Bu süre içinde çok sayıda kısa oyun ve mısra yazar. 1878 yılında, gazetelere makale hazırlamak üzere başka bir bakanlıkta görevlendirilir ve Figaro gibi önemli gazetelere makaleler yazar. Flaubert, Maupassant’ın şiirlerinin yetersiz olduğunu söyler ve onu öykü ve roman yazmaya teşvik eder. Bu dönemde boş zamanlarını roman ve hikâye yazmaya adar. 1880 yılında ilk başyapıtı Boule de Suif’i yayınlar. "( Henüz Türkçe olarak yayınlanmamıştır"). Eser Zola tarafından 1880 yılında düzenlenen ve natüraliste yazarların buluştuğu toplulukta büyük ilgi toplar. Flaubert yapıtı “kalıcı bir başyapıt” olarak nitelendirir. 1880 ile 1891 yılları arasında Maupassant en verimli dönemini yaşar. İlk yapıtıyla meşhur oluşunun ardından düzenli şekilde çalışır ve yılda iki, hatta bazen dört kitap yayınlar. 1881 yılında La Maison Tellier adlı ilk hikâye serisini yayınlar. Bu kitap iki yıl içinde on iki baskı yapar. 1883 yılında ilk romanı olan Une Vie’yi tamamlar. Bu kitap bir yıldan kısa bir sürede yirmibeşbin kopya satar. Romanları hikâyelerinde ayrı ayrı değindiği gözlemlerinin buluşmasıdır. İkinci romanı Bel-Ami 1885 yılında yayınlanır ve dört ayda otuzyedi adet baskı yapar. Aynı dönemde birçoklarının yazarın başyapıtı olarak değerlendirdiği Pierre ve Jean’ı yazar. Yapıtlarında biçem, gözlem, içerik ve derinlik büyük bir uyum ve doğallıkla yer alır. Cezayir, İtalya, İngiltere, Sicilya gibi bölgelere geziler yapar ve neredeyse her gezisinde yeni bir kitap yazar. Flaubert edebiyat konusunda her zaman Maupassant’ın yol göstericisi olmuştur. Ünlü Goncourt kardeşlerle arkadaşlığı çok kısa sürmüştür. Bu kardeşlerin 18.yüzyıl etkisinde yarattıkları edebiyat salonunun yapısını asla kabul etmemiştir. İlerleyen yıllarda büyük bir ölüm korkusu ve yalnız kalma isteği geliştirir. Bu değişiminde hızlı yaşadığı gençlik yıllarında yakalandığı sifilis hastalığının etkisi olduğu düşünülür. 1892 yılında hastalığın da etkisiyle aklını kaybeder ve intihar girişiminde bulunur. Bunun ardında Paris’de bulunan Dr Blanche tıp kliniğine kaldırılır ve 43.yaş gününden bir ay önce, 6 Temmuz 1893 tarihinde burada hayata gözlerini yumar. Doğum kayıtlarının tersine ölüm kayıtlarında doğum yeri Yvetot olarak belirtilir ve böylece doğum yeri üzerine bir polemik başlar. Mezarı Montparnese mezarlığındadır. FC Barcelona FC Barcelona (tam adıyla Futbol Club Barcelona ya da takma adıyla Barça), İspanya'nın Katalonya özerk bölgesindeki Barselona kentinde bulunan futbol kulübü. 1899 yılında, Joan Gamper önderliğinde, İsviçreli, İngiliz ve İspanyol bir grup tarafından kurulmuştur. Katalan bölgesini temsil eden kulübün sloganı ""Més que un club"" (bir kulüpten daha fazlası) cümlesidir. Barça marşı ise, Josep Maria Espinàs tarafından bestelenen Cant del Barça'dır. Barcelona, La Liga'dan düşmeyen üç kulüpten biri olup, Real Madrid ile beraber İspanyol futbolunun en başarılı temsilcileridirler. 1928'de İspanyol Profesyonel Futbol Ligi La Liga'nın on kurucu üyesinden biri olan kulüp, 1929'da ligin ilk şampiyonu olmuştur. İspanya'da 25 La Liga şampiyonluğu, 27 İspanya Kupası, 10 Supercopa de España, 4 Eva Duarte Kupası ve 2 Lig Kupası şampiyonluğu bulunmaktadır. Avrupa'nın en başarılı kulüpleri arasında yer alan Barça 'nın 12'si Avrupa kupalarında olmak üzere, 16 uluslararası kupası bulunmaktadır. 5 Şampiyonlar Ligi, 4 Kupa Galipleri Kupası, 3 Fuar Şehirleri Kupası (günümüzdeki adıyla Avrupa Ligi), 5 UEFA Süper Kupası ve 2 Dünya Kulüpler Kupası 'nı müzesinde bulundurmaktadır. 1955 yılından beri, her sene Avrupa arenasında mücadele etmektedir. Futbol takımı 2009 yılında mücadele ettiği 6 turnuvada da şampiyon olarak bir ilki gerçekleştirmiştir. Takım 2009 yılında Şampiyonlar Ligi, UEFA Süper Kupası, La Liga, Copa del Rey, Supercopa de España ve FIFA Kulüpler Dünya Kupası'nda şampiyonluğa ulaşmıştır. Kulübün stadyumu Camp Nou'dur ve taraftarlarına "Culés" denir, diğer ad ise Ultras Barça'dır. Kulübün taraftarları arasında, İspanya'nın şu anki başbakanı José Luis Rodríguez Zapatero da vardır. FC Barcelona bünyesinde bir yedek futbol takımı (FC Barcelona B) ve bir genç futbol takımı (FC Barcelona C) da vardır. Bunlar dışında, kulübe ait profesyonel basketbol, hentbol, futsal ve patenli hokey takımları vardır. Total futbolu dünyayla tanıştıran isim 1974 FIFA Dünya Kupası'nda Hollandalı Johann Cruyff olmuştur.Genelde 4-3-3 sistemiyle oynanan sistem "takım halinde hücum, takım halinde savunma" ilkesine dayanır. 1970 ve 80'li yıllarda her oyuncunun yer değiştirerek oynadığı ve bireysel yeteneklerin daha ön plana çıktığı sistem, günümüzde oyuncuların eskiye oranla daha fazla bölgesinde durarak alan daraltan ve tek pasa dayalı takım oyunu şeklindedir. Adeta kaleci bile bir savunma oyuncusu gibidir.Cruyff'un Barcelona'ya 1988'de hoca olmasından sonra kolları sıvamış ve sistemi oturtmaya çalışmıştır.Barca ilk Şamp.Kulüp.Kupasını 1992 senesinde onun döneminde kazanmıştır. 2003'te başka bir Hollandalı olan Frank Rijkaard'ın takımın başına gelmesi ile bu sistem yeniden denenmiş 2008'de alt yapı sorumlusu olan ve takımın eski futbolcusu olan Guardiola'nın teknik direktör olması ile zirveye ulaşmıştır.Takım o sene 6 kupayı birden kazanmıştır. Barcelona ile Real Madrid arasındaki ezeli rekabet "El Clásico" adıyla anılmaktadır. Bu rekabet İç Savaş yıllarında siyasi alanda da boy göstermiş, Katalanlar ve Kastilyalılar arasında kültürel ve siyasi gerilimler baş göstermiştir. Francisco Franco döneminde Katalanlar başta olmak üzere tüm bölgesel kültürlere baskı politikası uygulamıştır. İspanyol topraklarında İspanyolca dışındaki tüm dillerin konuşulması yasaklanmıştır. Bu dönemde FC Barcelona Katalan halkının sembolü haline gelmiş ve ""Més que un club"" adıyla anılmıştır. Diktatörlük döneminde Barcelona'yı desteklemek Manuel Vázquez Montalbán'ın da söylediği gibi Katalan olduğunu göstermenin en dikkat çeken yoluydu. Bu yöntem anti-Franco harekete katılmadan diktatörlüğün muhalifi olduğunu göstermenin de bir yoluydu. Barcelona'nın muhalefeti simgelediği İç Savaş döneminde Real Madrid ise baskıcı merkeziyetçilik anlayışının ve faşist rejimin bir simgesi olarak görülmüştür. Günümüzde yalnızca sportif anlamda süren bu rekabet futbolcu transferleri, kupa şampiyonlukları, mali gelir gibi alanlarda sürmektedir. Barça'nın aynı şehri temsil eden rakibi Espanyol ile oynadığı maçlara denir. Geleneksel olarak, Franco rejimi sırasında özellikle Barcelona vatandaşların büyük çoğunluğu tarafından, Espanyol Barcelona devrimci ruhuna tezat, merkezi otoriteye uyum bir tür ikili bir kulüp olarak görüldü. Barcelona'nın yerel derbide Espanyol'a karşı ezici bir üstünlüğü var. Espanyol, Barcelona'yı en son 2008-09 sezonunda yenmeyi başardı. 1950-51 sezonunda Espanyol Barcelona'yı 6-0 gibi farklı bir skorla yendi. İki takım arasında oynanan 152 maçta Barcelona 84 kez yenerken Espanyol 34 kez yendi, diğer 34 maçta da beraberlik yaşandı. Barcelona Espanyol ağlarına 278 gol gönderirken, Espanyol Barcelona ağlarına sadece 171 gol atabildi. Barcelona, kuruluşundan itibaren forma reklamı almamıştır. 14 Temmuz 2006 tarihinde, kulüp UNICEF ile forma reklamı konusunda beş yıllık anlaşma yaptığını duyurmuştur. Kulüp bu anlaşma sonucunda, hiçbir ücret almayıp, bu süre boyunca yılda 1.5 milyon € UNICEF'e bağışta bulunmaktaydı.2011 yazında Qatar Foundation ile anlaşmıştır. Ayrıca Qatar Airways Barcelona'nın ulaşım sponsorudur. !Görev !İsim Zimbabve Zimbabve ya da resmî adıyla Zimbabve Cumhuriyeti, Afrika kıtasının güneyinde, denize kıyısı olmayan bir kara ülkesi. Eski adı Güney Rodezya olan ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Zambiya, Mozambik, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Botsvana oluşturmaktadır. Ülkenin Namibya ile olası 100 m uzunluğundaki sınırı tartışmalıdır. Ülkenin başkenti Harare'dir. Shona dilinde kullanılan "dzimba-dza-mabwe" (Türkçe:"Taş evler") günümüzde Büyük Zimbabve olarak adlandırılan ve ülke içerisinde bulunan güney Afrika bölgesinin en büyük tarihi eser kalıntılarına rastlanan sömürge dönemi öncesi taş yapıtların bulunduğu bölgenin antik başkentinin isminden esinlenerek oluşmuştur. Ülkenin kara ülkesi olması nedeniyle denize kıyısı yoktur. Ülkenin toplamda sahip olduğu 3,066 km sınırın 813 km'si Botsvana, 1,231 km'si Mozambik, 225 km'si Güney Afrika Cumhuriyeti ve 797 km'si Zambiya devleti ile oluşmaktadır. Ayrıca Namibya'nın da içerisinde olduğu, dünya üzerinde tek dörtgen sınır bölgesinde Zimbabve'nin bu ülke ile bağlantısını sağlayan 100 m'lik sınır çizgisi tartışmalıdır. Söz konusu sınıra bağ
lantısı olan Botsvana, Zambiya, Zimbabve ve Namibya ülkelerinin sınır anlaşmaları ile sınırlarına karşılıklı olarak resmiyet kazandırmadıkları için kabul görmeyen bir sınır noktası konumunda olan bu bölge belirsizliğini korumaktadır. Ülkenin Zambiya ile olan kuzey sınırını Zambezi Nehri belirlemektedir. Ülkenin toplam yüz ölçümü olan 390.757 km²'sinin 3910 km²'sini sulak alanlar oluşturmaktadır. Ülkenin doğu kesiminde Mutare şehrinin kuzeyinde, Mozambik sınırına yakın bir konumda bulunan Nyangani dağı 2592 m ile ülkenin en yüksek noktası konumundadır. Ülke genel itibarıyla tropikal bir iklime sahiptir. Yazları 35 °C üzerine çıkabilen değerler ile nemli ve aşırı sıcak geçebilmektedir. Kış dönemlerinde ise kuru ve 25 °C civarı değerler ile daha ılıman hava koşullarına sahip olabilmektedir. Ülkenin büyük bir bölümünü kaplayan yüksek kesimlerde ise yaz aylarındaki sıcaklık 25 °C ile 30 °C arasında olup, kış aylarında gece –5 °C dereceye kadar düşebilen sıcaklıklar ile don olayları görülebilmektedir. Ülkenin başkenti Harare ve civarında ise yıllık sıcaklık ortalaması 20 °C dolayında seyretmektedir. Yağmur sezonu olarak adlandırılan Kasım - Mart ayları arasındaki dönemde, ülkenin yıllık yağışının %90'ı yağabilmektedir. En son 2007/2008 kış döneminde de yaşandığı üzere belli dönemlerde yağan şiddetli yağışlar can kaybına sebebiyet verebilmekte ve ekili alanlara büyük zarar vererek mahsule zarar getirebilmektedir. Ülkenin genel bitki örtüsünü kuru çayırlar meydan getirmektedir. Az da olsa ufak ağaçlık alanlar görülebilmektedir. Bu ağaçlık alanlarda da ağaçların çok büyük bir bölümün Baobab ağaç türünden olan Afrika baobabıları oluşturmaktadır. Savana bölgesindeki otlaklar kurak dönemde kurumuş ve kahverengi bir görünüme sahipken, yağmur dönemlerinde canlı, yeşil renge sahip olarak, 2 metre uzunluğa erişebilmektedir. Özellikle otlakların bu döneminde çimenler, Afrika kıtasının bu bölgesinde yaşayan yaban hayvanlarına beslenme imkanı sağlamaktadır. Ülke nüfusunun %98 gibi büyük bir oranda Afrika topluluklarından oluşturmaktadır. Bu grup içerisindenen büyüğünü %80 gibi bir oran ile Shona halkı oluşturmaktadır. Bunun haricinde Ndebele halkı da %13'lük bir oran ile ülke içerisinde önemli bir yere sahiptir. Chewa grubuna dahil nüfus %6'lık bir dilim oluştururken, ülke içerisinde Avrupalı beyaz nüfusun oranı ise %1 düzeyindedir. Ülkenin bölgeye daha sonra ismini veren Cecil Rhodes'in keşfetmesi ile başlayan, İngiliz sömürge sisteminin de kurulması ile de devam eden beyaz Avrupalıların gelişi hızla artmış ve bölgede toplam nüfusun %5 değerlerine kadar çıkmıştır. Ancak ülkenin bağımsızlığını kazanması neticesinde bu oran giderek düşmüş ve %1 dolaylarına kadar inmiştir. İlk geldikleri andan itibaren bölge için ve daha sonra da kurulan Zimbabve devleti ekonomisi için önemli katkılar sağlayan beyaz Avrupalı nüfus, Mugabe'nin sömürge döneminin izlerinin silmek adına onay verdiği tarım politikaları nedeniyle bölgeyi terk etmesi ile ülke içerisindeki ekonomik verilerde olumsuz yönde etkilenmiş ve bir dönemin zengin ülkesi zor bir süreç içerisine girmiştir. Bu dönemde diğer komşu Afrika ülkelerine göç etmek durumunda kalan beyaz nüfus, bu ülkelerin ekonomisine katkı sağlamaya devam etmişlerdir. Geçmiş yıllarda yaşanan hızlı nüfus artışı, son dönemlerde ülke içerisinde yaşanana ekonomik çöküntüler ve AIDS hastalığı nedeniyle neredeyse durma noktasına gelmiştir. Bu durum yaşanan göçün de etkisiyle 2005 yılında toplam nüfusun bir yıl içerisinde gerilemesine kadar gitmiştir. Bu dönemde üç milyona yakın Zimbabve vatandaşının yasa dışı yollarla Güney Afrika Cumhuriyeti'ne geçtiği tahmin edilmektedir. Yine aynı ülke 2012 verilerine göre %4'ün de üzerinde bir nüfus büyüme oranı yakalayarak bu oran ile dünya üzerinde nüfusu bir yıl içerisinde en hızlı artan ikinci ülke konumuna getirmiştir. Zimbabve harici başka hiçbir ülkede ortalama yaşam süresi bu kadar kısa sürede bu kadar keskin bir düşüş yaşamamış, 2006 verilerine göre ortalama yaşam süresi 55 yıldan 44 yıla düşmüştür. Yetişkin ülke nüfusunun beşte biri resmi verilere göre AIDS hastalığına yakalanmış bir konumdadır. Ülke 2008 verilerine göre %10'un da altında olan okuma yazma bilmeyenlerin oranı ile Afrika kıtasında en düşük orana sahiptir. Zimbabve birçok Afrika ülkesinin aksine orta yaşlı bir nüfusa sahip olup, 2017 tahmini verilerine göre %59,37'si 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %4,46'sı 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %38.9 (erkek 2,658,563/kadın 2,711,017) 15-24 yaş: %20.47 (erkek 1,383,337/kadın 1,442,738) 25-54 yaş: %31.9 (erkek 2,207,012/kadın 2,196,996) 55-64 yaş: %4.27 (erkek 233,771/kadın 355,738) 65 yaş ve üzeri: %4.46 (erkek 251,968/kadın 363,944) Şehirde yaşayanların oranı 2017 verilerine göre %32,2 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2017 tahmini verilerine göre %1,56 düzeyindedir. Ülkenin İngilizce dilinin yanı sıra on beş resmî dili daha vardır. 2013 yılında kabul edilen yasaya göre İngilizcenin yanı sıra Shonaca, Ndebelece, Çevaca, Çibarvece, Kalangaca, Koisanca, Nambyaca, Ndau, Tsongaca, Sothoca, Chitongaca, Tsvanaca, Vendaca, Xhosaca resmî dil olarak kabul edilmiştir. Ülkenin resmi dillerinden biri olan ve resmî yazışmalarda da kullanılan İngilizce, sadece %2,5'ine denk gelen beyaz Avrupalılar ile melez nüfus tarafından anadili olarak kullanılmaktadır. Nüfusun geri kalanı Bantu dil ailesine ait olan Shona dilini (%70) ve Ndebele dilini (%20) anadili düzeyinde konuşmaktadır. Bunların haricinde de diğer resmî diller yerel olarak konuşulmaktadır. Şehirlerde İngilizce konuşma oranı yüksek seviyelerde olup, kırsal alanlarda daha çok diğer diller konuşulmaktadır. Ülke nüfusunun %85'i Hristiyan inancına göre yaşamakta olup, bu topluluğun %62'si dini görevlerini kilise ziyaretleri gerçekleştirerek yerine getirmektedir. Bunun haricinde hristiyan inancı ile birlikte karışmış yerel dinlere inanan nüfus da mevcuttur. Zimbabve içerisinde İslami inancına göre yaşayan nüfusun oranı %1'in de altındadır. Azınlık konumunda olan bu topluluğun oranı 100.000 - 120.000 kişi arasında değişmektedir. Bu toplulukta çoğunluğu İngiliz sömürge döneminde Hindistan ve Pakistan'dan gelen müslümanlar oluştururken, Mozambik ve Malavi gibi komşu ülkelerden göç ederek Zimbabve'ye yerleşen müslümanlar da mevcuttur. Ülkede en çok cami 18 adet ile ülkenin başkenti Harare'de bulunmaktadır. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup, 2012 tahmini verilerine göre nüfusun %79,7'si temiz kaynaklardan su temin edebilmektedir. Buna karşılık nüfusun sadece %39,9'unun tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlandığı ülkede, nüfusun %60,1'i daha ilkel şartlarda sağlık hizmeti alabilmektedir. Ülke içerisinde ishal, hepatit, tifo, sıtma ,humma ve kuduz çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinde olduğu gibi yüksek oranda görülmekte olup, bu oran 2013 verilerine göre %14,99 düzeyindedir. Ülkede yetersiz beslenme de yüksek düzeydedir. Ülkede dört milyon kişinin yetersiz beslenmeye bağlı sorunlar ile karşı karşıya kaldığı ifade edilmiştir. Özellikle Şubat 2016 yılında bu yana Afrika'nın güney kesimlerinde görülen şiddetli kuraklık nedeniyle dörtte birini 18 yaş altı kişilerin oluşturduğu kişilerin yetersiz beslenmenin etkisi altında olduğu belirtilmiştir. Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2015 verilerine göre %86,5 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %88,5 iken, kadınlarda %84,6 seviyesindedir. Zimbabve'de hem erkek hem de kız çocukları 11 yıllık bir öğrenim hayatına iştirak etmektedirler. Yaklaşık olarak 2000 yıl önce ilk Bantu ailesine mensup yerlilerin bu bölgelere gelmesi ve yerleşmesi ile yaşam bulan bölgede, gelenler arasında günümüzde nüfusun %80'ini oluşturan Shona halkının da ataları bulunmaktaydı. Shonaların atalarının çabaları ile oluşturulan medeniyet kalıntıları günümüzde Zimbabve sınırları içerisinde bulunan ve Büyük Zimbabve olarak adlandırılan tarihi eser kalıntılarından gözlemlenebilmektedir. Bu zenginliğin en önemli nedenlerinden bir tanesi de doğu Afrika kıyılarında daha sonradan bu bölgelere yerleşen müslüman tüccarlar ile yapılan alışverişler oluşturmaktaydı. Kıyı kesimlerde bu yerleşim ile oluşan Swahili kültürü ile ticaretine devam eden Swahili tüccarları zamanla Portekizliler tarafından yerlerinden edilerek bölgeden gönderilmişlerdir. Bu dönemde Portekiz bölgenin belli bir kısmını elde etmeye çalışsa da bunda başarılı olamamıştır. 1837 yılında Shona topluluklarının oluşturduğu şehir devletleri, Güney Afrika'dan gelen Ndebeleler tarafından yıkıma uğratılmıştır. 1893 yılında bölgeyi satın alan Cecil Rhodes, bölgedeki tüm madenlerin, yer altı zenginliklerinin, verimli toprakların kullanımını ve yerlilerin iş gücü olarak kullanılma hakkını İngiltere'den gelen göçmenlere vererek, bu bölgenin işletmesini elinde tutmayı hedeflemiştir. Bu şekilde isminden de esinlenerek bölgenin denize uzak iç kesimlerinde Rodezya ismi ile sömürge sistemi kurulmuş, bu sistem bölgenin 1911 yılında Kuzey Rodezya (günümüzde Zambiya) ve Güney Rodezya (günümüzde Zimbabve) olarak ikiye ayrılmasına kadar devam etmiştir. Özellikle Güney Rodezya 1922 yılından sonra iklim şartlarının da uygun olması nedeniyle sömürge ülkesi sahibi Birleşik Krallık tarafından yerleşim kolonisi olarak kullanılmış, bu şekilde Birleşik Krallık içerisindeki fazla nüfus, suçlular vb. halk bu bölgeye göç ettirilerek yaşamak zorunda bırakılmıştır. Bu şekilde bölgeye gelen beyaz Avrupalıların kendi kendine oluşturdukları kendi kendine yönetim şekli ile bölge içerisindeki verimli toprakların kullanımı tamamen İngiliz göçmenlerin eline teslim edilmiş, yerel Afrikalı halk ise verimsiz bölge topraklarına zorunlu göçe tabi tutulmuştur. Bu yönetim şeklinin başında bulunan kişiler anavatan Birleşik Krallık'tan kimlerin bölgeye gelip gelmeyeceğini tayin etme yetkisine sahip bir konumdaydılar. 1 Ağustos 1953 ile 31 Aralık 1963 yılları arasında var olan bu yapıda Kuzey Rodezya (günümüzde Zambiya), Güney Rodez
ya (günümüzde Zimbabve) ve Nyasaland (günümüzde Malavi) birleştirilerek federasyon haline getirilmiştir. 1964 yılında Kuzey Rodezya ve Nyasaland'ın günümüzde var olan isimleri ile bağımsızlıklarını kazanması ile dağılan yapı sonrası Güney Rodezya 1964 ile 1965 yılları arasında İngiliz sömürge sisteminin bir parçası olmayı sürdürmüştür. Komşu ülkeler Kuzey Rodezya ve Nyasaland'da siyahi Afrikalıların çoğunlukta olduğu gruplar hükumetleri oluştururken, Güney Rodezya'da, ayrımcı Apartheid politikalar izleyen Güney Afrika'nın da etkisiyle, Ian Smith beyazlardan oluşan azınlık bir grup ile hükumet kurmuş ve 11 Kasım 1965 tarihinde ise bölgenin Rodezya adı ile bağımsızlığını ilan etmiştir. İlk dönem İngiliz krallığına bağlı olan ülkenin bağımsızlığı Birleşik Krallık tarafından ayrımcı politika izlendiği ve yerel siyahi Afrika halkının yeterli düzeyde temsi edilmediği gerekçesiyle bağımsızlığı tanımamış ve bu ilanı yasa dışı olarak nitelendirmiştir. (Güney) Rodezya'da diğer tüm sömürge ülkelerinde olduğu gibi biçimsel olarak parlamenter demokrasi ile yönetilmekteydi. Ancak bu yönetim şeklinde siyahi yerlilerin hiçbir katılımı, katkısı bulunmamaktaydı. 1978 yılıda yapılan değişiklikler ile ilk defa siyahi halk, beyaz halk ile eşit siyasi haklara sahip olabilmiştir. Bağımsızlık ilanı sonrası ülkenin başbakanı seçilirken, devlet başkanı, ülkede "Officer Administering the Government of Rhodesia" adı ile temsil edilen hali hazırda Birleşik Krallık kraliçesiydi. Bölgenin Rodezya olarak bağımsızlığının kabul edilmemesi neticesinde Zimbabve-Rodezya ismi ile aynı bölgede yeni bir devletin oluşumunun ilanının gerçekleştiği 1 Haziran 1979 tarihinden 31 Aralık 1979 tarihine kadar varlığını sürdüren bu yeni devlet, tıpkı bir önceki Rodezya girişiminde de olduğu gibi Birleşik Krallık tarafından kabul edilmeyerek bölgenin Güney Rodezya olarak Birleşik Krallık'a bağlı bir bölge olduğunu belirtmiştir. 18 Nisan 1980 tarihinde tam bağımsızlığına kavuşan ülke, ilk dönemlerinde sömürge sonrası dönüşümü huzurlu ve rahat bir şekilde geçiren ülke olarak görülmekteydi. Ancak olumsuz sosyal ve siyasi gelişmeler neticesinde 1991 yılından itibaren kötüleşen durum nedeniyle, 1991 - 2009 yılları arasında dört ile beş milyon Zimbabve vatandaşı ülke dışına çıkmak ve sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmıştır. Bağımsızlık sonrası parlamenter sistemi benimsemeye devam eden ülke, 1987/88 döneminde gerçekleştirdiği anayasa değişikliği ile yarı başkanlık sistemine geçmiştir. Bu döneme kadar Canaan Banana başkanlığında, başbakan olarak görev alan Robert Mugabe'nin başkanlığı devralması ile geçilen sistem neticesinde, Mugabe yıllar içerisinde tek taraflı diktatör bir rejim oluşturmuş ve ülkeyi günümüze kadar da yönetmiştir. Görev süresinin ilk yıllarında küçük çiftçileri koruyan yasalar çıkaran, sağlık ve eğitim alanlarında önemli adımlar atan Mugabe, bu sayede birçok alanda verilerin iyileşmesine ve ülkenin kalkınmasına etki etmiştir. Bu bağlamda çocuklarda yetersiz beslenmeden dolayı gerçekleşen ölüm oranlarını %22'den (1980) %12'lere (1990), çocuk ölüm oranlarını 86'dan (her bin doğumda) 49'a (her bin doğumda), ortalama yaşam süresini de 1980'e göre yükselterek ülkede önemli başarılara imza atmıştır. Mugabe'nin 2000 yılında referanduma sunduğu anayasa değişiklik teklifi halkın büyük bir kısmı tarafından reddedilmesi, Mugabe ve partisi tarafından ülke içerisindeki etkilerinin bağımsızlıktan bu yana ilk defa bu kadar azaldığı izlenimi ile tedirginlikle karşılanmış, bu sonuç neticesinde birçok muhalefet partisi yetkililerine, sivil toplum kuruluşlarına, derneklere ve çiftliklere baskınlar ve saldırılar düzenlenmiştir. Bu dönemde gerçekleştirilen zulüm, baskı ve ölümler neticesinde ülkedeki diğer gruplara ve topluluklara hakimiyetini hissettiren Mugabe görevde kalmayı sürdürmüştür. Ülkeyi 2008 yılına kadar yöneten Mugabe, 29 Mart 2009 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimlerde 84 yaşında olmasına rağmen altıncı bir dönem ülkeyi yönetebilmek adına adaylığını koymuş, seçimleri tartışmalı bir şekilde kazanarak bu görevini sürdürmüştür. Bu dönemde devlet başkanlığı için güçlü bir aday olan muhalefet partisi adayı Morgan Tsvangirai, ikinci tur öncesi Mugabe yanlılarının gerçekleştirdiği şiddet olayları neticesinde geri çekilerek Mugabe'nin kazanmasının yolunu açmıştır. Her iki aday arasında geçen 2013 seçimlerinde de Mugabe yine tartışmalı bir şekilde seçimlerden galip ayrıldığını ilan ederek beşinci dönemi için bu koltuğa bir kez daha gelmiştir. Tsvangirai bu seçimlerde de şaibe olduğunu belirtmiş ancak bir sonuç elde edememiştir. 2013 yılında bir beş yıllık süre daha devlet başkanlığına seçilen Mugabe, Mart 2015 tarihi itibarıyla dünya üzerinde iktidarda olan en yaşlı devlet başkanı olduğu ifade edilmiştir. Kasım 2017 başlarında başkan yardımcısı Emmerson Mnangagwa ile devlet başkanı Mugabe'nin eşi Grace Mugabe arasında başlayan çekişmeler sonucu Mnangagwa görevinden uzaklaştırılmıştır. Yaşanan bu gelişmelerin ardından Zimbabve ordusu 14 Kasım 2017 tarihinde başkent Harare'de bulunan önemli yerleri kontrol altına almıştır. Genelkurmay başkanı yaptığı açıklamada yaşanan bu gelişmelerin askerî darbe olmadığını, devlet başkanı Mugabe'nin güvende olduğunu belirterek Mugabe'nin çevresinde bulunan ve ülkede yaşanan sosyal ve ekonomik sorunların kaynağı olduğu iddia edilen "suçlu" unsurların temizlenmesi yönünde bir girişim olduğu, bu kişilerin Mugabe'nin etrafından temizlenmesi ile sürecin yeniden normale döneceği bildirilmiştir. Mugabe yaşanan gelişmelerin ardından istifa etmeyeceğini bildirmiş ancak 21 Kasım 2017 tarihinde meclise gönderdiği mektup ile görevinden ayrıldığını ifade etmiştir. 24 Kasım 2017 tarihinde ülkenin yeni devlet başkanı Emmerson Mnangagwa yemin ederek ülkenin üçüncü devlet başkanı olarak göreve başlamıştır. Zimbabve kendi içerisinde sekiz ile ve iki il statüsüne sahip şehire bölünmüş konumdadır. Toplamda var olan 10 il, kendi içerisinde 59 ilçeye ve 1200 beldeye ayrılmış durumda olup, beldelerde kendi içerisinde köylere ayrılmıştır. Aşağıdaki tabloda belirtilen nüfus sayıları 18 Ağustos 2002 tarihinde gerçekleştirilen resmi nüfus sayım sonuçlarını içermektedir. Ülke genelinde en kalabalık şehri, başkent konumunda da olan Harare oluşturmaktadır. Zimbabve'nin toplam nüfusunun neredeyse %10'u başkent bölgesinde yaşamaktadır. Ülkenin nüfus bakımından en kalabalık altı şehri şu şekildedir: Harare 1.444.534 kişi, Bulawayo 676.787 kişi, Chitungwiza 321.782 kişi, Mutare 170.106 kişi, Gweru 141.260 kişi ve Epworth 113.884 kişi. Zimbabve Cumhuriyetinde parlamento Senato ve Temsilciler Meclisinden meydana gelir. Senato 40, Temsilciler Meclisi ise 100 üyelidir. Senatonun 10, meclisin 20 üyesi devlet başkanı tarafından seçilir. Zimbabve 1980’den itibaren Birleşmiş Milletlere üyedir. Zimbabve ekonomisi çeşitlilik arz eder. Tarım, madencilik ve imalat sektörlerinin hepsi önemlidir. Çalışan nüfusun %35’i tarımla, %30’u sanayi ve ticaretle, %20’si hizmetlerle, %15’i hükümet işleriyle uğraşır. Ülkenin belli başlı tarım ürünleri tütün, şeker, pamuk, mısır ve buğdaydır. Giyim, kimya sanayileri ve hafif endüstri gelişmiştir. İmalat için gerekli enerjinin çoğu Kariba Hidroelektrik Santralinde üretilir. Ticari ilişkilerde bulunduğu ülkelerin başlıcaları Güney Afrika, Birleşik Krallık, ABD ve Almanya’dır. Ülkenin para birimi olan Zimbabve doları, 1980 yılında bağımsızlık ile tedavüle girmiş bir para birimidir. 2008 yılında Mugabe tarafından kabul edilen tartışmalı tarım politikası sonucunda üretimi duran Zimbabve'de sıkıntılı günler baş göstermiştir. 2009 yılında yaşanan hiper enflasyon neticesinde kullanılmaya başlanan yabancı para birimleri nedeniyle değerini ve önemini büyük ölçüde yitiren para birimi, 12 Nisan 2009 tarihinde alınan karar ile bir yıl süreyle tedavülden kaldırıldığı açıklanmıştır. Bu sürecin sonunda da ekonomik verilerin kendi para biriminin kullanılmasına hala uygun olmadığı gerekçesiyle Zimbabve doları büyük çoğunlukla resmi ödeme aracı olarak kullanılmaktan çıkarılmıştır. Zimbabve Merkez Bankası başkanı John Mangudya Haziran 2015'te yaptığı açıklamada ülke içerisinde artık neredeyse hiç kullanılmayan para biriminin Eylül 2015 itibarıyla tamamen piyasadan çekileceğini açıklamış, bu tarihten itibaren hali hazırda kullanılan diğer ülke para birimlerinin kullanılacağını açıklamıştır. Ülke genelinde ABD Doları, Avro, Güney Afrika Randı, İngiliz Sterlini gibi para birimleri kullanılmakta olup, ticaretin, ödemelerin birçoğu bu para birimleri üzerinden gerçekleştirilmektedir. Bu değişim sürecinde Zimbabve vatandaşları 1 ABD Doları için 35 Katrilyon Zimbabve Doları vermek durumunda olacaklardır. 1990'lı yılların başlarında iki haneli sayılar ile ifade edilen enflasyon oranı, 2001 yılında üç haneli sayılara ulaşmış, 2003-2004 döneminde ise %600 ile zirve yapmıştır. Yapılan iyileştirmeler ile 2005 yılının başında %125'e kadar düşen enflasyon oranı, bu tarihten itibaren hızlı bir yükselişe geçmiş ve 2006 yılında %1000 ile rekor kırmıştır. Bunun neticesinde para biriminde 1:1000 oranında dönüşüm gerçekleşen ülkede, 2006 yılının sonlarında hızla beş haneli enflasyon rakamları doğru gitme eğilimi meydana gelmiştir. 2007 yılının ortalarında %7000 olan enflasyon neticesinde, hükumet polis gücü ile fiyatları kontrol altına alma eğilimini göstermiş, bu dönemde mağaza kapatma, esnaf tutuklamaları yoğun bir şekilde uygulanmıştır. Bu çözümünde herhangi bir katkı sağlamaması neticesinde 2008 Ocak ayında %10000 ile beş haneli rakamlara erişilmiştir. Aynı yılın Temmuz ayında enflayon %231 milyon olarak yeni bir rekora imza atmıştır. Bu aydan sonra resmi verileri açıklamayan Zimbabve'de, ekonomist Steven H. Hanke'nin tahminlerine göre aynı yıl içerisinde enflasyon %90 trilyon oranlarına kadar artış göstermiştir. Bu oranlar sonrasında ticaretin yapılmadığı ülke birimi tamamen bitme noktasına gelmiş, enflasyon oranları dünya üzerinde 1946'da Macar para birimi olan Pengő'nun ardından en yüksek oran olarak kayıtlara geçmiştir. Günlük enflasyonları bile ço
ğu ülkenin aylık hatta yıllık enflasyonundan yüksek seviyelere ulaşan ülkede, halk 1 kilo et için 1 bavul dolusu para taşımak durumunda kalmış, bir ürün alabilmek adına yaklaşık 11 kg ağırlığında paranın transfer edildiği söylentileri gerçekleştirilmiştir. 500.000.000.000.000 (beş yüz trilyon) Zimbabve Doları sadece 1,8 Amerikan Dolarına karşılık gelmektedir (Kasım 2009). Ülkedeki enflasyon oranı %158.000.000 civarında tahmin edilmektedir. Bu, dünyanın en büyük enflasyon oranıdır (Temmuz 2009). Ülkede tedavülde olan en küçük para 100.000.000 Zimbabve Dolarıdır. Gayri safi yurtiçi hasıla, enflasyon, bütçe ve dış ticaret değerlerinin yıllar içerisinde değişimini gösteren bilgiler şu şekile sıralanmaktadır: Ülke genelinde var olan irili ufaklı 404 havaalanından sadece 17 tanesinin pisti asfaltlanmış konumdadır. Başkent Harare'de bulunan havaalanı ise uluslararası standartlara uygun tek havaalanıdır. Tüm ülkede var olan toplam 97.440 km karayolundan 18.514 km'si asfaltlanmış bir konumdadır. Ülkede ayrıca 3077 km uzunluğunda demiryolu mevcut olup, bağlantıların neredeyse tamamı devlet demiryolu olan "National Railways of Zimbabwe (NRZ)" tarafından sağlanmaktadır. Oasis Oasis, İngilizce ve Fransızca'da vaha, cennet, güvenli korunma yeri veya sığınak anlamlarına gelen kelime. Oasis ayrıca şu anlamalara da gelebilir: Babil Babil, Mezopotamya'da adını aldığı Babil kenti etrafında M.Ö. 1894 yılında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan bir imparatorluktur. Babil'in merkezi bugünkü Irak'ın El Hilla kasabası üzerinde yer almaktadır. Kuzey Babil Devleti ise, Şırnak ilinin İdil ilçesi güneyinde Babil köyünde kurulmuştur. Babil halkının büyük bir kısmı Sami asıllıdır Babilliler, eski halkların çoğu gibi birden fazla tanrıya tapar, tanrıları üzerine kuşaklar boyu anlatılan mitlere inanırlardı. Bunların çoğu Sümer kaynaklıydı. Evren'in ve insanların yaratılışını konu alan Sümer Destanı'nın kahramanı Gılgamış, efsaneye göre ölümsüzlük otunu bulmak için yola çıkar ve bu arayışı sırasında binbir güçlükle karşılaşır. Serüven dolu yolculuğunun sonunda bulduğu otu suların dibinden sinsice gelen bir yılan, kayığından çalar. Bu hikâyenin sonraki yüzyıllarda Nuh Tufanı ile ilgili ifadelere kaynaklık ettiği ve birçok yönden benzer unsurları taşıdığı ifade edilir. Baş tanrıları Marduk idi. Babil efsanelerinde Marduk, ejderha Tiamat ile dövüşüp onu yener. Yeri, göğü ve insanoğlunu yarattığına inanılan Marduk'un yeryüzündeki temsilcisi kraldı. Marduk dışında toprak, su, gökyüzü, Güneş ve Ay tanrıları gibi tanrılara tapılırdı. Asurlular da büyük ölçüde Sümerlerin ve Babillilerin dinleriyle tanrılarını paylaşıyorlardı. Ama en büyük tanrıları, adını imparatorluğun başkentine verdikleri Asur'du. Hem Babilliler, hem de Asurluların baş tanrıçası ise Eski Yunanların aşk tanrıçası Afrodit'e çok benzeyen İştar'dı. Sümer yazısı bilinen en eski yazıdır. Sümerler, kil tabletleri üstüne yazı yazdıktan sonra pişirirlerdi. Arkeolojik kazılar sırasında bazıları 5000 yıllık olan binlerce tablet bulunmuştur. İlk yazı karakterlerini resimler oluşturuyordu. Bu resimler, yavaş yavaş Babillilerin ve Asurluların kullandıkları çivi yazısına dönüştü. Bu yazı biçiminde kavramları belirtmek için köşeli simgeler kullanılırdı. Bulunan tabletlerin üzerindeki yazılar din, matematik, yasalar, bilim ve başka konulara ilişkindir. Matematikte açılar konusunda bir tam dönüşü 60 birime bölmüşlerdir. Babil Kulesi (İbranice: מגדל בבל‎ Migdal Bavel), Tevrat'ta ve Dünya'nın birçok bölgesinde yerel efsanelerde bahsi geçen, tanrıya ulaşmak için inşa edilen kule. Tanah ve Eski Ahit hemen hemen aynı olduğu için her iki dinde Babil bahsi aynıdır. Babil kulesinden Tevrat'ın Yaratılış (Tekvin) kısmında bahsedilir. Efsaneye göre Tanrı, kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Kulenin yıkılışı Tevrat'ta anlatılmaz, ancak Jubilees veya Leptogenesis olarak bilinen Yahudi belgelerinde anlatılır. Dinî bir bakış açısıyla bu hikâye, sıklıkla insanın kusurluluğunu Tanrı'nın kusursuzluğu ile kıyaslamak ve Dünya'daki yüzlerce dilin kökenini açıklamak amacıyla kullanılır. İsmi verilmemekle beraber Kur'an'da Babil Kulesi'ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikâye Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer. Firavun, Haman'a kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa'nın tanrısına bakacağını söyler. Kur'an'da Babil şehrinden Bakara Suresi, 102. ayette bahsedilir. Harut ve Marut isimli iki melek, insanları imtihan etmek için Allah tarafından Babil'e gönderilirler. Burada insanlara sihir öğretirler. Melekler, sihrin küfür olduğunu söyledikleri hâlde insanlar öğrenmekte ısrar edip karı-kocayı ayırmaya yarayan sihirler öğrenirler. Babil'den Yakut el-Hamavi'nin yazmalarında ve Lisan el-Arab'da bahsedilir. Hikâyeye göre bütün insanlar rüzgârın önüne katılarak bir yerde toplanırlar. Buraya sonradan Babil denir. Babil'de insanlara Allah tarafından değişik lisanlar tahsis edilir ve yeniden rüzgârla geldikleri yerlere dağıtılırlar. 9. yüzyılda İslam tarihçilerinden el-Tâberî'nin ""Peygamberler ve Krallar Tarihi"" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Hikâyeye göre Nimrod, Babil'de bir kule inşa ettirir. Süleyman peygamber bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. 13. yüzyılda İslam tarihçilerinden Ebu el-Fida da aynı hikâyeden bahseder ve İbrahim'in atası Hud'un kendi dilini (İbranice) muhafaza etmesine izin verildiğini ekler. Zira Hud, kulenin inşasına katılmamıştır. Babil'in Asma Bahçeleri, Dünyanın Yedi Harikası'ndan biridir. MÖ 7. yüzyılda Babil kralı Nebukadnezar tarafından yaptırılmıştır. Babil'in çorak Mezopotamya çölünün ortasında; ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir. Coğrafyacı Strabon'un 1. yüzyıldaki tanımına göre: ""Bahçeler birbiri üzerinde yükselen kübik direklerden oluşuyordu. Bunların içleri çukurdu ve büyük bitkilerin ve ağaçların yetişebilmesi için toprakla doldurulmuştu. Kubbeler, sütunlar ve taraçalar pişmiş tuğla ve asfalttan yapılmıştı. Yüksekteki bahçeleri sulamak için Fırat Nehri'nden zincir pompalarla su yukarılara çıkarılıyordu. Bu şekilde üst seviyelere taşınan su, bahçeleri sulayarak teraslardan aşağıya doğru akıyordu"" Söylenceye göre, Nebukadnezar bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Semiramis için yaptırmıştır. Semiramis, Medes kralının kızıdır. Mezopotamya'nın düz ve sıcak ortamı onu bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için yapay dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden bazen Semiramis'in asma bahçeleri olarak da anılır. II Nebukadnezar döneminde inşa edildi. Süreç içerisinde kentin ve krallığın simgelerinden biri oldu. Ayna Ayna, ışığın %100'e yakın bir kısmını düzgün olarak yansıtan cilalı yüzeydir. Metal yüzeylerin parlatılmasıyla ilk ayna elde edilmiştir. Daha sonra ise, cam levhaların bir yüzeyi cıva amalgamları ile kaplanarak ayna elde edilmiştir. Günümüzde ise genellikle cam levhaların bir yüzü, ince bir gümüş tabakası ile sırlanarak elde edilir. Bazen gümüş yerine alüminyum, altın, hatta platin dahi kullanılır. Alüminyum sırlı aynalar, dalga boyu 0,4 mikrondan küçük olan morötesi ışınları da yansıtırlar. Aynalar düz, küresel ve parabolik diye ayrılırlar, küresel aynalar da çukur ve tümsek ayna olarak iki çeşittir. İlk ayna, metal yüzeylerin iyi bir şekilde parlatılmasıyla oluşturulmuştur. Yüzyıllarca önce (17. yüzyıla kadar) yüzeyi iyice parlatılmış düz metal levhalardan yapılan aynalar, daha sonra yerini bir yüzü çok ince bir metal katmanıyla kaplanmış cam levhalara bıraktı. Sır adı verilen bu metal kaplama, aynanın ışığı yansıtarak görüntü vermesini sağlar. Kolayca şekil verilip cilalanabilmeleri, böylelikle pürüzsüz hâle getirilebilmeleri ve dayanıklı olmaları sebebiyle metaller, ayna yapımında çok eskiden beri kullanılırdı. Milattan önceki zamanlarda Mısırlılar, Etrüskler, Yunanlar ve Romalıların bronz el aynaları kullandığı bilinmektedir. Daha değerli olanları ise gümüşten yapılırdı. Çok eskiden metalle kaplanmış cam aynaların kullanıldığına dair kayıtlara da rastlanmaktadır. Fakat bu yöntem o zamanlar yaygınlaşmamıştı. Günümüzden yalnızca üç yüzyıl öncesine kadar Venedik Cumhuriyeti, Avrupa'da cam eşya ve özellikle de ayna yapımının sırrına sahip tek ülkeydi. Venedikliler bu sırrı büyük ihtimamla saklıyordu. Ayna ve cam eşya fabrikalarını Murano adasında kurmuş ve bu adaya camcı ustalarından başkasının girmesine de izin vermemişlerdi. Bu sırrı Fransızlar, adadan zorla kaçırdıkları dört usta sayesinde öğrendi ve bundan sonra ayna yapımı bir giz olmaktan çıkmaya başladı. Ayna yapımında Venediklilerin kullandığı yöntem özetle şöyleydi: İnce bir kalay yaprak düz bir şekilde yayılır, üstü cıva ile kaplanır. Cıvanın fazlası sıkıştırılarak alındıktan sonra üstüne bir kâğıt ve onun da üstüne bir cam levha konur. Bundan sonra aradaki kâğıdın yavaşça çekilip alınır. Bu sırada kalay ve cıva bir amalgam oluşturarak camın alt yüzeyini kaplar. Son basamak olarak camın arkasına sırı koruyacak bir sırt geçirilir. Venediklilerin kullandığı yöntem, 19. yüzyılda yerini yeni bir yönteme bırakmıştır. Alman kimyacı Justus von Liebig (1803-1873), camın üzerine bir çözeltiyle gümüş kaplama yöntemini bulmuş, bu yöntem günümüzde bile günlük amaçlar için kullanılan aynaların üretiminde uygulanmaya başlanmıştır. Yumuşak gümüş tabakasının çizilmemesi için bakır sülfat gibi maddelerle kaplama ve boyama işlemleri yapılmaktadır. Bilimsel çalışmalarda kullanılan aynalarda ise, camın ışığın bir bölümünü absorbasyonunu önlemek amacıyla ön yüzler de gümüşlenir. Temel olarak üçe ayrılır. Yansıtıcı yüzeyi düz olan aynalardır. Cisimlerin aynada oluşan görünümleri cisimlerden çıkarak aynada yansıyan ışınların uzantılarının kesiştiği yerde oluşur. Bu şekilde oluşan görüntülere zahirî veya sanal görüntü denir. Y
ansıyan ışınların kendilerinin kesişimiyle oluşan görüntülere ise gerçek görüntü denir. İtalyan matematikçi Ghetaldi tarafından incelenmiştir. Parabolik aynalar özel bir şekle sahip olup, enerji yakalayıp bu enerjinin tek bir noktaya odaklanması için tasarlanmış bir cisim olmakla birlikte odak noktasından dışa doğru enerji dağıtarak çalışabilir. Fenerlerde ve otomobil farlarında geri yansıtıcı olarak da kullanılabilir. Parabolik aynalar düşük genleşmeye sahip cam ve pyrex maddelerinden yapılır. Görüntünün daha net olması için ince olarak tasarlanır. 17. yüzyılda Isaac Newton'un yansıtan teleskobu ile ilk defa parabolik ayna kullanıldı. Dünya Olimpiyatları'nda olimpiyat meşalesi, Güneş ışığından dev parabolik aynalarla tutuşturulmaktadır. Halk ağzında pek çok yörede aynaya göz kelimesinden türetilmiş olan gözgü adı verilir. Gözgeç, güzgü, közgeç, közgö, közgü, küzgü de denir. Aynalar halk inancının dikkatini çekmiş cisimler olup farklı anlamlar yüklenmiştir. Bu Dünya ile Öteki arasındaki sınırı sembolize eder. Ruhlar âlemine açılan bir pencere gibi algılanır. Şaman, aynaya bakarak gelecekten haber verir veya kendi ruhunu görebilir. Gözle görünmeyen varlıkları gösterir. Erlik Han, yanında bir ayna gezdirir ve buna baktığında insanların işledikleri tüm günahları görür. Gece aynaya bakmak, uğursuzluk getireceği düşüncesiyle hoş karşılanmaz. Ayna yere bırakıldığında bir denize dönüşür. Tarak da yere bırakıldığında bir ormana dönüşür. Bazı şamanların anormal güçleri olan aynaları vardır. Öbür Dünya'da zirveleri gökyüzüne değen iki dağın arasında bulunan bir sandıkta duran ve bütün Dünya'yı gösteren bir ayna vardır. Gömülen cenazelerin üzerine ters bir ayna bırakmak eski bir Türk geleneği olup bu geleneği Anadolu’da uygulamaya devam eden yöreler vardır. Görme fiili ve görüntülerin Türk kültüründe farklı bir önemi vardır. Görüntü gerçeğin en önemli parçası kabul edilir. Bu nedenle geriye dönüp bakma yasağı (arkaya bakma yasağı) veya kimseye bakmama yasağı şeklinde efsane motifleri vardır. İmtihandan geçen kahraman, bu yasağa uymazsa taşa dönüşür, taş kesilir. Geriye dönüldüğünde tıpkı aynada olduğu gibi bir yansıma idrakiyle ruhlar âlemine olumsuz bir yöneliş gerçekleşir. Çuvaşçdaki "/" ile Macarcadaki "" kelimeleri arasında bulunan bağlantı ilginçtir. Masallarda sihirli aynalar gelecekten haber verir, uzak yerleri gösterir, insanlarla konuşur. Karataş, Adana Karataş, Adana'nın bir ilçesidir. Doğu Akdeniz bölgesinde Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin doğal sınırları içerisinde kurulmuş olup Adana'ya 48 km uzaklıktadır. 1986 yılında Adana'da Yüreğir ilçesinin kurulmasıyla köylerinin bir kısmı bu ilçeye bağlanmıştır ve 2016 yılı itibarı ile bir bucak ve 43 mahallesi vardır. Yüzölçümü 922 km²dir. Tarihi çok eskilere dayanan Karataş M.Ö. 1000 yıllarında askeri ve ticari önemi olan yollar üzerinde kurulmuş bir liman şehridir ve antik dönemlerdeki ismi Margasus'tur. M.Ö. 1900'lü yıllarda Arvaza ve Huri krallıklarının, M.Ö. 1530'lu yıllardan sonra da Hitit krallığının idaresine girmiştir. M.Ö. 1200'lerden önce Kue, sonra da Asur krallığının egemenliğine geçmiştir. Karataş'ta bulunan yazılı eserlerin çoğu Kue Krallığı zamanına rastlamaktadır. Antik dönemlerde coğrafi konumu önemli olan şehir, aynı zamanda Ceyhan nehri boyunca o dönemde kurulmuş olan Mopsuhestia, Hemite ve Asitavandaya şehirlerine kilit bir noktadadır. Şehir ortaçağda Roma ve Abbasilerin egemenliğini yaşamış ve 1517 yılında Osmanlıların idaresine girmiştir. I. Dünya Savaşı'ndan sonra bir yıl Fransız işgali altında bulunan kent 1928 yılında bucak, 1957 yılında da ilçe olmuştur. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 43 mahalleden oluşmaktadır. Karataş'ın 43 mahallesinin 5'i merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 9.602 kişi (% 43,5) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 58,7 km uzaklıktaki Tabaklar'dır. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan mahalle, 2.017 kişi ile Bahçe'dir. Karataş'ın nüfusu 2017 yılında %  1,06  artmıştır. * Km, Yeni Mahalle'de bulunan kaymakamlığa olan uzaklıktır. Real Madrid CF Real Madrid CF, merkezi İspanya'nın Madrid şehrinde kurulmuş olan ve futbol şubesi ile tanınan spor kulübü. İsminde bulunan ""Club de Fútbol"" ibaresine rağmen sadece futbol değil basketbol takımı da mevcuttur. FIFA tarafından 20. yüzyılın en iyi futbol takımı olarak nitelendirilen Real Madrid tarihi boyunca 33 La Liga, 19 Copa del Rey, 9 Supercopa de España, 12 UEFA Şampiyonlar Ligi, 2 UEFA Kupası, 3 UEFA Süper Kupası, 3 Kıtalararası Kupa ve 2 FIFA Kulüpler Dünya Kupası şampiyonluğu yaşamıştır. Avrupa Kulüpler Birliği'nin kurucu üyelerinden biri olan Real Madrid, eski G-14 oluşumunun da kurucu üyelerinden birisidir. Kulübün isminde bulunan "Real" kelimesi İspanyolcada "kraliyet" anlamına gelmektedir ve bu unvan logosunda bulunan kraliyet tacı ile birlikte 1920 yılında XIII. Alfonso tarafından kulübe verilmiştir. Real Madrid; Real Sociedad, Real Unión, Real Betis ve Real Zaragoza ile birlikte isminde "Real" unvanını kullanma ve logosunda kraliyet tacını taşıma yetkisini direkt olarak kraldan alan ender kulüplerden biridir. 1902 yılında kurulan kulüp tarihi boyunca hiç küme düşmemiştir. 1950'li yıllarda hem Avrupa hem de İspanya futbolunda önemli bir güç haline gelmiş, 1980'li yıllarda kazandığı iki UEFA Kupası, beş La Liga şampiyonluğu, bir İspanya Kral Kupası şampiyonluğu ve üç Supercopa de España ile "La Quinta del Buitre" olarak anılır olmuştur. Kulüp, kurulduğu yıldan beri birçok kez logosunu yenilemiştir. 2014 yılında ise Uluslararası Abu Dabi Bankası ile anlaşma yapmıştır. Abu Dabi ve Birleşik Arap Emirliklerinde bulunan Müslümanlarının tepkisi ile karşılaşmamak için sadece Birleşik Arap Emirliklerinde geçerli olmak üzere logosunda bulunan hacı kaldırmıştır. Real, kurulduğu ilk dönemlerde beyaz üzerine çapraz lacivert çizgili forma giymekte iken özellikle seslerini duyurmaya başladıkları 1950'li yıllarda giydikleri düz beyaz formalar sebebi ile ""Beyazlar"" anlamına gelen ""Los Blancos"" lakabı ile tanınmaya başlamışlardır. Kulübün stadyumu olan Santiago Bernabéu Stadyumu, 1947 yılında açılmıştır. Kapasitesi ilk dönemlerde 120.000 kişi olmasına rağmen UEFA standartlarına uyması için sonraki yıllarda kapasitesi düşürülmüştür. Real Madrid'in ezeli rakiplerinden olan FC Barcelona ile oynadığı karşılaşmalar ""El Clásico"" olarak nitelendirilmektedir ve bu rekabet tüm dünyadaki futbolseverler tarafından takip edilmektedir. Kulüp, 650.000.000$ gelirle dünyanın en çok gelir sağlayan kulübü olmakla birlikte, 2013 itibarıyla 3.300.000.000$ marka değeriyle en değerli futbol kulübüdür. Real Madrid'in kökeni "Institución Libre de Enseñanza" akademisyenleri, öğrencileri ve Oxbridge mezunlarının 1897'de kurduğu "Sky Futbol Kulübü"'ne dek gitmektedir. 1900 yılında bu kulüp "Foot-Ball de Madrid" ve "Club Español de Madrid" olmak üzere iki kulübe ayrılmıştır. Club Español de Madrid'de 1902 yılında ikiye bölünmüş ve 6 Mart 1902 tarihinde "Madrid Futbol Kulübü" kurulmuştur. Kuruluşundan üç yıl sonra ise İspanya Kupası finalinde Athletic Bilbao'yu devirerek ilk şampiyonluğunu kazanmıştır. Kulübün o dönemki başkanı Adolfo Meléndez İspanya Futbol Federasyonu'nun kurulmasını karara bağlayan anlaşmanın imzacılarından birisi olmuş, böylece 4 Ocak 1909 tarihinde kurulan İspanya Kraliyet Futbol Federasyonu'nun kurucu taraflarından birisi de Madrid Futbol Kulübü olmuştur. 1912 yılında ise takım Campo de O'Donnell'a taşınmıştır. 1920 yılındaysa XIII. Alfonso tarafından kulübe "Real" unvanı ve armasında kraliyet tacını taşıma izni verilmiş, böylece "Madrid Futbol Kulübü"'nün adı "Real Madrid CF" olarak değişmiştir. 1929 yılında ilk İspanyol futbol ligi kurulmuş, Real Madrid son maçta Athletic Bilbao'ya yenilerek Barcelona'nın ardından ikinci olmuştur. Real Madrid ilk lig şampiyonluğunu ise 1931–32 sezonunda kazanmıştır. Ertesi yıl tekrar lig şampiyonu olan Real Madrid aynı yıl Kral Kupası'nı da kazanarak çifte şampiyonluk yaşamıştır. Santiago Bernabéu Yeste 1945 yılında Real Madrid'in başkanı olmuştur. Başkanlık döneminde ilk olarak İspanya İç Savaşı sırasında zarar gören Ciudad Deportiva'yı yenilemiş ve kulübü Santiago Bernabéu Stadyumu'na taşımıştır. 1953 yılından itibaren ise dünya çapında prestij sağlayacak transferler gerçekleştirmeye başlamıştır. Bunun en belirgin örneği ise kulübün tarihinde unutulmaz bir yer edinen Alfredo Di Stéfano'dur. 1955 yılında Fransız spor gazetesi L'Équipe'in editörü ve futbolcu olan Gabriel Hanot'un önerisi, Gusztáv Sebes, Bedrignan ve Bernabéu'nun girişimleri ile birlikte daha sonra UEFA Şampiyonlar Ligi adını alacak olan futbol turnuvası düzenlenmeye başlamıştır. Bu olayla birlikte Barnabéu'nun başkanlığındaki Real Madrid hem İspanyol hem de Avrupa futbolunda kendini önemli bir güç olarak kabul ettirmiştir. Turnuvanın ilk sezonunun finalinde Stade de Reims'ı 4-3 mağlup ederek şampiyon olan Real Madrid beş yıl boyunca üst üste kupada şampiyonluk yaşamıştır. Bu başarısından dolayı da kulübe UEFA tarafından turnuva kupasının orijinalı verilmiştir. 1966 yılındaki finalde ise tamamen İspanyol oyunculardan oluşan kadrosuyla finalde Partizan'ı 2–1 devirmiş, 6. kez turnuvanın şampiyonluğunu kutlama şerefine erişmiştir. 1966 Avrupa şampiyonu olan bu kadro Diario Marca'nın yayınladığı Beatles'ın She Loves You şarkısının nakaratında geçen ""yeah, yeah, yeah"" sözlerinden ötürü ""Ye-yé"" olarak tanınmıştır. Ye-yé jenerasyonu 1962 ve 1964 yıllarında da Avrupa'da ikinci olmuştur. 1970'li yıllarda Real Madrid 5 lig şampiyonluğu ve 3 de Copa del Rey kazanmıştır. Ayrıca UEFA Kupa Galipleri Kupası'nın ilk sezonu olan 1970-71 sezonunda ise finalde Chelsea'ye 2-1 mağlup olarak kupada ikinci olmuştur. 2 Haziran 1978 tarihinde Arjantin'de Dünya Kupası düzenlenmekte iken kulüp başkanı Santiago Bernabéu Yeste ölmüştür. FIFA ise bu durum karşısında üç günlük yas ilan etmiştir. Ölümünden sonraki yıldan itibaren ise kulüp tarafından Bernabéu'nun onuruna Santiago Bernabéu Kupası düzenlenmeye başlamıştır. 19
80'lerin başında Real Madrid'in La Liga üzerindeki etkisi eski kadar hissedilmiyordu. Kulüp, 1980 ve 1985 yılları arasında şampiyonluk yakalayamamış sadece üç kez lig ikincisi olmuştur. Ancak kulüp 1980'lerin ikinci yarısında ise tam anlamıyla ligleri domine etmiştir. Bu dönemde iki UEFA Kupası, beş La Liga, bir Kral Kupası ve bir de İspanya Süper Kupası şampiyonluğu kazanılmıştır. İspanyol gazeteci Julio César Iglesias bu kuşak futbolcularına ""La Quinta del Buitre"" yakıştırmasını yapmıştır. Francisco Buyo, Miguel Porlán, Hugo Sánchez, Manuel Sanchís, Martín Vázquez, Míchel, Miguel Pardeza ve Emilio Butragueño bu kuşağın futbolcularıdır. 1990'ların ikinci yarısında ise Martín Vázquez, Emilio Butragueño ve Míchel'in kulüpten ayrılmasıyla birlikte "Quinta del Buitre" dağılmıştır. 1996 yılında kulüp başkanı Lorenzo Sanz, Fabio Capello'yu teknik direktör olarak görevlendirmiştir. Capello sadece bir sezon görev yaptığı kulüpte Roberto Carlos, Predrag Mijatović, Davor Šuker, Clarence Seedorf, Raúl, Fernando Hierro, Iván Zamorano ve Fernando Redondo gibi döneminin yıldız futbolcularıyla ligde şampiyonluk yaşamıştır. 1998 yılında ise Jupp Heynckes teknik direktörlüğündeki takıma Fernando Morientes'de eklenmiş ve kulüp 32 yıl sonra tekrar UEFA Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yaşamıştır. 1998 finalinde Juventus karşısında 1-0 galip gelen takımın golünü ise Predrag Mijatović kaydetmiştir. Temmuz 2000'de kulübün başkanlığına Florentino Pérez seçilmiştir. Pérez, seçim kampanyasında kulübün borçlarını silmek ve tesislerini modernleştirmek için verdiği sözlerin yanında ilk iş olarak verdiği diğer bir söz olan Luís Figo'yu kulübe kazandırmıştır. Sonraki yıllarda ise izlediği yıldız futbolcu politikası gereğince Zinédine Zidane, Ronaldo ve David Beckham gibi dünyaca ünlü futbolcuları transfer ederek ""Los Galácticos""u oluşturmuştur. Ancak yıldızlar karması olarak nitelendirilen bu kadro yalnızca 2002 yılında UEFA Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazanmış, sonraki yıllarda ise ulusal ve uluslararası hiçbir başarı elde edememiştir. 2 Temmuz 2006'da Ramón Calderón'un başkan seçilmesiyle Fabio Capello tekrar takımın teknik direktörlüğüne getirilmiş, Predrag Mijatović ise yeni sportif direktör olarak tekrar kulübün bir parçası olmuştur. Real Madrid'i, dört sezon sonra La Liga şampiyonluğuna taşımasına rağmen defansif futbol oynattığı gerekçesiyle Capello takımdan kovulmuştur. 2007–08 sezonunda ise tekrar La Liga şampiyonluğunu tadan Real Madrid, bu şampiyonluk ile kulüp tarihindeki 31. İspanya şampiyonluğuna erişmiştir. 1 Haziran 2009 tarihinde, Florentino Perez tekrar Real Madrid'in başkanlık koltuğuna oturmuştur. İkinci başkanlık döneminde yaptığı AC Milan'dan Kaká ve 80.000.000£ bonservis bedeliyle Manchester United'dan Cristiano Ronaldo transferleri ile ikinci "Los Galácticos" projesini de başlatmıştır. Kulübün ilk arması beyaz üzerine lacivert renklerle ""Madrid Club de Fútbol""un kısaltması olan "MCF" harflerinin üst üste yazıldığı basit bir tasarım idi. Arma üzerinde yapılan ilk değişilik 1908 yılında gerçekleşmiştir. Bir sonraki değişiklik ise 1920 yılında Pedro Parages başkanlığındaki dönemde yapılmıştır. Bu dönemde XIII Alfonso'nun kulübe "Real" unvanını vermesiyle hem isim hem de arma değişmiş ve kulübün adı "Real Madrid Club de Fútbol" olmuştur. Armasına ise kraliyet tacı eklenmiştir. 1931 yılında ise monarşik rejimin sona ermesi ile kulüpteki kraliyetle ilgili bütün göstergeler (Real ismi ve armadaki kraliyet tacı) kaldırılmıştır. 1941 yılında ise İç Savaş sürerken kraliyet tacının tasarımı değiştirilerek tekrar armaya eklenmiştir. Ayrıca Madrid Club de Fútbol ismine "Real" kelimesi de tekrar eklenmiştir. 1997 yılında armanın ortasındaki çapraz çizginin mor olan rengi laciverde çevrilmiş, 2001 yılındaki ufak rötuşlar ile de arma son kez değişikliğe uğramıştır. 2014 yılında ise armanın üst kısmındaki haç Hristiyanlık sembolü olduğundan dolayı halkın tepkisini çekmemek adına yalnızca Birleşik Arap Emirliklerindeki operasyonlarda kaldırılmıştır. Real Madrid'in ilk forması henüz "Club Español de Madrid" döneminde giydiği beyaz üzerine çapraz lacivert bir şerit bulunan gömlek yakalı bir forma, beyaz şort ve lacivert çoraplar olarak kabul edilir. 1902 yılındaysa Corinthian'ın forması örnek alınarak düz beyaz formaya geçilmiştir. Aynı yıl, mavi çorap siyah çorap ile değiştirilmiştir. 1940'larda ise formanın sol göğüs üzerindeki kısmına arma eklenmiştir. 23 Kasım 1947 tarihinde Metropolitano Stadı'nda Atlético Madrid karşısına çıkan Real Madrid, formasında sırt numarası bulunan ilk İspanyol kulübü olmuştur. Kulübün son yıllarda kullandığı formalar Adidas tarafından imal edilmiştir. Real Madrid'in ilk forma sponsoru olan Zanussi, 1982 ve 1985 sezonları arasında kulübe destek sağlamıştır. Kulübün en uzun süre sponsorluk anlaşması imzaladığı firma ise Teka'dır. Teka, Real Madrid'e 1992'den 2001'e dek süren dokuz yıl boyunca sponsorluk desteği sağlamıştır. İzleyen yıllarda ise 2001'de Realmadrid.com, 2002 ve 2006 yılları arasında Siemens Mobile, 2006 ve 2007 yıllarında BenQ Siemens ile forma sponsorluğu anlaşması imzalanmıştır. 2007-2013 yılları arasında bwin kulübün forma sponsorluğunu yürütmüştür. Mayıs 2013 tarihinde, Emirates Havayolları ile 2013-14 sezonunda başlayan 5 yıllık bir sözleşme imzalanmıştır. Şu anda formanın göğüs bölümünde, "Fly Emirates" reklamı bulunmaktadır. Real Madrid'in 1912 yılında taşındığı 5.000 kapasiteli Campo de O'Donnell kulübün ilk stadyumudur. Kulüp daha sonra ise 8.000 kapasiteli küçük bir stad olan Campo de Ciudad Lineal'e geçmiştir. 17 Mayıs 1923'te ise Newcastle United ile oynanan karşılaşmayla açılan Estadio Chamartín'e taşınmıştır. Real Madrid ilk şampiyonluğunu 22.500 seyirci kapasiteli bu stadyumda yaşamıştır. 1943 yılında kulüp başkanlığına seçilen Santiago Bernabéu Yeste, Estadio Chamartín'in kulübün emelleri için yeterince büyük olmadığına karar vermiş ve yeni bir stadyumun inşasına başlamıştır. 1944'te başlayan inşaat çalışmaları 1947'de sona ermiş ve yeni stadyum 14 Aralık 1947 tarihinde açılmıştır. 1955 yılına kadar "Nuevo Estadio Chamartín" adıyla işletilen stadyum 1955 yılında bugünkü "Santiago Bernabéu Stadyumu" adını almıştır. Bernabéu'da yapılan ilk maç Real Madrid ve Portekiz kulübü Belenenses arasında oynanmış ve 3-1 Real Madrid lehine sonuçlanmıştır. Stadyumdaki ilk gol ise Sabino Barinaga tarafından atılmıştır. Santiago Bernabéu Stadyumu'nun kapasitesi 1953'teki genişletme sonrası 120.000 kişiye dek ulaşmış, sonraki yıllarda ise kademeli olarak düşürülmüştür. Son yapılan değişiklik 2003 yılında yapılmış ve kapasite 5.000 kişi artırılarak 80.354 kapasiteli hale getirilmiştir. Bernabéu, 1964 Avrupa Şampiyonası'nın ve 1982 FIFA Dünya Kupası'nın finallerine ev sahipliği yapmıştır. Ayrıca Avrupa kulüp futbolunun en önemli turnuvası olan Şampiyon Kulüpler Kupası'nın 1957, 1969 ve 1980 sezonlarının finallerine de sahne olmuştur. En son olarak ise 2010 yılında UEFA Şampiyonlar Ligi'nin finaline ev sahipliği yapmıştır. 9 Mayıs 2006 tarihinde Real Madrid'in rezerv takımı olan Real Madrid Castilla'ya evsahipliği yapması amacıyla Alfredo Di Stéfano Stadyumu açılmıştır. Stadın açılışında Real Madrid ile Stade de Reims arasında 1956 Şampiyon Kulüpler Kupası finalinin rövanşı mahiyetinde bir maç oynanmıştır. Karşılaşmayı Sergio Ramos, Antonio Cassano (2), Soldado (2) ve Jurado'nın golleriyle 6-1 Real Madrid kazanmıştır. Adını Real Madrid'in eski futbolcusu Alfredo Di Stéfano'dan alan stadyum 6.000 kişi kapasitelidir. Raúl, 1994 ve 2010 yılları arasında 741 kez giydiği Real Madrid formasıyla kulüp rekorunu kırmış ve kulüp tarihinde en çok forma giyen futbolcu olmuştur. Raúl'den sonra en çok forma giyen oyuncu ise 711 kez ile Manuel Sanchis, Jr'dır. Luís Figo ise millî takımında oynadığı 127 maç ile Real Madrid tarihinde en fazla millî takımının formasını giymiş oyuncudur. Cristiano Ronaldo 406 gol ile Raul ise 323 gol ile Real'in gelmiş geçmiş en golcü 2 futbolcusudur. Alfredo Di Stefano, Santillana, Ferenc Puskás, Hugo Sánchez ise Real için 200 golden fazla gol atmışlardır ve Raul ile Cristiano Ronaldo'dan sonra Real tarihinin en golcü futbolcularıdır. Ronaldo, 2014-15 sezonunda attığı 48 gol ile bir sezonda en çok gol atan Real futbolcusudur. Kulüp tarihinin en hızlı golünü ise Ronaldo 3 Aralık 2003 tarihindeki Atlético Madrid maçında 15. saniyede atmıştır. Kulüp tarihindeki en fazla seyircili maç 2006 yılındaki Kral Kupası maçlarında 83.329 kişi ile gerçekleşmiştir. Santiago Bernabéu Stadyumu'nun mevcut kapasitesi ise 80.354'tür. 2007-08 sezonunda yakalanan ortalama 76.234 kişilik seyirci istatistiği ise o sezon Avrupa liglerindeki en yüksek seyirci ortalamasıydı. 17 Şubat 1957 ve 7 Mart 1965 tarihleri arasında oynanan 121 La Liga iç saha maçında yenilmeyen Real Madrid bu alanda da rekoru elinde bulundurmaktadır. Real, 12 kez ile en çok UEFA Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yaşamış kulüptür. Cristiano Ronaldo 107 gol ile UEFA Şampiyonlar Ligi'nin gelmiş geçmiş en çok gol atan oyuncusudur. 1 Eylül 2013'te Gareth Bale için ödenen 100.000.000€ bonservis bedeli futbol tarihinin en yüksek bonservis bedeli olarak tarihe geçmiş ve Real Madrid gelmiş geçmiş en pahalı transferi gerçekleştirmiştir. Bundan önceki en yüksek bonservis ücreti rekoru yine Real Madrid tarafından Haziran 2009'da Cristiano Ronaldo için 96.000.000€ ödenen meblağdır. Kulübün en yüksek bonservis bedeliyle sattığı oyuncu ise 29 Ağustos 2014 tarihinde Manchester United'dan 59.700.000£ bonservis ücreti aldığı Angel Di Maria satışı olmuştur.kulüp tarihinde isim yapmış ünlü olmuş kulübün enlerinden olmuş ve kulüp tarihine adını yazdırmış futbolcuların çok büyük bir bölümü ilginç bir şekilde yengeç burcudur. İç saha maçlarını 80.354 kişilik Santiago Bernabéu'da oynayan Real Madrid her maç ortalama 68.670 seyirciye oynamaktadır. Bir sezonluk kombine satın almak için öncelikle kulübe üyeliğin bulunması gereklidir. Kulübe üye olanların dışında tüm dünyada yaklaşık 1.800 "peñas" vardır. Real Madrid, İspanya'da her zaman
en yüksek seyirci ortalamasına sahip takımlardan birisi olmuştur. 2004-05 sezonunda yakalanan 71.900 seyirci ortalaması o sezon La Liga'nın en yüksek ikinci seyirci ortalamasıydı. Real'in en büyük taraftar grubu "Ultras Sur"'dur. Bu grubun siyasi duruşu aşırı sağcı olarak bilinir. Ultras Sur, SS Lazio'nun yine kendisi gibi aşırı sağcı bir taraftar grubu olan "Irriducibili" ile kardeştir. Bu taraftar grupları futbolculara karşı ırkçı tutumlarıyla da tanınır. Barcelona ve Real Madrid arasındaki ezeli rekabet "El Clásico" adıyla anılmaktadır. Bu rekabet İç Savaş yıllarında siyasi alanda da boy göstermiş, Katalanlar ve Kastilyalılar arasında kültürel ve siyasi gerilimler baş göstermiştir. Francisco Franco döneminde Katalanlar başta olmak üzere tüm bölgesel kültürlere baskı politikası uygulamıştır. İspanyol topraklarında İspanyolca dışındaki tüm dillerin konuşulması yasaklanmıştır. Bu dönemde FC Barcelona Katalan halkının sembolü haline gelmiş ve ""Més que un club"" adıyla anılmıştır. Diktatörlük döneminde Barcelona'yı desteklemek Manuel Vázquez Montalbán'ın da söylediği gibi Katalan olduğunu göstermenin en dikkat çeken yoluydu. Bu yöntem anti-Franco harekete katılmadan diktatörlüğün muhalifi olduğunu göstermenin de bir yoluydu. Barcelona'nın muhalefeti simgelediği İç Savaş döneminde Real Madrid ise baskıcı merkeziyetçilik anlayışının ve faşist rejimin bir simgesi olarak görülmüştür. Günümüzde yalnızca sportif anlamda süren bu rekabet futbolcu transferleri, kupa şampiyonlukları, mali gelir gibi alanlarda sürmektedir. Real Madrid'in bir diğer ezeli rakibi olan Atlético Madrid'le olan rekabeti hem sportif alanda hem de taraftar alanında sürmektedir. Atlético, 1903 yılında üç Basklı öğrenci tarafından kurulmuş, 1904'te "Madrid FC" muhaliflerinin katılımıyla genişlemiştir. Tarih boyunca Real'in taraftarları aristokrat ve kalburüstü sınıftan, Atlético taraftarları ise işçi sınıfından gelmiştir. İki kulübün ilk karşılaşması 21 Şubat 1929 tarihinde Chamartín'de gerçekleşmiştir. Bu ilk derbiyi Real 2-1 kazanmıştır. İki takım arasındaki uluslararası arenada gerçekleşen ilk karşılaşma ise 1959 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası'nın yarı finalinde gerçekleşmiştir. İlk karşılaşmayı Real 2-1, ikinci karşılaşmayı ise Atlético 1-0 kazanmış, turu geçen taraf ise Real oluşmuştur. 1961 ve 1989 yılları arasında Real'in domine ettiği La Liga'da yalnızca 1966, 1970, 1973 ve 1977 yıllarında şampiyon olabilen Atlético, Real'den düşük bir profil çizmiş ve Real'e oranla başarısız bir görüntü vermiştir. Toplamda 32 kez La liga şampiyonluğu bulunan Real Madrid'e karşın yalnızca 10 lig şampiyonluğu yaşayan Atlético Madrid'in uluslararası arenada popülaritesi Real'den daha azdır. Real Madrid, "Goal!" üçlemesinin ikinci filmi olan ""'in konusu olmuştur. UEFA'nın tam desteğiyle çekilen "Goal!" serisi gerçek futbolcuları konu almaktadır. Film serisinde Real Madrid'den Iker Casillas, Zinedine Zidane, David Beckham, Ronaldo, Roberto Carlos, Raúl, Sergio Ramos, Robinho, Thomas Gravesen, Michael Owen, Míchel Salgado, Júlio Baptista, Guti, Steve McManaman, Jonathan Woodgate ve Iván Helguera rol almışlardır. "Real, The Movie" ismindeki yarı belgesel niteliğindeki film ise tamamen Real Madrid'i konu almaktadır. Prodüktörlüğünü kulübün, yönetmenliğini ise Borja Manso'nun yaptığı film taraftarların Real Madrid aşkını işlemektedir. Filmin sanatsal yönünün yanında Ciudad Real Madrid görüntüleri, maçlar ve röportajlar da filmde yer almaktadır. Film başta David Beckham, Zinedine Zidane, Raúl, Luís Figo, Ronaldo, Iker Casillas ve Roberto Carlos olmak üzere Los Galácticos jenerasyonuna odaklanmıştır. Phil Ball tarafından yazılan "White Storm: 100 years of Real Madrid" isimli kitap Real Madrid'in tarihini işleyen ilk İngilizce yayım olmuştur. 2002 yılında yayınlanan kitap Real Madrid'in 100 yıla sığdırdığı başarıları konu edinmektedir. Birçok dile çevrilen kitap Real Madrid'in tarihini konu edinen en kapsamlı yazılı yayımdır. Real Madrid TV, İspanyol futbol takımları konusunda uzmanlaşmış Real Madrid tarafından işletilen şifreli bir televizyon kanalıdır. Kanal İspanyolca ve İngilizce yayın yapmaktadır. İspanyol futbol kulüpleri kadrolarında AB dışından yalnızca üç yabancı oyuncu bulundurma hakkına sahiptir. AB üyesi olmayan bir ülkenin vatandaşı olan bir futbolcu aynı zamanda AB üyesi bir ülkenin vatandaşlığına sahip ise yabancı futbolcu sayılmamakta ve yabancı kontenjanını doldurmamaktadır. Aynı durum AKP ülkelerinin vatandaşları içinde geçerlidir. Cotonou Anlaşması gereğince AKP vatandaşı olan futbolcular İspanya'da yabancı futbolcu olarak sayılmamaktadır. Bu durumun örneği olarak ise Roberto Carlos gösterilebilir. Brezilyalı bir futbolcu olan Carlos'un aynı zamanda İspanyol vatandaşlığı da bulunduğundan dolayı yabancı futbolcu statüsüne dahil edilmeden 11 yıl boyunca Real Madrid'de forma giymiştir. !Görev !İsim Resmî bağlantılar Haber siteleri Buzdağı Buzdağı; büyük bir su kütlesinde serbest yüzen, tatlı sudan müteşekkil, büyük buz kütlesi. Buzdağlarına Kuzey ve Güney Kutbu çevresindeki denizlerde ve Arktik bölgelerdeki buzul göllerinde ve haliçlerinde (fiyord) rastlanır. Buzdağları genellikle buzullardan kopmuş büyük parçalardan oluşur. Devamlı soğuk olan bölgelerde karın üst üste yığılması, kardan bir dağ ve sonra da bir buz katmanı teşekkül ettirir. Bu katman zamanla kıyıya doğru kayar ve denizde parçalanır. Böylece muazzam buzdağları meydana gelir. Uzunlukları birkaç kilometreyi ve kalınlıkları 300 metreyi bulabilir. Deniz üstünde sallanmadan dururlar. Her yıl Güney Kutbu Antarktika, her boydan binlerce buzdağı teşkiline sebep olur. Kuzey kutbundaki Grönland Adasının iki milyon km²ye yaklaşan yüzeyi tamamen buz tabakası ile kaplıdır. Her sene buradan da 10-15 bin kadar buz dağı kopar. Buzdağları zamanla meydana gelen çatlak veya dalgaların aşındırması ile yerlerinden büyük bir gürültü ile ayrılırlar. Ayrılır ayrılmaz deniz içinde harekete geçerler. Özgül ağırlığı 0,9 g/cm³ olan buzdağının deniz üstünde görünen kısmının sekiz veya on katı su içindedir. Başıboş büyük denizlerde dolaşan bu buz dağlarının ağırlığı milyonlarca tonu bulur. Grönland'dan kopup gelen buz dağları ilkbaharda ve yazın ilk aylarında Kuzey Atlas Okyanusunda sefer yapan gemiler için büyük tehlike teşkil ederler. Bunların yanında Kanada'nın kuzeydoğu kesiminden gelen buzdağları Labrador Akıntısı ile Yeniel kıyılarından güneye doğru sürüklenir. Buralardan "Golfstream" Akıntısına kapılarak Ekvator'a doğru yol alırlar. Bazıları tamamen erimeden önce 27°'lik arz derecesine kadar ulaşırlar. Antarktika buzullarından kopanlar ise kuzeye doğru yol alırlar. Bunlar Hint ve Büyük Okyanusta çalışan gemiler için pek tehlike teşkil etmezler. En fazla kuzeye gidebilen buzdağı, Avustralya'nın 100 mil kuzeyine kadar yaklaşabilmiştir. Buzdağlarının rengi genellikle beyazdır. Mavi ve yeşil de olabilir. Güneşli havalarda eriyen kısımlar yüzeyde gölcükler meydana getirir. Suları tatlıdır. Bu sebepten büyük buzdağlarından istifade edilmesi düşünülmektedir. Su sıkıntısı çeken, bilhassa Aden Körfezi devletlerine getirilmesinin yolları araştırılmaktadır. Büyük römorklarla konvoy halinde getirilmesi düşünülen buz dağlarının Aden Körfezine gelmesi tahminen 6-7 ay sürecektir. Güç gibi görünmesine rağmen, milyonlarca insanın susuzluk çekmesi göz önünde tutulursa, gayretli bir çalışma sonunda netice vereceği tahmin edilmektedir. Buzdağları gemiler için büyük tehlikedir. Zamanının en büyük transatlantik gemi olan Titanik, 14/15 Nisan 1912'deki ilk seferinde gece bir buzdağına çarparak parçalandı. Çarpışmadan 2 saat 40 dakika sonra gemi tamamen battı ve içinde bulunan 2224 yolcudan 1513'ü boğulup, 711 kişisi ancak kurtarılabildi. Bu olay üzerine, buzdağlarının sebep olacağı felaketleri önlemek için tedbirler alındı. ABD'nin kıyı koruma teşkilatına ait gemiler, Kuzey Atlas Okyanusundaki buzdağlarını gözetleme görevlerini de yaparlar. Ayrıca Seyir ve Hidrografi Bürosu, Buzdağlarının bulunduğu yerleri, bunlardan emin olan yolları belirten haritalar yayınlar. Alınan bu tedbirlerden başka deniz suyu sıcaklığı ölçülerek de buz dağlarının yerleri bulunabilir. Bu işlem çok hassas, santigrat derecenin (°C) birkaç binde birini gösterebilen özel aletlerle yapılır. Bugünkü gemiler hassas radarlarla donatıldığından, buzdağları bunlar için büyük tehlike teşkil etmez. Ülke bayrakları listesi Aşağıda Birleşmiş Milletler tarafından bağımsız, egemen bir ülke olarak kabul edilen ve Birleşmiş Milletler'de üyeliği bulunan 193 ülke ile egemen bir devlet olarak kabul edilen ancak BM'de üyeliği bulunmayan Vatikan dahil toplam 194 ülkenin bayrağı ile yine ayrıca Birleşmiş Milletler üyesi en az bir ülke tarafından bağımsızlığı kabul edilen 9 ülke yer almaktadır. Birleşmiş Milletler üyesi tüm ülkeler tarafından bağımsızlığı kabul görmeyen bu ülkelerin isimleri italik olarak yazılmıştır. Belli bir ülkeye bağlı, idari açıdan söz konusu ülkelerin yönetiminde olan özerk bölgeler için ayrıca bağımlı ülke bayrakları sayfasına bakınız. Ayrıca kendilerini egemen bir devlet olarak gören, ancak tüm Birleşmiş Milletler üyesi devletler tarafından bağımsızlığı kabul görmeyen ve toprakları hala bağımsızlığını ilan ettikleri ülkelerin toprağı olarak görülen de-facto rejim ile yönetilen ülkeler için Tanınmayan veya sınırlı şekilde tanınan devletler listesi sayfasına bakınız. Ray Anderson Ray Anderson, 1952 doğumlu ABD'li caz bestecisi ve trombon çalgıcısı. Klasik trombon eğitimi ile çelişen abartılı trombon çalma teknikleri yüzünden bazılarınca eleştirilse de, 1970'lerden beri, yenilikçi, renkli düşünceleri ile caz dünyasını canlandıran çalgıcılarından biri olarak görülür. Trombona, homurtulu, hırlamalı, bozuk seslerle can veren Anderson, zaman zaman alto trombon, sürgülü borazan ile vurgulu çalgılar da çalar. Anderson birçok çalışmasında, özellikle "Alligatory Band" ile "Slickaphonics" topluluklarıyla olanlarında, şarkı da söyler. En bilinen çalışmaları arasında, 1996'da "Alligatory Band" topluluğu içinde yayınladığı "
Don't Mow Your Lawn" ("Çimenliğini Biçme"), daha alışılagelmiş caz parçalarından oluşan (yine aynı toplulukla, 1996'da yayınladığı) "Heads and Tales", hepsi de trombonculardan oluşan ender topluluklardan "Slideride" içinde 1994'de yayınladığı "Slideride" sayılabilir. Celera Genomics Celera Genomics, 1998 yılında Dr. J. Craig Venter tarafından Parkin-Elmer şirketinin desteğiyle kuruldu. Kurucusu olan Dr. Venter, ABD'de bir devlet kurumu olan Genetik Araştırmalar Enstitüsü'nün (TIGR) de ilk başkanıydı. TIGR'de bakteri genomunun DNA dizilerini meslektaşı Hamilton Smith ile yaparken başarılıydı. Celera'yı kurduktan sonra kendi aynı projelere bu sefer devlet yardımı olmadan yürütmeye devam etti. Ancak kısa sürede büyüyen şirket, İnsan Genom Projesi'ne farklı bir yaklaşım getirerek 2030 yılında bitirilmesi hedeflenen projenin 2003 yılında bitirilmesini sağladı. Dr. Venter'in bunu "Devlet kuruluşunda çalışırken 9 yılda yaptıklarımı, özel sektörde 1 yılda yapabiliyorum" diyerek açıklıyordu. İnsan Genom Projesine katıldıktan sonra devlet tarafından yaklaşık 3 trilyon dolar ile desteklenirken, şirket ise 300 milyon dolar harcamıştı. 2001 yılında ilk sonuçlar açıklandığında aynı zamanda uluslararası konsorsiyum tarafından açıklanan sonuçla ancak %70 benzerlik olduğu görüldü. Dr. Venter bunun DNA dizlimesi yaparken kendi yaklaşımın farklı ve daha doğru olduğunu iddia ederek açıkladı. Birçok bilim insanı bu açıklamayı desteklerken, uluslararası konsorsiyum ve Celera ortak bir projeyle, insan genomu için her iki tarafın da onaylayacağı bir ortak harita için çalışmalarına devam ediyor. Airbus A380 Airbus A380, günümüzde, Airbus S.A.S. (EADS) tarafından seri üretim çerçevesinde üretilen, dünyanın en büyük iki katlı geniş gövdeli ("wide body aircraft") 850 yolcu kapasiteli, lüks, sivil yolcu uçağıdır. Dünyanın en büyük yolcu uçağı A380 ilk uçuşunu Fransa'nın Toulouse kentinden gerçekleştirmiştir, ve ilk ticari uçuşunu 25 Ekim 2007 günü Singapur Havayolu şirketinin Singapur - Sidney arası yapmıştır. A380, Airbus şirketinin yeni bayraktar uçağı ("flagship") olup, geniş gövdeli uçak sektöründe azami 853 yolcu taşıma kapasitesi ile yeni bir sınıf oluşturur. Projenin ortaya çıkışı, geliştirilmesi ve üretim safhalarında Airbus A3XX kodu altında sürülmüştür. A380'in üst katı diğer geniş gövdeli uçaklardan farklı olarak gövde boyunca uzanır. Bu sayede rakibi olan bir başka geniş gövdeli uçak Boeing 747'ye göre %49 daha geniş kabin alanı sunar. Yine bu sayede standart konfigürasyonda 525 yolcu, tamamı ekonomi sınıfı olarak düzenlenmesi durumunda 853 yolcuya kadar taşıma kapasitesi arttırılabilir. Bu uçağın geliştirme amaçları, çoğu kez olduğu gibi, ekonomiklik ve küreselleşmeden doğan zorunluluklar olmuştur. Zira, Airbus'a göre bu zorunlulukların arasında en önemlileri, şu ikisidir. Birincisi, bir tek uçak ve sefer ile mümkün en fazla yolcu taşıma kapasitesini artırmak; ikincisi ise buna dayanıklı yolcu ve kilometre başı oluşan zorunlu veya sabit (bakım, yakıt, pilot maaşları, havaalanı kullanma vergileri vs) giderleri mümkün en asgari değere düşürmektir. Şirketin verilerine göre, bu uçak diğer modern uçaklara kıyasla işletiminde %15 daha ekonomiktir. Geliştirme amaçlarına ulaşabilmek için, yüksek derecede yeni bileşimli sanayi madde ve materyaller geliştirilip ve yeni üretim teknikleri geliştirmek zorunlu idi. Bu alanda cam elyafı ("fiberglas") takviyeli kompozit maddeler "(CFK, Carbon-fibre reinforced plastic, glass-fibre reinforced plastic veya cam elyafı takviyeli plastik)" ve sandviç yapı tekniğinden büyük oranda yararlanılmıştır. Uçağın boş ağırlığını düşürmek için, uçak gövdesi sandviç konstrüksiyonu ile üretilmiştir. Duvarların (cidar) 2/3´si Alüminyum-fiberglas lif-kompozit GLARE yapımındandır. Sadece iç bölümünün 1/3´ü sırf alüminyumdandır. Bunun yanı sıra, yeni geliştirilen jet motorlar sayesinde, diğer geniş gövdeli uçaklara karşı daha sessiz olduğu vurgulanır. Söz konusu jet motorlar Rolls-Royce tarafından üretilen Rolls-Royce Trent 900´dür ve bir dört jet motorlu sivil yolcu uçağı için kullanılan en güçlü jet motorlarıdır. İç pervane çapı 2,95 metredir ve saniyede 1,5 ton hava çeker. Müşterilerin isteği üzerine Rolls-Royce motorları yanında, Engine Alliance (Pratt & Whitney ve General Electric) adlı şirketin ortak ürettikleri GP7200 motoru da kullanılabilir. Bir başka özelliği ise, diğer 4 motorlu uçaklarda, genelde her dört motorda "thrust reverser" (itici güç ters çevirici, uçakların inişte güçlü şekilde fren yapmasını sağlar) mevcut iken, A380´de sadece gövdenin hemen yanında bulunan sağlı-sollu en yakın motorda kullanılmasıdır. Nedeni ise, uçağın olağanüstü kanat uzunluğudur. Dünyada bulunan iniş pistlerinin büyük bir oranı sadece 45 ile 60 metre arasındadır. Pistlerin sağ ve sollarında genelde çimen veya kum alan bulunur. A380´in 2 dış motorları bu cim ve kum alanların üzerinde bulunacağı için, inişte hız kesme esnasında, bu dış motorların "thrust reverser" kullanımında kum ve çim parçalarını motorun içine çekip böylece motorda hasara sürükleyeceği korkusudur. Diğer başka nedeni ise, dünya genelinde çoğu havaalanlarının altyapıları, Boeing 747 tipi uçağa göre geçmişte tasarlanıp ve genişletilmesidir. Bu noktada hem Airbus hem de havaalanları işleticilerine, genişletilmede mümkün mertebe fazla finansal koşullar çıkarmamaktır. Airbus şirketinin açıklamasına göre, A380 için son sekiz yılda 12 milyar Euro geliştirme masrafı harcanmıştır. Bu uçakta göze çarpan en güncel yenilik ise, ilk defa bir geniş gövdeli sivil yolcu uçağında bir çift yolcu kabininin baş kısmından kuyruk kısmına kadar kesintisiz mevcut oluşudur. Boeing 747´de ise bu çift katlı yolcu kabini sadece, önden uçağın uzunluğunun 1/3´de mevcuttur ve genellikle sadece 1. sınıf yolcularına aittir. Geliştirme esnasında yolcu terminal işletmecileri, Airbus´a azami büyüklükte "80 x 80 metre box" (80 m uzunluk x 80 m genişlik) ebatlarını zorunlu koşmuşlardır. Böylelikle varsayılan altyapıyı mümkün derecede kullanılabilmektedir. Lâkin yolcu indirme ve bindirme peronlarında her iki katı aynı anda kullanabilmek için, hizmet yapacağı havaalanlarında yeni iki katlı indirme-bindirme körüklü köprüler yapımı kaçınılmaz bir noktaydı. Bu gerekliliği şu an dünyada sadece birkaç sayılı büyük uluslararası havaalanları sağlamaktadır. Bu uçağın ilk projeleri, 1980´li yıllarında yapılan ön fizibilite çalışmalarına dayanır. 1990 yıllarının ikinci yarısında, piyasanın elverişli gelişmeleri sayesinde, Airbus "geliştirme projelerine" başlamıştır. 2000 senesinde 50 adeti aşan rağbet ve ilgi ("Letters of intent") ile Airbus, uçağın "yapım projelerine" ilk adımı atmıştır. İlk deney uçağı (prototip) Ekim 2004 ile Ocak 2005 arası son imalat aşamasında bulunup, 18 Ocak 2005´de üretim tesislerini terk edip halka sunulmuştur. Bu sunuluş törenine, Airbus´u üreten dört büyük ülke başbakanları; Jacques Chirac, Gerhard Schröder, Tony Blair ve José Luis Rodríguez Zapatero katılmışlardır. "MSN 5001" isimli bir prototip, 2005´den bu yana Dresden şehrinde bulunan bir uçak üretme tesisinde sürekli materyal ve diğer denemelerden geçirilip, 25 yıllık bir hizmet zaman dilimi sınavlarına tabii tutulur. Burada elde edilen değerler, yeni adetlere gereğince uygulanır. İlk yolcu modeli uçak teslimatı Haziran 2006´da Singapore Airlines´a olacaktı. Aşağıda belirtilen sorunlardan dolayı, teslimatlar birçok kez ertelenip, Airbus´a göre 15 Ekim 2007´de Singapore Airlines´a ve 2008 yılı başında Qantas´a gerçekleşecektir. Bu tarihlerden sonra olası teslimat aksaklıklarında, Airbus ve müşterileri arasında özel tazminat antlaşmaları imzalanmıştır. A380F kargo modeli, ilk hesaplamalara göre 2009 senesi ilk yarıda olup, böylece Boeing 747-8F´in ilk teslimatından yaklaşık 6 ay önce gerçekleşecekti. Aksaklıklar FedEx´in siparişinin iptaline ve Emirates´in sipariş takaslarına yol açmıştır. Sonuç olarak sipariş listesinde sadece UPS´sin 10 adet A380-800F geriye kalmıştır. UPS ve Airbus´a Şubat 2007´de ilk olarak, Mart 2007 tarihine kadar, her iki tarafa zaman tanınıp sipariş ve üretim konusunu, tekrar gözden geçirme olanağı sağlanmıştır. Bu zaman diliminde, olası bir sipariş iptali her iki taraf içinde, tazminat bedelinin söz konusu olmayacağı belirtilmiştir. 1 Mart 2007´li bir Airbus açıklamasına göre, A380-800F kargo modelinin, şu an olumlu perspektifler sağlamadığından, üretim ve teknik kapasitesini, A380 yolcu modeline kaydırdıklarına değinmiştir. Bir Airbus sözcüsüne göre UPS´in siparişi iptal değil, sadece UPS´e yeni bir teslimat zamanı sağlanmasından ibarettir. Bunun yanı sıra, kargo modeli halen A380-Model serisinin bir aktif alt modelidir ve halen yeni müşteri bulma çabaları sürmektedir. Belirlenen bilgilere göre, Airbus, kargo modelini 2015 tarihinden sonra müşterilerine teslimatı sağlayacaktır. 29 Ekim 2005´de Toulouse havaalanı yanında, ilk olarak Frankfurt Havalimanına uçuş düzenleyip, yolcu indirme-bindirme işlem denemelerine başlanmıştır. 8 Kasım 2005´de Hamburg-Finkenwerder havaalanına ikinci, "MSN-002" kodlu, deney uçağı iniş yapmıştır. Airbus, 13 Haziran 2006´da bir açıklamada bulunup, A380´nin teslimat tarihlerinin, kabin elektrik donanımında meydana gelen sorunlardan dolayı, 6 ile 8 ay,arkaya atıldığını belirtmiştir. Bu sorunların birkaçının nedeni şöyle açıklanmıştır. Farklı parça üretim tesislerinde, farklı CATIA isimli CAD-yazımların sürümleri kullanılıp, proje ve donanımlarda yazılım uyuşmazsızlıklar ortaya çıkmıştır. Bu uyuşmazsızlık nedenini gidermek için bir süre, veritabanlarında bulunan veriler, manuel olarak yeni yazılım sürümlerine aktarılmıştır. Bu sorunlar göz önünde bulundurularak, 2007´de 9 adet, 2008´de 26 - 30 adet ve 2009´da sadece 40 adet üretme kapasitesi olduğu belirtilmiştir. 1 Eylül 2006´da "Realisierungsgesellschaft (ReGe) Hamburg" tarafından, Hamburg Havalimanının iniş-kalkış pistlerinin, 2 ay daha önce hizmete gireceği, ve böylece Avrupalı ve Orta Doğu müsterilerinin, uçak teslimatı buradan gerçekleşmesi sağlanmıştır. Airbus A380 uça
ğı, işletilecek havaalanlarında bazı altyapı modifikasyonlarının mevcudiyetini gerektirmektedir. Teknik arızalar nedeniyle, defalarca ertelenen ilk uçuş, nihayet 27 Nisan 2005 günü binlerce seyirci karşısında gerçekleştirilmiştir. Uçuş 3 saat 54 dakika sürmüştür. Seri numarası 001 ve kayıt kodu F-WWOW olan prototip, ilk defa Toulouse-Blagnac havaalanından, 421 tonluk ağırlık ile kalkıp Toulouse meydanlarında uçmuştur. A380´nin uçuş süresince, her anını diğer bir uçak, video kamera ile izleyip bu veriler sonra değerlendirilmiştir. A380´de bulunan çeşitli elektronik cihazlarla, uçuş süreci boyunca telemetri teknik bilgiler elde edilip, aynı anda uydu sistemi yoluyla Toulouse´da bulunan Airbus teknik merkezine gönderilmiştir. İlk uçuşa, test kaptan pilot Jacques Rosay ve Claude Lelaie ve mürettebata uçak mühendisleri Gerard Desbois, Fernando Alonso, Manfred Birnfeld ve Jacky Joye katılmışlardır. Engine Alliance GP7200 jet motorları ile ilk uçuş 25 Ağustos 2006´da gerçekleştirilmiştir. Her uçağın özel bir dümen suyu türbülansı "(İngilizce:wake turbulence)" yaptığı bilinmektedir. Bu türbülanslar, bir uçağın hızına bağlı olarak kanatların üstünden hızla akan havanın, uçağın son kısmında, birden fazla girdaplar oluşturmasıdır. Özellikle iniş ve kalkışlarda, diğer inmekte veya meydanda halîhazır bulunan uçaklara zarar vermesini önlemek için, Airbus A380, düzenlenen testleri Temmuz ve Ağustos 2006´da " Deutsches Zentrum für Luft- und Raumfahrt (DLR)" Alman Hava- ve Uzaycılık Merkezi Kurumu tarafından Oberpfaffenhofen havaalanında başarı ile bitirip gerekli uluslararası sertifikayı almıştır. Bu testler sayesinde, Boeing 747-400 tipi uçağı veri baz alınarak, gerekli güvenlilik mesafesi ölçülüp tespit edilmiştir. 4 ile 8 Eylül 2006 arası ilk yolcu ve mürettebat dahil olarak uzun menzil uçuş denemeleri ("Early Long Flights veya kısaca ELF") gerçekleştirilmiştir. 474 yolcu ile sürdürülen bu denemelerde ise, bütün yolculara biletler, 50.000 Airbus işçisi arasında çekilen kura sonucu hediye edilmiştir. Mürettebat ise Lufthansa tarafından sağlanmıştır. Yolcular bu zaman içinde, yolcu konfor deneme görevi yapmışlardır. Uçakta bulunan her türlü klima, mutfak, yemek, ihtiyaç giderme tesisatları, koltuk, TV vs donanımları sınavdan geçirip, kendi özel dilek ve temennilerini yetkili kuruma bildirip, değerlenmesini sağlamışlardır. Kasım ayında Düsseldorf, Kuala Lumpur, Pekin, Singapur, Şanghay, Hong Kong, Tokyo, Sidney, Johannesburg ve Vancouver havaalanlarında iniş ve kalkış´lar uygulanmıştır. 30 Kasım 2006 tarihinde, A380 (Vancouver´den Kuzey kutubu üzeri Toulouse havaalanına) gerekli son deneme uçuşunu düzenleyip genel uçuş izni almaya hak kazanmıştır. 12 Aralık 2006´da A380 Rolls-Royce Trent 900 jet motorlu yolcu modeline, mecburi gerekli EASA ve ABD FAA ("Type Certification") Genel Uçuş İzinleri verilmiştir. A380´nin Genel Uçuş İzni´ni elde etmesi için görülen en büyük sorunlardan birisi ise, ebatları olağanüstü olan bu uçağı, bir olası tehlike anında gerekli zaman dilimi içerisinde yolcu ve mürettebatı tamamen tahliye "(İngilizce: emergency evacuation, veya panik önlemek için, kısaca mürettebata kodlu şekilde 3 defa "e-v" (okunuşu: i-vi)" etmek olmuştur. Uluslararası gereksinimlere göre, her uçak, yolcu ve mürettebat dahil, tam 90 saniye içinde varolan kapıların, sadece yarısını kullanarak karanlıkta tamamen tahliye edilmesi mecburidir. Bu konuda mühendisler farklı zamanlama ve acil durum senaryo sorunları yaşamıştır. Misal, ön tekerlerin dışa çıkmaması anında, ön bölümün aşağıya sarkması, arka bölümde bulunan acil çıkış kızaklarının ise, daha da yükseğe tırmanması veya tam tersidir. Bu ve benzeri sorunlar giderilmiştir ve 26 Mart 2006´da Hamburg´da bir deneme sınavında, acil tahliye 853 yolcu ve 20 mürettebat ile tam 78 saniyede sağlanmıştır. 29 Mart 2006´da, EASA ve ABD FAA kurumları tarafından azami yolcu kapasitesi 853 yolcu ile tespit edilip sınırlandırılmıştır. 16 Şubat 2006´da, Toulouse´da bir kanat eğme ve bükme denemesinde, bir kanatın 1,45-katı eğmesinde, bir kanat iki jet motoru arasından kırılmıştır. Gereksinim ise 1,5-katı´dır. Airbus daha sonra bu sorunu 30 kilogram´lık kanat takviyesi ile çözmüştür. 21 Aralık 2006´da, Airbus Future Programs başkanı Christian Scherer uçağın, artık gerekli ağırlık sınırlarını içinde olduğunu açıklamıştır. Önceden Emirates havayolları İcra kurulu başkanı CEO Tim Clark, uçağın halen 5,5 ton (veya net boş ağırlığın % 1,5) fazla ağır olduğunu vurgulamıştır.bu rakamlar kesin olarak yanıltıcıdır. Airbus A380´nin parçaları, aynen diğer Airbus tiplerinde olduğu gibi, değişik üretim fabrikalarında gerçekleşmektedir. Bunlar öncelikle : Bu parçalar ebatlarına göre uçak, gemi ve karayolları ile hepsi Toulouse´a getirilip, Airbus A380 burada bir bütün olarak monte edilir. Ayrıca aynı şekilde gerekli jet motorlar da buraya getirilir. Kabin bölümü hariç, tamamıyla monte edilen A380, Toulouse´dan Hamburg-Finkenwerder´e uçarak boyama işlemleri ve kabinler burada monte edilir. Kabin parçaları, Airbus´a ait Laupheim ve Buxtehude şehirlerindeki tesislerinde ve diğer yan sanayi fabrikalarında üretilir. Alman-Fransız Airbus üretim antlaşması gereğince, bütün Avrupalı ve Orta Doğu müşterileri, uçaklarını Hamburg-Finkenwerder´de teslim alacak, diğer müşteriler ise Toulouse´dan teslim alacaklardır. Türkiye´den Tusaş Havacılık ve Uzay Sanayi (TAI) şirketi, 3 Kasım 2005 senesinde RUAG Aerospace (RA) ile imzalanan bir antlaşma gereğince, A380´ne tam sipariş adeti kadar, "D-Nose Panel Gerdirme Kabuklarını" Türkiye´de kendi tesislerinde üretecektir. Airbus A380 üretiminde farklı oranda katkıları bulunan başlıca kuruluşlar: Şu an Airbus tarafından sadece A380 standart modeli A380-800 (eski üretim kodu A3XX-100) hem yolcu hem de kargo uçağı A380F olarak piyasaya sunuldu. Fakat A380F kargo modelinin üretimi şu an süresiz durduruldu. Şirketin açıklamasına göre şu modellerin A380-800 standarda göre farklı olarak takip etmesi öngörülmüştür. Model kodlarının (-700, -800, -900) numaralarının, ilk hanesi A380 sınıf altında bir model numarası, ikinci hane ise jet motor üretici şirketini, üçüncü hane ise jet motor üretici şirketin jet motor tipini belirtecektir. Rolls-Royce markalı yolcu A380´lerin resmî kodu A380-841´dir, ve Engine-Alliance jet motorlusu A380-861 ve A380-863F ise kargo modelidir. Airbus A380´nin aslında tam anlamda pazar rakibi yoktur, çünkü kendisi bir tip ayrı sınıf olarak görülür. Sadece proje safhasında birkaç uçak üreticisi benzeri bir sınıf uçak üretme çalışmasında bulunmuşlardır. McDonnell Douglas firması 1990 yıllarında 500 yolcu kapasiteli McDonnell Douglas MD-12 geniş gövde uçağını ve Boeing firması Boeing 747 tipinin bazında gelişmiş bir tipi Sonic Cruiser´i üretmeyi göze almışlardır. Maalesef bu proje çalışmaları tekrar rafa kaldırılmıştır. Fakat Boeing´in 8 Temmuz 2007´de piyasaya sunduğu yeni tip uzun menzil uçağı Boeing 787 Dreamliner ve halen çalışması sürdürülen ve tahminen 2010´da piyasaya sürülecek Boeing 747-8 tipi modeli ve Airbus´un A350 türevi, piyasada A380´e rakip olabilme imkânı olduğunu veya olacağına savunanlar vardır. Gerilim kontrollü osilatör Gerilim Kontrollü Osilatör, (GKO) osilasyon frekansını bir gerilim girişiyle kontrol etmek için tasarlanmış elektronik osilatördür. Osilasyon frekansı veya yenileme oranı uygulanan bir doğru gerilim ile çeşitlendirilebilir. Sinyaller modüle edilirken, frekans modülasyonu (FM) veya faz modulasyonu (PM) üretmek için GKO'da beslenebilirler. Rifampisin Rifampisin veya rifampin, bakterisidal etkisi olan rifamisin grubundan bir antibiyotik ilaçtır. Genellikle mikobakteri enfeksiyonlarının (tüberküloz, lepra vb.) tedavisinde kullanılmaktadır. Ayrıca metisilin dirençli "Staphylococcus aureus" tedavisinde fusidik asit ile beraber kullanılır. Türkiye'de Rifadin (Sanofi Aventis) ve Rifcap (Koçak Farma) markalarıyla piyasaya sürülmüştür. Rifampisin alındıktan sonraki birkaç saat boyunca başta idrar olmak üzere gözyaşı, ter gibi vücut sıvıları kırmızıya çalan turuncu renk alabilir. Kontakt lenslerde kalıcı leke, iç çamaşırda iz bırakabilir. Direnç kazanmış tüberküloza yol açmamak için rifampisin birkaç ay kesintisiz ve politerapide kullanılmalıdır. Rifampisin bakteri hücrelerindeki RNA polimerazı inhibe ederek (engelleyerek) mRNA'in transkripsiyonunu önler. Rifampisinin yan etkileri genel olarak neden olduğu hepatotoksisite (karaciğer zedelenmesi) yüzünden oluşur. Rifampisin hepatotoksisiteye neden olduğu için karaciğer yetmezliği olanlarda kullanılmamalıdır. Almanya Sosyal Demokrat Partisi Almanya Sosyal Demokrat Partisi (Almanca: "Sozialdemokratische Partei Deutschlands"), Almanya'nın en eski siyasal partisi. Avrupa'nın işçi sınıfına dayanan en köklü siyasal partilerinden biridir. Sosyalist Enternasyonal'in başlıca kurucuları ve en etkili partileri arasında yer alır. Başlıca yayın organı "Vorwärts" gazetesidir. Başkanlığını Sigmar Gabriel yürütmektedir. 1998'den 2005'e kadar iktidarda kalmış, 2005 yılındaki genel seçimler sonrasında Angela Merkel başbakanlığında CDU ile koalisyon hükümeti kurma konusunda anlaşmaya varmıştır. Ferdinand Lassalle'nin Alman İşçi Birliği "(ADAV)" ile Marksist siyaset adamları August Bebel ve Wilhelm Liebknecht'in Sosyal Demokrat İşçi Partisi "(SDAP)"'nin 1875'te Gotha'da birleşmesiyle kurulan Sosyalist İşçi Partisi'nin adı 1890'dan sonra Almanya Sosyal Demokrat Partisi olarak değiştirildi. İbn-i Heysem İbn-i Heysem (Arapça: ابن الهيثم, tam adı: ابو علی، حسن بن حسن بن هيثم‎ Abū 'Alī al-Hasan ibn al-Hasan ibn al-Haytham, Latince: Alhacen ya da Alhazen), Arap fizikçi, matematikçi ve filozoftur. İbn-i Heysem 965'te Basra'da doğdu, 1038-1040 yılları arasında Kahire'de öldü. Fizik, matematik ve felsefe alanlarında çalışmalar yapmıştır. Öğrenimine Basra'da başladı. Zamanının yüksek din ve fen ilimlerini de burada öğrendi. Tahsilinin bir kısmını tamamladıktan sonra, Bağdat'a giderek özellikle; matematik, fizik, mühendislik, astronomi, metalurji gibi pozitif b
ilimleri öğrenip, şöhrete kavuştu. Öğrendiklerini uygulama safhasına koymak için çok gayret gösterdi. Birçok önemli neticeler ve başarılar elde etti. İbn-i Heysem'in başarıları diğer memleketlerde duyulunca, Mısır'da hüküm süren Fatimi Devleti hükümdarlarından El-Hakim kendisini Mısır'a davet etti. İbn-i Heysem, Mısır'a gitmeden önce, Nil Nehri ile ilgili bir sulama projesi ve bazı teknik çalışmalarda bulunmuş, Nil Nehri'nden nasıl istifade edilebileceğini araştırmıştı. Projesini Fatimi sultanı El-Hakim'e açıklayınca, sultan projenin gerçekleştirilmesi için ona her türlü yardımı yapacağını bildirdi. İbn-i Heysem, Nil Nehri boyunca ilmi ve teknik incelemelerde bulundu. Yaptığı projelerin başarılı bir şekilde uygulanmasının o günkü şartlarda mümkün olmadığını görünce, hükümdardan af diledi. İbn-i Heysem, El-Hakim'in kendisi hakkında kanaatlerinin değişmesinden korkarak, gözden ırak bir yere çekilip hükümdardan uzak durmaya karar verdi. Gizlice ilmi çalışmalarını sürdürerek birçok eser yazdı. İlim tarihçilerine göre, İbn-i Heysem'in hayatının bu dönemi en verimli ve başarılı devri olmuştur. İbn-i Heysem, Birûni ve İbn-i Sina ile çağdaştı. İbn-i Heysem, çağının bütün ilimlerinde otoriteydi. Fevkalade keskin bir görüş, anlayış, muhakeme ve zekaya sahipti. Aristo ve Batlamyus'un eserlerini inceleyerek hatalarını gösterdi. Bunları özetleyerek Arapça'ya tercüme etti. Ayrıca tıp biliminde de derinleşti. Geometriyi mantığa uyguladı. Öklit ve Apollonius'un geometrik ve sayısal metotlarını geliştirdi ve pratik uygulama alanlarını işaret etti. Geometri ve matematiğin inşaatçılık alanında uygulanmasında katkıda bulundu. Eski medeniyetlerden intikal eden matematik, geometri ve astronomiyi tedkik ederek ilmi tenkitlerini ortaya koydu ve bu sahalarda kendi nazariyelerini geliştirerek ilim alemine sundu. Mesela; Aristo ve Batlemyüs'e ait olan dünyanın, kainatın merkezi olduğu şeklindeki görüşleri üzerindeki şüphe ve tereddütlerini ifade etti. Dünya merkezli bir kainat sisteminin kesin olmayacağını, uzayda daha başka sistemlerin de bulunabileceğini ve güneş sisteminin mevcut olduğunu söyledi. Nitekim İbn-i Heysem'den yüzlerce sene sonra , İbnu’ş-Şâtır ve Nureddin Batrucî sonra Newton ve Kepler, Güneş sistemi nazariyesini kabullenmişler ve yer kürenin bu sistem içinde bulunduğunu söylemişlerdir. Fiziksel optik, meteorolojik optik, katoptrik, diyoptrik, yakıcı aynalar, gözün fizyolojisi ve algısal psikoloji alanlarında araştırmalar yapmış olan İbn-i Heysem'i, Latin skolastikleri "Alhazen" diye adlandırırlar. Kendisine ayrıca "Ptolemaeus Secundus" (İkinci Batlamyus; Arapçada "Batlamyus-i Sani") lakabı da verilmiştir. İbn-i Heysem'in fizikte olduğu kadar tıptaki ustalığını da gösterdiği kitabı Kitab el-Menazır (Optik Kitabı / Görüntüler Kitabı / Optik Hazinesi) adlı yapıtı, gözün anatomisi ve fizyolojisi ile başlar. Burada beyinden çıkan optik sinirden başlayarak gözün kendisine kadar konjonktif, iris, kornea ve mercek gibi kısımlardan her birinin görme olayındaki rolü ustaca resimlenmiştir. Gözün çeşitli kısımları arasındaki ilişki ve görme olayı sırasındaki bütün bir organ ve dioptrik (merceklerin ışığı kırmaları ile ilgili) bir sistem olarak gözün nasıl iş gördüğü gösterilmiştir. İbn-i Heysem burada gözün kısımlarını şöyle adlandırmıştır: "El-sebakiye" (retina), "el-kurniye" (kornea), "el-sa'il el-ma'i" (göz sıvısı), "el-sa'il el-zucaci" (ing. "vitreous humor"; gözün retinayla çevrili boşluğunu dolduran pelte koyuluğundaki saydam ve renksiz sıvı) vb. İbn-i Heysem'in ünlü yapıtı, 12. yüzyılda Cremona'lı Gerard (Gherardo) (1114-1187) tarafından Opticae Thesaurus Alhazeni (İbn-i Heysem'in Optik Hazinesi) başlığı altında Latinceye çevrilmiş ve Batı dünyasını 600 yıl boyu etkilemiştir. Kitap, gözün yapısı, yanılsama (illüzyon), serap olayı, perspektif, ışığın kırılması ve fotoğraf makinesinin atası olan "karanlık oda"dan (sözcüğü sözcüğüne Ar. "beyt el-muzlim", Lat. "camera obscura": "karanlık oda") söz etmekte ve böyle bir delikli kamera ile ters görüntü elde edileceğini belirtmektedir. İbn-i Heysem burada "karanlık oda"nın, güneş tutulmalarının gözlemlenmesinde kullanılmasını önermektedir. İskenderiyeli astronom, matematikçi ve coğrafyacı Claudius Ptolemaios (Batlamyus) (108-168), Almagest (Büyük Derleme) (~150'ler) ve Optik adlı yapıtlarında görme ve yansıma kuramını işlemişti. Batlamyus'un Optik adlı eserinin, ancak Sicilyalı Emir Eugene tarafından yapılmış Latince çevirisi günümüze kalmıştır. Görme konusunda İbn-i Heysem'e kadar geçerli olan kuram, Öklid ve Batlamyus'un ortaya attıkları ve görme olayının, gözün görülecek nesneye yolladığı ışınlarla gerçekleştiğini öne süren kuramdı. İbn-i Heysem bu kuramı reddederek olayın bunun tam tersi olduğunu ve gözün, nesnenin yolladığı ışınları algılayarak o cismi gördüğünü ortaya attı. Işık kaynağı olan nesnelerde ışık, güneş gibi her noktadan karşısındaki nesnenin bütün yönlerine doğrusal olarak yayılır. İbn-i Heysem, düşüncesini şu şekilde uygulamıştır: Güneş ya da ateş ışığını bir delikten karanlık bir odaya göndererek ışığın yayılan yönü boyunca ip germiş ve ışığın yayıldığını göstermiştir. Bu tecrübeyi ilginç kılan, 17.yüzyılda Kepler tarafından tekrarlanmış olmasıdır. Nesnelerden gelen ışık ve renk etkisiyle görme oluşur. İbn-i Heysem, ışığın öncelikle gözden çıktığını savunan Gözışın Kuramı'na karşı çıkmış, nesneden ışığın geldiğini vurgulamıştır. Akıl yürüterek şu yargıya varmıştır: "Gözışın Kuramı'na göre gözden ışık çıkmakta, nesneye ulaşabilmesi için saydam ortamdan geçerek görme eylemi gerçekleşmektedir. Oysa bütün ihtimaller dikkate alındığında, gözden ışığın çıkmasıyla değil, göz ışınlarının bakılan nesneye gidip ondan geri gelmesiyle görme gerçekleşir." Bunu da şöyle açıklamıştır; parlak bir nesneye ya da ışığa uzun süre bakarsa göz, acı duymaktadır. Eğer uzun süre dışarıdan bir etki alarak acıması doğalsa, göz dış bir etkinin görme sürecindeki alıcısı durumundadır. Sonuçta göz ışık kaynağı olamaz, zira ışık gözden çıksa acı vermezdi. İbn Heysem, aydınlatılmış bir alandaki her nokta ya da nesnenin her doğrultuda ışık ışınları yaydığını, ama bu ışınlardan yalnızca birinin göze dik olarak çarptığını ve ancak bunu görebildiğimizi söyler. Diğer ışınlar farklı açılarda yayılırlar ve görünmezler. Gölge, tutulma olayları ve gökkuşağı gibi çeşitli fiziksel görüngülere ilişkin kuramları geliştirmeye çalıştığı eserlerinde, ışığın büyük ama sonlu bir hıza sahip olduğunu ve ışığın kırılması olayının ışığın farklı maddeler (ortamlar) içindeki hızlarının farklı olmasından kaynaklandığını duyumsatan ifadelere yer vermiştir. Ayrıca küresel ve parabolik aynaları incelemiş, bir mercek yardımıyla kırılma olayının odaklama sonucu nasıl görüntü oluşturduğunu, görüntüyü nasıl büyütebildiğini anlamış ve küresel bir aynada niçin sapma meydana geldiğini matematiksel olarak kavramıştır. Işık hızının ilk nicel kestirimi 1676'da astronom Ole Christensen Romer (1644-1710) tarafından, Jüpiter'in uydusu Io'nun dönme süresinin bir teleskop yardımıyla ölçümü ile yapılarak 228 bin km/s olarak verilmiş; astronom James Bradley (1692-1762) ise ışık hızını 1728 yılında yıldız ışığının sapması üzerinden 283 bin km/s olarak belirlemiştir. 1848 yılında ışıkta "Doppler etkisi"ni keşfeden Armand Hippolyte Louis Fizeau (1819-1896), 1849'da dişli çark yöntemiyle ışık hızını 298 bin km/s olarak ölçmüştür. 1851 tarihli sarkaç deneyi ile ünlenen Jean-Bernard Leon Founcault (1819-1868) ise 1850 yılında döner ayna yöntemiyle labaratuarda ilk olarak ışık hızını 298 bin km/s olarak belirlemiştir. İbn el-Heysem, gözden çıkan ışınlar konusunda şunları söyler: İbn el-Heysem’in ünlü yapıtına yorumlar Doğu’lu yazarlarca çokça yapılmış ama onun ardıllarının çoğu onun görme kuramını benimsememişlerdir. Ancak el-Biruni ve İbn Sina birbirlerinden bağımsız olarak İbn el-Heysem’in “görmeyi sağlayan şey, gözden çıkarak nesneye giden ışınlar değildir; tersine, algılanan nesnenin görünümü gözün içine doğru gider ve gözün saydam cismi (yani mercekler) tarafından biçimi değiştirilerek şekillenir” biçimindeki düşüncesine katılmışlardır. İbn el-Heysem tüm zamanların en büyük fizikçilerinden biri olarak kabul edilir. Optik konusunda en yüksek düzeyde deneysel çalışmalar yapmıştır. O, “bir ortamdan geçen bir ışık ışınının en kolay ve çabuk olan yoldan gideceğini” bildirmiştir. Böylece, Pierre de Fermat’ın (1601-1665) “en küçük süre ilkesi”ne birkaç yüzyıl önceden katkıda bulunmuştur. Ayrıca, daha sonraları Isaac Newton’ın (1642-1726) “Birinci Hareket Yasası” olacak olan Eylemsizlik Yasası’ndan söz etmiştir: “Her cisim, hareketini değiştirecek kuvvetler uygulanmadığı sürece bulunduğu konumu korur ya da doğrusal bir yörüngede düzgün hareketini sürdürür” Roger Bacon’ın (1214-1294) 1267 yılında tamamladığı Opus Majus (=Büyük Yapıt) adlı yapıtının V.bölümü, pratik olarak İbn el-Heysem’in ünlü yapıtının bir alıntısı niteliğindedir. İbn el-Heysem ışığın kırılma sürecini mekanik terimler cinsinden tanımlamıştır. Ona göre, “iki ortamın ayrılma yüzeyi boyunca geçen ışık parçacıklarının hareketi, kuvvetlerin bileşke yasasına uyar. Bu yaklaşım daha sonraları Newton tarafından yeniden keşfedilerek işlenmiştir. İbn el-Heysem’in araştırmaları hem astronomik gözlemler hem de meteoroloji bakımından çok önemliydi. İbn el-Heysem atmosfer kalınlığı, göksel olayların gözlenmesinde atmosfer etkisi, alacakaranlığın başlangıç ve sonu (bu durumlar güneş ufkun 19 derece altındayken başlıyor ve bitiyordu), güneş ve ayın ufukta gökyüzünün ortasında göründüğünden daha büyük görünmesinin nedeni ve benzeri olayların optik sonuçları üzerine pek çok konuyu gün yüzüne çıkarmıştı. İbn el-Heysem aynı zamanda hem düşünür, hem matematikçi hem de deneyci idi. Deneyleri için kullandığı mercekler yardımıyla bir düzenek tasarladı. “Karanlık oda” üzerinde ilk kez matematiksel incelemelerde bulundu. Güneş tutulması sırasında güneş imgesinin yarımay şeklini bir pencere kepenginde oluşmuş küçük bir deliğin zıt yönündeki duvar üzerinde gözlemleyerek “karanlık oda”nın ilk denem
esinde bulunmuştur. İbn el-Heysem, ışığı, atmosferin küresel sınırında yansımaya uğrayan bir tür ateş olarak nitelemiştir. “Alacakaranlık görüngüleri Üzerine Kitap” adlı yapıtının günümüzde yalnızca Latince çevirisi (Liber crepusculis) mevcuttur. Onun bu konudaki başka incelemeleri gökkuşağı, ışık halkalanması (hâle), küresel ve parabolik aynalar üzerinedir. Bunlar ve güneş tutulması ile gölge konularına ilişkin öteki kimi kitapları yüksek oranda matematiksel karakter taşımaktadır. Bu hesaplamalara dayanak olması için metalden aynalar yapmıştır. Işık ışınlarının hava ve su gibi farklı yoğunluktaki ortamlardan birinden diğerine geçerken kırılmaları konusunda açıklamalarda bulunmuş, bunlara dayanarak atmosfer tabakasının kalınlığını şaşılacak denli doğru hesaplayarak 15 km.olduğu sonucuna varmıştır. Yalnız içbükey aynalarda görüntüyü büyütme ve güneş ışınlarını bir noktada toplama etkilerini incelemekle kalmamış, pertavsızlarla ve merceklerle de bu tür incelemeler yapmıştır. İlk olarak okunacak yazıları büyütmede kullanılan bir yüzü düz, öteki yüzü dışbükey bir mercek “okuma taşı” betimlemiştir. Işık ışınlarının su ve hava gibi saydam ortamlar boyunca kırılmasını incelerken suya daldırılmış yuvarlak dipli cam kaplarla oluşturduğu küre kesmeleriyle yürüttüğü deneylerinin ayrıntısında, büyüteçlerin kuramsal keşfine hemen hemen yaklaşmıştır. Bu buluş pratik olarak İtalya’da üç yüzyıl sonra gerçekleşmiş, kırılmaya ilişkin yasanın 1620’de Willebrord va Roijen Snell (Snellius) (1580-1626) ve Rene Descartes (Renatus Cartesius) (1596-1650) tarafından bulunması için ise altı yüzyıldan daha uzun bir süre geçmesi gerekmiştir. Snell, açıların trigonometrik sinüs değerleri yer aldığı için “sinüs yasası” diye de bilinen kırılma yasasını 1621 yılı dolayında ifade etmiştir. 13.yüzyılda Roger Bacon ve Ortaçağ batı dünyasının optikle ilgilenen başta Erazm Ciolek Vitellio (Witelo) (1225-1290) gibi öteki yazar ve araştırmacıları kendi optik çalışmalarında büyük ölçüde İbn el-Heysem’in bu ünlü eserine (Latincesi Opticae Thesaurus…) dayanmışlardır. Bu yapıt Leonardo da Vinci (1452-1519) ve Johannes Kepler’i (1571-1630) de etkilemiştir. İbn el-Heysem daha önceki yıllarında Mısır’da Nil taşkınlarını önlemek üzere görevlendirildiği sıradaki başarısızlığının ertesinde kendisini deli gibi göstererek kapandığı hapishanede ve ondan sonraki özgürlük yıllarında yürütmüş olduğu deneylerde geometrik optiğin bütün alanlarıyla uğraştı. Bunlardan başka, İbn el-Heysem, matematikte ancak 4.dereceden bir denklemle çözülebilecek ve “Alhazen problemi” diye kendi adıyla anılacak olan problemi de çözmüştür. Bu problem, küresel bir dışbükey ya da içbükey ayna, bir nesne ve nesnenin aynaya yansıyan görüntüsü verildiğinde, yansıma noktasının bulunmasıdır. İbn el-Heysem bunu bir hiperbol yardımıyla çözmüştür. İbn el-Heysem’e göre ışının alacağı yol en kolay ve en hızlı olacaktır. Yani ışın eğer yoğun ortama giriyorsa daha büyük bir dirençle karşılaşacak ve hareketi zorlanacaktır. Bu nedenle ışın, daha rahat edebileceği bir yöne, normale (girdiği ortam yüzeyine olan dikmeye) doğru bükülecektir; tersi durumda ise normalden öteye doğru kırılacaktır. Biz yakındaki bir nesneyi daha büyük ve uzaktaki nesneyi daha küçük görürüz. Uzaktaki nesnenin küçük görünmesinin nedeni, göze daha küçük bir açıyla gelmesindendir. İbn el-Heysem kırılma konusunda ortaya çıkan hareketleri Hızlar Dörtgeni'ne göre iki farklı ortamda, gelen ışın normal boyunca kırılmaya uğramadan geçecek, ayrılım yüzeyine ulaştığında ise çok yoğunda normale doğru,az yoğun bir ortamda ise öteye yönelecektir. Kırılma konusuna derinlik kazandıran İbn el-Heysem, ışığın saydam ortamlarda izleyeceği yolları belirtmiş fakat sinüs kanununa ulaşamamıştır.Bu Hızlar Dörtgeni yöntemiyle olanaksız olmamaktadır. Kırılma açıklaması bu kanunun elde ediliş sürecinde önemli bir adım teşkil etmektedir. Çünkü gelen ve kırılan ışınları, birbirinden ayrı iki dikey parça olarak gören düşünce biçimi Kepler ve Descartes'ın önemini çekmiş. Descartes'ın Dioptrics (1659) adlı kitabında kırılma açılarına ilşkin sonuçlar yayınlanıncaya kadar, bütünüyle neredeyse İbn el-Heysem'e aittir. İbn-i Heysem'in optik araştırmalarında deneyselliğin sistemik ve yöntemsel güvenilirliği hakkında bir sözü. Matthias Schramm'a göre, İbn-i Heysem "deneysel şartların sabit ve eşit aralıklı olarak değişiminden sistematik olarak faydalanan ilk kişidir." İbn-i Heysem'in yüzü aşkın eserlerinin en meşhur ve geniş muhtevalı olanı "Kitab-ül-Menazir"'dir. Eser, yedi bölümden meydana gelmiştir. İbn-i Heysem'in bu meşhur eseri, Ortaçağda beş defa Latinceye çevrilmiş olup, bütün Avrupa üniversite ve ilim merkezlerinde tanınan tek müracaat eseri durumundaydı. Eser, 1572 senesinde Risner tarafından " Opticae Thesaurus Alhazeni Arabis Libri" ismiyle Latinceye çevrilerek İspanya'nın Bâle şehrinde bastırılmıştır. Kemaleddin el-Farisi isimli bir Müslüman bilim adamı bu eseri açıklayarak genişletmiş ve " Tenkih-ül-Menazir" adını vermiştir. Kitab-ül-Menazir, 1948 senesinde Kemaleddin Farisi'nin yaptığı şerhle beraber Hindistan'ın Haydarabad şehrinde basılmıştır. Matematiğin esasları ve metodolojisi ile ilgili bu eserinde, matematik, geometri, cebir, geometrik analiz gibi temel konuları izah etmiş örnek çözümler ortaya koymuştur. Bu eserlerinden başka, Mutezile fırkasına, mantıkçılara ve diğer fen ve ilim erbabına cevaben birçok reddiyeler ile kendisine sorulan fen sorularına verdiği cevapları bildiren risaleleri de vardır. İbn-i Heysem'in fizik, astronomi, güneş ve ay sistemleriyle ilgili o kadar çok eseri vardır ki, bunların bir kısmından bastırılarak hazırlanan kitaplar Hıristiyan ve Yahudi aleminde ders kitabı olarak okutulmuştur. Muhtelif ilim dallarında ortaya koyduğu terimler bugün hala kullanılmaktadır. Astronomideki modern başarıların kaynağı, İbn-i Heysem'in parlak görüş ve teorilerinden kaynaklanmaktadır. Apollo ile Ay'a inen ilk astronotlar, orada gördükleri muhteşem kraterlere önemli adlar verirken, bir tanesini de İbn-i Heysem olarak isimlendirdiler. Saydam bir ortamdan diğer saydam bir ortama geçen ışık demetinin bir kısmı bu ortamları ayıran yüzey üzerinden yansırken geriye kalan kısmı doğrultusunu değiştirerek diğer ortama geçer. Işığın saydam bir ortamdan diğer saydam ortama geçerken doğrultusunu değiştirmesine kırılma denir. Kırılma konusunun yöntemler dahilinde incelenmesine ilk olarak Ptolemaios gerçekleştirmiştir. İbn-i Heysem Kitap el-Menâzır da 7. son kitabını kırıma konusuna ayırmıştır. Heysem ışığın gelme ortamından daha yoğun bir ortamın yüzeyine çarptığında kırılma olacağını söylemiş. Yansımada olduğu gibi kırılmada da analizler yapmıştır. Heysem'e göre, ışık saydam nesnelerde ya da ortamlarda çok hızlı hareket eder ve hızı yoğun olmayan ortamlarda yoğun olan ortamlara göre daha fazla olduğunu söylemiştir. Saydam olan nesnelerin yoğunlukları oranında ışığın hızına karşı koyduklarını söylemiştir. Yoğunluk fazlalaştıkça direnç de artar yalnız direnç ışığın hızını tamamen etkisiz hale getirecek kadar fazla değilse o zaman hızda yok olma değil yavaşlama olur, demiştir. İbn-i Heysem burada ışığın hızının ortamın yoğunluğuna bağlı olduğunu belirtmiştir. Ayrıca kırılma olayını katı bir nesnenin bir dik düzlemde atıldığında karşısındaki durağan bir nesneyi herhangi bir yöndekinden daha kolay kırdığını gözlemlerine dayanarak yansımada ve kırılmada genel ilke etmiştir.Sayfa metni. Sayfa metni. İbn-i Heysem yansımada ve kırılmada ortaya çıkan hareketi, yani belirli bir açıyla bir ortamdan diğer ortama geçen ışının hareketine etki eden kuvvetleri birini dik, diğerini ise kırılma yüzeyine paralel olacak şekilde ikiye bölmüştür. İkinciyi değiştirmeden bırakmış, birinciyi ise hızlanıp ya da yavaşlayacağını bir sistem üzerinde tasarlamıştır.Sayfa metni. Heysem'e göre ışın iki ortamın ayrılım yüzeyine ulaştığında normal boyunca hız sabit kalacak,eğer ışın ortam değiştirirse geçtiği ortam daha yoğun ise hızı azalacak, az yoğun ise hızı artacaktır. yani ışık her zaman kendine en kolay yolu seçer demiştir. Sayfa metni. İbn-i Heysem çok kapsamlı kırılma deneyleri yapmıştır. bu deneyleride iki guruba ayırmıştır Kırılma deneylerinde İbn-i Heysem kırılma açılarını 10 derece büyüterek geliş açılarına uygun olarak elde etmiş. Bu yapmış olduğu deneylerin sonuçlarını kendi eseri olan Kitab el-menazır'ın yedinci kitabının üçüncü bölümünde açıklamıştır. Toronto Toronto, Kanada'nın en büyük şehri ve ticaret merkezi, Ontario eyâletinin başkentidir. Nüfusu yaklaşık 6 milyondur ve genelde İngilizce konuşulur. Nüfusunun %54'ünü göçmenler oluşturur; Chinatown, Greektown, Koreantown, Little Italy, Little Portugal gibi azınlık mahalleleri vardır. Gelişmiş bir ulaşım ağına sahiptir; yeraltında alışveriş merkezleri ve metro istasyonları vardır. Son derece güvenli bir yerdir, suç oranları çok düşüktür. Niagara şelaleleri'ne, Ottawa, Montreal, ABD'ye oldukça yakındır. En önemli simgesi "CN Tower"'dır. "Rogers Centre" (eski adıyla "Skydome") şehrin merkezindedir. Güneyinde Ontario Gölü vardır. Dünyanın en büyük hayvanat bahçelerinden biri olan "Toronto Zoo" doğusundadır. Şehrin futbol ve basketbol takımları ABD'de görev yapar.Basketbol takımı NBA'de, futbol takımı ise NFL'de oynar. Aynı zamanda ülkenin de tek beyzbol takımı olan bluejays de oyunlarını burada oynamaktadır. Zuhurat Baba Zuhurat Baba, İstanbul Bakırköy'de bugün Zuhuratbaba olarak anılan semtte türbesi mevcut bulunan veli. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'un Fethi esnasında Bizanslılar bütün su kuyularını zehirleyince, savaşın en yoğun şiddette yaşandığı anlarda Osmanlı ordusu su ihtiyacını karşılayamayıp, susuzluk sorunuyla karşılaşır. Su sıkıntısının artmaya başladığı anda sırtında su kırbası, elinde su tasları ile ak sakallı, nur yüzlü bir kişi ortaya çıkar. Bu kişiye askerler "aniden beliren" anlamında "Zuhurat Baba" diye seslenirler. Sırtındaki tek su kırbası ile koskoca ordunun susuzluğunu gideren bu mübarek zatın savaş sonunda şehit olduğunu, kanlar içindeki ak sakalı ile yerde y
attığını ve su kırbasından sanki bir pınar gibi sürekli su aktığını görünce bu kişinin bir Allah dostu olup, Müslüman Türk ordusuna Allah tarafından gönderildiğini anlarlar ve olduğu yere gömerler. Sarıyer'de "Telli Baba", Kartal'da "Gözcü Baba" ve Bakırköy'de bulunan "Zuhurat Baba" İstanbul'un manevi fatihlerindendir. Türbesi Bakırköy'de bulunan Zuhurat Baba, özellikle Cuma günü büyük ziyaretçi akınına uğrar. Zuhuratbaba, Bakırköy Zuhuratbaba, İstanbul'un Bakırköy ilçesinde bir mahalledir. Mahallenin Yücespor adında eskiden profesyonel olmuş amatör bir futbol takımı vardır. Mahalle, ismini mahalle içerisinde türbesi bulunan Zuhurat Baba'dan almıştır. Zuhuratbaba, Bahçelievler ilçesi ile komşudur. Bakırköy merkezinin batısında Ataköy-Bahçelievler sınırında yer almaktadır. Kartaltepe mahallesi ile sınırını İncirli Caddesi çizmektedir. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi ile Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi bu mahallededir. Mahallenin iklimi, marmara iklimi etki alanı içerisindedir. Midilli (ada) Midilli (Yunanca: Λέσβος 'Lésvos'; Osmanlıca: مدللى), Ege Denizi'nin kuzeydoğusunda bulunan, dağlık bir Yunan adası. Yunanistan'ın ana karasından çok Türkiye'nin Ayvalık ile Burhaniye ilçelerine yakın olan ada, Girit ve Eğriboz'dan sonra Yunanistan'ın en büyük üçüncü adasıdır. Başkenti Mytilene'dir. Ünlü Yunan şairleri Alcaeus ve Sappho'nun memleketidir. Eşcinsel kadın şair Sappho'ya atfen, Lésvoslu anlamına gelen lezbiyen sözcüğü 1800'lü yıllardan itibaren kadın eşcinsel anlamında kullanılır olmuştur. 1467 yılında Barbaros Hayreddin Paşa bu adada doğmuştur. Lesbos/Lesvos: Bu ismin kaynağı ilk defa iki kadının bu adada evlenmesidir. Midilli: Midilli adı, adanın merkezi olan Midilli'den (Rumca: Μυτιλήνη - Mytilíni) türetilmiştir. Zümrüt Ada: Adanın diğer yarı kurak Ege adalarının aksine yoğun ormanlık oluşu nedeniyle, adaya zümrüt yakıştırması yapılmıştır. Ada için ""zümrüt ada"" benzetmesi yapılır. Avrupalı seyyahlar adanın yeşil örtüsünü şu şekilde anlatıyor; "Şimdiye kadar Doğu'da gördüğüm yerler içinde Midilli kıyıları kadar göze hoş gelen bir yer olmadığını söyleyebilirim. Çam ve meşe ağaçları dorukları taçlandırmakta. Denize kadar dağ yamaçları zeytin ormanlarıyla örtülü, bir karış kara toprak gözükmüyor. Her taraf yemyeşil çimlik çimenlik, bağlar ve portakal bahçeleriyle kaplı. Ağaçların arasından seçilen aşı boyalı evler çok bakımlı, köyler çok güzel. Ve bu yeşillik yakıcı yaz mevsimi süresince kalıyor." Ada, 2 büyük körfez; Yera (Geras) ve Kalonya (Kallonis) körfezleri ile çok sayıda koylara ve burunlara sahiptir. Adanın en önemli ovaları Kalonya (Kalloni), Ippion, Perama ve Herse (Eressos) ovalarıdır. En yüksek dağlar ise Olymbos, Lepetimnos ve Psilokoudouno dağlarıdır. Ada zeytin ağacı yönünden zengin olması ile birlikte çam, köknar, çınar, kestane, kayın ağaçları ile de bezenmiştir. Adanın batı kesimi çorak, doğu kesimi ise zeytinlik ve çamlıktır. Yerel ekonomi tarıma, özellikle zeytinyağı üretimine bağlı olup, aynı zamanda hayvancılığa ve balıkçılığa da dayanmaktadır. Ovalarda tahıl, turunçgil, zeytin ağacı ve tütün ekimi yapılır. Adadaki 13 milyon zeytin ağacından yılda 50 bin ton dolayında zeytinyağı çıkarılmaktadır. Türkiye’deki toplam üretim ise 350 bin tonu geçmiştir. Suyunun güzelliğinden dolayı Yunanistan’ın en önemli uzo üretim merkezi olan ada nüfusunun belli bir kesimi de turizm ile ilgilenmektedir. Yunanistan'ın Alaçatısı olarak da bilinen Molova'ya her yıl binlerce turist gelmektedir. Adanın tek havaalanı Midilli merkezinin 8 km güneydoğusunda yer alır. Atina'dan günde 5 kez, Selanik'ten günde 1 kez ve Limni'den de haftada birkaç kez sefer yapılmaktadır. Pire, Kavala ve Sakız adasından haftada birkaç kez düzenli arabalı feribot seferleri yapılmaktadır. Selanik, Rodos, Rafina, Limni, Volos, Sisam, Dedeağaç ve Eğriboz'un kuzeydoğusundaki Kymi kasabasından da yine haftanın belirli günleri deniz yolu ile ulaşılabilmektedir. Türkiye'nin Ayvalık, Dikili ve Akçay merkezleri ile de yaz aylarında düzenli feribot seferleri yapılmaktadır. Ayvalık'tan her gün saat 18.00'de, Foça 'dan pazartesi-çarşamba-Cuma-Pazar saat 18.00'de-cumartesi saat 11.00'de olmak üzere haftada 5 gün, Dikili'den haftada 1 kez feribot kalkmaktadır. Altınoluk ile de feribot seferlerinin başlatılması için çalışmalar yapılmaktadır. Midilli adasının 13 belediyesi vardır. Limni ve Bozbaba adaları ile beraber 2 154 km yüzölçümlü ve 115 000 nüfuslu Lesvos yönetim birimini oluşturur. Sakız, Sisam ve Ahikerya adaları ile birlikte Saruhan adaları (Doğu Sporatlar) grubuna girer. Tarih öncesi dönemden beri önemli olan ve Karadeniz yolu üzerinde bulunan ada halkı erken bir tarihte Trakya ve Troas'ta sömürgeler kurdu ve adalı tacirler Naukratis'e dek gitti. Birkaç rakip site (Antissa, Eresos, Pyrrha, Methymna ve Midilli) arasında paylaşıldı; Midilli, nüfuzunu Methymna dışında öbürlerine kabul ettirdi. Arkaik dönemde aristokrasinin çeşitli kesimleri arasında şiddetli siyasal çatışmalar meydana geldi. Terpandros, Arion, Alkaios gibi şairlerin ve Theophrastos, Hellanikos gibi filozofların yetiştiği Midilli'de düşün yaşamı canlıydı. Kültür sadece erkeklerin tekelinde değildi (örneğin, rahibe Sappho burada bir genç kızlar okulu kurmuştu). Adanın siyasal tarihi İyonya'nınkiyle içiçedir. Persler'e boyun eğen Midillililer sonra ayaklandılar ve Delos Konfederasyonu'na katıldılar. MÖ 428'de Midilli, Atina egemenliğine karşı ayaklandı. Adada yaşayan herkesi öldürmeyi tasarlayan Atinalılar, sonra Midilli'ye bir klerukhia göndermekle yetindiler. Daha sonra İskender İmparatorluğu'nun, Mısır'daki Ptolemaios hanedanının, Roma İmparatorluğu'nun sınırları içinde kalan Midilli, Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesi üzerine Bizans'ın payına düştü. İstanbul'u Latinler'in işgalinden sonra bir süre Venedikliler'in elinde kaldı. İmparator Yuannes, adayı 1355'te kız kardeşi ile evlenen Cenevizli Françesko Gattulisyo'ya verdi. 1462'de Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katıldı ve Kaptanpaşa eyaletine bağlı bir sancak olarak yönetildi. 19. yüzyılın ortalarında adadaki Türk nüfusu, toplam ada nüfusunun %16'sına kadar çıkmıştı. Midilli Şehri, Yere (Bere) Nahiyesi (Midilli’ye bağlı), Ayasu Nahiyesi (Midilli’ye bağlı), Mande Nahiyesi (Midilli’ye bağlı), Herse Nahiyesi (Midilli’ye bağlı), Kalonya Nahiyesi (Midilli’ye bağlı), Polihnit Nahiyesi (Midilli’ye bağlı), Pilimar/Pilmar Kazası, Molova Kazası, Yunda Kazası (Ayvalık'a bağlı şimdiki Alibey / Cunda adası). Balkan Savaşı sırasında da Yunanların bir kurşun dahi atmadan işgal ettiği (Ocak 1913) ada, Londra Antlaşması (30 Mayıs 1913) ile Yunanistan'a bırakıldı. 1922 yılında yapılan mübadelede adadaki Türk nüfus Anadolu'daki Rum nüfus ile yer değiştirdi. Ada II. Dünya Savaşı'nda 4 Mayıs 1941 de Hitler tarafından işgal edilmiştir. İşgal yıllarında ada halkının birçoğu Türkiye'ye kaçmıştır. Bu denli zengin bir tarihe karşın, Midilli tiyatrosu, bir Roma su kemeri, Menandros'un güldürülerini tasvir eden mozaikler ve özellikle 1373'te kurulan bir Ceneviz kalesi dışında Midilli, arkeolojik kalıntılar bakımından pek ilgi çekici değildir. Adaya Yunanistan'dan ulaşmak için deniz ve hava yolu kullanılmaktadır. Günde beş kez Atina'dan ve günde bir kez Selanik'ten uçak kalkmaktadır. Ayrıca haftada iki kez Sakız(Chios) ve Limni(Limnos) adalarından sefer bulunmaktadır. Adanın en yakınında Türkiye'nin Ege kıyıları bulunmaktadır ve adaya Ayvalık'tan feribot seferleri yapılmaktadır. Adadaki karayolu ulaşım ağı özellikle başkent Midilli çevresinde gelişmiştir. Midilli (hayvan) Midilli, belirli yapılara sahip küçük bir at ırkıdır. Midillilerin pek çok farklı türü vardır. Midilliler, atlar ile karşılaştırıldıklarında, genellikle daha kalın yelere, orantılı kısa bacaklara, geniş karınlara, ağır kemiklere, daha kalın boyunlara, daha kısa başlara sahiptir. Midilliler genellikle zeki ve dostcanlısı ancak inatçı olarak tanımlanırlar. Görünüm farklılıkları, genellikle midillilerin eğitim seviyelerinden kaynaklanır. Eğitimsiz, deneyimsiz kişiler veya yeni başlayanlar tarafından eğitilen midilliler kötü eğitildikleri için istenilen sonucu vermeyebilirler. Çünkü midilli binicileri deneyimsiz ve gerekli özelliklerden yoksun olabilir. Uygun ve gerekli eğitimi almış midilliler, ata binmeyi yeni öğrenen küçük çocuklar için ideal bineklerdir. Büyük midilliler yetişkinler tarafından binilebilirler. İlk midilliler, farklı habitatlarda yaşayarak zamanla yapıları küçülmüş orijinal vahşi atlardan türemiştir. Bu küçük hayvanlar, çeşitli amaçlarda kullanılmak üzere Kuzey Yarım Küre'de evcilleştirilmiş ve terbiye edilmişlerdir. Midilliler, tarihte ilk olarak binicilik ve yük taşımacılığı, çocuk biniciliği, eğlence yarışçılığı gibi amaçlar için kullanılmışlardır. "Sanayi Devrimi" sonrasında, Birleşik Krallık başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesi önemli sayıda Çukur Midillisini (pit midilli) kömür ve birçok önemli madeni taşımak üzere kullandı. Pek çok incelemeye ve karşılaştırmaya göre belirlenen resmi açıklamalara göre, bir midilli, 14.2 el ve 58 inç(158 cm)'ten daha küçük olan at ırkıdır. Atlar, 14.2 el ve daha uzun ölçülere sahiptir. Uluslararası binicilik federasyonu, atların kestirme ölçülerini nallarıyla149 cm, nalsız ise 148 cm olarak tanımlar. Bununla birlikte, midilli terimi ölçülerine ve cinsine rağmen her küçük at için kullanılabilir. Ayrıca, bazı at cinsleri bu öçlülerin altında ölçüde bireylere sahip olabilir ama onlar sadece at olarak tanımlanır ve atlar gibi tanımlanmalarına izin verilir.14 elden 15 ele kadar ölçülen Avustralya atları, galloway ırkı olarak bilinir. Nitekim Avustralya'daki midilliler 14 elin altındadir. Midilliler, pek çok farklı alanda kulanılırlar. Hackney Midillisi gibi bazı türler öncelikle koşum için kullanılırlar. Connemara Midillisi ve Avustralya Midillisi gibi bazi türler ise öncelikle binicilik için kullanılır. Welsh Midillisi gibi diğer türler ise hem koşum hem de binicilik için kullanılırlar. Midilliler, avcılar tarafından çeşitli etkinlikler içi
n, koşum için, binicilik gösterilerinde batı koşumları için, olimpiyat yarışları ve sıralı koşum gibi diğer amaçlar için de kullanılır. Gündelik takiplerde iz sürmek için de kullanılabilmektedirler. Midilliler, terbiye edildiklerinde binicilik ve birçok etkinliklerde, uluslararası alanlarda bile rekabet edebilirler. Çoğu katılımcı onları sadece midillilere özgü olan sınıflara koysalar da, midilliler tam ölçülü atlarla bile rekabet halinde olabilmektedirler. Örneğin; 14.1 el boyunda olan Straller adlı midilli, Brt,tanya Binicilik Kulüpü engelli koşu takımı üyesiydi ve 1968 Yaz Olimpiyatında bir gümüş madalya kazandı. Bir diğer midilli, 14.1 el boyunda Thedore O'Conner adlı midilli ise 2007 Pan Amerikan Oyunları'nda bir altın madalya kazandı. Bir atın ölçüsü ile onun doğal atletik yetenekleri arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Kendi midillilerini veya atlarını eğitmek isteyenler için Midilli kulüpleri, dünya çepındaki gençleri atlar hakkında eğitmek için çalışmalar yürütmektedirler. Dünya'nın birçok bölgesinde, midilliler hala diğer birçok hayvan gibi çalıştırılmaktadırlar. Midilliler bazen bir seyahat karnavalında, bazen çocukların özel partilerinde çocuklar tarafından binilirlerken görülürler. Kimi zaman midilli arabasında koşuma çekilirler. Midilli arabaları, motorsuz olan ve 6-8 midilliye koşulabilen tekerlekli araçlardır. Midilliler bazen çocukların yaz kamplarında, bazı yerlerde, Birleşik Krallık'ın çeşitli kesimlerinde, daha büyük midilliler binicilik kamplarında yetişkinlerce kullanılırken görülebilmektedirler. Midilli cinsleri, dünya üzerinde mevcut özellikle soğuk ve sert iklimlerde çalıştırılmak istenen sağlam ve çalışkan hayvanlara duyulan ihtiyaç sonucu geliştirilmişlerdir. 4 Vakıf Teorisi, midillilerin özellikle Avrupa'da alt cins taslaklarının melezlenmesiyle geliştirildiğini önerir. Yaklaşık tüm midilli cinsleri birçok belirli diyetle bir atın yaklaşık ölçülerine ulaşabilmektedirler. Shetland midillisi gibi bazı cinsler, atlar kadar iyi iş yapabilmektedirler. Connemara midillisi gibi cinsler ise,bir yetişkine binitlik yapabilmeleri ile tanınırlar. Connemara midillisi, bazen 14.2 el yükseklikte olabilen büyük bir midilli cinsidir. Midilliler genellikle, büyük, küçük ve orta ölçülüler olmak üzere gruplandırılırlar. En küçük atlar, cins kuruluşları tarafından midilli yerine minyatür atlar diye isimlendirilirler. Ama onlar küçük midillilerden de küçüklerdi. Genellikle boyun yükseklikleri 97 cm'den uzun değildi. Bununla birlikte ayrıca, minyatür midilli cinsleri bulunmaktadır. Partisyon Partisyon orkestra, oda müziği topluluğu, koro, bando gibi topluluklar için yazılan eserlerin bir bütün halinde görülmesini sağlayan notadır. Partisyonda bulunan bir çalgının tek bir çalgının ya da grup olarak çalınan bir enstrümanın notasına parti denir. Örneğin:Flüt partisi ya da birinci keman partisi gibi. Partiler alt alta sıralanmış olarak belli bir düzen içinde yazılıdır. Böylece, çalmakta olan her grubun aynı anda ne çaldığı görülebilir. Orkestra şefi ya da müziği yöneten kişi bu nota sayesinde müziğin sorunsuz ve düzenli bir biçimde seslendirilmesini sağlar. Aynı zamanda bu tür eserler incelenirken de eserin partisyonuna bakılır. Senfonik ya da koral bir eserde enstrümanlar partisyonda sırası ile aşağıdaki gibi yazılır: Nefesli Çalgılar Küçük flüt (Piccolo) Flüt Obua Korangle (İngiliz kornosu) Mi-bemol klarinet Klarinet Bas klarinet Fagot Kontrafagot Korno Trompet Kornet Trombon Euphonium Wagner tuba Tuba Vurmalı çalgılar Timpani Büyük davul ve zil Klavyeli ya da telli çalgılar Piyano Arp Çelesta Vokal Koro Solist partisi Yaylı çalgılar I. Keman II Keman Viyola Viyolonsel Kontrabas Telli Baba Telli Baba, Kadirî tarikatı şeyhlerinden bir velidir. Türbesi İstanbul Rumelikavağı'ndadır. Üsküdar'da Aziz Mahmud Hüdayi, Beykoz'da Yuşa, Beşiktaş'ta Yahya Efendi ile birlikte boğazın dört bekçisinden biri olduğuna inanılır. Bir rivayete göre asıl adı "İmam Abdullah Efendi" olan Telli Baba, Fatih Sultan Mehmet devrinde orduda tabur imamı iken şehit olmuş. Tam olarak kime ait olduğu belli olmayıp, hakkında çeşitli rivayetler olan türbeyi evlenmek isteyen kişiler ve bir dilekleri olanlar sıklıkla ziyaret etmektedir. Yaklaşık bir asır önce hastalıklı bir genç kızın onu rüyasında görmesiyle birlikte mezarı ortaya çıkarılmış. O günden sonra iyileşen genç kızın peşinden birçok insan bu türbeyi ziyaret etmektedir. Juventus FC Juventus Football Club, Torino'da kurulmuş ve İtalyan futbolunun en başarılı ve en büyük kulüplerinden biri olarak bilinir. Toplamda 62 resmi şampiyona kupasıyla, diğer tüm İtalyan takımlarından daha fazla kupaya sahiptir. Bu kupaların 52 si İtalya'da alınmıştır ve bu başarı da kendi başına bir rekordur. FIFA tarafından Avrupa'nın en başarılı üçüncü, dünyanın en başarılı altıncı kulübü olarak gösterilmiştir. Anlam olarak Latince "gençlik" anlamına gelen Juventus, İtalya'da en geniş taraftar tabanına sahip kulüptür. Dünyadaki taraftar sayısı 10,5 milyonun üzerindedir. Bu kulüp G-14'ün dağılmasından sonra, elit kulüpler tarafından oluşturulan Avrupa Kulüpler Birliği'nin kurucu üyesidir. Maçlarını 41,000 kişi kapasiteli Juventus Arena'da oynamaktadır.32 kez lig şampiyonu olmuştur. 1897 yılında, liseli öğrenciler tarafından kurulan kulüp; 1926 yılında, Fiat'ın da sahibi olan Agnelli ailesinin kontrolüne geçmiş ve gerek sportif sonuçlar, gerekse tesisleşme bakımından başarılı günler geçirmeye başlamıştır. 1931'den başlayarak 5 yıl üst üste şampiyonluklar elde etmiştir. Efsanevi Gaetano Scirea, Dino Zoff, Michel Platini, Antonio Cabrini, Marco Tardelli, Paolo Rossi, Boniek ve Giovanni Trapattoni önderliğinde dünyanın görmüş olduğu en müthiş kadroyu kurarak Avrupa'nın 3 büyük kupasını kazanan ilk takım oldu. İtalya'nın aldığı 4 FIFA Dünya Kupası'nın üçünde doğrudan etkisi oldu. 1934 yılında takımda 8 Juventuslu bulunuyordu. 1982 de Zoff, Cabrini, Scirea, Gentile, Tardelli İtalya millî takımını yenilmez kılarken, Paolo Rossi rakipleri adeta tek başına devirmişti. 2006 FIFA Dünya Kupasında ise İtalya millî takımının Juventus'lu olan Marcelo Lippi ve Ciro Ferrara'nın önderliğinde; Gianluigi Buffon, Fabio Cannavaro, Gianluca Zambrotta, Mauro Camoranesi, Alessandro Del Piero olmadan şampiyon olabileceğini düşünmek imkânsızdır. Juventus her zaman futbolun zirvesinde kimin duracağına karar verir. Fransa'da düzenlenen 1998 FIFA Dünya Kupasında ev sahibi Fransa FIFA Dünya Kupasını kazanırken Juventus'lu Zidane finalde 2 gol atarak kupayı takımına getirdi. O kupayı kürsüde kaldıran ise bir başka Juventuslu Didier Deschamps'dı. 2000 Avrupa Futbol Şampiyonasında İtalya-Fransa finalde karşılaştığında Juventus'lu David Trezeguet altın gol ile ülkesine kupayı getirirken, yine bir Juventuslu Alessandro Del Piero şok yaşıyordu. Tam 6 yıl sonra bu kez Almanya'da düzenlenen FIFA Dünya Kupası finalinde Del Piero kupayı ülkesine götürürken, David Trezeguet kaçırdığı penaltının şokunu yaşadı. Bu iki oyuncu 2001 sezonundan beri Juventus'ta yan yana mücadele etmektedir. Şu an UEFA'nın başkanı olan Michel Platini'de bir Juventusludur. Juventus, 1903 yılından beri siyah-beyaz çubuklu forma ve bazen beyaz,bazen siyah şort kullanır. Başlangıçta takım oyuncularından birinin babasının temin ettiği pembe gömlekleri, siyah kravatlarla giymekteydiler. Fakat devamlı yıkama sonucu solan formaları 1903 yılında değiştirme kararı aldılar. Juventus, oyuncularından biri olan İngiliz John Savage'a, İngiltere'de daha dayanıklı renklere sahip yeni formalar sağlayabilecek bir bağlantısı olup olmadığını sordu. Sonra John Savage'ın, Nottingam'da yaşayan Notts County taraftarı bir arkadaşı, siyah-beyaz çubuklu formaları Torino'ya yolladı. Juventus'un amblemi, 1920'den bu yana çok sayıda çeşitli küçük değişikliğe uğradı. Amblemin son versiyonu 2004-2005 sezonundan önce yerini aldı. Günümüzde, takımın amblemi siyah beyaz oval bir kalkan şeklindedir. Bu şekil ikisi beyaz üçü siyah olmak üzere beş dikey sütuna bölünmüş durumdadır. Bu şeklin içinde, beyaz renkle altında altın rengi oval bir çizgiye oturacak şekilde kulübün ismi yazılıdır (altın rengi onur anlamında). Aşağı tarafta şahlanmış bir boğanın beyaz renkteki silueti, siyah bir kalkan şeklinin üstüne oturtulmuştur; şahlanan boğa Torino şehrinin simgesidir. Kulüp tarihi boyunca birçok takma isim almıştır. "la Vecchia Signora" (Yaşlı bayan) buna en iyi örnektir. Kulüp "la Fidanzata d'Italia" (İtalya'nın sevgilisi) şeklinde de adlandırılmıştır. Bu takma isim, Güney İtalya'dan Torino'ya FIAT fabrikalarına çalışmaya gelen göçmen işçiler tarafından verilmiştir. Bunların dışında en bilinen takma adlar "bianconeri" (siyah-beyazlar), "le zebre" (zebralar) şeklindedir. Zebra, Juventus'un resmi maskotudur, amblemleri ve iç saha formaları zebrayı çağrıştırmaktadır. Kulüp 1897 ve 1898 yılları arasında maçlarını Parco del Valentino ve Parco Cittadella stadyumlarında oynadı. İtalya Futbol Şampiyonası ilk yılı hariç 1908 yılına kadar Piazza d'Armi Stadı'nda düzenlendi. 1906 yılında yıl içinde Corso Re Umberto Stadyumu'nda oynadı. 1909'dan 1922'ye kadar Corso Sebastopoli Stadyumu'nda dört lig şampiyonluğu kazanan kulüp 1933 yılına kadar bu stad da oynamaya devam etti. 1933 yılının sonunda, 1934 FIFA Dünya Kupası için yeniden açılan Mussolini Stadyumu'nda oynamaya başladı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, stadyumun ismi Stadio Comunale Vittorio Pozzo olarak değiştirildi. Juventus, 57 yıl boyunca bu stad da 890 lig maçı oynadı. Çok nadir durumlarda kulüp Palermo'nun stadı Stadio Renzo Barbera gibi İtalya'daki diğer stadyumlarda da oynamıştır. Ancak 1990 yılından itibaren 2005-06 sezonuna kadar 1990 FIFA Dünya Kupası için inşa edilen Torino'daki Alpler Stadyumu'nda oynamıştır. 2006 yılında 2006 Kış Olimpiyatları'nın Torino'da düzenlenecek olmasından dolayı Roma Olimpiyat Stadı'na geri döndü. 2008 yılının Kasım ayında Juventus artık Alpler Stadyumu'nun ihtiyaçları doğrultusunda bir stadyum olmadığını ve yeni bir stadyum inşa etmek için 120 Milyon Euroluk bir kaynak ayıracağını açıklamıştır, y
apılacak yeni stadyumda eskisi gibi koşu pisti olmayacak tribünlerin sahaya yakınlığı ise 7.5 metre olacaktır. İnşa çalışmaları 1 Mart 2009 tarihinde başlayıp 8 Eylül 2011 tarihinde tamamlanmıştır. Şubat 2006'da, Juventus'un genel menajeri Luciano Moggi'nin telefon görüşmeleri sonucunda hakemlerin atanmasında ve yönlendilirmesinde rol aldığı öne sürüldü. Luciano Moggi bu görüşmelerde, İtalya Futbol Federasyonu Hakem Komitesi Başkanı, ACF Fiorentina, SS Lazio, Messina gibi kulüplerin başkanları, hakemler ve rakip futbolcularla maçların sonuçlarının değiştirildiği iddaası ile dava açıldı. Olay, ilk defa Juventus 3. lige düşüyor şeklinde basına yansıdı. 1 Mayıs 2006 günü Juventus, rakibi Reggina'yı 2-0 yendi ve 29. lig şampiyonluğunu aldı. Ancak bu şampiyonluk, savcının soruşturmasına dahil olduğu için tescillenmedi. 22 Mayıs günü AC Milan, ACF Fiorentina ve SS Lazio ile birlikte kulüp hakkında da dava açıldı ve soruşturma sonucunda kulüplerin suçlu bulunması halinde, takımların küme düşmeye kadar cezalandıralacağı açıklandı. 27 Haziran 2006 günü, Juventus'un spor direktörü ve eski futbolcu Gianluca Pessotto bir apartmanın 4. katından düştü ve ciddi bir biçimde sakatlandı. Olayın kaza sonucu mu olduğu, yoksa bir intihar teşebbüsü mü olduğu açıklık kazanamadı. 4 Temmuz günü, savcı tarafından Juventus'un iki lig düşürülmesi, diğer sanık kulüpler AC Milan, Fiorentina ve Lazio'nun ise bir lig düşürülmesi istendi. Ayrıca son iki Serie A şampiyonluğunun da geri alınabileceği açıklandı. Bu gelişmeler üzerine takımın teknik direktörü Fabio Capello istifa etti ve Real Madrid ile anlaştı. Yerine Fransa millî futbol takımının eski oyuncusu olan Didier Deschamps getirildi. 14 Temmuz 2006 günü karar açıklandı. Juventus İtalya 2. Ligi Serie B'ye düşürüldü. Kulübün son iki şampiyonluk unvanı silindi. Bir sonraki sezon ise -30 puanla lige başlaması kararlaştırıldı. Ayrıca bir sonraki sene UEFA Şampiyonlar Ligi'ne katılma hakkını da kaybetmiş oldu. Bu karardan henüz 10 gün kadar önce oynanan ve 2006 FIFA Dünya Kupası final maçında dahi 8 oyuncusu yer alan kadrosundaki futbolculara, diğer kulüpler tarafından soruşturmaların başlamasıyla birlikte teklifler geldi. Juventus'un da ceza alan diğer kulüpler gibi karara itiraz etmesi üzerine, 25 Temmuz 2006 günü Temyiz Mahkemesi son kararını verdi ve 30 puanlık cezayı 17 puana indirdi. 2006-2007 sezonu sonunda da, Serie B Şampiyonu olarak bitirip, tekrar Serie A'ya yükseldiler. Takımın 2009-2010 sezonunu 7. bitirmesinin ardından, Sampdoria'yı dördüncülüğe taşıyan teknik direktör Luigi Delneri başa getirildi. Juventus yıllar sonra delil yetersizliği ile aklanmıştır. Bu olaylar sonrası Juventus bölgesel mahkemeye başvurdu ve İtalya Futbol Federasyonu'na 443 milyon Euro tutarında bir dava açtı. Bunun üstüne İtalya Futbol Federasyonu, Juventus'a eğer davayı çekerlerse alınan şampiyonlukların yeniden verilebileceğini bildirdi. Uzun süre yerel ligde son derece başarılı sonuçlar aldığı halde, 1977'de kazandığı UEFA Kupası'na kadar Avrupa Kupalarında başarısı azdır. Avrupa Kupalarındaki yükselen başarı grafiği, 1985 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası'nı alarak zirveye ulaşmıştır. Ancak Liverpool'la oynanan finalde yaşananlar Heysel Faciası olarak tarihe geçecek ve bu başarı gölgelenecektir. Juventus bu başarıyı 1996 yılında tekrarlayacak ve 2003 yılında Milan'a finalde penaltılarla kaybedecektir. Bu iki Avrupa Şampiyonluğu dışında, 1984 yılında kazanılmış UEFA Kupa Galipleri Kupası ve üç UEFA Kupası Şampiyonluğu vardır. Tarihindeki 34 İtalya Şampiyonluğu ve 10 İtalya Kupası'yla da İtalyan Ligleri içinde en başarılı kulüptür. Üç büyük Avrupa kupasını da kazanan 4 kulüpten biridir. Juventus, 34 Şampiyonluk ile kulübün arması üzerindeki 3 yıldızı taşımaya hak kazanmıştır. İtalyan Futbol Federasyonu'nun her 10 Şampiyonluğa bir yıldız vermesi sonucu 34 Serie A şampiyonluğu olan, dolayısıyla 3 yıldız takma hakkına sahip başka takım yoktur. Juventus, tarihi boyunca birçok başkana sahip oldu. Bu başkanlardan bazıları, aynı zamanda kulüp sahibiydiler. Aşağıda Juventus'un gelmiş geçmiş tüm başkanlarının listesini bulabilirsiniz: Aşağıda, Juventus'a günümüze kadar hizmet eden teknik direktörlerin bir listesini görebilirsiniz: Heysel Faciası Heysel Faciası, 29 Mayıs 1985 günü Brüksel'de oynanacak olan Juventus ile Liverpool arasındaki Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası final maçının başlamasından önce Liverpool taraftarlarının İtalyanlara saldırması ve çıkan panik sonucu bir duvarın çökmesi ve taraftarların tel örgülere sıkışması sebebiyle 38 İtalyan taraftar ve 1 Belçikalının öldüğü olaylara verilen isim. Maç öncesi Brüksel sokaklarında özellikle İngiliz holiganların başını çektiği olaylarda pek çok kavga olmuştur. Maç başlamadan kısa süre önce, arada güvenlik bariyeri olmadığı için holiganlar İtalyanların bulunduğu bölüme saldırmış ancak kendilerini korumak isteyen İtalyanların kaçış noktasındaki büyük duvar taraftarların kaçışını engellemiştir. Çıkan arbedede 39 kişi hayatını kaybetmiştir. Olayları öğrenen futbolculardan Liverpool'lu Mark Lawrenson, Alan Hansen ve Kenny Dalglish sahaya çıkmak istemediğini söyleyince, devreye giren UEFA ve kulüp yetkilileri maçın oynanacağını söyleyerek oyuncuların sahaya çıkmalarını sağlamıştır. Bu çapta bir olaya rağmen final maçı boş tribünler önünde oynanmış; Juventus Michel Platini'nin penaltıdan attığı golle 1-0 kazanarak kupayı kazanmıştır. Yıllar sonra Heysel faciasını değerlendiren Alan Hansen, ""O geceden hafızamda bir şey kalmadı. Olayların şokuyla nasıl mücadele ettiğimizi bile bilmiyorum"" yorumunu yapmıştır. Olay sonucu İngiliz takımlarına 5, Liverpool'a ise 6 yıl uluslararası karşılaşmalardan men cezası verilmiştir. Olaylar sonrası Brüksel'deki Heysel Stadyumu'nın ismi, 'Kral Baudouin' olarak değiştirilmiştir. Harold Pinter Harold Pinter (d. 10 Ekim 1930 - ö. 24 Aralık 2008), 2005 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İngiliz oyun yazarı, senarist, şair, tiyatro yönetmeni, aktör. İngiliz Tiyatrosunun 20. yüzyılın ikinci yarısındaki temsilcisi olarak görülür. 10 Ekim 1930’da Londra’da Yahudi bir terzinin oğlu olarak dünyaya geldi. II. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine 9 yaşında terk ettiği Londra’ya 12 yaşında geri dönebildi. Savaş dönemindeki bombalamaların etkisini üzerinden hiçbir zaman atamadı. Okulda özellikle Franz Kafka ve Ernest Hemingway’in kitaplarını okudu. Londra’da Hackney Downs Dil Okulu’ndaki eğitimi sırasında okul tiyatrosunda Joseph ve Romeo gibi karakterleri canlandırma olanağı buldu ve kariyer olarak oyunculuğu seçti. 1948’de Kraliyet Akademi Dramatik Sanatlar Okulu’na burslu olarak girdi ancak 2 sene sonra okulu bıraktı. Askere gitmeyi reddettiği gerekçesiyle para cezasına çarptırıldı. 1950’de ilk şiirlerini Harold Pinta takma adıyla yayınladı. 1951'de Drama Okulu'na girdi. Çeşitli tiyatro gruplarında oyuncu olarak çalıştıktan sonra oyun yazarlığına başladı. 1957’de Bristol Üniversitesi’nin Tiyatro bölümü için "Oda" adlı oyununu dört günde tamamladı. Bunu, aynı yıl yine Bristol Üniversitesi Tiyatro bölümü tarafından sahnelenen "Doğum Günü Partisi" adlı oyunu izledi. "Kapıcı" (1957), "Git Gel Dolap" (1960), "Yuvaya Dönüş" (1965), "Eski Günler" (1971), "Issız Topraklarda" (1975), "İhanet" (1978) oyunları ile tanındı. Oyunlarında genelde insanların gündelik konuşmalarının çözümlemesini yaptı. İnsanlar üzerindeki baskıyı işledi. İlk eserlerinde işçi sınıfına mensup insanların içinde bulundukları olumsuz koşullara, maddi zorluklara ve bunun ruhlarına yansımasına ve onların hayal kırıklıklarına değindi. Pinter'ın oyunları soyadına atıfla Pinteresque (Pintervari) denilen kendine özgü bir tarz yarattı. Genellikle bir odada geçen oyunlarında sessizliği, gizemi ve kısa konuşmaları kullanarak bir gerilim ve tehdit havası oluşturuyordu. Erotik fanteziler, takıntılar, kıskançlık ve nefretten örülü diyaloglar kuruyordu. Pinter, "29 tane oyun yazdım, artık diğer yazın türleri üzerine çalışacağım" diyerek 74 yaşında oyun yazmayı bırakmıştır. Pinter, film senaryosu da yazmış ve bazı edebi eserleri filme uyarlamıştır. "Genç Hizmetçiler (The Servant)", "Kaza" (Accident), "Arabulucu" filmlerinin senaryosunu yazdı. John Fowles'ın "Fransız Teğmenin Karısı" adlı romanını (1982), ve kendi yazdığı "İhanet"'i sinemaya uyarladı. 1999 yapımlı Mansfield Park filminde rol aldı. 1978’de bir şiir kitabı yayınladı. Son olarak, 2003’te savaş karşıtı şiirlerinden oluşan derlemesini yayımladı. Irak’a karşı girişilen müdahaleyi eleştiren bu şiir seçkisi ile Wilfred Owen Şiir Ödülü’ne değer bulunmuştu. 1973’te Şili Devlet Başkanı Allende’nin devrilmesinden sonra insan hakları konusunda aktif olmuştur. 1999’da Kosova krizinden Nato’nun müdahalelerini ülkedeki korku ve karışıklığı arttıracağı gerekçesiyle eleştirdi ve "Miloseviç'i Serbest Bırakın" kampanyasına katıldı. Amerika'ya karşı Küba Dayanışma Partisi'nin üyesi oldu. Amerika ve İngiltere'nin Irak'ı işgalini eleştirdi ve 2004'te İngiltere Başbakanı Tony Blair'e karşı başlatılan kampanyaya katıldı. Harold Pinter, 1985 yılında meslektaşı Arthur Miller ile 12 Eylül baskısı altındaki aydınlara destek olmak için Türkiye'ye gelmiştir.Türkiye ziyaretinin ardından bu coğrafyaya ait 'Bir Tek Daha' ve 'Dağ Dili' adlı iki oyun yazmıştır. Sanatçı, 2004 yılında Hasankeyf'i korumak için Ilısu Barajı'na karşı bir kampanya da başlatmıştı. Nobel ödülü alana kadar birçok ödülün sahibi olan Pinter, on dört üniversiteden onur derecesi almıştır. Pinter iki defa evlendi. İkinci eşi, roman ve tarih yazarı Lady Antonia Fraser'dir. Pinter, 24 Aralık 2008 günü, uzun süre mücadele ettiği gırtlak kanseri nedeniyle yaşamını yitirdi. 2007, Sleuth (Ölümcül Oyun) 2000, The Tragedy of King Lear  1997, The Dreaming Child 1990, The Comfort of Strangers (Yabancı Kucak) 1989, The Trial (Dava) 1988, Heat of the Day 1988, Reunion (Anılar) 1987, The Handmaid's Tale (Damızlık Kızın Öyküsü) 1984, Turtle Diary (Kaplumbağa Günlüğü) 1982, Victory 1981, Betrayal (Aldatma) 1980, The French Lieutenant's Woman (Fransız
Teğmenin Kadını) 1974, The Last Tycoon (Son Patron) 1972, The Proust Screenplay (Proust Senaryosu) 1970, Langrishe Go Down (TV adaptasyonu 1978) 1969, The Homecoming (Eve Dönüş) 1969, The Go-Between (Arabulucu) 1967, The Birthday Party (Doğum Günü Partisi) 1966, Accident (Kaza Gecesi) 1965, The Quiller Memorandum  1963, The Pumpkin Eater 1963, The Servant (Genç Hizmetçiler) 1963, The Caretaker Mansfield Park, Sir Thomas Bertram Sleuth (Ölümcül Oyun), TV’deki adam The Tailor of Panama (Panama Terzisi), Benny amca Wit (Zekâ), Bay Bearing (Vivian'nın babası) The Servant (Genç Hizmetçiler), Toplum adamı haroldpinter.org Kurumsal kaynak planlaması Kurumsal kaynak planlaması ya da işletme kaynak planlaması (İngilizce: Enterprise Resource Planning - ERP), işletmelerde mal ve hizmet üretimi için gereken işgücü, makine, malzeme gibi kaynakların verimli bir şekilde kullanılmasını sağlayan bütünleşik yönetim sistemlerine verilen genel addır. Kurumsal kaynak planlaması (KKP) sistemleri, bir işletmenin tüm veri ve işlemlerini bir araya getirmeye veya bir araya getirilmesine yardımcı olmaya çalışan ve genelde kullanımı kolay olan sistemlerdir. Klasik bir KKP yazılımı işlem yapabilmek için bilgisayarın çeşitli yazılım ve donanımlarını kullanır. KKP sistemleri temel olarak değişik verilerin saklanabildiği bütünleşik bir veritabanı kullanırlar. Kurumsal kaynak planlaması anlam olarak, işletmenin tüm kaynaklarının birleştirilip, verimli olarak kullanılması için tasarlanmış sistemlere denmektedir. KKP kavramı ilk olarak üretim çevrelerinde kullanılmaya başlansa da; günümüzde KKP sistemleri çok daha geniş bir alanda telâfuz edilmektedir. KKP sistemleri, bir işletmenin iş alanına ya da ismine bakmadan, işletmenin tüm temel işlemlerini kendi yapısı altında toplayabilir. İşletmenler, kâr amacı olmayan kuruluşlar, vakıflar, hükümetler veya diğer varlıklar KKP sistemlerini kullanabilirler. KKP sistemleri iki veya daha fazla yazılımı bir araya getirerek bir yazılım paketi halinde de sunulabilir. Bu gibi sistemlere KKP yazılım paketleri denir. Teknik olarak ise KKP yazılım paketleri hem maaş bordro akışlarını hem de muhasebe işlevlerini bünyesinde barındırır. Buna rağmen, KKP yazılım paketi tanımı daha çok büyük ve geniş uygulamalar için kullanılmaktadır. Bir KKP sistemi kullanıcının, iki veya daha fazla bağımsız yazılımın arayüzü ile karşılaşmasını engeller ve ek avantajlar sağlar. Yazılımların standartlaşmasını, birçok yazılım kullanmak yerine tek bir yazılım kullanılmasını, tüm veriler genellikler tek bir veritabanında saklandığından kolay ve yüksek rapor alma, durum değerlendirme gücünü sağlar. Bir KKP yazılımı bünyesinde genelde bağımsız olarak çalışan üretim, finans, müşteri ilişkileri yönetimi, insan kaynakları, stok yönetimi gibi çeşitli uygulamalar bulunabilir. KKP sistemlerine daha yakından bakacak olursak, en önemli gerekliliğin bir işletmenin tüm bakış açılarındaki her verinin, birleştirilmesi olduğunu görürüz. KKP sistemleri bunu sağlamak için, işletmenin çeşitli iş faaliyetlerini ele alan birçok yazılım modülünü tek bir veritabanı altında çalıştırmaktadır. Gerçekte komple bir KKP sisteminden bahsetmek çok zordur. KKP sistemlerini satın alarak, bünyelerinde uygulamak isteyen büyük işletmelerin özel ihtiyaçları vardır ve bazı özel ihtiyaçlar şu an hiçbir KKP sistemi üreticisi tarafından karşılanamamaktadır. Bu ihtiyaçları karşılamak için güçlü bir kişiselleştirme işlemi oluşturma ve değişik üreticilerden farklı modüller satın almanın yanı sıra, işletme bu modüller üzerinde tekrar mühendislik çalışması yapmalıdır. Günümüzde ideal olarak, üretim alanında faaliyet gösteren bir işletme, alanıyla ilgili tüm konularda aynı KKP sistemini kullanmaktadır. Tek bir veritabanı, aşağıdaki alanlarında dahil olduğu çeşitli yazılım modüllerini bünyesinde barındırabilir; İnsan kaynakları planlaması terimi, orijinal olarak "üretim kaynakları planlaması" teriminden türetilmiştir (İngilizce Manufacturing Resource Planning - MRP). Üretim kaynakları planlaması tanımı (ÜKP) ise, yazılım mimarisinin önem kazanması ve şirket kapasite planlamasının yazılım faaliyetlerinin yer edinmesi ile KKP sistemlerine dönüşmeye başlamıştır. KKP sistemleri genellikle bir işletmenin, üretim, ulaştırma, dağıtım, envanter durumu, liman ticareti, muhasebe ve faturalama gibi işlemlerini kontrol eder. KKP yazılımları ayrıca bir işletmenin, satış, pazarlama, ulaştırma, listeleme, üretim planlaması, envanter yönetimi, kalite yönetimi ve insan kaynakları yönetimi gibi birçok ticari faaliyetini kontrol etmesine yardımcı olur. KKP sistemleri tüm işletme işlevleri arasında geçiş yapabilen sistemlerdir. Operasyonlarda veya üretimde görev alan tüm işlevsel departmanlar tek bir sistemde birleştirilir. İmalat, depolama, taşımacılık ve ulaştırma ve bilgi teknolojilerine ek olarak, muhasebe, pazarlama, insan kaynakları ve strateji yönetimi de KKP sistemlerinde bulunabilir. KKP sistemlerinden önce, işletme departmanları kendi bilgisayar sistemlerine sahip olmalıydı. Örnek olarak, bir işletmedeki insan kaynakları departmanı, bordrolama departmanı ve mali işler departmanını verelim. İnsan kaynakları departmanı kendi bilgisayar sisteminde, tüm departman bilgilerini ve bu departmanlarda çalışanların kişisel bilgilerini tutmakla görevliydi. Bordrolama departmanı ise maaş bordrosu bilgilerini hesaplar ve tutardı. Mali işler bölümü de işletmedeki mali işlemlerin kayıtlarını tutardı. Her sistem birbirine ortak veriler yollayarak iletişim içinde olmalıydı. Örnek verecek olursak, insan kaynakları bölümünde her çalışanın bir numarası olurdu, aynı numara bordrolama bölümünde de mevcut olmalıydı. Bu sayede insan kaynakları bölümünden, bordrolama bölümüne, çalışanın numarası ve maaş bilgisini yollanır, bilgiler bordrolama sisteminde kontrol edildikten sonra, maaş bordrosu kesilirdi. Mali işler departmanı ise çalışanların verileri ile ilgilenmez, sadece bordrolama departmanından yapılan, vergi, kesinti, işçi ücretleri vb. ödemelerle uğraşırdı. Departmanlar arasındaki bu sistem karışıklıklara yol açardı. Örneğin, ödeme sisteminde çalışan numarası olmayan bir işçiye ödeme yapılmayabiliyordu. KKP yazılımları, eskiden kullanılan ve birbirinden farklı birçok uygulamanın verilerini birbirine bağladı. Bu işlem, birden fazla sistemde kayıtlı tutulan çalışan/işçi numaralarında sorun çıkma endişesini ortadan kaldırdı. Ayrıca büyük işletmelerdeki yazılım uzmanı ihtiyacı azaldı ve standart bir hale geldi. Raporlama işlemleri tek bir sistem üzerinde yapıldığından, eskiye nazaran çok daha kolay bir hal aldı. Ayrıca KKP sistemleri, işletme içindeki eğilimlerin tespit edilip, uygun ayarlamaların daha çabuk yapılmasına imkân sağlamasıyla, işletmelere yüksek seviyede analizleme işlevi sağladı. İşletmelerdeki geniş uygulama kapsamı nedeniyle, KKP sistemleri mevcut büyük yazılımlardan yararlanmaktadır. Böyle büyük ve karmaşık bir yazılım sistemini işletme bünyesinde kullanabilmek için bir analizci, programcı ve kullanıcı ordusuna ihtiyaç duyulmaktaydı. İnternet gelişene kadar, şirketler dışarıdan getirilen danışmanların, standart yamaları yüklemesi için bilgisayarları kullanmasına izin verirdi. Uzman yardımı olmadan bir KKP uygulaması, büyük şirketler ve özellikle uluslararası şirketler için çok masraflı olabilmektedir. KKP uygulamalarında uzmanlaşmış şirketler ise bu işlemleri kolaylaştırabilir ve altı ay içinde pilot testler ile sistemi tamamlayabilirler. Kurumsal kaynak planlaması sistemleri genellikle "tedarik zinciri yönetimi" ve "lojistik otomasyonu" sistemleri ile yakından ilişkilidir. Tedarik zinciri yönetimi yazılımları, KKP sistemlerini, tedarikçiler olan bağlantılar ile genişletebilir. İşletmeler, KKP sistemlerini bünyelerinde uygulamak için genelde KKP satıcıları veya üçüncü şahıs danışmanlık şirketlerinden yardım alırlar. KKP danışmanlığı ise, sistem mimarisi, iş işlemleri danışmanlığı (yeniden mühendislik) ve teknik danışmanlık (programlama, sistem yapılandırması vb.) olmak üzere üç bölüm içermektedir. Bir sistem mimarı, bir işletmenin gelecekteki veri akışı planları da dahil olmak üzere bütün veri akışını tasarlar. İş danışmanı, işletmenin mevcut ticari işlemlerini analiz eder ve bunları KKP sisteminde karşılık gelen işlemlere eşler. Böylece KKP sistemini işletme ihtiyaçlarına göre yapılandırılmış olur. Teknik danışmanlık ise genelde programlama aşamasını içerir. Çoğu KKP satıcısı, yazılımlarında değişiklik yapılmasına izin vererek, müşterilerinin iş alanındaki ihtiyaçlarını karşılanmasını ve sistemin bu ihtiyaçlara uymasını sağlar. Bir KKP paketini şirkete göre kişiselleştirmek hem pahalı hem de zahmetli bir iştir. Nedeni ise birçok KKP paketinin kişiselleştirmeye destek verecek şekilde tasarlanmayışıdır. Bu yüzden birçok işletme, mevcut KKP sistemi içerisindeki en iyi uygulamaları kullanır. Bazı KKP paketleri raporlama ve sorgulama işlemlerinde rahatça kişiselleştirebilir, öyle ki bu gibi kişiselleştirmeler her uygulamada beklenir. Bu paketleri öneminin farkına varılmalıdır. Üçüncü şahıslardan bu raporlama paketlerini satın almak daha mantıklı olacaktır, çünkü bu paketler KKP sisteminin geliştirilmesi gereken onlarca arayüzünden daha kolay ve verimli bir şekilde arayüz imkânı sağlayacaktır. Günümüzde ayrıca internet tabanlı KKP sistemleri mevcuttur. Bazı işletmeler, herhangi bir yazılım yüklemeye gerek duymadan, birbirinden farklı birçok yazılımı, merkezden kullanabildiği için, internet tabanlı KKP sistemlerini kullanmaktadır. Internet bağlantısı olduğu sürece ya da LAN üzerinde bir ağ bağlantısı olduğu sürece, isteyen kişi klasik bir internet tarayıcısını kullanarak, internet tabanlı bir KKP sistemine girip, işlem yapabilir. Bilgisayar güvenliği, KKP sistemlerinin olmazsa olmazlarındandır. Güvenlik sistemi, işletmeyi hem sanayi casusluğu gibi dışarıdan gelecek hem de zimmete geçirme gibi içeriden gelecek tehlikelere karşı korumalıdır. Başka bir senaryo da ise, bir terörist bir gıda şirketinin, malzeme listesinin içine bir zehir ekleyebilir ya da bir başka sa
botaj faaliyetinde bulunabilir. KKP güvenliği bu tür suistimalleri de engellemeye yardımcı olur. KKP sistemlerinin yokluğunda, büyük üreticiler kendilerini, birbiri ile etkileşimi ve bağlantısı olmayan birçok yazılım uygulamasının içerisinde bulabilirdi. Birbiriyle etkileşimi olması gereken konulardan bazıları şunlardır: KKP sistemleri sayesinde yukarıdaki gibi değişik konular, tek bir sistem altında toplanabilmektedir. "Müşteri ilişkileri yönetimi" gibi müşterilerle birebir ilişkili kavramlar, "kalite kontrol" gibi arka planda çalışan ve müşteri ihtiyaçlarının karşılanmasına odaklı kavramlar ve tedarikçilerle, taşıma işlemleri ile ilgilenen "tedarik zinciri" ile ilgili kavramlar, bazı sistemlerde kapsam ve etkinlik boşlukları olmasına rağmen, KKP sistemleri bünyesinde rahatça birleştirilebilir. Bir KKP sistemi olmadan, üretici için bu kavramları bir araya getirmek oldukça karmaşık ve zor olabilir. KKP sistemlerinin kusursuz en önemli artılarından biri modüler yapı da olmasıdır. Modüler yapının önemi, KKP uygulamasını satın alma ve kurma sürecinde daha da ön plana çıkar. Bir kurum, KKP uygulamasının sahip olduğu fonksiyonların tümünü kullanmak istemeyebilir. Bu nedenle modüler yapı istenilen fonksiyonları istenilen zamanlarda kullanmayı mümkün kılar. Farklı uygulamalar her zaman birbiri ile uyumlu çalışmaz ve işletme için sorunlar oluşturulabilir. KKP sistemlerinde ise tüm modüller ve uygulamalar birbiri ile uyumlu olarak çalışmaktadır. Komple bir çözüm sahibi olmanın, parça parça uygulamalara göre birçok önemli avantajı söz konusudur. İşletmelerin KKP sistemlerinde karşılaştıkları birçok sorun, işletmenin tüm çalışanları ilgilendiren ve sürekli yapılması gereken eğitim-gelişim çalışmalarının yetersiz seviyede olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sorunlar, uygulama ve test çalışmalarında sorunlar oluşturmasının yanı sıra, KKP sistemindeki verilerin bütünlüğünü koruyan ve nasıl kullanılması gerektiğini belirleyen, şirket prensipleri ve kurarlarının bütünlüğünü de etkiler. Değişik sistemlere göre farklılıklar içerse de, KKP sistemlerindeki bazı sınırlamaları şöyle sayabiliriz; 1.SAP 28.21% 2.Oracle Corporation 9.99% 3.SAGE 7.29% 4.Microsoft (MBS) 3.68% 5.SSA Global (şimdi INFOR) 2.77% 6.IFS 2.21% 7.Infor (Agilisys) 2.13% 8.Kronos Incorporated 1.83% 9.Hyperion Solutions 1.64% 10.Lawson 1.25% Asmara Asmara Eritre'nin başkentidir. Çeşitli sanayi tesislerinin bulunduğu şehrin nüfusu 580.000'dir. 12. yüzyılda kurulan Asmara 19. yüzyılın sonlarında İtalyan sömürge yönetimine girdi. 1930'larda inşa edilen yeni binalarla şehrin görünüşü çok değişti. İtalyanlar Asmaraya Küçük Roma ismini verdiler. Eritre'nin Etyopya'dan ayrıldığı bağımsızlık savaşı sırasında oldukça zarar gören Asmara 1993'te başkent oldu. Pergeli Apollonius Pergeli Apollonius (d. MÖ 262 Perge - ö. MÖ 190, İskenderiye), Yunan matematikçi. Zamanında çok bilinmeyen, fakat 1600 yıllarında değeri anlaşılan Yunan matematikçilerinden biri Pergeli Apollonius'tur. Eski devirlerin en büyük matematikçilerinden biridir. MÖ 267 veya 262 yıllarında, Pamfiye denilen Teke sancağının Perge kentinde dünyaya gelmiştir. Mısır'ın İskenderiye kentine giderek, Öklid'ten sonra gelen matematikçilerden dersler alarak kendini yetiştirmiştir. Bir aralık Bergama'ya giderek orada kalmış, burada matematikçi Ödemus ve eski Bergama hükümdarı Atal ile ilmi ilişkilerde bulunmuştur. Matematikçi Pappus, Apollonius'un, bencil, üne düşkün, kibirli ve gururlu birisi olduğunu yazmaktadır. Apollonius'un yaptığı çalışmalar ve buluşları onun bu zayıf taraflarını örtecek kadar kuvvetlidir. Çarpmaya ait birçok buluşu vardır. Tümü geometriye ait olan yedi sekiz kitabı vardır. Koniklere ait buluşları onu şöhretin zirvesine çıkarmıştır. Birçok eserinin kaybolmasına karşın, bazı yapıtları Pappus tarafından yeniden ortaya çıkarılmıştır. Öklid geometrisini benimseyerek onu daha ileri düzeylere götürmüştür. Teorik ve sentetik geometrici olarak, 19. yüzyıldaki Steiner'e kadar Apollonius'un bir eşine daha rastlanamaz. Konikler adı altında bugün bildiğimiz elips, çember, hiperbol ve parabol kesişimlerine ait problemlerin birçoğu Apollonius tarafından bulunmuştur. Konikler her ne kadar Apollonius'tan 150 yıl kadar önce üzerinde çalışılmışsa da, Apollonius kendisinden önceki çalışmaları ve kendi öz buluşlarını sekiz kitapta toplamıştır. Bunların çoğu onun çalışmaları ile ilerlemiştir. Yedi tane de yeni araştırması vardır. Bu araştırmaların bazıları Arapça'dan çevirmedir. Yine, analitik geometri özelliklerinin hemen hemen tümünü Apollonius'a borçluyuz. Dairesel tabanlı ve tepesinin her iki tarafından sonsuza kadar uzatılmış bir koni bir düzlemle kesilirse, düzlemle koni yüzeyinin kesişimi olan eğri, doğru, çember, hiperbol, elips veya parabol olacağını ilk kez Apollonius göstermiştir. Merminin yörünge denkleminin bir parabol olacağı yine Apollonius tarafından bulunmuştur. Ayrıca, astronomide önemli buluşları vardır. Elips, hiperbol ve parabol, Eflatun tarafından mekanik eğriler olarak adlandırılmıştır. Bu eğriler, yalnız cetvel ve pergel yardımıyla çizilemezler. Buna karşın, pergel ve cetvel yardımıyla, bu eğrilerin istenilen sayıda noktalarını elde edebiliriz. Apollonius ve konikler üzerine çalışma yapanların diğer bir hizmeti de, Kepler ve Kopernik'in Güneş ve gezegenlerin yörüngelerini hesaplamasında kullanmasıdır. Eğer bu geometriciler olmasaydı, Newton çekim kanununu belki de hiç bulamayacaktı. Yani, Kepler'in gezegenlerin yörüngeleri hakkındaki ince ve ustalıklı kullandığı hesaplamaları, Newton'un çekim kanununa ortam hazırlamıştır. Pergel ve cetvel yardımıyla üç çembere teğet çizme, Apollonius problemi olarak bilinir. Yine, sabit iki noktaya olan uzaklıkları oranı sabit olan noktaların geometrik yeri, bu sabit noktaları birleştiren doğru parçasını, verilen orana göre içten ve dıştan bölen noktalar arasındaki uzaklığı çap kabul eden bir çemberdir. Sefalosporin Sefalosporin(ler), beta-laktam (β-laktam) antibiyotiklerinin bir sınıfıdır. "Cephalosporium acremonium" tarafından üretilen sefalosporin ilk kez 1945 yılında Sardinya'da İtalyan bilim adamı Giuseppe Brotzu tarafından izole edilmiştir. Sefalosporinler ilk kez 1960`larda satışa sunuldu. Sefalosporinler penisiline çok benzer bir çalışma mekanizmasına sahiptirler. Penisilinler gibi sefalosporinler de peptidoglikan sentezine müdahale ederler. Bakterisidal etkileri vardır. Erken keşfedilmiş antibiyotiklerden olan sefalosporinlerin, gelişen teknoloji ile beraber yeni jenerasyonları (nesilleri) ortaya çıkmıştır. Her jenerasyon etki ettiği bakteri çeşidi ve sayısı vb. özellikler yönünden diğerlerinden farklıdır. Bugün toplam 5 farklı sefalosporin jenerasyonu vardır. Peptidoglikan N-asetil muramik asit ile N-asetil glikoz amin şeker molekülleri ile az sayıda L-alenin, D-alenin, D-gulutamik asit, lizin veya diaminopimelik asitten oluşur. Peptidoglikan tabaka sadece prokaryot hücrelerde bulunur. Şekerin, kovalent bağ ve amino asitlerle çapraz bağlanmasıyla glikan zincirleri oluşur. Amino asitlerden oluşan tetra peptidin, çapraz bağlarla bağlanmasıyla oluşur. İçinde peptit bağı vardır. Yağlarla birleşerek karbonhidratları oluşturur. Bakteri hücre duvarlarının bir bileşenidir. Elips Geometride, elips (Yunanca ἔλλειψις "elleipsis" kelimesinden) bir koninin bir düzlem tarafından kesilmesi ile elde edilen düzlemsel, ikinci dereceden, kapalı eğridir. Elips, bir düzlemde verilen iki noktaya (F, F) uzaklıkları toplamı sâbit olan noktaların geometrik yeridir; verilen bu iki noktaya "elipsin odakları" denir. Odaklarının arasındaki uzunluğa 2c dersek ortadaki nokta elipsin merkez noktasıdır. Şekildeki elipsin 2a asal, 2b ise yedek eksenidir. Aynı zamanda c² + b² = a²'dir. Şekilde de görüldüğü gibi b ve F ile merkez arasındaki doğru parçası, yani c dik kenarlar, a ise hipotenüs´dür. Elips, sabit bir noktaya ve verilen bir doğruya uzaklıkları oranı birden küçük bir sayıya eşit olan noktalarının geometrik yeridir. Denklemi olarak bulunur. Merkezi (h,k) noktasında bulunan bir elipsin eşitliği de: şeklinde verilebilir. Şekilde p ile gösterilen uzunluğun iki katı yani b ye paralel odaktan geçen kirişin uzunluğu 2p´yi bulmak için şu denklemi kullanabiliriz: formula_3 formula_4 denklemli bir elipsin herhangi bir P(m;n) noktasıdan geçen teğetin denklemi formula_5´dir. Elipsin merkezinden elips üzerindeki bir noktaya çizilen ve X ekseniyle arasındaki açı α olan bir doğrunun uzunluğu formula_6 veya formula_7 formülü ile hesaplanır. Asal eksen uzunluğuyla yedek eksen uzunluğunun farkının asal eksen uzunluğuna oranına elipsin basıklığı denir. Elipste, odaklar arasındaki uzaklığın asal eksen uzunluğuna oranına elipsin dış merkezliği (eccentricity) denir ve e ile gösterilir: Elipsoit Elipsoit, ikinci dereceden bir yüzey olup, herhangi bir düzlemle arakesitleri elips olmaktadır. Asal eksenler adı verilen birbirine dik üç eksene göre ve bu eksenlerin kesim noktası olan merkeze göre simetrik bir şekil taşır. Orijinde bulunan merkez ve koordinat eksenleri boyunca alınan esas eksenlerine göre elipsoidin denklemi: a = b, veya b = c veya c = a ise yüzeye bir "dönel elipsoit" veya "siferoit" adı verilir. Bu bir elipsi büyük ve küçük ekseni etrafında döndürerek elde edilir. Birinci durumda proleit bir siferoit ("football"), ikinci durumda obleit (oblate) (basık) siferoit ortaya çıkar. a = b = c iken ortaya çıkan yüzey bir küredir. Allsvenskan Allsvenskan İsveç'te oynanan en üst düzey futbol ligidir. Kuruluş yılı 1924 olan ligde 16 takım yer almaktadır. 1924'ten 2011 sezonuna kadar 61 kulüp Allsvenskan'da oynamıştır. Hiçbir kulüp lig kurulduğundan beri ligde tamamen kalıcı olmamıştır, AIK 83 sezonla, 88 sezondur süren ligde en çok yer alan takım olmuştur. Allsvenskan 2015 sezonunda 16 takım yer almaktadır. Şu anda Allsvenskan'da yer alan teknik direktörler: Key; La Liga Primera Division, bilinen ismiyle La Liga veya sponsorluk anlaşmasından dolayı La Liga Santander, İspanya futbol liginin en üst düzey ligidir. Genel o
larak en üst düzey lig olan 1. Lig için kullanılsa da tüm ligleri kapsar. En üst seviyedeki iki lig olan "Primera División" (1. Lig) ve "Segunda División" (2. Lig) profesyonel takımlardan oluşurken diğer ligler amatördür. Çeşitli kulüplerin altyapı takımları da ligde oynayabilirler. Örnek olarak Sevilla'nın rezerve kulübü Sevilla Atletico, Segunda División'da mücadele etmektedir. Diğer iki büyük ligler olan Serie A ve Premier League'e göre oldukça geç başladı. İlk olarak 1929'da düzenlenen ve Barcelona'nın kazandığı ligde özellikle 1950'den sonra önemli bir değişim yaşandı ve tam 9 takım mutlu sona ulaşmayı başardı. Real Madrid ile Barcelona arasındaki inanılmaz çekişme ile ünlenen La Liga'nın en başarılısı 32 kez şampiyon olan Real Madrid. Real Madrid, Barcelona ve Athletic Bilbao La Liga tarihinde hiç küme düşmeyen takımlar olarak dikkat çekiyor. "Bir maçta atılan 3 gole verilen isim" "Güncelleme 6 Nisan 2015" Ballon d'or ödülü görevini en iyi yapan futbolculara veriliyordu. Sonra FIFA ballon d'or ödülünü FIFA World Player Of The Year ödülüyle birleştirerek FIFA BALLON D'OR oldu. Ödül bu isimle verildiği ilk yıl 2011'de Lionel Messi'nin oldu. Yani FIFA BALLON D'OR da Ballon d'or un devamı niteliğinde. La Liga'dan Avrupa Yılın Futbolcusu Ödülü alan futbolcular. Aşağıdaki listede FIFA Dünya'da Yılın Futbolcusu Ödülü'nü kazanan futbolcular. QuickTime QuickTime çeşitli biçimlerdeki sayısal görüntü, ses, yazı, animasyon, müzik, resim dosyalarını işleyen, Apple Computer tarafından geliştirilen bir çoklu ortam teknolojisidir. Genel sanının aksine QuickTime sade bir oynatıcı olmaktan öte, bir çokluortam mimarisidir. Yeni içerik yaratma (planlanmış içeriğin elde edilmesi, kaydedilmesi), üretim (içeriğin dağıtılabilecek hale getirilmesi) ve dağıtım özelliklerine sahiptir. Bu süreçler kapsamında QuickTime'dan gerçek zamanlı yakalama, montaj, içe-dışa aktarma, sıkıştırma, son hazırlık, dağıtım, yayın ve ortam dosyalarını oynatma için yararlanılır. Özetle profesyonel üretime yönelik bir teknolojidir, son kullancıların bildiği şekli QuickTime Player adıyla bilinen oynatıcıdır. Windows altındaki kullanıcılara QuickTime yerine daha hızlı ve sağlam çalışan alternatiflere yönelmeleri tavsiye edilmektedir. Bu alternatiflerden biri QuickTime Alternative'dir. Apple firması tarafından üretilmiş bir çokluortam dosya biçimi olan MOV, QuickTime'ın öntanımlı video biçimidir. Küçük boyutlardaki dosyalarda bile kaliteli görüntülere sahip olmasıyla tanınan MOV; sinema endüstrisi tarafından film fragmanları, tanıtım videoları ve online televizyon kanallarını yaymak amacıyla kullanılır. Sahipli bir dosya biçimi olan MOV, FLV ve DivX gibi İnternet ortamına odaklanmış dosya biçimlerinin ortaya çıkışıyla eski popülerliğini yitirmiştir. Karaisalı Karaisalı, Adana'nın bir ilçesidir. İlçe, Toros Dağları'nın başladığı noktadadır. Kuzey bölgeleri dağlık, güney bölgeler düzlüktür. İlçenin yüksek noktası 2400 metre ile Akdağ'dır. Karaisalı'nın 62 mahallesinin 9'u merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 7.146 kişi    (% 33,7) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 44,1 km uzaklıktaki Etekli'dir. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan, 874 kişi ile Çukur mahallesidir. İmamoğlu'nun nüfusu 2017 yılında 61 kişi azalmıştır. Karaisalı ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu * Km,  Karapınar Mahallesi'nde bulunan kaymakamlığa olan uzaklıktır. 8. yüzyıl 8. yüzyıl, 701'den 800'e kadar sürmüş yüzyıldır. 7. yüzyıl 7. yüzyıl, 601'den 700'e kadar sürmüş olan yüzyıldır. 4. yüzyıl Miladi 4. yüzyıl, 301'den 400'e kadar sürmüş yüzyıldır. 3. yüzyıl Miladi 3. yüzyıl, 201'den 300'e kadar sürmüş yüzyıldır. 6. yüzyıl Miladi 6. yüzyıl, 501'den 600'e kadar sürmüş yüzyıldır. 5. yüzyıl Miladi 5. yüzyıl, 401'den 500'e kadar sürmüş yüzyıldır. 2. yüzyıl Miladi 2. yüzyıl, 101'den 200'e kadar sürmüş yüzyıldır. Adonis (şair) Ali Ahmed Said Eşber, (1 Ocak 1930) Adonis adıyla da bilinen Suriyeli şair ve denemeci. Lazkiye yakınlarındaki bir dağ köyünde doğdu. Küçük yaşlarda tarlalarda çalışmaya başladı. Aynı dönemde babası kendisine şiirler ezberletmeye başladı. Çok geçmeden kendi şiirlerini yazmaya başladı. 1947 yılında dönemin Suriye cumhurbaşkanı Şükrü el Kuvvetli'nin önünde şiir okuma fırsatını yakaladı ve bu vesileyle burslu olarak Lazkiye'de liseyi bitirdi, ardından da Şam'da Suriye Üniversitesi'ne gitti. 1954 yılında felsefe ve edebiyat bölümlerinden mezun oldu. 1956 yılında Beyrut'a yerleşti. 1960 yılında Lübnan uyruğuna geçen sanatçı, Lübnan İç Savaşı yüzünden ülkeyi terk ederk Paris'e yerleşti. Hâlen Paris'te yaşamaktadır. 1995'de İstanbul'da Nazım Hikmet Uluslararası Şiir Ödülü'nü almıştır. 2005 ve 2006 yıllarında Nobel Edebiyat Ödülü için adı geçenlerden biriydi. Niyazi Akıncıoğlu Niyazi Akıncıoğlu (d. 1919 - ö. 1 Şubat 1979), Türk şair. Kırklareli'nin Kurudere köyünde doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Kırklareli’nde serbest avukatlık yaptı. 1 Şubat 1979 tarihinde Ankara SSK Dışkapı Hastanesi'nde ölmüştür. 1940 döneminin tanınmış şairlerindendir. İlk şiirlerini "Haykırışlar" adlı kitapta topladı. Daha sonra dönemin önemli dergilerinde şiirleri görünmeye başladı. 1950 yılında Kırklareli'nde "komünistlik" suçlamasıyla yargılandı, mahkeme süresince iki yıl tutuklu kaldı, sonuçta beraat etti. Cezaevinden çıktıktan sonra münzevi bir yaşama yöneldi. Ancak 1970'lerde yayınladığı şiir çalışmaları ile yeniden adından söz ettirdi. Şiirleri ölümünden sonra "Umut Şiirler" adıyla 1985 yılında kitaplaştırıldı. Niyazi Akıncıoğlu, şiirlerinde divan ve halk şiiri motiflerinden ustaca yarlanmasını bildi. Halk şiirinin söyleyiş özelliklerini ve sesini başarılı bir şekilde kullandı. Asım Bezirci onun için, "Akıncıoğlu -Nâzım Hikmet'ten sonra, ama Enver Gökçe ve Ahmet Arif'ten önce- halk şiirinden yararlanan ilk toplumcu şairdir" demiştir. Şair; karamsarlığa yer vermeyen, gelecekten umutlu şiirler bırakmıştır gelecek nesillere. Gerolamo Cardano Gerolamo Cardano ya da Girolamo Cardano (İngilizce Jerome Cardan, Latince: Hieronymus Cardanus) (24 Eylül 1501, Pavia - 21 Eylül 1576, Roma), İtalyan Rönesans matematikçisi, fizikçi, astrolog ve hekimdir. Leonardo da Vinci'nin arkadaşı da olan matematiksel yetenekli Avukat Fazio Cardano'nun gayri meşru oğludur. Cardano, Milano'da (1539) Practica Arithmetica'yı basıma hazırladı. Cardano, Tartaglia'yı davet etti ve birçok ısrardan sonra ondan 3. dereceden denklemin sonucunu nasıl çözülebileceğini öğrendi. Tartaglia'dan aldığı bu bilgiyi kendisi kitabında basana kadar gizli kalacağı üzerine Cardano'dan söz aldı, ancak Cardano sözünü tutmadı. 1545'de cebir alanında ilk Latince bilimsel eser olan Ars Magna'yı (büyük sanat) yayımaladı. Cardano bazı belli küplere uyguladığında garip şeylerin olduğunu fark etti. x³=15x+4'ü çözerken -121'i içeren bir ifade buldu. Cardano negatif bir sayının kare kökünün alınmayacağını biliyordu. Ayrıca denkleminin çözümlerinden birinin x=4 olduğunu biliyordu. Bu zorluğu düzeltmek için 4 Ağustos 1539'da Tartaglia'ya bir mektup yazdı. Tartaglia tam olarak anlayamadı. "Ars Magna"'da Cardano, benzer bir soruyu çözmek için karmaşık sayılarla ilgili bir hesaplama verdi. Fakat gereksiz olduğu kadar anlaşılması da zor olan hesabını kendi de tam olarak anlayamadı. Tartaglia, Cardano'ya 3. dereceden denklemleri nasıl çözeceğini gösterdikten sonra Cardano kendi öğrencisi olan Lodovico Ferrari'yi 4. dereceden denklemleri çözmesi için cesaretlendirdi. Ferrari, bu tür problemleri çözmede bulunan metotların belki de en şık olanıyla 4. dereceden denklem çözmeyi başardı. Cardano "Ars Magna"'da 4. dereceden denklemlerin 20 türünü bastı. Çeşitli mekanik araçlar buldu. Bunlardan bazıları: "şifreli kilit", bir şifre çalışması olan "kardan ızgarası", "çapraz mavsallı yatak" vb. dir. Çapraz mavsallı yatak (istavroz) dönme hareketinin, değişik açılarda iletişimini sağlayan bir aygıt olup günümüz araçlarında da , bağlantıyı sağlayan mile Cardano'nun anısına "Kardan Mili" adı verilmiştir. Hidrodinamik konusunda çeşitli teorileri vardır. "Sonsuz hareket olanaksızdır" teorisini ortaya atmıştır. El Salvador El Salvador, Orta Amerika'da yer alan yaklaşık 6,9 milyonluk nüfusa sahip bir ülkedir. Ülke, batıda Guatemala'ya, kuzey ve doğuda Honduras'a komşudur. Güneyinde Büyük Okyanus bulunur. El Salvador, Amerika anakarasının nüfus yoğunluğu en fazla olan ülkesidir (özellikle başkent, San Salvador) ve ayrıca bölgenin en sanayileşmiş ülkesidir. Resmi adı El Salvador Cumhuriyeti'dir (İspanyolca: "República de El Salvador", IPA: ). Ülke İsa peygambere atfen "Kurtarıcı" anlamına gelen İspanyolca karşılığından gelmektedir ve toprakları İspanyol himayesi öncesinde Cuscatlán diye adlandırılmıştır. İspanyol kaşif Pedro de Alvarado 1524 yılında Meksika'dan yola çıkarak "El Salvador" adını verdiği yere geldiğinde, burada yerliler yaşıyordu. İspanya, El Salvador ile birlikte etrafındaki birçok ülkeyi 300 sene boyunca işgal etti. 1821 yılına kadar Guatemala'ya bağlı bir eyalet olan ülke, buradaki İspanyol yönetiminin sona ermesinden sonra 1823 yılında Orta Amerika Federasyonu içerisinde bulunan bir ülke oldu. Federasyonun 1840'ta dağılmasından sonra 30 Ocak 1841'de bağımsızlığını ilân etti. 1970'li yıllarda sağ ve sol çatışmalarına sahne olan ülke, 1979 yılında cuntacıların iktidara gelmesi ile duruldu. Cunta bazı reformları başlattı fakat şiddet tırmanmaya devam etti. 1981'de Marksist gerillalara karşı ABD yardım yolladı. Nüfusun etnik dağılımı: melez %90, Amerika yerlileri %1, beyaz ırk %9 olup halkın çoğunluğu Katoliktir (%86). 20 bin civarında Müslüman halk bulunur. Ülkede İspanyolca, Nahua (Amerika yerlileri arasında yaygındır) dilleri konuşulur. Ülkenin okur yazar oranı %80.2 dir. Guatemala Guatemala Cumhuriyeti, kısaca Guatemala (İspanyolca: "República de Guatemala"), Orta Amerika'da Kıstas bölgesinde bir ülkedir. Kuzeyde Meksika, doğuda Belize ve Honduras, güneyde ise El Salvador'
la komşudur. Ayrıca doğuda Karayib Denizine, batıda Büyük Okyanus'a kıyısı vardır. Başkenti Guatemala'dır. 372 Havalimanı bulunmaktadır. (2010) Yerli halklar öteden beri Mestizolar tarafından baskı altına alınarak sosyal, ekonomik ve siyasal faaliyetin dışında tutulmuştur. Kaynağını sömürgeci ön yargılardan alan Mestizo topluluğu ile yerli halklar arasındaki bu gerilim yüzyıllar boyunca sürmüş ve 1954 yılında liberal demokrat Jacobo Árbenz demokratik hükümetine karşı Komünizm'in yayılmasından korkan ABD destekli bir darbe gerçekleştirilerek askeri cunta yönetimi kurulmuştu. Jacob Árbenz ve halefi Juan José Arévalo, ülkede toprak reformunun gerçekleştirilmesi dışında, sivil haklar ve işçi haklarının geliştirilmesinden sorumluydu. Albay Carlos Castillo yönetiminde kurulan askeri cunta, reformları iptal ederek sol partileri yasakladı. Guatemala'daki iç savaş, karışıklıklarla geçen 20-30 yılın ardından bazı genç subayların yozlaşmış hükümete karşı darbe düzenlemeye çalışmasıyla patlak verdi. Ayaklanma başarısızlıkla sonuçlanınca kırsal bölgelere çekilen subaylar bir gerilla gücü meydana getirerek hükümete karşı bir örtük savaş başlattılar. Gerilla hareketi önceleri Küba'daki devrimci güçlerle birlikte hareket ederek ülkedeki Ladino bölgelerine yoğunlaşmıştı. Ancak son yirmi yıl içerisinde özellikle yerli halkların vatandaşlık haklarının tanınmasına odaklanan siyasi ve toplumsal reform mücadeleleri ön plana çıktı. 1982 yılında Guatemala ordusu henüz yeni kurulmuş olan Guatemala Devrimci Ulusal Birliği'ne (URNG) yönelik çok sayıda insanın ölümüne neden olan bir toptan imha politikası uyguladı. 1980’lerin ilk yarısında barışın sağlanması yönünde adımlar atıldı. Bu adımlar arasında yeni bir anayasa hazırlanması ve sivil bir başkanın seçilmesi bulunmaktaydı. 1987 yılında hükümet ve URNG arasındaki görüşmeler başlamış olmasına rağmen URNG gerilla mücadelesine devam etmekteydi. Taraflar Birleşmiş Milletler'in 1993'teki girişimleriyle barış görüşmeleri için tekrar bir araya geldi ve nihayet başarı sağlandı. Nüfusun yarısından fazlası Ladinolar denen ve Avrupalı (İspanyol) karışımıdır. Geri kalan kesimi ise Guatemala Kızılderilileridir. Halkın çoğunluğu Hıristiyanlığın Katolik mezhebine bağlıdır ve İspanyolca konuşmaktadır. Guatemala 22 Département'e ("departamentos") ve 332 kasabaya ("municipios") ayrılır.Bayrağın ortasında bulunan Qetzal kuşu ülkenin millî sembolüdür. Guatemala'nın Département'leri: Haiti Haiti, asıl adıyla Haiti Cumhuriyeti, Amerika'da Karayip Denizi'nde bir ada ülkesidir. Küba'nın doğusunda yer alan Hispaniola adasını Dominik Cumhuriyeti ile paylaşır ve adanın batı kısımdadır. Yüzölçümü 27.750 km² olan ülkenin nüfusu 10 milyon (2009), başkenti Port-au-Prince'tir. Eski bir Fransız sömürgesi olan Haiti, Kuzey ve Güney Amerika'da, Amerika Birleşik Devletleri'nden sonra bağımsızlığını ilân eden ikinci ülkedir. Buna karşılık, bugün Batı Yarımkürenin en fakir ülkesidir ve yönetiminde bir anarşi durumu halen devam etmektedir. Haiti'nin asıl yerli halkı Arawak (ya da Taíno)'lardır. Kristof Kolomb'un 1492'de yeni dünyanın keşfinden sonra adaya Hispaniola adı verilmişti. Hispaniola Adası, Avrupa'dan gelip "yeni dünyayı fethedenler"in üslerinden biri haline geldi. O zamanda yaşamış İspanyol Katolik rahip Bartolome de Las Casas, Türkçede de "Kızılderili Katliamı" adıyla yayınlanmış kitabında ada hakkında şunları yazmaktadır: ""Bu ada üzerinde (ben 1508'de vardığım zaman) 6 milyon insan yaşıyordu, Kızılderililer de dahil olmak üzere. Ne var ki 1494'ten 1508'e kadar 3 milyonun üzerinde insan savaştan, kölelikten ve madenlerden dolayı yok olmuştu. Gelecek nesillerde buna kim inanacaktır?"" Bazı tarihçiler Las Casas'ın bu rakamı abarttığını ve nüfusun 1 milyon kadar olduğunu düşünmekteyse de bazıları 8 milyona kadar vardığını savunmaktadır. Bununla birlikte Las Casas'ın bu kitabında Kuzey Amerika'nın kıyılarından güneye doğru tüm Orta Amerika, Güney Amerika'nın kuzeyi ve Karayibler'deki adalarda yapılan Kızılderili/yerli katliamlarını anlattığı gibi, yeni dünyanın keşfinden sonra bölgede büyük kıyımlar yaşandığı şüphesizdir. 17. ve 18. yüzyıllarda adanın bugünkü Haiti olan 3'te 1'lik batı kısmı Fransız deniz korsanlarının eline geçti. Fransızlar burayı İspanyol ve İngiliz gemilerini taciz etmek için kullandılar. Daha sonra, Saint-Domingue adını verdikleri adanın bu kısmında şeker ve kahve üretimine başladılar. Fransız İmparatorluğunun 18.yüzyıldaki en zengin sömürgelerinden biri haline gelen Saint-Domingue, 1780'lerde Avrupa'da tüketilen şekerin %40, kahvenin ise %60 kadarını üretmişti. Bu dönemde, şekerkamışı ve kahve ekim alanlarında çalıştırılmak üzere 790.000 kadar Afrikalı köle getirildiği tahmin edilmektedir. 12 Ocak 2010 günü yerel saatle 16:53'te 7.0 büyüklüğünde bir deprem gerçekleşmiştir ve 200 bin kişinin bu depremde hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. 1789 Fransız İhtilali Saint Domingue'nin kaderini de kökten etkiledi. Fakir ve zengin beyazlar, devrim sonrası yasalara göre koloninin nasıl yönetileceği konusunda anlaşmazlığa düştüler. Bu arada, kölelikten kurtulmuş siyahlar ve yerliler, ihtilalin getirdiği Vatandaş ve İnsan Hakları Bildirgesine göre kendilerinin de Fransız vatandaşı olduklarını ileri sürdüler. Bu arada Haiti Devrimini başlatan köleler Haitili liderler Toussaint L'Ouverture, Jean-Jacques Dessalines ve Henri Christophe önderliğinde bir silahlı güç haline geldiler. Yerliler ordusu Fransız güçleri ile Napolyon Bonapart'ın 1803'te gönderdiği orduyu yendi. Bunların sonucunda "Haiti" kendi yerli ismiyle 1804 yılında bağımsızlığını ilan etti. General Dessalines yönetimi eline aldı ve 1805'te Anayasa ilan etti. Anayasaya göre herkes din özgürlüğüne sahipti ve herkes Haitili "siyah" olarak tanımlandı. Haiti bağımsızlığına rağmen 1826'da Panama'da yapılan bağımsız Amerika ülkeleri toplantısına dahil edilmedi ve ABD tarafından 1862'ye kadar tanınmadı. I.Dünya Savaşı'nda 1915 yılından 1934'e kadar ABD haksız bir şekilde Haiti'yi işgal ve kontrol altında tuttu. Haiti 20. yüzyıl boyunca da darbe, katliam ve iç savaşlardan kurtulamadı. 2010 yılında ülkeyi derinden yaralayan 7.0 büyüklüğünde bir deprem oldu. Resmi ölü sayısı 200 bin kişinin üzerinde. Kosta Rika Kosta Rika (İspanyolca: Costa Rica ya da "República de Costa Rica"), bir Orta Amerika ülkesidir. Kosta Rika adı İspanyolcada zengin sahil anlamına gelmektedir. Kuzeyde Nikaragua, güneydoğuda Panama ile komşudur. Batısında Büyük Okyanus, doğusunda ise Karayip Denizi vardır. Büyük Okyanus'taki toprağı Cocos Adası Ulusal Parkı dolayısı ile Güney Amerika ülkesi Ekvador'a komşu sayılmaktadır. Ayrıca Kosta Rika, ordusu bulunmayan az sayıdaki ülkelerden biridir. 16. yüzyılda İspanyol kolonisi olmadan önce bu topraklarda oldukça seyrek bir yerli nüfus bulunuyordu. 19. yüzyılda İspanya'dan bağımsızlığını kazandığında dış dünyaya kapalı ve fakir bir ülke olan Kosta Rika, aradan geçen yıllarda Latin Amerika'nın en istikrarlı, müreffeh ve gelişmiş ülkelerinden biri haline geldi. 1949 yılında kabul edilen bir yasa ile ülkede ordu tamamen kaldırılmıştır. Egemen devletler arasında bunu gerçekleştiren pek az devlet vardır. Kendisiyle aynı gelir seviyesindeki ülkelere göre çok daha fazla insani kalkınma gerçekleştirdiği için 2010 yılında Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından örnek ülke seçilmiştir. 2011 yılında ise yine aynı kuruluş tarafından insani kalkınma ve eşitsizlikle mücadele yanı sıra, sürdürülebilir cevre politikaları konularında UNDP'nin örnek gösterdiği bir ülke olmuştur. Kosta Rika'da yapılan arkeolojik kazılarda bulunan en eski insan izleri Turrialba Vadisi'ndeki taştan yapılan aletlerdir. Bunlar MÖ 10.000 - 7.000 yıllarında yaşamış çeşitli avcı-toplayıcı ziyaretçilere aittir. Buluntular arasında Kuzey'deki kültürlere ait mızrak uçları ve Güney Amerika'daki kültürlere ait oklar bulunmuştur. Bu buluntulardan dolayı aynı anda iki kültürün bir arada yaşadığını varsayabiliriz. Bundan 5.000 yıl önce yaygın şekilde tarım yapıldığının izlerine ulaşılmıştır. Yetiştirilen tarım ürünleri yumrular ile havuç ve diğer köklerdi. MÖ 2. ve 1. bin yıllarda yaşamış dağınık ve çok küçük ölçekli yerleşik tarım toplulukları tespit edilmişse de, avcı-toplayıcı toplumun tarım toplumuna evrilmesinin kesin tarihleri bilinmemektedir. Bulunan en eski tarihli çömlekler MÖ 3.000 ve 2.000 yılları arasına aittir. Modern Kosta Rika kültürüne yerli halkın etkisi diğer ülkelere göre oldukça sınırlıdır, çünkü Kolomb öncesi dönemde bu topraklarda kayda değer bir yerli nüfusu bulunmuyordu. İspanyol egemenliğinden önce bu bölgede yaşayan nüfus, büyük ölçüde evlilikler yolu ile, İspanyolca konuşan topluluk ile kaynaştı. Kosta Rika'nın güneyinde Panama sınırına yakın Talamanca Sıradağlarında halen yerli kültürünü yaşayan Bribri ve Boruca Kabileleri çok özel istisnalardır. "Zengin Sahil" anlamına gelen Kosta Rica isminin ilk olarak kim tarafından kullanıldığı ile ilgili riyayetler çeşitlidir. 1502'de yaptığı son seferde Kristof Kolomb'un Kostarika'nın doğu kıyılarına uğradığı ve yerlilerin çok miktarda altın mücevher kullandığını görünce bu bölgeyi "Zengin Sahil" olarak tanımladığı mı yoksa 1522'de batı kıyılarına ulaşan ve burada karşılaştığı yerlilerin altın mücevherlerine el koyan konkistador Gil Gonzalez Davila'nın mı bu tanımlamayı ilk olarak yaptığı tartışmalıdır. Kosta Rika, idari açıdan 7 il'e ve 81 kanton'a ayrılmıştır. İlleri; Nikaragua Nikaragua veya resmî adıyla Nikaragua Cumhuriyeti, 129.495 km²'lik yüzölçümüyle Orta Amerika'nın en büyük ülkesidir. Ülke, kuzeyde Honduras, güneyde Kosta Rika İle komşudur. Ülkenin batısı Büyük Okyanus, doğusu ise Karayip Denizi ile çevrilidir. 11 ile 14 derece kuzey enlemleri arasında bulunan Nikaragua'nın başkenti Managua'dır. Nüfusun yaklaşık beşte biri bu kentte yaşamaktadır. Christopher Columbus tarafından 1502 yılında Nikaragua kıyıları keşfedildiğinde ülkede Miskitolar gibi birçok yerli kabile vardı. Conquistador Francisco Hernández de Córdoba Garanada ve Léon’de 1524’te bir yerl
eşme merkezleri kurdu. 17. ve 18. yüzyıllarda İspanyollar Nikaragua’nın büyük bölümünü sömürge hâline getirdiler. 1821'de bağımsızlığını kazanan Nikaragua, bir süre Meksika ile daha sonra Orta Amerika Birleşik Devletleri ile birleşti. Nihayet 1838’de bağımsız ayrı bir cumhuriyet oldu. Amerika Birleşik Devletleri Deniz Kuvvetleri, yirminci yüzyıl başlarında son olarak 1926 ve 1933 yılları arasında olmak üzere defalarca ülkeyi işgal etti. Amerikan birliklerinin 1925'te çekilmesinin hemen ardından bir iç savaş patlak verdi. Liberal önderlerden Augusto César Sandino silahlı mücadeleyi sürdürürken; öteki Liberal önderler Amerika Birleşik Devletleri denetiminde yapılacak seçimlere katılmayı kabul ettiler. 1928 ve 1932'deki seçimlerin ikisini de liberal adaylar kazandı. Bu arada, ABD subaylarının gözetiminde Nikaragua Ulusal Muhafızları adlı bir askerî birlik oluşturuldu. ABD kuvvetlerinin 1933'te ülkeyi terketmeleri üzerine Sandino da silahlı mücadeleyi bıraktı. Ulusal Muhafızların komutanı Anastasio Somoza Garcia 1934'te Sandino'yu öldürterek liberal başkan Sacasa'yı başkanlıktan uzaklaştırdı. 1936'da kendini başkan seçtirdi ve elinde topladığı geniş yetkilerle baskıcı bir yönetim kurdu. Somoza Garcia'nın 1956'da öldürülmesi üzerine başkanlığa oğlu Luis Somoza Debayle getirildi. 1962'de Somoza rejimini hedef alan en büyük muhalefet gruplarından (FSLN) Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi gerilla örgütü ortaya çıktı. Luis Somoza'nın 1967'de kalp krizi geçirerek ölmesinin ardından kardeşi Anastasio Somoza Debayle başkan oldu. 1972'de Managua'da 6 bin kişinin ölümüne ve 300 bin kişinin evsiz kalmasına yol açan deprem nedeniyle gönderilen uluslararası yardımları el altından kendisinin ve ailesinin hesaplarına aktardığı ortaya çıktı. 1974'te de anayasayı değiştirerek ikinci kez başkan seçilmesini sağladı. Aynı dönemde, gerilla savaşında önemli kayıplara uğrayan Sandinistalar (FSLN), bu gelişme üzerine liberal çevreler ve orta sınıfla ittifaka yöneldiler. Ocak 1978'de, Demokratik Kurtuluş Birliği (UDEL) adlı güçlü bir muhalefet hareketinin lideri olan gazeteci Pedro Joaquin Chamorro'nun öldürülmesiyle bir genel grev dalgası ve yaygın şiddet hareketleri başladı. Yeniden silahlı mücadeleye başlayan Sandinistalar, bütün önemli kentleri ele geçirdikten sonra başkent Managua'yı da kuşatarak 17 Temmuz 1979'da 45 yıllık Somoza rejimine son verdiler. Yeni yönetim Somoza ailesinin mülklerini kamulaştırırak; bir dizi devletleştirmeye girişti ve sosyalist ülkelerle yakın ilişkiler kurdu. Bunun üzerine ABD, Nikaragua'ya yaptığı ekonomik yaptırımı keserek yönetime karşı gerilla mücadelesi yürüten sağcı Contra'lara geniş çaplı destek vermeye başladı. Ekonomisi ağır bir bunalıma giren Nikaragua'nın bazı Orta Amerika ülkeleriyle ilişkileri de bozdu. Şubat 1989'da Orta Amerika ülkeleri başkanlarının El Salvador'da yaptığı toplantıda serbest seçimlere gidilmesi ve Somoza'ya bağlı Ulusal Muhafız örgütünde görev yapmış 1,900 kadar mahkûmun serbest bırakılması karşılığında contra birliklerinin dağıtılması konusunda anlaşmaya varıldı. Aynı yıl, basın özgürlüğünü güvence altına alan ve seçim sistemini yeniden düzenleyen yasalar çıkarıldı. Yine aynı yıl ABD Nikaragua'ya karşı beş yıldır uyguladığı ambargoyu kaldırdı. 1990'da yapılan serbest seçimlerde Ulusal Muhalefet Birliği (UNO) Ulusal Meclis'teki 92 sandalyeden 51'ini kazandı ve UNO'nun adayı Violeto Barrios de Chamorro başkan oldu.1996 ve 2001'deki seçimlerde de Anayasacı Liberal Parti (PLC), FSLN'ye karşı üstünlük sağladı. Kasım 2006'da yapılan başkanlık seçiminde Daniel Ortega yüzde 37.99 oyla, 17 yıl aradan sonra başkanlık görevine getirildi. Nikaragua'nın batı yarısı havzaların ve verimli vadilerin birbirinden ayırdığı bir dizi sarp ve engebeli sıradağla kaplıdır.Ülkenin en yüksek noktası Mogoton Dağıdır. (2,107 m).Sismik hareketlerin sık görüldüğü batı bölgesinde bazen büyük yıkıma yol açan depremler olur. Hafif bir eğimle Antil denizine doğru alçalan doğu yarısını geniş düzlükler kaplar. Nikaragua'da tropik bir iklim vardır. Yağış mevsimi ocaktan mayıs ayına değin sürer. Ülkenin doğu yarısı batıya göre biraz daha serin ve çok daha fazla yağışlıdır. Tropik yağmur ormanları batı kıyılarında yoğunlaşmıştır. Toplam nüfusun % 86'sını Mestizolar (% 69) ve beyazlar (% 17) oluşturur.Öteki melez gruplar Zambolar (Afrikalı-Yerli karışımı) ve Mulattolardır (Avrupalı-Afrikalı karışımı).Toplam nüfus içindeki oranları ancak % 5 olan Amerikan Yerlileri günümüzde yalnızca Sumo,Miskito ve Ramakiye kabilelerini kapsar.Nüfusun büyük kısmı batı kıyısında yaşar.Kentlerde oturanların toplam nüfus içindeki oranı % 54'ü bulur. Toplam nüfus 5,891,199'dir. Nikaragua büyük ölçüde tarım ve hizmet sektörlerine dayanan gelişmekte olan bir ekonomidir. Tarım ürünleri toplam ihracat içinde yüzde 60'lık bir paya sahiptir (muz,kahve,şeker,sığır eti ve tütün).1980'li yıllarda ülkede yaşanan iç çekişmeler, altyapı tesislerine büyük ölçüde zarar verdi. ABD'nin, Sandinista yönetimi sırasında uyguladığı ekonomik ambargo nedeniyle, 1980 enflasyon oranı % 13,500'e (1988) kadar ulaştı. 1990'lı yıllarda yapılan özelleştirmeler sonucunda enflasyon oranı tek sayılı hanelere indirilmiştir. Halkın yarıya yakını yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır ve Batı Yarımküresinin en yoksul ülkelerindendir. Panama Panama, (İspanyolca: República de Panamá), Orta Amerika'da, Karayip Denizi ve Kuzey Büyük Okyanus kıyısında, Kolombiya ve Kosta Rika arasında yer alan bir ülkedir. Başkenti, ülke ile aynı adı taşıyan Panama şehridir (Panamá). Orta Amerika ve Karayipler'de, 9 00 Kuzey enlemi, 80 00 Batı boylamı arasındadır. Ülkeden Büyük Okyanus ile Atlas Okyanusu'nu birleştiren Panama Kanalı geçmektedir. Río Chagres (Rio Chagres) birkaç geniş nehirlerinden biri ve muazzam hidroelektrik enerji kaynağıdır. Nehir merkezinde Panama yer almaktadır. Nehrin orta kısmı Gatun Barajı ve formlar Gatun Lake, Panama Kanalı'nın kısmını oluşturan yapay göl Baraj edilir. Göl Chagres Nehri üzerindeki Gatun Barajı'nın inşası ile 1907 ve 1913 arasında oluşturulmuş. Oluşturulduğu zaman, gatun gölü dünyanın en büyük insan yapımı göl oldu, ve baraj büyük toprak baraj oldu. Bu Karayip içine kuzeybatısında akıtır. Kampia ve Madden Göller eski Kanal Bölgesi alanı için hidroelektrik sağlar. Pasifik odaklı nehirler Karayip tarafında olanlar daha uzun ve yavaş koşu vardır. Onların havzaları da daha kapsamlıdır. Uzun biri Golfo de San Miguel akar ve daha büyük gemiler tarafından gezilebilir ülkenin tek nehri Río Tuira'dır. Panama Kanalı, yani Cristobal Limanı ve Balboa Limanı'nın her ucunda bulunan klemens bağlantı noktaları, ele konteynerler birimler (TEU) sayıları bakımından Latin Amerika'da sırasıyla ikinci ve üçüncü sırada yer almaktadır. Balboa Limanı 182 hektarlık bir alanı kaplar ve konteynerler için dört palamar ve iki çok amaçlı rıhtım bulunmaktadır. Toplamda, iskele 15 metre derinliğe yanında olan 2.400 metre uzunluğudadır. Balboa Limanı 18 süper Post-Panamax ve Panamax iskele vinç ve 44 gezer vinç bulunmaktadır. Balboa Limanı da depo alanı 2.100 metrekare içerir. 2010 yılında nüfusun %65 Mestizo,%9.2 siyah melezler, %6.7 beyaz ve %12.3 yerli Amerikalılar oluşturur. Amerika Birleşik Devletleri Virjin Adaları ABD Virjin Adaları Karayip Denizinde bulunan ABD'ye bağlı adalar topluluğudur. Adalara ilk yerleşenlerin Aravak Yerlileri olduğu sanılır. Kristof Kolomb 1493'te Saint Croix'ya ayak bastığında adada savaşçı Karipler yaşıyordu. Kariplerin adada geniş çiftlikleri ve yerleşmeleri vardı. Kolomb adalara, Azize Ursula ve 11 bin şehit bakirenin onuruna Santa Ursula y las Once Mil Virgines adını verdi. 1555'te bir İspanyol keşif birliği Karipleri yenilgiye uğratarak adaları İspanya'ya bağladı. 1625'e gelindiğinde Saint Croix Adasında İngiliz ve Fransız göçmenler çiftçilik yapıyorlardı; ada ayrıca korsanların barınağı durumuna gelmişti. 1650'de İspanyollar İngiliz göçmenleri adalardan çıkardılarsa da adalar aynı yıl Fransız denetimine girdi. 1653'te Saint Croix adası Malta Şövalyeleri'ne miras kaldı; onlar da adayı Compagnie française des Indes occidentales'e sattılar. Tortola'yı yurt edinen Felemenkli korsanlar 1666'da İngilizler tarafından kovuldu. Bu arada Saint Thomas ve Saint John adalarını ele geçirerek plantasyonlar kuran Danimarkalılar, önce mahkûmları, 1673'ten sonra da Afrikalı köleleri çalıştırarak şekerkamışı yetiştirmeye başladılar. Afrika'dan köle alımı, Avrupa'ya gönderilen rom ile melas ve adalara gelen Avrupa malları ticaretin gelişmesini sağladı. Zamanla Saint Thomas, Antiller'de önemli bir köle pazarı durumuna geldi. 1733'te Saint Croix'yi satın alan Danimarkalılar adayı önemli bir şekerkamışı üretim merkezi durumuna dönüştürdüler. Şeker sanayisinin gerilemeye başladığı 19. yüzyıl başlarında kölelerin çıkardığı iki ayaklanma plantasyon ekonomisini sarstı. Adalarda kölelik 1848'de kaldırıldı. ABD'nin adaları satın almak için başlattığı girişimler sonunda, 1917'de 25 milyon ABD Doları'na anlaşma sağlandı. Başlangıçta, ABD Deniz Kuvvetleri'nin yönettiği adalar 1931'de İçişleri Bakanlığı'na devredildi ve başkanca atanan sivil bir vali görevlendirildi. 1927'de ada halkına Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlığı tanındı.1945'te turizmin gelişmesiyle adaların önemi arttı. 1970'te halk tarafından seçilen ilk vali göreve başladı. 1976'da ABD Kongresi ile başkanın onayından geçme koşuluyla adalara bir anayasa hazırlama hakkı tanındı. 1978'de tamamlanan anayasa 1979 ve 1981'de yapılan iki halkoylamasında da reddedildi. ABD Virjin Adaları, İngiliz Virjin Adaları'yla birlikte, Porto Riko'nun orta kesimini kaplayan fay kütlesi yapılı sıradağların bir uzantısını ve Büyük Antiller'in bir parçasını oluşturur. Kıvrımlı tortul kayaçlar, başkalaşım kayaçları ve korkayaçlardan oluşan adaların kıta sahanlığından yüksekliği St. Thomas'taki Crown Dağında 474 m, St. John'daki Bordeaux Dağında 392 m, St. Croix'daki Eagle Dağında ise 355 m'yi bulur. St. Thomas ve St. John adaları çok engebelidir.St. Croix'nın kuzeyinde dağlar, güneyinde ise yer yer
düzleşen hafif dalgalı geniş bir ova yer alır.Bütün adaların çevresinde mercan resifler bulunur. St. Croix'yi kuzeydeki adalardan ayıran Anegada Boğazının derinliği 4,572 m'yi bulur. Adaların iklimi yumuşak ve ılımandır. St.Thomas'ta ortalama gündüz sıcaklığı ocakta 28 °C, temmuzda 31 °C'dir. Kuzeydoğudan esen alizeler yıl boyunca iklimi yumuşatıcı bir rol oynar. Geceleri sıcaklık, 6 °C'ye kadar düşer. Bağıl nem oranı tropik ölçülere göre düşüktür. Tarım alanı açmak için tahrip edilen tropik ormanlar günümüzde ancak St. Thomas Adasının bir iki yerinde kalmıştır. Nüfusun % 76.19'unu siyahlar, % 13.09'unu beyazlar (çoğunlukla Port Rikolu) oluşturur. Nüfus, 106,405 kişidir (2010 verileri). Nüfus artış oranı, -0.12 (2006 verileri). Mülteci oranı, -8.73 mülteci/1,000 nüfus (2006 tahmini). Bebek ölüm oranı, 7.86 ölüm/1,000 doğan bebek (2006 tahmini). Ortalama hayat süresi, 79.05 yıl; erkeklerde, 75.24 yıl; kadınlarda; 83.09 yıl (2006 verileri). Ortalama çocuk sayısı, 2.17 çocuk/1 kadın (2006 tahmini). Uyrukluk sıfatı, Virjin Adalı. Nüfusun etnik dağılımı, zenciler %80, beyazlar %15, diğer %5. Din, Baptist %42, Roma Katolikleri %34, Episcopalian %17, diğer %7. Diller, İngilizce (resmi), İspanyolca ve Creole. ABD Virjin Adaları turizme ve imalat sektörüne dayanan bir ekonomik yapıya sahiptir. Yılda ortalama 2 milyon turist çeken adalardaki diğer ekonomik faaliyetler imalat sektöründedir ve ihracata yöneliktir. Petrol arıtma, tekstil, saat montajı, kimyasal madde ve ilaç sanayisi gelişmiştir. Dünya'nın en büyük petrol rafinerilerinden bir olan Hovensa St. Croix'dadır. Tarım üretimi kısıtlıdır ve çoğu ürün ithal edilmektedir. Bermuda Bermuda, tam adıyla Bermuda Adaları (diğer adıyla "Somers Adaları"), Atlas Okyanusu'nda, ABD'nin doğu (Kuzey Carolina eyaletindeki Hatteras Burnu'nun yaklaşık 900 km doğusunda) ve Karayipler'in kuzey açıklarında bir takımadadır. İngiltere'nin (Birleşik Krallık) denizaşırı topraklarından biridir. Ana ada olan Bermuda Adası dahil yedi, ana ada ile 150 küçük ada ve kayalıktan oluşur. Toplam yüzölçümü 53,3 km²'dir. Başkenti Hamilton'dur, nüfus 65.000 civarındadır. 1515'te bölgeden geçen İspanyol doğabilimci Fernandez de Oviedo'nun keşfini vatandaşı Juan de Bermúdez'e dayandırdığı Bermuda'nın ne zaman keşfedildiği kesin olarak bilinmemektedir. 1609'da, İngiliz amiral George Somers'in gelişine değin, adalara kimse yerleşmemişti. 1612'de bir beratla Londra Kumpanyası'nın malı oldu ve 60 İngiliz, göçmen olarak buraya gönderildi. 1616'dan başlayarak adaya getirilen Afrikalı ve Yerli köleler çok geçmeden nüfusça beyazlardan üstün duruma geldiler. 1684'te kraliyet kolonisi statüsü alarak doğrudan kraliyet yönetimine girdi. 1815'te başkenti, St. George'dan, Hamilton'a taşındı. 1834'te kölelik kaldırıldı. Bermuda, uzun yıllar özel ticaret gemilerinin sağladığı zenginliğe dayandı. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki içki yasağı döneminde (1919-33) bir rom kaçakçılığı merkezi olarak belirli bir zenginliğe ulaştı. 20. yüzyılda ise önemli bir turizm merkezi olarak yeni bir gelir kaynağı kazandı. ABD hükümeti, 1941'de ülkedeki bir deniz ve hava üssünü 99 yıllığına kiraladı. 1797'de kurulan İngiliz garnizonu 1957'de adadan çekildiyse de, adada küçük bir deniz üssü kaldı. 1968'de, yürütme yetkisini büyük ölçüde yerel hükümete veren yeni bir anayasa hazırlandı. 1968'deki genel seçimlerden önce, ülke, tarihinde ilk kez ırk çatışmasından kaynaklanan şiddet olaylarına sahne oldu. Siyasî gerginlik, 1973'te Vali Sir Richard Sharples'in öldürülmesiyle doruğa çıktı. Yaşanan şiddet olayları, 1977'de devletin, fiilî ırk ayrımına son verme konusunda çaba göstermesini sağladı. 1970'lerde başlayan bağımsızlık görüşmeleri kısa süre sonra askıya alındı. 1995'te yapılan referandumda ada halkının büyük bölümü bağımsızlık aleyhinde oy kullandı.Günümüzde, hem bir offshore finans merkezi, hem de bir turizm merkezi olması nedeniyle, Bermuda halkı bağımsızlıkla birlikte gelecek ekonomik gerilemeden çekinerek, konuya ilgisiz kalmaktadır. Kuzey Amerika'da, Kuzey Atlas Okyanusu'nun batısında, ABD'nin Kuzey Karolina eyaletindeki Hatteras Burnu'nun yaklaşık 900 km doğusunda yer alan adalar topluluğudur.İklimi ılıman ve nemlidir; kış ayları sert ve güçlü rüzgarlarla geçer. Şubat en soğuk aydır. Mercan resifleriyle çevrili olan adalarda, bataklıklar ve acı su gölleri, alçak tepeler vardır. Bermuda, yeryüzündeki mercanadaları içinde, Kuzey Kutbu'na en yakın olanları içinde yer alır. Takımadadaki en yüksek nokta, deniz seviyesinden 79 m yükseklikteki Town Hill'dir. İklim ılıman, nemli ve yumuşaktır. En sıcak ay olan Ağustos'ta gündüz sıcaklığı ortalama 30 °C'ye çıkar, en soğuk ay şubatta ise sıcaklık ortalama 20 °C'dir. Yağış, yıl içinde düzenli bir biçimde dağılmışsa da, içme suyu bütünüyle yağmurlardan sağlandığı için, zaman zaman baş gösteren kuraklık tehlikeli sonuçlar doğurabilmektedir. Nem oranı yüksektir. Bermuda'nın nüfusu 1931-70 arasında hızlı bir artış göstermiş, ancak 1970'lerin sonunda bu gelişmenin yavaşlaması ve başka ülkelere göçün ortaya çıkmasıyla yıllık nüfus artışı yavaşlamıştır. Nüfusun % 54.8'ini siyahlar, % 34.1'ni beyazlar oluşturur. Beyazlar İngilizler ile 19. yüzyılda adaya getirilen Portekizli işçilerin soyundandır. Bermuda'da büyük ölçüde turizm ve uluslararası finans hizmetlerine dayanan piyasa ekonomisi egemendir. 2005 yılında 4,857,000,000$ GSMH'ya ulaşan Bermuda, kişi başına GSMH'sı 76,403$ ile Dünya'nın en yüksek kişi başına GSMH'sine sahip ülkesidir. Para birimi Bermuda Doları'dır (BD$). Bermuda, coğrafi konum avantajını en iyi şekilde kullanmıştır. Uluslararası firmalara finansal servis ve yılda yaklaşık 360,000 ziyaretçiye konfor turizmi fırsatları sağlamıştır. Bu girişimlerin sonucunda dünyadaki kişi başına gelirin en yüksek oranda olduğu ülkelerden biri haline gelmiştir. Turizm sektörü gayri safi millî hasılanın %28`ini karşılamaktadır. Endüstri sektörü küçüktür ve elverişli toprak sıkıntısı yüzünden tarım sektörü de limitlidir. Gıda maddesi ihtiyacının %80`i ithal edilmektedir. Bermuda`nın ekonomik kazancının %60`ını uluslararası ticaret sağlamaktadır; 1995`deki bağımsızlık kararının düşmesi de ülkenin yabancı firmaları kaybetme korkusunun bir sebebi olabilir. Cayman Adaları Cayman Adaları (), Karayipler'de Küba'nın güneyinde Jamaika'nın kuzeybatısında yer alan başlıca 3 adadan oluşan Birleşik Krallık'a bağlı ada topluluğudur. Georgetown en büyük yerleşim yeridir. Ada grubu ilk olarak Kristof Kolomb tarafından 10 Mayıs 1503'de keşfedilmiştir. Kolomb gördüğü kaplumbağalara ithafen adalara "Las Tortugas" ismini vermiştir. 1670'te imzalanan Madrid Antlaşması ile adalar, Jamaika ile birlikte resmen İspanya yönetiminden Birleşik Krallık'a geçti ve idari olarak Jamaika'ya bağlı kaldı. 1962'te Jamaika bağımsızlığını ilan edince Birleşik Krallık'ta kaldı. Ada topluluğuna bağlı adalar; Cayman Brac Papağanı "(Amazona leucocephala hesterna)" ve "Grand Cayman Papağanı (Amazona leucocephala caymanensis)" adalara özgü iki Küba Papağanı (Cuban Amazon) alt türüdür. Ayrıca ada topluluğunda ""Queen Elizabeth II Botanik Parkı"" bulunmaktadır. Adanın en büyük yerleşim yeri Grand Cayman Adası'nın batısında kalan "Georgetown" 'dur. Cayman Adalarının ekonomisinde, turizm önemli yer tutar. Guadeloupe Guadeloupe [], Antiller'de ada, Fransa'nın sömürgesi ve illerinden biri. Karayipler'de, Karayip Denizinde adalar, Porto Riko'nun güneydoğusunda yer almaktadır.Subtropikal iklimin etkisindedir, yüksek nem oranı değişiklik göstermektedir.Basse -Terre iç kısımdaki dağlar arasında volkanik özellik taşıyanıdır; Grande-Terre bölümü ise alçak bir kireçtaşı oluşumudur; diğer yedi ada da çoğunlukla volkanik özellik taşımaktadır.En alçak noktası: Karayip Denizi 0 m; en yüksek noktası: Soufriere 1,484 m'dir. Haziran - Ekim ayları arasında kasırgalar yaşanmakta olup ; ülkede bulunan Soufrière aktif bir yanardağdır. Nüfusun etnik dağılımı ; Siyah veya melezler %90, beyazlar %5, Doğu Hindistanlılar, Lübnanlılar, Çinliler %5 civarındalar. Ülkedeki inançlar Roma Katolikleri %95, Hindu ve pagan Afrikalılar %4, Protestanlar %1. Ülkede konuşulan dil Fransızcadır. Ülke iç ve dış işlerinde Fransaya bağlı bir sömürgedir. Ekonomiye genel bakış: Guadalup ekonomisi tarım, turizm, hafif sanayi ve hizmet sektörüne dayanır. Turizm ülkede anahtar sektördür. Gelen turistlerin çoğu Amerikalı turistlerdir. Tarımda eskiden beri şekerkamışı en önemli ürünlerden olmuştur. Son dönemlerde ise şekerkamışı yerini yavaş yavaş başka ürünlere - muz, patlıcan ve çiçeklere bırakmıştır. Hafif endüstri şeker ve rom imalatı ile dikkati çekmektedir. Bazı sanayi malları ve yakıt dışarıdan ithal edilir. İşsizlik daha fazla genç nesil arasında yaygındır. Hurricane kasırgaları periyodik olarak ekonomiye ciddi ölçüde zarar vermektedir. Martinique Martinique [] (Martinique-Kreolce: "Matinik" ya da "Matnik"), Karayiplerde bulunan Fransa'nın denizaşırı illerinden biri. Yüzölçümü 1.950 km² kadar olan bölgenin başkenti Fort de France'dır. Adadaki bir diğer önemli kent ise St. Pierre'dir. Martinik, Fransa'nın bir ili olmasından dolayı para birimi Euro'dur. Yöredeki resmi dil Fransızca'dır. Nüfusu 402.000 kadar olan Martinik'te ortalama yaşam süresi 78.56 yıldır. Bölgede okur-yazarlık oranı %93'tür. Ülkede kişi başına düşen millî gelir 19.050 €'dur. Karayipler'de yer alan Martinik, Karayip Denizi'nde bir adadır. Ada, Trinidad ve Tobago'nun kuzeyinde yer alır. Sahil şerit uzunluğu 350 km olan Martinik'te tropik bir iklim hakimdir. Yörede dağlık kıyı şeridi ve volkanik kayaçlar yer alır. Adanın en yüksek noktası Montagne Pelee (1,397 m)'dir. Adadaki toprakların 5'te 1'i tarıma uygundur. Adanın Karayipler'de yer alması, onu kasırgalara ve sel felaketlerine karşı korumasız bırakmaktadır. Ada, Fransa'nın illerinden biridir ve "Departement de la Martinique" resmî adıyla geçmektedir. Ada yönetimi, başkent Fort de France'da yapılmaktadır. Ülkede, her 14 Temmuz'da Bastille Günü kutlanmaktadır. Ada anayasası, Fransız anayasasıyla aynıdır ve 28 Eylül 19
58'de ilan edilmiştir. Üye olduğu uluslararası kuruluşlar aşağıdaki gibidir: Ada nüfusu yaklaşık olarak 450.000'dir. Nüfus her yıl %0.72 oranında artmaktadır. Bölgede doğan her 1.000 bebeğin 7'si ölmektedir. Martinik'te yaşam süresi ortalama 79.18 yıl iken, bu oran erkeklerde 79.5 yıl, kadınlarda 78.85 yıldır. Ülkede her kadına 1.79 çocuk düşmektedir. Ülkede yaşayan yerli halkın %90'ı Afrika yerlileri ile beyazların karışımıdır. Bunun dışındakiler ise beyaz, Amerika Yerlisi gibi diğer halklardır. Yöredeki insanların %95'i Roma Katoliği, diğerleri ise Hindu veya Pagan Afrikalılardır. Martinik ekonomisi şeker kamışı, muz, turizm ve hafif endüstriye dayanır. Gayri safi millî hasılanın %6'sını tarım ve %11'ini küçük endüstriyel sektör karşılar. Şeker kamışının çoğunun rom üretimi için kullanılmasıyla, şeker üretimi azalmıştır. Çoğu Fransa'ya giden muz ihracatı büyümektedir. Et, sebze ve hububat gereksinimlerinin büyük kısmı ithal edilmelidir, ki bu Fransa'dan geniş yıllık yardım transferleri talep eden kronik ticaret açığına sebep olur. Yabancı döviz kaynağı olarak turizm, tarımsal ihraç ürünlerinden daha önemli bir hale gelmiştir. İş gücünün büyük kısmını servis sektörü ve hükümet karşılar. Ülkede işsizlik oranı %27.2 kadardır. Sanayinin ana dalları inşaat, rom, çimento, petrol arıtımı, şeker, turizm şeklindedir. Adanın başlıca tarım ürünleri ananas, avokado, muz, çiçek, sebze ve şeker kamışıdır. Martinik dışarıya yılda 404.2 milyon $ ürün satmaktadır. Aynı doğrultuda 2.307 milyar $'lık dış alım yapmaktadır. Yörenin dış borç tutarı 180 milyon $ olup para birimi Euro'dur. Ülkede 2001 yılına göre 172.000 telefon hattı kullanılmaktadır. Adanın telefon kodu 596'dır. Adada, AM 0, FM 14, kısa dalga 0 radyo yayınları bulunmaktadır. Bölgede yayın yapan 11 televizyon kanalı mevcuttur. Martinik'in internet kodu .mq'dür. Adada 2 internet sağlayıcısı mevcuttur. Aynı doğrultuda 107.000 internet kullanıcısı mevcuttur. Adada herhangi bir demiryolu ağı yoktur. Ancak 2,105 km uzunluğunda karayolu ağı bulunmaktadır. Martinik'te "Fort-de-France" ve "La Trinite" olmak üzere 2 liman mevcuttur. Yine adada 2 adet havalimanı bulunmaktadır. Şili Şili (İspanyolca: ) ya da resmî adıyla Şili Cumhuriyeti (""; Arjantin'in batısında, And Dağları ile Büyük Okyanus arasında kalan, kuzeyden güneye 4.300 km boyunca uzanan bir Güney Amerika ülkesidir. Kuzeyinde Peru, kuzeydoğusunda Bolivya ve doğusunda Arjantin bulunur. Başkenti Santiago olup 2012 yılı tahminlerine göre ülkede yaklaşık 17 milyon insan yaşamaktadır. İsmi Aymara dilinde "Dünyanın bitimi" anlamına gelen "chilli" kelimesinden gelir. Şili idari olarak on beş bölgeye ayrılmıştır. Bunlardan on dördü, başlarındaki 1'den 15'e kadar (13 atlanmıştır) Roma rakamlarıyla ifade edilen, Tarapacá, Antofagasta, Atacama, Coquimbo, Valparaíso, O'Higgins, Maule, Bío-Bío, Araucanía, Los Lagos, Aysén, Magallanes y la Antártica Chilena, Los Ríos ve Arica y Parinacota bölgeleridir. Başkent ve çevresini içeren Región Metropolitana de Santiago bölgesi için ise rakam yerine RM harf kısaltması kullanılır. Ülkenin İspanyolca ismi olan "Chile" kelimesinin kökeni tek ve kesin bir şekilde kanıtlanmamıştır. En yaygın açıklama, kelimenin Aymara dilinden türediğidir. Bu dilde "Chilli" kelimesi "Dünyanın son bulduğu diyar"“ anlamına gelir. Bu durum, Aymara yerleşim bölgelerinden yola çıkıp Şili'ye gelen ilk İspanyol olgusuyla desteklenir. İspanyollar Güney Amerika'nın sömürgeleştirilmesinin başlangıcından itibaren Atacama Çölü'nün güneyindeki toprakları "Chile" adıyla nitelendirirler. Başka ve daha az yaygın bir teori ise, İnka dili Quechua'yı ismin kökeni olarak gösterir. İnka Krallığı'nın azami genişliği bugünkü Santiago'ya ulaşır. İnkalar Río Aconcagua'nın güneyindeki toprakları, görece soğuk iklime ve karlarla kaplı Andlar'a dayanarak kar anlamına gelen "Tchili" diye adlandırırlar. Yüzölçümü 756.945 km² olan Şili; her ne kadar Güney Amerika kıtasının kuzey-güney doğrultusunda Antarktika'ya kadar uzanan bir ülke olsa da, ortalama genişliği sadece 180 km'dir. Ülkenin en dar yeri (Antarktika'daki Şili toprakları sayılmazsa) 90 km iken en geniş yerinin uzunluğu 240 km kadardır. Avrupa ile kıyaslanacak olursa Danimarka'dan Sahra Çölü'ne uzanacak kadar bir mesafe kat edilir. Doğu-Batı mesafesi çok az olsa da bu iki uç arasında çok fazla rakım farkı oluşur. Ülke ayrıca kuzeyden güneye çok farklı iklim, bitki örtüsü ve coğrafi şekiller gösterir. Bu yüzden Şili, birçok kaynakta "tezatlar ülkesi" olarak anılır. Hakikaten de kuzeydeki çölü, Afrika'nın Sahara'sını, güneydeki kanalları Norveç kanallarını, Los Lagos'daki Osorno ve çevresi İsviçre Alplerini, Orta bölgeleri Akdeniz'i hatırlatmasıyla, ayrıca Patagonya'daki buzullarıyla, bu ismi hak eder. Şili dağları, yeryüzünün en yüksek sıradağlar zincirini oluşturur. 6000 m'nin üstünde birçok zirvesi vardır. Bunlardan biri olan Şili'nin en yüksek dağı (6.880 m) Ojos del Salado aynı zamanda dünyanın en yüksek volkanıdır. Aşağıda en ünlüleri listelenmiştir. Ülkenin özel coğrafi yapısı sebebiyle, uzun nehirleri yoktur. En uzun nehir olan Rio Loa'nın uzunluğu 443 km'dir. Ülkenin kuzeyinde Atacama Çölü'ndeki ekstrem kuraklık, büyük su birikimlerinin oluşmasını engeller. Kuzeydeki az sayıda nehir And Dağları'ndaki karlardan beslenirler. Güneye indikçe artan yağışlar, beraberinde bu bölgelerdeki nehirlere daha fazla su hacmi getirir. Nehirler, Şili ekonomisinde, özellikle enerji sağlanmasında önemli rol oynar. Bununla birlikte somon balıkçılığı ve rafting gibi macera turizmi içinde fırsatlar sunar. Kuzeyden güneye önemli nehirleri aşağıda sıralanmıştır. Gölleri arasında kuzeydeki tuz gölleri sayılabilir ki bunların en ünlüsü olarak Salar de Atacama'yı söyleyebiliriz. Bununla birlikte en kuzeyde, yeryüzünün en yüksek konumdaki göllerinden biri olan Lago Chungará gölü bulunur. Gölün alanı 21,5 km² olup, 4.500 m yükseklikte bulunur. Bir grup büyük ve güzel göller Temuco şehrinin güneyinden başlayıp Puerto Montt'a kadar uzanır. Bunlar sırasıyla şöyledir. Ayrıca güneyde 970 km² alanı ile Şili'nin en büyük gölü Lago General Carrera bulunur ki bu göl Arjantin'deki Lago Buenos Aires gölünün batı kanadını oluşturur. Nüfusun en sık olarak bulunduğu yer başkent Santiago ve çevresidir. Toplam nüfusun neredeyse yarısı bu bölgede yaşar. Sadece şehirde 6.5 milyon insan yaşar ki bu ülkenin 1/3'üne tekabül eder. Kuzeyde ve güneyde tarımın yapılabildiği And'ların arasında kalan ovalar yine yoğun yaşanan yerlerdir. Santiago'nun 100 km batısında liman şehri Valparaíso'da 1.5 milyon insan yaşar. Ülkenin kuzey ve güney uç noktalarına gidildikçe, yerleşim yoğunluğu, elverişsiz yaşam koşulları sebebiyle seyrekleşir. Zira kuzey çölü ve güneyin soğuk, rüzgarlı iklimi buralarda yaşamayı zorlaştırır. Şili nüfusunun %95'ini Avrupalılar ve torunları oluşturur. "Genellikle Basques". Ülkeye özellikle 19. yüzyılda Avrupa'dan İngiliz, İrlandalı, Alman göçmen gelmiş; sonraları ise Hırvatistan, Filistin, İtalya'dan göçmen almıştır. Yerliler, nüfusun sadece % 3,2'sini temsil eder. Şili istatistiklerine göre Şili'de 50.000 (0,30%) dolayında Müslüman bulunmaktadır. Birçok İslami kuruluşun bulunduğu Şili'de; Şili Müslüman Toplumu ve Es-Selâm Mescidi Santiago şehrinde, Bilal Cami Iquique şehrinde, Muhammed Kültür Merkezi VI Coquimbo şehrinde bulunmaktadır. 1856 yılında Osmanlı İmparatorluğu topraklarından (Suriye, Filistin ve Lübnan) Şili'ye bir Arap göçü oldu. Bunlar arasında bulunan Müslümanlar (bu Arapların çoğu Ortodoks Hıristiyan idi) Müslüman Toplumu Birliğini kurdular. 1907'de ülkedeki Müslüman sayısı 1498'e çıkmış, bu rakam 0,04% oranı ile ülke tarihinde en yüksek orana yükseldi. 1988 yılında Şeyh Tevfik Rumi öncülüğünde ilk camiyi Santiago'da inşa ettiler. Cami 1989 yılında tamamlandı. 1980 yılı sonlarına kadar birkaç yerli Şili İslamı seçmişti. Bu cami tamamlandıktan sonra İslama geçenlerin sayısında artış oldu. Şili, kuzeyden güneye uzanan uzun bir ülke olması nedeniyle çok geniş ve değişik bir bitki örtüsüne sahiptir. Atacama Çölü'nde pratikte hiçbir şey yetişmez. Burada daha çok kaktüs çeşitlerinin yanı sıra, Andlar'a doğru ve sahil kesimlerinde bitkilere rastlanabilir. Bununla birlikte bazı yıllarda yağan yağışların ardından, çöl birkaç günlüğüne de olsa milyonlarca çiçek ile bezenir. Çölün güneyi step ve bozkırdır ve Andlar'da "And yastığı" da denilen taş sertliğinde yareta ("Azorella yareta") yetişir. Kuru bölgelerde Boldo "(Peumus boldus)" denen bir çalı türü hakimdir. Kıyı bölgelerdeki sıradağlarda ve Andlar'da sisli ormanlar mevcuttur. Şarap bağları, Rio Elqui nehir bölgesindedir. Nehir vadisinin dışında sadece dikenli çalı ve kaktüsler vardır. Ülkenin orta bölgesinde "Jubaea" cinsi bir palmiye ağacı ve şili arokaryasına çokça rastlanır. Arokarya Mapuçeler için kutsal bir ağaçtır, zira belenmelerinde onun iri tohumlarından yararlanırlar. Ayrıca yine merkezi Şili'de okaliptus ağaçları ile kaplı alanlar görülebilir. Güney Şili'de yağmur ormanları kategorisine giren büyük ormanlar mevcuttur. Bu ormanlarda ağırlıklı olarak servi, çam, ve melez gibi ağaçlar bir arada bulunur. Ayrıca Antarktika yalancı kayını ("Nothofagus antarctica") ve kavak gibi ağaçlar da çok geniş alanlara yayılmışlardır. Patagonya bölgesinde büyük otluk stepler ve tundralar hakimdir. Magellan ve Asyen bölgelerinde çok büyük alanlar buzullarla kaplı olduğundan buralarda çok fazla bitki örtüsüne rastlanmaz. Steplerle kaplı alanlarda devegiller familyasından lamalar, guanakolar, alpakalar ve vikunyalar çok yaygın bir şekilde yaşarlar. And Dağları'nda yaşayan buraya özgü geyikler ve kondorlar aşağı yukarı ülkenin bütün armalarında resmedilmişlerdir. Dağlık steplerde pumalar, kemirgenler yaşarken ormanlar da tilki, kodkod, geyik ve kolibri gibi canlılara yaşam alanı sunar. Humboldt pengueni, macellan pengueni, deniz aslanı, pelikan türü canlılar ise kuzey Şili'nin soğuk sularında ve güney Şili'nin buzluk alanlarında rastlanan hayvanlardır. Yaklaşık Şili'nin tüm And dağları kısımlarında And kondoru ve büyük
tuz göllerinde flamingolar yaygın olarak yaşarlar. Güneyde, nandu, magellan tilkisi ve Ateş Toprakları'nda baykuş yörede görülen canlılardandır. MÖ yaklaşık 13.000 yıllarında, bugünkü ülke sınırlarında insanların yaşadığı bilinmektedir. Kuzey Şili İspanyollar tarafından fethedilmeden kısa süre öncesine kadar İnka Krallığı'na aitti. 1520 yılında dünyanın çevresini dolaşmak için yelken açan Ferdinand Magellan, kendi adıyla anılan Magellan Boğazı'nı geçerken ülkenin güney ucunu keşfetmiş oldu. Daha sonra Şili'ye ulaşan ilk Avrupalılar altın aramak amacıyla 1535 yılında Peru'dan gelen "Diego de Almagro" ve mahiyetindekilerdi. Ancak bu kişiler yerel halk grupları tarafından geri püskürtüldü. Avrupalılar'ın ilk tam manasıyla yaptıkları yerleşim, 1541 yılında Pedro de Valdivia'nın 1541 de Santiago'yu kurması olmuştur. 1542 den itibaren de Şili, İspanyol Peru Valiliği'nın bir parçası haline gelmiştir. Şili'de İspanyollar çok az altın ve gümüş bulduğu ve ülkenin ücra konumu sebebiyle Şili İspanyol Krallığı için daha ziyade fazla önem verilmeyen bir koloni durumundaydı. Ayrıca Atacama Çölü, Peru'ya direkt ulaşıma engel teşkil ettiğinden, ülke çok daha sonra, diğer tarım ürünleri ve minerallerinin devreye girmesiyle, İspanyollar tarafından önemli bir tedarik bölgesi haline gelmiştir. Bağımsızlık talepleri ilk, 1808 yılında, İspanya Napolyon'un kardeşi Joseph tarafından yönetilirken başladı. 18 Eylül 1810 yılında başa geçen bir cunta İspanya Krallığı'na bağlı bir otonomi ilan etti. İspanyollar'ın Napolyon'a karşı yürüttüğü bağımsızlık savaşından sonra, sınırsız bir güçle tekrar Şili'yi almaya kalkıştı. Ancak İspanyollar "Chacabuco"'daki muharebede Şili ve Arjantinli birliklere yenildiler. 5 Nisan 1818'deki "Maipu" muharebesinden sonraysa İspanyol direnişi sona erdi. Muharebelerin başındaki komutan Jose de San Martin, Bernardo O'Higgins yararına başkanlıktan feragat edince O'Higgins ilk Şili Devlet yöneticisi oldu. O'Higgins 1823 yılında düşürüldü ve Peru'ya sürgüne gitmek zorunda kaldı. Akabindeki yıllarda çeşitli devlet adamları başa geçti. 1830 yılında başa geçen Diego Portales Palazuelos ülkeyi diktatör tarzda yönetirken 1833 yılında çok sıkı bir anayasa hazırlattı. Bu merkezî anayasa ile 1833-1891 yılları arasında Şili uzunca süre istikrar kazandı. Zamanla ülke, Güney Amerika'nın ekonomik olarak en güçlü bölgesi haline geldi. Yürüttüğü birçok savaşla, özellikle 1836-1839 Peru-Bolivya konfederasyon savaşını kazanmasıyla Şili gücünü pekiştirdi. İspanya, Peru'daki eski kolonileri tekrar ele geçirmeye çalışınca, Şili İspanya'ya 1865 yılında savaş ilan etti. Papudo ve Chiloe adaları önünde deniz muharebeleri meydana geldi. Peru'da ortak düşmana karşı Şili'ye katıldı. Savaş pratikte 1866 yılında sona erdiyse de, İspanya ile problemler 1871 ve 1883 yıllarındaki antlaşmalarla çözüldü. 19. Yüzyılda İspanya dışından Avrupalılar da Şili'ye göç ettiler. Bugün bu kişileri etkileri ve izleri ülkenin güney bölgelerinde görülmektedir. Şili, 1879 ile 1883 yılları arasında Peru ve Bolivya ile yapılan Güherçile Savaşı (ayrıca Pasifik Savaşı olarak da anılır) savaşta, o güne kadar bu ülkelerin elinde olan Atacama Çölü bölgesini fethetti. Böylelikle Bolivya, Büyük Okyanus kıyılarını kaybetmiş oldu. Bu bölgelerde daha sonra çok zengin bakır yatakları bulundu. Dünyanın en büyük bakır madeni Chuquicamata bu bölge sınırlarındadır. 1891 yılında Şili deniz kuvvetleri Başkan José Manuel Balmaceda'ya karşı ayaklandılar. Bir iç savaş bu yüzden patlak vermiş oldu. Bu savaşta 6000 insan öldü. Balmaceda muharebeyi kaybedince Eylül 1891 de intihar etti. 1893 yılında bu kez Arjantin'le sınır sorunları yaşanmaya başladı. 1902 yılında İngiltere Kralı VII. Edward bu probleme arabuluculuk ederek Patagonya ve Ateş Toprakları iki ülke arasında pay edildi. Bu şekilde Şili 54.000 km², Arjantin 40.000 km² pay aldı. 1969 yılında ülkede sol güçler "Unidad Popular"(UP) adlı bir seçim birliği oluşturdular. Bu birlik komünist ve sosyalist parti gibi partilerin yanında birkaç tane daha solcu, hümanist küçük partiden oluşuyordu. UP kendisini sosyalist bir çizgiye oturtarak, endüstrinin devletleştirilmesi ve büyük arazi sahiplerinin arazilerinin istimlak edilmesi gibi vaatlerde bulundu. Bu birlik 1970 yılında Salvador Allende'yi başkanlık için aday gösterdi. 1970 seçimlerinde seçim birliği UP oyların % 37 sini alarak seçimlerin en güçlüsü olarak çıktı ve Allende Devlet Başlanlığı'na seçildi. Muhafazakar rakibi "Jorge Alessandri" oyların %35,3 ünü ve Hristiyan Demokrat "Radomiro Tomic" % 28.1'ni aldı. Allende'nin azınlık hükümeti ekonominin başlıca dallarını peş peşe devletleştirmeye başladı (Bankacılık, tarım, bakır madenleri, haberleşme). Böylece muhalefetle gitgide büyüyen çekişmeler oluştu. Ayrıca ABD'de de Allende'nin seçim zaferine karşı rahatsızlık oluşmuştu. Zira Şili'de marksist etkilere sahip halk cephesi, Küba'dan sonra ikinci Amerika devleti olarak yönetimdeydi. Bu endişe, 1954 yılındaki ABD başkanı Eisenhower'in domino teorisinden tetiklenmiş oluyordu. Bu teoriye göre yan yana dizilmiş domino taşlarından birincisinin devrilmesinin zincirleme bir şekilde diğerlerinin de devrilmesi gibi Şili'den sonra diğer Güney Amerika ülkeleri de teker teker komünizm altına girecekti. 1973 yılında UP oy sayısını daha da arttırmayı başardı. Yukarıda sıralanan gelişmelerin ardından, 11 Eylül 1973 tarihinde hükümete karşı bir askeri darbe gerçekleşti. Yüzlerce Allende yanlısı bu günlerde öldürüldü, binlercesi tutuklandı. Tüm devlet birimleri askeri birlikler tarafından işgal edildi. Tüm yetkileri, cunta lideri olarak General Augusto Pinochet devraldı. Pinochet aynı zamanda donanma, hava birlikleri ve polis teşkilatınında en üst kademedeki yetkilisiydi. Askeri birlikler kuzey Şili'nin en tenha çöl bölgelerinde ve Patagonya'nın yerleşimi seyrek yerlerinde toplama kampları oluşturdu. Birçok cunta muhalifi işkencede öldürüldü ya da uçaklardan denize atıldı. Binlerce Şilili insan hakları ihlalinden yurt dışına kaçtı ya da sürgüne gönderildi. Pinochet'nin iktidarı ele geçirmesiyle, ABD tekrar yoğun olarak ekonomik bağlamda ülkeyi desteklemeye başladı. Yeni hükümet daha önceki devletleştirmeleri, önemli bakır madeni Chuquicamata hariç olmak üzere geri aldı. Neoliberal bir ekonomi politikası izlerken, tüm sendikal hakları da geri aldı. Bu ekonomi poltikalarıyla beraber zengin ile fakir arasında fark daha da belirginleşmeye başladı. Ama kamu ekonomisi, büyüme ile birlikte, Güney Amerika'daki alışılmış olandan daha fazla istikrar kazandı. Ekonomik istikrarın yanında insan hakları ihlalleri devam etmekteydi. Aralık 1978'de Arjantin ile Şili arasında savaşa gidebilecek gerginlikler oluştu. Gerginliğin sebebi, Beagle Kanalı'ndaki, üzerinde yaşam olmayan Lennox, Picton ve Nueva gibi adalardı. Zira buralarda çok yüksek petrol rezervleri olduğu tahmin ediliyordu. Bu gerginlik Vatikan'ın araya girmesiyle 1985 yılındaki sınır antlaşması sonucu, dostça çözülürken bu 3 ada da Şili'ye bırakıldı. Bugün hala bu ülke ile tamamen çözülememiş ufak tefek sınır tartışmaları vardır. 1988 yılında yapılan referandumda % 55 oy oranıyla Pinochet'in ülkeyi daha fazla yönetmemesi sonucuna varıldı. 1989 yılında 15 yıllık dikta rejiminden sonra ilk seçimler yapıldı. Hristiyan Demokrat Patricio Aylwin Başkanlığa seçildi. Aylwin mütevazı ekonomi reformlarının yanı sıra beraber yaşayabilmek için devlet ile halkı barıştırmaya başladı. 1993 yılında ilk defa bazı subaylar insan hakları ihlalinden mahkemeye çıktılar. Çok sayıda sürgün ülkeye döndü. 1994-2000 yılları arasında ülkeyi Hristiyan demokrat Eduardo Frei Ruiz-Tagle yönetti. Pinochet 1998 yılında İngiltere'de tutuklandı ve daha sonra dışarı çıkma yasağı kondu. 2000 yılında sağlık sorunları yüzünden serbest bırakıldı. 2000 yılında Sosyalist Ricardo Lagos Başkan seçildi. 2006 yılında ise ülke tarihinin ilk kadın başkanı Michelle Bachelet bu makama geldi. Salvador Allende'nin sosyalist halk ekonomisinin aksine Pinochet, neoliberal pazar ekonomisine yönelmiştir. Kamu kuruluşlarının büyük bölümü hem Pinochet zamanında hem de daha sonraki yönetimlerde özelleştirilmiştir. Ancak Allende zamanında devletleştirilen, Pinochet'nin militer kontrolü altında tutulan bakır üretimi bugün hala devlet elindedir. Pinochet'den sonra orta sol iktidarlar ,sosyal hakları tesis etmek için gayret etmiş olsa da, Şili hala daha bugün sosyal eşitsizliğin çok fazla olduğu ülkelerden biridir. Ülkenin en büyük sektörlerinin başında % 57 ile hizmet sektörü gelir. Bunu % 34 ile sanayi, % 9 ile de tarım izler. Şili Latin Amerika’nın en büyük hammadde üreticilerindendir. Dünyanın en büyük bakır rezervlerine sahiptir ki bu, Dünya üretiminin % 40’ına tekabül eder... Çeşitli değerli metaller ve Şili güherçilesi 19. yüzyıl boyunca ülkeyi zengin kılmıştır. Bugün Pascua-Lama projesi ile planlanan Dünya’nın en büyük altın madeninin, beraberinde çok büyük çevre sorunlarını da getirmesinden endişe ediliyor. Bunların yanında balıkçılık ve tarım da ülke ekonomisinde önemli rol oynar. Ülke alanının % 7’si tarım alanı olarak kullanılır. Bu alanlar daha çok ülkenin merkezi kısımlarında yoğunlaşmıştır. Kuzeydeki çölde tarım sadece vahalarda yapılır. Hayvancılık ise ağırlıkla orta Şili ve güney Şili’nin kuzey kısımlarında yapılır. Şarapçılık da ülke ekonomisine önemli katkılar yapar. Modern Şili kültüründe, birçok önemli şahsiyet iz bırakmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Isabel Allende (d. 1942), en ünlü çağdaş Şili yazarı. "Ruhlar evi" (filme de alınmış), "Fortuna'nın kızları", "Sonsuz plan" gibi dünya çapında yayımlanmış romanları mevcuttur. Ayrıca kendisi eski başkan Salvador Allende'nin de yeğenidir. Roberto Bolano (1953-2003), sürrealist şiir yayımcısı. 1973'teki askeri darbeden sonra sürgüne çıkmıştır. Birçok edebiyat ödülü sahibidir. Barselona'da ölmüştür. Víctor Jara (1932-1973), politik şarkıcı. "Nueva canción" ("yeni şarkı") akımının ve tüm Güney Amerika'daki devrimci sanatçı hareketinin en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilir. Salvador Allende'yi desteklemi
ş, askeri darbe sırasında işkence görerek öldürülmüştür. Pablo Neruda (1904-1973), Dünyaca ünlü şair, yazar ve 1971 Nobel ödül sahibi. Çok sayıda sosyal ve politik şiir yayınlamış ve Salvador Allende döneminde Fransa Büyükelçiliği görevinde bulunmuştur. Askeri darbeden kısa süre sonra kanserden ölmüştür. Tom Araya (d. 1961), Dünyaca ünlü thrash metal grubu Slayer'ın kurulduğu 1981 yılından beri vokalistiğini ve bas gitaristliğini yapmaktadır. Gabriela Mistral (1889-1957), şair ve 1945 Nobel edebiyat ödülü sahibi. Sevgilisi "Romelio Ureta" intihar ettikten sonra şiirlerinde aşk, ölüm ve umut temalarını işlemiştir. Daha sonra Şili için diplomatik alanda çalışmıştır. Inti Illimani, Quilapayún, Illapu gibi müzik grupları ""Nueva Canción Chilena"" (Şili yeni şarkısı) akımını dünyaca ünlü hale getirmişlerdir. Bu gruplar askeri darbe yüzünden yıllarca yurt dışında mülteci olarak bulunmuşlardır. Violeta Parra (1917-1967) "Nueva Canción Chilena" akımının kurucusudur. Şarkıcı fakirlik içinde büyümüş ve çok erken yaşlarda kendi folk müziklerini bestelemiş, 1950'li yıllarda geleneksel şarkıları toplamış ve derlemiştir. Kendi eserleri, güçlü politik karaktere sahiptir. Müziğin yanında şiir yazmış, resim ve heykel yapmıştır. Birçok Şilili ve uluslararası sanatçı şarkılarını seslendirmiştir. En tanıdık şarkısı Gracias a la vida 'dır. Antonio Skármeta (1940), yazar ve Salvador Allende taraftarı. 1973 darbesinden sonra ülkeyi terketmiştir. Diktatörle ilgili çok sayıda roman ve hikâye yazmıştır. 2000 ile 2003 yılları arasında, daha önce sürgünde bulunduğu Berlin'de konsolosluk görevinde bulunmuştur. Roberto Matta (1911-2002), 20. yüzyılın büyük sürrealist ressamı. Aynı zamanda Salvador Dalí ve Federico Garcia Lorca'nın arkadaşıdır. UNESCO Ülkede 8 bölgeyi doğal biyosfer rezervi ilan etmiştir. Bunlar: Yeşilyurt, Menteşe Yeşilyurt, Muğla'nın Menteşe ilçesinin mahallesidir. Koza Tam metamorfoz geçiren böcek grubunun krizalit hali. Büyümesini tamamlayan tırtıl, yetişkin aşamasına geçiş süresinde ağdan bir koruma tabakası oluşturur ve vücutsal gelişmeleri bu tabakanın içinde tamamlanır. Tırtılın girdiği bu aşama başkalaşım sürecinin başarılı bir şekilde gerçekleşmesi için oldukça kritik bir dönemdir. Rachel Carson Rachel Louise Carson (d. 27 Mayıs 1907, Springdale, Pensilvanya - ö. 14 Nisan 1964), yayımladığı Sessiz Bahar isimli kitabı ile dünyada çevresel hareketi başlatan Amerikalı ve DDT adlı bir böcek ilacının zararlı olduğunu kanıtlayan çevre dostu bir bilim insanı. Carson, kariyerine ABD Balıkçılık Bürosunda bir biyolog olarak başlamış ve 1950'lerde tam zamanlı bir doğa yazarı haline gelmiştir. 1951 yılındaki en çok satanlar listesinde yer alabilen The Sea Around, kendisine bir ABD Ulusal Kitap Ödülü , yetenekli bir yazar olarak tanınma fırsatı ve finansal güvenlik kazandı. Bir sonraki "The Edge of the Sea" adlı kitabı ve Under the Sea Wind adlı ilk kitabının tekrar yayımlanan versiyonu da çok satanlar listesine girdi. Bu deniz üçlemesi, kıyılardan derinliklere kadar tüm okyanus yaşamını anlatıyordu. Carson, 1950'lerin sonlarında dikkatini, özellikle sentetik pestisitlerin neden olduğuna inandığı bazı problemlere karşı korumaya yöneltti. Bunun sonucunda Silent Spring çevresel endişeleri Amerikan halkının benzeri görülmemiş bir paya getiren adlı kitap oldu. Silent Spring, kimyasal şirketlerin şiddetli muhalefetle karşı karşıya kalmasına rağmen, ulusal pestisit politikasında tersine bir yol açtı ve bu da ulusal çapta DDT ve diğer zirai mücadele yasaklanmasına yol açtı. Carson'a ölümünden sonra Özgürlük Başkanın Madalyası ile Jimmy Carter tarafından ödüllendirildi. Rachel, DDT adı verilen maddeyi ölen kuşların yumurtasına bakarak keşfetmiştir. Birçok deney sonucu yumurtanın kabuğunda DDT olduğunu anlamıştır. Böylece halkımızda çevre bilincini oluşturmuş ve dünyamızı zehirleyen bu tür kimyasal maddelerin kullanımına yasal olarak sınırlılık getirmiştir. Bu konuda ilerlemeler sürse de ne yazık ki henüz kesin bir başarı elde edilememiştir. 14 Nisan 1964 tarihinde hayatına veda etmiştir. Carson, yayımladığı sessiz bahar isimli kitabı ile dünyada çevresel hareketi başlatmıştır. 1917 ABD'nin Pensilvanya eyaletinde bir kasaba. Küçük Rachel babasıyla göl kenarında gezerken ilginç bir doğa olayına tanık olur. Kartalın tavşanı uçurduğunu zannederken babası ona kartalın tavşanı avladığını yemek için yuvasına götürdüğünü anlatır. Evlerine dönerken babası bunun gayet normal olduğunu söyler ve bir deyimle açıklar: Büyük Balık Küçük Balığı Yutar. Rachel Carson doğada gördüğü her şeyi defterine yazar böylece hem unutmaz hem de ertesi gün arkadaşlarıyla paylaşabilir. Rachel ünüversitede ZOOLOJİ bölümünü seçer. Aldığı eğitimle doğayı ve canlıları korumaya ve incelemeye koyulur. O yıllarda tarımda kullanılan böcek öldürücü ilaçlar üretilmiştir. Ve bu kimyasallar tarım yapan çiftçilerin eline geçer. Bu kimyasallar sadece böcekleri değil böceklerle beslenen yabani hayvanlarıda öldürür. Tarlaların verimiyle dünyanın her yerindeki yabani hayvanların ölümü artar. ABD'de yaşayan Amerikan kartallarının sayısının azalmasıda dikkatini çeker. Rachel doğanın dengesinin bilinmeyen bir sebeple bozulduğunun farkındadır. Dengeyi bozan etkenleri bulmak için gece-gündüz çalışır. Ulaştığı ip uçları ise ona kimyasal böcek öldürücüleri gösterir. Yıllarca süren araştırmalarının sonucunda doğayı kimyasal böcek öldürücülerin bozduğunu anlar. Halkı bu konuda bilinçlendirmek için gazetelere yazılar yazar. Oysa bu yazılar insanların dikkatini çekmez. Aynı zamanda Carson'un düşünceleri bu işten para kazananların işine gelmez. Rachel Carson savaşından vazgeçmez ve doğanın korunmasını, kimyasal böcek öldürücülerin (DDT) kullanılmamasını dikkat çeken yazılarını kitaplaştırır. SESSİZ BAHAR adlı kitabı kısa sürede etkisini gösterir. Carson'un yazdığı kitap ve yaptığı araştırmaları insanoğlunun doğaya verdiği zararı kanıtlar. (E.D. Kocaman) Dünyayı kurtarmaya çalışan 100 çevreci İngiltere hükümetine bağlı çevre örgütü, bir grup uzmanla birlikte yaptığı çalışma sonucunda, dünyayı kurtarmak için en çok gayreti sarf eden 100 kişi veya kuruluşun isimlerini belirledi. Bilim insanları, yazarlar, kampanya organizatörleri ve ekonomistlerin ağırlıkla yer aldığı, "gelmiş geçmiş en çok çaba harcayan 100 çevreci" listesinin ilk sırasında, 1962'de yazdığı "sessiz bahar" adlı kitapla, birçok kişi tarafından modern çevrecilik hareketini başlattığına inanılan ABD'li bilim insanı Rachel Carson gösterildi. Carson, halen popüler olan kitabında, tarım ilaçlarının öldürücü etkisine dikkati çekmiş ve birçok kişinin çevrecilik konusunda bilinçlenmesine yardım etmişti. Listenin ikinci sırasında ise Almanya doğumlu ekonomist E.F. Schumacher yer aldı Üçüncü sırada güçlendirilebilir kalkınma komisyonu başkanı Jonathan Porritt, dördüncü sırada İngilizlerin dünyaca ünlü doğa belgeseli yapımcısı Sir David Attenborough, beşinci sırada ise "Küresel Isınmayı durdurmanın tek yolu Nükleer Enerji" sözünün ve gaia teorisinin sahibi İngiliz biyolog James Lovelock yer aldı. Rachel Carson uzun bir süre mücadele ettiği göğüs kanserine yenik düşerek hayata gözlerini 1964'te yumar. Rachel Carson, 27 Mayıs 1907'de, Pennsylvania'nın Springdale yakınlarındaki bir aile çiftliğinde Pittsburgh'tan Allegheny Nehri'nin üzerinde doğdu. Maria Frazierve bir sigorta satıcısı Robert Warden Carson'ın kızıydı. Çocukken ailesinin 65 dönümlük çiftlik çevresinde çok fazla zaman harcadı. Hırslı bir okuyucu olmasıyla birlikte sekiz yaşında hikâyeler (genellikle hayvanlarla ilgili) yazmaya başladı ve ilk öyküsünü on yaşında yayınladı. Doğal dünya, özellikle de okyanus, edebiyat en sevdiği noktalardı. Carson, onuncu sınıfa kadar Springdale küçük okuluna devam eder ve ardından Pennsylvania yakınlarındaki Parnassus'ta liseyi tamamlar ve 1925 yılında kırk beş öğrencili sınıfının birincisi olarak mezun olur. Liselerde olduğu gibi Pennsylvania College for Women'da (bugün Chatham Üniversitesi olarak da bilinir) Carson biraz yalnızdı. İlk başta İngilizce okudu, ancak Ocak 1928'de biyoloji bölümüne geçti ve aynı zamanda okuldaki öğrenci gazetesine ve edebi ekine katkıda bulundu. 1928'de Johns Hopkins Üniversitesinde mezun olmayı kabul etse de maddi zorluklar nedeniyle Pennsylvania Women for Women'da kalmaya zorlandı; 1929'da magna cum laude'yi bitirdi. Deniz Biyolojisi Laboratuvarı'ndaki yaz kursundan sonra Johns Hopkins'de hayvanat bahçesi ve genetik alanındaki çalışmalarını 1929 sonbaharına kadar sürdürdü. Lisans eğitimini tamamladıktan sonra Carson, yarı zamanlı bir öğrenci oldu. Raymond Pearl'un laboratuvarında, sıçanlar üzerine çalıştı ve Drosophila ile birlikte eğitim için para kazanmak için asistanlık yaptı. Çukur otlak ve sincaplarla yanlış başlangıç ​​yaptıktan sonra, balıktaki pronefrozların embriyonik gelişimi üzerine bir tez projesi tamamladı. Haziran 1932'de zoolojide yüksek lisans yaptı. Doktora programına devam etmeyi planlıyordu, ancak 1934'te Carson, ailesi için tam zamanlı bir öğretim pozisyonu aramak zorunda kaldı veJohns Hopkins'ten ayrılmak zorunda kaldı. 1935'te mali durumlarını kötüleştirerek babası aniden öldü ve yaşlanan annesini Carson'a bıraktı. Lisans biyoloji danışmanı Mary Scott Skinker'in çağrış da bulundu ve ABD Balıkçılık Bürosu'yla geçici bir yere yerleşti .Waters Under Romance başlıklı bir dizi haftalık eğitim yayınlarının radyo kopyasını yazdı. Elli iki yedi dakikalık program dizisi, su yaşamı üzerine yoğunlaştı ve balık biyolojisi ve büro çalışmalarında halkın ilgisini çekmeyi amaçladı. Carson, serinin araştırmasına, yerel gazetelere ve dergilere dayanan Chesapeake Körfezi'ndeki deniz yaşamı üzerine makaleler yayınlamaya başladı .Carson'un şefi, radyo dizisinin başarısından memnun olduğu için ona balıkçılık bürosu hakkında genel bir broşürün giriş bölümünü yazmasını istedi. Aynı zamanda ilk tam-zamanlı pozisyona getirilmesi için çalıştı. Sivil hizmet sınavına katılan diğer tüm başvuru sahiplerinin arasında ve 1936'da Su Ürünleri Bürosu tarafından tam zamanlı mesleki pozisyon içi
n ikinci bir sucul biyolog olarak işe alınan ikinci kadın oldu. ABD Balıkçılık Bürosunda Carson'un temel sorumlulukları balık popülasyonları ile ilgili alan verilerini analiz etmek ve raporlamak ve halk için broşürler yazmaktı. Araştırmalarını ve deniz biyologları ile istişarelerini başlangıç ​​noktaları olarak kullanarak, Baltimore Sun'a ve diğer gazetelere sürekli makaleler yazdı. Bununla birlikte, Ocak 1937'de ablası öldüğünde ailesinin sorumlulukları daha da arttı. Atlantik Mountly, Temmuz 1937'de ilk su ürünleri bürosu broşürü için yazdığı, Waters Dünyası adlı bir makalesinin gözden geçirilmiş bir versiyonunu kabul etti. Müdürü bu amaç için çok iyi olduğunu düşünüyordu. Denizaltı olarak yayınlanan deneme, okyanus tabanı boyunca bir yolculuğun canlı bir anlatımıydı. Carson'un yazarlık kariyerinde büyük bir dönüm noktası oldu. Yayınevi Simon & Schuster, Undersea'dan etkilendi ve Carson'la temasa geçti daha sonra bir kitap haline getirilmesini önerdi. Yıllarca yazılmış olan Under The Sea Rüzgarı (1941), mükemmel değerlendirmeleri almış, ancak kötü bir şekilde satmıştı. Bu esnada, Carson'un makale yazarlığı başarısı devam etti - özellikleri Sun Magazine, Nature ve Collier'ında. 1945'in ortalarında Carson, yalnızca güvenlik ve ekolojik etkiler için testlere başlamış olan devrim niteliğindeki yeni bir böcek ilacı olan (Hiroşima ve Nagasaki'nin atom bombaları sonrasında "böcek bombası" olarak anılmaktadır) DDT konusuyla karşılaştı. DDT, o sırada Carson'un birçok yazdıklarından biriydi ve editörler konuyu çekici buluyorlardı; DDT'de 1962 yılına kadar hiçbir şey yayınlamadı. Carson, Balıkçılık ve Yaban Hayatı Hizmetinde yükseldi, 1945 yılına gelindiğinde, küçük bir yazı yazarını denetledi ve 1949'da yayınların baş editörü oldu. Yazı işleri ve alan çalışması ,özgürlük için artan fırsatlar sunmasına rağmen giderek sıkıcı idari sorumlulukları da beraberinde getirdi. 1948 yılına gelindiğinde, Carson ikinci bir kitap için çalışmalar yapıyordu ve tam zamanlı yazmaya geçiş yapmak için bilinçli bir karar vermişti. Oxford University Press, Carson'un okyanus yaşam öyküsü önerisine ilgi duyduğunu belirtti ve 1950 yılının başlarında onu çevreleyen Deniz Yazısı metninin tamamlanmasını hızlandırdı. Bölümler Science Digest'de ve Yale İncelemesinde -en sonradan bir Adanın Doğuşu- adlı kitabında ortaya çıktı ve Biliminin Geliştirilmesi için Amerikan Birliği George Westinghouse Bilim Yazma Ödülü'nü kazandı. Dokuz bölüm, The New Yorker'da Haziran 1951'den başlayarak serileştirildi ve kitap 2 Temmuz 1951'de Oxford University Press tarafından yayınlandı. Çevremizdeki Deniz, 86 hafta boyunca New York Times'ın En Çok Satanlar Listesi'nde kaldı ve Reader's Digest tarafından kısaltıldı. 1952'de Nonfiction ve Burroughs Madalyası ile 1952 Ulusal Kitap Ödülü kazandı ve Carson'un iki fahri doktorasını kazandı. Ayrıca bir belgesel filmi lisansladı. Denizin başarısı, Denizin Altındaki Rüzgâr'ın yeniden yayınlanmasına yol açtı ve bu da en çok satan oldu. Başarı ile finansal güvenlik geldi ve 1952'de Carson tam zamanlı yazmaya konsantre olmak için görevinden vazgeçti. Carson konuşma nişanları, fan postası ve Çevremizdeki Deniz'le ilgili diğer yazışmalardan ve ayrıca inceleme hakkını sağladığı belgesel senaryo üzerine çalışmalarla boğulmuştu. Carson, 1953 yazında Maine'nin Southport Adası'ndaki Dorothy Freeman'la tanıştı. Freeman ünlü yazarın komşusu olmak olduğunu duyunca, Carson'a onu bölgeye davet ettiğini yazmıştı. Carson'un hayatının sonuna kadar dayanacak olan son derece yakın bir dostluğun başlangıcıydı.İlişkileri esas olarak mektuplarla ilerledi ve yaz boyunca Maine'de birlikte görüştüler. 12 yıl boyunca 900 mektuplaşma oldu. Bunların birçoğu Beacon Press tarafından 1995 yılında yayınlanan Always, Rachel adlı kitapta yayınlandı. 1953'ün başında Carson, Atlantik kıyısının ekolojisi ve organizmaları üzerine saha çalışmaları başlattı. 1955'te deniz üçlemesinin üçüncü cildini tamamladı; Deniz Kenarı, kıyı ekosistemlerinde (özellikle Doğu Deniz Kenarı boyunca) hayata odaklanıyor. New Yorker'da, 26 Ekim'de Houghton Mifflin'in (yine yeni bir yayıncı) yayınladığı kitaptaki kısa bir süre içinde taktir gördü. Bu arada, Carson'un açık ve şiirsel eser hakkındaki şöhreti iyi kuruldu; Deniz Kenarı, Etrafımızdaki Deniz'e kıyasla oldukça hevesli olmasa da son derece olumlu eleştiriler aldı. 1955 ve 1956 yılları arasında Carson, Omnibus bölümü için "Something About the Sky" senaryosu da dahil olmak üzere bir dizi projede çalıştı ve popüler dergiler için makaleler yazdı. Bir sonraki kitap için planı evrimi ele almaktı, ancak Julian Huxley'nin Evrim'in Harekete Geçmesi ve bu konuyla ilgili net ve çekici bir yaklaşım bulmakta yaşadığı zorluk onu projeden vazgeçti. Daha sonra geçici olarak Dünyayı Anmak başlıklı bir çevre temalı kitap projesini kabul etti ve Doğa Koruma gini diğer koruma gruplarıyla birleşti. 1957 yılının sonlarına gelindiğinde, Carson yaygın pestisit spreylemesi için federal önerileri yakından takip ediyordu. Carson hayatının geri kalanı ana profesyonel odak noktası böcek ilacının aşırı kullanımının tehlikeleri olacaktır. Carson'un en tanınmış kitabı Houghton Mifflin tarafından 27 Eylül 1962 tarihinde yayınlandı. Kitap pestisitlerin çevre üzerindeki zararlı etkilerini tanımladı ve çevre hareketinin başlatılmasına yardımcı olmakla konusunda geniş bir yelpazede yer aldı. Carson, DDT ile ilgili endişeleri artıran tek kişi değildi [32], ancak bilimsel bilgi ve şiir yazarlığının bileşimi geniş bir kitleye ulaşmasına yardımcı oldu ve DDT kullanımına muhalefetin odaklanmasına da yardımcı oldu. 1994'te Silent Spring'in bir baskısı, Başkan Yardımcısı Al Gore tarafından yazılan bir tanıtım ile yayınlandı. 2012'de Silent Spring, modern çevre hareketinin gelişimindeki rolünden dolayı Amerikan Kimya Topluluğu tarafından Ulusal Tarihi Kimyasal Yer işareti olarak seçildi. Carson, 1940'ların ortalarında başlamak üzere birçoğu II. Dünya Savaşı'ndan bu yana bilimsel askeri kaynak yoluyla geliştirilen sentetik pestisitlerin kullanılmasından endişe duyuyordu. ABD federal hükümetinin 1957 yılında gübrenin yok edilmesi programıydı ancak bu Carson'un araştırmalarını bir sonraki kitap olan pestisit ve çevresel zehirlere ayırmasına yol açtı.Gübre programı, özel arazinin püskürtülmesi de dahil olmak üzere, DDT ve diğer zirai mücadele ilaçlarını (fuel oil ile karıştırılarak havaya püskürtülmesi) içeriyordu.Long Island'daki arazi sahipleri püskürtme işleminin durdurulması için bir dava açtı ve etkilenen bölgelerden birçoğu olayı yakından takip etti. Yargıtay, dava kaybolmasına rağmen, dilekçelere gelecekte potansiyel çevresel hasarlara karşı ihtiyati tedbir kararı verme hakkı tanıdı; bu daha sonraki başarılı çevresel eylemler için temel oluşturdu. Audubon Naturalist Society de bu tür püskürtme programlarına aktif olarak karşı çıktı ve Carson'u hükümetin sprey uygulamalarını ve ilgili araştırmaları kamuoyuna açıklamak için görevlendirdi. Carson, DDT'ye atfedilen çevresel hasar örnekleri toplayarak Silent Spring haline gelecek dört yıllık projeye başladı. Ayrıca başkalarının; denemeci E. B. White ve bir dizi gazeteci ve bilim adamı davaya katılmaya teşvik etmeye çalıştı. 1958 yılına gelindiğinde Carson, Newsweek'in bilim gazetesi yazarı Edwin Diamond ile ortak yazmayı planlayan bir kitap anlaşması düzenlemişti. Araştırması ilerledikçe Carson, pestisitlerin fizyolojik ve çevresel etkilerini belgeleyen oldukça büyük bir bilimadamı topluluğu buldu. Ayrıca, kişisel bilgi birikimine sahip birçok hükümet bilimcisi ile kişisel bağlantılarından yararlandı. Bilimsel literatürü okumaın ve bilim adamlarıyla röportaj yapmanın sonucunda Carson iki bilimsel kamp buldu: pestisitin püskürtme olasılığına ilişkin tehlikeyi reddedenler ve zarar olasılığına açık olanlar yani biyolojik zararlı kontrolü gibi alternatif yöntemleri düşünmeye istekli olanlar. 1959 yılına gelindiğinde, USDA'nın Tarımsal Araştırma Servisi Carson ve diğerlerinin eleştirilerine bir kamu hizmeti filmi olan Fire Ants deneme ile yanıt verdi; Carson pestisitlerin insanlara ve vahşi yaşamı tehdit eden tehlikeleri görmezden gelen "çılgınca propaganda" olarak nitelendirdi. O ilkbaharda Carson, kuş popülasyonlarındaki son düşüşe atıf yapan The Washington Post gazetesinde yayınlanan bir mektup yazdı -"kuşların susturulması" – konusu böcek ilacı aşırı kullanımıydı. Aynı zamanda "Büyük Kızılcık Skandalı" nın yılıydı: 1957, 1958 ve 1959 ABD kızılağaçlarının yüksek düzeyde herbisit aminotriazol (laboratuvar sıçanlarında kansere neden olan) içerdiği ve tüm kızılcık ürünlerinin satışının durdurdu. Carson, pestisit düzenlemelerini revize etme üzerine gelen FDA oturumlarına katıldı; okuduğu bilimsel literatürün büyük bir kısmıyla çelişen uzman ifadesini içeren kimyasal endüstri temsilcilerinin agresif taktikleri tarafından cesaretini kırılmıştı. Ayrıca, bazı pestisit programlarının arkasında yatan mali teşvikleri de merak ediyordu. Ulusal Sağlık Enstitüleri Tıp Kütüphanesi'ndeki araştırmalar sonucunda Carson kanser kaynaklı kimyasallar sorununu araştıran tıbbi araştırmacılarla temasa geçti. Özellikle önem taşıyan bir husus; birçok böcek ilacı kanserojeni olarak sınıflandırılan Ulusal Kanser Enstitüsü araştırmacı ve çevre kanseri bölümü kurucu direktörü Wilhelm Hueper'in çalışmalarıydı. Carson ve araştırma asistanı Jeanne Davis, NIH kütüphaneci Dorothy Algire'nin yardımıyla pestisit-kanser bağlantısını desteklemek için kanıt buldu. Carson geniş bir dizi sentetik böcek ilacı toksisitesine ilişkin kanıtları açıkça buldu ancak bu tür sonuçlar pestisit kanseri oluşumlarını inceleyen küçük bilim adamları topluluğunun ötesinde çok tartışmalıydı. 1960'a gelindiğinde, Carson yeterli araştırma materyaline sahipti ve yazısı hızla ilerliyordu. Literatür taramasına ek olarak, yüzlerce kişisel pestisit maruziyet olayını ve sonuçta ortaya çıkan insan hastalıkları ve ekolojik hasarı araştırmıştı. Bununla birlikte Ocak ayında duodenal ülser, ardından birkaç enfeksiyon hafta boyunca yatağını yitirmedi ve Silent Spring'in tamamlanmasını büyük
ölçüde erteledi. Mart ayında tamamen düzelmeye yaklaşırken sol memesinde mastektomi gerektiren kistler keşfetti. Doktoru prosedürü ihtiyatlı olarak nitelendirdi ve Aralık ayına kadar başka tedaviler önermedi ancak Carson, tümörün aslında malign olduğunu ve kanserin metastas yaptığnı fark etti. Araştırma ve yazımın çoğu, biyolojik kontroller hakkındaki yeni araştırmaların tartışılması ve bir avuç yeni pestisitin araştırılması haricinde, 1960 sonbaharında yapıldı. Bununla birlikte, daha fazla sağlık sıkıntısı, 1961 ve 1962 başlarında revizyonları yavaşlattı. Biyografi yazarı Mark Hamilton Lytle'ın yazdığı gibi Carson "savaş sonrası Amerikan kültürünü tanımlayan bilimsel ilerlemenin paradigmasını sorgulayan bir kitap yazmak için kendinden emin bir şekilde karar verdi." Sessiz Bahar'ın en belirgin özelliği insanların doğal dünyada sahip oldukları güçlü ve genellikle olumsuz etkileri gösterir. Carson'un temel argümanı böcek ilacının çevre üzerinde zararlı etkilere sahip olmasıdır, daha doğrusu biyosit olarak adlandırılırlar. DDT en iyi örnektir, ancak diğer sentetik böcek ilacı da incelenmektedir; bunların çoğu biyoakümülasyona tabidir. Carson ayrıca kimya endüstrisini, kasıtlı olarak dezenformasyonu ve kamu görevlilerini endüstri iddialarını eleştirel olmayan bir şekilde kabul ettirmekle suçladı. Carson, zayıflamış ekosistemlerin öngörülemeyen istilacı türlere bulanmasına rağmen, özellikle hedeflenen zararlılarla böcek ilacına karşı direnç geliştiği için, gelecekte artan sonuçların olacağı öngörüsünde bulundu Kitap, kimyasal zararlılara karşı bir alternatif olarak zararlı kontrolü biyotik bir yaklaşım için çağrı ile bitiyor. Pestisit DDT'ye gelince, Carson aslında hiçbir zaman tamamen yasak olmasını istemedi. Silent Spring'de yaptığı argümanlardan bir diğeri, DDT ve diğer böcek ilaçlarının çevresel yan etkileri olmasa bile, böcek öldürücüleri böceklere karşı dirençli hale getirecekleri, böcek ilacılarının hedef böcek popülasyonlarını ortadan kaldırmada faydasız kılacağını söylüyordu. Carson, zayıflamış ekosistemlerin öngörülemeyen istilacı türlere bulanmasına rağmen, özellikle hedeflenen zararlılarla böcek ilacına karşı direnç geliştiği için, gelecekte artan sonuçların olacağı öngörüsünde bulundu. Kitap, kimyasal zararlılara karşı bir alternatif olarak zararlı kontrolü biyotik bir yaklaşım için çağrı ile kapanır. Göğüs kanserinden ve tedavisine zayıf düşen Carson, Ocak 1964'te solunum yolu virüsü geçirdi. Durumu bozuldu ve Şubat ayında doktorlar radyasyon tedavilerinden ağır anemi bulduklarını açıkladı ve Mart ayında kanserin karaciğerine ulaştığını keşfettiler. 14 Nisan 1964'te Maryland Silver Spring'deki evinde kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Metamorfoz (anlam ayrımı) Metamorfoz ("başkalaşım"), aşağıdaki anlamlara gelebilir: Başkalaşım Başkalaşım, "metamorfoz olarak da bilinir". Özellikle Böcekler için kullanılan bir terim olup, canlının tırtıl düzeyinden yetişkin düzeye geçişi. Insecta sınıfı içerisinde sınıflandırılan canlılar, genel olarak başkalaşım geçirip geçirmemelerine bağlı olarak üç gruba ayrılırlar; Başkalaşım geçiren canlılar; kelebek, kene, kurbağa, sinek ve benzeridir. Yeşilyurt Yeşilyurt, Bakırköy Yeşilyurt, İstanbul'un Bakırköy ilçesinde bir mahalledir. Hava Harp Okulu mahalle sınırları içerisindedir. Yeşilyurt Spor Kulübü de bu mahallede kurulmuştur. Mahallenin eski adı Şevketiye olarak geçer. Mahalle Yeşilköy ile Ataköy arasında yer almaktadır. Atatürk Havalimanı ile komşudur. Mahallenin iklimi, marmara iklimi etki alanı içerisindedir. Küçükçekmece Küçükçekmece, İstanbul'un batısında aynı adlı gölün çevresinde kurulmuş bir ilçedir. Batısında Avcılar ve Küçükçekmece gölü Kuzeyinde Başakşehir Doğusunda Bahçelievler ve Bağcılar Güneyinde Bakırköy ve Marmara Denizi vardır. 1987 yılında, ikisi köy (Kayabaşı ve Şamlar), 25'si mahalle olmak üzere toplam 27 yerleşim yeri Bakırköy ilçesinden ayrılarak kurulmuştur. Bugünkü sınırlarına, 1992'de Avcılar'ın, 2009'da Başakşehir'in ilçe olmasıyla kavuşmuştur. 2009 itibarıyla 21 mahalleden oluşmaktadır. İstanbul'un 39 ilçesi arasında yaşam kalitesi endeksi sıralamasında 12. Sıradadır. Marmara Denizi ve adını verdiği Küçükçekmece gölüne kıyısı vardır. Küçükçekmece adının kaynağı konusunda, tarihçiler arasında değişik görüşler mevcuttur. Hakkı Raif Ayyıldız bir yazısında; bölgenin Küçükçekmece adını almasını şöyle anlatmaktadır: "Batağa gayet kalın kazıklar çakılmış ve aralarına halatlar gerilmiştir. Yolcular büyük bir sala dolar, salcılar da salı çeke çeke kanalın öte yakasına yüzdürüp götürürlerdi; bunlardan ötürüdür ki, iki gölün geçitlerine "Küçükçekmece" ve "Büyükçekmece" adları verilmiştir. "Çekme" adı, bu bölgede olan çöküntülere bağlanmaktaysa da, gerçeğe en yakın varsayımın, göle giren balıkları tutmak için kanala konmuş olan ve yukarı çekilerek açılan kafesli setlerden dolayı verilmiş olduğu söylenebilir. Kaldı ki, eski Osmanlı Vakıf defterlerinde de bölge "Çekmek-i Küçük"olarak anılmaktadır. İstanbul'un 15 km batısında yer alan ve 14 km'lik bir alan kaplayan Küçükçekmece Gölü; son jeolojik dönemdeki buzullaşmanın erimesiyle denizlerin seviyelerinin yükselmeleri sonucu Çanakkale Boğazı’nın yarılarak Marmara Çukuru'nun dolması, bu deniz istilasıyla eski vadi ağızlarının boğularak ’’ria ’’ların ortaya çıkması sonucu önce koy, zamanla da kıyı kordonuyla kaplanarak lagün haline gelmesiyle oluşmuştur. Gölün ağız kesimi kıyı kordonu ile kapalı olmasına rağmen gölün denizle ilişkisi 1.5 metre derinliği olan bir geçitle sağlanmaktadır. Bu nedenle gölün suyu yarı tuzludur. Ancak son zamanlarda yapılaşmanın artması, gölün besleyen akarsuların cılızlaşması nedenleriyle bu geçit ender olarak bağlantı sağlayabilmektedir. Çevresinde eosengre ve kalkerleri ile üst miyosen kum marn ve kalkerleri bulunan Küçükçekmece Gölü, doğusundan Nakkaş Deresi, batısından Eşkinoz Deresi ve bunlar arasındaki Sazlıdere’den beslenmektedir. Küçükçekmece Gölü’nde, eskiden bol miktarda balık bulunurken 1970’lerden sonra evsel ve sanayi atıklarla gölün kirlenmesi sonucu balıkların yaşamı olumsuz yönde etkilenmiştir. Bu kirlilik, göl suyunun Büyükçekmece Barajı'na aktarılarak kullanım projesini de engellemiş olup, 1992'de bitirilen isale hattı kullanılamamıştır. Küçükçekmece Gölü'nün kirlenmesini engellemek amacıyla başlatılan kollektör çalışmaları ise yarım kaldığı için sanayi atıkları büyük ölçüde azalmış olsa da evsel atıklar hâlâ göle akmaktadır. Bunun sonucu olarak Küçükçekmece Gölü halen tamamen ötrofik (sucul ortamlardaki fosfatlı ve azotlu besinlerin aşırı çoğalması sonucu oksijenin azalması, su kalitesinin kötüleşmesi, yeşillenme) durumdadır. Yaklaşık 40 km. uzunluğunda olan Sazlıdere, İstanbul'un Küçükçekmece Gölü'ne dökülen en önemli akarsuyudur. Dursun Köyü'nün güneyindeki küçük su havzalarının sularını toplayarak, güneydoğu yönünde akar. Küçükçekmece Gölü'nün yakınlarında tabanını genişleterek göle dökülür. 84 km² yağış alana sahip Sazlıdere'nin, Bosna istasyonundaki ortalama debisi 0.928 m³/sn. olup, yıllık ortalama su hacmi 35 milyon m³ dolayındadır. Sazlıdere'nin eski Samlar Köyü'nü de içine alacak şekilde baraj haline getirilmesi ve su tutması için kapaklarının kapalı olması nedeniyle, Küçükçekmece Gölü kendini besleyen bu önemli kaynaktan mahrum kalmıştır. Küçükçekmece Gölü’ne dökülen ikinci önemli akarsuyudur Küçükçekmece Gölü'nün Kuzeyinde kalan küçük havzasının sularım toplayan Nakkaş Deresi, yaklaşık 43 km² yağış- alanına sahiptir. Debisi ortalama 0.344 m³/sn, yıllık ortalama su hacmi 14 milyon m³’dür. üçükçekmece geniş düzlükler halinde az dalgalı (engebeli) bir alana yayılmıştır. Deniz ve göl kıyılarında içerilere doğru yükseltiler artar. Kuzeydeki tepelerde yükseklik 200 metreyi bulur. Vadiler belirgin görünümdedir, ilçedeki gölün morfolojik (biçim) yapışı nedeniyle tam ve tipik bir lagün (yalı) gölüdür. Dünyada pek ender oluşan lagün göllerden birisidir ve bir doğa harikasıdır. İlçe alanında kalan akarsular uzunlukları, kısa ve su rejimleri, debileri, düzensizdir. Bir kesimi hızlı kentleşme ve sanayileşme nedeniyle yerleşme ve sanayi alanları içinde kalmış oldukları için sanayi ve kentsel atıkları denize boşaltan derelere dönüştüler. Küçükçekmece ilçesinin tarihi bir bakıma İstanbul'un tarihidir. İstanbul’a egemen olan bir imparatorluk Küçükçekmece yöresinde egemen olmuştur. Küçükçekmece’nin yüksek kesimlerinde REGİON adlı bir bölge vardır. Roma İmparatorluğu’ nu Bizans’a bağlayan en önemli yollarından VİAEGNETİA, Region’ dan geçerdi. Yüzyılın ortalarında büyük bir deprem de, bunların yıkıldığı çeşitli kaynaklarda ifade edilmiştir. Küçükçekmece İlçesinin en eski yerleşim yeri, Küçükçekmece gölünün kuzey kesiminde bulunan Yarımburgaz mağaralarıdır. Buralara paleotik çağdan itibaren yerleşme başlamıştır. Tarihi Paleotik çağa uzanan bu bölgedeki tarihi yerler, Günümüz öncesi 730.000 ila 130.000 yılları arasını kapsayan Yarımburgaz Mağaraları, M.Ö.2.Yüzyıl-M.S.2. yüzyıllar arası Region kitabeleri. Yavuz Sultan Selim’in has defterdarı Abdül Selami Bey Türbesi Tekke ve Zaviyesi, 17.Yüzyıl Mimar Sinan Köprüsü ve 18.Yüzyıl Küçükçekmece Meydanı Çeşmesi’dir. Cumhuriyet döneminde ise yoğun nüfus akımı 1950’ den sonrasına rastlamaktadır. İlçenin büyük bir kısmında yer alan yapılaşmalar, imar planı ve teknik şartlara uygun yapılmaktadır. Genellikle ferdi yapılaşmanın görüldüğü ilçede, 1990'lardan başlayarak "toplu konut" yapılaşmaları da hızlanmıştır. Özellikle, TEM Otoyolunun bu bölgeden geçmesi, İkitelli ile İstanbul arasındaki ulaşım seçeneklerini arttırmıştır. Dahası ulaşım süresinin kısalması sonucu bölge önem kazanmaya başlamıştır. Öte yandan gözle görülür oranda yapılan Organize Sanayi Bölgesi yatırımları, buradaki sanayinin gelişimini de hızlandırmıştır. Küçükçekmece ilçesi, esasen yoğun bir sanayi bölgesi niteliğindedir. İlçede 200'nin üzerinde büyük fabrika, sanayi-ticari siteleri ile ilçe sınırlarında bulunan Belediye'ye kayıtlı yaklaşık 10.000 sanayi işletmesi ve atölye mevcuttur. Bu nedenle de, nüfusu
n yoğunluğunun işçiler ve onların ailelerinden oluşturtuğunu söyleyebiliriz. İlçenin sınırları içinde, son dönemde yapılan 80.000 kişi kapasiteli Atatürk Olimpiyat Stadyumu ve 49 kooperatif ve 33.000 iş yeri bulunan İkitelli Organize Sanayi Bölgesi gibi yatırımlarla ilçe hızlı gelişimini sürdürmektedir. Küçükçekmece'de 4 tane küӀtür merkezi vardır. BunӀar: Cennet Kültür ve Sanat Merkezi (CKSM), Halkalı Kültür ve Sanat Merkezi (HKSM),Sefaköy Kültür ve Sanat Merkezi (SKSM) ve Yahya Kemal Beyatlı Gösteri Merkezi (YKB)'dir. İlçe genelinde 62 İlköğretim okulu, 10 Genel Lise (4 adedi Yabancı Dil Ağırlıklı Lise) 8 Meslek Lisesi, 4 Anadolu Lisesi ve 15 müstakil Anaokulu olmak üzere, toplam 96 adet resmi okul bulunmaktadır. Bunların yanı sıra, ilçede 1 Halk Eğitim Merkezi, 1 Çıraklık Eğitim Merkezi, 1 Sağlık Eğitim Merkezi, 1 Öğretmenevi ve 3 ayrı Kültür Merkezi bulunmaktadır. Küçükçekmece Belediyesi'ne bağlı Küçükçekmece Belediyesi Gösteri Sanatları Akademisi adında bir sanat akademisi bulunmaktadır.9 Bilgievi bulunmaktadır. Resmî okulların yanında, toplam 12 özel okul vardır. Bunların 4 adedi Anaokulu, 3 adedi İlköğretim okulu, 4 adedi Lise ve 1 adedi Akşam Lisesi'dir. İlçede 3 üniversite vardır: İstanbul Arel Üniversitesi, İstanbul Aydın Üniversitesi ve Sabahattin Zaim Üniversitesi. 2009 yılından itibaren günümüze kadar faaliyetlerine devam eden, ilçesini Türkiye Basketbol Federasyonu tarafından oynatılmakta olan İstanbul altyapı liglerinde temsil eden Küçükçekmece Basketbol Gençlik ve Spor Kulübü bulunmaktadır. İlçede, Küçükçekmece Metin Oktay Stadyumu adlı bir futbol stadyumu yer alır. TEM Otoyolu ve E5'e yakınlığından dolayı ulaşım kolaydır. Tüm ilçede İETT seferleri mevcuttur. Sefaköy, Yeşilova ve Cennet Mahallesinde semtinde Metrobüs vardır ve yapılacak olan Marmaray'ın ilk durağı Halkalı'dır. İbn Teymiye Takıyuddîn ibn Teymiyye (22 Ocak 1263 - 26 Eylül 1328), Selef/Selefiyye anlayışının en önemli âlimlerinden ve görüşleri çeşitli İslâm âlimlerini ve akımlarını etkilemiş olan âlim. Tam adı "Ebu'l-Abbas Takıyyuddîn Ahmed bin Abdülhalîm bin Mecdiddîn bin Abdüsselâm bin Teymiye" (Arapça: تقي الدين أبو العباس أحمد بن عبد السلام بن عبد الله بن تيمية الحراني) olan İbn-i Teymiyye Harran'da Hicrî takvime göre 661 yılının 10 Rebiulevvel'inde doğmuştur. Doğum tarihinin 12 Rebiulevvel olduğunu söyleyenler de olmuştur. Moğol istilası yüzünden, çocukken ailesiyle birlikte Şam'a (Dimeşk) gitmişlerdir. O dönemlerde Şam bilim ve kültür açısından da çok önemli bir şehirdi. Moğol istilaları döneminde doğması ve yetişmesi onun karakterini etkilemiş, siyasî düşüncesinde de yansımaları olmuştur. İbn Teymiye'nin babası da bir âlimdi ve Şam'a geldikten sonra oradaki Emeviye Mescidi'nde bir ders ve vaaz kürsüsüne sahip olmuştur. Dedesi de büyük bir İslâm âlimi olan İbn Teymiye ailesi tarafından küçük yaşlardan itibaren ilmi bir kariyere yöneltilmiştir. Şam'a gelmelerinden sonra babası Sükkerriyye Dârulhadisin'de müderrislik yapmaya başlamıştır. İbn-i Teymiyye ilk eğitimini burada almıştır. Öncelikle Kur'an tahsili görmüş, daha sonra hadise yönelerek hadis çalışmalarına başlamıştır. Bu sıralarda Hanbeli fıkhıyla da ilgilenmiş bu konuda da çalışmaya başlamıştır. Bunların dışında Arap dili grameri ve Arap tarihiyle de ilgilenmiştir. Felsefe ve mantık konusunda yaptığı tenkitler düşünülürse büyük ihtimalle felsefe ve mantık ilimleriyle de ilgilenmiş , bu konularda çeşitli araştırmalar yapmıştır. Kendisi daha 21 yaşlarındayken babası vefat etmiştir. Babasının vefatı üzerine genç yaşına rağmen babasının ders grubuna da hocalık yapmaya başlamıştır. "İbn-i Teymiye" fakih (hukuk âlimi) ve muhaddis (hadis âlimi) kişiliğinin yanı sıra akaid konularında da çeşitli söylemlerde bulunuyordu. Özellikle yaşadığı dönemlerde yaygınlaşmaya başlayan sufizme karşı çoğunlukla isim vermeden genel tenkitlerde bulunmuştur. Bu konuda çeşitli risaleler de kaleme almıştır ki, genel söylemi ve bunlar sufizm eleştiri açısından onu önemli bir konuma koymaktadır. Özellikle Muhy'id-Dîn İbni Arabî'nin görüşlerine karşı getirdiği eleştiriler bu alanda önemli bir yere sahiptir. Akaid konularında Eş'ariyye mezhebine ters düşen düşünceleri vardı, akli veya felsefe ile mantığa dayanan yorumlardan kaçınmaktaydı. Bu dönemin Eş'ariyye mezhebine bağlı olan idarecilerini ve halkın büyük bir kısmını ona karşı olmaya itmiştir. Bu sırada gelişen bir Moğol istilası karşısında da aktif biçimde rol almış ve savaşmıştır. Özellikle savaştaki konumu, halkı ısrarla Moğollara karşı savaşa davet etmesi, onu diğer birçok âlimden ayırmıştır. Bu tip muhalif yönleri nedeniyle birçok düşman edinmiştir. Davet üzerine Mısır'a gitmeye karar vermiştir. Burada çeşitli şeyler bahane edilerek haksız bir şekilde zindana atılmıştır. Zindanda yaklaşık bir buçuk sene yattıktan sonra serbest kalmıştır. Zindanda kaldığı bu dönemde çeşitli işkencelere de maruz kalmıştır. Bundan sonraki dönemde Mısır'daki sufilerle arasında büyük çatışmalar ortaya çıkmıştır. Sık sık tartışmalara giriyor, büyük tenkitlerde bulunuyordu. Bu durum bir süre sonra idarenin tepkisini çekmiş bu genel kargaşa ve tartışma ortamını yatıştırmak için Teymiye yeniden hapsedildi. Yine de bu hapis süreci ilkine oranla daha hafif geçmiştir, zîrâ bu sefer dönemin kadıları onun yanında yer almış onun daha iyi şartlar altında ceza görmesini sağlamışlardır. Zaten kısa bir süre sonra da serbest bırakılmıştır. Fakat devrin yeni idaresi onun İskenderiye'ye sürülmesi kararına varır ve İbn Teymiye İskenderiye'ye gider. Mısır tahtı yeniden el değiştirince, İbn Teymiye Kahire'ye davet üzere geri dönmüştür. Ellili yaşlarındayken Moğollara karşı bir savaş çağrısı üzerine, tekrar Şam'a hareket etmiştir. Fakat savaş gerçekleşmemiştir. Yine de Şam'da ikamet etmeye devam eden İbn Teymiye fıkıh konusuna ağırlık vermiştir. Her ne kadar Hanbeli mezhebini takip etse de, mezhebe tamamen bağlandığı söylenemez. Zaman zaman dört fıkıh (hukuk) mezhebinin görüşlerine mutabık, zaman zaman ters görüşleri de oluyordu ve bunları açıklamakta tereddüt duymuyordu. İdarenin bu davranışını yasaklamasına rağmen, İbn Teymiye dört Sünni fıkıh mezhebinin görüşleriyle ters düştüğü durumlarda kendi görüşünü sunmaktan ve fetva vermekte geri durmamıştır. İdarenin yasağı tekrarlamasına rağmen İbn Teymiye'nin davranışını sürdürmesi sonucu, İbn-i Teymiye Şam kalesinde hapsedildi. Yaklaşık altı ay hapiste kaldıktan sonra serbest bırakıldı. İbn Teymiye fıkıh çalışmalarına ağırlık vererek devam etse de, diğer konularda da çalışmalarına devam eder. Bu sıralarda karşıtı gruplar onun eski fetvalarından birini ortaya atarak onun idare ile arasının açılmasına neden olmuş, sonuçta İbn Teymiye tekrar hapsedilmiştir. Hapis süreci içinde baskı artmış ve sonunda onun hapiste okuyup yazması da yasaklanmıştır. İbn Teymiye iki yıl sonra, 1328'te, yakalandığı bir hastalık sonucu vefat etmiştir. İbn Teymiye çok yönlü bir kişiliktir, İslâm hukuku ("fıkıh"), hadis ilmi ve siyasî düşünce başta olmak üzere birçok konuda uzmanlaşmış, önemli eser ve görüşler sunmuştur. İbn Teymiye bir mezhep kurma arzusunda olmadığı gibi, arkasından bir mezhep de kurulmamıştır. Yine de bir anlayış ve okulun öncüsü olmuş, ondan sonra bu okulu takip eden birçok ünlü âlim olmuştur; İbn Kesir gibi. Fıkıh konusunda her ne kadar özgün düşünceleri de olsa da İbn Teymiye genel anlamda İmam Hanbeli'den etkilenmiştir. Hanbeli mezhebini takip etmesinin en büyük nedeni Kitap ve Sünnete bağlılığıdır. Fakat bâzı konularda diğer mezheplerin görüşlerini de benimsemiştir. Yine bâzı konularda Dört Sünni İmam'ın görüşlerinin dışında kalan özgün düşünce ve görüşleri de vardır. Bunlardan en ünlü ve önemlilerinden biri de boşanmanın yemin olarak kullanılması konusundaki görüşüdür; boşanmanın yemin olarak kullanılmasını doğru bulmamış, çoğunlukla bu yemini eden kişinin eşini boşamak gibi bir niyeti olmadığını belirtmiş ve bu nedenle boşanma yemin konusu yapılmasının boşanmaya yol açmayacağını söylemiştir. Bu görüşünü Ehl-i Beyt imamlarından yaptığı bâzı rivayetlerle de desteklemiştir. Bunun dışında zaman zaman "Sünni Dört mezhep" imamının görüşlerine muhalif görüşler de beyan etmiştir. İbn Teymiye insanın fıtratı gereği medeni olduğunu, başka bireylerle birleşmeye hem çıkar değişimi hem de tehlikeleri bertaraf etmek için ihtiyaç duyduğunu düşünmüştür. Buna göre, onun düşüncesinde, topluluk içinde faydalı sonuçlar verecek eylemleri desteklemek ve emretmek, zararlı sonuçlar verecek eylemleri yasaklamak için topluluğun bir idareciye ihtiyacı vardır. Bu idareciye itaatin gerekliği olduğunu, fakat itaat gibi nasihatin de gerekli olduğuna vurgular; ona göre ""din nasihattir"". Bunun dışında kamu görevi, baş idareci ve idareci sınıfın özellikleri, otorite, devletin görevleri ve diğer âlimlerden farklı olarak devletin iktisadi siyaseti hakkında da görüş belirtmiştir. Ona göre devletin iktisadi yaşama müdahalesinde, özgürlük esas alınmalıdır. Özgürlüğün esas alınmasında iki noktaya dikkat eder; İbn Teymiye'nin adalet prensibi, yöneticinin seçimi, devletin dini ve ahlaki konulara müdahalesi, bireyin iktisadi özgürlüğü ve çalışmanın toplumsal değer konusundaki fikirleri de çarpıcıdır. İbn Teymiye'nin modern zamanlarda en çok vurgulanan fikri de devletin ahlaki ve dini temellere oturması,dini kanunlara bağlı olması gerektiğini düşünmesidir. Ahlaki ve dini temellere dayandığını ileri süren, dini kanunları benimsediğini ilan eden her türlü devlet yapı ve biçiminin de sürekli olarak öğüt ile geliştirilmesi ve sergilenen eksikliklerin böyle kapatılması gerektiğini savunurken, ahlaki ve dini temellere dayanmayan, dini kanunlarla hükmetmeyen devletin meşru olmadığını öne sürmüştür. Bu konudaki açıklamaları onun dönemindeki, İslâm'ı seçse de kültürel, hukuki ve siyasî geleneklerini koruyup uygulamaya devam eden bâzı Moğollara karşı verilmiştir. Teymiye'nin bu görüşleri büyük oranda Kur'an'da Maide suresi 44. ayetin tefsirine dayanır. Ayetin Türkçe meali ise şöyledir: Yine de İbn Teymiye'nin bu görüşlerini devrimci bir görüş olarak sunmamak g
erekir, zîrâ genel olarak "ümmet" uzun vadede varlığının sorunsuz devamının, ülke ve dinin korunmasının; yöneticinin veya yönetim biçiminin niteliklerinden daha önemli olduğunu vurgular. İslâm âlimlerindeki geleneksel ""bir gecelik anarşi bin yıllık zalim sultanın yönetiminden daha kötüdür"" fikri İbn Teymiye'de de bulunur. Nitekim kendisi dönemindeki saltanat şeklindeki İslâmi devlet yapısını eleştirmiş olsa da bu yapıya karşı ayaklanmamıştır. Yine de yönetim meşruiyeti konusunu şeriat açısından ele alması önemlidir. Özellikle İslâm devletler hukuku açısından İbn Teymiye'nin bu çıkarımları önemlidir. Tarihçiler İbn-i Teymiye'nin eserlerinin yaklaşık 300 cildi bulduğunu belirtmişse de bu eserlerin tümü bugüne ulaşamamıştır. Akaid konusunda bugüne ulaşmış yaklaşık 20 risalesi mevcuttur. Bu risalelerinin bir kısmı ile bâzı küçük kitaplar, "Mecm'uatü'r-resâil" ismi altında basılmıştır. Hristiyanlara İslâm dinini anlatmaya çalıştığı ve çeşitli Hristiyan doktrinlerini eleştirdiği "el-Cevabu's-sahih limen beddele dine'l-Mesih" isimli ünlü bir eseri vardır. Fıkıh konusunda birçok eseri bulunur, risalelerinden bir kısmı "Mecm'uatü'l-fetâva" ismi altında basılmıştır. Siyasî konularda "es-Siyasetu'ş-Şer'iyye fî İslâhi'r-Râî ve'r-Ra'ıyye" ve "el-Hisbe fi'l-İslâm" en önemli eserleridir. Bunların dışında tefsir, mantık ve cedel konularında çeşitli eserleri bulunur. "Nakdu'l mantık" ve Şia Rafiziler'in görüşlerini çürütmede en sahih kaynak olan "Minhâc'ûs-Sünne en-Nebeviyye" ünlü eserlerindendir. Tuzla İkitelli İkitelli (çalgı) İkitelli adındaki tamburalar, gerek Anadolu'da, gerekse Mısır ve Yunanistan gibi komşu memleketlerde geçen yüzyılın sonralarına kadar kullanılmakta devam etmişlerdir. Yunanistan'ın halk dilinde "iki telli" saz kelimesi kitelis şeklini almıştı. İkitelli saz bugün orada unutulmuş bulunduğu gibi, bizde de artık tek tük izleri kalmıştır. Bugün, 6 telli saz, "üç çift telli" demektir. 12 telli saz (4+4+4), yine "üç telli" demektir. Tacikistan Tacikistan (Tacikçe: Тоҷикистон, Tocikiston), resmî adıyla Tacikistan Cumhuriyeti, (Tacikçe: Ҷумҳурии Тоҷикистон) Orta Asya'da denize çıkışı olmayan bir ülkedir. Komşuları güneyde Afganistan, batıda Özbekistan, kuzeyde Kırgızistan ve doğuda Çin'dir. En büyük etnik grubun Tacikler olduğu ülkede tarihi ve kültürel olarak bölgede varlığını sürdüren Özbekler de bulunmaktadır. Ülkenin bulunduğu alanda Samanîler İmparatorluğu varlığını sürdürmüş. 20. yüzyılın başında Sovyetler Birliği kurulduktan sonra bu birliğin uzantısı olan Tacik Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti varlığını sürdürmüştür. Tacikistan'ın da içinde olduğu bölgedeki yerleşim MÖ 4000 yılına kadar inmektedir. Ülkenin batısı Tunç Çağı'na tarihlenen Baktria-Margiyana Arkeoloji Bölgesi içerisinde yer almaktadır. Kuzey batı Tacikistan'da bulunan ve MÖ 4000 yıllarına kadar yerleşim görülen Sarazm antik kenti UNESCO Dünya Mirası listesinde yer almaktadır. Bu dönemde Aryan halklarının halklarının göçüne sahne olan bölgede MÖ 13. yüzyıldan itibaren Soğd yerleşimi görülmeye başlamıştır. MÖ 6. yüzyılın ortalarında büyük bölümü Ahameniş İmparatorluğu egemenliğine geçen Tacikistan' da, I. Darius döneminde ekonomik ve ticari hayatta büyük oranda gelişti. Büyük İskender tarafından MÖ 330'da Ahameniş İmparatorluğu' nun yıkılmasıyla bölge Makedon krallığının egemenliğine girdi. İskender'in ölümünden sonra Seleukos İmparatorluğu hakimiyeti altına giren Tacikistan toprakları, MÖ 250 yılında satrap Diodotus tarafından kurulan Grek-Baktria Krallığı denetimine girdi. MÖ 150'den itibaren Tacikistan'ın kuzeyindeki Soğdian bölgesine Saka ve Yüeçiler'in göçleri başladı. Bu göçler neticesinde MÖ 125 yılında Grek-Baktria Krallığı yıkılmış ve bölgede şehir devletlerinin egemenliği görülmeye başlamıştır. MS 1. yüzyılda bölgeye Yüeçiler tarafından kurulan Kuşan İmparatorluğu hakim oldu. Kuşan İmparatorluğu' nun yıkılışından sonra Tacikistan'da 5. yüzyılda Ak Hun İmparatorluğu dönemi başladı. 7. yüzyıldaki kısa bir dönem Tibet İmparatorluğu hakimiyetinden sonra 8. yüzyılda yılında Emevîler bölgeyi kesin olarak kontrol altına aldı. Emevîler döneminde bölgede başlayan İslamlaşma, Abbâsîler döneminde daha da hızlandı. Abbasiler döneminde Maveraünnehir bölgesinin valileri genelde İranlılar’dan seçildiği için İran nüfusu etkili olmaya başladı. Samanîler (819-999) döneminde bölgedeki İslamlaşma ve İran kültürünün etkileri daha da etkili şekilde görüldü. Bu dönem Tacik ulusunun başlangıcı kabul edilmektedir. Kaşgarlı Mahmud tarafından, bölgenin Acem ülkesi haline geldiği ve kuzeye çekilmeyen Türkler'inde Acemleştiği ve Farsça konuşmaya başladığı söylenmiştir. 999 yılında Karahanlılar tarafından Samanîler devletinin ortadan kaldırılmasıyla Maveraünnehir bölgesinde yeniden Türk topluluklarının hakimiyeti başladı. 13. yüzyılda Moğol İmparatorluğu topraklarına katılan günümüz Tacikistan toprakları, 14. yüzyıl ortalarına kadar bu imparatorluğun bir parçası olan Çağatay Hanlığı' nın kontrolü altında kaldı. Daha sonra bölgede Timur İmparatorluğu' nun denetimi 16. yüzyıla kadar sürdü. 16. yüzyıl başlarından itibaren Buhara Hanlığı egemenliğine geçen Tacikistan toprakları, 18. yüzyıldan itibaren Buhara Emirliği ve Hokand Hanlığı tarafından idare edilmiştir. 19. yüzyıl ortalarından itibaren Orta Asya'da hakimiyet kurmaya başlayan Rus İmparatorluğu burada Rus Türkistanı valiliğini kurdu. 1876' da Hokand Hanlığı ortadan kaldırıldıktan sonra vasal olarak bağlı olan Buhara Emirliği' de 1920 yılındaki Sovyet işgali üzerine son bulmuştur. Sovyet Rusya içerisinde Buhara Özerk Sovyet Sosyalist Halk Cumhuriyeti olarak kurulan ve günümüz Tacikistan'ının kuzeyini de içeren ülke, 4 Mart 1921 tarihinde Buhara ile Sovyetler Birliği arasında yapılan anlaşma ile Buhara Sovyet Halk Cumhuriyeti adı ile tam bağımsızlığına kavuşturulmuştur. 14 Ekim 1924 tarihinde Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlı Tacikistan Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Daha sonra 1929’da Tacik Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne dönüştürüldü ve sonrasında Sovyetler Birliği' ne katıldı. Tacik Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra imar çalışmalarına başlandı. Ülkede petrol ve kömür yatakları işletmeye açıldı. Ülkenin ilk hidroelektrik santrali olan Varzob’un yapımına başlandı. 1928-1932 arasında beş yıllık kalkınma planı çerçevesinde Duşanbe başta olmak üzere birçok şehirde büyük işletmeler kuruldu. Kömür ve petrol yataklarının bulunmasıyla bunların üretimine de başlandı. Tirmiz-Duşanbe arasında ilk demiryolu inşa edildi. 1980-1990 yılları arasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği genelinde görülen ekonomik kriz neticesinde Tacikistan’da yoksulluk ve işsizlik artmaya başladı. Bir süre sonra ülkenin her tarafında toplantı ve gösterilerin yapılmaya başlanması, Duşanbe’deki meydanların göstericiler tarafından aylarca işgalinden sonra Devlet Başkanı Kahar Mahkamov istifa etmek zorunda kaldı. 9 Eylül 1991’de Tacikistan Parlamentosu bir deklarasyon yayımlayarak Tacikistan’ın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nden bağımsızlığını ilân etti ve 2 Mart 1992’de Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edildi. Ülkedeki iç karışıklıklar ve ekonomik kriz neticesinde İslâmî Yeniden Doğuş Partisi ve diğer muhalefetin desteğiyle ülkenin güney kesimindeki gösteriler sonrasında 1992 yılında iç savaş başladı. Sovyetler Birliği'nde gelişen Perestroyka'nın etkisiyle çok partili düzene geçilmesiyle birlikte 1990 yılında Tacikistan Demokratik Partisi kuruldu. Ancak 1995 yılında yapılan seçimlerde ülkedeki yoksulluğun da etkisiyle Tacikistan Komünist Partisi 181 sandalyeden 60'ını kazanarak mecliste hakim duruma geldi. Tacikistan'ın 1991 yılında bağımsız olmasının hemen ardından ülkede bir iç savaş başladı. Meclis İslami nitelikte bir partinin kurulmasını yasakladı. 1992-1993 yıllarında şiddetlenen çatışmalar, 1997 yılında hükümet ile isyancılar arasında uzlaşmanın sağlanmasıyla son buldu. 6 Kasım 1994 tarihinde yapılan referandumda % 88 oyla yeni anayasa kabul edildi. Emomali Rahmanov, Tacikistan Devlet Başkanı seçildi. Tacikistan'da 2000 yılından itibaren istikrar sağlanmış ve ülkenin yeniden inşasına başlanmıştır. Fakat Afganistan'da yaşanan çatışmalar nedeniyle sınır güvenliği için büyük çoğunlukla Tacik astsubay ve askerlerin bulunduğu Ruslara ait 201.Motorize Piyade Tümeni'nin bölgede varlık göstermesine izin verilmiştir. 2000 yılında yapılan yasama seçimlerinde Tacikistan Komünist Partisi yine birinci olmuştur. 1999-2000 yıllarında Özbekistan'da teröre sebep olan militanlar da üs olarak Tacikistan'ı kullandı. Bununla birlikte 2001 yılında ABD'nin Afganistan'da Taliban'ı devirmek için başlattığı işgalde bu ülkedeki Tacikler de zor durumda kaldı. Taliban, ABD'nin işgali sırasında binlerce Tacik vatandaşını öldürmekle tehdit etti. Yolsuzluk, suç, AIDS vakalarının artması, ekonomik bozulmalar, Afganistan'dan Avrupa'ya yönelen uyuşturucu ticaretinde transit geçiş noktasında olması gibi etkenler ülkenin en önemli sorunlarıdır. 13 Mart 2005'te yapılan Tacikistan meclis genel seçimlerinde Demokratik Toplum Partisi % 64,51 oyla birinci gelmiş ve 49 sandalye kazanmıştır. Tacikistan Komünist Partisi % 20,63 oyla ikinci gelmiş ancak sadece 4 milletvekilliği kazanabilmiştir. Laiklik yanlısı İslami Rönesans Partisi % 7,48 oyla 2 milletvekilliği kazanırken, Demokratik Parti, Sosyalist Parti ve Adalet Partisi'nin kurduğu koalisyon da % 7,36 oy almıştır. 1 Mart 2015'te yapılan seçimlerde ise Demokratik Toplum Partisi % 65,4 oyla 51 sandalye kazanırken, sosyalist eğilimli Agrarnaya Partiya (Tarım Partisi ) % 11,7 oy oranıyla 5 milletvekili çıkarmıştır. Ekonomik Reform Partisi % 7,5 oyla 3, Sosyalist Parti ise % 5,5 oy oranıyla 1 milletvekilliği kazanmıştır. Ülkede en büyük etnik grup %79,9 oranla Tacikler, 2. etnik grup ise % 9,8 oranla Özbekler, 3. büyük etnik grup ise % 1 'lik bir oranla Ruslardır. Diğer belirlenemeyenler % 6'lık bir kesimi oluştururlar. Resmi dil Tacikçe olmasına rağmen, yakın çağdaki etkileşimlerden dolayı Rusça da kullanılır ama Rusça'nın re
smi bir statüsü yoktur. Ülkede insanların mensup olduğu en büyük din İslam'dır. Halkın %95'i Sünni Müslüman, %2'si ise Şii Müslüman'dır. Geri kalan %3'lük gibi bir kısmı Hristiyanlar oluştururlar. Ülkede Hristiyan'lar daha çok Rus Ortodoks Kilisesi'ne mensupturlar. Ülkenin denize kıyısı yoktur. Denize kıyısı olmadığından ve bulunduğu yükseklikten dolayı sert bir iklime sahiptir. İklimi özetlersek, iç kısımlarda kıtasal, Pamir dağlarında yarı çöl ve kutupsal iklim görülmektedir. İkitelli, Küçükçekmece İkitelli, İstanbul'un batısında Küçükçekmece ve Başakşehir sınırları içeresinde yer alan semt. 1980'lerin başında Eminönü, Karaköy gibi semtlerde bulunan imalatcı ve sanayi sektörlerini şehir dışına taşımak için art arda başlayan İkitelli Organize Sanayi Bölgesinde yer alan imalatcı siteleri ve İstoç ile 20 sene içinde çok büyük bir değişme göstermiştir. Bu sitelerin getirdiği gecekondulaşmanın yanında semt içinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Başakşehir isimli toplu konutların yapılması ve Olimpiyat Köyü ile Atatürk Olimpiyat Stadyumu için bu bölgenin seçilmesi ile çok hızlı bir gelişme yaşamıştır. Semte bağlı Mahalleler Mehmet Akif mahallesi, Atatürk mahallesi, Ziya Gökalp mahallesi olup son mahalle 2009'da Başakşehir'e geçmiştir. Semtin nüfusu 1980'lerin başında yoğun göçle birlikte artmıştır.İkitelli Sanayi sitesi ile sanayide büyük bir ivme kazanmıştır.İETT'nin merkezi 1986'da buraya taşınmıştır. İkitelli Organize Sanayi Bölgesinin yine bu tarihlerde temeli atılmıştır, ayrıca Başbakanlık Toplu Konutlarının yapımınıda 4 etap olacak şeklinde başlanmıştır. Tüm bunların temelini Başbakan Turgut Özal tarafından atılmıştır. Turgut Özal'ın en büyük projelerinden biri organize sanayi bölgesidir. Organize sanayi bölgesinde yer alan halı yıkama organize saniyi bölgeside bulunmaktadır. Yapı itibarı ile Avrupa'nın en büyük organiza sanayi bölgesidir. Nasıl ki Adnan Menderes kendi adını taşıyan Aksaray'daki Menderes Bulvarını yaptırdıysa, Turgut Özal da İkitelli Organize Sanayi Bölgesini yaptırmıştır. İkitelli Organize Sanayi Bölgesi İkitelli Organize Sanayi Bölgesi. İstanbul’da özellikle Fatih, Eminönü, Kâğıthane ve Haliç çevresine yayılan ve çıkardıkları atık, duman, gürültü vb. ile insan sağlığına zararlı unsurlarla çevreyi kirleten, bu suretle kent ve kent insanına zarar veren, ayrıca şehircilik açısından olumsuz bir durum ortaya çıkaran küçük ve orta boy sanayi işletmelerini, meskun alanlar dışında şehircilik ilkelerine uygun ve her türlü altyapısı hazırlanmış alanlarda toplayarak, çevreye zarar vermeden faaliyetlerini sürdürmelerini sağlamak amacıyla İkitelli'de 1981 yılında kurulan organize sanayi bölgesi. Divan edebiyatı Divan edebiyatı, Türklerin, müslümanlığı kabul etmelerinden sonra islam medeniyetini etkisinde ortaya koydukları edebiyat türüdür. İslami edebiyat, yüksek zümre edebiyatı, havas edebiyatı, saray edebiyatı, enderun edebiyatı, klasik edebiyat, eski edebiyat gibi adlarla da anılan bu edebiyat en yaygın kullanımla Divan Edebiyatı adıyla anılmıştır. Bunun nedeni şairlerin manzumelerini topladıkları eserlere Divan denilmesidir. Divan Edebiyatı, saray ve medrese çevresinde aydın topluluğun edebiyatı olarak gelişti. Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra medrese kültürü ile yetişen şairlerin Farsça’yı edebiyat dili olarak benimsemeleri, aruzun Türk Edebiyatına da girmesini sağladı. Divan şiiri, kurallarını Arap ve Fars edebiyatından alan aruz vezni ile yazıldı. Gazel ve kasidenin Arap, mesnevi ve rubainin Fars edebiyatı kökenli olmasına karşılık daha az kullanılan tuyuğ ve şarkı Türklerin Divan edebiyatına kazandırdığı nazım şekilleri olmuştur. Genellikle aşk temalı şiirler yazılırken, söz sanatına ve mazmunların kullanımına çok önem verildi. 19. yüzıldan sonra Divan edebiyatı gittikçe zayıflamaya başladı. Büyük şair ve yazarların yetişmemesi, yetişen şairlerin kendisinden öncekileri taklit etmesi ve son olarak Namık Kemal başta olmak üzere Divan edebiyatının konusuna yönelen tenkitler bu edebiyatın gözden düşmesine yol açtı. Batı edebiyatının etkisindeki Tanzimat edebiyatı ile birlikte yeni biçimler ve konular kullanılmaya başlandı. Türkiye topraklarında Divan edebiyatının ilk örnekleri 13. yüzyılda ortaya çıkmıştır. 13. yüzyılın sonunda Horasan'dan gelip Konya'ya yerleşen Hoca Dehhânî, İran klasik edebiyatını örnek alan ilk klasik Türk şairi olarak kabul edilir. Selçuklu sarayında bulunmuş, eğlence ve irfan meclislerine katılmış olan Hoca Dehhânî, dönemindeki çoğu şairin dinî-tasavvufî konularla ilgili eserler kaleme almasına karşılık içki meclisleri gibi dünya zevklerini, dünyevî aşkın çeşitli yansımalarını, hayatın geçiciliğini, bu yüzden içinde bulunulan zamanı hakkıyla yaşamak gerektiğini nakleder. Bu özelliğiyle Dehhânî din dışı edebiyatın Anadolu'da gelişen Divan edebiyatındaki ilk temsilcisidir. Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmasından sonra kurulan Anadolu beyliklerinin merkezinde Farsça'dan Türkçeye geniş bir çeviri hareketi gerçekleşti. Uçlarda Türk dili ve halk kültürü egemendi. Türkmen beyleri yüksek Fars kültürüne yabancı idiler. Bu kültürü onlara saraylarında musahib şairler aktaracaktır. Bu devirde özellikle İran şairlerinin kaside ve gazellerinde işlenen içki, aşk, tasavvuf, eğlence konuları, onların kullandıkları imgeler, başvurdukları benzetmeler Türkçeye aktarıldı. Gene bu örneklere dayanan aşk, serüven, tasavvuf konularıyla ilgili mesneviler yazılıyordu. Ancak uzun ünlüsü olmayan Türkçenin aruz veznine uydurulması güçlükler yaratıyordu. Böyle olduğu halde başlangıçta Türkçe sözlere, deyimlere hatta atasözlerine şiirde geniş yer veriliyordu. 13. yüzyılın sonu 14. yüzyılın başlarında Mevlevîler arasında manzumeler söyleyen bir tür gûyende(okuyucu) olduğu bilinen Şeyyad Hamza'nın Kuran-ı Kerim’de Ahsenü’l-Kasas olarak adlandırılan, Yûsuf suresi'nin kaynaklık ettiği Yûsuf Peygamberin hikâyesini anlattığı "Yusuf ile Zeliha" mesnevisi divan edebiyatında Anadolu sahasında kaleme alınmış ilk Türkçe Yusuf ile Zeliha mesnevisidir. Mevlana'nın Mesnevisinden ilham alarak yazılan ve adeta Türkçe bir Mesnevi olan "Garibnâme" (1330) mesnevisinin sahibi olan ve Yunus Emre yolunda şiirleri bulunan Kırşehirli Aşık Paşa, İlhanlılar'ın Anadolu valisi Timurtaş'ın vezirlerindendi. Aşıkpaşa gibi Kırşehirli olan Gülşehrî bu dönemin kuşkusuz en önemli şairidir. İran'ın en önemli şairlerinden Ferîdüddin Attâr'ın "Mantıku't-Tayr" adlı eserini genişleterek Türkçeye çeviren Gülşehrî eserleri ile 14. Yüzyıl boyunca Anadolu’daki klasik Türk edebiyatının gelişmesinde büyük rol oynayacak olan Germiyanlı şairler üzerinde kuvvetli tesiri bulunur. "Süheyl-ü nevbahar" (1350) mesnevisinin sahibi Mes'ûd, Türkçeye tercüme ettiği "Kelile ve Dimne" çevirisini Aydınoğulları beyliğinde kaleme almıştı. "Hüsrev ü Şirin" (1367) mesnevisinin yazarı Fahrî de, Aydınoğulları beyliğinde yetişmişti. Mes'ûd ve Fahrî'nin eserleri Germiyanlı şairlerin ortaya çıkmasından önceki ilk Türkçe aşk-macera romanlarıdır. Germiyanlı şairler Türkçeyi aruz veznine uydurarak klasik Türk edebiyatının temelini atmışlardır. Germiyanlı şairlerden Şeyhoğlu Mustafa, Şeyhî ve Ahmedî divan dili ve sanatındaki orijinallik ile, Osmanlı klasik edebiyatının kurucuları arasında sayılmaktadır.Yıldırım Bayezid padişah olmadan önce Kütahya sancakbeyi olarak Germiyan topraklarına yerleştiğinde Germiyanlı şairlerden bazıları Osmanlı hizmetine girdiler. Germiyanlı saray şairleri arasında Şeyhoğlu Mustafa önde gelen ilk şair sayılmaktadır. Şeyhoğlu aşk hikâyesi "Hurşid ve Ferahşad"ı efendisi Germiyan beyi Süleymanşah için yazmış ancak onun ölümü üzerine Kütahya'da sancakbeyliği yapan Yıldırım Beyazıd'a sunmuştur. Diğer Germiyanlı şairler gibi Şeyhoğlu da Osmanlıların Timur darbesinden sonra Yıldırım Beyazıd’ın oğlu Emir Süleyman'ın himayesine girmiştir. Edebiyat tarihçileri 15. yüzyılın divan şairlerinin en başında Şeyhî'yi anarlar. Germiyanoğulları beyliğinde yetişen Şeyhî de Yıldırım Beyazıd'tan sonra sırasıyla Emir Süleyman, Çelebi Mehmed ve II. Murad'a musahib olmuştur. Şeyhî'nin divanı dışında başlıca eserlerinden biri klasik Türk divan edebiyatında eşi benzeri olmayan "Harnâme"dir. Aynı zamanda bir hekim olan Şeyhi; Çelebi Mehmed'i tedavi edince, Çelebi Mehmed ona bir köy hediye eder. Köye doğru giderken Şeyhî, yolda soyulur ve dövülür. Bunun üzerine Harnâme'yi kaleme alır. Eserde kaderi yük taşımak olan bir eşeğin semiren öküzlere özenmesi üzerine başına gelenler mizahi bir dil ile hicvedilmiştir. Şeyhî’nin Harnâme adlı eserinin Türk Edebiyatında önemli bir yerinin olmasının ilk hiciv metni olarak kabul edilmesinin yanında Türk edebiyatının ilk Fabl örneği olarak kabul edilmesidir. Ancak edebiyatçılara göre Şeyhî'nin şaheseri, onun İran şairlerinden çok fazla ilhamlar ve izler taşıyan Osmanlı padişahı II. Murad'a sunduğu "Hüsrev ü Şirin" (1421-1429) adlı mesnevisidir. Divan'ı ve "Çengnâme" (1405) isimli mesnevisiyle tanınan Ahmed-i Dâ'i de ilk önce Yıldırım Bayezid daha sonra Emir Süleyman'ın hizmetine girmiş Germiyanlı şairlerdendir. Dâ'i'nin en başarılı eserlerinden Çengnâme devrinin yaşantısını, özellikle Emir Süleyman'ın işret meclislerini yansıtmıştır. Dâ'i, Emir Süleyman’ın Edirne'deki sarayında, onun işret meclislerinin baş konuğu olup bu meclisleri anlattığı Çengnâme'nin konusunu oluşturan "Çeng", kanuna benzeyen, dik tutularak çalınan bir sazdır. Eser, çengin 24 teli ve klasik musikinin 24 makamından hareketle 24 bölüme ayrılmıştır. Türk edebiyatında varlıkların konuşması ve kendilerini anlatması, Çengnâme'de görülür. Bu mesnevide konuşan varlıklar çeng isimli çalgı aleti ve onu oluşturan ipek teller, servi ağacı, ceylan derisi ve at kılıdır. Germiyanlı şairler arasında eserlerinin genişiliği ve sanatı bakımından en önde geleni Ahmedî'dir. Germiyan'da yetişip daha sonra Osmanlı hizmetine giren, "İskendername" ve "Cemşid ü Hurşid" adlı mesnevileriyle tanınan Ahmedî'nin, Osmanlı şiirinin temellendirilmesinde önemli bir yeri vardır. Ahmedî'nin Edirne'de Yıldırım Bayezid’ın oğlu Emir Süleyman’a sunduğu ve sekiz bin b
eyitten oluşan "İskendername" mesnevisi Türk edebiyatında kaleme alınan ilk İskender romanıdır. Ahmedî'nin, yine 1403 yılında Emir Süleyman'ın isteği üzerine kaleme aldığı "Cemşid ü Hurşid" adlı mesnevisi onun en çok tanınan eserlerinden biridir. Ahmedî, Çemşid’i Hurşid’i İranlı şair Salman Saveci’nin aynı adı taşıyan 1700 beyitlik eserinden Türkçeye tercüme etmesinin yanı sıra beş bin beyite çıkaracak kadar esere kendisinden çok şey katmıştır. Ziya Paşa 19. yüzyılda, Ahmed Paşa, Necâtî ve Zâtî olmak üzere üç şairi, “Türk şirine temel koyan üç şair” olarak tarif etmiş ve Ahmed Paşa’yı Şeyhî ile Necâtî arasında yetişen şairlerden en büyüğü olarak kabul etmiştir. Fatih Sutan Mehmed ve Sultan II. Beyazıd dönemlerinde kazaskerlik, vezirlik, sancak beyliği ve kadılık gibi yüksek görevlerde bulunmuş olan ve kendi çağında "şairlerin sultanı" olarak bilinen Ahmed Paşa'nın (ö.1497) ünü Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını aşmış, daha o hayattayken İran, Orta Asya ve Hindistan’a kadar ulaşmıştır. Edirne’de dünyaya gelmesine rağmen hayatının büyük bir kısmını Bursa’da geçirdiği için Bursalı olarak tanınan Ahmed Paşa, hem gazel hem de kaside nazım şekillerinde başarılı eserler ortaya koymasına ve birçok tezkirecinin Ahmed Paşa’nın şiirlerinden takdirle bahsetmesine rağmen bazı edebiyat eleştirmenleri onu İran edebiyatının basit bir taklitçisi ve aktarıcısı olarak görmüşlerdir. Türk divan şiirinin gelişme döneminin en önemli isimlerinden biri olan Necâtî, o döneme kadar Türk divan şiirini fazlasıyla etkileyen İran şiirinden uzaklaşarak, halkın diline ve kültürüne önem vererek bunu şiirine yansıtmıştır. 16. yüzyılın büyük Osmanlı şairlerini etkileyen ve hatta 19. yüzyılda Ziya Paşa tarafından Türk şiirine temel koyan şairlerin üçüncüsü olarak anılan Zâtî'nin, Latifiye gore 3000 gazeli, Aşık Celebi ise 1600-1700 gazeli ve 400 kasidesi bulunduğunu belirtilmektedir. Orta Asya'da Çağatay Hanlığı topraklarında ortaya çıkan Uygur Türkçesi'nin bir kolu olarak gelişen Çağatay Türkçesi 15. yüzyılın sonunda özellikle Timurlular devrinde klasik bir mahiyet alarak, zengin bir edebiyat dili haline geldi. Timurlu hükümdarı Hüseyin Baykara'nın veziri Uygur Türkü Ali Şîr Nevâî, Türkçe yazan şairler arasında en seçkini olarak yükseldi. Muhakemetü'l-Lugateyn adlı eserinde Türk dilleri ve kültürü ile İran’ınkileri karşılaştırarak Türk dillerinin ve kültürünün üstünlüğünü kanıtlamaya çalıştı. 15. yüzyılın son yarısından başlayarak Tanzimat devrine kadar bütün Osmanlı şairleri edebi kültürlerini tamamlamak için Çağatay lehçesini öğrenip Nevâî’nin eserlerini okudular ve aynı lehçe ile ona nazireler yazdılar. Doğu Türkçesinin Ali Şîr Nevâî ile ulaştığı klasik olgunluğun Batı Türkçesindeki en büyük temsilcisi Fuzûlî oldu. Bazı edebiyat otoriteleri tarafından sadece Azerbaycan sahasının değil tüm Türk edebiyatının en büyük klasik şairi olarak gösterilen Fuzûlî, Kanunî Sultan Süleyman'ın 1534'te Bağdat seferinden sonra padişaha beş kaside takdim edip ardından Veziriazam Pargalı İbrahim Paşa, Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi gibi şahsiyetlere de kasideler sunarak Osmanlı devlet adamlarının himayesine girmeye çalışmıştır. Ayrıca Bağdat seferine katılan Osmanlı şairlerinden Hayâlî ve Taşlıcalı Yahya ile de tanıştığı ve onlarla dostane münasebetler kurduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Kanûnî Sultan Süleyman daha Bağdat’tan ayrılmadan Fuzûlî’ye maaş bağlanacağına dair söz verip sonradan bu maaş gündelik 9 akçe gibi onun azımsadığı bir miktardan ibaret kalınca yeni bir ilâve gerçekleşmiş, ancak şair yine de ünlü "Şikâyetnâme"sini kaleme alarak memnuniyetsizliğini belirtmiş ve Türk edebiyatının en güzel örneklerinden birinin ortaya koymuştur. Fuzûlî’nin "Leylâ ile Mecnûn"’u Türk edebiyatındaki en önemli lirik yapıtlardan biri olarak kabul edilmektedir. Fuzûlî, eserinin yazılış sebebini anlatırken İstanbullu birtakım şairlerin kendisinden bir Leylâ ile Mecnûn hikâyesi yazmasını istediklerinde bunu bir imtihan olarak kabul ettiğini ve eserini kısa zamanda yazıp bitirdiğini söyler. Fuzûlî’nin bahsettiği şairler Kanûnî’nin Bağdat seferine katılan Taşlıcalı Yahyâ, Hayâlî, Celâlzâde Mustafa Çelebi ve Üsküdarlı Aşkî’dir. Fuzûlî'nin Osmanlı şiirindeki etkisi Zâtî, Hayâlî ve Taşlıcalı Yahyâ gibi birçok Osmanlı şairinin onun şiirlerine nazireler yazması ile görülür. Fuzûlî’nin şiir dili devrinin Osmanlı Türkçesi’nden uzak değildir. Onun hem Azerbaycan hem de Anadolu sahasında sevilmiş olmasının sebeplerinden biri bu özelliği olduğu kabul edilir. Fuad Köprülü, Fuzûlî’yi Osmanlı ve Azerbaycan edebiyatlarının müşterek bir şahsiyeti kabul etmenin edebiyat tarihi bakımından gerekli olduğunu söylemiştir. Birçok araştırmacıya göre 16. yüzyıldan itibaren Divan edebiyatı zirveye ulaşmıştır. Klasik edebiyatın Ali Şîr Nevâî ve Fuzûlî ile ulaştığı olgunluğun Osmanlı şiirindeki en büyük temsilcisi ise Bâkî oldu. Özellikle Kanunî Sultan Süleyman ile yakın ilişkileri olan Bâkî, daha sonra II. Selim ve III. Murat zamanlarında da hem saraydan hem halktan büyük bir itibar ve ilgi gördü. Vefat etmeden "Sultanüş'şuâra" yani "Şairlerin Sultanı" diye anılmaya başladı. En önemli eserlerinden biri Kanunî Sultan Süleyman'ın vefatı üzerine yazdığı "Mersiye-i Hazret-i Süleyman Han" isimli Kanuni mersiyesidir. Bu mersiye terkib-i bend şeklinde yazılmış; hem teknik olarak güçlü yapısı hem de ahengi ve dönemin ruhunu, özellikle edebiyat tarzını, güzel bir şekilde ifade ettiği için en ünlü mersiyelerden birisi olmuştur. 17. yüzyılda Nâbi, oğluna nasihat vermek maksadıyla yazdığı Hayriyye isimli mesnevisi ile Divan edebiyatında didaktik şiir gelişti. Diğer taraftan kasideleri ile kendisinden sonrakiler üzerinde önemli bir tesire sahip olan Nef'i, devlet adamları başta olmak üzere toplumun farklı kesimlerini hedef alan hicivlerinden dolayı idam edildi. Evliya Çelebi, 10 ciltlik Seyahatnâmesi ile nesirde gezi türü zirveye ulaşırken, Kâtip Çelebi de tarih ve coğrafya başta olmak üzere sayısız konu hakkında yazdığı eserlerle Divan nesrine önemli katkılarda bulundu. 18. yüzyılda Divan şiirinde hem dil hem de içerik bakımından birçok yenilik yapan Nedim, neşe ve yaşam dolu şiirleri ile Lale Devri İstanbul'unu anlattı. Sebk-i Hindi tarzının önemli bir temsilcisi sayılan Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk adlı eseriyle tasavvuf ve sembolizmi bir araya getirdi. Dilde, temalarında halk söyleyişine, halk beğenisine yaklaşma eğilimine karşılık Fehim-i Kadim, Naili, Neşati, Şeyh Galip gibi şairler iç içe tamlamalara, karmaşık imgelere dayanan Sebk-i Hindi akımının temsilcisi oldular. 19. yüzyılda, Batılılaşma sonucunda oluşan karmaşık ve kendi değerlerine karşı yapılan eleştiri sonucunda Divan Edebiyatı artık gözden düşmüştür. Edebiyatı ilk eleştiren düşünür, Namık Kemal'dir. Tanzimat'la birlikte, Türk edebiyatında Batı etkisinde yeni biçimler, konular denenmeye başlanmıştır. Böylece, Divan Edebiyatı önemini yitirmiş; Cumhuriyet Dönemi'nde Yahya Kemal Beyatlı ve Arif Nihat Asya gibi şairler, Türk edebiyatında aruz ölçüsüyle (vezniyle) yazılan son şiirleri kaleme almıştır. Divan edebiyatının "divan sahibi son şairi" ise Hamâmîzâde İhsan Bey'dir. Nazım, sözlük anlamıyla "sıra", "düzen" demektir. Ama Divan edebiyatında nazım dendiğinde şiir anlaşılır. Divan şiiri, kuralları Arap ve Fars edebiyatından alan aruz ölçüsüyle (vezniyle) yazılmıştır. Bununla beraber, Nedim ve Şeyh Galip gibi bazı şairlerin hece ölçüsüyle yazılmış şiirlerine rastlamak mümkündür. Aruz ölçüsünde (vezninde) açık ve kapalı heceler çeşitli kalıplarda, kendilerine özgü bir düzen içinde sıralanır. Şairler eserlerini yazarken seçtikleri kalıba mutlaka uymak zorundadır. Aruz, esas olarak hecelerin uzunluğu ve kısalığı temeline dayanan bir şiir ölçüsüdür. Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra medrese kültürü ile yetişen şairlerin Farsça’yı edebiyat dili olarak benimsemeleri, aruzun Türk Edebiyatına da girmesini sağlamıştır. Aruz ölçüsü nazım şekillerine göre değişik kalıplarda kullanılır. Örneğin; Rubaî nazım şekli ahreb ve ahrem adı verilen belli aruz kalıplarıyla yazılabilir. Rubai'de mısralar; a+a+b+a şeklinde kafiyelidir. Mısra Divan şiirinde aruz vezinli yazılmış bir satırlık nazım parçasıdır. Divan şiirinde en küçük nazım birimi mısra olmakla beraber, esas olan beyittir ve bu Arap edebiyatından gelmiştir. Arapça sözlük anlamı ile "beyt" ev demektir; mısra ise, çift kanatlı bir kapının kanatlarından her birine verilen addır ve beyitten ayrıdır. Fakat az olsa da, tek başına bir mısra şekilnde bulunan bir nazım şekli de bulunmaktadır. Buna "mısara-i azade (azade mısra)" adı verilir. "Âzâde mısralar" bir şair tarafından hazırlanmış olan divanın en sonunda yer alırlar. Şair "azade mısraları" tek bir mısra halinde söyler ve diğer herhangi mısra ile hiç bağlantı kurmaz. Örnek: Güzel söylenmiş ve herkesçe beğenilmiş bir mısra bazan tek başına olarak tanınır. Bunlar "azade mısra" olabildikleri gibi çok kere bir beyit parçası olabilirler. Bunlara "mısra-i berceste (berceste mısra)" adı verilir. Örnek: Bu güzel söylenmiş mısra bir beyit parçasıdır ve "azade mısra" değildir ama tek bir "mısra-ı berceste" olarak bilinmektedir. Aynı vezinle yazılmış iki mısraya "beyit" adı verilir. Beyit Divan şiirinin en önemli birimidir. Beyti meydana getiren iki mısra anlamca da ilişkili olması gerekir. Beyiti oluşturan iki mısra birbirlerine ya kafiyeli olabilirler ya da kafiyesiz olurlar. Beyitin ana öğeleri anlam ilişkisi ve aynı vezinde olmasıdır ve bir beyitte iki mısra kafiyeli veya kafiyesiz olabilirler. Divan şiirinde beyit esas olduğu için anlamın bir beyit içinde tamamlanması ana kuraldır. Ancak istisnalar da görülür. Anlam bir beyitte tamamlanamayıp yardımcı beyitlerle anlam tamamlanmaktaysa bu beyitlere "merhun" adı verilir. Beytin iki mısrasını birbirlerine kafiyeli olarak hazırlamaya tasri denir ve bu türlü yazılan beyite "'musarra" denir. Bir divanda iki beyiti kafiyeli beyitler iki şekilde bulunabilirler. Birinci halde iki mısra kafiyeli beyit tek başına altındaki beyit ve üstündeki beyit ile hiç bağlantısı olmadan bulunur. Bu türlü altınd
aki ve üstündeki beyitlerle ilişkisi olmayan birbirine kafiyeli iki mısralık beyite "mufred" adını veren edebiyatçılar bulunmaktadır. Halde ise birçok beyitlerden kurulu bir şiirin en başında biriyle kafiyeli iki mısradan oluşan beyitler bulunur. Bu tür kafiyeli iki mısradan oluşan beyitin başta olması gazel ve kaside türünde şiirler için bir kuraldır ve bu türlü şiirlerdeki bu türlü beyite "'matla" adı verilir. Bu Fuzuli'nin bir gazelinden alınan iki beyittir. İlk beyitteki iki mısra "tasri"dir yani kafiyelendirmiştir; beyit "musarra"dır. Bu gazelin baslangıç beyiti olduğu için "matla"dır. İkinci beyitteki iki mısra kafiyeli değildir. Ölçülü ve kafiyeli söz ya da yazıya "manzum" ya da "manzume" denir. Şiirde mısra sayısı, beyit veya dörtlük sayısı, sıralanış düzeni, kafiye yapısı gibi dış özelliklerin tümü, nazım biçimini oluşturur. Divan şiirinde pek çok nazım biçimi vardır. Gazel: En sık rastlanan ve sevilen şiir türüdür. En az 5 beyitten oluşur. Aşk, ayrılık, güzellik gibi kavramları işler. Yukarıda verdiğimiz gazel aynı zamanda bir "musammat gazel"dir. Yani hem yatay okunduğunda, hem de dikey olarak okunduğunda kâfiyeli ve anlam bütünlüğüne sahiptir. Şu şekilde de okunabilir: Kasîde: 17 beyitten uzun olan ve daha çok bir şahıs veya dini, tarihi önemli bir konuyu ele alır. Kıt'a: Dört mısrâdan oluşur. Aşk teması, divan şiirinin merkezini oluşturur. Divan şiirinde Kur'an, hadisler, Muhammed ve kutsal kişilere ilişkin rivayetler, tasavvufun ortaya attığı sorular da işlenmiştir. Divan şiirinde, Türk kültürüne ilişkin ögelerden de yararlanılmıştır. Divan Edebiyatı eserlerinde aşk, aşık-maşuk kalıbı her zaman bulunur. Aşk uzlaşımsaldır; yani temel özellikleri hiç değişmez. Mesela bütün aşklar tek yanlıdır, aşık hep sever, acı çeker, hiçbir karşılık görmez, her zaman sevdiğinden ayrı kalışını dile getirir, ayrıca rakipleri de vardır. Bu yüzden, her zaman kıskançlık içinde kıvranır durur. Sevilen ise hemen her zaman aşığına ilgisiz davranır, onu tanımazlıktan gelir. Sevilen hep bir sultan, efendi, sahip kimliğinde gösterilir. Sevilen şah, aşık ise kuldur. Aşık için en tehlikeli durum, sevilenin eziyet ve cefa çektirmekten vazgeçmesidir. Divan şiirinde betimlenen sevilen tipi de tektir ve değişmez. Bütün divan şairleri farklı çağrışımlara yol açabilecek mazmunlar kullansalar da, gerçekte tek bir tip sevilen imajı çizerler. Bu geleneksel sevilen tipinin, "boyu servi gibi uzun, beli ince, saçları uzun ve siyah, yanakları gül kırmızısı, gözleri siyah, bakışları kılıç gibi keskin, ok gibi yaralayıcı"dır. Başka bir özelliği de, sevilenin hep genç oluşudur. Böyle betimlenen sevgilinin aşığının (yani şairin) gözyaşı "Nil" ya da "Fırat" ırmakları gibi akar. Hatırlatmak gerekir ise, Divan şiirinde, bütün şairlerin kullandığı bu tür benzetmelere “mazmun” denir. Mazmunları yerli yerinde ve başarılı bir biçimde kullananlar başarılı şair sayılırdı. Divan şiirinde aşk iki türlü işlenmiştir: Dünyevi aşk ve ilahi aşk. Aşk konusu şairin dünya görüşüne koşut olarak anlam kazanırdı. İlahi aşk konusunda, tasavvuf yoluna giren şair için amaç mutlak güzellik olan Tanrı’ya kavuşmaktır. Bu da ancak maddeden sıyrılıp benliği yitirmek ve aşk (dervişlik) yoluna girmekle olur. İlahi aşk; maddi aşkla başlar: Dünya üstündeki bir güzele aşık olan şair, dünyanın güzelliklerine aşık olan şair, bu durumu soyutlama yoluyla ilahi aşka dönüştürür ve Tanrı’nın benliğine kavuşmaya çalışır; Tanrı’da kendi benliğini eritme anlamına gelen “fenafillah” aşamasına erişince de gerçek mutluluğu bulur. Ancak, bu aşama ölümden sonra gerçekleşebilecektir. Divan şiirinde sevilenin, erkek kimliğinde görülmesi, doğrudan doğruya tasavvuftan kaynaklanır. Yunan düşünürü Platon’a kadar uzanan bu yaklaşımda, en saf ve en gerçek aşk önemlidir; tensel zevkler ve cinsellik söz konusu edilemez. Tensel zevkler ve cinsellik ancak neslin devamının sağlanması açısından karşı cinsiyete duyulan aşklarda söz konusu olabilir. Bu nedenle, Tanrı’nın gerçek güzelliğinin yansıdığı, gerçek aşk kaynağı genç erkekler, ilahi aşkın nesnesi olmuştur. Dünyevi aşk konusunda, aşk düşüncesi, yaşama bağlı şairler tarafından da din dışı bir anlayışla ele alınmış ve işlenmiştir. Yaşamdaki güzellikler ve güzelliğiyle simgeleşen kadın, divan şiirinde önemli yer tutmuştur. Dünya nimetlerine bağlı Divan Edebiyatı şairleri, bu nimetlerden zevk alarak yararlanmasını bilmişlerdir. Söz konusu ozanlar için kadın tapılacak biridir: Güzelliğiyle büyüler, zaman zaman ilgi gösterip, zaman zaman rakipleriyle gönül eğlendirerek aşığını üzer. Aşık, sürekli bir üzüntü içinde kıvranıp durur. Divan şiirinde yaygın işlenen konulardan biri de doğadır. Ama doğa, şairin hünerini göstermesi için bir araçtır. Çünkü şair, doğayı kendisinin gördüğü gibi değil, önceki usta şairlerin gözüyle yansıtır. Doğa, daha çok kasidelerin ve mesnevilerin konusu olmuştur. Bahar ve kış mevsimleri o kadar çok işlenmiştir ki, bu iki mevsimi anlatan şiirlere ayrı adlar bile verilmiştir. Baharı anlatan şiirlere bahariye, kışı anlatanlara da şitaiye denmiştir. Bahar, şair için sevinç kaynağıdır. Bahar için yapılan benzetmelerden biri sultandır. Örneğin bahar sultanı, ordusunu toplar, kış sultanına hücum ederek onu yener. Bâkî'nin "Bahar Kasidesi", en güzel bahariye örneğidir. Bahar betimlenirken gül, bülbül, lâle, sümbül, çimen gibi sözcüklere sıkça başvurulmuştur. Divan şairine göre bahar, yaşam ve canlılığın kaynağıdır. Kış ise can sıkıcı ve bunaltıcıdır; zalim bir padişaha benzetilir. Divan şiirinde, işlendiği biçimiyle doğa belli öğelerle sınırlı kalmıştı. Örneğin, orman, dağ, ova, rüzgâr, yağmur gibi öğeler Divan şiirinde hemen hiç kullanılmamıştır. Divan şiirinde kayıklar vardır, ama deniz yoktur. Divan şiirinde bilinçli olarak yapay bir dünya yaratılmıştır. Divan şairinin başarılı olabilmesi için dilin inceliklerini bilmesi gerekirdi. Şairin söz sanatlarındaki ustalığı şiirinin değerini arttırırdı. Bu nedenle şairler, hüsn-i ta'lil ve teşbih sanatına sıkça başvurmuştur. Hüsn-i ta'lil, nedeni bilinen bir olayı, daha güzel biçimde açıklama ve anlamlandırma sanatıdır. Benzetme de denen teşbih ise, bir durumu, bir oluşu, bir varlığı daha güzel bir duruma, bir oluşa, bir varlığa benzetmektir. Divan şairi için benzetilenler, daha doğrusu neyin neye benzetileceği bellidir ve kalıplaşmıştır. Bu amaçla hazırlanmış listeler bile bulunmaktadır. Ancak, Divan edebiyatındaki asıl yenilik, hüsn-i ta'lil sanatıyla ortaya konulurdu. Böylece şair, bir sözcüğe ya da deyime, kullandığı dili iyi bilmesi oranında artan anlamlar yüklenmiş oluyordu (yukarıda bkz. mazmun). Divan edebiyatında üç tür düzyazı biçimi vardır. Yalın düzyazı, süslü düzyazı ve orta düzyazı. Yalın düzyazıda halkın konuştuğu dil kullanılmış, halk kitapları, halk öyküleri, Kur’an tefsirleri, hadis açıklamaları bu türde işlenmiştir . Süslü düzyazıda, hüner ve marifet göstermek amaçlanmıştır. Bu türe, genellikle medrese öğrenimi görmüş, Arapça, Farsça veya Osmanlı Türkçesi’nı iyi bilen yazarlar yönelmiştir. Çok uzun cümlelerin, bol söz ve anlam oyunlarının göze çarptığı bu türün en belirgin örneklerini Veysi ve Nergisi vermiştir. Bundan başka, süslü düzyazıda çok ürün verilmiş bir diğer eser türü de tezkire’dir. Bu türün ilk klasik örneğini, 16. yüzyılda Aşık Çelebi yazmıştır. Tezkire geleneği 19. yüzyılda Fatih Efendi'ye değin sürmüştür. Orta düzyazı ise, divan edebiyatının hemen hemen bütün klasik yazarlarının kullandığı bir türdür. Belirgin özelliği, söz ve anlam oyunlarından, hüner ve marifet gösterilerinden kaçınılmış ve içeriğin ön planda tutulmuş olmasıdır. Özellikle tarih, gezi, coğrafya kitapları ve dini içerikli kitaplar bu türde yazılmıştır. Bundesliga Bundesliga, Almanya futbol liglerinin genel adıdır. Bundesliga Almanya'daki tüm futbol liglerini kapsasa da genel olarak en üst düzeyi tanımlamak için kullanılır. 1. ligde toplam 18 takım yer alır. Bundesliga kelime anlamı olarak "Millî Lig" demektir. Bundesliga Avrupa genelinde en kaliteli 5 ligden biri olarak kabul edilir. 1963 yılından beri Bundesliga statüsünde oynanan ligde en başarılı kulüp 1963'den beri 25 kez şampiyon olan Bayern Münih'tir. Borussia Dortmund 5 ile Borussia Mönchengladbach 5 şampiyonluk ile Bayern Münih'i takip etmektedir. Bu kulüplerin yanı sıra Avrupa ve ulusal başarılarından dolayı en çok tanınan diğer kulüpler ise VfL Wolfsburg , Schalke 04 , Eintracht Frankfurt , VfB Stuttgart , SV Werder Bremen , Hamburg , Bayer 04 Leverkusen 'dir. 1963 yılından önce düzenlenen (1903'ten itibaren) değişik Alman Lig Birlikleri'de (Doğu Almanya Ligi dahil)göz önüne alındığında Bayern Münih'i - ki Bayern Münih 23 şampiyonluğun tamamını Bundesliga kapsamında ve 1969 yılından itibaren kazanmıştır - 10 şampiyonluk ile Berliner FC Dynamo (1979-88 yılları arasında ve hepsi Doğu Almanya şampiyonu olarak) izlemektedir. Üçüncü sırada ise 9 şampiyonluğu bulunan (sadece 1 tanesi Bundesliga kapsamında - 1968 - diğerleri ondan önceki Lig Birliklerinde) 1. FC Nürnberg bulunmaktadır. Bundesliga'da federasyon formalarda sadece 4 yıldız bulunma hakkı vermektedir. Yıldız sistemi şöyledir; ilk yıldız üçüncü şampiyonlukta, ikinci yıldız beşinci şampiyonlukta, üçüncü yıldız onuncu şampiyonlukta, dördüncü yıldız ise yirminci şampiyonlukta verilmektedir. İlk sezonu 1962-63 sezonu olan Bundesliga'da 12 farklı takım şampiyonluk yaşadı. 25 şampiyonluk yaşayan Bayern Münih en başarılı takım konumundayken, onu sırasıyla Borussia Mönchengladbach ve Borussia Dortmund (5), Werder Bremen (4), Hamburg ve VfB Stuttgart (3), 1. FC Köln ve FC Kaiserslautern (2), TSV 1860 München, Eintracht Braunschweig, 1. FC Nürnberg ve VfL Wolfsburg (1) takip etmektedir. Yıllara göre elde edilen şampiyonluklar şu şekildedir: Serie A Serie A, İtalyan futbol liglerinin en üst seviyesidir. Ana sponsoru TIM ( Telecom Italia Mobile) adındaki İtalyan telekomünikasyon şirketidir. Avrupa ligleri içinde en zorlu liglerden biridir. 20 takım yer alır. O tarihe kadar bölgesel ligler devam ederken, Serie A 1898 yılında başlamıştır. Sezonu şampiyon
bitiren takım scudetto unvanıyla anılır ve bir sonraki sezon formasında İtalyan bayrağının üç rengi olan bir arma takar. En başarılı olan takımlar Juventus, Milan ve Inter'dir. Bunların haricinde Roma, Napoli, Fiorentina ve Lazio en tanınmış diğer takımlardır. Her 10 şampiyonluğa bir yıldız verilir. Bundan dolayı Juventus'un 3, AC Milan ve İnter'in 1 yıldız takma hakkı vardır. Sezon sonunda puan durumunda son 3 sırayı alan takımlar Serie B'ye düşer. Serie A, 1898'de başladı. Ancak 1929'a kadar bölgesel bir lig havasında oynanan Serie A, Futbol Federasyonu'nun girişimleriyle 1929-1930 sezonunda ulusal lig oldu ve önemli turnuvanın ilk şampiyonluğuna Ambrossiana ulaştı. Serie A'daki ilginç bir uygulama Scudetto'dur. Sezonu şampiyon bitiren takım Scudetto unvanıyla anılır ve bir sonraki sezon formasında İtalyan bayrağının üç rengi olan bir arma takar. Serie A'nın en başarılı ekibi 33 kez mutlu sona ulaşan Juventus'tur. Son yıllara kadar en önemli lig olarak kabul edilen Serie A, 2006 sezonundaki bahis ve şike skandalıyla büyük itibar kaybetti. 5 takımın karıştığı skandal sonucunda Juventus Serie B'ye düşürülmüştür. Serie A, 2000'li yılların başlarında Avrupa'nın, dolayısıyla dünyanın tartışmasız en kaliteli ligiydi. Özellikle 2000'lerin ortalarına kadar bu üstünlüğünü elde tutan lig 2006'da patlak veren şike skandalıyla büyük prestij ve güç kaybetti. Sezonlara göre gol kralları listesi için bakınız; Serie A gol kralları listesi MOV Sabri Kaliç Sabri Kaliç, Türk yönetmen ve yazar. 19 Mayıs 1966 - 23 Eylül 2012 İzmir Sabri Kaliç, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Sanat Dalı Film Yönetmenliği Bölümü'nü 1992'de bitirdi. Mezun olduktan sonra Sinan Çetin'in "Plato"'sunda asistan yönetmenliğe başladı. Yerli yabancı bazı film ve yapımlarda çeşitli kademelerde görev yaptıktan sonra, 1995 tarihinde ilk uzun metrajlı TV filmini çekti. Özellikle deneysel film ve video-sanat çalışmalarıyla yurt içinde ve dışında tanındı. Viyadük Köprüyol (Viyadük olarak da bilinir), yüksek iki nokta arasında kalan alanı, genellikle bir nehrin ayırdığı vadiyi köprü ile birleştiren yapıdır. Yolun dolambaçlı olmasını engeller, trafiği ve zaman kaybını azaltır. Genellikle otoyollar veya demiryolu akışını düzene sokmak için inşa edilir. Tarihteki ilk köprüyol 1844-1847 yıllarında Almanya'da inşa edilmiştir. Tasarımı Roma su kemerlerine benzeyen bu köprüyolun yapımı için yaklaşık 150.000 metrekare taş kullanılmıştır. 1847 yılında yapımı tamamlandığında uzunluğu 400 m, genişliği 10 m, yüksekliği ise 20 m idi. 400 metrelik açıklığı geçmek için 28 adet kemer kullanılmıştır. Ada (anlam ayrımı) Ada, her tarafı suyla çevrili kara parçasıdır. Şu anlamlara da gelebilir: Premier League Premier League, İngiliz futbolunun en üst seviyedeki ligidir. Toplam 20 takımın mücadele ettiği Premier League'de normal sezon karşılaşmaları Ağustos-Mayıs ayları arasında oynanır. Her kulüp bir sezon boyunca toplamda 38 Premier League karşılaşmasına çıkmaktadır. Sezon sonunda son üç takımın bir alt lig olan EFL Championship'e düştüğü Premier League'de sıralamadaki ilk dört takım UEFA Şampiyonlar Ligi'ne, sonraki üç takım ise UEFA Avrupa Ligi'ne katılmaya hak kazanır. Kurulmuş olduğu 1992-93 sezonundan bu yana toplamda 46 kulübün mücadele ettiği Premier League'de yalnızca Manchester United, Blackburn Rovers, Arsenal, Chelsea, Manchester City ve Leicester City kulüpleri şampiyonluğa ulaşmışlardır. Manchester United, kazanmış olduğu 13 Premier League şampiyonluğuyla genel klasmanda en başarılı kulüp konumundadır. Her ne kadar Premier League'de şampiyon olamamışsa da hem uluslararası hem de ulusal başarıda İngiltere'nin en başarılı kulübü Liverpool FC'dir. Ayrıca dünyada en çok tanınan diğer kulüpleri ise Tottenham Hotspur, Everton FC, Aston Villa FC'dir. Premier League 1993-01 yılları arasında Carling'in sponsorluğunda oynansa da, 2001-16 yılları arasında Barclays bankasının sponsorluğunu almış ve Barclays Premier League olarak adlandırmıştır. İngiltere'de futbol 1885 yılında profesyonelleşmeye başladı. Dünyada ilk futbol takımının (Notts County) kurulduğu Ada'da ilk lig ise 1888 yılında Aston Villa başkanı William McGregor'un girişimleriyle hayata geçti. Bu aynı zamanda dünyadaki ilk profesyonel lig olarak tarihe geçti. İlk sezonun şampiyonu ise Preston North End oldu. Preston sezonu namağlup kapatmayı da başardı. İnanılmaz bir rekabetin olduğu ligde sadece dört takım 3 kez üst üste şampiyonluğa ulaştı. Bunlar Huddersfield, Arsenal, Liverpool ve Manchester United. 1980'lere kadar Avrupa'nın revaçtaki liglerinden biri olan İngiltere Ligi, holganizmin yükselişiyle düşüşe geçti. 1985'te Heysel faciasıyla dibe vuran Ada futbolunun yerini artık Serie A ve La Liga almıştı. 1992'de İngiltere Futbol Federasyonu radikal bir kararla ligi feshetti ve yerine Premier Lig'i kurdu. İlk sezonunda 22 takımla oynanan Premier Lig, 1995'te 20 takıma düştü. Premier Lig'den önceki İngiltere'nin en üst liginin en başarılı takımı Liverpool'dur. 1992 itibarıyla kurulan Premier Lig tarihinin en başarılı ekibi ise Manchester United'dır. Birinci Ligi de hesaba kattığımızda ise 20 şampiyonlukla zirvede yer alan Manchester United yer almaktadır. 2015 yılının Şubat ayında yayıncı kuruluş Sky Sports ve BT Sport ile 2016-2017 sezonundan itibaren geçerli olarak yeni anlaşma imzalandı. Anlaşmanın 3 yıllığına, toplam 5 milyar 136 milyon sterlin bedel karşılığı olacağı açıklanmıştır. Premier League'in 2018-19 sezonunda mücadele etmekte olan 20 takım şu şekildedir: Ada (programlama dili) Ada, yapısal, statik tipli, zorunlu, geniş spektrumlu ve nesne yönelimli bir üst düzey bilgisayar programlama dilidir. İngiliz şairi Lord Byron'ın 1834'de ilk bilgisayar makinesi sayılacak Charles Babbage'in analitik makinesini destekleyen kızı Lady Ada Lovelace (1815-1852)'ın ismini taşır. Amerikan Savunma Bakanlığı tarafından 1975-1983 yılları arasında bir ekibe sipariş ettirilmiştir. Ordudaki çeşitli donanımları çalıştıracak ortak bir yazılım olarak düşünülmüştür. Temel alınan diller arasında ALGOL, Pascal ve PL/1 vardı ama C yoktu. 1995'de revize edilen Ada'ya nesne yönelimli nitelik kazandırıldı. Ada çok gelişmiş yazılım sistemlerinin gelişimi için oluşturulmuştur. Ada paketleri ayrı ayrı derlenebilir ve dahası, tutarlılık kontrolü için yürütme olmadan Ada paket tayini ayrı ayrı derlenebilir. Bu, yürütme başlamadan önce kurulum safhasındaki problemlerin bulunmasına imkan sağlar. Derleme zamanındaki kontroller, farklı dillerdeki oluşabilecek fark edilmeyen hataları azaltmak için desteklendi. Modula-2 Modula-2, Niklaus Wirth'in Pascal'ı gelişen teknolojiye eriştirmek için 1978'de çıkardığı programlama dilidir. Bu dilin temel yaklaşımı "modularity"dir. Ada ve C'nin en iyi özelliklerini kendinde sakıncasız toplar denilmesine rağmen yaygınlaşmamış bir dildir. Hem de tercih edilen Fortran, Cobol, Pascal, C ve Ada'yı kapsamasına rağmen. Wirth, bu dilin devamı olan Oberon'u 1988'de çıkardı. Kırlangıç Kırlangıç, kırlangıçgiller (Hirundinidae) familyasını oluşturan kuş türlerinin ortak adı. Kırlangıçlar, kutuplar hariç dünyanın her tarafında yaşayabilen, sinek avlayarak geçinen, küçük, ötücü kuşlardır. Boyları 10–23 cm arasında değişir. Çoğunun karnı beyaz; baş, kuyruk ve kanatları siyah; alın ve gerdanı kahverengi parlak tüylüdür. Kısa ayaklarının tırnakları sivri olduğundan düz, yassı zeminlere rahatça tutunurlar. Üçgen şeklindeki gagaları geniş yırtmaçlı olup ağızları açık uçarken sinek, sivrisinek gibi küçük böcekleri avlarlar. Kuyrukları çatallı, kanatları uzun ve sivridir. Hızlı uçarlar. Kuyruklarını dümen olarak kullanır, ani dalışlar yaparlar. Çoğu sürü halinde yaşamazlar Yaz sonunda, günler kısalıp, böcekler azalınca yavru ve erginler göç ederek kışı Afrika'da geçirirler. İlkbaharda geri dönerler. Diğer göçmen kuşların aksine gündüz göç yollarına devam ederler. Göç sırasında bazen şiddetli yağmur ve fırtınalar binlercesinin ölümüne sebep olur. Binaların çatı altlarına, saçaklarına ve pencere oyuklarına çamur ve kilden çanak şeklinde sağlam yuvalar yaparlar. Dişi kırlangıç, erkeğinin tükürüğüyle harç ederek gagasıyla getirdiği çamuru toplar, saman ve otlarla sekiz gün içinde sağlam bir yuva yaparlar. Geniş ve yassı gagalarını, yuvalarını yaparken, çamurları sıvamak için mala gibi kullanırlar. Yuvalarının çoğu ancak bir kırlangıcın girebileceği kadardır. Eni yaklaşık 20 cm, derinliği 10 cm kadar olup içi tüy ve kıllarla döşenir. Yuvalarını gruplar halinde mağara, kayalık ve ağaçlara yapan türler de vardır. Dişi, yazın tarçın renginde benekli 4-5 yumurta yumurtlar. Eşler sırayla kuluçkaya yatarlar. Yavrular anne babaların ağızlarında getirdikleri böceklerle beslenirler. İki hafta içinde gelişip yuvayı terk ederler. Kırlangıçlar, yılda 2-3 defa kuluçkaya yatarlar. Türk halk şiirinde ve divan şiirinde kırlangıçlar olumlu özellikleri çeşitli benzetmelere konu olmuşlardır. Halk şiirinde kırlangıçlar, “kırlangıçlar” şefkat uyandıran görünümleri ve insan özünden yuva yapma ustalıkları ile anılmıştır. Halk şiirlerinde kırlangıçlar yerde sürünürcesine uçabilme yetenekleri dolayısıyla tevazu yönleriyle benzetmeler yapılmıştır. Bu benzetmeye divan şiirinde de rastlanmaktadır. Örneğin halk şairi Mestî'nin bir kıtasında Kimi karıncadır deve görünür Kimi aslan çakal postun bürünür Kimi kırlangıç tek yerde sürünür Kimi Cibril ile hempervaz olur kıtasında bu benzetme görülmektedir. Divan şiirinde kırlangıç kelimesi Farsaça'da kullanılan pirüstû şeklinde geçer. 17. yüzyıl divan şairi Nâbi, halk şiirndeki benzetmeye yakın biçimde, Perestiş lafzınun takrîbidür gûyâ ki ey Nâbî İder pervâz hâke rûymâl üzere piristûlar mısrası ile “Ey Nâbî, rağbet sözünün yakınlığı (gerektirmesi) sebebiyle kırlangıçlar toprak üzerine yüz sürerek uçar.” anlamında kırlangıç benzetmesinde bulunmuştur. Ötücü kuşlar Ötücü kuşlar (), kuşlar (aves) sınıfından özel ses yapılarına sahip çok sayıda kuş türünü içeren takım. Oldukça kalabalık olan bu takımda 60'ın
üzerinde aile (familia) bulunur. Ses kutuları çok iyi gelişmiştir. Vücut boyları,yapıları ve gagaları değişkendir. Ayak parmaklarından üçü arkaya diğerlerinden büyük olan parmak ise öne doğrudur. Genellikle ağaçlarda ve çeşitli yerlerde yaptıkları yuvalarda yaşarlar. Yavrular yumurtadan çıktıkları zaman gözleri kapalıdır ve gagaları renklidir. Karataş Valencia (anlam ayrımı) Ortam oynatıcıları karşılaştırması Aşağıdaki tablolar birkaç ortam oynatıcının genel ve teknik bilgileri karşılaştırılmaktadır. Bu makale beklenildiği gibi tam ya da güncel olmayabilir. Dış bağlantılar eklentileri ya da özellik eklerinin sayfalarıdır. Oynatıcılar hakkında genel temel bilgiler: kodlayan/şirket, lisans/ücret vb. Oynatıcıların işletim sisteminde (emülasyon olmadan) çalışma desteği. Oynatıcıların destekledikleri özellikler hakkında bilgi. Not 1: NMM ile temel destek bulunuyor. Not 2: Tarayıcı CSS kullanıyor. Not 3: Eklenti mevcut. Not 4: Arabirimler değiştirilebilir. Varsayılan olarak Windows temasını paylaşıyor. Ek olarak, (foo_looks) eklentisi foobar2000'i temalandırabilir. Not 5: jetCast gerekli (ücretsiz) . Not 6: QuickTime Aktarım Sunucusu ile destekleniyor. Not 7: Sadece media creator tema oluşturabilir. Not 8: Ayrı bir araç mevcut . Oynatıcıların destekledikleri internet protokolleri. Not 28: 0.9 için 3. parti bir eklenti ile RSS 2.0 parçalistesi olarak olarak kullanılabilir. Abonelik/otomatik güncelleştirme desteği yok. Oynatıcıların destekleği ses dosya biçimleri. Not 9: Yazılım patentleri sebebiyle, MP3 biçimine özgür yazılım desteği yavaşladı. Not 10: 3. parti eklentiler mevcut olmakla beraber şu an iTunes ile beraber gelen en son QuickTime sürümü olan 7.0 ile uyumluluk sorunları var. Not 11: Media Player Classic oynatımı DirectShow, QuickTime, RealMedia ve Shockwave süzgeçlerinin varlığına bağlıdır. Not 12: Eklentiler ile mümkün. Not 18: QuickTime FLAC eklentisi ile mümkün. Not 21: Microsoft Windows Media Audio gerektiriyor Not 22: Başka bir ses sistemi gerektiriyor Not 25: Sadece dönüşüm Not 26: mp3PRO destekli Not 27: "Özel" kurucu ile WMA desteği mevcut Oynatıcıların destekledikleri görüntü dosya biçimleri. Not 13: Oynatım uyumluluğu DirectShow süzgeçlerinin varlığına bağlımlı. Not 19: Oynatım uyumluluğu QuickTime için MPEG2 bileşeninin varlığına bağlımlı. Not 20: Oynatım uyumluluğu QuickTime için WMV Oynatıcı bileşeninin varlığına bağlımlı. Oynatıcıların destekledikleri içerik biçimleri. Not 13: Oynatım uyumluluğu gerektiği gibi yüklenmiş çözücülerin varlığına bağlımlı. Not 14: QuickTime 4 ya da üstü bir sürüm gerektiriyor. Oynatıcıların destekledikleri optik diskler. Not 23: CD ve CDDA destekliyor (Jitter doğrulaması isteğe bağlı) Oynatıcıların destekledikler özetbilgi desteği. Not 15: 0.8.3 sürümü için 3. parti bir eklenti mevcut. 0.9 sürümünde destek var. Not 16: ID3v1, ID3v2 ve Vorbis için etiketler TagLib adındaki bir kütüphane ile destekleniyor . Not 24: Temel ID3v1 / ID3v2 / Ogg Vorbis etiketlerini gösteriyor. Oynatıcıların desteklediği altyazı biçimleri bilgisi. Not 17: Windows için, VobSub yüklenerek birçok altyazı desteği etkinleştirilebilir. Ramazan Bayramı Ramazan Bayramı (Arapça: عيد الفطر "Ayd-ül Fitr", Farsça: عید فطر) ya da Şeker Bayramı, İslam aleminde, oruç tutma ayı olan Ramazan'ın ardından üç gün boyunca kutlanan dinî bir bayram. Hicri takvime göre onuncu ay olan Şevval ayının ilk üç gününde kutlanır. Bayramdan bir önceki gün, Ramazan ayının son günü olan arifedir. Hicri takvim bir ay takvimi olduğu için yıllar güneş temelli miladi takvimden 11-12 gün kısadır. Bu nedenle Ramazan Bayramı her sene bir önceki seneden 11-12 gün daha erken kutlanır. Yaklaşık olarak her 33 senede bir Ramazan Bayramı aynı günlere tekabül eder. Ramazan Bayramı: Bayram Ramazan ayının sonunda kutlandığı için bu isimle anılır. Ramazan kelimesi Arapça bir sözcük olan "ramaḍ" (‘kuru sıcak’) kökünden gelir. Bunun nedeni muhtemelen Ramazan orucu ibadeti ilk uygulanmaya başlandığında yaz aylarına tekabül ediyor olmasıdır. Şeker Bayramı: Bayramın Osmanlı dönemindeki adı olan ""Iyd-ı Fıtır"" isminden Türkçeleştirilmişidir. Iyd bayram demektir. Fıtır ise fıtır sadakası ya da fitre olarak bilinen oruç tutamayacak durumdaki Müslümanların verdiği sadakadır. Şükür sadakası olarak da bilinir. Bir teoriye göre bu "şükür" kelimesi zamanla "şeker"e dönüşmüştür. Bir başka teoriye göre ise Şeker Bayramı adı, Ramazan Bayramı'nda hurma ve şekerleme yeme geleneğine dayanır. Ramazan Bayramı ve Şeker Bayramı adlandırmaları, Türkiye'de politik zemine kaymış bir tartışma konusudur. Ramazan Bayramı adını savunanlar, Şeker Bayramı adını, bayramın dini vurgusundan uzak olduğu gerekçesiyle tercih etmezler. Şeker ifadesini savunanlar ise bu ismin dayatılarak değil tarihi adlardan evrilerek günümüze geldiğini, bayramın Ramazan ayında değil Şevval ayında başladığını söyleyerek, ramazan adını dindarlaşmaya yönelik bir dayatma olarak görür. Ramazan Bayramı, Hicret'in ikinci yılından sonra kutlanmaya başlandı. Bu bayramda yapılması gereken tüm törenler ve ibadetler Muhammed tarafından düzenlendi. İlk ramazan bayramıyla ilgili işlemler de onun tarafından yapıldı. Ramazan Bayramı, Ramazan ayı boyunca tutulması farz kılınan orucun da sonunu ifade eder. Ramazan Bayramı'nın ilk günü aynı zamanda Şevval ayının birinci günüdür ve bu günde oruç tutulmaz. Ramazan Bayramı'nın ilk gününde camilerde bayram namazı kılınır. Bayram namazını yalnız erkekler kılar. Bayram namazından sonra ise hutbe okunur. Bayram boyunca müslümanlar eş, dost, akraba ziyaretleriyle birbirlerinin bayramını kutlarlar. Bu ziyaretler esnasında genellikle kolonya, tatlı ve şekerlemeler ikram edilir. Bayramda bakımlı ve temiz olmak adettendir. Herkes en yeni kıyafetlerini giymeye çalışır. Ramazan bayramında çocuklara ailelerin bütçesi elverdiğince yeni kıyafetler alınır. Bazı büyükler ellerini öpen çocuklara hediye veya harçlık verirler. Çocuklar ufak gruplar halinde kapı kapı dolaşarak şekerleme toplarlar. Müslümanlar zekat görevini bu bayramda yerine getirirler. İslam ülkelerinde arife günü ve Ramazan Bayramı'nı kapsayan günler resmi tatil ilan edilir. Diğer ülkelerde farklı uygulamalar olmakla birlikte Batı'daki bazı büyük firma ve devlet kurumları Müslüman çalışanlarına bayram izni verir. Çekiç Çekiç, çivi çakmak ve benzeri işlerde kullanılması yanında, madenleri dövmede de istifade edilen madeni bir alet. Ekseri sapı tahtadan, bir ucu tokmaklı, bir ucu yassı madenden yapılan bir el aletidir. Bir şeyi çakmak, dövmek, yassılaştırmak, ezmek için kullanılır. Kullanıldıkları yerler ve yapılış biçimlerine göre çok çeşitli isimler alırlar. Sosyalizmde işçi sınıfını sembolize eder. Valencia CF Valencia Club de Fútbol (aynı zamanda "Valencia C.F"., "Valencia" veya "Los Che" olarak da bilinmektedir) İspanyol futbol kulübüdür. İspanya'nın en yüksek konumlu ligi olan La Liga'da yer almaktadır. Valencia, altı kez La Liga şampiyonluğu,yedi kez Copa del Rey'i, üç kez UEFA Kupasını; ikisi eski adı Fuar Şehirleri Kupası olarak, bir kez UEFA Kupa Galipleri Kupası'nı, iki kez UEFA Süper Kupası'nı ve iki kez Supercopa de España'yı kazandı. Arka arkaya olmak üzere iki yıl; 2000'de La Liga'daki en büyük rakiplerinden Real Madrid'e ve daha sonra 2001'de Alman kulübü FC Bayern München'e kaybettikleri iki UEFA Şampiyonlar Ligi finali oynadı. Valencia aynı zamanda Avrupanın lider futbol kulüplerinin oluşturduğu G-14 grubunun da kurucusudur. Toplamda Valencia yedi büyük Avrupa finaline çıkmış ve dördünü kazanmıştır. La Liga'da tüm zamanlar tablosuna bakıldığında Valencia Real Madrid ve FC Barcelona'nın arkasında 3. sırayı almaktadır. Uluslararası başarıların değerlendirilmesinde, Valencia beş veya daha fazla uluslararası kupa kaldıran üç İspanyol kulüpten biri olarak Real Madrid ve Barcelona'dan sonra gene üçüncü sırada yer almaktadır. Valencia 1919 yılında kuruldu ve 1923 yılından beri evindeki maçlarını 55,000 kişilik oturma yeri olan Estadio Mestalla'da oynamaktadır. 2011 yılı içinde şehrin kuzey batısında yer alan 75,000 oturma kapasitesili yeni Nou Mestalla stadına geçecektir. Valencia, gene Valencia'da kurulu olan Levante kulübü ve Valencia yönetim bölgesi içinde yer alan Villarreal ile uzun bir tarihi olan ciddi bir rekabet içindedir. Valencia aynı zamanda, İspanya'da Real Madrid ve FC Barcelona'nın ardından en çok sevilen üçüncü futbol takımıdır. Kayıtlı olarak düzenli ödeme yapan taraftar açısından; 50,000 sezonluk bilet satışı ve yeni yapılacak stat için hazır 20,000 kişilik bekleme listesi ile dünyadaki en büyük kulüplerden biridir. Valencia takımı 18 Mart 1919 yılında kurulmuştur. Takımın kurucusu taraftarın saygıyla andığı Octavio Augusto Milego'dur. Kurucu hakkında fazla bilgileri yoktur. Valencia diğer ezeli rakiplerine göre daha geç kurulan ve doğal olarak diğer rakiplerine oranla başarıyı geç yakalamış bir takımdır. İspanya'nın doğusunda yer alan Valencia'nın ezeli rakipleri arasında FC Barcelona, Real Zaragoza, Villarreal CF ve Real Madrid vardır. Kuruluşunun ilk 4 yılında küçük tesislerde maçlarını yapan Valencia biraz da şehrin zenginlerinin el atması üzerine tam 17.000 kişi kapasiteli ilk büyük stadını açtı. 20 Mayıs 1923 tarihinde Mestalla adı altındaki stadını açmıştır. 1929 yılında açılan ülkenin en büyük ligi olan La Liga'nın kuruluşunun 3. yılında katılmıştır. La Liga'nın ilk takımları FC Barcelona, Real Madrid, Athletic Bilbao, Real Sociedad, RCD Espanyol gibi takımlardır. Valencia ilk kez 1931 - 1932 yılında bu lige yükselmiştir. İlk kez 1931 yılında La Liga'ya katılmıştır. 1931 yılında sistem değişene kadar La Liga'da 10 takım vardı. Valencia ilk yılında 10 takım içerisinde puan tablosunda 7. sırada yer almıştır. İkinci yılında 9. sırada yer alan Valencia o zamanın kuralına göre küme düşme olmadığı için önümüzdeki sezon yine La Liga'da mücadele etmektedir. Gitgide yükselen ve büyüyen bir takım olan Valencia büyüdüğünün kanıtını 10 yıl sonra göstermiştir ve La Liga'da ilk şampiyonluğunu ilan et
miştir. 1943 - 1944 yılında 2. kez şampiyon olmuştur. İkinci şampiyonluğundan sonra iki sezon boyunca ilk 3'e bile giremeyen Valencia 1946 - 1947 yılında tekrar şampiyon olmuştur. Üçüncü kez şampiyon olan Valencia için kötü günler başlamaktadır. Tam 24 yıl şampiyonluk yüzü göremeyen Valencia 16 takımlık sisteme geçildikten sonra ilk şampiyonluğunu 1971 - 1972 yılında ilan etti. Valencia 4. şampiyonluğunu kazanmıştır. Yine 20 yılı aşkın bir süre şampiyonluk yüzü görememiştir. Gelen şampiyonluklar yeni milenyumda gelmiştir. Valencia 2001 - 2002 yılında 20 takımlı La Liga'da 5. kez şampiyon olmuştur. Valencia şampiyonluktan iki sezon önce UEFA Şampiyonlar Ligi'nde üst üste 2 final oynamış, ikisini de kaybetmiştir. Ancak 1 yıl sonra La Liga şampiyonluğu ile teselli bulan Valencia son şampiyonluğunu 2003 - 2004 yılında yaşamıştır. Toplamda 6 lig şampiyonluğu vardır. 5 kez ikincilik ve 7 kez üçüncülük yaşamıştır. La Liga tarihinin en başarılı takımları arasında yer almaktadır. Bienal Bienal, Fransızca "her bir diğer yıl" anlamına gelen ve iki yılda bir düzenlenen etkinliklere verilen addır. Çoğunlukla kültürel veya sanatsal faaliyetler için kullanılan bir terimdir. En eski bienal 1895'ten beri düzenlenen Venedik Bienali'dir. Türkiye'de de 1987 yılından beri düzenlenen ve her iki senede bir tekrarlanan Uluslararası İstanbul Bienali bulunmaktadır. Dünyada düzenlenen belli başlı uluslararası bienaller şunlardır: Manchester United FC Manchester United Football Club, merkezi İngiltere'nin Manchester şehrinde bulunan ve Premier League'de mücadele eden futbol kulübü. 1878'de "Newton Heath LYR Football Club" adıyla işçilerce kurulan kulübün ismi 1902'de bir iş adamı tarafından satın alınması ile birlikte Manchester United olarak değiştirilmiştir. 1910 yılında ise halen iç saha maçlarını oynadıkları Old Trafford'a taşınmışlardır. II. Dünya Savaşı sonrası takımın başına Matt Busby'i getiren kulüp çok iyi bir kadro kurmuş, 1956 ve 1957'de üst üste iki lig şampiyonluğu kazanmıştır. Ancak şok edici bir gelişme olmuş ve Münih'te takımın uçağı düşmüştür. 6 Şubat 1958 tarihinde meydana gelen bu felaket sonucu takımın sekiz oyuncusu ölmüş ve birçok oyuncusu sakatlanmıştır. Herkes takımın çökeceğini düşünürken, Busby sakat oyuncularından ve gençlerden yeniden bir takım kurmuş, 1965 ve 1967'de iki kez İngiltere şampiyonu olmuş ve 1968'de Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanan ilk İngiliz takımı olmuştur. Kasım 1986'dan 2012-13 sezonu sonuna kadar takımın başında bulunan Alex Ferguson ise kulübün gelmiş geçmiş en başarılı teknik direktörüdür. 27 yıldır takımın başında bulunan ve Sir unvanına sahip olan Ferguson, United'ın başında 26 büyük kupa kazanmıştır. 20 lig, 4 Lig Kupası, 12 Federasyon Kupası ve 20 FA Community Shield şampiyonluğuna sahip olan Manchester United, İngiliz futbol tarihinin en başarılı kulüplerinden biridir. 3 Şampiyon Kulüpler Kupası/UEFA Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu bulunan takım ayrıca 1998-99 sezonunda Premier League, Federasyon Kupası ve UEFA Şampiyonlar Ligi'nin üçünü birden kazanarak futbol tarihinde ender görülen bir şekilde Treble yapmıştır. Manchester United dünyanın en zengin ve en popüler futbol kulüplerinden biridir. 1.190.000.000£ değerinde olduğu tahmin edilen kulüp dünyanın en değerli futbol kulübüdür. 1991 yılında Londra Borsası'nda halka açılan kulüp, Mayıs 2005'te 800.000.000£ bedelle Malcolm Glazer tarafından satın alınmıştır. Manchester United, Newton Heath'te "Lancashire ve Yorkshire Demiryolu Şirketi" işçileri tarafından ""Newton Heath LYR Football Club"" adıyla kurulmuştur. Kurulduğu günlerde demiryolu şirketleri arasındaki küçük maçlarda sahaya çıkan takımın kayda geçen ilk karşılaşması Bolton Wanderers rezerv takımına karşıdır. Bu maçta demiryolu şirketinin renkleri olan yeşil ve altın renk formalarla sahaya çıkan Newton Heath LYR FC, rakibine 6-0 mağlup olmuştur. 1888 yılında ise bölgesel bir futbol ligi olan The Combination'ın kurucu üyelerinden birisi olmuştur. 1892-93 sezonunda First Division'da mücadele etmeye başlayan takımın isminde bulunan "LYR" kısmı çıkarılmıştır. Yalnızca iki sezon bu ligde mücadele eden takım sonrasında küme düşmüş ve Second Division'da yer almaya başlamıştır. Ocak 1902'de, 2.670£ (günümüzde 210.000£) borcu bulunan kulüp kapanma noktasına gelmiştir. Takım kaptanı Harry Stafford, başta John Henry Davies olmak üzere yerel işadamları ile görüşmeler yapmış ve kulübe 500£ kaynak sağlamıştır. 24 Nisan 1902 tarihinde el değiştiren kulübün ismi de değiştirilmiş ve Manchester United resmî olarak doğmuştur. Kulüp ilk lig şampiyonluğunu 1903 yılında göreve gelen Ernest Mangnall'ın teknik direktörlüğü altında kazanmıştır. 1906 yılında Second Division'da ikinci olarak üst lige yükselen "MUFC", 1908 yılında First Division'da şampiyonluk yaşamıştır. Ertesi yıl sezona Charity Shield şampiyonluğuyla başlayan kulüp sezonu Federasyon Kupası şampiyonluğu ile tamamlamıştır. Kulüp, 1911 yılında Mangnall ile tekrar First Division şampiyonluğu yaşamış, ertesi sezonun başlangıcında ise Mangnall Manchester City'ye transfer olmak için kulüpten ayrılmıştır. I. Dünya Savaşı nedeniyle 1915/16 ve 1918/19 sezonları arasında lig düzenlenememiş, tekrar düzenlenmeye başladıktan iki sezon sonra yani 1921-22 sezonunda takım küme düşmüştür. 1925 yılında ise tekrar First Division'a yükselmiştir. 1931 yılında tekrar küme düşen takım 1934 yılında Second Division'ı 20. sırada bitirerek tarihinin en kötü konumunu edinmiştir. Ekim 1927'de sahibi J. H. Davies'in ölümüyle birlikte kulüp tekrar borçlanmaya başlamış, mali durumu kötüleşmeye başlamıştır. Aralık 1931'de iflasa doğru sürüklenen kulübe James W. Gibson 2.000£ yatırım yapmış ve kulüp bir kez daha iflastan kurtulmuştur. II. Dünya Savaşı nedeni ile liglerin tekrar durdurulmasından bir yıl önce yani 1938-39 sezonunda kulüp First Division'ı 14. sırada tamamlamıştır. Ekim 1945'de Matt Busby'nin teknik direktör olarak kulüpte göreve başlaması üzerine yeni bir dönem başlamıştır. Busby döneminde takımdaki futbolcu ve teknik kadro profili yükselmiş, antrenman tesisleri modernleştirilmiş, bunların yanında istikrar ve sportif başarı gelmeye başlamıştır. Busby; 1947, 1948 ve 1949 yıllarında ligi ikinci bitirmiş, 1948'de Federasyon Kupası'nı kazanmıştır. 1952'de ise 41 yıl sonra kulübe ilk kez First Division şampiyonluğunu kazandırmıştır. Busby'nin Manchester United'ının yaş ortalaması 22 olduğundan dolayı medya takıma "Busby'nin Bebeleri" takma adını takmıştır. 1957 yılında ise ligi ilk sırada bitiren takım Şampiyon Kulüpler Kupası'nda mücadele eden ilk İngiliz takımı olma unvanını kazanmıştır. Turnuvadaki ilk sezonunda yarı finale kadar çıkan takım yarı finalde Milan'a elenmiş fakat ilk sezonuna göre başarılı bir performans sergilemiştir. Ertesi sezon Şampiyon Kulüpler Kupası çeyrek finali için Crvena Zvezda deplasmanına giderken futbolcuları, teknik yönetimi, görevlileri ve gazetecileri taşıyan uçak Münih semalarında yakıt ikmali yaparken düşmüştür. 6 Şubat 1958 tarihinde gerçekleşen bu olay tarihe Münih hava faciası ismiyle geçmiştir. Uçakta bulunan futbolculardan Geoff Bent, Roger Byrne, Eddie Colman, Duncan Edwards, Mark Jones, David Pegg, Tommy Taylor ve Billy Whelan hayatını kaybetmiş, birçoğu da sakatlanmıştır. Busby bu olaydan sağ kurtulmuş fakat tedavi gördüğünden dolayı bir süre görevinden uzak kalmıştır. 1958 Federasyon Kupası finalinde Bolton Wanderers karşısında takımın teknik direktörlüğünü vekâleten Jimmy Murphy yürütmüştür. Kulüp, o yıl ligi orta sıralarda bitirmiş, şampiyon ise Wolverhampton Wanderers olmuştur. UEFA ise Wolverhampton Wanderers'ın yanı sıra Şampiyon Kulüpler Kupası'nın 1958-59 sezonunda yer alması için Manchester United'ı da davet etmiştir. Ancak, İngiltere Futbol Federasyonu'nun onayına rağmen resmî engellerden dolayı kulüp turnuvada yer alamamıştır. 1960'larda Busby'nin önderliğinde kulüp tekrar yapılandırılmaya başlanmıştır. George Best, Denis Law ve Pat Crerand gibi dönemin gözde genç futbolcularıyla yenilenen Manchester United 1963 yılında Federasyon Kupası'na uzanmıştır. Aynı jenerasyon ile ertesi sezon ligi ikinci sırada bitiren takım 1965 ve 1967'de ise şampiyonluğa ulaşmıştır. 1968 yılındaki Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde ise Benfica'yı 4-1 mağlup eden MUFC, Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanan ilk İngiliz takımı olmuştur. Şampiyon kadroda yer alan Bobby Charlton, Denis Law ve George Best ise o yıl Avrupa'nın en iyi futbolcusu ödüllerine aday gösterilmişler, Best ödülü kazanmış, Charlton ise ikinci olmuştur. Matt Busby, 1969'da kulüpteki teknik direktörlük görevinden ayrılınca yerine rezerv takımın teknik direktörü Wilf McGuinness geçmiş, böylece United'daki Busby dönemi son bulmuştur. Wilf McGuinness'in idaresindeki United, 1969-70 sezonunda lige kötü bir başlangıç yapmış ve sezon sonunda sekizinci sırada yer almıştır. Ertesi sezon da sonuç değişmeyince Busby kısa bir dönem için idareten takımın başına tekrar geçmiş, McGuinness ise rezerv takımdaki görevine geri dönmüştür. Haziran 1971'de ise Frank O'Farrell takımın başına geçmiş ancak 18 ay gibi kısa bir süre sonra kovularak yerine Aralık 1972'de Tommy Docherty getirilmiştir. Docherty'nin takımın başında ikinci yılını geçirdiği 1973-74 sezonunda takım küme düşmüş, bununla birlikte Best, Law ve Charlton kulüpten ayrılmıştır. Ertesi yıl Firts Division'a geri dönen takım 1976 Federasyon Kupası'nda finale kadar çıkmış fakat Southampton tarafından mağlup edilmiştir. Ertesi yıl ise Federasyon Kupası'nın finalinde Liverpool ile karşılaşmış ve 2-1'lik skor ile kupada şampiyonluk yaşamıştır. Docherty, kulüp fizyoterapistinin eşi ile olan yasak ilişkisi ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra ise görevden alınmıştır. 1977 yazında Docherty'nin yerini Dave Sexton almıştır. Joe Jordan, Gordon McQueen, Gary Bailey ve Ray Wilkins gibi dönemin önemli futbolcularının bulunduğu kadro ile 1979-80 sezonunda ligi ikinci bitiren Sexton'ın United'ı ayrıca 1979 Federasyon Kupası'nda Arsenal'e yenilerek sezonu kupasız kapatmış, başarısız yönetimi sonrasında ise
1981'de görevinden alınmıştır. Ardından takımın başına Ron Atkinson geçmiş, Atkinson'ın ilk transferi ise West Bromwich Albion'dan rekor bir ücretle getirilen Bryan Robson olmuştur. Atkinson'ın döneminde iki Federasyon Kupası kazanılmıştır. Ayrıca 1985-86 sezonunun ilk 15 haftasında 13 galibiyet alan takım ligin favorisi olarak gösterilmiş, fakat sezonu 4. sırada bitirmiştir. Ertesi sezon ise takımın düşme potasında yer almasından dolayı Atkinson kovulmuştur. Alex Ferguson ve asistanı Archie Knox ligi 11. sırada bitiren Atkinson'ın görevden alınmasıyla birlikte Aberdeen'den United'a gelmişlerdir. Ferguson önderliğinde 1990-91 sezonunda UEFA Kupa Galipleri Kupası'nda ilk kez şampiyonluğa ulaşan United, 1991 UEFA Süper Kupası'nda Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonu Kızılyıldız ile karşılaşmış, 1-0 galip gelerek ilk defa bu kupayı müzesine götürmüştür. Wembley'de oynanan 1992 Lig Kupası'nda ise Nottingham Forest'ı 1-0 mağlup ederek bu kupayı ikinci kez kulübe kazandırmıştır. 1993 yılında ise 1967 yılından sonra kulübüne ilk şampiyonluğu kazandırmıştır. Bir yıl sonra ise hem Premier League'i hem de Federasyon Kupası'nı kazanarak "Duble" yapmıştır. Manchester United, 1998-99 sezonunda Premier League, Federasyon Kupası ve UEFA Şampiyonlar Ligi'ni kazanarak "Treble" yapmış, İngiliz futbol tarihine geçmiştir. 1999 UEFA Şampiyonlar Ligi Finali'nde Bayern Münih karşısında uzatma dakikalarına 0-1 mağlup giren United, maçın ikinci yarısında oyuna giren Teddy Sheringham ve Ole Gunnar Solskjær'in uzatma dakikalarında attıkları goller ile 2-1 galip gelerek futbol tarihinin en görkemli geri dönüşlerinden birine imza atmıştır. Kulüp ayrıca Tokyo'da Palmeiras'ı 1-0 yenerek Kıtalararası Kupa'da da şampiyonluğa ulaşmıştır. Ferguson daha sonra İngiliz futboluna yaptığı hizmetlerden dolayı şövalye ilan edilmiş ve Sir unvanına layık görülmüştür. 2000 yılında Manchester United Brezilya'da ilk sezonu gerçekleştirilen FIFA Kulüpler Dünya Şampiyonası'nda yer almıştır. United, 1999-2000 ve 2000-01 sezonlarında Premier League'de tekrar şampiyonluğa ulaşmıştır. 2001-02 sezonunu lig üçüncüsü bitiren takım, ertesi yıl şampiyonluk unvanını geri almıştır. Federasyon Kupası'nın 2003-04 sezonunda ise final maçında Millwall'u 3-0 mağlup ederek tekrar kupa şampiyonluğu yaşamıştır. 2005-06 sezonunda on yıl sonra ilk kez UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarında yer alamayan United, aynı yıl Lig Kupası'nı kazanarak sezonu kupasız kapatma tehlikesini atlatmıştır. 2006-07 ve 2007-08 sezonlarında ligde üst üste şampiyonluk yaşayan takım 2008 UEFA Şampiyonlar Ligi Finali'nde Chelsea'yi penaltılarla geçerek tekrar "Duble" yapmıştır. Ryan Giggs ise bu maçla birlikte 759. kez United adına forma giyerek Bobby Charlton'ın rekorunu eline geçirmiştir. Aralık 2008'de FIFA Kulüpler Dünya Kupası'nı kazan kulüp aynı sezon içerisinde Premier League ve Lig Kupası'nı da kazanarak tekrar "Treble" yapmıştır. Başarılı geçen sezonunun sonunda ise Cristiano Ronaldo'yu 80.000.000£ bonservis bedeliyle Real Madrid'e satan kulüp dünyanın en pahalı futbolcu satışını gerçekleştirmiştir. 2010 yılında Lig Kupası'nı Aston Villa karşısında 2-1'lik skorla kazanan Manchester United sezonun ilk kupasını kazanmıştır. 2009-10 sezonunu Chelsea'nin ardından ikinci tamamlayan takım 2010-11 sezonunda ise 19. Premier League şampiyonluğunu elde etmiştir. Takım, 2011-12 sezonunda ise lig şampiyonluğu adına ezeli rakibi Manchester City ile rekabete girişmiş, bu rekabeti son hafta Blackburn Rovers ile 1-1 berabere kalarak kaybetmiştir. Kulübün ilk arması Manchester Şehir Konseyi'nin armasından türetilmiştir. 1970'lerde ise medya tarafından ""Kırmızı Şeytanlar"" olarak nitelendirilen takımın armasına elinde tırmık tutan bir şeytan figürü eklenmiştir. O yıllardan bugüne kadar ise armada yalnızca renk tonu değişiklikleri ve küçük ayarlamalar yapılmıştır. 1892 yılında çekilen bir fotoğrafa göre takımın ilk forması kırmızı - beyaz renklerde forma ve altına mavi şorttur. 1894-96 yılları arasında yeşil - altın renklerde forma giyen takım 1896'dan itibaren ise beyaz forma altına mavi şort giymeye başlamıştır. 1902 yılında kulübün adı değiştikten sonra, formalar da değişmiş ve kırmızı forma, beyaz şort ve siyah çorap ile takım maçlara çıkmaya başlamıştır. Bu forma bugün bile Manchester United'ın iç saha maçlarında giyilmektedir ve bir gelenek halini almıştır. 1909 Federasyon Kupası finalinde formanın boyun kısmına da ek olarak "V" figürü eklenmiştir. Bu eklemeden sonra 1922'ye kadar formada bir değişikliğe gidilmemiştir. 1934 yılında renkler kiraz ve beyaz olarak değiştirilmiş, kulübün ertesi sezon Second Division'da 20. olarak tarihinin en kötü derecesini elde etmesiyle eski renklere dönülmüştür. Mevcut iç saha forması ise kırmızı forma, beyaz şort ve siyah çoraplardan oluşan geleneksel tasarımdır. Manchester United'ın deplasman forması standart olarak beyaz forma, siyah şort ve beyaz çoraplar ile oluşmasına rağmen istisnalar da mevcuttur. Örnek olarak 1999-00 sezonunda lacivert forma üzerine yatay gümüş şeritler bulunan ve beyaz şortla tamamlanan forma verilebilir. 1995-96'da giyilen yarı gri yarı lacivert forma ve 2001'de "Manchester United"ın 100. kuruluş yılını kutlamak için özel olarak çıkartılan beyaz forma da buna örnek olarak gösterilebilir. Newton Heath yıllarında kulübün maçları demiryoluna yakın olan North Road'da oynanır idi. Orijinal kapasitesi 12.000 kişi olan bu alan, kulüp yetkililerince The Football League'e katılmayı amaçlayan kulüp için yetersiz görülmüştür. 1891 yılında Newton Heath, her biri 1.000 seyirci kapasiteli iki tribün satın almak için demiryolu şirketinin finansal rezervlerini kullanmıştır. North Road'daki ilk maçlar kayıtlara geçirilmemiştir. Kayıtlarda yer alan ilk maç ise 4 Mart 1893 tarihinde Sunderland'e karşı 15.000 taraftar önünde oynanan First Division karşılaşmasıdır. Kulüp sahipleri tarafından North Road tahliye edildikten sonra Haziran 1893'te kulüp sekreteri A. H. Albut, Clayton'da yer alan Bank Street'in yeni stadyum olarak inşa edilmesini sağlamıştır. Newton Heath'in ilk lig maçı Bank Street'te oynanmış, 1 Eylül 1893 tarihinde Burnley karşısındaki maçta hat-trick yapan Alf Farman 3-2'lik galibiyeti Newton Heath'e getirmiştir. Bank Street, 1902 yılında icra memurları tarafından geçici olarak kapatılmış, takım kaptanı Harry Stafford geçici olarak Padiham'da kulüp için bir yer kiralamıştır. Yeni kulüp başkanı J.H. Davies'in yatırımları sonrası Bank Street'e geri dönülmüştür. Sonraki dört yıl içindeki yatırımlar ile de stad 50.000 kişilik kapasiteye ulaşmıştır. 1908 yılında Manchester United ilk lig şampiyonluğunu ve bir yıl sonra Federasyon Kupası'nı kazanmış, Davies tarafından Bank Street'in kulübün ihtiyaçlarını karşılayamadığına karar verilmiştir. Şubat 1909'da, Old Trafford kulübün yeni stadı olmak üzere seçilmiş ve 60.000£ bedelle arazi satın alınmıştır. Mimar Archibald Leitch'i 100.000 kişilik yeni stadyumu inşa etmesi için görevlendiren kulüp bu iş için 30.000£ bütçe ayırmıştır. Stadyumun açılışı ise rekor bir katılımla, 76.962 seyirci ile 25 Mart 1939 tarihinde Federasyon Kupası yarı final maçı olan Wolverhampton Wanderers ve Grimsby Town karşılaşmasında yapılmıştır. II. Dünya Savaşı sırasındaki bombalama olayları stadyumun çoğunu yok etmiştir. Savaştan sonra kulüp Savaş Hasar Komisyonu'ndan 22.278£ tutarında tazminat almıştır. Stadyumun yeniden yapılanma süreci boyunca ise takım Manchester City'nin Maine Road'ında iç saha maçlarını oynamıştır. Taylor Report'un İngiltere'deki tüm stadyumlarda seyircilerin ayakta maç izlemesini yasaklamasını takiben Old Trafford'un da 1993'te kapasitesi 44.000 kişiye düşürülmüş ve tüm stad koltuklandırılmıştır. 1995 yılında ise kapasite 55.000 kişiye çıkarılmıştır. 1998-99 sezonunun bitişi ile birlikte ise kapasite 67.000 kişiye çıkarılmıştır. Stada eklemeler daha sonra da devam etmiştir. 76.098 seyircinin izlediği 31 Mart 2007 tarihindeki Manchester United ve Blackburn Rovers arasındaki karşılaşmada sadece 114 koltuk boş kalmıştır. Bu ise Premier League rekorudur. 2009 yılındaki son yeniden düzenleme ile kapasite 255 kişi azaltılmış, 75.957 seyirciye düşürülmüştür. Manchester United, dünyanın en popüler futbol kulübü ve iç saha maçlarını Avrupa'nın en yüksek taraftar ortalamasına oynayan kulüptür. Kulübün dünya çapında 24 ülkede 200'den fazla resmî "Manchester United Taraftar Kulübü" bulunmaktadır. Kulüp, her yıl yaz aylarında dünya çapında turne düzenlemekte ve gidilen ülkelerin futbol kulüpleriyle karşılaşmaktadır. Muhasebe ve yönetim danışmanlığı şirketi olan Deloitte'e göre United'ın dünya çapında 75.000.000, diğer araştırma şirketlerine göre ise 333.000.000 taraftarı bulunmaktadır. Taraftarlar kulüpten bağımsız olarak da kümeleşmektedirler. "Bağımsız Manchester United Taraftarları Birliği" ve "Manchester United Supporters' Trust" bunlardan bazılarıdır. Ayrıca internette bulunan birçok taraftar forumu da bu kümeleşmeye örnektir. 2005 yılında Glazer ailesinin kulübü satın almasını takiben bir grup United taraftarı FC United of Manchester'ı kurmuştur. Old Trafford'un Stretford End adını taşıyan tribünü ise ateşli United taraftarlarının bulunduğu tribündür. Manchester United'ın geçmişten bu yana büyük bir rekabet içinde bulunduğu üç kulüp vardır: Liverpool, Manchester City ve Leeds United. Bu rekabetlerin içerisinde en büyüğü ise İngiliz futbolunun United ile birlikte en başarılı ve en popüler kulübü olan Liverpool rekabetidir. Bu rekabet ilk zamanlar Kuzey-Batı çekişmesinde ibaret iken endüstriyel zamanlarla birlikte dünyanın en seçkin liman kentlerinden biri olan Liverpool ile tekstil sanayinin önemli kentlerinden olan Manchester arasındaki bir rekabete dönüşmüştür. Ayrıca bu rekabetin geçmişinde çeşitli şiddet olayları da olmuştur. Bunun en ünlüsü ise 1996 Federasyon Kupası finalinde Manchester United futbolcusu Eric Cantona'ya bir Liverpool taraftarının tükürmesi ve ardından çıkan olaylardır. Ayrıca 2006 yılındaki bir Federasyon Kupası maçında Liverpool taraftarları tarafından saldırıya uğrayan Alan Smith'in
de bacağı kırılmıştır. MUFC'nin, Leeds United ile olan rekabeti ise Güller Savaşı'na atıf yapılarak '"Gül Rekabeti" adıyla bilinir. Bağımsız bir araştırma şirketi olan Football Fans Census'a göre Leeds ve Manchester United taraftarları İngiltere'nin en ateşli ve en kulübüne bağlı taraftarlarıdır. Manchester United, dünya çapında bir markadır. 2009 yılındaki bir rapora göre kulübün marka değeri 329.000.000£, marka değerlendirmesi ise AAA yani son derece güçlüdür. Forbes dergisinin 2010 yılı raporuna göre ise kulübün marka değeri 285.000.000$ tutarındadır. Bu meblağ ile birlikte de dünyanın en değerli ikinci spor kulübüdür. Listede United'ın önünde yer alan tek kulüp ise Amerikan beyzbol kulübü New York Yankees'dir. Kulüp, 2010 itibarı ile Deloitte Futbol Para Ligi'nde Real Madrid ve Barcelona'nın ardından üçüncü sırada yer almaktadır. Manchester United'ın bugünkü dünya çapında marka değerinin mimarı Münih hava faciasından sonraki yeniden yapılanmanın öncüsü Matt Busby'dir. Matt Busby'nin takımda yer alan Bobby Charlton, Nobby Stiles, Denis Law ve George Best'te bu yeni yapılanmanın önemli figürleridir. Bu takımın futbol felsefesi ise dönemin İtalyan takımlarının catenaccio taktiğinin aksine saldırgan bir futbol oynamak üzere kurulmuştur. Bu da kulübe karşı bir sempati duyulmasını sağlamıştır. 1991'de Londra Borsası'nda halka açılan kulüp, halka açılan ilk İngiliz futbol kulübüdür. Ticari ve sportif başarı odaklı kulübe bu hamlesi önemli bir kâr getirmiştir. Manchester United marka gücünü ve medya ilgisini, takımsal başarı ve genellikle David Beckham, Cristiano Ronaldo gibi oyuncularının bireysel popülerliği ile edinmiştir. Bu büyük ilgi, dünya çapında fırsatları ve dolayısıyla sponsorluk fırsatları gibi sonuçlar doğurmuştur. Özellikle, kulüpte bulunduğu süre boyunca Beckham'ın Asya'daki popülerliği kulübün ticari bir parçası idı. Beckham formaları, nevresimleri, hediyelik eşyaları, futbol topları, çerezleri gibi her türlü ticari gelir sağlanabilecek ürün Beckham ismiyle pazarlanmış ve kulübe hem büyük bir gelir hem de daha fazla popülerlik sağlamıştır. Her alanda başarı, kulüp için daha büyük gelir sağlar. Başarı sağlandığı takdirde televizyon geliri pastasından daha çok pay alınır ve bu da kulübe daha fazla maddi güç kazandırır. Premier League başladığından bu yana, Manchester United BSkyB yayın anlaşma gelirinden en büyük payı almıştır. Manchester United aynı zamanda bir sezon içerisinde, herhangi bir İngiliz kulübüne oranla en yüksek ticari geliri elde etmiştir. 2005-06 sezonunda United 51.000.000£, Chelsea 42.500.000£, Liverpool 39.300.000£, Arsenal 34.000.000£ ve Newcastle United da 27.900.000£ kazanmıştır. Kulübün en önemli sponsorluk ilişkisi Nike ile 2002 yılında kurulmuştur. Nike, 13 yıllık ortaklığın bir parçası olarak kulübün mağazacılık operasyonunu yönetecek ve bu anlaşma kulübe 303.000.000£ gelir sağlayacaktır. Ayrıca, Manchester United markalı medya hizmetleri Old Trafford'un ötesinde kulübün hayran kitlesi genişletmek için olanak sağlamıştır. Kulübün ilk sponsorluk anlaşması 500.000£ değerindedir ve Sharp Electronics ile olmuştur. İlk forma sponsoru ise 1982-83 sezonu başındaki anlaşma ile Vodafone olmuştur. Bu anlaşma 1999-00 sezonuna kadar sürmüş, bu sürenin sonunda ise anlaşma dört yıl daha uzatılmıştır. Bu dört yıl için ise kulüp 30.000.000£ gelir elde etmiştir. 2006-07 sezonunun başında Amerikan sigorta şirketi AIG, 56.500.000£ ödeyerek kulübün dört yıllık ana sponsoru olmuştur. Bu anlaşma dünyanın en değerli sponsorluk anlaşmasıdır. 2010-11 sezonunun başında ise Amerikan reasürans şirketi Aon 80.000.000£ ödeyerek futbol tarihinin en yüksek bedeli ile kulübün dört yıllığına ana sponsoru olmuştur. Kulübün ilk forma üreticisi olan Umbro, 1975 yılında Admiral yeni forma üreticisi olana kadar beş yıl boyunca kulübün formalarını üretmiştir. Admiral'in anlaşması bittikten sonra Adidas 1980'de kulübün yeni forma üreticisi olmuş, 1992'de ise Umbro ikinci kez kulübün formalarını üretmeyi üstlenmiştir. Umbro ile geçen on yıldan sonra Nike, kulüp ile bir anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre Nike, kulübe 2015 yılına kadar forma üretici olarak hizmet verecek ve 302.900.000£ ödeyecektir. Nike ve Aon'un yanı sıra, Audi ve Budweiser dahil olmak üzere kulübün birçok alt sponsoru bulunmaktadır. İlk yıllarda Lancashire ve Yorkshire Demiryolu Şirketi tarafından finanse edilen kulüp 1892 yılında 1£ bedelle yerel destekçilerine satılmıştır. 1902 yılında, iflas etmek üzere olan kulübü çoğunluk hisselerini J.H. Davies olmak üzere dört yerel iş adamı 500£ yatırım ile satın almıştır. Davies'in 1927 yılında ölümünden sonra tekrar iflasın eşiğine gelen kulübe 2.000£ yatırım yapan James W. Gibson, Aralık 1931'de kulübün yönetimini eline almıştır. Gibson'dan sonra 1948'de başkan olan oğlu Alan üç yıl sonra ölünce kulübün başkanlığına Harold Hardman gelmiştir. Münih hava faciası sonrasında Matt Busby'nin arkadaşı olan Louis Edwards yaklaşık 40.000£ yatırım yaparak kulübün %54 hissesini satın almış ve kulübün yönetimi Ocak 1964'de kendisine geçmiştir. Medya kralı Robert Maxwell, 1984 yılında kulübü satın almak için bir takım görüşmeler yapmış fakat Edwards'ın istediği fiyatı kabul etmediği için görüşmeler olumsuz sonuçlanmıştır. 1989'da, kulüp başkanı Edwards, 20.000.000£ bedelle Michael Knighton'a kulübe satmayı denemiş, ancak satış gerçekleşmemiş, Knighton onun yerine yönetim kuruluna katılmıştır. Manchester United, Haziran 1991'de borsaya açılmış ve 1998 yılında bu kez Rupert Murdoch'un British Sky Broadcasting Corporation şirketinden bir devralma teklifi almıştır. Manchester United yönetim kurulu, 623.000.000£ tutarındaki bu teklifi kabul etmiş, ancak Nisan 1999'da "Tekeller ve Birleşmeler Komisyonu" tarafından satış engellenmiştir. Birkaç yıl sonra at yarışı ortakları John Magnier ile J. P. McManus yavaş yavaş çoğunluk hissedar haline gelmiş ve aralarında bir güç mücadelesi ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Rock of Gibraltar adlı yarış atının sahipliği konusunda Ferguson ile Magnier&McManus'un çekişmesi baş gösterdiğinden dolayı Ferguson'ın görevinden alınacağı iddia edilmiş fakat bu gerçekleşmemiş, Magnier&McManus kulüpteki hisselerini Malcolm Glazer'a satmış ve yönetimden çekilmişlerdir. 16 Mayıs 2005'te Amerikalı iş adamı Malcolm Glazer, Manchester United'daki payını artırarak, kulübün kontrolünü ele geçirmiştir. United'daki hissesini %75'in üzerine çıkararak futbol kulübünün kontrolünü ele geçiren Glazer, son hisse alımı operasyonu çerçevesinde ise 1.500.000.000$ harcamıştır. Glazer, bu hisse oranıyla Londra Borsası'nda işlem gören şirketi borsadan çıkarabilecek ve diğer hissedarların onayını almadan yeni yatırımlar yapabilecek yetkiyi de eline geçirmiştir. Temmuz 2006'da, kulüp yılda 62.000.000£ yıllık faiz ödemeleri ile %30 borç azalması sağlayacak 660.000.000£ tutarındaki borç refinansman paketini açıklamıştır. 10 Ocak 2010'da ise Manchester United, MU Finance'in, kulübün borçlarını finanse etmek için 2017 yılı vadeli 500.000.000£ yüksek getirili tahvil satışı yapacağını açıklamıştır. "Rezerv ve akademi kadroları için Manchester United FC Rezervler ve Akademi maddesine bakınız." "Eski oyuncuların ayrıntılı listesi için Manchester United FC futbolcuları listesi maddesine veya kategorisine bakınız." "Takım kaptanlarının listesi için Manchester United FC futbolcuları listesi#Kaptanlar sayfasına bakınız." "Futbolcu rekorları ve futbolcuların aldığı ödüller için Manchester United FC rekorları ve istatistikleri listesi maddesine bakınız." Manchester United'ın kazandığı ilk kupa 1886 yılında Newton Heath döneminde kazanılan Manchester Kupası'dır. 1908 yılında kulüp ilk lig şampiyonluğunu kazanmış vebir sonraki yıl da ilk Federasyon Kupası şampiyonluğuna uzanmıştır. Kazanılan kupa sayısı açısından, Manchester United'ın en başarılı yılları 1990'lar olmuştur. Kulüp bu dönemde beş lig, dört Federasyon Kupası, bir Lig Kupası, beş Charity Sheld, bir UEFA Şampiyonlar Ligi, bir UEFA Kupa Galipleri Kupası, bir UEFA Süper Kupası ve bir de Kıtalararası Kupa kazanmıştır. Kulüp, kazandığı 11 Federasyon Kupası şampiyonluğu ve oynadığı 18 Federasyon Kupası Finali ile iki alanda da rekor sahibidir. Manchester United en üst düzey İngiliz liglerinde 20 şampiyonluk ile en cok sampiyonluk kazanan takımdır.United kazandığı 11 Premier League şampiyonluğu ile bu alanda da rekor sahibidir. Ayrıca United, 1968'de kazandığı Şampiyon Kulüpler Kupası ile Avrupa'da şampiyon olan ilk İngiliz futbol takımıdır. Manchester United'ın şampiyonluğa ulaşamadğı tek kulüp turnuvası UEFA Avrupa Ligi'dir. Kulüp, UEFA Avrupa Ligi'nin öncülü olan Fuar Şehirleri Kupası'nda 1984-85'de çeyrek final, 1964-65'de yarı final gördüğü halde kupaya ulaşamamıştır. Resmî bağlantılar İlgili bağlantılar Haber siteleri Matthew Shipp Matthew Shipp,1960 doğumlu Amerikalı caz piyanisti. Kendi kuşağının en önemli caz piyanistlerinden sayılan Shipp'in tarzı, daha çok "uyumlu ve harmonik çalma" olarak tanımlanabilir. En bilinen çalışması olarak, 1997'de kemancı Mat Maneri, basçı William Parker ile birlikte yayınladığı "By the Law of Music" sayılır. Bu çalışmasının bir özelliği de, zaman zaman cazdan en uzaklaştığı bölümleri içermesidir. "Law of Music", bazılarınca 90'lı yılların en önemli uzunçalarlarından biri olarak gösterilmiştir. Öteki önemli uzunçalarları; önce bir ikili çalışma olarak tasarlanan, ancak öteki çalgıcının dinletiye gelmemesi sonucu piyano ile tek kişilik bir çalışmaya dönüşen "Symbol Systems" (1995) ve bir dörtlü çalışma olan 1997 yapımı "The Flow of X"'tir. Adnan Oktar Adnan Oktar (d. 2 Şubat 1956, Ankara), Türk cemaat lideri, araştırmacı ve yazardır. Kamuoyunda kendisinin, zaman zaman Adnan Hoca olarak da anıldığı olmuştur. Cemaatiyle birlikte hazırladığı kitaplarda kullandığı mahlas Harun Yahya'dır. Taraftarları arasında Ahmet ismini de kullanmıştır. Cemaati ile birlikte ateizm, Darwinizm ve Siyonizm karşıtı görüşlerini savunduğu kitaplar ve belgeseller hazırlamıştır. Kurucusu olduğu Bilim Araştırma Vakfı (BAV)
, kendi sitesinde amacının "Dünya çapında barış, huzur ve sevgi ortamı oluşturmak" olduğunu ifade etmiştir. "Millî Gazete" ve "Akit" gazetesinde bir dönem yazıları yayımlanmıştır. BAV'ın, evrim karşıtı olduğu ve yaratılışçılığı savunduğu ve bu duruşu yaygınlaştırmak için konferanslar düzenlediği bilinmektedir. Çeşitli basın organlarında kendisini bazı suçlarla itham eden iddialarla da gündeme gelmiştir. Adnan Oktar, 2 Şubat 1956 tarihinde Ankara'da doğdu. Asıl adının Adnan Arslanoğulları olduğu öne sürülmektedir. Basında yayınlanan, askerliğe elverişli olduğuna dair Genelkurmay Başkanlığı Gülhane Askeri Tıp Akademisi tarafından verildiği iddia edilen resmî belgelerde ise adı "Adnan Oktar" olarak görünmektedir. Babasını küçük yaşta kaybeden Adnan Oktar'ın annesinin adı Mediha, babasının adı Yusuf'tur. Oktar ilk ve orta öğrenimini Ankara'da, ortaokulu Cebeci'de, liseyi Kurtuluş'ta okudu. Liseden sonra özel bir dershaneye giderek 1979 yılında İstanbul'daki Devlet Güzel Sanatlar Akademisi İç Mimari bölümüne girdi. Bir süre sonra okuldan ayrılan Adnan Oktar, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe ve Tarih Bölümü'ne girdi. Daha sonra bu okulu da yarım bıraktı. "Harun Yahya" mahlasıyla yayımladığı yüzlerce kitabı olduğu öne sürülür. Bununla birlikte, Harun Yahya imzasıyla yayımlanan kitaplarını cemaati ile birlikte hazırlamaktadır. Oktar, Harun ve Yahya peygamberlerin adlarından türettiği Harun Yahya takma adıyla çok sayıda biyolojik evrim karşıtı kitap hazırlamıştır. Oktar'a göre evrim, doğrudan materyalizm, Nazizm, komünizm ve Budizm'le bağlantılı şeytanî bir öğretidir. Oktar'ın kitaplarındaki iddiaların birçoğu köktendinci Hıristiyan Yaratılışçılığı ile benzerlik göstermektedir. Adnan Oktar grubuna bağlı İnternet siteleri, TV ve değişik yayın araçlarıyla başlıca Mehdilik, Mehdi devri, evrim, yaratılış, ahir zaman, Mesih, İsa'nın dönüşü gibi konularda yayın yapmaktadır. Bu yayınlarda özellikle Mehdi ve evrimle ilgili konularda, ilgili bilim çevrelerinin araştırmalarının "bilimsel tarafsızlık" ve propagandizmden uzak bir anlayışla yansıtıldığını söylemek mümkün değildir. Adnan Oktar kendisinin hoca veya alim değil cahil ve sıradan bir kişi olduğunu, bu konuları öğrenerek toplumla paylaşmak ve toplumun gündemine getirmek istediğini ifade etmektedir. Adnan Oktar kendisinin Muhammed'in soyundan gelenler anlamında seyyidlerden olduğunu iddia etmektedir. Adnan Oktar'ın müritlerine kendisinin hadislerde sözü edilen kutsal kişi Mehdî olduğunu ima ettiğine ve onları buna inandırdığına dair bazı iddialar bulunmaktadır. Oktar, bir röportajında Mehdîlik iddiasında bulunduğunu reddetmiştir. Ancak aynı röportajında ""Mehdî'nin Mehdî olduğunu söylemeyeceğini, bir insanın Mehdî olduğunu söylemesi halinde dinden çıkacağını, Mehdî hakkındaki hadislerle kendisi arasında 'tam bir uyum' olduğunu, Mehdî'nin tarifinin kendisine 'tıpatıp uyduğunu', yine de tüm bunların bir tesadüf olabileceğini"" belirtmiştir. Adnan Oktar kendisinin Mehdilik iddialarının ve kadınlarla ilişkilerinin sorulduğu tartışma programında kendisinin Mehdi olmadığını, Mehdilik iddiasında bulunmadığını, buna kanıt olarak da kendisinin alemci olduğunu, neşeli olduğunu ve kendisinin dedesi saydığı Muhammed'e benzer şekilde kadınlardan had safhada hoşlandığını ifade etmiştir. Adnan Oktar’a göre Mehdilikle ilgili 200 hadis kendisine tıpatıp uymaktadır. Ayrıca O’na göre Mehdi'nin ismi Adnan, çıkış yeri de İstanbul olabilir. Adnan Oktar, kendisine ait bir sitede yayınlanan başka bir röportajında, Mehdi ve İsa'nın yeniden geldiklerini, şu an "dinsizlerin, materyalistlerin ve müşriklerin, siyasi ya da başka şekillerdeki saldırılarından korunmak için gizlendiklerini" ileri sürmüştür. Adnan Oktar diğer birçok dini önderler gibi evrenin 7000 yıl önce, altı günlük bir zaman diliminde yaratılması gibi klasik yaratılışçılık anlayışının bazı unsurlarının yok sayıldığı veya birtakım değişikliklerle yeniden yorumlanarak topluma sunulduğu yeni bir yaratılışçılık modeli ile öne çıkmaktadır. Bu modelde evrim'in reddi en belirgin unsurdur. Diğer bir belirleyici unsur, evrenin varoluşunu açıklayan model teoriler arasından bigbang teorisinin tek bilimsel gerçek gibi kabul edilmesidir. Adnan Oktar ve ekibinin ABD'de bilim çevrelerinde itibarı olmayan IRC (İnstitute for Creation Research) tipi yaratılışçılık ve sonrasında geliştirilen "akıllı tasarım" akımları ile bağlantılı olduğu ve referans vermese de onlardan kopya aldığı ifade edilmektedir. Adnan Oktar'ın Harun Yahya takma ismiyle yazıp ilim çevrelerine ve değişik ülkelere gönderdiği kitaplarında başvurduğu yöntemler ve değerlendirmeler akademisyenler tarafından tepki çekmektedir; Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ergi Deniz Özsoy'un ifadeleri: "O atlasın içinde bilim insanlarının ya da bilim eğitimi alan insanların ciddiye alacağı hiçbir şey yok. Daha önce başka yerlerde yayınlanmış fosillerden özenle çekilmiş fotoğraflar var içindeki metinler son derece gülünç, herhangi bir bilimsel bilgi aktarmıyorlar." ODTÜ Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aykut Kence'nin ifadeleri: "Adnan Oktar'ın ne paleontoloji'de ne de biyoloji'de bu konularda söz söylemesine izin veren ne bir diploması ne de bir yetkinliği vardır. İçindeki desteksiz savları güzel resimlerle donatıp her tarafa dağıtmak bana en azından son derece gülünç geliyor. Richard Dawkins "Yaratılış Atlası" isimli kitapta sergilenen nesnel yanlışlıkları ortaya koyarak şu soruyu sormaktadır: "Bu kitabın pahalı ve ışıltılı üretimiyle içeriğin "nefes kesen anlamsızlığı"nı bağdaştırmakta aciz kalıyorum. Acaba gerçekten anlamsızlık mı, yoksa basit tembellik mi — ya da çoğunlukla Müslüman yaradılışçılar olan hedef kitlenin cehalet ve aptallığının alaycı farkındalığı mı?"[Görsel kaynak ] Adnan Oktar ve ekibinin yaratılış ve evrim ile ilgili iddiaları için yazdığı Yaratılış Atlası isimli kitabına çok sayıda akademisyen bilim insanının katıldığı bir çalışmanın ürünü olan 450 sayfalık "Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği" isimli bir kitap ile cevap verilmiştir.(Erişim) Oktar askere sevk edilmek istenmiş, 1993 yılında Eskişehir Hava Hastanesi'nden aldığı "askerliğe elverişli değildir" raporuyla askerlikten muaf tutulmuştur. Oktar, paranoid şizofreni hastası olduğuna dair yedi farklı hastaneden rapor almıştır. Adnan Oktar Vekili Avukat Kerim Kalkan ise Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nin raporunu dayanak göstererek, Adnan Oktar'ın ruh sağlığına ilişkin iddiaların gerçek dışı olduğunu iddia etmiştir. Adnan Oktar 18 Ağustos 2000 tarihinde bedelli askerlikten yararlanarak, öngörülen bedeli ödemiş ve askerlikten terhis edilmiştir. Adnan Oktar çeşitli hakaret davaları açmıştır, bu hakaret davalarına bakan bir hakimin Oktar'ın cezai ehliyeti olmadığına dair raporu olduğunu hatırlaması üzerine Oktar'ın avukatları hakaret davalarını geri çekmişlerdir. Adnan Oktar hakkında, İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından kokain kullandığı iddiasıyla 10 Temmuz 1991 tarihinde dava açılmıştır. Açılan davada "delillerin şüpheli olduğu" ve "şüphelerin sanık lehine yorumlanması gerektiği" ilkesi uyarınca Yargıtay yolu açık olmakla birlikte 22 Şubat 1994 tarihinde beraatine karar verilmiştir. 12 Kasım 1999 tarihinde içlerinde Adnan Oktar'ın da bulunduğu, Bilim Araştırma Vakfı'na (BAV) mensup 85 kişi gözaltına alındı. Bir haftaya yakın bir süre İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde tutulan BAV mensupları, kendilerine bu süre içerisinde çok ağır fiziksel baskılar uygulandığını, önceden hazırlanmış bazı ifadelerin kendilerine zorla imzalatıldığını iddia ettiler. Adnan Oktar BAV operasyonu sonrasında dokuz ay cezaevinde tutulmuştur. Çete oluşturmak ve tehditle menfaat sağlamak suçlamasıyla cezaevinde tutulan Adnan Oktar ve Ferit Develioğlu, müştekilerin çoğunun Emniyetteki baskı sonucu şikayetçi olmak zorunda kaldıklarını söylemeleri üzerine İstanbul DGM’de görülen duruşma sonunda tahliye edildiler.İddialara göre gözaltına alınanların ailelerine, BAV yöneticilerinden şikayetçi olmaları şartıyla yakınlarının serbest bırakılacağı söylenmişti. BAV operasyonunun gece yarısı gerçekleştirilmesi ile ilgili eleştiriler üzerine dönemin İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, ""Her şey kurallara göre yapılmıştır. Olay yargıya intikal etmek üzeredir. Onun için bu aşamada bir açıklama yapmayacağım. Şu kadarını söyleyeyim, Adnan hocanın yakalanması Apo'nun yakalanması kadar önemli. Bu adam, Apo kadar tehlikeli birisi."" açıklamasını yapmıştır. Adnan Oktar ve bir grup müridi hakkında açılan "çıkar amaçlı örgüt kurma" davası, 24 Kasım 2005 tarihinde, İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararı ile, zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle düşürülmüştür. Bununla birlikte Yargıtay 8. Ceza Mahkemesi sonradan bu kararı bozmuştur. Bozma kararı neticesinde, İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi Oktar hakkında yurtdışına çıkış yasağı getirmiştir. Nisan 2008'deki duruşmada ise savcı Orhan Erbay, Adnan Oktar'ın da aralarında bulunduğu sanıklar hakkında beraat istemişti. 9 Mayıs 2008'de Adnan Oktar, İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından, "çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve yönetmek" suçundan 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Oktar ile 17 sanığın yargılandığı davayı karara bağlayan İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi, Adnan Oktar'ı "çıkar amaçlı örgüt kurmak ve yönetmek" suçundan lehine olan yeni TCK'nın 220. maddesinin birinci fıkrası uyarınca üç yıl hapis cezasına mahkûm etti. Mahkeme heyeti, "adı geçen örgütün organize bir şekilde mahkemeyi baskı altında tutmak ve yargılamayı engellemek için görsel ve yazılı basına ilanlar verdiğini belirterek, mahkeme başkanı Salih Öztürk ve üye hakim Nuran Yalınbaş'a hakaret ve iftirada" bulunduklarını bildirdi. Mahkeme heyeti ayrıca, Oktar'ın fiilinden sonraki davranışları esas alınarak TCK'nın 62. maddesinde öngörülen indirimin uygulanmasına yer olmadığına hükmetti. 1986 yılında Adnan Oktar "Yahudilik ve Masonluk" adlı kitabını yayınladı. Bu kitapta Oktar, Türkiye'deki Yahudilerin ve masonların amacının, –kendisine göre "çarptırılmış Tevrat"ta da belirtildiği üzere– Türk halk
ının ruhânî, dînî ve ahlâkî değerlerini erozyona uğratmak ve onları birer hayvana döndürmek olduğunu iddia etti. Yahudi ve masonların materyalist nedenlerle, evrim teorisini, dinsizliği ve ahlaksızlığı topluma empoze etmeye çalıştıklarını öne sürdü. Bu kitabın yayımlanmasından kısa süre sonra Adnan Oktar tutuklandı ve hapse atıldı. Daha sonra Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne transfer edildi. Burada 19 ay boyunca gözetim altında tutuldu. 1995'te BAV "Soykırım Yalanı" adlı kitabı yayımladı. Bu kitap geniş yankılar uyandırdı. Kitapta, Holokost olarak bilinen "Yahudi Soykırımı'nın yaşanmadığını, Yahudilerin, Almanların yenilmesi ile sonuçlanan II. Dünya Savaşı sonlarında yaşanan kıtlık ve tifüs salgını nedeniyle öldüklerini" iddia etti. 1996'da ressam Bedri Baykam, Ankara'da yayınlanan Siyah-Beyaz adlı gazetede, bahsi geçen kitabı ve gerçek adını kullanmayan yazarını ağır şekilde eleştiren bir köşe yazısı yazdı. Bunun üzerine Adnan Oktar taraftarları tarafından Bedri Baykam hakkında dava açıldı. Dava devam ederken, aynı yılın Eylül ayında Bedri Baykam kitabın asıl yazarının Adnan Oktar olduğunu açıkladı. Mart 1997'de dava geri çekildi. Oktar günümüzde antisemitizmin pagan ve Darwinist kökenleri olduğunu iddia etmektedir. Eski Ahit ve Tanah'ın "şahıslar tarafından çıkar amaçlı değiştirildiğini" iddia etmekle beraber tüm Müslümanlara "diğer dinlerin mensuplarına karşı toleranslı ve dostça bir yaklaşım içerisine girmelerini" öğütlemektedir. 2004 yılında, İsrail'deki Tel Aviv Üniversitesi Stephen Roth Enstitüsü yetkilileri, Adnan Oktar'ın diğer dinlerin mensuplarına yönelik hoşgörüsünün arttığını düşündüklerini açıklamış, kendisinin şu an "dinler arası diyaloğu artırmaya yönelik çalışmalar yaptığını" belirtmişlerdir. Günümüzde Oktar ve arkadaşlarının Musevi düşmanlığına karşı kesin görüşlerini belirttiği güncel makaleleri bulunmaktadır. Bu makaleler İsrail’in önde gelen gazete ve haber sitelerinden; Jerusalem Post ayrıca Times of Israel , Jewish Journal , Jerusalem Online gibi pek çok Musevi medya kuruluşunda yayınlanmıştır. Aynı şekilde Oktar’ın, antisemitizmin Kuran ahlakına aykırı ve ırkçı bir yaklaşım olduğunu belirttiği makale , kitap ve web sitesi çalışmaları da bulunmaktadır. 1990 yılında Adnan Oktar'ın grubundan ayrılan taraftarlarından bir kısmı "Kızıl İmamcılar" olarak tanınan topluluğu oluşturdular. Topluluğun lideri "Kızıl İmam" lakabı ile bilinen Serhan Timuçin Çevik'tir. Adnan Oktar ve cemaati, cemaate eleştirel yaklaşan İnternet sitelerine birçok dava açmışlardır. Nisan 2007'de Oktar, Ekşi Sözlük'ün sahiplerine karşı dava açmıştır. 17 Nisan 2007 günü sitede Adnan Oktar'a hakaret edildiği iddiası ile Eyüp 3. Asliye Hukuk Mahkemesi, sitenin yayınının durdurulmasına ve erişimin engellenmesine karar vermiştir. İlgili girişlerin silinmesi sonrasında Ekşi Sözlük kapatmaya itiraz etmiş ve kararı kaldırtmıştır. "Superpoligon.com" Web sitesine erişim de Oktar'ın şikâyeti sonucu engellenmiştir.. Ağustos 2007'de Oktar, WordPress.com sitesine Türkiye'den erişimi engelleyen bir mahkeme kararı çıkarttırmayı başarmıştır. Benzer biçimde bilgisayar güvenliği forumu Doctus.net, forumlarında Adnan Oktar ve cemaati hakkında yapılan tartışmalar sonucu kapatılmış ve adresini değiştirmek zorunda kalmıştır. Bir diğer eleştirel site olan Adnanhocabizikapatsana.com'a da Türkiye'den erişim, mahkeme kararıyla engellenmiştir. 10 Nisan 2008 tarihinde Adnan Oktar tarafından yapılan bir dava başvurusu sonucunda Türkiye'den Google Groups sitesine erişim engellenmiştir. 20 Temmuz 2008 itibarıyla yasak kaldırılmıştır. Evrim teorisini savunan ve yaradılışçılığa karşı çıkan ünlü biyolog Richard Dawkins'in resmî sitesi "richarddawkins.net" sitesini kişilik haklarına saldırıldığı gerekçesi ile mahkemeye vermiş ve tedbir olarak Türkiye'den erişimini engelletmiştir. Dava hâlâ devam etmektedir.. 16 Ekim 2008 tarihinde "Vatan" gazetesine açtığı dava sonucunda gazetenin İnternet sayfasına erişimi engelletmiştir. Oktar'ın en önemli yayınlarından biri, Global Yayımcılık tarafından hazırlanan Yaratılış Atlası'dır.. Kitap Fransızcaya ardından İngilizceye tercüme edilip on binlerce kopyası ayrım gözetmeden Avrupa ve ABD'deki birçok okul, üniversite ve araştırma enstitüsüne gönderilmiştir.. Kitapları teslim alan üniversitelerdeki birçok araştırmacıya göre evrime karşı kullanılan argümanların hiçbiri mantıksal değildir, evrim biyologu Kevin Padian'a göre ise Adnan Oktar, evrimin temelleri ve kanıtları hakkında hiçbir bilgiye sahip değildir.. Kitabın Fransa'daki dağıtımı, Radikal İslâm hakkında geniş bir tartışma doğurdu. Fransa Milli Eğitim Bakanı Gilles de Robien, "bakanlığın hazırladığı müfredat ile uyuşmayan" bu kitabın tüm okul kütüphanelerinden çıkarılması talimatını verdi. Millî Eğitim Genel Denetleme Kurulu, Paris Üniversitesi'nde Evrimsel Biyoloji profesörü olan Hervé LeGuyader'dan kitabın detaylı analizini istedi. LeGuyader, ""bu kitabın daha önceki çoğunluğu Anglosakson kökenli olan yaratılışçı girişimlerden çok daha tehlikeli olduğunu, hiçbir masraftan kaçınılmayan bu gösterişli çalışmanın ve yazarın izlediği yöntemin bilgisiz halk üzerinde oldukça etkili olabileceğini düşündüğünü"" söyledi. Ayrıca kitaptaki bilimsel içeriğin ""gülünç derecede yetersiz"" olduğunu belirtti. Fransız Millî Uzay Çalışmaları Merkezi'nden (CNES) Jacques Arnoult'a göre, BAV ve Adnan Oktar da tıpkı Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ICR gibi yaratılışçı argümanlarını oluştururken bölük-pörçük ve hatalı kaynaklar kullanmaktadır. Arnoult'a göre bu yazarlar evrimi savunan makaleleri de kullanmaktan çekinmemekte, ancak kısa alıntılar yaparak makalelerdeki bütünsel anlamı çarptırmaktadır. Ona göre bu durum çok zararlı sonuçlar doğuran entelektüel sahtekârlıktan başka bir şey değildir. Adnan Oktar ile Sohbetler, Adnan Oktar tarafından 26 Aralık 2009 tarihinden beri sunulan dini programdır. Liverpool FC Liverpool FC (); Merseyside, Liverpool'da kurulmuş İngiltere'nin en köklü futbol kulüplerinden birisidir. Kurulduğu yıl olan 1892'den beri, 5 Avrupa şampiyonluğu, 18 Premier League şampiyonluğu ve 7 FA Cup şampiyonluğu elde etmiştir. İngiliz kulüpleri arasında en fazla lig şampiyonluğu olan iki takımdan biri ve toplamda en fazla sayıda kupası bulunan kulüptür. Kulübün stadyumu 45.362 kapasiteli Anfield Road stadyumudur. Lakabı ambleminde de olduğu gibi Kırmızı Anka Kuşları'dır ancak "Kırmızılar" olarak bilinir. Kulübün sloganı ""You'll Never Walk Alone"" (asla yalnız yürümeyeceksin), en ateşli olarak bilinen taraftar grubu ise "The Kop"'tur. 25 Mayıs 2005 tarihi UEFA Şampiyonlar Ligi Finalinde Atatürk Olimpiyat Stadyumu'nda İtalyan ekibi AC Milan ile karşılaşan İngiliz ekibi ilk yarısı 3-0 AC Milan'ın üstünlüğüyle sona eren maçta ikinci yarı bulduğu gollerle maçı 3-3'lük eşitliğe getirmiştir. Uzatmalardan sonra penaltılarda Milan'ı 3-2 mağlup eden Liverpool UEFA Şampiyonlar Ligi kupasını müzesine götürmüştür. O maçta muhteşem bir geri dönüş yapan İngiliz temsilcisinin bu başarısının en büyük payı kaptan Steven Gerrard'ın olmuştur ve maçın adamı ilan edilmiştir. Bu maç kulüp ve UEFA Şampiyonlar Ligi tarihinin efsane maçlarından birisi olmuştur. 1985 yılında kulüp tarihinin en büyük trajedisini yaşamış ve Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde Juventus'la oynanan maçta çıkan ve tarihe Heysel Faciası olarak geçen olaylarda kulüp ve taraftarları sorumlu tutulmuştur. Bu olay sonrası UEFA tüm İngiliz kulüplerini Avrupa kupalarından beş yıl süreyle men etmiştir. Liverpool'a ise önce on yıl ceza verilmiş daha sonra yapılan itirazlarla bu ceza altı yıla indirilmiştir. Liverpool kulübü, John Houlding ile Everton arasında yaşanan ihtilafın bir sonucu olarak kurulmuştur. 8 yılın ardırdan Everton kulübü, 1892 yılında Goodison Park'a taşınmış ve buna takriben Houlding, Liverpool kulübünün temellerini atmıştır. İlk başta "Everton FC Athletic Grounds Ltd. (Kısaca Everton Athletic) adıyla yola çıkan kulüp, federasyonun Everton FC isminin kullanımına izin vermemesi nedeniyle Mart 1892 yılında Liverpool FC adını almış ve bu tarihten 3 ay sonra da federasyon tarafından resmen tanınmıştır. Takım ilk sezonunda Lancashire Ligini kazanarak iyi bir başlangıca imza atmıştır. 1893-94 sezonunda Football League Second Division'a katılmıştır. Bu ligde ilk sezonunda birinci olduktan sonra Football League First Division'a yükselmiştir. Bu ligi de 1901 ve 1906 yılında şampiyon olarak tamamlamıştır. Kulüp ilk FA Cup finalini 1914 yılında Burnley'e karşı oynamış ve 1-0 kaybetmiştir. 1922 ve 1923 yılında üst üste lig şampiyonu olmuş, ancak kulübün 5. şampiyonluğunu aldığı 1946-47 sezonuna kadar suskun kalmıştır. Liverpool, 1950 yılında yine kupada final oynamış fakat rakibe Arsenal'a karşı sahadan mağlup ayrılarak ikinci kupa finalini de kaybetmiştir. 1953-54 sezonunda takım tarihinde küme düşmüştür. 1958-59 FA Cup sezonunda Worcester City'ye karşı alınan 2-1'lik yenilgi sonrası Bill Shankly kulübün yeni menajeri olmuştur. Takımın başına geçen Bill Shankly, 24 oyuncu ile yollarını ayırmış ve kulübün bir ayakkabı deposunu teknik ekibin taktik stratejileri tartıştığı bir odaya dönüştürmüştür. Bu odada Bill Shankly önderliğinde Joe Fagan, Reuben Bennett ve Bob Paisley kulübü yeniden yapılandırmaya başlamışlardır. Kulüp birinci lige 1962 yılında tekrar dönmüş ve 17 yıl sonra 1964'te şampiyon olmuştur. 1965 yılında kulüp tarihinin ilk FA kupası kazanılmıştır. 1966 yılında tekrar şampiyon olunmuş ancak UEFA Kupa Galipleri Kupası finalinde Borussia Dortmund'a kaybedilmiştir. 1972-73 sezonunda Liverpool, tarihinin ilk Avrupa kupası olan UEFA Kupası'nı ve aynı zamanda ligi kazanmıştır. Daha sonra Bill Shankly emekliye ayrılmış ve yerine asistanı Bob Paisley geçmiştir. 1976'ta, Paisley'in ikinci sezonunda Liverpool tekrar UEFA kupası ile lig şampiyonluğunu kazanarak ikinci kez duble yapmıştır. Bir sonraki sezonda şampiyonluk unvanı korunmuş ve kulüp tarihinin ilk UEFA Şampiyonlar Ligi (o dönemki adıyla European Cup) şampiyonluğu elde edilerek bu büyük bir başarı sağlanmıştır
. Fakat bu 1977 sezonunda FA Cup finali kaybedilerek sezon üç kupayla noktalanmamıştır. Liverpool 1978 yılında tekrar Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmuş, bir sonraki sezonda bir yıl aradan sonra tekrar şampiyon olunmuştur. 9 yıllık Paisley döneminde Liverpool 21 kupa kazanmıştır, bunlara 3 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, 1 UEFA Kupası, 6 Lig Şampiyonluğu Kupası, üst üste 3 Lig Kupası gibi kupalar dahildir. Paisley'in yerel liglerde kaybettiği tek kupa finali 1977 sezonu FA Cup finalidir. Paisley, 1983 yılında emekli olma kararı almış ve yerine yardımcısı geçmiştir, Joe Fagan. Fagan ilk sezonunda Lig, FA Cup ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu elde ederek, Liverpool'u İngiliz takımları içerisinde bu başarıyı gösteren ilk takım yapmıştır. Liverpool 1985 yılında tekrar Şampiyonlar Ligi finaline çıkmış ve rakibi Juventus olmuştur. Heysel Stadyumu'nda oynanacak bu karşılaşma öncesi Liverpool'lu futbol holiganları Juventus taraftarlarının olduğu bölüme saldırmış ve bu saldırıdan kaçan taraftarlar bir duvarın çökmesi sonucu tel örgülere sıkışarak hayatlarını yitirmiştir. O gün 38'i İtalyan, 39 kişi hayatını kaybetmiş ve bu olay Heysel faciası olarak adlandırılmıştır. Oyuncuların ve menajerlerin hüznüne rağmen maç oynanmış ve Liverpool bu karşılaşmadan 1-0 yenik ayrılmıştır, golü penaltıdan Michel Platini atmıştır. Bu trajedi sonrası İngiliz futbol takımları Avrupa kupalarından 5 yıl men edilmiştir. Liverpool'a da 10 yıllık men cezası verilmiş ancak bu karar daha sonra 6 yıla indirilmiştir. 14 Liverpool taraftarı gayriihtiyari adam öldürme suçundan hüküm giymiştir. Bu felaket sonrası Joe Fagan istifa etmiş ve yerine kulübün efsane futbolcusu Kenny Dalglish oyuncu-menajer olarak geçmiştir. Onun döneminde Liverpool üç lig şampiyonluğu ve iki FA Cup kazanmıştır. 1985-96 sezonunda çift kupalı bir sezon yaşanmıştır. Tüm bu başarılara Hillsborough faciası gölge düşürmüştür. 15 Nisan 1989'da Nottingham Forest'e karşı oynanan FA Cup yarı finalinde, yüzlerce Liverpool taraftarı tel örgülere sıkışıp ezilmiştir. O gün doksan dört Liverpool taraftarı hayatını kaybetmiştir. 95. kurban bu olaydan dört gün sonra, 96. kurban ise 4 yıl komada kaldıktan sonra hayatını kaybetmiştir. Bu olaydan sonra devlet stadyumların güvenliği konusunda bir inceleme yürütmüştür ve bunun sonucunda üst seviye liglerdeki takımların tribünlerinin tamamının koltuklu olması şart konulmuştur. Yapılan incelemede bu faciaya tribünlere aşırı taraftar alınması ve polisin de bu kontrolü sağlayamamasının yol açtığı söylenmiştir. Liverpool, facianın yaşandığı 1988-89 sezonunun sonunda Arsenal ile puan ve averaj olarak eşit olmasına rağmen, Arsenal'ın sezonun son maçında (26 Mayıs 1989, Liverpool 0 - 2 Arsenal) attığı son dakika golüyle birlikte toplamda daha çok gol atmış olmasından dolayı şampiyonluğu kaybetmiştir. 1989-90 sezonunda kulübün son lig şampiyonluğu kazanılmıştır. 1991'de Kenny Dalglish, Hillsborough faciasının da etkisiyle görevinden ayrılmıştır. Yerine kulübün eski futbolcusu Graeme Souness geçmiştir. Onun döneminde 1991-92 sezonunda FA Cup kazanıldı. Daha sonra yerini Roy Evans'a bıraktı. Liverpool'un ezeli rakipleri, Merseyside'nin diğer takımı olan Everton ve 1960'lı yıllardan beri rakip oldukları Manchester şehrinin takımı olan Manchester United'dır. Liverpool, en büyük rakibi olan Everton ile Merseyside Derbisi'ni oynamaktadır. Bu derbi ``Dostluk Derbisi`` olarak da adlandırılmaktadır. Merseyside Derbisi'nde oynanan 215 maçın 85'ini Liverpool, 66'sını Everton kazanmıştır. 64 maç da berabere bitmiştir. Liverpool'un ev sahibi forması her zaman kırmızıdır. Ancak bu kulübün kurulduğu 1892 ile 1894 yılları arasında böyle değildi. O yıllarda forma olarak mavi-beyaz gömlek kullanılırdı. 1894 yılından sonra formalarda Liverpool şehrinin sembolü olan kırmızı renk kullanıldı. Liverpool'un deplasman formaları genellikle beyaz forma ve siyah şort ya da sarı forma ve şort şeklinde olmaktadır. Ancak 1987 yılında gri, 1991-92 sezonunda ise yeşil forma ve beyaz şort deplasman forması olarak kullanılmıştır. Liverpool 1990'lı yıllarda formasında altın sarısı, ekru, siyah, gri gibi renkleri kullanmıştır. 2008-09 sezonunda gri formayı yeniden kullanmıştır. Kulüp 3. formalarını genellikle Avrupa kupalarındaki deplasman maçlarında kullanmaktadır. Kulübün formalarını 1985 yılında Umbro, 1985-1996 ve 2006-2012 yılları arasında Adidas, 1996-2005 yıları arasında ise Reebok üretmiştir. 2012 yılından itibaren ise Warrior Sports firması üretecektir. Kulüp tarihi boyunca kulübün forma sponsorları Crown Paints, Candy, Carlsberg ve Standard Chartered Bank'tır. 1992'den beri Liverpool'un forma sponsoru olan Carlsberg'in kontratı geçen sezon bitmiştir. Bu sezondan itibaren Liverpool'un forma sponsoru Standard Chartered Bank olmuştur. Takım son şampiyonluğunu Kenny Dalglish yönetiminde 1990 senesinde kazanmıştır. Liverpool (anlam ayrımı) Liverpool şunlar da olabilir: Emirdağ (anlam ayrımı) Ortam oynatıcıları listesi Ortam oynatıcıları listesi: Bazıları hem görüntü hem de ses çalabilir. Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi (eski adı Gureba Hastanesi), İstanbul'un Fatih ilçesinde, Vatan Caddesi üzerinde bulunan bir hastanedir. Osmanlı padişahı Abdülmecit'in annesi Bezmialem Valide Sultan bu hastaneyi fakirler için kurdurmuştur. 2010 yılında "Bezm-i Alem Valide Sultan Vakıf Gureba Eğitim ve Araştırma Hastanesi" olan adı "Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi"nin kurulmasıyla değişmiş ve 24 Ekim 2010 tarihinde üniversiteye devredilerek Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi olarak hizmet vermeye başlamıştır. Ayrıca 2016 yılında, Olağanüstü Hal (OHAL) Kararnamesi kapsamında Hazineye geçen "Fatih Üniversitesi Sema Hastanesi" Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi'ne devredilerek "Bezmiâlem Tıp Fakültesi Dragos Hastanesi" olarak hastane bünyesine eklenmiştir. Vefa Lisesi Vefa Lisesi ya da eski adıyla Vefa İdadisi, 1872 yılında İstanbul'da kurulan, günümüzde Anadolu lisesi statüsündeki ortaöğretim kurumu. İsmini Tarihi Yarımada'da yerleşkesinin bulunduğu Vefa semtinden alan okul, ana dille öğretim yapılan ilk sivil lise olma özelliğini taşır. Türkiye'de 10, İstanbul'da 7 tane bulunan, yabancı dil hazırlık eğitimiyle beraber 5 yıl eğitim veren Anadolu liselerinden biridir. Osmanlı İmparatorluğu'nda 18. yüzyıla kadar eğitim, mahalle mektebi, medrese gibi klâsik eğitim kurumlarında yapılmıştır. Ancak, 18. yüzyılda askeri yükseköğretim kurumlarıyla modern eğitim hayatı başlamıştır. 19. yüzyılda düzensiz bir biçimde ilköğretim alanında sıbyan mektepleri, ortaöğretim alanında rüşdiye (ortaokul), idadi (lise) ve sultanî (lise+yüksekokul) olmak üzere çeşitli modern eğitim kurumları kurulmuştur. Düzensiz olarak kurulan modern eğitim kurumları, 1869 yılında Maarif Nazırı Mehmed Esad Safvet Paşa döneminde hazırlanan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile bir sisteme bağlanmıştır. Bu nizamnameye göre modern eğitim kurumları; ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim olmak üzere üç kademede yapılandırılmıştır. İlköğretim kurumları mahalle ve sıbyan mektepleri, yükseköğretim kurumu ise Darülfünun olarak belirlenmiştir. Ortaöğretim kurumları ise rüşdiye, idadi ve sultani olmak üzere üç türde yapılandırılmıştır. Bugünkü lise türünün tam karşılığı olan okul türü, idadilerdir. "Ana dille öğretim yapılan ilk mülkiye lisesi (Sivil Lise)", 1872 yılında ""Mekteb-i Mülkiye""nin bünyesinde idadi sınıfları olarak kurulan bugünün Vefa Lisesi'dir. Mekteb-i Mülkiye'nin bünyesindeki idadi sınıfları, Mekteb-i Tıbbiye ve Mekteb-i Hukuk gibi yüksek öğretim kurumlarının bünyesindeki idadi sınıflarıyla birleşmiş ve 1872 yılında ""Dersaadet İdadi-i Mülkiye-i Şâhâne"" adıyla bağımsız bir okul haline gelmiştir. 1881 yılında okul, Maarif Nezareti'nce satın alınan Mütercim Rüştü Paşa'ya ait üç katlı konağa taşınmış ve İstanbul'un Türkçe eğitim veren ilk mülkiye idadisi olarak eğitim ve öğretime devam etmiştir. Okul, 1900 yılında bulunduğu semtten dolayı ""Vefa İdadi-i Mülki-i Şahanesi"" adını almıştır. Okul, 1914 yılında ""Vefa Mekteb-i Sultanisi"" adıyla sultani statüsüne çıkarılmıştır. Bu dönemde okul, bünyesinde ilkokul, ortaokul ve lise bölümleri bulunan 12 yıl öğrenim sürekli bir eğitim kurumu haline gelmiştir. 1910 yılındaki büyük yangın sonrası Mütercim Rüştü Paşa Konağı ailelere verildiğinden, okul Vezneciler'deki Saffet Paşa Konağı'na taşınmıştır. 1912'deki Balkan Savaşı sırasında birçok öğrenci ve öğretmen gönüllü olarak cepheye gitmiş ve geri dönmemiştir. Bu sırada Mütercim Rüştü Paşa Konağı Hilâl-i Ahmer (Kızılay) Hastanesi olarak kullanılmıştır. Çanakkale Savaşı patlak verdiğinde Vefa Sultanisi'nin 1915-1916 eğitim dönemindeki öğrencileri ve öğretmenleri, asker üniforması giyerek ve okulun bahçesinde toplanıp marşlar söyleyerek Şehzadebaşı'na çıkmışlardı. Meydanda toplanan İstanbullular, Vefalıları, alkışlar ve dualarla savaşa uğurlamıştı. Vefa Sultanisi son sınıf öğrencileri erken mezun edilerek bazı öğretmenleriyle birlikte gönüllü olarak cepheye gitmişlerdi. Bu yüzden sayıları azalan Vefa Sultanisi öğrencilerinin geride kalanları ise, İstanbul İnas Sultanisi -bugün Cağaloğlu Anadolu Lisesi- olarak kullanılan binaya taşınmıştır. Vefa Sultanisi, bu binanın öğretim için yetersiz kalması üzerine, 1917 yılında Vefa semtindeki kendi binasına taşınmıştır. Fakat, diğer orta öğretim kurumlarında olduğu gibi, çoğu geri gelemeyen öğrencileri sebebiyle Vefa Sultanisi, 1918 sonrasına kadar mezun verememiştir. 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu‘nun kabulüyle, okul, diğer bütün idadi ve sultanilerle birlikte lise adını alarak ""Vefa Erkek Lisesi"" olmuştur. Okul 1925 yılından sonra bazı liselerle birlikte ortaokula dönüştürülmüş ve Kadırga’daki Eczacılık Okulu binasına taşınmıştır. Okul burada ""Vefa Orta Mektebi"" adıyla 1933′e kadar eğitim yapmıştır. 1933 yılında 300′ün üzerinde Vefa Lisesi mezununun girişimi ve yine Vefa mezunu o zamanki Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kemalettin Gedeleç'in desteğiyle oku
l yeniden lise statüsüne kavuşmuş ve Vefa’daki tarihi binasına dönerek ""Vefa Erkek Lisesi"" adıyla öğretimine devam etmiştir. Okulun bünyesinde, Anadolu lisesi statüsüne geçtiği 1990 yılına kadar, hem ortaokul, hem de lise kısmı yer almıştır. Uzun süre sadece Mütercim Rüştü Paşa Konağı'nda öğretim yapan Vefa Lisesi 1937 yılında Yüksek Öğretmen Okulu binası olarak kullanılmaya başlanan üst bahçedeki binanın bu okulun 1949 yılında Çapa’ya taşınması üzerine devri ile kapasitesini arttırarak iki binada öğretime başlamıştır. Ayrıca alt bahçedeki pavyonlarda okulun spor, kültür etkinlikleri ile fen laboratuvarları yer almıştır. 1954-1961 yılları arasında Vefa Lisesi Müdürlüğü yapan Ziver Tezeren döneminde okulun mezunlarından Necip Akar, okul bahçesindeki Şehzade Mehmet Külliyesi'ne dahil olan Tabhane binalarında Fizik, Kimya, Biyoloji laboratuvarları kurularak hizmete sunulmuştur. Yüksek Öğretmen Okulundan devrolan binanın üst katında 1959 yılında Erkek Öğrenci Pansiyonu da açılmıştır. Bu pansiyonda öğrenci mevcudu zamanla 300′e kadar çıkmıştır. 1970'li yıllardaki olaylar nedeniyle Pansiyon 12 Eylül 1980′de kapatılmış, ancak 1984'te yeniden düzenlenerek Kız Öğrenci Pansiyonu olarak açılmıştır. 1958 yılında Vefa Lisesi’nin bünyesinde İstanbul’un ilk Akşam lisesi açılmıştır. ""Vefa Akşam Lisesi"" adıyla öğretim yapan bu lise Pertevniyal Lisesi’ne aktarıldığı 1978 tarihine kadar beş bin civarında mezun vermiştir. Bu mezunlar içinden bakan, milletvekili, sanatçı, bilim adamı ve işadamları yetişmiştir. Okul binalarının yetersizliği nedeniyle alt bahçedeki pavyonlar kaldırılarak yerine 1967 yılında yeni bir okul binasının yapımına başlanmış ve iki yılda tamamlanan bu bina 1969-1970 öğretim yılında hizmete girmiştir. Bu arada harap duruma düşen Mütercim Rüştü Paşa Konağı öğretime kapatılmıştır. Bu bina, Vefa mezunlarının kurduğu "Vefa Lions Kulübü" tarafından onarıma alınmış ve 1984 yılında yeniden Vefa Lisesi’nin öğretimine kazandırılmıştır. 1970'li ve 1980'li yıllarda Vefa semti sakinlerinin birer birer semtten ayrılmaları ve bunların yerine işyerleri ve işçi pansiyonlarının açılması semtte öğrenci potansiyelini tamamen yok etmiş, okul İstanbul’un çeşitli semtlerinden öğrencilerin geldiği karma bir okul durumuna düşmüştür. Bunun üzerine mezunların 1989 yılında kurduğu "Vefa Vakfı"'nın kurucu başkanı merhum Ulaştırma Bakanı Cengiz Tuncer'in çabalarıyla okulun statüsü Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığınca Anadolu Lisesi’ne dönüştürülerek adı ""Vefa Anadolu Lisesi"" olmuştur. Mezunların isteği ve okul yönetimi ile öğretmenler kurulunun uygun görmesi üzerine 2001 yılında, okulun statüsü değiştirilmeden, adındaki "Anadolu" kelimesinin çıkartılarak tarihi adına dönülmesi Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığına teklif edilmiştir. Bakanlık bu teklifi değerlendirerek okulun adını tekrar ""Vefa Lisesi""ne dönüştürmüştür. Okulun iki tarihi binası (Pansiyon ve Mütercim Rüştü Paşa Konağı) 17 Ağustos 1999 depreminde hasar görerek öğretime kapatılmıştır. Başta okulun önemli mezunlarından Uğur Dündar ve Devlet Bakanı Recep Önal'ın girişimleri ile İMKB'nın büyük maddi katkısı sağlanmış, eksik kalan kısmı da Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı tarafından tamamlanarak 2000 yılında Pansiyon binası, 2001 yılında da Mütercim Rüştü Paşa Konağı hizmete girmiştir. Bakanlıkla temasların yürütülmesinde okulun mezunlarından İstanbul Milletvekili Ahmet Güzel’in de katkıları olmuştur. Okulun iç fiziki görünümü ile eğitim donanımının yenilenmesi ve eğitim teknolojisindeki eksiklerin giderilmesi amacıyla okul müdürlüğünce hazırlanan ""21. Yüzyıla Uyum Projesi"" bir toplantı ile Vefalılara sunulmuştur. Proje Vefalılarca benimsenerek iki yıl içinde hayata geçirilmiştir. Bu projenin bu kadar kısa bir sürede hayata geçirilmesinde Vefa Lisesi Eğitim Vakfı'nın, Vefalılar Derneği'nin öncülüğünün ve organizasyonunun büyük rolü olmuştur. Böylece okul, fiziki anlamda çağ atlayarak kısa sürede 21. yüzyılın okulu olmuştur. 2005-2006 yılında Anadolu Liselerinin Hazırlık Sınıflarının kapatılarak bütün liselerin dört yıl öğrenim süreli okullar haline gelmesi üzerine, okulun yabancı dil ağırlıklı eğitiminin aksayacağı düşüncesiyle, okul statüsünün (Hazırlık+4 yıl) toplam beş yıl öğretim süreli Anadolu Lisesi olma girişimi Uğur Dündar'ın yakın ilgi ve desteğiyle Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı tarafından kabul görmüş ve okul 2006-2007 öğretim yılından itibaren bu statüdeki altı liseden biri durumuna gelmiştir. 2006 Haziranında yapılan Kemal Sunal Kültür ve Sanat Ödülleri Törenini onurlandıran İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'a Okul Müdürlüğünce sunulan ""Multimedya Destekli Eğitim Projesi"" kabul görmüş ve 2006-2007 öğretim yılında hayata geçirilmiştir. Bu durumda okulun tüm sınıf, atölye ve laboratuvarlarına sabit projeksiyon makinesi takılmış ve her öğretmene okulda kaldığı sürece eğitim amaçlı kullanmak üzere birer dizüstü bilgisayar sağlanmıştır. Vefa Lisesi günümüzde beş yıllık statüsü, modern sınıfları, eksiksiz eğitim teknolojisi, yeterli sosyal etkinlik alanlarıyla seçkin bir eğitim kurumu olarak öğretimini sürdürmektedir. Vefa Lisesi, 4481 metrekarelik hazineye ait bir alanda eğitim-öğretim yapmaktadır. Bu alanın 2000 metrekaresinde okul binaları, 2500 metrekaresinde de bahçe yer almaktadır. Okul binaları, biri pansiyon, ikisi eğitim-öğretim binası olmak üzere üç binadan ibarettir. Ayrıca okul bahçesinde Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait Şehzade Mehmet Tabhanesi ve Şehit Ali Paşa Kütüphanesi yer almaktadır. Bu binalar, okulun eğitim-öğretim hizmetlerine tahsisli olup, Vefa Lisesi Eğitim Vakfı tarafından onarım çalışmaları sürdürülmektedir. Okul binalarının yetersiz kalması üzerine, dönemin okul müdürü Adil Teoman'ın girişimiyle ön bahçede 1908 yılında ilave edilen ve kütüphane, laboratuvar ve spor salonu olarak kullanılan iki bina yıktırılarak 17 Haziran 1968 tarihinde bugün "Ana Bina" olarak isimlendirilen ve bünyesinde Konferans Salonu ve Spor Salonu bulunan binanın temelleri atılmıştır. Bu bina, 1971 yılı başında tamamlanarak 22 Şubat 1971 tarihinde öğretime açılmıştır. Okulun "Ana Bina" adı verilen yeni binasında; okul müdürlüğü, idari birimler ile 18 derslik, 3 Fen Laboratuvarı (Fizik, Kimya, Biyoloji), 2 Bilgisayar Laboratuvarı, 1 Ölçme-Değerlendirme Merkezi, Rehberlik Servisi, Resim Atölyesi, Okul Müzesi, Arşiv, Konferans Salonu, 2 Öğretmenler Odası, Okul Aile Birliği Odası, Sosyal Etkinlikler Kurulu Odası ile Okul Kantini ve Çayocağı (Osman Amca'nın Yeri) yer almaktadır. Konferans Salonu 400 kişi kapasitelidir. 1859-1878 yılları arasında farklı dönemlerde olmak üzere 5 kez sadrazamlık görevi yapan Mütercim Rüştü Paşa tarafından yaptırılan konak, 1881 yılında Maarif Nezareti tarafından satın alınmıştır. Okulun "Orta Bina" adı verilen Mütercim Rüştü Paşa Konağı'nda 8 derslik, Müzik Dershanesi, Sinevizyon Salonu, Kütüphane, 1 Müdür Yardımcısı Odası, Rehberlik Servisi, Yabancı Diller Bölüm Başkanlığı ve Kurs Merkezi yer almaktadır. Sinevizyon Salonu 70 kişi, Kütüphane 50 kişi kapasitelidir. Okulun bahçesinde bulunan ve bugün Vefa Lisesi Kız Öğrenci Pansiyonu olarak kullanılan bina, devrin ünlü mimarlarından Mimar Kemalettin tarafından yapılmış ve 1938 yılında tamamlanmıştır. Pansiyon binasında ise bodrum katında 250 kişilik yemekhane, 1. katında ambar ve depolar, 2. ve 3. katında 10 yatakhane, 1 Televizyon Odası ve Belletmen Odaları bulunmaktadır. Pansiyon 112 öğrenci kapasitelidir. "Ayrıntılı bilgi için bakınız: Şehit Ali Paşa Kütüphanesi" Şehit Ali Paşa Kütüphanesi, 1715 yılında Şehit Ali Paşa tarafından yaptırılmıştır. Şehit Ali Paşa'nın kişisel kitap koleksiyonunu bulunduran kütüphane, 1894 Büyük İstanbul Depremi'nde zarar görmüş ve kütüphaneye ait koleksiyonlar 1933 yılında Süleymaniye Kütüphanesi'ne taşınmıştır. Derslerin türü ve haftalık kaç saat işleneceği, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı'nın ""hazırlık sınıfı bulunan Anadolu liseleri"" için ilan ettiği plana göre belirlenmektedir. Aşağıdaki tabloda bu plandaki derslerin listesi verilmiştir. Okulun son 10 yılda öğrencilerini üniversiteye yerleştirme başarısı %72.4 ile %91.5 arasında değişmektedir. 2013 yılında 13, 2014 yılında 18 öğrencisi ÖSYS sonucunda ilk 1000 kişi arasına girmeyi başarmıştır. Okula yeni kaydolan öğrencilere ve velilere kurumu tanıtmak ve benimsetmek, onlara kuruma aidiyet duygusunu kazandırmak amacıyla düzenlenmektedir. Törende okul yöneticileri okulun tarihi, amaçları, hedefleri, ilkeleri, işleyişi ve uyulması gereken kurallar; Yabancı Diller Bölüm Başkanı yabancı dil öğretimi hakkında bilgi verir. Yeni kaydolan öğrenciler adına (En Küçük Vefalı) duygularını ifade eden bir konuşma yapar ve sonrasında tüm öğrenciler tarafından "Vefalılık Andı" içilmektedir. Öğrenciler sınıf sınıf sahnedeki platformda yerlerini aldıktan sonra öğretmenler ve mezunlar tarafından yakalarına Vefa Lisesi rozeti takılmaktadır. Tören Okul Aile Birliği’nin kantinde verdiği ikramla sona ermektedir. Alibeyköy Barajı havzasında DSİ tarafından 1974 yılında tahsis edilen Vefa Ormanı’na her yıl Nisan ayının ilk Pazar günü Vefalılarca fidan dikilir. Okul Müdürlüğü ve Vefalılar Derneği'nce ortaklaşa düzenlenen bu etkinliğe öğretmenler, öğrenciler, veliler ve mezunlar katılır. Dernek tarafından sağlanan fidanlar dikildikten sonra piknik yapılır. 1876 yılından bu yana Vefa semtinde meşhur Vefa Bozası'nı üreten Vefa Bozacısı, Vefa Lisesi'nin oldukça yakınında bulunmaktadır. Vefa Lisesi mezunları, öğrencilik dönemlerini anmak için okullarında toplanmak üzere belirledikleri geleneksel mezunlar gününe Boza Günü adını vermişlerdir. Her Mayıs ayının ilk pazar günü düzenlenen Boza Günü'nde ziyaretçilere Vefa Bozası ikram edilir. Boza Günü’nü takip eden hafta ise Boza Kültür Haftası olarak konser, tiyatro, konferans, söyleşi, panel, sergi, dia gösterisi gibi çeşitli etkinliklerle kutlanır. "Ayrıntılı bilgi için bakınız: Vefa Lisesi Bahar Festivali ve Kemal Sunal Kültür ve Sanat Ödülü" 2003 yılından bu yana düzenlenmekte olan Vefa Lisesi
Bahar Festivali, Haziran ayının ilk on günü içinde üç gün süreli olarak, öğrencilerin yaşadığı sınav stresini üzerlerinden atmak, sevdikleri sanatçı ve gruplarla bir araya gelmelerini sağlamak, katıldıkları kültürel etkinliklerin sayısını ve çeşitliliğini artırmak ve en önemlisi, tüm öğrencilerin koşulsuz eğlenmelerini sağlamak amacıyla düzenlenmektedir. Festival boyunca Vefa Lisesi çeşitli müzik, kültür-sanat ve spor etkinliklerine ev sahipliği yapar. Her yıl Öğrenci Meclisi tarafından oluşturulan Festival Komitesinin organize ettiği festivalin ilk günü, tüm öğrencilerin katıldığı bir anket sonucunda seçilen sinema, müzik, tiyatro, edebiyat ve medya alanında başarılı kişilere Kemal Sunal Kültür ve Sanat Ödülleri dağıtılır. Diğer günlerde ise gençlik konserleri, söyleşi, panel ve dinleti gibi etkinlikler gerçekleştirilir. Okul Müdürlüğü ve Okul Aile Birliği tarafından düzenlenen bu tören, ders yılının sona erdiği günü takip eden ilk hafta içinde belirlenen bir günde yapılır. Bu törene o yıl mezun olan öğrencilerle velileri ve Vefa Kuruluşlarının temsilcileri katılır. Törende Okul Müdürü, son sınıfların Müdür Yardımcısı, Okul Birincisi, Kuruluş temsilcileri duygularını ifade ederler. İlk üç dereceye giren mezunlar kuruluşlarca ödüllendirilir. Daha sonra Okul Birincisi yaş kütüğüne plaket çakar ve okul flamasını törenle Lise 2. sınıf birincisine teslim eder. Mezunlar keplerini attıktan sonra, Okul Aile Birliğince mezunlara ve konuklara ikramda bulunulur. ÖSYS takvimine göre her öğretim yılı Mart ya da Nisan ayında planlanan bir eğitim etkinliğidir. 12. sınıf öğrencileri başta olmak üzere diğer sınıfların da katıldığı ve gelecekte tercih etmeyi arzuladıkları mesleklerin öğretim üyeleri ve öğrencileri ile görüşme fırsatı buldukları bir eğitim etkinliğidir. Bu etkinlik her yıl 15-20 üniversiteden yaklaşık 60 akademisyenin katılımıyla gerçekleşmektedir. Vefa Lisesi edebiyat öğretmenleri öncülüğünde lisenin öğrencileri tarafından yazılan ve yayına hazırlanan, ismini okulun ve spor kulübünün renklerinden alan dergidir. Başta edebiyat olmak üzere tarih, sanat, teknoloji ve genel kültür konularında yazılar yazılır. Yıllık olarak çıkarılır. Öğrencilere, öğretmenlere ve Vefalılar Derneği'ne dağıtılır. Vefa Lisesi 2013 yılından beri, Almanya'nın 2008 yılında "Okullar: Geleceğin Ortakları" (PASCH) adı altında hayata geçirdiği ve Türkiye genelinde belli kriterleri sağlayan okulların seçildiği bu girişiminin bir üyesidir. İlgili proje modern multimedya ders materyalleri, teknik donanımlar, eğitim seminerleri, branş geliştirme programları, öğrenci değişim programları, kardeş okul programları, eğitimciler ve öğrenciler için uzman danışmanlıkları gibi çok sayıda hizmetlerle okulları yurt içinde ve yurt dışında desteklemektedir. Öğrencilere yurt içinde veya yurt dışında yaz kursları, kamplar ve çeşitli proje ve yarışmalara katılım olanağı verilmekle birlikte, ileri seviyedeki öğrencilere Almanya’da yüksek öğrenim bursu alma olanakları mevcuttur. Proje kapsamında Vefa Lisesi'nde Almanca tiyatro çalışmaları yapılmış, Almanya'ya değişim öğrencileri gönderilmiştir. 2013 yılında Bavyeralı Alman müzik grubu "Bavaturca", Vefa Lisesi'nde konser vermiştir. 2014 yılında Vefa Lisesi öğrencileri Almanya'da Münih yakınlarındaki Landsberg am Lech şehrinde Alman öğrencilerle birlikte ""Stelzentheater"" gösterisi sunmuştur. "Ayrıntılı bilgi için bakınız: " Vefa Marşı, 1953 yılında okulun edebiyat öğretmeni merhume Behice Kaplan tarafından yazılmış, okulun müzik öğretmeni merhum Şahap Öktem tarafından bestelenmiştir. Vefa Lisesi'ne yeni katılan öğrencilerin "Vefalı" oldukları Rozet Takma Töreni'nde içtikleri anddır. Biz Vefalı Gençler olarak; Atatürk’ün ilke ve inkılaplarından ayrılmayacağımıza, Türkiye Cumhuriyetini sonsuza kadar yaşatacağımıza, Akıl, bilim ve çağdaş uygarlık yolundan sapmayacağımıza, Sevgi ve hoşgörü ile tüm insanlığı kucaklayacağımıza, Okulumuzu başarı ile temsil edeceğimize, Namusumuz ve şerefimiz üzerine and içeriz. Vefa Lisesi mezunları, öğretmenleri ve mensupları tarafından kurulan ilk dernek, 21 Temmuz 1947 yılında faaliyete geçen "Vefa’dan Yetişenler Derneği"dir. Başlangıçta başarılı hizmetler veren "Vefa’dan Yetişenler Derneği"nin zaman içerisinde fonksiyonunu yitirmesi üzerine, bir devamı olarak 27.12.1973 tarihinde "Vefalılar Derneği" kurulmuştur. Vefa Lisesi Eğitim Vakfı, 1989 yılında görev yapmakta olan Vefalılar Derneği Yönetim kurulu, Denetleme Kurulu ve Divan Kurulu üyelerinin ortak girişimiyle 41 kişilik kurucular kurulu oluşturularak 20 Haziran 1990 tarihinde "Vefa Vakfı" adıyla kurulmuş olup, ülkemize eğitim alanında katkı sağlamayı hedefleyen bir sivil toplum kuruluşudur. Vakfın adı 11 Nisan 2002 tarihinde "Vefa Lisesi Eğitim Vakfı" olarak tescil edilmiştir. Vefa Lisesi Eğitim Vakfı, Vefa Lisesi’nde okumuş, okutmuş, spor yapmış ve Yeşil-Beyazlı camiaya toplumsal veya sportif alanlarda katkıda bulunmuş olan Vefalıları çatısı altında toplamayı amaçlamıştır. "Vefa Spor Kulübü'yle ilgili daha fazla bilgi için: Vefa SK" Vefa Lisesi gençliğini spora yönlendirmek, böylece bedenen ve ahlaken sağlıklı nesiller olarak yetişmelerini sağlamak amacıyla kurulan Vefa Spor Kulübü'nün tarihçesini, kulübün 1 numaralı kurucusu Saim Turgut Aktansel, Aylık Ansiklopedi’nin 2.Cilt 15. sayısında özetle şöyle anlatmıştır: Taylan Biraderler'in yönetmenliğini yaptığı, 2004 yılında gösterime girmiş olan Okul filminin dış mekân çekimleri Vefa Lisesi'nde yapılmıştır. Filmin afişinde "Orta Bina" (Mütercim Rüştü Paşa Konağı) yer almaktadır. Vefa Lisesi, Tarihi Yarımada'nın Vefa semtinde, Şehzade Camii'nin hemen bitişiğinde yer almaktadır. Unkapanı Atatürk Bulvarı üzerinde yer alan ""Vefa"" ya da ""İstanbul Büyükşehir Belediyesi"" İETT durakları ile Şehzadebaşı Caddesi üzerindeki ""Şehzadebaşı"" İETT durağından geçen otobüsler kullanılarak okula ulaşmak mümkündür. M2 Yenikapı-Hacıosman metro hattının ""Vezneciler"" istasyonu okula yaklaşık 500 m uzaklıkta bulunmaktadır. T1 Bağcılar - Kabataş tramvay hattının ""Laleli‐Üniversite"" ve ""Beyazıt-Kapalıçarşı"" durakları da yaklaşık 1 km uzaklıkta bulunmaktadır. = Dış bağlantılar = Sıcak para Sıcak paranın “iktisat yazınında genel kabul gören kesin bir tanımı olmamasına rağmen, “spekülatif”, “kısa-dönemci” ve “aşırı dalgalanma ve akışkanlık “ gibi unsurlar içerdiği; ve yol açtığı iktisadi istikrarsızlıkların da özü itibarıyla bu öğelerden kaynaklandığı bilinmektedir” (Yeldan, 1998: 156). Pratik düzeyde sıcak para aşağıdaki akımları içerecek şekilde tanımlanmıştır; Yerli kökenli sıcak para hareketleri aşağıdaki gibi sınıflandırılır. olarak dört öğeye ayırmaktayız. Yabancı kökenli sıcak para hareketleri aşağıdaki gibi sınıflandırılır. Sıcak para hareketlerinin azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkilerini inceleyen Gabriel Palma, sıcak paranın farklı ülkeleri farklı şekillerde etkilediği sonucuna varmıştır. Yazar sıcak paranın ülkelerle etkileşimini 4 farklı grup içerisinde incelemiştir.(Palma, 2000) Etkileşim ile anlatılmak istenen; sıcak paranın ülkelere nasıl giriş yaptığı, ülkelerin temel ekonomik göstergelerini ne şekilde etkilediğidir. Yazarın ilk grup olarak nitelendirdiği ülkelerin sıcak para ile etkileşimi Türkiye'nin 2000 yılında sıcak para ile etkileşimiyle büyük benzerlikler taşımaktadır. Bu etkileşim süreci aşağıda sunulmuştur. “Portföy yatırımları ve yerli bankalara verilen kısa vadeli kredilerin inanılmaz derecede büyümesi – faizlerin düşmesi - yerel reel döviz kurunun hızlı bir biçimde değerlenmesi – tüketim patlaması – borsa içerisinde yapay büyüme – tasarrufların azalması – cari işlemler dengesinin bozulması - dış borcun büyümesi ve vadesinin kısalması - kriz” (Palma, 2000: 30). Joseph Wilson Swan Joseph Wilson Swan, (d. 31 Ekim 1828 - ö. 27 Mayıs 1914) ünlü İngiliz fizikçi ve kimyager. 31 Ekim 1828'de Newcastle yakınlarındaki Sunderland’da doğdu, 27 Mayıs 1914’te Londra'nın güneyindeki Warlnigham‘da öldü. Ailesinin maddi durumu bozulunca 14 yaşında okuldan ayrılıp, birkaç yıl eczacı çıraklığı yapıktan sonra, Newcastle’de fotoğraf levhaları üreten bir firmada çalışmaya başladı. Sonradan ortak olduğu bu firmada fotoğraf levhalarına ilişkin birçok buluşun patentini aldı ve giderek başarılı bir iş adamı oldu. Özellikle karbon filamanlı elektrik ampulünü geliştirmesiyle tanınan Swan, 1894’te Londra’daki Royal Society’nin üyeliğine seçilmiş. 1904’te kendisine "Sir" unvanı verilmiştir. Swan’ın fotoğrafçılık alanındaki en önemli buluşları, 1856’da fotoğraf levhalarına ışığa duyarlı maddeyi sıvamakta kullanılan ve nitroselülozun bir alkol eter karışımındaki çözeltisi olan kolodyumun elde edilmesi yönteminin geliştirilmesi, 1872’de, o zamana değin kullanılan yaş fotoğraf levhası (camı) yerine, bugünkü fotoğraf filmine ulaşılmasında önemli bir adım olan kuru fotoğraf levhasını, 1871’de de gümüş bromürlü fotoğraf kağıdını bulmasıdır. Asıl ününü karbon filamanlı elektrik ampulüne borçlu olan Swan, 1848’de, kömürleştirilmiş kâğıttan yaptığı ilk filamanı, havası boşaltılmış cam tüp içine yerleştirerek deneylerine başladı. Ancak, yüksek vakum tekniğinin ampul içinde tam bir boşluk sağlayabilecek seviyede olmaması ve elektrik kaynağı olarak sadece pil tipindeki üreteçlerin bilinmesi nedeniyle, uzun süre çalışmalarına ara verdi. 1870'lerde vakum pompalarındaki gelişmeler ve elektrik üretici olarak dinamonun ortaya çıkması, Swan’ın tekrar çalışmalarına devam etmesini sağladı. Geliştirdiği karbon filamanlı ampulü 18 Aralık 1878’de Newcastle kimya derneğinde sergileyen Swan’dan sonra, deneylerini platin filaman kullanarak sürdüren Edison’da kısa sürede karbon filamana geçti ve elektrik ve elektrik direnci yüksek olduğu için daha kullanışlı olan bir ampul geliştirdi. Edison ile Swan arasında İngiltere mahkemelerinde patent kavgası sürerken, iki buluşçu anlaşarak 1883’te Edison-Swan limitet şirketini (Ediswan) şirketini kurdular ve birlikte çalışmaya başladılar. Aynı yıl Swan, nitroselülozlu asetik asit içinde eritip ince deliklerden geçirdikten s
onra kimyasal yollarla selüloza dönüştürerek filaman yapma yöntemini buldu. Bu yöntemde yapay elyafın özellikle viskozlu yapay ipeğin üretimi için başlangıç adımı oldu. Tanrı İstemezse (albüm) Tanrı İstemezse, 1982 yılında Uzay Plak ve Kaset`ten uzunçalar olarak çıkan Müslüm Gürses albümü. Albüme adını veren parça Tanrı İstemezse`yi Ali Avaz yazmış, Mustafa Sayan bestelemiştir. Daha sonra Sezen Aksu tarafından yorumlanmıştır. Finansal sermaye kontrolleri Bu sayfada, öncelikle parasal kriz teoriyle sermaye hareketlerinin etkileşiminin incelemesi devamında ise, sermaye kontrollerinin geniş bir analiz çerçevesindeki incelemesi mevcuttur. Uluslararası finansal piyasaların içerisinde sürekli ve hızlı bir biçimde hareket eden “spekülatif sermayenin” durdurulması ya da kontrol edilmesine yönelik ilk teşebbüsler Asya krizi sonrasında ortaya çıkmıştır. Asya krizinin önemi, hem büyüklüğünden hem de bulaşılıcılığından kaynaklanmaktadır. Asya krizi öncesinde yaşanan Avrupa Para Sistemi ve Meksika krizlerinin etkileri daha sınırlı kalmıştır. Asya krizi sonrasında yaşanan: Rusya, Brezilya, Türkiye, Arjantin krizleri spekülatif sermayenin durdurulmasına yönelik çabaların daha da kuvvetlenmesine neden olmuştur. Parasal kriz teorilerine göz atıldığında spekülatif sermaye çıkışlarının krizleri tetiklediği görülecektir. Geliştirilen üç teorik açıklama spekülatif sermayenin çıkış nedenleri üzerine yoğunlaşmıştır.(Ertürk, 2003) "İlk teorik açıklamaya (Birinci parasal kriz teorileri) göre:" sabit kur ile uyumsuz para ve maliye politikaları yürütülmesi sonucu ülkenin cari açığının giderek yükselmesi sonucu devalüasyon’dan çekinen sermayenin çıkış yapması sonucu kriz vuku bulacaktır. "İkinci teorik açıklamaya (İkinci parasal kriz teorileri) göre:" spekülatif sermaye kendi beklentileri ışığında çıkış yapacaktır. Daha basit düzeyde ifade etmeye çalıştığımızda, sermaye ileriki dönemde ülkenin makro değişkenlerinin bozulacağını düşünerek hareket edecektir. Spekülatif sermayenin varolmayan bir durumun varolacağını düşünerek hareket etmesi ülkeleri zor duruma sokmuştur. Avrupa Para Sistemi krizinin, ikinci parasal kriz teorilerine göre açıklanabileceği düşünülmektedir. "Üçüncü teorik açıklamaya (Üçüncü parasal kriz teorileri) göre:" finansal piyasalarda varolan asimetrik bilgi sonucu ortaya çıkan ahlaki çöküntü ve ters seçim spekülatif sermayeyi çıkışa yönlendirecektir. Asya krizi bu çerçevede analiz edilmektedir. Üç parasal kriz teorisi geliştirilmesinin nedeni, teorilerin yaşanan krizlerle geçerliliklerini yitirmelerinden kaynaklanmaktadır. İlk parasal kriz teorileri 1980’li yıllardaki Latin Amerika parasal kriz teorilerini açıklamaktaydı. Avrupa Para Sistemi krizinde ise, ülkelerin kur politikalarıyla ters yönde bir makro politika gerçekleştirmemelerine rağmen sermayenin çıkış yapması ilk parasal kriz teorilerinin geçerliliğini yitirmesine neden olmuştur. Asya krizi de, ikinci kuşak parasal kriz teorileri tarafından açıklanamamıştır. Asya da fitili ateşleyen sermayenin çıkış nedeni finansal piyasalarda var olan asimetrik bilginin bozucu etkilerinden kaynaklanmıştır. Asimetrik bilgi en basit anlamda ekonomik ajanların birbirlerini hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmamasından kaynaklanmaktadır. Spekülatif sermaye ve parasal krizler üzerinde yapılan yeni çalışmalar, spekülatif sermayenin çıkışına aslında spekülatif sermayenin kendisinin neden olduğu durumların yol açtığını ortaya koymaktadır. Spekülatif sermaye ülkeden çıkış sürecini kendisi yaratmaktadır. Spekülatif sermaye giriş anında yarattığı sanal(yapay) büyüme etkisiyle eş zamanlı olarak yapay büyümenin olumsuzluklarını da getirmektedir. Kısa sürede spekülatif sermayenin neden olduğu sorunlar, spekülatif sermayenin ülkeyi terk etmesi için gerekli neden olmaktadır. 1980 sonrası gelişmekte olan ülkeleri krizlere sürükleyen spekülatif sermayenin kontrolü iki şekilde gerçekleştirilebilir. Bunlar: uluslararası sermaye kontrolleri ve spekülatif sermayeye karşı ulusal önlemler alınmasıdır. Uluslararası finansal reformun gerçekleştirilmesinin dünya üzerindeki bütün ülkelerin lehine olacağı açıktır.Bu düzenlemelerin karşısında, spekülatif sermayenin sınırsız hareketini savunan güçlü bir finansal rantiyer sınıf bulunmaktadır. Uluslararası finansal reform konusunda öne sürülen görüşler aşağıda belirtilmiştir: "Uluslararası son başvuru kurumu:" Mishkin, Meltzer, Fisher gibi iktisatçıların önerisine göre, IMF yeni bir olağanüstü durum kredi fonu oluşturmalı ve bu fonla spekülatif ataklarda son başvuru kurumu işlevi görmelidir. "Uluslararası finansal kriz yöneticisi kurumu:" Fisher ve Gianni’ye göre son başvuru kurumunun görevinin sadece “kriz yönetimi” olduğunu vurgular. "Uluslararası iflas mahkemesi:" Bu önerinin amacı, ödeme güçlüğüne düşen ülkelere bir soluklanma fırsatı verme, ülkenin tasfiyesini ve yüksek getirili yatırım projelerinin yarım bırakılmasını önlemektir. "Uluslararası mevduat sigortası kurumu:" Soros’a göre borç alan ülke, borç alma esnasında borcunu sigorta etmeli ve sigorta primi ödemelidir. IMF ülkelerin alabileceği borç limitini saptamalı ve G7 ülkeleri sigortalanmamış ödeyememe güçlüğünü kabul etmemelidir. "Dünya para otoritesi:" Bu öneride dünya üzerinde tek bir merkez bankası olması önerilmektedir. (Yay, 2004: 30) Spekülatif sermaye hareketlerinin dizginlenmesine yönelik 2 türlü önlem olduğunu bilinir. Uluslararası finansal reform, dünya ekonomisini çok derinden etkileyecek bir kriz gelene kadar rafta kalacaktır. Bu bakımdan, gelişmekte olan ülkelerin tümünün ya da bireysel ülkelerin spekülatif sermaye hareketlerini dizginlemek için ulusal düzeyde sermaye kontrollerine başvurması gereklidir. Sermaye kontrolleri, ülkelerin yerleşik ve yerleşik olmayanların gerçekleştirdiği sermaye işlemleri üzerine getirdiği kısıtlama ve düzenlemelerdir. Sermaye kontrollerinin en etkin ve en sert biçimde uygulamaları Merkantalist dönemde yapılmıştır. Bu dönemde değerin kaynağı değerli madenler olarak görülmektedir. Bu dönemde ülke dışına çıkan değerli madenler ülke adına bir kayıp olarak düşünüldüğünden devletler özellikle sermaye çıkışları üzerine sıkı kısıtlamalar getirmişlerdir (Acar, 2000: 9). Modern sermaye kontrolleri savaş harcamalarını finanse etmek için gerekli vergi tabanını sağlamak amacıyla birinci dünya savaşında kullanılmıştır (Nelly, 1999: 15). 1929 yılında dünyayı derinden etkileyen buhranın etkisiyle bazı ülkeler tekrar sermaye kontrollerini uygulamaya başladılar. “Amerika Birleşik Devletleri sadece 1929 ve 1970’lerde sermaye işlemleri üzerinde kontroller uygulamıştır” (Schiffrin 2001:1). 1930’larda ikinci dünya savaşına hazırlanan Avrupa ülkelerinin rakip ülkelere sermaye işlemleri yoluyla zarar vermekte olduklarını görmekteyiz. Yerel para üzerine yapılan ataklar ülkenin askeri harcamalarını azaltmasına ve kırılganlığının artmasına neden oluyordu. 1930’lu yıllarda dalgalı sermaye hareketlerinin yaşandığı bazı olaylarda stratejik yaklaşımlar göze çarpmaktadır. Fransızların, Avustralya-Alman gümrük birliğini önlemek için 1931’de iki ülke üzerinde finansal atak gerçekleştirmeleri, Nazilerin ise 1933 sonrası Fransızların askeri hazırlıklarını zayıflatmak için gizli girişimleri örnek gösterilebilir (James, 2003: 5). Nazilerin gizli girişimlerinin yanı sıra ülkeden sermaye çıkışını ölümle cezalandırdıkları bilinmektedir.”Nazi Almanyası sermaye çıkışlarını ölümle cezalandırmasına rağmen, sermaye çıkışlarını durdurma da başarılı olamamıştır” (Gottschalk, 2003: 11). İkinci dünya savaşının hemen sonrasına yöneldiğimizde ülkelerin parasal sistemin bir düzen içine girmesi amacıyla Bretton Woods anlaşmasını devreye koyduklarını görmekteyiz. Bu anlaşma sonucunda yeni bir parasal sistem ve iki uluslararası kurum kurulmuştur. Bu kurumlar ; Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'dır. Bretton Woods üzerine birçok araştırması olan Cohen: "Birçok insan IMF’in orijinal amacının serbest sermaye hareketliliği olduğunu düşünerek hata yapmaktadır. Tam aksine, 1920 ve 1930’larda parasal ilişkileri bozan sıcak para akımlarına karşı nefreti yansıtmaktadır" (Cohen, 2001: 7) şeklinde görüşünü belirtmektedir Bretton Woods anlaşmasının ana metnini hazırlayan Amerika hazine bakanı Dexter ile İngiliz temsilci Keynes’in bazı ortak noktalarda birleştiği bilinmektedir. Bu noktalardan biri spekülatif sermayenin sınırlanması konusundadır. “Keynes ve White, eğer finansal sermaye yüksek faiz ve düşük enflasyon arayışında ülkeler arası sınırları özgürce aşabilirse, ülkeler tam istihdam hedefini asla yakalayamayacaklardır” (Crotty, 2000: 6). Aşağıda yapılan alıntı Keynes’in savaş sonrası dönem için sermaye hareketleri hakkındaki görüşünü açıkça ortaya koymaktadır. “Sermaye hareketlerinin merkezi kontrolü, hem iç hem de dış ilişkilerde soğuk savaşın sürekli özelliği olmalıdır” ( Crotty, 1995: 7). Sermaye kontrolleri, Bretton Woods anlaşmasından kabaca 1980’lerin başına kadar kullanılmaktadır. 1980 sonrası ise liberalleşme ve entegrasyon kavramları ışığında kontroller yavaş bir biçimde kaldırılmaya başlamıştır. Çok uzun bir süre sonra değil, 10 yıl sonra sermaye kontrolleri tekrar uygulanmaya başlamıştır. Bu uygulamaların,altın çağ dönemindeki uygulamalarından farkı ise geçici uygulamalar olmalarından kaynaklanmaktadır. Bilindiği üzere finansal piyasalar da bilgi asimetrisinden kaynaklanan sorunlar finansal piyasaların eksik piyasa koşullarında faaliyet göstermesine neden olur. Sermaye kontrolleri bu noktada ikinci en iyi çözüm olarak görülmektedir. “İkinci en iyi teorisi, iktisadın ideal şeması olan tam rekabetin, bütün sektörlerin hepsinde gerçekleşmediği zaman, elde edilebilen en iyi çözümün ne olacağına, bu çözüme nasıl ulaşılacağına ışık tutmaktadır” (Acar, 2000: 208). Altın Çağ içerisinde sermaye hareketlerinin üzerine getirilen kontroller ülkelerin bağımsız faiz ve döviz kuru politikaları uygulamalarına izin vermekteydi. Böylece ülke içinde düşük faiz oranlarıyla yatırımlar yükselirken, döviz kuru politikası da ihracatın artması yönünde hiçbir baskı olmadan düzenlen
iyordu. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ile ülkeler bu iki politika aracının birlikte kullanmadan mahrum kalmışlardır. “İmkansız üçleme hipotezine göre, aşağıdaki üç hedeften sadece ikisi aynı anda gerçekleştirilebilir: döviz kuru istikrarı, faiz politikası, sermaye hareketlerinin serbestisi” (Joshi, 2003: 2).İmkansız üçleme hipotezinin güncel yaşama yansımalarını döviz rejimlerinde görmekteyiz. Sabit kur rejiminde, ülke faiz politikasını, Serbest kur rejiminde ise döviz kuru üzerindeki yetkilerini piyasaya bırakmaktadır. Sabit kur rejiminde faiz serbest kur rejiminde ise döviz kuru piyasaya bırakılmaktadır. Türkiye'nin yaşadığı engin deneyimlerden yola çıkarak bu üçleme hipotezini netleştirelim. 2000 yılında Türkiye'de basitçe sabit kur uygulandığını söyleyebiliriz. Üçlemeye göre bu durumda Türkiye'nin bağımsız faiz politikası yürütmesi imkânsızdır. Faizin seyri sermaye hareketleri tarafından belirlenecektir. Eğer sermaye girişi artarsa faiz düşecek, sermaye girişi azalır ise faiz yükselecektir. Faiz değişkenini dengeleyici bir unsur olarak görebiliriz. Sermayenin yüksek miktarda girişi faizin düşmesi ile azalacak, sermayenin yüksek miktarda çıkışı ise faizin yükselmesi ile azalacaktır. İşte bu noktada para otoritesinin faize müdahale de bulunması bu mükemmel denkliği bozacaktır. Kriz sonrası Türkiye'nin serbest kur rejimi uyguladığı görülmektedir. Üçlemeye göre bu durumda Türkiye'nin döviz kurunu belirlemek gibi bir gücü yoktur. Döviz kurunun seyri sermaye hareketleri tarafından belirlenecektir. Sermaye girişleri yüksek olduğu takdir de yerel para değer kazanır aksi takdirde ise yerel para değer kaybeder. Türkiye'nin teoriye göre bu durumda faizler üzerinde tüm kontrolü elinde tutması gerekir. Ne yazık ki faiz konusundaki teorinin parlak yaklaşımı gerçeği yansıtmamaktadır. Türkiye'nin faiz oranı sermaye girişleri ile ilişkili olarak oluşmaktadır. Bu durumda bağımsız yerel faiz politikasından bahsetmek yanlış olacaktır. 1990’lı yılların en belirgin özeliği para politikasının yerel amaçları göz ardı ederek uluslararası sermayenin isteklerine boyun eğmesidir. Uluslararası sermayenin faizlerin yüksek seviyede korunması ve enflasyonun düşük tutulması istekleri yerine getirildiği sürece ülkenin genişleyici makro politikalar uygulaması imkânsızlaşacaktır. Bunun tek sebebi daraltıcı para politikasının spekülatif sermayenin ihtiyaçlarına cevap vererek herhangi bir çıkışı önlemeye çalışmasıdır. Sonuç olarak sermaye kontrolleri ülkenin döviz kuru ve faiz araçlarını eş zamanlı olarak kullanabilmesine olanak tanımaktadır. Sermayenin çıkış tehditleri karşısında para politikasının çaresizliğini gidermektedir. “IMF’den finansal yardım almanın ön şartı ya da ülkeye sermaye çekmenin sinyali olan daraltıcı mikro-makro-sosyal politikaların hükümetlere zorla uygulatılması olasılığını azaltmaktadır” (Ocampo, 2000). Sermaye kontrolleri, finansal istikrarsızlığın ana unsurları olan döviz riskini, yatırımcının kaçış riskini, kırılganlık riskini ve bulaşıcılık riskini azaltılmasını sağlayacaktır. (Grabel, 2003) "Döviz riski:" Dövizin çok kısa bir vadede önemli derecede değerlenmesi ve değer yitirmesini belirtmektedir. Döviz riski, yatırımcılar tarafından yerli enstrümanların ani büyük alım satımlarını kısıtladığı takdirde azalacaktır. Sermaye kontrolleri yerli paranın konvertibilitesini sınırlayarak ani dalgalanmalardan korur. "Yatırımcının kaçış riski:" Likit finansal değerler tutan yatırımcının herhangi bir sorun karşısında yoğun biçimde elindekileri çıkarmasıdır. Sermaye kontrolleri sermayenin girişi esnasında kısa vadeli yatırım tiplerini sınırlayarak kaçışı engelleyecektir. Aynı zamanda çıkışta, çıkış yollarını kısıtlayarak riski azaltabilir. "Kırılganlık riski:" Ülkenin özel ve kamu borçlularının cari ödemelerini karşılama yeteneklerini engelleyecek iç ve dış şoklara karşı kırılganlığını belirtir. Kırılganlık riski çok farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Borçluların vade ve para birimi uyuşmazlıkları içinde olması ve borçluların özel yatırımlarını kaçış riskine eğilimli sermaye ile yapmaları örnek gösterilebilinir. Yatırımcıların belli sektörlerde aşırı yatırım yapması, sonucu yapay büyümelerin ortaya çıkmasıdır. Sermaye kontrolleri kırılganlık riskine giren sermayenin miktarını ya da yatırım kararlarını ve borç vermelerini etkileyerek azaltır. "Bulaşıcılık riski:" Ülkenin herhangi bir yerden doğan istikrarsızlığa istemeden maruz kalmasıdır. Sermaye kontrolleri bulaşıcılık riskini finansal bütünleşme düzeyini düzenleyerek ya da yukarıda dile getirdiğimiz riskleri azaltarak önleyebilir. 1990’lı yılların en önemli özelliği gelişmekte olan ülkelerin sürekli finansal krizlere sürüklenmeleridir. 1945 öncesi rakip ülkelerin finansal atakları ve gizli planları yerini sayısız finansal fonun bir arada toplandığı büyük spekülatör fonlara bırakmıştır. Bu fonların iyi ya da kötü niyetli her eylemi gelişmekte olan ülkeleri etkilemektedir. Bu fonların hareketleri diğer küçük yatırımcıları da etkilemektedir. Küçük yatırımcılar özellikle büyük çaplı hamlelerde hamleyi aynı yönde takip etmektedir. Tipik bir “sürü psikolojisi” örneği olarak görülebilir. “Keynes piyasanın hayvani içgüdüleri yoluyla hareket eden özel sermayenin hükümdarlığına bırakılmayacağını belirtmektedir” (Onaran, 2001: 75). Bebek endüstriler tezi, Birinci dünya savaşı öncesinde sanayisi henüz gelişmemiş olan Almanya’nın dış rekabete karşı kendini gümrüklerde koruyarak sanayisini belli bir düzeye getirme çabasını teorik düzeyde tanımlayan kavramdır. “Nasıl ki bir bebek önce anasının korumasında gelişir, sonra kendi gücüyle varlığını sürdürebilirse, yeni kurulan sanayilerinde gelişinceye kadar korunması gerekir. Sanayi gelişince gümrükler kalkabilir” (Acar 2000:209) Çok hızlı bir biçimde yerel finansal piyasalarını kuran ve bu piyasaları yabancı spekülatif sermayeye açan gelişmekte olan ülkelerin hata yaptığını hem liberal teorisyenler hem de liberal görüşün öncüsü durumundaki kurum olan IMF kabul etmektedir. Bu noktada gelişmekte olan ülkelerin yerel finans piyasalarını bir bebek gibi korumaya ihtiyaçları vardır. Koruma ise sermaye kontrolleri yoluyla gerçekleştirilecektir. Günümüzde önem verilmemesine rağmen ülke içerisindeki sermayenin çıkışları hem vergi tabanında bir boşluk hem de ülkenin dış dengesini etkileyen bir unsur olarak görülmelidir. Ülke içinden dışarıya akan yerli sermaye hareketleri vergilendirilmeyen kazanç olarak görülmelidir. Özellikle kriz zamanlarında yerli sermayenin ülke dışına çıkması ülkelerin içine düştüğü durumu daha ciddileştirecektir. Somut olarak, ülkenin ödemeler bilançosunun içerisinde bulunan hata ve net noksan hesabının yerleşiklerin kayıt-dışı hareketlerini gösterdiği bilinmektedir. Bu hareketin hacmi küçümsenemeyecek kadar büyüktür. Bu noktada yerleşiklerin kayıt-dışı sermaye hareketlerini sınırlama ya da vergilendirme hem ülkenin vergi gelirini artıracak hem de sermayenin başına buyruk hareket etmesi sonucu oluşan finansal sorunlarının önüne geçilecektir. Bu başlık altında hali hazırda uygulanmakta olan sermaye kontrolleri doğrudan ve dolaylı kontroller olmak üzere sınıflandırılacaktır. Doğrudan kontroller sermayenin doğrudan yasaklanması, sermaye üzerinde belli limitler koyma ve sermaye hareketi için belli izin alma gerekliliği gibi uygulamalarla gerçekleşir. Doğrudan kontrollerin yaptırım gücü çok daha keskin ve güçlü görünmektedir. Dolaylı kontroller ise sermaye işlemlerinin maliyetini yükselterek dolaylı yoldan sermaye hareketlerini azaltmaktadırlar. İkili ya da çoklu döviz kuru sistemleri, açık veya dolaylı vergileme, yerel finansal düzenlemeler yoluyla dolaylı sermaye kontrolleri gerçekleştirilir. İkili (çoklu) döviz kuru uygulamasında ticaret ve sermaye işlemleri için ayrı döviz kurları öngörülmektedir. Hükümet ticaret için kullanılan kurun istikrarını sağlamaktadır. Sermaye işlemleri için kullanılan kur ise dalgalanmaya bırakılır. Sermaye çıkışı yerel para biriminin değerini kaybetmesine neden olsa da ticaretle uğraşan kesim hükümetten istikrarlı kur şartlarında döviz alacaktır. Özellikle ithalatın maliyetinde bir artış olmayacaktır. Özünde ikili piyasa, yerli para cinsinden açık pozisyon da kalmak için yerli kredi ihtiyacı olan spekülatörün maliyetini yükseltirken, spekülatif olmayan kredi talebinin normal piyasa fiyatından karşılanmasını sağlar Diğer bir dolaylı sermaye kontrolü uygulaması ise doğrudan vergileme yöntemidir. Sermaye hareketlerinin doğrudan vergilendirilmesi konusunda, Tobin’in 1978 yılında önerdiği vergi günümüzde “Tobin Vergisi” olarak adlandırılmaktadır. “Prof James Tobin, döviz işlemleri üzerinden küçük bir oranda vergi alınmasını ilk kez 1972’de Princeton Üniversitesinde bir konferans içinde gündeme getirmiş, 1978’de ise öneri olarak açıklamıştır” (Smith, 1997: 1). Prof. Tobin’in asıl vurgusu döviz alım satım işlemleri üzerine vergi konulması yönündedir. Prof. Tobin’i bu düşünceye iten en önemli faktör Bretton Woods sonrası dönemde spekülatif döviz alım-satım işlemlerinin kur dalgalanmalarına neden olmasıdır. Ünlü iktisatçının “Fazla kayganlaşmış olan uluslararası döviz spekülasyonu çarkının dişlileri arasına bir miktar kum serpilmesi” kendi adını taşıyan verginin en basit açıklamasıdır. Tobin vergisi, spot döviz alım işlemleri üzerine getirilen sabit fakat düşük oranlı ad-valorem bir vergidir. Prof. Tobin vergi oranını yüzde 2, 0.5 ve 1 olarak değişik alternatifler şeklinde önermiştir.” 1995’de Fransa Başbakanı Lionel Jospin hükümetin 1995-2000 yıllarına ilişkin projeksiyonlarını açıkladığı konuşmasında “10 yıllık yatırımı caydırmayacak ancak 10 günlük işlemleri cezalandıracak yüzde 1 oranında bir Tobin vergisi önermiştir” (Yılmaz, 2001: 5). “Tobin 1996 yılında dövizin swap ve forward işlemlerine de uygulanmasını önermiştir” (Grabel, 2003: 15). Fakat yazarın ölmeden önce yayınlanan beyanatlarında kendi adını taşıyan verginin amacının dışına çıktığını ve bu vergiyi sahiplenmediği görülmektedir. Prof. Tobin’in izinden gittiği ünlü akıl hocası J.M.Keynes‘in sermaye işlemlerini vergileme
konusunda daha geniş fikirler öne sürdüğünü görmekteyiz. Keynes genel teori adlı eserinde, spekülatif hareketleri minimize etmek için hükümetin transfer vergisi almasını dile getirmiştir. Heteredoks iktisatçılar tarafından bu düşünce “Keynes vergisi” olarak adlandırılmıştır. Keynes vergisi, Tobin vergisinin doğal tamamlayıcısıdır. Zira büyük miktarda dövizin ülkeyi terk etmesi spekülatörlerin ellerindeki kâğıtları boşaltması ile gerçekleşecektir. Keynes ve Tobin vergilerinin, spekülatif sermayenin saldırısına maruz kalan ülkelerin üzerindeki yükü azaltacağı düşünülmektedir. Llene Grabel iki verginin temel eksiklikleri olduğunu belirtmektedir. Bunlar aşağıda gösterilmiştir. İki verginin (Keynes ve Tobin) öngördüğü vergilemenin ülkeye para girişi-çıkışını büyük spekülasyonların olduğu dönemde durduramayacağı açıktır. Bu noktada, Crotty ve Epstein iki verginin birlikte uygulanmasının tekil sorunları gidereceğini düşünmektedirler. 1990 sonrası ise Spahn adlı iktisatçı iki vergiye bazı eleştiriler getirmiştir. Bunlar aşağıda sunulmuştur. ise iki aşamalı(ayaklı) bir Tobin vergisi önermiştir. Bu öneri aşağıdaki gibidir. Breton ise benzeri bir öneriyi Asya krizi sonrasında yapmıştır. Önerilen vergi normal zamanlarda yüzde 0.1 oranında uygulanacak, ancak belli bir para biriminin spekülatif saldırı altında bulunduğu tehlikesi hissedilince vergi oranı yüzde 1 ve yüzde 10 arasında caydırıcı bir orana çıkarılacak, kriz dönemlerinde ise vergi oranı yüzde 50 gibi yüksek bir oranda sabitlenecektir. Sermaye kontrollerinin, sermayenin dolaylı yoldan vergilenmesi yoluyla da yapılabileceğini söylemiştik. Dünya üzerinde herkes tarafından kabul gören dolaylı vergileme yöntemi rezerv gereksinimi uygulamasıdır. Bu rezerv gereksinimini, ulusal düzeyde bankalara getirilen rezerv zorunluluğunun bir bakıma ülke içerisinde gerçekleştirilen sermaye işlemlerine uygulanması olarak görebiliriz. Uygulamada yerleşik ve yerleşik olmayanların yaptıkları sermaye işlemlerinin belli bir tutarı kadar miktarı(yerel para ya da döviz) merkez bankası hesabında faizsiz bir biçimde tutulması şart koşulmuştur.” Bu şekildeki bir uygulama “Asimetrik Tobin vergisi” olarak da adlandırılmaktadır. Tobin vergisi sermaye akımının sabit bir oranı kadar bir vergileme yaparken, asimetrik Tobin vergisi , sermayenin giriş ya da çıkışına fark gözeterek uygulanmaktadır” (Ariyoshi, 2000: 70). Rezerv gereksinimi sermayenin türüne, miktarına ve süresine göre değişiklik gösterebilir. Gereksinimin esneklik özelliği sabit oranda vergilemeye oranla onu daha cazip kılmaktadır. Uygulamada rezerv gereksinimin, Merkez bankası bünyesindeki bir hesapta kazançsız olarak tutulduğunu söylemeliyiz. Bu uygulama, kazançsız rezerv gereksinimi olarak adlandırılmaktadır. “Kazançsız rezerv gereksiniminin amacı; kısa vadeli sermaye girişlerini uzun vadeye yaymak, borç yaratan enstrümanlardan borç yaratmayan sermayeye prim vererek ülkeyi spekülatif sermayenin zararlarından korumak” olarak görülebilir” (Le Fort, 1998) . Şili 1991 yılında ve Kolombiya 1993 yılında rezerv gereksinimini uygulamaya koymuşlardır. İki ülke uygulama sırasında gereksinimin ağırlığı, zamanlaması konusunda değişik rotalar çizmiştir. Her iki ülkenin düzenlemeleri 3 noktada birleşmektedir. Yerel finansal düzenlemeler ise dolaylı yoldan sermayenin spekülatif hareketlerine sınırlamalar getirmektedir. Asya krizi sonrasında ortaya atılan, ahlaki çöküntü ve ters seçim olguları ışığında yerel finansal düzenlemelerin gelişmekte olan ülkelerin finansal entegrasyonlarını daha sağlamlaştıracağı düşünülmüştür. Bu çerçevede finansal sektörün gelişmekte olan ülkelerdeki lokomotifi sayılan bankaların sermaye yeterlilik rasyolarını yükseltmeleri, yapılan işlemleri raporlamaları, risk yönetimine önem vermeleri ülkenin karşılaştığı riskleri sınırlayacaktır. Yerel finansal düzenlemeler vade ve para cinsi uyuşmazlıklarını ve ülkeye akan spekülatif sermayenin içeriğini düzenleyerek ülkeyi finansal çalkantılardan koruyabilir. Bu düzenlemeler sermaye kontrollerinden ayrı görülmektedir. ”IMF ve diğerleri yerel finansal düzenlemelerin “iyi”, sermaye kontrollerinin “kötü “ olarak göstermesi ideolojik bir ayrımın göstermektedir” (Epstein, 2003b: 2). “Yerel finansal düzenlemelerin sermaye kontrollerinin tamamlayıcısı olduğu çok açıktır. Pratikte de yerel finansal düzenlemeler ile sermaye kontrolleri birbirinden ayrılamaz” (Ocampo, 2000). Vankomisin Vankomisin, "Amycolatopsis orientalis" isimli bakteri türünün fermantasyonu sonucu oluşan bir antibiyotiktir. Gram-pozitif bakterilerin neden olduğu enfeksiyonların tedavisinde kullanılmaktadır. İlk başlarda çok saflaştırılamayan ilaç, verilen hastalarda sıklıkla yabancı madde reaksiyonlarına yol açmaktaydı. Ancak Gram-pozitif bakterilere karşı çok başarılı olmasından oturu FDA tarafından genel kullanımına izin verilmiştir. Zamanında 'Missisipi çamuru' olarak da anılmaktaydı. Gram-pozitif bakterilerde düzgün hücre çeperi sentezini inhibe eder. Bu çalışma mekanizması ve bazı diğer faktörler nedeniyle Gram-negatif bakterilere karşı etkisizdir. Vankomisin nefrotoksik ve ototoksiktir. Bu nedenle renal fonksiyonlarında bozukluk olan hastalarda kullanılmamalı, kullanılması gerekiyorsa da dozaj ayarlanmalıdır. Koyulhisar Koyulhisar, Sivas'ın Karadeniz iklim ve coğrafi bölgesine düşen ve ilin en kuzeyinde bulunan ilçesidir. 1923 yılından 1933 yılına kadar il olan Şebinkarahisar'a bağlı bir ilçeydi. Vilayetlerin yeniden düzenlenmesi için yapılan çalışmalar neticesinde birçok il ilçe haline getirilmiş, bu arada Şebinkarahisar'ın da 20 Mayıs 1933 tarih ve 2197 sayılı kanunla ilçe haline getirilmesiyle, bu tarihten sonra Koyulhisar, Sivas'a bağlanmıştır. Yerli halkın önemli bir bölümü civardaki diğer ilçelerde olduğu gibi Türkmen, Çepnilerdendir. Koyulhisar; sırtını Dumanlı ("Duman Baba, Hacı Bektaş Veli'nin müridi") dağına verirken, fay hattı olarak bilinen Kelkit ırmağına ayaklarını uzatmıştır. Sırtını verdiği dağ yamacındaki botanik yapı tamamen Karadeniz Bölgesi'nin bitki yapısına uyarken, toprağının çok killi olması ve bölgenin dik yamaç yapısı nedeni ile sık sık heyelanlar meydana gelmekte, hatta bunlar afet bölgesi olarak tanımlanmaktadırlar. Orman ve tabii güzellikleri ile çok zengin olmakla birlikte tarihi kalıntılarla ve geçmişle ilgili bulgular ve kayıtlar ise çok zayıftır. İlçe içinde bir anıt ve cami kalıntıları dışında kayda değer bir şey bulunmamaktadır. Eğriçimen Yaylası'nda ve çevresinde paleontolojik zamandan ("kireçli zaman" ve sonrası) kalma deniz yaratıkları fosilleri bulunabilmektedir. Türkiye'de Karadeniz iklimi nin ve karasal iklimin geçiş bölgesindedir ve zengin bir bitki örtüsüne sahiptir. Koyulhisar Sivas'ın diğer ilçelerinden farklı olup Güney Giresun kültürü ile aynı kültürü yaşar. Sivas'tan farklı olarak Karadeniz Bölgesi'nde yer alması sebebiyle kemençe ve davul-zurna bir arada görülür. Yaylacılık Kızıldağ tarafında yapılmakta olup bu bölgeler çam ormanları ile kaplıdır. Yöre horon kültürüne sahiptir. Yöresel kemençeciler köy köy gezip düğünlerde kemençe kültürünü icra ederken günümüzde Karadeniz'in genelinde olduğu gibi bu bölgede de kemençe kültürü yok olma tehlikesindedir ve artık tüm Karadeniz gibi horonlar tek tipleşmeye başlamıştır. Yörede genellikle düz horon, dik horon, alaşağı, üç ayak horonu, sıksara ya da Laz horonu gibi çeşitli horonlar oynanır. Bölgede egemen kültür Karadeniz kültürüdür. Karadeniz'in sahil ilçeleri bu bölgeye "Ekinciler" demektedirler. İlçe Kelkit Vadisi ilçeleri ile aynı ağzı kullanmakta olup, Sivas'ın diğer ilçelerine göre farklılıklar içerir. Şebinkarahisar, Alucra, Çamoluk, Gölova ve Suşehri ve Akıncılar ve Gölova ile aynı ağzı kullanır. Şehir ile etkileşimi çok eskilere dayanır. Büyük şehirlere çok sayıda göç vermiştir. Erzincan'da 26-27 Aralık 1939'da meydana gelen ve 52.5 saniye süren büyük depremde, Koyulhisar'da taş taş üstünde kalmamıştır. Sabaha karşı saat 2.00 sıralarında olan bu 7.9 (MS=7.9) büyüklüğündeki depremde Erzincan ve çevresinde 116.720 konut yıkılmış, 32.962 kişi hayatını kaybetmiştir. Koyulhisar, deprem sonrasında yer değiştirerek yeniden yapılanmıştır. Geçimini ormancılık, hayvancılık ve tarımla yaparken, sanayileşme ise bulunduğu coğrafi durum ve tipik kente göç etme sebebi ile gelişememiştir. İlçede orman işletmesi bulunmakta. Çarşı esnafı ise ilçenin genel ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumdadır. Bir banka şubesi yanında, telekomünikasyon, kırtasiye, arzuhâlci, postane vs. yanında benzin istasyonu ve servis noktaları da bulunmaktadır. Çevre arazide altın ve maden araştırması yapıldığı ve ""Eldoradogold"" adlı yabancı bir şirket tarafından da etüt çalışmaları planlandığı belirlenmiştir. Koyulhisar'ın geçmişi İlk Çağ uygarlıklarına dayanmaktadır. Dönemin en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Kolonya, Koyulhisar'ın eski adıdır. Erken Hristiyanlık döneminde adı Nicopolis (Anniaca) olup, bir manastır bulunurdu. Bir keşiş olan Johannes Hesychastes 454'te burada doğdu. Anadolu'nun Türkler tarafından fethinden sonra bu bölge de kısa süre içinde Türkleşmiştir. Cücükgözoğulları, Oğuz-Türkmen boylarından Çepniler Horasan ve Kürtün yoluyla gelerek Koyulhisar ve civarına yerleşmiştir. Hacı Bektaş Veli'nin ilk müritlerinden olan ve 1240 yılında çıkan İshak Baba İsyanı'na da katılan, Alevi inanç önderi Duman Baba burada yaşamış ve yaşamını yitirmiştir. Koyulhisar ilçesinde iki adet kayda değer hisar (kale) vardır ki Kale-i Bala adındaki hisarı Fatih Sultan Mehmed'in korkusundan Kızılbaş Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan yaptırmış olup kale, Koyulhisar'ın eski merkezindedir. Kale içlerinde altın kaplama bir hançer bulunmuştur. Fatih, Karadeniz'in fethi sırasında, Koyulhisar bölgesine küçük bir birlik göndermiştir. Bu birlikteki asker sayısı çok azdı. Birlik kaleye geldiğinde kaledeki asker sayısının kendilerinden 3 kat daha fazla olduğunu gördüler. Bunun üzerine bir akşam vakti Osmanlı birliği kalenin karşı tarafındaki koyun sürülerinin üzerilerine mum dikerler ve hücum için hazırlık yaparlar. Kal
edeki askerler karşılarına baktıklarında yüzlerce ışık görürler ve büyük bir ordunun kendilerine doğru gelmekte olduğunu sanırlar. Herkes çok korkar ve komutanlarının emriyle tüm ordu ve halk kaleyi boşaltıp kaçmaya başlarlar. Bu sayede savaş yapılmadan Koyulhisar Osmanlı'ya bağlanmış olur. Fethin ardından Fatih Koyulhisar'ın Yukarıkale köyüne bir cami yaptırır (1461). Bu camiye imam hatip olarak Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin torunlarından birisini atar. Bu hatip aynı zamanda bölgenin kadısı, valisi de sayılmıştır. Osmanlı Devleti tarafından bu kişiye maaş bağlanmış, toprak verilmiş ve ev tahsis edilmiştir. Caminin mali desteği Cumhuriyet dönemine kadar devlet tarafından karşılanıyordu. Mütevellisi de atanan hatip idi. Dolayısıyla camiye ""Hatipli (Hatipoğlu) Camii"" adı verildi. Bu zatın torunları halen Yukarıkale ve Hacıilyas köylerinde yaşamaktadırlar. Ermeni sürümü ile ilgili yabancı kayıtlarda ilçenin 20. yüzyıl başına kadar tamamen Ermeni ve Rum ağırlıklı nüfusa sahip olduğu iddia etmekle birlikte, yaşlı yerli ahaliden alınan kaynaklar bunun tam tersi olduğunu ispat etmektedir. Antimisin Antimisin, elektron taşıma zincirindeki elektronların sitokrom B'den sitokrom C'ye geçmesini inhibe eden (engelleyen) bir antibiyotik türüdür. Daptomisin Daptomisin, bir lipopeptit antibiyotiğidir. "Streptomyces roseosporus" isimli bakteri tarafından üretilir. Özellikle metisilin dirençli "Staphylococcus aureus" (MRSA) ve glikopeptit dirençli "Enterococci" (GRE) karşısında çok etkilidir. E-posta listesi E-posta listesi, grup haberleşme yöntemidir. E-posta listesinde üye olan bir kullanıcının listeye attığı e-posta o listeye üye olan diğer kullanıcılara dağıtılır. Intel 80386 Intel 80386 veya i386, 80286'dan sonraki Intel mikroişlemcisi. Intel 1985 yılında üretilen, bir tümleşik devre üzerinde gerçek 32-bit CPU olan 80386DX oldu. 80286 gibi bu mikroişlemcide çok yaygın olarak kullanıldı. 1988 yılında, harici 16-bit veriyoluna sahip 80386SX mikroişlemcisi üretildi. Intel'in ilk 32-bit mikroişlemcisi 80386'dır. Bu mikroişlemci, diğer x86 mikroişlemcileri gibi, 8086 ve 80286 programlarını hiçbir değişiklik olmadan çalıştırabilmektedir. Bu mikroişlemcinin daha önceki 80286 mikroişlemcisine göre birçok üstünlüğü bulunur. Bunlar: 80386 da bulunan 32-bit adres yolu, 32-bit veriyolu ve çeşitli kontrol sinyalleri için, 80286 da kullanılan 68 uçlu tümleşik devre kılıfı çok küçüktü bu yüzden Intel daha büyük bir standarda gitti. Dahili olarak, 80386, 80286 gibi daha yüksek performans için paralel çalışan birçok fonksiyonel birime sahiptir. 80286'daki gibi 4 yerine, 8 tane alt birim içermektedir. 80386'daki daha fazla olan fonksiyonel bölünme, adres ve yürütme birimlerinde yapılmıştır. 80386'nın tümleşik devre uçları, 80286'ya bazı yönlerden benzemektedir. Bellek erişimleri 32-bit kelimeler ile yapılıp, bellek adresleri, 4 byte sınırlara göre ayarlanmalıdır. Böylece CPU 0, 4, 8 gibi adreslerde bulunan kelimelere erişebilmekte, buna karşın, 1, 2 veya 3 gibi adreslerde olanlara erişememektedir. Bunun sonucu olarak, bütün bellek adresleri 4'ün katları şeklindedir. Bu yüzden, iki düşük değerli adres biti her zaman 0'dır ve A0 ve A1 bitleri tümleşik devre üzerinde yoktur. Bununla beraber, bellekte 8-bit ve 16-bit veriler üzerinde işlem yapan komutlar bulunduğundan, bu problemi çözmek gerekmektedir. 8086 ve 80286 mikroişlemcilerinde BHE sinyali ile bu problem çözüldüğü gibi, 80386 da bu işlem için 4 sinyal BE3- BE0 sağlamaktadır. Bu sinyallerden her biri bir kelime içindeki 4 byte'dan hangisinin kullanılacağını belirtir. Daha önceki mikroişlemcilerde bulunan, LOCK ve READY kontrol sinyalleri değişmedi. Bununla beraber, 80386'ya yeni 3 veriyolu kontrol sinyali daha eklendi. Bu sinyaller ADS, BS16 ve NA sinyalleridir. ADS sinyali, adres yolunda geçerli bir adres olduğunu belirtir. Bellek bu sinyali gördüğü zaman adres ve kontrol yollarındaki sinyallerin geçerli olduğunu anlar ve çalışmaya başlar. BS16 bir giriş sinyali olup 80386'ya, sistemde 16-bit I/O tümleşik devrelerinin olduğunu belirtmekte kullanılır. 80386 bu sinyali gördüğü zaman, bir 32-bit veri aktarımını peşpeşe iki 16-bit aktarım şeklinde yapar. BS16 mikroişlemciyi yavaşlatmada kullanılmasına karşın NA sinyali hızlandırmada kullanılır. Bellek tümleşik devresi, o anki veriyol çevrimi için READY sinyalini pasif yapmadan, mikroişlemcinin NA girişini aktif yaparak, bir sonraki bellek adresini kabul etmek için hazır olduğunu 80386'ya bildirir. Bu özellik, CPU'nun o anki veriyolu çevrimini bitirmeden, bir sonraki veriyol çevrimine hazır olmasını başlatarak, iş-hattının hızını daha da artırır. Intel, geleneksel olarak her yeni bir mikroişlemci tümleşik devresinde yapmış olduğu, veriyolu durum ve veriyolu kontrol sinyallerini yeniden tanımlamayı, 80386 mikroişlemcisinde de devam ettirdi, örneğin; daha önceki 80286 tasarımında 4 tane veriyolu durum sinyali bulunmaktaydı. Bu sinyaller, 16 farklı durum göstermesine karşın, sadece 7 durum anlamlıydı ve kullanılmaktaydı. Sonunda Intel'den bir mühendis şu gerçeği gördü: 7<2³ yani 3 durum sinyali ile 7 sinyali belirtmek mümkündü. Bu büyük sinyalin neticesi 80386 için yeni durum sinyalleri Yaz/Oku, Veri/Kod ve Bellek/Giriş-Çıkış olarak belirlendi. Bu sinyallerin belirttikleri veriyolu durumları: Kod okuma, veri okuma, veri yazma, giriş-çıkış okuma, giriş-çıkış yazma, kabul ve durma dır. 80286 mikroişlemcisinde bulunan diğer sinyaller, INTR, NMI, HOLD, HLDA, PEREQ, BUSY, ERROR ve RESET, 80386 da aynı fonksiyonlara sahiptir. 80386 yardımcı işlemci doğrudan erişebildiği için, 80286'daki PACK sinyali 80386 da bulunmaz. 80386-80387 sistemlerinde bulunan mikroişlemci CPU arabirimi 80286-80287 sistemlerindekine çok benzemektedir. CPU'ya programların yanlışlıkla yazma yapılmasını önlemek için I/O alanı F8h-FFh'den 800000F8h-800000FFh alanına kaydırılmıştır. Arabirim performansı iyileştirilmiş ve 32-bit kullanıma açılmıştır. Yeni haliyle iletişim ek yükü 16-20 saat çevrimine indirilmiştir. Çandır (anlam ayrımı) Kızıl Ordu Fraksiyonu Kızıl Ordu Fraksiyonu (Almanca: "Rote Armee Fraktion - RAF)", "Baader-Meinhof Grubu" ya da Alman basınında "Çetesi" olarak da bilinen radikal sol görüşlü bir örgüttür. II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Almanya'nın en etkin ve bilinen örgütüydü ve kendini "şehir gerillası" olarak tanımlıyordu. "RAF" 1970'lerden 1998'e kadar faaliyetteydi ve özellikle 1977 yılında "Alman Sonbaharı" olarak bilinen ulusal krize yol açan eylem dahil pek çok kanunen ağır suç sayılan eylem yaptı. Buna karşılık Batı Alman hükümeti, "RAF"'ı bir terörist örgüt olarak tanımlamıştı. 30 yıllık varlığı boyunca örgüt çoğu şoför, koruma görevlisi gibi ikincil hedeflerden oluşan 34 kişinin ölümüne, birçok kişinin de yaralanmasına yol açtı. J2M ve SHK gibi diğer Alman militan gruplarıyla bağlantı içindeydi ve seksenli yıllarda İtalyan solcu grubu Kızıl Tugaylar, Belçikalı solcu grup Savaşan Komünist Hücreler, Filistinli solcu grup Filistin Kurtuluş Örgütü, Fransız solcu grup Action Directe ve İrlandalı örgütler PİRA ile de bağlantılar kurdular. Grubun kökeni 1960'ların sonlarında Batı Almanya'daki öğrenci protestolarına dayanır. 2 Haziran 1967'de İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi'nin Batı Almanya'yı ziyareti sırasında, yumuşak başlı protestolar ayaklanmaya dönüştü. Sürgündeki İranlıların şiddetli protestolarının ardından Alman öğrencilerden geniş destek gören bir grup Şah'ın ziyaret ettiği Berlin Operası'nın etrafına toplandı. Gösteriler sırasında, ilk kez bir gösteriye katılan Benno Ohnesorg adlı öğrenci Batı Almanya polisinin açtığı ateş sonucu öldü(Ohnesorg'u başının arkasından vuran polis Karl-Heinz Kurras'ın bir Doğu Almanya gizli polisi Stasi'nin bir casusu olduğu sonradan ortaya çıktı). Devlet ve polis şiddeti gören ve Vietnam Savaşı'na öfkeli kalabalık, Ohnesborg'un ölümüyle iyice hareketlendi ve o gün Alman solu için tarihi bir dönüm noktası oldu. İsmini Ohnesborg'un öldüğü günden alan ve militan anarşist bir grup olan 2 Haziran Hareketi doğdu. Bu olay ayrıca, Thorwald Proll, Horst Söhnlein, Gudrun Ensslin ve Andreas Baader'i Alman alışveriş merkezlerini yakmayı planlayan gevşek bir yapıda bir araya getirdi. Grup elemanları, 2 Nisan 1968 tarihinde Frankfurt'ta tutuklandı ve dört sanık yargılanırken Ulrike Meinhof adlı gazeteci "Konkret" adlı politik dergide onlar hakkında pek çok sempatizan yazı yazdı. 11 Nisan 1968'de öğrenci hareketlerinin öncüsü ve sözcüsü Rudi Dutschke başından vuruldu. Ağır yaralı olmasına rağmen 1979 yılında, yaralanmasının geç bir sonucu olarak son nefesini verinceye kadar siyasi eylemciliğe devam etti. Saldırgan Josef Bachmann adında muhafazakâr bir işçiydi. Yeni Sol öğrenci hareketi, "Bild-Zeitung" gazetesinin "Dutschke'yi artık durdurun!" gibi manşetlerini dikkate alıyordu. Gazeteye göre başından vurulan Dutschke bu cinayetin azmettiricisiydi. Bu nedenle Bild Zeitung'un yayımcısı Axel Springer'in şirketi de, tüm muhafazakâr basın da solcu protestocuların yeni hedefi haline geldi. Meinhof, "eğer biri bir araba yakarsa bu suçtur, eğer biri yüzlerce araba yakarsa, bu politik bir eylemdir" diye yorum yaptı. RAF üyeleri teker teker tecrit hücrelerine kapatıldı ve yalnızca akrabalarının iki haftada bir ziyaret etmesine izin verildi. Ensslin her üyeye verilen takma adla işleyen bir "bilgi sistemi" geliştirince, dört mahkum tekrar iletişime geçti ve savunma avukatları sayesinde mektuplaştı. Tecrit edilmeye karşı pek çok açlık grevi başlattılar ama yemek yemeye zorlandılar. Holger Meins 9 Kasım 1974'te öldü. Protestolar nedeniyle mahkûmların durumları biraz iyileştirildi. İkinci kuşak RAF'çılar bu sırada ortaya çıktı, bunlar hapishanedekilerden bağımsız sempatizanlardı. Bu durum 27 Şubat 1975'te, Hıristiyan Demokratik Birliği'nin Berlin başkan adayı Peter Lorenz 2 Haziran Hareketi tarafından kaçırıldığında iyice belirginleşti. Lorenz'i kaçıranlar tutuklu arkadaşlarının bırakılmasını istediler. Hiçbiri cinayetle yargılanmadığı için serbest bırakıldılar, dolayısıyla Lorenz de serbes